Harun Yahya - Darwin DNA`yı Bilseydi www.CepSitesi.Net

advertisement
Harun Yahya - Darwin DNA’yı Bilseydi
www.CepSitesi.Net
Cehalet Ortamında Gelişen Darwinizm
İçindekiler
Evrenin Derinliklerinden DNA Molekülüne............................................................10
Bilinen En Gelişmiş Bilgi Bankası DNA..............................................................18
Hücrenin 20. Yüzyılda Keşfedilen Yönleri...........................................................22
Canlılığın Bilgi Kaynağı DNA.......................................................................30
DNA Molekülünün Mucizevi Yapısı....................................................................38
DNA'daki Olağanüstü Bilgi Saklama Kapasitesi.......................................................58
DNA Molekülündeki Şifre Bilimi.....................................................................76
DNA'da Kayıtlı Benzersiz Üretim Sistemi: Protein Sentezi...........................................92
Dünyanın En İleri Kopyalama Teknolojisi...........................................................118
İnsanın DNA'da Kayıtlı İnşa Planı.................................................................134
İnsan Genomu Projesi Hakkında
Darwınist Materyalist Yanılgılar..................................................................168
Canlı Yapısındaki Bilgi ve Materyalizmin Sonu.....................................................198
Darwinizm'in DNA İle İlgili Yanılgılarından Bazıları..............................................214
DNA Mucizesi Evrim Teorisini Nasıl Geçersiz Kılıyor?..............................................234
DNA Yüce Rabbimiz'in Yaratma Sanatının Bir Örneğidir..............................................286
ÖNSÖZ
Evrenin Derinliklerinden DNA Molekülüne
Bu kitabın konusu olan DNA, çıplak gözle görmenin mümkün olmadığı küçüklükteki
hücrelerimizin bilgi bankasıdır. Etrafımızdaki canlılara ait bilgiler, her canlının kendi
hücrelerinden her birinin içindeki DNA denilen bu bilgi bankasında saklıdır. Bir gülün, bir
portakalın, bir serçenin, bir kaplanın ya da bir insanın tüm yapısal özellikleri, onları oluşturan
hücrelerin çekirdeklerinde bulunur. Kitabı tuttuğunuz elinize şöyle bir bakın. Elinizi oluşturan
milyonlarca hücrenin her birinde de bu bilgi depoları mevcuttur.
Bu kitaptaki bilgiler, gözle görülmeyen boyuttaki, ancak içeriği ve taşıdığı bilgi kapasitesi
açısından, on binlerce kitaptan oluşan bir kütüphane boyutlarındaki moleküller hakkındadır.
Kitap boyunca bir yandan ancak milyonlarca defa büyüterek gözlemleyebildiğimiz DNA'nın
mucizevi yönlerini incelerken, bir yandan da canlılığın, böylesine küçük boyuttaki bir
parçasının, evrim teorisini nasıl çıkmaza soktuğunu göreceğiz. Bu olağanüstü yapıların
detaylarını incelerken, alemlerin Rabbi olan Allah'ın sonsuz büyüklüğünü, ilminin
benzersizliğini, genişliğini ve O'nun yarattıkları üzerindeki hakimiyetini daha derinlemesine
düşünme imkanı bulacağız.
Ancak 20. yüzyılda keşfedilen DNA'yı incelemeden önce, kısaca içinde yaşadığımız ve her
geçen gün yeni bir köşesi keşfedilen evreni düşünelim. Birbirlerinden yüz binlerce ışık yılı
uzaklıktaki milyarlarca galaksi... Kavrama sınırlarımızı zorlayan genişlikteki bu galaksileri
dolduran milyonlarca yıldız... İç içe geçmiş bir düzende, binlerce kilometre hızla sürekli
olarak dönen, fakat birbirlerine hiçbir zaman çarpmayan devasa gezegenler... İşte biz burada,
bu gezegenlerden küçük bir tanesi üzerinde nokta kadar bile yer tutmayan insanın yapı taşı
olan hücreyi, elektron mikroskobu altında inceliyoruz.
Yaşamı elverişli kılan koşulların her biri, canlılık için vazgeçilmezdir. Dünya Allah'ın
rahmeti ile özel olarak var olan ve varlığını sürdüren bir ortamdır. 20. yüzyılın en önemli
bilim adamlarından Albert Einstein, insanın evrendeki düzeni kavramasının güçlüğünü şu
sözleriyle ifade etmiştir:
İnsan aklı evreni kavrayabilecek kapasiteye sahip değildir. Sanki çok büyük bir
kütüphaneye giren küçük bir çocuk gibiyiz. Kütüphanenin duvarları farklı dillerdeki kitaplarla
kaplanmış. Çocuk, bu kitapların birileri tarafından yazıldığını bilir. Ancak kim tarafından ve
nasıl yazıldığını bilmez. Hangi dillerde yazılmış olduklarını anlamaz. Fakat çocuk, kitapların
düzeninde belirli bir plan olduğunu fark eder... akıl almaz bir düzendir bu.1
Bu olağanüstü ortamın içinde tam ihtiyacı olan sistemlerle donatılmış insan, bedeni
hakkında detaylı bilgi edindikçe ne denli mucizevi bir şekilde hayatını sürdürdüğünü
görecektir. Hayatın akışına kendini kaptırarak düşünmeden yaşayan pek çok kişi,
vücudundaki gizli sistemleri keşfettikçe, varoluş amacını düşünecek ve kendisini yaratan
Allah'a karşı sorumluluklarının bilincine varacaktır. Nitekim kimi bilim adamları, Allah'ın
ilminin büyüklüğünü, yaratışındaki mükemmelliği görerek Allah'ın varlığına iman
etmişlerdir. Kimileri ise vicdanları kabul ettiği halde, gururları nedeniyle Allah'a muhtaç
yaşadıklarını göz ardı ederek direnmektedirler. Ancak gerçeklere karşı direnmek, içinde
bulundukları durumu değiştirmeyecektir. Allah bazı insanlardaki bu yaklaşımı Kuran'da şöyle
bildirmektedir:
Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz. (Bakara
Suresi, 42)
Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı
olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)
GİRİŞ
Bilinen En Gelişmiş Bilgi Bankası DNA
Gelişen bilimin ortaya çıkardığı gerçek, canlıların asla tesadüflerle ortaya çıkamayacak
kadar kusursuz bir düzenliliğe ve son derece kompleks yapılara sahip olduklarıdır. Bu ise
canlıları üstün güç ve ilim sahibi olan Rabbimiz'in yarattığının apaçık bir delilidir.
Yaratıcımız olan Allah'ın varlığını redderek tesadüflere bel bağlayan evrim teorisi de, ortaya
atıldığı tarihten bu yana, en sarsıcı darbelerden birini moleküler biyoloji alanındaki
gelişmelerle birlikte almıştır. Çünkü moleküler biyoloji, canlılığın kökeninin sözde basit
yapılara dayandığını öne süren Darwinizm'in iddialarını tartışmasız delillerle temelinden
çürütmektedir. Bilim adamları, hücre içinde, moleküler makine olarak ifade ettikleri
kompleks yapılar keşfettikçe, bunların rastlantılar sonucu oluşamayacağını açıkça
görmüşlerdir.
Bu yapılardan biri 1950'lerde elektron mikroskobunun icadıyla keşfedilen, hücrenin bilgi
bankası, DNA'dır. DNA, her hücrede bulunan, muhteşem bir düzene sahip, dev bir
moleküldür. Bu uzun molekül zinciri üzerinde, o hücrenin -ve hücrenin ait olduğu canlınıntüm fiziksel ve kimyasal yapısına ait bilgiler şifrelenmiş şekilde bulunmaktadır. Ancak
hücrenin içinde böyle bir bilgi bankası bulunması tek başına bir şey ifade etmez. Bu bilgi
bankasının içindeki bilgilerin gerektiği şekilde okunması ve elde edilen bilgiye göre üretim
yapılması zorunludur. Cansız maddelerin şifre yazması, şifre çözmesi, aşamalı tedbirler
alması, elindeki bilgiye zarar gelmemesi için sistem kurması mümkün değildir. Bunları,
topraktaki elementlerden meydana gelen moleküllerin kendi kendilerine yapması beklenemez.
Ancak Darwinistler, evrim teorisine öylesine kesin bir tutuculukla bağlıdırlar ki, detaylarına
ileriki bölümlerde değineceğimiz bu gerçeği inkar ederler. Herşeyin tesadüfen olduğuna
kendilerini ve diğer insanları inandırmak uğruna, akıl ve mantıkla çelişen, bilimsellikten
tamamen uzak iddialarını ısrarla savunurlar. Ancak Nobel ödülü sahibi biyokimyacı ve
DNA'yı keşfeden bilim adamlarından biri olan Francis Crick, kendisi de evrimci olmasına
rağmen, Life Itself (Hayatın Kendisi) adlı kitabında gerçekleri şöyle kabul etmektedir:
Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir
anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Evrimci görüşleriyle tanınan Richard Dawkins ise, hücre içinde saklı bu kompleksliği şu
ifadelerle dile getirmektedir:
Fizik kitapları karmaşık olabilir, ama... bir fizik kitabının anlattığı nesne ve olgular, o
kitabın yazarının bedenindeki tek bir hücreden daha basittir. Ve bu yazar, çoğu birbirinden
farklı olan, ince bir mimari ve kusursuz bir mühendislik ile, bir kitap yazabilecek yetenekte,
çalışan bir makine halinde organize olmuş trilyonlarca hücreden oluşmaktadır... Tek bir insan
hücresinde Britanica Ansiklopedisi'nin otuz cildini, hatta 3-4 kat fazlasını depolayacak kadar
bilgi kapasitesi mevcuttur.
20-25 sene evvel, masanızda bir CD bulsaydınız, bu cisimle ilk defa karşılaşmış olmanıza
rağmen, bu cismin varlığını hiçbir şekilde tesadüflerle açıklamaya çalışmazdınız. İncecik ve
dümdüz yuvarlak bir plastik parçası olsa bile, şeklindeki düzgünlük size bunun belli bir
amaçla, akıl ve bilgi sahibi bir insan tarafından yapıldığı izlenimini verir. Bunun planını
çizen, bunu imal eden ve masanıza bırakan kişiyi görmeseniz bile, metal ve plastik
malzemelerin kendiliğinden, tesadüf eseri böyle kusursuz bir şekil aldığını iddia etmezsiniz.
Bir de bu cismin yapısını detaylı incelediğinizi ve üzerinde girinti ve çıkıntılardan oluşan, 0
ve 1 sayıları ile kodlu bilgiler olduğunu öğrenseniz ne düşünürdünüz? İlk bakışta düz bir
yuvarlak plaka gibi görünmesine rağmen, bu diski bir stadyum büyüklüğüne getirecek
olursanız, üzerindeki girintiler yaklaşık bir kum tanesi büyüklüğünde olacaktır.4 Tüm bu
girinti çıkıntılar, yazı, ses ve görüntü içeren bilgilerin kodlanmış halini oluşturur. Bu yuvarlak
malzemenin içine onlarca kitaplık bilginin sığdırılması, kuşkusuz burada akıl ve bilgi sahibi
insanların emeğinin olduğunu açıkça ortaya koyar ve kimse de bunun aksini iddia etmeye
kalkmaz. Tam tersine burada çok üstün bir teknoloji olması -bilginin sıkıştırılmış bir hacimde
kaydedilmesi, şifrelenmesi, saklanması gibi aşamalar- söz konusu CD'nin bilinçli bir şekilde
var olduğunun, bir amaç için üretildiğinin delilleridir.
Ancak düz bir plastik parçası için tesadüf iddiasını imkansız gören bazı kişiler, DNA'daki
mükemmel yaratılış karşısında aynı dürüstlükle konuşmazlar. Binlerce ciltlik ansiklopediyi
kapsayacak bilginin gözle görülmeyen bir boyuta, en ideal şekilde sıkıştırıldığı ve şifrelendiği
DNA molekülünün, tesadüf eseri oluştuğunu öne sürerler. Kaldı ki bir CD'yi yapan ve içine
bilgileri yazan insanın beyni de, DNA'nın içerdiği bilgiler sayesinde işlev gören hücrelerden
oluşmaktadır. Bunun mantıksızlığı ortadadır. Nasıl ki bir CD içindeki bilgiler, insana birileri
tarafından oraya yazıldıklarını düşündürüyorsa, bundan çok daha üstün bir teknolojiyle,
kapsamlı bir bilgi bankası içeren DNA da, üstün bir aklın, yaratılışın varlığını gösterir. Bu
akıl, Yüce Rabbimiz'in sonsuz aklıdır. DNA da, yaratılışındaki üstünlüğü 20. yüzyıl
teknolojisi ile kavrayabildiğimiz, Allah'ın bir mucizesidir. Rabbimiz yarattığı varlıkların
amacını bir ayette şöyle bildirmektedir:
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan
iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi
kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
1.
BÖLÜM Hücrenin 20. Yüzyılda Keşfedilen Yönleri
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında moleküler biyoloji alanındaki ilerlemeler, hücre
içerisindeki minyatür dünyayla ilgili bakış açısını tümüyle değiştirmiştir. Bugün gelişen
teknoloji ile insanlar, hücrenin sahip olduğu kusursuz ve kompleks mekanizmalardan
haberdar oldular. Böylece bunların tesadüfen veya zamanla kendi kendilerine var
olamayacaklarını anladılar. Hücreyi oluşturan sistemlerin pek çoğu, ışığın görülebilir dalga
boyunun altındadır. Hücrenin bazı detayları ancak X-ışını kristalografisi denilen ileri
tekniklerle incelenebilmektedir.
Ancak Darwin'in teorisini ortaya attığı dönem, değil DNA gibi bir molekülün sarmal yapısı
ve bilgi kapasitesinin incelenmesi, hücrenin temel yapısının dahi anlaşılamadığı son derece
geri bir bilim düzeyine sahipti. James Watson ve Francis Crick, DNA'nın sarmal yapısını,
Darwin'in Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı kitabının yayınlanmasından neredeyse 100
yıl sonra ortaya çıkardılar. O zamandan bu yana moleküler biyolojide kaydedilen ilerlemeleri
Darwin'in kendi döneminde öngörmesine olanak yoktu. Bu bakımdan temelden geçersiz bilgi
ve varsayımlar üzerine kurulan evrim teorisinin, DNA gibi, bilim adamlarını halen hayranlık
içinde bırakan bir yapının varlığını açıklayamayacağı ortadadır. Cambridge Üniversitesi'nden
felsefeci Dr. Stephen C. Meyer, günümüz bilimini Darwin dönemi ile kıyaslarken şunları
ifade etmektedir:
20. yüzyılın son yarısında moleküler biyoloji ve biyokimyadaki gelişmeler, hücre içindeki
minyatür dünya ile ilgili anlayışımızı tamamen değiştirdi. Yapılan araştırmalar hayatın temel
birimleri olan hücrelerin, kendi içindeki süreçleri düzenlemek amacıyla bilgiyi sakladığını,
ilettiğini ve düzenleyip kullandığını ortaya çıkarmıştır... Günümüzde biyologlar, hücrelerden
gerçek zamanlı dağıtıcı bilgisayarlar ya da kompleks bilgi işlem sistemleri olarak söz
etmektedir... Darwin'in elbette bu inceliklerden kesinlikle haberi yoktu, bunların kökenini
açıklamayı da denememişti. Bunun yerine biyolojik evrim teorisiyle hayatın birkaç basit
biçimden başlayıp, zamanla daha kompleks hale geldiğini açıklamaya çalışmıştı... 1870 ve
1880'lerde bilim adamları hayatın kökeni için bir açıklama bulmanın oldukça kolay olduğunu
düşünüyorlardı. Hayatın karbondioksit, oksijen ve nitrojen gibi basit kimyasalların bileşimiyle
kolaylıkla oluşturulan protoplazma denilen bir maddeden meydana geldiğini
zannediyorlardı.5
Ancak halen Darwin'in varisi olan bir kısım bilim adamları hayatın, atomların, tesadüf eseri
kendi kendilerine birleşip kompleks canlılar oluşturdukları görüşüne sahiptirler. Özellikle son
50 yıl içinde moleküler genetik alanında kaydedilen olağanüstü ilerlemeyi göz önüne alırsak,
Darwin'in iddialarının varlığını sürdürebilmiş olması son derece şaşırtıcıdır. Bu durum,
kendisi de bir evrimci olan Harvard Üniversitesi'nden biyolog ve genetikçi Dr. Richard
Lewontin'in bir itirafında da yer alır:
. evrim bir gerçek değil, bir felsefedir. Öncelikli olarak materyalizm gelir (a priori) ve
delil, bu değişmez felsefi bağlılığın ışığında tercüme edilir. 6
Evrim teorisinin varisleri, materyalizme olan bağlılıkları sebebiyle, bilimin gerçeklerin
ortaya koyduğu gerçekleri çoğu zaman kabul edememektedirler. Bu nedenle 19. yüzyılın
köhnemiş bilim anlayışını, halen ısrarla günümüze taşımaya çalışmaktadırlar. Ancak
gerçekler hiçbir batıl felsefe ile örtülemeyecek kadar açıktır.
Kuran'da Allah hakkı, batıl ile geçersiz kılmak için mücadele edenler (Kehf Suresi, 56)
olacağını bildirmekte ve bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de
bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar
size. (Enbiya Suresi, 18) Hücre Büyük Bir Şehirden Daha Komplekstir
Evrimci senaryoya göre, bundan dört milyar yıl kadar önce, sözde ilkel dünya atmosferinde
birtakım cansız kimyasal maddeler tepkimeye girmiş; yıldırımların, sarsıntıların etkisiyle
karışmış ve ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır. Oysa hücre, en kalabalık ve en ileri teknolojiye
sahip bir şehirden daha kompleks bir yapıya sahiptir. Hücrenin içinde enerji üreten
santrallerden protein üreten fabrikalara, ham maddeleri taşıyan kargo sisteminden DNA'yı
tercüme eden şifre çözücülere, yoğun ve kesintisiz haberleşme sistemine kadar birçok yapı,
kusursuz bir organizasyon içinde sürekli faaliyet halindedir.
Evrimcilerin hücrenin tesadüfen meydana geldiği iddiasına inanmak, yaklaşık 10 milyon
nüfuslu İstanbul şehrinin; tüm binaları, otoyolları, taşıma sistemleri, elektrik ve su şebekesi,
fabrikaları, haberleşme sistemi vs. ile birlikte, tesadüf eseri, fırtına, deprem gibi doğa olayları
neticesinde kendiliğinden ortaya çıktığını iddia etmek kadar mantıksız ve saçmadır.
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) fizik ve biyoloji alanlarında çalışmalar yapmış
olan İsrailli bilim adamı Prof. Gerald L. Schroeder hücredeki düzeni şöyle tarif etmektedir:
Hayatı yönlendiren reaksiyonların karmaşıklığı öylesine şaşırtıcıdır ki... İnsan vücudu,
1027 atomdan oluşan 75 trilyon hücrenin, ortak yaşamsal uyum içerisinde hareket ettiği, iyi
düzenlenmiş bir makine ya da etkileyici bir metropol gibi çalışır. Her bir hücrenin hayatı
ortaya çıkarmak için bağımsız olarak katkıda bulunması ile birlikte, iki hücrenin aynı anda
aynı eylemi yerine getirmelerine nadiren rastlanır.
Bütün 'karmaşasına' rağmen insan vücudunda işler arap saçına dönmez.
Astrobiyolog Carl Sagan bir evrimci olmasına rağmen, hücredeki şaşırtıcı düzenden bir
sanat eseri gibi bahsetmektedir:
Canlı hücresi detaylı ve kompleks bir mimari harikadır. Mikroskoptan bakıldığında
neredeyse çılgına dönmüş faaliyetler görülür. Daha derin seviyede moleküllerin muazzam bir
hızda sentezlendiği bilinmektedir. Neredeyse herhangi bir enzim saniyede 100 başka
molekülün sentezlenmesinde katalizör rolü oynar. On dakikada, metabolizmasını sürdürebilen
bir bakteri hücresine ait kitlenin oldukça büyük bir bölümü sentezlenmiş olur. Basit bir
hücrenin bilgi içeriğinin Britannica Ansiklopedisi'nin yüz milyon
12 8 sayfasına eş değer 10 bit bilgi içerdiği tahmin edilmiştir.
Hücre içindeki çekirdek en önemli genetik malzeme olan DNA'yı taşır. Hücre içindeki
mitokondriler besin halindeki glikozu enerji paketlerine dönüştürür. Mikro-tüpler hücrenin
her yerine uzanır ve proteinlerin ihtiyaç duyulan maddeleri gerekli alanlara taşıması için
hayati yollar meydana getirirler. Üstelik vücudumuzdaki milyarlarca hücre tüm sistemlerini
moleküllerden inşa ederler. Aynı zamanda hücreler kendi içlerinde sürekli bakım ve onarım
halindedirler. Bir yandan görevlerini yerine getirirken bir yandan kendilerini yenilerler. 9
Bunların dışında enerjilerini de kendileri elde ederler. Alman Federal Fizik ve Teknoloji
Enstitüsü'nün yöneticisi Prof. Dr. Werner Gitt Biyolojik enerji dönüşüm sistemi öylesine
hayranlık verici ve akıllıca yaratılmıştır ki, enerji mühendisleri bunu sadece etkilenmiş
biçimde seyrederler. Şimdiye dek hiç kimse bu ileri
derecede minyatür ve son derece verimli mekanizmayı taklit edememiştir.10 derken,
hücrenin, insan ürünü bir makineden ne kadar üstün olduğunu vurgulamaktadır.
Bilim yazarı Howard Peth de, BlindFaith: Evolution Exposed (Kör İnanç: Evrim İfşa
Edildi) adlı kitabında basit hücre diye bir şey olmadığını şöyle ifade etmektedir:
Eskiden hücrenin bir çekirdek ve sitoplazma 'denizi' içindeki diğer parçalardan meydana
geldiği düşünülmekteydi. Fakat hücre içinde büyük alanlar boştu. Şimdi ise bir hücrenin
gerçekten 'kovan gibi olduğu' yani hücrenin ve onu barındıran bedenin hayatı için gerekli olan
önemli işlevsel birimlerle dolu olduğu bilinmektedir. Evrim teorisi hayatın 'basit' bir hücreden
geliştiğini varsayar, fakat günümüzde bilim basit hücre diye bir şey olmadığını
göstermektedir.11
Sonuç olarak hücreler 19. yüzyılda Darwin döneminde zannedildiği gibi basit jöleler değil,
aksine 20. yüzyılda fizikçi, astrobiyolog Prof. Paul Davies'in ifade ettiği gibi en ileri
teknolojiye sahip bilgisayarlar ya da kompleks şehirler gibidirler.
2.
BÖLÜM Canlılığın Bilgi Kaynağı DNA
Tüm canlıların temel genetik maddesi olan DNA, detaylarına ileriki bölümlerde
değineceğimiz kıvrılmış merdivene benzer bir yapıya sahip, çok uzun bir moleküldür. Tüm
canlılarda -insanlar, çiçekler, kuşlar, sinekler hatta bakterilerde- DNA bulunmaktadır. DNA,
canlı hücresinin özellikleri ve düzgün çalışması ile ilgili gerekli tüm bilgilere sahiptir. Ayrıca
canlının nasıl görüneceği, nasıl bir yapıya sahip olacağı, nasıl büyüyeceği, organlarının nasıl
çalışacağı hakkında her türlü detay bilgi, DNA'da önceden belirlenmiş olarak bulunmaktadır.
Örneğin bir insanın DNA'sı kişinin boyu, göz rengi ve vücut yapısına dair her türlü detayı,
vücudun hangi tehlikeler karşısında nasıl bir savunma izleyeceği, hücrenin yapı taşları olan
proteinleri nasıl üreteceği gibi bilgileri içerir. Bir gülün DNA'sı da gülün kokusu, rengi,
dikenlerinin yapısı, yapraklarının şekli, gövdesinin kalınlığı hakkındaki milyonlarca detaylı
bilgiyi şifreli bir şekilde saklar. DNA molekülleri bir nevi, her canlının nasıl inşa edileceğini
ve nasıl işlev göreceğini belirleyen kapsamlı planlar, projelerdir.
İnsan kendisinden çok daha fazla akıl sergileyen bu molekülü hücrelerinin her birinde
taşımaktadır. Örneğin şu an bu satırları okuyan gözlerinizdeki her hücrenin içinde, DNA
zinciri paketlenmiş olarak bulunmaktadır. Kitabın sayfalarını çeviren parmaklarınızdaki her
hücrede, kalp hücrelerinizde, kemik hücrelerinizde kısacası vücudunuzu oluşturan her
hücrede DNA molekülü mevcuttur. Üstelik insanın varlığını sürdürmesi için her an görev
başındadırlar. Bilgi teorisyeni Prof. Dr. Werner Gitt DNA'daki bilgi kapsamının
olağanüstülüğünü şöyle dile getirmektedir:
Protein şifreleyen bölümlerinin yanı sıra, DNA aynı zamanda sayısız miktarda yapısal ve
işlevsel bilgiler içerir. Saklı olan bilgi, mitokondri ve ribozom gibi küçük organellerin inşası
için gerekli olduğu kadar, büyük organların (örneğin kalp, böbrekler, beyin gibi) ve canlının
tüm bedeninin inşası için de gerekli şifreleri içerir. Şimdiye dek hiç kimse inanılmaz derecede
kompleks olan bu sistemi deşifre edememiştir.12
Prof. Gitt'in de dikkat çektiği gibi, DNA'daki bilgilerin etki alanı son derece geniştir. DNA
sadece fiziksel özellikleri belirlemez; aynı zamanda hem hücre hem de organlar ve sistemler
çapında binlerce farklı olayı planlar. Allah'ın DNA'da sakladığı bilgiler sayesinde
vücudumuzda gerçekleşen olaylardan çok az bir kısmı, genel hatlarıyla şöyledir:
*Kemikler tam olmaları gereken yerde, şekilde ve büyüklükte gelişirler; kafatası,
kaburgalar, uyluk kemiği, omurlar hepsi belli bir amaca yönelik fonksiyona, özel bir şekle ve
kalınlığa sahiptir. Örneğin omurlar, içlerinden hayati öneme sahip omuriliğin geçebileceği
ideal şekle sahiptir. Aynı şekilde kafatası beyni, kaburgalar akciğer ve kalbi korumak üzere
özel olarak biçimlendirilmişlerdir. Bunların her birinin dengeli olarak gelişmesi de, yine
DNA'da kayıtlı planın bir parçasıdır.
*İnsan bedeninde 206 birbirinden ayrı kemik parçası bir bütün olarak hareket edecek
şekilde birbirlerine kaslarla bağlanır. Bu kasların merdiven inip çıkabilmeyi, koşmayı, eğilip
kalkmayı sağlayacak esnekliği ve hareket kabiliyeti de DNA'da kayıtlıdır. Allah'ın DNA'da
belirlediği bilgiler sayesinde, kaslar isteklerimiz doğrultusunda hareket eder. Böylece insan su
bardağını tutabilir, kitabın sayfalarını çevirebilir, koltukta düşmeden oturabilir ya da kilolarca
ağırlıktaki paketleri taşıyabilecek güce sahip olabilir.
*Kemiklerin arasında sürtünmeyi engelleyen kıkırdaklar da, şekil, yapı ve konumları
açısından çok özel dokulardır. Örneğin dizlerdeki kıkırdaklar tampon görevi görerek, onlarca
kilo ağırlığındaki vücut ağırlığının hissetmeden taşınmasını sağlarlar. Bunların ayrıntılı planı
da DNA'da kayıtlı bilgilerdir.
*Yaklaşık 100.000 km uzunluğunda, içinde hayati bir sıvı olan kanı taşıyan damarlar,
vücuttaki her noktaya ulaşarak, tüm dokuların kanla beslenmesini sağlarlar. Damarlar
hücrelere her zaman temiz kan ve oksijen taşırken, bir yandan da kirlenen kanı toplarlar.
Kalbin özel pompalama sistemi ile ortaklaşa çalışan ve bir kısmı saç telinden ince olan
damarlar, göz kapağından parmak ucuna, beyinden böbreklere kısacası vücudun her köşesine
kanı ulaştırırlar.
*Sinirlerin adeta bir ağ gibi vücudu kaplamasını, vücudun sinirler aracılığıyla algıladığı
değişikliklere hızla tepki vermesini ve farklı kısımlarının tek bir beden olarak çalışmasını
sağlarlar.
*Vücuttaki yaklaşık 200 farklı tipteki hücrenin hepsi, temelde aynı mekanizmalara sahip
olmasına rağmen, çok çeşitli faaliyetleri vardır. Örneğin bir karaciğer hücresi milisaniyeler
(saniyenin binde biri) içinde 500 farklı kimyasal işlem gerçekleştirirken, bir kalp hücresi
ömür boyu elektrik üretebilmektedir.
*İnsanın bulunduğu yerden kalkıp yürümesi, ayakta durması, nefes alması, gözlerini açıp
kapaması, kısacası hayatta olması için gereken enerjinin üretimi de hücrede kayıtlı planın bir
parçasıdır. Hücrelerin her biri yenen besinlerden en fazla enerjiyi nasıl elde edeceklerini ve bu
enerjiyi en verimli nasıl kullanacaklarını bu plan sayesinde bilirler.
*Kendisi de etten oluşan midenin, etleri sindiren asitler salgılarken kendisini parçalamayan
bir sisteme sahip olması, kesilen derinin onarımında kanın pıhtılaşması için 20 kadar enzimin
harekete geçmesi, DNA'da kayıtlı tedbirlerden sadece birkaçıdır.
*Hücreler arasındaki üstün bir haberleşme sistemi olan ve tüm vücut dengelerinin
ayarlanmasını sağlayan hormonal sistem de, DNA'da belirlenmiş bilgiler doğrultusunda işlev
görür. Vücutta hangi maddelerin ne kadar kullanılacağı, fazlasının nasıl depolanacağı ya da
vücuttan nasıl atılacağı da bu belirli plan dahilindedir.
*Diğer taraftan DNA, bağışıklık sistemindeki hücreler arasında bilgi alışverişinin nasıl
yapılacağını da belirler. Örneğin yara gibi bir doku bozukluğu söz konusu olduğunda,
bağışıklık sistemine ait reaksiyonlar başlar. Savunma hücreleri, yaradan nüfuz eden
mikroplara karşı saldırıda bulunabilmek için en kısa zamanda yer tespiti yaparlar. Sonra
tehlike oluşturan durumu analiz ederek, mikroplara karşı savaşı başlatan mesajlar gönderirler.
Daha üzerine kütüphanelerce bilgi yazılabilecek detay içeren insan vücudunun bilinen ve
henüz bilinmeyen incelikleri, DNA olarak ifade edilen bilgi bankasında kayıtlı bir planın
parçalarıdır. Kısacası DNA'lar, canlılarda adeta mimar, mühendis, koku eksperi, botanikçi,
laborant, iç mimar, desinatör, ressam, doktor ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz birçok usta
sanatçı ve bilim adamının görevini üstlenen bir planlama merkezi olarak görev alırlar. Bu
satırları okumanız, görmeniz, nefes almanız, düşünmeniz, kısaca var olmanız ve varlığınızı
sürdürmeniz için her an görev başında olan bu molekülleri Yüce Rabbimiz Allah
yaratmaktadır ve her an denetimi altında tutmaktadır. Bu gerçek, bir Kuran ayetinde şöyle
bildirilir:
Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun,
alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir
yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.) (Hud Suresi, 56)
DNA'daki bilgileri son derece basit bir örnek olan bir kitapla karşılaştıralım. Bir kitabın
kendi kendine ortaya çıkmasının mümkün olmadığı açık bir gerçektir. Bunun bir şekilde
mümkün olduğunu varsayarsak bile, bu kitapta yazılanların anlamlı bilgiler içermesi
kesinlikle ihtimal dışı olacaktır. Prof. Phillip Johnson bu örnek üzerinden rastgele tesadüflerin
böyle bir gücü, becerisi, aklı olmayacağından şöyle söz etmektedir:
... hemen hemen herkes harfleri, boşlukları, noktalama işaretlerini rastgele bir şekilde
birleştirerek normal uzunlukta tutarlı ve mantıklı bir kitap meydana getirmenin aslında
imkansız olduğu konusunda hemfikirdir. Hatta Başlangıçta kelime vardı gibi tek bir cümlenin,
harflerin ve kelime aralıklarının rastgele bir karışımının saçılması sonucu ortaya çıkması da
tamamen olanaksızdır.
Kuşkusuz DNA'daki kayıtlı bilgi Başlangıçta kelime vardı cümlesi ile kıyas edilemeyecek
kadar kompleks bir yapıya sahiptir ve bu kompleks yapının kendiliğinden ya da tesadüfen
oluşmuş olması kesinlikle mümkün değildir. Üstelik milyonlarca yıldır, milyarlarca canlının
sahip olduğu trilyonlarca DNA, mükemmel bir sistemle şifrelenmekte, gözle görülmeyecek
kadar küçük bir mekana sığdırılmakta ve en akılcı şekilde kullanılmaktadır. Öyleyse insanı
da, onun hücresini de, DNA'sını da kusursuz ve mükemmel bir şekilde planlayıp düzenleyen
bir Yaratıcı vardır. O Yaratıcı sonsuz güç sahibi Allah'tır. Bunun aksini iddia etmek,
gerçekleri, aklı ve mantığı yok saymaktır.
Oysa, harflerin kendi kendilerine dizilip üç küçük kelimeyi bile yazabilmelerinin imkansız
olduğunu hemen söyleyecek birçok kişi, milyarlarca atomun tek tek özel bir dizilimle biraraya
gelip kütüphanelerce bilgiye sahip bir molekül oluşturmasının tesadüfler sonucu olduğu
aldatmacasını itiraz etmeden dinleyebilmektedir. İşte bunun tek nedeni Darwinizm'e olan körü
körüne bağlılıktır. Bu tutucu bağlılık, zeka sahibi kimi insanların apaçık olan Yaratılış
gerçeğini görmelerini engellemekte, onları en akıl dışı inanışlara yöneltmektedir. Bu ön
yargıdan kurtulan, aklı ve vicdanı ile düşünen her insan, DNA gibi sınırsız bir bilgi
bankasının ancak Allah'ın yaratmasıyla var olabileceğini açıkça görecektir.
Ne zaman onlara: Allah'ın indirdiklerine uyun denilse, onlar: Hayır, biz, atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez
ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir
şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir
hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl
erdiremezler. (Bakara Suresi, 170-171)
3.
BÖLÜM DNA Molekülünün Mucizevi Yapısı
Bu bölümde DNA molekülünün kimyasal yapısından bahsedeceğiz. Ancak bundaki amaç,
pek çok biyoloji kitabında olduğu gibi sadece bilgi aktarmak değildir. Bu bilgilere yer
verilmesindeki sebep, insanın yaratılışındaki detayları, varlığının ne kadar hassas bir düzen
üzerine kurulu olduğunu göstermek; böylece Rabbimiz'in büyüklüğünü ve insanlar üzerindeki
rahmetini gereği gibi takdir edebilmektir.
Kimi insanlar teknik detaylardan mümkün olduğunca uzak durmak ister ve bunlar üzerinde
zihin yormak istemez. Ancak bu yüzeysel bakış açısı söz konusu kişilerin yorumlarına,
teşhislerine, ifadelerine yansır. Halbuki karşımıza çıkan her detayın yaratılışında üstün bir
hikmet bulunmaktadır ve her detay bir amaçla var edilmiştir. Bir Kuran ayetinde Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:
Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (herhangi bir amaçla)
yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak-gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel
davranışlarda bulun. Çünkü Rabbin, yaratan ve bilenin ta Kendisi'dir. (Hicr Suresi, 85-86)
Şimdi yeryüzündeki milyarlarca insandan her birinin, trilyonlarca hücresinde bulunan
DNA'nın yaratılışındaki detaylardan bir kısmını birlikte görelim.
DNA Sarmalının KimyasalYapısı
DNA (Deoksiribo nükleik asit); karbon, hidrojen, oksijen, azot, fosfat atomlarından oluşan
ve hücrenin bütün hayati fonksiyonlarında rol alan dev bir moleküldür. İnsana ait bir DNA
molekülünde bu atomlardan milyarlarca bulunur14 ve her insanda kişinin kendisine özel bir
biçimde düzenlenmiştir. DNA, bu molekülün kimyasal yapısını ifade eden deoksiribo (D),
nükleik (N), asit (A) kelimelerinin kısa yazılımıdır.
Her insan hücresinin çekirdeğindeki DNA molekülü, 5 mikron (mikron: milimetrenin binde
biri) çapında, minik bir top halinde sarılı duran nükleik asitten oluşur.15 Nükleik asitler,
vücudumuzun sadece %2'sini oluşturan ancak son derece önemli bileşiklerdir. Nükleik
asitlerin temel yapı birimi ise nükleotidlerdir. Nükleotidlerden 6.000.000.000 (milyar) kadarı
kimyasal olarak çifte sarmal şeklinde birleşerek DNA'yı meydana getirirler.16
Sarmal şeklinde bir merdiven yapısına sahip olan DNA molekülü, bilim adamlarını şaşırtan
bir mimari düzene sahiptir. Merdivenin yan tarafları, farklı türdeki şeker ve fosfattan oluşan
DNA molekülünün omurgasıdır. Basamaklar ise baz adı verilen ve birbirine bağlanan dört
kimyasal madde çiftinden meydana gelmektedir: Adenin, timin, sitozin ve guanin. Bazlar
karbon, oksijen, hidrojen ve nitrojen içeren 12 ila16 atomdan meydana gelen moleküllerdir.
Bu kimyasallar da DNA sarmalı üzerinde özel bir dizilime sahiptir.
Bunların dizilimi sadece iki türde eşleşme ile mümkündür: Adenin (A) daima timinle (T) ve
sitozin (C) daima guaninle (G) bağlanmaktadır.
Bilim adamları DNA'yı oluşturan atomların, nükleotidleri meydana getirmek üzere nasıl
özel bir dizilimle birleştiklerini tespit etmişlerdir. Ancak canlılığın yapıtaşlarının yapısını
bilmekle, bunları meydana getirmek bir değildir. Nitekim bilim adamları ellerinde doğru
malzemeler -atomlar ve bunları biraraya getirecek teknolojiolmasına karşın, hiçbir şekilde canlılığın DNA molekülünü oluşturamamaktadırlar. Kuran'da
Rabbimiz şöyle bildirmektedir:
Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: Ol der, o da hemen
oluverir. (Mümin Suresi, 68)
Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'ndan başka İlah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi
kuşatmıştır. (Taha Suresi, 98)
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi atomların diziliminde özel bir yaratılış görülür. Her bir
nükleotid içerisinde yaklaşık 34 atom bulunmaktadır. DNA'da toplam 6 milyar nükleotid
olduğuna göre, (34 x 6.000.000.000) 204 milyar atomun DNA molekülünü oluşturmak için
kimyasal olarak birleşmesi gereklidir.19 Eğer bir saniyede bir
atom üzerinde işlem yapabilseydiniz ve günde 8 saat, yılda 350 gün çalışabilseydiniz, sadece
tek bir DNA molekülünü üretmeniz 20.000 yıldan daha fazla sürecekti. Akıl sahibi bir insan
bile bunu yapamazken, DNA molekülünün, tesadüfler sonucu kendi kendine oluştuğu nasıl
düşünülebilir? Elbette ki bu imkansız bir durumdur. Ayrıca kitap boyunca hatırda tutulması
gereken bir nokta da, DNA molekülleri olmaksızın canlıların yaşamasının mümkün
olmadığıdır. Hatta DNA'nın yapısında meydana gelen en ufak bir yanlış dahi ciddi sonuçlar
doğurmaktadır. Tanınmış bilim yazarı Richard Milton durumu şöyle anlatmaktadır:
... her bir nükleozitin [nükleotidin fosfat bağlanmamış hali] doğru sırada yazılması ve
DNA molekülü içinde tam olarak doğru yerde bulunması gerekir ve daha önce tanımlandığı
gibi, insanlar, hayvanlar ve bitkilerdeki başlıca işlev bozukluklarına tek bir DNA molekülü,
ya da o molekül içindeki tek bir nükleozitin yokluğu ya da yanlış yerleştirilmesi neden
olmaktadır.
DNA şeridinde bulunan her baz dizilimi -adenin, timin, sitozin ve guanin nükleotidlerinin
dizilimi- hücre çekirdeğindeki genetik metni oluşturur ve hayati öneme sahip proteinleri inşa
etmek için ihtiyaç duyulan bilgiyi içerir. Bu bakımdan DNA'nın bir yandan düzenli yapısını
korurken, bir yandan da bilgi çeşitliliğine izin verecek bir dizilime sahip olması, son derece
dikkat çekici bir durumdur.
DNA şeridi bobinler üzerine sarılıdır
İnsan hücrelerinde bulunan tek bir DNA şeridi yaklaşık 3 milyar baz çiftinden oluşmuştur
ve yaklaşık iki metre uzunluğundadır. Bu büyüklükte iki zincirin küçültülüp, gözle
görülemeyecek boyutlara indirilmesi gerekmektedir. Uzun bir ipin makara üzerine sarılmasına
benzer şekilde, DNA da hücre içinde benzer bir mekanizma ile paketlenerek çekirdeğin içine
yerleşmiştir. DNA şeridi, nükleozomlar halinde bobinlere sarılarak paketlenir ve
kromozomları oluşturur. Burada bobin görevini ise histon denilen proteinler üstlenirler.
Bir nükleozomda, DNA sarmalının 15 dönüşlük kısmı yer alır; bu da 150 nükleotid kadar
uzunluktadır. Bu parça, bir protein çekirdeğinin etrafında iki kez sarılıdır. Bu çekirdek de, çok
sayıda artı yüklü amino asit içeren sekiz histondan meydana gelir. Bunlar, DNA üzerindeki
eksi yüklü fosfatları mükemmel biçimde tamamlarlar. Protein üretimi için, DNA'nın herhangi
bir bölümünde yazılı olan bilgiye ihtiyaç olduğunda, nükleozom açılır ve okunması için DNA
şeridi serbest bırakılır. Bundan sonra DNA tekrar histonlar üzerine sarılır ve bir sonraki sefer
ihtiyaç duyulana kadar orada saklanır ve çevredeki moleküllerin yıpratıcı etkilerinden
korunur. Genetik bilginin yalnız içeriği değil, aynı zamanda yapısı ve bulunduğu ortamın
özellikleri de hassas bir düzen
gerektirir. Bu düzen, gökleri ve yeri yaratan Yüce Rabbimiz'in eserlerinden sadece bir
tanesidir. Yusuf Suresi'nin 100. ayetinde şöyle bildirilmektedir:
... Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen,
hüküm ve hikmet sahibi O'dur. (Yusuf Suresi, 100) Bilgi paketi genler
Gözle göremediğimiz tek bir hücre çekirdeğinde, toplam 4 m boyunda DNA şeridi bulunur.
Bu şerit, hücre çekirdeğinde kromozom denilen gruplar halinde paketlenmiştir. Vücut
hücrelerimizin çekirdeklerinde toplam 23 çift kromozom bulunur. Kromozomlar elektron
mikroskobu altında büyütüldüğünde, bu kromozomların içinde yer alan DNA molekülünün
sarmal halde sarılarak sıkıştırılmış şekilde olduğunu görürüz. Bu paketleme sistemi, kapsadığı
küçük hacme rağmen -bir sonraki bölümde değineceğimiz gibi- muazzam bir bilgi depolama
kapasitesine sahiptir.
DNA şeritlerinde vücudun ihtiyacı olan her tür proteini -enzimleri, moleküler motorları,
hormonları ve diğer yapı taşlarını- oluşturmak için ihtiyaç duyulan bilgi bulunmaktadır. DNA
molekülü üzerindeki kodlanmış bilgi, gözlerin, kulakların simetrik oluşumunu, kalbin kan
pompalamasını, bu kanın hücrelere oksijen taşımasını, besinleri parçalayan mide asidinin
olmasını ve vücudun diğer bütün fiziksel özelliklerini belirlemektedir. İnsanlarda yaklaşık
80.000 adet, gen denilen bu tip bilgi paketi bulunmaktadır.
Genetik bilginin toplam miktarı -diğer bir deyişle genom- bir kütüphaneye benzetilirse,
kütüphanedeki her kitap, bir kromozomu temsil eder ve kitapların bölümleri de genlerdir.
Genler, devasa bir ansiklopedide bulunan konu başlıkları gibidir. Bunlar üzerinde de bir
insanın biyolojik hayatının detaylı planı kayıtlıdır.
Kromozomlardaki kalıtım yoluyla geçen özellikleri, DNA'nın basamaklarını oluşturan dört
kimyasal bazın farklı dizilimleri belirler. Bu basamakların -baz eşleşmelerinin- binlercesi tek
bir geni oluşturur. DNA'nın yapısının kaşiflerinden James Watson, baz dizilimlerinin
genlerdeki farklılıkların kaynağı olduğuna şöyle dikkat çekmektedir:
... bu dört nükleotid birbirinden tamamen farklı değildi; çünkü her biri aynı şeker ve fosfat
unsurlarını içermekteydi. Farklılıkları ya pürin (adenin ve guanin) ya da pirimidin (sitozin ve
timin) olan nitrojen bazlarından kaynaklanmaktaydı... Eğer baz sıraları her zaman aynı
olsaydı, tüm DNA molekülleri benzer olacaktı ve bir geni diğerinden ayıran değişkenlik
mevcut olmayacaktı.26
Allah bu dört bazın diziliminden milyarlarca farklı insan yaratmıştır ve yaratmaya devam
etmektedir. Allah'ın DNA'da yarattığı kusursuz düzen sayesinde, insanın kompleks yapısı ve
sahip olduğu zengin özellikler ortaya çıkmaktadır. Nur Suresi'nin 45. ayetinde şöyle
bildirilmektedir:
... Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
DNA kararlı bir moleküldür
DNA, bilgiyi taşıma görevine en uygun moleküldür, kimyacıların deyimiyle ise oldukça
kararlı bir moleküldür. Bir molekülün kararlı olması ne demektir? Kararlılık bir molekülün
kolaylıkla bozulup, çözünmemesini ifade eder. Moleküler biyoloji alanında araştırma yapan
bilim adamları DNA'nın bu kararlılığının önemini iyi bilirler. Çünkü DNA, laboratuvarda
kullanılan biyokimyasalların büyük
çoğunluğundan çok daha dayanıklı bir yapıya sahiptir. Birçok biyokimyasalın aksine, oda
sıcaklığında bile aylarca bir çözelti içinde kararlılığını koruyabilmektedir. DNA'daki bazların
kararlı yapısına Prof. Daniel Dennet şu ifadelerle dikkat çeker:
DNA'nın en önemli özelliklerinden biri Adenin, Sitozin, Guanin ve Timin dizilimlerinin
kimyasal olarak
neredeyse eşit derecede kararlı olmalarıdır. Prensipte hepsi genetik mühendisliği yoluyla
laboratuvarda temin edilebilir ve tıpkı kütüphanede duran bir kitap gibi belirsiz bir raf
ömrüne sahip olabilir.
Tüm bunlar göstermektedir ki, DNA bilgi saklamak için özel olarak yaratılmış bir
moleküldür. DNA'nın sahip olduğu tüm özelliklerin tesadüf eseri bir anda var olması
kuşkusuz ki imkansızdır. Bunların her biri, Yüce Rabbimiz'in emriyle bilinçli olarak biraraya
gelmiştir. Bir Kuran ayetinde Allah şöyle bildirir:
... İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Allah sizin Rabbinizdir; mülk O'nundur. O'ndan
başka
taptıklarınız ise, 'bir çekirdeğin incecik zarına' bile malik olamazlar. (Fatır Suresi, 13)
DNA'nın sarmal yapısındaki şaşırtıcı düzen
Telefonun ahizeye bağlanan kıvrımlı kordonunu düşünün. Uzun bir kablo çok daha kısa bir
mesafeye sığdırılmış, gerektiğinde uzayabilecek şekilde üretilmiştir. Kimse kabloya bakıp,
kablonun tesadüf eseri böyle bir şekil aldığını düşünmez. Çünkü bu şeklin kullanılış yeri,
amacı ve neticesinde sağladığı kolaylık, bir aklın, bilginin ve bilincin göstergesidir.
İnsanın hücrelerindeki DNA'lar da buna benzer özel bir şekle sahiptir. Üstelik DNA'daki
sarmal yapı çok daha düzgün, uzun ve katmerlidir. Bu şeklin kullanılması son derece
hikmetlidir. İleride bahsedeceğimiz DNA'nın olağanüstü bilgi kapasitesinin, küçücük bir
mekana sığması bu özel şekil sayesinde mümkün olmaktadır. Sarmal yapısı çözüldüğünde
toplam 4 metre olan DNA, sadece milimetrenin iki milyonda biri kadar yer kaplar ve bu
nedenle elektron mikroskobu altında bile güçlükle görülür.
DNA çok düzgün, dönen bir merdiveni andırır
DNA heliks şeklinde kıvrılmış, iki sarmaldan oluşan, merdiven biçiminde bir moleküldür.
DNA sarmalındaki kıvrımlar da son derece düzenli bir yapıya sahiptir. Her iki DNA zincirinin
şeker ve fosfattan oluşan omurgaları, ortak bir eksen çevresinde eşit ölçüde, aynı yöne -sağadoğru dönüşler meydana getirirler. Ayrıca her iki kolun arasındaki merdiven basamaklarında
da gelişigüzel bir sıralama yoktur. Merdivenin basamaklarını oluşturan bazlar, sarmalın
eksenine 90 derece açı yapar konumdadırlar. Bu durum DNA şeridine düzgün, sarmal bir
merdiven görünümü verir.
Diğer taraftan basamaklar özel bir kenetlenme sistemi ile biraraya gelirler. Basamakların
dört ayrı malzemesi olan Adenin, Guanin, Sitozin, Timin farklı büyüklüklerdedir. Adenin ve
Guanin bazları büyük boylu, Sitozin ve Timin bazları küçük boylu moleküllerdir. Karşı
karşıya gelecek moleküllerin boyutları, sarmal merdivenin her noktada eşit aralığa sahip
olmasını sağlayacak şekilde belirlenmiştir. Basamakları düzenli oluşturabilmek için daima
Guanin Sitozin'in, Adenin de Timin'in karşısına gelir. Böylelikle DNA molekülü içinde küçük
bazlara karşı büyük bazların gelmesi ile mesafenin her noktada sabit kalması sağlanmış olur.
Bunun sonucunda da kesintiye uğramadan uzayıp giden, düzgün bir merdiven meydana gelir.
Ancak bir kez dahi Adenin bazının karşısına Timin değil de Guanin gelseydi, heliks yapısının
düzgün ilerlemesi mümkün
olmayacaktı. Böylece dizilimdeki herhangi bir hata, molekülün kimyasal yapısını tamamen
bozabilir ve bilginin kullanılmasını, kopyalanmasını ve aktarılmasını engelleyebilirdi. Bu
durum açık bir şekilde göstermektedir ki, bu dizilim tesadüf eseri oluşamaz.
Birbirine komşu baz çiftlerinin dönüşleri arasındaki uzaklık da sabittir. Merdiven
kıvrımlarının eşit aralıklı olmasını sağlayan bu düzene göre, yaklaşık 10 baz çifti -yani 10
basamak- 360 derecelik tam bir dönüşü tamamlamış olur. DNA saniyede bir milyar kere
kıvrılmakta ve merdivenin basamakları sarmal bir hareket izleyerek bu düzenle
bükülmektedir. Bu hareket DNA'nın iki hayati görevi -protein oluşumunu yönlendirmek ve
kendini kopyalamak- gerçekleştirmesinde çok önemli bir rol oynar. Alman Federal Fizik ve
Teknoloji Enstitüsü'nün yöneticisi Prof. Werner Gitt, DNA'daki bu özel yapı ile ilgili şöyle
söylemektedir:
Canlılar için kullanılan şifreleme sistemi, mühendislik bakış açısıyla en mükemmelidir.
