Kimya`nın Tarihsel Gelişimi

advertisement
Kimyanın Tarihi ve Tarihçesi
Orta Çağ
İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da
İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde
etkilenmiştir. Bu çalışmalar sırasında yavaş yavaş belirginleşmeye
başlayan Yapısal Dönüşüm Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller,
aslında bir kükürt-civa bileşimidir; ancak bunların iç ve dış niteliklerinde
farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen
metali elde etmek mümkündür.
Bilindiği gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kurşun
ve bakır gibi nisbeten daha az kıymetli metalleri, altın ve gümüş gibi
metallere dönüştürmek istemişlerdir. İslâm Dünyası'ndaki kimya
çalışmaları da genellikle bu doğrultuda sürdürülmüştür.
Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü
gerçekleştirecek el-İksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktır. Mükemmele
en yakın metal, altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda altının
kullanıldığı görülmektedir. İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını
aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür.
Simyagerler, Yeryüzü'ndeki metallerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasında
da ilişki kurmuşlardır. Örneğin altın Güneş'le ve gümüş ise Ay'la eşleştirilmiş
ve bu metalleri göstermek için Güneş ve Ay'a benzeyen simgeler
kullanılmıştır. Bu simgeler, 18. yüzyıla kadar pek fazla değişmeden gelmiştir;
günümüzdeki simgeler ise 18. yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır.
Yeni Çağ
Bu dönemde kimya alanında maddenin yapısına ilişkin
deneysel çalışmalar başlamış ve özellikle Boyle, Mayow ve
Hook gibi bilim adamları sayesinde yeni bir atom kuramı
geliştirilmiştir.
Yakın Çağ
Bu dönemde kimya, sanayinin belkemiği haline gelmiştir; ancak
kimya çalışmaları sadece sanayide değil, tıp başta olmak üzere
değişik bilim dallarında da önemli rol oynamıştır. Atom konusundaki
çalışmalar, genetik ile ilgili çalışmaları ve canlıların temel maddesi
konusunda yapılan araştırmaları büyük ölçüde etkilemiştir.
Bu dönemde çağdaş kimya, yanma olgusunu açıklayan Lavoisier
tarafından kurulmuştur. Bu sayede Lavoisier, Filojiston Kuramı'nı
yıkmış ve oksijeni bulmuştur.
Modern Kimyanın Doğuşu
15. yüzyıla dek kimya, eskiden beri bilinen kalıplarını bir türlü
aşamamıştı. Bu kalıplaşma, efsanevi açıklamalarla ve ilkel reçetelerle
örtülmeye çalışılıyordu. Kimya, halâ simya idi. 15. yüzyıldan itibaren
simya, kıpırdamaya, kimya olmaya başladı.
Fosfor, bizmut, platin gibi yeni bulunan elementlerin
gösterdikleri tipik özellikleri yeni açıklamalar istiyordu;
öteyandan sürekli uzmanlaşan endüstri ve ticaret de kimya
sanayinin yeni şeyler üretmesini bekliyordu. Güherçile,
şap, yeşil vitriol (demir sülfat), vitriol yağı (sülfürik asit)
soda gibi maddelerin üretiminin arıtırlması gerekiyordu.
Bütün bunlar da eski kalıpları kırmayı ve bunu önleyen
geçmişle hesaplaşmayı dayatıyordu.
Rönesans kimyacılarının tek ilgi alanı elbette madenler
değildi. Georgius Agricola'nın 1556'da yayınlanan ve
gelecek 200 yıl boyunca madencilik ve metalürji
alanlarından çalışanların el kitabı olarak işlev gören on iki
ciltlik dev eseri "De Re Metalllica" da maden ocaklarının
yapımı, maden filizlerinin ocaklardan çıkarılması ve
ocaklarda biriken suyun boşaltılması gibi konuların yanısıra
metal işletmeciliğine ilişkin çok önemli bilgiler verilmektedir.
Onun izleyicilerinden Bernard Palissy (1510-1589), seramik üretimini;
Glauber, cam, güherçile ve bazı boyaların üretimini geliştirdi. Bu
sırada, yani 16. yüzyılda İran ve Çin, porselen (çini) ve çömlekçilikte
Avrupa'dan öndeydi. Kumaş ve deri sanayiinde önemli olan şap,
Avrupa için önemli bir üretim dalıydı.
Kimya alanındaki bir başka üretim alanı damıtmaydı. Damıtma, bir sıvı
karışımının ısıtılması ve buharlaştırılarak bulunduğu karışımdan
ayrılması ve yoğiunlaştırılarak yeniden elde edilmesidir. 15., 16. ve 17.
yüzyıllarda Avrupasında kuvvetli alkollü içkiler içiliyordu. Onun için
damıtma işlemi yaygın ve büyük bir üretim koluydu.
İçkiler, yalnızca aristokrasinin yemek alemleri için önem taşımıyordu;
aynı zamanda cahil yerlilerin topraklarını ve vücutlarını da teslim
almanın ikinci (birincisi baruttu) silahıydı.
Hava ya da daha genel olarak gazlar, 17. yüzyıl başına dek bir "ruh" ya
da "kaos" olarak görülmüştü. Gaza "gaz" adını veren van Helmont
(1577-1634) idi.
Helmont, Paracelsus'un izleyicilerindendi ve büyük bir deneyciydi. J.
Bernal’a göre birinci sınıf bir dahiydi. Mevcut maddeler olarak sadece
suyu ve havayı kabul ediyordu. O'nun görüşlerinin kaynağı eski
İyonyalılardı. Ama o, felsefi bir varsayımdan çok deneysel souçlara
dayanıyordu.
Su koyduğu bir kapta söğüt ağacı yetiştirdi ve yaşam için hava ve suyun
alınmasının yeterli olacağını savundu. Kaosu gaz olarak o adlandırdı;
kimyanın ileriki zaferlerinin yolunu aydınlattı. Ayaklanmalarla ve
içsavaşlarla geçen bir dönemin ardından 17. yüzyılın ikinci yarısı bilimin
gerçek doğuşuna tanıklık etti
Farkında Olmadan Bulunan İcatlar
Kaza: Dağınık laboratuar dolabı...
Kaza: Kutsal bir ilham ve hatalı üretim...
Kaza: Kızgın ocağa atılan kauçuk...
