21 Aralık 2012 www.sorularlaislamiyet.com

advertisement
21 Aralık 2012
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Kur'an'da, Ümeyye'nin şiirlerine benzer ifadelerin olması nasıl açıklanabilir? ................... 3
"Üstün olduğunuz halde barışa çağırmayın" ayeti, barışı yasaklıyor mu?............................ 5
Allah her şeyi bildiği halde, neden "Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah’ı
bırakarak beni ve anamı iki ilâh edinin, dedin" anlamında bir soru soruyor?...................... 6
Allah'a, mukaddesatımıza saldıran, inancımızı yok sayan kişilere nasıl davranmalıyız? ..... 7
Allah sadece insanları mı kendi nurundan yaratmıştır yoksa bütün varlık alemlerini de mi
kendi nurundan yaratmıştır? Eğer öyle ise yaratma nasıl oluyor? Kendi nurunu
şekillendirmiş olmuyor mu? ...................................................................................................... 8
İmam Maturidi ayetin ictihadla neshine cevaz veriyor. Bunun için bazı tefsirciler "Kur'an
ancak Kur'anla nesholur. İctihadla nesholunamayacağını söylerek İmam Maturidiyi
eleştiriyorlar. Maturidinin ictihadla neshe cevaz vermesini açıklar mısınız? ........................ 9
“Çarpılacakları günlerine kadar onları kendi hallerine bırak” anlamındaki ayetten maksat
kıyametin kopması mıdır? ....................................................................................................... 11
"Müsteşar mü'temendir." Hadisini açıklar mısınız? ............................................................ 12
Kur'an'da, boşandıktan sonraki iddet süresi neden önce 4 küsür ay sonra 1 yıla çıkmıştır?
.................................................................................................................................................. 13
Yer Küresi kainatın kalbi ise, ayetlerde neden gökler önce geçmektedir?............................ 14
Lord shiva tapınağı ile Mekke/Kabe'nin bir bağlantısı var mı? ............................................ 15
Allah'ı inkar etmek nasıl sonsuz bir cinayet olur? ................................................................ 16
Bir müslümanın öldürülmesine yardım eden, Allah'ın rahmetinden mahrum olur,
anlamında bir hadis var mıdır? .............................................................................................. 18
Bediüzzaman Hazretleri nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, sesten, kokudan,
kelimelerden ve elektrik gibi seyyal ve latif maddelerden hayat ve ruh sahibi varlıklar
yaratıldığını ifade etmektedir. Buna delil olacak ayet ve hadisler var mıdır? ...................... 19
2
Kur'an'da, Ümeyye'nin şiirlerine benzer ifadelerin olması
nasıl açıklanabilir?
Hurilerin tasviri eskiden beri semavi dinlerde söz konusu edile gelmiştir. Ümeyye b. Ebi Salt,
Hz. İbrahim'e gönderilen Hanif dinine bağlı olanlarla beraber yaşamış, Yahudi ve
Hristiyanlarla görüşmüş, onlardan bir çok bilgiler yanında ahiret ve cennet hayatıyla ilgili
pek çok şey öğrenmişti.
Buna göre, Kuran'da ve Hadislerde görülen bazı bilgilerin, daha önceden de var olması,
bunların hepsinin kaynağının vahiy olduğunun delilidir. Çünkü, Hicaz bölgesinde bulunan
Hanifliğin ve dünyaya yayılan Yahudiliğin ve Hristiyanlığın aslı da vahiydir. Elbette
bunlardan geriye kalan bazı hak bilgiler de olacaktır. Bu hak bilgilerden bazılarının Kuran ve
hadislerde de bulunması gayet normaldir.
Bu durum, Hz. Peygamber'in onlardan etkilendiğini değil, hepsinin kaynağının vahiy
olduğunu gösterir. Çünkü Allah, ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Adem başta olmak üzere
insanlığıa yüzbinlerce Peygamber göndermiştir.
Şimdi binlerce ayet içerisinde bir kaç ayetin veya kelimenin veya ifadenin daha önceki
kitaplarda veya semavi dinlerden ders almış bazı şahıslarda da bulunması, Kur’an’ın o
kaynaklardan alıntı olduğuna delil olabilir mi?
İlginçtir Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu gösteren binlerce delil olduğu halde, ona karşı
şüpheden kurtulamayan bazı kimseler, başka bir kaynakta veya şahısta gördüklerinden asla
şüphe etmiyorlar. Bu durum, gerçekten üzerinde durulması gereken bir psikolojik saplantıdır.
Ümeyye b. Ebi Salt’ın hayatı, aslında onun kalbinde Hz. Peygambere iman ettiğini, ancak
hasedinden ötürü bu imanı seslendirmediğini göstermektedir.
Nitekim kendisi ehl-i kitaptan, son defa olmak üzere bir Peygamberin geleceğini ve geliş
zamanının pek yaklaştığını öğrenmişti.
Kendisi dini duyguları kuvvetli, edebi yönüyle yüksek ve ince duygulu bir kişiydi. Bu
sebeple, gelecek peygamberin kendisi olabileceği düşüncesi zihnine yerleşti ve günden güne
bu düşünce kuvvet buldu. Artık vahyin geleceği günleri beklemeye başladı. Ne var ki ilahi
takdir onu peygamber yapmadı.
Hatta kendisi ile Ebu Süfyan arasında şöyle bir konuşma geçtiği nakledilir: Ebu Süfyan,
arkadaşı Ümeyye'ye, Haşimoğullarından Muhammed b. Abdullah'ın Peygamberliğini iddia
ettiğini söylemişti. Ümeyye:
Ben, en son gelecek olan peygamberin sıfatını, kitablarda yazılı buldum ve sanırım ki, o
bizim ülkemizde gönderilecektir, der ve ilave eder:
O gerçekten Peygamberdir. Ona tabi ol, dedi.
Peki seni ona tabi olmaktan alıkoyan nedir?
Sakif kabilesi kadınları, “Ümeyye gitti, Abdimenaf oğullarından bir gence tabi oldu...”
3
derler diye utanıyorum. (bk. Halebî, İnsânu´l-uyûn, 1/301; M. Asım Köksal, İslam Tarihi,
Köksal Yayıncılık, 1/291-296)
Bir gün görüştüğü ehl-i kitap bir din adamından, gelecek olan Peygamberin, Arap olmakla
birlikte, Harem halkından (Abdi Menaf oğullarından) olacağını öğrendiği zaman, başından
kaynar su dökülmüş gibi oldu. Günlerce konuşmadı, keder içinde kaldı.