Bu gerçek, bunun rastlantısal tesadüfler yerine amaçlı bir yaratılış olduğu görüşünü
sağlamlaştırır.
Sarmalın inşasında kullanılan bağların önemi
Uzun DNA molekülünün omurgası -diğer bir ifadeyle merdivenin kolları- oldukça
güçlüdür. Birbiri ardına sıralanan şeker ve fosfat moleküllerinden meydana gelir. Bu
moleküller birbirlerine ester kovalent bağları adı verilen özel bir bağ ile bağlanırlar. Bu bağlar
son derece kuvvetli bağlardır; böylece kırılmaları çok zordur.
Bu güçlü omurga, genetik bilgiyi bozan zararlı etkilere karşı bir koruma sağlar. Bu bağların
varlığı DNA molekülünün tek zincirli bir yapı halinde iken dahi dayanıklı ve sabit olmasını
sağlar.
Ancak bu kadar sağlam bir DNA zincirinin kıvrımları açılırken DNA'nın sarmal yapısına
zarar gelmesi söz konusudur. Bu yüzden sarmalın hem yapısını koruyacak kadar sağlam ve
kararlı olması, hem de bilginin rahatlıkla kullanılması için çok çabuk açılabilecek bir
esneklikte olması gerekir. Nitekim DNA'nın temel moleküler yapısını koruyan güçlü kovelant
bağlarla, sarmal zincirleri birarada tutan daha zayıf, daha çabuk kırılabilen hidrojen bağlardan
meydana gelen bir kombinasyon, esneklik-sağlamlık sorununun giderilmesini sağlar. Karşı
karşıya gelen dört nükleotid arasında meydana gelen kimyasal bağ, hidrojen bağıdır. Bu bağ,
ester bağları kadar kuvvetli olmadığından az bir enerji ile örneğin pH (asit-baz dengesi)
değişikliği, sıcaklık ve basınç gibi faktörlerle kolaylıkla birbirlerinden ayrılırlar. Zayıf bağlar
organizmada bulunan büyük moleküllerin şekillenmesinde çok önemli bir rol oynarlar ve
meydana getirdikleri maddeye esneklik kazandırırlar. Ancak bu esneklik sırasında bağlarda
herhangi bir kopma meydana gelmez. Hidrojen bağlarının bu ayrıcalığı sayesinde DNA
molekülü üzerindeki bilgi, gerektiği zaman kullanılabilir.
Bağlardaki bu esnekliğin önemi şudur: Vücudun hayati fonksiyonları olan protein üretimi,
DNA'nın kopyalanması ve diğer hücrelere aktarılmasıyla, bu aktarım da aralarındaki bağların
esneme özelliği ile mümkün olmaktadır. DNA molekülünün iki zinciri, birbirine sadece
hidrojen bağlarıyla bağlı oldukları için, kolaylıkla çözülüp ayrılırlar. Gerektiğinde de yeniden
birleşerek çift sarmal yapıyı oluşturabilirler. Çözülme, ayrılma esnasında DNA zincirinin
basamaklarını oluşturan nükleotidlerde bir kopma, bozulma olmaz. Diğer taraftan ortadaki
hidrojen bağları kolaylıkla birbirlerinden ayrılırken, kovalent bağ ile bağlanmış olan
yanlardaki zincirlerde de herhangi bir kopma veya esneme meydana gelmez. Moleküler
biyolog Michael Denton, DNA'nın biyokimyasal yapısındaki mükemmelliği şöyle tarif
etmektedir:
Molekülün geometrik bakımdan mükemmelliğini görmeniz mümkün. Adenin ve Timin
arasındaki iki
ve Guanin ile Sitozin arasındaki üç hidrojen bağının meydana getirdiği beş hidrojen
bağından her
birinin dayanıklılığı en ideal seviyededir. Çünkü hidrojen atomlarından her biri, doğrudan
kendisini kabul eden atoma işaret eder ve bağların uzunlukları, hidrojen bağları için gerekli
olan en yüksek seviyedeki enerji seviyesindedir. Moleküle önemli bir kararlılık kazandırdığı
için ve replikasyon (kopyalama) sırasında, baz eşleşmesinin son derecede hatasız olması
bakımından bu özelliği çarpıcıdır.34
Bir yandan genetik bilginin saklanması için sağlam ve kararlı bir yapıya ihtiyaç
duyulurken, bir yandan da genlerin okunması ve kopyalanması için esnek bir yapı gereklidir.
Diğer bir ifadeyle DNA sarmalını oluşturan iki kolun birbirlerine bağlanma gücü, hayati
görevlerini yerine getirmesi için tam gereken ölçüde olmalıdır. Nitekim DNA sarmalı da tam
olması gereken sağlamlığa ve esnekliğe sahiptir. Bu son derece özel bir durumdur. Çünkü
eğer DNA şeritleri arasındaki bağ, daha güçlü olsaydı her iki kol da hareketsiz bir durumda
donup kalacaktı. Diğer taraftan bu bağ daha zayıf olsaydı, molekül dağılacaktı.
Ancak DNA'yı oluşturan bağlar, Allah'ın dilemesiyle, sarmalın hem son derece düzgün
olmasını, hem de fonksiyonel olmasını sağlayacak en ideal yapıdadır.
DNA üzerindeki fosfatın önemi
Fosfatlar, DNA üzerindeki nükleotid bazları birarada tutarlar. Çünkü DNA sarmalı su
içeren bir ortamda işlev yapar ve su da fosfatlar ile şekerler arasındaki bağları parçalar. Bu
bakımdan DNA üzerindeki fosfat gruplarının eksi yüklü olması hem bir avantaj hem de bir
gerekliliktir. Bu eksi yük sayesinde DNA'nın bulunduğu sulu ortamda parçalanma ihtimali
engellenmiş olur.
Fosfattan başka hangi bileşik bir yandan kimyasal bağ kurup, bir yandan da eksi yüklü
kalmayı başarabilir diye sorulacak olursa, çeşitli ihtimaller vardır. Ancak bunların hiçbiri
genetik bilgiyi oluşturma özelliğini fosfat gibi gerçekleştiremez. Örneğin silisik asit ve
arsenik esterler suda hızla parçalanırlar; sitrik asit ise suda daha yavaş parçalansa da,
molekülün geometrisini sağlayacak kararlılıkta değildir.36
Dolayısıyla fosfatın kendine has özellikleri olmasaydı, DNA çifte sarmalı olmayacak,
kendini kopyalayabilen bu biyokimyasal sistem kurulamayacak ve canlılıktan söz etmek
mümkün olmayacaktı. Ünlü kimya profesörü Frank Henry Westheimer bu özel durumla ilgili
tüm bu koşullar ancak fosforik asit ile karşılanabilir ve görünürde başka bir alternatif de
yoktur. demektedir. Bu durum ve şu ana kadar anlattığımız tüm diğer detaylar, Yüce
Rabbimiz'in DNA'yı nasıl mucizevi özelliklere sahip bir molekül olarak yarattığını açıkça
göstermektedir. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilir:
O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise, bilgi bakımından O'nu kavrayıp
kuşatamazlar. (Taha Suresi, 110)
4. BÖLÜM
DNA'daki Olağanüstü Bilgi Saklama Kapasitesi
Günümüzde bilgi saklama alanında gerçekleştirilen teknolojik ilerlemeler şaşırtıcı
düzeydedir. Bilgisayar hard diskleri, CD'ler, disketler, taşıma diskleri ve benzeri teknolojik
ürünler her geçen gün daha gelişmiş ve daha kullanışlı halleriyle kullanıma sunulmaktadır.
Bilgisayar şirketleri, minimum alanda maksimum bilgi zarar görmeden nasıl depolanır; bu
bilgi, gerektiğinde depolandığı alandan en hızlı nasıl geri alınıp kullanılır gibi sorulara çözüm
aramaktadırlar. Her ne kadar bir CD'ye ansiklopedilerce bilgi sığdırılabilse de, yine de bu CD
elinizle taşıyabileceğiniz kadarlık bir hacme sahiptir. DNA'nın bilgiyi minyatürleştirme, diğer
bir deyişle sıkıştırma yeteneği ise, günümüz teknolojisinin çok ötesinde, şaşırtıcı bir
boyuttadır. Kıyaslayacak olursak, Los Angeles, Güney California Üniversitesi'nden Leonard
Adleman'ın yaptığı hesaplamalara göre, sadece 1 gram
DNA, bir trilyon CD'ye eş değer bilgi saklayabilmektedir. Bu da bilginin, DNA üzerinde, bir
CD'ye göre milyon kere milyon kez daha verimli saklandığını göstermektedir.39
İnsan DNA'sının hacmi bir milimetre küpün üç milyarda biri kadar (3 x 10-9 mm3)
küçüktür.40 G. G. Simpson'a göre, bugüne kadar yaşamış, gelmiş geçmiş her canlı türünün
bütün özellikleri bilgi olarak DNA'ya yüklense, toplam DNA hacmi bir çay kaşığının, ancak
küçük bir kısmını doldururdu. Hatta geriye şu ana kadar yazılmış bütün kitapları
saklayabilecek kadar boşluk kalırdı.41
Yeni bir teknoloji alanı oluşturan DNA bilgisayarının muciti Dr. Leonard Adleman ise,
hücre ve DNA'daki mekanizma hakkında şunları söylemektedir:
Eğer hücrenin içine bakarsak kendi başımıza yapamayacağımız fevkalade makinalar
görürüz. Bu muhteşem bir alet kutusudur.
Ancak Darwinistlere göre, hücrenin içindeki on binlerce ciltlik kitaba eş değer dev bilgi
bankası, sözde tesadüfler sonucu kendiliğinden oluşmuştur. Bir imkansızlığın üstüne hiç
çekinmeksizin bir yenisini daha bina edebilen Darwinistlere göre, bir stadyumu dolduracak
kadar büyük bir kütüphanenin bütün bilgileri, gözle görülmeyen bir boyuta yine tesadüf eseri
zarar görmeden sıkıştırılmıştır. İşte Darwinistler böylesine bir imkansızlığı gözü kapalı
savunmaktadırlar. Ancak ne hücre ne de onun bilgi bankası olan DNA, şuursuz atomların
tesadüfi olarak biraraya gelmesiyle oluşamaz. Canlılıların en küçük parçaları dahi belli bir
amaca yönelik olarak yaratılmıştır ve her biri tesadüflere olanak tanımayacak kadar kompleks
yapılardır. Sidney Üniversitesi'nden biyoloji profesörü Michael George Pitman, hayatın
sadece cansız maddelerin toplamı olmadığını, Alman filozof Arthur Schoepenhauer'in şu
ifadeleriyle dile getirmektedir:
... Her organizma tüm parçaları boyunca canlıdır ve bunlar hiçbir yerde -en küçük
parçacıklarında dahi sadece cansız maddelerin bir toplamı değildir.43
DNA'daki bilgi hacmini sayısal olarak ifade edecek olursak, 3-5 mikron (mikron:
milimetrenin binde biri) çapındaki bir hücre içine, toplam 4 metre uzunluğundaki DNA
molekülü sıkıştırılmış olarak paketlenmiştir. 100 trilyon hücrenin her birindeki DNA kodları
art arda getirildiğinde ise, ortaya çıkan uzunluk, Güneş'e 600 kez gidiş-dönüş mesafesine
eşittir.44 Bilimsel makaleleri ile tanınan moleküler biyolog Prof. Jerry Bergman, verdiği bir
örnekte DNA'daki mühendisliği şöyle vurgulamaktadır:
Sizden 201 kilometre uzunlukta iki ayrı misina almanızı, bunu çifte sarmal haline
getirmenizi ve sonra da bir basketbol topunun içerisine sığacak biçimde paketlemenizi
istediklerini varsayın. Ayrıca, bu çifte sarmalın fermuar gibi açılıp kopyalanması gereksin...
sonra kopyalanan parça dışarı çıkartılsın ve bu sırada misinalar kesinlikle birbirlerine
karışmasın. Bu mümkün mü? Bu her gün vücudunuzdaki milyarlarca hücrede
gerçekleşmektedir. Basketbol topunu insan hücresi boyutuna indirdiğinizde, ip de iki metreye
yakın bir DNA zincirine dönüşecektir... DNA paketleme işlemi, hem kompleks ve hassas bir
süreçtir hem de DNA'nın uzunluğunu 1 milyon kat azaltabilmeyi başardığı için son derece
verimlidir.45
Moleküler biyolog Michael Denton ise DNA'nın bilgiyi sıkıştırma kapasitesindeki
olağanüstülüğünü şu sözlerle dile getirmektedir:
... Hücrelerin aşırı derecede kompleks varlıklar oldukları açıktır. Hücredeki komplekslik
bir jumbo jette bulunandan çok daha fazladır... sanki jumbo jetteki komplekslik insan
gözünün göremeyeceği bir toz zerresine paketlenmiştir. Bu kadar kompleks olan bir şeyin, bu
kadar küçük bir hacme nasıl sığdırıldığını anlamak çok zordur. Üstelik zerre büyüklüğünde bu
jumbo jet, hiçbir çaba sarf etmeden kendisini çoğaltabilmektedir.46
DNA'nın bilgi saklama yeteneği o kadar verimlidir ki, bir insana ait tüm bilgiler, yalnızca
bir gramın birkaç trilyonda biri kadar yere sığabilmektedir. Yale Üniversitesi'nden Prof.
George Gaylord Simpson'a göre, yeryüzünde gelmiş geçmiş 1 milyar canlıya ait bilgi,
kolaylıkla bir tuz taneciği içerisine sığdırılabilir. Ulusal İnsan Genomu Araştırma Enstitüsü
yöneticisi, aynı zamanda fizikçi ve genetikçi olan Prof. Francis S. Collins ise DNA ile ilgili
çalışmaları sonucunda şunları ifade etmektedir:
Watson ve Crick, DNA'nın çifte sarmal yapısını ortaya çıkarttıklarından bu yana elli sene
geçti. Şimdi DNA üzerinde kayıtlı bilginin hassaslığı üzerinde düşünebilmek çok muhteşem...
Bu dijital kod, insan vücudundaki her hücrede kolaylıkla kopyalanabilen, inanılmaz miktarda
bilginin saklanmasına imkan tanıyor. Çifte sarmal şeklindeki DNA, baz çiftlerinden meydana
geliyor ve hücre çekirdeğindeki insan genomu içerisinde bunlardan üç milyar tanesi
paketlenmiş halde duruyor... Bu üç milyar harf insan vücudundaki tüm biyolojik özellikleri
yönlendirebiliyor.49
Ünlü moleküler biyolog Michael Denton ise biyolojik bilginin, hücre çekirdeğinin minik
hacmi içerisinde paketlenmesine imkan sağlayan, DNA'nın paketleme özelliklerinin, insan
için özel olarak düzenlendiğini ifade etmektedir.50 DNA, söz konusu sıkıştırma kapasitesine
sahip olmasaydı, hücrenin, düzensiz DNA iplikçiklerini kapsayabilecek biçimde, çok daha
büyük olması gerekecekti. Fakat hücrelerin daha büyük olmaları mümkün değildir. Çünkü
hücrenin oksijen ve besin kaynakları, ancak hücrenin mevcut çapı kadar mesafede
verimlidir.51 Bu bakımdan hücrenin büyüklüğü, dolayısıyla DNA'nın sıkıştırma yeteneği,
insan açısından hayati derecede önemlidir.
Bu muhteşem paketleme sistemi, DNA molekülünün, kıvrılma ve uzun sarmallar oluşturma
yetenekleri sayesinde mümkün olmaktadır. Bu uzun sarmallar da, bükülerek iç içe geçmiş,
düzenli sarmallar meydana getirirler. Böylece her hücrenin çekirdeğinde, ileri düzeyde bir
mühendisliğe sahip paketleme teknolojisi görülür. Yüce Rabbimiz'in hücrelerimizde yarattığı
bu paketleme sistemi ile, milyonlarca kilometrelik DNA harfi gözle göremediğimiz bir
boyutta saklı durmaktadır.
İnsan Hücresindeki Dev Ansiklopedi
DNA'da kayıtlı bulunan bilginin miktarı olağanüstüdür. Öyle ki, gözle görülmeyen tek bir
DNA molekülünde, tam bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak miktarda bilgi bulunur.
Dikkat edin; tam
1.000.000 ansiklopedi sayfası... Diğer bir deyişle, her bir hücrenin çekirdeğinde, insan
vücudunun işlevlerini kontrol etmeye yarayan, bir milyon sayfalık bilgi kodlanmıştır. Bu
miktarı şöyle bir örnekle zihnimizde daha iyi canlandırabiliriz: Dünyanın en büyük
ansiklopedilerinden birisi olan 23 ciltlik Encyclopedia Britannicanın bile toplam 25 bin
sayfası vardır. Bu durumda, karşımıza olağanüstü bir tablo çıkar. Mikroskobik hücrenin
içindeki, ondan çok daha küçük bir çekirdekte, milyonlarca bilgi içeren dünyanın en büyük
ansiklopedisinin 40 katı büyüklüğünde bir bilgi deposu saklı durmaktadır. Bu da 920 ciltlik,
dünyada eşi, benzeri olmayan dev bir ansiklopedi demektir. Yapılan tespitlere göre, bu dev
ansiklopedi yaklaşık 5 milyar farklı bilgiye sahiptir. Bu son iki kelimeyi tekrarlayalım; bilgiye
sahiptir...
İşte burada durup, ağzımızdan kolayca çıkan bu iki kelime üzerinde düşünmemiz gerekir.
Bir hücrenin içinde milyarlarca bilgi olduğunu söylemek kolaydır. Ancak, burada sözünü
ettiğimiz bir bilgisayar veya kütüphane değil, yalnızca protein, yağ ve su moleküllerinden
oluşan, milimetreden 100 kat daha küçük bir alandır. Bu küçücük molekül kümesinin içinde,
değil milyonlarca bilgi, tek bir bilginin muhafaza edilmesi bile son derece hayret verici bir
mucizedir. Üstelik benzetme amacıyla kullanılan kitap, ansiklopedi gibi kavramlar bilgi
saklayan, fakat cansız ve durgun kaynaklardır. İçindeki bilgilerin okunması ve talimatların
yerine getirilmesi için bilinç sahibi birisine ihtiyaç vardır. Fakat DNA'dan bahsettiğimizde,
sadece bilgi saklayan değil, bu bilgiyi kullanan, uygulayan canlı bir bilgi kaynağından
bahsetmiş oluruz.
Gözle göremediğimiz, çapı milimetrenin milyarda biri büyüklüğünde olan, atomların yan
yana dizilmesiyle oluşmuş bir zincir, böyle bir bilgiye ve hafızaya nasıl sahip olabilir? Bu
soruya şunu da ekleyelim: Vücudunuzdaki 100 trilyon hücreden her biri bir milyon sayfayı
ezbere biliyorken, acaba siz zeki ve şuurlu bir insan olarak hayatınız boyunca kaç ansiklopedi
sayfası ezberleyebilirsiniz? Tüm bu sorular vicdan ve akıl sahibi herkesi, hücrenin üstün bir
aklın, üstün bir ilmin eseri olduğu gerçeğine götürecektir. Evrimcilerin iddia ettiği gibi
tesadüflerle, değil milyarlarca hücreden oluşan bir canlı, tek bir hücredeki DNA'nın dahi
meydana gelmesi mümkün değildir. Herşeyin Yaratıcısı Yüce Allah'tır. Bir Kuran ayetinde
Allah şöyle buyurur:
Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.
(Hac Suresi, 74)
DNA'daki, Bilgisayarlardan İleri Bilgi Saklama Teknolojisi
Günümüzde, büyük miktarlarda bilginin saklanabildiği en ileri teknoloji bilgisayarlardır.
Bundan 50 yıl önce, oda büyüklüğündeki bir bilgisayarın sahip olabildiği bilgiyi, bugün
küçük diskler saklayabilmekte... Ancak DNA ile bilgisayarı karşılaştırdığımızda, insan
zekasının asırlardır edindiği bilgi birikimi ve yıllar süren çabaları sonucunda geliştirdiği bu
son teknolojinin, daha DNA'nın bilgi saklama kapasitesine yaklaşamadığını görürüz.
DNA, milimetrenin sadece iki milyonda biri kalınlığındadır. Bu olağanüstü inceliğine ve 4
metre uzunluğuna rağmen, DNA şeritleri birbirine dolanmaz. Özel yapısı sayesinde, hücrenin
çekirdeğinde mükemmel bir şekilde katlanan DNA, benzersiz bir mühendislik projesi
örneğidir. Bilgisayar mühendisleri için olabildiğince küçük parçalarda, olabildiğince büyük
miktarda bilgi saklamak ana hedeflerden biridir. Şu anda yeryüzünde bilinen en üst
seviyedeki saklama kapasitesi DNA molekülüne aittir. Microsoft Yazılım Şirketi'nin
yöneticisi Bill Gates, The RoadAhead (Ötedeki Yol) isimli kitabında şöyle yazmaktadır:
İnsan DNA'sı, bir bilgisayar programına benzer, ancak bizim şu ana kadar
üretebildiklerimizden çok, çok daha gelişmiştir.
Ünlü Amerikan filozofu Prof. Daniel Dennet, Darwm’s Dangerous Idea (Darwin'in
Tehlikeli Fikri) adlı kitabında DNA'daki bilgi yoğunluğunu şöyle tarif etmektedir:
Bilgisayar çağının mühendislik harikalarına alışkın olmamıza rağmen, DNA ile ilgili
gerçekleri kavramak çok güç. Molekül boyutundaki bu makineler kopyalama yapıyorlar. Aynı
zamanda editörlük yapan enzimler, inanılmaz bir hızla hataları düzeltiyor. Onların yaptıkları
işin çapına, hala süper bilgisayarlar bile erişemiyor. Biyolojik makro moleküllerin saklama
kapasitesi, günümüzdeki örneklerinin derecelerce üzerinde.54
DNA'daki kodların dizilimi, bilgisayar sistemindeki sayı dizisine benzer. Bilgisayar
ortamında sayılar bir görüntüyü, örneğin bir bilgisayar oyununu çalıştıran talimatları veya bir
kitabın metnini saklayabilir. DNA'da bulunan kodlar da yeni proteinler üretmeye yarayan
bilgiyi saklar.55 Ancak hiçbir bilgisayar mühendisi, gözle görülmeyen bir alanda, tam 1
milyon ansiklopedi sayfası kadarlık bilgiyi saklayan DNA'yı taklit edemez. DNA'nın
tesadüflerle ortaya çıktığını iddia etmek, en gelişmiş bilgisayarın tesadüflerle ortaya çıkmış
olabileceğini iddia etmekten çok daha akıl dışıdır. DNA, tüm açıklığıyla Allah'ın üstün
yaratmasının delillerini sergilemektedir. Allah Kuran'da benzersiz yaratmasını şöyle
bildirmektedir:
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır... (En'am Suresi, 101) DNA'daki Dev
Bilgi Kapasitesini Anlatan Şaşırtıcı Karşılaştırmalar
Bilim adamları, insandaki genetik bilginin fazlalığını vurgulamak için, ölçü birimleri
kullanmak yerine, çeşitli benzetmelere başvurmaktadırlar. DNA'daki bilgi kapasitesinin
genişliğini vurgulayan örneklerden bir kısmı şöyledir:
*** İnsan genomundaki bilgi, alfabe kullanılarak yazılabilseydi, her biri 1.000 sayfa olan
ve her sayfasında 3.000 harf bulunan 1.000 adet kitaba sığardı.56
1.000 kitap x 1.000 sayfa x 3.000 harf = 3.000.000.000 harf ( 3 milyar harf)
*** İnsan genomundaki üç milyar genetik harf, tek bir satıra yazılsaydı, Kuzey Kutbundan
Ekvatora kadar uzanırdı. Günde sekiz saat, yılda 220 gün daktiloda çalışan bir kişi, dakikada
300 harf yazma hızıyla bu görevi tamamlamak için tam 95 yıl çalışmak zorunda kalırdı.
*** Eğer genetik bilgi, yazılı hale getirilseydi, 160 sayfalık kitaplardan 12.000 adet
gerekirdi. 16 MB (megabayt: bilgisayarda 1 milyon adet en küçük bilgi birimi) kapasiteli
bilgisayar çipleriyle kıyaslandığında ise, insanın DNA şeridi bundan 1.400 kat daha fazla bilgi
saklayabilir.
*** Eğer 2 mm çapındaki toplu iğne ucu, DNA molekülünün kalınlığına sahip bir iplik
olana dek çekilerek uzatılsaydı, Ekvator'dan 33 kat daha uzun olurdu.59
*** DNA üzerindeki bilgi bir kütüphaneyi dolduracak 100 adet 30 ciltlik ansiklopedi seti
alabilecek kapasitededir.60
*** DNA'daki bilgiler, kitaplar halinde üst üste konulsaydı, kitapların yüksekliği 70 metre
olurdu. Ya da bu bilgilerle, 200'e yakın 500'er sayfalık telefon rehberi doldurulabilirdi.61
*** İnsan vücudundaki bütün hücrelerin DNA'ları düzleştirilip, uç uca eklenirse yaklaşık
50 milyar kilometre uzunluğunda olacaktır. Bu uzunluk Dünya'dan Güneş Sistemi'nin ötesine
ulaşmak için yeterlidir. Işığın, vücudunuzdaki tüm DNA'lar boyunca yolculuk edebilmesi
için, yaklaşık 2 gün gerekirdi.62
*** Genetik uzmanı Profesör Jeröme Lejeune'e göre, Dünya üzerinde yaşayan tüm
insanlara ait genetik bilgi, birkaç aspirin tabletinden büyük olmayacak DNA üzerinde
saklanabilir.63
*** İnsanın tek bir hücresindeki DNA'da, tam 1 milyon ansiklopedi sayfasını
doldurabilecek miktarda bilgi bulunur. Bir kimse kendi genetik bilgisini okumaya kalkışsa
buna ömrü yetmez. Her gün, 24 saat boyunca, hiç durmadan, saniyede bir DNA şifresi
okuyacak olsa, bu işlemin tamamlanması için 100 yıl geçmesi gerekirdi.
*** DNA molekülündeki bilgi yoğunluğunu zihninizde canlandırabilmek için, bir toplu
iğne ucuna sığacak
miktarda DNA'nız olduğunu varsayın. Şimdi bu bilginin 160 sayfadan oluşan kitaplarda yazılı
olduğunu düşünün. Bu kadar küçük miktarda bir DNA içerisinde, 160 sayfalık bu kitaplardan
15 trilyon (15 x 10 ) kadar sığabilirdi. Eğer bu kadar kitap elinizde olsaydı ve hepsi üst üste
dizilseydi, Dünya ile Ay arasındaki mesafenin (384.000 km) 500 katı kadar mesafeye
uzanırdı. Ya da bu kitaplar yeryüzünde yaşayan ortalama 6 milyar insana eşit olarak
dağıtılsaydı, her kişiye 2.500 kitap düşerdi.64
Bu örneklerde ifade edilmeye çalışılan uçsuz bucaksız bilgi, her hücrenin çekirdeğinde,
gözle görülmeyen bir boyutta depolanmaktadır. Büyük bir kütüphaneye eş değer bilgi
depolayan DNA'nın, yaklaşık 100 trilyon hücrede bulunması, bu kütüphaneden 100 trilyon
kopya olması demektir. Bu bilgi hazinesini insanoğlunun ulaştığı bilgi seviyesiyle
karşılaştırmak istersek, örnek verebileceğimiz benzer bir büyüklük bulamayız. Bir de bu
miktarı, Dünya üzerinde şu anda yaşayan 6 milyar insan ve beraberinde yaşayıp ölmüş
milyarlarca insan sayısıyla çarparsak, karşımıza kavranması güç büyüklükte, uçsuz bucaksız
bir bilgi miktarı çıkar. Üstelik burada sadece insanın genetik bilgisinden bahsetmekteyiz. Bir
de yeryüzünde gelmiş geçmiş milyonlarca canlı türünün genetik bilgisini dikkate alırsak, bu
miktar aklın sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşır. Her türlü bilginin sahibi Yüce Rabbimiz'in
DNA'da tecelli eden ilmi, tesadüf iddialarını yerle bir etmektedir. Bir ayette şöyle
buyrulmaktadır:
Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de
bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar
size. (Enbiya Suresi, 18) DNA, Sonsuz Bilgi ve Akıl Sahibi Allah'ın Sanatının
Örneklerindendir
Evrim teorisinin temel iddiaları kör tesadüflere dayanır, oysa tesadüf bilgi oluşturmaz. Bir
gün bir kağıt üzerinde kanseri tedavi eden bir ilacın formülü yazılı olarak bulunsa, bu bilim
adamını bir an önce bulmak, hatta kendisine ödül vermek için tüm ilgili merciler seferber
olur. Kimse, Acaba bu yazı, kağıda mürekkebin dökülmesi ile mi oluştu? diye düşünmez.
Akıl sahibi, sağlıklı düşünen her insan bu yazıyı ancak kimya, fizyoloji, onkoloji (kanser
hastalıklarını inceleyen bilim dalı) ve farmakoloji (ilaçları inceleyen bilim dalı) üzerine ihtisas
sahibi olan birinin yazmış olacağını düşünecektir.
Evrimcilerin DNA'daki bilginin kaynağını tesadüflerle açıklamaya çalışmaları, okuduğunuz
bu yazının tesadüfen oluştuğunu iddia etmekle kıyas olmayacak büyüklükte bir mantık
bozukluğudur. Çünkü DNA'da,
vücuttaki 100 bin çeşit proteinin her birine ait detaylı moleküler formüller ve bunların üretimi
esnasında uyulacak hassas talimatlar yazılıdır. Bunun yanı sıra diğer hücrelerle iletişimde
uyulacak haberleşme protokolleri, bunun için kullanılacak mesajcı hormonların üretim
planları ve bunlar gibi sayısız çeşitlilikteki başka bilgiler de DNA'da yazılıdır.
DNA'nın ve içerdiği uçsuz bucaksız bilginin kendi kendine oluştuğunu iddia etmek ciddi
bir mantık çöküntüsüdür. İnsan Genomu Projesi'ni yürüten Celera Genomics şirketinin konu
hakkındaki en önemli uzmanlarından biri olan Gene Myers, DNA'daki bilginin
olağanüstülüğünü şöyle ifade etmektedir:
Biz de henüz anlamış değiliz... metafizik, doğaüstü bir unsur var. Beni gerçekten hayrete
düşüren hayatın mimarisi. Sistem inanılmaz derecede kompleks... Burada [DNA'da] çok
müthiş bir akıl var. Böyle düşünmenin bilim dışı olduğuna inanmıyorum. Diğerleri öyle
düşünebilir, fakat ben değil.65
Kitabın ilerleyen bölümlerinde yer alan DNA'nın kökeni ile ilgili evrimci iddialar,
çözülememiş bir sır gibi ifadelerle doludur. Kimi zaman da yukarıda görüldüğü gibi
DNA'daki olağanüstülük üstün bir akıl ifadesiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Kimi bilim
adamlarının ifade edemediği ama hayran kaldığı bu akıl ve bilgi, Yüce Rabbimiz Allah'ın
sonsuz aklının ve sonsuz bilgisinin bir yansımasıdır. Bir Kuran ayetinde şöyle buyurulur:
Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil
gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da
ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona
dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu Kendi nuruna
yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, herşeyi bilendir. (Nur Suresi, 35)
5.
BÖLÜM DNA Molekülündeki Şifre Bilimi
Vücudunuzun her hücresinde dünyada hiç kimsenin konuşmadığı bir dilde yazılmış, müthiş
bir bilgi hazinesi saklıdır. Bu dilin alfabesi sadece dört harften meydana gelir ve her harf, baz
veya nükleotid denilen kimyasal bir molekülü temsil eder. Kodon adı verilen genetik
kelimeler de bu harflerden oluşmaktadır. Dört harfli bu DNA dili, Adenin, Timin, Guanin ve
Sitozin (Cytosin) moleküllerinin A, T, G ve C harflerinden oluşur. İşte çekirdekteki bilgi
bankasında yer alan bilgiler de, bu dört harfli alfabe ile kodludur. A, T, G, C harflerinin
yüzlercesi birarada ele alındığında, uzun, anlamlı cümleler ortaya çıkar. Bu cümleler,
vücuttaki işlemlerin nasıl yapılacağını tarif eden, bunlara dair talimatlar içeren genlerdir. Bu
harflerin milyonlarcası ise, anlamlı bir sıralama ile üst üste dizilerek DNA molekülünü
oluştururlar. Moleküler biyolog David S. Goodsell, Our Molecular Nature (Moleküler
Doğamız) adlı kitabında DNA molekülünden şu sözlerle bahsetmektedir:
DNA belki de moleküllerin en güzelidir, fakat nadide bir kitap gibi gerçek güzelliği
cildinde değil, içinde kullanılan kelimelerde saklıdır.66
İnsanın bütün fiziksel özellikleri, bu özel dil vasıtasıyla kodlanarak hücre çekirdeğine
depolanmıştır. Canlının vücut şekli, her organa ait iş bölümü ve bu organların çalışma
düzenleri, hücre içinde üretilmesi gereken proteinlerin genetik kodları, üretilecek proteinlerin
miktar kontrolleri gibi hayati işler, DNA üzerinde kodlanmıştır. Şifrelenerek yazılmış bu dev
eser, insan henüz tek bir hücre halindeyken bile, kişinin tüm bedeni hakkındaki bilgiye
sahiptir. Diğer bir deyişle, daha henüz insan oluşmadan evvel, vücudunun kapsamlı planı tek
bir molekül üzerinde hazırdır.
Hücre çekirdeğindeki depolanmış bilgilerin şifreleme sistemini anlatırken, DNA'yı
oluşturan nükleik asitler için yine harf benzetmesini kullanmaya devam edeceğiz. Bu harfler,
önceki bölümde incelediğimiz gibi ikişerli olarak karşılıklı eşleşerek birer basamak
oluştururlar. Bu basamaklar ise üst üste eklenerek genleri meydana getirirler. DNA
molekülünün bir bölümü olan her bir gen, insan vücudundaki belli özellikleri kontrol eder.
Boyun uzunluğu, gözün rengi, burnun, kulağın, kafatasının yapısı gibi sayısız özellik, ilgili
genlerin emriyle meydana gelir. Bu genleri, üzerinde A-T-G-C harflerinden oluşmuş yazılar
olan bir kitabın sayfalarına benzetebiliriz.
İnsan hücresindeki DNA'larda yaklaşık 30.000 civarında gen bulunur. Her gen, karşılığı
olduğu protein türüne göre, sayıları 1.000 ile 186.000 arasında değişen nükleotidlerin özel bir
sıralamada dizilmesinden oluşur. Bu genler insan vücudunda görev yapan yaklaşık 200.000
civarındaki proteinin kodlarını saklar ve bu proteinlerin üretimini denetler. Bu 30.000 genin
içerdiği bilgi DNA'daki toplam bilginin yalnızca % 3'ünü teşkil eder. Geriye kalan % 97'lik
bölüm ise günümüzde hala bilinmemektedir. Ancak bu bölümde hücrenin faaliyetleri ile ilgili
hayati bilgiler bulunduğu anlaşılmıştır. (Detaylı bilgi için bkz. DNA Mucizesi Evrim
Teorisini Nasıl Geçersiz Kılmaktadır? Bölümü)
Genler kromozomların içinde bulunur. Her insan hücresinin (üreme hücreleri hariç)
çekirdeğinde 46 kromozom vardır. Her bir kromozomu, gen sayfalarından meydana gelmiş
bir cilde benzetirsek, hücrede insanın
tüm özelliklerini içeren 46 ciltlik bir hücre ansiklopedisi vardır diyebiliriz. Bu hücre
ansiklopedisi daha evvel belirttiğimiz gibi tam 920 ciltlik Britannica Ansiklopedisinin içerdiği
bilgiye eş değerdir.
Her insanın DNA'sındaki harflerin dizilimi farklıdır. Şu ana kadar dünya üzerinde yaşamış
milyarlarca insanın tümünün birbirinden farklı olmalarının sebebi de budur. Organların temel
yapı ve işlevleri her insanda aynıdır. Ancak herkes o kadar ince farklılıklarla o kadar ayrıntılı
ve özel yaratılır ki, bütün insanlar tek bir hücrenin bölünmesiyle meydana geldikleri ve aynı
temel yapıya sahip oldukları halde, milyarlarca farklı görünümde insan ortaya çıkmaktadır.
DNA'daki harflerin diziliş sırası insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. Boy,
göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 10.000
işitme siniri ağının, 2 milyon optik sinir ağının, 100 milyar sinir hücresinin, 130 milyar metre
uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon hücrenin planları, tek bir hücrenin DNA'sında
mevcuttur. Kanadalı bilim yazarı Denyse O'Leary DNA'daki bilgiden şu ifadelerle
bahsetmektedir:
Bilginin asıl şaşırtıcı olanı DNA'da yazılı eserdir. Tekrar eden bir dizilimi yok. Fakat
diğer bilgi ile bağlantılı bir dizilimi var ve çok kompleks. Örneğin kedinin embriyosundaki
DNA, embriyonun yavru bir kedi olması için çok kompleks talimatlar içerir.
Şimdi bu bilgilerin ardından düşünelim: Bir kelime bile, yazan bir kişi olmadan
oluşamadığına göre, insan hücresindeki milyarlarca harf nasıl oluşmuştur? Bu harfler nasıl
olup da böyle mükemmel ve kompleks bir bedenin eşsiz planını oluşturacak bir düzende,
birbiri ardına anlamlı bir şekilde dizilmiştir? Eğer bu harflerin düzeninde çok ufak bir
değişiklik olsaydı, el parmaklarınız ayağınızda, gözünüz karnınızda yerr alabilir ya da başınız
ters yöne dönük olabilirdi. Kollarınız çok kısa ya da uzun olabilir veya dudaklarınız birbirine
bitişik olabilirdi. Şu anda düzgün bir insan olarak yaşam sürdürebiliyorsak, bu ancak Yüce
Rabbimiz'in izniyledir. Allah her insanın DNA'sındaki harflerin düzenini buna vesile
kılmıştır. Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret'
verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih
etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24) DNA Molekülü Kodlu Mesajlar İçerir
DNA molekülünde, atomların kendine has dizilimi, maksimum şifreyi, minimum alanda
taşıyabilecek üstün bir yaratılışa sahiptir. DNA molekülü üzerinde kayıtlı genetik şifre, hücre
çekirdeğine kimyasal formüllerle yazılmıştır. Ancak bahsettiğimiz şifre ne bilgisayar
ortamında ne de kağıt üzerindedir. Şifrelemeyi oluşturan her bir harf11, aslında belirli
kimyasal özelliklere ve üç boyutlu özel bir yapıya sahip birer moleküldür. Kimya profesörü
Arthur Ernest Wilder-Smith bir kitabında DNA molekülündeki mesaja şöyle dikkat
çekmektedir:
Bütün biyolojik hücreler hücre çekirdeğindeki DNA moleküllerinde kodlu şekilde
bulunan program tarafından yönlendirilirler... Bütün kimyasal metabolizma kod tarafından
önceden programlanmıştır... Bu tür bir sistemi teorik olarak anlatabilmek için gerekli olan,
çok uzun açıklamalardan kaçınmak için, genetik kod sisteminin ana özelliklerini birkaç
benzetme ile anlatacağız. Uluslararası olarak kabul gören
acil yardım çağrısı SOStir. Bu çağrı şifrelenmiş halde bilgi içerir ve aynı zamanda .----------. (üç nokta,
üç çizgi, üç nokta) olarak da gösterilebilir. Burada noktalar ve çizgiler Mors alfabesinin
iki harfini temsil eder. Alfabemizdeki S harfi ... ile, O harfi ise - - - ile gösterilir. Mors
alfabesini çeşitli
yöntemler kullanarak saklayabilir ya da iletebiliriz. Örneğin bu harfler bir kağıt üzerine
yazılabilir, şekerle doğum günü pastası üzerine çizilebilir, ya da bir uçak duman kullanarak
gökyüzüne aynı harfleri yazabilir... Verilen mesaj ve bilgi aynı kalır, hangi ortamda iletilirse
iletilsin içerik SOS şeklindedir. Mors şifresindeki noktalar ve çizgiler, hatta bir ip üzerinde
düğümlerle gösterilebilir. Çizgi büyük bir düğümle, nokta da daha küçük bir düğümle
gösterilebilir. Bu durumda Mors şifresiyle yazılmış mesajın iletilmesi için kağıt zemine
ihtiyaç duyulmaz. Bir ip bile bunun için yeterlidir. Buna benzer bir sistem kullanılarak, tek ve
çift düğümler içeren bir ip kullanılarak Goethe'nin Faust eseri yazılabilir.68
Yukarıdaki alıntıda da ifade edildiği gibi, bilginin içeriği aktarılış şeklinden bağımsızdır.
Dolayısıyla sadece DNA'daki bazların sıralaması değil, DNA'nın içerdiği kodlu bilgi, mesaj
da dikkat çekicidir. Bilim yazarı Richard Milton DNA'daki mesajın kodlanmasındaki hassas
düzene şöyle dikkat çekmektedir:
... Bir programdaki bütün talimatlar, hem bilgisayarın donanımında ani etkiler yapması
hem de programın diğer bölümlerini etkilemesi bakımından programcı tarafından çok
dikkatlice düşünülmelidir. Programcının talimatları yazmak için kullandığı harfler ve
rakamlar, program lisanının dil yapısına ve kelimelerine göre mutlak kesinlikte yazılmalıdır
ki, bilgisayar sistemi fonksiyon görebilsin. En önemsiz bir hata bile, bütünü etkileyen bir
bozukluğa sebep olabilir. Örneğin 1977'de NASA'nın Cape Canaveral'den bir uyduyu havaya
fırlatması araç havalandıktan kısa bir süre sonra faciayla sonuçlandı. NASA mühendislerinin
daha sonra yaptıkları araştırmada, kazaya bilgisayarın rehber sistemindeki bir yanlışlığın
sebep olduğu ortaya çıktı -rehber programda basit bir virgül unutulmuştu-. En basit lisanla örneğin basic- en basit bir bilgisayar işlemini programlamak isteyen biri, problemi
anlayacaktır. Söz diziliminde en ufak bir hata yaparsanız, bir harfi atlarsanız, bir noktayı ya
da boşluğu bile, program işlemez. Aynı şekilde her bir nükleotid kesinlikle doğru düzende
yazılmalıdır ve dölün varlığını sürdürebilmesi için DNA molekülünde kesinlikle doğru yerde
olmalıdır. İnsanlardaki, hayvanlardaki ve bitkilerdeki temel fonksiyonel bozukluklar da tek
bir DNA molekülünün veya bu moleküldeki tek bir nükleotidin kaybı ya da yer
değiştirmesiyle olur.69
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden bilgi teorisi ve resmi diller konusunda uzman Prof.
Murray Eden, Var olan hiçbir resmi dil, cümleleri ifade eden sembol diziliminde, rastgele
değişimleri tolere edemez. Anlam hemen her zaman bozulur. Herhangi bir değişim, sentaks
[cümle bilgisi] olarak kurallara uygun olmalıdır. diyerek, bir dilin sembolleri rastgele
karıştırıldığında anlamın daima bozulacağını ifade etmektedir. Ardından da bu kuralın genetik
bilgiyi oluşturan DNA dili için de geçerli olduğunu dile getirmektedir.
Tüm bu açıklamalar DNA'da karşımıza çıkan bilginin tesadüf eseri var olamayacağını
göstermektedir. Evrimcilerin bu hayali iddialarına karşı, kriptoloji denilen ve bilginin
güvenliğini sağlayan matematiksel şifre bilimini de örnek verebiliriz. Bu bilim dalının
amaçlarından biri, bilginin okunmasını ve değiştirilmesini engellemektir. Örneğin bir hacker
(izni olmadan başkasının bilgisayar ağına giren kişi) internet ortamında iki kişi arasındaki
haberleşmeleri takip edebilir ve bu haberleşmelerde gönderilen bilgiler üzerinde değişiklik
yapabilir. Bu bakımdan bilginin içeriğinin korunması, orijinal kayıtların saklanması da önemli
bir konudur. İletilecek bilginin güvenliği ne kadar önemliyse, kullanılan şifreleme yöntemi de
o derece önem taşır ve zorlaşır. Bunun için bilgilerin herkes tarafından kolaylıkla
anlaşılmasını engelleyen özel yazılımlar kullanılır. Bu yazılımı ancak belirli kişiler okuyabilir
ve değiştirebilir. Yetkisiz kişilerin müdahelesini engellemek için de, bilgilerin doğruluğu
güvenlik sistemleriyle teyit edilir.
Genetik bilginin ise, insan hayatını doğrudan ilgilendirdiği için hiçbir değişikliğe
uğramaması gerekir. Ancak bu derece önemli bir bilgi hâzinesinin hücre içinde saklı
olduğunu bilim adamları ancak elli yıl kadar önce fark etmişlerdir. Halbuki insan ilk
yaratıldığından beri bu değerli bilgi, çekirdeğin içinde koruma altındadır ve özel bir şifre ile
şifrelenmiştir. Bu molekülle ilgili her detay Allah'ın üstün yaratmasının örnekleriyle doludur.
DNA bizlere şu soruların cevabını düşündürmelidir:
- Mükemmel bir beden inşa edecek bilgiye kim sahiptir?
- Bilgiyi canlı bir doku içinde kim saklamaktadır?
- Bu kadar kapsamlı bilgiyi, küçücük bir mekana kim, nasıl sığdırmaktadır?
- Bu bilginin önemli olduğunu bilip, kim koruma altına almıştır?
- Bilgiyi kim şifrelemektedir ve bunun tercümesini kim yapmaktadır?
- Bilginin deşifresi sırasında eksikliğe, bozulmaya uğramaması için kim tedbir almaktadır?
- Bilginin diğer nesillere aktarılması ve bunun için nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiğini
kim bilmektedir?
- Dokular yenilendikçe ve hücreler bölünerek çoğaldıkça, bu bilgiyi yeni hücrelere kim,
nasıl kopyalamaktadır?
Daha sayfalarca sorabileceğimiz tüm bu sorular, bizi üstün akıl ve bilgi sahibi
Yaratıcımızın varlığına götürür. DNA, ... Herşeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın
sanatı (yapısı)dır... (Neml Suresi, 88) Kuran'da Allah insanın yaratılışındaki düzeni şöyle
bildirmektedir:
Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni
yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette
seni tertib etti. (İnfitar Suresi, 6-8)
Bir canlının tüm vücut işlevleri hakkında nelere ihtiyaç duyduğunu açıklayan bir eserin
yazılması için, eserin sahibinin, bu canlının vücut yapısının tüm detaylarına hakim olması,
atom ve molekül seviyesinde hücre faaliyetlerinin nasıl yürütüleceğini tümüyle bilmesi ve
bebeklik çağından ölümüne dek geçirebileceği her döneme ait özel ihtiyaçlarını ve
gereksinimlerini ölçüyle tespit etmesi gerekir. Rabbimiz Allah bu bilgilerin tek sahibidir ve
insanı bir ölçüyle biçime sokmuştur. (Abese Suresi, 19)
Ayrıca unutmamak gerekir ki, sadece insanların değil, yeryüzündeki tüm canlıların;
bakterilerin, virüslerin, böceklerin, atların, bitkilerin de hücrelerinde kendilerine ait birer
DNA'ları vardır. Her birinin DNA'sının içindeki bilgiler de ait olduğu canlının kendi vücut
yapısının detaylı planını ve ihtiyaçlarına yönelik özel bilgileri içerir. Yeryüzünde milyonlarca
canlı türü olduğu düşünülürse, bu bilginin miktarı ve kapsamı daha iyi anlaşılacaktır. Her
canlıyı en başından tüm ihtiyaçlarına yönelik bilgilerle donatan ve bu bilgiyi hücrelerinin
içine yerleştiren, farklı türler için ayrı DNA dizilimleri yaratan Yüce Rabbimiz'dir.
4 alfabeli DNA dilinden 20 alfabeli protein diline tercüme
Önceki bölümlerde ifade ettiğimiz gibi, hücre içindeki bilgi bankası, DNA üzerindeki A, T,
G ve C harfleri ile gösterilen dört kimyasal bazla kodlanmıştır. Ancak DNA'da kayıtlı bu
bilginin kullanılabilmesi için, 4 harfli DNA dilinden 20 harfli protein diline çevrilmesi
gerekir. DNA'daki bilgi, ancak bu çeviri işlemi neticesinde,
proteinler için anlamlı hale gelir. Ünlü kimyager Prof. Wilder Smith iki dil arasında tercüme
yapan bir sistemin zorluğuna şu kelimelerle dikkat çekmektedir:
Bir dilden bir başkasına çeviri yapılması, bilgisayarda programlanabilecek en zor
şeylerden birisidir. Çevirinin tatmin edici seviyede olması için, bilgisayara geniş kapsamlı ve
ileri derecede komplike programların özenle yüklenmesi gerekir. Amerikalılar, Rusça'dan
İngilizce'ye otomatik çeviri yapmak için milyonlarca dolar harcamıştır. Yirmi yıllık
çalışmanın ardından hala bağımsız olarak ifadeler içeren Rusça'yı, makinenin çalışmasını
düzenli olarak denetleyen iyi bir çevirmen olmaksızın, İngilizce'ye çevirebilen bir makine
bulunmamaktadır. Deyimlerin bir dilden diğerine makineyle tercümesi o kadar zor bir
işlemdir ki, makinenin önceden programlanması yine de yeterli olmamaktadır.
Yukarıdaki alıntıda da ifade edildiği gibi iki dil arasında eksiksiz ve doğru bir tercümenin,
teknik bir program aracılığıyla yapılması mümkün görünmemektedir. Halbuki DNA dilinin
protein diline nasıl çevrileceği DNA'da önceden programlanmıştır ve bu sistem milyarlarca
insanın trilyonlarca hücresinde kusursuz bir şekilde çalışmaya devam etmektedir. Kanadalı
bilim yazarı Denyse O'Leary ise 4 harfli gen dili ile 20 harfli protein dili arasındaki, olması
beklenen iletişim güçlüğüne şöyle değinmektedir:
İnsan genomu hakkında bildiklerimiz şunlar: Genlerimiz, kompleks kombinasyonlar içinde
birlikte çalışırlar. Bizi canlı tutan her hücredeki işlemleri gerçekleştiren mekanizmalar olan
şaşırtıcı çeşitlilikteki proteinlerin inşasını yönetirken sürekli olarak birbirleriyle konuşurlar.
İşin zor olan kısmı genlerde olduğu gibi 4 yapı taşı yerine proteinlerin 20 yapı taşı vardır.
Ancak zorluk olarak tarif edilen bu duruma rağmen, yeryüzündeki tüm canlılarda DNA
diliyle yazılmış şifreli tarifler, gerektiği şekilde okunur, tercüme edilir ve kullanılır. Hücre
içinde tecelli eden bu akıl, canlılığı yaratan ve rahmetiyle yaratmaya devam eden, herşeyin
sahibi ve hakimi Yüce Rabbimiz'e aittir. Kuran'da şöyle bildirilir:
Rabbinin Yüce ismini tesbih et, Ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi'. (A'la Suresi,
1-2)
(Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime
soktu.' (Abese Suresi, 18-19)
6. BÖLÜM
DNA'da Kayıtlı Benzersiz Üretim Sistemi: Protein Sentezi
Proteinler, vücutta pek çok hayati göreve sahip büyük, kompleks moleküllerdir. Hücredeki
işlerin büyük bölümünü yerine getiren proteinler, vücut dokularının ve organların oluşumu ve
görevlerini sürdürmeleri için gereklidirler. Proteinler, amino asit denilen yüzlerce hatta
binlerce küçük birimden oluşurlar. Bir proteini oluşturmak için kullanılan 20 çeşit amino asit
vardır ve her protein üç yüz ila bin arası amino asidin kombinasyonundan meydana gelir.
