1 İçindekiler İmam Gazali, beni görmen rabbini görmenden hayırlıdır, demiş midir? ..................................3 İslamiyet, kadına özgürlük vermemiştir, Müslümanlar özgürlüğün ne olduğunu bilmiyorlar? .......................................................................................................................................................5 Camilerde neden Peygamberimizin ve halifelerin isimleri vardır? ............................................8 Ahir Zamanda görülecek olan ahlas, serra ve duheyma fitneleri nelerdir? ..............................9 Yemame savaşında şehit olan hafızlar nedeniyle, bazı ayetlerin yok olduğu iddiası doğru mudur? ........................................................................................................................................11 Bayanlar arası eğlencede damatla gelin dans edebilir mi? ......................................................12 İslam'dan başka bir din kabul edilmeyecekse, Yahudi, Hristiyan ve Sabiilerin kurtulacağını bildiren ayetle çelişki olmaz mı? ................................................................................................13 İnsanların ilk doğdukları anda nefisleri var mıdır? .................................................................15 Bir ayette, iyilikler için 2 kat ödülden, başka bir ayette 10 kat ödülden bahsedilmesi bir çelişki değil midir?......................................................................................................................16 İslami açıdan nümeroloji, sayılar bilimi var mıdır? .................................................................17 Kim insanların rızasını gözetip Allah'ın rızasına tercih ederse, Allah onu insanların eline terk eder, anlamında bir hadis var mıdır? .................................................................................18 Yaratılıştan bahsedilen ayette, Halik ismi yerine Rahman isminin olması nedendir?............19 "Araplık ne babanızda vardır ne ananızda o sadece bir isimdir" hadisi milletleri inkar mı ediyor? .........................................................................................................................................20 2 İmam Gazali, beni görmen rabbini görmenden hayırlıdır, demiş midir? İmam gazali, bu sözleri bu şatahatları benimsediği için değil, eleştirmek maksadıyla söz konusu etmiştir. Ona göre, bazı mutasavvıfların şeriatın zahirine göre kabul edilemez, şatahat nevinden olan sözleri iki kısmıdır: Birinci kısım: Hallac’ı Mansuru idama götüren “Ene’l-Hak= Ben Hakk’ım” şeklindeki bazı sözleri ile Bayezid-i Bistami’den hikâye edilen “Sufhanî-Subhanî=kendimi tenzih ederim, kendimi tenzih ederim” şeklindeki bazı sözlerini taklit eden bazı sufilerin yaptığı şatahatlardır. Gazali’ye göre, halk üzerinde çok ciddi zararları olan bu gibi sözleri söyleyen bir kimseyi öldürmek, İslam dinine göre, on kişiye hayata kavuşturmaktan daha hayırlıdır. Ancak Gazali, Bayezid-i Bistami’den nakledilen sözlerin bu şekilde ondan sadır olmasına ihtimal vermez. Bilakis onu temize çıkarma adına sözlerini şöyle tevil eder: “Şayet bir kimse bu sözleri gerçekten ondan duymuşsa, bunun anlamı şudur: “Kendisi ilgili ifadesini Allah’tan hikâye ederek seslendirmiştir. Mesela: “Şüphesiz ben Allah’ım; benden başka bir ilah yoktur” mealindeki ayeti okurken, bunu duyan kişi, bunun bir ayet olduğunu değil, Bistami’nin bir şatahatı olduğunu düşünmüş, öyle aktarmış ve yanlış bir algı meydana gelmiştir. Oysa kendisinin bu ifadeyi kendisi için kullanmış olmasına imkân yoktur. (bk. İhya, (Beyrut, ts.), 1/36) Şatahatın ikinci kısmı: Bir kısım sufiler tarafından ifade edilen, manasız, faydasız, sahibinin cehaletini, ahmaklığını gösteren bazı sözlerdir. Bu kısma dahil olanlardan bazıları da içlerinde düşündükleri bir konuya tam vakıf olmadıkları, meramını tam ifade edemedikleri için, akılları dehşete düşüren, kalpleri teşviş eden, zihinleri şaşkınlığa çeviren normalin dışında bazı sözler söylemek durumunda kalırlar. Bu kısım şatahatları değerlendirmeğe almak bile doğru değildir. (bk. İhya, a.y) Bediüzzaman hazretleri de bir kısım ehl-i tasavvufun bu şatahatlarını şöyle değerlendirmiştir: “Hem (seyr-u sülûk içinde yer alan) her makamın bazı zılleri (gölgeleri) bulunur. Zılli asıl zannetse, şatahata düşer.” (Nur'un İlk Kapısı, 66) Onun şu ifadeleri bu “zıl-asıl” meselesini açacak mahiyettedir: “Evet delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sâni'i müşahede etmek, tarîk-ı istiğrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlahiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler.” (Mesnevi-i Nuriye, 256 ) “Muhakkikîn-i Sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlal edilmez.” (Mesnevi-i Nuriye, 256 ) “(İslam alimlerinden bir kısmı şatahat eden velilerin velayetini inkâr ettiler. Bazıları onları tekfir etti. Bazıları da onların yanlışlarını doğru zanzettiler). Mutavassıt/mutedil olan bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: "Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hâle mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır." (Mektubat, 342) 3 Ehl-i Sünnet dairesinde iken meslek ve meşrebinin vermiş olduğu bir takım manevi sarhoşluklardan dolayı, Ehl-i Sünnete muhalefet eden evliyalar da olmuştur. Bu gibi makbul veli zatlar tamamen Ehl-i Sünnetten bağımsız olarak değil, bazı manevi hallerin ve istiğrak durumunun baskısı ile muhakeme ve şuurunu kaybedip, Ehl-i Sünnete zıt ve muhalif bir şekle girmişler. Bu hallere şatahat deniliyor. Şatahat mânevi