GÜMRÜK BİRLİĞİ İÇİN MİLLİ PROGRAM ÖNERİSİ (KORHABER içindir, 18.01.2014/Talat SARAL) AB maceramızda temel yanlışlar Geçen ay Korhaber’deki konuya ilişkin son yazımda mevcut durumu en son verilerle bir kez daha ortaya koyup, ekonomimizdeki GB yarasını tedavi etme arayışını dile getirmiştim. 02.12.2013 tarihli bu yazımızın sonuç bölümünde şunları ifade etmiştik: “1959 yılında AB’ye (o tarihte AET) başvurmamız, ardından onlarla 1963 yılında Ankara Anlaşması’nı ve 1973 yılında da bu anlaşmaya ek Katma Protokol’ü imzalamamız, o dönemin genel iç ve dış şartlarına göre doğru ve yerinde hamlelerdi. Üstelik bu adımlar birer milli politika ürünü idi. Ancak, sonraki yıllarda AB ilişkimizde çok önemli hatalarımız da olmuştu. Geriye doğru baktığımızda, (…) şu temel yanlışları sıralayabiliriz: 1976 yılında tekstil ürünlerimize konan kotalara, 1981 yılında 3.Mali Protokol’le Türkiye’ye verilecek 600 milyon dolarlık yardımı (verdiği söze rağmen) veto eden Yunanistan’a ve GB döneminde bize yapılacak 3,2 milyar dolarlık mali yardımın da 1966’da yine Yunanistan tarafından veto edilmesine karşı hukuki yollara başvurmamamız. 1986’da işgücünün serbest dolaşımının iptalini Almanya’nın isteği üzerine sineye çekmemiz. 1987’de gerekli şartlar olgunlaşmadan tam üyeliğe başvurmamız. AB ile STA yapacak yerde, daha aday bile olmadan, üstelik mevcut aday ülkeler (örneğin Kıbrıs Rum Kesimi) ve süre için bir rezerv bile koymadan GB’ye girmemiz, bu bağlamda OGT’yi kabul etmemiz ve zararları telafi edecek mekanizmaları işletmememiz. AB’nin, özellikle Almanya’nın hukuk dışı ve insanımızı aşağılayıcı vize uygulamalarına karşı etkin bir politika uygulayamayışımız. (Dünya Bankası söz konusu incelemesinde vize sorununa da değinmekte ve AB’ye ‘uzatmayın, açın kapıları’ demektedir./Bkz. HT, 06.11.2013.) 1 2004’te Annan Planı’na hayır dediği halde, Kıbrıs Rum Kesimi’nin tam üyeliğine (KKTC’yi adeta uçuruma iterek) seyirci kalmamız. Tam üyelik yolunda en büyük engel olan 3 Ekim Belgesi’ne itiraz etmememiz… AB ile ilişkilerde bugün gelinen noktada tam üyelik ümidi ne yazık ki hayalden öteye geçemiyor. Bunda dünüyle, bugünüyle, iktidarı ve muhalefetiyle tüm siyasi kadroların payı vardır. Bu bakımdan, ilişkilerin geleceği ve ülkemizin mevcut işleyişten daha fazla zarar görmemesi için bütün siyasi partilerimizin, özellikle de üç büyük partinin AB’ye karşı milli bir politika oluşturması amacıyla tez elden bir araya gelmesi gerekir.” Tam da sırası Avrupa Birliği (AB) çerçevesinde özellikle Gümrük Birliği (GB) ile ilişkilerimizi yakından izleyen ve irdeleyenlerden biriyim. 