Kaza: Kırılması gereken deney tüpünün yere düştüğünde parçalanmaması...
Kaza: Bilgisayardaki bozuk çıkış...
Kaza: Fotoğraf camındaki sislenme...
Kaza:Mezbaha işçilerinin kesim yöntemi...
Kaza: Havada uçuşan bir küf...
Kaza: Kurallara uymama..
Kaza: Karbon atomunun kilise kubbesine benzemesi...
Mucit: Louis-Jacques Daguerre
Tarih: 1838
Bu rastlantısal buluşun nedeni kırık bir termometre...
Louis Daguerre, karanlık odada, gümüş iyodür levhada açığa çıkan görüntüyü
sabitlemenin yollarını arıyordu. 1938 yılında bir gün, farklı kimyasal maddelerin
bulunduğu dolabına, daha sonra kullanmak ve temizlemek üzere bozuk görüntülü bir film
levhası koydu.
Bunu tekrar dışarı çıkardığında görüntü belirginleşmişti. Ancak Daguerre, bu garipliğe
hangi kimyasal maddenin neden olduğunu bilmiyordu.
Bunun üzerine levhaları yerleştirdi ve kimyasal maddeleri birer birer dışarı çıkarttı. Dolabı
boşaltmasına rağmen hala aradığı maddeyi bulamamıştı. Sonunda dolabın raflarından
birinde, kırılmış termometreden dökülmüş civayı fark etti... Gümüşlü levha üzerine alınan
görüntü (daguerreotype), modern fotoğrafçılığın başlangıcı oldu... Yerini ancak on yıl
sonra negatif ve, pozitif film sürecine bıraktı.
Geri Dön
Mucit: Dr. Spencer Silver
Tarih: 1974
"3M" bilim adamlarından Dr. Spencer Silver, 1970'lerin başlarında dayanıksız
yapıştırıcıyı bulduğunda, bunu işe yaramaz bir buluş olarak değerlendirmişti...
Bundan yıllar sonra, meslektaşı Art Fry, bir kilisede ilahi kitabındaki ayracın bir türlü
istediği yerde durmaması üzerine oldukça sinirlendi. Anlamsız vaazlardan mı yoksa
kutsal bir ilhamdan mı bilinmez, kafasını bu konuya yormaya başladı ve birden aklına
meslektaşının işe yaramayan buluşu geliverdi...
Bu sayede ayıracın kitaba yapışmasını sağlayacak, ancak çıkarttığında da kitaba
zarar gelmeyecekti. Post-it kağıdı tabii ki bir gecelik başarının ürünü değil... 3M'in
ortaya attığı bu örnek, büro malzemeleri içinde vazgeçilmezler arasında yerini aldı...
Geri Dön
VULKANİZE KAUÇUK (LASTİK)
Mucit: Charles Goodyear Tarih: 1844
Amerikalı Charles Goodyear, 10 yıldan beri ham kauçuğu daha sağlam ve elastik hale
getirmenin çarelerini arıyordu. Bu onda bir takıntı halini almıştı ve hatta ödenmemiş
borçları nedeniyle hapse bile girdi.
Goodyear bu konuda her şeyi denemişti; karışımına kükürt bile eklemişti. Ne var ki, bu
karışımı kızgın ocağa atıncaya kadar hiçbir sonuç elde edemedi: Kauçuk erimiyordu...
Bunu gece boyunca dışarıya çivileyen Goodyear, ertesi gün karışımın oldukça esnek
olduğunu fark etti.
Kükürtle sertleştirme yöntemine, Romalılar'ın ateş tanrısından esinlenerek, "Vulkan"
adını verdi (vulkanizasyon).
Yöntemin Amerika'daki patentini almayı başardı, ancak Fransa ve İngiltere'den yasal
formaliteler nedeniyle patent alamadı.
Goodyear, Paris'te borçları nedeniyle hapis yattıktan sonra Amerika'ya döndü.
Patentleri ortakları tarafından yağmalandığından yoksulluk içinde öldü. Ancak en azından
"Goodyear Tyre" ve "Rubber Company" gibi şirketler onun isminin gelecek kuşaklar
tarafından da anılmasını sağladı...
Geri Dön
DAYANIKLI CAM
Mucit: Edouard Benedictus
Tarih: 1903
Güvenli camın bulunması, tam da en çok ihtiyaç duyulan zaman*da gerçekleştirildi:
Motorlu taşıt çağında...
1903 yılında Fransız kimyager Edouard Benedictus, deney tüpünü laboratuarının zeminine
düşürdü. Tüp kırıldı ancak dağılmadan tek parça halinde kaldı. Benedictus, kolodyum
ihtiva eden sıvının buharlaşmasından sonra tüpte kalan ince plastik tabakanın
parçalanmayı engel*lediğini anladı.
Bunu not ettikten sonra bu konu üzerine fazla kafa yormadı.
Ancak, kaza yapan bir aracın için*deki kızın kırılan camlardan çok feci şekilde
yaralanması, bu konuyu tekrar gündeme getirmesine neden oldu.
Daha önceki deneyiminden esinlenerek iki cam tabakasının arasına selüloz nitrat
yerleştirerek üç katlı camı oluşturdu.
Buluşu 1920'lerde arabaların ön camlarında kullanılmaya ve otomotiv endüstrisinde ciddi
şekilde taklit edilmeye başlandı
Geri Dön
KAOS TEORİSİ
Mucit: Ed Lorenz
Tarih: 1960'lar
Amerikalı meteoroloji uzmanı Ed Lorenz'in bilgisayarında anlamsız ve komik veriler
belirince, Lorenz bunların her zamanki aksaklıklardan kaynaklandığını düşündü. Ancak
hatayla ilgili ipuçlarını elde etmek için kağıttaki çıktıda çalışmaya başladı. Bilgisayarın,
başlamak için ilk sonuçları eşleştirdiğini, ancak daha sonra haritayı yok ettiğini gördü.
Birden jetonu düştü: Lorenz bilgisayara aynı girdileri ikinci aşamada yüklememiş, bu
küçük farklılık da, sonraki birkaç hafta boyunca, tamamen değişik sonuçlar verip
durmuştu...
Lorenz böylece, hava durumu gibi küçük olayların bazen çok büyük sonuçlar
doğurabileceğini açıklayan "kaos teoremini" bulmuş oldu...
