mesolithic dönem m.ö. 10000 - Tire Belediyesi İbn

advertisement
“Geçmişten habersiz olmak demek her zaman çocuk kalmak demektir.”
Giriş
MESOLİTHİC DÖNEM M.Ö. 10000 - 8500 ARASI
M.Ö. 35000 lerde Filistin'deki Mont Carmel'de buluştukları antropolojik olarak tesbit
edilen Neanderthal ve Cromagnon diye isimlendirilen iki farklı insan tipinden, önce
Cromagnon, nereden çıktığı belli olmadığı gibi nereye gittiği de bugün belli olmadan
ortadan kaybolur ve ikisinin karışımının çocuğu, ürünü olan bugünkü Homo Sapiens
Sapiens (HSS) M.Ö. 10.000 lerde yeryüzünde kısmen yalnız kalarak yürüyüşler
bahsinde açıkladığımız geometrik biçimde Kafkaslar - Mezopotamya ekseni etrafında
dünya kirmanı'na sarılmaya başlar.
Daha sözün başında, Musul bölgesi Irak’ın merkezi, Irak Ortadoğu’nun
merkezi, Ortadoğu ise dünyanın merkezidir denilse, bu büyük bir abartma
sayılmamalıdır. Çünkü, Avrupa’nın her zaman övünç ve gururla sahiplendiği Grek ve
Latin uygarlıklarının kökü eski Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarına dayanır.
Ayrıca, insanlık tarihi boyunca gelişmiş kültür ve uygarlıkların ve dünyaya egemen
olan büyük devletlerin çoğu, ya bu bölgede kuruldu veya bu bölgeyi ele geçirmek
istedi. Elbette bunun birçok nedeni var. Her şeyden önce bölge, her bakımdan stratejik
önem taşır:
* Ekonomik bakımdan stratejiktir.
* Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri bakımından stratejiktir.
* Doğu-batı ve kuzey-güney yolları üzerinde geçiş noktası olarak toplumsal
stratejik önem taşır.
* Göç yolları üzerinde bulunması nedeniyle birçok toplumun karıştığı bir
bölgedir. Yani etnik ve demografik açıdan stratejik önem taşır.
* Geçiş noktası üzerinde bulunduğundan tarih boyunca pek çok toplumun
çatışma alanı olmuştur. Bu bakımdan genel anlamda askerî stratejik önemi vardır.
* Musul bölgesi de Kuzeydoğu Anadolu, Türk Boğazları, Trakya ve Kıbrıs gibi
Türkiye’nin güvenlik sigortası durumunda olduğundan Türkiye için özel anlamda
askerî stratejik önem taşır.
* Eski ve ortaçağlarda Filistin’den başlayıp Lübnan, Hatay, İskenderun ve
Güneydoğu Anadolu’yu içine aldıktan sonra Hakkâri üzerinden güneye dönen ve
Basra körfezine kadar inen, yay şeklindeki bu bölgeye “Verimli Hilal” adı verilmiştir.
Çünkü bölge tarıma, dolayısıyla yaşamaya son derece elverişlidir. Bu bakımdan
tarımsal stratejik önemi vardır.
SAYFA 1 / 26
* Bu nedenle en eski kültür ve uygarlıklar orada ortaya çıktı ve en eski devletler
o bölgede kuruldu. Bu yönüyle tarihsel stratejik önem taşır.
* Selçuklu Türkleri Anadolu’ya ilk kez1 Hakkâri bölgesinden girdikleri için
Türkiye açısından ayrıca tarihsel önem taşır.
* Birçok eski dinin ve üç büyük göksel dinin yayılma ve etki alanı olduğundan
bölgede çok çeşitli etnik gruplar ortaya çıktığı gibi, çeşitli din ve mezhep grupları da
bulunmaktadır. Bu nedenle dinsel stratejik önemi vardır.
* Musul bölgesinin bu özelliklerine, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında petrol de
eklenince bölge, güçlü devletlerin çekim alanına bir kat daha girdi.
Musul, Kerkük ve Süleymaniye illerinin bulunduğu bölgeye eskiçağda Grekler,
“iki ırmak arası” veya “iki ırmak ortası” anlamına gelen Mezopotamya adını verdi.
Araplar aynı bölgeye yine “iki ırmak arasındaki ülkeler” anlamına gelmek üzere
Bilâdu mâ Beynu’n-Nehreyn veya kısaca “iki ırmak arası” anlamına gelen Beynu’nNehreyn dedi. Başka bir deyimle, bölgenin Grekçe olan adını Arapça’ya çevirdi.2
Ancak, Mezopotamya veya Beynu’n-Nehreyn adları da bölgedeki durumu tam
yansıtmamaktadır. Çünkü, asıl anlatılmak istenen şey, bugünkü Irak’ın kuzey
bölgesinde eskiçağda yaşamış olan uygarlıklar ve devletlerdir. Oysa eskiçağda bölge
uygarlıkları ve devletleri, Fırat’ın batısına da, Dicle’nin doğusuna da yayılmıştır.
Herhalde Grekler de bu eksikliğin farkına varmış olmalılar ki Mezopotamya adına ek
olarak “iki ırmak arası ve çevresi” anlamına gelmek üzere Parapotamya adını da
kullandı.
Coğrafya bakımından ise Bağdat’ın kuzeyinde kalan bölgeye “ada” anlamına
gelen el-Cezire3 adı verildi. Elcezire bölgesinin “dağlar” anlamına gelen el-Cibâl adı
da vardı. Fakat el-Cibâl ile el-Cezire birbirine karıştığından, Ortaçağın sonlarına doğru
Acem Irak’ı adı kullanılmaya başladı.
Bağdat’ın güneyinde kalan bölgeye ise Irak denildi. Yani “Irak” adı gerçekte
bugünkü Irak topraklarını değil, Bağdat’ın güneyinde kalan bölgeyi ifade eder. Irak
adının anlamı henüz kesin olarak çözülemedi. Bu kelime eskiçağda güneydeki önemli
Sümer kentlerinden biri olan Erek veya Uruk sitesinin adının bozulmuş şekli olabilir.
Konuyla ilgili görüşler arasında en güçlü olanı budur. Çünkü, diğer görüşlerde de ileri
sürülen kelimelerin Uruk kelimesinden çıkmış olma olasılığı yüksektir.4
1
1015-1017 yıllarında.
Bazı Arap araştırmacılar bölgeyi tanımlamak için Bilâdu’r-Râfideyn (İki Çay Ülkesi) veya Hadâretu’rRâfideyn (İki Çay Uygarlığı) terimlerini kullanmaktadır. Bu iki terim de eksiktir. Çünkü, Türkçe’de “ırmak” ve “çay”
nasıl farklı anlam taşıyorsa, Arapça’da da “nehr” ve “râfid” kelimeleri farklı anlam taşır. “Râfid” nehirden daha küçük
bir akarsudur ve bu kelime Türkçe’deki “çay”ın karşılığıdır. Oysa Dicle ve Fırat birer çay değil, aksine bölgenin en
büyük iki ırmağıdır.
2
4
Başka bir görüş olarak, Irak adı orta Fars ve Pehlevi dilinde Medlerin yaşadığı topraklara verilen Arak
kelimesinden gelmiş olabilir. Çünkü eskiçağlarda İran coğrafyasında yaşamış olan Persler ve Medler genellikle Irak’ın
kuzeyine, zaman zaman da bütün Irak’a egemen oldu. Bu nedenle eski İran topluluklarının da Uruk kentinden dolayı
bölgeye Arak demiş olmaları olasıdır.
Irak adının, Arapça’da “su kıyısı” veya “kıyı bölgesi” anlamına gelen urk ya da uruk kelimesinden çıktığını
ileri sürenler de vardır. Uruk adlı Sümer sitesinin Basra Körfezi’ne yakınlığı göz önüne alınırsa, kelimenin eskiçağlarda
SAYFA 2 / 26
Tarih boyunca bölge için kullanılan adlar şöyle toparlanabilir:
Eskiçağdan günümüze kadar değişik toplumlar ve kişiler bugünkü Irak’ın kuzey
yarısı için Mezopotamya, Parapotamya, Elcezire, el-Cibal, Acem Irak’ı ve Beynu’nnehreyn gibi adlar kullandı. Bölge, Bağdat’ın biraz kuzeyinden geçen yatay bir
çizgiyle bölünürse, Irak adı bugünkü Irak’ın güneyde kalan kısmı için kullanıldı.5
Irak olarak anıldı ve seksen beş yıldan beri kullanıla geldi. Bölge bugün de
hemen hemen herkes tarafından “Kuzey Irak” olarak anılmaktadır.
Irak’ın kuzey ve güneyinin coğrafi sınırlarına gelince; uluslar arası nitelikteki
coğrafi bölge sınırları genellikle, devlet sınırları gibi kesin ve net değildir. Çağdan
çağa, ülkeden ülkeye, kişiden kişiye, hatta çıkardan çıkara deşiklik gösterir. Örneğin,
Balkanların kesin bir sınırı olmadığı gibi Ortadoğu’nun da kesin bir sınırı yoktur. Bu
sonuncuyu Hindistan’a kadar uzatanlar bile var. Irak bölgesinin sınırları da çok büyük
farklılıklar olmamakla birlikte zaman zaman değişkenlik gösterdi.
Bu kısa girişten sonra Musul-Kerkük-Süleymaniye bölgesinin sosyal ve siyasal
tarihini şu başlıklar altında ele almak uygun olur görüşündeyim:
1- Bölgenin etnik yapısı.
2- Bölgenin dinsel yapısı.
3- Bölgenin nüfus yapısı.
4- Avrupa devletlerinin bölgedeki çıkarları.
5- Bölgedeki misyoner faaliyetleri.
6- Toplumlararası çatışmaların başlaması (1918’e kadar).
7- 1919-1926 yılları arasındaki gelişmeler.
8- 1926’dan günümüze kadar geçen dönem.
Bölgenin Etnik Yapısı
Dar anlamda Musul-Kerkük-Süleymaniye, geniş anlamda Irak bölgesinin etnik
yapısı, tarih içinde gelişen olaylar nedeniyle sık sık değişti. Bu değişiklikler aynı
zamanda yeni toplumların oluşması sonucunu doğurdu. Bölgenin en eski sakinleri,
MÖ 4.000 yıllarında, dışarıdan gelip Irak’ın güney bölgesine yerleşen Sümerlerdir.6
Kuşkusuz bölgede dışarıdan gelmeyen otokton topluluklar da vardı. Ancak bu
toplulukların kimlikleri ve varsa uygarlık ve kültürleri hakkında henüz yeterli bilgilere
sahip değiliz.
Sümerler hiçbir zaman Irak’ın kuzeyine, hatta ortalarına kadar olan bölgede
siyasal anlamda egemen olamadı. Tarihteki önemleri ileri bir kültür yaratmış olmaları
ve bu kültürün Mezopotamya ve Ortadoğu kültürlerini büyük ölçüde etkilemesi
yanında, Ortadoğu dışına da taşmış bulunmasıdır. Mesela bir Sümer eseri olan
Gılgamış Destanı’ndaki özellikle Tufan hikâyesi Asurca, Babilce, Hurrice ve Hititçe
Sümerce’den Arapça’ya geçmiş olabileceğini söylemek yanlış olmaz. Irak adının etimolojik kökeni ve anlamı hakkında
başka görüşler de vardır.
5
Irak için Sevad veya Savad adının kullanıldığını ileri sürenler de var. Osmanlı metinlerinde de Sevad-ı Irak
biçiminde sıkça kullanılan bu terim, gerçekte Irak’taki ekili alanları ifade etmektedir. Yani siyasal bir terim değil,
tarımsal bir terimdir.
6
“Sümer” Sümerce’de “güney” anlamına gelir. Hititler gibi Sümerlerin de gerçek adı bilinmemektedir.
SAYFA 3 / 26
gibi çeşitli eskiçağ dillerine çevrildi, Hindistan’dan Yunanistan’a kadar o zamanki
dünyanın bütün toplumlarında sevilerek ve ufak değişiklikler yapılarak anlatılan bir
hikâye oldu.
