Burhan 57:Burhan.qxd

advertisement
EDİTÖR
Bismillahirrahmanirrahim
Sözün bittiği yer… Kelimelerin çaresiz kaldığı… Haydut, korsan, eşkıya, terörist ne derseniz deyin artık… Rahat olamıyoruz bu
insanî yardıma bile tahammül edemeyen yaratıkların yaptıklarına…
Yola çıkarlarken İHH’nın değerli başkanı mücahit kardeşimiz
Bülent Yıldırımı dinledim. Şöyle diyordu: “İsrail göze alamaz, yapamaz, edemez.” İçimden “öyle olmasını istiyorsun ondan öyle söylüyorsun” dedim. Evet, göze alamazdı ama insan olanlar göze alamazdı.
Karşıdaki İsrail mahlûklarını en iyi tanıyanlardan biri şüphesiz Bülent
Yıldırım’dı. Bunlar insanlıktan anlamaz demeyeceğim çünkü temeli
kandan, terörden beslenen bir devletin ne insanîliği olur ne de başka
değerleri…
Hiçbir zaman anlamadılar. Körpecik gencin kolunu kayayla
kırıp hunharca parçalarken de anlamamışlardı, çöp vidanjörünün arkasına babasıyla saklanıp bu acımasız teröristlerden kurtulmak isteyen
küçücük Muhammed’in feryatlarıyla birlikte ona kurşun sıktıkları zamanda anlamamışlardı. Sabra ve Şatilla gibi mülteci kamplarında savunmasız insanlara soykırım uygularken de anlamamışlardı. Her türlü
bombayı Gazze’ye yağdırırken de anlamamışlardı.
Yıl 5
Sayı 57
Haziran 2010
Anlamazlar anlayamazlar zaten. Haydutlar sadece güçten
anlar. Kanla beslenenler, korkularıyla ve korkaklıklarıyla ayakta kalmaya çalışanlar sadece güçten anlar.
Unutulur mu? Hayır, asla unutulmaz. Bu eşkıyalık tarihte benzeri görülmemiş bir haydutluk örneğidir. Savaşta bile sivillere dokunulması suçken insani yardım götürenlere sıkılan kurşun unutulur mu?
Bu haydutlar ve onların Türkiye’deki yerli haydutları bilmezler
ki Gazze’de bir çocuk boynunu bükse bizim yüreğimizde fırtınalar
kopar. Gazze’de bir anne üzülse bizim evlerimize feryat dolar. Kudüs’de bir anne ağlasa biz kendimizi kaybederiz. Bilmezler, bilemezler ki Gazze bizim kalbimizdir, Kudüs bizim yüreğimizdir. Kudüs
bizimdir. Bu ikrarımızı bizden sonra gelen neslimize de inşallah öğretmekten geri kalmayacağız ki: Biz Kudüs’üz, Kudüs biz. Var olup yaşayacaksak ya Kudüs’le yaşayacağız ya öleceğiz.
Özgürlük yolcuları bunu haykırdı dünyaya… Onlar haykırırken
küçücük çocuklarımız bile Filistin sevdasını, Filistin davasını tanıdı,
anladı. Binlerce konferans verilse, binlerce yayınlar yapılsa bu dava
bu kadar anlatılamaz ve gündem olamazdı. Onun için bu yolculukta
emeği geçen herkesten Rabbimiz razı olsun. Bu uğurda can verme
şerefine eren tüm şehitlerimizi Rabbimiz en yüksek makamlara erdirsin.
Dergimizin hediye edeceğini duyurduğumuz kitabımız bu ay
elinize ulaşmış olacaktır. 2010 yılı abone bedelini ödeyen tüm okurlarımız hediyelerini bu ay almış olacaklar. Elimizde olmayan nedenlerden dolayı hediyeyi vermeyi geciktirdik. Bu sebeple siz değerli
abonelerimizden haklarınızı helal etmenizi diliyoruz. Allah’a emanet
olunuz.
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: Sayı: 57
Haziran 2010
4 Yaramaz Çocukları Ne Yapalım?
38 İSRAİL BİR TERÖR DEVLETİDİR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Salih AYDIN
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
7 MEDENİYET AYNASI MEZAR TAŞLARI 48 EĞİTİMDE DE REHBERİMİZ...
Serdar TAŞAR
Nidayi SEVİM
Ömer SEVİNÇGÜL
8 YENİ NESLİ AYDINLATACAK GÖNÜL
56 “SEN ONLARIN ARALARINDA İKEN,
ERLERİ
ALLAH ONLARA AZAP ETMEZ…”
Kamil ABDULLAHOĞLU
Ersan BİLGİN
12 Puslu Dağda Çoban Olmak
60 HARUN REŞİT İLE BEHLÜL DÂNA
Nihat MORGÜL
Hasan BAŞAR
16 ÇOCUKLARIMIZA KUR’AN-I
64 İçimden Geldiği Gibi…
KERİM’İ ÖĞRETELİM
Aydın BAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
Mehmet TALU
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
22 “ÇOCUK KALBİ BOMBOŞ, SAF, HER
Abonelik İçin Hesap Numaraları
ŞEYİ ALMAYA HAZIR”
Posta Çeki No: 5091167
Fuat TÜRKER
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
66 BÜLBÜL VE TEKNİK
Selman KARA
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
70 Burhan Çocuk
Müşteri No 291928
Musa KARACA
IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN TR690001001673441655885002
26 KALIBIMIZA DEĞİL, KALBİMİZE
BAKILACAK
Dr. Ebubekir SİFİL
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
32 Takva
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
www.burhandergisi.com
34 Hekimoğlu İsmail: “Ben hiç
BASKI
ölmeyeceğim!”
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Röportaj: Aydın BAŞAR
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade
edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı
yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin
sorumluluğu reklam verene aittir.
4
Yeni Nesli Aydınlatacak
Gönül Erleri
Kamil ABDULLAHOĞLU
16
Kalıbımıza Değil, Kalbimize Bakılacak
Dr. Ebubekir SİFİL
34
İsrail Bir Terör Devletidir
Salih AYDIN
60
Yaramaz Çocukları Ne Yapalım?
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
8
Çocuklarımıza Kur’an-ı Kerim’i Öğretelim
Mehmet TALU
26
Hekimoğlu İsmail:
“Ben Hiç Ölmeyeceğim!”
Röportaj: Aydın BAŞAR
38
Harun Reşit İle Behlül Dâna
Hasan BAŞAR
Başyazı
YARAMAZ
ÇOCUKLARI
NE
YAPALIM?
aramazlık yapmak, çocuklar için
normal bir şeydir, tabiîdir. Yaramazlık yapan çocukların niyeti
kötü değildir. Onların kasdı kimseye
zarar vermek değil, kendi enerjilerini tüketmektir. İçinde bulundukları durum ve
merak, onları yaramazlık yapmaya sürükler. Ama büyükler böyle değildir; onların yaramazlıkları normal değildir.
Yaramazlık yapan büyüklerin niyeti ötekine ve çevreye zarar vermektir. Bu sebepten dolayı dinimiz İslâm, yaramazlık
yapan küçüklerin bağışlanmasına, büyüklerin de cezalandırılmasına hükmetmiştir. Bir de küçüklerin yaramazlıklarının zararı ile büyüklerin yaramazlıklarının çevreye verdiği zarar bir değildir.
Dikkat
ederseniz,
küçüklerin
yaramazlıklarının zararından söz ederken, büyüklerin yaramazlıklarının da
çevreye verdiği zarara vurgu yaptım. Büyüklerin yaramazlıklarının zararı çoktur.
Bu sebepten dolayı onların, yaramazlıklarının karşılığında cezalandırılmaları gerekir.
Y
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
İkinci hâdiseyi Abbâd b.
Şurahbil (r.a) anlatıyor. O da
çocukluğunda yaşadığı bir
hâtırayı bize şöyle naklediyor:
“Yokluk, kıtlık yaşıyordum. Medine bahçelerinden
birine girdim. Hurma ağacından, bir hurma salkımı
aldım. Biraz yedim, kalanı
da elbiseme doldurdum....
4
Çocuklar, yaptıkları yaramazlıkları
kasıtlı olarak yapmazlar. Yaptıklarının
kötü olduğunu bilir, fakat bunun zararıHaziran 2010
nın ne olacağını bilemezler. Bazen de yaptıklarının başkalarına ve çevreye zarar verebileceğini
düşünmezler. Yani onlar yaramazlık yaparken
zararı hedeflemezler. Aşırı derecedeki merakları,
dikkatsizlikleri, içinde bulundukları durum onları bu yaramazlıklara sürükler.
İçinde bulunduğumuz bu toplumda, çocuklarımızı yaramazlığa sürükleyen kişiler aslında bizleriz. Daracık sokaklar, birbirine girmiş
yüksek apartmanlar, güneş görmeyen evlerden
oluşan şehirlerimizde çocuklar ne yapsın? Nerede oynasın? Çocuk evde oynuyor, annesi izin
vermiyor. Sokağa çıkıyor, komşuları izin vermiyor. Gideceği oyun alanı, çocuk parkı, arkadaş
çevresi yok. Söyler misiniz ne yapsın bu çocuk
ve bu durumda olan çocuklar? Bu çocuklar, bizden ve kendilerini modern hapishane gibi şehirlere hapseden idarecilerden apartmanlarımızı
yıkarak intikam almıyorlar ya, yine de iyi çocuklardır bunlar. Evlerimizi, caddelerimizi, sokaklarımızı
dar
etmişiz
çocuklarımıza.
Çocukların, oynayarak ve koşarak enerjilerini
tüketecekleri mekânları çok görmüşüz onlara.
Onları yaramazlığa iten bizleriz yani. Madem,
onların yaramazlık yapmalarında bizim de suçumuz var, öyleyse onları anlayışla karşılamalıyız. Her konuda olduğu gibi bu konuda da
rehberimiz Hz. Peygamberimizdir. Şimdi, O’nun
yaramaz çocuklarla olan bir iki hâtırasını okuyacak ve buradan kendimize ders ve ibretler çıkaracağız.
Sahâbe-i Kirâm’dan Râfi b. Amr’ın çocukluk çağlarında yaşadığı bir olayı kendi ağzından
dinliyoruz:
“Medine’nin yerlisi olan Ensâr’ın hurmalarına taş atıyordum. Beni yakaladılar ve Rasûlullah
(s.a.v.)’in
huzuruna
götürdüler.
Rasûlullah (s.a.v.): “Râfi! Niçin bu insanların
hurmalarına taş atıyorsun?” diye sordu. Ben
de: “Ey Allah’ın elçisi! Açlık!” dedim. Bunun
üzerine O da: “Taş atma! Yere düşeni ye.”
buyurdu. “Allah seni doyursun ve susuzluğunu gidersin.” diye de duâ etti. (Tirmizî,
Büyû 54; İbn Mâce, Ticârât 67)
Yaramazlık yaptığı için Hz. Peygamber’in
huzuruna getirilen bir çocuğa Hz. Peygamber
Efendimizin davranışı ve yol göstermesi bizim
için çok önemlidir. Efendimiz önce çocuğa niçin
böyle bir yaramazlık yaptığını soruyor. Onu,
yaptığı bu yaramazlığı açıklamaya dâvet ediyor.
Çocuk da bu yaramazlığı niçin yaptığını açıklıyor. Efendimiz de aç kalan bu çocuğa çıkış yolu
ve hal çâresi gösteriyor. Üstelik bir de duâ ediyor. Bu yol, o çocuğu kazanmanın yoludur. Büyüklerin yolu budur. Dövmek, azarlamak,
kovmak yol değildir.
İkinci hâdiseyi Abbâd b. Şurahbil (r.a) anlatıyor. O da çocukluğunda yaşadığı bir hâtırayı
bize şöyle naklediyor:
“Yokluk, kıtlık yaşıyordum. Medine bahçelerinden birine girdim. Hurma ağacından, bir
hurma salkımı aldım. Biraz yedim, kalanı da elbiseme doldurdum. Bu sırada bahçenin sahibi
çıkageldi. Beni dövdü, elbisemi de elimden aldı.
Ben de Rasûlullah (s.a.v.)’e geldim ve başımdan
Haziran 2010
5
geçenleri anlattım. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz
bahçe sahibine:
“O, câhil iken öğretmedin; aç iken doyurmadın.” buyurdu. Sonra da elbisemin bana
geri verilmesini emretti. Elbisem bana geri verildi. Daha sonra da bana bir ölçek yiyecek verilmesini emretti.” (İbn Mâce, Ticârât 67)
Bu hâtırayı nakleden Abbâd’ın, birinci hâtıranın sahibi Râfi’ye göre biraz büyük olduğu
anlaşılıyor. Çünkü bahçe sahibinden dayak yiyince, Hz. Peygamber Efendimize gelmeyi ve
durumu anlatmayı akıl edebiliyor. Peygamberimiz de bu olay üzerine kıyâmete kadar gelen
Müslümanlara ölmez, solmaz ve pörsümez bir
mesaj veriyor:
“Câhil olanları bilgilendirecek, aç
olanları doyuracaksınız.”
Son hâtıranın sahibi Nûmân b. Beşir (r.a.),
bakalım neler anlatıyor:
“Allah’ın Rasûlüne, Tâif üzümlerinden hediye edilmişti. Beni yanına çağırdı ve: “Bu
üzüm salkımını al ve onu annene götür.”
dedi. Ben de salkımları aldım ve anne götürmeden yedim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra
Hz. Peygamber bana: “Abbâd! Üzüm salkı-
6
mını ne yaptın? Annene götürdün mü?”
diye sordu. Ben de: “Hayır!” dedim. Rasûlullah
(s.a.v.) o gün beni “vefasız” diye isimlendirdi.
(İbn Mâce, Et’ime 61)
Çocuk yaşta olan Nûmân’ın dayanamayıp
üzümleri yemesi çocukluğundan kaynaklanan
bir yaramazlıktır. Üzümleri alıp eve götürseydi
belki de annesi bu üzümleri ona yedirecekti.
Ama Nûmân, üzümleri eve götürmeden kendisi
yedi. Gâliba canı çekti, dayanamadı ve yedi.
Nûmân, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden on dört ay sonra dünyaya geldiğine göre,
peygamberimiz vefat ederken sekiz-dokuz yaşlarında bir çocuktu. Hz. Peygamber Efendimiz,
Numân’a olan davranışı ile bize, bu yaşlarda
olan çocukların normal olan yaramazlıklarına
nasıl mukabele edeceğimizi göstermektedir.
Saygı değer okuyucularım! Çocuklarımız,
zaman zaman yaramazlık yapabilirler. Bunu anlayışla karşılayalım. Yaramazlık yapan çocuklarımızı dizimizin dibine oturtup akıl ve
mantıklarına hitap ederek, onların anlayacağı
dilden konuşarak yaptıklarının yanlış olduğunu
kendilerine anlatalım. Böyle bir yaramazlığı tekrar yapmamaları konusunda onları uyaralım.
Sakın, onları dövmeyelim. Şunu iyi bilelim ki,
dövmek yol değidir.
Haziran 2010
MEDENİYET AYNASI
MEZAR TAŞLARI
Heybetlidir kavuğu, serpuşu, sarığı, fesi,
Hüve'l Bâki ile teselli verir serlevhası.
Şüphesiz ebedi olan, Rabbimizdir mânâsı,
Tarihi mirasımız Osmanlı mezar taşları.
Hatayî'li Rumî'li çizilir şekli şeması,
Sülüs, rika, celî tâlîk, hüsn-ü hattır yazısı.
Zemin ördek yeşili, kabartma altın sarısı,
Sanat harikasıdır Osmanlı mezar taşları.
İncir, üzüm, nar, kayısı hepsi cennet meyvesi,
Nergis, sümbül, yasemin, zerafetin ifadesi.
Gül, Resul-ü Ekrem'in, lâle, Hüda'nın simgesi,
Tapu senedimizdir Osmanlı mezar taşları.
Mühr-ü Süleyman bolluğun, bereketin arması,
Denizcinin çapası, gâzîyânın madalyası.
Her âdemin farklıdır alâmet-i farikası,
Sessiz şahidimizdir Osmanlı mezar taşları.
Nazenin göçmüş ukbaya, pek çetindir acısı,
Emr-i fermandır buyrulmuş Mevlamızın yazgısı.
Şahide'sine işlenir kırılmış gül goncası,
İbret vesikasıdır Osmanlı mezar taşları.
Nakşedilir dünyanın acı tatlı hülasası,
Unutulmaz baba, dede, cümle geçmiş atası.
Diriden, Fatihadır ehl-i beka'nın ricası,
Ecdat hatırasıdır Osmanlı mezar taşları.
Şair tarih düşürdü kitabenin son mısrası:
Bin iki yüz otuz dört, Ramazanın on altısı. (*)
Damga misalidir Mustafa Rakım'ın imzası,
Medeniyet aynası Osmanlı mezar taşları...
Nidayi SEVİM
(*) Hattat Mustafa Rakım Efendi tarafından, celi sülüs hat ile yazılan
ve Eyüp Sultan Türbesi'nin arka kısmında bulunan Çelebi Mustafa Reşit
Efendi'nin, meşhur mezar taşında ki ölüm tarihidir
Haziran 2010
7
YENİ NESLİ
AYDINLATACAK
GÖNÜL
ERLERİ
irminci yüzyılın tamamı ve yirmi
birinci yüzyılın ilk çeyreği her açıdan dünya Müslümanları için bir
kayıp sayılır. Dünya Müslümanlarının
çöküşünün arka planı ciddi olarak ele
alınmalı, nedenselliği ve çözümleri bilim
kurulları tarafından incelenerek çözüme
kavuşturulmalıdır. Maddi anlamdaki çöküşün dünya Müslümanlarına çok şey
kaybettirdiği bir gerçek. Ancak bu düşüşe sebep olan önemli unsurlardan
manevi çöküntünün temel ilke olduğunu
unutmamak ve esas kabul etmek gerekir.
Y
Kamil ABDULLAHOĞLU
“Yoksa onlar (İslam öncesi) cahiliye idaresini mi
arıyorlar? İyi anlayan bir
topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel
kim vardır?”
8
Bir zamanlar Rusya ve batı olmak
üzere ilahlaştırılmış iki kutuplu dünya
vardı. Bu putlardan Rusya nın çöküşünü
hepimiz canlı olarak yaşadık. Zaten batıl
yok olacaktır. Şimdi ise ilahlaştırılmış batının çöküşünün ayak sesleri duyulmaktadır. Bu, maddeye tapanların yani
firavun zihniyetinin çöküşüdür. Bu zihniyet çökerken aksiyonel bir inanç sahibi
topluluğun, erdemli, ahlaklı ve donanımlı örnek bir neslin oluşması ve bu davayı omuzlarında taşıması gerekir. Her
bir peygamberi, ümmetinden onların davalarını devam ettiren Allah erleri bulunmuştur. Bu erler zamanın fesad
Haziran 2010
döngüsüne girmeyen, inandıklarını her yerde
haykıran ve yaşantısına yansıtanlardır. Böyle
bir nesil vahiyle beslenen ruhları aydın işleri ve
ilişkileri temiz, necip bir nesildir. Kâinatın Efendisi (s.a.v.) bir hadislerinde: “Benden önce
gönderilmiş hiçbir peygamberin ümmeti
olmamış olsun ki, ümmetinden havariler,
onların sünneti üzere yaşayan ve emirlerine uyan bir ümmet olmamış olsun. Sonra
emredilmediklerini yapan, yapmadıklarını
söyleyen bir topluluk gelecek. Kim onlarla
eli ile cihad ederse o mümindir, dili ile
cihad eden ve kalbi ile (buğz ederek)cihad
eden de mümindir. Bunun ötesinde olanlarda hardal tanesi kadar iman yoktur.” 1
Hak üzere var olan, dava uğrunda hasbeten Lillah çalışan ve dünyalık beklentileri olmayan bir topluluğun sürekli bulunacağını ifade
buyurmuşlardır. Ümmeti Muhammed dede
böyle neslin bulunması kaçınılmazdır. Zira kıyamete kadar devam edecek olan bu davayı
omuzlarında taşıyacak olanlar yeni gelecek bir
peygamber olmayıp, Allah Resulü (s.a.v.)in ümmetinden olacaktır.
BU KUTSİ DAVAYI TAŞIYACAK ERLERİN
BAZI ÖZELLİKLERİ BULUNMAKTADIR
Dava adamı öncelikle ideal bir mefkûreye
sahip olmalıdır. Tarih sürecinde peygamberlerin
peyder pey olarak gönderilmeleri, sonra gelenlerin onların davalarını aslına uygun olarak taşıyamamaları neticesindedir. Son peygamber
(s.a.v)’in yıldızlar misali sahabeleri İslam davasını eksiksiz olarak bir sonraki nesle taşımışlardır. Her nesil devraldıkları ilahi davayı aynı
hassasiyetle sonraki nesillere aktara aktara ta ki
bu güne gelindi. Kıyamete kadar devam edecek
davanın erleri, İslam’ı düşünce sahasında ciddi
bir birikime sahip olmaları gerekir. Bu birikim
mutlak manada Kur’an ve sünnet menşeli olmalıdır. Vahiyden beslenmeyen bir neslin yeni
nesle vereceği hiçbir şey olamaz. Cahiliye anlayışını yerle bir eden nebevi mefkure, dava adamının virdi olmalıdır. Zira Kur’an, hem bir
ibadet, zikir, ilim, hem de dünya ve ahret bilgilerini barındıran bir yüce kaynaktır. Cahiliyeye
karşı duran tevhid nesli, zamanın akışına kendini kaptırmadan düşünce alanındaki besin kaynaklarını iyi özümsemeli ve her geçen gün
cahiliyeye doğru hızla koşan dünya insanını
uyarmalıdır.“Yoksa onlar (İslam öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan
bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan
daha güzel kim vardır?” 2
Dava erinin ön önemli ideali, Allah Teala’nın rızasını kendine amaç edinmelidir. Yapılan bir iş Allah (cc)ın rızası için yapılırsa değer
kazanır. Aksi takdirde dünya dolusu iş yapılsa
da O’nun rızası yoksa hiçbir değer taşımaz.
Donanımlı olmalıdır; Dava erleri hem dini
ilimlerde hem de dünyevi ilimlerde birikimli olmalıdırlar. Din bilinmezse, din adına yanlışlar
yapılır. Bu daha da zararlı bir netice ortaya çıkarabilir. Ondan dolayı zarurati diniyyeden olan
ahkam çok iyi bilinmeli ve özümsenmelidir. Birkaç dolma bilgi ile insanları yönlendirmenin
mümkün olmayacağı bir gerçektir. Yüce Kur’an
da övülen ulemanın en belirgin vasfı, Kur’an birikimine sahip olmasıdır.“…Kulları içinden
ancak alimler, Allah’tan (gereğince) korkar.Şüphesin Allah, daima üstündür, çok
bağışlayandır. Allah’ın kitabını okuyanlar,
namazını kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir
Haziran 2010
9
geldiğini ve nereye gittiğini sormalıdır. İnsanın
menşei toprakla başlayıp Yüca Allah tarafından
kendine ilka edilen yüce ruhla oluşmuş ve yeryüzünün halifesi olma vazifesi ile de taltif edilmiştir.
kazanç umabilirler.” 3 Bir başka ayette de:
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler
(den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar…” 4 Burada kitabı okumaktan maksat; lehlerine ve aleyhlerine olan hükümlerine, helal ve
haramlarına uyar ve ona tabi olurlar. Ayıca kitabı kerimden azami surette istifade ederler. Kitabı metninden okuyup ta onun hükümlerine
uymayanlar sanki onu okumamış gibidirler. 5
Davayı taşıyan er, dini bilme ve yaşamada donanımlı olduğu gibi, beşeri ilimlerde ve yaşadığı
asrın icaplarını da bilmek durumundadır. Yani
çift kanatlı olmalıdır.
Nesilleri etkileyecek dava adamı, nefsinin
hayvani özelliklerini törpülemiş olmalı; Ruh ve
bedenden müteşekkil insanda, bedenin arzuları
hayvani özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu istekler helal olanlarla giderilirse ruha zarar vermez
hatta
ruhu
kuvvetlendirir
aşırıya
kaçılmadıkça.İnsanın fıtri yapısında haramlara
da eğilim vardır.Haramlar ihlal edilirse ruh ve
kalp bundan olumsuz olarak etkilenir.Nefis sürekli dünyayı ister ve sınır tanımak istemez. Kalitenin ortaya çıkabilmesi için nefsin arzularına
dur diyebilmek çok önem arzetmektedir. Buda
manevi eğitim ve terbiyeyi gerektirmektedir.
Kur’an, insana Rabbi’si ve ahreti tanıttıktan
sonra kendisini tanıtır. İnsan kendine, nereden
10
İnsan, Kur’an’nın ifadesi ile: “Andolsun
biz, daha önce de Ademe ahit (emir ve
vahiy)
vermiştik. Ne var ki o, (ahdi)
unuttu. Onda azimde bulmadık.” 6 Unutkan
yapıya sahip insan şeytan ve nefis çemberine
karşı çok dikkatli olmalı, nebevi terbiyeden gereken payı almalıdır. Dava eri başkalarını irşada
çalışırken kendinin imtihanda olduğunu da
unutmamalıdır. Kur’an buna dikkatimizi şöyle
çekmektedir: “İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece <<iman ettik>> demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de
imtihandan geçirmişizdir. Elbetteki Allah
doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da
mutlaka ortaya koyacaktır.” 7 Dava eri hak
davayı taşıyabilecek özel hasletlerle terbiye edilmiş olmalıdır. Kısa yoldan elde edebilecek
dünya malına sahip olmak için koşanlar, gerçek
dava eri olamamaktadırlar. Onlar herhangi bir
tehlike ya da biraz zorluk gördüklerinde hemen
yan çizerek kaçan ve başka menfaat perestlerin
yanında yer alırlar. Allah Resulü (s.a.v.)i tebük
seferine giderken her zaman olduğu gibi Allah
Resulü (s.a.v.)’i yalnız bırakmaya çalışan ve
yalan bahanelerle izin istemeye çalışan münafıklar hakkında Kur’an: “Eğer yakın bir dünya
malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak
geldi…” 8 Buyurarak dünyada nasılda menfaat
peşinde koşmakta olduklarını ortaya koymaktadır. Müminler, ister sıkıntılı ister rahat olsun hiçbir durumda davayı terk etmezler. Allah (cc),
temizlerle, temiz olmayanları dünyada da ayırmayı murad etmiştir. Dünyada kimin safında
yer alıyorsan mahşerde de bu geçerli olacaktır.
“(Bu toplama) Allah’ın murdarı temizden
ayıklaması ve bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak cehenneme atması içindir. İşte
onlar hüsrana uğrayanların kendileridir.” 9
Haziran 2010
Dava eri, itikati, ameli ve ahlaki kirlilikten ve
nefsin yasak arzularından şiddetle kaçınır.
Ahlaki olgunluğa erişmeli; Dava eri İslam’ın öngördüğü ahlaki ilkelere sıkı sıkıya bağlı
olmalıdır. İslam ahlakında kendini büyük görüp,
başkalarını ırk, renk, dil vb. hususlarda küçümseyemez. Dünya Müslümanlarının düşüşüne
neden olan en büyük ahlaki zafiyetlerden biri
budur. Asır suresinde Rabbimiz: “asra yemin
ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir.
Bundan ancak iman edip iyi amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve
sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” Buyurarak dört temel ahlaki kuraldan bahsetmektedir. Bunlardan biri noksan olursa, insan
hüsrana düşenlerden olur. 10
İslam’ın ilk devirlerinde yaşayan Müslümanlarla sonraki asırlarda yaşayan Müslümanlar ahlak ve yaşantı bakımından birbirinden
farklılaşmıştır. İlk Müslümanlar alim, abid,
zahid, savaşçı, davetçi, hikmet ehli, dürüst siyaseti bilen, akıllı idiler. Sonra gelen Müslümanlardan alim yok denecek kadar az, savaş ve
barış hukukunu bilmeyen, Allah’ı hakkıyla tanımayan, siyasi ahlaktan ve bilgiden uzak Müslümanlardır. Böylece de örnek olacak şahsiyet
zayi olup gitmektedir. Dava adamı beden, ruh,
akıl ve nefis terbiyesi yapmadan yüksek ahlaki
olgunluğa eremez. Yüksek ahlak sahibi olamayanda hangi alanda olursa olsun hizmette verimli olamayacaktır. Allah Resulü hakkında
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli
olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp
giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et;..” 11 Ahlaken olgunlaşmamış bir davetçi muhataplarına gereken
olgunlukla davranmaz, kırar ve nefsin kışkırtmasına göre hareket eder ve böylece istenen
verim alınamaz. Ahlaki meziyetler pek çoktur.
Bunların tamamını burada saymak mümkün değildir. Ancak şu bilinmelidir ki; dava adamı,
ister inanan ister inanmayan olsun herkes tarafından güvenilir, dürüst, aldatmayan ve davasında sadık olduğu güvenini vermelidir.
Bir dava erinde bulunması gereken bazı
hususlardan bahsetmeye çalıştık. Bizim bu yazıya sıkıştırabildiklerimiz bunlar. Yoksa olması
gereken özelliklerin hepsi bunlardan ibarettir
denilemez.
Yeni yetişen nesil Kur’an dan yoksun olarak yetişmektedir. Sekiz yıllık eğitimin çıkması
ile büyük darbe alan Kur’an eğitimi yaz kursları
ile bir nebze olsun doldurulmaya çalışılıyor. Bu
hususta gayret gösteren herkes mükâfatını Rabbisinden alacaktır. Türkiye Müslümanları bulundukları konuma razı olarak, Kur’an ve din
dersleri konusunda herhangi bir ciddi çalışma
göstermemektedirler. Okullarda sekiz ya da on
iki yıl okuyan gençler lise mezunu cahiller olarak piyasaya çıkmaktadırlar. Böyle bir eğitimden, bahsedilen dava adamı nasıl yetişir.
Günahlar artık sınır tanımamakta ve hepimizi
kasıp kavurmaktadır. Bu yüzdende düşmanlarımıza karşı heybetimiz kalmadı ve kemmiyet bakımından çok olmamıza rağmen bizden
korkmuyorlar. Allah (cc) gerçek dava adamı
olanlardan eylesin. Amin.
..............................................................
1-Müslim, 2-Maide, 5/50, 3-Fatır, 35/28-29, 4-Bakara, 2/121, 5-Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 12/37, 6-Ta’ha, 20/115, 7-Ankebut,
29/2-3, 8-Tevbe, 9/42, 9-Enfal, 8/37, 10-Said Havva, Cündullah, 167,
11-Al-i İmran, 3/159
Haziran 2010
11
Puslu Dağda
Çoban
Olmak
Ç
oban olmak günümüzde çok
makbul bir meslek ve uğraş olarak görülmez genellikle. Bazen
küçültücü bir unvan olarak da kullanıldığı olur. Oysa –tecrübeyle sabittir- çobanlık yapmanın insanı eğiten bir yönü
vardır.
