04 Mayıs 2012 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Kiraladığımız kişinin eve evli olmadığı kadınlarla girip çıkmasının ev sahibi açısından bir sakıncası var mıdır? Aynı şekilde evde içki içmesi ve bulundurmasının ev sahibini bağlayıcılığı var mıdır? ............................................................................................................... 3 Bir trafik kazası ile kişide oluşan kalıcı fiziksel kayıplara istinaden kaza sigortasından para alınırsa (resmi olarak bu parayı almak kazazedenin hakkıdır), dinimizde bu para kişiye helal midir? .................................................................................................................................. 4 İmam Maturidi’nin Hilafet hakkındaki görüşleri nedir? Hilafetin ve Şeriat kanunlarının tenfizinin gerek olmadığı hakkında bir görüşü var mıdır? ...................................................... 5 Sünnilere göre kadere iman etmek, Şiilere göre ise imamete iman etmek imanın şartıdır. Eğer kadere iman şart ise Şiiler kafir, imamete iman şart ise Sünniler kafir olmaz mı? ........ 7 Hz. İbrahim'in Kur'an'da babasına selam vermesi ile müslüman olmayana selam verilmesinin caiz olmaması arasındaki tutarsızlığı nasıl değerlendiriyorsunuz? .................. 8 Cennet sonsuza dek mesut yaşanacak bir yer olmadığı eğer öyle olsaydı Hz. Adem şeytanın vesvesesine uyup sonsuzluğu elde etmek için yasak olan ağaca yanaşmayacağı söylenmektedir. Bu iddiaya nasıl cevap verebiliriz? ................................................................ 9 Tesettüre girdim ancak kaldıramıyorum mutlu olamıyorum git gide dinden soğuyorum. Ne yapmalıyım? .............................................................................................................................. 10 Şizofrenlerin, akıl-ruh hastalarının ve halüsinasyon görenlerin gördüğü şeyler ve duyduğu seslerle; görülen Melek, cin gibi ruhanilerin yani kerametlerin ve ilhamın farkı nedir? Bunları nasıl ayırt edebiliriz? Bu hastalıkların sebebi ve mahiyeti nedir? ............................ 11 Savaş esiri olarak aldığınız cariyeler müstesna evli kadınlar da size haram kılındı. (Nisa 4/24) Bu ayet nazil olmadan önce evli kadınlarla başka erkekler evlenebiliyor muydu? ... 13 “Arabı sevmek iman alameti, buğz ise münafıklık alametidir, Arabın hakkını tanımayan, ya münafık, veya veledi zina, yahut haram karışmıştır gibi hadisler sahih midir? ................... 14 Kuran'daki en kısa ayet ile en uzun ayet hangileridir?........................................................... 16 Her ümmetin bir peygamberi vardır. (Yunus 47) ayeti göre her millete bir peygamber gönderildiğine göre, fetret devrinde ümmetlere peygamberlerin gelmemesi bir çelişki olmaz mı?................................................................................................................................... 17 Zümer 10 ve Bakara 97 ayetlerinde dikkat edilirse “de ki” sözcüğüne gerek yoktur ama kullanılmıştır. Zümer 10’da “de ki” sözcüğü olduğunda Muhammedin Müslümanlara “kullarım” diye seslendiği anlaşılmaktadır? ........................................................................... 19 “Allah sevmediği bir kulun duasını hemen kabul eder, sevdiğinin duasını ise geciktirir” anlamında bir rivayet olduğu söyleniyor. varsa sıhhat durumu nedir? ............................... 21 2 Kiraladığımız kişinin eve evli olmadığı kadınlarla girip çıkmasının ev sahibi açısından bir sakıncası var mıdır? Aynı şekilde evde içki içmesi ve bulundurmasının ev sahibini bağlayıcılığı var mıdır? Önceden bunu yapacağını bilirseniz evi ona kiraya veremezsiniz. Bilmeden verdiyseniz ilk fırsatta çıkarırsınız. Bir menkul veya gayr-i menkulün İslam'da kesin olarak haram kılınmış bir işte kullanılmak üzere kiraya verilmesi uygun değildir. Mesken olarak kullanılacağı taahüd edilerek kiralanan bir yerin taahüdlere uygun olarak kullanılması gerekir. Kiracının, taahüdlerine sadık kalmayarak İslam ahlak ve adabına uymayan eylemlerini kiraladığı yerde gerçekleştirmesinden doğrudan kendisi sorumlu olsa da buna müsaade eden mülk sahibi de dolaylı olarak bu olumsuz davranışlardan mesul olur. Çünkü yasaklanan bir şeyi yapmak günah olduğu gibi bu suça yardım ve yataklık da günahtır. 