Sümerlerden sonra bölgedeki etnik yapı, güneyden gelen Sami göçleri ile
çeşitlenmeye ve belli etnik gruplar oluşmaya başladı.7 Yaklaşık MÖ 3.000 yıllarında
başlayan ve uzun süre dalgalar halinde devam eden bu göçler sonunda Irak, Suriye,
İsrail, Ürdün ve Habeşistan ile bu bölgelerin çevresi Semitik bir özellik kazandı. Yeni
gelenlerin, daha önce gelen Sümerler ve otokton topluluklarla karışması sonucunda ise
Akad, Babil, Asur ve daha birçok yeni etnik topluluklar ve devletler ortaya çıktı.
MÖ 2725 yılında kurulan ve bugünkü Irak’ın büyük bir kısmına egemen olan,
Sümerlerden sonraki en eski devlet Akad İmparatorluğu’dur.8 Akad Devleti’nin
yıkılmasından sonra Mezopotamya’da eskiçağ boyunca yeni devletler kuruldu ve yeni
kültürler ortaya çıktı. Akadlardan sonra, MÖ 2050 yılında Elam, Güney Irak’a egemen
oldu.
Mezopotamya’nın Akadlar’dan sonraki diğer önemli bir siyasal unsuru da Babil
Devleti’dir. MÖ 2000 yıllarında kurulan Birinci Babil Devleti yıkıldıktan sonra MÖ
yedinci yüzyılda İkinci Babil Devleti kuruldu. Yeni Babil Devleti’nin kıralı
Nabonassar9 MÖ 586 yılında Kudüs’ü ele geçirdi ve Yahudilerin büyük bir kısmını
Babil’e sürgün etti. Tevrat’ta sözü edilen Babil Tutsaklığı işte bu olaydı ve Tevrat’ta
yazdığı gibi yetmiş yıl değil kırk yedi yıl sürdü.10 Babil tutsaklığı sırasında Tevrat
kaleme alındı ve bu iş yapılırken birçok Sümer hikâyesi, özellikle Gılgamış
destanındaki Tufan olayı, Nuh Peygambere uyarlanarak Tevrat’a konuldu.11
MÖ 2000 yılında Irak’ın orta ve kuzey kesimleri Asur İmparatorluğu’nun
yönetimine girdi. Asurlular ticarette son derece ileri gitti ve Orta Anadolu’ya kadar
uzanan koloniler kurdu. Bunlardan en önemlisi Kayseri yakınlarında bulunan
Kültepe’deki Kaniş Karumu’dur. Asurlular MÖ dokuzuncu yüzyılda sınırlarını
Akdeniz’e kadar genişletti. Bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Toroslara kadar
Güneydoğu Anadolu ve daha sonra bütün Irak Asur yönetimi altına girdi.12
Asurluların en önemli sorunlarından biri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya
egemen olan Urartulardır. Urartular, Musul bölgesini ele geçirmek istedi, ancak iki
ülke arasındaki mücadele Asur’un başarısıyla sonuçlandı.
7
Jeolojik araştırmalara göre Son Buzul Çağı’ndan hemen sonra bugünkü Arabistan Çölü (Boş Çeyrek,
Rubu’l-hâli, Empty Quarter) sık ormanlarla kaplı, bol akarsuları bulunan ve iklim yapısı insanların yaşaması için son
derece elverişli bir bölgeydi. Buzulların güney sınırı kuzeye doğru çekilince, zaman içinde bölgede kuraklık ve giderek
çölleşme başladı. Bu iklim ve çevre değişikliği sonucu, yaşam koşullarının zorlaşması nedeniyle Arap Yarımadası’nın
güney ve orta kesimlerindeki Sami toplulukların bir kısmı kuzeye ve yarımadanın dışına göç etmeye başladı.
8
Kelimenin Akkad ve Agade şekilleri de vardır. Akad Devleti’nin en ünlü hükümdarı Sargon’un yaşamı, Babil
Tutsaklığı sırasında yazılan Tevrat’ta Musa peygambere uyarlanmıştır.
9
Bu kelimenin Nabukodonosor veya Nabu-kudur-u sur biçimlerinde söylenişi de vardır.
10
586-539 yılları arası.
11
Sümerler, etnik ve kültürel anlamda ne Sami ne de Semitik (Samileşmiş) bir toplum değildi. Aksine
Urartular gibi Asyatik özellikler gösteriyordu.
12
Bugün kullanılmakta olan “Suriye” adı da egemen devlet olan “Asuriyye”den gelmektedir.
SAYFA 4 / 26
MÖ altıncı yüzyılda Medler, Babilliler’le anlaşarak Asur’u yıktı ve Irak’ın
güneyinde Babilliler, kuzeyinde ise Kaşşu’lar13 egemen oldu. Musul bölgesindeki
mücadele eskiçağ boyunca devam etti.
Konuşmanın asıl konusunu oluşturan bu bölge görüldüğü üzere, eskiçağlardan
beri sürekli bir çatışma alanıydı. Çünkü bölge, hem İran’da, hem Mısır ve Suriye’de,
hem Anadolu’da, hem de Güney Irak’ta kurulan devletlerin açık kapısı durumundaydı.
Bu nedenle sözü edilen yerlerden herhangi birinde kurulan bir devlet, ilk fırsatta
Musul bölgesine egemen olmak istiyordu.
Greklerin deyimiyle Mezopotamya, Arapların deyimiyle el-Cezire, Türklerin
deyimiyle Musul Vilayeti bölgesi daha Hz. Ömer zamanında 642 yılında Müslüman
Arap Devleti’nin yönetimi altına girdi. Bunu yine birer Müslüman Arap devleti olan
Emevi ve Abbasi egemenliği izledi. Müslüman Arap egemenliğiyle birlikte Arap
nüfus iskânı ve Araplaşma dönemi de başladı.
Musul bölgesinde Türklerin varlığı ise, genellikle sanılanın aksine oldukça
eskidir. Milattan önceki yıllarda Orta Asya’dan çeşitli Türk gruplarının gelip Anadolu
ve Mezopotamya’ya yerleştikleri bazı kaynaklarda yazmakta ise de bu konuda ayrıntılı
bilgiye henüz sahip değiliz.
Sonraki yüzyıllarda Türklerin Irak bölgesine gelmeleri Anadolu’dan önce oldu.
Arap kaynaklarının verdiği bilgilere göre, İslamî dönemde ilk kez 674 yılında, yani
Hz. Muhammed’in ölümünden kırk dört yıl sonra, Emevi komutanlarından
Ubeydullah bin Ziyad, Buhara ve çevresinde kurulmuş olan Kaboç Hatun
yönetimindeki Türk beyliğine saldırdı ve 2.000 Türk askerini Irak’a götürdü. Bu Türk
birliği önce Basra dolaylarında çıkan ayaklanmayı bastırdı ve daha sonraki yıllarda
Arap askerlere okçuluğu öğretti.
Türklerin ok atmadaki ustalıkları ve savaşta gösterdikleri cesaret Arapların
dikkatini çekti ve bundan sonraki yıllarda çok sayıda Türk insanı köle olarak satın
alınmak yoluyla veya paralı asker olarak, sadece Irak coğrafyasında değil, bütün Arapİslam dünyasında yerleşmeye başladı.
Abbasi halifesi Harun el-Reşid14 muhafız birliğini bütünüyle Türklerden
oluşturdu. Harun el-Reşid’in oğlu Mu’tasım15 sadece Türklerden oluşan bir ordu
kurdu. Bu ordu için Bağdat ile Kerkük arasında Samerra16 adıyla özel bir kent inşa
ettirdi ve başkent, Bağdat’tan Samerra’ya taşındı. Buradaki Türk askerlerinin sayısı
40.000’e ulaştı. O zamanki dünya nüfusunun azlığı göz önüne alınınca, bu rakamın
büyüklüğü kolayca anlaşılır.17 Bu gelişmelerin sonunda Arap-İslam dünyasındaki
Türkler üst düzey yönetim kadrolarına atanmaya başladı ve etkinlikleri giderek
13
Diğer adıyla Kasit’ler.
Harun el-Reşid 786-809 yılları arasında saltanat sürdü.
15
Harun el-Reşid’in Türk asıllı karısından olan oğlu. Mu’tasım, 833-842 yılları arasında saltanat sürdü.
16
Samerra adı “görenleri mutlu eder” anlamına gelen Arapça “Surre men ra’a” kelimelerinin değişmiş
14
şeklidir.
17
Mu’tasım, Türk askerlerinin evlenmeleri için çeşitli bölgelerden Türk kızları getirtti. Bununla askerlerin üstün
nitelikleri bozulmamış olacaktı.
SAYFA 5 / 26
arttı.18 Mesela, Mısır’a vali olarak atanan Türk komutanlarından Tolun-oğlu Ahmet,
bir süre sonra burada bağımsızlığını ilân etti ve daha sonra Suriye ve Musul
bölgelerini de ele geçirdi.
Ortadoğu’da böylece başlayan etnik biçimlenme eski, orta ve yeniçağ boyunca
sürdü ve her siyasal ve sosyal olay sonucunda yeni etnik veya kültürel topluluklar
ortaya çıktı. Günümüzde Musul bölgesindeki etnik yapı yaklaşık İslamiyet’in yayılışı
ve Türklerin bölgeye gelmelerinden sonra oluşmaya başladı.
Bugün bölgede etnik grup olarak Türkler, eğer özgün bir millet kabul edilirse
Kürtler19, Araplar, Farslar, Süryaniler ve Sabiîler bulunmaktadır.20
Bölgenin Dinsel Yapısı
Sümerlerle başladığı kabul edilen Mezopotamya panteonu, eskiçağ boyunca
temel yapısını değiştirmeden, çeşitli etnik gruplar içinde değişik biçimlerde, baskın
din olarak varlığını sürdürdü. Sümerlerin en güçlü tanrıları gök tanrısı Anu21, güneş
tanrısı Utu ve ay tanrısı Enzu’dur. Bu tanrılar diğer Mezopotamya topluluklarında
değişik adlarda ama yine panteon anlayışı içinde Hıristiyanlığın çıkışına kadar, hatta
ondan sonra da daha birkaç yüzyıl yaşadı. Mesela Babil’de bu güçlü tanrılar birleşip
Marduk adını aldı. Güneş tanrısı Utu “Şamaş”, gök tanrısı Anu “İlu”22 adı ile
varlığını sürdürdü.23
Eskiçağda Mezopotamya topluluklarındaki bu çok tanrılı din yanında, yine
eskiçağlarda sayıları çok az olmakla birlikte Musevi gruplar da vardı. Bu küçük
Musevi grupları, Babil Tutsaklığı’ndan sonra kalmış olacağı gibi, daha sonraki
yıllarda ticaret amacıyla gelip yerleşmiş olabilir.24 Ancak, Musevilik
Mezopotamya’da hiçbir zaman baskın bir din olmadı.
Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın ölümünden yaklaşık 200 yıl sonra, Ortadoğu’nun çok
tanrılı dinlere inanan toplulukları arasında önemli ölçüde yayılmıştı. Hatta bir görüşe
göre Süryaniler daha ikinci yüzyılda Hıristiyanlığı kabul etmişti.25 Hıristiyanlığın asıl
yayılışı 313 yılında yayınlanan Milano Fermanı ile serbest bırakılmasından sonra oldu.
610 yılında İslamiyet yayılmaya başladığı sırada, Ortadoğu topluluklarının çok
büyük bir kısmı Hıristiyan, az sayıda Musevi ve Sabii, çok az sayıda da politeist
gruplar vardı. İslam devletlerinin kısa bir süre içinde Ortadoğu’ya egemen olması
üzerine, bölgedeki dinsel yapı değişmeye başladı. Gerek bölge halkının bir kısmının
18
Abbasi Devleti’nde Türklerin etkinliğini ünlü Arap tarihçisi ibn Haldun şöyle anlatmaktadır; “…Halife,
Vasıf ile Boğa arasında, kafesteki kuş gibi hapsolmuştu. Papağana ne öğretilirse onu söylediği gibi, Halife de bu iki
Türk komutanı tarafından öğretilen sözleri tekrarlardı…”.