Sonra Efendimize Peygamberliğin gelişini duyunca, haset duyguları içinde kendini yiyip
bitirir oldu. Çocuklarıyla birlikte Yemen taraflarına gitti. Oraya yerleşti. Bedir harbinin henüz
bittiği günlerde bir yolculuktan dönüyordu. Bedir'de, müşriklerin ölülerinin gömüldüğü
Kalib'in (çukurun) yanında durdu. Dayısının oğlu Utbe b. Rebia'nın ve diğerlerinin oraya
gömüldüğünü öğrendiğinde “Eğer Muhammed hak Peygamber olsaydı, akrabasını
öldürmezdi” dedi. Çok geçmeden de öldü.
Peygamber Efendimiz’in (asm), onun hakkında, “Ümeyye'nin şiirleri iman etti, fakat kalbi
iman etmedi” anlamında bir hadisi rivayet edilir. (bk. Münavî, Feyzu'l-Kadîr, I, 57-59)
İlave bilgi için tıklayınız:
İslam'dan önce, Cahiliye döneminde Arapların Allah inancı nasıldı?
4
"Üstün olduğunuz halde barışa çağırmayın" ayeti, barışı
yasaklıyor mu?
- “O halde gevşemeyin de, sizler daha üstün durumda iken, zillet gösterip barış olması
için yalvarmayın. Allah sizinle beraberdir. O, asla sizin gayretinizi kuvvetten düşürmez,
emeklerinizi zayi etmez.” (Muhammed, 47/35) mealindeki ayet doğrudan savaşla alakalıdır.
Bilindiği gibi asr-ı saadette yapılan bütün savaşları ilk başlatanlar gayr-i Müslimlerdir. Az da
olsa bir kısım müslümanlar sayıca az olduklarından kendilerini zayıf görüyor, hatta bazen
savaşa karşı gönülsüz davranıp düşmanlara karşı eziklik hissediyor ve bir an önce barışın
olmasını istiyorlardı. İşte söz konusu ayette bu kimselerin kalplerini güçlendirme ve zillet
içerisinde bir zaaf göstermemeleri, düşmana boyun eğmemeleri için onları cesaretlendirme
adına savaşa teşvik etmeye yönelik tavsiyeler yer almaktadır.
Yoksa karşı taraf barışı istediği halde, Müslümanların savaşı tercih etmelerini isteyen bir
hüküm söz konusu değildir. Nitekim başka bir ayette savaştan çekinmemeleri ve gereken
hazırlıklarını yapmaları yönündeki teşvik yanında, düşmanın barış çağrısına “evet”
demeleri için Müslümanlara Allah’ın açık emri vardır:
“Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Savaş atları yetiştirin ki bu
hazırlıkla Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin
bilemeyip de, ancak Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız.Allah
yolunda her ne harcarsanız, onun karşılığı size eksiksiz ödenir, size asla haksızlık
yapılmaz. Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. Çünkü Allah
semîdir, alîmdir/herşeyi hakkıyla işitendir, bilendir.” (Enfal, 60-61)
Bu ayetlerden birinin diğerini neshettiğine dair yapılan bazı yorumlar varsa da bunların
isabetli bir yaklaşım olduğunu düşünmüyoruz. (krş. Taberi, Razî, Semerkandi, Kurtıbî, ilgili
ayetlerin tefsiri) - Bazı alimlere göre, Muhammed suresi Bedir savaşından sonra ve Uhud
savaşından önce indirilmiştir. Buna göre, ilgili ayette doğrudan fiili bir savaştan çok
müslümanlar arasında bulunan münafıklara ve bazı zayıf müslümanlara psikolojik olarak,
olabilecek bir savaşa karşı morallerini yüksek tutmalarını gevşeklik göstermemelerini
tavsiye edilmiştir. (krş İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
- Burada belki şunu da diyebiliriz ki, bu ayette -yaklaşık bir yıl sonra- meydana gelecek ve
müslümanlar açısından en kritik bir savaş olan Uhud savaşına bir moral takviyesi yapılmıştır.
Nitekim bu ayette işaret edilen noktalar tahakkuk etmiş, üç yüzden fazla olan münafıklar yarı
yoldan dönerek müslümanları güçsüz bırakmıştır. Tepede mevzilenmiş olan okçular ise,
düşmanın mağlup olduğunu, artık barış yapma ve ganimet toplama zamanı olduğunu
düşünerek yerlerini bırakmış ve savaşın -müslümanların aleyhine- seyrinin değişmesine sebep
olmuşlardır. Ve Peygamberimiz etrafında bir avuç sahabeden başka kimse kalmamış hepsi de
sağa-sola kaçmışlardır. İşte bu ayette “gevşeklik göstermeyin!” ifadesi ileride olacak bu
duruma işaret edilmiş gibi görünüyor. Bu açıdan ayetin gelecekten haber veren bir yönü
olduğu da söylenebilir.
İlave bilgi için tıklayınız: "İncil'i özetle deseler 'sevgi' derim. Kur'an'ı özetle deseler
'Mekke'deki ayetlere sevgi, Medine'dekilere ise kin, nefret, düşmanlık, öldürme, savaş ve
kılıç' diye özetlerim." Acaba bu konuda beni bilgilendirebilir misiniz?
İslàmda esas olan savaş mıdır yoksa barış mı?
5
Allah her şeyi bildiği halde, neden "Ey Meryem oğlu İsa!
Sen mi insanlara, Allah’ı bırakarak beni ve anamı iki ilâh
edinin, dedin" anlamında bir soru soruyor?
- Elbette her şeyi bilen Allah Hz. İsa’nın durumunu da bilir. Bildiği halde, kıyamet günü Hz.
İsa’ya “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah’ı bırakarak beni ve anamı iki ilâh
edinin, dedin?' “ sorusunu sormasının bir hikmeti, insanların, özellikle de ona ve annesine
uluhiyet isnat eden Hristiyanların yalanlarını mahşer meydanındaki bütün insanlara
bildirmek ve bizzat Hz. İsa tarafından onların yalancılığını ilan edip ortaya koymak ve
böylece onlara vereceği azabın hak ve adaletin ta kendisi olduğunu göstermektir.