Nihat MORGÜL
[email protected]
Çobanlığın
insana
kazandırdığı
hasletlerin en başında güven gelir. Anne
babanız veya çevredekiler size güvenirler. Sizin bu işi başarabileceğinize inanırlar. Size mallarını teslim ederler. Bu
açıkça “sana güveniyorum” mesajını
verir. Güvenmek ve güvenilmek insanı
rahatlatır, mutlu eder. Onu doğruluğa
sevk eder. Doğal olarak insan, bu gü-
“Ey inananlar! Kendinizi
ve ailenizi, yakıtı insanlar ve
taşlar olan ateşten koruyun.”
vene layık olmak, bu güveni boşa çıkarmamak ister. Emin insan olur.
Çoban
olmanın
insana
verdiği
ikinci duygu, değerdir. Hiç kimse güvenmediği, beğenmediği, ahlâkını önemsemediği birine malını, canını, kasasını,
kesesini teslim etmez. Bir esnaf kasasının başına geçirdiği işçisine, bir patron
gece malının başına geçirdiği bekçisine,
12
Haziran 2010
bir öğretmen sınıfın başkanlığını tevdi ettiği öğ-
Çoban, iyi bir yöneticidir. Çobanlık, sevk
rencisine değer verir. Bazı olumsuzlukları olan
ve idare etmeyi bilmektir. Sürüye sahip olmak-
kimselere böyle bir görev verildiğinde kendisine
tır. Aksi halde yolda sürüyü kaybetmek, dağıt-
değer verildiğini hissettiğinden olumsuz davra-
mak da var. Kendisine günün başında emanet
nışlarından vazgeçtiği görülebilir ve nitekim gö-
edilen sürüden üç beşini günün sonunda ağıla
rülmüştür.
getiremeyen kişiye elbet hesabı sorulur ve böyle
bir kişi artık çobanlık yapamaz. Çoban, sürüye
Çobanlıkla elde edilen önemli diğer bir
sahip olabilen kişidir. Bu ve daha başka birçok
haslet ise sorumluluktur. Çobanlık esnasında
erdemi vardır çobanlık yapmanın. Bu açıdan
insanın sorumluluk duygusu gelişir. Kendisine
çoğu peygamber, kendisinin daha sonra üstle-
emanet edilen şeyi sağ salim geri teslim ede-
neceği sorumlulukların ilk basamağı olarak ço-
bilme gayreti içinde olur.
banlık yapmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber
efendimiz çocukluğunun ilk yıllarında sütanne-
Çoban kimse tehlikelerin farkındadır ve
sinin yanındayken, Hazreti Musa aleyhisselam,
onlara karşı uyanık ve tedbirli olur. Puslu ha-
on yıl Şuayb aleyhisselamın yanında çobanlık
vaları seven kurtların olabileceğini bilir. Her an
yapmışlardır. Çobanlık, peygamber mesleği ola-
sürüye saldırabilecek, ona zarar verebilecek ça-
rak kabul edilir. Sadece peygamberler mi?
kallara karşı dikkatlidir. Ufak bir gafletin feci ne-
Hayır! Tüm insanlık aslında kendisine verilen
ticeler verebileceğinin farkındadır. Sürüsünü
çok önemli bir emanetin çobanlarıdırlar.
kurda kuşa yem etmemek için azami gayret
eder. Çoban köpeklerini sürü etrafında, önünde
arkasında sevk ve idare eder, sürüyü bir arada
tutmaya gayret eder.
Allah Teala Kuranda şöyle buyurur; “Biz
emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de
onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi.
Çoban, sınırları bilir. Başkasının otlağına
tecavüz etmez. Meşru olanı, kendisine ait olanı
gözetir, o dairede kalmaya çalışır. Sürüsünün
başka otlaklardan beslenmesine, onlara zarar
vermesine müsaade etmez.
Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” [Ahzab,72]
İnsanın yüklendiği bu emanet; “insanı
beşer olmaktan çıkarıp insan eden “irade” ve
iradenin sonucu olan “ahlâkî sorumluluk” olsa
gerektir. 1
Bu manada insan olmak, sorumlu olmaktır. Sorumluluğunun farkında olmaktır. Sorumluluğunu
yerine
getirmektir.
İşçi,
memur,
işveren, markette kasiyer, fabrikada ambar memuru, askerde komutan, okulda öğretmen, camide imam, hastanede doktor… Fert fert
hepimizin sorumlulukları vardır.
Nitekim peygamberimiz de bir hadisinde
bu vazifelerimize dikkat çekmektedir; “Hepiniz
çobansınız, güttüklerinizden (sorumlu olduğunuz şeylerden) mesulsünüz.” 2
Bu sorumlulukların hepsi önemlidir. Fakat
hepsinden daha önemlisi aile reisi olarak bize
Haziran 2010
13
emanet edilen yavrularımıza anne baba olarak
yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımızdır.
Diyebiliriz ki zamanın bugün cezbedici, ayartıcı,
süslü, renkli; fakat tehlikeli şartları göz önüne
alındığında her bir anne baba ailesi üzerinde puslu dağın çobanı gibidir. Bu yüzden
zamanımızda onların sorumlulukları daha fazladır. Onların dikkatleri, özenleri, tedbirleri de bir
kat daha fazla olmalıdır.
Bu konuda özellikle Kuran bizi uyarmaktadır; “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı
insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” [Tahrim,6]
O halde madem Allah bizi çoluk çocuğumuzun üstünde çoban yapmıştır, yukarıda saydığımız çobanlığın vasıflarını ve gereklerini
hakkıyla ve en fazla bir dikkatle yerine getirmemiz gerekir. Çoluk çocuğumuza sahip çıkmamız
gerekir. Bunun için yapmamız gerekenler vardır.
Ailemizi ayette belirtilen ebedi hüsrandan kurtaracak bir hayat tarzını yaşamaları için gereken
bilgilerle donatmalıyız. Özellikle yaz tatiline
gireceğimiz şu günleri bir fırsat bilmeli ve metni
ve mealiyle beraber çoluk çocuğumuza Kuran
seferberliği başlatmalıyız. Biz ve onlar, Kuranı
yüzünden okuyabilmeli, bazı surelerini ezberlemeli ve Kuran mealini okumalı. “Allah bana ne
diyor?” diye onu anlamalı, anlamaya çalışmalıdır. Kuran daima bizim gündemimizde bulunmalıdır.
Önümüzdeki
günler
bunun
için
planlanmalı ve bir fırsata dönüştürülmelidir.
Ailemizin manevî eğitimlerini önemsemeliyiz.
İkinci olarak peygamberimizin hayatı
ve şahsiyeti rehber edinilmelidir. Bu gün maalesef muhafazakar ailelerde bile Kuran ve Peygamberimizin
hayatına
dair
bilgiler
çok
derinlikli değildir. Birçoğu edinilmiş ve kazanılmış bilgi değil verilmiş ve işitilmiş bilgilerden
öteye gidememektedir. Oysa onun örnek hayatı
özümsenmeden, hayata tatbik edilmeden Allah’ın rızasına uygun mutlu bir ömür sürmek
mümkün değildir.
14
Haziran 2010
çobanız. Sürüyü korumak öncelikle bizim görevimizdir. Kuzularımızı kurda kuşa yem etmememiz gerekir. Bu gün pusudaki o kurtlar, en
başta internet, televizyon, yanlış arkadaşlıklar,
uygunsuz iklimler ve ortamlardır. Bir bahçıvan
gibi çiçeğimize hizmet etmeli ve onu ayrık otlarından, zararlı haşerattan korumalıyız. Yoksa bu
çiçekler açmadan solacaklardır.
Sınırlarımızın
farkında
olmalıyız.
Haram ve helal duygusunu biz yaşamalı ve
bunu çoluk çocuğumuza da öğretmeliyiz. Bu
gün özellikle gençlere aşılanan duygu sınır tanımamaktır. Bunu da özgürlük zannetmektedirler. Oysa sınır tanımamak haddi aşmaktır.
Anarşidir. Bunun manevi anlamı günah ve isyandır. Sınırlara dikkat etmek kölelik ve tutsaklık değil aksine huzur ve mutluluktur. Günah
Başta Peygamberimiz olmak üzere İslam’ın
işlemek bir özgürlük değildir. Aksi halde bizim
önder şahsiyetleri ve onların örnek yaşan-
sınırlarımızın da bir kutsallığı kalmaz. Onları da
tılarını çocuklarımıza tanıtmalı, onları reh-
başkaları çiğner. Huzurlu bir hayat için herke-
ber kabul etmeleri sağlanmalıdır. Aksi halde
sin sınırlara dikkat etmesi yine herkesin yararı-
çocuklarımız hayat rehberlerini farklı dünyala-
nadır. Herkesin trafik ışıklarını ihlâl ettiğini
rın insanlarından seçeceklerdir. Onlara özene-
düşünelim. Olacak olan sadece kaostur.
cekler, duygu ve düşünce dünyalarını onlar
yönlendirecektir.
Puslu dağda çoban olmak zor zanaat.
Akşam sürülerle eve döndüğümüzde günün so-
Çoluk çocuğumuza güzel bir çevre oluşturmak zorundayız. Dini duygu, beraber ve coşkuyla yaşanırsa kalıcı ve sahici olabiliyor. İnsan
çevresinden etkilenen bir varlıktır. Özellikle
İslam ile yeni mükellef olmuş çocuklarımız için
bu durum gayet önem arzetmektedir. Yanlış bir
çevrede yetişen, İslam’a mesafeli bir ortamda
büyüyen çocuklar kendi öz kimliğine yabancı,
inanç değerlerine uzak yetişmektedirler.
nunda hesap vermek var. “Sana verilen üç beş
emanete sahip olabildin mi? Onları kurda kuşa
yem etmeden, hırsıza, arsıza, ahlaksıza kaptırmadan eve geri getirebildin mi? Onların imanlarını, ibadet hayatlarını, duygu ve düşünce
dünyalarını, ahlâklarını, sevgilerini, nefretlerini,
helâl ve haram hassasiyetlerini sana emanet etmiştim. Bunlara sahip olabildin mi?” diye sorarsa malın mülkün sahibi verilecek cevabımız
nedir?
Onları manevî ve ahlakî tehlikelerden
“Ey iman edenler! Allah'a ve Peygam-
korumak gerekir. Günümüzün puslu havasında
bere hainlik etmeyin; (sonra) bile bile
pusuda bekleyen kurtların, çakalların hem sa-
kendi emanetlerinize ihanet etmiş olursu-
yısı hem cazibesi artmıştır. Çocuklarımızın
nuz.”
iman, ibadet ve ahlaklarını parçalamak için
bekleyen bu kurt sürüsüne karşı büyük bir dikkat ve özen göstermek zorundayız. Çünkü biz
Haziran 2010
[Enfal,27]
Puslu dağda çoban olmak zor za-
naat vesselam.
.................................................................................
1 Bkz.Hak Dini Kuran Dili, Elmalı’lı Tefsiri. Hayat Kitabı Kuran, M. İslamoğlu, c.2, sh. 842, 2 Buhârî, Ahkâm 1, Müslim, İmâret 20, (1829)
15
ÇOCUKLARIMIZA
KUR’AN-I
KERİM’İ
ÖĞRETELİM
ilindiği gibi ilk ve ortaöğretim
okullarında okuyan hatta yüksek
tahsil gören öğrenciler de yaz tatiline girdiler. Bu süreyi en güzel ve en verimli bir şekilde değerlendirmek ne
büyük kazanç... Bu iş için en hayırlı çalışmanın ne olduğunu hiç düşündünüz
mü? Hz.Osman (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
B
Mehmet TALU
“Sizin en hayırlılarınız, Kur'ânı Kerîm'i öğrenen ve başkalarına öğretenlerinizdir,” 1 buyurdu.
“Sizin en hayırlılarınız,
Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenen ve
başkalarına öğretenlerinizdir,”
En hayırlılar arasına girmeyi kim istemez, değil mi? Biliyorum, göz bebeğimiz sevgili öğrencilerimiz öğrenim yılı
boyunca çok yoruldular. Fakat insan, bir
ömür “öğrenci” durumunda... Beşikten
mezara kadar... Nobel ödüllü bir ilim
adamı Prof. Abdusselam: "Yorulduğunuz
zaman nasıl dinlenirsiniz?” şeklindeki bir
soruya şu karşılığı veriyor:
- Dinlenmek mi? Biz 6-7 çeşit ilim ile
meşgul oluyoruz. Birinden yorulursak,
diğerine geçiyor ve öylece dinleniyoruz.
Çocuklarımız da öyle... Kur’an-ı Kerim
gibi dinlendirici ve ferahlatıcı bir kitaba
yönelmek en hayırlı iş...
16
Haziran 2010
Çocuklarımızı ihmal etmeyelim. Anne-babalar da, bu en hayırlı iş konusunda çocuklarını
teşvik edici olmalılar...Çocuklarını Kur’an-ı
Kerim gibi dünya ve ahiret saadetini kazanmanın yollarını öğreten bir kitaptan mahrum bırakmamalılar...
Bu düşünceden hareketle, öğrencilerimizin
önlerinde çok güzel bir fırsat var. Rabbimizin kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenmek... Yani sözlerin en güzelini...
Kur'ân-ı Kerîm'i ve dini bilgileri öğrenmek
için, yaz tatili güzel bir fırsat. İnsanlığa asıl kurtuluş reçetesini sunan Kur'ân-ı Kerîm'i okumayı
ve anlamayı ihmal etmemeliyiz.
İnsanoğlu için Rabbisini ve Rabbisinin
gönderdiği bilgileri öğrenmekten daha büyük
bir şeref olabilir mi? O, bizim Yaratıcımız... Yok
iken var edenimiz... Sayılmayacak kadar çok nimetlerini bize ihsan edip yaşatanımız…
Çocuklarımız bizim canımız, ciğerimiz, en
önemli varlığımız... Onları her türlü kötülük ve
zararlı alışkanlıklardan kurtarmanın en önemli
yöntemi, Kur’an-ı Kerim ile buluşturmak...
ALLAH kelamını öğretmek... İyilik ve kötülükleri ayırt edebilmeleri için kılavuzluk etmek...
Anne-babalar şunu çok iyi bilmelidirler ki,
çocuklarımızın yalnız yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını karşılamak yeterli değil... Onları manevî
alanda da donanımlı hale getirmek gerekir. Hayatın anlamını, dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını da öğretmek lâzım... Bunu
yapmayan anne-babalar, sonunda pişman olurlar. Fakat, son pişmanlık fayda vermez.
Çocuklarımız bizim en kıymetli varlıklarımız... Bizim neslimizi sürdürecekler... Onları
Kur'ân-ı Kerîm gibi bir kitaptan nasıl mahrum
edebiliriz? Biz, cennet ve cehennemin varlığına
iman etmişiz. O canlarımızı, cehennemde görmeye gönlümüz nasıl razı olur? Rabbimiz bu konuda bizi şöyle uyarıyor:
“Ey iman edenler!.. Kendinizi ve ehillerinizi, ailenizi, çoluk-çocuğunuzu yakıtı
insanlar ve kükürt, kibrit taşı olan bir
ateşten, cehennem ateşinden koruyuHaziran 2010
nuz...Cehennem ateşine sürüklenmelerine
sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak
ALLAH-ü Teâlâ'nın emirlerine, itaate sevkedin… 2
Bu ayet-i kerime inince Hz.Ömer (R.A.)
Resûlullah (S.A.V.) Efendimize şöyle sordu:
- Ya Resûlellah! Kendimizi korumaya çalışıyoruz, ya aile halkını nasıl koruyalım? Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
- “ALLAH'ın sizi menettiği şeylerden
onları men edin; ALLAH'ın size emrettiği
şeyleri onlara emredin.” 3 Meselâ, sabah namazına önce siz kalkacaksınız. Sonra eşinizi ve
çocuklarınızı kaldıracak-sınız.
İşte, herkesten ve özellikle öğrencilerimizden yaz tatilini fırsat bilerek öğrenmelerini istediğimiz Kur’ân-ı Kerîm’den mahrum olmak,
hiçbir mahrumiyete benzemez. Bu, telâfisi
mümkün olmayan bir kayıptır. Nasıl ki, yabancı
dil ve okul derslerinden başarılı olabilmek için
yüksek paralar ödüyor, dersane dersane, öğretmen öğretmen dolaşıyorsak; Kur’ân-ı Kerîm’in
de öğrenip anlaşılmasına büyük önem vermeliyiz.
KUR’AN-I KERİM’LE TAM BULUŞMA
ZAMANI
ALLAH’ın yüce kelâmını öğrenmek ve
Kur’ân-ı Kerîm ilimleri ile meşgul olmak için
önümüzde güzel bir fırsat var. Yaz tatili. Bugünün dünyasında Kur’ân-ı Kerîm'e ulaşabilmek
hiç de zor değil. Camilerimizde hocalarımız
okutuyor. VCD, kaset, elif-ba’lar, kitap gibi pek
çok öğrenme materyali mevcut. Bazı TV kanalları her gün Kur’ân-ı Kerîm kıraatı yayınlıyorlar.
Eğer spor, müzik, yabancı dil öğrenimi gibi konulara ayırdığımız vakitler gibi; Kur’ân-ı Kerîm
öğrenimini de ciddiye alır, vakit ayırırsak,
Kur’ân-ı Kerîm ile buluşmak, öğrenmek hiç de
zor olmayacaktır.
Burada, Kur’ân-ı Kerîm öğreticisi hocalarımıza da bir hatırlatma yapmak istiyorum.
Kur’ân-ı Kerîm öğreterek “en hayırlılar” içinde
yer almaya devam etmek onlar için de bir fırsat. Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için gelenlere gös-
17
lim. Çünkü bu konudaki ihmalin faturasının çok
ağır olacağını bilelim. Teyp ve video kasetleri,
VCD'ler, elektronik cihazlar, hatta internetten de
faydalanarak Kur'ân-ı Kerîm öğrenmemiz mümkün...Yeter ki, bu işi ciddiye alalım ve öğrenmeye karar verelim. Çünkü kıyamet gününde
Kur’an-ı Kerim’i niçin öğrenmedin? Çocuğuna
niçin öğretmedin? diye sorulunca, ne cevab vereceğiz? Geçerli bir mazeretimiz olacak mı? Kesinlikle olmayacaktır. Ona göre..
Bir sohbetimizde bu konudan yani Kur’anı Kerim’i öğrenmek ve eşimize-çocuklarımıza
öğretmekten bahsederken, dinleyenlerden biri:
- Hocam! Ne yapalım! Anne-babamız bize
öğretmemiş, ALLAH onlardan sorsun! Deyince:
- Böyle söyleme! ALLAH afetsin, de! Öğrenmeğe çalış, demiştim. O ise, aynı düşüncesini sürdürünce, kendisine:
terecekleri şefkat ve güzel muamele sayesinde
Kur’ân-ı Kerîm'in mesajını daha çok kişiye ulaştırmaya vesile olabilirler. Böyle bir şerefe ulaşmak her insana nasip olmaz. Hatta, her Kur’an-ı
Kerim bilen, bir yakınına, bir komşusuna
Kur’ân-ı Kerîm öğretebilmek için çırpınmalı. Her
ev bir Kur’ân-ı Kerîm okulu haline gelmeli.
Kur’ân-ı Kerîm hayatımıza girmeli. Hayatımıza
renk, içimize ferahlık katmalı.
KUR'ÂN-I KERÎM ÖĞRENMEMENİN HİÇ
BİR BAHANESİ YOK.
- Neyle meşgul oluyorsun, ne iş yaparsın?
Diye sordum.
- Ağır vasıta şöförüyüm. Bir nakliye şirketinde çalışıyorum. Kamyon-tır vesaire kullanıyorum, diye cevab verdi. Kendisine:
- Peki! Bunları yani ağır vasıta şöförlüğünü,
kamyon-tır vesaire kullanmasını sana kim öğretti? Annen-baban mı öğretti? Diye sordum.
Şaşırır gibi oldu. Böyle bir soru beklemediği halinden belliydi.
Bu konuda hiç bir kimsenin bir bahane
bulmaya hakkı yok. İşte Diyanet İşleri Başkanlığı, bütün camilerde “yaz kursları” başlatmış
bulunmaktadır. Hocalarımızın da bu konuda duyarlı davranıp fedakârlık yapacaklarına inanıyorum. Çocuklarımızın bu “yaz kursları”na
gönderilmesi büyük bir imkândır.
- Hayır, annem-babam öğretmedi, ben kendim öğrendim! Dedi. Ben de ona:
Bu itibarla çocuklarımızın gönüllerini ve
hayatlarını Kur’ân-ı Kerîm'le aydınlatmak durumundayız. Çocuklarımızı Kur’ân-ı Kerîm'le buluşturmanın daraldığı zaman ve ortamlarda, her
evin Kur’ân-ı Kerîm mektebi haline getirilmesi
ve çocukların ilk mektep ve ilk mabed sayılan
kendi yuvalarında Kur’ân-ı Kerîm'i öğrenmeleri
gerekir. Çocuklarımızı kesinlikle ihmal etmeye-
- Eh, işte! Demekle yetindi. Nasıl iyi demiş
miyim?
18
- Peki! Ağır vasıta şöförlüğünü, kamyon-tır
vesaire kullanmasını kendin öğrendiğin gibi,
Kur’an-ı Kerim’i neden kendin öğrenmedin?
Diye sordum. Bir cevab veremedi. Sadece:
Evet! Muhteremler! Annemiz-babamız şu
veya bu sebeble bize Kur’an-ı Kerim’i, dini bilgileri öğretmemiş, buna imkan bulamamış olabilirler. Peki bu imkanlarla biz öğrensek, ne
olur? Elbette çok güzel olur. Hem kendimizi,
Haziran 2010
hem de onları büyük bir vebalden kurtarmış
oluruz.
Çocuğunuz nerede okursa okusun, şu bilgileri yavrularınıza Ezberletelim, Ezberleyelim:
Rabbimiz ALLAH,
Dinimiz İslâm,
Kitabımız Kur’an-ı Kerim
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa
sallALLAHü aleyhi ve sellem,
Kıblemiz Ka’be,
Adem (A.S.)ın neslindeniz,
İbrahim (A.S.)ın milletindeniz,
Bütün insanlarla kardeşiz,
Kâlu belâ’dan beri Müslümanız,
Sözlerin en güzeline uyanlardanız.
İçini HAK için, dışını halk için süsleyenlerdeniz.
İtikatta, Ehli sünnet ve’l-cemaat Mezhebindeniz.
İSLÂM, BEŞ ŞEY ÜZERİNE KURULDU
1-ALLAHın varlığına ve birliğine inanmak,
Hz.Muhammed
(S.A.V.) Efendimizin O’nun
peygamberi olduğuna şehadet etmek.
2-Namazı dosdoğru kılmak,
3-Oruç tutmak,
4-Zekât vermek,
5-Hacca gitmek
İMANIN ŞARTI ALTIDIR
1- Allah’a iman.
ALLAH vardır, birdir, eşi ve benzeri yoktur.
2- Meleklere iman.
Melekler; yemeyen, içmeyen, erkeklik ve
dişiliği olmayan, ALLAHın emrettiğini yerine
getiren, nurdan yaratılmış varlıklardır. Cebrail,
Mikail, İsrafil ve Azrail (A.S.) büyük meleklerdirler.
3- Kitaplara iman.
ALLAH’ın, peygamberlerine indirdiği yüz
dört kitap vardır. Dördü büyük kitap, yüzü sahifedir. Dört büyük kitaptan Tevrat Hz. Musa
(A.S.)a, Zebur Hz. Davud (A.S.)a, İncil Hz. İsa
(A.S.)a, Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)Efendimize indirildi. Yüz sahifenin,
Haziran 2010
on sahifesi Hz. Adem (A.S.)a, elli sahife Hz. Şit
(A.S.)a, otuz’u Hz. İdris (A.S.)a, on’u Hz. İbrahim (A.S.)a indirildi.
4- Peygamberlere iman.
ALLAH Teâlâ’nın, dinini kullarına bildirmek için görevlendirdiği değerli insanlara peygamber denir. Peygamberlerin:
a- Sıdk = doğruluk,
b- Emanet = güvenilirlilik,
c- Fetanet = kuvvetli bir akıl,
d- İsmet = günahlardan korunmak,
e- Tebliğ = kendilerine gelen dini olduğu
gibi insanlara tebliğ etme sıfatları vardır.
5- Ahirete iman,
6- Kadere, hayır ve şerrin ALLAH’tan
olduğuna iman.
Bu sütunu keserek, her gün her an görebileceğiniz yere asıp, günde birkaç defa okuyarak
çocuklarımızla beraber biz de ezberleyelim.
KUR’ÂN-I KERÎM'LE HAŞİR-NEŞİR
OLMAK
Bu hususta yüreğimi dağlayan bir mevzuu
sizlerle paylaşmak isterim. Türkiye’de yaşayan
Müslümanlar olarak, “Kur’ân-ı Kerîm'le haşirneşir olmak hususunda” çok ciddi ihmalimiz ve
eksiğimiz var. Hacca veya umreye gidenler
görmüştür: Harem-i Şerifte ve Mescid-i Nebevi’de, diğer ülkelerden gelmiş olan Müslümanlar, ezana birkaç dakika kalsa bile, mescide girer
girmez hemen Kur’ân-ı Kerîm'e uzanıp okuyorlar. Bizim mübarekler ise bazen saatlerce sohbet ediyorlar. Aynı durum Türkiye’deki
camilerde de mevzubahis. Şahsen camide oturup Kur’ân-ı Kerîm okuyarak namaz vaktini bekleyen, ya da namazdan sonra vaktini böyle
değerlendiren nadir insanlar gördüm. Bazı camilerde birkaç Kur’an-ı Kerim ancak var. Bazılarında da çok süslü kütüphane yapmışlar, ama
içlerine ya ilgisiz kitaplar doldurmuşlar, ya da
Kur’an-ı Kerim’in bulunduğu kütüphaneyi kilitlemişler.
Şöyle bir hatıramı anlatmadan geçemiyeceğim Hacca veya umreye gittiğimde, genellikle
görevli olarak gittiğim için hem Kabe’de hem de
19
Mescid-i Nebi’de hep aynı yerde bulunmaya çalışırım ki, beni arayanlar kolay bulabilsinler. Bir
keresinde yatsı sıralarında Mescid-i Nebi’de bulunduğum yerde başladığım Kur’an-ı Kerim hatmini okurken, yanıma oturan bir Medineli bana
selam verdi. Selamını aldıktan sonra, bana
Arapça olarak nereli olduğumu sordu. Ben de:
- Evet, bunun bu şekilde Kur’an-ı Kerim’i
okuması edebe aykırıdır, dedim. Peşine de: Sen
Kur’an-ı Kerim’i okumasını biliyor musun? Diye
sordum.
- “Türkiye'liyim” dedim. Bana:
- Hayır! Sen Türk değilsin, dedi. Ben de:
- Fakat, senin Kur’an-ı Kerim’i okumasını
bilmemen, daha büyük bir ayıb ve daha büyük
bir günahtır, dedim. Nasıl! İyi demiş miyim?
- Hayır! Ben Türküm, Türkiye'liyim diye
ısrar ettim. Bunun üzerine,
- Hayret! Sen Türkiye'li olamazsın. Çünkü
birkaç akşamdır seni buralarda görüyorum,
elinde Kur’an-ı Kerim var, okuyorsun. Halbuki
Türkler Kur’an okumaz, dedi.
Gerçekten çok zoruma gitmişti. Her ne
kadar ırkçı olmasak da, bu sözü kanıma dokunmuştu. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’i mutlaka öğrenmeliyiz.
Yine Kâbe’de bulunduğumuz bir sırada,
yanımda bulunan bir hacımız, az ilerimizde
ayaklarını kıbleye karşı uzatmış ve iki dizi arasında da yere Kur’an-ı Kerim’i koymuş ve o şekilde Kur’an-ı Kerim’i okuyan birisini bana
göstererek:
- Hocam! Bunun bu şekilde Kur’an-ı Kerim’i
okuması edebe aykırı değil mi? Ayıb ve günah
değil mi? Dedi.
20
- Hayır! Maalesef bilmiyorum, cevabını
verdi. Ben de:
Camilerimizde, tıpkı Mekke-i Mükerreme’de ve Medine-i Münevvere’de olduğu gibi,
bol sayıda Kur’an-ı Kerim bulunmalı. Camilerde
bol bol Kur’ân-ı Kerîm okumalıyız. Bu bir…
İkincisi, evlerimizde çoluk çocuğumuzla bol bol
Kur’ân-ı Kerîm okumalıyız. Kur’an-ı Kerim okumak ne demektir, farkında mıyız? Kur’an-ı
Kerim okuyan, bir yerde Cenab-ı Hak’la konuşuyor, doğrudan emirlerini dinliyor demektir.
Kur’ân-ı Kerîm'i çok okuyacağız. Bunun
yanı sıra, hem Kur’an-ı Azimüşşan’ı bize en mükemmel şekilde tefsir eden Resul-i Ekrem
(S.A.V.) Efendimizin delâletiyle Rabbimizin
emirlerini öğreneceğiz ve aynı zamanda hayatımıza hâkim kılacağız.
Laklakiyatla ömür geçirmenin ne faydası
var. Sabahtan akşama kadar konuş, dedikodu
yap, boş. Bizi hem bu dünyada, hem âhirette
kurtaracak, Kur’an-ı Azimüşşan’dır. Sünnet-i Seniyyeye ittibadır.
Haziran 2010
Şimdi okullar tatil oldu. Yavrularımıza
Kur’ân-ı Kerîm öğretelim. Kur’ân-ı Kerîm'i yüzünden okumasını bilenlerin tecvit öğrenmelerine gayret gösterelim. Tecvit bilenleri, ezber
yapmaya teşvik edelim. Temel dinî bilgileri öğretelim.
Tatile çıkanlar, gittiğiniz her tatil köyü veya
şehrinde kaldığınız yere yakın bir yerde Cami
mutlaka vardır. Orada Diyanet İşleri Başkanlığının tayin ettiği bir görevli de var ve size
Kur’ân-ı Kerîm'i öğretme görevi var. Hem tatilinizi yapınız hem de Kur’ân-ı Kerîm'i öğreniniz.
“Ben biliyorum” diyorsanız iyi ya işte, hemen
bir insan bulunuz ve siz öğretiniz. Bu tatilin size
kazandırdığı faydalardan biri de bu olsun.
ANNE-BABANIN EN BAŞTA GELEN
VAZİFESİ
Çocuklarına Kur'ân-ı Kerîm'i okumayı öğretmek, anne-babanın en başta gelen vazifelerindendir. Bu aynı zamanda anne-babanın da
lehine olan bir durumdur. Çünkü Ebû Hureyre
(R.A.)den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz:
"Dünyada çocuğuna Kur'ân-ı Kerîm'i
öğreten kimseye, kıyamet günü cennette
bir taç giydirilir ki, cennet ehli onu, bu taç
ile, bu şahıs çocuğuna dünyada Kur'ân-ı
Kerîm'i öğreten kimse diye tanıyacaklardır” buyurdu. 5 Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Çocuğuna Kur'ân-ı Kerîm'i yüzüne
okumayı öğreten kimsenin geçmiş ve gelecek günahı mağfiret edilir. Çocuğunu hafız
yapan kimseyi de Cenâb-ı Hakk, kıyamet
gününde ayın ondördü gibi parlak bir surette diriltir. Çocuğuna: “Oku” denilecek.