19
41 numaralı dipnota bakınız.
20
Sabiîlerin dinsel bir topluluk oldukları kesindir ama etnik bir topluluk olup olmadığı araştırmacılar arasında
tartışılmaktadır. Yezidi inanç sisteminin de bir mezhep mi, bağımsız bir din mi olduğu konusu tartışılmaktadır. Ayrıca,
etnik kökenlerinin Kürt olduğu konusu da henüz kanıtlanmış değildir.
21
Veya An.
22
Veya El.
23
Tanrı El veya İlu’nun adının, Yahudilerde Eloh, Araplarda İlah biçimine dönüştüğü ve bu toplulukların
dilinde kullanıldığı sanılmaktadır.
24
Arap Yarımadası’nın güneyinde de Musevi topluluklar vardı. Mesela, Habeşli komutan Ebrehe, Yemen
üzerine sefere çıktığı zaman Habeşliler 200 yıldan beri Hıristiyan, Yemen’deki Himyerli hükümdarı Zu Nuvas ile halkı
ise Musevi idi ve Zu Nuvas, ülkesine Hıristiyanlığın girmemesine çalışıyordu.
25
Bu nedenle Süryani kilisesine Kadim Süryani veya Süryan-ı Kadim Kilisesi de denir.
SAYFA 6 / 26
İslamiyeti kabul etmesi, gerek yarımadanın orta ve güneyinde yaşayan Arapların
kuzeye göçleri, gerekse daha sonraki yüzyıllarda Müslümanlığı kabul eden Türklerin
Ortadoğu’ya gelmeleri sonucu, bölgede Müslüman topluluklar çoğunluğu oluşturdu.
Haçlı Seferleri ve diğer tarihsel olaylar bu sonucu fazla değiştirmedi. Yirminci
yüzyılın başına gelindiğinde Musul-Kerkük-Süleymaniye bölgesinde yaşayanların çok
büyük bir kısmı Müslüman, az sayıda Hıristiyan, çok az sayıda ise Musevi vardı.
Müslümanların çoğunluğu Sünni ve Şia mezhebine mensuptu. Hıristiyanlık ise
daha dördüncü yüzyılın başından itibaren bölünmeye başlamıştı. Yeni Eflatuncu
felsefe üzerine kurulu İskenderiye ilahiyat okuluna göre Hz. Meryem tanrı anası idi ve
Hz. İsa’da da sadece bu özellik vardı.
Bu monofizit görüş, Aristo felsefesi temelleri üzerine kurulmuş olan Antakya
ilahiyat okulu tarafından reddedilmişti. 428 yılında İstanbul patrikliğine atanan
Nestor26, Hz. Meryem’in tanrı anası değil, insan anası olduğunu, dolayısıyla Hz.
İsa’nın insan olarak doğduktan sonra tanrı doğasını kazandığını ve böylece iki özelliğe
sahip olduğunu savundu. Nestor’dan sonra diofizit inanç yayılmaya devam etti ama
doğu toplumları arasında tartışma bitmedi.
Kadıköy konsilinden sonra doğu Hıristiyanları iki ana kiliseye bölündü.
Anadolu ve Suriye tabanı olan kiliseye monofizit Süryani Kilisesi, Urfa’dan
başlayarak Irak ve İran’da tabanı olan kiliseye de diofizit Nasturi Kilisesi adı verildi.
Bazı araştırmacılar monofizit Süryani Kilisesi’ne Batı Süryani Kilisesi, diofizit
Nasturi Kilisesi’ne Doğu Süryani Kilisesi demektedir.27 Daha sonra 543 yılında
bağımsız Süryani Kilisesi’ni kuran Yakup Baradai’ın adından dolayı monofizit
Süryani kilisesine aynı zamanda Yakubi Kilisesi de dendi.
Musul-Kerkük-Süleymaniye bölgesindeki diğer bir Hıristiyan grup
Kildaniler’dir. Kildani adının kökeni ve Kildanilerin etnik yapısı üzerinde pek çok
görüş ileri sürüldüyse de hiçbiri kesin bir sonuca ulaşamadı. Aslında Kildani, Nasturi
ve Süryani kiliselerinin tarihi son derece birbirine karışmıştır. Bu karışık durumda her
bir kilisenin ve bu kiliselere bağlı toplumların sınırlarını kesin çizgilerle çizmek
zordur. Çünkü bu üç mezhep mensubu, tarihleri boyunca sürekli olarak kendi
aralarında mezhep değiştirdiği gibi, zaman zaman Katolik mezhebine de girdi. İşte
Kildaniler, on altıncı yüzyıldan itibaren tekrar Katolikliğe geçen Nasturiler’dir.
Kildani Patrikhanesi, 1551 yılında Nasturi Kilisesi’nden ayrıldı ve
bağımsızlığını ilan etti. İki yıl sonra Yuhanna Sulaka, papa tarafından “patrik”
unvanıyla takdis edildi ve patrikhane günümüze kadar geldi.
KOZMOGONİ
26
Veya Nastur.
Ancak bu terim yanlış kullanılmaktadır. Çünkü görüldüğü gibi iki kilise farklı Hıristiyan felsefesine sahiptir
ve etnik bakımdan da aralarında bir benzerlik söz konusu değildir.
27
SAYFA 7 / 26
Grekler, “iki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya adını verdi. Araplar
aynı bölgeye yine “iki nehir arasındaki ülkeler” anlamına gelmek üzere Bilâdu mâ
Beynu’n-Nehreyn veya kısaca “iki nehir arası” anlamına gelen Beynu’n-Nehreyn dedi.
Başka bir deyimle, bölgenin Grekçe olan adını Arapça’ya tercüme etti. Bazı Arap
araştırmacılar bölgeyi tanımlamak için Bilâdu’r-Râfideyn (iki ırmak ülkesi) veya
Hadâretu’r-Rafideyn (iki ırmak uygarlığı) terimlerini kullanmaktadır. Bu iki terim de
eksiktir. Çünkü, Türkçe’de “nehir” ve “ırmak” nasıl farklı anlam taşıyorsa Arapça’da
da “nehr” ve “râfid” kelimeleri farklı anlam taşır. Râfid nehirden daha küçük bir
akarsudur ve bu kelime Türkçe’deki ırmağın karşılığı sayılabilir. Oysa Dicle ve Fırat
bölgenin en büyük iki nehridir.
Ancak, Mezopotamya veya Beynu’n-Nehreyn adları da bölgedeki durumu tam
yansıtmamaktadır. Çünkü, asıl anlatılmak istenen şey, bugünkü Irak’ın kuzey
bölgesinde eskiçağda yaşamış olan uygarlıklar ve devletlerdir. Oysa eskiçağda bölge
uygarlıkları ve devletleri, Fırat’ın batısına da, Dicle’nin doğusuna da yayılmıştır.
Herhalde Grekler de bu eksikliğin farkına varmış olmalılar ki Mezopotamya adına ek
olarak “iki nehir arası ve çevreleri” anlamına gelmek üzere Prapotamya adını da
kullanmıştır.
Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşturduğu havza, yani yaklaşık bugünkü Irak
Devleti toprakları, ortaçağın başlarından on yedinci yüzyıla kadar etnik ve coğrafya
bakımından iki bölgeye ayrıldı ve her bölge değişik adlarla adlandırıldı. Etnik anlamda
bölgenin kuzeyine Iraku’l-Acem (Acem Irak’ı), güneyine ise Iraku’l-Arap (Arap
Irak’ı) dendi. Bu adlandırma Osmanlı Devleti döneminde de uzun süre kullanıldı.
Hatta Kanuni Sultan Süleyman’ın bölgeye yaptığı seferlerden birinin adı Irakeyn, yani
“iki Irak” seferidir ki bununla Acem Irak’ı ve Arap Irak’ı kastedilmiştir.
Coğrafya bakımından ise kuzey kısmına “ada” anlamına gelen Elcezire (elCezire) adı verildi. Elcezire bölgesinin “dağlar” anlamına gelen el-Cibâl adı da vardı.
Fakat el-Cibâl ile el-Cezire birbirine karıştığından, Ortaçağın sonlarına doğru Acem
Irak’ı adı tercih edildi.
Bölgenin güney kısmına ise Irak denildi. Irak adının anlamı henüz kesin olarak
çözülemedi. Bu kelime eskiçağda güneydeki Erek veya Uruk sitesinin adının
bozulmuş şekli olabilir. Başka bir olasılık olarak Irak adı orta Fars ve Pehlevi dilinde
“İran” anlamına gelen Arak kelimesinden de gelmiş olabilir. Ancak, eski İranlıların da
Uruk kentinden dolayı bölgeye Arak demiş olmaları büyük bir ihtimaldir.
Irak adının, Arapça’da “su kıyısı” veya “kıyı bölgesi” anlamına gelen urk ya da
uruk kelimesinden çıktığını ileri sürenler de vardır. Uruk adlı Sümer sitesinin Basra
körfezine yakınlığı göz önüne alınırsa, kelimenin eskiçağlarda Sümerce’den
Arapça’ya geçmiş olabileceğini söylemek yanlış olmaz. Irak adının etimolojik kökeni
ve anlamı hakkında başka görüşler de vardır.
Tarih boyunca bölge için kullanılan adlar şöyle toparlanabilir:
Eskiçağlardan günümüze kadar değişik toplumlar ve kişiler bugünkü Irak’ın
kuzeyi için Mezopotamya, Parapotamya, el-Cibal, el-Cezire, Acem Irak’ı, Beynu’nSAYFA 8 / 26
nehreyn gibi adlar kullandı. Bugünkü Irak’ın güney kısmı için sadece Irak adı
kullanıldı.
(Babilce ziqqurrat, zaqā "yükselmiş yere kurmak") eski Mezopotamya vadisinde ve
İran'da terası bulunan piramitlere benzeyen tapınak kulesidir.
Tanım
Zigguratlar eski Mezopotamya'da Sümerlerde, Babillerde ve Asurlarda bir çeşit
tapınaktır. En eski ziggurat örnekleri basit yükselti platformları iken Ubaid
döneminde, M.Ö. 4000lü yıllara aitti. En sonuncusu da M.Ö. 6'ıncı yüzyıldadır.
Piramitlerin aksine zigguratların üstü düzdür. Basamaklı piramit tarzı ilk krallık
dönemleri sonunda olmuştur. Dikdörtgen, oval ya da kare platformlar üzerinde
kurulan zigguratların pramitsel tasarımı mevcuttu. Güneşte ısıtılmış tuğlalar
zigguratların dışındaki görüntüsünü yaratmıştır. Bu tuğlalar genelde astrolojik
anlamlarından dolayı değişik renklere sahipti. Kat sayısı 2 ila 7 arasındaydı ve
tepesinde ya bir tapınak ya da türbe bulunurdu. Türbeye ulaşmak için bir tarafında
rampalar yapılır ve bu rampa en aşağısından en yükseğine kadar uzanırdı. Tanınmış
örnekleri arasında Horsabad'da bulunan Büyük Ur Zigguradı bulunur.
Mezopotamya zigguratları halkın ibadet ettiği ya da seremoni yaptığı yerler değildi.
Bu yerlerde tanrıların bulunduğuna inanılırdı. Zigguratlar sayesinde tanrıların
insanlara yakın olduğuna inanılır, ve her şehirin kendi tanrısı mevcuttu. Sadece
rahipler zigguratın içerisindeki odalara girebilirdi ve onların sorumluluğu altında
tanrıların gereksinimleri karşılanırdı. Bu vesile ile, zigguratların içerisinde tanrılarla
yüzyüze karşılaştıklarını ve diyalog kurabildiklerini iddia eden rahipler Sümer
halkının böylece en güçlü üyelerinden olmuştur.