- Ayrıca bu soruyu “inkâr-ı istifhamî” olarak değerlendirmek gerekir. (Razi, ilgili ayetin
tefsiri)
Buna göre, Allah bu soruyla gerçekten Hz. İsa’nın böyle bir şey deyip demediğini -haşaöğrenmek için değil, Hz. İsa’nın böyle bir şeyi söylemediğini pekiştirmek adına bizzat kendi
ağzından duyurmasını istemiştir.
Çünkü Allah Hz. İsa'nın, beni ve annemi ilah edinin, ifadesini kullanmadığını bilmektedir.
Öyleyse Allah bu soruyu Hz. İsa’ya, bu iddiada bulunanları kınaması ve iddia ettikleri
şeyi yalanlaması için sormuştur. (bk. Beydavi, ilgili ayetin tefsiri)
- Bu gibi sorular başka ayetlerde ve hadis kaynaklarında da vardır. Örneğin Enam suresinin
130. ayeti verebiliriz:
“Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzle
karşılaşacağınızı bildirerek sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Ey Yüce Rabbimiz!
Kendi aleyhimize şahidiz, diyecekler. Dünya hayatı onları aldatmıştı. Böylece
kendilerinin kâfir olduklarına, yine kendileri şahitlik ettiler.”
İlave bilgiler için tıklayınız:
Hz. İsa’ya (a.s.) veya bir başka insana “İlâh” demenin hükmü nedir?
Teslise inanan bir Hıristiyan’ın Allah inancı ne derece makbûl ve ne ölçüde geçerlidir?
6
Allah'a, mukaddesatımıza saldıran, inancımızı yok sayan
kişilere nasıl davranmalıyız?
Bu gibi insanları sabırla dinlemek ve onu ikna etmeye çalışmak gerekir. Çünkü bizim
maksadımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemektir. Adamı ilzam edip susturmak değil, onu
hak yola yönlendirmektir. Görevimiz, kaba güç kullanmak değil, hak ve hakikati tebliğdir. Bu
sebeple;
a. Her an hem nefsimize ve şeytanımıza karşı başarılı olmak hem de bu tür insanlarla
karşılaştğımızda onları tatmin edecek cevaplar verebilmek için İslam dini ile ilgili sağlam
kaynaklardan istifade ederek bilgi potansiyeline sahip olmalıyız.
b. Bu asırda özellikle ateizm veya deizm safsatası güya tahsilli olan gençler arasında
yaygındır. Bunun için İslam dininin iman esaslarını müspet bilimin kesin olan verileriyle
birlikte ders veren Risale-i Nur külliyatını mutlaka okumalıyız. Çünkü bu eserler, asrın
tereddütlerine karşı ilmi ve mantıki delillerle mücadele etme yeteneğini en kısa zamanda
kazandırma potansiyeline sahiptir.
c. Mutlaka müspet hareket etmeliyiz. Yani, karşı tarafı rencide edecek, kusurlarını gösterecek
türden bir müdafaa sitilini kullanmayacağız; bilakis daha önce böyle bir mücadele için
zihnimizde depoladığımız sağlam bilgilerle konuşacağız. Elbette bu bilgileri her şeyden önce
kendimizi bilgilendirmek için öğreneceğiz.
d. Şunu unutmamak gerekir ki, her batıl meslekte, her yanlış düşüncede de bazen bir hakikat
bulunabilir. Karşı tarafta gördüğümüz bu tür hakikat çekirdeklerine dikkat edip, bunu
seslendirmek çok önemlidir. Çünkü onun bu gerçeğini kabul etmekle, objektifliğimizi
kanıtlamış olacağız. Psikolojik olarak karşı tarafın da bizim gerçeklerimizi kabul etmesine
fırsat vermiş oluruz.
e. Kur’an’da, Firavun’la mücadele etmek üzere gönderilen Hz. Musa ve Hz. Harun’a Allah’ın
yaptığı şu tavsiyenin, içinde bulunduğumuz firavuncuklar asrında da geçerli olduğunu asla
unutmamalıyız: “Gidin, Firavunla çok yumuşak sözlerle konuşun ki tefekkür edip
düşünebilsin!” (Taha, 20/43–44) Demek ki, genel olarak nefislerin enaniyetten firavunlaştığı
bu asırda insanlara çok nazik, yumuşak ve ikna edici bir üslup kullanmak ve onların
anlayacağı, ikna olacağı metotlar kullanmak gerekir.
f. Karşı tarafa sert davranmak onun size karşı düşmanlık damarını tahrik ettiği gibi, yumuşak
davranmak, ona karşı şefkatli olduğumuzu göstermek, onun gönlünü bize doğru kaydıracaktır.
Bu ise, hakikatin kabulüne güzel bir zemin hazırlayacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimizin (asm) tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir?
Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır? İslami değerleri küçümseyen insanlara nasıl tebliğde
bulunmalıyım?..
Tebliğ ve Diyalog
7
Allah sadece insanları mı kendi nurundan yaratmıştır yoksa
bütün varlık alemlerini de mi kendi nurundan yaratmıştır?
Eğer öyle ise yaratma nasıl oluyor? Kendi nurunu
şekillendirmiş olmuyor mu?
İslam literatüründe “Allah’ın insanları kendi nurundan yarattığı”na dair kabul görmüş bir
bilgi yoktur. Bilakis, Allah’ın hiç bir varlığı kendi nurundan (vaya bilinen şekliyle kendi
ruhundan) yaratmış değildir. Çünkü, Allah’ın nuru denildiğinde onun maddi şekilde tasavvur
edilen bir nurundan söz edemeyiz.
Bir ayette, meal olarak şöyle belirtilmiştir: “Allah insana/Adem’e kendi ruhundan
üfledi”(Secde, 32/9). Bu ayeti yorumlayan alimler, bunun gerçek anlamda kendi ruhundan bir
üfleme olmadığını belirtmişler. Burada “Ruh” kelimesini kendine izafe etmesi “ruhu”
demesi, bir teşrif / şereflendirme izafesidir. Yani “benim yarattığım ruhdan..” manasına
gelir. Nitekim, Kur’an’da “Allah’ın devesi, Allah’ın evi” ifadeleri de kullanılmıştır. Allah’ın
“kendi ruhu” ifadesine yer vermesi insana verilen ruhun diğer canlılara verilen ruhtan çok
farklı olduğu, acip ve harika bir mahluk olduğuna işaret etmek içindir.(bk. Zemahşeri, Razî,
Beyzavî, Kurtubî, Ebu’s-Suud, Alusî, İbn Aşur, ilgili, ayetin tefsiri).
