Harran Sabiîleri

advertisement
Gnostisizm (Apokalips Gnostizm) -2
Sabiîler-5

Güney Sabiîleri (Mandeanlar)

Harran Sabiîleri:
İslam dünyasında Gnostik felsefenin oluşumuna imkân veren şartlar.-8
Gnostik Tasavvuf İslam’dan Sapmadır-14
Anadolu Müslümanlığı üzerindeki Gnostik Tasavvuf etkisi -17
Gnostik İslam’ın Kurucusu: İhvan-ı Safâ gizli cemiyeti. -23

İhvan-ı Safâ ve Yeni Eflatunculuk;

İhvan-ı Safâ ve Pisagorculuk

İhvan-ı Safâ ve Astroloji

İhvan-ı Safa ve Gnostik İslam Tasavvufu

İhvan-ı Safâ’nın Avam ve Havâs Düşüncesi
Gnostizim ve İslam toplumları -39
Gnostisizmin Bölgedeki Tarihsel Gelişimi-42

Hıristiyan - Yahudi Gnostisizmi

Fars Gnostisizmi

Maneviyye, Maneviler: Maniheizm (Açık Gnostizm)

Süryani Gnostizmi

Hermetizm ve Gnostisizm
İslam Gnostizmi -46
Vahdeti Vücut ve Vahdet i Şuhut teorileri-49

Vahdet-i Vücud

Vahdet-i Şuhut;

Âlem-i Misal ve Âlem-i Berzah
İlm-i Huruf ve Havass / Şeytanat ilimleri-71
Havas İlmi / İlmü’l-Havass;
Gnostik Sufizmin İki önemli figürü; Said Nursî ve Fethullah Gülen-79

Said Nursî:

