Haftalık Bülten 13 Ağustos 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Bir hadiste, haklı olduğu halde mücadeleyi terk etmenin hayır olduğu bildirilmektedir. Hakkımızı savunmamızın da gerekliliği var ve zulüm edene hakkımızı yedirmeme adına davranışımızdaki ölçü nasıl olmalı?................................................................................................ 3 Bazı hadislerde, anasız kalasıca, eli toprak olasıca, canın çıksın şeklinde geçen ifadeleri nasıl anlamamız gerekiyor?...................................................................................................................... 4 Tevbe suresi 31. ayette geçen, Yahudi ve Hristiyanların, hahamları ve rahipleri rab edinmeleri konusunu açıklar mısınız? ........................................................................................... 6 Muhammed İkbal hakkında bilgi verir misiniz?........................................................................... 9 Allah ile ünsiyet kurmak ne demektir? Üns makamına nasıl çıkılır?........................................12 Nice namaz kılanlar vardır ki, onların kıldığı namaz sadece yatıp kalkmaktan ibarettir, onlara sevaptan da bir pay yoktur, anlamına gelen bir hadis var mıdır? ................................. 13 Zinanın ispatlanması için dört şahidin açıktan açığa tam olay esnasında müşahede etmeleri şartının, Hz. Aişe (ra)'ye isnad edilen zina iftirasından sonra, iftiranın iftira olduğu sabitlenmeden evvel düzenlendiği iddiası doğru mudur?........................................................... 14 Tecavüze uğrayan bir kadının doğurduğu çocuk ne yapılmalı? Anne, çocuğu istememe bir kuruma verme özgürlüğüne sahip midir?.................................................................................... 15 Şathiye (alaylı hikaye, şiir) yazanlar hakkında bilgi verir misiniz? Şathiye yazmak, yanlış anlaşılmaya neden olacağından İslamî olarak nasıl bakmalıyız?............................................... 16 Ameller niyetlere göredir hadisi ile ameller neticelerine göredir hadisi -haşa- çelişmiyor mu? ......................................................................................................................................................... 17 Kul namaza durduğunda günahları başı ve omuzları üzerine getirilir ve konulur... Kul rükuya ve secdeye gittikçe dökülür, anlamına gelen ifade hadis midir? Buna benzer başka rivayetler var mıdır?...................................................................................................................... 19 Dört senedir hac kurası çıkmadı. Hac için ayırdığım paranın yarısını harcadım, farziyet devam ediyor mu?.......................................................................................................................... 20 Eğer Allah görünseydi, herkes iman etmek zorunda kalırdı ve imtihan sırrı kaybolurdu denilmektedir. Şeytan Allah'ı gördüğüne göre, Rabbimizi görsek bile tüm kötülükler yine olurdu. O zaman görünmemesindeki başka hikmet ne olabilir?................................................ 21 İmam Rabbani'nin, namazın miraç olması bu ümmete mahsustur, sözündeki bu ümmet kavramını ve kastedilen bu ümmet dışındaki diğer ümmetlerle namaz ilişkisini açıklar mısınız ?....................................................................................................................................................... 23 Kur'an Arapça olarak indiği halde, neden İncil'i Arapça karşılığı olan müjde ile değil de, kökeni Yunancadan gelen İncil ismi ile sayıyor?......................................................................... 24 Nice namaz kılanlar vardır ki, onların kıldığı namaz sadece yatıp kalkmaktan ibarettir, onlara sevaptan da bir pay yoktur, anlamına gelen bir hadis var mıdır? ................................. 25 2 Bir hadiste, haklı olduğu halde mücadeleyi terk etmenin hayır olduğu bildirilmektedir. Hakkımızı savunmamızın da gerekliliği var ve zulüm edene hakkımızı yedirmeme adına davranışımızdaki ölçü nasıl olmalı? Evet bu hadis rivayeti kaynaklarda yer almaktadır: “Altı haslet, hayırdandır: Allah’ın düşmanlarına karşı kılıçla cihat etmek, yaz gününde oruç tutmak, musibet esnasında güzelce sabır göstermek, haklı olduğu halde cedelleşmeyi terk etmek, havanın kapalı olduğu / bulutlu günde namazı erken kılmak, kış günlerinde güzelce abdest almak.”(Beyhakî, Şuabu’l-iman, -şamile-6/278; Kenzu’lUmmal, h. No: 43535). Beyhakî, hadisin senedinde yer alan bir ravinin zayıf olduğunu belirtmiştir.(a.g.e). Hadisi şöyle anlamak mümkündür. “Heyru’l-umuri ahmezuha = işlerin en hayırlısı zahmetli olanıdır.” mealindeki hadiste de işaret edildiği üzere, her iyi amelin sevabı ondaki meşakkatle doğru orantılıdır. İşte bu, söz konusu hadiste misal olarak altı hususa işaret edilmiştir. Hadiste söz konusu edilen “mücadele”den maksat karşılıklı söz düellosuna girmekten sakınmaktır. Yoksa, hak ve hakikati savunma adına mücadele etmek manevî bir cihattır ve vaciptir. Biz bu mücadele kelimesini “cedelleşme” olarak tercüme ettik ki, bir hakikati ortaya çıkarmaktan uzak, hissî ve nefsanî arzuların çatışmasına dair bir söz düellosuna işaret etmiş olalım. Gerçekten ağız kavgasına dayanan, karşıdakine üstün çıkma hedefine kilitlenmiş kimselerin hakkı savunmaları veya hakkı kabul etmeleri oldukça zordur. Duyguların ön plana çıktığı böyle bir lafazanlık mücadelesine girmek, çeşitli yönden insanı günaha sokabilir. Halbuki, insaflı bir kişi, İmam Şaffi’nin dediği gibi, “Hak hasmının elinde çıksa daha memnun olur. Çünkü, yeni bir şeyi öğrenmiş olmakla beraber gurura da girmemiş olur.” İlave bilgi için tıklayınız: Bu dünyada uğranılan haksızlıklara; bu dünyada mı mücadele edilmeli ve nereye kadar mücadele edilmeli. Yoksa ahirette mi o insanlardan şikayetçi olup hakkını helal etmemeli? 