sarhoşluk, kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen muvazenesiz ve karmaşık sözler anlamına gelir. Şatahat, tarikat ve tasavvuf mesleğinin seyrü sülûk hengamında görünen bazı özel halleridir. Kemal değil, nakıs bir haldir. Kişinin kabiliyet ve istidat darlığından ortaya çıkar. Ya da Allah’ın bir isminin cezbesine kapılıp sair isimlerini görememe halinin bir neticesidir. Bundan dolayı velayet-i kübra ve veraset-i nübüvvet olan sahabelerde ve onları takip eden asfiya ve muhakkik-i evliyalarda bu haller görünmez. Mesela Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, İmam Rabbani, İmam Gazali gibi zatlarda bu haller yoktur. Hallacı Mansur, İbn-i Arabi, Bişr-i Hafi, Beyazıd-ı Bestami gibi bazı önemli evliyalar, manevi sarhoşluk haline mağlup olup, Ehl-i Sünnet ve şeriatın dışına çıkmışlar. Ama tekrar ayıldığı ve o manevi sarhoşluk hali gittiği zaman, tekrar Ehl-i Sünnet ve şeriata tabi olmuşlardır. Bu da Ehl-i Sünnet ve şeriatın dışında muvakkaten durup da velayetini muhafaza edebildiğini gösteriyor. Bu zatlar hadidir. Yani şahısları itibari ile hidayet üzeredirler, lakin mühdi değildirler. Yani sözleri ve eserleri noktasından başkalarına örnek ve rehber olamazlar. Kim bu zatların bu sarhoşluk halinde söyledikleri sözleri onlar söyledi diye söyler ise, küfür ve şirke düşerler. Onlar bu gibi sözleri mazur bir halde söyledikleri için, mesul olmuyorlar, onları taklit edenler de o mazeret olmadığı için mesul olurlar. Bu yüzden bu zatların bu hallerini taklit etmek caiz değildir. Onlar bu noktada hidayet rehberi olamazlar. Bu zatlara bu genel zaviye ve çerçeveden bakmak gerekir. Yoksa şunu demiş, bunu demiş demekle genel bir fikir ve kanaate ulaşmak mümkün değildir. 4 İslamiyet, kadına özgürlük vermemiştir, Müslümanlar özgürlüğün ne olduğunu bilmiyorlar? - Evvela İslam’ın hükümleri, Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetinin bir yansımasıdır. Kişilerin heva ve heveslerine göre değildir. Nice kimseler, içkinin, hırsızlığın, zinanın, kumarın, faizin yasaklanmasından da rahatsızdır. Çünkü insanların düşünceleri, arzularına göre şekillenir. Arzuları ise, nefislerinin hoşlanması doğrultusunda oluşur. Nefislerin hoşlanması ise, içinde bulunduğu çevre, aile ve eğitim durumuna göre filizlenir. Bu sebepledir ki, Kur’an’ın terbiyesinden uzak bir konumda olan kimsenin nefs-i emaresi, özgürlüğü firavunlukla karıştırır. Kendi zevki için bütün dünyayı felakete sürükler. Beş kuruşluk bir menfaati için binlerce insanı zarara sokmaktan çekinmez. Buna mukabil, İslam disiplini altında terbiye edilmiş bir nefis ise, “nefs-i emmare” derekesinden, çukurundan çıkıp, nefs-i levvame, mutamainne, raziye ve marziye mertebelerine kanat çırpar ve hakiki insanlık mertebesine yükselir. - İslam’ın 15 asır önce kadınlara tanıdığı haklara, Hristiyanlar şu anda da sahip değiller. Fatih İstanbul’u fethedeceği sıralarda Hristiyan papazlar Kilisede kadınların insan olup olmamasını tartışıyorlardı. İslam’ın daha ilk asrında, ilim, ticaretle uğraşan kadınlar vardı. Hz. Aişe Medine’nin bir müftüsü gibiydi. Hz. Peygamber erkeklerden biat aldığı gibi, kadınlardan da biat almıştır. Bu bir nevi seçme hakkıdır. Cemel vakasında bir tarafın komutanı ve âmiri Hz. Aişe idi. Kur’an’da bir kaç sure kadınlarla anılmıştır. Buna mukabil, erkeklerle ilgili bir sure isim yoktur. - Bu konuyu bir kaç madde halinde özetlemekte fayda vardır: 1) Kur’an’da, kadın haklarının, hem de erkek haklarıyla karşılaştırmalı olarak aynı ölçüde ifade edilmesi, genişliği ile birlikte her asırda uygulanabilirliğine imkân sağlamıştır. Mealini vereceğimiz ayetin ifadesinde bu gerçeği görmekteyiz: “Erkeklerin hanımları üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşru çerçevede hakları vardır. Şu kadar ki erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır. Unutmayın ki Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 2/228) Bu karşılıklı haklar, bir ailenin huzur ve mutluluğunu sağlayan her türlü davranışla, her türlü ödev ve görevlerle ilgilidir. Ahlaki açıdan, karşılıklı saygı ve sevgiden tutun, birbirinin hasbelbeşer olacak kusurlarını görmezlikten gelmeye kadar; her türlü maddi-manevi zarar vermekten kaçınmaktan tutun, konuşmalarında incitici sözlerden kaçınmaya kadar, bir aile için gereken bütün fedakarlık ve samimiyetin tezahürlerini ihtiva eden geniş bir ifadedir. “Erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır” mealindeki ifadeden, İslam alimleri farklı ve ilginç şeyler anlamışlardır: 5 Mesela, Zeyd b. Eslem, bundan “erkeğin emrine itaati” anlamışken, Şabi bunu “erkeğin kadına mehir vermekle yükümlülüğünü” anlamıştır. Mucahid’e göre, bu ifadeden maksat, mirastaki farklılık ve cihatla mükellefiyettir. İbn Abbas ise, bundan “erkeğin kadına karşı daha toleranslı davranmasını; örneğin kendisinin kadına karşı sorumlu olduğu hakkını tastamam yerine getirmekle beraber, onun kadının üzerindeki hakkı kadın tarafından noksan bırakıldığı takdirde bunu müsamaha ile karşılamasını” emreden bir kriter olarak anlamıştır. (bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri) Müfessir Razi, erkeğin değişik yönleri itibariyle kadından daha güçlü olduğunu, kadının Allah’ın ona bir emaneti olduğunu belirttikten sonra, bu ifadenin erkekler için ciddi bir tehdit ve kadınlara haksızlık etmemeleri yönünden onlara ciddi bir uyarı niteliğinde olduğunu ifade etmiştir. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri) Görüldüğü gibi, ilk etapta erkeğe farklı bir üstünlük derecesi, ayrıcalıklı bir hak gibi görünen bu ifadenin, tamamen kadının lehinde, erkeğin aleyhinde bir kriter olarak kabul edildiği görülmektedir. 