Nitekim, bir kimseye hediye edeceğimiz bir kalemi verirken, “Kendi kalemimi size özel
hediye ediyorum” ifadesi, “şu kalemi size hediye ediyorum” ifadesinden çok daha şık,
daha onurlandırıcıdır.
Yaratma işi insanlarca en meçhul olan konuların başında gelir. Allah’ın sonsuz ezeli ilmi her
şeyi kuşattığı için gerçek anlamda “adem/yokluk” diye bir şey yoktur. Bu sebeple “Allah
yoktan var eder” dediğimiz zaman bunun anlamı: “Allah sonsuz ilminde var olanları
“vücud-u ilimîden” çıkartıp vücud-u hariciye mazhar eder. Yani, Allah’ın kudreti, onun
ilminde mevcut olan gizli varlıkları dışa yansıtarak gözle görülen harici vücut
mertebesine çıkartır” demektir.
Son olarak Bediüzzaman hazretlerinin şu mütalaasına da bakmakta yarar vardır: “Eşyanın
icadı, ya ademden olur, ya terkib suretinde sair anasırdan ve mevcudattan toplanır.
Eğer birtek zâta verilse, o vakit her halde o zâtın herşeye muhit bir ilmi ve herşeye
müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri
bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zahir bir ademden çıkarmak ise, bir kibrit
çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için,
gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın âyinesindeki
sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Sâni'in ilminde
plânları ve proğramları ve manevî mikdarları bulunan eşyayı, "Emr-i Kün Feyekûn" ile
adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır” (Şualar, 24 )
8
İmam Maturidi ayetin ictihadla neshine cevaz veriyor.
Bunun için bazı tefsirciler "Kur'an ancak Kur'anla nesholur.
İctihadla nesholunamayacağını söylerek İmam Maturidiyi
eleştiriyorlar. Maturidinin ictihadla neshe cevaz vermesini
açıklar mısınız?
Bu konuda aşağıda az bir kısmını alıntıladığımız makalede gereken bilgileri bulabileceğinizi
düşünüyoruz:
“Mâturîdî’nin akıl-şeriat ilişkisi tartışmalarında üzerinde durulması gereken en önemli husus,
onun insan aklına şeriatte tasarruf hakkı vermesidir. Allah’ın fiillerinin hikmete, şerî’
hükümlerin ise aklî maslahatlara dayandırılması gerektiği fikrini benimsemekle, şeriatte aklın
tasarrufuna imkan tanımış görünmektedir. Bu durum dinin şeriat kısmında ayetin ayetle,
ayetin sünnetle veya içtihatla neshini kabule götürmüştür. Şöyleki Kur'ân'la Hz. Muhammed'e
gönderilen şerîat, daha önceki peygamberlerin dinini değil şerîatlarını neshetmiştir. Çünkü
Nebiler ve Resuller, aynı dine mensuptur ve insanları tevhid’e inanmaya ve Allah’a ibadet
etmeye çağırmışlardır. Bütün Peygamberlere aynı din indirildiğinden dinde nesih ve
değişiklik olmaz. Şeriatlar’a gelince, birbirinden farklı şerîatlar vardır. Peygamberler arasında
din konusunda bir farklılık olmamakla birlikte şeriatlar peygamberden peygambere farklıdır.
Dolayısıyla dinlerde nesih ve değişiklik veya bir önceki peygamberin şeriatine bütünüyle
uyması söz konusu değildir.(el-Mâtürîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk.: Bekir Topaloğlu ve dğr., I/
506, V/138, IV/245, XII/247, XIII/175, V/119 (Hıyemi).
Belli dönemin şartları içerisinde şekillenen şerîata gelince, ilahî ve kültürel/beşerî olmak
üzere iki yönü vardır. Bu sebeple bir şerîatın kendi içinde de nesih olabilir. Fakat ona göre
nesih "bir hükmün yürürlükten kaldırılma vaktinin açıklanmasıdır. Bu bir beda’
olmayıp daha önceki hükümle de çelişmez. Aksine belirli bir süre için konulmuş olan
önceki hükmün süresinin bitmesi üzerine yine belirli bir süre için hükmün
yenilenmesidir. .... Allah her hangi bir hükmün süresi bittiğinde geçiçi süresi belirli yeni
hükümler ve şerîatlar koyar. Bunu da bazen bizzat kendisi kitabıyla, bazen de
Resulü’nün diliyle açıklar.” (el-Mâtürîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk.: Bekir Topaloğlu ve dğr.,
I/259).
Burada şeriata dahil edilen ibadetlerin miktarı ve ölçüsü ile vahiy metninde kesin olarak
belirtilen değişmez illetlere dayalı haram ve helallerin böyle bir neshin kapsamına alınması,
önemli bir sorun oluşturmaktadır. Öyle sanıyoruz ki, Mâturîdî, geçmiş peygamberlere
emredilen namaz, oruç ve benzeri ibadetlerin şekli ve miktarıyla ilgili Peygamberin
alternatifini ve zikredilen türden haram ve helallerin mahiyetini nesih kapsamına
sokmamaktadır. Onun yerine ibadetlerin dışında nitelik ve niceliği kültürel/beşerî verili
durumdan faydalanarak belirlenmiş şer’î hükümlerin nitelik ve niceliğini nesih alanının
içerisinde değerlendirir. Bunun anlamı bir hükmün konulmasına esas oluşturan
maslahat/maslahatlar ortadan kalkması durumunda hükmün geçerlilik süresinin de sona
ermesi, ortaya çıkan yeni durumlara/sorunlara maslahat merkezli yeni bir hüküm konulması
demektir. Ancak bir hükmün yürürlükte kalma süresini açıklayan nesih, ayetin hükmünün
ebediyen ortadan kaldırılması şeklinde anlaşılmamalıdır. Daha önceki gibi şerî hükmün
devamıyla, maslahatın korunduğu ortam ve toplumlarda veya ihtiyaç doğduğunda, o hüküm
tekrar uygulamaya konulabilir.
9
Kısaca İmam Mâturîdî, ayetin geçerlilik süresini (neshi) belirlenmesinde veya geçici bir
süreyle uygulamadan kaldırılmasında ve maslahatın belirlenmesinde ölçüt olarak aklı kabul
eder.