Bilinen 32 ziggurat vardır. Bunlardan 4'ü İran'da, gerisi Irak'dadır. En son keşfedilen
ziggurat İran'ın merkezi Sialk'da bulunmuştur.
Günümüzde eski halini en iyi koruyan zigguratlardan biri de İran'ın batısında Koka
Zanbil'dedir; İran-Irak Savaşında bir çok arkeolojik yer yokolsa da burası ayakta
kalmıştır. Sialk ise günümüzde mevcut olan en eski ziggurat olduğu tahmin
edilmektedir ve M.Ö.3000lü yıllardan kalmaktadır. Ziggurat tasarımları basit bir tepe
üzerine oturulmuş mimariden, matematiği ve inşaatın mucizesine kadar ulaşabilen bir
çok çeşittedir.
Basit bir ziggurata örnek, Sümerler döneminden kalan Uruk'daki Beyaz Tapınak'dır.
Ziggurat kendiliğinden Beyaz Tapınağın bulunduğu yerdir. Amacı da ne kadar
gökyüzüne yakın olursa, tanrılara ulaşımın o kadar kolay olduğuna inanılırdı.
SAYFA 9 / 26
Bilinen en büyük ziggurat ise, Babil'den kalma Marduk zigguratıdır (ya da
Etemenanki). Ne yazık ki, bu tapınağın tabanından bile kalıntısı fazla kalmamıştır,
ancak arkeolojik araştırmalar ve tarihsel kayıtlar sayesinde bu zigguratın renkli 7 katlı,
ve tepesinde de dev bir tapınaığın bulunduğu gösterir. Tapınağının renginin indigo
(mora yakın) olduğu düşünülmekte, ve en üst katlarda da bu renk kullanılmaktadır.
Tapınağın üstüne giden 3 merdivenin bulunduğu bilinir, ve bunlardan ikisi zigguratın
yarısına kadar ulaşır.
Bu zigguratın diğer ismi Etemenanki, Sümerce de "Cennet ve Dünya'nın kuruluşu"
manasına gelir. Hammurabi tarafından inşa edildiğine inanılır, ve bu zigguratın içinde
bulunanlar bundan daha önce bulunan zigguratlarda da bulunur. En üst katı 15 metre
uzunluğunda tuğla gelişimiyle Kral Nebukatnezar tarafından yapılmıştır.
Anlatımı ve manası
Herodot'a göre, her zigguratın tepesi bir türbe idi, ancak bu türbelerden hiçbiri
günümüzde mevcut değildir. Buranın pratik bir kullanımı da, zigguratların yüksek bir
yer olması sayesinde rahiplerin yükselen sulardan ve sellerden kaçabilmesini
sağlıyordu. (Misal olarak 1985 seli) Başka bir pratik kullanımı da güvenlik
açısındandı. Türbenin sadece 3 yoldan ulaşılabilir olması ve çok az güvenli rahip
olmayanların geçebilmesini engelleyebiliyordu. Yapılan ritüeller arasında kurban
edilen etin pişirilmesi ve yenmesinin de mevcut olduğu tahmin edilmektedir.
Zigguratın yüksekliği, çıkan dumanın şehirdeki binaların üzerine düşmesini
engelliyordu. Her zigguratın içinde detaylı bir tapınak bulunurdu ve burada ana bahçe,
depolar ve yaşam yerleri bulunurdu ve etrafına da şehir kurulurdu.
İncil'de bahsi geçen Babil Kulesi hikayesi Mezopotamya'daki zigguratlardan bahseder,
büyük bir ihtimalle de bu ziggurat Etemenanki (Marduk) dur.
DİN SORUNU:
İlk yazılı belgelerle birlikte 3000 yılına doğru Mezopotamyalılar, birkaç yüzyıldan
beri yüksek uygarlığa dünyada ilk ulaşanlar durumundaydılar. Bunun göstergeleri,
siyasal örgütlenme ve iktisadi planlama, giderek daha ileri teknikleri geliştirilmesi,
sanat, şehircilikte patlama ve son olarak, bütün bunları taçlandıracak önemli bir
düşünsel atılımın hem işareti hemde aracı olan yazının icat edilmesiydi.
1800 İLE 1600 Arasında bir süre tek dinsel ve düşünsel metropol olan Babil üzerinde
toplanan siyasal üstünlük önce Kasit işgalcilere, sonra birinci bin yılın ilk yüz
yıllarında kuzey Asurlulara geçecek, 609 doğru yeniden Babillilere geri gelecek
SAYFA 10 / 26
ancak540 doğru İranlılara, sonrada 330 doğru Yunanlılar üstünlüğü ele geçirecektir.
Helenistik dünyayı aydınlatmaya başlayıncaya kadar Mezopotamya uygarlığı dünyayı
aydınlatacaktır.
Yakından bağlı olduğu kültür gibi , Mezopotamya dini , Sümer ve Akat akımlarının
birleştiği noktadır. Bu dini akımların ilkinden tanrıların ve onların ayrıcalıklarını
doğacı ve sınırlı bir anlayışla tasarlanması , kosmosun yerli yerine konması , rit gibi
birçok biçimsel veriyi almıştır ve bunları değişik bir ruhla işlemiştir.
Kalde de bulunan Ur, İbrahim’in yeriydi milattan önce VI. Yüzyılda
Nebukadnezzar’ın Yahudileri sürgün ettiği yer kulesiyle ve tek diliyle BABİL’Dİ.
İki nehir arası denen mezpotmia bölgede yaşayan Sümerlerin kozmolojik kavrayışları
bakımından en şaşırtıcı nokta; Sümerlerin dinsel edebiyatında dünyanın yaradılışından
daha çok insanın yaradılışı ele alınmıştır. Sümerler tanrılarla yaratılan yada dünya
üzerinde kendiliğinden türeyen insanın yer aldığı çerçeveyle ilgilendikleri
görülmektedir.
• Babillilerin enuma eliş adlı metinde Evrenin kökleri tasvirinde ; ilkel çift
Tiamat-Apsu üst sular-alt sular , tuzlu ve atlı suların var olduğu , yaradılış
öncesinden başlayarak gittikçe çeşitlenen tanrı birlikteliklerinin ortaya
çıkmasıyla Marduk’a kadar uzanan evrimi aşama aşama tasnif eder. Marduk
Tiamat’ı yenen demiurgostur. Tiamat’ın bedeni boydan boya yarılacak ve insan
yaratılılacaktır.
• Söz konusu yazıda bir aletin (kazma)kökeni anlatan mitlerde mevcuttur.
• Gılgameş – Enkidu- Cehennem anlatımlarında yaradılış üç ana çizgi mevcuttur.
Gök topraktan uzaklaşınca
Toprak gökten ayrılınca
İnsan’ın adı verilince
An gök’ü götürünce
Enlil toprağı götürünce
Yukarıdaki satırlar dünyanın yaradılışını ifade etmektedir. Toprak ve gök birbirinden
ayrılır (gök)(an) yukarı doğru, toprak(ki) aşağıya doğru çekilir.
• Rüzgar Enlil’e atmosferi, ayrıca hareketsiz maddeye ister geri isterse ileri
hareket kazandırmaya gücü atfetmesi ileriki tarihlerde başka kozmogonilere yol
açmıştır. Örneğin Elohim, yaradılışın ilk bölümünde sular üzerinde uçar.(I,ayet
2b)
• Rüzgar efendi Enlil gökte tek hakimdir, yer yüzünde ejderhadır, Annunna
tanrıların en büyüğüdür ve KENDİ KADERİNİ KENDİ BELİRLER.
• İÖ.4000 yılına doğru Mezopotamya’nın güney ucunda Eridu adlı küçük ve
zengin bir kasaba kuruldu ve önemi İÖ.3500 yılına kadar sürdü. Babil çağında
Eridu siyasal ve ekonomik düzlemde özel ve önemli merkezdi çünkü dünyanın
düzenlenmesine ve uygarlığın yayılmasına buradan başladığına inanılır.
Babillilerin EA adını verdikleri tanrı Enki, toprak kültü içine hiçbir mekanda
yer almamasına rağmen Babil Tarih penteonun merkez figürü olmuştur. Enki /
EA dünyanın yaradılışındaki belli başlı etmenler olarak mitler lerdeki yerini
almıştır.
SAYFA 11 / 26
Bunlardan bazı enteresan benzerlikler bulduğum bir ritüeli sunmaktayım;
“Babil’de bulunan bir ritüel “kalu” rahiplerinin görev alanına aittir ve harabeye
dönen bir tapınağın yıkılıp yapılaması vesilesiyle anlatılmaktadır. Tören tapınağı
yenileyecek kişinin yaptığı bir dizi eylemden oluşmaktadır. Temiz bir giyisi giymiş ,
koluna kalaylı bir bilezik takmış ,elinde kurşun bir balta ile tapınağın ilk tuğlasını
kaldırır. Bu tuğla din dışı kişilere yasaklanan bir yere götürülür. Geçmiş zamanın yeni
yapıya lanet getirmemesi için yapılan bölümden sonra rahip ‘kalu’ ortaya çıkar ve
tuğla üzerine bal kaymaktan bir karışım hazırlar ve aşağıdaki duayı okur;
• Anu gökleri yarattığında Nudimmud da onun konutu Apsu’yu yarattığında .EA
Apsu’dan bir avuç kil aldı ve tapınakların yenilenmesi için Kulla’yı yarattı.
Tuğla tanrısı Kulla’nın yaradılışından sonra aynı zamanda yer yüzünü
oluşturan öğelerin de yaradılışı anlamına gelen bazı yaradılış süresinde her şey
birbirine eklenmiştir. Orman,dağ,deniz, ayrıca ağaç,taş, madenler ve
TANRILARIN KONUTU için gerekli olan her şeyle ilgili teknikler. Bundan
sonra EA tohum, sürüleri ve tanrılara sabit gelir sağlayan ,
armağan kaynağı olan her şeyi , ayrıca Aşçı Tanrıyı ve Saki Tanrıyı da yaratmıştır.
EA daha sonra tanrısal dünyanın işleyebilmesi için üç temel birliği yaratır;
1. Ritlerin ve ayinlerin eksiksiz yerine getirsin diye büyük tanrının yüce
piskoposunu
2. Tapınakların bakım ve kaynaklarının sağlasın diye kralı,
3. Tanrılara hizmet etmeleri için insanları
Bu ritüelin önemi, yapılış amacını dikkate aldığımızda :
Bütün törenin etrafında yapıldığı tuğla bizzat mikrocosmos olan tapınağı simgeler bu
nedenle yenilenmeyi düzenleyen rit , evrenin yaradılışını konu alan mitin eyleme
dökülmesinden başka bir şey değildir, ayrıca Tanrı EA kili Apsu’dan yani aynı
zamanda hem tanrı hemde tanrının bulunduğu yer olan suyun derinliklerinden alır ve
bütün yaratıcı eylem buradan başlar. Bu nokta çok önemlidir çünkü
Mezopotamyalıların bütün tarih boyunca korunmuş dinsel evreninin temel noktasıdır.
AD, COGRAFYA, TARİHSEL ORTAM
Samiler terimi İÖ üç bin yılından yılı’ndan bu yana Yakındoğu’da yaşamış olan
halkların çoğunu belirtir. Bu sözcük Tufan’dan sonra “halkların tablosunu” veren
İncilin (tekvin bölüm X) den alınmıştır. Burada Nuh’un oğlu SAM , Asur ve Aram’ın
babası Eber’in ( Asurlar, Aramiler ve İbranilerin atası) büyük dedesi olarak
sunulmaktadır. Dil ailesi olarak doğu grubu Akadça çivi yazının yardımıyla AsurBabil diliyle temsil edilirken, Batı grubuda amorit dili,Ugarit dili Finike dili, Pünik
dili, İbrani dili, Arap dili.