2) Hz. Peygamber Veda hutbesinde kadınlarla ilgili şunları söylemiştir: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun! Onları Allah’ın birer emaneti olarak aldınız. Allah’ın hükmüyle onları kendinize helal yaptınız. Sizin onlar üzerindeki hakkınız, hoşlanmadığınız(mahrem olmayan) hiç kimseyi yatak odanıza almamasıdır. Şayet böyle bir şey yaparsa (bir terbiye ve caydırıcılık maksadıyla) incitmeyen/kırıp dökmeyen bir tarzda dövünüz (hadisin bu ifadesi, ayetteki dövmenin gerekçesini de açıklamaktadır). Onların sizin üzerindeki hakları ise, uygun bir şekilde yedirip, giydirmek, onların geçimini sağlamaktır.” (İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri) 3) İslam öncesi devirde kadınlar dünyanın her tarafında olduğu gibi Arap kültüründe de bir eşyadan, erkeği eğlendiren bir hizmetçiden pek fazla bir farkı yoktu. İslam gelince kadını hanım efendi, erkekle bir elmanın iki parçası gibi gördü ve gördürdü. İbn Aşur’un da ifade ettiği gibi, örneğin, “Eğer karı kocanın birbirinden ayrılacaklarından endişe ederseniz, o vakit, kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf işi düzeltmek isterlerse, Allah onları uyuşmaya muvaffak buyurur. Şüphesiz Allah alîm ve habîrdir/her şeyi bilir, bütün maksatlardan haberdardır.” (Nisa, 4/35) mealindeki ayette erkekle aynı konuma sahip bir kadın var ve ona verilen değer, o güne kadar hiç bir sistemde görülmemiştir. (ibn Aşur, Bakara:228. ayetin tefsiri) 4) İslam’ın kadına sağladığı haklar konusunda İslam aleminin değişik bölgelerinde pek çok müstakil eser yazılmıştır. Bunlardan Süleyman Ateş hocanın yazdığı “İslam’da kadın hakları” adlı eserinin kapağında da yer alan bu satırların önemli olduğunu düşünüyoruz: “İslam kadını toplumdan ayırıp dört duvar arasına kapatmamıştır. Peygamber devrinde Müslüman kadın, hemen bütün toplumsa faaliyetlere etkin biçimde katılmıştır. Sonradan koyulaştırılan uygulamayı İslam’a mal edip kabahati İslam’a yüklemek büyük bir hatadır. Batı toplumlarında yakın zamana kadar evlenen kadının mülkiyeti kocasına geçerdi. En ileri ülke sayılan İsviçre'de bile kadınlara oy hakkı ancak birkaç yıl önce verilmiştir. Oysa İslam, on beş asır önce kadına, bütün işlemleri yapma hakkı verdiği gibi, nikah esnasında konulacak bir şart ile kocasını boşama hakkı dahi vermiştir ki bunlar, o günkü dünya koşullarıyla karşılaştırılırsa kadın yararına büyük devrimlerdir” 6 Son olarak şunu belirtelim ki, insanların yanlışları, Müslümanların yanlışları, İslam dinine mal edilemez. - Hristiyanlıkta, kadınlarla ilgili bazı bilgiler için lütfen şu siteye bakınız: www.biriz.biz/mahrem/kadin5.htm Burada kaynak verilerek, kadınların erkeklerin meclisinde susmalarının gereğine, peçe örtünmelerine, kocalarına karşı saygılı olmalarına dair Kutsal yazımlarda yer alan bilgiler vardır. Bir kaç örnek: a) 1.Ko.14: 34 ...Kadınlar, kutsalların bütün topluluklarında olduğu gibi, toplantılarınızda sessiz kalsın. Konuşmalarına izin yoktur. Kutsal Yasa'nın da belirttiği gibi, uysal olsunlar. (yeniyasam.com sitesinin tercümesidir.) 1 Corinthians;14-34 ...Konuşmalarına müsade verilmemiştir, fakat emir altına alınmalılar. b) Lev.20:16 Bir kadın cinsel ilişki kurmak amacıyla bir hayvana yaklaşırsa, kadını da hayvanı da kesinlikle öldüreceksiniz. Ölümü hak etmişlerdir. c) 1 Korintliler:11-6 Eğer kadın örtünmüyorsa, saçını kestirsin. Ama kadının saçını kestirmesi ya da traş etmesi ayıpsa, başını örtsün. d) 1 Korintliler:11-7 Erkek başını örtmemelidir. Çünkü erkek Tanrı'nın benzeyişinde olup Tanrı'nın yüceliğini yansıtır. Kadın ise erkeğin yüceliğini yansıtır. e) 1 Korintliler:11-9 Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. f) Matta:5-32 ...Boşanmış bir kadınla evlenen de zina etmiş olur. (Bunun açıklaması şu olmalıdır: Hristiyanlıktan önce ortaya çıkan Yahudilik vb. bazı dinler, erkeklerin kadınları boşamalarına, boşanan erkek ve kadınların başkaları ile evlenmelerine izin vermekte idi. Ancak Hristiyanlık, erkeklerin kadınları boşamalarına müsaade etmemekte, boşanma olmaksızın birbirinden ayrılan eşlerin, ayrıldıkları eşleri sağ olduğu sürece başkaları ile evlenmelerine izin vermemektedir.) - Büyük Fransız İhtilâli, artık insanlığın kölelikten kurtulduğunu ilân ve iddia ederken bile kadınları unutmuştu. Çünkü ihtilâli müteakip çıkarılan Medenî Kanun’da “Çocuk, deli ve kadın kısıtlıdır” şeklinde bir madde (33) bulunuyordu. Fransa’da kadının her konuda erkeğe eşit haklara kavuşması ancak (1938) yılında çıkarılan bir kanunla mümkün olmuştur. - İngiltere’de on altıncı asrın ortalarına kadar kadın murdar sayıldığından kutsal kitaba el süremezdi. İngiltere’de kadınlar ancak VIII. Henri (1509-1547) zamanında İncil okumaya başlayabildiler. 1805 tarihine kadar da kadınlar vatandaş sayılmazlardı. Miras ve mülkiyet hakları da yoktu, hatta kendi kazançlarında bile tasarruf hakkına sahip değillerdi. İlave bilgi için tıklayınız: Kadının hakları nelerdir? İslamın kadınlara bir baskı ve kısıtlama ... Kadının kocası üzerındeki hakları nelerdir? 