3 Bazı hadislerde, anasız kalasıca, eli toprak olasıca, canın çıksın şeklinde geçen ifadeleri nasıl anlamamız gerekiyor? Bazı hadislerde, muhâtabına “FمكH Jك أF تM FكلP F ”ثdenilen ve Türkçe’ye “annesi kaybedesice” şeklinde çevrilebilen bu söz, Arapların gelenek olarak kullandıkları bir ifadedir. (bk. Aynî, Umde, VI, 88). “Sükl/كلM J ”ثkelimesi, annenin veya babanın çocuğunu kaybetmesi (İbnu’l-Esîr, Nihâye, I, 217), ya da çocuğun annesini kaybetmesi mânâsındadır. Bu ifade, kötü fiillerinden ve sözlerinden dolayı kişinin aleyhine beddua gibi olsa da hakikî mânâda değildir, mecazî olarak kullanılmaktadır. Yoksa gerçek mânâda muhatabın anasının ölmesi için beddua etmek değildir. Zâhirde anasının veya kendisinin ölmesine dua etmek gibi görünse de mecazî olarak bu ifadeden sonra söylenilen sözün önemine dikkati çekmek ve muhâtabı gafletten uyandırmak için ifade edilen bir sözdür. (Mübarekfurî, Tuhfe, VII, 365). Bazı hadislerde, Araplarda gelenek olarak kullanılan bu ifadeyi, sahâbîler kendi aralarında kullandıkları gibi (bk. Tirmizî, Sünen, İman, 8) Hz. Peygamber (s.a.v)’in de kullandığı görülmektedir. Mesela, Hz. Peygamber (asv)'in Hz. Muâz’a “كF مH Jك أF تM FكلP F ”ثdedikten sonra dikkat çektiği konuya baktığımız zaman, ne kadar önemli bir hususu belirttiği âşikardır. Nitekim insanın Cehenneme yüz üstü atılmasının en büyük sebeplerinden birinin, diliyle konuştukları (gıybet, iftira, sövmek, dedi kodu, inkar ve küfür vs.) sebebiyle olacağını belirtmiştir ki, annesini kaybeden çocuğun veya çocuğunu kaybeden bir annenin psikolojik durumu göz önüne alındığında kişinin içi nasıl yanıyorsa, konuştukları sebebiyle de insanı yakacak olan Cehennemden, dolayısıyla da kişiyi Cehenneme götürecek durumlarla Cehennemde yanacağı belirtilerek bu durumlardan sakındırılmış olmaktadır. Bununla birlikte “Tavsiye edilen şeyi yapmazsan o zaman ölmek senin için daha hayırlıdır.” mânâsı da anlaşılabilir. (İbnu’lEsîr, Nihâye, I, 217). Aynı şekilde Araplarda teşvik, reddetme, hayret etme ve bir şeyi yüceltmek için kullanılan tabirlerden biri de “كF اFدF يMتFربP F ”تifadesidir. Bu “Elin topraklansın, elin toprağa sürünsün” şeklinde Türkçeye çevrilebilir. Bu ifade hem medih hem de zem için kullanılan bir tabirdir. Nitekim aynı ifade, "Kadın dört şey üzere nikahlanır: Malı, makâmı, fizikî güzelliği ve ahlâkî güzelliği. Sen dindar olanı tercih et ki, elin toprağa sürünsün.” (İbnu Mâce, Sünen, Nikâh, 6) hadîsinde de kullanılmıştır. Burada iki mânânın anlaşılması mümkündür: Biri, şayet sen kadını dindarlığından dolayı nikahlamaz isen elin toprağa sürünür, yani fakir olursun, demek olur. İkincisi de şayet dindar olanı tercih edersen elin toprağa sürünsün, yani elin bereket bulsun, demek olur. Çünkü toprak berekete vesiledir. Onun için hangisi olursa olsun, kadının dindarlığını göz önüne alarak nikahlanırsa o zaman kişinin iki cihanın saadetini kazanması açısından büyük önem arz eder ki, bu da elin ve evin bereketlenmesi mânâsına gelir. Bu bakımdan “كF اFدF يMتFربP F ”تifadesi hakikî anlamında değil mecâzî anlamındadır. Yoksa gidip eli toprağa sürmek ve eli çamura sokmak değildir. Arapların kullandığı tabirlerden biri de “Allah canını alsın” anlamında kullanılan “”قاتلك ا tabiridir. Hz. Peygamber (asv)'in ve sahabilerin de bazı konuşmalarında bu tabiri kullandıkları görülmektedir. (bk. İbnu Mâce, Sünen, Nikâh, 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 243; VI, 268). Bu ifadenin kullanıldığı yerlere dikkat edildiğinde kabullenilmesi çok zor, hayret verici, olmaması istenilen büyük ve kötü durumlardan bahsedilmekte ve olayın büyüklüğüne dikkat çekilmektedir. Bu tabir Kur’ân’da da “Allah onların canlarını alsın, Allah onları j مJ JهFلFاتF( ”قTevbe, 9/30), “دP وJخدM JالM اب kahretsin / FكونJ F فMؤJى يhنF أJا M Fل أF PتJ ق/ Ashab-ı Uhdud J حF ص 4 kahrolsun,” (Burûc, 85/4), “رF دh F قFفMكيF لF PتJقF ف/ Canı çıkasıca, nasıl da ölçtü biçti!” (Müddessir, 74/19), “JرهF FكفM Fما أF Jسان F لنP اM لF PتJ ق/ Kahrolası insan! Ne kadar da inkârcıdır!” (Abese, 80/17) şeklinde de geçmektedir. (Doç. Dr. Adem Dölek) 5 Tevbe suresi 31. ayette geçen, Yahudi ve Hristiyanların, hahamları ve rahipleri rab edinmeleri konusunu açıklar mısınız? Tevbe Suresi 31. Ayet: "Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir." Ayetin Açıklaması: "Allah'dan başka bir de hahamlarını (Yahudiler) ve rahiplerini (Hristiyanlar) kendilerine rab edindiler." Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah'ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah'ın "yapmayın" dediği şeyleri yaptılar, "yapın" dediklerini de yapmadılar. Allah'ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah'ın emirlerini uygulayan, O'nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz'etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki: "Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı, -ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve Hristiyandı- Resulullah (asv) Berâetün (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu, bana "Ya Adiy şu boynundaki veseni at." buyurdu. Ben de çıkardım attım. "Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler." anlamına olan âyetine geldi, ben: "Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi." dedim. Resulullah buyurdu ki: "Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?" Ben de "Evet" dedim. "İşte bu onlara ibadettir." buyurdu. Rebi' demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğullarında nasıl idi?" diye Abdul'âli-ye'ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı." dedi. Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir. Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Şu halde burada din âlimlerine, ululemr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah'ın emri olan bir farz değil midir? O halde Yahudilerle Hristiyanların kendi âlimleri ve yöneticileri demek olan "ahbar" ve "ruhban"a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor? Şeklinde düşünmeye gerek yoktur. Çünkü burada sözü edilen şey, Allah için itaat ve teslimiyet değil, "min dunillah" olan, yani Allah'ın emrine ters düşen itaattir. Gerçekten de ilmî hakikatleri kabul ve âlimlere itaat etmek 6 ve saygı göstermek Allah'ın emridir. Ve Allah'ın emrine itaat de Allah'a itaattır. Fakat bu doğrudan doğruya değil "Allah'a, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisa 4/59) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere, Allah'a ve Resulü (asv)'e itaatın bir bölümü olarak ve ona bağlanarak yapılacak olan bir itaattır, Allah'a ve emirlerine rağmen bir itaat değildir. Allah için bir itaat demek, Allah'ın emirleri doğrultusunda olan, en azından mahluka itaatte yaratıcıya isyan bulunmayan bir itaat demektir. Böyle bir itaat, Halıka isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, hakkın emrine uygun düşmesinde ve daima Allah'ın rızasını araştırmasında, hakkın ahkâmını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen Allah'ın hukukuna aykırı olan, Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür. Ululemr olmaları, sırf bilgileri ve ilmî haysiyetleri bakımındandır. Yani emredilen marufu tanımaları, uyulacak âyetin hükmünü iyi bilmeleri ve ondan elde edilecek mânâyı iyi kavramaları sebebiyledir: "Bunların hüküm çıkarmaya gücü yetenleri elbette onu anlarlardı." (Nisâ, 4/83), "Allah'ın kulları içinde O'ndan en çok korkanlar âlimlerdir." (Fâtır, 35/28) özelliklerini taşımaları ve "Eğer bilmiyorsanız, ilim ve hikmet ehline danışınız." (Nahl 16/43) buyurulduğu üzere, âlimlerin ehl-i zikir olmaları bakımındandır. Âlim, bilgi sahibi olması bakımından hiçbir şeyin değil, ancak hakkın kuludur. Delillerin ve hakkın âyetlerinin emrindedir. Lâkin delilin şerefi bizzat kendinden değil, medlulü olan hakka delalet