Kimyanın Tarihi ve Tarihçesi Orta Çağ İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Bu çalışmalar sırasında yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan Yapısal Dönüşüm Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller, aslında bir kükürt-civa bileşimidir; ancak bunların iç ve dış niteliklerinde farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür. Bilindiği gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kurşun ve bakır gibi nisbeten daha az kıymetli metalleri, altın ve gümüş gibi metallere dönüştürmek istemişlerdir. İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları da genellikle bu doğrultuda sürdürülmüştür. Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü gerçekleştirecek el-İksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktır. Mükemmele en yakın metal, altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda altının kullanıldığı görülmektedir. İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür. Simyagerler, Yeryüzü'ndeki metallerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasında da ilişki kurmuşlardır. Örneğin altın Güneş'le ve gümüş ise Ay'la eşleştirilmiş ve bu metalleri göstermek için Güneş ve Ay'a benzeyen simgeler kullanılmıştır. Bu simgeler, 18. yüzyıla kadar pek fazla değişmeden gelmiştir; günümüzdeki simgeler ise 18. yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır. Yeni Çağ Bu dönemde kimya alanında maddenin yapısına ilişkin deneysel çalışmalar başlamış ve özellikle Boyle, Mayow ve Hook gibi bilim adamları sayesinde yeni bir atom kuramı geliştirilmiştir. Yakın Çağ Bu dönemde kimya, sanayinin belkemiği haline gelmiştir; ancak kimya çalışmaları sadece sanayide değil, tıp başta olmak üzere değişik bilim dallarında da önemli rol oynamıştır. Atom konusundaki çalışmalar, genetik ile ilgili çalışmaları ve canlıların temel maddesi konusunda yapılan araştırmaları büyük ölçüde etkilemiştir. Bu dönemde çağdaş kimya, yanma olgusunu açıklayan Lavoisier tarafından kurulmuştur. Bu sayede Lavoisier, Filojiston Kuramı'nı yıkmış ve oksijeni bulmuştur. Modern Kimyanın Doğuşu 15. yüzyıla dek kimya, eskiden beri bilinen kalıplarını bir türlü aşamamıştı. Bu kalıplaşma, efsanevi açıklamalarla ve ilkel reçetelerle örtülmeye çalışılıyordu. Kimya, halâ simya idi. 15. yüzyıldan itibaren simya, kıpırdamaya, kimya olmaya başladı. Fosfor, bizmut, platin gibi yeni bulunan elementlerin gösterdikleri tipik özellikleri yeni açıklamalar istiyordu; öteyandan sürekli uzmanlaşan endüstri ve ticaret de kimya sanayinin yeni şeyler üretmesini bekliyordu. Güherçile, şap, yeşil vitriol (demir sülfat), vitriol yağı (sülfürik asit) soda gibi maddelerin üretiminin arıtırlması gerekiyordu. Bütün bunlar da eski kalıpları kırmayı ve bunu önleyen geçmişle hesaplaşmayı dayatıyordu. Rönesans kimyacılarının tek ilgi alanı elbette madenler değildi. Georgius Agricola'nın 1556'da yayınlanan ve gelecek 200 yıl boyunca madencilik ve metalürji alanlarından çalışanların el kitabı olarak işlev gören on iki ciltlik dev eseri "De Re Metalllica" da maden ocaklarının yapımı, maden filizlerinin ocaklardan çıkarılması ve ocaklarda biriken suyun boşaltılması gibi konuların yanısıra metal işletmeciliğine ilişkin çok önemli bilgiler verilmektedir. Onun izleyicilerinden Bernard Palissy (1510-1589), seramik üretimini; Glauber, cam, güherçile ve bazı boyaların üretimini geliştirdi. Bu sırada, yani 16. yüzyılda İran ve Çin, porselen (çini) ve çömlekçilikte Avrupa'dan öndeydi. Kumaş ve deri sanayiinde önemli olan şap, Avrupa için önemli bir üretim dalıydı. Kimya alanındaki bir başka üretim alanı damıtmaydı. Damıtma, bir sıvı karışımının ısıtılması ve buharlaştırılarak bulunduğu karışımdan ayrılması ve yoğiunlaştırılarak yeniden elde edilmesidir. 15., 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupasında kuvvetli alkollü içkiler içiliyordu. Onun için damıtma işlemi yaygın ve büyük bir üretim koluydu. İçkiler, yalnızca aristokrasinin yemek alemleri için önem taşımıyordu; aynı zamanda cahil yerlilerin topraklarını ve vücutlarını da teslim almanın ikinci (birincisi baruttu) silahıydı. Hava ya da daha genel olarak gazlar, 17. yüzyıl başına dek bir "ruh" ya da "kaos" olarak görülmüştü. Gaza "gaz" adını veren van Helmont (1577-1634) idi. Helmont, Paracelsus'un izleyicilerindendi ve büyük bir deneyciydi. J. Bernal’a göre birinci sınıf bir dahiydi. Mevcut maddeler olarak sadece suyu ve havayı kabul ediyordu. O'nun görüşlerinin kaynağı eski İyonyalılardı. Ama o, felsefi bir varsayımdan çok deneysel souçlara dayanıyordu. Su koyduğu bir kapta söğüt ağacı yetiştirdi ve yaşam için hava ve suyun alınmasının yeterli olacağını savundu. Kaosu gaz olarak o adlandırdı; kimyanın ileriki zaferlerinin yolunu aydınlattı. Ayaklanmalarla