EDİTÖR: DR. MUSTAFA BIYIKLI TÜRK DIŞ POLİTİKASI – CUMHURİYET DÖNEMİ – 2 GÖKKUBBE 978-9944-275-13-2 (I. cilt) 978-9944-275-10-1 (Takım) İstanbul, 2008 Türk Dış Politikası - Cumhuriyet Dönemi Editör: Dr. Mustafa Bıyıklı Kapak: Yunus Karaaslan Ofset Hazırlık: Ajans Akdağ Baskı: Bayrak Matbaası, Topkapı / İstanbul © Bilimevi Basın Yayın Ltd. Şti. Tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın yayınlanamaz, elektronik veya mekanik yollarla kopyası yapılamaz, bilgi olarak depolanamaz veya çoğaltılamaz. Bilimevi Basın Yayın Ltd. Şti. F. Kerim Gökay Cad. Okul Sk. Altunizade Sitesi, F Blok, D: 9 Altunizade/İstanbul Tel: (0 216) 327 65 61 - Faks: (0 216) 327 65 81 [email protected] KEMAL ATATÜRK VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN ORTADOĞU’YA YÖNELİK SİYASÎ VE ASKERÎ YAKLAŞIMLARI VE POLİTİKALARI (1917-1938) YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI * GİRİŞ 400 yıllık bir tarih boyunca Ortadoğu ülkelerinin çoğu, Osmanlı Türkleri tarafından başkentleri olan İstanbul’dan idare edilmişti. Osmanlı Türklerinin Arap toplumu üzerindeki hakimiyeti, belki de Arapların ve diğer Müslümanların İslâm medeniyetinin daha ileri noktalara doğru gelişmesindeki etkisini ve canlılığı yok etmiştir yönünde bir kanaat oluşmuşsa da Arapların İslâm medeniyetine katkısına yönelik becerisi ve kabiliyetine mani bir şey ve ortam da olmamıştı. Bu noktada, Osmanlıların organizasyon kabiliyetini ve Müslüman devletlerde uzun zaman var olmuş olan uygulamaların mantıkî ve usulüne uygun yer verme becerilerini kullandıklarını belirtmek gerekir. Osmanlı devletine bu farklı yönlerden, yani bir Türk, bir İslâm ve bir evrensel bir devlet olması açılarından bakılacak olursa, Arapları dışarıda tutmayı hedef edinen bir red çizgisinin bulunmadığı görülmektedir. Hakim, idareci grup, ırkî bir mana taşımayan bir şekilde Türk idi ve en yüksek memurluklar, makamlar tüm Müslümanlara açıktı. Ne var ki, Arap kökenli çok az kişi bu makamlara gelebilmişti. Bununla birlikte, Araplar genel olarak Osmanlı memuriyetinde doğrudan bir siyasî iktidar tecrübesine de sahip olmamışlardı. Arapların faaliyet alanlarını genişleten unsur, dinî hiyerarşiydi ve sosyal hareketlilik ve faaliyet açısından onlara bir kanal işlevi görmüştü (Hourani, 2000). Osmanlı Devleti, Merkez Ortadoğu’ya hassasiyetle özel bir ehemmiyet vermiştir. Ortadoğu’nun bazı önemli eyaletlerini “Müstesna eyaletler” (Pakalın, 1993, 632) ola* Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. 316 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI rak ilan etmiştir. Vergi ve idare noktasından umumi hükümler dışında özel muameleye tabi tutulan bu eyaletlerin ayrı bir özelliği vardı. Bu eyaletler: Sayda Eyaleti (Beyrut ve Suriye), Halep, Bağdat, Basra, Musul, Trablusgarp, Bingazi, Hicaz ve Yemen’di. Bunlardan Hicaz ile Basra’nın arazisi arâzî-i öşriyeden, diğerlerinin arazisi, arâzî-i haraciyeden sayılmıştır. Bunlar ilhak olunduklarında zeâmet ve tîmâr usulüne tabi tutulmadığı gibi malî işlerine de 1830’lardaki parasızlık buhranına kadar merkez tarafından müdahalede bulunulmamıştır. Halkı eskiden beri ne gibi tekâlif ile mükellef idiyse hazine için de o alınmış ve arazileri hakkında eski hükümler de o hal üzere bırakılmıştı. Osmanlının bu Müstesna Eyaletlerinin ayrı bir özelliğe tabi tutulmalarında birçok sebepler mevcut olmuştur; Halkının, aşiretler ve kabilelerden müteşekkil ve muhtelif din ve mezhebe tabi olmaları ve mevkilerinin siyasî olarak nazik ve mühim olması başlıcalarını teşkil etmiştir. Bu dönem Ortadoğu halkına genel olarak bakıldığında, kültürel açıdan önemli ölçüde homojen olmakla birlikte, din ve etnik kimlik açısından büyük bir çeşitlilik sergilemiştir. Nüfus, dil ve dine göre alt gruplara ayrıldığında, ezici çoğunluk Arapça konuşanlardan ve Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır. Din ve dil açısından, toplam nüfusun yarısından fazlası Arapça konuşan Sünni Müslümanlar, çoğunluğu temsil etmiştir. Geri kalan gruplar ise etnik ve dinî azınlıklar olarak tarif edilmiştir. Ortadoğu çemberi içinde yer alan ülkelerde etnik ve dinî yapı ve karışıklık gittikçe azalmakla beraber, Meselâ Mısır’da Hıristiyan nüfus oldukça fazladır, Müslümanlar ise Sünnî Arap çoğunluğu teşkil etmektedir. Mukaddes beldeleri içine alan Suudî Arabistan ise çok farklı olarak hem Sünnîliğin ve hem de Şiîliğin karşısında gelişen Vahhabilik ve Vahhabi Suudî hanedanı idaresiyle farklı ve ayrı bir yer tutar. Bunların yanında tarihten beri Türkiye’ye sevgi ve bağlılığıyla bilinen Pakistan ve Afganistan ise Sünnî çoğunluğun hakimiyetinde devam etmiştir. Tarihten beri çevresini bilhassa Kafkasları daha çok dinî, Şiî nüfuz etkisi altına almaya çalışan İran’da ise ekseriyeti oluşturan Şiî Farsların hakimiyetinde ikinci planda nüfusun belli bir sıklığını Türkler ve Sünniler oluşturmaktadır. Ortadoğu’da pek çok etnik ve dinî grup çeşitli etkenlerin katkıda bulunması sebebiyle asırlarca bir arada bulunmuş, yaşamış ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu etkenleri maddeler halinde belirtmek gerekirse; 1. Tek ilahlı üç ana din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet’in kökleri, geniş bölgeye dayanmış ve bu dinler kapsamında oluşan tarikatlar ve farklı inanç okulları, dinî çeşitliliğe yol açmıştır. 2. “Verimli Hilal” diye bilinen bölge, geçmişte sık sık Araplar, Kürtler, Moğollar ve Türkler gibi çeşitli milletlerin istilasına uğramış ve aşiretlere veya kişilere bağlı bir hareketliliğin her zaman merkezi olmuştur. 3. Ortadoğu zaman zaman çevre bölgelerde siyasî veya dinî sebeplerden dolayı zulme uğramış halklar için sığınak görevi görmüştür. 4. Tüm bu gelişmeler sebebiyle ortaya çıkan aşiret ve milliyet farklılıkları, çoğu kez dinî bir boyut kazanmış ve dine dayalı çeşitli cemaatlerin ortaya TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 317 çıkmasına katkıda bulunmuştur. Bu süreç içerisinde siyasi ve dinî çeşitliliğin eşzamanlı oluşumu tabiî bir şeydi. 5. Din, aşiret ve dil çeşitliliği, kimi yerlerde coğrafî yapının bir sonucu olarak güçlenen yöresel bağlar sayesinde korunmuş ve güçlenmiştir. 6. Ulaşımı güç yerlerle iletişimin yetersiz olması ve güçlü bir merkezî otoritenin yokluğu, farklı dinî ve millî grupların ayırt edici özelliklerini ve bağımsızlıklarını korumalarına katkıda bulunmuştur. Merkezî devletin denetimi altında olmak istemeyen topluluklar rahatsız edilmeden yaşayabilmek için ulaşılması güç yerlere çekilme imkânına sahipti. Aleviler, Dürziler ve İsmailîler gibi dinî azınlıklar daha çok ulaşılması zor olan böyle bölgelere yerleşmişti. 7. İslâmiyet’in Hıristiyan ve Yahudilere hoşgörülü yaklaşması, millî grupların İslâmiyet içerisinde eşit muamele görmesi de dinî ve etnik çeşitliliği teşvik etmiştir (Van Dam, 2000, 18). 1908-1918 döneminde Arapların Osmanlı Devleti’ne karşı milliyetçilik ve işbirliği hareketi, hem Arap milliyetçiliği yolunda yeni bir dönüm noktası ve Türk-Arap ilişkilerinde, bilhassa 1908 sonrasının gelişmeleri sonucunda Türklerle Araplar arasında kaçınılmaz bir kopma ve ayrılma olmuştu. Aynı zamanda Türk milliyetçiliği üzerinde derin etkiler bırakmıştı. Arap milliyetçiliği, Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki Türkçülük gelişmeleri üzerinde nasıl hızlandırıcı etki yaptıysa, Arap milliyetçiliği ve hareketi de Türk milliyetçiliğinden o şekilde etkilemiş ve güçlenmişti. Batı merkezli ve teşvikli olarak Osmanlı hanedanına ve her etnik unsuru kendi içine çeken milliyetçilik oluşumlarına karşı, farklı yöndeki iki gelişme, nihayet Savaş içinde bir kısım Arapların ayaklandırılmasıyla, kopma ve ayrılma noktasına ulaşmıştı. Savaştan sonra iki tarafın da kendi milliyetçiliğine önem verip kendini öteki taraftan uzakta tutmasına vesile olmuştur. Görüldüğü gibi, bu durum karşılıklı etkileşim içinde oluşmuş ve gelişmişti. Yani, Arap ve Türk milliyetçiliği, birbirini hızlandırmış ve pekiştirmişti. 1916’da bazı Arapların Türk Halife-Sultanına karşı yabancılarla işbirliği yapıp baş kaldırması kabullenilemeyecekti ama, 1919’dan sonra da Türk milliyetçileri Halife-Sultana aynı şeyi yapacaktı. Neticede hareket ve tavır noktasında benzer ve birleşik hareket etmişlerdi. I. Dünya Savaşı’nda Batılı işgalci güçler tarafından Türklerle Arapların birbirleriyle karşı karşıya getirilmesi, Türk-Arap ilişkilerini lekeleyen bir iz bırakmıştır. Şerif Hüseyin ve tabileriyle sınırlı da kalsa Dünya Savaşı’nda Arapların, düşmanla işbirliği yapıp kendi devletine karşı savaş açmaları Türklerde Araplara karşı bir güvensizlik duygusu meydana getirmiştir. Ayrıca, İttihat ve Terakkî idaresine karşı Arap ayaklanması, Türklerin kendi millî devletini kurmalarına giden gelişmeleri de tabiî olarak hızlandırmış ve dolayısıyla bir nevi katkıda bulunmuştu. Halifelik ortak bağına rağmen, Müslüman bir unsurun Müslüman Devlete karşı savaş açabildiğini gören Türklerin, milliyetçiliğe daha sıkı sarılmalarına da sebep olmuştu (Kürkçüoğlu, 1982, 252). I. Dünya Savaşı sona erdiğinde Araplar ve Türkler Ortadoğu’nun politik manzarasında kendilerini çelişkili iki tarafta bulmuşlardır. Kurtulmak ve hürriyete kavuşmak 318 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI için bazı öncü ve milliyetçi Araplar, İttihat ve Terakki idaresine karşı isyana girişmişlerdir. Ancak bu girişimleri ateşe karşı haşlanmış sudan imdat isteyen kişinin durumu gibi olmuştur. Çünkü İngiliz ve Fransız sömürgeciliğine karşı iyi ve saf niyetleri, onları hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu da, Arap memleketlerinin ganimet şeklinde Fransa ve İngiltere arasında bölünmesine yol açmıştır. Aynı dönemde Siyonizm ve onun ajanları, Ortadoğu’da Siyonizm’in (Yahudilerin) emellerini gerçekleştirmek maksadıyla ArapTürk ilişkileri üzerinde menfi rol oynamışlardır ve bu iki dost halkı aynı anda vurmak istemişledir. Müslüman halkları birbirine düşürmek için bölgede emperyalizmin başını çeken oryantalizmin de büyük gayretleri ve etkileri olmuştur (Dakuki,1994, 512, Süleyman, 1987, 18-27). Arap görüşü ve tespiti olarak, Mağrip ülkeleri (Libya, Tunus, Cezayir ve Fas) I. Dünya Savaşı’ndan 1924’e kadar bir duygu birliği içinde ortak bir ses çıkarmışlardır. Mağrip devletlerinin ileri gelenleri, Osmanlı Devleti’ne ve yeni Türkiye’ye bağlı kalmışlardır. Maşrık devletlerinde (Doğu Arap Devletleri: Mısır, Suriye, Arabistan, Arap olmayan İran -Hindistan Müslümanları; bugünkü Pakistan ve Afganistan hariç-), ayrılıkçı fikirler, hedefler olmasına rağmen Mağrip’te bir ayrılıkçı ses çıkmamıştır. Doğudaki ayrılıkçı hareketlerde sömürgeci devletlerin büyük rolü olmuştur. Özellikle Şerif Hüseyin başkanlığında Arap hilâfetiyle (İslâm hilâfeti değil) ayrılıkçılığı körüklemişlerdir. 1919 Barış Konferansı’nda Arapların hayal kırıklığına uğraması, Mağrip ülkelerinin Osmanlıdan ayrılmama ısrarı ve görüşünü teyit etmiştir ve Müslümanların, Hilâfet altındaki birliğine olan inancını arttırmıştır. Ortadoğu, en geniş kavramıyla Fas’tan Hindistan’a düşünülüp ve batı Ortadoğu ve doğu Ortadoğu diye ikiye ayrıldığında Doğu (maşrık), sömürgeci güçler tarafından Arap hilâfeti fikriyle Osmanlıdan koparılmaya başlanmasına karşın, Batı (mağrib) ayrılıkçı fikirlere kapılmayıp, Osmanlı hilâfeti ve onun sağladığı birliğe inanmış, sadakatini ve bağlılığını yitirmemiştir. Batılı devletlerin siyaseti ve Enver Paşa ve arkadaşlarının Ortadoğu’yu içine alan politikaları, yeni ideal ve hayalleri karşısında Mustafa Kemal Paşa, daha sonra uluslararası dayatmaların ve şartların gerektirdiği Misak-ı Millî ve Ortadoğu politikasını da belirleyecek olan, “mücerred ve hayâlî bir fikirden ibaret” gördüğü Pan-Türkizm (Türk Birliği) ve Pan-İslâmizm (İslâm Birliği) fikir ve hedefleri karşısındaki tepkisini, fikir ve tavrını savaş sürecinde dengeli ve şartlara ve imkânlara göre sürekli değişen ve gelişen bir şekilde fiilî olarak ortaya koymuştur. Mustafa Kemal Paşa, yıkılan Osmanlı Devleti’nin yerine, içinde bulunduğu Ortadoğu dünyasına da emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı beraber mücadele siyaseti ve çağrıları yaparak, yeni bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurma sürecinde, işgal devletlerine karşı uyguladığı, onların kin, husumet ve niyetlerini önleyici, en azından geciktirici siyasetiyle, millî hareketi, meşrû ve hukûkî bir zemine oturtmaya çalışmıştır. Zamanın uluslararası vaziyeti ve şartlarına gerçekçi bakan ve Türkiye üzerindeki niyet TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 319 ve emelleri görebilen Atatürk, batı emperyalizmine karşı savaşırken aynı zamanda ifade ve söylemleri hep “millî” olmuştu. Bununla birlikte onlara karşı siyaseten, resmen ve fiilen icraatlarıyla batıcılık yapar görünmüş ve Türkler açısından yapamadıklarını, gerçekte doğru olarak yapılabilecekleri ve yeni Türkiye’nin güçlenince yapacaklarını, nutuklarıyla, ileriye yönelik mesajlarıyla, en kısa zamanda muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma yönünde, Türk milletinin zekiliğine ve çalışkanlığına havale etmiştir. 