Amino asitlerin dizilimi proteinlerin kendilerine has 3-boyutlu yapılarını ve özel görevlerini
belirler. Böylece her organ kendisi için özel olarak üretilen bu proteinleri kullanır ve insanın
hayatta kalmasını sağlayan sistemleri çalıştırır.
İnsan vücudunda her biri ayrı önem taşıyan yaklaşık 200.000 farklı çeşit protein bulunur.
Proteinleri oluşturan yirmi amino asit eğer gelişigüzel biraraya gelmiş olsaydı, işlev görmeyen
sayısız farklı dizilime sahip amino asit yığınları olabilirlerdi. Fakat bu çok özel dizilimler,
insanın yaşam fonksiyonları için gerekli olan proteinlerin oluşmasını sağlar. Proteinler sahip
oldukları özel dizilimlere göre, hücrenin farklı bölümlerinde yapıtaşları olurlar ve farklı
görevler üstlenirler. Örneğin proteinler biraraya gelerek vücuttaki faaliyetleri hızlandıran
enzimleri, hastalıklarla savaşan antikorları, organların çalışmasını düzenleyen hormonları
oluştururlar. Bunların her birinin vücut için ayrı ve vazgeçilmez bir önemi vardır.
Gıda yoluyla alınan proteinler, insan vücudunda mevcut yapılarıyla işlev görmezler. Önce,
hücredeki özel laboratuvarlara alınırlar ve burada daha küçük moleküller olan amino asitlere
ayrıştırılırlar. Daha sonra bu amino asitler, hücre DNA'sında şifreleri bulunan 200.000 kadar
protein çeşidinden, o anda gerekli olanlarını oluşturmak üzere, yeni dizilimlerle biraraya
getirilirler. Her aşaması ayrı birer mucize olan bu üretim mekanizmasına protein sentezi adı
verilir.
Proteinlerin sentezlenmesi hücrelerin ana işidir. Çünkü hücre içinde neredeyse her işi
proteinler yapar. İnsan vücudundaki on binlerce farklı protein, gerektiğinde tamir edilir;
eskidiklerinde ise yenileriyle değiştirilir. Yeni bir proteinin üretilmesi için genetik bilgide yer
alan tariflere bakılır ve ihtiyaç duyulan protein buna göre üretilir. Proteinlerin üretim planı
DNA üzerindeki şifreli talimatlarda detaylı olarak mevcuttur. Moleküler biyolog Michael
Denton DNA'daki protein üretim planından şöyle bahsetmektedir:
DNA'nın hayatın veri bankası ve tüm biyolojik bilgilerin depolanma merkezi olduğu
noktada, proteinler de hayatın canlı aktörleridir. Bu evrensel inşa edici makineler ya da nanoidareciler tek boyutlu DNA rüyasını, hücrenin canlı ve üç boyutlu gerçekliğine dönüştürürler.
Proteinler, DNA üzerindeki talimatları okuyarak, atomlar ile molekülleri trilyonlarca eşsiz,
belirli düzenlemelere girmeleri için yönlendirirler; hücrenin kendini eşleme ve kendini
düzenleme mucizelerinin gerçekleşmesini sağlarlar.
İnsan günlük hayatını devam ettirirken, vücudundaki 100 trilyon hücrenin hemen hepsinde
her an bu kompleks işlemler gerçekleşir. Vücuttaki üreme ve kan hücreleri hariç bütün
hücreler, geçen her saniyede yaklaşık iki bin protein üretmektedir. Yetişkin bir insanın
vücudunda yaklaşık 100 trilyon hücre, günün her saatinde yaklaşık
150.000.000.000.000.000.000 (150 kentilyon) adet amino asidi kusursuzca organize ederek,
protein zincirleri oluşturur. Bu her gün, her dakika, her saniye gerçekleşir. Prof. Gerald L.
Schroeder hücre içindeki bu ortamı şöyle tarif etmektedir:
Hücrelerimiz, hareketliliğin hiç azalmadığı birer şaheserdir. Yedi gün, yirmi dört saat, her
saniye üretilen iki bin protein, ihtiyaç duyulan noktalara tam da gerektiği gibi dağılmaktadır.
Burada gece uykusuna çekilmek diye bir şey yoktur.76
Canlıların yaşamlarını sürdürebilmelerinde hayati bir önemi olan proteinlerin, hücre içinde
üretimleri için dünya üzerindeki hiçbir örnekle kıyaslanamayacak komplekslikte ve düzende,
kusursuz bir sistem bulunmaktadır. Bu kompleks üretim tesisinde hiçbir hataya yer yoktur.
Herhangi bir aşamada meydana gelen bir aksaklık, hemen güvenlik kontrol sistemi sayesinde
düzeltilir. Böylece canlının yaşamını sürdürmesini sağlayacak olan proteinler hiçbir aksama
olmadan, tam gerektiği zamanda, tam gereken yerde ve şekilde üretilirler.
Protein üretiminin bir diğer mucizevi özelliği de çok yüksek bir hızda gerçekleşmesidir.
Örneğin 100 amino asit taşıyan bir protein molekülü, E. coli bakterisinin hücresi tarafından 5
saniyede sentezlenir. Bu öylesine büyük bir hızdır ki, böyle bir hızda bütün üretim sürecini
kusursuz biçimde tamamlayabilen bir fabrika, yeryüzünde mevcut değildir. Bu hız canlılar
için çok önemlidir, çünkü hücrelerde canlılığın sürdürülebilmesi için her an birçok proteine
ihtiyaç duyulur. Moleküler biyolog David S. Goodsell The Machinery of Life (Hayatın
Mekanizması) adlı kitabında protein sentezinin canlılık açısından önemini şu ifadelerle
anlatmaktadır:
Hayatı mümkün kılan en önemli moleküler süreç protein sentezidir, çünkü hayatın
neredeyse her noktasında proteinler kullanılır. Protein sentezi birbirleriyle çok yoğun
bağlantılı tepkimeleri içerir ve bunların büyük bir kısmı yine proteinler tarafından
gerçekleştirilir. Bu da biyokimyanın cevaplanmamış bilmecelerinden birisini ortaya koyar.
Hangisi daha önce gelmiştir, proteinler mi, protein sentezi mi?
Eğer proteinlerin üretimi için yine proteinler gerekiyorsa, her şey nasıl başlamıştır?
Evrimciler için bu soruya cevap vermek mümkün değildir. Çünkü Darwinist ön kabuller
buradaki açık gerçeği görmelerine, daha doğrusu dürüstçe dile getirmelerine engel olmaktadır.
Oysa yaratılış gerçeği kaçınılmazdır: Proteinleri de, hücre içinde büyük bir hızla gerçekleşen
protein sentezini de aynı anda yaratan Yüce Allah'tır. Rabbimiz her bir hücremizdeki DNA'da
kodlu bilgileri vesile kılarak, protein sentezi gibi hayati işlemlerin aksamadan sürdürülmesine
imkan vermiştir.
Protein üretimi sırasında birçok protein aynı anda faaliyet gösterir. Hücrelerin içinde
protein üretimi için gereken bütün parçalar eksiksiz biçimde birarada çalışırlar. 80'in üzerinde
ribozom proteini, 20'nin üzerinde amino asit habercisi olan molekül, bir düzinenin üzerinde
yardımcı enzim, 100'ün üzerinde son işlemleri gerçekleştiren enzimler, 40'ın üzerinde RNA
molekülü olmak üzere yaklaşık 300 makromolekül, koordinasyon halinde protein sentezinde
rol alır. Büyük bir mühendis kadrosunun bile zorlukla koordine edebileceği bu kusursuz
üretim sistemi, milimetrenin binde biri kadar küçük bir alanda, bundan çok daha küçük
yüzlerce molekülün yoğun faaliyetiyle, yaşamın devam edebilmesini sağlar. Bu üretimde
görev alan moleküllerden tek bir tanesinin olmaması durumunda ise, tüm üretim zinciri aksar.
Böylesine planlı ve toplu bir şuur içinde çalışan bir sistem, ancak her varlık üzerinde mutlak
hakim olan Allah'ın yaratması ile mümkündür.
Protein sentezinin nasıl gerçekleştiğine Protein Mucizesi isimli kitabımızda detaylı olarak
yer verilmektedir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Protein Mucizesi, Araştırma
Yayıncılık) Bu nedenle bu bölümde bu üretimin sadece genel hatlarına değinerek, DNA'daki
bilgiden nasıl faydalanıldığını göreceğiz.
Protein üretimi -protein sentezi- DNA'daki genetik bilginin RNA'ya oradan da proteine
aktarılmasını sağlayan transkripsiyon (RNA sentezi) ve translasyon (polipeptid sentezi) olarak
tanımlanan iki aşamada gerçekleşir.
İlk adım olan transkripsiyon, hücre çekirdeğinde başlar ve çift şeritli DNA'daki genetik
bilginin tek şeritli RNA molekülü aracılığıyla taşınması anlamına gelir.
Protein sentezindeki diğer adım olan translasyon ise, hücrenin sitoplazmasında (hücrenin
çekirdek dışında kalan kısmı) gerçekleşir ve RNA'daki genetik bilginin proteine aktarılması
olayıdır.
Şimdi bu aşamaların genel hatlarını birlikte görelim:
DNA ve RNA Moleküllerinin Farklı Olmasının Hikmeti
Nükleik asitler hücrelerde iki ayrı biçimde bulunurlar: DNA (Deoksiribonükleik asit) ve
RNA (ribonükleik asit) olarak. DNA ve RNA hücrelerde farklı işlevleri yerine getirirler. RNA
ile DNA molekülleri arasındaki farklar genel hatlarıyla şöyledir:
Yapılarındaki şeker farklıdır:
RNA molekülünün omurgası, DNA'daki deoksiriboz şeker molekülü yerine, riboz şekerine
sahiptir.
Yapılarındaki baz farklıdır:
DNA'daki timin (T) bazı yerine, RNA'da ürasil (U) vardır.
RNA daha kısa ve tek şeritlidir:
RNA, DNA'ya yapısal olarak benzerlik gösteren bir polimerdir (çok sayıda molekülün
kimyasal bağlarla düzenli bir şekilde bağlanarak oluşturdukları bileşiklerdir) ve DNA gibi o
da bilgi taşır. Fakat RNA, DNA'nın aksine tek şeritlidir.
DNA daha kararlı bir moleküldür:
RNA, her şeker molekülünde fazladan bir oksijen atomuna sahiptir ve her timin bazında bir
karbon atomu eksiktir. DNA'nın şeker moleküllerinde oksijen bulunmaması, yani DNA'nın
deoksiriboz şeker yapısına sahip olması, onu RNA'dan daha kararlı bir molekül kılar. Bu
nedenle DNA bilgi depolanması için en ideal moleküldür ve hücrede uzun vadede genetik
bilgiyi depolamak için çok daha uygundur. Nitekim hücre içinde
de, canlının yaşamı ve tüm nesillerin devamı için bilgileri saklamak amacıyla DNA
görevlidir. Daha kararsız olan RNA ise geçici roller üstlenir ve kısa vadeli bilgilerin
taşınmasında görev alır.
RNA daha çabuk tepkimeye girer:
Ayrıca RNA fazladan bir hidroksil (OH) grubuna sahip olduğu için DNA'dan daha kolay
tepkimeye girebilir ve bu nedenle de daha az kararlıdır. Bu da genetik bilginin saklanması
için, RNA'nın DNA gibi uygun olmadığını göstermektedir. Tek şeritli RNA molekülünün
kompleks 3 boyutlu yapılara uyum sağlayabilmesi sayesinde, sağlam ve çift şeritli DNA
sarmalı tarafından gerçekleştirilemeyen katalitik faaliyetleri, RNA yerine getirebilir.
(Katalitik etki: Bir maddenin kimyasal bir tepkimede, hiçbir değişmeye uğramadan,
tepkimenin olmasını veya hızının değişmesini sağlayan etkisidir.) Bu katalitik yetenekleri
sayesinde RNA molekülleri şaşırtıcı biçimde kimyasal yapılarını değiştirebilirler. Örneğin
hücre çekirdeğindeki süreçler sırasında, DNA
diziliminin büyük bir kopyasından, kendilerini çok daha küçük mesajcı RNA dizilimine
dönüştürürler. Mesajcı
RNA da, daha sonra ribozom tarafından proteinin amino asit dizilimine çevrilir.
DNA'daki bilgiye daha kolay erişilir:
RNA molekülü, DNA gibi çifte sarmal bir yapıda olacak olsa, RNA'da yapısal bükülmeler
olmayacak, bu da proteinler tarafından tanınmasını engelleyecektir. Aynı zamanda çifte
sarmal halindeki bir RNA, derin bir
girintiye sahip olacağından, proteinlerin ona erişimi, dolayısıyla şifreli bilgilerin okunması
DNA'dan daha zor olacaktır. Diğer bir deyişle proteinler, çifte sarmal halindeki RNA'da, baz
dizilimlerini DNA'da olduğu gibi kolaylıkla tanıyamaz. Dolayısıyla genetik bilginin
saklanması için DNA hem daha kararlı, hem de daha kolay erişilebilir olduğu için RNA'dan
çok daha uygundur.
DNA ve RNA kendi görevleri için en ideal moleküllerdir:
RNA, çekirdeğin içerisindeki DNA'dan aldığı genetik mesajı sitoplazmaya (hücreninin,
çekirdeğin dışında kalan kısmı) taşır, burada mesaj tercüme edilir. Bu iki molekülün
arasındaki farklar, görevlerini yerine getirmeleri için birer gerekliliktir. DNA hücre içinde
kalıcı ve erişilebilir nitelikler taşıyan, kararlı bir bilgi saklama merkezidir. RNA ise genetik
bilginin tercüme edilmesini sağlayan değişken bir taşıyıcıdır. Moleküler biyolog Michael
Denton Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında, bu özelliklerin önemine şöyle
dikkat çekmektedir:
... tüm deliller, bunlarda [DNA ve RNA'da] meydana gelecek herhangi bir değişikliğin
zararlı etkiler doğuracağını ve bilinen başka hiçbir polimerin DNA ve RNA moleküllerinin
kimyasal ve fiziksel özelliklerine sahip olmadığını göstermektedir.
Ayrıca tek şerit halindeki RNA, DNA çifte sarmalından çok daha esnektir. Görüldüğü gibi
DNA ve RNA moleküllerinin her biri, kendi işlevleri için özel olarak yaratılmışlardır.
Yapılarındaki ufak gibi görünen farklılıkların her biri, görevleri açısından son derece
önemlidir ve tüm bu detayların toplamı, kompleks bir düzenin parçasını oluşturur. Prof.
Gerald L. Schroeder DNA-RNA mekanizmasındaki komplekslikten şöyle bahsetmektedir:
Tek bir temel hücre yapısı, tek bir temel enerji kaynağı, tek bir organel kümesi bütün
canlılarda ortaktır. Ve bu birliği düzenleyen tek bir sistem vardır; cansız işlenmemiş
materyalleri alıp bunları yaşayan, düşünen, seçim yapabilen varlıklara dönüşecek şekilde
organize eden DNA-RNA takımı. Bu ortaklığın insanın hayal gücünü zorlayacak derecede
kompleks bir yapısı vardır.
İnsanın bu sistem üzerinde hiçbir etkisi yoktur. İnsan, daha tek bir hücre iken Yüce
Rabbimiz bu sistemi gözle görülmeyen bir boyutta insanın hücrelerine yerleştirmiştir. Allah'ın
rahmeti ile kuşatılmış olan insan, herşeyde O'na muhtaç yaşamaktadır:
De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye
ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'nun dengi
değildir. (İhlas Suresi, 1-4)
DNA'daki Talimatlara Göre Gerçekleşen Protein Üretimi
Vücutta herhangi bir proteine ihtiyaç duyulduğu zaman, bu ihtiyacı ifade eden bir mesaj,
üretimi gerçekleştirecek olan hücrenin DNA'sına ulaştırılır. Burada dikkat edilmesi gereken
çok önemli bir nokta bulunmaktadır: Vücutta herhangi bir protein ihtiyacı olduğunda yine
protein olan bazı haberciler, nereye başvurmaları gerektiğini bilerek, tüm vücutta ilgili yeri
bulabilmekte, ihtiyaç mesajını doğru yere, doğru şekilde iletebilmektedirler. Bu iletişimi
sağlayan protein kendisine göre karanlık bir dehliz olan vücudun içinde
kaybolmadan yolunu bularak, taşıdığı mesajı kaybetmeden ya da herhangi bir parçasına zarar
vermeden oraya ulaştırmaktadır. Yani her bir parçada çok büyük bir görev bilinci
bulunmaktadır.
Hücre çekirdeğine gelen mesaj, bir dizi kompleks ve son derece organize işlemden sonra
proteine dönüşür. Protein talebinin, vücuttaki 100 trilyon hücreden doğru hücrelere ulaşması,
mesajı alan hücrenin kendisinden ne istendiğini anlayarak hemen işe koyulması ve kusursuz
bir sonuç elde etmesi, bilim adamlarını şaşırtan olaylardır.
DNA molekülü üzerindeki genetik şifre öyle bir yazılımdır ki, içeriğini, ne anlama
geldiğini ve insan hayatı boyunca vücuda nasıl etki edeceğini yalnız hücrenin kendisi
bilebilir. Fakat söz konusu hücreler, şuursuz ve cansız atomlardan oluşan kümelerdir. Yerde
ve gökte herşeyi denetiminde bulunduran Yüce Rabbimiz'in yönlendirmesi ile, insanların
başaramayacağı işlemleri kusursuzca gerçekleştirirler. Kuran'da Allah şöyle buyurmaktadır:
Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun,
alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir
yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.) (Hud Suresi, 56)
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan
iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi
kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak suresi, 12)
Protein molekülleri bir evin tuğla üstüne tuğla konularak inşa edilmesi gibi bloklar halinde
üretilir. Her farklı protein belirli bir şablona göre üretilir. Her bir proteinin kendisine has
amino asit dizilimi, DNA'da kayıtlı bilgiler tarafından belirlenir. DNA molekülündeki genetik
şifrenin çözülmesi ve kayıtlı bilgilerden protein üretilmesi, başlıca iki aşamada gerçekleşir:
1- DNA'dan RNA sentezi (Transkripsiyon)
2- RNA'dan protein sentezi (Translasyon)
1- DNA'dan RNA sentezi (Transkripsiyon):
Protein üretiminde ilk aşama RNA sentezidir. Bu işlem DNA sarmalının açılmasıyla başlar.
DNA molekülü üzerindeki Adenin, Guanin, Sitozin ve Timin bazları karşı karşıya gelip el ele
tutuştuklarında iki omurgayı birleştirmiş, sarmal yapıyı meydana getirmişlerdir.
Transkripsiyon aşamasında ise söz konusu bazlar, ellerini bırakırlar ve DNA molekülünün çift
zincirli yapısı tıpkı bir fermuar gibi açılmaya başlar.
DNA çözülmeye başladıkça RNA polimeraz adı verilen özel bir protein, DNA üzerinde
gezerek onu okumaya başlar. Bu okuma esnasında DNA üzerindeki bazlara karşılık gelen
diğer bazlar birbirlerine eklenerek yeni bir RNA üretilir. Üretilen bu RNA; mesajcı RNA
(mRNA)'dır. Mesajcı RNA'nın DNA'dan farkı, Adenin bazının karşısına Timin, yerine U
harfiyle gösterilen Urasil bazının gelmiş olmasıdır. Ayrıca bu bazlar üçlü gruplar halinde
sıralanmışlardır.
Üretimi tamamlanan mesajcı RNA, daha sonra DNA üzerinden ayrılarak bir dizi işlemle
çeşitli düzeltmelere tabi tutulur. Bir heykeltıraşın meydana getirdiği heykeli, en ince detayına
kadar yontarak düzeltmesi gibi, hücre de aynı şekilde üretilen kaba RNA'yı düzeltmek için bir
dizi enzimi görevlendirir.
2- RNA'dan protein sentezi (Translasyon):
Düzeltme işlemleri tamamlanmış olan mesajcı RNA, daha sonra çekirdekten çıkarak
ribozom adı verilen ve enerji üretim santrali olan bir organele gelerek ona bağlanır. Mesajcı
RNA molekülünün bir özelliği, sıralanan bazların 3'lü gruplar halinde ayrılmış olmasıdır.
Oluşturulan bu üçlü gruplara kodon adı verilir. Bu şekilde üretilen mRNA, ribozoma
bağlandıktan sonra, 3'lü grupların okunmasına başlanır.
Taşıyıcı RNA (tRNA) adı verilen bir başka RNA çeşidi daha vardır. Bunların protein
sentezi sırasındaki görevi, yeni proteinleri oluşturacak olan amino asitleri taşımaktır. Taşıyıcı
RNA, mesajcı RNA veya DNA gibi uzun değildir; üzerinde yalnızca 15-20 baz sırası
bulundur. Diğer bir özelliği de birbiri ardınca sıralanan bazların bir daire oluşturacak şekilde
bağlanmalarıdır. Taşıyıcı RNA halkasının üzerinde iki önemli bölge vardır. Bu bölgelerden
ilki, taşıyacağı amino asidin tanınmasını sağlayan bölgedir. Diğer bölge ise tRNA'nın,
mRNA'ya bağlanacağı, 3 adet baz sırasından oluşan bölgedir. Bu bölgeye anti-kodon adı
verilir.
Taşıyıcı RNA üzerinde bulunan anti-kodon, ribozoma tutunmuş mRNA üzerindeki kodon
adı verilen 3'lü gruplara bağlanır. Taşıyıcı RNA'ların anti-kodonları, mesajcı RNA üzerindeki
kodonlara sırasıyla bağlanırken, beraberlerinde amino asitleri de getirmişlerdir. Taşıyıcı
RNA'lar sırayla kodonlara bağlandıkça, sırtlarındaki amino asitler de birbirleriyle bağlanmaya
başlarlar. Yüzlerce binlerce tRNA yan yana dizildiklerinde, üzerlerindeki amino asitler de yan
yana gelmiş olur. İşte yan yana gelen bu amino asitler, birbirleriyle bağ yaparak proteini
sentezlemeye başlarlar. Tam bu sırada, işi biten tRNA yükünü boşaltmış olarak mRNA'dan
bağını kopararır ve ribozomdan ayrılır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Protein
Mucizesi, Araştırma Yayıncılık)
Üretim boyunca tek bir amino asidin yanlış bir yere eklenmesi, proteini işe yaramaz bir
molekül haline getirmeye yeterlidir. Oysa bu işlem bütün canlı hücrelerde kusursuz bir
biçimde işler. Nakliye görevini yapan her tRNA, getirdiği her amino asidi üretim talimatında
belirtilen yere götürür ve üretimdeki işleyişin bozulmamasını sağlar. Moleküler biyolog
Michael Denton buradaki olağanüstü düzene şöyle dikkat çekmektedir:
Eğer genom üzerinde belirli bölgeleri işaretlemek için kullanılan hedef dizilimler, hiçbir
şüpheye yer vermeyecek biçimde benzersiz olmasaydı, elbette kaos kaçınılmaz olacaktı.
Genom, farklı çekmecelerde aynı etiketlerin yer aldığı, bir dosya dolabına benzeyecekti.86
Şuursuz moleküllerde görülen bu kusursuz disiplin anlayışı, bilinç ve sorumluluk
gerektiren hareketler, üstün akıl ve güç sahibi olan Allah'a boyun eğdiklerinin ve O'nun
kontrolü ile hareket ettiklerinin bir göstergesidir. Kuran’da şöyle bildirilmektedir:
De ki: insanların Rabbine sığınırım.
insanların malikine,
İnsanların (gerçek) İlahına; (Nas Suresi, 1-3)
Açık Bir Mucize: Protein Sentezini Proteinler Gerçekleştiriyor
Protein sentezinin aşamalarına baktığımızda dikkatimizi çeken konulardan biri, tek bir
protein molekülünün üretilmesi için yüzlerce farklı protein ve enzime ihtiyaç olduğudur.
Bunların yanı sıra yine birçok molekül ve
iyon (elektrik yüklü atom) da hazır bulunmalıdır. Peki öyle ise, ilk protein nasıl oluşmuştur?
İşte bu soru, evrimcilerin en önemli çıkmazlarından biridir. Evrimci biyolog Carly P.
Haskings American Scientist dergisinde yayınlanan bir makalesinde evrimin bu çıkmazını
şöyle ifade etmiştir:
... Fakat biyokimyevi genetik sayesinde evrimle ilgili birçok önemli soru hala
cevaplanamamıştır... Bütün canlılarda, hem DNA eşleşmesi, hem de üzerlerindeki şifrelerin
proteinlere çevrilmesi, oldukça spesifik ve uygun enzimler sayesinde olmaktadır. Aynı
zamanda bu enzim moleküllerinin yapıları da, bizzat DNA tarafından belirlenmektedir. İşte
bu gerçek, evrimde çok esrarlı bir problemi ortaya çıkarmaktadır. Acaba evrim olayında,
şifrenin kendisi ve bu şifrenin içinden de proteinlerin sentezinde gerekli olan diğer enzimler
beraberce mi ortaya çıkmıştır? Bu bileşiklerin olağanüstü karmaşıklığı ve sentezlenmeleri için
aralarında hiç aksamayan bir koordinasyonun olma zorunluluğu göz önüne alındığında, söz
konusu zaman çakışmasından bahsetmek çok saçma olmaktadır. Bu soruya Darwin'in
görüşleri dışında cevap aramalıyız. Çünkü söz konusu durum özel yaratılışı öngören çok
güçlü bir delil oluşturmaktadır.87
Bu bilim adamının da belirttiği gibi, protein sentezinin oluşabilmesi için, hücre içindeki
tüm sistemlerin birlikte var olması gerekir. Bu sistemin parçalarından biri dahi eksik
olduğunda, protein üretilemez ve dolayısıyla yaşam sürdürülemez. Evrimciler ise, önce
proteinlerin tesadüf eseri oluştuğunu, sonra da proteinlerin tesadüfi birleşimleri ile hücrelerin
meydana geldiğini iddia ederler. Ancak çok açıktır ki, bu parçalardan biri olmadan diğeri
kesinlikle oluşamamaktadır. Bu ise, yukarıdaki itirafta da ifade edildiği gibi, Allah'ın tüm
canlıları, tüm sistemleri ile birlikte yarattığının açık bir delilidir. Allah'ın kusursuz yaratışı
Kuran'da şöyle bildirilir:
O Allah ki, yaratandır, (en güzel biçimde) kusursuzca var edendir, şekil ve suret verendir.
En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz,
Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Ayrıca söz konusu moleküllerin şuursuz atomlardan oluşmuş olduğunu unutmamak,
dolayısıyla şu soruları sormak gerekir. Akıl, şuur sahibi olmayan bir madde, nasıl olup da bir
başka şeyi denetleme, kontrol etme, işlere müdahalede bulunma gibi yeteneklere sahip
olabilir? Emirler gönderip, belli bir amaca yönelik çok sistemli bir şekilde nasıl hareket
edebilir? Darwinist öğretinin etkisine girmiş kimseler, işte tüm bunların kör ve şuursuz
tesadüflerin eseri olduğunu iddia ederler.
Ancak hücrelerin varlığından habersiz bu moleküllerin, onların ihtiyaçları olan proteinleri
üretmeyi, kendi kendilerine görev edinmeleri, bunun için karar almaları imkansızdır.
Kuşkusuz buradaki üstün akıl, bilgi ve şuur gerektiren görevleri, şuursuz atomların
belirlemesi mümkün değildir. Onlar sadece kendileri için belirlenmiş görevi eksiksiz ve
kusursuz bir şekilde yerine getirirler ve onlara bu görevi veren, onları bu sistemin bir parçası
olarak yaratan Allah'a boyun eğerler.
Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:
Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi
kuşatmıştır. (Taha Suresi, 98)
7.
BÖLÜM Dünyanın En İleri Kopyalama Teknolojisi
Bütün bir gün boyunca, siz hiç farkında olmadan, yaşamınızın sağlıklı olarak devam etmesi
için, hücrelerinizde olağanüstü bir titizlik ve sorumluluk anlayışı ile sayısız işlem gerçekleşir.
Bu işlemlerden biri de insanın gelişimini, dokularının onarımını sağlayan hücre bölünmesidir.
DNA'nın kopyalanabilme özelliği sayesinde hücrelerin bölünerek çoğalması, yıpranan
dokuların onarılması ve bu esnada her yeni hücreye genetik bilginin aktarılması mümkün
olur.
İnsan vücudundaki hücrelerin çoğu bölünerek çoğalır. Her bölünme sırasında hücre
çekirdeğindeki DNA'nın kopyalanması işlemi, insanı hayrete düşürecek kadar kusursuz bir
organizasyon ve disiplin içinde gerçekleşir. İnsan vücudu daha tek bir hücre iken ikiye
bölünür ve bu bölünme 2-4-8-16-32... oranıyla çoğalarak devam eder. Hücre bölünürken, yeni
hücre için DNA'nın bir kopyasının alınması gerekir. Nitekim DNA, hücrenin bölünmesinden
kısa bir süre önce, kendisinin bir kopyasını çıkarır ve bunu yeni hücreye aktarır.
Hücrenin bölünmesi ile ilgili yapılan gözlemlere göre hücre, bölünmeden önce belirli bir
büyüklüğe ulaşmak zorundadır. Bu belirli büyüklük sınırını aştığı anda ise, bölünme süreci
programlanmış bir şekilde başlar. Hücrenin şekli bölünmeye uygun olarak yayvanlaşmaya
başlarken, DNA da kendini kopyalar.
Bunun anlamı şudur: Hücre bir bütün olarak bölünmeye karar vermekte ve hücrenin
içindeki farklı parçalar bu bölünme kararına uygun olarak davranmaya başlamaktadırlar.
Hücrenin böylesine kollektif bir işi başaracak yeteneğe kendi başına sahip olmadığı açıktır.
Bölünme işlemi, Allah'ın emri ile başlar ve başta DNA olmak üzere hücrenin tüm parçaları
buna göre hareket eder.
İçinde 3 milyar harflik bir bilgi bankası bulunan DNA molekülü, helezon şeklinde bir
merdivene benzer. Kopyalama işlemi başladığında ilk olarak DNA helikaz adındaki enzim
olay yerine gelir ve DNA'nın helezon şeklini bir fermuar gibi açmaya başlar. Bunun
sonucunda DNA'nın heliks şeklinde birbirine dolanmış olan kolları ayrılır. DNA helikaz her
zaman tam vaktinde görev başındadır ve görevini kusursuzca, şaşırmadan ve DNA'ya hiçbir
zarar vermeden yerine getirir.
DNA molekülü, artık iki şerit halinde bölünmüştür. Şimdi sıra DNA polimeraz
enzimindedir. Bu enzimin görevi, DNA'nın ikiye ayrılan kollarını, yeni bir şeritle
tamamlamaktır. Bunun için DNA'nın her bir şeridini oluşturan her bilginin karşısına, uygun
olan bilgiyi bulup getirir. Bu son derece olağanüstü bir durumdur. Atomlardan oluşmuş, şuur
ve akıldan yoksun bir enzim, DNA'nın yarım kolunu tamamlamak için gereken bilgileri tespit
edebilmekte, onları hücre içindeki ilgili yerlerden temin ederek yerlerine yerleştirmektedir.
Bu işlem sırasında en küçük bir hata dahi yapmamakta, 3 milyar harfi en doğru şekilde tek tek
tespit ederek tamamlamaktadır. Bu esnada başka bir polimeraz enzimi de, DNA'nın diğer
yarısını benzer şekilde tamamlamaktadır. Bütün bunlar olup biterken, DNA sarmalının ayrılan
iki parçasının birbirine tekrar dolanmaması için heliks sabitleyen enzimler DNA'yı uçlarından
sabit tutarlar.
Böylece her iki DNA şeridinin eksik olan yarıları ortamda hazır bulunan malzemelerle
tamamlanır ve iki yeni DNA molekülü üretilmiş olur. Operasyonun her kademesinde enzim
denilen ve adeta gelişmiş robotlar gibi çalışan uzman proteinler görev yapar. Özellikle bu
safhalar sırasında gerçekleşen pek çok kompleks ara işlemler vardır ki, bunlar ayrıca bir kitap
konusu olacak kadar geniştir.
Kopyalama sırasında ortaya çıkan yeni DNA molekülleri, denetleyici enzimler tarafından
defalarca kontrol edilir. Yapılmış bir hata varsa -ki bu hatalar son derece hayati olabilirderhal tespit edilir ve düzeltilir. Hatalı şifre kopartılıp yerine doğrusu getirilir ve monte edilir.
DNA'nın yapısını keşfeden bilim adamları James Watson ve Francis Crick, 1950'li yıllarda
Mükemmel Biyolojik İlke olarak ortaya attıkları kopyalama sürecini çok basite
indirgemişlerdi. Halbuki bugün bilinmektedir ki, DNA'nın kendini kopyalaması bilim
adamlarını hayranlık içinde bırakan bir komplekslik
taşımaktadır. DNA'nın en küçük şeridinin kopyalanması için dahi yirmi ayrı protein ve enzim
mutlaka mevcut olmalıdır. Prof. Werner Gitt kopyalamadaki kusursuzluğu şöyle dile
getirmektedir:
DNA öyle bir yapıya sahiptir ki, hücre her ikiye bölündüğünde DNA da kendini kopyalar.
Bölünen hücrelerin her ikisi de, bölünme ve kopyalama işleminden sonra kesinlikle aynı
genetik bilgiye sahiptir.
Bu kopyalama kusursuzdur.
DNA kopyalamasındaki en mucizevi yönlerden biri de, tüm bu anlatılanları yerine
getirenlerin, atomlardan oluşan moleküller olmasıdır. Şuursuz atomların birleşiminden oluşan
enzimler, DNA sarmalının eksik bölümlerini tespit eder, eksikleri ilgili yerlerden temin eder
ve en uygun yerlere ekleyerek mucizevi faaliyetler gerçekleştirirler. Şuursuz, akıl ve bilgi
sahibi olmayan küçücük yapıların bu kadar kompleks, bilgi, bilinç ve akıl gerektiren işlemleri
kusursuzca yerine getirmeleri, Allah'ın yaratmasındaki benzersizliği sergilemektedir. Tüm bu
elemanlar Allah'ın emri ile hareket etmekte, Allah'ın kendilerine verdiği yetenek ile, böylesine
kusursuz ve insan yaşamı için hayati bir işlemi gerçekleştirebilmektedirler. Allah Kuran'da
insanın yaratılışındaki düzeni şöyle bildirmektedir:
insan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir
damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen
içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Kıyamet Suresi, 3639) Kopyalamadaki Benzersiz Hız
DNA kopyalanması esnasındaki bütün bu işlemler öylesine şaşırtıcı bir hızla yapılır ki,
dakikada 3.000 basamak nükleotid üretilir, saniyede ise 50 baz çifti kopyalanır.90 Bu esnada
tüm basamaklar, görevli enzimler tarafından defalarca kontrol edilir ve gereken düzeltmeler
yapılır.
DNA'nın çoğaltılması işleminin ne kadar büyük bir hızda gerçekleştiğini daha iyi anlamak
için, şu bilgiler daha da açıklayıcı olacaktır: Bir hücre bölünmesi 20 ila 80 dakika arasında
sürer ve bu esnada DNA'daki bilginin de kopyalanarak çoğaltılması gerekir. Yani DNA'daki 3
milyar bilgi, 20 ila 80 dakika arasındaki bir sürede hiçbir hata, unutma veya eksiklik olmadan
kopyalanabilmelidir. Bu, bir kütüphane dolusu bilginin veya
1.000 kitabın veya bir milyon sayfalık yazının bu kadar kısa sürede, hiç hata ve eksiklik
olmadan çoğaltılması kadar mucizevi bir olaydır. Üstelik bu işlemi gerçekleştirenler
teknolojik aletler, üstün nitelikli fotokopi makineleri değil, bazı atomların birbirine
eklenmesiyle oluşan enzimlerdir.
Büyük bir hızla üretilen yeni DNA molekülünde, dış etkiler sonucunda, normal şartlara
göre daha fazla hata yapılabilir. Bu sefer hücredeki ribozomlar, DNA'dan gelen emir
doğrultusunda DNA onarım enzimleri üretmeye başlarlar. Böylece DNA kendi kendini
koruma altına almış olur.
Hücreler de insanlar gibi doğar, çoğalır ve ölürler. Ancak hücrelerin ömrü meydana
getirdikleri insanın ömründen çok daha kısadır. Örneğin altı ay önce bedeninizi oluşturan
hücrelerin bugün büyük bir çoğunluğu
hayatta değildir. Fakat zamanında bölünerek yerlerine yenilerini bıraktıkları için, siz şu anda
hayatta kalabilmektesiniz. Bu yüzden hücrelerin çoğalması, DNA'nın kopyalanması gibi
olaylar, insanın varlığını sürdürmesi açısından en ufak bir hataya yer verilmemesi gereken
hayati işlemlerdir.
Buradaki şaşırtıcı bir yön de, DNA'nın hem üretimini sağlayan hem de yapısını denetleyen
bu enzimlerin, yine DNA'da kayıtlı olan bilgilere göre, DNA'nın emir ve kontrolünde
üretilmiş proteinler olmalarıdır. Ortada iç içe geçmiş öyle muhteşem bir sistem vardır ki,
böyle bir sistemin kademe kademe oluşan tesadüflerle bu hale gelmesi, hiçbir şekilde
mümkün değildir. Çünkü enzimin olması için DNA'nın olması, DNA'nın olması için de
enzimin olması, her ikisinin olması içinse, hücrenin de bütün organelleri ile eksiksiz var
olması gerekir.
Buraya kadar özetlenen bilgilerde de görüldüğü gibi, vücudunuzdaki bütün elemanlar
görevlerini eksiksiz olarak ve başarıyla yerine getirirler. Allah en büyüğünden en küçüğüne
kadar sayısız atomu ve molekülü, yaşamımızı sağlıklı bir biçimde sürdürmemiz için
hizmetimize vermiştir. Allah bir ayette şöyle bildirir:
... Şüphesiz Allah, insanlara karşı (sınırsız) bir fazl sahibidir. Ancak insanların çoğu
şükretmiyorlar. (Mümin Suresi, 61)
Her hücre bölündüğünde DNA'nın bir kopyasının alınması gerektiğini düşünen, DNA'nın
en hızlı ve en kusursuz şekilde kopyalanması işlemini yürüten, hatalı işlemlerin derhal
düzeltilmesi için müthiş bir organizasyon yapan güç, akıl, irade ve ilim kime aittir? Böylesine
kompleks ve kusursuz bir düzenin tesadüfen geliştiğini söylemek kesinlikle akıl ve mantık
dışıdır. Evrendeki tüm atomları ve gerekli tüm koşulları biraraya getirseniz, DNA'nın
kopyalanmasını gerçekleştiren sistemi tesadüfen oluşturamazsınız. Çok açıktır ki, bu kadar
kusursuz bir sistemi yaratan ve milyonlarca senedir yaratmaya devam eden, sonsuz ilim, akıl
ve güç sahibi olan Allah'tır. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şöyle bildirilir:
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
Kopyalama Hatalarının Düzeltilmesi
Bir hücre bölündüğünde, kromozomlar kendilerini kopyalarken kimi zaman hatalar ortaya
çıkar. Genetik bilgideki hataların sonraki nesillerde birikerek çoğalmasını önlemek için, her
canlıda, bu hataların büyük çoğunluğunu tespit edip düzelten bir mekanizma vardır. Eğer bu
mekanizma olmasaydı, canlıların genetik yapısı bozulacak ve nesillerinin tükenmesi söz
konusu olacaktı.
Söz konusu hataları azaltmak için, hücre aynı zamanda düzeltmen olarak da görev yapar.
Fakat bu düzeltme sonrasında da bir iki hata kalabilir. Bu hatalar tolere edilebilecek
seviyededir. Hücredeki bu kontrol mekanizması sayesinde, kopyalama sırasında bir milyarda
bir ile yüz milyarda bir arasında çok düşük bir hata oranı yakalanmış olur. Yüz milyarda bir
hata, 50 milyon sayfa dizgide yapılan tek bir hataya benzetilebilir. 50 milyon sayfa ise ancak
100 profesyonel dizgici tarafından hayat boyu hiç durmaksızın yazıldığında
tamamlanabilecek bir miktardır.91 Nükleer fizikçi Gerald L. Schroeder hücrenin içinde kalite
kontrol sistemi ile sergilenen akla şöyle dikkat çekmektedir:
Bu sistemdeki akıl çok ustacadır. Ben sadece bir proteinin, bir heliksi açmayı nasıl
öğrendiğinden ya da DNA polimerazın nasıl oluştuğundan, ya da devreye girmesi gerektiğini
nasıl bildiğinden ve doğru bazı bulup ona nasıl bağlandığından bahsetmiyorum. Bunlarda bir
sihirbazlık gösterisini andıran ve izah edilmeyi bekleyen olağanüstü şeyler vardır. Ama benim
çok akıllıca derken asıl kastettiğim şey şu: Her yeni kopyalanan şerit, kopyalanmış olduğu
şeride sarmal olarak bağlanır ve bu sayede kalite
kontrolden sorumlu olan proteinler, yeni kopyalanan şeridi, ebeveynden gelenle direkt
karşılaştırarak kontrol etme olanağına sahip olurlar. Çok zekice! Eğer yeni oluşan iki şerit
birbirlerine bağlansalardı ve iki ebeveyn şerit de orijinal duruşlarına geri dönselerdi, yapılan
kalite kontrol sistemi çok daha zor ve çok daha verimsiz olurdu.
Açıkça görülmektedir ki, DNA'da ve DNA talimatları ile çalışan tüm sistemlerde hiçbir
tesadüfi süreçle açıklanmayacak şaşırtıcı derecede akılcı, tedbirli olaylar gerçekleşmektedir.
Bunların bir düzen içinde programlanması ise, ancak herşeyin bilgisine sahip, herşeye hakim
bir Yaratı cı'nın varlığı ile açıklanabilir. Bu Yaratıcı rahmetiyle bize hayat veren, ilmiyle her
yeri sarıp kuşatan Yüce Allah'tır.
Hayati Göreve Sahip DNA Enzimleri
Enzimler bir reaksiyona etki ettiklerinde, bir topu yokuştan aşağı yuvarlamakla, yokuş
yukarı yuvarlamak arasındaki farka benzer bir etki oluşur. Enzimler biyokimyasal
reaksiyonları bin kat kadar hızlandırabilirler. İnsan hücresinin içinde 3.500'den fazla enzim
bulunmaktadır. Bunlardan bir veya birkaç tanesinin eksik olması durumunda ise, hücre içi
faaliyetler tamamen birbirine karışabilir. Bunun sonucu da, hücrenin parçalanıp bozulması,
diğer bir ifadeyle canlılığın sona ermesidir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayat Boyu
Çalışan Mucize Makine: Enzim)
DNA enzimlerinin en önemli görevlerinden biri, DNA molekülünün kopyalanmasına
yardımcı olmaktır. Bir enzim molekülünü diğer protein moleküllerinden ayıran tek fark, sahip
olduğu üç boyutlu şekildir. Eğer enzimler kendi özelliklerini belirleyen bu özel üç boyutlu
şekle sahip olmasalardı, hücre içi işlemler, beyinden çeşitli organlara iletilen bilgiler ve hücre
içi denetimler olmayacak, böylece hücreleri yaşatmak için gerekli pek çok işlem
yapılamayacaktı. Öyle ki, DNA'nın kopyalanması sırasında, hataları düzelten enzimin
olmaması dahi, ilgili genin işlevini yitirmesine veya hatalı üretim yaparak kanser
başlatmasına neden olabilir.
DNA kopyalanmasında görev alan enzimler * DNA heliksini fermuar gibi açan: DNA
helikaz
Daha önce de belirttiğimiz gibi kopyalama işlemi başladığında, ilk olarak DNA helikaz
isimli enzim olay yerine gelir ve DNA sarmalını bir fermuar gibi açmaya başlar. Bunun
sonucunda DNA'nın heliks biçiminde birbirine dolanmış kolları ayrılır. DNA helikaz her
saniye 1.000 nükleotid çiftini açabilme yeteneğine sahiptir.
DNA'nın kolları ayrılırken, kolların birbirlerine dolanmalarını engellemek için heliks
sabitleyici enzimler de her iki kolu sabit tutarlar.
DNA helikaz, fermuarı açarken bir noktada aniden durur. Durulan noktalar, gerekli olan
bilginin sınırlarıdır. Enzimler, bilginin nerede başlayıp nerede bittiğini bilirmiş gibi büyük bir
ustalıkla hareket ederler.
* Yeni DNA şeritleri üreten: DNA polimeraz
Sıra DNA polimeraz enzimindedir. Bu enzimin görevi ise, yine önceki sayfalarda
gördüğümüz gibi, DNA'nın ikiye ayrılan kollarını, ikinci bir kol ile tamamlamaktır. Bunun
için DNA'nın bir kolunu oluşturan, her bilginin karşısına uygun olan bilgiyi bulup getirir.
DNA polimeraz, yeni şeritleri kusursuzca tamamlayacak biçimde üretir. Eski şeritteki
sitozin, her zaman yeni şeritte guanin ile eşleşir. Adenin de her zaman timin ile ve timin de
adenin ile eşleşir. Ancak olağanüstü bir hızla gerçekleşen bu eşleşme sırasında bazen birkaç
hata olur. Örneğin DNA polimeraz, adenin karşısına bir noktada timin değil de, guanin
yerleştirir. Bu tür yanlışlıklar kimi zaman hayati derecede tehlikelidir. Örneğin hemoglobinin
yapısındaki altıncı amino asit, eğer valin denilen bir başka amino asit olarak değiştirilirse,
proteinde ip gibi lifler oluşacak ve alyuvarların dolaşımına engel olup, orak hücre anemisi
denilen hastalığa yol açacaktır.94
Bazların eşleşme sırasındaki kimyasal seçiciliği öylesine güçlüdür ki, yalnız 100.000 bazda
bir hataya izin verilir. Bunun da ötesinde DNA polimeraz, hatalara karşı çok duyarlıdır. Eğer
yanlış bir baz eşleşmesi gerçekleşirse, hemen yok edilir ve yerine doğru baz yerleştirilir. DNA
polimeraz işini bitirdikten sonra da, ayrı bir tamir enzimi, yeni oluşan DNA şeritinde hata
kalıp kalmadığını denetler.
* Hatalara karşı aşırı hassas: DNA Nükleaz
Bu enzim adeta bir redaktör (yazı düzelten kişi) gibi DNA'daki hatayı tespit eder ve hatalı
harfi yerinden çıkartır. Ancak bunun sonucunda DNA sarmalında bir boşluk oluşur. Bu
sorunla da bir başka enzim ilgilenir.
* DNA'daki kopuklukları tamir eden: DNA Ligaz
DNA nükleaz, tespit ettiği hatalı kısmı koparttığında, DNA sarmalında oluşan boşluk DNA
ligaz adı verilen enzim tarafından tamir edilir. En son aşamada elde edilen kusursuzluk
sayesinde milyar nükleotidde yalnız bir hataya izin verilir. Bu hata oranı bilgisayarların
denetimindeki herhangi bir bilgi sisteminden kat kat daha üstündür. Milyarda bir hata,
binlerce kitabı kopyalarken yalnızca tek bir hata yapmak anlamına gelir.95 Bu oran da, gözle
görülmeyen bir boyutta ne kadar olağanüstü bir denetim mekanizması olduğunu bizlere
gösterir.
* DNA'nın düğüm olmadan çözülmesini sağlayan: Topoizomeraz
DNA şeritleri, uzunluklarından binlerce kez küçük alanlarda paketlenmişlerdir. DNA bu
küçük alan içerisinde hareket ederken, bu şeklinden dolayı birçok sorunla karşılaşır. Örneğin
DNA sarmalı, üzerindeki bilgilerin okunması için açılırken, aşağıda kalan bölgeler giderek
daha fazla sıkılaşır ve oluşan bu basıncın serbest bırakılması gerekir. Bu tıpkı bir ipi oluşturan
lifleri tek tek çekmeye benzer. Böyle bir durumda ipin alt kısmında hemen karışıklık oluşur.
Hücre bölünürken de, işte bu problemin çok daha büyüğü oluşur. Hücre bölünmeden hemen
önce, çekirdekte DNA'nın 46 şeridinden iki kopya bulunur. Her bir şeridin önce çözülmesi,
sonra ayrılarak yavru hücrelere gitmeleri gerekir96.
Topoizomeraz denilen DNA enzimleri, hücre için dev boyutlardaki bu sorunun üstesinden
gelirler. Bir topoizomeraz, DNA sarmalının bir şeridini ayırarak DNA'nın çözülmesini ve
gevşemesini sağlar. Böylece aşırı sıkı dolanmaktan kaynaklanan basınç gevşetilmiş olur. Bu
şerit daha sonra tekrar birleştirilir ve çifte sarmal eski haline getirilir. Bu işlemlerin her biri
çok büyük hassasiyet gerektirir. Allah'ın rahmetiyle tüm bu sistemler bizim haberimiz
olmadan, görevlerini kusursuzca yerine getirirler ve DNA şeritlerinde saklı duran genetik
bilgiyi korurlar.
DNA ve Enzimlerin Kusursuz İşbirliği
Bu işlemler insan bedenindeki 100 trilyon hücrenin her birinde, her gün ortalama 20.000
kez gerçekleşmektedir. Her enzim, ne zaman nerede bulunması gerektiğini, hangi aşamada
müdahale etmesi gerektiğini bilmektedir. Her enzimin sırası bellidir. Her biri aralarındaki iş
bölümüne, kusursuz bir koordinasyon içinde uyarlar. Bu sistemde en küçük bir kopukluk,
eksiklik, erteleme olmaz. Aksi takdirde DNA işe yaramaz bir molekül yığını haline gelecek
ve vücutta ciddi hasarlara yol açabilecektir.
DNA enzimleri, evrimcilerin tesadüfen ve aşamalarla oluşum iddialarını, tamamen ortadan
kaldıran yaratılış örneklerinden biridir. Çünkü DNA'nın kopyalanabilmek için bu enzimlere
ihtiyacı vardır. Ancak söz konusu enzimleri oluşturan bilgiler de DNA'da saklıdır. Dolayısıyla
enzimlerin meydana gelmeleri için DNA'nın, DNA'nın varlığını sürdürebilmesi için de
enzimlerin varlığı şarttır. Henüz herhangi birinin oluşumunu açıklayamamış olan evrim teorisi
için, iki kompleks yapının aynı anda ortaya çıkması şartı çok daha büyük bir problemdir.
Evrimcilerin içine düştükleri bu çaresizlik, evrimci bilim adamları Fred Hoyle ve Chandra
Wickramansinghe tarafından şöyle itiraf edilmektedir:
... Hayat tesadüfi bir başlangıca sahip olamaz. Evrende var olan bütün maymunları birer
daktilonun başına oturtsanız ve bu maymunlar rastgele daktilonun tuşlarına bassalar, bu
maymunlardan birisinin bile Shakespeare'in bir çalışmasını oluşturmaları kesinlikle
imkansızdır. Hatta pratikte yanlış denemelerin konması için gereken çöp kutularının
yetmemesi sebebinden dolayı da bu imkansızdır. Aynısı canlı maddeler için de doğrudur.
Hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı için, 1 sayısının yanına 40.000 sıfır
koyun. İşte hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı bu sayıda bir ihtimaldir...