ve içsavaşlarla geçen bir dönemin ardından 17. yüzyılın ikinci yarısı bilimin gerçek doğuşuna tanıklık etti Farkında Olmadan Bulunan İcatlar Kaza: Dağınık laboratuar dolabı... Kaza: Kutsal bir ilham ve hatalı üretim... Kaza: Kızgın ocağa atılan kauçuk... Kaza: Kırılması gereken deney tüpünün yere düştüğünde parçalanmaması... Kaza: Bilgisayardaki bozuk çıkış... Kaza: Fotoğraf camındaki sislenme... Kaza:Mezbaha işçilerinin kesim yöntemi... Kaza: Havada uçuşan bir küf... Kaza: Kurallara uymama.. Kaza: Karbon atomunun kilise kubbesine benzemesi... Mucit: Louis-Jacques Daguerre Tarih: 1838 Bu rastlantısal buluşun nedeni kırık bir termometre... Louis Daguerre, karanlık odada, gümüş iyodür levhada açığa çıkan görüntüyü sabitlemenin yollarını arıyordu. 1938 yılında bir gün, farklı kimyasal maddelerin bulunduğu dolabına, daha sonra kullanmak ve temizlemek üzere bozuk görüntülü bir film levhası koydu. Bunu tekrar dışarı çıkardığında görüntü belirginleşmişti. Ancak Daguerre, bu garipliğe hangi kimyasal maddenin neden olduğunu bilmiyordu. Bunun üzerine levhaları yerleştirdi ve kimyasal maddeleri birer birer dışarı çıkarttı. Dolabı boşaltmasına rağmen hala aradığı maddeyi bulamamıştı. Sonunda dolabın raflarından birinde, kırılmış termometreden dökülmüş civayı fark etti... Gümüşlü levha üzerine alınan görüntü (daguerreotype), modern fotoğrafçılığın başlangıcı oldu... Yerini ancak on yıl sonra negatif ve, pozitif film sürecine bıraktı. Geri Dön Mucit: Dr. Spencer Silver Tarih: 1974 "3M" bilim adamlarından Dr. Spencer Silver, 1970'lerin başlarında dayanıksız yapıştırıcıyı bulduğunda, bunu işe yaramaz bir buluş olarak değerlendirmişti... Bundan yıllar sonra, meslektaşı Art Fry, bir kilisede ilahi kitabındaki ayracın bir türlü istediği yerde durmaması üzerine oldukça sinirlendi. Anlamsız vaazlardan mı yoksa kutsal bir ilhamdan mı bilinmez, kafasını bu konuya yormaya başladı ve birden aklına meslektaşının işe yaramayan buluşu geliverdi... Bu sayede ayıracın kitaba yapışmasını sağlayacak, ancak çıkarttığında da kitaba zarar gelmeyecekti. Post-it kağıdı tabii ki bir gecelik başarının ürünü değil... 3M'in ortaya attığı bu örnek, büro malzemeleri içinde vazgeçilmezler arasında yerini aldı... Geri Dön VULKANİZE KAUÇUK (LASTİK) Mucit: Charles Goodyear Tarih: 1844 Amerikalı Charles Goodyear, 10 yıldan beri ham kauçuğu daha sağlam ve elastik hale getirmenin çarelerini arıyordu. Bu onda bir takıntı halini almıştı ve hatta ödenmemiş borçları nedeniyle hapse bile girdi. Goodyear bu konuda her şeyi denemişti; karışımına kükürt bile eklemişti. Ne var ki, bu karışımı kızgın ocağa atıncaya kadar hiçbir sonuç elde edemedi: Kauçuk erimiyordu... Bunu gece boyunca dışarıya çivileyen Goodyear, ertesi gün karışımın oldukça esnek olduğunu fark etti. Kükürtle sertleştirme yöntemine, Romalılar'ın ateş tanrısından esinlenerek, "Vulkan" adını verdi (vulkanizasyon). Yöntemin Amerika'daki patentini almayı başardı, ancak Fransa ve İngiltere'den yasal formaliteler nedeniyle patent alamadı. Goodyear, Paris'te borçları nedeniyle hapis yattıktan sonra Amerika'ya döndü. Patentleri ortakları tarafından yağmalandığından yoksulluk içinde öldü. Ancak en azından "Goodyear Tyre" ve "Rubber Company" gibi şirketler onun isminin gelecek kuşaklar tarafından da anılmasını sağladı... Geri Dön DAYANIKLI CAM Mucit: Edouard Benedictus Tarih: 1903 Güvenli camın bulunması, tam da en çok ihtiyaç duyulan zaman*da gerçekleştirildi: Motorlu taşıt çağında... 1903 yılında Fransız kimyager Edouard Benedictus, deney tüpünü laboratuarının zeminine düşürdü. Tüp kırıldı ancak dağılmadan tek parça halinde kaldı. Benedictus, kolodyum ihtiva eden sıvının buharlaşmasından sonra tüpte kalan ince plastik tabakanın parçalanmayı engel*lediğini anladı. Bunu not ettikten sonra bu konu üzerine fazla kafa yormadı. Ancak, kaza yapan bir aracın için*deki kızın kırılan camlardan çok feci şekilde yaralanması, bu konuyu tekrar gündeme getirmesine neden oldu. Daha önceki deneyiminden esinlenerek iki cam tabakasının arasına selüloz nitrat yerleştirerek üç katlı camı oluşturdu. Buluşu 1920'lerde arabaların ön camlarında kullanılmaya ve otomotiv endüstrisinde ciddi şekilde taklit edilmeye başlandı Geri Dön KAOS TEORİSİ Mucit: Ed Lorenz Tarih: 1960'lar Amerikalı meteoroloji uzmanı Ed Lorenz'in bilgisayarında anlamsız ve komik veriler belirince, Lorenz bunların her zamanki aksaklıklardan kaynaklandığını düşündü. Ancak hatayla ilgili ipuçlarını elde etmek için kağıttaki çıktıda çalışmaya başladı. Bilgisayarın, başlamak için ilk sonuçları eşleştirdiğini, ancak daha sonra haritayı yok ettiğini gördü. Birden jetonu düştü: Lorenz bilgisayara aynı girdileri ikinci aşamada yüklememiş, bu küçük farklılık da, sonraki birkaç hafta