3 Bir trafik kazası ile kişide oluşan kalıcı fiziksel kayıplara istinaden kaza sigortasından para alınırsa (resmi olarak bu parayı almak kazazedenin hakkıdır), dinimizde bu para kişiye helal midir? Kaza neticesinde kişinin gördüğü zarardan dolayı sigortanın verdiği parayı alması helaldir. Bu mesele diyet ödemesi gibidir. Kasten olmayan, kaza yoluyla olan öldürme ve yaralama olaylarında mağdura tazminat (diyet) ödenir. Diyeti bugünün şartlarında ilgilinin anlaşma yaptığı sigorta şirkeri de ödeyebilir, buna aracılık etmek ve bu parayı almak caizdir. Prof. Dr. Hayrettin Karaman 4 İmam Maturidi’nin Hilafet hakkındaki görüşleri nedir? Hilafetin ve Şeriat kanunlarının tenfizinin gerek olmadığı hakkında bir görüşü var mıdır? - İmamet/hilafetin gerçekleşmesinin vacip olduğu hususu, ehl-i sünnet, Mürcie, Şia ve haricilerin ittifak ettiği bir konudur(bk. el-Milel ve’n-nihal, 4/72). - İmam Maturidi’nin “Hilafetin ve Şeriat kanunlarının tenfizine gerek olmadığı hakkında” bir görüşüne rastlayamadık ve öyle bir görüşünün olması ihtimalinin de olmadığını düşünüyoruz. Çünkü, böyle bir düşünce İslam şeriatının reddi anlamına gelir.. Eğer şeriat kanunlarının uygulanmasına gerek yoksa, o zaman Allah niçin dini göndermiş ki? - “Dinin vazgeçilmez unsurları organlarla gerçekleştirilen davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan inançlardan ibarettir’’ (Kitabü’t-Tevhid Tercümesi, 480) ifadesinden anlaşıldığı gibi, İmam Maturidi’nin kullandığı din kavramından maksadı, dinin temel asasları olan imanıdır. Onun şu açıklamaları bu konuda daha açıktır: “İman bir dini davranıştır (yani dindir). Dinler de inanılan ilkelerden ibarettir. Dinlerin inançlarına vesile olan şey ise kalptir… İman tasdik demektir. Tasdikin baskı ve cebir altında tutulamayan mahiyeti ise kalpte bulunan tarafıdır. Çünkü imanın bu noktasına herhangi bir yaratığın tahakkümü nüfuz edemez.” (a.e, s. 492) - Öyle zannediyoruz ki, bazıları, İmam’ın bu gibi ifadelerini kötü yorumlara tabi tutarak, onun “Şeriat kanunlarının tenfizinin gerek olmadığı kanaatinde olduğunu” zennetmişlerdir. Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları; imanın bir bütün olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İman, amelden bir cüz değildir. İmam-ı Azam Ebû Hanife "El Vasiyye" isimli eserinde: "Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman müminden amel yapma mükellefiyeti kalkabilir. Amel kalktığı zaman, iman da kalkar denilmesi caiz değildir. Zira hayız halindeki bir kadından; o hal içerisinde iken, namaz kalkar. Böyle bir kadın için iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut kendisine imanı da terketmesi emredilir denilemez. Yine fakire zekat yoktur denilir, fakat fakire iman gerekli değildir denilemez. Eğer iman amelden bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir." (İmam-ı Azam-ı Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'l Kari Şerhi) İst: 1981, Çağrı Yay. Sh: 216) diyerek, bu inceliği ifade etmiştir. İmam Maturidi’nin de demek istediği budur. Kur'an-ı Kerim'de: "Kim Allah'a iman eder ve salih ameller (ve hareketler) de bulunursa (Allah) onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar" (Talak, 11) buyurulmaktadır. Burada Allahû Teâla imanı amelden ayırmış ve insana amelden ayrı olarak mümin demiştir. Ayrıca Ayet-i Kerime'de "Salih amel işleyen" cümlesi, "İman eden" cümlesine atfedilmiştir. Arapça gramerinde; ancak ayrı manada olan şeyler birbirine atfedilir. Binaenaleyh ayette geçen imandan maksad, kalb ile tasdiktir. Bundan başka amelin imana dahil olduğu kabul edildiği takdirde, amelle ilgili hükümlerde olduğu gibi, iman esaslarında da neshin caiz olması gerekirdi. Oysa imanla ilgili konularda böyle bir şeyin söz konusu edilmesi imkansızdır. Bu da gösteriyor ki, iman ile amel ayrı ayrı şeylerdir. (Maturidi-Akaid Risalesi, İst: 1953, s. 22) 5 Ancak herhangi bir amelin makbul olabilmesi için iman şarttır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Kim bir mümin olarak iyi ve güzel amellerde bulunursa o ne artırılmasından, ne eksiltilmesinden endişe etmez" (Taha, 112) buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de, amelin makbul olabilmesi için imanın şart olduğu belirtilmiştir. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imanda) olamayacağı açıktır. O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir. İmam-ı Maturidi, "Günah işleyenler günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimali daha önceliklidir.” hükmünü veriyor. (Detaylı bilgi için bk. Maturidi, Kitabû't Tevhid) İlave bilgi için tıklayınız: Mezheplere göre ibadet ve amel, imandan bir cüz müdür? Amel ve ibâdetin, iman ile ilgisi nedir? 6 Sünnilere göre kadere iman etmek, Şiilere göre ise imamete iman etmek imanın şartıdır. Eğer kadere iman şart ise Şiiler kafir, imamete iman şart ise Sünniler kafir olmaz mı? - Bugün ehl-i sünnet denilen insanlar, ümmetin büyük çoğunluğunu meydana getirmektedir. Meşhur olan İslam alimlerinin ve evliyalarının kahir ekseriyeti ehl-i sünnet camiasındandır. “Ümmetim dalalette birleşmez”(Aclunî, 2/350) mealindeki hadis-i şerifin manasına göre ehl-i sünnet, ehl-i haktır. - Bir hadis-i şerifte: “fırka-i naciye= kurtuluşa erecek olan insanlar, Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu takip edenler olduğu”(Mecmau’z-zevaid, 1/189) ifade edilmiştir. Bugün Kur’an’da ve elimizdeki hadis kaynaklarında söz konusu olan hükümlere tabi olmayı kendilerine şiar edinenler ehl-i sünnettir. Bu sebeple, ehl-i sünnetin itikadı üzerinde bulunmak her zaman zararsız ve kârlı bir meslektir. Tabii ki, kendine ehl-i sünnet deyip de ehl-i sünnetin çizgisi dışında bir takım yanlış itikatta bulunan veya yanlış ameller yapanların durumu farklı olabilir. Çünkü İslam sadece isimden ibaret değildir. - Sahabenin, dört mezhep imamlarının, keşf-u kerametleriyle veli oldukları açıkça kabul gören binlerce evliyanın, fakihlerin, hadis alimlerinin “imametin, bir iman meselesi olmadığına” dair ittifakları bu konuda kati bir hüccettir. Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadeleri de bunu göstermektedir: “Mes'ele-i İmamet, bir mes'ele-i fer'iye olduğu halde, ziyade ehemmiyet verildiğinden bir mesail-i imaniye sırasına girip, İlm-i Kelâm'da ve usûl-üd dinde medar-ı nazar olduğu cihetle, Kur'ana ve imana ait hizmet-i esasiyemize münasebeti bulunduğundan cüz'î bahsedildi.”(Lem'alar/4. Lema). - Bununla beraber, Şia’yı tekfir etmemek gerekir. Ehl-i sünnet alimleri kadere inanamamakla en meşhur olan mutezileyi tekfir etmemiş, sadece ehl-i bida yani hak yola uymayanlar ifadesini kullanmışlardır. Şiiler de kader konusunda mutezile itikadındadır. Onlara kâfir demek doğru değildir. Nitekim bazı hadis rivayetlerinde geldiğine göre “kıble ehlini/namaz kılanı -büyük günah da işlese- tekfir etmek/kafir demek caiz değildir." (bk. Mecmau’z-zevaid, 1/107) 7 Hz. İbrahim'in Kur'an'da babasına selam vermesi ile müslüman olmayana selam verilmesinin caiz olmaması arasındaki tutarsızlığı nasıl değerlendiriyorsunuz? Meryem suresinde Hz. İbrahim (as)'in babasını bir olan Allah'a inanmasını ve putlardan yüz çevirmesi gerektiği yönünde nasıl bir tebliğ metodu uyguladığını anlatmaktadır. Tebliğ ederken muhatabına getirdiği akli delillerin yanında merhamet ve nezaket çerçevesinde bir tebliğ metodu kullanmasına dikkat çekilmiştir. Hakka sevkedenin, sözünü katı ve sert bir üslûpla değil, yumuşak ve nazik olarak söylemesi gerekir. Çünkü tebliğ edenin katı ve sert konuşması dinleyen(ler)in haktan yüz çevirmesine sebeb olur. Hz. İbrahim (as) babasına karşı merhamet ve şefkatine mukabil babasının tehdidi ile karşılaşmış ve babasının batıl inanışındaki direnmesini farkedince -benden sana bir eziyet ve bir kötülük gelmez- anlamında "selam" ifadesini kullanmıştır. Bu aynı zamanda vedalaşma ve terk etme selâmı olup kötülüğe iyilikle karşılık verme manası taşıyordu. Nitekim Furkân Suresi 63. ayette de; "Rahrnân'ın kulları onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında: "Selâm" derler." Buradaki selâm, "rahmet" anlamı ile değil de, "barış" anlamı ile anlaşılmalıdır. Taberi de "Benden yana emin ol" şeklinde değerlendirmiştir.