Eğer insan, sosyal inançlarından dolayı veya Bilimin evrime inanması gerekir. şeklindeki
eğiliminden dolayı ön yargılı hale gelmemişse, bu basit hesap Darwin'i ve tüm teoriyi
gömmek için yeterli derecede olanaksız bir sayıdır. Ne bu gezegende ne de bir başkasında,
hiçbir ilkel çorba yoktu ve hayatın başlangıcı rastgele olmadığına göre, o zaman belli bir
amaca yönelik bir aklın ürünüdür.98
Böylesine zor işleri yapan enzimler bilinç, akıl sahibi varlıklar değildir. Öyleyse karar
alma, bunları uygulama, öngörü sahibi olma, karışıklıkları engelleme, kusursuz bir düzen için
tedbirler alma, hata tespiti yapma, hataları düzeltme, onarma gibi bilinç ve akıl gerektiren
fiilleri, bu şuursuz atom yığınları nasıl gerçekleştirmektedirler? Evrimcilerin ardına
sığındıkları tesadüf11 kavramı, böylesine kompleks bir mekanizma karşısında tüm anlamını
yitirir. Dolayısıyla, kör tesadüfler canlılığın kökeni ile ilgili kesinlikle bilimsel bir cevap
niteliği taşımazlar. Akıl ve vicdan sahibi herkes, kör ve şuursuz tesadüflerin eseri olarak
böylesine bilinçli, planlı işlemlerin birbiri ardınca gerçekleşemeyeceğini, kusursuzluk içinde
yapılamayacağını kabul eder. Kuran'da, Allah'ın varlığını inkar edenlerin gerçekler
karşısındaki dirençleri şöyle bildirilmektedir:
Onlar: Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana
inanacak değiliz dediler. (Araf Suresi, 132)
Açık bir gerçektir ki, bu sistemin tüm unsurları ile eksiksiz bir biçimde bir anda oluşmuş
olması gerekmektedir. Bunun anlamı da yaratılmış olmasıdır. İnsanların kavramakta, okurken
bile takip etmekte zorluk çektiği bu işlemler, Allah'ın dilemesiyle, şuursuz atomların her an
kolaylıkla ve başarıyla yerine getirdiği görevlerdir. Allah Kuran'da şöyle buyurur:
Çünkü O, ilkin var eden, (sonra dirilterek) döndürecek olandır. O, çok bağışlayandır, çok
sevendir. Arşın sahibidir; Mecid (pek Yüce)dir. Her dilediğini yapıp-gerçekleştirendir. (Buruc
Suresi, 13-16)
8.
BÖLÜM İnsanın DNA'da Kayıtlı İnşa Planı
Bir evin inşasına başlamadan evvel, öncelikle söz konusu binanın mimari bir planı
hazırlanır. Bu planın gerçekleştirilmesine başlanmadan önce ise inşaatta kullanılacak
malzemelerin belirlenmesi ve temin edilmesi gerekir. Farklı boyutlarda ve biçimlerde tahtalar,
çiviler, yalıtım malzemeleri, kiremitler, pencereler, kapılar, elektrik kabloları, borular ve daha
pek çok malzeme, belli bir amaca yönelik hazırlanır. Bu malzemeler gelişigüzel kullanılmaz;
aynı şekilde inşaatta çalışan işçiler de kendi karar ve isteklerine göre hareket etmezler. Aksine
herşey belli bir plan doğrultusunda ve bir denetim altında gerçekleşir. İnşaat süresince
işçilerin önce neyi yapacakları, hangi malzemeleri hangi sırayla ve hangi miktarda
kullanacakları da bellidir. Örneğin duvarlar ve çatının inşasından evvel binanın temeli
atılmalı, tesisat ve kablolama ise daha sonra yapılmalıdır. Tüm bu aşamalar kapsamlı bir
planın parçalarıdır.
Şimdi yukarıda bahsettiğimiz kapsamlı planın gözle görülmeyen bir boyutta şifrelenerek
saklandığını düşünelim.
İnsan vücudu bir yapıya benzetilecek olursa, vücudun en ince ayrıntısına kadar eksiksiz
plan ve projesini de DNA molekülü teşkil eder. DNA inşa edilecek binanın hem
malzemelerinin nasıl imal edileceği, nerelerde ne kadar kullanılacağı hem de binanın
tamamının nasıl görüneceği ve nasıl hizmet vereceği gibi bütün teknik ayrıntılara sahiptir.
İnsanın anne karnındaki ve doğumundan sonraki gelişmelerinin hepsi önce den belirlenmiş
bu program çerçevesinde düzenlenir. İnsanın gelişimindeki bu kusursuz düzenleme Kuran'da
şöyle ifade edilmektedir:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir
damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen
içinde biçim verdi.' (Kıyamet Suresi, 36-38)
Daha anne karnında yeni döllenmiş bir yumurta hücresi halinde iken, insanın ileride sahip
olacağı bütün özelliklerini Allah belirlemiş ve bir düzen içinde DNA'sına yerleştirmiştir.
Sahip olacağı göz rengi, kan grubu, yüz şekli, kemik yapısı gibi bütün özellikler dokuz ay
öncesinden, yani daha tek bir hücre halindeyken kodlanmış bir planla bellidir.
Yumurta hücresi ilk döllendiği andan itibaren, büyüyen embriyo hücrelerini insan
görünümüne sokan tüm biyokimyasal, fiziksel gelişmelerle ilgili olayların her biri DNA'daki
projenin denetimi altında gerçekleşir. Prof. Phillip E. Johnson bu sistemdeki kusursuzluktan
şöyle bahsetmektedir:
Döllenmiş yumurtadaki talimatlar, embriyonik gelişimi başlangıcından itibaren kontrol
eder ve belli bir sonuca ulaşmasını sağlar. Bu eksiksiz talimatlar kümesi fizik ve kimyanın
maddi işlemlerini kullanır, ama o işlemler tarafından üretilmiş değildir. Aynı şekilde, bir
bilgisayardaki yazılım da bir kelime işletim dokümanı oluşturmak için doğal işlemleri
kullanır, ama yazılımın akıllı bir fail tarafından yazılması gerekir.99
Üstelik bir insanın inşa planı, malzemelerin üretimini, malzemelerin üretileceği tesislerin
yapımını, enerji santrallerinin kurulmasını da kapsamaktadır. Dolayısıyla insan vücudundaki
bu planın eş değeri bir benzetme yapmak gerçekte mümkün değildir. Çünkü hangi örnek
üzerinden düşünürsek düşünelim, yine de hücredeki komplekslik yanında yetersiz kalacaktır.
Gerald L. Schroeder bu kompleksliğin ayrıntılarında gizli olan olağanüstülüğe şöyle dikkat
çekmektedir:
Hayatın oluşumunun hayranlık veren güzelliği ayrıntılarda gizlidir. İnsan bütün bu
detayları görmezden geldiği zaman, sütün doğal olarak konteynırlardan geldiğini düşünebilir
ve bunun, çimenler üzerinde parıldayan Güneş'le başlayan bir sürecin ürünü olduğunu hiç
hesaba katmayabilir. Hamilelikteki aşamaların her biri, kompleks bir düzenliliğe sahip, bu
süreç içerisine inşa edilmiş aklın ipuçlarıdır.100
Hücrenin yapı taşlarını oluşturan cansız, şuursuz atomların plan yapması, proje belirlemesi,
şifre yazması, şifre çözmesi, çok aşamalı tedbirler alması, bilginin korunması için sistem
kurması ve bunun gibi diğer pek çok şeyi yapması mümkün değildir. Materyalist ve Darwinist
dogmalardan bağımsız düşünebilen herkes, böylesine bir düzenin kendi kendine
oluşamayacağını, aksine çok üstün bir aklın -Yüce Rabbimiz'in- eseri olduğunu takdir
edecektir. Allah'ın dilemesiyle cansız topraktaki elementler, canlı bir insan inşa etmek üzere
biraraya gelmekte ve kusursuz bir koordinasyonla kendilerine verilen görevi yerine
getirmektedir. Kuran'da Allah şöyle bildirmektedir:
Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır.
(Secde Suresi, 7)
Genetik Bilgiler Birleşiyor
Bir yumurtanın spermle döllenmesi, yeni bir insan hayatının ilk başlangıcıdır. Sperm ve
yumurta hücreleri karşılaştıklarında, yüzeylerindeki moleküllerin karşılıklı olarak birbirlerine
tam oturması sayesinde, biyolojik olarak birbirlerini tanırlar. Söz konusu moleküller
birbirlerine kilitlenirler ve sperm hücreleri yumurtanın yumuşak kabuğuna bağlanır. Sperm
hücreleri bunun ardından yumurtaya girmek için mücadele etmeye başlar.
Milyonlarca sperm arasından sonuçta sadece bir tanesi başarılı olur. Her birinin kendine ait
genetik programı vardır ve bebeğin cinsiyeti de dahil olmak üzere, her bir sperm diğerlerinden
birçok yönden farklıdır. Bebeğin cinsiyetini belirleyen genetik mesaj ı, babanın spermi
taşıdığı için, hangi sperm diğerlerinden öne geçip yumurtaya girebilirse cinsiyeti o
belirleyecektir. Başarılı olan sperm hücresinin, kuyruğu ve tüm parçalarıyla yumurtanın içine
dahil olduğu ana da döllenme denilir. İşte bu aşamaların her biri, Allah'ın kaderde tespit ettiği
şekilde gelişir. Allah ayetlerinde bu gerçeği insanlara şöyle bildirir:
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte
olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz?
(Vakıa Suresi, 5759)
Babadan gelen sperm hücresi, annenin yumurta hücresini döllediğinde, doğacak bebeğin
bütün kalıtsal özelliklerini belirlemek üzere, babanın ve annenin genleri birleşir. Birleşime
katılan binlerce genin her birinin çok özel işlevleri vardır. Bunlar yeni doğacak bebeğin saç ve
göz rengini, yüzünün biçimini, iskelet çatısındaki, iç organlardaki, beyin, sinirler ve
kaslardaki sayısız ayrıntıyı belirleyen genlerdir.
Sperm ile yumurta birleştiklerinde oluşan bu yeni hücrede, insanın hayatının sonuna kadar
her hücresinde şifresini taşıyacağı DNA molekülünün de ilk kopyası oluşmuş olur. Ünlü
kimyager Prof. Wilder Smith yumurta hücresinde sergilenen mükemmelliği şöyle
vurgulamaktadır:
İnsan spermi ve yumurtası içerisindeki çifte sarmal sistemi, insan vücudunun tümüyle
sentezlenmesi için inşa talimatlarını şifrelenmiş halde bulundurur. Alfabe sistemimiz
kullanılarak insanın genetik bilgisi kağıt üzerine yazılırsa, her biri 500 sayfadan meydana
gelen 1.000 ciltlik eser meydana getirirler. Bu da toplamda 500.000 sayfa bilgi demektir.
Daha doğrusu bir toplu iğne ucu kadar insan yumurtasında
500.000 sayfalık bilgi ve kimyasal talimat bulunmaktadır. Bilgi saklama ve geri çağırma
teknolojisinde yumurta ve genel anlamda hücre, minyatür bir harikadır.101
Bir sperm hücresinin, genetik bilgisini yumurta hücresine eklemesiyle beraber 10 adet atom
organize hale gelmektedir. Bu atomların olağanüstü bir düzenle birleşmesi sonucu, yeni
doğacak bedenin gelişiminin bütün safhalarında gerekli olan tüm bilgiler de belirlenmiş olur.
David S. Goodsell, OurMolecular Nature (Moleküler Doğamız) adlı kitabında genetik
bilgilerin birleşimini şöyle tarif etmektedir:
Anne ve babada bu 46 şeritin yarısı bulunur, böylece hücrelerimizde birbirine benzer 23
şerit bulunmaktadır. Anne ve babadan gelen bilgilerin okunmasıyla, çocuklarda kalıtım
yoluyla geçen karakter özellikleri zengin bir çeşitlilik meydana getirir... Örneğin anne
babadan ikisi de tirozinaz (bir enzim) için gereken reçeteye sahip değilse, çocuk albino
olacaktır. Burnun ve gözlerin şekli, vücut yapısı gibi diğer kişisel özellikler de, DNA
üzerindeki farklı bölgelerin ortak hareketlerine bağlı olabilir ve anne babadan gelen
özellikleri ustalıkla birleştirebilir.
Burada hayranlık verici olan, tüm canlılarda DNA üzerinde taşınan bilginin açık bir
biçimde akıl içermesi ve yaratılış gerçeğini gözler önüne sermesidir. Ortaya çıkan yeni birey,
tümüyle yeni bir genetik programa sahip olacaktır. Anne ve babadan gelen genetik bilgilerin
birleşmesi tamamlandığı anda ise, yumurtanın bütünü birbirinin aynısı olan iki yeni hücreye
bölünür.
İnsanın Yapı Taşı Olan Hücreler Oluşuyor
Bir yumurta ile bir spermin birleşmesiyle meydana gelen yapı, zigot adını alır ve tek bir
hücreden ibarettir. Embriyo, döllenmiş yumurta denilen ilk hücreden -zigottan- meydana gelir
ve bir insan görünümü alması için, söz konusu ilk hücrenin çoğalması gereklidir. Hücre adeta
yüksek bir şuurla, bir bilgisayar programı gibi bir program izleyerek bölünmeye başlar. DNA,
zigot içerisinde kendisinin bir kopyasını çıkarır. Dolayısıyla hücrede DNA miktarı iki katına
çıkmış olur. Bunun üzerine hücre derhal bölünmeye başlar. Bu DNA'lardan birisi bir hücreye
giderken, diğer DNA ikinci hücreye aktarılır. Böylelikle hücre ikiye bölünmüş olur.
Bölünmeler ta ki anne karnında bir bebeğin meydana gelmesine dek sürer. Bu işlem o kadar
çok tekrarlanır ki, ilk hücrenin, embriyo haline gelene kadar trilyonlarca kez bölünmesi
gerekir.
Embriyonun tamamının gelişimi, her bir hücrenin diğer hücrelerden aldığı ve onlara
gönderdiği mesajlar yoluyla koordinasyon içinde gerçekleşir. Hücrelerin ortaklaşa bir uyum
içinde çalışabilmesi, genetik talimatlar doğrultusunda aralarında sürekli moleküler bir diyalog
olmasından kaynaklanır. Söz konusu talimatlar, bebeğin genetik programı içinde annebabadan gelen hücrelerin birleştiği ilk gün oluşur. Bundan sonra hücre her bölündüğünde ve
yeni iki hücre oluşturduğunda tüm genlerin tıpatıp aynı kopyası çıkartılır ve her yeni hücreye
iletilir. Bu nedenle vücudumuzdaki her hücre kesinlikle aynı genlere sahiptir ve genetik
programın tümünü barındırır.104
Vücudumuzdaki tüm hücreler bulundukları yer farklı olsa da (örneğin böbrek, karaciğer ya
da kol) aynı bilgiyi taşır. Fakat farklı hücre türleri, aynı bilgi bankasının farklı bölümlerini
kullanır ve onlar doğrultusunda farklı görevler gerçekleştirirler. Tıpkı bilgisayarlarda olduğu
gibi bilginin orijinali, ana işlem merkezinden -DNA üzerinden- taşınmaz. Bunun yerine
kopyaları çıkartılır ve kopyalar gerekli yerlere taşınır.
İnsan hücreleri, yapısal olarak farklılık gösterirler. Örneğin karaciğer hücreleri, kas
hücreleri ve sinir hücreleri farklı şekillerde olmalarının yanı sıra, aynı zamanda farklı
proteinler üretirler ve çok farklı biyokimyasal işlevler gerçekleştirirler. Fakat hepsinde
döllenmiş yumurtadan kalıtım yoluyla aldıkları tek bir çeşit DNA bulunmaktadır. Ama her
hücre bu DNA'daki genetik bilginin farklı bölgelerini kullanır. Eğer hücreler aynı genetik
bilginin farklı bölgelerini kullanmasalar ve tek tip hücre olarak çoğalsalardı, o zaman insan
oluşmazdı. İnsan sadece kemik yığını veya sadece deri kütlesi gibi bir varlık olabilirdi. Ancak
Rahman ve Rahim olan Allah Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. (Tin Suresi,
4) ayetiyle de bildirdiği gibi, bizi, estetik, simetrik ve üstün özelliklere sahip bir canlı olarak
yaratmıştır.
Hücre Bölünmesi Devam Ediyor
Hücre bölünmesi sırasında, her yeni hücre daha önce bahsettiğimiz bütün kompleksliğe
sahiptir: DNA, mRNA, tRNA, ribozomlar, proteinler, enzimler vs. Tüm bunlardan saniyede
yaklaşık beş bin tane üretilmektedir.105 Prof. Gerald Shroeder'in deyimiyle Hayatın mucizevi
doğası ayrıntılarda gizlidir.106
Sekizinci haftaya gelindiğinde ise bütün temel kısımları belirginleşmiş olan embriyo, cenine
dönüşür. Bilim yazarı Dr. Jerry Bergman hücre bölünmesi ile ilgili bir makalesinde şunları
ifade etmektedir:
Hücrenin bölünmesi gerektiğinde DNA'nın tüm uzunluğu boyunca ayrılması,
kopyalanması ve yeni
hücre için tekrar paketlenmesi gerekir. Hiç kimse hücrelerin bu topolojik (köşeli olmayan
şekillerin geometrisi) sorunu nasıl çözdüğünü bilmemektedir.
Hücrenin içinde her türlü sorun için, önceden düşünülmüş çözümler mevcuttur ve bunlar
daha ilk hücrenin genetik bilgisinde kayıtlı bulunur. Şimdiye kadar anlattığımız örneklerden
her biri, insanın kusursuz şekilde yaratıldığının apaçık delillerindendir. Yaratılıştaki mucizeler
bir kitaba sığmayacak kadar fazladır.
Hücredeki şaşırtıcı olaylardan bir diğeri ise, genetik programın tamamının her an aktif
durumda olmamasıdır. Normal olarak genetik bilginin tamamının kullanıma açık ya da kapalı
olması beklenir. Ancak böyle bir durumda, her hücre yalnız kendi kopyasını üretir ve tek tip
hücre yığını oluşurdu. Üretilen hücrelerin bu derece çeşitli olmalarının ve farklı görevlere
sahip olmalarının nedeni, genlerin açılıp kapanma özelliklerinin olmasıdır.
Genler kimyasal dille yazılmış cümleler gibidir. Her hücre genlerinden sadece bir
bölümünü açar ve genin açık olan kısmındaki bilgileri yansıtır. Bu durumda genlerin geri
kalanı ise kapalı durumdadır. Genlerin açılıp kapanma süreci gen düzenlenmesi (gen
regülasyonu) olarak ifade edilir.
İnsanın normal gelişiminde gen düzenlenmesinin çok önemli bir yeri vardır. Gelişim
sırasında genlerin farklı bölgeleri açılır ve kapanır; böylece bir beyin hücresi bir karaciğer ya
da kas hücresinden farklı görünür ve farklı işlev görür. Hücrenin çeşidi daha evvel de ifade
ettiğimiz gibi, ürettiği proteinlerin cinslerine ve miktarına göre belirlenir. Ürettiği proteinler
yoluyla, hücre karaciğer ya da mide, deri veya kas hücresi olarak tanımlanır. Hücrelere hangi
proteinleri üreteceklerini bildiren ise yine genlerdir. Bu üretim belli genlerin açık belli
genlerin de kapalı konumda olmaları sonucunda gerçekleşir. Örneğin karaciğer hücreleri deri
hücrelerinden farklı gen setlerini açarak, her hücrenin farklı proteinler üretmesini ve farklı
fonksiyonlara sahip olmalarını sağlarlar.
Genler vücuttaki hücrelere hangi proteinleri yapacaklarını söyledikleri için, genler olmadan
bir hücre, sadece kısa bir süre için yaşayabilir. Çünkü bir hücrenin ne yapması -hangi
proteinleri üretmesi gerektiği-konusunda talimatlara ihtiyacı vardır. Yoksa taze proteinler,
kısa bir zaman içerisinde biter ve hücre yaşamsal faaliyetlerini gerçekleştirmediği için ölür.
Örneğin genler hücrelere belli zamanlarda kanın pıhtılaşmasını sağlayan özel proteinler
yapmasını söylerler. Hatalı genler ise bunu başaramazlar, bu nedenle kanın pıhtılaşma
mekanizması bozukluğu olan hemofili hastalığı görülür.
İnsan vücudunun, bazı proteinleri ömrü boyunca, bazılarını da sadece ihtiyaç olan
zamanlarda üretmesi gerekir. Bu yüzden bütün genler, bir hücrenin doğru miktarda proteini,
tam ihtiyacı olan zamanda üretmesini sağlayacak şekilde düzenlenirler. Örneğin gelişen
embriyodaki birçok protein çok kısa süre için gereklidir. Belli bir hücre tarafından üretilen
proteinler ise, embriyonun neresinde olduğuna, embriyonun yaşına ve kendi genlerinden ve
diğer hücrelerden aldığı talimatlara bağlıdır. Ancak bilim adamları hücrenin, elindeki planın
hangi bölümünü ne zaman devre dışı bırakması gerektiğini nereden bildiğini
cevaplayamamışlardır. Bazı genler, yani her özelliğe ve organa ait dosyalar, tam gerektiği
anda ve doğru zamanda engellenirken, kimileri üzerindeki kilitlerin nasıl olup kalktığı,
baskıcı genler ile baskıyı ortadan kaldıran genleri harekete geçiren komutları kimin verdiği,
bilim adamlarına göre tamamen karanlıkta, cevap bekleyen sorulardır.
Bilimsel literatürde düzenlenme (regulation) olarak geçen bir kavramın, tesadüfen
gerçekleşen bir süreç olduğunu iddia etmek kuşkusuz bilimsellikle bağdaşmayan bir
durumdur. Burada da aynı gerçekle karşı karşıya kalırız: Ortada muhteşem bir plan ve akıl
vardır; tüm bu planın ve olağanüstü sistemin sahibi Alemlerin Rabbi olan Allah'tır ve O'ndan
başka ilah yoktur.
Hücrelerin bir yandan da birbirleri ile iletişim kurmaları, gruplaşmaları ve ortaklaşa
çalışmaları neticesinde minyatür bir insan oluşmaya başlar. Embriyonun tam bir vücuda sahip
olması için üç hafta daha gereklidir. Yirmi dördüncü gündeyken, embriyonun henüz kolları
görünmez, fakat iki gün içerisinde, yirmi altıncı güne gelindiğinde vücudun her iki yanında
kollar tomurcuk halinde belirir. Kırk sekiz saat içerisinde, kolların üst ve alt kısımlarının
sınırları belirlenir. Birkaç gün sonra ise bacaklar belirmeye başlar. Sonraki ay bacaklar
uzamıştır; artık el ve ayak parmakları gelişir.109
Bizim sadece seyircisi olabildiğimiz tüm bu aşamalar, DNA'daki inşa planının birer
parçasıdır. Herşey son derece kontrollü, hiçbir karmaşa olmadan gerçekleşir. Elbette ki
böylesine kusursuz bir düzenin olduğu bir ortamda, tesadüflerden bahsetmek akılcılıkla
bağdaşmaz. Üstelik canlıların tesadüfi etkilerle şekillendiğini öne süren, Darwinist bilim
adamlarının kendileri de, insanın oluşumunu açıklarken, şaşırtıcı bir düzenden, alınmış bir
dizi tedbirden, akılcı hareketlerden, ekonomik ve verimli sistemlerden, iş birliği ve uyumdan
bahsederler. Ancak buradaki çelişki açıktır; tesadüften bahsedilen bir yerde, yalnızca
karmaşa, düzensizlik ve uyumsuzluk olacaktır.
Hücre Farklılaşmasındaki Mucize
Hücrelerin programlanmış bir şekilde farklı farklı proteinler üretip farklı organlara
dönüşmesi olayına, tıp dilinde farklılaşma ya da morfogenez denir. Hücreler bölündükçe
farklılaşır, yani farklı görevler edinir ve vücutta bulunmaları gereken bölgelere giderler.
Birbirinin aynı hücrelerden oluşan bir et yığını değil de, bir kısmı, örneğin göz hücresi olup
tam olması gerektiği yere, bir kısmı kalbi oluşturup göğüs kafesindeki yerine gider veya deri
hücresi olarak bütün vücudu kaplar. Tüm hücreler, oluşturacakları dokunun gerektirdiği kadar
çoğalır ve bu dokular da gerekli yapıyı inşa etmek üzere yan yana gelerek organları
oluşturmaya başlarlar.
Tüm bu olaylar sırasında hücreler, titizlik gerektiren bir inşaat sırasında, yakın iş birliği
içinde çalışan bir ekip gibidir. Her biri planın tümünü bilir ve yoğun bir haberleşme ve iş
birliği içinde çalışırlar. Peki bu kadar ileri düzeyde bir düzen ve koordinasyon nasıl
gerçekleşmektedir? Hücreler nereye gideceklerini, hangi organın parçası olacaklarını ve
gittikleri yerde ne yapacaklarını nereden bilmektedirler? Aynı zamanda diğer hücrelerle bu
derece uyum içinde nasıl hareket etmektedirler? İsrailli biyofizikçi Dr. Lee Spetner da
buradaki mucizevi yaratılışa şöyle dikkat çekmektedir:
Gelişim programı nasıl çalışıyor, nasıl bu kadar mükemmel? Gördüğümüz gibi gelişim
ikiye bölünen tek bir hücre ile başlar. İki daha sonra dörde bölünür ve bu böyle devam eder.
Bir noktadan sonra hücreler farklılaşır, daha doğrusu karakter değiştirirler. Sonunda
hücrelerin bir kısmı bir tür doku ya da organa dönüşürken, diğer hücreler de başkalarına
dönüşür. Bu her defasında neredeyse aynı kusursuzlukla gerçekleşir. Bu nasıl olur?110
Bu soruların cevabı son derece açıktır: Canlılar kusursuz bir şekilde yaratılmışlardır ve
yaratılışlarındaki sanat ve ilim herşeyin Rabbi olan Yüce Allah'a aittir. Bir ayette şöyle haber
verilmektedir:
Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi
de güzel yaptı. Dönüş O'nadır. (Teğabün Suresi, 3)
Diğer taraftan proteinler de, çeşitli hücreler için farklı tiplerde üretilir. Bir embriyo anne
karnında gelişirken, embriyonun gözlerini oluşturacak hücrelerdeki DNA'lar, yalnız göz
organı ile ilgili proteinleri üretirler. Aynı şekilde embriyonun beynini oluşturacak hücrelerin
DNA'ları ise, yalnız beyin organı ile ilgili proteinleri üretir.
Burada önemli olan nokta şudur. İnsanın kemik hücresi olsun, karaciğer hücresi olsun,
böbrek hücresi olsun, vücudunun her bölgesindeki hücrelerin içindeki DNA'larda, insanın
bütün organlarını oluşturacak bilgiler saklıdır. Fakat saklanan bu bilgilerden, yalnızca ilgili
organ için üretilecek proteinlerin meydana getirilmesi sağlanır. Diğer bir ifadeyle, her
hücrede, insan vücudunun her organına ait protein bilgileri saklanır; fakat bu proteinlerin
hepsi üretilmez. Yalnız meydana getirilecek organla ilgili proteinler üretilir. Bunun
sağlanması için de, DNA'nın üzeri, o organ için gerekli olmayan proteinlerin üretilmesini
engelleyecek şekilde histon adı verilen özel bir proteinle örtülür. Bugün bilim adamlarını
merakta bırakan en büyük sırlardan birisi ise, hücrelerdeki histonların, hangi genlerin üzerini
örtüp hangilerinin üzerini açık bırakacağını nereden bildikleridir. Çünkü proteinler de, cansız
atomlardan oluşan birer moleküldür. Şuursuz ve aklı olmayan atomların, bu derece muazzam
bir yaratılış harikasını meydana getiremeyeceği açıktır.
Hücrelerdeki başkalaşım ve yapılanma esnasındaki koordinasyon da, DNA molekülü
tarafından sağlanır. Ancak DNA, ne en son teknolojiyle donatılmış laboratuvarlarda çalışan
bir biyokimyager, ne de saniyede trilyonlarca işlem yapabilen bir süper-bilgisayardır. DNA,
karbon, fosfor, azot, hidrojen ve oksijen gibi atomlardan oluşan bir moleküldür.
Şimdi düşünelim ve kendi kendimize soralım: İnsan vücudunda bulunan trilyonlarca hücre,
bölünerek birbirinden çoğalıyor. Ancak her hücredeki farklı gen, farklı zamanlarda harekete
geçiyor ve bu şekilde hücrelerde başkalaşım sağlanıyor. Diğer bir deyişle, ilk hücreden sonra
bölünerek çoğalan her hücrede, tüm genetik bilgi vardır; yani her hücre aslında kalp kası, deri,
alyuvar veya vücudun herhangi başka bir dokusunu üretme yeteneğine sahiptir. Her hücre, o
vücut için tam bir DNA tarifine sahip olsa da, gelişmenin farklı aşamalarında ve farklı
organlarda sadece bazı genler aktiftir. Örneğin, böbrek oluşum ve fonksiyon kodları her
hücrede bulunur; ancak sadece ilgili genler, gelişme sırasında, belirli zamanlarda, bu organda
aktif olur. Benzer olarak, belli enzimler -örneğin glikoz 6-fosfat- esas olarak karaciğerde
bulunur, fakat diğer organların her hücresi bu proteinin tarifine sahiptir, ama asla bu proteinin
üretimini yapmaz. Örneğin göz hücresi bu enzimi üretmez, sadece göz için gerekli olanları
üretir. Sinir hücreleri, beyin ve organlar arasında gidip gelen uyarı ve emirleri taşıyacak,
karaciğer hücreleri toksinleri zararsız hale getirecek ve yağ hücreleri zayıf dönemler için
yiyecek depolayacak şekilde uzmanlaşırlar. Bunların hiçbiri mide ile ilgili enzimleri üretme
hatasına düşmez. Peki bu kusursuz iş bölümünü kim yapmaktadır? Hücrelere bölünme ve
bölündükten sonra farklı konularda uzmanlaşma emrini kim vermektedir? Dahası, tüm
hücreler itaat şuuruna nasıl sahiptirler ve nasıl böylesine kusursuz bir disiplin ve organizasyon
içinde çalışmaktadırlar? Bunların hiçbirinin tesadüfen gelişen olayların sonucunda oluşmuş,
başıbozuk sistemler olmadığı son derece açıktır. Tüm bunlar gökten yere her işi evirip düzene
koyan Yüce Rabbimiz'in izniyle gerçekleşmektedir. (Secde Suresi, 5)
Hücrelerin sadece doğru zamanda doğru yerde bulunmaları ve doğru genleri aktif hale
getirmeleri ile de, bu kusursuzluk bitmemektedir. Hücreler aynı zamanda yaşamın doğru
safhasında, doğru miktarlarda bulunmalıdır. Bazı bakım genleri, hemen hemen bütün
hücrelerde, her zaman çalışır. Diğer genler, bazı hücrelerde birkaç saatten az işlevini yapar,
sonra ileride çalışmak üzere bekleme konumuna geçer. Örneğin emzirme sırasında süt üretimi
genler tarafından hızlandırılır. Mevcut bilgi, uygun zamanda, uygun miktarda ve uygun yerde
harekete geçirilir. DNA'da saklı milyarlarca bilginin bu kadar şuurlu, planlı, iradeli, hesaplı ve
akılcı idaresi ve kullanımı, evrimcilerin tesadüf11 iddiaları ile kesinlikle açıklanamaz. Buna
rağmen mikroskobik bir alanda gerçekleşen olağanüstü planlı ve organize olayların nedeni
olarak, tesadüfleri görmek, büyük bir mantık çöküntüsüdür. Nitekim evrimciler de,
hücrelerdeki bu farklılaşma ve kusursuz görev dağılımına bir açıklama getirmekten çok uzak
olduklarını kabul etmektedirler. Evrimci mikrobiyoloji profesörü Ali Demirsoy şu itirafta
bulunur:
Özünde, döllenmiş bir yumurtadan, çok değişik yapıda ve işlevde birçok hücre grubunun
meydana gelmesi, şimdiye kadar doyurucu bir şekilde açıklanamamıştır.111
National Geographic Topluluğu'nun bir yayını olan The Incredible Machine (İnanılmaz
Makine) adlı kitapta ise, insanın yaratılışının bilim adamlarınca açıklanamamasından şöyle
bahsedilmektedir:
Yüz adet özelleşmemiş hücre, dünyadaki en kompleks omurgalıyı -insanı- meydana
getirecek şekilde trilyonlarca hücre üretmelidir. Farklılaşma olayı, yani hücrelerin nasıl olur
da farklı formlara dönüştükleri, bilimin çözülmesi en güç problemlerinden biri olarak
düşünülmektedir. DNA'nın emirleri ne şekilde hücrelere iletilmektedir? Yaşam hikayesi
önceden döllenmiş yumurtada yazılı olarak mevcut mudur? DNA emirleri, yumurta hücresi
bölündüğü zaman, döl hücreleri için bölümlere mi ayrılmıştır?... Bu noktada yeni gizemli
olaylarla karşılaşırız. Bugün tüm hücrelerin genelleşmiş hücrelerden kaynaklandığını ve her
bir hücrenin tüm vücudun genetik şifresini içerdiğini biliyoruz. Fakat tüm hayatın oldukça
kapsamlı bilgisini taşıyan bir hücre, nasıl oluyor da bir insanın gelişiminde, tam olarak
oynaması gereken rolü oynayabiliyor? Nasıl oluyor da herhangi bir şeye dönüşebilen bir
hücre, özel bir şeye dönüşüyor? Örneğin retinadaki bir çubuk hücresi nasıl oluyor da, ışığı
absorbe eden bir protein
üretme konusundaki emirlere uyacak şekilde yapılanmıştır? Ya da bir pankreas hücresi
insülin üretmeyi nereden bilmektedir?... Biz bu soruların tümüne cevap verememekteyiz.
Dr. Lee Spetner ise, tek bir hücreden düşünebilen bir insanın oluşumunu şu sözlerle ifade
eder:
Gözlerin, kolların ve bacakların, hatta parmaklardaki tırnaklar ve kirpiklerin kusursuzluğu.
Bu mükemmel ve inanılmaz derecede kompleks bir canlı, nasıl tek bir hücreden meydana
geldi? Ne tür bir program böyle bir gelişmeyi yönetmiş olabilir. Görebilen gözler, işitebilen
kulaklar, düşünebilen ve kompleks organlarının hareketlerini yönlendiren bir beyin, hepsi tek
bir hücreden meydana geldi. Her birimizin tek bir hücreden meydana gelmiş olması ve birçok
faaliyeti yerine getirebilen, düşünebilen bir varlığa dönüşmesi gerçekten akıl almaz.
Tüm bu olağanüstü olayların, tesadüflerin veya hücrenin kendi eseri olamayacağı açıkça
bellidir. Peki, hücrede meydana gelen bu olayları yöneten, belli bir amaca yönelik olarak
yaratan, milyarlarca bilgiyi, gözle görülmeyecek kadar küçük bir alana sığdıran akıl ve güç
kime aittir? Bu sorunun tek bir cevabı vardır: Yüce Rabbimiz sonsuz rahmetiyle insanı, şu
anki haliyle düzgün bir surette yaratmıştır ve gerek bedenindeki gerekse çevresindeki düzeni
insana nimet olarak sunmaktadır. Bir ayette şöyle bildirilmektedir:
Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıpbitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim
Suresi, 34) Genler Hücre Bölünmesini ve Büyümeyi Nasıl Kontrol Ederler?
Genlerin en önemli görevlerinden biri de, embriyoların nasıl geliştiğini kontrol etmektir.
Bu süreçteki yoğun düzenlemeler, bölünen hücrenin DNA'sının düzgün olarak
kopyalandığına, DNA'daki hataların onarıldığına ve her yeni hücrenin tam bir set kromozom
aldığına emin olunmasını sağlar. Bu süreçte, bazı genlerin hataları kontrol etmesini ve bir şey
yanlış giderse, onarım için işlemleri durdurmasını sağlayan denetim noktaları vardır. Eğer bir
hücrenin DNA'sında tamir edilemeyecek bir hata olursa, apoptosis denilen programlanmış
hücre ölümü gerçekleşebilir. Bu, vücudun ihtiyacı olmayan hücrelerden kurtulması için
yaygın bir yöntemdir. Apoptosis yapan hücreler parçalanır ve makrofaj denilen bir tür
akyuvar hücreleri tarafından geri dönüşümü yapılır. Apoptosis, vücudu kansere sebep
olabilecek, genetik açıdan hasarlı hücrelerden korur. Kanser, bilindiği gibi hücre
bölünmesinin normal düzenlemesi bozulduğunda oluşur. Bölünme kontrolsüz, düzensiz
gerçekleşir ve kanserli bir tümöre yol açan genetik bozuklukları biriktirir. Apoptosis ayrıca
embriyonun gelişiminde ve yetişkin birinin dokularının korunmasında çok önemli bir rol
oynar.
Moleküler biyolojinin en önemli buluşlarından biri, bazı genlerin bazıları üzerinde daha
etkili olduğunun keşfedilmesidir. Bunun sebebi, genlerin bu yetki derecelerine göre organize
olmalarıdır. Örneğin bazı genler sadece hemoglobin yapılması, saçın uzaması veya sindirim
enzimlerinin üretilmesi gibi sabit işlerden sorumludur. Bu moleküler işçilerin üzerinde ise
düzenleyici genler bulunur. Bunlar bu işçi genleri çalıştırır ve durdururlar. Örneğin, çocukluk
döneminde hemoglobin geninin çalışmasını durdurur, gerektiğinde de çalıştırırlar.
Düzenleyici genler, hem işçilerin hem de orta dereceli yönetici genlerin üzerinde üst düzey
kontrol geni olarak hareket ederler. Bunların kararları, düzinelerce hatta yüzlerce alt birimi
etkiler. Bu genler o kadar hayati önem taşır ki, embriyo döneminde zarar görmeleri ölümcül
olabilir.
Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir bilgidir. Genler, atomlardan oluşan
moleküllerdir. Peki bu moleküller, aralarında böylesine düzenli bir organizasyonu nasıl
kurmuşlardır? Nasıl olup da, bir molekül bir insanın boyunun uzamasını durdurma kararı alır,
bu kararını diğerine iletir, diğeri ise bu kararı nasıl anlayıp uygulamaya koyar? Bu disiplinin
kurucusu kimdir? Dahası, milyonlarca yıldır, trilyonlarca gen, aynı disiplin, itaat, akıl ve
şuurla görevini eksiksiz yerine getirmektedir. Böyle bir sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia
etmek, çok büyük bir safsatadır. Genleri, en akılcı ve en kusursuz biçimde programlayan
şüphesiz, herşeyin Rabbi olan Allah'tır.
De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki: Allah'tır. De ki: Öyleyse, O'nu bırakıp
kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya güç yetiremeyen birtakım veliler mi (tanrılar)
edindiniz? De ki: Hiç görmeyen (a'ma) ile gören (basiret sahibi) eşit olabilir mi? Veya
karanlıklarla nur eşit olabilir mi? Yoksa Allah'a, O'nun yaratması gibi yaratan ortaklar
buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: Allah, herşeyin
yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır. (Rad Suresi, 16)
Mayoz ve Mitoz Bölünmenin Hikmetleri
Hücre bölünmesi iki temel şekilde gerçekleşir ve bunların her biri tam olması gerektiği
zamanda ve gerektiği şekilde olur. Bunlardan ilki, döllenme esnasında gerçekleşen mayoz
bölünme şeklidir. Mayoz bölünme, yumurta ve sperm hücrelerini oluşturan hücre bölünmesi
çeşitidir.
Bu bölünme neticesinde insanların her nesilde aynı kromozom sayısına sahip olması
mümkün olur. Söz konusu hücreler kromozomlarını, yumurta ve sperm hücrelerini
oluşturmak için yarıya -46'dan 23'e- indirirler. Döllenme esnasında sperm ve yumurta
hücreleri birleştiğinde, böylece embriyo da 46 kromozoma tamamlanmış olur. Peki bu
matematik hesabını kusursuzca kim yapmaktadır? Hücrelerin kendi kendilerine böyle bir
öngörüye sahip olmaları, birleştiklerinde normal bir insan kromozomu oluşturmak için, neler
yapmaları gerektiğini bilmeleri mümkün değildir. Onları bir ölçüye göre hareket ettiren, bu
kusursuz sistemi kuran, elbette üstün kudret sahibi Allah'tır. Bir Kuran ayetinde şöyle haber
verilmektedir:
... Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü
kılmıştır. (Talak Suresi, 3)
Rabbimizin insanın oluşumunda mayoz bölünmeyi var etmesinin çok büyük hikmetleri
vardır. Örneğin her birleşme sırasında ya sadece babadan ya da sadece anneden gelen
kromozomlar, yeni embriyonun kromozomlarını oluştursaydı, yine her zigot hücresi normal
bir insan gibi 46 kromozoma sahip olurdu, ancak o zaman dünyadaki insan çeşitliliği olmazdı.
Her yeni doğan bebek ya annesinin ya da babasının bir kopyası olurdu. Bu yüzden mayoz
bölünme şekli son derece hikmetlidir ve kusursuz bir düzenle insanın ilk yaratıldığı andan
itibaren işlemektedir. Hücrelerin bu tür bölünmesi esnasında, DNA karışımı (DNA shuffling)
süreciyle genetik çeşitlilik mümkün olmaktadır. Olası o kadar çok DNA kombinasyonu
bulunmaktadır ki, aynı iki ebeveynin farklı döllenmelerde tamamen birbirinin aynı bir çocuk
dünyaya getirme ihtimali dahi, sonsuz derecede küçük bir sayıdır. Yaklaşık olarak yetmiş
trilyonda bir ihtimaldir.114
Prof. Gerald L. Schroeder genetik bilgilerin karışması esnasında, bir anormallik olmadan
son derece düzgün ve estetik görünümde bir insanın var olmasındaki olağanüstülüğe de dikkat
çekmektedir:
İnsan genomunda mevcut olan özellik takımları arasında, 5 milyondan fazla farklı
kombinasyon kurulması olasıdır. Bu çeşitliliğe ek olarak, çiftler, hücrenin merkezi
düzleminde sıralandıklarında, genleri çaprazlama olarak değiş tokuş ederler... Yeni
kromozom kümelerinden her biri, hem anneden hem de babadan parçalar içerir. Bu safhada
olası kombinasyon sayısı trilyonlara ulaşır. Bu devasa potansiyel çeşitlilik düşünüldüğünde,
iki insanın hiçbir zaman için birbirine tıpatıp benzememesi şaşırtıcı değildir. Bütün bu genetik
karmaşıklığa rağmen, doğan çocukların büyük bir çoğunluğunun normal görünümlü olması
ise şaşırtıcıdır.115
DNA dizilimindeki hataların ne denli tehlikeli sonuçları olduğuna önceki bölümlerde
değinmiştik. Ayrıca genlerde ufak tefek düzenlemelerin çok yönlü olumsuz sonuçları olduğu
göz önünde bulundurulursa, dev bilgi bankasının karışımından böylesine kusursuz bir insanın
ortaya çıkması, Allah'ın sonsuz kudretinin delillerinden biridir. Bir ayette Yüce Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret'
verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih
etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
İkinci hücre bölünme şekli ise mitoz bölünmedir. Mitoz bölünme sırasında hücre,
kromozomları da dahil olmak üzere bütün içeriğini kopyalar ve iki ikiz yavru hücre olarak
bölünür. Böylece yeni dokuların inşa edilmesi mümkün olur. Örneğin kalbi oluşturmak için
binlerce kalp hücresine ihtiyaç vardır. Bir mide veya böbrek hücresi bu kalp hücrelerinin
yerini alamaz, dolayısıyla fonksiyonel bir kalp oluşturacak kadar kalp hücresinin çoğalması
gereklidir. Diğer taraftan parmağınızı kestiğinizde de, hemen burada yeni deri hücreleri
bölünerek, kesik bölgeyi tamamlayacak şekilde çoğalır. Aynı şekilde bir bebeğin çocukluk ve
gençlik dönemlerinde büyümesi de, hep mitoz bölünmeler sayesinde mümkün olur. Kemik
hücreleri düzgün bir şekilde çoğalarak önce bir çocuk, sonra bir yetişkin iskeleti inşa ederler.
Bu süreç öylesine önemlidir ki, mitozun aşamaları bir kısım genler tarafından dikkatle
kontrol edilir. Çünkü mitoz bölünme olması gerektiği gibi düzenlenmezse, kanser gibi sağlık
sorunlarıyla karşılaşılabilir. Buradaki mükemmellik çok dikkat çekicidir. Bir hücrenin içinden
yine eksiksiz bir hücre çıkmaktadır. Öyle ki bu hücre kendi gibi yeni hücreler üretebilecek
tam bir donanıma sahiptir.
Ayrıca hemen döllenmeden sonra mitoz bölünmenin başlaması da son derece şaşırtıcıdır.
Hücreler, yeni bir bebeğin oluşması için olağanüstü bir kapasiteyle bölünmeye başlarlar.
Organları şekillendirirler; bunlar arasındaki bağlantıları kurarlar ve dokuz ay içinde düzgün
bir insan görünümü alırlar. Burada tecelli eden yüksek şuur, belli bir amaca yönelik
gerçekleşen aşamaların her biri, Allah'ın emri, O'nun ilhamı ile olur. Kuran'da Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun
zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip-geçti. Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla
sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu
gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör. (İnsan Suresi, 1-3)
De ki: Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az
şükrediyorsunuz? (Mülk Suresi, 23)
Genetik Hastalıklar, DNA'daki Düzende Tesadüflerin Yeri Olmadığını Ortaya
Koymaktadır
DNA molekülündeki kusursuzluğun ve düzenin önemini ortaya koyan unsurlardan biri de
genetik hastalıklardır. Herhangi bir molekülün yaptığı tek bir hata, insanın zarar görmesine
hatta ölmesine neden olabilir. Ama bu moleküller, üstün bir aklın emrinde olduklarını açıkça
gösterir ve yaptıkları işte hataya düşmezler. Bedeninizdeki 100 trilyon DNA molekülü,
DNA'yı meydana getiren nükleotidler, hücreyi inşa eden proteinler, aradaki trafiği mükemmel
bir şekilde yönlendiren enzimler, enzimleri meydana getiren amino asitler ve 100 trilyon
DNA'yı içinde barındıran ve sizi meydana getiren 100 trilyon hücre, benzersiz üstünlükte bir
organizasyon ve düzene sahip yapılardır.
DNA'da yer alan bilgilerin ne kadar hassas bir düzen ve dengeye sahip oldukları göz
önünde bulundurulduğunda ise, tesadüfi oluşumun ne kadar imkansız olduğu daha da iyi
anlaşılır. Daha evvel detaylı yer verdiğimiz gibi, üç milyar harften oluşan DNA'daki bilgiler,
A-T-G-C harflerinin birbiri ardına özel ve anlamlı bir sıra içinde dizilmesi ile oluşur. Ancak
bu sıralamada tek bir harf hatasının dahi olmaması gerekir. Ansiklopedide yanlış yazılmış bir
kelime ya da harf hatası önemsenmez, hatta çoğu zaman fark edilmez bile. Buna karşın,
DNA'da herhangi bir basamaktaki, örneğin 1 milyar 719 milyon 348 bin 632'nci basamaktaki
bir harfin yanlış kodlanması gibi bir hata bile, hücre için, dolayısıyla insan için önemli
sonuçlara yol açabilir.
Bir genomdaki minimum değişiklik, bir nükleotiddeki değişikliktir. Ancak buradaki küçük
gibi görünen bir hata dahi, çok ciddi sonuçlar doğurur. Örneğin insan gözünün retinasında,
rodopsin adındaki pigmenti şifreleyen gende, S (Sitozin) yerine A (Adenin) bulunması,
körlüğe yol açan bir göz hastalığına neden olur.116
Tek bir gende meydana gelen bozukluk sonucu ise, tedavisi hemen hemen imkansız kalıtsal
hastalıklar ortaya çıkar. Örneğin fenilketonüri denilen hastalıkla doğan çocukların
metabolizması, proteinli gıdalarda bulunan, fenilalanin isimli bir aminoasidi kullanamaz.
Bunun sonucunda kanda ve diğer vücut sıvılarında artan fenilalanin ve onun artıkları,
çocuğun gelişmekte olan beynini tahrip eder ve ileri derecede zeka özürlü olmasına, sinir
sistemi ile ilgili çeşitli hastalıkların ortaya çıkmasına neden olur. Bu hastalığın sebebi ise,
fenilalanin hidroksilaz enzimi yapımından sorumlu bozuk bir genin varlığıdır. Ciddi sonuçlar
doğuran Akdeniz Anemisi, hemofili, kistik fibroz, Ailevi Akdeniz Ateşi (FMF), doğumsal
işitme kaybı gibi hastalıkların sebepleri de bu tür gen bozukluklarıdır. Genetik yapıdaki çeşitli
bozuklukların neden olduğu daha birçok kalıtsal hastalık vardır. Her biri çok ciddi sonuçlar
doğuran bu hastalıkların başlıca nedeni, genetik şifredeki milyarlarca harften birkaç tanesinin
yanlış yerde bulunmasıdır.
Huntigton koresi denilen genetik hastalıkta ise, hasta 35 yaşına kadar sağlıklıdır. Ancak bu
yaştan sonra birdenbire kol, bacak ve yüz kaslarında denetlenemeyen istemsiz kasılmalar
başlar. Tedavisi olmayan bu ölümcül hastalık beyni de etkilediğinden, hastanın belleği ve
düşünme yetileri giderek zayıflar. Tüm bu genetik hastalıkların gösterdiği önemli bir gerçek
vardır; genetik şifre o kadar hassas, dengeli ve kusursuzca hesaplanarak planlanmıştır ki, bu
düzendeki en küçük bir değişiklik dahi, ciddi sorunlar oluşturabilmektedir. Sadece bir harfin
eksikliği veya fazlalılığı, ölümcül hastalıklara veya hayat boyu sürecek ciddi sakatlıklara
neden olabilmektedir. Dolayısıyla böylesine hassas bir denge ve düzenin tesadüfen
oluştuğunu, ve evrim teorisinin iddia ettiği gibi mutasyonlar yoluyla kendiliğinden geliştiğini
söylemek kesinlikle imkansızdır.
Öyle ise, DNA'da yer alan muazzam bilgi ilk olarak nasıl oluşmuş ve şifrelenmiştir?
Hayatın kökenini tesadüflere dayandıran evrimciler, hayatın kökeni ile ilgili her soruda
yanıtsızdırlar. Milyonlarca sayfalık, milyarlarca bilginin tesadüfen yazıldığını iddia edenler,
elbette ki bu şekilde cevapsız kalacaklardır. Nasıl ki her eserin veya her bilginin bir yazarı ve
sahibi varsa, DNA'daki bilginin de bir sahibi ve yaratıcısı vardır; ve O Yaratıcı, üstün ve
güçlü, sonsuz ilim ve akıl sahibi olan Rabbimiz Allah'tır.
Tesadüfi etkilerin canlılara sadece hasar verdiklerinin bir diğer kanıtı ise, genetik şifrenin
kodlanış biçimidir. Canlılardaki bilinen hemen hemen tüm genler, canlıyla ilgili birden fazla
bilgiyi içerirler. Moleküler biyolog Michael Denton, genlerin bu özelliğini şöyle
açıklamaktadır:
Genlerin gelişim üzerindeki etkileri şaşılacak derecede farklıdır. Ev faresinde tüy rengiyle
ilgili hemen her gen, boy uzunluğuyla da ilgilidir. Meyve sineği Drosophila Melanogaster'in
göz rengi mutasyonları için kullanılan 17 adet X ışını deneyinden 14'ünde, göz rengiyle
oldukça ilgisiz olan dişinin cinsel
organlarının yapısı etki görmüştür. Yüksek organizmalarda incelenen hemen her gen, bir
organdan fazla etkiye sahiptir.
Canlıların genetik yapılarındaki bu özellik nedeniyle, tesadüfi bir etki sonucu DNA'daki
herhangi bir gende meydana gelen değişiklik, birden fazla organa etki edecektir. Böylece
bozukluk sadece belirli bir bölge içinde kalmayacak, çok daha fazla yıkıcı etkilere sahip
olacaktır.