Mâturîdî, Allah’ın yeryüzündeki halifesi sıfatıyla insana, yani insan aklına şeraitin mahiyeti
üzerinde değil de nitelik ve niceliği (keyfiyyet ve kemmiyyet) boyutunda tasarrufta bulunma
yetkisini, içtihadla nesih olarak kavramsallaştırmıştır. Aslında o, şerîatlerin nitel ve nicel
yönlerinin oluşmasında verili toplumsal ve kültürel durumun; bu yönlerinin değişmesinde ise
toplumsal ve kültürel yapının değişiminin etkisini kabul etmiştir. Bu sebeple şerîattaki bir
hükmün sebebi olan illetin veya maslahatın kalkması veya hükmün süresinin sona
ermesi durumunda beşer aklıyla, yani içtihatla bu hükmün sona erdirilebileceği (içtihatla
nesih) tezini ilk ortaya atan kişinin İmam Mâturîdî olduğunu söyleyebiliriz. Hz. Ömer'in
kalpleri İslam'a ısındırılacak olanlara ( Müellefe-i Kulûb) zekattan pay verilmesini iptal
etmesi, bu fikri desteklemek için seçilmiş iyi bir örnektir. Mâturîdî, bu örneğin
çözümlemesini yaparken, şeriatte insan tasarrufunu güçlendirmeye yönelik şöyle bir kaide
koymaktadır: "Hükmün uygulanmasına gerekçe oluşturan mananın/maslahatın yok
olması sebebiyle (şeriatte) içtihatla nesih olabilir."(el-Mâtürîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk.:
Bekir Topaloğlu ve dğr., VI/392.)
Mâturîdî, yukarıda bahsedilen anlamda şerî’ hükümlerde neshin ne zaman ve nasıl vuku
bulacağını da aklın yetkisine ve hakemliğine bırakmıştır. Onun için de ikinci bir kaide
koymaktadır: "Nesihten kaçınmanın aklen imkansız hale geldiği durumlarda nesh
caizdir; nesihten kaçınmanın aklen mümkün olduğu durumlarda ise caiz değildir."(elMâtürîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk.: Bekir Topaloğlu ve dğr., VI/464-465. Ayrıca bkz.: Özdeş,
174-175.)
Muhtemelen Mâturîdî, sünnetle ve akılla ayetlerin neshini, yukarıdaki gerekçelerden dolayı,
takyit ve tahsis anlamında kullanmış görünmektedir.( Geniş bilgi için bk. Prof. Dr. Sönmez
Kutlu, Maturidi Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmede Katkısı, ANKARA
ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ. Ayrıca: İmam Maturidi ve Maturidilik Özel
sayısı / Hikmet Yurdu Dergisi, Dr. Yüksek Macit'in "İmam Matürîdî’ye Göre Kur’an’dan Bir
Hükmün İçtihat İle Neshi" adlı makalesine bakılabilir)
10
“Çarpılacakları günlerine kadar onları kendi hallerine bırak”
anlamındaki ayetten maksat kıyametin kopması mıdır?
İlgili ayetlerin Mealleri şöyledir:
“(Şayet kendilerinin kötü bir maksatla istedikleri gibi) gökten bir parçanın düştüğünü
görseler, (inatlarından ötürü) “Bunlar üst üste yığılmış bulutlardır.” derler.
(Kendilerine ceza olarak gönderildiğini inkâr ederler.) O halde sen onları, darbe yiyip
çarpılacakları günlerine kadar kendi hallerine bırak!” (Tur, 52/44-45)
- Bu ayette yer alan “gök parçaları” ifadesi, şu ayetlerde yer alan kâfirlerin alaylı ve şımarık
isteklerine karşı bir cevap niteliğindedir: “Ve “Biz” dediler; “Sana asla inanmayacağız. Ta
ki yerden bir pınar akıtasın. Yahut senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralarından
gürül gürül ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp üzerimize
kısım kısım/parça parça düşüresin, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getiresin de
onlar senin söylediklerine şahitlik etsinler.” (İsra, 17/90-92) (Tur Suresi ile İsra suresinin
ayetleri arasındaki ilişki için bk. Taberi, Keşşaf, Maverdi, Semarkandî, Razî, Beyzavî, Nesefî,
İbn Aşur, Alusî, Tur:44-45. ayetin tefsiri)
- Bu bilgilere göre, sorudaki ayetin hedefi bellidir. O da inanmaya hiç yanaşmayan, sırf inat
olsun diye alaycı bir tavırla Hz. peygamberden göklerin bazı parçalarını yere düşürmesini
yapmacıktan isteyen bazı inkârcılara verilen bir cevaptır. O cevap da şudur: “Şayet inkârcılar,
kendilerinin kötü bir maksatla istedikleri gibi gökten bir parçanın düştüğünü görseler dahi
inatlarından ötürü “Bunlar üst üste yığılmış bulutlardır” derler.”
- Bu sebeple, göklerin parçalanmasını bu ayetin işaretinden çıkartmaya çalışmak pek isabetli
görülmüyor. Çünkü ayetin maksadı bellidir.
- “O halde sen onları, darbe yiyip çarpılacakları günlerine kadar kendi hallerine bırak!”
mealindeki ayetin ifadesi, alimlerin bazılarına göre “çarpılacakları gün”den maksat
öldükleri gün, diğer bazılarına göre ise kıyamet günüdür. (Misal olarak bk. İbn Kesir, İbn
Aşur’a göre(a.g.y). Alusi’ye göre (a.g.y) “kıyamet günü” görüşü cumhura aittir.
- Bununla beraber, “gök parçalarının düşmesi”nden bahseden başka ayetlerde istikbale dair
olaylara işaretler söz konusudur:
Mesela: “Eğer dilersek onları yerin dibine geçiririz yahut üzerlerine gökten parçalar
düşürürüz. Elbette bunda Rabbine yönelen her kul için ibret vardır” (Sebe, 34/9)
mealindeki ayette istikbalde göklerden parçaların düşebileceğine işaret edilmektedir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Güneş secde etmeye gider ve bir gün battığı yerden doğar, hadisini açıklar mısınız?
Enam suresi 158. ayet kıyamet alametlerinden olan güneşin batıdan doğmasına mı işaret
etmektedir?
11
"Müsteşar mü'temendir." Hadisini açıklar mısınız?