etmesi ve hakkın açığa çıkmasına yardımcı olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar. İlme ve ilmin ortaya koyduğu verilere, Hak Teâlâ tarafından yaratılmış gerçekler olduğu bakımından itaat, Allah'ın emrine itaat ve hakkın farizasını yerine getirmektir. Hakka bağlı olduğu müddetçe ilme ve âlime uymamak ilim ve ulema düşmanlığıdır. Ancak Allah'ın emirlerini gözardı ederek âlimlerde velev cüz'î bir hüküm vazetme yetkisi bulunduğunu, hatta bir zerrenin bile hükmünün yerini değiştirmeye yetkili olduklarını kabul ve teslim eylemek Allah'dan başkasına bir rablık hissesi vermektir, onları "min dunillah" (Allah'ın gerisinde) rab edinmektir. Şeytanlara, tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah'ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah'ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah'ı bırakıp başkalarına tapmak demektir. Maalesef Yahudiler ve Hristiyanlar işte böyle yapmışlardır: Ahbar ve ruhbanlarını Rab edinmişlerdir. Onlara gerçekten Rab dememişlerse bile Rab yerine koymuşlardır. Dinde hüküm koyabilme haklarının olduğuna inanmışlardır. Hele Hristiyanlık tarihinde ruhban sınıfının kutsal tanınması ve papaların hata etmez sayılması, daha fazla resmiyet kazanmış olan çok açık bir durumdur. Bunların din işlerinde yetkili ve dinde her türlü tasarrufa salahiyetli olduklarını, ruhani meclislerin kararlarıyla ve papanın emriyle dinin ahkâmının ve kitabın kesin emirlerinin değiştirilecek derecede te'vil ve tebdil, hatta tahrif olunabileceğini, 7 namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin, haram ve helâl ile ilgili bütün kuralların ve meselelerin istenilen şekle konulabileceğini, her türlü günahın affedilebileceğini, hatta cennet ve cehennem anahtarlarının papazların elinde olup, bunların isteyene satılabileceğini ve bütün bunlara hiç kimsenin itiraza hakkı bulunmadığını iddia ve kabul edecek kadar imtiyazlar tanımışlardı ki, bu âyet işte bütün bunları hatırlatmakta, muaheze etmektedir. Adiy ile ilgili olan hadisi şerif de bunun asgari ölçüde bir bakıma tefsiridir. Hristiyanlıkta ruhban sınıfının böyle bir imtiyaz ve hakimiyetle "min dunillah" (Allah'ın gerisinde) Rab edinilmelerine "klerikalizm" adı verilir. Daha sonra bundan şikayetle Protestanlık zuhur etmiştir. (bk. Mâide Sûresi âyet 64, 65). Daha sonra bu Rablık imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere geçmiştir. Bundan başka Protestanlar da dahil olduğu halde, ilk devir Hristiyanları içindeki muvahhidlerden ilgisiz olarak, genelde Hristiyanlar arasında yaygın hâl almış bir şirk vardır ki, bütün diğer şirk çeşitlerinin temelini teşkil eder. Şöyle ki: Meryem oğlu Mesih'i de Rab edindiler. Hristiyanlar rahiplerini Rab yerine koyduktan ve onların lafıyla "İsa Mesih Allah'ın oğludur." dedikten başka bir de "Meryem oğlu Mesih Rab'dır." diye tutturdular. Ona böyle üçüzlü bir inançla mabud ve ilâh diye taptılar. Rab kabul edip, Rablığı onda topladılar. Oysa onlar, hakikatte bir tek ilâha tapmak ve ancak ona ubudiyet etmekle emrolunmuş idiler ki O'ndan başka ilâh yoktur. Onların hepsi; Yahudisi, Hristiyanı, hahamları ve papazları, akıl delilleriyle ve Allah kitaplarının ortaya koyduğu naslarla, ilâhî hükümlerle başkasına değil, sadece ve sadece Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Mesih aleyhisselamın diliyle Allah'a ibadet ediniz ve O'na aykırılıktan sakınınız. Benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz. Kim Allah'a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılacak ve yeri cehennem olacaktır.(Mâide, 5/72) buyurulmuştu. (bk. Bakara Sûresi âyet 87 ve 253). Böyle iken bunlar bu hak emrinin aksine hareket ederek bir olan Allah'dan başka Rablar da edindiler. Allah'a ve emirlerine karşı geldiler. Kendi nezahet-i sübhaniyyesiyle tenzih O'na, o şirk koşanların şirkinden. Yani, onlar müşriklere benzemekle kalmıyorlar, bilfiil müşriklik de ediyorlar ve Allah'a şirk koşuyorlar. Allah Teâlâ'nın uluhiyetinin şanı ise gerek gizli, gerek açık her türlü şirk şaibesinden uzaktır. O, kendi ezeli nezaheti ile münezzehtir. O'nun zat-ı sübhanisi hiç kimsenin tenzihine muhtaç olmadan, O kendisini, onların açık ve gizli şirk koşmalarından tenzih eyler. Şu halde Allah Teâlâ, onlardan da "berî"dir, onların şirklerinden de. (bk. Elmalılı Tefsiri, ilgili sure ve ayet) 8 Muhammed İkbal hakkında bilgi verir misiniz? (1877-1938) Hindistanlı Müslüman düşünür, şair. Pencap eyaletinin Keşmir sının yakınındaki Siyâlkût şehrinde dünyaya geldi. Doğum tarihi konusunda farklı bilgiler verilmekle birlikte kendisi doktora tezinde 2 Zilkade 1294'te (8 Kasım 1877) doğduğunu kaydetmiştir. Sûfîmeşrep bir zat olan babası Nûr Muhammed ve annesi İmam Bîbî onun dinî şahsiyetinin gelişmesinde önemli ölçüde etkili olmuşlardır. İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, diğer Hintli müslüman aydınlar gibi İkbal'i de İslâm milletlerinin bir rönesans gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yöneltti. 1922'de İngiliz yönetimi tarafından kendisine "sir" unvanı verilmişse de bu unvanı kullanmadı. 1926 -1929 yıllan arasında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929'da Madras, Haydarâbâd ve Aligarh Üiversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması üzerine konferanslar verdi. 1930'da Allahâbâd'da gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Birliği'nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti'nin kuruluşu yönünde ilk ciddi adım, İkbal'in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. 1931 yılında yapılan II. Milletlerarası İslâm Konferansı'nda Dünya İslâm Kongresi'nin başkan yardımcılığına getirildi. Hindistan halkına sınırlı yönetim hürriyeti verilmesi konusunu görüşmek üzere 1931'de Londra da düzenlenen II. Yuvarlak Masa Konferansı'na İkbal de katıldı ve orada Muhammed Ali Cinnah ile yakın temas içinde bulundu. Dönüşte İtalya ve Mısır'a uğradıktan sonra Filistin'de düzenlenen Dünya İslâm Konseyi toplantısına iştirak etti. 1932 yılında yine Londra'da gerçekleştirilen 111. Yuvarlak Masa Konferansı'na katıldı ve toplantının ardından Paris'e giderek Henri Bergson ve Louis Massignon ile görüştü. Buradan İspanya'ya geçen İkbal'in Kurtuba Ulucamii'ni ziyaret etmesi ve güçlükle izin alarak camide namaz kılması onun unutamadığı bir hâtıra oldu. Bununla ilgili olarak "Mescid-i Kurtuba" başlıklı şiirini yazdı. İspanya'dan İtalya'ya geçerek Mussolini ile görüştü ve ondan Kuzey Afrika müslümanlarına iyi davranmalarını istedi. 1933'te Afganistan Kralı Nâdir Şah'ın daveti üzerine Süleyman Nedvî ile birlikte Kabil'e giderek Afganistan'ın idarî sisteminin yeniden düzenlenmesi üzerine temaslarda bulundu. İkbal 1934'te gırtlak kanserine yakalandı ve sesini kaybetti, daha sonra gözleri de iyice zayıfladı, maddî problemler yaşamaya başladı. Buna rağmen gerek halkının gerekse İslâm âleminin meseleleri ve geleceğiyle ilgisini devam ettirdi. 