SAYFA 12 / 26
Doğulu türdeşlerinden (Babilliler ve Asurlular) ayırmak için Batı Samiler diye
adlandırılan gruplar , İsa’dan binlerce yıl önce Yakındoğu’ya yerleşmiş olan ve İÖ
ikinci binden itibaren tanınmaya başlayan halkları temsil etmektedir. Belgeler İÖ
ikinci bin yılın başlarında güney Mezopotamya’da ve Suriye’de, özellikle Fırat
yakınlarında ki eski Mari krallığında Amorti topluluklarının önemli rol oynadıkları
görülmektedir.
İÖ ikinci binin ortalarında Suriye’de pek çok devlet kuran farklı Arami toplulukların
istilalarını Akdeniz kıyısında kurulmuş olan çeşitli Finike kentlerinin tarihi ve nihayet
İÖ. Binli yılların başında Arabistan yarımadasının kuzey, orta ve güney halklarının
tarihi bilinmektedir.
İlk önemli Batılı Sami devletler, Arabistan hariç bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve
İsrail’in bulunduğu bölgelerde, “Bereketli Hilal” denen Yakındoğu’nun batı kısmında”
kurulmuşlardı. Arami devletler iç kısımlarda kurulmuşken, farklı Fenike kentleri
Suriye-Lübnan kıyıları boyunca ve İÖ birinci binin sonundan itibaren(İÖ931’de) İsrail
ve Yahuda krallığı olarak ikiye bölünen İbrani devletiyle komşu olarak yaşıyorlardı.
Batılı Sami devletler, bir yandan kendi içlerinde rekabet edip mücadele ederken, diğer
taraftan da doğudaki güneydeki ve kuzeydeki güçlü komşularının, yani, Asur-Babil,
Mısır ve Hitit imparatorluklarının genişlemesine karşı koymak durumundaydılar.
Şunu unutmamak gerekir ki; Mezopotamya’da görülenin tersine, ne Arami nede
Fenike kentleri tarihlerinin hiçbir döneminde bir devlet halinde birleşe bilmemişlerdir,
öyle ki her kent kendi özelliklerine sahip çıkmıştır. Bu durum temelde birer kent dini
olarak kalacak olan Batılı Sami dinlerin özelliklerini ortaya koyacaktır. Oysa AsurBabil dinleri büyük bir merkezi devletin, bir imparatorluğun dinleri olmuşlardı.
Pers mitolojisi, İran platosu ve onun sınır bölgeleri ile Karadeniz'den Hoten'e kadar
uzanan Orta Asya bölgelerinde yaşamış ve birbirleriyle kültürel ve dilsel olarak ilişkili
olan eski halkların inanç ve ibadet uygulamalarının bütününe verilen isimdir.
Yaklaşık bin yıl önce Firdevsi tarafından kaleme alınmış Şahname Pers mitolojisinin
merkezi toplamı, derlemesi konumundadır. Firdevsi'nin çalışması, atıflarıyla birlikte,
Mazdaizm ve Zerdüştlükteki karakter ve hikayelerden temel almıştır. Ayrıca
kullanılan materyalin sadece Avesta`dan değil daha sonra ortaya çıkmış Bundahişn ve
Denkard gibi metinlerden de olduğu bilinmektedir.
Dini Arka plan
Pers mitolojisindeki karakterler güçlü bir biçimde ikiye ayrılmıştır: iyi olanlar ve kötü
olanlar. Bu ikici iyi-kötü anlayışı Pers mitolojisindeki hikaye, figür ve çeşitli motiflere
de yansır. Bu anlayışın kökeni Zerdüştlükteki Ahura Mazda'nın (Avestaca, daha
sonraları Farsça'da Hürmüz) iki emanasyonu anlayışı üzerine kurulmuştur. Spenta
SAYFA 13 / 26
Mainyu yapıcı enerjinin kaynağı, Angra Mainyu ise karanlık, yıkım ve ölümün
kaynağıdır.
İyi ve Kötü
Pers mitoloji ve destanlarındaki en ünlü karakter Rüstem'dir. Bir başka ünlü figür de
despotizmin sembolü olan Zahhak'tır. Zahhak sonunda Demirci Kaveh tarafından
yenilgiye uğratılır.
Zahhak ile ilgili ilginç ve bilgi verici bir nokta da Zahhak'ın omuzlarından çıkan ve
onu koruyan iki engerek yılanıdır. Zira yılan çoğu Doğu mitolojisi gibi Pers
mitolojisinde de kötülüğün sembolüdür. Pers mitolojisinde birçok farklı hayvan
bulunur, bir kısmı iyiliği bir kısmı ise kötülüğü sembolize eder. İyiliği sembolize eden
ve hiç kuşkusuz Pers mitoloji ve destanlarında büyük önem atfedilen hayvan kuştur.
Bu kuşların en ünlüleri, büyük, bilge ve güzel olan Simurg ve kraliyet kuşu olan
Huma'dır.
Pari (Avestaca: Pairika) veya Türkçe'de kullanılan şekliyle peri erken dönem Pers
mitolojisinde güzel fakat kötü (şeytani) bir kadın olarak tanımlanırdı.
İslam'ın gelişinden sonra niyet ve doğasına dair bu görüş değişime uğramış, zamanla
kötülüğünü yitirmiş fakat güzelliği artmıştır ve sonunda çok güzel, kesinlikle kötü
olmayan bir kadın olarak tasvir edilmiştir ve güzelliğin sembolü haline gelmiştir ki bu
anlamda İslam'daki cennet inancında var olan huri kavramıyla ilişkilendirilmiş olduğu
söylenebilir. Fakat yine de köken olarak pariye bağlanabilecek bir kötü (şeytani) kadın
tiplemesi, Patiareh, hâlâ varlığını sürdürmektedir ve fahişeleri sembolize etmektedir.
İÖ üçüncü binli yıllarda Hint-Avrupalı topluluklar, Doğu Avrupa’daki yerleşim
yerlerinden göç ederek bir süre yerleşecekleri Orta Asya’ya yerleştiler. Daha sonra
güneye doğru kaydılar ve ikinci binin başlarında, bu halkların varlığına İran
yaylarında, Afganistan’ın dağlık bölgelerinde göründüler. Sonuçta bu toplulukların
bazıları Keşmir- Pencap’tan başlayarak Hindistan’ı işgal ederken, bazılarıda Kafkasya
ve Mezopotamya sınırına uzanarak tüm Iranı ele geçirdiler. Kuzeyde göçebe hayatı
süren İskitler nüfuzlarını Ukrayna’dan- Sibirya’ya kadar genişlettiler. İÖ birinci
yüzyılda hanedanlık kurmayı başardılar, özellikle Partlar başta olmak üzere diğer
İranlı topluluklar da İran ve Hindistan’da ortaya çıktılar ve bu bölgede tüm halkların
kültürel birliğine katkıda bulunan güçlü imparatorluklar doğdu.
ARİLER
Düzgün konuşamadıkları için “barbarlar”, sahte tanrılara taptıkları için de “şeytan”
diye adlandırılan yerli halklar dışında herkes kendisine Ari diyordu, Ari Sanskritçe
arya, İran dilinde airya olarak geçer. Arya sözcüğü kavimsel bir gerçekliğe hemde
SAYFA 14 / 26
benzer ritleri uygulayan ve toplumsal hayatlarını benzer biçimde düzenleyen
insanların oluşturduğu toplumsal ve dinsel birliği anımsatır.
Bu düzeydeki uygarlıklarda kültürel yapının temel taşı dindir, hatta çıkar ilişkilerine
dayalı bu toplumun varlık nedenini ve temel gerekçelerini veren ana kilit taşıdır.
Herodotos, Perslerin tapınak inşa etmediklerini, tanrılarını açık havada kutsadıklarını,
tanrıların heykelini yapmadıkları, sunuların ateş önünde gerçekleştiği eti yenen
hayvanları kurban ettiklerini söylemiştir. Dareios gök tanrısının adını kazıttığı bir
yazıt hazırlatmıştı, burada tanrının adı AHURA MAZDA olarak geçiyordu. Kral
İkinci Artakserkses’e (405–359) gelindiğinde bir başka yazıtta sadece Ahura
Mazda’nın değil, MİTHRA ve tanrıça Anahita’nın da kendisini koruduğu yazılıyordu.
Tanrı Ahura Mazda (muhtemelen güneşi simgeleyen) kanatlı bir kurs halinde ya da
sakallı bir kişinin büstü üzerinde çoğunlukla fantastik hayvanlarla temsil ediliyordu.
İSIII yüzyıldan itibaren İran İmparatorluğunun resmi dini Zerdüşt dini olarak ortaya
çıkmıştır. Zerdüşt dini Mithra yer almıştır. Aynı çağlarda Mithra hikâyeleri ROMA
imparatorluğunda yazıldığı görülmüştür.
Mazdeist inanç dünya üzerinde iki ruhun, iyiliğin (yada kötülüğün) çatışması
sonucunda taraf tutmak durumunda olan ve bu dünyada yapacağı seçimin öteki
dünyadaki akıbetini belirleyicisi olan kişi dini dinin ister istemez yalın bir ahlakçılığa
indirgediğinden günümüzde çok sayıda Mazdeist çocuklarına üç temel erdemi tavsiye
eder.
1. Doğru düşünceler
2. Doğru sözler
3. Doğru eylemler
Bu üç erdemi bayram günlerinde yakılan üç kırmızı mumla temsil eder.
Mısır, tarihinin ilk dönemlerinde farklı kabilelerden, daha sonra da farklı nomoslardan
oluştuğu için, Mısır panteonu çok sayıda tanrı ile doludur.
Aşağı ve Yukarı Mısır’ın birleşmesinden önce yerel bir çok kült vardı ve her kabile
farklı bir tanrıya tapardı. Bu kültler en sonunda, Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır
krallıklarının dinini oluşturmuştur.
Bu sistem her kabilenin inançlarından izler taşıyordu. Ayrıca, bir savaş sonrasında,
yenen kabile, yenilen kabilenin tanrısını da kendi panteonuna dahil ediyordu.
Birleşme olduğu zaman ise hanedan soyunun en büyük tanrısı Horus, en büyük tanrı
olarak kabul edilmiştir. Horus hakkında çok fazla bilgimiz yoktur.
SAYFA 15 / 26
Fakat Horus’un bir Gök-tanrı olduğu sanılmaktadır. Ayrıca firavunun da yaşayan
Horus olarak görülmesi de bu kült ile ilintilidir.
Horus kültünün yanında Seth kültü de halk kitleleri arasında varlığını korumuştur.
Yukarı Mısır’da yaygınlığını koruyan Seth kültü hanedanlar zamanında da devam
etmiş, özellikle de İkinci Hanedan zamanında Seth bir süre Horus’un yerine en büyük
tanrı olarak tanınmıştır.
Horus ile Seth arasındaki bu çekişme sonraki dönem mitolojisine de yansımıştır. Seth
kültü Mısır’da uzun süre varlığını sürdürmüş ve daha sonra göreceğimiz gibi, Seth
kötü güçlerin temsilcisi olmuştur.
Mısır’ın arkaik dönemine baktığımızda farklı yerlerde farklı tanrıların önem kazanmış
oldukları görülmektedir. Heliopolis’de Ra , Memfis’de Ptah , Busiris’de Osiris önemli
tanrılar arasındadır.
Heliopolis yaradılış efsanelerine göre , Atum/Ra tek bir erkek tanrı olduğu için , ancak
masturbasyon yolu ile başka varlıkları meydana getirmiştir. Piramit metinlerine göre ,
Atum/Ra “ erkeklik organını elleri arasına alıp , fışkırtarak ikizleri meydana getirdi :
Şu ve Tefnut .”
Adını “kaldırmak” anlamına gelen bir sözcükten alan Şu, Yunan mitolojisindeki Atlas
gibi gökyüzünü taşır. Aslında Şu havayı sembolize etmektedir.
Tefnet ise Şu’nun ikiz kardeşi olduğu gibi aynı zamanda karısıdır. Kökeni daha eskiye
hatta Güneş kültüne dayandığı zannedilen Tefnet daha çok havadaki nemi ve yağmuru
sembolize eder. Bazı metinlerde kardeşi Şu ile beraber , Güneş’in doğuşundan itibaren
gökyüzünü taşır.