50 yıllık AB maceramızın en az 35 yılının canlı tanığı olarak, GB kararının alındığı 6 Mart 1995 tarihinden bu yana konu hakkında çok sayıda inceleme yaptım, yazı yazdım, konferanslar verdim ve çeşitli TV programlarına katıldım. Yazdıklarımın ve söylediklerimin temel özelliği; konuya moda/popülist yaklaşımlarla değil, ülkemizin çıkarları ve emsal uygulamalar açısından gerçekçi bir gözle bakmak, olay ve gelişmelerle ilgili tespit ve değerlendirmeler yanında, somut önerilere de yer vermek olmuştur. (Bunlar içinde, Mayıs ve Haziran 2006’da Jeopolitik Dergisi’nde iki bölüm halinde çıkan “Yeni Kapitülasyonlar, Gümrük Birliği” adlı incelememi değerli Korhaber okurlarına özellikle salık veririm.) “Şimdi sırası mı?” diye soranları duyar gibiyim. Evet, şu iki nedenle tam da sırası diyorum: Birincisi, eğer 2023 hedefine samimi olarak inanıyorsak (ağır enerji faturamıza ilaveten) bunun mevcut GB prangasıyla asla gerçekleşemeyeceğini de mutlaka bilmemiz gerekir. Çünkü GB yalnızca AB ile ticaretimizden kaynaklanan dış ticaret açığını (1996-2013/9 döneminde 191,5 milyar dolar, 2012’de 28,3 milyar dolar, bkz. önceki yazımız) artırmakla kalmıyor. Ayrıca Ortak Gümrük Tarifesi (OGT) nedeniyle üçüncü ülkelerle ticaretimizde de büyük açıklar vermemize neden oluyor.. Üstelik enerji ithal etmediğimiz Çin, ABD, Japonya gibi üçüncü ülkelerle bu açığı veriyoruz. Örneğin, TUSKON’a göre son 4 yılda Çin’den kaynaklanan dış ticaret açığımız 68 milyar dolar olmuştur. 2 Yıllık ortalama 17 milyar dolar açık. Bu açığa ABD, Japonya ve serbest ticaret anlaşmamız (STA) olmayan, enerji de ithal etmediğimiz diğer üçüncü ülkelerle olan açıklarımızı da eklediğimizde, yaklaşık olarak AB’den kaynaklanan yıllık 28 milyar dolar açık (2012) kadar OGT ve dolayısıyla GB yüzünden üçüncü ülkelerle de açık veriyoruz. Enerji açığımız için; yenilenebilir enerjiden nükleere kadar, çeşitli iç-dış projeler çok geç de olsa uygulama aşamasında bulunuyor. Esasen bu konuda GB yoluyla yapılacak bir iyileştirme de yok. GB olsa da olmasa da bu enerjiyi Rusya, İran, Irak, Körfez ülkeleri, Cezayir ve Libya gibi devletlerden ithal etmek zorundayız. Vergili olması, olmaması fark etmiyor… İkincisi ise, Türkiye’de 17 Aralık 2013’te başlayan siyasi-ekonomik dalgalanmaların dövizi, faizi ve borsayı derinden etkilemeye başladığı bu dönemde, ekonomiye soluk aldırmak ve dış ticaretimize yeni boyutlar kazandırmak kaçınılmaz duruma gelmiştir. Akıl almaz suskunluğumuz Ama o derecede bizi etkileyen, doğrudan GB’den kaynaklanan ve ekonomideki en büyük baş ağrımız olan cari açığın da temel nedeni olan bu dış ticaret açıkları için ne yapıyoruz? Çok kısa olarak, hiçbir şey… Sadece ara sıra AB’ye sitem etmekle yetiniyoruz. İki büyük muhalefet partimiz (CHP ve MHP) zaman zaman AB politika, uygulama ve dayatmaları konusunda görüş bildirseler bile, bunlarda GB ile ilgili dişe dokunur bir ifadeye/bakışa rastlayamıyoruz. Sanki AB ile GB gibi bir ilişkimiz yok veya bu ilişkide her şey yolunda ya da onları hiç ilgilendirmiyor… Bu konuda Sn. Kılıçdaroğlu’nun ekonomide “çıkış formülü” kapsamında dile getirdiği şu görüş, kendisinin GB sorunundan ne denli uzak kaldığını ve AB’nin istediği şekilde kapılarında daha uzun süre büyük ticari açıklarla beklemeye razı olacağını açıkça göstermektedir: “Avrupa Birliği alanında, bizi üyeliğe ister alsınlar ister almasınlar, bir AB üyesiymiş gibi bütün kuralları yerine getireceğim.” (Bkz. 10 Ocak 2014 tarihli Dünya’da İsmet Özkul’un “Kılıçdaroğlu’nun ekonomiyi toparlama formülü” başlıklı yazısı.) Kısaca, bu konuda iktidarımızla ve (dün iktidarı paylaşan) muhalefetimizle 18 yıldır olduğumuz yerde duruyoruz. Adeta üzerimize ölü toprağı serpilmiş durumda. Dünya Bankası’nın 191,5 milyar dolarlık ticari açığa işaret eden son raporu bile uyanmamızı sağlamamışa benziyor. 