Çocuğu bir ayet okudukça ALLAH Teâlâ'da babasının makamını bir derece yükseltir. Bu durum ezberlediği Kur'ân-ı
Kerîm'i sonuna kadar okuyuncaya devam
eder" buyurdu. 6
“Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyamet günü bir taç giydirilir ki, bu tacın ışığı
-güneşi evlerimizin içinde farzetsenizdünya evlerindeki güneş ışığından daha
güzeldir. O halde Kur'ân-ı Kerîm'i bizzat
öğrenen hakkında ne düşünürsünüz?
Onun sevabını da siz takdir ediniz” buyurdu. 7
Evet, işte Kur'ân-ı Kerîm'i bu şekilde okuyup gereğince amel edenlerin ana ve babalarına,
çocukların
bu
güzel
hasleti
kazandırmalarına bir mükafat olarak kıyamet
günü bir taç giydirilecektir. Hadis-i şerifteki
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ifadesine
göre bu taç çok parlak olacaktır.Efendimiz
(S.A.V.) bu parlaklığı şu şekilde temsil buyurmuştur: Şayet güneş gökyüzünde değil de bir
evin içinde olsa, bu tacın ışığı güneşin o eve vereceği ışıktan daha güzel, daha aydınlık olacaktır. Taçlar genellikle zümrüt, yakut v.s. gibi
mücevherlerle süslü olacağı için Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz bu benzetmeyi yaparken
“Daha parlak, daha aydınlık veya daha nurlu”
gibi ifadeler kullanmamıştır. “Daha güzel” sözünü tercih buyurmuştur.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Kur'ânı Kerîm'i okuyup içindekilerle amel edenin anababasına verilecek mükafatı beyan etmekle
birlikte, bizzat okuyanın kendisine verilecek mükafatı açıkça ortaya koymamış, sadece, “Bu işi
yapanın kendisi hakkında ne düşünürsünüz? Onun mükafatını da siz takdir edin”
buyurmakla iktifa etmiştir. Bu ifade Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup, Kur'ân-ı Kerîm'le amel edene verilecek
mükafaatın
üstünlüğünü
ifade
yönünden, mükafaatı ismen söylemekten çok
daha beliğdir.
..........................................................
1 Buhari, Fezailü'l-Kur'ân: 21, Tir mizi, Sevabü'l-Kur'ân: 15, Ebu Davud,
Vitir: 14-19, İbn-i Mace, Mukaddime: 16, Darimi, Fezailü'l-Kur'ân: 2, Müsned-i Ahmed: 1/57 58, 69, 153., 2 Tahrim Sûresi: 6 ,3 Kur tûbî, Tefsir,
18/195-196 ,4“Kâlu belâ” şuna derler ki, ALL AH bütün ruhları yarattı. Ve
“Ben si zi n Rabbi ni z deği l m i yi m ?” di ye sordu. Bütün ruhlar da “Kâlu
belâ=Evet sen bizim Rabbimizsin” dediler. İşte o günden beri Müslümanım. , 5 Heysemi, Mecmeü'z-Zevaid, 7/166, Taberani, El-Mu'cemü'l-Evsat,
Sehl b. Muaz el-Cühenî'nin babası Muaz
(R.A.)den rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte
de Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
Haziran 2010
1/100, No: 96 , 6 Heysemi, Mecmeü'z-Zevaid, 7/165-166, Taberani, ElMu'cemü'l-Evsat, 2/557, No: 1956 , 7 Ebu Davud, Vitr: 14, Ahmed b. Hanbel, 3/440, Hakim, Müstedrek, 1/567
21
“ÇOCUK
KALBİ
BOMBOŞ,
SAF, HER
ŞEYİ
ALMAYA
HAZIR”
İ
nsan, doğduğu andan itibaren, öğrenme isteği içinde sürekli etrafını
araştırır. Çocukluk döneminde gör-
düğü, duyduğu ve okuduğu her yeni şeyden heyecan duyar. Bu süreçte çocuk
için en önemli örnekler, anne - babası ve
onların davranış biçimleridir Eğitimde
Fuat TÜRKER
ilk aşama ailedir; çocuğun ilk öğretmeni
[email protected]
bedensel değil, ruhsal yönden yetiştir-
de annesidir Anne, çocuğunu yalnızca
mekle de yükümlüdür
Allah, insanı din fıtratı üzerine yaratmıştır Batılı psikologların, “doğal dinsel işlev, dini eğilim ve duygu, dini inanç
tohumları, insiyaki temayül, dini potansiyel” adını verdikleri kavramları, İslam
“Bir baba çocuğuna
güzel ahlaktan daha üstün
bir miras bırakamaz.”
inancındaki fıtrat prensibiyle açıklayabiliriz. Son zamanlarda bazı batılı psikologlar, tarafsız ve önyargıdan uzak bir
şekilde yaptıkları araştırmalar sonucunda dinin, çocuğun ruhuna seslendiği
ve onun ruhsal yapısına uygun düşeceği
görüşünde birleşmişlerdir.
Allah inancı çocuklara küçük yaşlarda öğretilmelidir Dinin özü güzel ah-
22
Haziran 2010
lâktır. Allah’ın beğendiği üstün ahlâk özellikleri
Evrendeki düzen ve denge, mucizevi tasa-
de, özellikle çocukluk döneminde şekillenmeye
rımlarla yaratılmış galaksiler –ki çocuklar bu ko-
başlar
nulara oldukça fazla ilgi duyarlar- hakkında
bilgiler verilmeli ve tümünün üstün akıl sahibi
ÇOCUĞA NELER, NASIL
bir Yaratıcı tarafından yaratıldığı anlatılmalıdır.
ANLATILABİLİR?
Gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz ve hissettiğimiz herşey, bize göklerin, yerin
İmam Gazali, fıtrat hadisini esas alarak,
ve arasındakilerin Yaratıcısı olan Allah'ı tanıtır.
çocuğun kalbini “tertemiz, bomboş, saf, her şeyi
Evreni saran mucizevi güzellikler üzerinde bilgi
almaya kabiliyetli ve yöneltildiği her şeyi yap-
sahibi olması, çocuğun bu apaçık gerçeği fark
maya meyilli” olarak tanımlar. Ayrıca Gazali,
etmesini sağlar. Rastlantılarla hiçbir şeyin mey-
ruhun yaratılışı itibariyle gerçekleri kabullen-
dana gelemeyeceği çok basit örneklerle çocuğa
meye yetenekli olduğuna ve Allah’ı bulup kav-
anlatılabilir. Böylece çocuk, çevresini saran ya-
rayacak güce de sahip olduğuna inanır. O
ratılış gerçekleriyle bu muhteşem düzenin bir
nedenle her şeyi almaya ve yönlendirildiği her
sahibi olduğu gerçeğine ulaşabilir. Bu anlayışa
şeyi yapmaya hazır olan çocuğa anlatılacak ve
sahip olan çocuklara, Kuran ahlakının ve dinin
onu yönlendirilecek konular çok önemlidir.
anlatılması daha da kolaylaşacaktır.
Çocuğa öncelikle Allah’ın varlığı, büyük-
Ardından, Kur’an’ın hak ve korunmuş
lüğü ve gücü anlatılmalıdır. Çocuk, çevresinde
kitap olduğu, hükümlerine uymak gerektiği,
gördüğü her şeyin, içtiği suyun, soluduğu hava-
dinin kolay ve insanın yaratılışına uygun olduğu
nın, yediği sebze - meyvenin, sahip olduğu be-
anlatılmalıdır.
denin, gözlerinin, kulaklarının, kalbinin nasıl
var olduğu ve bunları kimin yarattığı hakkında
düşünmeye yönlendirilmelidir.
Haziran 2010
Dini yeni tanıyacak çocuklar öncelikli olarak, Allah’a ve ahiret gününe iman konusunda
23
bilinçlendirilmelidir. Çünkü dinin gereklerini
Ölümü yok olmak olarak anlaması çocuk
yapması için önce mantığını kavramalıdır; böy-
için yıkımdır. Annesini ya da babasını kaybeden
lece ibadetleri istekle yapacaktır. Böyle olmadı-
bir çocuk için, anne - babasının bir daha asla
ğında çocuk, ne yaptığının farkında olmadan
gelmeyecek olması dehşet verici bir düşüncedir.
taklidi bir şekilde yapar. Ya da ibadetin mantı-
Dolayısıyla “bizleri Allah yarattı, ahirette, cen-
ğını bilmediğinden yapmak istemeyebilir. Bu
nette yine hep birlikte olacağız” dendiğinde,
nedenle çocuğu dinin ibadetlerini uygulamak is-
çocuk ruhsal yönden rahatlık içinde olur; sev-
teyeceği, anlayacağı düzeye getirmek öncelikli
gisi devam eder.
olmalıdır. Bu zaman süreci içerisinde, ibadete
yönelik baskıcı, zorlayıcı teklifler getirilmemeli-
Din ruhun gıdasıdır; insanların sağlıklı,
dir. Çocuk sevgiyle ve samimi bir kalple Allah'a
mutlu, huzurlu olmasını sağlayan ruhsal bir ilaç-
inandığında, ibadetleri yerine getirmeyi kendili-
tır. Yüce Allah, insanları, bilim adamı H. Ben-
ğinden isteyecektir.
son’ın ifadesiyle “Allah’a iman etmeye göre
ayarlı” olarak yaratmıştır. İman yaşanmıyorsa
önce insanların, ardından ailelerin, daha sonra
ÖLÜM KONUSU
da toplumların sağlığı bozulur. Çevremize baktığımızda, insanların ne kadar mutsuz olduğunu
Günümüz çocukları oldukça zekidir; “an-
görmemek mümkün değildir. Bu, toplumda din
lamaz, çocuktur bir şey bilmez” diye düşünmek
eğitiminin gerçek anlamda ve yeterli düzeyde
çok yanlıştır. Çocuğa eğer din öğretilmezse ço-
yapılmamasından kaynaklanır.
cuğun ruhu boşlukta kalır. Özellikle ölüm konusu çocuğa çok dikkatli anlatılmalıdır. Anne -
ÇOCUKLARA SEVGİ VE SAYGI
babasının bir gün ölerek yok olacağını düşünen
çocuk, psikolojik açıdan dengesini yitirir. Ken-
Çocuklara büyük insan gibi davranmak,
disinin bir gün öleceğini düşünen çocuk da aynı
sevgi ve saygıyla yaklaşmak önemlidir. Bu,
ruh haline sürüklenir. Oysa anne ve babasıyla
akılcı bir yaklaşım tarzı olur. Çocuğa içten, can-
cennette kavuşacağını, onlarla birlikte olacağını
dan ve Allah aşkıyla yaklaşmak gerekir. Büyük-
bilen bir çocuk, ruhen ve bedenen çok sağlıklı
lerindeki o samimi imanı görürse çocuk dine
ve zinde olur.
daha yakınlaşır. Allah’ın kutlu peygamberleri de
24
Haziran 2010
küçük yaştan itibaren mükemmel yetişmiş,
inanmayan ve Allah’a iman etmeyen oğluna
çocuk yaşta Allah aşkını çok güçlü kazanmış in-
şiddet uygulardı.
sanlardır.
ANNE – BABANIN HER KONUDA
Din, dünyanın en kaliteli insanının yaşa-
EĞİTİMLİ OLMASI ÖNEMLİDİR
dığı sistem, dindar insan da dünyanın en kaliteli insanıdır. Mümin en akıllı, basiretli, ferasetli,
Kuran'da bildirilen eğitim anlayışının kap-
vicdanlı, makul düşünen ve en güvenilir insanı-
samı oldukça geniştir. Vicdan sahibi her Müslü-
dır. Kur’an, dünyayı en mükemmel şekilde kul-
man, bilimsel konularda kendini geliştirmelidir.
lanma sanatını anlatır. Aynı zamanda sevmenin
Çünkü bilim, evreni ve içindeki varlıkları ince-
sanatını öğretir. Çocuğa bu bakış açısıyla yak-
lemenin ve Allah'ın sanatındaki kusursuzluğu,
laşılırsa – Allah’ın dilemesiyle- çok güzel sonuç
yaratışındaki üstünlüğü delilleriyle açıklamanın
alınır.
yoludur. Anne babalar, kişiliklerini, davranışlarını, konuşma biçimlerini Kur’an’da bildirilen
Çocuklara din, gerici ve tutucu bir üslup
üstün ahlaka yakışır bir hale getirmede gayret
ile anlatılmamalıdır. Hurafe dolu bir anlatım,
ettikleri kadar, bilime dair konularda da kendi-
çocuk için din değil, aklının alamayacağı bir
lerini eğitmelidirler. Bütün bu özellikler, çocuk-
kâbus olacaktır. Dini Kur’an ve sünnet çizgisi dı-
larının alacağı ilk tebliğ için ailelere yardımcı
şında hurafelerle yorumlayan kişiler, kendi ruh-
olacaktır.
larındaki karanlığı ve şirk düşüncesini Kur’an'a
ve Peygamberimizin hadislerine uygulamaya
çalışırlar. Bilim ve sanat dışarıda bırakılarak, çocuğa “oturma, bakma, yapma!” emirleriyle dini
eğitim vermeye çalışmak konuyu açmaza götürür. Çocuğa baskı, dayak, şiddet uygulanmamalıdır. Şiddet işe yarayan bir unsur olsaydı
Hz. Nuh, peygamber olduğu halde kendisine
Kuşkusuz bunların tümü dua mahiyetindeki hazırlıklardır. Kalpleri etkileyecek ve hidayeti verecek olan yalnızca Yüce Rabb’imizdir.
Ancak anne baba, her konuda bilgi birikimine
sahip olmanın yanı sıra ahlakı, kişiliği ve karakter özellikleriyle de hayranlık uyandıran bir
Müslüman olarak, çocukları için örnek birer
model olurlar…
İslamiyet pırıl pırıl aydınlık bir dindir.
Kur’an ışıl ışıl aydınlıktır; karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Ve bize sevgiyi, şefkati, özveriyi,
merhameti, dostluğu emreder. İnsanları sevmemizi, bitkileri, hayvanları, Allah’ın bütün yarattıklarına aşkla sevgi duymamızı ister.
O halde, dini yaşayan vicdan sahibi bir
nesil için, çocuklarımıza Peygamberimiz’in (sav)
hadisindeki gibi en güzel mirası bırakalım:
"Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan
daha üstün bir miras bırakamaz." (Kütüb-i
Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara,
s.512)
Haziran 2010
25
KALIBIMIZA
DEĞİL,
KALBİMİZE
BAKILACAK
B
izi yol almaktan, yükselmekten alıkoyan engelin bedenimizde olmadığını biliyoruz.
Bir bacağımız yürürken aksıyor olsa
da, zaten yürüyerek gidilemeyecek yere gidiyoruz. Sırat'tan geçişimize bunlar engel
olmayacak.
Dr. Ebubekir SİFİL
Bedenimizi burada bırakıp gideceğiz.
Mallarımızı ve biriktirdiklerimizi de... O gün
orada, yanımızda sadece kalbimiz ve amellerimiz olacak.
O halde çabamız, bizi ‘yol almak'tan
alıkoyan gerçek engelleri aşmaya yönelik
olmalı. Kalıbımızdaki değil, kalbimizdeki
engelleri...
“Muhakkak ki Allah
sizin dış görünüşünüze ve
malınıza bakmaz; kalplerinize
ve
amellerinize
bakar.”
Dünya hayatını elden geldiğince
uzatmak ve konforlu kılmak, modern varlık
anlayışının en önemli hedefleri arasında
bulunuyor. Bu hedefi gerçekleştirmenin en
temel şartı da hastalık ve fiziksel özür halini
insandan uzaklaştırmaktır. Bunu sağlayabilmek için özellikle “gelişmiş” denen ülkelerde sağlık sektörüne her yıl dev bütçelerin
ayrıldığını biliyoruz.
Yine bu sebeple çağımızda “hastalık
hastası” dediğimiz insan tipine yaygın ola-
26
Haziran 2010
rak rastlıyoruz. “Hastalık ve âzâ eksikliği kötüdür”
düşüncesinin kabulü sonucunda bu türlü bir imtihana müptela olan insanların psikolojisi kolayca
bozuluyor, maneviyatı hemencecik kırılıyor. Toplum da zaten onları dışlamaya hazır olduğu için,
böyle insanlar genellikle içlerine kapanık, problemli ve başkalarına yük olmaktan başka bir özelliği olmayan kişiler olarak görülüyor. Hem toplum
onları böyle görüyor, hem de onların kendilerini
böyle hissetmelerine yol açılıyor.
HASTALIK ÜRETİP TEDAVİ SATAN
MEDENİYET
Her ne kadar modern hayat tarzının bizzat
kendisinin önce hastalık üretip, sonra onu tedavi
için ilaç keşfetmenin peşinde koştuğu, hatta keşfettiği ilaçların, bir hastalığın iyileşmesine vesile
olurken başka hastalıkların sökün etmesine sebebiyet verdiği birer vakıa ise de, bu yazıda bu nokta
üzerinde durmayacağız.
Aynı şekilde modern hayat tarzı, önce bedensel özürlü kimseleri “acınılacak” insanlar olarak görmeye yatkın insan tipini üretiyor, sonra da
özürlüleri rehabilite ederek topluma kazandırmanın yollarını arıyor.
İnsanları her türlü reklam ve propaganda
tekniğini kullanarak midelerine esir edip, “yaşasın
yemek yemek” diyen, sonra da “mükemmel görünmek için fazla kilolarınızdan kurtulmak mı istiyorsunuz, bizim yöntemimizi denemelisiniz”
çağrıları yapan hep aynı çarpık anlayış...
Tıpta “plastik cerrahi” diye bir alan var. İnsanı iç güzelliği, kalp safiyeti, diğergâmlığı, takva
ve ahlâkı ile değil, sadece beden özellikleriyle değerlendiren “kaporta medeniyeti”, vücudunda cerrahi müdahaleye uğramayan nokta kalmamış, dışı
cilalı içi çürümüş insan tipi üretmekle meşgul.
Haris, bencil, mütekebbir, kişiliksiz, haya ve ahlâk
fukarası, edepten bînasip, şefkat ve merhamet
yoksunu ama “güzel” ve “yakışıklı” tiplere özendirilen nesillerin oluşturduğu bir toplumun çürümesinden daha doğal ne olabilir?
Bütün bunlar, dış görünüşten başka bir şeye
önem vermeyen, insanı sadece bir cephesiyle ele
alıp, onu “insan” yapan asıl yanlarını törpüleyen
ve sonunda adeta bedenine tapınan insanlardan
Haziran 2010
müteşekkil bir toplum oluşturan modern hayat anlayışının yansımaları...
Eğer her başımız ağrıdığında ağrı kesici ilaçlara müracaat ediyorsak, en küçük bir hastalık belirtisi hissettiğimizde doktor doktor dolaşıyorsak,
“özürlü” sınıfına giren birisini gördüğümüzde,
“acıma” hissi bütün benliğimizi sarıyor ve “aman,
çoluk-çocuğumuzdan uzak olsun” diyorsak, dış görünüşümüz ahlâkımızdan daha önemli hale geldiyse, modern hayat anlayışının bizi de etkisi
altına aldığını itiraf etmemiz gerekiyor.
Öyleyse müslüman olarak hastalık-sağlık ve
güzellik-çirkinlik olgularına bakışımızın ne olması
gerektiğini tesbit etme zaruretiyle karşı karşıya bulunuyoruz demektir.
HASTALIK VE SAĞLIĞIN HAKİKATİ
Yüce Dinimiz'in sağlığın korunmasını esas
kabul ettiğini burada öncelikle vurgulamak durumundayız. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in, sağlığın korunmasına yönelik birçok tavsiyesi
bulunduğu malum. Allah Tealâ'dan afiyet istemenin esas olduğunu belirtmesi, hastalandığımızda
tedavi olmamızı emir buyurması, veba hastalığının bulunduğu yere gitmememizi, eğer bulunduğumuz yerde bu hastalık zuhur etmişse, oradan
ayrılmamamızı (karantina) emretmesi, mideyi yemekle tıka basa doldurmamayı tavsiye buyurması... ilk akla gelen hususlardandır.
Yine sağlığını nerede, nasıl harcadığı sorusunun, kulun ahirette kendisine verilen nimetlerle ilgili sorguya çekileceği hususların başında yer
alacağını da Efendimiz s.a.v.'den öğreniyoruz.
İnsanın, ancak sıhhatli iken kulluk görevlerini hakkıyla yerine getirebileceği ve çevresine faydalı, üretken, verimli olabileceği düşünüldüğünde,
Yüce Dinimiz'in sağlığın korunmasına niçin öncelik verdiğini daha iyi kavrarız.
HASTALIKTA İLAHİ TAKDİR TEDAVİ DE
Ancak tek başına bu durum, hastalığın ve
âzâ eksikliğinin bizatihi kötü olduğunu ortaya koymaz. Sağlığın da, hastalığın da, âzâların tamlığının
da, eksikliğinin de, şu veya bu biçimde yaratılmış
olmanın ilâhi takdirle olduğunu bilen mümin için,
27
Yüce Yaradan'ın iradesine rıza ve teslimiyetten
başka bir hal söz konusu değildir.
Söz Sultanı s.a.v., söylemek istediğimiz şeyi
birkaç cümleyle nasıl da çarpıcı bir şekilde özetlemiştir: “Müminin durumuna şaşılır ki, onun
her hali hayırdır. Bu durum müminden başka
hiç kimse için bahis konusu değildir. Kendisine bir bolluk isabet ederse şükreder, bu
onun için hayır olur. Kendisine bir musibet
ve darlık isabet ettiğinde ise sabreder, bu da
onun için hayır olur.” (Müslim)
Yine şöyle buyurmuştur: “Allah, bir topluluğu sevdiğinde onlara bela ve sıkıntı verir.
Başına gelen bela ve sıkıntıya rıza gösteren
O'nun rızasını, öfkelenen de O'nun hoşnutsuzluğunu kazanır.” (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî,
İbn Mace)
Sahabe'den Ebu Huzâme r.a. anlatıyor:
- Ey Allah'ın Rasulü, dedim, (hastalıktan iyileşmek için) rukye olarak yaptığımız duayı, tedavi
olduğumuz ilacı, (hastalığa tutulmamak için) tedbir
almamızı nasıl buluyorsunuz? Acaba bunlar Allah'ın takdirinden herhangi bir şeyi geri çevirebilir
mi?
Ebu Hureyre r.a. da: “Bana hummadan
daha çok sevdiğim bir hastalık isabet etmiş değildir. Zira humma tüm organlarıma sirayet eder.
Cenab-ı Hak da her organın sevabını ayrı ayrı bağışlar.” demiştir. (İbnu'l-Kayyım, Zâdu'l-Meâd)
Hadis hafızlarının büyüklerinden İbn Hacer,
Bezlu'l-Mâ'ûn fî Fadli't-Tâ'ûn adını verdiği eserinde, taun (bir tür veba) hastalığının faziletlerini
anlatan rivayetleri toplamıştır ki, hastalık olgusuna
bakışımızın nasıl olması gerektiği konusunda tek
başına bu eser bile şayan-ı ibrettir.
Yine Selef'ten birisi, “dünya musibetleri olmasaydı, kıyamete müflis olarak gelirdik” demiştir. (İbnu'l-Kayyım, aynı eser)
ALLAH DIŞ GÖRÜNÜŞE BAKMAZ
Her şeyden önce Dinimiz'in, “bedensel özürlüler” diye bir kategori kabul etmediğini bilmemiz
gerekiyor. Dinimiz, insanı, malî ve bedenî durumuyla değil, kalbî ve amelî durumuyla değerlendirir.
Âzâ
eksikliğinin
ya
da
zahiri
güzellik-çirkinliğin, insanın bizatihi “insan” olması
dolayısıyla haiz olduğu değere herhangi bir şekilde
etki etmemesi kadar normal ne olabilir ki!.. Bu gerçeği Efendimiz s.a.v. şöyle ifade buyurmuştur:
Bunun üzerine Rasul-i Ekrem s.a.v.:
- O (saydığın şeyler de) Allah'ın takdiridir, buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, vd.)
HASTALIKTA SAKLI ŞİFA
Bizim için sağlıklı olmak, gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğumuz bir imtihan durumu
olduğu gibi, hastalık ve âzâ eksikliği de rıza ile karşılanması gereken durumlardır. Zira mümin için
hastalık, Yüce Rabbimiz'in günahlarımızı bağışlamasına vesile olması dolayısıyla bir lütuf ve ihsandır.
Bir keresinde Efendimiz s.a.v.'in yanında
“humma” hastalığından söz açılmıştı. Orada bulunanlardan birisi bu hastalığı kötüleyen bir söz söyleyince Efendimiz s.a.v. buyurdu ki:
- Humma hakkında kötü söz söylemeyin. Zira
ateş nasıl demirin pasını giderirse, humma da günahları öylece giderir.” (Müslim)
28
Haziran 2010
“Muhakkak ki Allah sizin dış görünüşünüze ve malınıza bakmaz; kalplerinize ve
amellerinize bakar.” (Ahmed b. Hanbel, Müslim, İbn Hibbân)
İlâhi tekliflere, aklı başında, erişkin ve sorumluluğunu ifaya engel bir durumu bulunmayan
her insan muhatap olduğuna göre, Yüce Allah nazarında azaları sağlam kimselerle azaları eksik kimseler arasında insanlık kıymeti ve teklife muhatap
olmak bakımından bir fark yoktur. Nazar-ı ilâhi
bizim amellerimize ve kalbî durumumuza bakar,
yoksa azalarımızın eksikliği veya tamlığı ya da dış
görünüşümüzün şu veya bu biçimde olması O'nun
nazarında bir kıymet ölçüsü değildir.
Şu kadar var ki, Dinimiz'de sadece belli azaları eksik kimselerin bedenî ibadetleri yerine getirebilmesi için kendine mahsus bir takım
kolaylaştırıcı hükümler (ruhsatlar) vardır. Eğer aza
eksikliği sebebiyle bir ibadetin tam anlamıyla yerine getirilmesinde kişi için meşakkat mevcut ise,
bu durumda dinimiz böyle kimseleri zora sokmaz
ve kendilerine kolaylıklar tanır. Maddi durumu elverişli olduğu için hacca gitmek kendisine farz olduğu halde, gözleri görmeyen ve kendisine
rehberlik edecek birisini de bulamayan kimsenin,
yerine başkasını göndermesi veya bu ibadetten tamamen muaf tutulması; yine kendisine rehberlik
edecek kimsesi olmayan bir âmânın, Cuma ve cemaat namazlarına gitmekten muaf olması... gibi
hükümler bu türlü kolaylıklar cümlesindendir.
Bunun dışında Dinimiz açısından sağlam-engelli diye bir ayrım bulunduğuna dair başta Kur'an
ve Sünnet olmak üzere kaynaklarımızda herhangi
bir veriye rastlamıyoruz.
Bunun üzerine Ufeyre şöyle dedi:
- Kalbin Allah Tealâ'ya karşı kör olması, dünya
gözünün kör olmasından daha şiddetli bir beladır.
Allah'a yemin ederim ki, Allah Tealâ'nın, beni muhabbetinin künhüne vasıl kılması karşılığında
bütün azalarımı almasını arzu ederdim. (es-Safedî,
Nektu'l-Himyân)
Hz. Ebu Bekr r.a.'ın torunu el-Kasım b. Muhammed'in gözleri kör olduğunda bir adam:
- Yüzünün en güzel kısmı alındı, dediğinde
ona şu karşılığı verdi:
- Doğru söyledin. Ancak gözlerimin kör olmasının benim için anlamı şudur ki, bana faydası olmayan şeylere bakmaktan men edilmeme karşılık,
faydalı ameller hakkında düşünme imkanına kavuşturuldum. (es-Safedî, aynı yer)
“ÖZÜR” MÜ, HAYIR MI?
SABIR VE MÜKAFAT
Hastalığın, dış görünüşün veya aza eksikliğinin, mümin kişinin şahsiyetini etkilememesi gerektiği konusunda yukarıdan beri söylediklerimizin
canlı misallerine bakalım biraz da.
Abid ve zahid hanımlardan Ufeyre b. el-Velid'in yanında birisi körlük hakkında konuşmuş ve
şöyle demişti:
- Gözleri gören bir kimsenin bilahare kör olması ne kadar zor bir durumdur!
Haziran 2010
İbn Abbas r.a., bir keresinde Atâ b. Ebi Rabah'a: “Ey Atâ! Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?” dedi. O, “evet” deyince İbn Abbas r.a.
şöyle devam etti: “Şu gördüğün esmer kadın bir
gün Rasulullah s.a.v.'in yanına geldi ve şöyle dedi:
- “Ben saralıyım. Sara nöbetim tuttuğunda
(yere düşüyorum ve) üstüm başım açılıyor. Benim
için Allah'a dua etseniz de bu hastalıktan kurtulsam.” Bunun üzerine Rasulullah s.a.v.:
29
İşte modern kültürün bedeni putlaştıran çarpık anlayışı karşısında Dinimiz'in insan telakkisi!..
ÂZÂLARI EKSİKTİ AMA...
Bizim tarihimizde âzâ eksikliği bulunanların,
müzmin hastalığa müptela olanların ya da şu veya
bu beden özellikleriyle yaratılmış bulunanların modern hayatta müşahede edildiği gibi toplum dışına
itildiği, tek başına yaşamaya mahkum edildiği
veya acınılacak kimseler olarak görüldüğü vaki değildir.
İlâhi vahye dayalı hükümlerin şekillendirdiği
hayat anlayışında, engelli-engelsiz, güzel-çirkin
diye bir ayrımın söz konusu olmadığı, bugün “engelli” diye nitelendirilen insanların, hayat sahnesinde ilim, zühd ve ibadet hayatında etkin bireyler
olarak yer almalarından kolayca anlaşılır.
- “İstersen sabret. Zira karşılığında senin
için cennet var. Dilersen, Allah'a seni afiyete
kavuşturması için dua edeyim.” buyurdu.
Kadın:
Bu söylediklerimizin subjektif yorumlardan
ibaret olmadığını gösteren birkaç ilgi çekici tablo
zikredelim.
Atâ b. Ebi Rabah rh.a.
- “Sabrederim. Yalnız, yere düştüğümde
üzerim açılıyor. Üzerimin açılmaması için Allah'a dua edin” dedi. Bunun üzerine Rasulullah s.a.v. onun için dua etti.” (Buharî, Müslim)
İmam Ebu Hanife rh.a'in, “ondan daha üstününü görmedim” dediği bir zat vardır: Tabiun neslinin büyüklerinden, ilim ve zühd hayatının
önderlerinden Atâ b. Ebi Rabah...
Ulemanın “tevessül”ün meşruiyetinin delillerinden birisi olarak zikrettiği Osman b. Huneyf r.a.
rivayetinde şöyle deniyor: Sahabe'den gözleri görmeyen birisi Efendimiz s.a.v.'e gelerek: “Ey Allah'ın Rasulü! Allah'a dua edin de bana afiyet
versin (ve gözlerim açılsın).” dedi. Efendimiz
s.a.v.'in verdiği karşılık konumuz açısından önemlidir:
Kaynaklar, günümüzde “fiziksel engel” ya da
“çirkinlik” diye ifade edilen özelliklerin hemen tamamının kendisinde mevcut olduğunu söylüyor ve
şöyle diyor:
- “İstersen dua edeyim, istersen sabret.