Şu Tefrut çiftinden iki önemli tanrısal varlık doğar. Bunlar Geb ve Nut’tur. Erkek olan
Geb Mısır toprağını, daha genel olarak da yeryüzünü temsil eder. Dişi olan Nut ise
gökyüzüdür. Burada Mısır mitolojisinin Hint-Avrupa mitolojilerinden farkını görürüz.
Hint-Avrupa mitolojilerinde genelde yeryüzü dişidir. Efsaneye göre Geb ve Nut
önceden birbirlerine yapışık iken daha sonra Şu tarafından birbirlerinden
ayrılmışlardır.
Geb ve Nut’tan ise dört tanrı doğar : Osiris, Isis, Seth ve Nephthys .
Bu konuda Plutarkhos’un “De Iside et Osiride “ adlı eserinde ilginç bir mitos vardır.
Plutarkhos asıl söylenceye sadık kalmasa da , efsane doğa olaylarını açıklaması
açısından da önemlidir. Efsaneye göre Ra’nın karısı Nut, Geb’i kendisine aşık eder.
Bunun üzerine Ra Nut’a bir ceza verir ve ona yılın hiç bir ayında ya da gününde çocuk
sahibi olamayacağını söyler. Ra’nın emirleri hiç bir zaman reddedilemeyeceği için Nu
SAYFA 16 / 26
çareyi Thot’tan yardım istemekte bulur. Thot uzun uzun düşündükten sonra aklına iyi
bir fikir gelir.
Ay tanrıçası Selene’ye gider ve onu tavla oynamaya davet eder. Tanrıça bu oyunu
kaybederse aydınlık bölümlerinden yedide birini Thot’a verecektir. Oyunu Thoth
kazanır. Selene aynen söz verdiği gibi ışığının yedide birini Thot’a verir. Thoth
tanrıçadan aldığı ışıktan beş gün yaratır ve bu günleri yıla ekler. Böylece Nut,hiç bir
yıla ve aya ait olmayan bu beş günde doğum yapabilecektir. Nut’un Osiris, Horus, Set,
İsis ve Nephtys adlarında beş çocuğu olur. Osiris birinci günde , Horus ikinci günde,
Seth üçüncü günde , İsis dördüncü günde ve Nephtys beşinci günde doğarlar.
Osiris
Osiris doğanlar içinde en büyükleridir ve bu nedenle, Geb gökyüzüne çıktıktan sonra,
Mısır toprakları üzerinde hüküm sürme hakkı ona aittir. Osiris’in üstünlüğü daha
doğumunda belli olmuştur. Osiris doğduğu zaman gizemli bir ses “Evrenin Efendisi”
nin geldiğini söylemiştir.
Osiris adı aslında Mısır dilinde Usir olan tanrının adının Yunanca’ya uydurulmuş
şeklidir. Osiris Yunanlılar tarafından Dionysos ve Hades ile bir tutulmuştur. Osiris ,
güzel yüzlü , koyu tenli ve insanlardan daha uzun resmedilmiştir.
Osiris’in tahta geçme miti aynı zamanda meşru firavunun da tahta geçme miti ile
ilintilidir. Güneş-tanrı’nın hükümdarlığını Osiris’e vermesi gibi , firavun da gücünü
Güneş-tanrı’dan almaktadır. Ayrıca bu mit firavunun hükümdarlığına ait bazı usulleri
de meşrulaştımaktadır.
Osiris’in tahta geçtikten sonra ilk yaptığı işlerden biri , ilkel bir hayat süren Mısır’lıları
uygarlaştırmak olmuştur. Osiris onlara ilk tarım araçlarını yapmayı, toprağı işlemeyi ,
buğdayı ve üzümü yetiştirmeyi , ekmek , şarap ve bira yapmayı öğretmiştir. Ayrıca
ilkel Mısır’lılara ilk defa tapınak inşa etmeyi ve tanrılara tapmayı öğreten ve dini
törenleri düzenleyen de Osiris’tir. Hatta ikili flütü de ilk Osiris yapmıştır.
Osiris , , bolluk , bereket getiren bir doğa tanrısı özellikleri de taşımaktadır. Osiris ,
doğal kaynaklara hükmetmekte , onunla birlikte rüzgarlar esmekte , ekinler
yeşermekte ve hayvanlar yetişmektedir.
Osiris Mısır’ın uygarlaştırılmasını tamamladıktan sonra , bütün dünyanın
uygarlaştırılması işine girişir. Tahtı kardeşi ve aynı zamanda da karısı olan İsis’e
bırakır ve yanında veziri Thot , Anubis ve Ofois ile birlikte sefere çıkar. Uzun süre
dünyanın uygarlaşması için çalışır.
Efsanenin sonunda ise Osiris’in oğlu Horus Seth’i yener . Yeniden canlanan Osiris
artık bu dünyada yaşamak istemez ve hükmetmek için ölüler ülkesine gitmeyi tercih
SAYFA 17 / 26
eder. Burada yine Anubis ile birlikte olacaktır. Anubis ölüleri yargılanması için
Osiris’e getirecektir.
Efsanenin klasik yorumuna göre Osiris aslında diğer bahar ve toprak kültleri ile ilgili
efsanelerde olduğu gibi doğanın ölümünü ve ilkbaharda yeniden canlanmasını temsil
etmektedir. Başka yorumlara göre Osiris’in yazın kuruyan Nil Nehri’ni temsil ettiği ya
da günlerin uzayıp kısalmasını belirttiği söylenebilir.
Daha önce de edebiyat tarihinde örnekleri görüldüğü gibi Plutarkhos , diğer Yunan
yazarları gibi, efsaneyi biraz tahrif etmiş olsa da varolan bir efsaneyi anlattığı kesindir.
Zaten piramit metinlerinde ve Ölüler Kitabı’nda buna benzer motiflerin yer alması
bunu kanıtlamaktadır.
Ancak her efsanede olduğu gibi bu efsanede de daha derin anlamlar olduğu kesindir.
Bu efsaneyi dikkatle incelersek başka bir yerden gelen bir kişinin yanında diğerleri ile
birlikte insanları eğittiğini ve daha sonra da kardeşi ( ya da onunla birlikte gelen
diyelim) tarafından öldürüldüğünü fakat vücudunun (belki de kurduklarının) bir
başkası (Anubis) tarafından korunduğunu görüyoruz. Bir bilim-kurgu romanı gibi
gözükse de bu efsanenin geçmişte olan ve gelecekte de olması olası bir olaya atıfta
bulunduğu görülmektedir. Daha ileri bir uygarlıktan gelip Mısır halkını eğitmiş başka
toplulukların olması da olası bir durum olarak gözükmektedir.
Bu efsanede bir ilginç nokta da bir tanrının , Osiris’in o sandığa sahip olma isteği ve
sandığın tam olarak ona tıpatıp uyduğunu düşündüğü an onun içinde hapis olmasıdır.
Bu bizim de sık sık içine düşebileceğimiz bir durumdur. Her zaman karşımıza biz
cazip gelebilecek “sandıklar” çıkabilir. Hatta biz bunların tam bize uygun olduklarını
düşünebiliriz. İşte o andan itibaren de onun esiri olabiliriz. Sonunda bu sahte cennet
bizim sonumuz olabilir.
Sonuçta bu efsane için bir çok yorum olabilmektedir. Belki sizin yorumunuz da farklı
olabilecektir. Ancak şunu her zaman göz önünde bulundurmak gerekir. Efsaneler her
zaman geçmişte olan ya da olduğu varsayılan olayları anlatmazlar. Bazen de gelecek
hakkında fikir veriler.
Ejiptolog Sir Alan Garnider, Mısır arkeolojisi hakkında şunları söylemiştir: “Binlerce
yıl önceki ve sadece çok az kalıntının geriye kaldığı bir medeniyetten söz ettiğimizi
hiçbir zaman unutmamalıyız. Brooklyn Papirüsü (Brooklyn Müzesi’nde bulunduğu
için) olarak bilinen belge, tutsakların adı olarak Tora’dan isimler vermektedir: Aşer,
Yisahar ve Şifra. Bu belge “hapiru” terimini de içermektedir. Birçok bilgin bunun bir
Tora terimi olan “ivrim” yani “İbraniler” ile açıkça tarihi bir ilgisinin olduğu
konusunda hemfikirdir.
Tora Yahudilerin Pitom ve Ramses ambar kentlerini kurduğunu kaydetmektedir.
SAYFA 18 / 26
Avusturyalı arkeolog Manfred Bietak, Pi-Ramesse kentini tanımlamayı başarmıştır.
Ortaya çıkarmış olduğu bu kent, Mısır’da kalışla tam olarak aynı döneme aittir, hatta
esirlerin yaşadıkları alanlar birçok Asya kökenli (Kenaan) kalıntılar içermektedir.
MISIR’DAN ÇIKIŞ VE ÇÖLDE DOLAŞMA
“Paro halkın gitmesine izin verince Tanrı onları, en yakındaki ülke olduğu halde
Filistinlilerin ülkesinden geçirmedi; çünkü Tanrı dedi ki: Halk savaşı gördüğünde
pişman olup Mısır’a geri dönebilir.” (Şemot 13:17)
Prof. Malamat yolu bu şekilde uzatmayı şöyle açıklıyor: Mısır tarihinin o döneminde
ve yaklaşık 200 yıl boyunca Kenaan’a sahilden giden kuzey Sinay yolu boyunca
yoğun, aşılmaz bir kaleler ağı vardı. Oysa güney Sinay’da benzer savunmalar
bulunmuyordu çünkü Mısırlılar güneyden giden yolun, çölde mutlak ölümle
sonuçlandığını düşünüyordu. Dolayısıyla Moşe Yisraellilere Paro’yu yanıltacak bir
yerde kamp kurmalarını söylediğinde, Mısırlılar Yisraellilerin “ülkede kaybolduğu ve
çölün onları hapsettiği” (Şemot 14:3) sonucuna varacaktı. Malamat’a göre bu, “o
zamanlar yaygın olması gereken bir görüş açısını açık bir şekilde yansıtmaktadır:
kuzeydeki sahilde bulunan kaleler yüzünden Mısır’dan kaçanlar zorunlu olarak
güneyden çöle gidecek, büyük olasılıkla da ölecekti.”
Mısır tapınaklarının duvar yazıları ise başka şeyler söyler. Mısırlıların o günlerde
Kenaan’a yolculuk etmek için çok nedeni olduğu gayet iyi bilinmektedir; ticaret,
sömürgecilik ve askeri fetihler. Bu yollar üç ayrı Mısır tapınağında kayıtlıdır. Tora’da
belirtilen aynı sırada ve Yisraellilerin Kenaan’ı fetihleri ile tam olarak aynı dönemde.
Helen Kralı Antiyohus’un tahta geçmesi, Yahudilerin yaşamını derinden sarsar.
Antiyohus, Yeruşalayim’in iç işlerine karışarak büyük Kohen (Kohen Gadol) IV
Onias’ı görevinden uzaklaştırır ve Helenist eğilimleri olduğu bilinen Yehoşua’yı atar.
Yehoşua, Yeruşalayim’i Antiyoh adını vereceği bir Helen kenti haline getirmek üzere
geniş çapta değişikliklere girişir. Kentte bir Gimnasium kurar ve bu kurum kısa bir
süre sonra, sosyal ve kültürel faaliyetlerin merkezi olarak Bet-Amikdaş’ın önemini
gölgede bırakır. Daha sonra Bet-Amikdaş yağma edilir, içine Hellenistik Paganist
unsurlar yerleştirilir. Bütün bu gelişmeler, Yeruşalayim’in Yahudi karakterini
geriletmeye başlar.
Mitzvaların yani dinsel yönergelerin uygulanması yasaklanır, Şabat’a uyanların,
oğullarını Brit-Mila ettirenlerin ölümle cezalandırılacakları ilan edilir.
Yahudiler çok tanrılı Paganist dine geçmeye zorlanırlar ve nihayet tapınağın kutsallığı
ihlal edilir ve adı Zeus Tapınağı olarak değiştirilir.