1919 senesinde Wilson’un Kafkasya ve Anadolu’da incelemeler yapmak üzere gönderdiği General Harbourd’a vermiş olduğu muhtırada Mustafa Kemal Paşa, düşüncesi, hareket ve gayesinin önce Millî Mîsak sınırları içinde vatan ve milletin hayat ve huzurunu sağlamak olduğu, Turancılığı çok zararlı telakki ettiğini belirtmişti. Henüz barışla neticelenmemiş genel savaş sırasında İttihat ve Terakkî Hükümeti’nin başında bulunanların Kafkasya’yı fethetmek, Azerbaycan Hükümetini kuvvetlendirmek, Mısır’ı geri almak gibi hedeflerin arkasından koşmalarının Türk unsurunu harcadığını ve bir çok değerli ve verimli yerlerin elden gittiğini de ifade etmişti (Akşin, 1991, 40). İttihat ve Terakki partisi ve Genç Türklerin İslâmcı ve Turancı olan bu çifte politikayı gereken bilgi, tecrübe ve maharetle uygulayamamalarından ve Osmanlı Devleti’nin hayatına mal olmasından dersler çıkaran ve her ikisini de benimsemeyen Atatürk, İslâm Birliği ve Pan-Turanizm’i reddederek ve millî unsurlara sıklıklarına, kalabalıklarına göre hayat ve vatan hakkı tanıyan Wilson prensiplerini dikkate alarak millî iradeye dayanan millî politikayı ilke olarak benimsemiş ve zamanının uluslararası güç dengeleri ve şartlarına göre millî politikayı şöyle tarif etmişti: “Millî politika demek, millî sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı muhafaza edip, millet ve vatanın hakiki saadet ve ümranına çalışmak, türlü emeller peşinde koşarak milleti işgal ve zarara uğratmamak, medeni dünyadan medeni ve insani muameleye ve karşılıklı dostluğa bakmaktır” (Akşin, 1991, 42-43). 1908 yılından beri mayalanma dönemi geçirmiş olan cumhuriyetin 1923 tarihinde ilanı, Araplar ve Türkler tarafından birlikte desteklenmiştir. Bu inkılap, Türkler ve Araplar tarafından hararetle karşılanmış olup, hatta Osmanlı Devleti’ne, şanını ve şöhretini iade edecek diye Fransız devrimine benzetilmiştir. Süleyman Bustani adlı bir Lübnanlı çeyrek asır içinde uygulanacak bir reform programı sayesinde Osmanlı Devleti’nin büyük Avrupalı devletlerin kategorisine tekrar sokulabileceğine inanmıştır. Ama bunlar, seri bir şekilde hayal kırıklığına uğrayan ümmetlerden başkası olmamıştır. 1908 tarihinden 1918 tarihine kadar kısa bir dönem içinde Arap vilayetleri, nihaî olarak Osmanlı Devleti’nden ayrılmıştır. Böylece 400 yıllık bir uzun tarihin sonuna gelinmiştir. Arapların ve Türklerin bundan böyle kendi işlerini kendileri görmeleri gerekmiştir. Ama ayrılma sakin olmamıştır. Bilakis fırtınalı ve genel olmasa da kanlı gerçekleşmiştir. Hicaz’da belli Araplar Türklere isyan hareketi başlatmışlar ve bu isyan Şam ve Irak’taki Arapçılar tarafından da desteklenmiştir. 1916 yılında Şerif Hüseyin resmen isyan ilan et- 320 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI meden önce Şam, Beyrut, Kahire ve İstanbul’da teşekkül eden bazı gruplar, Türkçülük cereyanının artması karşısında, Arapçılık cereyanına kapılmışlardır. Bu grupların temsilcileri Paris’de 1913 yılında bir konferans tertip etmişler ve bu, I.Dünya Savaşı ile Şerif Hüseyin’in isyanı arifesine rastlamıştı. Ne var ki, konferanstan Arap vilayetlerinin Osmanlı Devleti’nden ayrılması gibi bir karar çıkmamıştır ama Arap kimliğinin altı kalın çizgilerle çizilmiştir. Benzeri bir hareket de Osmanlı Devleti’nde, aynı şekilde Türk tarafından gelmiş ve Jön Türkler bu konuda Araplara öncülük etmişlerdir (Kayalı, 1998). Seri ve müteakip gelişmeler Arapların Türklerden ayrılmasıyla sonuçlanmıştır (Ziyadeh, 1994, 95). Türklerin, Yunan üzerine galip gelmesi ve zafer kazanması, Ortadoğu’da Müslümanlarda yeniden birlik olma ümidi doğurmuştur. Bu birliğe yapışma ve onu destekleme azmi artmıştır. Hilâfet devletinin tekrar eski kuvvetine dönüşü ümidi de artmıştı. Bu gücün ve ümidin artmasıyla Batının tasallutundan kurtulma fikri de artmıştır. Mustafa Kemal Paşa’ya verilen unvanlar da bu görüşü desteklemiştir. Bunun yanında Ortadoğu’da bilhassa Mağrib’de, yenileşme (batılılaşma) ve güçlenme ümidi de artmıştır (Eş-Şa’buni, 1992, 260). Osmanlı Devleti’ne karşı, batılılaşma görüşünde olanların fikir birliği 1924’e kadar devam etmişti. Hilâfetin ilgasından sonra Araplar arasında batılaşma görüşünde olanlar ikiye ayrılmışlardır: Birinci görüş; Hilafet müessesesinin sûrî (sembolik) olduğuna ve fiilî hiç bir nüfuzunun kalmadığına kanaat getirmesine rağmen, Hilâfetin ilgasına karşı olarak, Hilâfetin baki kalmasının zaruretinde ısrar etmişlerdir. İkinci görüş; Hilâfetin ilgasını kabul eden ve meşruiyetinden vazgeçen değişik fikirdeki kimselerin görüşüydü. Fikirlerinin birleştiği ortak ve bariz nokta batıcı, yenilikçi olmalarıydı. Kemalist Türkiye’nin de kendisine seçtiği yol, bu yol olmuştur. Hilâfetin ilgası ve onu takip eden icraatlarda Araplar arasında eski ile yeni arasında şiddetli bir çatışma meydana gelmiştir. Bununla beraber şunu söylemek mümkündür ki; bu süreçte, batıcı milliyetçi Türkler, Araplarla olan irtibatı kesmeyi başardığı gibi aynı şekilde batıcı milliyetçi yenilikçi Araplar da Türklerle olan irtibatı kesmeyi başarmışlardır. Hilâfet fiilen 1924’de sona erse de İslâm ve Ortadoğu birliğini savunanlar tarafından, toplantılarda, gazete ve dergilerde tartışmalar devam etmiştir. İslâm birliğinin ve Müslümanların (Türk, Arap ve Fars v.d.) birliğinin sağlanabilmesi için Hilafeti ihya meselesi çağdaş İslâm hareketlerinin programlarının ilk maddesini işgal etmiştir. Bu birlik faaliyetleri, aynı zamanda Avrupalılarda, Müslümanların tekrar eski birliğine ve gücüne dönmesi tehlikesini hatırlatan bir durum teşkil etmiştir (Eş-Şa’buni, 1992, 261). Güç dengelerini ve politik değişimi, güvenlik politikası içinde dikkate alan Türkiye, baştan beri Anadolu’da, Balkan ve Arap Devletleriyle dost olacak yeni bir vatan öngörmüştür. Dünya, Türkiye ve Ortadoğu gerçeğini görebilmiş ve zamanın uluslararası gerçekleri ve güçleri karşısında gittikçe süratli bir şekilde güçlenerek ve fırsat gözetleyerek TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 321 hareket edilmesi gerektiğine inanmış olan Türkiye, bu fikrinde istikrarlı ve sabit kalarak Lozan’da eksik kalan Mîsâk-ı Millî sınırlarını devlete katmaya çalışmıştır. 1919-1938 yılları arası Türkiye’nin dış politikası dengeli, temkinli, aktif ve dinamik dış politika dönemi olmuştur. Kemal Atatürk dönemi ve sonrası Ortadoğu politikalarının safhalarını da şu şekilde ayırmak mümkündür: 1. 1918-1921: Ortadoğu ülkeleriyle birlikte, ortak düşmana karşı yardımlaşma ve işbirliği dönemi (Türk İstiklâl Savaşı ve zaferleri dönemi, kurtuluş politikası dönemi). 2. 1923-II. Dünya Savaşı sonuna kadar: Ortadoğu ve İslâm dünyasından siyasî ve hukukî olarak mutlak feragat ediş, kopuş, ayrılış, siyasî ve kültürel olarak batı dünyasına geçiş dönemi. 3. II. Dünya Savaşı sonrası: Ortadoğu ve İslâm ülkelerine yeniden temayül ve Batı ile Doğu arasında “model” dönemi. Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, 1925’de başlamak üzere 1938’e kadar 42 İslâm ülkesi ve bunun içerisindeki Ortadoğu ülkelerinden sadece 8 ülkeyle (Afganistan, Irak, İran, Lübnan, Mısır, Suriye ve Hicaz, Necid ve Mülhakatı Hükümeti (Suudi Arabistan) ve Yemen’le), gümrük, hudut, tabiiyet, barış, dostluk ve iyi komşuluk antlaşmalarıyla sınırlı antlaşmalar yapabilmiştir. İlginçtir ki bu belirtilen devletler ve diğer İslâm ülkeleriyle Yeni Türkiye’nin kuruluşu ile 1938 arasında, biraz da politik Siyonizm ve emperyalizm ilişkisi ve güdücü etkisiyle ekonomik, sanayi, petrol, teknik, ulaşım, tarım, turizm, kültür, inşa, sağlık, adlî ve ticarî yönde hiç bir işbirliği ve antlaşma yapılmamıştır. Bu, bir milletin ve devletin ekonomik, stratejik ve kültürel hayatî menfaatlerini hiçe sayarak, Türklerle Arapları birbirinden ayırmaya yönelik “arkadan vurdu” basitliğine indirgeyen emperyalist propagandaya dayalı kırgınlıktan dolayı olamazdı. Çünkü Osmanlıyı; devleti, sistemi ve toplumuyla bölüp parçaladığı ve paylaştığı gibi; Türkiye’yi parçalamak ve Türkleri yok etmek niyet ve isteğinde olan İngiltere’nin, Türkleri katliamdan geçiren Yunanlıların ve Ermenilerin bu affedilmez niyet ve fecaatları yeni Türkiye’nin onlarla dostluk ve işbirliği kurmasına mani görülmemiştir. Belki de Yeni Türkiye, manda altındaki yerli idarecilerle Ortadoğu’yu ekonomik, politik ve stratejik abluka, sömürge ve manda idaresi altına almış olan İngiltere ve Fransa ile bu durumda karşılaşma, beraber antlaşma yapma zorunluluğu duyacağından, onların emperyalist menfaatlerine dokunmaktan ve tarihî mücadele sürecinin ruhlar üzerinde sindirdiği emperyalist emel besleme suçlanmasından! çekinmiştir. Halbuki karşılıklı hayatî ve geleceğe yönelik menfaatlere dayanan ikili ilişkiler ve işbirliği gerekli ve Batılı devletlerin Araplarla yaptığı gibi normal bir şeydi. Arap aydınlarının bakışı ve görüş açıları şöyledir: Türk-Arap ilişkilerini, Türkİslâm düşüncesi yahut Osmanlı mirası ışığında etüt ederken ve yorumlarken, Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra, Türklerin kendilerini içinde bulduğu tarihî, coğrafî ve psikolojik ortamı hesaba katmak gerekmektedir. 1923 yılında Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte muhtelif kavimlere mensup Anadolu halkının millî beklentilerini etkileyen iç ve dış politikayı, uluslararası değişiklikleri ve bunun etkilerini de dikkate almak ge- 322 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI rekir. Politik, ekonomik ve ideolojik olarak Ortadoğu’da yeniden ortaya çıkan İsrail, Türkiye’yi tabiî, coğrafî bölgesinden kopararak, etkin ve güçlü bir biçimde Batının kucağına itmek isteyen güçlerin başında gelmiştir. Yahudi politikasının bunda iki hedefi olmuştur: Birinci olarak; Türkiye’nin İslâmiyet’le ilişkisini kesmek ve böylece kültürel mirasından uzaklaştırarak, İslâm inancının yerine ateizmi ikame etmek. İkinci olarak; teker teker Arap ve İslâm güçlerini bertaraf ederek, Ortadoğu bölgesini Siyonizm’in etki alanı haline getirmek ve bunun neticesinde İsrail’in iradesini bölgeye hâkim kılmak. Bu durumda Türkiye’nin geleceği, coğrafyasıyla yakından alakalıdır. Her ne zaman Doğu ile ilişkilerini güçlendirmiş ise, öncelikle kârlı çıkan taraf kendisi olmuştur. Her ne zaman da Doğudan uzaklaşmış ve Batıya yönünü dönmüş ise, bundan komşuları etkilenmekle beraber en önce kendisi zararlı çıkmıştır (Dakuki,1994, 527). I. GÜNEY/ORTADOĞU CEPHELERİNDEKİ YAKLAŞIMLAR Bu cephelerden birincisi Yemen-Hicaz (Arabistan) Cephesiydi. I. Dünya Savaşı süresince Osmanlı Devleti 4 Tümenlik bir kuvvetle Arabistan’daki mukaddes İslâm şehirlerini korumaya çalışmıştı. 7. Kolordu’nun birer tümeni Hicaz, Asir, San’a ve Hudeybe’de karargâh kurmuştu. Uzaklık sebebiyle bu tümenlere yeni asker, malzeme ve silah desteği sağlanamamıştı. 1916 yılında İngilizlerin kışkırtmasına ve sahte vaatlerinin hayallerine kapılarak, Arapların, Yahudilerin ve bölgede yaşayan diğer Hıristiyan azınlıkların reisleri, İngilizlerle işbirliği yapmış ve Osmanlının bölgeyi kurtarmasını zorlaştırmıştı. Mekke Şerif’i Hüseyin, neticesinin nereye varacağını göremeden bağımsızlığı ilan ettirilmiş, Yemen’de İmam Yahya Osmanlılara bağlı kalırken Asir’de Seyyid İdris de ayaklanmaya katılmıştı. Savaşın 1917 Şubatı’nda Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı’na atanmak üzere, Suriye’ye, Şam’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Türklerden, Hicaz’ın boşuna savunulmayıp boşaltılmasını istemişti. Ancak manevî sebeplerden dolayı bu istek yerine getirilmemişti. Komutanlık ataması da yapılmamıştı 7. Kolordu, bin bir güçlükle Medine’yi, Yemen’i, Asir’in kuzeyini I. Dünya Savaşı sonuna kadar savunmuş, Mondros Mütarekesi’nden bir müddet sonra, 23 Ocak 1919’da teslim olmuştu (Mehmed Emin, 1338, 54-64, Beyoğlu, 1990). 1917 baharında İngilizler, Gazze’ye saldırmış, 1. ve 2. Gazze Savaşları yapılmıştı. İngilizler, Türklerin kahramanca savunması karşısında çekilmek zorunda kalmışlar, Takviyelerini artırmaya başlayan İngilizlerin Filistin Cephesinde toplanmaları üzerine, Cemal Paşanın uyarısıyla Yıldırım Orduları’nın Irak cephesinde kullanılmasından vazgeçilerek Filistin ve Suriye’de kullanılması kararlaştırılmıştı. Aynı yıl Mustafa Kemal Paşa, 7. Ordu Komutanlığına atanmış (Evsile, 1993, 64-76) ve ancak Yıldırım Ordular Komutanı General Falkenhayn ile anlaşamamıştı. Harbin yönetimini tenkit eden iki rapor yazıp, 6 Ekim 1917’de komutanlıktan istifa etmişti. Bu arada savaş hazırlıklarını tamamlayan İngilizler, 24 Ekim 1917’de 138.000 askerle taarruza başlamışlar, Birüsseba- TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 323 Gazze Savaşı’nı kazanmışlar ve 9 Kasım 1917’de de Kudüs düşmüştü. General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetlerinin Mart 1918 başı ile 18 Mayıs arasındaki Telazur, 1. ve 2. Salt-Amman taarruzları ise başarılı bir şekilde durdurulmuştu. Bu arada İngiliz ordusu cephanesini arttırmış ve asker mevcudunu 460.000’e yükselterek 19 Eylül 1918’de Filistin’de başlattığı taarruzla Filistin tamamen İngilizlerin eline geçmişti (Mehmed Emin, 1338, 37-54). Suriye cephesinde faaliyetler 1917 yılında başlamıştı. Bağdat’ı geri almak gayesiyle 1917 yılında kurulan Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’na 1918 yılında Falkenhayn’ın yerine General Liman von Sanders atanmıştı. Bu sırada 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa idi. 460.000 kişilik İngiliz kuvvetlerinin 19 Eylül 1918’de başlattıkları taarruz Türk ve Alman komutanları tarafından Filistin’de durdurulamamış, İngilizler Suriye’ye girmiş ve Şam da işgal edilmişti. Yıldırım Ordular Komutanı General Liman von Sanders, Halep’te savunma düzeni kurma görevini Mustafa Kemal Paşa’ya bırakıp, Adana’ya gitmişti. Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerle ve İngilizlerin kandırıp Türklere karşı kullandığı azınlık milliyetçi guruplar ve Yahudi silahlı çeteleriyle karşı karşıya gelmişti. Türkiye’yi de işgal yolunu açan 31 Ekim 1918’deki Mondros Mütarekesi’nden bir gün sonra Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’na atanmıştı (Eraslan, 2000, 84-88, Türk İstiklâl Harbi, 1966, Özakman, 1997). II. ORTADOĞU VE İSLÂM DÜNYASINA YÖNELİK YAKLAŞIMLAR Esasen 1918-1938 arası Türkiye’nin Ortadoğu politikalarını belirleyen şey, uluslararası ezici, sindirici faktörler ve sınırlayıcı politikalar çevresinde ve Osmanlı Hanedanının çekilmesi veya tasfiyesi sürecinde, Enver Paşanın idealist (Turancı ve İslâmcı) politikası ile rakibi Kemal Atatürk’ün realist/gerçekçi (Pan-Turan ve İslâm Birliği politikasına karşı) politikası arasındaki rekabet, mücadele ve kazanılmış savaş ve barış antlaşmalarının sürükleyici şartlarına katlanılmış bir neticesi olarak, Batı politikalarının husumetini hafifletici, Batının tepkisini celbetmeyecek, zamanının ve ortamının gerektirdiği bir hareket olmuştur. Enver Paşa’nın büyük hayalleri ve politikası, Almanya’nın ekonomik ve politik ihtirasları ile uyuyordu (Karal, 1959, 44). Batılı devletlerin siyaseti, Enver Paşa ve arkadaşlarının Ortadoğu’yu içine alan politikaları, yeni ideal ve hayalleri karşısında Kemal Atatürk, daha sonra uluslararası dayatmaların ve şartların gerektirdiği Misak-ı Millî ve Ortadoğu politikasını da belirleyecek olan, Pan-Türkizm ve İslâm Birliği karşısındaki tepkisini, fikir ve tavrını ortaya koymuştur. Kemal Atatürk’ün vurguladığı nokta İslâm dünyası ile Batı arasında güç dengesine dayanan ince bir politikanın izlenmeye çalışılmasını gerektirmiştir. İslâm aleminin desteğinin gerektiği zamanlarda, Halifeyi, İslâm dinini, İstanbul’u ve Ortadoğu’yu kurtarmak için yardım ve desteğine ihtiyaç olduğu zamanlarda, politika icabı, “yapıyoruz”, “yapacağız” denen İslâm Birliği ve Türk birliği politikası, sömürgeci düşmanların menfaatleri 324 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI için bir tehdit sayılmış ve onların hücumunu ve tehdidini Türklerin, Müslümanların üzerine çekmiştir. Türk Birliği ve İslâm Birliği politikası yapmak konusunda imkanları zorlamamak tercih edilmiş ve dostla düşman arasında esas mesele ise Doğunun “hayat ve istiklal”i sayılmıştı (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1945, 195-196). Yakınlaşma ve işbirliğiyle Türkiye, Suriye ve Irak’taki Arap Milliyetçiliğini, Kilikya’da Fransızlara, Irak’ta İngilizlere karşı kullanarak bu bölgelerdeki mücadele için bir nevi yardımcı güç oluşturmayı düşünmüştü. Zira Türkiye’nin Misak-ı Millî’ye göre güneydoğu sınırlarının çizilebilmesi Türk-Arap yakınlaşması ve işbirliğine de bağlı hale gelmişti. Belirtmek gerekir ki bir taraftan Yeni Türkiye kurulurken kendi millî sınırlarını 28 Ocak 1920 yılında Misak-ı Millî kararıyla açıklamakla yetinmemiş, Batılıların yönetimi ve kontrolüne yeni girmiş Arap ve İslâm ülkelerinin kaderlerinin ve kendi haklarının serbest iradeleri ve oylarıyla tespit edilmesi gerektiğini de belirtmişti. Türkiye, Araplar için ortaya koyduğu bu ilke ve sistemin gerçekleşmesine elinden geldiğince yardımcı olmuştu. Bu doğrultuda Kemal Atatürk’ün 7 Temmuz 1922’de verdiği bir demeçte, Türkiye’nin giriştiği istiklâl savaşıyla Doğuda ezilen milletlerin davasını da desteklemiş olduğunu söylemişti. 1923’de Lozan Konferansında zamanın Dış İşleri Bakanı İsmet Paşa da Osmanlı Devleti’nden ayrılmış ülkelere empoze edilen, Türklerin de kabul etmediği “manda” rejimlerini tanımadığını açıklamıştı (Soysal, 1999, 515). İngiliz ve Fransızların “Böl ve Yönet” politikalarından bıkmış İslâm ve Ortadoğu ülkeleri artık Türklerle beraber, Batı Emperyalizmi karşısında kendilerini savunmaları gerektiği neticesine varmışlardı. Müslüman ülkeler ve Arapların durum ve tutumlarının millî mücadele ve Ortadoğu politikaları açısından büyük önem taşıdığının bilincinde olan Mustafa Kemal bu ülkelerin maddî ve manevî desteğini elde etmek için bazı tedbirler alınması gerektiğine inanmıştı. Misak-ı Millî ile belirlenen Türk sınırlarına yakın bölgelerden başlayarak Kafkasya, İran ve Afganistan’a kadar, güneyde Suriye, Mısır, Filistin ve Arabistan’a kadar tüm İslâm ülkelerini kapsayacak şekilde Türkiye’nin nüfuzunu genişletmeye çalışmıştı. Erzurum ve Sivas’ta çeşitli İslâm ülkelerinin temsilcilerinin katılacağı kongreler düzenlemenin; Hindistan, Afganistan ve Arabistan gibi İslâm ülkelerinde beyannamelerin, bildirilerin dağıtılmasının yararlı olacağını düşünmüştü (Hülagu, 1994, 12). Mustafa Kemal Ortadoğu halkı ile ilişki ve işbirliği kurmanın Türk İstiklâl Mücadelesi ve Doğunun kurtuluşu için de gerekli olduğuna inanmıştı. Mustafa Kemal Irak, Suriye ve Mısır Arapları ile irtibat kurup Fransızlara ve İngilizlere karşı mücadele vermeleri için teşkilatlanmalarını hatta maddî yardımda bulunacağını bildirmişti (Şimşir, 1975, 88-90). İstanbul’un işgalini tüm Doğuya ve İslâm’a yönelmiş bir eylem olarak değerlendiren Mustafa Kemal, İslâm dünyasına beyannameler, bildiriler göndererek, onları İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalizmine karşı mücadeleye çağırmıştı. İngiliz, Fransız ve İtalyan yetkililer bu gelişmeleri endişeyle izlemiş, Türk Millî Mücadelesi’nin başarı- TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 325 ya ulaşması durumunda sömürgelerin bağımsızlık ve milliyetçilik hareketine geçeceği ve bu gelişmeleri durdurmanın da imkansız olacağına dikkat çekmişlerdi (Şimşir, 1975, 351,355,386395). Başta İngilizler bir an önce Türkiye ve Ortadoğu toplumlarının ilişkisinin koparılıp Türk hareketinin söndürülmesinin çarelerini aramaya başlamışlardı. Bu durum tabiî bir şekilde Mustafa Kemal liderliğindeki Millî Mücadele ile Ortadoğu’daki İslâm halklarının yakınlaşması sonucunu doğurmuştu. Bu yakınlaşma çerçevesinde bazı Arap aydınları Ortadoğu ülkelerinde millî cemiyetler kurmuşlardı. Fransız işgali altındaki Antakya, Hama, Halep, Şam, Lazkiye, Baalbek, Humus ve Kuneytra’da kurulan millî cemiyetler Türk, Arap ve Çerkezler birlikte çalışmışlardı. Suriye’deki cemiyetlerde, “Suriye-Filistin Kuvvay-ı Osmaniye Heyeti” adı altında faaliyetine devam etmiş ve Türk mücadelesinin yükünü azaltmaya çalışmıştı (Şimşir, 1983, 189, Sonyel, 1986, 189). III. MİLLİ MÜCADELEDE ORTAK DÜŞMANA KARŞI ORTADOĞU ÜLKELERİYLE İŞBİRLİĞİ POLİTİKASI Osmanlı Devleti’nin dağılması, Türklerle Arapların ayrı yollar izlemesine sebep olmuştu. I. Dünya Savaşı’ndan Araplar emperyalist ve materyalist zihniyet tarafından aldatılmış olarak çıkmışlar, İngiliz ve Fransızlar Arapların gafil ve bilinçsiz desteğiyle bu bölgeleri mandaları altına almışlardı. Türkiye emperyalizme karşı mücadeleye başladığında Ortadoğu İslâm toplumları da Türkiye’yi tekrar kendileri için bir umut ışığı olarak görmüşlerdi. Artık sorunları ve düşmanları ortaktı. Ortak düşman onları birlikte mücadele ve savaş için işbirliğinin yollarını aramaya sevk etmişti. Hedef, kurtuluş ve bağımsızlıktı. Bu durum tüm Doğu ve İslâm dünyası için, Ortadoğu için ortak meseleydi. M. Kemal bu noktadan hareket ederek Arap ve İslâm dünyasıyla bağ kurmuş ve bir ortak savunma, mücadele ve taarruz ortamı oluşturmaya çalışmıştı. Ciddi bir Türk-Arap yakınlaşması doğmuştu (Öke, 1988, 6). Bu dönemde Türk ve Arap önderleri yakın ilişki içinde hareket etmişlerdi. Suriye, Irak ve Türkiye’nin bağımsızlıklarını sağlayarak bir konfederasyon kurulabileceği teklifleri ortaya atılmıştı. Araplar bu doğrultuda Halep’te ‘Halep Teşkilat-ı Milliyesi’, Şam’da ‘Suriye ve Filistin Müdafaa-i Kuvay-ı Osmaniye Heyeti Umumiyesi’, ‘Gönüllü Kahire Fırkası’ ve ‘Amman Çerkez Fırkası’ içinde teşkilatlanmışlardı. Bu teşkilatları Osmanlı Ordusu’nun eski Suriyeli subayları yönetmişlerdi (Selek, 1968, 390, Öz, 1996, 86). Bunların yanında “İstiklâl”, “Doğu Milletlerine Yenilik” ve “İslâm Cemiyeti” gibi gizli cemiyetler kurulmuş ve başta Suriye’de Türk-Arap işbirliği ve açık ve gizli faaliyetleri başlamıştı. Ayrıca bu cemiyetler M. Kemal’in Suriye’de nüfuzunu arttırmaya çalışmışları (Selek, 1968, 390). 326 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI Emir Faysal ve Mustafa Kemal’in, 16 Haziran 1919’da Halep’te, dokuz maddeden meydana gelen gizli bir anlaşma imzaladıklarını dünya duymuştu (Rafık, 1994, 3536). İki taraf arasında böyle bir antlaşma olmadığı bunun “İtilaf Yüksek Konseyi”nde tedirginlik oluşturmayı hedefleyen Ermeni Bogos Nubar’ın uydurması olduğu iddiası da vardır. Ancak böyle bir antlaşmanın var olduğu korkusu Ortadoğu’daki İngiliz ve Fransız askerî ve siyasî çevreleri tedirgin etmişti (Sonyel, 1986, 190). Anlaşmada, maddî ve manevî bağlarla birbirine bağlı olan bu iki milletin bir araya gelmelerinin ve birbirleriyle yardımlaşmalarının gerekliliğini hatırlatılmakta ve iki milletin el birliği yapmaları ve kuvvetlerini birleştirerek dinlerini ve vatanlarını korumalarının lüzumunu vurgulanmaktaydı. Din ve vatanı korumak için mukaddes cihad ilanı karar altına alınmış olan anlaşmaya göre, gayeye ulaşabilmek için taraflar Türk devleti ve Arap bölgelerinin taksimini ya da buraların ecnebiler tarafından işgalini asla kabul etmeyecekler, Osmanlı devleti, Hicaz, Doğu Ürdün, Irak, Filistin, Şam, Beyrut ve Haleb’i içine alan bir Arap yönetimini, bu bölgelerin Osmanlı devletine bağlı kalması ve Hilâfeti samimi olarak kabul etmeleri şartıyla resmen tanıyacaktı. Genç Araplar Cemiyeti’nin kurucularından ve Arap İstiklal Partisinin (Hızbu’lİstiklali’l-Arabî) genel sekreteri Said Haydar, resmî bir elçilik heyeti ile 1920 yılında Şam’dan İstanbul’a gönderilmiş ve burada Mustafa Kemal’in temsilcisi ile görüşerek iki taraf arasında dört maddeden oluşan bir dostluk anlaşması imzalayarak bunu Suriye hükümetinin onayına sunmuştu. Bu anlaşma özellikle Musul bölgesinde olmak üzere sınır düzeltilmesi, Maan’dan Karadeniz’e kadar düşmanlara karşı birleşik bir cephe oluşturulması, Türk ve Arap ordularının tek kumanda altında toplanması prensiplerini kapsıyordu. Taraflar yabancı kuvvetlere karşı muzaffer olduklarında, Türkler ve Araplar bağımsız iki devlet halinde yaşayacaklardı. Sultan ile Faysal ve Mustafa Kemal ile Faysal arasında benzeri gizli anlaşmalar, Şam’daki Arap yönetiminin kuruluşu sırasında devam etmişti. İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı ortak mücadele ve Türkiye’nin bu mücadelede önder olması fikirleri Arap-Ortadoğu ülkelerinde de yayılmıştı. Necef Arap Hükümeti’nden 18 kişilik heyet Mustafa Kemal’e Eylül 1920’de bir yazı göndermiş ve bu yazıda din düşmanlarının ülkeden tamamen uzaklaştırılması için destek olmalarını istemişti. Buna Mustafa Kemal, 29 Kasım 1921’de elden gelenin yapılacağı cevabını vermişti (Şimşir, 1981, 100-101). Bu anlaşmalardan sonra Anadolu ve Suriye’de Fransızlara karşı ayaklanmaların teşvik edilmesi ve bunların desteklenmesi hızlanmıştı. Suriye’de ayaklananlar Fransızlara karşı cihad ilan etmişler, Türkiye’nin de desteği artmıştı. Bunlar Türklere karşı yöneltilen Fransız kuvvetlerinin büyük bir kısmını oyalamışlarken, Mustafa Kemal’in Suriyelilere gönderdiği, yardımlaşmanın zorunlu olduğunu açıklayan bildiriler dağıtılmıştı (Rafık, 1994, 37, Kasımiye, 1971, 154, Zeine, 1960, 147-148). TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 327 Türkiye, Suriye ve Hicaz arasında bir birlik oluşturulmaya çalışılmış ve bu maksatla Hicaz Meliki, görüşmelerde bulunmak, dinî ve siyasî bağlar altında bir birlik oluşturmak üzere Sultana bir heyet göndermişti. Türkler ve Araplar arasında siyasî ve askerî düzeyde işbirliği birbirini izlemişti. Halep şehri bu siyasî faaliyetlerin merkezi olmuştu. Mustafa Kemal, 9 Ekim 1919’da Halep’te bulunan taraftarları aracılığı ile Suriyelilere bir bildiri göndermişti. Bu arada Mısır’daki İngiliz orduları komutan vekilinden Lord Curzon’a gönderilen 10 Kasım 1919 tarihli bir raporda Suriye’de Türk propagandasının arttığından, yeniden Türk idaresi kurulması istendiğinden, Fransız mandası istenmediğinden, Arap kamuoyunun Avrupalılar aleyhine dönmekte olduğundan bahsedilmişti (Şimşir, 1975, 192-195). 16 Kasım da İstanbul’dan İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir Robeck’in yine Lord Curzon’a yolladığı bir yazıya Mustafa Kemal’in Halep’te dağıttırdığı bir beyanname eklenmişti. Bu ilgi çekici beyannamede şu düşünceler yer almaktaydı: “Kederli bir milletin sesine kulak ver, despotizmin ellerine düşme, düşmanlarının kötü emellerine kapılma! Türklerle Araplar arasına sokulan nifaklara aldırma, kanma. Hainlere karşı birleş, sonra pişman olursun. T.B.M.M. Hükümeti vatanı ve milleti, Müslümanlığı kurtarmak istiyor. Din kardeşleri olarak yaşayalım düşmanlarımızı kahredelim” (Şimşir, 1975, 214-215). Mustafa Kemal bu bildiride Suriyelileri baskı ve zulüm altında inleyen mahzun ümmetin sesine kulak vermeye davet etmekte ve düşmanların haince planlarını açıklamaktaydı. Mustafa Kemal halkı uyarmakta; onları ayrılıkçı tavırlardan uzaklaştırmaya, iki taraf arasında kötü anlamaya sebep olacak her türlü şeyi kaldırmaya, iki bölge arasında ayrılık tohumu saçan hain partilere karşı güç birliği etmeye çağırmakta, onlardan din düşmanı kâfirlerin vaatlerine kanmamalarını istemekteydi. Bildiri, düşman elinde bulunan memleketin ve İslâm’ın kurtarılması için halkın dinî duygularını coşturmakta, Konya ve Bursa’daki başarılarına işaret ederek Türk mücahitlerinin kardeşleri Araplara yardım edeceklerini ve düşmanları parçalayacaklarını belirtmekteydi. Bildiri bir din kardeşi olarak birlikte yaşamaya çağrı ve düşmanların yok olması temennisi ile sona ermekteydi (Rafık, 1994,38). Mustafa Kemal’den, Halep’te bulunan Arap, Türk ve Bolşevik Liderlerine Türklerin isteklerini, yabancı yönetimini retlerini ve dinleri ne olursa olsun halkı koruyacaklarına dair taahhütlerini açıklayan ve Avrupalı güçlere karşı işbirliğine teşvik eden mektuplar, Türkçe bildiriler gelmeye devam etmişti. Mustafa Kemal’e göre ise Suriye ve Irak’ta Türklerin üstün ve etkili olduğunu gizlemenin tersine buralarda Türklerin etkili olduğunu açıklamak ve bu durumu elden geldiğince fiilen kanıtlamakla sağlanabilecek siyasî menfaatler vardır. Bu politikanın geçerliliği Suriye’deki Fransız Yüksek Komiseri Georges Picot’un, özel bir heyetle Sivas’a giderek Kilikya’yı boşaltma önerisi ile Türk Milliyetçileri ile anlaşma ortamı araştırmasında ortaya çıkmıştı (Sonyel, 1986, 193). 