3 Hayret edilecek şekilde, akademik çevrelerden ve ekonomi basınımızın usta kalemlerinden de izlediğim kadarıyla bu konuda kayda değer bir görüş ya da değerlendirme çıkmıyor… Suskunluğumuzun nedenleri Bu suskunluğu ve tepkisizliği Türkiye’deki AB propagandasına ve onun da etkisiyle gelişen AB yandaşlığına bağlamak abartılı olmayacaktır. O kadar ki, son dönemlerde çok ihtiyacımız olan çağdaş yaşamı, sosyal hukuk devletini ve ifade özgürlüğünü temsil eden AB imajının gölgesinde GB Türkiye’ye şirin gösterilmek isteniyor. Şöyle ki: Bunun sonucunda, tepki vermeyenler için genelde GB’den/açıktan şikayetçi olmak, AB ile köprüleri tamamen atmak anlamına geliyor. Yani, adaylığımızı ve sözde müzakereleri sürdürebilmek için onlara göre bu sömürü derecesinde ağır kan kaybına kendimizi mecbur hissediyoruz. Üstelik, GB kararında bile dört elle sarılmamız gereken korumacı hükümler/ önlemler olduğu halde… Oysa; GB’siz AB ile adaylık ilişkileri olabilir, ama AB tam üyeliği gerçekleşmeyecekse (ki öyle gözüküyor), GB’yi en azından mevcut haliyle sürdürmek, arka bahçe olmayı, ticarette kan kaybının sürmesini peşinen kabullenmektir. Buna kim, nasıl razı olabilir?.. GB’nin kan kaybına neden olduğunu görenler ise, AB yandaşlığının etkisinde bunu mazur göstermek veya gizlemek için; - GB ile bir ilgisi olmadığı halde, enerjide dış açığımızın çok daha yüksek olduğunu öne çıkarıyor, AB’den (gerçeklerin aksine) daha çok yatırım malı aldığımızı iddia ediyor, Ve/veya doğrudan GB’nin sonucu olan OGT nedeniyle Çin ve benzeri üçüncü ülkelerle olan dış ticaret açıklarımızı görmezden geliyorlar. GB konusunda Türkiye’deki AB propagandasının bir önemli argümanı da şudur: “AB ile GB ilişkisine son verip, iç pazarımız ve Ortadoğu ülkeleriyle mi baş başa kalacağız?.. ”Çok yanıltıcı ve saptırıcı olan bu çıkışa karşı şu noktaları özellikle vurgulamamız gerekiyor: - GB’nin alternatifi, yüksek gümrük duvarlarıyla korunmuş kapalı bir ekonomi asla değildir. (Türkiye’de bu dönem 24 Ocak Kararları ile 1980’de son buldu.) Esasen, üyesi olduğumuz Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kuralları çerçevesinde artık buna pek imkan da yoktur. - Eğer AB’ye üvey aday bir ülke değilsek , bu konuda ısrarla talep etmemiz gereken, diğer adaylarla (hatta çoğu yeni üyelerle) yapıldığı gibi, AB ile serbest ticaret anlaşması (STA) yapmaktı. GB’ye ancak tam üyelikle birlikte (AB kuralı) veya daha sonra (Yunanistan, İspanya ve Portekiz örnekleri) geçilmesi zorunlu idi. 4 - Aksine bir tutum; ekonomimizi, kazanması mucizelere bağlı