GAMZE KİBAROĞLU ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YÜKSEK LİSANS TEZİ AVRUPA BİRLİĞİ (AB) UYUM SÜRECİNDE TÜRKİYE'DE GAYRİMÜSLİM AZINLIKLAR: OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN GÜNÜMÜZE AZINLIKLARIN STATÜSÜ GAMZE KİBAROĞLU MART 2015 ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI MART 2015 AVRUPA BİRLİĞİ (AB) UYUM SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE GAYRİMÜSLİM AZINLIKLAR: OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN GÜNÜMÜZE AZINLIKLARIN STATÜSÜ Gamze KİBAROĞLU YÜKSEK LİSANS TEZİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MART 2015 iv AVRUPA BİRLİĞİ (AB) UYUM SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE GAYRİMÜSLİM AZINLIKLAR: OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN GÜNÜMÜZE AZINLIKLARIN STATÜSÜ (Yüksek Lisans Tezi) Gamze KİBAROĞLU GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Mart 2015 ÖZET Bu çalışma bireyden başlayarak sosyal kimliklerin ulusal etnik kimliklere kimlikler arasındaki farkların eşitlik ve ötekileştirme şeklinde ifadesi ayrımcılık yoluyla azınlık kimliğinin oluşması, türleri, hak ve ödevleri azınlık kavramının tanımlanması, incelenmektedir. Azınlıkların ulusal ve uluslararası alanda ele alınış şekli Osmanlı İmparatorluğu ve günümüz Türkiye Cumhuriyeti gündemindeki tarihsel gelişimi kimlik değişimleri çerçevesinde günümüz çağdaş toplumlarının çok kültürlü, eşitlikçi demokratik toplumlar yaratma ve bu örnek toplum modellerinin geleceğin çok kültürlü barışçıl toplumlarının oluşması için hukuksal çözümlerin birey hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınarak korunması taleplerinin karşılanması insan olabilmenin vicdani gereği ve ödevidir. Bilim Kodu Anahtar Kelimeler Sayfa Adedi Tez Danışmanı : : : : 1141 Ayrımcılık, azınlık, eşitlik, demokrasi, 223 Doç. Dr. Kürşad Şeyhmus TURAN v EUROPEAN UNION (EU), NON-MUSLIM MINORITIES IN TURKEY IN THE ADAPTATION PROCESS: THE PRESENT STATUS OF MINORITIES THE OTTOMAN EMPIRE (M.S. Thesis) Gamze KİBAROĞLU GAZİ UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES March 2015 ABSTRACT In this study, process of gaining identity starting from individual, forming minority identities through expressing the differences between identities in terms of equality and otherization, types of minorities, rights and duties and the concept of minority are analyzed. Addressing the minorities in national and international fields, historical development from Ottoman Empire to the modern Turkey, it is a humanitarian requirement and duty of the modern societies to meet the demand of protection and guarantee the individual rights and freedom by legal solutions in order to create multicultural, peaceful, equalitarian and democratic societies within the frame of identity changes. Bilim Kodu Anahtar Kelimeler Sayfa Adedi Tez Danışmanı : : : : 1141 Discrimination, minitories, equality, democracy 223 Doç. Dr. Kürşad Şeyhmus TURAN vi TEŞEKKÜR Bu çalışmanın hazırlanmasında yardımlarını esirgemeyen danışmanım Doç. Dr. Kürşad Şeyhmus TURAN hocama teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim. vii İÇİNDEKİLER Sayfa ÖZET ................................................................................................................................. iv ABSTRACT .......................................................................................................................... v TEŞEKKÜR ......................................................................................................................... vi İÇİNDEKİLER ..................................................................................................................... vii KISALTMALAR .................................................................................................................. xii GİRİŞ .................................................................................................................................. 1 BİRİNCİ BÖLÜM AZINLIK KAVRAMI AZINLIK KİMLİĞİNİN DOĞUŞU 1.1. BİREYDEN TOPLUMA KİMLİKLERİMİZ ......................................................................... 3 1.1.1. Kimliklerin Sosyalleşmesi Çatışmalar................................................................ 11 1.1.2. Alt Kimlikler ve Aidiyet Gruplarının İnşası ........................................................ 14 1.1.3. Üst Kimlikler Etnik, Ulusal ve Siyasal Kimliklerin İnşası .................................... 17 1.1.4. Farklılıklarımız ................................................................................................... 25 1.1.5. Eşit ve Eşitlik İlkesi Kavramları .......................................................................... 27 1.1.6. Ötekileştirme ve Ayrımcılık............................................................................... 29 1.2. AZINLIK KAVRAMI ..................................................................................................... 33 1.2.1. Azınlık Kavramının Tarihsel Süreci .................................................................... 34 1.2.2. Sosyolojik Hukuksal Açıdan Azınlık Kavramı ..................................................... 35 1.2.3. Azınlık Haklarının Niteliği .................................................................................. 39 1.2.4. Azınlık Haklarının Sınırlandırılması ................................................................... 39 1.2.5. Azınlıklar Rejiminin Güvence Altına Alınması ................................................... 40 1.2.6. Azınlık Hakları ve Ödevleri ................................................................................ 41 1.2.7. Azınlıkların Sınıflandırılması.............................................................................. 42 viii Sayfa 1.2.7.1. Etnik azınlıklar ........................................................................................... 43 1.2.7.2. Dinsel azınlıklar ......................................................................................... 44 1.2.7.3. Dilsel azınlıklar .......................................................................................... 44 1.2.7.4. Ulusal azınlıklar ......................................................................................... 46 İKİNCİ BÖLÜM AZINLIK HAKLARININ ULUSLARARASI ALANDA KORUNMASI 2.1. AZINLIKLAR HAKLARININ ULUSLARARASI BOYUTLARI ............................................. 49 2.1.1. Birinci Dünya Savaşı Öncesi Dönem ................................................................. 49 2.1.2. İki Dünya Savaşı Arasındaki Dönem.................................................................. 50 2.1.3. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dönem .................................................................. 52 2.1.4. BM Çerçevesinde Yapılan Düzenlemeler .......................................................... 52 2.1.5. Avrupa Konseyinde Yapılan Düzenlemeler....................................................... 56 2.1.6. Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı ......................................................... 57 2.1.7. Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi........................................... 58 2.1.8. AGİT Kapsamında Yapılan Düzenlemeler ......................................................... 61 2.1.9. Avrupa Kimliğinin ve Kurucu Ögeleri ................................................................ 64 2.1.10. Avrupada Ötekiler Sorunu .............................................................................. 67 2.1.11. Avrupa Kimliği ve Ulus-Devlet Modeli ............................................................ 69 2.2. AVRUPA BİRLİĞİ VE AZINLIKLAR ............................................................................... 72 2.2.1. Avrupa Konseyi ve Azınlık Konusundaki Çalışmaları ........................................ 76 2.2.2. Avrupa Birliği Hukukunda Azınlık Hakları ......................................................... 78 2.2.3. Avrupa Birliği Belgelerinde Azınlık Haklarına İlişkin Temel Antlaşmalar .......... 79 2.2.3.1. Maastricht Antlaşması .............................................................................. 79 2.2.3.2. Amsterdam antlaşması ............................................................................. 81 ix Sayfa 2.2.3.3. Nice Antlaşması ........................................................................................ 82 2.2.4. Avrupa Birliği Kurumlarının Azınlıklar Konusundaki Çalışmaları ...................... 83 2.2.4.1. Avrupa birliği komisyonu tarafından yapılan çalışmalar .......................... 84 2.2.4.2. Avrupa Birliği Konseyi tarafından yapılan çalışmalar ............................... 89 2.2.4.3. Avrupa Birliği Parlamentosu tarafından yapılan çalışmalar ..................... 91 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM OSMANLIDAN CUMHURİYETE AZINLIKLAR VE GAYRİMÜSLİMLER SORUNU 3.1. OSMANLI DEVLETİ’NDE MİLLET SİSTEMİ .................................................................. 97 3.2. OSMANLIDA KİMLİK DEĞİŞİMİ VE AZINLIK SORUNLARI ........................................... 98 3.2.1. Islahat Tanzim ve Nizamnameler Dönemi ...................................................... 101 3.2.1.1. Tanzimat fermanı ....................................................................................102 3.2.1.2. Millet sistemini yeniden düzenleyen nizamnameler ..............................104 3.2.2. Ermeni Tehciri................................................................................................. 109 3.3. CUMHURİYET DÖNEMİ KİMLİK DEĞİŞİMİ VE AZINLIKLAR SORUNLARI .................. 113 3.3.1. Nüfus Mübadelesi........................................................................................... 116 3.3.2. İmroz ve Bozcaada .......................................................................................... 117 3.3.3. İkinci Dünya Savaşı Dönemi ............................................................................ 120 3.3.4. Trakya Olayları ................................................................................................ 121 3.3.5. Varlık Vergisi ................................................................................................... 123 3.4. YAKIN DÖNEM KİMLİK DEĞİŞİMLERİ VE AZINLIKLAR SORUNLARI ......................... 125 3.4.1. Altı Yedi Eylül Olayları ..................................................................................... 126 3.4.2. Kıbrıs Meselesi ve 1964 Kararnamesi ............................................................. 128 3.4.3. Vakıflar Sorunu ............................................................................................... 129 3.4.4. Azınlıklar Sorununun Son Otuz Yılı ................................................................. 130 x Sayfa 3.5. GAYRI MÜSLİM VATANDAŞLARIN RAPORLARA YANSIYAN SORUNLARI ................ 131 3.5.1. Gayrimüslim Azınlıkların Yasal Olarak Tanınmama Sorunu ve Lozan Antlaşması .................................................................................................... 132 3.5.2. Gayrimüslimlerin Göç ve Yerinden Edilmişlik Sorunu .................................... 132 3.5.3. İbadethanelerin ve Mezarların Sahipsiz Bırakılarak, Tahrip Edilmesi ............ 132 3.5.4. Gayrimüslimlerin Mahalle ve Yer Adlarını Değiştirilmesi, İsim ve Soyadlarının Değiştirilmesi Zorunda Bırakılmaları........................................ 132 3.5.5. Devletlerarası Sorunların Türkiye’deki Gayrimüslimleri de Etkilemesi Sorunu........................................................................................................... 133 3.5.6. Gayrimüslimlere Ait Basın Yayın Kuruluşlarının Yayın ve Akreditasyon Sorunu........................................................................................................... 133 3.5.7. Tevhidi Tedrisat Kanunu ile Gayrimüslimlere Müdahale ............................... 133 3.5.8. Gayrimüslim Okullarına Türk Müdür Yardımcısı Atanması Zorunluluğu ........ 133 3.5.9. Zorunlu Din Derslerinin Varlığı ....................................................................... 133 3.5.10. Gayrimüslim Cemaatlere Ait Vakıfların Mal Varlıklarına El Konulması, Mülk Edinmelerinin Yasaklanması ................................................................ 134 3.5.11. Yeni Vakıflar Yasa’sında Bulunan Sorunlar ve Bilgilendirme Sorunu ........... 134 3.5.12. Heybeliada Ruhban Okulunun Açılmaması ve Ruhban Okulları Yasağı ile Din Adamı Yetiştirememe Sorunu ................................................................ 134 3.5.13. Gayrimüslimlerin Bazı Devlet Memurluklarına Alınmamaları Sorunu ......... 135 3.5.14. Gayrimüslimlere Ait Bazı İbadethanelerin Amacına Uygun Kullanılmaması, Geri Verilmeme Sorunu...................................................... 135 3.5.15. Gayrimüslimlere Ait Bazı İbadethanelerin, Maddi Destek Alamama Sorunu........................................................................................................... 135 3.5.16. Kimliklerdeki Din Hanesine Dini İnancını Yazamama Sorunu ....................... 135 3.5.17. Gayrimüslimlerin Siyasi Temsil Sorunu ........................................................ 135 3.5.18. Siyasi Partiler Kanununda Din Özgürlüğüne Müdahale Sorunu ................... 136 3.6. AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİ KISA TARİHİ ........................................................................ 136 3.6.1. Hazırlık Dönemi 1964 -1970 ........................................................................... 136 xi Sayfa 3.6.2. Geçiş Dönemi 1973 -1995 .............................................................................. 136 3.6.3. Son Dönem 1996 Sonrası ............................................................................... 137 3.7. AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE İLERLEME RAPORLARI: DİN VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ İLE GAYRİ MÜSLİM VATANDAŞLARIN SORUNLARI ........................... 139 3.7.1. İlerleme Raporu 1998 .................................................................................... 139 3.7.2. İlerleme Raporu 1999 .................................................................................... 140 3.7.3. İlerleme Raporu 2000 .................................................................................... 141 3.7.4. İlerleme Raporu 2001 .................................................................................... 142 3.7.5. İlerleme Raporu 2002 .................................................................................... 144 3.7.6. İlerleme Raporu 2003 ..................................................................................... 148 3.7.7. İlerleme Raporu 2004 .................................................................................... 153 3.7.8. İlerleme Raporu 2005 .................................................................................... 160 3.7.9. İlerleme Raporu 2006 .................................................................................... 167 3.7.10. İlerleme Raporu 2007 ................................................................................... 170 3.7.11. İlerleme Raporu 2008 ................................................................................... 174 3.7.12. İlerleme Raporu 2009 ................................................................................... 180 3.7.13. İlerleme Raporu 2010 ................................................................................... 186 37.14. İlerleme Raporu 2011 ................................................................................... 190 3.7.15. İlerleme Raporu 2012 ................................................................................... 199 3.7.16. İlerleme Raporu 2013 ................................................................................... 206 3.7.17. İlerleme Raporu 2014 ................................................................................... 208 SONUÇ ........................................................................................................................... 211 KAYNAKLAR ................................................................................................................... 213 ÖZGEÇMİŞ ..................................................................................................................... 223 xii KISALTMALAR Bu çalışmada kullanılmış kısaltmalar, açıklamaları ile birlikte aşağıda sunulmuştur. Kısaltmalar Açıklamalar AB Avrupa Birliği ABA Avrupa Birliği Antlaşması AGİK Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı AGİT Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AİHM Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHS Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi AK Avrupa Konseyi ATA Avrupa Topluluğunu Kuran Antlaşma ATAD Avrupa Toplulukları Adalet Divanı BM Birleşmiş Milletler BMÖ Birleşmiş Milletler Örgütü CIEMEN Etnik Azınlıklar ve Uluslar Araştırma Merkezi EBLUL Avrupa Az Kullanılan Diller Bürosu ECRI Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu EMBNET Etnik Azınlık İş Ağı KSHS Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi MC Milletler Cemiyeti MC Milletler Cemiyeti SAEMK Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi TC Türkiye Cumhuriyeti TODAİE Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü UAKÇS Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi UNESCO Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu 1 GİRİŞ Anadolu insanlık kadar eski insanlıkla yaşıt tarihi bir barınak, üstünde beslediği medeniyetler kadar verimli olan bu topraklar zengin bir etnik, dilsel ve dinsel mirasa ev sahipliği yapmakta. Bu yönüyle yalnızca Türklerin, Kürtlerin ve Ermenilerin değil, aynı zamanda, adı anılmamış ve ya daha sessiz anılmış ötekilerin, Aleviler, Yezidiler, Süryaniler, Lazlar, Caferiler, Romanlar, Rumlar, Kafkaslar ve Musevilerin vb. adını sığdıramayacağımız kadar çok kimliklerin de öz yurdudur. Ne yazık ki, bin yıllık sayılan Devletimizin öve öve bitirilemeyen şanlar şöhretler biçilen tarihi, yapay bir milli ve dinsel kimlik üretmek adına bu topraklarda kendilerinden önce var olmuş yaşamış hala yaşamakta olan eski ev sahibi yeni azınlıklarına karşı sürdürülen baskı dışlama ve ötekileştirme tutumuyla hiç etme pahasına yazılmıştır. Bu topraklara ait tüm tarihsel birikim tek bir millet tek bir inanç sistemine ipotek edilmeye zımmen üstüne geçirilmeye çalışılmıştır. Günümüze kadar Türkiye azınlıklarına yönelik tek koruma, yalnızca büyük topluluklar olan gayrimüslim azınlıkları tanıyan, bugün güncelliği kalmamış 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’yla sağlanan fakat uygulamaya hiç sokulmamış korumadır. Türkiye Antlaşma ’yı, kabul ettiği tarihten bugüne, kapsamını sadece tehcirle göç ile sayıları giderek azalmış Ermeni, Musevi ve Rumlarla sınırlandırmakla kalmamış mevcut kalabalık grupları görmezden gelerek ihlal konumundan çıkamamıştır. Lozan görüşmelerinde kapsam dışı bırakılan azınlıkların kendi dillerini kullanmaları ve dini haklarından yararlanmaları yasaklanmış ve ya bu azınlıklarını tek bir ırk yine resmî olarak kabul ettiği tek bir inanç ile eşleştirerek (asimilasyon) ve azınlık dil, kültür ve dinlerini ortadan kaldırmayı amaçlayan politikalara maruz kalmaktadır. Bu çalışmada, ülkemizin gayrimüslim azınlıklarının sorunlarını ele almakla birlikte bireysel sosyal kimlikler, oluşumları, gereklilikleri ve kimliklerin etnik ulusal kimliklere dönüştürülerek alt ve üst kimliklerin nasıl suni olarak inşa edilebileceğini gördük. Farklılıklarımız eşitliklerimiz konusunda ise kendi benzerlerimiz dışında bıraktıklarımızı 2 ayrımcılık yoluyla ötekileştirdiğimizi, nefret söylemleri ile sosyal grubumuzu büyüterek diğerlerini azınlık durumuna düşürdüğümüz gerçeğini keşfetmek oldukça ilginç bir süreçti. Azınlık veya çoğunluk olabilmekten daha önemlisi, tüm farklılıklarımıza rağmen eşit birer birey olduğumuz gerçeği, tüm kimliklerin ötesinde en büyük kimliğin insan olabilme ve birlikte yaşamaya dair ilkeler ve beceriler geliştirme çabası içinde olmak gerekliliğini ifade edebilmeliyiz. Bununda tek koşulu gerek bireyler gerekse sosyal ilişkiler yoluyla geliştirip inşa ettiğimiz en üst kimlik olan devletten bireye dini milli korkuları ve ya moda sözcük ile hassasiyetlerimizi kenarda tutarak birbirimize güven duyarak farklılıkları değil eşitlikleri büyütmektir. 3 BİRİNCİ BÖLÜM AZINLIK KAVRAMI AZINLIK KİMLİĞİNİN DOĞUŞU Bilindiği gibi toplumları ve toplulukları oluşturan şey farklı özellikleri duygu ve düşünceleri olan ortak özelliklerine göre bir araya gelmiş bireyler ve tüm bireylerin ortaklaşa oluşturduğu ilişki ve iletişim alanlarıdır. Bu bölümde azınlık konusuna değinmeden önce kendimizin ve diğerlerinin kim olduğu sahip olduğumuz özelliklerimiz ile kimliklerimizi nasıl oluşturduğumuz bu kimlikleri bir birine ekleyerek aidiyet duygusu ve ihtiyacı içinde sosyal gruplara taşıyarak sosyal kültürel ve ulusal siyasal kimlikler oluşturduğumuzu irdelemeye çalışacağız. Oluşturduğumuz her kimliğin alt ve üst kimlikler şeklinde farklılıklara dönüşmesi bu kimliklerin çatışması daha sonra çatışan daha büyük sosyal kimlikler karşısında eşitlik arayışımız ötekileştirildiğimiz ayrımcılık yolu ile azınlık kavramının ortaya çıkışı bu bölümün konusudur. Bölüm sonunda azınlık kavramı geniş bir şekilde ele alınmaya çalışılacaktır. 1.1. BİREYDEN TOPLUMA KİMLİKLERİMİZ Öncelikle kimlik teriminin ne olduğuna ve kapsadıklarına bakacak olursak; “Kimlik, terimi İngilizce karşılığı mutlak aynılık, benzerlik, süreklilik anlamlarına gelen ‘identity ’dir” (Türkdoğan,2003;74). Aynı zamanda Kimliklerimi, bir özellik, bir nitelik belirtisidir. Birer özellik, birer nitelik gösteren kimliklerimiz her şeyden önce farklılıklarımızı da ortaya koyar. Bu açıdan Kimliğe yüklenebilecek işlemler ise bir sınıflama işlemidir ve bu işlem farklılıklarımızı belirtir. Kimlik en geniş anlamıyla, bireyin tüm özelliklerini kapsar; hem kişinin kendisini nasıl gördüğü hem de toplum tarafından nasıl görüldüğü, kimlik kavramıyla ilgili konulardır. Hâlbuki kişilik bir örgütlenmedir. Kişilik, bireyin kimlikler içinde ve kimliklerle bir örgütlenmesidir. Birey, sahip olduğu kimlikler aracılığıyla toplumsal çevreye uyum sağlar(Aşkın 2007;213). Kişilerin ya da toplumsal grupların tek bir kimliği bulunmaz; çeşitli bağlamlarda çeşitli kimliklerle tanındığımızı ve kendimizi tanıttığımızı görebiliriz (Bu çeşitli kimliklerle ilgili olarak bkz. Güvenç 1993: 4–5). Çağımızın kimlik sorunu, kişi, grup ve toplulukların 4 resmi-ulusal (milli) ve tarihi-kültürel kimliklerinde ortaya çıkmaktadır. Asıl önemli olan ise zaten bu içerikteki kimlik oluşumları ve bütünleşmeleridir (Yıldız, 2007). Bireysel ve toplumsal hayatlardaki hızlı değişim ve dönüşüm süreci birçok olgu ve durumun yeniden tanımlanmasını zorunlu hale getirmektedir. Fakat bu yeni olguları durumları yeniden tanımlama tehlikesini beraberine getirir ve ortaya çıkan yeni durumlar yeni ifade biçimleri yeni kimlikleri de beraberinde getirir. Kimlik ya da kimliklerin oluşumuna, bireysel ve toplumsal yaşam şartları, içinde yaşanılan sosyal yapı, kuvvetli bir denetim ve kontrol mekanizmasıyla etki eder. Ortak toplumsal değerler üretme ve normların paylaşılmasında kendisini hissettirir. Bireysel kimlik ve sosyal kimliklerin inşasında bireyin topluma toplumun bireye önemli etkileri olmakla birlikte, tüm kimlikleri birbirinden ayrı düşünmemek ve birlikte inşa edildiğini göz ardı etmemek gerekir. Toplumsal sistemin ve insan hayatının vazgeçilmez bir parçası olan; sosyolojik, psikolojik ve antropolojik bakış açılarından farklı şekillerde tanımlanan “kimlik”, toplumda bulunan bireylerin veya grupların “siz kimsiniz, hangi millettensiniz, hangi ülkedensiniz” gibi açık uçlu sorulara verdikleri cevaplarda gizlidir (Aydın, 1998,12–13). Bu açıdan bakıldığında “kimlik”, kim olduğumuz, nereden geldiğimiz anlamına gelir; bireyin zevklerine, arzularına, kanılarına ve umutlarına anlam katan artı değerdir (Taylor, 2005,48). Kimlik olgusunun, başkasına göre kişinin kendisini tanımlama ya da tanınma, ikincisi ise aidiyet duygusu olmak üzere iki ana bileşeni vardır. “Kimlik sorununu psikolojik boyuttan toplumsal boyuta taşıyan bileşen ise bireyin kişisel özellikleri değil, hem nesnel hem de öznel anlamda bir topluma ait olma isteğidir. Bu istek ise insan olmanın bir tezahürüdür (Güvenç, 2003:3). Psikolojik ve sosyoloji açıdan “kimlik” terimi, kolektif aidiyetlerden katıldıklarımız, arzularımız, hayallerimiz, yaşama biçimimiz gibi toplumdaki duruş yerimizi belirleyen niteliklerin toplamıdır. Toplumsal hayata kimliğiyle katılan bireylerin meslek, gelir düzeyi, yaş, cinsiyet gibi özellikleri, toplumsal ilişkilerde atıf yapılan kriterlerdir. Kimliğin sadece birey tarafından ifade edilmesi yetmez, başkaları tarafından da teyit edilmesi gerekir. Geleneksel dünyada daha çok “verili” bir “kimlik” egemenken; modern dünya bunu daha çok “kazanılma” yönünde değiştirmiştir (Bostancı,2003:6–7). 5 Smith ise kimlikleri üç ana gruba ayırıyor. Ona Göre, " Cinsiyet en temel ve keskin olan kategorilerden biridir. İkinci kategori mekân yâda ülke/toprak aidiyeti ( ki bu kategoriye milli, etnik, kültürel kimlikler girer.) ve son kategori de sosyo-ekonomik toplumsal sınıf kategorisidir." (Smith, 1994,18). Demek oluyor ki planlanmış bir davranış ve rol olan kimlik olgusu, içinde bulunduğu tarihsel, toplumsal ve siyasi olaylara bağlı olarak da farklı şekillerde tezahür etmektedir. Özetle Kimlik, bizi biz yapan maddi ve manevi ögelerin bir bütünüdür. Genel olarak söylenebilecek bir başka şey, kimliklerin “kriz durumunda”, yani tehdit içindeyken kendini belli ettiğidir (Mayer ve Palmovski, 2004: 577). Toplumsal talepleri de buna ekleyebiliriz. Kültürü de kapsayan bu denli geniş bir tanımın elbette ayrıntılandırılması gerekir. A. Nuri Yurdusev, kimlik kavramı ile ilgili şu saptamalarda bulunmuştur: 1- Kimlik, toplumsal süreçlerle oluşur. Her tür kimlik, bireyin topluma aidiyetini belirler. 2- Kimlik, varlığın tanımıdır. Edineni (kişi veya grup) ve kazandıranı (ait olunanı) vardır. 3- Kimlik, “öteki” ile vardır. Kimliğin dışında kalan bir başkası olmadıkça, mantıksal olarak o kimlik de bulunmaz, tanımlanmaz. “Başkası” nın önemi, onun bir kişi veya gruba genelde “isim” veren konumunda olmasından anlaşılabilir. 4- Bu madde Nice Anlaşmasında “Birlik, üye devletlerin ulusal kimliklerine saygı göstermelidir.” şeklinde değiştirilmiştir (Md. 6). Anayasal Anlaşma metninde ise ulusal kimliklerin yanında ulus-devletler ile ilgili uzun bir liste hazırlanmış ve Birliğin bunların hepsine saygı göstermesi gerektiği vurgulanmıştır. Bkz: Md. I–5,5 Bu çalışmada “Anayasal Anlaşma” ifadesi, resmi adı olan “Avrupa Birliği için bir Anayasa Kuran Anlaşma” (Treaty Establishing a Constitution for Europe) yerine kullanılmaktadır. 5- Sürekli karşılaşmalar ve etkileşimler içeren toplumsal hayatla ilgili olan kimlik, dolayısıyla dinamik, değişken bir olgudur. 6- Çok yönlü ve değişken olan kimlik, aynı zamanda “çoğul” dur. Bireyin edindiği kimlikler aileden insanlığa kadar uzanan bir toplumsal gruplar yelpazesinde yer alırlar. En önemli kimlik birimleri olarak sayılabilecek topluluklar -aile, kabile, etnik grup, dini cemaat, sınıf, ulus ve medeniyet- sadece birey ile değil, birbirleri ile de etkileşim içindedir. 7- Kimlik edinme, ilgili topluluklar gibi, tarihseldir. 8- Kimliklerin kapsam ve etkileri, ihtiyaç ve özelliklerin gücüne, ayrıca zaman ve mekâna göre değişmektedir. Genel olarak, kimlik birimi genişledikçe bireyler üzerindeki etkisi ve ortak eylem yaratma potansiyelinin azaldığı söylenebilir. Bunun bir nedeni, 6 kimliğin dış tehdit karşısında korunmanın ve bireye getirdiği faydanın toplumsal grup küçüldükçe daha “acil” hale gelmesidir. 9- Kimliğin oluşması ve tanımlanması, hem nesnel, hem de özneldir. Din, etnik köken, coğrafya, semboller, hayat tarzı gibi paylaşılan nesnel ögelerin gruba ait bireyler tarafından içselleştirilmesi, yani ortaklık bilincinin oluşması, kimliği öznel hale getirir. 10- Verili kimliklerin -cinsiyet ve ulus gibi- yanı sıra, kazanılmış kimlikler de vardır. Bunların çoğu arasında geçişlilik mümkündür. Kimliklerin çoğulluğu ve dinamikliği, edinilen kimliklerin de değişken olduğunu gösterir. Diğer bir deyişle, toplumsal kimlikler birey üzerinde tekele sahip değildir. 11- Kimliklerin etkileşim içinde olması, bir kimliğin, diğerine yol açabildiği, onun gücüne olumlu veya olumsuz etkide bulunabildiği saptamasını da içerir. 12- Kimliklerin algılanması, birbirlerine karşı olan konumları ile ilgilidir. Tanımlanmasında tek öge olmasa da, öteki ile rekabet/çatışma durumu ve ötekine atfedilen özellikler, kimliğin önemli bir özelliğini oluşturur. (1997: 18–29) Yukarıdaki tanımlamalar ışığında; “ayrıca değişken ve ‘çoklu’ olan kimlik, bir toplumsal grubu oluşturan bireylerin ortaklığını ve o grubun diğerlerinden farklılığını içeren bir tanımdır. Kimlik, “biz” ’i içerdiği özellik ve değerler ile pozitif anlamda tanımlarken, aynı zamanda “öteki olmayan” olarak, negatif anlamda da tanımlar” (Çilingir,44). Sosyal Kimlik Kuramı savunucuları, sosyal kimliğin bireyin ait olduğu gruplara bağlı olarak geliştiğini ve “bireyin üyesi olduğu sosyal grupların, bireyin duygu, düşünce ve davranışlarını belirlemede önemli bir etkisi olduğunu öne sürer” (Tajfel, 1982; Turner, 1978). Kimlik konusu ve sorununun örtük boyutu bu karşıtlıkta saklıdır. Kişinin kimliği biraz da kimlere ne nelere karşı olduğu ile bilinebilmektedir. Konuyu inceleyen insan bilimci LéviStrauss, bu evrensel gerçeği “Ego versus autre” (Ötekilere karşı ben) ilkesiyle dile getiriyor (Güvenç, 1994; 3–4). Aydın’a göre; “Öncelikle belirtilmelidir ki kimlikler insanlara özgü bir kavramdır ve Kimliklerin iki temel bileşeni vardır. Bunlardan ilki tanımlama ve tanıma, ikincisi ise aidiyettir. Kendini tanımlama ve toplum içinde belli bir sıfatla, toplumsal olarak tanıma hem insana özgüdür hem de insani bir ihtiyaçtır” (1998: 12). Bireyin toplumsallaşma süreci içinde karşı karşıya kaldığı bu süreçlerin dışında, belirli bir toplumsal alanda başkalarıyla etkileşim sonucunda edindiği, kendisini içinde 7 saydığı, birtakım konumlara ilişkin rollerin toplamıdır (Güleç,1992,15–16). Bu açıdan düşünüldüğünde, kimlik; belirli toplumsal imgeler söz konusu olduğunda kişinin kendisini içinde hissettiği, çeşitli büyüklüklerdeki gruplara ilişkin grup içi ve grup dışı imajların bütünlüğü ve uyumu olarak da görülebilmektedir. Bu imajlar arasında uyuşmazlıklar büyüdüğü zaman çeşitli biçimlerdeki kimlik sorunları doğmaktadır (Yıldız,2007,11) Kimlikleri Bireysel, Ulusal, Alt-Üst ve Sosyal olarak dört türde inceleyebiliriz. Bireysel Kimlikler: “Kimlikle kişiliğin hiçbir zaman birbirleriyle karıştırılmayacağını, birbirinin yerine hiçbir zaman geçemeyeceğini belirtmemiz gerekir. Bu iki kavramı birbirine karıştırmak, fotoğrafla gerçeği birbirine karıştırmak demektir. Kimlik öznel bir bütünlük, tutarlılık ve süreklilik gösterir. Psikolojide ise kimlik, benlik ve kişilik ile birlikte ele alınmalı, çözümlenmeli ve öyle tanımlanmalıdır” (Ergun, 2000; 9-43). “Psikologlar, benliği ve kişiliği kimliğin merkezine koyarak kimliği çözümlemeye ve tanımlamaya çalışırlar. Buna göre kimliği, bireyi, diğer bireylerden ayırt eden tutarlı ve yapılanmış göstergeler olarak tanımlamak mümkündür”(Aşkın 2007;213). “’Ben kimim?’ sorusunun dayanağı olan ‘ben’ in tanınması ve tanımlanması, kimliğin sosyal psikolojik temeline işaret eder. Buna, kişinin varlığıyla ilgili tüm anlamları (değerleri) içine alan öznel bir duygu olarak “kişisel kimlik” diyebiliriz” (Güleç 1992: 14). “‘Ben kimim?’ sorusuna verilen cevap, bir kimlik, bir organizmayı insanın var oluş kategorileri içinde anlamlı bir eylem nesnesi olarak sunan bir tanımdır” (Wiegert, Teitge, 1986, 31). “Bu soruyu tamamlayan kişinin kim olduğunu araştırmaya yönelik sorulabilecek soruların tümü, kimlik sorunsalına kapı açan, kişisel bilgiler toplamına (portföye) katılabilir. Kimlik sorununun ortaya çıktığı ortam, insanın “kendisinin ne olarak/neye dayanarak tanımladığı” ya da “kendisini diğerlerinden ayırt eden özelliklerin neler olduğu” sorularına dayanır. Yani, özetle, kişinin “mensubiyet” (attachment) ve “ait olma” (belonging) konusundaki başvuru çerçeveleri, kimlik “tutunumu” nu (cohesion) sağlayan dayanaklarıdır. Burada kimlik başka bir şeye ait olma ihtiyacının sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır” (Güleç 1992: 14). Ulusal Kimlikler: Kimlik kavramı en başta kişisel olmakla birlikte bir arada yaşayan insanların oluşturduğu toplumlarda şekillenir ve anlam kazanır, bireylerden oluşmuş en küçük sosyal gruptan başlar ve ulaştığı en son aşama olan makro ölçek ile toplumsal bir kavram olmaya başlar ve toplumları sosyal manada sembolize eder. 8 Siyasi, tarihi ve sosyal olaylarla birlikte “kimlik”, insan potansiyeline bağlı olarak sabit kalabileceği gibi değişim de gösterebilir (Tural, 1998:5). Kimlik olgusunun siyasal bir boyut kazanmasında ise bireyin diğer bireylerle ve toplumla bağını kuran kültürün önemli bir rolü vardır. Kültürel unsurlar içerisinde yer alan dil ve din gibi unsurlar önemli belirleyiciler (Güvenç,2003:3) olsa da salt bir dil ve din unsurunun olması tek başına kimlik oluşumunda yeterli değildir. Kimlikliklere ayrıca toplumsal faktörlerin yanı sıra siyasi ve tarihi faktörleri de dâhil etmek gerekir. Sadece Bireysel değil Toplumsal bir sürecin de bir tezahürü olan “kültür” ise, uzunca bir mazisi olan anlamlı ve zengin bir sentezin ürünüdür. Sistemli ya da sistemsiz bir şekilde nesilden nesil ’e aktarılan, gelenek, görenek ve eğitim yoluyla insanlarda benlik ve kimlik şuuru oluşmasını sağlayan, insanların içinde bulundukları zaman ve gelecekle ilgili düşüncelerini şekillendiren yaşam biçimi, kimliğin kültürel boyutunu oluşturur. Bu şekilde, “kültürel kimlik”, “ben kimim” veya “biz kimiz” sorularına verilecek cevabın da ana hatlarını belirleyen bir kavram olarak tarif edilebilir. Belirli bir kültür çevresinde yetişen, sosyalleşen birey kendi kültür çevresinin bir temsilcisi olurken; temsilcisi olduğu çevrede süreç içinde bireyde kendini ifade ederek bireysel kimliğin ayrılmaz parçasını oluşturmaktadır. Denilebilir ki “kültürel kimlik”; içinde yaşanılan, katılma ve paylaşma özellikleriyle üyesi olunan bir kültür çevresine ait ana kültür kalıplarının gelenek, görenek ve özellikle de eğitim yoluyla kişilere ve sosyal gruplara yansıması şeklinde de tanımlanabilir (Köseoğlu, 1995: 5). Başka bir ifade ile “ana kültür kalıbından ayrı olarak mevcut farklılıkların fertlerde ve sosyal gruplarda netleşmesi ve somut hale gelebilmesi” dir de denilebilir. “Kültürel kimlik, zannedildiğinden farklı olarak; tek tek fert seviyesinde kan, renk ve kafatasında değil, belirli bir kültür dairesine mensup olma şuurunda, ortak iradede, o toplumun sevincine ve kederine katılabilmede, milli sembollerin benimsenmesinde, yaşama tarzının paylaşılabilmesinde aranmalıdır” (Erkal, 2001;36). “Köklere inme, kim ve ne olduğunu sorma bir “kimlik” arama süreci olmasına rağmen, azınlık ve etnik yapılaşmaların yoğun olduğu bir toplumda “etnik kültürü” ve “etnikliği” gündeme getirebilir” (Türkdoğan, 2003:1). Fakat unutulmamalıdır ki “kültür” dışında bir “kimlik” arama süreci bir çeşit ırkçılık veya etnosantrizmdir (Erkal, 2001: 36). Bir toplumda yaygın olan kültür unsurlarından farklı özellikler taşımasıyla ortaya çıkan bir “kültürel kimlik” türü olarak işaret edilen “etnik kimlik”, etnik grupların kültürel kimliklerine bağlı olarak bütünden farklı, kendilerine özgü adet, gelenek ve göreneklerini 9 yansıtmaları ve bu farklılıkları benimsemeleriyle ortaya çıkan kimlik olarak tanımlanabilir. Hâkim olan kültüre olan bağlılığın azalması bireyleri farklı “kimlik” arayışına ittiği; genelden farklı özellikler gösteren bireylerin, benzerleriyle yakınlaşarak etnik grupları meydana getirdiği ileri sürülmektedir. (Türkdoğan, 2003:2). Bütün bu sınıflandırmaların yanı sıra kimlikleri, bireysel ve kolektif (sosyal) kimlikler şeklinde de ikiye ayırmak mümkündür. Kolektif (sosyal) kimlik konusunda değinmeden önce konumuz açısından önemli ve belirleyici farklılıklarımız olarak kabul ettiğimiz Üst ve Alt Kimlik kavramına değinmek gerekir. Alt ve Üst Kimlikler: Birey ve toplumların kimlik arayışında günümüzde geldiği noktada yeni bir kavram olan Alt ve Üst Kimlik tanımlamasında kullanılan üst ve alt kelimeleri bir üstünlük ya da aşağı olma durumundan daha çok bu ayrım sadece kapsam ile ilgili betimleme ifadesidir. Üst kimlik, milli veya sosyal gruplar açısından ele alınacak olursa kollektif kimlik olarak adlandırılan ve kan bağı ya da toplumsal kontrat (toplum sözleşmesi) yolu ile bir devlete (siyasi topluma) aidiyet bağını gösteren temel kimlik olarak kabul edilmektedir. Bu açıdan üst kimliği bir çatı kimlik olarak da kabul etmek mümkündür. Birçok alt kimlik sahibi olan bireyler (iş adamı kadını, işte müdür çalışan, evde anne baba, sokakta Ankaralı İstanbullu, ibadethanede Müslüman veya Gayrimüslim, ekonomik açıdan orta gelir grubu üyesi veya zengin, ehliyet sahibi, yabancı dil bilen v.s). Bütün bu alt kimliklerin birçoğunu bir arada kapsarken aynı zamanda da Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı üst kimliğine de sahiptir. Bireyin sahip olduğu kimliklere verdiği önem; bir kimliğin o bireye sağladığı aidiyet duygusuyla çok yakından ilgilidir. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği yanında Müslümanlık bir alt kimlik olarak sıralanırken, vatandaşlık kimliğinden çeşitli sebeplerle memnuniyet duymadığı arzuladığı tatmini sağlayamadığı durumda, Müslümanlık kimliğini veya sahip olduğu birçok kimlikten birini öne çıkararak üst kimlik olarak nitelendirebilir. 10 Tüm bu kimlikler birbirine az çok benzeseler de farklı farklı işlevleri vardır. İnsanların, bu kimlikleriyle ilişkileri, yakınlık ve uzaklıkları da oldukça farklıdır. Şimdilik şu kadarını vurguladığımız zaman insanın, burada saydığımız ya da saymadığımız türden taşımak zorunda olmadığı başka kimlikleri de olabilir. İnsanın birden çok kimliği vardır: Sosyal kişilikleri, rolleri ve statüleri ile kurdukları ilişkiler paylaşımlarda ayrıca yeni yeni kimlikler oluşturmaktadır. Ayrıca bu tarz kimlikleri olan bireylerin yakınlaşmalarıyla oluşturduğu sosyal yapılarda ayrı birer kurumsal kimliklere sahip olmaktadır. Bu kurumsal kimliklerin en büyüğü olan devlet sistematiği içinde yukardan aşağı çeşitli düzeyde örgütlenmeler şeklinde üst yapı kurumları oluşturmuşlardır. Konunun bu kısmında üst kurumsal kimliklerin ilk halkası olan sosyal (kollektif) kimliklere değinmek gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Sosyal (Kollektif) Kimlik: “Sosyolojik kimlik, toplumsal cinsiyet ve sınıf belirlemelerinde kullanılan bir kavram olup, bireyin sosyal durumunu ifade eder. .(Aşkın,2007;213) bireyi, diğer bireylerden ayırt eden tutarlı ve yapılanmış göstergeler olarak tanımlamak mümkündür (Aşkın 2007;213). Felsefede ise kimlik, öznenin varoluşunun ontik, epistemik, etik ve estetik gibi belirlemeleri sonucu oluşmuş olan gerçekliklerdir” (Aşkın,2007;213). Tajfel ve Turner, belirli bir grubun üyesi olduklarında, bireylerin kişisel güdülerinde, yargılamalarında ve algılamalarında ne gibi değişiklikler gerçekleştiğiyle ilgilenmiştir. Sosyal Kimlik Kuramı, grup içinde bireyin benlik-algısının değiştiğini, kendisi için anlamlı olan bir grup üyeliği durumunda, kişisel kimliğin yerini sosyal kimliğe bırakmasına yol açtığını söyler (Meşe, 1999). İnsanlar, kendi kişilik algılarını, dâhil oldukları sosyal sınıflara üyeliklerinin bilinciyle üretirler. İnsanlar kendilerini sınıflandırırlar ve sınıflandırdıkları grupla özdeşleştirirler (Turner, 1987). Kimlik ile ilgili tanımlamalara ve sınıflamalara değindikten sonra sahip olduğumuz kimliklerin sosyalleştikçe nasıl çatışmalara dönüştüklerine değinmek gerekir. 11 1.1.1. Kimliklerin Sosyalleşmesi Çatışmalar Kimlik çatışmaları sadece sosyalleşme ile birlikte ortaya çıkmaz şüphesiz, aslında bireysel iç çatışmalarımızın da çoğu zaman bu sahip olduğumuz kimliklerden kaynaklandığını da söylemek mümkündür. Örnek olarak askerlik mesleği icra eden bir ebeveynin zaman zaman aile bireylerine karşı askerleriymiş gibi tutumlar geliştirmesi sonucunda babalık kimliğini göz ardı ettiği için vicdanen huzursuzluk duyması bireysel kimlik çatışmalarına örnek teşkil edebilir. Fakat konumuz bireysel kimlikler olmadığı için biz sosyal kimliklere kaldığımız yerden devam edelim. Birey Kimliğinin Sosyalleşmesi sürecinde; Birey ve kimlik arasındaki ilişkinin iyi anlaşılabilmesi için benlik ve kişiliğin oluşumu incelemek gereklidir. " Benliğin gelişimi, bireyin kendisi için bir obje olma kapasitesine bağlıdır ve bu gelişme dil yeteneği sayesinde gerçekleşir. Birey, diğerinin rolünü alabildiği ölçüde, kendine, diğeri açısından cevap vermeye ve dolayısıyla kendisi için bir obje olmaya doğru gider. "( Mead, 1934: 73) "Benlik kavramımız, bizim mutlak değerimizden çok, diğerlerinin bizim hakkımızda düşündüklerinden çıkardığımız şeylere bağlıdır." (Newcomb, 1965: 47). Bireyler olarak sahip olduğumuz benlik kavramımız sürekli destek görme ihtiyacındadır ve bu sebeple de benliğin onaylanması büyük önem taşır. İhtiyaç duyduğumuz onaylanma arzusu gelen dış uyaranlara göre benliğimizi oluşturma gayreti etkileşime gireceğimiz kişi ya da kişilerle ilintili grupları seçerken, bizi en çok benlik onayı sağlayabileceklerimizi tercih etmeye yöneltir. Kimlik projelerimiz (Identity Project) sosyal niteliklidir, ilişkiye bağlıdır ve sosyal topluluklara göre farklılaşır; İzlediğimiz kimlik projeleri ve moral kariyerler, kültürel ortama göre değişir ( Greenwood, 1991: 69). Myres ‘e göre: "Benlik algısı, temel bir filtre mekanizması olarak işlemektedir; bu mekanizma, davranışımızda ve dünyaya ilişkin algılarımızda önemli bir rol oynamaktadır. Benlik kavramının gelişiminin önemli bir kısmı, toplumun biçimsel kurumlarına ve örgütlerine katılım sayesinde öğrenilen rollere bağlıdır. İç değerlilik duygumuz, sosyal rollerin yerine getirilmesiyle ilgilidir. "( Myres, 1980:124). Bireylerin benliklerini onaylatmaya olan ihtiyacı, verili ya da sonradan kazanılan kimlikler aracılığıyla ve onların altında diğer birey ve gruplarla girdikleri etkileşim sürecinde gideriliyor. Fakat bu etkileşimlerde birey, benliğini daima onaylatamaz, aksine çeşitli ve aşırı tepkilere de maruz kalabilir. Bilgin, bu tepkileri üç başlık altında inceliyor: " onaylama, reddetme ve inkar etme." (Bilgin, 216) 12 Bilgin ise bu durumu şöyle açıklıyor: " Diyelim ki X bireyi, Y bireyine kendi hakkında bir tanımda bulunsun. Bunu çok çeşitli tarzlarda yapabilir; ama içeriksel düzeyde mesajın konusu ne olursa olsun, üst iletişimin pratiği şöyle olacaktır: 'Ben kendimi şöyle görüyorum.' Y bireyinin, X' in kendini tanımlamaları karşısında üç farklı tepkisi olabilir; onaylama, reddetme ve inkar etme. Birinci durumda Y bireyinin X' in tanımını kabulü söz konusudur. Y' nin ikinci tepkisi reddetme olabilir. Burada Y, X' in kendi hakkındaki görüşünün geçerliliğini kabul etmeyip, kendi görüşünü öne sürer; daha açıkçası X' in, ' ben kendimi şöyle görüyorum ' tarzını onaylamayıp, ' ben seni şöyle görüyorum ' der. Buna karşılık Y' nin mümkün üçüncü tepkisi olan inkar durumunda, X' in varlığının yadsınması, görmezlikten gelinmesi, fark edilmemesi söz konusudur." (ibid,216) Watzlawick ve arkadaşlarına göre " Grup veya toplum içinde, bireyin diğerleri tarafından bütünüyle görmezlikten gelinmesi, görülmemesi, sosyal algılanırlılığının olmaması, benlik yitimidir, bir başka deyişle yabancılaşmadır." ( Watzlawıck, Beavın Jacks on, 1967,72) Bu gibi durumlarda üç tür tepki ortaya çıkabilir. Birinci tür tepki olan onaylamada, birey, benliğini onaylatması sonucu bu tip tepkiyi veren birey ya da gruba yakınlaşır. İkinci tür tepki olan reddetmede, birey ya verilen tepkiye göre kendini yeniden değerlendirme ya da yeni önermelerle kendini, yanlış algılandığını düşündüğü kişi ya da gruba yeniden tanıtma eğilimine girebilir. Her iki durumda da olumlu ya da olumsuz olarak taraflar birbirlerinin varlıklarını tanıdıkları için iletişim sürmektedir. Üçüncü tür tepki olan inkar etmede ise, durum çok farklıdır. Bu tepki, toplumsal barış ve beraber yaşama koşulları için en tehlikeli olan tepki türüdür. Bireyler arasındaki iletişim sürecinin, taraflardan birinin, diğerinin varlığını inkar etmesi ve yok sayması onucu kopması ve varlığı inkar edilen bireyin yabancılaşmasına kadar uzanan bir süreçtir. Bu türlü bir tepki, özellikle gruplar arası ilişkilerde daha da vahim sonuçlar doğurmaktadır. Farklı etnisitelere veya inançlara dayalı kimlik grupları arasındaki bu türden bir tepkileşim, varlığı inkar edilen grubun (ki genellikle çoğunluğu oluşturan ve göreli olarak daha güçlü olan gruptan, azınlığı oluşturan gruba doğru yöneltilen bir tepkidir) yabancılaşmasına ve dolayısıyla normal iletişim kanallarıyla onaylatamadığı benliğini ve bu benliği içinde barındıran kimliğini farklı kanallardan onaylatma girişimine neden olur. Bu noktada ikinci ve üçüncü tür tepkilerin sonuçları arasında şöyle bir fark bulunmaktadır. İkinci tür tepki olan reddetmede, reddedilen, var olduğu kabul edilen bir grubun, kendini tanıtmak için kullandığı kimliktir ve iletişimin 13 sürmesi nedeniyle, normal iletişim kanallarından kimliğin kabul ettirilmesi ve dolayısıyla benlik onayı mücadelesi sürebilir. Üçüncü tür tepkide ise, grubun sadece önerdiği kimlik değil, varlığı da inkar edilmektedir. Bunun sonucu olarak inkar edilen grup, iletişim kanalları da kapalı olduğu için, diğer kanallardan hem kimlik onayı, hem de bundan daha kuvvetli olarak varlık mücadelesi verecektir (Çağatay,2003:11-12) Bireysel kimlik sosyalleştikçe onama ve kabul tepkileri bireysel ve sosyal grupları geliştirmeye faydalı sonuçlar ortaya çıkarırken, inkar ve ötekileştirmenin ise bireysel veya toplumsal derin kimlik çatışmalarına zemin hazırlama tehlikesi yaratacaktır. Grup Kimliğinin Sosyalleşmesi daha geniş grup kimliklerine dönüşmesi süreci ise; “Bireyin, doğumundan itibaren içinde olduğu sosyalleşme sürecinin bir etkileşim süreci olduğu göz önünde bulundurulursa, bireyin etkileşimde bulunduğu sosyal grupların, kimlik oluşturulması (inşası) üzerindeki etkisi açıkça görülebilir. Bireyin sosyalleşme sürecinde, etkileşimde bulunduğu grupları ikiye ayırabiliriz: Birincisi, "birincil aidiyet grupları" olarak adlandırılan; bireyin içine doğduğu (kendi seçimi, iradesi dışı) gruplardır. İkincisi ise bireyin (kendi seçimi ve iradesi ile ) girmek istediği gruplardır ve "referans grupları" olarak adlandırılabilir. Birincil aidiyet grupları ve referans gruplarının ayrıntısına girmeden önce, sosyalleşme türlerinin ve bunların gruplarla etkileşimde yarattıkları farklılıkların belirtilmesinde yarar vardır.” (Çağatay,2003:12-13). Max Weber "cemaat türü sosyalleşme ve cemiyet türü sosyalleşme " ayırımı yaparak. Konuya açıklık getirir. Ona göre; "Cemaat türü sosyalleşmede, eylem tipi geleneksel/heyecansaldır ve değer bakımından rasyoneldir; başat sosyal ilişki, miras alınan bir dayanışma üzerine temellenir; meşruiyet düzeni, dini inanca, lidere inanca ve değerlere inanca dayanır ve meşruiyetin temeli geleneksel/karizmatik niteliklidir. Sosyal yaşamın düzenliliğini adetler sağlar; temel insan grupları, aile, diğer duygusal topluluklar ve ulustur. Bunlardaki başat duygu, ortak aidiyet duygusudur. Toplumsal sosyalleşmede ise eylem tipi erek bakımından rasyoneldir; başat sosyal ilişki, karşılıklı iradi angajman yoluyla uzlaşmaya dayanır; meşruiyet düzeni, hukuk ve konvansiyonlar üzerine temellenir ve yasal rasyonel niteliklidir; insan ilişkilerinde rasyonel olarak güdülenmiş çıkarların koordinasyonu ve 14 uzlaşma hakimdir; sosyal yaşamın düzenliliğini özel çıkarlar sağlar; temel insan grupları, kurum, dernek ve işletmelerdir." (1958:180). Weber ’in ortaya koyduğu yaklaşım, türdeş grupların etkileşiminin, farklı sosyalleşme türlerine sahip toplumlarda ne gibi farklılıklar doğurduğunun görülmesi bakımından önemlidir. Bu sosyalleşme türü farklılığı, aynı toplum için farklı zamanlarda, farklı toplumlar için aynı zaman diliminde ve hatta bazı geçiş dönemindeki toplumlar için toplum kesimleri arasında dahi farklılıklar gösterebilir (Çağatay,2003:13). 1.1.2. Alt Kimlikler ve Aidiyet Gruplarının İnşası Bir özdeşleşme; yani kimlik inşa etme (aidiyet ve ilişki inşası) süreci olan sosyalleşme sürecinin başında, bireyin ilk etkileşimi, içine doğduğu birincil aidiyet grubu ile olur. Burada birey, iradesi dışı olarak belirli bir aileye, bir sosyal tabakaya, bir dine, bir topluma, bir etnisiteye ve bir milliyetin içine doğmuştur. İçine doğulan bu birincil aidiyet grubu ve bu grubun sahip olduğu kimlikler ve ait olduğu toplumsal yapı, bireyin iradesi dışında sahip olduğu ilk kimlikleri kendisine kazandırır. Buna kısaca " kimlik bagajı" (identity luggage) diyebiliriz. Örneğin, bireyin cinsiyeti, aile yapısı, aileden gelen dini inanç, milliyet, etnik kimlikler sosyalleşme sürecinin bu ilk aşamasında, birey tarafından sahip olunan bagajın içindedir. Bu kimlikleri " Doğuştan gelen kimlikler "olarak adlandırabiliriz. (Çağatay,2003;13-14) Sosyalleşmenin ikinci aşamasında ise, birey, girmek istediği grupların (referans grupları) değer ve normlarını özümseyerek sosyalleşmekte, kimliğini inşa etmektedir. Referans gruplarına aidiyet bağıyla kazanılan bu kimlikleri de "Kazanılan kimlikler" olarak adlandırabiliriz. Parti, dernek, sendika, meslek üyeliği, kazanılan ve bitirilen okullar, başka şehir ’e göç ve yerleşme yoluyla kazanılan yeni hemşerilik kimlikleri, din ve hatta cinsiyet değiştirme yoluyla kazanılan yeni dinsel ve cinsel kimlikler, bunlara örnek verilebilir. Kelley 'e göre, referans gruplarının iki işlevi vardır: (Çağatay,2003: 14) Referans grupları, bir yandan bireye normlar, modeller ve değerler sunarak, dayatarak ve uygulayarak normatif bir işlev görür; Bireyin davranışlarının normlara uygun olup olmadığına göre ona kapılarını açabilir veya kapatabilir. Diğer yandan ise, bireyin kendini ve ötekileri değerlendirmede 15 kullandığı bir ölçüt olarak karşılaştırma işlevi görür. Sosyal karşılaştırma, bireyin özellikle kendi kendini değerlendirmede zorlandığı, yeteneklerinden ve görüşlerinden emin olmadığı, duygularının belirsiz olduğu durumlarda yaşanan bir süreçtir. Bu tür muğlak durumlarda birey, hem öz saygısını koruma, sosyal onay görme ve sosyal bağlanma ihtiyaçlarını giderme gibi duygusal nedenlerle, hem de zihinsel tutarlılığını ve görüşlerinin geçerliliğini sağlama ihtiyacıyla belirsizliği azaltmaya çalışır (Bilgin,121). Sosyal bağlanma yoluyla sosyal onay görme ve belirsizliği azaltma isteğinin bir diğer açıklaması ise "Konformite" ve "Üniformizasyon" terimleriyle açıklanabilir. Bilgin, Konformite ve Üniformizasyon ’u şöyle açıklıyor: (Çağatay,2003: 15) "Konformite ve Üniformizasyon bir uyma sürecidir. Araştırmalar, grupların bireyler üzerinde, onların tutum ve davranışlarını şekillendirici, düşünce ve kanaatlerini yönlendirici bir etkisi olduğunu göstermektedir. Bunun sonucunda bireyler çeşitli açılardan birbirlerine benzemeye doğru gitmektedirler. Okulda, ailede, işletmelerde ve toplumda, bazı sosyal normlar bulunmakta ve bunlar bireye, uyma yönünde bir baskı gücü içermektedirler. Anonimlik ve Üniformizasyon bireylere, bir tür psikolojik güvenlik sağlamakta, riski azaltmakta ve sosyal planda ödüllendirici, bilişsel planda meşrulaştırıcı bir işlev görmektedirler." (ibid,112) Grup üyeliği içindeki ikinci bir süreç de, konformite ve üniformizasyon etkilerini dengeleyerek, bu süreçlerin tek başına varlığı halinde ortaya çıkacak bireysellik yitimini engelleyen "bireyselleşme ve fark edilme (visibility) " sürecidir. Bilgin, bu süreci şöyle anlatmaktadır: (Çağatay,2003: 15) " Bazı araştırmalar, insanlarda biricikliklerini, tekilliklerini ortaya koyma yönünde bir eğilim olduğunu, insanların sosyal karşılaştırma yoluyla diğerlerine sadece benzemeye çalışmadıklarını, aynı zamanda kişinin kendisiyle diğerleri arasında birtakım farklılıkların aranması ve inşa edilmesi yönünde çaba harcadığını vurgulamaktadır." (ibid,112) Kimliğin bir başka sınıflaması, verili veya sonradan kazanılmış olmasına göre yapılan sınıflamadır. Sosyal ve kültürel kimlikler “verili” ve “kazanılmış” kimlikler olarak ikiye ayrılır (İnanç, s.21;Yurdusev, s.27). 16 Alt kimliklerimiz, doğuştan gelenler ve kazanılan kimlikler olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Buna göre: Doğuştan Gelen Alt Kimliklerimiz birey olma ile başlar. “bireyler, dünyaya gelişlerinden itibaren bir birincil aidiyet grubunun içine doğarlar ve bu suretle de otomatik olarak o grubun sahip olduğu üst ve alt kimlikleri kazanırlar. Mensubu olarak doğulan ailenin milliyet, dil, din, ırk, etnisite, sosyal sınıf ve hatta hemşerilik kimlikleri, yeni doğan bireye de aktarılır. Bu bir tür kimlik mirasıdır ve daha önce de belirtildiği gibi "kimlik bagajı" (Identity luggage) olarak adlandırılabilir”(Çağatay,2003: 16). Birey bu miras yoluyla herhangi bir çaba harcamadan ve iradesi dışı olarak bu alt ve üst kimliklere sahip olur. Bu irade dışılık ve çaba gerektirmeme, bu kimlik türünü, kazanılan kimliklerden ayıran en önemli belirleyicilerdir” (Çağatay,2003: 16)” “Kazanılan kimlikler, bireyin içine doğduğu birincil aidiyet grubundan miras olarak aldığı (doğuştan gelen) kimliklerin bazılarının, zaman içinde iradi olarak değiştirilmesi ve/veya bunların üzerine yenilerinin ilave edilmesi yoluyla olur. Birinci süreçte, birey, miras olarak aldığı kimliklerin bir kısmını iradi olarak değiştirir. Örneğin, başka bir ülkenin uyruğuna geçme veya din değiştirme gibi. İkinci süreçte ise, birey, miras aldığı kimlikleri muhafaza ederek (veya değiştirerek) bunlara ilave olarak sosyalleşme süreci içinde referans gruplarına aidiyet bağı ile bağlanarak ve eğitim yolu ile halihazırdaki kimliklerine ilave kimlikler kazanır. Örneğin, Müslüman dini kimliğine miras olarak sahip olan bir birey, sosyalleşme sürecinde, herhangi bir tarikata üyelik yoluyla tarikat alt kimliğini kazanır veya bir takımın sempatizanı olan birey, bu takımın taraftarı kimliğini kazanır” (Çağatay,2003: 16-17). Kimlikler eğitim yolu ile kazanılabilir ki bu kimlikler ise, daha uzun zaman sonucunda kazanılan ve diğerlerine göre daha formal olan kimliklerdir. Bireyin eğitim durumuna göre bitirdiği okul ya da okullar, onun kendini tanımlarken kullandığı başat kimlikler haline gelebilir. Örneğin Atatürk Lisesi veya T.E.D mezunu olmak, kendini Mülkiyeli veya ODTÜ'lü olarak tanıtmak gibi. Burada yine önemli olan, bireyin mezun olduğu okulu bir kimlik olarak kullanması için, okul ya da okulların sosyal hayatta bireye maddi ve manevi olarak tatmin sağlayacak bir sosyal statüye ve itibara sahip olmalarıdır. Eğitim yoluyla kazanılan diğer kimlikler de, yaygın ve örgün eğitim sonucu sahip olunan meslekler ve bu mesleklerin getirdiği mesleki kimlikler, üye olunmasında belirli bir eğitim düzeyi gerektiren referans grupları vs. dir. (Çağatay,2003: 17) 17 Bireysel Sosyal kimlikler Alt kimlikler ve Aidiyet gruplarının yeni üst kimlikler yaratma sürecinde daha çoğulcu ve kapsayıcı kimliklere geçişte önemli rol oynar. Burada Ulusal üst kimlikler inşa etmek ve bu üst kimlik ile kendini ifade etme ve aidiyet (ünsiyet) oluşturma süreci başlar. Üst Kimliklerin inşası ve ulusal kimliklere değinecek olursak. 1.1.3. Üst Kimlikler Etnik, Ulusal ve Siyasal Kimliklerin İnşası Ulusların devletleşme sürecinin bir aracı olan “ulusal kimlik” oluşumu bakımından çok daha eski olmakla birlikte, eski toplumların daha çok soy ve dinsel kimlikleri öne çıkarmış olmaları sebebi ile modern çağın ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Daha doğru bir ifadeyle, bu süreçte devletin kimliği ile devleti oluşturan yurttaşların varsayımsal kimliği örtüşmüştür. Modern-ülkesel devlet olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni devlet formuna gelene kadar devletlerin uyruklarının kimliğini, kendisini tanımlama biçimine benzetme gibi bir problemi ya da uyruklarında olduğunu varsaydığı bir “ortak” kimlikle kendisini tanımlama ihtiyacı olmamıştır. Kimlik kendiliğinden ve cemaatsel bir olgudur. Burada kollektivitenin öznesi genellikle toplumdur. Modern öncesi dönemin devletleri, meşruiyetlerini uyruklarıyla paylaştıkları “ortak kimlikte” bulmazlar.(Yıldız,2007,12) Meşruiyetin temeli, Weberci kavramlarla söylenecek olursa, geleneksel bir zemine oturmaktadır (Weber,1954). Burada örfün çerçevesini zor kullanımını meşru kılan genel bir hukuk yerine, soy çizgileri ve dini otoriteyle uyuşma ondan icazet alma gibi olgular belirlemektedir (Aydın 1998: 22–23). Modern dönemde ise siyasal sistemler olabildiğince yaygın bir kitlesel sadakatle beslenmeye muhtaç hale gelmiştir. Kimlik bunalımının temelinde anlayış ve inanç farklılıkları, kültürel başkalaşımlar ve yaşam biçimleri yatmaktadır. Almanya’da şu anda egemen olan üçüncü kuşak, bir önceki kuşağa göre bu kimlik bunalımını önemli ölçüde alt etmiş ve üstesinden gelmiş olarak algılanabilmektedir. Bunun sebebi Türk kimliğini taşıyor olmalarına rağmen orada doğmuş ve büyümüş olmalarından kaynaklanan Alman kimliğine uyum sağlamış olmaları ve aidiyet duygularının bu yönde güçlendiği şeklinde olabilmektedir (Yıldız,2007;12). Kuşkusuz bu sorunun temelinde yatan çok dinli, dini çoğulcu ve dinde çoğulcu hayatın temel felsefesi var olan her dinin oluşumu, kemiyetine bakmadan ve keyfiyetini sorgulamadan olduğu gibi tanımayı ve kabul etmeyi öngörür (Tosun 2005; 193). 18 Çağdaşlaşma sürecinde kimlik arayışları bireysel kimlikten başlayarak sosyal kimliklere oradan etnik ve ulusal kimliklere doğru üst kimlikler oluşturarak birbirini tamamlar. Sosyal-psikolojik sonuçları açısından kalkınma (gelişme) ya da yozlaşma (çöküş), bilimsel adıyla “değişme”, düzenin ya da dengenin bozulması sürecidir. Düzenli, dengeli bir kalkınma süreci ya da deneyimi dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmamıştır. Değişme ve modernleşme tarihinin mucize ülkesi olarak bilinen Japonya’da bile büyük dengesizliklere, kimlik bunalımlarına yol açmıştır (Güvenç 1992: 28). Her kalkınan toplumda, düzen ve dengelerin yani kültürün değişmesine paralel olarak kimlik bunalımları, kimlik arama çabaları görülmüştür. Konuyu doğru algılayabilmek için uluslaşma sürecine eğilmek gerekir. Her ulus kuşkusuz toplumdur; ama her toplum henüz ulus olmayabilir. Başka deyişle, ulus varlığı ile toplum varlığı arasındaki ilişki, birebir karşılıklı ya da simetrik olmayabilir (Yıldız,2007: 13). Bunun ötesinde, uluslararası siyaset açısından modern çağın toplumsal örgütle- nişi, bütün toplulukların bir “ulus” formu içinde örgütlenmesini dayatmıştır. Buna bağlı olarak ister doğal bir süreç sonucu olsun isterse belirli zorlamalar ve etkilerle olsun, bütün cemaatler kendilerini belirli bir “ulus” tasavvurunca belirlenmiş bir alanın içinde bu alanı dolduracak şekilde ya genişletmişler ya da kendileri bu alana sıkışmaya itilmişlerdir. Hangi şekilde olursa olsun, bu süreç birtakım kimliklerin, bazı toplumsal nüansların yitimi demektir. Böyle bir genişleme yahut erime, tanımlanmış bir ulus” imgesi içindendir ve bu imge kendisini tarihsel ya da sentetik bir etnikliğe bağlar. Dolayısıyla bu etnikliğin çerçevesi, niteliği, daha doğrusu kimliği, bütün ideolojik seçimlerin buluşma noktasıdır. Kendisini ne denli dışarıda tanımlarsa tanımlasın, bütün ideolojik seçimler bu “ulus” tasavvurundan hareket ederler. Bu tasavvurun çerçevesi ise neredeyse evrenseldir (Yıldız,2007: 13). Anthony D. Smith’in “ulusal kimlik” dediği bu çerçevenin temel özellikleri, (Yıldız,2007:13) 1- Ortak bir tarihsel toprak yahut yurt kavrayışı, 2- Ortak mitler ve tarihsel bellek, 3- Ortak bir kitlesel kamu kültürü, 4- Bütün fertler için bağlayıcı bir hak ve ödevler sistemi ve 19 5- Ortak bir ekonomidir (Smith 1988). Yalnız burada önemli olan nokta, bu özelliklerin gerçeklikle birebir ilişkisi değildir; bunlar sadece bir imgeden de ibaret olabilir. Kültür dediğimiz olgu, “ulusal” bir düzlemde yaşanamaz; kültürün zemini toplumdur. Bu nedenle imgeden ibaret bir ulus ile hayatın tam da kendisi olması beklenen bir kültürü özdeşleştirmek, sentetik ve sanal bir zorlamadır. Bu durum ise; “ulusal kimlik” denilen anlayışı ideolojik kılar. İşte bu ideolojik konum, tarih yazıcılığı içinde temellendirilerek inşa edilmektedir. Böyle bir ideolojik konumlanış, süreç içinde birden çok “ulus” temellendirilmesini ve doğal olarak buna bağlı biçimde birden çok tarih yazıcılığını doğuracaktır. Birden çok tarih, dolaysıyla birden çok aidiyet seçiminin söz konusu olduğu bir durumda elbette bir sorun vardır. (Yıldız,2007,13) Ulusal kimlik, kökeni itibariyle, milliyetçilerin tanımladığı bir kimlik özdeşimini ve bilincini içerir. Genellikle bu kimliğin bileşenleri, kozmopolit olmayan köylülükte/ halkta saf halde bulunduğuna inanılan ve tarihin derinliklerinde bulunacağı varsayılan “ulusal” formlara, değişmeyen ya da çok az değişen bu kitle aracılığıyla varılabileceği düşünülen kurgusal unsurlardır (Aydın 1998: 50–51). Bu yüzden, ulus- devlet formunun bir ayağı kapitalist dünya sisteminin dayattığı nesnel bir zemine basarken diğer ayağı masalsı ve mitolojik bir tarih kurgusunda dururken, diğer ayağı saflığını korumuş halka ilişkin olduğu varsayılan ama devlet tarafından “millileştirilen” folklorik bilgide durmaktadır. Modern bir olgu ve tasavvur olan ulus, böylelikle tarihin diplerinde yeniden yaratılmakta ve bu yaratım süreci çeşitli ideolojik yazın türleri yoluyla sağlanarak yine modern çağın bir olgusu olan kitlesel iletişim imkânlarıyla yayılmakta; yurttaş, böylelikle, yeni kimliğini, kendisi yaşamadan, kendi hayatının dışından öğrenmektedir (Yıldız,2007:13-14). Konumuzun dinsel boyutuna baktığımızda görülüyor ki; çok dinli hayat anlayışı ve politikası ile ilgili kurumlar, tanıma ve kabul etme gibi iki pozitif anlamdaki bakış açısıyla sorumlu görülmeleri itibariyle, gerçek hayatta başa çıkması zor bazı sorunlarında yaşanmasına tanıklık etmektedirler (Tosun 2006; 154). Siyaset biliminde ve sosyolojik alanlardaki yazınlarda ulusların oluşumunun 18. yüzyıl sonu ile başladığı ve 19. yüzyıl süresince devam ederek yayılan toplumsal değişme sürecine bağlı bir sonuç olduğu genel kanısı oldukça hâkimdir. Ancak bu genel kabulün 20 karşısında yer alanların da olduğunu hatırlatmak gerekir. Ulusun “modern” bir görüngü olduğunu ileri süren modernistlerin karşısında yukarıda sözünü ettiğimiz ilkçi eğilimden farklı olarak, sosyo-biyolojiye dayandırdıkları “etniklik” kavramını, var olma savaşına yönelik kolektif bir araç biçiminde açıklamakta, akrabalık (kandaşlık) sisteminin bir tür genişlemesi olarak görmekte ve etniklik-ulus benzerliğinden yararlanmaktadır. İlkçiler ise ulus ve milliyetçiliğin sürekli ve doğal olgular olduğunu savunmaktadır. Buna bağlı olarak ta ulus olgusunun ve milliyetçilik duygusunun tarihte daima mevcut olduğunu; “ulus” denilen toplumsal birimler ile ona ait duygu ve ideallerin anlatıldığı milliyetçilik tarihin bütün dönemlerinde bulunabileceğini ileri sürmektedirler. Bu yaklaşımı paylaşan ikinci bir görüşte pe-renyalistler dir. Onlara göre, “kolektif kültür bağları ve duyguları sadece doğal değil aynı zamanda evrenseldir; dahası bu türden kollektif birimler ve duyuşlar antik ya da orta çağdaki biçimleriyle modern ulusların ve milliyetçiliğin ilkel biçimleri, onların küçük ölçekli ilk örnekleridir” (Smith 1988 7–13). Kültür devleti, bir etnik grubu bir halkı, bir ana dili ve bir ana yurdu esas alır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bu türden devlet deneyimleri, genellikle milliyetçi tek parti iktidarlarının önderliğinde “ulusal birliği” inşa sürecinden geçmişlerdir. Ancak bu “ulusal birlik” in sınırları başlangıçta tanımlanan “yurt” kavramının anlamının karmaşıklığını içinde taşımaktadır (Yıldız,2007). Konunun bu kısmında üst ve ulusal kimliklerinde kaynağı sayılan Etnisite unsurları ile Etnik Grupların bir araya gelmesiyle oluşturulan Etnik kimliklere göz atmakta farklılıklarımızı eşitsizliklerimizi anlamakta bize faydalı olacak. “Etnisite” terim olarak, ilk kez 14. yüzyılın ortasından itibaren öncelikli olarak İngiliz literatüründe yer almakla birlikte, akademik çevrelerde kullanımı ilk olarak 1953 yılında Amerikalı sosyolog David Reisman tarafından yapılmıştır. Her ne kadar akademik çevrelerde yeni kabul görmüş terim olsa da Terimin tarihsel geçmişi, Eski Yunan’a dayanmaktadır. “Etnik” teriminin, Yunanca “ethnos” kökünden türetildiği, bir tür beşeri birlikteliği ifade etmekte olduğu, Eski Yunan’da “kratos” (devlet)-“ethnos” ayrımına bağlı olarak devlet kavramına vurgu yapmadığı, dolayısıyla da siyasal anlamda kullanılmadığı anlaşılmaktadır (Aydın, 1998:53-54). “14. yüzyılın ortalarından 19. yüzyılın sonlarına kadar daha çok Hıristiyanlık dinine mensup olmayan kâfirlere, paganlara ve batıl inançlı olanlara vurgu yapmak amacıyla olumsuz manada kullanılan etnisite kavramının anlamında, içeriğinde ve kullanımında bir dönüşüm yaşanmıştır. Böylelikle ırksal, özgürlük ideali çağrışımları yapan bir kavram haline gelen “etnisite” teriminin bu şekilde kullanılmasında 19. yüzyılın başlarından 20. yüzyılın yarısına kadar sosyal, siyasi ve akademik çevrelere hâkim olan 21 insanlığın kaçınılmaz bir biçimde farklı ve kapasitelerinin eşit olmayan ırklara bölünmüş olduğu fikrinin çok büyük etkisi olmuştur” (Nişancı Ve Işık,2012). “Bağımsızlık ve toplumsal ayrımcılık hareketlerinin de etkisi ile önemi daha da artan “etnisite” terimi, içinde bulundukları toplumlarda kendilerine özgü kültürel davranışlar sergileyen ve bu davranışlarından ötürü içinde bulundukları kolektif yapılardan kendilerini soyutlayan, farklı gösteren ya da soyutlanan, kendilerine farklı gözle bakılan toplulukları tanımlamaya başlamıştır” (Marshall, 1999:215). “Yani ‘etnisite’ sadece bir grubun ‘ötekiler’ karşısındaki farklılığını ortaya koymaz aynı zamanda ötekini yargılayış ve algılayış biçimi olarak da kendini gösterebilir. Irksal anlamından ve kullanımından zamanla uzaklaşmış olan terim; kültür, dil, din gibi toplumsal ilişkiler çerçevesinde de yorumlanmıştır” (Türkdoğan, 2003;12). Süreç içerisinde ‘etnisite’ teriminin içinde barındırdığı kültürel kalıpların değişik yollarla yorumlanarak ‘milli kimlik’ gibi özgül bir karaktere bürünmesi de söz konusu olmuştur” (Hazır,1996;269– 270). Weber ’e göre “etnik grup”, “fiziksel tip veya geleneklerin veya her ikisinin benzerlikleri veya kolonileşme ve göç hatıraları sebebiyle ortak bir kökene dair öznel bir inanç taşıyan insan gruplarıdır. Özellikle siyasal alanda grup oluşumunu kolaylaştıran bir olgu olan etnik gruba dahil olmada ona göre “kan bağı” nın fazlaca bir önemi yoktur. Zamanla bu siyasal topluluk dağılsa bile etnik grup; fiziksel ve geleneksel yapısında bir farklılaşma meydana gelmezse, varlığını devam ettirmesi kuvvetle muhtemeldir. Zira o, akılcı düzenlemelerin ikinci plana atıldığı, yüksek topluluk bilincinin ön planda olduğu bir örgüt formasyonudur; siyasal toplulukların dağılmasına rağmen etnik grubun varlığını devam ettirmesinin temelinde yatan sebep de budur” (Aktaran, Akıllı, 2003;43-44). “Etnik grup”, genelden “sosyal mesafe” bakımından uzak, ırki, daha ziyade kültürel öğeler üzerine teşekkül etmiş bir gruptur. Sadece yerel bir dil farkının bulunması etnik grup sayılabilmek için yeterli değildir. Etnik grubun oluşabilmesi için genelden ana kültür kalıpları (dil, din, örf-adetler, edebiyat, musiki, mimari) bakımından yani yaşam tarzı olarak farklılığın olması gerekir. Böyle bir farklılık varsa etnik grup, baskın gruptan ayrışacak ve kendi toplumsal kimliğini kazanacaktır (Erkal vd., 1997:107-108). Etnik yapı etrafında şekillenen etnik kimliğin bir grup insan tarafından paylaşılması sonucunda etnik grup oluşumu tamamlamış olacaktır. (Nişancı Ve Işık,2012) “Etnik yapı” ise, bireylerin içinde yaşadıkları toplumdaki hâkim kültür unsurlarından farklı olarak, orijinal kültürel öğeler üzerine inşa edilen; “etnik kimlik” etrafında, karşılıklı etkileşim sonucunda ortaya çıkan, fiziksel ve tarihsel kökenleri aynı olan bir formasyon olarak tanımlanabilir (Yasa, 1970:11) “Etnik yapı”nın sınırlarının belirlenmesinde ise din önemli bir rol oynamaktadır. Kültürü ve yaşam biçimini belirleyen en önemli etkenlerden birisi de dindir. Din olgusu, sosyal yapının diğer unsurlarından farklı olarak insanları sosyal bir grup olarak şekillendirmekte; sosyal yapıyı bir arada tutmada önemli bir misyon üstlenmektedir (Dündar, 2006:7). 