Allah ile şeytan iddialaşmış mıdır?

advertisement
1
İçindekiler
Timur’un mezarını açan lanetlenir mi? ......................................................................................3
Nelerde ve hangi durumlarda riya olmaz? İbadetlerde riya olur mu?.......................................4
Peygamberimize gelen vahyi yanındakiler de işitiyorlar mıydı? ................................................5
Cuma günü hutbeden önce, iç ezan okunurken sünnete durmak mekruh mudur? ..................6
Saçın veya sakalın beyazlaması, Allah tarafından bir lekelenme midir? ..................................7
Kendisine ulaşılamayan kiracının, dükkanda bulunan ürünlerine, kira borcuna karşılık el
konulabilir mi? .............................................................................................................................9
Hırsızın elinin kesilmesiyle ilgili ayetin mecaz olduğu ve gücünü kesmek anlamına geldiği
doğru mudur? .............................................................................................................................10
İncil ne zaman tahrif edildi? ......................................................................................................14
Senaryo gereği başı açık kadınla filim çekmek caiz midir?......................................................15
Allah ile şeytan iddialaşmış mıdır? ............................................................................................16
2
Timur’un mezarını açan lanetlenir mi?
- Önce bu söylenen hikayenin doğruluğunu tespit edemedik.
Aksine aşağıdaki şu bilgi, bu hikayenin doğru olmadığını göstermektedir.
“Timur, Şehr-i Sebz’de yazlık sarayı yakınlarında, genç yaşta ölen iki oğlu, Cihangir ve Ömer
Şah için Mozeleum Kompleksi inşa ettirmişti. Bu kompleks içinde kendisi için de bir mezar
odası inşa ettirdiği bilinmekle birlikte bu konuda başka herhangi bir bilgi bulunmamaktaydı. Ta
ki 1960 yılında küçük bir kız çocuğu Timurlu Mozelesi Kompleksi yakınlarda oynarken
üzerine bastığı yerin çöküp açılan çukura düşmesine kadar. Çocuk kurtarıldı ve aynı zamanda
sadece varlığı bilinen Timur’un Mezar odası bulunmuş oldu”.
- Timur bir müslümandır. Fakat büyük bir veli olarak bilinmemektedir. Bu sebeple Timur’un
kabrini protesto edenlerin varlığı da kuşkuludur.
- Şayet öyle bir olay olmuş olsa bile, bunun savaşın bir sebebi olduğunu ilmen söyleyecek
durumda değiliz. Bir tesadüf olabilir. Halk arasında bu gibi olayların merkezine konulan
“Lanet” esprisinin dinde bir yeri yoktur.
- Bu gibi hikâyeler halkın hamasetinden doğmuş olabilir. İnternette yer alan aşağıdaki ifadeler
bu hamaseti destekler mahiyettedir:
“...Hatta bu durum (Timur’un mezardan çıkarılması) yüzünden özbek Halkı bu durumun
Rusya’ya uğursuzluk getirdiğine ve 1941'de başlayan Almanya'nın Rusya'yı işgal etme'sinin
altında Rus'ların Timur'un cesedini yerinden çıkarmış olduklarına inanıyorlardı. Sonra tarihin
bir cilvesidir ki Timur'un cesedi yerine konulunca Rusya Almanlar üzerinde üstünlük
kazanmaya başlamıştır.. Ve en sonunda da Almanya yenilmiştir..!”
3
Nelerde ve hangi durumlarda riya olmaz? İbadetlerde riya
olur mu?
- Riyâ genellikle bir kimsenin diğer insanlardan farklı bir şekilde yaptığı güzel işlere sızar.
Çünkü, riya gösteriş demektir. Bir işi başkasının nazarını celp etmek için yaptığınızda onun
dikkat edilmeye değer olması gerekir. Böyle bir konuma sahip olması için o işin bir imtiyazı
olması gerekir.
Yapılan iş, -ne kadar güzel olursa olsun- eğer genellikle herkesin yaptığı iş türünden ise onun
özel bir imtiyaz alanı olmaz. İmtiyaz alanı olmayan bir işin “albenisi” olmaz. Albenisi olmayan
bir işi, “bulunmaz Hint kumaşı” olmaktan çıkar. Dolayısıyla bu tür işlere gösteriş duygusu
sızma fırsatını bulamaz. Çünkü, insanlar akıl ve fikriyle bu “alelâde” işin -gösteriş amaçlıpiyasaya sürülmesinin bir anlamı olmadığını idrak ettiği için onu bu alıverişe zorlayan dürtüleri
olmaz.
- İşte bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, Farzları eda etmek ve haramlardan kaçınmak gibi
herkesin prensip olarak yaptığı işlerde gösteriş duygusunun sızma hareketine imkân veren bir
unsur yoktur. Çünkü bunları yapmak adettendir; “bulunmaz hint kumaşı” türünden işler
değildir. Bu sebeple, insanın gösteriş duygusunu kamçılayan bir zemin olmadığından iman
şuuru bu gibi olağan üstü sayılmayan işlere nefsin burnunu sokmasına kolay kolay fırsat
vermez.
Farzları yerine getirmek ve haramlardan kaçınmak ve prensip olarak Hz. Peygamberin sünnet-i
seniyesine/İslam yoluna uymakta riya olmaz. Farz namazlara bağlı olarak kılınan sünnetler de
buna dahildir. Meğerki kişi zayıf bir imana sahip olmakla beraber, fıtraten/iç mekanizmaları
itibariyle zamanla riyakâr bir karakter kazanmış ve bu riyakârlık onun sesi-soluğu haline
gelmiş olsun.
- Buna mukabil, sünnet türünden olan hayır hasenat işlerinde bir imtiyaz olabilir. Örneğin
herkesin yapmadığı hayır işlerinde bulunmak, çevresinde başkasının pek kılmadığı kuşluk,
Evvabin namazlarını kılmak, herkesin tutmadığı pazartesi- perşembe oruçlarını tutmak,
fakirlere sadaka vermek ve benzeri işlerde kişiye bir imtiyaz alanı açılabilir. Bu imtiyazı göz
ardı etmek, bunları normal işler olarak görmek, Allah’ın iltifatını bütün iltifatların üstünde
görmek her kişinin değil, Er kişinin işidir.