7 Camilerde neden Peygamberimizin ve halifelerin isimleri vardır? - “Bunları beşer olarak tasavvur edersek şirk olur “ yargısı yanlıştır. Caminin duvarlarında bu isimlerin asılmasının şirkle hiç bir alakası yoktur. Bu durum, İslam dininin toplum hayatına nakşedilip tesisinde bu zatların katkısını hatırlatıyor. Hz. Peygambere en yakın insanlar oldukları için hatıralarına saygı gösteriliyor. Emevilerin Halife Ömer b. Abdulaziz’e kadarki dönemlerde Hz. Ali’ye karşı olumsuz bazı sözler söyleniyordu. Şialarda ise, ilk üç halifeye yer verilmiyordu. İşte ehl-i sünnet bu isimlerin hepsini bir araya getirmek suretiyle ifrat ve tefritten uzak bir itidal çizgiyi benimsediklerini göstermişlerdir. Hutbede dua etmek çok önemlidir. Bazı alimlere göre hutbenin olmazsa olmaz şartlarındandır. Duayı genel olarak yaptığımız gibi isim vererek de yapabiliriz. Bunun şirkle yakından uzaktan bir alakası yoktur. - İsimleri verilen bu insanların resulullah’a olan yakınlıkları sebebiyle hutbede bile dua edilirken özellikle zikredilir olmuşlardır. Bazı hutbe kitaplarında bunlara ilave olarak Hz. Hamza ve Hz. Abbas’ın da adı geçer. - Eğer maksat sadece bunların her birisinin bariz bir özelliğini öğrenmek ise denilebilir ki: Hz. Ebubekr’in sadakatı, Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Osman’ın haya ve şefkati, Hz. Ali’nin şecaat, ilim ve takvası, Hz. Hasan’ın sulhçu ve barışçı olması; Hz. Hüseyin’in zulme direnmesi ve raşit hilafet taraftarı olması gibi özellikleriyle öne çıkarılmışlardır. İlave bilgi için tıklayınız: Bazı çevreler, camilerde Muhammed isminin, Allah lafzıyla yan yana konulmasına karşı çıkıyorlar... 8 Ahir Zamanda görülecek olan ahlas, serra ve duheyma fitneleri nelerdir? - Ahlas fitnesinin zikredildiği hadisin rivayetini belli bir olaya veya şahıslara kesin olarak bağlamak ilmen mümkün görülmemektedir. Çünkü hadisin ifadeleri geneldir ve sadece fitnelerin belli bir kısım özelliklerine işaret edilmiştir. Bu sebeple, günümüzdeki bir çok olaya uygulanabileceği gibi, tarih boyunca İslam âleminde meydana gelen bir çok hadiseye de tatbik edilebilir. Hadiste zikredilen, Ahlas, Serra, Duheyma fitnelerinin peş peşe gelmeleri söz konusu olmayabilir. Hadiste, bu fitneler arasında kullanılan ve “sonra” manasına gelen “SÜMME” edatının varlığı, bu fitne safhalarının farklı zaman diliminde meydana gelebileceği ihtimalini de ortaya çıkartmaktadır. Bu sebeple, söz konusu fitnelerin peş peşe gelme ihtimalleri yanında, yüzlerce yıl ara ile gelme ihtimalleri de vardır. Hadiste yer alan deccal kelimesine bakarak bu hadiseleri tespit etmeye çalışırsak, bu takdirde, İslam âleminde en çok deccal fitnesine mazhar olan zamanlardan biri Abbasi devletinin yıkılması, diğeri ise, Osmanlı devletinin yıkılması olarak düşünülebilir. Uzun bir süre Cengiz ile başlayan ve Hülagü ile son noktaya ulaşan Tatar fitnesinin süreci bir nevi Ahlas fitnesi olarak düşünülebilir. Hicri 570’lerden başlayıp 656’ya kadar süren bu fitne esnasında müslümanlar her türlü maddi-manevi talanlara ve kaçışlara maruz kalmışlardır. Diğer taraftan Abbasi yöneticilerinin israfa varan SERRA hayatları hadiste yer alan diğer bir fitne unsuru görünümündedir. Osmanlı devrini dikkate aldığımızda ise, denilebilir ki, Haçlı seferleri ile başlayan uzun bir süreçte meydana gelen fitneler bir nevi Ahlas fitnesidir. Aslında “AHLAS” kelimesi HİLS’in çoğuludur. Devenin semerinin altında yer alan bir çeşit astar denilen siyah bir bezdir. Siyah rengiyle, karanlığı, sabit kalmasıyla da devamlılığı simgeler. Buna göre, karanlık geceler gibi olan ve de uzun süreçlerde yer alan AHLAS fitnesi (hilslerin fitnesi / Ahlas fitneleri şeklinde) birden çok olma ihtimali de vardır. Başta haçlı seferleri olmalı üzere, batı emperyalistlerinin İslam aleminde sürdürdükleri sömürüleri ve özellikle Osmanlı devletinin yıkılmasına sebep olan fitneleri bu kabilden kabul edilebilir. - Serra fitnesi de Hz. Peygamberden sonra başlayan ve tarih boyunca değişik zamanlarda oldukça yeşeren bir fitnedir. Ebu Yala ve Bezzar’ın Sad b. Ebi Vakkas’dan naklettiklerin göre, Peygamberimiz: “Ben sıkıntıdan, darlıktan daha fazla sizin için korktuğum şey bolluktur. Nitekim siz darlıkla, sıkıntılarla sınandınız ve sabrettiniz. Ancak dünya yeşildir, tatlıdır(ona zor dayanırsınız)” buyurdu. (bk. Heysemi, Macmau’z-Zevaid, 10/245) Bu bolluk dönemi, İslam alemi içinde epey devam etti. Bu durumun, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar sürdüğü söylenebilir. Bu ihtimali nazara aldığımızda, hadisin “bunun dumanı Ehl-i beyt'imden olan bir adamın ayakları altından tütecektir” mealindeki ifadesi, Şerif Hüseyin ihtimaline de kapı aralar. Ancak bazı Arap araştırmacılarına göre, bu şahıs geçen yıllarda Mehdilik davası eden ve kahtani olduğunu söyleyen ve meşhur Mescid-i haram kavgasına sebep olan kişidir. 9 - “Sonra insanlar eğri, kaburga kemiği üzerine oturmuş gibi bir adama beyat etmek üzere anlaşacaklardır” şeklindeki hadisin ifadesine uygun bir örnek, Osmanlı’nın son sultanı Vahdeddin olabilir. Çünkü, onun hilafetinde Müslümanlar birleşti, İslam alemi, birinci dünya savaşı sırasında bu bağlılık vesilesiyle maddi-manevi yardımlarda bulundu. Ancak, işgal altında olan bir saltanat “eğri kaburga kemiği üzerinde oturmuş gibiydi”. Ve nihayet İslam aleminde liderlik ve hilafet makamı yok olduktan sonra her tarafa, en şiddetli zulümlere ve en şiddetli baskılara dayalı militarist hükümetler kuruldu. Ve Duheyma fitnesi başladı. Bu fitne, karanlık geceler gibi kalpleri karartan materyalist felsefe akımları, kominizim ve vahşi kapitalizm ejderhalarının alevlendirdiği fitneler olarak düşünülebilir. Maalesef bu durum öyle bir hale geldi ki, sabah mümin, akşam kâfir veya tersi durumlar oldu. Artık, iman-küfür mücadelesi başlamıştır. İşte Avrupa decccalleri ile birlikte, yerli deccaller de işin içine girmeye başladı ve bu süreç hala devam ediyor. Artık bir süre sonra, belki bütün İslam alemi sathında insanlar saf imanlı ve salt nifaklı