22 “Etnik kimlik, etnik yapısı farklı olan grubun baskın olan gruptan ayrılması ve sosyal yapının tüm unsurları ile farklılık göstermesi sonucunda ortaya çıkar. Farklı bir tarihte ve ortak bir şuurla ortaya çıkan kimliğin, bu farklı grup üyeleri tarafından paylaşılması etnik yapı oluşumunu tamamlar” (Dündar, 2006:6). Her uygarlığın kendi iç dinamikleri, kültür değerleri, inanç sistemleri birbirinden farklı olduğu için, her uygarlığın kendine özgü gelişim süreci vardır. Batı uygarlığı söz konusu olduğunda, başta ulusun ortaya çıkması olmak üzere ona özel hususiyetini veren 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra meydana gelen büyük değişim ve dönüşümdür. Bu yüzyıldan önce “ulus” terimi devlete ilişkin fakat siyasal olmayan soy topluluklarını ifade etmek için kullanılmıştır (Habermas, 2002:12). Batıda ulus, dini refere etmeyen, bağımsızlık idealine bağlı topluluğu ifade ettiği için, Türkçedeki “millet” kavramıyla birebir örtüşmez. İlber Ortaylı’nın da dikkat çektiği gibi: “Millet” terimi siyasi ve akademik çevrelerce genellikle Batı’daki “nation” (ulus) sözcüğünün karşılığı olarak, yanlış şekilde kullanılmaktadır. “Millet”, “milla”dan türetilmiş olup; Tanrının sözü etrafında toplanan dinsel topluluğu ifade eden bir sözlüktür. “Umma” denildiği zaman ister istemez dini gruplaşmayı ifade eder. 11. yüzyılda Endülüs âlimi tarafından “etnisite” anlamında kullanılan terim daha sonra Barbier Maynars tarafından “nation” (ulus) anlamında kullanılmıştır. Ancak bu yanlış olup genelde “millet” ve “ümmet” terimleri suni olmayan, dini bir yapılanmayı ifade eder (Ortaylı, 2010:2). 18. yüzyılda sanayileşme ile birlikte başlayan büyük değişim ve dönüşüm süreci sonunda bir yandan milli sınırlar ortadan kalkmaya, uygarlıklar arası bütünleşmeler yaşanmaya başlamışken; diğer yandan da çok uluslu imparatorlukların yerini belli bir toprak parçası üzerine kurulan sevinçte ve kederde birlikte hareket etme arzusunda olan halkların oluşturduğu ulus devletler almaya başlamıştır (Türkdoğan, 1995:8). Meydana gelen büyük dönüşüm sürecinden ulus(nation) terimi de nasibini almış ve terim, 18. yüzyıldan önce siyasal olmayan bir anlamda “soylu topluluğu” nitelerken; bu yüzyıldan sonra, özellikle Fransız İhtilali sonucunda yükselen ulusçulukla birlikte, ideolojik bir anlam kazanmaya ve “halkçı-ulusu” nitelemeye başlamıştır (Habermas, 2003:18-19). Sosyolojik bir süreç olan uluslaşma olgusunu sadece ırk terimi üzerinden tanımlamak doğru değildir. Irk kavramının yanı sıra dil, din, coğrafi bölge, gelenek gibi 23 kültürel unsurları da bu tanımlama çabalarına dâhil etmek gerekir. Bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaleme alınan “Medeni Bilgiler” kitabında millet tarifi şöyle yapılmaktadır: “Millet, dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir” (İnan, 1988:18). Ziya Gökalp, milletleşme sürecinin Durkheim sosyolojisinden esinlenerek, üç aşamada gerçekleştiğini ifade eder. Birinci aşamada dil ve ırk birliğine dayalı kabile toplumuna, ikinci aşamada din birliğine dayalı ümmet toplumuna, üçüncü ve son aşamada ise hars (kültür) ve uygarlığa (medeniyete) dayalı olarak millete ulaşılmıştır. Ziya Gökalp’e göre “millet”, “…aynı eğitimi görmüş, ortak bir dili, duyguları, idealleri, dini, ahlakı ve estetik duyarlılığı paylaşan bireylerden oluşmuş bir grup ya da topluluktur.” Başka bir ifadeyle millet, “müstakil bir devlete, müstakil bir harsa, milli bir iktisada malik olan cemiyet demektir” (Ünüvar, 2002:31) “Ulus” terimini objektif ve sübjektif unsurlardan hareketle açıklamaya çalışan teoriler de vardır. “Objektif ulus anlayışı” ırk, dil ve din benzerliği gibi unsurlara dayanırken; “sübjektif ulus anlayışı” ise kültür, birlikte yaşama arzusu, sevinçte ve kederde birlikte hareket etme isteği gibi unsurlara dayanmaktadır. Fransız düşünürü Ernest Renan’ın sübjektif unsurlardan hareketle yaptığı ulus” tarifi şöyledir: “Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan, sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete ulus namı verilir” (Feyzioğlu,1986:35-36). Bireysel kimlik tanımının genişletilmesiyle, unutturulan ve öğretilenler çerçevesinde tezahür eden olguya “ulusal kimlik” denir. Thomas Hylland Eriksen ’e göre kimlik düzeyinde ulus, bir inanç meselesidir. Ulus, ulusçu ideolojilerin bir ürünüdür. Yani ulusçular tarafından hayal edilen halktır. Ulus, bir avuç insanın kararına bağlı olarak, çoğu zaman bir kentli elit fenomen tarafından başlatılan, etkin bir siyasal araç olabilmek için kitle desteğine ihtiyaç duyan tarihsel inşadır (Eriksen, 2002:160). Yine Eriksen ’e göre “Birçok ulusçu mite göre ulus; düşmanlarıyla savaşması gereken bir ayinsel geçitten doğar ya da ortaya çıkar, başkası ya da düşmanlar oradadır” (Eriksen, 2002:170) Bir topluluğun ulusal bir kimliğe sahip olması öncelikle onun siyasi bir topluluk olmasını gerektirir. Siyasi topluluk da Anthony D. Smith’in ifadesiyle “tarihi bir 24 toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlesel kamu kültürünü, ortak ekonomiyi, yasal hak ve ödevleri paylaşan insan topluluğu” dur (Smith, 2005:32). Benedict Anderson ise uluslaşmayı Avrupa’nın tarihsel gelişiminden hareketle “Hayali Cemaat” şeklinde tanımlamıştır. Ona göre ulus, “hayal edilmiş bir siyasi topluluktur, hem de ister istemez, sınırlı ve egemen olarak hayal edilmiştir” (Anderson, 1995:20). Bu ulusun, ulus devlet ekseninde yapılmış olan Batılı anlamdaki tanımıdır. Burada hâkim olan özellik “mekânsal” yani “teritoryal”dır. Uluslaşma sürecinde sınırları kesin ve net bir şekilde belirlenmiş olan toprak parçasının yani vatanın bulunması elzemdir (Nişancı, 2009:75). Uluslaşmaya etki eden en önemli unsur coğrafi mekân ve bütünleşme olmakla birlikte, bu unsur tek başına yeterli değildir. Mustafa E. Erkal bu durumu şöyle açıklar (Erkal, 1997:196): “…millet belli bir coğrafi bölge üzerindeki topluluğun dil, din, ırk, tarih, kültür ve amaç birliği içinde hareket etmesi sonucu ortaya çıkan bir olgudur.” Yapılan bu açıklamalar doğrultusunda “ulus” terimi, “etnik grup” terimi ile benzerlik gösterse de “ortak tarih”, “ortak ekonomi”, “ortak yasal hak ve ödevler” gibi unsurlar açısından “etnik grup” teriminden ayrışmaktadır. Bunların dışında, iki terim arasındaki bir diğer fark da her iki olgu içerisinde yer alan bireylerin devletle olan ilişkilerinde karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki “etnik grup” olgusu içerisinde yer alan bireylerin devlet ile olan ilişkileri samimi değil, sembolik ve tarihidir. “Ulus” olgusu içerisinde yer alan bireylerin devletle olan ilişkileri samimi olup, fiziki ve fiilidir. “Uluslaşma” süreci tarihsel bir inşa olup inanca değil, doktrine dayanmaktadır (İçduygu, 2002:292-293). Anthony Giddens ’a göre; “tarihsel-kültürel koşulların ortaya çıkardığı psikolojik bir aidiyet” tir. Ernast Gellner ’a göre sanayileşme süreciyle birlikte “ulus devlet” in bir ideolojik ürünüdür. Connor ve Smith’e göre ise “primordial” bağlılıkların bir tezahürü olarak görülen “ulusal kimlik”, hiç kuşku yok ki tarihsel süreç içerisinde “ulusal kültür” unsurlarının ortaya çıkardığı bir olgu olarak da tavsif edilmektedir. Louis Althusser ’e göre bu olgu, ırka dayalı olarak değil, belli bir coğrafi bölge üzerinde yaşayan tüm topluluklara yönetici kesim tarafından milli kültür unsurları üzerinden yapılan planlı bir milli entegrasyon sürecinin tezahürüdür. Yani ulusal kimlik, ona göre ulus devletin ideolojik politikaların bir sonucudur. 25 Bu durum kendini “çağırma- adlandırma” pratiği ile gösterir. “Ben”, “biz”, “siz”, “ötekiler” gibi ideolojik semboller, insanların kimlik kazanmasına neden olur (Althusser, 2000:6-7). Bu konuda görüş ayrılıklarına rağmen, “ulusal kimliği”, “ulus devlet” ideolojisinin etnik ya da tarihi köken farklarını dikkate almadan, bütün vatandaşlarını bir çatı altında toplamak istemesi sonucunda ortaya çıkan bir olgu olarak tanımlamak mümkündür. Bu olguda “tarihi-kültürel kimlikle”, “resmi-ulusal kimliğin” her zaman uyumlu olması mümkün değildir. İşte böyle bir durumda “kimlik bunalımı” ya da “kimlik çatışması” denilen olgu ortaya çıkar ki; bu durum milli devletlerin varlığı için sakıncalıdır. (Güvenç, 2003:7) Bireyin ait olduğu cemaate göre kendini tanımlamasına yardımcı olan milli kimlik, başkaları olmadan bir anlam ifade etmez. Başkası olmamakla anlam kazanan milli kimlik, başkasına karşı olmaktan da kuvvet kazanır (Türköne, 2007:402). İdeoloji, bireyin dünyayı tanımasına ve anlamlandırmasına yardımcı olan yaşam haritasıdır. Bu yaşam haritasının belirlenmesinde yaratılan toplumsal semboller önemli rol oynar. Yani ideoloji bireyin kendisini toplumsal ve siyasi rol kategorileri içerisinde tanımlamasına yardımcı olur. Bu manada “siyasal kimlik”, ulusal kimliğin bünyesinde bulunan ideolojik sembollerin zamanla kişiselleştirilmesi ve içselleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan olgudur. “Siyasal kimlik”, siyasal bir ideolojinin kimlik düzeyinde yansıması olmasının yanında aynı zamanda sosyal ilişkiler ağını da belirler. Siyasal kimlik sayesinde birey toplumsal ve siyasal sistem içerisinde kendisine bir yer edinir, statü kazanır. Siyasal kimlik zamanla sosyal bir boyut kazanarak milli kimlik haline dönüşebilir. Böylelikle ideolojiler en önemli siyasal ve toplumsal işlevini yerine getirmiş olurlar (Çetin, 2007: 1920). 1.1.4. Farklılıklarımız "Aynı olan insanları yönetmenin kolay olduğu konusunda bir sorun yoktur ama biz aynı değiliz ve problemleri yaratan bizim benzerliklerimiz değildir" Jim Braham (1989). Memduhoğlu (2008)'e göre fark; “Şeyleri, kimseleri birbirinden ayıran özellik, ayrılık, başkalık, ayrım; Farklılık ise farklı olma durumu, benzemezlik” anlamına gelmektedir (Memduhoğlu, 2008: 6). 26 Farklılık kavramının İngilizce kaynağını olan "Diversity" sözcüğü ise Türkçe ’ye iki anlamda çevrilmektedir. Bunlardan birincisi farklılık iken ikincisi çeşitliliktir. İki kavram çoğu zaman aynı anlama kullanılmasına karşın azda olsa anlam farklılığı vardır. Diversity kavramı farklılık olarak ele alındığında, farklı dinlerden, ırklardan, uluslardan, etnik kökenden gelen kişiler ya da toplulukların varlığının bilinmesi ve farkında olunması anlamı çıkmaktadır. Çeşitlilik olarak ele alındığında ise, aynı cins topluluklar içinde bile cinsiyet, Şişmanlık, fiziki engelli olma, Şive ile konuşma vb. birçok farklılaşmalar ve sapmalar olabileceğinin bilincinde olunması anlamı çıkmaktadır (sistems.org). TDK sözlüğü farklılık kavramını; "Farklı olma durumu, ayrımcılık, başkalık" olarak tanımlanırken, felsefe alanında farklığı ise; "Doğal, toplumsal ve bilince dayanan her olay ve olguyu bütün ötekilerden ayıran özellik" şeklinde ifade etmektedir (tdkterim.gov.tr). Bir başka tanıma göre ise farklılık, “genel olarak kabul gören ölçütlerin dışında olan her şeydir; zıtlık, aykırılık, başkalık, yenilik, olağan dışılıktır. Alışık olmadığımız bir düşünce veya yaşam tarzı, ilk defa gördüğümüz bir kıyafet, yeni bir pazarlama tekniği, değerler dizinimize saldıran aykırı bir yönetim tarzı, kapalı bir sistemde sürekli çevresini sorgulayan bir adam…” (Arslan, 2008: 1) olarak tarif etmektedir. Literatürde tarif edilen "farklılık" kavramı daha çok bireyler arasındaki özelliklerin farklılığına işaret etmektedir. Balay ve Sağlam ' a göre; farklılık, herhangi bir grup, topluluk veya örgüt içinde insanların farklı kimlik, arka plan, deneyim, inanç, yaş, cinsiyet, ırk, etnik grup, milliyet, din, sınıf, iş deneyimi, fiziksel yeterlik, eğitim düzeyi, aile durumu, siyasal ve ekonomik eğilimleri ve benzerlerinin bir karışımıdır (2004: 34). Barutçugil ’e göre ise; "Farklılıklar; kişiliklerden, tutum ve davranışlardan insanların fiziksel özelliklerine, din, milliyet, cinsiyet ve sosyo-ekonomik özelliklerden deneyim ve eğitim gibi kişisel kazanımları"nı içeren geniş bir kavramdır (bisorusor.com). Sürgevil (2008)’e göre farklılıklar, "İnsanlar arasında, ırk, kültür, cinsiyet, cinsel yönelim, yaş ve fiziksel yeterlilikler açısından var olan farklar" Şeklinde tanımlamaktadır (2008: 113). Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı gibi farklılık kavramını doğuştan gelen farklılıklar (birincil farklılıklar) ve sonradan oluşan farklılıklar (ikincil farklılıklar) olmak üzere ikiye 27 ayırabiliriz. Doğuştan gelen farklılıklar; insanlar tarafından değiştirilemeyen ve yaşamları boyunca sürecek olan, cinsiyet, yaş, ırk, etnik köken ve fiziksel özellikler gibi doğuştan gelen unsurlardır (Ünalp, 2007: 65). Sonradan oluşan farklılıklar ise üzerinde kontrolümüzün olduğu, değişiklik yapabildiğimiz, seçimlerimiz sonucunda oluşan insansı donanımlardır. Bunlar eğitim, politik görüş, iş tecrübesi, uzmanlık coğrafik yerleşimlerdir (Tozkoparan, Vatansever, 2009: 743). Buradan da anlaşılacağı üzere farklılık kavramı tanım ve çeşitlilikleri açısından alt kimliklerle benzerlik taşımaktadır. “Farklılık kavramını kendi içinde yeni bir gruplamaya tabi tutarsak, dar ve geniş anlamda farklılıklar olarak iki şekilde ele alabiliriz. Dar anlamdaki farklılık; bir grup veya organizasyon üyelerinin yaş, cinsiyet, eğitim ve etnik köken açılarından birbirlerinden farklılık arz ettikleri bir durum olarak tanımlanmaktadır. Geniş anlamda farklılık ise; bireylerin örgütteki (sosyal gruplar içindeki) pozisyonları, eğitim seviyeleri, iş yapma metotları, kişilik farkları, sosyo-ekonomik durumları ve demografik özellikleler gibi birçok etmenden oluşmaktadır” (Aksu, 2008: 4). Özetle farklılıklarımız kimliklerin ayrılmaz bir parçasıdır. Bireysel sosyal kimliklerimizin ortaya çıkardığı çeşitlilikte ve yoğunlukta kimi durumda kimlik çatışmalarının ayrılıkların temel kaynağı olurken kimi durumlarda ortak kimlikleri paylaşmanın kesişme noktasında önemli roller oynamaktadır. 1.1.5. Eşit ve Eşitlik İlkesi Kavramları Fark ve farklılıkların tanımından sonra farklılıkların yarattığı çatışmaların reddedici tutumların doğurduğu bir ihtiyaç olan eşit ve eşitlik kavramlarını da irdelemek faydalı olacaktır. “Eşit sözcüğü; bir başkasıyla yapı, boyut, nicelik, nitelik, değer, ölçü, güç vb. bakımdan aynı olan, birbirinden ne fazlası ne eksiği bulunun, aynı güce, yetkiye sahip, aynı haklardan yararlanan, aynı düzeyde olan anlamına gelmektedir. Eşitlik ise; eşit olma durumu, eşit olan şeyin niteliği, özelliği, denklik, sahip olunan haklar bakımından insanlar arasında hiçbir ayrımın bulunmaması gözetilmemesi durumudur” (Begeç, 2004: 9). “Eşitlik ilkesi ise, sosyal hayatta bireyler arasında haklar ve imkânlar bakımından ayrım gözetilmemesi ve var olan ayrımların kaldırılmasını isteyen bir ilkedir. Genellikle eşitlik ilkesi ile özgürlük ilkesi birbirini tamamlayan kavramlar olup, her iki ilkede herkes tarafından kabul edilmektedir. Sadece kavramın sözcük anlamaları ve öncelikleri bakımından farklılık vardır” (filozof.net). 28 “Eşitlik, bireylerin birbirine benzemesi ya da aynılık değildir. Türkiye'de eşitlik kavramı gündeme geldiğinde sanki herkes bir tespihin boncukları gibi aynı hale gelecek, kadınlar erkek gibi olacak, Kürtlerin farklılığını inkâr edilecekmiş gibi algılamalar ortaya çıkmaktadır. Oysa insanların var olan farklılıklarıyla birlikte topluma eşit katılmalarının sağlanması açısından eşitlik kavramı önemlidir” (Buğra, 2010). “Tarihsel olarak eşitlik ilkesi, ilk defa XVİİİ. Yüzyılda kanun önünde eşitlik şeklinde doğmuştur. Buna göre kanun önünde ayrıcalıklı bir kişi ve zümre olamazdı. Hiç kimseye, dil, din, ırk, cinsiyet, servet, sosyal durum gibi farklılıklar sebebiyle kanun önünde özel ayrıcalık tanınamaz, değişik uygulama yapılamazdı” (Dursun). “Eşitlik, Sartori'nin deyişiyle, ilk olarak protesto ideali şeklinde ortaya çıkmıştır. Eşitlik insanın rastgele eşitsizliğe, haksız güce ve kurumsallaşmış ayrıcalığa karşı başkaldırısını simgelemiştir” (Sartori, s. 365.). “Fransız Devrimi ile beraber eşitlik ilkesi Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesinin birinci maddesine girmiştir; "insanlar hukuken hür ve eşit doğarlar ve hür ve eşit olmakta devam ederler, sosyal farklılıklar ancak ortak faydaya istinat edebilir." Bu tarihten itibaren eşitlik ilkesi eşitlik ilkesi hem uluslararası metinlerde, hem de ulusal anayasa metinlerine girmiştir. 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesinde eşitlik ilkesi; "Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar." Şeklinde yerini almıştır” (ihd.org. tr). Eşitlik kavramı; farklı alanlarda, farklı anlamlar ile karşımıza çıkmaktadır. Ahlaksal anlamda, insanın sadece insan olma sıfatı ile eşit haklara sahip olması; siyasal anlamda, yöneticilerin eşit oy ilkesine göre seçimi, eşitliği tanımlamaktadır. Hukuk alanındaki eşitlik, ise; kanunlar önündeki eşitlik ile ifade edilmektedir. (Ayhan,2009:3) Eşitlik Çeşitleri: Dört farklı eşitlikten bahsetmek mümkündür. Bunlardan birincisi, varlıksal eşitlik ya da kişiler arasındaki Özsel eşitlik diye nitelendirmiş olan eşitliktir. Bunun en tipik örneği, tanrı karşısında herkesin eşit olduğu savıdır. Bunu yanı sıra; doğal hukukun temelini oluşturan, sadece insan olarak doğmaktan kaynaklanan ve bu yüzden herkesin eşit haklara sahip olduğu gerçeği yadsınamaz bir gerçektir. (Ayhan,2009:3) İkinci eşitlik türü ise; fırsat eşitliğidir. Diğer bir değiş ile ilerleme kişinin kişisel beceri ve yeteneğine bağlıdır. Bu fikir Fransız ve Amerikan devrimlerinin temelini oluşturmaktadır. Bir toplumda herkesin eşit eğitim hakkına sahip olması -ki bunun en güzel örneği; Fredrick Engels ’in, Komünizmin Temelleri The Principals of Communism) adlı ütopyasıdır - fırsat 29 eşitliğine bir örnek teşkil etmektedir. Ya da bir işverenin; yaş, cinsiyet, ırk gibi özellikleri değil de bireysel meziyetleri göz önüne alması fırsat eşitliğini yaratmaktadır. (Ayhan,2009:3) Üçüncü eşitlik türü; şartlarda eşitliktir. Fırsat eşitliği, şartlarda eşitliğin doğal bir sonucudur ancak, yaratılması en güç olandır. Burada anlatılmak istenen; bireylere fırsat eşitliği verilirken onların başlangıç noktalarının da eşitlenmesidir ki toplumda var olan katmanlaşma da göz önüne alındığında, yaratılması en güç olan eşitlik türünün, şartlarda eşitlik olduğu açıkça görülmektedir. (Ayhan,2009:3) Dördüncü eşitlik türü ise; sonuçlarda eşitlik olarak adlandırılmaktadır. Pozitif ayrımcılık olarak da bilinmekte olan bu eşitlik türü; çocuklar, azınlıklar gibi avantajsız gruplara bazı imtiyazlar vererek fırsat eşitliği sağlamaktadır. En radikal ve en gerçekçi olan eşitlik türüdür(Ayhan,2009:3) Farklılıklarımız eşitlik arayışlarını temel insan ihtiyacı ve talepleri olarak doğurmuş olsa da bu eşitlik talepleri aslında gerek bireysel gerekse sosyal açıdan inkar, reddetme tutumları üst kimliklerin alt kimlikler üzerindeki dışlama ötekileştirme gibi yaygın davranışlar geliştirmeleri karşılıklı olarak ayrımcılık yaratmaktadır. Mikro düzeyde bireysel ötekileştirmeler makro düzeyde dışlanan inkar edilen kimliklerde azınlık olma duygusu yaratmaktadır. Bu açıdan farklılıklar ile ele aldığımız bu bölümü ötekileştirme ve ayrımcılık kavramını irdeleyerek bölüm sonunda asıl konumuz olan azınlıklar konusuna bağlayalım 1.1.6. Ötekileştirme ve Ayrımcılık Felsefeden psikolojiye, edebiyattan siyaset bilimine kadar birçok çalıma öteki’nin kurgulanışı ve anlamı üstüne odaklanmıştır. En somut şekilde biz olmayanın kişileştirilmesi olan öteki kelimesi birçok nitelendirmeyi de bünyesinde barındırmaktadır (daplatform.com). Hakan Yılmaz (2010) Bizlik, “Ötekilik, Ötekileştirme ve Ayrımcılık: Kamuoyundaki Algılar ve Eğilimler" isimli raporunda ötekileştirme ile ilgili şunları söylemektedir; “Ötekileştirme, kimlik farklılıklarının özselleştirilmesi, yani doğal farklılıklarmış gibi 30 algılanması ilkesine dayanır. Ötekileştirme, kimliklerin toplumsal süreçlerin sonunda ortaya çıkmış, inşa edilmiş, kurulmuş karakterlerini görmezden gelerek, bir toplumsal gruba ait farklı bir özelliğin, sadece bu gruba özgü, bu grubun tüm üyelerince paylaşılan, doğal, içkin, kalıcı, değişmez bir “öz” teşkil ettiği iddiasını tartışılmaz bir gerçek olarak kabul eder. Böylelikle, ötekileştirme söylemlerinde “bütün zenciler saldırgandır”, “bütün kadınlar yalancıdır”, “bütün Avrupalılar ahlaksızdır”, “bütün Müslümanlar potansiyel teröristtir”, “bütün Yahudiler kurnazdır” veya “bütün Meksikalılar tembeldir” gibi genellemelere sıkça rastlanır "(Yılmaz, 2010: 2). İnsanlar ve topluluklar farklılıklar karşısındaki refleksleri, rekabet, iş birliği, tolerans, birlikte yaşama yönünde olabileceği gibi, düşmanlık, dışlama şeklinde de olabilmektedir. Bu ikinci gruptaki tepkiler, çoğu kez gruplar arası ilişkilerde ötekileştirme eğiliminin bir göstergesi olarak gözlenmektedir. Çatışma içinde bulunan gruplar, kendi grup kimliklerini (iç grup) olumlu imajlarla temsil ederken; diğer grubu (dış grup) olumsuz imajlarla temsil etmektedirler (Arar ve Bilgin, 2010: 1). “Ayrımcılık ise bir devletin ya da toplumun bazı biyelerinin, ötekilere sağlanan belli hak veya ayrıcalıklardan yoksun bırakılmasıdır. Bazı birey ya da gruplar "kategorik olarak ayrımcılığın" konusu olurlar çünkü toplumsal olarak "ya ırk, din, cinsiyet ya da bir toplumun biyelerini birbirinden ayırmada kullanılan herhangi bir tanımlama yüzünden" belli bir sınıflama içine sokulurlar” (Ataöv, 1996: 1). “Algılanan ayrımcılık, bireyin belli bir gruba ait olmasından dolayı diğerleri tarafından farklı veya eşit olmayan bir davranışa maruz kaldığını algılamasını ifade etmektedir. Örgütlerde ise ayrımcılık, sadece yaş, cinsiyet, ırk gibi demografik özelliklerden değil, bunun yanında hiyerarşik pozisyon, kıdem gibi farklı değişkenlerden de kaynaklanabilmektedir” (Kırel, Kocabaş, Özdemir,2010: 5). “Ayrımcılık, Latince ‘Ayırma’ anlamına gelen ‘Discriminato’ sözcüğünden gelmektedir. Kavram, toplum alanına aktarıldığında; “Avantajsız bazı sosyal kesimlerin deri rengi, isim farkı, cinsiyet, din gibi nedenlerle ayrımını” ifade etmektedir. Sosyal psikoloji alanında, “Bir bireyin sadece belli bir gruba aidiyeti nedeniyle olumsuz muamele ve davranışlara maruz kalmasını” ifade eden ayrımcılık; Ön yargıların davranışlara dönüşmesi” olarak tanımlanabilir” (Bilgin,2003: 40). “Ayrımcılık olmadan ön yargılar var olabileceği gibi, ön yargılar olmadan da ayrımcılık söz konusu olabilir” (Bilgin, 2007: 30). “Örgütlerde, “O, diğeri vb.” olmanın başka bir deyişle dışarıda bırakılmanın, çalışanlar üzerinde çeşitli yansımaları olduğundan söz etmek mümkündür. Nitekim, örgüt içinde kendilerine saygı duyulmadığını düşünen çalışanların, morallerinin düşük olduğu, kendilerini ortamlardan sürekli izole ettikleri, performanslarını düşük olduğu, kariyerin alt basamaklarında yer aldıkları ve kariyer ilerlemelerinin yavaş olduğu veya 31 olmadığı belirtilmektedir. Kuskusuz bu durumda, örgüt yöneticilerinin “Dışarıdan biri” seklinde tanımladıkları bu insanlara karşı sahip oldukları ön yargılı tutumların da rolü büyüktür” (Esty, Griffin ve Hirsch, 1995: 6-7). “Ön yargılar ve ayrımcılığın bir arada görüldüğü diğer bir kavram ise öteki kavramıdır. Diğeri, öteki, yabancı, başkası gibi sözcükler, insani çeşitliliği göstermek ile birlikte bu ifadelerin barındırdığı anlam, ben veya bizden farklı olan veya farklı olarak tanımlanan birilerinin olduğunu da anlatmaktadır. Ötekilik veya başkalık, bir kişi veya gruba atfedilen bir özelliktir. Ön yargılar ve ayrımcılığın bu kavram içindeki yeri; diğerinin sosyal temsiller düzeyinde bir farkla damgalanması ve ayrıca ayrımcılığa maruz kalması, dışlanması halinde ötekileştirmenin söz konusu olmasıdır” (Bilgin, 2007: 176). Sosyal kimlikler açısından bakılacak olursa, insanlar arasında ben ve öteki, biz ve diğerleri, iç grup ve dış grup gibi ifade edilen ayrımların nedenleri; bireylerin kimlik arayışları ve benlik imajlarını güçlendirme ve kabul ettirme arzuları yatmaktadır. Sahip olunan, çeşitli kalıp yargılar, ön yargı ve yanlılıklar, bir taraftan bireylerin öz saygılarını yükseltirken, ötekiler için hiçte masum sayılmayacak yıpratıcı etkiler yaratabilmektedir. Kimliklerin farklılaşmasından kaynaklanan bireysel ya da sosyal tutumlar en uç boyutta kendini Ayrımcılık şeklinde ortaya koymaktadır. Ayrımcılık ise iki şekilde ifade bulur; BM tarafından kabul edilen ayrımcılıkla ilgili sözleşmelerde ayrımcılık türleri tanımlanmamıştır. Bununla birlikte, sözleşmelere bağlı olarak faaliyet gösteren komiteler bu metinleri yorumlarken ayrımcılık türlerinden doğrudan ve dolaylı ayrımcılık biçimlerini tanımlamıştır. Aşağıda saydığımız ayrımcılık türlerinin tümü AB’nin ayrımcılıkla ilgili direktiflerinde açık bir şekilde tanımlanmıştır. Bazı ulusal düzenlemelerde de ayrımcılık türleri tanımlanmaktadır (Korkut, 2009:45). Ayrımcılık tutumları Doğrudan ve Dolaylı olmak üzere iki şekilde ortaya konulur. Buna göre Doğrudan Ayrımcılık: “Birey veya sosyal bir topluluğun, hak ve özgürlüklerden karşılaştırılabilir durumdakilere kıyasla eşit şekilde yararlanmasını engelleyen veya zorlaştıran her türlü farklı muameleyi ifade eder. Doğrudan ayrımcılıkta kişinin kusurlu olup olmadığına bakılmaz. Bir bireye, (cinsiyet, ırk, engellilik hali vb.) herhangi bir unsur merkezinde, diğer bireylerden farklı davranmayı içermektedir.” (Korkut, 2009:46). Dolaylı Ayrımcılık ise: 32 “Dolaylı ayrımcılık, görünüşte tarafsız olan bir hükmün, uygulamanın ya da ölçütün belli bir gruba ait kişileri bu gruba ait olmayan diğer kişilerle karşılaştırıldığında dezavantajlı bir konumda bırakmasıdır. Söz konusu hüküm, uygulama ve ölçütler, meşru bir amaçla nesnel olarak haklı çıkarılmadıkları takdirde dolaylı ayrımcılık söz konusudur.” (Korkut, 2009:46). Dolaylı ayrımcılığın sergilenme biçimleri ise “taciz, mağdurlaştırma, ayrımcılık talimatları, ayrık tutma ve makul düzenleme” şeklinde tutumlaştırılır. Ayrımcılık biçimi olarak Taciz: “kasıtlı veya kasıtsız olarak, insan haysiyet ve itibarının çiğnenmesi amacını taşıyan ve ya o sonucu doğuracak ya da yıldırıcı, düşmanca, başkalarının gözünde alçaltıcı, aşağılayıcı, hakaretamiz bir ortam yaratılmasına yol açan tutum ve davranışlardır. Tacizin gerçekleşip gerçekleşmediğini değerlendirirken doğrudan ve dolaylı ayrımcılık- ta olduğu gibi bir karşılaştırma öznesinin belirlenmesine gerek yoktur” (Korkut, 2009:47). Mağdurlaştırmanın ayrımcılık olarak ortaya konuş şekli ise şu şekilde olur; “Mağdurlaştırma eşit işlem yapılması ve ayrımcılığın önlenmesi amaçlarıyla idari şikayet ya da yargı yoluna başvuran bireylerin bu girişimlerinin önlenmesi ya da cezalandırılması gibi bir nedenle olumsuz bir tutum ya da davranışla karşı karşıya kalmaları durumudur. Mağdurlaştırmanın öznesi kendisine ayrımcılık yapılan bireyler yanında bir şikayet ya da dava nedeniyle delil sunan, şikayette bulunan veya dava açan üçüncü kişiler de olabilir. Mağdurlaştırma eylemi doğrudan ya da dolaylı bir ayrımcılık davranışı içermemekle birlikte, bir ayrımcılığın ortaya çıkmasını engellemek ya da cezalandırmak şeklinde ortaya çıktığından ayrımcılık eylemi sayılmaktadır” (Korkut, 2009:47). Ayrımcılık Talimatları yolu ile geliştirilen ayrımcılık tutumu; “Bir kişinin kendi nam veya hesabına eylem ve işlemlerde bulunmaya yet- kili kıldığı kişilere veya bir kamu görevlisinin bir kamu görevinin icrasıyla ilgili olarak emri altındakilere verdiği ayrımcılık yapma talimatını ifade eder” (Korkut, 2009:47) . Ayrık Tutma “Bir eylem veya eylemsizliğin sonucu olarak bir kişinin veya kişilerin diğerlerinden ayrılması durumudur. Ayrık tutma halinde; ayrık tutmanın meşru bir amacı yoksa veya amaca ulaşmak için kullanılan araçlar oranlı ve gerekli değilse, eylem ayrımcılık teşkil eder. Örneğin engelli çocukların oyun parkında oyun oynama ihtiyaçlarının, engelli 33 olmayan yaşıtlarıyla birlikte, aynı oyun parkında karşılanması yerine, sadece onlara özel, onları yaşıtlarından ayrı tutan bir ortamda “engelli oyun parkı” olarak tanımlanan bir parkta karşılanmaya çalışılması ayrık tutma halidir” (http://www.ayrimciligionle.org/tr/ayrimcilik-nedir-2/). Örnekten de anlaşılacağı gibi pozitif manada aslında engelliler için çok önemli bir adım, kabul etme davranışı gibi görünse bile ortaya konulan olumlu tutumların bile ayrımcılık doğurması kaçınılmazdır. Makul Düzenleme yolu ile ayrımcılıkta ise; “Engellilerin kanunlarda düzenlenen hak ve özgürlüklerden tam ve diğer bireylerle eşit şekilde yararlanmasını sağlamak üzere belirli bir durumda ihtiyaç duyulan, ölçüsüz veya aşırı yük getirmeyen, gerekli ve uygun değişiklik ve düzenlemeleri ifade eder “ (http://www.ayrimciligionle.org/tr/ayrimcilik-nedir-2/ ). Çalışmanın buraya kadar olan kısmında azınlık kavramını oluşturan en temel unsur olan kimlikten başlayarak kimlik tanımları, çeşitleri ve kimliklerin bireysel sosyal düzeyde oluşumu bu kimliklerin farklılıklar olarak kabul edilmesi ve bu farklılıkların ben ve öteki ayrımına dönüşmesini ele aldık. Azınlık ifadesi temel ve genel manada bireysel ve sosyal kimliktir; kendi üst kimliği veya alt kimlikleri (din, ırk, millet, dil, vb.) ekseninde ifadesini bulur. Kabul ya da inkar sürecinden hangisinde olursa olsun sosyal bireysel siyasal kimlikler olarak toplumsal alanda üst kimliklere karşı daha fazla ifade edilme ve eşitlik arayışları mevcuttur. Peki, nedir ve kimdir azınlıklar veya ötekiler diğer adıyla bizden olmayanlar, ayrımcılık tutumları ile dışarıda tuttuklarımız. 1.2. AZINLIK KAVRAMI Köken olarak Latince ’de küçük, az anlamlarına gelen “minör” kelimesine dayanan (Oran, 2005:25) azınlık kavramı, 16. yüzyıldan itibaren uluslararası hukukun önemli konularından birisi haline gelmiştir. Yer ve zamana göre kavrama farklı anlamlar yüklenmesinden dolayı, herkesçe kabul edilen ortak tanımı olmasa bile sosyolojik, hukuksal vs. açılardan ele alınarak genel hatları çizilebilir. (Nişancı Ve Işık,2012:113) Sosyolojik açıdan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünden hareketle azınlık: “Bir ülkede egemen ulusa göre ayrı soyda ve sayıca az olan topluluk” (Türkçe Sözlük: 2005:167) 34 olarak tanımlanmıştır. Azınlık, bir kültür içinde fizyonomi, dil, örf ve adetler veya kültürel açıdan hâkim gruptan ayrılan alt gruplardır. Hâkim grup tarihi, dili, gelenekleri, örf ve adetleri bakımından toplumun geneli için belirleyici olan gruptur. Bu bağlamda azınlık durumu etnik bilinci bir kimlik arama süreci olarak uyarır (Türkdoğan, 2003:20-21). Sosyolojik açıdan azınlık tanımları genel olarak birbirine benzemesine rağmen, kavramın hukuki boyutu üzerinde tam bir mutabakat sağlanamamış olması tanımına yansımıştır. Azınlık kavramının hukuki tanımlaması yapılırken uluslararası belgelerdeki “azınlık hakları” ve “azınlıkların korunması” başlıklarından yararlanılmaktadır. (Nişancı ve Işık, 2012:114) Hukukçu Mello Toscano’ya göre azınlık kavramı belli bir coğrafyaya tarihsel bağlarla bağlı nesnel birlikteliği ifade etmektedir. Daha açık bir ifadeyle “azınlık”: “Bir devletin nüfusunun, topraklarının belirli bir bölümüne tarihsel olarak bağlı, kendine özgü bir kültüre sahip; ırk, dil ve din farklılığı nedeniyle devletin diğer uyruklarının çoğunluğuyla karıştırılması olanaksız, kalıcı parçasıdır” (Aktaran, Dündar, 2006:277–278). Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi’nin azınlık tanımı ise şöyledir: “Bir devletin sınırları çizilmiş, kabullenmiş toprakları üzerinde yaşayan, üyeleri o devletin uyruğu olan din, dil, kültürel özellikleri ve diğer özellikleriyle nüfusun çoğunluğundan kesin olarak ayırt edilebilen bölgesel veya ayrı bir topluluktur” (Aktaran, Dündar, 2006:278). 1.2.1. Azınlık Kavramının Tarihsel Süreci Genel olarak ifade etmek gerekirse, “büyük nüfus hareketlerinin ve siyasal otoritelerde yapı ve sınır değişikliklerinin yaşandığı her dönem, azınlıkların doğmasına yol açmıştır. Bu nedenle azınlıklar sosyolojik olarak antik çağlardan beri hep var oldular”(Kurubaş, 2004: 1). Azınlıklar tarihte, temelde imparatorluklar ile özdeşleşmiştir. Bugün ise ulus-devletler ile azınlıklar arasında benzer bir süreç yaşanmaktadır. Roma’dan beri azınlıklardan (yabancılar, köleler) tarihin tüm çağlarında söz etmek mümkünse de konunun uluslararası planda ele alınması Avrupa’da yaşanan din savaşları sonucunda olmuştur. 35 “Özellikle Avrupa’da Birinci Dünya Savaşının ardından Osmanlı ve AvusturyaMacaristan İmparatorluklarının tasfiyesine paralel olarak sınırların yeniden çizilmesi ve yeni devletlerin ortaya çıkmasıyla Orta-Doğu Avrupa ve Balkanlarda birçok azınlık ortaya çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında da bu topraklar, üzerinde en çok oyun oynanan yerler olduğu için buralardaki azınlıklar birbirlerinin içine girmiş ve son derece karmaşık bir hal almıştır” (Kurubaş, s.3). “Tarihsel açıdan bakıldığında azınlıkların, bölgesel ve uluslararası barış ve istikrarı tehdit eden bir niteliğe sahip olduğu görülür. Özellikle evrensel bir insan hakları rejiminin henüz doğmadığı dönemde (1945 öncesi) azınlıklar devletlerin dış politikalarında diğer ülkelere müdahale etmenin ve içişlerine karışmanın aracı olarak kullanılmıştır”(Kurubaş, s.9)” 1.2.2. Sosyolojik Hukuksal Açıdan Azınlık Kavramı Oldukça eski bir kavram olmasına rağmen bu güne kadar üzerinde anlaşılmış bir “azınlık” tanımı mevcut değildir. Capotorti 'nin 1978'de önerdiği tanım, daha sonra yapılmış olan tanım denemelerinin temel çerçevesini oluşturmakta. (Çavuşoğlu, s.95) Capotorti Ayrımcılığı Önleme ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyon için hazırladığı raporunda azınlığı; "bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayıca az olan, egemen konumda bulunmayan, -o devletin vatandaşı olan üyeleri nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip olan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumaya yönelik, üstü örtülü de olsa, bir dayanışma duygusu gösteren bir grup" (Capotortİ,568), olarak tanımlıyor. Alt Komisyon çalışmalarında öne çıkan bir diğer tanım ise, Kanada 'lı üye Jules Deschenes 'in azınlık tanımı. Capotorti ile benzerlikler taşımaktadır, bu tanıma göre ise azınlık; "bir devletin; sayıca azınlık oluşturan ve o devlette egemen konumda bulunmayan, nüfusun çoğunluğundan farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip, birbirleriyle dayanışma duygusu içinde, üstü örtülü de olsa, varlığını sürdürme ortak iradesiyle yönlenmiş ve amacı çoğunluk ile fiili ve hukuki eşitlik elde etmek olan bir grup vatandaşı" anlamını taşıyor (Çavuşoğlu, s.95). Türkçe Sözlükte kavram, “bir toplulukta herhangi bir nitelik bakımından ayrı ve ötekilerden sayıca az olanlar ya da bunların bu durumu, çoğunluk karşıtı, ekalliyet. Bir 36 ülkede egemen ulusa göre ayrı soydan ve sayıca az olan topluluk...” şeklinde tanımlanmıştır. 1928’de Uluslararası Adalet Divanı’nda Yukarı Silezya Azınlık Okulları Davasında hukukçu Mello Toscana azınlık kavramını: “Bir devletin nüfusunun, toprakların belirli bir bölümüyle tarihsel olarak bağlı, kendine özgü bir kültüre sahip, ırk, dil ve din farklılığı nedeniyle devletin diğer uyruklarının çoğunluğuyla karşılaştırılması imkansız kalıcı parçası” şeklinde tanımlamıştır. (Kurubaş, s.15) 1930’da Uluslararası Adalet Divanı’nın önerdiği ve daha sonraki tanımlara kaynaklık edecek azınlık tanımı ise: “Tarihsel olarak belirli bir ülkede veya bölgede yaşayan aynı ırktan dini, ve dili bir, kendine özgü gelenekleri olan, ortak dil, din, gelenek ve ırk kimliğiyle dayanışma duygularıyla birbirlerine bağlı, geleneklerini koruma, inançlarını ve ibadet etme biçimlerini sürdürme, aynı soydan olma ruhu ve geleneğine uyumlu olarak çocuklarını eğitme ve yetiştirme haklarını güvence altına almak isteyen, karşılıklı yardımlaşma ruhuna sahip bir topluluktur (Kurubaş. s.16, Alpkaya, s.154.). Diğer bir tanım, Avrupa Komisyonu Parlamenter Asamblesi’nin Ek Protokolünde yer alır. Bu tanıma göre: özel olarak sadece ulusal azınlıkları tarif etmiştir. “Ulusal azınlık, bir devletin ülkesinde ikamet eden ve bundan dolaya o devletin vatandaşı olan, o devletle eskiden beri süregelen, sıkı ve sürekli bağlarını koruyan, ayırt edici etnik, kültürel, dinsel ya da dilsel özellikler gösteren, o devletin ya da o devletin bir bölgesinin geri kalan nüfusundan sayıca az olmasına rağmen, yeterli derecede temsil edilen, kültürleri, gelenekleri, dinleri ya da dilleri dâhil olmak üzere, ortak kimliklerini oluşturan öğeleri hep birlikte koruma kaygısıyla yönelen kişiler grubudur.” (Kurubaş, s.17, Çavuşoğlu, s.96.) Avrupa Konseyi çalışmalarında ise, benzer iki tanım önerisinden bahsedilebilir. İlk tanım Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonunun (Venedik Komisyonu) önerisidir. Bu tanıma göre azınlık şu şekilde ifade edilmektedir. “Bir devletin nüfusunun geri kalanından sayıca az olan, o devletin vatandaşı olan üyeleri nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip olan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini koruma isteğiyle yönlenen bir grubu ifade eder”( Kurubaş, s.17, Alpkaya, s.154, Çavuşoğlu, s.95.). 37 Oran’a göre sosyolojik açıdan azınlık: “Bir toplulukta sayısal bakımdan az olan, başat olmayan ve çoğunluktan farklı özelliklere sahip olan grup. Her durumda şart değil ama pek çoğu durumda ‘ezilmişlik’ kavramını içeren bu tanıma göre eş cinseller, transseksüeller, travestiler, Krişna’ya tapanlar, hatta kadınlar bile azınlıktır.” (Oran, 2001, s. 67). Bütün belge ve tanımlarda dile getirilen “sayıca az olma” niteliği azınlık sayılmak için tek başına yeterli olmadığını Güney Afrika ve Bosna örneğinde ortaya çıkan sonuçla ispatlanmıştır. Diğer bir kaç husus ise tanımlarda yer almayan fakat bir gruba azınlık niteliği kazandıracak olan, gerek azınlık grubuna dahil bireylerin kendileri tarafından gerekse de çoğunluk grubuna dahil bireyler tarafından azınlık olarak algılanması meselesi, çoğunluğunkinden farklı etnik, dinsel ya da dilsel ayırt edici özelliklere sahip her grubun azınlık sayılıp sayılamayacağı bununda ötesinde bir grubun azınlık grubu olarak nitelendirilmesinde kimin karar verici olduğu hususunun açıklık kazanmaması tanımlamaların eksikliğidir. Her iki tanımda da benzer biçimde kullanılan azınlık tanım ölçütleri, Carpotorti 'nin Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına ilişkin çalışmasında objektif ve sübjektif ölçütler olarak sınıflandırılmış.12 Bir devletin nüfusunun geri kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel özellikler taşıyan bir grubun varlığı; bu grubun nüfusun bütünü içinde sayıca az olması; sayısal azIığı nitelendiren grubun egemen olmayan konumu ve grup üyelerinin devletle vatandaşlık bağı azınlık tanımının objektif ölçütleri; bu objektif ölçütlere uyan grup mensuplarının kendilerine özgü (ayırıcı) özelliklerini/ kimliklerini koruma isteği sübjektif ölçüt olarak belirtilmekte (Çavuşoğlu, 95-96.) Azınlık kavramının neyi ifade ettiği konusunda bir ortak tanımlar olmasa da, azınlık kavramını kapsam ve muhtevası açısından sosyolojik ve hukuksal açıdan incelemek gereklidir. Sosyolojik açıdan azınlık Tunç : "Çoğunluktan farklı özellikler taşıyan, sayı bakımından genellikle küçük olan ve kendini çoğunluktan farklı hissetmenin yanı sıra çoğunluk tarafından ezildiği kanısını taşıyan grup.” olarak İfade ederken, sayı unsurunun 38 önemli olmadığını Baskı algılama unsuru olduğunu eklemiştir. Ve toplumun azınlık olarak kabul edilebilmesi için gerekli olan kriterleri: 1. Toplumun çoğunluğunu oluşturanlardan farklı olan ve onlardan ırk, din ve dil gibi noktalarda ayrılan bir grubun varlığı gereklidir. 2. Sayısal boyut dikkatimizi çekmektedir. Irk, din, dil gibi unsurlarla birbirine bağlanan ve çoğunluktan ayrılan azınlık gruplarının sayısı da önemlidir. 3. Söz konusu azınlık grubun ülkede başat (dominant) Olmaması gerekir. Öyle sayıca azınlıkta kalan gruplar vardır ki, korunmaları (Oran, 2001, s. 67). Şöyle dursun, ülkenin çoğunluğunu onlardan korumak gerekebilir. (Güney Afrika’da olduğu gibi). 4. Tartışmalı olsa da halihazır uygulamada ancak söz konusu ülkenin yurttaşı olan kişiler azınlık kavramına girebileceklerdir. (Bu konu öğretide tartışmalıdır. Ancak, uygulamada devletler sadece vatandaşlarını azınlık olarak kabul etmektedirler.) 5. Bu ülke yurttaşlarının kendi devletlerine sadakatle bağlı olmaları, ayrılarak başka devlet kurma gibi onu parçalayacak eylemlerden kaçınmaları gerekmektedir. 6. Öznel bir ölçütü de getirmek gerekmektedir. Bu da ‘azınlık bilincidir’. Ortak ayırıcı özellikleri olan ve sayıca azınlıkta olan bir grup, ancak bu özelliklerini ve niteliklerini korumak ve sürdürmek isteğine sahipse azınlık olarak anılabilir. 7. Azınlığın kendini azınlık olarak görmesinin de yetmeyeceğini, çoğunluğun da onu öyle görüp, buna uygun olarak davranmasının gerekli olduğunu söylemek gerekecektir. Başka bir deyişle, azınlık kavramı, ancak kendisine uygulanan bir ‘baskı’ varsa ortaya çıkabilecektir. (Benzer ölçütler için bkz.Kurubaş, s.17-19., Oran, s.67. Aynı ölçütler objektif ve sübjektif ölçütler başlıkları altında Carotorti tarafından da yapılmıştır.Alpkaya,s.155. ) şeklinde sıralamıştır (2004). Burada ortaya çıkan sonuç “bir grubun azınlık bilinci ile hareket etmesi ile başat toplumun sayıca az olan gruba bunu hissettirecek politikalar dayatmasıdır. Çünkü bu iki unsur olmadan diğer unsurlar göz önüne alındığında dünya üzerinde her devletin sınırları içerisinde çok sayıda azınlık bulmak mümkün olabilecektir.” (Tunç,2004) diye ifade ederken diğer tanımlarında ortak noktası olan baskı unsuruna özellikle dikkat çekmektedir. Azınlık kavramının hukuksal alandaki tanımı üzerinde süregelen tartışmaların, sosyolojik alanda yapılan tartışmalarından çok daha yoğun olmasının sebebi; hukuksal bakımdan ne manaya geldiğinin tek tek bireyler ve ayrı ayrı devletler tarafından farklı şekillerde algılanmasından kaynaklanmaktadır. 39 “Hukuksal açıdan uluslararası belgelerde açık bir azınlık tanımının olmamasının nedeni, bir azınlığı tanımanın duyarlı bir konu olması ve siyasal imalar taşımasıdır” (Kurubaş, s.15). “Her ne kadar, bir grubun azınlık olabilmek için devlet tarafından, hukuksal açıdan tanınması zorunluluğu tartışmalı olsa da” (Kurubaş, s.20) “uygulama alanında hukuki bakımdan azınlık statüsüne sahip olabilmek için devletlerin bu hususu ya bir uluslararası belge ya da iç hukuk düzenlemesi ile kabul etmesi gerekmektedir. Azınlık statüsü ile bir gruba dil, din, ibadet, eğitim vb. gibi konularda, diğer vatandaşlardan farklı olarak, farklı uygulamalar yapılmaktadır” (Tunç,2004). 1.2.3. Azınlık Haklarının Niteliği Azınlık haklarının bireysel mi yoksa kolektif haklar mı olduğu konusu tartışmalıdır. Tartışmaya açıklık kazandırmak için bu güne kadar uluslararası sözleşmelerde kabul edilen azınlık haklarının hangi nitelikte olduğunu irdelemek gerekmektedir. Bu konuda uluslararası belgeler her iki görüşü de destekleyen hükümler içermektedir (Alpkaya, s.157) Günümüzde azınlıkların korunmasına ilişkin genel yaklaşım, azınlıklara dair hakların bireysel haklar ve özgürlükler yönünde olduğu şeklindedir. Bu sebeple de sözleşme metinlerindeki azınlığa mensup bireyler ifadesi kullanılmaktadır. Bunun başka bir nedeni de, mevcut tüm devletlerin azınlıklara ve ya azınlıklarına uluslararası kamuoyunda grup kimliği ile kişilik kazandırarak kabul etmiş meşru kılmış sayılmak istememeleridir. Bu şekilde grup kimliği kazanan azınlıkların diğer tüm etnik, dini, milli kimlikleri harekete geçirerek, ulus kimliğine zarar verecek bölünme yaratma endişesidir. Başka bir sebebi ise azınlık gruplarının bireylere uygulayacağı baskıların engellenmesidir. Grup haklarının kendi varlıklarına zarar vermeyecek şekilde tüm bireylerin ayrı ayrı veya grup halinde hangi grupsal kimliği seçecekleri ve içinde bulundukları grubun kimliğini bireysel ve kitlesel açıdan açıklama haklarının tanınmış olmasıdır. Ayrıca “azınlıklara mensup bireyler” deyimiyle aynı zamanda benzer haklara sahip bireyler topluluğuna da işaret edilmektedir (Kurubaş, s.29, Alpkaya, s.158) 1.2.4. Azınlık Haklarının Sınırlandırılması Evrensel İnsan Hakları Beyannamesin de, “Herkes, haklarının ve hürriyetlerinin kullanılmasında, sadece, başkalarının haklarının ve hürriyetlerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı gösterilmesi amacıyla ve ancak demokratik bir cemiyette ahlakın, kamu 40 düzeninin ve genel refahının haklı icaplarının yerine getirmek maksadıyla kanunla belirlenmiş sınırlamalara tabi tutulabilir” (m.29/2) der. Sınırlamalara ilişkin bir başka uluslararası sözleşme devletlerin; “Bu Sözleşmeye Taraf Devletler, bu Sözleşmeye uygun olarak tanımış oldukları hakların kullanılmasını, demokratik bir toplumda sadece kamunun yararını korumak amacıyla ve yalnızca bu hakların niteliklerine uygun düştüğü ölçüde, ancak hukuk tarafından tespit edilmiş sınırlamalara tabi tutmayı kabul eder.” (BM ESKHS m.4). Aynı sözleşmenin 5. maddesi ile “Hakları Kötüye Kullanma Yasağı” tanımlanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 18.maddesinde ise, ‘..hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamalar ancak öngörülen amaçlar için uygulanabilir’ denilmektedir. Toplumların var olabilmesi ve devamlılığının sağlanması için, özgürlükleri sınırlamak kaçınılmaz bir zorunluluk (Kalabalık, 2004, s.39) Hakların sınırsız olamayacağı ‘norm alanlarının’ nesnel sınırlılığının bir sonucudur. Her temel hak normatif yapısı gereği belli bir nesnel alanda geçerlidir (Sağlam, 1982, s.47) Bir toplumda ‘herkes’ in hak ve özgürlüklerden yararlanabilmesi, sınırlı yararlanma sonucunu doğurur. Çünkü doğal olarak kullanım alanı daralır. Eşitlik bakımından, eşitliğin olmadığı yerde de, ancak bazılarının özgürlüğünden söz edilebilir., mutlak eşitlik ise, özgürlüğü boğar (Kaboğlu, 2010, s.248) Kurubaş’a göre; uluslararası sözleşmelerde geçen ifadelerin, birey hakları ve bir azınlığın grup hakları ile devlet egemenliğini ve ülke bütünlüğünü koruma kaygısı arasında bir uzlaşmanın sonucu olarak ortaya çıktığını, bu haliyle azınlık haklarının esasen bireylere verilmekle birlikte, bazılarının kolektif olarak da kullanılan ve grubun korunması sonucunu doğuran haklar olduğunu ileri sürmektedir (Kurubaş: 29). Çavuşoğlu, Kurubaş ile aynı doğrultuda azınlık haklarını; “kolektif boyutlu bireysel haklar” olarak nitelendirmektedir (Çavuşoğlu, 2001:112–120). 1.2.5. Azınlıklar Rejiminin Güvence Altına Alınması “Azınlıklara özel bir takım haklar tanıdıktan sonra bunlara uyulmasını sağlayacak bir takım mekanizmaların kurulması gündeme gelmiştir. Sorun bu açıdan ele alındığı zaman, her bir somut 41 azınlık rejiminin, kendine özgü bir güvence mekanizmasına sahip olduğu görülmektedir. Güvence yöntemlerinden biri, azınlıklara karşı ayırım gözetilmemesini amaçlayan iç hukuk kurallarının oluşturulması konusunda ilgili devletin yükümlülük altına girmesi olmaktadır. Antlaşmalarca öngörülen bir başka yöntem sorunun uluslararası örgütler önüne getirilmesidir. Azınlık haklarının korunması amacıyla başvurulan bir diğer yöntem ise, azınlıkların uyruğunda bulunduğu devlet ile ya azınlık temsilcilerinin ya da azınlıklar rejimi konusundaki bir antlaşmaya taraf öteki devletler temsilcilerinin katıldığı karma komisyonlar kurulması uygulamasıdır. Bu arada azınlıklar rejiminin korunmasının uluslararası yargı organlarının güvencesi altına alındığı antlaşmalar da vardır. Azınlıklar rejiminin gerek içeriği, gerekse güvence mekanizmaları duruma göre değişiklik gösterdiklerinden, her somut azınlık rejimine ilişkin olarak o konuda gerçekleştirilen düzenlemelere başvurmak gerekmektedir.” (Pazarcı, Uluslararası… s. 184-185’ten özetlenmiştir.) 1.2.6. Azınlık Hakları ve Ödevleri “Azınlık hakları, çoğulcu ve demokratik toplumlarda eşitlik ilkesinin tam ve etkili biçimde gerçekleşmesi için azınlıklara verilen negatif hakların (herkese tanınan genel hakların) dışındaki pozitif hakları (dezavantajlı gruba tanınan özel haklar) içerir. Azınlıklara ilişkin uluslararası belgelere bakıldığında, bir azınlık için üç temel hakkın olduğu görülür” (Tunç:2004) Bunlar; 1. Var olma Hakkı. Bu hak doğal olarak zaten kabul edilmesi gereken bir insan hakkı olup, azınlıkların fiziksel varlıklarının korunması, yani soy kırıma, etnik temizliğe uğratılmamaları gibi varlığın ortadan kalkmasına yol açacak herhangi bir eyleme karşı korunmalarını içermektedir 2. Eşitlik ve ayrım gözetilmemesi hakkı. 3. Azınlık kimliğinin tanınması ve kimlik unsurlarının yaşatılması, geliştirilmesi hakkı. (Tunç:2004) “Devletlerin bu konudaki temel ve asgari yükümlülüğünü bu hakların azınlık hakları olarak tanınmasıdır. Fakat gelişmekte olan niteliğine bakıldığında aslında devletlerden daha çok şey istendiği söylenebilir. Devletler, azınlık haklarının kullanımında olumsuz müdahalelerden kaçınmanın yanı sıra, tüm bu hakların kullanılmasını kolaylaştıracak gerekli önlemleri almakla, hatta bu hakların kullanımını destekleyerek teşvik etmekle de yükümlüdürler. Dolayısıyla gelinen aşamada, devletlerin edilgen tutumuna karşı çıkarak, azınlık haklarının temel uygulayıcısı olması istenmektedir”(Kurubaş, s.27). 42 “Azınlıklara tanınan haklar, her ne kadar onların çoğunluk içinde kimliklerini korumalarına ve geliştirmelerine imkân tanıyorsa ve bu alanda pozitif ayrımcılık söz konusuysa da, bu haklar toplumsal bütünleşme politikalarının uygulanamayacağı anlamına gelmediği gibi, bazı yazarlar tarafından bizatihi bu hakların böyle bir işlev göreceği düşünülmektedir” (Kurubaş, s.27). “Azınlıkların bir takım ödevlerle yükümlendirmesi, onların vatandaşı oldukları devlete sadakat göstermek ve vatandaşlık ödevlerini yerine getirmek zorundadırlar. Bu nedenle de bu hakların kötüye kullanılmamaları gerekmektedir. Yani azınlıklara tanınan bu haklar, egemen eşitliğe, ülkesel bütünlüğe ve siyasal bağımsızlığa aykırı herhangi bir faaliyete yetki verir biçimde yorumlanamaz, kullanılamaz. Öte yandan, azınlıklar bu hakları kullanırken, ulusal mevzuata, başkalarının haklarına ve özellikle çoğunluğun ve diğer azınlıkların haklarına saygı göstereceklerdir” (Alpkaya, s.169; Kurubaş, s.27). 1.2.7. Azınlıkların Sınıflandırılması “Azınlıklar onları başat toplumdan ayıran kimlik özelliklerine göre tasnif edilmektedirler. Dinsel azınlıklar, dilsel azınlıklar, etnik azınlıklar ve ulusal azınlıklar” (Pazarcı, s.182). “Dinsel azınlıklar bilinen en eski azınlık grubudur ve özellikle Protestan Katolik çatışması sonucunda Protestanların ayrı bir dinsel grup olarak kabul edilmesi ile belirginleşmiştir Dilsel azınlıklar açısından önemli olan ise ilerde de açıklanacağı üzere çoğunluk dilinin diyalektinin azınlık dili olarak kabul edilememesidir” (Tunç:2004). “Etnik azınlık teriminden anlaşılan ise, ortak bir kökeni paylaşan, çeşitli kültürel, tarihsel ve topraksal bağlardan oluşan kimliklerin özelliklerine sahip, fakat belirli bir siyasal niteliği bulunmayan gruplardır”( Kurubaş, s.23). “Etnik kelimesi sadece soyla ilişkili değildir. Dil, din ve kültürel farklılaşmanın bir yansıması anlamındadır” (Türkdoğan, s.11). “Etnik kelimesi son zamanlarda bazı yazarlar tarafından azınlık kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır” (Güler,2003:218), “Bu tasnif içinde izaha en fazla muhtaç olanı ulusal azınlıklardır. Bu kavram, Avrupa ’ya özgü bir kavram olup - AK Asamblesi’nin yaptığı tanımdan da anlaşılacağı gibi – “bir devlet ülkesinde yaşayan ve orada çoğunluğu oluşturan bir ulusun üyelerinden bazılarının, bir başka devlet ülkesinde azınlık durumunda olmasını ifade eder. Bir başka deyişle ulusal azınlık, kendisini devletleşmiş bir başka ulusun parçası olarak gören azınlık grubudur” (Tunç:2004), “Bir grubun hangi azınlığa dâhil olduğunun tespiti o grubun yararlanacağı azınlık haklarının belirlenmesi açısından önemlidir. Örneğin dilsel azınlıklar sadece dillerin kullanılması ve korunmasına ilişkin haklardan faydalanırken, ulusal azınlıklar dil, din, kültür vb. özelliklerinin yanı sıra ulusal kimliklerin korunması hakkına da sahiptir” (Kurubaş, s.24). Azınlığı belirlemek için yapılan tanımların hemen hepsinde bir grubun veya topluluğun azınlık olarak kabul edilebilmesi için nüfusun çoğunluğundan farklı etnik, dinsel ve dilsel özellikleri barındırması gerektiği vurgulanmaktadır. “Azınlık denildiğinde ilk anlaşılan kavram ulusal azınlıklar olduğundan bu kavrama da azınlık çeşitleri başlığı altında 43 değinilecektir. Yukarıdaki ifadeler dikkate alındığında dört çeşit azınlıktan bahsedebiliriz. Bunlar; etnik, dinsel, dilsel ve ulusal azınlıklar”(Tombak,2012:8 9). 1.2.7.1. Etnik azınlıklar “Etnik kelimesi Yunanca halk anlamına gelen "ethnos” kelimesinden türemiştir” (Thornberry,1991:159). “Ortak bir kökene, aynı kültürel, tarihsel ve topraksal kimlik vasıflarına sahip olan etnik azınlıkların belirli bir siyasal özelliği bulunmamaktadır “(Kurubaş,2004: 22.). “Etnik kavramı toplumsal ve kültürel kimlik şekillerinin tanımlanmasında kullanılmaktadır. Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren ırk kelimesinin yerine bu kavram kullanılmaya başlanmıştır” (M.Hatipoğlu,1999). Bunun sebebi, “ırk kelimesinin sadece fiziksel farklılıkları içermesi ve etnik kelimesinin tüm biyolojik, kültürel ve tarihsel özellikleri tanımlayan daha geniş bir anlama sahip olmasıdır” (Henrard, 2000: 49). “Etnik azınlık ifadesi aynı zamanda ulusal ve ırksal azınlıkları da içermektedir. Avrupa hukuk literatüründe ise "etnik grup” kavramı genellikle "ulusal azınlık” veya "milliyet” kavramları yerine kullanılmaktadır” (Dalyancı,2006: 15). “Her etnik özellik taşıyan grup etnik azınlık teşkil etmek zorunda değildir. Her hangi bir etnik grubun azınlık olabilmesi için o grubun kendi kimliğinin farkında olması ve bu kimliği koruma ve devam ettirme isteğinin mevcut olması gerekmektedir” (Ramaga,1992: 409-428). “"Emik” ve "etik” olmak üzere etnik grup kimliğini iki farklı şekilde tanımlamak mümkündür. Emik bakış, bir topluluğun kendisini tanımlamasını ifade ederken, etik bakış ise, o topluluğun dışarıdaki bir başka topluluk tarafından tanımlanmasını belirtmektedir”(Önder, 1999: 23). Anthony Smith etnik azınlıkları yaşadıkları ülkedeki nüfusun geri kalanından farklı bir etnik orijine mensup olan kişiler olarak gören (Tombak,2012: 9) Smith etnik bir toplulukta bulunması gereken nitelikleri şu şekilde belirtmektedir; 1. Kollektif bir özel isim, 2. Ortak bir soy miti, 3. Paylaşılan tarihi anılar, 4. Ortak kültürü farklı yapan bir veya daha fazla etmen, 5. Özel bir “yurt ”la bağın olması, 6. Nüfusun önemli kesimleri arasında birlik ve dayanışma duygusu (Smith, 2004: 42) Bahsedilen bu niteliklere sahip olan toplulukların bir ulus devlet içerisinde sayısal olarak çoğunluk olarak değil, azınlık olarak bulunduğu durumlarda bir etnik azınlıktan söz edilebilmektedir (Görüm, 2006: 111) 44 1.2.7.2. Dinsel azınlıklar Azınlık kavramının temelini oluşturan dinsel azınlık kavramı 16. yüzyılda Reform döneminde doğmuştur (Ürer,2003: 35) Her ne kadar dinsel grupların azınlık oluşturduklarına dair bir şüphe olmasa da, bazı unsurlar dini azınlık kavramında tam olarak belirlenmemiştir. Küçük toplulukların hepsinin azınlık sayılma ihtimalinin olmadığı gibi bir azınlığa mensubiyeti belirlemede din olgusu da mutlak bir rol oynamaz (Arsava, 1993:.56-57) Azınlık çalışmalarıyla bilinen Kristin Henrard ’a göre dinsel azınlık “ortak bir inanç etrafında toplanmış azınlık mensupları” dır. Henrard din kavramını kişinin kendi inanç dünyası ile ilgili, tamamen kendisinin özgür iradesine dayalı öznel bir kavram olarak ifade etmektedir. Belirli bir süre bir azınlık statüsünde bulunup herhangi bir dini inanca mensup olan bir kişinin, sonradan inancını değiştirerek azınlık sıfatını kaybetme ihtimali mevcuttur. Din kavramının günümüzde farklı bir şekilde algılanması ve bu algının çok farklı inanç sistemlerini doğurması, azınlığın belirlenmesinde geleneksel inançlar ve bu inançların mezhepleri ile hiçbir şeye inanmama gibi inançlar arasında bir ayrım yapmak oldukça zordur (Henrard, 2000:51-52). Bir topluluğun azınlık olarak nitelendirilebilmesi için, dinin nesnel olarak o topluluğu çoğunluktan ayırt edebilme vasfına sahip olması ve bu topluluğun bütün bireyleri tarafından kabul edilerek bireylerin yaşam şekillerini, sahip oldukları kültürlerini ve ahlaki değerlerini etkilemesi gerekir. Bunun nedeni dinsel kimliğin öğretiye bağlılık ya da ibadete sadakat gerektirmesidir (Tombak,2012: 10) 1.2.7.3. Dilsel azınlıklar Dilsel azınlık milliyetçilik hareketlerinin gelişmesine paralel olarak, ulusal kimliğin belirlenmesinde dinin yerini dilin almış olması ve nüfusun çoğunluğuyla birçok ortak özelliği paylaşmasına rağmen ortak konuşulan dili, ana dili olarak konuşmayanların azınlık olarak nitelendirilmesiyle ortaya çıkmıştır (Arısoy,2002: 10-11.) Hem sözlü hem de yazılı olmak üzere birçok dil ve bu dillerin farklı lehçeleri dünya üzerinde mevcudiyetlerini sürdürmektedir. Aynen dinsel azınlık kavramında olduğu gibi dil 45 kavramı da en kapsamlı Şekliyle yorumlanmaya çalışılsa ve çoğunluk dilinden farklı olsa bile, her dilin azınlık olarak kabul edilmesi için yeterli değildir (Tombak,2012: 10). Bir dilin azınlık olup olmadığının tanımlanması için öncelikle dil biliminin yöntemleriyle incelenmesi gerekmektedir. Bir dilin azınlık olarak belirlenmesinde nüfus yoğunluğu, dilin gelişmişlik derecesi, azınlığın nüfus yoğunluğu ve resmi dilin statüsü gibi birçok unsur dikkate alınır (Tombak,2012: 10). Bir dil azınlığı genellikle, aynı zamanda bir etnik veya ulusal azınlığa karşılık gelmektedir (Kurubaş, 2004: 22). Bir dilin azınlık olarak belirlenmesi ancak dil bilimi tarafından yapılabilir. Ayrıca dil azınlıklarının saptanmasında göç, grubun dil bilgisi, muhtariyet, okul dili, azınlığın büyüklüğü, siyasi güç gibi unsurlar da dikkate alınır (Dalyancı,2004: 17). Dilin kullanımı ile ilgili olarak devletler tarafından değişik çözümler getirmişlerdir. Uluslararası anlaşmalarla azınlık dillerini tanımak, birden çok dili resmi dil olarak kabul etmek, bazı dillere özel statü vermek veya bölgesel özerklik tanımak bu çözümler arasında gösterilebilir (Tombak,2012: 10). Bu çözümler devletin idari yapısı ile yakından ilgili bir uygulamayı içermektedir. Örneğin “bölgesel devletlerde ya da bölgelerin kimliğini tanıyan devletlerde kültürel işlevi ile ön plana çıkan dil, federal devletlerde araçsal bir işlev taşımakta ve tüm kamu işlerinde geçerli olmaktadır (Nalbant, 1997:342). Herhangi bir dil azınlık dili olarak kabul edildiğinde ilgili devlet tarafından bu dille ilgili alınacak özel tedbirlere harcanacak çabayla, söz konusu topluluğun bu tedbirlerden elde edeceği faydanın birbiriyle dengeli olması gerekmektedir. Yalnız bir dilden fazla dilin konuşulduğu bir devlette dillerden hiçbirisi sayısal olarak çoğunluğu sağlayamazsa, diğer Şartları da karşılamak koşuluyla her topluluk dilsel azınlık olarak kabul edilebilir (Henrard, 2000: 52). 46 1.2.7.4. Ulusal azınlıklar Ulusal azınlık kavramı, kendi milli özellikleri, tarihi, kültürü veya dili olan toplulukları ifade etmektedir( Arsava,1993:56). Ulusal azınlıklar kavramı etnik, dilsel ve dinsel azınlıkları da içerebilir. Fakat bu etnik, dilsel ve dinsel azınlıkların her zaman ulusal azınlık olarak tanımlanabileceği manasına gelmez. Genellikle azınlık olarak tanımlanan bir ulus topluluğu, diğer bir devlette egemen konumda bulunmaktadır (Dalyancı,2006:17) Türkiye’de yaşayan Rumlar ve Yunanistan ya da Bulgaristan da azınlık olan Türkler ve bu duruma örnek olarak verilebilir. Delpéréé ulusal azınlığı şöyle tanımlamaktadır; “Bir devlet topraklarında ikamet eden, bulundukları yerde sayısal olarak daha önemli olan, belirli bir yoğunlukla uluslararası topluluğun başka bir devletine aidiyetlerini - fiili ya da hukuki - ileri süren ve sınırlar ötesinde ve onlara rağmen ana vatanının yetkili makamlarıyla sıkı dayanışmalar - özellikle kültürel plânda- sürdürmeyi isteyen bir kişiler grubu” (2000: 189). Theodor Veiter ulusal azınlıklar ile ilgili yaptığı bir çalışmada uluslararası hukukta “milliyet”, “etnik grup” ve “ulusal azınlık” kavramları arasında belirgin bir ayrım yapılmadığını ve özellikle “etnik grup” ve “ulusal azınlık” kavramlarının BM tarafından çoğunlukla eş anlamlı olarak kullanıldığını ifade etmektedir (Dalyancı,2006: 17) “Ulusal azınlık” kavramı uluslararası alanda dört farklı anlamda kullanılmaktadır (Oran2004:30-31): Ulusal azınlık kavramının birinci anlamı, bir ülkenin sınırları içerisinde bulunan etnik, dilsel ve dinsel azınlıklardır. Özellikle Kuzey Avrupa ülkeleri bu kavramı çok daha fazla kullanmaktadır. Kavramın ikinci anlamı, bir “akraba devleti” bulunan azınlıktır. Azınlık bir grubun içinde yaşadığı ve vatandaşı olduğu devlete “ev sahibi devlet” (host state), o azınlığın soydaşlarının sayıca fazla olduğu devlete de “akraba devlet” (kin state) denmektedir(Tombak,2012: 11). Will Kymlicka ulusal azınlığı “tarihi vatanlarında tüm kurumlarıyla işleyen bir topluma sahipken bir başka devletin egemenliği altına giren gruplar” (aktarma Arısoy, 2002: 13) olarak tanımlanırken, Christoph Pan ise göçmen işçiler, mülteciler ve sığınmacılar gibi toplulukların ulusal azınlık olarak tanımlanamayacağını ifade ederek ulusal azınlığın şu özelliklere sahip olması gerektiğini belirtmiştir 47 “Bir devletin sınırları içinde –toplu ya da dağınık olarak– geleneksel bir biçimde yerleşmiş olması, bu devletin geriye kalan nüfusundan sayıca az olması, bir devletin vatandaşı olması, etnik, dilsel veya kültürel varlıklarının devletin diğer vatandaşlarının bu alandaki varlıklarından farklı olması ve azınlık grubunun, kendine has bu özelliklerini koruma isteğine sahip olması “(Arısoy,2002: 13 ). 1993 yılında Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi hazırlanan “Ulusal Azınlıklara Mensup Kişiler Hakkında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ ne Ek Protokol Önerisi ’nde ise bir topluluğun ulusal azınlık olarak ifade edilebilmesi için a. Bir ülkede ikamet ediyor olmak ve o ülkenin vatandaşlığına sahip olmak, b. Yine bu ülke ile uzunca bir süredir devam eden sıkı ve sürekli bağlara sahip olmak, c. Etnik, kültürel ya da dilsel olarak ayırt edici özelliklere sahip olmak, d. Söz konusu ülkenin ya da o ülkenin herhangi bir bölgesinin geriye kalan nüfusundan sayısal olarak az olmasına rağmen yeterli düzeyde temsil edilmek ve ortak kültürlerini meydana getiren kültür, gelenekler, dil ve din gibi etmenleri koruma ve devam ettirme kaygısı gütmek, niteliklerine sahip olması gerekmektedir (Çavuşoğlu,2001:38-39). 1995 yılında AK tarafından imzaya sunulan “Ulusal Azınlıkların Korunmasına ilişkin Çerçeve Sözleşme de ise ulusal azınlık tanımının yer almamasının yanında, ulusal azınlıkların başka bir ulusla etnik birlikteliği olan azınlık manasına gelmediği, bir devletin ülkesi üzerindeki azınlıkları belirttiği öne sürülmüştür (Çavuşoğlu2001:44-45). Ulusal azınlık ile ilgili ortak düşünce, ulusal azınlığın, bir ulus devlette başat çoğunluğu oluşturmasının yanında, başka bir devlette azınlık durumunda bulunan insan topluluğunu belirttiği (Kurubaş,2004: 23) ve bu niteliği ile diğer etnik azınlıklardan ayrıldığı (Arısoy2002: 14) şeklindedir. Ulusal veya Uluslararası Sözleşmelerle hükme bağlansa da tüm haklar gibi hukuksal açıdan bakıldığında ulusal azınlıkların tanımlanmasındaki bu ana eğilimin geçerli olmadığı ülkesel bölgesel hatta gruplara özel farklı uygulamaların olduğu görülmektedir. Bu farklı uygulamaları ise “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmenin ulusal azınlık kavramını tanımlamayarak bu statü ilkelerinin hangi insan toplulukları için uygulanabileceğini ülkelerin kendilerine bıraktığı tezine dayandırmaktadır (Arısoy, 2002: 15) 48 Çalışmanın buraya kadar olan bölümünde özünde bireysel ve sosyal kimlik sorunu olan azınlık kavramının nasıl ortaya çıktığını kavramsal tarihsel gelişimi içinde kimlikler üzerinden incelemeye çalıştık. İlk bölümde ortaya çıkan sonuç: azınlık olma sorunu olarak tanımlanmaya çalışılan olgunun temelde birey veya sosyal grupların kimlik sorunudur. İnsanın gerek bireysel gerekse sosyal açıdan kimliklerinin hangi yönüyle tarif edilirse edilsin dil, din, etniklik, cinsiyet, adı konulmuş konulmamış tüm kimlikleriyle yaşama, yaşatma, kabul görme, eşit şartlar altında varlığını sürdürme arzusunun sonucu olarak bir varoluş sorunudur. İlk bölümde temel konumuz içindeki terim ve tanımları kavramsal açıdan inceledik. İkinci bölümde ise dünyanın azınlık sorunlarını nasıl algıladığı farklılıkları baskı yoluyla inkar etmeden, azaltmadan, yok saymadan kabul yolu ile kapsayıcı bir tutum içinde hali hazırda sorunları olsa bile hak ve eşitlik sayarak eşitlik ilkesi tutumları çerçevesindeki yaklaşımlarını irdelemeye çalışacağız. 