Geri Dön
RADYOAKTİVİTE
Mucit: Henri Becquerel
Tarih: 1896
Fransız fizikçi Henri Becquerel, 1896 Martı'nda laboratuarındaki çekmecesini açtığında
büyük bir sürprizle karşılaştı. Kapkaranlık bir ortamda olmasına rağmen bazı fotoğraf
camları bulanıklaşmıştı.
O sırada Becquerel, yeni keşfedilen röntgen ışınları üzerinde çalışıyor ve bazı kimyasallar
yardımıyla bunların yayılmalarını sağlamaya uğraşıyordu, ilk aklına gelen, güneş ışığının
etkisiyle kristallerin ışını yaydığı ve fotoğraf camını sislendirdiğiydi...
İlk deneyleri onun doğru yolda olduğunu desteklese de hava bozunca olayın seyri birdenbire
değişti.
Becquerel, kristallerin güneş ışığından etkilenmesini engellemek için kimyasallar kullanarak
camları tekrar çekmeceye koydu. Camları dışarı çıkardığında, uranyumlu kristallerden
oluşan camlarda artık sisin bulunmayışına oldukça şaşırdı. Ve bugün "bir atom çekirdeğinin
ta*necikler veya elektromanyetik ışımalar yayarak kendiliğinden parçalanması" olarak
bilinen radyoaktiviteyi keşfetmiş oldu...
Geri Dön
ŞOK TEDAVİSİ
Mucit: Julius Wagner-Jauregg
Tarih: 1917
ECT (Electroconvulsive the-rapy) olarak bilinen elektroşok tedavisi, mezbaha işçilerinin, domuzların
elektrikle sersemlemelerinden sonra çok sakin durduklarını fark etmelerinin bir sonucu...
ECTye, beyne elektrik akımı verilmesi suretiyle, depresyon gibi akıl hastalıklarının semptomlarını
engellemekteki son çare olarak bakılıyor.
Elektroşok tedavisi fikri, sıtma aşısıyla frengili hastaları te*davi eden Avusturyalı Julius WagnerJauregg tarafından geliştirildi.
1927 yılında Nobel Ödülü alan VVagner-Jauregg, bu fikre, "bir sisteme elektrik verilmesinin tedavi edici
özellik taşıyacağından yola çıkarak ulaştı. Ve böylece, çok tartışılan şok tedavisi doğmuş oldu...
Aynı zamanda, şizofrenlerin doğal yollardan çarpılmalarının, hastalık belirtilerinin iyileşmesine neden
olduğu da belirlenmişti. Psikiyatristler, hastaların beynine elektrik akımı uygulamak yoluyla, anlaşılması
güç tedavinin gerçekleştiğini belirtiyorlardı. Ancak ECTnin kısa süreli hafıza kaybına neden olması
dışında önemli etkisinin bulunmadığına dair klinik bulgulara az da olsa rastlanıyor. Hastaların tedavi
edilmesine yönelik olarak bu yöntem çok uzun zamandan beri kullanılmaya devam ediyor.
Geri Dön
PENİSİLİN
Mucit: Alexander Fleming
Tarih: 1928
St. Mary Hastanesi'nde danışman olarak çalışan ve Alexander Fleming'in hayatta kalan tek meslektaşı,
ünlü bilim adamının penisilini 1928 yılında bir rastlantı sonucu bulduğunu anlatmıştı.
Fleming bir deney üzerinde çalışırken, muhtemelen laboratuvarın karşısındaki bardan uçup gelen bir küf
mikroskoptaki lamın üzerine konmuştu.
O sırada Fleming, lam üzerinde zararlı bir bakteri türü olan stafilokokları inceliyordu. Dikkatsiz bir bilim
adamı bu küfü büyük olasılıkla önünden uzaklaştırırdı, ama o, küfün bakteri üzerindeki etkisini görmek
istedi. Sonuç hayret inciydi... Çünkü Fleming, "Penicilim notatum" isimli yeşil küfün bulunduğu bölümdeki
bakterilerin öldüğünü fark etmişti...
Daha sonra gerçekkleştirilen testlerde, bu küfün diğer bakteriler üzerinde de etkili olduğu ortaya çıktı.
Tavşan, fare ve insanlar üzerinde yapılan testler sonunda, açık bir yan etkisinin de olmadığı görüldü. Ne
var ki Fleming, küften sızan maddeyi bir türlü keşfedememişti.
Sonuç olarak 1939 yılında, Oxford'dan Howard Florey ve Ernst Chain bu maddeyi ayrıştırmayı başardılar
ve buna "penicilin" adını verdiler. Bu madde, öldürücü bakteriyel hastalıklarla savaşabilen ilk antibiyotik
olarak tarihe geçti. Fleming ve diğer iki bilim adamı, 1945 yılında Nobel Ödülü aldılar... Çünkü, milyonlarca
insanın hayatını kurtaran bir buluş yapmışlardı...
Geri Dön
SAKKARİN
Mucit: Fahlberg adında bir kimya öğrencisi
Tarih: 1879
1879 yılında Fahlberg adındaki bir kimya öğrencisi, toluol (kömür katranındaki hidrokarbon)
türevle*rini araştırırken elindeki maddeyi tattı ve günümüzün yapay tatlandı*rıcısı sakkarin
ortaya çıktı.
Diğer iki yapay tatlandırıcı da kaza sonucu keşfedildi. 1937'de Il*linois Üniversitesi
öğrencilerinden Michael Sveda sigarasını yaktı ve tatlı olduğunu tespit etti. Ve bu maddenin
"cyclamate" olduğunu buldu. Nutra Svveet ise 1965 yılın*da anti nükleer bileşimler
araştırılırken keşfedildi...
Geri Dön
BUCKMİNSTERFULLERME
Mucit Harry Kroto
Tarih: 1985
Harry Kroto ve meslektaşları, uzayda varolduğu düşünülen anlaşılması zor yapıdaki
karbon atomlarını çözmeye çalışıyorlardı. Laboratuar testleri sonucunda karbonun, 60
atomdan oluşan, diğerlerinden daha güçlü ve istikrarlı yapıda olduğu ortaya çıktı.