Eğer sabredersen senin için daha hayırlıdır.”
(Tirmizî, Nesaî, İbn Mace, vd.)
Zikrettiğimiz bu rivayetler ve daha birçok
benzerleri, görme engeli, “bedensel özür” veya
“çirkinlik” olarak görülen hususların dinimiz açısından insanı değerlendirmede hiçbir şekilde kıstas olmadığını anlatmaktadır.
30
Bir ayağı topal, bir eli sakattı (eli, 73/692 yılında Abdullah b. Zübeyr r.a.'ın yanında Haccac'a
karşı savaşırken kesilmişti); bir gözü kördü (ömrünün sonuna doğru öbürü de görmez olmuştu);
kamburdu, burnu çok basıktı ve derisinin rengi
kapkaraydı.
Döneminde Mekke müftüsü olan bu zat, Sahabe'den iki yüz kişi ile görüşmüş, pek çok hadis
rivayet etmiş, kendisinden de Tabiun neslinin küçükleri ile Etbau't-Tabiin'in büyükleri ilim almış,
hadis nakletmiştir. (ez-Zehebî, Tarihu'l-İslâm,
4/279)
Haziran 2010
Abdullah b. Mesud r.a.
Sahabe'nin alim ve fakihlerinden, ilk müslüman olanların altıncısı, içtihadları Hanefî mezhebine kaynaklık etmiş bulunan, menakıp ve fezaili
saymakla bitmeyecek olan Abdullah b. Mesud r.a.
Hazretleri, kaynakların zikrettiğine göre o kadar
kısa boylu idi ki, ayakta durduğu halde oturanların boyunda görünüyordu. (İbnu'l-Esîr, Üsdü'lGâbe, 3/284)
Efendimiz s.a.v., Abdullah b. Mesud Hazretleri'nin son derece ince olan bacaklarının, Mizan'da Uhud dağından bile daha ağır geleceğini
beyan buyurmuştur. (İbnu'l-Esîr, aynı yer)
AMÂ ÂLİMLER
İslâm aleminin yetiştirdiği alim, abid, zahid,
yönetici, şair vs. arasında gözleri görmeyenlerin
sayısı o kadar fazladır ki, bunlar hakkında ulema
özel kitaplar yazmıştır. Bu alanda kaleme alınan
kitapların en hacimlisi, Salahuddin es-Safedî'nin
Nektu'l-Himyân fî Nüketi'l-Umyân adlı eseridir.
Doğuştan veya sonradan arız olan bir sebeple bir
veya iki gözü görmeyen 310 kişinin zikredildiği bu
eserde yer alan ilgi çekici isimlerden birkaçını burada zikredelim:
Sahabe'den: el-Bera b. Azib, Cabir b. Abdillah, Hassan b. Sabit, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abbas b.
Abdilmuttalib ve oğlu Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Erkâm, Abdullah b. Alkame, Abdullah b.
Ömer, Abdullah b. Umeyr, Itban b. Malik, Utbe b.
Mesud, Hz. Ebu Bekr'in babası Ebu Kuhafe
(Osman b. Amir), Hz. Ali'nin kardeşi Akil b. Ebi
Talib, Amr b. Kays, Ka'b b. Malik, Malik b. Rebia,
Mahrame b. Nevfel... (Allah hepsinden razı olsun)
Meşhur fakih, kadı, müfessir, muhaddis ve
alimlerden: İmam Tirmizî (Muhammed b. İsa),
Ebu Bekr b. Abdirrahman el-Mahzumî, Ubeydullah b. Abdillah b. Mesud (Medineli meşhur “yedi
fakih”ten ikisi), Hafs b. Ömer ed-Durî (Kur'an'ın 7
kıraat vechinden birisi olan meşhur “Hafs kıraati”nin sahibi), Hammad b. Zeyd, Simak b.
Harb (ikisi de meşhur hadis imamlarındandır), Süveyd b. Said el-Hadesanî (İmam Malik'in el-Muvatta'ını rivayet edenlerdendir), İbn Ebu Asrun
(Abdullah b. Muhammed, başkadılık yapmıştır),
Abdürrezzak b. Hemmam (meşhur el-Musannef
adlı hadis kitabının sahibi), yukarıda zikri geçen
Atâ b. Ebi Rabah, meşhur el-Muhassas adlı sözlüğün sahibi İbn Sîde (Ali b. Ahmed) ve yine meşhur
Lisanu'l-Arab adlı sözlüğün sahibi İbn Manzur
(Muhammed b. Mükerrem), Kûfeli meşhur hadis
hafızı Amr b. Mürre, Hz. Ebu Bekr'in torunu, meşhur fakih el-Kasım b. Muhammed, Tabiun'un büyüklerinden Katade b. Diame, ünlü Şafiî fakihi
Bedruddin b. Cemâ'a (Muhammed b. İbrahim),
“Müverrihu'l-İslam” lakabıyla meşhur hadis hafızı
ez-Zehebî (Muhammed b. Ahmed), meşhur abid,
zahid ve alim Ebu Muaviye ed-Darîr (Muhammed
b. Hâzim), meşhur muhaddis Ebu'l-Abbas elAsamm (Muhammed b. Yakub, kulaklarında sağırlık da vardı), el-Bahru'l-Muhit adlı meşhur
tefsirin sahibi Ebu Hayyan (Muhammed b. Yusuf),
meşhur Hadis imamı Ebu Amr el-Ezdî (Müslim b.
İbrahim), meşhur hadis hafızı ve fakih Muğire b.
Miksem ed-Dabbî, büyük hadis hafızı el-Fesevî
(Yakub. b. Süfyan)...
Bunlar dışında İslâm ilim tarihinde iz bırakmış, “özürlü” olduklarını sadece lakaplarından ve
birkaç anekdottan bildiğimiz pek çok isim vardır.
Haziran 2010
31
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Takva
Enes b. Malik (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resulullah (sa)
Efendimiz, Recep ayına girdiği zaman şöyle dua ederdi: “Allah’ım!
Recep ve Şaban’ı bizim için mübarek eyle, bize Recep ve
Şaban’da hayırlar ver ve bizi Ramazan’a kavuştur.”
Bu hadis-i şerifin içinde barındırdığı manâlardan biri de Salih
amel işlemek için uzun ömür istemektir. Ömrünü Allah’a adamak
ve Allah için Salih amel işlemek, Allah’ın elçisinin varisleri olan
ariflerin gayesi ve takva sahiplerinin hâlidir.
Ey oğul!
Takvanın umumi ve hususi iki yönünün olduğunu bil! Hususi
takva “Allah’a nasıl (sığınıp) korunmak gerekiyorsa öyle
korunun.” Ayetinde olduğu gibi, iç alemini Allah’ın zatından gayrı
bir niyet ve arzudan sakındırmaktır. Umumi takva ise “Her kim
Allah’tan korkarsa, Allah onun kabahatlerini örter.”
Ayetinde olduğu gibi, zâhirini Allah’ın sevmediği her şeyden
sakındırmaktır.
Allah Teâlâ dertlerden kurtulmanın feraha ve genişliğe
çıkmanın anahtarını takvânın içine yerleştirmiştir. Şu ayet-i
kerimeler, bu sırra işaret etmektedir: “Her kim Allah’a (sığınıp)
korunursa, Allah onun işine kolaylık verir.”, “Her kim
Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.”, “Onu
ummadığı şekilde rızıklandırır.”
Takvanın Manası
Ârifler takvanın manâsı hakkında şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ, kulluğunu eda ederken kendinden korkup
sakınanı, hata ve günah kirlerinden arındırır. Hiç ummadığı şekilde
cezadan kurtarıp, kurtuluşla rızıklandırır.”
“Allah Teâlâ tövbe edip kendisinden korkan kimseyi çetin bir
şekilde hesaba çekilmekten kurtarır. Onu, ummadığı bir şekilde, iki
cihan selametine erdirir.”
“Allah Teâlâ, kendisinden korkanı, zatından gayrı
meşguliyetlerden kurtarıp ummadığı şekilde, güzel bir hayatla
rızıklandırır.”
“Allah Teâlâ, haramları ve şüphelileri terk ederek kendisinden
korkan kimseyi dünyevi arzu ve isteklerinden kurtarır. Nasıl
olduğunu anlamadan, ibadetin zevkine varabilme nimetiyle
rızıklandırır.”
32
Haziran 2010
“Allah Teâlâ, insanların kınamasından korkmadan, hakikati
söyleyerek kendinden korkanı, insanların tuzaklarından selamete
çıkarır ve hiç beklemediği bir yerden zafere erdirir.”
“Allah Teâlâ kendinden korkarak masivaya bağlanmayı bırakanı,
masivaya kulluktan kurtarır. Hiç fark ettirmeden ona, doğruluk ve
samimiyeti bahşeder.”
Ebu Hureyre (ra) Resulullah (sa)’den şöyle duyduğunu rivayet
ediyor:
“Kıyamet günü Allah Teâlâ insanlara şöyle hitap edecektir:
- Ey insanlar! Ben sizi nesep nesep ayırdığım halde, ayrıca siz
kendinizi neseplere ayırdınız. Ben sizin en değerliniz olarak,
muttakileri seçtim. Siz ise en değerlileriniz olarak zenginleri seçtiniz.
Bu gün, sizin seçtiğiniz nesebi bırakır, kendi seçtiğim nesebi
yüceltirim. Muttakiler nerede? Bugün onlar ne korkar ne de
üzülürler.”
Resulullah (sa)Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdular:
“Helaller belli, haramlarda bellidir. İkisinin arasında
olanlar, insanların çoğunun bilmediği şüpheli işlerdir.
Şüphelilerden sakınan, dinini ve itibarını korumuş olur.
Şüpheli şeyleri yapan kimse harama düşer.” Bu hadisin bir
başka rivayetinde ziyade olarak şu cümle de yer almaktadır: Sana
şüphe vereni, şüphen geçinceye kadar bırak.”
İsa (as)’ın şöyle dediği rivayet edilir:
“Dal gibi incecik oluncaya kadar oruç tutsanız, yay gibi
eğrilinceye kadar namaz kılsanız dahi, ancak hakiki verâ hâlinizle
yaptığınız ibadetler makbuldür..”
Vehb bin Münebbih (ra) der ki:
“Şeytan, şehvetini (dünyevi her türlü arzusunu) ayağının altına
alan kimsenin gölgesinden bile kaçar. Aklı, dünyevi isteklerine galip
gelen, zafer kazanmış sabırlı bir kuldur.”
Takvâ ehli olan bir zata, nereden geldiği sorulunca şu cevabı
verir:
“Sorduğun sorunun cevabını bilmenin, sana bir faydası,
bilmemenin de sana bir zararı yoktur. Sana faydası dokunacak
şeylerle ilgilen, faydası dokunmayacak şeyleri bir kenara bırak.”
Bunun üzerine takvânın esasının ne olduğu soruldu. Şöyle cevap
verdi: “nefsini dünyevi arzulardan, boğazını dünyevi lezzetlerden,
kalbini de gaflet veren şeylerden korumandır.”
Adem’i bir lokma yüzünden, Musa’yı bir tokat yüzünden,
Davut’u bir bakış yüzünden, Yusuf’u bir istek yüzünden, Nuh’u bir
dua yüzünden ve Muhammed’ide bir unutkanlık yüzünden hesaba
çeken Allah’tan kork!”
Haziran 2010
33
Hekimoğlu İsmail:
“Ben hiç
ölmeyeceğim!”
Röportaj: Aydın BAŞAR
“Her nefis ölümü tadacaktır.”
“Minyeli Abdullah” romanıyla tanıdığımız; kitaplarını ve Zaman Gazetesi’ndeki
yazılarını
severek
okuduğumuz muhterem büyüğümüz Hekimoğlu İsmail Bey’le; ölüm, haşir ve
ahiret hayatı üzerine konuştuk. Burhan
Dergisi okurlarımızın istifadesine sunuyoruz.
Muhterem Büyüğümüz sizi en son
birkaç hafta önce Eyüp Sultan Sibyan
Mektebi’nde dinleme fırsatım oldu. Kabirlerin arasında verdiğiniz bu güzel sohbet, bizleri ölüm gerçeği ile bir kez daha
yüzleştirdi. “Bismillah” diyerek sorularıma başlamak istiyorum: Muhterem
Hocam kabirler bizi ölüm tefekkürüne
davet eden birer işaret levhaları gibi…
Biz bu levhaları nasıl okumalıyız? Kabirler bize ne söyler?
Her mezar, dünyadan gidenleri
gösterir. Biz de mezarlığa ibret almak
için gideriz. “Sen de bir gün öleceksin.
Maliyeye hesap verir gibi, Allah'a hayatımın hesabını vereceksin” İşte kabirler
bize bunu söyler. Bir başka âlemden yola
çıktık, irademiz dışında bu dünyaya gel-
34
Haziran 2010
dik ve gidiyoruz. Her an ölebiliriz. Öldüğümüzde ahirete gideceğiz. Orada hayatımızın hesabını vereceğiz.
Bir yazınızda mezarlıkların mermer yığınına dönüştüğünü söylüyorsunuz? Bu konuda
ne söylemek istersiniz?
İbret almak için mezarlığa gideriz dediniz.
Mezar ziyaretlerinde nelere dikkat etmeliyiz?
Evet, mezarlıklar mermerlerle doldu. Bazı
mezarların imarında adeta servetler yatıyor.
Keşke bu mezarların içi de dışı gibi güzel olsa. O
Mezarlıklarda okuduğumuz sûrelerinin manasını eve gelince tefsirden okumalıyız. Göreceğiz ki bu sûreler ölüye bir şey demiyor,
dirilerin hayatını düzenliyor. Fatiha Sûresi'nin
birinci ayetinin meali şöyle: "Âlemlerin Rabbi
olan Allah'a hamd ederim." Ölüler değil, diriler
bu işi yapacak... Mehmed Akif diyor ki: "Ya açar
Nazm-ı Celil'in, bakarız yaprağına/ Yahut üfler
geçeriz bir ölünün toprağına/ İnmemiştir hele
Kur'an bunu hakkıyla bilin./ Ne mezarlıkta okumak, ne de fal bakmak için."
Türbe ziyaretlerinde de bir takım yanlışlar
göze çarpıyor…
Şu husus çok önemli: Türbeden bir şey istemek, hem batıldır hem haramdır. Sadece Allah'ın gücü her şeye yeter. Bütün iyilikler
Allah'tandır. Kâdir-i Mutlak yalnız Allah'tır.
ölülerin hayrı için, o paralar faydalı işlere yatırılsaydı; hem sevap olurdu hem de ülke kalkınırdı. Tüketim ekonomisi, o kadar hâkim ki, diri
de ölü de para tüketiyor. Mezar taşlarına önem
vermek, tamamen Avrupalılara aittir. Demokrasi, Avrupa’ya ait bir rejimdir. Avrupa’ya ait rejimler alınırken onların kültürleri de alındı.
Mezarlara taş yapılacağına o taşların parası fakirlere verilseydi daha büyük sevap olurdu.
Mezar taşının ölüye faydası yok. Öyle mezarlar
var ki ona verilen paraya fakirlere bir ev yaptırılabilir.
Kabirler bizi ölüm gerçeği ile yüzleştiriyor.
Siz ölümü nasıl açıklıyorsunuz?
Varlıklar maddi ve manevi olmak üzere iki
kısımdır. Mesela acıkmak, korkmak, hayal
etmek, acı duymak manevi varlıklardır; bunlar
gözle görülmez, elle tutulmaz fakat yaptıkları işlerle kendilerini belli ederler. Rüya görmeyen
insana rüyayı anlatmak mümkün değil... Diş ağrısı çekmeyene bu ağrıyı anlatmak mümkün
değil... Bunun için demişler ki “psikolojik olaylar anlatılmaz bilinir.” Ölüm de manevi bir varlıktır. Bu nedenle ölen yokluğa gidemez. Ölen
bedendir, ruh ölmez. Ruh, Allah’ın hayat sıfatının tecellisidir. Ölmek yokluk değildir. Ölmek
ruhla bedenin birbirinden ayrılmasıdır. Ruh
ebediyen yaşar. Matematikteki sonsuz, dinde
ebediyettir. Bu konuya dikkat çekmek için bir
konferansıma şöyle başlamıştım: “Ben hiç ölmeyeceğim!” Müslüman hiç ölmeyeceğine inanmalıdır. Yani dünyayla ahireti bütünleştirmek
mümkündür. Mesela bir şahıs harama girmemeye çalışıyor. Helal dairede yaşıyor. İşte bu
şahıs dünyayla ahireti bütünleştirdi. Önemli
olan da budur. Şuurlu Müslüman her sözünü
her hareketini İslam’a uydurur.
Haziran 2010
35
Ölümden korkar mısınız?
Ölmekten korkmuyorum! Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem: “Ölümü istemeyin” buyurmasaydı, ölümü isterdim. Şuurlu bir
Müslüman inanır ki, mezar denilen kapıdan geçilecek ahiret sarayına çıkılacak. Her sarayın
adliyesi vardır. Her sarayın bahçesi, zindanı da
vardır. Ahiret sarayı da böyledir. Önemli olan
ölüme hazırlıklı olmaktır. “Ahirete ne götürelim?” Ölüme hazırlanmak işte bu sorunun cevabını düşünmektir. Hükümdarlardan biri vasiyet
etmiş; “Öldüğümde sağ elim tabuttan dışarıda
kalsın.” Vasiyeti yerine getirmişler. Vezir halka
demiş ki: Hükümdarınız size son bir mesaj veriyor. Bakın elim boş gidiyorum, diyor” demiş.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri;
“Kamil insan için ölüm şekerdir” der. Modern
insan ise ölümden ürktüğü gibi onun adını dahi
ağzına almak istemiyor. Neden modern insan
ölümü düşünmekten veya ondan bahsetmekten
hoşlanmaz?
En başta modern kelimesi Avrupa’ya aittir; bunu hatırlatayım. Avrupalıların çoğu Müslüman değildir, onlar ölümden korkarlar. Hadisi
şerifte buyruluyor ki: “Kulum beni nasıl bilirse
ben ona öyle muamele ederim.” Mesela birisi
36
Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarına güveniyor. Bu şahıs için ahiret çok güzeldir. Ölümden
de korkmaz. Fakat diğer şahıs Allah’ın bu sıfatlarını bilmiyor yahut inanmıyor. Dolayısıyla korkuyor ölümden…
Bildiğiniz gibi tasavvufta rabıta-i mevt denilen bir terim vardır. Yani ölümü düşünmek...
Siz bunun faydalı olduğunu düşünüyor musunuz?
İhlâs risalesinde Bediüzzaman buyuruyor
ki: İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en
müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir… Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden
tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve
ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.
Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur'ân-ı Hakîm’in: “Her nefis ölümü tadacaktır.” Âl-i
İmran 185) ve “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler;” (Zümer, 30) gibi
âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan
tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler.
Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini
ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor,
kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne, nefs-i
Haziran 2010
emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir
olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu
rabıtanın fevâidi pek çoktur.”
Kur’an’da haşre ve ahiret hayatına çok kereler vurgu yapılmasının sebebi nedir?
Ahiret hayatına ve haşre inanmayan, İslamiyet’i yaşayamaz. Ahiretin varlığına inanan
insan, kolay kolay günah işleyemez. İyilerle kötüler aynı halde kalmayacak. Bunun için ahiret
gününe iman çok önemli…
Haşir yani yeniden dirilme konusunda
neler söylemek istersiniz?
Tarla kocaman bir mezarlıktır. Buğday taneleri o mezarlıkta yatan ölülerdir. Bahar gelince o cenazelerin hepsi teker teker dirilir. Allah
gayb hazinesinden o buğdayları gönderir. Sonra
tekrar ekini biçerler, buğday ölür. Buğdayı değirmende öğüttüler, hamur yaparlar, fırında pişirirler, bıçakla keser, iyice çiğneyip yutarlar.
Defalarca ölen bu ekmek, vücudumuzda bir
daha dirilir… Et olur, kemik olur. Yaşamamıza
sebep olur. Kışın kar yağar, yeryüzü kefenini
giyer ve yatar Bahar gelince hepsi birden dirilir… Kocaman bir ağacın bir yaprağı sararmıştı;
düşündüm ki diğer yapraklar yeşil olarak dalında dururken bu yaprağın kuruması hazin bir
tablo O yaprak, lisan-ı haliyle bana dedi ki:
"Ben öldüğüme üzülmüyorum Bu daldan düşeceğim Toprak benim annemdir Ona kavuşacağım, ben de toprak olacağım. Allah beni tekrar
tekrar diriltecek." Görüldüğü gibi her şey ölüp
ölüp dirilmektedir. Bu sebepten ölen yokluğa gidemez. Bir âlemden diğer bir âleme geçer. Yani
hayatı devam eder. Evet, insanın bedeniyle
ruhu ayrılınca insan ölür. Fakat ruh geldiği
âleme döner. Ben 100 sene evvel neredeydimse
öldüğümde oraya döneceğim.
Yeniden dirilme konusunu çocuklara nasıl
anlatmalıyız?
Ben torunuma dedim ki, “Torunum gel seninle cenaze oyunu oynayalım.” “Ben korkarım
o oyundan.” dedi. “Çok güzel bir oyundur, hoHaziran 2010
şuna gidecek...” dedim. “O zaman peki.” dedi.
Bir beyaz fasulye aldım. “Bak sevgili torunum,
bu fasulye beyaz kefenini giymiş yatıyor. Sen
bundan korkuyor musun?” dedim.”Hayır.”
dedi. “Şimdi bu dirilecek.” O fasulyeyi beraberce saksıdaki toprağa gömdük ve suladık.
“İşte torunum cenazeyi yıkadık mezara gömdük. Şimdi bir haf ta bekle. Bu cenaze dirilecek.” dedim.
O zaman dedi ki “Toprağa
gömüğümüz her şey diriliyor!” Gayem de çocuğun bunu anlamasıydı. “Maşallah!” dedim. Çıkardım ona para verdim. Üç gün sonra fasulye
dirildi. Tabutunu da sırtına almış, çıktı meydana… “Bak torunum, ölü dirildi. O sırtındaki
de tabutu; tabutuyla geldi. Bekle…” dedim.
Günler geçtikçe fasulye sırığa sarıldı. “Bak”
dedim, “fasulye ne kadar akıllı… Bizim soktuğumuz sırığa sarıldı düşmesin diye... Hâlbuki bu
ölüydü. Dirildi çiçek açtı yeşillendi. Bak nasıl
yaşıyor. Ve yemişini verdi. Yani fasulye verdi.
Dersimizin son cümlesi şu torunum:
Allah bir ölüden diriyi yarattı! İşte böyle…
37
İSRAİL BİR
TERÖR
DEVLETİDİR
Mayıs tarihi İsrail'in kuruluş deklerasyonunun yayınlanmasının
altmışbirinci yıldönümüdür. Filistinliler bu olayı Nekbe (Büyük Felaket) olarak
adlandırıyor ve yıldönümünü anarak işgal
gerçeğini dünyaya tanıtmaya çalışıyorlar.
İşgal devleti ise kuruluş yıldönümünü dünya
çapında lobi faaliyetlerini artırmak için bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışıyor. Biz de
bu konuda hazırlamış olduğumuz bir dosyayı
ilginize sunarak işgal gerçeği hakkında insanlarımızın bilgilendirilmesi çabalarına bir katkıda bulunmak istedik.
14
Salih AYDIN
Siyonizmin ve İsrail'in tarihi
incelediğinde hep kan ve şiddet
koktuğu görülür. Şimdi İsrail kuruluşunun altmışbirinci yılını kutluyor. Bugün Siyonistlerin ve
onların devleti niteliğindeki İsrail'in hâlâ elinin kanlı olduğu görülmektedir. İsrail gasp, işgal ve
şiddet üzere kurulduğundan kan
içmenin kendisine hayat verdiğini düşünüyor. Ama bir gün içtiği kanların kendini zehirlediğini
ve daha fazla kan içmeye mecalinin kalmadığını da görecek.
38
İsrail, dünya kamuoyuna genel olarak
bir "Yahudi devleti" olarak yansıtılmaktadır.
Gerçekte "Yahudi ırkının üstünlüğü" anlayışı
üzerine kurulmuş bir devlet olmakla birlikte
ideolojik kimliği dini kimliğinden önce gelir.
Hatta bu özelliğinden dolayı Ortodoks Yahudiler İsrail'i Tevrat'ta vaad edilen Yahudi otoritesi olarak görmezler.
İsrail'in ideolojik kimliğini doğal
olarak Siyonizm biçimlendirmiştir.
Çünkü bu devlet ilk adımı 1897 Basel
kongresiyle atılmış olan Siyonist hareketin bir ürünüdür. Bu itibarla İsrail'in tarihini
Siyonist
örgütlenmenin
ortaya
çıkmasından itibaren başlatmak daha uygun
olur. Dolayısıyla 29 Ağustos 1897 - 14 Mayıs
1948 arasındaki elli küsur yıllık dönem SiyoHaziran 2010
nizmin kendine bir devlet hazırlama sürecini, ondan
sonrası bu devletin fiilen ortaya çıkma ve ayakta
kalma sürecini oluşturmaktadır.
"VAADEDİLMİŞ TOPRAKLAR" İNANCI
İSTİSMAR EDİLDİ
Siyonist ideolojinin ortaya çıkmasında sürükleyici unsur, Avrupa'daki Yahudilerin gettolara sıkıştırılmış ve toplumdan tecrit edilmiş bir hayat yaşamaları
ve Avrupa toplumlarında anti-semitizm denen Yahudi
düşmanlığının rahatsız edici derecede yaygınlık kazanmış olmasıydı. Siyonizmin fikir babaları bu durum
karşısında bütün dünya Yahudilerinin belli bir toprak
parçası üzerinde bir araya getirilerek bağımsız bir Yahudi devleti ve bu devleti ayakta tutacak bir Yahudi
toplum oluşturmak istediler. Ancak Yahudilerin seçilecek toprak parçasına göç etmelerinin sağlanabilmesi için teşvik edici birtakım unsurların yakalanması
gerekiyordu. İşte bunun için Yahudilerin dini kaynaklarında "vaadedilmiş topraklar" olarak anılan bölgenin merkezi ve Tevrat'ta adları geçen
peygamberlerin ve kralların çoğunun hayatlarını geçirdiği Filistin toprakları seçildi.
Ancak burada bir inceliğe dikkat çekmekte
yarar görüyoruz: Yahudilerin dini kaynaklarında her
ne kadar "vaadedilmiş topraklar"dan söz ediliyorsa
da bu topraklara dönüşün Mehdi'nin gelişinden sonra
gerçekleşeceği vurgulanmaktadır. Siyonizm Yahudilikteki "vaadedilmiş topraklar" inancını istismar edebilmek için "Mehdi" inancını sumen altı
etmiştir. Bundan dolayı da Ortodoks Yahudiler
İsrail'in kuruluşunu Tevrat'ta vaadedilen "geriye dönüş" olarak görmemişlerdir hiçbir
zaman.
İSRAİL'İN KURULMASI İÇİN OSMANLI
DEVLETİ YIKILDI
Siyonistler, Yahudilerin diaspora denilen dünyanın değişik yörelerine dağılmış haldeki yaşantılarına son verip belli bir bölgede bir araya gelmelerini
sağlamak için en uygun toprak parçasının Filistin olduğu görüşü üzerinde ittifak ettikleri zaman bu toprakların bir hâkimi vardı. O da, 1492'de İspanya'dan
kaçan Yahudilerin bir kurt gibi içinden yiyerek kendiliğinden yıkılmasını sağlamaya çalıştıkları ama her
şeye rağmen o zaman hâlâ bir dünya devleti kimliğini koruyan Osmanlı devletiydi. Siyonistler Filistin
topraklarına demir atabilmek için önce bu devletten
çok cazip karşılıklarla bir miktar toprak satın almak istediler. Ama yüz bulamayınca şunu düşündüler: "Bu
toprakların şimdilik önemli bir sahibi var. Biz ne kadar
cazip teklifler götürsek de bu sahip'ten bir şey koparamayacağız. Öyleyse onu tarihe gömerek o toprakları sahipsiz hale getirmek zorundayız." İşte bu
düşünce doğrultusunda bir yandan, 1492 göçüyle
Osmanlı ağacının gövdesine soktukları kurtların ürettiği yeni kurtlardan daha hızlı çalışmalarını ve bu
ağacı iyice çürütmek için gereken her şeyi yapmalarını istediler. Bir yandan da Osmanlı'yla rekabet halindeki dünya devletleriyle işbirliği yaparak bu
devletlerin saldırılarını ve işgallerini artırmalarını sağladılar. Osmanlıyla rekabet halindeki devletler de bir
yandan dışarıdan saldırmak suretiyle bir yandan da
Osmanlı'nın hâkim olduğu bölgelerdeki halklar arasına kavmiyetçilik fitnesi sokmak, bazı kişilere liderlik
ve devlet başkanlığı vaad ederek Osmanlı'ya karşı
ayaklanmalarını sağlamak suretiyle yoğun bir şekilde
bu devleti tarihe gömme çabası içine girdiler. Sonuçta
Osmanlı devleti zayıflatılarak Filistin topraklarına
sahip çıkması zorlaştırılınca bu topraklar İngilizler tarafından işgal edildi ve Yahudi göçüne açıldı.
Bu tarihi gerçekleri görmek için Sykes - Picot
anlaşmasını, Belfur deklarasyonunu, İttihat ve Terakki
Cemiyeti'ni oluşturanların kimlikleri ve faaliyetlerini,
Şerif Hüseyin'le İngilizler arasındaki gizli anlaşmaları
vs. incelememiz yeterlidir.
AVRUPALININ ACISINI FİLİSTİNLİDEN
ÇIKARMAK
Siyonizm ideolojisinin ortaya çıkmasında en
önemli etkenlerin Yahudilerin Avrupa'da gettolara sıkıştırılmaları, diaspora ve anti-semitizm olduğunu yukarıda zikrettik. Ancak şunu belirtelim ki İslam
âlemindeki Yahudiler hiçbir zaman getto hayatına
Haziran 2010
39
mahkûm edilmedikleri gibi Müslümanlar arasında da
bir anti-semitizm hareketi asla görülmemiştir. Zaten
bu kelimenin Batı kaynaklı olduğu, karşılığı olan "Yahudi düşmanlığı"nın bir kavram olarak Müslüman
toplumların dillerinde görülmediği ve akım olarak da
hiçbir zaman ortaya çıkmadığı tarihi bir gerçektir.
Ancak Siyonistler Yahudilerin birtakım dini değerlerini istismar etmek amacıyla seçtikleri Filistin topraklarına yerleşebilmek için Avrupalının acısını
Filistinliden çıkarmışlardır. Siyonizmin insafsızlığı ve
vahşiliği de ilk etapta burada kendini göstermektedir.
BATI, SİYONİSTLERE NEDEN YARDIM
ETTİ?