49 İKİNCİ BÖLÜM AZINLIK HAKLARININ ULUSLARARASI ALANDA KORUNMASI 2.1. AZINLIKLAR HAKLARININ ULUSLARARASI BOYUTLARI Azınlık sorunları sadece devletin iç politikasını ilgilendiren ulusal bir sorun değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası istikrarı etkilediği ölçüde uluslararası bir sorundur. Bu açıdan azınlık sorunları kısa sürede uluslararası boyut kazanabilmektedir. Bunun nedenlerinden; (Kurubaş, 12,14). “Birincisi, kimi azınlıkların sınır aşan niteliğe sahip olmasıdır. İkinci neden, normatif olarak azınlıkların korunması ve azınlık haklarının artık evrensel insan haklarının bir parçası olarak görülmesidir. Üçüncü neden, devletlerin rakiplerine veya düşmanlarına karşı stratejik bir takım kazanımlar elde edebilmek maksadıyla bir başka devletin esasen içişi sayılabilecek azınlık sorunlarına müdahale etmeleri ve azınlık gruplarını içinde yaşadıkları devletlere karşı kullanmaya çalışmalarıdır. Dördüncü neden, devletlerin kendi ülkeleri dışındaki soydaşlarını koruma arzusudur. Beşinci neden, devletlerin başka ülkelerde yaşayan etnik yandaşlarından yararlanma çalışmalarıdır.” Azınlık probleminin dünya gündemine geniş ölçüde girmesi, milliyetçilik ve ulus-devlet yapısıyla yaşıttır. Bu nedenle de 19. Yüzyılda ve 20. Yüzyılın başlarında, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, neredeyse her ulus-devlet için bir azınlık sorunu doğmuştur. (Pazarcı,178-181). Azınlıkların tanınması ve korunması konusunda ilk çalışmalar, Milletler Cemiyeti’nde yapılmıştır. Birinci Dünya Savası sonrası yapılan her antlaşmada azınlık sorunu ele alınmıştır. İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda sorun önce Birleşmiş Milletler ’in daha sonra Avrupa Komisyonu ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın gündemine girmiştir. Bütün bu çalışmalara rağmen bu güne kadar, Birleşmiş Milletlere üye bütün devletlerin tamamı tarafından kabul edilen bir azınlık tanımı yapmak mümkün olmamıştır (Tunç,s.13). 2.1.1. Birinci Dünya Savaşı Öncesi Dönem Bu dönem iki alt döneme ayrılabilir. Birincisi, dinsel azınlıkların ikili anlaşmalar aracılığıyla korunduğu 16. Yüzyıl sonundan 19. Yüzyıl başına kadar olan dönem, ikincisi, ulusal azınlıkların büyük devletlerin koruması altına alındığı 19. Yüzyılı da içeren ve MC ’nin kurulmasına kadar geçen dönem.( Kurubaş,32.). 50 Azınlık kavramının uluslararası hukukta ortaya çıkması, 1560-1648 yılları arasında Avrupa’da yaşanan Protestan-Katolik çatışması ile olmuştur. 1598 yılında Fransa’nın çıkardığı Nant Fermanı ve 1648 yılında Vestefalya Antlaşması, Protestan uyruklar için içerdiği hükümlerde azınlık haklarına yer vermiştir. (Oran, 118-119). Fransız Devrimi’ne kadar azınlık hakları dinsel boyutlu iken Devrim sonrasında ulusdevlet boyutlu hale gelmiş, hatta dilsel ve ekonomik haklar söz konusu olmuştur. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarını zayıflatmak, hatta çökertmek için yürütülen sistemli çabaların da azınlık antlaşmaları ve bağımsızlık hareketlerindeki artışa katkısı yadsınamaz. (Erdoğan,2000:236). Osmanlı’nın, Avusturya’yla yaptığı Zitvatoruk Antlaşmasından (1606) sonra duraklamasından itibaren, Avrupalı ülkeler Osmanlı’daki Hıristiyan azınlıkları uluslararası güvenceye kavuşturmaya ve böylece İmparatorluğu etkilemeye çalıştılar. Uluslararası ilişkileri etkileyecek düzeydeki ilk azınlık korumasını bu dönem oluşturdu. Bu çabaların ilki olan ve yine Avusturya ile imzalanan 1615 Antlaşması, Osmanlı’daki tüm Katoliklerin dinsel haklarını ikili antlaşma ile koruma dönemini başlattı. Arkasından 1699 Karlofça Antlaşması, 1718 Pasarofça, 1739 Belgrad, 1774 Küçük Kaynarca, 1856 Paris, 1878 Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları, Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan halkların haklarını korumak bahanesi ile İmparatorluğun içişlerine müdahale ederek parçalanmasına yol açtı. Bu dönemde azınlık haklarına dinsel hakların yanı sıra bazı medeni ve siyasi haklar da etkilendi (Kurubaş,s.32-36). 2.1.2. İki Dünya Savaşı Arasındaki Dönem Bu dönemde azınlık hakları alanında yapılan düzenlemeler genellikle MC çatısı altında yürütülmüştür. Ancak, MC çatısı altında oluşturulan bu güvence sisteminin temelinde yeryüzündeki tüm azınlıklar için evrensel kurallar oluşturmak kaygısı ile değil, savaş sonrası siyasi düzenlemeleri tamamlama amacı yatmaktadır (Alpkaya,s.148). Birinci Dünya savaşı sonrası özellikle Doğu Avrupa ve Balkanlarda imparatorlukların tasfiyesi sonucunda yaşanan büyük sınır değişiklikleri, Yahudi Örgütleri’nin çabaları, MC Döneminde yapılan anlaşmalar doğrudan bir azınlık tanımı yer almamış olmakla birlikte 51 “ırk, dil, din bağlarıyla bağlı insanlar” nitelemesi yapılması-, azınlık kavramını bir bakıma kültürel kimlikle ilişkilendirilerek uluslararası eylem alanına taşımıştır (Oran,s.37). Dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson, ünlü 14 ilkesinde ‘kendi kaderini tayin hakkı’ gibi haklardan bahsediyordu. Galip devletler azınlık sorununun Osmanlı Devleti gibi devletlerden değil, yeni kurulan ve nüfusu tümüyle azınlıklardan oluşan devletlerden kaynaklanacağını ve bu sorunun halledilmezse yeni bir dünya savaşına bile yol açabileceğini düşünüyorlardı. Bu itibarla, savaş sonunda imzalanan ateşkes antlaşmalarında azınlıklara din özgürlüğü ve eşitlik hakkı, ayrıca kendi kendini tayin hakkının verilmesini öngörülüyordu (Erdoğan, s.237). Bu dönemde, büyük devletlerin azınlıklar sorununa yaklaşımının Erdoğan tarafından ifade edilen istikamette olmadığına inanmaktayız. Savaş sonrası büyük devletler tarafından mağlup devletlere veya yeni kurulan devletlere dikte ettirilen antlaşmalarda amaçlanan, azınlık haklarının korunması değil nüfuz bölgeleri ve toprak paylaşımı idi. Aksi takdirde bu hakların sadece Avrupa ve Balkanları değil Afrika ve Asya halklarını da içermesi icap ederdi. Üstelik, amaç azınlık haklarını korumak olsa idi bu MC Misakı ’na (Gündüz,1994, s.6-13) dahil edilmeli idi. İngiltere’nin kendisini bağlamasından korkması nedeniyle Misak ’a azınlık hakları kavramı dahi girmemiştir. Dönemin antlaşmalarında azınlık haklarının ortak özelliği genel vatandaş haklarının eşit ve ayrım gözetmeksizin tanındığı (negatif haklar), dinsel ve dilsel hakların da verilerek azınlıkların dillerini özel ilişkilerinde olduğu kadar ticarette, dinde, basında, adliyede kullanabilmelerini, vakıflar ve eğitim kurumları kurabilmelerini, kendi dillerinde eğitim görebilmelerini, hatta belli bölgelerde yerleşik olmaları halinde azınlık kurumlarının kamu gelirlerinden eşit pay alabilmelerini içeren özel hakların (pozitif haklar) verildiği göze çarpmaktadır. Bu sistemin işleyebilmesi için MC ’nin garantörlüğünün ilgili devletlerce ayrıca onaylanması gerekmekteydi. Bu onaylar 1920-1924 arasında gerçekleşti. Uygulamadan sorumlu organlar ise MC Konseyi ve Adalet Divanı oldu. Kural ihlali durumunda Konsey’e başvuruda bulunulacaktı. Şikayetin haklı bulunması halinde MC Meclisi ilgili devleti uyaracak, gerekirse bir uzlaşma çabası içine girilecekti. Bu aşamada Uluslararası Adalet Divanı’ndan görüş istenebilecekti. Ayrıca şikayet Divan önüne getirilirse 52 buradan çıkacak karar bağlayıcı olacaktı. Bu mekanizma, azınlıkların korunması alanında ilk uluslararası denetim ve güvence mekanizması idi (Kurubaş, s. 39). Ancak, MC döneminde azınlıklara devletlerin kuruluş antlaşmalarında bazı haklar verilmesi sorunu çözmedi ve özellikle akraba devleti olan azınlıklar (Alman ve Macarlar) kendilerine verilen hakların uygulanmadığı iddiaları ile sürekli MC ’ye şikayette bulunmalarına yol açtı. Bu dönemde sorun, 19.Yüzyılda olduğu gibi büyük devletlerin diğerlerine dayatmaları sonucu benimsenen ve doğal olarak kendilerine uygulamadıkları bir sistemin parçası oldu (Tunç,s16). 2.1.3. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasında azınlık hakları MC döneminde olduğundan daha az gündemdeydi ve kolektif hak özelliği taşımaktan öte bireysel insan hakları çerçevesinde ele alındı. Bunun temel nedeni sınırların yeniden çizilmesi söz konusu olmadığı sürece azınlıklar sorununun ele alınmasının gereksizliği idi (Kurubaş, s.42-43). Bu dönemde azınlık hakları alanın da uluslararası planda yapılan çalışmalar, Birleşmiş Milletler Örgütü ve bölgesel nitelikli örgütler çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bunlardan BMÖ ile Avrupa merkezli örgütlerdeki çalışmalar kısaca ele alınacaktır. 2.1.4. BM Çerçevesinde Yapılan Düzenlemeler BM Antlaşmasının 46 1, 13, 62 ve 76. maddeleri örgütün azınlıkların korunmasını artık negatif haklarla sınırlı tuttuğunu ilan etmesi bakımından önemlidir. Bu maddeler ile azınlıklara ayrımcılık yasağı getirildi ancak azınlıkların kimliklerinin korunmasını destekleyecek veya teşvik edecek ayrıcalıklardan bahsedilmektedir. BM Antlaşması ve BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (Bildirgenin tam metni ve açıklama için, s179-185) dışında bu çerçevede yapılan diğer antlaşmalar; 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” (Sözleşmenin tam metni için, s.250-253) ile 1969 tarihinde yürürlüğe giren “Irk Ayrımının Bütün Biçimleriyle Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşmedir ve doğrudan azınlıklara ilişkin hükümler içermemektedir. 53 BMÖ çerçevesinde azınlıklar ile ilgili önemli hükümler taşıyan Sözleşme 1976 yılında yürürlüğe giren “Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (Sözleşmenin tam metni ve açıklaması için, s.190-210) (KSHS)”dir. Bu Sözleşme azınlık hakları konusunda ilk ve en önemli uluslararası dökümandır. Bu tarihe kadar, azınlık hakları sadece genel insan hakları kavramı içinde ele alınırken, bu belge ile fiziksel varlıkları tanınmış olmaktadır. (Erdoğan, s.239) Sözleşmenin 27. maddesi ile de azınlıklara doğrudan koruma sağlanmaktadır: Madde 27: “Etnik, dinsel ya da dilsel azınlıkların var olduğu devletlerde, bu azınlıklara mensup bireyler, kendi kültürlerini yaşama, kendi dinlerini ifade etme ve gereklerini yerine getirme ve kendi dillerini kullanma haklarından yoksun bırakılamazlar.” Maddedeki bazı ifadeler ise özellikle dikkat çekicidir: Buna göre; isim verilerek kabul edilmiş üç tip azınlıktan söz edilmektedir ve bunlar Etnik, Dinsel ve Dilsel azınlıklar olarak belirtilmiştir. Ulusal azınlıklara ise burada hiç değinilmemiştir. “ulusal azınlıklar” terimine değinilmemesinin en büyük sebebi, büyük ölçüde Avrupa’nın kendi iç azınlıklar sorununa işaret etmekte ve siyasal imalar taşımaktadır. Bundan başka “azınlıkların var olduğu devletler” ibaresiyle azınlıkların varlığı için devletlerin onları tanımasının gerekmediği anlaşılmaktadır. Aynı madde de “azınlıklara mensup bireylerden” söz edilmekte, grup haklarının yerine birey haklarına yer verilmektedir. Dördüncü olarak, “kendi gruplarının diğer üyeleriyle birlikte” ifadesi azınlıklara, grup olarak var olma hakkını tanımaktadır. Maddenin son ifadeleri bu azınlıklara verilen hakları sıralamaktadır. Buna göre, azınlıklara mensup bireyler kültürlerini yaşama, dinlerini ifade ve gereğini yerine getirme ve kendi dillerini kullanma hakkına sahiptirler. “yoksun bırakılamazlar” ifadesi ile dolaylı da olsa taraf devletlere yükümlülük getirilmekte ve yukarıda sayılan hakların negatif niteliğine işaret edilmektedir”(Kurubaş, s.50-51;Oran, s.130). KSHS ’nin 27. Maddesi pek çok yazar tarafından muğlak bulunarak eleştirilmiştir. Eleştirilere göre, Maddede geçen ‘… azınlık bulunan devletler’ ifadesi ile azınlıkların varlığına kimin karar vereceği açıkça belirlenmemiştir. Öte yandan mülteci ve göçmenlerin azınlık kapsamında olup olmadığı hususu da belirsizdir(Erdoğan, s.240). 54 Bu yoruma (Çavuşoğlu,s.101) ve benzerlerine tamamen katılmak mümkün değildir. Her şeyden önce mademki madde azınlıklara mensup bireyler ifadesini kullanmakta ve grup hakları yerine birey haklarını öne çıkarmaktadır, öyleyse azınlık kapsamına alınmak için devletlerin azınlıkları tanımasına gerek olmadığı düşüncesi çelişkilidir. Zira BM İnsan Hakları Komitesi’nin 1994 yılında yaptığı yorumda (Kurubaş, s.51. Ayrıca, Maddenin BM insan hakları komitesi tarafından 1994 yılında yapılan yorumu için bkz. İnaç, s.68-72). “Sözleşmenin 2. ve 26. Maddeleri ile korunan eşitlik (2.Madde) ve ayrımcılık yasağı (26.Madde) birbirleriyle karıştırılmamalıdır denmektedir. 2.Madde ile Sözleşmede yer alan haklardan ayrım gözetmeksizin yararlanma hakkı, bir azınlığa mensup olup olmadığına bakılmaksızın, devletlerin ülkesinde veya yargı yetkisi altında bulunan herkes için tanınmış bir haktır. Bunun yanı sıra, devletlerin tanımış olduğu haklar ve devletlere getirilen yükümlülükler bakımından, 26.Madde kapsamında, yasa önünde eşitlik, yasalarca eşit korunma ve ayrım gözetmeme konusunda sağlanan farklı bir hak vardır. Bu hak, bu Sözleşme ile korunmuş olsun olmasın, taraf devletlerin 27.Madde’de belirtilen azınlıklara mensup olup olmadıklarına bakılmaksızın, kendi ülkesinde veya yargı yetkisi altında bulunan kişilere tanımış olduğu bütün hakların kullanımına ilişkindir. Etnisite, dil veya din temelinde ayrım yapmadıklarını iddia eden bazı taraf devletlerin sadece buna dayanarak ülkelerinde azınlık olmadığını söylemeleri yanlış bir değerlendirmedir.” denmektedir. Ayrım yapmadığını ifade ederek ülkesinde azınlık olmadığını söylemek ifadesinden devletlerin azınlıkların mevcudiyetini kabul etmekte inisiyatif sahibi olmadığını anlamak bizce fazlaca zorlama bir yorumdur. Üstelik Fransa’da yaşayan 4.5 milyon Bröton ’un KSHS ’nin 27. Maddesi kapsamında azınlık kabul edilmek için BM İnsan Hakları Komitesi’ne yaptığı başvuru Fransız Anayasa’sının ‘Fransa... bölünmez bir bütündür’ hükmü gereğince reddedilmiştir (Tunç,s.18) KSHS ile ilgili olarak tartışılan bir diğer nokta da self-determinasyon hakkıdır. Sözleşme kapsamında kurulan İnsan Hakları Komitesi, Sözleşmeye ilişkin yorumunda: “1.Maddedeki (KSHS 1. Maddesinde.. “bütün haklar self-determinasyon hakkına sahiptir” ifadesi bulunmaktadır) self-determinasyon hakkı ile 27.Maddedeki azınlıkların korunması ile ilgili hükmün karıştırılmaması gerektiği” açıklanmıştır. “Zira Sözleşme bu iki hükmü farklı bölümlerde ele almıştır. Self - determinasyon halklara tanınmış bir hak iken 27.Madde 55 azınlıklarla ilgilidir ve devletin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne zarar vermez.”(Tunç,s.19) Self-determinasyon hakkına ilişkin olarak BMÖ ’nün tutumu en açık şekliyle BM’nin 14.12.1960 tarihli 1514 sayılı kararında (Sömürge İdaresi altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildiri adındaki kararın metni için bkz. Gündüz. s.186-188) belirtilmiştir. Karar, “self-determinasyon hakkının sömürgelere tanındığı gibi bağımsızlığını kazanmış sömürgelerin içindeki farklı gruplara da tanınabilir mi?” sorusuna cevap olarak alınmıştır. 1514 Sayılı Karar ile self- determinasyon hakkının bir halkın hakkı olduğunu, bu halkın da bir mekanın tüm halkı olduğunu, bu halkın bu hakkını kullanarak bağımsızlığa ulaşması ile tükenmiş olduğu kabul edilmiştir. Öyleyse, self determinasyon hakkı sadece sömürgelere tanınmıştır. Üstelik azınlıkların self determinasyon hakkı dolayısıyla devletten ayrılma hakkı yoktur. 1514 Sayılı karara göre “ Bir ülkenin ulusal birliğine ve toprak bütünlüğüne kısmen ya da tamamen karşı çıkmaya yönelik hiçbir hareket, BM Anayasası’nın amaç ve ilkeleri ile bağdaşmaz.” (Oran, s.112). KSHS ’nin 27. Maddesi hakkındaki diğer bir tartışmalı konusu olan azınlık haklarının göçmenler ve mülteciler için söz konusu olup olmayacağına ilişkin olarak BM İnsan Hakları Komitesince yapılan yorumda; ‘taraf devletlerin bu madde ile tanınan hakları sadece vatandaşları ile sınırlandıramayacağı örneğin göçmen işçilerin de bu madde ile tanınan haklardan mahrum edilemeyeceğini’ (Çavuşoğlu,s.99) belirtmiştir. Ancak, Komitenin bu yorumu uygulamada itibar görmemiştir. KSHS ’nin taraf devletlerce kabul edilmesi durumunda bir denetim mekanizmasını da vardır. Denetim için bir İnsan Hakları Komitesi kurulmuştur. Sözleşmeye göre üç denetim mekanizması mevcuttur. Zorunlu rapor yöntemi (40.Madde), seçimlik devletlerarası başvuru yolu (41.Madde) ve seçimlik kişisel başvuru yolu (Ek 1.Protokol). Rapor yöntemi, taraf devletlerin Sözleşmedeki haklar konusunda beş yıllık dönemler halinde yapılanları içeren verileri Komiteye sunması ve Komite’nin de bu veriler hakkındaki raporunu diğer taraf ülkelere göndermesi şeklinde işlemektedir. Sözleşmeye taraf 129 devletten 44’ünün kabul ettiği devletlerarası başvuru yöntemi siyasi sorunlara yola açabileceği endişesi ile bugüne kadar kullanılmamıştır. 56 Kişisel başvuru yöntemi ise, Sözleşmedeki hakları ihlal edilen kişilerin bu yöntemi kabul eden taraf devletlere karşı Komiteye yaptığı şikayet yöntemidir. Başvurunun kabul edilebilmesi için iç hukuk yollarının tüketilmesi gerekmektedir. Komitenin kararı (ihlal veya başvurunun reddi) bağlayıcı değildir. İhlal kararı durumunda Komite ilgili ülkeye düzeltici önlemler almasını tavsiye eder ve bu önlemlerin alınıp alınmadığını izler (Kurubaş, s.52-53). 2.1.5. Avrupa Konseyinde Yapılan Düzenlemeler AK (Avrupa Konseyi) çerçevesinde azınlık hakları konusunda yapılan düzenlemeler de BM çerçevesinde yapılanlara paralel olarak insan hakları bağlamında ele alınmıştır. AK tarafından kabul edilen temel insan hakları belgesi AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) ’dir. 1953 Yılında kabul edilen Sözleşme’nin 14. Maddesi ‘ayrım gözetmeme’ ilkesini düzenlemektedir ve azınlıklar bakımından önemlidir. Sözleşme, din, dil, renk, köken, ulusal azınlığa mensubiyet gibi sebeplerle insanlar arasında ayrım gözetilmesini yasaklar. Bunun dışında, Sözleşmede azınlıklara ilişkin haklara yer verilmemiştir. (Sözleşmenin tam metini ve yorum için bkz. Gölcük- Gözübüyük, 2001; Gemalmaz, 1999). Sözleşmenin bu maddesine dayanılarak AİHM’ne çeşitli başvurular yapılmıştır. Bu maddenin işlerlik kazanabilmesi, Sözleşmede başka bir maddenin ihlali varsa söz konusudur. Bazı yazarlara göre maddenin işlerlik kazanabilmesi için Sözleşme veya Ek protokollerde düzenlenmiş bir hakkın da ihlal edilmesi gerekmez. Ayrımcılık yapıldığı ileri sürülen konunun Sözleşme ve EK protokollerde düzenlenmiş bir hakka ilişkin olması yeterlidir. Ayrıca, eğer grup halinde bir başvuru yapılacaksa, grup üyelerinin her birinin aynı ihlalin kurbanı olmaları gerekmektedir. Ancak yine de şunu belirtmekte fayda vardır ki, Mahkeme kararları ve Konsey bildirileri göstermiştir ki, Konsey, azınlıklarla ilgili konuları hukuki olmaktan ziyade siyasi olarak kabul etme eğilimindedir ve bazı davalarda Mahkeme, bazı şikayet konularında da Konsey, bunların devletlerin yetki alanına girdiği yönünde kararlar almıştır. (Erdoğan, s.242) Doğu Bloğu ülkelerinin konseye katılması ile Konsey, AGİT (o zamanki adı AGİK) kapsamında kabul edilen Kopenhag Belgesi’nde ulusal azınlıkların korunmasına ilişkin taahhütleri benimseyerek doğrudan azınlıklar ile ilgili belgeler ve güvenceler oluşturma 57 yolunu tercih etmiştir. Bu bağlamda, AK Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik komisyonu) 1991 yılında Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Sözleşmesi Tasarısını hazırlamıştır. (Kurubaş, s.63). Ayrıca, Konsey çerçevesinde kabul edilen iki temel belge daha vardır. “Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı” ve “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi.” Son olarak Konsey, 4.11.2000 tarihinde kabul ettiği AİHS’ne Ek 12 No.lu Protokol ile ayrımcılığı bir kez daha yasaklamıştır (Sancaktar, 39). 2.1.6. Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı, 5 Kasım 1992’de imzaya açılmış ve 1 Mart 1998’de yürürlüğe girmiştir. Belgeyi Nisan 2004 itibariyle 17 Ülke onaylamış, 13 ülke ise imzalamış ancak henüz onaylamamıştır. Taraf devletlerden bazıları (Danimarka, Fransa, Almanya, Macaristan, Slovenya, İsveç, İngiltere, Avusturya, İspanya, Slovakya, Kıbrıs Rum Kesimi) yayınladıkları bildirilerle Şartın bazı maddelerini nasıl yorumlayacaklarını açıklamışlardır (Kurubaş, s.64). Şartın başlangıç kısmında resmi dillere zarar vermeden bölgesel veya azınlık dillerinin korunması ve teşvik edilmesinin, ülkesel bütünlük ve ulusal egemenlik içinde kültürel farklılıklar ve demokrasi ilkelerine dayanan bir Avrupa’nın inşası açısından önemli bir yere sahip olacağı vurgulanmaktadır. Şart, açıkça göçmen dillerini ve resmi dillerin diyalektlerini koruma dışında tutmaktadır (1. Madde). Bölgesel veya azınlık dilleri olarak kabul edilen diller ise, devletin resmi dilinden farklı olarak, nüfusun geri kalanından sayıca daha az olan ve devletin bir bölgesinde geleneksel olarak bir grup tarafından kullanılan diller olarak tanımlanmaktadır. Şart, Sözleşmeci Devletlere, ülkesinde konuşulan Sözleşme kapsamındaki dilleri belirleme ve bildirme hakkını (3.Madde) vermiştir. Şartın 5.Maddesine göre: “Bu Şartın hiçbir hükmü, Devletlerin egemenliği ve ülkesel bütünlüğü ilkesi de dahil, BM Şartı’nın amaçlarına veya uluslararası hukuktan doğan yükümlüklere aykırı olacak herhangi bir faaliyette bulunma veya herhangi bir eylem yapma hakkı biçiminde yorumlanamaz.” Bu hüküm, azınlık haklarını ön plana çıkararak ayrılıkçı politikalar izleyen bazı kimselerce belirtilmese de açıkça devletlerin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine zarar verecek her türlü davranışı yasaklamaktadır. 58 Şart, devletlerin bölgesel dillerin ve azınlık dillerinin coğrafi alanına saygı göstermelerini, bu dillerin öğreniminin kolaylaştırılmasını, dillerin gelişimi sağlayacak araştırma ve çalışmalar yapılmasını, kamu ve özel yaşamda yazılı ve sözlü olarak bu dillerin kullanılmasının teşvik edilmesini ve kolaylaştırılmasını, bu dilleri kullanan kimselerle, diğer dil grupları arasındaki kültürel ilişkilerin geliştirilmesini, bu dillere yönelik ayrımcılığın giderilmesini, iki veya daha fazla devlette kullanılan bölge ve azınlık dilleri için karşılıklı ilişkilerin kurulmasına yönelik şartların oluşturulmasını istemektedir (2.Bölüm 7. Madde). Ayrıca, bu dillerin eğitim, yargı, yönetim ve kamu hizmetlerinde, basın, kültürel, ekonomik ve sosyal yaşamda kullanılması için gerekli önlemlerin alınması da istenmektedir (3.Bölüm). Sözleşmenin uygulanması için oluşturulan tek mekanizma ise taraf devletler tarafından üç yılda bir sunulan raporlardır. Raporlar, uzmanlarca incelenecek ve AK Genel Sekreteri tarafından Bakanlar Komitesi’ne iletilecektir. Bu denetim etkin bir hukuki denetim değildir. Olsa olsa siyasi bir denetimdir. Siyasi denetim yolları da her zaman olduğu gibi siyaseten güçlü devletlerin zayıf devletlere menfaatleri doğrultusunda baskı yapmak veya iç işlerine müdahale etmek için kullanılmaya uygun olan araçlardır (Tunç,s.23). 2.1.7. Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi 1 Şubat 1998 tarihinden beri geçerli olan Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi bugün itibariyle 35 devlet tarafından onaylanmıştır. Bu devletlerden Yunanistan, Hollanda, Lüksemburg, Letonya, İzlanda, Gürcistan, Belçika, Sözleşmeyi imzalamış ancak onaylamamıştır. Türkiye, Fransa ve Andora ise henüz imzalamamıştır. “Sözleşme, sadece ulusal azınlıkların korumasına ilişkin ilk çok taraflı ve devletler tarafından iç hukukta yasal düzenlemelerle adapte edildiği nispette bağlayıcı bir sözleşmedir. Sözleşme çerçeve niteliğinde olduğundan iç hukukta yasal düzenlemeler haline getirilmedikçe geçerliliği yoktur” (Çavuşoğlu, s.97). Sözleşme ağırlıklı olarak kültürel hakları düzenlemektedir. Sözleşmede ulusal azınlık teriminden bahsedilmesi nedeni olarak AİHS’nin 14. Maddesin de ulusal azınlık teriminin kullanılmış olmasından kaynaklandığı Açıklayıcı Notta belirtilmiştir. Ancak, Sözleşme ulusal azınlık teriminden ne anlaşıldığını açıklamamış, herhangi bir tanım yapmamıştır. Avusturya, Danimarka, Estonya, Almanya, Slovenya, İsviçre, Polonya, İsveç, Makedonya yaptıkları 59 yorum beyanları ile ulusal azınlık teriminden ne anladıklarını açıklamışlar, Lüksemburg, Malta ve Liechtenstein ise ülkelerinde azınlık olmadığını bildirmişlerdir (Kurubaş, s.68). Giriş Bölümünde, Sözleşmenin “Üye Devletlerde ve bu belgeye taraf olacak diğer devletlerde, hukuk düzeni içinde, devletlerin ülke bütünlüğüne ve ulusal egemenliğine saygı gösterecek, ulusal azınlıkların ve bu azınlıklara mensup kişilerin hak ve özgürlüklerinin etkin bir şekilde korunmasını sağlamak amacıyla…” ifadesiyle diğer sözleşmelerde de olduğu gibi bu Sözleşmedeki hakların ulusal bütünlüğe ve devletlerin egemenliğine zarar verecek şekilde kullanılamayacağını ve hakların azınlıklara değil azınlıklara mensup bireylere verildiğini işaret etmiştir (Tunç,s.23.). Giriş dışında otuz iki maddeden oluşan Çerçeve Sözleşme’nin ilk bölümünde genel ilkeler sıralanmıştır. 1.Maddede ulusal azınlıkların ve bu azınlıklara mensup bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasının insan hakları uluslararası korumasının ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunun altı çizilmiş, 3.Maddede, “ulusal azınlığa mensup her birey, kendisine bu azınlığın üyesi olarak davranılmasını ya da davranılmamasını serbestçe seçme hakkına sahiptir ve bu tercihiyle bağlantılı hakların kullanımı herhangi bir olumsuzluğa neden olmaz.” ifadesine yer verilerek, bireylerin, hem devletten hem de kendi azınlık gruplarından gelebilecek baskılara maruz kalmalarının önüne geçilmek istenmektedir. Ayrıca, Sözleşmede tanınan hakların hem bireysel hem de başkalarıyla birlikte topluca kullanılabileceğinin belirtilmesi ile hakların sadece bireysel değil aynı zamanda kolektif niteliği de ima edilmiştir. Bizce, bu ifadede bir imadan ibarettir. Sözleşmede geçen “azınlıklara mensup bireyler” ifadesinin açıklığı yanında zayıf kalmaktadır (Tunç,s.24). İkinci Bölümde ise, katılımcı devletlere azınlıklara mensup bireyler için tanımaları istenen haklar ve devletlerin yükümlülükleri ortaya konmuştur. Çerçeve Sözleşme ile düzenlenen haklar ve devletlerin yükümlülükleri şöyle sıralanmaktadır: Yasa önünde eşitlik, ayrımcılık yasağı, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşam alanlarında tam ve etkin eşitlik, (4. Madde), Kültürel miraslarını (dinlerini, dillerini, geleneklerini) korumak için gerekli koşulların sağlanması, asimilasyon yasağı (5.Madde), Hoşgörünün geliştirilmesi ve düşmanlık ve şiddetin önlenmesi(6.Madde), 60 Barışçıl amaçlarla toplanma, örgütlenme, ifade, düşünce, vicdan ve din özgürlüğü haklarına saygı gösterme (7.Madde) Ulusal azınlığa mensup bireylerin kendi dinini ve inancını açıklama ve dinsel kurum, örgüt ve derneklerini kurma hakkına sahip olduğunu tanımayı taahhüt etme (8.Madde), Azınlık dilinde haber ve fikir alma ve verme özgürlüğünü tanımayı taahhüt etme, (9.Madde 1.Paragraf); ( Bu hak, radyo, televizyon yayıncılığı ve sinema işletmeciliğini bir izin sistemine bağlı kılmalarını engellemez (9.Madde 2.Paragraf), Azınlıklara mensup bireylerin dilini, özel ve kamusal alanda kullanma hakkına sahip olduğunu tanımayı taahhüt etme, bu kişiler talep ederlerse ve böyle bir talep gerçek bir ihtiyaca karşılık geliyorsa idari makamlar önünde azınlık dilinin kullanılmasını sağlayacak koşulları mümkün olduğu ölçüde yaratmaya çaba gösterme, mahkemelerde kendi dilini kullanabilme ((10.Madde), Azınlık dilinde ad ve soyadlarını kullanma hakkı, bu hakkın devletlerce tanınması yükümlülüğü, azınlıklara mensup önemli sayıda kişinin geleneksel olarak yaşadıkları bölgelerde tabela, sokak adları ve kamuya yönelik diğer topoğrafik işaretlerde azınlık dilinin kullanılması için taraf devletlerce çaba gösterilmesi (12.Madde), Azınlıklara mensup bireylerin eğitimi alanında fırsat eşitliğini gerçekleştirmeyi taahhüt etme, bu kimselerin kendi dillerinde eğitim ve öğretim kurumları kurma hakkını tanımayı (12. Ve 13.Maddeler), Azınlıklara mensup bireylerin kendi azınlık dilini öğrenme hakkını taahhüt etme (14.Madde), Kültürel, sosyal ve ekonomik yaşama ve özellikle azınlıkları ilgilendiren kamusal işlere etkin katılımlarının sağlanması için gerekli koşulları yaratma (15.Madde), Azınlıklara mensup bireylerin yaşadıkları bölgelerde nüfus değişikliklerinden kaçınma (16.Madde), Diğer devletlerde yasal olarak bulunan kişilerle kültürel iletişim sağlama hakkına müdahale etmeme (17.Madde), Ulusal azınlıkların korunması için diğer devletlerle antlaşmalar yapmaya çaba gösterme (18.Madde). Öte yandan azınlıklara mensup kimseler de, Sözleşme ’de yer alan ilkelerden kaynaklanan hak ve özgürlükleri kullanırken, ulusal mevzuata ve başkalarının haklarına, özellikle de çoğunluğun veya diğer ulusal azınlıklara mensup kişilerin haklarına saygı gösterirler (20.Madde). “Sözleşmenin hiçbir hükmü, uluslararası hukukun temel ilkelerine ve özellikle devletlerin egemen eşitliği, ülkesel bütünlüğü ve politik bağımsızlığına aykırı herhangi 61 bir faaliyette bulunma veya herhangi bir eylem yapma hakkını yorumlayacak biçimde kullanılamaz.” (21.Madde). Çavuşoğlu, Sözleşmeye ilişkin olarak şu tespitleri yapmıştır: “Sözleşme, çerçeve niteliği taşıdığından doğrudan uygulanabilir hükümler taşımamaktadır. Devletlerin ülke bütünlüğünün korunmasına özellikle vurgu yapılmıştır. Sözleşmenin Başlangıcında da belirtildiği gibi; taraf devletler ‘ulusal yasal düzenlemeler ve uygun hükümet politikaları’ ile Sözleşme’nin hükümlerini uygulamayı taahhüt etmektedirler. Uygun politikaları belirleme yetkisi hükümetlere aittir. Özel koşulların göz önüne alınabilmesi için, devletlere geniş takdir yetkisi bırakılmıştır. Örneğin, azınlık dilinin idari makamlarla ilişkilerinde kullanılabilmesi belli şartlara bağlanmıştır: “… gerçek bir ihtiyaç olması halinde”. Gerçek bir ihtiyaç olup olmadığına devletler karar verecektir. Devletler, ihtiyaç olduğuna karar verirlerse “mümkün olduğu ölçüde” azınlık dilinin idari makamlarla olan ilişkilerde kullanılması için gerekli koşulları sağlamayı taahhüt etmektedirler. Yine “eğer yeterli talep varsa” devletler “mümkün olduğu ölçüde” azınlık dilinin devlet okullarında öğretilmesi sağlamaya “gayret” edeceklerdir (2000,s.249). Görüldüğü gibi sözleşmedeki bazı maddeler azınlıklarla ilgili diğer uluslararası sözleşmelerde olduğu gibi muğlak ifadeler taşıması, siyaseten güçlü devletlerin nispeten güçsüz olana karşı kullanabileceği bir enstrüman niteliği taşımasının yanında, güçlüyü hiçte rahatsız etmeyecektir. Doğrudan uygulanabilir nitelik taşımayan Çerçeve Sözleşme’nin getirdiği denetim mekanizmasında siyasi bir organ olan Bakanlar Komitesi’nin, Sözleşme’nin uygulanışını izlemekle görevlendirdiği de görülmektedir. Diğer Sözleşmelerde olduğu gibi burada da denetim taraf devletlerin sunacakları raporlar yoluyla sağlanmaktadır. Sözleşme, bireysel başvuru hakkı vermemektedir. 2.1.8. AGİT Kapsamında Yapılan Düzenlemeler 1990’da Doğu Bloğunun dağılmaya başlamasıyla özellikle Orta ve Doğu Avrupa da sürekli istikrarsızlık unsuru olan azınlıklar, Avrupa’nın güvenliğini ilgilendiren temel bir konu olarak 1995 öncesi AGİK (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı) olan şimdiki adıyla AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) ’in gündemine girmiştir (Kurubaş, s.72). 62 AGİT’in 1990 yılında Danimarka’nın başkenti olan Kopenhag’da yaptığı zirve toplantısından sonra yayınlanan “Kopenhag Bildirisi (İnsani Boyut Konferansı Kopenhag Toplantı Belgesi” ve “Yeni Avrupa İçin Paris Şartı”, insan hakları alanına Kopenhag Kriterleri denilen ölçütleri getirmiştir (İnanç, s.113-118,). Demokrasi, hukukun üstünlüğünü ve insan hakları üzerine geliştirilen bu yeni ölçütlerdeki deki en önemli özellik ise bildirinin 30. ile 35. Maddeleri arasında yer alan ve altı maddeden oluşan ulusal azınlıklar konusudur (Tunç,s.27). Taraf devletlerin ulusal azınlıklar ile ilgili sorunlarını yalnızca demokratik hukuk devleti ortamında çözülebileceklerinin vurgulandığı kısım burasıdır. Gerek siyasal çoğulculuk gerekse toplumsal hoşgörü çerçevesinde ulusal azınlıklar konusunun ele alınması gerektiği açıkça belirtilerek; kişilerin kendi kararları ile ulusal azınlıklar içinde yer alabilecekleri ve bu durum nedeniyle de zarara uğratılamayacakları da bu bölümde ele alınan hususlardır. Belge ayrıca bir ulusal azınlığa mensubiyeti, kişinin kendi bireysel tercihi ile ilgili bir konu olarak görmekte, ulusal azınlık mensuplarının kendi ana dillerini özel yaşamlarında özgürce kullanabileceklerine de yer vermektedir. Ulusal azınlık mensuplarının ulusal hukuka ters düşmeden kendi eğitim, kültür ve dini kuruluşlarını oluşturabilmeleri, yine aynı doğrultuda dini faaliyetlerde bulunabilmeleri, kendi aralarına herhangi bir engel olmaksızın bir araya gelerek ve etkinlikler yapabilecekleri, ana dillerinde okuma ve eğitim haklarına sahip olacakları, sivil toplum kuruluşlarında özgürce çalışabilecekleri belirtilmektedir. Kopenhag Belgesinin güvence sağladığı diğer hususlar ise; taraf devletlere ulusal azınlıkların kimliklerinin korunması ile ilgili görevler yüklemekte, azınlık mensuplarının diğer vatandaşlarla eşit olarak tüm haklardan da yararlanacakları, azınlık dillerinin gerekli olduğu yerlerde kullanılmasının sağlanacağı ve etnik kimliklerini koruyarak kamu işlerinde görev yapabilmelerine olanaklar yaratılması sayılabilmektedir. Ayrıca Belge’nin 37.Maddesi uyarınca, “azınlıklar bu hakların hiç birini BM Anayasasına ve uluslararası hukukun diğer hükümlerine aykırı bir biçimde kullanamazlar” denilerek de istismarın yolu kapatılmış, devletlerin toprak bütünlüğünü güvence altına almıştır ki devletlerin toprak bütünlüğünü garanti altına almakta olan BM Anayasası ile de çelişki veya ters düşme sorunu ortadan kaldırılmıştır. 63 Kopenhag Belgesi’nde yer alan ve insan hakları açısından kültürel haklar olarak açıklanabilecek, ulusal azınlıklar ile ilgili haklar kategorisi ise ortaya yeni bir durum çıkarmış, ulusal azınlıkların kimlik kazanmasında ve giderek ayrı bir varlık olarak ortaya çıkmalarında etkin bir rol oynamıştır. Kopenhag’dan sonra, bu alanda ikinci adım, 1994 yılında Strasburg’da toplanan Avrupa Konseyi yukarıda anlatılan ‘Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi’nin hazırlanması olmuştur (Tunç,s.28). Türkiye, AGİK (AGİT) Kopenhag Belgesi'nin kabulünden sonra, Yunanistan, Bulgaristan ve Almanya'nın da yaptığı gibi, Yürütme Sekreterliği'ne gönderdiği bildirimde burada yer alan "ulusal azınlık kavramının ancak ikili ve çok taraflı uluslararası belgelerle statüleri belirlenen grupları kapsadığını ve Kopenhag Belgesi düzenlemelerinin Anayasa ve iç mevzuata göre uygulanacağını" açıklamıştır. Burada Lozan Statüsü 'ne atıf yapıldığı kesindir (Çavuşoğlu,s.250). Kopenhag Belgesi sonrası azınlıklar konusunda AGİT çerçevesinde ortaya çıkan iki önemli belge ise Paris Şartı ve Cenevre Raporu belgelerdir. Paris Şartı Kopenhag Belgesi’nin benzeri ve teyidi niteliğini taşımaktadır. Paris Şartı’nda “azınlık” kavramı “ulusal” sıfatı ile nitelendirilmiştir. Ancak azınlık, ulusal azınlık veya etnik grup tanımları yapılmamıştır. Paris Şartı ’nda ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunacağı ve ulusal azınlıklara mensup kimselere ayrım yapılmayacağı ve eşitlik ilkesine uygun olarak davranılacağı, ulusal azınlıkların durumlarının daha da iyileştirilmesi için azınlıklar hakkında uluslararası işbirliğinin geliştirilmesi kararlaştırılmış olmakla birlikte, büyük devletler (ABD, İngiltere ve Fransa) ulusal azınlıklar kavramına sıcak bakmamakta, Almanya desteklemektedir. (Aytaç,1999,s.43-51). Cenevre Raporu ise onunda ötesinde azınlıkların korunması için uygulanabilecek demokratik yollar arasında yerel ve özerk yönetimin yanı sıra bölgesel temelde özerklik ve bunun uygulanamadığı durumlarda ulusal azınlıkların öz yönetiminin kurulabileceğine yönelik işaretler taşımaktadır. Raporun taşıdığı en önemli yenilik ise her türden farklılığın 64 zorunlu olarak ulusal azınlıkların ortaya çıkmasına yol açmayacağının kabul edilmiş olmasındadır. Bu belgeler dışında, AGİT Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri tarafından üretilmiş ve uygulamaya dönük tavsiyeler de içeren diğer önemli belgeler ise şunlardır: 1. 1996 Ulusal Azınlıkların Eğitim Haklarına İlişkin Lahey Tavsiyeleri, 2. 1998 Ulusal Azınlıkların Dil Haklarına İlişkin Oslo Tavsiyeleri 3. 1999 Ulusal Azınlıkların Kamusal Yaşama Etkin Katılımına İlişkin Lund Tavsiyeleri 4. 2003 Radyo Televizyon Yayınlarında Azınlık Dillerinin Kullanımına İlişkin Kılavuz AGİT insan ve azınlık haklarının uygulamasının denetimi alanında üç kurumsal mekanizma getirmiş ve bunları aşamalandırmıştır. Bunlar; 1. 1989- 93 arasında geliştirilen insani boyut mekanizması. Bu mekanizmanın çalışma şekli dört aşamalıdır. Birinci aşamada taraf devletler birbirlerinden bilgi isteyebilirler. İlgili devlet bu isteğe on gün içinde yazılı cevap verir. Bilgiler tatmin edici bulunmazsa bir hafta içinde ikili toplantılar yapılır. Sorun yine de giderilemezse, diğer devletlerin bilgisine sunulur ve dördüncü aşamada konu AGİT toplantılarına getirilir. Bu mekanizma insan hakları ihlalleri nedeniyle yüzden fazla kez kullanılmasına rağmen azınlık sorunları ile ilgili olarak çok az kullanılmıştır. Türkiye, mekanizmayı Bulgaristan’a karşı kullanmıştır. 2. 1992’de benimsenen yıllık yürütmeyi değerlendirme konferansları. 1992 Prag Belgesi’nden bu yana kullanılmaktadır. 3. Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri ’dir. 1992 Helsinki Belgesi ile ortaya çıkan Ulusal azınlıklar Yüksek Komiseri mekanizmasıdır. Komiser barış ve istikrarı etkileyebilecek çatışma potansiyeli olan ulusal azınlıklarla ilgili gerilimlere ilişkin olarak ilgili birimlerin dikkatini çekerek ya da eylemde bulunmasını sağlayarak bir tür erken uyarı görevi icra etmektedir. Komiser, diplomatik sorunlara yol açmamak için görevini gizlice ve sessiz diplomasi yolu ile yapar. Aslında bu bir denetim mekanizması olmaktan çok diplomatik bir sorun giderme mekanizmasıdır. 2.1.9. Avrupa Kimliğinin ve Kurucu Ögeleri “Avrupa kimliği” hem tarih, coğrafya ve kültür alanında bir ortaklığı, hem de anayasal, kurumsal ve hukuki bir birlikteliği ifade etmekte kullanılmaktadır (Bkz. Mayer ve Palmovski, 2004). Yunan mitolojisindeki bir prensesin adı olan “Avrupa”, zamanla Yunan 65 hinterlandını oluşturan coğrafya için kullanılan bir terim olmuştur. M.S. 2. yüzyılda Akdeniz ve Don nehirleri ile sınırlandırılan kavram, Ortaçağ döneminde “Hristiyan ülkesi” anlamını kazanmıştır (Yurdusev, 1997: 31-33). Şarlman dönemi ve bu dönemde gelişen Latin Hristiyanlığı, kavramın ifade ettiği coğrafi alanın sınırlarını batıya doğru kaydırmıştır. Şarlman’ın kendisi “Avrupa kralı”, Papa 8. Jean ise “Avrupa lideri” olarak anılmıştır. Hristiyanlıkla Avrupa arasında kurulan bu kavramsal birlik, bunların fiilen parçalandığı Reform döneminden sonra da varlığını korumuştur. “Avrupa’nın birliği”, günümüzde hala kimileri için Hristiyanlığın yeniden birleşmesi anlamını içermektedir (Wintle, 1996: 14). Şarlman dönemindeki Kutsal Roma imparatorluğu sınırlarının, Avrupa Topluluğu’nun kuruluş dönemindeki sınırlara büyük oranda tekabül etmesi de bu açıdan dikkat çekmektedir (Bkz. Stone, 2002: 182). Ona bu anlamı Avrupa’nın dışında kalan siyasetçi ve düşünürler de izafe etmektedir. Yunan sanat, felsefe ve politika geleneği, Rönesans döneminden itibaren Avrupa’yı etkilemiştir. Roma imparatorluğu hem eski Yunan mirasının taşıyıcısı olarak, hem de kendi bürokratik ve askeri örgütlenme yapısı -ve kısmen hukuk sistemi- modern dönem Avrupa’sına taşınan bir model olarak kaynak oluşturmuştur. (Wintle, 1996: 13) Avrupa ‘nın kurucu unsurları içinde “Aydınlanma”, önemli bir yer tutmaktadır. Aydınlanma dönemindeki zihinsel dönüşüm, bugünün modern toplumlarının oluşumunda bir kurucu unsur olduğu kadar, Avrupa’daki aydınlar arasında Avrupalılık bilincinin yerleştiği bir dönemi de ifade etmektedir. Örneğin, Voltaire, Avrupa’yı “aynı din, aynı hukuk ve aynı siyasi fikirlere sahip devletleri kapsayan dev bir cumhuriyet” olarak görmüş, Burke de “hiçbir Avrupalının Avrupa’nın herhangi bir yerinde kendini sürgünde hissedemeyeceğini” söylemiştir (Wintle, 1996: 14). Avrupa ’nın demografik yapısı, istihdam biçimleri ve refah devleti gibi sosyal yapısını belirleyen endüstrileşme de, Aydınlanma ile birlikte ortak tarihi deneyimlerin içinde yer almaktadır (Wintle, 1996: 14-15). Yine Avrupa’da başlayan ve buradaki tarihsel başarısı laikleşme ile sağlanan modern ulus-devletlerin kurulması süreci, Avrupa kimliğinde pay sahibidir. Yine de, laikleşmenin Hristiyanlığın Avrupa kültürüne etkisini ortadan kaldırdığı söylenememektedir (Yurdusev, 1997: 40-42). Yukarıda sayılanlar, paylaşılan etki ve değerlerin olduğu, içeride “hissedilen” ve dışarıdan “tanınan” bir “ortak mirasın varlığına işaret etmektedir. Ancak bunların basitçe 66 sıralanması, hiçbirinin Avrupa’nın tekelinde olmadığını ve Avrupa içinde de farklı uluslar, ülke ve bölgelerde değişen oranlarda ve farklı biçimlerde yaşandığı gerçeğini dikkate almamak olur (Wintle, 1996: 13). Ayrıca, ortak miras söylemleri, aşağıda değinilecek olan yan etkilere de yol açma potansiyeli taşımaktadır. Mesele Avrupa Birliği için bir kimlik ise, bunu kurmakta olan siyasi ve hukuki bir temel de mevcuttur. Mayer ve Palmovski, Avrupa kimliğinin, heterojenliği Birlik tarafından da kabul edilen ve negatif anlamlar içerme potansiyeline sahip bu kültürel miras yerine, anayasal, kurumsal ve hukuki temelleri bulunduğunu söylemenin daha uygun olacağını ifade etmektedir (Mayer ve Palmovski, 2004:583, 592). Elbette, bu temellerin kaynağı Avrupa’nın ortak tarihi deneyinde, üyelik statüsü kazanmış devletlerin kendi sistemlerinde ve tercihlerinde yatmaktadır. Fakat Avrupa kimliğinde, başta ifade edildiği gibi Avrupa Birliği’nin oluşturulmasında daha demokratik ve daha meşru bir zemine oturtulması arzu edilen bir şeyse, bunun “kültürel miras” kavramında bulunabilecek dezavantajlardan da etkilenmemesi gerekir. Mayer ve Palmovski ’nin ifade ettiği şekilde, anayasa tanımladığı toplumun ahlaki ve siyasi kimliğinin bir ifadesi olarak görülebilir. Böyle bir niyet, Avrupa Birliği “Anayasal Anlaşma”sının hazırlanışı esnasında kimi siyasetçiler tarafından da ifade edilmiştir. Avrupa Topluluklarının kurulması sırasında ulusal hükümetlerle yarışacak ifadelerden kaçınılmıştır -etkisi yasa seviyesinde olmasına rağmen Topluluğun hukuki düzenlemelerine “tüzük” veya “yönetmelik” gibi isimler verilmesinde olduğu gibi, fakat bugün ortaya çıkan metinde ve onun isminde (“Avrupa için bir Anayasa Kuran Antlaşma”) böyle bir kaygıdan uzaklaşıldığı görülmektedir. Anayasanın yeni olmasına ve henüz kabul edilmemesine rağmen, Adalet Divanı’nın en eski kararlarında yer alan Topluluk hukukunun doğrudan etkililiği ve üstünlüğü ilkeleri, ona benzer bir özelliği zaten kazandırmıştır. Eurobarometre anketlerine göre, Topluluğun ulus- üstü kurumlarına güven mevcuttur. Topluluk tarihinde Parlamento’nun doğrudan seçimi ve giderek artan sayıda konuda yasama rolünü kazanması, Avrupa Temel Haklar Şartının kabulü gibi gelişmeler Birliğin demokratik meşruiyetini sağlama yolunda adımlardır (Mayer ve Palmovski, 2004: 583-587). Ayrıca, gerek Maastricht Anlaşmasından itibaren kurucu anlaşmalarda yer alan hükümlerin, gerekse 1980’den beri gelişmekte olan ve birliğin tüm aday ülkelere uyguladığı 67 demokratikleştirme kriterlerine ilişkin tüm çabaları, ulus-devletteki ile kıyaslanacak tartışmalı bir hale gelmekle birlikte, Birlik hukukunda yer alan “Avrupa vatandaşlığı” kavramı, Birliğin evrensel değerlere dayanma iddiasında olduğunun işareti sayılacak bir siyasi kimlik kazanmış olduğunu da göstermektedir. Sorunu teşkil edecek kaynağın, kimliğin kültürel boyutu ile ilgili olmasıdır. Burada çatışma oluşturacak mevcut iki tartışma alanından biri, kimliğin “öteki” yoluyla tanımlanmasının yaratacağı çatışmalar, diğeri ise ulus-devlet ile Birliğin kimlik politikalarının ve aidiyet yaratma konusundaki göreli durumunun olduğunu söylemek mümkündür. Bu konuda Avrupa da ötekiler sorununa ve bu konunun nasıl ele alındığına göz atalım. 2.1.10. Avrupada Ötekiler Sorunu Nesnel ögelere dayanarak öznel hale gelen kimlik, büyük toplumsal gruplarda, Yurdusev ’in de belirttiği gibi, daha küçük grup kimlikleriyle yarıştığında dezavantajlı bir konumda olacaktır (Yurdusev,1997: 25-26). Ortak noktaların azalması ve o grubun seviyesine gelene kadar birey açısından öncel kimliklerin sayı olarak artması, büyük grup kimliğinin kuruluşunu zorlaştırmaktadır. Milliyetçilik konusundaki literatürde belirtildiği gibi, etnik, dilsel ve diğer gruplar/kimlikler açısından homojen olmayan ulus-devletlerde bu sorun, modern siyasi birimlerin gerektirdiği ortaklık ve dayanışma duygusundaki eksiklik, devletin müdahalesi -eğitim, kültürel politikalar, dilin ulusallaşması, bayrak gibi ortak sembollerin vurgulanması vb.- ile giderilmiştir. Bu durum ulusun “hayali cemaat” olduğu ve inşa edildiği yolundaki yorumlara yol açmaktadır (Boxhoorn, 1996: 137; Wintle, 1996: 17; Bakir, 1996: 181). Demokratik olmayan müdahalelerin dışında diğer en temel sorun ise ortak noktaların azlığının negatif tanıma (öteki yolu ile tanıma) yol açması tehlikesinin varlığıdır. Yurdusev ’e göre, kimliğin fark ile yani salt “öteki” yolu ile tanımlanması, onun içsel faktörlerinin zayıf kaldığını gösterir. Eğer bizi oluşturan şeyler net değilse ve yeterince paylaşılmıyorsa, öteki üzerinden tanımlama vurgulanacaktır. Bu durumda ötekinin olumsuz tanımlaması, dışlanması doğacaktır (Yurdusev,1997: 22). Her kimliğin ifadesi, tanımı gereği farklar üzerine kurulmaktadır. Mahçupyan ’ın ifadesiyle, “‘Kimlik yaratma’, benzemediğine veya benzememesi gerektiğine inandığımız diğer toplumlarla aramızda kültürel bir 68 ‘boşluğun’ yaratılmasından başka bir şey değil.” (Mahçupyan, 1998: 46). Avrupa da kendi kimliğini inşa sürecinde kendi kimliğini ortaya koyarken, öncelikle olmak istemediği veya ötekilediği kabul etmediği kimliklere referanslar vererek tanımlamıştır, Bu kimliklere değinmeden önce, Avrupa’nın sözü edilen kültürel mirası ortaya konulurken, yanı sıra bu mirasa sahip olmayan toplumların da dışlanması için nasıl kullanıldığına yer vermek gerekir. Yunan ve Roma’dan devralınan miras ile Aydınlanma ve endüstri devriminin sağladığı “modernlik”, geçmiş yüzyıllardan beri “uygar-barbar” ve “modern-modernlik dışı/az gelişmiş” ikiliklerinin ortaya konması ve ikincilerin dâhil olduğu toplumlar aleyhine politikalar geliştirilmesine yol açmıştır. Diğer bir deyişle, Batı’nın ya da Avrupa’nın eski ve yeni sömürgeciliği, kendini modernliğin üstün, evrensel ve tamamen kendisine ait olduğu (Avrupa = Tek “Uygarlık”) savıyla meşrulaştırmıştır (Tutal, 2003: 168169). Bu mirasın devamlılığı miti ve Aydınlanma felsefesinin tarihin sürekli ilerleme içinde olduğu görüşü ise, yukarıdaki savı güçlendirmektedir. Daha eski olan ama halen varlığını sürdüren diğer bir ikilik ise, “Hristiyan-Müslüman/kâfir” ayrımıdır. Misyonerliğin eski ve yenidünyanın sömürgeleştirilmesinde oynadığı rol, bunun önceki ikilik ile bağlantılı olarak görülebileceğini gösterir (Sezer, 1998: 41) (Yurdusev, 1997: 44-45; Sezer, 1998: 39-41; Stone, 2002: 182; Tutal, 2003: 167-171). Bu bağlamda yer alan ve kimi yazarlarca “ortak düşman” olarak nitelenebilen (Öniş, 1999; Wintle, 1996:20) “ötekiler”, Avrupa’nın içinde de dışında da bulunmaktadır. Dış ötekiler içinde Doğu ve İslamiyet, özellikle de Türkler, muhtemelen yakın ve uzun süren savaşlar sebebiyle önemli yer tutmaktadır. Avrupalı ülkelerin sömürge yerleşimleri olan yenidünya ve Afrika söz konusu olduğunda paganlık da bunlara eklenebilir. Avrupalı, uzun süredir kafirlere (Müslümanlar, Türkler) ve barbarlara (Türkler, Ruslar, Asyalılar, yerliler) karşı tanımlanmıştır (Yurdusev, 2001: 167). Bu Avrupa’nın yanında “Batı” kavramının kurulmasında da etkin olan tarihi ötekiler dışında, hatta belki onlardan daha önemli olan “dış öteki”, ABD ’dir. Bahsedildiği üzere, Avrupa Topluluğu’nda kimlik konusunun yer aldığı ilk metin, AGSP (Avrupa Güvenlik Ve 69 Savunma Politikası ) ile ilgilidir. NATO’nun etkin biçimde varlığını sürdürdüğü bir ortamda bu durum, ABD’nin dışarıda tutulması anlamına gelir. Bir görüşe göre, kimliğin oluşturulmasında büyük farklardan çok, küçük farklar rol oynamaktadır (Mayer ve Palmovski, 2004: 577). Avrupa için yapılan “kültürel miras” tanımını büyük oranda paylaşan A.B.D. belki bu sebeple, belki de dünya sahnesinde Avrupa’nın artması istenen gücünün yarattığı rekabet sebebiyle, Avrupa Birliği’nin birincil “ötekisi” haline gelmiştir. Öniş bu ötekiliği Avrupa’nın Amerika’dan farklı olarak sınıflar ve ülkeler/bölgeler arasındaki ilişkilerin uyumlu hale getirildiği ve sosyal devletin vazgeçilmez olduğu bir kapitalizme sahip oluşuna bağlamaktadır. ABD kadar güçlü biçimde küresel bir aktör olma çabası yerine dış ilişkilerinde insan hakları ve demokrasiyi daha fazla gözettiğini ifade etmektedir (Öniş, 1999: 110- 111). İç ötekiler ise, Avrupa tarihinde Yahudiler ve Çingeneler olmuştur. Temelde Hıristiyanlığın Musevilikle yarışan bir din olması sebebiyle Avrupa düşüncesinde antisemitizmin halen bulunduğu ifade edilmektedir. Günümüzün başat iç-ötekilerinden biri de Nazizm’dir (Yurdusev, 2001: 167-175). Müslüman azınlıkları ve göçmenleri de buna eklemek, özellikle yabancı düşmanlığının arttığı son 10-15 yıl için ve 11 Eylül sonrası artan terör gerçeği ve kaygıları nedeniyle mümkündür (Çilingir, s48). 2.1.11. Avrupa Kimliği ve Ulus-Devlet Modeli Ulus-devlet, modern çağın getirdiği başat, hatta evrensel denebilen ekonomik ve siyasi birimidir. Öyle ki, ulus-devletten kopmak isteyen gruplar bile, kendi ulusçuluklarını geliştirmekte, kendi ulus-devletlerini talep etmektedirler. Yine de, ulus-devletin egemenliğinin giderek daha çoğunu kendisinden daha üst ve alt seviyelerdeki toplumsal ve kurumsal birimlerle paylaşmak durumunda kaldığı, bunun yol açtığı gerilimlerin Avrupa Birliği’nin siyasal ve kurumsal tarihinde oldukça belirgin biçimde bulunduğu söylenebilir(Çilingir, s49). Ulus-devlet ile ilintili olarak ulusal kimlik, Avrupa Birliği bağlamındaki Avrupa kimliğinin hem yarıştığı, hem de benzeştiği bir olgudur. Avrupa kimliğinin var olup olmadığı, kurulmasının mümkün olup olmadığı, kuruluyor ise ne aşamada olduğu hep ulus-devlet örneğinden ve literatüründen hareketle tartışılmaktadır (Wintle, 1996: 16). 70 Avrupa kimliğinin gerek kültürel, gerekse de siyasi boyutları konusunda ulus-devlet analojisi yapılmaktadır. Örneğin Green, çalışmasında ulus-devletin inşasında dört aşamanın bulunduğunu belirtmektedir: (1) Güçlü bölgelerin diğerlerini kapsayacak bir devlet kurması, (2) devletin mutlak yönetiminin ele geçirilmesi (dikey güç), (3) siyasi gücün daha geniş toplumsal tabakalar tarafından elde edilmesi (yatay güç) ve (4) ulus-kurma (birleşmiş olan siyasanın yönetiminde meşruluğu sağlamak için var olan ulus kimliğinin rafine ve tüm topluma empoze edilmesi). Yine ulus-devletten hareketle Green, siyasanın bilincini, diğer bir deyişle, kimliğin anlamlı olarak algılanmasını, bireyleri dahil edebilme, fiziki-duygusal güven sağlama ve ortak duygular yaratan simgeler oluşturabilme becerilerini ortak kimlik için gereken ögeler olarak sıralamaktadır. Ardından bahsi geçen aşamalarda Avrupa Birliği’nin hangi noktada durduğunu, kimlik ögelerinin hangilerinde başarılı olduğunu sorgulayarak Avrupa kimliğinin ulus-devlet ile yarışta ne durumda olduğunu belirten bir sonuca varmaktadır (Green, 1999: 307-320: Çilingir, s49). Gerçekten de, Avrupa Birliği örneğinde bu tür bir siyasi süreci görmek mümkündür. Bahsedildiği üzere, Avrupa Birliği gerek hukuki ve siyasal anlamda (kurumların demokratikleştirilmesi çabaları, anayasa ve vatandaşlık benzeri girişimler yoluyla), gerekse kültürel anlamda kimlik kurma çabası içinde olmuştur. Birlik, ulus-devletin ulus kurmada benimsediği yöntemleri kullanmaktadır(Çilingir, s.50). Örneğin eğitim (Avrupa çapında öğrenci değişimleri ve Avrupa konulu çalışmaların desteklenmesi), ortak bir dil (bir çevirmen ordusu ve yabancı dil eğitimi yoluyla), ordu (henüz varlığından söz etmek pek mümkün görünmemektedir), medya (Komisyonun Avrupa kimliğini güçlendirecek görselişitsel politikası bağlamında “Sınırlar Olmadan Televizyon” (1984), Maastricht Anlaşmasında belirlenen kültürel politika gibi girişimlerle [Bakir, 1996: 177-178]) ve sembolleştirme (bayrak, marş, para, pasaport gibi) alanında politikalar yürütmektedir (Schmidt, 2004: 981). Bu politikalar, ulus-devlet kimliği ile Avrupa kimliğinin karşılaştırılmasına yol açmaktadır. Bu durumda kaybeden, Avrupa kimliğidir, çünkü uyguladığı kültürel politikalar, zaten ulus-devlet tarafından uygulanmaktadır. Avrupa Birliği hali hazırda oluşmuş uluslarda, zaten büyük gruplarda zor elde edilen (Bkz. Yurdusev, 1997) bir kültürel kimliği kurabilmek için de onunla yarışmak zorundadır. Milliyetçilik konusunda uzmanlaşmış olan 71 Anthony D. Smith’e göre ise, ulus kimliğinin iki genel tanımı içinde sadece bir tanesi böyle bir yarışa ve Avrupa kimliğinin potansiyel kaybına yol açmaktadır. Eğer ulus kimliği romantik bir anlayışla, yani kendiliğinden var olan “organik bir kültürel birim” olarak görülürse, Avrupa bununla yarışamayacaktır. Oysa anlaşılan “belirgin sınırlar içinde ortak hukuk ve kültürün rasyonel birlikteliği” olursa hem bu yarış minimum düzeyde kalır, hem de pozitif anlamda bir Avrupa kimliğinden bahsetmek mümkün hale gelir (Smith, 1992: 56). Yapılan çalışmalar, üye devlet vatandaşlarının Avrupa bütünleşmesi ve kimliğinin oldukça değişken oranlarda benimsediğini, Avrupalılık konusundaki farkındalığın bile “elit düzeyinde” kaldığını göstermektedir (Schmidt, 2004: 981; Bakir, 1996: 180-181; Mayer ve Palmovski, 2004: 581; Green, 1999: 315-316). Devlete sahip olmayan ulusların/azınlıkların, AB entegrasyonuna daha olumlu tutumlar besleyeceği öngörülmüşse de, İskoçlar ve Katalanlar gibi gruplar üzerinde yapılan çalışmalar bunun söz konusu grubun beklenti ve algılarına göre değişeceğini göstermektedir (Nagel, 2004). Avrupa Birliğinin kimlik oluşturmak için ulus-devlet modelini uygulaması, başarısızlıkla sonuçlanması muhtemel bir girişim olduğuna ilişkin fikirleri üç başlıkta toparlamak mümkündür: 1. Ulus-kurma pratikleri, Sovyetler Birliği örneğinde görüldüğü gibi, objektif kimlik dayanaklarının bulunmadığı veya zayıf olduğu durumda işe yaramamaktadır (Wintle, 1996: 17). Birlik “vatandaşları”, Avrupa kimliğini daha uzun süredir var olan kendi ulusal kimlik merceğinden göreceği için bir Avrupa ulusunun kabulü olası görünmemektedir (Schmidt, 2004: 981). 2. Kültürel kimliği kurma çabası, ulus devlet ile yarışta başarılı olamayacaktır, çünkü bahsedilen “ortak değerler” veya “kültürel miras” Birliğe veya Avrupa’ya özgü değildir, aynı zamanda onu oluşturan üye devletler veya ulusları oluşturan ögelerdir. Örneğin “farklılık içinde bütünleşmiş” olmak, Avrupa Birliği’nin mottosu olmuşsa da, aynı şey Hollanda devletinin özelinde de iddia edilebilir. Demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti gibi ilkeleri de, ulus-devletler hali hazırda kendi tarihleriyle özdeşleştirmektedirler (Mayer ve Palmovski, 2004: 578). 3. Üçüncü sebep aynı zamanda dış çevre ile ilgili bir sorun olasılığına işaret etmektedir. Bahsedilen kültürel kimlik ögelerinin çoğu aynı zamanda artık dünyanın geri kalanıyla da paylaşılmaktadır. Ortak kültür veya mirasın ögeleri olan hukuk devleti, insan hakları ve demokrasi gibi kavramlar hem üye ülkelerde değişen anlamlara gelmektedir, hem de bunların “Avrupa’nın farkı” olduğu söyleminin “ötekileri uzaklaştırmaya yol açma tehlikesi bulunmaktadır. 72 Mesele Birliğin demokratik meşruiyetini sağlamak ve üye devlet vatandaşlarında Birliğe bir aidiyet hissi yaratmak ise, bunlar zaten bütünleşme sürecinin istenen biçimde ilerlemesi ile kendiliğinden oluşacaktır. Eğer sorun, 1970’lerde Avrupa kimliği konusunun gündeme geldiğinde olduğu gibi, dışarıdan tanınmak, dünyada meşru bir güç olmak ise, bu da ortak dış siyasetin başarılmasından önce zaten mümkün olmayacaktır (Çilingir, s.50). 2.2. AVRUPA BİRLİĞİ VE AZINLIKLAR Avrupa Birliğinde Azınlık Haklarının Gelişimi Azınlıklar meselesi dil, din, etnik, kimlik ve kültürel farklılık temelinde Milletler Cemiyetinin gündemine I. Dünya Savaşından sonra, Birleşmiş Milletlerin gündemine ise II. Dünya Savaşından sonra girmiştir. Fakat “azınlık hakları” düzeneklerinin oluşturulması, iyileştirilmesi, devletlerin bu konudaki uygulamaları ve ihlallerinin takip edilmesi AK ve AGİT gibi hem bölgesel hem de uluslararası teşkilatlarda olmuştur. Buradaki çerçeve ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı temelinde, azınlık haklarının geliştirilmesi ve azınlığa bağlı kişilerin temel hak ve hürriyetlerinin herhangi bir ayrımcılığa uğramadan korunması temeline dayanmaktadır ve bu Şekilde diğer bölgesel yapılarda olduğu gibi AB içinde de önce insan hakları ardından da azınlık hakları temelinde çeşitli söylemler geliştirilmiştir (Aktoprak,2008,s.81-82). AB devletleri hem ekonomik hem de özellikle son yıllarda çok fazla bir Şekilde hissedilen siyasal ve toplumsal yapılarını da bir hayli etkilemektedir. Serbest piyasa ekonomisi ve serbest ticaret ilkeleri gibi demokrasi ve insan haklarına saygı anlayışı da Birliğin temelini oluşturan ilkeler arasındadır. AB Avrupa kıtası içindeki diğer kurumlarla kıyaslandığında bu kurumlar içinde en ileri düzeyde ve en kapsamlı entegrasyon hareketi olmakla beraber, insan hakları ve azınlık haklarına ayrı bir önem atfetmektedir. (Görüm,s.229-388-389). Bu sebeple insan haklarına (ve tabii ki azınlık haklarına) saygı gösterilmesi AB’nin içinde yer almak isteyen devletler için bir ön gereklilik, AB ile ticaret ve diğer antlaşmalar yapan ülkeler içinse bir ön koşuldur. (Saraçlı, 2007:47). AB perspektifinden azınlık haklarını incelediğimizde ortaya çıkan ilk durum AB’nin kendi içinde azınlık haklarının en kayda değer özelliği olan azınlıkların korunması prensibini resmi bir politika aracı olarak pratiğe dönüştürmemiş olması ve bu bağlamda AB’nin AK ve 73 AGİT’in aksine azınlıkların korunmasına yönelik tutarlı bir politikaya ve yasal bir çerçeveye sahip olmamasıdır. Bu sebeple AB ile azınlıklar arasındaki ilişki temelde üç önemli kanal üzerinden dolaylı olarak kurulmaktadır. Bunlardan ilkini AB’nin AK ve AGİT tarafından belirtilen azınlık hakları standartlarına yaklaşımı, ikincisini AB’nin insan hakları politikası, üçüncüsünü de AB’nin bölgesel olarak izlediği politika oluşturmaktadır (Aktoprak,2008,s.81-82). AB’de azınlıklar konusu aslında insan hakları çerçevesinde ele alınmaktadır. Yine bu çerçevede AB’nin 1990’lara kadar insan haklarıyla direkt ilgilendiği fakat azınlıklar konusuna ilgisiz kaldığı bile söylenebilir. (Kurubaş,s.124-126). Birliğe üye ülkeler azınlık konusu ile pek fazla ilgilenmemişlerdir. Bunun nedeni 1945 yılından sonra dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi Avrupa’da da azınlık sorunlarının sadece geniş bir siyasi gündem içinde ele alınması ve Ortak Pazar’a doğru yol alan Avrupa bütünleşmesinin problemleri bir müdahaleye gerek kalmadan çözeceğine yönelik inancın Avrupa devletlerinde egemen olmasıydı. (Schöpflin,1996,s.166). Bir başka neden ise 19451989 arası dönemde devletlerin sınırları içinde bulunan ulusal azınlıklara verilecek haklarının kendi egemenliklerini zayıflatacağından ve aynı zamanda kendi iç birliği ve istikrarına yönelik problemler ortaya çıkarabileceğinden korkmalarıydı. Bu tür devletçi yaklaşımlar, MC yıllarında, Soğuk Savaş döneminde veya 1990-1995 yılları arasındaki ulusal azınlıkların uluslararası korunması rejiminin oluşturulması girişimlerinin hepsini engellemiştir. Bu korkular 1945-1989 yıllarını ulusal azınlık problemleri açısından bir ihmalkârlık dönemi yapmıştır. Bir takım tarihsel nedenlerle (büyük ölçüde ulusal azınlık liderlerinin II. Dünya Savaşı döneminde Nazi politikası lehine hizmet edip hainlik etmiş olmaları ve MC azınlık sisteminin başarısız olması nedeniyle) 1945 yılından sonra devletlerin çoğunluğu (özellikle Avrupalı devletler), ulusal azınlıkların uluslararası korunmasıyla ilgili problemlerden veya azınlık üyelerinin meşru taleplerini görmezden gelmeye dikkat etmişlerdir (Taşdemir,Saraçlı,2007,s.28). BM, AK, AGİT ve AB’nin Kinci Dünya Savaşından sonra yaptığı çeşitli belge, bildiri, sözleşme, anlaşma gibi düzenlemeler, azınlıklarla ilgili olarak genel haklar ve azınlık haklarının korunmasına yönelik çeşitli mekanizmalara atıf yapmıştır. Mesela, Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Konferansı Sonuç Belgesi’nde halkların, hak eşitliği ve selfdeterminasyon ilkesi uyarınca, dışarıdan bir müdahale olmaksızın, istedikleri zaman ve 74 istedikleri Şekilde, iç ve dış siyasal durumlarını, özgür olarak saptama ve siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini diledikleri gibi devam ettirme hakkına sahip oldukları belirtilmiştir. Fakat hangi grupların azınlık olduğu ve bunların haklarının ne derecede sınırlandırılacağı ülkeler tarafından tedirginlikle karşılanmaktadır. (Görüm,s. 116). Devletlerin hepsinde olduğu gibi 1945–1989 arası dönemde Avrupalı devletlerde de azınlıklar konusunda hâkim olan yaklaşım, onların insan hakları kavramı içerisinde ve özellikle de “eşitlik” ve “ayrım gözetmeme” ilkeleri çerçevesinde korunmalarıydı. Avrupalı devletler eğer insan hakları tüm kişilere eşit bir Şekilde ve ayrımcılık yapmadan uygulanırsa zaten azınlıkların korunması gibi bir problem olmayacağı ve onlara ayrıca haklar tanınmasına da ihtiyaç duyulmayacağı görüşünü savunmaktaydılar. Lakin 1990 lara doğru yaşanan olaylar bu yaklaşımın sorgulanmasına ve zamanla da terk edilmesine yol açmıştır (Saraçlı,s.49). Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri komünist rejimlerin dağılmasıyla beraber Batı Avrupa’yla bütünleşme arayışına girmiştir. Bu ülkelerdeki azınlık gruplarını oluşturan toplulukların bu dağılmayla birlikte bir bilinçlenme dönemine girdikleri izlenmiş ve bunun doğal sonucu olarak kökleri geçmişe uzanan etnik, dinsel ve kültürel problemler yeniden ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu problemler, en belirgin örneğinin eski Yugoslavya’da görüldüğü üzere kanlı çarpışmalara kadar giden gerginliklere zemin hazırlamıştır (Bilener,s.165). Doğu Blokunun yıkılmasında sonra ortaya çıkan bu tür gelişmeler, Avrupa kıtasındaki azınlık problemlerini çok net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu nedenle, Soğuk Savaş sonrası dönemde bu konu üzerinde hassasiyetle durma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. (Bilener, s.165) Bu açıdan özellikle 1989’dan itibaren azınlık haklarına dikkat edilmesine dönük isteklilikte bir artış yaşanmakta olduğu söylenebilir (Saraçlı,s. 49). Avrupa’daki devletler tarafından azınlıklara yönelik gösterilen bu tutum değişikliği özellikle Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın 1990’lı yılların başlarında dağılmaları ve buna ek olarak hemen hemen Orta Avrupa’nın tümünde (Sırbistan, Slovakya, Romanya, Bulgaristan, Ukrayna ve birçok Orta Avrupa ülkesinde) azınlık ve diğer küçük ulusların yeniden bilinçlenmelerinin büyük etkisi olmuştur. (Preece,1997,s.349). 75 Azınlıkların korunmasına yönelik 1990–1995 yılları arasında Avrupa’da bir takım standartlar oluşturulmaya çalışıldığı ve bu bağlamda iki farklı tezin ortaya çıktığı görülmektedir. Hollanda, Almanya, Avusturya, İtalya ve Macaristan gibi sınırlarının ötesindeki azınlıklarla ırksal ve kültürel ilişkileri bulunan akraba devletler tarafından ortaya konulan ilk görüşe göre; ulusal azınlık isteklerine en uygun ve aynı zamanda mecburi yanıt bu azınlıkların kültürel, eğitimsel ve dinsel ilişkilerinde özerk ve sayıca çoğunlukta oldukları bölgelerde kendilerini yönetebilme imkânı sağlayan kolektif azınlık haklarını uluslararası arenada tanımaktır. Bu görüşün tam aksini savunan ve Bulgaristan, Romanya, Fransa ve Yunanistan gibi birçok devlet tarafından da desteklenen yaklaşıma göre ise, ana problem ulusal azınlıkların korunmasından çok, kayda değer sayıda azınlık topluluklarını barındıran devletlerin ülkesel bütünlüğünün ve siyasi istikrarının sürdürülmesidir. Yine bu teze göre ulusal azınlık hakları egemen devlet haklarının yanındaki ikincil konumlarını devam ettirmeli ve sorunun devletlerin iç siyasetlerinin dışına çıkarılmaması sağlanmalıdır (Saraçlı,s.50-51). Bu iki farklı tezin etkileri dönemin uluslararası sözleşme ve bildirgelerinde de görülebilmektedir. Kinci görüşün etkisi Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi (1995) ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa kartına (1992) bakıldığında net bir Şekilde görülmektedir. Çerçeve Sözleşmenin birçok maddesinde “ulusal azınlığa mensup kişiler” üzerine vurgu yapıldığını görmekteyiz. Sözleşmenin 21. Maddesine göre; “Sözleşmenin hiç bir hükmünün uluslararası hukukun temel ilkelerine ve özellikle de devletlerin egemen eşitliği, ülkesel bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığına aykırı herhangi bir faaliyette bulunma ya da herhangi bir eylem yapma hakkını tanıyacak şekilde yorumlanamayacağının” belirtildiği göz önünde bulundurulması gerekir. Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesinin azınlıklara hakları ile ilgili konularda özellikle hakların tanınması konusunda ülke bütünlüğü ilkesini savunan Fransa ve Yunanistan gibi ikinci gruptaki ülkelerin görüşlerine daha yakın olduğu söylenebilir. Avrupa Konseyi tarafından kabul edilmiş olan Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa kartına bakıldığında ise belgenin giriş bölümünde ve 5. maddesinde devletlerin egemenlik ve toprak bütünlüğü ilkelerine atıfta bulunulduğu görülmektedir (Saraçlı,s.51-52). Yine aynı yıllarda AGİT tarafından onaylanan Kopenhag ve Cenevre Belgelerine bakıldığında İtalya ve Almanya gibi devletlerce öne sürülen birinci görüşü anımsatan 76 ifadelere yer verildiği görülmektedir. Örneğin AGĠT Kopenhag Belgesi’nin (1990) IV. Bölümünde “azınlıkların… özel tarihi ve yerel koşullarıyla uyumlu yerel veya özerk yönetimler oluşturmak” ibaresine yer verilirken yine AGİT tarafından 1991 de kabul edilen Cenevre Belgesi’nde de “ulusal azınlıklarla ilgili sorunların yanı sıra uluslararası yükümlülüklerle ve azınlıklara mensup bireylerin haklarıyla ilgili sözleşmelere uygunluk uluslararası alanın meşru konularıdır ve özellikle ilgili devletin iç işleriyle ilgili değildirler” ifadesi yer almıştır (Saraçlı,52-53). AB’nin azınlıklara olan ilgisinde 1990’lı yıllardan sonra bir artış olmuştur. Bu ilgi Birliğe üye olmak isteyen Orta ve Doğu Avrupa’daki eski Doğu Bloku ülkelerinin talepleriyle paralel Şekilde günümüze kadar devam etmiştir. Hatta bazen AB’nin azınlık hakları öncelikli olmak üzere insan hakları konusundaki aday ülkelere yönelik tutucu yaklaşımı Birliğin kurucu antlaşmalarında bu konuları açıklayıcı net hüküm olmaması ve bazı üye ülkelerin Birliğin azınlıklara dönük temel politikalarıyla çelişen tutumları sebebiyle “samimiyetsizlik” olarak nitelendirilmiş ve eleştirilere uğramıştır. (Kasım,2006;106). Bunun yanında azınlık haklarının daha çok AB’ye üye olmaya çalışan devletlerin gündemine konmasına karşın, bugüne kadar Birliğin kendi bünyesinde aynı derecede önemli bir konu olmadığı yorumları da yapılmıştır (Saraçlı, 53). 