Cevaplar araştırılırken çalışma gruplarından biri, atomların, mimar Richard Buckminster
Fullerln tasarladığı, kubbeli kiliseye benzeyen hexagonlardan oluştuklarını ortaya
çıkarmıştı. Bu da Kroto'nun aklına, daha önce pentagon ve hexagonlardan oluşturduğu,
"Gece Gökyüzü" modelini getirdi.
O gece, çalışma gruplarından bir bölümü de karbon atomlarını, futbol topuna
benzeyecek şekilde birleştirmişti. Ve grup, pentagon ve hexagonların hep 60 sayısında
buluştuğunu keşfetti. 60 karbon atomundan oluşan "Buckyball’lar şu anda karbonun
temel biçimi olarak değerlendirilirken, Kroto ve meslektaşları 1996 yılında Nobel
Ödülü'nü almaya hak kazandılar...
Akıllı toz
Geri Dön
Çoğu insan eşyalarının tuz buz olduğunu gördüğünde üzülür fakat bu Jamie Link için
geçerli değil. Kaliforniya Üniversitesi’nde kimya doktorasını yapan Jamie, üzerinde
çalıştığı silikon çiplerin toz haline geldiğini görür fakat sonrasında ilginç bir şekilde
farkeder ki, küçük parçacıklar hala sensör fonksiyonlarına devam etmekte. Bu mucizevi
buluş, ona üniversitenin en önemli ödülünü kazandırmasının yanı sıra, onun sağlıktan
deprem araştırmalarına kadar bir dizi alanda önemli bir yere sahip olmasını sağlar.
Geri Dön
Kola
Atlantalı eczacı John Pemberton, baş ağrısı için bir hazırlama telaşı içindeydi. İçeriğini
halen bilmediğimiz karışımı 8 yıl boyunca eczanelerde satışa sundu. Fakat sonrasında
tüm zamanların en popüler içeceği marketlerde şişeler halinde yerini aldı.
Geri Dön
Teflon
Ozon tabakasına verdiği zarar halen konuşulup tartışılan ‘klorofluorokarbon’un(CFC),
omlet severlerin en önemli aracı olacağı kimin aklına gelirdi. Güçlü bir soğutucu
yapmak için hazırladığı CFC karışımını hidroklorik asitle reaksiyona sokan kimyager
Roy Plunkett, yanmaz yapışmaz teflon tavayı icat etti.
Geri Dön
Sentetik boya
18 yaşındaki William Perkin sıtmaya karşı çare ararken dünyanın ilk sentetik boyasını üretti.
Bazı karışımları birbirine eklediğinde ortaya parlak renk verici bir madde çıktı. Karışımın
doğal boyadan daha canlı ve güzel olduğunu fark eden Perkin, bu çalışma sonrasında da
kanser tedavisi için kemoterapiyi icat eden Paul Ehrlich’e ilham verecekti.
Geri Dön
Kalp pili
Mühendis Wilson Greatbatch, kalp seslerini kaydeden bir cihaz üzerinde çalışıyordu.
Yaptığı cihazdan yanlış parçayı çıkaran Wilson gerekli enerjiyi cihaza verdiğinde,
icadı normal bir kalpten daha doğru ve hatasız nabız atmaya başlamıştı.
Geri Dön
Japon Yapıştırıcı
Harry Coover, Kodak’ta çalışan bir kimyagerdi. II. Dünya Savaşı’nın ortasıydı ve Dr.
Coover, şeffaf ve kurşuna dayanıklı bir materyal üzerinde çalışıyordu. Üzerinde çalıştığı
materyal cyanoacrylate yapış yapış bir malzemeydi ve Coover çalışmalarını çöpe attı.
Yıllar sonra, çöpe attığı şişe hala çöp kutusunun dibine yapışık duruyordu. Coover’ın
jetonu düştüğünde yıllardan 1958'di.
Geri Dön
Kimya çok eski bir bilimdir; ilk uygulamaları insanların ateşi keşfetmeleriyle birlikte
başlamıştır. Binlerce yıl sonra insanlar, bakır ve kalaydan tunç yapımında, altın ve
demiri cevherlerinden ayırmada kimya bilgilerinden yararlandılar. Bitki köklerinden
boyarmadde, bitkilerden ilaç ve zehir, tahıl ve meyvelerden alkol çıkardılar.
İlk kimya kuramlarını Eski Yunanlılar geliştirdiler. Yunanlılar, bütün maddelerin toprak,
hava, su ve ateşin değişik oranlarda birleşmesi sonucunda oluştuğunu ileri
sürmüşlerdi. Ama kimya gerçek bir bilim haline ortaçağda gelmeye başladı. İlk
deneysel kimyacılara "simyacı" denirdi (bak. SİMYA); simyacılar ana metalleri altına
çevirmeye, hastalıklar için evrensel bir ilaç bulmaya ve ölümsüzlüğü getirecek bir
madde keşfetmeye uğraştılar. Simyacıların düşüncelerinin pek çoğu yanlıştı; ama bu
arada pek çok kimyasal maddenin de niteliklerini tanımladılar, bu maddeler arasındaki
tepkimelere ilişkin ilk deneyleri yaptılar. Onların araştırmaları, özellikle de İsviçreli
simyacı Paracelsus'unkiler, modern kimyaya açılan yolun temel taşlarını oluşturdu.
İngiliz bilim adamı Robert Böyle, 1661'de yayımladığı The Sceptical Chymist("Kuşkucu
Kimyacı") adlı kitabında bir elementi, "bileşikler" oluşturmak üzere başka elementlerle
birleşebilen ve kendisinden daha basit maddelere ayrıştırılamayan temel madde
olarak tanımladı. Böylesi birçok elementin bulunduğunun gösterilmesi, toprak, su, ateş
ve havayı temel elementler olarak gören Eski Yunan düşüncesine son verdi. Böyle,
dünyayı oluşturan farklı birçok maddenin var olduğunu ileri sürdü ve bunları ayırarak
incelemeye yönelik dikkatli deneylere girişti. Ondan sonraki yüzyılda gerçekleşti
rilen kimya araştırmaları, hangi maddelerin elementlere ayrıştırılabileceği, hangilerinin
ise ayrıştırılamayacağı konusuna bir açıklık getirmeye başladı. Henry Cavendish
hidrojeni keşfetti ve hidrojenin havada yakılması durumunda suyun oluştuğunu
gösterdi; demek ki, su bir element olamazdı, çünkü suyun kendisi bir başka maddeyi,
yani hidrojeni içermekteydi. İsveçli kimyacı Cari Wilhelm Scheele 1773'te ve İngiliz
bilim adamı Joseph Priestley 1774'te, birbirlerinden ayrı olarak oksijeni keşfettiler.