Gnostik Said Nursi’nin Risale-i Nur’a İşaret Eden Ayetler teorisi

Ek not: Celcelûtiye Kasidesi

Gnostik Fethullah Gülen

Fethullah Gülen’in Nur-u Muhammedîye (Hakikat-ı Ahmediye’) nazariyesi;
1
Gnostisizm (Apokalips Gnostizm)
Yunanca bir kelime olan gnos veya gnosis, “marifet” anlamını taşımaktadır. Gizli bilgilerle
geliştirilen sezgiler sayesinde kurtuluşa varmayı amaçlayan mistik ve majik bir öğretidir.
Kökleri Mısır medeniyetinin ezoterik (gizemli) derinliğine kadar inmektedir. Gnostisizm,
elitlere ait bir inanç sistemi halinde Neo-Platoncu düşünceleri de bünyesine alarak
gelişmiştir.
Bir gnostik, kutsal kitapların veya yazılı metinlerin zahiri değil rumuzlu ve şifreli anlamları
üzerinde çalışır. Gnostiklere göre bütün dinler hakikatte tektir ve kutsal kitapların birbirini
takip eden silsilesi ancak bu suretle anlaşılmaktadır.
Dini metinlerin içinde gizli manalar bulunduğuna inanan bir gnostik, bu sır yolculuğunda
kendi içindeki kötülükle mücadelesini de derinleştirir. Gnostikler bu suretle kendi içlerinde
var olduğuna inandıkları tanrısallığa ulaşmayı hedeflerler.
Bu amaca ulaşabilmek için, seçkinler Gnosis’e sahip olmalı ve ilâhî aklın döküldüğü bilgi
kabında vaftiz olmalıdırlar. Ruhun cennetten düşerek, kirlenmiş madde içinde esir kaldığını,
bu nedenle ruhun kurtuluşunu hazırlamanın esas olduğuna inanmaktadırlar.
Gnostikler şifrelerin ve gizemin çözümü için “Hermetizm öğretilerini ya da hermetik felsefeyi”
bir vasıta olarak kullanırlar.
Hermetik düşünceden söz edildiğinde, “gnostik”, esoterik, mistik, okült, teozofik ve teofanik
ilimlerin, ya da dinlerin batini yönlerinin özel-sır yöntemlerle tahlili anlaşılmaktadır. Diğer bir
ifadeyle; hermetik felsefe ya da hermetik külliyatla, nücûm (astroloji), sayıların Esrarı, maji
(sihir, büyü) ve cifr gibi gizli ilimler kastedilmektedir.
2
Gnostik hücreler dış dünyaya kapalı ve doğası gereği sırdır. Bununla beraber içlerinde
yegâne açık grup Sabiîler dir. Gnostizm pratikleri hakkında daha teferruatlı bilgi edinebilmek
için Sabiîler ’in hususen incelenmeleri icap eder.
Gnostisizm, gizemci bir varoluşçuluktur. Hakikati bulmakta dinleri yeterli bulmaz ve onların
tahlili için felsefî anlamda Hermetizmi takip eder. Bu sistemli ve gizemli faaliyetleri ile tarih
boyunca diğer dinlerin bozulmasına, mezhep ve etnik savaşlara, millet, medeniyet ve
devletlerin çürütülmesine ve hatta İslam dinine sapkın itikat şarjlarının yapılmasına gnostikler
sebep olmuşlardır.
Misal olarak, ilk Gnostik eserler Hz. İsa’nın peygamberlik tebliğinden çok daha önce
yazılmıştır. Yüzyıllara dayanan sistemli faaliyetleri neticesinde onun getirdiği dine sızarak
“Gnostik Hıristiyanlığı” üretmişlerdir. Adeta günümüz Hıristiyanlığını Gnostisizmin bir uzantısı
haline getirmişlerdir.
Gnostikler, varlık (vücut) konusundaki inançlarının “asıl ilahi akide” olduğuna iman
etmişlerdir.
Onlara göre, Gnostisizm Allah’ın en eski vahiyleridir.
Bu vahiy gnostik
entelektüel halef-selef tabakaları arasında intikallerle devam etmiş ve edecektir. Bu sapkın
itikat, kanser gibi sirayet ettiği dinlerden ancak fevkalade derin bir teolojik bilgi ve entelektüel
filtre ile ayrıştırılabilir.
Çünkü muhtelif dinlerin içinde rahip, imam, filozof, mutasavvıf, kelamcı, haham, şeyh, âlim
vs. kisvelere girmiş olan gnostikler, kendilerince yüksek, mukaddes ve ilahî sırların
anahtarlarını ellerinde tuttuklarını inanıyorlar, bu majik ve mistik öğretileri sır perdesi altında
nesilden nesile intikal ettiriyorlar.
Onlara göre Gnos itikadı ebedî bir kurtuluş, sürekli yenilenen ilahi bir vahiy ve üstatlarının
ruhlarından akan bir feyizdir. Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerine sızarak, ruhban, ulema yahut
cemaat-tarikat
önderi
vs.
sıfatlarıyla
gnostik
akaidi
o
dinlerin
içlerinde
kurumsallaştırmışlardır. Bunlar gizli ekollerdir. Kimliklerini açık tutarak gnostik itikatlarını
Sâbiîlik ve Manihezim dinlerinde yaşayan gruplar da vardır.
3
Gnostiklerin ortak itikadı, yaratıcı hakkında gizli (ezoterik) bir bilginin (gnosis) var olduğu ve
bu gizem sayesinde kurtuluşunun mümkün olduğudur. Bu bir gizli itikat meselesidir.
Gizemin kozmos-üstü (supra-cosmic) bir vahiy olduğuna kesinlikle iman etmişlerdir.
Muhtelif dinler içinde onların terminolojisini kullanmalarına rağmen, Gnostik itikatta
Reedemer (Kurtarıcı), düalizm, gizli bilgi (Gnosis) düşüncesi, ezoterik mitoloji, Gnostik
antropoloji, dini kozmoloji (Günümüzde İranlı Seyyit Hüseyin Nasr ekolü) ve kurtuluş öğretisi
gibi unsurlar sabittir.
Gnostik geleneklerde gizli bilgi doktrini oldukça önemlidir. Gnostisizme adını veren Gnosis
(bilgi, hikmet), yalnızca Gnostiklerce bilinebilen, maddî âlem ve bu âlemin yöneticileri
tarafından anlaşılamayacak bir bilgidir.
Bu bilginin diğer dinlerin içine sızıp o mecralarda kurumsallaştırılması için yapılacak takiyye
her yönüyle mubahtır ve hatta dinler tarihi boyunca Gnostikler tarafından rafine edilmiş bir
metottur.
4
Sabiîler
Sabiîler vaftizci bir mezhep olarak Semitik bir lehçede (doğru Aramicesi) çok geniş bir külliyat
üretmiş ve Anadolu-Mezopotamya ekseninde tarihin her döneminde başka dinlerin
kisvesine bürünerek mevcudiyetlerini devam ettirebilmişlerdir.
Mandeizm olarak isimlendirilen Sabiilik, inanç ve uygulamaları ile açıktan yaşayan son
gnostik din olarak bilinmektedir. Güney Irak, Fırat ve Dicle havzası, Basra, Bağdat ve İran’da
yerleşik bulunan Sabiilerin sayısının seksen ila yüz bin arasında olduğu tahmin edilmektedir.
Günümüzde İsveç, Danimarka, ABD, Avustralya ve Kanada gibi batı ülkelerinde de Sabii
topluluklar yer almaktadır.
(Bu milletin kalıntıları hala Anadolu’da yaşamakta olup, orijinal dinlerini muhafaza
etmektedirler. Mühim kısmı başka memleketlere göç etmiş ve kimliklerini açıklamışlardır.
Cüzi bir grup ise özellikle Erzurum kırsalındaki köylerde Müslüman kimliği altında
yaşamaktadır. Anadolu’da yaşamakta olan Gnostik Sabiîler Türkiye’deki İslami mecrada
özellikle ilahiyat alanında aktiftirler)
Sabiîler iki kısımdır;
1 - Güney Sabiîleri (Mandeanlar)
Yaklaşık olarak M.S. II. yüzyıldan itibaren Basra ve Vâsıt arasında, Kûsâ gibi yerleşim
merkezlerinde yaşayan, Güney Mezopotamya Sabiîleri, Keldanîler, Nıbtîler ve Harrânîler diye
bilinmekteydiler ve pagan olanlardan tamamıyla farklıydılar.
Kuran-ı Kerimde kitap ehli olarak zikredilen Sabiîler, yıldızlara, gezegenlere ve bunları
sembolize eden putlara tapan Harran paganlarıyla pek çok defa karıştırılmışlardır.
5
Sâbiîlerin inanç ve ibadetleriyle ilgili olarak ilk dönem İslam âlimlerinden bazıları,
Sabiiilerin tek bir yaratıcı inancına sahip olduklarını ileri sürerken, diğer bir kısmı onların
meleklere tapındıklarını, Zebur okuduklarını ve Hristiyanlık, Yahudilik ve Mecusilik arasında
bir dini yapıya sahip olduklarını vurguladılar.
Sâbiîler (Mandenler)in dinleri, eski Babil dini, Yahudi ve Hristiyan Gnostizmi ve
Zerdüştiliğin garip bir karışımıdır. Kendilerini ve dini inançlarını içinde yaşadıkları toplumdan
gizleme hususunda fevkalade dikkatlidirler. Farklı dinlere katiyen tahammülleri yoktur. Hatta
bu gizlenmeyi yaparken, düşman bildiği dinleri yıkmak ve zayıflatmak üzere o dinlerin âlimi,
hocası yahut şeyhleri de olmaktadırlar. Takıyye mevzubahis olduğunda Sâbiîlerden daha
tecrübeli ve kabiliyetli bir milletin olmadığı söylenmiştir.
Sâbiîlik gnostik bir dindir. Köken olarak Filistin bölgesinde Yahudilik içerisinde
filizlenmiş, daha sonra tarihsel süreç içerisinde yerleştiği bölgede eski İran ve Mezopotamya
dinlerini de bünyesine almıştır.
Sabiîlerin, bir Yahudi grubu ya da Yahya b. Zekeriyya’ya bağlı olabileceği de kabul
edilmektedir. Hz. Yahya, Sâbiîlerce en üst değerde, nur âlemine ait en kutlu figür şeklinde
düşünülür. Sabiîlerin en meşhurları ve bilginleri; Uranî, Agathadaimon, Hermes, Eflatun’un
dedesi Solon ve meşhur Yunan filozoflarıdır. Muhtelif Arapça kaynaklar; Agathadaimon’dan
Hz. İdris’in, Hermes’den ise Hz. Şit’in kastedildiğini bildirmektedir. Sâbiîlerin Gnostik bir
düalizm esasına dayalı olan inanç sistemi; demiurg inancı, ruh tasavvuru, kutsal gizli bilgi ve
kurtarıcı doktriniyle tipik bir Gnostik geleneği sergilemektedir.
2 - Harran Sabiîleri:
Harran, vaktiyle Edesse (Ruha, Urfa) ve Suriye gibi gnostik öğretilerin yayıldığı en
önemli merkezdi. Harran ve civarında yaşayanlar, Yunan-İskenderiye ekolünün yeni
Pisagorculuk, Hermesçilik, Babil ve Keldanîlerin astronomik ve astrolojik fikirleri ile
birleştirilmiş bir dine sahip ve Süryanice konuşan bir topluluktu.
6
İnançlarının bir sonucu olarak, alim ve rahiplerinin arasında nücum, kehanet, tılsım,
sihr gibi ezoterik bilimler gelişme göstermiştir.
Fütuhat ile birlikte Müslümanlar tarafından Harran Paganlarına (Harraniler), ancak ehli
kitaptan olanlara müsamaha edileceği bildirildiğinde bazıları Müslüman bir kısmı da
Hristiyan veya Zerdüştî kisvesine bürünmüşlerdir.
Lakin bütün ilmi kaynaklar, bunların dinlerine fevkalade bağlı olduklarını, takıyye
yapıklarını ve ananevi inançlarını bırakmayı reddettiklerini bildirmiştir. Bilahare İslam’ın kendi
asli dinleri olan gnostik itikatla doldurulması için ulema, tarikat şeyhi vs. oldukları da çeşitli
kaynaklarda zikredilirmiştir.
7
İslam dünyasında Gnostik felsefenin oluşumuna imkân
veren şartlar.
İslam tasavvufunda iki değişik akım mevcuttur. Birinci akım, İslam’ın şeriatına ve Ehl-i
sünnet mezhebine uygun bir züht hareketidir.
Diğeri ise, Yunan felsefesi, antik– ezoterik doğu dinleri, Yeni-Eflatunculuk, Gnostik
Hıristiyanlık ve Yahudiliğin birleşiminden oluşmuş sapkın bir itikattır.
Tasavvufun, Kuran ve sünnete dayalı takva anlayışı yerine, aynı kisveye bürünen İslam
dışı bu din ve felsefeler, Müslüman kitlelerin itikatlarını ve sosyal süzenlerini fevkalade menfi
etkilemiş “gnostik bir dindir”.
Bu fasılda Türkiye’de hayli yaygın olan gnostik tasavvufun kökeni üzerinde duracağız.
Gnostik düşüncenin İslam dünyasına sızmasına dair bilinenler. Siyasi
Sapmadan sonra Yaşanan itikadi Sapmalar ve İhvan-ı Safa gizli
cemiyetinin faaliyetleri;
Emevi ve Abbasiler dönemindeki siyasi çalkantılar ve ekonomik adaletsizlik yanında
toplumun ahlaki ve sosyal yapısı da çözülmeye başlamıştı. Abbasi saraylarında debdebe,
safahat Sasanî saraylarını aratmaz olmuştu. Şarkıcılar, müzisyenler, cariyeler sarayları
doldurmuş, israf başını alıp gitmişti. Her iki hanedanın olgunluk devirlerinde müzik ve
eğlence oldukça yayılmıştır. Konserlerde ve eğlence meclislerinde içkiler içilmeye başlandı.
Bu eğlence ve içki meclislerinde ahlaksızlıklar aldı başını gitti. Cariyeler muhtelif yerlerden
seçilip getirildi. Sonuç itibariyle, ahlaksızlık ve çıplaklık çoğaldı. Emeviler devrinde daha
mazbut olan Irak bölgesi, Abbasiler devrinde ahlaksızlık ve fücur merkezi haline geldi. Bunun
başlıca sebebi; paranın oluk oluk akması ve Irak bölgesinin kozmopolit yapısıydı.
8
Müzik, oyun ve eğlence, lüks ve israfın yanında, toplumda henüz bilinmeyen
hadımlaştırma gibi ahlaksızlıklar da yaygınlaşmıştı. Harun Reşid’in oğlu Emin, halife
olduğunda hür kadınlara ve cariyelere iltifat etmemiş, hadımlaştırılan erkeklere ilgi
duymuştu. Halk da zaman içinde Emiru’l-Mü’minin denen bu kimselere uydu. Bu
hadımlaştırılan zavallılara bazen hizmetçi, bazen muallim, bazen şeyh veya üstat adı
veriliyordu.
Bu ahlaki bozukluk yanında zındıklık da toplumda yayılmıştı. Ebu’l-Ala el-Maarri;
Emevi halifesi Yezidin oğlu Velid’i, şair Dı’bıl, Beşşar, Ebu Nuvas, Salih İbn Abdilkuddus, Ebu
Müslim el-Horasani, Babek, Afşin, Hallac-ı Mansur gibi isimleri zındıklar arasında
saymaktadır.
Bu zındıkların kimisi, Mecusilerin adet ve alışkanlıklarını seleflerinden miras almışlardı.
Bunlar devrin İslami kimliği ve otoritesi karşısında göstermelik olarak İslam’a girmişlerdi.
Fırsat buldukça da İslam elbiselerini çıkarıp orijinal dinlerinin itikadıyla, İslam’a ve
Müslümanlara her türlü zararı planlamış, kendi din ve felsefelerinin propagandasını
yapmışlardır.
İslam öncesi dönemde Mısır’dan İran’a kadar uzanan bölgelerde yaygın olan yüzlerce
medresede genellikle Grek ilimleri, edebiyatı, felsefesi ve Gnostik ilahiyatı tedris ediliyordu.
İran’dan, Hint’ten veya Pisagor düşüncesinden, Hermescilikten hatta Yeni Eflâtunculuk’tan
gelen unsurlar bu medreseler vasıtasıyla yayılmaktaydı.
Diğer taraftan Beytü’l-Hikme gibi kurumlarda yabancı kültür ve ilimleri tercüme
yoluyla Arapçaya kazandırma faaliyetleri, yabancı kültürlerin İslâm toplumu içerisinde
yayılmasında etkili olmuştur. Sokrates, Solon, Hermes, Pisagor, Lokman gibi gerçek yahut
hayalî şahsiyetlere izafe edilen hikemî mecmualar ve Yunan, İbrani, Süryâni, İran, Hint ve
Keldânilere ait çeşitli bilim, felsefe ve öğretiler yoğun olarak tercüme edilmiştir.
Müslüman fatihler, Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu arasındaki coğrafi bölgelere
egemen olduğunda ise başkent Bağdat, dünyanın başkenti konumundadır. Arapça ortak dil
olmasına rağmen Bağdat’ta onlarca dil konuşuluyordu. Müslümanların hâkim oldukları
9
toprakların çok renkli bir demografik yapısı vardı. Bu yıllarda farklı fikri ve felsefi akımlara
büyük tolerans gösteriliyordu.
Bağdat bu yıllarda her türlü fikrin özgürce tartışıldığı, yepyeni düşüncelerin serpilip
geliştiği tüm dinlerin, felsefelerin ve milletlerin yan yana yaşadığı yıllardır. O yıllarda dünyanın
kültür merkezi olan Bağdat’a gelenler kendi inanç ve kültürlerini de taşıyorlardı. Bağdat’ın
bu özgürlük ortamı, burasını tüm insanlar için bir cazibe merkezi yapmıştı.
İskenderiye Okulu dağıldığında Yeni Eflatuncu filozoflar buraya yerleşmişti.
Bizanslılardan aforoz yiyen Süryaniler buraya göçmüştü. Antik Yunan felsefesi Bağdat’ta
yeniden canlanıyordu. Harran Sabiîleri burayı yurt edinmişlerdi.
Ne hikmetse Abbasi halifeleri, antik medeniyet birikiminin vârisi olmaya girişmişlerdi.
Maniheistler, Zerdüştler, İhvan-ı Safa, Yunanlı filozoflar, Agnostikler, Sofistler, Seneviyye/
Düalistler, Yahudi ve Hıristiyanlar inanç merkezlerini buraya taşımışlar ve özgürce münazara
ve tartışmalara katılıyorlardı.
Şehre ulaşan bütün kitaplar, fikirler Arapçaya çevriliyor ve tartışmaya açılıyordu.
Tercümelere büyük harcamalar yapılıyor, özellikle Hıristiyan entelektüeller çok büyük itibar
görüyordu.
Müslümanların hızla zenginleşmesine bağlı olarak, toplumda yozlaşmalar görülmeye
başlandı. Bu yozlaşmanın gizlenmesi ihtiyacına binaen, İslam fıkıhçılarının şeriatın emrini
yerine getirme görüşüne alternatif olarak gnostik felsefi temelli bir ”Allah aşkı” ortaya atıldı.
Bu aşk sayesinde şeriat geri plana alındı. Birtakım kimseler meşhur oldular ve “Keşf”
adı verilen aracısız bilgilerini Allah’tan almaya başladıklarını iddia ettiler. Toplumsal
yozlaşmaya mesnet olup fetvalar veren bu kesim sayesinde yeni ibadetler icat edildi. Bu
sözler ve felsefi akım, yozlaşmanın sağladığı imkânlar ile tavizsiz İslam şeriatı arasında tercih
yapmak durumunda kalan halk tabakalarında geniş zemin buldu.
10
Bu hareketin mensuplarına ilk başlarda Kussas (kıssalar anlatan kıssacı vaizler)
deniliyordu. Daha sonraları bu halk vaizleri olan kıssacılar, halkı etkileyebilmek için, tercüme
edilmiş ve kütüphanelere doldurulmuş Gnostik Hristiyanlık ve Yahudilik, Budist ve Zerdüşt
kaynaklardan ne buldularsa, alıp getirdiler. Ve gerçekten de halkı büyük ölçüde de
etkilediler.
Beytül Hikme’nin tercüme faaliyetleri ile arapçalaştırılan Yunan, Fars, Hint kültürü bu
yeni ruhban sınıfına aradıkları felsefî argümanları sağladı. Özellikle pagan toplumlardan
öğrenilen sihir, tılsım, cifr, harflerin esrarı, simya, astroloji gibi majik, okült ilimlerden bu
sufiler büyük ölçüde yararlandılar.
Önce İslam bilahare de halk tabakalarına nüfuz etmek üzere tasavvuf kisvesine
bürünen bu ruhban sınıfı, temel olarak Abbasiler döneminde bir takım mistik gayr-i İslami
kültürlerle temas sonucu ortaya çıkmıştır. Gizli İhvan-ı Safa cemiyetinin ilk nüveleri olduğu
kabul edilir. Kuran’dan pek çok kelime alındı, İslami kavramların içi boşaltıldı, bu kavramlar
gayr-i İslami kültürlerden ödünç alınan muhtevayla dolduruldu. Gnostik tasavvufun ve
etrafında toplanan cemaatlerden pek çoğu; birbirine zıt dinlerin ve kültürlerin sentezinden
ibarettir. Kelimeler Kuran’dan, kavramlar Hermetizm’den, Sabilikten, Zerdüştlükten,
Gnostizm’den ve Yeni Eflatunculuktan alınmıştır.
Bu felsefi temelli gnostik ruhban hareketinin Irak’ta başlaması ve Irak’ın İran ile yakın
teması dikkate alındığında, eski İran dinlerinin oynadığı rol çok açıktır. Daha Emeviler
devrinde başlayan eski Yunan, Hint ve Sasani kültürünü tercüme hareketinin özellikle aydın
kesimde meydana getirdiği kültürel ve itikadi çalkantıları hesaba katmak lazımdır. Özellikle
İran yolu ile geçen mistik Hint kültürünün yanında, Yunan felsefesi de aydınlara oldukça
cazip gelmiştir. Bütün bunlara muhtelif fikri, itikadi, felsefi eğilimlerin yanında tasavvuf
kulvarının denetimsizliği de eklenince, gnostik felsefe İslam aleminde yayılıp güçlenmek
için uygun ortamı bulmuş oldu.
Münzevi hayat yaşayan bu kimselere Hint ve İran kültürü, özellikle de İsrailiyyat ve
Mesihiyyat kaynaklı rivayetler oldukça cazip görünmüştür. Nitekim İslam toplumunda gizli
11
olarak başlayıp, daha sonra tasavvuf kulvarının denetimsizliğinde cemaat ve tarikatların
arasında hızla gelişen bu akımın başını Acemlerin/İranlıların çektiği görülmektedir.
Devlet ve milletin yozlaşmasıyla birlikte toplumda İslami yaşayışta meydana gelen
sapma, Hint ve Sasani kültüründeki mistik hayat ve antik Yunan felsefe akımlarıyla
bütünleşince, bildiğimiz sapkın Gnostik tasavvuf anlayışları doğmuştur.
Müslüman Araplar bir yüz yıl içinde Atlas okyanusundan Hint okyanusuna kadar olan
coğrafyayı fethetmişlerdi. Kadim ve büyük İran, Mısır, Mezopotamya’nın dinleriyle,
kültürleriyle karşılaştıklarında İslam’ın hoşgörüsü sayesinde tüm bu fethedilen toprakların
halkları dinlerini bir anda değiştirmediler.
Her toplum ve millet topraklarını işgal etmiş yabancılara karşı kendi dinini, kültürünü
koruma çabasına girer. Bu milliyetçi kimseler Müslüman görünerek İslam ile içinden
mücadeleye devam etmiştir.
Özellikle İranlılar milli dinleri Zerdüştlüğü her fırsatta Müslümanlara yaymaya
çalışıyorlardı. Hatta Zerdüşt sûfîler Müslümanların hayranlığını ve takdirini kazanmış, büyük
arifler olarak el üstünde tutuluyorlardı.
Hz. Ömer devrinde fethedilen İran, Müslümanlardan intikamını almak için fırsat
kolluyordu. Sûfîlerin büyük bir kısmı İslam’a yeni giren milletlere mensuptur, özellikle de
İranlıdırlar. Belh şehri, Mecusiliğin kurucusu Zerdüşt’ün ikinci vatanıdır. Burası Mecusiliğin
kitabı “Avesta”nın fikirlerinin yayıldığı, Fars Gnostizminin üssüdür.
Mevlana’nın babası da buradan göçüp, Anadolu’ya gelecektir. Bistami, Attar,
Mevlana kitaplarını farsça yazmışlardır. Bu fasılda Farsça Gnostik tasavvuf dili haline
gelecektir.
Esas itibarla tasavvuf İslam öncesi İran‘da gnostik öğretiyle mevcuttu ve bu bölgelere
de Hindistan’dan gelmişti.
12
Bunlarda Yeni-Eflatuncu felsefe ve Hermetik kültürlerin etkisi çok barizdir. Zünnun,
sihir, tılsım ve simya gibi gizli ilimlerle uğraşmışlar, bunlarla tasavvufu birleştirmişlerdir.
Tasavvufi ‘Haller ve Makamlar’dan söz etmişlerdir. Büyük zenginliklere yaslanan Hristiyan
manastır hayatına benzer hânkâhlarda kendi dervişleriyle yaşamışlardır. Hint dervişlerinin
evlenmenin, ticaret yapmanın kerih görüldüğü bir zahitlik anlayışı İslam’a taban tabana zıt
şeylerdir.
Neticede “Gnostik Felsefî Din’in” İslam şeriatının karşısına hoşgörülü ve yumuşak
İslam alternatifi olarak dikildiği, onun yerini almaya başladığı bir dönemdir.
Bu aşamada Yeni Eflatuncu teozofi metafizik bir sistem olarak geliştirildi. Böylece
Pagan felsefesi olan panteizm isim değiştirerek Vahdet-i Vücut teorisi olarak zemin buldu
ve medrese kurumlarının karşısına ilimden yoksun tekkeleri çıkardı. Bu tekkeler toplum içinde
daima çok kalabalık cemaatler ve zenginlikler ağı kurdular.
Yine bu dönemde gnostizmin etkisiyle Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf ayrılığının büyük
oranda kaybolduğu görülür. Ara sınırlar kalkar, hepsi birbiri içine geçer. Bir zamanların
zahîdleri bu dönemde ünlü birer filozof ve kelamcı olup çıkarlar. Artık büsbütün birbirinden
farklı ilim dalları iç içe geçmiş ve garip bir mozaik bir yapı oluşmuştur. Buna bozuk tasavvuf
felsefesi mi, akaidi mi, kelamı mı denileceği artık kişinin tercihine kalmıştır.
13
Gnostik Tasavvuf İslam’dan Sapmadır
Gnostik tasavvuf; İslâm’ın içinden doğan ve gelişen bir mistik hareket değildir. Bu
sapkın tasavvuf yalnızca İslâm coğrafyasında şeriat ve ümmet arasına örülmüş bir duvardır.
Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hint-İran mistik kültürleriyle Helenistik
dönemin Yeni Eflatuncu felsefenin yanında, köklü bir Yahudi ve Hıristiyan mistik geleneğinin
kalıntılarını taşımaktadır. En nihayetinde Mısır ve Suriye bölgelerindeki majik ilimlerle
birleşerek formunu bulmuş bir Gnostik yapıdır.
İşte bu sentezin, İslâm’ın beşiği olan Hicaz’da değil de, Mısır, Suriye, Irak ve İran gibi,
yüzlerce yıllık eski mistik dinlerin ve kültürlerinin izlerini hâlâ canlı bir biçimde koruyan
ülkelerde ortaya çıkmış olması da hakikatten üzerinde düşünülmesi gereken bir hadisedir.
Bu hareketin öncülerinin büyük bir kısmı mevalidir. Bunlar bir iki nesil önce ya
Hıristiyan, ya Zerdüşt, ya da Maniheist inançların din adamlarıydı.
Gnostik tasavvufun gayr-i İslami kaynaklardan beslendiğinin en bariz kanıtı İslam’ın
Yaradan ve yaratılan ayırımını ve Allah’ın biricikliğini yok eden teolojisi ve ontolojisidir.
Gnostik tasavvuf, İslâm’ın tevhit akidesine mukabil, yaratan ve yaratılanın vahdetini esas
almış, yaratılanları Yaradan’ın tecellisi, zuhuru olarak görmüştür.
Gnostik tasavvuf, buna ilave olarak bu Hâlık-mahlûk ikiliğini ortadan kaldıracak bir
“aracı” kavramı da geliştirdi. İnsan-ı kâmil dediği bu aracı kavramını, -tanrısal niteliklerle
donatarak İslâm’ın peygamberlik kurumuna rakip olarak geliştirdiği “ vaiz –velayet” teorisi
içine yerleştirmiştir.
Vaiz -Velilik kavramı, Hristiyan mistisizminden, gnostizmden ve Yeni Eflatunculuktan
alınan muhteva ile bambaşka bir kimliğe bürünmüştür.
14
“Hatem’ül-evliya” teorisi ile Velilik, peygamberlikten üstün sayılmıştır. Bu sapkın itikat,
hala Türkiye’de muteber kabul edilen ve milyonlarca taraftarı olan birçok cemaatin amil
inancıdır.
Bu dönemlerde çok iyi örgütlenen gizli İhvan-ı safa cemiyeti “ilm-i tevhidin” karşısına
“marifet /gnosis” nazariyesini çıkardı. Bu sezgiye dayalı, “irfan/ gnosis/ marifet” sayesinde
yanılmaz bir batınî bilgiye sahip olduklarını iddia etmeye başladılar. Onlar bu marifet ile
şeriatın ötesine geçmişler ve artık şeriata ihtiyaçları kalmamıştı.
Hicri 4. Yüzyıldan itibaren paralel Gnostik tasavvufun felsefileşmesine bağlı olarak
bozuk mutasavvıflar şeriatın Kitap ve Sünnet’te anlamını bulan sınırlarını değiştirdiler. Kişisel
züht hareketinden, gnostik bir sistem haline dönüşen bu hareket, çok geçmeden karizmatik
şeyhler ve onların muti köleleri olan müritlerle toplumsal hareketlere dönüştü. Bu gönüllü
kölelik ve gizli-şirk sistemini garantiye almak için şeyh-mürit ilişkileri kesin kurallara bağlandı.
Bu gnostik, maniheist fikirlerin tasavvufa hâkim olmasıyla, bir nur metafiziği geliştirildi.
Mutlak nur olan Allah’tan, tüm nurların /mevcudatın sudur ettiğini, Hz. Muhammed’in (sav)
“Aslî Nur” olduğu, “Nur-u Muhammedî” nazariyesi ile Sünni Müslümanlara kabul ettirdiler.
Bilindiği üzere “Muhammed (sav) Allah’ın nurundan yaratılan ilk nur olup, bütün
kâinat da bu ilk nurdan yaratılmıştır!” İddiası Pagan filozof Plotinus’un meşhur “sudur
teorisidir”.
Bunların tevhit inancına aykırı tasavvufi teorileri, o zamandan, bu zamana İslam
uleması tarafından şiddetle tenkit edilmiştir. Bu vaiz-gnostik sûfîlerin bir kısmı zındık ve
mülhit ilan edilmiş, bir kısmı da idam edilmiştir.
Gnostik Tasavvufun kendini kabul ettirme mücadelesi Hicri 5. yüzyıla kadar sürdü. Bu
arada gnostik mutasavvıflar, ilk teorilerini birtakım tevillerle yumuşatıp ulemanın ve siyasi
çevrelerin tepkisini daha az çekecek biçimlere soktular. Ayrıca silsilelerini Hz. Ali’ye
bağlayarak kendilerini meşrulaştırmaya çalıştılar. Tabiatıyla bu arada pek çok silsile de
uyduruldu. Bundan sonra, karizmatik vaiz-veliler sayesinde Müslüman kamuoyunun büyük
15
bir çoğunluğu tasavvufu İslam’la özdeşleştirecek, hatta bu sûfîleri en hakiki, saf, ihlaslı
Müslümanlar olarak takdis edecektir!
Öyle ki; vaktiyle gnostik sûfileri zındık ve mülhit olarak gören ümmetin çoğunluğu
bugün, gnostik tasavvufu kabul etmeyenleri neredeyse İslâm dışı sayacak bir noktaya
gelmiştir.
Bununla beraber, gnostik tasavvuf ve sûfîlerin, bilimsel olarak İslâm’ı temsil eden ve
otoritesini buradan alan ulema ile arasındaki ihtilaflar hiçbir zaman bitmedi. Vahdet-i Vücut
teorisinin ve buna bağlı olarak mutasavvıfların açıktan telâffuz etmedikleri, ama zımnen
peygamberlerden üstün olduğunu imadan da kaçınmadıkları insan- ı kâmil teorisinin
İslâm’ın tevhit inancında açtığı yaralar çok ağırdır.
Böylece yeni Eflatunculuktan, Budizm’den, Maniheizm’den, Helenistik sır dinlerinden,
Mısır Hermetizm’inden, Pisagorculuktan alınan gayr-i İslami düşüncelere İslami bir elbise
giydirilmesinden ibaret olan gnostik tasavvuf İslam içinde başka bir din haline getirilmiş oldu.
İslam’ın Kur’an ve Sünnete bağlı asli unsuru ortadan kalkma noktasına pek
yaklaşmışken Moğol sürüleri ortaya çıkıp Gnostik İslam felsefesinin yayıldığı İslam dünyasının
önemli merkezlerini yakıp yıktı.
Camiler ahır olacak, kütüphanelerdeki eşsiz kitaplar hamamlarda yakılacaktır. Bu,
İslam dünyasının bugüne kadar gördüğü en büyük yıkımdır. (Gnostik İslam felsefenin diğer
kaynağı olan Endülüs de aynı akıbete uğradı)
Tekfir eylemi de bu gnostik tasavvufun eseridir. Birbirini tekfir eden yüzlerce cemaate,
millete bölünmüş bir ümmet manzarası elde ettikleri başarının maalesef göstergesidir
Medresenin resmi kuralları, ilim öğrenmenin gözde büyümesi gibi etkenler kitlelerin
denetimsiz tekkelerde toplanmasını ve bunların kontrolüne girmesini kolaylaştırmıştır.
Medrese müziği yasaklarken, tekke raks/dans ve müziği serbest bırakıyordu. Medrese
ulema yetiştirmeye çalışırken ya da İslam şeriatını tavizsiz okutup öğretirken; tekke yetmiş
16
iki milleti, Hristiyan’ı Yahudi’yi cennete gönderiyor ve hepsine İbrahim’i din mensubu olarak
bakmaktan bahsediyordu.
Anadolu Müslümanlığı üzerindeki Gnostik Tasavvuf etkisi
Anadolu halk İslam’ı Sünni veya gayr-i Sünni birçok tarikat tarafından oluşturulmuş,
ilmi tarafı fevkalade zayıf bir dindir.
Bu kültürel folk İslam’da pek medrese mezunu fakihler, kelamcılar yer edinemezler.
Daha çok ermişler, efsaneler, mitolojik kahramanlar vardır. Anadolu halkı başından beri
İlimden uzaktır. Medrese ekollerinin ve ulemanın izinden yürümekten ziyade, çoğunlukla
gnostik tasavvuf ve dervişlerin peşine takılmayı sevmektedir.
Türklerin eski dinleri olan Şamanizm’in gnostik tasavvufta, özellikle Anadolu
Müslümanlığında önemli tesirleri vardır. Her ne kadar bizlere Türklerin toptan Müslüman
olduğu ve bütün samimiyetleriyle yeni dinlerini benimsedikleri öğretilmişse de, bu çok da
gerçekçi değildir. Türklerin şaman merkezli din anlayışının gnostik tasavvufla melezlenmiş
hali bu halk İslam’ında maalesef bütün veçheleri ile devam etmektedir.
Anadolu’da İslam’ın sosyal yaşantı ve kültür temelinde iki değişik görünümü vardır;
A- Kuran ve Sünnet temeline dayalı medrese ulemasının etkisindeki İslam’ıdır.
Anadolu’nun genel Müslüman ahalisi içinde bir oranlama ile ifade edilirse bu kısmın
% 5 seviyelerinde bile bulunmadığı görülmektedir.
B- Kısmen Türklerin eski dinlerinin mitolojik inançları ve gnostik tasavvuf melezlenmiş ile
şekillenmiş “Halk İslam’ı” (Folk, Kültürel İslam’dır).
Bu Halk İslam’ının da iki alt versiyonu vardır.
B-1
Şeklen Sünni yorumunu kabul edilen, derinliği gnostik etkili
tarikatlar,
17
B-2
Heterodoks kabul edilen bugünkü Alevi-Bektaşi kesimler ve sair
Anadolu “sır” dinlerinin bakiyeleri..
Heterodoks Türk
İslam’ı pek
çok yönü
ile sapkın
anlayışları bünyesinde
bulundurmaktadır. Sistematik ve katiyen İlmi olmayan, mitolojik ve sözlü bir teolojiye
sahiptir. Heterodoks İslam’ın Orta Asya, Orta Doğu’daki kadim dini ve mistik kültürlerle çok
sıkı bağları vardır. Heterodoks Türk İslam’ı; Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar geniş bir zaman
ve mekân sürecinde Şamanist Türklerin bazı inançları ile diğer dinlerin ve mistik kültür
kalıntılarının, yüzeysel bir İslam ile harmanlanmasıyla oluşmuştur.
Heterodoks Türk İslam’ı, kesin hatlarıyla Arap ve Fars Müslümanlığından ayrılır. Bu
halk İslam’ı, çoğu kere İslam’ın temel esaslarının ve hükümlerinin bir hayli dışında mitolojik
ve geleneksel unsurlarla, hurafelerle örülmüş olarak Anadolu’ya gelmiş ve bu yapısıyla
Anadolu’yu İslamlaştırmıştır.
Oluşturduğu ve genel hatlarıyla Kuran ve Sünnete dayanmayan iklimi, Gnostik
sapkınlıkların Türk toplumu içinde gizli teşekküller ve etrafındaki cahil cemaatler şeklinde
oluşmasına ve çoğalmasına fevkalade uygun bir atmosferi üretmiştir.
Merkezi devlet otoritesin ele geçirilmesi yahut zayıflatılmasına yönelik açıktan yahut
gizli bütün taarruzların amil sebebi bu iklimin bütün canlılığıyla mevcudiyetidir.
Mâverâünnehir, Harezm, Horasan gibi muhtelif mıntıkalarda Müslüman olduktan
sonra, özellikle Moğol istilaları yüzünden Anadolu’ya göç eden Türkler arasında çok
yüzeysel bir şekilde İslamlaşmış, hatta Müslüman olmamış hacimli bir kitle mevcuttu.
Bunların varlığı yüzünden 15. yüzyıllarda bile Orta Asya ve Anadolu’da İslamlaşma
tam olarak sağlanamamıştı.
Mâverâünnehir’deki Sünni İslam çevreleriyle temasta bulunan Türkler ise SünniHanefi inanç esaslarını benimsemiştir. Bu kısımda bir sorun bulunmamaktadır.
18
Buna mukabil Horasan, Azerbaycan gibi İran kültürünün yahut Orta Asya
bozkırlarından gelen, eski Türk inançlarının hâkim bulunduğu çevrelerde doğan kesimler,
göçerler ise İslam öncesi inançlarını büyük ölçüde devam ettirmişlerdir.
Onların İslamlaşması, eski kavmi ananelerini devam ettirmelerine mani olmamıştı. Eski
Türk dinlerine mensup kam/ozanları da Halk velileri (Türkmen babaları) olarak büyük ölçüde
İslam ceketi giyerek ”derviş” payesi aldılar eski dinlerini ve kimliklerini muhafaza ettiler.
Anadolu’ya yapılan derviş göçünde iki farklı derviş tipi vardır. Birincisi Mâverâünnehir
ve Horasan gibi gelişmiş kültür merkezlerinden gelen yönetici ve üst kesime hitap eden
Acem sufi edebiyatının bütün inceliklerine vakıf olarak Farsça şiirler, Arapça kitaplar ve
şerhler yazan şehirlere yerleşmiş şeyhler ve dervişlerdir. Bunlar daha çok vahdet-i vücut
mektebi gibi tasavvufun felsefi bir sistem halinde ele alındığı gnostik merkez ve medreselere
mensuptu.
İkinci gurup ise garip kıyafetleri, ağızlarda dolaşan kerametleri, mezcubâne
yaşayışlarıyla eski kamların hatırasını İslami şekil altında yaşatan çoğunlukla göçebe ve yarı
göçebe Türkmenlerin yaşadıkları yörelerde yaşayan, Oğuz boylarına anlayacakları bir dille
İslamiyet’i basit fakat avami-muharref bir şeklini telkin eden Türkmen babalarıdır.
Müslüman olmakla beraber eski kam-ozanlara benzeyen, aynı zamanda mensubu
bulundukları kabilenin hem şefi hem de dini liderleri olan babalar, medrese menşeli
fakihlerden daha farklı, Anadolu’nun şartlarına uygun bir gnostik halk tasavvufu geliştirdiler.
Bu misyonunu icra ederken eski Türk dinlerine ait inanışlar ve kültürler çevrelerindeki göçebe
köylülerin anlayabilecekleri bir dil kullanarak propaganda edilmiştir.
Bundan dolayıdır ki bu akım göçebe Türkler arasında süratle yayılıp yerleşmiş,
kendisinden sonra ortaya çıkan birçok tarikata da tesir etmiştir.
Bu süreçte, Anadolu’ya gelen dervişlerin inanç ve öğretiler herektik /heterodoks
İslam’dır. Kendini Hacı Bektaş-ı Velî’ye bağlayan Aleviliğe ve Bektaşiliğe 15.Yüzyılda Hurufî
etkiler girmeye başladı. Fazlullah Astarâbâdî tarafından kurulan Hurufilik, Arap alfabesinin
19
insanoğlunun yüzünde ve bedeninde tecelli ettiğine dair harflerin ulûhiyeti üzerine
temellenen tasavvufi bir öğretidir. 1394’te Fazlullah öldürülünce, takibattan kaçan müritleri,
Hurufî inançları ile birlikte Anadolu’ya ve Rumeli’ye göç ettiler ve Bektaşiliğe sızdılar.
Alevi-Bektaşi edebiyatı içinde yedi büyük ozandan üçü Nesîmî, Yemînî ve Virânî
Hurufî’dir. Bektaşilikteki Panteizm ve Antropomorfizm Hurufilikten geçmiş şeylerdir.
Hurufiliğin, hulul inancı ve buna bağlı olarak mehdilik telakkisi, Alevilik üzerindeki
etkisi çok barizdir. Hurufiliğin temel inancı Fazlullah’ın Allah’ın mazharı olduğu, yani Allah’ın
bedeninde göründüğü ve kıyamet gününe yakın Müslümanları, Hıristiyanları ve Yahudileri
kurtaracak mehdi olduğu şeklinde özetlenebilir. Kızılbaşlıktaki Allah’ın Hz. Ali’nin bedeninde
göründüğüne dair temel inanç buradan gelmektedir. Allah’ın insan bedenine hulûl ettiğine
dair bu inanç, Hurufiliğin Anadolu ve Rumeli’nde yayılışı sırasında Melamîleri, Kalenderîleri
de etkilemiştir.
Bugün Alevi teolojisindeki tanrı inancının temelindeki Hurufî etkiler Alevi Bektaşi
menakıpnamelerinde ve nefeslerinde açık bir şekilde görülmektedir. Ayrıca, 15. ve 16. yy.
başlarında Kızılbaşlar üzerine yürütülen Safevî propagandası ile Bektaşiliğe katılan Kızılbaş
akım ve Safevi öğreti onda derin ve silinmez izler bırakmıştır.
Netice itibariyle Alevilik ve Bektaşiliği doğuran Türk Heterodoksisi Orta Asya’daki Eski
Türk inançlarıyla başlamış, daha sonra Şamanizm ve Budizm ile mistik bir niteliğe
bürünmüştür. Bir sonraki evrede ise; Gnostik İslam süfliliğinin ceketini giymek suretiyle
Anadolu’ya gelmiştir. 15. yüzyılda Hurufiliğin ve 16. yüzyıl başında da Safevi Şiiliğinin
motifleriyle bugünkü şeklini almıştır.
Türkmenlere Şiî eğilimli bir İslâmiyet ambalajı içinde, Şamanizm kalıntıları ile İslam’ı
harmanlayarak sunan Baba İlyas ile başlayan gnostik tasavvufî hareket, özellikle Orta ve Batı
Anadolu’da yayılmış ve hatta Türk Sünni devlet bürokrasisine yönelik ayaklanmalarda önemli
rolleri bulunan çeşitli heterodoks ve zenâdıka zümrelerinin teşekkülüne zemin hazırlamıştır.
20
Osmanlı ise Selçuklulardan, Ehl-i sünnetten zındıklara kadar, zengin bir gnostik
tasavvuf kültürü ve geniş bir tarikatlar zümresi devralmıştır. Osmanlı devleti gnostik fukahâ
ve meşâyihe karşı takip ettiği denge politikasına rağmen, Bu zümreler içinde Şeyhliği şahlığa
çevirme heveslilerine karşı çok sert askeri tedbirler almıştır.
Alevi-Bektaşî menakıpnameleri ve nefeslerinde tespit edilebilen inanç motiflerinin
çoğu, Şamanizm’e, daha fazla da Budizm, Maniheizm, Mazdeizm gibi vaktiyle İslamiyet’i
kabul etmeden önce Türklerin mensup olduğu çeşitli dinlere, hatta Şamanizm öncesi eski
Türk inançlarına işaret etektedir.
Alevî-Bektaşî İslam anlayışı senkretik (bağdaştırmacı) bir karakter arz eder. Yani;
muhtelif Türk zümrelerinin İslam dışı çok değişik dini ve mistik kültürlerin kalıntıları
korumuştur.
Eski tabiat ve atalar kültlerinden Şamanizm’e, Şamanizm’den Budizm ve Zerdüştiliğe,
Zerdüştilikten Maniheizm’e ve Mazdekizm’e ve hatta Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe varıncaya
kadar Türkler arasında yayılan dinler ve mistik kültürlerin inançları ve birtakım pratikleri,
birinden ötekine geçerken, sürekli eskisinin yenisi içinde devamı suretiyle katlana katlana ve
yeni kalıplara girerek İslam’ı kabul dönemine kadar gelmiştir.
İslam 10. yüzyılda Türkler arasında yayılmaya başladığı zaman, bütün bu sayılan
dinlerin bakiyelerini bünyesinde koruyan kültür geleneğiyle karşılaştı. Eski kam-ozanlar, yeni
derviş ve şeyhler oldular. İşte heterodoks Türk İslam’ı denilen bu Türk halk Müslümanlığı, bu
bağdaştırmacı (senkretik) yapı ile doğdu. Bu İslam anlayışı, mistik öğeleri ağır basan, hurafeci
bir senkretik Müslümanlık tarzıdır. Bilahare Gnostik İslam’ın Türkler içinde yayılmasına
fevkalade uygun bir mecra meydana geldi.
Türk heterodoks İslam’ın diğer bir özelliği de, çok güçlü bir mistik karaktere sahip
olmasıdır. Bunun sebebi, İslam öncesinde Türkler arasında hâkim olan Şamanizm gibi majik
sistemlerin, Budizm, Maniheizm gibi dinlerin güçlü mistik yapılarıdır. Bu yüzden Türk halk
İslam’ı, ister Sünni kesimiyle olsun, ister heterodoks kesimiyle olsun, güçlü bir mistik yapı ve
cemaatler etrafında gelişmiştir.
21
Osmanlılar dönemi medrese
–tekke gerginliğinin temelinde; Gnostik sufizmin
“vahdet-i vücut, din dışı peygamberlik yorumu, Mehdîlik, sahib-i zaman, gnostik dervişlik,
hurûfîlik, mesihîlik, bâtınîlik, ibâhîlik…vs. gibi İslam şeriatıyla açıkça çatışan sübjektif yorumları
yatmaktadır.
16.yüzyılın ilk yarısında, Anadolu’da 110 medrese mevcut iken, 626 zaviye, tekke ve
hankâh, Kalenderhâne ve Mevlevîhâne bulunmaktaydı. Yine 17. yüzyıl Anadolu’sunda 388
tarikat şeyhinden sadece 83 tanesi medreselerden mezunudur. Yani, tekkelerin medreselere
olan sayısal üstünlüğünün yanında, gnostik sufizmin denetimindeki tekkelerin İslam
ilimlerinden ne seviyede uzak olduğu fark edilmektedir.
Gnostik tasavvufun şeyhliği tıpkı hanedanlık gibi, babadan oğula (veya damada)
geçen “beşik şeyhliği” denen bir yapıya bürünmüş ve bir tür “mana aristokrasisi” sınıfı
doğmuştu. Tekkeler asker kaçaklarının, esrarkeşlerin barınağı olmuştu. Neticede tüm bunlar,
toplumsal yozlaşma ve bozulma ile birleşerek, tarihteki diğer Türk devletlerinde olduğu
üzere Osmanlı’nın da sonunu getirmiştir.
Netice olarak Anadolu İslam’ı denen bu folk İslam, “ekseriyeti itibariyle” Alevi-Bektaşi
heterodoksisi; bir takım gnostik ve Yeni Eflatuncu felsefelerden ilam alan Gnostik Sufizm, Şii