2.2.1. Avrupa Konseyi ve Azınlık Konusundaki Çalışmaları Türkiye’nin de üyesi olduğu uluslararası siyasi bir teşkilat olan Avrupa Konseyi kurulduğu 1949 yılından günden bugüne kadar azınlık haklarını genel insan hakları çerçevesi içinde çok önemli bir bölüm olarak değerlendirmiştir. Öncelikli amacı Avrupa kıtasında insan haklarını, hukukun üstünlüğünü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak, geliştirmek ve güçlendirmek olan AK buna ek olarak azınlıklar, ırkçılık, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı, sosyal dışlanma ve çevre problemlerini gidermek için bu problemlere çözüm aramakta ve bu bağlamda Avrupa kültürel benliğinin ortaya çıkmasına ve gelişmesine de katkı sağlamaktadır (Saraçlı,s.53). Azınlıkların himaye edilmesi, azınlık hakları için norm oluşturulması ve bu hakların garanti altına alınmasını sağlamak amacıyla AK içerisinde pek çok çalışma yapılmış ve 77 uluslararası alanda azımsanamayacak derecede önemi olan belgeler hazırlanmıştır. AK tarafından 1950 yılında onaylanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bu belgelerden ilkidir. Sözleşmenin içerisinde direkt azınlık haklarıyla ilgili bir hüküm bulunmamasına rağmen, sözleşme ve protokoller de garanti altına alınan bazı hak ve özgürlükler, azınlık topluluklarının ve azınlık topluluklarına ait kişilerin haklarının korunması bakımından önem içermektedir. Sözleşmenin Ayrımcılık Yasağı başlıklı 14. maddesinin içeriğinde sözleşmede belirtilen hak ve özgürlüklerden faydalanmada ırk, renk, cinsiyet, dil, din gibi nedenlerin yanı sıra “bir ulusal azınlıktan olma” temelinde de ayrımcılık yapılamayacağı vurgulanmaktadır (Saraçlı,s.56). Konsey Sözleşme ’de azınlıklarla ilgili ayrıntılı bir düzenleme yapmamasına rağmen, komünist sistemin yıkılmasından sonra, milliyetçilik akımlarında görülen artışla beraber, 90’lı yıllarda azınlık problemi ile ilgili çalışmalar yapmış ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı hazırlamıştır. Bu şartın içeriği azınlık dillerinin kamu idaresi, mahkemeler ve medya da daha yaygın bir şekilde kullanılmasının sağlanması ve bunun teşviki için de çeşitli hükümler içermektedir. Özü itibarıyla bir azınlık hakları belgesi olmamasına rağmen bu şart azınlık dilleri konuşanlar için önemli bir belge hükmündedir. Bu şartın koruma altına aldığı diller belli bir ülkede bir vatandaş grubu tarafından konuşuluyor olan ve o ülkenin resmi dili olmayan dillerdir. (Gökdemir,2001,s.61). Azınlıkların korunması ile ilgili olarak 9 Ekim 1993 tarihinde Viyana’da gerçekleştirilen zirve ‘de de, AİHS’ye ek bir protokol hazırlanması kabul görmeyince, ayrı bir sözleşme hazırlanması için çalışmalar başlamıştır. Bu amaçla kurulmuş olan “Milli Azınlıklar ad hoc Komitesi” tarafından hazırlanan “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi (UAKÇS)” 10 Kasım 1994 tarihinde Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilmiş ve 1 şubat 1995 tarihinde üye devletlerin onayına sunulmuştur (Dalyancı,s.32). Sözleşme yalnızca devletlerce gerçekleştirilmesi gereken ilkeleri açıkladığı ve uygulamanın nasıl olacağı Şeklinde herhangi bir açıklama içermediği için “Çerçeve Sözleşme” olarak adlandırılmıştır. Çerçeve Sözleşme hem hukuki bağlayıcılığı hem de ulusal azınlıkların korunması konusunda hazırlanmış olan ilk uluslararası belgedir. Sözleşme ’de 78 yer alan taahhüt ve yükümlülükler, uluslararası asgari standartları oluşturmaktadır (Dalyancı,s.32-33). AK Soğuk Savaş sonrası azınlıklarla ilgili yaptığı çalışmaları yoğunlaştırmıştır. Konseyin bu konuda gerçekleştirdiği en büyük başarı Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesini hazırlamış olmasıdır. Sözleşmenin diğer bir önemli kısmı da taraf olan devletler bakımından bağlayıcı olmasıdır (Dalyancı, s. 34). Çerçeve Sözleşme azınlık hakları ile ilgili olarak bugüne kadar kabul edilmiş en birincil ve kapsamlı belge olarak kaynaklar olarak değerlendirilmektedir.(Görgülü,2007,s.15). 2.2.2. Avrupa Birliği Hukukunda Azınlık Hakları AB hukuku kaynakları itibarıyla, ikincil sınıflandırılmaktadır. Kurucu antlaşmalar, kurucu antlaşmalarda yapılan değişiklikleri içeren antlaşmalar topluluklara katılım antlaşmaları ve hukukun genel ilkeleri birincil kaynaklara girmektedir. İkincil kaynaklar ise AB organlarının, kurucu antlaşmalardan aldıkları yetkiye dayanarak çıkardıkları, tüzükler, yönergeler, kararlar, tavsiyeler ile görüşlerden oluşmaktadır. Ayrıca AB hukukunda özel bir yeri olan antlaşmalarda vardır. Bunlar, AB’nin, üçüncü ülkelerle ve diğer uluslararası kuruluşlarla imzalamış olduğu sözleşmeler ve üye devletlerin kendi aralarında imzalanmış olan antlaşmalardır (Dalyancı,s.6.0). AB’nin yetki alanı “sıralanmış yetkiler ilkesi ”ne dayanır. Bu ilkeye göre AB, yalnızca kurucu antlaşmalarla kendisine belirtilmiş olan alanlarda ve belirlenen amaçlarla faaliyet gösterme yetkisine sahiptir. Gerek AB gerekse Avrupa Topluluğu antlaşmalarında azınlık hakları veya azınlıkların korunmaları bir yetki alanı olarak belirlenmemiştir. Bunun yerine “yetki ikamesi ilkesi (subsidiarity)” gereğince üye ülkelere bırakılmıştır. Hâlbuki AB üyesi olmak isteyen aday ülkelerin koşulsuz yerine getirmeye mecbur oldukları Kopenhag kriterleri arasında yer alan “azınlıklara saygı ve azınlıkların korunması” ilkesi 1993 yılından beri AB’nin genişleme politikasının bir parçası olmuştur. AB iç hukuku ve dış politikaları arasındaki bu tutarsızlık birçok ülke tarafından çifte standart olarak nitelendirilmiştir. Ortaya çıkan bu durum AB Temel Haklar şartı ve AB Anayasası’nın hazırlanma aşamalarında sunulan farklı taslak metinler ile düzeltilmeye çalışıldıysa da sonuç itibariyle bir değişiklik 79 olmamıştır. Azınlık hakları Soğuk Savaş sonrası Avrupa insan hakları hukukunda son derece önemli bir yer kazanmış ve bu çerçevede AB’nin genişleme politikasının da bir parçası haline dönüşmüştür. Yine bu dönemde AB Temel Haklar şartı ve Anayasası kabul edilmiş fakat bu her iki belge de azınlık hakları ile ilgili ayrı bir hüküm içermemiştir (Görgülü,s.23-24). Azınlıkların korunması ile ilgili AB kendi organ ve kurumlarını herhangi bir yetkilendirmede bulunmamasına rağmen ATA’nın 5. maddesi Birliğin kendisine tanınan yetki ve hedeflerle sınırlı olarak çalışmalar yapabileceğini hüküm altına almıştır. Yetkili olmadıkları hususlarda kurumların herhangi bir düzenleme yapmaları imkânsız olduğundan, AB hukuku direkt olarak azınlıkların korunması konusunda tüzük, yönerge gibi hukuki bağlayıcılığı olan normatif düzenlemeleri içermemektedir (Dalyancı,s.61). 2.2.3. Avrupa Birliği Belgelerinde Azınlık Haklarına İlişkin Temel Antlaşmalar 2.2.3.1. Maastricht Antlaşması 7 şubat 1992 tarihinde üye ülkeler tarafından imzalandıktan sonra 1 Kasım 1993 te yürürlüğe giren Maastricht Antlaşmasının resmi adı “Avrupa Birliği Antlaşması (ABA) ’dır. Bu Antlaşma ile Avrupa Topluluğunu Kuran Antlaşma (ATA)’da çok geniş çapta ve önemli değişiklikler yapılmıştır. Üye ülkeler Antlaşmanın başlangıç bölümünde “hürriyet, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlükler ile hukukun üstünlüğü” prensiplerine bağlı kalacaklarını belirtmişlerdir. Bu Antlaşmanın Kültür başlığı altındaki 128. maddesi kültürel çeşitlilik vasıtasıyla direkt olarak olmasa da azınlıkları ima eden ve azınlık hakları bakımından en önemli sayılan maddesidir. Bu madde Şunları içermektedir; (Kurubaş,2004,s.127–75, Reçber,2005, s.145). 1. Topluluk, üye ülkelerinin kültürlerinin, ortak kültür mirasını da dikkate alarak, ulusal ve bölgesel çeşitliliklerine saygı çerçevesi içerisinde yaygınlaşmasına katkıda bulunur. 2. Topluluk çalışmaları aşağıdaki konularda üye ülkeler arasındaki işbirliğini teşvik etmeyi ve ihtiyaç duyulduğu takdirde bu ülkelerin çalışmalarını desteklemeyi ve eksiklerini gidermeyi amaçlar; Avrupa’da yaşayan toplulukların kültürlerinin ve tarihlerinin tanınmasının ve yaygınlaştırılmasının geliştirilmesi, Avrupa siyasetinde vazgeçilmez bir yeri olan kültür değerlerinin muhafaza edilmesi ve korunmasının sağlanması, Ticari niteliği bulunmayan kültürel alışveriş, Görsel-işitsel sektörü de içeren, hem sanatsal ve hem de edebi değeri olan eserlerin ortaya çıkarılması. 80 3. Topluluk ve üye ülkeler, üçüncü devletler, yetkili uluslararası örgütler ve özellikle de azınlıklar ile ilgili konuda kendine referans aldığı AK ile kültür alanındaki işbirliğini desteklerler. 4. Topluluk bu Antlaşmadaki diğer düzenlemelere binaen yürüteceği çalışmalarda, özellikle kültürlerinin çeşitliliğini gözetmek ve bunları iyileştirmek için kültürel etmenleri dikkate alır. 5. Bu maddede belirtilen hedeflerin gerçekleştirilmesine yardımda bulunmak için, Konsey: 189 B maddesinde benimsenen usul uyarınca ve Bölgeler Komitesi’ne danıştıktan sonra, üye ülkelerin her türlü yasa ve düzenlemelerinin uyumlaştırılması hariç olmak üzere, teşvik edici önlemleri belirler. Konsey, 189 B maddesinde benimsenen usul çerçevesinde oy birliği ile karar verir, Komisyonun önerisi üzerine, oy birliği ile tavsiyelerde bulunur. Bununla beraber Birliğin “ortak dış işleri ve güvenlik politikası” ile ilgili kısımların içerdiği ABA ’nın 11. (eski J.1) maddesinde; BM kartı, Helsinki Nihai Senedi ve Paris şartı normlarına uygun olarak, barışın devam ettirilmesi ve uluslararası güvenliğin arttırılması, demokrasi ve hukuk devleti ile insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının iyileştirilmesi ve güçlendirilmesi, bu politikanın hedefleri olarak belirtilmiştir. Yine benzer Şekilde 29. (eski K.1) madde “adalet ve iç işleri politikalarının yürütülmesinin amaçlarından biri olarak; ırkçılık ve yabancı düşmanlığını engellemek ve bununla mücadele ederek, bireylere özgürlük, güvenlik ve adalet alanı içinde en ileri düzeyde güvenlik sağlamak olduğu dile getirilmiştir. Bu Şekilde temel haklar Birliğin iki önemli politikasının uygulanmasında da yer almıştır (Dalyancı,s.62-63). Birliğin kurulması ile ilgili olarak ABA ‘nın 6. [eski F(2)] maddesinde ise AB’nin kurulurken özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlükler ile hukukun üstünlüğü prensiplerinin benimsendiği ve Birliğin AIHS tarafından güvence altına alınmış olan temel hak ve özgürlüklere öncelikli olarak değer vereceği belirtilmiştir. Bu ifade ile AB organlarına yapacakları çalışmalarda AĠHS hükümlerine uygun davranma zorunluluğu getirirken, bu organların çalışmalarını kontrol etme yetkisini de Avrupa Toplulukları Adalet Divanı(ATAD)’na vermektedir (Dalyancı,s.63). 81 2.2.3.2. Amsterdam antlaşması Amsterdam Antlaşması Birliğe üye ülkelerin Dış işleri bakanları tarafından 2 Ekim 1997 tarihinde imzalanmıştır. Üye ülkeler Antlaşmayı anayasal gereklerine uygun olarak onayladıktan sonra 1 Mayıs 1999 tarihinde yürürlüğe girmiştir. ABA ‘nın yerini almayan Antlaşma, hukuksal açıdan AB Antlaşmasının bazı hükümlerini değiştirmiştir. (Tangör,2009,s.108). Soğuk Savaş sonrasında hem merkezi hem de Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan değişiklikler sonucunda, Amsterdam Antlaşması AB’nin Avrupa güvenliğinin sağlanmasında azınlıkların rolü düşüncesinin değiştiğinin bir göstergesidir (Dalyancı,s.63). Antlaşmanın 6. maddesi “özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ile hukuk devleti” ilkelerini vurgularken, Kopenhag Siyasi Kriterleri’nde yer alan “azınlıklara saygı ve azınlıkların korunması” ilkesini kapsam dışı bırakmıştır. Sonuç olarak AB kendi iç hukukunda azınlık haklarına değinmezken, aday ülkelerin ise yerine getirilmekle mükellef oldukları bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. (Pospisil,2006,s.4). ABA ‘nın 6. maddesinde yer alan prensipleri ihlal eden üye devletlere yaptırım uygulanması Amsterdam Antlaşması ile ABA ’ya eklenen 7. madde ile bu ihlallere karşı AB kurumlarına gerekli tedbir alma yetkisi tanınmış ve 7. Madde de ifade edilen usul taahhütleri ATAD ’ın yetki alanına alınmıştır. Avrupa Parlamentosu tarafından üye ülkelerin herhangi birinde ciddi bir Şekilde azınlıklarla ilgili olarak bir hak iddiası olduğu yönünde bir görüş bildirilmesi, Konsey’in o ülkenin üyeliğinin alınmasını da içeren farklı yaptırımlara başvurmasına yol açabilecektir. 7. maddenin bu sebeple, üye ve/veya üyeliğe aday ülkelerdeki azınlıkların bireysel olarak korunması açısından hayati önem taşıdığı anlaşılmaktadır. (Ağar,2007:84). ATA ’nın 13. maddesinde de Amsterdam Antlaşmasıyla bazı değişiklikler yapılmıştır. Bu değişiklikte Konsey cinsiyet, ırk ve etnik köken, din veya inanç, engellilik, yaş veya cinsel konuma dayanan ayrımcılığa karşı mücadele etmek için yetkilendirilmiştir. Konsey bu yetkisini kullanmadan önce ATA ’nın belirlediği yetkilerin içinde kalacak, Komisyonun 82 teklifine binaen ve Avrupa Parlamentosuna danıştıktan sonra, oy birliğiyle karar alacaktır (Dalyancı,s.64). Bu Şekilde Amsterdam Antlaşmasıyla hem ABA ’da yer alan ilkeleri çiğneyen devletler için yaptırım uygulanması meşrulaştırılırken hem de Birliğe katılmak isteyen ülkelerin üyeliğe kabulünde hürriyet, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlükler ile hukukun üstünlüğü prensiplerine saygı gösterilmesi zorunluluğu hukuki bir Şart olarak kabul edilmiştir. Bu sebepten dolayı, bu Şartı uygulamada problem yaşayan bir ülkenin üyeliğe kabulü hukuken imkânsızlaştırılmıştır (Dalyancı,s.64). 2.2.3.3. Nice Antlaşması AB ‘ye üye devletlerin dış işleri bakanları tarafından 26 Şubat 2001’de imzalanan Nice Antlaşması (Arsava,2002, s.1). 1 Şubat 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu Antlaşma ile ABA ‘da değişiklikler yapılmıştır. “ 7. maddede yapılan değişiklikle; 6 (1) maddesinde yer alan prensiplerin uygulanmama ihtimalinin bulunduğu durumlarda, üye ülkelerin üçte biri ile Komisyon ya da Parlamento tarafından yapılacak gerekçeli teklif üzerine, Parlamentonun onaylaması ile Konseye harekete geçme yetkisi tanınmıştır (Dalyancı, s. 65). Antlaşmanın 1(1) maddesiyle yapılan değişikliğe göre; Konsey önce ihlalin işlendiği üye devletin görüşlerine başvuracak, tamamen bağımsız kişilerden oluşturacağı bir gruba, makul bir süre içerisinde, konu ile ilgili rapor hazırlattırarak ihlâl riskinin bulunup bulunmadığına karar verecektir. Bu kararın Konsey tarafından 4/5 oy çokluğu ile alınması gerekmektedir. Bu Şekilde henüz temel hak ve özgürlükler ihlâl edilmemişken, sadece ihlâl edilme riskinin ortaya çıkmasıyla Konseyin gerekli önlemleri alması sağlanmış olmaktadır(Dalyancı, s. 65). Ayrıca Nice Zirvesi'nde Avrupa Birliği'nde insan hakları ile ilgili en önemli aşama olarak bilinen Avrupa Birliği Temel Haklar şartı kabul edilmiştir. AB’ye özel bir insan hakları kataloğunun oluşturulması fikrini 1980’li yıllarda Avrupa Parlamentosu ortaya atmıştır. AB Antlaşmaları Amsterdam’da gözden geçirilmiş ve Birliğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi “ne taraf olma ihtimali Konsey ve Parlamento’dan destek almıştır. ATAD ’ın bu görüşü benimsememesiyle bu ihtimal gerçekleşmemiştir. Fakat daha sonra bu fikir özellikle Almanya’nın desteğiyle tekrar gündeme gelmiştir” (Türkmen,2003,s.152). 83 3–4 Haziran 1999 da Köln ‘de bir araya gelen AB Konseyi, aldığı karar ’da; “İnsan haklarına saygının Avrupa Birliği’nin kurucu ilkelerinden biri ve Birliğin meşruiyetinin vazgeçilmez şartı olduğunu, Birliğin insan haklarına saygı ile yükümlü bulunduğunu ve şu aşamada hakların kapsamını ve büyük önemini Birlik vatandaşlarının gözü önünde vurgulamak amacıyla bir temel haklar şartı düzenlemenin gerekli olduğunu” belirtmiştir. Bu şart Onur, Özgürlükler, Eşitlik, Dayanışma, Vatandaşlık Hakları, Adalet ve Genel Hükümler başlıkları altında yedi bölüm ve toplam 54 maddeden oluşmaktadır. Bu Şart oluşturulurken ana kaynak olarak AİHS, üye devletlerin ortak anayasal gelenekleri, Avrupa Sosyal şartı, AB Temel Sosyal İşçi Hakları şartı, Avrupa Konseyi’nin, Birleşmiş Milletlerin ve Uluslararası Çalışma Örgütü ‘nün çeşitli Sözleşmeleri, AİHM ve ATAD içtihatları, birincil ve türev Topluluk hukukundan yararlanılmıştır. Kaynaklarına bakıldığında şartın devrim yapıcı nitelikte yeni haklar ya da değişikliklerle dolu olduğu söylenemez (Türkmen,s.154). Hem nitelik hem de nicelik bakımından şartta ön sırayı “birinci nesil insan hakları” olarak medeni ve siyasal haklar işgal etmektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘ne direkt atıfta bulunan ilk madde, tüm hak ve özgürlüklerin temeli olarak, insan onuruna saygı gösterilmesini kurallaştırmaktır. (Türkmen,s.154). Direkt olarak azınlık haklarıyla ilgili herhangi bir düzenleme şartta bulunmamaktadır. Fakat “Eşitlik” adını taşıyan üçüncü bölümün 20. maddesinde herkesin kanun önünde eşit olduğu ifade edilmiş, 21(1). madde ile “cinsiyet, ırk, renk, etnik veya sosyal köken, kalıtımsal özellikler, dil, din veya inanç, siyasi veya diğer her türlü düşünce, bir ulusal azınlığın üyesi olma, servet, doğum, maluliyet, yaş veya cinsel eğilim gibi herhangi bir nedenle”, 21(2). madde ile de “milliyet nedeniyle” her türlü ayrımcılık yasaklanmıştır. 22. madde ise Birliğin kültürel, dilsel ve dini farklılığa saygı göstereceği hükmünü içermektedir. (Dalyancı,s.68). 2.2.4. Avrupa Birliği Kurumlarının Azınlıklar Konusundaki Çalışmaları AB kurumlarının azınlıkların korunması ile ilgili yaptığı faaliyetlerde bilhassa Abadan sonra bir artış görülmektedir. Genel olarak bu faaliyetler azınlıkların durumunu iyileştirmek için yapılan programlara maddi yardımda bulunmak ve hukuki anlamda bağlayıcı olmayan kararlar almak Şeklinde gerçekleşmektedir (Fişne,2002, s.125). Kendi sorumluluk alanları içerisinde kalmak şartıyla Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu ve AB Konseyi azınlıkların korunması ile ilgili faaliyetlerde bulunmaktadır. Bu faaliyetler aday ülkeler için 84 de önem arz etmektedir. Bu üç kurumun faaliyetleri Birliği yönlendirse de AB’nin diğer kurumlarının da zaman zaman bu konu ile ilgili faaliyet gösterdikleri görülmektedir. İnsan hakları ve temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerin oluşturulmasında büyük gayret göstermiş olan AB’nin yargı makamı ATAD verdiği kararlarla da bu konuda öncülük etmiştir. Lakin azınlık hakları ve azınlıkların korunması konusunda herhangi bir kararı bulunmamaktadır (Dalyancı,s.72). 2.2.4.1. Avrupa birliği komisyonu tarafından yapılan çalışmalar Avrupa bütünleşmesinin genel çıkarlarının temsilcisi olan ve Birlik hukukunun uygulanmasını gözeten Komisyon, aynı zamanda kurucu Antlaşmaların koruyucusu olarak da bilinir. AB’nin yürütme organı konumunda olan Komisyon, aynı zamanda herhangi bir karar alma ile ilgili yapılan çalışmalara başlama iznini de veren organdır. Bu yüzden AB bünyesinde azınlıklar konusu incelenirken, Komisyonun çalışmalarının da mutlaka dikkatle değerlendirilmesi gerekmektedir. Konuyla ilgili olarak Komisyonun hem kendisi faaliyette bulunmakta hem de hükümet dışı diğer özerk kuruluşlarla (Avrupa Az Kullanılan Diller Bürosu, Avrupa Dilleri Haber Ajansı ve bunun gibi kurumlar) beraber ortaklaşa yürüttüğü çeşitli programlar bulunmaktadır (Dalyancı,s.77). Özellikle mali açıdan büyük destek olduğu bu kuruluşların Avrupa Birliği’nin gereksinimlerine uygun biçimde faaliyet yürütmesini de sağlamaktadır (Kurubaş,2004,s. 139-141). Avrupa Komisyonu yaptığı bu çalışmaların yanında ayrıca bölgesel diller ve azınlık dilleri ile ilgili olarak, kendi organları içerisinde konuya ait raporlar da hazırlamaktadır (Saraçlı, s.76). 1984 yılında az kullanılan diller hakkında yayımladığı rapor Komisyonun ilk raporu olmuştur (Kurubas,2004,s.132). Yine 1990 yılında Yunanistan, İspanya ve Portekiz’deki dil azınlıklarıyla ilgili yayımlanan çalışma ile 1997 yılında yayımladığı Gündem 2000 raporu bu kapsamda akla ilk gelen Komisyon çalışmalarıdır. Komisyon bünyesinde bu belirtilenlerin dışında birçok çalışma yapılmakla birlikte bu çalışmalar ve bu çalışmaların içinde de özellikle Gündem 2000 raporu ayrı bir öneme sahiptir. 16 Temmuz 1997 tarihinde Avrupa Birliği Komisyonu tarafından açıklanan Gündem 2000 Raporuyla Birliğin azınlıkların korunmasından ne 85 anladığı açık bir şekilde anlaşılmış ve azınlıklar konusundaki politikalarında yol gösterici olmuştur. Raporda Birliğe girmek isteyen ülkelerin öncelikle kendi parlamentolarında azınlıkların temsil hakkına sahip olmalarını, azınlıkların kendi dillerinde eğitim görmelerini ve her türlü yayını kendi dillerinde yapabilmelerini ayrıca idare ve yargıda azınlıkların kendi dillerini kullanabilme özgürlüğüne sahip olmalarını sağlamalarının zorunlu olduğu belirtilmiştir. Belirtilen bu özelliğinin haricinde ayrıca raporun azınlıklarla ilgili olarak Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan Ulusal Azınlıklar Çerçeve Sözleşmesini referans almış olması Avrupa Birliği kurumları ile diğer uluslararası teşkilatlar arasında azınlıklar konusunda yaşanan fikri etkileşimi göstermesi bakımından da ayrıca önemlidir (Saraçlı, s.76-77). Azınlıkların korunması ile ilgili olarak Komisyon’un gösterdiği duyarlılık, 3–4 Haziran 1999 da Köln AK toplantısına sunduğu “Aday Ülkelerde Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve AntiSemitizm” başlıklı görüş raporuyla açık bir dille ifade edilmiştir (Kurubaş, s.144). 11 Ekim 1999 tarihinde Birlik tarafından ilk kez hazırlanan AB İnsan Hakları Yıllık Raporu’nda da “Ayrımcılık Yasağı ve Farklılıklara Saygı” başlığı altındaki bölümde azınlıklar konusu yer almıştır. Bu devletin ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıyla mükellef olduğu dile getirilmiştir. Aynı zamanda devlet azınlıkların sosyal ve ekonomik hayattan dışlanmamaları içinde çalışmalar yapmak zorundadır. Bu raporda BM, AK ve AGİT tarafından hazırlanan azınlıkların korunması ile ilgili belgelere ve Kopenhag Kriterlerine atıfta bulunulmuştur. Yine bu rapora göre BM İnsan Hakları Komisyonu, AK ve AGİT Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri tarafından yapılan çalışmalar AB tarafından da desteklenmiş ve teşvik edilmiştir. Ayrıca Birlik bu çalışmalara aktif bir Şekilde katılmıştır. Örneğin, 1998 yılında “Orta Avrupa Ülkelerindeki Azınlıklar” ve 1999 yılında “Avrupa’daki Azınlıklar” konusunda AB ile AK ortak çalışmalar yapmıştır. Bilhassa Birliğin genişleme sürecinde Orta ve Doğu Avrupa’daki devletlerde bulunan ve sayılarının 6–8 milyon olduğu düşünülen Roma halkının (Çingeneler/Romanlar) durumuna dikkat çekilen raporda bu kişilerin ayrımcılığa uğramalarından ve ırkçı saldırılara maruz kalmalarından kaygı duyulduğu ifade edilmiş ve bu konuda tedbirler alınması gerektiği söylenmiştir (Kurubaş, s. 144). 30 Ekim 1987 tarihinde Parlamento tarafından kabul edilen ve aynı zamanda “Kujpers Kararı” olarak da bilinen “Avrupa Topluluğu’nda Bölgesel ve Etnik Azınlıkların 86 Dillerine ve Kültürlerine İlişkin Tavsiye Kararı’nda yer alan medya, eğitim ve yerel ve bölgesel idari alanlarında az kullanılan dillerin artan ihtiyaçlarının karşılanması duyurusundan sonra Komisyon adı Mercator Network olan “Avrupa Enformasyon ve Dokümantasyon ve Araştırma Ağı” programını oluşturmuş ve bu program AB ile AK2nin azınlıkların korunması, eşit vatandaşlık hakkı, dilsel farklılıkların geliştirilmesi ve bilgiye erişim politikaları çerçevesinde geliştirilmiştir (Dalyancı,s.78). Yine AB Komisyonu’nun imkânlarıyla oluşturulmuş olan Euromosaic Birliğe üye ülkelerin dil azınlıkları konusunda çalışmalar yaptığı başka bir projedir. Komisyon tarafından azınlıklık dilleriyle ilgili yapılan araştırmalarda azınlık dillerinin kullanıldığı yerleri (ev, okul, işyeri, kamu idaresi, ticaret, medya, kültürel ve bunun gibi faaliyetler), bu dilleri konuşanların sayısını ve sosyo-linguistik canlılığı değerlendirmek için elde edilen verilerin yeterli olmadığının görülmesi üzerine, azınlık dilleri ile ilgili ihale usulüyle yeni bir çalışma yaptırması Euromosaic ‟ in başlangıcı olmuştur. Fédération des Foyers Ruraux (Paris), Institut de Sociolingüistica Catalana (Barselona) Onderzoekscentrum Meertaligheid (Brüksel) ve Research Centre Wales (Bangor) adlı dört kuruluştaki dil bilimcilerden oluşan bir heyet tarafından yapılan çalışma neticesinde hazırlanan rapor 1996 yılında “Euromosaic: Avrupa Birliği’nde Azınlık Dil Gruplarının Üretilmesi ve Yeniden Üretilmesi” başlığıyla Komisyon tarafından yayımlanmıştır. Rapor resmi kaynakların, yayınların, çalışmaların, uzmanlar ve AB liderleriyle gerçekleştirilen görüşmelerin neticesinde elde edilen bilgiler, tüm Birliği kapsayacak Şekilde kullanılan detaylı anketler ve seçilen bazı bölgelerde gerçekleştirilen sınırlı sayıdaki deneye dayalı araştırmalar neticesinde hazırlanmıştır. Komisyonca hazırlanan bir diğer rapor da yine bu proje çerçevesinde 2000 yılında hazırlanan bölgesel ve azınlık dil ve kültürlerinin korunması ve teşvik edilmesi için alınacak tedbirler ile ilgili rapordur. Rapor ’da Birliğe üye ülkelerdeki resmi dillere ek olarak kullanılan 40‟ tan fazla azınlık dilinin Avrupa vatandaşlarının sahip olduğu kültürel mirasın bir parçasını oluşturduğu ve Avrupa vatandaşı olmanın getirdiği ana sorumluluğun dilsel ve kültürel kimliklere saygı göstermek olduğu ve bu dillerden bir kısmının önümüzdeki 50 yıl içinde unutulacağı belirtilerek AB’nin, bunların korunması ve geliştirilmesi için ne yapması gerektiği üzerinde durulmuştur (Kurubaş,s.147). 87 1990'lı yıllardan itibaren Birliğin genişleme sürecine girmesiyle beraber aday ülkelerin AB'ye uyum çalışmaları ve bu ülkelerde bulunan azınlıkların durumu ile yine bu ülkelerin azınlıklarla ilgili politikaları Komisyon tarafından Kopenhag kriterleri doğrultusunda yakından izlenmeye başlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda 1998 yılından itibaren, Komisyon tarafından düzenli olarak, her aday ülke için yıllık ilerleme raporları hazırlanmıştır. Komisyon bu raporları hazırlarken, aday ülkelerden aldığı bilgilerden, aday ülkelerdeki Komisyon temsilciliklerinden, AK ve AGİT de dahil olmak üzere uluslararası teşkilatlar ile hükümet dışı organlardan elde ettiği bilgilerden faydalanmaktadır. Rapor taslak olarak hazırlandıktan sonra Komisyon elde ettiği bilgileri ve sonuçları söz konusu ülkeye ileterek, varsa bu konular ile ilgili görüşlerini açıklama fırsatı sunmakta, bir takım çalışmalardan sonra rapor üzerinde yapılan gerekli düzenlemelerin ardından Ekim ayı içerisinde yayımlanmaktadır. Komisyon raporların tutarlılığını sağlamak için yıllar içerisinde bir yöntem geliştirmiştir. Bu yönteme göre azınlıkların korunması ile ilgili olarak AİHS ve Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi’nde yer alan standartlara atıf yapılmakta, temel uluslararası antlaşmaların imzalanıp imzalanmadığı, ayrımcılığın engellenmesiyle ilgili yasama faaliyetleri, kamu denetçisi tarafından yürütülen çalışmalar, insan hakları, kişisel haklar ve bilhassa azınlık haklarının genel olarak uygulanması ile varsa her ülke için özel durumlar takip edilerek raporda yer alması sağlanmaktadır. Azınlıkların korunmasıyla ilgili kısım ise ayrımcılıktan korunma ve azınlık haklarının gelişimi olmak üzere iki alt başlıkta incelenmektedir. Avrupa Komisyonu aynı zamanda mali olarak desteklediği kuruluş ve projeler ile de azınlık hakları ile ilgili olarak çalışmalar yürütmektedir (Bağcı,2007,s.68). AP’nin azınlıklar hakkında aldığı 16 Ekim 1981 tarihli “Bölgesel Diller ve Kültürler Topluluk Şartı ve Etnik Azınlıkların Hakları Topluluk Şartı’na Dair Avrupa Parlamentosu Kararı’na istinaden,(Arısoy,s.54). Komisyon’un teşvikiyle kâr amacı gütmeksizin, (Kurubaş,s.148). Birlik üyesi ülkelerde az kullanılan dillerin korunmasını ve geliştirilmesini sağlamak amacıyla kurulmuş olan “Avrupa Az Kullanılan Diller Bürosu (EBLUL)”, Avrupa genelinde dil topluluklarının durumu ile ilgili bilgileri toplamaktadır (Arısoy,s.54). Büyük oranda AB tarafından finanse edilen EBLUL ’un büro faaliyetleri AB’nin öncelikleri çerçevesinde yürütülmektedir. Bu büronun merkezi Dublin’de bulunmaktadır. 88 EBLUL Avrupa’nın dil mirasının ortaya çıkmasını sağlayarak, bölgesel ve azınlık dilleri konuşan toplulukların Avrupa genelinde sesi olmaya çalışmakta ve aynı zamanda devletlerin resmi dillerinin dışında otokton diller ile de ilgilenmektedir. Asıl amacı, AB üyesi ülkelerdeki azınlık dillerini ve bu dilleri konuşanların dilsel haklarını teşvik etmek, bunun için Avrupa kurumları, devletleri ve bölgeleri nezdinde, yetkililerin uygulamaya geçirebilecekleri meşru bir ortam yaratmaktır (Kurubaş,s.148). EBLUL ’un finansmanı büyük oranda AB tarafından sağlanmaktadır. Bunun yanı sıra İrlanda ve Lüksemburg hükümetleri Belçika’daki Alman ve Valon toplulukları ile Frizya eyaletinin katkıları da mevcuttur (Kurubaş,s.148-149). AB’nin genişleme süreciyle de yakından ilgilenen EBLUL büro etkinliklerini 1998’de Bozel-Bolzano ’da AB Konseyi’nin kararlaştırdığı etkinliklere rehberlik edilmesine uygun olarak AB’ye üye olmak isteyen devletleri kapsayacak şekilde genişletmiş, Birliğe birçok dil ve azınlık sorunu yaşayan devletin katılacağını düşünerek, aday ülkelerdeki gelişmeler ile ilgili olarak incelemeler yapmaya başlamıştır. Büro bu incelemelerde AGİT’in 1990 Kopenhag ve 1991 Moskova İnsani Boyut belgelerindeki ilkeler ışığında, genişleme sürecindeki AB’yi ve AGİT ülkelerini direkt ilgilendiren ve meşru bir konu olan dil haklarını göz önüne almıştır (Kurubaş, s.149). EBLUL ’un UNESCO ile yakın iş birliğinin olmasının yanında BM Ekonomik ve Sosyal Konsey ve AK’de de özel danışman statüsüne sahipliği vardır (Kurubaş, s.149). Komisyon tarafından finanse edilen bilgi ağları ise “Eurolang Haber Ajansı” ve “Etnik Azınlık İş Ağı (EMBNET)”dır. 2000‟ li yılların başında Brüksel’de hizmete sunulan ve hiçbir şekilde kâr amacı gütmeyen Eurolang, AB ve aday ülkelerdeki dil farklılıklarıyla ilgili konularda bilgi sunan internet temelli bağımsız bir haber ajansıdır. Asıl amacı, Avrupa’nın dil farklılıkları ile ilgili temin ettiği haberlerle ulusal, bölgesel ve azınlık medyalarına yardım etmektedir. EMBNET ’in temel amacı ise üye ülkelerde etnik azınlıkların sahip olduğu işletmelerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, bu işletmelerin yerel ve ulusal ekonomilere sağladıkları getirinin artırılması ve aidiyet kazanmasıdır (Kurubaş, s.150). Komisyon tarafından maddi olarak desteklenen diğer programlara gelince bunlar kültürel tarihi eserleri Birliğin resmi dillerinin yanı sıra azınlık dillerine de çevirerek yayımlamak ve bunun yanında azınlık dillerinde yazılmış olan eserleri de Birliğin resmi dillerine çevirmek maksadıyla kurulan Ariane programı, azınlık dillerine yönelik sanatsal ve kültürel etkinlikler düzenlemek amacıyla geliştirilen Kaleidoscope programı ve farklı 89 kültürlerin gelişmesine katkıda bulunacak kültürel mirasın muhafaza edilmesi için mali destek sağlamayı amaçlayan Raphael programıdır. (Bağcı, s.68). 2.2.4.2. Avrupa Birliği Konseyi tarafından yapılan çalışmalar Birliğe üye ülkelerin üye ülkeleri taahhüt altına sokma yetkisinin verildiği ve temsilcilerinin bakan seviyesinde olduğu bir organ olan ve AB’de hem yasama hem de yürütme erkinin kullanılmasında hayati derece de önemli bir rolü bulunan AB Konseyi, insan haklarının ve bu çerçevede de azınlık haklarının korunması ile ilgili olarak Birlik içerisinde kayda değer çalışmalar yapmaktadır (Saraçlı, s.70). Konsey aynı zamanda üye ülkelerin politikaları arasındaki eş güdümü de sağlar (Yazgıç, s.52). İnsan hakları (ve bu anlamda azınlık hakları) ile ilgili olarak yapılan önemli çalışmalarda karşımıza çıkan ilk çalışma, 1987 yılında Konsey tarafından kurulan ve yine Konsey’in 2003 yılında aldığı bir kararla çalışma alanı AB’nin dış ilişkilerindeki tüm insan hakları sorunları olarak genişletilen İnsan Hakları Çalışma Grubu’dur. Konseyin oluşturduğu bu İnsan Hakları Çalışma Grubu’na düzenli bir Şekilde sivil toplum kuruluşu temsilcileri davet edilmekte ve bu temsilciler ile AB Konseyi Sekreterliği arasında kurulmuş olan sürekli diyalog ortamı vasıtasıyla azınlıklarında içinde bulunduğu toplumun farklı kesimlerinin Birlik organları ile doğrudan temasa geçmelerine imkân verilmiştir (Saraçlı, s.70–71). Azınlıklarla ilgili olarak alınan bir başka önemli karar da Konsey’in 1993 yılı Haziran ayında almış olduğu Kopenhag kararıdır. Yıkılan Sovyet bloğu ülkelerinin AB’ye katılımı için bir dizi kriterler benimsenmiş ve bu kriterler daha sonra Türkiye’nin de içinde olduğu diğer aday ülkelere uygulanmaya başlanmıştır (Türkmen, s.148). Üç temel başlık altında sınıflandırılabilecek olan Kopenhag Kriterleri’nin “demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, insan hakları ve azınlıkların korunmasının gözetilmesini ve bunlara saygıyı güvence altına alan kurumların istikrara kavuşturulmasını” (Saraçlı, s.71) hükme bağlayan siyasi kriterleri çerçevesinde AB, çok açık bir şekilde azınlıkların korunması ve problemlerinin giderilmesini tam üyelik için bir ön şart olarak kabul ettiğini belirtmiştir. Bahsedilen siyasi kriterin (azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunması) gerçekleştirilmesi, sınırlarını genişleten AB’ye azınlıklara mensup kişilerin insan haklarının korunması ve geliştirilmesi ile ilgili yıllar içerisinde kayda değer bir tecrübe 90 kazandırmıştır. Azınlıklar konusu ile ilgili Kopenhag’da alınan kararla gerçekleştirilen bu siyasi kriter –AB için– hâlâ önemini korumaktadır. Bu karar Birliğe üye olan yeni ülkeler ile aday ülkelere eşit olarak uygulanmaktadır (Saraçlı, s.71-72). Konsey tarafından çıkartılan ve direkt olmasa da dolaylı olarak azınlıklarla ilgili olan direktifler şunlardır; (Dalyancı, s.82-83). I. 2000/43/EC Sayılı Irk ve Etnik Kökene Bakılmaksızın Eşit İşlem İlkesinin Kişiler Arasında Uygulanmasına İlişkin Direktif, II. 2000/78/EC Sayılı İstihdamda ve İş’te Eşit Davranılması Konusunda Esasların Belirlenmesine İlişkin Direktif, III. 2003/109/EC Sayılı Uzun Süredir Birlik Üyesi Ülkelerde Yaşayan Üçüncü Ülke Vatandaşlarının Statüsüne İlişkin Direktif, IV. 2003/86/EC Sayılı Ailelerin Tekrar Birleşme Hakkına İlişkin Direktif. 12 Haziran 1999‟ da Konsey 1783/1999 sayılı tüzüğü kabul etmiş ve bu tüzük ile “Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu” hayata geçirilmiştir. Bölgesel gelişmişlik farklarını azaltmakla beraber bu Fon belirli bir refah seviyesini yakalayamamış olan azınlıkların ekonomik seviyelerinin yükseltilmesini ve bu yapılırken de azınlık kültürlerinin korunmasını amaçlamaktadır. Ancak Fon amacının tam aksine hizmet etmiş, gelişmiş bölgelerin lehine büyümeyi ve verimliliği arttırmış, bölgeler arasındaki farklılıkları yok etmede fazla bir başarı sağlayamamıştır. Fon’un kültürel içerikli yeterli miktarda faaliyetlerde bulunmadığı da söylenebilir. Ayrıca ekonomik olarak refah seviyesi yüksek olan azınlık grupları da mevcut olduğundan ekonomik olarak desteklenmelerine gerek yoktur(Bağcı, s. 69). 11 Ekim 1999 tarihinden itibaren Konsey tarafından yayımlanmaya başlanan “AB Yıllık insan Hakları Raporu’nun ilkinde “Ayrımcılık Yasağı ve Farklılıklara Saygı” bölümünde azınlıklar konusu ile ilgili olarak ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığın her türlüsünün bertaraf edilmesinin yanında azınlığa mensup olan kişilerin sosyal ve ekonomik hayattan dışlanmalarının önlenmesi konusunda devletlerin yapmakla mükellef olduğu zorunluluklara değinilmiştir. Yine Rapor ‘da atıf yapılan belgeler arasında Kopenhag kriterleri ve BM, AK ve AGİT tarafından hazırlanmış olan azınlıklarla ilgili belgeleri görmek mümkündür. Sayıları 6– 8 milyon civarında olduğu düşünülen, Orta ve Doğu Avrupa devletlerinde hayatlarını 91 sürdüren Çingenelerin ayrımcılıkla karşılaşmaması için gerekli tedbirlerin alınması üzerinde durulmuştur (Kurubaş, s.22). 2008’de yayınlanan onuncu insan Hakları raporunda tematik konular başlıklı azınlıklara mensup bireylerin hakları alt başlığında, AB’nin azınlık haklarını da kapsayan tüm insan haklarına kendini adamış bir kurum olduğu ifade edilmiştir. 2.2.4.3. Avrupa Birliği Parlamentosu tarafından yapılan çalışmalar Birlik içerisinde halkı temsil eden ve direkt seçimle göreve gelen tek kurum Avrupa Parlamentosudur(Saraçlı, s.80). Parlamento AB içinde normları küresel planda BM, bölgesel planda ise AK ve AGİT tarafından saptanan insan hakları ve bu çerçeve de azınlık haklarının koruyucusu ve kendi yetki dairesi içine giren durumlarda kınama, ekonomik yaptırım uygulama gibi bir dizi dış politika araçları kullanarak bunların uygulayıcısı rolünü görev edinmiştir. Bu kapsamda Parlamento, AB’ye üye ülkelerde ve üye olmayan ülkelerde konuyla ilgili gelişmeleri yakından takip ederek bağlayıcı niteliğinde olmasa bile kamuoyunu yönlendirici etkisi olan bazı tavsiye kararları alabilmektedir. Ayrıca insan haklarının gözetilmesi koşulunu ön planda tutarak üçüncü ülkelerle yapılan anlaşmaları onaylama yetkisi de vardır (Nas, s.389-391). İnsan hakları ve bu kapsamda azınlıklar konusunun Birliğin temel politikaları haline gelmesini Parlamentonun yürütmüş olduğu faaliyetler sağlamaktadır. Avrupa Parlamentosu’nun bu amaç doğrultusunda çalışmalar yapan başlıca kurumları Şunlardır; Başvuru Komitesi, İnsan Hakları Alt Komitesi, Kalkınma ve iş birliği Komitesi, Medeni Haklar ve içişleri Komitesi, Dışişleri, Güvenlik ve Savunma Politikası ile Yükümlü Komite, Hukuk işleri ve Yurttaş Hakları Komitesi, Dış Ekonomik ilişkiler Komitesi ve Kadın Hakları Komitesi (Görüm, s.234). Parlamento’nun insan hakları konularına yaklaşımı şu temel maddeler üzerine kurulmuştur; insan haklarının geniş bir Şekilde değerlendirilmesi, insan haklarının bütünlüğü: medeni ve siyasi hakların, ekonomik, sosyal ve kültürel haklardan ayrılmaz olduğu, insan haklarının evrenselliği: insan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin her türlü ulusal, kültürel ve dini hükümden üstün olduğu, demokratik ilkelerle ve prensiplerle kalkınma politikasının eşgüdümü (Görüm, s.235). 92 Avrupa Parlamentosunda azınlıklar ile ilgili 16 Ekim 1981 tarihinde kabul edilen ilk karar “Bölgesel Diller ve Kültürler Topluluk şartı ve Etnik Azınlıkların Hakları Topluluk Şartı’na Dair Avrupa Parlamentosu” kararıdır. Bu karar, “Arfé Raporu” olarak bilinen ve İtalyan raportör Gaetano Arfé tarafından kaleme alınan raporun esasına dayanarak hazırlanmıştır (Piccoli,2011,s.23-24). Bu kararla ulusal, bölgesel ve yerel makamları Parlamento tarafından bölgesel dil ve kültürlerin her düzeydeki eğitim kurumlarında resmi müfredata eklenmesine, yerel radyo ve televizyonlarda kullanılmalarının sağlanmasına, kişilerin kamu alanında ve sosyal yaşamlarında, resmi makamlarla ve mahkemelerle olan ilişkilerinde kendi mensubu oldukları dillerini kullanmalarına izin vermeye ve AB Komisyonu da azınlık dilleri ile ilgili ayırımcılık yapan mevzuatı ve uygulamaları revize etmeye çağırılmaktadır (Dalyancı, s.74). Azınlıklarla ilgili olarak Parlamento tarafından kabul edilen ikinci karar ise 11 Şubat 1983 tarihinde alınan “Dilsel ve Kültürel Azınlıklar Yararına Tedbirlere ilişkin Tavsiye Kararı’dır. Bu alınan kararla, 1981 tarihli “Bölgesel Diller ve Kültürler Topluluk şartı ve Etnik Azınlıkların Hakları Topluluk şartına Dair Avrupa Parlamentosu” kararının önemi bir kez daha hatırlatılmış ve Komisyonun bu konu ile ilgili yapmış olduğu çalışmalarını artırmasını, aldığı ve alacağı önlemleri rapor etmesini ve bu ilke ve prensiplerin gerçekleştirilmesini istemiştir (Bağcı, s.64). 30 Ekim 1987 tarihinde alınan “Avrupa Topluluğu’nda Bölgesel ve Etnik Azınlıkların Dilleri ve Kültürleri Hakkında Karar(Kuijpers Resolution)’da ise Birlik ülkelerinin azınlık dillerini yasayla tanımaları, demokratik bir Avrupa’nın kurulmasında bölgelerin rolünün önemi düşünülerek bölgesel özerkliğin güçlendirilmesi istenmiş; eğitsel, idari ve yasal düzenlemeler, kitle iletişimi, kültürel alt yapı, sosyal ve ekonomik alanlarda bölgesel ve azınlık dillerinin kullanımının yaygınlaştırılması önerilmiştir. Bunun yanında azınlık dillerine ayrımcılıkla yaklaşan ulusal mevzuat ve uygulamaların yeniden düzenlenmesi ve bölgesel ve azınlık dillerinin azınlık topluluklarının yaşadıkları yerlerdeki mahallî yönetimlerde kullanılmasının sağlanması tavsiye edilen kararda, bütün bu belirtilenlerin gerçekleştirilmesi için de ekonomik desteğin vazgeçilmez olduğu ifade edilmiştir (Kurubaş,s.153). 93 Avrupa Parlamentosu “Killilea Raporu” olarak bilinen raporu temel almak kaydıyla 1994 yılında “Avrupa Topluluğu’ndaki Dil Azınlıklarına İlişkin Tavsiye Kararı’nı kabul etmiştir (Piccoli, s.23–24). Bu kararla dilsel azınlıkların üye ülkeler tarafından tanınması ve bu azınlıkların dillerinin korunması ve geliştirilmesi için gerekli olan hususların yerine getirilmesi dile getirilmiştir (Dalyancı, s.75). Parlamento bu karar ile “daha az kullanılan dillerin korunması ve geliştirilmesi için etkin ve esnek bir enstrüman” olan Şartı’nı desteklemiş ve üye devletlerin hükümetlerine şartı kabul edip, onaylamaları için telkinde bulunmuştur. 2001 yılında alınmış bir karar olan “Bölgesel ve Daha Az Kullanılan Diller Üzerine Kararında ise Parlamento, Avrupa Birliği Komisyonu'nu 2003'ün sonundan önce “çok yıllık” (multiannual) bir program meydana getirip bölgesel ve daha az kullanılmakta olan diller için bu program kapsamında bütçe ayırmaya davet etmiştir (Saraçlı, s. 84). Azınlıklara yönelik Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen bir diğer rapor ise 20 Nisan 2005 tarihinde Raportör İngiliz Claude Moraes tarafından hazırlanan “Genişleyen Avrupa’da Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılık Yasağı Politikaları Üzerine Rapor” isimli çalışmadır. Genel olarak bu raporda; Birlik içerisinde yaşanan azınlık problemlerinin yeteri kadar Birliğin gündeminde yer bulmadığı, azınlıkların korunmasının Kopenhag Siyasal Kriterinin bir parçası olmasına rağmen ne Topluluk tarafından azınlık haklarına yönelik saptanan bir standart ne de kimlerin azınlık üyesi olduğuna dair bir Topluluk anlayışı bulunmadığı, ulusal azınlıklara (özellikle Çingene/Sinti azınlık) veya göçmen topluluklara mensup kadınların hem halkın büyük bir kısmı hem de mensubu oldukları azınlık grubu üyeleri tarafından çok açık bir şekilde ayrımcılığa tabi tutuldukları ve AB içerisindeki en geniş azınlık grubu olan Çingenelerin de bilhassa eğitim alanında ırksal ayrımcılıkla karşı karşıya kaldıkları dile getirilmektedir (Saraçlı, s.84). Yine azınlık dillerine sahip topluluklara ayrı bir önem verildiğinin vurgulandığı ve bu kapsamda Komisyon ile üye ülkelerden dilsel azınlıklara Bölge ya da Azınlık Dilleri Avrupa şartı ile Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesinde yer alan ilkelere uyulmasının istendiği raporda ayrıca geleneksel azınlık topluluklarının diğer azınlık gruplarından farklı özel ihtiyaçlarının bulunduğu ve genişleme politikası ile birlikte bahsi geçen azınlık gruplarının Birlik içerisinde azımsanamayacak sayıda oldukları da ifade edilmektedir. Azınlıklarla ilgili olan bu sorunlarla başa çıkabilmek için Birliğe, Yapısal ve Bağlı Fonlardan, 94 Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonundan, Avrupa Sosyal Fonundan ve Eşit Topluluk Girişiminden (Equal Community Initiative) yapılacak maddi yardımlarla ayrıntılı ve geniş kapsamlı bir strateji takip edilmesi tavsiye edilen raporda, Komisyondan da ulusal azınlıklara yönelik Ulusal Azınlıklar Çerçeve Sözleşmesinin 4. maddesi 2. paragrafındaki hükme (Taraflar gerektiğinde ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yasamın her alanında, ulusal azınlığa mensup kişilerle çoğunluğa mensup olanlar arasında tam ve etkili eşitliği geliştirmek için yeterli önlemleri almayı taahhüt ederler. Bu konuda, ulusal azınlıklara mensup kişilerin özgül koşullarını dikkate alırlar) uygun bir “politika standardı” meydana getirmesi talep edilmektedir (Saraçlı, s.84-85). 1993 yılından itibaren AB’de her yıl Parlamento tarafından insan haklarına saygı konusunda bir rapor kabul edilmektedir. Bu raporların özellikle de 1996, 1997 ve 1998 yıllarında yayınlanmış olanlarında ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara saygı, eşitlik ve ulusal azınlıkların hakları ile ilgili konular önemli bir şekilde yer almıştır. Parlamento bu yayınlanan raporlarda Birliğe üye ülkelerin Bölge ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı onaylamalarını da isteyerek, AB içinde temel haklara saygının garanti altına girmesinin önemini vurgulamıştır (Kurubaş, s.155). İnsan hakları ve bu bağlamda da azınlıklar konusu Parlamentonun dış ilişkilerinde temel ilke ve prensipler arasına yerleştirilmiştir. Parlamento, genellikle diğer devletlerle imzalanan anlaşmalara insan haklarına saygı Şartını ekleyerek bu temel ilke ve prensiplerini uygulamaya koymaktadır. Bunun haricinde de çalışmalar yapılmaktadır. Parlamentolar arası ilişkilerde insan haklarına saygı ve demokratikleşmenin önemi vurgulanıp, bu konularda çalışmalar yapılması teşvik edilmekte, Birliğe üye olamayan ülkelerdeki insan hakları ihlallerini araştırmak amacıyla parlamento heyetleri oluşturulmakta ve tavsiye niteliğinde kararlar alınmaktadır. Hatta “Avrupa Parlamentosunun üçüncü ülkelere karşı son derece saldırgan kararlar aldığı gözlemlenmektedir (Görüm, s.237). Kısaca belirtmek gerekirse, gerçekleştirilen faaliyetlere bakıldığında Parlamentonun Birlik bünyesinde azınlıkların dillerini ve kültürlerini geliştirme hakkı gibi kültürel etmenler üzerinde önemle durmakta, etnik azınlıkların ulusal azınlık statüsüne tabi tutulması gibi azınlık haklarının siyasal arenadaki izdüşümlerine çok fazla değinmemekte ve bu konuyu üye ülkelerin inisiyatifine bıraktığı anlaşılmaktadır (Nas, s.393). 95 AB’ye üye ülkelerin azınlık politikaları genel olarak incelendiğinde, hâlihazırda tüm üyelerde uygulanan ortak bir azınlık politikasının Birlik içerisinde oluşturulamadığı ve her ülkenin kendi toplumsal tarihi ve yaşanmışlığı kapsamında öznel bir azınlık hakları konsepti oluşturduğu görülmektedir (Saraçlı, s.88). Günümüzde birçok ülke bunlara bir kısım AB ülkeleri de dâhil olmak üzere azınlık konusunu iç ve dış ilişkilerinin istikrarsızlaştırılmasına neden olan potansiyel veya fiili bir tehdit olarak kabul etmekte ve bu anlayış çerçevesinde azınlık politikalarına şekil vermektedir. Bu sebepten, neredeyse hemen hepsinde birbirinden farklı özelliklere sahip dilsel, dinsel, etnik veya ulusal topluluklar bulunan Birlik ülkelerinin azınlık politikalarında benzerlik görülmemesinde de ülkelerin bu topluluklarla ilgili benimsemiş olduğu bu olumsuz tehdit anlayışının etkisi vardır (Saraçlı, s.88-89). Çalışmanın bu bölümünde Azınlık Haklarının Uluslararası Alanda korunması ve güvence altına alınmasını genel tarihi gelişimi içinde BM ve AB mekanizmaları yoluyla azınlık haklarının korunmasının nasıl sağlanacağını inceledik. Sonraki bölümde Osmanlıdan günümüze ülkemizde geçmişten günümüze azınlıklar ve gayri müslim azınlıklar kimdir, neler yaşamışlardır, hakları konusunda neler yapılmıştır, sorunları nelerdir, AB üyeliği ve uluslararası antlaşmaların baskısı ile yapılan çalışmaların hangi aşamadayız konusuna değinmek gerekir. 96 97 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM OSMANLIDAN CUMHURİYETE AZINLIKLAR VE GAYRİMÜSLİMLER SORUNU 3.1. OSMANLI DEVLETİ’NDE MİLLET SİSTEMİ Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaki toplulukları, din veya mezhep esasına göre örgütleyerek yönetmesine “millet sistemi” denir (Eryılmaz,1990,s. 171). İbranice Milla, Mella kelimesi olduğunu söyleyenler olsa da “millet” kelimesi Kuranda “din” anlamında kullanılmıştır (F. Buhl; İA, “Millet” md.s. 317.) İslam’ın ilk kuruluş yıllarında, İslâm devletinin temel esaslarından biri olarak ortaya çıkan “ümmet” anlayışına dayanan bu sisteme göre, Gayrimüslim tebaa kendi dini başkanlarının dini otoritesine tabi olurlar ve bu yolla Gayrimüslim halk, kendi cemaat idareleri çerçevesinde kendi kendilerine yeter bir ortamda idare edilirlerdi. Buna göre, padişah onayıyla kendi başkanlarını kendileri seçerler, evlenme, boşanma ve vasiyet gibi medeni haklarını tamamen kendi dini ve hukuki sistemlerine göre idare ederlerdi (Küçük, 1985: 13). Osmanlı Devleti tarafından orijinal bir kurum haline getirilen millet sistemini en iyi uygulayan da yine Osmanlı Devleti olmuştur. Osmanlı Devletini buna iten sebeplerin başında İslâm hukuku geldiği gibi; asıl önemli sebeplerden biri de iktisadi ve ticari gelişmelerdir. XV. Yüzyılda Avrupa’da gerçekleşen Coğrafi keşiflerden sonra, ticaret yollarının yön değiştirmesi Yakın Doğu’nun ekonomik hayatını büyük ölçüde etkiledi. Bu nedenle Türkler, ticaret hayatını canlandırmak için bir yandan Venedik ve Cenevizliler ’e ticari, hukuki ve dini ayrıcalıklar verirken, bir yandan da Osmanlı Devleti’nin yönetimi altına girmiş olan Gayrimüslim halka cemaat olma hakkı tanımıştır (Küçük,1985:65- 66) Osmanlı Devleti, Fatih Sultan Mehmet ’e kadar uzanan Millet Sistemi ile, Gayrimüslimlere bir yandan din ve özel hukuk işlerinde büyük ölçüde hoşgörü gösterirken, bir yandan da Müslümanlardan ayrılmalarını sağlayarak toplumdaki dini hassasiyeti de korumuş oluyordu. Böylece “Millet Sistemi” ile Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimler ve Müslümanlar yan yana, aynı devletin yönetimi altında, ama farklı hukuk düzenlerine bağlı olarak yaşadılar. Bu sistemin temelinde sadece hukuki ve dini gerekler olmayıp aynı 98 toplumda yaşayan farklı grupları birbirinden ayırma kolaylığı da yatıyordu (Bozkurt,1983:10). Fatih Sultan Mehmet, İstanbul ’u fethinden sonra, terkedilmiş ve sahipsiz halde bulunan Ortodoks Ruhani makamına yeni bir patrik seçilmesini emretti ve böylece Ortodoks Kilisesi Fatih tarafından himaye altına alındı. Aynı zamanda Fatih, Patriğe ruhani hükümet ve mezhep işle- rinde haklar tanıdı ve patriğe “Millet Başı” unvanını da vererek bütün dindaşlarının meseleleri üzerinde onu yetkili kıldı. (Şahin,1999,52,54). Böylece Gregoryen Ermeniler hariç diğer bütün Ortodokslar, devlet ile olan ilişkilerinde Rum Ortodoks Patrikhanesine bağlandılar. Fatih, Ortodoksları millet olarak teşkilatlandırdıktan sonra, aynı hakları Gregoryen Ermenilere ve Yahudilere de vererek onları da birer “millet” olarak tanımıştır. Fatih, İstanbul ’u fethettiği zaman, Galata’da oturan Katolik Latinlere her türlü dini faaliyetlerinde serbest olduklarına dair bir ferman vermiştir. Bosna’nın fethinden sonra Bosna’daki Katoliklere de aynı hakları tanımıştır, fakat Katolikleri bir millet olarak tanımamıştır. Katoliklere “Millet” statüsü verilmeme sebebi olarak onların nüfuslarının azlığı ve ülke toprakları dışında bir otoriteye yani Papa’ya bağlı olmaları gösterilmiştir. (Eroğlu,1997:67). 3.2. OSMANLIDA KİMLİK DEĞİŞİMİ VE AZINLIK SORUNLARI Osmanlı İmparatorluğu Ortadoğu ve Balkanlar’daki son imparatorluktur ve her imparatorluk gibi bünyesinde farklı kültürel gruplar barındırmakta, bu çok kültürlülüğü tek bir potada eritme gayreti göstermemektedir. Toplumsal yaşam da bu kültürel grupların farklılıkları göz önüne alınarak İslam hukuku uyarınca düzenlenmiştir. Bu çerçevede daha önceki İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı’da da gayrimüslimler Müslümanlardan daha aşağı bir statüde kalmalarına dikkat edilmek şartıyla padişahın tebaası olarak imparatorluk topraklarında yaşama hakkına sahip kılınmışlardır. Özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren gayrimüslimlerin statüsü millet sistemi dâhilinde düzenlenerek gayrimüslim cemaatlerin varlıklarını devam ettirmelerine imkân tanınmıştır(Soykan, 2000: 4). 99 İslam hukuku uyarınca “zımni” olarak adlandırılan gayrimüslimler millet sistemi içinde devletin himayesi altındadırlar. Bu dönemde millet günümüzdeki anlamından uzak, İslam terminolojisinde belli bir dinsel cemaati adlandırmak için kullanılan bir kavramdır. Bu sistem bünyesinde gayrimüslimler Ortodoks Yunan, Ermeni ve Yahudi olmak üzere üç ana millete ayrılmışlardır. Bu sayı 19. yüzyılda daha da artacaktır. Genel olarak tüm gayrimüslim cemaatler millet-i mahkume olarak adlandırılırken, Müslümanlar da millet-i hâkime olarak anılmaktadır (Aktoprak,2010:8). Millet sistemi dahilinde gayrimüslimler inanç, ibadet ve eğitim alanlarında geniş bir özerkliğe sahiplerdir. Her milletin başında “millet başı” adı verilen bir dini şef vardır ve ömür boyu olmak üzere bu göreve gelir. Millet başının yetki alanı son derece geniştir. Cematinin mallarını, eğitim işlerini yönetmek ve cemaatin özel hukuk işlerini çözmekle görevlidir. Dinî, mali, hukuki işlerde gerekli giderleri karşılamak üzere cemaatinden vergi de toplayabilir. Dinî konularda yargılama ve ceza verme iktidarına da sahiptir. Önemli bir kısmı ibadethanelerin içinde ya da yanında olan cemaat okullarının işletilmesi ve buralarda eğitim verilmesi de yine millet başının ve diğer din adamlarının yetkisi altındadır. Millet başının en önemli görevlerinden biri ise cemaati ile Osmanlı yönetimi arasındaki köprü vazifesidir. Osmanlı yönetimi millet başını cemaatinin her türlü eyleminin sorumlusu kabul etmektedir ( Bozkurt,1993:52; Soykan,2000: 5) Özel hukuk alanında kendi dinsel kurallarına tabi olan gayrimüslimler, kamu hukuku alanında İslam hukukunun gayrimüslimlere yönelik kurallarına tabidirler. Ceza hukunda ise Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında eşitlik mevcuttur; fakat İslam ceza hukukunun tamamının aynen gayrimüslimlere uygulanmasının imkânı da yoktur. Örneğin hamr, yani içki içme haddi gayrimüslimlere uygulanmamıştır. Fakat zina tüm dinlere göre haram sayıldığı için zina suçunu işleyen gayrimüslimler de cezalandırılmış, fakat uygulamada farklılıklara gidilmiştir (Bozkurt,1993:51–52; Yumul,103–104; Soykan.2000:130–134). Görece olumlu bu tablonun diğer tarafında gayrimüslimler sosyal alanda önemli kısıtlamalara tabiidirler. Evlerinin farklı renk ve yükseklikte olması, kıyafetlerinin renklerinin ve kumaşının farklı olması, izinsiz ata binememek gibi sınırlamalar gündelik yaşamda millet-i mahkumeyi millet-i hakimeden ayıran noktalardır. Gayrimüslimlerin silah 100 taşıması da yasaktır ve bu nedenle askerlik yapmamaktadırlar. Gayrimüslimlerin egemenlik ile ilgili üst düzey kamu görevlerinde bulunmaları da mümkün değildir (Konan, 2008:168169). Osmanlı tebaası olmayan gayrimüslimlerin statüsü de yine İslam hukukuna göre belirlenmiştir. Darülharb ’ten Darülislam ’a gelen bu kişiler “harbi” olarak adlandırılmaktadır. Ticari nedenlerle Osmanlı topraklarına gelen harbîlerin can, mal ve ırz güvenliği gibi temel hak ve özgürlükleri mevcuttur. Harbîlerin din özgürlüğü ise ilk kez kapitülasyonlarla birlikte 16. yüzyıldan itibaren garanti altına alınmaya başlanmıştır (Konan,2008:172–174). Görüldüğü gibi, Batı’da olduğu gibi Osmanlı’da da 19. yüzyıla dek kimliğin birincil tanımlayıcısı olarak din ön plana çıkmış ve toplumsal düzen millet sistemi dahilinde din temelinde örgütlenmiştir. Fakat 1789’la birlikte milliyetçilik Avrupa’yı kasıp kavurmaya başlayacak ve bu dalga ilk olarak Osmanlı tebaası gayrimüslimleri etkisi altına almaya başlayacaktır. Osmanlı toprakları çoğunluk milliyetçiliğinden önce Sırplar, Yunanlılar ve Ermeniler gibi gayrimüslim tebaa içinden yükselen azınlık milliyetçiliklerine sahne olmuştur. Bu önceliği kavramak için gayrimüslimlerin Osmanlı ekonomisindeki rollerine de değinmek gerekmektedir. Osmanlı’da, Türkler daha çok tarım alanında üretimle uğraşıp yöneticilik yaparken, İstanbul’un alınışından itibaren ticaret ve zanaatın gayrimüslimlerin eline geçtiği görülmektedir. 18. yüzyıla dek ekonominin gelişmemiş olmaması birikimi de artırmadığından zenginle fakir arasındaki uçurum büyük oranda açılmamakta (Karpat, 1996: 84), sınıfsal farklılığın yoğun bir şekilde hissedilmemesi sınıf temelli dinsel bir çatışmayı da önlemektedir. 19. yüzyılda, Batı’nın Osmanlı ile ekonomik, siyasi ve sosyal alanda başlayan yakın temasına dek de bu durum olduğu gibi devam etmiştir. 19. yüzyıl Osmanlı için reform çağı olmuş, reform ise daha fazla masraf getirmiştir. Yenilenen ordu ve bürokrasi için gerekli finansmanın vergiler yoluyla karşılanamaması dış borcu, dış borç ise Avrupa devletlerinin Osmanlı’ya müdahalesini artırmıştır. Borç veren devletler sermaye ve ticaret yatırımı konusunda imtiyazlar elde ederken, yabancı sermayeyi 101 gayrimüslimler aracılığıyla imparatorluk topraklarına sokmuşlardır. Ucuz Avrupa malları ile rekabet edemeyen yerli sanayinin çöktüğü ve işsizliğin arttığı bu ortamda gayrimüslimlerin giderek zenginleşmesi, daha çok tarımla uğraşan Müslümanların dikkatini çekmiş ve yabancılara duyulan nefret yüzyıllardır bir arada yaşadıkları gayrimüslimleri de içine almıştır (Karpat, 1996: 84-86). Bu gelişmeler Osmanlı’nın gayrimüslim tebaasının kimliğinde de önemli değişikliklere sahne olmuştur. Genişleyen gayrimüslim orta sınıf, milliyetçilik akımının etkisine girmiş ve kendi cemaatinin bağımsızlık mücadelesini desteklemeye başlamıştır (Yıldız,1988: 46; Karpat,1996. 85). 3.2.1. Islahat Tanzim ve Nizamnameler Dönemi Bu ortamda imparatorluğu kurtarmak için öne çıkan üç hareketten ilki Osmanlıcılık olacaktır. Bu yönde atılan ilk adım 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayun’u, yani Tanzimat Fermanı’dır. Bu ferman ile tüm tebaanın hukuk önünde eşitliği kabul edilmekte, Osmanlıcılık ile de imparatorluk dâhilinde yaşayan tüm halkların grup kimliklerini aşan bir ortak kimlik olarak Osmanlılık ön plana çıkarılmaktadır. Amaç, yükselen azınlık milliyetçiliklerini bu çoğul kimlik içinde törpüleyerek imparatorluğun devamını sağlamaktır. Tanzimat Fermanı’nı 1856’da Islahat Fermanı takip edecek, tebaanın vatandaşa dönüştürülmesi sürecinde önemli bir adım daha atılacaktır(Üstel,2004: 25). Bu fermanla cemaat şeflerinin yetkileri sadece dinsel alanla sınırlandırılmakta ve dünyevi yetkileri ellerinden alınmaktadır. Kişi, aile, miras hukuku alanlarında azınlıkların ve Müslümanların kendi dini hukuklarının uygulanmasınaysa devam edilecektir(Bozkurt, 1993: 53). Diğer yandan bu iki fermanla birlikte gayrimüslimlerin kamu hizmetine girme yasağı ve askerlik yasağı da kaldırılmaktadır. Kurulan eyalet ve sancak meclislerinde, kanun ve tüzük hazırlayan Şuray-ı Devlet’te de azınlık temsilcilerine yer verilmeye başlanmıştır (Bozkurt, 1993: 54). 1869 tarihli Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi de dinî ilkelerden bağımsız olarak ilk defa Osmanlı uyrukluğunun esaslarını belirleyecek ve hangi din ve mezhepten olursa olsun Osmanlı tabiiyetinde bulunan herkesi Osmanlı olarak tanımlayacaktır (Işın ve İşyar, 2005, s. 80–81: Bozkurt, 1993:53). 102 3.2.1.1. Tanzimat fermanı 3 Kasım 1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat Fermanıyla birlikte Avrupalı büyük devletlerin baskı ve müdahaleleri altında Gayrimüslim cemaatlerin Türk ve diğer Müslim cemaatlerle birlikte yaşa- yapabilecekleri bir imparatorluk birliğinin kurulmasına çalışıldı. (Küçük ,1985:16,17). Tanzimat Fermanı’ nın 8, 9, 10 ve 11. maddelerine göre, Devlet-i Osmaniye tabiiyetinde bulunan herkes, hangi din ve mezhebe bağlı olursa olsun, istisnasız “Osmanlı ”dır. Bütün Osmanlılar hür ve başkalarının hürriyetlerine tecavüz etmemekle yükümlüdürler. Kişilerin özgürlüğü her türlü saldırıdan korunur. Kimse kanunlarda belirlenen sebeplerden başka bir sebeple cezalandırılamaz. (Toros, C.IV:1008). Böylece Tanzimat Fermanı ile kabul edilen Müslümanlar ile Gayrimüslimler’in eşitliği ilkesi, geleneksel Osmanlı hukuk düzeni içinde yeni bir haklar sistemi ortaya çıkarmakta ve önceki uygulamayı değiştirmektedir. Oysa ki Osmanlı Devleti’nin hukuk sistemi ve yönetim anlayışı “hakim millet” ve “mahkum millet” kavramına dayanmaktaydı. Tanzimat Fermanı ile bu durum değişerek din esasına dayalı “millet” kavramı yerine “Osmanlılık” fikri kabul edildi ve böylece millet anlayışı da değiştirildi. (Eryılmaz, 1990,96). Bütün bunlara rağmen Tanzimat Fermanı’ndan sonra başta İngiltere olmak üzere büyük devletlerin müdahale ve baskıları arttı. Bu devletler ferman hükümlerinin uygulanmasında adeta kendilerini görevli sayıyorlardı. 1856 Paris Antlaşması’nın esasını oluşturan Viyana Görüşmeleri ’nde birçok yeni imtiyazlar tanındı, fakat Batı devletleri bu imtiyazları yeterli bulmuyordu. Bunun sonucunda 1856 yılında, Tanzimat Fermanı’nın hükümlerini tekrarlayan, onları açıklayan ve genişleten Islahat Fermanı yayınlandı. (Küçük,1985,17). Gayrimüslimler ile Müslümanları eşit koruma getiren Islahat Fermanı’nın içeriği ise şöyledir: 1. Fatih devrinden beri Gayrimüslim cemaatlere verilmiş imtiyazlarla ruhani muafiyetler aynen devam edecektir. 103 2. Bu imtiyazlarla muafiyetlerin yeni şartlar ve ihtiyaçlara göre ayarlanması için Hükümetin gözetimi altında olmak şartıyla patrik- hanelerde hususi meclisler oluşturulacak ve bu meclislerin kararları Babıâli’ye bildirilip onaylanmak suretiyle kesinlik kazanacaktır. 3. Patriklerin seçim usulü iyileştirilecek ve “kayd-ı hayat” ile tayin edilecek patrik, piskopos, metropolit, murahhasa ve haham gibi ruhani reisler “usul-ü tahlifiye” ye tabi olarak devlete sadakat yemini edeceklerdir. 4. Cemaat işleri, ruhani ve cismani üyeden oluşan meclisler tarafından yürütülecektir. 5. Cemaatlerin ruhani reislerine vermekte oldukları “cevaiz ve yerine ruhani reislere kararlaştırılan bir miktarda maaş bağlanacak- tır. 6. Şehir, kasaba ve köylerde, icrayı ayine ayrılan binalarda, okul, hastane, mezarlık gibi yerlerde “heyet-i asliyeleri üzerine” tamir edilmelerine engel olunmayıp böyle yerlerin yeniden yapılması gerektiğinde patrik veya millet reislerinin onayı halinde Babıâli’nin iznine bağlı olacaktır. 7. Halkı karışık olmayıp yalnız bir mezhep cemaati ile yerleştirilmiş olan yerlerde “zahiren ve alenen ayin icrasına izin verilecektir. 8. Küçük ve büyük farkı yapılmayıp bütün mezhepler din serbestisinden yararlanmada eşittir. 9. Din, dil ve ırk itibarıyla bir sınıfın diğer sınıftan aşağı tutulduğunu ifade eden “kaffe-i ta’birat ve elfaz-ı temyizat, muharrerat-ı divaniyyeden ilelebed mahv-ü izale” edilecektir. 10. Bu gibi ifadenin memurlarla halk tarafından kullanılması da kanunen yasaklandı. 11. Hiç kimse din değiştirmeye mecbur edilmeyecektir. 12. Hangi milletten olursa olsun bütün Osmanlı tebaası, devletin hizmet ve memuriyetlerine kabul edilecektir. 13. Kanuni ehliyet ve vasıflara sahip herkes, hangi dine men- sup olursa olsun devletin askeri ve mülki okullarına girme hakkına sahip olacaktır. 14. Her bir cemaat, eğitim, sanat ve sanayiye dair okullar aç- maya izinlidir. Ancak bu okulların eğitim şekli ve öğretmenlerin seçi- mi, üyesi padişah tarafından atanan karma bir “meclis-i maarif” in gözetimi ve denetimi altında olacaktır. 15. Müslümanlar ile Gayrimüslimler veya Gayrimüslimler arasında meydana gelecek ticaret ve cinayet davaları için karma mahkemeler kurulacak ve yargılama açık olacaktır. 16. Hukuk bakımından eşitlik, görev eşitliğini gerekli kıldığından, Müslümanlar gibi, Gayrimüslimler de askerlik hizmetiyle sorumlu olacaklar ve sorumluluklarını fiilen yerine getirebilecekleri gibi, bedel vermek suretiyle de yerine getirme hakkına sahip olacaklardır. Gayrimüslimler orduda “sûret-i istihdamları hakkında nizamat-ı lazime yapılır” bir an önce yayınlanacaktır. 17. Vilayet ve sancak meclislerindeki Müslüman ve Gayrimüslim üyelerin seçimleri iyi bir şekilde düzenlenecek; oyların doğru bir şekilde açığa konabilmesini sağlayabilmek için, bu meclislerin oluşması ve düzeni hakkında nizamnameler düzenlenecektir. 18. Her cemaatin ruhani başkanıyla devlet tarafından bir yıllık süre ile atanacak birer memurları, bütün tebaaya ait meselelerde “Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye” görüşmelerine katılmaları sağlanacaktır. 19. Devletlerle yapılacak “suver-i tanzimiyeden” sonra, yerli tebaanın tabi olduğu hükümlere uymak şartıyla, yabancılara da Türkiye’de “tasarruf-u emlak” hakkı verilecektir. (Eryılmaz,1992,64,66). 104 Müslümanlar ile Gayrimüslimleri eşit duruma getiren bu imtiyazlara rağmen, fermana Müslümanların yanı sıra Gayrimüslimler ’den de itirazlar gelmiştir. Müslümanlar, “Hakim Millet” statülerini yitirip Gayrimüslimler ’le eşit hale gelmelerine itiraz ederken Gayrimüslimler, Ferman’ı kendilerini “yönetilen toplum” statüsünden kurtardığı için siyasi bir berat olarak gördüler, ancak patrikler ve ruhani reisler, Fermanda, görev ve maaşlarının belirlenmesi öngörüldüğü için tepki gösterdiler. Ruhani liderler, cemaatlerinden kendi istekleri doğrultusunda vergi alamayacaklar ve maaşlarını yükseltemeyeceklerdi. Ayrıca Rumlar, daha önceki dönemlerde itibar sıralamasında diğer milletlerden önde bulunuyordu. Fermanda bütün millet toplulukları eşit tutulunca Rumlar, bu duruma da karşı çıktı. (Eryılmaz,1992,67). Osmanlıcılık politikasının getirisi beklenildiği gibi olmamıştır. Bir yandan Müslümanlar kaybettikleri millet-i hakime statüsünden dolayı rahatsızlık duymakta, bir yandan da gayrimüslimler kendi cemaat yönetimlerinden vazgeçmek istememektedirler (Aktoprak,2010:11). 1856 Islahat Fermanı, Gayrimüslimlere anayasal gelişme açısından üç yenilik getiriyordu. Birincisi, vilayet ve Belediye meclislerinde Müslim ve Gayrimüslimlerin uygun oranda temsilci bulundurmaları; ikincisi, Meclis-i Ahkam-ı Adliye’ye Gayrimüslimlerden de üye alınması; üçüncüsü ise, Gayrimüslimlerin “millet” örgütlerinin yeniden düzenlenerek bunların meclislerine ruhanilerden başka halk temsilcilerinin de katılmasıydı. (Küçük,1985,19). 3.2.1.2. Millet sistemini yeniden düzenleyen nizamnameler Böylece Tanzimat ve Islahat Fermanlarındaki yeni şartlar göz önünde tutularak “Millet Sistemini yeniden düzenleyen Nizamnameler yayınlandı. Rum Milleti Nizamnamesi: Rum Patrikhanesi, Rum Ortodoks “milleti” nin dini, hukuki bütün işlerini yürütüyor ve hem giderlerini karşılamak, hem de okul ve kiliseleri desteklemek üzere vilayetlerdeki kocabaşılar aracılığı ile topladığı ağır vergilerle Ortodoks halkını eziyordu. 1857 yılında, bu duruma son vermek amacıyla Babıali, Rum Ortodoks halkı üzerindeki baskısından rahatsız olduğunu açıkça belirtti. Bunun üzerine 1862 yılında “Rum Patrikliği Nizamatı” yayınlandı. 