Ümmü Seleme ve Ebu Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Müsteşar mü'temendir." [Tirmizî, Edeb 57, (2823, 2824), Zühd 39, (2370); Ebu Davud,
Edeb 123, (5128); İbnu Mace, Edeb 37, (3745).]
Hadisin açıklaması:
İstişare, kelime olarak işaret kökünden gelir, İstif'al babındandır, işaret istemek manasına
gelir. Müsteşir, işaret isteyen demektir, müsteşar da kendisinden işaret istenen kimse
demektir. İşareti burada fikir, nasihat olarak anlarsak, istişarenin bir fikir
danışma, nasihat isteme ameliyesi olduğunu anlarız.
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, medenî hayatın vazgeçilmesi imkansız bir
ihtiyacı olan fikir alışverişinin adabını belirtmektedir: Fikrine başvurulacak kimse (müsteşar),
itimad edilen kimse olmalıdır. Bir başka ifade ile müsteşar ihanet etmemeli,
sorulan hususta, kendine göre, gerçek ve doğru ve maslahat ne ise onu söylemelidir. Soru
sahibinin maslahatı nede ise onu gizleyerek ihanette bulunmamalıdır. Hadis bir bakıma
istişare yapacak kimseye de şöyle hitap etmektedir:
"Meseleni, güven vermeyen, gerçeği olduğu gibi söyleyeceğinden emin olmadığın kimseye
açıp onunla istişare etme, müsteşarın mü'temen yani itimada şayan olmalıdır."
(Bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)
12
Kur'an'da, boşandıktan sonraki iddet süresi neden önce 4
küsür ay sonra 1 yıla çıkmıştır?
İlgili ayetlerin mealleri şöyledir:
“Sizden vefat eden erkeklerin eşlerinin evlenebilmeleri için dört ay on gün iddet
beklemeleri gerekir. Onlar bu sürelerini tamamladıktan sonra, meşrû surette kendi
haklarında verecekleri karardan ötürü size bir sorumluluk yoktur. Allah yaptığınız her
şeyden haberdardır.” (Bakara, 2/234)
“Sizden geride eşlerini bırakarak vefat edecek kocalar, eşlerinin bir yıl süre ile evden
çıkarılmayıp bıraktıkları maldan geçimlerini sağlamasını temin edecek şekilde vasiyette
bulunsunlar. Şayet bunlar kendiliklerinden çıkarlarsa bu durumda meşrû surette
yapacakları şahsî davranışlarından dolayı size vebal yoktur. Allah üstün kudret, tam
hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 2/240)
Birinci ayette kocası vefat eden bir kadının beklemesi gereken iddet süresinin dört ay on
gün olduğu belirtilmiştir. -doğum yapıncaya kadar bekleme zorunluluğu olan hamilelik
dışında- İster küçük ister büyük yaşta olsun; ister aybaşı hali yaşamış olsun ister olmasın, iste
karı-koca hayatı yaşamış olsun ister olmasın, bütün bu durumlarda, kocası ölmüş kadının
iddet süresi alimlerin ittifakıyla dört ay on gündür. (krş. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 7/638)
Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, ikinci ayetteki “vefat edecek kocalar, eşlerinin bir yıl
süre ile evden çıkarılmamaları...” ile ilgili hüküm, önce nazil olmuş, daha sonra aynı
surenin 234. ayetiyle neshedilmiştir. (bk. Şevkanî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
Ancak, Kur’an’ın tertibine göre, nesh edilen ayetin nesheden ayetten daha önce olması bu
görüşün kabulünü zorlaştırmaktadır. Nüzul bakımından bu ayetlerden birincisinin
ikincisinden sonra olduğunu söylemişlerse de bu durum, delille izahı zor bir husustur. (İbn
Aşur, a.g.y) Bu sebeple bu iki ayet arasında neshi söz konusu etmemek daha uygundur. (elCezairi, eyserü’t-tefasir, ilgili ayetin tefsiri)
Bunun daha makul görülen izahı şu olmalıdır: Bu ikinci ayet, iddetle alakalı değil, vasiyetle
ilgilidir. Yani bu ayette zahiren ölüme yaklaşan erkeklerin eşleri için bir yıl kadar
bulundukları evden çıkarılmamaları ve nafakalarının verilmesi hususunda vasiyet etmeleri
tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye vacip değil, menduptur. (bk.Reşit Rıza, el-Menar, el-Meraği,
ilgili ayetin tefsiri)
Özetle, ilk ayette kocası ölmüş bir kadının uyması zorunlu olan iddet süresinin dört ay on
gün olduğu belirtilmiştir. İkinci ayette ise, kocasının vasiyet etmesi durumunda ev ve
nafaka karşılığında beklemesi mendup olan bir yıl söz konusudur.
Bu açıdan bakıldığında bu iki ayettin hükümleri birbirini tamamlara mahiyettedir. Her hal-ü
kârda kocası vefat eden kadının dört ay on gün kalması şarttır. Kocasının tavsiye ettiği ev ve
nafakaya razı olursa, bu takdirde bir yıl kalması gerekir. Şayet dört ay on günden sonra evi ve
nafakayı almam derse kadının dışarı çıkmasında bir sakınca olmaz. (bk. el-Menar, a.g.y)
Bu sebeple iki ayet arasında bir çelişki söz konusu değildir.
13
Yer Küresi kainatın kalbi ise, ayetlerde neden gökler
önce geçmektedir?
Gökler ile yerküresi arasında karşılaştırmayı iki yönlü olarak yapmak gerekir.
Birincisi: Göklerin büyüklüğü ve yerkürenin küçüklüğü penceresinden yapılan muvazene. Bu
açıdan bakıldığı zaman, göklerin hep yerkürenin önünde olması, öncelikli olması ve daha
önce zikredilmesi hikmet ve adaletin gereğidir.
İşte Kur’an’da genel olarak ve büyük çoğunlukla göklerin yerküreden daha önce
zikredilmesine bu muvazene açısından bakmak gerekir.
İkincisi:
Allah’ın isim ve sıfatlarının en yoğun tecelli ettiği,
yaratıkların en mükerrem ve mükemmeli olan insanın iskân edildiği,
Allah’ın insanlarla iletişimi olan Kuran vahiylerin indirildiği ve uygulandığı bir zemin olması
açısından
ve kaînatın kalbi mertebesine yükselen yerkürenin bu manevi cephesi yönünden bakıldığında;
bütün göklerin terazinin bir kefesine, yerküresinin ise terazinin diğer kefesine konması
gerekir.