eğilimli İslami telakkiler, Şamanizm, Budizm ve eski İran dinleri ve de -az da olsa- Kitab-ı
Mukaddes kaynaklı çeşitli inanç motiflerinin bir araya gelmesiyle oluşan herektik /sapkın bir
dindir. Alttan alta akmaya devam eden bu din hala Anadolu’nun “derin dini ”dir.
İslam Gnostizmi için mükemmel bir mecradır.
22
Gnostik İslam’ın Kurucusu: İhvan-ı Safâ gizli cemiyeti.
İhvan-ı Safâ, İslam dünyasında gnostizmi kurumsallaştıran son derece gizli gizli bir
cemiyetin adıdır. Cemiyetin siyasi bir amaca hizmet etmek üzere kurulduğu anlaşılmaktadır.
Bu teşkilatın kurucularından ancak beş kişinin ismi bilinmektedir;
Bunlar, Ebu Süleyman Muhammed b. Ma’şer, el-Makdisî (veya el-Mukaddesî), Ebu’lHasen Ali ez-Zencânî, Ebu Ahmed Muhammed el-Mihrecânî, el-Avlî (Avfî) ve Zeyd b.
Rufâ’a’dır.
Makdisî dışındaki dört ismin topluluktaki fonksiyonunun Makdisî’nin yazdığı Risaleleri
çoğaltıp, çeşitli bölgelere ulaştırmak, yazım için bilgi toplamak, periyodik olarak topluğun
kendine has faaliyetlerini konuşmak gibi faaliyetler olduğu düşünülmektedir.
Risalelerde bile bu cemiyetin mensuplarının isimlerinin zikredilmemesi, çalışmalarında
takkıyye ve gizliliği kendilerine ilke edinmeleri, hücreler halinde çalışmaları ve belirli
zamanlarda düzenledikleri toplantılara kendilerinden olmayanların kesinlikle katılamaması
bu topluluğun “çok gizli” bir örgüt olduğunun delilidir.
İhvan-ı Safâ topluluğuna, ancak şahsî ve güvene dayalı temaslarla girebilmektedir.
İhvan-ı Safâ düşünce ve görüşlerini, felsefi inançlarını "risaleler" yani dergiler adı
verilen 52 kitapta toplamıştır. Bunların Hicri 4. asırda yazıldığı anlaşılıyor. Başkanlığını Zeyd
b. Rufâ’a, sekreterliğini Ebu Süleyman Muhammed b. Ma’şer’in yaptığı risaleler; Gazali, İbnSina, Kindi,
İbn-ül Arabi gibi İslam dünyasının kelamcıları, filozofları ve gnostik sufileri
üzerinde geniş bir etki bırakmıştır.
Hedefleri Aristo ve Platon felsefeleri, Hermetik öğretiler, Yeni Pisagorculuk ve
Sabiiler'in öğrendikleri majik ve mistik öğretileri İslam ile birleştirmek ve bu suretle İslam’ı
diğer dinlere yerleştirilmiş gnostik Hıristiyanlık ya da Yahudilik sektleriyle birleştirmektir.
Nihayette maksat “tek” bir dindir.
23
Bu gizli Gnostik cemiyetin mensupları çeşitli memleketlere yayılmışlardır. Ortadoğu’da
Türkiye dâhil olmak üzere muhtelif memleketlerde şubeleri vardır. İhvan-ı Safâ’nın küresel
merkezinin şu anda ABD de bulunduğu bilinmektedir.
İslam Ulemasının kitaplarındaki metinlerde ve bu gizli cemiyeti takip eden Osmanlı
Yıldız İstihbarat örgütünün ulaşılabilen cüzi raporlarında çok gizli bir cemiyet olan Gnostik
İhvan-ı Safâ’nın iki amacının olduğu anlatılıyor;
1-
Zahiri amaç: İslam ile Gnostizmi melezleşmek suretiyle, Gnostik İslam’ı vücuda
getirmek
2-
Asıl Amaç: Her çareye başvurmak suretiyle siyasi bir hâkimiyet kurmaktır. Bunun
gerçekleşmesi için özel olarak yetiştirilmiş mensuplarının devrin siyasi otoritesinin
yanında bulunması iktiza eder.
Bu maksatla yazdıkları risaleleri tarih boyunca son derece gizli usullerle el altından
dağıtmışlardır. Propagandacıları içinde bulundukları İslam toplumunun meşrebine uygun
metotlar geliştirmek suretiyle; entelektüeller, ulemalar, şeyhler, devlet memurları,
akademisyenler, tüccarlar, sanatçılar, bürokratlar veya vezirler gibi kisvelere bürünerek bu
gnostik ve gizli cemiyetin fikirlerini telkin ve neşretmektedirler.
Aralarında çok özel bir ağ ve iş bölümü vardır;
•
Yaşları 15-30 Aralığındaki gençler. Bunlar konularında uzman kişiler olarak yetiştirilmiş
olup üstatlarına tam itaatle mükelleftirler. Bu gençlere kendi aralarında El-Ebrar ya da arRuhama adı veriliyor. Bunlar pek yakın buldukları kişilerin her teferruatını derinliğine araştırıp
tam emniyetli gördüklerine gizli cemiyetinin propagandasını yapmaktadırlar.
•
Siyasetle meşgul olan reisleri; Bunlar umumiyetle 30-45 yaş aralığındırlar. Gnostik
felsefe ve akliyatı iyi bilirler. Bu hususta bir üstattan el almışlardır. Bunlara kendi aralarında
al-Ahyar ya da Al-Fudala denilmektedir.
24
•
Devlette ve saltanatta üst mevkiler edinmiş melikler. Bunların yaş aralığı 45-55 gibi
bildiriliyor. Bunlara Al-Fudala Al- Kiram adı veriliyor. Bunlar gnostik ilahi kanun ve majikmistik sırları korumasını bilenlerdir. Bunlar genellikle tarihçilerden seçiliyor ya da tarih ilmi
okutuluyor.
•
En yüksek mertebeye erişenler. Bunların yaşı 50 den yukarıdadır. İhvan-ı Safâ
cemiyetinin o bölgedeki hücrelerinin başlarıdır. İlahi - Gnostik sırları bilen bu üstatlarının
Hakkı kalp gözüyle gördükleri kabul ediliyor.
Bir gelenek olarak seçkinlerinin mutlaka “tarihçi” (Günümüzde tarihçi akademisyen
olarak düşünülmelidir) olması gibi tuhaf bir eğilimleri vardır. Taktik olarak fevkalade yüksek
bir
dini
entelektüalizm
bulutu
oluşturarak
avam
gördükleri
sair
Müslümanların
anlayamayacağı ve içinde bulunamayacağı bir ilmi-izole ortamını oluşturuyorlar ve bu
paravanın arkasında faaliyet icra ediyorlar.
Diğer bir ifade bu suretle ideolojik anlamda Müslüman kitlenin içinde ve hatta ön
saflarında bulunurken itikadı anlamda herhangi bir filtreye takılma riskini ortadan
kaldırıyorlar.
Bu paravan, dışarıdan bakıldığında onlara ait akademik ve seçkin bir İslami
entelektüalizm dünyası gibi görünmektedir. Keza umuma açık olan akademik tebliğleri,
gazetelerdeki köşe yazıları, seçkin medya organlarına verdikleri makaleleri yahut
röportajlarının satır aralarında İhvan-ı Safâ gizi cemiyetine ait sır ve şifreleri kullanmakta ve
bu
suretle
faaliyetleri
hakkındaki
mesajları
başka
coğrafyalardaki
unsurlarına
aktarmaktadırlar. Fevkalade karmaşık ve çözümü büyük bir teolojik ve felsefi bilgi gerektiren
şifreleme sistemlerine sahiptirler.
Nihai amaçları Gnostik İslam’ın, Bütün İslam âlemine hâkim olması ve milletlerin
itikatlarının dönüştürülüp en sonunda denetimleri altına girmesidir. Bütün dinler tek bir din
altında toplamalıdır ve birleştirilmelidir. Bu maksadın hâsıl olması için takiyye yapıyorlar ve
her türlü İslami itikat, akım, cemaat, siyasi teşekküller, devlet yapılanmaları, resmi/gayrı resmi
organizasyonlar ve ideolojilerin içinde ve dahi zirvesinde buluyorlar.
25
İhvan-ı Safâ’nın toplumun hemen her unsurunu kullanarak cemaatler oluşturmak,
büyük hacimli finans üretmek ve organizasyonlar kurup geliştirmek alanlarında yüzyıllara
dayanan muazzam bir tecrübesi ve birikimi mevcuttur.
Gnostik din felsefesini üretmek için ilk olarak şeriatı akıl filtresine maruz bırakarak
faaliyetlerine başlamışlardır. Dinleri birleştirme gayesiyle esas aldıkları tüm kaynakları, bütün
sınırlamalar ve önyargılardan arınmış şekilde istedikleri gibi kullanmışlardır.
Onlar için, Kuran ne kadar önemli ise, Tevrat ve İncil de o kadar önemlidir. Din
bilgisinde Hz. Muhammed’in,(sav) Hz. Ali’nin sözleri ne kadar önem taşıyorsa, felsefede
Sokrates’ın ya da Platon’un, matematik ve geometride Pisagor’un, coğrafyada Batlamyus’un
sözlerinin de önemi o kadar büyüktür.
İhvan-ı Safâ, “tüm ulusların ve dinlerin bilgeliğini bir araya getirerek, İslam ve Grek
felsefesinin yardımıyla, önceki dinlerin yerini alacak, herkese uygun, kimseyi incitmeyen bir
manevi doktrin geliştirme peşindedirler.
İhvan-ı Safâ, kendi öğretilerinin ortaya yeni çıkmış bir görüş, bir mezhep olmadığını,
aksine İslam’ın özü ve hakikati olduğunu söylüyorlardı. Kendilerinin sulûk ettiği bu yola, daha
önceden filozoflar, erdemli kişiler, nebiler de sulûk etmişti.
Amaçları, o döneme kadar, Ortodoks/Sünni İslâm’ın kesinlikle reddettiği felsefe ve
mantık gibi sorgulama yöntemlerini kullanarak, dini inançları ve entelektüel sistemi yeniden
yapılandırmak ve en sonunda toplumsal yapıyı geri dönülmez bir dönüşüme uğratmaktır.
Böylece, şeriatı bozulmuş İslâm’ın baskısı altında gerçek inancı yitirenlere yol
gösterecek, onları saf dine çağıracaklardı. İhvan-ı Safa’ya göre, şeriat yanlış inançlarla tahrip
edilmiş olup, felsefe ve gnosis anlayışıyla temizlenmeli ve onun gerçek özü ortaya
çıkarılmalıydı.
Risalelerin tarif ettiği ideal insan modeli; değişik milletlerin karakteristik vasıflarını bir
arada toplayan, çok kültürlü kozmopolit bir kişiliktir. Bu ideal insan; bilgili, faziletli, basiret
26
sahibi, “soy olarak İranlı, din olarak Arap, kültürde Iraklı, gelenekte Yahudi, davranışlarıyla
Hristiyan, dine bağlılığıyla Suriyeli, bilimde Yunanlı, sırları keşfetmede Hintli, yaşayışında sufi
meşrep, melek huylu ve rabbanî fikirli” olmalıdır.
İhvan-ı Safa’ya göre; herkes istediği dini seçebilmelidir. Hatta dinini sık sık
değiştirebilmelidir. Bunları gerektiğinde birleştirebilmelidir (Fethullah Gülen’in Diner arası
diyalog, Hıristiyan ve Yahudilerin Cennete gideceğine dair öğretisi ve yakın mensuplarının
Hristiyan-Müslüman melezi bir itikat üretip buna inanmaları bu yaklaşıma bir misaldir.)
Dönemin bilim anlayışını da yansıtan bu İhvan risaleleri ansiklopedik eser olarak kabul
edilmiş, o zaman diliminde var olan gnostik bilgilerin ve bilimlerin bir sentezini yapmıştır.
Risalelerin kapsamı ve onun hayatî sorunları basit bir anlatımla ele alışı dikkate alınırsa,
Meşşâî filozofların, kelamcıların, sûfîlerin ve hemen her ekolden Müslüman düşünürlerin bu
gizli eseri okuması ve onlardan etkilenmesi hiç de şaşırtıcı değildir.
Her halükarda İhvan-ı Safâ’nın, toplumun çeşitli kesimlerine sızdığı ve siyasi,
toplumsal hedefleri olduğu gayet açıktır.
Önerdikleri yol, Ortodoks /Sünni İslam’ın kırmak, ve felsefe ile İslâm şeriatı arasında
bir uyum sağlamaktı. İhvan-ı Safâ öğretisi, eski Yunan, Hint ve İran bilgeliğinin bir karışımı
biçimindeydi. Böylece oluşturulan sistem, İslâm şeriatı, Grek felsefesi, Zerdüşt dini, Hint
gizemciliği ve Gnostizmden unsurlar taşıyan bir sentezdir.
İhvan-ı Safâ ve Yeni Eflatunculuk;
Eflâtun müstakil olarak Aristo ve Plotinus ve İhvan-ı Safâ’ın etkilendiği bir filozoftur.
Plotinus’in Tanrısı, ne ilahi dinlerdeki gibi âlemi kendi iradesiyle yoktan yaratan bir Tanrı, ne
de Platon ve Aristoteles’teki gibi zaten var olan bir malzemeye biçim veren bir mimar
Tanrı’dır.
Plotinus “sudur teorisiyle” Aristo’nun ezeli âlem görüşü ile dinlerdeki yaratma
kavramını kendince birleştirmiştir.
27
İhvan-ı Safâ’ya göre, Allah, bir binanın ustası gibi âlemi yaratmamıştır. Varlıklar,
sayıların “bir ”den Sudûr etmesi ve taşması gibi (Sudûr teorisi) Allah’tan feyezan ve sudûr
etmiştir.
Onların metafiziğinde; Tanrı “Aklı” yaratmış, Akıl’da feyiz suretiyle “Külli Nefs’e”, ondan
ilk maddeye ve devamla diğer varlıklara geçmiştir.
İlk Akıl; Tanrı’nın aracısız olarak yarattığı, kendi kelimesi ve kudretiyle var ettiği ilk
varlıktır. Tanrı ona kendi suretini verip, onu kendinden bir güçle teyit edince, Tanrı’nın
emrine, kudretine mekân olmuştur.
Sanat eserlerinin maddeye dönüşmeden evvel sanatkârın zihninde form halinde
bulunması gibi, bütün varlıkların suretleri bu akılda mündemiçtir.
İhvan-ı Safâ’nın külli nefs dediği şey; âlemin en dış feleğinden yeryüzünün merkezine
kadar bütün âlemi içeren “külli-mutlak cisimle” bütünleşmiş “evrenin ruhu” niteliğindedir.
“Sudûr” sürecinde akıldaki gizli suretler (idealar) ve Tanrı’dan gelen feyz ve faziletler
külli nefse intikal eder. O, insan ruhunun bedene nüfuz edip onu yönetmesi gibi, Ruh bütün
âleme nüfuz etmiş, Stoacıların Logos’u gibi, canlı, etkin, basit bir ruhani cevherdir. İlk madde
ve sonra gelen nesneler dünyasıyla irtibat onunla sağlanır. Eşya onunla var olur ve cisim
kendine genel bir düzen kazandıracak olan hareketi ondan alır.
Allah maddi varlıklarla uğraşmaya tenezzül etmediği içindir ki, akıldan sonraki bütün
varlıkların bütün suretlerini bu akılda yaratmış ve bir sonraki “sudur’u” başlatıp, devam
ettirme işini ona vermiştir. Akıl, Allah’ın görünümü, bir ikinci nüshadır.
Külli Nefs; Tanrı’dan gelen fezeyanı akıl aracılığıyla alınca kendinden taşan ilk şey “ilk
madde” (heyula) olur. Bu ilk madde cismani özelliği olmayan, artık feyzin durduğu
ruhani/soyut bir cevherdir. Külli nefs bu mutlak cisme yönelip, ona şekil verir. Böylece en
dıştaki felekten, en içteki feleğe kadar toplam on bir felek meydana gelir.
28
Bütün bu kozmik faaliyet ve feleklerin sonraki idaresi hep Külli Nefs’in (Âlemin Ruhu)
etki alanı içindedir. (İslam kozmolojisinde bugünkü üstat Seyyid Hüseyin Nasr olup, Gnostik
İşrakiye – Molla Sarda (Şirazi) ve Eflatun ekolündendir.)
İhvan-ı Safâ’nın bu “Sudûr teorisi” tamamıyla Plotinus’un Enneadlar’ın özeti olan
“Teologia”dan iktibastır
İhvan-ı Safâ ve Pisagorculuk
İhvan-ı Safâ metafiziğinin önemli kaynaklarından birisi de Pisagorculuktur. Pisagor,
İhvan nezdinde, ilk büyük mürşit olup, hikmetin hazinesidir. Pisagor, eşi bulunmaz muvahhit
bir bilgedir. Onun yolundan elde ettikleri antik Mısır’ın majik ve mistik huruf ilimlerini vasıta
olarak kullanılmaktadırlar.
Pisagorculara göre, âlemin özü ve ilkesi sayılardır ve eşya duyulur hale gelmiş
sayılardan ibarettir. Her varlık bir sayıya tekabül eder, bilimin nihaî amacı, varlıklara karşılık
gelen sayıları tespit etmektir. Astronomi ve müzikte olduğu gibi geometride de her şey
sayılara indirgenebilir. Zira âlem sayı ve nağme (müzik)den ibarettir. Harfler, söz ve seslerin
simgeleridir. Bütün sesler harflerden oluştuğuna göre varlıklar ile harfler arası karşılıklı bir
etkileşim söz konusu olmalıdır.
Her varlığın adı bir kelimedir ve harflerden teşekkül etmiştir. Harfler sayılarla
eşleştirilirse, sayılarla varlıklar arasında korelatif (birbirlerini karşılıklı etkileyen) bir ilişki ortaya
çıkar. Varlığın esasını oluşturan 28 harf dengeli bir dağılımla ruhani ve cismani unsurlarda
yer alır.
Pisagorcu sayı teorisi ve bu teorinin insanın dünya ve ahiret hayatıyla mistik bağlantısı,
İhvan-ı Safâ’nın saplantısı haline gelmiştir. Sayılar, evrende var olan ahengi açığa çıkarmak
ve hakikate ulaşmak için birer anahtardır. Onlar sayıları, tabiat ve vahiy kitapları arasındaki
bağlantıyı temin eden bir şifre olarak görürler. Sayılar ilmi; hikmetin esası ve en büyük
simyadır. İhvan-ı Safâ, bu yüzden sayıları gelecekle ilgili gizli şeyleri keşfetmede
kullanmaktadır.
29
İhvan-ı Safâ felsefesinde, sayılardan ilâhî sırlar çıkartılır ve onlara mistik anlamlar verilir,
Buna göre manevî âlemdeki sayıların şekilleri maddi (heyula) âlemdeki varlıkların şekillerine
karşılık gelir. Sayı, öte dünyadan bir numunedir ve onun bilgisi yardımıyla dileyen diğer
matematik ilimlere, fiziğe ve metafiziğe ulaşır.
İhvan-ı Safâ’ya göre; cismanî olmayan ruhanî varlıklar Tanrı, Küllî Akıl, Küllî Nefs ve İlk
madde (Heyula) olmak üzere dörttür. İhvan-ı Safâ Tanrı’yı maddî-manevî bütün varlıkların
nedeni olarak görmekle beraber, bu ruhanî dörtlüyü “yakın neden” ve “aracı varlık” olarak,
bütün maddî âlemin varlık nedeni olarak görmektedir.
Sayıların “Tabiat Kitabıyla bu kadar mütekabiliyeti olduğuna göre, onlar aynı şekilde
Vahiy kitabıyla, yani vahyin dili olan Arap alfabesinin harfleriyle de bir mütekabiliyeti
olmalıdır” diye inanmışlardır. İslâm’dan önce Arapların alfabetik sembollerle ifade edilen sayı
sisteminin bir benzerini (ebced hesabını) devreye sokarlar.
“Tanrı’nın varlığından sâdır olan ilk varlık akıldır. Aklın Tanrı’dan sâdır olması adet
olarak ikinin birden sâdır olması gibidir. Akıldan nefis sâdır olmuştur. Nefisten heyula,
heyuladan tabiat (physis) tabiattan cisim, cisimden felekler ve feleklerden dört unsur
doğmuştur. Unsurlardan ise bizzat meydana gelen şeyler “el-Müvelledât” doğmuştur.
Bunlar da madenleri, bitkileri ve hayvanları meydana getirmişlerdir.” demektedirler.
İhvan-ı Safâ ve Astroloji
Gnostik İslam’da astroloji; ilm’en-nücûm /astronominin bir alt dalı olarak ele alınmıştır.
Astroloji ise, feleklerin devirleri, burçların doğuşu ve yıldızların hareketlerinden yola çıkarak,
yeryüzünde meydana gelecek olayları olmadan önce bilmeyi amaç edinen ilm el-ahkâm
en-nücûm /yıldızlardan hüküm çıkarma bilimidir.
30
Diğer bir ifade ilde Gnostiklerin Astroloji ilmi Feleklerin devirleri, burçların doğuşu,
yıldızların hareketleri üzerinde akıl yürütme yoluyla ay-altı evrendeki olacak şeyleri olmadan
önce tahmin etme denebilecek bir tür falcılık, müneccimliktir.
İhvan-ı Safâ evrenin, ay-altı ve ay-üstü şeklinde, kozmik bir bütün olduğunu ve ayaltındaki her şeyin, varlık ve etkinlik açısından ay-üstü evrene bağlı bulunduğunu düşünürler.
İhvan-ı Safâ’nın evren sistemi, merkeze dünyayı alan, Güneş’i ise, en uzak kuşatıcı
(muhît) felek ile Dünya arasında orta bir yerde konumlandıran özde Batlamyus’çu bir evren
sistemidir. Merkezdeki yerden itibaren alttan yukarı hiyerarşik bir sırayla, Hava küresi, Ay
küresi, Merkür (Utarit) küresi, Venüs (Zühre) küresi, Güneş küresi, Mars (Merih) küresi, Jüpiter
(Müşteri) küresi, Satürn (Zuhal) küresi, sabit yıldızlar küresi ve kuşatıcı (muhît) küre yer
almaktadır ve bu küreler iç içe geçmiş durumdadır.
İhvan-ı Safâ’ya göre, semavi feleklerin etkisi her şeyi kuşatır. Bireylerin karakterlerinin
ve ahlâkî tutumlarının oluşumunda iklimin, içinde yaşanılan coğrafyanın, alınan eğitimin,
ailenin ve toplumun inkâr edilemez bir rolü bulunmaktadır. Ancak bu faktörlerin hepsi
sonuçta gelip, en temel neden olan, burçların, feleklerin ve yıldızların etkisine dayanır. Zira
iklim, çevre, toplumsal koşullar ve benzerinin oluşumu da yıldızların ve burçların konumuna
bağlıdır.
İhvan-ı Safâ, astrolojiyi İslam dünyasında yayılan gnostik akımların etkisiyle felsefî-dinî
sitemlerinin ve kozmolojik öğretilerinin temeline oturtmuştur. İhvan-ı Safâ, İlm’ül-ahkâm ennücûm’u (Astroloji) feleklerin devirleri, burçların doğuşu, yıldızların hareketleri üzerinde akıl
yürütme yoluyla ay-altı evrendeki olacak şeyleri “olmadan önce bilme keyfiyeti” olarak
tanımlar.
Evreni, ay-üstü ve ay-altı olarak ikiye ayıran İhvan-ı Safâ’ya göre, ay-üstündeki göksel
devinim, kozmolojik anlamda ay-altındaki oluş ve bozuluşun yakın nedenidir; uzak neden
ise Tanrı’dır. Onlara göre, ay-altında semavî etkileri inkâr etmek imkânsızdır; zira hiç kimse,
Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların gözlemlediğimiz etkilerini yok sayamaz.
31
İhvan-ı Safâ’ya göre, tıpkı gnostik Harran Sabiîliğinde olduğu gibi, yıldızlar sadece
geleceği haber vermekle kalmazlar, aynı zamanda ay altı âlemde ortaya çıkan şeyleri
meydana getirir veya onlar üzerinde doğrudan etkide bulunurlar.
Aynı şekilde talih ve uğursuzluk da yıldızlardan gelir. Sözgelimi; Jüpiter, Güneş ve
Venüs talih getirirken Satürn, Mars ve Ay uğursuzluk getirir. Merkür (Utarit), ilim ve irfanın
hâkimidir, iyi ve kötüye ilişkin bilgimizi ona borçluyuzdur. Ay, insan vücudunun gelişmesine,
Merkür, aklın gelişimine katkıda bulunur. İnsan ardından Venüs’ün etkisine girer. Güneş,
ona aile, zenginlik veya hâkimiyet, Mars cesaret ve izzet verir. Ardından Jüpiter’in (Müşteri)
yardımı ile ahiret mutluluğu için gerekli olan dini vazifeleri yerine getirir. Yine insan,
Satürn’ün tesiri ile rahatlık ve sükûnete ulaşır.
Fakat en büyük etki, ay-üstü evrenin merkezinde yer alan ve evrenin kalbi durumunda
olan Güneş’e ve Dünya’ya en yakın olan Ay’a aittir.
Gnostik Harran Sabiîliği, genel olarak İslam felsefesini ve özel olarak da İhvân’ı
etkilemiştir. Harran okulunun tesiri sadece İbn Sînâ ile sınırlı kalmıyor, İslam’ın dinî ve felsefî
düşüncesinin şöyle yahut böyle karşılaştığı kültürel unsurların büyük bir kısmı yine Harran
okulundan kaynaklanıyor veya en azından temel unsurlarından bir kısmını bu okul
oluşturuyor.
İhvân-ı Safâ düşüncesinde bunu açıkça görüyoruz. İhvân, Harranlıların dinî felsefesi
ile tamamen uyuşan bir evren tasavvuruna sahip çıktı. Gezegenlerin ruhani ve etkin
olduklarının yanında, sihre, astrolojiye ve gizli ilimlere inandılar ki bunların tümü aklî
meşruiyetini Harran dinî felsefesinde bulur.
İhvan-ı Safâ’ya göre; ay-üstünü incelemek, ay-altı evrenin oluş ve bozuluşunda etken
olduğu için, ay-altında nesne ve olayların nasıl, ne zaman ve ne şekilde olacağını önceden
görmek için büyük önem taşımaktadır. Bundan dolayı İhvan, astrolojiye büyük önem verir.
32
İhvan-ı Safâ’nın kozmolojik öğretileri evrende, hem sudûra dayalı determinist bir
düzenin varlığını, hem de buna bağlı olarak Tanrı’nın dışında etkin ikincil nedenleri kabul
etmeyi zorunlu kılmaktadır.
Yani onlar, meleklerle sembolize edilen semavi varlıkları, bir diğer deyişle yıldızları ve
gezegenleri etkin birer neden olarak görmektedirler. İslam felsefesini ve tasavvufunu büyük
ölçüde şekillendiren İhvan-ı Safâ’nın Sabiîlikten etkilendiği anlaşılmaktadır. Harran
Sabiîliğinde yıldızlar ve gezegenler tanrısal-rûhânî birer varlık olarak görülmektedir.
İhvan-ı Safâ’ya göre, eğer bir şeyin gelecekte ortaya çıkması bekleniyorsa, bunu
bilmenin yolu ise akıl yürütme/ istidlâldir. İhvân’a göre, Yıldızları inceleyerek bilme de bu tür
bir eylemdir. Bu nedenle, felsefe ve felsefî bilimlere karşı çıkanlar, aslında şeriatın batınını
benimsemeksizin sadece zahirine yönelen, ruhtan yoksun sadece cesetten ibaret olan
kimselerdir.
Ayrıca onlara göre felsefe ve felsefî bilimlere karşı çıkan kelamcılar, ağızları iyi laf
yapan kalpleri kör, hakikatler hakkında kuşkuya kapılan ve doğru yoldan sapan deccallardır.
İhvan-ı Safâ’ya göre astroloji ile bilinmeye çalışılan şeyler; memleketin bir yöneticiden
bir başka yöneticiye, bir ümmetten diğerine, bir hanedandan başka bir hanedana geçişi,
savaş ve fitneler, toplumun başına gelen veba gibi salgın hastalıklar, deprem, sel, kuraklık
gibi felâketler, senelerin, ayların, günlerin değişimiyle insanların, toplumların, ümmetlerin
başına gelenler, doğanların kaderi gibi hususlardır.
Sonuç itibariyle; İhvân, Pisagorcu sayı gizemciliğine ve Yeni Eflatuncu sudûr kuramına,
Batlamyus’çu evren sistemine, Harran Sabiîliğine ve Hermetizme dayanan eklektik felsefî
sistemlerinde, astrolojiye köklü-işlevsel bir rol yüklemiştir.
İhvan-ı Safa ve Gnostik İslam Tasavvufu
Hicri 4. yüzyıldan itibaren gnostik tasavvuf terminolojisi teşekkül etmeye başlamış;
tasavvuftaki bilgi problemi felsefî bir görünüme bürünmüştür.
33
Gnostik mutasavvıfların ve bazı filozofların tasavvuf terimlerinin önemli bir kısmını
Basra merkezli bu İhvân-ı Safâ’dan almışlardır. İhvan, gnostik tasavvuf literatürünün teşekkül
döneminde önemli tesirlerde bulunmuş bir okul konumundadır.
İhvan-ı Safâ Risaleleri sonuç itibariyle, geniş tesir bırakmış ve Gazâlî’den, İbnü’l-Arabî
ve Molla Sadrâ’ya ( Şirazi- Seyyit Hüseyin Nasr ekolü) kadar bütün Müslüman entelektüeller
tarafından okunmuştur.
Daha sonraki yıllarda Risaleler tasavvuf mecrasına sızmış ve özellikle İslam kozmolojisi
sapkınlığını sirayet ettirmiştir. (Seyyit Hüseyin Nasr - İslam Kozmolojisi)
İhvan-ı Safâ, Pisagor’un gösterdiği hedefe ulaştıklarını Risaleler’inde sık sık belirtir.
Ruhu temizlenmiş kişi, akıl ışığı ve kalp gözüyle eşyanın hakikatini ve metafizik âlemi
görüp marifetullah’a ulaşır. Hatta kalp gözüyle Rabbini dahi görebilir. Bu mertebedeki kimse
melek mertebesine ulaşır ve ilhama (Peygamberler için vahye) layık olur. Küllî ruha ve
Tanrı’ya yaklaşır.
Eflatun düşüncesinde, Pisagorculukta ve diğer Pagan dinlerinde olduğu gibi İhvanSafâ’da da beden, ruhî mükemmelliğe engel olarak görülmekte ve ruh için bir hapishane
olarak kabul edilmektedir Ölen kişi “kevn-ü fesâd” âleminden, İblis’in hükümdar olduğu bu
aşağılık dünyadan bekâ ve devam âlemine gider. Yine İhvan- Safâ’ya göre; kâfir, fâsık ve
fâcirlerin nefisleri bedenlerini terk ettiklerinde, tekrar şerir, yani kötü bedenlere dönerler ve
kıyamet gününe kadar bu bedenlerde elem ve azap çekerler. (Bu İslam ulemasının apaçık
küfür olarak bildirmiş olduğu tenasüh inancıdır)
İhvan-ı Safâ’ya göre şahsi ruhlar, (cüz’î nefisler) Külli Ruh’un cüzleri olup, bunlar
gökyüzünde işledikleri suçlar yüzünden yeryüzüne cezalarını çekmek için inmişlerdir. Bu
şahsi ruhlar geldikleri Âlemin Ruhu’na geri dönmeye çalışırlar. İnsan ruhu bedenini vasıta
olarak kullanarak, semavi hayatına dönmeye çalışır.
34
Amacı Yunan felsefesiyle İslâm’ı birleştirmek olan İhvân, her şeyi züht boyasıyla
boyayarak insanları nefis riyazâtına ve davranışlarını düzeltmeye çağırır. Gnostik Sufiler gibi,
İhvan-ı Safâ da, zahidane yaşayışa büyük değer vermiştir. Onlar, aynı tasavvufî üslûpla, ilim
ve imandan sonra en yüce ahlâkın, en değerli ve şerefli meziyetin dünyaya karşı ilgisiz
kalmak (züht) ve ahireti istemek olduğunu ifade etmişlerdir.
Bununla birlikte züht ve terk-i dünya tavsiyesi, İhvan-ı Safâ için açık bir ironidir. Zira
cemiyetin mensuplarına bakıldığında bunların genellikle toplumun elit tabakasından gelen
siyasetçi, devlet adamı, akademisyen, sanayici, tarikat önderleri, tüccar, aydın, bürokrat, vb.
kimseler olduğu görülmektedir.
Gnostik felsefeden hareketle her türlü kötülük ve eksikliğin kaynağını “madde olarak”
ilan ederlerken, diğer yandan toplumların daima elit tabakasından olmaları en büyük
tutarsızlıklarıdır. Bu durum asli gayelerinin siyasi otoriteyi her ne bahasına olursa olsun ele
geçirmek niyetlerini ifade etmektedir.
Gnostik Tasavvufi cemaatlerin önderlikleriyle İhvan-ı Safâ’nın düşünce yöntemleri
ortaktır. Çünkü ikisinin de kökleri, Yeni Eflatunculuk ve Gnostisizm’e dayanmaktadır.
(Fethullah Gülen Cemaati ile Türk devlet bürokrasisi ve siyasetine sızmış olan İhvan-ı Safâ
mensupları arasındaki mücadele şeklidir. Çok ince stratejilerle mücadele ettikleri intibaını
verip hakikatte siyasi otoriteyi ele almakta ve birbirlerini kollamaktadırlar.)
İhvan-ı Safâ’nın Avam ve Havâs Düşüncesi
İhvan-ı Safâ, elitist bir tavırla insanları “avâm” ve “havâs” olmak üzere iki grupta ele
alır;
1-
Avâm, sözün eğrisini doğrusundan ayıramayan taklitçilerdir. Amellerin şeklî
yönüne önem veren, varlık ve olayların ardındaki gerçeği yakalamaktan aciz
kimselerdir. Bunlar halk tabakaları ve İslam ulemasıdır.
35
2-
Havâs’a gelince, onların ruhları aydınlık, kalpleri uyanıktır; yanlış düşüncelerden,
kötü alışkanlıklardan uzaktırlar; Nur’u yakalamışlardır. aklî süzgeçten geçirmeden
itikadi eylem yapmazlar.
Buna göre avâm ve cahillerin ibadeti oruç, namaz, tesbih, Kur’ân okuma, sadaka
verme gibi dinlerde farz veya sünnet olan işlerdir.
Buna karşılık havâssın ibadetleri ise, maddî ve aklî olayları, özellikle din ile ilgili
incelikleri düşünerek bunlardan anlamlar çıkarmak, yani kısaca “tefekkür ”dür.
İhvan-ı Safâ’nın, avam-havas öğretisi, Platon ve Stoacılardan süzülerek İslam
dünyasına sokulmuştur.
İhvan’ın dini hükümleri zahir ve batın diye ikiye ayırması, batınî anlamı deyip birçok
ayeti sembolik olarak yorumlaması, batınî anlamını yalnızca seçkinlerin anlayacağını iddia
etmesi, Müslümanları ilimlerine bakılmaksızın avam, havas ve havas’ın havas’ı olmak üzere
Hind kast sistemi gibi kategorize etmiştir.
Bundan böyle Hz. Peygamberin ve sahabenin imanı avamın tevhidi olarak
küçümsenecek, Yunan Panteizm’i de havas’ın tevhidi olarak takdim edilecektir.
İhvan-ı Safa ve Şiilik
İhvan-ı Safa’nın “Sûfî eğilimli Şiîler” oldukları konusunda yerleşik bir kanaat olsa da bu
temelden yanlıştır. İhvan-ı Safâ birçok Şia sekti için üst gnostik çatıdır. Mesela Batınî/ İsmailî
akımlarda ve Karmatîlerde İhvan-ı Safa’nın etkisi çok açıktır.
Bâtınîler ve İsmâilîler için Risaleler önemli bir kaynak olmuş, Risaleleri en fazla onlar
sahiplenmişlerdir. İsmailîler/Bâtıniler, İhvan-ı Safâ Risalelerini “Kur’ân’dan sonraki Kur’ân”
diyecek kadar yüceltirler.
36
İsmailîler, Risalelerin yazımına büyük İsmaili baş dai’si Abdullah bin Kaddah ve
arkadaşları tarafından başlandığını, sonra onların halifeleri olan gizli İmamların gözetiminde
yazıldığına inanırlar. Diğer taraftan İsmailîler, Risalelerde dile getirilen ideal insan
tanımlamasının Hasan Sabbah’ı işaret ettiğine inanırlar.
İhvan-ı Safa’nın öğretileri, ilk İslam sosyalistleri sayılan Karmatilerin, ayrıca Fatimilerin
daha sonraları Alamut Nizari İsmaililerin itikadi ve siyasi düsturları olacaktır.
Risaleleri inceleyen bir kimse, onların İslâm tarihinin siyasî dinî hareketlerinden biri
olan İsmailiyye hareketine felsefî ve teorik planda fikir babalığı yaptığını görmektedir.
Özetle;
İhvan-ı Safâ’nın düşünceleri kendi dönemlerinde kısa sürede yayılmış ve İslâm
dünyasının hem doğusunda, hem batısında fevkalade etkili olmuştur. Bunun en açık delili,
sonraki yüzyıllarda risalelerin gizlice tekrar tekrar kopyalanması ve birçok yazma nüshasının
ortaya çıkmasıdır.
Özellikle cennet, cehennem, diriliş, haşir ile ilgili ayetlerin zahiri anlamını tevil ederek
onlara keyfi anlamlar vermişlerdir. Örneğin; İhvan cenneti; oluş ve bozuluşun olmadığı, salt
mutluluğun olduğu ruhlar âlemi olarak kabul eder. Cehennem de; her türlü değişim ve
dönüşümün olduğu cisimler âlemi olarak tavsif ederek cismani cennet ve cehennem inancını
yok eder.
İlgili ayetlerin cahillere yönelik olduğunu, kendileri gibi işin iç yüzünü bilenlere göre
bunlar sadece bir mecazdır. Yine ba’s ve kıyam; ruhların gaflet ve cehalet uykusundan
uyanıp, marifet ruhuyla hayat bulması, maddi esaretten kurtulması, ruhlar âlemine geri
dönmesi olarak yorumlanır. Tüm bunların amacı, İslâm’ın temel akidelerinin değiştirilmesi ve
ilkelerinin ortadan kaldırılmasıdır.
37
İhvan-ı Safâ’ya göre: “Peygamberlerin söyledikleri temelde doğrudur. Ama bu avam
Müslümanları anladığı şekilde değildir. İnsanlar başka türlü anlayamadıkları için bu şekilde
ifade etmişlerdir. Yoksa onu ancak Allah ve ilimde gnostik öğretilerle vakıf olanlar bilir.
Cennet, cismanî heyula olmayan ruhlar âlemidir. Kıyamet kalkmak demektir. Ruh ne
zaman hapis olunduğu şu cisimden kurtulup kalkarsa, işte o zaman kıyamet kopmuş, yani
kalkmıştır. Çünkü ruh, cesette iken kalkamıyordu. Ruhlar âlemi, ebedî dirilik ve ruhanî lezzet
olan Cennettir. Cehennem ise Ay feleği altında bulunan “sürekli değişen ve tekrarlanan”
kevn-ü fesad (oluşma ve bozulma) âlemi, yani cesetler âleminden ibaret olan dünyadır.
Pisagorcular ve Kabalacılarda da görülen harflerin sayısal sembolizmi (Cifr ilmi) İhvanSafâ Risaleleri sayesinde Sünni görünümlü Gnostik tasavvufta ve birçok Şîî ekolünde rağbet
görmüş ve bu sapkınlık kendi üstatlarına Kuran-ı Kerim’in ayetleri keyfi olarak tevil etme
imkânı vermiştir.
Dolayısıyla İhvan-ı Safâ Risaleler’i, Gnostik Müslümanlar arasındaki en büyük dini
kaynak olarak varlığını korumuştur. Risalelerin, babası gibi İbn-i Sina’nın da elinden
düşmemesi, çocukluğundan itibaren evde Risalelerin müzakere edilmesi, atfedilen kıymetin
açık kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Gnostik Risaleler, bir takım harfler ve sayılar gizemine yönelmelerinden dolayı İslam
Ulemasının gerek büyük hücumlarına uğramıştır. Bununla beraber bu Risaleler, aydınlar ve
özellikle yarı aydınlar üzerinde büyük tesirler meydana getirmiş ve daha sonraları da
Bâtınıyye, İsmâiliyye, Dürzî ve benzerleri gibi birçok batıl fırkanın aradığı malzemeleri onlara
sunmuştur. Keza Sünni görünümlü Gnostik tasavvuf ekollerinde de durum aynı şekildedir.
İbnü’l-Arabi ve birçok gnostik sufi, itikatlarının birçok unsurunu Grek, Fars ve Hristiyan
kökenli ve büyük kısmının kaynağı Yeni Eflâtunculuk olan İhvan-ı Safâ Risalelerinden
almışlardır. İbnü’l-Arabî’nin, Yeni Eflatunculuktan etkilenişi Plotinus’un eserleri vasıtasıyla
değil, İhvan-ı Safâ kanalıyla olmuştur.
38
İbnü’l-Arabî, İhvan’dan iktibaslar yapmakla yetinmez; onlardan yaptığı alıntıları te’vil ve tahlil
etmiş, geliştirip meşhur vahdet-i vücûd sistemini metotlaştırmıştır.
Felsefî düşünce açısından Yeni Eflatunculuğa, Hermetizme ve Harran düşünce
geleneğine çok şey borçlu olduğu anlaşılan İhvan-ı Safâ Risaleleri, Gnostik İslam felsefesinin,
astronomi-astroloji konusundaki geleneğin de okuludur.
İslam dünyasında halife Mensûr’dan itibaren yöneticiler, bir şehir kurarken, bir sefere
çıkarken, önemli bir karar alırken ve benzeri durumlarda, sık sık gnostik müneccimlerin
(astrologların) görüşüne başvurmuşlardır. Bu bilgilere vakıf olan İhvan-ı Safâ’nın devlet
yönetiminde etkin olmasın en mühim sebeplerinden birisidir
Gnostizim ve İslam toplumları
Yeni Eflatunculuk yoğunluklu Gnostik itikat, İslam toplumlarına muhtelif metotlarla
sirayet etmiştir.
Müslüman Arapların yabancı kültür ve ilimleri tercüme yoluyla Arapçaya kazandırma
faaliyetleri ve kozmopolit toplum yapısı, Gnostik itikadın İslâm toplumu içerisinde
yayılmasında etkili olmuştur. Tercüme faaliyetleri, Emevîler döneminde Halid b. Yezid b.
Mu’âviye (85/704.) ile başlayan bir süreçtir.
Abbasîler döneminde, özellikle I. Abbasî asrında filizlenip meyve vermeye başladı ve
Me’mun döneminde tercüme faaliyetleri için Beytü’l-Hikme’nin kurulmasıyla zirveye ulaştı.
Diğer milletlerin bilgi ve kültür mirasının etkisiyle İhvan-ı Safa’nın Gnostik hücre
teşekkülleri ortaya çıktı. Bu dönemlerde tercüme edilen ilmî ve tıbbî eserlerin yanı sıra,
Sokrates, Solon, Hermes ve Pythagorasın eserleri kopyalanarak kütüphanelere dağıtılmıştır.
39
Yunanlılardan, İbranilerden, Süryânilerden, İranlılardan, Hindlilerden ve Keldânilerden
çeşitli felsefe ve ezoterik öğretilerin yanında Maniheistlere, Deysânîlere ve Merkunîlere ait
gnostik külliyatın tercümeleri de yapıldı. Bu suretle etkisi bugüne kadar artarak devam eden
İslam Gnostizminin kurucusu İhvan-ı Safa gizli cemiyetinin faaliyetleri başlamış oldu.
İslâm’dan önce Farslı unsurlar tarafından Maniheizm, Mazdekizm, Markiyânilik ve
Deysâniyye gibi inançlar, Hristiyanlık, Yahudilik bölgeye taşınmış ve yerleştirilmişti. Bu
bakımdan İslam devletlerinin ilk dönemlerinde Müslümanlar arasında Gnostik itikadın Fars
kültürün etkisiyle yayıldığı anlaşılmaktadır.
Gnostizmin İslam dünyasına sızmasına zemin teşkil eden iki önemli kanal vardır;
1.
Şia’nın İsmaliyye, İşrakiye vs. ekolleri.
2.
Ağırlıklı olarak Sünni âlemi içinde oluşturulmuş, sahihlerini metodik olarak kopyalamış
sapkın tasavvuf itikatlı tarikatlar ve cemaat ağları.
Esasen her iki unsur taban tabana zıt yapılar olarak görünse de derinliğinde aynı
ezoterik itikadı paylaşmaktadırlar. (Günümüzde İran-İsrail gizli ittifakının derinliğinde de
Yahudilik sektlerine ve İslam mezheplerine sızmış, bu suretle devlet aygıtında yer edinmiş
kendi içlerinde irtibatlı gnostik hücrelerin olduğu bilinmektedir)
Meselenin itikadi teferruatına girecek olursak;
Şia İsmaîliyye’ye göre, Kuran ı Kerimin hakiki anlamına ulaşabilmek için, kâimu’zzaman olan bir imamın mevcudiyeti şarttır. Gnostizme göre her kutsal metinde olduğu gibi,
Kuran da zahirî ve batini anlamlar taşımaktadır.
Zahiri anlamı avam içindir. Seçkinler için asli olan batınî anlamdır. Batınî anlam ise
Kuranın tevil edilmesiyle elde edilir. Buradaki metot ise sezgi olduğu kadar, harflerin sayısal
değerlerinin kullanılmasıdır. (Saidi Nursi ve Nur risalelerinin Sünnilik ve tefsir takıyyesi altında
yatan gerçeği tam olarak budur)
40
Tarikat yapılanması ise; varlığını tasavvuf akımları içinde sürdürmüş ve Kalenderîlik,
Melametilik, Hurufilik, Revşeniyye ve hatta bazı Sünni görünümlü büyük tarikat ağları ve
cemaatlerini oluşturmuştur.
Sözgelimi gnostikler Hurufîliği, harf ve rakamların yorumları, tarihteki bütün ezoterik
ve antik felsefi birikimleri ve tasavvufî inançların bir sentezinden oluşmuşlardır.
Sünni kelam ekolleri ve İslam entelektüalizmi kisvesindeki gnostik hücreler arasında
fevkalade şiddetli çatışma olduğu İslam tarihi kaynaklarında mevcuttur. Kelamcılar İslâm
dünyasına Fars ülkesinden sızan gnostik mülhitlere karşı şiddetli reddiyeler yazmışlardır.
Gnostikler her zahirin bir bâtını ve her nassın bir tevili bulunduğunu, bunu da sadece
Yaratıcı tarafından belirlenmiş veya O’nunla ilişki kurmuş masum bir imamın, şeyhin, âlimin
vs bilebileceğini iddia etmektedirler ki; bu sapkın zihniyet sûfîlerden mülhitlere varıncaya
kadar birçok zümreyi etkilemiştir.
İtikatlarına göre, naslarda semboller halinde gizlenmiş bâtıni manaları herkesin
anlaması mümkün değildir. Bir sır niteliği taşıyan bu manaları ehliyet kazanmamış bulunan
kimselerden saklamak gerekmektedir. Bunun için de takıyye vazgeçilmez bir prensiptir.
Takıyye ise hem gizlenmek hem de sızılan dinin asli sistemini, şeriatını tahrif etmek için
kullanılmaktadır.
Gnostikler masum saydıkları üstatlarını peygamberlerden daha mükemmel ve yetkili
görüp ilâhlaştırmışlar, kadim kabul ettikleri âlemin düzeni değişmeden sürüp gideceğine
inanarak ahret hayatını inkâr etmişler ve nihayet hiçbir ilmî esasa dayanmayan batınî
tevillerle İslam’ın şeriatını fiilen ortadan kaldırıp ibâha görüşünü hedeflemişlerdir.
Hiç kuşkusuz, bu tür bir dinî anlayış, Kuran ve Sünnette muhalefettir. Gnostikler
tahrifin adını tevil ile değiştirerek dinî ve ilmî hiçbir zaruret olmaksızın nasları keyfî yorumlara
tâbi tutmuşlardır. Ayrıca, Şii -İsmailiyye itikadının ve tasavvufi tarikat mecrasının ana ilham
kaynağı olan İhvân-ı Safâ Risâlelerindeki görüşler, Yeni Eflatuncu ve Yeni Pisagorcu
felsefelerden türevlendirilmiş ve hakiki İslam kisvesi altında yüz milyonlarca mürit toplamıştır.
41
Bu durum bile başlı başına Gnostiklerin İslam ümmet içindeki etkisini izah etmeye fazlasıyla
kâfidir.
Gnostisizmin Bölgedeki Tarihsel Gelişimi
Anadolu ve Mezopotamya bölgesi, milattan öncelere kadar giden dönemlerden
itibaren Yunan felsefesiyle Hint düşüncesinin etkisinde devletler kuran, Hermetik kültür,
Helenistik kültür, Hristiyan Gnostizmi, Güney Sabiîleri (Mandeanlar) ile Harran Sabiîleri gibi
unsurların gizli-açık kalıntılarını derinliğinde barındırmıştır.
Büyük İskender ve onun kültür politikası ile başlayan ve bundan ortaya çıkan neticeye
Helenizm denilmektedir. Yunan felsefesi, gelişiminden sonra Helenistik sistematikle Süryani,