asimetrik bir haksız rekabetin çarklarına atmanın ötesinde, kendimizi ancak belirli egemenlik haklarımızı Brüksel’e devrederek adaylığa layık görme kompleksi, kazanılmış hakları sanal karşılıklar uğruna yok sayma ağır ihmali ve bunların getirdiği/getireceği siyasi faturalar anlamını taşır. Maalesef öyle de olmuş ve GB ile Türk ekonomisi adeta AB’nin bir arka bahçesi haline getirilmiştir. Üstelik süresiz olarak... - Bizdeki “GB muhipleri” bir yandan AB ile dış ticaretimizin (aslında daha çok ithalatımızın) artmasının reklamını yapıyor, bir yandan da komşularımızla ve çevremizle ticareti bir çıkış yolu olarak da artırma eğilimlerine “Olur mu, AB’den nasıl uzaklaşırız?” yaygaralarıyla çelme takıyor. Oysa, bilinen bir gerçektir ki, yalnızca çoğu AB ülkelerinin değil, tüm gelişmiş ülkelerin en büyük ticaret ortakları kendi komşularıdır. Örneğin, dünya ihracat şampiyonu Almanya’nın dış ticaretinde,Fransa ve Hollanda başta olmak üzere, AB ülkelerinin %60’lar düzeyinde payı vardır. Bayan Merkel’in son marifeti Almanya’daki 22 Eylül seçimlerinden sonra kurulan yeni koalisyon hükümeti programına bile Bayan Merkel ekonomik egemenliğimize açıkça saldırı niteliğinde şu ifadeyi koyduruyor (bkz. önceki yazım) ve buna da Türkiye’den (İktidardan, muhalefetten, ekonomiden ve akademik çevrelerden) ne yazık ki hiçbir tepki gelmiyor: “Eğer AB bizi alacak kapasiteye sahip olmazsa ya da Türkiye, tam üyeliğe bağlı olarak sorumluluklarını yerine getirmezse Türkiye için, AB ve Almanya’ya yönelik ‘imtiyazlı’ bir ilişki geliştirilmeli ve mümkün olduğu kadar Avrupa’nın yapısallığına bağlanmalıdır.” Geçen sürede (2013 sonuna kadar) GB yüzünden sadece AB ile ticarette yaşamış olduğumuz yaklaşık 200 milyar dolarlık kan kaybı konusunda şu soruyu da hiç aklımıza getirmiyoruz: Bu açığın çok az bir kısmını bile faraza Türkiye değil de AB veya Almanya vermiş olsaydı, acaba bunu bizim yanımızda bırakırlar mıydı? Hiç kuşkunuz olmasın, böyle bir gelişme olsaydı; türlü dayatmalar, ihraç ürünlerimize yeni standartlar ve özellikle tarife dışı engellerle dalgalar halinde bize karşı saldırıya geçerlerdi. 1970’lerde, Katma Protokol’e aykırı olarak, ihraç ürünlerimize/tekstile kota konması bunun ilk işaret fişeği idi. İşte aşağıdaki tespit ve önerilerimiz, ekonomik egemenliğimize nihayet sahip çıkarak bu ataleti üzerimizden atmak ve 2023’ün yolundaki taşları temizlemek içindir. 5 Neler yapmalıydık? Yapılacak iki şey var: Bir yandan AB ile ticaretin bize verdiği açıkları anlaşma çerçevesinde dengelemek için harekete geçmek, yani karşı önlemler almak; bir yandan da OGT uygulamasının bize verdiği zararı gidermek , yani GB’yi Serbest Ticaret Anlaşması statüsüne indirgemek için girişimleri derhal başlatmak… Bu konuda üç büyük partimizin, ekonominin, akademik çevrelerin ve sivil toplum kuruluşlarının yakın işbirliği yapması, 2023 Hedefi için genel stratejinin hazırlanması (bunun en geç 10. Plan ile birlikte açıklanması gerekirdi) öncelikli iş olmalıdır. 