Bu sebepledir ki, “bu tür sünnetleri gizli yapmak daha sevaplıdır”, denilmiş. Ancak, iman
şuuru güçlü olan ve başkasına örnek teşkil eden kimsenin bu sünnetleri açıktan yapmasında bir
sakınca yoktur. Fakat çok dikkat etmek gerekir.
4
Peygamberimize gelen vahyi yanındakiler de işitiyorlar
mıydı?
- “Allah'ın vahiy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip ona kendi izniyle
dilediği şeyi vahyetmesinden başka bir suretle konuşması hiç bir insana müyesser olmaz.
O yücedir, hikmet sahibidir." (Şûrâ, 42/51) âyetinde vahiy şekillerinden üçü vurgulandığı
gibi, vasıtalı ve vasıtasız vahiy şekillerine de işaret edilmiştir
- Hz. Peygamber (asm)'e gelen vahyin geliş biçimi, değişik şekiller arzetmektedir:
Rüyay-ı sâdıka: Hz. Âişe'nin belirttiğine göre, Hz. Peygamber (asm)'e ilk vahiy, rüya şeklinde
tezahür etmiştir. Hz. Peygamber (asm)'in gördüğü rüyalar, sabahın aydınlığı gibi ortaya
çıkardı. (Buhârî, Bed'ü'l-vahy, 3)
Cebrail'in görünmeden getirdiği vahiy: Bazen olur ki, Hz. Peygamber (asm) uyanıkken melek,
görünmeksizin onun kalbine vahiy ilka ederdi. "Rûhu'l-Kudüs kalbime şu sözü fısıldadı:
Hiçbir nefis rızkını tastamam almadıkça ölmez. Öyleyse Allah'tan sakının da rızkınızı
güzel ve meşru yollardan arayınız." (Aclûnî, Keşfu'l-hafa, I/231) hadis-i şerifi, vahyin bu
çeşidine işaret etmektedir.
Cebrail'in insan suretinde temessül ederek vahyetmesi. (Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, 2)
İmân, islâm ve ihsandan bahseden meşhur Cibril hadisi, bu çeşit vahyin bir örneğini
göstermektedir. (Buhârî, İman, 57)
Siyer kitapları, Cibril'in çoğunlukla sahabîlerden Dihye suretinde geldiğini bildirmektedirler.
(bkz. Keskioğlu, Osman, Kur'a'n-ı Kerim Bilgileri, 30)
Meleğin çan sesine benzer bir sesle hitap etmesi: Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre, Hz.
Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur: "Bazen bana çan sesine benzer bir sesle hitap edilir.
Bu bana en ağır gelen vahiy şeklidir. Sonra melek benden ayrılıp giderken, ben de gelen
vahyi tastamam hıfzetmiş olurum." (Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, 2; Vahyin çeşitleri için ayrıca bk.
İbn Kayyım el- Cevzî, Zâ'du'l-Meâd, (trc. Şükrü Özen), I/24-25; Niyazi Beki, Kur’an’ın yüksek
ve parlak bir tefsiri Risale-i Nur, 51-54)
- “Sana vahyedileni unutmamak için, hemen anında tekrarlayıp bellemek için dilini
kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir. O
halde Biz Kur’ân’ı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle!” (Kıyamet,75/16-17)
mealindeki ayetin nüzul sebebi şudur: Abdullah b. Abbas’ın bildirdiğine göre, Hz. Peygamber,
Melek’in kalbine indirdiği vahyi, unutma korkusuyla acele ile tekrarlıyor ve tabii ki bu esnada
(her tarafı vahye karşı sakin bir vaziyet alırken) dilini de kımıldatıyordu. İşte yukarıdaki ayette
onun bu telaşı vurgulanıyor ve rahat olması, vahyi unutmasının söz konusu olmayacağı, vahyin
sahibi olan Allah’ın onu hafızasında sabitleştireceğine işaret edilmiştir. (bk. Razî, ilgili
ayetin tefsiri)
- Kur’an’ın vahyi, ilham değildir. Fakat o da Hz. Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamberin hem
mana ham lafız olarak kalbine ilka edilmiştir.
“Elbette bu Kur’ân, Rabbülâlemin’in indirdiği bir kitaptır. Onu Rûhu’l-emin (Cebrail),
uyaran nebîlerden olman için, senin kalbine açık ve vazıh bir Arapça ile indirmiştir”
(Şuara, 192-195) mealindeki ayetlerde bu gerçeğin altı çizilmiştir.
- "Vahiy" kelimesi, (VHY) fiilinin mastarı olup lügatte, gizli konuşmak, emretmek, îma ve
işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve ilham gibi anlamlara
gelmektedir. (bk. el-Cevherî, es-Sihah; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "VHY" maddesi)
- Demek ki, Vahiy indiği zaman orada hazır bulunsa da, peygamberin dışında bir kimsenin onu
işitmemesi, Vahiy kavramının ihtiva ettiği “gizlilik” anlamının da gereğidir.
Bu sebeple, sahabenin vahiyleri işitmemeleri normaldir ve vahiy esprisinin de gereğidir.
Kaldı ki, Hz. Peygamber de vahiy indiği zaman meleğin sesini işitmiyordu. Sadece -yukarıda
geçtiği üzere- “Bazen çan sesine benzer bir sesle hitap edilirdi. Ve bu vahyin en ağır
olanıydı”.
5
Cuma günü hutbeden önce, iç ezan okunurken sünnete
durmak mekruh mudur?
Cuma vakti hatip hutbeye başladıktan sonra mescide giren kimse, Hanefî ve Malikî mezhebine
göre, tahiyyetü’l-mescid namazını dahi kılamaz, Şafii ve Hanbeli mezhebine göre, hafif bir
şekilde kısa tutarak iki rekat tahiyyetü’l-mescid namazını kılabilir.
Bu nedenle Hanefi ve Malikilere göre, imam hutbeye başladıktan sonra namaza durulmaz.
Bir kimse Cuma namazı için camiye girdiğinde imam hutbeye başlamışsa önce hutbeyi dinler,
kılamadığı cuma namazının ilk sünnetini ise cuma namazının farzından hemen sonra veya
son sünnetinden sonra kılar.
Demek ki, hutbeden maksat, imamın minbere çıkması değil, onun hutbe okumaya başlamasıdır.
Bu açıdan iç ezan okunurken namaz kılınması mekruh olmaz.