Kopt, Ârâmî ve Farsça konuşan toplumlara ve daha sonra İslam’ın Arapça konuşulan
dünyasına intikal etmişti.
Helenizm, mevcudiyetini fütuhat dönemi sonrasında da azınlıklar haline gelmiş
bulunan Hristiyan-Yahudi ve Zerdüştîlerin elinde belli ölçülerde sürdürdü.
Helenistik çağın felsefe akımları, özellikle doğulu kalıbıyla ortaya çıkan Yeni
eflatunculuk ile Hermesçilik, Maniheizm, Stoacılık, Gnostizmin etkisiyle İslam dünyasına girdi.
Helenistik ve Hint felsefelerinin Müslümanlara geçmesinde Gnostik Farslıların rolü
muazzam olmuştur. Fars’ın Yunanlılar ve Hintlilerle münasebetlerinden dolayı gelişmiş olan
Fars Helenizm’i ve Farslılaştırılmış Hint düşüncesi de İslam kültürünü derinden etkilemiştir.
İslam öncesi dönemde Mısır’dan İran’a kadar uzanan bölgelerde yaygın medreseler,
o asırların ilim merkezleri olarak ünlenmişti.
Bu medreseler, Helenistik, Süryani, Fars ve Hermetik kültürün temsilcileri olarak
Gnostik itikadın yayılmasında önemli fonksiyon icra etmekteydiler. Özellikle İskenderiye,
42
Antakya, Afamiye, Harran, Reha, Nusaybin, Babil, Mısır ve Yemen önemli Gnostik kültür
merkezleriydi. Bu merkezlerdeki medreselerde genellikle Grek (Yunan) ilim, edebiyat, felsefe
ve ilahiyatı tedris ediliyordu.
Suriye Cezire (Şimdilerde Kürt Kantonu diye geçiyor) yöresinde ise Nesturîlere ait ve
sayısı elli civarındaki okullarında, Harran ve Cundişabur akademilerinde Gnostik kültür ve
ilim birikimi tedris edilmekteydi.
Gnostik öğreti, ana kaynak olarak İran’dan, Hint’ten veya Pisagor düşüncesinden,
Hermescilikten
hatta
Yeni
Eflâtunculuk’tan
gelen
unsurları
toplayan
Cundişapur
medresesinden yayılmaktaydı.
Günümüzde dahi Gnostik itikatta majik, mistik ilimlerin merkezi olmuş Harran
Okulunun sembolik önemi ve tesiri çok yüksektir.
Harran, bu okulun anısına Gnostiklerce hala büyük önem atfedilen sembolik bir
coğrafyadır. (Gizli İtikadı gnostizm olan Fethullah Gülen ve cemaatinin Yahudi ve Hıristiyan
kimlikli gnostiklerle Harran’daki dinleri birleştirme ayinlerinin maksadı bu okulu yad etmek
ve çeşitli dinler içindeki mevcudiyetlerinin varlığını sergilemektir.)
Hıristiyan - Yahudi Gnostisizmi
Gnostik itikadın içinde felsefi metotlarla Paganizm ’den, Musevilikten, Hristiyanlıktan
çıkarılmış muhtelif akideler karışıktır ve Eski Mezopotamya, Yunan, Fars, Fenike, Mısır ve Hint
dinlerinden bakiyeler de bulunmaktadır.
Gnostisizmin Yahudiliğe sızması, Yahudilerin Babil’de sürgünde iken Farslarla komşu
olmalarına rastlar. Gnostisizm daha sonraları İskenderiyeli Yahudilere ve peşinden de Filistinli
Yahudilere sirayet etmiştir. Kaballa itikadı da bütünüyle Gnostik etkilerle Yahudilik içinde
doğmuş bir ekoldür.
43
Hıristiyanlıkta ise dinin eksenini kaydıran üç büyük gnostik şahsiyet ortaya çıkmıştır.
Bunlar Basillide, Valentin ve Marcion (Markiyon) idi. Yunan felsefesinin tesiri altında gnostik
Hıristiyan bir din felsefesini inşa etmişlerdir.
Bunlara göre yaratıcı hakkındaki hiçbir dini izah (Peygamberlerden gelmiş olsa da)
tam değildir. O halde Mabudu tanımlamak imkânsızdır. Başlangıçta Onun anlaşılamaz
derinliklerinde bir devrim yaşanmış ve bu durum eski pagan mitolojilerinde tarif edilenlere
benzer bir dizi “Sudûr”, fışkırmayla sonuçlanmıştı. (Basit olarak güneşten kendi ihtiyarı
haricinde ısı ve ışık çıkması gibi düşünülebilir- İslam kisvesindeki sapık tasavvufi akımların
dayandığı Sudûr teorisi budur)
Tanrı onlar için ulaşılamaz bir konumdaydı ve daha fazla bir açıklama
gerektirmedeydi. Sonunda, Tanrıdan, her biri kendisinin vasıflarını ortaya koyan çiftler
halinde yeni varlıklar zuhur etti. Tanrı’nın cinsiyeti yoktu ama ortaya çıkan her çift bir erkek
ve dişiden oluşmaktaydı.
Bir Hristiyan sekti olan Markiyon gnostikleri; evrenin nur ve zulmet olan iki kadim
uçlarının yanında, ilk iki unsurla karışmış ve onlarla imtizaç etmiş “üçüncü bir varlığın”ın da
bulunduğu görüşündedirler. Bu üçüncü varlık, ikisinin arasını bulan tadil edici ve birleştirici
bir rol oynamıştır. Yani nuru zulmetle mezcetmiştir.
Birbirine zıt ve muarız olan iki şeyin birleşmesi ancak üçüncü bir arabulucu ile
mümkündür. İşte bu imtizaç ve birleşmeden evren veya hayat meydana gelmiştir. Nur, bu
kaynaşmış âleme Mesihi bir ruh göndermiştir. Bu, ruhullah ve oğludur. O ne sırf nurdur ne
de sırf zulmettir. Kim bu üçüncü varlığın resulüne uyar, baba tarafından ve nurdan gelen
ruhu’l-kudüs’e ittiba eder, kadınlara dokunmaz ve içkiye yaklaşmazsa o kimse kurtulmuş ve
nur olarak geri dönmüştür.
Kim ki buna muhalefet ederse helak olup zulmet olarak döner. Markiyon’un
doktrinlerinin İslâm’ın ilk zamanlarında doğuda Fars da dâhil çeşitli bölgelerde yayılarak
doğu Hristiyan âleminin belli mıntıkalarında bir hayli önemli bir role sahip olduğu
bilinmektedir. (Hristiyanlığın teslis-üçleme itikadının kökeninde de Gnostik felsefe mevcuttur)
44
Fars Gnostisizmi
Gnostisizm, çok tanrılı Fars dinin son dönemlerde zuhur etmiştir.
Önceleri Gnostisizm dışında doğan Fars inançlarıyla ilgili mezhepler, daha sonra katı
bir Gnostisizme büründüler. Müslümanlar, bütün bu mezhepleri Mecûsîlik adı altında
toplamıştır. Aralarındaki farkı belirtmek için de Mecûsiliği “Asha-bü’l-İsneyn” ve “el-
Maneviyye” diye ayırdılar.
Maneviyye, Maneviler: Maniheizm (Açık Gnostizm)
Sasanîler döneminde baskı ve takibatlara maruz kalan Gnostik Maniheistler, gizli
hücreler halinde teşkilatlanarak varlığını devam ettirdiler.
İslam’ın fütuhatıyla birlikte hürriyetlerine kavuşan maniheistler özellikle Babil
bölgesinde Abbasî iktidarının Zanadıkaya karşı mücadelesine kadar kendi öğretilerini
yaydıkları yoğun bir dinî faaliyet dönemi yaşadılar.
Mani itikadının kozmogonisinde ve eskotolojisinde gnostizm tesiri çok açıktır.
Hristiyan fikirlerinden, Mecusilikten, Mazdeizmden, İran, Süryani çevrelerinden etkilenmiştir.
Gnostik sistemlere dayalı orijinal bir doktrin sunar. Maniheizm, Mani’nin kendisi ile
sona eren peygamberler zinciri oluşturmuş ve İsa’ya da kozmik bir fonksiyon atfetmiştir.
Maniheistlerin ve akidelerinin İslâm gnostiklerinde ve İslam Gnose’u üzerinde tesiri olduğu
birçok misalle ilmen izah edilmiştir.
Süryani Gnostizmi
45
Süryanicede Bar Daysan, (155-222) İslâmî kaynaklarda İbn Deysân, günümüz Batı
dünyasında daha çok Bardesanes diye bilinen İbn Deysan, erken devir Süryânî gnostik
sistemleri ve Mani’nin İranî gnostizmi üzerinde etkili olmuş bir filozoftur.
Akidesi, astrolojik, yani, yıldızların tesirini kabul eden bir akidedir. Süryâni gnostizmi,
İran kozmolojik nazariyeleri (Günümüz Seyyit Hüseyin Nasr ekolü) ve Yunan atomizminden
derlenmiş önemli ölçüde gnostik özellikler taşıyan bir sistemdir.
İbn Deysân ölünce Deysâniyye ekolü, papaz Râbbulâ’nın (m.435) Deysâniyyenin
mabedlerini tahrip ederek yerlerine yüzlerce Ortodoks kilisesi kurduğu kıyıma kadar varlığını
sürdürmüştür.
Hermetizm ve Gnostisizm
Hermetik Felsefe veya Hermetizmin yazılı olduğu “Hermetik külliyat” eski Mısır
dinlerinden, Tevrat’tan, Zerdüştlük ’ten ve ana çatı olarak Gnostisizmden gelen bilgilerin
harmanıdır.
Hermescilik, insanın isterse evrenin sırlarını öğrenebileceğini, tabiatı hükmü altına
alabileceğini, ruhun ilâhî sahaya ulaşacağı ve hatta ilahlaşabileceğini söylemektedir.
Müslümanların Hermetik felsefeyle temaslarında, eski Babil dini, Yahudilik, Hristiyan
Gnostizmi ve Zerdüştîliğin garip bir karışımına inanan Güney Sabiîlerin (Mandeanlar) ve
Harran Sabiîlerinin büyük rolü olmuştur.
İslam Gnostizmi
İslâm gnostikleri ve İslam Gnose kavramları incelenirken pratik olarak iki mecraya
bakmak gerektiği yukarıda ifade edilmişti;
46
1.
Şia kisvesindeki bazı ekol ve mezhepler-İsmailliye, İşrakiye vs
2.
Ağırlıklı olarak Sünni coğrafyalarda etkili olan Tasavvuf ve tarikat yapılanmaları,
cemaat ağları.
Her iki unsurun, Gnostik öğretileri İslam kisvesi ile Müslümanlara yüzyıllar boyunca
şarj ettiği ve dahi etmekte olduğu bir vakıadır. İslami terminoloji kullanılarak sistemleştirilmiş
Hermetik Felsefe veya Hermetizm etkisi zikredilen iki unsurda fevkalade yüksektir.
İslam’dan evvel Küfe Gnostizmin merkezidir. Gnostizmin buraya Sâbiîlerin merkezi
Bâbil ve Vasıtan mı yoksa İskenderiye ile ilişkisinden mi geldiği bilinmemekle beraber
neticede Şia’nın önemli mezhep ve ekollerinin gnostik bir İslam anlayışı olduğu İslam uleması
tarafından delilleriyle bildirilmiştir.
Küfe ekolü, gizlem ve gnostik eksende çalışa gelmiştir. Bu ekolün mensupları
genellikle Şiî âlimlerdir. Bu ekol, kısa zamanda Platon, Yeni-Pisagorculuğun ve Yahudi
Kabbalizmi’nin etkisiyle birlikte dil felsefesi, Hurufilik, sembolizm ve cifrciliğe dönüşmüştür.
(İşin Siyasi cephesi ise daha önemlidir. İsrail-İran ilişkilerinin temelinde, İran İslam devrimi
üzerinde etkisi olan Küfe ekolünün fonksiyonu çok büyüktür. İtikadi olarak birbirlerini ayrı
telakki etmemektedirler. Gnostik Fethullah Gülenin Hıristiyan-Müslüman melezi iman
tefekkürüne benzer şekilde bazı Küfe Şia âlimlerinin Yahudi-Şii (Müslüman) melezi itikatları
savunan risaleleri de vardır. Bunlar İran İslam Devrimi denilen Gnostik darbenin evvelinde
serbestçe dağıtılıyordu)
Küfe Şii ekolü ve Sünni coğrafyadaki tasavvuf tarikatlarının en önemli uğraş
alanlarından birisi de harfler ve kelimelerin arkasında gizli manaları aramak ve
yorumlamaktır. Dışından kabalisttik görünse de esas itibariyle Gnostik bir ibadettir. Cabir b.
Hayyân’ın “Harflerin Mizanı” teorisinde ve Farsça yazılmış “Ummu’l-Kitâb” adlı eski bir eserde
bu metotları açıkça görmek mümkündür. Kuran’ı kerimin “Hurûf-u Mukattâ”larına verdikleri
manalar ise akıl almaz derecede sapkıncadır.
47
Bu hareketlerde esoterizmin (gizemcilik) etkisiyle Şia ve Türkiye gibi Sünni ağılığı olan
tasavvuf-tarikat çevrelerinde Hermetik edebiyat, astroloji, sihr, kehanet, cifr konularında
geniş bir külliyat doğmuştur.
Meselâ, “el-İhtiyârât Eyyâm eş-Şehr” isimli, ayın uğurlu veya uğursuz günlerini
astrolojik hesaplama yöntemine dayalı olarak açıklamaya çalışan İslami görünümlü
hemeroloji dikkat çekicidir.
Bunların hepsi İslâm’ın dışındadır ve Gnostiktir. Mandeanlar, Maniheistler ve Aziz
Markos’un fikirleriyle büyük benzerlikler taşımaktadır.
İslam’da gnostik taşıyıcı ya da gnostik hücrelerin toplandığı Şia ve Tasavvuf-tarikat
mecralarında yaratıcıdan sudûr eden (Sudûr teorisi) seçkinlerin itikadı olarak gnostik
düşünür, Sinoplu Markiyon’a dayandırılır.
Şia arasında görülen tenasüh ve hulul inancının menşei ise Mazdekî, Mecusî, Hindû
Brahmanlar, Yunan filozofları ve Sâbiiler gibi unsurlardan türetilmiş olan Gnostizme
dayanmaktadır. Şia ve onun baskın etkisi altındaki Kürt-Şafiiliğinde Gnostik-Maniheist
çevrelerin kutsal kitaptan çıkartılmış “Aslî Nur” inancı tespit edilebilir. (Saidi Nursi’nin Nur
Risaleleri de bu aşamada Kuran’ın Gnostik tefsiri olarak zikredilmesi gereken ir meseledir )
Yaratandan seçkinlerin kalbine doğrudan gelen ilhamlar düşüncesinden hareketle
imamet, şeyh, zat, hoca efendi vs terimlerinin örtülü nübüvvete çevrilmesiyle, nübüvvetin
asla sona ermediğini, vahyin sürekli olarak yenilendiği itikadı da bu suretle Şia ve Tasavvuftarikatları vasıtasıyla ümmete sirayet etmiştir. Bu fikrin doğuşunda Gnostik ve Maniheist
fikirlerin etkisi büyüktür.
Şia ve Gnostizm münasebetini burada kısaca zikrettikten sonra Sünni mecrada
faaliyette bulunan tasavvuf-tarikat yapılanmaları içindeki gnostik teorilere kısaca temas
etmek gerekiyor;
İki noktanın incelenmesi fikir verecektir;
48
1.
Vahdeti Vücut ve Vahdet i Şuhut teorileri
2.
Âlem-i Misal teorisi
(Gnostik Fethullah Gülen’in Nur u Muhammediye nazariyesi ve Panteizm ilişkisi de
bu fasılda incelenerek bu çalışmaya ayrı bir makale olarak eklendi)
Vahdeti Vücut ve Vahdet i Şuhut teorileri
Bu akımın üstatları gnostiktir ve felsefi İslam’ı metodik hale getirmişlerdir. Akıma
öncülük edenlerinin pek çoğu Endülüs’ün çok kültürlü ortamında yetişmiştir. Oradaki
Hristiyanlardan, özellikle Yahudilerden ve Yahudi Kabalizminden büyük ölçüde etkilendikleri
eserlerinden anlaşılmaktadır.
Bu dönemde daha önceleri küfür, şirk ve ilhad olarak nitelenen ve gizlenen bazı
ilimler gnostik sûfîler tarafından yavaş yavaş yazılmaya başlanmıştır. Söz konusu sapkın
nazariyelerin miladı bu dönem kabul edilebilir. Teorinin Kökeni Hermetizm ve
Pisagorculuktan gelmektedir. Bu gnostik sufilerin evliya ilmi dediği cefr ve ebced ilmi
İspanya’daki Kabalacı Yahudilerden ve İhvan-ı Safa’dan alınmıştır.
Vahdet-i Vücut felsefesinin kaynağı ise müstakilen Endülüs’teki İbn-i Meserre ekolüne
dayanmaktadır. İbn-i Meserre bir İşrakîdir. (Molla Sadra-Şirazi ve günümüzde onun devamı
sayılacak İşraki Seyyit Hüseyin Nasr fikirleri Eflatun felsefesi nazariyesinden incelenmelidir.
Bu husus için İbrahim Kalın’ın “Knowledge as the Unity of the Intellect and the Object of
Intellection in Islamic Philosophy-A Historical Survey From Plato to Mulla Sadra” çalışması
ilginç bir örnek olacaktır)
İşrakî İbn-i Meserre’nin yakın muhitinden olan filozof İbn-i Rüşd aynı zamanlarda
“Sudûr Teorisini” Plotinus’den almıştır.
49
Kuran-ı Kerimin ayetlerine usul, sebeb-i nuzûl, siyak, sibâk müteşabih olmasına
bakılmadan, klasik Arapçanın dil ve gramer yapısına hemen hiç bağlı kalmadan lafzı ve
medlûlüyle hiç bağdaşmayan anlamlar verilmiştir.
Ortaya tefsir olarak çıkardıkları şey Yeni Eflatuncuların görüşlerini destekleyen bir
malzemeden başka bir şey değildir.
Birkaç misal verilecek olursa;
“…Allah elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilinceye kadar asla inanmayacağız’
derler. Allah, elçilik görevini kime vereceğini çok iyi bilir.” [En’am/124] ayetindeki ilk cümlenin
sonunda bulunan“ Rusulullah” kelimesini mübteda yapar, devamındaki cümlenin başındaki
“Allah” kelimesini de haber yaparak “Allah’ın elçileri Allah’tır” hükmüne ulaşmışlardır.
Kendilerince Vahdet-i vücûd düşüncesini bu suretle ayet ile desteklemiş olmaktadırlar.
Ya da “Şüphesiz ki, Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” [Kamer/ 49] ayetini ortadan
ikiye bölerek “Biz her şeyiz/ Her şey Allah’tır” anlamı çıkarmışlardır.
Bunlar Hatem-i evliya teorisi ile velilerin Peygamberlerden üstün olduğunu
söylemişlerdir. Üstatlarının en büyük, en son, en büyük veli olduğunu iddia ederler. Hatta
tüm Nebiler ilmini bu son veliden alırlar. Padişahın parasını hazinedarından alması gibi
düşünülebilir. (Esasen Türkiye’de vefat etmiş bazı tarikat liderlerinin ruhani âlemde
Resullullah ve ondan sonra gelen izafi halkanın son temsilcisi olduğuna, haftanın belli günleri
toplanıp dünyanın işlerini karara bağladıkları gibi inançlara saplanmış yüzbinlerce kişi vardır.
Hatta üstatlarının halkanın sonu olması hasebiyle daire tamamlanırken Resulullaha bitişik
oturduğu ve müzakere ettiğine iman etmişlerdir. – Sözgelimi Süleymancılar olarak bilinen
grubun itikadı çok kısa olarak böyledir)
Bu sapkın İslam felsefesinde, ahiretin ve ahiret azabının yeri yoktur. Çünkü Allah’ın
sürekli tecellisi olan âlemler ebedi ve ezelidir. Cennet ve Cehennem bir mahal /yer değil,
nefsin halet-i ruhiyesindir, Yani bir makam ve haldir.
50
Gnostik tasavvufi itikada göre insan cehenneme girse bile orada kendileri için her
türlü zevk ve lezzet vardır. Azab kelimesi; ‘uzûbet /lezzet’ kökünden gelir diyorlar.
Cehennem fani olup, oradakiler, uyuz köpeğin kaşınırken aldığı zevk gibi yanarken zevk
alacaklardır. Zaten Allah azabı zûkû /zevkle tadın demektedir. Cehennem Allah’ın olmadığı
yerdir. Cehennem; Allah’ın cemalinden mahrum kalınan yerdir. O halde ceza mahrumiyet
demektir düşüncesindedirler.
Nasıl bir insan kendi elini ateşte yakmaz ise, Allah’ın kendi parçasını ateşe atması
düşünülemez denilmektedir. Bazı ruhlar tecessüd eder, bedenlenir kendisiyle konuşur, hatta
Cebrail bile bir bedevi Arap olarak gelmiş, bu sapkın felsefenin üstatlarıyla konuşmuştur. Bu
ilimleri Allah’tan doğrudan, ilham yoluyla vasıtasız aldığını söyleyebilecek kadar sapkın
düşüncelere saplanmışladır.
Vahdet-i Vücut
Vahdet-i vücut teorisi Gnostik İslam tasavvufuna Yunan, Hind filozoflarından ve İran
Zerdüştlüğünden geçmiştir. Zerdüştlükteki (Heme O’st) Her şey, O’dur görüşü ilk Zerdüşt
sûfîler tarafından seslendirilmiştir. Yeni Eflatuncu “sudur teorisinin” bütün İslam filozofları
tarafından benimsenmesi, nur metafiziği (Yakın misal: Saidi Nursi) ve İşrak teorisi (Molla
sadra- Günümüzde Seyyit Hüseyin Nasır), vahdet-i vücûd olarak son şeklini almıştır.
İspanya’daki Kabalaistlerden etkilenmiş olan Vahdeti vücut felsefesi Allah ile yarattığı
her şey arasında bir tür ‘bütün-parça’ ilişkisi kurmaktadır.
Bilindiği üzere tevhit iki anlama gelir;
1-
Kuran ve Sünnete uygun olarak İslam ulemasının bildirdiği üzere; Allah’ı birlemek,
O’nun sıfatlarını kimseye vermeyerek, O’nu tenzih etmektir.
2-
Gnostik İslam tasavvuf anlayışına göre ise; iki şeyi bir araya getirmek, birleştirmek
manasında kullanılmıştır. Bu ikinci şekliyle Halık ile mahlûk’u birleştirdiler (vahdet51
i vücut) ve buna kendi içlerinde Ariflerin tevhidi dediler. Böylece İslam’ın en
mümeyyiz vasfı olan tevhit inancı kaybolmuş, son din İslam; dinlerden bir din
konumuna düşürülme ve hatta ilkel Paganizme rücu ettirilmeye gayret edilmiştir.
Vahdet-i vücûd; Brahmanizm’in, Stoacılığın, Yeni-Eflatunculuğun ve gostik sufiliğin
benimsediği kadim bir düşüncedir. Nitekim Brahmanlar her şeyi Allah görmekte;
Brahman’ın, âlemin bizzat kendisi olduğuna, diğer şeylerin tümünün araz ve bu hakikatin
farklı tezahürleri olduğuna inanırlar. Stoacılar, “Allah ve âlem tek varlıktır. Tanrı fiziktir
/tabiattır” derler.
Yeni-Eflatuncular da; “Işığın güneşten çıkması gibi âlem de O’ndan sudûr etmiştir.
(Sudûr Teorisi) Varlıkların muhtelif dereceleri varsa da, onlar tek bir varlığın farklı
görünümleridir.”
Gnostik Vahdet-i vücut teorisini anlamak için sudûr teorisini bilmek gerekir. Kısaca
Sudûr Teorisi;
Pagan filozof Plotinus’un yaratılış teorisidir. Daha doğrusu bu teoride yaratılış yoktur.
Sudûr (doğma ve taşma) vardır. İhvan-ı Safa ekolünden Farabi ve İbn-i Sina’nın da
benimsediği bir düşüncedir. (İslam uleması tarafından küfür olarak tescillenen sapkın bir
teoridir.)
Filozof – Gnostik Farabi’ye göre; üç varlık alanı olup, en üstte mutlak bir olan Tanrı,
sayıları on olan göksel akıllar /melekler /ruhaniler ve en altta ilk madde “heyula” vardır.
Ruhaniler/Semavi akıllar Tanrı ile maddi âlem arasında aracılık etmektedirler.
İhvan-ı Safa’nın orijinal metoduna gelince; On akıl meselesi mevcuttur. Bir’den ilk akıl,
İlk Akıl’dan da birinci göğün nefsi (Atlas Feleği). Onun taşmasıyla da ikinci akıl (sabit yıldızlar
küresinin nefsi). Böylece her akıl kendisinden sonra bir başka aklı yani diğer bir gök küresini
oluşturur. Böylece sudûr olgusu güneş sistemindeki yıldızların sayısınca (Merkür, Venüs,
Mars. Vs.) devam ederek Ay küresinin aklı olan, onuncu akıl (Faal Akıl) da son bulur.
52
Farabi’ye göre; Faal akıl ay altı âlemdeki her şeyin oluş ve bozuluşundan sorumlu olan
Cebrail’dir.
Heyulâ / İlk madde ’den de; su, toprak, ateş ve havadan ibaret dört unsur meydana
gelir. Bunlar da, cisimler dünyasını ve en sonunda insanı oluşturur.
Esasen İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücut teorisi, Einstein ve Hawking’in kozmoloji
modelleri gibi bir varlık teorisidir. Fizikçilerin modelleri Tanrı ’sız evren oluşumu hakkında
birtakım spekülatif varsayımlar içerir. Onunki ise; Allah’tan başka varlık/vücûd kabul etmez
ve tüm evrenin O’ndan sudûr ettiğini söyler. Evreni, Allah’ın değişik mertebelerdeki tecellisi
olarak görür.
(Tevhit, Allah’ın zatında, isim ve sıfatlarında biricik olduğuna iman etmektir. Daha
sonraları bu tevhit avamın/cahil halk tabakasının tevhidi olarak görülerek küçümsenmiştir.
Kendilerine havas/seçkinler adını veren gnostik sûfîyye tevhit yerine “vahdet-i vücut”
felsefesini ikame etmiştir.)
Gnostik Sufiler önce sair ilahları reddetme anlamındaki kelime-i tevhitten uzaklaşarak,
“Vahdet-i kusûd” denen; “lâ maksûde ve lâ matlûbe ve lâ murâde illâllah” demeye başladılar.
Artık onlar kendi iradelerini Allah’ın iradesine bağlamışlar, O’nun irade ve isteğinden başka
bir şey murat ve talep etmiyorlardı.
Bir sonraki aşamada “Lâ meşhude illallah” diyerek vahdet-i şuhûd’a geçtiler. Artık onlar
âlemde mevcut olan her şeyi Allah’ın tecellileri olarak görmeye, ondan başkasını
görmemeye başladılar. Güya bu sekr/sarhoşluk ve istiğrak halinde oluyordu. Kendilerine
geldiklerinde estağfurullah deyip tövbe ediyorlardı. Daha sonraları bu sarhoşluk ve
meczupluk bir hal /makam değil, yaşam felsefesine dönüşecek ve kalıcı olacaktır.
En sonunda Allah’ın dışında hiçbir varlığın hakiki vücudunun bulunmadığına kail
oldular. “Lâ mevcûde illallah” demeye başladılar. Bu safhada Gnostik Sufiler Allah’ın dışında
her şeyi, hatta kendilerini dahi yok bildiler.
53
Gnostik Hristiyanlığa göre de İsa Allah’ın nâsutu, Baba ise, İsa’nın lâhut’udur. Aynı
çarpık düşünce bütün çıplaklığıyla gnostik felsefenin vahdet-i vücut teorisinde de
sırıtmaktadır. Temelde aynı şeylerdir. Âlemin yaratılışı birçok mertebelerden geçerek
gerçekleşmiştir. Bu yaratılış mertebeleri “hazarât-ı hams” (beş ilahi hazret) ve “tenezzülât-ı
seb’a” (yedi ruhsal iniş) gibi isimler altında incelenmiştir. Taayyün-u evvel (İlk belirme);
varoluşun
başlangıcı,
hakikat-ı
Muhammedîye
mertebesidir.
Allah;
hakikat-ı
Muhammediye’nin bâtını, hakikat-ı Muhammedîye ise Allah’ın zahiridir demektedirler.
Bu ilk taayyün eden (beliren, ortaya çıkan) nur; Muhammed’in nurudur. Bu halde iken
vücûd/Allah, nur-u Muhammed olarak tecelli etmiştir. (Gnostik Fethullah Gülen Bu teoriye
dair Efendi Ruh tabirlerini kullanarak külliyat yazıyor)
İnsan-ı Kâmil’den daha mükemmel bir mevcut yoktur. İnsan-ı kâmil O’nun /Allah’ın
suretinden yaratılmıştır. Bundan sonra Hak kendini gizleyecek, insan-ı Kâmil’de görünecektir.
İnsan-ı Kâmil âlemin varoluşunun hem sebebi, hem de koruyucusudur. İnsan-ı kâmil ile
Allah’ın isim ve sıfatları kâmilen zuhur etmiş olduğundan, o Allah’ın mazharıdır. Zuhur ve
tecelli ettiği kimsedir.
Bu varlık teorisine göre; Allah’ın zatı; sıfatlarının, sıfatları; isimlerinin, İsimleri ise
varlıkların bizzat kendisi, aynısı olmaktadır. Yaratılmışlara hulûl etmiştir.
(Son Şeyhülislam Mustafa Sabri şöyle demektedir;
“Batılıların kibarca Allah’ı ret ve inkâr için icat ettikleri, kâinatın tamamına Allah dedikleri
Panteizm felsefesi ile Vahdet-i Vücut arasında bir fark yoktur. Çünkü bu varlık/ vücut dışında
hiçbir şey yoktur. İster bu varlığa Allah de, isterse tabiat! Hiç fark etmez! Nitekim bu
felsefede; O varlığın tümüdür, Nitekim O’nun bütünü de varlıktır”)
(Elmallı ise şu şekilde ifade ediyor;
“Allah’tan başka mevcut yoktur’ düşüncesinin, ‘Her mevcut Allah’tır’ fikrine dönüşmesi
kaçınılmaz bir süreçtir”)
54
Gnostik sufi mülhitler, ittihat ve hulul teorisini halis tevhit yani ariflerin tevhidi nazarıyla
bakarak, “La ilahe illallah’ın, ‘La mevcuda illa hû” demek olduğunda ısrar ederler. (Her
mevcut O’dur)
“Evvel, ahir, zahir, bâtın O’dur” [Hadid/3]” ayetindeki cem mertebesini, fark
mertebesinde ayrı ayrı söyleyerek, zâhir/görünen her bir şey Allah’tır derler.
İşte ‘Bazıları Allah’ın dûnunda bir takım endad edinirler de onları Allah’ı sever gibi
severler’ [Bakara/165] ayeti bu vahdet-i vücutçu kimseleri red ve iptal içindir.
(Endâd;
‘niddün’ kelimesinin çoğuludur. Özünde ortak olan şeye “nedîd’üş-şey” denir. Bu bir çeşit
benzerliktir. Bu benzerlik, bir yönden ortaklık anlamına gelir.)
İslam hukuk sisteminin fetvalarında; gnostik felsefenin ürünü olan vahdet-i
vücutçuların elebaşları hakkındaki hükümler ölüm cezalarıyla doludur.
Vahdet-i vücut teorisi üzerinde ne kadar iyimser yorum yapılırsa yapılsın sonuçta
yaratılanla yaratan arasındaki farkı kaldıran böyle bir gnostik anlayışta bir “tanrı insan”
kavramı ortaya çıkacak ve bu durum hak-batıl, sevap-günah, dindar-dinsiz, hatta din farkının
ortadan kalkmasına sebep olacaktır.
İbnü’l-Arabî’nin bir talebesi olan İbn-i Farıd’ta benzer şeyler söyler; “Meyhaneler,
puthaneler, Mecusi ve sapıkların tapınakları, Hristiyanların kiliseleri, Yahudilerin havraları ve
camiler hepsi Allah’ın hoşlandığı mabetlerdir. Çünkü ibadet eden de O’dur, ibadet edilen
de O’dur.”
Vahdet-i Vücut nazariyesi İslam’dan evvel bütün ilahi dinleri yıkmıştır. Gnostikler
yıktıkları dinlerin enkazı üzerine “Sevgi ve Hoşgörü Dini” dedikleri bir din inşa etmişlerdir.
Neticede Gnostik İslam aslında İslam olmayıp, ta Pisagor’a, Kabalizme, Paganizme
kadar giden bir kadim insanlık dinidir. Şeriatın tüm kayıt ve kurallarından tamamen azade
bir “Hümanizm” dinidir. Geliştirdiği vahdet-i vücûd teorisi ile ‘tanrı insan’ kavramı ortaya
çıkmıştır.
55
Vahdet-i Şuhut;
Vahdet-i Şuhut ehline göre; Varlık (vücut) birdir, var olan sadece Allah’tır. Etrafımızda
var gibi gördüğümüz âlem ise, Allah’ın isim ve sıfatlarının gölgesidir. Ancak bu gölgeler
hayalî olup gerçek varlıkları bulunmadığı için hakikatte var olan sadece Allah’tır.
Âlem gölgedir. Ancak bu gölge, asıldan farklıdır. Bir şeyin gölgesi onun aslı olamaz.
Ve yine; Âlem gölge olmakla birlikte gerçek bir varlığı bulunmaktadır, hayal ürünü değildir.
Cahil Sultan Ekber Şah siyasi çatışmalara son vermek üzere Hindu, Hristiyanlık,
Yahudilik, İslamiyet ve Zerdüştlüğü birleştiren yeni bir din icadına kalkışınca, gnostikler
Vahdet-i Vücut teorisini mecburen Vahdeti-Şuhut’a çevirmek zorunda kalmışlardır. Bu yeni
din anlayışında da yine panteist düşünce çok belirgindir.
Genelde vahdet-i vücut ile vahdet-i şuhu birbirine rakip iki teori olarak sunulsa da
hakikat başkadır. “Görünen her şey O’dur” cümlesiyle, vahdet-i vücudu formüle eden “heme
O’st / Her şey O’dur” cümlesi arasında büyük bir fark yoktur.
Yapılan şey gnostik Sufiler tarafından Panteizme “vahdet-i şuhu” makyajından başka
bir şey değildir.
Bu teorilerin hepsi gnostiktir ve
“Allah, âlem, insan” ilişkisini Yeni
Eflatunculuğun sudûr teorisi ile izah etme girişimidir. Yunanca kavramlara Arapça kelimeler
giydirmekten ibarettir.
Vahdet-i vücut; Allah’tan başka hiçbir mevcut yok der iken, Vahdet-i şuhu ise,
Allah’tan başka görünen /meşhut hiçbir şey yoktur demektedir. Özetle aynı şeylerdir.
56
2- Âlem-i Misal ve Âlem-i Berzah
Tasavvufta genellikle üç âlem kabul edilir; maddi âlem, duyularla bilinemeyen manevi
âlem ve bu ikisi arasında köprü vazifesi gören berzah âlemi vardır.
Daha sonraları, sudûr teorisi ve Batlamyus kozmolojisinden mülhem pek çok âlemler
uydurulmuştur.
Platon’un idealar âlemi ve gölgeler âlemi ayırımı, Filozof Kindî ile başlayan “akledilir
âlem” ve “duyular âlemi” ayırımına ilham vermiş, Platon’un evreni insan gibi madde ve
ruhtan müteşekkil görmesi “âlemin ruhu” fikrinin İslami kozmoloji (Günümüzde Seyyit
Hüseyin Nasr) modellerinde merkezi bir yer edinmesine neden olmuştur.
İhvan-ı Safa ekolünden Farabi ve İbn-i Sina gibi filozoflar âlem modelleri Plotinus’nin
sudûr teorisini ve Batlamyus kozmolojisini referans alarak, daha ileri ve ayrıntılı bir kozmoloji
geliştirmişlerdir. Özetle; Allah’ın sudûru onuncu semavi akıl /melek ve dokuzuncu felekte
son bulur. Bu son felek “ay altı âlem, ya da kevn-ü fesad (oluş-bozuluş)” âlemidir. Haliyle bu
ay altı âlem, ontolojik olarak diğerlerinden ayrılır.
İbn-i Sina, Faal Aklın semavi varlıkların da yardımı ile içinde bulunduğumuz süfli âlemi,
yani ay altı âlemini meydana getirdiğini söyler. (İhvan- ı Safa Risalelerinde teferruatlı olarak
izah ediliyor) İbn Sina, Faal Akıl ile semavi varlıklar arasındaki irtibatı ve onlara olan yardımını,
semavi varlıkların canlı oluşuna bağlar.
Ay altı âleminde bulunan varlıkların suretleri (matematiksel formları, arketipleri) Faal
Akıl’da mevcuttur. Faal Akıl, semavi varlıkların da yardımı ile bu suretleri dağıtmaya başlar.
Bu yüzden Faal Akıl’a dünyadaki her varlık türüne belli bir şekil /biçim ve suret veren
anlamında “Vahibu’s suver” denmiştir.
Ve yine bu onuncu akla, “Faal Akıl, Ruh’ul-Kudüs, Cebrail” gibi isimler de vermişlerdir.
Böylece kevnü fesad âlemindeki tüm işleri bu “Faal Akıl /Cebrail” denen kozmik güce
57
yaptırmışlardır. Oysa Kur’an’a göre Cebrail’in vahiy getirmekten başka bilinen bir görevi
yoktur.
Farabi’de de; akılların sayısı on ’dur. Akıllar ve nefisler bu hareketi başlatmıştır. Ona
göre her bir feleğin kendi aklı ve nefsi/ruhu vardır. Nefs, feleğin doğrudan hareket ettiricisi
olup, o da gücünü akıldan alır. Her bir akıl, kendisinden daha yukarıda olan bir üst aklı
temaşa eder, onun mükemmelliğine hayran olur, ona kavuşmayı aşk ile arzular. İşte bu
kemale ulaşma arzusu her bir aklın feleğini harekete geçirir. Ta hepsi birden kendisi hareket
etmediği halde hareket ettirici olan Bir’e arzu duyarlar. Bütün akıllar, felekler sayesinde
yeryüzünde hayat oluşmuş olur. Bu suretle fizik, kozmoloji ile kaynaşmış, yeryüzü göklerdeki
âleme bağlanmıştır. Tanrı, bu on akıl sayesinde fiziksel evreni sevk ve idare etmektedir.
Gnostik İslam filozoflarının tanrısı, Aristo’nun “İlk Muharrik /hareket ettirici” şeklindeki
tanrı anlayışıyla neredeyse aynıdır. Bu ahenkli hareketin sağlanmasında semavi akıllar
doğrudan, feleklerin nefisleri ise dolaylı olarak görev üstlenmişlerdir.
Sudûr teorisinde sistemin en başında mutlak bir olan Tanrı, ardından sayıları on olan
göksel akıl /ruhanîler gelmektedir ki, bunlar Allah ile maddi kâinat arasında aracı işlevi
görmektedir.
Tüm bunları İslam’ın tevhit inancıyla bağdaştırma imkânı yoktur. Çünkü bu filozoflar
gnostik olup Plotinus ve Sabiîlerin etkisiyle bunları yazmışlardır.
Maalesef İşrakilerce (Günümüzde Seyyit Hüseyin Nasr) Sabiilik geri getirilmiş gibi
görünmektedir.
Şeyhu’l-İşrak Sühreverdî bu rüya ile alakalı hallere âlem demiş ve onları vasfetmeye
çalışmış ise de bunu Platon’un İdealar Âlemi ile karıştırmış, Hafız Şirazî ( Molla Sadra) onun
kaldığı yerden devam ederek; “Âlem vardır ki, bu âlem onun timsalidir” şeklinde, bu evrenin
hayal ve gölge olduğunu ifade eden beyitler yazmaya başlamıştır. (Teferruatlı bilgi için Molla
Sadra ya da diğer adıyla Hafız Şirazî üzerinde İbrahim Kalın’ın çalışmaları incelenmelidir)
58
Yeni Platonculuktan doğan “Varlığın Mertebeleri” nazariyesi ile ilgili bir başka büyük
nazariye de varlıkla düşüncenin özdeşliğini öne süren “Bilgi Teorisidir.”
Bu iki nazariyeden, üçüncü önemli bir doktrin “âlem-i misal” doktrini doğdu.
İlk iki doktrin İşrakiye’nin şeyhi Sühreverdi (Günümüzde Seyyit Hüseyin Nasr)
tarafından daha da geliştirildi. Sühreverdi’nin geliştirdiği bilgi teorisinde bilgi; filozofların
öğrettikleri gibi formların “soyutlanması” suretiyle değil, objenin vasıtasız olarak kavranması
veya onun doğrudan doğruya mevcudiyetiyle elde edilir.
Sühreverdi, “bu doğrudan farkında olmayı”, her türlü bilginin ana özelliği olarak kabul
etti ve eski Zerdüştlük ’teki Nur kavramını yeniden canlandırarak, böyle bir idraki, Varlığın
kendi kendini aydınlatması olarak kabul etti. Bu şekilde varlık, “sudûr” yoluyla Mutlak Hakikat
’ten akıp gelmeye devam ettikçe, Nur veya kendiliğinden ortaya çıkan şuur hali de nihai
kaynağından çıkarak akmaya devam edecektir.
İbnü’l-Arabî’nin bu çok katlı ve merkezinde insanın bulunduğu kozmolojisinde,
insanın yaratıcı hayal gücünün ontolojik karşıtı olan “âlem-i misal” oldukça merkezi bir yer
işgal eder.
Gerçekten bu misal âlemi çok geniş ve sınırsız bir alandır. Âlem-i misaldeki suretleri
yansıtmaktan başka bir iş yapmayan, “beşeri hayal gücü” kadar sınırsızdır. Âlem-i misale
özellikle tasavvufi ve (Peygamberle canlı olarak görüşmek vs. gibi) dini rüyet tecrübelerinin
konusu olan ve ne tamamen ruhi ve ne de tamamen maddi olan canlı sembolleri açıklamak
için başvurulmuştur.
Bu tecrübelerde, tecrübenin konusu olan saf ruhani gerçek, bir imajın yarı-maddi
suretine bürünmekte ve doğrudan doğruya hayal gücü tarafından idrak edilmektedir. Bu
“âlem-i misal” öyle bir yerdir ki, orada peygamberleri ve melekleri insan suretinde gördüler.
Saidi Nursi de bu misal âlemine niçin ihtiyaç duyulduğunu şöyle itiraf eder; “Sonra
ehl-i keşfin tasdikıyla; yetmiş defa Resûl-i Ekrem temessül edip, yakaza hâlinde O’nun
59
sohbetiyle müşerref olan Celâleddin-i Suyutî gibi allâmeler ve muhakkikler sahih hadislerin
elmaslarını, sair sözlerden ve uydurmalardan tefrik ettiler.” (19.Mektub) Yani; misal âlemi
yardımıyla hadislerin Peygamberin sözü olup olmadığını ona sorarak düzelttiler demektedir.
Bu noktada Platon Felsefesine bir miktar girip tahlil etmek gerekiyor:
Misal kelimesi (Çoğulu müsül) “örnek, model, ideal, denk, benzer” anlamlarına gelir.
“Misal Âlemi”nin bu anlamlarla doğrudan alakası vardır. Fransızca “Idéa” kelimesinin şimdiki
manası fikir ve tasavvurdur ki, hariçte var olan bir şeyin zihindeki suretinden ibarettir.
Platon’un “idea”sına gelince, bunun Yunancadaki manası “kalıp, misal/örnek”
demektir. Platon’a göre; dünyada gördüğümüz maddî şeyler gibi tasavvur ettiğimiz aklî
şeylerin dahi Âlem-i Ezel’de hakiki ve daimî birer misali, numunesi vardır ki, onlar sabit ve
değişmez olarak kalır. Dünyadaki eşya onların noksan ve geçici birer gölgesi hükmündedir.
İslam Filozofları Platon’un idealarını; “el-Müsülü’l-Eflâtuniyye” diye tercüme etmişlerdir.
Platon’a göre iki âlem vardır. Biri “akledilir âlem” olan idealar âlemi, diğeri de “duyular
âlemi.” Bu duyular âlemindeki her şey, ideaların kopyalarından, resimlerinden başka şey
değildir.
Bu görüntülerin, aslı “akledilir âlem” olan, İdealar dünyasındadır.
Platon’a göre idealar ezeli ve ebedidir. İdeaların ezeli ve ebedi olmaları sebebiyle,
onlar için doğma, ölme, artma ve eksilmeden söz edilemez. İdealar, sonsuz olmaları
sebebiyle hiçbir değişikliğe bağlı kalmadan her zaman kendileriyle aynı kalan şeylerdir.
Onlar, kendi başlarına var olan şeyler olup, kendi kendileriyle özdeştirler ve varlıkları
kendindendir. Kendi başlarına var olan idealar, tikel şeylerden farklı olarak, zamanın da
dışındadır.
Maddi olan herhangi bir şeyle karışmayan “saf ve katışıksız, soyut ilkelerdir. Kendileri
bir “şey” olan idealar, bu dünyadaki cüz’î/ tikel şeylerin de aynı zamanda nedenleridir. Onlar;
renksiz ve biçimsiz olup, gözle görülemeyen, Tanrısal şeylerdir ama Tanrı tarafından da
yaratılmamışlardır. Sayısız İdeanın kendi aralarında bir hiyerarşi vardır, Bir piramit gibi en
tepede, diğer bütün iyi şeylerin nedeni olan “İyi İdeası” bulunur.
60
Platon’a göre tek gerçeklik ideadır. Ona göre idealar dünyası değişmez gerçekliklerin
dünyasıdır. İdealar dünyasının dışında bulunan tikel dünya ise kusursuz ideaların kusurlu
birer yansıması, gölgesi ve kopyası durumundadır.
Ona göre bu dünyadaki varlıkların hepsi aldatıcı birer görüntü ve yansımadan ibaret
olup, ideaların birer kopyası, belli-belirsiz bir gölgesidir. Platon’a göre tikel nesnelerin
durumu varlık ile yokluk arasında bir konumdadır.
Bu dünyadaki varlıklar, gerçek varlıklar olan ideaların bulunması nedeniyle vardırlar.
Bu noktada Platon’un “Güneş gibi parıldayan idealarla kıyaslandığında yeryüzünde görülen
imgelerde hiçbir parıltı yoktur” sözü söylenmesi gereken her şeyi özetlemektedir.
Platon’a göre bu maddi evreni Tanrı yaratmamıştır. Onu yaratmak Tanrı’ya yakışmaz.
Madde zaten Tanrı gibi ezelidir. Platon’un felsefesinde yoktan yaratılış diye bir şey yoktur.
Sadece kaostan kozmosa geçiş vardır.
O, yaratma ile Tanrısal daimi oluşumu kasteder. Kaos halinde olan “Anasır-ı Erbaa”
denen ateş, hava, su ve toprak” gibi dört unsuru Demiurgos denen bir alt ilah /tanrı
düzenlemiştir. Demiurgos, bir usta, bir sanatçı gibi ezeli olan ideaları örnek alıp, elindeki
materyallerle maddi evreni inşa etmiştir.
Platon’a göre duyuların, gelip geçen, değişen çokluk dünyası hakkında bize verdiği
bilgiler sağlam ve kesin değildir. Buna karşılık, akıl gözüyle kavradığımız idealar hakkında
sağlam, kesin ve genel bilgiler elde edebiliriz, idealar, insanın ruhunda gizli olarak
bulunmaktadırlar; çünkü insan ruhu, doğumdan önce, idealar dünyasında bulunmuştu.
Bundan ötürü, insanın, daha önce idealar dünyasındayken görmüş olduklarını
yeniden “hatırlaması” sağlam bilgilere ulaşması için yeterlidir. Yani; bilgi edinme, sadece bir
hatırlamadan ibarettir. Ruh idealar dünyasındaki gerçekleri unutmuş olamaz! Bu “doğuştan
61
bilgi” veya “ruhun hatırlayışı” konusu Platon’a göre yaşam öncesi bir hayatın varlığı,
dolayısıyla ruhun ölmezliği konusunda önemli bir kanıttır. Tanrısal bir nitelik taşıyan bu ezeli
ruh parçalanmış, yeryüzüne sürüklenmiş, kökünden ayrı düşmüş ve bir bedenin içine
hapsedilmiştir.
Özetle; bu ruhçu pagan filozof “ezeli ruhu” ispat edeceğim diye maddi dünyayı yok
saymıştır. Ona göre ölümsüz ruh; dünyaya sonsuzca gelip-gitmektedir. İşte bu
reenkarnasyoncu, tam bir mistik olan, Politeist (çok tanrıcı), maddeyi ezeli gören,
ontolojisinde yaratılış kavramına yer bile vermeyen adamın çelişkilerle dolu felsefesi Meşşaî
ve İşrakî İslami gnostik filozofları derinden etkilemiştir.
Bu pagan filozofun geride bıraktığı felsefi miras, gnostik sufilerin âlemi misali
olmuştur. Alem-i misal de; tüm Müslümanların âlem-i berzahı /kabir hayatı olarak itikaden
şarj edilmiştir.
Platon’dan sonra, onun yarıda bıraktığı işleri tamamlamak için bir başka pagan filozof
Plotinus bayrağı teslim alır. Kurduğu Yeni Eflatunculuk akımı ve onun sudur teorisi bizlerin
ontolojisini, kozmolojisini ve epistemolojisini belirleyecektir.
Gnostik İşrakîlere ve sufilere göre; Platon “Grekçe konuşan Musa” dır. “Hikmet/felsefe”
nebevi bilgidir.
İbnü’l-Arabî’ye göre; “hükema” Allah’ı ve eşyayı bilir. Filozoflar arasında zevki bilgiyi
tadan “Eflatun el-İlahi” gibileri pek nadirdir. Onun manevi tecrübesi, “keşf ve vücûd