boyunca, tamamen değişik sonuçlar verip durmuştu... Lorenz böylece, hava durumu gibi küçük olayların bazen çok büyük sonuçlar doğurabileceğini açıklayan "kaos teoremini" bulmuş oldu... Geri Dön RADYOAKTİVİTE Mucit: Henri Becquerel Tarih: 1896 Fransız fizikçi Henri Becquerel, 1896 Martı'nda laboratuarındaki çekmecesini açtığında büyük bir sürprizle karşılaştı. Kapkaranlık bir ortamda olmasına rağmen bazı fotoğraf camları bulanıklaşmıştı. O sırada Becquerel, yeni keşfedilen röntgen ışınları üzerinde çalışıyor ve bazı kimyasallar yardımıyla bunların yayılmalarını sağlamaya uğraşıyordu, ilk aklına gelen, güneş ışığının etkisiyle kristallerin ışını yaydığı ve fotoğraf camını sislendirdiğiydi... İlk deneyleri onun doğru yolda olduğunu desteklese de hava bozunca olayın seyri birdenbire değişti. Becquerel, kristallerin güneş ışığından etkilenmesini engellemek için kimyasallar kullanarak camları tekrar çekmeceye koydu. Camları dışarı çıkardığında, uranyumlu kristallerden oluşan camlarda artık sisin bulunmayışına oldukça şaşırdı. Ve bugün "bir atom çekirdeğinin ta*necikler veya elektromanyetik ışımalar yayarak kendiliğinden parçalanması" olarak bilinen radyoaktiviteyi keşfetmiş oldu... Geri Dön ŞOK TEDAVİSİ Mucit: Julius Wagner-Jauregg Tarih: 1917 ECT (Electroconvulsive the-rapy) olarak bilinen elektroşok tedavisi, mezbaha işçilerinin, domuzların elektrikle sersemlemelerinden sonra çok sakin durduklarını fark etmelerinin bir sonucu... ECTye, beyne elektrik akımı verilmesi suretiyle, depresyon gibi akıl hastalıklarının semptomlarını engellemekteki son çare olarak bakılıyor. Elektroşok tedavisi fikri, sıtma aşısıyla frengili hastaları te*davi eden Avusturyalı Julius WagnerJauregg tarafından geliştirildi. 1927 yılında Nobel Ödülü alan VVagner-Jauregg, bu fikre, "bir sisteme elektrik verilmesinin tedavi edici özellik taşıyacağından yola çıkarak ulaştı. Ve böylece, çok tartışılan şok tedavisi doğmuş oldu... Aynı zamanda, şizofrenlerin doğal yollardan çarpılmalarının, hastalık belirtilerinin iyileşmesine neden olduğu da belirlenmişti. Psikiyatristler, hastaların beynine elektrik akımı uygulamak yoluyla, anlaşılması güç tedavinin gerçekleştiğini belirtiyorlardı. Ancak ECTnin kısa süreli hafıza kaybına neden olması dışında önemli etkisinin bulunmadığına dair klinik bulgulara az da olsa rastlanıyor. Hastaların tedavi edilmesine yönelik olarak bu yöntem çok uzun zamandan beri kullanılmaya devam ediyor. Geri Dön PENİSİLİN Mucit: Alexander Fleming Tarih: 1928 St. Mary Hastanesi'nde danışman olarak çalışan ve Alexander Fleming'in hayatta kalan tek meslektaşı, ünlü bilim adamının penisilini 1928 yılında bir rastlantı sonucu bulduğunu anlatmıştı. Fleming bir deney üzerinde çalışırken, muhtemelen laboratuvarın karşısındaki bardan uçup gelen bir küf mikroskoptaki lamın üzerine konmuştu. O sırada Fleming, lam üzerinde zararlı bir bakteri türü olan stafilokokları inceliyordu. Dikkatsiz bir bilim adamı bu küfü büyük olasılıkla önünden uzaklaştırırdı, ama o, küfün bakteri üzerindeki etkisini görmek istedi. Sonuç hayret inciydi... Çünkü Fleming, "Penicilim notatum" isimli yeşil küfün bulunduğu bölümdeki bakterilerin öldüğünü fark etmişti... Daha sonra gerçekkleştirilen testlerde, bu küfün diğer bakteriler üzerinde de etkili olduğu ortaya çıktı. Tavşan, fare ve insanlar üzerinde yapılan testler sonunda, açık bir yan etkisinin de olmadığı görüldü. Ne var ki Fleming, küften sızan maddeyi bir türlü keşfedememişti. Sonuç olarak 1939 yılında, Oxford'dan Howard Florey ve Ernst Chain bu maddeyi ayrıştırmayı başardılar ve buna "penicilin" adını verdiler. Bu madde, öldürücü bakteriyel hastalıklarla savaşabilen ilk antibiyotik olarak tarihe geçti. Fleming ve diğer iki bilim adamı, 1945 yılında Nobel Ödülü aldılar... Çünkü, milyonlarca insanın hayatını kurtaran bir buluş yapmışlardı... Geri Dön SAKKARİN Mucit: Fahlberg adında bir kimya öğrencisi Tarih: 1879 1879 yılında Fahlberg adındaki bir kimya öğrencisi, toluol (kömür katranındaki hidrokarbon) türevle*rini araştırırken elindeki maddeyi tattı ve günümüzün yapay tatlandı*rıcısı sakkarin ortaya çıktı. Diğer iki yapay tatlandırıcı da kaza sonucu keşfedildi. 1937'de Il*linois Üniversitesi öğrencilerinden Michael Sveda sigarasını yaktı ve tatlı olduğunu tespit etti. Ve bu maddenin "cyclamate" olduğunu buldu. Nutra Svveet ise 1965 yılın*da anti nükleer bileşimler araştırılırken keşfedildi... Geri Dön BUCKMİNSTERFULLERME Mucit Harry Kroto Tarih: 1985 Harry Kroto ve meslektaşları, uzayda varolduğu düşünülen anlaşılması zor yapıdaki karbon atomlarını çözmeye çalışıyorlardı. Laboratuar testleri sonucunda karbonun, 60 atomdan oluşan, diğerlerinden daha güçlü ve istikrarlı yapıda olduğu ortaya çıktı. Cevaplar araştırılırken çalışma gruplarından biri, atomların, mimar Richard Buckminster Fullerln tasarladığı, kubbeli kiliseye benzeyen hexagonlardan oluştuklarını ortaya çıkarmıştı. Bu da Kroto'nun aklına, daha önce pentagon ve hexagonlardan oluşturduğu, "Gece Gökyüzü" modelini getirdi. O gece, çalışma gruplarından bir bölümü de karbon atomlarını, futbol topuna benzeyecek şekilde birleştirmişti. Ve grup, pentagon ve hexagonların hep 60 sayısında buluştuğunu keşfetti. 