BİLİMİN VE BİLİMSEL ARAŞTIRMANIN TARAFLILIĞI irfan erdoğan

advertisement
BİLİMİN VE BİLİMSEL ARAŞTIRMANIN TARAFLILIĞI
irfan erdoğan
Bilimin nesnel olması gerekir; Bilim nesnel mi? Bilimin nesnellik idiasinin geçerliliği
dünyanın düz olduğunun iddia edildiği dönemlerde ve egemenlikteki gibi, o kadar
geçerlidir. Orta çağlarda dünya düzdü ve duzlüğüne karşı gelenler düzeltiliyordu.
Şimdi dünya yuvarlak ve "birkac kişinin ihtirasi için top gibi oynanıyor" diyenler
yuvarlandırılıyor:
Kısaca,
bilimsel
nesnellik
genellikle
çoğunluk
tarafından
benimsenen egemen bir yönelimin tanımladığı öznelliktir. Bu çoğunluk da halk değil,
bilim ve bilimi dürtükleyen çevrelerdir. Bu nesnelleştirilmiş öznellik nesnellik değil,
ilişkiler içinde öznelliğin, örneğin, araştırmacılar arasında egemen olarak belirlenmiş,
mekaniksel ve standartlaşmış kurallar içinde karşılıklı-desteklenerek, sürdürülerek,
nesnel olarak benimsenmesidir. Eğer bu nesnelleştirme, kuram tartışması yapmayan
veya kurama araştırmasında yer vermeyen, modern iletişim teknolojisine ve global
teknolojilere sorgusuz kurtarıcı olarak sarılan, amaçı araca göre ayarlayan "pseudobilimsel" incelemelerle de desteklenirse, hem bilim hem de, en kötüsü, bilimin ve
ürünlerinin uygulandığı insan toplumu acı çeker. Örneğin belli tanımlamalarla
çerçevelenen iletişim konusuna yaklasimda, "hangi örgütlü kim, hangi kimi, ne yolla,
ne şekillerde ve nasıl sömüruyor, eziyor, köleleştiriyor" sorusu yok edilmiş ve "kim,
kimi, hangi kanalla, neyi ve etkiyle söylüyor" yapılmıştır. Çatışma yönetimi dahil,
egemen iletişimde ilgi etki üzerine, yani "daha etken olarak nasıl sömürülebilir,
yönetilebilir ve yöneltilebilir" üzerine eğilir. Bu ilgi de, davranış psikolojisinden, faşist
kalıtım psikolojisinin "iletişimin becerisi, motor beceri, içsel yeterlilik, rol yeterlililiği,
mesaj yeterliliği, yorum yeterliliği gibi inceleme ve sunumlarına kadar çeşitlenen bireyi
egemen topluma hazırlama, bu hazırlananı inxceleyerk ölçme ve gerekirse
hazırlamayi ve yönetmeyi ona göre ayarlama girişimlerini egemen yaptı. Buna, en
gelişmış şekliyle, sınıf çatışmasını çıkar çatışmasına indirgeyen çatışma teorisi
katıldı: Çatışma, kişiler veya gruplar arası çıkar çatışması ve çözüm de ç tışma
yönetimi adı altında, "zero-sum" denilen "ya ben ya o, hep bana hiç sana"
biçiniminden, en iyi şekliyle, "win-win" "her iki tarafın da kazandığı" duruma
döndürülmesi olarak sunulur. Çatışma yönetimine, en güzel örnek toplu sözleşmeler
sırasindaki durumdur: "Tarafsiz hakem" kim? Çatışan tarafların güçleri ve güç
pozisyonları ne? Belirleyici ve zorlayıcı dış etkenler ne ve ne yönde çalışıyor? "winwin" durumunun saptayan koşullar ne? Win-win'de alınan payın miktarını belirleyen
faktörler neler?" Özel mülkiyet ilişkilerinin egemneliğindeki bir ortamda varlıklı
sınıflarla
varlıksızlar
arasında
çatışmayı,
tutum
ve
davranışlara
nasıl
indirgeyebilirsin? İkna etmek basit tutum ve inançlardan taviz vermek gibi materyal
ilişkiler tabanından soyutlanmış bir çürük ve geçersiz tabana nasıl oturtulabilir? Bu ve
bunlara benzer sorulara cevap verilmesi gerekir. Daha önemlisi, örneğin, "çatışma
yönetimi" egemen ilişkiler düzeninin meşrulaştırılmış kanallarını kullanmayi, onlara
dayanmayı, bağlanmayı zorunlu kılar. Bu durum da çatışma yönetiminin egemen
politikaların bir parçası olduğunu gösterir.Egemen bilimdeki bu inter-subjektiflik
nedeniyle, iletişim, iletişim teknolojisi, iletişim ılışkleri ve yapıları egemen özel
teşebbüs çıkar faaliyetleri ve kamu eğitimi bürokratik kurumlarının faaliyetlerini
meşrulaştırma ve örtme içine ındirgenmiş ve eritilmiştir.