ehli”ninkiyle aynıdır. Platon’un entelektüel şahsiyeti Molla Sadra ( Şirazi- Günümüz ekolü
Seyyit Hüseyin Nasr) tarafından tebcil edilir.
İşrakiye şeyhi Sühreverdî, Platon’u filozofların imamı ve reisi olarak görür! O da, imamı
gibi ideaların ontolojik gerçekliğini kabul eder.
Gnostik İşrakî filozoflar Platon’un idealarını ikiye ayırırlar. İlki; cisimlerle hiç alakası
olmayan “ashabu’l-enva, erbabu’l-esnam” dedikleri soyut aklî idealardır. Diğeri ise; “el62
müsülü’l-muallaka”dır. Burası “berzah ve hayal” âlemidir. Bu “Muallak İdeler Âlemi”,her iki
âlem arasında bir nevi geçişi sağlayan bir köprüdür. Bu âlem, her iki âlemdeki varlıkların
birer suretinin bulunduğu bir aynaya benzer. Burada Platon’un ideleri cisimleşir, cismani
fertler de ruhanileşir. Sühreverdi Platon’un soyut akli idelerini burada melek haline
dönüştürmüştür.
İşrakî filozoflara göre, Platon’un, “ideler /misaller” adını verdiği bu soyut cevherler;
Mebde-i Evvel (Allah)’den sudûr eden ilk varlıklar olup, aralarında illet ve malul olmayan
Ceberut âlemindeki Arzî Akıllardır. Bu akıllardan her birisi maddî âlemde bulunan türlerden
birisini, kuvveden fiile çıkarıp, onun yönetilmesi ve korunması görevini üstlenmiştir. İşrakîler,
Platon’un İdelerini Türlerin Efendisi (Rabbu’n-Nev’) yapmışlar, yani bir nevi ilahlaştırmışlardır.
Osmanlı düşünürlerinden Kasabbaşızâde İbrahim’e göre; Muallak İdeler Âlemi’nde
ister soyut olsun isterse somut olsun, her varlığın ve hatta renk, şekil, tat, koku, ışık, hareket,
sükun ve buna benzer şeylerin bile zatı ile kaim olup, madde, zaman ve mekanla alakası
olmayan birer idesi (misali) bulunmaktadır. Ona göre; Rüyada görülen tüm varlıklar, Muallak
İdeler Âlemi’nde bulunan varlıklardır. Çünkü ruh, uyku esnasında bedeni terk edip, Muallak
İdeler Âlemine çıkar ve oradaki varlıkları müşahede eder.
Gnostik tasavvufçular, İşraki filozofların Muallak İdeler Alemi’ne “Berzah ve Misal
Âlemi” gibi farklı isimler vermişlerdir.
Davud-u Kayserî’ye göre Misâl Âlemi; nurânî cevherden oluşan bir âlemdir. Bu âlem;
nicelik ve duyusal olması açısından cismanî cevherlere, nuranî olması açısından ise soyut aklî
cevhere benzemektedir. Dolayısı ile Misal Âlemi, ne birleşik maddî bir cisim, ne de soyut aklî
bir cevherdir. Misâl Âlemi; arşı, kürsüyü, yedi göğü, yerleri ve felekleri içine alacak kadar
büyüktür! Hz. Peygamber’in miracı bu âlemde gerçekleşmiştir! Bu âlemde bulunan
suretlerin gölgesi, cisimler âlemindeki varlıkların suretlerini meydana getirir. Meselâ, bu
âlemde bulunan Cebrail, Cisimler Âlemi’ne geldiği zaman, kendi aslî suretinde değil insan
suretinde görünmüştür.
63
İşrakî filozoflar, Muallak İdeler Âleminde bulunan Câbulk, Câburs ve Hurkalya adlı üç
gizemli beldeden bahsederler. İşrakîler bu üç belde için bir de hadis uydurmuşlardır. Güya
Hz. Peygamber, “Câbulk ve Câburs unsurlar âlemine ait ideler, Hurkalya ise felekler âlemine
ait idelerdir” buyurmuştur.
Çok tabii ki, bu peygamber İslam Peygamberi değildir. Olması da gerekmez. Zira;
her bir İşrakî filozof kendi bilgi teorilerine göre zaten peygamberdir. Davud-u Kayserî’nin
Misal Âlemi; İşrakîlerin Hurkalya beldesinin bir benzeridir.
Gnostik mutasavvıflara göre Câbulk, vücub ve imkân dairelerini içine alan ulûhiyet
mertebesidir. Eşyanın esas sûreti burada mevcut olup, bütün varlıkların doğuş yeridir.
Câburs ise bütün hakikatlerin zuhur yeri olan insanın varlığıdır. Zira, İlahî zatın aydınlığından
doğan her şey, insanın varlığında son bulur.
Bazı mutasavvıflara göre ise Câbulk, mutlak varlık ile âlem arasında bir berzahtır.
Tasavvufçular, ruhun bedene girmeden önce Ruhlar Âlemi’nden Misal Âlemi’ne geldiğini ve
burada bir süre kalarak bedene girmek için hazırlık yaptığını iddia ederler. Aynı şekilde ruhun
bedenden çıktıktan sonra varacağı ve Berzah denilen âlem de yine bu âlemdir.
Platon’un ideaları, nasıl Âyan-ı Sabite, İdealar Âlemi de, nasıl
Âlem-i Misal oldu?
Platon; türler ve küllîler /tümellerin yaşadığı başka bir âlem bulunduğunu, bu âlemin
Ayan-i Sabite yahut ilk numuneler (ezeli örnekler) âlemi olduğunu söyler. Biz bu dünyada
bu Ayan-ı Sabite’nin gölgelerini görüyor ve onlara efrad veya cüz’iler /tikeller namını
veriyoruz. Bu türlerin asıl varlığı Müsül / İdealar veya Âyan-i Sabite âlemindedir. Bu filozoflar,
bunu izah için Ayan-i Sabite âleminde türlerin, bu âlemdeki eşya için birer kalıp teşkil ettiğini,
her şeyin bu kalıplara göre icat edilerek ferdler ve cüz’iler halinde bu âleme gönderildiğini,
bu âlemdeki her şeyin kendi türünün bir gölgesi olduğunu iddia ederler. Bu türlerden her
birinin, o türle alakalı bir ruhu vardır. O ruh bunların ilahıdır. Ona, “türün rabbi” (Rabbü’nNev’) derler. Platon’un Âlem-i Misali budur.
64
İbnü’l-Arabî, âlemdeki nesnelerin somut varlık kazanmadan önce Allah’ın zatında
ideler halinde bulunduğunu ileri sürer.
Ayn; hakikat, mahiyet ve zat manasına gelir ve varlık/vücud kavramından farklı bir
anlama sahiptir. “Bir şeyin varlığı başka, mahiyeti başkadır” denir. Ayan-ı sabite dış âlemde
var olan eşyanın Allah’ın ilmindeki hakikatleri olup, hariçte mevcut değildir. Daha doğrusu
bunlar Allah’ın ilminde sabit olan “yoklardır.” Bu terim tasavvufa İbnü’l-Arabî ile girmiş, daha
sonraları Sufi filozoflar Allah-âlem ve insan ilişkileri konusundaki düşüncelerini ve varlık
görüşlerini bu şekilde açıklamışlardır. İbnü’l-Arabî’ye göre eşyanın üç safhası vardır. İlk
teayyün, ayan-ı sabite ve ayan-ı hariciye! Bu ayan-ı hariciye, ayan-ı sabitenin tecellisi,
görünür hale gelmesidir ki, aslında onlar yok hükmündedir ve gölge varlıklardır.
Dış âlemde bizim gördüğümüz eşyanın aslında hakiki bir vücudu (mahiyeti, hakikati)
yoktur. Eşyanın birbirinden farklı görünmeleri, aslında ayrı ayrı varlıklara sahip oluşundan
değil, ayan-ı sabitelerinin farklı oluşundandır. Varlık /vücud tektir, farklılık ayan-ı sabiteden
ileri gelir! Bu ayan-ı sabite, Bir olan zat-ı ilahinin sudur/ zuhur etmesinden ibarettir. İbnü’lArabî’nin görünen âlemin bir hayal yahut gölge olduğu görüşü tamamıyla Platon ile aynıdır.
Ayan-ı sabite varlıkların modelleri (prototipleri) ve kalıplarıdır. Varlıkların çeşitliliği,
çoğalması ve sayısız farklı şekillerde görünmesi bu ayan-ı sabite’den kaynaklanır. Bu ayan-ı
sabite/idealar hiçbir zaman dış dünyada /görünür âlemde bulunmazlar. Bunlar varlık kokusu
koklamamış soyut varlıklar olup, bunlar eşyanın batını, eşya ise bunların zahiridir. Bunlar ilahi
isimlerin suretleridir. Yine ayan-ı sabite; dış âlemdeki varlıkların hakikati olmaları itibariyle
beden için ruh gibidir.
İbnü’l-Arabî’ye göre ortada yalnızca Allah ve ayan-ı sabite vardır. Ayan-ı sabite
(ideler), Allah’ın ilminde eşyanın görünür hale gelmeden önce var olması demektir. Bunlar
hariçte mevcut değillerdir ama ilahî ilimde “yoklar” olarak mevcutturlar. İbnü’l-Arabî ayan-ı
sabite’yi kabul edince bütün mümkün olanların da mevcut olduğunu kabul etmek zorunda
kalmıştır. Bu aynı zamanda şu demektir; duyular âleminde varlığı olan bir insanın aynı anda
ayan-ı sabite âleminde de sübutu var demektir.
65
Gnostik Fethullah Gülen de bu ayan-ı sabite teorisini hak ve hakikatmiş gibi, canla
başla savunmaktadır.
“Ayân-ı sâbite sabit/değişmez zâtlar ve mâhiyetler demektir. İlm-i ilâhîde mevcut olan
her şey, bir yönüyle vücud, varlık kokusu ve özelliği koklamış olsa da hâricî vücud noktasında
henüz mevcud ve yokluk arasında bir yerdedir.”
Varlık ve eşya, kendi zâtları itibarıyla yok/hiç hükmündedir, Hakk’ın vücudunun
gölgesi olması bakımından ise mevcut sayılırlar. Âyân-ı sâbite ve misâlî modeller hâricî
vücudla şereflendirildikten sonra misâlî levhalar hâlini almakta, peşinden de bu berzahî
motifler, kendilerine göre farklı vücud urbaları giyerek daha değişik boyutlarda âyinedarlık
vazifelerini sürdürmektedirler. Ziyâ-zulmet, hayır-şer, saîd-şakî hemen hepsi bu âyân-ı
sâbiteden akseden misâlî levhalarda bellidir; ancak, saîdin saîd, şakînin de şakî kabul edilmesi
hâricî vücud ve teklif altına giren varlıklarda onların bu teklif âlemindeki temâyüllerine
bağlanmıştır.
Her zaman olmasa da, bazen evliyâullahın âyân-ı sâbitedeki halleri, açık veya
rüyalarda olduğu gibi bir kısım sembollerle müşahede etmeleri, onlara sıra dışı bir lütuftur.
Bu seçkinlere bazen, daha sonra olacak şeyler bildirilir. Âyân-ı sâbite ile alâkalı bu bilgiler ve
bu müşahedeler, Seçkinlere çok defa misâlî levhalar hâlinde arz edilir.
Ne şekilde olursa olsun, âyân-ı sâbiteye ait mânevî sûret ve modellerin yansıdığı ve
temessül ettikleri âlem veya aynalara “âlem-i misâl” denilir.
Ayrıca âlem-i misâli, varlık ve hâdiselerin mânevî sûretler halinde, kendi özel kılıflarıyla
duyular dünyasına girmeleri, görülüp hissedilmeleri, şeklinde de yorumlayanlar olmuştur ki,
ruh ve melâikenin belli sûretlerde temessülleri bu hususa birer örnek teşkil edebilir.
Ayan-ı sabite; evrende var olan eşyanın Allah’ın ilmindeki hakikatleri, ilahi isimlerin
suretleri olup, hariçte mevcut değillerdir. Onlar Platon’un ideaları gibi soyut varlıkların
modelleri ve kalıplarıdır. Bunlar ezelidir, asla değişmez, değiştirilemezler. Ayan-ı sabitenin
66
değişmesi imkânsız olduğundan bunları değiştirmeye Allah’ın iradesi de taalluk etmez.
İbnü’l-Arabî’ye göre; Allah’ın ilmi maluma tabidir. O, bir şeyi, o şey nasılsa öyle bilir ve aynen
bildiği gibi var eder. Bir şeyin nasıl olacağı ise, o şeyin âyan-ı sabitesine bağlıdır. Ben, sen, o
ve her bir şey bu dünyada birer hayal, vehim varlık ve yokluk arasında bir gölge gibiyiz.
Asıllarımız bu misal âlemindeki âyan-ı sabitelerdir. Bu ayan-ı sabite ise ezeli olup,
değişmediğinden bu düşünce, irade hürriyetini tamamıyla yok etmiş, Cebirciliğe/ Fatalizm’e
yol açmıştır.
Âyan-ı sabite ilahi ilimde sabitlik elde etmiş gerçekliklerdir, mümkinâtın zahire doğru
bir adım daha ilerleyerek kararlaşmasıdır. Âyan-ı sabite yaratılmış değildir. Ayn’lar ebedi ve
ezelidir. Vücut bulmadan önce bütün varlıkların bir ayn-ı sabiti vardır. Hayvan, bitki ve
madenlerin, hareket ve tavırların dahi âyanları /ideaları da aynen böyledir. Bu âyan-ı
sabitelerin Allah’a ihtiyacı yoktur. Aksine, Yaratıcının onlarda zuhur etmesi açısından âyan’a
/idealara ihtiyacı vardır(!) Bu zatlar (aynlar) yoklukta sabittirler. İyilik eden kötülük eden,
yararlandıran ve zarar veren zatların kendileridir. Ayan-ı sabitelerinin yaratılışı sırasında
henüz varlık âlemine gelmeden mümin olanlar, varlık alanına geldikleri zaman da imanlı
görünürler. Allah onların böyle olduğunu ayan-ı sabitelerinden bilir. Allah da ilmini kendi
mukaddes zatından değil de ayan-ı sabiteden almaktadır. Allah ilmini oradan aldığı için
başka bir şekilde hareket etmesi mümkün değildir. Bu düşünce sahiplerine göre; sübut
âleminde ne isen varlık âleminde de öyle göründün! Bu ise ahlaki sorumluluğun temeli olan
irade hürriyetini yok etmektedir.
Tüm bunları kabul etmek mümkün değildir. Ayan-ı sabiteleri kadim/ezeli kabul etmek
küfürdür. Zaten, İbnü’l-Arabî evreni “kadim-i hadis/ ezeli yaratık” diye niteleyerek bu
konudaki niyetini gizlemez!
Yine şeyhülislam Mustafa Sabri de İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini tenkit etmiş ve
reddetmiştir. Tasavvuf tarihinde son derece tesirli olan bu Ayan-ı sabite nazariyesine ulema
sürekli itiraz etmişlerdir. Çünkü Ayan-ı sabite nazariyesinin kabul edilmesi halinde eşyanın
yaratılması ve Allah’ın “Yaratıcılık” sıfatı yok olmakta, âlemin kadim olduğu görüşü kabul
edilmektedir.
67
Bu ayan-ı sabite nazariyesi çeşitli felsefi görüşlerin harmanlanmasıyla oluşan bir teoridir.
Ayan-ı sabite nazariyesi Platon’un ideaları ve Plotinus’un “Bir ve İlk Akıl” nazariyesinin
devamıdır.
Said Nursi’ye göre; Ruhlar âleminden başka bilemediğimiz pek çok manevi âlem
vardır. Yine bu âlemler aynı anda, iç içe geçmiş durumdadırlar. Âlem-i esir, âlem-i misal,
âlem-i berzah gibi âlemler arasında sıkışıklık ve yer darlığı yoktur. Bu âlemlerin hepsi,
birbiriyle karışmaksızın küçük bir yerde toplanabilirler. Said Nursi’ye göre; Âlem-i misal bu
âlemlerden birisidir. O, Âlem-i misali, âlem-i ervah ile âlem-i şahadet ortasında bir berzah
olarak tarif eder.
“Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her ikisine bir
yönüyle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine! Meselâ, aynadaki senin misalin,
şeklen senin cismine benzer; maddeten senin ruhun gibi lâtiftir.” Âlem-i misal; âlem-i
şehadet gibi vücudu görünür. Tahakkuku bedihî /açıktır. Hatta sadık rüya ve keşf ve şeffaf
şeylerdeki temessülât, bu âlemden âlem-i misale karşı açılan üç penceredir. Avama ve
herkese bu âlemin varlığını açıkça gösterir. Âlem-i misalin vücudu, âlem-i ervah ve âlem-i
şahadet kadar kesindir.“
Âlem-i Misal; maddi âlemle ruhlar âlemi arasında bir köprü âlemidir. Bu âlem hem
maddi âlemden, hem de ruhlar âleminden vasıflar almıştır. Maddi âleme göre misal âlemi
daha latif ve hafif bir âlemdir. Uyku anında maddi âleme kapanan pencereler manevi ve
misali âlemlere açılır. Ruh da bu açılan pencerelerden o âlemleri seyir ve mütalaa eder.
Kalbin ve duyguların terakki ve keskinliğine göre rüya sahibi, bazen levh-i mahfuzun cilveleri,
bazen de kader mektuplarının numuneleri ile karşılaşır.
Yine Said Nursi’yi, vahdet-i vücudçuların icat ettikleri garip âlemleri şöyle izah ediyor;
“Muhiddin-i Arabî’nin “Fütuhat-ı Mekkiye” isimli kitabında ve “İnsan-ı Kâmil” kitabının müellifi
Abdulkerim el-Cîlî gibi zatların kitaplarında haber vermiş oldukları ”Kaf dağı, Arz-ı Beyzâ ve
Âlem-i Meşmeşe” gibi binler dünya büyüklüğündeki âlemler âlem-i misalden oldukları için
onların yerleri dünyada bir çekirdek kadar olsa da, âlem-i misalde bir ağaç kadar geniştir.
68
Çünkü bu dünyada yapılan az bir amel ve fiilin âlem-i misalde timsali bir ağaç gibidir. Ancak
onların sekir halinde gördükleri bu âlemler âlem-i şahadet ile karıştırıldığı için inkâra sebep
olmuştur. Onlar ehl-i hak ve hakikattirler ve gördüklerini doğru görmüşlerdir. Fakat
gördüklerini yorumlamada hata etmişlerdir. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği
gibi, o kısım ehl-i keşif ve Şuhut dahi gördüklerini o halde iken tabir edemezler. Onları tabir
edecek olan “Asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir.”
“Âlem-i rüya, âlem-i misâlin gölgesi ve o da âlem-i berzahın gölgesi olduğundan, düsturları
/ilkeleri birbirinin benzeridir.”
“Levh-i Mahfuzun ve âlem-i misalin iki küçük numunesi, insanın hafıza ve hayal kuvvetidir…
(Devamı şimdilik yazdırılmadı!-Saidi Nursinin ifadelerinden.) Küçük bir âlem olan insanda
hayal gücü olduğu gibi, büyük bir insan olan âlemde de bir âlem-i misal vardır… Hafıza gücü
Levh-i Mahfuz’dan haber verdiği gibi, kuvve-i hayaliye de âlem-i misalden haber verir.”
“Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehâdet ortasında bir berzahtır. Her ikisine birer vecihle
benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ, aynadaki senin misalin
sureten senin cismine benzer. Maddeten senin ruhun gibi lâtiftir. O âlem-i misâl; âlem-i
ervah, âlem-i şehâdet kadar vücudu kesindir. Âlem-i misal, ehl-i velâyetin /Evliyanın
tenezzühgâhıdır. (gezip-dolaştıkları mesire yerleridir) “
Gnostik Nur Külliyatında, “ayan-ı sabite” için “vücud-u ilmiye, vücud-u manevîye”
tabiri kullanılır.
“Her bir şey dünyadaki varlığını yitirdikten sonra (özellikle canlı bir varlık idiyse); âlem-i
misalin defterlerinde olan misâlî levhalar üzerine, hayatının her aşaması için nice fotoğraf
bırakıp, o fotoğraflardan, anlamlı olan ve mukadderat-ı hayatiye denilen hayat macerası
yazılır ve ruhanilere bir mütâla’agâh (etüt salonu) olur.”
“Eşya ölüm ile zeval ve yokluğa gitmiyor, belki kudret dairesinden ilim dairesine geçiyor;
şehâdet âleminden, gayb âlemine gidiyor; değişim ve fanilik âleminden, ebediliğe geçiyor.
Gerçekten eşyadaki cemal ve kemal; ilahi isimlere aittir. Madem o isimler bâkîdir ve cilveleri
69
daimidir, elbette o isimlerin tecelli ettiği eşya da yokluğa gitmez! Belki yalnız i’tibârî
taayyünleri (sanal görünümleri) değişir, asılları, mahiyetleri ve misâli kimlikleri bâkî kalır. Eğer
o ölenler insan gibi ruh sahibi iseler; zaten onlar dünyadan daha güzel olan âlem-i berzah,
âlem-i misâl, âlem-i ervah gibi Allah’ın başka memleketlerine giderler…”
Yukarıda etraflıca gösterdiğimiz gibi, Said Nursi’nin tüm ontolojisi “âyan-ı sabite” üzerine,
tüm kozmolojisi de “Âlem-i misal” üzerine kurulmuştur! Risalelerin ne şarkın ulûmundan, ne
de garbın funûnundan alındığını, direk Kur’ân’ın indiği arş-ı semavîden alındığını iddia
etmesine karşın sözünü ettiğimiz tüm bu görüşler tamamen Yunan filozoflarından alıntıdır.
Onlar bu maddi dünyayı bir hayal, sanal imaj olarak görüyorlardı. Saidi Nursi, zındık diye
öldürülen Şeyhü’l-İşrak Sühreverdî kadar felsefeye bağlıdır.
Bu âlemler tümüyle hayal ürünüdür. Hiçbir bilimsel, ontolojik ve İslamî yönü yoktur.
Reel gerçekliği bulunmamaktadır. Bu hayali “misal, ruhlar ve berzah âlemleri, şeyhlerin göğe
çıkmaları, oranın sakinleriyle görüşebilmeleri, melekleri temessül ettirip, onlardan vahiy
benzeri
ilhamlar
almaları,
levh-i
mahfuzu
okuyup,
gelecek
hakkında
kehanette
bulunabilmelerini temin için uydurulmuş, tamamen yapay âlemlerdir.
Sünni ulemanın bildirdiği önemli bir hususu da bu fasılda zikretmek icap etmektedir.
Gnostik itikadın majik ve mistik öğretilerinin uygulama yoğunluğuna bağlı olarak bu
kimselere cinnilerin ve iblisin bazı tesirlerle kendilerini “melek, Hızır, peygamber, hatta Allah”
olarak takdim ettiğini ifade ediyorlar. Keza bu etkilerle gnostik tasavvuf unsurlarının
sapkınlıklarını büyük insan kalabalıklarına bu yolla enjekte ettikleri ve etraflarında cemaat
şeklinde büyük kalabalıkları topladıkları anlaşılmaktadır.
70
İlm-i Huruf ve Havass / Şeytanat ilimleri
İlm-i Huruf;
Huruf ilmi; harflerle ve rakamlarla tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu
veya bunlarla geleceğin önceden bilinebileceğini söyleyen bir ilimdir. Bu Huruf ilmi,
tamamıyla Hermetik kültüre, Pisagorculuğa, Kabalaizme, Sâbiiliğe ve Hind menşeli kitaplara
dayanır. Hurufilik, M.Ö. 3.yüzyılda ortaya çıkan Helenistik ve Gnostik renkler taşıyan Sır
dinlerinde ortaya çıkmıştır. Bu dinler Grek harflerine sayısal değerler yükleyerek bir takım
kehanet formülleri geliştirmişlerdir.
Tüm sihir ve büyüler çeşitli rakam ve harflerle oluşan cetvellerle yapılır. Kareli,
dikdörtgen, üçgen, altıgen /Davud Yıldızı, siyon yıldızı şeklinde geometrik şekiller kullanılır.
Bunlar İhvan-ı Safa kanalıyla İslam dünyasına, oradan Bâtınîliğe ve oradan da tasavvufa ve
diğer Müslümanlara geçmiştir. Kabalacılığa göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot)
biçiminde sudur ederek evreni yaratmıştır. Onun yaratılış ile ilgili bu teorisinde yer alan
hemen her unsuru, İsmailiyye/ Bâtınîlikte ve dolayısıyla Hurufilik ve onun etkisi altındaki
“Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak mümkündür.
Tılsım; bir alfabenin harflerine sayısal değerler verilerek, bazı istek ve arzulara ulaşmak
ya da istenmeyen kötü durumlardan kurtulmaya yönelik çalışmalardır. Tılsım, bir kelimenin
ya da bir cümlenin peş peşe gelen (ardışık) harflerinin değerini alıp, bu kelimenin ya da
cümlenin yerine geçtiği kabul edilen, bir sayı koymak demektir. Bu genel usule; Yahudiler
“Gematri”, Müslümanlar “Hisabü’l-cümel”, ismini verirler. Bu uygulamayı Yahudiler kâhinlikle
ilgili hesaplarda kullanmışlardır. Hepinizin bildiği gibi Kabalacılıkta, tılsım ve büyücülük
önemli bir yer tutar.
Harflerin ve sayıların olmuş ve olacak hadiseleri sembolik biçimde anlattığı inancı, ŞiiBâtınî kökenli cefr ilminin doğmasında etkili olmuştur. Önceleri bu sembolleri yorumlama
yetkisi sadece Hz. Ali soyuna ait iken, daha sonra Gostik Sûfîlerce gayb’dan haber verme
tekniğine dönüştürülmüştür. Güya; bazı surelerin başındaki “elif, lam, mim” şeklinde
71
bulunan, “huruf-u makatta” diye bilinen harflerin bir takım ruhani tesirleri var imiş! Bu harfler
çeşitli vefkler, tablolar, şekiller içine yazılırsa acayip güçleri olurmuş! Hatta gulat-ı şianın
imamlarından Beyan b. Seman, ism-i azam sayesinde orduları bozguna uğrattığını ve
yıldızlara hükmettiğini iddia etmiştir. Biz Sünniler arasında da olan, “ism-i azam ile yapılan
duanın kabul olacağına dair” tüm rivayetler İsrailiyyattır. Görüldüğü üzere Müslümanlar da
Allah’ı bırakmışlar, Allah’ın isimlerinin böyle kâinatta tasarrufta bulunduğuna inanmaya
başlamışlar, Tipik Mekkeli müşriklerin konumuna düşmüşlerdir.
İhvan-ı Safa sihir ve tılsım uygulamalarını dini ilimler arasına sokmuştur. İbn-i Sina
harflerin bâtıni/sırrî anlamları olduğunu söyler.
Farabî; astroloji ve simyanın abuk-sabuk iddialarını geçerli bir disiplin olarak kabul
etmekteydi. Hatta bizzat kendisi, kendi astrolojik bulgularına göre işlerini idare etmeye
meyilli müneccimler arasında sayılmıştır.
Yine Hermetik bir düşünür olan Endülüs’lü Mecritî, Gâyetu’l-Hekîm”inde, sihir ve
tılsıma dair yazılan tüm eserleri özetlemiştir. Mağribli sûfî Tilimsanî’nin ”Şümûsü’l-envâr”ı ve
Nazilli’li S. Muhammed Hakkı’nın “Hazinetü’l-esrâr”ı bu nevîden olan eserlerin en
meşhurlarıdır.
Kendisine pek çok majik formüller nispet edilen, “Tılsımlar Sahibi”
lakaplı,
Kapodakya’lı tipik bir pagan olan Apolionius’un yazdığı kitaplara İslam filozofları, gnostik
sûfîler, kelamcılar dört elle sarılmışlardır. Bu putperestin, Hermes’in kitaplarının orijinalini
bulduğuna inanırlar.
Hermetik alanda eser yazanlara göre hakikati bir tek Hermes ve onun halifeleri
biliyordu. Yazdıkları tüm majik, sihir, büyü, astroloji, okült ilimler, havas, ilm-i huruf vs. gibi
ne kadar şeytani ilim varsa, bunları Hermes denilen bu mitolojik şahsiyetten ve ona nispet
edilen Hermetik Külliyat’tan almışlardır.
Çünkü onlara göre; tüm kadim filozoflar hikmeti Hermes/Thot’un yazdığı iddia edilen
kutsal kitaplardan almışlardır. Hermes/Thot; Mısırlı kadîm hikmet tanrısıdır. Onlara göre
72
Hermes, aynı zamanda ilahî Akıl’dır. Çünkü Hikmet tanrısı Hermes onlara, varlığın sırlarını
bildirmiştir. İslam gnostikleri Hermes’e İdris peygamber derler. Böylece akıl, bilim ve İslam
dışı binlerce hurafe İslam toplumuna ithal edilmiştir.
Gnostik sufizm her bir harfin belli zamanlarda bazı tekniklerle çeşitli yerlere yazılıp,
belirli sayılarda okunması sonucunda bu harflerle bağlantılı görevli ruhani varlıklarla temasa
geçileceğini, onlardan istikbale dair bilgi alınabileceğini, yine onlar sayesinde bazı faydalar
görüleceğini veya zararlardan korunmanın mümkün olacağını söyler.
Pisagorcuların, Hermetiklerin, Sabiîlerin, İhvan-ı Safa’nın harfler ile unsurlar arasında
kurdukları münasebetin bir benzerini Sûfîler, harflerle Allah’ın isimleri arasında kurmuşlardır.
Bunlara göre; bazı kimseler sırlarla dolu harflerden oluşan esma-i hüsna sayesinde olağan
üstü yetenekler kazanmışlardır. İşte bu kimseler tabiat âlemi üzerinde tasarrufta
bulunabilirler Böylece sûfîlerin tılsımcılardan herhangi bir farkları kalmamıştır. Tılsımcılar
bunu harflerle unsurlar arasındaki tenasüple izah ederken, sûfîler de yıldızlar ile vefkler
arasındaki ilişkiye bağlamışlardır. Sûfîler yıldızlara tapan müşrikler gibi yıldızların, feleklerin
bu dünyada tasarrufta bulunduğuna inanmaktadırlar. Tüm bunlar maji ve şamanik
uygulamalardır.
Burada gnostik sûfîlerin Allah ile insan arasında nasıl aracı, yarı ilahlar edindiklerine dair bir
örnek vererek onların “et-Tıbbu’t-Tam”
veya “Rabb’ül-Enva” dedikleri kavramları
derinleştirelim.
İşrakî filozoflara göre (Günümüzde Seyyid Hüseyn Nasr ekolü) “et-Tıbbu’t-Tam /Kamil
Tabiat”; İnsanları idare eden, onları koruyup gözeten ve bilgilendiren yönetici (müdebbir)
varlıklardan bir varlıktır. Kamil tabiat insana hakikati aramasında yardımcı olan ve o insanın
ruhî arayış seyrinin sonunda kendisiyle birleşeceği bir semavî rehber, filozofun ruhani ikizidir.
Güya; Hermes’ten gelen bu Kâmil Tabiat fikrini, Aristoteles, talebesi Büyük İskender’e
öğretmiş, o da bu sayede cihan imparatoru olmuştur. Kamil Tabiat; gizli bilimler, tasavvuf
ve tılsım gibi farklı ilim dallarında da kullanılan bir terimdir.
73
Sühreverdi bu Kamil Tabiat’a şöyle yalvarır; “Ey Efendi Reis, kutsal melek ve ruhanî nefs! Sen
benim ruhanî babam ve hakka sığınan manevî atamsın. Allah’ın izniyle, eksiklerimi
tamamlamak için ilahların ilahı olan Allah’a yalvaran şahsımı idare etmektesin. Allah’ın hakkı
için senden, benim için tecellî eden mazharların en güzelini istiyorum. Sen nurlu cemalini
bana göster ve gizlilik nurunun elde edilmesi için, ilahların ilahı katında benim için aracı ol.
O’nun üzerindeki hakkı için, kalbimdeki karanlık engelleri kaldır.”
Gnostik Sufilere göre Kâmil Tabiat ile irtibata geçme imkânı vardır. Bunun için
“Temâgis, Ba’deân, Yesevvâd, Vagdâs, Nugnâ, ve Gâdîs” gibi, kimsenin anlamını bilmediği
bu Kâmil Tabiat’ın isimleri söylenmelidir.
Bu kelimelerin, Kâmil Tabiat ile hikemî ve emrî açıdan bir bağlantı ve alakası vardır.
Bu alaka sebebiyle harflere, güzel isimlere ve güzel ayetlere boyun eğen krallar gibi, Kâmil
Tabiat da bu isimlere boyun eğer.
Böylece “Kamil Tabiatı” isteğimizi yerine getirmeye mecbur edebiliriz. Bir ruhani
varlıktan, semavi akıldan vs. istekte bulunma ve onu bu isteği yerine getirmeye mecbur
etme, diyebileceğimiz bu tür davranışlara azîmet (çoğulu Azâim) denilmektedir. Birçok
filozof ve sûfî, azîmetin gerekliliğine inanmaktadır. Sühreverdi’nin yukarıdaki tuhaf yalvarışı,
bu tür bir azimettir.
Kâmil Tabiat’tan, azimetle istekte bulunanlara, uykuda veya uyku ile uyanıklık arası bir
halde, bilgi ve marifet gelmeye başlar, gaybın sırları açılır. Kâmil Tabiat, ait olduğu türü her
türlü belalardan korur.
Azâim ilmini bilenler cinleri emri altına alabilirler. Tasköprülüzade ve Kâtib Çelebi,
Gazneli Mahmud’un bir kaleyi savaşmadan, azâim’le aldığını söyler.
İslam ulemasına göre Kâmil Tabiat deilen şey Utarid adındaki cinni kavim olup
kâfirdirler ve gnostik sufiler ile yoğun temas halindedir. Bu tür kelimeleri kullanarak onlarla
temas kurmak sapkınlığa ve küfür çukurlarına açılan bir kapıdır.
74
Havas İlmi / İlmü’l-Havass;
Gnostik sufilere göre bazı hadiselerin meydana gelişi, eğer sadece nefsanî bir tesir ile
olursa sihir, feleklerin yardımı ile olursa yıldız daveti, semavî kuvvetler ile arzî, kuvvetleri
birleştirmek sureti ile olursa tılsım, bunların dışında başka bir sebeple olursa rekî (çoğulu
rekiye) olarak adlandırılır.
Şayet yukarıda belirttiğimiz hadiseler, sadece ruhların yardımı ile olursa buna da
azîmet denilir. Eğer azîmet, iyi şeyler için yapılırsa buna azâimu’l-ahmediyye denilir.
Havas ilmi; Nesnelerle harf, kelime ve duaların gizli özelliklerinden faydalanarak
gaybdan haber verdiği veya varlıklar üzerinde etkili olduğu ileri sürülen bir ilimdir. Havas;
Bir nesnede bulunup başkalarında bulunmayan tabiat, özellik ve niteliği ifade etmek için
kullanılan “hassa” kelimesinin çoğuludur. Allah varlıkları farklı şekillerde yarattığından, her
varlığın kendine ait bir havassı söz konusudur. Ancak bazı varlıkların hassası bilinmekte,
bazılarınınki ise gizli olduğundan bilinmemektedir. Havas ilmiyle uğraşanlar bu gizlilikleri
keşfederek olağanüstü sayılan bir takım işleri yaptıklarını iddia ederler.
İbn-i Nedim’e göre; bazı insanların riyazet yapmak suretiyle ruhanîleri etkileri altına
alması mümkündür.
Yine Taşköprüzâde; sıkı bir riyâzat yapan kimsenin nesnelerin gizli özelliklerini
öğrenebileceğine ve onları kullanabileceğine inanır. Ona göre bu ilimleri elde etmede etkili
olan ya; nefsin gücü (sihir), ya; feleklerin yardımı (da’vet-i kevâkib) veya semâvî kuvvetlerle
yeryüzü kuvvetlerinin mezcedilmesi (tılsım), yahut da; nesnelerin gizli özelliklerinden
istifadedir.
Nesnelerin
gizli
özelliklerinden
faydalanılarak
kazanılan
gizli
ilimlerin
gerçekleştirilmesi, ilm-i havas, azâim ile olur.
Havas kitaplarına göre; harflerin, kelimelerin, isimlerin, duaların ve feleklerin kendine
özgü hassalarını bilen kişi, bu bilgiyi kullanmak suretiyle nesnelere hükmedebilir. Haliyle
havas ilmi; hasmın yenilmesi, gizli hazinelerin bulunması, insanlar arasında sevgi ve nefret
75
duygularının geliştirilmesi, şifa dağıtılması gibi hususlara ve büyücülüğe dönüşmüştür. Bu
anlayış zaman zaman savaşa iştirak eden padişah ve kumandanları korumak amacıyla
üzerine bazı ayet ve vefkler yazılı gömlekler (tılsımlı gömlek) giymeye, üzerinde çeşitli yazı
ve şekiller bulunan madalyon, yüzük ve metal muskalar taşımaya sevk etmiştir.
Yine bu ilmin bir devamı olan “Havâssü’l- Kur’ân” Kur’ân’dan bazı kelime, ayet ve
sureleri belli bir tertibe göre okuyan veya yazan, niyet ve maksadına uygun sonuçlar elde
edeceğinden bahseden bir ilimdir. Bu sûfî meşrep kimseler, özellikle “huruf-u mukatta”ya,
büyük önem verirler. Güya bu harfler pek çok sırrın kapısını açan birer şifredir. Bu kimseler,
harflerle varlıklar arasında kurdukları münasebetin bir benzerini, harflerle esma-i Hüsna
arasında da kurmuşlardır. Sırlarla dolu harflerden oluştuğuna inandıkları esma-i hüsnayı vird
edinen kimselerin olağanüstü yetenekler kazanıp, kâinatta tasarrufta bulunabileceğine
inanırlar.
İbn-i Haldun; ‘ilm-i esrar /huruf-u esrar’ın ilk defa haddi aşan gnostik sûfîlerle İslam
dünyasında görüldüğünü söyler. Bunlar; yıldız ve burçların ruhlarının, ilahi isimlerin
yansımaları ve görüntüleri olduğunu, harflerin tabiatları ve sırlarının da bu isimlere sirayet
ettiğini iddia ederler.
Esma’ul-husna ve ilahi kelimeler ile ruhların (rabbani nefislerin) tabiat âleminde
tasarrufu sağlanır. Bu harflerin tasarruf etmesindeki sır; onların taşıdığı sayısal değerde yatar.
Sayılardan ve harflerden yapılan vefkler ile bir takım tılsımlar ve büyüler yapılır. Güya;
yıldızların nefsleri/ruhaniyetleri semadan aşağıya indirilerek, onlar bir takım suretlere veya
sayısal nispetlere bağlanarak tabiatta tasarrufta bulunulur.
Havass’a dair halk arasında huruf, tılsım ve sihir konusunda en tanınmış eser;
Endülüslü Ahmed b. Ali el Bûnî’nin “Şemsu’l-Maarif” isimli eseridir. Bu eser, tam bir büyü,
sihir ve tılsım kitabı niteliğinde olup, binlerce büyü tarifi içermektedir.
İhvan-ı Safa’nın eseri olan gnostik sufizm baş ağrısından sara hastalığına, nazardan
cin çarpmasına kadar her derde deva büyüler hazırlamışlardır. Kimisinde Allah’ın güzel
isimleri, kimisinde de huruf-u mukatta’a kullanılmıştır. İstek ve arzuların yerine gelmesi için
76
vefklerden muskalar yapılmıştır. Azimet denen muska türünde ise; cinlerden ve ricalü’l-gayb
denen “Üçler, yediler, kırklar” gibi her yerde olabilen görünmez evliyalardan yardım
istenmektedir.
Yine bunlarda “Cünnet’ül Esma/esma kalkanı” denilen, Hz. Ali’ye atfedilen “Kaside -i
Ercüze” isimli bir şiirin duaya dönüştürülmüş şekli mevcuttur. Bu şiirde güya Hz. Ali
gelecekten haber veriyormuş. Bu Kaside-i Ercüze’de Allah’ın İsm-i Azamı yerine geçtiği
söylenen “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs” gibi altı ismi yer alır.
Cünnet-ül Esma’daki altı ismin harflerinde bulunan (ebced hesabına göre) sayısal
değerleri daire şeklindeki vefkin en dış katmanına yazılır. Vefkin dışına da bu altı ismin
Süryanice karşılıkları yazılır. Bu vefkin insanları her türlü kötülükten koruduğuna inanılır.
Nazara, büyüye ve cinlere karşı yazılarak evlere asılması, ya da muska yapılıp kişinin üzerinde
taşıması yeter. Bu Kaside-i Ercüze ve Cünnetü’l-esma’dan başka pek çok vefkler, muskalar
vardır.
Said Nursi’nin de On sekizinci Lem’a’da, kendi kitaplarına ve kendisine işaretler
bulduğu yukarıda bahsedilen Kaside-i Ercüze’dir. Ki bu kasideyi azimet ilmiyle uğraşan bir
muskacı şarlatan yazmış sonra da bunu Hz. Ali’ye isnat etmiştir.
Cefr/cifr; kelime anlamı itibariyle oğlak derisi demektir. Cefr ilmi bir oğlak derisinin
üzerine yazılmış bulunan yazılardan veya sayı ve harfleri deri üzerinde yayıp gruplandırmak
suretiyle gelecekte vuku bulacak olayları bilmeye çalışmaktır.
Gnostik İslam’ın propagandasına göre güya bu ilmin temellerini Hz. Ali atmıştır. Bu
ilim Kuran’ın tevilinin yanı sıra Ali’nin torunlarına aktardığı gaybi ve bâtıni ilimleri de
içermektedir. Hz. Ali bu ilimleri peygamberden öğrenmiş ve insanların muhtaç olduğu tüm
bilgileri cefr adı verilen bir oğlak derisi üzerine yazarak iki eser telif etmiştir. Bu oğlak derisi
üzerinde Ehl-i Beyt’in gelecekte ihtiyaç duyacağı tüm bilgiler mevcutmuş (!)
77
Yalnızca Ehl-i Beyt imamlarının çözebileceği şifrelerle dolu olduğu iddia edilen ve
geçmiş ve tüm geleceğin bilgilerini içeren bu kitaplar aslında evrenin sırlarının sayılarda gizli
olduğunu iddia eden Pisagorculuğun, Hurufiliğe dönüşmüş şeklidir.
Şia ve Gnostik Sufi geleneğinde gaybî haberler, sihir ve simya alanında pek çok eser
Câfer Sâdık’a atfedilmiştir. Câfer Sadık’ın, gelecek olayları gizli bir şekilde önceden söylemiş
olduğu iddiası sebebiyle, pek çok Şiî, diğer batınî marifetlerle, özellikle simya biçiminde
tezahür eden kimya gibi, sihirbazlık, gözbağcılık, ilm-i nücum gibi gizli ilimlerle ilgilenmiş,
müstakil kehanet kitapları Ehl-i Beyt imamları namına yayılmıştır.
Cifr hesabını kullanarak bir takım çıkarımlar yapmak, İslam’ın ilk nesillerinin hiç
bilmediği, Yahudi Kabala kültüründen sızmış bir anlayıştır. Dolayısıyla bu hesapla yapılan
yorumların hiçbirisi, Kuran tefsirinde kullanılmamalıdır, bu yorumların hiçbir tefsir değeri
yoktur. (Gnostik Saidi Nursi’nin tefsiri cifr den oluşmaktadır)
Daha sonraları cefr ilmi ile ilm-i huruf birleştirilmiş, ona da ilm-i nücûm/astroloji ilave
edilerek tam bir felaket olan gizli, gizemli ilimler ve büyücülük İslam toplumlarında ortaya
çıkmıştır.
Ebced’e gelince; Arap harflerine Nabatice’deki sıralanışına göre sayısal değerler
vermeye denir. Ki ebced sayı sistemine göre harflerin sıralanışı; İbranice ve Âramice’nin
etkisiyle oluşmuştur. Ebced harflerinin; “hevvez, huttî, kelemen, se’fes, karaşet, sehaz ve
dazağ” şeklindeki sıralanmaları bu dillerdeki sıralamaya göredir. Harflerde ve sayılarda
doğayı ve olayları etkileme gücü olduğu şeklindeki batıl inanç tamamıyla eski kültürlerden
bizimkilere geçmiştir.
Ebced hesabındaki harflerin sayı değerleri, hesaplanışındaki farklılıklara göre,
bildiğimiz ebcedin “el cümel’ül-kebir, ekber, sagir ve asgar” gibi dört değişik biçimi vardır!
Ebced hesabı; evrenin sırlarının harf ve sayıların gizemlerinde yattığına inanan batıni
ve kadim kültürlerden tevarüs etmiştir. Ebced; İbrani/Süryani, Grek/Latin harf-sayı
sistemlerinden bizim Hurufilere geçmiş batıni/ezoterik bir ilimdir.
78
Gnostik Sufizmin İki önemli figürü; Said Nursî ve Fethullah
Gülen
Her ikisinin de (ispatı mümkün olmasa da) Anadolu’daki Müslüman Görünümlü ve Harran
Sabii leriyle alakalı olduklarına dair çok kuvvetli şüpheler vardır.
Bununla beraber yine her ikisinin gizli İhvan-ı Safa cemiyetinin üyesi ve öne sürdüğü vitrin
oldukları ise muhakkaktır.
Bu iki figürden Saidi Nursi daha önemlidir. Çünkü Fethullah Gülen onun mirasını devralmak
ve İhvan-ı Safa’nın gnostik Sufizimini, Gnostik Hıristiyanlık ve Yahudilikle birleştirme
ameliyesinde büyük başarı kaydetmiştir. Eğer Said-i Nursi olmasaydı Fethulah Gülen
olmazdı.
Her ikisinin İslam anlayışı Gnostiktir. İçinde İslam ilimleri eser miktardadır. Bununla beraber
her ikisinin tetiklediği hareketin asli gayesi siyasi güç olup, Türk devletini her yönüyle şiddetle
sarsmıştır.
Oluşturdukları gnostik sufi cemaatler, milyonlarca memeleket evladını itikaden İslam dışına
taşımış ve kendilerini Sünni zannederken melez ve hümanisttik bir dinin mensubu yapmıştır.
Gerek İslam âleminde gerekse de Türkiye’de toplumsal itikatta, sosyal ve siyasi cephelerde
ve ülkenin güvenliğinde yol açtıkları tahribatın hesaplanabilmesi mümkün değildir.
Her ikisinin ürettiği gnostik itikat, Türkiye ve İslam âleminin genetik olarak düşmanı olan
cepheler açısından muazzam miktarda kıymetli faaliyetler icra etmiş ve etmektedir. Fethullah
Gülen Gnostik Hıristiyanlık ve Yahudilik için vazgeçilmez bir enstrümandır.
Fethullah Gülen hareketinin itikadını tam anlamıyla kavramak için öncelikle Said-i Nursi’nin
gnostik itikadi derinliğine inmek gerekmektedir.
79
Said Nursî:
Kürt Şafiiliği coğrafi yakınlık ve sair sebeplerden hareketle gnostik Şia’nın İsmailliye
ekolünün etkisinde kalmış ve mutasavvıf kesimi fevkalade etkilenmiştir.
Saidi Nursi de İhvan-ı Safa’nın geçen yüzyılda Kürt ve Türk toplumu içinde faaliyet
gösteren önemli unsurlarından birisidir.
Said Nursî gnostik bir sufidir. Kendisinden öncekilerin yaptığı üzere İslam ilimleri ile
uğraşmak yerine doğrudan Kur’an ı kerime yönelerek kendisine ilham olunduğunu iddia
ettiği fikirlerle kendisine özgü ve ilmi hakikatten uzak bir tefsir üretme gayreti sergilemiştir.
Ortaya çıkardığı külliyatın ilmi bir değeri olmamasına rağmen fevkalade geniş bir
kitleyi etrafında toplamayı başarmıştır.
Yazdıklarının kendisinden olmadığını, vahyin membaı olan Resulullah’ın ilhamı ve
telkini ile olduğunu söylemektedir. Eserleri eşine rastlanmayan sonsuz kemal ve ulvî feyz
içerdiğinden Resulullahın hissesi ve kudsî tasarrufu ile olduğunu iddia eder.
Eserlerinden anlaşıldığı üzere, sadece üç aylık bir tahsil hayatı olmasına rağmen,
öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerine, ledünnî ilimlere, eşyanın hakikatine, kâinatın esrarına
ve ilâhî hikmete varis kılınmış olup böyle yüce bir mazhariyete daha evvel kimseler nail
olmamıştır.
Hâlbuki gerek kullandığı karmaşık dil gerekse de Gnostik İhvan-ı Safa itikadına tam
anlamıyla hâkim olması onun farklı bir muhitte eğitildiğine işaret etmektedir.
80
Aksi takdirde üç aylık bir medrese eğitimine sahip olan birisinin İhvan-ı Safa
risalelerinin derinliğine ve gnostik tasavvufun teorilerine vakıf olması mümkün değildir.