60 karbon atomundan oluşan "Buckyball’lar şu anda karbonun temel biçimi olarak değerlendirilirken, Kroto ve meslektaşları 1996 yılında Nobel Ödülü'nü almaya hak kazandılar... Akıllı toz Geri Dön Çoğu insan eşyalarının tuz buz olduğunu gördüğünde üzülür fakat bu Jamie Link için geçerli değil. Kaliforniya Üniversitesi’nde kimya doktorasını yapan Jamie, üzerinde çalıştığı silikon çiplerin toz haline geldiğini görür fakat sonrasında ilginç bir şekilde farkeder ki, küçük parçacıklar hala sensör fonksiyonlarına devam etmekte. Bu mucizevi buluş, ona üniversitenin en önemli ödülünü kazandırmasının yanı sıra, onun sağlıktan deprem araştırmalarına kadar bir dizi alanda önemli bir yere sahip olmasını sağlar. Geri Dön Kola Atlantalı eczacı John Pemberton, baş ağrısı için bir hazırlama telaşı içindeydi. İçeriğini halen bilmediğimiz karışımı 8 yıl boyunca eczanelerde satışa sundu. Fakat sonrasında tüm zamanların en popüler içeceği marketlerde şişeler halinde yerini aldı. Geri Dön Teflon Ozon tabakasına verdiği zarar halen konuşulup tartışılan ‘klorofluorokarbon’un(CFC), omlet severlerin en önemli aracı olacağı kimin aklına gelirdi. Güçlü bir soğutucu yapmak için hazırladığı CFC karışımını hidroklorik asitle reaksiyona sokan kimyager Roy Plunkett, yanmaz yapışmaz teflon tavayı icat etti. Geri Dön Sentetik boya 18 yaşındaki William Perkin sıtmaya karşı çare ararken dünyanın ilk sentetik boyasını üretti. Bazı karışımları birbirine eklediğinde ortaya parlak renk verici bir madde çıktı. Karışımın doğal boyadan daha canlı ve güzel olduğunu fark eden Perkin, bu çalışma sonrasında da kanser tedavisi için kemoterapiyi icat eden Paul Ehrlich’e ilham verecekti. Geri Dön Kalp pili Mühendis Wilson Greatbatch, kalp seslerini kaydeden bir cihaz üzerinde çalışıyordu. Yaptığı cihazdan yanlış parçayı çıkaran Wilson gerekli enerjiyi cihaza verdiğinde, icadı normal bir kalpten daha doğru ve hatasız nabız atmaya başlamıştı. Geri Dön Japon Yapıştırıcı Harry Coover, Kodak’ta çalışan bir kimyagerdi. II. Dünya Savaşı’nın ortasıydı ve Dr. Coover, şeffaf ve kurşuna dayanıklı bir materyal üzerinde çalışıyordu. Üzerinde çalıştığı materyal cyanoacrylate yapış yapış bir malzemeydi ve Coover çalışmalarını çöpe attı. Yıllar sonra, çöpe attığı şişe hala çöp kutusunun dibine yapışık duruyordu. Coover’ın jetonu düştüğünde yıllardan 1958'di. Geri Dön Kimya çok eski bir bilimdir; ilk uygulamaları insanların ateşi keşfetmeleriyle birlikte başlamıştır. Binlerce yıl sonra insanlar, bakır ve kalaydan tunç yapımında, altın ve demiri cevherlerinden ayırmada kimya bilgilerinden yararlandılar. Bitki köklerinden boyarmadde, bitkilerden ilaç ve zehir, tahıl ve meyvelerden alkol çıkardılar. İlk kimya kuramlarını Eski Yunanlılar geliştirdiler. Yunanlılar, bütün maddelerin toprak, hava, su ve ateşin değişik oranlarda birleşmesi sonucunda oluştuğunu ileri sürmüşlerdi. Ama kimya gerçek bir bilim haline ortaçağda gelmeye başladı. İlk deneysel kimyacılara "simyacı" denirdi (bak. SİMYA); simyacılar ana metalleri altına çevirmeye, hastalıklar için evrensel bir ilaç bulmaya ve ölümsüzlüğü getirecek bir madde keşfetmeye uğraştılar. Simyacıların düşüncelerinin pek çoğu yanlıştı; ama bu arada pek çok kimyasal maddenin de niteliklerini tanımladılar, bu maddeler arasındaki tepkimelere ilişkin ilk deneyleri yaptılar. Onların araştırmaları, özellikle de İsviçreli simyacı Paracelsus'unkiler, modern kimyaya açılan yolun temel taşlarını oluşturdu. İngiliz bilim adamı Robert Böyle, 1661'de yayımladığı The Sceptical Chymist("Kuşkucu Kimyacı") adlı kitabında bir elementi, "bileşikler" oluşturmak üzere başka elementlerle birleşebilen ve kendisinden daha basit maddelere ayrıştırılamayan temel madde olarak tanımladı. Böylesi birçok elementin bulunduğunun gösterilmesi, toprak, su, ateş ve havayı temel elementler olarak gören Eski Yunan düşüncesine son verdi. Böyle, dünyayı oluşturan farklı birçok maddenin var olduğunu ileri sürdü ve bunları ayırarak incelemeye yönelik dikkatli deneylere girişti. Ondan sonraki yüzyılda gerçekleşti rilen kimya araştırmaları, hangi maddelerin elementlere ayrıştırılabileceği, hangilerinin ise ayrıştırılamayacağı konusuna bir açıklık getirmeye başladı. Henry Cavendish hidrojeni keşfetti ve hidrojenin havada yakılması durumunda suyun oluştuğunu gösterdi; demek