Sonuç olarak sağlık, tesadüfen oluşamaz. Tam tersine üstün bir yaratılışın sonucu olarak,
Rahman ve Rahim olan Rabbimiz'den bir nimettir. Allah, dilediği zaman da bu nimeti
alabileceğini, vücudun bilinmeyen bir noktasında ölümcül bir hastalık yaratabileceğini, bize
örnekleriyle göstermektedir. Elbette bu eksikliklerde büyük hikmetler vardır. İnsana düşen,
kendisine sağlık verip, onu düzgün bir adam kılan (Kehf Suresi, 37) Allah'a şükretmektir.
Hastalandığında ise, hastalığın da sağlığın da O'ndan olduğunu bilmeli ve Hz. İbrahim gibi,
hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur (Şuara Suresi, 80) diyerek Allah'tan yardım
dilemelidir.
9. BÖLÜM
İnsan Genomu Projesi Hakkında Darwınist Materyalist Yanılgılar
Genom bir hücrenin ya da bir canlının sahip olduğu genetik bilgilerin bütününe verilen
isimdir. İnsan vücudundaki yaklaşık 100 trilyon hücrenin her birinde, eksiksiz yer alan DNA
molekülündeki genetik bilginin analizini yapmak için, yaklaşık 20 laboratuvarda, yüzlerce
bilim adamı, 10 yıldan fazla çalışmışlardır. İnsan Genomu Projesi adı verilen ve 16 kurumdan
oluşan uluslararası bir heyet yönetiminde yürütülen projenin amacı, insan hücresindeki
genetik bilgilerin tümünü tanımlamak ve DNA'nın genetik dilde yazılmış tüm metnini
okumaktı. Bu uluslararası projenin parçası olarak biyologlar, kimyagerler, mühendisler,
bilgisayar bilimcileri, matematikçiler ve daha pek çok dalda uzman bilim adamı, insanın
fiziksel özelliklerini belirleyen bir biyolojik harita ortaya çıkarmak için çalıştılar. Tüm bu
çabalara rağmen DNA dizilimini kaydetme teknolojisi halen çok yavaştır ve tek bir insan
kromozomundaki DNA'nın dizilimini kaydetmek dahi, maliyeti
çok yüksek bir işlemdir. Öyle ki, İnsan Genomu Projesi için harcanan miktar, yaklaşık 2.7
milyar dolar tutmuştur. Bu miktar, insanın Ay'a gidip gelmesi için harcanan paradan daha
fazladır.
İnsan DNA'sının diziliminin taslağı 2000 yılında tamamlanmıştır. Ancak projenin son
halini bulması, hataların düzeltilmesi ve boşlukların tamamlanması 2003 Nisanı'nda mümkün
olmuştur. 13 yıl boyunca sürdürülen İnsan Genomu Projesi'ni, Milli İnsan Genomu Projesi
Araştırma Enstitüsü, ABD Enerji Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı koordine etmiştir. İnsan
Genomu Projesi'nin amaçlarından bazıları şu şekilde özetlenebilir:
* İnsan genomunda bulunan yaklaşık 30.000 geni belirlemek ve insanın gen haritasını
çıkarmak.
* DNA'yı oluşturan yaklaşık 3 milyar baz çiftinin dizilimini belirlemek.
* Elde edilen bilgiyi araştırmalar için kullanılmak üzere veri bankalarında saklamak.
* Elde edilen verinin analiz edilmesi için yöntem ve araç geliştirmek.
* Genler ve işlevleri arasındaki bağlantıların bulunması.
* Genlerin kromozomlarda nasıl bir bütün halinde çalıştıklarının tesbiti.
* Genetik hastalıkların temeli ve sebeplerinin belirlenmesi.
Projede kullanılan gen haritası tekniği, genlerin kromozomlar üzerinde bulunduğu yerlerin
gösterilmesidir. Böylece insan genomunun anatomisi ortaya çıkarılmaktadır. Pek çok genin ve
diğer genetik işaretleyicilerin, birbirlerine göre bir kromozom boyunca diziliş sırasının
haritalanmasıyla, tüm genom haritasını çıkarmak mümkündür. Genetik haritalama, genomun
matematiksel analizi olarak da bilinir ve genlerin kromozomlar üzerindeki konumlarının
bulunmasında bir dizi karmaşık istatistiksel analizler kullanılır. Bu haritalama, asıl olarak
insan vücudu fonksiyonlarının bilinmesi için gereklidir. Böylece İnsan Genomu Projesi'nin en
önemli amaçlarından biri olan genetik hastalıkların temeli ve sebepleri belirlenebilecektir. Bu
projeden elde edilen verilerle, 4.000 kadar DNA kaynaklı hastalığın tanınabileceği, böylece
yakın gelecekte risk içeren genetik hastalıklara yönelik özel ilaçlar üretilerek, gen tedavisinin
mümkün olacağı tahmin edilmektedir.
Genlerin Büyüklükleri Komplekslik Ölçüsü Değildir
İnsan genomunun büyüklüğü kolaylıkla yanlış yorumlanabilmektedir. İnsanların sinekten
25 kat daha fazla DNA'ya sahip olmasının nedeni, insanların çok daha büyük ve kompleks
olması değildir. Çünkü genetik bilginin miktarının biyolojik açıdan kompleks olmakla bir
ilişkisi bulunmamaktadır. Örneğin tek hücreli Paramecium caudatum 8,6 milyar nükleotide
sahiptir. Bu insan genomunun iki katından fazla bir sayıdır. Bilinen en geniş genetik bilgiye
ise 670 milyar nükleotid ile tek hücreli Amoeba dubia sahiptir.
İnsan Genomu Projesi'nde çalışan bilim adamları, genlerin fonksiyonlarının ve aralarındaki
ilişkilerin anlaşılması aşamasının daha başında olduklarını belirtmektedirler. Çünkü ortaya
çıkan sonuçlar hiç de tahmin edildiği gibi çıkmamıştır. Örneğin bir farede veya buğdayda
bile, insandan daha uzun DNA bulunmaktadır. Bu da, DNA'nın uzun olması ile organizmanın
kompleks olması arasında her zaman doğru orantı olmadığını göstermektedir. Bu konuya
biyofizikçi Dr. Lee Spetner şöyle değinmektedir:
Bazı organizmaların kromozomları, diğerlerinin kromozomlarındakinden daha fazla
DNA'ya sahiptir. Organ kompleksliğini ölçmek için, genomdaki DNA miktarının iyi bir
yöntem olduğunu düşünebilirsiniz, fakat bu tamamen doğru değildir. İnsanlar bazı
böceklerden 30 kat daha fazla DNA'ya
sahip olmalarına rağmen, insanlardaki DNA'nın iki katından daha fazlasına sahip olan
böcekler vardır.
DNA miktarı kompleksliği ölçmek için güvenilir bir yol değildir.
Diğer taraftan insanın gen sayısı konusundaki önceki tespitlerin de hatalı olduğu ortaya
çıkmıştır. Çalışmanın başlangıcında bilim adamları insanda 50.000 ile 140.000 arasında gen
bulunacağını tahmin etmelerine rağmen, yapılan son çalışmalarda sadece 25.000 ile 30.000
civarında gen tespit edilmiştir. Bu durum, bilim çevrelerini oldukça şaşırtmıştır. İnsan
Genomu Projesini yöneten Francis S. Collins bu durumu şöyle anlatmaktadır:
İnsanların beklenenden daha az geni olduğu anlaşıldı. Burada genden söz ederken, belirli
bir proteini şifreleyen belirli bir DNA diziliminden söz ediyorum. Elbette protein
oluşturmayan RNA dizilimleri de vardır. Fakat bu tanıma göre, yalnız çok şaşırtıcı biçimde
30.000 kadar insan geni olduğu anlaşıldı. Halbuki son on beş yıldır, 100.000 genden söz
ediyorduk ve ders kitaplarında da böyle yazıyordu. Bu herkes için bir tür şok oldu. Hatta bazı
kişiler bundan fazlasıyla etkilendi ve sıkıntıya düştüler. Çünkü insandan önce daha basit
canlıların genleri de sayılmıştı ve örneğin bir tür solucanın 19.000, yabani otun
25.000 geni vardı ve biz yalnız 30.000 gene sahiptik. Daha da kötüsü, pirinç bitkisinin
genetik şifresi çözüldüğünde, 55.000 geni bulunduğu anlaşıldı. Bu ne anlama geliyordu?
İnsana ve pirinç bitkisine
bakan birisi, elbette insanın biyolojik olarak daha kompleks olduğunu söyleyecektir. Bu
konuda şüphe olduğunu sanmıyorum. Öyleyse tek dayanak gen sayısı olmamalı. Öyleyse
neler olup bitiyordu?
Buradaki sıkıntı şundan kaynaklanmaktadır. Darwinist bilim adamları iddialarını insanın
daha kompleks bir canlı olduğu, dolayısıyla gen sayılarının da daha fazla olduğu mantığı
üzerine kuruyorlardı. Maya hücresinde
6.000, meyve sineğinde 13.000, bir tür solucanda 18.000, bir tür bitkide 26.000 gen
bulunmasına karşılık, insan hücresinde, çok daha kompleks olması nedeniyle, daha fazla
sayıda gen olması bekleniyordu. Ancak İnsan Genomu Projesi, dogmatik bir mantık olan
organizmanın kompleksleştikçe, DNA ve gen sayısının çoğalması beklentisini boşa
çıkarmıştır.
Ne gen sayıları ne de DNA büyüklükleri, evrimcilerin öne sürdüğü gibi bir evrim zinciri
göstermemektedirler. Ancak evrimciler gerçekte kendi aleyhlerinde olan bu son gelişmeyi,
çarpıtmaya ve evrim delili gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Bazı basın kuruluşları ise, hem
konu hakkındaki yetersiz
bilgileri hem de ön yargılı yaklaşımları nedeniyle, İnsan Genomu Projesi'nin evrime kanıt
sağladığını zannetmekte ya da öyle göstermeye çalışmaktadırlar. Ancak projeden elde edilen
bilimsel bulgular, Darwinizm'e diğer bilim dallarında olduğu gibi genetik alanında da tüm
kapıları kapamıştır.
Evrimcilerin Genetik Benzerlik Çarpıtması
İnsan Genomu Projesi çerçevesinde insanlığın gen haritasının çıkarılmasıyla birlikte, bu
projenin sonuçları çarpıtılmakta ve bazı evrimci yayınlara malzeme olmaktadır. Söz konusu
haberlerde şempanzelerin genlerinin insan genleri ile yüzde 98 benzerlik gösterdiği iddia
edilmekte ve bunun evrim teorisinin bir delili olduğu ileri sürülmektedir. Gerçekte ise, bu
iddiaların evrim iddialarına hiçbir katkısı bulunmamaktadır, aksine bunlar çarpıtmaya dayalı
sahte delillerdir.
Şempanze ile insan genomları %98 benzer olsa bile, bundan insan %98 şempanzedir
sonucu çıkarmak mantıksızdır. Çünkü insan belli oranlarda genlerini başka birçok canlıyla da
paylaşır. Örneğin New Scientist
dergisinde aktarılan genetik analizlere göre, nematod solucanları ve insan DNA'larında
%75'lik bir benzerlik söz konusudur. Ancak bu durum insanın %75 solucan olduğunu
göstermez ya da arada sadece %25'lik bir fark bulunduğu anlamına gelmez. Bu çıkarımların
mantıksızlığını, bazı evrimciler de görmekte ve dile getirmektedirler. Örneğin Profesör Steven
Jones, muz ve insan arasında %50 genetik benzerlik bulunduğunun gösterilmesinin, insanın
%50 muz olduğu anlamına gelmeyeceğini hatırlatmaktadır. Çünkü iki farklı canlıdaki genler
aynı olsa bile, bunların tamamen farklı şekilde çalışabildikleri bilinmektedir. Ayrıca genlerin,
bazen birden çok işlevle ilgili olması, bazen de bir işlevin birden çok gen tarafından
yönetilmesi, genler arasındaki matematiksel farklılığı çok büyük oranda genişletmektedir.
Öte yandan bazı proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara
yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi'ndeki araştırmacıların yaptığı bir
çalışmada, kara canlılarının bazı proteinleri karşılaştırılmaktadır. Hayret verici bir şekilde,
yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir.
Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır.
Evrimcilerin insan ile maymun arasındaki genetik benzerlik konusunda kullandıkları bir
diğer örnek ise, insanda 46, şempanze ve gorillerde ise 48 kromozom bulunmasıdır.
Evrimciler, kromozom sayılarının yakınlığını evrimsel bir ilişkinin göstergesi sayarlar. Oysa
eğer evrimcilerin kullandığı bu mantık doğru olsaydı, insanın şempanze ile aynı yakınlıkta bir
akrabası olması gerekirdi: Patates. Çünkü patatesin kromozom sayısı goril ve
şempanzeninkiyle aynıdır: 48. Diğer taraftan yabani tavşanın kromozom sayısı, insanınki ile
aynıdır:
46. Bu örnekler, genetik benzerlik kavramının evrim teorisine bir delil oluşturmadığını
göstermektedir. Çünkü genetik benzerlikler iddia edilen evrim şemalarına uymamakta, aksine
bunlara tamamen ters sonuçlar vermektedir.
Darwinist medyanın bu konuda yaptığı şey, bilgileri seçici olarak kullanıp, bunların
arasından propaganda malzemesi oluşturmaktır. İnsan ile maymunun ortak bir atadan
geldiğini iddia ettikleri için, insan DNA'sı ile maymun DNA'sı arasındaki benzerliği ön plana
çıkarmaktadırlar. Halbuki evrimcilerin on yıllardır sürdürdükleri %98 benzerlik
propagandasının geçersizliğini gösteren, yine evrimciler tarafından yapılmış bilimsel
araştırmalar da bulunmaktadır. Ancak bunlar, çarpıtmaya dayalı benzerlik iddialarının aksine,
kasıtlı olarak haber yapılmamaktadır ya da bunlara küçük çaplı yer ayrılmaktadır.
CNN'in web sayfasında 25 Eylül 2002 tarihinde yayınlanan Humans, chimps more
different than thought (İnsanlar, şempanzeler düşünüldüğünden daha farklı) başlıklı yazıda bu
araştırmanın sonuçları şöyle haber verilmektedir:
Yapılan yeni genetik araştırmaya göre, insanlar ve şempanzeler arasında bir zamanlar
inanıldığından çok daha fazla farklılık var. Biyologlar uzun bir süre şempanzelerin ve
insanların genlerinin %98.5 benzer olduğunu savundular. Ancak Kaliforniya Teknoloji
Enstitüsü'nden bir biyolog, bu hafta yayınlanan çalışmada, genleri karşılaştırmak için
kullanılan yeni bir yöntemin, insanlar ve maymunların arasındaki genetik benzerliğin yalnızca
%95 oranında olduğunu gösterdiğini açıkladı. Bu araştırma, insan DNA zincirindeki 3 milyon
baz çiftinden 780.000 tanesini şempanzelerinki ile karşılaştıran bir bilgisayar programına
dayanıyordu. Daha önceki araştırmacıların bulduklarından daha fazla birbirine benzemeyen
bölüm bulundu ve DNA bazlarının en az %3.9 oranında farklı olduğu sonucuna varıldı. Bu
durum onu, türler arasında yaklaşık %5 oranında genetik bir farklılık olduğu sonucuna
götürdü...
İngiliz bilim dergisi New Scientist de aynı konuyu 23 Eylül 2002 tarihli internet haberinde
Human-Chimp DNA Difference Trebled (İnsan-Şempanze Genetik Farkı Üç Katına Çıktı)
başlığıyla haber yapmıştır:
İnsan ve şempanze DNA'ları arasında yapılan yeni karşılaştırmalara göre, eskiden
düşünüldüğünden daha benzersiziz. Uzun bir süre, en yakın akrabalarımız ile genetik
yapımızın 98.5% benzeştiği görüşü savunuldu. Şimdi bunun yanlış olduğu ortaya çıkıyor.
Gerçekte, genetik yapımızın %95'den daha az kısmını paylaşıyoruz, şempanzeler ile
aramızdaki farklılık, düşünüldüğünden 3 kat daha fazla.126
Sonuç olarak genom projesi, evrim teorisi lehinde hiçbir bulgu ortaya koymamaktadır.
Aksine, canlılar arasında DNA ve gen yapılarına dayanılarak, bir evrimsel hayat ağacı
oluşturulamayacağını ortaya koymuş ve Darwinizm'e büyük bir darbe indirmiştir. Canlıların
DNA şifreleri, 19. yüzyıldan beri, insanlara bir gerçek gibi empoze edilen hayat ağacı nın bir
hurafe olduğunu açıkça göstermektedir.
Darwinizm'e körü körüne bağlılık gösteren kesimlerin asıl amacı, halka bilimsel gelişmeleri
aktarmak değil, sadece Darwinizm'i yaygınlaştırabilmektir. Ancak Darwinizm
propagandasının tüm dayanakları, birbiri ardınca yaşanan bilimsel bulgularla gün geçtikçe
erimektedir. Bu durum karşısında, giderek artan sayıda insan, evrim teorisinin ideolojik
nedenlerle sürdürülen bir aldatmaca olduğunun farkına varmakta, yaratılış gerçeği hızla
yayılmaktadır. Kuran'da Allah şöyle bildirmektedir:
Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz.
(Bakara Suresi, 42)
Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de
bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar
size. (Enbiya Suresi, 18)
Bilim Adamları Hala Yetersiz Bilgiye Sahiptir
İnsan genomunun en çarpıcı yönlerinden birisi, dünya çapında bilim adamlarının onlarca
senedir üzerinde çalışıyor olmasına rağmen, genetik yapı hakkındaki bilgilerinin hala çok
yetersiz oluşudur. İleri laboratuvar teknolojisi ve bilgisayarla analiz yöntemleri sonucunda
Celera şirketindeki bilim adamları 26.500 insan genini tespit etmiş ve 13.000 kadarının da
yerleşimini tahmini olarak belirlemişlerdir. İnsan Genomu Projesi ise farklı bir yöntem ile
toplam 31.778 kadar insan geni olduğu tahmininde bulunmuştur. Bu iki yöntemin üzerinde
anlaştığı, insanların 30.000 ila 40.000 arasında gene sahip olduğudur. İnsan genlerinin
kompleks yapısı nedeniyle tam bir sayının verilmesi şu an için pek mümkün değildir.
İnsan Genomu Projesi tahminlerine göre, DNA'nın protein üretimi ile ilgili talimatları
kodlayan kısımları, ellerindeki DNA diziliminin %5'inden daha azını meydana getirmektedir.
Genetik bilginin geriye kalan kısmı ise, genetik denetim bölgelerinden, kromozomlarla ilgili
önemli özelliklerden ve henüz ne olduğu çözülemeyen
DNA kısımlarından oluşmaktadır. Tüm bunlar insanın genetik bilgisini tam olarak anlamadan
önce, daha ne kadar çok araştırma yapılması gerektiğini göstermektedir.
Bilim adamları genetik mekanizmanın nasıl işlediğini ortaya koymaya çalışırken, böylesine
mükemmel bir sistemin nasıl ortaya çıktığını açıklayamamaktadırlar. Harper's Magazine
dergisinin Aralık 2000 sayısında Genomdan Mesajlar başlığı altında Arthur Cody, genetik
bilgi içerisindeki işlemlerin bir tür tetikleme süreçleri olduğunu tarif ettikten sonra, şu soruları
sormaktadır:
Tetikleyiciyi tetikleyen kimdir? Hiç kimse bilmiyor. Hiç kimsenin ortaya atacağı bir teori
de yok... 'Tetikleme' ilginç bir biyolojik olaydır, yapımın nasıl gerçekleştiğini açıklamıyor.
Homeotik geni (embriyo gelişimini düzenleyen gen) harekete geçiren nedir? Gerçek ya da
teorik hiçbir cevap bulunamıyor. Hiç kimse cevabı bilmiyorken, cevabı nasıl aramaları
gerektiği hakkında fikre de sahip değiller. Bu süreç ile ilgili herşey tam anlamıyla anlaşılmaz.
Burada yazarın sorduğu soruların elbette ki cevabı vardır: Tüm bunlar Yüce Allah'ın ilhamı
ile gerçekleşmekte, milyarlarca atom Rabbimiz'in dilemesiyle canlılığın tüm fonksiyonlarını
oluşturacak şekilde biraraya gelmektedir. Nitekim İnsan Genomu Projesi'nin sonuçlanmasıyla
da, Allah'ın canlıları ne denli üstün bir yaratılışla var ettiğini ortaya koyan genetik bilginin
detayları, insanlığın gözleri önüne serilmiştir. Bugün bu projenin sonuçlarını inceleyen, tek
bir insan hücresinde binlerce ansiklopedi sayfasını dolduracak kadar bilgi saklandığını
öğrenen her insan, bunun ne kadar büyük bir yaratılış delili olduğunu kavramaktadır. Bu
gerçeği dile getirenlerden biri, İnsan Genomu Projesi'nin lideri ve Ulusal İnsan Genomu
Projesi Araştırma Enstitüsü direktörü olan fizikçi, genetikçi profesör Francis S. Collins'tir.
Prof. Collins'e 2005 yılında insan genetiği araştırmalarına ömür boyu katkılarından dolayı,
İnsan Genetiği Amerikan Topluluğu'nun en saygın ödülü kabul edilen Allan ödülü verilmiştir.
Prof. Collins, bir konuşmasında yaptığı çalışmaların, Allah'a olan inancını güçlendirdiğini
şöyle ifade etmiştir:
İnsan Genomu Projesi'nin direktörü olarak benim görüşüm, bilimsel ve dini dünya
görüşlerinin kesinlikle birbiriyle uyumlu oldukları hatta özünde birbirlerini tamamladıkları
yönündedir... İnsan genomunun zerafeti ve kompleks yapısı hayranlık uyandıran bir
şaheserdir. Bu şaheser Allah'ın tüm bu zaman boyunca bildiği, fakat bizim ancak yeni
keşfetmeye başladığımız insanlığın çeşitli özelliklerini ortaya koyarken, benim sadece dini
inancımı güçlendiriyor.
Dürüstçe yaklaşan her bilim adamı, yukarıdaki ifadelerde de görüldüğü gibi din ve bilimin
uyum içinde olduğunu, evrenin Allah'ın delilleri ile dolu olduğunu kabul edecektir. Ancak
Darwinist-materyalist medyanın samimi olmayan yaklaşımı, yayınlarındaki seçicilikte de
kendini göstermektedir. İnsan Genomu Projesinin yöneticisi olarak, bu konuda asıl söz sahibi
olan bir bilim adamının, DNA'da tecelli eden üstün düzenden duyduğu hayranlık ve tek bir
molekülün imanının güçlenmesine nasıl vesile olduğu ile ilgili sözleri, basında yer
almamaktadır. Ancak Allah'ın yarattığı düzendeki mükemmellik, hiçbir aksi çabayla
gizlenemeyecek kadar açıktır. Allah Kuran'da iman edenlerin yaklaşımını şöyle
bildirmektedir:
Kendilerine ilim verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hakkın ta kendisi olduğunu ve
üstün, güçlü, övülmeye layık olan (Allah)ın yoluna yöneltip- ilettiğini görüyorlar. (Sebe
Suresi, 6)
Andolsun, onlarda sizlere, Allah'ı ve ahiret gününü umud edenlere güzel bir örnek vardır.
Kim yüz çevirecek olursa, artık şüphesiz Allah, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan), Hamid
(övülmeye layık olan)dır. (Mümtehine Suresi, 6)
İnsan Genomu Projesindeki Başarılar Allah'ın Yarattığı Kaderin Bir Parçasıdır
İnsan Genomu Projesi'nin sonuçlanmasının ardından, bazı yayın organları, evrim teorisinin
içinde bulunduğu çıkmazın daha fazla ortaya çıkmaması için, yanıltıcı mesajlar yayınlamaya
ve halkı yanlış bilgilendirmeye başladılar. Darwinist-materyalist basının, en çok gündeme
getirdiği ve farklı slogan ve başlıklarla ifade ettiği konulardan biri, gen haritasının keşfinin
sözde insanların kaderlerini değiştirebileceği iddiasıdır. İnsan artık kaderine yenilmeyecek
gibi mesajların insanın gen haritası hakkındaki bilgilerle birlikte sunuluyor olması, büyük bir
hatadır. Çünkü, gerçekte, insanın gen haritasının çıkarılması, insanın kaderinin akışını
kesinlikle değiştirmez, çünkü bu da insanın kaderindedir. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle
bildirmektedir:
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir. (İnsan Suresi, 30)
Kader, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm olayları tek bir an olarak bilmesidir. Allah
yaşanmamış olayların da tümünü önceden bilir. İnsanların önemli bir bölümü, Allah'ın henüz
yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiği konusunu, yani kader gerçeğini anlayamazlar. Oysa
insanın henüz karşılaşmadığı bir olay kendisi açısından yaşanmamış bir olaydır. Sonucu
bilinmeyen olarak nitelendirilen bütün olaylar sadece bizim için bilinmezdir. Sonsuz bir ilmin
sahibi olan Allah zamana ve mekana bağlı değildir; zaten zamanı ve mekanı yaratan
Kendisi'dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir. Allah Katında bizim
şu an yaşamakta olduğumuz ve ileride yaşanacak olan herşey olup bitmiştir. Tüm insanlar
Allah'ın kendileri için yarattığı kadere, zamanı geldiğinde tanık olurlar.
Film karelerini eline alan bir insanın filmin başını, sonunu, arada gelişen olayları bir bütün
olarak, tek bir anda görebilmesi gibi Allah da yaratmış olduğu tüm insanlarla ilgili herşeyden
haberdardır. Herşeyi tek bir an olarak bilen Allah, bu tek bir anda -yani sonsuz küçük
zamanda- sonsuzluğu -yani sonsuz büyük zamanı-yaratarak gücünün sınırsızlığını bize
göstermektedir. Dolayısıyla iman sahibi kimselerin bu bilimsel gelişmelere yaklaşımı,
Kuran'da bildirildiği gibi, bilginin asıl ve tek sahibinin Allah olduğunun farkında olmalarıdır:
Dediler ki: Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten
Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Bakara Suresi, 32)
Allah gelmiş geçmiş bütün insanların hayatlarını tüm ayrıntılarıyla birlikte yaratandır. Bir
insanın doğumundan ölümüne kadar karşılaşacağı olumlu ya da olumsuz gibi görünen bütün
olaylar Allah'ın bilgisi dahilinde gerçekleşir. En'am Suresi'nde yeryüzünde meydana gelen
küçük büyük tüm olayların Allah'ın dilemesiyle gerçekleştiği şu şekilde ifade edilir:
Gaybın anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve
denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin
karanlıklarındaki bir
tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitapta yazılıdır.
(En'am Suresi, 59)
Her insan ve her olay için bu durum geçerlidir. Hiç kimsenin Allah'ın kendisi için yarattığı
kadere müdahale etmesi, olayların akışında herhangi bir değişiklik yapması mümkün değildir.
Örneğin Allah her insanı belli bir ömür ile yaratmıştır ve her insanın ölüm anı Allah Katında
yer, zaman ve şekil olarak da bellidir. Örneğin bir insanın yakalandığı hastalık o insanın
kaderinde, kendisi doğmadan milyarlarca yıl öncesinde bellidir. O hastalıktan kurtulup
kurtulmayacağı da, kaderinde belirlenmiştir. Hatta iyileşmesine vesile olacak olan doktorlar,
hemşireler, hastane, ilaçlar, tedavi yöntemlerine kadar Allah Katında önceden yazılmıştır.
Dolayısıyla, eğer bir insan iyileşirse, bu, onun kaderini değiştirebildiği anlamına gelmez,
kaderinde iyileşmek yazılı olduğu anlamına gelir. Ayetlerde Allah şöyle bildirir:
Sizi en iyi Rabbiniz bilir; dilerse size merhamet eder, dilerse sizi azablandırır. Biz seni
onların üzerine bir vekil olarak göndermedik. Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi
bilir... (İsra Suresi, 54-55)
Eğer gelecekte bir gün, bir insanın ömrü genlerine yapılan doğru müdahalelerle uzatılırsa,
bu olay da söz konusu kişinin kendi kaderine müdahale ettiği anlamına gelmez. Bunun anlamı
şudur: Allah bu insanı uzun bir ömürle yaratmıştır ve gen haritasının çıkartılmış olmasını da
bu insanın ömrünün uzun olmasına vesile etmiştir. Gen haritasının bulunması da, bu kişinin
genlerle ilgili teknolojik gelişmelerin yaşandığı bir dönemde yaşaması da, yine o insanın
ömrünün tıbbi imkanlarla uzatılması da onun kaderindedir; tümü Allah Katında daha o insan
dünyaya gelmeden önce bellidir.
Aynı şekilde bu proje çerçevesinde yapılan buluşlar neticesinde ölümcül hastalığı tedavi
edilen insan da, yine kaderini yaşamaktadır. Çünkü bu insanın kaderinde, geçirdiği hastalıktan
bu projenin vesilesi ile kurtulmak vardır. Sonuçta, insanın gen haritasının çıkartılmış olması
ve insanoğlunun genetik programa müdahale edebilecek imkanları elde etmesi, Allah'ın
yarattığı kadere karşı gelmek demek değildir. Aksine, bu şekilde insanlık Allah'ın kendileri
için yarattığı gelişmeleri izlemekte, Allah'ın yarattığı bilgiyi keşfetmekte ve kullanmaktadır.
Eğer bir insan bu bilimsel gelişmeler sayesinde 120 sene yaşarsa, bu Allah'ın onun için
önceden takdir ettiği bir yaştır, onun için ömrü bu kadar uzun olur. Allah, her insanın
ömrünün Kendi Katındaki bir kitapta belirli olduğunu bir ayetinde şöyle bildirir:
Allah sizi topraktan yarattı, sonra bir damla sudan. Sonra da sizi çift çift kıldı. O'nun
bilgisi olmaksızın, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene, ömür verilmesi ve
onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Gerçekten bu, Allah'a göre
kolaydır. (Fatır Suresi, 11)
Kısacası kaderimi yendim, kaderimi değiştirdim, kadere müdahale ettim gibi ifadeler, kader
gerçeğini bilmemenin getirdiği cehaletten kaynaklanan yanlış ifadelerdir. Bir kişinin bu
ifadeleri kullanarak konuşması da onun kaderinde önceden belirlenmiştir. Kişinin bu cümleyi
nerede, ne zaman, hangi şartlar altında kullanacağı dahi Allah Katında tespit edilmiştir. Allah
herşeyden haberdar olandır.
Allah herşeyin, Katında bir kitapta yazılı olduğunu bildirmiştir. Bizler, bu kitapta yazılı
olanların aynısını, hiçbir eksiklik veya fazlalık olmadan yaşarız.
... Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha
küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Sebe
Suresi, 3)
Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki,
Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.
(Hadid Suresi, 22) Genetik Mühendisliği Hakkındaki Evrimci Yanılgılar
Genetik mühendisliği, bir canlıdan alınan genleri izole etme, bu genleri yönlendirme ve
başka bir canlıya aktarma çalışmalarının yapıldığı alandır. Bilim adamları bu sayede
endüstriyel atıkları sindiren bakteriler üretebilmekte, canlıları klonlayabilmekte, hastalıklara
ve böceklere karşı dirençli bitkiler geliştirebilmektedir. Ancak ne bu biyoteknoloj ik
çalışmalar ne de onların dayandığı genetik araştırmalar, evrim teorisini desteklemez. Bu
konudaki belli başlı yanılgıları şöyle sıralayabiliriz:
1) Biyoteknolojik çalışmalar, canlıların bilinçsiz, tesadüfi süreçler sonucu değil, bilinçli
olarak yaratıldıklarının bir kanıtıdır:
Söz konusu genetik çalışmaların hepsinde, genler üzerinde çok büyük bir dikkat ve özenle
çalışılmakta, yani bilinçli müdahale yapılmaktadır. Bilim adamları, genleri belli bir amaç
doğrultusunda yönlendiren, bilinçli bir düzenleyici konumundadır. Bu insanlar, hücrenin
işleyişi hakkında yıllarca eğitim alarak bilgi sahibi olmuşlardır. Çalışmalarının tüm
aşamalarını özenle gerçekleştirmekte, kontrollü müdahalelerde bulunmaktadırlar. Dahası bu
tür çalışmalar, gelişmiş laboratuvarlar, teknolojik aletler kullanılarak, tamamen özel olarak
düzenlenmiş ortamlarda yürütülmektedir. Nitekim biyoloji profesörü William D. Stansfield,
kendisi bir evrimci olmasına karşın, bu gibi çalışmaların evrim kanıtı olamayacağını laboratuvarda hücre sentezleme çalışmalarından verdiği örnekle- şöyle kabul etmiştir:
Yaratılışı savunanlar, bilimin basit kimyasallardan gerçekten canlı meydana getirebileceği
günü iple çekmişlerdir. İddia etmektedirler ve bunda haklıdırlar ki, böyle insan yapımı bir
yaşam-formu üretilebilse bile bu, doğal yaşam formlarının benzer kimyasal evrimsel
süreçlerle geliştiğini kanıtlayamayacaktır.130
2) Genetik çeşitlenme evrim teorisine bir destek sağlamaz:
Evrimci yayınlarda iddia edildiği gibi, genetik çeşitlenme ile sonuçlanan deneyler de, evrim
teorisinin bir delili değildir. Çünkü evrim teorisi, doğada canlıları daha kompleks hale getiren
mekanizmalar bulunduğunu ve bu yolla bir canlı türünün bir başka canlı türüne dönüştüğünü
iddia eder. Oysa, genetik mühendisliği ve biyoteknoloji alanında yapılan deneylerde, genetik
çeşitlenmelerin tür değişikliğine yol açmasının imkansız olduğu görülmüştür. Ancak bir kısım
evrimciler bu gerçeği görmezden gelmekte ve bazı kelime oyunları ile evrim teorisinin
laboratuvarda ispatlandığı gibi gerçek dışı iddialar öne sürmektedirler.
3) Gen mühendisliği ile geliştirilen organizmalar evrim teorisinin delili değildir:
Diğer bir yanılgı ise, organizmaların genetik mühendislik yoluyla geliştirilebilir olmasının,
evrim teorisini doğruladığı iddiasıdır. Günümüzde biyoteknoloji ve genetik mühendisliği
alanında, özellikle ilaç veya insülin gibi proteinlerin üretiminde veya bazı enzimlerin
reaksiyon hızlarını değiştirme gibi konularda kullanılan yöntemler, evrimciler tarafından
evrim teorisinin bir delili gibi gösterilmektedir. Oysa bu çalışmaların evrim teorisi lehinde bir
delil olması mümkün değildir.
Genetik mühendisliği çalışmaları, Rekombinant DNA teknolojisinin gelişimi ile yürür.
Rekombinant kelimesi ile, önceden ortamda var olan yapıların (burada genlerin) yeniden
birleştirilmesi kastedilmektedir. Bu durumda, evrimcilerin öncelikle, genetik mühendisliğinin
hammaddesi olan genlerin kökenini açıklayabilmeleri gerekmektedir. (Bkz. Bölüm: DNA
Mucizesi Evrim Teorisini Nasıl Geçersiz Kılıyor?) DNA'nın kökeni konusunda tam bir
çıkmazda olan evrimciler, genetik mühendisliğinde kullanılan ve Darwinist yönlendirmelerle
hazırlanan çalışmalardan ümitlenmişlerdir. Oysa ki evrim teorisi, canlı türlerinin sadece
tesadüfi mekanizmalar ile oluştuğunu temel alan bir görüştür. Dolayısıyla evrimcilerin
genetik mühendislik ile ilgili propagandası en baştan çürüktür. Çünkü evrimciler, genetik
mühendislikle ilgili iddialarında büyük bir çelişki ortaya koymaktadırlar.
Genlerin farklı organizmalar arasında aktarılabilir olması ya da aynı ortamdaki genlerin
yeniden birleştirilmesi, evrimsel bir sürecin varlığına delil gösterilmeye çalışılmaktadır.
Gerçekte ise bu çalışmaların malzemesi olan genler, -önceki bölümlerde açıkladığımız gibison derece kompleks yapılarıyla böyle tesadüfi bir sürecin yaşanmadığının, en kuvvetli
kanıtlarından biridir.
4) Genler, canlıların ortak ataya değil, ortak kökene sahip olduklarının göstergesidir:
Evrimcilerin bu alandaki çalışmalarla ilgili propagandalarındaki yanılgılardan bir diğeri,
organizmalar arasında aktarılabilir olan ortak genlerin, canlıların ortak bir atadan türediği
iddiasını kanıtladığı yanılgısıdır. Darwinist laboratuvar araştırmacıları, canlılar arasında
genleri nasıl aktarabildiklerini açıkladıktan sonra, bunu yapabiliyoruz, çünkü kullandığımız
canlılar ortak bir atadan evrimleşmişlerdir şeklinde iddialarda bulunmaktadırlar. Böylece
kendi varsayımları doğrultusunda yaptıkları yorumu, bir kanıt gibi anlatarak, konu hakkında
yüzeysel bilgi sahibi olan kimseleri yanıltmaktadırlar. Gerçekte ise ortak köken, ortak ata
varsayımına ispat oluşturmamaktadır. Aynı şekilde, genlerin farklı organizmalar arasında
aktarılabilir olması da, biyolojik yapıların tesadüflerle ve amaçsız doğa olaylarıyla
evrimleştiğini kanıtlamamaktadır. Farklı organizmalar arasındaki ortak genler, objektif olarak
ancak ortak köken göstergesi olarak kabul edilebilir. Ortak köken yorumu da, açıkça yaratılış
gerçeğini destekler.
5) Genetik mühendisliği, ateizm propogandasına hiçbir destek sağlamaz:
Gen mühendisliği ile ilgili yorumlarda rastlanan bir diğer yanlış ise, gen mühendisliğinin
yaratma olduğu yanılgısıdır. Allah'ın varlığını inkar eden materyalistler, genetik mühendisliği
çalışmalarını ateizm propagandasında kullanmakta ve yapılan çalışmaları yaratma olarak
yorumlamaktadırlar. (Allah'ı tenzih ederiz.)
Burada ateistlerin kavramamakta ısrar ettiği şey, yaratmanın yoktan var etme anlamına
geldiğidir. Yaratmak, yalnızca Allah'a mahsustur. Gen mühendisliği çalışmalarında bilim
adamları, Allah'ın yaratmış olduğu genler üzerinde değişiklikler yapmakta veya bunları
Allah'ın yarattığı canlılar arasında aktarmaktadırlar. Bu çalışmalarda canlıları geliştirmek için
kullanılan genetik bilgi, canlılar aleminde zaten mevcut olan bilgiden kullanılmaktadır.
Örneğin bilim adamları, deniz anasının genini bir zebra balığının DNA'sına yerleştirerek,
bu balığın ışık saçmasını ya da keçinin DNA'sına örümcek geni yerleştirerek, keçi sütünde
örümcek ipliği üretilmesini sağlayabilmektedirler. Ancak ortaya çıkan canlılar görünürde,
yeni birtakım özelliklere sahip olsalar da, burada kesinlikle yeni genetik bilgi var olmamış,
sadece zaten mevcut bulunan bilgi, canlılar arasında ortam değiştirmiştir.
Eğer bilim adamları gelecekte bir gün, bir canlıyı köklü bir şekilde yeniden yapılandırmayı
başarsalar dahi, bu durum değişmeyecektir. Moleküler biyolog Michael Denton, bu gerçeği
şöyle ifade eder:
Gelecekte eğer gen mühendisleri canlı sistemleri, proteinden bütün organizmaya kadar,
köklü bir şekilde yeniden yapılandırmayı başarabilirse, bu sadece, temel alt-sistemlerin
çoğunda, neredeyse kesinlikle programlanmış, eş zamanlı değişimler gerektirecek olan,
bilinçli olarak yönlendirilmiş değişimler yoluyla olacaktır.
Sonuç olarak evrimcilerin genetik mühendisliğiyle ilgili propagandası geçersizdir. Tam
aksine, bu alandaki çalışmalar, ortaya koydukları planlanmış kontrollü ortamlar ve amaçlı
değişimlerle, canlıların kusursuz bir düzenle yaratıldıkları gerçeğini gözler önüne
sermektedir.
Klonlama Çalışmaları Evrim Teorisine Neden Bir Destek Sağlamaz?
Kopyalama işleminde, kopyalanması planlanan canlının bir hücresinden DNA'sı mikroskop
altına alınır ve o türden başka bir canlıya ait bir yumurta hücresinin içine yerleştirilir. Bu
işlem için kopyalanması planlanan canlının DNA'sı kullanılır. Hemen ardından şok uygulanır
ve yumurta hücresinin bölünmeye başlaması sağlanır. Bölünmeye devam eden embriyo, o
türden herhangi bir canlının rahmine yerleştirilir ve gelişip doğması beklenir.
Öncelikle kopyalama ve evrim kavramları tanım olarak tamamen farklıdır. Evrim teorisi
cansız maddenin tesadüfler sonucu canlılığı oluşturduğu iddiası üzerine kurulmuştur. (Bu
iddianın gerçekleşebileceğine dair hiçbir delil yoktur). Kopyalama ise, canlı hücrenin genetik
maddesi kullanılarak, o canlının kopyalanmasıdır. Zaten canlı olan bir hücreden yola çıkılır ve
biyolojik bir süreç laboratuvar ortamına taşınarak yapay yöntemlerle tekrarlanır. Yani ortada
evrimin temel iddiası olan tesadüfi bir süreç ya da cansız maddenin canlanması gibi bir durum
yoktur.
Gerçekte kopyalama işlemi evrim için hiçbir delil sağlamaz, ancak evrimi kökünden
çürüten bir biyoloji kanununun çok açık bir kanıtıdır. Bu kanun, ünlü bilim adamı Louis
Pasteur'ün 19. yüzyılın sonuna doğru ortaya koyduğu hayat ancak hayattan gelir prensibidir.
Bu açık gerçeğe rağmen kopyalamanın evrime delil gibi gösterilmesi, bir kısım medya
yoluyla yürütülen büyük bir saptırma ve aldatmacadır.
Ancak özellikle son 30 yıl içinde çeşitli bilim dallarındaki ilerlemeler canlıların ortaya
çıkışının tesadüf kavramı ile açıklanmasının imkansız olduğunu göstermiştir. Evrimcilerin
bilimsel yanlışları ve taraflı yorumları belgelenmiş; böylece evrim teorisi bilim sınırları içinde
savunulamaz hale getirilmiştir. Bu gerçek ise evrimcilerin bir kısmını farklı arayışlara itmiştir.
İşte canlılığın kopyalanması hatta yakın geçmişte tüp bebek gibi bilimsel gelişmelerin evrime
delilmişcesine propagandasının yapılması bu nedenledir.
Kopyalama konusunda insanların içine düştüğü bir diğer yanlış anlama ise, kopyalamayı
canlı yaratmak olarak anlamalarıdır. Oysa kopyalamanın böyle bir anlamı kesinlikle yoktur.
Kopyalama, zaten var olan canlı bir üreme mekanizmasına, zaten var olan bir genetik bilgiyi
eklemekten ibarettir. Bu işlemde ne yeni bir mekanizma, ne de yeni bir genetik bilgi üretilmiş
değildir. Var olan bir canlının, örneğin koyunun genetik bilgisi alınmakta, anne koyunun
rahmine yerleştirilmekte ve annenin doğuracağı yeni yavrunun, genetik bilgisi alınan koyunun
tek yumurta ikizi olması sağlanmaktadır. Bunun ne evrim teorisiyle ne de canlı yaratmak
kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur.
Bir insanı veya başka herhangi bir canlıyı yaratmak, yani yoktan var etmek, sadece Allah'a
mahsustur. Nitekim bilimsel gelişmeler de, bu yaratmanın insanlar tarafından
gerçekleştirilmesinin imkansız olduğunu göstererek, aynı gerçeği teyit etmektedir. Bir ayette
şöyle buyrulmaktadır:
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona
yalnızca OL der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Sonuç olarak topluma bilim adına söyleyecek sözü kalmayan evrimcilerin, halkın bilgi
eksikliğine sığınarak teoriyi yaşatmaya çalışmaları, yalnızca o teorinin bilimsel yönden
çaresizliğini göstermektedir. Diğer tüm bilimsel gelişmeler gibi kopyalama da, canlılığın
yaratılmış olduğuna ışık tutan çok önemli ve aydınlatıcı bir bilimsel gelişmedir.
10.
BÖLÜM Canlı Yapısındaki Bilgi ve Materyalizmin Sonu
Evrim teorisinin temelinde materyalist felsefe yatmaktadır. Materyalizm, var olan herşeyin
sadece madde olduğu varsayımına dayanır. Bu felsefe maddenin sonsuzdan beri var
olduğunu, hep var olacağını ve maddeden başka bir şey de olmadığını idda etmektedir.
Materyalistler, bu iddialarına destek sağlamak için, indirgemecilik olarak adlandırılan bir
mantık kullanırlar. İndirgemecilik, madde gibi görünmeyen şeylerin de, aslında maddesel
etkenlerle açıklanabileceği düşüncesidir.
Bunu açıklamak için zihin örneğini verelim. Bilindiği gibi insanın zihni elle tutulur, gözle
görülür bir şey değildir. Dahası insan beyninde bir zihin merkezi de yoktur. Bu durum bizi
ister istemez, zihnin madde-ötesi bir kavram olduğu sonucuna götürür. Yani ben dediğimiz,
düşünen, seven, heyecanlanan, sevinen, zevk alan ya da acı çeken varlık, bir koltuk, bir masa
ya da bir taş gibi maddesel bir varlık değildir.
Materyalistler ise, zihnin maddeye indirgenebilir olduğu iddiasındadırlar. Materyalist
iddiaya göre, bizim düşünmemiz, sevmemiz, sevinmemiz ve tüm diğer zihinsel
faaliyetlerimiz, aslında beynimizdeki atomlar arasında meydana gelen kimyasal
reaksiyonlardan ibarettir. Bir insanı sevmemiz, beynimizdeki bazı hücrelerdeki bir kimyasal
reaksiyon, bir olay karşısında korku duymamız bir başka kimyasal reaksiyondur. Ünlü
materyalist filozof Karl Vogt, bu mantığı karaciğer nasıl öd sıvısı salgılıyorsa, beyin de
düşünce salgılar şeklindeki akıl dışı sözüyle ifade etmiştir. Oysa elbette öd sıvısı bir
maddedir, ama düşüncenin madde olduğunu gösterecek hiçbir kanıt yoktur.
İndirgemecilik bir mantık yürütmedir. Ancak bir mantık yürütme doğru temellere de
dayanabilir, yanlış temellere de. Bu nedenle bizim için şu anda önemli olan soru şudur:
Materyalizmin temel mantığı olan indirgemecilik, bilimsel verilerle karşılaştırıldığında ortaya
hangi sonuç çıkar?
19.
yüzyılın materyalist bilim adamları ya da düşünürleri, bu soruya kolaylıkla bilim
indirgemeciliği doğrular cevabının verilebileceğini sanıyorlardı. Ama 20. yüzyıl bilimi, ortaya
çok farklı bir gerçek çıkarmıştır.
Bu gerçek, doğada var olan ve asla maddeye indirgenemeyecek olan bilgidir.
DNA, Sadece Nükleik Asitlerin Diziliminden İbaret Değildir; Bilgi İçerir
Canlıların DNA'larında son derecede kapsamlı bir bilgi olduğuna önceki bölümlerde
değinmiştik. Milimetrenin yüz binde biri kadar küçük bir yerde, bir canlı bedeninin bütün
fiziksel detaylarını tarif eden, adeta bir bilgi bankası vardır. Bunun yanı sıra, canlı vücudunda
bir de bu bilgiyi okuyan, yorumlayan ve buna göre üretim yapan bir sistem bulunur. Bütün
canlı hücrelerinde, DNA'da bulunan bilgi, çeşitli enzimler tarafından okunur ve bu bilgiye
göre protein üretilir. Vücudumuzda her saniye, gerekli yer için, gerekli türde milyonlarca
protein üretilmesi bu sistemle gerçekleşir. Bu sistem sayesinde, ölen göz hücrelerimiz yine
göz hücreleri, kan hücrelerimiz yine kan hücreleri ile yenilenirler.
Bu noktada materyalizmin iddiasını düşünelim: Acaba DNA'daki bilgi, materyalistlerin
iddia ettiği gibi, maddeye indirgenebilir mi? Ya da bir başka deyişle, DNA'nın sadece bir
madde yığını olduğu ve içerdiği bilginin de maddenin rastgele etkileşimleri ile ortaya çıktığı
kabul edilebilir mi?
20. yüzyılda yapılan bütün bilimsel araştırmalar, deney sonuçları ve gözlemler, bu soruya
kesinlikle hayır cevabı verilmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü hayat kesinlikle sadece
maddeden ibaret değildir. Önde gelen bilgi teorisyeni ve biyofizikçi Hubert Yockey, Tüm
mesajlar gibi yaşamın mesajı (genetik kod) da madde-dışıdır, ama bit ve baytlar halinde
ölçülebilen bilgi içeriğine sahiptir. derken, bilim adamı Dean Overman bu konuda şunları
söylemektedir:
Genetik kodun içerdiği bilgi, tüm bilgi veya mesajlarda olduğu gibi, maddeden yapılmış
değildir. Anlam, kodun sembolleri veya alfabesinden kaynaklanan bir özellik değildir.
Genetik koddaki mesaj veya anlam madde-dışıdır ve fiziksel veya kimyasal özelliklere
indirgenemez; materyalizm genetik koddaki anlamı açıklamaz.134
Profesör Phillip Johnson ise konu ile ilgili şunları dile getirmektedir:
Öncelikle, hayat yalnızca maddeden oluşmaz, ancak madde ve bilgiden oluşur. İkinci
olarak, bilgi maddeye indirgenemez, fakat maddenin tamamıyla farklı bir türüdür. Bu yüzden
bir hayat teorisi yalnızca maddenin kökenini değil, aynı zamanda bilginin bağımsız kökenini
de açıklayabilmelidir. Üçüncü olarak, bir kitap ya da biyolojik bir hücrenin içerisinde bulunan
belirtilmiş bilgi türü, tesadüfle ya da fiziksel ve kimyasal yasaların yönlendirmesiyle
üretilemez.
Bilgi teorisyeni Prof. Werner Gitt de, In The Beginning Was Information (Başlangıçta Bilgi
Vardı) adlı kitabında, canlılığın sadece madde ile açıklanamayacağını şöyle ifade etmektedir:
Madde ve enerji yaşamın başlıca gereklilikleridir, fakat bunlar canlı ve cansız sistemlerin
ayırt edilmesi için kullanılamazlar. Tüm canlı varlıkların ortak özelliği içerdikleri bilgidir ve
bu bilgi tüm yaşam süreçleri ile bağlantılı üretimleri düzenler. Bilginin aktarılması ise tüm
yaşayan canlılarda önemli bir rol oynar. Örneğin bir böcek bir çiçekten diğerine polen
taşırken, bu öncelikle bir bilgi taşınması işlemidir (genetik bilgi aktarılır); buna dahil olan
gerçek materyal ise önemli değildir. Bilgi yaşam için gerekli olmasına rağmen, bilgi tek
başına yaşamın tamamını tarif etmek için yeterli değildir.136
Genetik kodun madde-dışı bilgi içermesi, genetik kodla ilgili hayali evrim senaryolarının
daha en baştan geçersiz olduğunu gösterir. Çünkü bu senaryolar en baştan, maddenin kendi
kendini organize ederek, genetik bilgiyi ve kodu meydana getirdiği ön kabulüne dayanır.
Ancak maddenin, kendi kendine kod üretmesi mümkün olmadığından dolayı, genetik kodla
ilgili tüm materyalist açıklamalar da anlamsızdır.