2011’de yayımladıkları seçim bildirileriyle üç partimizin 2023 Hedefi konusunda fikir birliği içinde olduklarını var sayıyoruz. Böyle bir yöntem ve ortak zemin oluşturduktan sonra, milli program için şimdi bu iki grup önlemi içerik olarak geçmişteki hatalarımıza paralel şekilde ele alabiliriz. 1. Gümrük Birliği Anlaşması Değiştirilmeliydi: Yunanistan örneği de dikkate alındığında, GB bizim için bir zorunluluk değil, AB tarihinde benzeri olmayan, en azından mevcut içeriğiyle ve “AB’ye üyeliğimizi ve kalkınmamızı hızlandırır” safiyane düşüncesiyle körü körüne kabul olunmuştur. Oysa gelişmeler tamamen ters yönde gerçekleşmiştir. (Bu kabulde, o zamanki hükümet tarafından dış politikayı iç politikada kullanma büyük yanlışının da etkisi olmuştur.) Ekonomimizin temel hastalıklarının başlıca nedeni olan sonuçlarıyla GB, Katma Protokol’ün 60. maddesine de dayanılarak şimdiye kadar mutlaka masaya yatırılmalıydı. Tabii ondan da önce anlaşmaya; - Adaylığa/müzakerelere bağlı süre sınırlaması, Hassas sektörler ve OGT uygulaması için özel istisnalar, Serbest ticaret anlaşmalarında esneklik, Yeni üyelere otomatik değil tercihli uyarlama, AB’nin GB ile bağlantılı dış ticaret politikalarında oy hakkı, Önceki taahhütleri de telafi edecek yeterli düzeyde mali yardım, gibi hükümler konulmalıydı. 2. STA seçeneği mutlaka olmalıydı: Anlaşma olmadığı takdirde GB tek yanlı askıya alınarak, tüm aday ülkelerde olduğu gibi ilişkiler, hassas sektörleri de koruyan bir serbet ticaret anlaşması bazına indirgenebilmeliydi. Bu yolla AB ile doğrudan ticaret yine geniş ölçüde gümrüksüz olur; ancak, Türkiye özellikle üçüncü ülkelere (örneğin Çin) kendi iç pazarını AB’den bağımsız bir politika ile koruyabilirdi. Ayrıca, ABD- AB Transatlantik Ticaret Anlaşması görüşmeleri de bizi etkilemezdi. 6 3. Tarih ve Takvim Birlikte Olmalıydı: Bunca olan bitenden sonra artık Türkiye göstermelik görüşme tarihi değil, tam üyelik takvimi istemeliydi ve bu tarih hiç bir şekilde Romanya, Bulgaristan ve Kıbrıs’ın üyeliğinden sonraya kalmamalıydı. Bu yapılmadığından “tren” işte o zaman kaçmıştır, kaçmaktadır. Çünkü bu kez masada AB’nin sonu gelmez istekleriyle bizi oyalama dönemi başladı. “Ucu açık” müzakereler için masaya oturmak tam üye olma garantisi de vermiyor. Şimdiye kadar aksi olmadı, ama Türkiye’ye hep “ilkler” in uygulandığı asla unutulmamalıdır. 4. Yalnızca Masaya Oturmakla Yetinmemeliydik: Türkiye, yalnızca müzakere masasını hedefleyerek, özellikle GB kanamasının ekonomide sürmesini ve “uyum paketi” olarak bize sürekli dayatılan “sosyal domdom kurşunları”nın (ağır ekonomik ve siyasal faturalara ilaveten) hükmünü icra ettirmesini sineye çekmiş oldu. 5. Kıbrıs’taki Temel Yanlışımız: Takvim verilmediği ve Kıbrıs’ta hukuk dışı Rum üyeliği gerçekleştirildiği halde, AB ile ilişkilerimizin (göstermelik bir itiraz dışında) aynen devam etmesi başka bir büyük yanlışımız olmuştur. Bu politika, “Biz isteyelim, ama siz vermeseniz de olur, onu da sineye