Hatip henüz hutbeye başlamadan cemaatten biri nafile kılmaya başlar da bu esnada hatip
hutbeyi okursa, başladığı nafileyi secde ile bağlamamışsa, olduğu yerde keser. Secde ile
bağlamışsa iki rek'at olarak kılıp hemen selâm verir. (El-Kınye / Eburrecâ) Kılamadığı veya
başlayıp da bitiremediği sünneti de cumanın farzından sonra kılar.
Ancak bazı kimseler o gün sabah namazını kılmamışlar ise bunun kazasını kılmaktadırlar.
Hutbe okunurken cemâat başka bir şeyle meşgul olmayıp yalnız hutbeyi dinleyecektir. Hutbe
anında söz söylemek veya söyleyene sus demek yahut namaz kılmak tahrimen mekruhtur.
Hutbede hazır bulunanların iki tarafa bakmaları da mekruhtur (el-Fetâvâ'l Hindiyye, Beyrut,
1400,1,146, 147).
Hanefi mezhebinin görüşünün delili şu hadistir:
Ebû Hureyre (ra), Peygamberimizin (asm) şöyle dediğini haber vermiştir:
“Cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına “sus” dersen lağvde (yani faydasız bir iş)
bulunmuş olursun.” (Buhârî, Cuma 36; Müslim, Cuma 11-12)
Şafii ve Hanbelîler ise şu hadisleri delil getirerek hutbe okunurken bile olsa iki rekâtlık nafile
namaz (tahiyyetü’l-mescid namazı) kılınabileceğini söylemişlerdir:
Câbir b. Abdillah (ra) dedi ki: “Resulullah aleyhissalatü vesselam cuma günü hutbe okurken bir
adam geldi. Ona; “Namaz kıldın mı?” dedi. O da “Hayır” dedi. Dedi ki, “Kalk iki rekât kıl.”
(Buhârî, Cuma, 33; Müslim, Cuma, 54-58)
Hz. Câbir’den gelen bir başka rivayet ise şöyledir:
“Sizden biri, cuma günü imam (hutbeye) çıkmışken gelirse iki rekât namaz kılsın.”
(Müslim, Cuma, 57)
6
Saçın veya sakalın beyazlaması, Allah tarafından bir
lekelenme midir?
a) Öyle anlaşılıyor ki, bu bilgi şu hadis rivayetinde yer alan bilginin kasıtlı bir tahrifidir.
Nitekim, bir rivayete göre Hz. Enes’e, resulullah’ın saç ve sakalının beyaz olup olmadığından
sormuşlar. Hz. Enes de, onun fazla yaşlanmış, saçı-başı ağarmış bir duruma kalmadığını
belirtmek için “Allah onu beyazlıkla lekelemedi” demiştir. (Müslim, Fedail, 105)
Önce bu ifade peygamberimize ait değil, Hz. Enes’in bir yorumudur.
İkincisi, Hz. Enes’in bu ifadeden maksadı şudur: “Allah peygamberinin saçını sakalını fazla
ağartmadan vefat ettirdi. Çünkü saçın-başın ağarması, insanlar arasında fiziki olarak pek
hoşlanmayan bir şeydir. Allah peygamberinin saygın konumunu beşeri ve fiziki yönden de
insanlar arasında pek iyi karşılanmayan yaşlı, ihtiyar, saçı-başı ağarmış bir yaşa
bırakmamıştır.” Yani, Hz. Enes’in bu yorumu -herkes için geçerli olmayıp- sadece Hz.
Peygamberin durumuyla alakalıdır.
Nitekim Hz. Peygamberin daha genç sayılabilecek 63 gibi erken bir yaşta vefat etmesinin bir
hikmeti de Bediüzzaman hazretleri tarafından benzer bir şekilde yorumlanmıştır:
“Amma ömr-ü saadetinin altmışüç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Şer'an ehl-i
iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiç
bir şey'inden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan; altmıştan
sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekremini bırakmıyor;
belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmışüçte mele-i a'lâya gönderiyor, yanına
alıyor; her cihette imam olduğunu gösteriyor.” (Mektubat, 281-282)
Bu konuda beyaz kılların/ağarmanın güzel olduğunu gösteren sahih hadislerin varlığı, soruda
belirtilen bilginin aslının olmadığını veya -yukarıda geçtiği üzere- Hz. Enes’e ait bir yorumun
tahrif edilerek ve yanlış mana verilerek kirletildiğini göstermektedir.
Konuyla ilgili bir kaç hadis şöyledir:
“Saçı-başı ağarmış müslüman bir kimseye saygı göstermek Allah’a saygı göstermektir.”
(Ebu Davud, Edeb, 23)
“Ağaran kılları yolmayın. Çünkü bir kimsenin İslam dairesinde ağaran saçları kıyamet
günü nur olur. (bir rivayette ise şöyledir) Allah her ağaran saç teline mukabil ona bir sevap
yazar ve bir günahını affeder.” (Ebu Davud, Tereccül, 17)
“(Saç ve sakaldaki) beyazlığı yolmayı yasakladı ve: ‘çünkü bu beyazlık müslümanın
nurudur’ diye buyurdu” (Tirmizi, Edeb, 56)
Hz. Enes anlatıyor: “Kişinin saç ve sakalındaki beyaz kılları yolması mekruhtur.” (Müslim,
Fedail, 104)
b) Kur’an’ın herhangi bir sure veya ayetinin kaybolması asla söz konusu değildir.
Bu hususta bazı ayetlerin nesh olunduğuna dair verilen misaller vardır. NESİH İslam’da bilinen
bir husustur. Bununla beraber, ilgili bazı rivayetlerin doğru olmadığı tespit edilmiştir. Ahzap
suresinin daha önce bu kadar ayeti vardı… Recim ayeti diye söylenen şeyler vardır.. Bunların
sahih rivayetler olmadığı alimler tarafından kabul edilmiştir. Bu konudaki bazı bilgiler bizim
Sitemizde de vardır. (NESH-RECİM konusuna bakılabilir)
7
- Ayrıca bu gibi konularda sadece (Suyuti) demekle kaynak vermiş olmayız. Suyuti’nin onlarca
kitabı vardır. “Hangi kitapta, hangi sayfasında olduğu” belirtilmeli ki, biz de ona göre bir
yorum yapabilelim..