105 (Bozkurt,170–171). Muhtelif Meclis, milletin okul, kütüphane, hastane işleriyle diğer hayır kurumlarının gelir ve gider idaresini yürütmek ve gelir- gider işlerine bakmakla görevliydi. Milletin yönetiminde söz sahibi olan Umumi meclis ise patriklik seçimini yapardı. (Eryılmaz,1990:114–116). Protestan Milleti Nizamnamesi: Osmanlı Devletinde 19. yüzyıldan itibaren görülmeye başlayan Protestanlara Babıali, 1845 yılında çıkarılan bir fermanla, Kudüs’te kendi kiliselerini açmalarına izin verdi. Özellikle İngiltere ve Prusya gibi Batılı büyükelçilerinin girişimi üzerine 15 Kasım 1850 tarihinde Protestan cemaati resmen kuruldu ve de tanındı. Osmanlı Devleti’nde Protestanlara verilen bu berat, diğer “milletlere verilenlerden farklıydı. Berat imtiyaz ve ayrıcalıkları kapsamıyordu. Bu topluluğu bir “millet” statüsüne getirmemişti. Protestanların şikâyetleri ve Batılı devletlerin de baskılarıyla (Bozkurt,198,199). Dişah fermanı ile inşa edilen ve açılan kiliselerin, her türlü müdahaleden uzak olacağı hükmüne bağlanmaktaydı. (Eryılmaz,1990:124–125). Ermeni Gregoryen Milleti Nizamnamesi: Özellikle İngiltere sayesinde 1850 yılında, Protestan Ermenilerin “millet” statüsünü elde etmeleri ve Protestan topluluğunun işlerinin bu mezhebin yapısı gereği daha çok laik kimselerce yürütülmesi, Gregoryen Ermenilerin aydın ve varlıklı grubu arasında yeni bir eğilim ve hareket doğurdu. Özellikle Avrupa’da okuyan ve Babıali’nin de güvenini kazanan bir grup 1853 yılında komisyon kurup bir Nizamname hazırladı. Fakat 1857’de yürürlüğe giren bu nizamnamenin ömrü kısa sürdü. nizam- namenin tartışılması ve sorunların çıkması üzerine Ali Paşa, 1862 Şubatında patrik Stefan’a Ermeni laik ve ruhbanlardan oluşan bir komitenin nizamname hazırlamasını bildirdi ve bunun üzerine 29 Mart 1863 tarihli “Ermeni patrikliği Nizamatı” ortaya çıktı. Buna göre; Ermeniler, laiklerden ve ruhbanlardan oluşan genel meclislerinde patriği gizli oy ve açık tasnifle belirleyecekler, millet işlerinde de karar vereceklerdi.(Ortaylı,1000). Ayrıca bu nizamname ile, Sis ve Ahtamar Ermeni katoliskoslukları birleştirilmiş, Kudüs ve Ermeni Patrikleri de bu katolikos bünyesinde toplanmıştır. Böylece Osmanlı Devleti’nde tek bir katolikosluk Patriklik makamı ortaya 106 çıkmıştır. Bu makamın merkezi de İstanbul değil, Kudüs’teki Mar Yakup manastırıydı. (Eryılmaz,1990,121). Yahudi Milleti Nizamnamesi: Yahudilerin dini kuruluşlarının statüleri 1835 yılında Tanzimat Devri’nin başlamasıyla büyük ölçüde değişikliğe uğradı; Baş Ha- ham, Yahudi topluluğunu modernleştirmek ve liberalleştirmek göreviyle yeniden atandı ve diğer cemaatlerin Tanzimat’ın bir sonucu olarak kanun ve düzenlemelerle laik eğitimden sağladıkları faydaları ay- nen elde ettiler. Hahamlar, bu duruma direndilerse de, 1865 yılında “Yahudi Milleti Nizamnamesi” yayınlandı. Böylece Yahudi milleti için kurulan yeni organik kurallar ile birlikte Laik İdari Konseyi oluşturulmasıyla hahamların iktidarı kısıtlandı ve hahamların yalnızca dini konularda otorite olmaları sağlandı. Stanford (Shaw,1999,319). Bulgar Eksarklığı: Osmanlı Devleti’nde “millet sistemi” içinde Bulgarlar, Ortodoks oldukları için Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlıydılar. Bulgarlar devamlı olarak Fener Rum Patrikhanesi’nin Rumlaştırma politikasına maruz kaldılar. Bulgaristan’da bütün dini kurumlar da Rumların elindeydi. Patrik, 1767 yılında Bulgar milletinin son temsilcisi olan Ohri Başpiskoposluğu ’nu kapattı ve 1800 yılında metropolitlere gönderdiği bir tamimle de Bulgar Kilise okullarının kapatılmasını ve kiliselerde Yunanca kitapların öğrenimini emretti. Ayrıca Bulgar diliyle ayin yapmak ve vaazda bulunmak da artık yasaktı. (İnalcık.19). Bu durumda Rumların Ortodoks Kilisesine hâkim olmalarından memnun olmayan Bul- garlar, kendi bağımsızlıklarına kavuşma yolunda bir engel olan bu kiliseden ayrılmak istiyorlardı. Bulgarlar ile Rum patrikhanesi arasındaki uzun çekişmeler sonunda, Bulgarlar ’ın “Bulgar Eksarklığı” adı altında ayrı bir kilise kurmalarına 1870 tarihli bir berat ile izin verildi.(Bozkurt,190). Bu cemaatlerin “millet” statülerinin yeniden düzenlenmesin- den başka, çeşitli Katolik misyonerlerin çalışmaları ve özellikle Fransa’nın baskıları sonucunda, 1831 yılında Katolik Ermeniler; 1848 yılında da Melkitler kendi “millet” statülerini kazandılar. (Braudel,1999,252,253). 107 Bütün bu iyileştirme geliştirme çabalarına karşın işler yolunda gitmiyor Osmanlı ’nın toprak kayıpları da hızlanıyordu, gayrimüslimlerin Batılı devletlerle ilişkileri giderek hem merkezi iktidarın hem de genel olarak Müslüman nüfusun gözüne batmaya başlamıştır. Balkanlar’daki toprak kayıpları ve Balkanlar’dan, Kırım ve Kafkaslar ’dan Anadolu’ya başlayan Müslüman göçü de Osmanlı’nın çok-dinli yapısını giderek ortadan kaldırmakta, devlet giderek İslamlaşmaktadır. Tam da bu dönemde devleti kurtarmanın bir diğer çaresi olarak Panislamizm’in öne çıkması bu nedenle şaşırtıcı değildir. II. Abdülhamid dönemi Panislamizm ile anılacak, fakat bu ilaç da imparatorluğun dağılmasına deva olmayacaktır. 1908’de II. Meşrutiyet’le birlikte İttihat ve Terakki dönemi başlamıştır. İttihat ve Terakki’nin devleti kurtarmak için sunduğu çare ise Türkçülüktür. Türk milliyetçiliği İttihat ve Terakki döneminde sistematik ifadesini bulacak, Osmanlıcılık politikasını terk eden İttihat ve Terakki, dönemin Batılı güçleriyle benzer bir şekilde, fakat çok daha geç bir tarihte ekonomik, siyasal ve toplumsal bir merkezileştirme hareketine girişecektir. Bu merkezileşmenin üstyapıdaki görüntüsü Türk ulusal kimliğidir. Türkçülük elbette 1908’de birden bire ortaya çıkmamıştır. 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı dilinin Türkçeleştirilmesiyle sınırlı bir hareket olarak şekillenmiş, Balkanlar’daki Sırp, Yunan, Bulgar milliyetçiliklerine bir tepki olarak hız kazanmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı’nın toprak kaybının artması, özellikle Rusya’dan gelen Türkçü aydınların etkisiyle hareketin daha etkin ikinci evresine geçilmiş, Anadolu Turan ülküsüyle ilişkilendirilerek yeniden tanımlanmaya başlanmıştır (Ersanlı,2003:75) Batılılaşma, ilerleme gibi reformist idealler artık Osmanlı aydınları için Osmanlıcılık ’ta değil Türkçülükte ifade bulmaktadır. Türkçü aydınların önemli bir kısmının İttihat ve Terakki kadrolarında yer alması merkezî iktidarın resmî olarak Türkçülüğü benimsemesinin arka planında yatmaktadır. Fakat bu resmî ideoloji değişiminin temel nedenlerinden biri Balkan Savaşları’nın ardından devletin Anadolu’ya çekilmesi, ikincisi de Balkanlar’dan ve Kafkaslar ’dan gelen göçlerle birlikte Anadolu’daki Müslüman Türklerin sayısının artmasıyla Türkçülüğün toplumsal zeminini oluşturacak nüfusun Anadolu’da çoğunluk haline gelmesidir. İmparatorluğun en son milliyetçiliği olan Türk milliyetçiliği bu ortamda savunmacı bir refleksle gelişecek ve bu niteliğini günümüze dek koruyacaktır. 1913’ten itibaren İttihatçıların hiç değilse Anadolu’da tutunabilme umudu, Anadolu’nun 108 Türkleştirilmesi ile gerçeğe dönüştürülmeye çalışılacaktır. Ulus inşa sürecinin temel unsurlarından biri olan vatan ihtiyacını karşılayan Anadolu coğrafyasıdır (Aktoprak,2010:12). Millet sisteminin ayrılıkçılığa yol açtığı düşünüldüğü için İttihat ve Terakki asimilasyona yönelecek; asimilasyonun zorluğu oranında şiddete dayalı tedbirlere başvurmaktan kaçınmayacaktır. İronik olan, bir yandan millet sisteminden vazgeçilirken, diğer yandan asimilasyon politikalarının millet sistemi temelinde hayata geçirilmesi ve Kürtler, Lazlar, Arnavutlar gibi Müslüman unsurların Türk kimliği içinde asimilasyona maruz kalmalarıdır. Gayrimüslimler içinse asimilasyon değil, ayrımcılık geçerlidir (Yıldız 2001: 8182; Kuyucu,2005:369) Gayrimüslimlere yönelik ayrımcı politikalar ilk olarak ekonomik alanda uygulamaya girecektir. Yerel ekonomide meydana gelen tahribatın sonuçlarından zarar gören bir sınıfın, küçük burjuvazinin üyesi olan İttihatçılar (Ahmad, 1995: 55) ekonomide millileştirme politikasıyla işe başlayacaklardır. Bu politika milli iktisat politikası olarak da anılmaktadır. Anadolu’nun homojenleştirilmesi dahilindeki hedeflerden biri yabancılarla birlikte onlara aracılık yapan ve Osmanlı ekonomisinde sahip oldukları konum göze batan gayrimüslimlerin ekonomiden tasfiyesi ve yerlerinin Müslüman-Türkler tarafından doldurulmasıdır. Bu çerçevede 1913’te yerli girişimciyi yabancı şirketler karşısında desteklemek için Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmış, 1914’de kapitülasyonlar İttihat ve Terakki tarafından kaldırılmış, ardından milli girişimleri desteklemek üzere bir milli banka kurulmuştur. Halk, İttihatçılar tarafından zanaat öğrenmeye ve yerli malı kullanmaya çağrılmaktadır(Karpat, 1996:87; Ahmad, 1995:65-67; Oran,1999: 61). Bu dönemde gayrimüslimlerin ayrılıkçı hareketler içinde olması ve işgal güçleriyle işbirliğine gitmesi, gayrimüslimlere yönelik reformların sürekli dış güçlerin teşvikiyle gündeme gelmesi de gayrimüslimlerin dış güçlerin maşası olarak kodlanmasını beraberinde getirmektedir (Kadıoğlu,2008: 36–39). Birinci Dünya Savaşı boyunca gayrimüslim karşıtlığı halk arasında da yayılacak, bu ortamın sonucu olarak 1915 Ermeni Tehciri yaşanacaktır. 109 3.2.2. Ermeni Tehciri Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeniler 1915 yılında dönemin atmosferinden kaynaklanan çeşitli nedenlerden dolayı tehcire tabii tutulmuşlardır. Justin McCarthy, Tehcir Kanunu’na giden süreci şöyle değerlendirmektedir: “1.Dünya Savaşı öncesi hükümetin askere alma işlemleri dolayısıyla başlayan ilk Ermeni ayaklanmaları, asker kaçaklarının Ermeni asilere katılma kararı almasıyla daha da şiddetlenecektir. Van’ın işgali ve özellikle savaş sırasında Ermeni çetecilerinin askeri açıdan stratejik noktalarda tehditler oluşturması, karakolların basılması, mahalli devlet memurlarının öldürülmesi gibi olaylar ve özellikle de Rus birliklerinin öncü hücum birlikleri olarak görev yapmaları, cephe gerisinde tacizler de bulunmaları, iletişim hatlarını kesmeleri tehciri hazırlayan şartlar olmuştur.” (bkz. Justin McCarthy, Osmanlı’ya Veda, İmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, (çev.: Mehmet Tuncel), İstanbul, Etkileşim Yayınları, 2006:199-202). Osmanlı topraklarının işgal altında olması tehcirin organizasyonunda bir takım sorunlar yaratmış ve hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar arasından büyük kayıplar verilmesine sebep olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Hükümeti 24 Nisan 1915 tarihinde bir karar alarak Ermeni komite merkezlerini kapatmış, evrakına el koymuş ve İçişleri Bakanlığı tarafından 14 valilik ve mutasarrıflığa gönderilen emirname ile İstanbul’da 2345 komitacı tutuklamıştır. (Süslü. Kırzıoğlu, Yinanç, 1995:229) Ermenilerin çıkardıkları olayların böyle bir karar alınmasının başlıca nedeni olduğu öne sürülmüştür. Örneğin, Kars Kale Komutanı’nın, Kafkas Ordusu Karargâh Komutanı’na gönderdiği 23 Ocak (5 Şubat) 1915 tarih ve 141 sayılı gizli bir yazısında Ermeni birliklerinin disiplinsiz hareketlerinden bahsedilmiş, Kars’a gelen Ermeni birlik komutanlarının emirlere rağmen, Kars’a gelerek kayıt yaptırmadıkları, birliklerin arasında her türlü soygun, cinayet, tecavüz, saldırı olaylarının görüldüğü bildirilmiştir. Hükümet öncesinde isyanlarla ilgili tedbirler almaya çalışmış ancak başarılı olamamıştır (Çaycı,2000:63) İddialara göre alınan ilk kararla tutuklananlar örgüt mensubu Ermenilerdir. Bu durum İngiliz istihbaratı tarafından da doğrulanmıştır. Mısır’daki İngiliz Askeri Ofisi’ne Dedeağaç üzerinden ulaşan bilgide “24 Nisan 1915 gecesi üç Ermeni din görevlisi, Ermeni gazetesi “Puzantion” un sahibi de aralarında olmak üzere toplam 1800 Ermeni yakalanarak Ankara’ya gönderileceklerdi. 110 Tutuklananların 500’ü Taşnak, 500’ü Hınçak ve kalanlar da Ramgavar partizanlarıdır.” denmektedir (Özdemir,2005:62) 2 Mayıs 1915’te Enver Paşa, Van Gölü ve çevresinde toplanıp isyan çıkartan Ermenilerin Rus sınırı ötesine gönderilmelerini Talat Paşa’dan talep etmiştir. Sevk kararının ilk işareti sayılan bu yazı ile Talat Paşa, Meclis-i Vükela’dan karar almadan ve geçici bir kanun çıkarmadan sevk işlemini başlatmıştır. Ancak, Erzurum, Van, Bitlis, Halep, Maraş ve Adana gibi vilayet ve sancakların boşaltılması ve buradaki Ermenilerin can ve mallarının korunması hususunda alınan tedbirler yeterli olmamıştır. Rusya İngiltere ve Fransa’nın da işin içine dahil olmasıyla durum uluslararası bir hal almıştır. Ardından Talat Paşa 26 Mayıs 1915 tarihli bir tezkireyi Sadaret ’e göndermiştir (Osmanlı Belgelerinde Ermeniler 1994:629) Mayıs’ta hazırlanan bir tezkire ile durum Meclis-i Vükela’ya iletilmiş ve sevk kanununun uygulanması için gerekli resmi belge hazırlanmıştır (Halaçoğlu,2001:68) Böylece isyanların olduğu yerlerdeki Ermeniler ’in başka bölgelere taşınması imkânını veren bir kanun yürürlüğe girmiştir (Turan,1991:97). Bu kanun 3 maddeden oluşmuştur: • Madde 1: Sefer zamanında ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların vekilleri ve bağımsız bölge komutanları, halk tarafından herhangi bir şekilde hükümet emirlerine, yurt savunmasına, mevcut düzene ve güvenlik işlerine karşı durum alan ve silahla saldıran ve direnenleri görürlerse hemen askeri kuvvetlere karşı koyacaklardır. Saldırı ve direnmeyi kökünden yok etmekle yetkili ve yükümlüdürler. • Madde 2: Ordu ve bağımsız kolordu ve tümen komutanları, askeri nedenlere dayanan casusluk ve hainliklerini hissettikleri bölge halkını tek tek veya toplu olarak, memleketin diğer bölgelerine gönderebilirler ve oralarda oturtabilirler. • Madde 3: Bu kanun yayımlandığı tarihten geçerlidir. (27 Mayıs 1915)” (Ercan, 1985:220) Bu kanunla birlikte tehcir kararı alındıktan sonra birtakım tedbirler uygulanmaya konmuştur. Hazırlanan talimatnamede şu hükümler yer almaktadır: a. Tahliye edilen bölgelere hiçbir şüpheli şahıs girmeyecektir. b. Göç ettirilen Ermeniler, istedikleri eşyaları götürebileceklerdir. 111 c. Yanlarında götüremeyecekleri eşyaların bozulacak bozulmayacakları ise sahipleri adına korunacaktır. olanları satılacak, d. Göç ettirilen Ermeniler mallarını yabancılar hariç istedikleri kişiye satabileceklerdir. (Halaçoğlu,2001:69). Tehcirin öngörüldüğü bölgeler ise şöyle sıralanmıştır: Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri, Halep vilayetinin merkez kazası hariç Belen, Cisr-i Şuğur ve Antakya dâhilindeki köy ve kasabalar, Maraş şehir merkezi hariç Maraş sancağı, Adana, Sis (Kozan) ve Mersin şehir merkezleri hariç Adana, Mersin, Kozan ve Cebel-i Bereket Sancakları”(Osmanlı Belgelerinde Ermeniler 1994:48-49). Sevk edilen Ermeniler Musul ve Zor Mutasarrıflıkları ’nın, Van vilayetiyle bitişik kuzey kısımlarına, Halep Vilayeti ’nin doğu ve güneydoğusuna, Suriye Vilayeti ’nin doğusuna nakledileceklerdi (Akgündüz, Öztürk, Kara, 2008:319) Kanunun ve daha sonrasındaki talimatnamelerin uygulanmasıyla ilgili olarak Osmanlı Hükümeti Dâhiliye, Hariciye, Harbiye, Maliye ve Adalet Bakanlıkları görevlendirmiştir. Muhacirin Komisyonu, İskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti, Emval-i Metruke Komisyonları ile bazı mahalli komisyonlar oluşturulmuştur (Yıldırım, s.21) 10 Haziran 1915’te otuz dört maddelik ikinci bir talimatname çıkartılmıştır (Süslü, s.241). Bu talimatname ile göç eden Ermeniler ‘in geride bıraktıkları eşyaların değeri hükümetçe sahiplerine ödeneceğinden terk edilmiş malları korunmuş ve sahipleri adına satılmasına karar verilmiştir. Yoksul kadınlarla askeri imalathanede çalışanların sevklerinin ertelenmesi de belirtilmiştir(Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, s.409). Ayrıca, bu talimatname ile tehcire tabii tutulanlara ait içinde eşya bulunan binalar mühürlenip koruma altına alınmış, satılması gerekli eşya ve hayvanlar satılarak bedeli hak sahibine ödenmiş, göç edenlere ait emlak ve arazinin cinsi, miktarı ve kıymeti belirlenerek kayıt altına alınmıştır (Çaycı,s.66). Göç işlemine tüm Ermeniler tabi tutulmamakla birlikte 438.758 Ermeni tehcir edilmiştir (Halaçoğlu,2006:66). Yürütülen tüm nakil olaylarında devlet 115 milyon kuruş harcamış ayrıca iaşe bedeli olarak da yüz elli milyon kuruş harcanması öngörülmüştür. Bu sırada tüm Ermeniler ’in sevk edilmediği görülmektedir. 4 Ağustos 1915 tarihinde çeşitli mutasarrıflıklara gönderilen karar ile geride kalan Katolik 112 nüfus sevk edilmemiş nüfuslarının tespit edilmesi istenmiştir. İsyan çıkaran Ermenilerin çoğu Gregoryen mezhebinden olduğundan Osmanlı Devleti isyan çıkarmayanlara bu uygulamayı gerekli görmemiş gözükmektedir. Yaklaşık 10 gün sonra da aynı işlemi Protestan Ermeniler için uygulamış ve onları da sevke tabi tutmamıştır. 15 Eylül 1915’de hasta ve kör olan Ermenilerin de sevk edilmemesi şeklinde Dâhiliye Nezareti’nden karar çıkmıştır (Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, s.72-77-91). Tehcirin Durdurulması ve Geri Dönüşlerin yapılması mevsimin kış olması sebebiyle 25 Kasım 1915 tarihinde ilgili vilayetlere gönderilen bir emirle sevkiyatın geçici olarak durdurulduğu belirtilmiştir. 15 Mart 1916’da Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’nın Edirne, Adana, Ankara, Aydın, Hüdavendigar, Kütahya Kastamonu, Kayseri, Sivas, Eskişehir, Niğde Şehirlerine gönderdiği telgrafla Ermeni sevkiyatına son verildiği, bundan sonra hiçbir sebeple sevkiyat yapılmaması bildirilmiştir. 22 Ekim 1918 tarihli Dâhiliye Nezareti’nden bazı vilayet ve livalara çekilen telgrafla, savaş sebebiyle başka yerlere nakledilen Rum ve Ermenilerin emniyet içinde geri dönmelerine müsaade edildiği bildirilmiştir (Binark,2001:68-69). Alınan kararlar gereğince sadece gönüllü olanlar geri dönebilecek, diğerleri zorlanmayacaktı. 18 Aralık 1918’de hükümet tarafından çıkarılan bir yasayla Ermenilerin geri dönüş masraflarının tamamının devlet tarafından karşılanması, bir takım vergilerden muaf tutulmak, ev ve arazilerine başkaları yerleşmiş olsa bile kendilerine iade edilmek, din değiştirenlerin eski dinlerine müsaade etmek koşulu ile geri dönüşlerine izin verilmiştir. Bu konuyla ilgili geri dönenlere yapılacak yardımların talimatnamesi vilayetlere yollanmıştır (Halaçoğlu,2006:66). Ermenilerin Emval-i Metruke komisyonun tarafından saklanan malları ve satılan gayrimenkullerini geri alabilmeleri için hükümet tarafından her türlü imkân sağlanmıştır (Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, s.46). 19. yüzyılın sonlarından itibaren yok olma korkusuyla gelişen Türk ulusal kimliği, bu korku içinde Osmanlı bünyesindeki diğer halkları ve özellikle gayrimüslimleri Türk varlığına yönelik önemli bir tehdit olarak algılamıştır (Akçam, 2002: 61). Bu algılama, İttihatçıların Anadolu’yu Türk yurdu haline getirmek için attıkları önemli adımlardan biri olarak 27 Mayıs 1915’te “Geçici Tehcir Yasası” nın çıkarılmasına neden olmuştur. İleri sürülen resmî neden Ermenilerin bağımsız bir Ermenistan kurma gayesiyle Birinci Dünya Savaşı’nda Rus ordusuna katılmaları ve Doğu Anadolu’daki Ermeni ayaklanmalarıdır. 113 3.3. CUMHURİYET DÖNEMİ KİMLİK DEĞİŞİMİ VE AZINLIKLAR SORUNLARI Milli Mücadele dönemi, ulusal kimliğin inşasından önce ulus devletin kurulmasına öncelik verilen bir dönemdi. Ulus devletin kurulması için gerekli mücadelede çoğunluğu köylü olan halkın desteğine ihtiyaç duyulmaktaydı ve bu kesimi mücadeleye dâhil edebilmek için, uğruna savaşabilecekleri bir hedef göstermek gerekiyordu. Bu hedef, saltanatı kurtarmak, batıda ve güneyde Hristiyan yabancı işgaline karşı direnmek, doğuda ise bir Ermeni devletinin kurulmasını önlemekti. Tanzimat ile başlayan laikleşme eğilimi geçici de olsa tersine çevrilmişti. (Yıldız, 2001: 128; Bora, 1999: 116). Bu seferberlik başarıyla tamamlanıp cumhuriyet kurulduğunda, laiklik yeniden ve resmen benimsense de seferberliğin harcı olan İslam bir anda terk edilemedi. Özellikle Sevr Antlaşması Türk milliyetçileri için bir referans noktası haline gelmişti. Sevr’de Ermenistan’a verilen bağımsızlık, bu kesimler için gayrimüslimlerin Lozan’la yeniden kurulan devletin vatandaşı olsalar da makbul vatandaşı sayılmalarını güçleştirmişti (İçduygu; Kaygusuz, 2004: 37).Yeni cumhuriyetin Müslüman - Türk tanımı, gayrimüslimler hariç Anadolu topraklarındaki tüm halkları kapsayacak bir genişlikteydi. 1920’de Misak-ı Milli ile ulus inşa sürecinin devam edeceği sınırlar da belirlenmişti. (Oran, 1999: 48). İttihatçıların başlattığı ulus devletin inşası Kemalistler zamanında yeni cumhuriyetin sınırları dahilinde tamamlanacaktı. Türkiye’nin bir ulus devlet olarak teritoryal, ulusal ve siyasal sınırları 29 Ekim 1923’ten önce, 24 Temmuz 1923’te bir uluslararası anlaşmayla, Lozan Barış Antlaşmasıyla ortaya çıktı (İçduygu; Kaygusuz,2004:29). Lozan teknik bir anlaşma olmanın ötesinde yeni kurulacak devletin modern ve laik bir devlet olarak Osmanlı’dan farklı bir yöne evrileceğinin açık bir göstergesiydi. Antlaşma aynı zamanda yeni cumhuriyetin vatandaşlık tanımına dair de işaretler sunuyordu., Gayrimüslimlerin yeni kurulacak devletteki statüsünü belirleyen ilk belge olarak önem kazanıyordu. (Aktoprak,2010,15). Antlaşma; gayrimüslimlerin statüsünü belirlerken, dönemde Avrupa devletlerinin gayrimüslimleri koruyucu rol oynamasını dikkate alarak düzenlenmişti. 114 Antlaşmanın Azınlıkların Korunması başlıklı III. Kesim ’inde sadece gayrimüslimler azınlık olarak tanımlanmıştı. Gayrimüslimler bu sefer millet sistemi içinde değil, ulus devletin yasallığı içinde azınlık statüsüne tabi oluyorlardı. Değişen, bu statünün ulus devletin yasal çerçevesi ve dönemin gelişen azınlık hakları söyleminin içinde inşa edilmesiydi (Aktoprak,2010:15). Yani aslında uluslararası sistemdeki genel eğilimin bir yansımasıydı. Lozan’da sadece gayrimüslimlere tanınan haklar MC güvencesi altına alınmıştır; fakat Lozan sadece gayrimüslimlere değil, Türkçeden başka dil konuşan Türkiye vatandaşlarına, Tüm Türkiye vatandaşlarına ve Türkiye’de oturan herkese belirli haklar tanımaktadır. "Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyrukları": Mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanma hakkına (Md. 39/5) sahiplerdir. Elbette bu grubun hakları, doğal olarak, diğer gruplarınınkini de içermektedir. "Tüm Türk uyrukları": Din, inanç veya mezhep farkının ayrımcılığa yol açmaması (Md. 39/3); gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde istediği bir dili kullanma hakkı (Md. 39/4). Bu grubun hakları, doğal olarak, Türkiye’de oturan herkesi de içermektedir. “Türkiye’de oturan herkes”: Milliyet, dil, soy ya da din ayrımı olmaksızın yaşam ve özgürlük hakkı (Md.38/1); inancına, dinine ya da mezhebine karışılmaması (Md. 38/2); din ayrımı gözetilmeksizin yasa önünde eşitlik hakkı (Md. 39/2). Bu grubun hakları bunlardan ibarettir. Bu niteliğiyle Lozan bir insan hakları metni olarak da okunabilir. Bu hakların uluslararası güvence altına konmaması da ihlalini meşrulaştırmaz. 340 sayılı yasayla Lozan iç hukuka aktarılmış olduğundan, Türkiye bunları uygulamakla yükümlüdür. Üstelik de Türkiye 1982 Anayasası’nın 90/5. maddesi "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletler arası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz" dediği için, Lozan anayasayla en azından eşit değerdedir. Bu madde, Mayıs 2004'teki anayasa değişikliğinden sonra daha da vurgulanmış ve Lozan’ın ilgili yasaların üstünde olduğu açıkça belirtilmiştir: "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletler arası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkacak uyuşmazlıklarda milletler arası antlaşma hükümleri esas alınır." (Oran, 2004 72–74). 115 Lozan ile gayrimüslimlere tanınan haklar şunlardır: Dolaşım ve göç etme konusunda bütün Türk uyruklarına uygulanan özgürlük (Md.38/3); Müslümanların yararlandığı aynı medenî ve siyasal haklardan yararlanma hakkı (Md.39/1); Giderlerini ödeyerek her türlü kurum (vakıf, okul vb.) kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini kullanmak ve ayinlerini yapmak konularında eşit haklar (Md. 40); Önemli bir oranda oturdukları il ve ilçelerde, ana dillerinde öğretim yapabilmeleri için, çeşitli bütçelerden (devlet, belediye vd.) hakkaniyete uygun pay alma hakkı (Md. 41/ 1 ve 2); Aile ve kişi statüleri konusunda gelenek ve göreneklerine saygı (Md.42/1); İnançlarına aykırı davranışta bulunmaya ve hafta tatilinde (Lozan’ın imzası tarihinde bu tatil cuma günüydü) resmî işlemleri yerine getirmeye zorlanamama (Md. 43). Tüm bu haklar açıkça Müslüman olmayan Türkiye vatandaşlarına tanınan haklardır; yani günümüzde de hâlâ ileri sürüldüğü gibi sadece üç büyük gayrimüslim cemaat olan Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere değil, aynı zamanda Süryaniler, Keldaniler vb. diğer gayrimüslim Türkiye vatandaşlarına da tanınmışlardır. Fakat uygulamada bu haklardan sadece Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler yararlanmışlardır. Lozan’da belirlenen hakların ihlaliyle ilgili sorun, yasalarda yer alan zihniyet ile uygulamadaki zihniyetin farklılığıdır ki, bu sorun günümüze dek varlığını korumuştur. Lozan’da yeni Cumhuriyet’in kimleri azınlık sayacağı dini kimlikler üzerinden belirtilirken, Cumhuriyet modernist-laik milliyetçilik, esas olarak teritoryal bir milliyetçilik anlayışı içinde vatandaşlığının koşullarını belirledi. 1924 Anayasası’nın 88. maddesiyle, din ve ırk farkı gözetilmeksizin tüm Türkiye ahalisinin Türk olduğu ifadesiyle kısmen Lozan düzenlemesiyle çelişir. (Bora, 1999:21–22). 1922 ’de yapılan bir anket çalışması ile İstanbul burjuvazisinin etnik kompozisyonu çıkarılmıştı. İstanbul’da ithalat ve ihracat ile uğraşan Müslüman-Türklerin oranı % 4’ü geçmiyordu. (Aktar, 1996: 56). Piyasanın ne ölçüde gayrimüslimlerin elinde olduğuna yönelik bu çalışmalar 1923’ten sonra da devam ettirildi. Ticaret Bakanlığı İstatistik Şubesi ’nin tüm sigorta şirketi temsilciliklerine yolladığı anket formunun özellikle ikinci bölümünde, şirketlerde çalışan işçi ve memurların maaş kategorilerine göre ayrıntılı dökümleri 116 Müslüman Türkler, Gayrimüslim Türkler ve yabancılar başlıkları altında istendi ki, on altı yıl sonra Varlık Vergisi mükellefleri de aşağı yukarı aynı şekilde ayrıma tabi tutulacaktı. (Aktar,2004: 116). Yabancıların Osmanlı Döneminde ekonominin büyük kısmını ele geçirmiş olması ile ilgili rolü kısıtlanırken, gayrimüslim azınlıklar da bu süreçte mağduriyet yaşamışlardır. Resmî yaptırımlar özellikle işgal döneminde ittifak devletleriyle iş bağlantısı kurmuş gayrimüslim firmalara yönelikti. Görüldüğü gibi, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde bir yandan halkçılık ilkesi gereği sınıf ayrımı reddedilirken, diğer yandan Müslüman Türkler ve gayrimüslimler arasında denge sağlanmaya çalışılıyordu. Her ne kadar 1928’de başlayan “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası gayrimüslimlere yönelik dışlayıcı bir politika değil, asimilasyoncu bir politika gibi görünse de aslında ulusal kimliğin dil üzerinden birliğini sağlamayı amaçlıyordu. Buna rağmen bu dönemde yaşanan bazı gelimeler dil birliğine yapılan vurgunun önüne geçti. Bu dönemde gayrimüslimlerin tasfiyesine yönelik öne çıkan iki olay 1923- Nüfus Mübadelesi ve 1927’de çıkarılan 1151 sayılı yasa oldu. İlki zorunlu olarak Anadolu’dan Rumları tasfiye ederken, ikincisi İmroz ve Bozcaada’nın millileştirilmesi kampanyası ile adaların büyük çoğunluğunu oluşturan Rumları dolaylı yoldan göçe zorluyordu. (Aktoprak,2010:19) 3.3.1. Nüfus Mübadelesi 30 Ocak 1923’te Lozan’da Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşmedir. Müslüman ve Yunan azınlıkların değiş tokuşu ile ulus devletin dinsel yönden homojenleşme politikası hayata geçirilerek devletler hukukunda bir emsal teşkil etti (Aktar,1999:18–19). Aslında nüfus mübadelesi Balkan savaşlarından beri sürmekteydi. Balkanlar ’daki Müslümanlar Osmanlı’nın toprak kaybı ile birlikte Anadolu’ya göç ederken, (Aktar,1999,26–27). 1.000.000 Rum da Yunanistan’a göç etmişti 117 Mübadeleye yönelik görüşmeler sırasında Türkiye mübadelenin sınırlarını olabildiğince geniş tutmaya çalışıyor, Yunanistan ise savaş sonrasında yeni göç dalgasının yaratacağı ekonomik, sosyal, psikolojik ve siyasal sorunlar nedeniyle mübadele sınırını dar tutmak istiyordu. (Fırat,2001:329–332). Sonunda, İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları hariç Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dinine mensup Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Yunan uyrukluların 1 Mayıs 1923’ten itibaren zorunlu mübadelesine karar verilerek anlaşma imzalandı. Mübadelenin ilk sonuçları ekonomide ortaya çıktı. Türkiye’den gelen ve çoğu ticaret ile uğraşan Rumların Yunan ekonomisine entegrasyon süreci, bu süreçte alınan dış borçlar nedeniyle Yunanistan’ın kısa vadede giderek daha fazla Batı’ya bağımlı hale gelmesini sağlamıştı; fakat uzun vadede göç edenlerin sınıfsal nitelikleri nedeniyle Yunan ekonomisi mübadeleden kârlı çıktı (Aktar,1999:20–22). Türkiye’nin ise muhacirleri ekonomiye entegre etmek üzere hazırladığı detaylı bir planı yoktu. Yunanistan’dan gelen Müslümanlar, Rumların terk ettikleri yerlere yerleştirileceklerdi, fakat Rumların ardından kalan malları önemli bir ölçüde yerli halk sahiplenmişti. Dolayısıyla ilk karşılaşılan sorun yerli halkın elinden bu malların alınarak muhacirlere verilmesi oldu. Muhacirlerin büyük çoğunluğunu köylüler oluşturduğu için, gelenlerin üretmeye alıştıkları ürünlerin ya da benzerlerinin yetiştiği yerlere yerleştirilmesine de gayret edildi. Fakat bu gayret de aksaklıkları önlemedi. Az da olsa göç eden kentli muhacirlerin sorunları ise daha farklıydı. Savaştan yeni çıkan Türkiye’de İstanbul dışında pek pastacı ya da lüks terzi ihtiyacı yoktu (Gökaçtı, 2004, s.242-248, 258-259). 3.3.2. İmroz ve Bozcaada Lozan Antlaşması’nın 14. Maddesine göre, Türk egemenliği altında kalan İmroz ve Bozcaada, yerel yönetim ile can ve mal güvenliği bakımından, Müslüman olmayan yerli halka gerekli bütün güvenceyi sağlayan, yerel unsurlardan kurulu bir özel yönetim örgütünden yararlanacaktır. Bu adalarda düzenin korunması, bu öngörülen yerel yönetim örgütü aracılığıyla yerli halktan seçilmiş ve bu örgütün emrinde bulunan bir polis kuvvetince sağlanacaktır. 14. Md. Şu şekilde dir: “Türkiye hâkimiyeti altında kalan İmroz ve Bozca 118 adaları idare-i mahalliye ile eşhas ve emvalin himayesi hususunda gayri müslim ahali mahalliye ye her türlü teminatı bahşeden anasırı mahalliye den mürekkep bir teşkilâtı mahsusa-i idariye ye nail olacaktır. Salifüzzikir adalarda emniyet ve asayiş balâda mezkûr idare-i mahalliye marifeti ile ahali-i mahaliye meyanından alınan ve idare-i mahalliye ’nin emri tahtında bulunan bir heyeti zabıta vasıtası ile temin edilecektir. Rum ve Türk ahalinin mübadelesine dair Yunanistan ile Türkiye arasında aktedilmiş veya aktedilecek ahkâm İmroz ve Bozca adaları ahalisine kabili tatbik olmayacaktır.” Dolayısıyla, Lozan’ın 14. maddesi ile nüfuslarının neredeyse tamamını Rumların oluşturduğu İmroz ve Bozcaada’ya teritoryal bir özerklik verilmektedir. Ayrıca bu iki adanın halkı “etabli” kabul edilerek mübadeleye de tabi olmamışlardır. Fakat 1923’te Lozan’da verilen bu özerklik hiçbir zaman uygulanmadığı gibi, 1927’den itibaren uygulanan politikalar ve çıkarılan yasalarla da devlet doğrudan olmasa da dolaylı olarak adaların halkını göçe zorlamıştır (Aktoprak,2010:22). Bu bağlamda göze çarpan ilk örnek 1927’de çıkarılan 1151 sayılı yasanın 14. maddesidir. Bu maddeyle İmroz ve Bozcaada’daki Rum okullarında okul saatleri dâhilinde Rumca tedrisat yasaklanmıştır. Sonradan bu okullar Milli Eğitim Bakanlığı’nın 29.7.1964 tarihli 2690 sayılı kararıyla kapatılmış, mülkleri de 25.9.1964 tarihli 701-16/0-41156 sayılı kararla mahalli idarelere devredilmişti.(Oran, 1999). Ayrıca yasanın 14. maddesi Türkçeyi zorunlu dil haline getirerek, Lozan ’nın gayrimüslimlere, giderlerini ödeyerek her türlü kurum kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini kullanmak ve ayinlerini yapmak konusunda eşit hak tanıyan 40. maddesini ve önemli bir oranda oturdukları il ve ilçelerde, anadillerinde öğretim yapabilmeleri için gayrimüslimlere çeşitli bütçelerden pay alma hakkı tanıyan 41. maddesini de ihlal etmektedir (Aktoprak,2010:22). 1950’de Türk-Yunan ilişkilerinin yeniden dostluk havasına bürünmesiyle birlikte, 1151 sayılı yasanın 14. maddesi değiştirilerek, Batı Trakya’da açılan Celal Bayar Lisesi’ne karşılık İmroz’da da bir Rum ortaokulu açılmıştır. Fakat Yunanistan ile yine ilişkilerin seyrine uygun bir biçimde bu okul 1964’te kapatılacaktır. (502 sayılı yasa ile 1151 sayılı yasanın 14. maddesi yeniden yürürlüğe girmiştir.) Rum nüfusun tarlalarının kamulaştırılması da yine bu tarihte başlamış, askeri havaalanı, yarı açık cezaevi ve devlet üretim çiftliği inşası da bu kamulaştırmanın nedeni olarak sunulmuştur. Ayrıca aynı tarihte balıkçılık da yasaklanmıştır. Adadaki Rum vakıf mallarına da 1960'larin sonundan itibaren 1936 Beyannamesi nedeniyle 119 el konulmaya başlanmıştır. 65 Özetle, 1964’ten itibaren diğer Rum vatandaşlar gibi İmroz ve Bozcaada’daki Rumlar da Türk-Yunan ilişkilerinin seyrine göre şekillenen bir azınlık söyleminin öznesi olacaklardır (Aktoprak,2010:23). Bu adalara Karadeniz bölgesinden getirilerek yerleştirilen Müslüman nüfus (Kahraman, 2005: 36-37) ile de özerk yerel yönetimin bir anlamı kalmamış; iki adadaki Rum vatandaşların sayısı giderek azalmıştır. Rum vatandaşları göçe zorlamak için İmroz’da açık hapishane kurulmuş, yine adanın üç ovası kamulaştırılarak devlet üretim çiftliği açılmıştır. 1970’de İmroz ismi değiştirilerek adaya Gökçeada isminin verilmesi de yürütülen millileştirme politikasının bir parçasıdır ( Oran, 1999). 1934 ’te her iki adadaki toplam nüfus 8200 kişiyi bulurken (Alexandris, 143.), günümüzde bu sayı 500’lere inmiştir (Ayşe Hür, Radikal, 27.11.2005.) İmroz ve Bozcada en son Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesi İsviçreli Sosyalist Andreas Gross 'un hazırladığı “Gökçeada ve Bozcaada” raporu ile 2008’de Türkiye kamuoyunun gündemine taşınmıştır. Bu raporda adaların kültürel ve doğal mirasının korunmasına, adadaki Rum nüfusun gayrimenkullerine ilişkin sorunların çözülmesine ve adaların alt yapı problemlerine dikkat çekilmiştir. Gross bu sorunların Türkiye tarafından çözülmesinin bir “kazan-kazan” senaryosu olacağını, hem Türkiye vatandaşı Rumların bu uygulamadan kârlı çıkacağını hem de Türkiye’nin Avrupalı ortaklarıyla dürüst ve açık bir işbirliği içinde olduğunun ortaya çıkacağını vurgulamaktadır (Gross,2008.). Raporun ardından “Rapor, Lozan’da tesis edilmiş mütekabiliyet ilkesini göz ardı etmektedir.” açıklaması yapılmıştır. Mütekabiliyet; devletlerarası ilişkilerde maruz kalınan davranışa aynı şekilde karşılık verme prensibini tanımlar. Oysa bu savın dayandırıldığı Lozan’ın 45. maddesi “mütekabiliyet” değil, “paralel yükümlülük” getirmektedir. “Paralel yükümlülük”e göre Türkiye’de gayrimüslim azınlıklara verilecek hakların, Yunanistan tarafından da kendi Müslüman azınlığına verilmesi gerekmektedir. “Mütekabiliyet” zaten 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, md. 60/5’e göre de yasaktır. (Oran, 2004:96) 120 3.3.3. İkinci Dünya Savaşı Dönemi Dönemin siyasal iklimi gereği yine de Türkiye’de de siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamda derin izler bırakmıştır. 1930’lar merkezî iktidarın üst kimliğin inşasında yoğunlaştığı yıllardır. Bir yandan ordu ve bürokrasi merkezileşmenin temel ajanları ve üst kimliğin birincil sembolleri ve taşıyıcıları olarak yükselirken, bir yandan müfredat yenilenmiştir. Önemli olan tebaayı sadece tek bir kimlik altında toplamak, aynı zamanda “iyi vatandaşlar” yetiştirmektir. Bu süreçte yerel/bölgesel bağların ötesinde vatan kavramının inşası karşımıza çıkmaktadır (Üstel, 2004: 156–157) 1935 CHP Kongresinde, ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütün olarak tanımlanırken; (Koçak, 2002, s. 38) ortaklığı sağlayan dil Türkçe, ortak kültür ise Türk kültürü olarak şekillenmektedir ki, ülkü birliği konusunda gayrimüslimlerin aynı ülküyü paylaşmadıklarına dair inanç henüz yok olmamıştır (Koçak,2002,s.38). 1931’de basın özgürlüğüne sınırlamalar getiren Matbuat Kanunu’na göre sadece Türkler gazete ve dergi sahibi olabilecektir. Bütün yayıncıların diplomalı olmaları şartı konmuş, eğer bu diploma yurt dışından alınmışsa yayıncının akıcı bir Türkçe konuşuyor olması koşulu eklenmiştir. Ayrıca Milli Mücadele döneminde düşmanın amaçlarına hizmet etmiş olanların gazete ve dergi çıkarması da yasaklanmıştır (Çağaptay, s.369) 1934’te Soyadı Kanunu’yla başka ırklar ya da uluslarla bağlantılı olan soyadlarının alınması yasaklanmıştır. Böylece Arnavutoğlu, Kürtoğlu gibi belli bir ulusa işaret eden ya da –yan, of, -ef, -vic, -ic, is, -idis, -pulos, -aki, -zade, -bin gibi son ekli soyadların kullanılması da yasaklanır (Güven, 2006 115) Fakat bir ulusla bağlantılı olma yasağı “Türk” kelimesi için geçerli değildir. Bu ortamda 1935’te Başbakan İnönü, “Bundan sonra susmayacağız. Bizimle beraber yaşayan bütün vatandaşlar artık Türkçe konuşacaklar” diyerek vatandaş Türkçe Konuş Kampanyasını yeniden hızlandıracaktır (Çağaptay,2002:s.260). Bu cümledeki ‘biz’ ve bu bizle beraber yaşayanlar vurgusu dikkat çekicidir. Azınlıkların misafirliği bu söylemde açıkça ortadır. Aynı zihniyet 1942’de Başbakan Saraçoğlu Varlık Vergisi hakkında CHP grup toplantısında 121 konuşurken de geçerlidir. Saraçoğlu Varlık Vergisi’ni, “piyasamıza egemen olan yabancıları ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vermekle” meşrulaştıracaktır(Aktar,1996 148). Buradaki yabancılar yine yoğunlukla gayrimüslimlerdir. Yasal zemindeki eşit vatandaşlık tanımı bir yanda, uygulamadaki yerli/yabancı tanımı başka bir yandadır. 1940’lara kadar gayrimüslim vatandaşların nüfus kayıtlarının “Ecanip” (yabancılar) bölümüne kaydedilmesini de bu mantık içinde değerlendirmek gerekmektedir (Çetin, 2002:73–75) 1932’de çıkarılan 2007 sayılı “Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun” dur. Bu kanunla kapıcılıktan şoförlüğe pek çok meslek yasa üzerinde vatandaş olarak Türklere, ancak pratikte sadece soyu Türk olanlara tahsis edilmektedir. Gerekçe ise kamu güvenliğidir ve kamu güvenliğinin şoförlük, kapıcılık ve konsomatrisliğe kadar genişletilmesi, devletin hem tehdit algısının boyutunu (Aktar, 1996:120–121) hem de azınlıkların kamu güvenliğine yönelik bir tehdit olarak algılanmasını göstermektedir. 1934 Trakya Olayları 1942 Varlık Vergisi uygulamaları ile de bir dönemin gayrimüslimlere yönelik güvensizliği ve baskı politikalarını ortaya koyması açısından oldukça önemlidir. 3.3.4. Trakya Olayları 1934, Cumhuriyeti yılında iç ve dış dinamiklerin ortak bir noktada birleşmesiyle Türkiye tarihinde Yahudi vatandaşlara yönelik ilk antisemitik saldırılar gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin İtalya’dan algıladığı tehdit de Trakya olaylarının şekillendiricisi olarak öne çıkmaktadır. Bölgedeki Yahudilerin ekonomik hayattaki etkinliği cumhuriyetin ilk dönemlerinden beri tepki çekmektedir. Daha 1923’de, Edirne’nin Paşaeli gazetesi, köylüleri sömüren ve dürüst olmayan Yahudilerle ilgili yazılar yayınlamakta, fakat bu yıllarda Yahudi cemaati de kendileri hakkında çıkan yazıların asılsızlığını savunabilecek ortamı ve cesareti bulabilmektedir. Aynı hava 1934’te yeniden 122 yaşandığında ise Yahudi cemaati kendisini müdafaa edebileceği ortamdan yoksundur (Levi, 1998:27). Dönem gazeteleri Yahudilerin bölge ekonomisindeki konumlarını vurgulamakta, hükümeti tedbir almaya davet etmektedir. Zaten olayların ardından da, Trakya’daki Yahudi tüccarların yerel esnafa yüksek faizle borç vermelerinin bölge halkında infial yarattığına değinilmektedir. (Bali,2008). Bölgedeki Yahudi cemaat, kendilerine yönelik artan düşmanlıktan rahatsızdır. Bu rahatsızlık ilk olarak 25 Mayıs 1934’te, Milli İnkılap dergisinde Cevat Atilhan ’ın yayınlanan antisemitik bir yazısı üzerine, bir dilekçe ile Başbakanlığa iletilir. Haziran 1934’te Atatürk’ün İran Şahı ile bölgeye yaptığı ziyaret sırasında da kendisi durumdan haberdar edilir (Levi, 1998: 11; Aktar, 2004: 78). 28 Haziran-4 Temmuz 1934 tarihleri arasında, Çanakkale, Kırklareli, Babaeski, Lüleburgaz, Edirne ve Uzunköprü’de Yahudileri hedef alan saldırılar yaşanmış; 3 Temmuz’da Yunan Konsolosu, Yunan uyruklu Yahudilerin tehdit edilmesi nedeniyle Edirne Emniyet Müdürlüğünü ziyaret ettiğinde, Emniyet Müdürü’nün olaylardan haberi olmadığı yönündeki cevabı ile karşılaşmıştır (Bali,2008). Her şey sona erdikten sonra, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Jandarma Genel Kumandanı ve İçişleri Bakanlığı Genel Müdürü ile Trakya’ya giderek bir soruşturma başlatmış ve bölgede örfî idare ilan edilmiştir. Böylece Yahudilerin ev ve dükkanları koruma altına alınır. İçişleri Bakanı olayların yerel örgütlenmelerden ibaret olduğunu ve yetkililerin bütün vatandaşlarını eşitlik ilkesine uygun biçimde koruyacağını bildirmektedir. Soruşturma sonunda, Kırklareli Emniyet Müdürü ve Ticaret Odası Başkanı, İçişleri Bakanı tarafından görevden alınır. Her ikisiyle birlikte Kırklareli Belediye Başkanı ve saldırılarda yer alan pek çok kişi de yargılanacaktır. 12 Temmuz’da Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği özel hükümet oturumunda, olaylar antisemit olarak nitelendirilecektir (Levi, 120–126). Olayların ardından Trakya Yahudilerinin çok büyük bir bölümü bütün mal ve mülklerini bırakarak İstanbul’a göç edecek, bu göç 1942’den sonra yurtdışına yönelecektir (Aktoprak,2010:31). 123 3.3.5. Varlık Vergisi İkinci Dünya Savaşı döneminde gayrimüslimleri yakından etkileyen bir diğer olay da 1942 Varlık Vergisidir. 1931’de CHP devletçiliği ekonomi politikası olarak benimsemişse de, devletçilik özellikle Atatürk’ün ölümünün ardından başlayan İnönü iktidarı döneminde savaş yıllarına da denk düşecek bir şekilde ekonomiye hâkim olacaktır(Zürcher, 1996: 286288; Oran,1999:249). Savaş, ekonomik hayatın her alanına devlet müdahalesini getirmektedir ve devlet müdahaleleri 1940-Milli Korunma Kanunu ile meşru kılınmıştır. Hükümet ilk dönem fiyatları kontrol altında tutarak enflasyonla mücadeleye etmeye çalışmışsa da, mal darlığını aşamamış ve karaborsayı önleyememiştir. Sonunda fiyat denetiminden vazgeçilmiş ama bu politika ile de 1930’ların ikinci yarısına dek yükselme gösteren GSMH düşüşe geçmiştir. Karaborsa ve devlet müdahalesinin biçimlendirdiği bu ortamdan istifade eden büyük çiftçiler, tüccarlar ve devlet ihaleleri ile ruhsat işlerini yürüten memurlar bu yıllarda önemli kârlar sağlamıştır. İthalat gayrimüslim azınlıkların elinde olduğu için karaborsaya hakim olan gayrimüslimlerin mali durumu da gelişmiştir (Zürcher,1996: 288-290) Fiyatların serbest bırakılması ve ardından yükselmesi ise devletin masraflarını artırmıştır. 1942 başlarında artan giderleri karşılamak için savaş sayesinde elde edilen olağanüstü kazançları vergilendirme fikri tartışılmaktadır. Basında da mal darlığından ve bu ortamdan yararlandıkları belirtilen gayrimüslimlerden şikâyet edilmeye başlanmıştır. Bir kez daha gayrimüslimlerin ekonomik refahı onları hedef haline getirmektedir. 1942 yaz ayları boyunca bu karalama devam etmiş, özellikle azınlık karşıtı karikatürlerde halkın sırtından kazanç elde eden zengin tiplemesinde Yahudiler kullanılmıştır (Aktar, 2004:141– 143). Bu sırada 1942 Temmuz ayında, Başbakan Refik Saydam’ın ölümü üzerine Varlık Vergisi fikrinin sahibi Dış işleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu Başbakan olur. Bu ortamda, bir taraftan basının azınlık karşıtı kampanyası devam ederken, diğer taraftan 12 Eylül 1942’de defterdarlıklara gönderilen bir genelgeyle savaş zamanında olağanüstü kazanç sağlayanların belgelenmesi ve azınlıkların ayrı bir cetvelde gösterilmesi talep edilir. Yapılan çalışmalarda, savaş zamanında olağanüstü kazanç sağlayanlar dört kategoride toplanır. İlk 124 kategori M, Müslümanları, G, yani gayrimüslimler kategorisi Yahudi, Ermeni ve Rumları, D, dönmeleri, E ise ecnebileri temsil etmektedir (Ökte,1951 47; Akar,1992:47-48). Bu süreç zarfında, yeni bir vergi konacağından haberdar olan gayrimüslimler Saraçoğlu’nu ziyaret ederek, devlete gerekli parayı kendi aralarında toplayabileceklerini iletirler. Fakat Saraçoğlu, devletin vatandaşlarını vergilendirebilecek bir mekanizmaya sahip olduğunu belirterek, Osmanlı millet sistemini anımsatan bu teklifi reddeder (Ökte, 1951,52;Aktar,2004:145-146). Saraçoğlu, 11 Kasım 1942’de, TBMM’de ekonomik durumu ele aldığı konuşmasında Varlık Vergisi’ni ayrıntılı olarak tanıtır. Aynı günün öğlen oturumda vergi TBMM ’den geçecek, ertesi gün Resmi Gazete ’de yayınlanarak yürürlüğe girecektir (Ökte,1951: 52,;Aktar,1996:148) Saraçoğlu’nun TBMM’de yaptığı konuşmada eksik ve asıl önemli olan nokta ise, iki gün önce basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında gizlidir. Saraçoğlu bu toplantıda Varlık Vergisi’ni, Türk piyasasını Türklerin eline verecek bir devrim kanunu olarak nitelendirmiştir (Aktar,2004: 48). Varlık Vergisi’nin tahsilâtının bittiği gün, “bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı nazik anda vazifeleri yapmaktan kaçacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle tatbik edilecektir” diyerek de Saraçoğlu kanunun şiddetini açıkça belirtmiştir (Aktar,2004: 61). 4305 sayılı Varlık Vergisi Hakkında Kanun’un ilk maddesi, bir defaya mahsus olmak üzere, servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve olağanüstü kazançları üzerinden vergi alınacağına dairdir (Ökte,1951:195). Verginin sermaye sınıfına yönelik bu niteliği, dönemin ağır koşulları altında daha da ezilen emekçilerin yükünün paylaşılması anlamına geldiği için olumlu olarak karşılanmıştır (Akar1992: 3).Fakat uygulama sırasında verginin hizmet erbabı ve seyyarları da içerdiği anlaşılır anlaşılmaz vergi olağanüstü vergi niteliğini kaybetmiştir. Bu komisyonların tespit ettiği vergi miktarının değişmezliği de hükme bağlanmıştır. 12. madde gereği, mükellefler vergilerini on beş gün içinde yatırmak zorundadır. Gecikme halinde ilk iki hafta için faiz uygulanacak, bu süre içinde de vergisini ödemeyenlerin ev ve iş yerleri haczedilerek vergi tahsilâtına başlanacaktır. Talik tarihinden itibaren bir ay zarfında 125 borcunu ödemeyen mükellefler, borçlarını ödeyinceye dek çalışmak üzere memleketin herhangi bir yerinde genel hizmetlerde veya belediye hizmetlerinde çalıştırılacaklardır. 14. madde ile de, mükellefin eşinin, kendisiyle oturan usul ve fürunun menkul ve gayrimenkulünün bu verginin teminatını teşkil ettiği belirtilmektedir. (Kanun No.: 4305 Kabul tarihi: II-II- 942 Neşri tarihi: 12-11-1942-5255) Resmi verilere göre toplama merkezlerinde tam 2057 kişi kampa alınmıştır ve kamptaki yükümlülerin 1869’u İstanbul’dandır. Aşkale’ye gönderilen 1400 gayrimüslim vatandaştan da 1299’u İstanbulludur (Koçak, 2002: 541; Ökte, 1951:158) Gönderilenler, İran-Trabzon transit yolunda kar temizlemiş, Erzurum-Sivas yolunda toprak kazıp taş kırmışlardır. Yaşlılık ve hastalık gibi nedenlerin dışında ölüm olmamış, gidenler işkence ve dayak gibi kötü muamele ile karşılaşmamıştır. (Akar, 1992:71–72) Dolayısıyla, Varlık Vergisi ’nin yarattığı güvensizlik azınlıkların entegrasyon sürecini olumsuz etkilemiş, pek çok gayrimüslim vatandaşın göç etmesine neden olmuştur. Bu tarihlerde Yahudiler arasında Siyonizm canlanmış, 1948’de İsrail’in kurulmasıyla yaklaşık 30.000 Yahudi vatandaş İsrail’e göç etmiştir (Aktar, 2004:208). 3.4. YAKIN DÖNEM KİMLİK DEĞİŞİMLERİ VE AZINLIKLAR SORUNLARI İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye ekonomik ve siyasi bir liberalleşme sürecine girecektir. Savaş yıllarında CHP hükümeti izlediği otoriter politikalar nedeniyle İttihat ve Terakki döneminden beri devletle arası giderek açılan köylünün desteğini iyice kaybetmiş, yine bu yıllarda izlediği ekonomi politikası nedeniyle işçi ve işverenin hükümete güvenini zedelemiştir. 1945-Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile büyük toprak sahipleri de hükümetten iyice uzaklaşır. Toplumsal desteğin kaybedildiği bu dönemde, Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde Batı’nın artan baskısı da yakından hissedilmektedir (Aktoprak,2010:37) Bu koşullarda Temmuz 1945’te çok partili dönem başlayacak ve 1946’da Demokrat Parti (DP) kurulacaktır. Gayrimüslimler açısından bu gelişmelere baktığımızda, özellikle CHP’nin otoriter tek parti rejimine karşı yükselen tek muhalif ses olması nedeniyle DP ilk etapta gayrimüslim cemaatler tarafından desteklenmiştir. Fakat kısa süre içinde DP’nin 126 ekonomik açılımlarının ilk dönemde yarattığı refah gerilemeye başlayacak, kentlerde işsizlik artarken yoksulların zenginlere diş bilemeye başladığı bir dönemde gayrimüslimler bir kez daha hedef haline geleceklerdir (Kuyucu, 372–373) Ekonomik kriz ortamında DP de çareyi milliyetçiliğe başvurmakta bulacak, her zaman olduğu gibi bir kez daha milliyetçilik sınıf farklılıklarının üzerini örterek iktidara hizmet edecektir. (Aktoprak,2010:38). 1960’lara girildiğinde Türk-İslam sentezi gelişmeye başlamıştır. 1930’ların aksine Türk kültürünün İslam’a kattıkları değil, İslam’ın Türklüğe kattıkları tartışılmaktadır. Türk kültürünün devamlılığı İslam’la ilişkilendirilmekte, Osmanlı geçmişi Türklük üzerinden kutsanmaktadır. Bu nedenle yükselen bu yeni sağ milliyetçilik için de gayrimüslimler güvenilmez ve yabancıların ajanı olmaya müsait ötekilerdir (Copeaux,2000: 55–56; Aktar, 1996:43). Bu dönemde gerek iç gerek dış politikada ortaya çıkan krizler gayrimüslimlere yönelik ayrımcılığı azaltmak yerine artıracak, özellikle Rum azınlık Kıbrıs nedeniyle Yunanistan’la inişli çıkışlı seyreden ilişkilerin kurbanı olacaktır. Bu sürecin ilk çıktısı 6/7 Eylül 1955, ikincisi 1930 Antlaşmasının Feshi ve 1964 Kararnamesi ve üçüncüsü de 1971 ’de Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılmasıdır. Bunlardan ikisi aşağıda ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 3.4.1. Altı Yedi Eylül Olayları 6/7 Eylül olaylarını tetikleyen gelişme 1955’de Türkiye’nin de bir tarafı haline geldiği Kıbrıs sorunudur. Türkiye, İngiltere’nin girişimiyle Ağustos 1955’de Yunanistan ve İngiltere’yle birlikte Londra Konferansı’na katılmıştır. Adadaki Türklerin varlığı, adanın Türkiye ile tarihsel, ekonomik ve kültürel bağları ile Kıbrıs’ın Türkiye için sahip olduğu stratejik önem dile getirilmiş; Türkiye’nin statükodan memnuniyeti ve statükonun devamını talep ettiği belirtilerek ilk kez bir Kıbrıs politikası oluşturulmuştur. İngiltere’nin adadan çıkması halindeyse Kıbrıs’ın Türkiye’ye verilmesi savunulmaktadır. Böylece artık Türkiye de sorunun bir tarafıdır (bkz. Melek Fırat, 2001, s. 600–602). 127 Kamuoyu bu dönemde Kıbrıs konusunda bilgisiz ve duyarsızdır, fakat hükümetin Yunanistan ve İngiltere’ye, arkasındaki kamuoyu desteğini göstermesi ve hazırlıksızlığını gizlemesi gerekmektedir. Bu amaçla, 6-7 Eylül olayları yaşanmadan önce Kıbrıs Türk’tür Derneği kurulmuştur. Türklük bilinci üzerinden halk sorunun bir tarafı haline getirilmeye başlanır. Öte yandan Kıbrıs aynı zamanda siyasi ve ekonomik kriz içinde olan Menderes hükümetine kamuoyunun dikkatini başka bir tarafa yöneltebileceği bir seçenek de sunmaktadır (Güven,2006:15) Olaylar, 6 Eylül 1955 akşamında DP’ye yakınlığı ile bilinen İstanbul Ekspres akşam gazetesinin Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberini yayınlamasıyla başlar. Haber yayınlanır yayınlanmaz Kıbrıs Türk’tür Derneği önderliğinde kalabalık bir grup Taksim meydanında toplanır ve yürüyüşe geçer. Önce çeşitli Rum gazeteleri yakılır, ardından da gayrimüslimlere, özellikle Rumlara ait ev ve dükkânlar yağmalanmaya başlanır. Saldırılar sadece Beyoğlu ve civarında değil, Beykoz, Kadıköy ve Adalar gibi Beyoğlu’na ve birbirlerine uzak ilçelerde de devam etmektedir. İzmir’de de Yunan Konsolosluğu ve Fuar’daki Yunan pavyonu başta olmak üzere Rumlara ve Levantenler dahil bütün gayrimüslim azınlıklara yönelik saldırılar gerçekleşmiştir. Pek çok gayrimüslim vatandaş evlerine astıkları Türk bayrakları sayesinde saldırılardan kurtulurken, gece yarısından sonra İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetim ilan edilmiştir. (Aktoprak,2010:38) Sıkıyönetim ilanından sonra, aralarında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezirci gibi isimlerin bulunduğu komünist oldukları gerekçesiyle daha önceden fişlenmiş 45 kişi saldırıların faili olarak gözaltına alınmıştır. Böylece bir taşla iki kuş vurulmakta, hükümet hem gayrimüslimlere hem de solculara faturayı yüklemektedir. Olayların ardından Kıbrıs Türk Derneği kapatılmış ve olaylara karışan 87 kişi tutuklanmıştır, fakat fırsattan istifade 45 siyasi fişli de tutuklanır. Bu isimler beş altı ay hapis yattıktan sonra beraat edecektir (Dosdoğru, s. 36–37). Yunanistan’da yapılan soruşturmayla Atatürk’ün evine yerleştirilen ses bombasının MİT’te görevli olduğu söylenen Batı Trakyalı bir öğrenci tarafından Türk konsolosluğundaki bir görevliye verildiği ortaya çıkmıştır. Tanık eksikliğine rağmen, Menderes ve Zorlu da 128 Yassıada Mahkemesi’nde 6/7 Eylül olaylarını planlamaktan suçlu bulunacaklardır (Fırat,2001:601). 6/7 Eylül olayları, tek parti döneminde olduğu gibi çok parti döneminde de gayrimüslimlere yönelik ayrımcılığın devam ettiğinin önemli bir göstergesi olmuş ve azınlığın devlete güvensizliğini pekiştirmiştir. Olaylar sırasında birkaç Rum ölmüş, 35 kişi yaralanmış, 5622 bina tahrip edilmiştir. Yüksek bir maddi hasar vardır (Fırat,2001: 601). Olayların hemen ardından hükümet gayrimüslimlerin göç ederken Türkiye pazarındaki sermayelerini aceleyle çekmelerini engellemek için servetlerini yurt dışına transfer etmelerini de idari olarak yasaklayacaktır (Güven,2004: 175). Fakat bu duruma rağmen devlete duyulan güven kaybı ve olayların şiddeti gayrimüslimlerin dalga dalga yurt dışına göç etmesi sonucunu doğuracaktır. Dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ise TBMM’de yaptığı bir konuşmada bu göçlerin nedenini “Türkiye’de hali hazırda sahip oldukları yüksek yaşam standardını başka ülkelerde daha da geliştirmek” olarak açıklamaktan kaçınmamıştır (Güven,2004: 175). 3.4.2. Kıbrıs Meselesi ve 1964 Kararnamesi 1963’te Kıbrıs’ta toplumlar arasında çıkan çatışmalar 1964’de Türkiye ile Yunanistan arasında bir krize dönüşmüştür. Durumun kızışması üzerine Mart 1964’te TBMM, hükümete, gerektiğinde Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunma yetkisi vermiştir. 1964’te Türkiye, Yunan ve Türk vatandaşlarına âdeta çifte vatandaşlık hakları veren 1930 İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’nı tek taraflı olarak feshetmiştir. Antlaşmaya göre, fesih tarihinden altı ay sonra uygulamaya geçilmesi gerekirken, Türkiye, antlaşmanın 16. maddesini, yani feshin ülke savunması ve güvenliğini ilgilendirdiği gerekçesini kullanarak uygulamayı hemen başlatacaktır (Fırat,2001:732). 1930’da, Yunanistan ve Türkiye arasındaki dostluk havasının bir ürünü olarak imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’nın 1. maddesi, taraflardan her birinin uyruklarına, diğer tarafın ülkesine, ülkenin kanun ve düzenine uyarak, yabancılar için özel hükümler varsa “en çok gözetilen ulus” uyruklarının tabi oldukları veya olacakları düzenlemelerden başka kısıtlamalara tabi tutulmaksızın, serbestçe girebilme, orada 129 oturabilme, yerleşebilme, yolculuk yapma ve orayı istedikleri zaman terk edebilme haklarını getirmektedir. Antlaşmaya göre taraflardan her birinin uyruklarına diğer tarafın ülkesinde mülk edinme, ticari faaliyette bulunma, şirket ve fabrika kurma, ithalat-ihracat yapma, gemi taşımacılığı faaliyetlerinde bulunma ve miras bırakma hakkı da tanınmıştır. Bu kişiler söz konusu faaliyetler sırasında yerel uyruklarla eşit vergilendirmeye tabi olacaktır (Aktoprak,2010.40-41). Tamamen ekonomik gerekçelerle imzalanan bu antlaşmanın iki amacı vardır: İlki, nüfus mübadelesi sonrası Türkiye’de doğan nitelikli işgücü açığını kapatmak ve Yunanistan’da doğan işsizlik sorununu çözmek, ikincisi ise, 1929 ekonomik bunalımının yol açtığı durgunluğu aşmaktır (Fırat, 2001: 348-349). 1955’de 6/7 Eylül olaylarına rağmen bu antlaşma 1964’e dek yürürlükte kalmış, fakat 2 Kasım 1964’te çıkarılan gizli bir kararname ile Türkiye’de Yunan uyruklu olup da bu antlaşmanın getirdiği haklardan yararlanan kişilerin taşınmaz malları üzerindeki her türlü tasarrufları durdurulmuş ve taşınmazlardan elde ettikleri gelir bloke edilmiştir. Sadece İstanbul’da yaşayanların, geçimlerini sağlayacak şekilde her yıl bir miktar parası serbest bırakılmıştır (Fırat, 2001: 733) Bu gizli kararname, ancak 1988 Davos süreci dâhilinde Şubat ayında kaldırılacaktır. Bu kararnamenin ardından Yunan uyruklu 8600 kişi Türkiye’den ayrılmış, Yunan uyruklu Rumlarla evli Türk vatandaşları da bu karardan yakından etkilenmiştir. Gidenlerin pek çoğu 50 yaşın üzerindedir. 1965’te Türkiye’de 48.000 Rum kalmıştır (Karimova, 2001:11). Kalanların büyük kısmı ise kendilerinin ve çocuklarının geleceğini göremedikleri için daha sonraki yıllarda Yunanistan’a göç etmiştir (Karimova, Deverell, 732; Koçoğlu, 87– 93, 128-129) 3.4.3. Vakıflar Sorunu Sorunun temeli 1936 Vakıflar Beyannamesi’dir ama bu beyanname 1960’larda gayrimüslimler için bir sorun haline gelecektir. 1936 yılında yürürlüğe giren Vakıflar Kanunu, tüm vakıflardan ellerindeki taşınmazların listesini gösteren bir mal beyannamesi istemiştir. Amaç, İslamcıların ekonomik kaynaklarını kurutacak düzenlemelere gitmektir. Fakat 130 Mustafa Kemal’in ömrü yetmeyecek ve beyannameler unutulacaktır. Bu unutma 1972’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün (VGM), gayrimüslim vakıflarının vakıfnamelerini istemeye başlamasıyla sona erecek, İslami vakıflara karşı çıkarılan beyanname gayrimüslim vakıflara karşı kullanılmaya başlanacaktır. Padişah fermanıyla kurulan gayrimüslim vakıfların vakıfnameleri bulunmamaktadır. Bunun üzerine VGM, 1936'da alınan beyannameleri bu vakıfların vakıfnamesi sayacağını bildirir ve vakıfların 1936’dan sonra herhangi bir yolla edindikleri taşınmazlara el koymaya başlar. Çünkü bu taşınmazlar 1936 mal beyannamesinde kayıtlı değillerdir. Bu mal beyannamesinde bu vakıfların taşınmaz edinebilecekleri de yazmamaktadır. Gayrimüslim vakıflarının taşınmazlarına el konulmaya başlanması Türkiye’de ekonominin gayrimüslimlerden tasfiyesi sürecinin son halkası, gayrimüslim vatandaşlara yönelik ayrımcılığın önemli göstergelerinden biri olarak Türkiye siyasal tarihine geçecektir. Bu sorun ancak 2000’lerde yenilenen Vakıflar Kanunu ile çözüm sürecine girmiştir” (Oran,2004:102-105–107; 139-142) 3.4.4. Azınlıklar Sorununun Son Otuz Yılı 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından “1983’te başlayan ANAP dönemi de farklı sağ partilerin ve çıkar gruplarının bir koalisyonu olarak ordunun başlattığı görevi devam ettirecekti. 1990’lar da DYP’den SHP’ye, MHP’den RP’ye farklı siyasi partiler farklı koalisyonlarla iktidara geldilerse de, Türk-İslam sentezi özellikle eğitim alanındaki yerini korudu (Kaplan, 2002:799). Dolayısıyla, 1980 sonrasında Türk-İslam sentezi hiç olmadığı kadar etkili hale geldi. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu’nun 1986’da benimsediği raporda Türk ve İslam kültürü milli kültürün iki temel kaynağı olarak görülüyordu (Güvenç, 1994). Bu bağlamda din dersleri zorunlu hale getirilirken, İmam Hatip okullarının önü açıldı. Eğitim ve kültür kurumları açıkça İslami değerlerin eklemlendiği bir milliyetçiliğin öğretildiği ve ifade edildiği yerler haline geldi (Copeaux, der. Bora,2002: 47). “Hıristiyan-Türk ayrışması özellikle AB’ye adaylık sürecinde Batı karşısında mazlum ama gururlu genç rolüne soyunan Türk milliyetçiliği bağlamında önem kazandı. Hıristiyan Avrupa’nın Müslüman Türkiye’yi dışladığı savı, Batı’nın Türkiye’yi bölme gayesiyle paralel 131 ele alınmaya başlandı. PKK’ya ve Ermeni soy kırımı iddialarına Batı’nın verdiği destek Türk kamuoyunda Batı karşıtlığını artırdı. Bu karşıtlık 1990’larda AB’yle ilişkilerin inişli çıkışlı seyri nedeniyle zaman zaman iktidardaki hükümetler tarafından manipüle edilse de, hükümetler dışında bir anlam kazandı” (Aktoprak,2010:42). “Bütün olanlara rağmen 2004 ’ten itibaren AB uyum süreci çerçevesinde atılan yasal adımların Türkiye genelinde tüm azınlıkların haklarının gelişmesine yönelik etkisi göz ardı edilemeyecek önemdedir. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlarının biraz da olsa genişletilmesi, farklı dil, lehçe ve ağızlarda yayımın ve öğrenimin önünün açılması, Vakıflar Kanunu’nun değiştirilerek gayrimüslim vakıfların Bakanlar Kurulu kararıyla mal ediniminin önü açılması bu bağlamda öne çıkmaktadır” (Oran, 2004:139–142). “Öte yandan bu yasal değişikliklerin toplumsal zihniyette köklü bir değişim gerçekleşmeden sağlıklı bir şekilde işleyeceğini ileri sürmek mümkün değildir. AKP’nin tabanını bir yana bırakın, bu değişikliklerin mimarı AKP hükümetinin uygulamada teklediği açıktır. Bu değişikliklerin gerçekleşmesi hayati öneme sahiptir; fakat Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının her birinin kendini bu ülke de eşit hissetmesi adına gelişen bir zihniyetle yapılıp yapılmadığı tartışmalıdır. ”(Aktoprak,2010:46). 3.5. GAYRI MÜSLİM VATANDAŞLARIN RAPORLARA YANSIYAN SORUNLARI Ülkemizin her ne kadar Lozan da sayılan kabul edilmiş üç Gayrimüslim gurubu olduğu belirtilse de daha geniş bir inançlar farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan bu toprakların daha geniş inanç yelpazesine sahip olduğu bilinmektedir. Ülkemizin gerek dini ulusal etnik gerekse hala yaşamakta olan kültürel azınlıkları: Rum, Ermeni, Türk Süryani, Hıristiyanlar (Katolik, Ortodoks, Protestan), Museviler, Yezidiler, Bahailer ve diğer tüm gruplar aslen kurucu unsur sayılabilecek kendi öz vatandaşlarımızdır. Burada AB İlerleme Raporlarına konu olan kendini ihlal ve ayrımcılığa uğramış sayan ve AB yasaları ile uyumlu bir şekilde yaşanan hak ihlallerinin eski ve yeni bireysel sosyal hakların bir vatandaş olarak talepleri içinde oldukları kesindir. Bazı ihlal iddiaları ve talepleri ana başlıkları ile irdeleyerek AB uyum sürecinde ilerleme raporlarında sözü edilen yerine getirilmiş ve ya getirilmesi siyasi dengeler açsından mümkün olmadığı için getirilememiş talepleri, bu taleplerin ortaya çıkış şekillerini anlamanın sorunun giderilmesi hususunda önemli bir adım olacağı düşünülmektedir. 132 3.5.1. Gayrimüslim Azınlıkların Yasal Olarak Tanınmama Sorunu ve Lozan Antlaşması Türkiye’de gayrimüslim dini azınlıklardan bazıları yasal olarak tanınmamaktadır. Lozan antlaşması ile Türkiye’de yasayan Gayrimüslim azınlıkların temel hak ve özgürlükleri, “Azınlık Hakları” kapsamında güvenceye alınmıştı. Ancak Lozan Antlaşmasında yalnızca Rum, Ermeni ve Musevileri yasal dini azınlık statüsünde kabul etmiştir. Bunlar dışında kalan Süryani, Keldani, Bahai, Yehova Şahidi, Yezidi ve hatta Türk Protestan Hıristiyanları ve diğer azınlıkları da dini azınlık olarak kabul etmemektedir. 3.5.2. Gayrimüslimlerin Göç ve Yerinden Edilmişlik Sorunu Gayrimüslimler kendilerine ait yerleşim yerlerinden yaşam standartları ile ilgili değişiklik olması sebebi ile ve şartları zorlaştığı için göçmüştür. 3.5.3. İbadethanelerin ve Mezarların Sahipsiz Bırakılarak, Tahrip Edilmesi Türkiye’den taşınmış veya taşınmak zorunda kalmış kişilere ait sahipsiz kalan binlerce ibadethane ve mezarlıklar devlet erkince korunamamıştır. Çünkü gayrimüslim mülk sahipleri gerekli tedbirleri almamıştır. Kendi kaderlerine terk edilen ibadethaneler ve mezarlıklar zamanla virane olmuş, bu mülklerin saygınlığına yakışmayacak kullanım biçimlerine maruz bırakılmıştır. Bazı eski mezarlıkların yerleşim alanı içerisinde kalanlarının, belediyeler tarafından imara açılması, park veya ticaret alanı haline getirilmesi, mağduriyetler oluşturmaktadır. (Örneğin 2007’de Diyarbakır/Çınar/Gürses köyündeki Yezidi şeyhinin mezarı, soyguncular tarafından kepçe ile kazılarak ağır hasara uğratılmıştır.) 3.5.4. Gayrimüslimlerin Mahalle ve Yer Adlarını Değiştirilmesi, İsim ve Soyadlarının Değiştirilmesi Zorunda Bırakılmaları 1934’te Soyadı Kanunu’yla başka ırklar ya da uluslarla bağlantılı olan soyadlarının alınması yasaklanmıştır. Bu sebeple; Gayrimüslimler isimlerinden dolayı sorunlar yaşamıştır. İsim konusunda yaşanan sorunlara benzerleri mahalle ve yer adlarına da yaşanmıştır. 133 3.5.5. Devletlerarası Sorunların Türkiye’deki Gayrimüslimleri de Etkilemesi Sorunu Ermeni soy kırımı olarak beyan edilen ancak devletin kabul etmediği tehcir dönemi hadisesinin Türkiye- Ermenistan arasında sorun oluşu, Türkiye’deki Ermeni gayrimüslimleri de rahatsız etmektedir. Aynı şekilde Türkiye- Yunanistan arasındaki meseleler, Rumları diğer gayrimüslimleri rahatsız etmektedir. 3.5.6. Gayrimüslimlere Ait Basın Yayın Kuruluşlarının Yayın ve Akreditasyon Sorunu Gayrimüslimlere ait basın yayın kuruluşları Askeri bölgelerde (Genelkurmay karargâhında) basın açıklamasına katılamamakta, resmi makamlar önünde “Akredite olmadıkları” gerekçesiyle içeri alınmamakta, haber alma ve bilgilendirme hakları engellenmektedir. 3.5.7. Tevhidi Tedrisat Kanunu ile Gayrimüslimlere Müdahale İş bu kanunla Türkiye’deki tüm okullar, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Gayrimüslimlere ait tüm okulların eğitimi, bu yasa ile devletin kontrolüne geçmiştir. Gayrimüslimlerin kendi inançlarına göre çocuklarına eğitim vermeleri, derslerinin içeriğini belirleme hakları bu yasa gereği engellenmektedir. 3.5.8. Gayrimüslim Okullarına Türk Müdür Yardımcısı Atanması Zorunluluğu Rum, Ermeni ve Musevilerin okullarında müdürler kendileri tarafından belirlenmekte ancak, okulun müdür yardımcısının bir Türk olması gerektiği belirtilmektedir. 3.5.9. Zorunlu Din Derslerinin Varlığı Gayrimüslimlerin çocukları, okullarında din dersine girmek zorunda kalmaktadır. Her ne kadar yetkililer Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin kültür dersi olduğunu, din dersi olmadığını beyan edilmiş olsa da, bazı gayrimüslimler çocuklarının bu dersi görmesini istememektedir. 134 3.5.10. Gayrimüslim Cemaatlere Ait Vakıfların Mal Varlıklarına El Konulması, Mülk Edinmelerinin Yasaklanması Gayrimüslim cemaatlere ait vakıfların; okul, yurt, yetimhane ve diğer mal varlıklarına 1974 yılında topluca el konulmuştur. 1936 tarihinde vakıfların açıkladıkları mal beyanındakinden başka mülk edinmeleri yasaklanmıştır. 1936’dan günümüze geçen 63 yılda alınan mallar da bu kapsamdadır. Örneğin: Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı, 20 yılı askın bir süreden beri kullandığı ve zilyet olduğu mal varlığını kendisi adına tescil ettirememiştir. 