1937'de ülkesindeki Müslüman halkın en büyük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah'a, Hindistan Müslümanlarının bağımsızlığı ve güvenliği hususundaki görüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Nisan 1938'de vefat etti ve Lahor'daki Mescid-i Şâhî'nin minaresi dibine defnedildi. Muhamed İkbal'e göre insan, bütün yaratılmışlar arasında "Halik"ın yaratıcı hayatına şuurlu bir şekilde iştirak etmeye muktedir olan yegâne varlıktı. Âlem insanın varlık sahnesine çıkmasıyla akıl, aşk ve hür iradeye sahip değerli bir varlığa kavuşmuştur. Fakat insanın bu mertebeye erişebilmesi için benliği güçlendirici bir hayat programı izlemesi gerekir. Ruhanî yücelişin üç önemli basamağı vardır. Bunlar ilâhî kanuna tam itaat ve teslimiyet, nefsin disiplin altına alınması ve hilâfet şeklinde sıralanır. Benliği güçlendiren ana umdeler ise aşk, fakr, cesaret, hoşgörü ve helâl kazanç gibi hususlardır. Aşk, insanın kendi imkân ve kabiliyetlerini idrak etmesinin vasıtasıdır. Aşk yolu insana ilâhî sıfatlarla donanma imkânı verir; aşk aklın rakibi değildir, hatta aşk ile aklı birleştirmek gerekir. Fakr, köle ruhluluktan kurtulup hür olmanın temel şartları ndandır. Cesaret başarının şartı, sıkıntılı anlarda benliği dağılmaktan koruyan enerjidir. Hoşgörü, kendi benliğinin şuuruna eren insanın başka benleri de anlaması, gönül kapısını onlara açmasıdır. Helâl kazanç, meşru servetin yanında maddî ve manevî alanda meşruluk kaygısı güdülerek elde edilmiş veya gerçekleştirilmiş her türlü ba9 şarılı sonuçları kapsar. Korku, kölelik, dilenme, soy sopla övünme gibi erdemsizlikler benliği zayıflatan veya dağıtan etkenlerdir. İkbal'e göre Kur'an'ın tasvir ettiği mümin tamamen aktif bir insandır. Bu aktif lik ilk Müslüman nesillerde açık şekilde görülmektedir. Ancak bu dinamizm gittikçe zayıflamış, sonraki bazı fikir akımları bu süreci daha da hızlandırmıştır. Nitekim Yunan felsefesi, İslâm tarihinde kültürel bir güç oluşturup müslüman düşünürlerin bakış açısını genişletmişse de genelde onların Kur'an'a bakışlarına muğlaklık getirmiştir. Fârâbî ve İbn Sînâ geleneğini devam ettiren İkbal, İslâm toplum yapısının nübüvvet şuurunun siyasî hayata intikaliyle vücut bulduğunu belirtir. İslâm, başından beri ahlâk temeline dayalı bir sivil toplum kurmak ve ona yön vermek amacını güttü. Bundan dolayı İslâm açısından dinin yapıcı katkısından mahrum bir siyasetten bahsedilemez. Eğer din siyasetten ayrılırsa geride Cengiz'likten başka bir şey kalmaz. Hayatının önemli bir kısmını siyasetin içinde geçiren İkbal'in ilk yıllarda bir çeşit Hint milliyetçiliğini savunduğu görülmektedir. Avrupa'dan dönüşünde ise artık farklı bir siyaset anlayışından bahsediyordu. Birçoklarına göre bu panislâmcılık dönemidir. Öyle görünüyor ki bazı Hintli ve Batılı yazarlar, İkbal için panislâmist değerlendirmesini yaparken biraz da onu gözden düşürmek istemişlerdir. İkbal ise kendisinin panislâmist olduğunu söylüyor, fakat siyasî panislâmcılığın İslâm tarihinde hiçbir zaman gerçekleşmediğini savunanlara hak vererek sadece "insaniyetçilik" anlamında bir panislâmcılıktan bahsetmek gerektiğini belirtiyordu. Böylece İkbal üçüncü safhada bir İslâm milleti anlayışına yöneliyordu. Buna göre İslâm milleti son tahlilde bağımsızlığına kavuşmuş, iç bünyesini iyice güçlendirmiş bir İslâm milletleri topluluğundan oluşur. İkbal, Batı kaynaklı siyasî milliyetçilik anlayışının İslâm birliğini parçalayacağından emindir. İslâm ne millî duyguya ne de vatan fikrine karşıdır. İslâm için problem olan, toplumu nihaî anlamda tanımlayıcı ve belirleyici bir ilke olarak milliyetçiliktir. İkbal, Batı'da ortaya çıkan emperyalizmi ve doktriner sosyalizmi de tenkide tâbi tutar. Marx'ın Das Kapital'ınde hurafeler arasında gizlenmiş bazı hakikatler vardır; fakat Marx midede eşitlik üzerinde ısrar etmekte, beyninde küfrü taşımaktadır. Emperyalizm de mide ve beden çevresinde yükselmektedir; ikisi de Allah'ı tanımaz, insanı aldatır. Bu arada İkbal, İslâm milletlerinde bir Avrupa hayranlığının yayılmakta olduğunu hatırlatarak bu gelişmenin tehlikelerine dikkat çeker. Aslında İkbal, tenkitçi bir tavır takınmak şartıyla Batı karşısında olumsuz bir tutum içinde değildir. Onun karşı olduğu şey kötü taklitçiliktir. Batı'da ilim ve fennin gelişmesine müslümanların da katkıları büyük olmuştur. Şu halde onları yeniden İslâm dünyasına getirmek kendi mirasımıza sahip çıkmak demektir. Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgilenen İkbal, bu ilgisini daha 1911'deTrablusgarp Savaşı şehidleri için yazdığı şiiriyle terennüm etmiştir. Burada İkbal, huzuruna çıktığı Hz. Peygamber (asv)'in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehidlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah'a sunar. İkbal, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek müslüman millet olarak övdüğü Türkler'i aynı zamanda İslâm rönesansınf gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmektedir. Türkler'in gerek İslâm tarihindeki rolleri gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ve Millî Mücadele'deki kahramanlıkları İkbal'in hayran olduğu ve gelecek için ümit beslediği özelliklerdir. Saltanatın kaldırılıp Cumhuriyetin getirilmesini alkışlamış ve cesurca İslam dairesi içerisinde değerlendirmiştir. Ancak İkbal, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini bir geçiş dönemi zarureti gibi görmek istemişse de böyle olmadığı neticesine varınca bunları Câvidnâme'de açık şekilde eleştirmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir. 10 İkbal'e göre taklitçi bir anlayış içinde Batı'ya yönelmek kendinden uzaklaşmaktır. Batı'nın kuvveti eğlencede değil ilim ve fendedir. İlim ve fen için Avrupalılaşma'ya değil kafaya ihtiyaç vardır. Hikmet, ilim ve hünerin kıyafetle ilgisi yoktur. "Türk kendinden geçmiş bir halde Avrupa'nın sarhoşu ve kölesi olma yolundadır ve kendini gösterme arzusundan dolayı Batı'dan raks ve şarkıyı getirmiştir. Fakat İkbal bütün bu ifadelerine rağmen Türkler'le ilgili olarak nihai noktada bir kararsızlık içindedir. Bir taraftan laikleşme ve Batılılaşma'yı eleştirirken diğer taraftan bu sürecin gerçek İslâm'a yönelişle noktalanacağı ümidini taşımaktadır. Nitekim Nehru'nun. Türkler'in din bağından kurtularak ilerleme yoluna girdikleri şeklindeki bir ifadesine tepki olarak "Türkler'in dinlerinden vazgeçmediklerini, aksine daha gerçek bir İslâm'a yöneldiklerini" söylemektedir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İkbal Muhammed md.) 11 Allah ile ünsiyet kurmak ne demektir? Üns makamına nasıl çıkılır? Ünsiyet kelimesi, birisiyle veya bir şeyle huzur bulmak, onunla kalbi yatışmak, sükunet bulmak, yalnızlıktan kurtulmak, uygun bir arkadaşlık