Ayrıca DNA'daki genetik harflerin dizilimi, yaşam için hayati önemdedir. Tek başına bir
anlam taşımayan nükleotidler, özel bir dizilimle dizilerek, anlamlı bilgiler taşıyan genleri
meydana getirirler. DNA, içerdiği bu anlamlı bilgiyle, doğada görülen diğer yapılardan
belirgin şekilde ayrılır. Profesör Phillip Johnson DNA'nın bu özelliğinden şöyle
bahsetmektedir:
... Nasıl ki bir bilgisayar programı ya da bir kitap için önemli olan, bilginin kaydedildiği
fiziksel ortam değil de, bizzat bilginin kendisidir; DNA ile ilgili önemli olan nokta da,
yazılımındaki kimyasal maddeler değil, bilgidir. Bu devasa büyüklükteki kompleks bilgi
mevcut olana dek, metabolizma çalışamaz ve çoğalma başlayamaz.
Johnson'nun yukarıdaki sözlerinde ifade ettiği gibi, kimyasal maddelerin rastgele yan yana
gelmesi, canlıların yaşaması ve çoğalması için gerekli şartları oluşturmaz. Kimyasal
maddeler, ancak DNA'daki gibi çok kapsamlı ve anlamlı bir bilgiyi oluşturacak şekilde yan
yana getirilmelidir. Böylesine büyük bir iradeyi atomlarda, moleküllerde aramak mümkün
değildir. Bu bilginin kaynağı, herşeyin bilgisine sahip olan, yerde ve
gökte olan herşeyi yaratan Yüce Allah'tır. Ünlü teorik fizikçi Paul Davies, genetik bilginin
anlam bakımından değerini şöyle anlatmaktadır:
... biyolojik bilginin ayırt edici bir özelliği, anlamla dolu olmasıdır. DNA işlevsel bir
organizma inşa etmek için gerekli bilgileri depolar; önceden belirlenmiş, özel bir ürün için bir
algoritma (izlenen yol) veya karbon kopyadır (tıpkısının aynısıdır)... genler kesinlikle bir şey
kodlar ve sembolize eder... Burada gerçek gizem olan şey, bilginin sadece varoluşu değil,
kalitesidir aslında.
Paul Davies'in genetik bilginin kökenini gizem olarak ifade etmesinin sebebi, DNA'daki
bilgiye materyalist bir açıklama getirilememesidir. Ancak materyalizm, bugün yaratılış
gerçeği karşısında, bir kez daha yıkılmıştır. 20. yüzyılın önemli bilim filozoflarından
kimyager Michael Polanyi ise, DNA'daki bilgi aktarımının da maddesel bir açıklaması
olamayacağını ifade etmektedir:
Bir DNA molekülü, gelişmekte olan bir hücreye bilgi nakleder. Benzer şekilde, bir kitap
da bilgi nakleder. Ancak bilginin nakli, kimyasal veya fiziksel ilkelere göre açıklanamaz.
Diğer bir deyişle, kitabın işleyişi kimyasal terimlere indirgenemez. DNA, genetik bilginin
nakliyle işlediği için, DNA'nın işlevi de kimya kanunlarıyla açıklanamaz.
Teorik fizikçi profesör Jacob D. Bekenstein, Scientific American dergisinde yayınlanan
Holografik Evrendeki Bilgi adlı makalesinde bilginin önemini şu sözlerle dile getirmektedir:
Fiziksel dünyanın nelerden meydana geldiğini herhangi bir kişiye sorarsanız, size
muhtemelen madde ve enerji denecektir. Ancak eğer mühendislikten, biyolojiden ve fizikten
bir şey öğrendiysek, bilgi çok önemli bir unsurdur. Otomobil fabrikasındaki robot, metal ve
plastikten oluşur; fakat hangi parçayı neye kaynak yapacağını vs. söyleyen, çok sayıda talimat
olmadan, faydalı bir şey yapamaz. Vücudunuzdaki hücre içinde, bir ribozom, amino asit yapı
taşlarından oluşur ve ATP'nin ADP'ye dönüşümünden ortaya çıkan enerjiden güç bulur. Fakat
hücre çekirdeğindeki DNA'dan alınan bilgi olmadan protein sentezleyemez. Aynı şekilde,
fizikte bir yüzyıllık gelişmeler, bize bilginin fiziksel sistemlerde ve süreçlerde çok önemli bir
unsur olduğunu öğretmiştir.140
Evrimcilerin yazılarına baktığımızda, kimi zaman evrim teorisinin, canlılardaki bilgi
karşısında açmazda olduğunu, itiraf ettiklerini görürüz. Bu konudaki açık sözlü otoritelerden
biri, Fransız zoolog Pierre-P. Grasse'dir. Grasse materyalist ve evrimci olmasına rağmen,
Darwinist teoriyi geçersiz kılan en önemli gerçeğin, hayatı oluşturan bilgi olduğunu kabul
etmektedir:
Herhangi bir canlı organizma, inanılmaz derecede büyük bir akıl içerir. Bu, insanların en
büyük mimari eserleri olan katedralleri inşa etmek için kullandıklarından, çok daha büyük bir
akıldır. Bugün bu akla bilgi (enformasyon) diyoruz, ama anlam hala aynıdır. Bu bilgi bir
bilgisayarda programlanmamıştır, ama bilgisayardakinden çok daha dar bir yere, DNA'daki
kromozomlara ya da her hücredeki farklı organellere sıkıştırılmıştır. Bu akıl, hayatın olmazsa
olmaz şartıdır. Peki ama bunun kaynağı nedir?... Bu hem biyologları hem de filozofları
ilgilendiren bir sorudur ve bilim bunu asla çözemeyecek gibi durmaktadır.141
Pierre-P. Grasse'nin, bilimin bu soruyu asla çözemeyecek gibi durduğunu söylemesinin
nedeni, materyalist olmayan hiçbir açıklamayı bilimsel saymak istemeyişidir. Oysa bizzat
bilimin kendisi, materyalist felsefenin varsayımlarını geçersiz kılmakta ve bir Yaratıcı'nın
varlığını ispatlamaktadır. Grasse ya da diğer materyalist bilim adamları, bu gerçek karşısında
ya gözlerini kaparlar ya da bilim bunu açıklayamıyor derler.
Çünkü önce materyalist, sonra bilim adamıdırlar ve bilim aksini ispat etse de, materyalizme
inanmaya devam etmektedirler.
DNA ile ilgili bu çarpıcı gerçek - genetik bilginin, madde ve enerjiyle ya da doğa kanunları
ile kesinlikle açıklanamaz oluşu- evrim teorisinin önünde, yıkılmaz bir duvar olarak durmaya
devam edecektir. Alman Federal Fizik ve Teknoloji Enstitüsü'nün yöneticisi Prof. Dr. Werner
Gitt, bu konuda şunları söyler:
... Bilgi, herşeyin esasında bulunan bir kavram olduğu için, maddenin özelliği olamaz, bu
nedenle kökeni de maddesel bir süreçle açıklanamaz... Bilginin esas niceliği, maddesel
olmayan (zihinsel) bir mevcudiyettir. Maddenin bir özelliği değildir, bu nedenle salt maddesel
süreçler temelde bilginin kaynağı olarak kabul edilmezler... Maddenin bilgi ortaya
çıkarabilmesini sağlayacak hiçbir bilinen doğa kanunu, fiziksel süreç ya da maddesel olay
yoktur...
Werner Gitt bir diğer sözünde ise, bilginin ancak yaratılarak var olabileceğini ifade
etmektedir:
Biyolojik bilgi... çok yüksek saklama yoğunluğu olduğu için, diğer sistemlerden farklıdır
ve bu nedenle inanılmaz derecede usta kavramlar içerir... Yaşayan organizmalarda mevcut
bilginin, akıllı bir kaynağa ihtiyaç duyduğu açıktır. İnsan bu kaynak olamaz ve bundan dolayı
tek ihtimal, bunların bir Yaratıcısı olduğudur.143
Werner Gitt'in sözleri, aynı zamanda, son 20-30 yıl içinde gelişen ve termodinamiğin bir
parçası olarak kabul edilen Bilgi Teorisinin vardığı sonuçlardır. Bilgi teorisi, evrendeki
bilginin yapısını ve kökenini araştırır. Bilgi teorisyenlerinin uzun araştırmaları sayesinde
varılan sonuç ise şudur: Bilgi, maddeden ayrı bir şeydir. Maddeye asla indirgenemez. Bilginin
ve maddenin kaynağı ayrı ayrı araştırılmalıdır.
DNA'daki bilginin kaynağı ise materyalistler için asla aşılamaz bir çıkmazdır. DNA
molekülünde kodlanmış bilginin kökeninin, herhangi bir doğal mekanizma ile açıklanması
mümkün değildir. Tüm gözlem, deney ve deneyimler, bilginin ancak bilinçli bir varlıktan
geldiğini göstermektedir. DNA'daki bilgi ise, tüm canlılığı yaratan Yüce Allah'ın eseridir.
Kuran'da Rabbimiz'in yaratma sanatı ve sonsuz kudreti şu şekilde açıklanır:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse
O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün
gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 102-103)
Doğadaki Bilginin Kaynağı
Bilimin ortaya çıkardığı bu sonucu doğaya uyarladığımızda ise, çok önemli bir sonuçla
karşılaşırız. Çünkü doğa, DNA örneğinde olduğu gibi, muazzam bir bilgiyle doludur ve bu
bilgi maddeye indirgenemeyeceğine göre, madde-ötesi bir kaynaktan gelmektedir.
Evrim teorisinin günümüzdeki en önde gelen savunucularından biri olan George C.
Williams, çoğu materyalistin ve evrimcinin görmek istemediği bu gerçeği kabul eder.
Williams, materyalizmi uzun yıllar boyu katı bir biçimde savunmuştur, ama 1995 tarihli bir
yazısında, herşeyin madde olduğunu varsayan materyalist (indirgemeci) yaklaşımın
yanlışlığını şöyle ifade etmektedir:
Evrimci biyologlar, iki farklı alan üzerinde çalışmakta olduklarını şimdiye kadar fark
edemediler; bu iki alan madde ve bilgidir... Bu iki alan, indirgemecilik olarak bildiğimiz
formülle asla biraraya getirilemezler... Bu durum, bilginin ve maddenin varoluşun iki farklı
alanı olduğunu göstermektedir ve
bu iki farklı alanın kökeni de ayrı ayrı araştırılmalıdır. Genler, birer maddesel obje
olmaktan çok, birer bilgi paketçiğidir... Biyolojide genler, genotipler ve gen havuzları gibi
kavramlardan söz ettiğinizde, bilgi hakkında konuşmuş olursunuz, fiziksel objeler hakkında
değil...144
20. yüzyılda bilim DNA'daki bilginin, materyalistlerin iddia ettiği gibi, maddeye
indirgenemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla, doğadaki bilginin kaynağı da,
materyalistlerin sandığının aksine maddenin kendisi olamaz. Bilginin kaynağı madde değil,
madde-ötesi üstün bir Akıl'dır. Bu Akıl, maddeden önce vardır. Madde O'nunla var olmuş,
O'nunla şekil bulmuş ve düzenlenmiştir. Bu aklın sahibi tüm alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Canlılığın kökeninde yer alan bu olağanüstü bilgi, materyalist felsefeyi çökertirken, alemlerin
Rabbi olan Allah'ın apaçık varlığına sayısız deliller sunmaktadır.
11. BÖLÜM
Darwinizm'in DNA İle İlgili Yanılgılarından Bazıları
Kimi bilim adamları, bilimin gelişmesine katkıda bulunmaktan çok, evrim teorisini ayakta
tutmak amacıyla emek ve zaman harcamaktadırlar. Darwinizm'i en baştan bir dogma olarak
kabul ettikleri için, yaptıkları bilimsel araştırmalarda da yanlış sonuçlara yönelmektedirler.
Nitekim moleküler biyoloji alanında evrim teorisine sözde deliller oluşturmak için, hiçbir
bilimsel değeri olmayan çeşitli kavramlar ve tezler ortaya atmaktadırlar. Üstelik bu tezler ya
da kavramlar, hiçbir bilimsel değerleri olmadığı halde, Darwinist medyada destek bulmakta
ve topluma birer gerçek gibi sunulmaktadır. Ancak gelişen bilim ve teknoloji, bu iddiaların
akıl dışılığını gözler önüne sermektedir. Materyalist dünya görüşünü ayakta tutma çabasından
kaynaklanan taraflı yorumlar, çarpıtmalar, tek yanlı haberler, Yüce Allah'ın heryeri sarıp
kuşatan ilmini, sanatını, aklını gizlemeye güç yetirememektedir. Kuran'da pek çok ayette
hakkın batıl üzerindeki üstünlüğü bildirilmektedir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
De ki: Şüphesiz Rabbim hakkı (batılın yerine veya dilediği kimsenin kalbine) koyar. O,
gaybleri bilendir. De ki: Hak geldi; batıl ise ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.
(Sebe Suresi, 48-49)
... Allah, batılı yok edip-ortadan kaldırır ve Kendi kelimeleriyle hakkı hak olarak pekiştirir
(gerçekleştirir). Çünkü O, sinelerin özünde olanı bilendir. (Şura Suresi, 24)
Allah, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı (hak olarak) Kendi kelimeleriyle
gerçekleştirecektir. (Yunus Suresi, 82)
Bu bölümde evrim teorisine destek olması hayaliyle ortaya atılan, sonuçsuz iddialardan
sadece birkaçına genel hatları yla yer vereceğiz:
Evrimci Cehaletin Bir Örneği: Hurda DNA Yanılgısı
İnsan Genomu Projesi ile birlikte şu ana dek yalnızca DNA'daki şifre dizilimi ortaya
çııkarılmış bulunmaktadır. Ancak bu şifrelerin insan vücudunda hangi fonksiyonları
belirledikleri birkaç gen dışında henüz bilinmemektedir. DNA zinciri üzerinde protein
kodlayan, diğer bir deyişle aktif olarak çalıştığı keşfedilen yaklaşık 30 bin gen bulunmaktadır.
Ancak bu miktar, insan DNA'sının yalnızca %3'ünü oluşturmaktadır. Geriye kalan uzun DNA
zincirinin ne işe yaradığı ise henüz bilinmemektedir.
İşte bu noktada evrimcilerin bu bilinmeyen üzerine bina ettikleri taraflı yorumları devreye
girmektedir. Darwinist bilim adamları söz konusu genlerin hiçbir amacı olmadığını, bunların
saçma ya da çöp, hurda dizilimlerden ibaret olduğunu öne sürerler. Milyonlarca yıllık hayali
evrim sürecinde bu bölgelerin artık işlevlerini yitirmiş genler olduklarını iddia ederler. Oysa
peşin hükümle öne sürülmüş bu iddia, bugün yeni bilimsel bulgular karşısında çürümüş
bulunmaktadır. Hurda DNA kavramı 5-6 yıl öncesine dek, bilim adamlarının fonksiyonlarını
bilmedikleri büyük DNA yığınlarına verdikleri isimdi. Gen olarak tanımlayamadıkları bu çok
uzun dizilimlere, o an için junk DNA (hurda/çöp/boş DNA) diyorlardı. Ancak iddiaların
tersine, işe yaramadığı öne sürülen bölümlerin, aslında hayati fonksiyonları yönettikleri,
çalışan
kısımların tamirinde kritik önemleri olduğu ortaya çıkmıştır.145 Kaldı ki genetik bilimi
DNA'nın işlevlerini tanımlamada henüz emekleme safhasındadır.
13 Mayıs 2002 tarihli Nature Genetics dergisinde yayınlanan bir makalede, Dr. John V.
Moran ve ekibi hurda DNA'nın hareketli parçalarının, genom için tamir servisi sağlayan DNA
parçaları olduğunu bildirdiler.146 Bunlar genom etrafında hareket edebilir ve kelime işlemi
sırasında kopyala yapıştıra benzer bir işlem yaparak kendilerinin kopyasını üretirler. Bu
özellik DNA'nın çift olan sarmalı ayrılmaya başladığında son derece faydalıdır. Çifte sarmal
hücreye kimyasallar bulaştığında ya da herhangi bir baskı olduğunda yarılır ve hücre ölümüne
sebep olabilir. Hurda DNA olduğu iddia edilen kısmın söz konusu parçaları genom içerisinde
dolaşırlar ve bu tür ayrılmaları tespit ederler; böyle bir şeye rastladıklarında kendilerini araya
sokarlar ve bu bölgeyi yeniden birleştirirler.
Zaman zaman evrimci kaynaklarda, canlılardaki bazı organların işlevsiz olduğu ileri
sürülmekte ve bunların o canlıların atalarından miras kalmış ancak artık kullanmadıkları
organlar olduğu iddia edilmektedir. Örneğin insan vücudundaki appendiks (apandisit) veya
kuyruk sokumu, yıllarca körelmiş organ sayılmıştır. Oysaki son yılların bilimsel araştırmaları,
tüm bu organların önemli işlevleri olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Evrimcilerin 20. yüzyıl
başında çıkardıkları körelmiş organlar listesi bugün tamamen çürümüş durumdadır. Evrimci
yazar S. R. Scadding'in ifadesiyle bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek
küçülmüş ve sonunda yok olmuştur. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek
Kökeni, Araştırma Yayıncılık) Aynı şekilde, evrimcilerin öne sürdükleri hurda DNA kavramı,
yani DNA'nın büyük bölümünün işe yaramaz olduğu iddiası da, yapılan yeni keşiflerle
çürütülmüştür.
İnsan Genomu Projesi ve diğer genetik çalışmalarla birlikte, genlerin protein üretimi
sırasında birbirleriyle devamlı bir etkileşim içinde oldukları ortaya çıktı. Bu üretim sırasında,
bir genin diğer DNA bölümlerinden bağımsız olarak çalışmadığı anlaşıldı. Bugün varılan
nokta göstermektedir ki, bir genin çalışması sırasında, özellikle protein kodlamaya başlama
aşamasında, genleri oluşturmayan DNA bölümlerinin o geni düzenlemesi söz konusudur. İşte
bu yüzden, araştırmaları yakından takip eden hiçbir bilim adamı, artık hurda DNA kavramına
itibar etmemektedir.
Aslında DNA'nın hurda olduğu idda edilen kısımlarının devamlı faaliyet halinde olduğu ve
henüz bilinmeyen farklı fonksiyonlara sahip olduğu evrimcilerin hoşuna gitmese de, uzun
süreden beri ifade edilen bir gerçekti. Science dergisinde 1994 yılında yayınlanan Hurda
DNA Kendi Dilinde mi Konuşuyor? başlıklı haberde,149 Harvard Tıp Fakültesi'ndeki
moleküler biyologlar ve Boston Üniversitesi'nden fizikçiler bu konuya açıklık
kazandırmışlardı. Çeşitli canlılardan alınan, 50.000 baz çifti içeren 37 DNA dizilimi üzerinde
yaptıkları araştırmalar sonucu, insan DNA'sında %90 yer tutmakta olan sözde hurda DNA'nın
aslında özel bir dilde yazıldığını haber veriyorlardı. Yaptıkları testler, bu kısımlarda bir lisana
benzer özellikler bulunduğunu ortaya koymuştu. Bulguları ışığında, hurda denen DNA'nın hiç
de boş olmadığını bildirmişlerdi. Hurda DNA'daki Dilin İpuçları adlı makalede ise Boston
Üniversitesi'nden Eugene Stanley'in yaptığı çalışmalarla, DNA dizilimlerinde insan diline
benzer nitelikte bilgi içeren özellikler bulunduğu delillendirildi.150
DNA dizilerinin daha önce, %97'sinin hurda ve işe yaramaz olarak tanımlanmasının
nedenlerinden biri kuşkusuz ki bilgisizliktir. Cleveland Üniversitesi'nden evrimci bilim adamı
Evan Eichler bu durumu şöyle itiraf etmektedir:
Hurda DNA deyimi bizim bilgisizliğimizin yansımasından başka bir şey değil.151
Kendisi de bir evrimci olan Ernst Mayr da genler hakkındaki bilgilerinin yetersizliğine
şöyle değinmektedir:
Bilimi sınırlandıran ciddi bir unsur da ileri derecede kompleks sistemlerin işleyişini
açıklamadaki zorluktur... Aynı görüş, ileri derecede kompleks ve hala henüz anlaşılamamış
olan genetik bilginin düzenleyici mekanizmaları için de geçerlidir.
Scientific American dergisinin Kasım 2003 sayısında yayınlanan Görülmeyen Genom:
Hurdanın Arasındaki Cevherler adlı makalede de Avustralya, Queensland Üniversitesi'nde
Moleküler Biyobilim Enstitüsü'nün yöneticisi John S. Mattick'in şu sözlerine yer
verilmektedir:
Anlaşılmadığı için hurda olarak öne sürülen [genler]in, aslında insanın kompleksliğinin
temeli olduğu ortaya çıkabilir.153
Moleküler biyolog Prof. Mattick, intron denilen ve protein sentezine direkt olarak
katılmayan bu dizilimlerin önemi ile ilgili hatalı yorumlara şöyle değinmektedir:
Bunun [hurda DNA'nın] tüm anlamının farkına varılmaması... moleküler biyoloji
tarihindeki en büyük hatalardan biri olabilir.154
New Scientist dergisinin 19 Kasım 2005 tarihli bir haberinde ise, sözde hurda DNA'nın
öneminin, tahmin edilenden çok daha fazla olabileceğini şöyle dile getirilmektedir:
... olağanüstü bir şekilde, hurda DNA'nın genler kadar -değilse de daha fazlasıyla- önemli
olduğu ortaya çıkabilir... Hurda DNA'nın kaldırıldığı raflardan bu şekilde ortaya çıkarılmasını
sağlayan, onunla ilgili özel olan nedir? Genomların kıyaslanmasıyla bir delil ortaya
çıkmaktadır... Bilim adamlarının henüz çözemediği hayati bilgiyi kodluyor olabilir. Bu da,
daha fazla DNA, daha fazla bilgi saklama ve kompleks organizmalar üretme kapasitesi
demektir. Açık olan bir şey var. Genlerimizin haritasını çıkardığımıza göre, artık hurdalığı
keşfetmeye başlamanın zamanı geldi.155
İnsan Genomu Projesi'nin başında bulunan Dr. Francis Collins de, Hurda DNA olarak
adlandırılan kısımların zannedildiği gibi hurda olmadığını şöyle ifade etmektedir:
Uzun süredir genetik bilginin yüzde 95 kadarını hurda sayıp dikkate almadığımız için
sorun yaşıyordum, çünkü henüz ne işlevi olduğunu bilmiyorduk. Buna hurda denmesinin
nedeni de ne tür bir işlevi olduğunu hala keşfetmemiş olmamızdı. Fakat tüm genetik bilgi
önünüzde seriliyken bizim hurda diye adlandırdığımız malzemenin aslında gerçekten işe yarar
bir DNA dizilimi olduğunu anlıyorsunuz... Bu nedenle bence genetik bilgiden hurda terimi
atılmalıdır.156
Evrimci genetikçiler, hurda DNA olarak isimlendirdikleri kısımları, teorilerine zorlama bir
delil olarak göstermek istediler. Evrimcilerin bu kısımları hurda ifadesi ile önemsiz göstermek
istemeleri ve dogmatik evrim inançlarına uydurmaları, bilim adamlarının senelerce hurda
olarak ifade edilen kısımları incelemelerini engellemiştir. Science dergisinde bu durum şöyle
açıklanmaktadır:
Cazibesine rağmen, Hurda DNA kavramı, bilim adamlarını senelerce kodlamayan DNA'yı
incelemekten uzak tutmuştur. Genomlarla gelişigüzel ilgilenen küçük bir grup dışında, genom
çöplüğünü kim incelemek isterdi ki? Bununla birlikte, normal hayatta olduğu gibi, bilimde de,
boş vakti olan, alay edilme riski alan ve popüler olmayan alanları araştıranlar vardır. Onlar
sayesinde, hurda DNA görüşü, özellikle de tekrar eden kısımlar, 1990'ların başında
değişmeye başladı.
Evrim teorisinin bilimsel açmazlarını birçok çalışmasıyla ortaya koyan Dr. Paul Nelson ise,
Hurda Satıcısı Artık Hurda Satmıyor başlıklı makalesinde, hurda DNA kavramı için şu
açıklamayı yapmaktadır:
Carl Sagan, Shadows of Forgotten Ancestors (Unutulmuş Ataların Gölgeleri) isimli
kitabında, genetik hurdalığın, DNA'daki fazlalıkların, kekelemelerin (gereksiz tekrarlar) ve
kopya edilemez saçmalıkların, hayatın temelinde derin kusurlar bulunduğunu kanıtladığını
öne sürmüştü. Bu tür yorumlara biyoloji literatüründe sık rastlanır, ancak bu tür yorumlar
belki birkaç sene öncesine göre artık daha az yapılıyor. Neden mi? Çünkü artık genetikçiler,
genetik enkaz olarak bilinen kısımların fonksiyonlarını keşfediyorlar.158
Helen Pearson, Hurda DNA Hayati Bir Rol Ortaya Koyuyor: Anlaşılmayan Genetik
Dizilimler Vazgeçilmez Gözüküyor başlıklı makalesinde şöyle bildirmektedir:
Bilim adamları sır dolu, tüm omurgalıların hayatta kalmasında çok büyük öneme sahip
DNA parçalarından oluşan bir koleksiyon üzerinde bulmaca çözüyorlar. Fakat bunların
fonksiyonları tamamen bir bilinmeyen... bu parçalar hiçbir protein kodlamayan genomun
geniş bölümleri üzerinde bulunuyor. Bu kısımların varlığı, çoğunlukla hurda DNA ifadesiyle
önemsenmemiş bu alanların öneminin, bir kimsenin tahmininin çok ötesinde olabileceğine
dair gelişen delilleri artırıyor.159
Perlegen Bilimleri şirketinde, DNA'nın hurda olduğu öne sürülen kısımları inceleyen Dr.
Kelly A. Frazer, Bu [bulgular] insanların merakını uyandıracak. Bu insanları alıp götüren
türden şeyler. derken, Cambridge Broad Enstitüsü'nden genetikçi Kerstin Lindblad-Toh da
yapılan çalışmalar için Bunlar daha buzdağının tepesi. demektedir.160
Bu bulgulara rağmen evrimcilerin çoğu, amaçlarına uygun buldukları Hurda DNA
kavramını, son ana kadar savunmaya devam etmişlerdir. Evrimcilerin, iddialarına sözde delil
oluşturmak için kullandıkları hurda DNA kavramı da sona ermiştir. DNA üzerinde yapılan
yoğun araştırmalar, söz konusu DNA kısımlarının hayati öneme sahip olması dolayısıyla,
gerekli, faydalı DNA kısımları olduğunu ispatlamıştır. Böylece Darwinistlerin bir gafı daha
bilim literatürüne geçmiştir.
Mitokondriyel Havva Tezinin Geçersizliği
Hücrenin içinde proteinlerden oluşan mitokondri, aynı bir elektrik santrali gibi çalışır ve
hücrenin ihtiyacı olan enerjiyi üretir. Bu santrallerde, besinlerden elde edilen kimyasal
enerjiler, hücrenin kullanabileceği ATP denilen enerji paketlerine dönüştürülür. Hücre içinde
hayatı sağlayan bütün olaylar, mitokondrilerde üretilen, kullanıma hazır bu enerji paketleri
sayesinde gerçekleşir. DNA, hücre çekirdeğinde bulunmasının yanı sıra, enerji üretim
merkezleri olan bu mitokondrilerde de bulunur.
Mitokondrilerde, Mitokondriyal DNA (mtDNA) bulunur. Evrimciler, mitokondriyal
DNA'larının kalıtımsal olarak çeşitlenmesini, bir evrim olarak yorumlar ve bu varsayımı
moleküler saat ismini verdikleri bir başka varsayımla birleştirirler. 1965 yılında ortaya atılan
moleküler saat hipotezi, nükleotid ve proteinlerdeki dizilimde, zaman içinde sabit aralıklarla
değişimlerin yaşanacağını ileri sürmüştür. Bu teze dayanarak, mtDNA değişimleri analiz
edilen canlıların, ortak bir atadan ne zaman ayrıldıklarının bulunabileceği varsayılmıştır.
Ancak burada, mtDNA'da bulunan ve canlıları sabit zaman aralıklarında değişime uğratan,
bir tür saat mekanizmasının bulunduğu anlaşılmamalıdır. Bir canlının fosilleşen kemikleri,
çok çabuk dejenere olan DNA moleküllerini barındırmaz. Dolayısıyla DNA molekülüne
dayanarak doğa tarihinin incelenmesi söz konusu değildir. Bu analizler, evrimcilerin canlılar
tarihini, kendi varsayımlarına zorla uyarlama çabalarıdır.
Evrimciler, bu ön yargıdan hareketle mevcut evrim soyağacının hangi tarihte nerede
başladığını belirlemeye çalışmışlardır. Mitokondriyel DNA'daki çeşitlilik en çok Afrikalılarda
görüldüğü için, onların neslinin en eski olduğuna karar vermişlerdir. Bunun sonucunda
günümüzde yaşayan tüm insan ırklarının, 130.000 yıl önce Afrika'da yaşamış bir kadından
türediği, bu kadının da sözde evrimle ortaya çıkmış, Homo sapiens'in ilk temsilcisi olduğu
iddia edilmiştir.
Söz konusu kadınla ilgili tahminler mitokondriyel DNA analizlerine dayandırıldığı için, bu
hayali kadına mitokondriyel Havva ismi verilmektedir. Oysa bu çalışmada kullanılan metot,
tarafsız bilimsel gözle incelendiğinde, ilk insanlara ait tarih ya da coğrafi yer belirlemede
kullanılamayacağı kolayca görülecektir. Evrimcilerin dayandıkları varsayımlar, varlığı
kanıtlanamayan, deney ve gözlemle örneklendirilememiş olan iddialardır. Nitekim bu tezin
bilimsel bir değer taşımadığı, bugün evrim teorisini savunan pek çok bilim adamı tarafından
da kabul edilmektedir.
Ünlü Nature dergisinin editör kurulundan Henry Gee, Afrika Cenneti Üzerindeki
İstatistiksel Bulut adlı yazısında mitokondriyel DNA (mtDNA) çalışması sonuçlarını
saçmalık, anlamsız veri olarak değerlendirdi.161 Gee'nin yazısında mevcut 136 mtDNA serisi
ele alındığında, çizilen soy ağaçlarının sayısının 1 milyarı geçtiği bildiriliyordu. Yani yapılan
bu çalışmada, 1 milyar kadar tesadüfi soy ağacı görmezlikten gelinmiş, ancak şempanze ve
insanın sözde ortak evrimsel geçmişi olduğu varsayımına uygun olan tek soyağacı seçilmişti.
Herşeyden önce, tüm bu varsayımlar evrim teorisine hiçbir bilimsel kanıt
oluşturmamaktadır. Örneğin moleküler saat analizine göre, insanla şempanzenin 10 milyon yıl
önce birbirinden ayrılmış olması gerektiğini iddia eden bir evrimci, zaten bu çalışmasına iki
canlının evrimsel akraba olduğu inancına körü körüne bir bağlılıkla başlamıştır. Burada kısır
döngü içinde düşünmektedirler ve varsayımlar üzerine inşa edilen bu tip çalışmalar, vakit
kaybı olmaktan öteye geçememektedir.
Washington Üniversitesi'nden genetikçi Alan Templeton da, DNA serilerinden yola
çıkarak, insanın kökeni için bir tarih belirlemenin imkansız olduğunu belirtmiştir. Çünkü
DNA'lar insan toplulukları arasında oldukça fazla karışmıştır.162 Bu durum, matematiksel
olarak bakıldığında, soy ağacında tek bir insana ait mtDNA'yı ayırt etmenin imkansız olduğu
anlamına gelmektedir. En çarpıcı itiraf ise, bu tezin sahiplerine aittir. 1992 yılında çalışmayı
tekrarlayan ekipten Mark Stoneking (Pennsylvania Eyalet Üniversitesi), Science dergisine
yazdığı bir mektupta Afrikalı Havva iddiasının geçersiz olduğunu kabul etmiştir.163
Ayrıca mitokondriyel DNA analizi, mitokondrinin sadece anne tarafından aktarıldığı,
böylelikle mitokondriyal DNA parçalarındaki değişimlerin anne, anneanne, büyük anneanne
vs. kanalıyla en eski ataya kadar izlenebileceği kabul edilerek yapılır. Oysa mitokondrinin
sadece anne yoluyla aktarıldığı fikri artık bir efsaneden ibarettir. Çünkü mitokondrinin
babadan da aktarılabileceğini gösteren bilimsel bulgular ortaya çıkmıştır. Ünlü New Scientist
dergisinde Mitokondri hem Anneden hem de Babadan Aktarılabiliyor başlığıyla verilen
haberde, Danimarkalı bir hastanın, mitokondrilerini %90 oranında babasından aldığının
anlaşıldığı anlatılmaktadır. Bu durumda evrim senaryolarına destek olarak gösterilen tüm
mtDNA araştırmalarının, gerçekte bir anlam ifade etmediği ortaya çıkmaktadır. New Scientist
dergisinde bu durum şöyle aktarılmaktadır:
Evrim biyologları, türlerin birbirinden ayrılmasını, mitokondriyal DNA dizilerindeki
farklılıklardan yola çıkarak tarihlendiriyorlardı. Mitokondriyal DNA'nın çok nadiren de olsa
babadan aktarılması, çalışmalarının çoğunu geçersiz kılmaya yeterli olacaktır.164
Ünlü Nature dergisi evrimci bir yayın organı olmasına karşın bu bulguların mitokondriyel
DNA varsayımlarını haksız çıkardığını itiraf etmiştir:
Mitokondri aktarımında babadan geçen DNA ihtimali, tarih öncesi olayları
zamanlandırmada, insan mitokondriyel DNA'sından faydalanılan birçok evrimsel ve
moleküler antropolojik çalışmanın yeniden değerlendirilmesi anlamına gelebilir.165
Son olarak, Annals of Human Genetics dergisinde çıkan bir yazıda bugüne kadar basılmış
tüm mitokondriyel DNA analizlerinin yarısından çoğunun hatalı bulunduğu bildirilmiştir.166
Habere göre evrimcilerin başvurduğu mitokondriyel DNA veri bankaları, hatalı işlenmiş
bilgilere dayanıyordu. Peter Forster isimli araştırmacının ortaya çıkardığı bu durumu Nature
dergisi şöyle haber veriyordu:
Hatalar o kadar yaygın ki, genetikçiler insan popülasyonları ve evrim çalışmalarında
yanlış sonuçlara varabiliyorlar... evrim ağaçlarına yönelik hata-araştırma yöntemi, bu
hataların tahmin edilenden daha çok olduğunu ortaya koyuyor.167
Böylece Forster'ın bu tespitiyle birlikte, evrimcilerin çalışmalarında kullandıkları istatistiki
verilerin güvenilmezliği daha da pekişmiştir. Görüldüğü gibi günümüzde yaşayan insanların
genlerine bakıp, tamamen hatalı bir yöntemle sürdürülen ve sadece evrimci ön yargılarla
yorumlanan genetik analizler, evrime bir kanıt değildir. Mitokondriyel DNA analizlerinin
tutarsızlığını ispatlayan somut bilimsel kanıtlar, bu alandaki evrimci iddiaları boşa
çıkarmaktadır. Gerçekten yaşanmış bir evrim süreci olmadığı için, herkes kendine göre ayrı
bir senaryo kurgulamaktadır. Mitokondriyel Havva tezi de ağır darbeler alarak bilim tarihine
gömülmek üzere olan, evrim teorisini zorla ayakta tutma çabalarından biridir.
Bencil Gen, Bilinçli Gen İddialarının Geçersizliği
Darwinistlerin hayali iddialarından bir diğeri de bencil gen teorisi (gen seleksiyon
teorisi)dir. Söz konusu teoriye göre belirli gen türleri, hayatta kalabilme ve üremede daha iyi
olan canlılar yaparak ya da geliştirerek, kendi hayatta kalabilme olanaklarını artırmaktadırlar.
Bu yüzden kendi genlerini sonraki nesillere geçirmede daha iyi olan, bitki ve hayvan
üretebilen gen türlerinin, dünyaya hakim olacağı iddia edilmektedir.168
Teorinin geçersizliğine değinmeden evvel, teorinin ortaya atılış şeklini de belirtmekte fayda
vardır. Gen seleksiyonculuğu, felsefecilerin indirgemecilik (reductionism) olarak
adlandırdıkları mantık yürütmeye bir örnektir. İndirgemeciler, insan aklı da dahil olmak
üzere, herşeyin madde esasına indirgenebileceğini iddia etmektedirler. Ancak bir önceki
bölümde detaylı açıkladığımız gibi hayatın sadece maddeden ibaret olduğu iddiası açıkça bir
yanılgıdır. Dolayısıyla bu felsefeyi insana uyarlayan ve evrim teorisinin koyu bir savunucusu
olan Richard Dawkins'in iddiaları da yanlış, hatta saçmadır. Dawkinse göre: Biz hayatta
kalma makineleriyiz, genler olarak bilinen bencil molekülleri koruyabilmek için kör olarak
programlanmış robot araçlarız.169 Richard Dawkins, The Selfish Gene (Bencil Gen) adlı
kitabında, tüm canlıların aslında, bencil, çıkarcı ve sadece kendisini çoğaltarak varlığını
korumaya çalışan genlerden ibaret olduğunu ve hayatın tek amacının DNA'nın hayatta
kalması olduğunu ileri sürmektedir. Oysa bu iddia temelsiz ve son derece akıl dışı bir
varsayıma -genlerin bir aklı, bilinci ve hatta karakteri olduğu varsayımına- dayanmaktadır.
Bu, günümüzdeki materyalist indirgemeciliğin, ne denli hatalı sonuçlara vardırabileceğinin
bir göstergesidir.
Bu varsayımın saçmalığını görmek içinse, genlerin ne olduğunu hatırlamak yeterlidir:
Genler, birbirine eklenmiş ve özel bir katlama ve paketleme yöntemi ile sıkıştırılmış DNA
parçalarıdır. DNA ise detaylarına önceki bölümlerde değindiğimiz gibi, belirli bir şifreyi
içerecek biçimde birbirine eklenmiş uzun dev bir moleküldür. Elbette ki kör ve şuursuz
atomların biraraya gelmesiyle oluşan bir molekülün bencil olması,
kendisini üreme yoluyla çoğaltmayı hedeflemesi veya başka bir şekilde bilinçli bir amaca
sahip olması mümkün değildir. DNA, temelinde bir atomlar zinciridir ve hiçbir atom, akıl ve
bilince, özellikle de bencilliğe sahip değildir. Dolayısıyla Dawkins'in ortaya attığı bencil gen
tezi, akıl ve bilim dışı bir masaldan ibarettir.
Avustralyalı bilim adamı Lucy G. Sullivan, Dawkins'i, yazdıklarının, sahte-bilimsel
teorilerin palazlanmasına yol açtığı ve daha çok edebiyatın konusu olabilecek ilgi alanlarının
bilime girmesine sebep olduğu için eleştirmiştir. Harvard Üniversitesi'nden evrim genetikçisi
Richard Lewontin, Dawkins'i piyasada satan hikayelerinde doğrulanmamış veya gerçeğe
aykırı iddialara yer veren yazarlar arasında saymıştır:
Yeterli kanıta dayanmayan iddialar, bilim literatürünü, özellikle popüler bilim yazarlığı
literatürünü doldurmaktadır. Carl Sagan'ın bilimin popülerleşmesine katkıda bulunan en iyi
çağdaş yazarlar listesi,
E. O. Wilson, Lewis Thomas ve Richard Dawkins'i içermektedir, ki bunların her biri,
piyasada sattıkları hikayelerinin içinde, doğrulanmamış veya gerçeğe aykırı iddialara yer
vermişlerdir.
Bizzat Dawkins'in kendisi, yaptığının bir taraftarlık olduğunu, tezinin bilimsel bir tez
olmadığını itiraf etmekle, tüm bunları propaganda amaçlı olarak sürdürdüğünü de gözler
önüne sermektedir. The Extended Phenotype (Genişletilmiş Fenotip) isimli kitabının birinci
sayfasında şunları yazmaktadır:
Bu çalışmam, utanmazca bir taraftarlık. Hayvan ve bitkilere bakmak ve yaptıklarını neden
yaptıklarını merak etmek için belli bir yöntemi savunmak istiyorum. Taraftarlığını yaptığım
şey, yeni bir teori, doğrulanabilir veya yanlışlanabilir yeni bir hipotez ya da öngörüleriyle
değerlendirilebilir bir model de değil. 172
Evrimciler, insanın ruhunun varlığını kabul etmek istemedikleri için, insanı bir madde
yığınından ibaret görmekte, dolayısıyla bu madde yığınının bir yerine bir şekilde şuur
atfetmeye çalışmaktadırlar. Genlere şuur atfedecek kadar tutarsız bir iddia ileri sürmeleri ise,
ne kadar zor durumda kaldıklarının bir göstergesidir. Eskiden tahtadan veya taştan yapılma
putlarda akıl ve bilinç olduğunu zanneden putperestlerin yerini, günümüzde moleküllerde, bu
molekülleri oluşturan cansız atomlarda akıl ve bilinç olduğunu zanneden evrimciler almıştır.
Bu batıl inanışın sonucu olarak şiddet, cinsel taciz, tecavüz, saldırganlık, kıskançlık gibi
özelliklerin insanlara sözde hayvan atalarından miras kaldığı ve bu davranışların evrimin
doğal bir sonucu olduğu iddia edilmektedir. Bu iddianın temelinde ise, insanın genlerden
ibaret bir makine olduğu, genlerin ise sanki bilinçli bir varlık gibi sürekli olarak evrimleşme
ve hayatta kalma amacında olduğu şeklindeki evrimci bir batıl inanış yatmaktadır.
Nasıl ki bir kitabın bencil olması, kendisini üreme yoluyla çoğaltmayı hedeflemesi veya
herhangi bir şekilde bilince sahip olması mümkün değilse, aynı durum DNA için de
geçerlidir. Çünkü DNA, şuursuz ve cansız atomlardan oluşan bir molekül zinciridir ve hiçbir
molekül akıl ve bilince sahip değildir. Ayrıca İsrailli bilim adamı Gerald L. Schroeder,
hücrenin bölünerek DNA'sını aktarmasının, iddiaların aksine bencilce değil, fedakarane bir
davranış olduğuna dikkat çekmektedir:
Mayoz bölünmenin çözülemeyen yönlerinden biri de hücrenin fedakar doğasıdır. Bir
hücre neden kromozomal bilgisinin yarısından feragat edip, üretilecek hücrenin kendisinin
kopyası olamayacağını garantileyen bir anlaşmaya kendi isteğiyle katılsın ki? Ben bu
fedakarlığın öz-yıkıma işaret ettiğini düşünürüm. Zira bir ebeveynin kromozomlarını bir
diğerinin kromozomları ile karıştırması, ebeveyn
çocukta yeniden tam olarak hayat bulamayacağı için, bir anlamda öz-yıkımdır. Tamamen
bencil olan bir hücrenin bu konuda da bencil davranması hiç de şaşırtıcı bir şey olmazdı...
Bireyin mayoz bölünmeden hiçbir kazancı yoktur.
Dolayısıyla bencil gen iddiasının, gerçeklerle bir ilgisi yoktur ve iddia, hayalden öteye
gidememektedir. İnsanları hayvan olarak nitelendiren, bir insanı sadece genlerini taşımakla ve
bir sonraki nesle aktarmakla sorumlu bir robot gibi gören Darwinist düşünce, 20. yüzyılda
büyük bir artış gösteren şiddet olaylarının, soykırımların, zalimliklerin, ahlaki dejenerasyonun
da en büyük sorumlusu olmuştur. Çünkü bu tür bir bakış açısı, tüm zalimliklere,
saldırganlıklara, ahlaksızlığa sözde bilimsel bir meşruiyet kazandırmıştır. 20. yüzyılın en
büyük katliamlarını gerçekleştiren Hitler dahi, kendisine Darwinizm'i destek olarak
göstermiştir. Sözde üstün ırkın dışındaki ırkların yaşamalarına gerek görmeyen, onları
öldürmeyi hayvanları öldürmekle bir tutan Hitler'e, zalimliği ve saldırganlığı konusunda
destek veren yine Darwinizm olmuştur.
İnsanların genetik olarak saldırgan, acımasız, rekabetçi, bencil, katil olabileceğini savunan
Darwinizm, tüm suçları meşru göstermek için kullanılan bir safsatadır. Her insan Allah'ın
kendisine üflediği ruhu taşır ve kendisini yoktan var eden Rabbimiz'e karşı sorumludur.
Allah, Kuran'da kendisini başıboş zannedenlere yaratılışlarını ve ölümden sonra tekrar
dirileceklerini şöyle bildirmektedir:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir
damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen
içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse Allah,)
Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet Suresi, 36-40)
Sonuç
İdeolojik kaygılardan sıyrılıp, evrimcilerin taraflı yorumlarından bağımsız çalışan bir bilim,
kuşkusuz hızla gelişmeye başlayacaktır. Mantığın, aklın ve bilimin gösterdiği doğrultuda
gerçekler dikkate alınmış olsa, canlılığın kökeni, tesadüf11 safsatasına yönelmeden araştırılsa,
evrenin ve canlılığın nasıl var olduğu sorusuna en net ve hızlı cevabın alınması da mümkün
olacaktır. Böylece gerçek bilimin önü açılacak, bilimsel gelişmeler hız kazanacak, sahte
deliller sunmak için emek, zaman ve para harcanmayacak ve bilim, tesadüf gibi mantıksız,
çelişki dolu kavramları, safsataları savunmak gibi faydasız amaçlardan kurtulmuş olacaktır.
Bir ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte (Allah'a) teslim olanlar,
artık onlar 'gerçeği ve doğruyu' araştırıp-bulanlardır. (Cin Suresi, 14)
12. BÖLÜM
DNA Mucizesi Evrim Teorisini Nasıl Geçersiz Kılıyor?
Evrim teorisi moleküler düzeyde önemli bir açmazdadır. Canlılığın kökeni konusu, evrim
teorisi açısından paleontoloji, jeoloji, antropoloji gibi bilim dallarında olduğu gibi çok büyük
bir sorundur. Üstelik evrimcilerin sorunu yalnızca amino asit, protein gibi canlılığın yapı
taşları ile sınırlı değildir. Bunların da ötesinde asıl açmaz, canlı hücresinin olağanüstü
kompleks yapısındadır. Çünkü hücre, amino asit yapılı proteinlerden oluşmuş bir yığın değil,
insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı en kompleks sistemlerden biridir.
Darwinistlerin çıkmazı, evrim teorisini ayakta tutmak adına arkasında durdukları
varsayımlardan kaynaklanır. Darwinistlere göre ilk canlı mutlaka ilkel olmak zorundadır ve
doğru kimyasallar biraraya getirildiğinde hayat tesadüfen, kendiliğinden ortaya çıkabilmelidir.
İşte bu batıl inançlar, Darwinistleri, volkanik gazlar ve şimşekler DNA'yı ve sonra da hayatı
meydana getirdi! gibi bir masala inanmak zorunda bırakmıştır. Darwinistlere göre en ileri
teknoloji, en gelişmiş laboratuvar ve yüzyılların bilgi birikimi ile dahi bir benzeri
yapılamamış canlı hücrelerin milyonlarcası, tesadüf eseri biraraya gelerek son derece hayati
sorumluluklar taşıyan organları inşa etmişlerdir. Üstelik bu organlar da kusursuz bir
koordinasyon içinde çalışarak insan vücudunu oluşturmuş ve kendi kendilerine onu canlı
tutma sorumluluğu kazanmışlardır. Bu Darwinist hikayelerin bilimsel bir desteği olmadığı
gibi, akıl ve mantıkla da açıkça çelişmektedir. Kendisi de evrimci olan Fransız bilim adamı
Pierre Paul Grasse, içinde bulundukları çıkmaza şöyle dikkat çekmektedir:
... bazı insanlar taraflı oldukları için kasten gerçekleri görmezden gelirler ve kendi
inançlarının yetersizliklerini ve yanlışlığını inkar ederler.
İngiltere Salford Üniversitesi'nden Doç. L. R. Croft How Life Began (Hayat Nasıl Başladı)
adlı kitabında, evrimcilerin teorinin içinde bulunduğu açmazı nasıl önemsemediklerine şöyle
değinmektedir:
En temel sorulardan biri olan hayatın kökeni, evrimci sorgulamaların asıl çıkış noktasıdır.
Fakat yine de evrimciler bu soruya yeteri kadar önem vermezler... hayatın kökeni konusu
üzerinde pek durulmamıştır.
Darwin'in kendisi de bu konuyu hafife almıştır...
Darwinistler, moleküler düzeyde gerçekleştiği iddia edilen sözde evrimsel oluşumlardan
hiçbirisini ispatlayabilmiş değildir. Bilimin ilerlemesi ise bu sorulara cevap üretmek bir yana,
soruları evrimciler açısından daha da kompleks ve içinden çıkılamaz hale getirmiştir. Yapı ve
özellikleriyle DNA gibi bir molekülün, evrimcilerin öne sürdüğü gibi rastlantılar sonucu
oluşmasının ne derece mantık dışı olduğunu, ilerleyen satırlarda bilim adamlarının
açıklamalarında ve bizzat evrimcilerin itiraflarında göreceğiz.
Genetik Bilginin Kökeni, Bilim Adamları İçin Hala Bilinmeyendir
Hücrenin kompleks yapısının en kapsamlı bölümünü, genetik yapısını belirleyen DNA
oluşturmaktadır. Bilim adamları DNA'nın yapısı, şifrelenmesi hakkında yaptıkları uzun yılları
kapsayan araştırmalara, harcadıkları büyük servetlere karşın, daha yeni kayda değer bilgiler
edinmekteler. Ancak hücrenin genetik yapısındaki mükemmellik, halen büyük bir sır olma
özelliğini korumaktadır. DNA'nın kompleks yapısı, içerdiği hayati ve yüksek kapasitedeki
bilgi, hayatın oluşumunu tesadüflerle açıklamak isteyenleri çaresizliğe
sürükleyen konuların başında gelmektedir. Tanınmış bir evrimci olan biyokimyacı Leslie
Orgel bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etmektedir:
Genetik şifrenin kökeninin genel özelliklerini bile hala anlayabilmiş değiliz... Genetik
şifrenin kökeni, hayatın kökeni probleminin en şaşırtıcı yönüdür.176
Nükleer fizikçi Prof. Gerald Schroeder, DNA'daki kodlamanın nasıl gerçekleştiği
konusundaki bilgi yetersizliğine şöyle değinmektedir:
... Ve eğer fosil kayıtları bize doğruyu söylüyorsa, DNA'daki bilgiye dünyadaki hayatın en
ilk safhalarında dahi rastlanmaktadır. Bütün hayatın ortaya çıkmasına sebebiyet veren
kodlamanın nasıl gerçekleştiği ise, hala bilinmemektedir. Ortaya çıkardığı ürünün
kompleksliği düşünüldüğünde, bu muammanın boyutları daha iyi anlaşılmaktadır.
Ünlü bilim dergilerinden Science'ta yazar olan Jon Cohen ise, yayınlanan bir makalesinde
DNA'daki düzenli yapının mükemmelliğine şöyle değinmektedir:
Neden DNA ve RNA'daki şeker molekülleri, bilinen tüm canlılarda sağa doğru
sarılmaktadır? Benzer bir şekilde proteinleri oluşturan tüm amino asitler de, sola doğru bükük
olarak düzenlenmiştir. Bu moleküllerin neden böyle muntazam bir düzene sahip olduğu
bilinmemektedir, ama konu üzerinde yazılan teoriler az değildir. Konu Los Angeles'taki bir
toplantıda ele alındığında, konunun açıklığa kavuşması için gösterilen hırs ve istek hiç de az
değildi. Bu anlaşılabilir bir duyguydu; çünkü bu soru tüm bilimsel sırların temelinden
bahsetmekteydi; hayatın kökeni.