Anti-semitizm ve Yahudilerin kendilerinin üstün
ırk oldukları inancı Batı'daki siyasi sistemlerin başını
ağrıtan iki zıt akımdı. Bu iki akım arasındaki aktif ve
pasif mücadele kendi toplumlarında siyasi ve sosyal
bir istikrar sağlamak isteyen Batı devletlerini ciddi şekilde rahatsız ediyordu. Bu açıdan Yahudilerin Avrupa'dan göç etmelerinin anti-semitizm ve Yahudi
ırkçılığının yol açtığı sorunları ortadan kaldıracağı düşünülüyordu. Bundan dolayı onların göç etmelerini
sağlamak için bir toprak parçası hazırlama düşüncesi
ve Siyonistlerin de bu konuda kendilerine sundukları
teklifler Batı devletlerine cazip geldi. Ayrıca o zaman
Batı'nın İslam âlemindeki sömürgeci politikalarının
önünde en önemli engel olan Osmanlı devletinin ortadan kaldırılması için de Siyonizmle işbirliğinin ya-
rarlı olacağı düşünüldü. Çünkü Siyonistlerin yukarıda
da sözünü ettiğimiz gibi 1492 İspanya sürgünü sonrasında Osmanlı devletinin içine soktukları kurtları
vardı ve bu kurtlar Osmanlı ağacının içten kemirilmesinde önemli rol oynuyordu.
İSRAİL'İN KURULUŞUNU SAĞLAYAN DÖRT
ANA ETKEN
İsrail'in kuruluşu tabii ki değişik çalışmalar sonucunda gerçekleştirilmiştir. Ancak buna imkan sağlayan dört ana etkeni özellikle zikretmek gerekir:
Birincisi: İslam hilafetinin ortadan kaldırılması
suretiyle İslam âleminin küçük parçalara bölünmesi
İkincisi: Başta İngiltere olmak üzere Batı'nın
Siyonizme destek vermesi
Üçüncüsü: Siyonist terör
Dördüncüsü: Nazi fırtınası
Şimdi bu ana etkenler hakkında biraz daha tafsilatlı bilgiler vererek İsrail'in kuruluşunda ne gibi rollerinin olduğunu izah etmeye çalışalım:
İSLAM ÂLEMİNİN PARÇALANMASI
Tarih boyunca İslam âleminin birliğini genellikle
hilafet müessesesi temsil etmiştir. Bu müessese resmi
bir otorite sıfatı taşıyordu. Müslümanlardaki ümmet
bilinci, bütün Müslümanların kardeş olduğu anlayışı
da bu otoritenin etrafında birlik ve dayanışmayı sağlıyordu. Ancak Müslümanların arasına kavmiyetçilik
fitnesinin girmesi, bunun sonucunda hilafet devleti-
GASP ŞİDDET VE TERÖRLE OLUR
Osmanlı devletinin yıkılma- luyla mülk edinmede pek başarılı
sıyla her ne kadar Filistin devlet sta- olamadıkları tarihi bir gerçektir.
tüsündeki sahibinden mahrum Zaten Filistinli ilim adamları da
bırakıldıysa da oralardaki mülklerin bunun önüne geçebilmek için yafert olarak sahipleri vardı. Siyonist- yınladıkları fetvalarla yoğun bir ilmi
ler bu mülkleri sahiplerinden alabil- ve dini mücadele veriyordu.
Hatta kutsal olduğuna inanılan Fi-
mek için iki yola başvuruyordu:
de. Kitlesel dayanışma içindeki bir
Çok cazip karşılıklarla satın almak
ve gasp. Bazılarının sürekli gündemde tutmaya çalıştıkları Filistinlilerin kendi mülklerini Yahudilerin
cazip teklifleri karşılığında onlara
sattıkları iddiası doğru değildir.
Çünkü Yahudilerin "satın alma" yo-
40
Siyonistler "satın alma"
metotlarında başarılı olamayınca daha çok gasp yoluyla
toprak edinmek istediler. Gasp
ise şiddet ve terörü gerektiren bir
metottur. Çünkü kimse gönüllü olarak canının yongası ve yüreğinin bir
parçası olan malını vermek istemez.
listin topraklarında gasp daha da
zorlaşmaktadır. İnançlarına bağlı insanlar bu topraklara ihanet etmemek için hayatlarını feda etmekten
çekinmezler ve çekinmemişlerdir
halk karşısında ferdi terör eylemlerinin de istenen sonucu veremeyeceği
düşünüldüğünden
örgütlü
teröre başvuruldu. Bu yüzden Siyonistler Filistin topraklarını oradaki
halkın elinden zorla çekebilmek ve
o toprakların asıl sahiplerini göçe
Haziran 2010
nin ortadan kaldırılması ve İslam coğrafyasının küçük
parçalara ayrılması İslam toprakları üzerinde planlar
yapanların işlerini kolaylaştırdı. Bundan dolayıdır ki
Filistin halkı İngiliz işgali sonrasında başlayan Yahudi
akınına, Siyonist terör örgütlerinin gerçekleştirdiği
gasp işlemlerine karşı mücadelelerinde yalnız kaldı,
arkalarında kimseyi bulamadılar.
BATI'NIN SİYONİZME DESTEĞİ
Aslında Siyonist terör örgütleri herhangi bir dış
destek almadan Filistin halkının karşısına çıkmış olsalardı, bu halkın bütün yalnızlığına rağmen yine de
başarısız kalacak ve kutsal Filistin toprakları üzerindeki planlarını uygulamaya geçirme amaçlarını gerçekleştiremeyecek lerdi. Ama başta o zamanın en
güçlü sömürge devleti olan Büyük Britanya (İngiltere)
olmak üzere bütün Batı'nın daha önce zikrettiğimiz
sebeplerden dolayı Siyonist terör örgütlerine destek
vermeleri onların işlerini kolaylaştırmıştır. Çünkü saldırgan Siyonistler ileri gelen sömürgeci güçlerden
destek alırken karşılarındaki Filistinliler dünyadan tecrit edilmiş, sahipsiz ve desteksiz bir şekilde vatan savunması yapmak zorunda bırakılmışlardı.
SİYONİST TERÖR
Daha önce zikrettiğimiz katliamlardan ve terör
eylemlerinden de anlaşılacağı üzere Siyonist terör
vahşette sınır tanımıyordu. Bundan dolayı savunmasız halkın psikolojik yönden yıpratılmasında ve onların yurtlarını terk ederek başka yerlere iltica etmeye
zorlanmasında Siyonist terörün önemli etkisi olu-
zorlamak için çeşitli terör örgütleri
oluşturdular. Bütün insani değerlerden soyutlanmış ve tam anlamıyla
saldırganlık ruhuyla yetiştirilmiş militanların oluşturduğu bu terör örgütleri son derece vahşi katliamlar
gerçekleştirmekten çekinmemişlerdir.
İşte bu terör örgütlerinin gerçekleştirdiği terör eylemlerinden ve
katliamlardan bazıları:
HAYFA PAZARI PATLAMASI
yordu. Tabii ki bu şekilde göçe zorlanan halkın geriye
bıraktığı mülklere de Siyonist terör örgütleri el koyuyor ve buraları dünyanın değişik yörelerinden yani
diasporadan getirtilen Yahudi göçmenlere peşkeş çekiyordu.
NAZİ FIRTINASI
Hitler görünüşte aşırı derecede Yahudi düşmanı
biriydi. Ele geçirdiği yerlerdeki Yahudileri toplu katliamlara maruz bırakıyordu. Ancak ilginçtir ki, Nazi
tehdidi Yahudilerin Filistin'e göçlerini hızlandırmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır.
Daha sonra Yahudi Ajansı adını alan Dünya Siyonist Örgütü, Yahudileri Filistin'e göçe teşvik etmek
için çeşitli yollara başvuruyordu. Bu amaçla özellikle
Yahudi dini unsurlarını sonuna kadar değerlendiriyordu. İdeolojisinin adını Yahudilerce kutsal sayılan
ve Kudüs'te yer alan Siyon dağının adından türetmesi
de bu amaç içindi. Ancak şu bir gerçek ki, Filistin'e
Yahudi göçünü hiçbir şey Nazi tehdidi kadar hızlandıramamıştır. Ayrıca özellikle son dönemlerde yapılan araştırmalar ve ünlü Fransız düşünür Roger
Garaudy'nin yazdığı "İsrail Devletini Kuran Efsaneler" adlı eserinde de ortaya konan gerçekler
Nazilerin iddia edildiği şekilde büyük çapta Yahudi katliamları gerçekleştirmediklerini, bu
konudaki iddiaların çoğunun asılsız olduğunu
ortaya koymuştur. Ancak Nazi hareketinin başlamasıyla birlikte koparılan fırtına Hitler'in yönetimine
geçen veya onun başlattığı Nazi hareketinin tehdidi
altındaki Almanya, Polonya, Romanya vs. gibi ülke-
Müslümanların devam ettiği bir
sebze pazarında Siyonist teröristler
tarafından konulan bir saatli bombanın patlaması sonucu 23 Müslüman hayatını kaybetti, 79'u da
yaralandı. Bu patlama üzerine
bütün Filistin şehirlerinde bir hafta
süren genel greve gidildi ve çeşitli
protesto gösterileri düzenlendi.
KRAL DAVUD OTELİ'NİN
HAVAYA UÇURULMASI
leştirilmiştir. Bu olayda 96 kişi öldü,
45 kişi de yaralandı. Ölenlerin 17'si
de Yahudiydi. Irgun militanları bu
oteli örgütlerine ait bazı eylem planlarının oraya götürülmesi sebebiyle
vesikaları yok etmek amacıyla havaya uçurmuşlardı.
DEİR YASİN KATLİAMI
9 Nisan 1948 tarihinde yine
Irgun terör örgütüne bağlı militanlar
Bu eylem Irgun terör örgütü- sabaha doğru Kudüs yakınlarındaki
6 Temmuz 1937'de Hayfa'da nün militanları tarafından gerçek- Deir Yasin köyüne baskın düzenle-
Haziran 2010
41
lerdeki Yahudilerin çekirge sürüleri gibi Filistin'e akın
etmelerini sağlamıştır. Bu yüzdendir ki, 1933'e kadar
göç edenlerle birlikte Filistin topraklarındaki Yahudi
sayısı yaklaşık olarak 185 bini bulmuşken, sadece
1933 - 36 arasındaki üç yıllık süre içerisinde toplam
165 bin Yahudi bu topraklara göç etmiştir.
1933 öncesinde Filistin topraklarına yerleşen
Yahudilerin yaklaşık 60 binini Osmanlı döneminde
yani 1918'e kadar yerleşmiş olanlar oluşturuyordu.
Buna göre İngilizlerin her türlü kolaylığı göstermelerine ve Dünya Siyonist Örgütü'nün bütün teşviklerine
rağmen 1918-33 arasındaki 15 yıl içinde toplam 125
bin Yahudinin Filistin'e göç etmesine rağmen 1933 36 arasındaki üç yılda 165 bin Yahudi göç etmiştir.
Böylece üç yıllık süre içinde Filistin topraklarındaki
Yahudi sayısı neredeyse ikiye katlanmıştır. Nazi fırtınasının zorlamasıyla göç edenlerle, 1945'e kadar da
Filistin topraklarındaki Yahudi nüfus 800 bine ulaştı
ve İsrail devleti işte bu nüfusla kuruldu. Bu itibarla
İsrail'in asıl kurucusu Hitler'dir dense yanlış
olmaz. Çünkü bu nüfus potansiyeli oluşmasaydı İsrail'in kurulması belki yüzyıllar alabilirdi.
İşin bir ilginç yönü daha var: Nazi fırtınasının
kopmasıyla birlikte Yahudiler üzerinde yoğun bir tehdit oluşmasına rağmen Nazi gençler, Almanya'nın
büyük şehirlerinin sokaklarında dolaşarak Yahudilere:
"Nach Palestina (Filistin'e kaçın)!" diye bağırıyorlardı. Yani onlara ölümden kurtulmalarının yolunun Filistin'e kaçmaları olduğunu bildiriyorlardı.
diler. Bu baskında yaralı olarak kurtulabilen birkaç kişi dışında bütün
köy halkı öldürüldü. Öldürülenlerin
çoğu kadın ve çocuktu. Yahudi teröristler hamile bir kadının karnını
yararak karnındaki bebeğini hançerlemişlerdi. Teröre şahit olanların
anlattıklarına göre Yahudi teröristler
bu baskında kadınların kulaklarını
kesiyor, kulaklarındaki küpeleri alıyor sonra öldürüyorlardı.
Böylece Dünya Siyonist Örgütü'nün dil dökerek Filistin'e çekemediği Yahudileri Naziler tehdit yoluyla
göçe zorlayabiliyorlardı. Bu olay da Nazilerin asıl
amaçlarının Yahudileri yok etmek değil Filistin'e göçe
zorlamak olduğunu gösteriyordu. Bu gelişmeler Nazi
hareketinin arkasında uluslararası Siyonizmin bir parmağının olabileceği kanaatlerini teyit etmektedir.
Siyonistlerin Nazi hareketinin gerçek kimliğiyle
ilgili tarihi ve belgesel araştırmalardan son derece rahatsız olmaları da bu yüzdendir. Nazi hareketi aynı
zamanda, uluslararası Siyonizme, Yahudi halkını
mağdur ve mazlum göstermek, dolayısıyla Filistin'e
akın etmelerinin dünya kamuoyu nezdinde makul
karşılanmasını sağlamak için iyi bir fırsat vermiştir.
Dünya Siyonist Örgütü bu fırsatı çok iyi bir şekilde
değerlendirerek 1933'te Prag'da gerçekleştirdiği toplantıda en kısa sürede "Yahudi ulusal yurdu"nun kurulması için bütün gayretlerin ortaya konmasına karar
vermiştir.
İSRAİL: TERÖRİSTLERİN KURDUĞU VE
YÖNETTİĞİ BİR TERÖR MEKANİZMASI
İsrail'in bir tür terör mekanizması olarak algılanması gerekir. Çünkü teröristler tarafından kurulmuştur, kuruluşundan itibaren sürekli teröristler
tarafından yönetilmiştir, hâlen de teröristler tarafından yönetilmektedir. Gerek işgal altında tuttuğu topraklar üzerinde gerekse dünyanın değişik ülkelerinde
sürekli terör eylemleri gerçekleştirmektedir.
olay hakkında şu açıklamayı yap- imkânlarından mahrum 6 kişi öldümıştır: "Bu önemli bir stratejik ey- rüldü.
lemdi. Bu eylemi gerçekleştirme
şerefi sadece Irgun örgütüne ait de-
1 Ocak 1947'de bir Filistin kö-
ğildir. Bu eylem Şatiron'un ve Bala- yüne düzenlenen saldırıda 111 kişi
mah örgütündeki topçu birliğin öldürüldü.
katkılarıyla gerçekleştirilmiştir."
31 Aralık 1947'de yukarıda
Ayrıca:
adı geçen Beledu'ş-Şeyh köyüne
gerçekleştirilen ikinci saldırıda köy
12 Haziran 1939'da bugün halkından 600 kişi öldürüldü.
Deir Yasin katliamının gerçek- Tel Hannan olarak adlandırılan Be5 Ocak 1948'de Haganah
leştirildiği sırada Irgun terör örgütü- ledu'ş-Şeyh köyüne bir saldırı dübütün
savunma terör örgütü Batı Kudüs'te Müslünün lideri olan Menahem Begin zenlenerek
42
Haziran 2010
BM Filistin topraklarının bölünmesine dair
karar aldığında Filistin topraklarına yerleştirilmiş olan
Yahudilerin eğitim görmüş silahlı yetmiş beş bin militanı bulunuyordu. Bu silahlı militanların mevcut Yahudi terör örgütlerine göre dağılımı şöyleydi:
Haganah: 60 bin, Balamah: 5 bin, Irgun: 5 bin, Şatiron: Bin. Diğer dört bin terörist de bunların dışındaki
küçük terör örgütlerine mensuptu. İşte İsrail bu terörist militanlar tarafından kurulmuş ve yöneticileri de
onların arasından çıkmıştır.
Adı geçen terör örgütleri Siyonist İsrail'in kurulmasından önce birbirinden ayrı gruplar halinde hareket etmelerine ve zaman zaman birbirlerine karşı
tavır alıyormuş gibi görünmelerine rağmen İsrail'in
kuruluşu aşamasında tam bir işbirliği içine girdiler.
Kuruluşun gerçekleşmesinden sonra da tamamen birleştiler. Bu durum onların başlangıçtaki ayrılığının bir
taktik olduğunu, bazı çevreleri yanıltmak, birinin işlediği eylemden diğerinin sorumlu tutulmasına fırsat
vermemek ve benzeri sebepler dolayısıyla böyle hareket ettiklerini ortaya çıkardı.
İsrail'in kuruluşundan sonra bu devletin en üst
kademelerinde görev alan yöneticilerin çoğu söz konusu terör örgütlerinde yetişmişti. Bunlardan bazılarının terör örgütlerinde ne gibi görevler
üstlendiklerinden özetle söz edelim:
İsrail'in ilk başbakanı Ben Gurion 1945 yılında
Yahudi terör örgütleri arasında ortak koordinasyon
kurulmasını sağlayan kişidir. Bu ortak koordinasyo-
nun kurulmasından sonra Ben Gurion 1 Ekim
1945'te bütün Yahudi terör örgütlerine hareket emri
verdi ve bu emir doğrultusunda çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Daha sonra Ben Gurion hakkında İngiliz
manda yönetimi tarafından tutuklama kararı çıkarıldı
ama o Filistin'den kaçmış olduğundan tutuklanamadı.
Camp David anlaşmasının imzalandığı sırada
İsrail başbakanı olan ve İsrail tarafından bu anlaşmaya imza koyan Menahem Begin 1943'ten itibaren
Irgun terör örgütünün liderliğini yapmıştır. Deir Yasin
katliamı ve Kral Davud Oteli'nin havaya uçurulması
eylemleri onun militanları tarafından gerçekleştirildi.
Irgun terör örgütü bunların dışında da pek çok terör
eylemi gerçekleştirmiştir. Aynı Menahem Begin 1978
yılında Mısır devlet başkanı Enver Sâdât'la birlikte
Nobel barış ödülüne lâyık görüldü.
İsrail'in Menahem Begin'den önceki başbakanı
Bayan Golda Meir 16 yaşından itibaren Siyonist terör
örgütleri içinde faaliyet göstermiş biridir. Ben Gurion'un terör örgütlerinde faaliyette bulundu. Filistin'de
İsrail'in kuruluşundan önce oluşturulan Yahudi Konseyi'nin ileri gelenlerindendi.
Beyrut kasabı lakabıyla ünlü olan İsrail'in eski
başbakanı uzun süreden beri komada olan Ariel
Şaron, Kibya katliamı ile Sabra ve Şatilla katliamının
sorumlusudur. Ariel Şaron da terör örgütlerinden yetişmiş biridir.
manlara ait Semiramis Oteli'ni kun- düzenleyerek köydeki evlerin çodaklayıp 26 kişinin yanarak ölme- ğunu yıktı ve 30 kişiyi öldürdüler.
sine sebep oldu.
31 Mart 1948'de yine Haga14 Şubat 1948'de Haganah'a nah terör örgütünün militanları
bağlı Gizli Palmach Ordusu'na men- Hayfa - Yafa trenini havaya uçurasup teröristler tarafından el-Celil'e rak 40 Filistinlinin ölümüne sebep
bağlı Sa'sa' köyüne düzenlenen sal- oldular.
dırıda 20 ev sahiplerinin başlarına
yıkılmış ve yirmi kişi hayatını kay11 Nisan 1948'de Haganah
betmiştir.
terör örgütüne mensup teröristler elKastel yakınındaki Kaloniye köyüne
13 Mart 1948'de Haganah baskın düzenleyerek birçok kişiyi ölterör örgütüne mensup teröristler dürdü, birçoklarını da yaraladılar.
Kefer Huseyniye köyüne bir saldırı
28 Ekim 1948'de Devayime
Haziran 2010
katliamı gerçekleştirildi. Bu olayda
Siyonist teröristler 3000 kişiden oluşan köy ahalisini köyün camisine
doldurarak kurşun yağmuruna tuttular ve çoğunu öldürdüler.
Bunlar Siyonist terör örgütlerinin İsrail'in kuruluşu için zemin ve
şartları hazırlama sürecinde gerçekleştirdikleri terör eylemlerinin ve
katliamların başlıcaları. Ancak bunların dışında da pek çok terör eylemi gerçekleştirilmiştir.
43
Siyonist devlete bağlı olarak 28 yıl Kudüs belediye başkanlığı yapan Teddy Kollek, İsrail'in kuruluşundan önce pek çok kanlı terör eyleminin sorumlusu
olan Haganah örgütünün ileri gelen elemanlarındandı. Kollek aynı zamanda bir silah kaçakçısıydı.
Oslo ve Kahire anlaşmalarından sonra Nobel
barış ödülüne lâyık görülen ve bir dindaşı tarafından
öldürülmesinden sonra da bütün dünya liderlerinin
arkasından ağıt yaktığı eski İsrail başbakanı İzak
Rabin, 18 yaşında, Yahudilerin önemli terör örgütlerinden olan Irgun'un askeri kanadı durumundaki Gizli
Palmach Ordusu'na katıldı. Aradan çok zaman geçmeden bu örgütün bazı birimlerinin komutanlığını
yapmaya başladı. 1948 Savaşı'nda Kudüs çevresindeki önemli çatışmaların komutanlığını yaptı.
Bunlar birkaç örnek. Hepsi bu kadar değil elbette. İsrail üst kademe yöneticilerinin büyük çoğunluğunun
hatta tamamının terör örgütlerinden yetişme olduklarını söylersek yanlış olmaz.
ŞİDDET VE TERÖRLE AYAKTA DURAN
BİR DEVLET
İsrail şiddet ve terörle kurulduğu gibi aynı zamanda sürekli şiddet ve terörle ayakta durmuştur.
Bunun sebebi İsrail'in iğreti bir devlet olmasıdır. Hak-
sızlık ve gasp üzere kurulduğundan, gasp ettiği hakların her an elinden alınabileceği korkusuyla yaşamaktadır. Tıpkı bir araba hırsızının altındaki arabanın
sahibinin bir gün kendisine ulaşıp onu elinden alacağını düşündüğünden sürekli korku ve endişe içinde
seyahat etmesi gibi. Bundan dolayı hırçın ve saldırgan bir politika izlemektedir. Zaten hırçınlık ve saldırganlık Siyonizm ideolojisinin özünde de vardır.
İsrail devletinin resmen kuruluşu ilan edildiğinde Filistin topraklarındaki Yahudi sayısı 800 bine
çıkmıştı. Bu ilanın ve onu takip eden 1948 savaşının
hemen ardından bir milyon Filistinli mülteci durumuna düştü. Bugün Filistin topraklarında yaşayan Yahudi sayısı 4 milyonu buluyor. Bir ara bu sayı 5
milyona kadar ulaştı, ancak tersine göç sebebiyle
azaldı. Dünyanın değişik ülkelerine dağılmış durumdaki Filistinli mülteci sayısının da 6 milyon civarında
olduğu tahmin edilmektedir. Dikkat edilirse göçe teşvik edilmek suretiyle veya Nazilerin yaptığı gibi zorlama usulüyle Filistin topraklarına yerleştirilen Yahudi
sayısından fazla sayıda Filistinli mülteci var. Bunun
sebebi Filistin topraklarında oluşturulan "İsrailli nüfus"un birilerinin oradan zorla çıkarılması suretiyle oluşturulmuş olmasıdır. Bu
"İsrailli nüfus" dini bir gerekçesi bile olmayan ideolo-
MOSSAD'IN TERÖR EYLEMLERİ
Yukarıda İsrail'in devlet sıfatıyla girdiği savaşlardan, katliamlardan ve bizzat askerlerce işlenen
kasıtlı cinayetlerin bazılarından
özetle söz ettik. İsrail'in sicilinde ayrıca çok sayıda münferit terör eylemi bulunmaktadır.
İsrail kurulmadan önce Siyonistler terör eylemlerini daha önce
adlarını andığımız birtakım terör örgütleri vasıtasıyla gerçekleştiriyorlardı. Ancak İsrail'in kurulmasından
sonra bu tür terör eylemlerinin sürdürülmesi amacıyla özel bir devlet
kurumu oluşturuldu: MOSSAD
MOSSAD görünüşte İsrail'in dış istihbarat örgütüdür.
Gerçekte ise bir cinayet şebekesi ve terör örgütüdür. Şimdi
MOSSAD'ın gerçekleştirdiği terör
44
eylemlerinin ve cinayetlerin başlıca- Şerar'ın Beyrut'ta bir suikast sonucu
larını sayalım:
şehit edilmesi.
- 10 Ocak 1971: Filistinli mü- 14 Şubat 1988: FKÖ'nün ileri
cahit Ziyad el-Huseyni'nin Gazze'de gelenlerinden Hamdi et-Temimi,
şehit edilmesi
Mervan el-Kiyali ve Muhammed elCis'in Kıbrıs'ın Limasol kentinde
- 9 Ekim 1972: FKÖ'nün Roma arabalarına bomba konması suretemsilcisi Vail Zuaytir'in bir suikastla tiyle öldürülmeleri
öldürülmesi
- 16 Nisan 1988: FKÖ liderle- 22 Ocak 1979: 1936 direnişi- rinden Halil el-Vezir'in (Ebu Cinin liderlerinden Hasan Selame'nin had'ın) öldürülmesi. Bu cinayette
oğlu Ali Hasan Selame'nin Beyrut'ta İsrail Deniz kuvvetlerinden de yaarabasına bomba konması suretiyle rarlanılmıştır.
öldürülmesi.
- 15 Ocak 1991: Tunus'ta
- 29 Eylül 1980: Filistinli lider FKÖ'nün ileri gelenlerinden Ebu
Sa'd Sayil'in Lübnan'ın el-Beka'a İyad, Ebu'l-Hevl ve Fahri el-Umevadisinde öldürülmesi
ri'nin öldürülmesi
- 9 Ekim 1981: Mücahit Ebu
- 12 Mayıs 1993: Hasan MuHaziran 2010
jik hedeflerle oluşturulmuş, karşılığında binlerce yıldır sabit ve istikrarlı hayata sahip olan bir toplum sefalete mahkûm edilmiştir. Bu durum doğal olarak
işgalcilerde kesintisiz bir endişeye ve telaşa, bu endişe ve telaş da hırçınlık ve saldırganlığa sebep olmuştur.
bir saldırıya yöneltmelerinin sebebi daha önce istedikleri gibi kullandıkları Süveyş kanalının Mısır tarafından millileştirilmesiydi. İngiltere ve Fransa'yla ortak
hareket eden İsrail bu saldırıda Gazze bölgesiyle Sina
yarımadasını işgal etti. Ancak işgal ettiği bu topraklardan 7 Mart 1957'de birtakım diplomatik sebeplerden dolayı çekildi.
ALTMIŞ YILDA YEDİ BÜYÜK SAVAŞ
Son yüzyılda dünya devletleri içinde belki de
en çok savaşa girmiş olanı İsrail'dir. Bundan dolayıdır
ki altmış yıllık süreye yedi büyük savaşı sığdırabilmiştir.
İsrail'in kuruluşunun ilanından birkaç saat sonra
14 - 15 Mayıs 1948 gecesi birinci Arap - İsrail savaşı
başladı. Savaşın üçüncü gününde, 18 Mayıs 1948'de
Akka, İsrail kuvvetlerinin eline geçti. Savaşın üçüncü
haftasında dış güçlerin sağladıkları askeri destek sayesinde İsrail hava üstünlüğü sağlayarak önemli başarılar gerçekleştirdi. Kaynaklarda İsrail'e hava
desteğinin Sovyetler tarafından sağlandığı ifade edilmektedir. İsrail dış güçlerin temin ettiği uçaklarla Suriye ve Ürdün'deki sivil hedefleri de bombaladı.
İsrail, 1956 Ekim'inde İngiltere ve Fransa'yla
anlaşarak Mısır'a saldırdı. Bu iki ülkenin İsrail'i böyle
Arap - İsrail savaşlarının en geniş çaplısı Altı
Gün Savaşı diye de anılan 1967 Haziran savaşıdır.
Bu savaş İsrail'in 5 Haziran 1967 sabahı Mısır'a saldırmasıyla başladı. İsrail uçakları önce Akdeniz üzerinden Mısır'ın batı tarafındaki askeri havaalanlarını
bombalayarak üç saate yakın bir süre içinde 300
kadar Mısır askeri uçağını yerde imha ettiler. İsrail
uçaklarının bu saldırı esnasında Akdeniz'deki Amerikan filosundan ikmal yaptıkları ileri sürülmüştür.
Mısır'ın bütün askeri uçaklarını üç saatlik bir
süre içinde daha yerdeyken imha eden İsrail hemen
ardından Gazze bölgesine ve Sina yarımadasına
doğru karadan ve havadan saldırıya geçti. Mısır askerleri bu saldırı karşısında ciddi bir direniş göstermeden Gazze'yi ve Sina'yı İsrail'e teslim ettiler. Bu
olayda zamanın Mısır devlet başkanı Cemal Abdünnasır'ın bir ihanetinin de söz konusu olduğu ileri sürülmektedir.
hammed Hamude'nin şehit edil- MOSSAD ajanları sokaktaki bir çomesi
cuğu kandırarak eline bir bomba
paketi vermiş ve o paketi; HAMAS
- 27 Haziran 1993: İzzettin Kas- mücahitlerinin kaldığı tespit edilen
sam birliklerine mensup Cemil İbra- bir evi tarif ederek o eve götürmehim Ahmed el-Vadi adlı gencin şehit sini istemişlerdir. Çocuğun paketi
edilmesi
binanın içine götürmesinden sonra
patlayan bomba binada büyük tah- 22 Haziran 1994: HAMAS'ın ribata ve paketi götüren çocukla beş
Gazze'deki mensuplarından Nasır HAMAS mücahidinin ölümüne yol
Saluha'nın evinden kaçırılarak şehit açtı.
edilmesi.
- 22 Haziran 1995: İslâmi Ci- 2 Kasım 1994: İslâmi Cihad had'ın ileri gelenlerinden Mahmud
Örgütü'nün Gazze'deki liderlerinden Arafat Havaca'nın bir suikast soHâni el-Abid'in şehit edilmesi.
nucu şehit edilmesi.
- 26 Kasım 1994: İzzettin Kassam birliklerinin komutanlarından
Imad Akal'ın şehit edilmesi.
- 2 Nisan 1995: Şeyh Rıdvan
Mahallesi katliamı. Bu olayda
Haziran 2010
bomba yerleştirilmiş cep telefonunun uzaktan kumandalı olarak patlatılması suretiyle şehit edilmesi
- 4 Şubat 1996: İslami Cihad
mensubu Eymen Rezâyine ve
Ömer el-A'rec adlı gençlerin Gazze'de şehit edilmesi
- 16 Şubat 1996: Limasol'dan
yola çıkan ve Filistinlilerin bindiği
"dönüş gemisi"nde bomba patlatılması
- 25 Eylül 1997: Amman'da
HAMAS Siyasi Birimi başkanı Halid
- 26 Ekim 1995: Filistin İslâmi Meşal'e karşı suikast girişimi
Cihad Hareketi'nin lideri Dr. Fethi
- 29 Mart 1998: Ramallah'ta
Şikâki'nin Malta'da şehit edilmesi.
HAMAS'ın İzzettin Kassam Birlikle- 5 Ocak 1996: Yahya Ayyaş'ın ri'nin ileri gelenlerinden Muhyiddin
bir ajan vasıtasıyla sokulan ve içine eş-Şerif'in şehit edilmesi.