Bilimsel tanımlamalar, hipotez şekillendirme ve test etme, bu inter-subjektiflikte en
saptayıcı ön girişimlerden biridir. Her tanım belli değer yargılarına, bu değer
yargılarının geldiği belli fikirler toplamının oluşturduğu bir ideolojiye, ve bu ideolojinin
çerçevelediği veya etkilediği belli bir bilimsel kurama bağlıdır. Diğer bir deyimle, tanım
belli bir bilimsel kuramın ve bu kramın ideolojisinin bir ifadesidir.
Tanım ile birlikte, çoğunlukla, o tanıma bağlı olarak, o tanımın sınırladığı sorun
çözme yaklaşımları (sorun tesbiti, hipotez formule etme, açık ve kapalı-uçlu sorular
hazırlama, alan ve laboratuvar testleri kurma, araç kullanım biçimini belirleme,
çıkabilecek sonuçlar ve muhtemel öneriler) gelir.
Tek bir bilimsel kuram yoktur ve her kuramın çerçevesi içinde çeşitli pozisyonlar
vardır. Bunlara bağlı olarak, üzerinde anlaşılan tek bir tanım yerine birbirine paralel,
birbirini tamamlayıcı, birbirine kuramsal bakımdan benzeyen veya birbiriyle rekabet
içinde egemenlik mücadelesi veren tanımlamalar vardır.
Bilimin sorunu tanımlamanın, hipotez testinin ve indirgemeciliğin daha ötesindedir.
Sorun, tanımlamanın ve hipotezlerin dayandığı kuramsal çerçeve ve beraberlerinde
getirdikleri belli düşünce tarzı ve bu tarzın belirlediği bilimsel ve sosyal politika,
soruna ve sorun çözümüne yaklaşım biçimi, ve bunların insanın bugününe ve
geleceğine yaptığı katkıların biçimi sorunudur. Kapitalist bilim, ta başlangıçından beri
artan bir biçimde, kapitalizmin sorunlarına çozum arar ve sunarken, kapitalizmin
egemenlıği altındaki insanlık durumunun perçinleyicisi olmuştur.