İşte Kur’an’da daima gökleri bir tarafa, yerküreyi diğer tarafa koyup karşılaştırmasının
hikmeti budur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kur’an’da neden göklerin ve yerlerin rabbi denilmiyor da arz/yer kelimesi tekil olarak
geçiyor?
Madem uçsuz bucaksız kainattaki en önemli meyve ve gaye insandır ve onun imtihan
edilmesidir, neden o zaman bu en önemli han ve meşher için kainatta kum tanesi kadar
küçük ve önemsiz bir yer ayrıldı?
14
Lord shiva tapınağı ile Mekke/Kabe'nin bir bağlantısı var
mı?
- Konuyu farklı yöne çekenlerin, Kâbe ve haceru’l-esved ile benzerliğini seslendirenlerin
maksadı, İslam dinini -kendi akıllarınca- lekedâr etmektir. Halbuki bir dinin hakikati, bir iki
sütun, ev veya taş ile ölçülmez. İslam dininin hak din olduğunu, Kur’an’ın Allah’ın sözü
olduğunu, Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu gösteren deliller binlercedir. Hiç bir
kimse, semavî ve gayr-ı semavi dinde; İslam dininde olduğu kadar hak ve hakikat olduğuna
dair deliller gösteremez.
- Bununla beraber, statüsü ne olursa olsun, mevcut dinlerin hepsinde Hz. İbrahim’in
dininden bazı kalıntılar taşıması söz konusudur. Kur’an bunu -dolaylı da olsa- çok yerde
vurgulamaktadır. Hz. İbrahim’in inşa ettiği kâbenin görevi Allah’ın kutsal bir mabedi
olmasıdır. Her dinde buna yakın kutsalların bulunması, onların da bunu Hz. İbrahim’in
dininden tevarüs ettiklerini kabul etmek en mantıklı bir yoldur.
Hinduizm’deki Lord Shiva tapınağı da bu kuralın dışında değildir. Hinduizm de Hz.
İbrahim’den sonra ortaya çıktığına göre, barındırdığı gerçekler adına ne varsa hepsinin
İbrahimî olan semavi hak dinlerin kalıntılarından izleri taşıması son derece doğaldır.
Müşrik Araplarda bile Hz. İbrahim’in başta hac ibadeti olmak üzere birçok konuda hz.
İbrahim’in dininden kalan dinî unsurlara yer verdikleri bilinen tarihî gerçeklerdir. Hatta
İslam’dan önce Hz. İbrahim’in tevhit inancını da olduğu gibi koruyan ve asla putlara
tapmayan Araplar da vardı ki, bunlara “HANİF” (Hz. İbrahim’in hanif dinine bağlı tevhit
ehli) denir.
- İslam dininin kaynağı olan Kur’an, Kâbe’nin ve onunla ilgili hac ibadetinin Hz. İbrahim’den
bir hatıra olduğunu açıkça ilan etmiştir. Şayet bu, Hz. İbrahim’den başka bir hak dinden
alsaydı, onu da ilan edecekti. Bunda ne mahzur olabilirdi ki...! Zira bu ibadet şeklini bir
yerden aldığını söyledikten sonra, ha A’dan almış, ha B’den almış ne fark eder... Önemli olan
Allah’ın emretmesidir.
- Son olarak şu ayeti hatırlamakta fayda vardır:
“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tam
parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar.” (Tevbe, 9/32)
İlave bilgi için tıklayınız:
İnsanların Ay’a taptıkları; Kabe ve haccın Hinduizmden etkilendiği; Yunan tapınağındaki ve
Mısır’daki küplerin Kabe küpüne benzer olduğu iddialarına ne dersiniz?
15
Allah'ı inkar etmek nasıl sonsuz bir cinayet olur?
Kibrit başı kadar bir ateş parçası görünüşte kücük olmasına rağmen bir binayı, hatta
söndürülmezse bir şehri bir ülkeyi yok edebilir. Azıcık bir zehir bir insanı öldürebilir.
Bunların maddi görünüşlerine değil, yaptıkları tahribata bakılır ve ona göre sakınmak gerekir.
Bunun gibi, insan da bedenen ve maddi olarak zayıf, aciz, kusurlu ve küçük olabilir. Ancak
yapacağı tahribat ve zulüm büyüktür ve verdiği zarar sonsuzdur.
İşte Allah’ı inkar etmek sonsuz bir cinayettir. Bu nedenle Allah’ı inkar eden bir kişi sonsuz
bir cinayet işlemiş olur ve bunun cezası da sonsuz olmalıdır:
- Allah sonsuzdur, ezeli ve ebedidir. Sonsuzu inkar etmek sonsuz bir cinayettir.
- Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri sonsuzdur. Bu kadar delilin inkâr edilmesi sonsuz
bir cinayettir.
- Allah’ın nimetleri de sonsuzdur. “Organlarından hücrelerine, ruhundan hissiyatına kadar;
üzerinde seyahat ettiği dünyadan, her nefeste kanını temizleyen havaya kadar; geceden
gündüze, güneşten aya kadar; sebzelerden, meyvelere, sütten, bala kadar uzanan sayısız
ihsanlara ve nimetlere mazhar bir insan”, bütün bunları inkâr edercesine, Allah’a isyan ederse,
bu nimetlere karşı küfran ile mukabele etmiş ve sonsuz bir cinayet işlemiş olur.
- Gerek kendi vücudumuzda görev alan organlar, gerekse bizi kuşatıp her yönden
yardımımıza koşan varlıklar çok kıymetli eserlerdir. Bu kadar mucizeleri ve onlara takılan
hikmetleri, manaları hiç dikkate almamak, düşünmeye değer bulmamak yine sonsuz bir
cinayettir.
- Her varlığın hakikati bir veya daha çok esmaya dayanır. Varlık âlemi İlâhî isimlerin
tecellileriyle doludur. Bu varlıkları dikkate almamak, onlarda tecelli eden esmâyı dikkate
almama manasına gelir. Bu ise Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz izzetine karşı bir isyan mahiyeti
taşımakla yine nihayetsiz bir cinayet olur.
- Bu varlıklardan en önemlisi insanın kendisidir. Allah’ın bütün isimlerine ayna olan, onun
misafiri ve cennetine davetlisi olma şerefine eren, taşıdığı istidadın ulviyetiyle arza halife olan
insan, bu üstün mahiyetini ve kabiliyetini küfür ve isyan yolunda harcarsa, kendinde tecelli
eden bütün isimlerin tecellilerini şer ve isyan yolunda kullanmış ve böylece o isimlere karşı
büyük bir edepsizlik etmiş olur. Bu ise tek başına büyük ve sonsuz bir cinayettir.