- Şunu çok net olarak belirtmeliyiz ki, “Hiç şüphe yok ki o zikri/Kur’ân’ı Biz indirdik, onu
koruyacak olan da Biz’iz” (Hicr, 15/9) mealindeki ayette yer alan Allah’ın Kur’an’ı
korumaya ait ilahî garantisine aykırı olan hiç bir bilgi ve belge kabul edilemez. Bu gerçek
Kur’an’a iman etmiş her mümin için geçerlidir.
c) Bakara suresinin 238. ayetiyle ilgili bilgi tam bir çarpıtma örneğidir. Ayetin eksikliği diye bir
şey yoktur. Bu konudaki hadis rivayetleri şöyledir:
Hz. Aişe’nin kölesi Ebu Yunus anlatıyor: “Hz. Aişe kendisi için bir Mushaf yazmamı istedi.
Ve: ‘Namazlara, hele salat-ı vustaya dikkat edin ve kalkıp huşû ile Allah’ın divanında
durun’ (Bakara, 238) ayetine geldiğin zaman bana haber ver” dedi. Ben o ayete geldiğimde
kendisine haber verdim. Bana ayeti: ‘Namazlara, hele salat-ı vustaya ve ikindi
namazına(salati’l-asri) dikkat edin’ şeklinde (“salati’l-asri” ilavesiyle) yazdırdı.”
(Müslim,Mesacid, 207)
- Bu hadise dayanarak bazı alimler, “salati’l-asri” cümlesinin lafzı neshedilmiş olduğunu
söylemişlerdir. (bk. Müslim, Mesacid, 208)
- Ancak, burada yer alan “Salatu’l-Asr” ifadesi, -ayetin bir parçası değil- Hz. Peygamberin bir
nevi tefsiridir, “Salatu’l-Vusta”nın açıklamasıdır. Nitekim, Hz. Ali’den gelen rivayette Hz.
Peygamberin Hendek savaşında da “Bunlar/kâfirler bizi “ani’s-salati’l- vustada” (dedikten
sonra, bunu açıklamak için) “ani’s-salati’l- asri” (ikindi namazından) alı koydular…”
demiştir (Müslim, Mesacid, 205, 206)
- İmam Nevevi de Hz. Aişe’nin “ikindi namazı” ilavesiyle yazdırdığı rivayette yer alan söz
konusu “ve salati’l-asri” (ikindi namazı) cümlesinin ayet olamayacağını belirtmiştir. Zira
Kur’an tevatür yoluyla gelmiş, bu ise mütevatir değilidr. (bk. Nevevi, Şerhu Müslim, 5/131)
d) Felak -Nas surelerinin Kur’an’ın birer suresi olduğu, bütün İslam ümmeti tarafından kabul
edildiği gibi, hadis kaynaklarında da bu husus belirtilmiştir.
Soruda kaynak olarak gösterilen İbn Hanbel’de bir çok hadis rivayeti vardır. Bunlardan biri
şöyledir:
İbn Abbas anlatıyor: Resulullah (asm) bana hitaben: “Allah’a sığınmak isteyenlerin en güzel
sığınma vesilesini söyleyeyim mi?” deyince “Evet ya resulellah!” dedim. Bunun üzerine: “Bu,
Kul Euzu birabbi’l-felak, Kul Euzu birabbi’n-nas(Felak-Nas) sureleridir” dedi (İbn
Hanbel, Muessestu’r-risale, 1421/2001, 28/530)
Bu iki surenin Kur’an’dan birer suru olduğunu bildiren pek çok rivayet vardır. Misal olarak İbn
Hanbel’den bakabiliriz. (bk. İbn Hanbel, 28/575, 583, 612; 33/406; 34/348)
e) Kehf suresinin ilgili ayetinin meali şöyledir: “Evvela, o gemi, denizde çalışan birtakım
fakirlere ait idi. Ben onu kasden bir miktar zedeledim. Zira öte yanında, sağlam olan
bütün (sağlam) gemileri gasbeden zalim bir hükümdar vardı.” (Kehf, 18/79)
- Buhari’deki bilgi şöyledir: “İbn Abbas bu ayeti okurken: (parantez içinde gösterdiğimiz)
"Salihetin/sağlam” kelimesini ilave ederek okurdu. (Buhari, Tefsir sureti 18)
8
Bu okuma, İbn Abbas’ın bir tefsiridir, bir açıklamasıdır. Zaten Buhari’de, İbn Abbas’ın
“bunun ayetin bir parçası olduğunu” söylediğine dair bir ifade yoktur.
f) Leyl Suresinin 3. ayeti “ve mâ haleke’z-zekera ve’l-unsâ” (Erkeği de, dişiyi de yaratan
kudret hakkı için..) şeklindedir. Buhari’de yer alan rivayete göre, Alkame, İbn Mesud’un ilgili
ayetin “zekeri ve’l-unsa” (Erkeğe ve dişiye yemin olsun) şeklinde okuduğunu söylemiştir.
(Buhari, tefsiru sureti 92)
- İbn Hacer’in bildirdiğine göre, bazı alimler bu ayetin ilk şekli son şekliyle neshedildiğini
belirtmişlerdir. Ayrıca, Buhari’deki bu rivayet mürseldir. Senedinde kopukluk vardır. (İbn
Hacer, 8/707)
Bununla beraber, İbn Mesud’un talebeleri sayılan kimselerden burada adı geçen kimseler
(Alkeme ve bir iki kişi) dışında hepsi de şu andaki Mushafta yer alan şekliyle (ve ma
haleke’z-zekera ve’l-unsa) okumuşlardır. (ibn Hacer, a.d.y)
Kaldı ki, Kufe kıraatinin kaynağı İbn Mesud ve Alkame olduğu halde, Kûfe’de hiç bir kimse bu
rivayette zikredilen şekliyle bu ayeti okumamştır. (İbn Hacer, a.y)
İbn Hacer, bu açıklamalarıyla bu rivayette yer alan bilgilerde tereddüt olduğunu belirtmek
istemiştir. Acaba, İslam alimlerinin yüzde 98’inin okuduğu bir tarz dururken, yüzde ikisinin
okuduğu bir tarza itibar edilebilir mi? Elbette edilemez.
Yine İbn Hacer’in belirtiği gibi, şu andaki Mushafta yer alan ayetin şekli daha kuvvetli bir
isnatla Hz. Ebu’d-Derda’ya dayandırılmış ve bütün ümmeti bunda karar kılmıştır. (İbn Hacer,
a.y)
Kendisine ulaşılamayan kiracının, dükkanda bulunan
ürünlerine, kira borcuna karşılık el konulabilir mi?