çekeriz” teslimiyetçiliği olarak Brüksel-Atina-Larnaka hattında yorumlanmış ve onlara, bize yönelik dayatmalarında cesaret vermiştir, vermektedir. (1) Öncelikle Yapabileceklerimiz Yapacaklarımızda Kendimize Güvenmeliyiz: Tüm yaşananlara ve olumsuz gelişmelere rağmen, Türkiye’nin elinde yine de önemli kozları ve sağlam çıkış yolları vardır. Yeter ki, bunun bilincinde olalım, günü kurtarma uğruna yıllardan beri attığımız yanlış adımlarda ısrar ederek ve öncekilerini yeni yanlışlarımızın gerekçesi/bahanesi yaparak, bu kozlarımızı da heba etmeyelim. AB ile ilişkilerimizde bugün gelinen noktada yapılabilecekler konusunda (iktidar, muhalefet, ekonomi ve üniversiteler) öncelikle şu noktalar üzerinde durulmalıdır: Tıkanan süreç ve bloke edilen dosyalar nedeniyle AB’den yeni bir tarama süreci talep edilmeli ve bu tarama süreci sonunda fiilen masaya oturmadan önce; Türkiye mevcut dayatmalar ve ulusal çıkarlarımız konusunda kırmızı çizgilerini belirlemelidir. Bu bağlamda, GB’nin yeni üyelere uyarlanması bahanesiyle dayatılan “Rumu tanıma” tuzaklı GB Ek Protokolü, TBMM’de mutlaka reddedilmelidir. (Bu konuda, “limanlarımızı açmamız hizmet ticareti olduğu için GB kapsamı dışındadır” haklı gerekçemizi hala kabule yanaşmayan AB’nin; sınırlarında Türk TIR’larına “hizmetlerin serbest dolaşımıdır” diyerek kota uygulaması, ikiyüzlülüğün tipik örneğidir. (Bkz. 4 Mayıs 2006 tarihli Sabah Gazetesi’nde, UND Başkanı Çetin Nuhoğlu’nun açıklaması.) 7 AB’nin resmi belgelerinde yer verilen ve bizzat AB hukukuna aykırı kalıcı kısıtlamalar vb. için, AB hukukundaki “kazanılmış haklardan geri gidilemeyeceği” temel kuralı çerçevesinde gerekirse dava yoluna gidilmelidir. (Bu konuda üye ülkeleri bağlayıcı AB yargı kararları da vardır.) Doğrudan AB ile ticaretten doğan ağır dış ticaret açıklarımız konusunda anlaşmanın verdiği yetki (bkz. Katma Protokol’ün bize de önlem alma hakkı tanıyan 60. maddesi ve bunun geçerliliğini teyit eden, bizim hala unutur göründüğümüz GB’nin 63. maddesi) nihayet kullanılmalıdır. (2) Dış ticaretimizi olumsuz etkileyen AB karar ve uygulamalarında Türkiye devre dışında kalmamalı, özellikle kararın 52. maddesinde öngörülen GB Ortaklık Komitesi’nin etkin çalışması AB’den talep edilmelidir. AB’nin taraf olduğu STA görüşmelerine doğrudan katılma hakkı ve AB’nin mevcut STA anlaşmalarından Türkiye’nin de yararlanması talep edilmeli, kabul edilmediği takdirde, bundan sonra bu tür anlaşmaları kendi iç pazarımız için otomatikman uygulamayacağımız AB’ye bildirilmelidir. Başka bir anlatımla, bu anlaşmalarla AB’nin muhatabı ülke bizim sırtımızdan ne kadar korunuyorsa, GB’nin tarafı olarak Türkiye de aynı derecede korunmalıdır. GB konusunda yukarıda değindiğimiz ve şimdiye yapılmayanlar/yapılamayanlar en kısa zamanda gündeme getirilmelidir. Veto vb. gerekçelerle verilmeyen tüm mali yardımlar (hukuk yolu da denenerek ve emsal aday ülkeler de dikkate alınarak) AB’den talep edilmelidir. (3) Ortaklık Konseyi’nin kararlarıyla sağlanan AB’deki