328 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI Mustafa Kemal, ölçülü bir şekilde yürüttüğü bu İslâmî ve millî propaganda ve politikayla Müslümanların yardımını sağlamaktan çok, sömürgeci güçlerin nezdinde, Türklerle çatışmalara son vermedikleri takdirde İslâm Dünyası’nın genel bir ayaklanma içine gireceği düşüncesine itibar kazandırmayı hedeflediği yönünde yorumlar da yapılmıştır (Mansy, 1990, 30). Bununla beraber, Melik Faysal, Bolşevik nüfuzunun Mustafa Kemal yönetimi üzerinde artması ve bu nüfuzun doğrudan, ya da Türkler aracılığıyla Suriye’ye geçmesi sebebiyle memnuniyetsizliğini belirtmişti ve bu konuda telaşlanan İngiliz yetkililerine bölgede Bolşevik nüfuzunun yayılışını açıklayan birkaç mektup göndermişti. Faysal’ın gönderdiği bu mektuplardan birisinin ekinde Bolşeviklerin 13 Mayıs 1920 tarihli İngilizlere saldıran Arapça bir bildirisinde İngilizlerin, Ruslar tarafından uğratıldıkları yenilgilere ve Hindistan’da bunlara karşı yapılan ayaklanmalara işaret ederken, Rusya’nın Müslüman milletlere yardımını hatırlatmakta ve Türk, Arap, Hint ya da Fars hangisi olursa olsun bunların haklarını almak için başlattıkları genel isyanda kendilerine yardım vaat edilmekteydi. Kendi açısından Bolşevik nüfuzunu kullanan Mustafa Kemal yönetimi bundan sonra da iki ülke arasında 16 Mart 1921’de yapılan bir anlaşma ile Türkiye’ye yönelen yabancı işgali ve Ermeni meselesini göğüslemede yararlanmıştı. Bolşevik nüfuzu, bu arada Türkiye-Arap ilişkilerinde de ister askerî isterse siyasî alanlarda olsun yeni bir unsur oluşturmuştu. Suriye, Türkler aracılığı ile şiddetli bir Bolşevik faaliyetine sahne olmuştu. 1920 Temmuz’unun ilk günlerinde Halep’e gizlice gelen iki Türk subayı, Mustafa Kemal’in Halep’e bir saldırıya hazırlandığını, onunla Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin dostane olduğunu, silah ve destek sağladığını yaymaktaydı 13 Aralık 1920’de Halep’te, Fransız Siyasî Bürosunun hemen yakınlarında, Lenin imzalı Halep halkına hitap eden ve onları Fransız emperyalizmine karşı uyaran, Fransızlara mukavemet için bir araç olarak Bolşevikliği kabule çağıran Arapça bildiriler dağıtılmaktaydı. 18 Aralık’ta Halep’te duvarlara Türkçe ve Arapça bir çok afiş asılmış, bunlar halkı, Fransızlara karşı uyarmakta, onları isyana ve on gün içinde Fransızları kovmaya çağırmakta eğer bunu yapmazlarsa, tetikte beklemelerini ve işi Türklere bırakmalarını istemekteydi. Bu afişlerin kaynağı kesin belli olmamakla birlikte söylentilere göre, Mustafa Kemal’in karargâhından gönderilmiş ve Halep’teki taraftarlarınca asılmıştı. Türkler, Suriye’de Fransız yönetimine karşı ayaklananlara yardımlarını arttırmışlardı. Çünkü Suriyeli isyancılar, Fransız kuvvetlerinden büyük bir kısmını oyalıyorlardı. Türklerin Suriyelilere karşı kullanılacak Fransız birliklerini de aynı şekilde Çukurova’da oyalıyorlardı. İsyancıların savaşa devam edebilmelerini sağlayan en önemli sebeplerden birisi Türkiye’nin isyancıları tüfek ve mühimmat ile desteklemesi olmuştu. Henânu, 12 Eylül 1920’de Türkiye’den dönüşünde bir bildiri yayınladı. “Arap’tan Arap’a” diye başlayan bildiride Henânu şöyle diyordu: “Size ne oldu da insanlık için yaratılmış en hayır- TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 329 lı ümmet olduğunuz halde haksızlıklara boyun eğiyorsunuz. Sizin suçunuz Müslüman Doğunun çocukları olmanızdır.” Henânu, bildiride, Suriyelileri, hürriyetlerini ve dinlerini korumak için ayaklanmaya teşvik etti. Bildiri şöyle bitiyordu: “Biz Suriyeliler ölürüz veya Bolşevik oluruz ya da bütün ülkeyi yangın yerine çevirebiliriz fakat asla zalimlerin yönetimine boyun eğmeyiz”. Henânu’nun bildirisine bir de İslâm Birliği (İttihad-ı İslâm) müftüsü Hacı Muhammed Efendi Ebi-Zâde’nin, İslâm’a karşı savaşanların ve onlarla beraber olanların ve onlara yardımcı olanların kanlarını helâl sayan bir fetva eklenmişti (Rafık, 1994, 39-44). Anlaşma gereği Türk ordusundan, donatılmış iki yüz kişilik düzenli askerden oluşan bir birlik gizlice Henânu’ya gönderilmişti. Bu birliğin gönderiliş sebebi, muharebelere girmekten ziyade, isyancıları destekleyecek, onlara yardımcı olacak bir hükümetin bulunduğu konusunda tereddüt eden endişeli görüşleri teskin etmekti. Birlik Türkler ile Araplar arasında kardeşliğe işaret eden bir bayrak taşımaktaydı. Bayrağın bir yüzünde Arap bayrağı öteki yüzünde ise Türk bayrağı mevcuttu. Bayrağın bir yüzünde “İnananlar kardeştir”, ikinci yüzünde ise “Kardeşlerinizin arasını düzeltiniz” ayetleri işlenmişti Bu Türk birliği isyancıları teşvik etmek, onları gayrete getirmek için bir süre isyan bölgelerinde dolaşmıştı. Bu Türk kuvveti rivayetlere göre hem “kardeşliğin sembolü olarak korunmuş” hem de “isyancılarla birlikte birçok muharebeye girmiş”ti (Cündî, 1960, 12,71,74-80,130, Rafık, 1994, 44, eş-Şuğûrî, 12,13,42, ). Fransızlara karşı isyan liderleri Türkiye’den askerî destek sağlamanın yanında, Fransızların, yağmacı ve anarşist oldukları şeklinde kendilerine yönelttikleri suçlamaları reddetmek için yabancı konsolosluklarla da irtibat kurmuşlar ve 21 Mart 1921’de Halep’te bulunan Amerika, İngiltere, İtalya ve İspanya konsolosluklarının her birine birbirine benzer bildiriler vererek, bu bildirilerde; yabancı işgaline karşı olduklarını, kendilerini destekleyen İslâm Birliği’nin bir parçasını meydana getiren İslâm Hilâfeti’nin (Osmanlı) yanında yer aldıklarını ve isyancıların hareketlerinin sadece gönülden ve temsil ettikleri milletin vatanperverliğinden kaynaklandığını vurgulamışlardı. SuriyeTürkiye ilişkileri bu dönemde, T.B.M.M. Hükümetinin Suriyelileri partiler ve propagandacılar kanalıyla kendisine bağlama çabalarına ve aynı şekilde, Avrupa emperyalizminin isteklerinin büyük bir rol oynadığı iki ülke arasındaki sınırlar konusunda görüş ayrılıklarına şahit oldu. Fransa, İngiltere’nin siyasetindeki değişikliklere, bu ülkenin Musul meselesi, Anadolu’daki Yunan saldırısına desteği ve İstanbul’da nüfuzunu yerleştirme isteği ve bütün bunların sonucu olarak Suriye’deki Fransız yönetimine karşı tavır koyması gibi Türkiye’yi destekleyenlerin bazen de ona karşı olanların yanında yer aldı. İngiltere’nin tutumu Ankara’da bulunan Mustafa Kemal hükümetini ve aynı şekilde Fransızları endişelendirdi. Bunun sonucu iki taraf arasında bir yakınlaşma oldu. İngiltere Fransa ile an- 330 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI laştığında bu durum iki devletin Suriye’deki milliyetçilerle ve Türkiye’deki T.B.M.M. Hükümetiyle ilişkilerine yansımıştı. 1921 yılında T.B.M.M. Hükümetiyle Fransa arasında yapılan anlaşma, Fransızların, Suriye’de T.B.M.M. Hükümetinin ve taraftarlarının faaliyetlerini görmezlikten gelmelerine sebep olmuştu. İngiltere’nin tutumu değişik zaman dilimlerinde ve problemlere göre farklılık arz etmekteydi. Suriye’deki bazı topluluklar Türkiye’yi desteklemekten geri kalmamış ve bu destek Türklerin Suriye’den tamamen çekilmelerinden sonra da devam etmişti. Bunun sebebi bu toplulukların menfaatlerinin Türklerinkiyle çakışması daha önce Türkiye’nin verdiği birtakım ayrıcalıklardan yararlanmakta olmaları ya da bunların Osmanlı Sultan Halifesine dinî bakımdan bağlı bulunmalarıydı. Mustafa Kemal’in Türkiye’yi işgal eden Avrupa devletlerine karşı başarıları, Arap halkının arasında geniş yankılar, sevgi ve sempati uyandırmıştı. Bu sevgi ve yakınlık işgal altındaki ülkelerdeki isyancılar arasında işbirliğini artırmıştı. Öyle ki Anadolu’da Bolşeviklerin nüfuzlarının artması ve oradan Ortadoğu’ya geçmesi bile bu işbirliğini, muhafazakâr Araplar arasında dahi gevşetememişti. 16 Mart 1921’de Sovyetler ile T.B.M.M. Hükümeti arasında yapılan anlaşma sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda Ortadoğu’da da Bolşeviklerin faaliyetlerini artırmıştı. Müslüman bilginler arasında birçok kimse Bolşevik Rusya ile yardımlaşmayı hoşgörü ile karşılamışlardı. Fransa’nın Türkiye’ye yardım etmesi, Arapların Fransız ve İngiliz mandasına karşı muhalefetlerini azaltmamıştı. Fakat Türkiye’nin Anadolu’da Yunanlılara karşı başarıları Ortadoğu’da büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Ortadoğulu vatanseverler Fransızlara, İngilizlere ve İtalyanlara karşı mücadelelerindeki rollerini Türklerle kıyaslıyorlardı. Bu münasebetle Halep camilerinden bir camide her gün merasim yapılmıştı. Mustafa Kemal, Şam müftüsüne, Yunanlılara karşı kazandığı zaferi bildiren ve ondan camilerde İslâm davasının başarıya ulaşması için mevlit okunmasını, dua edilmesini isteyen bir telgraf göndermişti. 22 Eylül 1922 akşamı Şam’da birkaç camide merasim düzenlenmiş, bazı Ortadoğu eşrafı, şeyh ve bilginleri tarafından Mustafa Kemal’e tebrik telgrafları çekilmişti. Beyrut’ta 10 bin altın lira toplanmış ve yeni Türkiye Hükümetine gönderilmişti (Rafık, 1994, 57). T.B.M.M. Hükümeti Suriye’de Mustafa Kemal ağırlıklı Türk propagandası yapan yayın faaliyetlerini arttırmışlar ve hatta bazı gazeteler onlarla işbirliği yapmıştı. Bu gazetelerin başında T.B.M.M. Hükümetinin sempatizanı olarak tanınan İslâmî eğilimli “Feta’1-Arab” (Genç Arab) dergisi geliyordu. Ancak Fransızlar, T.B.M.M. Hükümetini destekleyen yayınların (Rafık, 1994, 50-57) dağıtılmasında hoşgörülü tavır takındıkları halde Arap millî yayınlarının dağıtılmasında gösterdikleri şiddet Şamlıların zihninden silinmemişti. Türkçe yayınlarda Mustafa Kemal’in resimlerine büyük yer verilmekteydi. Bu yayınlardan birisinde Arapça olarak şu satırlar yer almaktaydı:”Zafer ancak Allah katındadır”, “Vatan sevgisi imandandır”, “Vatan her şeyin üstündedir”, “Osmanlı Şefkatinin Dinamik Millî Orduları genel kuman- TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 331 danı, Anadolu’nun kahramanı Devletlü Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa”. Bu yayınlar Beyrut’ta Emel Matbaasında basılmaktaydı. Bu destekli propaganda, toprak ağaları, burjuva ve Türk nüfuzuna karşı çıkan millî aydınlardan oluşan yüksek tabakayı endişeye şevk etmişti. Aynı şekilde Atatürkçü propaganda ile Bolşevik propagandasının bazılarınca birleştirilmesi bir kısım muhafazakârları da telaşlandırmıştı. İngiltere de bunların Filistin ve Irak’a sızmalarından endişelenmekteydi. Bu sebeple Şam İngiliz konsolosu, T.B.M.M. Hükümetine ve Bolşeviklere, İngiliz mandası altındaki yerlere giriş izni verilmesi yönünde bir tavır takınmıştı. Bu sırada Suriye’de bir Bolşevik Türk partisi kurulması için girişimlerde bulunulmuştu. Şam’da satılan resimlerden birisi Enver Paşa’yı Mustafa Kemal Paşa’ya bir Türkiye haritası verirken göstermekteydi. Resmin üstünde Arapça olarak; “Büyük kumandan Enver Paşa Osmanlı Ordusunun zaferini müteakip Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Türkiye haritası hediye ediyor.” yazılıydı. Bu resimde ilk dikkati çeken şey, Suriye bu resimde kırmızı renkte görünmekte olup Enver Paşa parmağıyla burayı işaret etmekteydi. Bir başka resim ise Anadolu’da Kemalistlerin safında çarpışan Şeyh Sünûsî ile Mustafa Kemal Paşa ve Salahaddin Eyyûbi’yi Kur’ân-ı Kerim’i kuşatmış vaziyette gösteriyordu. Bu resme talep çok fazlaydı. Çocuklar bunu çok ucuz bir fiyatla sokaklarda satmaktaydılar. Başka iki resim daha vardı ki bunlar da Türk yönetimi sırasında kadın hürriyetini temsil etmekteydi. Bu resimler kapaklarına Fransızca: “Şark güzelleri”, Türkçe: “İstanbul Hediyesi” yazılı dergilerle birlikte satılıyordu. Bu resimler de üzerindeki kıyafetler sebebiyle Suriyeli hanımlar arasında elden ele dolaşmaktaydı (Rafık, 1994, 50-58). Bu süreçte 1922’de Saltanatın ilgası ve halifenin bütün yetkilerinin elinden alınması, özellikle de bu hareketi büyük bir siyasî hatâ olarak gören din adamları arasında tepkiyle karşılanmıştı. Bununla birlikte, dindar kamuoyu bu sebepten dolayı T.B.M.M. Hükümetine karşı bir saldırı kampanyası da açmamıştı “el-Menar” şu cümleleriyle birçok kişinin görüşünü yansıtmıştı: “Saltanatın hilafetten ayrılması ve birincisinin tamamen lağvedilmesi büyük hatâdır. Fakat bu emperyalistlere karşı T.B.M.M. Hükümetinin direnişlerini zayıflatmak için bir bahane sayılmamalıdır. T.B.M.M. Hükümeti bu desteği hakketmişlerdir. Ümit edilir ki gelecekte Halifeye itibarını iade ederler” (Rafık, 1994, 61). Lübnanlı tarihçi Muhammed Cemil Beyhem Beyrut’ta çıkan “el-İrfan” dergisinde şöyle yazmıştı: “Mustafa Kemal ve onu destekleyenler dine karşı çıkmalarına rağmen onlar İslâm düşmanı değillerdir”. Aynı dergi daha sonra Hilâfet kaldırıldığında, bunun tarihî gelişimini açıklayan bir makalede şunu yazmıştı: “Bu İslâm tarihinde benzeri hadiselerin ilki değildir”. Ancak T.B.M.M. Hükümeti 3 Mart 1924’de Hilâfeti kaldırdıkları zaman Türk taraftarı faaliyetler diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi Suriye’de de büyük bir darbe yemişti. Bunun üzerine Şerif Hüseyin halife olarak ilan edilince de buna Fransızlar çok kızmıştı. Zira bu, Fransız sömürgelerindeki aleyhlerindeki hareketleri körükleyecekti. Bunun 332 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI için Şamlı alimlere imzalatmak üzere Melik Hüseyin’in halifeliğini reddeden bir bildiri hazırlamışlardı. Mustafa Kemal’in başarıları ve Avrupa devletlerini Anadolu’dan kovması öteki milletler, özellikle de Avrupa emperyalizmine karşı mücadele eden milletlerin çok hoşuna gitmişti. Çünkü Ortadoğu milleti Avrupa yönetimi altında ezilmekteydiler. Aynı zamanda T.B.M.M. Hükümetinin Arap isyancılara yardım etmeleri takdir edilmişti.Bütün bunlar Türk yönetimine yeniden dönme arzusunu ve sempatisini ifade etmişti. Ancak Türkiye’nin, kendi menfaati ile isyancıların menfaati çatışınca, onları desteklemeden vazgeçmesindeki maksat isyancı liderlerinin gözünden kaçmamıştı. Bu sebeple bunlar, İbrahim Henânu, Yusuf Sa’dûn ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki pek çok öncü dindar olmalarına rağmen dinî bağlardan ziyade millî bağlar üzerinde ısrar etmişlerdi. Artık Türkiye’de de dinî vatanseverlik yerini millî vatanseverlik almaktaydı. Hulasa olarak Mustafa Kemal’in bu dönemdeki Ortadoğu politikası: Güney sınırlarımızda verilen mücadelede Araplarla işbirliği yapmak, Suriye’de millî direnişi canlı tutarak, Fransız kuvvetlerini Suriye ve Türkiye olarak iki ayrı cepheye bölmek suretiyle, Fransızları Türkiye açısından elverişli şartlarda bir anlaşmaya mecburi kılmak, Irak sınırında İngilizleri uğraştıracak sorunlar oluşturmaktı. Genel hedef olarak da, işgale karşı bağımsızlık ve milliyetçilik fikirlerini canlı tutmak olmuştur. Suriye ve Irak’taki Arap milliyetçiliği Kilikya’da Fransızlara, Irak’ta İngilizlere karşı kullanılmış Türk bağımsızlık mücadelesi için yardımcı bir güç olmuştu. Türkiye’nin Güneydoğu sınırlarının çizilebilmesi Türk-Arap yakınlaşmasına ve işbirliği sayesinde iki sorun haricinde çizilebilmişti. Mustafa Kemal, Beyrut’ta “Cemiyetü’lİttihadü’l-İslâmiye Heyeti”ne gönderdiği telyazısında (Sarıhan, 1993, 612). Türk başarısının Suriye’de meydana getirdiği sevince duyduğu memnuniyeti belirtmişti. Eylül 1922’de toplanan “Irak Doğu’da Müslüman ulusları Delege ve Temsilcileri Şûrası” da aldığı kararında, Türkiye’nin emperyalizmi yenmesi ve bağımsızlığa ulaşmasını; “bütün İslâm düşmanlarına karşı kesin başarıları yalnız Irak Doğu Müslümanlarınca değil belki bütün Irak Doğu milletleri ve kamuoyunca büyük bir alkış ve içten bir sevinçle karşılanmaktadır” (Şimşir, 1981, 242) şeklinde dile getirmişti. Türkiye, Afganlılarla ve Hindistan Müslümanlarıyla (bugünkü Pakistan) da sürekli işbirliği içerisinde olmuştu ve en fazla Hindistan Müslümanlarının maddî ve manevî desteğini görmüştü. Neticede işbirliği ve topyekun mücadele sayesinde Türk İstiklal Savaşı 1922’de zaferlerle kazanılmıştı. Türk İstiklâl zaferi Endonezya’dan Fas’a kadar tüm İslâm ve Ortadoğu ülkelerinde geniş yankılar (Soysal, 1999, 515) ve coşku uyandırmış ve yeni bir galibiyet duygusuyla örnek teşkil etmiş, Türkiye’ye kutlama telgrafları gönderilmişti. Mısır, Türkiye’nin yürüttüğü mücadeleyi ve kazandığı zaferi kutlamakla birlikte TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 333 İngiliz baskısı sebebiyle aradaki mesafeyi korumuştu. Çünkü Mısır İngiltere’nin askerî işgali altındaydı ve Mısır ordusu da İngiliz kontrolü altındaydı (Nehru, 1965, 89). Bu şartlar altında yine de Müslümanların halifesi ve muhafazası için Mısır minberlerinde özel dualar yapılmıştı (Eş-Şa’buni, 1992). Tunus’ta sevgi geleneğe dönüşürken (Es-Sahili,1986), Türkiye’nin vermiş olduğu mücadele daha sonraki yıllarında Cezayir’e de örnek olmuştu. Cezayir halkı Anadolu’daki Millî Mücadele ve Türklerin başarıları ile gurur duymuştu. Türklerin bağımsızlık zaferleri Ortadoğu’daki Müslüman halklar arasında Avrupa’ya karşı baş kaldırabilme ve bağımsızlık inancının yerleşmesine yol açmıştı. Filistinli Müslümanların, Türk birliklerinin 9 Eylül 1922’de İzmir’e girişini kutlamaları o dönem Ortadoğu toplumlarındaki genel havayı ortaya koyması açısından önemliydi: Türklerin zaferi ilan edilince Kudüs Mustafa Kemal’in resimleri ile donatılmış, Gazze’de, Nablus’ta pencerelere Türk bayrakları asılmış, camilerde dualar okunup ve Kudüs’teki El-Aksa Camii’nde büyük bir toplantı yapılmıştı (Mansy, 1990, 26). 1923 Lozan Antlaşmasından sonra Türkiye’nin Ortadoğu’da Arap ülkeleriyle (dolayısıyla İngiltere ve Fransa’yla) iki sorunu kalmıştı (Soysal, 1999, 516); Biri İngiliz mandasındaki Musul bölgesinin, diğeri Fransa mandasındaki Hatay (İskenderun Sancağı)’ın Türkiye’ye bırakılıp bırakılmayacağı, Misak-ı Millî sınırları içinde kalıp kalmayacağı sorunlarıydı. Görüldüğü gibi 1923’e kadarki süreçte Türkiye’nin Ortadoğu’daki işbirliği politikası Suriye’de sıkılaşmıştır. Misak-ı Millî politikası gereği Suriye (deki Fransa) ile Hatay Meselesi devam etmekle beraber, 1923-1932 döneminde ise işbirliği bu sefer Musul’da, Irak ile Musul Meselesi sebebiyle ile sıkılaşmıştır. Ne var ki Türkiye Lozan sonrası, kazandığı millî sınırlar içine kapanarak rejim değişikliği ve batıyla entegrasyon yönünde yeni inkılaplar üzerinde kafa yoracaktır.. Mustafa Kemal, Arapların millet olarak bağımsızlığına ve millî iradelerine hak vererek Türk milletinin istikbalini riske atmamaya çalışmıştır. Türkler ve Araplar tarafından sürdürülen savaşın emperyalizmin oyunlarını bozmayı hedeflediğini belirtmiş, manevî hakimiyetin ve sorumluluğunun önemine vurgu yaparak o günkü dinî gerekçelerin de Türkler ve Arapları zorla bir arada tutamayacağını ifade etmiştir (Koloğlu, 1994, 60-61). Bütün İslâm milletlerinin istiklâle mazhar olmasının İslâm alemi için büyük bir bahtiyarlık olacağını belirtmiştir (Atatürk’ün Millî Dış Politikası , 1994, 39). Hakimiyet-i Milliye’’de yer alan “Hilafet ve Alem-i İslâm” başlıklı yazısında Mustafa Kemal, Avrupa’nın vahşi emperyalizmi karşısında müsait olmayan barış antlaşmalarına mecbur olunabileceğini ancak Türkiye’nin geleceği ile İslâm aleminin alakası hususunda hiç bir zaman bağımsızlığını ve geleceğin gelişme imkânını tehlikeye 334 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI atamayacağını, birliği sağlayıcı kurumun manevi gücü çevresinde meydana gelen dayanışmayı, önemini ve Ortadoğu gerçeğini kamuoyuna anlatmıştır (Atatürk’ün Millî Dış Politikası , 1994, 62-64). Mustafa Kemal’in, Meclisin toplanmasının ikinci günü 24 Nisan 1920’de gizli bir oturumda yaptığı açıklamalar ve B.M.M.Reisi olarak 9 Mayıs 1920 tarihinde İslâm Dünyasına yayınladığı bildiri aynı zamanda, Mustafa Kemal’in İslâm Dünyasına ve Ortadoğu’ya ilişkin yaklaşımını vermesi açısından da önemlidir. Mustafa Kemal 9 Mayıs tarihli bildirisinde şunları söylemiştir: “Güney çöllerinin bir köşesinde dünyanın seslerini dinleye dinleye yatan şerefli peygamberin ruhlarını ruhlarımızla birleştirdiği İslâm kardeşlerimiz; din kardeşiniz size son askeri kuşatılmış bir kale içinden sesleniyor. Şam’ın, Kurtuba’nın, Kahire’nin, Bağdat’ın sessizliğinden sonra İslâm’ın son Darü’lHilâfe’si İstanbul’da düşman saldırılarının gölgesi altına düştü. Afrika’da, Hindistan’da, İç Asya’da kahır ve cebir altına giren kardeş yurtlarına ağlarken şimdi Kıble-i İslâm’ı, Ravza-i Nebevi’yi taşıyan Hicaz, Yemen, Filistin ve Irak İngiliz saltanatının engin ve nihayetsiz anayolu haline geldi. Kırım’dan, Bosna-Hersek’ten, Kafkasya’dan düşman akınları önünde kaçıp gelenler onda kendilerine bir vatan buldular. İşte parçalamak, dağıtmak istedikleri memleket, İslâmiyet’in bir çok mutsuz evladına bağrında yeniden hürriyet hakkı, hayat hakkı veren bu memlekettir. İçeride her gün biraz daha büyüyen, tesir ve nüfuzunu her an bir daha artıran halk direnişini kınamak için, İngiliz siyaseti her çareye başvurmaya karar verdi. Öğrendik ki Mısır’da ve Hind’de olduğu gibi İslâm’ın başını İslâm’ın eliyle ezenler bizi Halife’ye âsî ve günahkâr bir zümre olarak tanıtmak istiyorlar. Oysa güneyin kızgın çöllerinden kuzeyin buzlu iklimlerine ve doğudan batıya kadar asırlar arasında gazadan gazaya koşan milletimiz din yoluyla kurban ettiği milyonlarca şehitlerinin mübarek emaneti olan maksada bağlı kalmakta devam ediyor. İslâm Birliği fikrinin son zamanlarda en büyük mümessili olan Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi ‘İslâm gönüllülerinin toplu olması için kendini perişan eden milletimize ve onun istiklali uğruna giriştiği mücadeleye, manevi desteğinizi bir saniye bile eksik etmeyin, ta ki İslâm’ın tam batışa giden güneşi büsbütün kararmasın, tekrar aleminizin üstünde ışıldamaya başlasın” (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, 1964, 323-326). Mustafa Kemal’in manevi desteği vurgulaması manalıdır. Böylelikle Millî Mücadeleye yöneltilen Bolşeviklik suçlamasına da cevap verilmiş oluyordu. Bolşeviklik suçlaması “Tam Bağımsızlık İlkesi”ni savunan hareketleri karalamak maksadıyla sömürgeciler tarafından kullanılıyordu. Oysa İslâm dünyasının kurtuluşu, her toplumun kendi “Tam Bağımsızlık Savaşı”nı verdiği bir kurtuluştu. Kendi güçlerinin zayıflığının bilincinde olan Ankara için dışarıya yardım yapmak imkânsızdı. Bu sebeple Mustafa Kemal’in anladığı dayanışma, İslâm dünyasının kurtuluşu için bütün Müslüman toplumların kendi ülkelerinde, birbirinden bağımsız ama aynı zamanda ayaklanmasıyla oluşacak dayanışmaydı. Mustafa Kemal, bu sebeple bir ülkenin kendi dinamizmine dayanmayan kurtuluş TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 335 hareketlerine olduğu kadar emperyalizme dönüşebilecek müdahalelere de karşıydı. Bu konudaki bütün düşüncelerini de 24 Nisan 1920 tarihinde Mecliste yapılan gizli oturumda açıklamıştır: “Efendim mesaimize saha olan mıntıkanın hududunu işaret etmiştim. O hudut hudud-u millîmizdir. Hakikatte bütün gayemiz bu hudud-u millî içindeki milletimizin rahatını, refahını bu hudud-u millî ile belirlenmiş vatanımızı bütünlüğünü korumaktan ibarettir. Turanizm politikasını kendi arzumuzla takip etmek istemedik. Çünkü maddi manevi bütün kuvvet ve kudretimizi belirli olan vatanımız içinde ortaya koymayı arzu ettik. Hududun dışında dağınık bir surette zayıf düşmekten kaçındık... Herhalde Suriyeliler herhangi bir yabancı devlet ile münasebetinin kendileri için sonuçta esaret olacağına kani oldular. Bundan dolayı bize teveccüh ettiler. Bizim buna karşılık gösterdiğimiz şekil şundan ibaret idi. Dedik ki, artık hudud-u millîmiz içinde bulunan insan kaynaklarını ve genel menfaatleri hududumuzun dışında israf etmek istemeyiz. Fakat birlik, kuvvet teşkil edeceğinden bütün İslâm aleminin manen olduğu gibi maddeten de müttefik ve birlik olmasını şüphe yok ki büyük memnuniyetle karşılarız ve bunun içindir ki bizim kendi hududumuz dahilinde müstakil olduğumuz gibi Suriyeliler de hududu dahilinde ve hakimiyet-i milliye esasına uygun olmak üzere serbest ve müstakil olabilirler. Bizimle itilaf veya ittifakın üstünde bir şekil ki federatif veya konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat sağlayabiliriz... gerçekten bu hudud-u millîmiz dahilinde arz ettiğim şartlarla varlığımızı koruyabildiğimiz takdirde başka bir şey istemek bendenizce doğru değildir. Irak’a gelince; Irak’ta İngilizlerin yaptıkları Müslüman halkı fevkalade üzmüştür. Biz kendileri ile ilişki kurmadan evvel onlar bizimle ilişkiye geçti ve mutlaka eskisi gibi bir Osmanlı Memleketi’nin parçası olmayı kabul ettiler. Fakat biz onlara karşı Suriyelilere söylediğimiz düşünceyi söylemekten başka birşey yapmadık. Söylediğimiz kendi dahilinizde, kendi gücünüzle, kendi mevcudiyetinizle bağımsız bir devlet olunuz. Biz her şeyden evvel bağımsızlığımızın elde edilmesini çalışıyoruz. Ondan sonra birleşmemiz için hiçbir engel kalmaz ve Musul bölgesinde, Bağdat’ta ve diğer birçok yerlerde netice olarak birçok olay meydana gelecekti ve bugün dahi görüntüsü ne olursa olsun bizim imhamıza çalışan düşmanlar Suriye ve Irak’taki millî faaliyetlerle bize yönelttikleri kuvvetleri azaltmaya mecbur olmuşlardır. Ve bugün dahi görüntüsü ne olursa olsun gerek Iraklıların gerek Suriyelilerin bu iki bölgedeki dindaşlarımızın kalpleri bizimle beraberdir” (TBMMGCZ , 1920, 2-4). IV. TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN GENEL ORTADOĞU POLİTİKALARI 1923-1930 dönemi, inkılâp prensiplerine uygun olarak dış politika da Lozan’dan intikal eden meselelerin çözümü ve Lozan’da alınan kararların uygulanmasını öngörmüştür. 336 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI Lozan Konferansı’ndan sonra İslâm alemi ve Ortadoğu ülkeleri, Türk politikasını hem şaşkınlık hem de şüphe ile karşılamıştır. Bunda Türkiye’nin Lozan’da İslâm alemi ve Ortadoğu’daki siyasî ve hukukî haklarından mutlak olarak feragat etmesinin, Saltanat ve Hilâfetin kaldırılmasının önemli rolü olmuştur. Diğer taraftan Ortadoğu’da, Suriye, Halep ve Hatay; Irak, Musul meselesinden dolayı Türkiye ile olan ilişkilerinde endişelenmişlerdir. 1928’de Türkiye’de din ve devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılması ve Latin alfabesinin kabulü, İslâm alemiyle Türkiye arasında ticarî, siyasî ve stratejik gibi hayatî ilişkileri soğuk tutan ve her iki tarafın ekonomik, jeopolitik ve jeostratejik hayatî menfaatleri gereği, İslâm dinine Batılılar gözüyle bakmayı terk ederek ve kendi ölçülerine göre bakıp değerlendirerek halledilmesi gereken bir “din sorunu”nun meydana gelmesine sebep olmuştur. Yine de 1923-30 döneminde Ortadoğu İslâm devletleriyle ilişkilerde güvenlik, barış ve iyi komşuluk açısından müspet gelişmeler olmuştur. 1930’a kadar batı devletleri ile olan ilişkilerde de Lozan’dan intikal eden Musul, borçlar, okullar ve Yunanlılarla Türkiye arasındaki “etablı” anlaşmazlığının çözümü ile uğraşılmış ve Misak-ı Millî yönünde Musul, Hatay ve Boğazlar dışındaki konular Türkiye’nin istediği biçimde sonuçlanmıştır. Bu dönemde Türkiye, batıyla sosyal ve özellikle ticari münasebetler kurmak konusunda kuşkulu olmuştur. Sebebi ise o güne kadar kafalarda yer etmiş olan niyetler, tavırlar ve hareketler olmuştur. Tümüyle liberal çizgilerde gelişmiş olan Avrupa sanayisi ile işbirliğine girerken çok geniş bir denetimi üstlenmek de gerekmişti. Denetimin başarılması halinde batı ile ekonomik yaklaşmanın nasıl bir politik bağımlılığa yol açacağını bilen Türk hükümeti, daha ilk anda millileştirme ve yabancı firmalar için Türk dilini zorunlu kılan yasalar çıkarmıştır. Dış dünya ise ekonomik reform alanında pek etkili olunamayacağını sanmış ve Türkiye’nin Rum ve Ermenilerin yardımını almadan özellikle ekonomik kalkınma politikasının etkili bir şekilde yürütülemeyeceği kanaatine sahip olmuştur. Buna rağmen Türkiye dış münasebetlerinde dostça bir tutum içine girmiştir. Bu çerçeve içinde S.S.C.B. ile sosyal, siyasî ve ekonomik işbirliğine girmiş, batıda ekonomik bunalımı atlatmayı başaran Almanya ile ekonomik münasebetlerin yanı sıra kültürel ilişkileri de geliştirmiştir. Ama her şeye rağmen 1923-30 dönemi Türk dış politikası, son derece temkinli ve batı ile münasebetlerinde kuşkulu olmuştur (Gönlübol-Sar, 1990, 88, Bircan, 1993, 193, İnan, 1988, 346). 