45
İsrail Mısır'ı etkisiz duruma getirdikten ve Süveyş kanalına kadar olan bütün toprakları ele geçirdikten sonra Ürdün ve Suriye tarafına yöneldi. Bu
ülkeler tarafından da ciddi bir direnişle karşılaşmayan
İsrail kuvvetleri Ürdün'den Doğu Kudüs ve Batı Yaka'yı Suriye'den de Golan tepelerini işgal ettiler. O
zaman Suriye hava kuvvetleri komutanı ve genelkurmay başkanı olan Hafız Esed'in devlet başkanı olma
emelini gerçekleştirmek için ABD ile anlaşarak Golan
tepelerini bile bile teslim ettiği ileri sürülmüştür. Golan
tepelerinin coğrafi konumu ve stratejik durumu göz
önüne getirildiğinde bu iddiaya hak vermemek mümkün değildir.
1968 yılında Ürdün Nehri vadisinde ve Doğu
Yaka denilen bölgede bulunan ve halkının çoğunluğunu Filistinlilerin oluşturduğu el-Kerame kasabasına
İsrail ordusu tarafından büyük bir saldırı düzenlendi.
O zaman el-Kerâme'nin yönetimi Ürdün'ün elinde olmasına rağmen Ürdün ordusu bu kasabayı savunmak
için hiçbir direniş göstermedi. Ancak Filistinliler kahramanca savunmada bulunarak İsrail askerlerini geri
çekilmeye zorladılar. Tarihe Kerame Savaşı diye
geçen bu çarpışmada İsrail kuvvetleri önemli kayıplar
verdi. Bu savaşta Ürdün ordusunun ve hükümetinin
hiçbir etkinliğinin olmamasına rağmen Ürdün yönetimi kazanılan zaferi dünyaya kendi zaferi gibi göstermekten geri kalmadı.
İşgal devletinin bir diğer büyük savaşı 1973
Ekim Savaşı'dır. İşgal devleti bu savaşta başarılı olamamıştır.
İsrail 1982 yılında Lübnan'a yerleşmiş bulunan
Filistin direniş güçlerini oradan çıkarmak için kara,
hava ve deniz kuvvetleriyle bir saldırı düzenledi. Lübnan'a yönelik saldırılar 21 Nisan'da Damur çevresine
yapılan büyük bombardımanla başladı. 3 Haziran'da
İsrail'in Londra büyükelçisinin bir saldırı sonucu yaralanması İsrail'in Lübnan'ı işgal planını devreye sokması için fırsat oldu. Aslında söz konusu saldırı olayını
izleyen gelişmeler bu olayın bir provokasyon olduğu
intibaı uyandırmaktadır. Nitekim İsrail bazı planlarını
gerçekleştirebilmek için bu tür provokasyonlara başvurmaktan ve kendi adamlarını siyasi emelleri uğruna
feda etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir. Londra
büyükelçisine yönelik saldırıdan Filistinlileri sorumlu
tutan İsrail, 3 Haziran'da Batı Beyrut'un dış mahallelerinde bulunan ve Filistinliler tarafından kullanılan
bir stadyuma ve Güney Lübnan'daki Filistin mevzile-
46
rine şiddetli hava saldırısı düzenledi. Bu saldırıda 80
kişi öldü, 100'den fazla insan da yaralandı. İsrail kuvvetleri, bu olaydan üç gün sonra da Lübnan sınırlarını
geçerek bu ülkeyi işgal hareketini başlattılar. 80 bin
askerden oluşan İsrail kuvvetleri Haziran sonuna
kadar Beyrut havaalanına ulaştılar. Filistinliler sayıları
az olmasına rağmen Siyonist güçlere karşı güçlü bir
savunmada bulundular. Ancak arkalarında devlet
desteği olmayan ve sayıları 7 - 8 bin kadar olan Filistinli gerillalar geriye doğru çekilmek zorunda kaldılar
ve Batı Beyrut'ta kuşatma altına alındılar. İsrail kuvvetleri Lübnan'daki Hıristiyan Falanjist güçlerden destek ve yardım alıyorlardı. Bunun yanı sıra yine bir
Hıristiyan olan Lübnan cumhurbaşkanı İlyas Sarkis
de İsrail kuvvetlerine yardımcı oluyordu. Bu işgal sonrasında bütün dünyanın yalnız bıraktığı Filistinli gerillalar Lübnan'ı terk etmek zorunda kaldılar. İsrail,
Lübnan'daki kuvvetlerini ancak 1985 Şubat'ından itibaren kademeli olarak geriye çekmeye başlamıştır.
Hizbullah mücahitlerinin direnişi karşısında 2000 yılında Güney Lübnan'ı tamamen terk etmek zorunda
kaldı.
Yedinci büyük savaş da 2006 yazında Hizbullah
mücahitlerine karşı gerçekleştirildi. İşgal devleti 33
gün süren bu savaşta sürekli sivil hedefleri vurarak
can kaybının ve maddi zayiatın yüksek olmasına
sebep olmaya çalıştı. Ancak savaş sonunda ağır bir
yenilgi alarak girdiği bölgelerden çekilmek zorunda
kaldı.
İSRAİL'İN KATLİAMLARI
Siyonist terör örgütlerinin İsrail devletini kurma
süreci içinde gerçekleştirdikleri bazı katliamlardan ve
cinayetlerden daha önce söz etmiştik. Bu katliamlar
ve cinayetler İsrail'in kurulmasından sonra da kesilmeden devam etti.
Şimdi bunların bazılarını zikredelim:
- 14 Ekim 1953 gecesi: Ariel Sharon komutasındaki "Birlik 101" adını taşıyan 500 kişilik Yahudi komando birliğinin Batı Yaka'daki Kibya adlı Filistin
köyüne baskın düzenleyerek 67 kişiyi öldürmesi, 75
kişiyi de yaralaması.
- 28 Şubat 1955: İşgal kuvvetlerinin Gazze'ye
baskın düzenleyerek 38 kişiyi öldürmeleri
Haziran 2010
- 31 Ağustos 1955: İsrail'in Gazze'nin Han Yunus
bölgesine saldırması. 40 Mısır askerinin öldürülmesi,
40'ının da yaralanması.
- 28 Ekim 1956 akşamı: Siyonist askerlerin Sina'daki Kefer Kâsım köyünde büyük bir katliam gerçekleştirmeleri.
- 8 Nisan 1970: İsrail uçaklarının Mısır'daki Bahru'l-Bakar Okulu'na saldırı düzenlemeleri. Bu saldırıda otuz çocuk hayatını kaybetmiştir.
- 25 Nisan 1970: Kutlu Doğum bayramında Kudüs'teki Kıpti kilisesine ve kilisede görevli rahiplere
saldırıda bulunulması.
- 21 Şubat 1973: İsrail füzelerinin Libya Havayolları'na ait bir uçağı düşürerek Libya Dışişleri Bakanının ölümüne sebep olmaları.
- 10 Nisan 1973: İsrail işgal güçlerinin Beyrut'a
saldırı düzenlemeleri ve Filistinli liderlerden Ebu Yusuf
en-Neccar, Kemal Advan ve Kemal Nasır'ı öldürmeleri.
- 16 Eylül 1982 gecesi: Sabra ve Şatilla katliamı.
Ariel Şaron'un gözetiminde gerçekleştirilen bu katliamda çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 991 Filistinli mülteci öldürüldü.
- 1 Ekim 1985: İsrail uçaklarının Tunus'taki FKÖ
karargahını bombalamaları. Bu olayda 70 kişi öldürülmüş, yüzlerce insan da yaralanmıştır.
- 7 Aralık 1987: Filistinli işçileri taşıyan arabaya
bir Yahudinin kamyonetiyle çarparak dört Filistinlinin
ölümüne dokuz Filistinlinin de yaralanmasına sebep
olması. Bu saldırı intifadanın fitilini çeken olay olmuştur.
- 16 Aralık 1988: Siyonist işgal güçlerinin Nablus'un Re'su'l-Ayn kentinde Filistinli gençlere karşı katliam gerçekleştirmeleri
- 24 Eylül 1990: Siyonistlerin el-Beric mülteci
kampına baskın düzenleyerek 33 ev ve dükkanı yıkmaları
Haziran 2010
- 8 Ekim 1990: Kudüs katliamı. 30 Müslümanın
şehit edildiği, 800 Müslümanın yaralandığı bu saldırı,
Siyonist İsrail yönetiminin bazı fanatik Yahudi gruplarını kışkırtması sonucu gerçekleştirildi.
- 13 Mayıs 1993: İşgalciler tarafından şehit edilen
Hasan Muhammed Hamude'nin cenaze merasimine
katılan üç binden fazla Filistinlinin üzerine Siyonist
askerlerin ateş açmaları sonucu beş kişinin şehit olması, altmış kişinin de yaralanması.
- 3 Ocak 1994: İsrail askerlerinin Beyti Hanun
bölgesinde Filistin polisinin üzerine ateş açmaları sonucu dört polisin öldürülmesi, üçünün de yaralanması
- 25 Şubat 1994 (15 Ramazan 1414): el-Halil'de
Hz. İbrahim Camisi katliamı. Müslümanların sabah
namazını kıldıkları sırada gerçekleştirilen bu katliamda İsrail askerleri tarafından korunan Barush
Goldstien adlı bir Yahudi terörist tetikçi görevi üstlenmişti. Katliamda toplam 67 kişi hayatını kaybetmiş, pek çok kişi de yaralanmıştır.
- 18 Nisan 1996: Lübnan'da Kana katliamı. Bu
katliamda çoğu çocuk ve kadınlardan oluşan 108 kişi
hayatını kaybetmiştir.
- Nisan 2002: Cenin katliamı. Günlerce süren bu
saldırıda en az bin kişinin şehit edildiği tahmin edilmektedir. BM'nin olayla ilgili bir soruşturma ekibi
oluşturmasına rağmen gerçek bilgiler tam olarak gün
yüzüne çıkarılmamıştır.
Bunlar İsrail'in devlet sıfatıyla gerçekleştirdiği katliam
ve cinayetlerin bir kısmı. Tümünü sıralayabilmek için
listeyi bir hayli uzatmak gerekiyor. Ancak bu katliamlar ve cinayetler "Siyonizm"in bir devlet kimliği
kazanmasından sonra da anlayış ve çizgisini
değiştirmediğini belgelemeye yetiyor.
SONUÇ
Siyonizmin ve İsrail'in tarihi incelediğinde hep
kan ve şiddet koktuğu görülür. Şimdi İsrail kuruluşunun altmışbirinci yılını kutluyor. Bugün Siyonistlerin
ve onların devleti niteliğindeki İsrail'in hâlâ elinin
kanlı olduğu görülmektedir. İsrail gasp, işgal ve şiddet üzere kurulduğundan kan içmenin kendisine
hayat verdiğini düşünüyor. Ama bir gün içtiği kanların kendini zehirlediğini ve daha fazla kan içmeye mecalinin kalmadığını da görecek.
47
EĞİTİMDE DE
REHBERİMİZ...
erbiye, bir şeyi zaman içinde kemâle
erdirmektir. "Biriken beşer kültürünü
yeni nesillere aktarma ve insanın doğuştan gelen kabiliyetlerini müsbet yönde
açıp, geliştirme," diye de tarif edilir.
T
Ömer SEVİNÇGÜL
Daha müslümanca bir tarif yaparsak,
terbiye, "kulu, dinî ve dünyevî görevlerini en
iyi şekilde yerine getirebileceği bir hâle ulaştırma faaliyeti"dir.
Efendimizin terbiye anlayışında, "eğitim" ile "öğretim" iki ayrı unsur değil, birbirine
sımsıkı kenetlenmiş bir bütündür. O, eğitirken
öğretir, öğretirken de eğitir.
"Ben insanlara muallim olarak gönderildim."
Bir hadîsinde, "Ben insanlara muallim olarak gönderildim," buyuruyor. O,
Allahın tayin ettiği bir öğretmen. "Yapan bilir,
bilen konuşur," kaidesince, insanların nasıl
terbiye edileceğini en iyi bilen Allah, kitabında, "Peygamberin verdiği her şeyi alınız ve
yasakladığı her şeyden de kaçınız!" diye emrediyor.
İnanan için itaatten başka yol mu var?
GAYE
Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü
vesselâmın eğitiminde gaye, şahsiyeti İslâma
48
Haziran 2010
göre tesis ve inşadır. Sağlıklı toplumlar da ancak
böyle fertlerle kurulur.
Onun, eğitimde temel hedefi müslüman yetiştirmektir. Esas olan, Allahın rızası ve ahirettir. Dünya
huzuru ve rahatı ikinci plânda gelir, İslâmı yaşamayı
kolaylaştıran bir vesiledir.
SAMİMİYET
İlâhî Fermanda, "Allah, ancak Kendisi için
yapılmış ibadeti kabul eder," buyuruluyor. Bu
emrin en güzel uygulaması Efendimizdedir. O, her
işinde olduğu gibi, eğitiminde de ihlas ve samimiyet
timsalidir. Şan, şöhret, makam, mal gibi fani seraplar
peşinde koşmamış, yalnız Allahın rızasını esas almıştır. Her sözünün tereddütsüz kabul ve tatbik edilmesinde bu samimiyetin de büyük payı vardır.
Kureyş müşrikleri, davasından vazgeçmesi mukabilinde, Mekkenin reisliği ile beraber, tükenmez
dünya malı teklif ettikleri zaman, haberi getiren Ebu
Talibe, "Amcacığım! Güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar, ölürüm yine bu vazifeyi bırakmam!" diyebilmiştir.
MERHAMET
Onun, talebesi durumundaki ümmetine merhameti emsalsizdir. Muhataplarının kendisine reva
gördükleri onca tahkir, tezyif ve işkenceye rağmen,
beddua bile etmemiştir. Hadîs kitaplarında, Peygamberimizin "Ümmetim, ümmetim!" diyerek ağladığı
nakledilir.
Bu nazirsiz merhameti de insanlara çok tesir
etmiş, kısa zamanda, verilen bilgileri öğrenip, en güzel
şekilde uygulamalarını sağlamıştır.
Hangi öğrenci, kendisi için göz yaşı döken bir
öğretmenin tesirinde kalmaz?
SÖYLEDİĞİNİ YAŞAMAK
Öğretmenin, anlattığı konuları yaşaması öğrenciye tesir eder. Eğitimci tavsiye ettiği meseleleri, uygulamalıdır. "Kendini ıslah etmeyen, başkasını ıslah
edemez." Resülullahın, tebliğ ettiği dini yaşamakta eşi
yoktur.
Meselâ, yalan söylemenin kötülüğünü anlatmış
ve kendisi de asla yalan söylememiştir. Namazı tavsiye etmiş, herkesten çok O namaz kılmıştır. "Ahlâkınızı güzelleştiriniz!" diye emrederken, ahlâk
merdiveninin zirvesindedir.
Kuranı Kerim de, "yapmadığınızı niçin söylersiniz!" diye ferman ediliyor ve bildiğini yaşamayan âlimler "kitap yüklü merkeplere" benzetiliyor.
BİLGİ
Eğitim ve öğretimde temel faktörlerden biri de
"bilgi"dir. Konusunu kâfi derecede bilmeyen öğretmen, başarısızlığı peşinen kabul etmelidir. Zihinde billurlaşmayan manalar, muhataba aktarılamaz.
Şanlı Nebi, ilimde sınırı tayin edilemeyen bir
ummandır. Ne öğrenmişse, Allahtan öğrenmiştir. Vahyin ışığı, tertemiz bir aynaya benzeyen ruhunda tam
bir parlaklıkla aksetmiştir.
O, İlâhî kaynaktan aldığı feyizle hiç bir suali cevapsız bırakmamış, her konuda ümmetini aydınlatmıştır.
Muallimi Allah olanın, ilmini tasvire kimin gücü
yeter?
ÖRNEK OLMAK
Öğretmenin, ahlâk ve fazilet sahibi örnek bir
insan olması, güneşin parlaması kadar zarurîdir. Isınmayan soba ısıtmadığı, ışıklanmayan lâmba aydınlatamadığı gibi, güzel sıfatlarla süslenmeyen eğitimci de
başkalarını eğitemez. Muallim, taklit arzusu uyandırabilmelidir. Bu da ancak, hayranlık duygusunu harekete geçiren özellikler taşımasıyla mümkündür.
Haziran 2010
49
Kuran ahlâkıyla ahlâklanan Efendimiz, bütün
bu vasıflara mükemmelen sahiptir. Güvenilir bir insandır, bu sebeple "Emin" lâkabı hep ismiyle beraber
söylenmiştir. Onu tanıyanlar, ona tam bir itimatla
bağlanmışlar, her hareketini taklit etmek için hayret
uyandıracak bir titizlik göstermişlerdır.
Bir misalini nakledelim: Abdullah İbni Abbas
radıyallahu anh, Efendimizin her hâlini kendisine
örnek alan bir sahabedir. Seyahatten dönerken, bir
ağacın yanına gider, bir süre gölgesinde oturur ve düşünür. Bu hareketine bir mana veremiyerek, niçin
böyle yaptığını soranlara şu cevabı verir: "Peygamberimiz de buradan geçerken, bu ağacın altında bir müddet oturmuştu."
SEVGİ
Eğitimle yakından ilgilenenler bilirler ki, öğrencinin başarısında öğretmenin sevilmesi büyük rol
oynar. Hocasını sevmeyen talebe, onun dersini de
sevmez. Dinlemek azap, çalışmak işkence olur. Fakat
dersin öğretmenini seven öğrenciye, başarının yolları
açılır.
Peygamberimiz, sahabeleri tarafından Allahtan
sonra en çok sevilen zattır. Müslümanlar, Onun muhabbetiyle annelerinden, babalarından, kardeşlerinden ve çocuklarından kopmuşlar, dünyevî nimetleri
terketmekte asla tereddüde düşmemişlerdir. Sözleri,
"Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!"
diye başlar.
Enes Hazretleri anlatıyor: "Peygamberimizi
tıraş olurken gördüm. Ashabı etrafını çevirmişti. Düşen kıllardan, herhangi birine bir kıl
isabet etmesini istemekten başka bir dilekleri
yoktu."
Hangi öğretmen bu kadar sevilmiş ve hangi öğretmenin saçının teli için canandan geçilip, canlar
feda edilmiştir?
ARZU
Zorla yapılan eğitimin faydası azdır. Talebe,
mecburiyet karşısında bazı meseleleri öğrense bile,
uygulamak istemez. Acıkmayan yemek yer mi ve susamayan su içer mi? Öğrenci de öğrenmeye karşı
açlık duygusu bulunmalı, eğer yoksa bu his uyandırılmalıdır.
Efendimiz bunu başarmıştır. İlmin önemini anlatmış, âlimlerin Allah katındaki değerinden bahset-
50
miş, sonuçta büyük bir ilim arzusu uyandırabilmiştir.
"Hiç bilenlerle bilmeyeler bir olur mu?" âyetini
okumuş, bunu teyid için, "Allah, kendisine hayır
dilediği kimseyi din bilgini yapar," demiştir. "İlim
aramak için bir tarafa yönelen kimseye Allah,
cennetin yolunu kolaylaştırır," sözü de Ona aittir.
İLMİ YAYMAK
O, insanları ilim yaymaya da teşvik etmiştir:
"Hazır olup dinleyenler, burada bulunmayanlara işittiğini anlatsın." buyurur.
İlmi yaymanın iki yolu vardır: Anlatmak ve yazmak. Yazılı kaynaklar kalıcıdır ve daha fazla insana
tesir etme özelliği taşır.
Abdullah bin Amra, "Yaz!" emrini veren ve ağzını göstererek, "Hayatımı kudret elinde tutan Allaha yemin ederim ki, buradan haktan başka
bir söz çıkmaz," diyen de Odur.
O, anne ve babaya da mesuliyet yükler: "Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel
yapın." Babanın rolü daha da önemlidir: "Bir baba
evlâdına güzel edepten daha efdal bir şey hediye etmez."
Bu tür hadîsler, ev içi eğitimin ehemmiyetini
göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.
KONU
Eğitimde, her konu aynı derecede alâka uyandırmaz. İnsanı yakından ilgilendiren ve her zaman
karşısına çıkan meseleler daha çok dikkat çeker.
Haziran 2010
Ruhlar sultanı Efendimizin ise, terbiyesinde yer
verdiği meseleler fevkalâde hayatîdir. Nerden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Kim bizi bu dünyaya gönderdi? Niçin yaratıldık? İşte her devirde, her insanın
zihnini meşgul eden meselelerden bazıları.
Onun konuları arasında iman ve ibadet ilk sırayı alır. Ahlâk ve günlük yaşayışa dair hükümler
önemli bir yer tutar. Ders verdiği Kuranı Kerimde ise,
dinî ve dünyevî bütün ilimlerin özünü görmek mümkündür. Bu çeşni, âyetlerin tefsiri durumundaki hadîslerde de vardır. Her ilim dalı için temel prensip
niteliğinde bilgiler verilmiştir. Bu düsturlar İslâm âlimleri için birer pusula gibidir.
Konularının mühim bir özelliği de pratik oluşudur. Her insanın daima karşı karşıya bulunduğu problemler anlatılmış, çözüm yolları gösterilmiştir.
Saadet vesilesi Efendimiz, fayda vermeyen
ilimden Allaha sığınacak kadar hassasiyet sahibidir.
Nadiren karşılaşılan ayrıntılar bir yana bırakılmış, esas
noktalar ise kuvvetle belirtilmiştir. Böylece dinî ve
dünyevî herhangi bir temel meselede ne yapması gerektiğini merak eden herkes, gerekli bilgiyi almış ve
gücü yettiği oranda uygulayabilmiştir.
İHTİSAS
Sünnetteki eğitimde ihtisasın yeri nedir? Hadîs
kitaplarını incelediğimizde, hakikat kandili Efendimizin ihtisasa riayet ettiğini görüyoruz. Sahabelerin hususî kabiliyetlerini tesbit edip, değerlendirmiştir.
Böylece, her alanda mütehassıslar yetişmiştir.
Meselâ, Üsame Hazretleri harp ilminde, Abdullah bin Amr hadîste, Muaz radıyallahu anh Kuran taliminde söz sahibidir. Meşveretlerde, sahabelerinin
fikrine ehemmiyet vermesi de Onun ihtisasa riayetine
güzel bir misaldir. Hendek harbinde Hazreti Selmanın harp tecrübesinden istifadeyle, Medine çevresine
hendek kazdırmıştır.
Bir hadîsinde de, "Kuranı şu dört kişiden
öğrenin," diyerek, mütehassısların isimleri sayar.
Öğrencisini dinlemeyen, tanımayan ve kabiliyetlerini bilmeyen öğretmen, görünmez hedeflere
kurşun atan avcıya benzer. Böyle bir eğitimin faydasından söz edilebilir mi?
Efendimiz, talebelerini dinlemekte gayet sabırlı
ve anlayışlıdır. İnsanlar, Ona her derdini anlatmış,
özel meselelerini bile sormuş ve yanından, müşküllerini çözen bir insanın kalb huzuruyla ayrılmışlardır.
"Muhataba göre eğitim" meselesinde öğrencilerin anlayış dereceleri de nazara alınmalıdır.
Hidayet güneşi Efendimiz, bir hadîsinde, "İnsanlara akıllarının alacağı derecede söz söyleme emri aldık," buyurur. Önemli olan, muhatabı
ikna ve tatmin etmektir. Hazmedilemeyen ilim telkin
edilmemelidir. İnsanları irşat için gönderilen Peygamberimizin verdiği ilim süte benzer, her seviyedeki
şahsın istifadesine uygundur.
Onun anlatışında, ilminin derecesini gösterme
gayreti yoktur, maksat, muhatabın irşadıdır.
FERDİ EĞİTİM
Akıllar muallimi Peygamberimizde "ferdî eğitim"
mühim bir yer tutar. Bunu, "göze bakıp, kalbe hitap
etmek" diye tarif edebiliriz. Efendimiz "bir kişidir, meşgul olmaya değmez," diye düşünmemiş, her fırsatta
gereken telkini yapmıştır.
Hazreti Enes radıyallahu anh naklediyor: Peygamber aleyhissalâtü vesselâm bana dedi ki: "Yavrum, kalbinde kimseye karşı kötülük
düşüncesi olmadan gününü ve geceni geçirmeye çalış! Bu benim sünnetimdendir. Kim
sünnetimi yaşatırsa beni sevmiştir. Ve beni
seven de cennette benimle beraberdir."
Her gece namaz kılıp, hergün oruç tutan Abdullah bin Amra şunu telkin eder: "Öyle yaparsan
muhakkak gözlerin zayıflar, nefsin çöker. Nefsinin hakkı olduğu gibi ailenin de hakkı vardır.
Şu halde bazan oruç tut, bazan da tutma, hem
namaz kıl, hem de uyu!"
ÖĞRENCİYİ TANIMAK
HAYAT İÇİ EĞİTİM
Ruhlar sultanı Peygamberimiz, muhataplarını
tanımakta benzersizdir. Kabiliyetlerini keşfetmiş, seviyelerini tayin ve ihtiyaçlarını tesbitten sonra ders vermiş, başka bir ifadeyle "ilacı yaraya damlatmıştır."
Sürekli dört duvar arasında geçen eğitim ve öğretim öğrenciyi sıkar. Devamlı dinlemek usanç verir.
Öğrenmek zorlaşır ve anlatılanı hatırda tutmak bir
mesele hâline gelir.
Haziran 2010
51
Peygamberimizin eğitiminde "hayat içi öğretim"
büyük bir yer tutmaktadır. O, sınıfta ders verip, programı bitince evinde kabuğuna çekilen bir muallim değildir. Her an sahabelerle beraber yaşamaktadır.
Birlikte harbe gitmiş, yemek yemiş, mescit inşaatında
çalışmış, sohbetlerinde bulunmuş, kederlerini ve sevinçlerini paylaşmıştır. Bu hayatî faaliyetler esnasında
da yeri geldikçe gerek davranışlarıyla, gerekse sözleriyle eğitime devam etmiştir.
Onun, ev içi özel hayatı bile dışarıya aksetmiştir. Birer öğrencisi durumundaki hanımları, aile içindeki hâllerini ve konuşmalarını diğer insanlara
anlatmışlardır. En çok hadîs rivayet eden sahabelerden biri de Hazreti Ayşe validemizdir.
saatleri bellidir. Hafta içerisinde Cuma günü ve her
günün sabah namazı sonrası, derse ve sohbete ayrılmıştır. Yatsı namazından sonra da sohbet edildiği nakledilmektedir.
Câbir bin Semûre radıyallahu anh, bu hususta
şöyle der: "Peygamberimiz, sabah namazını kılınca, güneş açık ve parlak olarak görününceye
kadar yerinde bağdaş kurar ve sahabeleriyle
sohbet ederdi."
Nakledeceğimiz şu hadîs de, hem ders programını göstermesi, hem de Efendimizin, sahabeleri
usandırmamak için nasıl bir usul takip ettiğini ifade
etmesi bakımında manalıdır:
DERSHANE
Hazreti Peygamberin ders yeri, başka bir ifadeyle sınıfı mescididir, ders kürsüsü minberidir. Hayat
boyu eğitim esas olmakla beraber, düzenli bir dersaneye de ihtiyaç vardır. İşte, mescit bu rolü icra eder.
Hemen yanındaki sofada bekâr sahabeler kalmaktadır. Bunlara "çekirdek kadro" diyebiliriz. Geleceğin
mürşitleridirler. İşleri İslâmı öğrenmek, tebliğ etmek,
gerektiği zaman da harbe gitmektir.
Kısaca ifade edersek, Peygamber Mescidi İslâm
tarihinin ilk yatılı üniversitesidir. Fakat Efendimizin
dersini dinleyenler sadece bunlar değil, bütün sahabelerdir.
Abdullah bin Mesud, perşembe günleri vaaz
ederdi. Adamın biri, "Bize hergün vaaz etmeni dilerim," dedi. İbni Mesud radıyallahu anh, "Fakat bir şey
beni bundan men ediyor, sizi usandırmış olmayayım.
Peygamberimizin, bize usanç vermemek için yaptığı
gibi, ben de vaazı aralıklı olarak, belirli zamanlarda
yapıyorum," diye cevap verdi.
Peygamber Efendimizin, konuların öncelik derecesine göre de bir sistemi vardır. Önce, temel kabul
edilen imanî bilgiler, arkasından ibadet, daha sonra
da dinî hükümler başka bir ifadeyle helâl ve harama
dair kanunlar öğretilmiştir.
Efendimiz, dersanesindeki huzur, sükûn ve düzene büyük bir önem vermiştir Dersi ihlâl edecek hallere göz yummaz. Sahabelerin düzenli oturmalarını
ister. Bir gün mescide geldiğinde dağınık oturduklarını
görmüş, "Ne diye sizi öyle dağınık bir hâlde görüyorum," diye ikaz etmiştir.
Hakiki imanı kazanmayan kişiye helâl ve haramdan bahsetmek herhalde abes olurdu. Kuranı
Kerim âyetlerinin inişi de bu sırayı takip eder. Ahlâk
eğitimi ise, her dönemde devam etmiştir.
Bir başka gün ise, "Kaybettiğim kırmızı devemi
bulan var mı?" diyerek bağıran bir adamı, "Mescitler inşa edildikleri gaye içindir!" diyerek susturmuştur. Hutbe okurken, insanları çiğneyerek gelen
birini görmüş, huzuru bozduğu için müdahale etmiş,
"Otur! Gerçekten işkence ettin!" buyurmuştur.
Hakikat habercisi Peygamberimizin terbiyesinde yaş sınırı yoktur. Çocuklarla ihtiyarlar ders halkasında diz dize otururlar. Abdullah İbni Ömer
radıyallahu anh, henüz çocukken, babasıyla birlikte,
Peygamberimizin sohbetinden istifade etmiştir.
PROGRAM
Böyle olmakla beraber, Onun eğitiminde çocukluk ve ilk gençlik çağının ayrı bir önemi vardır.
"Temel eğitim" anlayışı hâkimdir. Her müslümanın,
bülûğ devresine gelinceye kadar, temel dinî ve dünyevî bilgileri öğrenmesi esastır.
Peygamberimizin her günü, namaz vakitleriyle
dilimlenmiş ve belli gayelere tahsis edilmiştir. Çok
önemli bir hâdise olmadıkça program değişmez. Ders
52
YAŞ SINIRI
Haziran 2010
Hadîste, "İlmi çocukken öğrenen, sanki taş
üzerine nakşetmiştir, büyüdüğü zaman öğrenen ise, sanki suya yazı yazmış gibidir." buyurulmaktadır. Birincisi kolay kolay hafızalardan
silinmezken, ikincisi pek çabuk unutulur. Bir hadîsi
şerif daha nakledelim: "Kim, Kuranı gençliğinde
öğrenirse, onu etine ve kanına mezcetmiş olur,
büyüdüğü zaman öğrenen elinden çabuk kaçırır."
DİSİPLİN
Yapıcı bir disiplin, eğitimin vazgeçilmez şartıdır.
Efendimiz, olumlu yönde bir disiplin uygulamıştır.
Gördüğü hatalar karşısında susmamış, gereken ikaz
vazifesini münasip bir lisanla yapmıştır. Sünnetin
mühim bir kısmını da, Onun, olaylar ve konuşmalar
karşısındaki tavrı teşkil eder. Sözü gibi, sükûtu da altındır. Görüp de müdahale etmediği hususlar "meşru"
kabul edilmiştir.