(Fahruddin Er-Râzi, İmam Kurtubi, Taberi, Meryem Suresinin Tefsiri) 8 Cennet sonsuza dek mesut yaşanacak bir yer olmadığı eğer öyle olsaydı Hz. Adem şeytanın vesvesesine uyup sonsuzluğu elde etmek için yasak olan ağaca yanaşmayacağı söylenmektedir. Bu iddiaya nasıl cevap verebiliriz? İnsanın asıl vatanı Cennettir. Hz. Adem ise (a.s) yaratıldıktan sonra cennete konulmakla beraber, Allah onları o haliyle cennette bırakmak için yaratmamış, onları çoğalma ve imtihan vesilesi yapmak gibi büyük bir gaye için yaratmıştı. Bu hikmetten dolayı, onların malum hatayı işlemelerine izin vermiştir. Allah, asıl vatanın Cennet olduğunu, dünyanın ise sadece geçici bir imtihan meydanı olarak yaratıldığını insanlığın Anne ve Babasına bizzat göstermek için, hikmetiyle böyle bir uygulama yapmıştır. Bu konunun izahında, Cenabı Hakkın, Hz. Âdemi yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Suresinde şöyle anlatılmaktadır: “Hani, rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi.” (Bakara Sûresi, 30) Ayet-i Kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenabı Hak daha Hz. Âdemi yaratmadan önce insan nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdemi aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur. Hz. Adem (as)’in bulunduğu dönemde cennet bir mükâfat yeri değildi. Ve Hz. Adem (as) de kulluk yaparak hakkettiği için, bir mükâfat olarak cennete girmiş değildi. Bu sebeple Hz. Adem'in -hikmet gereği- ordan çıkarılma olayını öldükten sonra iyi insanların bir mükâfat olarak yerleşeceği cennetle kıyaslamak yanlış bir karşılaştırmadır. Mü'minlerin Cennette sonsuza dek mutlu bir hayat yaşayacağına dair bir çok ayet vardır. Bir kısmının meali şöyledir: "Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. İşte günahlardan temizlenenlerin mükâfatı." (Tâhâ, 20/76). "Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız Cennet'tir. Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz." (ez-Zuhruf 43/71-73). "Biz o Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değillerdir" (el-Hicr, 15/47-48). 9 Tesettüre girdim ancak kaldıramıyorum mutlu olamıyorum git gide dinden soğuyorum. Ne yapmalıyım? Tesettür kadınların fıtratına uygun olan giyinme şeklidir. Ruh sağlığı yerinde doğru düşünebilen bir bayanın tesettürlü iken mutlu ve huzurlu olması gerekir. Şayet sizde bunun tersi oluyorsa başka bir yerde sorun var demektir. Öncelikle çevresel faktörlere dikkat etmelisiniz. Çevrenizde tesettürlü bilinçli şuurlu bayanlar yoksa tesettürsüz insanlardan olumsuz etkileniyor olabilirsiniz. Dindar bayanların sohbet ortamlarına katılın. Sohbetler ve dindar arkadaşlar size manen kuvvet verecektir. Fani heva ve heveslerinizden arının. Yaratılış gayenizi ve yüce hedeflerinizi her zaman hatırınızda tutun. Tesettüre giren bir kimseyle şeytan elbetteki uğraşacaktır. Şeytandan gelen vesveselere önem vermeyin. Şeytan insana son nefesinde ölüm sıkıntısı ile bunalmışken, yaklaşır ve "inkar et şu sıkıntıdan kurtulacaksın" der. Böylece imansız gitmesini arzu eder. Halbuki insan inkar etmekle sıkıntıdan kurtulmayacak aksine daha büyük ve ebedi bir sıkıntının içine düşecek sığındığı şeytanla birlikte ebedi cehennemi boylayacaktır. İşte şeytan sadece son nefeste bunu yapmıyor. Hayatın akışı içinde de sürekli aynı şeyi yapıyor. Çünkü nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Bu sebeple şeytan son nefeste o sinsi planını uygulayabilmek için hayatta iken de zemin hazırlıyor. Size diyor ki, "çıkart şu örtüyü bak nasıl rahatlayacaksın, bu sıkıntıların gidecek". Tıpkı son nefeste imanı çalmak için söylediği söz gibi. Sığınağı şeytan olanın akıbeti de iyi olmaz. İlave bilgi için tıklayınız: Tesettür ve Türban Özel Dosyası 10 Şizofrenlerin, akıl-ruh hastalarının ve halüsinasyon görenlerin gördüğü şeyler ve duyduğu seslerle; görülen Melek, cin gibi ruhanilerin yani kerametlerin ve ilhamın farkı nedir? Bunları nasıl ayırt edebiliriz? Bu hastalıkların sebebi ve mahiyeti nedir? - Bildiğimiz kadarıyla bu günkü bilim adamları “ruhî hastalıklar” olarak bilinen durumları iki ana temelde değerlendirmektedir. Bazılarına göre, bu hastalıkların kaynağı, organiktir, biyolojik bünyenin hastalığından kaynaklanır. Diğer bazılarına göre ise, bu tip hastalıkların kaynağı ruhtur. Gerçek anlamda kesin bir sonuca varılmamakla