En popüler tanımına göre, iletişim bir göndericinin bir mesaji bir alıcıya iletmesidir. Bu
tanımlama, hatta en ilkel iletişim teknolojilerin uygulandığı çevrede bile yapılsa,
iletişimi, bu sınırlı anlam içinde yetersiz ve dar bir alan içine hapseder. Bu sınırlı
tanımlamada iletişim, iletişim üretimi zincirinde sadece belli birkaç halkaya indirgenir
ve bu halkalarla uğraşılarak, teknik bir sorun olarak belirlenir. Çözümü de çoğunlukla
mekaniksel çarelerdir. Dolayısıyla, teknolojinin uygulamayla yarattığı bir sorun, bu
teknolojiye eklenen diğer teknolojilerle çözülmeye çalışılır: Gürültu teknolojik
gelişmeyle (örneğin fiber optiks ile) giderilir. Zaman farkı anlik iletişimi sağlayan
teknolojiyle sağlanır. "iletişim belli yöntemlerle ve araçlarla gerçekleşir; Bu yöntemler
ve kullanılan teknolojiler geliştirilmelidir" düşünce tarzı egemenlik kazanır. Böylece
hem teknoloji kendi yapısını korur, hem de sorun bu yapının benimsettiği, "meşruluğu
ve geçerliliği önceden kabul edilmiş" çerçeve içinde tanımlandığı için, araştırmalar,
bilimsel açıklamalar, bu teknolojik yapıya olan "etkiyi, etkenliği sağlama ve çatışmayı
giderme" eklemeleriyle ve politikalarıyla aranır. Bu, egemen amprik yaklaşımın ana
özelliklerinden biridir. Egemen iletişim faaliyetlerinin altında, gerçekte, bir teknolojik
ve ideoljik egemenliğin ve bu egemenliğin sağladığı çıkarlar düzeninin korunması
çabası yatar. Bu gün gelişmiş ülkelerde özelleştirme ve deregulasyon gündemdeyse
ve egemenlik kazanmışsa, bu, kamu sisteminin ve destekleyenlerin siyasal ve
ekonomik pazardaki göresel egemenliğinin oldukça zayıfladığını, egemenliği özel
teşebbuse devretme zorunda bırakılidıklarını işaret eder. Nesnel gerçeklerin ve
doğruluğun veya yanlışlığın ve haksızlığın farkına varılmasını ve bu nedenle en
doğruyu seçmeyi anlatmaz: Özel teşebüşün ekonomik ve ideolojik bir gücü kendi
kotrolu altına almasını anlatır. Güç ilişkileriyle egemenliği belirlenen ve sürdürülen, ve
ideolojik pratiklerle nesnelleştirilen öznel çıkarlar, toplumda doğruyu tanımlar ve
kurumlaştırır. Yani, doğruyu ve haklıyı saptayan nesnel kıstaslar değil, belli güçlerin
nesnelleştirilmiş özel çıkarının ölçekleridir. Bunun belli yansımalarını bilimsel
yaklaşımlarda görürüz.
İletişime yaklaşım, okullarda ve medyadaki egemen ve popüler anlatımlarda yapıldığı
gibi, sadece "etki, mesaj düzenlemesi, izleyici anketi ve kalitım ve davranış
psikolojisi" ile açıklandığında, toplumsal üretim süreci ve ilişkileri bu tanım dışında
bırakılır. Bu da zorunlu olarak dikkatleri sadece çok sınirlı amaçların gerçekleşmesi
üzerine toplar. Araştırmalar ve geliştirmeler bu alan içinde olur.
Egemen biliminde kamu kurumlarına karşı (örneğin TRT), "doğru çalışmaz,
yeteneksizdir, elitisttir" düşünce tarzı egemendir. Bu nedenle kamu politikaları sürekli
eleştirilir ve düzeltilmesi gerektiği savunulur. Bu düşünce tarzı, örneğin kitle iletişimi
araştırmalarının yapısında da yansır. Bu tarz, araştırmacinin kavramsal tanimlaması
ve operasyönel tanimlaması, hipotezler ve araştırma sorularına da yansır. Bu
İaraştırmacılar, en iyi yorumlarında, TRT uygulamalarının yanlışlığını ve yetersizliğini
eleştirir ve özelleştirmeci iletişim politikası önerileri öne sürerler: Kamu iletişimi
geçmişin tarzıdır, özelleştirme ise çağdaşliği anlatır. Kamu sektörünün uygulama
politikasını eleştiri gerçekte ilericiliğin, gelişmeciliğin, uzak görüşlülüğün ifadesi
değildir. Egemen öneriler belli bir ölçüde psikolojik doyum sağlaması yanında, büyük
oranda kamu sektörüne karşı yöneltilen (beceriksizlik, rüşvet, düzensizlik, iş bilmeme,
kârdan çok zarar yapma, kaynakları ve olanakları etken bir şekilde kullanamama,
özelleştirilmesi gerekir gibi) ideolojik anlam vermeleri ve bu anlam-vermelerin çıktığı
yapıyı destekler. Böylece herhangi bir noktadan başlayan çıkış dönüp dolaşıp o
çıkışla bütünleşen bitişe ulaşır.