Havanın, biri oksijen öbürü azot olmak üzere iki gazdan oluştuğunu ilk keşfeden
Fransız kimyacı Antoine Lavoisier oldu. Lavoisier yanma sürecini de açıkladı. Daha
önceleri insanlar, yanabilen her şeyin yapısında
"flojiston" denen bir maddenin yer aldığını sanıyorlardı. Buna göre, yanma olayı
sırasında flojiston açığa çıkıyordu. Lavoisier, herhangi bir cisim yandığında oksijenle
birleştiğini ve flojiston diye bir maddenin bulunmadığını ortaya çıkardı. Onun bu
buluşu, ateşi sihir ya da büyüyle birleştiren görüşlerin ortadan kalkmasına yardım etti.
Lavoisier, 1789'da kütlenin korunumu yasasını ortaya koydu; bu yasaya göre,
herhangi bir kimyasal tepkimede oluşan maddelerin toplam ağırlığı, her zaman onları
oluşturan maddelerin toplam ağırlığına eşittir. Buna göre, eğer bir kimyacı, kapalı bir
kapta bulunan 100 gramlık bir karışımla tepkimeyi başlatırsa, arada yapılan ya da
sonuçta ortaya çıkan her ne olursa olsun, tepkimenin bitiminde, kapta gene 100
gramlık bir karışım vardır. Lavoisier ayrıca, bugün elementleri ve onların bileşiklerini
adlandırmakta kullandığımız sistemi de kurdu.
Kimyasal değişimlerin açıklanmasında bundan sonraki en büyük adımı 1803'te İngiliz
Öğretmen John Dalton attı. Dalton bütün elementlerin, kendilerinden daha küçük
herhangi bir şeye bölünemeyen çok ufak atomlardan oluştuğunu ve elementlerin
birleşmesinin, atomları arasındaki birleşmeden kaynaklandığını; bu birleşmede basit
sayılarla ifade edilebilecek kadar atomun bir araya gelerek bileşik atomunu
oluşturduğunu ileri sürdü. Bileşiklerin atomlarına daha sonraları molekül adı verildi.
Dalton'un atom kuramı, dağınık, birbiriyle ilintisizmiş gibi gözüken pek çok gerçeği bir
araya getirip açıkladı ve böylece 19. ve 20. yüzyıllardaki büyük ilerlemenin yolunu açtı.
1811'de, İtalyan kimyacı Amedeo Avogadro, aynı kuramı gazlara uyguladı. Avogadro,
kendi adıyla anılan varsayımıyla, aynı koşullar altında ölçülen eşit hacimlerdeki
gazların eşit sayılarda molekül içerdiğini ortaya çıkardı.
19. yüzyılda değişik atomların bağıl ağırlıklarını ölçmek, yani elementlerin "atom
ağırlıklarını bulmak için çok çaba gösterildi. İsveçli Jöns Jacob Berzelius, sistematik
biçimde giriştiği bu çalışmada doğru sonuçlara ulaştı. Elementler için simge olarak
harflerin kullanılmasını öneren de Berzelius oldu. Berzelius'un çalışmaları, nicel
çözümlemenin temellerini attı. Analitik kimyanın öteki dalı olan nitel çözümlemeyi ise
Alman kimyacı Justus von Liebig kurdu.
19. yüzyılda keşfedilen elementler listesi uzadıkça (1860'a gelindiğinde bilinen element
sayısı 80'i aşmıştı) kimyacılar, bu elementleri kendi aralarında gruplandırma ve onları
davranış biçimlerine göre sınıflandırma girişiminde bulundular. 1869'da Rus kimyacı
Dimitriy İvanoviç Mendeleyev, elementleri, benzer özelliktekiler aynı sütunda görülecek
biçimde atom ağırlıklarına göre sıralar halinde dizerek, tam bir tablo düzenledi {bak.
PERİYOTLAR CETVELİ).
Mendeleyev'in geliştirdiği periyotlar cetveli, atomların yapısına ilişkin daha sonraki
araştırmalarla kusursuz bir hale geldi. 1913'te, İngiliz bilim adamı Henry Moseley, X ışını
tekniklerinden yararlanarak, her elementin atomundaki proton sayısına eşit özgün bir
atom numarasının olduğunu ve bu türden 92 elementin bulunması gerektiğini ortaya
koydu. Moseley ayrıca, her kimyasal bileşiğin yapısında, bu elementlerden iki ya da
daha çoğunun bulunduğunu söyledi. Gerçekten de, bugünkü periyotlar cetveli 108
element içermektedir; bunlardan 92'si kararlı bir yapıya sahiptir ve bunların da ancak
39'u başka elementlerle birleşmemiş durumda serbest halde
doğada bulunur. Atom numarası 92'den büyük olan elementler, başka moleküllerin,
yüksek enerjili temel parçacıklarla bombardıman edilmesi yoluyla elde edilir {bak.
ParçacIk HIZLANDIRICILARI).
Atomun iç yapısının incelenmesi, 20. yüzyılda kimya ve fizikte köklü değişiklikler yarattı.
Dalton'un atom kuramına göre, atomlar daha küçük herhangi bir şeye bölünemezdi;
oysa bugün artık, atomların daha basit parçacıklardan oluştuğu biliniyor {bak.
ELEKTRON; NÖTRON; PROTON; TEMEL PARÇACIKLAR).
Kimyanın sanayiye uygulanması KİMYA SANAYİSİ maddesinde anlatılmıştır
Kimya'nın Tarihsel Gelişimi
Kimya sözcüğünün (Eski Mısır dilinde "kara" ya da "Kara Ülke") sözcüğünden türediği
sanılmaktadır. Bir başka sav da khemeia (Eski Yunanca khyma: "metal dökümü)
sözcüğünden türediğidir. Kimyanın kökenleri felsefe simya metalürji vetıp gibi çok
çeşitli alanlara dayanır. Ama kimya ancak 17. yüzyılda mekanikçi felsefenin
kurulmasıyla ayrı bir Bilim olarak ortaya çıkmıştır.