beraber, -uzmanların farklı açıklamalarına bakarak bu her iki unsurun da etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Şizofreninin kesin nedeni tam olarak bilinememektedir. Şizofreninin ortaya çıkışında biyolojik, psikososyal ve çevresel etkenlerin birlikte rol oynadığı, stres oluşturan bir durumla karşılaşıldığında hastalığın ortaya çıktığı ve stres meydana getiren durumun da bu etkenlerden biri ile ilgili olabileceği belirtilmektedir. Örneğin ortaya çıkarıcı etken enfeksiyon gibi biyolojik bir neden veya bir yakınını kaybetme veya sorunlu bir ailede yaşama gibi psikolojik bir neden olabilir. Her enfeksiyon hastalığı olan veya her yakınını kaybeden şizofreni olmaz, bu hastalığın ortaya çıkışı için bünyesel yatkınlığın da bulunması gerekir. - Akıl ve ruh hastalığı denince kişinin kalıtımı, çevresi ve geçirdiği ağır hastalıkların etkisinde akıl yeteneklerinin çeşitli şekillerde gösterdiği uyum bozuklukları anlaşılır. Ruhsal hastalıkların nedenleri hakkında fazla bilgimiz yoktur. Psikozlar ve belli başlı bütün psikiyatrik hastalıklar sinir sistemini meydana getiren sinir hücrelerinin normal fonksiyonlarındaki bozuklukla ilgilidir. Birçok akıl hastalığında genetik, biyokimyasal bozukluk olduğu sonucuna varılmıştır. Normal metabolizma faaliyetleri için gerekli olan vitaminlerin, bu arada özellikle B vitamininin yetersizliği mental anormalliklere yol açar. Beyin korteksinin işlevindeki bozukluk çok kere buradaki sinir hücrelerinin amino asit ve protein yapımlarındaki aksaklıklardan veya anatomik bozukluklardan ileri gelmektedir. - Halüsinasyon, bir his organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı olmaksızın, alınan bir hissin mevcudiyetine inanma halidir. Varsanı olarak da bilinir. Ruh hastalıklarında sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. 5 duyunun da halüsinasyonu olabilir; görme, işitme, dokunma, koklama ve tat duyusu. Halüsinasyonlarda kişi, bir hastalığının olduğunu bilmeden, gördükleri, işittikleri ve hissettiklerine… tamamiyle inanır. Aslında hepimiz halüsinasyon görebiliriz. Mesela şimdi “Lütfen aklına filleri getirme” cümlesini okuduğunda aklında ister istemez bir filin görüntüsü canlanır. Halüsinasyonlar, görülebilir, duyulabilir, hissedilebilir, koklanabilir ve tadı alınabilir olgulardır. - Keramet -İlham ise, halüsinasyondan çok farklıdır. Keramet, Kerim-Vahhab olan Allah’ın has kullarına lütfettiği bir ekstra bilgidir; Allah tarafından vasıtasız veya melek vasıtasıyla gizli olarak kalbe telkin edilen bir olgudur. Bazı arızalarla yanlış çıkma ihtimali olmakla beraber, pek çoğu aynen doğru çıkmaktadır. Oysa halüsinasyon, bir anlamda -nesnel gerçekliği olmayan- bir hayal mahsulüdür. 11 Bu materyalist asırda, en açık olan hakikatlere karşı da vesveseler oluştuğu için, hak ile batıl çok karışmış ve karıştırılmıştır. Bu gün Tıp biliminin gösterdiğine göre, genel olarak bütün ruhi hastalıklarda kişilik bozukluğu mutlaka bir şekilde kendini göstermektedir. Hastalığa bağlı olarak oluşan halüsinasyonlar, bedeni ve ruhi bünyeyi yıpratıcı, yıkıcı, hasta edici bir etkiye sahiptir. Oysa keramet sahibi, ilhama mazhar kimselerdeki kişilik olgunluğu, tek başına onun hasta olmadığının delilidir. Kafirler, peygamberlerin mucizelerine sihir, büyü diyorlardı. Mecnun hasta diyorlardı. Oysa onların bilgileri, akılları, hünerleri, ahlakları, faziletleri, merhamet ve şefkatleri, ellerindeki peygamberlik nişanı olan mucizeleri, Allah’a karşı sonsuz saygıları, onların insanlık semasının güneşleri olduğunu göstermeye yeter de artar. Evliyaların ortaya koyduğu kişilik de, onların hasta bir konumda olmadıklarının açık kanıtıdır. Örneğin, Hz. Ebubekir, ölümünden biraz önce hanımının hamile olduğunu ve bir kıza gebe olduğunu söylemiş ve aynısı çıkmıştır. Hz. Ömer, iki aylık mesafedeki ordusunun komutanı olan Sariye adındaki kimseye Medine’de hutbe okurken minber üzerinden seslenmiş ve "Ey Sariye! Sırtını dağa ver” demiş ve bu ses komutan tarafından duyulmuş ve oraya hareket edilerek zafere ulaşılmıştır. Bu gibi tarihi binlerce hadise kerametlerin varlığını göstermektedir. Bunların hayal mahsulü olan halüsinasyonla ne ilgisi var? Bununla beraber, bu günkü teknolojik, bilimsel keşiflerin belki de hepsi Allah’ın insanlık alemine yaptığı bir lütuf ve bir ilham eseridir. Çünkü bu gibi maddi keşiflerin hepsi insanlığa faydalı şeyler olmakla berber, bir kısmını bilim adamları rüyalarında görmüş, bir kısmı belki binden fazla deney yaptığı halde maksadına ulaşmamışken, daha sonra çok basit bir şekilde önüne konmuştur. 