3.5.11. Yeni Vakıflar Yasa’sında Bulunan Sorunlar ve Bilgilendirme Sorunu Vakıflar Yasa’na göre; bazı sınırlamalar şunlardır: Vakıf senedinde yazılı olduğu takdir de vakıflar uluslararası faaliyette bulunabilir, farklı ülkelerde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vakıf kurma hakkı tanınmışsa Türkiye’deki vakfın da o hakka sahip olmasına yönelik karşılıklı olma kuralının varlığı örgütlenme özgürlüğünün ihlali olarak görülmektedir. Yeni vakıf kurmak için “belli bir ırk ya da cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf kurulamaz” ifadesinin niteliği gereği “cemaat” olarak kurulacak yeni vakıfları engelleyebileceği, geçmişte zapt edilen vakıfların / devlet eline geçmiş vakıfların geri alınmasındaki bazı sorunlar ile diğer sorunlar gayrimüslim cemaatlerin çalışma alanına müdahale edebilecek niteliktedir. 3.5.12. Heybeliada Ruhban Okulunun Açılmaması ve Ruhban Okulları Yasağı ile Din Adamı Yetiştirememe Sorunu Heybeliada Ruhban Okulu 1971 tarihinde resmi makamlar tarafından kapatılmıştır. Gayrimüslimlerin ruhban yetiştirecek okul açamamaları ihlal oluşturmaktadır Türkiye’de gayrimüslimler ruhban/ din adamı yetiştirme imkânından yoksundurlar. Aynı zamanda dışardan din adamı eğitmen ihracı yapılmakta ancak onlarında yasal olarak büyük sorun ve sıkıntılarının bulunduğu da iddia edilmiştir. 135 3.5.13. Gayrimüslimlerin Bazı Devlet Memurluklarına Alınmamaları Sorunu Gayrimüslimler bazı devlet memurluklarına alınma sorunu yaşadıklarını, polis, vali, asker, vs. mesleklere alınmada, ayrımcılığa uğradıklarını beyanları mevcuttur. 3.5.14. Gayrimüslimlere Ait Bazı İbadethanelerin Amacına Uygun Kullanılmaması, Geri Verilmeme Sorunu Gayrimüslimlere ait kilise ve diğer ibadethanelerin camiye çevrilmesi söz konusudur. (Örneğin: Nusaybin’de bir Süryani Ortodoks kilisesinin camiye çevrilmesi) Gayrimüslimlere ait bazı kiliseler, vergi dairesi gibi resmi kurumlarca kullanılabilmekte bazıları turistik amaçlı müze niteliğine dönüştürülebilmektedir. (Örneğin: Saint Pierre Kilisesi- Hatay ) Asli kullanımı dışındaki kullanımlara son verilmesi, ait olduğu dini grubun temsilcilerine ibadethane olarak amacına uygun kullanımı için geri iadesi sorunları bulunmaktadır. 3.5.15. Gayrimüslimlere Ait Bazı İbadethanelerin, Maddi Destek Alamama Sorunu Camilere sağlanan kadrolu personel desteği ile vakıf camilerine sağlanan elektrik ve su gibi diğer desteklerden, yasal olarak tanınmayan bazı gayrimüslim cemaatler kendi ibadethaneleri için eşit olarak faydalanamamaktadır. 3.5.16. Kimliklerdeki Din Hanesine Dini İnancını Yazamama Sorunu Türkiye’de Rum, Ermeni Hıristiyan ve Musevi’ler dışında kalan; Bahai, Yezidi, Süryani, Türk Protestan, Yehova Şahidi ve diğer din ve inançlar kimliklerindeki din hanesi kısmına kendilerini tanımladıkları şekliyle yazdıramamaktadır. Bu grupların kimliklerine “Diğer Dinler” ifadesi kullanılmaktadır. 3.5.17. Gayrimüslimlerin Siyasi Temsil Sorunu Gayrimüslimlerin, TBMM’ de yasal bir temsilcilerinin de bulunmaması, sorunlarının dile getirilmesi ve çözüm yollarının ortaya konulmasında etkisizliğe sebep oluşturmaktadır. 136 3.5.18. Siyasi Partiler Kanununda Din Özgürlüğüne Müdahale Sorunu Siyasi Partiler Kanununda, siyasi partilerin “cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaması veya adlarında bu ifadeleri belirtecek sözcüklerin kullanamamaları” din özgürlüğüne müdahale olarak görülmektedir. Gayrimüslimler “Hıristiyan Demokrat Parti ”sini kuramaz, Musevi, Yezidi, Yehova Şahidi, Rum, Ermeni, Bahai, Süryani Adalet Partisini kuramaz, bu isimleri parti isimlerinde geçiremezler. Konunun bu kısımda ana hatları özetlemeye çalıştığımız tüm ihlal ve mağduriyetler bireysel hak ve özgürlüklerin yanında sosyal, siyasal, kültürel, etnik, dil, din ve inanç özgürlüğü bakımından da oldukça önemlidir. Bu kısmı burada noktaladıktan sonra AB sürecinde konu ile ilgili İlerleme Raporlarına yansıyan gerek çözüm için gayret gösterilen girişimleri ve gerekse bunların ne aşamada olduklarını inceleyelim. 3.6. AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİ KISA TARİHİ 3.6.1. Hazırlık Dönemi 1964 -1970 Türkiye’nin Birlik ile ilişkileri 31 Temmuz 1959 tarihinde Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) yapmış olduğu ortaklık başvurusu sonucunda imzalanan 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması ile başlamıştır. Bu anlaşma ile o dönemde AET olarak teşkilatlanmış olan Avrupa Birliği ile ilişkiler sadece Türkiye’nin AET ülkeleri ile Ortak Pazar özelliklerinden faydalanarak, herhangi bir kısıtlama olmadan ticaret yapabilmesine olanak tanımaktaydı. Anlaşma ile Türkiye AET arasındaki ekonomik farklılıkların giderilmesi ve iyileştirilmesi hedeflenmekteydi. Türkiye’nin AB Ortak Pazarı’na, kurulacak bir gümrük birliği vasıtasıyla kademeli olarak katılımı için aşağıda belirtilen iki aşamayı öngörmekteydi. 3.6.2. Geçiş Dönemi 1973 -1995 1973 sonunda iki taraf arasında gümrük vergilerinin kaldırılmasını amaçlayan bir Ek Protokol benimsendi. Bu protokole göre AB, Türk kökenli sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini geçiş döneminin en başından itibaren kaldırırken, Türkiye’nin AB sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini kaldırması kademeli olarak gerçekleşecekti. Türkiye'nin 137 Gümrük Birliği'nin uygulamaya konmasını tamamlaması için 22 yıllık bir süre öngörülmüştü. 1986 12 Eylül 1980 sonrası dondurulmuş bulunan Türkiye – AET ilişkilerinin yeniden başlatılması süreci. 1987 Türkiye’nin tam üyelik başvurusu 1993 AB ve Türkiye Gümrük Birliği müzakerelerinin başlangıcı. 1995 Türkiye-AB Ortaklık Konseyi Kararının Avrupa Parlamentosu tarafından onaylanması. 1995 yılında, geçiş döneminin tamamlanmasından sonra, Gümrük Birliği Kararı kabul edilerek Türkiye, AB sanayi mallarına uygulanan gümrük vergilerini kaldırdı. Karar 1996 itibarı ile yürürlüğe girmiştir. 3.6.3. Son Dönem 1996 Sonrası 1996 Türkiye ve AB arasındaki Gümrük Birliği'nin yürürlüğe girmesi.1999 Avrupa Konseyi’nin Helsinki'de yapılan zirve toplantısında: Türkiye'ye AB aday ülke statüsünün verilmesi. 2000 4 Temmuz'da Başbakanlığa bağlı olarak çalışması öngörülen Avrupa Birliği Genel Sekreterliği kurulmuştur. Genel Sekreterliğin kurulmasının amacı, "Türkiye'nin AB üyeliğine hazırlanmasına yönelik faaliyetler çerçevesinde kamu kurum ve kuruluşlarının yapacakları hazırlık ve çalışmalarda iç koordinasyon ve uyumun plân ve programlara uygun olarak yönlendirilmesi ve yürütülmesini sağlamaktır." 2001 Avrupa Birliği Konseyi, 8 Mart tarihinde AB tarafından Türkiye Katılım Ortaklığının kabul edilmesi. 19 Mart'ta Türk Hükümeti tarafından, Müktesebatın Üstlenilmesi için Ulusal Program (NPAA) kabul edilmiştir. 2002 AB ile Türkiye arasında Topluluk programlarına katılımın genel ilkelerini belirlemek üzere imzalanan Çerçeve Anlaşma, 28 Haziran tarihi itibari ile yürürlüğe girmiştir. Aralık'ta Türkiye AB Komisyonu ile Leonardo, Socrates ve Gençlik programlarının her biri için Hazırlık Tedbirleri Anlaşmaları ve Socrates Programı Pilot Uygulamaları Anlaşmasını imzalamıştır. 2003- 24 Temmuz'da Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı yürürlüğe girmiştir. 2004- Avrupa Birliği Konseyi tarafından 17 Aralık'ta Türkiye ile üyelik görüşmelerinin başlatılmasına karar verilmiştir. 2005- 03 Ekim'de Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerine başlanılmıştır. Aynı zamanda "Tarama Süreci" 35 başlık altında başlanılmıştır. Aralık'ta, Avrupa Birliği Konseyi Türkiye için yeni Katılım Ortaklığı Belgesini kabul edilmiştir. 2006- 17 Ocak'ta Türkiye Cumhuriyeti ile Katılım Ortaklığında Yer Alan "İlkeler, Öncelikler ve Koşullara İlişkin Konsey Kararı" 17 Ocak 2006 tarih ve 15671/05 sayı ile kabul edilmiştir. 2006- 31 Temmuz’da Katılım Öncesi Mali Yardım aracı (IPA) tüzüğü Resmi Gazete ’de yayımlandı. 2007- 12 138 Haziran’da IPA uygulama tüzüğü Resmi Gazete ’de yayımlandı. 2007- 06 Kasım'da Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan İlerleme Raporu yayımlanmıştır. (http://www.ab.gov.tr/index.php?p=46224&l=1). 2008- 31 Aralık’ta Avrupa Birliği Müktesebatının üstlenilmesine ilişkin Türkiye Ulusal Programı ile bunun uygulanması, koordinasyonu ve izlenmesine dair karar Resmi Gazete ’de yayımlanmıştır. 2009- Avrupa Birliği makamları ile yapılacak tüm üyelik müzakerelerini yürütmek üzere yeni “Baş müzakereci” görevlendirildi. 2010- 09 Kasım'da Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan İlerleme Raporu yayımlanmıştır. 2011- 12 Ekim'de Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan İlerleme Raporu yayımlanmıştır. 2012- 10 Ekim'de Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan İlerleme Raporu yayımlanmıştır. 2013- 16 Ekim'de Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan İlerleme Raporu yayımlanmıştır. 2014- 8 Ekim'de Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan İlerleme Raporu yayımlanmıştır. 2014 Avrupa Komisyonu İlerleme Raporu'na göre; 2012’de başlatılan Pozitif Gündem; siyasi reformlar, AB müktesebatına uyum, dış politika konusunda diyalog, vize, hareketlilik ve göç, ticaret, enerji, terörizmle mücadele ve AB programlarına katılım gibi ortak menfaatleri ilgilendiren bir dizi alanda güçlendirilmiş iş birliği vasıtasıyla katılım müzakerelerini desteklemeye ve tamamlamaya devam etmiştir. Yeni girişimler ve mevzuat hazırlarken ve mevcut kanunlar ile politikalar uygulanırken, Türkiye'yi Komisyon ile daha yakın diyalog içerisinde olması konusunda teşvik etmiştir. Bu durum, 23 No 'lu Yargı ve Temel Haklar faslında yenilenmiş iş birliğini amaçlayan bir dizi uzman değerlendirmesiyle desteklenmiştir. Vize serbestisi diyaloğunun başlatılmasına paralel olarak, 16 Aralık 2013 tarihinde AB ile Türkiye arasında Geri Kabul Anlaşması imzalanmıştır. Türkiye'nin vize yol haritası uygulamasında durumunu değerlendirmek amacıyla bir dizi uzman değerlendirmesi yürütülmüştür. Geri Kabul Anlaşması AB ile Türkiye tarafından onaylanmış ve 1 Ekim'de yürürlüğe girmiştir. Anlaşmanın bütün üye devletlere karşı tam ve etkili olarak uygulanması büyük önem taşımaktadır. Türkiye, AB’nin altıncı en büyük ticari ortağı, AB ise Türkiye’nin en büyük ticari ortağı olmaya devam etmektedir. Türkiye'nin ticaret yaptığı beş üründen ikisi AB'den gelmekte ya 139 da AB'ye gitmekte ve ileri teknoloji bileşeninin büyük bir bölümünü oluşturduğu doğrudan yabancı yatırımların %70'inden fazlası AB'den gelmektedir. 3.7. AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE İLERLEME RAPORLARI: DİN VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ İLE GAYRİ MÜSLİM VATANDAŞLARIN SORUNLARI Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan ve AB'ye üyelik için belirlenmiş kriterler ışığı altında kaydedilen Türkiye'nin Katılım Yönünde İlerlemesine İlişkin Komisyon görüşlerini de içeren ilk "İlerleme Raporu" 1998 yılında yayımlandı. Katılım Ortaklığı Belgesi ve Ulusal Program dışında adaylık statüsü kazanılmasıyla beraber hazırlanmaya başlanan diğer bir belge ise "İlerleme Raporu" dur. Komisyon, aday ülkenin müktesebata uyum alanında kaydettiği ilerlemeleri veya bu alanda gözlemlediği eksiklileri yıllık baz da ilerleme raporlarıyla değerlendirir. Komisyon, ilerleme raporlarının oluşturulması safhasında, aday ülke nezdindeki AB Delegasyonundan, sivil toplum kuruluşlarından ve aday ülkenin kamu kurumlarından resmi olarak elde ettiği geri bildirimlerden istifade eder (http://www.ab.gov.tr/index.php?p=46224&l=1) . 3.7.1. İlerleme Raporu 1998 Türkiye’nin, Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşme ’yi imzalamadığı. Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin 1996 yılında aldığı karar gereğince, Türkiye’deki insan hakları durumunun, Avrupa Konseyi’nin izleme prosedürü altında olduğu vurgulanmıştır. Türkiye de, özellikle 1995 yılında, cesaret verici gibi görünen bir demokratik reform sürecinin başladığını buna rağmen, hala kaygı verici belirli sorunların mevcut olduğu, son yıllardaki bazı iyileşmelere rağmen, özellikle ifade özgürlüğünün Türkiye’de tam olarak güvence altında olmadığı vurgulanmıştır. Dinsel özgürlükler konusunda, devlet ilkokullarında Sünni temelli dinsel eğitimin zorunlu olduğu, kökenlerini ispat etmek şartı ile Lozan Antlaşması çerçevesinde kabul edilmiş Gayri Müslim azınlıkların, bu zorunlu İslami din eğitiminden yasayla muaf tutuldukları raporda yer almıştır. Türkiye tarafından resmi olarak tanınan dinsel azınlıkların kendi dinlerini icra etmekte serbest oldukları, fakat (Sünni) İslam’dan başka dinlerin icrasında, özellikle dinsel mekanların mülkiyeti de dahil faaliyet alanlarının genişletilmesini 140 etkileyen pek çok bürokratik kısıtlamanın da mevcudiyeti raporda yer bulmuştur. Süryani Ortodoksların bir dinsel azınlık olarak tanınmamakta olup dinsel eğitimlerinin icrasında baskılara tabi tutuldukları, Türkiye’nin en az 12 milyon kişi olarak tahmin edilen Alevi Müslümanların bulunduğu buna istinaden Sünni din adamlarının aksine, hükümetten maaş alan Alevi din adamlarının bulunmadığı raporda yer verilen hususlardır. Kültürel haklar arasında sayılan din ve inanç özgürlükleri için, “Lozan Antlaşması ile resmi olarak tanınan dinsel azınlıklara ve engellerle karşı karşıya olan diğer dinsel azınlıklara farklı muamele edilmesi yüzünden sınırlı kalmaktadır” denilmiştir. Türkiye nüfusunun 62 milyondan fazla olduğu, bu rakamın içinde, bilgi kaynağına bağlı olarak 8 ve 15 milyon arasında olduğu tahmin edilen Kürt kökenli bir nüfusun var olduğu da belirtilmiştir. Lozan Antlaşması’na göre Türkiye’nin devlet olarak resmen üç azınlığı tanımaktadır vurgusu yapılarak: 50.000 Ermeni, 25.000 Musevi ve 5000 Rum olduğu üzerinde durulmuştur. Resmi olarak tanınan azınlıkların, kendi kiliselerini, okullarını ve hastanelerini serbestçe yönettiği, fakat bu üç azınlığın mensuplarının yetkili makamlara kayıt yaptırmakla yükümlü oldukları vurgulanmıştır. Bu azınlıkların üyelerinin kimlik kartlarında onların mensubiyetleri belirtildiği ve İçişleri Bakanlığında, azınlıklar ile ilgilenen bir dairenin bulunduğu raporda ifade edilmiştir. Raporun politik açıdan değerlendirmesinde, “kamu otoritelerinin işleyişinde bazı anormallikler olduğu, insan hakları ihlallerinin devam ettiği ve azınlıklara muamele konusunda önemli eksikler bulunduğu” vurgulanmıştır. Komisyonun, Türk hükümetinin ülkedeki insan hakları ihlallerine karşı mücadele etmede kararlılığını kabul ettiğini, fakat bunun şimdiye kadar pratikte önemli herhangi bir sonucu olmadığı üzerinde durulmuştur. Sonuç olarak “Türkiye’nin 1995’te içine girdiği demokratik reform süreci devam etmelidir” temennisinde bulunulmuştur. 3.7.2. İlerleme Raporu 1999 “Türkiye’de mevcut insan haklarının durumunun, Avrupa Konseyi tarafından 1996’da açılmış olan izleme prosedürleri altındadır” vurgusu yapılarak; “Çocuk Haklarının Kullanımı Avrupa Sözleşmesi Haziran 1999’da Türkiye tarafından imzalandığı. Ancak, bazı 141 önemli İnsan Hakları Sözleşmeleri henüz Türkiye tarafından onaylanmış değildir. Ekim 1998’den bu yana bazı olumlu adımlar atılmış olsa da, Türkiye’de kaygı verici bazı sorunlar hâlâ mevcut” olduğuna dikkat çekilmektedir. “Din özgürlüğü bakımından, Lozan Antlaşması ile tanınan dinsel azınlıklar ve diğer dinsel azınlıklar arasında bir muamele farklılığı hâlâ mevcut olduğu” vurgusu yer almaktadır. “Türkiye’de bir demokratik sistemin temel özellikleri mevcut olmakla beraber, ülkenin Kopenhag siyasi kriterlerini hâlâ karşılamadığını teyit etmektedir. İnsan hakları ve azınlıkların korunması konularında ciddi eksikler vardır” denilmektedir. 3.7.3. İlerleme Raporu 2000 Ağustos 2000’de, “Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi” Türkiye’nin insan hakları sahasında bu iki önemli uluslararası belgeyi imzaladığı yer almaktadır. Ancak, “Her Türden Irk Ayrımcılığının Tasfiyesi Sözleşmesi” dahil, Türkiye’nin henüz katılmamış olduğu bazı önemli insan hakları belgelerinin mevcudiyetinden bahsedilmektedir. Türkiye’nin, ayrıca “Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü’nü de imzalamamış” olduğuna vurgu yapılmaktadır. Din özgürlüğü ile ilgili olarak, “Yahudi cemaati yanında, Yunan Ortodoks, Ermeni, Katolik ve Süryani Ortodoks Kiliseleri başta olmak üzere, bazı gayri Müslim cemaatlere yönelik daha büyük bir hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır” ibaresi kullanılmaktadır. “Aralık 1999’da, yetkili makamların yayınlamış olduğu bir genelgeye göre, dinsel cemaatler, hayır ve ibadet binalarını tamir etmek için devletten izin almak zorunda olmayacaklardır” denilerek, bu olumlu yaklaşımın daha da geliştirilmesi ve, 1923 Lozan Antlaşması’nın kapsamına giren veya girmeyen, tüm diğer gayri Müslimlerin somut taleplerinin karşılanması, Heybeliada Ruhban Okulunun kapalı kalmaya devam etmesi konusu da dahil, gerektiği gibi incelenmeli ve yaklaşımın genişletilmesi gerektiği vurgulanmıştır. “Alevilere yönelik resmi yaklaşımda herhangi bir değişiklik olmadığı görülmektedir” denilerek, Alevilerin şikâyetlerinin “sadece Sünni camileri ve dinsel vakıflarının inşası için 142 mali destek sağlanması yanında, okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini yansıtmayan zorunlu din eğitimi verilmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır” ifadesi yer almaktadır. “Bu konuların son derece hassas olduğu ancak, bunlar hakkında açık bir tartışmaya girmek mümkün olmalıdır” şeklinde bu konunun çözümüne ilişkin beklenti vurgusu yapılmaktadır. Türkçeden başka dillerin kullanımı açısından, “1923 Lozan Antlaşması kapsamına giren azınlıklara mensup vatandaşlar (Yahudiler, Ermeniler, Rumlar) ile ilgili olarak belirli bir problem bildirilmiş değildir” ifadesi vurgulanmıştır. Ancak, dilsel azınlıklar ve azınlık dillerinin kullanımı konusu ise “Lozan Antlaşması’nın kapsamı dışındaki gruplara mensup olanlar için, özellikle TV/radyo yayıncılığı ve eğitim açısından, durum iyileşmemiştir” şeklinde raporda almaktadır. Sonuç değerlendirmesi olarak “Türkiye, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi’ni henüz imzalamamıştır ve Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır. Türkiye demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü garanti etmek için gereken kurumsal reformların uygulanmasında yavaş davranmaktadır. Din özgürlüğü açısından, gayri Müslim topluluklara yönelik olumlu bir yaklaşım benimsenmiş görünüyor, fakat bu yaklaşım, Sünni olmayan Müslümanlar dahil, bütün dinsel topluluklar için geliştirilmelidir” vurguları yapılmıştır. 3.7.4. İlerleme Raporu 2001 Son yapılan anayasa değişikliklerinin, insan hakları ve temel özgürlükler alanında güvencelerin artırılması ve bazı cezaların sınırlandırılmasının önemli bir adım olduğu ifade edilmektedir. “İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, dernek kurma ve toplantı yapma özgürlüğünün anayasa değişikliğinin ele aldığı temel özgürlükler arasında yer almaktadır” denilmiştir. “Temel hak ve özgürlüklerin kullanımındaki sınırlandırmaların bazıları mevcudiyetini sürdürmekte olduğu ifade edilse de, özellikle düşünce ve ifade özgürlüğüne saygı başta olmak üzere, bir dizi Anayasa değişikliğini uygulamayı hedefleyen yasal değişiklik önerileri, hükümet tarafından sonuçlandırılmıştır” olumlu gelişmelere dikkat çekilmiştir. 143 2000 yılı İlerleme Raporundan bu yana; “Irkçılığa Dayalı Her Türlü Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılmasına ilişkin BM Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemeleri Yasası, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklara ilişkin BM Anlaşması ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara ilişkin BM Anlaşması” gibi bazı temel insan hakları araçlarına katılım konusunda hiçbir gelişme sağlanamadığı vurgulanmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi” ‘ni de henüz imzalamadığına da dikkat çekilmiştir. Din ve inanç özgürlüğü alanında, “bazı Gayrı Müslim topluluklara yönelik artan bir hoşgörü olduğu 2000 yılında, Hıristiyanlığın 2000’inci yıldönümü kutlamaları çerçevesinde, Türk yetkililerin, Tarsus’taki toplantı da dahil olmak üzere, başlıca büyük dini grupların çeşitli evrensel etkinliklerinin desteklendiği, Aralık ayında, dönemin Cumhurbaşkanı Sezer ‘in, Noel ve Hanukah bayramları dolayısıyla Türkiye’deki azınlıklara bir kutlama mesajı yayımladığı” dikkat çeken ifadelerdir. “Haziran 2001 tarihinde, Başbakan, göç eden Suriyeli Ortodoks Türklerinin olağanüstü hal bölgesi ve çevre illerdeki köylerine dönme haklarını onaylayan bir genelgeyi yerel yönetimlere göndermiştir. Cumhurbaşkanı Sezer’in desteğiyle, Hükümet, İstanbul’da bir başka Suriye Ortodoks kilisesinin daha açılmasına izin vermiştir” şeklinde ifadelerle son yılın olumlu gelişmeleri raporda yer almıştır. Kiliselerin ve azınlık vakıflarına ait diğer binaların restore edilebilmesi için artık resmi izin gerekmediği, yanı sıra kiliselerin başta mülkiyet edinme konusu olmak üzere, hâlâ zorluklarla karşılaştıkları ele alınmaktadır. Ortodoks okulunun 1971 yılında kapatılmasından bu yana bu konuda hiçbir gelişme kaydedilmediği, bazı kiliselerin yasal statülerinin tanınmaması, din adamlarının Türkiye’ye giriş yapamamasının bir takım sorunlara yol açmakta olduğu belirtilmektedir. Sünni olmayan Müslüman topluluklarının durumunda hiçbir gelişme kaydedilemediği, Alevilere yönelik resmi tutum değişmediği, Alevilerin sorunlarının hâlâ Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından dikkate alınmadığı sorun olarak raporda dile getirilmektedir. Alevilerin başlıca şikâyetlerinin, “okullarda zorunlu din derslerinin ve din kitaplarının Alevi kimliğini tanımaması ve sadece Sünni İslam’a yönelik cami ve vakıflara mali destek verilmesi” olarak ele alınması gerektiği vurgulanmaktadır. 144 Başta radyo/TV yayını ve eğitim olmak üzere, 1923 tarihli Lozan Antlaşması kapsamı (Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler) dışında kalan gruplara ait bireylerin; durumunda herhangi bir gelişme sağlanamadığı ele alınmıştır. Türkiye’nin, “Ulusal Azınlıkların Korunması için Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi” ni imzalamadığı ve 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasında tanımlanan azınlıklar dışındaki azınlıkları tanımadığı vurgusu yinelenmiştir. 3.7.5. İlerleme Raporu 2002 TBMM’nin Ağustos 2002’de kabul ettiği reform paketinin kapsamına vurgu yapılarak, “Barış zamanında ölüm cezasının kaldırılması, farklı dil ve lehçelerde özellikle Kürtçe radyo ve TV yayıncılığı yapma imkânının sağlanması, ifade özgürlüklerinin genişletilmesi ve Müslüman olmayan dini azınlıklara daha fazla özgürlük verilmesi”, kabul edilen değişiklikler arasında yer aldığına dikkat çekilmiştir. Türkiye’nin, insan haklarına ilişkin çeşitli uluslararası sözleşmelerle ilgili bazı ilerlemeler kaydettiği. TBMM de, Nisan ayında, 1969 tarihli Irkçılığa Dayalı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına ilişkin BM Sözleşmesini onaylandığı ele alınmıştır. Fakat “Siyasi Haklara İlişkin BM Anlaşması ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin BM Anlaşması” gibi diğer temel uluslararası insan hakları belgelerine katılım konusunda herhangi bir gelişme olmadığı vurgulanmıştır. Din ve inanç özgürlüğünün teminat altında olduğu, buna rağmen Müslüman olmayan dini toplulukların yasal engellerle karşılaştığı vurgulanmaktadır. Mevcut engellerden bir kısmının Ağustos 2002 reform paketinde ele alındığı, ancak Müslüman olmayan dini toplulukların, 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ile tanınmış olsun (Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler) veya olmasın, Türkiye de, tüzel kişiliklerinin ve mülk edinme haklarının olmaması ve din adamı yetiştirme yasağına ilişkin sorunların varlığından söz edilmektedir. Müslüman olmayan dini topluluklara ait taşınmazların tapu kayıtlarının bireyler ya da vakıflar adına olduğu dile getirilmiştir. 1936 tarih ve 2762 sayılı Kanun çerçevesinde beyan edilen taşınmazların yasal olarak tanınmış olduğu 1936 da listede yer almayan tüm diğer taşınmazların Türk Devleti tarafından devralınması veya el konulma riski taşıdığına dikkat çekilmiştir. Ermeni, Rum ve Katolik mülklerine ya el konulduğu ya da el 145 konulma riski söz konusu olduğu bu raporun ele aldığı sorunlardandır. Rapor yılına ait dönemde Ermenilere ait mülklere el konulmasıyla ilgili iki dava görüldüğü ifade edilmiştir. Protestan cemaatinin ise gerek ibadet yerlerinin kiralanması gerekse yeni kiliselerin inşası konularında önemli idari sorunlarla karşılaştığına dikkat çekilmiştir. Ancak, yetkililerin, Diyarbakır da yeni bir Protestan Kilisesinin inşasına devam edilmesine Temmuz 2002 de izin verildiği ifade edilmektedir. Kiliselerin ve okul binalarının yenilenmesine ilişkin kısıtlamaların azaltıldığı, Mülkiyet hakkına ilişkin problemlerin çözümüne yönelik, üçüncü reform paketi ile Dernekler Kanununa değişiklikler getirildiği vurgulanmaktadır. Cemaat vakıflarının, Ağustos 2002 de, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın mülk alım satımına yetkili kılınması, bu cemaatlerin kendi tasarrufları altında bulunduğunu ispatladıkları taşınmazları tescil ettirme hakkına sahip oldukları raporun ifadeleri arasındadır. Bu değişikliklerin uygulanabilmesinin bir dizi şarta bağlandığı, yeni taşınmazın alım satımı için Bakanlar Kurulundan izin alınması gerektiği, ancak bu konuda henüz bir başvuru usulü öngörülmediği dile getirilmiştir. Kullanımda olan taşınmazların tescili amacıyla yapılacak başvuruların tamamlanması için altı aylık süre öngörülmüş olmasına rağmen, bu başvuruların hangi idari makamlara yapılacağı belirtilmemiştir. Altı aylık sürenin 9 Ağustos 2002 tarihinde başlaması ve başvuru usullerinin hâlâ açıklığa kavuşturulmamış olması nedeniyle, kısa süre ile sınırlama, uygulamada, reform paketinin bu alandaki amacını zedeleyici bir engel oluşturmaktadır. Kapsamları henüz açık olmamakla birlikte, yeni hükümlerin, sadece Müslüman olmayan vakıflara uygulanabileceği görülmektedir. Bu durum, Türk olmayan Katolik ve Protestan cemaatler dahil olmak üzere, vakıf statüsünde olmayan tüm dini cemaatleri kapsam dışı bırakacaktır. Vakıflar Kanunu, Ağustos 2002 reformunda yer almayan taşınmazların kiralanmasını yasaklamaya devam etmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğünün, dini vakıflar üzerindeki, mütevelliyi azil ihtimalini de kapsayan bu takdiri yetkisinde değişikliğe gidilmemiştir. Son değişiklik, el konulmuş taşınmazların iadesini sağlamamaktadır. Dini azınlıkların din adamı yetiştirmelerine ilişkin yasağın devam ettiği Türk olmayan din adamlarının, vize ve ikamet izni alma konusunda sıklıkla zorluklar yaşadığı vurgusu 146 yapılmaktadır. Ermeni Patrikliğinin, İstanbul da, Hristiyanlık eğitimi yapacak özel bir üniversite bölümü kurulmasını talep ettiği, yetkililerin bu öneriyi kabul etmesine rağmen, eğitimde Müslümanların görevli olmasında ısrar ettiği bu hususun, Patrik tarafından reddedildiği vurgulanmaktadır. Rum Ortodoks Cemaatine ait olan ve 1971 den beri kapalı bulunan Fener Ortodoks Okulunun yeniden açılmasının defalarca talep edildiği raporda ele alınan başlıca bir sorun olarak dikkat çekmektedir. Protestan ve Katolik cemaatlerinin, Türkiye de din adamı yetiştirme özgürlüğünden yararlanabileceklerini düşünülmekte olduğu vurgusu yapılmaktadır. Bu dini cemaatlerin kendi okullarına sahip olabilmesinin mümkün olduğu ancak, bu tür okulların faaliyete başlaması için, başkanı (ilgili dini cemaatin temsilcisi) ondan daha yetkili ve Milli Eğitim Bakanlığının atadığı bir (Müslüman) temsilcisi olan bir başkan yardımcısı olmak zorunda olduğu ifade edilmiştir. Süryani cemaatinin kendi okullarına sahip olmadığı ve bu sebeple, kendi dini dillerini gençliğine öğretmekte zorlandığı ifade edilmiştir. Zorunlu din derslerinin farklı dinlere ait açıklamalar içermekte olsa da, bu açıklamaların çoğu dini azınlıklarca sübjektif ve yanlış bulunduğu tespiti yapılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığının, yeni bir girişimle, Hristiyan cemaatlerine ders kitapları için yeni bölüm taslakları hazırlamalarını önerdiği, bu girişimin devam ettirilmesi gerekliliği vurgulanmaktadır. Yetkililerin, din adamlarının işlerini zorlaştırdıklarına ilişkin raporlarında bulunduğu, bu zorluklara rağmen, Müslüman olmayan toplulukların fiilen tanınmaları yolunda önemli adımların artışlara ilişkin belirtiler olduğu tespiti yapılmaktadır. Türkiye’nin Devlet olarak uluslararası seviyedeki dinler arası diyalogda daha fazla yer almak ve dini eğitim konusunda daha kapsayıcı bir yaklaşım izlediğine dikkat çekilmektedir. İçişleri Bakanlığının, Ekim 2001 de, farklı dini cemaat liderlerini sorunlarını ve taleplerini iletmeleri amacıyla davet ettiği, Ancak, şu ana kadar bu girişimi devam ettiren yeterli gelişme olmadığı; taleplerin cevapsız kaldığı ya da reddedildiği ifadesi raporda yer almaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığının, 2002yılının başında, Yahudi ve Hristiyan temsilcilerini Orta Doğuda barış konulu ortak bildirgeye katılmaya davet ettiği raporda yer verilen konulardır. Ayrıca raporda Aleviler konusunda gelişme olmadığı da vurgulanmaktadır. 147 Kültürel haklar alanında, Anayasanın 26 ncı maddesinin değiştirilmesi ve düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz hükmünün kaldırılmasını takiben, üçüncü reform paketi ile Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde yayın yapma olanağı getirilmiştir. Uygulamada, kültürel kimlik ve ortak gelenekleri bulunan etnik grupların üyelerinin kendi dil ve kültürel kimliklerini ifade edebilmelerine yönelik gelişmeler sınırlı olmuştur. Türkiye, Ulusal Azınlıkların Korunması için Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesini imzalamamıştır ve 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasında tanımlanan azınlıklar dışındaki azınlıkları tanımamaktadır. Raporun genel değerlendirilmesinde; “Türkiye, özellikle geçtiğimiz yıl, 1998 yılında Komisyon tarafından yayımlanan rapordan bu yana, Kopenhag siyasi kriterlerinin karşılanması yolunda önemli ilerleme kaydetmiştir. Ağustos 2002 de kabul edilen reformlar çok geniş kapsamlıdır” son birkaç yılın özeti olarak değişimlerin niteliğinin umut verici olduğu dikkati çekmektedir. Ayrıca yapılan bu reformların, Türk vatandaşlarının, Avrupa Birliğindekilerle aynı düzeydeki hak ve özgürlüklerden, kademeli olarak yararlanabilmesi için gerekli diğer değişikliklerin yolunu açmakta olduğu, Tüm bunlara rağmen, Türkiye’nin, siyasi kriterleri tam olarak karşılamamakta olduğuna da eleştirisel olarak yer verilmektedir. Bu eleştirilerden ilki; “Raporda da belirtildiği üzere, reformlar, temel hak ve özgürlüklerden tam olarak yararlanabilmeye ilişkin bazı önemli kısıtlamalar içermektedir. Başta yazılı basın ve radyo ve televizyon yayınları dahil olmak üzere, ifade özgürlüğü, barışçıl toplantı özgürlüğü, dernek kurma özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve hukuki tazmin hakkı alanlarında önemli kısıtlamalar varlığını sürdürmektedir”. İkinci olarak; “reformların birçoğu, Avrupa standartları ile uyumlu olacak şekilde, hukuki düzenlemelerin ya da diğer idari tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir. Bu tedbirlerin bazıları hali hazırda alınmış olup, diğerleri de hazırlanmaktadır. Reformların, etkili olabilmesi için, ülke çapında, farklı düzeylerdeki adli ve idari birimler tarafından fiili olarak uygulanması gerekmektedir” şeklinde gelecekteki beklentiler dile getirilmektedir. 148 3.7.6. İlerleme Raporu 2003 Ağustos 2002'den bu son rapor dönemine kadar dört yeni uyum paketinin kabul edildiği, bunların; a. Ocak 2003'de kabul edilen 4778 sayılı Kanun (4'üncü uyum paketi), b. Şubat 2003'de kabul edilen 4793 sayılı Kanun (5'inci uyum paketi), c. Temmuz 2003'de kabul edilen 4928 sayılı Kanun (6'ncı uyum paketi) ve d. Ağustos 2003'de kabul edilen 4963 sayılı Kanun (7'nci uyum paketi) Olduğundan bahisle söz konusu uyum paketlerine ek olarak 2002 ve 2003 yıllarında kabul edilen uyum paketlerinde öngörülen tedbirlerin uygulanmasını sağlamak üzere, bir dizi yönetmelik ve genelgenin de çıkartıldığını bu mevcut adımların insan haklarından azınlıkların korunmasına kadar birçok meseleyi ele aldığına değinilmektedir. Mevzuata ilişkin ayrıntılı değerlendirmede ise, Türkiye ‘nin, insan hakları alanındaki uluslararası sözleşmelere katılım konusunda ilerleme kaydettiği. TBMM’nin Haziran 2003'de, BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşmeyi onayladığı vurgusu yapılmıştır. Bununla birlikte, Türkiye’nin söz konusu sözleşmelere eğitim hakkı ve azınlıkların hakları konusunda çekince koyduğuna da değinilmiştir. Türkiye’nin BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmenin İhtiyari Protokolünü, Avrupa Konseyinin Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesini ve Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartını ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsünü henüz imzalamadığı vurgusu da yapılmıştır. Türkiye'nin ayrımcılıkla mücadeleye ilişkin kapsamlı bir stratejisi buna yönelik hukuki ve idari düzenlemelerinin bulunmadığı tespiti yapılmıştır. Bu kapsamda etnik köken, din ve dil gibi tüm yasaklama nedenlerini temel alarak ayrımcılığın türlerini ve boyutlarını gösterebilecek istatistiki verilerin de mevcut olmadığı raporda dikkat çeken ifadeler olarak yer almaktadır. Türkiye'nin, AT Antlaşmasının 13'üncü maddesine dayanarak çıkartılan ayrımcılıkla mücadele müktesebatını iç hukuka aktarması ve uygulaması gerekliliğine dikkat çekilmektedir. 149 Dernek kurma özgürlüğüne ilişkin olarak, 4'üncü ve 6'ncı uyum paketleriyle yapılan değişikliklerin ardından kısıtlamalarda hafifleme olduğu vurgulanmakla birlikte; ırk, etnik köken, din, mezhep, bölge ve diğer azınlık gruplarını temel alan derneklerin kurulması dâhil olmak üzere, önemli sınırlamaların varlığını muhafaza etmekte olduğu vurgusu yapılmaktadır. Yapılan değişikliklerin, derneklerin temel sorunlarını ele alan genel bir çerçevenin kabul edilmesi sonucunu doğurmadığı sonucu saptanmıştır. Din özgürlüğüne ilişkin olarak, mülkiyet hakkı ve ibadethane açılması hakkında düzenlemelerin kabul edilmekle birlikte, bu düzenlemelerin etkilerinin sınırlı kaldığı. Gayrimüslim dini azınlıkların, tüzel kişilik, mülkiyet hakkı ve iç yönetim konularında ciddi engellerle ve din adamı yetiştirme yasağıyla karşılaşmaya devam ettikleri tespitleri raporda yer almaktadır. Eylül 2003 'de dört önemli gayrimüslim dini topluluğun (Rum-Ortodoks, Katolik, Ermeni ve Süryani) temsilcilerinin mevcut tüm sorunların çözüme kavuşturulması için Türk makamlarına ortak bir başvuru yaptıklarına raporda yer verilmiştir. Mülkiyet hakkına ilişkin olarak; 4 'üncü uyum paketi ile Vakıflar Kanununda değişiklik yapıldığı ve Ocak 2003 'de bir yönetmelik yayımlandığı aktarılmıştır. Söz konusu yönetmeliğin, (Ekim 2002 tarihli yönetmelikten farklı olarak) cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmeleri, bunlar üzerinde tasarrufta bulunmaları ve taşınmaz malların vakıf adına tescili için Bakanlar Kurulundan izin alınması şartını kaldırmakta olduğuna yer verilmiştir. Yönetmeliğe göre, izin Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından verilmekte olmakla birlikte "gerektiğinde" ilgili bakanlık ve kamu kurum ve kuruluşlarının görüşü alınmaktadır denilmektedir. 6'ncı uyum paketi ile getirilen değişiklik, azınlık vakıflarının taşınmaz mal tescili için başvurusu süresi 6 aydan 18 aya uzatıldığı ele alınmıştır. Ocak 2003 tarihli Yönetmeliğin, hâlâ yalnızca gayrimüslim cemaatlere ait vakıflara atıf yapmakta olduğuna dikkat çekilmiş, bu hususun, Katolik ve Protestan cemaatleri dahil olmak üzere, vakıf kuramayan diğer dini toplulukları kapsam dışında tutularak ayrımcılığın mevcudiyetini koruduğu göz önüne alınmaktadır. Ayrıca, Yönetmeliğe ekli listede yer alan 160 vakıf dışındaki vakıfların taşınmaz mallarını tescil ettiremedikleri vurgulanmaktadır. 150 Gayrimüslim cemaatleri açısından ciddi bir endişe teşkil eden el konulmuş taşınmazlar konusu halen yeterli şekilde ele alınmadığı vurgulanmaktadır. Bu cemaatlerin tüzel kişiliğinin olmadığı, bu sebeple taşınmazlarına yönelik her zaman el konulabilme riski taşıdıkları ve taşınmazların hukuki yollarla geri alınması çabalarında birçok engelle karşılaşıldığı aktarılmaktadır. Rum Ortodoks cemaatinin, el konulan taşınmazların bazılarını geri almak amacıyla yakın zamanda AİHM'ye müracaat ettiğine dikkat çekilmiştir. Taşınmazların tescili ile ilgili olarak vakıfların ciddi zorluklarla karşılaştıkları ifade edilmiştir. Raporda “resmi verilere göre; 116 vakıf tarafından toplam 2,234 başvuru yapıldığı, başvuruların büyük bir kısmının, ya söz konusu taşınmazların kamu kurumları veya özel şahıslar adına tescili yapılmış olduğundan 622’sinin uygun görülmediği ve 910’unun ise tamamlanması için başvurana iade edilmiştir denilmektedir. Örnek olarak “Türk makamlarının, arsadan ve üzerindeki binadan yararlanma hakkının ve kar amacıyla arsayı kiraya verme hakkının Institut de Prêtres Français 'e bahşedilmesi ile ilgili olarak AİHM’de Aralık 2000’de varılan dostane çözümü de uygulamadığı raporda yer almaktadır. Dini vakıfların, özerkliklerinin önemli ölçüde sınırlanacak şekilde Vakıflar Genel Müdürlüğünün müdahalelerine maruz kalmaya devam etmesi, Mütevellilerin azledilmesi ve vakıf mallarının yönetimine ve muhasebesine müdahale imkânı sorunlar arasında sayılmaktadır. Resmi verilere göre, sadece 2001–2003 döneminde 406 vakıf fesih olduğundan bahisle, Vakıf yönetim kurullarının, gerçekleştirilmediği takdirde vakfın varlığını tehdit eden seçimler konusunda özel sorunlarla karşılaşmakta oldukları raporun yansıttığı sorunlar arasındadır. Raporda “Yönetim Kurulları seçimlerinde vakfın hizmet verdiği alanda bir seçmen grubu olması gerektiğinden, seçmenlerin zamanla o bölgeden taşınmış olmaları, seçimlerin yapılmasını olanaksız kılmakta, seçimlerin zamanında yapılmaması, vakıf mallarına el konulmasına neden olabilmektedir. Bu sorunu aşmak üzere vakfın hizmet verdiği alan genişletilebilmektedir, ancak örnekleri azdır; vakıfların büyük çoğunluğu bundan yararlanamamaktadır” denilmektedir. İbadet yeri açma iznine ilişkin olarak, 6’ncı uyum paketi ile İmar Kanununda değişiklik yapıldığı ve buna ilişkin olarak Eylül 2003'de bir genelge yayımlanarak, bu değişiklik ile "cami" ibarelerinin "ibadet yeri" şeklinde değiştirilmesinin, kilise ve 151 sinagogların söz konusu düzenleme kapsamına dâhil edilmiş olduğu vurgulanmıştır. Özellikle Protestan cemaatinin ibadet yapılacak yer bulma konusunda güçlükler yaşadığını altı çizilerek, her ne kadar Nisan 2003'den bu yana aslında ibadete açık olsa da, Diyarbakır'daki Protestan kilisesinin henüz hiç bir hukuki statüsünün bulunmadığı raporda ele alınan hususlardandır. Dini azınlıkların din adamı yetiştirmelerine yönelik yasağın devam ettiği vurgulanarak, Kiliselerindeki rahiplerin sayısındaki azalma karşısında, bazı dini azınlık cemaatlerinin, bu yasağın neden olduğu tehdidi hissetmekte olduğu raporda dile getirilmektedir. Ağustos 2003'de yetkililer tarafından durumun yeniden gözden geçirileceği bildirilmişse de, mükerrer taleplere rağmen, Heybeliada Ruhban Okulu kapalı kaldığının altı çizilmektedir. Kaynak sıkıntısının dini azınlık cemaatlerinin çoğunun yurt dışında din adamı yetiştirmesine engel olmakta olduğu belirtilmekte, tabiiyet ölçütlerinin ise Süryani ve Keldani kiliselerinde olduğu gibi, Türk olmayan din adamlarının çalışma imkânını ve Ekümenik Patrik olma imkânlarını sınırlandırmakta olduğu ele alınan konular arasındadır. Ayrıca, Türk olmayan din adamlarına, vize ve oturma izni verilmesi ve yenilenmesi konusunda sıkıntıların mevcudiyetine dikkat çekilmektedir. Ekümenik Patrik unvanının resmi biçimde kullanılmasının gerginlik konusu olduğu, Haziran 2003'de Türk kamu görevlilerine, Ortodoks Patriği I. Bartholomeos tarafından verilen bir seminer de, davetiyede Patriğin Ekümenik sıfatıyla anılması nedeniyle katılmamaları talimatının verilmesine dikkat çekilmektedir. Din eğitimi kitaplarındaki Hristiyanlık ile ilgili tanımların yeniden yazılması çalışmasının tamamlanma aşamasına gelmesi olumlu bir gelişme olarak kabul edilmiştir. Bu tanımların, sübjektif ve yanlış oldukları gerekçesiyle, birçok dini azınlık tarafından eleştirilmiş olduğu, Söz konusu cemaatlerin, ders kitaplarının buna uygun olarak gözden geçirilmesine ilişkin beklentilerine yer verilmiştir. Onaylanmayan dini ders kitaplarının yayınlanmasının ve ithal edilmesinin yasaktır olmasına değinilerek; gümrük görevlilerinin kitaplara el koyduğu olaylar mevcudiyetinden söz edilmektedir. 152 Dini azınlık okullarında, müdürden daha geniş yetkilere sahip bir müdür yardımcısının Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atanmış biri (Müslüman) olması ile ilgili sorunların devam etmekte olduğu, Teoloji okullarından mezun olanlar ile rahiplerin okullarda öğretmenlik yapamaması, azınlık dinlerinin öğretilmesinde sorunlar yaratmakta olduğu raporda ele alınmaktadır. Sünni olmayan Müslüman toplulukların durumuna ilişkin olarak, Aleviler konusunda bir değişim yaşandığı, Nisan 2003'de, daha önce yasaklı bulunan Alevi ve Bektaşi Dernekleri Birliğine faaliyetlerini sürdürmesine imkân tanıyacak bir hukuki statüye kavuşması rapora konu olmuştur. Bununla birlikte, Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığında temsil edilmesi ve Alevi kimliğinin okullardaki zorunlu din eğitiminde tanınmaması konusundaki sorunların sürmeye devam ettiği dile getirilmektedir. Bahai topluluğuna ait Edirne'de ibadethane olarak kullanılan bir taşınmazın kamulaştırılması ile ilgili davanın yargılamasının devam ettiğinin altı çizilmektedir. Birleşmiş Milletlerin Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesinin onaylanması sırasında Türkiye’nin, 27'nci maddeye çekince koymuş olması raporların sürekli dikkat çektiği husus olarak bu raporda da kayda alınmıştır. Dolayısıyla, etnik, dini ve dilsel azınlıkların kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerini öğretme ve uygulama ve kendi dillerini kullanma haklarının kapsamı sınırlandırılmasının altı çizilmiştir. Ayrıca, “söz konusu çekince, bu hakkın, Türk Anayasasının ve Lozan Antlaşmasının ilgili hükümlerine uygun olarak yorumlanması ve uygulanmasını öngörmektedir” vurgusu yapılmaktadır. Azınlıklar, yetkililerin bazı ayrımcı uygulamalarına maruz kaldıkları, Devlet tarafından hazırlanan tarih ders kitaplarının azınlık gruplarına yönelik düşmanlık hissi uyandırdığına ilişkin şikâyetler bulunduğu vurgulanmaktadır. Rum okullarının öğretmen istihdamında ve eğitim materyallerinin onaylatılmasında sınırlamalarla karşılaşmakta olduğu ve bu hususun dil eğitimini olumsuz yönde etkilediği vurgusu yapılmaktadır. Lozan Antlaşması ile ilişkilendirilmeyen dini azınlıklara (Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar haricindekiler) hâlâ okul açma izni verilmediği bu hususun, özellikle Süryani cemaati açısından önemine dikkat çekilmektedir. 153 Farklı dini azınlıklara mensup ebeveynlerin, çocuklarını dini azınlık okullarına kaydettirmede güçlüklerle karşılaştıkları, yalnızca babaları söz konusu dini azınlığa kayıtlı olan çocukların, bu okullara devam edebildikleri ifade edilmektedir. Din ve inanç özgürlüğü konusunda uyum paketleri ile getirilen değişikliklerin henüz arzu edilen etkileri doğurmadığı değerlendirme kısmında ele alınmaktadır. İdari makamların, ilgili hükümleri çok sınırlayıcı biçimde yorumlamaya devam ettikleri için, din özgürlüğünün Avrupa standartları ile karşılaştırıldığında ciddi kısıtlamalara tabi olduğu, Dini topluluklarla ilgili olarak, özellikle, tüzel kişilik, eğitim ve din adamı yetiştirme ve mülkiyet hakkından tam olarak yararlanma konularında kısıtlamaların bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Türkçe dışındaki dillerde eğitim ve radyo ve televizyon yayıncılığı üzerindeki yasağın kaldırılmasına yönelik tedbirler alınmıştır. Yapılan değişiklikler bugüne kadar uygulamada çok az etki yaratmıştır. Genel değerlendirme olarak, Türkiye, geçtiğimiz 12 ay içinde, Kopenhag siyasi ölçütlerine uyum yönünde önemli bir ilerleme teşkil eden etkileyici bir yasama performansı sergilediğine dikkat çekilerek, vatandaşlarını temel hak ve özgürlüklerden Avrupa standartları seviyesinde yararlandırılması için, reformların tam ve etkili biçimde uygulanmasını temin etmesi gerekliliği vurgulanmaktadır. 3.7.7. İlerleme Raporu 2004 Bu dönem raporunda; Türkiye’nin, Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmeyi ve Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartını imzalamadığına dikkat çekilmiştir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin, 2001’den itibaren, Türkiye’nin, anayasa ve mevzuat değişiklikleri yoluyla çıkardığı uyum paketleri ile kaydettiği ilerlemenin bilincinde olduğu vurgulanarak, 1996’dan itibaren Türkiye’ye uygulanan denetim sürecini kaldırdığını deklare etmiş ve yeni bir sürecin başladığının ilk işaretleri verilmiştir. Buna göre bundan sonra Türkiye’nin, AİHS uyarınca yükümlülükleri ile ilgili alanlarda yoğunlaştırılacak bir denetim-sonrası prosedürüne tabi olacağı vurgulanmıştır. 154 Ayırımcılığa karşı mücadele konusundaki ilerleme 1999’dan beri sınırlıdır. Bununla birlikte, Yeni Ceza Kanununa göre, cinsiyet, etnik köken, ırk, din, medeni hal, siyasi görüş, felsefi inanç ve sendika üyeliği dahil olmak üzere çeşitli gerekçelerle ayrımcılık suç sayılmaktadır. Kamu otoriteleri tarafından ayırımcılığın genel olarak yasaklanmasına ilişkin AİHS 12 No ’lu Protokolünün onaylanmadığı, ayrıca Her Türlü Irk Ayırımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin BM Sözleşmesi uyarınca Ekim 2003’de sunulması gereken ilk dönemsel raporun henüz BM ’e sunulmamış olduğu ifade edilmiştir. Görsel yayın alanında önemli ilerleme kaydedilmiş ve daha önce kabul edilmiş olan önlemler uygulamaya konulmuştur. Türkçe dışındaki dil ve lehçelerdeki ilk yayınlar, devlet yayın kurumu olan TRT’de Haziran 2004’te başladığı ve ilk olarak Boşnakça, Arapça, Çerkezce ve Kürtçe lehçeleri olan Kirmanci ve Zaza’ca dil ve lehçelerinde haber özetleri, belgeseller, müzik ve spor programlarından oluşan yayınların devam etmekte olduğu vurgulanmıştır. Yeni Dernekler Yasasının, Parlamento tarafından Temmuz 2004’te kabul edilmiş olmasına karşın Cumhurbaşkanının vetosu nedeniyle yürürlüğe girmediği, Yeni yasanın, şu anda yürürlükte olan yasa ile ilgili çeşitli kaygıları gidermekte olacağı ifade edilmektedir. Irk, etnik köken, din, mezhep, bölge veya başka herhangi bir azınlık esasına göre dernek kurmaya getirilen kısıtlamaların yeni yasa ile ortadan kaldıracağının altı çizilmektedir. Din ve inanç özgürlüğü konusunda; dini inanç özgürlüklerin Anayasa ile teminat altında alınmış olmasına ve İbadet özgürlüğünün ise genellikle engellenmediğine vurgu yapılmıştır. Buna karşın gayrimüslim dini toplulukların engellerle karşılaşmaya devam etmekte olduğuna dikkat çekilmiştir. Rapora göre Resmi olmayan tahmini nüfuslar: “60,000 Ermeni Ortodoks Hıristiyan; 20,000 Yahudi; 20,000 Katolik, 20,000 Süryani Ortodoks Hıristiyan; 3,000 Rum Ortodoks Hıristiyan; 2,500 Protestan; 2,000 Süryani Katolik; 2,000 Ermeni Katolik;500 Ermeni Protestan ve 300 Keldani Katolik” şeklinde sunulmaktadır. Bu azınlıkların Tüzel kişiliklerinin mevcut olmadığı, mülk edinme haklarının sınırlandırıldığı, kurmuş olduğu vakıflarının yönetimine müdahalelerde bulunulduğu ve kendi ihtiyaçları olan din adamlarını yetiştirmelerine izin verilmediği temel sorunlar ve karşılaşılan güçlükler 155 olarak sıralanmaktadır. Bu güçlüklerin ve sorunların giderilmesi için ise gerekli mevzuatların çıkarılmasının gerekliliği vurgulanmaktadır. Raporda ayrıca belli başlı dört Hıristiyan topluluğunun mevcut sorunların çözülmesi amacıyla Eylül 2003’te yaptığı ortak çağrıya, yetkili makamlarca 2004 başında karşılık verildiği ve bir diyalog sürecinin başlatılmasına rağmen bu diyalogların henüz somut sonuçlara yol açmaya yetmediği ifade edilmektedir. Kimliklerdeki din hanesi ile ilgili olarak “Basit bir beyanla, kimliklerdeki din bölümünde değişiklik yapılmasına imkân veren bir genelge, Aralık 2003’te kabul edilmiştir” denilmektedir. Gayrı Müslim Vakıfların Yönetim Kurulları Seçimlerinin Esas ve Usullerine İlişkin Yönetmelik Haziran 2004’te kabul edildiği raporda yer verilen hususlardan biridir. Bu Yönetmeliğin, “yapılmadığı veya vaktinde yapılmadığı takdirde vakıfların varlıklarını sürdürmelerini tehlikeye düşürebilecek ve mülklerinin müsadere edilmesine yol açabilecek yönetim kurullarına seçimlere ilişkin sorunların çözülmesini amaçlamakta” olduğu ifade edilmektedir. Belirli bölgelerdeki dini azınlıkların sayısının az olması nedeniyle yeni Yönetmeliğin, ilke olarak seçimlerin yapılabileceği coğrafi alanın sadece komşu ile kadar genişletilmesini öngördüğü vurgulanmaktadır. Bu kısıtlamanın ise söz konusu sınırlı genişletmenin sadece yerel makamların takdirine bağlı olarak kabul edilebileceği gerçeğine dayandırılması ile birlikte, uygulamada bazı vakıfların hala seçim yapamayacakları anlamını taşımakta olduğu belirtilmektedir. Vakıfları feshetme, varlıklarına el koyma, mahkeme kararı olmadan mütevelli heyeti üyelerini azletme ve vakıfların varlıklarının ve muhasebe kayıtlarının yönetimine müdahale etme yetkisine sahip olan Vakıflar Genel Müdürlüğünün, dini vakıfların işlerine müdahale etmeye devam ettiğinin altı sorun olarak çizilmektedir. Mülkiyet hakları konusunda, “Ocak 2003 Yönetmeliği’ne paralel olarak mülkün tescili için yapılan 2.234 başvurudan 287’si kabul edilmiştir. Başvurular, sadece Yönetmelik’te belirtilen 160 azınlık vakfı tarafından yapılabilmiştir. Dini toplulukların yasal statüye sahip olmamaları nedeniyle mevcut mülkleri sürekli olarak müsadere riski altında bulunmaktadır ve mülklerin adli yollardan geri alınmasında çeşitli engellerle 156 karşılaşılmaktadır. Örneğin, resmi makamlar, İstanbul yakınlarındaki Büyükada’da bulunan Rum Ortodoks yetimhanesinin müsadere edilmesi amacıyla yasal işlem başlatmışlardır. Katolik ve Proteston topluluklar dâhil olmak üzere bazı gayrimüslim dini topluluklar, vakıf kurma hakkına sahip değildir ve bu nedenle tescil, satın alma ve satma haklarından mahrum bırakılmışlardır” ifadeleri raporun detayları arasında yer almaktadır. Cami dışındaki ibadethanelerin açılması için izin verilmesini sağlamak amacıyla çaba gösterilse de, bazı kiliselerin tescil edilmesini önlemek için bazı teknik koşullar ileri sürüldüğü ifade edilmektedir. Diyarbakır’daki Protestan kilisesinin bir ibadethane olarak tescil edilmek üzere uzun süre önce yaptığı başvurunun Mayıs 2004’te reddedildiğine yer verilmiştir. Kiliselerin restore edilmesine yönelik taleplerin, yavaş ve hantal izin işlemlerine tabi olmaya devam ettiği, Örnek olarak Kasım 2003’te İngiltere konsolosluğunun bombalanmasından etkilenen Panagia Rum Ortodoks Kilisesinin onarımının yapılması için hala gerekli izinlerin verilmediği de raporda dile getirilen sorunlardandır. Edirne’deki bir Bahai ibadet yerinin kamulaştırılmasının durdurulmasına yönelik işlemlerin Aralık 2003’te başarılı bir şekilde sonuçlandırılmasına karşın Bahai topluluğunun, daha sonra mülklerinde onarım yapmak için izin almaya çalışırken idari engellerle karşılaştıklarına bildirmiş sorun olarak raporda yer verilmektedir. Din adamlarının eğitimi konusundaki yasağın devam ettiği, Gayrı Müslim dini azınlıkların, bu nedenle topluluklarının varlığını şu andaki kuşaktan sonra sürdürme konusunda muhtemelen güçlüklerle karşılaşacakları raporun ele aldığı temel sorunlardandır. 1971’den bu yana kapalı olan Rum Ortodoks Halki (Heybeliada) ruhban okulunun hala açılmamış olması, Vatandaşlık şartının, Türk olmayan din adamlarının Süryani veya Keldani kiliseleri gibi belirli kiliselerde çalışma imkânlarını kısıtlamakta olduğu vurgulanmaktadır. Ekümenik Patrik unvanının aleni olarak kullanılmasının hala yasak olması ve bazı dini azınlık kiliselerinin başkanlarının seçilmesinin, hala sıkı şartlara bağlı olduğu ifade edilerek, Türk olmayan Hıristiyan din adamlarının, vize, ikamet ve çalışma izinlerinin alınması ve yenilenmesi konusunda güçlüklerin mevcudiyetinden bu dönem raporunda da değişmemiş sorunlar olarak bahsedilmektedir. 157 Hıristiyan azınlıkların kaygılarının giderilmesi için din dersi kitaplarının yeniden yazıldığı, ilahiyat fakültelerinden mezun olanların ve din adamlarının, azınlıklara ait mevcut okullarda din dersi vermelerinin önünde engeller bulunduğu vurgulanmaktadır. Antakya’daki (güneydoğuda) Diyanet İşleri Müdürlüğü Kasım 2003’te Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında uyumlu ilişkiler geliştirilmesini amaçlayan ve çeşitli dinlerin temsil edildiği bir komitenin kurulduğuna yer verilmektedir. Sünni olmayan Müslüman azınlıkların statüsünde herhangi bir değişiklik olmadığı, Aleviler ’in bir dini topluluk olarak resmen kabul edilmediği, Alevilerin, ibadethanelerini açarken genellikle güçlüklerle karşılaştıkları ve okullardaki zorunlu dini eğitiminin, Sünni olmayan kimlikleri tanımadığı raporda dile getirilen değişmez sorunlardan biri olarak göze çarpmaktadır. Örnek bir olay aktarımından bahisle, Bir Alevi çocuğun anne ve babasının, zorunlu dini eğitim konusunda AİHM’de dava açtığı vurgulanmıştır. Türkiye de yaşayan Alevilerin, Türkiye’nin laik bir devlet olarak bütün dinlere eşit muamele yapması gerektiği ve şu anda Diyanet aracılığı ile yapmakta olduğu gibi tek bir dini (Sünniler) doğrudan desteklememesi gerektiği ortak fikri raporda belirtmektedir. Raporda Türkiye’de Resmi makamların azınlıklar konusuna genellikle 1923 Lozan Antlaşması çerçevesinde yaklaştıkları ve kabul edilmiş azınlıkların Museviler, Ermeniler ve Rumlar olarak kayda alındığı ifade edilmekte, Kürtler dâhil olmak üzere başka ulusal ve dinsel toplulukların da var olduğunun altı çizilmektedir. Bu çerçevede, Türkiye’nin BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne eğitim hakkı ve azınlıkların hakları konusunda koyduğu çekincelerin, azınlık haklarının korunması konusunda daha fazla ilerleme kaydedilmesini engellemek amacıyla kullanılabileceği kaygılarına yol açmakta olduğu vurgulanmaktadır. Belirtilen çerçevede Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi ’nin ve Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Sözleşmesi’nin imzalamadığı, Türkiye de, kamu makamlarının genel olarak ayrımcılık yapmasını yasaklayan AİHS 12 Sayılı Ek Protokolünü de henüz onaylamamış olmasına dikkat çekilmektedir. 158 Ocak 2004’te hükümetin, azınlıkların güvenlik gerekçeleriyle izlenmesi amacıyla 1962’de yürürlüğe sokulmuş gizli bir kararname ile oluşturulan “Azınlık Tali Komisyonu” nu feshetmiş olduğu vurgulanmıştır. Yerine Gayrı Müslim azınlıkların sorunlarının çözümü için yeni bir kurumsal organ olan “Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulu” oluşturulduğuna yer verilmiştir. Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulu’nun; İçişleri, Eğitim, Dış İşleri Bakanlıkları ile Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden sorumlu Devlet Bakanlığı temsilcilerinden oluştuğuna değinilmiştir. Ancak, İçişleri Bakanlığı Emniyet Müdürlüğü bünyesinde oluşturulan azınlıklar dairesinin hala azınlıklarla olan ilişkilerden sorumlu olduğuna da yer verilmiştir. Azınlıkların belirli ayrımcı uygulamalara tabi tutulmaya devam edildikleri, Azınlık topluluğu üyelerinin, üst düzey idari ve askeri görevlere gelmekte güçlüklerle karşılaştıklarının bildirilmekte olduğuna dikkat çekilmektedir. 2003–2004 eğitim yılında okutulan tarih kitaplarının, azınlıkları hala güvenilmez, hain ve devlete zarar veren kişiler olarak gösterildiğine raporda yer verilmektedir. Resmi makamların konuya ciddi yaklaşım göstererek ders kitaplarındaki ayrımcı ifadeleri incelemeye başladıkları ve Mart 2004’te okullardaki ders kitaplarında ırk, din, cinsiyet, lisan, etnik köken, felsefi inanç veya din nedeniyle ayrımcılık yapılmaması gerektiği yolunda bir Genelgenin yayınlandığı vurgulanmaktadır. Musevi, Rum ve Ermeni okullarında çifte müdürlük konusunda (bu okulların müdür yardımcısı, Milli Eğitim Bakanlığı’nı temsil eden bir Müslüman’dır ve müdürden daha fazla yetkiye sahiptir) resmi makamlarla başlatılan diyalogun sürdürüldüğü raporda yer almaktadır. Mayıs 2004’te Milli Eğitim Bakanlığının, daha önce sadece babaları azınlık üyesi olan çocukların bu okullara gidebilme şartlarını yeniden düzenleyerek anneleri azınlık üyesi olan çocukların da bu okullara gidebileceğini açıklamasına yer verilmiştir. Ancak ebeveynlerin azınlık statüleri konusundaki beyanlarının, Milli Eğitim Bakanlığının yapacağı bir değerlendirmeye tabi olacağı hususu da ifade edilmiştir. Rum cemaatinin, yeni eğitim malzemelerinin onaylanması ve dışarıda eğitim görmüş öğretmenlerin diplomalarının tanınması konusunda sorunlarla karşılaştığı dile getirilmektedir. Ayrıca, Rum azınlık öğretmenlerine yönelik, 2003’te yürürlüğe giren İş Kanunu’nda ve Türk kökenli meslektaşlarının durumu ile çelişen biçimde sadece bir okulda çalışma izni verildiğine 159 değinilmiştir. Ermeni cemaatinin ise Ermeni lisanının öğretilmesinin yetersizliği konusundaki kaygılarını dile getirdiği raporda yer alan diğer husustur. Resmi makamlar tarafından genellikle Lozan Antlaşması kapsamında değerlendirilmeyen Süryaniler gibi gayrimüslim azınlıklara hala okul açma izni verilmediği, Gökçeada’daki (Imvros) Rum asıllı azınlık, okullarının yeniden açılması ve adil ve şeffaf usullere dayanmadığı ve mülklerin müsadere edilmesine yol açtığı bildirilen mevcut tapu sicili konusunda güçlüklerle karşılaştıkları raporda yer almaktadır. Kültürel hakların korunması konusunda 1999’dan bu yana önemli ilerleme kaydedilmiştir. Anayasa’da değişiklik yapılarak Türkçe dışındaki lisanların kullanılmasına uygulanan yasak kaldırılmış, Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçeler başlıklı yönetmeliğin, Aralık 2003’te yürürlüğe girdiği belirtilmektedir. Din ve inanç özgürlüğünün Anayasa tarafından teminat altına alınmış olmasına ve ibadet özgürlüğünün büyük ölçüde engellenmemesine karşın gayrimüslim toplulukları, tüzel kişilik, mülkiyet hakları, din adamlarının eğitimi ve iç yönetim ile ilgili olarak karşılaştıkları güçlüklerin devam etmekte olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu güçlüklerin uygun mevzuatların çıkarılması ile ortadan kaldırılabilir olduğuna vurgu yapılmıştır. Alevilerin hala bir Müslüman azınlık olarak tanınmadığına raporda yer verilmiş. Azınlıkların korunması ve kültürel hakların kullanılması konularında Anayasa'da değişiklik yapılarak Kürtçe ve diğer dillerin kullanılmasına ilişkin yasakların kaldırıldığı vurgulanmaktadır. Sonuç değerlendirmesi olarak, Türkiye’nin, yeni reform paketlerinin, anayasal değişikliklerin ve yeni Ceza Yasası'nın kabul edilmesi yoluyla birçok alanda, özellikle de geçen yılın raporunda ve Katılım Ortaklığında öncelik olarak belirtilen alanlarda mevzuat açısından önemli ilerleme kaydetmiş olduğu vurgulanmaktadır. Siyasi reformların uygulanmasında önemli ilerleme kaydedilmesine karşın bunların daha fazla pekiştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerekliliğine dikkat çekilmektedir. Bu görüşün, temel özgürlüklere saygı gösterilmesi ve kadın hakları, sendikal haklar, azınlık hakları ve gayrimüslim toplulukların karşılaştığı sorunlar dâhil olmak üzere insan haklarının korunması ile ilgili 160 hükümlerin güçlendirilmesi ve tam olarak uygulanmasını kapsamakta olduğunun altı çizilmektedir. 3.7.8. İlerleme Raporu 2005 Dini özgürlüklere ilişkin olarak, Ekim 2004’ten itibaren, gerek mevzuat gerek uygulama bakımından sadece çok sınırlı gelişmelerin kaydedildiği vurgulanan raporda; Dernekleri düzenleyen mevzuattaki iyileştirmelere rağmen, mevcut yasal çerçevenin, dini toplulukların, dinlerini tanıtmak ve korumak amacıyla hukuki bir kişilikle dernek kurma hakkını hala tanımamaktadır. Uygulama da ise gayrimüslim toplulukların önemli sorunlarla karşılaşmaya devam etmekte oldukları, bu toplulukların tüzel kişilikten yoksunluklarına değinilerek, sınırlı mülkiyet hakkına sahip oldukları ifade edilmiştir. Vakıflarının yönetiminde müdahalelerle karşılaşıldığı ve bunların kendi din adamlarını eğitmelerine izin verilmediği, Sünni olmayan Alevi topluma ait ibadet yerlerinin tanınması ve ilgili devlet kurumlarında temsil edilemedikleri yanı sıra, zorunlu din eğitimine ilişkin güçlükler yaşamaya devam etmekte olduklarının altı çizilmektedir. Halen Türk Parlamentosu’nda bulunan Vakıflar Kanunu’na ilişkin çalışmaların devam etmekte olduğu belirtilmektedir. Hazırlanan yasanın gayrimüslim topluluklara ait vakıflara ilişkin bazı iyileştirmeler sağlama potansiyeline sahip olsa da, mevcut haliyle Avrupa standartlarının gerisinde kalmakta olduğu ifade edilmektedir. Dini çoğulculuğun daha genel olarak, sadece, tüm dini toplulukların faaliyet gösterebilmesi koşullarını sağlayan açık ve kapsamlı bir yasal çerçeve yoluyla garanti edilebileceğine dikkat çekilmektedir. Danıştay’ın dini özgürlüklere ilişkin olarak bazı olumlu kararlar aldığına vurgu yapılarak; Haziran 2005’te Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün (VGM) bir vakfın yönetimini ele alması ve dolayısıyla mülküne el koyma yetkisini önemli ölçüde daraltan bir karar aldığına yer verilmiştir. Bu hükmün, “VGM ’nin 1997 yılında aldığı, Büyükada Rum Kız ve Erkek Öksüzler Yurdu Vakfı’nın yönetimini hayır hizmetlerini artık yerine getiremediği gerekçesiyle, üstlenmesi kararını” geçersiz kıldığına değinilmiştir. Bu karar karşısında, Eylül 2005 te, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün temyiz yoluna başvurusunun bulunduğu, bugüne kadar vâkıf, Hazine tasarrufuna geçirilen (yönetim Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce 161 üstenilmektedir) vakıf statüsünde kaldığı ifade edilmektedir. Danıştay’ın, Hıristiyanlıkla ilgili olarak program yayını yapan bir radyo istasyonu lehinde karar verdiği, Camiler ve Hıristiyan kiliseleri için ücretsiz su temini konusunda eşit muamele olanağı sağladığına raporda olumlu bir adım olarak yer verilmiştir. Camiler dışındaki ibadet yerlerinin açılması ve faaliyet göstermesini sağlamaya yönelik çabalara da işaret edilmiştir. Bu anlamda, Ekim 2004’te, bir önceki yıl bombalama hadisesi ardından kapanan, İstanbul’un en önemli sinagogunun Başbakan’ın da katıldığı resmi bir törenle yeniden açılması rapora gelişme olarak eklenmiştir. Haziran 2005’te Diyarbakır’daki Protestan Kilisesi ’nin bir ibadet yeri olarak tescil ettirilebildiği ve Mart 2005’te bir Protestan kilisesi ’nin Ankara’da bir dernek çatısı altında kurulduğu belirtilmiştir. Mayıs 2005’te Bahai topluluğunun bahçelerini yenileme talebinin onaylandığı ve Aralık 2004’te, bir cami bir kilise ve bir sinagogdan oluşan yan yana yapılaştığı üç ibadethanenin “Dinler Bahçesi” adıyla Antalya Belek’te açıldığı rapora eklenmiştir. Dini vakıfların, mahkeme kararı olmadan, kapatılabileceği, varlıklarına el koyabileceği, mali destekçilerini azledebileceği varlık ve hesaplarının yönetimine müdahale edebileceği kaygısı vurgulanarak, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün müdahalesine maruz kalmaya devam etmekte olduğu raporda vurgulanan hususlardandır. Haziran 2004’te kabul edilen “Gayri Müslim Dini Vakıfları Kurulları Yöntem ve İlkelerine İlişkin Tüzüğü” nün, Ermeni toplumunun yeni kurallara uygun bir şekilde seçim yapma taleplerinde uygulanmadığı söylenmektedir. Mülkiyet hakları konusunda, Ocak 2003 Tüzüğüne uygun olarak yapılan 2285 mülkiyet kaydı başvurusunun 341’inin kabul edildiği, başvuruların ise sadece Tüzük ’te listelenen 161 azınlık vakfı tarafından yapıldığı tespit edilmiştir. Dini toplulukların yasal statülerinin olmayışı nedeniyle, mevcut mülkiyetlerine el konulması riskinin halen devam etmekte olduğu ve hukuki yollarla mülkiyeti geri alma gayretlerinin ise, birçok sorunla karşılaşmak demek olduğu hususları dile getirilmiştir. Katolik ve Protestan bazı gayrimüslim dini toplulukların hala kendi vakıflarını kurma hakkına sahip olmadıkları ve dolayısıyla mülkiyet kaydettirme, elde etme ve elden çıkarma hakkından mahrum oldukları üzerinde durulmuştur. 