kurmak gibi manalara gelir. Allah ile ünsiyet kurmak demek, her şeyin anahtarı yanında, her şeyin dizgini elinde, her hazinenin mülkü kendisine ait olan yaratıcısına karşı sevgi ve saygı beslemek, hep onu hatırlamak, onu zikretmektir. Ünsiyet, Allah'ın sonsuz nimetleri karşısında şükrünü eda etmekten âciz olduğunu idrak etmek, ve kendisinde var olan bütün iyilik, güzellik ve nimetlerin sahibi olan Rabbi ile birlikte olmayı arzu etmektir. Böyle bir arzudan bir şevk ve iştiyak hasıl olur. Bu iştiyak vuslata olan hasretin ateşini alevlendirir. Bir an-ı seyyal de olsa, manen bu vuslatı yakaladığında, o iştiyak ateşi likaya, o hasret ateşi vuslata dönüşür. Bu vuslat, insan olan insana bir ünsiyet verir, bir sükunet ve huzur verir. ÜNS makamına çıkabilmek için, her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini müşahede etmek gerekir. İnsan kendisiyle ilgilenen, iyiliğini isteyen, yardımına koşan kimselere ünsiyet eder, onlarla birlikte olmaktan haz duyar. Kâinatta Allah’tan başka hakikî müessirin olmadığına iman eden kimse de, bütün iyilikleri, nimetlerin sahibi, kendisiyle çok ilgilenen ve himayesine alan Rabbinin yanında, yakınında olmaya can atar. Bu fıtratın gereğidir. İşte deyim yerinde ise, kim ne kadar “Her şey Onundur, Ondan gelir yine Ona gider.” hakikatine inanırsa, Allah’a olan ünsiyeti o nispette artar. Artık, her yerde onunla birlikte olmayı arzu eder. Bu arzu ise, sürekli onu zikretmeye, hatırlamaya çağırır. Artık bu kişi, Rabbini sadece Kur’an’da değil, mücessem Kur’an olan kâinat kitabında da müşahede eder. Zerreden seyyarelere kadar her şey onun için bir mirat-ı mefiret / marifet aynası olur, bir ünsiyet penceresi olur. Bazı ehl-i tasavvufa göre, bir insan cehenneme girdiğinde bile eğer Allah’a karşı beslediği sevgi ve saygıda kusur ederse, bu durum bu kimsenin gerçek manada üns / ünsiyet makamından uzak olduğunun göstergesidir.(bk. Kuşeyrî, Risasle) 12 Nice namaz kılanlar vardır ki, onların kıldığı namaz sadece yatıp kalkmaktan ibarettir, onlara sevaptan da bir pay yoktur, anlamına gelen bir hadis var mıdır? Rivayet göre, Ebu Hureyre şöyle dedi: Resulullah şöyle buyurdu: “Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.”(İbn Mace, Sıyam,21) Mecmau'z-zevaid’de bu hadisin senedi zayıf olduğuna işaret edilmiştir.(a.g.e). Aynı hadisi Ahmed b. Hanbel de şöyle rivayet etmiştir: “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Hafız Irakî, İbn Hanbel’in rivayetindeki senedin hasen/sağlam olduğunu belirtmiştir.(Irakî, Tahricu ahadisi’l-ihya -İhya ile birlikte-1/165). Bu hadiste vurgulanan husus, yapılan ibadetlerin hem şeriatin zahirî kurallarına, hem de batınî takva prensiplerine uygun olmasına işaret edilmiştir. Mesela, bir insan Ramazan ayında gündüz yemek yediği zaman, şeriatin zahiri hükümlerine uymadığı için orucu bozulmuş olur, bunu kaza etmesi gerektiği gibi ayrıca iki ay kefaret de tutması gerekir. (Şafilere göre sadece kaza etmesi gerekir). Bunun yanında oruçlu bir kimsenin yalan söylemesi, gıybet etmesi, orucun zahirî kurallara göre bozulmuyorsa da, gerçekte bazı sevapları kaybolacaktır. Yine namaz kılan kimsenin şeriatin zahirî kurallarına uymazsa; namazı bozulur, onu yeniden kılması gerekir. Buna mukabil, zahiri şartlara riayet etmekle beraber, namazı tamamen huzur ve huşudan halî, gaflet içerisinde kılsa, zahire göre onu iade etmesi gerekmez. Ancak, bu namaz sevabının en az bir kısmı zayi olacaktır. “Kim yalan söylemeyi, cahilliği ve cahillikle amel etmeyi (günah işlemeyi) terk etmezse, Allah’ın onun yemesini, içmesini terk etmeye ihtiyacı yoktur.”(İbn Mace, Sıyam,21) mealindeki hadis-i şerif bu hususu aydınlatacak bir konuma sahiptir. Bu gibi hadislerden maksat, yalan söyleyenin, günah işlemeye devam edenlerin oruç tutmayı bırakmasını emretmek değil, oruçla beraber bu kötü alışkanlıkları da terk etmeye teşvik etmektir. Aynı durum soruda geçen namaz konusu için de geçerlidir. Namazı dosdoğru kılmanın gereğine dikkat çekildiği gibi, namaz kılanların günahlardan uzak kalması gerektiği de ifade edilmiştir. Nitekim, “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” (Anebut, 29/45) mealindeki ayette bu iki konuya da dikkat çekilmiştir. Buna göre, namazı farzlarına uygun olarak yerine getiren kişinin namazı olur, ancak gereği gibi kılmıyorsa, günahlara devam ediyorsa, bu durum namazın ve diğer ibadetlerinin sevabını noksanlaştıracaktır. 13 Zinanın ispatlanması için dört şahidin açıktan açığa tam olay esnasında müşahede etmeleri şartının, Hz. Aişe (ra)'ye isnad edilen zina iftirasından sonra, iftiranın iftira olduğu sabitlenmeden evvel düzenlendiği iddiası doğru mudur? Hz. Peygamber (asv)'e inanmayan ve Kur’an’ı -hâşa- onun uydurması olarak gören kimseye ne anlatılsa fazla bir değer ifade etmez. Çünkü, ona göre Hz. Muhammed (asv) -haşa yüz bin defa haşa- her şeyi uydurmuştur. Şimdi dünyanın tesadüf oyuncağı olduğunu düşünen bir ateistin Peygambere veya Kur’an’a inanması zaten işin tabiatına aykırıdır. İmanın temel esaslarına inanmayan kimselere böyle fer’î meseleler ispat edilemez. Bununla beraber şunu söyleyelim ki, “Hz. Aişe (ra)'ye isnad edilen zina suçundan (iftirasından) sonra, iftiranın iftira olduğu sabitlenmeden evvel düzenlendiği” iddiası doğru değildir. Bütün siyer ve tarih kaynaklarında sabit olan gerçek şudur ki; Hz. Aişe (ra)’ye yapılan iftiradan sonra Hz. Muhammed (asv) -dört şahitle ilgili olarak- hiçbir hadis söylememiştir. Kaynakların bildirdiği şudur: Bu iftira hadisesinden sonra, Hz. Peygamber (a.s.m) yakın çevresinden eşi hakkında bilgi almış ve herkes tarafından onun çok iffetli biri olduğu hususu dillendirilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m) Mescid-i Nebevî'de eşinin masum olduğunu düşündüğünü, ondan hayırdan başka bir şey bilmediğini söylemiş ve bu konuda “dört şahidin gerekli olduğunu” asla söylememiştir.(bk. Said Ramazan el-Butî, Fıkhu’sSîre, s.278-289). Bu ifk / iftira hadisesinin üzeriden bir aydan fazla bir zaman geçmesine rağmen, konuyla ilgili bir vahiy inmemiştir.(bk. a.g.e). Bu husus bile tek başına Hz. Muhammed (a.s.m)’in hak peygamber olduğunu göstermektedir. Çünkü, eğer ateistlerin dediği gibi, kendisi ayetleri uydurmuş olsaydı, bu hayatının en sıkıntılı olayında neden ertesi gün hemen bir ayet ortaya koymasın? Neden düşmanlarını sevindiren, dostlarını üzüntüye boğan bu işi bir an önce çözmesin ve bunun iftira olduğunu söylemesin? Neden bir aydan fazla bir süre bekledikten sonra bu ayetleri ortaya koysun? Bunun tek bir izahı vardır, o da şudur: Hz. Muhammed (a.s.m) de bir kuldur, kendi başına hiçbir iş yapamaz, kendisinin haysiyet ve şerefiyle oynanmış bir hadisede de, Allah’ın vahyini beklemekten başka yapacağı bir şey yoktur. Zaten, kuvvetli bir ihtimalle, Allah’ın bu vahyi ilk günde indirebildiği halde, bir müddet geciktirmesinin altında yatan hikmet ve verilmek istenen ders şudur; Kur’an Hz. Muhammed (asv)’in malı değildir, o istediği an istediği ayetin indirilmesine asla müdahil değildir. O sadece bir elçidir, Allah dilediği zaman ona vahyini indirir, o da bunu tebliğ etmek zorundadır. Bir âmayı meclisinde ihmal ettiği için -belki bu konuyu hiç kimseye açmak istemediği haldeanında kendisini azarlayan ayetleri (Abese suresi) -istemese de- tebliğ etmesi, Hz. Aişe (ra)’ye yapılan iftira olayında ise -bir an önce gelmesini istediği halde- bir aydan fazla vahyin gecikmiş olması, zerre kadar aklı olana Hz. Muhammed (a.s.m)’in Allah’ın kulu ve resulü olduğu gereçeğini itiraf ettirecek niteliktedir. 