ki, su bir element olamazdı, çünkü suyun kendisi bir başka maddeyi, yani hidrojeni içermekteydi. İsveçli kimyacı Cari Wilhelm Scheele 1773'te ve İngiliz bilim adamı Joseph Priestley 1774'te, birbirlerinden ayrı olarak oksijeni keşfettiler. Havanın, biri oksijen öbürü azot olmak üzere iki gazdan oluştuğunu ilk keşfeden Fransız kimyacı Antoine Lavoisier oldu. Lavoisier yanma sürecini de açıkladı. Daha önceleri insanlar, yanabilen her şeyin yapısında "flojiston" denen bir maddenin yer aldığını sanıyorlardı. Buna göre, yanma olayı sırasında flojiston açığa çıkıyordu. Lavoisier, herhangi bir cisim yandığında oksijenle birleştiğini ve flojiston diye bir maddenin bulunmadığını ortaya çıkardı. Onun bu buluşu, ateşi sihir ya da büyüyle birleştiren görüşlerin ortadan kalkmasına yardım etti. Lavoisier, 1789'da kütlenin korunumu yasasını ortaya koydu; bu yasaya göre, herhangi bir kimyasal tepkimede oluşan maddelerin toplam ağırlığı, her zaman onları oluşturan maddelerin toplam ağırlığına eşittir. Buna göre, eğer bir kimyacı, kapalı bir kapta bulunan 100 gramlık bir karışımla tepkimeyi başlatırsa, arada yapılan ya da sonuçta ortaya çıkan her ne olursa olsun, tepkimenin bitiminde, kapta gene 100 gramlık bir karışım vardır. Lavoisier ayrıca, bugün elementleri ve onların bileşiklerini adlandırmakta kullandığımız sistemi de kurdu. Kimyasal değişimlerin açıklanmasında bundan sonraki en büyük adımı 1803'te İngiliz Öğretmen John Dalton attı. Dalton bütün elementlerin, kendilerinden daha küçük herhangi bir şeye bölünemeyen çok ufak atomlardan oluştuğunu ve elementlerin birleşmesinin, atomları arasındaki birleşmeden kaynaklandığını; bu birleşmede basit sayılarla ifade edilebilecek kadar atomun bir araya gelerek bileşik atomunu oluşturduğunu ileri sürdü. Bileşiklerin atomlarına daha sonraları molekül adı verildi. Dalton'un atom kuramı, dağınık, birbiriyle ilintisizmiş gibi gözüken pek çok gerçeği bir araya getirip açıkladı ve böylece 19. ve 20. yüzyıllardaki büyük ilerlemenin yolunu açtı. 1811'de, İtalyan kimyacı Amedeo Avogadro, aynı kuramı gazlara uyguladı. Avogadro, kendi adıyla anılan varsayımıyla, aynı koşullar altında ölçülen eşit hacimlerdeki gazların eşit sayılarda molekül içerdiğini ortaya çıkardı. 19. yüzyılda değişik atomların bağıl ağırlıklarını ölçmek, yani elementlerin "atom ağırlıklarını bulmak için çok çaba gösterildi. İsveçli Jöns Jacob Berzelius, sistematik biçimde giriştiği bu çalışmada doğru sonuçlara ulaştı. Elementler için simge olarak harflerin kullanılmasını öneren de Berzelius oldu. Berzelius'un çalışmaları, nicel çözümlemenin temellerini attı. Analitik kimyanın öteki dalı olan nitel çözümlemeyi ise Alman kimyacı Justus von Liebig kurdu. 19. yüzyılda keşfedilen elementler listesi uzadıkça (1860'a gelindiğinde bilinen element sayısı 80'i aşmıştı) kimyacılar, bu elementleri kendi aralarında gruplandırma ve onları davranış biçimlerine göre sınıflandırma girişiminde bulundular. 1869'da Rus kimyacı Dimitriy İvanoviç Mendeleyev, elementleri, benzer özelliktekiler aynı sütunda görülecek biçimde atom ağırlıklarına göre sıralar halinde dizerek, tam bir tablo düzenledi {bak. PERİYOTLAR CETVELİ). Mendeleyev'in geliştirdiği periyotlar cetveli, atomların yapısına ilişkin daha sonraki araştırmalarla kusursuz bir hale geldi. 1913'te, İngiliz bilim adamı Henry Moseley, X ışını tekniklerinden yararlanarak, her elementin atomundaki proton sayısına eşit özgün bir atom numarasının olduğunu ve bu türden 92 elementin bulunması gerektiğini ortaya koydu. Moseley ayrıca, her kimyasal bileşiğin yapısında, bu elementlerden iki ya da daha çoğunun bulunduğunu söyledi. Gerçekten de, bugünkü periyotlar cetveli 108 element içermektedir; bunlardan 92'si kararlı bir yapıya sahiptir ve bunların da ancak 39'u başka elementlerle birleşmemiş durumda serbest halde doğada bulunur. Atom numarası 92'den büyük olan elementler, başka moleküllerin, yüksek enerjili temel parçacıklarla bombardıman edilmesi yoluyla elde edilir {bak. ParçacIk HIZLANDIRICILARI). Atomun iç yapısının incelenmesi, 20. yüzyılda kimya ve fizikte köklü değişiklikler yarattı. Dalton'un atom kuramına göre, atomlar daha küçük herhangi bir şeye bölünemezdi; oysa bugün artık, atomların daha basit parçacıklardan oluştuğu biliniyor {bak. ELEKTRON; NÖTRON; PROTON; TEMEL PARÇACIKLAR). Kimyanın sanayiye uygulanması KİMYA SANAYİSİ maddesinde anlatılmıştır Kimya'nın Tarihsel Gelişimi Kimya sözcüğünün (Eski Mısır dilinde "kara" ya da "Kara Ülke") sözcüğünden türediği sanılmaktadır. Bir başka sav da khemeia (Eski Yunanca khyma: "metal dökümü) sözcüğünden türediğidir. Kimyanın kökenleri felsefe simya metalürji vetıp gibi çok çeşitli alanlara dayanır. Ama kimya ancak 17. yüzyılda mekanikçi felsefenin kurulmasıyla ayrı bir Bilim olarak ortaya çıkmıştır. Mezopotamyalılar Çinliler Mısırlılar ve Yunanlılar çok eski çağlardan beri Bitkilerden boyarMadde elde etmeyi dokumaları boyamayı deri sepilemeyi üzümden şarap Arpadan bira hazırlamayı sabun üretimini Camkaplar yapmayı biliyorlardı. Eski çağlarda kimya sanatsal bir üretimdi. Daha sonra Antik Çağın deneyciliği Yunan doğa felsefesi Rönesans simyası tıp kimyası gelişti. 