Eserlerinde ve hal tercümelerinde kendisini sistematik şekilde yüceltmektedir. Böyle
harikulade bir ilim asla görülmemiştir. Kendisi yüce ahlakî meziyetleri ile bir yaratılış
mucizesidir. O bedenlenmiş bir inayet ve mutlak bir Allah vergisidir. Harikalar sahibi Said
Nursî, daha buluğa ermeden bir allame olarak tüm ilim dünyasına meydan okumuş,
münazara yaptığı tüm ilim erbabını susturmuş, tüm sorulara hiç tereddüt etmeden cevap
vermiş, daha 14 yaşında üstatlık payesini taşımış ve hakkıyla Bediüzzaman unvanını almıştır.
Muhitinin kanaatine göre böyle bir zat elbette Peygamberin en yüksek iltifatına
mazhar ve en yüksek himaye ve himmete naildir. Tüm bunlar onun peygamberin emir ve
fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden birisi olduğunun kanıtıdır.
Eserlerinde Kur’an ve hadisin matematiksel işaretleri kendisini göstermektedir, Said
Nursî’nin, Hz. Muhammed’in Risalet’inin parlak bir aynası ve meyvesi olduğunda hiçbir
şüphe yoktur.
Bu iddia, gnostizmin asıl tanımı içinde mana bulmaktadır. Bu bilgi ve kurtuluş
derinliğine ilim tahsili ile değil de sezgi yoluyla kavuşmuş olduğunu iddia etmektedir.
İlmini İslam’a uygun bir eğitim yoluyla almadığından, ilim namına çok büyük iddialarla
ortaya çıkan kimse için tek bir yol vardır. Kendisinin bu ilimleri sezgi yoluyla aldığını
cemaatine söylemesi mümkün olmadığından o da daha öncekileri gibi ilminin vehbî/Allah
vergisi olduğunu iddia etmektir.
Tarihçe-i Hayat ‘ta “Peygamber’in, rüyasında, ümmetine soru sormaması şartıyla ilmi Kur’an’ın öğretileceğini müjdelediğini” iddia edilmiştir. Kendisi, bazı eserlerinde rüyaların
delil ve hüccet olmadığını belirtmesine karşın, Kur’ân ilminin kendisine Hz. Peygamber
tarafından rüyada verildiğini söylemektedir.
81
Hâlbuki İslam Ulemasına göre delil ve hüccete dayanmayan bir yolla, Kur’ân ve sair
dini ilimler öğrenilemez ve elde edilemez. Elde edilen bir şey varsa da bu, ilim olarak
vasıflandırılamaz.
O bununla da yetinmeyerek, hüccet teşkil etmeyen bu rüyaları, Nur Risalelerinin
makbuliyeti ve Hz. Peygamber’in bu risalelerden hoşnutluğu gibi iddialarına delil olarak
getirmiştir.
Said Nursi, ayrıca Risale-i Nurların Kuran-ı Kerim’in bir aynası olduğunu ve kimsenin
yazamayacağı harika bir kitap olduğunu söyler;
Risale-i Nur, Kur’an’ın bir aynasıdır. Bir mucize durumundadır. Risale-i Nur’a, karşı
konulamaz ve onunla boy ölçüşülemez. Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. O, üfledikçe
parlayan bir nurdur. Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’ın bir tercüme-i mâneviyesidir.
(Şuâlar)
Ölüm hakikatinin muammasını, yalnızca Risale-i Nur çözmüştür. [Meyve Risalesi]
Said Nursi, Kur’ân’ın ruhunun Risaleler’in cesedine girdiğini ve Kur’ân’ın bir mucizesi
olduğunu iddia edecek kadar ileri giderek “Kur’ân-ı Kerim’in ruhu, Risale-i Nur’un cesedine
girmiştir. [Emirdağ Lah,]” demektedir.
“Risale-i Nur, Kur’an’ın bir mucizesi olduğu için, her şeyde bir marifet penceresi
açmıştır. Bu kitap, Kur’an’a mahsus bir sırrı da çözerek, bir yıllık işi, bir saatte görecek duruma
ulaşmıştır. Risale-i Nur, Musa Peygamber’in asası gibi, nereye vurmuşsa su çıkarmıştır.
[Mesnevi Nuriye]”
“Risale-i Nur, kerametiyle; bela ve felaketleri önlüyor. Böylece; Risale-i Nur’un
kerameti, sadece yaratıklarda değil; olaylarda da etkisini gösteriyor. Risale-i Nur Anadolu’ya
gelecek bela ve felâketleri önlemektedir. [Emirdağ Lah,]”
82
“Risale-i Nur, kendisine hizmet etmekte kusur edenlere nasıl tokat vuruyorsa; eksiksiz
hizmet edenlere de olağanüstü(!) yardımlarını göstermeyi biliyor; böylelerini, kazalardan
belâlardan kurtarıyor(!) Çarşıda büyük bir yangın çıkıyor ve talebeleri; ‘Biz yanıyoruz,
mahvoluyoruz!’ dediler. Yangının hücum ettiği mağazada; Risale-i Nur külliyatından Âyetül-Kübra vardı. Ben de Risale- i Nur’u ve Âyet-ül-Kübra adlı risaleyi şafaatçı kılıp; ‘Ya Rabbi
kurtar!’ dedim. 3 saat o dehşetli yangın hücumuna devam etti. Bütün o büyük daireyi, altında
ve bitişiğindeki dükkânların hepsini yaktı. Ama Risale-i Nur’un ve Âyet-ül-Kübra adlı
bölümünün koruyuculuğunda olan mağazaya ilişmedi. Ve altındaki Risale-i Nur talebesinin
dükkânına da dokunmadı. Bunun, Risale-i Nur’un ve Âyet’ül-Kübra adlı risalenin bir kerameti
olduğuna hem ben, hem de bütün arkadaşlar kanaat getirdik…’ [Emirdağ Lah,]”
Saidi Nursi, Risale-i Nur hakkındaki abartılı övgülerine devamla şöyle der;
“Risale-i Nur’ları okumak, okutmak, yazmak ve onunla meşgul olmak; kalbe rahatlık,
ruha genişlik, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor. Onda yazılı olanlar Kur’an’ın malıdır.
Allah’tandır. [Hizmet Rehberi]
Etrafına yerleştirilen ve Nur Cemaatinin önemli isimleri de aynı propagandayı
yapmaktadırlar;
“Peygamberimiz nasıl Kur’an’ı Kerim’in sadece bir tercümanı idiyse, Üstat da Risale-i
Nur’un sadece bir tercümanı(!) durumundadır. [Hizmet Rehberi]”
“Risaleler onun malı olmadığı için, o bile dersini kendine yazdırılan kitaptan alır.
[Hizmet Rehberi] Yani, kitap kendini yazan adamdan daha bilgili (!) Çünkü kitaplarını o
yazmadı! Ona yazdırıldı”
“Benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz bulunan bir adam, Risale-i Nur’a sahip değildir
ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’ân-ı
Hakîmin bu zamanda bir nevi manevi mucizesi olarak, rahmet-i İlâhiye tarafından ihsan
edilmiştir”. [Birinci Şua]”
83
“Risale-i Nur’un mesâili /konuları, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil;
ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor. [Kastamonu Lah,]”
Kitaplarında ciddi miktarda “Yazdırıldı. Yazdırılmış. Yazdırılmadı. İhtiyarsız. Mânen
icbar ediliyorum. İzin olmadığından yazılmadı. İhtiyarım haricinde olarak uzun yazdırıldı.
Hikmetini de anlamadık, belki bir hikmeti var diye öylece bıraktık. Hakikatten haber aldım.
İrade ve ihtiyarım ile yazmadım. İhtiyarız olarak telif edildiğinden. Beyana izin verilmedi.
İhtiyarız sevk edildim. İhtar edildi. Kalbe farsça olarak tahattur ettiğinden. Kalbe geldi.
Yazmaya izin verilmedi” türünden ifadeler vardır. Bunlar mütenebbilik (peygamberlik iddiası)
içermektedir.
Birinci Şua’da; “… benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (…) bulunan bir adam, (…)
Risale-i Nur’a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki
doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi manevi mucizesi olarak, rahmeti İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir” demektedir.
Yakınındakiler de propagandaya devam etmektedirler;
“Nasıl ki, Kur’ân-ı Kerim Hz. Muhammed’in (s.a.v.) değil, Allah’ın kelâmıdır; o sadece
tercümandır, mübelliğidir. İşte, Risale-i Nur da Said Nursî’nin eseri değildir; o da Nur
Risaleleri’nin tercümanıdır, mübelliğidir. Peygamberimizin Kur’ân’ı tebliğ görevi varsa, Said
Nursî’nin de Nur Risaleleri’ni tebliğ görevi vardır.”
Bu ifadeler tipik sufi gnostizim öğretilerinin basit ve yalın anlatımla geniş halk
tabakalarına indirilmiş halidir.
Muhiti ve talebelerine göre “Ona bu risaleleri yazdıran Allah, aynı zamanda bu
risalelerin tercümanlığı gibi ağır bir görevi de yerine getirebilmesi için, onu ta
çocukluğundan beri buna göre yetiştirmiştir! Fikri, dikkati dağılmasın diye, ona ilim bile tahsil
ettirilmemiş, Kur’an ilmi rüyasında öğretilmiş, Kur’an haricindeki bütün kitaplardan men
edilmiştir! Hatta “Neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir” [Nur/35] ayetinin ebcedi
84
tefsirinde; Said Nursî’nin de ateşsiz yandığı, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç
olmadan kendi kendine nurlandığı, âlim olduğu” bile iddia edilmiştir. [Birinci Şua]
Said Nursi, hemen her eserinde “Bu hususun kalbine ihtar edildiğini, ihtiyarı dışında
kalbine gönderildiğini, hakikatlerin ihtar yolu ile kendisine bildirildiğini, hakkel yakîn hakikate
muttalî olduğunu” söyler. Böylece Risalelerin kendi eseri olmadığını ihsas ettirmeye çalışır.
Bu mahviyet ve tevazudan gelmez, tam aksine bunu eserlerine kutsiyet kazandırmak için
yapar.
Risalelerin, hariçten hiçbir sebep olmaksızın ruhundan doğan bir ihtiyaca binaen, ani
ve defaten/ bir kerede verildiğini söyler. İhtiyarsız ve şuursuz olarak yazdıkları, böyle bir kutsi
neticeyi vermek için kuvvetli bir İlahi yardım ve ikramdır. [Mektubat]
“Bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, nice iman hakikatleri
ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum. Neden
bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır? [Sikke] Hatta bir kısım Risaleleri ihtiyarım
haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim”
[Sekizinci Şua]”
Büyük talebeleri ( Kuvvetle Muhtemel yanındaki İhvan-ı Safa mensupları) Risaleleri
şöyle savunacaklardır;
“Risaleler; yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir
karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle
yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisanîyle yazılmış bir eserdir. [Gençlik Rehberi]”
“Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır. Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın
dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. “Ben, kimsenin malı değilim. Ben
hiçbir kitapdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbini ve Kurânîyim. Bir
ölümsüzün eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um. [Müdafalar]”
85
Said Nursi, Kur’an’ın gizli hakikatlerinin risalelerle kendisine indiğini söyler. Risaleleri;
Kur’an’ın arştaki yerinden ve manevî mucizesinden feyz ve ilham yoluyla kesin delillerle
inmektedir. Risale-i Nurlar arştan alınmıştır. Risaleler, Kur’an ayetlerinin ayetleridir. [Birinci
Şua, 3. Nokta]
Bu ve benzeri sözler Sünni İslam zaviyesinden son derece tehlikelidir. Mesela şu
sözler baştan sona hatadır. “Mubarek Sözler kitabı, Kur’ân’ın lemeatıdır. İçinde izaha muhtaç
yerler olmamakla birlikte, tümüyle kusursuz ve eksiksizdir’ [Barla Lah,]”
Hâlbuki bu sapkın ifadeler Gnostik İslam zaviyesinden ise son derece normal ve tam
da olması gerektiği gibidir. Gnostizm İslam milletlerinde pek az bilindiği için bu türden
fikirler, kendince İlim öğrenme mecburiyeti olmadan âlim ve sırra vakıf olamak imkânını
verdiğinden kimliksiz cühela arasında seçkin bir kitleye mensubiyet ve aidiyet hissini
uyandırmakta ve hızla taraftar toplayabilmektedir.
İslam Ulamsı bu tür hezeyanlara Kur’an ve sünnetten sağlam deliller ile cevap
vermişlerdir. Bu meyanda iki ayeti zikretmek yeterlidir:
“Yazıklar olsun o kimseler ki! Kendi elleriyle kitab yazarlar, sonra bu Allah katındandır
derler”. [Bakara/79]
“Yalan düzüp Allah’a iftira edenden veya kendisine bir şey vahyedilmediği halde
“bana vahyedildi” diyen kişi ile Allah’ın âyet indirdiği gibi ben de indireceğim” diyen
kimseden daha zâlim kim vardır! Bir görsen, o zâlimleri ölüm dalgaları içindeyken. Melekler
ellerini uzatmış, “çıkarın canlarınızı” diye! Bu gün zillet azabıyla cezalandırılacaksınız; çünkü
Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylüyordunuz ve çünkü O’nun âyetlerine karşı büyüklük
taslıyordunuz” [En’âm /93]
Saidi Nursi risalelerine, “urvet’ül-vüskâ/hiç kopmayacak olan kulp, hablullah/ Allah’ın
ipi” gibi Kur’ân’ın sıfatlarını vermekten çekinmez. [11. Şua] Ona göre risaleler, hem şeriat,
hem dua, hem hikmet/felsefe, hem ibadet, hem emir ve davet, hem zikir, hem fikir, hem
86
hakikat, hem de tasavvuftur. Hem mantık, hem ilm-i kelam, hem de ilm-i ilahiyat kitabıdır.
[Emirdağ Lah,]
“Resâil-in Nur ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve
fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Belki semavî olan Kur’ân’ın
Arş’taki yüksek yerinden alınmıştır. [1. Şua]”
“Risale-i Nur, kendisine hizmet edenleri, başta talebelerini mutlaka cennete
götürecek. Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine girenlerin imanla kabre gireceklerine
çok güçlü emareler vardır. [Sikke] Risale-i Nur’un şefaati, duası, himmeti Nur talebelerini
kurtaracaktır”
“Risale-i Nur, herkese, Ab-ı Hayat, yani ölmezlik suyunu içiriyor. Musa Peygamber’in
asası, nasıl bir taştan 12 çeşme akıttıysa ve gerek Hazreti Musa’yı, gerek beraberindekileri
nasıl susuzluktan kurtardıysa, Risale-i Nur da öyledir. Bir Kur’ân asasıdır.” [Miftah’ul-İman]”
“Risale-i Nur’dan alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkepler, şehitlerin
kanından daha üstündür! Risale-i Nur’a yapışmak suretiyle Peygamberin yolundan gidenler,
şu fesat zamanında yüz şehit sevabından daha çok sevap kazanırlar. Risale-i Nur’u okumak
ya da yazmak, âlim olmak için yeterlidir. Başka şey istemez. [Nur Meyveleri, s.66]”
Bu ifadelere rağmen onlarca senedir risale okuyanlar asgari, usul-ü fıkh ilmihal, hadis,
siyer ve tefsir dahi bilmezler. Hassaten tam bir Kur’an cahilidirler. Aynı aşk ile ihlasla ile İslami
ilimlere çalışsalardı, her biri sahalarında muhakkak âlim olurdu. Bu kitapları her namaz
sonrası ibadet niyetiyle okumaya çalışıyorlar ve Kur’an dışında en çok okunan kitap,
Risaleler’dir diye iftihar ediyorlar.
“Risale-i Nur bir elektriğe benzer. Son derece yüksek ve derin bir ilimdir o. Öyleyken;
ne tahsile, ne ders çalışmağa, hacet kalmadan; zahmet bile çekmeden herkes onu
anlayabilir. Ondaki derin bilgileri alabilir. Eski medreselerde 5-10 yıl okumaya karşılık, Risalei Nur okutulan yerlerde 5-10 hafta okumak yeter. Çünkü Risale-i Nur, 5-10 haftada 5-10 yıllık
87
sonucu verebilir.’ [Sikke] Nasıl kendisi 15 senede okunan ilimleri 15 haftada bitirdiyse [14.Şua]
Şimdi de o, başkalarına 15 yılda öğrenilebilecek ilimleri 15 haftada verebilir”
İlmen Risale-i Nur bir tefsir değildir. Kur’an-ı Kerim ayetlerinden sadece bazılarını
kendisine göre tefsir etmiş, onun da çoğunu da remzen, işareten diyerek işari/bâtınî tefsir
şeklinde ilmi olmaktan uzak teviller biçiminde yapmıştır. Bu apaçık bir gnostik İslam
eylemidir.
Bir an için Risale-i Nurun, Kur’an’ın tefsiri olduğunu kabul edersek! Her tefsir, bir
müfessire ait olduğuna göre, Risale-i Nur’un da, Said Nursi’ye ait olması gerekmez mi? Said
Nursi nasıl olur da kendi yaptığı tefsir için; “O benim değil Kur’ân’ın malıdır” diyerek, yaptığı
indî yorumları doğrudan doğruya Kur’ân’a maleder? Ve nasıl olur da, Kur’ân ve Hazreti
Muhammed hakkında inmiş olan ayetleri kendi kitabı ve kendisi hakkında inmiş gibi
yorumlar?
Her tefsirci de aynı yola gitse, eserini Kur’an’ın malı ve gökten inmiş gibi gösterse işin
içinden nasıl çıkılır? Sonra yaptığı te’vil ve tefsirlerde yanılmış olamaz mı? Kendi yanlışlarını
vahye isnat etmiş olmaz mı? Ona göre; hiçbir müfessirin tefsirinde bulunmayan tesir gücü
Risale-i Nur’da varmış, pekâlâ bu üstünlük nereden kaynaklanmaktadır?
“Benden soruyorsun; Neden senin Kur’ân’dan yazdığın sözlerde olağanüstü bir
özellik var? Bu sözlerde öyle bir güç, öyle bir tesir var ki; müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde
nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sayfa kadar güç var. Bir sayfada da bir kitap kadar
tesir bulunur. Bu, neden böyle, diyorsun?’ [Sikke]”
Cevaben ben kimim ki, üç aylık tedrisatımla büyük müfessirlerin ve ulemanın
sözlerinden daha üstün söylemiş olabileyim? Şeklinde cevap vermesi gerekirdi. Hâlbuki
cevabı şöyledir;
“El cevap; Şeref, Kur’ân’ın mucizelerine ait olduğundan ve bana ait olmadığından
pervasız olarak derim ki; Ekseriyet itibariyle öyledir! Çünkü yazılan sözler tasavvur değil,
tasdik’tir. Teslim değil, iman’dır. Marifet değil, şahadet’tir. Şuhud’dur. Taklid değil, tahkik’tir.
88
İltizam değil, iz’an’dır. Tasavvur değil, hakikat’tir. Da’va değil, da’valar içinde burhan’dır.
[Sikke]”
Onun için müfessirler, arifler, Said Nursi’nin ki gibi söyleyemiyor, yazamıyorlarmış.
Onun için Nursi’nin sözlerinde olağanüstü bir güç, olağanüstü bir tesir varmış. Said Nursi,
kendi sözlerinin, bütün müfessirlerin sözlerinden neden daha üstün olduğunu anlatmaya
devam ediyor ve şöyle söylüyor;
“Her şeyde Kur’ân’ı örnek almak gerekir. Mademki o, kendi kendisini övüyor; biz de
ona uyarak, O’nun tefsirini öveceğiz. Mademki Kur’ân, birçok surede, kendi üstünlüklerini
söylüyor, kendi kendini gerektiği şekilde övüyor; elbette bu bizim Sözler Kitabına da
yansımıştır. Kur’ân mucizelerinin parıltıları durumunda olan ve Kur’ân’a hizmetin
makbuliyetine bir alamet sayılan Risale-i Nur’un kerametini açıklamak zorundayız. Çünkü
Kur’ân öyledir, Öyleyse Risale-i Nur’un üstünlüğü de açıklanmalıdır. [Sikke]”
Neden öbür tefsirleri övmek gerekmiyor da, yalnızca Risale-i Nur’u övmek
gerekiyor?” sorusuna ise
“Alçakgönüllülükle söylemiyorum, bir gerçeği anlatmak istiyorum; Sözler’deki
gerçekler ve üstünlükler, bizim değil, Kur’ân’ındır. Ve Kur’ân’dan sızmıştır. Hatta onuncu söz,
Kur’ân’ın yüzlerce ayetinden süzülmüş birer damladır. Öteki Risaleler de genel olarak
öyledir. [Sikke]” demekedir.
Şimdiye kadar büyük müfessirler neden onun gibi bir iddiada bulunmamışlar? Tam
aksine, büyük müfessirler hadlerini bilmişler, kendi eserlerini Kur’ân’a mal etmek gibi,
Kur’an’a karşı saygısızlık göstermemişlerdir. Kısacası, Said Nursi gibi davranıp; kendisini ve
eserini göklere çıkarmak için Kur’an’ı kendilerine âlet etmemişlerdir. Said Nursi, eserlerinin
meziyetlerini anlatırken, önceki âlimlerin eserlerinin, kendi eseri yanında çok önemsiz ve
değersiz kaldığını her fırsatta belirtmeye çalışır. Sonra da, Risaleyi Nur’un, bu kadar üstün
olmasının, bu kadar harikuladeliğinin, nedensiz olamayacağını, bir rastlantıya filan
bağlanamayacağını, kısacası; Kur’an-ı Kerim hangi kaynaktan gelmişse Risale-i Nur’un da
aynı kaynaktan doğrudan doğruya geldiğini ileri sürer. [Sikke]
89
Bu tuhaf durmun tipik Gnostik İslam eylemi olduğunu anlamak için ilim sahibi olmaya
gerek yoktur.
Selefleri gibi Said-i Nursi de kendi aklınca faaliyete başlarken İslam
Peygamberin ve şeriatının kenarından süzülüp kendi tefsirini hiçbir ilmi hakkate bağlı
kalmaksızın İhvan-ı Safa nın maksatları çerçevesinde yapmıştır.
“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe
yok. “Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım.
Ben Rabbânî ve Kur ‘aniyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nur’um.”
Gnostik Sufilerik bilindik taktikleri icabı; faaliyet icra ettikten sonra, cahil kitleye karşı
ulemanın sözleriyle hitap ederler. Bu suretle yaptıkları faaliyet ile İslamın hakikat ve
ilimlerinden uzaklaştırılmış cahil tabaka ve cemaatlerinin gözünde İslam tam uygun bir hal
üzere oldukları telkin edilmiş olunuyor. Kullandıkları bu prensibin fevkalade etkili olduğu
bildirilmiştir. Şöyle ki;
“Velilerin ilhamlarını Vahiy ve kelamullah’a has ayetlere benzetilmesi (affedilmez) bir
hatadır. En tehlikeli hata kalbine gelen ilhamları Allah’tan gelen ayetler zannedip vahyin ulvi,
kutsal mertebesine hürmetsizliktir. [Mektubat]”
Hâlbuki bu kısa sözün sair büyük külliyatı ile çatıştığı gerçeği ortadayken cemaati
tarafından sorgulanmamıştır. Bu durum cahil kitleye karşı yapılan propagandanın çok etkili
ve fevkalade ince bir taktiğidir.
Yukarıda ayrı bir madde olarak teferruatı arz edilen Nur-u Muhammedî inancı elbette
ki Gnostik Said Nursî’de de vardır. “Şu gördüğün büyük âleme bir kitap nazariyle bakılırsa,
Nur-u Muhammedî o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o büyük âlem, bir ağaç
olarak tasavvur edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem meyvesi olur…”
O’na göre; yazdığı risalelerin kaynağı ve esası Nur-u Muhammedîdir.
90
Talebesi Hasan Fevzi’nin yazmış olduğu bir şiirde, nur-u Muhammedîyi Said Nursi’ye
kadar getirir ve onun binlerce yıldır beklenen o nur olduğunu söyler. Risale-i Nurlar, Nur-u
Muhammedî’nin bir cilvesi, görünümüdür.
Risale-i Nur’un manevi kişiliğinin/kendisinin kutup ve gavs olduğunu söylemektedir.
Talebeleri, ona ‘Şah-ı Evliya’ derler. Mehdi olduğunu inkâr etmez. Yaşadığı asrın
müceddidinin kendisi olduğuna kanidir. Talebeleri, onun en büyük müceddid olarak lanse
ederler.
Said Nursî; hem aktab, hem Zülkarneyn, hem ahir zamanda gelecek İsa’nın vekilidir,
Mehdî’dir! O, Risale-i Nur’u bir program olarak neşir ve tatbik edecektir. Nurcular ise, onun
cemiyet-i nuranîsidir.
Said Nursi gnostik tasavvuf felsefesi üzerine kendi sistemini kurmuştur. Görünüşte bir
şeyhten el almamış olmanın eksikliğini, “Üveysi meşreplilikle” telafi etmeye çalışır.
“On iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i
Nur…” [Emirdağ II, 49. Mektup] sözleriyle on iki tarikatı cem ettiğini ilan etmektedir
O tasavvufun tüm kavramlarını kullanır. Özellikle gnostik felsefi tasavvufun kurucuları
olan İşrakî filozofların tesirleri onda çok net bir şekilde sırıtmaktadır. Onların âlem-i misalini,
ayan-ı sabite’sini aynen alır. Hatta gençliğinde işrakî filozoflara özenmiştir. Onlar gibi açlık
sınırında dolaşır.
“Eserlerimde tek bir harf yoktur ki, imlayı ilahi/ Allah’ın yazdırması ile olmasın” diyen
Muhyiddin İbn Arabî’nin söylediklerinin bir benzerini ifade ederek ve bilgileri doğrudan
Kur’ân’ın arşından alındığını söyler.
Ona göre M. Kemal deccaldir. Onun hakkındaki izahları da ilginçtir;
“Hadiste “O Süfyan bir su içecek, eli delinecek” denilmiş. Yani bir çeşit su olan rakıyı
su gibi çok içecek ve o sebepten karnı su tulumbası gibi olacak ve su hastalığı yüzünden
91
zulüm ve hile ile topladığı milyonlar mal su gibi elinden akacak, ecnebi doktorların boğazına
girecek. İşittiğime göre; üç senede üç milyona yakın liraları tedavisine harcanan ‘bir insan
asrımızda göründü, bu hadisin yorumunu bende görünüz’ dedi, vefatıyla bildirdi, gitti.” [5.
Şua]”
Böyle bir hadis hiçbir kitapta bulunamamış olmasına rağmen Nurcular üstatlarına
yalancı dedirtmemek için bu hadisin kaybolan hadislerden olduğunu ve ileride aslının
bulunacağını söylemektedirler.
O Hristiyanlarla Müslümanların komünizme karşı ittifak yapmasını önerir; “Şimdi ehli
iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyan ruhanileriyle ittifak etmek ve ihtilaf
konusu meseleleri dikkate almamak, tartışmamak gerektir. Çünkü küfrü-ü mutlak hücum
ediyor [Emirdağ Lâh,] “ diyerek Müslümanlarla ve misyonerleri ittifaka davet etmektedir.
Gnostik Said Nursî’nin en önemli hedefi, Hristiyanlık ile İslamiyet’i birleştirmektir. O,
bu yolda; İslâm davasının özü olan ve Allah’tan başkasına dua ve ibadet etmemeyi, hiçbir
şeyi ona ortak koşmamayı ifade eden tevhit-i uluhiyetten sarf-ı nazar etmiştir. Onun
çağırdığı tevhit, tevhit-i rububiyet’ten ibarettir. Bu ise, cahiliye dönemindeki Arap
müşriklerinin de kabul ettiği tevhittir. Her şeyi Allah’ın yarattığının kabulü, onun davasına
yetmektedir. Çünkü Hristiyanlar ve Müslümanlar ancak bu suretle birleşebilirler.
Günümüzün Nurcuları da Üstatlarının ütopyasını gerçekleştirebilmek için bu ‘Dinler
arası Diyalogu’ gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Saidi Nursi Türkiye’deki dini hayatı şiddetle
sarsmış ve yüzbinlerce taraftar toplayarak Fethullah Gülen’den önceki en büyük cemaati
kurmayı başarmıştır.
“Sikke-i Tasdik-i Gaybî” (Gaybî Onayın Belgesi) adlı kitabını Kur’ân ve Hz. Ali’nin kucağına
Cebrail’in düşürdüğü (!) “Kaside-i Celcelutiye ve Ercüze”nin kendi risalelerine işaret ettiğini
ispat edebilmek için yazmıştır.
Kitabın adı bile oldukça iddialıdır. Yüzlerce yıl öncesinden büyük veliler, kendisini
tasdik etmişler, tebrik etmişler ve bunun sikkesini/mührünü vurarak, onaylamışlardır.
92
Kitaplarını ilahi yardımla yazdığını iddia ederek eserlerini aşırı yüceltmektedir. Said
Nursî, risalelerin ilahî tasdike sahip olduğunu iddia eder. Kitaplarının günahlara kefaret
olduğunu, kitaplarının isimlerini Hz. Ali’nin verdiğini iddia eder.
Kitaplarında, kendi kitaplarını ve kendisini övdüğü bölümler epey yer işgal etmektedir.
Bütün risalelerin tevafuk ve binlerce keramet ile dolu olduğunu, Kur’ân’ın 33 kadar ayetinde
kendisine ve eserlerine remzen, işaret edildiğini söylemektedir. [1.Şua]
Yazdığı kitapları okumanın, tıpkı Kur’ân okumak gibi kişiyi usandırmadığını söyler.
Hz. Ali’nin Celcelûtiye adlı kasidesinin kendisini ve Risalelerini asırlar öncesinden
haber verdiğini ve alkışladığını ifade ederken bu kasidenin vahiy kaynaklı olduğunu, esrarlı
olup geleceği haber verdiğini ve mahlûkatın tüm ilimlerinin bu kaside de toplandığını söyler.
Hatta bu risalede Hz. Ali’nin, Risale-i Nur’u kendisine şefaatçi yaptığını iddia eder.
Hariçten bakan Müslümanlar Fethullah Gülen misalinde olduğu gibi bu tabloyu
psikolojide megalomani ile açıklamaya çalıştılar. Hâlbuki konu pekâlâ sistemli ve çok iyi
kurgulanmış bir gnostik eylemdir. İçinde gnostik majik ve mistik unsurlar vardır. Bunca
hezeyan ve İslam dışı ve dahi küfür olarak anlaşılacak sözlere rağmen kitlelerin aptallaştırılıp
bu gnostik sufilere bağlanması bazı kuvvetlerin tesiriyle olmaktadır.
Bu bahsi, Saidi Nursi’nin Risale-i Celcelûtiye misaline tekrar dönüp izah edelim;
Bu “Risale-i Celcelûtiye’nin” Hz. Ali’ye ait olduğu iddiası tam olarak yalandır. Bu
Celcelutiye’nin büyük bir kısmının Süryanî’ce olması da gnostik metinlerden olduğu tezini
kuvvetlendiriyor. Bir Arap olan Hz. Ali’ye Süryanice vahiy gelmesi (haşa) olacak şey değildir.
Güya; Cebrail Hz. Ali’ye bu kasideyi yeşil bir atlas üzerinde yazılı olarak vermiştir.
Kaside içinde açıkça ifade edildiği üzere bu bir “azimet” tir. Bu metinle hakikatte
Tuheymefeyâyîl! Adında bir İfrit, bir cinnîden yardım istenir!
93
Bu kaside “hasais” denen muska, büyü kitaplarındandır! İlm-i havass ürünüdür. Bu
ilme göre her bir harfin hassaları/ özel güçleri vardır. Bunlarla azimet/azâim denen bir tılsım,
büyü yapılır.
Cin taifesi bu suretle elde edilip kullanılır ve sihir de yapılabilir. Bunun bir
azimet/azâim olduğunu bu kasideyi bir ilm-i havass uzmanı/ hüddam-cinci şu misalle izah
ediyor;
13. beyitte “Azimetim’in içine yerleştirilen harflerin sırrıyla”
73. beyitlerde; “İşte o nur harflerinin havass’ını topla, tamamlanmış hayrı, onların
manalarıyla gerçekleştir.”
Görüldüğü üzere bunun ilm-i havass olduğu açıkça zikredilmektedir!
Saidi Nursi yine Cebrail’in “Sekine” namında bir sahifeyi Hz. Ali’nin kucağına
düşürdüğünü söyleyebilmektedir. [18. Lem’a] Kısaca Hz. Ali’yi nübüvvete ortak etmektedir.
Bu İsmailliye ve İşrakiyye eksenli Gulat-ı Şia’yı tasdik etmek demektir. Bunlar tamamıyla
Rafizilerin İslam dışı görüşleridir.
Said-i Nursi’de bu gökten düşen sahifeden “Yâ Müdriken li’z-zaman” cümlesini alır,
“Müdriken” kelimesini tahlil eder. ‘Mim’i atar, kelimeyi ters- yüz eder. ‘K r d’ kelimelerini elde
eder. Sonra elif-lam takısı ilave eder. Oradan, “El-Kürdî” yani, Said Nursi’ye, kendisine gaybî
bir işaret bulur(!) “Li’z-zaman” zaten çok açık bir şekilde onun “Bediuzzaman” ünvanına
işaret etmektedir! [8.Şua]
Said-i Nursi varisi Fethullah Gülen’in günümüzde cemaatine okuttuğu Cevşen’in
Peygamberden geldiği iddiasında bulunur. Ama tek bir hadis zikretmez. Onu şefaatçisi
yapar. Güya Peygamberimiz Uhud savaşı öncesi, sahabesine ‘zırhını çıkar, bu Cevşen’i oku’
demiştir.
94
Bu büyük bir yalandır. İki tane zırh giyen bir Peygamber, başkasına zırhını çıkar der
mi? Hiç savaş meydanında bu kadar uzun bir münâcatı sahabenin işitip ezberleme imkânı
olabilir mi?
Nurcuların neşrettikleri bazı Cevşen’ler de; “Kim bu duayı okursa eve hırsız girmez,
evi yanmaz, hastalıklardan şifa bulur” gibi ifadeler de vardır.
Hakikatte Cevşen tamamıyla Şii menşeilidir. Bu Cevşen’i, Gümüşhanevî, Mecma’ulAhzâb adlı dua kitabına almış, oradan da Said Nursî iktibas etmiştir. O risalelerini Cevşen’den
feyz olarak, ondan tevellüd eden kitaplar olarak niteler.
“Said Nursi doğduğu andan itibaren insanüstü bir yaratık olduğu, tavır ve davranışları
ile bellidir” şeklindeki anlatımlar hemen hemen bütün Şiî imamlarında bulunmaktadır.
İmamiyye’nin son imamı Muhammed b. el-Hasen el-Askerî’de doğduğu zaman tıpkı
Said Nursi gibi davranmış, çevresindekileri şaşırtmıştır, mesela, okunan ezana gayet fasih bir
Arapça ile kelime- i tevhid’i okuyarak cevap vermiştir. Said Nursi de çok küçük yaşta iken
ilahi bir lütuf ile bütün ilimleri hemen öğrenmiş, hayatında hiç sual sormayıp, yalnız suallere
cevap vermiştir.
Bu da Gnostik Şia-İsmailliye imamlara has bir özelliktir. Mesela 9. İmam Muhammed
et-Taki de babası öldüğünde sekiz yaşındaydı. Hatta mezhep mensupları bu yaşta bir
çocuğun imam olup olamayacağı hususunda tereddüde düşmüşlerdi. Bu sebeple kendisini
imtihan etmeye karar vererek sorular sormuşlardı. Bu Küçük İmam’da, kendisine sorulan
otuz bin kadar soruyu gayet rahatlıkla cevaplandırarak rüşd ve ehliyetini ispat etmişti(!)
Gnostik Şia-İsmailliye ve İşrakiyye akidesine göre hiçbir imam bir başkasına sual
sormamış, kendisine sorulanlara cevap vermiştir. Bu Said-i Nursinin mottosudur.
Said Nursi yine birçok defalar zehirlenerek öldürülmeye çalışıldığını ve bu şekilde bir
gün öldürüleceğini, şehit edileceğini iddia etmesi de İsna-i Aşeriyye’nin imamlarına has bir
özelliktir.
95
Bu mezhebe göre, imamların hiçbiri normal ölümle ölmemiştir, hepsi öldürülmüş yani
şehit edilmiştir. Bu cinayette seçilen araçta zehirdir.
Said-i Nursi kendisiyle Hz. Ali arasında var olduğunu idda ettiği bağı inkâr edenleri,
kendi hurafelerini kabul etmeyen medrese mezunu âlimleri gizli Vahhabi olmakla itham
eder. Risalelerinin Hz. Ali’nin eseri olduğunu kabul etmeyen İstanbul hocalarını Hz. Ali
düşmanı müfrit Vahhabi olmakla suçlar. [14. Şua, Emirdağ Lah,]
İslam’ın kesinlikle onaylamadığı Ebced ve Cifr ilmine çok fazla müracat etmiştir. O
Ebced ve Cifr ilimlerini bir hadise dayandıracak kadar hadis bilgisi zayıftır. [Müdâfaalar, 120]
Ebced hesabının makbul ve umumi bir ilmi prensip olduğuna dair pek çok delil
bulunduğuna inanır. Bu ebced hesabını; Cafer-i Sadık ve İbnü’l-Arabî gibi gaybî sırlarla
uğraşan zatların ve esrar-ı huruf ilmine çalışanların gaybi bir düstur ve bir anahtar kabul
ettiklerini söyler.
Said-i Nursi eleştiri de kabul etmez. Hatta bu cüret edenlerin ilahi cezaya
çarptırıldığını söylemekten de hayâ etmez! Onuncu Lem’a’da ilmi cifr ile ilgili ilginç bir olay
anlatır;
“Seyrânî, Risale-i Nur’a arzulu ve yetenekli bir talebemdi. Kur’ânî esrarın ve cifr ilminin
önemli bir anahtarı olan tevafuklara dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini öğrenmek istedim.
Ondan başkaları benim fikrime katıldılar. Seyrânî hem bana iştirak etmedi, hem de beni kesin
bildiğim hakikatten vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. “Eyvah!”
dedim, “bu talebemi kaybettim.” Şefkat tokadını yedi. Bir seneye yakın, hapiste kaldı.”
İslamda Sahabesiyle istişare yapan Peygamber vardır. Gnostik Sufizmde ise kendisini
eleştireni “Allah’ın cezalandırmasıyla” korkutan üstadlar!
Hâlbuki Saidi Nursi daha uzun süre hapislerde yattı. Deli diye tımarhaneye atıldı!
96
Saidi Nursi ebced ve cefr ilmiyle, ayet ve hadislerden bin bir zorlama ile kendi doğum
tarihini, adını, lakabını, Kur’ân okumaya başladığı tarihi, risalelerinin isimlerini, yazılış
tarihlerini vs. gibi pek çok şeyi çıkarmaktadır.
Rakamları denk tutturabilmek için bazen hicrî, bazen rumî, bazen de miladi tarihe
zıplar. Teyemmüm ayetinde geçen Saîd/toprak kelimesini Said olarak görür. Hâlbuki kendi
adı “sin” ile ayetteki ise “sad” iledir. O da aslında toprak kadar mütevazıdir(!) Bu tevazu
perdesi aralandığında büyük bir gurur, kibir, enaniyet ve ucub görülecektir.
Said Nursî, kendisinin özel üstadı olan Hz. Hüseyin ve hz. Ali’den 30 seneden beri
ders aldığını ve Cevşen vasıtasıyla onlarla manevî bağ kurarak bu seviyeye ulaştığını
söyler.(Ayni iddiayı F. Gülen de dilendirmektedir)
Bazı zaman da Türkçesi zayıf, ehemmiyetsiz bir ümmi olur. Böyle söylemekteki
maksadı da eserlerinin kendisinden olmadığını, Allah’ın inayetiyle olduğunu anlatmaktır.
Bazen de bir müceddid, gavs, Bediuzzaman, allâme-i cihan, mehdi olur. Fakat
Tarihçe-i Hayat’ta verdiği bilgilere göre 40 kadar İslami ilimlere ait kitabı ezberlemiş, pek
çok hocadan ders almıştır. Özetle 14 yaşında tüm âlimleri susturduğunu iddia etmektedir.
15-16 yaşına kadar tüm bilgisinin sunuhat kabilinden/ aklına hatırına gelen şeyler
türünden olduğunu itiraf eder. [Tarihçe-i Hayat]
Kitaplarının tenkitli metin şeklinde baskıları yapılabilir. Sadeleştirilebilir. Eğer böyle
yapılsa yani o gereksiz ve ağdalı dil ortadan kaldırılsa büyün külliyarının ilmen değersiz
olduğu ortaya çıkacaktır. Ama bunu duyan büyük talebelerinin ( İhvan-ı Safa mensuplarının)
kan beyinlerine sıçrar. Çünkü onlara göre risaleler kutsal metinlerdir. Harfi bile
değiştirilemez.
“Kimin haddi var ki, risâlelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın
veyahut bir cümlesini tenkid etsin veyahut bir kelimesine, hatta bir harfine ve belki bir
noktasına itirazda bulunsun.” Ahmed Hüsrev Altınbaşak (Barla Lahikası)
97
“Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. (…) Onun için bir harfe dokunmayı
azîm bir günah işliyorum telâkki ediyorum.” Hulusi, (Barla Lahikası)
“Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlanmış ve Kur’ân
dahi arş-ı a’zamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün.”
(Şuâlar)
Etrafına topladığı zavallı kitle ise diğer yüz binlercesi gibi gnostizmin pençesine
düştüklerinden bi haber vaziyette, İslam ilimlerinden habersiz bir halde üstatlarını özel
misyonla görevlendirilmiş asrın müceddidi, harikulâde bir şahsiyet olduğuna iman
etmişlerdir. Onun ve risalelerinin hatalı olabileceğini kabul etmeleri mümkün değildir. Onlar
üstatlarının erişilmez olduğunu kabul ederler. Yani üstatlarını rableştirme, ilahlaştırma
ahmaklığı ve şirki bunlarda da mevcuttur.
Bunlar tam da gnostik İslam’ın emrettiği gibi nurculuğu din, Üstatlarını Rab/Efendi,
Kitablarını kutsal kitab edinmiş durumdadırlar. O halde öve öve bitiremedikleri tefsirinden
birkaç bölüm aktaralım.
Felak suresinde bakın neler bulmuştur;
“İşte yalnız mânây-ı iş’ari cihetinde bu sure-i azime-i harika, ‘kâinatta âdem âlemleri
hesabına çalışan şerirlerden ve insanî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz’.
Peygamberimize ve ümmetine emrederek her asra baktığı gibi mânây-ı iş’arisiyle bu acib
asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar. Kur’ân’ın hizmetkârlarını istiâzeye davet
eder. Bu mucize-i gaybiyye beş işaretle kısaca beyan edilecek, şöyle ki: Bu surenin her bir
ayetinin manaları çoktur.
Yalnız manay-ı işâri ile beş cümlesinde dört defa ‘şerr’ kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli
münâsebet-i mâneviye ile beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı
maddi ve manevi şerlerine ve inkılâplarına ve mübarezelerine aynı tarih ile parmak basmak
ve manen ‘bunlardan çekininiz diye emretmek elbette Kur’ân’ın icâzına yakışır bir irşad-ı
gaybîdir.
98
Başta ‘Kul eûzü bi Rabbil felak’ cümlesi 1352 veya 1354 tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle
tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci cihan harbi sebebiyle vukua
gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umûmi’ye işaret eder ve ümmet-i Muhammediye’ye
manen der ki: ‘Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz’ ve bir manayı remzi ile
Kur’ân’ın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirtlerine hususi bir iltifat ile onların Eskişehir
hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihte kurtulmalarını ve haklarının imha planının akim
bırakılmasını remzen haber verir.
Min şerri ma halak cümlesi -şedde sayılmaz- 1361 ederek bu emsalsiz harbin
merhametsiz ve zâlimane tahribatına rumî ve hicrî tarihi ile parmak bastığı gibi, aynı
zamanda bütün kuvvetleriyle Kur’ân’ın hizmetinde çalışan Nur şakirtlerinin geniş bir imha
planından kurtulmalarına tevafukla bir mânây’ı remzî ile onlara da bakar.
En-Neffasati fi’l ukad’ -şeddeler sayılmaz- 1328 adediyle bu umumi harpleri yapan
ecnebi gaddarların hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılâbı’nın Kur’ân lehindeki neticelerini
bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan, İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumi’nin
patlamasıyla maddi ve manevi şerlerini, siyasi diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına
sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderât-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli planlarını
telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını mahveden şerlerin vücuda gelmeye
hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek ‘en-Neffâsâti fi’l ukad’ın tam manasına tetabuk eder.”
[Asa-yı Musa]
Belki, Osmanlıca deyimleri bilmeyen birisi anlayamadığı için yukarıdaki metinde hak
ve hakikat namına bir şeyler var zannedebilir. Bu bir tefsir değil açıkça gnostik öğretinin eseri
olan bir Hurufiliktir.
Yani gnostik Hurufilik, ilm-i şeytanat olan ebced hesapları, işari/bâtınî tefsir
örnekleridir.
Ukad/düğümler’ radyo düğmeleri olmuş!
Neffesati/ diplomatların konuşmaları olmuş!
99
Yine Kur’ân remzen kendisinin ve cemaatinin Eskişehir, Denizli hapishanesinden
kurtulmasını, İki cihan harbini haber veriyormuş
Tefsirin devamında ebced hesaplarını tutturabilmek için ayetlerin başına bazen ‘min
ve şerri’ hesaba girer, bazen sadece ‘min’ girer, bazen de her ikisi de hesaba dâhil olmaz
der.
Hangi karineye göre böyle yapmış belli değil. Aslında bunu ebced hesabı tutsun diye
uydurduğu harflere mazeret bulmak için yapmaktadır.
Yarattığı şeyin şerrinden
deki ‘min’; ba’zıyet/bütünün bir bölümünü ifade eder,
Yani; Yaratılmışların şerri tamamen şer değildir, ya da bir kısım insanlara değildir der. Lakin
‘Hasedçinin şerrinden’ deki ‘min’ ise; ba’zıyet ifade etmez, hased’in her türü zararlıdır der.
[Asay-ı Musa]
Onun için Kur’ân asıl değildir. Kur’ân yalnızca onun istediği anlamları çıkarabileceği