- İnkar edenin günahı ve cinayeti sınırlı bir zaman diliminde ise de sınırsız ve sonsuz olan
vahdaniyet delillerine ve şahitlerine sonsuz bir cinayettir. Bu da sonsuz azabı gerektirir.
- Küfür sonsuz “Esma-i İlahiyeyi” inkâr ile esmanın müsemması olan Allah’a karşı sonsuz
cinayettir.
- Allah’ın insana verdiği akıl, kalp ve vicdan gibi sonsuza yönelik istidatları söndürdüğü ve
cehennemi kazandıracak şekilde kötüye kullandığı ve mahvettiği için cinayeti sonsuzdur ve
sonsuz azabı gerektirir.
16
- İman bütün güzelliklerin, saadet ve lezzetlerin kaynağı olduğu için sahibine ebedi bir saadeti
kazandırır. İnkar tam bunun zıddıdır. İnkarın da sahibine ebedi şekavet, felaket ve azabı netice
vermesi küfrün iktizasındandır. (bk. Nursi, İşaratu’l-İ’caz, s. 80–81)
Allah’ı inkar edenlerin cehennemde amelinin cezasını çektikten sonra yine merhamet-i
ilahiyeye mazhar olarak ateş ile bir nevi ülfet peyda edeceği, önceki şiddetinden azade olacağı
ve dünyadaki hayırlı amellerinin mükâfatını göreceği Muhiddin-i Arabi ve bir kısım İslam
bilginlerinin görüşleri arasındadır.
- Bediüzzaman hazretleri de: “Kâfirlerin cehennemde amelinin cezasını çektikten sonra yine
merhamet-i ilahiyeye mazhar olarak ateş ile bir nevi ülfet peyda ederek evvelki şiddetinden
azade olacağını belirtir. Dünyada yaptıkları iyiliklerin mükafeten merhamet-i ilahiyeye
mazhar olacaklarına işaret-i hadisiye vardır” der. (İşaratu’l-İ’câz, 81–82)
İlave bilgi için tıklayınız:
Kâfirlerin cehennemde yanmaları adalet midir?
Cehenneme girmek mi, yoksa yok olmak mı daha iyidir?
17
Bir müslümanın öldürülmesine yardım eden, Allah'ın
rahmetinden mahrum olur, anlamında bir hadis var mıdır?
“Bir kelimenin ucu (bir kelimenin yarısı/yarım bir kelime) ile dahi olsa bir müslümanın
öldürülmesine yardım edenin alnına ahirette Allah'ın rahmetinden ümitsizdir diye
yazılacak..” ifadesi bir hadis olarak rivayet edilmiştir. (bk. İbn Mace, Diyat, 1)
Bu hadis, bir mümini öldürmeye en ufak bir işaretle olsun yardım etmenin büyük günah
olduğuna işarettir. Cinayete bir işaret ile veya yarım sözle değil de bir takım tahrik ve teşvikle
veya maddî yardımla karışan ve maktulün kanına bulaşan kimselerin hâli ne olacak?
Bu hadisin değişik rivayet yolları vardır. Alimler tarafından zayıf sayılmıştır. Hatta uydurma
olduğunu söyleyenler de vardır. (bk. İbnu’l-Cevzî, el-Mevduat, 3/317; el-Akîlî, ed-Duafau’lKebir, 4/308; İbn Adî, el-Kâmil fi’d-Duafa, 9/134; Macmau’z-Zevaid, h. no: 12315)
Bu hadis eğer sahih ise katil suçuna yardım eden kimsenin alnında yazılacak "Allah'ın
rahmetinden ümitsizdir" ibaresinin mânâsı, "Bu adam Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmaya
müstehaktır." şeklinde anlaşılmalıdır.
Bilindiği üzere, zerre mikdarı iman ile ölen bir kimse günahlarının cezasını çekse bile netice
itibariyle cennetliktir ve Allah'ın rahmetine kavuşacaktır. Allah'ın rahmeti olmadıkça hiç
kimse kurtulamaz. Şu halde bir mümini öldürmek de dahli ve yardımı bulunan kimse zerre
mikdarı imanlı ise Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmaz. Fakat ümitsiz olmaya müstehak olabilir.
Hadîs, mü'mini öldürmeye yardım etmeyi helal sayan ve bunun haramlığını kabul etmeyenler
hakkında da olabilir. Bu inançta bulunan kimse mümin sayılmaz ve haliyle Allah'ın
rahmetinden ümitvâr olması söz konusu değildir. (bk. Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi,
Kahraman Yayınları: 7/260-261)
18
Bediüzzaman Hazretleri nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten,
havadan, sesten, kokudan, kelimelerden ve elektrik gibi
seyyal ve latif maddelerden hayat ve ruh sahibi varlıklar
yaratıldığını ifade etmektedir. Buna delil olacak ayet ve
hadisler var mıdır?
Ayet ve hadislerde böyle bir bilgiye rastlayamadık. Yalnız, meleklerin nurdan yaratıldığına
dair sahih rivayetler vardır: Müslim’in sahihinde aktarıldığına göre Peygamber efendimiz
şöyle buyurmuştur: “Melekler nurdan; cinler dumansız ateşten/alevden; insanlar ise size
anlatıldığı gibi(topraktan) yaratılmıştır.”(Müslim, Zühd 10/h. no: 2996).
Bediüzzaman hazretleri ise, meleklerin farklı maddelerden yaratıldığını anlatırken, akli bir
gerekçeye yer vermiştir. Şöyle ki: “Madem Allah, çok kesif, adi maddelerden –
bilmüşahede- ruh sahibi canlılar yaratıyor, elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın ve
münasip olan diğer bazı latif, ince, seyyal/akıcı maddeleri hayatsız, camit, şuursuz
bırakmaz. Bilakis, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten/karanlıktan, sesten, kokudan,
hatta esir maddesinden, elektrikten, hatta manalardan, havadan, hatta kelimelerden
canlı, şuur sahibi varlıkları yaratır ki, onların bir kısmı, melek, bir kısmı ruhanî bir
kısmı cin taifesindendir” (bk. Sözler/29. söz/birinci esas)
19
Download