İkazlarından birini nakledelim: Bir sahabe, Hazreti Bilâl radıyallahu anhı siyahî olduğu için ayıplar.
Peygamberimiz, bunu duyunca, ayıplayan kişiye,
"Sen, kendisinde cahiliye ahlâkı bulunan bir
adamsın," der. O sahabe, hemen Hazreti Bilâle
gider, yalvararak özür diler.
O, ayrıntılarla öğrencinin zihnini bulandırmaz.
Esas konuları tam öğretme düsturu hâkimdir.
Onun eğitiminde mükâfat büyük yer tutar. Hoşuna giden bir hareket yapıldığında, yapanı takdir
etmiş, başkalarına da örnek olarak göstermiştir. Meselâ, bir gün Hazreti Ebubekir radıyallahu anh ve
Hazreti Ömer radıyallahu anhın ellerinden tutmuş,
cemaat huzurunda, "Kıyamette böyle diriltileceğiz," demiştir. Bu söz ve hareket, o iki zata iltifat, diğerlerine de ibret içindir.
Her meseleyi bütün teferruatıyla öğretmeye kalkışıp da, esası unutturmak Ondan ne kadar uzaktır!
DERSİ KOLAYLAŞTIRMAK
Her muallimin hafızasına nakşetmesi gereken
bir hadîs vardır: "Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, tiksindirmeyiniz."
AYRINTILAR
İslâm hakikatlarını tekrar tekrar işler, misâller
verir, benzetmeler yapar, kıssalar anlatır, nihayet konuyu iyice öğretir. Sade bir dil ile tane tane konuşması da bu sebepledir.
SORU-CEVAP
"Sual ilmin anahtarıdır." Allah Resulü, soru sormaları için sahabelerini teşvik eder. Kuranı Kerimde,
"Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun," buyurmuyor mu?
Bu prensibi, Kendisi daima uygulamış, konuları
mümkün olduğu kadar sadeleştirmiş, kelebekleri cezbeden güller misali, insanları kendine çekmiştir. Tatlı
dilli, güler yüzlü, açık kalbli, iyimser ve şefkat timsali
bir mürşittir.
Peygamberimiz, sorulan her suali cevaplandırmakla kalmamış, sorana iltifat da etmiştir. Ebu Hureyre radıyallahu anhın, bir sorusu üzerine, ona,
"İlme düşkünlüğünü gördüğüm için, bu soruyu
senden önce kimsenin sormayacağına kanaat
getirmiştim," der.
Onu tanıyanlar, seve isteye ruhlarına zincir
vurup, Efendimizin manevî eteğine bağlamış, esarette
hürriyeti tatmışlardır.
Sual-cevap tarzının bulunmadığı bir eğitim yeknesaktır ve ezbere dayanır. Talebenin kabiliyetleri gelişmez. Ders saati sıkıntılı hülyalarla geçer.
Haziran 2010
53
Oysa, sünnetteki eğitimde bu usul o kadar
önemlidir ki, sahabeler bir süre sual sormayınca Cebrail aleyhisselâm insan şeklinde gelmiş, Peygamberimize sualler sormuş ve Müslümanlara örnek
olmuştur!
DİLBİLGİSİ
Öğretmenin, bir konuyu iyi anlatabilmesi kaliteli
eğitimin önemli bir şartıdır. Bu da, hazmedilmiş bilginin yanında dil hâkimiyetini gerektirir. Manalara
uygun kelimeleri seçemeyen anlatıcı, bilgisini aktaramaz. Öğrenci, ya hiç anlamaz veya yanlış anlar. İstifadesi noksan olur, dersten de soğur.
Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm, manaya en uygun olan lafzı seçmekte eşsizdir. Sade bir
dil ile, en derin manaları kolayca ifade etmiştir.
BELAGAT
Peygamber Efendimizin yaşadığı muhitte edebiyat zirveye çıkmıştı. Muhatapları söz söylemeyi
bilen ve sözden anlayan insanlardı. Çölde yaşayıp,
çadırda oturan bedevîler arasında bile nice büyük hatipler ve şairler vardı.
Sözün "az ve öz" olmasına önem verirler, "çok
konuşan çok yanılır," derlerdi. "Sözün hayırlısı az, öz
ve usandırmaz olanıdır," cümlesi bir atasözü haline
gelmişti.
54
Nakledeceğimiz şu küçük anekdot bile edebî
anlayış hususunda bir fikir verebilir: Hatibin biri çok
konuşur, susmayı bilmezdi. Bir gün yine uzun uzadıya
konuştu. Konuşmasını kendisi de beğendi. Yanında
duran bedevîye, "Size göre belâgat nedir?" diye
sordu. "Az ve doğru sözdür," cevabını aldı. "Peki, konuşmaktan âcizlik nedir?" diye sordu. Bedevî, "O da,
sabahtan beri içinde bulunduğun hâldir" cevabını
verdi.
O devrin insanları, sözü yerinde ve zamanında
söylemeyi takdir ederler, gereksiz yerde konuşmayı
hoş görmezlerdi. "Her makamda söylenecek ayrı bir
söz vardır. Her sözün münasip bir cevabı bulunur.
Nice bakışlar vardır ki, maksadı sözden daha güzel
anlatır," derlerdi.
Maksadı açık ve anlaşır biçimde anlatabilmek
bir maharet kabul edilirdi. Nitekim meşhur bir edip,
"Beyan nedir?" sualine şöyle cevap vermişti: "Sözün
manaya kalıp gibi uyması, maksadını açıkça ifade etmesi, bir başka manaya ihtimal vermemesi, anlamak
için düşünmeye ihtiyaç duyurmamasıdır."
Söyleyişin düzgün ve güzel olması çok önemliydi. Harfleri eksiksiz seslendirmek, heceleri lâyıkıyla
telâffuz etmek, yerine göre ağır veya hızlı söylemek,
âhenge riayet etmek dikkat edilmesi gereken hususlardı. Gerektiği zaman bazı kelimeleri tekrarlamak
kusur sayılmıyordu. Konuşmada noktalama işaretlerine dikkat ederlerdi.
Haziran 2010
Soruya beklemeksizin cevap vermek takdir edilirdi. "Gecikmeden cevap vermek, isabetli konuşmak
ve hata etmemek" sözü, belâgat tarifleri arasında
mühim bir yer işgal ediyordu.
Konuşurken yapmacık hareketler yapan, gereksiz jest ve mimiklerle dikkat çekmeye çalışan, böbürlenerek söz söyleyen hoş karşılanmazdı. Sade,
tabiî, gösterişten uzak ve mütevazı hatipler beğenilirdi.
Kendi sözlerine kıymet veren insanlardı. Dinlemesini bilmeyene söz söylemek istemezlerdi. "Yeme
arzusu olmayanı yemeğe çağırmadığın gibi,
dinleme arzusu olmayana da söz söylemek için
kendini yorma," derlerdi.
Şüphesiz, ideal bir konuşmacıda aranan bu
özellikler günümüzde de aynen geçerlidir.
Peygamber Efendimiz, böyle bir devirde ve
meşhur edipler arasında konuşmalar yapmış, dost ve
düşman herkesin takdirini kazanmıştı. Onun hakkında nice asılsız ithamlar edildiği hâlde, "söz söylemeyi bilmiyor, maksadını iyi anlatamıyor," yollu bir
itiraza rastlanmaz.
Veciz konuşur, yerinde söz söyler, anlatmak istediğini gayet güzel anlatırdı. Telâffuzu mükemmeldi,
her suale en münasip cevabı verirdi. Sözleri sade,
fakat eşsiz derecede sanatlı idi.
Temsillerinden de bir örnek nakledelim: "Ben
ve ümmetim şuna benzeriz: Adamın biri kavmine gelip, demiş: "Ey kavmim, düşman askerini gördüm. Kurtulma çaresini arayın." Bunun
üzerine kavmin bir kısmı itaat edip, yürümeye
başlamış ve vaktinde uzaklaşıp, düşmandan
kurtulmuşlar. Bir kısmı da, "Bu yalandır," diye
yerinde kalmış, düşman askeri yetişince kendilerini helâk etmişler. İşte bana itaat edip uyanın ve isyan edip getirdiğim hakkı kabul
etmeyenin misali buna benzer."
O, zaman zaman kıssalar da anlatmıştır.
NETİCE
Peygamber Efendimiz aleyhisselâtü vesselâm,
eğitimde en mükemmel teknikleri uygulamış, son derece dar ve kısıtlı imkânlara rağmen harika bir tarzda
başarılı olmuştur.
Zulmün ve vahşetin kol gezdiği bir beldede,
adaletin ve medeniyetin bayrağını dalgalandırmıştır.
Menfaatına zebun, hırsına mağlup, kinine sadık, şehvetine düşkün, nefsine esir bir kavmi irşat etmiş, feragat, fedakârlık, sevgi, merhamet, sadakat ve iffet
timsali haline getirmiştir.
Dünya zevklerine sımsıkı sarılmış, batılda direnen insanları, düştükleri cehalet kuyusundan çıkarmış, birer maneviyat büyüğü ve hakikat kahramanı
yapmıştır.
ÜSLUP
Bilindiği gibi üslûp, bir yazar veya konuşmacının ifade tarzıdır, mananın da kalıbı ve suretidir. Aynı
konuyu anlatan iki kişiden, üslûbu güzel olanın sözü
dinlenir, benimsenir, sevilir ve takdir edilir.
Efendimizin üslûbu sadedir. Sanatkârane konuşmak için hususî bir gayret göstermemiş, lafızdan
çok manaya önem vermiştir. Sadelik içinde harikulâde bir güzelliğe ulaşmıştır. Fakat yeri geldiği zaman
edebî sanatlara da başvurmuştur. Teşbihler yapmış,
misaller vermiş ve hikâyeler anlatmıştır. Bunlar son
derece vecizdir, en küçük bir kelâm israfı yoktur.
İnsanların hukuken eşitliğini anlatırken benzetme yapar: "İnsanlar tarak dişleri gibi müsavidirler." Bu sözde, teşbih yoluyla, mücerret ve zor bir
manayı, müşahhas ve kolay bir şekilde ifade etmiştir.
Haziran 2010
Alemlere rahmet olarak gönderilen o zat, bir
manevî yağmurdur ki, doğrudan doğruya ruhlara
yağmış, çorak gönülleri gülistana çevirmiş, çöllerde
güller yetiştirmiştir. Onun feyziyle kalbler çiçeklenmiş,
duygular meyve vermiştir.
Onun manevî şahsiyeti nurlu bir ağaca benzer,
sayısız tatlı meyveler vermiştir ve hâlâ da vermektedir. İnsaniyet semasının yıldızları olan sahabeler gibi,
daha sonra gelen ve birer hakikat lâmbası olan âlimler de manevî gıdasını Ondan almışlardır.
Hanefîler, Şafîler, Gazalîler, Rabbanîler, Geylânîler, Şazelîler, Mevlânalar, Bediüzzamanlar ve daha
niceleri o muallim Peygamberin talebeleridirler. Meziyetleri, şerefleri, faziletleri hep Ona aittir.
Aleyhissalâtü vesselâm.
55
“SEN ONLARIN
ARALARINDA
İKEN,
ALLAH
ONLARA AZAP
ETMEZ…”
utlu doğum; Mekke’de iman, birlik-beraberlik, Allah’a teslimiyet,
zorluklara tahammül, sarp yokuşu
tırmanmak ve sabırdır. Kutlu doğum;
Medine’de kardeşlik, fedakarlık, cihad,
sadakat, fetih ve devlettir. Kutlu Doğum;
adalet, istikamet, mücadele, izzet ve şereftir…
K
Ersan BİLGİN
Rasulullah’ın kutlu mücadelesinde
ilk günden itibaren yanında daima gençler oldu ve bir mübarek sözlerinde Rasulullah (as) buyurdular; “Gençlerle
yardım olundum.”
“Allah, bu Kitap sebebiyle –Kur’an’a uydukları
için- pek çok milleti yükseltir. Bu Kitab’a uymadıkları için pek çok milleti
alçaltır.”
İslam’ı ilk olarak kabul etme, iman
etme, anlama, yaşama ve yayma konusunda Hz. Peygamberimiz’e asıl destek
ve yardımcı olanlar Mekkeli idealist
gençler olmuştur. Nitekim ilk müslümanlardan birkaç kişi elli yaş civarında, birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde, geri
kalan çoğunluk ise otuz yaşın altında bulunuyordu.
Mesela genç yaşta İslam’ı kabul
edenlerden Hz. Ali 10, Zeyd b. Hârise
15, Abdullah b. Mes’ud ve Zübeyr b.
Avvam 16, Talha b. Ubeydullah, Abdur-
56
Haziran 2010
rahman b. Avf, Erkam b. Ebi’l-Erkam ve Sa’d
b. Ebî Vakkas 17, Mus’ab b. Umeyr 18-20, Abdullah b. Ömer 13, Câfer b. Ebî Tâlib 22,
Osman b. Huveyris, Osman b. Affan, Ebû
Ubeyde ve Hz. Ömer 25-31 arası yaşlardadır.
Radıyallah anhum.
Bu fedakar ve yiğit genç sahabilerin yanısıra genç yaşta İslam’ı kabul eden pek çok şahıs
mevcuttur. Bunlar arasından İslam’ın Mekke ve
Medine dönemlerinde ve Hz. Peygamberimiz’in
vefatından sonraki dönemlerde çok önemli
fonksiyonlar üstlenen şahsiyetler yetişmiştir. İçlerinden büyük alimler, devlet başkanları ve ülkeler fetheden komutanlar çıkmıştır.
Asr-ı Saadet’te olduğu gibi bugün de
dünya ve ahiret saadetini gaye edinen genç müminler ve tüm Müslümanlar, imanlarıyla, ilimleriyle, ahlaklarıyla, salih amelleriyle, tebliğ ve
cihad aşklarıyla hiç şüphesiz Rasulullah’ın yanındadır ve böyle olmalıdır.
Sorumluluk bilincinde olanlar, İslam’dan
aldığı ilham, ecdadından aldığı tecrübe ile;
“ebedi kurtuluşun yolu, Kur’an ve Sünnet’ten
geçer” şuuruyla, hayatının her kademesinde,
söz ve davranışlarıyla Rasulullah’ın yanında ve
emrinde gençler yetiştirmenin gayretinde olmalıdır. Böylesi bir gençliğe, böylesi bir topluma
ne kadar ihtiyacımız olduğu hepimizce malumdur.
Örneğimiz ve Önderimiz Rasulullah’ın yanında olmak, o Kutlu Nebi’ye yardım etmek;
Yüce Rabbimiz’in yolunda olmak’tır, Kur’an’a
ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, İslam’ı öğrenmek,
anlamak ve İslam’ı tümüyle hayatımızda yaşamaktır. Hayata ve meselelere her zaman her
yerde Kur’an ve sünnet penceresinden bakmaktır. Din hayattır, şuuruna sahip olmaktır
RASULULLAH’I ANMAK VE ANLAMAK
İÇİN…
Kutlu Doğum vesilesiyle her zaman olduğu
O Yüce Peygamber’i anıyoruz… O’nu sözlerimizle, dillerimizle, kalplerimizle en önemlisi de
yaşantımıza örnek alarak anıyoruz…
“Allah ve melekleri, Peygamber'e çok
salavât getirirler. Ey müminler! Siz de ona
salavât getirin ve tam bir teslimiyetle
selam verin.” (Ahzab,56)
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve
selem) buyuruyor: “En cimri insan, yanında
ismim anıldığı halde bana salat-ü selam
getirmeyendir.” (Tirmizi)
Sana sayısız salat-ü selam olsun, Ey
Allah’ın Rasulü…
Allahümme salli ala Muhammed.
Rasulullah’ı ve getirdiği mesajını (Kur’an’ı
ve Sünnet’i) anlamak, her müslümanın en
önemli vazifesi yani kulluk görevidir. Peygamberimiz (sas); “Sizden birinizin arzusu, isteği
benim getirdiğime –Kur’an’a- uygun olmadıkça,
gerçek mümin olmazsınız.” (Nevevi) buyuruyor.
Kutlu doğum vesilesiyle O’nu ve getirdiği
mesajını birazcık daha anlamaya çalışıyoruz.
Rasulullah’ın hayatının tamamı büyük dersler
içermektedir.
Haziran 2010
57
İşte bir kaçını hatırlayıverelim:
el-Emin (dürüst, güvenilir) Muhammed (as)…
- İnsanlığın Efendisi Sevgili Peygamberimiz’in, daha peygamberlik öncesi, ilk gençlik
çağlarında hem de her türlü kötülüğün kol gezdiği Mekke cahiliyyesinde ve daha sonra tüm
hayatında, "el-Emîn (güvenilir, dürüst kimse)"
diye tanındığını hatırlıyoruz.
bin Avf radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine
göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in;
“Amcalarımla birlikte Erdemliler Anlaşması’nda bulundum. O zaman daha nerdeyse çocuk yaşındaydım. Bu anlaşmayı
bozmam karşılığında kırmızı develerimin
olmasını istemem (yani karşılığında kırmızı develer verilse de yine bu anlaşmayı
bozmak istemem.) Ben ona İslâm devrinde
bile çağrılsam yine icabet ederdim” (Buhari) buyurduğunu hatırlıyoruz…
Herkes (dost düşman, mümin kafir) O’na
“Muhammed’ül Emin” diyordu. Hz. Peygamber
(sav) güvenilir-dürüst-ahlaklı bir şahsiyetti.
Mekke sokaklarında güvenilir emin bir şahsiyet
olarak yürüyen genç Muhammed (as)…
Peygamberimiz bu suretle Mekke’nin yani
insanlığın emniyetinin sağlanmasına henüz genç
iken katkıda bulunmuştu. Bu hareketiyle haksızlığa karşı olduğunu göstermişti.
Ve anlıyoruz ki, Mümin kimse, fert planında güzel ahlaka dair ne varsa kendi bünyesinde onlara sahip olmalıdır.
İnsanımız ve özellikle de gençlerimiz
daima mazlumun yanında, zalimin karşısında
olmayı bilmelidirler.
ZALİMİN KARŞISINDA, MAZLUMUN
YANINDA…
Mümin genç, fert olarak güzel ahlaklı ve iyi
Müslüman olduğu gibi bununla kalmayacak,
toplum planında da aktif olacak, iyiliklerin ve
güzelliklerin toplumda da yaşanabilir olması,
hakim olması için gayret edecek, fedakarlık yapacak.
- Yine bu vesileyle Hz. Peygamberimiz
(sav)’in, 20 yaşında iken Hılfül fudûl’a (Faziletliler Cemiyeti’ne) katıldığını ve Abdurrahman
58
Haziran 2010
Rasulullah (as)’ın Hılfül fudül’de bulunmasında ve mübarek hayatları boyunca Hakk’ın
hakim kılınması için çalışmasından bu büyük
dersi çıkarıyoruz.
Salat-ü selam olsun Sana İnsanlığın Yüz
Akı (sav)… Biz sadakati, mücadeleyi, ahde vefayı ve kadirşinaslığı Sen’den öğrendik…
- Rasulullah (sav)’in hayatı boyunca olduğu
gibi son anlarında da Yüce Allah’ın rükuda
tazim edilmesini, secdede çokça dua edilmesini
ve namaza devam ve dikkat edilmesini tavsiye
ettiğini hatırlıyoruz…
Ummu Seleme -radıyallahu anha-, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in vefat ettiği
hastalığında sürekli olarak “Namaz, namaza ve
elleriniz altında bulunan çalışanlarınızın haklarına riayet edin”, diye tekrarlayıp duruyordu”
demiştir.”
Evet, Kutlu Nebi’nin son tavsiyesi de “gözümün nuru” buyurduğu namaz olmuştur. Rabbimiz bizleri namazını dosdoğru ve devamlı
kılanlardan eylesin…
Çünkü “namaz dinin direğidir.”
- Yine Rabbimiz’in (cc); “Sen onların
aralarında iken, Allah onlara azap
etmez…” (Enfal 33) buyurduğunu hatırlıyoruz...
Yüce Allah’ın rahmeti geniş olduğu gibi
hak edenlere azabı da çetindir ve ayetten anlıyoruz ki, bu azaptan kurtulmak isteyenler aralarında Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa
aleyhisselam’ı bulundurmalıdırlar.
- Şu anda Efendimiz (sav)’in maddi bedeni
aramızda değildir, her can gibi o da ölümü tadmıştır. Ancak ve ancak Önderimiz ve Örneğimiz
Hz. Muhammed (as); “Allah, bu Kitap sebebiyle –Kur’an’a uydukları için- pek çok
milleti yükseltir. Bu Kitab’a uymadıkları
için pek çok milleti alçaltır.” (Müslim) hadisiyle ve
Haziran 2010
“şayet şu iki emanete uyarsanız sapıtmazsınız, yanlışa ve zulme düşmezsiniz” buyurduğu
Kur’an ve Sünnet
emanetleriyle ilk günkü gibi aramızdadır, capcanlıdır.
Yaşadığımız çağın şahidleri ve iğneden ipliğe her şeyin sorumluları olan biz Müslümanlar
Rasulullah’ın emaneti olan Kur’an ve Sünnet’e
sahip çıkar,
Allah’a ve Rasulü’ne itaat eder, İslam’ı hayatımıza taşırsak, Kur’an ve sünnet gündemimizde olursa biiznillah Rasulullah (as)
aramızdadır, bizimledir.
Mümin gayret edecek, Rabbimiz ikram
edecek, inşallah.
İşte bu şekilde oluşan İslam’i ruhumuz ve
yaşantımız Rabbimiz’in rahmetini celbedecek,
azabını da bizden uzaklaştıracaktır.
Rabbimiz bizlere bu şuur ve iradeyi lütfeylesin, yoksa halimiz nice olur…
- Ve Sevgili Peygamberimiz (sav)’in şu duasını hatırlıyor ve O’nunla beraber amin diyoruz:
“Allahım! Sen’den sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve Sen’in sevgine ulaştıracak amelleri-ibadetleri talep ediyorum.
Allah’ım! Sen’in sevgini bana nefsimden,
ailemden, malımdan ve soğuk sudan daha
sevgili kıl!” (Tirmizi)
“Ey kalplere hükmeden (çekip çeviren) Allah’ım! Kalplerimizi Sana itaat ve
ibadete âmâde kıl! Ayaklarımızı sana kullukta sabit kıl, kalplerimiz ve ayaklarımızı
kaydırma” (Müslim) “Allah’ım! acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, ihtiyarlığın
sıkıntılarından ve kabir azabından sana sığınırım. Allah’ım! Nefsimi takvalı kıl ve onu pâk
eyle. Beni pâk edecek ancak Sen’sin.”
Gelecek muttakilerindir. Vesselam.
59
HARUN
REŞİT İLE
BEHLÜL
DÂNA
er dinin ve inancın kendine has
milli ve manevi değerler vardır.
Bu milli ve manevi değerler çeşitlilik arz eder. Bu değerlerden bir tanesi
de şahıslardır. Her din ve inanç sistemi
varlığını devam ettirebilmek için bu şahsiyetlere ihtiyaç duyar. Bu şahsiyetlerde
bulundukları din ve inanç sistemleri içerinde bir kişilik olarak yer almazlar. Evet,
onlar birer insandır, beşerdir, yerler, içerler ama onlar artık bu yönleri ile hatırlanmazlar. Onlar artık manevi bir
değerdir halkın nazarında. Bir Hz. Ebubekir, bir Hz. Ömer, bir Hz. Osman, bir
Hz. Ali, bir Fatih Sultan Mehmet, bir Akşemsettin, bir Selahattin-i Eyyübi, bir
Mevlana, bir Yunus Emre, bir Rufai hazretleri ne bileyim daha bir çırpıda aklımıza gelen ya da gelmeyen binlerce
önemli şahsiyet artık bizim için önemli
birer manevi değerdir.
H
Hasan BAŞAR
Halife Harun Reşit'in kardeşi değildi ama
kardeş gibiydi,
Arada bir saraya gelir, Halifeye öğütler, nasihatler verirdi,
Onun adı Behlül'dü Behlül Dâna Hazretleriydi Allah eriydi,
Halife Harun Reşit'in kardeşi değildi ama
kardeş gibiydi.
Yusuf Önder Bahçeci
60
Bu değerlerden bir tanesi de Harun
Reşit ile Behlül Dâna’dir. Tarihte bazı
şahsiyetler vardır. Birbirleri ile özdeşleşmiştir. Biri olmadan diğeri bir şey ifade
etmez ya da yarım kalır. Aslında onları
büyük yapanda her ikisinin varlığıdır.
Harun Reşit ve Behlül Dâna ikilisi de bu
Haziran 2010
yönleri ile tarihe mal olmuşlardır. Peki bizim tarihimizde önemli bir yer tutan Harun Reşit ile
Behlül Dâna hazretleri kimdir? Öncelikle bir
yanlışı düzeltmek istiyorum. Bu iki önemli şahsiyetin kardeş oldukları rivayet edilse de bu
doğru değildir. Ama şu bir gerçektir ki kardeş
olmasalar da birbirlerini çok severler.
Harun Reşit ( d.17 Mart 763- ö. 24 Mart
809) beşinci ve en tanınmış Abbasi halifelerindendir. İran’ın Rey şehrinde dünyaya gelmiştir.
Horasan’ın Tus şehrinde ölmüş ve orada toprağa verilmiştir. Harun Reşit 786- 809 yılları
arasında hüküm sürmüştür. Harun Reşit’in halifeliği döneminde Abbasi devleti, ekonomik, ticari ve kültürel yönden en parlak dönemini
yaşamıştır. Harun Reşit zamanında saray tam
bir bilim ve sanat merkezi haline gelmiştir.
Harun Reşit sanat ve sanatçının hamisi olmuştur adeta. Öyle ki tarihe “Bin bir Gece Masalları” olarak geçen dönem Harun Reşit’in
halifelik yaptığı dönemdir. Yer ise Harun Reşit’in sarayıdır.
Hiç şüphe yok ki Harun Reşit’in bu kadar
önemli bir şahsiyet olmasında Behlül Dâna hazretlerinin çok önemli bir payı olmuştur. Harun
Reşit Behlül Dâna hazretlerinden oldukça etkilenmiş ve onun sözlerini önemsemiştir. Bu ikisinin arasındaki ilişki tarihe mal olmuş, âlimlere
ve edebiyatçılara ilham kaynağı olmuştur.
Peki, Harun Reşit gibi bir halifeliyi etkileyen ve nasihatleri ile ona yol gösterme makamına erişen Behlül Dâna kimdir? Behlül Dâna
İran, Irak ve Türk edebiyatında çok önemli bir
yere sahiptir. Alaycı ve hicivli nükteleri ile insanların ibret almasını sağlamaya çalışmıştır.
Halk aşığıdır. Çok sevilen evliyalardan, Allah
dostlarından biridir. Asıl ismi Vüyeyb bin Ömer
Sayrafi’dir. Behlül Dâna adıyla şöhret bulmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Kufeli olduğu halde ömrünün çoğunu Bağdat’ta
geçirmiştir. 805 senesinde Bağdat’ta vefat etti.
Dicle kenarında Suruziyye kabristanlığına defnedildi. Behlül Dâna “bilge, bilgin” anlamına
gelir. Zamanına göre garip davranışları olduğu
için deli olarak nitelendirenlerde olmuştur. Ama
ne olursa olsun o tarihe büyük halife Harun Reşit’e çekinmeden doğruyu söyleyen, ona yol
gösteren, doğruyu bulmasını sağlayan bir şahsiyet olarak geçmiştir. Harun Reşit’te ben halifeyim diyerek büyüklenmemiş ve bu Allah
dostunun tavsiyelerine kulak vermiştir. Ne
mutlu ki Harun Reşit’e yanında Behlül Dâna
gibi yol gösteren bir evliyaya sahipti. Ya o değil
de dalkavuklar olsaydı ne olurdu acep hali.
Behlül Dâna hazretlerinin Harun Reşit’e
verdiği nasihatlerden bazıları şunlardır:
NE NASİHAT İSTİYORSUN?
Bir gün devrin halifesi Harun Reşîd ile karşılaştı.
Halîfe;
- "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü
uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi.
Hazret-i Behlül güldü ve;
- "Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını
verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden
nasîhat istedi. "Ne nasihati istiyorsun? Şu sara-
Haziran 2010
61
O, bu soru üzerine;
- "Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi hükümdâr
olmuş gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde
idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve
tahtımdan oldum."
Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve;
- "Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr
olur mu?" dedi.
yına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret
almayan, nasihat almayan nelerden alır! Hâlin
ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı
Hakk'ın huzuruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl
cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamanında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler.
Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka
nasihati ne yapacaksın?" dedi. Adaleti ile meşhur olan Harun Reşîd onun nasîhatlerinden çok
istifâde ettiğini bildirdi.
RÜYADAKİ PADİŞAHLIK
Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül ile görüşmek,
hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde
adamlarını gönderip Behlül'ü getirmelerini söyledi. Gidenler Behlül'ü boş bir mezar içinde
uyur buldular. Uyandırdıklarında;
- "Siz ne yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım."
dedi.
Görevliler gidip bu sözleri halîfeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde;
- "Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi padişahlıktan indirildin?" dedi.
62
Bunun üzerine Behlül hazretleri;
- "Ey müminlerin emîri! Benim hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca hayat buldum. Sen gözlerini
kapayacak olsan ebediyyen emirlikten düşecek,
saltanatından olacaksın ve nedamet, pişmanlık
günün başlayacak. O halde hangimizin hükümdarlığına îtibâr yoktur siz söyleyin." dedi.
Bunun üzerine Harun Reşîd söyleyecek söz bulamadı.
BİZ DE VAKTİYLE GÜZEL
YİYECEKLERDİK
Halife Harun Reşîd bir gün Behlül-i Dana
ile sohbet ederken;
- "Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve
hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına
karış." dedi.
Bunun üzerine hazret-i Behlül;
- "Müsâde ederseniz bir danışayım." dedi.
Halife;
- "Kime danışacaksın, kimsen yok ki?" diye
cevap verdi.
Behlül de; "Ben danışacağım yeri biliyorum." dedi ve oradan ayrıldı. Harun Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri
öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında
bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha
sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın
adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi
Haziran 2010
halifeye bildirmişlerdi. Behlül huzura girince,
halife Harun Reşîd ona;
- "Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevabı." dedi.
Behlül;
- "Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına
karışmam mümkün değil." dedi.
Halife heybetle;
- "Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın,
haberim oldu." dedi.
Behlül de;
- "Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;
sında dedi kodular çoğalmaya başladı. Siz en
iyisi Behlül’le bu durumu bir görüşün derler.
Halife bunun üzerine Behlül’ü çağırır ve durumu anlatır: “Hiç olmazsa Cuma namazlarında
arkamda namaz kıl.” der. Behlül kabul eder.
Halife namazın ikinci rekâtında iken Behlül namazı terk eder. Bu durum halifeyi iyice kızdırır
ve Behlül’ü yanına çağırır sebebini sorar. Behlül Dana hazretleri anlatmaya başlar ve halifeye
sorar:
- “Efendim siz tekbir alıp namaza başladığınızda vergileri arttırdınız mı artırmadınız mı?”