Kiracının, akid esnasında üzerinde anlaştıkları şartlara, açıkça veya delaleten tesbit edilen
hususlara, toplum tarafından benimsenen usul ve ölçülere riayet etmemesinden ötürü bir zarara
sebebiyet vermesi halinde, bunu tazmin etmesi gerekir.
Kiracı şayet verdiği zararı tazmine yanaşmaz ise mülk sahibinin mahkeme ya da hukuki yollara
başvurarak zararın karşılanmasını talep etmesi mümkündür. Bu itibarla, söz konusu durumda
hukuken uygun görülen yol ve yöntemlere başvurularak zararın telafisi cihetine gidilmesi
uygun olur.
9
Hırsızın elinin kesilmesiyle ilgili ayetin mecaz olduğu ve
gücünü kesmek anlamına geldiği doğru mudur?
a) Bir ayetin ifadesini mecaz olarak algılamak kişilerin keyfine göre değildir. Bu işin kuralları
vardır. “Bir ifadede hakikatin kabul edilmesine akli veya dini bir mani varsa, ancak bu takdirde
ilgili ifadeyi mecaza hamletmek caiz, hatta zorunlu olur.”
Örneğin, karşıdan gelen bir arslana “işte arslanı görüyorum” diyen bir kimsenin bu sözünü
mecaza hamletmek mümkün değildir. Çünkü gerçek arslan ortadadır. Fakat: “bu gün
hamamda bir arslan gördüm, gerçekten pehlivan biri” ifadesini mecaz olarak anlamak
durumundayız. Çünkü “hamam” ve “pehlivan” gerçeği bunu hakikat olarak anlamımıza
engeldir.
b) Kur’an’da “yed/el” kelimesi kullanılmıştır. Yerine göre ve yukarıda arzettiğimiz ilmi
prensibe uygun olarak bazı yerlerde hakikat, bazı yerlerde de mecaz olarak kabul edilmiştir.
Mesela: Hz. Ademin oğullarından biri diğerine şöyle demiştir: “Eğer sen beni öldürmek için
elini kaldırırsan, ben seni öldürmek için sana elimi kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin
Rabbi olan Allah’tan korkarım” (Maide, 5/28) mealindeki ayette geçen “el” kelimesini
gerçek el olarak kabul etmek durumundayız.
Yine, Allah’ın bir mucize olsun diye Hz. Musa’nın eline harika bir vaziyet vermiş ve Kur’an’da
meal olarak “Haydi, elini cebine/koynuna koy! Şimdi çıkar: İşte kusursuz, pırıl pırıl ışık
saçıyor. Böylece Firavun’a ve onun halkına göstereceğin dokuz mucizeye bu da dahil
olsun” (Neml, 27/12) mealindeki ayette de “el” kelimesini gerçek el olarak algılamak
durumundayız. Çünkü bunu mecaz manaya yorumlamak için hiç bir delil (karine-i mania)
yoktur.
Buna mukabil, “Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir! Siz de
O'na döneceksiniz” (Yasin, 36/83) mealindeki ayette yer alan “YED=EL” kelimesini mecaz
olarak anlamak zorundayız. Çünkü;
Evvela, Kur’an’ın açık ifadesiyle Allah hiçbir şeye benzemez, öyle ise insan gibi onun bir
elinin olduğunu düşünemeyiz.
İkincisi, “Evrenin mülkünü, yaratılışını, idaresini elinde tutmak” kudretin işidir. Öyleyse
burada “El”den maksat Allah’ın kudreti ve hâkimiyetidir.
Yine “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü
yeter” (Mülk, 67/1) mealindeki ayette de yukarıdaki iki sebepten dolayı bunu mecaz olarak
“kudret ve hâkimiyet” olarak kabul edeceğiz.
c) Sorudaki asıl konumuza gelince;
“Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından
insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz. Allah azîz ve hakimdir
(mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir” (Maide, 5/38) mealindeki ayette “yed=el”
kelimesini mecaz olarak anlamayı gerektiren hiç bir delil yoktur. Bilakis, bunu hakikat olarak
anlamak zorunluluğu vardır: Çünkü;
1) Her şeyden önce ayetin ifadesini mecaza hamletmeye tahammülü yoktur. Çünkü bu cezanın
verilmesi: “insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz” ifadesiyle
belirtilmiştir. Elin kesilmesi dışında -bu işi akıllarınca hafifletmeye çalışanların istedikleri gibiherhangi bir ceza kabul edilirse, bu ifadenin ağırlığına uygun düşmez. “NEKAL=insanlara
ibret olacak bir ceza…!”, Eli kesmenin dışında bir cezanın adı olamaz.
10
2) İslam alimlerinin ittifakıyla, hükümlerle ilgili ayetler, her zaman “muhkem=açık” ifadelere
sahiptir. Burada “El”in mecaz olarak yorumlanması, ittifakla kabul edilen bu ilmi kurala ters
düşmektedir.
3) Hz. Peygamber bu ayette yer alan “YED=El” sözcüğünü hakikat olarak anlamış ve hırsızın
elini kesmiştir.
Örneğin; bir rivayete göre Hz. Aişe şu olayı aktarmıştır: “Kureyş'in Mahzûm soyundan olup da
hırsızlık etmiş bulunan bir kadının durumu, Kureyşlilere haylî üzüntü vermişti. Onlar: “Bu
kadını cezadan kurtulup af edilmesi hususunda Rasûlullah ile kim konuşabilir?" (diye konuyu
müzakere ettiler ve:) "Rasûlullah'ın sevgilisi olan Üsâme'den başka bu hususu onunla
konuşmaya kim cesaret edebilir ki?" dediler.” Ve nihayet Üsâme, bu hususta Rasûlullah ile
konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah (asm): "Allah'ın tayin ettiği cezalardan bir ceza
hususunda şefaat mi ediyorsun?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp insanlara hitaben şöyle dedi:
"Ey insanlar! Sizden evvelki (ümmet)ler ancak şu sebepten sapmışlardır: Onlar
aralarında şerefli bir kimse çaldığı zaman onu bırakırlardı da zayıf olan çaldığı zaman
ona ceza uygularlardı. Allah 'a yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış
olsaydı, muhakkak ki onun elini de keserdim!" (Buharî, Hudud, 12)
İslam literatüründe Kur’an’dan sonra en sağlam kaynak kabul edilen Buhari’nin verdiği bu
haberde yer alan “Allah 'a yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış
olsaydı, muhakkak ki onun elini de keserdim!” ifadesi, Hz. Peygamberin hırsızlık cezasıyla
ilgili ayette geçen “elin kesilmesini” mecaz değil hakikat olarak anladığını göstermektedir.