Egemen ölçekleri ve kuramsal yaklaşımı kullanan araştırmacı istemese bile,
toplumdaki teknolojik üretim ilişkileri düzenini "doğru" olarak kabul eder. İletişim
sorunları, bu "doğrunun" uygulaması sırasında çıkan alt-sistem (örneğin kamu
yönetiminin iletişim ve eğitim politikasındaki) veya alt-alt sistemlerdeki (örneğin
bireylerin
tutum ve
davranışlarındaki)
"arazlar,
yetersizlikler,
uyumsuzluklar,
düzensizlikler, yanlışlıklar" olarak nitelenir. Bu da, ancak bu "doğru" düzenin ilgili
parçalarının harekete geçerek düzeltme yolunda girişimleriyle çözümlenebilir. Bu
girişimlerle hem düzen kendi dengesini sağlar, hem de, girişimler sonucu iletişim
okulları, iletişim araştırma firmaları, iletişim teknolojisi ve diğer ilgili teknolojiler
tarafından geliştirilen yeni bulgular, devrimler, süreçler, metodlar sayesinde büyür,
kendi bütünlüğü içinde farklılaşır, çeşitlenir, ve mükemmelleşir. Bu yorum klasik
denge kuramının bu daldaki yansımasıdır.
Iletişim konusu bu tanımlamaların ve değerlendirmelerin ötesine götürülmeli, ve belli
biçimlerde şekillendirilmiş teknolojik yapılarla olan ilişkileri içinde ele alınmalıdır. Nasıl
ki iletişimin karakteri, kapsamı ve neticeleri, sosyal yapıların tarih içinde değişimiyle
değişime uğradıysa ve bugünkü biçimlere dönüştüyse, bu değişimin getirdiği iletişim
yapısı, çıkardığı ve desteklediği sonuçlar ancak yapısal değişimlere eğilerek
anlaşılabilir, değişim de aynı biçimde sağlanabilir. Burada, sosyal yapı değişimi
denildiğinde, aynı yapının egemenliği altında yeni teknolojilerin uygulanmasından
çok, bu yapıların revizyonu ve yeni yapıların geliştirilmesi anlamınadır.
Egemen anlayışta sorunlara çözüm yeni teknolojilerle sunulan mekaniksel çareler ve
kamu sektörünün uygulama politikasını eleştirme olduğunu belirtmiştik. Aynı
zamanda, bu anlayış davranışcı psikolojiye sarılarak, sorunu kişisel tutumlar ve
değerler konusuna da indirger. Tutumlar elbette önemlidir. Fakat tutumları ve
oluşumunu ve bunlara bağlı davranışları bireyle özümleştirmek bilimi kısıtlayan diğer
bir indirgemedir. Bir toplumda bilinç, tutum, davranış gibi kavramlar "bireye görelik"
görünümündedir, çünkü bunları taşıyan ve uygulayan bireylerdir. Fakat bireyi bu tür
biçimlendiren bireyin kendisini içinde bulduğu egemen kültür, eğitim, günlük ilişkilerin
temel karakterleri, kısaca, sosyalleştirme süreci ve bu süreçte egemen olan dünya
görüşüdür. Bu dünya görüşünün biçimini belirleyen de "bireyin özgür düşüncesi"
değil, hem bu egemen düşünceyi hem de değişim gerektiği düşüncesini oluşturan
"örgütlenmiş egemen iş görme biçimidir (materyal üretim ilişkileri düzenidir)."
Davranışçı psikoloji, makro incelemelere de uzatılır ve iletişim politikalarındaki
eleştirilere uygulanır: Politika eleştirişinde, politikayı saptayan güç ilişkilerini tartışma
yerine, sorun tekrar bireye indirgenerek, iletişim politikalarını saptayan bireylerin ve
uygulayan bireylerin tutum ve davranışları politikadaki durumu ortaya çıkaran
bağımsız değişken olarak ele alınır (Yani eğer TRT'de bir iletişim politikası sorunu
varsa, bunun sorumlusu, örneğin, TRT genel müdürüdür) . Bu tür yaklaşımın
varacağı tek sonuç ve öneri, işten atmak ve "bireysel veya grup davranış
modifikasyonudur."