Antiyohus’un beklentilerinin aksine, Yahudi ulusunun büyük bir bölümü inançlarına
ölüm pahasına da olsa sadık kalır. Tarihte ilk kez bu dönemde, din ve inanç uğruna
SAYFA 19 / 26
kitle halinde ölüme gitme olgusu gerçekleşir.
Antiyohus’un baskısı, kısa sürede Yahudilerin arasında bir isyan hareketinin
filizlenmesine yol açar. Haşmonaim ailesinin liderliğinde gerçek bir ihtilale dönüşür.
Yehuda Makabi Yeruşalayim’i kurtararak, tapınağı Paganist putlardan arındırır ve
hizmete açar. Bu büyük olayın anısına günümüzde hala kutlanan Hanuka bayramını
ithaf eder.
Bu olaydan sonra 100 sene kadar egemenlik Haşmonaim ailesinin elinde kalır.
Yeruşalayim yeniden başkent olur, Bet-Amikdaş’ın kuleleri onarılır, sağlamlaştırılır.
Şehrin yukarı bölümü ile Tapınağın bulunduğu tepe arasına bir köprü inşa edilir.
Herkes huzurlu ve rahattır. Ta ki Roma kuvvetleri doğuya doğru ilerleyerek, Yehuda
ülkesinin kapılarına dayanıncaya kadar.
Roma egemenliği süresince, Yeruşalayim’in en önemli siması Kral Herod olmuştur.
Herod, Roma etkisinde bulunan doğulu hükümdarların en güçlüsü, birtakım psikolojik
bozukluklara rağmen cesur bir kumandan, iyi bir asker, yetenekli bir yöneticiydi.
Herod zamanında Yeruşalayim bilim merkezi haline gelir. Birçok öğrenciyi barındırır.
Şehrin nüfusu 120.000’e ulaşır.
Herod’un ölümü ile Yeruşalayim’de Romalı Valiler dönemi başlar. Yehuda krallığı
Romalıların sömürgesi haline gelir. Yahudiler ağır vergiler altında ezilirken Romalılar
ile aralarındaki gerginlik doruk noktasındadır. Çatışmalar başlar. Roma kuvvetlerinin
başına Titus geçer ve M.S. 70 yılının ilkbaharında Yeruşalayim’i kuşatır. Şehirde açlık
baş gösterir, nihayet yine bir Teşa-Beav günü, 9 Av 70 tarihinde şehir düşer. Son
kalan Yahudi savaşçıları Bet-Amikdaş çevresinde mevzilenirse de Romalı askerler
burayı yerle bir ederler, direnen son askerleri de katlederler. Ardından, hayatta kalan
tüm Yahudi halkını sürgüne gönderirler.
Efsaneye göre Romalılar, Yeruşalayim’i fethettiklerinde tapınağı çevreleyen 4 duvarın
her birinin yıkımı 4 ayrı kumandana verilmiş. Duvarların üçü tamamen yıkılmış, 4.
kumandan ise görevini yerine getirmemiş. İmparator kumandan kızıp sorguya
çektiğinde de şöyle demiş;
“Ey haşmetlim, diğer kumandanların yaptığı gibi, ben de bu duvarı eğer yıksaydım,
bizden sonra gelecek milletlerin hiçbiri yıktığınız bu eserin ne denli muhteşem
olduğunu görüp anlamayacaktı. Aksine bu duvar ayakta kaldığı sürece gelecek nesiller
ona bakacak ve Titus ne muazzam bir zafer elde etti ve bakın neler yıktı
diyebileceklerdir.”
Kumandanın yıkamadığı bu duvar halen varlığını sürdüren Kotel Ha Maaravi yani
Batı Duvarı idi.
Titus, Yeruşalayim’i yakıp yıktıktan sonra, Roma’ya birçok Yahudi esirle birlikte çok
değerli ganimetler de götürmüştür. Roma’daki ünlü Titus takı, o günlerin anısına
dikilmiştir. Bugün hâlâ dimdik ayakta duran bu takta, esirlerin taşıdığı ganimetler
arasında tapınağı süsleyen altın Menorayı görmek mümkündür.
SAYFA 20 / 26
Asırlar boyunca, hiç bir Yahudi Roma’da bu takın altından geçmemiştir. Çünkü bu tak
Yahudi esaretinin sembolü sayılmıştır.
Aryan Mitolojisi’nin Zarathuştra öncesi formülasyonunda, ölümden sonra ruhların
üstünden geçip cennete gittikleri bir köprü kavramı gelişmişti. Peygamber bu köprü
fikrine mantıki bir öz kazandırarak Çinvat Pereto kavramına vardı. Çinvat Pereto,
Zarathuştra’nın düşünce sisteminde, hem fakirlerin hem de zenginlerin, birinci
hayatlarındaki (maddi dünyadaki) fiillerinden dolayı eşit bir şekilde yargılanacakları
bir yerdir. O, artık üst sınıfların cennete gitmek için kullandıkları bir enstrüman
olmaktan çıkarılmıştı. Bu köprüden geçmek zorunda olan tüm insanlar için son kararı
verecek olan tek yargıç, Ahura Mazda’dır. Mazda, orada veçhelerinden Aşa, Vohu
Manah ve Xşathra vasıtasıyla bilge olanı (yani Aşavan olanı), bilge olmayandan (yani
Drugvant’tan) ayırır. Mazda, son değerlendirmeyi hiç bir tanrısal varlığa terk etmez.
Yasna; 46,10 (ki bu yasna Gathalar sınıfına girer,yani bunlar kesin olarak
Peygamber’in vazettiği sözlerdir), Zarathuştra’nın kendisinin de hesap yerinde
bulunacağını, ümmeti için yalvaracağını kaydeder (günah ve sevabı tam eşit olanlar
için). Zarathuştra, ayrıca insanların günlük günah ve sevap ”defterleri”ndeki kayıtlar
için de Köprü’de bilirkişi rolünü üstlenecektir. Burada sevapları ağır basanlar cennete,
günahları ağır basanlar ise temizlenmek üzere cehenneme gönderilirler. Günah ve
sevapları tam eşit olanlar ise takdiri Ahura Mazda’ya kalmak üzere Hamistakan’da
bekletilirler.
Köprü ve Köprü’de yargılama çok karmaşık bir konudur. Gathalar’da -Zarathuştra’nın
anlatış şeklinden anlaşıldığı kadarıyla- bu yargılama olayı, insanların konuyu daha iyi
anlamaları için onların bilebileceği veya kavrayabileceği şekildeki sözcüklerle
anlatılmıştır. Ama asıl anlatılmak istenen de öyle sanıldığı kadar gizlenmemiştir.
Yargılama olayı aslında yine insanın kendi iç dünyası ile hesaplaşmasıdır. Köprü’de
günahlar ve sevaplar, bir şekilde somut vücut kazanarak insanı karşılayacaklardır.
Yasna; 51,13’te (Gatha) anlatıldığı kadarıyla, günahkâr insanın daenası, Köprü’de onu
(günahkârı) cennete (bu cennet sözcüğünü sık sık kullanmamız,
Ortadoğu kaynaklı dinlerin öğretileri ile şartlanmış olan Yahudi, Hristiyan ve
Müslümanlar’ın olaya daha kolay konsantre olmalarını sağlamak içindir) götürecek
olan Doğru Yol’un ”gerçekliğini” yıkmıştır. O, orada şaşkındır.. Onun dili ve
eylemleri kendisi için gidilecek bir ışıklı yer bırakmamıştır. Yasna; 32,15 (Gatha) ise
bu tip günahkârlardan, imanlı insanların uzaklaştırılacağını, bu imanlı insanların Vohu
Manah’ın evine (cennete) götürüleceğini kaydeder. Görüldüğü gibi köprü, judicium
particulare için önemli bir yol ayırımıdır. Burada diğer dinlerin göstermeye çalıştığı neredeyse- somut bir mahkemeleşme olayı yoktur. İnsanın cehennemi de insanın
kendi daenasıdır. Kürt atasözünde anlatıldığı gibi; ”kurmê darê jı darêye”.. İşlediğin
suçlar bir insan olarak sana dönecek, seni işkence edecektir. Cezalandırmanın
SAYFA 21 / 26
işkencesi kendi içindedir. Suç ikinci hayat devam ettiği sürece (yani genel
rehabilitasyondan önce) her an karşındadır. Tekrarlanan; ”ben senin günahlarınım”
sözleri ile, ölümsüz olan ruhsal bölgelerin eziyet çekeceklerdir.
Ölümden Sonraki Hesaplaşma
Avesta’nın Gathalar dışındaki bölümlerinde, -ki bunlar ya Zarathuştra’dan önce, ya da
onun ölümünden sonra şekillenmişlerdir-, ölümden sonrası çok daha detaylı bir
şekilde yer alır. Ölümden itibaren ölünün ruhunun macerasının anlatıldığı kutsal
kitabın bu bölümlerindeki detaylara girmeden, ama okuyucuya yeterli kaynak
sağlayarak konuyu sunacağız.
Zerdüşti inancına göre, ölüm denilen ayrışma sürecinden sonraki ilk dakikalarda ruh,
gitmesi ihtimal dahilinde bulunan cennet ve cehenneme doğru çok kısa bir geziye
çıkar ve derhal ayrıldığı cesedinin başına döner. Bu, Müslüman düşünürü alGazali’nin; İslam düşüncesine göre ölünün ”ilk uğrakları” ile ilgili olarak yukarıda
aktardığımız görüşleri ile çakışır. Zerdüştiler, ölülerin ceza veya mükafatlarının bir
kısmını hemen ilk üç gün içinde almaya başlayacaklarını söylerler. Eğer kişi mü’min
ise, ruhu ilk gün ”İyi Söz”’de oturur (Viştasp Yaşt, 54). Aynı gün, göğün en yakın
bölümü sayılan ”yıldızlar’ın Yolu’”nda (Star pâyak’ta) bulunan Hûmat Cenneti’nden
(doğru düşünce cennetinden) istifade eder (Yaşt; 22,15). İkinci gün, doğru eylemde
oturur ve ”Ay Yolu’”nda (Mâh Pâyak’ta) bulunan Hûxt Cenneti’nden (doğru söz
cennetinden) istifade eder. Üçüncü gün, Yol Ayırımı’ndadır (patham paytı vî- çarena)
ve Hvarşt Cenneti’nden (doğru eylem cennetinden) istifade eder. Günahkârlar ise
tersine kötü düşünce (duşhûmatõ), kötü söz (duşhûxtõ) ve kötü eylem (duşhûvarştõ)
adı verilen cehennemlerde ilk azabı tadarlar. Müslümanlar’da da benzer bir azap
vardır ki buna ”kabir azabı” deniliyor. Mü’minler’in son yolculukları, sonsuz bir
ışıktan ibaret olan Garô-nmânem’e (Garôthmân’a, Pehl; Vahita’ya) doğru iken,
günahkârlar sonsuz bir karanlıktan ibaret olan ”Daêvêng’”e (Pehl; târiktûm’a) yani
günahtan arındırılma yeri olan cehenneme gönderilirler.
Bu sonuncular dördüncü kat cennet ve cehennemdirler, ki buralara ancak Köprü’deki
ferdi hesaplaşmadan sonra gidilir. İnsanlar öldüklerinde, kendilerini hem Kötü Güçler
hem de İyiler karşılar. Bunu daha önce de açıklamıştık. Onları karşılayan Kötüler; can
alan Aştõ-Vidhãtu, Kötü karekterli Vayu ve Vizareşa’dır. Vizareşa hemen o anda yeni
gelen ölünün boynuna bir kement atar. Eğer insan mü’min ise, kement hükümsüz kalır
ve parçalanır. Günahkârlar ise kemende teslim olurlar ve Vizareşa onu yukarıda
bahsettiğimiz ilk azapları tatmak üzere götürür. İnsanların ilk azap ve mükâfatlarından
sonra, yani üçüncü gün; ”karanlığın Kötüleri” çekilip, ”İyi’nin Güneşi” (burada
kastedilen Mithra’dır) bütün parlaklığı ile ortalığı aydınlattığında, yani
bãmyã’da=şafak’ta, mü’minler için ferdi hesaplaşmanın büyük anı başlar.