Hz. Peygamberin (asm) ilk defa hırsızlıktan Hıyar b. Adi b. Nevfel’in elini kestiği
bilinmektedir. (bk. Maverdi, Maide:38. ayetin tefsiri)
4) Ayette “Yed”(El) kelimesinin “Eydiyehuma” (o ikisinin ellerini..) şeklinde kullanılması,
hırsızlık edenlerin bütün fertlerini içine almaya yöneliktir. Tesniey/ikil zamir olan “huma” (o
ikisi) zamir ise ayette söz konusu edilen “erkek, kadın” ikilisine işarettir. Bu açıklama
doğrultusunda ayetin ilgili cümlesinin meali: “Erkek ve kadın olarak insanlığın her iki
nevinden hırsızlık eden bütün fertlerinin ellerini kesin” şeklinde olur.
Bu ifade şekli “Şimdi ikiniz de ey Peygamber eşleri, eğer kalplerinizin matlup olan
durumdan kayması sebebiyle Allah’a tövbe ederseniz ne âla!” (Tahrim, 66/4) mealindeki
ayette de söz konusu edilmiştir. (krş. İbn Aşur, Maide:38. ayetin tefsiri)
Yani: burada da muhataplar iki kişi olduğu halde, Kalb kelimesi “Kulûb” şeklinde çoğul
olarak kullanılmıştır.
5) Hz. Peygamberden sonra dört raşit halife başta olmak üzere, sahabe de bu ayetten “hırsızın
elinin kesilmesini” (mecaz değil), bir hakikat olarak anlamışlardır. (bk. Taberi, Razi, Kurtubi,
ilgili ayetin tefsiri)
Nitekim, Hz.Ömer, hırsızlık eden İbn Semüre’nin elini kestirmiştir. (bk. Maverdi, a.y)
6) Sahabe devrinden sonra, tabiin ve tebei tabiin devrindeki bütün alimler bu ayetten “elinin
kesileceğini” anlamışlardır. (Misal olarak yukarda verilen tefsir ve hadis kaynaklarına
bakılabilir)
7) Dört mezhebin başta imamları olarak milyonlarca alimleri bu ayetten “elin kesileceğini”
anlamışlardır. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/92-104)
11
8) Hırsızın eli kesildiği zaman ölebilir veya çalışma imkanını bulmayabilir şeklindeki
düşünceler de doğru değildir. İslam tarihinin ilk üç asrında hırsızlıktan eli kesilenlerin sayısı iki
elin parmağını geçmez. Çünkü elin kesilmesi cezası caydırıcı olduğu için, hem mal sahibinin
malı çalınmaktan, hem de hırsızın eli kesilmekten korunmuştur. Tarih boyunca, hiç bir
kimsenin elinin kesilmesinden dolayı öldüğüne dair hiç bir bilgi elimizde yoktur. Bu da söz
konusu evhamın yersiz olduğunu gösterir.
Eli kesilen hırsızın maişetini düşünenlerin biraz da, yıllarca biriktirdiği malı elinden alınmış
zengin iken fakir, acınacak duruma düşmüş olan mal sahibini de düşünmek gerekmez
mi? Kaldı ki, dünyada değişik kazalar sonucu bir elini -hatta bileklerden değil, ta dirseklerdenkaybeden yüzlerce insan var ve geçimini temin etmektedir. Bununla beraber, İslam toplumunda
hırsız da olsa geçimini temin edemeyen kimseye devlet -zekat, sadaka dahil, çeşitli
yardımlarla- bakmak zorundadır.
- Özetle, Kur’an, Sünnet ve Ümmetin icmaı ile sabit olan “hırsızın elinin kesilmesi” hükmünü
inkâr eden bir kimsenin bu cüreti nereden aldığını merak ediyoruz..
Şunu şefkatli müminler olarak söyleyelim ki, böyle bir iddia, çok tehlikelidir ve ciddi dini risk
taşımaktadır. Onun için bir an önce tövbe edip bu görüşten vazgeçmek gerekir.
EK BİLGİ:
Konuları bütüncül bir bakış açısıyla analiz etmediğimiz zaman, yorumlarımızda hata yapma
payımız her zaman söz konusudur. Konuyu fazla uzatmamak için doğrudan hırsızlık vakası
üzerinde duralım:
Hırsızlık olayında iki taraf vardır: Birinci taraf, malı çalınan mağdur insanlar, ikinci taraf ise
cezayı hak eden gaddar bir hırsız.
İnsan olarak bu iki kişiyi adalet ölçüsünde tartacağız. Ne yapalım ki, mazlumun malı korunmuş
olsun, zalimin de eli engellenmiş olsun.
Eğer burada caydırıcı bir müeyyide olmazsa, ne malı koruyabilir, ne de hırsızın elini
engelleyebiliriz. Hapis gibi cezaların caydırıcı olmadığının en büyük kanıtı bugünkü hırsızlık
vakalarının bilançosudur.
Her şeyin hikmetini en iyi bilen Allah, çalışmadan, alın teri dökmeden, başkasının
mağduriyetine acımadan malını çalmakta menhus bir lezzetin olduğunu, nefs-i emare
sahiplerinin bu çirkin işi kolay kolay bırakmayacaklarını, bunun engellenmesinin tek yolunun
hırsızlık edenin elinin kesilmesi olduğunu bilmiş ve hükmünü vermiştir.
- Her hırsız, fakirlikten ötürü bu işi yapmıyor. Bunu alışkanlık haline getiren, yorulmadan çok
para kazanma peşinde olanların haddi hesabı yoktur.
- Fakir olsa bile, eli kesilenin kendisi ve bakmak zorunda olduğu insanları aç bırakmamak
devletin görevidir. Hırsız kimse de bunun dışında değildir. Nitekim, Hz. Ömer, bir kıtlık
döneminde hırsızlık yapanlara ceza uygulamamış ve: “İnsanların karnını doyurmadan, onlardan
yasalara uymayı istemeyiz” demiştir.