1930-38 dönemi, Atatürk dış politikasını belirlerken, barışçı politikaya daha yakın ve mevcut durumun muhafazasına çalışan batılı devletlere yaklaşmayı uygun bulmuştur. Alman nazizmi, Yunan, Romen, Rus ve diğer Hıristiyan unsurların düşmanlığı karşısında, yok edilme tehdidi altında bulunan Yahudilerin düştüğü aşağı ve acıklı durumu karşısında Türkiye ve zayıfa, mazluma daima el atan, koruyan bir millet olan Türkler, tüm asırlar boyunca hiç bir zaman 1933 yılından II. Dünya Savaşı sonuna kadar TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 337 süren dönemdeki gibi zorlu bir durumla karşılaşmamış ve politik Siyonizm’in Filistin topraklarında bir devlet kurma uğruna Türklere ve Türkiye’ye karşı tutum, faaliyet ve maceralarına rağmen bu dönemde Yahudilere, Musevilere kucak açarak, onlara karşı yine eşi görülmemiş bir asalet ve insaniyet örneği sergilemiştir. Türk diplomatları da Nazi işgali altındaki Avrupa’dan binlerce Yahudi’yi kurtarmış ve Türkiye’nin Musevi mülteciler için Doğu Avrupa ve Filistin arasında bir köprü oluşturmasına imkan sağlamıştır. İnsaniyet duygusu eksikliğiyle suçlanmaktan çekinen Türkiye, Musevi kurtarma ve göç örgütlerinin faaliyetlerini yasaklıyormuş gibi yapmış, ama el altından aktif biçimde bunlara yardım etmiş ve Nazi tehdidine karşı da göstermelik tedbirler almıştır. Bu baskı ve tehlikelere karşı Türkiye bu göstermelik tedbirleri kullanarak hem Musevi mültecilere yardımını sürdürmüş, binlerce Musevi’yi Türk vatandaşı diye kurtarmış, hem de Musevilere yardım etmek isteyen tüm kuruluşlar için önemli bir üs görevi görmüştür. Üstelik Türkiye, Musevilerin Avrupa’dan Filistin’e kaçmaları için tek geçit yolu olarak kalmıştır. Türkiye, Boğazları mülteci geçişine kapatmayı da reddetmiştir. Daha önce Musevi Ajansı’nın kullandığı Marsilya-Akdeniz hattı, Fransa’nın işgali ve 1940’ta İtalya’nın savaşa girmesiyle kapanmıştı. Türkiye’nin artan önemi sebebiyle Musevi Ajansı, genel merkezini Cenevre’den İstanbul’a kaydırmıştır. Kuruluşun Başkanı Haim Barlas hatıralarında bu konuda şunları yazmıştır: “Filistin’e Musevi göçünün başarılı olmasındaki en önemli etken Alman etkisi ve işgal tehlikesine rağmen Türkiye’nin, kuruluşumuzun isteklerine uygun biçimde Musevi göçmenlerin geçişine izin vermesidir. Türk Hükümeti tarafından 12 Şubat 1941 tarihinde çıkarılan ‘Transit Kararnamesi’ bu göç hareketinin ana temelini oluşturdu” (Shaw, ideapolitika.com, 2002, Erkun, 1999, 90-93). İsrail devletinin kuruluşundan sonra Türkiye’den dışarıya ani ve hızlı bir çıkış başlamıştır: İlk iki yılda 30.000 Yahudi Türkiye’yi terk etmiş ve göç devam etmiştir. Bugün Türkiye’de 20.000’i İstanbul’da yaşayan 22.000 Yahudi kaldığı tahmin edilmektedir. (de Lange, 1987, 212). Türkiye’nin Ortadoğu İslâm ülkeleriyle olan ilişkileri de 1933’ten sonra gelişme göstermiştir. Bunun çeşitli sebepleri olmuştur: 1- Türkiye’nin,İslâm ülkelerini sömürgeleri altında tutan batılı devletlere yakınlaşmasının başlanması. 2- İtalya (Mussolini)’nın Ortadoğu, Asya ve Afrika’ya yayılma politikası, Türkiye’yi Doğu (İslâm) devletlerine karşı Balkan politikasına benzeyen bir politika izlemeye sevk etmiştir. 3- Türkiye, Afganistan, İran ve Irak’ın emperyalizme karşı benzer duygular beslemesi ve herhangi bir isyan ve saldırıya karşı duyarlı bulunmaları. 4- İran ve Irak’la Doğu Anadolu’daki Kürt isyanının oynadığı rol de yakınlaşmaya sebep teşkil etmiştir. İsyanlar 1939’a kadar aralıklarla devam ettiği gibi, Türk-İran münasebetlerinde de 1927-34 arasında bir soğukluğun girmesine sebep olmuştur. Türk birlikleri önünden kaçanlar İran topraklarına girip kurtulmaya çalıştıklarından çarpışmalar zaman zaman İran toprakları içinde de devam etmekteydi. Bunalımı Rıza Şah, asilerin sınırdan geçmeleri için önlem alarak giderme- 338 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI ye çalışmıştır. Buna mukabil Türkiye’de Afganistan ile olan eski dostluğuna dayanarak Kâbil ve Tahran arasındaki, Helmut ırmağı sınır anlaşmazlığının çözülmesinde arabuluculuk yapınca yakınlaşma sağlanmıştır. Irak’la yakınlaşma Musul’dan sonra Türkİngiliz yakınlaşmasına paralel olarak gelişme kaydetmiştir. Bu gelişmeyi 6-7 Temmuz 1931 tarihleri arasında Irak Kralı Faysal’ın resmî ziyaretleri ile daha da güçlendirilmiş ve 1936’da Türk-Irak antlaşması dostluk çerçevesinde uzatılmıştır. Filistin’in taksimi hakkında Lord Peel başkanlığındaki İngiliz Tahkik Komisyonu tarafından hazırlanan ve 7 Temmuz tarihinde metni neşredilen rapor ve Filistin’in İngiliz, Arap ve Yahudiler arasında taksimi kararı aleyhinde olmak üzere Bağdat’ta 17 Temmuz’da “Hayderhane Camii”nde düzenlenen, yirmi bini aşkın halk iştiraki ile yapılan ve çeşitli hatipler tarafından İngiltere politikası aleyhine şiddetli nutuklar söylenen protesto mitingi ile Irak’taki Nadiü’l-Müsenna Cemiyeti’nin İngiltere Büyük Elçisine verdiği ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne de takdimi ricası ile bir örneği Bağdat Elçiliğine verilen Potestoname’si büyük yankı uyandırmıştır. Protestoname’de belirtildiğine göre rapor, Arap ve Müslümanlar üzerinde ve hususiyle Filistin ve çevresi üzerinde pek fena bir tesir meydana getirmiştir. Bozuk İngiliz politikası bölgeye felâket ve musibetler ve hayatın politik ve idarî yönlerinde anarşi ve karışıklık getirmiş ve 1917 Balfour Beyannamesi’nin ilanından Arap hükümdarlarının aracılığına kadar birbirini takip eden kanlı isyanlara sebebiyet vermiştir. Bu, nazarı itibara alınarak Arap ve İslâm aleminin yükselen sesine kulak asacakları ve aracılıkları, mücadele hareketinin tam şiddetli zamanında işgali durdurmaya ve sükuneti muhafaza etmeye en büyük tesiri olan Arap hükümdarlarının hissiyat ve şuurlarına saygı ve riayet edileceği ümit edilirken, Filistinlilerin gasp olunan haklarının iade edilmesi ve üzerlerinden, korkunç tabir edilen Siyonist kâbusunu kaldıracağı söylenen söz konusu komisyon raporu sabırsızlıkla beklenirken, beklenilen ve ümit edilenin aksine olarak rapor, Filistin’in varlığına son vermek, onu parçalamak ve bu memleketin en mühim parçalarını ayırarak dünyanın her tarafından kopup gelenlere bahşetmek ve bununla istenilen birlikle alakalı Arap emellerine ve Araplık meselesini tam en canlı yerinden vurmak gibi hususları hedeflemiştir. Bunun karşısında ise, bu keyfiyetin mutlak surette gerçekleşmesine bütün Arapların ve Müslümanların mümkün olan bütün vasıtalar ve vesileler ile mani olacağı Protestoname’de ifade edilmiştir; zira Filistin meselesi Arap ve Müslümanlar nazarında müsamaha ile bakılması mümkün olan mahallî meselelerden değildir. Bu mesele Filistin halkını alakadar ettiği kadar dünyanın her tarafında bulunan Arap ve Müslümanları alakadar etmektedir ve bu mukaddes toprakta Arap, Türk ve diğer Müslümanların ateş ve nurdan tescil ettikleri on üç asırlık hatıralar mevcuttur. Protestoname’de İngiltere Büyük Elçisine hitaben, Filistin’in hiç bir zaman Araplar, Yahudiler ve İngilizler arasında müşterek ve şüyulu bir mülk, bir toprak olmadığı, dolayısıyla neden parçalanarak, Komisyonun tavsiyesi üzerine bunlar arasında taksim edilsin denmiş ve kendisini zayıf milletlerin hamisi yerine koyan Milletler TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 339 Cemiyeti ve onun tayin ettiği mandater hükümetin bu milletlerin mukadderatıyla oynamaya hakları olmadığı dile getirilmiş ve devamla şu satırlara yer verilmiştir:”Filistin, Cenab-ı Hakkın diğer memleketleri gibi, evlatlarının meşru mülkü olup, Arap ve İslâm cisminde çarpacak kalp ve akacak damar bulundukça, onların mülkü kalması icap eder. Hiç bir devletin veya devletler heyetinin bu mülkiyeti veya anın bir kısmını nez’ ile başkalarına bağışlamaya hakkı olmadığı gibi, dünya kuvvetlerinden herhangi bir kuvvetin, azamet ve kudreti ne olursa olsun, Filistin’in hak sahibi olan evlatlarını vatanî olan haklarının herhangi birinden mahrum etmek hususunda iradesini yürütmeye kudreti ve mukaddes olan vatanlarından bir karış yeri koparmaya istitatı da yoktur. Bu ancak, Arap ve Müslüman’ın tamamıyla mahvolup vatanlarını müdafaa etmeye muktedir insanlar kalmadığı zaman, olabilir. Kahir kuvvetler ile tahrip edici vesait, vaziyete hakim olmak kudretine malik ise, insanların içinde saklı olan hissiyata hakim olmaya ve intikam ve ayaklanma hissini andan atmaya kudretleri yoktur. Tazyik ve zulüm siyaseti bu intikam ve ayaklanma hissini heyecanlandırır ve bu his gün geçtikçe ziyadeleşir ve babadan evlada intikal eder ki hesap zamanı hulul ettiği vakit mazlum hakkını zalimden alacak ve hak, batıl olan kuvvete galebe edecektir.” Protestoname’de, esasında Filistin’in birlik ve istiklâlini ve sırf Arap olarak kalmasını hedeflemeyen ve Balfour vaadinin ilgasına, aynı zamanda Yahudi göçünü ve arazinin Yahudilere satılmasını engellemeye matuf olmayan her hangi bir sureti hal esasında akim kalmış olup, Arap ve Müslümanların, mesele neye mal olursa olsun, onu kabul ve ikrar etmeye imkân olmadığı ve Filistin’de mevcut politikaya devam etmenin Filistin’de ve diğer Arap ve İslâm memleketlerinde sebebiyet vereceği kötü tesir, tepkiler ve hareketlerden doğacak mesuliyet Yahudilere ve politikalarıyla onlara destek verenlere raci olacağı önemle vurgulanmıştır. Bununla beraber İngiltere’nin, Ortadoğu’da barış ve muvafakate istekli olduğu ve Araplar ve Müslümanlarla olan dostluğunu muhafaza etmek istediği takdirde; özellikle dünyanın mühim olaylarla çalkalandığı bu sıralarda Filistin’deki bozuk politikasını terk etmek ve hak ve adalet üzerine yürümek ve hakkı istenen dereceye getirmek gibi hususları ifa etmesi icap ettiği son olarak belirtilerek bu hususların elçilik vasıtasıyla İngiltere Hükümetine tebliği rica ve istirham edilmiştir. Bağdat Türk Elçiliğinden alınan yazıda belirtildiğine göre Miting sonunda, halk, ellerinde, “Arap kuvvetinin arkasında İslâmlar vardır”, “Kahrolsun komisyon kararı”, “Yaşasın Arap birliği”, “Araplık kuvvet ve haktır”, “Filistin Hıristiyanlığın mehdi ve Kur’an’ın kıblesidir”, “Filistin’in taksimi ateşle oynamaktır”, “Filistin için hepimiz askeriz”, “Yahudi emtiasına boykot ediniz”, “Kahrolsun Siyonistlik”, “Siyonistler istismar simsarlarıdır”, yazılı bayraklar olduğu halde sokakları dolaşmışlar ve “Kahrolsun İngiltere ve Yahudi siyaseti” diye slogan atmışlardır. Miting müddetince de bir taşkınlık eseri görülmemiştir. Miting tertip heyeti tarafından Milletler Cemiyeti Umumi Kâtipliği’ne gönderilmiş olan telg- 340 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI rafnamenin bir sureti de Türk Elçiliğine gönderilmiştir. Telgrafla Türkiye’den Arapların Filistin’deki haklarının teyidi ve taksim projesinin reddi için Milletler Cemiyeti nezdinde mesai sarf etmesi hakkında Türk Hükümetinin delalet ve aracılıkta bulunması istenmiştir. Cenevre Milletler Cemiyeti Sekreterine gönderilen telgrafta şu ifadeler yer almaktaydı: “Bağdat halkı ve buğün toplanan Irak heyetleri Filistin’in taksimi projesinden dolayı en şiddetli infiallerini ilan ile mukaddes Arap vatanındaki İngiliz isti’mar (sömürge) hatt-ı hareketini protesto eder ve adalet, tarih ve insaf namına devletler mümessillerinden mezkür projeyi reddetmelerini ve Filistin’i müstakil ve Arap olarak itibar etmelerini talep eyler. Miting Heyeti” ( B.C.A., 1937). Öte yandan İtalya’nın Milletler Cemiyeti kararlarını İhlâl ederek Habeşistan’a saldırıda bulunması, Ortadoğu’da bir tehdit oluşturması, Türkiye’yi Ortadoğulu devletlerle bir pakt kurma yoluna sevk etmiştir. Bu yakınlaşma isteği, Milletler Cemiyeti İtalya’ya karşı önleyici tedbirler almayı düşünürken, 2 Ekim 1935’te Cenevre’de, Türkiye, Irak ve İran arasında üçlü bir antlaşmanın parafe edilmesi ile sonuçlanmıştır. Nihayet 8 Temmuz 1937’de, İran Şah’ının yazlık sarayı Sadâbat’da Türkiye, İran, Irak ve Afganistan dörtlü Ortadoğu devleti işbirliği antlaşmasını imzalamışlardır. Mısır’la ilişkiler de özel bir antlaşmaya dayanmamakla beraber, dostane devam etmiştir. Mısır’la ilk dostluk antlaşması 7 Nisan 1937’de Ankara’da yapılmıştır. Antlaşmanın 1. Maddesine göre iki devlet arasında bozulmaz sulh ve samimi dostluklar kurulmuştur. Bu antlaşmanın temelinde de İtalya’nın Doğu Akdeniz’e saldığı korkunun rolü büyük olmuştur. Görülmektedir ki, dünya, Türkiye ve Ortadoğu gerçeğini görebilmiş ve zamanın uluslararası gerçekleri ve güçleri karşısında gittikçe süratli bir şekilde güçlenerek ve fırsat gözetleyerek hareket edilmesi gerektiğine inanmış olan Kemal Atatürk bu fikrinde istikrarlı ve sabit kalarak Osmanlı mirası üzerinde kurulan yeni devletleri, federal bir devlet haline getirmek istediğini, Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a bir direktif olarak söylemiştir. Kurulacak olan Balkan ve Sadâbat paktları böyle federal bir devletin birinci kademesini teşkil edecektir. Tevfik Rüştü Aras’ın anlattığına göre bu ittifakları kurarken Kemal Atatürk’ten şu direktifi almıştı: “İlk önce Batının en kuvvetli devletleri Yunanistan ve Doğumuzdaki en kuvvetli devlet İran’la ittifak kuracaksın. İttifaktan sonrasını o zaman düşünürüz...” ( Büyüktuğrul, 1984, 93). İki dünya savaşı arasında hem modern bir millet yetiştirmek ve hem de bu milleti ve devleti Batıya entegre etmek, Batıyla bütünleştirmek yeni devletin en önemli hedeflerinden olmuştur. Bu çerçevede bizzat Kemal Atatürk’ün başkanlığında uygulanan dış politikada, devletin laik/seküler karakteri gereği Türkiye temeli dine dayalı ne bir organizasyona katılmış ve ne de ittifaklara ilgi duymuştur. Ekonomik, ticarî ve stratejik vs. ilişkiler şöyle dursun, bu ilkeler Atatürk dönemi Ankara’sının bölge ve İslâm ülkeleriyle ikili ilişkilerinde de belirleyici olmuştur. Kemalist Türkiye, gerçekçi bir dış politika takip etmiş ve fetihçi politikalara kapıları kapatmıştır. Kendine has bir Türk milliyetçiliği TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 341 anlayışı oluşturmuştur. Modern Türkiye’nin idarecileri, Yunanistan da dahil tüm Batıya sempati ve hayranlıkla bakmış Osmanlı’nın kan davasını gütmemiş, aksine Batıya karşı düşmanca politikalara son vermişlerdir. Tabii bir sonuç olarak Batı dünyası ile sıkı bağlar kurmaya ve batı dünyası ile entegre olmaya, bütünleşmeye çalışmıştır. Ancak bunu siyasî ve sosyal manada bir iktibas olarak gerçekleştirse de teknik ve ekonomik manada gerçekleştirememiştir. Bunun yanında Türk dış politikası statükocu ve yeri, sırası geldiğinde ısrarcı ve fırsatçı olmuştur. Ancak bu, eğer uluslararası ortam müsaitse ve Batı ile ilişkileri en azından menfi etkilemeyecek bir durum varsa, ilgili devletleri de ikna ederek Türkiye’nin menfaatlerini uluslararası kabul gören bir yolla korumasına engel olmamıştır. Oluşan ve değişen uluslararası yeni şartlar çerçevesinde hareketle, ilgili Batılı devletlerin tasvibini alarak Balkan ve Sadâbat Paktlarının kurulmasına Ankara öncülük etmiş, Musul’da şimdilik başarısız olsa da Montreux ve Hatay konusundaki isteklerini uluslararası hukuk mekanizmalarını kullanarak gerçekleştirmesini becerebilmiştir. Kısaca, iki dünya savaşı arasında Türkiye, uluslararası ilişkilere ve Ortadoğu’ya statükocu, tarafsız ve fakat hümaniteryen/enternasyonalist bir yaklaşımla bakmıştır (Calış, 1996, 89-90). Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasında her şeyden önce daha fazla Batıya yaklaşmayı umarak, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da her zaman önemli roller oynamaya çalışmıştır. Türkiye, Doğuda, Kuzeyde ve Güneyde, barış, güvenlik ve işbirliği antlaşmaları çerçevesinde hep Batıyı aramıştır. Batının onayının alındığı durumlarda bu, esneklik sınırları içinde olduğu sürece tolerans gösterilecek bir durum olmuştur. İş, boyutları aşınca politika törpülenmiştir. Kaldı ki Batılılaşmanın Türkiye’ye önemli giriş kapılarından biri olan Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasisi Türk dış politikasının geleneksel yapısının değişmesine hemen müsaade eden bir kurum da olmamıştır. Geleneksel çizginin dışında bir takım işlere, çıkışlara, gelişme ve genişlemelere kalkışan bir iktidar ortaya çıktığında veya ülke bilinen ve bilinmeyen sebeplerle kaosa sürüklendiğinde bile Türkiye, Kemalist devlet kimliğini ve bu kimliğin ürünleri, dış politikayı ayakta tutabilecek kurumlar oluşturmuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan Kemal Atatürk’ün ölümüne dek sürdürülen dikkatli, tedbirli, dengeli, istikrarlı ve gittikçe gelenekleşen ve klasikleşen, aktif iç ve aşırı temkinli ve çekingen dış politika; aynı çizgide ve yaklaşık ifadelerle tüm hükümet programlarında da yer almış ve anlaşılan Cumhuriyetin kadroları ve Hükümetleri bu politikalarıyla iki büyük dünya savaşı arasından sıyrılarak çıkmaya çalışmıştır (Girgin, 1993, Ateş, 1996, tbmm.gov.tr,2001). SONUÇ Kemal Atatürk, dış politika ve Ortadoğu politikasında hareket noktası olan “Yurtta Barış, Dünyada Barış” politikası tarihi temellere ve Türkiye’nin coğrafî ve jeopolitik gerçeğine dayanmaktaydı. 342 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI Atatürk’e göre böyle bir politika ve Ortadoğu politikası ancak yeterli bir deniz gücü ve donanma sayesinde değer kazanabilirdi. Pan-Türkizm/Turan ve İslâm Birliği fikirleri;”mücerred ve hayâlî bir fikirden ibaret” idi ve “böylesi bir fikir hiçbir zaman hakikate dönüşmüş değildi” ( İnayet, 1991, 103). Kemal Atatürk’ün vurguladığı nokta İslâm dünyası ile Batı arasında güç dengesine dayanan ince bir politikanın izlenmeye çalışılması gerektiğiydi. Güç dengelerini ve politik değişimi güvenlik politikası içinde dikkate alacak olan Kemal Atatürk, Osmanlı ordusu içinde Yüzbaşı iken tâ 1912 Türk İtalyan Harbi sıralarında Selanik Kuledibi Gazinosunda, uzak politika görüşüyle, belirlenecek Misak-ı Millî sınırları içinde Anadolu’da, Balkan ve Arap Devletleriyle dost olacak yeni bir vatan önermişti ( Büyüktuğrul, 1984, 87-88). 1918-1938 yılları arası, Atatürklü günlerin Ortadoğu politikalarını ihtiva etmiştir. Dünya savaşından sonra Ortadoğu’da sadece dört devlet; Türkiye, İran, Afganistan ve Suudi Arabistan bağımsız olarak kalabilmişlerdi. Diğer Ortadoğu toprakları vaatlerinde durmayan sömürgeci devletler tarafından parçalanarak çeşitli isimler altında sömürge altına ve manda idaresine alınmışlardı. Dolayısıyla manda idaresindeki ülkelerle dış ilişkiler kurulacağı zaman önce mandacı devlet yani hasım İngiltere ve Fransa muhatap olarak Türkiye’nin karşısına çıkmaktaydı. Bu sebeple Türkiye hem manda devletini ve hem de sömürgeci hakim devleti muhatap almak zorunda kalmaktaydı. Zaten Lozan Antlaşmasına kadar Ortadoğu ve Türkiye üzerine yapılan gizli ve açık antlaşmalar ve konferanslar, Türkiye’den Ortadoğu ülkelerini ayırdığı gibi, Ortadoğu politikalarını da sınırlamış, daraltmış ve Lozan antlaşmasının 16.,17., 22. ve 27. maddeleri gereği olarak Mısır ve Arap halkının arzularını reddeden (Şakir vd., t.y., 100). Misak-ı Millî sınırları dışındaki bütün haklarından ve sıfatlarından mutlak feragat ettirerek, etkili oldukları uluslararası devletler hukukuna bağlı kılmıştı (mfa.gov.tr, 2002). Bu maddelerin neticesi olarak Hilâfet de kaldırılacak, İslâm Birliği fikri, İslâm, Müslümanlar ve Türk Birliği fikri Batı için birer tehdit olmaktan çıkarılacaktı. Bu şartlar ve durum içinde Lozan Antlaşmasına iki yönlü bakabilmek mümkündür: Musul ve Hatay olmasa da niyetleri belli güçlü emperyalist devletlere ve onların ileri sürüp kullandığı unsur ve ülkelere karşı Türk milleti olarak, millî ruh ve millî iradeyi ön plana çıkararak topyekün var olma, yok edilmekten kurtulma ve sınırları belirlenen vatanın kurtuluşu ve bağımsızlığı uğruna verilen mücadele ve savaş sonucu kazanılan başarılar ve zaferlerle yeni Türkiye’nin siyasî varlığını ve bağımsızlığını kabul ettirebildiği için bir başarı idi (Söylemezoğlu, 1957, 24-25). Çünkü 1921 Eylül’ünde Sakarya’da ve 1922’nin Ağustos’unda Başkomutanlık Meydan savaşlarında, Yunan ordusunun hezimete uğratılıp Akdeniz’e dökülmesi, Türk milletinin Millî Mücadeleden başarı ve zaferlerle çıkması; Yunanistan’ı kendi menfaatleri doğrultusunda Ortadoğu’da bir güç olarak hazırlamak ve jandarmaları statüsünde tutmak isteyen ve Musul’daki menfaatleri için Güney Anadolu ve Kuzey Irak’ı kap- TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 343 sayacak bir Kürt devleti de kurmayı düşünen İngiltere’nin Ortadoğu’ya yönelik politik hesaplarını altüst etmişti. Türklerin Anadolu’da kazandıkları yüksek başarılar ve zafer, buna imkan tanımamış ve I. Dünya Savaşı galibi devletler de TBMM Hükümeti ile 20 Kasım 1922’de Lozan Barış Görüşmeleri’ne başlamak zorunda kalmışlardı. Diğer bir yönden bütün bu kesin irade ve zaferler sonucunda aldatılarak emperyalist işgale uğramış Ortadoğu, Arap ve İslâm dünyasının yeniden bütün sevinci, alkışı, umudu ve desteğiyle beraber, I.Dünya Savaşı boyunca yeni hedefler ve kazançlar elde etmek maksadıyla yedi devlete ve millete karşı verilen savaş sürecinin hedeflerini gerçekleştirme yönünde bir hezîmettir ve Osmanlının yıkılışına damgasını vurmuştur. Diğer yandan yeni Türkiye’yi yoksulluğa ve yalnızlığa götüren bir dar boğaz olmuştur (Özakman, 1997, 565-596). Esas zafer ve başarı ise bu antlaşma ile Misak-ı Millî sınırları dışında kalan Osmanlı-Türk haklarına sahip olan ve Ortadoğu’yu II. Dünya Savaşı yılları ve sonrasına kadar hakimiyet ve sömürge altına alan, ganimetlerinden istifade eden İngiltere, Fransa ve müttefiklerinin olmuştur. Zaten gerçekte Türk İstiklâl Harbi, I. Dünya Harbinden beri sıcak ve diplomatik veya direkt ve dolaylı olarak devam eden bir İngiliz-Türk Harbiydi. Yani Türkler gerçekte İngilizlere karşı savaşmış, zafer İngilizlere karşı kazanılmış ve barış da onlarla yapılmıştı (Üner, 1975, 27). Bunun sebeple Türkiye, Batı ve Ortadoğu ülkeleri ve etnik unsurlara karşı tabiî olarak kendisinde oluşan aşırı güvensizlik sebebiyle “yurtta sulh, cihanda sulh” sloganıyla yeniden ortaya çıkarak kendini Misak-ı Millî sınırları dışındaki rekabetten ve Ortadoğu’dan (Hatay ve Musul hariç) uzak tutmaya çalıştı.Çünkü Hatay ve Musul, Misak-ı Millî sınırları içinde olmasına rağmen İngiltere Musul’u, Fransa ise Hatay’ı işgal etmekte ve vermemekte ısrar etmekteydi. Bunun için Türkiye’nin, karakteristik bir kelimeyle izah ve ifadesi mümkün olmayan iki dünya savaşı arasındaki takip ettiği Ortadoğu politikası, genel olarak, stratejik ve jeopolitik mevkiinin gerektirdiği zorunlulukla, geleneksel denge politikalarından da esinlenerek, güvenlik ve tarafsızlık politikasıydı. Buna güvensizlik politikası da demek mümkündür. Millî mücadele ve İstiklal Harbi sürecinde (1923’e kadar) İslâm ve Ortadoğu halklarına ortak düşmana karşı işbirliği ve savaş çağrılarıyla dini ön plana çıkaran Kemal Atatürk liderliğindeki yeni Türkiye, yine savunma ve yenilenme maksatlı olarak, “Medeniyet, Avrupa medeniyeti demektir” sloganı ile Doğu medeniyetini reddederek (Winstone, 1999, 465), Avrupa medeniyeti içinde yer almak ve bu medeniyetin maddî ve sosyal değerlerini kabul ve ona sahip olmayı isteyerek (Lajos, 1940, 5) yeni rejim, kültür ve medeniyet değişikliği çabaları ve batıya entegrasyon yönünde yeniden yapılanma ve güçlenme sürecinde bu sefer laikliği/sekülerliği ön plana çıkararak, bir taraftan iç meselelerini halletmeye çalışırken diğer taraftan güvenliği için, barış, dostluk ve iyi komşuluk politikasına hep vurgu yapmıştır. Aslında bu bir yalnızlık politikasıydı. İç politikada ise bütün çaba, ülkenin idaresi ve kaynakları üzerinde hü- 344 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI kümranlık politikasıydı. Bütün bu sebeplerle yeni Cumhuriyet idaresi, 1925’de başlamak üzere 1938’e kadar 42 İslâm ülkesi ve bunu içerisindeki Ortadoğu ülkelerinden sadece 8 ülkeyle (Afganistan, Irak, İran, Lübnan, Mısır, Suriye ve Hicaz, Necid ve Mülhakatı Hükümeti (Suudi Arabistan) ve Yemen’le), gümrük, hudut, tabiiyet, barış, dostluk ve iyi komşuluk antlaşmalarıyla sınırlı antlaşmalar yapabilmişti. Afganistan’la üç (1921,1926,1928), Irak’la dört (1926,1931,1932/2), En fazla olarak İran’la on beş (1926, 1928,1932/2, 1933, 1935, 1937/8, 1938), Mısır’la bir (1937), Suriye’yle dört ( Lübnan’la birlikte 1925, yine Lübnan’la birlikte 1926, 1926, 1929 (1935)), Hicaz, Necid ve Mülhakatı Hükümetiyle (Suudi Arabistan) ve Yemen’le bir (1929), Lübnan’laSuriye ile birlikte- iki (1925, 1926) antlaşma yapılmıştır (Düstur, II,VII,X,XI, Yazıcı, 1982, I, 24-27,131-138,279-335, II, 247-250,368-369). İlginçtir ki bu belirtilen devletler ve diğer İslâm ülkeleriyle Yeni Türkiye’nin kuruluşu ile 1938 arasında, biraz da politik Siyonizm ve emperyalizm ilişkisi ve güdücü etkisiyle hiç bir ekonomik, sanayi, petrol, teknik, ulaşım, tarım, turizm, kültür, inşa, sağlık, adlî ve ticarî yönde hiç bir işbirliği ve antlaşma yapılmamıştır. Bu, bir milletin ve devletin ekonomik, stratejik ve kültürel hayatî menfaatlerini hiçe sayarak, Türklerle Arapları birbirinden ayırmaya yönelik “arkadan vurdu” emperyalist propagandasına dayalı kırgınlıktan dolayı olamazdı. Çünkü Türkiye’yi parçalamak ve Türkleri yok etmek niyet ve isteğinde olan İngiltere’nin, Türkleri katliamdan geçiren Yunanlıların ve Ermenilerin bu affedilmez niyet ve fecaatleri yeni Türkiye’nin onlarla dostluk ve işbirliği kurmasına mani görülmemişti. Bu Belki de Yeni Türkiye, manda altındaki yerli idarecilerle Ortadoğu’yu ekonomik ve politik abluka, sömürge ve manda idaresi altına almış olan İngiltere ve Fransa ile bu durumda karşılaşma, beraber antlaşma yapma zorunluluğu duyacağından, onların emperyalist menfaatlerine dokunmaktan ve tarihî mücadele sürecinin ruhlar üzerinde sindirdiği emperyalist emel besleme suçlanmasından! çekinmekteydi. Halbuki karşılıklı hayatî menfaatlere dayanan ikili ilişkiler ve işbirliği gerekli ve normal bir şeydi. Her şeye rağmen Türkiye iki dünya savaşı arasında Ortadoğu manda ülkelerine karşı koruyucu rolünü oynamış, az da olsa yapılan ikili antlaşma ve anlaşmaları daima ülkelerinin adını anarak yapmakla İngiltere’nin ve Fransa’nın oradaki, Ortadoğu ülkelerindeki varlığının geçici olduğunu belirtmek istemiştir. Buna ilave olarak Misak-ı Millî ve yeni Türkiye sınırları dışında kalan Türklere bilhassa Irak, Suriye ve Mısır Türklerine yönelik hiç bir politika üretilmemiş olması, haklarını koruyucu bir politika izlenmemesi, problemlerinden ve hatta varlıklarından bile söz edilmemiş olması da dikkat çekicidir. Bu belki de Türkiye’nin, ayrıca dış Türklere yönelik bir sükûnet politikası veya ileriye yönelik bir çözümsüzlük politikasıydı. Çünkü bir metot ve işbirliği üzerinde kafa yormayan Türkiye, Suriye ve Irak hükümetlerinin Türk unsuru üzerindeki baskısını daha çok artıracağından endişe etmekteydi. Fakat bu politikalarda önemli ve etkili bir unsur da liderlerin sahip olduğu zihniyeti, anlayışı, görüşü, yapısı ve bakış açılarıydı: Kemal TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 345 Atatürk, yabancı devletlere açılmak ve Türklüğü tanıtmak fikir ve inancında olmasına karşılık İsmet İnönü, Türkiye’nin kendi kabuğunda kalıp etliye sütlüye karışmamak