Türklerin sosyal ve siyasal haklarının (1/80 ve 3/80 sayılı kararlar) gerçekleşmesi hukuk yollarıyla da istenmelidir. Seyahat özgürlüğünün, özellikle serbest ticaretin özüne aykırı olan ve genelde aday ülkelere uygulanmayan vizenin kaldırılması, mevcut üye ülkeleri bağlayıcı AB yargı kararları çerçevesinde sağlanmalıdır. (Bu konudaki son uzlaşma/anlaşma ağzımıza bir parmak bal çalmadır ve 4-5 yıllık oyalamadan sonra AB’ye 3,5 yıl daha kazandırmıştır. Bu süre sonunda çok az bir soluklanma ile yine ipe un serilmesi muhtemeldir.) Geleceğimiz ve ulusal güvenliğimiz açısından en önemli dayanağımız olan KKTC’ye her bakımdan sahip çıkılmalı, KKTC ile STA nihayet yapılmalı ve çoktan çöpe atılmış olan Annan Planı tekrar asla diriltilmemelidir. Rum kesiminin tek yanlı tam üyeliğine ve KKTC’ye uygulanan insanlık suçu ambargoya karşı Lahey Adalet Divanı’na mutlaka gidilmelidir. Bu konularda alınacak sonuçlara göre, GB ve gerekirse AB ilişkileri için halk oylamasına gidilmelidir. dek 8 Sonuç 1. Gümrük Birliği ile Olmaz: Türkiye-AB ilişkilerinin hiç bir boyutu, GB kanayan yarasından soyutlanarak değerlendirilemez, değerlendirilmemelidir. GB’siz de yapılabilecek çok sınırlı bazı artılarına rağmen, bizim için çok büyük olumsuzluklar doğuran ve doğuracak olan yeni kapitülasyonlar GB nedeniyle artık bir karar vermeliyiz. Ayrıcalığımız değil, ayak bağımız olan Anayasa’ya aykırı GB uygulaması tez elden masaya yatırılmalı ve ikili ticaretten doğan büyük zararların dengelenmesi istenmeli, aksi takdirde en azından tam üyeliğe (?) kadar GB (hassas sektörleri de gözeten) serbest ticaret anlaşmasına dönüştürülmelidir. 2. GB’den çıkamazmışız!: AB bağımlılarının “bu yola gidersek, AB tazminat davası açar” mealindeki akıl almaz itirazları, aslında kendilerinin nasıl bir “teslimiyetçi kafa”ya sahip olduklarını gösterir. Katma Protokol’ün 60. maddesi ve bunun geçerliliğini teyit eden anlaşmanın 63. maddesi ortada iken; dahası, aynı maddeye dayanarak AET 1976 yılından itibaren bize kota uygulamışken; biz de 1978’den itibaren yine bu maddeye göre gümrük vergisi indirimlerini ertelemişken, böylesine gülünç bir iddiada bulunmak gerçekten anlaşılır gibi değildir... Bu sakat düşünce; AB’ye ve ayrıca 3.ülkelere dış ticaret fazlası sağlamaya mecbur bir ülke/sömürge olduğumuz vahim sonucuna bizi götürür, ki bunu kabullenmek asla mümkün değildir... 3. Özel Statü ile de asla: Bizi AB’nin tamamen arka bahçesi ve sömürgesi yapacak, hizmetlerin ve tarım ürünlerinin serbest dolaşımı görüşmeleri ertelenmeli, Bayan Merkel’in öncülük ettiği “özel statü” tuzağına asla düşülmemeli ve AB ile mevcut diğer tüm ilişkilerimiz, belirlenecek yeni temel politikalar çerçevesinde gözden geçirilmelidir. 4. Sessizliğe ve tepkisizliğe hayır!: Bütün bunlar yerine, “aman ilişkilerimiz bozulmasın, AB sürecimiz (!) riske girmesin...” temel yanlışlığına düşersek; bize hiçbir şekilde yakışmayan sürekli aşağıdan alan, boyun büken, suskun kalan, sineye çeken, hatta olan biteni adeta yok sayan ve kısır sen-ben çekişmelerinden bir türlü sıyrılamayan, ufuksuz ve vizyonsuz bir görünüm ile kaderimizi başkalarının eline bırakır ve geleceğimizi karartırız. Buna asla hakkımız yoktur... 