162 Ortaya çıkan son gelişmelerin, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Hazine’nin de dahil olmak üzere Devlet makamlarınca artan bir baskısının mevcut olduğunu akla getirmekte olduğu vurgulanmaktadır. Özellikle Gayri Müslim dini vakıfların el konulan mülkiyetlerinin üçüncü taraflara satılmasına yönelik ihalelerin düzenlenmiş olduğu ifade edilmektedir. Örnek olarak, geçmişte Hazine tasarrufuna geçirilen veya Hazine’ye transfer edilen İstanbul’daki Rum Ortodoks Vakıflarına ait mülklere ilişkin olarak Temmuz 2005’te birkaç ihale başlatıldığının altı çizilmiştir. Satışla sonuçlanmamış olsa bile bu ihalelerin, Parlamento’nun, bu tür mülklerin ilgili topluluklara iadesini öngören, ancak, mevcut haliyle, üçüncü taraflara satılan mülkler için tazminat öngörmeyen Vakıflar Yasası Taslağını ele almasıyla aynı döneme rastlaması nedeniyle özel dikkat çekmekte olduğu vurgulanmıştır. Fransız Rahipler Enstitüsü davasında 2000 yılında sağlanan dostane çözümün henüz uygulanmadığı, Enstitü adına, kendi adıyla kullanım hakkını tescil edebilecek bir dernek kurulmasının ise hala mümkün olmadığı beyan edilmiştir. Din adamı eğitimi konusunda süregelen yasağın, gayrimüslim dini toplulukların, mevcut kuşağın ötesinde, topluluklarını sürdürebilmelerinde güçlüklerle karşılaşacakları anlamına gelmekte olduğu bu dönem içinde yeniden ifade edilmiştir. Ekim 2005’te Milli Eğitim Bakanı’nın 1971 yılından bu yana kapalı olan Heybeliada Rum Ortodoks Ruhban Okulu’nun süregelen kapalılık durumuna karşı olduğunu belirtmesine rağmen, Okul ’un yeniden açılışını hızlandırıcı adımların atılmadığı değinilen önemli bir husustur. Mevcut Vatandaşlık koşulunun, Süryaniler ve Keldaniler gibi Türk olmayan din adamlarının bazı kiliseler için çalışabilmelerini kısıtlamakta olduğu tekrarlanan bir ifade olarak bu dönem içinde raporda yer almıştır. Ekümenik Patriğin dinsel unvanının kamusal kullanımının hala yasak olması ve bazı dini azınlık kiliselerinin başkanlarının seçimlerinin katı koşullara tabi olduğuna yer verilen raporda; Türk olmayan Hıristiyan din adamlarının, vize alma ve yenileme oturma ve çalışma izinleri konularında yaşadıkları güçlüklerin devam etmekte olduğu ifade edilmektedir. Din kitaplarının, Hıristiyan azınlıkların endişelerine yanıt vermek amacıyla yeniden kaleme alındığı, azınlıklar tarafından idare edilen mevcut okullarda, din adamlarının ve 163 ilahiyat okullarından mezunlarının din dersi vermeleri hala mümkün olmadığının altı bir kez daha çizilmiştir. Bazı Gayri Müslim dini toplulukların 2004 yıldan bu yana özellikle aşırı gruplar tarafından şiddet ve tehdit edici tacizlere maruz kaldıkları, Ekim 2004’te İstanbul’daki Patrikhanenin bombalı saldırıya uğramış olması örneği ile açıklanmış ve şans eseri bu saldırının ölüm ve yaralanmayla sonuçlanmadığı ifade edilmiştir. Ocak 2005’ten bu yana Protestan kiliselerine karşı çok sayıda saldırının gerçekleştiği, Diyanet İşleri Başkanlığının Mart 2005’te misyoner faaliyetlerine karşı olan bir hutbeyi onayladığına dikkat çekilmiştir. Sünni olmayan Müslüman toplulukların durumları açısından, kayda değer değişme ve gelişmelerin olmadığı raporda ele alınmıştır. Özellikle Alevilerin bir dini topluluk olarak resmen tanınmaması durumunun sürdürüldüğü ve Alevilerin, Diyanet’te resmen temsil edilmemekte olduğu ifadesi bu dönem raporlarının değişmez tespiti olarak bu raporda yerini almıştır. Alevilerin hala ibadet yeri açma konusunda güçlükler yaşamakta olduğu, ibadet yerleri olan “Cem Evleri” nin yasal bir statüsü bulunmadığı ve kamu kaynaklarından hiçbir mali kaynak almadıkları vurgulanmıştır. Ocak 2005’te Alevi topluluğuna, ibadet yeri olarak değerlendirilmeyeceği için, Ankara’da bir Cem Evi inşa etme izninin verilmediği hususuna değinilmiştir. Alevilerin taleplerini dile getirmek konusunda daha etkin olmalarına giderek daha fazla hak arayışı içinde olmalarına rağmen, devlet makamlarının ve özellikle Diyanet’in mevcut uygulamayı değiştirme gereğini kabul etmediği vurgulanmaktadır. Alevi çocukların okullarda, özgün değerlerini kabul etmeyen zorunlu Sünni dini eğitime maruz kaldığı, Halen, Alevi bir çocuğun ailesi tarafından zorunlu Sünni dini eğitimle ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılmış bir dava bulunduğu ifade edilmektedir. Şubat 2005’te Milli Eğitim Bakanlığı Aleviliğin, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi diğer inançların da zorunlu din eğitimine dahil edilebileceğine dair sözlerine yer verilmiştir. Avrupa Konseyine bağlı Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu’nun Şubat 2005’te yayınlanan Türkiye’ye ilişkin üçüncü raporunda, din eğitimin seçmeli olması gerektiğini veya tüm dini kültürleri kapsaması gerektiğini ayrıca, kimlik kartlarında din hanesinin kaldırılmasını da tavsiye etmektedir. Söz konusu Komisyon raporunun 164 tavsiyelerinin Haziran 2005’te İstanbul’da sivil toplumla yapılan bir yuvarlak masa toplantısında resmen açıklandığı vurgulanmıştır. Azınlık hakları, kültürel haklar ve azınlıkların korunması Geçen yılki rapordan bu yana Türkiye’nin azınlık haklarına yaklaşımında değişme olmadığı belirtilerek, Türkiye’deki azınlıklara ilişkin kabullerin, 1923 Lozan Antlaşması’nda belirtilen gayrimüslim (Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar) topluluklardan oluştuğu kanaatine vurgu yapılmıştır. Bununla birlikte, ilgili uluslararası standartlar ve Avrupa standartlarına göre Türkiye’de azınlık olarak nitelendirilebilecek başka toplulukların da mevcudiyetinin olduğunun altı çizilmektedir. Ekim 2004’te Başbakanlığa bağlı bir devlet organı olan oluşturulan, İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun himayesinde, azınlıklar ve topluluklara yönelik politikayı sorgulayan, özellikle de 1923 Lozan Antlaşması’nın dar biçimde yorumlanmasına dikkat çeken ve Türkiye’yi politikasını uluslararası standartlarla uyumlu hale getirmesi için teşvik eden bir raporun yayınlanmış olduğu belirtilmektedir. Belirtilen raporun ayrıca, farklı kimlik ve kültürlere sahip kişilerin haklarının güvence altına alınması ve bu kimlik ile kültürlerin eşit vatandaşlık temelinde korunması ve geliştirilmesi için Türk Anayasası’nın ve ilgili tüm yasaların özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik bir içeriğe kavuşturulmaları amacıyla gözden geçirilmesi çağrısında bulunduğuna değinilmiştir. Raporun Türkiye’de canlı bir tartışma yarattığı, raporu kaleme alan yazar ile Kurul Başkanı hakkında soruşturma başlatılması ve rapordan doğrudan sorumlu olanların makamlarında daha fazla kalamayacaklarını ileri sürerek istifa etmelerinin endişe yol açtığı, Kurulun ise o günden sonra çalışmamakta olduğuna raporda yer verilmiştir. Bu açıdan ele alındığında, “Türkiye'nin BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne (ICCPR) azınlıkların hakları konusunda koyduğu çekince - ki bazı AB üye ülkeleri buna Sözleşme’nin amaç ve hedefleriyle bağdaşmadığı gerekçesiyle karşı çıkmışlardır - ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'ne (ICESCR) eğitim hakkı konusunda koyduğu çekince, endişelere neden olmaktadır. Bu çekinceler azınlık haklarının korunması konusunda daha fazla ilerleme kaydedilmesini engellemek amacıyla kullanılabilir. Özellikle, 165 Türkiye’nin bu İkiz Sözleşmelere koyduğu çekincelerin, bu maddelerle güvence altına alınan hakların sadece çekincelerde atıfta bulunulan hüküm ve kurallarda zikredilen cemaatlerle sınırlı olduğu anlamına gelmeyeceği umut edilmektedir” kaygıların ifadesine geniş yer verilmiştir. Türkiye ’nin, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi'ni ile Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’nı henüz imzalamadığı, kamu makamlarınca ayrımcılığın genel olarak yasaklanması konusundaki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 12 Numaralı Protokolü de henüz onaylamadığına dikkat çekilmiştir. Bu, azınlık mensuplarının sıklıkla fiili ayrımcılığa uğramaları ve idari ve askeri görevlere gelmekte güçlüklerle karşılaşmaları nedeniyle özellikle önemlidir. Ocak 2005’te İçişleri Bakanlığı’na bağlı İller İdaresi Genel Müdürlüğü gayrimüslim azınlıklara ilişkin bazı konularda azınlıkların sağlık, sosyal, kültür ve eğitim kurumları da dahil olmak üzere, önceleri İl Emniyet Müdürlüklerinin bünyesinde ele alınan bazı konuların sorumluluğunu üstlenmiş olduğu vurgulanarak, İlgili belgelerin İller İdaresi Genel Müdürlüğü’ne devri işlemlerinin sürdüğü bildirildiğine dikkat çekmektedir. Okul kitaplarındaki ayrımcı ifadelerin gözden geçirilmesi konusunda Talim ve Terbiye Kurulu eliyle iki yıldan beri sürdürülen çalışmalara rağmen, 2005/2006 öğretim yılında kullanılacak tarih ders kitaplarının hala azınlıkları güvenilmez, hain ve devlete zarar veren kişiler olarak betimlemek olduğu vurgusu yapılmaktadır. Talim ve Terbiye Kurulu’na yardımcı olan Tarih Vakfının Şubat 2005’te bir dizi tavsiye yayınlayarak, diğer hususlar meyanında, Milli Eğitim Bakanlığı’na ders kitaplarında çeşitliliğinin tehdit yerine zenginlik olarak algılandığı çoğulcu bir toplum imajını teşvik edecek biçimde değiştirme çağrısında bulunduğu değinilmiştir. Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Avrupa Komisyonu (ECRI), Türkiye hakkında ahiren yayınladığı raporda, resmi makamları “okul müfredatı ve ders kitaplarının öğrencilerin çok kültürlü toplumun yararları konusundaki bilinçlerini yükseltecek şekilde gözden geçirilmesi” yönünde teşvik etmekte olduğu da yer alan ifadelerdir. 166 Yahudi, Rum ve Ermeni okullarındaki çifte müdürlük uygulaması (bu okulların, Milli Eğitim Bakanlığı'nı temsil eden Müslüman müdür yardımcıları müdürden daha fazla yetkiye sahiptir) hususunda resmi makamlarla başlatılan diyalogda gelişme kaydedilmediği belirtilmiştir. Rum cemaatinin yeni eğitim malzemelerinin onaylanması ve yurt dışında eğitim görmüş öğretmenlerin tanınmaları konusunda sorunlarla karşılaşmaya devam etmekte olduğu, ECRI raporunun, makamları, azınlık okullarının düzgün işlemesinin sağlanması için gerekli adımları atmaya teşvik etmekte olduğunun altı çizilmektedir. Ayrıca, Rum azınlık öğretmenlerinin, 2003 yılında çıkarılan İş Kanunu’na aykırı olarak ve Türk kökenli meslektaşlarının durumlarıyla çelişen biçimde, hala sadece bir okulda eğitim verme izni tanındığı yinelenmektedir. Ermeni dili çalışmaları kapsamında; Ermeni dilinin öğrenimine ve Ermenice dil öğretmeni yetiştirilmesi amacıyla, İstanbul Üniversitesi bünyesinde bir Ermeni Kürsüsü kurulması Türk makamlarınca kabul edilmiş olmasına rağmen, bölümün açılmasına onay verilmesi beklenmekte, Ermeni dili öğretmenlerinin eğitiminin bu gecikmelerle hala mümkün olmadığı belirtilmektedir. Resmi makamlar tarafından genellikle Lozan Antlaşması kapsamında değerlendirilmeyen Süryaniler gibi Müslüman olmayan azınlıklara ise hala okul açma izni verilmediğine raporda yer verilmektedir. Yunan vatandaşlarının taşınmaz mal veraseti konusunda, kendilerine bu hakları tanıyan bir genelgenin varlığına rağmen, uygulamada sorunlar bulunmakta olduğuna dikkat çekilerek, AİHM’ye bu konuda en az bir başvuru yapıldığı dile getirilmiştir. Ayrıca raporda Gökçeada'daki (Imvroz) Rum azınlığın bir dizi sorunla karşılaşmaya devam etmekte olduğu ifadesi yer almaktadır. Sorunların özellikle tapu sicili işlemlerinden, arsa ve binaların “doğal veya kültürel varlık” olarak gösterilmesinden (ki bunun mülkiyete el konulmasıyla sonuçlandığı) kaynaklanmakta olduğu hususu ifade edilmektedir. Ayrıca, geçmişte istimlak edilmiş olan arsaların satışı için ihaleler açıldığına ve önceden Rum azınlık okulu olan bir binanın azınlığın arzusu hilafına 2005 Haziran’ında otel olarak faaliyete geçtiğine dair bilgilerin mevcut olduğu ele alınmaktadır. Nisan 2005’te Başbakan adayı ilk defa ziyaret etmiş olması ve cemaatin kaygılarını dinlemiş olması vurgulanarak. Aynı yıl Haziran 2005’te ise Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin bir Türk ve bir Yunan üyesinin de adayı ziyaret 167 ettikleri ve Rum azınlığın bir dizi sorunla karşılaştığı sonucuna vardıkları belirtilmekte, Türk üyenin “sorunların ele alınması amacıyla yasal düzenlemeler teklif etme niyetinde olduğu” açıklamasına atıf yapılmıştır. Türkiye’de siyasi dönüşümün devam etmekte olduğu ve ülkenin, Kopenhag siyasi kıstaslarını yeterli derecede karşılamayı sürdürmemekte olduğu görüşüne yer verilmiş, 2005 yılında değişim hızının yavaşladığı ve reformların uygulanmasında yer yer farklılıkların gözlenmekte olduğu dile getirilmektedir. İnsan hakları ihlallerinin azalma eğilimi göstermesine rağmen köklü çözümlerin olmadığı ve hak ihlallerinin meydana gelmeye devam etmekte olduğuna vurgu yapılmaktadır. Durumun düzeltilmesi için hem, halen yürürlükte olan mevzuatın uygulanması, hem de, bazı alanlarda, yasamaya yönelik ilave yasal girişimler üstlenilmesine acilen ihtiyaç duyulmakta olduğu beklentisi dile getirilmektedir. Din özgürlüğü konusuna, bazı geçici tedbirlere rağmen, dini azınlık ve cemaatler hala tüzel kişilikten mahrum olması, bunların sorunlarının, Avrupa standartlarına uygun kapsamlı bir yasal çerçevenin kabulüyle ele alınmasına acil ihtiyaç bulunmakta olduğu. Türkçe dışındaki diğer dillerin kullanımına gösterilen daha büyük hoşgörüye rağmen, kültürel hakların kullanımının hala kritik bir durumda olduğu sonuç bölümünün tespitleri arasında yer almaktadır. 3.7.9. İlerleme Raporu 2006 Raporda Dini özgürlüklere ilişkin olarak ibadet özgürlüğüne saygının genel olarak devam ettiği vurgusu yapılmıştır. Nisan ayında İçişleri, Milli Eğitim ve Dış işleri Bakanlıkları, ABGS ve İstanbul Valiliği temsilcilerinden oluşan bir heyetin, gayrimüslim cemaatlerin sorunları ve bu sorunların olası çözüm yolları konusunda görüş alışverişinde bulunmak üzere İstanbul’daki gayrimüslim toplulukların liderlerini ziyaretine yer verilmiştir. Nüfus cüzdanı gibi bazı kişisel evraklardaki dini inanç belirtme zorunluluğunun Nisan 2006’da kaldırılmış olmasına rağmen bu evraklarda hala din hanesinin mevcudiyetinin ayrımcı uygulamaların devam etmesi olasılığına zemin yaratmakta ve endişe verici bir durum olarak ele alınmaktadır. 168 Ayrıca, hala bazı sorunların devam etmekte olduğu, Gayrı Müslim dini cemaatlerin tüzel kişiliğe sahip olma imkânı ’nın bulunmadığı ve mülkiyet haklarına dair kısıtlamalar sürdüğü ifade edilmektedir. Bu cemaatler vakıflarını yönetme ve mülklerini hukuk yoluyla geri alma konularında sorunların mevcudiyetine vurgu yapılmaktadır. Danıştay’ın Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün (VGM) vakıfların yönetimini devralma yetkisini daraltan Haziran 2005 kararı rapor dönemi boyunca uygulanmamış olduğuna dikkat çekilerek, yönetiminin halen VGM kontrolü altında bulunan Büyükada Rum Kız ve Erkek yetimhanesi konusunda herhangi bir gelişme kaydedilmediği ifade edilmiştir. Yeni Vakıflar Kanunu’nun tespitlerde yer alan sorunlar ve hususlar üzerindeki etkisinin ise bu Kanun yürürlüğe girdiğinde değerlendirilmeye alınacağı belirtilmiştir. Ayrıca, din adamlarının eğitimi ve yabancı din adamlarının Türkiye’de çalışmaları konusundaki kısıtlamaların devamı, Türk mevzuatının söz konusu cemaatler için özel çerçevede yüksek dini öğretim imkânı sağlamadığı. Heybeliada Rum Ortodoks Ruhban Okulunun hala kapalı olması, Ekümenik Patriğin dini unvanının kamusal alanda kullanımının yasak olduğu sıralanmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığının ve yerel dini makamların vaaz ve yayınlarının zaman zaman misyonerlik faaliyetlerine karşı hasmane tutum sergileyebildiği, Gayri Müslim cemaatlerin din adamlarına ve ibadet yerlerine saldırılar yapıldığı raporlarına yer verilmiştir. Konuya ilişkin olarak, Karadeniz bölgesindeki Trabzon ilinde Şubat 2006’da gerçekleşen Katolik rahip Andrea Santoro cinayeti ve ile ilgili duruşmada failin ağır cezaya mahkûm edilmesiyle sonuçlanmış olması raporda bildirilmiştir. Süryanilere karşı da bazı olaylar vuku bulduğu belirtilmiştir. Raporda Alevi topluluğuna yönelik olarak “Alevi topluluğun durumuna dair hiçbir gelişme olmamıştır. Aleviler ibadethanelerini (Cem Evleri) açmakta güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. Cem Evleri ibadethane olarak tanınmamakta ve resmi makamlardan mali yardım alamamaktadırlar. Alevi ailelerin çocukları okullarda kendi özgünlüklerini tanımayan zorunlu din eğitimine tabi tutulmaktadır. Zorunlu din eğitimine dair bir dava halen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde görülmektedir. Önümüzdeki seneden itibaren orta öğretim müfredatında Alevilere değinilmesi öngörülmektedir” ifadeleri yer almaktadır. 169 Genel olarak, ibadet özgürlüğüne saygı duyulmasına karşın gayrimüslim cemaatlerin karşılaştıkları zorluklara dair önemli hiçbir gelişme kaydedilmediği, Ayrıca Alevilerin ayrımcı uygulamalarla karşı karşıya kalmaya devam etmekte oldukları belirtilmiştir. Türkiye’nin azınlık haklarına yaklaşımı değişmediği, Lozan Anlaşması çizgisinde kalmaya devam ettiği, mevcut azınlıkların sadece gayrimüslim topluluklardan ibaret olduğunun kabul edildiği, bu azınlıkların ise Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar olduğu noktasında durduğunu ifade etmektedir. Bununla birlikte, Türkiye’de ilgili uluslararası ve Avrupa standartları çerçevesinde azınlık olarak tanımlanması mümkün olabilecek başka toplulukların varlığından söz edilerek, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni ve Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’nı imzalamadığına dikkat çekilmektedir. Eğitim bağlamında sınırlı ilerleme kaydedildiği, Avrupa Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu’nun (ECRI) okul müfredatları ve ders kitapları ile azınlık okullarının işleyişi hakkında 2005 yılı tavsiyelerinin geçerliliğini korumakta olduğu, Okul kitaplarındaki ayrımcı ifadelerin vurgulanmaktadır. kaldırılması konusunda ilave çabaya ihtiyacın gerekliliği Çift müdürlük uygulaması da dâhil olmak üzere azınlık okullarının yönetimi konusu halen sorunların çözümlenemediği, mülkiyet konusunda sıkıntılar yaşayan Süryanilerin durumuyla ilgili bir ilerleme kaydedilmemiş Türk vatandaşlığını kaybetmiş Süryanilerin mülklerini tapu siciline kaydettiremedikleri ve mülklere el konulması ile ilgili şikâyetlerin artmış olmasına vurgular yapılmaktadır. Rum azınlığın özellikle eğitim ve mülkiyet haklarıyla ilgili sorunlarla karşılaşmaya devam etmesi, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rum azınlığın mallarının Türk makamları tarafından müsadere edilme ve açık artırmayla satılma tehdidi altında olduğu ifade edilmektedir. Genel olarak, rapor döneminde Türkiye, kültürel çeşitliliğin sağlanması ve azınlıklara uluslararası standartlar çerçevesinde saygı gösterilmesi ve korunması konusunda kısıtlı ilerleme kaydetmiştir. 170 3.7.10. İlerleme Raporu 2007 Bu rapor dönemine ilişkin olarak, Dini derneklerin tesciline ilişkin olumlu gelişmeler kaydedildiği, Tüzüğünde dini amaçlara açıkça yer verilen Yehova Şahitlerini Destekleme Derneği aleyhine açılan kapatma davası, Yargıtay tarafından beraat kararının onaması ile neticelendirildiği ifade edilmektedir. Dernek temsilcilerinin, Derneğin tüzel kişiliğe sahip bulunması ve böylece, mülkiyet sahibi olma, dernek binası kiralama veya satın alma, bağış kabul etme ve hukuki menfaatlerini mahkemede savunabilme konumunda olabileceğini düşünmekte oldukları raporda yer alan ifadelerdir. Nihayetinde Türk makamlarının Yehova Şahitlerini Destekleme Derneği’nin kanuna uygun bir şekilde tescil edildiğini teyit eden bir nihai karar aldıkları ifade edilmiştir. Dini özgürlüklere ilişkin olarak, ibadet özgürlüğü genel olarak teminat altındadır. Hükümet ile gayrimüslim topluluklar arasındaki diyalogların sürdürüldüğünü, çeşitli Bakanlıkların üst düzey yetkililerinden oluşan bir heyetin, Haziran ayında gayrimüslim toplulukların dini liderlerini İstanbul’da ziyaret ettiği rapora yansıyan gelişmeler arasında yer almaktadır. 19 Haziran’da, ise, İçişleri Bakanlığının, gayrimüslim Türk vatandaşlarının dini özgürlüklerine dair bir genelge yayımladığı ele alınmıştır. Valilere yönelik bu Genelgede, gayrimüslim vatandaşlara ve bunların ibadet yerlerine yönelik bireysel suçlarda bir artış olduğu kabul edilmekte, tüm illerde benzer olayların tekrarlanmasının önlenmesi ve değişik din ve inançlardan bireylere yönelik hoşgörünün artırılmasına ilişkin gerekli tedbirlerin alınması Valilerden istenmekte olduğu dile getirilmiştir. Genelgenin etkisinin ortaya konulacak uygulamalar ile değerlendirilmesinin yapılacağı ifade edilmektedir. Bu rapor döneminde, Nüfus hizmetleri Kanununun Uygulanmasına İlişkin Yönetmeliğin, 2006 Kasım ayında yürürlüğe girdiği, Yönetmelik uyarınca, aile nüfus kayıtlarında dine ilişkin olarak talep edilen bilgilerin, sadece vatandaşların yazılı beyanına bağlı olarak yazılmasını, değiştirilmesini ve silinmesinin sağlandığı gelişmeler arasında sayılmaktadır. Yine bu konuya dair, nüfus cüzdanları gibi idari belgelerde, doldurulabilecek veya boş bırakabilecek olan din hanesi içermekte olduğu bu durumun, ayrımcı uygulamalara yol açabileceği, resmen tanınmayan dinler hakkındaki endişelerin ise halen devam etmekte olduğu ifade edilmiştir. 171 Nisan ayında, Malatya’da, yerel Protestan topluluğa ait bir basım evinde üç Protestan’ın öldürüldüğü, Suçun, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında soruşturulmasına devam edildiği, Protestanlar aleyhinde “Türklüğe hakaret” nedeniyle açılan bir başka davanın ise, yoğun güvenlik önlemleri altında devam ettiği raporda olumsuz gelişmeler arasında yer almaktadır. Gayri Müslim toplulukların din adamlarına ve ibadet yerlerine yönelik saldırılar hakkında haberlerin yanı sıra, Medya veya resmi makamlar tarafından, misyonerlerin, ülkenin bütünlüğüne bir tehdit, gayrimüslim azınlıkların Türk toplumunun ayrılmaz bir parçası olmadıkları şeklinde tasvirlerin yer aldığına dikkat çekilmiştir. Bu güne dek, gayrimüslim azınlıklara yönelik olarak kullanılan nefreti teşvik edebilecek söylemlerin ise cezasız kaldığı vurgulanmıştır. Gayrimüslim dini topluluklar - örgütlenmiş dini gruplar olarak - tüzel kişiliklerinin olmayışı ve sınırlı mülkiyet hakları gibi sorunlarla karşılaşmaya devam etmektedirler. Bu topluluklar, vakıflarının idaresinde ve mülklerini yargı yoluyla geri almakta da sorunlar yaşamaktadırlar. Yerel makamlarca ibadet yerleri için inşa izni verilmesi, ilden ile değişiklikler arz etmektedir. Bu durum, İmar Kanununun keyfi uygulanmasına yol açabilmektedir. Bazı kiliseler, ibadet yeri olarak tescil edilememiştir. Aleviler, ibadet yerlerini (cem evleri) açmakta sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Cem evleri, ibadet yeri olarak tanınmamakta ve resmi makamlardan yardım almamaktadırlar. Eğitimle ilgili olarak, din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri zorunlu olduğu, Alevi bir aile tarafından yapılan başvuruya karşılık AİHM’nin Ekim 2007’de, oybirliğiyle, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 No ’lu Protokolünün Eğitim Hakkına İlişkin 2 ’nci maddesinin ihlal edilmiş olduğuna karar vermiş olduğundan bahsetmektedir. Mahkeme’nin, bu kararına, Hükümet tarafından, bu derslerin Türk toplumundaki dini çeşitlilikleri gözetmediğinin kabul edilmesinin de not edildiği aktarılmıştır. Mahkemece ayrıca, Türkiye’deki din eğitimi müfredatının demokratik toplumun gerektirdiği tarafsızlık ve çoğulculuk ölçütlerini karşılamadığına ve ebeveynlerin inançlarına saygı duyulmasını teminat altına alan uygun bir yönteminde bulunmadığına hükmetmiş olduğu belirtilmektedir. Sonuç olarak, Mahkeme’nin, Türkiye’nin eğitim sistemini ve ulusal mevzuatını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun hale getirmesi gerektiğine hükmetmiş olduğu raporda beyan edilmektedir. 172 Din adamlarının eğitimi konusundaki sınırlamaların devam etmesi, Türk mevzuatında, bu topluluklar için özel yükseköğrenim imkânlarının sağlanamadığı ve kamu eğitim sistemi içinde de buna imkânların bulunmadığı ifade edilmektedir. Heybeliada Rum Ortodoks Ruhban Okulunun hala kapalı olmasına da raporda yer verilmiştir. Türkiye ’de 2006 Aralık ayı itibarıyla Yabancıların Çalışma İzinlerine İlişkin Kanunun Uygulama Tüzüğüne bağlı olarak 122 yabancı din adamı çalışmakta olduğu tespiti yapılmaktadır. Türkiye’de çalışmak isteyen fakat sorunlarla karşılaşan ve Türk vatandaşlarıyla eşit muameleye tabi olma hakları sağlanmayan yabancı din adamlarına ilişkin vakaların rapor edilmekte olduğuna dikkat çekilmektedir. Ekümenik Patrik’in, dini “Ekümenik” unvanını her vesileyle kullanma özgürlüğüne sahip olmadığı, Haziran 2007’de, Yargıtay, Ekümenik Patrikhane’nin Sen Sinod Meclisine karşı açılan dava hakkında karar vardığı, Mahkeme’nin, sanığın beraatına hükmettiği, raporda yer almaktadır. Bununla birlikte, kararın, “Türk mevzuatında Patrikhaneyi Ekümenik kılan hiçbir dayanağın bulunmadığına, Patrikhanenin tüzel kişiliği bulunmayan bir dini kurum olduğuna, Patrikhanede yapılan dini seçimlere katılanların ve seçilenlerin Türk vatandaşları olmaları ve seçim tarihinde Türkiye’de çalışıyor olmaları gerektiğine” hükmedildiği belirtilen hususlardır. Bu kararın, Patrikhanenin ve diğer gayrimüslim dini toplulukların, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tarafından teminat altına alınan haklarını kullanmalarında ilave sorunlara yol açma potansiyeli olduğuna dikkat çekilmektedir. Genel olarak, dini özgürlüklere ilişkin ortam, uygulamada bu hakların tam olarak saygı görmelerine imkân tanımamakta olduğuna yer verilen raporda; Tüm dini toplulukların gereksiz kısıtlamalara tabi olmaksızın faaliyet göstermeleri için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygun bir yasal çerçeve oluşturulmasının beklenmekte olunduğu ifade edilmektedir. Aleviler ve gayrimüslim dini topluluklar tarafından karşılaşılan temel zorluklara ilişkin olarak gelişme kaydedilmediği de raporun ele aldığı konular arasındadır. Ayrımcılıkla mücadele politikaları hususunda, ayrımcılıkla mücadele Anayasa’da yer bulmuş ve çeşitli kanunlarda da teyit edildiğine değinilmiştir. Mülkiyet hakları konusunda; AİHM Fener Erkek Lisesi Vakfı-Türkiye davasında son kararının Nisan ayında verildiği dile getirilmektedir. Mahkeme’nin, AİHS’nin 1 Numaralı 173 Protokolü’nün birinci maddesinde belirtilen “mülklerin barışçı kullanımı” ‘nın ihlaline oy birliğiyle karar verdiği, müştekinin maddi zararının karşılanmasını veya mülkünün iadesinin tavsiye edildiği belirtilmektedir. Türkiye Hükümeti ile İstanbul Ermeni Hastanesi Vakfı arasında vakfın 1943 ve 1963’te edindiği mülke ilişkin AİHM’deki bir davada dostane çözüme varıldığı, Söz konusu çözüm uyarınca, hükümetin Vakfa taşınmazı iade edeceği belirtilmektedir. Türk Hükümeti’nin söz konusu taşınmaza Mayıs 1974 tarihli Yargıtay Kararı’na istinaden el koyduğu vurgulanmaktadır. Kasım 2006’da TBMM tarafından onaylanan ve Cumhurbaşkanı tarafından TBMM’ye iade edilen yeni Vakıflar Kanunu’nun nihai kabulünün henüz gerçekleşmediği, yeni kanunun kabulünün, malların kullanımı ve kazanımına ilişkin olarak dini toplulukların karşılaştıkları çeşitli sorunlara çözüm getirebileceği belirtilmektedir. Mülkiyet konusunda güçlüklerle karşılaşmaya devam eden Süryanilerin durumunda herhangi bir ilerleme sağlanmadığı, Süryanilerin mülklerine el konulmasına ilişkin şikâyetlerin ise artmış olduğu raporda ele alınan konulardandır. Azınlıkların eğitim hakları hususunda, “Şubat 2007 tarihinde yürürlüğe giren Özel Öğretim Kurumları Kanunun Lozan Antlaşması ile resmi makamlarca tanınan gayrimüslim azınlıkların azınlık okullarına sahip olma haklarını teyit etmektedir” vurgusu yapılmaktadır. Ancak, Türkiye’nin azınlık haklarına yaklaşımının değişmemiş olduğuna, 1923 Lozan Antlaşması çerçevesinde kaldığına, orada belirtilen azınlık grupları dışındaki azınlıklara yönelik kabullerde sıkıntılar olduğuna dikkat çekilmektedir. “Lozan Antlaşmasına halel getirmeksizin, Türk makamlarının, Türk vatandaşlarını, çoğunluğa ya da azınlığa mensup olan bireylerden ziyade kanun önünde eşit haklara sahip bireyler olarak görmektedir” ifadesi raporda yer almaktadır. “Kabul görmüş bu tutumun, Türkiye’yi etnik köken, din ve dillerinden dolayı bazı Türk vatandaşlarına, kendi kimliklerini korumalarını temin eden, özel haklar tanımaktan alıkoymamalıdır” denilmektedir. Avrupa standartlarına uygun bir şekilde, dil ve kültüre tam saygı gösterilmesi ve bunların korunması, dernek, toplantı, ifade ve din özgürlüğü ile geçmişine ve kökenine bakılmaksızın bütün vatandaşların kamu hayatına etkin katılımının garanti altına alınmasının henüz bütünüyle sağlanmış olmadığı raporda dikkat çeken hususlardandır. 174 Türkiye’nin, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı hala imzalamadığı raporlarda değişmez bir vurgu olarak yerini almıştır. Çift müdürlük uygulaması da dâhil olmak üzere azınlık okullarının yönetimi konusunun halen sorunlu olduğu, okul kitaplarındaki ayrımcı ifadelerin kaldırılmasına yönelik olarak daha fazla çabanın gerektiği ifade edilmiştir. Rum azınlıkların eğitim ve mülkiyet haklarıyla ilgili sorunlarla karşılaşmaya devam ettikleri, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rum azınlığı etkileyen sorunların bildirilmeye devam etmekte olduğuna raporda yer verilmiştir. Genel değerlendirme olarak, Türkiye de, kültürel çeşitliliğin sağlanması ve Avrupa standartlarına uygun biçimde azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunması konularında ilerleme kaydedilmediği vurgulanmaktadır. Türkiye’nin kültürel haklar alanında bir ilerleme kaydetmemiştir. Özellikle Türkçe dışındaki dillerde yayın yapılması, siyasi yaşam ve kamu hizmetinde çalışılması alanlarında önemli çaba sarf edilmesi gereklidir. Çingeneler yeterli ölçüde eğitim, sosyal güvenlik, sağlık hizmetleri ile konut ve istihdama ulaşım konularında ayrımcı muameleye tabi olmayı sürdürmektedirler. 3.7.11. İlerleme Raporu 2008 Dini özgürlüklere ilişkin olarak, ibadet özgürlüğüne saygının genel olarak devam etmekte olduğu, Şubat 2008’de kabul edilen Vakıflar Kanunu, diğer hususların yanı sıra, gayrimüslim azınlıklara ilişkin bazı mülkiyet konularına da ele aldığı vurgulanmaktadır. (Bkz. Mülkiyet hakkı ve Dernek kurma özgürlüğü) Nisan 2007’de Malatya’da üç Protestan’ın öldürülmesine ilişkin davanın devam ettiği, Tehditler nedeniyle önde gelen bir savunma avukatının koruma altına alındığı, Gayrı Müslim azınlık temsilcilerine yönelik tehdit ve hakaretlere ilişkin olarak sınırlı sayıda mahkeme kararının olduğu raporda dile getirilmiştir. Alevilerle ilgili olarak, hükümetin bu cemaat ile diyalogun geliştirilmesi ve kaygılarına cevap verilmesi konusunda bir girişim açıkladığı ve bir ilk olarak, bir belediye 175 meclisinin bir cem evini ibadethane olarak kabul ederek camilerle aynı tarifeden su faturası verilmesi uygulamasının başlatıldığı dile getirilmiştir. Ancak Hükümetin girişiminin tam olarak uygulanmadığı, Aleviler ’in genel olarak, başta eğitim ve ibadethanelere ilişkin olmak üzere, mevcut sıkıntılarının sürdürmekte olduğu, bu durumun Başbakan’ın Alevi konularında danışmanı olan bir AKP milletvekilinin bu görevinden istifa etmesine neden olduğu raporlanmıştır. Eğitimle ilgili olarak, Türk Anayasasının 24. maddesine göre din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin ilk ve orta dereceli okullarda zorunluk halinin sürdürüldüğü belirtilmektedir. Mevcut 1982 Anayasası öncesinde bu durumun farklı olduğu dile getirilmiştir. Ekim 2007’de Alevi bir ailenin başvurusu üzerine AİHM’nin, bu derslerde dinlere genel bir bakış sağlamakla kalmayıp, kültürel uygulamaları da dahil olmak üzere İslam inancının temel prensiplerinin öğretildiği hükmüne vardığı sonucu rapora ilave edilmiştir. Mahkeme’nin, Türkiye’den müfredatını ve iç mevzuatını AİHS’nin 1. Protokolünün 2. maddesi ile uyumlu hale getirmesini istediği, bu AİHM hükmünün uygulanması gerekliliği vurgulanmaktadır. Ağustos 2008’de bir Alevi Federasyonu, bu hükmün uygulanmadığı ve ders kitaplarının bir kısmının yanlış yönlendirmelere de neden olabilecek şekilde yeni ders kitaplarının Aleviler hakkında yanlış bilgiler içerdiği iddiaları ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne başvuruda bulunduğu belirtilmektedir. Mart 2008’de iki farklı davada Danıştay’ın, Alevi ailelerin çocuklarının bu din derslerinden muaf olması yönünde karar verdiği de raporda yer almaktadır. İbadet yerleri konusunda, Alevi ibadethaneleri olan Cem Evleri ile ilgili olarak mahkemelerde bekleyen iki davanın bulunduğu belirtilmektedir. Bunlardan birinin Danıştay’da olduğu, Her iki davanın da, Alevilerin Cem Evi inşaatı için arazi taleplerinin reddedilmesiyle ilgili olduğu belirtilmektedir. Cem Evlerinin ibadethane statüsünde kabul edilmemekte olduğu, sonuç olarak idari makamlardan mali destek görmediğine dikkat çekilmektedir. İki Protestan Kilisesi ile bir Yehova Şahitliği Derneği’nin ibadethane olarak kayıt yaptıramadıkları vurgulanmaktadır. Bazı illerde gayrimüslim din adamlarına ve ibadethanelerine saldırı bildirildiği, Misyonerler ’in, ülkenin bütünlüğüne ve İslam dinine tehdit olarak gösterildiği veya böyle 176 bir algı yaratmanın devam etmekte olduğu ifade edilmektedir. Türkiye Protestan Kiliseleri Birliği’nin, Türkiye’deki dini azınlıkların durumuna ilişkin olarak, Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonuna bir rapor sunduğu; Ülkedeki gayrimüslim grupların saldırılara hedef olduğuna işaret edilen, bu saldırılara ilişkin bir liste içeren bu raporda sözü edilen olaylara ilişkin hiçbir şüphelinin yakalanmadığına dikkat çekilmektedir. İçişleri Bakanlığı’nın 19 Haziran 2007 tarihli gayrimüslim Türk vatandaşlarının dini özgürlüğüne ilişkin genelgesinin henüz arzulanan etkiyi sağlamadığı vurgusu yapılmaktadır. Dini grupların örgütlenmiş yapıları olarak gayrimüslim cemaatlerin, tüzel kişilik olamamaktan kaynaklanan sorunlarla karşılaştıklarına vurgu yapılmaktadır. Din adamlarının eğitimi konusundaki kısıtlamalar devam ettiği, Türk mevzuatının, bu cemaatler için özel yüksek din eğitimi imkânı tanımadığı, resmi eğitim sisteminde de bu yönde bir imkân bulunmadığı raporun altını çizdiği hususlardandır. Heybeliada Rum Ortodoks Ruhban Okulu hala kapalı durumda olduğu, Türkiye’de çalışmak isteyen yabancı uyruklu din adamlarının çalışma izni almak konusunda zorluklarla karşılaştığı yönünde raporlar mevcudiyetine dikkat çekilmektedir. Ekümenik Patrik’in, “Ekümenik” dini sıfatını her durumda kullanamamakta olduğu belirtilerek, Başbakan Erdoğan’ın, Ocak 2008’de “Ekümenik sıfatının kullanımının devletin karar verdiği bir konu olmaması gerektiğine” dair açıklamasına yer verilmiştir. Vicdani retçilere yönelik adli takibatlar ’a devam edildiği ve hapisteki vicdani retçilere kötü muamele olduğuna dair bazı iddiaların dile getirildiği belirtilmektedir. Yanı sıra, vicdani retçilerin kamu önünde savunulması mahkûmiyetlere neden olmuştur ifadesine yer verilmiştir. (Bkz. İfade özgürlüğü ve Uluslararası insan hakları hukukuna riayete ilişkin bölümler) Genel olarak, özellikle vakıflar yasasının kabul edilmesi olmak üzere bazı ilerlemeler kaydedilmesine rağmen gayrimüslim azınlıklara ilişkin olarak öne çıkan mülkiyet temelli konuların çözümlenmesi ile birlikte yasanın uygulanmasının, bir meydan okuma şeklinde ortaya konduğu belirtilmektedir. Aleviler ’in, eğitim ve ibadethane dâhil olmak üzere aynı sıkıntılarının sürdürmekte olduğu, tüm gayrimüslim azınlıkların ve Alevilerin herhangi bir kısıtlama olmaksızın faaliyet göstermelerine imkân tanıyacak şekilde AİHS ile uyumlu bir 177 yasal çerçevenin oluşturulmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur. Türkiye’de dini özgürlüğe tam saygıyı destekleyen bir ortamın oluşturulması ve farklı dini cemaatlerle diyalogların geliştirilmesi yönünde tutarlı girişimlerin devam ettirilmesi yönünde daha çok çaba sarf etmesi gerekliliği vurgulanmaktadır. Ayrımcılığın önlenmesi ilkesi ’nin Anayasa’da güvence altına alındığı ve bu ilke ’nin çeşitli kanunlarda da teyit edildiğine raporda değinilmiştir. Mülkiyet haklarına ilişkin olarak, Vakıflar Kanunun Şubat 2008’de kabul edildiği, Söz konusu Kanunun oylamasının ilk kez Kasım 2006’da TBMM’de yapıldığı, ancak daha sonra zamanın Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği ifade edilmiştir. Kanunun; dini cemaatlerin karşılaştığı ve özellikle mülk idaresi ve edinimiyle ilgili çok sayıda sorunu ele aldığının altı çizilmektedir. Bu Kanun’a göre, cemaat vakıflarının önceden izin almadan mal sahibi olabileceği ve bunu idare edebileceği dile getirilmektedir. Vakıflar ’ın şirket ve ticari organlar kurabilmesinin, hedeflerine ulaşmakta ve gelir elde etmek maksadıyla mevcut şirketlere katılabilmelerinin önünün açıldığı raporda belirtilen hususlardır. Gayri Müslim cemaat vakıflarının, Tapu Sicili ’ne, 1936 yılındaki beyanda takma veyahut sahte isimler altında kayda girilmiş veya 1936 yılındaki beyandan sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya bu vakıflara miras yoluyla geçmiş veya bağışlanmış fakat mülkiyet sahibi olmakla ilgili sınırlamalar nedeniyle vasiyetçi, bağışçı veya Hazine ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün adıyla kaydedilmiş taşınmaz mülkleri, kendi adlarıyla kaydettirebilecekleri belirtilmektedir. Vakıflara bağışlanan taşınmazlara el konulamayacağı veya bu taşınmazların ipotek altına alınamayacağı getirilen yeni haklar olarak belirtilmektedir. Asıl amacına uygun olarak kısmen veya tamamen kullanılmayan taşınmazların, aynı cemaate ait başka bir vakfa tahsis edilebileceği, kiralanabileceği veya taşınmazların kullanım alanlarının değiştirilebileceği vurgulanmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün, Mayıs 2008 tarihinde takma veya sahte isimler altında veya Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına kayıt olunmuş gayrimüslim cemaat vakıflarına ait mülklerin iadesine ilişkin olarak bir Genelge yayınladığına dikkat çekilmiştir. Kanun’u uygulayan Tüzüğün ise Eylül 2008’de Resmi Gazete ’de yayınlandığı ifade edilmiştir. Ancak, Kanunun, ne daha önce el konulan veya üçüncü kişilere satılan mülkler sorununa ne de yeni mevzuatın kabul edilmesinden önce birleştirilen vakıfların 178 mülkleri sorununa çözüm getirmediği vurgulanmaktadır. Buna ek olarak, uygulamada, Kanunun amaçlarına ulaşılmasında çok önemli olacağı belirtilmektedir. 8 Temmuz 2008 tarihinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, “Ekümenik Patrikhane’nin, 1902 yılında edindiği ve 1903 yılında Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfı’nın hususi kullanımına tahsis edilmiş mülkiyetinden mahrum bırakıldığı” yönündeki iddiası hakkında karar verdiği raporda belirtilmektedir. Davada “Başvuru sahibi, yetimhane adına kayıtlı gayrimenkulünün Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresine tescil edilmesi emriyle, yerel mahkemelerin mülkiyet hakkını ihlal ettiklerini” iddia edildiği, Mahkemenin ise, “Türk makamlarının, uygun tazminat verilmeden mülk sahibini mülkiyetinden mahrum bırakma yetkisine sahip olmadığına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ihlal edildiğine” yönelik karar verdiği vurgulanmaktadır. Rumlar ’ın mülkiyet mirası ve kaydı konularında, “diğer hususlar meyanında, Arsa Kayıt Kanunu’nun Türk yetkililerce uygulanması çerçevesinde, sorunlarla karşılaştıklarının rapor edildiğine dikkat çekilmektedir. Bu konuyla ilgili olarak, “AİHM 21 AİHS’ye Ek bir No ’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine ve mülkiyetin sahiplerine iade edilmesine veya başvuranlara tazminat verilmesine hükmedilmiş olduğuna” değinilmektedir. Süryanilerin mülkiyet konusunda güçlüklerle karşılaşmaya devam ettikleri ve mülklerine el konulmasına ilişkin şikâyetlerin, özellikle kadastronun kurulması bağlamında, artmış olduğu, Bu durumun, hem özel kişileri hem de dini kurumları ilgilendirdiği raporda yer verilen hususlardandır. Genel anlamda, Vakıflar Kanunun kabulünün memnuniyet verici bir gelişme olduğu dile getirilmiştir. Fakat Kanunun uygulanmasının büyük önem taşımakta olduğu, henüz halledilmemiş hususların da ele alınmasının gerektiği belirtilmektedir. Devamında, “yetkililer ve ilgili cemaatler arasındaki diyalogun niteliği, ilerleme kaydetmeyi sağlayacak bir ortamın yaratılması için yararlı olacaktır” önerisine yer verilmektedir. 179 Azınlık Hakları, Kültürel Haklar ve Azınlıkların Korunması konusunda; “Türkiye’nin, azınlık hakları konusunda 1923 tarihli Lozan Antlaşması ’na atıfta bulunan yaklaşımının değişmediği, Lozan Antlaşması’na halel getirmeksizin, Türk makamlarının, Türk vatandaşlarını, çoğunluğa ya da azınlığa mensup olan bireylerden ziyade kanun önünde eşit haklara sahip bireyler olarak görmektedir. Bu, Türkiye’yi, Avrupa standartlarına uygun bir şekilde, etnik köken, din ve dillerinden dolayı bazı Türk vatandaşlarına, kendi kimliklerini korumalarını teminden, özel haklar tanımaktan alıkoymamalıdır. Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşme ’de yer alan ilkelere ve üye ülkelerdeki en iyi uygulamalara uygun olarak, dil ve kültür ile dernek, toplantı, ifade ve din özgürlüğüne tam saygı gösterilmesi ve bunların korunması ile geçmişine ve kökenine bakılmaksızın bütün vatandaşların kamu hayatına etkin katılımının garanti altına alınması henüz bütünüyle sağlanmış değildir” ifadelerine yer verilmiştir. Türkiye’nin BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne (ICCPR) taraf olduğu hatırlatılarak, azınlıkların hakları konusunda ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne (ICESCR) eğitim hakkı konusunda koyduğu çekincelerin endişe sebebi olduğu dile getirilmektedir. Türkiye’nin, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı ’nıda henüz imzalamadığı raporda belirtilmektedir. AGİT Milli Azınlıklar Yüksek Komiseri ’nin, (MAYK) Aralık 2006’da Türkiye’ye yaptığı ziyaretten sonra birçok kez dile getirmiş olduğu ziyaret taleplerine olumlu yanıt alamamış olmasına dikkat çekilmiştir. Türkiye ile MAYK arasında azınlıkların kamu hayatına katılımı ve azınlık dillerinde yayın konularında bir diyalog başlatılmasına ihtiyaç olduğu, bunun, Türkiye’nin uluslararası standartlar ve AB üye ülkelerindeki en iyi uygulamalara uyumunu kolaylaştıracağının altı çizilmiştir. Çift müdürlük uygulaması da dahil olmak üzere azınlık okullarının yönetimi konusunda uygulamaya ilişkin düzenlemenin yapılmasının beklendiği, okul kitaplarındaki ayrımcı ifadelerin kaldırılmasına yönelik çalışmaların sürmekte olduğu belirtilmektedir. 180 Rum azınlığın, eğitim ve mülkiyet haklarıyla ilgili sorunlarla karşılaşmaya devam etmekte olduğu, Haziran ayında, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde (AKPM) Gökçeada ve Bozcaada’daki Rum azınlık hakkında bir kararın kabul edildiği ifade edilmiştir. AKPM ’nin bu karar ile Türkiye ve Yunanistan arasındaki iş birliğine örnek teşkil etmek üzere, iki Türk adasının iki-kültürlü karakterinin korunması çağrısında bulunulduğu hatırlatılmaktadır. Ayrıca, Türk yetkililerinin, esasen Rum topluluğunun mimari mirasıyla ilgili olarak yaptığı olumlu jestleri göz önünde bulundurulmakta ve Türkiye bu ivmeyi özellikle eğitim ve mülkiyet konularında ek önlemler alarak sürdürmeye davet edilmekte olduğu dile getirilmektedir. Genel olarak, Türkiye, kültürel çeşitliliğin sağlanması ve Avrupa standartlarına uygun biçimde azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunması alanlarında ilerleme kaydetmediği değerlendirilmesi yapılmıştır. Kültürel haklara ilişkin olarak, ilgili Kanuna Haziran 2008’de getirilen değişiklikleri takiben (2004 yılından itibaren, sadece yarım gün olan yayınların), Türkçe dışındaki dillerde tüm gün boyunca ülke genelinde yayın yapmasına izin verildiği belirtilerek, olumlu bir gelişme olarak kayda geçirilmiştir. Genel olarak Türkiye’de kültürel haklar alanında sınırlı bir ilerleme kaydedilmiş olsa da, özellikle Türkçe dışındaki dillerde yayın yapılması, siyasi yaşama katılım ve kamu hizmetlerine ulaşım konularında kısıtlamalar devam etmektedir. Devlet okullarında ya da özel okullarda, bu dillerin öğrenilebilmesi imkanı sağlanmamaktadır. Yeterli ölçüde eğitim, sosyal güvenlik, sağlık hizmetleri ile konut ve istihdama ulaşım konularında ayrımcı muameleye tabi olmayı sürdüren Romanların durumunda herhangi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bazı durumlarda zorla tahliyeleri de içeren Roman mahallelerinin yıkımı devam etmektedir. 3.7.12. İlerleme Raporu 2009 Şubat 2008’de kabul edilen Vakıflar Kanununun uygulanmasına Rapor döneminde sorunsuzca devam edildiği belirtilmiş (Bkz. Mülkiyet Hakkı ve Örgütlenme Özgürlüğü), Türkiye’de çalışmak isteyen yabancı uyruklu din adamlarının çalışma izni almaları konusunda bazı ilerlemelerin kaydedildiği raporda ifade edilmiştir. Aralık 2008’de Ekümenik 181 Patrikhane’nin çalışma izni başvuruları olumlu şekilde yanıtlandığı, Dış işleri ve İçişleri Bakanlıklarından temsilcilerin de dâhil olduğu Türk makamları ’nın 2009 ilkbaharında sorunlarını tartışmak üzere gayrimüslim cemaatleri ziyaret etmiş oldukları ve bu cemaatlerin temsilcilerinin de yazın Başbakan ile görüştüğü raporda ele alınan hususlardandır. Raporda, Aralık 2008’de Kültür Bakanı’nın, ilk Alevi Enstitüsünün açılışına katılarak, geçmişte devletin yol açtığı acılar nedeniyle Alevilerden özür dilediğine de yer verilmiştir. Ocak 2009’da Başbakanın bir önceki yıl olduğu gibi Alevilerin iftar yemeğine katıldığı vurgulamıştır. Hükümet’in, Alevilerin sorun ve beklentilerinin açıkça tartışılmasına yönelik çalıştaylar düzenlediği ve bu girişimin Alevi cemaatince olumlu karşılandığı dile getirilmektedir. Kamu yayın kuruluşunun, Alevilerin Muharrem kutlamaları üzerine bir dizi program yayımladığı, diğer bir sembolik jest olarak Kültür Bakanlığının, 1993 olaylarının mağdurları anısına Sivas’ta Madımak Oteli içinde bir kültür merkezinin kurulmasını tartışmaya açtığı raporun ifadeleri arasında yer almaktadır. Üç belediye meclisinin, cem evlerini ibadet yerleri olarak tanıdığı ve cem evlerine camilere tanınan aynı mali kolaylıkları sağladığı belirtilen diğer hususlardır. Antalya, Ankara ve İstanbul’daki idare mahkemelerinin, Alevi öğrencilerin zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden muaf tutulmaları yönünde karar verdiği, İzmir İdare Mahkemesince verilen benzer bir kararın ise Danıştay tarafından onandığı raporda belirtilmektedir. Bu hususla ilgili olarak, Anayasanın 24’üncü maddesi ve Milli Eğitim Temel Kanununun 12’nci maddesi uyarınca din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin ilk ve orta dereceli okullarda halen zorunlu olduğu hatırlatılmaktadır. Ekim 2007’de AİHM’nin, bu derslerde dinlere genel bir bakış sağlanmakla kalınmayıp, kültürel haklar da dâhil olmak üzere İslam inancının temel ilkelerinin öğretildiğine karar verdiği ifade edilerek, Mahkemenin, Türkiye’den müfredatını ve mevzuatını AİHS’nin 1’inci Protokolünün 2’nci maddesi ile uyumlu hale getirmesini istemiş olduğu vurgulanmaktadır. Bu kararın uygulanmasına ilişkin olarak hâlâ Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin kararının beklendiği belirtilmiştir. Dini grupların örgütlenmiş yapıları niteliğindeki gayrimüslim cemaatlerin, tüzel kişiliklerinin olmamasından kaynaklanan sorunlarla halen karşı karşıya oldukları, Din adamlarının eğitimi konusundaki kısıtlamalar devam ettiği, Türk mevzuatının, bu cemaatler 182 için özel yüksek din eğitimi imkânı tanımadığı ve kamu eğitim sisteminde de bu yönde bir imkân bulunmadığı ifade edilmektedir. Rapor döneminde, yeniden açılması geniş kapsamda tartışılmış olmasına rağmen Heybeliada (Halki) Rum Ortodoks Ruhban Okulu hâlâ kapalı olduğu belirtilmiştir. Ermeni Patrikhanesi’nin Ermeni dili ve Ermeni din adamlarının eğitimi için üniversitede bölüm açılması önerisinin değerlendirilmesinin birkaç yıldır devam ettiği ve çözüme kavuşturulamadığı dile getirilmiştir. Süryanilerin, yalnızca, resmi okullar bünyesinde olmayan gayri resmi eğitim sunabildikleri, Türkiye’de çalışmak isteyen yabancı uyruklu din adamlarının çalışma izni almaları konusunda kaydedilen ilerle olduğu buna rağmen, genel olarak bu sürecin yavaş ve zor işlediği rapora konu olan hususlardandır. Ekümenik Patrik’in, “Ekümenik” unvanını her durumda kullanamadığı, Haziran 2007’de Yargıtay’ın, Patrikhane seçimlerine katılan ve seçilen kişilerin Türk vatandaşları olmaları ve seçim sırasında Türkiye’de çalışıyor olmaları gerektiğine hükmetmiş olduğu belirtilmiştir. Buna karşılık, Türk vatandaşları ve yabancı uyruklu kişilerin, AİHS ve AİHM içtihatlarına uygun olarak, din özgürlüğü haklarını örgütlü dini cemaatlere katılmak suretiyle kullanabilmeleri hususunda eşit muamele görmeleri gerektiği vurgulanmıştır. Kimlik kartları gibi kişisel belgelerde ayrımcı uygulamalara neden olabilecek din hanesinin hâlâ bulunduğunun da altı çizilmiştir. İbadet yerleri konusunda, gayrimüslim cemaatlerin sıklıkla ayrımcılığa ve idari belirsizliğe maruz kaldıklarını bildirmekte oldukları; ibadet yerleri tahsis edilmesi için ilgili makamlara yapılan başvuruların reddedildiği ve mevcut Protestan kiliseleri ve Yehova şahitlerinin ibadet yerlerinim dava konusu oldukları belirtilmiştir. Alevi ibadethanelerine (cem evleri) ilişkin olarak birisi Danıştay’da olmak üzere mahkemelerde bekleyen iki dava bulunduğu, Cem Evleri’nin üç belediye meclisi tarafından ibadet yeri olarak tanınmasına karşın, bu evlerin ibadet yeri olarak tanınmaması yönündeki genel politika değişmemiş olduğuna raporda değinilmiştir. Dini azınlık grupları mensuplarının ibadetlerinin güvenlik güçlerince izlendiği ve kaydedildiğine dair iddiaların olduğu da raporda dile getirilmiştir. Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonunun, Alevileri küçük düşürücü ve ayrımcılığa yol açıcı yayın yaptıkları 183 gerekçesiyle üç gazete aleyhine dava açtığı, bazı illerde gayrimüslim din adamlarına ve ibadethanelerine saldırı ve tehditlerin bildirildiği, ülkenin güneyindeki Adana ilinde bir Türk İncil Topluluğu Kitabevinin Şubat ayında ikinci kez tahrip edildiği belirtilmiştir. Misyonerlerin geniş ölçüde ülkenin bütünlüğüne ve İslam dinine bir tehdit olarak algılanmaya devam ettiği, iki misyoner aleyhindeki davanın görülmesine Silivri’de devam edildiği ve davanın, Adalet Bakanlığının Türk Ceza Kanununun 301’inci maddesi uyarınca adli soruşturmaya izin vermesini müteakip genişletildiği, Nisan 2007’de Malatya’da üç Protestan’ın öldürülmesine ilişkin davanın ise halen devam ettiği raporda dile getirilmiştir. Dini gerekçeler temelinde vicdani retçilere yönelik adli takibatların devam ettiği, Vicdani ret hakkına ilişkin olarak kamuoyuna yapılan açıklamaların mahkûmiyetlere neden olduğu, Vicdani redde ilişkin olarak Yehova şahitleri aleyhine açılan davaların AİHM’de görüldüğü belirtilmiştir. (Bkz. Uluslararası İnsan Hakları Hukukuna Riayet). Vakıflar Kanununun uygulanmasında sorun bulunmadığı belirtilmiştir. (Bkz. Mülkiyet Hakları). Hükümetin, Aleviler ve gayrimüslim cemaatlerle bir diyalog başlattığı buna karşın, bu grupların belirli sorunlarının hâlâ çözüm beklediği dile getirilmiştir. Dini azınlıklara karşı saldırıların hâlâ devam ettiği, Din adamlarının eğitimi de dâhil olmak üzere, tüm gayrimüslim cemaatlerin ve Alevilerin aşırı bir kısıtlama olmaksızın faaliyet göstermelerine imkân tanıyacak şekilde AİHS ile uyumlu bir yasal çerçevenin oluşturulması gerektiği vurgusu yapılmıştır. Dini özgürlüklerin tümüyle uygulanmasına elverişli bir ortam yaratılması için daha fazla çabaya ihtiyaç bulunduğu vurgulanmaktadır. Mülkiyet hakları konusunda, Rapor dönemi boyunca, Vakıflar Kanununun uygulanması sorunsuzca devam ettiği ifade edilmiştir. Nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına veya Hazine ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların gayrimüslim cemaat vakıflarına iadesi için son başvuru tarihinin 27 Ağustos 2009 olduğu belirtilmiştir. Vakıflar Bölge Müdürlükleri tarafından değerlendirilmekte olan toplam 1393 başvuru bulunduğu, Vakıflar Kanunu kapsamında, bir gayrimüslim cemaat vakfının, bağış yoluyla iki adet taşınmaz mal edindiği, Türk makamlarının gayrimüslim cemaat vakıflarının temsilcileri ile bir araya geldiği ve mülkiyet ile ilgili sorunları tartışmak üzere Mor Gabriel Manastırını ziyaret ettiklerine raporda yer verilmiştir. Bununla birlikte, ne Vakıflar Kanunu, ne de diğer yasal hükümler, (a) el konulan ve üçüncü kişilere satılan 184 taşınmazlar veya (b) yeni mevzuatın kabul edilmesinden önceki mazbut vakıfların taşınmazları konusunu düzenlemesini kapsam dışında tuttuğu vurgulanmıştır. Süryanilerin, mülkiyet konusu ile ilgili zorluklar yaşamaya devam ettikleri. Özel kişi ve dini kurumları ilgilendiren bazı davaların sürdüğü belirtilmektedir. Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırının arazi mülkiyeti ile ilgili sorunlar yaşadığı, Rapor dönemi boyunca aşağıdaki konularda “Kadastro çalışmalarını müteakip, Manastır ve komşu köyler arasındaki yeni idari sınırlar; Hazinenin, Manastır tarafından kullanılan alanın devlete ait olduğu iddiası; kamu orman alanlarının Manastırın dış duvarları içinde kaldığı konusunda Orman Müdürlüğünün iddiası. Yerel adli makamlar, söz konusu orman alanını ‘işgal’ ettikleri gerekçesiyle, manastıra karşı dava açmışlardır. Manastır, alanın kendilerine ait olduğunu ve bunu kanıtlayan idari dokümanlar ve vergi dokümanlarının bulunduğunu iddia etmektedir.” Tüm davaların sürmekte olduğu belirtilmiştir. Mart 2009’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Türkiye’nin Bozcaada’daki bir Rum Ortodoks kilisesinin mülkiyet haklarını ihlal ettiğine karar verdiği belirtilen bölümde; “AİHM’nin, Türk mahkemelerinin, söz konusu taşınmazın başvuruda bulunan vakıf adına tapuya tescilini reddetmesinin, AİHS’nin bir No ’lu Protokolünün 1’inci maddesini ihlal ettiğine oy birliğiyle karar vermiştir. Aynı şekilde, AİHM, iki Ermeni Vakfı davasında da Türkiye’nin bir No ’lu Protokolün 1’inci maddesini (mülkiyet hakkı) ihlal ettiğini tespit etmiştir.” Türkiye’nin, AİHM’nin bu kararını yerine getirdiği vurgulanmıştır. Yunan vatandaşlarının miras yoluyla mülk edinme ve tapu kaydı konularında, özellikle değiştirilmiş Tapu Kanununun Türk makamlarınca uygulanması bağlamında, sorunlarla karşılaşmaya devam ettikleri ifade edilmiştir. Konuya ilişkin olarak, AİHM’nin, bir No ’lu Protokolün 1’inci maddesinin ihlal edildiğine ve mülkün iadesine ya da başvuranlara maddi tazminat ödenmesine karar verdiği raporda değinilen diğer bir husustur. Vakıflar Kanununun, Rapor dönemi boyunca sorunsuzca uygulanmasına karşın, Kanunun, el konulan ve üçüncü kişilere satılan mülkler konusu ve yeni mevzuatın kabul edilmesinden önceki mazbut vakıfların taşınmazları konusunu ele almadığı, Türkiye’nin, 185 tüm gayrimüslim cemaatlerin mülkiyet haklarına tam olarak saygı duyulmasını sağlamalıdır vurgusu yapılmıştır. Ülkede, azınlık konuları ile ilgili bir tartışmanın başladığı, özellikle eğitim ve eğitimde ayrımcılık konularında akademisyenler ve STK’lar tarafından hazırlanan birkaç raporun yayınlandığı, ders kitaplarından ayrımcı ifadelerin çıkartılmasına yönelik çalışmaların ise devam etmekte olduğu ifade edilmiştir. Raporda Türkiye’nin azınlık haklarına yaklaşımının sınırlı kaldığı, BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeye taraf olmakla birlikte, Türkiye’nin azınlık hakları ile ilgili çekincelerinin ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme kapsamındaki eğitim hakkı ile ilgili çekincelerinin endişe nedeni olduğu ve Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesini ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartının hala imzalanmadığı belirtilmiştir. Azınlıkların kamu yaşamına katılmaları ve azınlık dillerinde yayın yapılması konuları dâhil olmak üzere, Türkiye ile Avrupa Güvenlik ve İş birliği Teşkilatı (AGİT) Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri arasında bir diyaloga ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin, uluslararası standartlarla ve AB’ye üye devletlerdeki iyi uygulamalarla daha fazla uyumlu hale gelmesini kolaylaştıracaktır. Rum azınlık, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayanlar da dâhil olmak üzere, eğitim ve mülkiyet hakları ile ilgili sorunlar yaşamaya devam etmektedir. Okullarda çift müdür uygulaması dâhil olmak üzere azınlık okullarının idaresi meselesi, uygulama yönetmeliğinin çıkarılmamış olması nedeniyle, sorun olmaya devam etmektedir. Okullarda “Sarı Gelin: Ermeni Meselesinin ardındaki Gerçek” isimli belgeselin dağıtılmasının, Ermeni cemaatinin okul çocuklarına yönelik ayrımcı bir eğitim oluşturulduğu düşüncesi gerekçesiyle şikâyetini müteakip, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından durdurulduğu, Ancak, belgeselin okullardan çekilmediği dağıtılması ve gösterilmesine dair kararın okul makamlarının takdirine bırakıldığı ifade edilmiştir. 186 İsrail’in Aralık 2008’de Gazze’ye yönelik askeri müdahalesinin ardından Musevi cemaatine karşı nefret söylemlerinin arttığı, Musevi cemaatinin, görüşlerini ifade ettikten ve nefret söylemleriyle ilgili mevcut yasal hükümlerin yetersizliğinden şikâyet ettikten sonra, yetkililerin anti-Semitizmi açıkça kınadıkları rapora konu olmuştur. Avrupa standartlarına uygun olarak, dil, kültür ve temel haklara saygı gösterilmesi ve bunların korunması henüz tam olarak gerçekleşmediği, Türkiye de, azınlıklara karşı hoşgörünün artırılması veya azınlıkların topluma dâhil edilmesinin teşvik edilmesi için kısıtlı bir çaba harcadığı özetle dile getirilmiştir. 3.7.13. İlerleme Raporu 2010 “Ekümenik” Patrik Bartholomeos ’un, yaklaşık doksan yıl sonra 15 Ağustos tarihinde Karadeniz ’in Trabzon ilindeki Sümela Manastırı’nda ayin (Theotokos ’un Ölümü Kutsal Litürjisini) gerçekleştirdiği, 19 Eylül tarihinde Van Gölü’ndeki Akdamar adasındaki Ermeni Surp Haç Kilisesi’nde 1915 yılından bu yana ilk dini ayin düzenlendiği bahsi raporun önemli notları arasındadır. Türk makamlarının, 14 Rum Ortodoks din adamına Türk vatandaşlığı verdiği, bunun, Patrikhane ve Kutsal Sinod ’un çalışmalarını kolaylaştırdığı belirtilmiştir. AB İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanının, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği ve ilgili bakanlıklar dâhil olmak üzere, Türk makamlarının gayrimüslim cemaat liderleriyle sık sık toplantılar yaptıkları raporda belirtilen olumlu adımlardandır. Başbakanlığın, 2010 yılı Mayıs ayında, gayrimüslim Türk vatandaşlarının problemlerine gerekli ilginin gösterilmesi yönünde ilgili makamlara talimat veren ilk genelgeyi yayımladığına yer verilmiştir. Genelgenin “kontrolü belediyelere geçmiş gayrimüslim mezarlıklarının korunması ve bakımının yapılması, gayrimüslim cemaat vakıfları lehine verilen mahkeme kararlarının tapu sicil müdürlüklerinde uygulanması ve gayrimüslim cemaatlere karşı kin ve düşmanlığı teşvik edici yayınlar konusunda yasal işlemlerin derhâl başlatılması” konularını kapsadığı belirtilmiştir. Alevi toplumuna yönelik açılımın sürdüğü, başlangıçta planlandığı üzere, farklı sosyal ve mesleki grupların ve Alevi temsilcileri ile yedi çalıştay yaptıkları raporda belirtilmiştir. 187 Şubat 2008 tarihli Vakıflar Kanunu’nun uygulanmasına, bazı gecikmeler ve prosedür sorunlarına rağmen devam edilmiştir (Bkz. Mülkiyet hakkı). Anayasa’nın 24. maddesi ve Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 12. maddesi uyarınca, din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin ilk ve orta öğretimde zorunlu olmaya devam etmekte olduğu belirtilmektedir. AİHM’nin, bu derslerin sadece dinler hakkında genel bilgi vermeyip, İslam dininin yönlendirici ilkeleri konusunda eğitim verdiğini tespit ettiği ve Türkiye’den eğitim sistemini ve iç mevzuatını AİHS’ye ekli bir No ’lu Protokol’ün 2. maddesiyle uyumlu hale getirmesini talep ettiği Ekim 2007 tarihli kararının hâlâ uygulanmadığına dikkat çekilmiştir. Protestan öğrencilerin söz konusu din derslerini almasının zorunlu kılındığı rapor edilmiş. Yehova şahitleri topluluğunun, muafiyet taleplerinin ise reddedilmesi sonrasında il milli eğitim müdürlüklerine iki yeni idari dava açtıkları, Yehova Şahitleri ailelerinin aynı konuda açmış olduğu davaların Danıştay’da devam ettiği ifade edilmiştir. Mülkiyet haklarına ilişkin olarak, rapor döneminde Şubat 2008 tarihli Vakıflar Kanunu’nun uygulamasının bazı gecikmelere ve prosedür sorunlarına rağmen devam ettiği vurgulanmıştır. Gayrimüslim cemaatlere ait vakıflara, temsili, uydurma adlar altında veya Hazine Müsteşarlığı ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün adına kaydedilmiş taşınmaz mülklerin iadesi için ilk olarak 27 Ağustos 2009 olarak belirlenen son başvuru tarihi, gerekli tüm belgeleri sağlayabilmeleri için uzatıldığı ifade edilen hususlardır. Türk yetkililerle gayrimüslim cemaatlere ait vakıfların üyeleri, Geçici 7. maddenin uygulanması hususunda birçok kez bir araya geldikleri vurgulanmaktadır. İadeler için 107 vakıf tarafından toplam 1.410 başvuru yapıldığı, bugüne kadar, 131 olumlu karar verildiği, 150 talebin ise Vakıflar Meclisi’ne götürülmeden yerine getirildiği, 943 başvuru hakkında ise Vakıflar Meclisinin, dosyaların tamamlanması için gereken süreyi 16 Temmuza kadar iki ay süre ile uzattığı, diğer 347 başvuruda ise olumsuz karara vardığı raporda ifade edilen hususlardır. Ekümenik Patrik/Türkiye davası ve adil tazmin meselesi ile ilgili olarak, 15 Haziran 2010 tarihli AİHM kararında, Türkiye’nin, davalı adına kayıtlı söz konusu mülkü başvuran adına tescil etmesi gerektiğine hüküm verildiği belirtilmiştir. Büyükada Asliye Hukuk Mahkemesinin de, AİHM ’in kararını ve Vakıflar Meclisi’nin tutumunu yansıtacak şekilde, 188 “Ekümenik” Patrikhane lehine karar verdiği, ancak, bu yasal çerçevenin, el konulduktan sonra üçüncü kişilere satılan mülklerin veya Şubat 2008’de yeni mevzuatın kabul edilmesinden önce birleştirilen vakıflara ait mülklerin durumunu ele almadığı vurgulanmaktadır. Süryanilerin mülkiyet ve tapu işlemleri konusunda bu dönem de güçlüklerle karşılaşmaya devam ettikleri raporda yinelenmektedir. Özel şahıslar ve dini kurumları ilgilendiren birkaç dava devam ettiği, Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırına ait arazi mülkiyeti konusunda rapor dönemi boyunca sorunlarla karşılaşmaya devam etmekte olduğu belirtilmiştir. Türkiye’nin, Bozcaada’daki (Tenedos) Rum Ortodoks Kilisesinin mülkiyet haklarına ilişkin Mart 2009 tarihli AİHM kararını henüz uygulamadığı, Yunan vatandaşlarınca mülkiyet mirası ve tescilinde, özellikle değiştirilmiş Tapu Kanunu’nun karşılıklılık hükmünün yorumlanması da dâhil olmak üzere, Türk makamlarınca uygulanması alanında sorunların bildirilmeye devam etiği raporda ele alınmaktadır. Konu ile ilgili olarak, AİHM’nin, AİHS’nin 1.Protokolü’nün 1. Maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiş olduğu ve mülkün iadesi veya başvuranların mali olarak tazmin edilmesine karar verdiği anımsatılmaktadır. Vakıflar Kanununda, bazı gecikmeler ve prosedür sorunları olsa da, uygulandığı, Vakıflar Meclisi’nin bu sorunların varlığını kabul etmekle birlikte, gerekli işlemleri hızlandırmaya çalıştığı ifade edilmiştir. El konulan ve üçüncü kişilere satılan veya yeni mevzuatın kabul edilmesinden önce birleştirilen vakıfların mülkleri hususunun söz konusu Kanun tarafından ele alınmadığı, Türkiye’nin tüm gayrimüslim cemaatlerin mülkiyet haklarının tam olarak korunmasını güvence altına alması gerekliliği vurgulanmaktadır. Azınlık hakları, kültürel haklar ve azınlıkların korunması hususunda; Ülkede azınlıklara ilişkin konuların tartışma ortamının, hükümetin himayesi altında geliştiği ve Mart ayındaki Roman buluşması gibi birkaç sembolik faaliyetin gerçekleştirildiği, Ders kitaplarından ayrımcı ifadeleri kaldırmak amacıyla yapılan çalışmaların sürdüğü ifade edilmektedir. Türkiye’nin azınlık haklarına yönelik yaklaşımındaki kısıtlı tutumun sürdüğü, Türkiye’nin, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine taraf olduğu, fakat azınlıkların hakları konusunda ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesine eğitim hakkı konusunda koyduğu çekincelerin endişe sebebi olarak kabul edildiği ifade edilmektedir. 189 Türkiye’nin, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni henüz imzalamadığı belirtilen hususlardır. Türkiye ile AGİT Milli Azınlıklar Yüksek Komiseri arasında, azınlıkların kamu hayatına katılımı ve azınlık dillerinde yayın konularında tesis edilecek yapıcı bir diyalogun, uluslararası standartlara ve AB ülkelerindeki en iyi uygulamaya daha iyi uyum sağlanmasını kolaylaştıracağı dile getirilmektedir. Rum azınlığın durumunda değişme olmadığı, Gökçeada (Imvroz) ve Bozcaada (Tenedos) adaları dâhil olmak üzere, eğitim ve mülkiyet haklarıyla ilgili sorunlarla karşılaşmaya devam ettikleri, çift müdürlük uygulaması da dahil olmak üzere azınlık okullarının yönetiminde, uygulamaya ilişkin bir düzenlemenin yapılmasını bekleyen bir sorunun varlığına dikkat çekilmektedir. Okulların, öğrenci sayısına -ki aynı azınlıktan olması şart koşulu ile kanun tarafından sınırlandırılmıştır- bağlı sürdürülebilirliğe ilişkin sorunlara ilave olarak idari meseleler ve eğitime ilişkin sorunlar nedeniyle usule ilişkin zorluklarla ve kayıt, bütçe sorunları ve bürokratik sorunlarla karşı karşıya oldukları dile getirilmiştir. Antisemitizmin özellikle İslamcı ve aşırı milliyetçi basında yer alan nefret içerikli söylemle bağlantılı olarak kaygı verici bir mesele olmayı sürdürdüğü belirtilmiştir. Ermeni gazeteci Hrant Dink ’in öldürülmesi davasının önemli ilerleme olmaksızın devam etmekte olduğu vurgulanmaktadır. Silivri’deki iki Protestan’a karşı açılan davanın, Adalet Bakanlığı’ndan alınan izinle, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi uyarınca devam ettiği, Malatya cinayeti davasının devam ettiği. Gayrimüslim azınlıkları hedef alan “kafes planı” olarak da ifade edilen darbe planına karşı açılan davanın ise, Haziran’da başladığı değinilen huşulardır. (Bkz. Güvenlik güçlerinin sivil denetimi). Gözlenen gelişmeler ışığında Türkiye’nin azınlıklara yaklaşımının kısıtlayıcı kalmakta olduğu, Avrupa standartlarıyla uyumlu şekilde, dil, kültür ve temel haklara, tam olarak saygı gösterilmesi ve bu hakların korunmasının henüz tam olarak sağlanamadığı, azınlıklara ilişkin olarak hoşgörünün geliştirilmesi ve azınlıkların topluma dâhil edilmesi hususlarında daha çok çaba göstermesi beklentisi dile getirilmiştir. 190 Kültürel haklarla ilgili olarak, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yönetmeliğinin Kasım ayında yapılan düzenleme ile yerel düzeyde özel ve kamu kanalları tarafından Türkçe dışında diğer dillerde yayın yapmanın önündeki tüm engelleri kaldıracak şekilde değiştirildiği belirtilmiştir. Bu çerçevede, 14 radyo istasyonu ve TV kanalına Kürtçe ve Arapça yayın yapma izni verilmiş, sınırlamaların kaldırıldığı raporda ele alınmıştır. (Bkz. Fasıl 10- Bilgi Toplumu ve Medya). Değiştirilen Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkındaki Kanun 10 Nisan 2010’da yürürlüğe girdiği ve seçim kampanyalarında Türkçe dışında dil kullanılmasının fiilen mümkün hale geldiği gelişmeler arasında sayılmaktadır. Ancak siyasi hayatta Türkçe ’den başka bir dil kullanımının Seçimler ve Siyasi Partiler Kanunu’na göre halen yasa dışı sayıldığı notu ifadeye eklenmiştir. 37.14. İlerleme Raporu 2011 Nefret söylemleri ile ilgili olarak, Türkiye ve Türk medyası ’nın, dini azınlıklara saygı konusunda bir etik davranış kodu kabul etmeye teşvik eden Avrupa Konseyi tavsiyesinin uygulanmadığı, Medya tarafından yapılanlar da dahil olmak üzere, kin ve düşmanlığın tahrik edilmesinin etkin bir şekilde kovuşturulmasını sağlayacak yeni mevzuata ihtiyaç olduğu raporda vurgulanmaktadır. Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü konusunda, genel anlamda ibadet özgürlüğüne saygı gösterilmeye devam edilmekte olduğuna değinilen raporda. Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos ’un, Ağustos ayında, yaklaşık 90 yıl sonra, ikinci defa Karadeniz’in Trabzon ilindeki Sümela Manastırında ayin (Theotokos ’un Ölümü Kutsal Ayini) gerçekleştirmiş olduğu. Eylül ayında Van Gölü’nde Akdamar adasındaki Ermeni Surp Haç Kilisesinde 1915 yılından bu yana ikinci dini ayinin düzenlendiği, Türkiye’nin doğusunda bulunan Van şehrinde bir Protestan Kilisesi’nin, Haziran ayında resmen açıldığı ifade edilmektedir. Başbakan Yardımcısının da aralarında bulunduğu Türk yetkililerin, gayrimüslim cemaat liderleri ile toplantılar yaptığı, bu toplantılar arasında Patrikhane’ye gerçekleştirilen bir 191 ziyaretin de bulunmakta olup, 1950’lerden bu yana üst düzey bir yetkili tarafından Patrikhane’ye gerçekleştirilen ilk ziyaret olduğu vurgulanmıştır. 2009 Alevi açılımı kapsamında gerçekleştirilen yedi çalıştay sonrası, Mart 2011’de nihai bir raporun yayımlandığı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Alevilikle ilgili bilgileri de içeren yeni bir din eğitimi kitabı yayımladığı, bu kitapların, 2011–2012 öğrenim yılından itibaren kullanılmaya başlanacağı raporda yer almıştır. Az sayıda belediye meclisinin, fiilen cem evlerini ibadet yeri olarak tanıdığı, Sivas ilindeki Madımak Oteli’nin kamulaştırıldığı, Alevilerin, otelin müzeye dönüştürülmesi talepleri raporda vurgulanan temel konulardandır (2 Temmuz 1993 tarihinde, Pir Sultan Abdal Kültür Festivaline ev sahipliği yapan Sivas Madımak Oteli bir grup tarafından kuşatılmıştır. Otel ateşe verilmiş ve çoğunluğu festivale katılan Alevi yazar, şair ve sanatçılardan oluşan 37 kişi hayatını kaybetmiştir. Kültür Bakanlığı, sembolik bir jestle, 2009 yılında, 1993 yılında hayatını kaybedenlerin anısına Madımak Otelinde bir kültür merkezi kurulması tartışmasını başlatmıştır). 