18. yüzyılda kuramsal ve uygulamalı kimya 19. yüzyılda organoteknik ve fizikokimya 20. yüzyılda ise radyokimya biyokimya ve kuvantum kimyası gibi yeni dallar ortaya çıktı. Ünlü kimya tarihçisi Hermann Kopp İS 300- 1600 arasını soy (asal) olmayan metalleri soy metallere dönüştürecek filozof taşının ve insan ömrünü sonsuzlaştıracak yaşam iksirinin arandığı simya çağı; 1600- 1700 arasını ilaçların hazırlandığı iyatrokimya (tıp kimyası) çağı; 1700- 1800 arasını yanma sürecinin araştırıldığı filojiston kimyası çağı; bundan sonraki dönemi ise nicel kimya çağı olarak adlandırmıştır. 16- 18. yüzyıllar arasındaki dönem yeniçağ kimyası olarak da tanımlanır. yaşam iksirinin arandığı simya çağı; 1600- 1700 arasını ilaçların hazırlandığı iyatrokimya (tıp kimyası) çağı; 1700- 1800 arasını yanma sürecinin araştırıldığı filojiston kimyası çağı; bundan sonraki dönemi ise nicel kimya çağı olarak adlandırmıştır. 16- 18. yüzyıllar arasındaki dönem yeniçağ kimyası olarak da tanımlanır. İbn Sina özellikle dönüşümle ilgilenmiş ve el-Fennü'l-Harmis nün Tabiiyat adlı kitabının mineralojiyle ilgili bölümünde mineralleri taşlar ateşte eriyen maddeler kükürtler ve Tuzlarolarak dört gruba ayırmıştır. İbn Sina madde ve biçimin bir birlik olduğunu doğa olaylarının açıklanmasında doğaüstü ve maddesel olmayan güçlerin etkisinin olmadığını söylemiş kuramsal düşünceyi ve kavram üretmeyi öne çıkarmıştır. Rönesans döneminde geçmiş yılların getirdiği kimya bilgisinin birikimiyle tıp ve kimyasal üretim alanlarında uygulamalı kimya ortaya çıktı. Bu dönemde eczacılıkta inorganik tedavi maddelerinin kimyasal yöntemlerle elde edilmesine "kemiatri" (kimyasal tedavi) adı verildi. Kemiatrinin kimya temeline dayalı ilaç üretimi biçimindeki pratik amacının yanı sıra hastalıklar ve madde alışverişi olaylarının kimyasal yorumu gibi kuramsal bir amacı da vardı. Bu kuramsal amaçla ilgili yönelime iyatrokimya denir. Günümüzde kemiatrinin karşılığı farmasötik kimya ve kuramsal biyokimyadır. İyatrokimyanın öncüsü olan İsviçreli hekim Paracelsus'a ( 1493- 1541) göre Tuz kükürt ve cıva var olan bütün cisimlerin temel yapıtaşı olan beden can ve ruhun karşılığıydı. Bu üçlü arasında denge bozulduğunda hastalık başlıyordu. Paracelsus midenin bir kimya laboratuvan olduğunu özsuların yoğunlaşmasıyla hastalıkların ortaya çıktığını ve bu durumun ilaçla giderilebileceğini savundu ve farmakolojide Kimyasal Maddelerden Yararlanılması Yolunda Çaba Harcadı Johann Baptist van Helmontx(1580-1644) ve Johann Rudolph Glauber (1604-68) Rönesans kimyasının temsilcileridir. Suyun temel Element olduğuna inanan van Helmont'un en önemli çalışmaları çeşitli süreçlerle Gaz üretimini ilk kez açıkça gerçekleştirmesi ve deneylerinde teraziyi kullanarak kimyasal çalışmalara nicel özellik kazandırmasıdır. Glauber'in en büyük başarısı ise yemeklik Tuzu sülfürik asitle parçalayarak tuz asidi (hidroklorik asit) ve Sodyumsülfat elde etmesidir. Sodyum sülfat dekahidrat günümüzde de onun adıyla Glauber tuzu olarak bilinir. Glauber ayrıca ilk kez metallerin tuz asidi içinde çözünmesiyle metal klorürlerin oluşacağını gösterdi. Simya 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa'da derebeyi saraylarında giderek yayıldı ve bu durum bilimsel kimya gelişene ve Elementlerin birbirine dönüştüğü inancının sarsılmaya başlamasına değin sürdü. 17. yüzyılda kimyanın sanat ya da bilim olup olmadığı çok tartışıldı. Bu yüzyılda çağdaş anlatımla uygulamalı ve kuramsal kimya ayırımı vardı. Kemiatri metalürji kimyası madencilik ve demircilik kimyası uygulamalı kimyanın içinde yer alıyordu. Kuramsal kimya ise betimlenebilen "tüm doğa bilimleri" anl***** gelen physica'nın içindeydi. Yeniçağdaki oluşum deneyimden (experientia) deneye {experimentum) doğru oldu ve deneyin doğa araştırmasındaki bilimsel önemi kabul edildi. Kimya zamanla simyadan ayrıldı ve eski çağların gizemli görüşlerinden uygulamalı kimyaya geçildi. Eski kimyada madde ve bileşikler yalnızca beklenen son ürün açısından önemliydi. Çeşitli reçeteler ise beklenen sonuca götüren bir araçtı. Eski düşünce ve bilgilerin doğruluk ya da yanlışlıklarının denetlenmesi ancak kimyasal tepkimelerin gözlenmesi ve tepkime sürecinin incelenmesiyle olanaklıydı. Mekanikçi felsefe ile kimyanın etkileşimine en iyi örnek Robert Boyle'un çalışması oldu. İngiliz bilim adamı Robert Boyle 1661'de yayımladığı The Sceptical Chymist (Kuşkucu Kimyacı) adlı yapıtıyla Aristotelesçi görüşleri çürüttü. Böyle kimyasal Elementlerimaddenin parçalanmayan yapıtaşları olarak açıkça tanımladı ilk kez kimyasal bileşikler ile basit karışımlar arasında ayrım yaptı kimyasal birleşmelerde özelliklerin tümüyle değiştiğini basit karışımlarda ise böyle değişimlerin olmadığını söyledi; Gazlar üzerinde yürüttüğü deneylerde GazlarınBasıncı ile Hacimleri arasındaki bağıntıyı belirleyen yasayı buldu ve ilk kez elementlerin ve bileşiklerin doğru tanımını yaptı. Böyle ayrıca Havanınyanma olaylarındaki rolünü keşfetti ve havanın tartılabilir bir madde olduğunu söyledi. 