- Hırsızın elinin kesilmesi ile ilgili Kur’an’ın hükmü -deyim yerindeyse- en çağdaş bir
hükümdür. Çünkü bu çağ kadar hırsızı, şehir eşkıyası, kapkaçı, gaspçısı bol olan başka bir çağ
olmamıştır. Dünya bunlara karşı aldıkları yüzeysel ve düzeysiz cezaların caydırıcı olmadığına
dair -hırsızlar hariç- herkes hemfikirdir.
12
İslam tarihinde, bu cezanın âdil bir şekilde uygulandığı ilk üç asırda –hırsızlık suçundan ötürükesilen ellerin sayısı yalnız altıdır. Şu anda, dünyanın her bir şehrinde her gün bu suçlar
sebebiyle –talan edilen bunca servet yanında- en az bir veya birkaç -el değil- baş kesilmekte
/mal sahibi zalimce öldürülmektedir. Buna caydırıcı bir önlemle dur demek, her çağdan daha
çok bu çağın ihtiyacı vardır.
- İlginçtir, hırsızın durumuna acıyoruz da malı çalınan, hayatı boyunca on yıllarca çalışıp zor
biriktirdiği bütün servetini hırsıza kaptıran mal sahibinin bu durumunu pek nazara almıyor gibi
davranıyoruz. Bu adamın da çoluk çocuğu yok mu? Kendisi de muhtaç duruma düşmemiş mi?
İnsanın aklına –malına mukayyet olmadığı için eleştirilerin hedefi olmuş-Nasrettin hocanın
meşhur şu sözü akla geliyor “Yani hırsızın hiç mi suçu yok?”.
- Bir zamanlar, kendini bilmez bir cahilin, hırsıza verilen cezayı bahane ederek İslam şeriatına
hücum etmesine karşılık bazı İslam alimleri çok güzel cevap vermişlerdir. Bunu da bilmek,
bizim de soru soran kardeşimizin de hakkı olduğunu düşünüyoruz.
İtiraz eden demiş ki: İslam dininde kim haksız yere bir kimsenin elini keserse beş yüz altın
diyet ödemek zorundadır. Durum böyle iken, nasıl olur da -değeri beş yüz altın olan- bir el
yarım altın (veya altının dörtte biri) çaldığı zaman kesilir?
Buna bazı alimler şöyle cevap vermişler: “İnsanın canını koruma adına elin diyeti beş yüz
olarak hükme bağlanmıştır. Ama insanın malını koruma adına da hırsızın eli değersiz
sayılmıştır. Böylece beş yüz değerinde olan bir el yarım altın çaldığında kesilmeyi hak eder.”
Bir başka alim de şu cevabı vermiştir: “Bir el, emin olduğu sürece değerlidir, hain olunca da
değerden düşer.” Ne güzel hikmetli sözler..
İmam Şafiinin de buna şöyle cevap verdiği nakledilir: “El haksız yere kesildiği zaman mazlum
durumdadır, onun için değeri yüksektir. Malı çalan el ise, zalim durumdadır, onun için Allah
katında değerden düşmüştür.” (bk. V. Zuhayli, a.e, 6/98-99)
Gerçekten iman şuurunu taşıyan her insanın Allah’ın hikmetini böyle anlaması veya anlamaya
çalışması gerekir.
13
İncil ne zaman tahrif edildi?
- İncil’in hangi tarihte tahrif edildiğini tespit etmek zordur. Fakat bu tahrifin Kur’an’ın
inmesinden önce olduğunda şüphe yoktur. Bununla beraber, bu tahrifin bir defada değil,
kendi heva ve heveslerine uygun gördükleri zamanlarda farklı tahriflerin devam ettiği bir
sürecin söz konusu olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
- Meryem suresinin ayet sayısı 98’dir ve 101. ayet diye bir şey söz konusu değildir.
- Şunu unutmamak gerekir ki, Tevrat ve İncil’de bazı tahrifatın yapıldığını kabul etmek,
onlarda doğruların olmadığı anlamına gelmez. Aksine büyük bir yekün doğru olabilir ve
Kur’an’ın ifadelerine de uygun gelebilir. Nitekim, Hüseyin-i Cisri, Risale-i Hamidiye isimli
eserinde, Tevrat ve İncil'den Ahirzaman Peygamberi olan Hz. Muhammed'e işaret eden 114
delil bulmuştur.
Şu var ki, Kitab-ı Mukaddesin büyük bir kısmı vahiy olmadığı ehl-i kitap alimlerince de kabul
edilmektedir. Özellikle İncillerin dört tane olması ve bunların onlarca İncil’den tercih edilerek
kabul edilmesi ve bu İncillerin yazarlarının belli olması ve bu yazarlardan -en doğru bilgiye
göre- hiç birinin Hz. İsa’nın havarisi olmaması ve bunların çok sonralar yazılmış olmaları
İncil’in bir vahiy olduğu düşüncesini tamamen ortadan kaldırır.
Fakat, bunların, İslam’da hadis literatürüne yakın bir benzerliği olabilir. Sahih hadislerin
muanan senetlerle bize kadar gelmesi, İncil’de ise böyle bir şeyin olmaması önemli bir farkı
gösterir.
- Kur’an’da (Neml suresinin 30. ayetindeki ile birlikte) 114 besmele vardır. Alimlerin büyük
çoğunluğuna göre, Neml suresindeki hariç, diğerleri müstakil birer ayet olmayıp, teberrüken
surelerin başlarına konulmuşlardır.
İmam Şaffi gibi bazı alimlere göre ise, bütün Besmeleler birer ayettir. Diğer bir ifadeyle,
Besmele bir tek ayet olarak 114 defa tekrar tekrar inmiştir.
- Şekli ne olursa olsun, Bu besmelelerin Kur’an’dan çıkarılıp tahrife uğratılması asla mümkün
değildir. Çünkü, dünyanın her yerinde bulunan Kur’an nüshalarının hepsinde bu besmeleler
vardır. Milyonlarca hafızların ezberinde de vardır.
Tahrifat daha çok, dışarıda fazla nüshaları olmayan ve matbuat dünyasında yer almayan eserler
için mümkündür. Tevrat ve İncil’in tahrifi de bu şekilde olmuştur. Yani, onların fazla nüshaları
olmadığı gibi, matbu baskıları da yoktu. Çok az miktarda el-yazma nüshaları vardı ve onlar da
belli din adamlarının tekelindeydi. Zaten bu dört İncil’in akredite edilmesi, belli kilise-din
adamları tarafından yapılmıştır.
