EDİTÖR Bismillahirrahmanirrahim Sözün bittiği yer… Kelimelerin çaresiz kaldığı… Haydut, korsan, eşkıya, terörist ne derseniz deyin artık… Rahat olamıyoruz bu insanî yardıma bile tahammül edemeyen yaratıkların yaptıklarına… Yola çıkarlarken İHH’nın değerli başkanı mücahit kardeşimiz Bülent Yıldırımı dinledim. Şöyle diyordu: “İsrail göze alamaz, yapamaz, edemez.” İçimden “öyle olmasını istiyorsun ondan öyle söylüyorsun” dedim. Evet, göze alamazdı ama insan olanlar göze alamazdı. Karşıdaki İsrail mahlûklarını en iyi tanıyanlardan biri şüphesiz Bülent Yıldırım’dı. Bunlar insanlıktan anlamaz demeyeceğim çünkü temeli kandan, terörden beslenen bir devletin ne insanîliği olur ne de başka değerleri… Hiçbir zaman anlamadılar. Körpecik gencin kolunu kayayla kırıp hunharca parçalarken de anlamamışlardı, çöp vidanjörünün arkasına babasıyla saklanıp bu acımasız teröristlerden kurtulmak isteyen küçücük Muhammed’in feryatlarıyla birlikte ona kurşun sıktıkları zamanda anlamamışlardı. Sabra ve Şatilla gibi mülteci kamplarında savunmasız insanlara soykırım uygularken de anlamamışlardı. Her türlü bombayı Gazze’ye yağdırırken de anlamamışlardı. Yıl 5 Sayı 57 Haziran 2010 Anlamazlar anlayamazlar zaten. Haydutlar sadece güçten anlar. Kanla beslenenler, korkularıyla ve korkaklıklarıyla ayakta kalmaya çalışanlar sadece güçten anlar. Unutulur mu? Hayır, asla unutulmaz. Bu eşkıyalık tarihte benzeri görülmemiş bir haydutluk örneğidir. Savaşta bile sivillere dokunulması suçken insani yardım götürenlere sıkılan kurşun unutulur mu? Bu haydutlar ve onların Türkiye’deki yerli haydutları bilmezler ki Gazze’de bir çocuk boynunu bükse bizim yüreğimizde fırtınalar kopar. Gazze’de bir anne üzülse bizim evlerimize feryat dolar. Kudüs’de bir anne ağlasa biz kendimizi kaybederiz. Bilmezler, bilemezler ki Gazze bizim kalbimizdir, Kudüs bizim yüreğimizdir. Kudüs bizimdir. Bu ikrarımızı bizden sonra gelen neslimize de inşallah öğretmekten geri kalmayacağız ki: Biz Kudüs’üz, Kudüs biz. Var olup yaşayacaksak ya Kudüs’le yaşayacağız ya öleceğiz. Özgürlük yolcuları bunu haykırdı dünyaya… Onlar haykırırken küçücük çocuklarımız bile Filistin sevdasını, Filistin davasını tanıdı, anladı. Binlerce konferans verilse, binlerce yayınlar yapılsa bu dava bu kadar anlatılamaz ve gündem olamazdı. Onun için bu yolculukta emeği geçen herkesten Rabbimiz razı olsun. Bu uğurda can verme şerefine eren tüm şehitlerimizi Rabbimiz en yüksek makamlara erdirsin. Dergimizin hediye edeceğini duyurduğumuz kitabımız bu ay elinize ulaşmış olacaktır. 2010 yılı abone bedelini ödeyen tüm okurlarımız hediyelerini bu ay almış olacaklar. Elimizde olmayan nedenlerden dolayı hediyeyi vermeyi geciktirdik. Bu sebeple siz değerli abonelerimizden haklarınızı helal etmenizi diliyoruz. Allah’a emanet olunuz. içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 57 Haziran 2010 4 Yaramaz Çocukları Ne Yapalım? 38 İSRAİL BİR TERÖR DEVLETİDİR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Salih AYDIN SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ 7 MEDENİYET AYNASI MEZAR TAŞLARI 48 EĞİTİMDE DE REHBERİMİZ... Serdar TAŞAR Nidayi SEVİM Ömer SEVİNÇGÜL 8 YENİ NESLİ AYDINLATACAK GÖNÜL 56 “SEN ONLARIN ARALARINDA İKEN, ERLERİ ALLAH ONLARA AZAP ETMEZ…” Kamil ABDULLAHOĞLU Ersan BİLGİN 12 Puslu Dağda Çoban Olmak 60 HARUN REŞİT İLE BEHLÜL DÂNA Nihat MORGÜL Hasan BAŞAR 16 ÇOCUKLARIMIZA KUR’AN-I 64 İçimden Geldiği Gibi… KERİM’İ ÖĞRETELİM Aydın BAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL Mehmet TALU 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro 22 “ÇOCUK KALBİ BOMBOŞ, SAF, HER Abonelik İçin Hesap Numaraları ŞEYİ ALMAYA HAZIR” Posta Çeki No: 5091167 Fuat TÜRKER Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi 66 BÜLBÜL VE TEKNİK Selman KARA Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. 