şeklinde iki obaya ayrılacaktır. Vahşi kapitalizmin, ateist materyalizmin, zalim kominizmin -az-çoktokat vurmadığı kimse yok gibidir. Bazı Arap siteleri, bu fitneleri sahabe devrinde, bir kısmı da özellikle bu asırdaki Arap toplumlarında meydana gelen hadislerle açıklamışlardır. Şüphesiz her şeyin hakikatini bilen Allah’tır. 10 Yemame savaşında şehit olan hafızlar nedeniyle, bazı ayetlerin yok olduğu iddiası doğru mudur? - İbn Ebi Davud’un el-Mesahif’de defalarca dile getirdiği hususun özeti şöyledir: Hz. Ömer, Hz. Ebubekr’e gelerek: “Yemame harbinde hafız olanların çoğu şehit oldu. Böyle devam ederse, korkarım ki, Kur’an’ın bir kısmı kaybolup gider. Bu sebeple bir an önce Kur’an’ı bir araya getirmenizde fayda olduğunu düşünüyorum” der. Önce -Resulullahın hayatında yapılmayan bir iş olduğundan- buna gönlü razı olmayan Hz. Ebubekir, daha sonra bu teklifi kabul eder ve bu işi Zeyd b. Sabit başkanlığında bir heyetin yapması için ona müracaat eder. Zeyd de önce aynı gerekçeyle bunu kabul etmez, fakat daha sonra onun gönlü buna razı olur. (bk. el-Mesahif, -Kahire, 1423/2002- s. 52-55, 93) - Bu konuda tereddüde sebep olan iki rivayet vardır. Bu rivayetlerden biri -özetle- şöyledir: Hz. Ömer bir gün bir ayeti sordu. “Onu filanca adam biliyordu, fakat o da Yemame harbinde şehit oldu” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer: “İnna lillah” dedi ve Kur’an’ın bir araya toplanması için emir verdi. Böylece ilk defa Kur’an’ı Mushaf şeklinde cemeden Hz. Ömer oldu.” (el-Mesahif, s. 60) Bu rivayetin tutarlı hiçbir tarafı yoktur. Çünkü: a) Mushaf’ın ilk defa Hz. Ebubekir devrinde Mushaf halinde cemedildiğine dair kesin bilgiler vardır. b) Kur’an’ın bir ayetinin sadece bir sahabenin bildiğini iddia etmek en çürük bir davadır. Zira Yemame harbine katılıp da şehit olmayan birçok hafız vardır. Ayrıca, bunu diyen adam da bu ayeti biliyor ki, onun filanca hafızın bildiğini söylüyor. Kaldı ki, Kur’an’ı Mushaf halinde cemeden heyetin başkanı olan Zeyd b. Sabit hem hafız, hem de vahiy kâtibidir. c) Hiçbir sağlam kaynakta, Hz. Ömer’in Kur’an’ı cemetme emrini verdiğine dair bir bilgi yoktur. Yegâne bilgi; Hz. Ömer’in bu işin yapılması için halife Hz. Ebubekir’e böyle bir teklif götürdüğü yönündedir. Yine, Mesahif kitabında geçen ve –soruda da geçtiği gibi- bu konuda tereddüde sebep olan ikinci rivayet ise –özetle- şöyledir: İbn Şihap demiş ki, “bize ulaşan habere göre, vahiy olarak inen Kur’an’ın önemli bir kısmı, Yemame’de şehit olan bazı hafızlar tarafından ezberlenmişti. Onlar da orada vefat ederken, onlardan sonra söz konusu ayetler ne bilindi ne de yazıldı ve Ebubekir, Ömer ve Osman zamanında Kur’an cemedilirken de bu ayetler hiç kimse de bulunamadı.” (el-Mesahif, s. 99) Bu rivayetin de ilmi bir değeri yoktur. Çünkü: a) Evvela, “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” (Hicr, 15/9) mealindeki ayetin kesin ve açık ifadesine taban tabana zıttır. b) Kur’an’ın cemi ile ilgili değişik tereddütlere yer veren ve onlara cevap veren ez-Zerkani bu rivayeti hiç kale almamış ve bunu söz konusu bile etmemiştir. c) Konunun asıl ravisi konumunda olan İbn Şihab: “bize ulaşan bilgiye göre…” demek suretiyle ilgili haberin kuvvetli olmadığını ifade etmiştir. 11 d) İbn Şihab ez-Zuhri, hicri 50. Yılda doğmuştur. Yemame harbi ise, hicri 12. Yılda vuku bulmuştur. Yani ravinin doğumundan 38 sene önce meydana gelmiştir. Bu sebeple kendisi, “bize ulaştığına göre…” diye tamriz siygasını (konuyu hafife alan bir şekilde) kullanmıştır. Bunun manası: “hikaye edildiğine göre… söylentiye göre…” dir. e) Kaldı ki, rivayet bu şekliyle munkatıdır ve üstelik senedden kaç ravinin düştüğü de belli değildir. Böyle munkatı, tamriz sigalı bir hikayeye dayanarak onlarca ayet ve manevi tevatür derecesine ulaşan sahih hadislerle sabit olan Kur’an’ın bu günkü durumuna kondurulacak bir şüphe tortusuna yer verilir mi? Geniş bilgi için tıklayınız: Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi ... Bayanlar arası eğlencede damatla gelin dans edebilir mi? Düğünlerde damadın kadınların rahatça hareket ettikleri ve genellikle de tesettüre riayet etmedikleri bayanlara mahsus özel salona girip gelinle oynaması veya dans etmesi uygun olmaz. Kına gecesi eğlenen bayanların yanına damat da dahil hiç bir erkek giremez. Kadınlar arasında düğünde oynamak günah mı? cevabı okumak için tıklayınız... 12 İslam'dan başka bir din kabul edilmeyecekse, Yahudi, Hristiyan ve Sabiilerin kurtulacağını bildiren ayetle çelişki olmaz mı? - Al-i İmran Suresinde yer alan hüküm, İslam dinin gelmesinden sonra onu kabul etmeyenlerin durumuyla ilgilidir. Her semavi din mensubunun kendi döneminde dinine uyma mecburiyeti vardır. Hz. Musa döneminde onun dinine bağlı olan Yahudiler kurtuluşu hak etmişlerdir. Hz. İsa döneminde ona tabi olan Hıristiyanlar kurtuluşu hak etmişlerdir. Hz. Muhammed (asm) döneminde de ona tabi onlalar kurtuluşu hak etmişlerdir. Dolayısıyla, Hz. Muhammed döneminde kim olursa olsun, dini ne olursa olsun, İslam dinini kabul etmediği sürece kurtuluşu hak etmez. Al-i İmran suresinin bu 85. Ayeti bu gerçeği açık bir ifadeyle ortaya koymuştur. - Bakara suresinin 62. ayetinde ise, -biraz önce de değindiğimiz gibi-, Her din mensubunun kendi peygamberine uyması, onun getirdiği dine tabi olması durumunda kurtuluşu hak edeceği ifade edilmiştir. Buna göre, Hz. Nuh (as) döneminde, Hz. İbrahim (as) döneminde, Hz. Musa (as) döneminde bulunanlar, kendi peygamberlerine ve onların getirdiği dine bağlı olanlar kurtuluşu hak etmişlerdir. Hz. İsa döneminde ona