Mezopotamyalılar Çinliler Mısırlılar ve Yunanlılar çok eski çağlardan beri Bitkilerden
boyarMadde elde etmeyi dokumaları boyamayı deri sepilemeyi üzümden
şarap Arpadan bira hazırlamayı sabun üretimini Camkaplar yapmayı biliyorlardı. Eski
çağlarda kimya sanatsal bir üretimdi. Daha sonra Antik Çağın deneyciliği Yunan doğa
felsefesi Rönesans simyası tıp kimyası gelişti. 18. yüzyılda kuramsal ve uygulamalı
kimya 19. yüzyılda organoteknik ve fizikokimya 20. yüzyılda ise radyokimya biyokimya
ve kuvantum kimyası gibi yeni dallar ortaya çıktı.
Ünlü kimya tarihçisi Hermann Kopp İS 300- 1600 arasını soy (asal) olmayan metalleri
soy metallere dönüştürecek filozof taşının ve insan ömrünü sonsuzlaştıracak
yaşam iksirinin arandığı simya çağı; 1600- 1700 arasını ilaçların hazırlandığı
iyatrokimya (tıp kimyası) çağı; 1700- 1800 arasını yanma sürecinin araştırıldığı
filojiston kimyası çağı; bundan sonraki dönemi ise nicel kimya çağı olarak
adlandırmıştır. 16- 18. yüzyıllar arasındaki dönem yeniçağ kimyası olarak da
tanımlanır.
yaşam iksirinin arandığı simya çağı; 1600- 1700 arasını ilaçların hazırlandığı
iyatrokimya (tıp kimyası) çağı; 1700- 1800 arasını yanma sürecinin araştırıldığı
filojiston kimyası çağı; bundan sonraki dönemi ise nicel kimya çağı olarak
adlandırmıştır. 16- 18. yüzyıllar arasındaki dönem yeniçağ kimyası olarak da
tanımlanır.
İbn Sina özellikle dönüşümle ilgilenmiş ve el-Fennü'l-Harmis nün Tabiiyat adlı
kitabının mineralojiyle ilgili bölümünde mineralleri taşlar ateşte eriyen maddeler
kükürtler ve Tuzlarolarak dört gruba ayırmıştır. İbn Sina madde ve biçimin bir birlik
olduğunu doğa olaylarının açıklanmasında doğaüstü ve maddesel olmayan güçlerin
etkisinin olmadığını söylemiş kuramsal düşünceyi ve kavram üretmeyi öne
çıkarmıştır.
Rönesans döneminde geçmiş yılların getirdiği kimya bilgisinin birikimiyle tıp ve
kimyasal üretim alanlarında uygulamalı kimya ortaya çıktı. Bu dönemde eczacılıkta
inorganik tedavi maddelerinin kimyasal yöntemlerle elde edilmesine "kemiatri"
(kimyasal tedavi) adı verildi. Kemiatrinin kimya temeline dayalı ilaç üretimi biçimindeki
pratik amacının yanı sıra hastalıklar ve madde alışverişi olaylarının kimyasal yorumu
gibi kuramsal bir amacı da vardı. Bu kuramsal amaçla ilgili yönelime iyatrokimya
denir. Günümüzde kemiatrinin karşılığı farmasötik kimya ve kuramsal biyokimyadır.
İyatrokimyanın öncüsü olan İsviçreli hekim
Paracelsus'a ( 1493- 1541) göre Tuz kükürt ve cıva var olan bütün cisimlerin temel
yapıtaşı olan beden can ve ruhun karşılığıydı. Bu üçlü arasında denge bozulduğunda
hastalık başlıyordu. Paracelsus midenin bir kimya laboratuvan olduğunu özsuların
yoğunlaşmasıyla hastalıkların ortaya çıktığını ve bu durumun ilaçla giderilebileceğini
savundu ve farmakolojide
Kimyasal Maddelerden
Yararlanılması Yolunda Çaba Harcadı
Johann Baptist van Helmontx(1580-1644) ve Johann Rudolph Glauber (1604-68)
Rönesans kimyasının temsilcileridir. Suyun temel Element olduğuna inanan van
Helmont'un en önemli çalışmaları çeşitli süreçlerle Gaz üretimini ilk kez açıkça
gerçekleştirmesi ve deneylerinde teraziyi kullanarak kimyasal çalışmalara nicel özellik
kazandırmasıdır. Glauber'in en büyük başarısı ise yemeklik Tuzu sülfürik asitle
parçalayarak tuz asidi (hidroklorik asit) ve Sodyumsülfat elde etmesidir. Sodyum
sülfat
dekahidrat günümüzde de onun adıyla Glauber tuzu olarak bilinir. Glauber ayrıca ilk
kez metallerin tuz asidi içinde çözünmesiyle metal klorürlerin oluşacağını gösterdi.
Simya 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa'da derebeyi saraylarında giderek yayıldı ve bu
durum bilimsel kimya gelişene ve Elementlerin birbirine dönüştüğü inancının
sarsılmaya başlamasına değin sürdü.
17. yüzyılda kimyanın sanat ya da bilim olup olmadığı çok tartışıldı. Bu yüzyılda
çağdaş anlatımla uygulamalı ve kuramsal kimya ayırımı vardı. Kemiatri metalürji
kimyası madencilik ve demircilik kimyası uygulamalı kimyanın içinde yer alıyordu.
Kuramsal kimya ise betimlenebilen "tüm doğa bilimleri" anl***** gelen physica'nın
içindeydi. Yeniçağdaki oluşum deneyimden (experientia) deneye {experimentum)
doğru oldu ve deneyin doğa araştırmasındaki bilimsel önemi kabul edildi. Kimya
zamanla simyadan ayrıldı ve eski çağların gizemli görüşlerinden uygulamalı kimyaya
geçildi. Eski kimyada madde ve bileşikler yalnızca beklenen son ürün açısından
önemliydi. Çeşitli reçeteler ise beklenen sonuca götüren bir araçtı. Eski düşünce ve
bilgilerin doğruluk ya da yanlışlıklarının denetlenmesi ancak kimyasal tepkimelerin
gözlenmesi ve tepkime sürecinin incelenmesiyle olanaklıydı.