70 Burhan Çocuk Müşteri No 291928 Musa KARACA IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN TR690001001673441655885002 26 KALIBIMIZA DEĞİL, KALBİMİZE BAKILACAK Dr. Ebubekir SİFİL YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 32 Takva Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri İNTERNET ADRESİ [email protected] www.burhandergisi.com 34 Hekimoğlu İsmail: “Ben hiç BASKI ölmeyeceğim!” Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Röportaj: Aydın BAŞAR YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 4 Yeni Nesli Aydınlatacak Gönül Erleri Kamil ABDULLAHOĞLU 16 Kalıbımıza Değil, Kalbimize Bakılacak Dr. Ebubekir SİFİL 34 İsrail Bir Terör Devletidir Salih AYDIN 60 Yaramaz Çocukları Ne Yapalım? Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 8 Çocuklarımıza Kur’an-ı Kerim’i Öğretelim Mehmet TALU 26 Hekimoğlu İsmail: “Ben Hiç Ölmeyeceğim!” Röportaj: Aydın BAŞAR 38 Harun Reşit İle Behlül Dâna Hasan BAŞAR Başyazı YARAMAZ ÇOCUKLARI NE YAPALIM? aramazlık yapmak, çocuklar için normal bir şeydir, tabiîdir. Yaramazlık yapan çocukların niyeti kötü değildir. Onların kasdı kimseye zarar vermek değil, kendi enerjilerini tüketmektir. İçinde bulundukları durum ve merak, onları yaramazlık yapmaya sürükler. Ama büyükler böyle değildir; onların yaramazlıkları normal değildir. Yaramazlık yapan büyüklerin niyeti ötekine ve çevreye zarar vermektir. Bu sebepten dolayı dinimiz İslâm, yaramazlık yapan küçüklerin bağışlanmasına, büyüklerin de cezalandırılmasına hükmetmiştir. Bir de küçüklerin yaramazlıklarının zararı ile büyüklerin yaramazlıklarının çevreye verdiği zarar bir değildir. Dikkat ederseniz, küçüklerin yaramazlıklarının zararından söz ederken, büyüklerin yaramazlıklarının da çevreye verdiği zarara vurgu yaptım. Büyüklerin yaramazlıklarının zararı çoktur. Bu sebepten dolayı onların, yaramazlıklarının karşılığında cezalandırılmaları gerekir. Y Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN İkinci hâdiseyi Abbâd b. Şurahbil (r.a) anlatıyor. O da çocukluğunda yaşadığı bir hâtırayı bize şöyle naklediyor: “Yokluk, kıtlık yaşıyordum. Medine bahçelerinden birine girdim. Hurma ağacından, bir hurma salkımı aldım. Biraz yedim, kalanı da elbiseme doldurdum.... 4 Çocuklar, yaptıkları yaramazlıkları kasıtlı olarak yapmazlar. Yaptıklarının kötü olduğunu bilir, fakat bunun zararıHaziran 2010 nın ne olacağını bilemezler. Bazen de yaptıklarının başkalarına ve çevreye zarar verebileceğini düşünmezler. Yani onlar yaramazlık yaparken zararı hedeflemezler. Aşırı derecedeki merakları, dikkatsizlikleri, içinde bulundukları durum onları bu yaramazlıklara sürükler. İçinde bulunduğumuz bu toplumda, çocuklarımızı yaramazlığa sürükleyen kişiler aslında bizleriz. Daracık sokaklar, birbirine girmiş yüksek apartmanlar, güneş görmeyen evlerden oluşan şehirlerimizde çocuklar ne yapsın? Nerede oynasın? Çocuk evde oynuyor, annesi izin vermiyor. Sokağa çıkıyor, komşuları