Almanya'daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Klaus
Dose, Hayatın Kökeni: Cevaptan Çok Soru Var adlı makalesinde, evrimcilerin içinde
bulunduğu çaresizliği itiraf edenlerden sadece biridir:
... hücrenin genetik bilgisinin kökeninin nereden kaynaklandığını bilmiyoruz, ilk kendisini
kopyalayabilen nükleik asitler nasıl evrimleşti ya da günümüz hücrelerindeki son derece
kompleks yapı fonksiyon ilişkisi nasıl var oldu?
Evrimci yayınlardan Nature dergisinin eski editörlerinden John Maddox da, Genetik
şifrenin kökeninin, hayatın kökeni gibi hala karanlıkta kaldığını görmek üzüntü verici.
demektedir. Ancak gerçekte genetik kodun kökeni belirsiz değil, aksine çok açıktır. Genetik
kod, Allah'ın yaratmasındaki mükemmelliği sergileyen örneklerden sadece biridir. Kuran'da
Allah'ın yaratması şöyle bildirilmektedir:
... Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık)
görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan)
umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Genetik Bilginin Kökeni Tesadüflerle Açıklanamaz
Evrimcilerin izahlarına baktığımızda, karşılaştığımız her mükemmelliği tesadüflerin ürünü
olarak açıklamaya çalıştıklarını görürüz. Hücrenin kompleks yapısı da evrimciler için
tesadüflerin üstün bir başarısı (!), isabetli seçimlerinin (!) bir sonucudur. Darwinistler
herşeyin yaratıcısı kabul ettikleri tesadüfün ne olduğunu düşünmeksizin, bu belirsizliğin ilk
hücreyi oluşturduğunu varsayarlar ve bütün teorilerini bu hücre üzerine
kurarlar. Ancak değil hücre, en basit organizma bile evrimcilerin varsaydığı gibi tesadüfen
olamaz. Londra Üniversitesi'nden hücre biyoloğu Dr. Ambrose, bu imkansızlığı şöyle ifade
etmektedir:
En basit tek hücreli kompleks organizma bile, o kadar kompleks DNA zincirlerine sahiptir
ki, bu düzenlemenin olasılığı 102.000.000 (birin arkasında 2 milyon sıfırla ifade edilir) da bir
gibi hayal edilemeyecek bir ihtimale sahiptir.
Matematik bilimi bugün DNA'da yazılı bilgilerin oluşumunda tesadüfe yer olmadığını
kanıtlamaktadır. Değil milyonlarca basamaktan oluşan DNA molekülünün, DNA'yı oluşturan
30.000 genden tek bir tanesinin bile tesadüfen oluşabilme ihtimali, imkansız tanımının dahi
zayıf kaldığı bir durumdur. Evrimci bir biyolog olan Frank B. Salisbury bu imkansızlıkla ilgili
olarak şunları söylemektedir:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden
DNA zincirinde ise, yaklaşık 1.000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit
nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1.000 nükleotidlik bir dizi, 4 üzeri 1000 farklı şekilde
olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının
çok ötesindedir. 41000'de 1, küçük bir logaritma hesabı sonucunda, 10600'de
1 anlamına gelir. Bu sayı 10'un yanına 600 sıfır eklenmesiyle elde edilir. 10'un yanında 12
tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 600 tane sıfırlı bir rakamın gerçekten de kavranması pek
mümkün değildir.
Dolayısıyla ortamda bütün gerekli nükleotidlerin bulunduğunu, bunların aralarında
bağlanması için gereken bütün kompleks moleküllerin ve bağlayıcı enzimlerin hepsinin hazır
olduğunu farz etsek bile, bu nükleotidlerin istenen sırada dizilmesi ihtimali 10 üzeri 600'de 1
ihtimal demektir. Kısaca insan vücudundaki ortalama bir proteinin DNA'daki şifresinin
tesadüf eseri kendi kendine oluşma ihtimali, 10'un yanında 600 tane sıfır olan sayıda 1'dir. Bu
astronomik olmanın da ötesindeki sayı ise, pratik olarak 0 ihtimal anlamına gelir. Darwin Was
Wrong: A Study in Probabilities (Darwin Hatalıydı: Olasılıklar İçinde Bir İnceleme) adlı
kitabın yazarı I. L. Cohen de, genetik bilginin tesadüf eseri ortaya çıkmış olamayacağını şöyle
açıklamaktadır:
Matematikçiler 1050'nin ötesinde herhangi bir rakamın istatistik olarak meydana gelme
olasılığını sıfır olarak kabul ediyorlar. En küçük tek hücreli bakteri de dahil olmak üzere
bildiğimiz herhangi bir tür, 100 veya 1.000'den çok daha fazla nükleotide sahip. Aslında tek
hücreli bakterinin belirli bir dizilime sahip 3.000.000 kadar nükleotidi bulunuyor. Bu da
bilinen herhangi türde bir canlının rastgele tesadüfler ya da rastgele mutasyonlar (evrimcilerin
en sevdiği ifade) sonucu meydana gelme olasılığı olmadığını gösteriyor.183
Nükleotidlerin tesadüfen biraraya gelerek RNA ve DNA'yı oluşturmalarının imkansızlığını,
evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger de şöyle ifade etmektedir:
Rastgele kimyasal olaylar sayesinde, nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı
konusunda, bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek
nükleotidlerin üretilmesi ... ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanmaları. İşte
bu ikincisi, olanaksızdır.
Bu imkansızlığı çok basitleştirilmiş şöyle bir örnek üzerinden düşünebiliriz. Odadaki bir
patlama sonucu ortaya edebi bir eserin, üstelik de sayfaları ciltlenmiş olarak çıkmayacağı
açıktır. Bunun tesadüfen kendiliğinden oluştuğunu iddia eden bir kimse ile karşılaşsanız, ilk
olarak bu kişinin aklından şüphe edersiniz. Ancak evrimcilerin tesadüflerin başardığını iddia
ettikleri şey, bu örnekteki imkansızlıktan çok daha büyüktür. Ancak tesadüf iddialarının her
türlü mantıksızlığına ve imkansızlığına rağmen, Darwin'in mirasına körü körüne bir sadakat
içinde olanlar, tesadüfler yine de bunu başarır demektedirler. Evrim teorisinin geçersizliğini
anlatan Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabın yazarı, ünlü
moleküler biyolog Profesör Michael Denton, işte bu benzersiz mükemmelliği tesadüflere
dayandırmak isteyenlere karşı duyduğu hayreti şöyle ifade etmektedir:
Genel evrim için gerekli olan tesadüfi yapısal ayarlamalar, mantıksal felaketlerdir.
Yalnızca birkaç yüz kelimeden oluşan bir metni tesadüfen gramer kurallarına uygun olarak
üretme ihtimalinin yok denecek kadar küçük olduğunu söylemek, olayın önemini olduğundan
daha düşük göstermektir. Bu tür herhangi bir dizilim, aklın varlığını göstermektedir...
Tesadüfi süreçlerin gerçekliğine ya da tesadüflerin, insan aklının ürettiği herhangi bir şeyden
çok daha kompleks olan işlevsel bir protein ya da genin, en küçük parçasını
oluşturabileceğine gerçekten inanılabilir mi?
Prof. Michael Denton, Darwinistler'in bu akıl dışı inancını bir başka sözünde ise şöyle
anlatmaktadır:
Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi)
bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eş değerdir.
Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen,
emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç
sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist,
bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder!186
Cambridge Üniversitesi'nden felsefeci Dr. Stephen C. Meyer de, hayatın kökeni ile ilgili
tesadüfe dayalı açıklamaların, itibar edilecek türden olmadıklarını şöyle ifade etmektedir:
Hayatın kökeni dışındaki biyoloji sahalarında hala biyolojik bilginin kökeni için tesadüf,
nedensel bir açıklama olarak kabul edilebilir, fakat bunu birkaç araştırmacı dışında kimse
ciddiyetle desteklemiyor. 1950'li ve 1960'lı yıllarda moleküler biyologlar, proteinlerin ve
nükleik asitlerin dizilimlerindeki kendine has özelliği takdir etmeye başladıklarından beri,
işlevsel proteinleri ve nükleik asitleri tesadüfi olarak oluşturma olasılığı hesaplanmıştır. İlkel
koşulların avantajlı olduğu varsayılsa bile (gerçekçi ya da değil)... biyolojik
makromoleküllerin yararlı dizilime tesadüfen sahip olma ihtimali, Ilya Prigogine'nin
kelimeleriyle, yok denecek kadar az... hatta... milyarlarca yıllık zaman ölçeğinde bile.
Bu ihtimallerin imkansızlığını evrimciler de bilmelerine rağmen, gerçekler karşısında
direnmektedirler. Bu gerçek; DNA'nın yapısındaki komplekslik ve mükemmelliğin ancak
üstün bilgi ve akıl sahibi bir Yaratıcının -Yüce Rabbimizin- varlığıyla açıklanabileceğidir. Bir
ayette şöyle bildirilmektedir:
Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz.
(Bakara Suresi, 42) DNA'nın Varlığı Tek Başına Hiçbir İşe Yaramaz
Genetik sistem yalnızca DNA'dan ibaret değildir. DNA'dan bu şifreyi okuyacak enzimler,
bu şifrelerin okunmasıyla üretilecek mesajcı RNA, mesajcı RNA'nın bu şifreyle gidip üretim
için üzerine bağlanacağı ribozom, ribozoma üretimde kullanılacak amino asitleri taşıyacak bir
taşıyıcı RNA ve bunlar gibi sayısız ara işlemleri sağlayan son derece kompleks enzimlerin de
aynı ortamda bulunması gerekir. Ayrıca böyle bir ortam, ancak hücre gibi, gerekli tüm
hammadde ve enerji imkanlarının bulunduğu, her yönden izole edilmiş ve tamamen kontrollü
bir ortamdan başkası olamaz...
Sonuçta bir organik madde, ancak bütün organelleriyle birlikte tam teşekküllü bir hücre
olarak var olduğu takdirde kendini çoğaltabilir. Bu da hücrenin, olağanüstü derecedeki
kompleks yapısıyla, bir anda var olması anlamına gelmektedir. Nobel ödüllü Fransız biyolog
Jacques Monod, Chance and Necessity (Tesadüf ve Gereklilik) adlı kitabında bu konuyu
şöyle açıklamaktadır:
Modern hücrede genetik bilginin okunması için faaliyette bulunan mekanizmada, en az
elli makromolekül bileşen bulunuyor. Fakat bunların kendisi de DNA'da şifrelenmiş: şifre,
okuma sonucunda elde edilen ürünler olmaksızın okunamıyor. Bu, omne vivium ex ovo
[Bütün hayat bir
yumurtadan gelir şeklindeki Latin atasözü] ifadesinin çağdaş yorumu. Bu döngü ne zaman
kapandı?
Hayal etmesi gerçekten zor.
Bir başka Nobel ödülü sahibi olan Fransız bilim adamı Andre Lwoff da, hücre içindeki her
molekülün birbirleri ile bağlantılı çalışan bir bütünün parçası olduklarını ifade etmektedir:
Bir organizma, birbiriyle bağlantılı yapıların ve fonksiyonların oluşturduğu bir sistemdir.
Hücrelerden oluşur ve hücreler de kusursuzca iş birliği yapan moleküllerden yapılmıştır. Her
molekül, diğerlerinin ne yaptığını bilmelidir. Mesajları alabilmeli ve onlara göre hareket
edebilmelidir.
Olasılık hesapları, proteinler ve nükleik asitler (RNA ve DNA) gibi kompleks moleküllerin
tek tek tesadüfen oluşmalarının imkansız olduğunu göstermektedir. Ancak evrimciler için
daha da büyük sorun, yaşam için bu kompleks moleküllerin hepsinin aynı anda ve birarada
bulunması zorunluluğudur. Bu gerçek karşısında evrim teorisi tümüyle çaresizdir. Kimi
zaman bu konu evrimcilerin itiraflarında da yer almaktadır. Bunlardan biri, çeşitli alanlarda
profesörlük yapan Indiana Üniversitesi'nden Douglas R. Hofstadter'dir:
Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA
molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık
ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor.190
Aynı gerçek, evrimci görüşlere sahip 20. yüzyıl bilim felsefecilerinden Prof. Karl Raimund
Popper tarafından da kabul edilir. Prof. Popper bu açmazı şöyle tarif etmektedir:
Genetik kodun kökeni ile ilgili problem sadece bundan ibaret değildir. Kodun var olması
demek bu bilgiyi almak ve kullanmak anlamına gelir; aksi takdirde DNA içinde kayıtlı olan
bilgi gereksiz olurdu. Bilgiyi almak ve kullanmanın anlamı ise, enzim ve ribozomların bilgiyi
kopyalaması ve tercüme etmesidir. Hücre, bu enzim ve ribozomları yapması gerektiğini
nereden biliyordu? Cevap: genetik kodda kayıtlı olan bilgiden.191
Prof. Popper'ın dikkat çektiği gibi, hücrenin tüm yapı taşları, organellerine ait bilgiler,
DNA'da kayıtlı bulunmaktadır. Diğer taraftan DNA'daki bilginin kullanılması için söz konusu
yapı taşlarının, organellerin bulunması da zorunludur. Bu durum çok açık bir şekilde evrim
teorisinin aşamalı oluşum iddialarını çürütmektedir. Çünkü DNA'da kodlu bilgi olmadan söz
konusu organeller var olamaz; aynı şekilde söz konusu organeller var olmadan, DNA'da kodlu
bilgi kullanıma geçirilemez. Yani her ikisinin aynı anda var olması gerekmektedir.
Dolayısıyla ilkel hücreden kompleks hücreye geçiş iddiası hayalden ibarettir. Zoolog Prof.
David E. Green ve biyokimyacı Prof. Robert F. Goldberger, evrimci görüşlerine rağmen,
bilimsel bir yayındaki yazılarında şöyle belirtmektedirler:
İlkel hücrelerin, türlerin kökeni için başlangıç noktası olduğu konusundaki yaygın fikir
gerçekten de hatalıdır. Bu hücreler hakkında işlevsel olarak ilkel olan hiçbir şey yoktur. Bu
hücreler, günümüzdeki
örnekleri gibi aynı biyokimyasal ekipmanı içermekteydiler. Peki daha sonraki hücreler
nasıl ortaya çıkmıştı? Bu soruya verilecek tek anlamlı cevap, nasıl olduğunu bilmediğimizdir.
Tüm canlılığı tesadüf cevabıyla açıklamaya kalkan evrim teorisi, DNA'da özenle ve
kusursuzca kodlanmış bulunan olağanüstü bilginin kaynağını asla izah edememektedir. Kaldı
ki konu DNA zincirinin nasıl ortaya çıktığı sorusundan ibaret değildir. Çünkü DNA zinciri,
daha önce de belirttiğimiz gibi, içindeki olağanüstü bilgi kapasitesi ile birlikte var olsa bile,
bu tek başına hiçbir şeye yaramamaktadır. Canlılıktan söz edilebilmesi için, mutlaka bir de bu
DNA zincirini okuyan, kopyalayan ve bu kopyalara göre proteinler üreten enzimlerin
bulunması gerekir. Yani canlılıktan söz edilmesi için, hem DNA adı verilen bilgi bankasının
hem de bu bankadaki bilgileri okuyarak üretim yapacak makinaların var olması
gerekmektedir. Bu hücrenin indirgenemez komplekslik olarak açıklanan çok önemli bir
özelliğidir. Prof. Frank B. Salisbury hücredeki bu kompleksliği şöyle dile getirmektedir:
Şimdi hücrenin bizim hayal ettiğimizden çok daha kompleks olduğunu biliyoruz. Her biri
kendi içinde kompleks makineler olan, binlerce enzimin faaliyetini içerir. Dahası, her enzim
bir DNA şeritini oluşturan gene karşılık meydana gelir. Bu genin bilgi içeriği ve kompleksliği
kontrol ettiği enzim kadar müthiş olmalıdır.
Sonuç olarak, iç içe geçmiş, her parçası birbiriyle bağlantılı sistemlerden oluşan canlı
hücresinin, tek bir organelinin bile eksikliği, o hücrenin çalışmaması anlamına gelir. Hücrenin
böylesine hayati bir eksikliği zaman içinde telafi edecek, sözde evrim süreci ile tamamlayacak
bekleme lüksü yoktur. Dolayısıyla milyonlarca sene rastlantıların küçük küçük parçaları
biraraya getirmesiyle, bir canlı hücrenin oluşması mümkün değildir. Hücre, her parçasının
aşamalarla oluşmasına imkan vermeyecek kompleks bir bütünlüğe sahiptir. Hücrenin varlığını
sürdürmesi için, daha en başından bütün parçalarıyla eksiksiz ve kusursuz bir bütün halinde
olması zorunludur. Bu durum da, evrim teorisi için aşılması mümkün olmayan açmazlardan
biridir.
Hangisi Önce Problemi: Protein mi, Yoksa DNA mı?
DNA ile ilgili en çarpıcı konulardan biri de, DNA'yı okuyup ona göre üretim yapan
enzimlerin de yine DNA'daki şifrelere göre üretilmeleridir. Bunun anlamı şudur: Hücrenin
içinde öyle bir fabrika vardır ki, bu fabrika hem çok çeşitli ürünler üretmekte, hem de bir
taraftan bu üretimi yapan robot ve makineleri de inşa etmektedir. Tek bir noktasında eksiklik
olsa işe yaramayacak olan bu sistemin, nasıl ortaya çıktığı sorusu ise, evrim teorisini tek
başına yıkmaya yeterlidir.
DNA'nın yalnız protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı ile kopyalanabilmesi ve
bu enzimlerin sentezinin de, ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşmesi, protein ve
DNA'nın birbirine bağımlı olduklarını gösterir. Dolayısıyla DNA'nın kopyalanabilmesi için,
en baştan hem proteinin hem de DNA'nın aynı anda var olmaları gerekir. Bilim yazarı John
Horgan bu ikilemi şöyle açıklamaktadır:
... DNA, katalitik proteinlerin ve enzimlerin yardımı olmadan, yaptığı işi yapamaz.
Kısacası DNA olmadan proteinler var olmaz, ama DNA da proteinler olmadığı durumda
oluşmaz.194
Moleküler biyolog Michael Denton'a göre, Proteinler birçok şey yapabiliyor, fakat kendi
inşaları için gerekli olan bilgiyi saklayamıyor veya aktaramıyorlar. Diğer yandan DNA bilgiyi
saklayabiliyor, fakat hiçbir şey üretemiyor veya kendisini çoğaltamıyor. Bu nedenle DNA'nın
proteinlere, proteinlerin de DNA'ya ihtiyacı var. Bu kırılamaz bir döngü halinde, yumurta mı
tavuktan, tavuk mu yumurtadan paradoksunu andırıyor.195
Andrew Scott da, New Scientist dergisindeki bir makalesinde, proteinlerin ve genetik kodun
birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini şöyle açıklamaktadır:
Klasik tavuk ve yumurta ikilemi ile uğraşıyoruz. Nükleik asitler proteinleri yapmak için
gereklidir; proteinler de nükleik asitleri yapmak ve böylece aynı zamanda nükleik asitlerin
protein üretim sürecinde kendisini yönlendirmesini sağlamak için gereklidir... Cansız
atomlardan bizim oluşumumuz yolunda, kesinlikle hayati bir aşama olan, gen-protein
bağlantısının ortaya çıkışı, neredeyse tamamen karanlık içinde gizlenmiştir.196
Bu durum, canlılığın rastlantılarla oluşması senaryosunu, bir kez daha geçersiz kılmaktadır.
Amerikalı kimyacı Prof. Homer Jacobson ise, bu konuda şöyle demektedir:
[Hayat başladığı zaman], üreme planları, çevreden madde ve enerji sağlama, gelişim sırası
ve tüm bunların gelişimi için bilgileri tercüme edecek mekanizmaya dair talimatların, o anda
ve birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu tesadüfen
gerçekleşemez.
Prof. Jacobson bu ifadeleri, James Watson ve Francis Crick tarafından DNA'nın yapısının
aydınlatılmasından iki yıl sonra yazmıştı. Ancak bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bu sorun
evrimciler için hala çözümsüz olmaya devam etmektedir. Evrimci biyolog Prof. Dr. Ali
Demirsoy da, protein ve DNA'nın birlikte meydana gelme olasılığı hakkında şu itirafı yapmak
zorunda kalır:
Bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma ihtimali tahminlerin çok ötesinde
bir olasılıktır.
Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma ihtimali astronomik denecek kadar azdır.
Demirsoy'un bahsettiği ihtimal ise pratikte sıfırdır. Evrimci Dr. Leslie Orgel ise, 1994
tarihli bir makalesinde aynı gerçek karşısında şöyle demektedir:
Son derece kompleks yapılara sahip olan enzimlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA)
aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama
bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın
kimyasal yollarla ortaya çıkmasının, asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda
kalmaktadır.199
Hayatın kimyasal yollarla ortaya çıkması imkansız demek, hayatın kendi kendine oluşması
imkansız demektir. Bu gerçek, canlılığın bir anda yaratıldığının açık bir ispatıdır. Ancak
evrimciler açık delillerini gördükleri bu gerçeği, ideolojik nedenlerle kabul etmezler. Allah'ın
varlığını kabul etmemek için, imkansız olduğunu kendilerinin de bildiği, saçma senaryoları
savunurlar. Bir başka evrimci Caryl P. Haskins, DNA şifresinin tesadüfen oluşmasının
imkansızlığını ve bu gerçeğin yaratılış için güçlü bir delil olduğunu şöyle ifade eder:
Biyokimyasal genetik düzeyinde evrime ait en kapsamlı sorular hala
cevaplandırılmamıştır. Genetik şifre ilk kez nasıl ortaya çıkmıştı ve nasıl evrimleşmişti?
Bugün yaşayan tüm organizmalarda hem DNA'nın replikasyonu hem de DNA şifresinin etkili
bir şekilde çevirimi süreçleri, son derece kesin enzimlere gereksinim duymaktadır. Aynı
zamanda bu enzimlerin moleküler yapılarının DNA'nın kendisi tarafından kesin bir şekilde
belirtilmiş olması, dikkate değer evrimci bir gizemi ortaya çıkarmaktadır... Şifre ve şifreyi
çevirme yolları evrim sürecinde kendiliğinden mi ortaya çıkmıştı? Böyle bir rastlantının
gerçekleşmiş olabileceğine inanmak neredeyse akıl almazdır. Bu bulmaca Darwin'den önceki
dönemde olduğu gibi Darwin'den sonra da evrimden kuşku duyanlar tarafından, özel yaratılış
için en güçlü kanıt türü olarak yorumlanmıştır.200
Tek hücreli bir organizma bile, bilim adamlarının anlayışlarının ötesinde bir kompleksliğe
sahiptir. Çünkü bu küçük canlı da tek başına kopyasını oluşturabilen muazzam kapasitede bir
genetik kod içermektedir. Bu kod ise sadece düzen değil, aynı zamanda yazılı bilgi de
gerektiren bir yapıya sahiptir. Ayrıca bu DNA kodunun sadece doğru olarak yazılması yeterli
değildir. Aynı zamanda hücrenin geri kalanı şifreli olarak yazılmış bu talimatları okuyup takip
etmelidir. Nitekim canlı varlıkların tümü, aldıkları bu direktifler neticesinde, son derece
organize işlemler yürüten kusursuz yapılara sahip olurlar.
Kuşkusuz şuursuz hücre organellerinin bu kodların dilini kendi kendine öğrenmesi ya da
bunları tesadüf eseri çözmesi imkansızdır. Kodun var olması, çözülmesi, buradaki bilginin
aktarılması, doğru bir şekilde kullanılması... her aşaması ayrı bilinç ve akıl gerektiren
işlemlerdir. Peki hücredeki enzim ve ribozomlar bu işlemleri yapmaları gerektiğini nereden
bilmektedir? Bunu bildiklerini farz etsek bile, bilmedikleri bir yapıdaki şifreleri hatasız olarak
çözmeleri nasıl mümkün olmaktadır? İşte bu noktada sorulan tüm sorular bir yandan
evrimcilerin açmazlarını vurgularken, bir yandan da yaratılıştaki üstün akıl ve ilmi sergileyen
gerçekleri ortaya koymaktadır. Kuran'da şöyle buyurulmaktadır:
Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer; seçim onlara ait değildir. Allah, onların ortak
koştuklarından münezzehtir, yücedir. Rabbin onların göğüslerinin sakladıklarını ve açığa
vurduklarını bilir. O, Allah'tır, kendisinden başka ilah yoktur. İlkte de, sonda da hamd
O'nundur. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz. (Kasas Suresi, 68-70)
Kimyasal Evrim İddialarının Geçersizliği
Darwin, sıcak bir gölün içinde yaşamın hammaddesi olan bazı kimyasallar bulunduğu
takdirde, proteinlerin oluşabileceğini, bunların da çoğalıp, birleşip, bir hücre
oluşturabileceklerini savunmuştu. Darwin'in bu hayalini gerçekleştirmek ve hayatın kökenine
sözde evrimsel bir açıklama getirmek için çabalayan binlerce bilim adamı da bu çıkmaz yola
girdiler.
Rus biyokimyacı Alexander Oparin ve İngiliz genetikçi J. B. S. Haldane, 1920'lerde
kimyasal evrim olarak bilinen teoriyi ortaya attılar. Darwin'in hayal ettiği gibi, yaşamın
hammaddesi olan moleküllerin, enerji katkısıyla, kendi kendilerine evrimleşip canlı bir hücre
yapabileceğini iddia ettiler. Ancak Oparin dahil hiçbir evrimci, bu kimyasal evrim iddiasını
destekleyecek bir bulgu ortaya koyamadı. Aksine, 20. yüzyılda yapılan her yeni keşif,
canlılığın kesinlikle rastlantılarla oluşamayacak kadar kompleks olduğunu gösterdi. Ünlü
evrimci
Leslie Orgel, bu konuda şu itirafı yapmıştır: (DNA, RNA ve proteinlerin yapısı
incelendiğinde) insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı
sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.
İnsanın yapı taşı hücre bir yana, DNA'nın temel yapısındaki nükleotidlerin dahi, tesadüfler
sonucu, erken dünya koşullarında kimyasal özelliklerini koruması mümkün değildir. Evrimci
çizgide yayın yapan bilim dergilerinden Scientific American'da yer alan şu satırlar,
evrimcilerin bu konudaki itiraflarını dile getirmektedir:
Muhtemel ilkel dünya koşullarının taklit edildiği gerçekçi deneylerde, en basit moleküller
dahi, yalnızca az miktarlarda üretilmiştir. Daha da kötüsü, bu moleküller, genellikle organik
moleküllerin ikinci dereceden yapı taşlarıdır. Normal etkileri gitgide daha kompleks organik
karışımlar oluşturmak olan jeokimyasal reaksiyonlar sonucunda, nasıl olup da moleküllerin
ayrışabildikleri ve saflaşabildikleri hala bir problem olarak durmaktadır. Biraz daha
kompleks moleküller için, bu zorluk hızla daha da büyür.
Alman bilim adamları Reinhard Junker ve Siegfried Scherer de, canlılık için gerekli
moleküllerin hepsinin sentezinin, ayrı ayrı koşullar gerektirdiğine dikkat çekerler. Bu durum,
Junker ve Scherer'e göre, yaşam için gereken birçok farklı maddenin biraraya gelme
olasılığının hiç olmadığını göstermektedir:
Kimyasal evrim için gerekli tüm moleküllerin elde edileceği bir deney bilinmiyor.
Dolayısıyla çeşitli moleküllerin, değişik yerlerde, çok uygun koşullarda üretilip, hidroliz (bir
molekülün su etkisiyle ikiye ayrılmasını sağlayan tepkime) ve fotoliz (suyun ışık enerjisi ile
ayrıştırılması olayı) gibi zararlı etmenlere karşı korunup, yeni bir reaksiyon bölgesine
taşınması gerekmektedir. Burada tesadüften bahsedilemez, çünkü böyle bir olayın
gerçekleşme ihtimali yoktur.204
Dr. John Keosian da The Origin of Life (Hayatın Kökeni) kitabında, evrimcilerin içinde
bulunduğu bu çaresizliği şu sözlerle itiraf etmektedir:
Kimyasal evrim iddiaları gerçek dışıdır. Biyokimyasal bileşenlerin, biyokimyasal
tepkimelerin ve mekanizmaların, enerji metabolizmasının ve depolamasının, belirli
polimerleşmelerin, şifrelerin, transkripsiyon (DNA'daki genetik bilginin, mRNA'ya
aktarılması) ve translasyon (RNA'daki genetik bilginin okunarak protein üretilmesi)
mekanizmalarının ve daha birçok detayın, ilkel suların içinde canlılar henüz ortaya çıkmadan
önce, canlı vücudunda yapacakları işlevler ile birlikte var olduklarına inanmamız bekleniyor.
Kimyasal evrim kendi içerisinde son bulmuştur. Çoğu zaman, yaşam dışı organik kimyasal
sentezlerde hiçbir şekilde meydana gelemeyecek, fakat canlılık için uygun koşullarda
düzenlenmiş uydurma ya da ustalıkla çarpıtılmış laboratuvar sentezleri ile karşımıza çıkar. Ön
yargılı kanaatlerimizi desteklediği için deneyleri, sonuçları ve yargıları eleştirmeksizin kabul
etmeye hazırız. Hayatın kökeni sorununa çözüm olarak, günümüzde ortaya atılan yaklaşımlar
ya konu dışıdır ya da kör bir noktada son bulur. İşte kriz burada yatar.
Kimyasal evrim senaryosunun imkansızlığı, DNA molekülünün yapısı itibariyle de
mümkün değildir. Çünkü DNA molekülü kendi haline bırakıldığında kararlılığını yitirir, yani
dış etkenler molekülün yapısının kolaylıkla bozulmasına sebep olur. DNA'nın hücre içerisinde
kararlı olmasının nedeni, büyük ölçüde özelleşmiş enzimler tarafından denetlenmesi ve tamir
edilmesi sayesindedir. Hücre dışında, evrimcilerin iddia ettiği gibi ilkel okyanusların içinde
yüzer haldeyken DNA'nın molekül yapısını koruması -kararlı kalması- mümkün değildir.
Aksine bu molekülün, sözde ilkel okyanus ortamında bozulma oranı, sentezlenme hızından
çok daha fazla olacaktı.206 Kimyacı Dr. Charles B. Thaxton, Dr. Roger L. Olsen ve Prof.
Walter L. Bradley'in ortak çalışması olan The Mystery of Life's Origin (Hayatın Kökeninin
Gizemi) adlı kitaplarında, Okyanus ortamındaki kimyasal çorbada, RNA ve diğer temel
biyomolekül sentezlerinin çok sayıda çapraz tepkime nedeniyle, neredeyse her bir devirde
kısa devre yapması olasıdır. diyerek, yaşam için gerekli maddelerin kararlılığını
koruyamayacaklarına değinmektedir.
Nitekim bir biyokimyacı DNA'yı hücreden ayırdığında veya laboratuvarda sentezlediğinde,
onu erimesine sebep olacak suyun içinde veya bulunduğu kavanozu oda sıcaklığında,
laboratuvar tezgahı üzerinde bırakmaz. Büyük olasılıkla ağzını sıkıca kapatıp bir tüp
içerisinde, nitrojen altında ve derin dondurucuda saklardı. Kaldı ki bu koşullarda bile,
molekül içerisindeki kimyasal bağlar yavaşça parçalanır ve biyolojik etkinlik zaman içinde
kaybolur.208
Evrimciler sözde ilkel okyanus içerisinde ve doğal koşullar altında, DNA, RNA ve protein
moleküllerinin hızla yok edileceği gerçeğini, tümüyle görmezden gelmektedirler. Dr. Carl
Sagan The Origins of Prebiological
Systems (Prebiyolojik Sistemlerin Kökeni) adlı kitabında, hayatın kökeni ile ilgili mevcut
senaryoların makul olmadığını şöyle kabul etmektedir:
Tartıştığımız problem çok geneldir. Organik moleküller üretmek için enerji kaynakları
kullanıyoruz. Fakat aynı enerji kaynaklarının, bu organik molekülleri yok edebileceği de
anlaşılmıştır. Organik kimyacı, tepkime ürünleri bozulmadan önce, bunları enerji
kaynağından hemen uzaklaştırabilir. Fakat hayatın kökeninden söz ettiğimizde, sentezle
birlikte, aynı zamanda bozulmaların da gerçekleştiğini ve bu ürünler hemen
uzaklaştırılmadıklarında, tepkimenin gidişatının farklı olacağını görmezden gelmemeliyiz.
Hayatın kökenini tekrar etmeye çalışırken, bu güçlükle bir şekilde karşılaşmayacağımız
makul senaryolar hayal etmek zorundayız!209
Burada unutulmaması gereken, DNA'daki bilgiyi okuyacak, bu talimatları algılayıp protein
üretimi yapabilecek mekanizmaya sahip bir hücre dahi yokken, DNA'daki bilginin bir anlamı
olmayacağıdır. Evrimcilerin öne sürdüğü ilkel dünya koşullarında, DNA molekülünün -her
türlü imkansızlığa rağmen-kendiliğinden oluştuğunu farz etsek bile, DNA'nın varlığı tek
başına bir anlam taşımazdı. Prof. David E. Green ve Prof. Robert F. Goldberger evrimci
kimliklerine rağmen, hücrenin aşamalı olarak kendiliğinden ortaya çıktığı görüşünün
geçersizliğini şöyle ifade etmektedirler:
. makromolekülden hücreye geçiş, fantastik boyutlarda bir sıçramadır ve test edilebilir bir
hipotez değildir. Bu alanda herşey, varsayımlardan ibarettir. Mevcut bilgiler, hücrelerin, bu
gezegende kendiliğinden ortaya çıktığını, gerçek olarak varsayacak bir temel oluşturmuyor.
New York Times gazetesin bilim yazarı Nicholas Wade, Haziran 2000'de yayınlanan
Hayatın Kökeni Daha
Karanlık ve Daha Karmaşık Oluyor adlı makalesinde Dünyada hayatın kökeniyle ilgili herşey
bir sır ve ne kadar çok şey bilinirse, bilmece de o kadar derinleşiyor. demektedir.
Biyokimyacı Prof. Michael J. Behe ise, evrim senaryoları açısından bilimin içinde bulunduğu
durumu şöyle özetlemektedir:
Aslında çoğu bilim adamı, hayatın başlangıcı konusunda bir açıklama yapamamaktadır.
Diğer taraftan bir kısım bilim adamları, hayatın kökeni konusunda, bu kitapta tarif edilen
büyük zorluklara rağmen, evrimin kolaylıkla açıklanabileceğini düşünmektedirler. Bu garip
durumun sebebi ise şöyledir: Kimyacılar hayatın kökeni senaryolarını ölçümlerle ve
deneylerle test etmektedirler. Ancak evrimci bilim adamları, evrim senaryolarını ne ölçüm ne
de deneylerle moleküler düzeyde test etmeye teşebbüs etmemektedirler. İşte bu nedenle
hayatın kökeni çalışmalarına hakim olan evrimci biyoloji, deneyler yapılmadan önceki,
1950'lerdeki zihniyette tıkanıp kalmıştır: Hayal gücü sınırsız kullanılarak. Biyokimyanın
gelişmesiyle, aslında evrim teorisinin kesinlikle açıklayamadığı bir dünya ortaya çıkmıştır ve
bu dünya canlıların tamamında mevcuttur. Darwin'in başlangıç noktası olan hayatın kökeni
ve görmenin kökeni, teori tarafından kesinlikle açıklanamamıştır. Darwin, hiçbir zaman,
hayatın en temel seviyesinde bile bulunan eşsiz kompleksliği hayal edememiştir.
Evrimcilerin bir türlü anlamak istemedikleri nokta da budur: Darwin canlılığın
kompleksliğini öngöremeyecek kadar yüzeysel bilgilere sahip, sadece gözlemlerine dayanarak
yorum yürüten, amatör bir bilim adamıydı. Evrim teorisine körü körüne bir bağlılık gösteren
pek çok bilim adamı da, kendilerini bu cehaletin açmazı içinde bulmaktadır. Gerek itibarlarını
kaybetme endişesinden, gerek doğruları söyleme cesareti gösterememekten, gerekse Allah'ın
yaratışını kabul etmek istemedikleri için toplu bir aldatmacanın parçası olmuşlardır. Ancak
gerçekler öylesine açıktır ki, kimi zaman itiraf dışında evrimcilerin de söyleyecek sözleri
bulunmamaktadır. Günümüz evrimcilerinden biri olmasına karşın, biyokimyacı Klaus Dose,
hayatın sözde ilkel ortamda kendiliğinden oluşmasının imkansızlığını şöyle kabul etmektedir:
Bunun ardından hala açıklanamamış bir bilmece var, yani genlerimizde yerleşik bilgi
örneğinde olduğu gibi, biyolojik bilginin kaynağı sorusu. Basit nükleotidlerin veya hatta ilkel
dünya koşullarında kopyalanabilen polinükleotidlerin kendiliğinden oluşması ihtimali, bu
alanda yapılan sayısız başarısız deney ışığında artık imkansız olarak kabul edilmelidir.
Yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının imkansız olması demek, yaşamın tesadüfen
ortaya çıkması imkansız demektir. Dolayısıyla yaşamın kökenini tesadüfle açıklamaya kalkan
evrim teorisi, daha ilk aşamada çökmektedir. Yaşamın kökeni tesadüf olmadığına göre, bilim
açıkça göstermektedir ki, yaşam kusursuz bir şekilde yaratılmıştır. Yalnızca ilk canlılık değil,
yeryüzündeki tüm farklı canlı sınıflamaları ayrı ayrı yaratılmışlardır. Nitekim fosil kayıtları
bu hususu doğrulamakta, tüm türlerin yeryüzünde bir anda ve özgün yapılarıyla ortaya
çıktıklarını, hiçbir evrim süreci geçirmeden yaratıldıklarını göstermektedir.
Bilinçli Olarak Yönlendirilmiş Deneyler, Evrim Teorisine Kanıt Olamaz
Hayatın kökeni ile ilgili deneylerden bahsedildiğinde ilk olarak akla Miller deneyi gelir.
Evrimci kaynaklarda, hayatın kökenini aydınlattığı iddiasıyla sözde bir delil olarak gösterilir.
Ancak deneyin detayları -gerçekleri yansıtmayan koşulları- çoğu zaman göz ardı edilir.
Amerikalı kimyacı Stanley Miller, kendi oluşturduğu ve erken dünya atmosferi ile ilgisi
olmayan suni koşullarda deneyini gerçekleştirmiştir. Sonuç olarak Stanley Miller'ın amino
asit sentezi, gerçekleri yansıtmayan bir ortam esas alınarak yapıldığı için, bilimsel bir bulgu
ortaya koymamaktadır.
Ayrıca Miller bu deneyde, sadece amino asit sentezleyebilmiştir. Ancak herhangi bir
şekilde amino asit oluşması, kesinlikle canlılık oluşması demek değildir. Amino asitler,
vücudun en temel malzemeleri olan proteinlerin yapı taşlarıdır. Yüzlerce amino asit, hücre
içinde belirli bir sırayla birleştirilir ve böylece proteinler yapılır. Hücreler de ortalama birkaç
bin ayrı türde proteinden meydana gelir. Yani amino asitler, canlıların en basit, en küçük
parçalarıdır. Miller'in deneyinin geçerli olmadığı, ilerleyen yıllarda pek çok bilimsel yayına
da konu olmuştur. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, Araştırma
Yayıncılık)
Miller deneyiyle evrimciler, aslında evrimi kendi elleriyle çürütmüşlerdir. Çünkü deney,
amino asitlerin ancak tüm koşulları özel olarak ayarlanmış bir laboratuvar ortamında, bilinçli
müdahalelerle elde edilebileceğini kanıtlamıştır. Yani canlılığı ortaya çıkaran güç, bilinçsiz
tesadüfler değil, yaratılıştır.
Evrimcilerin bu açık gerçeği kabul etmemeleri, bilime tamamen aykırı birtakım ön
yargılara sahip olmalarından kaynaklanır. Nitekim Miller Deneyi'ni öğrencisi Stanley Miller
ile birlikte organize eden Harold Urey, bu konuda şu itirafı yapmıştır:
Yaşamın kökeni konusunu araştıran bütün bizler, bu konuyu ne kadar çok incelersek
inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu
sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin
üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine inanıyoruz. Fakat kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl
evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için zor.
Evrimcilerin hayatın kökeni ile ilgili iddialarına delil gibi sundukları benzeri deneylerin
hiçbiri gerçekleri yansıtmamaktadır. Bunun yanı sıra asıl çelişki, evrimcilerin bir yandan
hayatın kökenini tesadüfi şuursuz etkilerle açıklarken, bir yandan da deneylerini son derece
planlı, bilinçli müdaheleler altında gerçekleştirmeleridir. Dolayısıyla laboratuvarda
oluşturdukları ortamda hiçbir şey rastgele değildir.
Aksine, hayatın kökenine evrimci açıklama getirmek için yapılan tüm deneyler, bilinçli,
akıl ve bilgi sahibi bilim adamları tarafından, yüksek teknolojik donanıma sahip, özel
hazırlanmış laboratuvar koşullarında yapılmaktadır. Böylesine kontrollü bir ortamda, genlerin
çeşitli özel enzimler kullanılarak DNA'dan kopartılması, birbirleri ile karıştırılması, daha
sonra tekrar hücre içine yerleştirilmesi, ardından faydalı olanların seçilmesi gibi aşamaların
tesadüfi etkileri yansıtmayacağı açıktır. Dolayısıyla evrimcilerin canlılığın kökeninde akıl,
bilinç ve bilgi bulunmadığı iddiası, geçersizliğini bir defa daha göstermektedir. Moleküler
biyolog Michael Behe Darwin's BlackBox (Darwin'in Kara Kutusu) adlı kitabında, konu ile
ilgili şunları dile getirmektedir:
Buradaki büyük problem şurada yatmaktadır: Kendileri de bir yapı taşı olan her nükleotid,
çeşitli parçalardan meydana gelmektedir ve bu parçaları oluşturan süreçler, kimyasal anlamda
uyumsuzdur. Bir kimyager laboratuvarında malzemeleri ayrı ayrı sentezleyerek, bunları saf
hale getirerek ve daha sonra birbirleriyle tepkimeye sokarak kolaylıkla nükleotidleri elde
edebilir. Ancak, yönlendirilmeyen kimyasal reaksiyonlar, karşı konulamaz bir şekilde test
tüpünün dibinde istenmeyen ürünler ve şekilsiz karmakarışık maddelerle sonuçlanacaktır.216
Yapılan tüm deneyler, aslında hayatın oluşumunun her aşamasında, bilinçli bir kontrolün
gerekliliğini kanıtlamaktadır. Prof. Werner Gitt evrime delil olarak sunulan Miller deneyleri
hakkında şunları ifade etmektedir:
Bu tür bir deneyde hiçbir zaman bir protein sentezlenmemiştir. Bunlar proteinler değil,
proteinoidlerdir. Uzun bir amino asit zinciri ve doğru optik rotasyonu (proteinlerin sol-elli
olmalarını sağlamak için kimyada kullanılan bir yöntem) olan gerçek bir protein elde etmiş
olsalar bile bu, evrimin başlangıcı olamazdı. Bu proteine ait bilginin saklanabileceği bir
şifreleme sistemi olmalıdır ki, sonraki aşamalarda kendini yenileyebilsin. Fakat... bir
şifreleme sistemi asla maddeden ortaya çıkamaz. Bu nedenle Miller deneyleri hayatın
kökenini açıklama konusunda hiçbir katkıda bulunmamaktadır.
Ünlü fizikçi Prof. Paul Davies ise daha en baştan, yapılan deneylerdeki yaklaşımın hatalı
olduğuna şöyle değinmektedir:
Canlı hücre, en iyi süper bir bilgisayar olarak düşünülebilir. Şaşırtıcı komplekslikteki bir
bilgi işlem ve kopyalama sistemi. DNA, özel hayat veren bir molekül değil. DNA,
matematiksel kod kullanarak bilgisini ileten bir genetik bankadır. Hücre ile ilgili çalışmaların
çoğu, en iyi bilgisayar donanımı gibi maddesel şeylerle değil de yazılım programı gibi bilgi
ile tarif edilir. Bir deney tüpünde kimyasalları karıştırarak hayat oluşturmaya çalışmak,
düğmelerle ve telleri leğimleyerek Windows 98 programını üretmeye benzer. Bu başarılı
olmaz, çünkü soruna yanlış kavramlar düzeyinde yaklaşılıyor.
Tüm bunlar göstermektedir ki, hücredeki herşeyin daha ilk andan itibaren yerli yerinde,
eksiksiz ve en mükemmel şekliyle bulunması zorunludur. En küçük bir eksiklik ya da
değişiklik hücrenin sonu anlamına gelecektir. Değil milyarlarca, isterse trilyonlarca kere
trilyonlarca sene sürsün, evrim teorisinin iddia ettiği türden bir deneme yanılma sürecinin,
canlı bir hücre meydana getirmesi mümkün değildir. Bilinçsiz tesadüflerin, doğa olaylarının
tek bir seferde, hücredeki indirgenemez komplekslikteki yapıları ve sistemleri ortaya çıkarmış
olmasının ihtimal dışı olduğu, artık bilimsel bir gerçektir. Tüm bu gerçekleri görmelerine
rağmen tesadüflere ilahlık atfedenler, boş bir aldanıştadırlar. Allah bu kimselerin batıl
inançlarını Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur,
herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. O'nun dışında, hiçbir
şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar
sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen birtakım
ilahlar edindiler. (Furkan Suresi, 2-3)
DNA'daki Komplekslik Kendiliğinden Düzenlenemez
Fiziğin en temel kanunlarından birisi olan Termodinamiğin İkinci Kanunu, evrende kendi
haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe,
dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini açıklar. Canlı, cansız bütün herşey, zaman içinde
aşınır, bozulur, çürür, parçalanır ve dağılır. Bu, er ya da geç her varlığın karşılaşacağı mutlak
sondur ve söz konusu kanuna göre bu kaçınılmaz sürecin geri dönüşü yoktur. Sidney
Üniversitesi'nden biyolog Prof. Michael G. Pittman konu ile ilgili şunları dile getirmektedir:
Zamanın bir faydası olmaz. Canlı bir sistem dışında, biyo-moleküller zamanla tahrip olur,
gelişme göstermez. Çoğu zaman dayanabilecekleri süre birkaç gündür. Zaman, kompleks
sistemleri bozar. Uzun bir kelime (protein) veya bir paragraf, tesadüfler sonucu oluşmuş olsa
bile, zaman bunu yok edecektir. Ne kadar çok zaman tanırsanız, bu parçaların kontrolsüz
kimyasal ortamda kurtulma ihtimali daha az olacaktır.219
Evrimciler, termodinamiğin 2. kanunu ile evrimi uzlaştırma amacıyla, açık sistem denilen,
sürekli madde ve enerji giriş-çıkışı olan sistemlerde, belli bir düzen oluşabileceğini
ispatlamaya çalışmaktadırlar. Bu noktada, iki kilit kavrama açıklık getirilmesi, evrimcilerin
yanıltıcı yöntemlerinin ortaya konması açısından önemlidir. Buradaki yanıltma, iki farklı
kavramın -düzenli ve organize kavramlarının- kasıtlı olarak karıştırılmasıdır.
Örneğin rüzgar, tozlu bir odaya girdiğinde, daha önce yere tekdüze olarak yayılmış toz
tabakası odanın belli bir kenarına toplanabilir. Bu yine termodinamik anlamda eskisine göre
daha düzenli bir ortamdır, fakat toz parçacıkları hiçbir zaman rüzgarın enerjisiyle 'kendi
kendilerine organize olarak' odanın tabanında eksiksiz bir insan resmi oluşturamazlar. Sonuç
olarak doğal süreçlerle hiçbir zaman kompleks ve organize sistemler meydana gelemez.
Ancak zaman zaman yukarıdaki örneğe benzer basit düzenlemeler oluşabilir. Bu
düzenlemeler de belli sınırların ötesine geçemezler.
Ne var ki evrimciler, bu şekildeki doğal süreçlerle kendiliğinden ortaya çıkan düzenlenme
(self-ordering) olaylarını, evrimin çok önemli bir kanıtı gibi sunmakta ve bunları sözde
kendini organize etme (self-organization) örnekleri gibi göstermektedirler. Bu kavram
kargaşası sonucunda da, canlı sistemlerin doğal olaylar ve kimyasal reaksiyonlar sonucunda
kendiliğinden meydana gelebileceğini öne sürmektedirler.
Halbuki başta da belirttiğimiz gibi, organize sistemlerle düzenli sistemler birbirlerinden
tamamen farklı yapılardır. Düzenli sistemler basit sıralamalar, tekrarlar şeklinde yapılar
içerirken, organize sistemler iç içe geçmiş son derece kompleks yapı ve işlevler içerirler.
Ortaya çıkmaları için mutlaka bilinç, bilgi ve akla ihtiyaç vardır. Aradaki bu önemli farkı
evrimci bilim adamlarından Jeffrey Wicken şöyle tarif eder:
Organize sistemleri düzenli sistemlerden dikkatlice ayırt etmek gerekir. İki sistemden
hiçbiri rastgele değildir, ama düzenli sistemler basit kalıplardan oluştukları için hiç
komplekslik taşımazken, organize sistemler her parçası yüksek bilgi içeren dış kaynaklı bir
plana göre biraraya gelirler.
Organizasyon, bu yüzden işlevsel kompleksliktir ve bilgi taşır.
Kendiliğinden düzenlenme senaryolarının çıkmaz noktaları, DNA molekülünün yapısı
incelendiğinde kolaylıkla görülebilir. Biyokimya ve moleküler biyoloji alanındaki çalışmalar,
DNA, RNA gibi geniş bilgi içeren makro-moleküllerin özel dizilimini açıklayamamaktadır.
New York Üniversitesi'nde kimya profesörü ve DNA uzmanı olan Robert Shapiro,
evrimcilerin maddenin kendi kendini organize etmesi konusundaki inançlarını ve bunun
kökeninde yatan materyalist dogmayı şu şekilde açıklar:
Bizi basit kimyasalların var olduğu bir karışımdan, ilk etkin replikatöre (DNA veya
RNA'ya) taşıyacak bir evrimsel ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilke kimyasal evrim ya da maddenin
öz örgütlenmesi (self organization) olarak adlandırılır, ama hiçbir zaman detaylı bir biçimde
tarif edilmemiş ya da varlığı gösterilememiştir. Böyle bir prensibin varlığına, diyalektik
materyalizme bağlılık uğruna inanılır.
Evrimcilerin öz örgütlenme kavramıyla savundukları iddia, cansız maddenin kendi kendini
düzenleyip, organize edip, kompleks bir canlı varlık meydana getirebileceği yönündeki
inançtır. Bu kesinlikle bilime aykırı bir inançtır, çünkü bütün gözlem ve deneyler, maddenin
böyle bir yeteneği olmadığını göstermektedir. Peki evrimciler neden hala maddenin öz
örgütlenmesi gibi bilimsel olmayan senaryolara inanmaktadırlar? Neden canlı sistemlerde
açıkça görülen yaratılış delillerini reddetme konusunda bu kadar ısrarcıdırlar?
Bu soruların cevabı, evrim teorisinin asıl temeli olan materyalist felsefede gizlidir.
Materyalist felsefe, sadece maddenin varlığını kabul eder, bu durumda canlılara da sadece
maddeye dayalı bir açıklama getirilmesi gerekmektedir. Evrim teorisi bu zorunluluktan
doğmuştur ve her ne kadar bilime aykırı da olsa, sırf bu zorunluluk uğruna savunulmaktadır.