14 Tecavüze uğrayan bir kadının doğurduğu çocuk ne yapılmalı? Anne, çocuğu istememe bir kuruma verme özgürlüğüne sahip midir? Bir annenin meşru çocuğuna karşı sorumluluğu ne ise, isteği dışında sahip olduğu gayri meşru bir çocuğu karşısında da aynı sorumluluğu taşımaktadır. Çocuğun bir suçu yoktur. Hiçbir anne masum bir yavruya karşı haksızlık sayılacak bir hareket özgürlüğüne sahip değildir. Yalnız şu vardır ki, meşru çocuk da olsa, herhangi bir sebeple kendisine sahip çıkılmayan bir çocuk, anne-babadan alınıp devletin himayesine alınabilir ve bir kuruma teslim edilebilir. Bu gayri meşru çocuk, şayet annenin sosyal çevrede kendisini her zaman zor durumda bırakan bir konumda ise, bu durumda onu babası olan kişiye teslim etmesi, o da olmazsa, kendisine gerçekten güzel bakılan bir kurumun himayesine verme ruhsatı olabilir. Çünkü, bu annenin meşru bir dairede evlenme hakkı vardır. Bu çocuk buna engel teşkil edebilir. Veya çevresinde bu yüzden hep kötü bir kadın olarak karşılanabilir. Ama her şeye rağmen çocuğun durumunu riske etmeyecek, huzurunu kaçırmayacak, dinî ve dünyevî hayat şartlarını hazırlayacak bir yere vermeye gayret etmesi gereklidir. Özetle; çocuk gayri meşru da olsa anne annedir; himayesine muhtaç olduğu sürece ona bakmak zorundadır. Şayet, ona bakacak yakınlarından başka birileri varsa bu zorunluluk düşebilir. Mazeretsiz bir surette, bu çocuğu istememe veya bir kuruma verme özgürlüğü yoktur. 15 Şathiye (alaylı hikaye, şiir) yazanlar hakkında bilgi verir misiniz? Şathiye yazmak, yanlış anlaşılmaya neden olacağından İslamî olarak nasıl bakmalıyız? Dini ve tasavvufi halk şiirinde mizahi, alaycı ve iğneleyici manzumelere genel olarak şathiye adı verilir. Şathiyeler, mutasavvıf şairlerce söylenmiş ya da yazılmış, tasavvufi inançları dile getiren, anlaşılması yorumlanmasına bağlı şiirlerdir. Tasavvufi konuları işleyenleri şathiyat-ı sûfiyâne adını alırlar. Şathiyeler daha çok Bektaşi şairleri tarafından yazılmıştır. Kaygusuz Abdal, Yunus Emre şathiye yazan şairlerdir. İman esasları ile, din ile alay eden ifadelere yer veren şathiyeler küfür sayılmıştır. Gerek manzum, gerek mensur olsun, gerek kitabî, gerek şifahî olsun İslam dinin zahirine ters düşen ifadeler İslam alimlerine göre suç sayılmıştır. Kendi içlerindeki niyetleri onları ceza almaktan kurtaramamıştır. Çünkü, İslam’da Hz. Ömer (ra)’in ifade ettiği gibi, “Biz şeriatın zahirine göre hükmederiz, işin gizli tarafını Allah’a havale ederiz.” prensibi esastır. Tarihte bazı tasavvuf ehlinin kadılar tarafından suçlu ilan edilmeleri de bu prensibe göre olmuştur. Bu sebeple, İslam’a ters düşen ifadeler içeren şathiyeleri yazanların sorumluluklarının olduğunu düşünüyoruz. Niyetlerinin halis olması kendilerini bir derece temize çıkarsa bile, başkalarının yanlış anlamalarına sebep oldukları için sorumlulukları vardır. Zahire göre, İslam’a ters düşmeyen şathiyeler yazmakta bir beis yoktur. Ancak, bunları anlamak da zor olduğu için dine pek de hizmet etmedikleri ortadadır. Boş yere kürek çekmenin, zamanı israf etmenin alemi yoktur. Bazen şairin içinde bulunduğu devirde açıkça söyleyemediği bazı şeyleri şathiyelerle seslendirmesi de söz konusudur. Yunus Emre’nin yazdığı bir şathiyenin sonunda söylediği şu sözler de bunu göstermektedir. Yunus bir söz söylemiş / Hiçbir söze benzemez Münafıklar elinden / Örter mâna yüzünü 16 Ameller niyetlere göredir hadisi ile ameller neticelerine göredir hadisi -haşa- çelişmiyor mu? “Ameller niyetlere göredir...” hadisi, amellerin maksat, gaye ve amaçlarına göre değerlendirileceğine işaret etmektedir. Bu hadis-i şerif, ilahî değerlendirmenin sadece kişinin işi veya sözüyle ilgili değil, aynı zamanda kalbin samimiyetle devreye girip girmemesiyle de yakından ilgili olduğunu göstermektedir. Hadisin tamamı şöyledir: Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.m.) buyurdu ki: Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”(Buhari, Nikah,5; Müslim, İmaret, 155) Bu hadisin vürud sebebi olarak şöyle bir olay nakledilmektedir: Hz. Peygamber (a.s.m.) Medine’ye hicret ettikten sonra, Müslümanlar da bu yola koyuldular. Hicret edenlerden biri de Ümmü Kays adında bir kadındır. Bununla evlenmek düşüncesinde olan bir erkek, kadının: “Hicret etmezsen seninle evlenmem.” demesi üzerine, onunla evlenmek için hicret eder ve Medine’de evlenirler. Herkes Allah ve Resulünün rızasını kazanmak için hicret ederken, sırf Ümmü Kays’la evlenmek için hicret eden bu şahsın niyeti herkesçe bilindiği için, adama Ümmü Kays’ın Muhaciri manasında “Mühaciru Ümmü Kays” lakabı takılmıştır. Böylece niyet ve nazarın nasıl ‘kömürü elmasa; elması kömüre dönüştüren bir iksir’ olduğu gerçeği, bir kez daha teyit edilmiştir “Ameller neticelerine göredir...” mealindeki hadiste ise, amelin kendisinden ziyade, amel işleyen kimsenin akıbetine dikkat çekilmiş ve “ömrün sonunun” bu akıbeti belirleyici olduğuna işaret edilmiştir. Şu hadis-i şerifte bu husus açıkça ifade edilmiştir: Ahmed b. Hnabel, Ebu Ya’la, Bezzar ve Taberanî’nin Hz. Enes’ten naklettiklerine göre, Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin hayatının nasıl sona erdiğini görmeden onun hakkında bir değerlendirmede bulunmanız gerekmez. Çünkü, kişi ömrünün belli bir aşamasında veya hayatının belli bir döneminde -şayet o durumda ölse cennete gidecek şekilde- güzel ameller işleyebilir, ama son demlerinde bunu bırakıp kötü işlere girebilir. Yine, kişi hayatının belli bir döneminde -şayet o durumda ölse cehenneme gidecek şekilde- kötü ameller işleyebilir, ama son demlerinde bunu bırakıp güzel işler yapabilir. Allah bir kuluna iyilik murat ederse onu ölümünden önce istihdam eder.” İnsanlar “Yâ Resulellah! Allah nasıl istihdam eder?” diye sorduklarında, “Onu -şefkat ve merhametiyle- iyi işlerde istihdam eder, sonra da o vaziyette iken canını alır.” buyurdu."(bk. Zevaid, 7/211) Hafız Heysemî hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.