5. Son Söz: Büyük önder Atatürk’ün ana hedef olarak bize gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyini kendi milli imkanlarımızla aşmayı değil, bize dayatılan şekilde/ölçüde ‘Batılı’ olmayı öngören politikalar büyük risklerle doludur. Böyle bir ortamda, AB kara sevdası ve birliğimizi-dirliğimizi büyük tehlikelere sürükleyen son 18 yıldaki tavizci GB politikaları ayrı bir sorunlar yumağıdır. 9 Bunların etkisinde, AB ile 50 yıllık maceramızda şimdiye dek yaşadıklarımıza, yakın gelecekte çok daha yoğun olarak katlanmak zorunda kalabiliriz. Asla unutmayalım ki, halen süren müzakare süreci sırasında ve sonrasında (şayet son anda bir yol kazası yaratılmazsa), AB ile klasik anlamda bir müzakere yapmıyoruz, sadece onların sorgu odasına alınmış oluyoruz. Üstelik, ne kadar daha süreceği belirsiz bu cenderede, başta aşırı şımartılmış çocuk Rumların küstahlıkları olmak üzere, istenenleri yapsak bile “özel statü” dışında hiçbir “ödül”(!) de alamadan... O halde, yarın çok geç olmadan aklımızı başımıza toplamalı, ulusal çıkarlarımız etrafında ve Atatürk’ün gösterdiği yolda kenetlenmeliyiz. Açıklamalar: 1. Bize kapıyı kapayıp; Hıristiyan olma dışında hiç bir haklı ve acil neden yokken, Avrupa ile tek bir coğrafi bağı bile bulunmayan ve hemen her türlü uluslararası illegaliteyle bağlantılı Kıbrıs Rum kesimini tam üye yapan ve böylece uluslararası hukuku hiçe sayan AB, bu tutumu ile Türkiye’ye karşı gerçek niyetini açıkça göstermiştir. Bu yalın gerçeği hala göremiyorsak gerçekten çok yazık... 6 Mart 1995 tarihinde, aday ülke listesinde bile olmadığımızın açıklandığı AB’nin Aralık 1994 Essen Zirvesi’nden 3 ay sonra, maalesef hiçbir rezerv koymadan imzaladığımız mayınlarla dolu ve süresi belirsiz GB Anlaşması’nın siyasi faturası Kıbrıs olmuştur. 2. Bu madde aynen şöyledir: “Madde 63- Taraflar, Katma Protokolün 60. maddesinde öngörülen koruma önlemleri mekanizmaları ve yöntemlerinin geçerliliğini koruduğunu teyit ederler.” 3. Bu konuda şu ek bilgiyi de verelim: 1-3. mali protokollerle 1980 öncesi verilmiş olan 752 milyon $ tutarındaki mali yardımların çok büyük bir kısmı da hibe değil, faiz karşılığı kredidir. (1981 yılında Yunan vetosu yüzünden verilmeyen mali yardımlardan 4. mali protokole ilişkin olanı 630 milyon Ecu (yaklaşık 900 milyon $) olup, bunun %7’lik yıllık faizle 25 yıllık birikimli güncel tutarı 4,8 milyar $’dır.) 5. ve 6. mali protokollerle verilmesi gereken ve 19811995 döneminde hiç gündeme getirilmeyenleri, yine GB için taahhüt edilen, ancak 1996’dan günümüze dek, bu tutarın KDV’si kadar bile verilmeyen 2,5 milyar Ecu (yaklaşık 3,2 milyar $) uyum ve telafi edici yardımları topluca dikkate aldığımızda, bunlardan doğan birikmiş alacaklarımızın faizli güncel tutarı 15 milyar $’ı çok aşar. 10