izin vermiyor. Gideceği oyun alanı, çocuk parkı, arkadaş çevresi yok. Söyler misiniz ne yapsın bu çocuk ve bu durumda olan çocuklar? Bu çocuklar, bizden ve kendilerini modern hapishane gibi şehirlere hapseden idarecilerden apartmanlarımızı yıkarak intikam almıyorlar ya, yine de iyi çocuklardır bunlar. Evlerimizi, caddelerimizi, sokaklarımızı dar etmişiz çocuklarımıza. Çocukların, oynayarak ve koşarak enerjilerini tüketecekleri mekânları çok görmüşüz onlara. Onları yaramazlığa iten bizleriz yani. Madem, onların yaramazlık yapmalarında bizim de suçumuz var, öyleyse onları anlayışla karşılamalıyız. Her konuda olduğu gibi bu konuda da rehberimiz Hz. Peygamberimizdir. Şimdi, O’nun yaramaz çocuklarla olan bir iki hâtırasını okuyacak ve buradan kendimize ders ve ibretler çıkaracağız. Sahâbe-i Kirâm’dan Râfi b. Amr’ın çocukluk çağlarında yaşadığı bir olayı kendi ağzından dinliyoruz: “Medine’nin yerlisi olan Ensâr’ın hurmalarına taş atıyordum. Beni yakaladılar ve Rasûlullah (s.a.v.)’in huzuruna götürdüler. Rasûlullah (s.a.v.): “Râfi! Niçin bu insanların hurmalarına taş atıyorsun?” diye sordu. Ben de: “Ey Allah’ın elçisi! Açlık!” dedim. Bunun üzerine O da: “Taş atma! Yere düşeni ye.” buyurdu. “Allah seni doyursun ve susuzluğunu gidersin.” diye de duâ etti. (Tirmizî, Büyû 54; İbn Mâce, Ticârât 67) Yaramazlık yaptığı için Hz. Peygamber’in huzuruna getirilen bir çocuğa Hz. Peygamber Efendimizin davranışı ve yol göstermesi bizim için çok önemlidir. Efendimiz önce çocuğa niçin böyle bir yaramazlık yaptığını soruyor. Onu, yaptığı bu yaramazlığı açıklamaya dâvet ediyor. Çocuk da bu yaramazlığı niçin yaptığını açıklıyor. Efendimiz de aç kalan bu çocuğa çıkış yolu ve hal çâresi gösteriyor. Üstelik bir de duâ ediyor. Bu yol, o çocuğu kazanmanın yoludur. Büyüklerin yolu budur. Dövmek, azarlamak, kovmak yol değildir. İkinci hâdiseyi Abbâd b. Şurahbil (r.a) anlatıyor. O da çocukluğunda yaşadığı bir hâtırayı bize şöyle naklediyor: “Yokluk, kıtlık yaşıyordum. Medine bahçelerinden birine girdim. Hurma ağacından, bir hurma salkımı aldım. Biraz yedim, kalanı da elbiseme doldurdum. Bu sırada bahçenin sahibi çıkageldi. Beni dövdü, elbisemi de elimden aldı. Ben de Rasûlullah (s.a.v.)’e geldim ve başımdan Haziran 2010 5 geçenleri anlattım. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bahçe sahibine: “O, câhil iken öğretmedin; aç iken doyurmadın.” buyurdu. Sonra da elbisemin bana geri verilmesini emretti. Elbisem bana geri verildi. Daha sonra da bana bir ölçek yiyecek verilmesini emretti.” (İbn Mâce, Ticârât 67) Bu hâtırayı nakleden Abbâd’ın, birinci hâtıranın sahibi Râfi’ye göre biraz büyük olduğu anlaşılıyor. Çünkü bahçe sahibinden dayak yiyince, Hz. Peygamber Efendimize gelmeyi ve durumu anlatmayı akıl edebiliyor. Peygamberimiz de bu olay üzerine kıyâmete kadar gelen Müslümanlara ölmez, solmaz ve pörsümez bir mesaj veriyor: “Câhil olanları bilgilendirecek, aç olanları doyuracaksınız.” Son hâtıranın sahibi Nûmân b. Beşir (r.a.), bakalım neler anlatıyor: “Allah’ın Rasûlüne, Tâif üzümlerinden hediye edilmişti. Beni yanına çağırdı ve: “Bu üzüm salkımını al ve onu annene götür.” dedi. Ben de salkımları aldım ve anne götürmeden yedim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz. Peygamber bana: “Abbâd! Üzüm salkı- 6 mını ne yaptın? Annene götürdün mü?” diye sordu. Ben de: “Hayır!” dedim. Rasûlullah (s.a.v.) o gün beni “vefasız” diye isimlendirdi. (İbn Mâce, Et’ime 61) Çocuk yaşta olan Nûmân’ın dayanamayıp üzümleri yemesi çocukluğundan kaynaklanan bir yaramazlıktır. Üzümleri alıp eve götürseydi belki de annesi bu üzümleri ona yedirecekti. Ama Nûmân, üzümleri eve götürmeden kendisi yedi. Gâliba canı çekti, dayanamadı ve yedi. Nûmân, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden on dört ay sonra dünyaya geldiğine göre, peygamberimiz vefat ederken sekiz-dokuz yaşlarında bir çocuktu. Hz. Peygamber Efendimiz, Numân’a olan davranışı ile bize, bu yaşlarda olan çocukların normal olan yaramazlıklarına nasıl mukabele edeceğimizi göstermektedir. Saygı değer okuyucularım! Çocuklarımız, zaman zaman yaramazlık yapabilirler. Bunu anlayışla karşılayalım. Yaramazlık yapan çocuklarımızı dizimizin dibine oturtup akıl ve mantıklarına hitap ederek, onların anlayacağı dilden konuşarak yaptıklarının yanlış olduğunu kendilerine anlatalım. Böyle bir yaramazlığı tekrar yapmamaları konusunda onları uyaralım. Sakın, onları dövmeyelim. Şunu iyi bilelim ki, dövmek yol değidir. Haziran 2010 MEDENİYET AYNASI MEZAR TAŞLARI Heybetlidir kavuğu, serpuşu, sarığı, fesi, Hüve'l Bâki ile teselli verir serlevhası. Şüphesiz ebedi olan, Rabbimizdir mânâsı, Tarihi mirasımız Osmanlı mezar taşları. Hatayî'li Rumî'li çizilir şekli şeması, Sülüs, rika, celî tâlîk, hüsn-ü hattır yazısı. Zemin ördek yeşili, kabartma altın sarısı, Sanat harikasıdır Osmanlı mezar taşları. İncir, üzüm, nar, kayısı hepsi cennet meyvesi, Nergis, sümbül, yasemin, zerafetin ifadesi. Gül, Resul-ü Ekrem'in, lâle, Hüda'nın simgesi, Tapu senedimizdir Osmanlı mezar taşları. Mühr-ü Süleyman bolluğun, bereketin arması, Denizcinin çapası, gâzîyânın madalyası. Her âdemin farklıdır alâmet-i farikası, Sessiz şahidimizdir Osmanlı mezar taşları. Nazenin göçmüş ukbaya, pek çetindir acısı, Emr-i fermandır buyrulmuş Mevlamızın yazgısı. Şahide'sine işlenir kırılmış gül goncası, İbret vesikasıdır Osmanlı mezar taşları. Nakşedilir dünyanın acı tatlı hülasası, Unutulmaz baba, dede, cümle geçmiş atası. Diriden, Fatihadır ehl-i beka'nın ricası, Ecdat hatırasıdır Osmanlı mezar taşları. Şair tarih düşürdü kitabenin son mısrası: Bin iki yüz otuz dört, Ramazanın on altısı. (*) Damga misalidir Mustafa Rakım'ın imzası, Medeniyet aynası Osmanlı mezar taşları... Nidayi SEVİM (*) Hattat Mustafa Rakım Efendi tarafından, celi sülüs hat ile yazılan ve Eyüp Sultan Türbesi'nin arka kısmında bulunan Çelebi Mustafa Reşit Efendi'nin, meşhur mezar taşında ki ölüm tarihidir Haziran 2010 7 YENİ NESLİ AYDINLATACAK GÖNÜL ERLERİ irminci yüzyılın tamamı ve yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği her açıdan dünya Müslümanları için bir kayıp sayılır. Dünya Müslümanlarının çöküşünün arka planı ciddi olarak ele alınmalı, nedenselliği ve çözümleri bilim kurulları tarafından incelenerek çözüme kavuşturulmalıdır. Maddi anlamdaki çöküşün dünya Müslümanlarına çok şey kaybettirdiği bir gerçek. Ancak bu düşüşe sebep olan önemli unsurlardan manevi çöküntünün temel ilke olduğunu unutmamak ve esas kabul etmek gerekir. Y Kamil ABDULLAHOĞLU “Yoksa onlar (İslam öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” 8 Bir zamanlar Rusya ve batı olmak üzere ilahlaştırılmış iki kutuplu dünya vardı. Bu putlardan Rusya nın çöküşünü hepimiz canlı olarak yaşadık. Zaten batıl yok olacaktır. Şimdi ise