Halife:“Evet arttırdım.” der.
Behlül Dâna: “Peki, Fatihayı okurken orduyu topladın mı toplamadın mı?
- "Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve
nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi.
Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar
arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma."
dediler. Bu sözlerdeki ince manaları anlayan
Harun Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere
daldı.
Behlül Dâna :“ Peki, Rukiye gittiğinde
komşu ülkeye savaş açtın mı açmadın mı?
BİZE DE GİTMEK DÜŞER
Behlül Dâna : “Peki, secdeye gittiğinde savaşı kazandın ve savaşı kazanmış bir komutan
edası ile işgal ettiğin ülkeye girdin mi girmedin
mi? Der.
Behlül hazretleri halife Harun Reşit’in arkasında namaz kılmıyormuş. Bir gün yanındakiler bu durumu halifeye açmışlar. Efendim
Behlül sizin arkanızda namaz kılmıyor halk ara-
Halife yine :”Evet topladım” der.
Halife yine: “Evet açtım” der.
Halife yine: “Evet girdim.” der.
Behlül Dâna: “İkinci rekata kalktığında o
ülke padişahının kızı yanına geldi ve sen onu
cariye olarak aldın mı almadın mı?” diye sorar.
Harun Reşit: “Aldım” der.
Behlül Dâna: “Peki der, sen o kıza nikah
kıydın mı kıymadın mı?
Harun Reşit : “Kıydım” der. Harun Reşit
dayanamaz sorar : “İyi de bütün bunların bizim
konumuzla ne alakası var?
Behlül Dâna şöyle der: “Eh bu durumda
bize de gitmek düşer.”
Haziran 2010
63
İçimden
Geldiği Gibi…
ziz kardeşim ne imkânsızlığından bahsediyorsun? "İmkânsız" diye bir şey
var mı? "İmkansız"ın var olduğunu
zannetmek henüz olgunluk yolunda emeklenildiğinin bir işareti... İmkânsız diye bir şeye
inanmak düpedüz imansızlık...
A
Aydın BAŞAR
"Elçiler hediyelerle Süleyman peygambere geldikleri
zaman
Süleyman
peygamber onlara dedi ki:
'Sizler bana maddi yardımda mı bulunacaksınız
(mal ile mi yardım edeceksiniz) Hayır Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha
hayırlıdır. Siz bu hediyenizle
sevinip övünebilirsiniz."
64
Kime ne imkânsızmış? Her şeye izin
veren, dilediğine engel koyan O değil mi? O
halde imkânsız olan ne? Senin imkânsız zannettiğin şeyler esasında mümkün… Sorunlarının hallolması, her şeyin eskisinden çok
daha güzel olması mümkün… Sen buna
böyle inan. O halde “of”, “üf” demeyi bırak
da dilini “Elhamdülillah” demeye alıştır.
Hayatı yaratan Yüce Allah onu çok
güzel yaratmıştır; tıpkı her şeyi çok güzel yarattığı gibi… Eğer nefes almanın, ne kadar
güzel bir şey olduğundan şüphen varsa, birkaç dakika nefes alma. Eğer suyun dünyanın
en güzel içeceği olduğundan şüphe ediyorsan, sıcak günlerde suyu özle… Ağaçlara bak,
denizlere, ırmaklara, dağlara bak; gör bütün
güzellikleri. Sonra Ay’a, Güneş’e, yıldızlara
bak; hayran ol… Böceklere, kuşlara, kelebeklere, bal arılarına bak… Sonra bütün bunları yaratan Kainat’ın tek Sahibi’ne yönel ve
O’na itaat et, O’nun hükmüne razı ol. O’nun
Haziran 2010
nizamını ve kanunlarını her şeyin üstünde tut. O’nun
şeraitinin bir hakikatine dünyaları değişme.
Bir dua ettin de kabul olmadı mı? Bil ki bütün
imkânları Yaratan’a senin duana icabet etmek gayet
kolaydır. Onun seni duymadığını mı, görmediğini mi
sanıyorsun? Her şey O’nun ol demesiyle olmaya bakıyor. Kabul olmadı sandığın duan aslında O’nun bilgisi dâhilinde… Bekletilmesinde bilemeyeceğimiz
nice hikmetler var. Dur bekle biraz, acele etme! “Allah’ın bir bildiği var” de ve itiraz kapısını aralama.
İsyan edip de güzel yaratılışını bozma; fıtratına ihanet etme.
Sana düşen sadece Allah’ı bilmek ve yalnızca
O’na güvenmek… Allah’ı bilirsen “niye, neden böyle
oldu” diye sormazsın. O zaman sadece O’nun verdiği hükümlerdeki hikmetleri ararsın. O’na olan güvenin tam ise imanın da tamdır. O’na güveniyorsan
hayattan korkmana gerek kalmaz.
Bir göz ki hak nuru ile bakarsa merak etme görmesi gerekenleri görür. Bir kulak yeter ki duymak istesin, istediği duyurulur. Mevla nasibi olan kimselere
bir yol göstereceği zaman, ona vahiy meleği Cebrail’i gönderip de yol göstermez. Vahiy meleği çoktan
geldi ve hidayet rehberi olan Kur’an’ı çoktan getirdi.
Bir sıkıntıya düştüğün zaman çözümü Kur’an ve sünnette ara. Sen böyle yaparsan tevafuk zincirleri dizilir ve sana başka başka yollar gösterilir.
İlla ki rüyana aksakallı bir dedenin girmesini
bekleme. Ya bir komşusuna gittiğinde komşun sana
bir şeyler söyler, ya bir sohbette bir şeyler öğrenir
yahut bir kitaptan rastlarsın. Aradığını bir şekilde bulursun. İşte bu tevafukların bir hikmeti vardır. Bazen
bu tevafuklar sana garip gelir. Sen bu garipliklere
"nasıl oldu" deme? Onda takılıp kalma. O gariplikleri
yaşatana çevir yönünü. Yaratan isterse her şey olur,
o istemezse hiçbir şey olmaz.
Sakın evliyaların ikliminden uzaklara gitme. Bir
insan bile sevdiklerinin hatırı için neler neler yaparken
Yüce Allah sevdiklerinin hatırı için kim bilir neler
yapar. Elhamdülillah bizim Allah dostlarına olan sevgimizi ve güvenimiz tamdır. Onların sırlı hallerine
muttali olamasak da onları inkâr etme cehaletine de
düşmeyiz. Kur’an ve sünnetten ayrıldığını görmediğimiz halde, veli kulları inkâr edemeyiz. Hem neyimize
güvenerek velilere yüz çevirelim? Nursuz bir yüze, zikirsiz bir dile, şevksiz bir gönle güvenerek mi?
Haziran 2010
Evliya gölgesinde oturduğumuz tatlı günlerin
hatırını nasıl olur da unuturuz? Aşkımız tükenme demine geldiği anlarda, gönül depomuzda ilahi aşk
adına bir damla kalmadığında, kim bizim ruhumuzu
Mevla aşkıyla doldurmuştu? Kimin sohbetleri yaramıza bir merhem, bir şifa olmuştu. Kötü bakışlı insanlar zannediyor ki evliyalar da tıpkı kendileri gibi
kötü bakışlı. Oysa onların her birisi birer ayna hükmünde… Onlara bak ve kendini gör.
Evliyayı bil, tanı, fakat ondaki nuru onundur
sanma. Allah isterse hak nurunu taşa bile yansıtır. Sen
taşa değil nura bak… Taşa yönelirsen putperest olursun, nura yönelirsen kamil bir mümin olursun.
Artık kendi doğrularınla kibrit kutusundan kuleler inşa etmeyi bırak. Aklına güvenen kimseler çoktan yolda kaldılar. Akılsız hareket edenler de çamura
saplandılar. Sen ne aklını terk et, ne de aklını yücelt.
Aklını kullan kafi.
Allah’a güven, O’ndan gerisini terk et. İşte o
zaman dünyanın en büyük çilelerini tatmış bile olsan
neşeli, mutlu olursun. Seni dünyada mutsuz eden şey
bil ki dünyadan beklentilerindir. Yalan dünyaya merdiven dayarsan, her an bir gümbürtüyle düşebilirsin.
Ama merdiveni kamil bir mürşidin yüreğine dayarsan, bil ki o seni mahcup etmez.
Şimdi Kur’an mushafından tevafukat yoluyla
açtığım bir ayeti okuyalım: "Elçiler hediyelerle Süleyman peygambere geldikleri zaman Süleyman peygamber onlara dedi ki: 'Sizler bana maddi yardımda
mı bulunacaksınız (mal ile mi yardım edeceksiniz)
Hayır Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha hayırlıdır. Siz bu hediyenizle sevinip övünebilirsiniz."
(Neml Suresi 36)
Süleyman peygamber bir gönül zengini iken elbette kendisine verilen hediyeler ile mutlu olup sevinecek değildi. Zira kendisine verilmek istenenler,
kendisinin sahip oldukları, yanında hiçbir şeydi. Bir
insan ki kendisine merhamet, uysallık, iyi niyet, güzel
geçim ve birçok iç güzelliği verilmişse, tutar da yalancı dünyanın sultanlarının hediyelerine gönlünü verirse yazık etmiştir kendisine. O gelecek olan dünyalık
hediyelerle kafasını meşgul eder de, Allah ve resulünün sevgisinden, velilerin sevgisinden gafil kalırsa
hüsran işte o zamandır. Rabbimi bize de Süleyman
Peygamber gibi “Allah’ın bana verdiği sizin verdiğinizden daha hayırlıdır” diyebilmeyi nasip et.
65
BÜLBÜL VE
TEKNİK
"İnsan, üretken ve tüketken olan canlıdır" derdi. "Tüketken" kelimesini "üretken"e simetri olsun diye uydurmuştu. Pek
severdi simetrik olanı. Sonra "ve" hecesini
de "fonksiyonel" bulmadı ve sildi.
Selman KARA
Teknik, mekanik, otomatik, metalik,
ekonomik, pratik, makina, fabrika, yatırım,
üretim, tüketim... Dünyası dilinden düşürmediği bu kelimelerle doluydu. Mekanik kanunlarını hayat ilkeleri kabul eder, bir
makina gibi çalışır, emri altındakilerden de
"teknik bir aygıt" olmalarını isterdi.
"İş yerine robotlar koymaktansa insanları robotlaştırmak daha rasyoneldir,"
diye yazmıştı not defterine. Bu fikrini iş arkadaşlarına da anlatmış, buluşundan dolayı övünmüştü. Evet, canlı birer makinaydı
insanlar, duygu bir zaaftı.
Düzenli motor seslerini dinlemekten
hiç bıkmazdı. Makina çalışırken en ufak bir
pürüzlü ses gelse dengesi bozulurdu.
Evinde de aynı düzen ve disiplini isterdi.
Yemekler tam zamanında yenilir, sadece
zaruri ihtiyaçlar için konuşulur, belli bir saatte yatılır ve kalkılırdı.
Evde iş saatleri dakikası dakikasına
belirlenmiş, bir çizelge halinde çerçevele-
66
Haziran 2010
nip duvara asılmıştı. Sonra bunu da yeterli görmedi
adam. Teknik asrında bu iş de mekanik yollarla halledilmeliydi. Özel bir saat yaptırdı, günlük işleri
büyük bir düzenle kaydettirdi ve her odaya bir tane
höparlör taktırdı. Artık çizelgeye bakmak gerekmiyordu. Eve bir makina daha girmiş ve bu işi kökünden halletmişti.
Evde her iş için bir makina vardı zaten. Her
odadan mekanik sesler gelirdi. O, bu mekanik sesler orkestrasını lezzet alarak dinler, "Babam yaşasaydı da bunları görseydi" diye düşünürdü.
Eve aldığı eşyalar, hem ekonomik, hem de
fonksiyonel olmalıydı. Bunlar dümdüzdü ve hemen
hemen hepsinin keskin geometrik şekilleri vardı.
Elle tutulur bir faydası olmayan süslemeler, kıvrımlar ve nakışların tamamen anlamsız olduğunu
düşünürdü. Evine tablo yerine, "teknik harikalar"
dediği fabrikaların, füzelerin, uçakların, gemilerin...
fotoğraflarını astırmıştı.
Gencecik yaşında ölüveren eşi, "teknik ilkelerini" uygulamada onun en büyük engeli olmuştu.
Bu sanat sevdalısı hülyalı kadınla, pek çok konuda
olduğu gibi, bu konuda da hiçmi hiç anlaşamamışlardı. Teknik, mekanik ve metalik olan nesnelere
düşkün değildi kadın.
Her istediği elinin altında olan bu zarif İstanbul kızının niçin mutsuz olduğunu bir türlü anlayamamıştı adam. "Her şeyimiz var, niçin
mutsuzsun?" diye sorar, kendi mantık ölçülerine
uygun mantıklı bir cevap alamazdı.
Köşeli, açılı, kesin, keskin ve düz olanı severdi adam. Küçük bir saray gibi olan evini yıktırmış, yenisini bu zevke göre yaptırmıştı. Kadın, bu
geometrik çizgiler anıtını da beğenmemişti. En çok
da evin çevresini betonla kaplatmak fikrine itiraz
etmiş, ağaçların kesilmesine, duygulu ve uysal karakterinden hiç beklenmeyen bir tavırla karşı çıkmıştı. Evin arka tarafı bu yüzden betonlanamadı ve
bahçe olarak kaldı.
Eşinin ölümünden sonra bir daha evlenmeyen adam, koca evde, onun yegane mirası ve kendisinin de tek evladı olan Rayegan'la birlikte
yaşıyordu.
Rayegan... Bu isim de mesele olmuştu. Karısının aşırı ısrarına dayanamayıp, istemeyerek
kabul etmişti bu adı.
Dadı elinde büyüyen Rayegan, büyüdü, gelişti, serpildi ve sonunda annesine benzedi. Yalnız
önemli bir farkı vardı ki, annesi uysaldı, Rayegan
ise, babasının tabiriyle, olabildiğince dik başlıydı
ve hürriyetine de pek düşkündü.
Rayegan'ın mutlaka teknik okullarda okumasını istiyor, hevesini uyandırmak için de elinden geleni yapıyordu. Üretken olmayan bütün ilim ve
sanat dallarını gereksiz bulurdu. Tarih, din, sanat
ve benzeri konularda eğitim veren okulların kapatılmasından yanaydı. Ekonomiye hiçbir katkısı olmayan "asalak ve tüketken" kuruluşlardı bunlar.
En tahammül edemediği şey, edebiyattı. Birgün
Rayeganı şiir okurken yakalamıştı. Kapısının
önünden geçiyordu ki, bir ses işitti:
"Anne girdin düşüme!
Yorganın olsun duam,
Mezarında üşüme!"
Hemen kızının odasına girdi, bu "deli saçması" şeyleri okuduğu için onu kınadı. Şiirin gereksizliğine dair uzunca bir konuşma yaptı.
Rayegan, babasını, "Sen ne söylersen söyle,
ben inandığımı yapacağım," diyen bir tavırla dinledi.
Haziran 2010
67
Adam bunu sezince, "Bilime düşman mısın?"
diye sordu birden.
ahengi temelinden sarsılmıştı. Bu "ilkel ses," kurulu
dengeleri yerle bir etmişti.
"Hayır," dedi Rayegan, "ben, makinanın insanı ezmesine karşıyım. İnsan bir âlet değildir! Teknik, sanatı sürgün etmemeli. Kültürsüz bir
medeniyet istemiyorum. Akıl, kalbi susturmamalı.
Duygunun olmadığı yerde insan da yoktur. Maddî
olan, manevînin emri altında yürümeli. Madde ve
ruh... Bunlar iki ayrı kutupsa, ben ruhtan yanayım.
Çünkü, ben ruhumla insanım... Ama bedensiz de
yapamam, bunu biliyorum..."
Adam, bülbüle öfkesinden uyku uyuyamıyordu. Sanki biliyormuş gibi en fazla da onun uyku
saatlarında şakıyordu bülbül. Gece rahat uyuyamayınca günlük programı da aksamaya başlamıştı.
İştahla yemek yiyemiyor, düzenli düşünemiyor, istese de dakik olamıyordu. İşin garibi, sevdiği bütün
sesler de, ona o ilkel sesi hatırlatmaya başlamıştı.
Hangi sesi duysa hemen bülbülün figanlarını hatırlıyor, zihninin duvarlarını paramparça eden bu sesi
bir türlü zihninden kovamıyordu.
Adam, kızının bu kararlı tutumuna şaştı: "Ezberden konuşur gibisin!" demekle yetindi.
"Evet," dedi kız, "ezberden konuşuyorum. Bu
mesele üstünde kafa yordum... Yani insanca davrandım! Düşündüm ve anladım... Kanaatlerimin
özetiydi söylediklerim..."
Bu tartışmanın olumlu bir meyve vermeyeceği belli olmuştu. Hiç de "üretken olmayan" bir konuşmayı sürdürmenin faydası yoktu. Odayı
terkederken, "Hiç evlenmemeliydim!" demekle yetindi.
Bu "aksaklıklar" sayılmazsa fabrikada da,
evde de işler tam istediği gibi yürüyordu. Arzu ettiği
düzeni ve disiplini kurmuştu. Hayat, bir otomatik
makinanın çalışmasına benzemiş, bu durum, onu
özlediği dengeye kavuşturmuştu.
Umulmadık bir olay bu dengeyi bozdu: Bahçeye bir bülbül dadanmıştı! Güneş son ışıklarını da
toplayıp, gecenin ilk karanlıkları etrafı sararken ötmeye başlıyordu bu bülbül.
Bir süre sonra, azıcık uykusunda görebildiği
rüyaları da bülbül sesleriyle doldu. Uykunun kalın
perdelerini delip geçen bu sese ölesiye kin bağladı
adam.
Bir gece irkilerek uyandı. Perdelerin ardından
yine onun sesi geliyordu. Perdeleri sıyırdı, pencereyi açtı, içeriye yıldızlı yaz gecelerinin yumuşak
aydınlığı doluverdi. Bülbül, bu tatlı gecenin ruha ürpertiler veren havasıyla vecde gelmiş, en güzel
bestelerini art arda seslendiriyordu.
Adamın içi öfke ve kinle doldu. Sabahı zor
etti. O gün işe gitmedi. Motorlu testereyle odun
kesen iki adam buldu. Büyük küçük bütün ağaçları
ta kökünden kestirdi, uzaklara taşıttı. Ağaçlar kesilirken, güçlü homurtularla çalışan testere seslerini
kendinden geçercesine dinledi. Eskiden ormanların derinliklerinden gelen fasılalı balta seslerinin ilkelliğini düşündü.
Daha çok evin hemen yanındaki tarihî çınar
ağacına konuyor, uzun uzun, derin derin ötüyor,
kendi dilince ardı ardına besteler yapıyordu.
Bülbül için, konup şakıyacak en küçük bir dal
bile bırakmamış, yuvasını dağıtmış, onu yurdundan kovmanın yolunu bulmuştu. Artık o ötemeyecek, evin her yerinden teknik, mekanik, otomatik,
metalik sesler gelecek, hayatın aksayan dengesi
yeniden kurulacaktı.
Türlü türlü ötüşleri vardı. Bazen ürpertilerle
dolu bir heyecan dalgası kesiliyor, bazen acılarla
inliyor, bazen hasretlerle figan ediyor, bazen ızdırabını feryadıyla dağıtıyordu. Gecenin sükûnetinde, bu sesler, diğer bütün seslerin arasından,
pencerelerden, perdelerden sızıyor, onun dünyasına bir davetsiz misafir gibi giriveriyordu.
Akşam yemeğini iştahla yedi. Yemekten
sonra Rayegan'a teknikteki yeni gelişmelerden,
fabrikadaki üretim artışlarından, yeni pazarlama
imkânlarından söz etti. Uyku saatını bildiren metalik sesi duyunca keyifle gitti yatak odasına. Yattı.
Artık o ilkel ses yok, diye düşünürken o sesi yine
duydu.
Bu mekanik, otomatik ve teknik dünyanın
Sesin nereden geldiğini araştırdı ve bulmakta
68
Haziran 2010
gecikmedi. Bülbül, evin çatısındaydı. Muhteşem
ağaçlarını, sevda kokan güllerini, rüzgârla salınan
dallarını kaybettikten sonra vatanından kovulmuş
bir sürgünden farkı kalmamıştı. Harabezara dönen
yurdunu terkedememiş, solan gülleri için ayrılık ve
ölüm besteleri yapmak istemişti sanki.
Ötmesi acılarla doluydu. Derunî bir hüznün
bütün nevilerini havaya yayıyor, bu ses bir mazlumun ahı gibi semalara çıkıyor, ruh ikliminde fırtınalar uyandırıyordu.
Adam tahammül edemedi. "Radikal bir
çözüm bulmalıyım," diye düşündü. Bunun en köklü
çözümü, öldürmekti. Ölüm onu ebediyyen susturacaktı. Evet, onu öldürmeliydi. Bülbül, zaten ekonomik hayata hiçbir katkısı olmayan, üretime dönük
hiçbir çalışma yapmayan lüzumsuz bir hayvandı.
Kolay bir ölüm olmamalıydı bu. Otomatik bir
makina gibi işleyen kurulu düzenini allak bullak
eden bu "serseri"yi bizzat kendi elleriyle öldürmeliydi. Evet, onu öldürmek lezzetini bir başkasına veremezdi.
Kiralık adamlar buldu, durumu anlattı, "Ne
yaparsanız yapın, bu bülbülü yakalayıp bana getirin," dedi. Diri getirene ödül verecekti. Yüklüce bir
miktar para! Paranın yapamayacağı şey yoktu!
bolan geçmiş gecelerde bülbülün en coşkulu seslerle öttüğü saat gelince infazı başlatacaktı.
Bir iğne aldı eline. Ona parmaklarıyla dokunmaktan hoşlandı. Bu pırıl pırıl metal parçasını bülbülün kalbine yavaş yavaş batırdı. Kuş, son kez
ötmek ister gibi sesler çıkardı, ama bu bir ötüş sayılmazdı artık. Olsa olsa bir inleme denebilirdi ona.
Çırpınmak istedi, ama adam onu sımsıkı tutuyordu,
çırpınamadı bile... Gözleri kapandı, ağzı yarı açık
kaldı. Adam, bülbülün minnacık cesedini çöp
öğütme makinasına attı, makinanın düğmesine
bastı. İşte, her şey bitmişti artık.
"Bu iş tamam," diye söylendi yatarken. Çok
uzaklardan gelen motor seslerini hazla dinledi.
Uyku saatini hatırlatan metalik sese kulak verdi.
Odadaki otomatik saatin tik taklarını işitti. Uykuya
dalacaktı ki, ne olduysa o zaman oldu işte. Onu sinirlendiren, dengelerini bozan, uykularını kaçıran,
rüyalarına giren o sesi yine duydu.
Olacak şey miydi bu!
Önce kulağına inanamadı. Radikal bir çözüm
getirmişti oysa. Matematik kuralı kadar kesin bir
netice elde etmişti. Peki bu ses nasıl duyuluyordu
öyleyse?
Kiralık adamlar hemen faaliyete geçtiler. Ustaca bir tuzak kurdular. Bahçenin orta yerine dikilen
bir gül ağacıydı bu tuzak! Budanmış, dümdüz
olmuş bahçede gül ağacını elbette görecekti bülbül. Görüp de gelmemezlik edemezdi. Eh, gerisi
kolaydı artık.
Bülbülün figanları devam ediyordu. Anlam
yüklü, duygu yüklü bir sesti bu. Yepyeni bestelerle
gelmişti. Hasret, firkat, gurbet acılarıyla dolu nağmelerle...
Nitekim aynen tasarlandığı gibi oldu, bülbül
yakalandı, celladına götürüldü.
Serin yaz gecelerinin, dalga dalga yayılan gül
kokularının, uzak beldelerden ezan sesleri getiren
rüzgârların ve bırakmak zorunda kaldığı acı tatlı
bütün bir hayatın özlemi vardı sesinde.
Adam onu hemen öldürmedi. Nasıl öldürmesi
gerektiğini uzun uzun düşündü. Kuşun zayıf bedeni
kocaman elinde kaybolmuştu, ama başı görünüyordu. Dili susmuştu, fakat kalbi vargücüyle çarpıyor, sıcacık göğüs kafesini dövüyordu. Adam, bu
minnacık kalbin atışını elleriyle hissetti. Sevda gibi,
hasret gibi, firkat gibi geçmiş zaman duygularının
kaynağı bu kalb olmalıydı. Öyle ya, dilin söyleyişi
kalbin yanışındandı. Kararını verdi, bu kalbi delmeli, o ilkel seslerin kökünü kurutmalıydı. Radikal
bir çözüm olacaktı bu. Geceyi bekledi. Silinip kayHaziran 2010
Adam kalktı, sesin nerden geldiğini araştırmaya başladı. Bir türlü yön tayin edemiyordu. Bu
ses alttan, üstten, yandan, her yerden geliyordu.
Adam gözlerini kapattı, yeniden ve bir daha anlamaya çalıştı sesin nerden geldiğini. Birden gözleri
dehşetle açıldı...
Ses, içinden geliyordu!
Kuş, adamın ruhunda ötüyordu artık!
69
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
TORUNLARIMA
Ben, Fatih Sultan Mehmed 29 Mart 1432'de Edirne'de doğdum. Babam
Sultan İkinci Murad, annem Huma Hatun'dur. Okumayı çok severim. Bilime büyük önem veririm. 20 yaşında Osmanlı padişahı oldum. 29 Mayıs
1453’te İstanbul'u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak “Fatih” ünvanını aldım.
Hz. Muhammed'in (S.A.V) hadisi şerifinde müjdelediği “İstanbul'un fethini gerçekleştiren büyük komutan” olmayı Allah (c.c) bana nasip etti. Orta
Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açarak Cihan İmparatoru olmayı bana nasip ettiği için Allah’a hamd ediyorum.
Sevgili torunlarım, Ben de sizin yaşınızdayken okumayı, öğrenmeyi çok severdim. Küçük yaştan dil
öğrenmeye merak duydum ve yedi yabancı dil öğrendim. Şaşırdınız mı? Hiç şaşırmayın isteyene yüce
Allah (c.c) kolaylık veriyor. Tembellik ederseniz tabi ki öğrenmek zor gelir. Televizyon izlemekten, internette gezinmekten kendinizi alıkoyamıyorsanız elbette zor gelir. Değil dil öğrenmek hayatta da başarılı olamazsınız.
Ben İstanbul’u fetih hazırlıkları yaparken sabahlara kadar uyuyamıyordum. Bir anımı sizinle paylaşayım mı? Ne dersiniz? Çok mu merak ettiniz? Öyleyse iyi dinleyin. Annem Hüma Hatun, yatağımın her
sabah düzgün olduğunu görünce: “Şehzadem, yatağınızı siz toplamasanız da hizmetçiler toplasa, böylece
yorulmamış olursunuz.” dedi. Ben ise her zamanki gibi sevdalı olduğum İstanbul’un Bizans’ın olan kısmına
bakarak şunu söylemiştim: “ Canım anam, ben o yatağa 6 aydır girmedim.” İşte benim başarılarım böyle
çalışmak ve fedakârlıklarla gerçekleşti. Ben de oyun ve eğlenceye dalsaydım belki bu başarılara ulaşamayacaktım.
Benim örneğim Hz. Muhammed Mustafa (s.av) oldu. Onun yaşantısı, sünnetleri, hatta İstanbul’u
feth etmekteki amacım O’nun müjdesine kavuşmaktı. Böyle çalışmalar dünya ve ahirette mutluluğu sağlar. Sizlere bu çalışmalarımın örnek olmasını diliyor alınlarınızdan öpüyorum.
Fatih Sultan Mehmet
Öğrenci Temel
Temel okula gidiyormuş. Ama defterinde tek bir satır yazı yokmuş.
Babası bu durumu görünce demiş ki: “ Oğlum temel senin defterinde neden hiç yazı yok”.
Temel: “Babacığım öğretmenin yazdığını ben de aynen defterime yazıyorum; ama öğretmen tahtayı silince ben de defterimden siliyorum.”
70
Haziran 2010
AFACAN İLE MERAKLI
Okulların tatil olması yaklaşınca herkeste bir heyecan başlıyor. Kimileri gideceği gezeceği
yerleri belirlerken, kimileri de katılacağı yaz kurslarının programını çoktan yaptı bile. Bunların
dışında tatili sadece oyun ve yatarak geçirmek isteyenler de var. Sizlerin ne planı var
bilmiyoruz ama Afacan’la Meraklı’nın planları varmış. Merak ettiniz mi? Ne planları varmış. Ben
de çok merak ediyorum öyleyse hep beraber öğrenelim.
- Meraklı okulların tatil olmasına az zaman kaldı tatilde neler yapacaksın planladın mı?
- Tatilin planı mı olur afacan. Bir yıldır canımız çıktı ders çalışmaktan bir de tatilde mi plan
yapalım? Yine de planımı öğrenmek istiyorsan söyleyeyim.
- Tabii istiyorum söyler misin?
- Tatilde bol bol yatacağım kimse beni erkenden kaldırmayacak. Sonra da televizyon izler,
biraz da dışarıda arkadaşlarımla oynarım. Senin planın ne?
- Ben önce Yaz Kur’an Kursu’na gideceğim. Kur’an bilgilerimi tekrar edeceğim. Unuttuklarım
varsa onları hatırlayıp bilmediğim konuları öğreneceğim. Vakit namazlarımı camide kılacağım.
Babam, müsait olunca yakınımızdaki tarihi eserleri gezeceğiz. Spor için de kurs araştırıyorum
bulunca ona da yazılacağım.
- Vay canına!
- Dinlenmek demek, yatmak demek değildir. Dinlenmek bir işten başka bir işe geçmektir.
Peygamber efendimiz (s.a.v): “ İki günü eşit olan zarardadır.” buyuruyor. Yatarak zarara
uğramayacak mısın Meraklı?
- Çok doğru söylüyorsun Afacan sana çok teşekkür ederim. Hiç böyle düşünmemiştim.
- Meraklı nereye koşuyorsun dur!
- Ben de plan yapmaya gidiyorum. Görüşmek üzere Allah’a emanet ol kardeşim.
Arkadaşlar siz planınızı yaptınız mı? Öyleyse ne duruyorsunuz haydi siz de planınızı
yapınız. Hepinize iyi tatiller.
Arkadaşlar geçen sayımızda öğrendiğimiz Allah’ın (c.c) Sübuti Sıfatlarını bulmacamıza
yerleştirelim. Hatırladık mı? Haydi kolay gelsin
1- Allah ‘ın (c.c) diri ve canlı olması
2- Allah’ ın (c.c) yaratma sıfatı
3- Allah’ (c.c) her şeyi bilmesi
4- Yüce Allah’ın her şeyi görmesi
5- “Söylemek ve konuşmak" sıfatı. Allah’ın (c.c)
bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş,
bazı peygamberler ile de konuşmuştur.
6- Yüce Allah’ın “ dilemek” sıfatı.
7- Yüce Allah’ın her şeye gücünün yetmesi.
8- Yüce Allah’ın (c.c) gizli, açık, fısıltı halinde,
yavaş sesle veya yüksek sesle ne söylenirse her
şeyi işitmesi.
Haziran 2010
71
Download