Bu
da
tutumlardaki
değişiklikleri
gerektirir.
Tutumlardaki
değişiklikler de düşünce ve fikirlerdeki değişiklikleri, daha doğrusu "bilinci" eğitimle,
bilgilendirmeyle, enformasyonla sağlamayı gerektirir. Bu da neticede, idealist
filozofinin ana kuramlarından biri olan fikirlerin yaratıcılığı görüşüne ve toplumdaki
üretim ilişkilerinde "etkiyi" çıkaran egemen faktör olduğu varsayımına gider. Böylece,
fikirler, kendini yaratan koşullara o koşulları tutmak ve\veya değiştirmek için tepki
gösteren "sonuç" olma yerine, üretimi belirleyen "etken" olarak dönüşüme uğrar.
iletişim ürünlerininin üretim biçimleri, bu üretimi yapan teknoloji ve örgütlenme biçimi,
bu ürünlerin kullanılışının yapısı, kamu yönetim metodları, ve bu egemen atık
sistemine karşı olan alternatif tepkiler ve metodlar, iletişimin olduğu fiziksel çevre ve
bu çevrenin fiziksel ve sahiplik bakımlarından düzenlenişi, ieltişimi anlamada temel
ogelerdir. Bu öğelerin oluşturduğu iletişim peyzajı durgun ve evrensel bir peyzaj
değildir: Bu peyzajı oluşturan öğeler arasındaki ilişkiler düzeninin egemen
karakterlerini taşır. Bu nedenle dinamık bir yapıya sahiptir. Aynı zamanda kişinin
kendi kendisiyle iletişimi dahil, bütün iletışim biçimleri birbirnden bagımzsız bir varlığa
sahip değildirler. Toplumsal iletişim, aynı zamanda, global dünya düzeni peyzajınının
integral bir parçasıdır. Kuramsal tanımlamalar, empirical hipotezler ve survey
araştırmalarının (ve sistemsel ve sistematik taraflılığın genellikle kasıtlı olarak
sunulduğu halk oyu yoklamalarının) soruları bu kapsamlı alan içinde ele alınmalıdır.
Bugün dünyada kullanılan, Amerika kökenli, egemen yaklaşım toplumsal üretim
biçimi ve ilişkilerinin yarattığı sorunlara anlamlı çareler bulma yerine, yeni çarelerle
yeni sorunların yaratılmasına ve dolayısıyla, belli egemen teknolojik yapıların
tutulması ve yaygınlaşmasına yol açar. Ancak kişileri ve kamu politikasını kaynak
olarak gösterme ötesine giderek, üretim teknolojisi ve ilişkisini temel olarak ele alan
bir yaklaşımla iletişimi ve iletişim konusu ve sorunlarına gerçekçi bir yaklaşım elde
edilmiş olunur. Bu da nesnel veya nesnele daha yakın doğrularla öznel çıkarların her
gün sürekli çarpıştığı güç ilişkileri konusunu ve bu konuya eğilmeyi ortaya çıkarır.
Bilim ne güç ilişkileri düzeninin dışındadır ne de güç ilişkilerinden bağımsızdır. Bilim
adamının\kadının toplumdan kendini ayırması, metodunda uyguladığı mekaniksel
süreçler sonucu nesnellik sağladığını sanması ve bilimsel objektiflik iddiası ideolojik
bir savunmadır, bilimde belli bir ideolojinin egemenliğinin ifadesidir. Eğer yaşadığımız
toplumdaki kendi bilim alanımızla ilgili sorunlara ve bilim dalımızın bu sorunlar içinde
aldığı yere dikkatle bakarsak, bilimin çözümler kadar, belkide çözümlerden daha çok,
sorunların önemli bir parçası olduğunu görürüz. Bu durum da evrensel bir
kaçınılmazlığı değil, yapısal gerçeklerle gelen ve ancak bu yapısal faaliyetlerin
değişimiyle değişebilecek bir olguyu ifade eder.
...Pozitivist Metodoloji kitabımda çok ayrıntılı açıklamalar var.
Download