12 Savaş esiri olarak aldığınız cariyeler müstesna evli kadınlar da size haram kılındı. (Nisa 4/24) Bu ayet nazil olmadan önce evli kadınlarla başka erkekler evlenebiliyor muydu? Nisa Suresi 23 ve 24. ayetlerde evlenilmesi haram olan kadınlar zikredilmiştir. Evli bir kadınla evlenmek haram olduğu için bu da zikredilmiştir. Bu ayetle -Cahiliye devrinde bazı durumlarda yapılan- birden fazla erkekle evli olma adeti kaldırılmış, bir kadının ancak bir erkeğin nikâhı altında bulunabileceği ve yalnızca onunla karı-koca hayatı yaşayabileceği hükmü getirilmiştir. (Kuran Yolu, II/31; Elmalılı, İlgili ayetin tefsiri). 13 “Arabı sevmek iman alameti, buğz ise münafıklık alametidir, Arabın hakkını tanımayan, ya münafık, veya veledi zina, yahut haram karışmıştır gibi hadisler sahih midir? - “Arabı sevmek iman alameti, buğzu ise münafıklık alametidir.” manasındaki hadis rivayeti zayıftır. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Main, Bezzar gibi hadis otoriteleri tarafından zayıf kabul edilen bir ravi vardır(bk. Mecmau’z-zevaid, 1/89). Heysemi, söz konusu ravinin “metruk’u-lhadis=rivayeti dikkate alınmayan” kimse olduğunu söylemiştir(a.g.e, 27/10). - “Arabın hakkını tanımayan, ya münafık, veya veledi zina, yahut haram karışmıştır.” şeklinde ifade edilen hadis rivayetine rastlayamadık. Bununla beraber, bu ifadelerin hadislerin ruhuna uymayan yönleri de vardır. Taberani’nin rivayet ettiği “Beni Haşim ve Ensar’ın buğzu küfür, Arabın buğzu ise munafiklıktır” manasındaki hadis rivayeti sahihtir(bk. Mecmau’z-zevaid, 27/10). Burada ifade edilen husus, kötü arapları, kafir arapları sevememek değildir. Çünkü Hz. Peygamber bizzat amcasının cehennemlik olduğunu bildirmiş ve Tebbet suresi bu konuda inmiştir. Burada kast edilen husus şu olsa gerektir: Peygamberimizin en yakın akrabası olan haşim oğullarını ve İslam’ın en büyük yardımcıları olan Ensarı sevmemek, onlara kin bağlamak elbette ki küfür alameti olur. Çünkü başka herhangi bir sebep yokken, bunlara buğzetmek, o zaman bunların İslamla olan bağlantılarından ötürü bir buğz ve nefret söz konusudur. Keza, başka bir sebep olmadan sırf Arap oldukları için birlerini sevmemek veya Arap milletinden nefret etmek bir münafıklık alameti sayılır. Bu gibi sahih hadis rivayetleri aslında istikbalden haber verdiği için bir mucizedir. Çünkü dün ve bu gün hala bazıları Arap milletine karşı alerji duymaktadır. Bunun tek sebebi onların İslam ve İslam peygamberiyle olan yakınlıklarıdır. Ezanın Türkçe okunması, namazın Türkçe kılınma teşebbüsleri ve benzerleri hepsi dine karşı duyulan hınç –ırkçılık perdesi altında yapılan- bir münafıklıktır. Bu hadis bu gibi münafıkların düşüncesine dikkat çekmiş olabilir. Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri bu konuda bazı ipuçları verebilir diye düşünüyoruz: “Halbuki za'f-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve za'f-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrib saikasıyla (Kur’an’ı-Ezanı) tercüme edip Arabî aslını terketmek, dini terk ettirmektir!”(Mektubat/29. Mektup/7. kısım). Buna göre, iman zayıflığından ve Kur'an dili olan Arapça’ya karşı -ırkçılık fikrinden dolayınefret duymaktan gelen bir his ile namazda Kur'an yerine tercüme edip Arabî aslını terk etmek, Allah korusun dini terk ettirmektir! Bu gibi hadislerin sahih olup olmadığını bilmediğimizde, en güzel düşünce şu olmalıdır: “Eğer bunları Resulullah dediyse doğrudur, ama bir hikmeti vardır, onu biz bilemiyoruz..” 