bir malzemedir. Bu da bir gnostik öğretidir. “Propagandaya başlamadan evvel Kur’an’ı kendi
maksadına göre tefsir et!” İlkesidir.
“Mucizât-ı Ahmediyye/ 19. Mektup’ta” peygamberimizin yüzlerce mucizesini sıralar.
Rahmet Peygamberine öyle mucizeler isnat eder ki, Namazda önünden geçen yaramaz bir
çocuğa beddua eder ve çocuk da kötürüm olur! O rahmet Peygamberinin bir çocuğa
beddua etmesi olacak şey değildir.
Risaleler; zekâ ile saflığın, bilgi ile cehaletin, gerçek ile hurafenin, iman ile inkârın,
tevhit ile şirkin, bilim ile hurafenin, felsefe ile safsatanın, nur ile zulmetin sarmaş dolaş olduğu
bir karmakarışık bir külliyatır! Said Nursi, Numeroloji (ebced ve cefr) ile Matematiği, Astroloji
ile Astronomi’yi harmanlamıştır.
Gayesi ve hedefine ulaşmış etrafına yüzbinleri toplamış, dini hayatı sarsmış ve
siyasetin merkezine oturmuştur.
100
Nur Risalelerinin Kur’ân’ın tefsiri olduğuna cemaati yakinen iman etmişlerdir.
”Garbın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatlı feylesofları ve Şark’ın İbn Sina, İbn
Rüşd, Farabî gibi dâhi hükemâsı Bediuzzaman’ın ancak talebesi olabilirler” şeklinde tanıtılan
Said Nursi’nin, bütün ilim dallarının hepsinde en büyük olması, buna mukabil bütün bu
bilgilerin nihayet birkaç aylık bir tahsil devresinin sonucu yazılması, zorunlu olarak akla ‘İlahi
inayeti /yardımı’ getirmiştir.
“Benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz bir adam Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser,
onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an’ın bu zamanda
bir tür manevi mucizesi olarak, ilahi rahmet tarafından ihsan edilmiştir.”
“Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki; bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı on dakikada
yazılmış. Yemin ile sizi te’min ederim ki; “ altı saatte yazılan Otuzuncu Söz”ü ne ben ve ne
de en derin, dindar filozoflar, altı günde yazamazlar “ ( Birinci Şua, Sikke, Kastamonu Lah,)
Kendisinin açtığı yolda yürüyen şakirtleri şöyle diyeceklerdir;
“Risâle-i Nur yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir
karanlıklarından ve müthiş dalalet yollarından kurtarmak için Said Nursi’nin kendi ihtiyariyle
yazılmamıştır, Cenabı Hakk’ın ihsanıyla yazılmış bir kudsî eserdir.”
Bir talebesi üstadını şöyle tanımlar;
“Risale-i Nur gerçi zâhiren sizin eserinizdir, fakat nasıl ki, Kur’ân Allah’ın kelâmı iken
Peygamberimiz insanlara tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Kur’ân’ın
nurlarından bu günün sarhoş insanlarına Allah’ın emriyle hitab ediyorsunuz.” Hulûsî. (Barla
Lâh, )
Son aşamada ise şöyle diyerek iyice haktan uzaklaşacaklardır;
101
“Kur’ân ve Risâle-i Nur; arş-ı azamdan, İsm-i azam’dan ve her ismin azamlık
mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi âlemi ve tüm beşeri ve kevni
hâdiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan Kelimetullahtır ve semavîdir. Yine, Kur’ân surlarının
yıkıldığı ve onun ana prensiplerine ve iman esaslarına hücum edildiği bir zamanda Kur’ân’ın
kendi kendini müdafaa için onun mucizevî lemaâtından sızmış bir bedenlenmiş nûrdur.
Bundan dolayı semavî’dir, dünyevî değildir, bir Allah vergisidir. Hiçbir şahsın malı olamaz.
Nitekim hârika bir şekilde zuhur ve intişarı ve tesir gücü ve insanları büyülemesi ve mucizevî,
emsalsiz üslubu ve belagati ve onun tercümanlığına mazhar olan Said Nursi’de görülen
garib ve acib fıtri ve ruhi haller mezkûr ifademizi apaçık desteklemekte ve ispat etmektedir”
Ve bu Said Nursî’nin tâbileri, Nurcuların kıyamette İslam ümmetinden ayrı bir ümmeti müstakille olarak ba’s buyrulacağı (bağımsız bir ümmet olarak Said Nursî’yle beraber
diriltililecekleri) “Tılsımlar Mecmuasında” dile getirebilmişlerdir.
Kabul etmek gerekr ki; Gnostik bir hareket olan Nurculuk bir itikadi fırka olmuştur.
Hatta bir fırkadan/mezhepten daha fazlasıdır. Bugün bir Nurcu’nun Said Nursi’ye bağlılığı
mezhep imamlarına olan bağlılıktan daha fazladır.
Yıllardır Kur’ân tefsiri okuyoruz diye cemaati uyutmaktadırlar. Risaleler asla bir tefsir
değildir. Olsa olsa en fazla birkaç yüz ayetin cifir deşifresi gayretidir. Onlar da remzen,
işareten denilerek yapılan makbul olmayan bir tefsir türüdür!
Şu aşağıdaki sözlerin bizzat Said Nursi tarafından söylenmiş olması bile korkunçtur;
“Risale-i Nur, İslami hakikatlere dair ihtiyaçlara kâfi geliyor; başka eserlere ihtiyaç
bırakmıyor. Kesin ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki: İmanı kurtarmanın ve kuvvetlendirmenin
en kısa ve en kolayı, Risale-i Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada, Risale-i Nur
o yolu kestirir, tahkiki imana ulaştırır. Bu fakir kardeşinize yirmi seneye yakındır, Kur’ân ve
Kur’ân’dan gelen Risâle-i Nur kâfi geliyor. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları da
yanımda bulundurmadım. Risale-i Nur, çok çeşitli gerçeklere dair olduğu halde; yazma
aşamasında, daha sonra da ben başka kitaplara muhtaç olmadım. Sizin hiç muhtaç
olmamanız gerekir. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başka (kitap)lara
102
bakmıyorum ve meşgul olmuyorum. Siz dahi, Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır; belki
bu zamanda elzemdir!” (Kastamonu Lah,)”
Gnostik Said Nursi’nin Risale-i Nur’a İşaret Eden Ayetler
teorisi
Birinci Şua;
[Acib bir suale karşı def’aten hatıra gelen garip cevaptır.]
“Sual: Şiddetle ve âmirane denildi ki: “Sen Risâle-i Nur’un kabul edildiğine dair Hz. Ali
ve Gavs-ı Azam gibi zatların kasidelerinden şahitler gösteriyorsun. Hâlbuki asıl söz sahibi
Kuran’dır. Risâle-i Nur, Kuran’ın hakikî bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanıdır. Kuran; gayb
âleminin tercümanıdır. Sözler hakkında söz Kuran’ındır, görelim o ne diyor?”
Said Nursi’ye böyle bir soru soran kimsecikler yoktur. Hayali bir senaryo
kurgulamaktadır. Güya bu soruya aklına “defaten” bir kere de ve aniden bir cevap düşmüş!
Bu soruya, daha doğrusu hayali senaryoya uzun bir süre çalıştığı anlaşılmaktadır.
Bu “defaten” vurgusuyla “Semadan gelen, kalbime ilka edilen/düşürülen cevap” imajı
oluşturma gayretindedir! Hz. Ali geleceği haber verme türünden uydurma rivayetler
kendisini de tatmin etmediğinden, bu sefer doğrudan kitaplarının Kuran tarafından haber
verildiğini, kendi hayatına orada pek çok göndermeler bulunduğunu, Allah’ın kendisini
görevlendirdiğini ve cemaatini müjdelediğini söyleyecektir!
Cevap: Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kuran’ın açık bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri
ve manevi mucizesinin parlak bir parıltısıdır. Risâle-i Nur; Kuran denizden bir sızıntı ve Kuran
güneşinden bir ışıktır. Risâle-i Nur; hakikat ilminin kaynağı olan Kuran’dan mülhem ve
feyzinden gelen bir manevi tercümesidir! Bu nedenle Risâle-i Nur’un kıymetini ve önemini
açıklamak Kuran’ın şerefine, hesabına ve methine geçtiğinden, elbette Risâle-i Nur’un
meziyetini (üstün özelliklerini) açıklaması gerekir! Benim gibi bir tercümanın hissesine düşen
103
yalnız şükürdür. Hiçbir yönüyle gurura hakkı yoktur. Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki-üç
saat zarfında birden Kuran’ın meşhur ayetlerinden “Sözler” adedince 33 ayetin hem
manasıyla, hem cifri ile Risâle-i Nur’a işaret ettiğini gördüm.
İhtar; aşağıda verdiğimiz ayetlerin Nur Risalelerine işaretleri ve tevafukları kuvvetli bir
manevi münasebete dayanır. Bu ayetler ittifakla 13. asrın sonuna ve 14. asrın evveline cifirce
bakıyor ve Kuran ve iman hesabına bir hakikate işaret ediyorlar. Ve (gerçekten) bir teselli
kaynağı ( olan Risale-i) Nur’dan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalalet fitnesinden gelen
şüpheleri giderecek, Kuranî bir delili müjdeliyorlar. Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar
ve o vazifeleri hakkıyla görecek, Nur Risaleleri gibi bir Kuran tefsiri olacak. Bu ayetler bilhassa
Nur Risalelerine bakıp ona işaret ediyorlar.
Birincisi: [Nur/35] deki nur ayeti diye bilinen ayettir. “Allah, göklerin ve yerin nurudur.
O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir;
o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilemeyen
mübarek bir zeytin ağacından çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, nerdeyse,
kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi
nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her şeyi bilir.” [Nur /35]
“Bu ayet; Kuran’ın nurlu bir tefsiri olan Nur Risalelerine dört-beş cümlesiyle on yönden
bakıyor. Nur Risalelerine bakan birinci cümlesi: ‫ور ِهُ َمثَ ُل‬
ُ ‫ص َب‬
ْ ‫ ِم‬dur. Yani: Nur-u
ِ ‫اح فِي َها ك َِم ْشكَوةُ ن‬
İlahî’nin veya Nur-u Kuranî’nin veya Nur-u Muhammedî’nin misali şu ُ‫صبَاحُ فِي َها ِم ْشكَوة‬
ْ ‫ ِم‬dur.
Sayısal değeri 998 olarak aynen Risalet-ün Nur, -şeddeli nun iki nun sayılırsa tam tamına
tevafukla ona işaret eder.”
İlmi bakımdan bu hezeyanın tahlili: Hdrşeyden evvel bu ayet nur-u muhammediye
hiç bakmaz! Zira tam olarak küfür olan, peygamberi tanrılaştıran bir teoriye ayetin bakması
imkânsızdır! Saidi Nursi Kelimenin başındaki “Kef” harfini attı. Ebced hesabı tutsun diye
“Risalet-ün Nur” da kelimenin aslında olmayan, okurken ortaya çıkan (idgam-ı şemsiye) bir
“nun” ilave etti.
Hâlbuki bu ayette Allah kendini temsil ile anlatıyor iddiasındadır.
104
ُّ َ‫ى ك َْوكَبُ َكاَنَّ َها ا‬
“İkinci cümlesi: ُ‫لز َجا َجة‬
ُ ‫ يوقَدُ د ِ ِّر‬dur. Bu cümlenin ebced değeri, 546 eder ki,
Risâle-i Nur’un adedi olan 548’e gayet az ve sırlı iki farkla işaret ediyor!”
Saidi Nursi yine aynı şeyi yapıyor. Eserlerinin adını tekrar değiştirdi. Yukarıda
kitaplarının ebced değerini 998 olarak hesaplamıştı! Yine tutmayınca iki sırlı fark numarası
uyduruyor. Tabii bu arada ebced hesapları tutsun diye ayetlerin istediği kısmını kesip, alıyor!
“Üçüncü Cümlesi: ‫ن‬
ُْ ‫ش َج َرةُ ِم‬
َ dir. Eğer ُ‫ش َج َرةُ ِم ْن‬
َ deki “te” duraklardaki gibi “he” sayılsa 598
eder ki; tam tamına Nur Risaleleri ve Risâle-in Nur adedi olan 598’e tevafukla beraber ‫ِم ُْن‬
ُ‫ َح ِكيمُ ف ْرقَان‬in adedine yine sırlı tek bir farkla tevafuk-u remzî ile hem; Nur Risalelerini kapsamına
(efradına/ fertleri arasına) alır, hem de; Risâle-in Nur’un mübarek ağacının Furkan-ı Hakîm/
Kuran olduğunu gösterir. Eğer ‫ َش َج َرُة ِم ُْن‬deki ‫ ة‬, ‫ ة‬kalsa, o vakit sayısal değeri 993 eder,
tevafuka zarar vermeyen az ve sırlı beş farkla Risalet-ün Nur adedi olan 998 tevafukla işaret
eder.”
“Te” harfi “he” sayılsa! Beş sırlı fark! Bu “sırlı fark” neyin nesidir belli değil. Ayrıca “ُ‫ِم ْن‬
ُ‫ ” َح ِكيمُ ف ْرقَان‬Said Nursi’nin Risaleleri Hakîm ve Furkan olan Allah’tanmış, oradan çıkıyor! Risaleler
böylece (haşa) Allah’tan oluverir!
“Dördüncü Cümlesi: ُ‫للا َي ْهدِى نورُ َعلَى نور‬
ُِّ ‫ورُِه‬
ِ ‫ ِلن‬Ki, 999 ederek sırlı bir tek farkla Risalet-ün
Nur adedi olan 998’e işaret eder.”
“Beşinci Cümlesi: ُ‫َاء َم ْن‬
ُ ‫ َيش‬cümlesi gayet az bir farkla Said’in meşhur bir lâkabına
(Bediuzzaman’a) tevafukla bakıyor. Eğer ُ‫ يَشَاء‬deki mukadder zamir ortaya çıkarılırsa ‫يَشَائهُ َم ُْن‬
olur. Bu durumda tam tevafuk eder. Bu ayet nasıl ki Risâle-in Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de
yazılma tarihine tam tamına tevafukla remzen bakıyor.”
Said Nursi, harflerin ebced değerleriyle oynayarak, bazen şeddeli harfleri bir, bazen
iki harf saymakta, bazen, “te” leri “he” yapmakta, tenvinleri “nun” saymakta, bazen
kitaplarının ismini değiştirmektedir. Kendi saçma sapan tefsirlerinin bulunduğu kitapların
Kuran’ın geldiği yerden/Arş’tan geldiğini söylemektedir. Sonrada demektedir ki, “Allah
dileyeni /dilediğini Nur’una iletir”.
105
Kur’an-ı Kerimde ise
َ ُ‫ين لَهُ فَه َو‬
ُ‫ن يَ ْعشُ َو َم ْن‬
ُْ ‫الرحْمٰ ِنُ ِذ ْك ِرُ َع‬
ُْ ِ‫شُْي لَهُ نقَي‬
َ ‫طانًا‬
ُ ‫قَ ٖر‬
َّ ‫ِّض‬
“Kim Allah’ın
kitabına şaşı gözle bakarsa ona yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz” [Zuhruf/36]
buyrulmaktadır.
ُ‫ش َج َرةُ ِم ْن‬
َ ُ‫اركَة‬
َ deki tenvin “nun” sayılmak şartıyla 1311
َ َ‫ مب‬cümlesi; İkinci “te” “he”, ve ُ‫ش َج َرة‬
eder ki, o tarihte Said’in Arapça öğrenmeye başladığı tarihe tam denk gelir ve ona remzen
bakar. Saidi Nursi devamında burada da durmaz, Nur Risalelerinin elektrik gibi hızlı, etkin,
çarpıcı anormal gücünü de iddia eder!
Meselâ, ُ‫شُ لَُ زَ يْتونَة‬
َ ُ‫لَ َوُ ْر ِقيَّة‬
ُ ‫ غ َْر ِبي َُّة‬cümlesi: “Nasıl, elektriğin kaynağı, ne şarktan ne de
garptan elde edilmiş bir mal değildir. Belki yukarıdan, rahmet hazinesinden, semavat
tarafından iniyor” diyorsa, aynen bunun gibi; manevî bir elektrik olan Nur Risaleleri dahi ne
şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fen ve sanatlarından alınmış
bir nur değildir. Belki semavî olan Kuran’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i
arşiyesinden (Allah’ın Arşından) alınmıştır.”
meselâ ُ‫ضىءُ زَ يْت َها يَكَاد‬
ِ ‫سسْهُ لَ ُْم لَ ُْو َُو ي‬
َ ‫ نورُ نَارُ ت َ ْم‬cümlesi, “işaret diliyle diyor ki: “13. ve 14. asırda
semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı 1280 tarihine
yakındır. İşte bu cümle nasıl elektriğin anormal yapısını ve yakın bir tarihte geleceğini remzen
haber veriyorsa manevî bir elektrik olan Nur Risaleleri de gayet yüksek ve derin bir ilim
olduğundan, tahsil külfetine ve ders çalışmağa ve başka üstatlardan öğrenmeye ve
muallimlerin ağzından almaya gerek duymadan herkes derecesine göre o yüksek ilimleri,
meşakkatsizce anlayabilir ve derin bir âlim olabilir.”
Bu cümle hem elektriğin, hem Nur Risalelerinin gelmesinin yakın olduğunu, hem de
Said Nursi’nin doğum tarihini remzen haber veriyor. Bu ayet bundan başka bir mucize
parıltısı daha gösterir. Öyle ki ُ‫ضيءُ زَ يْت َها يَكَاد‬
ِ ‫ ي‬nun makamı, 1279 olup, ‫سسْهُ لَ ُْم َولَ ُْو‬
َ ‫ نورُ نَارُ تَ ْم‬kısmı
ise, iki tenvin iki “nun” sayılsa 1284 eder. Böylece hem elektriğin yaygınlaşmasının, hem Nur
Risalelerinin yazılma vaktinin yakın olduğunu, hem 14 sene sonra Said’in doğumunu “yekâdü
/neredeyse” kelimesiyle manen işaret ettiği gibi, cifr ile de tam tamına aynı tarihe tevafukla
işaret eder.
106
Uyarı; Ben bu nur ayetinin işaretlerini elektrik ve Nur Risaleleri hatırı için (tam olarak)
beyan etmedim. Belki bu ayetin manevi icazının bir şubesinden bir lem’asını göstermek
istedim.
“Velhasıl; Bu ayet açık manasıyla Nur-u İlahî ve Nur-u Kuranî ve Nur-u Muhammedî’yi
ders verir. Bu ayet; işari manasıyla her asra baktığı gibi, 13. asrın sonuna ve 14. asrın evveline
de bakar ve baktırır. Bu zaman diliminde en çok dikkat çeken ve aralarında manevi
münasebet bulunan elektrik ile Nur Risaleleri olduğundan doğrudan doğruya işaret diliyle
bakar diye bana kesin kanaat verdiğinden çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmiş isem
Allah affetsin! Nur Risalelerinin bu ayetin iltifatına liyakatini anlamak isteyen, hangi risaleye
baksa bunu anlar.”
Bu “Nur ayeti” olarak bilinen [Nur/35] ayeti Said’in hayatını etkileyen en önemli ayettir.
Kendi ifadesiyle fikrini, kalbini bu ayet tenvir etmiştir! O kendince zor/müşkil dini meseleleri
hep nur anolojisi ile çözer! O’nun ism-i azamı bu “Nur” ismidir! Bu nur ayetinin tam on
işaretle Risale-i Nur’a baktığını söyler! Risale-i Nur’a Nur namının verilmesine en birinci
sebep olarak bu ayeti zikreder!
Yazdığı risalelerin kaynağının Kuran’ın kaynağı olduğunu söyleyen, yani; Allah’tan
olduğunu, kendisine sadece tercümanlık vazifesi düştüğünü söyler!
Said Nursi görüldüğü üzere Kuran’ın anlamını ne kadar çarpıtabileceğinin en güzel
örneklerini vermiştir! Zira ayet sembolik bir dille Allah’ın nurunu anlatmıştır.
Ayetin zerre kadar Said Nursi ve onun eserleri ile alakası yoktur! Gerçekten işari, remzi
vs. gibi makbul olmayan bir tefsir yöntemiyle yaptığı, ayetleri istediği yerden makaslayarak,
tamamıyla Pisagorculuk ve Yahudi Kabalaizm’inden gelen, Hurufiliğin en bariz yöntemi olan
ebced hesaplarıyla, hatta ebced kurallarına bile aldırmaksızın, Kuran’ı kendi hayat hikâyesini
anlatan otobiyografi kitabına çeviren Said İhvan-ı Safa mensubu olarak Gnostik Sufizmini
icra etmektedir.
107
İddiasına göre Kuran’da Nur Risalelerine işaret eden ikinci ayet; ‫ا ِم ْرتَُ َك َما فَا ْستَ ِق ُْم‬
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” [Hud/112] ayetidir. Bu ayetin hemen karşısında bulunan
ُ‫ى فَ ِم ْنه ْم‬
ُِّ ‫ش ِق‬
َ ُ‫س ِعيدُ َو‬
َ “O gün onlardan şakî /bedbaht ve said /bahtiyar olan vardır.” [Hud/105]
Bunun sayısal değeri 1303 eder. Birinci ayetin ise; 1309 eder ki; o tarihte umum
muhatapları içinde birisine (kendisine) Kuran hesabına iltifat edip istikametle emreder. 1303;
Said Nursi’nin tahsile başladığı tarihtir. 1309 ise, Said’in harika bir surette pek az bir zamanda
ilimce mükemmelleşmesi, öğrencilikten öğretmenliğe başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde
15 senede medresede okunan yüz kitaptan fazla okuduğu tarihtir.
Said, o tarihlerde, o bölgede bu üç aylık eğitimden elde ettiği bilgilerle pek çok
imtihanda ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her soruya doğru cevap vererek ispat ettiği
tarihe bir işarettir. Nur risalelerinin istikametine bir işarettir!
Bu “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayeti Said Nursi’ye özel olarak emir
vermektedir. Sana gelecekte Risaleler yazdırılacak. Zaten ayet hemen karşısındaki “Said”
kelimesine bakmaktadır. Zaten bu ayetin de sayısal değeri de Arapça’ya başlama tarihine
tam denk gelir! Önceki ayet ise 1309 tarihine denk düşer ki, Said’in ilahi inayet/ yardım ile
tüm ilimleri üç ayda öğrendiğini, her bir soruya istisnasız doğru cevap verdiği tüm insanlık
için bir milat olan o meşhur eğitim yılıdır!
Üçüncü ayet; َُ‫“ سبلَنَا لَنَ ْه ِديَ َّنه ُْم فِينَا وا َجاهَدُ َوالَّذِين‬Bizim uğrumuzda cihad edenlere Biz yollarımızı
gösteririz…” [Ankebut/ 69] Bu ayet cifirce 1344 eder ki, o tarihte Risâle-i Nur şakirtleri
görülmüyor. Demek bu ayet, Kuran’ın parlak bir tefsiri olan Risâle-i Nur’a bakıyor ve ilk nazil
olan “Şüphesiz ki insan azar” [Alak /6] ayeti gibi manasıyla ve sayısal değeriyle ifade ediyor
ki; 1344’e insanlık âleminde emsalsiz bir azgınlık, bir inkâr çıkacak. َُ‫ ِفينَا َجاهَدوا َوا َّلذِين‬ayeti ise, o
tuğyana karşı koyanları övüyor. Eğer ‫ لَنَ ْه ِد َينَّه ُْم‬deki şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa, 1294 eder ki
Said’in doğumunun birinci senesidir. Eğer şeddeli “lam” iki “lam” ve “nun “ bir sayılsa, o vakit
1324 sayısı/tarihi hürriyetin ilanı hengâmında Said’in manevi kıyam ile boy gösterdiği yıla
işaret eder.
108
Görüleceği üzere Saidi Nursi yine kelimelerin sayısal değerleriyle oynamaktadır.
Şeddeli “nun”u bir “nun” saydı. Kafadan 50 rakamı düştü. Yine denk gelmeyince kendi
doğumuna değil de, bir yaşındaki çocukluğuna Kuran’dan işaret bulmuş oldu.
Bu arada “her Firavun koynunda bir Musa saklar” vecizesine uygun olarak, Hicri
1344’de (M 1925) büyük bir tuğyan ve inkâr çıktıysa da kendisinin küfrün ve isyanın karşısına
çıkacağına işaret olduğunu anlatır.
Dördüncü ayet; ُ‫س ْبعًا كَُآتَ ْينَا َو َل َق ْد‬
َ َُ‫” اْل َمثَانِى ِمن‬Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi ayeti
(Fatiha’yı) ve yüce Kuran’ı verdik” ayetidir. [Hicr/ 87] Bu ayet; Said-i Nursi’ye göre Kuran ve
Fatiha suresini ifade ettiği gibi, Risale-i Nur’a da cifirce işaret eder.
Çünkü َ‫امنَُ ْينَاكَُآُت‬
ِ ً‫س ْبع‬
َ ‫ اْل َمثَانِى‬sayısal değeri olan 1335 rakamıyla İşarat-ül İ’caz tefsirinin neşir
tarihi olan 1335-6’ya tevafukla remzî bir perdeden bakar.
Oysa [Hicr/87] ayetinde muhatap Hz. Peygamber’dir. Ve ona Fatiha suresi ya da diğer
uzun surelerden yedi uzun surenin verildiği ifade edilmektedir. Eğer ayeti Said Nursi’nin
anladığı gibi anlarsak şöyle bir anlam çıkar; (Haşa) “And olsun ki Said Nursi Biz sana, her
zaman tekrarlanan Risale-i Nur’u ve Kuran’ı verdik.”
Esas itibatiyla gnostik sufizm’in sapkınlığı böyle bir şeydir. Daha evvelkiler de aynı
şeyleri yapmışlardır.
Beşinci ayet: ‫ن‬
ُْ ‫ورا لَهُ َو َجعَ ْلنَا فَاَحْ يَ ْينَاهُ َم ْيتًا كَانَُ اَ َو َم‬
ُ ِ َّ‫“ الن‬Ölü iken iman ile diriltip nura
ً ‫اس فِى بِ ُِه ََ ي ْم ِشى ن‬
kavuşturduğumuz ve halk içinde o nur ile doğru yolda yürüyen kimse…” [Enam/ 122]
Bu ayet hususî bir surette Risâle-in Nur ve müellifine bakıyor(muş). Şöyle ki: ‫َم ْيتًا‬
kelimesi tenvin “nun” sayılırsa 500 eder ki, Saidü’n-Nursî kelimesinin ebced değeri olan 500’e
tevafukla işaret ediyor ve diyor ki; “Said dahi meyyit /ölü hükmünde idi. Nur Risaleleri ile
ihya edildi, onunla hayat buldu.” Evet, ُ‫ورا لَهُ َو َج َع ْلنَا فَاَحْ يَ ْينَاهُ َم ْيتًا كَانَُ اَ َو َم ْن‬
ً ‫ ن‬deki iki tenvin “nun” dur
ki, 1334 eder. Bu aynı zamanda (Arabî tarihle) Said’in Birinci Dünya Savaşında maddî
ölümden harika bir tarzda kurtulmasına işarettir!
109
Ve yine gafletten kaynaklanan manevî ölümden kurtulduğu, Kuran’la dirildiği tarihtir.
Bu manevî rastlantı ve cifr onayı kuvvetli bir işarettir. Hem ‫َاه‬
ُ ‫ور ُان َو َج َع ْلنَا َل ُه فَاَحْ َي ْين‬
ُ ِ َّ‫ الن‬de
ً ‫اس ِفى ِب ِهُ ي ْم ِشى‬
tenvin “nun” ve şeddeli “‫ ”ن‬iki “‫ ”ن‬ve ُ‫ بِ ِه‬de telaffuz edilen ‫ ى‬sayılmak cihetiyle 1294 eder ki,
doğumunun ve hayatının birinci senesidir. Demek bu cümle ile maddi hayatına, önceki
cümle ile de manevi hayatına işaret vardır.
“Elhasıl: Bu ayet pek çok yönden hem Nur Risalelerine, hem müellifine, hem bu 14.
asrın başlangıcına, hem Risalelerin başlangıcına bakar. Kalbime kesin bir kanaat geldi ki, ‫َم ْيتًا‬
kelimesine tam uyan Said’tir. Bu ayet Risâle-i Nur tercümanı olan Said’i “‫ ” َميْت‬ünvanıyla
göstermesinin bir hikmeti budur ki: ölümün muammasını ve tılsımını Risâle-i Nur ile o
çözmüştür.”
Bu ayet her asra baktığı gibi bu asra daha fazla dikkat çekmek için cifirce bu asrın üçdört döneminin tarihlerine ve olaylarına işaret eder. Risâle ve Şakirtlerin bu derece kuvvetli
Kurani işaret ve müjdelerle ve tarikat kutuplarının iltifatına mazhar olmalarının sırrı ve
hikmeti, musibetin büyüklüğü ve dehşetidir ki, hiç bir eserin mazhar olmadığı bir kutsal takdir
ve beğeni almış.
Demek oluyor ki risalelerin önemi onun olağanüstü büyüklüğünden değil, belki
musibetin olağanüstü dehşetine ve tahribatına karşı verdiği uğraştan kaynaklanmaktadır.
Bundan dolayı, Risâle-i Nur dairesi içine girenler imanlarını kurtaracak ve imanla kabre
girecek ve Cennet’e gidecekler diye bu ayet müjdeliyor.
Bunlar yukarıda belirtildiği üzere Gnostizmin daima başvurduğu sahtekârlıklardır.
Tenvinden nun çıkardığı halde harfler kurtarmayınca bu defa harekelerden medet umuyor!
İlave 50 sayı buradan geliyor. Ölü; olur Said! Bu ölü risalelerle dirilir! “Biz onu dirilttik”
ayetinden de kendi doğumunu görür. Tabii yine bir sürü harf ilavesiyle. “Ölü idi” kelimesi
maddi hayatına, “dirilttik” kelimesi manevi hayatına işaret vardır! Ölü kelimesi tam olarak
işaret etmektedir. Vaziyete göre ölümün muammasını çözmüştür.
Altıncı ayet: ‫ل‬
ُْ ‫ورا لَك ُْم َو َيجْ َع‬
ً ‫ ِب ُِه ت ْمشونَُ ن‬Yani: “O size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin..”
[Hadid /28] Allah’a hamdolsun, Risâle-i Nur bu ayetin kudsî ve küllî manasının parlak bir
110
ferdi olduğu gibi ‫ورا‬
ً ‫ ن‬deki tenvin “‫ ”ن‬sayılırsa 1318 sayısıyla Said’in öğretmenlikten, yazarlık
vazifesine başladığı zamanın beş sene öncesine ve çok ayetlerin işaret ettiği 1316 tarihindeki
mühim bir fikrî değişimden iki sene sonraki zamana denk gelir. Ki; bu zaman Risalelerin ön
hazırlık evresinin başladığı tarihtir.
(Haşa) Said Nursi İslam için o kadar önemlidir ki; onun doğumu, birinci yıl dönümü,
öğretmenliğe başlama, oradan yazarlığa geçmesinin tam beş sene öncesi! Ondaki fikri
değişimin başladığı 1316 yılının iki sene öncesi! Kur’an tarafından kullara bir lütuf olarak
bildirilmiş.
Ayetin anlamı şöyle olmuştur; (Haşa) Allah size Said Nursi’yi /Nur’u verdi! O nur sizin
yolunuzu aydınlatır, da siz onunla yürürsünüz!
Bunları zikrederken unutmamak gerekir ki bu saçma tevillere kalben tam olarak iman
etmiş yüzbinlerce Nur Şakirdi Türkiye ve muhtelif memleketlerde yaşamaktadır.
Yedinci ayet: ُ‫للا َوي ِح ُّق‬
ُِّ ‫ق‬
َُّ ‫” ِب َك ِل َماتِ ِهُ اْل َح‬Allah, hakkın hak ve gerçek olduğunu kelimeleriyle
ispat eder…” [Yunus/ 82] şu ayetin küllî manasının bu zamanda açık bir onayı Risaleler
olduğu gibi, Allah lafzındaki şeddeli “lâm” bir “lâm” ve ‫ بِ َك ِل َماتِ ُِه‬deki söylenen “ya” sayılmak
şartıyla 998 sayısıyla Risalet-ün Nur’un 998 sayısına tam tamına tevafukla ona bakar. Ve yine
“Sözler” adlı kitabımın anlamı; Arapça olarak “kelimat” demektir. İşte Said Nursi, o “Sözler/
Kelimat” ile Kuran hakikatlerini ispat etmiştir! Bu Sözler kitabı zamanın dinsizlerini
susturmuştur.
Said Nursi burada yine nereden geldiği belli olmayan iki sayı fazladan ilave ederek
(30+10= 40) elde ediyor. Bu ise tam Risaletü’n-Nur’un sayısal değeridir! Görüldüğü gibi
ayet onun kitaplarına işaret etmektedir. Ayette geçen kelimât da Risale-i Nur’un
bölümlerinden olan Sözler’e işaret eder!
Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: (Haşa) “Allah, hakkın hak ve gerçek olduğunu “Sözler
Külliyatı” ile ispat eder.”
111
Sekizinci ayet; ُ‫اط اِلَى َربِِّى َه َدينِى اِنَّنِى ق ْل‬
ُ ‫ص َر‬
ِ ُ‫” م ْستَ ِقيم‬De ki: Rabbim, beni doğru yola iletti.”
[Enam/161] ayetidir. Şu ayetin geniş manasının bu asırda uygun bir ferdi Risalet-ün Nur’dur!
Yine bu ayet; cifirle ُ‫ص َراط‬
ِ ُ‫ م ْستَ ِقيم‬kelimesi ُ‫ص َراط‬
ِ deki tenvin “nun” sayılmak cihetiyle Risalet-ün
Nur adedi olan 998 yine iki sırlı fark ile bakar! ‫ص َراطُ اِلَى َر ِبِّى َه َدينِى‬
ِ َ ‫ ِقيمُم ْسُت‬cümlesinin sayısal değeri
1316 eder ki; Said’in Risaleleri yazmaya hazırlandığı en hararetli tarih olan 1316 sayısına tam
denk gelir!
Said Nursi’nin bu yorumu doğru kabul edildiğinde ayetin Türkçe anlamı şöyle olur;
(Haşa) “Ey Said Nursi de ki: Rabbim, beni Risale-i Nur’a kavuşturdu.”
Dokuzuncu ayet; Yine ُ‫سكَُ فَقَ ِد‬
َ ‫ ْالوثْقَى بِ ْالع ْر َو ِةُ ا ْست َ ْم‬ayetidir. Yani: “hiç kopmayacak bir kulba
tutunmuş olur.” [Bakara/256] Risâle-i Nur, Allah’a imanın Kuranî delillerinden bu zamanda
en kuvvetlisi olduğundan, bu ُِ‫ْالوثْقَى بِ ْالع ْر َوة‬
“en sağlam kulp” ifadesinin kapsamına özellikle
dâhil olur. Çünkü bu kelimelerin sayısal değeri 1347 eder ki, Risalelerin yayınlandığı ve
olağanüstü parladığı tarihe tam denk gelir! Bu tevafuk, Risalelerin; 14. asırda Kuran’ın manevi
icazından doğan bir “urvetü’l-vüska / en sağlam kulb” olduğuna bir işarettir! Ve yine bu
tevafuk; karanlıklardan aydınlığa çıkaracak vesilenin Risâle-i Nur olduğunu remzen bildirir.
Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: (Haşa) “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk,
sapıklıktan ayırt edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a inanırsa, Risale-i Nur’a
yapışmış olur ki, o hiçbir zaman kopmaz…” [Bakara/256]
Onuncu ayet:‫“ َيشَاء َم ْنُ ْال ِح ْك َم ُةَ يؤْ تِى‬Allah dilediğine/dileyene hikmet verir” [Lokman/22]
Onbirinci ayet: ُ‫َابُ َوي َع ِِّلمهم‬
ِ ْ‫“ َويزَ ِ ِّكي ِه ْمُ َوا‬Peygamber onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretir
َ ‫لح ْك َم ُةَ ْال ِكت‬
ve onları tezkiye eder /arındırır” [Bakara/129]
Onikinci ayet: ‫َاب َوي َع ِِّلمكمُ َويزَ ِ ِّكيك ُْم‬
َُ ‫ُوُاْ ْال ِكت‬
ِ
َ َ‫لح ْك َمة‬
“Sizi arındıracak, size Kitab’ı ve hikmeti
öğretecek (bir peygamber gönderdik)” [Bakara/151] ayetleridir.
112
Bu üç ayetin toplam anlamı şudur; “Kuran hikmeti size bildiriyor. Sizi manevî kirlerden
temizliyor.” Bu üç ayetin geniş anlamına Risâle-i Nur’un bilinçli olarak dâhil edildiğine iki
kuvvetli emare var.
Birincisi; Risâle-i Nur’un konusu ve neticesi, Kuran’ın hikmetidir.
İkincisi; Birinci ayet 1322 ederek makam-ı ebcedî ile Said’in yüksek ilimlerden
vazgeçip, Kuran hikmetine yönelerek Kuran hizmetkârlığına soyunduğu tarihtir ki, bir sene
sonra İstanbul’a gitmiş manevî cihadına başlamış.
İkinci ayetin sayısal değeri 1302 eder ki; Said’in Kuran dersini aldığı tarihe bakar.
Üçüncü ayet ise; Avrupa filozoflarına Kuranî hikmet neymiş gösteren Said’in Dârü’lHikmeti’l-İslâmiye’de Kuranî hikmeti savunmaya başladığı, inzivaya çekilip, Kuran’dan aldığı
ilhamlarla Risâle-i Nur meselelerini iktibasa başladığı 1338 tarihe tam denk gelir.
“Kutsal hikmeti, bize (kainattaki yüksek hikmetleri) yine Kuran’ın hikmetli ve yüksek
belagati ve ifadesi ile görebiliyoruz. Yani kainat Allah’ı anlatan bir kitap, Kur’an bu kitabın
kıraatı, Risale-i Nurlar ise bu kıraatın müfessiri ve mütefekkiridir. Şayet Kur’an bu kainatı bize
okutmasa, Risale-i Nurlar ve benzeri tefsirler de bize o okumayı açmasa idi, biz kendi aklımız
ve fikrimizle o yüksek ve kutsal hikmetleri göremez ve bilemezdik”
Sonraki ayette; ‫اط اِلَى َر ِبِّى َه َدينِى‬
ُ ‫ص َر‬
ِ ُ‫“ م ْست َ ِقيم‬Rabbim beni dosdoğru bir yola eriştirdi.”
[En’âm/161] Bunun gibi birçok ayet dikkati Sırat-ı Müstakime çeviriyor. Ve bu doğru,
istikametli yolu bulmak için daima Kuran’ın nurundan her asırda o asrın zulmetini dağıtacak
ve istikamet yolunu aydınlatacak Nurlar bulunur. Bu dehşetli ve fırtınalı asırda da bu doğru
yolu gösteren Nur Risaleleridir. Üstelik bu “Sırat-ı Müstakîm” kelimesinin sayısal değeri -
tenvin “nun” sayılmak şartıyla- 1000 eder. Müstakîm’i uzatan med çıkarılırsa 999 eder ki;
yalnız bir veya iki farkla Risalet-ün Nur adedi olan 998’e denk gelir! Risalet-ün Nur’u “Sıratı müstakim /Dosdoğru yolun” kapsamına alır! Bu ayet Risâle-in Nur’a ismiyle baktığı gibi,
onun ön hazırlık zamanına da bakar. Çünkü yukarıdaki ayetin sayısal değeri 1316 eder. Ki bu
113
tarih Said’in iradesi dışında Nur hazırlıkları yaptığı ve tüm bilgilerini Kuran’ı anlamaya
basamak yaptığı tarihtir!”
Ayet; ُ‫بُ تَ ْن ِزيل‬
ُِِّ ُ‫يز‬
ُِ ‫اْل َح ِك‬
ِ ‫للا ِمنَُ ْال ِكت َا‬
ِ ‫يم ْالعَ ِز‬
“Bu Kitab, Aziz ve Hakîm olan Allah tarafından
indirilmiştir” ayetidir. Bu ayet dahi önceki ayetler gibi Risalet-ün Nur’un ismine ve kendisine,
hem yazılma tarihine ve hem de yayılmasına remzen bakar.
İzahtan önce önemli bir uyarı; “Her bir ayetin mana mertebelerinde bir zâhiri, bir
bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin füruatı, işaratı, dal ve
budakları vardır” mealindeki hadisin hükmüyle, Kuran hakkında nazil olan bu ayet, işari
manasıyla da Kuran ile münasebeti çok kuvvetli olan Risale-i Nur’a bakıyor. Ben, Nur
şakirtlerini şahit tutarak diyorum ki;
Risale-i Nur diğer eserler gibi ulûm ve fünundan ve
başka kitaplardan alınmamış!
Yazıldığı vakit hiçbir kitap Said’in yanında bulunmuyordu. Kurandan başka kaynağı
yok! Kurandan başka üstadı yok! O doğrudan doğruya Kuranın feyzinden mülhemdir! O,
Kuran’ın semasından ve ayetlerinin yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor!
Ara not: Gnostik sıfizme önemli misal teşkil edecek bu hezeyanların yüzlercesine
hazırladığımız kitapta yer veriyoruz.
Aynı şekilde Fethullah Gülen ile alakalı “gnostik Sufizm” misallere de yer verilmektedir.
Fazla uzamaması için Saidi Nursi’nin cifir tefsiri örneklerine burada son verildi!..
Gnostik Sufizim bir mecrada kurumsallaştığında kendisini yenileyebilme ve kesin
lidersizlik halinde bile “büyük talebeler” ile hayatta kalmayı başarabilmektedir.
Bu hususa yine Gnostik Nurculuk zaviyesinden bakılırsa;
Risale-i Nur’a işaret eden Otuz Üçüncü Ayetin istihracına dair Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır.
114
“Aziz Üstadım, dün akşam namazını kılarken ُ‫للا َش ِه َد‬
ُٰ ُ‫ل اَنَّه‬
َُ َ‫قَائِ ًما ْال ِع ْل ُِم َواولوا َو ْال َم ٰلئِك َُة ه َُو ا َِّلُ ا ِٰل ُه‬
ُ‫ْط‬
ُ ‫يم ْال َع ٖز‬
ُ ‫ ْال َح ٖك‬ayetini okurken, birden bire ruhun penceresine şu ayetin Risale-i
ِ ‫يز ه َُو ا َِّلُ ا ِٰل ُهَ َلُ ِب ْال ِقس‬
Nur’a ve müellifine bir manevi münasebeti ile işareti gösterildi. Şöyle ki; Bu kâinata, Allah’ın
birliğini ins ve cinne karşı kesin bir şekilde gösterip ispat eden önce, Kuran olduğu gibi, bu
asırda ikinci derecede sağlam delillerle Allah’ın birliğini ins ve cinnin dikkatine sunup, ispat
eden Risale-i Nur, her seviyedeki insana ders verip talim ve terbiye etmesi, bu ayetin bir
teması, bir doğrulayıcısı da Risale-i Nur’dur!
Kelime-i Tevhid’ten sonra “Aziz ve Hakîm” isimleriyle Cenab-ı Hak zâtını tavsif
buyurup, ikinci derecede aynı isimlerin mazharı olan Risale-i Nur’’un şahs-ı manevisine işaret
etmesi, Kuran’ın şanına yakışır. Çünkü belki bütün dünyaya muhalif olarak, Allah’ın izzetini
ve ilmin izzetini muhafaza için ölümden beter musibetlere göğüs geren, Risale-i Nur
tercümanı (Said Nursi) olduğu gibi, yerde ve gökteki nizamın sırlarını açan yine Risale-i Nur
olduğu ispat edilmiştir.
Bu kuvvetli manevi münasebeti pekiştiren bir emaresi de şudur ki: ‫ ْال ِع ْل ُِم اولوا‬sayısal
değeri 214olup, Risale-i Nur’un bir ismi olan Bediuzzaman’ın makamı olan 214’e tam tamına
tevafuku ve müellifinin hakikî ismi olan Molla Said’in makamı olan 215’e bir tek farkla
tevafuku, elbette bu kutsal kelimenin her asra baktığı gibi, bu asır da dikkat çekici bir ferdi
Risale-i Nur olduğuna bir emare olduğu gibi, ‫ْط قَائِ ًما ْال ِع ْل ُِم اولوا‬
ُِ ‫( ِب ْال ِقس‬okunmayan ikinci vav ve
hemze sayılmaz) makamı olan 601 adediyle, Risale-i Nur’un beş yüz doksan dokuz
makamına ve Resailü’n-Nur makamına yalnız iki farkla, iki ismine tevafuku dahi bir emaredir.
Ayrıca; ُ‫ش ِه َد‬
َ ‫للا‬
ُٰ ُ‫ ْال ِع ْل ُِم َواولوا َو ْال َم ٰلئِكَةُ ه َُو ا َِّلُ ا ِٰل ُهَ َلُ اَنَّه‬cümlesinin sayısal değeri olan 1360 adediyle, -
okunmayan iki hemze sayılmaz ise- tam tamına bu acayip isyan, tuğyan asrının ve galeyan
ve ilhad zamanının bu senesine ve bulunduğumuz bu tarihe tevafuku elbette kuvvetli bir
emaredir.”
-Risale-i Nur şakirtlerinden Hafız AliSaid Nursi bazen yükselen itirazları dikkate alarak farklı söylemlerde bulunmakdasır.
“Birden hatıra geldi ki: Risale-i Nur vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil,
115
belki ekseriyetle Kuran’ın feyziyle ve yardımıyla kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı
Kuraniyedir”
Sonra yine aynı kulvarda propagandaya devam edecektir; “Tenzîlü’l-kitab cümlesinin
açık bir manası; Asr-ı Saadette vahiy suretiyle Kuran’ın nüzulü olduğu gibi, işari manasıyla
da, her asırda o Kuran’ın mertebe-i arşiyesinden ve mucize-i mâneviyesinden feyiz ve ilham
yoluyla onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları iniyor, nüzul ediyor . Şu asırda bir
şakirdini ve bir lem’asını himaye kanadı altına ve daire-i harimine bir hususî iltifat ile alıyor.”
Ya da “… Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç ayet müttefikan Risale-i Nur’u remizleriyle
gösterdiği, hayal meyal görüldü” der!
“Nur Risalelerinin bu asra gelen Kuranî işaretler olduğuna kimin şüphesi varsa
kitaplarımıza baksın, şüphesi kaybolmazsa gelsin parmağını gözüme soksun!” diyerek
meydan okur!
Görüldüğü üzere Gnostik Saidi Nursi ; kitaplarını Kuran’ın ayetleri, ayetlerin ayetleri
olarak takdim edegelmiştir.
Said Nursi’nin Birinci Şua’dan başka Risalelerin pek çok yerinde, Kuran’dan kendisine
ve eserlerine işaretler olduğuna inanmaktadır.
Görüldüğü gibi Said Nursi’nin ele aldığımız ayetleri anlamlandırırken kullandığı
metodun tefsir usulü açısından bir değeri yoktur. Hele hele “kanaate itiraz edilemez” demesi
yorumlarını sorgulanamaz hale getirir ki bunu kabullenmek mümkün değildir.
Gnostikler haricinde (Klasik tefsirler olsun, çağdaş tefsirler olsun) hiç kimse ayetleri bu
metotla anlamlandırmaz. Kendi fikirlerini sorgulanamaz konumda göstermez. Gnostik Said
Nursi ayetleri tefsir ederken Hurufiliğe eğilim göstermiş, ebced ve cifr hesapları yaparak,
kendisinin ve eserinin isminin Kuran-ı Kerim’de geçtiğini muhtemel gördüğü lafızlarla özdeş
addetmiş, kendisini ve eserini kutsal bir konuma taşımaya çalışmıştır.
116
Bunu yaparken nispeten ezoterik bir yolu seçmiş, ısrarla kendisini değil “ürünü” ön
plana çıkarmayı tercih etmiştir.
Celcelûtiye Kasidesi
Bu fasılda yukarıda zikredilmiş bulunan Celcelûtiye Kasidesi üzerinde bir miktar daha
durmak gerekiyor.
Orijinali Harran Sabilerinden Şia’ya intikal etmiş aslı Süryanice olan gnostik bir
metindir. Ezoterik ve majik bir şifreli metindir. Muhtelif usuller ve sıralara göre okunması
fevkalade tehlikelidir.
Bu gnostik metnin milyonlarca kişilik kitleye şarjındaki incelik hakkında, teferruatlı bilgi
verilmesi lüzumlu görülmüştür.
Bu kaside Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin Mecmuat-ül Ahzab adlı dua kitabının birinci
cildinde yer almaktadır.
Gümüşhanevî’nin derlediği bu kitabın 508. sayfasında İmam Gazali’nin bu kasideye
dair bir şerh olsa da bu hakikat değildir. Said Nursi de Gazali gibi birçok âlimin Celcelûtiye’yi
şerh ettiğini söyler.
Ancak bu şerhler, kelimelerin açıklamasından ziyade Kasidede yer alan beyitlerin
hassalarını açıklayan bir mahiyettedir. Yani bu şerh bildiğimiz bir metnin şerhi, açıklaması
değildir! Kaside de bulunan Süryanice kelimelerden çok az bir kısmının anlamı verilmiştir.
Celcelutiyenin kendisi ise, aynı cildin, 499-531 sayfaları arasında yer almaktadır.
Kasidedeki bütün beyitlerin altında onların ebced değerleri de yazılmaktadır. Hz. Ali
tarafından yazıldığı iddia edilen bu kaside; cifir ilmine göre birçok tarih de düşürülerek
Süryani diliyle nazmedilmiştir!
117
Nurcuların iddiasına göre Hz. Ali’nin en mühim ve esrarlı kasidesi Celcelûtiye
Kasidesidir. Bu kasideyi Said Nursi, daimî ve her gün vird şeklinde okumuş ve ondan çok
büyük ve mühim sırları keşfetmiştir. Bu kasidenin şöhreti tüm dünyada bilinir! Bu kaside
birçok tılsım ve havas kitaplarında mevcuttur!
Mecmuat-ül Ahzab’da bu kasidenin birçok şerh ve (harf ve kelimelerin ihtiva ettikleri
özel güçleri) hâsiyetleri de mevcuttur. Said Nursi, Celcelûtiye Kasidesi’nin sırları hakkında
Yirmi Sekizinci Lem’a ve Sekizinci Şua’ gibi oldukça uzun iki risale yazmıştır.