tabi olan Hıristiyanlar kurtuluşu hak etmişlerdir. Hz. Muhammed döneminde de ona tabi onlalar kurtuluşu hak etmişlerdir. Hz. Muhammed bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber olduğuna göre, Yahudi ve Hıristiyanlar dahil bütün insanların İslam dinine bağlı olma sorumluluğu vardır. İlgili ayetin açıklamalı meali şöyledir: “Şüphesiz, (Hz. Muhammed devrinde ona iman edip) inananlar, (Hz. Musa devrinde ona iman eden)Yahudi olanlar, (Hz. İsa devrinde ona iman eden) Hıristiyanlar ve (alimler tarafından değişik şekilde tanımlanan) Sabiilerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp da, salih amel/yararlı iş yapanların ecirleri/mükâfatları Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de." (Bakara, 2/62) Tefsirlerde bu ayet hakkında çok değişik görüşler ortaya konmuştur. Özet ve tercihli olarak şu açıklamaları uygun görmekteyiz: - Bu ayette, bütün ümmetlerin, milletlerin kurtuluş reçetesi ve asgari müşterekleri ve hak dinlerin ortak iman esaslarından en büyük iki temel unsur olan Allah’a ve ahirete iman esaslarına vurgu yapılmıştır. Buna göre, her hangi bir ümmet, kendi devrinde –kendi peygamberinin öğretileri istikametinde- Allah’a ve ahirete iman edip ona göre bir yaşantıyı sergilemişse onlar kurtulurlar. İster adı Müslüman, ister Yahudî, isterse Hıristiyan olsun fark etmez. - Önemli bir nokta da şudur: ümmetlerin doğru bir çizgiyi takip etmelerinin bir diğer adı olan iyi işleri -düzgün ve Allah’ın rızasına uygun olarak- yapmaları, ancak kendi peygamberlerinin öğretilerine bağlı kalmakla mümkündür. - Buna göre, ayette yer alan Müminler/Müslümanlar, Hz. Muhammed (a.s.m)’in tebliğ ettiği vahye bağlı kaldıkları takdirde kurtulurlar. 13 Şüphesiz cennet yalnız Müslümanların değildir. Başka insanların da gideceği bir mekândır. Sözgelimi, bir kısım Yahudiler de kendi devirlerinin peygamberi olan Hz. Musa’ya bağlı kalmakla kurtulmuşlardır. Hz. İsa devrinde ona bağlı olan Hıristiyanlar da kurtulmuşlardır. Keza Sabiiler de öyledir. Kur’an’da bu isimlerin zikredilmesinin bir hikmeti şudur ki; Allah, hepsi de kendi mahluku olan insanların/ümmetlerin isimlerine bakarak hüküm vermez. Bilakis, onların gönderilen elçilerine ve ilahî mesaja iman edip etmemelerine göre leh veya aleyhlerinde hükmünü verir. Buna göre, bazı âlimlerin de ifade ettiği gibi, bu ayette meal olarak yer alan “Salih amel/ iyi işler” den maksat, Hz. Muhammed(a.s.m)’e iman etmektir. Şu husus unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın açık beyanıyla, Hz. Muhammed (a.s.m) bütün insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Buna göre, onun tebligatının hâkim olduğu 15 asır boyunca, mevcut bütün insanlar ona karşı sorumludur. Mazeretsiz olarak ona iman etmeyenlerin durumu hiç de iç açıcı değildir. Beyyine suresindeki şu ayetler de bu konuyu pekiştirmektedir: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler. Ama iman edip, makbul ve güzel işler yapanlar ise bütün yaratıkların en hayırlı olanlarıdır.” (Beyyine, 98/6-7) Bu ayette şirk koşanlar için isim olarak “Müşrik”; ehl-i kitap için fiil olarak “Keferû=kâfir olanlar” ifadesinde şöyle bir belagat nüktesi vardır: Müşrikler, İslam’dan önce de, sonra da hep müşrik idiler. İsim, devamlılığı ifade ettiği için, onlar hakkında “EŞREKÛ=Şirke girenler” değil de “MÜŞRİKÎN=Müşrikler” sözcüğü kullanılmıştır. Ehl-i Kitap ise, İslam gelmeden önce kâfir değil, mümin idiler. Onların küfre girmeleri Hz. Muhammed’e iman etmemelerinden ötürüdür. Bu ise daha sonra vuku bulan bir realitedir. Bu sebepledir ki; ayette onlar için “KÂFİRÎN=Kâfirler” tabiri değil, sonradan küfre girenler anlamına gelen "KEFERÛ” fiili kullanılmıştır. Bütün açıklamalardan anlaşıldığı gibi, söz konusu iki ayet arasında çelişki değil, kucaklaşma, dayanışma ve pekiştirme vardır. 14 İnsanların ilk doğdukları anda nefisleri var mıdır? Nefis, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye ve bu iki asıldan kaynaklanan yüzlerce hissiyat ve duyguların yer aldığı bir mekanizmadır. Bütün insanlarda yaratılıştan var olan bu mekanizmada potansiyel bir güç olarak var olan bu duygular, insanın büyümesine paralel olarak büyür ve gelişir. İmtihan malzemesi olarak bu duyguların bütün insanlarda asgari bir müşterek olarak eşit olduklarını söyleyebiliriz. Bununla beraber, istisnalar kaideyi bozmaz. Prensip olarak herkeste var olan akıl ve zekânın bazı kimselerde çok ileri derecede, bazılarında epey gerilerde seyreden bir tonda olduğu gibi, nefsin barındırdığı duyguların da bazılarında farklı tonlarda olması mümkündür. Fakat bu duyguların farklılığı imtihanın adalet ölçüsü olan fırsat eşitliğini zedeleyecek bir derecede değildir. Hatta nefsin güçlü olması, duyguların kuvvetli olması, zamanla bazı iyi şeylerin başarılmasına imkân verse de bunları dizginlemenin zorluğu da söz konusudur. Aklı olmayan hayvanlara, nefsi olmayan meleklere imtihan söz konusu olmadığı gibi, nefsi olmayan insanların olmaması da imtihanın gereğidir. Ancak hiç kimsede, potansiyel olarak kişiliği şirazeden çıkaracak bir nefis yoğunluğunun olmaması gerekir. Nefs-i emmare, herkeste bulunmakla beraber, levvame, mutmainne, radiye, mardiye, kamile gibi mertebeleri, imtihanın bir gereği olarak çalışarak kazanılır. 