Mekanikçi felsefe ile kimyanın etkileşimine en iyi örnek Robert Boyle'un çalışması
oldu. İngiliz bilim adamı Robert Boyle 1661'de yayımladığı The Sceptical Chymist
(Kuşkucu Kimyacı) adlı yapıtıyla Aristotelesçi görüşleri çürüttü. Böyle kimyasal
Elementlerimaddenin parçalanmayan yapıtaşları olarak açıkça tanımladı ilk kez
kimyasal bileşikler ile basit karışımlar arasında ayrım yaptı kimyasal birleşmelerde
özelliklerin tümüyle değiştiğini basit
karışımlarda ise böyle değişimlerin olmadığını söyledi; Gazlar üzerinde yürüttüğü
deneylerde GazlarınBasıncı ile Hacimleri arasındaki bağıntıyı belirleyen yasayı buldu
ve ilk kez elementlerin ve bileşiklerin doğru tanımını yaptı. Böyle ayrıca
Havanınyanma olaylarındaki rolünü keşfetti ve havanın tartılabilir bir madde olduğunu
söyledi.
18. yüzyılda kimyanın temel sorunu yanma olayının (ateş ruhlarının işlevlerinin) açığa
kavuşturulması oldu. 17. yüzyıl ortalarına doğru maddedeki elementlerden birinin
yanmaya neden olduğu ileri sürülmüş ama bu sav ateşin maddesel bir cisim
olamayacağı gerekçesiyle ünlü simyacı van Helmont tarafından reddedilmişti. Alman
simyacı Johann Joachim Becher (1635-82) bu öneriyi daha sonra 1669'da yeniden
gözden geçirdi ve terra pinguis olarak adlandırılan ateş elementinin yanma
sırasında kaçıp giden bir nesne olduğunu varsaydı. Becher'in öğrencisi ve Berlinli bir
hekim olan Georg Ernst Stahl ( 1660- 1734) bu nesneye flojiston" adını verdi. Yanma
olayına yanlış da olsa ilk kez bir bilimsel açıklama getiren flojiston kur***** göre yanıcı
maddeler yanıcı olmayan bir kısım ile flojistondan oluşur. Buna göre metal oksitler
birer element metaller ise kil (metal oksit) ile flojistondan oluşan birer bileşik maddedir.
Metal
yandığında eksi kütleli "plan flojiston bir ruh gibi ayrılır ve elementin külü (metal oksit)
açığa çıkar. Küle yeniden flojiston verildiğinde de yeniden metal oluşur. Örneğin çinko
oksit flojistonca zengin olan kömürle ya da Hidrojen gazıyla ısıtıldığında yeniden çinko
oluşur ve hafifler. Bir yüzyıl boyunca kimyaya egemen olan bu kuram element
kavr***** uygun olmamakla birlikte kimyanın bilimsel gelişmesinde çok büyük rol
oynadı. Cavendish Priestley ve Scheele ise çalışmalarında karbon dioksit
OksijenKlormetan (bataklık gazı) ve hidrojen gazlarını ayrı gazlar olarak tanımladılar.
Cavendish ayrıca gazları yoğunluklarına göre ayırdı. İlk kez suyun bir element olmayıp
oksijen ile Hidrojenin bir bileşiği olduğunu kanıtladı. Bu çalışmaların da yardımıyla
flojiston kuramı yıkıldı.
Aynı zamanda bir fizikçi olan Antoine-Laurent Lavoisier ( 1743-94) kimyanın babası
sayılır. Lavoisier metal oksitlerinin daha önce Priestley ve Scheele'nin keşfettiği oksijen
ile metallerin yaptığı bileşikler olduğunu kanıtladı yanma ve oksitlenme olaylarının
günümüzde de geçerli olan açıklamasını yaparak kimyada yeni bir çığır açtı. Kapalı
kaplarda yaptığı deneylerde kimyasal tepkimeler sırasında kütlenin değişmediğini
saptayarak 1787'de kütlenin korunumu yasasını ortaya koydu.
Kimya'daki devrim yalnızca kavramlarda değil yöntemlerde de gerçekleşti. Ağırlıksal
yöntemler duyarlı çözümler yapmayı olanaklı kıldı ve kütlenin korunumu yasasıyla nicel
kimya dönemi başladı. Lavoisier'den sonra 1798'de Alman
kimyacı Richter birleşme ağırlıkları yasasını 1799'da gene Alman kimyacı Proust sabit
oranlar yasasını ve 1803'te ingiltere'den John Dalton katlı oranlar yasasını geliştirdi.
Gay-Lussac da Alexander von Humboldt'un yardımıyla öbür gazlarla tepkimeye giren bir
Gazın her zaman belirli Hacim oranlarıyla birleştiğini buldu.
İtalyan fizikçi Amedeo Avogadro 1811'de gaz halindeki pek çok elementin birer Atom lu
değil ikişer atomlu oldukları ve aynı koşullar altında bulunan gazların eşit hacimlerinde
eşit sayıda Molekül bulunacağı varsayımını geliştirdi. Avogadro'nun bu varsayımını 50
yıl sonra 1860'ta Stanislao Cannizzaro yasa düzeyine çıkardı.
İtalyan fizikçi Amedeo Avogadro 1811'de gaz halindeki pek çok elementin birer Atom lu
değil ikişer atomlu oldukları ve aynı koşullar altında bulunan gazların eşit hacimlerinde
eşit sayıda Molekül bulunacağı varsayımını geliştirdi. Avogadro'nun bu varsayımını 50
yıl sonra 1860'ta Stanislao Cannizzaro yasa düzeyine çıkardı.
19. yüzyılın başlarında ingiliz kimyacı Humphry Davy ve öteki bilim adamları volta
pillerinden sağladıkları güçlü Elektrikakımlarını bileşiklerin çözümlenmesi ve yeni
elementlerin bulunması çalışmalarına uyguladılar. Bunun sonucunda kimyasal
kuvvetlerin elektriksel olduğu ve örneğin aynı elektrik yüklü iki hidrojen Atomunun
birbirini iteceği ve Avogadro varsayımına göre birleşerek çok atomlu Molekülü
oluşturmayacağı ortaya çıktı. 1859'da Alman fizikçi Gustav Kirchhoff ve kimyacı
Robert Bunsen'in bulduğu tayf çözümleme tekniğinin yardımıyla da o Güne değin
bilinen elementlerin sayısı 63'ü buldu.