tezini savunmuştu (Büyüktuğrul, 1984, 600). İki lider arasındaki bu tartışmanın da Kemal Atatürk zamanı ve bilhassa sonrası dış politikasında büyük etkisi olmuştur. Türkiye’nin ve Türklerin uluslararası politikaları ve politik tutumları, bir diplomasi pazarlığına değil, yüzyıllardır mücadele ettikleri düşmanlarına karşı duydukları sonsuz güvensizliğe dayanmıştır. Her şeye rağmen Türkiye iki dünya savaşı arasında Ortadoğu manda ülkelerine karşı koruyucu rolünü oynamış, az ve iyi komşuluk çerçevesiyle sınırlı da olsa yapılan ikili antlaşma ve anlaşmaları daima ülkelerinin adını anarak yapmakla İngiltere’nin ve Fransa’nın oradaki, Ortadoğu ülkelerindeki varlığının geçici olduğunu belirtmek istemiştir. Gel-gitlerin yaşanacağı bu süreçte Ortadoğu ve diğer İslâm ülkeleriyle ekonomik, sanayi, petrol, teknik, ulaşım, tarım, turizm, kültür, inşa, sağlık, adlî ve ticarî yönde işbirliği ve antlaşmalar ancak 1960’lardan sonra başlayacak, tâ 1980’lere doğru sıklaşacak ve 1980’den sonra da gittikçe artan bir hızla gelişecek ve genişleyecektir (Yazıcı, 1982, I,II). Tabiatıyla dış politikanın hareket noktası her devletin kendi millî menfaatleridir. Hedefi ise barışın korunması, yabancı devletlerle iyi ilişki ve iş birliğinin geliştirilmesidir. Oturulan toprakların dünya siyasî coğrafyasındaki yeri dış politikayı şekillendirmede önemli ve değişmeyen bir faktördür. Dış politikadaki devamlı diğer bir faktör de komşulardır. Türkiye’nin dış politika ve savunmasını şekillendiren bir diğer faktör de istikrarsızlıklarıyla tanınan Balkanlar ve Ortadoğu arasında bulunmuş olmasıdır. Dış politika hedeflerinin tespitinde tarih, kültür, dil, din ve etnik yakınlık önemli rol oynamıştır ve oynamaktadır. Dış politikada gittikçe öncelik ve ağırlık kazanan diğer bir faktör de ekonomik menfaat ve ilişkilerdir. Ekonomik menfaat, dış politikanın savunmadan sonra gelen hedefidir. Dış politikanın diğer önemli bir aracı da kamuoyudur. Bu faktör son senelerde artan bir önem kazanmış ve demokratik memleketlerde ön plana çıkmıştır. Bir meselenin kamuoyuna mal edilmesi, desteğinin sağlanması, dışarıda kabul görme, etkili olma imkânını arttırmıştır. Dış politikanın diğer önemli bir faktörü ve kuvvet kaynağı ise millî dayanışma, birlik ve beraberliktir. Bu alanda zaafı bulunan veya zaaf gösteren devletlerin dış politikası ürkek ve başarısız olmuştur. Bu arada dış politika için sağlıklı bilgi sahibi olmanın ve istihbarat faaliyetlerinin de önemini belirtmek lazımdır. Dış politika ile iç politikanın ilişkisi, politika tespiti, devlet adamlarının seviyesinin dış politikada oynadığı rol, dış politikanın aktif ve pasif millî hedeflere göre tespit edilmesi ve uygulanması hayatîdir (İnan, 1993). 346 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI KAYNAKLAR Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (B.C.A) (9/8/1937). Dos. 438A24, F.Kod.30.10.0.0, Y. No. 266.793.24. Abdulkadir, Muhammed Al-Hayr (t.y.), Nekbet’ul-Ummat’ul-Arabiyye bi-Sukût’il-Hilâfet’ilOsmaniye: Dırâset un Li’l-Kazıyyet’il-Arabiyye fî Hamsîn Â’men 1875-1925, y.y., Mektebet u Vehbe. Akgün, Seçil (1983), Halîfeliğin Kaldırılması Olayının Çeşitli Tepkileri, VIII. Türk Tarih Kongresi, 3. Ciltten ayrı basım, Ankara. Akşin, Aptülahat (1991). Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Ankara: T.T.K. Yayınları. Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri (1917-1938) (1964). C.4, Ankara. Atatürk’ün Millî Dış Politikası (Millî Mücadele Dönemine Ait 100 Belge) 1919-1923 (1994). 3.bsk., C.I-II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1945). C. I-II, Ankara:T.D.T. Enstitüsü Yayınları. Ateş, Nevin (1996). “Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikası ve Hükümet Programları”, İktisat Dergisi, 5-6- (357), 71-86. Beyoğlu, Süleyman (1990). Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası, Marmara Ünv. Sosyal Bil. Enst. (yayınlanmamış doktora tezi), İstanbul, Türkiye. Bircan, Osman (1993). Belge ve Fotoğraflarla Atatürk’ün Hayatı, İstanbul. Büyüktuğrul, Afif (1984). Osmanlı Deniz Harp Tarihi ve Cumhuriyet Donanması, C.4, İstanbul: Genelkurmay Yayınları. Calış, Şaban (1996). The Role of Identity in the Making of Modern Turkish Foreign Policy, The University of Nottingham (Unpublished PhD Thesis), Nottingham. Cleveland, William L. (1991). Batı’ya Karşı İslâm, Şekip Arslan’ın Mücadelesi, Terc.: Selahattin Ayaz, İstanbul: Yöneliş Yayınları. Cündî, Ethem Âl-i (1960). Târîhu’s-Sevrât’ü’s-Suriye fî Ahdi’l-İndidâbi’l-Fransî, Şam. Dakuki, İbrahim (1994). “Türk Okul Kitaplarında ve Medyasında Arap İmajını Değiştirmek İçin Eğitim ve Tanıtım Bazında Yeni Bir Hareket Planı”, Arap Türk İlişkilerinin Geleceği: Milletlerarası Platformda Çözüm Önerileri 15-18 Kasım 1993’e Sunulan Bildiri. Arap Birliği Araştırmalar Merkezi Beyrut, Lübnan, Terc.: Ali Çankırılı, İstanbul: Timaş Yayınları. de Lange, Nicholas (1987). Yahudi Dünyası, Terc.:Sevil-Akın Atauz, İstanbul: İletişim Yayınları. Düstur, III. Tertip, C.2, s.70; C.7, s.925; C.10, s.27, 30; C.11 Eraslan, Cezmi (2000). Bir Dev’in Çöküşü: Osmanlı Devleti’nin Sonu, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I, Ankara: ATAM Yayınları. Erkun, Vecdet (1999). Budapeşte’den Ankaraya:Anılar, Ankara:Türk-Macar Dostluk Derneği Yayınları. Es-Sahili, Muhammed Al-Mehdi (1986). Sada Islahat-ü Kemal Atatürk Al-’Ilmaniyye Fi Tunıs, AlCamiatü’t-Tunıs, Külliyetü’l-Âdâb (yayınlanmamış doktora tezi). Tunıs. TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 347 Eş-Şa’buni, Muhammed (1992). Mevkıfu’l-Buldani’l-Mağaribiye Min Mes’eleti’l-Hilafe 1914-1926, Camiat Tunıs Al-Ûlâ, Külliyetü’l-Ulûmü’l-İnsaniye ve’l-İctimaiye (yayımlanmamış doktora tezi), Tunıs. eş-Şuğûrî, İbrahim. Müzekkirâtu İbrahim eş-Şuğûrî an Sevreti Henânu, Dâr’ul-Vesâiki’t-Tarihiyye, Al-Kısmu’l-Hâssa. Evsile, Mehmet (1993). Birinci Dünya Harbi’nde Atatürk (2nci Ordu Komutanlığı 5 Mart 1917-5 Temmuz 1917), Askerî Tarih Bülteni, 2 (34), Ankara: ATASE Yayınları. F.C. (1339). Hoca Şükrü Efendiye Cevap, Hilâfet ve Millî Hâkimiyet, Ankara: Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi Neşriyatı. Girgin, Kemal (1993). T.C. Hükümetleri Programlarında Dış Politikamız, Ankara: Savaş Yayınları. Gönlübol v.d., Mehmet (1989). Olaylarla Türk Dış Politikası, 7. bsk., Ankara. Gönlübol,Cem-Mehmet, Sar (1990). Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları. Halil Hulki v.d. (1341). Hâkimiyet-i Milliye ve Hilâfet-i İslâmîye: Karahisar-ı Sahib Mebusu Hoca İsmail Şükrü Efendi’nin Bu Meseleye Dair Neşrettiği Risaleye Reddiyedir, İkinci Tab’, Yirminci bin, Ankara. Hilâfet ve Millî Hâkimiyet (H.M.H.), (1339). Ankara: Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi Neşriyatı. Hoca İlyas Sami Efendi (1339). İslâm’da Hilâfet, Hilâfet ve Millî Hakimiyet Ankara: Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi Neşriyatı. Hourani, Albert (2000). Modern Ortadoğu’nun Osmanlı Geçmişi, Terc.: Ömer Baldık, Osmanlı ve Dünya, Haz.:, Kemal Karpat, , İstanbul: Ufuk Kitapları. Hülagu, M. Metin (1994). Türk Kurtuluş Savaşı Dönemi, Türkiye İslâm Ülkeleri Münasebetleri, Atatürk Yolu, Ankara Üniv. Türk İnkılap Tarihi Enst. Dergisi, 4 (13). İnan, Afet (1977). Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ankara: TTK Yayınları. İnan, Afet (1998). Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ankara: T.T.K. Yayınları. İnan, Kamran (1993).Dış Politika , İstanbul: Ötüken Yayınları. İnayet, Hamid (1991). Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, Terc.: Hicabi Kırlangıç, İstanbul: Yöneliş Yayınları. İsmail Şükrü (Çelikalay) (1338). Hilâfet -i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi, Ankara: Ali Şükrü Matbaası. Karal, Enver Ziya (1959). Birinci Cihan Harbinden Lozan Muahedesine Kadar Türkiye’nin Siyasi Olayları, Yeni Türkiye, İstanbul: Nebioğlu Yayınları. Kasımiye, Hayriye (1971). El-Hukûmetü’l-Arabiyye fî Dımaşk Beyne 1918-1920, Mısır: Dâruı’lMaarif. Kayalı, Hasan (1998). Jön Türkler ve Araplar, Terc.: Türkan Yöney, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Koloğlu, Orhan (1994). Gazi’nin Çağında İslâm Dünyası, İstanbul: Boyut Yayınları. 348 YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA BIYIKLI Kürkçüoğlu, Ömer (1982). Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908-1918), Ankara: A.Ü.S.B. Fak. Yayınları. Lajos, Fekete (1940). Yeni Türkiye, Terc.: Tayyip Gökbilgin, IV Numaralı Türk Tarih, Arkeologya ve Etnografya Dergisinden ayrı basım, İstanbul: Maarif Matbaası. Lambert, Eduart (1926). Le Califat: Son Evolution vers une Société des Nations Orientale, Paris, Librairie Orientaliste Paul Geuthner: 13, Jacab, 13. Mansy, Maget (1990). Biçim ve Reform, Mısır ve Kemalist Türkiye, Kemalizm ve İslâm Dünyası, Haz.: İskender Gökalp-François Georgeon, İstanbul: Arba Yayınları. Mehmed Emin (1338). Harb-i Umumiye, Osmanlı Cepheleri Vakayii, İstanbul:Erkân-ı Harbiye Mektebi Matbaası. Muzekkirat u Mu’temer’u’l-Hilâfet’ul-İslâmiye, C.6, M.27. Nehru, Pandit (1965). Dünya Tarihine Bakışlar, Terc.: Sabiha Tuğcu-Engin Deniz Akarlı, İstanbul: Ataç Kitabevi. Öke, M. Kemal (1988). Arap Türk Uzlaşması İçin Boşa Giden Teşebbüsler (1918-1921), Konular ve Kaynaklar, Ankara: Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yayınları. Öz, Baki (1996). İslâm Dünyası ve Kemalizm, İstanbul: Can Yayınları. Özakman, Turgut (1997). Vahidettin, M. Kemal ve Millî Micadele, Yalanlar, Yanlışlar Yutturmacalar, İstanbul: Bilgi Yayınları. Özcan, Azmi (1995), 3 Mart 1924 Hilâfetin Sonu, İzlenim Dergisi, 3, s. 23-26. Pakalın, Mehmet Zeki (1993). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.2, İstanbul: MEB. Yayınları. Rafık, Abdülkerim (1994). Türkiye-Suriye İlişkileri, Terc.: Sebahattin Samur, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 2 (88), 33- 61. Revue Du Monde Musulman: Tom Cinquante-Neuviéme 1925 (Premier Trimestre), (t.y.). Paris, Editions Ernest Leroux: 28, Rue Bonaparte (VI). Sékaly, Achille (1926). Le Congres Du Khalifat (Le Caire, 13-19 mai 1926.) ET Le Congres Du Monde Musulman (La Mekke, 7 Juin - 5 Juillet 1926.), Paris: Editions Ernest Leroux: 28, Rue Bonaparte, (28). Saray, Mehmet (1988) .Atatürk ve Türk Dünyası, İstanbul: Acar Yayınları. Sarıhan, Zeki (1993). Kurtuluş Savaşı Günlüğü, III, Ankara. Selek, Sabahattin (1968). Anadolu İhtilali, İstanbul: Burçak Yayınları. Shaw, Stanford J. Musevi Soykırımına Karşı Türkiye, (çevirimiçi) http://www.ideapolitika.com/ arsiv/4/4_dosya_shaw1.htm,19 Mayıs 2002. Sonyel, Salahi R. (1986). Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, I,Ankara: TTK Yayınları. Soysal, İsmail (1999). Türk-Arap İlişkileri (1918-1997), Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, 15-17 Ekim 1997 Sempozyumuna Sunulan Tebliğler, Haz.:İsmail Soysal, Ankara: TTK Yayınları. Söylemezoğlu, G. Kemali (1957). Yok edilmek İstenen Millet, İstanbul: Selek Yayınları. TÜRK DIŞ POLİTİKASI -CUMHURİYET DÖNEMİ- 349 Süleyman, Mihail (1987). Amerikan Düşüncesinde Arap İmajı, Terc.: Ata Abdulvahhab, Beyrut: Arap Birliği Araştırmalar Merkezi Yayınları. Şakir, Emin vd. (t.y.). Said Al-Uryan, Muhammed Mustafa Atâ, Turkiya ve Es-Siyaset’ülArabiyye, min Hulefâ-i Âl-i Osman ilâ Hulefâ-i Ataturk, Kahire: Dâr’ul-Maarif bi-Mısır. Şimşir, Bilal (1975). İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), I-III, Ankara: TTK Yayınları. Şimşir, Bilal (1981). Atatürk İle Yazışmalar (1920-1923), I, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Şimşir, Bilal (1983). Atatürk ve Üçüncü Dünya Ülkeleri, Ankara: TTK Yayınları. The Moslem World (1925), Tome Cinquante-Neuvieme, Paris. Türk İstiklâl Harbi (1966). Güney Cephesi: İngiliz ve Fransızların Güney-Doğu Anadolu’yu işgal etmeleri, Millî Mücadele hareketleri, bu bölgede yapılan muharebeler ve Revandiz harekâtı (15 Mayıs 1919-20 Ekim 1921), IV, Ankara: Gnkur. Yayınları. Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları (TBMMGCZ) (1920). 24 Nisan 1336 (1920)-21 Şubat 1336 (1921), Ankara: T.B.M.M. Basımevi, 1980, C.1, Devre 1, İçtima 1, İn’ikat 2, 24.4.1336. Üner, Ragıp (1975). Tarihte Türk-İngiliz İlişkileri, Hayat Tarih Mecmuası, 9 (9). Van Dam, Nikolaos (2000).Suriye’de İktidar Mücadelesi, Terc.: Semih İdiz, Aslı Falay Çalkıvik, İstanbul: İletişim Yayınları. Winstone, H.V.F. (1999). Ortadoğu Serüveni: 1898-1926 Yılları Arasında Ortadoğu’daki Siyasi ve Askeri İstihbaratın Öyküsü, Terc.: Fuad Davudoğlu, İstanbul: Risale Yayınları. Yazıcı, Raşat (1982). Türkiye, İslâm Ülkeleri, Anlaşmalar ve Mevzuat, C.1, Ankara. Zeine, Zeine N. (1960). The Strugle for Arab Indespendence, Beirut. Ziyadeh, Halid (1994). Türkiye Cumhuriyeti’nin İlanından Bu Yana Arap Millî Toplu Bilinç Dinamizminde Değişenler ve Değişmeyenler, Arap Türk İlişkilerinin Geleceği: Milletlerarası Platformda Çözüm Önerileri 15-18 Kasım 1993’e Sunulan Bildiri. Arap Birliği Araştırmalar Merkezi Beyrut-Lübnan, Terc.: Ali Çankırılı, İstanbul: Timaş Yayınları. Al-Hilâfet va’l-Asitane, Ar-Rakîb’ul-Atîd Gazetesi (07.03.1924). Az-Zahra Gazetesi. (12 April 1925). Al-Kemâliyyûn Al-Yavm, Al-Adl Gazetesi (13.03.1924). Al-Hilâfet’il-İslâmiye ve Al-Âlem’ul-İslâmî, Barîd Barka Gazetesi (25.05.1925). Mustafa Kemal ve An-Nisvân, Barîd Barka Gazetesi (25.05.1925). Al-Halife Abdulmecid ve Umerâ Âl-i Osman fî Menfâhum, Barîd Barka Gazetesi (26.11.1926). Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri, (çevirimiçi) http://www.tbmm.gov.tr/ambar/ HP1.htm (HP15. htm) (01.05.2001) Lozan Barış Antlaşması, (çevirimiçi) http://www.mfa.gov.tr/turkce/grupk/ lozanant.htm (01.07.2002). Millî Mücadele: Cepheler ve Muharebeler”, (çevirimiçi) www.ataturk.net/ mmuc/?sayfa=cepheler (05.06.2002).