2010 yılında AİHM’nin, Ankara’da Kurtuluş Protestan Kilisesi Vakfının kurulması konusunda Özbek ve diğerleri v. Türkiye davasında verdiği kararın (11. maddenin ihlali) uygulandığı ifade edilmiştir. Şubat 2008 tarihli Vakıflar Kanununa değişiklik getiren mevzuatın Ağustos 2011’de kabul edildiği, mevcut hukuki çerçevenin, gayrimüslim cemaat vakıflarının 1936 yılı Beyannamesine giren mallarının iadesine genel olarak imkân tanımakta olduğu ve 2008 tarihli Kanunun kapsamının genişletildiği vurgulanmaktadır. (Bkz. Mülkiyet hakları bölümü). Anayasanın 24. maddesi ve Milli Eğitim Temel Kanununun 12. maddesi uyarınca, din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin ilk ve orta öğretimde zorunlu olmaya devam ettiği, zorunlu din eğitimine ilişkin Ekim 2007 tarihli AİHM kararının henüz uygulanmadığı ifade edilmiştir. Başvuru sahibinin nüfus cüzdanındaki din hanesinde İslam dışında başka bir din yazmıyorsa veya bu hane boş bırakılmışsa, din derslerinden muaf tutulma talebinin nadiren gerçekleştiği vurgusu yapılmıştır. Din derslerinden muaf tutulan öğrencilere ise başka herhangi bir alternatif ders sunulmamakta ve din derslerine katılmayan öğrencilere düşük not verildiğine dair bilgilerin alındığı raporda ifade edilmektedir. 192 Gayrimüslim cemaatlerin -dini grupların örgütlü yapıları- tüzel kişiliklerinin bulunmaması nedeniyle sorunlarla karşılaştıkları, bu durumun, en azından cemaatlerin mülkiyet hakları, adalete erişim ve kaynak yaratma imkânları bakımından etkileri olduğu vurgusu yapılmaktadır. Avrupa Konseyi 2010 Venedik Komisyonunun konuya ilişkin tavsiyelerinin (Mart 2010’de, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu, AİHS’nin 9. maddesi ile korunan din özgürlüğü temel hakkının AİHS’nin 11. maddesi ile bağlantılı olarak, dini cemaatlerin tüzel kişilik kazanabilmesi imkânını da içerdiğine karar vermiştir) henüz uygulanmadığı bildirilmiştir. Din adamı eğitimine ilişkin kısıtlamaların sürdüğü, Türk mevzuatında cemaatler için din konusunda özel yükseköğrenime yer verilmediği ve kamu eğitim sisteminde de bu imkânın bulunmadığı, Heybeliada Ruhban Okulunun ise hâlâ kapalı olduğu dile getirilmektedir. Ermeni Patriğinin, Ermeni dili ve din adamları için bir üniversite bölümü açılması önerisinin dört yıldır bekletildiği, Süryanilerin, din adamlarını resmi okullar dışında ancak gayri resmi olarak eğitebildikleri huşuları çözümlenmemiş sorunlar arasında sıralanmaktadır. Ermeni Patriğinin, dini unvanını (“Ekümenik”) her durumda kullanamadığı, bu hakkın kullanılmasına yönelik herhangi bir müdahalenin AİHS’nin 9. maddesine göre Ortodoks Kilisesinin özerkliğini ihlal edeceğine ilişkin 2010 Venedik Komisyonu kararının ise henüz uygulanmadığı ifade edilmektedir. Patrikhane’de yapılan dini seçimlere katılım konusunda, AİHS’ye ve AİHM içtihadına uygun olarak, Türk vatandaşlarına ve yabancılara, örgütlü dini cemaatlerin faaliyetlerine katılarak din özgürlüğü haklarını kullanma imkânı bakımından eşit muamelede bulunulması gerektiği dile getirilmiştir. Nüfus cüzdanı gibi şahsi belgelerde, ayrımcı uygulamalara yol açma ihtimali bulunan dine ilişkin bilgilerin yer aldığı, İslam dininden başka bir dine geçerek nüfus cüzdanlarını değiştirmek isteyen kişilere yerel görevlilerin baskıda bulunduğuna dair bilgilerin bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Bazı gayrimüslimlerin, kimlik kartlarında dinleri ile ilgili bilgi bulunmasının ayrımcılığa maruz kalmalarına neden olduğunu ifade ettikleri, kimlik kartlarında din hanesinin bulunmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ihlal ettiğine dair 193 AİHM’nin 2010 Sinan Işık v. Türkiye davasında verdiği kararın hâlâ uygulanmadığı vurgusu yapılmıştır. Alevi ibadet yerlerinin tanınmadığı ve Alevilerin ibadet yerlerinin açılmasında sık sık güçlüklerle karşılaştıkları, İdarenin bu yerleri ibadethane olarak tanımayan iki kararı aleyhine mahkemeye başvurulduğu ve mahkemenin bu kararları haklı bulduğu, tüm iç hukuk yollarının tüketilmesinin ardından, hâlihazırda bir davanın AİHM’de karara bağlanmayı beklediğinin altı çizilmiştir. Gayrimüslim dini cemaatlerin, ibadethane açılması veya kullanılmaya devam edilmesinde ayrımcılık, idari belirsizlik ve birçok engelle karşılaşıldığını sıklıkla bildirdiği dile getirilmektedir. İmarla ilgili mevzuatın uygulanmasının illere göre farklılık gösterdiği, bu durumun, ibadethaneler için imar izni almak üzere yapılan başvuruların keyfi olarak sık sık reddedilmesine neden olduğu tespiti yapılmıştır. İlgili mevzuatın 2003 yılında değiştirilmesinden bu yana, yeni bir Protestan kilisesi veya bir Yehova şahitleri ibadethanesi inşa edilmemiş veya bu yerler için arsa tahsisinin yapılmadığı vurgulanmıştır. Mersin’de bir mahkemenin, İmar Kanununu ihlal ettiğine hükmederek Yehova şahitlerine ait bir ibadethanenin kapatılmasına karar verdiği ve uyuşmazlığın AİHM’ye taşındığı belirtilmiştir. İstanbul ve Ankara’da, Yehova şahitlerinin emlak vergisinden muaf tutulma taleplerinin reddedildiği, Vergilendirme konuları ile ilgili bir dizi davanın devam etmekte olduğu, Aleviler ve gayrimüslim cemaatlere ait ibadet yerlerinin elektrik ve su faturalarını ödemek zorunda oldukları, camilerin bu tür masraflarının devlet tarafından karşılanmakta olduğu vurgulanmıştır. Misyonerler, toplumun geniş bir kesimi tarafından, ülkenin bütünlüğüne ve İslam dinine yönelik bir tehdit algılamasının sürdüğü dile getirilmiştir. Silivri’de bir mahkemenin iki misyoneri, kin ve düşmanlığa tahrik ya da Türklüğü aşağılamaktan değil, kişisel verileri kayıt altına almaktan (ilk olarak Türk Ceza Kanununun 301. maddesi kapsamında 2006 yılında açılan bu aynı davada, din değiştirerek Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçmiş davalı aynı iki kişi, Silivri’de Hıristiyanlığı yaymaya yönelik yaptıkları faaliyetler esnasında Türklüğü ve İslam dinini aşağılamakla suçlanmışlardır) dolayı suçlu bulduğu. Nisan 2007’de 194 Malatya’da üç Protestan’ın öldürülmesi ile ilgili davanın devam ettiği, Katolik rahip Peder Santoro ’nun 2006 yılında Trabzon’da öldürülmesi ile ilgili kesin bir sonuca varılamadığı, Piskopos Padovese ’nin 2010 yılında İskenderun’da öldürülmesi ile ilgili iddianamenin ise Haziran 2011’de tamamlandığı, davanın sürmekte olduğu ifade edilmektedir. Gayrimüslim Türk vatandaşlarının sorunlarına gereken ilginin gösterilmesi için ilgili tüm makamlara talimat veren Mayıs 2010 tarihli Başbakanlık Genelgesinin henüz somut bir netice doğurmadığı belirtilmiştir. Gayrimüslim dini cemaatlerin nefret suçlarının sürdüğünü bildirdikleri, Kiliselere, sinagoglara ve mezarlıklara yönelik saldırıların gerçekleştiği, TV dizileri ve filmlerdekiler de dahil medyadaki antisemitizm ve nefret söylemine yaptırımların uygulanmadığı raporda vurgulanan hususlardandır. Dini veya başka türlü gerekçelerle askerlik hizmeti yapmayı reddeden vicdani retçilere ilişkin AİHM kararlarının henüz uygulanmadığı, Mükerrer kovuşturma ve mahkûmiyetin önlenmesi veya askerlik hizmetine alternatif sivil hizmet uygulaması getirilmesi konusunda ilerlemenin kaydedilmediği ele alınan çözüm bekleyen konulardandır. Özellikle Yehova şahitlerinin, topluluğunun üyeleri hakkında, vicdani retçi olmaları nedeniyle mahkemelerde davalar açıldığı, Birçok kez, vicdani ret konusunda kamuoyu önünde yapılan açıklamaların, halkı askerlik hizmetinden soğutmak gerekçesiyle adli soruşturma ve işleme neden olduğu. Ayrımcılıkla mücadele ilkesine Anayasada ve bazı kanunlarda yer verildiği, fakat kapsamlı bir ayrımcılıkla mücadele mevzuatının eksikliğinden söz edilmiştir. Mevcut hukuki çerçevenin AB müktesebatı ile yeterince uyumlu olmadığı, uygulamada, farklı kategorilerdeki kişilere yönelik ayrımcılığın süregeldiği, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulunun kurulmasına ilişkin mevzuatın ise kabul edilmediği ifade edilmiştir. Mülkiyet hakları ile ilgili olarak, 2008 tarihli Vakıflar Kanununa değişiklik getiren mevzuatın, üç yıl kadar sonra Ağustos 2011’de kabul edildiği, bu değişikliğin, gayrimüslim cemaatlerin mülkiyet haklarının iade edilmesine yönelik Türk makamlarının 2002 yılından bu yana gerçekleştirdiği dördüncü girişim olduğu belirtilmiştir. Yeni mevzuatın, “gayrimüslim cemaatlerin 1936 yılı Beyannamesine giren ve malik hanesi boş bırakılan veya 195 Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Belediyeler ve il özel idareleri adına tescil edilmiş olan taşınmazların veya kamu kurumları adına tescil edilmiş olan mezarlıkların ve çeşmelerin, tapuda kendi adlarına tescil edilebilmesini öngörmektedir”. İlgili tarafların, yeni mevzuatın yürürlüğe girmesini müteakip on iki ay içinde mülkiyetin iadesi için başvuru yapmaları gerektiği, hâlihazırda üçüncü kişiler adına tescil edilmiş vakıf mülklerinin piyasa değeri üzerinden ödemelerin yapılacağı belirtilmiştir. Bu imkânların, el konularak üçüncü kişilere satılan ve vakıflara iade edilemeyen mülkleri kapsamadığı, yeni mevzuatın uygulanmasıyla ilgili usullerin ise bir yönetmelik ile düzenleneceği raporda ele alınmıştır. 2008 tarihli Vakıflar Kanununun rapor dönemi süresince uygulanmaya devam ettiği, eksiksiz bilgi verilebilmesi için vakıflara tanınan ek sürenin dolduğu 2010 Temmuz ortasına kadar, 61 vakıf ’ın mülkiyet tescili için tekrar başvuru yaptığı, Şubat 2008 tarihli Vakıflar Kanunu ile gayrimüslim cemaat vakıfları adına 181 mülkiyetin tescilinin yapılmasının sağlandığı vurgulanmıştır. AİHM’nin “Ekümenik” Patrikhane v. Türkiye (bu dava ve adil tazmin meselesi ile ilgili olarak, 15 Haziran 2010 tarihli AİHM kararı, Türkiye’nin, davalı adına kayıtlı söz konusu mülkü başvuran adına tescil etmesi gerektiğine hükmetmiştir) davasın da verdiği kararın sonucu olarak, Kasım 2010’da, “Ekümenik” Patrikhanenin, Büyükada da bulunan Yetimhanesinin tapusunu İstanbul’daki tapu dairesinden aldığı belirtilmektedir. Türkiye’nin, Mart 2011’de Gökçeada ve Bozcaada Piskoposlarının mülkiyet haklarını üzerlerine devretmek suretiyle, AİHM’nin Bozcaada Kimisis Theodokou Rum Ortodoks Kilisesinin mülkiyet haklarına ilişkin olarak verdiği Mart 2009 tarihli kararını uyguladığı belirtilmiştir. Bununla birlikte, 2008 tarihli Vakıflar Kanununun uygulanmasında gecikmeler ve işlemlerle ilgili sıkıntılar yaşandığı, Mazbut vakıflara ait mülklerin, söz konusu Kanun’da Ağustos 2011’de yapılan değişikliklerinin kapsamı dışında kaldığı yinelenerek vurgulanmıştır. Süryani cemaatinin, mülkiyet ve tapu işlemleri ile ilgili sorunlar yaşamaya devam ettiği, Özel kişileri ve dini kurumları ilgilendiren birkaç dava sürdüğü, Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırının arazi mülkiyeti konusundaki davaların rapor dönemi süresince devam ettiği ifade edilmiştir. Buna paralel olarak, kamu kurumları ve çevre köyler 196 tarafından açılan davaların endişelere sebep olduğu, bu davalardan birinde Orman Bakanlığının, ilk derece mahkemesinin lehte verdiği karara karşı Yargıtay’a başvurduğu, Yargıtay’ın, Manastır aleyhine karar verdiği ve ilk derece mahkemesinin verdiği kararı bozduğu, adli sürecin devam ettiği ifadesi raporda yer almaktadır. Katolik Kilisesinin ülke çapındaki birçok mülküne devlet tarafından el konulduğu, diğer gayrimüslim dini cemaatler gibi Katolik Kilisesinin de tüzel kişiliğinin bulunmadığı, Kilisenin mülkiyet tescili yapacak cemaat vakfı’nın bulunmadığı ve Kilise’nin yeni vakıf kuramadığı, bu sebeple tüm mülkün Katolik rahipler adına tescil edilmiş olduğu belirtilmiştir. Avrupa Konseyi Venedik Komisyonunun mülkiyet haklarının korunmasına ilişkin Mart 2010 tarihli tavsiyelerinin hâlâ uygulanmamış olması raporda vurgulanmıştır. Yunan vatandaşlarının, miras edinmede ve mülkiyet tescilinde, özellikle Tapu Kanununda yapılan değişikliklerin Türk makamlarınca uygulanmasında, “mütekabiliyet” hükmünün yorumlanması da dâhil olmak üzere, sorunlarla karşılaştığı hâlâ bildirildiği dile getirilmiştir. Mütekabiliyet konusunda, AİHM, AİHS’nin 1 No ’lu Protokolünün 1. maddesinin (mülkiyetin barışçıl yolla verilmesi) ihlal edildiğine hükmetmiş ve mülkiyetin iade edilmesine veya başvuru yapanlara tazminat verilmesine karar verdiği hatırlatması yapılmıştır. Mülkiyet konusunda sonuç olarak; 2008 tarihli Vakıflara Kanununda değişiklik yapılmasıyla uygulamada ilerleme kaydedildiği, Mevcut hukuki çerçevede, gayrimüslim cemaat vakıflarının 1936 yılı beyannamesine giren mülklerin iadesine geniş ölçüde imkân tanındığı ve Şubat 2008 tarihli Kanun’un kapsamının genişletildiği ifade edilmiştir. Büyükada Yetimhanesi ’nin tapusunun “Ekümenik” Patrikhane’ye, Bozcaada üzerindeki mülklerin ise Gökçeada ve Bozcaada Piskoposlarına devredildiği, Vakıflar Kanununun uygulanmasına, gecikmeler ve usule ilişkin sorunlara rağmen devam edilmekte olduğu belirtilmiştir. Konu ile ilgili olarak, 181 adet mülkün cemaat vakıflarına iadesine imkân sağlandığı, Mazbut vakıflara ait mülklerin, Vakıflar Kanununda Ağustos 2011’de yapılan değişikliklerin kapsamı dışında kaldığı, Mor Gabriel Ortodoks Manastırı aleyhinde devam eden davaların endişe kaynağı olmaya devam ettiği vurgulanmıştır. Türkiye’nin tüm 197 gayrimüslim dini cemaatlerin mülkiyet haklarının tam olarak korunmasını güvence altına alması gerekliliği ifade edilmiştir. Azınlık okulları lehine çaba gösterildiği, Devlet okullarındaki uygulamaya paralel olarak, Milli Eğitim Bakanlığının azınlık okullarına verdiği desteği yeni ders kitaplarının temin etmek suretiyle artırdığı, 2010 – 2011 öğretim yılında, matematik ve fen bilgisine giriş kitaplarının Ermeniceye çevrilerek ücretsiz olarak dağıtıldığına değinilmiştir. Türkiye’de ırkçılık, yabancı düşmanlığı, antisemitizm ve hoşgörüsüzlük ile mücadele edecek herhangi bir mekanizmanın veya belirli organların bulunmadığından bahisle, bu alanlara ilişkin çok özel bir mevzuatın bulunmadığı ve yürürlükteki mevzuatın ayrımcılıkla ilgili hükümlerin çoğu kez mahkemeler tarafından dar yorumlandığı belirtilmiştir. Rum azınlığın durumunda değişme olmadığı, eğitime erişim ve Gökçeada ve Bozcaada’daki sorunlar dâhil olmak üzere, mülkiyet hakkı ile ilgili sorunlarla karşılaşmaya devam ettikleri ifade edilmiştir. Gökçeada’daki okulun yeniden açılması ile ilgili kararın ise hâlâ sonuçlanmadığına dikkat çekilmiştir. Azınlık mensubu okul müdürlerinin ve azınlık mensubu olmayan müdür yardımcılarının (bu okulların müdür yardımcıları, Milli Eğitim Bakanlığını temsil etmekte olup müdürlerden daha geniş yetkilere sahiptir) hesap verebilirliği de dâhil olmak üzere, azınlık okullarının yönetimi konusunun, uygulamaya ilişkin düzenlemeler yapılmasını bekleyen bir sorun olmaya devam ettiği belirtilen hususlardandır. Azınlık okullarının, gerek kayıtla ilgili usullere ilişkin gerekse bürokratik zorluklar ve kayıtlı öğrenci sayısına (Kanun, aynı azınlığa mensup Türk vatandaşı olma şartıyla sınırlandırmıştır) bağlı olarak bütçe ve sürdürülebilirliğe ilişkin sorunlarla karşı karşıya olduğu ifadesine yer verilmiştir. Mart ayında, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri, Türk makamlarını, yasal engelleri kaldırmaları ve gayrimüslim cemaatlerin, bu azınlıklara mensup çocuklara, bu çocukların yasal durumuna veya ebeveynlerinin ya da velilerinin yasal durumlarına bakılmaksızın, kendi okullarında eğitim verme imkânı tanımaları yönünde desteklemiştir. 2011 – 2012 öğretim yılı itibarıyla, Ermeni çocuklar, Ermeni azınlık okullarına misafir öğrenci olarak kabul edileceklerdir. 198 Medyada antisemitizm ve genelde misyonerlere veya Hıristiyanlara yönelik nefret söylemlerinin sorun teşkil etmeye devam ettiği, bu söylemlerin yargı organları tarafından cezalandırılmadığı ve iletişim ortamı kuruluşları tarafından engellenmediği, Misyonerlik karşıtı bazı söylemlerin, zorunlu okul kitaplarında sürdürülmekte olduğu ifade edilmiştir. Ermeni gazeteci Hrant Dink ’in 2007 yılında öldürülmesi ile ilgili davanın, Trabzon davasından ayrı olarak devam ettiği, Davada, 14 Eylül 2010 tarihli AİHM kararının ardından sınırlı ilerlemenin kaydedildiği, Ocak ayında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Devlet Denetleme Kurulu aracılığıyla cinayetle ilgili bir inceleme başlattığı belirtilmiştir. İstanbul’da bir idare mahkemesinin, İçişleri Bakanlığı’nı koruyucu önlem almadığı gerekçesi ile cezalandırdığı (idare mahkemesi, “koruyucu tedbirlerin kâğıt üzerinde kaldığını ve Dink ’in korunması için ihtiyati tedbirlerin uygulamaya konmadığını” vurgulamıştır) hatırlatılmıştır. Dink ailesinin avukatlarının, AİHM kararı karşısında, üst düzey devlet görevlilerinin cinayet üzerindeki olası etkilerinin incelenmesi amacıyla savcılık tarafından bir soruşturma başlatılmasını talep ettiklerini ve bu soruşturmada devlet görevlileri ile sanıklar arasındaki ilişkinin ortaya çıkarılmasını istedikleri raporda değinilen hususlardandır. İki bakanın böyle bir soruşturmaya karşı olduklarını belirtmelerinin, yargıya siyasi baskı yapıldığı şeklinde eleştirilere konu olduğu raporda ifade edilmektedir. Soruşturma ile ilgili gelişme kaydedilmediği, çocuklarla ilgili olarak kanunda değişiklik yapılmasına müteakip, davanın birinci derece şüphelisi olan Samast ’ın çocuk mahkemesine sevk edildiği rapora yansıtılmıştır. Anayasa Mahkemesinin, “milletin bütünlüğü” ilkesine atıf yaparak, 1934 tarihli Soyadı Kanununa aykırı olacağı gerekçesi ile bir Süryani Türk vatandaşının Süryanice soyadı kullanma talebini reddettiği raporda değinilen hususlardandır. Sonuç kısmında, Türkiye’nin azınlıklara yönelik yaklaşımının kısıtlayıcı olmaya devam ettiği, dile, kültüre ve temel haklara tam olarak saygı gösterilmesinin ve bunların korunmasının, henüz Avrupa standartlarına uygun düzeyde olmadığı değerlendirmesi yapılmıştır. Raporda, Türkiye’nin, azınlıklara yönelik hoşgörünün artması ve kapsayıcılığın teşvik edilmesi için daha fazla çaba sarf etmesi gerektiği belirtilmiştir. Mevcut mevzuatın kapsamlı bir şekilde revize edilerek, ayrımcılıkla mücadele için kapsamlı bir mevzuatın 199 çıkarılması, ırkçılık, yabancı düşmanlığının, antisemitizm ve hoşgörüsüzlük ile mücadele edecek koruyucu mekanizmaların veya çok özel kurumların oluşturulması gerektiği vurgulanmaktadır. 3.7.15. İlerleme Raporu 2012 Dönem raporunda, Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü konusunda, ibadet özgürlüğüne genel bir saygının mevcudiyeti vurgulanarak, Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos ’un, Ağustos ayında, üçüncü kez Trabzon ilindeki Sümela Manastırında Theotokos ’un Ölümü Kutsal Ayini ’ni gerçekleştirdiği belirtilmiştir. Eylül ayında ise Van Gölü Akdamar adasındaki Ermeni Surp Haç Kilisesinde 1915 yılından bu yana üçüncü dini ayin ’in düzenlendiği rapor edilmiştir. Ermeni kimliğini gizleyen birçok kişinin özgün adlarını ve dini kimliklerini kullanmaya başladığı, bazı kilise liderine polis koruması sağlandığı ve bazı kiliselere ayin sırasında polis koruması sağlanmaya başladığı ifade edilmektedir. Türk makamlarına göre Patrik’in, “Ekümenik” unvanını kullanma konusunda serbest olduğu, bununla birlikte Patrikhane’nin, bu kullanım hakkına yönelik olarak resmi makamlardan henüz bir işaret almadığı ve Türkçe başlık olarak hâlâ “Fener Rum Patrikhanesi” ibaresini kullanılmakta olduğu belirtilmektedir. Vicdani ret konusunda, mükerrer kovuşturma ve mahkûmiyetin ele alınmasında veya bazı durumlarda askerlik hizmetine sivil bir alternatif getirilmesi bakımından bazı ilerlemeler kaydedildiği, askeri mahkemelerin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ile uyumlu kararlar vermeye başladıkları raporda öne çıkan vurgulardandır. Ankara’da bir ilk derece mahkemesi ’nin, Alevi ibadet yerleri olan cem evlerinin kurulmasına yardımcı olan bir derneğin yasaklanması talebini reddettiği, Bununla birlikte söz konusu kararın, Haziran ayında Yargıtay tarafından bozulduğu, Davanın, İçişleri Bakanlığı tarafından yeniden yargıya taşındığı konusu raporda yer almıştır. 2012–2013 eğitim-öğretim yılı için Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Alevi inancı ile ilgili bilgiler içeren yeni din eğitimi kitaplarının da hazırlandığı ifade edilmiştir. 200 Ağustos 2011’de kabul edilen kanun hükmünde kararname ve Şubat 2008 tarihli Vakıflar Kanunu’nda yapılan değişiklik çerçevesinde Ekim ayında çıkarılan yönetmeliğin uygulanmasına devam edildiğine raporda değinilmiştir. (Bkz. Mülkiyet hakları bölümü). ilk ve orta öğretimde zorunlu tutulmaya devam edilen din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri konusunda AİHM’nin Zengin v. Türkiye davasında verdiği kararın henüz uygulanmadığı, derslere katılmayan öğrencilerin, bazı durumlarda, ayrımcılığa uğradıkları, din derslerinden muaf tutulan öğrencilere alternatiflerin sunulmadığına da raporda yer verilmiştir. Gayrimüslim cemaatlerin -dini grupların örgütlü yapıları- tüzel kişiliklerinin bulunmaması sebebiyle hâlâ sorunlarla karşılaştıkları ve bu durumun, cemaatlerin mülkiyet hakları, yargı yoluna başvurma, yabancı din adamlarının oturma ve çalışma izni alabilmeleri ve yardım toplama imkânları bakımından olumsuz etkileri bulunduğu belirtilmektedir. Avrupa Konseyinin 2010 Venedik Komisyonunun konuya ilişkin tavsiyelerinin henüz uygulanmadığına dikkat çekilmiştir. Din adamlarının eğitimine ilişkin kısıtlamaların sürdüğü, eğitim sisteminde, Türk mevzuatında ve herhangi bir cemaat için özel bir dini yükseköğretim imkânının sunulmadığı vurgulanmıştır. Tüm çağrılara rağmen, Heybeliada Ruhban Okulunun hâlâ kapalı olduğu, Ermeni Patrikhanesi’nin, üniversitede Ermeni diline ve din adamlarına yönelik bir bölüm açılması önerisinin beşinci yılında da sonuçlandırılmadığı değinilen hususlardandır. Süryani Ortodoks cemaatinin, resmi olarak kurulmuş okullarda değil sadece kayıt dışı olarak eğitim verebildikleri ifade edilmektedir. Din adamı seçimlerine katılım konusunda, Avrupa standartlarına aykırı olarak yabancıların, örgütlü dini cemaatlerin faaliyetlerine katılımı hususunda din özgürlüğünü kullanabilme imkânları açısından Türk vatandaşları ile eşit muameleye tabi tutulmadıkları belirtilmiştir. Nüfus cüzdanı gibi şahsi belgelerde, bazı ayrımcı uygulamalara ya da İslam dininden başka bir dine geçerek nüfus cüzdanlarını değiştirmek isteyen kişilere yerel görevlilerin baskıda bulunmasına yol açan, dinle ilgili bilgilerin yer almakta olduğu ifade edilmiştir. 201 Kimlik kartlarında din hanesinin bulunmasının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ihlal ettiğine dair AİHM’nin 2010 tarihli kararının ise hâlâ uygulanmadığına dikkat çekilmiştir 2009’da Alevilere yönelik olarak yapılan açılım çalışmalarının somut bir şekilde devam ettirilemediği, Cem Evleri’nin henüz resmen tanınmadığı ve Alevilerin, yeni ibadet yerleri açılmasına ilişkin zorluklarla karşılaşmakta olduklarına raporda yer verilmiştir. Bazı illerde Alevi vatandaşlara ait birçok evin işaretlenmesi ve kendilerine karşı gerçekleştirilen olayların Alevileri endişelendirdiği, Şikâyetlerin, Alevi dernekleri tarafından savcılıklara iletildiği; adli ve idari soruşturmaların devam ettiği vurgulanmaktadır. Mecliste Cem Evi açılmasına yönelik talebin ise Alevi milletvekillerinin camiye gidebilecekleri gerekçesiyle reddedildiği dile getirilmiştir. Madımak davasının kapanmasına karşı yapılan gösteride olduğu gibi, Aleviler tarafından düzenlenen bazı anma törenlerinin kimi zaman orantısız güç kullanması suretiyle emniyet güçleri tarafından engellendiği ve bazı Alevilerin, kamu görevinde ayrımcılığa maruz kaldıkları raporun Sünni olmayan Müslüman gruplarında hak ihlallerine uğradıklarını ifade etmesi açısından önem taşımaktadır. Gayrimüslim cemaatlerin, ibadethane açma veya mevcut ibadet yerlerini kullanmaya devam etmede ayrımcılık, idari belirsizlik ve birçok engelle karşılaştıklarının sıklıkla şikâyet konusu olduğu ifade edilmektedir. İmar mevzuatının yerel otoriterler tarafından uygulanmasının tutarsız olduğu ve bu durumun, ibadethaneler için inşa ve renovasyon izni alınması konusunda yapılan başvuruların keyfi olarak reddedilmesine neden olduğu, Kasım ayında Vakıflar Genel Müdürlüğünün, İznik Aya Sofya Müzesinin cami olduğunu beyanına değinilmiştir. Özellikle güneydoğu illerinde, yabancı din adamlarına verilen izinlerin yenilenmesinde yeterli bir açıklama yapılmaksızın ve tutarsız bir şekilde reddedildiği, Çalışma ve/veya oturma izinlerinin yenilenmesinin reddine ilişkin net kıstasların getirilmesi gerektiği bildirilmektedir. Camilerin, elektrik ve su giderlerinin devlet tarafından karşılanmakta olduğu ifade edilerek, Aleviler ve gayrimüslim cemaatlerin bu tür masrafları kendilerinin karşılamakta olduklarından bahsedilmektedir. Gayrimüslim cemaatlere yönelik bazı nefret suçu vakalarının bildirildiği, Televizyon dizileri ve filmlerde dâhil, tüm iletişim ortamlarında yer alan anti-Semitizm ve nefret söylemlerinin cezalandırılmamış olması raporda değinilen hususlardandır. Azınlıklara karşı 202 bir hoşgörüsüzlük kültürünün mevcudiyetinden bahisle, Nisan 2007’de Malatya’da üç Protestan’ın öldürülmesi ile ilgili davanın devam ettiği; Ergenekon örgütü ile bağlantı iddialar sebebiyle 2011’deki tutuklamaların ardından mahkeme tarafından yeniden incelenmekte olduğu belirtilmektedir. Katolik rahip Peder Santoro ’nun 2006 yılında Trabzon’da öldürülmesi ile ilgili kesin bir sonuca henüz varılamadığı, Piskopos Padovese ’nin 2010 yılında İskenderun’da öldürülmesi ile ilgili davanın ise hâlâ devam etmekte olduğu raporda yer almaktadır. Misyonerlerin, toplumun geniş bir kesimi tarafından, ülkenin bütünlüğüne ve İslam dinine yönelik bir tehdit olarak algılanmaya devam ettikleri, Hristiyan kiliseleri ve misyonerlere karşı ayrımcı bir dilin kullanıldığı ve doğu ve güneydoğu Anadolu’da Kürt kökenli vatandaşlara odaklanan misyonerlik faaliyetlerine ilişkin olarak MIT (Milli İstihbarat Teşkilatı) tarafından hazırlanan bir gizli raporun, Kasım ayında medyada yer aldığı belirtilmektedir. Yanı sıra, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın beş yıllık strateji planında, ülke içi ve dışındaki misyonerlik faaliyetlerini izlemeyi ve değerlendirmeyi amaçladığının altı çizilmektedir. Gayrimüslim Türk vatandaşların sorunlarına gereken titizliğin gösterilmesi yönünde ilgili tüm makamlara talimat veren Mayıs 2010 tarihli Başbakanlık Genelgesinin her zaman tutarlı bir şekilde uygulanmadığı ifade edilmektedir. Dini veya başka türlü gerekçelerle zorunlu askerlik hizmeti yapmayı reddeden vicdani retçilere ilişkin AİHM kararlarının henüz uygulanmadığından bahsedilmektedir. Zorunlu askerlik hizmetini yapmakla yükümlü kişilere, vicdani ret hakkını tanımayan tek Avrupa Konseyi ülkesinin Türkiye olduğu da raporda dile getirilen hususlardandır. Sonuç olarak, düşünce, vicdan ve din özgürlüğü konusunda sınırlı ilerleme kaydedildiği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadının uygulanması bakımından vicdani ret konusunda bazı ilerlemelerin kaydedildiği belirtilmiştir. Gayrimüslim cemaatlerle diyalogların devam ettiği, bununla birlikte, azınlık dinlerine inananlar ya da herhangi bir inancı olmayanların, ayrımcılıkla karşılaşmaya devam ettiği ve aşırı uçlardaki kişilerin tehditlerine maruz kaldıkları raporda ifade edilmiştir. Tüm gayrimüslim cemaatlerin ve 203 Alevilerin, yersiz ve kısıtlamalar olmaksızın faaliyet gösterebilmelerine yönelik olarak AİHS ile uyumlu bir hukuki çerçevenin henüz oluşturulamadığına dikkat çekilmiştir. Kapsamlı bir ayrımcılıkla mücadele mevzuatı bakımından, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulunun kurulmasına ilişkin mevzuatın da dâhil olmak üzere, hâlâ eksikler bulunduğu, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulunun kurulmasına ilişkin kanun tasarısının Meclise sunulduğu belirtilmiştir. Mevcut yasal çerçevenin AB müktesebatı ile uyumlu olmadığı, Etnik, dini, diğer birçok kimlikler temelinde kişilere karşı ayrımcılığın mevcut olduğuna yer verilmiştir. Mülkiyet hakları ile ilgili olarak, Vakıflar Kanununun Geçici 11. maddesinin uygulanmasına ilişkin yönetmeliğin Ekim 2011’de yayımlandığı, bu yönetmelik ile taşınmazların tescil edilmesi için başvuru koşulları ve tazminat ödenmesine ilişkin koşulların belirlendiği ifade edilmiştir. Taşınmazların, tüm hak ve yükümlülükleri ile birlikte, cemaat vakıfları adına tescilinin yapılmasına ilişkin başvuruların son günü olarak 27 Ağustos 2012 tarihinin belirlendiği dile getirilmiştir. Resmi bilgilere dayanarak son başvuru tarihine kadar 108 cemaat vakfının, 1.568 adet taşınmazın iadesi için başvuruda bulunduğu, 18 Eylül 2012 itibariyle, Vakıflar Meclisinin, 58 taşınmazın iadesini ve 8 taşınmaz için tazminat ödenmesini onayladığı; 53 başvurunun uygun olmadığına karar verdiği ve kalan 1,449 başvurunun incelenmesinin sürdüğü belirtilmiştir. İzmir Musevi Cemaati ile İstanbul’da bulunan Rum Kız İlköğretim Okulunun ve Ermeni Tibrevank Lisesinin, alınan idari kararlar sonucu vakıf statüsü elde ettiği belirtilmiştir. Bununla birlikte, Süryani cemaatinin, özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, mülkiyet ve tapu işlemleri konusunda güçlüklerle karşılaşmaya devam ettiği konusuna değinilmiştir. Kişileri ve dini kurumları ilgilendiren bir dizi davanın sürdüğü, Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırının arazi mülkiyeti konusundaki davalarının devam ettiği dile getirilmiştir. Yargıtay’ın, oldukça eleştiri alan kararında, ilk derece mahkemesinin Manastır lehine verdiği kararı bozduğu, Manastıra karşı açılan ve Yargıtay’da karara bağlanan orman arazisi ile ilgili davanın, kabul edilebilirliği konusunda bir karara varılabilmesi için AİHM’de beklemekte olduğu belirtilmiş, bu davaların, kamu kurumları tarafından yargı önüne getirildiği vurgulanmıştır. 204 Önceden büyük bir bölümüne Devlet tarafından el konulmuş olan, Latin Katolik Kilisesine ait taşınmazlara ilişkin durumda bir değişikliğin olmadığı, diğer gayrimüslim cemaatler gibi Katolik Kilisesinin de tüzel kişiliğinin bulunmadığı belirtilmiştir. Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu’nun mülkiyet haklarının korunması hakkında Mart 2010’da verdiği tavsiyelerin uygulanmasına yönelik olarak herhangi bir ilerlemenin kaydedilmediği dile getirilmiştir. Avrupa Konseyi’nin Gökçeada ve Bozcaada ile ilgili olarak aldığı 1625 (2008) sayılı Kararın ise hâlâ uygulanmadığı ifade edilmiştir. Türk makamlarının değiştirilen Tapu Kanunu’nu uygulamalarını takiben yetkililerin “mütekabiliyet” ile ilgili hükümlerin yorumlanması da dâhil, Yunan vatandaşlarının, mülkiyetin miras yoluyla edinilmesi ve mülkiyetin tescilinde hâlâ sorunlarla karşılaştığının bildirildiğine değinilmiştir. Mütekabiliyet konusunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek bir No ’lu Protokolün 1. maddesinin (mülkiyet dokunulmazlığı) ihlal edildiğine hükmetmiş olduğu ve mülkiyetin iade edilmesine veya başvuru yapanlara maddi tazminat ödenmesine karar verildiği hatırlatması yapılmıştır. Sonuç olarak, 2008 tarihli Vakıflar Kanunu’nda değişiklik yapan mevzuat ın kabul edilmesiyle ilerleme kaydedildiği, Mevzuatın uygulanmasına ise devam edildiği, bununla birlikte, mevzuatın, mazbut vakıfları (Vakıflar Genel Müdürlüğünce yönetilen vakıflar) veya Alevi vakıflarına ait el konulmuş taşınmazları kapsamadığı vurgulanmaktadır. Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırı aleyhinde süren davaların endişe kaynağı olmaya devam ettiği, Türkiye’nin tüm gayrimüslim cemaatlerin ve diğerlerinin mülkiyet haklarına tam olarak saygı gösterilmesini sağlaması gerektiği belirtilmektedir. Azınlıklara saygı, azınlıkların korunması ve kültürel haklar konusunda; Hükümet ve azınlık temsilcileri arasındaki diyalogun devam ettiği, Türkiye tarafından tanınan azınlıkların dışındaki grupların temsilcilerinin de, yeni Anayasa konusundaki görüşlerini bildirmek üzere ilk defa Meclis’e davet edildiklerinin altı çizilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığının Ermeni, Rum ve Musevi azınlıkların Türk vatandaşı olmayan çocuklarının, azınlık okullarında eğitim almalarına izin veren yeni bir yönetmeliği kabul 205 ettiği, fakat Türk vatandaşı olmayan çocukların resmi mezuniyet belgesi alamadıkları raporda bildirilen hususlardandır. Türkiye’de ilk Süryanice aylık gazetenin Mart ayında yayımlandığı rapora eklenmiştir. Gayrimüslim cemaatler tarafından yayımlanan gazetelerin resmi ilan yayımlamasına izin veren mevzuat değişikliğinin 28 Şubat’ta Resmi Gazetede yayımlandığı, Azınlık gazetelerinin, resmi ilan yayımlayabilmesi için yazılı talepte bulunmaları gerektiği belirtilmektedir. Tüm gelişmelere rağmen, Türkiye’nin azınlıklara yönelik yaklaşımın kısıtlayıcı olmaya devam ettiği kanaati dile getirilmiştir. Türkiye de, azınlık hakları ile ilgili olarak BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine ve eğitim hakkı ile ilgili olarak da BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesine koyduğu çekincelerin sürdürmekte olduğu ve bu durumun endişe kaynağı olmaya devam etmekte olduğu vurgulaması yinelenmiştir. Türkiye’nin, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesini ve Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartını da henüz imzalamamış olduğunun altı çizilmiştir. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, anti-Semitizm ve hoşgörüsüzlük ile mücadele de herhangi bir mekanizma veya belirli bir yapının hala oluşturulmamış olmasına dikkat çekilerek, Ayrımcılık konularına ilişkin yasal bir çerçevenin veya mevzuatın bulunmadığı; anayasadaki ayrımcılık yasağı ilkesine ilişkin atıfların çoğu kez mahkemeler tarafından kısıtlayıcı bir şekilde yorumlandığına dikkat çekilmektedir. Medya tarafından yapılanlar da dâhil olmak üzere, nefretin tahrik edilmesinin etkin bir şekilde kovuşturulmadığı: Türkiye’nin Avrupa Konseyinin tavsiyesine uygun olarak, nefret söylemi ve nefret suçlarına ilişkin mevzuatını düzenlenmesi yönünde ilerleme kaydetmediği vurgulanmıştır. Rum azınlığın durumunun değişmediği, eğitime erişim ile Gökçeada ve Bozcaada’daki sorunlar dâhil olmak üzere, mülkiyet hakkı ile ilgili sorunlarla karşılaşmaya devam etmekte oldukları, Gökçeada’daki okulun yeniden açılmasına yönelik kararın hâlâ sonuçlanmamış olduğu ifade edilmiştir. Agos gazetesinin o dönemdeki yayıncısı Ermeni gazeteci Hrant Dink ’in 19 Ocak 2007’de ofisinin önünde öldürülmesiyle ilgili olarak beş yıldır süren davanın, 17 Ocak 206 2012’de sonuçlandığı raporda yer almıştır. Dava ile ilgili olarak bir kişinin “öldürmeye tahrik” suçundan mahkûm edildiği, ancak davalıların tümünün bir terör örgütüyle bağlantılı olma suçlamalarından beraat ettikleri vurgulanmıştır. Hrant Dink ’in ailesinin Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK) tarafından yürütülen bir incelemeye göre cinayetle bağlantılı olduğu düşünülen bazı polis ve Jandarma görevlileri hakkında yeni bir soruşturma açılması talebinde bulunduğuna da değinilmiştir. Türkiye’de insan hakları ihlallerinin cezasız kalmasıyla mücadele edilmesi ve konuyla ilgili tüm sorumluların adalet önünde hesap verebilirliğinin sağlanması için Dink davası ile ilgili14 Eylül 2010 tarihli AİHM kararının tam anlamıyla uygulanmasının elzem olduğuna dikkat çekilmiştir. Misyonerlik karşıtı veya azınlıklara karşı söylemlerin, zorunlu ders kitaplarının bazılarında hâlâ yer almaya devam ettiği vurgulanmıştır. Malatya’daki Ermeni mezarlığında bulunan birçok önemli yapının, Malatya belediyesi tarafından 2 Şubat’ta yıkıldığı da rapora girmiştir. Sonuç olarak; Hükümet ve azınlıklar arasındaki diyalogların devam ettiği, Azınlık temsilcilerinin, Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonuna yeni Anayasa hakkındaki görüşlerini sundukları belirtilmiştir Bununla birlikte, Türkiye’nin azınlıklara yönelik yaklaşımlarının kısıtlayıcı olmaya devam ettiği belirtilmiştir. Kültürel haklarla ilgili olarak, ana dilde eğitim tartışmalarının devam ettiği, çeşitli Kürt grupları, diğer dil gruplarının ve sivil toplum kuruluşlarının, yeni Anayasa üzerinde çalışan Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonuna ana dilin kullanılması önündeki tüm kısıtlamaların kaldırılmasını da içeren talepler sundukları ifade edilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığının, Haziran ayında ilkokullar için, en az 10 öğrencinin başvurması halinde, okullarda, Kürtçe ve Çerkezce gibi yaşayan dil ve lehçelere yönelik bir ders ekleme yükümlülüğünün getirilmesini de içeren yeni bir müfredat yayımladığına da raporda yer verilmiştir. 3.7.16. İlerleme Raporu 2013 30 Eylül 2013 tarihinde Hükümet tarafından bir Demokratikleşme Paketi açıklandığı, Paketin uygulanması için yasal ve ikincil düzenlemelerin sırasıyla Meclis ve Hükümet 207 tarafından kabul edilmesi gerektiği belirtilmektedir. Söz konusu Paket ile Mecliste temsil için mevcut %10’luk seçim barajında değişiklik öngörmekte olduğu, siyasi partilere verilen hazine yardımı için aranan barajın düşürülmesi, siyasi partilerin kurulmasına yönelik koşulların kolaylaştırılması ve siyasi parti üyeliğine getirilen kısıtlamaların ortadan kaldırılmasının öngörüldüğü belirtilmektedir. Pakette, ayrıca Türkçe dışındaki diğer dil ve lehçelerde siyasi faaliyet yapılmasına, Kürtçede bulunan Q, X ve W harflerinin kullanılmasının önündeki cezai yaptırımların kaldırılmasına ve 1980 askeri darbesi sonrasında değiştirilen yerleşim yeri isimlerinde eskiye dönülmesine olanak tanımakta olduğu ifade edilmektedir. Söz konusu Paketin, ayrıca yaşam tarzlarına saygısızlığa cezai yaptırımlar getirmekte; nefret suçlarına ilişkin cezaları artırmakta ve bir ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik organının kurulmasını öngörmekte olduğu da raporda belirtilen ana konumuz kapsamındaki hususlardır. 7 Ekim 2013’te Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırına ait taşınmazların Manastır Vakfına iade edildiği, 8 Ekim 2013’ten itibaren ilköğretimde öğrencilere Ulusal kültürün inşası araçlarından olan ve diğer kimlikleri yok sayan ırkçılığı pekiştiren andın okutulmasına son verildiği de belirtilmektedir. TBMM Türkiye’nin ilk Kamu Baş Denetçisini Kasım 2012’de seçtiğini ve hemen ardından da beş Denetçi atandığına değinilmiş, Kurumun Nisan 2013’te şikâyetleri almaya başladığı vurgulanmıştır. Kurumun çalışma usul ve esaslarını düzenleyen yönetmeliğin Avrupa Ombudsmanının tavsiye kararlarıyla uyumlu olduğu ve nihai karar verme yetkisinin Baş Denetçiye ait olmasını öngörmekte olduğu ifade edilmektedir. Bu yönetmelik ile ayrıca, basit başvuru usulü ve Türkçe dışındaki dillerde yapılan başvuruların da kabul edilmesinin öngörüldüğü belirtilmiştir. Kamu Denetçiliği Kurumunun kısa sürede işlevsel hale gelmesinin vatandaşların haklarının güvence altına alınması açısından önemli bir adım olarak görüldüğü dile getirilmiştir. Düşünce, vicdan din ve inanç özgürlüğü ile ilgili olarak, gayrimüslim cemaatlerle diyaloğun yoğunlaştırılmasına yönelik olumlu sonuçlar doğuran çabaların sarf edildiği, yeni din eğitimi kitaplarının ise daha kapsayıcı olduğu vurgulanmıştır. Buna rağmen, uygulamada, çoğunluğun inandığı dinden başka bir dine inanan veya herhangi bir inancı olmayan vatandaşların ayrımcılıkla karşılaşmaya devam ettikleri de rapora konu olmuştur. 208 İnanç ve vicdani ret konularında AİHS ile uyumlu bir hukuki çerçevenin henüz oluşturulmamış olduğu da ifade edilmektedir. Mülkiyet hakları ile ilgili olarak, yapıcı bir yaklaşımın sergilendiği ve Vakıflar Kanunu’nda yapılan değişikliğin uygulanmasıyla birlikte mülkiyet iadesi konusunda ilerlemelerin kaydedildiği belirtilmiştir. Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırıyla ilgili davaların çözüme kavuşturulmasına yönelik siyasi taahhüt uygulamaya geçirilmelidir denilerek bu davaların endişe kaynağı olmaya devam etmekte olduğu vurgulanmaktadır. Türkiye’nin, gayrimüslim cemaat vakıfları dâhil olmak üzere, mülkiyet haklarına tam olarak saygı gösterilmesini sağlamasının gerekliliği ifade edilmektedir. Azınlık mensupları ve yetkili makamlar arasındaki diyalogların yoğunlaştırılmış ve azınlıkların eğitim alanındaki ve dini konulardaki sorunları dâhil olmak üzere çeşitli alanlarda ilerleme kaydedildiği kabul edilmektedir. Raporda “Lozan Antlaşması uyarınca Türkiye tarafından tanınan gayrimüslim azınlıklar dışında, Türk makamlarının azınlığa veya çoğunluğa ait olmalarına bakmaksızın tüm Türk vatandaşlarını kanun önünde eşit haklara sahip bireyler olarak kabul etmektedir. Ancak, tüm vatandaşlar için tam eşitlik öngören bu yaklaşım, Türkiye’yi Avrupa standartlarına uygun olarak belirli vatandaşlara kimliklerini korumaları için etnik köken, din veya dil temelinde belirli haklar vermekten alıkoymamalıdır” denilmektedir. 3.7.17. İlerleme Raporu 2014 Raporda; Düşünce, vicdan din ve İnanç özgürlüğü mevzuatında kapsamlı bir reforma ve bu mevzuatın AİHM kararları, Avrupa Konseyi tavsiye kararları ve AB standartları doğrultusunda uygulanmasına ihtiyaç duyulduğu belirtilmektedir. Bu reform ihtiyacının ayrıca, kimlik kartlarında din hanesinin bulunması, vicdani ret, dini topluluk ve kurumların tüzel kişiliği, ibadet yeri ile din adamlarına oturma ve çalışma izni verilmesi konuları için de geçerli olması gerektiğinin altı çizilmektedir. Cem Evlerinin tanınması konusunda ilerleme sağlanmasının birçok mağduriyeti ortadan kaldıracağı ifade edilmektedir. Mülkiyet hakları ile ilgili olarak, 2011 yılında revize edilen 2008 tarihli Vakıflar Kanununun halen uygulandığı, söz konusu mevzuat uyarınca, 116 azınlık cemaat vakfı 1.560 adet taşınmazının 209 iadesi için başvuruda bulunduğuna değinilmiştir. Nisan ayı itibarıyla, Vakıflar Meclisinin, 318 taşınmazın iadesini ve 21 taşınmaz için tazminat ödenmesini onaylamış, 1.092 başvuruyu uygun bulmamış, diğer başvuruların ise halen değerlendirme sürecinde olduğu belirtilmektedir. Hükümet ve azınlık temsilcileri arasındaki diyalogların devam ettiği, Yasal çerçevede ise değişiklik olmadığı, Türkiye’nin, Türk vatandaşlarını eşit haklara sahip vatandaşlar olarak mülahaza etmekte ve fakat Lozan Antlaşmasını yorumlaması doğrultusunda sadece gayrimüslim cemaatleri azınlık olarak kabul etmekte olduğu belirtilmektedir. Ancak, tüm vatandaşlar için tam eşitlik öngören bu yaklaşım Türkiye’yi, vatandaşlarına kimliklerini korumaları için etnik köken, din veya dil temelinde belirli haklar vermekten alıkoymamalıdır vurgusu yapılmaktadır. Azınlıkları ya da azınlık mensuplarını hedef alan nefret söylemlerini ya da nefret suçlarını önlemek ve cezalandırmak için çalışmaların sürdürülmesine ihtiyaç olduğu belirtilmektedir. 210 211 SONUÇ Geçmişi 16. Ve 21. Yüzyıla kadar uzanan insanlığın, ortak dünya macerasında ortaya çıkan azınlık kavramı için uluslararası hukuk alanında hala geçerli ve kabul edilebilmiş ortak bir tanım yapmak mümkün değildir. Tarih boyunca, sınırları savaş, kan ve acı ile parçalanarak değişen ülkelerin ve imparatorlukların çizilen yeni sınırlarında, kültür ve coğrafik yapılarına göre farklı din, dil ve etnik gruplarına mensup halkların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu gelişmelerin ardından gerek ikili gerek çok uluslu anlaşmalar yoluyla bu grupların “azınlık grupları” olarak kabul edildiğini ve zamanla tanındığını tarihin yapraklarından öğreniyoruz. Değişen sosyal yapıların tüm dünyada zorunlu kıldığı eşitlikler yaratmak deneyimlerine toplum olarak çok da yeni sayılmayız. Başarılı kabul edilemeyecek olan ıslahat tanzim ve düzenlemelerimiz, aslında tüm dünya devletleri gibi bizimde tebaadan birey vatandaşa geçme, yeni toplum inşa etme süreci, Avrupa ve Dünya konjöktüründe eş ve eşit devletlerarasına katılma ve varlık kazanma çabamızdan başka bir şey değildir. Her ne kadar katı ötekileştirme tutumları geliştirenler tarafından bir bölme, parçalama hareketi olarak yansıtılmaya çalışılsa da Osmanlı’dan günümüze Türkiye coğrafyasında azınlık olarak kabul edilen vatandaşlar için tarihsel süreçte dönemin siyasi konjoktörünün gerektirdiği şekilde politikalar izlendiği görülmektedir. Türk Diplomasisini genel olarak incelediğimizde; Türkiye’de azınlıklara ilişkin haklar 1923 Lozan Anlaşması’nın “gayrimüslim” vatandaşların azınlık olduğu ve uluslararası azınlık korumasından da sadece gayrimüslimlerin yararlanabileceği kabul edilerek tanınmıştır. O tarihten bugüne, Türkiye’nin gayrimüslim azınlıklar ile tutumu gerek iç gerekse dış politikalar çerçevesinde ülkeler arası ilişkilerimize paralel olarak değişim ve gelişim göstermiştir. Ancak ülkemizin AB’ye uyum sürecinde, AB’nin herhangi bir cezai yaptırımı olmasa da Avrupa Birliği gibi yapılara en azından üye olabilmek için bile azınlık haklarının korunması önemli koşullardan biri olarak gösterilmekte ve AB kendi ulusal yapısı gereği gerek kendi iç uygulamalarında gerekse katılım ortaklığı belgeleriyle ve zorunlu yapılması gerekenler olarak işaret etmektedir. 212 Ülkemizin bu süreçte gerçekleştirdiği reformlar göz önünde bulundurulduğunda, uygulanması AB tarafından talep edildiği halde uygulamaya geçirilmemiş hususlar olduğu görülmektedir. Bu hususların, uygulanmamasının temel sebebi ise ilgili taleplerin çelişen yönlerinin olması, yeterince şeffaf açıklanmamasıdır. AB uyum sürecinde ülkemizle yaşanan fikir ayrılıklarının giderilmesi için karşılıklı iyi niyet çerçevesinde adımlar atılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde tarafların rızası ve memnuniyeti olan bir anlaşma sağlanmış olacaktır. 213 KAYNAKLAR Akar, R. (1992). Varlık vergisi, tek parti rejiminde azınlık karşıtı politika örneği. İstanbul: Belge Yayınları. Akçam, T. (2002). Türk ulusal kimliği üzerine bazı tezler, modern Türkiye'de siyasi düşünce Cilt 4 / Milliyetçilik, (der. Tanıl Bora), İstanbul: İletişim. Akgündüz, A., Öztürk, S., Kara, R. (2008). Sorularla ermeni meselesi. İstanbul: OSAV Yayınları. Akıner, T. (2007). Misyonerlik suç değil ama nedense 'tehdit'. Radikal. Aktar, A. (1996). Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan “Türkleştirme” politikaları. Tarih ve Toplum, 156, 11. Aktar, A. (1996). Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan “Türkleştirme” politikaları. Tarih ve Toplum, 156, 11. Aktar, A. (2004). Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, 7. B., İstanbul: İletişim. Aktoprak, E. (2010). Bir ‘kurucu öteki’ olarak: Türkiye’de gayrimüslimler, insan hakları çalışma metinleri XVI. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Merkezi, Ankara. http://ihm.politics.ankara.edu.tr/userfiles/file/AktoprakGayrimuslimler.pdf, Son Erişim Tarihi: 19.10.2014. Arısoy, İ. A. (2002). Avrupa Birliği ve azınlıklar. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir. Arsava, A. F. (1993). Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslararası Belgeler ve Özellikle Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 27.Maddesi Işığında İncelenmesi. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basımevi. Aşkın, M. (2010). Kimlik ve Giydirilmiş Kimlikler. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler EnstitüSü Dergisi, 10(2). http://edergi.atauni.edu.tr/ataunisosbil/article/view/1020000431 adresinden erişildi. Ayhan, A. (2009). Eşitlik İlkesi ve Tarihçesi. Hukuk Gündemi Dergisi Ankara Barosu Dergileri, 3. Bali, R. (1998). Yirmi kur’a ihtiyatlar olayı. Tarih ve Toplum, 179, 260-74. Bali, R. N. (2006). The politics of Turkification during the Single Party period. Turkey Beyond Nationalism: Towards Post-Nationalist Identities, ed. Hans-Lukas Kieser, London, I. B. Tauris & Company, Limited, s. 43–47. Bali, R. N. (2008). 1934 Trakya Olayları. İstanbul: Kitabevi. 214 Bali, R. N., Yumul, A., Benlisoy, F. (2002). Yahudi, Ermeni ve Rum toplumlarında milliyetçilik, modern Türkiye'de siyasi düşünce Cilt 4 / Milliyetçilik (Der. T. Bora). İstanbul: İletişim. Barutçu, F. A. (1977). Siyasi Anılar 1939-1954. İstanbul: Milliyet Yayınları. Baskın, O. (2004). Türkiye’de azınlıklar: kavramlar, Lozan, iç mevzuat, içtihat, uygulama. İstanbul: TESEV Yayınları. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü. (1994). Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920). Ankara: Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları, Yayın No: 14. Bilener, T. (2003). AB’nin azınlık hakları anlayışı ve AB’ye bütünleşme sürecinde orta ve doğu Avrupa ülkeleri, (der. Beril Dedeoğlu), dünden bugüne Avrupa birliği. İstanbul: Boyut Kitapları. Bilener, T. (2003). AB‟ nin Azınlık Hakları Anlayışı ve AB‟ ye Bütünleşme Sürecinde Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri, (Der. Beril Dedeoğlu), Dünden Bugüne Avrupa Birliği, İstanbul: Boyut Kitapları. Bilgin, N. (1994). Sosyal bilimlerin kavşağında kimlik sorunu. İzmir: Ege Yayıncılık. Binark, İ. (2001). Asılsız ermeni iddiaları ve Ermenilerin Türklere yaptıkları mezalim. Ankara Ticaret Odası, Ankara. Bozan, İ., Morgül, T. veŞener, N. (2008). Türkiye’de farklı olmak: din ve muhafazakarlık ekseninde ötekileştirilenler. Boğaziçi Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projesi, İstanbul. Bozkurt, G. (1983). Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914). Ankara. Bozkurt, G. (1983). İslam Hukuku’nda Müste’menler. Fadıl H. Sur’un Anısına Armağan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: 522, Ankara s. 361-379. Bozkurt, G. (1993). Türk hukuk tarihinde azınlıklar. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 43 (1–4), 52. Braudel, B. (1999). Millet Sisteminin İlginç Tarihi. Ankara: Osmanlı. Copeaux, E. (2000). Tarih ders kitaplarında (1931-1993): Türk tarih tezinden Türk-İslam sentezine. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, s. 32. Çağaptay, S. (2002). Otuzlarda Türk Milliyetçiliğinde ırk, dil ve etnisite, modern Türkiye'de siyasi düşünce. Cilt 4 / Milliyetçilik, (der. Tanıl Bora), İstanbul: İletişim, s. 260. Çağaptay, S. (2003). Citizenship policies in interwar Turkey. Nations and Nationalism, 9(4), 601-619. 215 Çağaptay, S. (2003). Citizenship policies in interwar Turkey. Nations & Nationalism, 9(4), 603. Çağatay, M. (1999). Kimlik ve toplumsal barış. Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Çağatay, M. (2003). Türkiye’de toplumsal eşitsizliklerin kaynağı olarak kurumsal kimlik. Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Çavuşoğlu, N. (2001). Uluslararası insan hakları hukukunda azınlık hakları (2. Baskı). İstanbul: Su Yayınları. Çavuşoğlu, N. (1998). Azınlık Nedir? TODAİE İnsan Hakları Yıllığı, 19-20, Ankara: TODAİE. Çavuşoğlu, N., Hakları, A. (2002). Avrupa Standartları ve Türkiye Bir Karşılaştırma. Kaboğlu, IÖ (Haz.) Azınlık hakları. İstanbul: Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayını. Çaycı, A. (2000). Türk-Ermeni ilişkilerinde gerçekler, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları. Çetin, F. (2002). “Yerli yabancılar,” ulusal, ulusal üstü ve uluslararası hukukta azınlık hakları (birleşmiş milletler, Avrupa birliği, Avrupa konseyi, Lozan antlaşması) (Haz. İ. Kaboğlu). İstanbul: İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi, s. 73–75. Çilingir, S. Avrupa Kimliği Ve Ulus-Devlet Modeli. Toplam Kalite Yönetimi, Pazar Rekabeti ve Organizasyonel, 44. Dalyancı, N. (2006). Avrupa Birliği‟ nin Azınlık Politikaları ve Türkiye’ye Etkileri. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Delpéréé, F. (2000). Avrupa ve azınlıklar. (Der. İ. Ö. Kaboğlu) Kopenhag Kriterleri, İstanbul: Doğa Basım Yayın. Documents sur les Arméniens-Ottomans, II, 91-92. 2133. Doğan, N. (2005). İnsan hakları hukuku. İzmir: Altın Nokta. Dursun, Eşitlik http://www.enfal.de/sosyalbilimler/e/032.htm, 19.10.2014. Son Erişim Tarihi: Ekinci, A. İnsanlığın Entel Umudu, Radikal, 19.11. 2004; Takvim, 16.11.2004. Ercan, Y. (1985). Tarihi belgelerin ışığında ermeni iddiaları, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri Sempozyumu, Ankara. Erdoğan, B. (2000). Uluslararası Hukukta Azınlık Haklarının Korunması: BM ve Avrupa Sistemlerinin İncelenmesi. Türkiye’de İnsan Hakları, TODAİE, Ankara, s.236. Eroğlu, A. H. (1997). Osmanlı Devleti’nde Yahudiler (XIX. Yüzyılın sonuna kadar). Ankara. 216 Ersanlı, B. (2003). İktidar ve Tarih, Türkiye'de "Resmî Tarih" Tezinin Oluşumu (1929–1937). İstanbul: İletişim, s. 75. Ersanlı, B. (2003). İktidar ve tarih, Türkiye'de "resmî tarih" tezinin oluşumu (1929-1937). İstanbul: İletişim. Eryılmaz, B. (1990). Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Teb’anın Yönetimi. İstanbul. Eryılmaz, B. (1992). Osmanlı Devletinde Millet Sistemi. İstanbul. Feroz, A. (1995). Modern Türkiye’nin oluşumu. Çeviren: Yavuz Akogan, İstanbul: Sarmal Yayınevi, s. 55. Fırat, M. (2001). “1923–1939 Yunanistan’la İlişkiler,” Baskın Oran (ed.), Türk dış politikası Kurutuluş Savaşından bugüne olgular, belgeler, yorumlar. İstanbul: İletişim. Gökaçtı, M. A. (2004). Nüfus mübadelesi kayıp bir kuşağın hikayesi, İstanbul: İletişim. Gross, A. (2008). Gökçeada (Imbros) and Bozcaada (Tenedos): preserving the bicultural character of the two Turkish islands as a model for co-operation between Turkey and Greece in the interest of the people concerned. Avrupa Konseyi Parlamanterler Meclisi Raporu, 6. Güler, A. (2003). Osmanlıdan Cumhuriyete Azınlıklar. Ankara:TÜRKAR Türk Metal İş Sendikası Araştırma Bürosu. Gülgün, M. (1991). Çeşitli sosyo-kültürel gruplarda kültürel veya sosyal kimlik olgusunun incelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir. Güven, D. (2006). Cumhuriyet dönemi azınlık politikaları ve stratejileri bağlamında 6/7 eylül olayları, 2. B., İstanbul: İletişim, s. 109-110. Güven, D. (2006). Cumhuriyet dönemi azınlık politikaları ve stratejileri bağlamında 6–7 eylül olayları. İstanbul: İletişim. Güvenç, B. (1994). Türk Kimliği. Ankara: T.C Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Basımevi. Güvenç, B., Şaylan, G. Tekeli, İ. ve Turan, Ş. (1994). Türk-İslam Sentezi. İstanbul: Sarmal. Güvenç. B. (1994). Türk Kimliği. Ankara: T.C Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Basımevi. Halaçoğlu, Y. (2001). Ermeni tehciri ve gerçekler. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Halaçoğlu, Y. (2006). Sürgünden soykırıma ermeni iddiaları. İstanbul: Babıali Kültür Yayıncılığı. Henrard, K. (2000). Devising an adequate system of minority protection: individual human rights, minority rights and the right to self-determination. Martinus Nijhoff Publishers. 217 Işık, T., Saymaz, İ. Sağcı da solcu da misyonerlik alarmı veriyor. Radikal, 20.04.2007. Işın, E., İşyar, B. (2005). Türkiye’de Ulus-Devlet ve Vatandaşlığın Doğuşu. (Der. A. Kaya, T. Tarhanlı). Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık Politikaları: AB Sürecinde Yurttaşlık Tartışmaları. İstanbul: TESEV Yayınları, s. 80–81. İçduygu, A., Toktaş, Ş., Soner, B. A. (2008, February). The politics of population in a nationbuilding process:emigration of non-Muslims from Turkey, Ethnic and Racial Studies, 31(2), 359. İnaç, Z. (2004). Uluslararası belgelerde azınlık hakları. Ankara: Ütopya Yayınevi. Jan Zürcher, E. (1996). Modernleşen Türkiye’nin tarihi 2. B., İstanbul: İletişim, s. 286-288. Kaboğlu, İ. Ö. (2010). Anayasa hukuku dersleri. İstanbul: Legal Yayınevi, s. 248. Kadıoğlu, A. (2008). Vatandaşlığın Ulustan Arındırılması: Türkiye Örneği. Vatandaşlığın Dönüşümü: Üyelikten Haklara, İstanbul: Metis, s. 36–39. Kağıtçıbaşı, Ç. (2000). Kültürel psikoloji, kültür bağlamında insan ve aile, İstanbul: Evrim Yayınevi. Kahraman, S. Ö. (2005). Geçmişten günümüze Gökçeada’da yerleşmelerin dağılışında etkili olan faktörler. Coğrafya Dergisi, 14, 36-37. Kalabalık, H. (2004). İnsan hakları hukuku. İstanbul: Değişim Yayınları, s.39. Kaplan, İ. (2002). “Milli eğitim ideolojisi,” modern Türkiye'de siyasi düşünce. Cilt 4, Milliyetçilik, (der. Tanıl Bora), İstanbul: İletişim. Karabulut, K. (2005). Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 27. Karimova, N., Deverell, E. (2001). Minorities in Turkey, Stockholm. The Swedish Institure of International Affairs. Karpat, K. (1987). Kimlik sorusunun Türkiye’ deki tarihi, sosyal ve ideolojik gelişmesi, Türk aydını ve kimlik sorunu. İstanbul: Bağlam Yayınları. Karpat, K. (1988). Ottoman Ethnic and Confessional Legacy in the Middle East. Ethnicity, Pluralism and the State in the Middle East, Milton J. Esman and Itamar Rabinovich (Ed.), Ithaca: Cornell University Press. Karpat, K. H. (1996). Türk demokrasi tarihi, sosyal, ekonomik ve kültürel temeller. İstanbul: Afa Yayınları. Koçak, C. (2002). “Kemalist Milliyetçiliğin Bulanık Suları,” Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce. Cilt 4 / Milliyetçilik, (der. Tanıl Bora), İstanbul: İletişim. Koçak, C. (2002). Kemalist Milliyetçiliğin Bulanık Suları. Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 4 / Milliyetçilik, (Der. Tanıl Bora). İstanbul: İletişim, s. 38. 218 Koçoğlu, Y. (2003). Hatırlıyorum: Türkiye'de gayrimüslim hayatlar. İstanbul: Metis. Konan, B. (2008). Osmanlı Devletinde Kapitülasyonlar Çerçevesinde Yabancıların Din ve Vicdan Özgürlüğü. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 57(1), 168-16. Korkut, L. (2009). Ayrımcılık karşıtı hukuk. Ankara: İnsan Hakları Gündemi Derneği. Kurubaş, E. (2004). Asimilasyondan tanınmaya uluslararası alanda azınlık sorunları ve Avrupa yaklaşımı, Ankara: Asil Yayın Dağıtım. Kurubaş, E. (2004). Asimilasyondan tanınmaya uluslararası alanda azınlık sorunları ve Avrupa Yaklaşımı, Ankara: Asil Yayınları. Kuyucu, A. T. (2005). Ethno-religious 'unmixing' of 'Turkey': 6-7 September riots as a case in Turkish nationalism. Nations & Nationalism, 11(3), 369. Kuzu, B. (1993). Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi. İstanbul: Kazancı. Küçük, C. (1985). Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi ve Tanzimat. Mustafa Reşit Paşa ve Dönemi Semineri, Ankara. Küçük, C. (1985). Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet sistemi ve Tanzimat. Mustafa Reşit Paşa ve Dönemi Semineri, Ankara. Küçük, C. (1985). Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler ve Millet sistemi. Söğüt II. Osmanlı Sempozyumu, İzmir Levi, A. (1998). Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler. 2. B., İstanbul: İletişim, s. 25. M. Fırat, (2001). “1945–1960 Yunanistan’la İlişkiler,” Baskın Oran (ed.), Türk dış politikası Kurutuluş Savaşından bugüne olgular, belgeler, yorumlar. İstanbul: İletişim. McCarthy, J. (2006). Osmanlı’ya veda, imparatorluk çökerken Osmanlı halkları (çev.: M. Tuncel). İstanbul: Etkileşim Yayınları. Melek, F. (2001). “1923–1939 Yunanistan’la İlişkiler,” Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurutuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar. 4. B., İstanbul: İletişim Yayınları, s. 325-356. Nalbant, A. (1997). Üniter Devlet: Bölgeselleşmeden Küreselleşmeye. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Narter, M. (2004). Cumhuriyet algısı. İstanbul: Alfa Yayınları. Nişancıa, Ş., Işık, C. B. (2012). Etnisite algısının siyasal tercihler üzerine etkisi: Kars İli Kağızman ilçesi üzerine bir çalışma. II. Bölgesel Sorunlar ve Türkiye Sempozyumu. Nuri, B. (1995). Kollektif Kimlik. İstanbul: Sistem Yayıncılık. 219 Nuri, B. (2001). İnsan İlişkileri ve Kimlik. İstanbul: Sistem yayıncılık. Oran, B. (1999). Atatürk Milliyetçiliği: Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme. Ankara: Bilgi Yayınevi. Oran, B. (1999). Lozan İhlalleri: Türkiye ile Yunanistan Açısından Karşılaştırmalı Bir İnceleme. Yayınlanmamış Rapor. Oran, B. (2001). Küreselleşme ve Azınlıklar (4.Basım). Ankara: İmaj Yayınevi. Oran, B. (2001). Küreselleşme ve Azınlıklar. Ankara: İmaj Kitabevi. Oran, B. (2004 Haziran-Aralık). Lozan’ın ‘Azınlıkların Korunması’ Bölümünü Yeniden Okurken. Yılmaz Günal’a Armağan, SBF Dergisi, 49. Ortaylı, İ. (1998). The Ottoman millet system and its social dimensions. Boundaries of Europe, Stockholm, Forksningradsnamnden. Ortaylı, İ. (1985). Osmanlı İmparatorluğu’nda millet. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, 4, 996-1001. Ökte, F. (1951). Varlık vergisi faciası. İstanbul: Nebioğlu Yayınevi. Önder, A. T. (1999). Türkiyenin Etnik Yapısı. Ankara: Önerler Yayıncılık. Özdemir, H. (2005). Ermeniler, sürgün ve göç. Ankara. Özdoğan, G. G. (2001). “Turan”dan “Bozkurt”a, Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931– 1946) (çev. İ. Kaplan). İstanbul: İletişim, s. 85. Özertem, S. (1988). Doğululuk/batılılık, kimlik bunalımı ve kültürde bütünlük ve süreklilik üzerine. Saçak. Öztan, G. G. (2007). Türkiye'de zenofobi ve misyonerlik. Radikal. Pazarcı, H. (1990). Uluslararası hukuk dersleri 2. B., Ankara: Turhan Kitabevi. Poyraz, E. (2007). Musa'nın çocukları Tayyip ve Emine, İstanbul: Togan Yayınları. Poyraz, E. (2007). Musa'nın Gül'ü. İstanbul: Togan Yayınları. Rehman, J. (2002). “Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları”, Azınlık Hakları. İstanbul: İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayın No: 2. RIGAUX, F. (2002). Azınlıklar Hukuku: Tanımlama Sorunları. Ulusal, Uluslar üstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, İstanbul: İstanbul Barosu Yayınları. Sadioğlu, S. (2002). Azınlık sorunu ve çözüm önerileri, azınlık hakları. İstanbul: İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayın, No: 2. Sağlam, F. (1982). Temel hakların sınırlanması ve özü. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, s.47. 220 Sert, G. (2015). Eskişehir ili Yörük ağızları. I. Cilt, Master's thesis, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir. Sevgi Çilingir Avrupa Kimliği ve Ulus-Devlet Modeli, ss. 44-52 http://www.bjmer.net/Makaleler/629614911_44-52%C3%A7ilingir.pdf Shaw, S. (1999). Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi milleti. Ankara: Osmanlı, C. IV. Shaw. (1985). Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlık Sorunu. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. IV, İstanbul: İletişim. Smith, A. D. (2004) Milli kimlik. İstanbul: İletişim Yayınları. Soykan, T. T. (2000). Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslimler: Klasik Dönem Osmanlı hukukunda gayrimüslimlerin hukuki statüsü. İstanbul: Ütopya Kitabevi. Suavi, A. (1999). Kimlik Sorunu Ulusallık ve Türk Kimliği. Ankara: Öteki Yayınevi. Süslü, A., Kırzıoğlu, F., Yinanç, R., Halaçoğlu, Y. (1995). Türk Tarihinde Ermeniler. Ankara: Kars Kafkas Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları. Şahin, S. (1999). Fener Patrikhanesi ve Türkiye. İstanbul. T.C. Avrupa Birliği Bakanlığı Türkiye Düzenli İlerleme http://www.ab.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 Raporları 1998-2014 T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü. (1994). Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920). Ankara: Başbakanlık Basımevi, Tanıl, B. (1999). Türk sağının üç hali. İstanbul: Birikim Yayınları. Tanıl, B. (2002). ‘ekalliyet yılanları...’ Türk milliyetçiliği ve azınlıklar, modern Türkiye'de siyasi düşünce. Cilt 4 / Milliyetçilik, (der. Tanıl Bora), İstanbul: İletişim. Tanör, B. (2006). 1982 Anayasasına göre, Türk Anayasa Hukuku. İstanbul: Beta, s. 134-135 Tarhanlı, T. (2002): Cemaat Vakıfları: Bügünkü Sorunları ve Çözüm Önerileri. İstanbul: İstanbul Barosu Azınlık Hakları Çalışma Grubu Yayını. Taşdemir, H., Saraçlı, M. (2007). Avrupa Birliği ve Türkiye perspektifinden azınlık hakları sorunu. Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 2(8), 28. Taşkın, Y. (2007). Anti-komünizmden küreselleşme karşıtlığına: milliyetçi muhafazakâr entelijansiya. İstanbul: İletişim. Tezcan, D., Erdem, M. R., Sancakdar, O., Önok, R. M. (2010). İnsan Hakları el kitabı, Ankara: Seçkin Yayıncılık, s. 449. Tombak, Y. (2012). Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde kolektif özgürlükler perspektifinden Türkiye’de Alevilerin durumu. Yüksek Lisans Tezi, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. 221 Toprak, B. ve Çarkoğlu, A. (2006). Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset. İstanbul: TESEV Yayınları, s. 80. Toprak, S. (2005). 16. Yüzyılda Balkanlarda İslâmlaşma, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Toros, T. Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslim Azınlıklar. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C.IV Tunç, H. (2004). Uluslararası Sözleşmelerde Azınlık Hakları Sorunu ve Türkiye. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, VIII(1-2). Turan, Ş. (1991). Türk devrim tarihi. Ankara. Türkiye AB İlişkileri Kronolojisi. http://www.izmir.bel.tr/TurkiyeAbIliskileriKronolojisi/141/330/tr Türkiye Protestan Kiliseler Derneği, Hak İhlalleri İzleme Raporları 2006-20013 http://www.protestankiliseler.org/?page_id=638 Ürer, L. (2003). Azınlıklar ve Lozan tartışmaları. İstanbul: Derin Yayınları, s. 35. Üstel, F. (2004). “Makbul Vatandaş” ın Peşinde: II. Meşruiyetin bugüne vatandaşlık eğitimi, İstanbul: İletişim. Üstel, F. (2004). “Makbul Vatandaş”ın Peşinde: II. Meşruiyetin Bugüne Vatandaşlık Eğitimi. İstanbul: İletişim. Yazgıç, S. K. (2005). Avrupa Birliği. İstanbul: İnsan Yayınları, s. 52. Yeğen, M. (2002). Yurttaşlık ve Türklük. Toplum ve Bilim, 93, 200-217. Yıldız, A. (2001). “Ne Mutlu Türküm Diyebilene" Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938). İstanbul: İletişim. Yıldız, A. (2001). “Ne mutlu türküm diyebilene" Türk ulusal kimliğinin etno-seküler sınırları (1919-1938). İstanbul: İletişim. Yıldız, S. (2007). Kimlik ve ulusal kimlik kavramlarının toplumsal niteliği. Millî Folklor, 74. Yumul, A. (2005). Azınlık Mı, Vatandaş Mı? Türkiye’de çoğunluk ve azınlık politikaları: AB sürecinde yurttaşlık tartışmaları (Der. A. Kaya, T. Tarhanlı). İstanbul: TESEV Yayınları. Yurdusev, A. N. (2001). “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin dış politika gündemi: kimlik, demokrasi, güvenlik. Ankara: Liberte Yayınları. Yurdusev, A. N. (1997). Avrupa kimliğinin oluşumu ve Türk kimliği, Atila Eralp (der.), Türkiye ve Avrupa: batılılaşma, kalkınma, demokrasi. Ankara: İmge Kitabevi. 222 223 ÖZGEÇMİŞ Kişisel Bilgiler Soyadı, adı : Gamze KİBAROĞLU Uyruğu : TC Doğum tarihi ve yeri : 02.01.1983 Hatay Medeni hali : Bekar Telefon : 0533 452 58 06 e-mail : [email protected] Eğitim Derece Eğitim Birimi Mezuniyet tarihi Yüksek lisans G.Ü.S.B. E. Uluslar Arası İlişkilerA.B.D. 2015 Lisans G.Ü.İ.İ.B.F Uluslararası İlişkiler AaaA.B.DA.BilimDali 2005 Lise İskenderun Demir Çelik Anadolu Lisesi 2000 Yıl Yer Görev 8.Yıl TURKSAT A.Ş. Uzman Yardımcısı İş Deneyimi Yabancı Dil İngilizce Hobiler Buz Pateni, Halk Oyunları, Yüzme GAZİ GELECEKTİR... GAMZE KİBAROĞLU ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YÜKSEK LİSANS TEZİ AVRUPA BİRLİĞİ (AB) UYUM SÜRECİNDE TÜRKİYE'DE GAYRİMÜSLİM AZINLIKLAR: OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN GÜNÜMÜZE AZINLIKLARIN STATÜSÜ GAMZE KİBAROĞLU MART 2015 ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI MART 2015