15 Bir ayette, iyilikler için 2 kat ödülden, başka bir ayette 10 kat ödülden bahsedilmesi bir çelişki değil midir? İlgili ayetlerin meali şöyledir: “Şu kesindir ki Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez. Ama kulun zerre kadar bir iyiliği bile olsa, onu kat kat artırır ve ayrıca Kendi tarafından büyük bir mükâfat verir.” (Nisa, 4/40) “Kim Allah’a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir; kim de bir kötülükle gelirse, sadece kötülüğüne denk bir ceza görür ve hiç kimseye haksızlık edilmez.” (Enam, 6&160) - İlk ayette, “iyilikler için iki kat ödül” den söz edilmemiştir. “YUDAİFHA” (Onu kat kat arttırır) denilmiştir. Bu “kat kat artırma”, on mislinden bin misline kadar ve daha fazlası için de geçerlidir. - İkinci ayette meal olarak yer alan “Kim Allah’a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir” ifadesinde ise açıkça on misline vurgu yapılmıştır. “On kat artırma” ifadesi, “kat kat artıma” ifadesi içerisine dahil olduğuna göre, ayetler arasında bir çelişki yok demektir. - Bununla beraber, ilk ayette vurgulanan “kat kat arttırma” ifadesi, sayısı belirsiz, ucu açık olan bir anlam taşımaktadır. Ayetin bu ifadesi, “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak verip her başağında yüz tane bulunan bir tanenin haline benzer. Allah dilediğine kat kat fazlasını da verir. Allah’ın lütfu geniştir, ilmi her şeyi kaplar.” (Bakara, 2/261) mealindeki ayetle örtüşmektedir. “Kim Allah’a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir” mealindeki ayetin ifadesinde ise, adeta asgari ücrete/mükâfata işaret edilmiştir. Demek ki her iyiliğin karşılığı en az on sevaptır. Günahların karşılığı ise bire birdir. Bu da Allah’ın kulları lehinde istimal ettiği rahmetinin genişliğini göstermektedir. 16 İslami açıdan nümeroloji, sayılar bilimi var mıdır? İslam’da nümerolojinin bir bilim dalı olarak nasıl yer ettiğini söylemek kolay değildir. Zira bu gibi ilimlerin bir bilim dalı olarak algılanması, çok sonradan söz konusu olmuştur. İslam alimlerinin, yerine göre sayılara ve sayılardaki tevafuklara kıymet verdikleri bilinmektedir. (Burada batınicilik oynayan Huruficileri konunun dışında tutuyoruz). Özellikle, İslam’ın temel vecibelerinde sayıların yer almış olması, sayılara yönelik olumlu bir algının oluşmasına katkı sağlamıştır. Mesela, günlük farz namazların sayısının 17 olması, namazlardan sonraki tesbihlerin 33’er olması, Hac menasikin 7’şer sayılarla tespit edilmesi, orucun bir ay (29-30 gün) olarak sınırlandırılması, nakitle ilgili zekâtın 40’ta bir olarak belirlenmesi gibi en önemli ibadetlerin sayılarla ifade edilmiş olması, İslam alimlerinin dikkatinden kaçmamış ve bunların mutlaka belli hikmetlerinin olduğunu düşünmeye sevk etmiştir. Bu cümleden olarak; - Abdullah b. Mesud şöyle diyor: Besmelenin harfleri, cehennem zebanilerinin sayısı kadar olup 19 tanedir. Dolayısıyla, bu 19 zebaniden kurtulmak isteyen, 19 harfli besmeleyi okusun. Bunu okuyan kimse için Allah, bu harflerden her birisini, bir zebaniye karşı bir zırh yapar. Cehennem meleklerinin kendileri de bütün işlerini besmele çekerek yaparlar. Bütün güçlerini de besmeleden alırlar. (Kurtubi, 1/92). Görüldüğü gibi, İbn Mesud, sayısal bir tevafuk tablosuna göre bir tefsir yapmıştır. Aslında bu çeşit tefsirler, merfu olarak, yani Hz. Peygamber (asam) den öğrenilerek yapılır. Çünkü gaybi bir mesele olan zebanilerin durumunu ve besmele ile ilgilerini başka şekilde kesin olarak bilmek imkânsızdır. İbn Atiyye ve Savi gibi müfessirlerin anlattığına göre, Kadir Suresinde Ramazan ayının günleri sayısı kadar; 30 adet kelime yer almıştır. Bu kelimelerden Kadir gecesine ait bir zamir olan “Hiye“ edatının, surenin 27. kelimesi olarak zikredilmesi, Kadir gecesinin Ramazanın 27. gecesinde olacağına bir işaret sayılmıştır. (Kurtubi, a.y; Savi (Celaleynle birlikte), 4/339) - Bazı alimlere göre “Kadir gecesi“ anlamındaki “Leyletü’l-kadr“ terkibinin 9 harfi vardır ve bu terkip surede üç defa tekrarlanmıştır. 3x9=27 yapar. Bu tevafuk da Kadir gecesinin, Ramazanın 27. gecesinde olduğunu gösterir. (Savi tefsiri, a.y) “Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa her şeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi “aded” olarak bir bir saymıştır.” (Cin, 72/28) mealindeki ayette, her şeyin sayıldığı ifade edilmiştir. Sayılan “her şey” arasında Kur’an’ın ayet, kelime ve harflerinin de olduğunu düşünmek, ayetin geniş ifadesine daha uygundur. Çünkü Kur’an’da bir “şey”dir. 17 Kim insanların rızasını gözetip Allah'ın rızasına tercih ederse, Allah onu insanların eline terk eder, anlamında bir hadis var mıdır? İlgili hadisin doğru tercümesi şöyledir: "Kim insanların gücenmesini göze alarak (insanlar gücense bile) Allah’ın rızasını gözetirse, insanlardan gelen sıkıntılara karşı Allah ona yeter. Kim de Allah’ın gücenmesini göze alarak (Allah gücense bile) insanların rızasını gözetirse, Allah, onu insanlar(ın insafın)a bırakır." (Tirmizi, Zühd, 64; Kenzu’l-Ummal, h. no: 43034) Bu hadiste, her şeyin Allah’ın elinde bulunduğuna, önemli olanın Onu razı etmek olduğuna işaret edilmiştir. Bu sebeple, Allah’ı razı etmek ile insanları razı etmek arasında bir tercih yapmak zorunluluğu doğarsa, Allah’ın rızasını esas almak imanın da, aklın da gereğidir. İbn Hibban’ın merfu olarak yer verdiği hadisin ifadeleri konuyu daha da açacak mahiyettedir: Bu rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Kim insanların gücenmesini göze alarak Allah’ın rızasını gözetirse, Allah ondan razı olur ve insanları da ondan razı eder. Kim de Allah’ın gücenmesini göze alarak insanların rızasını gözetirse, Allah ona gücenir ve insanları da ondan gücendirir" (Tuhfetu’l-Ahvezi, 7/82) Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri, bu hadisin bir nevi açıklaması hükmündedir: “Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir” (Lem'alar, 