Mü’minlerin ruhlarına (ãsnaoiti), Haraiti Dağı’nın tepesini aşarak hesaplaşma yerine
gidinceye kadar, 15 yaşındaki bir bakire şekline girmiş olan sevapları eşlik eder
SAYFA 22 / 26
(vîdhãrayeiti desteklik eder). Günahkârların ruhlarını (agem) ise, Vizareşa zincirle
oraya sürükler (nizarşaite).
Hesaplaşma yerinde başyargıç, Kudretli Yazata Mithra’dır. O, bütün süreci hiç bir
haksızlık olmaması için, iki yardımcısı ile birlikte takip edecektir. Greklerin aynı
paraleldeki tanrıları olan; Minos, Aeacus ve Rhadamanthys’le aynı fonksiyonları
yerine getiren Aryan triadının diğer elemanları; Sraoşa ve Raşnu’dur. Aynı üçlü; Srõş,
Xõştag ve Padvaxtag adlarıyla Mani Dini’ne de girmiştir. Zerdüştilik’te bu üçlünün
son iki elemanı da çok önemlidirler. Bunlardan Raşnu (ki adı aydınlık anlamına
geliyor), ”razişta” sıfatı ile anılır. Razişta, ”yani en dürüst” anlamına gelen bu sıfatıyla
Raşnu, elindeki teorik ”altından yapılmış sarı terazisi”yle (teraçuk-i zart-i zarîn)
günahlarla sevapları büyük bir dikkatle karşılaştırır. Hiç bir haksızlık vukubulamaz bu
ölçme işleminde. Bu ferdi hesaplaşma anında hiç bir Mainyu (dva Mainyu) tartışmaya
(rêna’ya) katılamaz. Ama Avesta’nın incelenmesinden çıkan sonuç, Angra
Mainyu’nun; Yargılama Sandalyesi’nde ruhları suçlayıcı bir tavır takındığını, Spenta
Mainyu’nun ise nötr kaldığını söyleyebiliriz.
Hesaplaşma Sandalyesi’nde ölünün ruhunu erdem ve günahlarına göre üç sonuç
bekler. Ya günahları ağır basacaktır ki bu durumda o, Vizareşa tarafından cehenneme
giden yola sürüklenecektir. Zurvan tarafından inşa edilen bu yol’a (dikkat; bu bir
yaratma değildir!) ”yaşça” deniliyor. Bu yol, Ahura Mazda’nın yarattığı Çinvat
Köprüsü üzerindedir. Aksine eğer ruhun sevapları ağır basacaksa, o zaman yine
Zurvan (Zaman) tarafından inşa edilen ve cennete açılan diğer ”yaşça”ya, bu kez
Sraoşa’nın desteğinde bakire şekline girmiş olan sevapları tarafından taşınır. Üçüncü
ihtimal ise günah ve sevapların eşit olması durumudur. Ruh, böyle bir durumda
hamestakân’a (hême-myãsaitê’ye) taşınır.
O, burada hiç bir işkence ve hazzı tatmaz. Burası ne cennettir, ne de cehennem.
Kendisini orada etkiliyebilecek olan tek şey, yerle gök arasında bulunan hêmemyãsaitê’de meydana gelebilecek olan tabii atmosfer değişiklikleridir (hafif soğuklar,
ılık sıcaklar).
KİL sözcüğü üzerine biraz duralım. Açıkça görüleceği üzere “kil” İngilizce de
kullanılan eş anlamlısı “clay” ile ses düşümlüdür. Latino- Fransızca’da ise “ka-olin”
yani “yağlı – ka” anlamında bir kelime kullanılmakta ise de çok “hızlı” bir telâffuzla
da >kaol > den geçerek bu da “kil” ile uzak akraba olmadığını ortaya koymaktadır.
Olin kısmı tamam yağ-yağlı da !!! bu “ka” ne ola ki diye düşündüğümüzde ilginç
açılımlarla ve “adın” sembolik seyahat araçları ile karşılaşıyoruz.
“Ka” eski mısırda “ruh” olarak tercüme ediliyor ama “Ga” sesi olarak ele alındığında
bizi
“Ga-ia” yani Eski Grekçedeki ve mitolojideki “Toprak Ana” ya – Dünya ya taşıyor.
Nitekim batı lisanları bu Gaia yı bugün “Geo” diye teleffuz ediyor “o” suffixi ile
SAYFA 23 / 26
“erkekleştirmiş olarak. Biz se “zengin” lisanımızda halâ “Gayya “ (kuyusu) olarak
kullanıyoruz. Tabii Geometri de Gayya üstadlığı, Gayya ölçümü demekten başka bir
şey değil.
Bu Ga dan hareketle “güzel ana tanrıça “kalû belâ dan beri anamız Ga Bella ya
(Kibele) ve onun Gebe kalarak kendinden doğurduğu evrensel kanunları “KOB ları”
Ka-Bala ya ordan da içinde Habala- Hübel in ortası delik taşının bulunduğu KIB'LE
mizdeki KAB'e ye kadar uzanmamız söz konusu.
NAMIK DOĞANCIOĞLU
13 MART 2007
KAYNAKÇA:
• PROF. YAVUZ ERCAN’NIN MUHTELİF MAKALELERİ
• MİTOLOJİ LER SÖZLÜĞÜ- YVES BONNEFOT
• MUHTELİF İNTERNET SİTERİ
• E.ALTUNAY MAKALELERİ
• M. ÇIG TÜM KİTAPLARI
• HİTİT SARAYLARINDAKİ FAL METİNLERİ DTCF YAYINLARI
AÇIKLAYICI NOTLAR :
1
1015-1017 yıllarında.
Bazı Arap araştırmacılar bölgeyi tanımlamak için Bilâdu’r-Râfideyn (İki Çay
Ülkesi) veya Hadâretu’r-Râfideyn (İki Çay Uygarlığı) terimlerini kullanmaktadır.
Bu iki terim de eksiktir. Çünkü, Türkçe’de “ırmak” ve “çay” nasıl farklı anlam
taşıyorsa, Arapça’da da “nehr” ve “râfid” kelimeleri farklı anlam taşır. “Râfid”
nehirden daha küçük bir akarsudur ve bu kelime Türkçe’deki “çay”ın karşılığıdır.
Oysa Dicle ve Fırat birer çay değil, aksine bölgenin en büyük iki ırmağıdır.
1
SAYFA 24 / 26
1
Başka bir görüş olarak, Irak adı orta Fars ve Pehlevi dilinde Medlerin yaşadığı
topraklara verilen Arak kelimesinden gelmiş olabilir. Çünkü eskiçağlarda İran
coğrafyasında yaşamış olan Persler ve Medler genellikle Irak’ın kuzeyine, zaman
zaman da bütün Irak’a egemen oldu. Bu nedenle eski İran topluluklarının da Uruk
kentinden dolayı bölgeye Arak demiş olmaları olasıdır.
Irak adının, Arapça’da “su kıyısı” veya “kıyı bölgesi” anlamına gelen urk ya da
uruk kelimesinden çıktığını ileri sürenler de vardır. Uruk adlı Sümer sitesinin Basra
Körfezi’ne yakınlığı göz önüne alınırsa, kelimenin eskiçağlarda Sümerce’den
Arapça’ya geçmiş olabileceğini söylemek yanlış olmaz. Irak adının etimolojik kökeni
ve anlamı hakkında başka görüşler de vardır.
1
Irak için Sevad veya Savad adının kullanıldığını ileri sürenler de var. Osmanlı
metinlerinde de Sevad-ı Irak biçiminde sıkça kullanılan bu terim, gerçekte Irak’taki
ekili alanları ifade etmektedir. Yani siyasal bir terim değil, tarımsal bir terimdir.
Jeolojik araştırmalara göre Son Buzul Çağı’ndan hemen sonra bugünkü
Arabistan Çölü (Boş Çeyrek, Rubu’l-hâli, Empty Quarter) sık ormanlarla kaplı,
bol akarsuları bulunan ve iklim yapısı insanların yaşaması için son derece elverişli bir
bölgeydi. Buzulların güney sınırı kuzeye doğru çekilince, zaman içinde bölgede
kuraklık ve giderek çölleşme başladı. Bu iklim ve çevre değişikliği sonucu, yaşam
koşullarının zorlaşması nedeniyle Arap Yarımadası’nın güney ve orta kesimlerindeki
Sami toplulukların bir kısmı kuzeye ve yarımadanın dışına göç etmeye başladı.
1
Kelimenin Akkad ve Agade şekilleri de vardır. Akad Devleti’nin en ünlü hükümdarı
Sargon’un yaşamı, Babil Tutsaklığı sırasında yazılan Tevrat’ta Musa peygambere
uyarlanmıştır.
1
Bu kelimenin Nabukodonosor veya Nabu-kudur-u sur biçimlerinde
söylenişi de vardır.
1
586-539 yılları arası.
1
Sümerler, etnik ve kültürel anlamda ne Sami ne de Semitik (Samileşmiş) bir
toplum değildi. Aksine Urartular gibi Asyatik özellikler gösteriyordu.
1
Bugün kullanılmakta olan “Suriye” adı da egemen devlet olan “Asuriyye”den
gelmektedir.
1
Diğer adıyla Kasit’ler
1
Harun el-Reşid 786-809 yılları arasında saltanat sürdü.
1
Harun el-Reşid’in Türk asıllı karısından olan oğlu. Mu’tasım, 833-842 yılları
arasında saltanat sürdü.
1
Samerra adı “görenleri mutlu eder” anlamına gelen Arapça “Surre men ra’a”
kelimelerinin değişmiş şeklidir.
1
Mu’tasım, Türk askerlerinin evlenmeleri için çeşitli bölgelerden Türk kızları
getirtti. Bununla askerlerin üstün nitelikleri bozulmamış olacaktı.
1
Abbasi Devleti’nde Türklerin etkinliğini ünlü Arap tarihçisi ibn Haldun şöyle
anlatmaktadır; “…Halife, Vasıf ile Boğa arasında, kafesteki kuş gibi hapsolmuştu.
Papağana ne öğretilirse onu söylediği gibi, Halife de bu iki Türk komutanı
tarafından öğretilen sözleri tekrarlardı…”.
1
41 numaralı dipnota bakınız.
SAYFA 25 / 26
1
Sabiîlerin dinsel bir topluluk oldukları kesindir ama etnik bir topluluk olup
olmadığı araştırmacılar arasında tartışılmaktadır. Yezidi inanç sisteminin de bir
mezhep mi, bağımsız bir din mi olduğu konusu tartışılmaktadır. Ayrıca, etnik
kökenlerinin Kürt olduğu konusu da henüz kanıtlanmış değildir.
1
Veya An.
1
Veya El.
1
Tanrı El veya İlu’nun adının, Yahudilerde Eloh, Araplarda İlah biçimine
dönüştüğü ve bu toplulukların dilinde kullanıldığı sanılmaktadır.
1
Arap Yarımadası’nın güneyinde de Musevi topluluklar vardı. Mesela, Habeşli
komutan Ebrehe, Yemen üzerine sefere çıktığı zaman Habeşliler 200 yıldan beri
Hıristiyan, Yemen’deki Himyerli hükümdarı Zu Nuvas ile halkı ise Musevi idi ve Zu
Nuvas, ülkesine Hıristiyanlığın girmemesine çalışıyordu.
1
Bu nedenle Süryani kilisesine Kadim Süryani veya Süryan-ı Kadim Kilisesi
de denir.
1
Veya Nastur.
1
Ancak bu terim yanlış kullanılmaktadır. Çünkü görüldüğü gibi iki kilise farklı
Hıristiyan felsefesine sahiptir ve etnik bakımdan da aralarında bir benzerlik söz
konusu değildir.
SAYFA 26 / 26
Download