(a.g.e). İlave bilgi için tıklayınız: "Öyle kimseler vardır ki, cennetlik ameller işler kendisi cehennemliktir; öyle kimselerde vardır ki cehennemlik ameller işler kendisi cennetliktir." hadisini açıklar mısınız? Ameller niyetlere göredir sözünden ne anlamılıyız? Ameller niyetlere göredir, hadisini nasıl anlamalıyız? 17 18 Kul namaza durduğunda günahları başı ve omuzları üzerine getirilir ve konulur... Kul rükuya ve secdeye gittikçe dökülür, anlamına gelen ifade hadis midir? Buna benzer başka rivayetler var mıdır? Rivayete göre, Hz. Selman Resulullah (asv)’ın şöyle buyurduğunu aktarmıştır: “Mümin kul namaza durduğunda günahları başının üzerine konulur. (Namazın harekâtı esnasında) bu günahlar, hurma ağacının dalları / yapraklarının sağa-sola dağılıp döküldüğü gibi, dağılıp dökülür." (bk. Taberanî, el-Kebîr-şamile- 6/44) Bu hadisi destekleyen bir rivayette de şu bilgilere yer verilmiştir: Ebu Usman anlatıyor: “Bir gün Selman bize namaz kıldırdıktan sonra, kalkıp kurumuş bir ağacın yanına varıp silkeledi ve yaprakları döküldü. Sonra ‘Bunu niçin yaptığımı bilir misiniz?” diye sordu. Oradakiler “Hayır! Bilmiyoruz” diye cevap verince Selman şunları söyledi: ‘Bir gün Resulullah bize namaz kıldırdıktan sonra, kalkıp kurumuş bir ağacın yanına varıp onu silkeledi ve yaprakları döküldü. Sonra şöyle buyurdu: “Kul güzelce abdest alıp, güzelce namaz kılsa, bu ağacın yaprakları döküldüğü gibi, günahları dökülür.” buyurdu.(a.g.e., 6/71). Bu ifadelerde temsil sanatı vardır. Zihinlere güzelce yerleşsin diye benzetme yoluyla namazın günahlara nasıl kefaret olduğu, onların silinmesine vesile olduğu anlatılmıştır. Taberanî’de olduğu gibi, Zevaid’de de bu rivayetlerin zayıf olduğuna işaret edilmiştir. (Zevaid, 1/300). Bu zafiyet, manaya göre değil, senetteki bazı zayıf ravilerden ötürüdür. Yoksa, namazın günahların silinmesine vesile olduğuna dair pek çok sahih hadis vardır. “Kıyamette kulun ilk sorguya çekileceği ibadet, namazdır. Namazı düzgün ise, diğer amelleri kabul edilir. Namazı düzgün değilse, hiçbir ameli kabul edilmez.” Bu hadisde yer alan “Namazı düzgün ise, diğer amelleri kabul edilir. Namazı düzgün değilse, hiçbir ameli kabul edilmez” ifadesinin hadis mi veya ravinin sözü mü olduğunda belirsizlik vardır.(bk. Nesaî, Salat, 9). Hayesemî de Taberanî’nin Evsatta rivayet ettiği bu hadisin sahih olmadığını belirtmiştir.(bk. Zevaid, 1/291-292). Bu konudaki sahih rivayetlerde şu bilgilere yer verilmiştir: “Kıyamet günü kulun ilk sorguya çekileceği ibadet, namazdır. Eğer namazı tastamam ise, ona tastamam olarak yazılır. Eğer noksan ise, diğer amelleri kabul edilir. Namazı düzgün değilse, Allah: 'Bakın kulumun kıldığı tatavvu / sünnetlerinden bulup getirin ve farzlarını onunla tamamlayın.'” buyurur."(bk. Nesaî, Salat,9). Heysemî bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.(Zevaid, 7/291). 19 Dört senedir hac kurası çıkmadı. Hac için ayırdığım paranın yarısını harcadım, farziyet devam ediyor mu? Bir kimsenin hac ibadetiyle yükümlü sayılması için; Müslüman, akıllı, erginlik çağına ulaşmış, hür, borcu ve temel ihtiyaçları dışında hac için yeterli malî imkâna sahip ve bu ibadeti yerine getirecek vakte erişmiş olması şarttır. Bu şartlardan birini taşımayan kimseye hac farz olmaz. Al-i İmrân suresinin 97. âyetinde haccın "gücü yetenlere" farz olduğu bildirilmektedir. Peygamberimiz (a.s.v), "gücü yetmeyi" azık ve binit ile izah etmiştir. Bir sahâbînin, "Hac yapmayı farz kılan şey nedir?" şeklindeki sorusuna Peygamberimiz (asv), "Azık ve binit." cevabını vermiştir. Bir kimsenin aslî ihtiyaçları, varsa borcu ve bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakası dışında hacca gidip geleceği sürede kendisine yetecek kadar yeme, içme ve barınma giderleriyle yol parasına sahip olması şarttır. "Allah hiçbir insanı gücünün üstünde bir şey ile sorumlu tutmaz." anlamındaki âyet de haccın ancak gücü yetenlere farz olduğunun delilidir. Bir insana haccın farz olması için zekat verecek konuma gelmesi şart değildir. Borcu ve aile fertlerinin her türlü ihtiyacı dışında hacca gidip gelecek kadar parası, malı mülkü ve imkanı bulunan kimseye diğer şartları da taşıyorsa hac farz olur. "Binit veya yol parasının bulunma" şartı, Mekke dışından gelenler için söz konusudur. Mekke ve civarında ikamet eden veya bir şekilde Mekke'ye ulaşabilen bir Müslüman, yürüyerek Arafat, Müzdelife ve Minâ'ya gidip gelmeye gücü yetiyor; meskeni, yetecek kadar yiyecek ve içeceği bulunuyorsa hac ile yükümlü olur. İmam Malik'e göre Mekke dışında ikamet eden kimse, yürüyerek hacca gitmeye gücü yetiyor ve yolda yiyecek ve içeceğini kazanabiliyor ve diğer şartları da taşıyorsa, vasıta ve hazır parası olmasa bile kendisine hac farz olur. 20 Eğer Allah görünseydi, herkes iman etmek zorunda kalırdı ve imtihan sırrı kaybolurdu denilmektedir. Şeytan Allah'ı gördüğüne göre, Rabbimizi görsek bile tüm kötülükler yine olurdu. O zaman görünmemesindeki başka hikmet ne olabilir? Evvela, bildiğimiz kadarıyla şeytan da Allah’ı görmemiştir. Gördüğüne dair ne bir ayet ne de bir hadis vardır. Ayrıca şeytan da imtihanın bir unsuru olarak var edilmiştir. “Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyunları eğilip kalır.”(Şuara, 26/4) mealindeki ayette bazı ayetlerin, mucizelerin, harikaların gösterilmesi durumunda inkârcılardan kimsenin kalmayacağı, ona boyun eğerek iman edecekleri vurgulanmıştır. Eğer bütün inkârcılara boyun eğdiren, onları iman etmeye mecbur eden Allah’ın mucizeleri söz konusu oluyorsa, bizzat Allah’ın Zât-ı Akdesinin açıkça görülmesi halinde hiçbir inkârcının kalmayacağı açıktır. Bu ise, aklın özgür iradesini elinden alan bir husus olduğu için elbette gizli olması gereken imtihan sırrıyla bağdaşmaz. Şüphesiz Allah’ın görünmemesinin başka hikmetleri de vardır. Bunların başında Allah’ın azametidir. Azamet, büyüklük perdelenmek ister. Padişahların, sultanların her zaman halkın gözü önünde olmayıp ve herkesin her istediğinde yanına varamayacak kadar hicap ve perdelerin arkasında bulunmaları, bu büyüklük düşüncesinin bir yansımasıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri konumuza ışık tutacak mahiyettedir: “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden(Sözler/22. söz). “Sâni-i Zülcelâl, esbab-ı zâhirîyi tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir-tâ, dest-i kudret, zâhir akla göre hasis ve nâ-lâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister.”(Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz). Bu ifadelerde birkaç noktaya dikkat çekilmiştir: a. Yukarıda ifade edildiği üzere, Allah’ın azamet ve kibriyâsı ve eşsiz büyüklüğü perdelenmek, gizli kalmak ister. b. Her şeyi yaratan Allah’tır. Bu yaratılanlar arasında bir kısım olaylar, yaratılmalar, aklın yüzeysel bakış açısına göre, çirkindir. Bu çirkinliği doğrudan Kuddus olan Allah’a isnat etmemek, aksine bunları sebeplere isnat etmek için sebepler birer perde olarak vazedilmiştir. Örneğin, ölüm aslında -müminler için- yeni bir hayata gitmek adına, ebedileşmek için çok güzel olmakla beraber, aklın zahirî nazarında çirkin görünüyor. Ve bu sebeple Allah ölümle kendi kudreti arasında Hz. Azrail’i perde yapmış, Hz. Azrail ile ölüm arasında da hastalıkları, musibetleri perde yapmıştır. Böylece haksız şekvaların yüzünü hastalıklara çevirmiştir. c. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, maddeden münezzeh olan Allah’ın gözle görülmesi zaten imkânsızdır. Çünkü, gözün görmesi ancak maddî bir nur olan ışıkla mümkündür. Hz. Peygamber (asv)’in miraçta Onu görmesinin mahiyetini bilemiyoruz. Orada nurlu tecellilerinin görülmesi söz konusu olabilir. Cennette de müminler Cenab-ı Hakk'ı görürler, fakat işin mahiyetini bilemiyoruz. Ahiret işleri dünya ölçüleriyle tartılamaz. 21 d. İmam Gazalî ve Bediüzzaman gibi bir çok alimin ifade ettiği gibi, Allah’ın varlığı, birliği basiret gözüyle, kalp gözüyle görülebildiği halde, inkârcıların onu bu cihetle de yani akıl ve gönül gözüyle de görmemelerinin sebebi, O’nun çok fazla açık olmasındandır. O, “şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir.”. Yarasa kuşunun gözleri güneşin ışığına tahammül etmediği ve bu yüzden karanlığı tercih ettiği gibi, inkârcıların da basiretleri, kalp gözleri Allah’ı göremiyor. 22 İmam Rabbani'nin, namazın miraç olması bu ümmete mahsustur, sözündeki bu ümmet kavramını ve kastedilen bu ümmet dışındaki diğer ümmetlerle namaz ilişkisini açıklar mısınız ? “Bu ümmet” ten maksat İslam ümmetidir, diğer ümmetler ise, İslam ümmetinin dışında kalan ve daha önce gelen ümmetlerdir. Namaz kılmak, bizden önceki ümmetlerde de vardır. Şüphesiz namaz kılan diğer ümmetlerde de Allah’ın huzuruna varmak gibi büyük bir onur ve derinlik söz konusudur Ancak onlardaki namaz bir miraç mahsulü değildir. Bunun içindir ki onların namazlarında -bizde olduğu gibimiraç yolu açılmamıştır... İslam ümmetinin namazı Miraç’ta farz kılındığı için, her namaz kılan kimsenin bir nevi miracı söz konusudur. Nitekim, hadis-i şerifte “Namaz müminin miracıdır.” diye buyurulmuştur. İlave bilgi için tıklayınız: Namaz Mü'min' in miracıdır, ne demektir? 23 Kur'an Arapça olarak indiği halde, neden İncil'i Arapça karşılığı olan müjde ile değil de, kökeni Yunancadan gelen İncil ismi ile sayıyor? Kur’an’da Arapça dışında başka lisanlardan kelimelerin olup olmadığı hususu eskiden beri alimler arasında tartışma konusu olmuştur. Tabii ki bu kelimeler bir elin parmaklarını geçmez. Kur’an’da Arapça dışında bazı yabancı kelimelerin bulunduğunu söyleyenler dahil, hiç kimse Kur’an’ın Arapça indirildiğine dair gerçeğe karşı çıkmamış ve çıkamaz da... Çünkü, böyle bir düşünce Kur’an’ı tekzip etmek anlamına gelir ki küfürdür. Taberî gibi Kur’an’da Arapçadan başka kelimelerin bulunmadığını söyleyenlere göre, mevcut bazı yabancı kelimler olsa bile, bunlar Arapça dilinde de var olanlardır. Çünkü, tarih içerisinde milletlerin birbirinden etkilenmiş olmaları, kültür alış-verişinde bulunmaları, kelime alıp vermeleri kaçınılmazdır. Bu sebeple, Kur’an’da var olan ve yabancı kelime olduğu iddia edilen o kelimelerin, o dillerden Arapça’ya geçmesi muhtemel olduğu gibi, Arapça’dan da onlara geçmesi de muhtemeldir. Şekli ne olursa olsun bu kelimeler diller arasında müşterek kullanılan lafızlardır. Demek ki, yabancı kelimelerin Kur’an’da bulunması onun Arapça olmadığı anlamına gelmez. Şimdi biz Türkçe’de onlarca yabancı kelime kullanıyoruz. Bununla beraber hiç kimse kalkıp da bizim konuştuğumuz dil veya yazdığımız kitap Türkçe değildir demiyor ve diyemez. Bir İncil kelimesi var diye Kur’an’ın Arapça olduğu gerçeğine karşı çıkmak akıl, izan ve insafla açıklanacak türden bir şey değildir. Kaldı ki, "İncil" kelimesinin aslı Latince’de "Esancıliyum" olup güzel haber, müjdeli haber anlamında olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, bu kelimenin Yunancada "Avaneyliyun" şeklinde olup edebî lafız mânâsına geldiğini ifade edenler de olmuştur. Asrımızın bilgileri çerçevesinde hazırlanan bazı lügat kitaplarında da İncil'in Yunanca’da müjde anlamında olduğu yazılıdır. Bazı alimler, İncil (Avangel)'in müjde anlamındaki bu ismi almasının, onun Hz. Peygamber (a.s.v)'in geleceğini müjdeleyen bir kitap olması ile yakın ilişkisi olduğunu söylemişlerdir.(bk. Niyazi Beki, Kur’an’da İsimlerin Esrarı) 24 Nice namaz kılanlar vardır ki, onların kıldığı namaz sadece yatıp kalkmaktan ibarettir, onlara sevaptan da bir pay yoktur, anlamına gelen bir hadis var mıdır? Rivayet göre, Ebu Hureyre şöyle dedi: Resulullah şöyle buyurdu: “Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.”(İbn Mace, Sıyam,21) Mecmau'z-zevaid’de bu hadisin senedi zayıf olduğuna işaret edilmiştir.(a.g.e). Aynı hadisi Ahmed b. Hanbel de şöyle rivayet etmiştir: “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Hafız Irakî, İbn Hanbel’in rivayetindeki senedin hasen/sağlam olduğunu belirtmiştir.(Irakî, Tahricu ahadisi’l-ihya -İhya ile birlikte-1/165). Bu hadiste vurgulanan husus, yapılan ibadetlerin hem şeriatin zahirî kurallarına, hem de batınî takva prensiplerine uygun olmasına işaret edilmiştir. Mesela, bir insan Ramazan ayında gündüz yemek yediği zaman, şeriatin zahiri hükümlerine uymadığı için orucu bozulmuş olur, bunu kaza etmesi gerektiği gibi ayrıca iki ay kefaret de tutması gerekir. (Şafilere göre sadece kaza etmesi gerekir). Bunun yanında oruçlu bir kimsenin yalan söylemesi, gıybet etmesi, orucun zahirî kurallara göre bozulmuyorsa da, gerçekte bazı sevapları kaybolacaktır. Yine namaz kılan kimsenin şeriatin zahirî kurallarına uymazsa; namazı bozulur, onu yeniden kılması gerekir. Buna mukabil, zahiri şartlara riayet etmekle beraber, namazı tamamen huzur ve huşudan halî, gaflet içerisinde kılsa, zahire göre onu iade etmesi gerekmez. Ancak, bu namaz sevabının en az bir kısmı zayi olacaktır. “Kim yalan söylemeyi, cahilliği ve cahillikle amel etmeyi (günah işlemeyi) terk etmezse, Allah’ın onun yemesini, içmesini terk etmeye ihtiyacı yoktur.”(İbn Mace, Sıyam,21) mealindeki hadis-i şerif bu hususu aydınlatacak bir konuma sahiptir. Bu gibi hadislerden maksat, yalan söyleyenin, günah işlemeye devam edenlerin oruç tutmayı bırakmasını emretmek değil, oruçla beraber bu kötü alışkanlıkları da terk etmeye teşvik etmektir. Aynı durum soruda geçen namaz konusu için de geçerlidir. Namazı dosdoğru kılmanın gereğine dikkat çekildiği gibi, namaz kılanların günahlardan uzak kalması gerektiği de ifade edilmiştir. Nitekim, “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” (Anebut, 29/45) mealindeki ayette bu iki konuya da dikkat çekilmiştir. Buna göre, namazı farzlarına uygun olarak yerine getiren kişinin namazı olur, ancak gereği gibi kılmıyorsa, günahlara devam ediyorsa, bu durum namazın ve diğer ibadetlerinin sevabını noksanlaştıracaktır. 25