18. yüzyılda kimyanın temel sorunu yanma olayının (ateş ruhlarının işlevlerinin) açığa kavuşturulması oldu. 17. yüzyıl ortalarına doğru maddedeki elementlerden birinin yanmaya neden olduğu ileri sürülmüş ama bu sav ateşin maddesel bir cisim olamayacağı gerekçesiyle ünlü simyacı van Helmont tarafından reddedilmişti. Alman simyacı Johann Joachim Becher (1635-82) bu öneriyi daha sonra 1669'da yeniden gözden geçirdi ve terra pinguis olarak adlandırılan ateş elementinin yanma sırasında kaçıp giden bir nesne olduğunu varsaydı. Becher'in öğrencisi ve Berlinli bir hekim olan Georg Ernst Stahl ( 1660- 1734) bu nesneye flojiston" adını verdi. Yanma olayına yanlış da olsa ilk kez bir bilimsel açıklama getiren flojiston kur***** göre yanıcı maddeler yanıcı olmayan bir kısım ile flojistondan oluşur. Buna göre metal oksitler birer element metaller ise kil (metal oksit) ile flojistondan oluşan birer bileşik maddedir. Metal yandığında eksi kütleli "plan flojiston bir ruh gibi ayrılır ve elementin külü (metal oksit) açığa çıkar. Küle yeniden flojiston verildiğinde de yeniden metal oluşur. Örneğin çinko oksit flojistonca zengin olan kömürle ya da Hidrojen gazıyla ısıtıldığında yeniden çinko oluşur ve hafifler. Bir yüzyıl boyunca kimyaya egemen olan bu kuram element kavr***** uygun olmamakla birlikte kimyanın bilimsel gelişmesinde çok büyük rol oynadı. Cavendish Priestley ve Scheele ise çalışmalarında karbon dioksit OksijenKlormetan (bataklık gazı) ve hidrojen gazlarını ayrı gazlar olarak tanımladılar. Cavendish ayrıca gazları yoğunluklarına göre ayırdı. İlk kez suyun bir element olmayıp oksijen ile Hidrojenin bir bileşiği olduğunu kanıtladı. Bu çalışmaların da yardımıyla flojiston kuramı yıkıldı. Aynı zamanda bir fizikçi olan Antoine-Laurent Lavoisier ( 1743-94) kimyanın babası sayılır. Lavoisier metal oksitlerinin daha önce Priestley ve Scheele'nin keşfettiği oksijen ile metallerin yaptığı bileşikler olduğunu kanıtladı yanma ve oksitlenme olaylarının günümüzde de geçerli olan açıklamasını yaparak kimyada yeni bir çığır açtı. Kapalı kaplarda yaptığı deneylerde kimyasal tepkimeler sırasında kütlenin değişmediğini saptayarak 1787'de kütlenin korunumu yasasını ortaya koydu. Kimya'daki devrim yalnızca kavramlarda değil yöntemlerde de gerçekleşti. Ağırlıksal yöntemler duyarlı çözümler yapmayı olanaklı kıldı ve kütlenin korunumu yasasıyla nicel kimya dönemi başladı. Lavoisier'den sonra 1798'de Alman kimyacı Richter birleşme ağırlıkları yasasını 1799'da gene Alman kimyacı Proust sabit oranlar yasasını ve 1803'te ingiltere'den John Dalton katlı oranlar yasasını geliştirdi. Gay-Lussac da Alexander von Humboldt'un yardımıyla öbür gazlarla tepkimeye giren bir Gazın her zaman belirli Hacim oranlarıyla birleştiğini buldu. İtalyan fizikçi Amedeo Avogadro 1811'de gaz halindeki pek çok elementin birer Atom lu değil ikişer atomlu oldukları ve aynı koşullar altında bulunan gazların eşit hacimlerinde eşit sayıda Molekül bulunacağı varsayımını geliştirdi. Avogadro'nun bu varsayımını 50 yıl sonra 1860'ta Stanislao Cannizzaro yasa düzeyine çıkardı. İtalyan fizikçi Amedeo Avogadro 1811'de gaz halindeki pek çok elementin birer Atom lu değil ikişer atomlu oldukları ve aynı koşullar altında bulunan gazların eşit hacimlerinde eşit sayıda Molekül bulunacağı varsayımını geliştirdi. Avogadro'nun bu varsayımını 50 yıl sonra 1860'ta Stanislao Cannizzaro yasa düzeyine çıkardı. 19. yüzyılın başlarında ingiliz kimyacı Humphry Davy ve öteki bilim adamları volta pillerinden sağladıkları güçlü Elektrikakımlarını bileşiklerin çözümlenmesi ve yeni elementlerin bulunması çalışmalarına uyguladılar. Bunun sonucunda kimyasal kuvvetlerin elektriksel olduğu ve örneğin aynı elektrik yüklü iki hidrojen Atomunun birbirini iteceği ve Avogadro varsayımına göre birleşerek çok atomlu Molekülü oluşturmayacağı ortaya çıktı. 