21. Lema) 18 Yaratılıştan bahsedilen ayette, Halik ismi yerine Rahman isminin olması nedendir? Ayetteki ifadenin normal akışına göre, “Onların yaratılışında bir düzensizlik göremezsin” şeklinde olmalıydı. Yani, ayette “fi hinne=onlarda..” şeklinde zamirin kullanılmasının yeri olduğu halde, zamir yerine ism-i zahir olan Rahman kelimesi kullanılmıştır. Bununla işin büyüklüğüne, yaratıcının sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olduğuna vurgu yapılmıştır. (krş. Zemahşeri, Razi, Meraği, ilgili ayetin tefsir) Ayette, yaratma ile ilgili Halık ismi yerine, Rahman isminin kullanılmasının hikmetlerini şöyle açıklayabiliriz: a) Bu ayetin ilk muhatabı Hz. Peygamberdir. Hz. Peygambere Kur’an’ı öğretenin Rahman olduğu bildirilmiştir. (bk. Rahman suresi) Burada kâinat kitabının yaratıcısının da Rahman olduğuna işaret edilerek, iki kitap arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiştir. Yani, kâinat kitabını kusursuz yaratan Rahman, Kur’an kitabını da kusursuz indirmiştir. b) Rahman ismi, Zat-ı Akdesin Allah lafza-i celalinden sonra ikinci bir ism-i hassıdır/ondan başkası için kullanılmayan, kullanılmaması gereken bir isimdir. Bu sebeple, Rahman ismi, bir çok isim ve sıfatla beraber Halık ismini de içinde barındırmaktadır. Onun kullanılması, Kur’an’ın geniş kapsamlı ifadelerine daha uygundur. c) Kur’an’da, “Rahman arşa istiva etti.” (Ta Ha, 5) mealindeki ifadeyle, Allah’ın arşı, rübubiyetin yegâne sultanı ve hükümranı olduğu gerçeği, yine Rahman ismi ile belirtilmiştir. Burada da Rahman isminin kullanılmasıyla, bütün kâinat çapında icra-yı faaliyet eden Allah’ın bütün fiillerinin kusursuz olduğuna işaret edilmiştir. d) “O müşriklere “Rahman’a secde edin!” denildiğinde: “Rahman da ne imiş! Bize emrediyorsun diye secde mi edeceğiz?” dediler ve bu davet onları imandan büsbütün uzaklaştırdı.” (Furkan, 25/60) mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Rahman ismine karşı çıkan müşriklere cevap olarak, bu ayette “Rahman göklerin yaratıcısı” olduğuna vurgu yapılmıştır. (bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri) Aslında denilebilir ki, müşriklerin bu itirazlarına karşı şamar gibi iki ayetle yüzlerine iki tokat vurulmuştur. Birincisi: “Rahman Kur’an’ı öğretti” (Rahman, 1) mealindeki ayettir. İkincisi: “Rahman’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin” (Mülk, 3) mealindeki ayettir. Furkan, Rahman ve Mülk surelerinin hepsinin Mekke’de nazil olması, bu itiraz ve cevapla ilgili hükmün doğruluğunu pekiştirmektedir. e) Burada Rahman isminin kullanılması, göklerin nimet cihetine de işaret etmek içindir. (bk. Beyzavî, ilgili ayetin tefsiri) Çünkü Rahman ismi, sonsuz merhametiyle kullarına madd-i manevi nimetler ihsan eden Rezzak manasına da gelir. Burada bu ismin kullanılması, sonsuz, rahmet, hikmet, kudret, hikmet gibi sıfatlara da işaret etmeye yöneliktir. Nitekim, - “Karanın ve denizin karanlıkları içinde size yıldızlardan yararlanıp yol bulma imkânı veren O’dur. Gerçekten bilmek, öğrenmek isteyen kimseler için âyetlerimizi açıkça bildirdik.” (Enam, 6/97) - “O’dur ki Güneş’i bir ışık yaptı. Ay’ı da bir nûr kılıp, ona birtakım konaklar tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz. Allah, bunları boş yere değil, ancak hikmet uyarınca, sabit bir gerçek olarak yaratmıştır. Bilip anlayacak kimselere Allah âyetleri böylece açıklar.” (Yunus, 10/5) - “Kesin inanmak isteyenler için yeryüzünde birçok deliller vardır. Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır. Hâlâ görmeyecek misiniz? Gökte de hem rızkınız (rızkınızın vesileleri), hem de size vâd olunan cennet vardır.” (Zariyat, 51/20-22) mealindeki ayetlerde de göklerin nimet cihetine vurgu yapılmıştır. 19 "Araplık ne babanızda vardır ne ananızda o sadece bir isimdir" hadisi milletleri inkar mı ediyor? İlgili hadisin doğru tercümesi şöyledir: “Ey insanlar! Şüphesiz sizin rabbiniz birdir; babanız birdir; dininiz birdir. Arapça herhangi birinizin ne babasıdır, ne de anasıdır. O sadece bir dildir. Dolayısıyla kim Arapça konuşursa o Arap’tır.” (İbn Manzur, Muhtasaru tarihi Dimaşk li ibni Asakir, 14/41; İbn Asakir’den naklen, Kenzu’l-Ummal, h. no: 33936) Hz. Muaz’dan nakledilen bu rivayet mürseldir. Bir münafığın, Hz. Suheyb-i Rumi, Hz. Bilal-i Habeşi; Hz. Selman-ı Farisi gibi Arap olmayan sahabilere dil uzatmasını şikayet eden Hz Muaz’ın bu şikayeti üzerine peygamberimiz bu hususları dile getirmiştir. Burada milletlerin inkârı diye bir şey söz konusu değildir. Vurgulanan husus, bir toplumda bulunan bazı kimselerin dilleri farklı da olsa, yine o toplumun birinci sınıf fertlerinden sayılacaklarıdır. Dilden ziyade, aynı Allah’a, aynı dine iman etmek önemlidir. Kaldı ki, bütün insanlar netice itibariyle aynı babanın/Hz. Adem’in ve aynı ananın/Hz. Havva’nın çocuklarıdır. “Kim Arapça konuşursa o Arap’tır.” ifadesinden; “Aslı Arap olsun olmasın, kim içinde bulunduğu bir toplumda yaşıyorsa, o yabancı sayılamaz. Hadisin asıl konusuna uygun söylemek gerekirse: Arap toplumunda olanlar aslen Arap olmasa da, her Arap gibi toplumun birinci sınıf vatandaşı olduğunu” anlamak gerekir. Şunu unutmayalım ki İslam, cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine "rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî" kabul eder.” (Nursi, Sözler, 133) Buna göre, tolumların irtibatları ve bağları, din biriliği, meslek birliği ve vatan birliğidir. Kaldı ki, “Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir." Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.” (Nursi, Mektubat, 326) 20