Canlılığa getirilebilecek tek açıklama yaratılıştır. Evrimciler Allah'ın varlığını inkar etmek
adına her türlü imkansızlığa ihtimal vermekte, her çıkmaz yolu zorlamaktadır. Ancak
gerçeklerden ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, karşılarında her zaman Rabbimiz'in varlığının
delillerini, yarattıklarındaki üstünlüğü bulacaklardır. Kuran'da inkar edenlerin durumu şöyle
bildirilmektedir:
İnkar edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su
sanır.
Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun
hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)
Neo-Darwinizm Evrim Açmazına Bir Çözüm Olamaz
Neo-Darwinizm, Darwin'in evrim teorisini, Avusturyalı biyolog Gregor Mendel'in genetik
kalıtım kanunları ile birleştirerek, bilimsel gelişmelere uydurarak ayakta tutma çabasıdır.
Modern sentez de denilen neo-Darwinizm, aslında Darwin'in cehaletini tüm açıklığıyla ortaya
koyan bir durumdur. Canlılardaki çeşitliliği doğal seleksiyonla açıklamaya çalışan Darwin,
canlılardaki özelliklerin kalıtım yoluyla sonraki nesillere aktarıldığını bilmiyordu. Evrim
teorisinin bu yeni versiyonu, bu cehaleti örtme çabasının bir sonucudur. Ancak neoDarwinistler, teoriyi her ne kadar güncelleştirmeye çalışsalar da, baştan çürük temeller
üzerine kurulu bir teori olduğu için, amaçlarında başarılı olamamışlardır.
Neo-Darwinistler de Darwin gibi, canlılardaki çeşitliliğin kendiliğinden oluştuğunu ve
tesadüfi olduğunu öne sürdüler. Bu yanlış mantığın üzerine ek olarak mutasyonları,
evrimcilerin diğer bir deyişi ile tesadüfi genetik değişiklikleri, canlılığın kaynağı olarak
gösterdiler. DNA'nın kopyalaması sırasında ortaya çıkan
hatalar, olabilecek en küçük mutasyon olduğu için, neo-Darwinistler bunu teorileri için
kullanabileceklerini düşündüler. Fakat en küçük bir kopyalama hatası bile -tek bir
nükleotitteki değişiklik- son derece önemli sonuçlar doğurmaktadır.
Neo-Darwinistler küçük değişimlerin, genetik bilginin önce bir yerinde, sonra bir başka
yerinde gerçekleştiğini söylediler. Biyofizikçi Dr. Lee Spetner Neo-Darwinist teori er geç
büyük değişimlerin olacağını ileri sürmektedir. Bu, yeterince peni biriktirerek, milyoner
olmak gibi bir şeydir. sözleriyle, teorinin gerçekçiliği olmadığını vurgulamaktadır.
Fransız Bilimler Akademisi üyesi, Paris Üniversitesi'nden matematikçi, biyolog ve tıp
doktoru olan Prof. Marcel-Paul Schützenberger, neo-Darwinizm'i matematiksel delillerle
çürütmüş bir bilim adamıdır. Mathematical Challenges in the Neo-Darwinian Interpretation of
Evolution (Evrimin Neo-Darwinci Yorumuna Matematiksel Meydan Okuma) adlı kitabında
şöyle bir sonuca varmaktadır:
Neo-Darwinizm'in evrim teorisinde ciddi bir boşluk olduğuna inanıyoruz. Ve inanıyoruz
ki bu boşluk, öyle bir doğaya sahiptir ki, günümüz biyoloji kavramı ile doldurulamayacak bir
boşluktur.226
Neo-Darwinizm'e göre tesadüfi genetik mutasyonlar, evrim için hammaddeyi oluşturur.
Ancak bugün pek çok bilim adamının kabul ettiği gibi, canlılıktaki komplekslik düzeyi, neoDarwinizm'in varsaydığı deneme yanılma süreçleri ile elde edilemez. Dr. Lee Spetner,
Varyasyonlar tesadüfi olsa da, genetik bilginin oluşumunu açıklayamamaktadır. İhtimaller
hemen hemen sıfırdır... Uyum sağlayıcı büyük bir genetik düzenin, tesadüf eseri olduğunu
düşünemezsiniz. sözleriyle bu imkansızlığı dile getirmektedir.
Evrim teorisinin canlılığın kökeni hakkında getirmeye çalıştığı her türlü açıklama akıl ve
bilim dışı iddialardır. Bu gerçeği kabul eden açık sözlü otoritelerden biri, Fransız Bilimler
Akademisi'nin eski başkanı olan ünlü Fransız zoolog Pierre Grasse'dir. Grasse de bir
evrimcidir, ancak Darwinist teorinin canlılığı açıklayamadığını savunmakta ve Darwinizm'in
temelini oluşturan tesadüf11 mantığı hakkında şunları söylemektedir:
Tesadüfi mutasyonların, havyanların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına
inanmak gerçekten çok zordur. Ama Darwinizm bundan fazlasını da ister: Tek bir bitki, tek
bir hayvan, binlerce ve binlerce tam olması gerektiği şekilde faydalı tesadüflere maruz
kalmalıdır. Yani mucizeler sıradan bir
kural haline gelmeli, inanılmaz derecede düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla
gerçekleşmelidir.
Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir.
Tüm bunlar bir yana, evrimcilerin, DNA'daki bilgileri zaman içinde artırdığını ve
çeşitlenmeye yol açtığını düşündükleri tesadüfi mutasyonlar, özellikleri itibariyle
Darwinistlerin açmazına bir çözüm olamaz. Öncelikle mutasyonlar, canlı hücresinin
çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal
etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir, kısacası zararlı etkilerdir.
Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip ettikleri ya da yerlerini değiştirdikleri için,
çoğu zaman hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep
olurlar. Örneğin X ışınları insan vücudunun derinlerine nüfuz ederek önemli ölçüde DNA
hasarına neden olur. Bu da DNA'nın hatalı bir şekilde kopyalamaya başlamasına yol açar.
Ancak vücut hücrelerinde hatalı kopyalamalar kendisini kanser olarak gösterir. Güneş
ışığındaki mutajenik etki deri kanserine neden olur veya sigaradaki mutajenik etki akciğer
kanserine neden olur. Üreme hücresinde 21. kromozomun hatalı kopyalanması ise çocukta
Down sendromuna (mongolizm) neden olur.
Evrim teorisinin yeryüzündeki canlılığın kökenini açıklayabilmesi için, kesinlikle bozan,
tahrip eden değil, yeni, faydalı bir özellik ekleyen bir mekanizma göstermesi gerekir. Ama bir
canlının nasıl olup da yeni bir özellik kazandığı sorusu sorulduğunda evrimcilerin öne
sürdükleri tek cevap; mutasyondur. İddialarına göre tüm canlılık, tek bir hücrenin DNA'sına
etki eden rastgele mutasyonlarla oluşmuştur. Ancak mutasyonlar, evrimcilerin arkasına
sığınabilecekleri, canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren bir mekanizma değildir.
Dolayısıyla evrimcilerin iddiaları için temel aldıkları mutasyonlar, evrim teorisinin ihtiyaç
duyduğu türden, yeni özellikler üretecek unsurlar değildir. Mutasyonların evrim teorisine
neden hiçbir katkıda bulunmadığına ve bulunamayacağına, sadece genel hatlarıyla yer
vereceğiz: (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Araştırma
Yayıncılık; Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, Araştırma Yayıncılık)
* Mutasyonlar zararlıdır:
Mutasyonlar rastgele meydana geldikleri için hemen hemen her zaman canlıya zarar
verirler. Kompleks bir yapıya yapılacak herhangi bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri
götürmez aksine tahrip eder. Nitekim evrim mekanizması olarak öne sürülen tesadüfi faydalı
mutasyonların geçerli bir örneği yoktur.229 Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak
Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradığı türden değişiklikler olabilir: Yani
ölüler, sakatlar ve hastalar...
Ohio Üniversitesi'nden Prof. Walter L. Starkey faydalı mutasyon iddialarının geçersizliğini
açık bir şekilde dile getirmektedir:
Saatlerce bir röntgen cihazının yanında durmak ya da bir nükleer tesis içerisinde beklemek
akılcı mıdır? Veya nükleer bir tesisin havaya uçtuğu Rusya'daki Çernobil gibi bir yere seyahat
etmek doğru mudur? Bizi radyasyondan koruyan ozon tabakasını aktif olarak bozmaya
çalışmamız mı gerekir? Eğer bu tür radyasyonla oluşan etkiler evrimleşmenize ve yeni
özellikler geliştirmenize neden olacaksa, öyleyse bu radyasyon kaynaklarıyla elinizden
geldiğince çok bombardıman edilmeye çalışmanız gerekir. Belki de başınızın tam arkasında
yeni bir gözünüz olabilir. Fakat eğer gerçekten akıllıysanız, sizi geliştirmekten daha çok zarar
vereceği için bu tür radyasyonlardan kaçınırsınız.
Nitekim insanlar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında
mutasyon örneği olarak anlatılan mongolizm, Down sendromu, albinizm, cücelik gibi zihinsel
ya da bedensel bozuklukların ya da kanser gibi hastalıkların her biri, mutasyonların tahrip
edici etkilerini ortaya koymaktadır. Elbette ki insanları sakat bırakan ya da hasta yapan bir
süreç, canlıları geliştirici bir mekanizma olamaz. Çünkü canlı DNAsı çok kompleks bir
düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki organizmaya ancak
zarar verecektir. Prof. Starkey mutasyonun bu zararlı etkileri hakkında şunları belirtmektedir:
Mutasyonlara yol açan radyasyona maruz kalmak, yeni bir arabayı 30 kalibrelik bir
tüfekle vurmaya benzer. Benzer şekilde mutasyonların size ya da herhangi bir canlıya bundan
farklı bir şey yapması pek mümkün değildir. DNA kopyalama hatalarından kaynaklanan
mutasyonların sonucu da benzer olacaktır.... Mutasyonlar en az 10.000'de bir istisna dışında
zararlıdır. Radyasyon ya da kopyalama hataları faydalı yeni özellikler kazandırmaz.
* Mutasyonlar DNA'ya yeni bilgi eklemez:
Mutasyon sonucunda genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip
olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde DNA'ya yeni bir
bilgi ekleyerek, canlıya yeni bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın
sırttan, kulağın karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar. Prof. Werner Gitt
Mutasyonlar sonucunda yeni bilgi oluşabilir mi? sorusuna şöyle cevap vermektedir:
Bu görüş evrimci anlatımlarda esas alınır, fakat mutasyonlar sadece mevcut olan bilginin
değişmesine neden olabilirler. Bu bilgide bir artış olamaz ve genel olarak da sonuçlar
zararlıdır. Yeni fonksiyonlar ya da yeni organlar için yeni projeler oluşamaz; mutasyonlar
yeni (yaratıcı) bilginin kaynağı olamazlar.
Prof. Phillip Johnson ise bu konu ile ilgili şunları dile getirmektedir:
Spetner, Darwincilerin dile getirdikleri uyum sağlayıcı mutasyonların, bilgi üretici
olmadığını onlara söylemişti. Örneğin bir mutasyon, bakteriyi antibiyotiğe karşı dirençli
yaptığında, bunu belli bir kimyasal maddeyi onun metabolizmasına katılmasını önleyerek
yapmaktadır. Bu durumda genel anlamda net bir bilgi ve uyum kaybı söz konusudur... bazen
cızırdayan bir radyoya vurmak, radyonun kısa devresini açmak ya da yerinden çıkmış bir
kablosunu eski yerine getirmek suretiyle ayarını düzeltebilir. Ne var ki bu tür değişiklikleri
biriktirmek suretiyle daha iyi bir radyo ya da televizyon yapacağını hiç kimse ümit etmez.
Ünlü evrimci Stephen Jay Gould da mutasyonla ilgili gerçekleri şöyle itiraf etmektedir:
Bir mutasyon büyük ve yeni bir ham malzeme (DNA) oluşturmaz. Türleri mutasyona
uğratarak yeni bir tür elde edemezsiniz.
Mutasyonların, evrim teorisinin ihtiyaç duyduğu yeni özellik ekleyen unsurlar olmadığının
bir delili daha vardır. Yeni özelliklerin veya yeni türlerin üretilmesi için canlının DNA'sına
birçok atomun eklenmesi gerekir. İnsan DNA'sında, E.Coli bakterisine ait DNA'da bulunan
atomların 3.000 katı -204 milyar kadar atom- bulunmaktadır.236 Bu nedenle tek hücreli bir
canlıdan insana kadar bir gelişim olabilmesi için, DNA'sına karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen
ve fosfor gibi 200 milyar atomdan fazlasının eklenmesi gerekir. Bilindiği gibi karbon ve
nitrojen havadan, hidrojen ve oksijen sudan, fosfor ise topraktan elde edilebilir. Ancak burada
asıl sorun bu atomların nerede bulundukları değil, bulundukları yerden çıkarılıp DNA
molekülü içerisinde tam doğru yere yerleştirilmeleridir. Atomların önceki bölümlerde
anlattığımız olağanüstü bir kompleksliğe sahip şeker gruplarını, fosfat gruplarını ve nitrojen
bazlarını içerecek biçimde düzenlenmeleri ve DNA molekülü olarak görev yapabilmeleri için
çifte sarmal halindeki merdivende tam doğru yere yerleştirilmeleri gereklidir.
Prof. Phillip Johnson, ansiklopedi ve bilgisayar işletim sitemlerinde olduğu gibi, DNA'da
da çok özel bir düzene gerek olduğunu; genetik bilgiyi üreten bir mekanizmanın olması
gerektiğini ifade etmektedir. Tesadüfi mutasyonların DNA'daki bilgiyi ve düzeni nasıl
olumsuz etkilediğini şu ifadelerle anlatmaktadır:
... Rastgele mutasyon böyle bir mekanizma değildir, doğal ayıklanma ve fizik ya da kimya
yasaları da öyle. Yasalar basit tekrarlı modeller üretir, tesadüf ise anlamsız düzen üretir. Yasa
ve tesadüf birleştiğinde, anlamlı bir dizilimi önlemek için her ikisi de birbiri aleyhine işler.
Tüm insani tecrübeler içinde sadece zeka faktörü bir ansiklopedi veya bilgisayar programı
yazabilir veya kompleks, özelleşmiş ve periyodik olmayan bilgiyi üretebilir. Bu yüzden,
organizmalarda zorunlu olarak bulunan bilgi, onların yaratılışın ürünleri olduklarını işaret
eder.
* Mutasyonlar düzensizdir:
Mutasyonlar, önceden var olan yapıyı değiştirirler, fakat bunu tamamen düzensiz bir
biçimde yaparlar. Mutasyonların birbirlerini tamamlayıcı bir özellikleri yoktur veya bir amaca
yönelik biriken bir etkileri de olamaz. Mutasyonların düzensiz etki etmesiyle ilgili Fransız
Bilimler Akademisi'nin eski başkanı Pierre Paul Grasse şöyle demektedir:
Bir canlı vücudunda çok küçük bile olsa bir düzensizlik oluştuğunda, bunun sonucu ölüm
olur. Yaşam olgusu ile anarşi (düzensizlik) arasında hiçbir olası uzlaşma yoktur.240
* Bir mutasyonun sonraki nesilleri etkilemesi için, mutlaka üreme hücresinde meydana
gelmesi gerekir:
Vücudun herhangi bir hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle
aktarılmaz. Örneğin bir insanın kulağı ya da kolu, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona
uğrayıp orijinal şeklinden farklı hale gelebilir. Fakat bu değişiklikler, üreme hücresindeki
DNA molekülünde meydana gelmedikçe sonraki nesillere geçmeyecektir. Sonraki nesili
etkilemesi için, mutasyonun, trilyonlarca hücreden sadece üreme hücresinde olması koşulu,
evrimcilerin beklentilerini daha da imkansız hale getirir.
* Mutasyonlar nadirdir:
Mutasyonlar ancak nadiren gerçekleşirler. Bir hücrenin DNA'sı kopyalanırken bir yandan
da enzimler düzeltmenlik yaparlar. Bu nedenle, önceki bölümlerde detaylı değindiğimiz gibi,
kopyalanma sırasında çok nadiren hata olur. Mutasyonlar üzerine yapılan tahminler ise yalnız
milyonda bir canlının mutasyon yaşayacağını göstermektedir. Moleküler biyolog Prof.
Gerald L. Schroeder mutasyonlara dayalı hayali evrim iddialarını şöyle eleştirmektedir:
... Moleküler biyolojide gelişmeler, hayatın işleyişinin her safhasında görülen muazzam
bir kompleksliği gözler önüne sermiştir, buradaki komplekslik oranı o kadar yüksektir ki, eğer
bunun adım adım oluşturulması için rastlantısal mutasyonlara bel bağlayacak olsaydık, Nobel
ödüllü De Duve'nun ifade ettiği gibi, sonsuzluk bile bunun için yeterli olmazdı.
İşte bu nedenle, yine Grasse'nin ifadesiyle mutasyonlar ne kadar çok sayıda olursa olsunlar,
herhangi bir evrim meydana getirmezler.
* Mutasyonlar, bir 'tür değişikliği' sağlamaz:
Bunun en açık delillerinden biri ise, yıllardır meyve sinekleri üzerinde yapılan deneylerdir.
Radyasyona maruz bırakılan meyve sineklerinin birçok mutantı oluşmuştur: Fazladan kanadı
çıkan meyve sinekleri, kanatsız meyve sinekleri, çok büyük kanatları olan meyve sinekleri,
çok küçük kanatları olan meyve sinekleri gibi... Her ne kadar çoğu sakat kalmış, bir kısmı
yaşamını yitirmiş olsa da, sonuçta bunların tamamı meyve sineği olarak kalmıştır. Yeni bir
türe dönüşmemişlerdir.
Genlerdeki dizilimde meydana gelen en küçük bir yer değiştirme ya da eksilme, kolaylıkla
ölümcül sonuçlar doğurabilmektedir. Bu kadar hassas bir dizilimin tamamen tesadüflere
dayanan mutasyonlarla, canlının genetik bilgisine ekleme yaparak onu başka türlere
evrimleştirmesi mümkün değildir. Nitekim evrimcilerin teorilerini kanıtlamak için,
laboratuvarda mutasyona maruz bıraktığı tüm hayvan embriyoları sakat veya ölü
doğmaktadır.
Tüm bunlar göstermektedir ki, evrimcilerin iddia ettiği gibi, canlıların kökeninde tesadüfi
mutasyonların yeri yoktur. Kaldı ki, yüzyılımızın gelişmiş teknolojisiyle ve yetenekli bilim
adamlarının yoğun çalışmalarıyla bile, yeni bir tür üretmek mümkün olmamaktadır.
Görüldüğü gibi mutasyonlar hiçbir şekilde canlılardaki çeşitliliğin nedeni olamazlar.
DNA'daki kusursuz dizilim ancak özel bir yaratılışın sonucudur. Bu yaratılış üstün güç sahibi
olan Allah'a aittir. Allah'ın kusursuz yaratışı Kuran'da şöyle haber verilir:
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi,
suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi.
İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir. O, Hayy (diri) olandır.
O'ndan başka ilah yoktur; öyleyse dini yalnızca Kendisi’ne halis kılanlar olarak O'na dua
edin. Alemlerin Rabbine hamdolsun. (Mümin Suresi, 64-65)
Cansız maddelerin kendi kendine bir araya gelip DNA gibi muhteşem sistemlere sahip
canlıları oluşturduğunu iddia eden evrim teorisi, bilime ve akla tamamen aykırı olan bir
hayalciliktir. Tüm bunlar bizi apaçık bir sonuca götürür. Yaşamın bir planı (DNA) olduğuna
ve tüm canlılar bu plana göre yapıldıklarına göre, açıktır ki bu planı ortaya çıkaran üstün bir
Yaratıcı vardır. Yani tüm canlılar, sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah'ın yaratması ile var
olmuşlardır. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
O Allah ki, yaratandır, kusursuzca var edendir, şekil ve suret verendir. En güzel isimler
O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir.
(Haşr Suresi, 24)
Hücreye Hayat Veren Yüce Allah'tır
Buraya kadar bahsettiğimiz bütün imkansızlıkları ve mantıksızlıkları bir an için unutalım
ve ilkel dünya koşulları gibi olabilecek en uygunsuz ortamda bir protein molekülünün
tesadüflerle meydana geldiğini varsayalım.
Tek bir proteinin oluşması da yetmeyecek, söz konusu proteinin, bu kontrolsüz ortamda
başına hiçbir şey gelmeden kendi gibi tesadüfen oluşacak başka proteinleri beklemesi
gerekecekti... Ta ki hücreyi meydana getirecek milyonlarca uygun ve gerekli protein, hep
tesadüfen aynı yerde yan yana oluşana kadar. Önceden oluşanlar o ortamda ultraviyole
ışınlarına, şiddetli mekanik etkilere rağmen hiçbir bozulmaya uğramadan, sabırla hemen yanı
başlarında diğerlerinin tesadüfen oluşmasını beklemeliydiler. Sonra yeterli sayıda ve aynı
noktada oluşan bu proteinler, anlamlı şekillerde biraraya gelerek hücrenin organellerini
oluşturmalıydılar. Aralarına hiçbir yabancı madde, zararlı molekül, işe yaramaz protein zinciri
karışmamalıydı. Sonra bu organeller son derece planlı, düzenli, uyumlu ve bağlantılı bir
biçimde biraraya gelip, bütün gerekli enzimleri de yanlarına alıp bir zarla kaplansalar, bu
zarın içi de bunlara ideal ortamı sağlayacak özel bir sıvıyla dolsaydı, tüm bu imkansız ötesi
olaylar gerçekleşseydi bile bu molekül yığını canlanabilir miydi?
Cevap, hayırdır! Çünkü araştırmalar göstermiştir ki, hayatın başlaması için yalnızca
canlılarda bulunması gereken maddelerin biraraya gelmiş olması yeterli değildir. Yaşam için
gerekli tüm proteinleri toplayıp bir deney tüpüne koysak yine de canlı bir hücre elde etmeyi
başaramayız. Bu konuda yapılan tüm deneyler başarısız olmuştur. Bütün deney ve gözlemler
ise hayatın ancak hayattan geldiğini göstermiştir. Hayatın cansız
maddelerden tesadüfler sonucu çıktığı iddiası, sadece evrimcilerin hayallerinde yer alan, tüm
gözlem ve deneylere aykırı bir masaldır.
Cardiff Üniversitesi'nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra
Wickramasinghe hayatın tesadüflerle doğduğuna on yıllar boyunca inandırılmış bir bilim
adamı olarak karşılaştığı bu gerçeği şöyle anlatır:
Bir bilim adamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış
kavramı ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama
karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu... Ama şu anda, Allah'a inanmayı gerektiren
açıklama karşısında, öne sürülebilecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum... Biz hep açık bir
zihinle düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış
olduğu sonucuna varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil.244
Bu durumda, yeryüzündeki ilk hayatın da ancak bir Hayat'tan gelmiş olması gerekir. İşte
bu, Hayy (Hayat Sahibi) olan Allah'ın yaratmasıdır. Hayat ancak O'nun dilemesiyle başlar,
sürer ve sona erer. Evrim ise, canlılığın nasıl başladığını açıklamak bir yana, canlılık için
gerekli malzemenin nasıl oluştuğunu ve biraraya geldiğini bile açıklayamamaktadır. Kuran'da
Rabbimiz şöyle bildirmektedir:
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın
nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız.
Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. Allah, saklı tuttuklarınızı ve açığa
vurduklarınızı bilir. Allah'tan başka yakardıkları hiçbir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar
yaratılıp durmaktadırlar. (Nahl Suresi, 17-20)
SONUÇ
DNA Yüce Rabbimiz'in Yaratma Sanatının Bir Örneğidir
Kitap boyunca bahsettiğimiz DNA'nın faaliyetlerini ve hücre içinde olup bitenleri şöyle bir
düşünelim: Hücreyi oluşturan moleküllerin beyinleri yok, ama biraraya gelip isabetli kararlar
alıyor, duruma göre strateji izliyor, tehlikelere karşı tedbirli davranıyorlar. Hafızaları yok,
ama dostlarını ve düşmanlarını tanıyor, ona göre yöntem izliyor, gerekliyi gereksizi, faydalıyı
faydasızı ayırt ediyorlar. Bir yandan faaliyetlerini yapıp bir yandan da israfa, kirliliğe izin
vermiyor, verimli çalışıyor ve işlerinin ardından etraflarını temizliyorlar. Diğer taraftan
sürekli olarak haberleşiyor ve uyumlu bir ekip çalışması yapıyorlar; ortak bir karar alıp
hareket edebiliyor, ne zaman nereye gitmeleri gerektiğini, hangi problemi nasıl çözmeleri
gerektiğini biliyorlar. Hücre içinde çeşitli düzenler kuruyorlar; bilgi depoluyor, gerektiğinde
bu bilgiyi kullanıyor, kopyalıyor, tercüme ediyorlar... Tüm bunları uyumadan dinlenmeden
süratle yapıyorlar. Kısacası sizin yapamayacağınız faaliyetleri, olağanüstü bir başarıyla, üstün
bir akıl sergileyerek yapıyorlar. İşte tüm bunları yapan hava, toprak ya da sudaki gibi
atomlardan oluşan şuursuz moleküllerdir. Ancak Allah'ın dilemesiyle bu atomlar canlılığı
oluşturmak için belli bir düzenle biraraya geliyor ve Yüce Rabbimiz'in yönlendirmesiyle
bilinçli davranışlar sergiliyorlar.
Charles Darwin ise 19. yüzyıılını cehaletiyle hayata şöyle bakıyordu: Çok basit bir
başlangıçtan sonsuz şekilde en güzel ve en harikalar oluştu ve şu an evrimleşiyorlar. Darwin,
özel yazışmalarında da, amonyak ve fosfor tuzları, ışık, ısı, elektrik vb.in bulunduğu küçük,
sıcak bir gölde, hayatın kendiliğinden oluştuğunu öne sürmüştü.246 İşte Darwin için hayatın
kökeni böylesine basitti. Ancak Darwin'in yolunu izleyenler bu formülü -hatta daha
geliştirilmiş hallerini- defalarca uygulamalarına rağmen, bir canlının en küçük parçasını bile
elde edemediler. Darwinistler bu formülü istedikleri kadar malzeme ile istedikleri kadar süre
boyunca tekrar etseler de, sonuç yine değişmeyecektir. Canlılığı Allah'ın yarattığı dışında bir
sonuca hiçbir zaman ulaşamazlar. Hiç şüphesiz, Darwin de DNA'yı bilseydi, böylesine büyük
bir bilimsel gafın altına imzasını atmazdı.
Fakat Darwin'i körü körüne izleyen pek çok bilim adamı halen hayatın kökenine
hayalperestçe bakmaya devam etmektedirler. Elbette ki, bu hayaller Darwinistler için her
defasında beraberinde hayal kırıklığını da getirmektedir. Çünkü Darwinizm hiçbir zaman bir
bilim olmamıştır. Birçok bilim dalı vardır, fakat Darwinizm sadece hayallere, ön yargılara ve
yalanlara dayalı bir felsefedir.
Akıl ve vicdan sahibi her insan, vücudundaki mükemmel sistemlerin şuursuz atomlar
tarafından kendi kendine oluşamayacağını takdir edecektir. Allah'ın izni ve bilgisi olmaksızın,
değil bir insanın yürümesi veya konuşması, o insanın tek bir hücresindeki bir molekül
parçasının hareketi bile söz konusu değildir. İnsan vücudunda trilyonlarca hücrenin her
birinde kesintisiz işleyen sistemler, insana Allah'ın sonsuz aklını, ilmini, gücünü,
yaratışındaki sonsuz mükemmelliği göstermektedir. Kaldı ki sonsuz merhamet sahibi
Rabbimiz'in varlığının delilleri yalnızca bu küçücük molekülde -DNA'da- değil, evrenin her
noktasında sergilenmektedir. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:
De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki: Allah'tır. De ki: Öyleyse, O'nu bırakıp
kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya güç yetiremeyen birtakım veliler mi (tanrılar)
edindiniz? De ki: Hiç görmeyen (a'ma) ile gören (basiret sahibi) eşit olabilir mi? Veya
karanlıklarla nur eşit olabilir mi? Yoksa Allah'a, O'nun yaratması gibi yaratan ortaklar
buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: Allah, herşeyin
Yaratıcısı'dır ve O, tektir, kahredici olandır. (Rad Suresi, 16)
EK BÖLÜM Evrim Yanılgısı
Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış,
ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız
maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok açık bir
düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman
yaşanmadığını ortaya koyan 350 milyona yakın fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece
Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır.
Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece
bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen
yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en
büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların
tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile
getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen
çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış
gerçeğiyle açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve Yaratılış'ın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün
bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük
önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı
olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli
gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin
bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine
kendince karşı çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı
ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği
gibi sadece bir mantık yürütme idi. Hatta Darwin'in kitabındaki Teorinin Zorlukları başlıklı
uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel
bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak
gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer
dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü evrim mekanizmalarımın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip
olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali
şekilde tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir
hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu
tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin
açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk
basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o ilk hücre nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o ilk hücrenin, hiçbir plan ve düzenleme
olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder.
Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış
olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
Hayat Hayattan Gelir
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki
ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan
beri inanılan spontane jenerasyon adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya
gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek
artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için
de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz
beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu.
Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar,
sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı. Darwin'in Türlerin
Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı,
bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis
Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma
ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: Cansız maddelerin hayat
oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür. (Sidney Fox, Klaus Dose,
Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2.)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak
gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden
oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander
Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen
meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak
ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin
tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.
(Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint),
s. 196.)
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak
deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği
gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin
yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve
deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen
yıllarda ortaya çıkacaktı. (New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life, Bulletin
of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının
gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of
the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7.)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar
hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey
Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul
eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en
büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey
Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40.)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrimcilerin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmelerinin başlıca
nedeni, Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede
kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik
ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile
cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre, hatta hücreye ait tek bir protein bile
üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak
kadar fazladır. Ancak bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha hücre
aşamasına gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri olan proteinlerin
tek bir tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali matematiksel olarak 0dır.
Bunun nedenlerinden başlıcası bir proteinin oluşması için başka proteinlerin varlığının
gerekmesidir ki bu, bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini tamamen ortadan kaldırır.
Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile evrimcilerin tesadüf iddiasını en baştan yok etmek için
yeterlidir. Konunun önemi açısından özetle açıklayacak olursak,
1. Enzimler olmadan protein sentezlenemez ve enzimler de birer proteindir.
2. Tek bir proteinin sentezlenmesi için 100'e yakın proteinin hazır bulunması
gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı için proteinler gerekir.
3. Proteinleri sentezleyen enzimleri DNA üretir. DNA olmadan protein sentezlenemez.
Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için DNA da gerekir.
4. Protein sentezleme işleminde hücredeki tüm organellerin önemli görevleri vardır. Yani
proteinlerin oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm organelleri ile var
olması gerekmektedir.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz
bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er
sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin
(enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler
doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi
için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu
senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof.
Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle
itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA)
aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama
bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın
kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda
kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim
1994, s. 78.)
Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız
ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin evrim mekanizmaları olarak
öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış
olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen doğal seleksiyon mekanizmasına bağlamıştı.
Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni,
Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara
uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar
tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır.
Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma,
geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin
de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında Faydalı değişiklikler oluşmadığı
sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The
Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184.)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu faydalı değişiklikler nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim
anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce
yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel
değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni
türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek
ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek
bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (B. G.
Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.)
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım
kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı.
Böylece doğal seleksiyon tek başına ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak
kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, Modern
Sentetik Teoriyi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm,
doğal seleksiyonun yanına faydalı değişiklik sebebi olarak mutasyonları, yani canlıların
genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları
ekledi. Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin
savunduğu model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün,
bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının mutasyonlara, yani
genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi
çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her
zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde
oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan
bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi
ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana
gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde
meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar
verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım
getirir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard
University Press, 1964, s. 179.)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği
gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
evrim mekanizması olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat
bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette
tahrip edici bir mekanizma evrim mekanizması olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de
kabul ettiği gibi, tek başına hiçbir şey yapamaz. Bu gerçek bizlere doğada hiçbir evrim
mekanizması olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim
denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil
kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin bilim dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir.
Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde
ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman
dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız ara türlerin oluşmuş ve
yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen
özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen
özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya
çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar
olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara ara-geçiş
formu adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin
milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil
kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeninde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında
bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280.)
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da
farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden,
Türlerin Kökeni kitabının Teorinin Zorlukları (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle
yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş
formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak
tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün
sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve
her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172,
280)
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil
araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular,
evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir
biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu
gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar
seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil,
aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, The Nature of the Fossil Record,
Proceedings of the British Geological Association, c. 87, 1976, s. 133.)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz
biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası,
bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün,
kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının
tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas
Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki
açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde
kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar.
Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi
bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J.
Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Yani türlerin kökeni, Darwin'in sandığının aksine, evrim değil Yaratılıştır.
insanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur.
Bu konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini
varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali ataları arasında
bazı ara
formların yaşadığı iddia edilir.
Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel kategori sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına güney maymunu anlamına gelen
Australopithecus ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden
başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve
ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok
geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait
olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Charles E. Oxnard,
The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt, Nature, c. 258, s.
389)
Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, homo yani insan olarak sınıflandırırlar.
İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir.
Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması
oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki
olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından
biri olan Ernst Mayr, Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır diyerek bunu kabul eder.
(J. Rennie, Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr, Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa
paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un
dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker,
Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B.
Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge
University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar
yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı ortamda
yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça
ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de
bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o
halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz.
Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler. (S.
J. Gould, NaturalHistory, c. 85, 1976, s. 30.)
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım yarı maymun, yarı insan
canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi
senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir. Bu konuyu uzun yıllar
inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en
ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen,
ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna
varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir bilim skalası yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi
dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur.
Zuckerman'ın bu tablosuna göre en bilimsel -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya
ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir.
Yelpazenin en ucunda, yani en bilim dışı sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati,
altıncı his gibi duyum ötesi algılama kavramları ve bir de insanın evrimi vardır! Zuckerman,
yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani
duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim
teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine
kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile
mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger
Publications, 1970, s. 19.)
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları
bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl
saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle
özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı
iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve
sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi
düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya
getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir
canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir deney tasarlayalım ve evrimcilerin aslında
savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına Darwin Formülü
adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon,
oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal
şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri
de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da
protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri
gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını
koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca,
hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler.
Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini
kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı
çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları,
yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları,
hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus
kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini
oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir
hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar
vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu
bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar.
Madde, ancak Yüce Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin
ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği
açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki
üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce Nasıl görürüz? sorusuna kısaca cevap verelim. Bir
cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler
tarafından elektrik sinyallerine
dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır.
Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır.
Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar
giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç
karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir
dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü
imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan
ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda gördüğünüz netlik ve
kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size
dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi
veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için
fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar
geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba.
Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki
boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine
ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da
gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka
taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar
net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı
meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu
iddia etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu,
atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz?
Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa,
gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum
kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta
kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu
titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi
duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses
geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna
rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın
senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda
hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim
olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı
çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik
alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu
teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve
kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik
setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka
parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka
duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve
kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli
algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden
bu yana böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas
ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların
ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını
dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne
gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna
dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde
rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan
kimdir?
Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur
bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte
bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara
hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh,
görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde
düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük,
kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce
Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia
olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne
sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin
gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim
teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca
dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama
evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin
eleştirilmesini bilime saldırı olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek
dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve
Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı
zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, önce materyalist, sonra bilim adamı
olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru
varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey,
bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız
nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları
kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye
girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, The Demon-Haunted World, The New York
Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma
olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu
nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca farklı canlı
türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların,
çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan
yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu,
hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan
varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam
etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği
görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler.
Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp
şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan,
sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla
anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok
atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen,
akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim
adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların,
limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya
inananlar bilim adamları, profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi
için dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü ifadesini kullanmak yerinde olacaktır.
Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla
düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık olan
gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı
kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri
ile yaptıkları putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları
buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum,
Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının
kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde
bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar.
Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve
büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
... Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler,
kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte
bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi'nde ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar
büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 1415)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu
kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız
senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak
dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya
gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini ve sayısız
kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine inanmasının, büyüden başka bir
açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları
büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere
bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa (as)'a, kendi
bilgin büyücüleri ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as),
büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu
olayın anlatıldığı ayet şöyledir:
(Musa:) Siz atın dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları
dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları aldatmacalarla -Hz. Musa (as) ve ona
inananlar dışında-insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık
Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette bildirildiği gibi
uydurduklarını yutmuş yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: Asanı fırlatıver diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o
bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün
yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz
çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin
yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük
düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma
iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan
vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve büyü bozulduğunda küçük
duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci
olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın
gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih
kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu
kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle
karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans,
1980, s. 43)
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar tesadüflerin ilah
olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en
şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir
yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının sırrını
öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
SÖZLÜK:
Adenin: DNA ve RNA'nın yapısına katılan pürin grubundan bir baz çeşidi.
Amino asit: Proteinlerin yapı taşı. Çok sayıda amino asit, peptid bağları ile bağlanarak
proteinleri oluşturur.
Anti-kodon: Transfer RNA ile taşınan amino asite uyumlu, kodondaki bazların
tamamlayıcısı. Transfer RNA'daki üçlü baz dizilimi.
Apoptosis: DNA parçalanması oluşturan, programlanmış hücre ölümü.
Asit: Hidrojen iyonu açığa çıkaran kimyasal madde.
ATP: Besinlerden elde edilen kimyasal enerjinin, mitokondrilerde hücrenin kullanabileceği
şekle dönüştürülmesiyle oluşan enerji paketleri.
Baz: DNA'nın kimyasal yapı taşları. Adenin, sitozin, timin ve guanin olarak adlandırılırlar.
Biyoteknoloji: Özellikle DNA ve hücreyle ilgili konularda, kullanılan biyolojik tekniklerin
genel adı.
DNA (Deoksiribonükleik asit): Genetik bilgileri içeren ve hücre çekirdeğinde yer alan ikili
sarmal şeklindeki molekül.
Ekson: Mesajcı RNA'da bulunan bir gen bölgesi.
Embriyo: Yumurtanın döllenmesinden sonra oluşan canlının ilk hali.
Enzim: Hücre içinde üretilen ve yaşamsal faaliyetleri başlatan, hızlandıran proteinler.
Ester bağ: DNA molekülündeki şeker ve fosfat gruplarını birbirlerine bağlayan oldukça
kuvvetli bir bağ çeşidi.
Fenotip: Çevre koşullarının etkisi altında meydana gelen ve sadece dış görünüm
bakımından değişmiş bulunan türler.
Fetus: Üçüncü gebelik ayı başından doğuma kadarki devre içinde, ana rahmindeki canlıya
verilen isim.
Gen: DNA molekülündeki, canlının kalıtsal özelliklerinden herhangi birini taşıyan parçası.
Gen ekspresyonu: Kalıtımsal bilgi ile bir proteinin yapısının ortaya çıkarılması.
Transkripsiyon ve translasyon olaylarının toplamı.
Gen haritalaması: Bir DNA molekülündeki genlerin konumlarının belirlenmesi. Bu
haritalamada hangi genin bir diğerine göre molekülün neresinde yer aldığı ve aralarında neler
bulunduğu belirlenir.
Gen havuzu: Genetik bilimde bir canlı türünün varyasyon sınırları.
Gen regulasyonu: Gen düzenlenmesi. Hücrelerin farklı işlevler edinmesini sağlayan
genlerin açılıp kapanma süreci.
Gen tedavisi: Kalıtsal bozukluğun düzeltilmesi için sağlıklı DNA'nın, hastalıklı hücrelere
doğrudan zerk edilmesi.
Genetik: Kalıtımsal özellikleri inceleyen bilim dalı.
Genetik kod: Mesajcı RNA boyunca üçlü gruplar halinde bulunan ve protein sentezi
sırasında üretilen amino asit dizilimlerinin düzenini belirleyen nükleotidler.
Genom: Bir canlının kromozomlarında yer alan genetik şifrelerin tamamı.
Genom projesi: İnsanın ya da başka canlıların genetik şifrelerinin dizilimini saptamayı ve
bunların haritalandırılmasını hedefleyen araştırmalar.
Genotip: Bireyin kalıtımsal özelliklerinin tümü.
Guanin: DNA ve RNA'nın yapısına katılan bir pürin bazı.
Helikaz: DNA'nın kopyalanması sırasında DNA'nın heliks zincirini fermuar gibi açan
enzim.
Hidrojen bağ: DNA'da nükleotidleri karşılıklı olarak bağlayan, kolaylıkla ayrılabilen, son
derece zayıf bir bağ çeşidi.
Histon: Hücre çekirdeğinde, DNA sarmalının etrafına sarıldığı proteinler.
İntron: Genlerin protein kodlamayan bölümleri.
Katalitik etki: Bir maddenin kimyasal bir tepkimede, hiçbir değişmeye uğramadan
tepkimenin olmasını veya hızının değişmesini sağlayan etkisi.
Klon: Genetik olarak birbirinin aynı olan canlılar.
Klonlama: Bir canlının aslının aynısının (kopyasının) yapılması.
Kodon: Mesajcı RNA üzerindeki, her biri bir amino aside uyan üçlü baz grupları.
Kovalent bağ: DNA molekülünün ana omurgasını oluşturan, karbonları birbirlerine
bağlayan sıkı bir bağ çeşidi.
Kromatid: Mitoz veya mayoz bölünme sürecinde, birbirine sentromerlerle bağlanmış olarak
duran kromozom çifterinden her biri.
Kromozom: Hücre çekirdeğinde bulunan ve hücrenin kendi kendisini eksiksiz olarak
kopyalamasını sağlayan tüm bilgileri içeren DNA'lar.
Ligaz: Bir molekülün parçalanmasını ya da bir grubun molekülden uzaklaştırılmasını
sağlayan enzimler.
Mayoz: Üreme hücrelerinde görülen bir bölünme şekli. Canlıların çeşitlenmesine ve farklı
özellikler kazanmasına olanak sağlar.
Mesajcı RNA (mRNA): DNA üzerindeki şifreli genetik bilgiyi, protein sentezi
mekanizmasına taşıyan aracı molekül.
Mikron (m ): Milimetrenin binde biri (1m = 1/1000 mm).
Mitokondri: Hücrenin enerji santrali.
Mitoz: Bir hücreden aynı özellikte iki yeni hücre oluşmasını sağlayan bölünme şekli.
Büyüme ve gelişme sırasında vücut hücrelerinin çoğalmasını sağlar.
Molekül: İki veya daha fazla atomdan oluşan yapı.
Monomer: Bir kimyasal molekülde, yapının hep tekrarlanarak kendini göstermesi.
Morfogenez: Proteini üretilen hücrenin farklılaşması.
Mutant: DNA'sında değişiklik (mutasyon) meydana gelmiş olan canlı.
Mutasyon: Genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler
sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmeler. DNA'yı oluşturan nükleotidleri
tahrip ederek ya da yerlerini değiştirerek, canlılarda kalıcı hasarlara sebep olurlar.
Nükleaz: Nükleik asitleri parçalara bölen, kesen enzim grubunun genel adı.
Nükleik asit: Hücre çekirdeğinde bulunan, nükleotidlerin birleşiminden oluşan kompleks
yapıdaki bileşikler.
Nükleotid: Nükleik asitlerin (DNA, RNA) temel yapı birimleri. İki şeker, bir pürin ve bir
pürimidin bazından oluşan tek bir DNA dizisi.
Nükleozit: Nükleotidin fosfat bağlanmamış hali.
Nükleozom: Kromozomdaki DNA şeridinin histon proteinleri etrafında paketlenmiş hali.
Nükleus: Hücredeki genetik malzemeyi içeren kısım, çekirdek.
Organel: Hücre içinde belirli bir görevi yapmak üzere özelleşmiş ve zarla çevrili yapılar.
Çekirdek, mitokondri, kloroplastlar gibi.
Otozom: Cinsiyetin belirlenmesiyle ilgisi olmayan kromozom.
Ökaryot hücre: Zarla çevrili organelleri ve çekirdeği olan hücre. Ökaryot hücreler bitki ve
hayvanları meydana getirir.
pH: Bir sıvının asit veya bazlık derecesini gösteren değer.
Pirimidin: DNA ve RNA sentezinde gerekli bazı bazların (sitozin, timin, urasil) ana
unsurunu oluşturan organik bir bileşik.
Polimer: Farklı moleküllerden oluşmuş kimyasal yapı.
Polimeraz: DNA ya da RNA molekülünün oluşmasını kolaylaştıran, hızlandıran enzim.
Polipeptid: Protein molekülünün yapısında bulunan amino asit zincirlerinin bir parçası.
Prebiyotik dönem: Canlılardan evvelki dönem. Yaşam öncesi.
Prokaryot hücre: Zarla çevrilmiş özel organelleri ve çekirdeği olmayan hücreler. Bakteriler
ve algleri içine alan monera alemindeki canlılar.
Protein: Yapısında karbon, hidrojen, oksijen ve azot gibi elementleri bulunduran temel
moleküller. Amino asitlerin peptid bağlarıyla birleşmesinden oluşan, hücrelerin, dokuların ve
organların oluşmasını sağlayan yapıtaşları.
Pürin: Kompleks yapıda azotlu bileşik.
Rekombinant DNA: Farklı canlılardan elde edilen DNA moleküllerinin birleşmesinden
oluşan yapı.
Rekombinasyon: Mevcut genlerin yeni genotipleri oluşturacak şekilde biraraya gelmesi.
Replikasyon: DNA'nın kendini eşlemesi. DNA molekülündeki genetik bilgilerin sonraki
nesillere aktarılması için kopyasının oluşturulması.
Ribozom: Hücrede protein sentezinin yapıldığı yerler.
Ribozomal RNA (rRNA): Ribozomaların yapısına katılarak protein sentezini hızlandıran
molekül.
RNA (Ribonükleik asit): Hücre sıvısında ve çekirdeğinde bulunan, kimyasal yapısı
DNA'dan çok az farklı bir molekül. Protein sentezlenmesi başta olmak üzere hücre içi
kimyasal faaliyetlerde çok önemli bir rolü vardır.
Sentromer: Kromozomu iki kola ayıran, genlerin yerlerinin belirlenmesinde kolaylık
sağlayan bölge.
Sitoplazma: Hücre zarı ile çekirdek arasını dolduran canlı sıvı. İçerisinde organel denilen
çeşitli görevleri üstlenmiş ve özelleşmiş yapılar bulunmaktadır.
Sitozin: DNA ve RNA'nın yapısında bulunan, guaninle eşleşen bir baz çeşidi.
Spliceosome: Mesajcı RNA'daki protein kodlamayan kısımları aradan kesip çıkaran enzim.
Timin: DNA'nın yapısına katılan, fakat RNA'nın yapısına katılmayan bir primidin bazı.
Topoizomeraz: DNA sarmalının bir şeridini ayırarak DNA'nın çözülmesini ve gevşemesini
sağlayan enzim.
Transfer RNA (tRNA): Taşıyıcı RNA (tRNA) da denilen, protein sentezi sırasında
ribozoma amino asitleri taşımakla yükümlü molekül.
Transkripsiyon: RNA sentezi. DNA şeridindeki genetik bilginin, mesajcı RNA'ya aktarımı.
Translasyon: RNA'ya kopyalanmış genetik bilgilerin okunarak protein molekülü haline
çevrilmesi.
Urasil: Yanlızca RNA'nın kimyasal yapısına katılan baz.
Varyasyon: Çeşitlenme. Esas tür tipine göre belirli karakterlerde görülen farklılıklar.
Zigot: Döllenmiş yumurta hücresi.
Kitap Taramak Gerçekten İncelik Ve Beceri İsteyen, Zahmet Verici Bir İştir.
Ne Mutlu Ki, Bir Görme
Engellinin, Düzgün Taranmış Ve Hazırlanmış Bir E-Kitabı Okuyabilmesinden Duyduğu
Sevinci Paylaşabilmek Tüm Zahmete Değer.
Bandrol Uygulamasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin
5.Maddesinin İkinci Fıkrası Çerçevesinde Bandrol Taşıması Zorunlu Değildir.
Buraya Yüklediğim E-Bookları Download Ettikten 24 Saat Sonra Silmek Zorundasınız.
Aksi Taktirde Kitabin Telif Hakkı Olan Firmanın Yada Şahısların Uğrayacağı Zarardan Hiç
Bir Şekilde Sitemiz Sorumlu Tutulamaz ve Olmayacağım.
Bu Kitapların Hiçbirisi Orijinal Kitapların Yerini Tutmayacağı İçin Eğer Kitabi Beğenirseniz
Kitapçılardan Almanızı YaDa E-Buy Yolu İle Edinmenizi Öneririm.
Tekrarlıyorum Sitemizin Amacı Sadece Kitap Hakkında Bilgi Edinip Belli Bir Fikir Sahibi
Olmanız Ve Hoşunuza Giderse Kitabi Almanız İçindir.
Benim Bu Kitaplarda Herhangi Bir Çıkarım YaDa Herhangi Bir Kuruluşa Zarar Verme
Amacım
Yoktur.
Bu Yüzden E-Bookları Fikir Alma Amaçlı Olarak 24 Saat Sureli Kullanabilirsiniz. Daha
Sonrası
Sizin Sorumluluğunuza Kalmıştır.
1)Ucuz Kitap Almak İçin İlkönce Sahaflara Uğramanızı
2)Eğer Aradığınız Kitabı Bulamazsanız %30 Ucuz Satan Seyyarları Gezmenizi
3) Ayrıca Kütüphaneleri De Unutmamanızı Söyleriz Ki En Kolay Yoldur
4)Benim Param Yok Ama Kitap Okuma Aşkı Şevki İle Yanmaktayım Diyorsanız
Bizi Takip Etmenizi Tavsiye Ederiz
5)İnternet Sitemizde Değişik İstedğiniz Kitaplara Ulaşamazsanız İstek Bölümüne Yazmanızı
Tavsiye Ederiz
Bu Kitap Bizzat Benim Tarafımdan By-Igleoo Tarafından
www.CepSitesi.Net www.MobilMp3.Net www.ChatCep.Com www.İzleCep.Com
www.MobilMp3Ler.Com
Siteleri İçin Hazırlanmıştır. E-Book Ta Kimseyi Kendime Rakip Olarak Görmem
Bizzat Kendim Orjinalinden Tarayıp E-Book Haline Getirdim Lütfen Emeğe Saygı Gösterin.
Gösterinki Ben Ve Benim Gibi İnsanlar Sizlerden Aldığı Enerji İle Daha İyi İşler
Yapabilsin. Herkese Saygılarımı Sunarım .
Sizlerde Çalışmalarımın Devamını İstiyorsanız Emeğe Saygı Duyunuz Ve Paylaşımı
Gerçek
Adreslerinden Takip Ediniz.
Not : Okurken Gözünüze Çarpan Yanlışlar Olursa Bize Öneriniz Varsa Yada Elinizdeki
Kitapları Paylaşmak İçin Bizimle İletişime Geçin.
Teşekkürler. Memnuniyetinizi Dostlarınıza Şikayetlerinizi Yönetime Bildirin
Ne Mutlu Bilgi İçin Bilgece Yaşayanlara.
By-Igleoo www.CepSitesi.Net
Download