1859'da Alman fizikçi Gustav Kirchhoff ve kimyacı Robert Bunsen'in bulduğu tayf çözümleme tekniğinin yardımıyla da o Güne değin bilinen elementlerin sayısı 63'ü buldu. Elementlerin atom ağırlıkları ile fiziksel ve kimyasal özellikleri arasındaki bağıntıyı bulan Rus kimyacı Dimitriy İvanoviç Mende-leyev 1871'de ilk kez kimyasal elementlerin periyodik yasasını açıkladı. Mendeleyev'e göre hidrojenin dışındaki Elementler artan atom ağırlıklarına göre bir sırayla düzenlendiğinde bunlann fiziksel ve kimyasal özellikleri de bu sıraya göre düzgün bir değişim gösteriyordu. Ama bu düzgün gidiş kesintilerle birkaç sıra halindeydi ve bu sıralara periyot adı verildi. Mendeleyev'in tablosunda atom ağırlığı daha büyük olan bazı elementlerin ön sıralarda yer alması atom ağırlıklarının ölçüt alınamayacağını gösterdi. İngiliz fizikçi H.G. Moseley 1913'te X ışınımı yardımıyla elementlerin atom numaralarını saptadığında bu sıralamada atom numaralarının temel alınması gerçeği ortaya çıktı. Bundan sonra Mendeleyev'in tablosundaki boş olan yerler yeni keşfedilen Elementlerle dolmaya başladı. Wilhelm Röntgen'in 1895'te X ışınımını bulmasından hemen sonra Henri Becquerel 1896'da uranyumdaki doğal radyoaktifliği keşfetti ve 1900'de fizikçi Max Planck kuvantum kuramını ortaya attı. Rutherford 19J9'da HavadakiAzotu radyum preparatlanndan salınan alfa taneciklerinin yardımıyla oksijene ve Hidrojene dönüştürerek ilk yapay element dönüşümünü gerçekleştirdi. August Kekule'nin 1865'te kurduğu yapı kuramının genişletilmesi sonucunda bireşimleme (sentez) ve ayrıştırma yoluyla pek çok yeni madde elde edilebildi. Bu kurama göre Atomlar değerliklerine karşılık gelecek biçimde bileşikler halinde birleşirler ve her Atomun belirli bir değerliği vardır. Kekule' nin bu açıklamalarından sonra kimyasal bileşikler yeni bir biçimde değerlendirilmeye başladı. Örneğin su (H2O) H-O-H karbon dioksit (CO2) O-C-O biçiminde gösterildi. Bu gösterimden bireşimleme kimyası çok yararlandı. Kekule ayrıca Moleküllerin farklı özelliklerinin Atomların birbiriyle yaptığı farklı bağlarla belirlendiğini kanıtladı ve kapalı formülü C6Ü6 olan benzenin halka biçiminde birleşmiş bir yapısı olduğunu çözdü. Yapı kur***** dayanarak varlığı düşünülen bileşiklerin bireşimsel olarak üretilebilmesine yönelik özel yöntemler geliştirildi; yapısı bilinmeyen doğal ya da yapay bileşiklerin iç yapılarını çözmek amacıyla da tam tersi bir yol izlenerek bunların yapılan sistemli bir biçimde ve aşamalı olarak parçalanarak bulundu. Kekule'nin buluşu aromatik karbon kimyasının hızla gelişmesini olanaklı kıldı. F. Wöhler siyanür bileşikleriyle çalışırken üreyle formülü aynı olan amonyum siyanatı bireşimledi. Biri Mineral öbürü hayvansal kökenli olan her iki ürün de aynı elementlerin aynı sayıdaki atomlarından oluşuyordu. Bu buluşla izomerleşme olgusu ortaya çıktı ve inorganik kimya ile organik kimya arasındaki farklılık ortadan kalktı. Kimya alanındaki çalışmalar sonraları maddelerin tepkime biçimleri ısı etkisi çözeltiler kristallenme ve elektrolizle ilgili konulara yöneldi ve Galvanizleme konularındaki gelişmelerden fiziksel kimya (fizikokimya) doğdu. Bu arada M. Berthelot termokimyanın temellerini attı. Raoult W. Ostwald van't Hoff J. W. Gibbs Le Chatelier ve S. Arrhenius fiziksel kimyanın gelişmesinde önemli rol oynadılar. İtalyan bilim adamı Alessandro Volta'nın 1800'de iki metal levha arasına nemli bez ya da tuz çözeltisi koyarak elektrik akımı elde etmesi kimyada önemli gelişmelere neden oldu. Humphry Davy 1807'de özel olarak geliştirdiği Volta pilini kullanarak erimiş külden elektrik akımı geçirdi ve bu yolla önce potasyum adını verdiği Elementi sonra da sodadan sodyum elementini ayırmayı başardı. Bu da elektrokimya dalında önemli adımlar atılmasını olanaklı kıldı. Çağdaş bilimin gelişmesiyle Sanayi Devrimi arasında yakın bir ilgi olduğu düşünülmekle birlikte Sanayi Devrimi'nin anayurdu olan İngiltere'de bile bilimsel buluşların dokuma ve metalürji sanayisini doğrudan etkilediğini göstermek zordur 18. yüzyılda bilim dikkatli bir gözlem ve deneyciliğin sanayide üretimi önemli ölçüde iyileştirebileceğini gösterdi. Ama ancak 19. yüzyılın ikinci yansından başlayarak bilim sanayiye önemli katkıda bulunmaya başladı kimya bilimi Anilin boyalar gibi yeni Maddelerin Üretilmesini Olanaklı kıldı ve boyarmadde ile ilaç sanayisi hızla gelişen ilk kimya sanayisi oldu. 20. yüzyılda madencilik metalürji petrol dokuma lastik inşaat gübre ve gıda maddeleriyle doğrudan ilişkisi olan kimya sanayisi Elektrikten sonra bilimin uygulamaya geçirildiği sanayiler arasında ikinci sırayı aldı. Yalnızca kimyanın değil fiziğin de kimya sanayisine girmesiyle laboratuvarda elde edilen sonuçlann doğrudan uygulamaya sokulduğu kimya fabrikaları kurulmaya başladı. Bu süreçlerin denetlenmesinde çeşitli aygıtlara gerek duyulduğundan fiziksel kimyacılar ve fizikçiler kimya sanayisinde etkin olmaya başladı ve böylece kimya Mühendisliği mesleği doğdu SİNEM BÜŞRA KABA 9/C 162 KİMYANIN TARİHİ