Elementlerin atom ağırlıkları ile fiziksel ve kimyasal özellikleri arasındaki bağıntıyı
bulan Rus kimyacı Dimitriy İvanoviç Mende-leyev 1871'de ilk kez kimyasal
elementlerin periyodik yasasını açıkladı. Mendeleyev'e göre hidrojenin dışındaki
Elementler artan atom ağırlıklarına göre bir sırayla düzenlendiğinde bunlann fiziksel ve
kimyasal özellikleri de bu sıraya göre düzgün bir değişim gösteriyordu. Ama bu
düzgün gidiş kesintilerle birkaç sıra halindeydi ve bu
sıralara periyot adı verildi. Mendeleyev'in tablosunda atom ağırlığı daha büyük olan
bazı elementlerin ön sıralarda yer alması atom ağırlıklarının ölçüt alınamayacağını
gösterdi. İngiliz fizikçi H.G. Moseley 1913'te X ışınımı yardımıyla elementlerin atom
numaralarını saptadığında bu sıralamada atom numaralarının temel alınması gerçeği
ortaya çıktı. Bundan sonra Mendeleyev'in tablosundaki boş olan yerler yeni keşfedilen
Elementlerle dolmaya başladı.
Wilhelm Röntgen'in 1895'te X ışınımını bulmasından hemen sonra Henri Becquerel
1896'da uranyumdaki doğal radyoaktifliği keşfetti ve 1900'de fizikçi Max Planck
kuvantum kuramını ortaya attı. Rutherford 19J9'da HavadakiAzotu radyum preparatlanndan salınan alfa taneciklerinin yardımıyla oksijene ve Hidrojene dönüştürerek ilk
yapay element dönüşümünü gerçekleştirdi.
August Kekule'nin 1865'te kurduğu yapı kuramının genişletilmesi sonucunda bireşimleme (sentez) ve ayrıştırma yoluyla pek çok yeni madde elde edilebildi. Bu kurama
göre Atomlar değerliklerine karşılık gelecek biçimde bileşikler halinde birleşirler ve her
Atomun belirli bir değerliği vardır. Kekule' nin bu
açıklamalarından sonra kimyasal bileşikler yeni bir biçimde değerlendirilmeye başladı.
Örneğin su (H2O) H-O-H karbon dioksit (CO2) O-C-O biçiminde gösterildi. Bu
gösterimden bireşimleme kimyası çok yararlandı. Kekule ayrıca Moleküllerin farklı
özelliklerinin Atomların birbiriyle yaptığı farklı bağlarla belirlendiğini kanıtladı ve kapalı
formülü
C6Ü6 olan benzenin halka biçiminde birleşmiş bir yapısı olduğunu çözdü. Yapı kur*****
dayanarak varlığı düşünülen bileşiklerin bireşimsel olarak üretilebilmesine yönelik özel
yöntemler geliştirildi; yapısı bilinmeyen doğal ya da yapay bileşiklerin iç yapılarını
çözmek amacıyla da tam tersi bir yol izlenerek bunların yapılan sistemli bir biçimde ve
aşamalı olarak parçalanarak bulundu. Kekule'nin buluşu aromatik
karbon kimyasının hızla gelişmesini olanaklı kıldı. F. Wöhler siyanür bileşikleriyle
çalışırken üreyle formülü aynı olan amonyum siyanatı bireşimledi. Biri Mineral öbürü
hayvansal kökenli olan her iki ürün de aynı elementlerin aynı sayıdaki atomlarından
oluşuyordu. Bu buluşla izomerleşme olgusu ortaya çıktı ve inorganik kimya ile organik
kimya arasındaki farklılık ortadan kalktı.
Kimya alanındaki çalışmalar sonraları maddelerin tepkime biçimleri ısı etkisi çözeltiler
kristallenme ve elektrolizle ilgili konulara yöneldi ve Galvanizleme konularındaki
gelişmelerden fiziksel kimya (fizikokimya) doğdu. Bu arada M. Berthelot
termokimyanın temellerini attı. Raoult W. Ostwald van't Hoff J. W. Gibbs Le Chatelier
ve S. Arrhenius fiziksel kimyanın gelişmesinde önemli rol oynadılar.
İtalyan bilim adamı Alessandro Volta'nın 1800'de iki metal levha arasına nemli bez ya
da tuz çözeltisi koyarak elektrik akımı elde etmesi kimyada önemli gelişmelere neden
oldu. Humphry Davy 1807'de özel olarak geliştirdiği Volta pilini kullanarak erimiş
külden elektrik akımı geçirdi ve bu yolla önce potasyum adını verdiği Elementi sonra
da sodadan sodyum elementini ayırmayı başardı. Bu da elektrokimya dalında önemli
adımlar atılmasını olanaklı kıldı.
Çağdaş bilimin gelişmesiyle Sanayi Devrimi arasında yakın bir ilgi olduğu
düşünülmekle birlikte Sanayi Devrimi'nin anayurdu olan İngiltere'de bile bilimsel
buluşların dokuma ve metalürji sanayisini doğrudan etkilediğini göstermek zordur 18.
yüzyılda bilim dikkatli bir gözlem ve deneyciliğin sanayide üretimi önemli ölçüde
iyileştirebileceğini gösterdi. Ama ancak 19. yüzyılın ikinci yansından başlayarak bilim
sanayiye önemli katkıda bulunmaya başladı kimya bilimi Anilin boyalar gibi yeni
Maddelerin Üretilmesini Olanaklı
kıldı ve boyarmadde ile ilaç sanayisi hızla gelişen ilk kimya sanayisi oldu. 20.
yüzyılda madencilik metalürji petrol dokuma lastik inşaat gübre ve gıda
maddeleriyle doğrudan ilişkisi olan kimya sanayisi Elektrikten sonra bilimin
uygulamaya geçirildiği sanayiler arasında ikinci sırayı aldı. Yalnızca kimyanın
değil fiziğin de kimya sanayisine girmesiyle laboratuvarda elde edilen sonuçlann
doğrudan uygulamaya sokulduğu kimya fabrikaları kurulmaya başladı. Bu
süreçlerin denetlenmesinde çeşitli aygıtlara gerek duyulduğundan fiziksel
kimyacılar ve fizikçiler kimya sanayisinde etkin olmaya başladı ve böylece kimya
Mühendisliği mesleği doğdu
SİNEM BÜŞRA KABA
9/C
162
KİMYANIN TARİHİ
Download