Mecmuat-ül Ahzab’da Gazalî bu kasidenin şerhinde güya şöyle demiş;
Cebrail Peygamberimize dedi ki: “Yâ Muhammed! Rabb’in sana selâm ediyor ve sana
bu hediyeyi ihsan buyurdu.”
Bunun üzerine Peygamberimiz: “Ey kardeşim Cebrail! Bu hediye nedir?” dedi.
Cebrail: “Bu hediye, içinde İsm-i Azam ile en kapsamlı kasem bulunan büyük duadır”
diye cevap verdi.
Peygamberimiz: “Ey kardeşim Cebrail! Bu duanın adı nedir? Keyfiyeti nasıldır?” diye
sordu.
Cebrail dedi ki: “Yâ Muhammed! Bu duanın adı Bedî’ /Celcelûtiye’dir, içinde en yüksek
kasem ve İsm-i Azam vardır. O İsm-i Azam ki:
1- Arş-ı Âlâ’nın kenarına yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, Allah’ın arşını taşıyan melekler
bu arşı kaldıramazlardı!
2- Güneşin kalbine yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, güneşin ışığı ve nûru olmazdı!
3- Ay’ın kalbine yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, ay ışık veremezdi.
4- Cebrail’in kanadına yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, Cebrail yeryüzüne inemez,
semaya çıkamazdı!
118
5- Mikail’in başına yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı yağmurlar ve damlalar ona itaat
etmezlerdi.
6- İsrafil’in alnına yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı sur üfleyemezdi.
7- Azrail’in elinin üzerine yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, mahlûkatın canlarını alamazdı.
8- Yedi kat göklere yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı gökler yükselemezdi.
9- Yedi kat yerlere yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, yedi kat yerler, şimdi olduğu gibi
sabit olmazdı! Bu ismi Âdem (a.s) okumuştur!”
Nurcular anlamını kimsenin bilmediği bu Celcelütiye kasidesini hatmini yaparlar! Onu
daimi virdleri arasına almışlardır! “Üstad’ın mühim evradından olması hasebiyle, ayrıca pek
çok sır ve manevi hikmetleri içeren bu Kaside, içinde İsm-i A’zam’ın gizli olması nedeniyle
de çok kıymetlidir. Hatmi yapılmalıdır.” Derler!
Ara not: İslam ulemasına göre Celcelûtiye çok iyi şifrelenmiş bir Gnostik Harran Sabii
metnidir. İslam termonolojisi kullanılarak Hermetik suretle şifrelenmiş bu kasidelin belli bir
sıra ile okunması muhtelif cinnileri hareketlendirmekte ve okuyanları etkisi altına almaktadır.
Said Nursi, Celcelûtiye adını verdiği bu gnostik dua metninin de kendisinden
bahsettiğinden emindir! Ona göre Celcelutiye, Peygamber’e vahiyle inmiştir. Bunu ifade
ederek cemaatinin bu kasideleri daimi olarak okumasını temin etmek istemiş olmalıdır.
“Madem Celcelûtiye vahiyle Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma nazil olmuş…”
(8.Şua, 5.Remiz)
Cifr ilminin Hz. Ali’ye nispet edilmesi tamamıyla asılsız bir iftiradır! Hz. Ali’ye ait olduğu
iddia edilen siyasi-dini görünümlü şiir ve mektuplardan oluşan, Şerif er-Radî (ö.359)
tarafından yazılan “Nehcü’l-Belağa” daki sözlerin bile ona aidiyeti tartışmalıdır! Hz. Ali’ye
birçok kitap, kaside, şiir nispet edilmiştir. Örneğin; Cünnetü’l-esmâ (Kaside-i Ercûze), Kasidei Celcelûtiye gibi eserlerin Hz. Ali’ye aidiyeti mümkün değildir!
Bilindiği üzere Hz. Ali’yi peygambere denk görenler, hatta ondan üstün görenler,
hatta ve hatta onu ilah olarak gören fırkalar gnostik öğretiye sahiptiler. (Maksatları gnostizm
119
bahsinde uzun yazıldığı için buraya nakledilmedi) Bu nedenle Hz. Ali’den geldiği söylenen
gayb ilmi, ledünni ilim, cifr ilmi vs. gibi konularda dikkatli olmak gerekir.
Said Nursi, Yirmi Sekizinci Lem’a’da Hz. Ali ile mana âleminde yaptığı bir konuşmadan
bahseder. Hazret-i Ali’ye: “Ercûze’nde benden bahisle ‘Kendini muhafaza et’ demişsin. Hem
tam vaktinde emrinizi gördük. Fakat maalesef, kendimizi muhafaza edemedik. Bu belâya
düştük. Şahsımdan binler defa daha ehemmiyetli olan Risâle-i Nûr’dan bahis ve işaretin yok
mu?” diye sorar. Hz. Ali şöyle cevap verir: “Yalnız işaret değil; belki Celcelûtiye’mde açıkça
bahsediyorum.”
Hz. Ali keramet gösterip, Kaside-i Celcelûtiyesinde Risale-i Nur’dan haber vermiş.
Risale-i Nur’u “Siracü’n-Nur/ Nur Kandili” ve “Siracüssürc /Kandiller Kandili” ismiyle
isimlendirmiş ve böylece Risale-i Nur’un üç ismine iki isim daha ilâve etmiş! Bu risalede
“Siracü’n-Nur” namı tekrar ettiğinden, bu risalenin sonunda Hz. Ali’nin en önemli münacatını
iki derece genişlettik! Dilimizi onun adına kullandığımızdan bu gelen münacatı O’nun
dergâhına takdim ediyoruz. (İkinci Şua)
Said Nursi’nin bu gnostik Celcelûtiye’yi çok okumayı emrederken Risalelerine oradan
isim aradığı da anlaşılmaktadır. Said Nursi’ye göre; kitaplarının ismini Hz. Ali vermiştir. Hatta
Hz. Ali şöyle dua etmiştir; “Said Nursi’nin yazmış olduğu Ayetü’l-Kübra adlı risale hürmetine
benim de şakirtlerim olan Said’in şakirtlerini kurtar! Onları faciadan emin kıl! Yani; Hz. Ali
Risale-i Nur’u şefaatçi yapar!
“O, Celcelûtiye okurken, “ُ‫ ث َّمُ نون‬kelimesini görür ve bunun kader sözüyle münasebeti var
mıdır? diye kalbine bir uyarı gelir. O surenin başında, َُ‫ نُ * َو ْالقَلَ ُِم َو َما يَسْطرون‬ayetini görür! Birden
bütün kalem ve kitapların ezelî kaynağı ve üstadının kader kalemi olduğunu farkeder! Ve
ezeli ilmin nuruna ‫ ن‬harfinin işaret ettiğini görür! Kasidedeki ُ‫ت‬
ِ ‫ َوالذَّ ِاريَا‬kelimesi nasıl Zerrât
Risalesine işaret ediyorsa, ‫ ن‬kelimesi de Kader Risalesine bakmaktadır.
“Ben kendimi masum kardeşlerime gönüllü olarak feda etmeye kesin karar verdiğim ve
çaresini aradığım sırada Celcelûtiyeyi okudum. Birden hatıra geldi ki, Hz. Ali “Yâ Rab aman
ver!” diye dua etmiş. İnşallah, o duanın sırrıyla selâmete çıkarsınız.”
120
Evet, Hz. Ali, Kaside-i Celcelûtiyede iki suretle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi,
ْ ‫ َوبِا ْ ٰليَةُ ْالكب ْٰرى اَ ِمنِِّى ِمنَُ ْالفَ َج‬der. Bu işarette îma eder ki,
Ayetü’l-Kübrâ risalesine işaret ederek; ُ‫ت‬
Ayetü’l-Kübrâ yüzünden önemli bir musibet Risale-i Nur talebelerine gelecek ve “Ayetü’l-
Kübrâ hakkı için o “musibetten şakirtlerine aman ver” diye niyaz eder, o risaleyi ve kaynağını
şefaatçi yapar. Gerçekten, Ayetü’l-Kübrâ risalesinin çoğaltılması bahanesiyle gelen musibet,
aynen o gaybî remzi tasdik etti. (Denizli Hayatı)
Said Nursi Kastamonu’da iken, Ayetü’l-Kübra adında, Cenâb-ı Hakkın varlığını,
birliğini kâinattaki varlıkların lisanlarıyla ispat eden bir risale yazmıştır. Kalbe geldiği gibi acele
olarak yazdırılmış, birinci taslak ile iktifa edilmiştir. “Yazdığım vakit irade ve ihtiyarım ile
olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle düzenlemeyi ve düzeltme yapmayı uygun
görmedim” demiştşr.
Bu risale, ilk defa gizli olarak basılmasından dolayı, Saidi Nursi ve talebelerinin hapsine
sebep olmuşsa da bilâhare Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri, iki senelik
tetkikatlarından sonra beraatlerine ve risalenin iadesine karar vermiştir. Hz. Ali gaybı
önceden tanıyan, bilen bakışıyla bu risaleyi görmüş, “Kaside-i Celcelutiye”sinde bu risalenin
önemine ve makbul olduğuna işaret edip;“Ayetü’l-Kübrâ hürmetine, beni sıkıntılardan
kurtar” sözüyle onu (Said-i Nursinin Ayetü’l-Kübrâ risalesini) şefaatçi yaparak dua etmiştir.
Hz. Ali, Celcelutiye’sinde sarahate yakın bir tarzda Risale-i Nur ve onun önemli
risalelerini aynı sıra ile haber vermiştir. Hz. Ali’nin bu ihbarını Yirmi sekizinci Lem’a ile
Sekizinci Şuâ tam ispat etmiştir. Hz. Ali, Risale-i Nur’un en son risalesi olan Asa-yı Musa’yı
da bu kaside de haber vermiştir. Biz bir iki sene evvel Ayetü’l-Kübrâ’yı en son risale
zannetmiştik. Hâlbuki şimdi 1364’te Risale-i Nur tamam olmuştur! Hz. Ali’nin
Celcelutiyesinde “Asa-yı Musa karanlığı dağıtacak” cümlesinin anlamını şimdi anladık! Yani
Hz. Ali; “karanlığı dağıtacak, Asâ-yı Mûsâ gibi ışık verecek, sihirleri iptal edecek” derken
benim “Asa-yı Musa” risalemi haber vermiştir! Gerçekten de bu mecmuanın “Meyve” kısmı
bir müdafaa hükmüne geçti ve başımıza çöken dehşetli zulmetleri dağıttı! “Hüccetler” kısmı
da, Nurlara karşı cephe alan felsefe karanlıklarını yok etti! Ankara bilirkişi heyetini teslime ve
beğenmeye mecbur etti! (Onda daha) İstikbalde zulmetleri dağıtacak çok emareler
121
bulunmaktadır! Nasıl Asâ-yı Mûsâ bir taşta on iki çeşme akıtmış ve on bir mucizeye sebep
olmuşsa, tıpkı buna benzer şekilde bu son mecmua da, “Meyve”, on bir nuranî konusu ve
“Hüccetullahi’l-Bâliğa” kısmı on bir kesin hücceti bulunmaktadır! Tüm bunlar bize Hz. Ali’nin
o cümlesiyle doğrudan doğruya bu Asâ-yı Mûsâ isimli risaleme baktığına ve ondan haber
vermiş olduğuna dair bize kanaat verdi. (Asa-yı Musa)
Said Nursi; “Hz. Ali’nin “hakikat ilmi” itibariyle şakirdi olduğunu, bu yüzden onun
manevî evlâdı olduğunu da iddia eder!
Bu Gnostik Sufizim çılgınlığına iyi bir örnektir.
Nurculara göre, Hz. Ali, Kaside-i Celcelûtiyede iki suretle Risale-i Nur’dan haber
verdiği gibi, Ayetü’l-Kübrâ risalesine işareten: ‫ت‬
ُْ ‫ َوبِا ْ ٰليَةُ ْالكب ْٰرى ا َ ِمنِِّى ِمنَُ ْالفَ َج‬der. Bu işarette îma
eder ki, Ayetü’l-Kübrâ yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risale-i Nur talebelerine gelecek
ve “Ayetü’l-Kübrâ hakkı için “o musibetten şakirtlerine aman ver” diye niyaz eder, o risaleyi
ve kaynağını kendisine şefaatçi yapar.
Kuran’da kullanılan Ayet-ül Kübra lafzını Risalelerinden birisine isim olarak veriyor.
Sonra bir şiir içinden o kelimeyi buluyor. Satır, kelime ve harf aralarında; uçuk
spekülasyonların ve hayallerin labirentlerinde kayboluyor. Örneğin On beşinci Şua adlı
risalesinde: “Hz. Ali, Ercüze ve Celcelûtiye ’sinde Risale-i Nur’u alkışlıyor, haber veriyor ve
müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor” sonucuna varıyor. Böylece aslında kendi kendisini
alkışlıyor, haber veriyor ve teselli ediyor! Keyfi hesaplar ile elde ettiği Ebced değerleri ile
kendisi ve önem verdiği olaylar arasında keyfi ilişkiler kurarak uçuk yorumlar ve Gnostik
iddialar üretiyor.
Numeroloji ile Matematiği kullanıp kâhinliğe soyunuyor, gaybı taşlıyor, gizemli
ilimlere dalıyor. Güya Kuran tefsiri yapıyor, Bâtıni metotlar ile kendi maksadına uygun bir
tefsir yapıyor Kuran’ da kendine ve kitaplarına işaretler buluyor.
Said Nursi bu sırlı, esrarengiz kasidenin Süryanice bazı kelimelerini tercüme
edemediğini, anlayamadığını, bu kasidenin farklı nüshaları olduğunu ifade eder.
122
Bu ‘Kaside-i Celcelûtiye’nin 46, 47, 48. beyitlerini sonraki Nurcular tercüme
edememişler, bir Süryani papaza tercüme ettirmişlerdir. Süryanî papaz Aziz Günel bu üç
beyte şu şekilde meal vermiştir;
“Rahatlık buldu, kanallara girince; Yükseldi zirveye yürüyerek çıkınca;
Kanallardan geçerken yardıydı vadileri; Mayalanmış, büyümüş ve yükselmiş bir gelişme ile;
Şişmiş, süratli yükselmiş dağlar, Onun varlığıyla kâinat mamur olmuş”
Said-i Bursi şöyle der; “Celcelutiye’nin, bize baktığına insaf sahibi kimseler şüphe
etmemelidir. Süryanice olan bu kasidedeki şu cümle; “Ey kadri yüce ismin taşıyıcısı!” Nur
talebelerine işaret etmektedir.
Üstelik Celcelutiye; Süryanice “bedi’” demek olduğundan Said Nursinin de lakabı
Bediuzzaman’dır.
Güya Hz. Ali, Celcelûtiye Kaside’sinde açıkça Risale’i-Nur’a bakarak ve ona işaret
ederek demiş: ‘”Yâ Rab! Nur isminle yıldızımı tutuştur/parlat’. Ben tahmin ediyorum ki, Hz.
Ali’nin bu nurdan bahseden cümlesi tam tamına ebced hesabıyla benim kitaplarıma,
Risalelere bakmaktadır” (Birinci Şua)
Hz. Ali şöyle dua etmiştir; “Ya Rab! Benim yıldızımı nur eyle. Âhirzamana kadar bedi’
/harika bir surette ışıklandır, şûlelendir…” Evet İmam-ı Ali’nin şu duası bu zamanda Risale-i
Nur ile kabul olduğunu ve Risale-i Nur’u irade ettiğini şu harika, çok ilginç tevafuklar ispat
eder. Şöyle ki: “Benim yıldızımı nur eyle” tam tamına aynen cifir ve ebced hesabıyla Risale-i
Nur oluyor. Çünkü nur kelimesi her ikisinde de var. (28.Lem’a)
Said Nursi, Celcelutiye kasidesi kitapçığını açtığında, belki yüzlerce defa hep aynı
sahife açılırmış. Bunun Celcelutiyenin bir kerameti olduğunu anlamış. “Beni yaz” demiş.
İnanmayana kendini inandıracak ki yazdırmak istiyor. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum
ki, bana hem büyük bir teselli, hem davama büyük bir delil gösterdi”. (28.Lem’a)
123
Hem, madem Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamberden sonra
Celcelutiye’nin şehadetiyle Hz. Ali’dir! (Emirdağ Lah)
Said Nursi, Hz. Ali’nin Allah’tan bir koruyucu cin istediğini şöyle anlatır; “Hz. Ali;
Celcelûtiyenin çok yerinde ve sonunda bir koruyucu istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet
gelmesin. Düşmanlarının namazda kendisine saldıracağı endişesinden kurtulmak istemiştir.
Bundan dolayı namazdaki huzurunun bozulmaması için, bir muhafız cini Allah’tan istemiş.”
(Emirdağ Lahikası)
Bu suretle Celcelûtiyenin cinlerle alakalı bir metin olduğunu fark edenlere karşı bir kamuflaj
yapmaktadır.
Gnostik Fethullah Gülen
Fethullah Gülen İslam mezrasında faaliyet gösteren bir Gnostistik Sufi ve gizli İhvan-ı
Safa cemiyeti mensubudur.
Bir evvelki bahiste kendisini temellendirmiş olduğu Said-i Nursi bu zaviyeden tahlil
edilmişti.
Kendisi hakkında teferruatlı bir bilgi yoktur. Harran Sabi’lerinden Müslüman kisvesine
bürünerek Erzurum civarında ikamet etmekte olan etnik artıklara irtibatı olduğu kuvvetle
muhtemeldir.
Bu bağlantı onun önünü her devirde açmış, kıt ilim geçmişine rağmen gnostizminmarifet nazariyesi itibarıyla bütün ilimlerden ilham yoluyla mezun olmuştur!
124
Diğer gnostik seçkinler ve filozoflar gibi ömrünü zahiren dine vakfetmiş gibi
görünmekte. Lakin karmakarışık felsefi mülahazalara dayanan şahsi külliyatının içinde hacim
itibarıyla İslam ilimleri ve şeriatı eser miktarda bile bulunmamaktadır.
Bununla beraber gnostizm felsefesi ve nazariyeleri konusundaki bilgi birikimi ise
eşizdir. Bu sahada mühim bir eğitim almış olduğu açıktır.
Cemaati ekseriyeti itibarıyla İslam ilimleri zaviyesinden cahildir. Cemaatinin seçkinleri
ise ilginç bir şekilde akademik seviyede Hristiyan şeriatına ve mukayeseli felsefeye daha fazla
vakıftır.
Diğer gnostik sufi ve filozoflar gibi Gülen hareketi dini bir hareket olarak görünüyor
olsa da;
asıl maksadı olan “kalabalık cemaatler toplama” ve “siyasi güç olarak devlet
idaresine talip olma” hususlarında büyük bir başarı sergilemiştir.
Gülen’in Dinler arası diyalog, dinlerin birleştirilip tek din oluşturma, hükmü kalmamış
Hıristiyanlık ve Yahudilik dininin mensuplarının (İbrahim’i dinler nazariyesi ile) cennete
gideceğine ve dahi Muhammed ’siz ve şeriatsız (SAV) alternatif bir İslam hümanizmi üretme
gayretleri, sair sapkınlıkları malumdur. ( Bu husus hazırlanan kitapta halkın kolayca
anlayacağı şekilde teferruat edilmektedir)
Bunların gnostik felsefenin ve İslam gnostizminin ilkeleri olduğu bu raporda
teferruatları ve delilleriyle ortaya koyulduğundan tekrar edilmeyecektir.
Lakin bu aşamada çok ilginç bir konuyu ifade etmek gerekiyor;
Türkiye’deki Sünni kesim, hususiyetle Sünni görünümlü tarikat-tasavvuf yapılanmaları
Gülen ve grubunun bir gnostik İslam üretmekte olduğunu ilmen ortaya koymamış ve hatta
tartışmamıştır.
125
Bu tezatın en mühim sebebi; Türk Müslümanlığı denilen ve daha çok kültürel manada
ilamı bünyesine alan sistemin kendi içindeki gnostik unsurlara karşı yüzleşme cesaretini
gösterememesidir.
Yani, Türkiye’deki cemaatler ve dini ekollerin kendi içlerindeki yerleşik gnostik
unsurların ortaya çıkması korkusu yüzünden, Fethulalh Gülen ve hareketine karşı
mücadeleleri “ideolojik” çerçevede kalmış ve kesinlikle “itikadi” sahaya sıçramamıştır.
Fethullah gülen ve yapılanması Gnostik İslam buzdağının görünen yüzüdür.
Gnostizm Türkiye’ye tarih içinde bütün yönleriyle sızmış ve kurumsallaşmış;
siyasetinden, bürokrasisine; tasavvufi tarikatlarından cemaatlerine kadar girmiştir.
Fethullah Gülen cemaati gnostizm zaviyesinden deşifre edildiği takdirde kobaylıkla
çözüp dağıtılabilecek bir yapıdır.
Müstakilen “ideolojik” olarak ele alınması ise; bu ve bunun gibi “büyüme ve
cemaatleşebilme kabiliyetine” sahip gnostik hücrelerin yapısını güçlendirmekten başka bir
işe yaramayacaktır.
Çünkü tarihin her döneminde gayr-i Müslim ideolojilerin baskısı altında bunalan
Müslümanların ayağa kalkması ameliyesinde, gnostik hücreler siyasi hareketlerin,
cemaatlerin ve entelektüel yapılanmaların liderliğine oynamakta ve sonucu kendi maksat ve
hedeflerine göre değiştirebilmektedirler.
Gülen hareketinde esas itibarla ziyan edilen unsur, bu memleketin muhafazakâr ve
İslami kesimin milyonlarca evladı olmuştur.
Birisi Gnostik Hristiyan ve Yahudi (F. Gülen), diğeri de Gnostik Şia denetiminde olan
(siyasetteki gnostik hücreler) iki unsurun 17-25 Aralık hadiseleri olarak bilinen “kurgulu”
çatışmasından sonra İslam dünyasında yüzyılın en önemli siyasi hareketi olan AK Parti de
İhvan-ı Safa’nın pençesine düşmüştür.
126
İhvan-ı Safa yapılanmasının çözülmesi için, mutlaka ve mutlaka “gnostik İslam’ın iyi
tahlil edilerek sapkın itikatları ve siyasi güç oluşturmak üzere kurdukları gizli teşekküllerin ne
oldukları topluma çok iyi anlatılmalıdır.
İhvan-ı Sava cemiyetinin kontrolündeki Gnostik İslam; Gnostik Yahudilik ve
Hristiyanlıktan farklı değil, hepsi bir bütünün parçalardır.
Bu gnostik yapılar; İslam toplumlarının tarihte kurdukları bütün devletleri çürütülmüş,
fen ve bilimi unutturulmuş, medeniyetin dayanağı olan sanayilere el attırmamış, toplumların
milli mukavemetini kırmış, Müslümanları birbirini tekfir eden yüzlerce parçaya bölünmüş ve
topyekûn yıkıma hazır hale getirilmişlerdir.
Tekrar Gülen hareketine dönecek olursak;
Fethullah Gülen ve cemaatinin sapkın itikadını deşifre ve afişe etmek aslında pek
kolaydır.
Gnostizmin Şia ve gnostik tasavvuf terminolojisini orijinalleriyle değiştirmek bile
Gülen’in vaaz, sohbet ve kitaplarındaki dehşetli propagandayı bir anda ortaya çıkarmaktadır.
Hazırlanacak kitapta Fethullah Gülen’in gnostik İslam’ına dair yüzlerce örnek
mevzubahistir ve şu anda arkadaşlarımız tarafından halkın anlayacağı şekilde yazılmaktadır.
Bu özet raporda fikir vermesi bakımından birkaç örnek verelim:
Fethullah
Gülen’in
Nur-u
Muhammedîye
Ahmediye’) nazariyesi;
Önce bu teoriye kısaca girmek ve tahlil etmek gerekiyor.
127
(Hakikat-ı
Teoriye göre Nur-u Muhammed; Allah evreni yaratmaya başladığında nurundan
yarattığı ilk varlık, diğer tüm varlıkların ise kendisinden yaratıldığı ve onun için yaratıldığı
varlıktır.
Bu inanç eski Yunan felsefesinden, Hristiyanlığa, oradan da İslam’ın Pavlusları olan
İhvan-ı Safa ekolündeki gnostik Sufilerce İslam’a sokulmuştur.
Yunan felsefesindeki logos/akl-ı evvel, Hristiyanlıkta İsa, Gnostik Tasavvuf dininde de
‘Nur-u Muhammedî ve ya Hakikat-ı Muhammedî’ olmuştur. Bu teoriye göre Allah kendini
‘Nur-u Muhammedî’ şekline transforme etmiş, ilk kozmik maya’ya, oradan diğer başka
şeylere dönüşmüş, oradan da evren oluşmuştur.
Gnostik rahip Yuhanna kendi İncil’ine şöyle başlar; “Başlangıçta Logos/Kelam vardı ve
Logos Tanrıyla birlikte ve Logos Tanrıydı… Logos ete kemiğe bürünerek aramızda yaşadı ve
onun adı İsa Mesih’ti. Kendisi Tanrı olan ve Tanrının bağrında bulunan Oğul (İsa Mesih),
böylelikle Tanrı’yı ifşa etti.”[Yuhanna, 1/1-18] “Öyle ki, Baba’nın bende, Benim de Baba’da
olduğunu bilesiniz” [Yuhanna, 10/36-8] İsa Filip’in, ‘Rab, bize babayı göster’ demesi üzerine,
İsa şöyle dedi; “Filip bunca zamandır sizinle birlikteyim. Daha beni tanımadın mı? Beni
görmüş olan, Babayı görmüştür. Sen nasıl Baba’yı bize göster diyorsun? Benim Baba’da,
Baba’nın bende olduğuna inanmıyor musun? Size söylediğim sözleri kendiliğimden
söylemiyorum, ama bende duran Baba kendi işlerini yapıyor. Bana iman edin, Ben
Baba’dayım, Baba da bendedir.” [Yuhanna, 14/8-11]
Gnostik Yuhanna İncil’deki ifadeler bu nur-u Muhammedî veya hakikat-ı
muhammediye inancının noktası, virgülüne kadar Hıristiyanlıktan aynen alındığını ispat
etmektedir. Pavlus’un Hıristiyanlığa yaptığının aynısını, İhvan-ı Safanın gnostik sufileri İslam’a
yapmışlardır.
Teknik olarak İsa’yı kaldırmışlar, yerine Muhammed’i (sav) koymuşlardır.
“…ve bir Rab İsa vardır, her şey onun vasıtası iledir ve biz onun vasıtası ileyiz”
[Pavlus’un Korintoslulara 1.mektubu, 8/7]
128
“Görünmez Allah’ın sureti, bütün hilkatin ilk doğanı odur… Gökte ve yerde olan her
şey onda yaratıldı, bütün şeyler onun vasıtası ile ve onun için yaratıldı. Hepsinden evvel olan
kendisidir ve bütün şeyler onda kaimdir” [Pavlus’un Koleselilere mektubu, 1/15-8]
Apaçık küfür ve sapıklık olan Nur-u Muhammedî teorisini bilip bilmeden kabul eden
gnostik tasavvuf ekolünde birçok tarikat vardır.
Bu teoriyi kabul edenlere göre Hz. Muhammed beşer ve resul değil, Allah’tan/ilahi
zattan ortaya çıkan, esmâ’ul-hüsnası olan, Allah’ın İsm-i A’zamıdır. Bunlara göre
Muhammed, Allah’ın zât ve sıfat olarak ortaya çıkmasından ibarettir.(Hülul)
Gnostik İslam’ın sufilerine göre Resullulah başlangıcı ve sonu olmayan ‘Sonsuz
Nur’dur. Âlem’in yaradılış nedeni aşktır. Allah Muhammed’e, o da Allah’a âşıktır. Artık Allah
bunların nazarında, kendisine âşık olunan değil, O bizzat insana âşık olan Allah’tır. Bunlar
Allah’ın insanlara hulul ettiğini söyleyen sapık Hululiyye’nin itikadıdır.
Bu sapkın itikada göre “Cebrail daha Muhammed’e Kur’an’ı öğretmeden önce onun
Kur’an okuduğunu görünce hayret etmiş ve bunun nasıl olduğunu sormuştur.
Peygamberimiz demiş ki; Sana vahiy geldiğinde perdeyi kaldırıver. Cebrail perdeyi kaldırmış,
bir de ne görsün! Vahyi kendisine Muhammed gönderiyor” Bu sapkın iddiayı gözüyle
görmüş gibi anlatan Cübbeli lakaplı Ahmet Hoca meseleyi İbn-i Arabi den nakletmektedir.
Yine cifr yaparak Ahmet’ten/Muhammet’ten ‘mim’ harfini çıkarırsan geriye
‘Ehad/Allah’ kalır derler. Ehad, Ahmet’tir. Ahmed Ehad’tir derler. ‘Kim mim eder fark, bütün
âlem o mim içre olur gark/mim’i kim fark ederse, bütün kâinat o mimim içine dolar’ derler.
Bu sözler ulemaya göre apaçık küfüdür.
Baştan sona küfür ve delalet olan ve de tamamen İslam dışı kültürlerden tasavvufçular
tarafından İslam’a taşınan Nur-u Muhammedi veya hakikat-ı Muhammedîye nazariyesi
Fethullah Gülen tarafından da hak ve hakikat olarak savunulmaktadır.
129
Gülen’in Peygamber tasavvuru, Hristiyanların İsa tasavvurundan pek farklı değildir.
Örneğin “Nur-u Muhammedi, hakikat-ı Muhammedî” teorisi gibi apaçık peygamberi
ilahlaştıran, dalalet ve ilhad kokan bu teorileri kabul edenin sıradan bir Hristiyan’dan farkı
kalmamaktadır. Esasen Gülen’in Dinler arası Diyalog ve bilahare dinlerin birleştirilmesi
ameliyesi bu kavramların üzerine bina edilmiş gnostik bir mülahazadır.
Fethullah Gülen bir yazısında, Peygamberimizin rahmetinden meleklerin bile istifade
ettiğini şöyle anlatır; “Cebrail gibi en büyük ve mukarreb bir melek bile, Efendimize şöyle
َ ‫ ا َ ٖمين ثَ َُّم م‬, Orada
der; “Ben bile akıbetimden emin değildim, sana getirdiğim vahiyde, bana “ُ‫طاع‬
ona itaat edilir, üstelik emindir de” denildi. Böylece durumum aydınlığa kavuştu” der.
Allah’ın meleği olan Cebrail’in bile akıbetinden emin olmaması olacak şey değildir.
İslam akidesinde göre meleklerde sorumluluk, ceza veya mükâfat yoktur.
Hatta Hz. Meryem’i hamile bırakan Ruh’un Cebrail değil, Peygamberimizin ruhu
olabileceğini söylemektedir. Gülen burada da durmamakta ve “O, rûhânî taayyünüyle akl-ı
evvel olması hasebiyle -her şeyin babası-dır” demektedir.
Güya Meryem cennette peygamberimizin eşi olacağından, nikâhlısına ondan başkası
dokunamazmış!
Fethullah Gülen, siyasi gayelerine ulaşmak üzere, devraldığı Nurcu külliyatı daha da
sistemize
etmek
suretiyle
gnostik
İslam’ın
Gnostik
Hıristiyanlık
ve
Yahudilik
ile
entegrasyonunu sağlamış (Dinler Arası Diyalog) ve tek din yörüngesine büyük bir maharetle
sokmuştur.
Yazdığı “Kalbin Zümrüt Tepeleri” adlı kitapta tüm gnostik tasavvufi ıstılahları işlemiş,
vahdet-i vücut ve Nur-u Muhammedi anlayışlarını büyük bir maharetle hak ve hakikatmiş
gibi can-ı gönülden savunmuştur.
Kullandığı dil ve üslup tek kelimeyle harika olup, etrafındaki kitleye hissettirmeden
onları gnostik ilamın neferleri haline getirecek kadar etkilidir.
130
Klasik rabıta uygulaması yerine, Peygamber’in ruhaniyeti kavramını oturtmuştur.
Gerçekten Peygamber gnostik Gülen teolojisinde çok merkezi bir yer işgal eder.
Onun ezeli ve ebedi sonsuz nur olduğu, ışık evlerini ve cemaatin alakalı alakasız
faaliyetlerini ziyaret ettiği, onlarla birlikte namaz kıldığı vs. şeklinde rivayetler manzumesi
üretmektedir.
Şimdi de Fethullah Gülen’in gnostik “insan-ı kâmil” teorisini nasıl hararetle
savunduğunu görelim;
Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât ve şuûnât-ı zâtiyesinin
en parlak aynası demektir. İnsan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye’dir.
“Bazı felsefeciler insan-ı kâmili, “akl-ı evvel”, “külli akıl”; bazı sûfîler de mürşid-i kâmil
vs. gibi kelimelerle zikretmişlerdir. Aslında her iki görüşün birleştiği husus şudur; İnsan-ı
kâmil, vücûd-u Hakk’ın aynası ve “dû kevn” (iki farklı yapıda) olması gerçeğidir. O, varlığın
özü, usaresi, dili, tercümanı olarak her şeyi Zât-ı Hakk’a bağlar.Aslında insan-ı kâmil, öyle bir
parlak aynadır ki, her dakika kim bilir kaç defa, şuûnât-ı zâtiye (Allah’ın eylemleri) onda
“niceliksiz ve niteliksiz” tecelli eder, tecelli eder de, işte böyle bir dünyalıdan ötürü yerküre
semaların önüne geçer. Zira insan-ı kâmil, âdeta bütün varlığın aklı, kalbi ve ruhu
mesabesindedir.”
“Bugüne kadar insanların arızasız Hakk’a yönelmeleri hep insan-ı kâmillerce
gerçekleştirilmiştir; kitleler onların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk’a yönelmiş
ve onların neşrettiği nurlar sayesinde varlık ve hadiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir.
Âlemler onda saklıdır, cihanlar onda dürülmüştür. Vacib’ul- Vücûd olan Allah, onda küllî ve
tafsili bir şekilde tecelli etmiştir. O, yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir. Bu itibarla da o, ilâhî
icraatı temaşa, herkes ve her şeye nezaret etme konumuyla Hakk’ın gören gözü, işiten
kulağı, tutup destekleyen eli olmakla şereflendirilmiştir. Evet o, damarlar içinde dolaşan kan
gibi içtimaî bünyenin her yanında bulunur. Zararlılara karşı o bünyeyi korur. İhtiyaca göre
onu görür-gözetir ve besler. Bir ruh gibi onun bütün faaliyetlerini kontrol eder.
131
Bütün varlık, ulûhiyetin sırlarını insan-ı kâmilde duyup hissettikleri gibi, Allah da, başka
aynalardaki tecelli ve zuhuru, bu insan-ı kâmil aynasında temaşa buyurur. Bu itibarla da
insan-ı kâmil, fâniler arasında Bâkî’yi gösteren öyle bir câmi aynadır ki, onu gören Hakk’ı
görmüş, onu seven Hakk’ı sevmiş, ona uyan Hakk’a kulluk neşvesine ermiş olur. Onu bulup
onunla aynı atmosferi paylaşan biri, başkalarının hiçbir zaman ulaşamayacağı pek çok
esrara, envâra ulaşır.
Hulûl ve ittihad, aslında bizzat mevcut iki şey arasında cereyan eder. Hak karşısında
insan-ı kâmil müstakil bir mevcut değildir ki,(!) hulûl ve ittihad söz konusu olabilsin.
Bu âlem ile mânevî âlem arasında berzahî bir âlem vardır ki, o da insan-ı kâmil
âlemidir. İşte bu gönül sultanları, mahiyetleri normal insanın mahiyetinden farklı ve berzahî
vücutlarıyla; “iki dünya ötesinde başka bir âlemdedirler.”
Zât-ı Hak’la bu çerçevedeki münasebet açısındandır ki, insan-ı kâmil mertebesine
ulaşan, aynı zamanda hilâfet-i tâmme mertebesine de yükselmiş sayılır. Bunun üstünde ise,
vücub-imkân arası bir nokta diyebileceğimiz “ev ednâ” payesi vardır. Ve o payenin sahibi
de, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’dır. (Efendi Ruh)
Her şeyden evvel, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm, varlığın hem çekirdeği hem de
meyvesi olması itibarıyla, hilkat ağacı mebdeden müntehâya hemen her faslında sürekli
O’nunla münasebet içinde olmuş ve O’na bağlı gelişmiştir. Aslında O, meyvenin de
ötesinde, hilkat ağacının özü, usâresi ve ruhudur. Öyle ise, insan-ı kâmile yönelmeden,
Allah’ı kâmil manada bilmek mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, kendi azamet ve celâline
uygun şekilde ancak insan-ı kâmille bilinir, onunla görülür, onunla işitilir ve onunla duyulur.
Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın hem esmâ-i İlâhiye’ye, hem sıfât-ı Sübhaniye’ye, hem
de şuûnât-ı Zâtiye’ye mücellâ bir aynadır. Bu itibarla da, “Mir’ât-ı Muhammediye’ den Allah
görünür dâim” sözü mübalâğa değil, vâkıa tam muvafıktır.”
132
Hâlbuki Fethullah Gülen’in bu evrenin yaratılış teorisine cevap olarak şu ayet kâfidir;
“Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendi yaratılışlarına tanık
kıldım…”[Kehf/51]
Gnostik Gülen’in Peygamberimiz için kullandığı “Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm” vs.
gibi sıfatlar, gelecek nesillere bıraktığı en kötü miraslardan biridir. Bu, “Efendi Ruh” şeklindeki
ya da “insanlığın iftahar tablosu” gibi soyut ve çerçevesiz hatta şeriatsız peygamber
tanımları, onu resmen beşerilikten çıkarmakta, ümmeti Gnostizm kulvarına çeken bir
kilometre taşıdır.
Bu tanımlamalardan sonra “Dinler arası diyalog ya da tek din” faaliyeti pekâlâ
mümkün olmaktadır.
Gülen’in yaratılış teorisinde asla yaratma, halk etme, icat, inşa etme yoktur. Bu teoride;
“taayyün, tecelli, zuhur, mazhar, meclâ, ma’kes” vs. gibi kavramlar söz konusudur. Bu
hepimizin çok iyi bildiğimiz sudur teorisinin terminolojisidir.
Bu teoride yaratma yoktur. Hatta Allah evrenin vücut bulması için iradesi bile söz
konusu değildir. O’nun istemi dışında bir zorunluluk ile meydana gelmiştir. “Feyz, sudur,
taşma” vardır. Allah evrenden sadece Zât bakımından önceliklidir, zaman bakımından değil.
Evren de zaman bakımından sonsuzdur.
Allah’tan sudur eden, zuhur eden evren de, Fethullah Gülen’in “Sonsuz Nur” şeklinde
tanımladığı Peygamberi gibi sonsuzdur. Üç sonsuz; Allah; Evren ve gnostik Fethullah
Gülen’in (soyut) peygamberi!. Bu peygamber tanımının büyük bir maharetle Muhammed
Mustafa (sav) dan ayrıştırılmış olduğu muhakkaktır.
Bu teori ne İslami’dir, ne de bilimseldir. Bu konuda ne bir ayet, ne de bir sahih hadis
vardır. Bu teori kısaca Pagan filozof Plotinus’un meşhur “sudur teorisi ”dir.
Şimdi de Fethullah Gülen’in hakikat-ı muhammediye hakkında görüşlerine bakalım;
133
“İlk taayyünde, Hakikat-i Muhammediye bir çekirdek ve deryaları bağrında barındıran
damla görünümlü bir umman, kâinatlar kitabını yazmaya yetecek kâlemin mürekkebi ve
bütün basiretlere ziya kaynağı olacak en büyük nurdur. Her şeyden evvel O, mebde’de
taayyün-ü evvelin benzersiz bir ferdi, yaratılışın aslî mayası ve kâlemin de fasih bir lisanıdır.
Bu itibarladır ki, bazı ehlullah O’na “zât maa’t-taayyün”! nazarıyla bakmışlardır, yani Zât-ı
Bârî, bütün hakâikı o câmi ve nuranî aynada göstererek O’nu lâ taayyüne idrak bir mir’ât
edinmiştir. O, ilahi isimlerin odak noktasıdır. İsm-i a’zam ve diğer isimlerin en mükemmel
kendisinde tecelli ettiği zattır. Allah O’nu kemalatına ayna kılmıştır.
Mânevî ve ruhanî vücudları itibarıyla Hazreti Ahmed ve harici vücûdları açısından da
Muhammed unvanıyla işaret edilen, bu Zât’ın mahlûkat arasında asla benzeri ve dengi
yoktur; olamaz da, zira O, rûhânî taayyünüyle akl-ı evvel olarak “her şeyin babası”, Hazreti
Âdem ise “insanlığın babası” unvanıyla yâd edilmiştir.
Aslında, nübüvvet, risalet ve velâyet gibi ikinci, üçüncü mertebelerdeki bütün
taayyünat o mübarek çekirdekten neş’et etmiş birer semeredir. Bu itibarla da Efendimiz
bütün vücud âlemlerinin aslı ve esası mesabesindedir.
Evet O, akl-ı evvel mertebesinde Hakikat-i Ahmediye unvanıyla bil-kuvve ve bil-istidat bir
nebi; nefs-i külliye faslında bittaayyün mele-i a’lâda imam-ı mutlak ve öncelerin öncesidir.
O, bu mevkiini ifade sadedinde: “Âdem nebi su ile balçık arasında iken ben
peygamberdim” buyurur ki, mahz-ı hakikattir. Hatta kevn ü mekânın çekirdeği olması
itibarıyla o bundan daha kıdemlidir.
Taayyün-ü Evvel; meydana gelme, belli olma, belirlenme mânâlarına gelen taayyün,
Sûfîlerce Hakk’ın zatında var olan ve Vücud, Hayat ve İlim’de “keyfiyetsiz” tafsile ulaşan,
birbiriyle irtibatlı değişik mertebelerde farklı mahiyetlerin farklı tecellî dalga boyunda
zuhûrundan ibarettir. Bu taayyün Vücub mertebesinde “Tecellî-i Evvel”, “Feyz-i Akdes”,
“Nefes-i Rahmanî” ve imkân mertebesinde “Akl-ı Evvel”, “Kâlem-i A’lâ”, “İlk Nur” ve “Hakikati Muhammediye” gibi isimler alır.
134
Kitap ve Sünnet’te taayyüne delâlet eden sarih bir nass olmasa da, bazı ayetlerden,
bil-işâre veya bil-iltizam taayyün mertebelerine de baktıkları söylenebilir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Şu kâinata büyük bir kitap nazarıyla bakılacak olursa,
Peygamberimiz’in nuru, o kitabın kâtibinin kâleminin mürekkebidir. Eğer o âlemleri bir ağaç
kabul edecek olursak O’nun nuru, kâinatların hem çekirdeği hem de semeresi
konumundadır. Şayet bütün varlık büyük bir canlı farz edilecek olursa, O’nun nuru, bilumum
varlığın ruhu demektir.” Bu itibarla da O (Muhammed), hem icmalde hem de tafsilde her
şeydir.
İlmî taayyünlerle ruhî, misalî, berzahî ve haricî vücut açısından belirlenip ortaya
konmasıyla varlık pek çok farklı taayyün seviyelerinde ortaya çıktı ve bir çekirdek kocaman
bir ağaca dönüştü. Hazreti Âdem ve nesli, bu sürecin en önemli halkasını teşkil ettiler. Sonra
gelip öne geçen Muhammed’in ruhu ve ümmeti ise, suretlerin en mükemmeli ve
taayyünâtın gayeye en yakını olma ayrıcalığıyla şereflendiler. Zira O, ilâhi hakikatlerin en
câmi aynası, evvel ve âhir’in, zâhir ve bâtın’ın da merkez noktasını teşkil ediyordu.
Taayyün, ilâhî ve kevnî olmak üzere iki çerçevede mütalâa edile gelmiştir. İlâhî
taayyünün bidayeti ilim sıfatı; nihayeti de, değişik mertebe ve basamaklarda sayısız kelimâtı sübhâniyedir. Kevnî taayyünün evveli olan ruh-u Muhammedî ise, sonu nebiler de dâhil
olmak üzere bütün insanlık ve varlık âlemidir.
Ruh-u Muhammedî maddeden mücerret nuranî bir cevher olup Allah’ı idrak eden
“akl-ı küll”dür ki, bazıları buna “Ruh-u Âzam” da demektedir. Ve aynı zamanda O, “Levlâke
ile ifade edilen” âlemin yaratılış sebebi ve varlığın ille-i gâiyesi (son hedefi, varoluş nedeni)
mesabesindedir.
Lâhût âleminin sırları O’nunla duyulup bilindi. Cenab-ı Hak, O’nu bir yüce ayna yapıp,
kendi zâtını O’nun zâtında müşahede etti.Ayrıca o nur, Hakk’a vuslatta en emin bir vesile ve
rehberdir. Evet bir yönüyle Hakikat-i Ahmediye ve ölümsüz olmak itibarıyla da Hakikat-i
Muhammediye “Kâbe kavseyn-i ev ednâ” ile remzedilen vücub-imkân arası bir noktayı
135
tutmuş aşkın bir hakikattir. Hakikat-i Muhammediye’nin taayyünü de şu âlemin vücuduna
vesile olan bir taayyündür”
Bu anlatımlar ile Fethullah Gülen gibi Gnostik Sufiler peygamberi tamamen
dünyadan-hayattan koparmakta, onun makamına/yerine kendileri oturmakta, rol-model
/üsve-i hasene olmaktadırlar! Bu nazariyenin ifadesindeki gnostik maksat tam olarak budur!
Gülen’in bu “Hakikat-ı Muhammediye” nazariyesi bir metafizik şahsiyet değil, bütün
kâinatın kendisinden çıktığı ilk maya, nüve, çekirdek olup, ontolojik bir realitedir.
Bu insan-ı kâmil ve hakikat-ı muhammediye gibi teorilerin yardımıyla Peygamberimizi
ilahlaştıran Fethullah Gülen’e, şu ayet cevap olarak yeter.
“(Ama o müşrikler kalktılar) Allah’ın bazı kullarını O’nun bir parçası kabul ettiler.” [Zuhruf/15]
Peygamberimizi, Hz. İsa’nın babası yapan Gülen’e bu da yetmemektedir. Onu “Ebu’lbeşer / Tüm insanlığın babası” yapar. Onu ilk insan yapar. Hatta tüm varlığın kendisinden
çıktığı nüve/çekirdek yapar! Bu Peygambere yapılacak edepsizliğin en büyüğüdür. Tüm
ilahları ve ilahlaştırılan kimseleri yok etmek ve tek bir ilaha davet etmek için gönderilen O
şanlı Nebi’nin tevhit mücadelesine vurulacak en büyük darbedir!
“Muhammed,
Peygamberlerin
sonuncusudur”
[Ahzab/40],
“De
ki;
ben
peygamberlerin ilki değilim…” [Ahkaf /9] Türkiye’nin en büyük cemaatinin imamı, peşine
milyonları takmış olan bu zatın hiç mi bu ayetlerden haberi yoktur?
Bu İnsan-ı kâmil iddiaları Pagan Yunan filozoflarının “logos”, Yahudi Kabalizmindeki
“adom kadmon” kavramlarından başka bir şey değildir.
Gülen her ne kadar bunları, tasavvuf denizine açılan ve epey mesafe kat eden
kimselerin anlayabileceğini söylüyorsa da bu doğru değildir. Bu teorilerin teorisyenleri bir
defa Müslüman değildir. Deniz de Kur’ân denizi değil, Antik Yunan felsefe denizidir. Gözlük
tevhit gözlüğü değil, panteist vahdet-i vücud gözlüğüdür. Kendisi bu okyanusa dalmış ve
136
bu derin hakikatlerin (!) künhüne vakıf olmuş biri olarak meseleyi kasten ağdalı bir dil
kullanarak anlatmakta, olaya sırlı bir hava katmaktadır. Bütün kâinat yaratılmamış, Allah
tahavvül/dönüşüm geçirmiş, Evren O’ndan taşmış, çıkmış, O’nun değişik mertebelerdeki
görünümlerinden ibarettir.
Varlıklar, “taayyün-ü evvel”le başlayıp zâhirî kılıf ve hâricî vücud yolunda ilerlerken,
âdeta metamorfoz geçiriyor gibi farklı bir mahiyet ve farklı bir hüviyete sıçramışlardır! Haşa
Yaratıcı metamorfoz/dönüşüm geçirerek, en sonunda diğer varlıklar ve insan olmuştur!
Fethullah Gülen’in Hakikat-ı Muhammediye ’den başka bir de Hakikat-ı Ahmediye ’si
vardır. Ona göre; Hakikat-ı Ahmediye ve Hakikat-ı Muhammediye gibi çok küllî hakikatleri
ihtiva eden bu iki kavramı, (gnostik) tasavvuf dünyasının enginliklerine açılabilen kimseler
anlayabilir. Açılmasaydı anlayamazdı, dolayısıyla bize de anlatamazdı.
Bu “nur-u Muhammedi, hakikat-ı Ahmediyye” gibi apaçık şirk ve küfür olan teorilerle
ümmet-i Muhammedi Gnostik Hristiyanlığa itikaden kilitlenmiştir.
Kitabımızda teferruatlı olarak izahı yapılmaktadır. Son olarak şu iki linkin incelenmesi fikir
verecektir.
https://www.youtube.com/watch?v=IbuXRWzzEQY
Marifet mertebeleri ve Nurlu bir an
https://www.youtube.com/watch?v=trVt40YRjec
Kürsüden Gönüllere - Marifet (Gnosis) (Allah'ı Tanıma)
137
138
Download