- Asıl Tevrat’ın kaybolduğu bilinmektedir. Bununla beraber, değişik tercümeleri bulunan Eski
Ahid’in her tercümede birbirine uymayan farklı yanları vardır. Örneğin, Seb’iniye olarak da
bilinen Yunanca tercümesi ile, İbranice nüshası arasında açık bazı farklar vardır. İlk dili
İbranice olan Eski Ahid’in Aramice ve Yunanca tercümeleriyle birlikte tahrifat da başlamıştır.
Keldanîce, Latince, Hebeşce, Gavtice, Ermenice, Arapça, tercümeler arasında da farklılıklar
mevcuttur. (geniş bilgi için bk. M. Ziyau’r-Rahman el-Azamî, el-Yahudiye ve’l-Mesihiyye,
s.175-181)
14
Bu husus asıl nüshası mevcut bulunmayan İnciller için de geçerlidir.
- Şunu da belirtelim ki, Kitab-ı Mukaddesin tahrif edilmesinin lafız bazında mı, yorum bazında
mı olduğu hususunda İslam alimleri arasında farklı görüşler vardır.
Tevratın tahrifatı iki şekilde mütalaa edilmektedir: Birincisi, ayetlerin lafzının tahrifi. İkincisi,
mananın tahrifi.
Birinci şıkkın tahrif boyutu konusunda “hittetun/hintatun” gibi birkaç misal dışında fazla bir
bilgimiz yoktur. İkinci tahrifat konusu, her zaman olmuş ve –Hz. Zekeriya ve Hz.Yahya
dahil-, Hz. Musa’dan sonra gelen peygamberlerin önemli vazifelerinden biri de, bu yanlış
yorumları ve manevî tahrifleri tamir etmek olmuştur. Ancak, bu tahrif hastalığı, Yahudilerde
her zaman yeniden nüks etmiştir.
- Son olarak şunu da belirtelim ki, şu anda elimizde ne Tevrat’ın ne de İncil’in asıl nüshaları
mevcuttur. Şu anda mevcut olan bu iki kitabın içinde pek çok vahiy hakikati olmakla beraber,
epey tahrifatın yapıldığını gösteren çelişkiler ve makul olmayan hususlar da vardır.
Şu anda elimizde bulunan bu iki kitabın çok sonradan yazıldıkları hususu ehl-i kitap alimleri
tarafından da kabul edilmektedir. Özellikle, İncil’in durumu çok daha kritiktir. Hz. İsa’dan üç
yüz küsur yıl sonra, onlarca İncil arasından seçilmiş bu günkü dört İncil’in bu sayısı kadar,
kabul olunmayan diğer İncillerin varlığı da bu konuda önemli tereddütler ortaya koymaktadır.
Mevcut dört İncil’nin yazarları da bellidir. Tevrat ve İncil’i ihtiva eden Kitab-ı Mukaddesin
önemli bir kısmı, insanlar tarafından yazılan tarihle ilgili bilgilerden meydana geldiği,
tartışmasız bir gerçektir.
Senaryo gereği başı açık kadınla filim çekmek caiz midir?
Sinema çok önemli bir tebliğ,eğitim,telkin aracı. Çağımızda bu aracı kullanmada zorunluluk
var. Bir filmin filim, bir senaryonun senoryo olabilmesi için asgari şartlar vardır; onlar
gerçekleşecek, aksihalde filim tutmaz, amaç gerçekleşmez.
Gayr-imüslim bir kız elbette açık olur, geerçek hayatta böyledir ve böyle görünmektedir.
Mesele müslüman olduktan sonraki davranışı ile ilgilidir. Bir müslümanın da davranışlarında
bozukluklar olabilir, senaryo bunu da olduğu gibi verecek, ama maksadı ve hedefi ıslah
olacaktır.
15
Allah ile şeytan iddialaşmış mıdır?
- Bu iddianın aslı astarı yoktur. Allah şeytanla ne üzerinde iddialaştı? Bunu açıklarsanız daha
rahat konuşabiliriz.
- Allah dileseydi, şeytanı yaratmazdı. Şeytan kim ki Allah ile bir konuda iddialaşır. Bu safsata,
kuvvetli bir ihtimalle aşağıda mealleri verdiğimiz ayetlerin ifadeleri bahane edilerek ortaya
atılmıştır:
“Sizi Biz yarattık, sonra size şekil verdik. Peşinden de meleklere: “Haydi, hürmet için
secde edin Âdem’e!” dedik. Onların hepsi hemen secde ettiler, yalnız İblis/şeytan dayattı.
Secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: “Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde
etmene mani nedir?” İblis: “Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise
bir çamur parçasından yarattın.
“Çabuk in oradan!” buyurdu Allah, “Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin
haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!”
(Şeytan):“Bana, onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?” dedi.
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“Öyle ise” dedi, “Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere
Senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden,
gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu
kuracağım, Sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.”
Allah şöyle buyurdu: “Alçak ve kovulmuş olarak çık oradan! Onlardan kim sana uyarsa,
iyi bilin ki cehennemi sizlerle dolduracağım.” (Araf, 7/12-18)
Bu ayetlerde, şeytanın insanlara karşı büyük bir düşmanlık beslediği, her zaman onları
cehenneme sürükleyecek işlere sokmaya çalışacağı, ta Hz. Adem’den beri insanlardan haset
ettiğinden onları cennetten uzaklaştıracak her yolu deneyeceği, bu sebeple insanların çok
uyanık olmalarının gerekli olduğu hususu bir “diyalog” sitili içerisinde anlatılmıştır. Çünkü bu
üslupla konu daha açık bir şekilde ortaya konulmuştur.
Yoksa bir nevi pazarlık gibi bir iddialaşmanın olduğunu düşünmek Allah’ı tanımamaktan
ileri gelir. İlgili ayetlerin son cümlesi olan “Alçak ve kovulmuş olarak çık oradan!
Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennemi sizlerle dolduracağım” mealindeki
ifadesi, böyle bir “iddialaşma” ihtimaline ihtimal vermek, zihinsel bir hastalığın ürünü
olacağının açık bir delilidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Şeytan Hz. Adem´e secde etmedikten sonra Allah neden kendisine ...
Hz. Adem'e secde emri geldiğinde şeytanın davranışı nasıl olmuştur ...
"Ey Adem oğulları! Size "Şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık ...
Şeytan neden kaybetti?
Hz. Adem neden ilk olarak dünyaya değil de cennete gitmiştir?
16
Download