14 Çünkü Hz. Peygamberin söylemediği bir sözü ona isnat etmek ne kadar çirkinse, onun söylediği bir sözü -aklına sıkıştırmadığı için- “bu söz ona ait olamaz” demek de o kadar çirkin olur. Bir riske girmemek için akıllıca ve de edeplice davranmak hepimizin görevidir. Son olarak şunu söyleyelim ki, İslam’da “Hiç bir Arabın Arap olmayana, hiç bir Arap olmayanın Arap olana karşı bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ölçüsü sadece takvadır”. Bu, Kur’an’da da, hadislerde de özenle vurgulanmıştır. Bu sebeple, zahiren bu prensibe aykırı gibi görünen hadis rivayetleri ya zayıftır, ya uydurmadır, yahut da -genel bir prensip değil dehikmetini bildiğimiz veya bilmediğimiz özel bir amaca yöneliktir. 15 Kuran'daki en kısa ayet ile en uzun ayet hangileridir? Anlamlı en kısa âyet bir kelime olan ve "yemyeşil" anlamındaki "müdhâmmetân" dır (Rahmân, 55/64). En uzun âyet ise bir sayfadır. Müdayene= (Borçlanma) Ayeti diye bilinen Bakara suresinin 282. ayetidir. (Diyanet İşleri Başkanlığı, Dini Kavramlar Sözlüğü, AYET maddesi) En kısa ayetler olarak şunlar sayılabilir: "yâsîn" (Yâsîn 36/1), "er-rahmân" (er-Rahmân 55/1), "müdhâm-metân" (er-Rahmân 55/64), "sümme nazara" (el-Müddessir 74/21), "ve'l-fecr" (elFecr 89/1), "ve'd-duhâ" (ed-Duhâ 93/1), "ve'l-asr" (el-Asr 103/1) (bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, AYET maddesi) 16 Her ümmetin bir peygamberi vardır. (Yunus 47) ayeti göre her millete bir peygamber gönderildiğine göre, fetret devrinde ümmetlere peygamberlerin gelmemesi bir çelişki olmaz mı? - Her ümmete mutlaka bir peygamber gelmiştir, hükmü doğrudur: “Her ümmetin bir Peygamberi vardır. Peygamberleri kendilerine gelince, aralarında adaletle hükmedilir, hiç birine zulmedilmez”(Yunus, 10/47) mealindeki ayette bu konu vurgulandığı gibi, “Evet, Biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir ümmet/millet yoktur”(Fatır, 35/24) mealindeki ayette de bu hakikatin altı çizilmiştir. “O, azîz ve rahîmden indirilen bir tenzil olup, ataları uyarılmamış, hâliyle, kendileri de gaflette giden, bir topluluğu uyarmak için gönderilmişsin” (Yasin, 36/5-6) mealindeki ayette, Hz. Muhammed’in kavmine daha önce bir peygamberi gelmediğine işaret edilmiştir. Bu ise, bir fetret döneminin varlığını göstermektedir. O halde, fetret dönemi ne demektir? - Fetret dönemi, herhangi bir peygamberin bizzat içinde bulunmadığı, dolayısıyla daha önceki peygamberlerin mesajlarının kendi toplumlarında çok zayıf olduğu, doğrunun yanlışla, hakkın batılla karıştığı bir dönem demektir. Nitekim Hz. İsa’nın gelmesinden yaklaşık 600 yıl geçmişti. Onun ve onun vasıtasıyla Hz. Musa ve diğer bazı peygamberlerin mesajı elbette fetret toplumunda da -zayıf bir tonda da olsa- yer alıyordu. Bunun yanında, Müşrik Arap toplumlarında Hz. İbrahim’in dinin kalıntıları ve tevhitle ilgili mesajları söz konusu olduğu bilinmektedir. Buna rağmen bu devreye fetret devri denilmektedir. Demek ki, fetret devrinde de ilahî vahiy, peygamberlerin mesajı bir şekilde yine söz konusuydu. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, fetret döneminin varlığı ile her ümmette bir uyarıcının bulunduğunu vurgulayan ayetler arasında bir çelişki söz konusu değildir. - Peygamberin şahsı olmasa da mesajlarının varlığı bir uyarıcı mahiyetinde olduğunun en büyük delili Hz. Muhammed’in son peygamber olarak gelmiş olmasıdır. Yaklaşık 15 asırdır bir peygamberin gelmediği ve kıyamete kadar da başka bir peygamberin gelmeyeceği hakikati ortada olduğu halde, İslam ümmeti yine de bir fetret devri olarak görülmemektedir. Çünkü onun şahsı olmasa da mesajları güçlü bir şekilde ortadadır(krş. Razî, Alusî,İbn Aşur, Yunus/10/47. ayetin tefsiri) - Bununla beraber, bazı alimlere göre, “Uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir ümmet/millet yoktur” mealindeki ayette yer alan “her ümmet”ten maksat, Allah’ın ezelî ilminde sorumlu tutulacak, dinî mükellefiyetlere muhatap olacak olan topluluklara mahsustur. Ehl-i fetret bu ayetin kapsamına dahil değildir. Nitekim onların sorumluluğu yoktur(bk.Alusî, a.g.y). 17 - Bazı alimlere göre ise, bu ayetten maksat, hiç bir milletin, hiç bir kabilenin, hiç bir bölgenin, hiç bir çağın uyarıcısız kalmadığını anlatmaktan ziyade, kendilerine uyarıcı gelenlerin inkârları durumunda başlarına gelen kötü akıbeti bildirmektir. Yani, “Her ümmetin bir Peygamberi vardır” mealindeki ayetin ifadesi, arkasından gelen “Peygamberleri kendilerine gelince, aralarında adaletle hükmedilir, hiç birine zulmedilmez” mealindeki hükme bir ön giriş olsun diye zikredilmiştir. (bk. İbn Aşur, a.y.) 18 Zümer 10 ve Bakara 97 ayetlerinde dikkat edilirse “de ki” sözcüğüne gerek yoktur ama kullanılmıştır. Zümer 10’da “de ki” sözcüğü olduğunda Muhammedin Müslümanlara “kullarım” diye seslendiği anlaşılmaktadır? İlgili ayetlerin meali şöyledir: 1. “De ki: “Kim Cebrâil’e düşman ise iyi bilsin ki, bu Kur’ân’ı daha önceki kitapları tasdik etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak üzere, Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.”(Bakara, 2/97). Bu ayette -meal olarak- normal bilinen ifadenin şekline göre “De ki: ...Allah’ın izniyle benim kalbime(kalbî) o indirmiştir” ifadesi yerine, “De ki: ….Allah’ın izniyle senin kalbine(kalbike) o indirmiştir.” ifadesi tercih edilmiştir. - Önce, Araplar arasında olduğu gibi, diğer insanlar arasında da bu gibi ifadelerin yaygın bir kullanımı vardır. Örneğin; - Bir kimseye: “git filanca adama de ki: “bana iyi bakın” ifadesi yerine, “...sana iyi baksın” diyebiliyorsunuz; hatta bu daha fazla kıllanılıyor. - Ferezdak adındaki meşhur Arap şairi bir şiirinde meal olarak -özetle- şu ifadeye yer vermiştir: “Hani bir gün sokak ortasında ağlıyordum. Hind: “bana ne oluyor!” diye seslenmişti”(bk. İbn Atiye, ilgili ayetin tefsiri). Aslında bu ifadenin bilinen mutat şekliyle; “... sana ne oluyor, diye seslenmişti” şeklinde olmalıydı. 2. “(Benden naklen) onlara de ki: “Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyi işler yapanlar, mutlaka iyilik bulurlar. Allah’ın dünyası geniştir. Hak yolunda sabredenlere ücretleri sınırsız bir tarzda ödenir.”(Zümer, 39/10). Bu ayetteki zorluk -meal olarak- “de ki: Ey iman eden kullarım!” ifadesidir. Burada görünüşte sanki kullar Hz. Peygambere isnat ediliyor. Bu konunun izahı şöyle yapılabilir: a. Yukarıda verilen ayetin mealinde parantez içine alınan bir ifade mukadder olabilir. Bu da hikâye üslubunun kullanılmasıdır: “(Benden naklen)de ki: Ey iman eden kullarım! “ b. “Ey kullarım” şeklinde meal verilen nida/çağrı üslubunun zımnen içine aldığı “tahsis lamı”nın ifade ettiği mana söz konusudur. Bu takdirde, “De ki: Ey iman eden kullarım!” cümlesinin manası “De ki: mümin olan kullarıma...” şeklinde olur(bk. Kurtubî, Şevkanî, ilgili ayetin tefsiri) - Bu ayetin ifadesinin bir benzeri yine Zümer suresinin 53. ayetinde yer almaktadır: “De ki: “Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, gafur ve rahîmdir/çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır”. Bu ayetteki ifadenin izahı da bir önceki ayetin izahı gibidir. 19 Bu ayetlerdeki “de ki:” mealindeki “Kul” kelimesinin kullanılmasının bir çok hikmetleri olabilir. Bunların en önemlisi; Hz. Muhammed’in sadece bir elçi olduğunun gösterilmesidir. Çünkü eğer öyle olmasaydı, Hz. Muhammed gibi en akıllı, en fasih, en beliğ bir şahsiyet olarak bu gibi yerlerde “kul” kelimesini kullanmazdı. Hatta İhlas suresindeki “Kul huvellah = De ki; Allah birdir” ifadesinde de “de ki:” ifadesini kullanmayacaktı. Demek ki Kur’an’da bu gibi ifadelere yer verilmesi, Kur’an’ın A’dan Z’ye Allah’ın sözü olduğunu göstermeye yöneliktir. Bununla beraber, bu gibi ifadelerin Arapça’da kullanılabildiğinin en büyük kanıtı, her şeye itiraz eden Arap Müşriklerinin Kur’an’daki bu gibi ifadelerin doğru olmadığına dair hiç bir itirazlarının olmamasıdır. 20 “Allah sevmediği bir kulun duasını hemen kabul eder, sevdiğinin duasını ise geciktirir” anlamında bir rivayet olduğu söyleniyor. varsa sıhhat durumu nedir? Hz. Cabir’den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Allah’ın sevdiği bir kul dua ederken, Allah şöyle der: “Ey Cebrail! Bu kulumun ihtiyacını yerine getir; fakat onu biraz ertele, çünkü ben onun sesini hep duymak isterim.. (Diğer taraftan) Allah’ın sevmediği bir kul dua ederken, Allah şöyle der: ‘Ey Cebrail! Bu kulumun ihtiyacını yerine getir ve bunu acele yap. Çünkü ben bunun sesini duymak istemiyorum’ ” (Taberanî, Kitabu’d-Dua, 1/45; el-Mucemu’l-Evsat, 8/216) Hafız Heysemî’nin bildirdiğine göre, bu hadis rivayetinin senedinde yer alan İshak b. Abdullah b. Ferve adındaki şahıs “Metruk’ul-hadisitir = verdiği haberlere itibar edilmez” bir kimsedir. (bk. Mecmau’z-Zevaid,10/151) 21