ilahlaştırılmış batının çöküşünün ayak sesleri duyulmaktadır. Bu, maddeye tapanların yani firavun zihniyetinin çöküşüdür. Bu zihniyet çökerken aksiyonel bir inanç sahibi topluluğun, erdemli, ahlaklı ve donanımlı örnek bir neslin oluşması ve bu davayı omuzlarında taşıması gerekir. Her bir peygamberi, ümmetinden onların davalarını devam ettiren Allah erleri bulunmuştur. Bu erler zamanın fesad Haziran 2010 döngüsüne girmeyen, inandıklarını her yerde haykıran ve yaşantısına yansıtanlardır. Böyle bir nesil vahiyle beslenen ruhları aydın işleri ve ilişkileri temiz, necip bir nesildir. Kâinatın Efendisi (s.a.v.) bir hadislerinde: “Benden önce gönderilmiş hiçbir peygamberin ümmeti olmamış olsun ki, ümmetinden havariler, onların sünneti üzere yaşayan ve emirlerine uyan bir ümmet olmamış olsun. Sonra emredilmediklerini yapan, yapmadıklarını söyleyen bir topluluk gelecek. Kim onlarla eli ile cihad ederse o mümindir, dili ile cihad eden ve kalbi ile (buğz ederek)cihad eden de mümindir. Bunun ötesinde olanlarda hardal tanesi kadar iman yoktur.” 1 Hak üzere var olan, dava uğrunda hasbeten Lillah çalışan ve dünyalık beklentileri olmayan bir topluluğun sürekli bulunacağını ifade buyurmuşlardır. Ümmeti Muhammed dede böyle neslin bulunması kaçınılmazdır. Zira kıyamete kadar devam edecek olan bu davayı omuzlarında taşıyacak olanlar yeni gelecek bir peygamber olmayıp, Allah Resulü (s.a.v.)in ümmetinden olacaktır. BU KUTSİ DAVAYI TAŞIYACAK ERLERİN BAZI ÖZELLİKLERİ BULUNMAKTADIR Dava adamı öncelikle ideal bir mefkûreye sahip olmalıdır. Tarih sürecinde peygamberlerin peyder pey olarak gönderilmeleri, sonra gelenlerin onların davalarını aslına uygun olarak taşıyamamaları neticesindedir. Son peygamber (s.a.v)’in yıldızlar misali sahabeleri İslam davasını eksiksiz olarak bir sonraki nesle taşımışlardır. Her nesil devraldıkları ilahi davayı aynı hassasiyetle sonraki nesillere aktara aktara ta ki bu güne gelindi. Kıyamete kadar devam edecek davanın erleri, İslam’ı düşünce sahasında ciddi bir birikime sahip olmaları gerekir. Bu birikim mutlak manada Kur’an ve sünnet menşeli olmalıdır. Vahiyden beslenmeyen bir neslin yeni nesle vereceği hiçbir şey olamaz. Cahiliye anlayışını yerle bir eden nebevi mefkure, dava adamının virdi olmalıdır. Zira Kur’an, hem bir ibadet, zikir, ilim, hem de dünya ve ahret bilgilerini barındıran bir yüce kaynaktır. Cahiliyeye karşı duran tevhid nesli, zamanın akışına kendini kaptırmadan düşünce alanındaki besin kaynaklarını iyi özümsemeli ve her geçen gün cahiliyeye doğru hızla koşan dünya insanını uyarmalıdır.“Yoksa onlar (İslam öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” 2 Dava erinin ön önemli ideali, Allah Teala’nın rızasını kendine amaç edinmelidir. Yapılan bir iş Allah (cc)ın rızası için yapılırsa değer kazanır. Aksi takdirde dünya dolusu iş yapılsa da O’nun rızası yoksa hiçbir değer taşımaz. Donanımlı olmalıdır; Dava erleri hem dini ilimlerde hem de dünyevi ilimlerde birikimli olmalıdırlar. Din bilinmezse, din adına yanlışlar yapılır. Bu daha da zararlı bir netice ortaya çıkarabilir. Ondan dolayı zarurati diniyyeden olan ahkam çok iyi bilinmeli ve özümsenmelidir. Birkaç dolma bilgi ile insanları yönlendirmenin mümkün olmayacağı bir gerçektir. Yüce Kur’an da övülen ulemanın en belirgin vasfı, Kur’an birikimine sahip olmasıdır.“…Kulları içinden ancak alimler, Allah’tan (gereğince) korkar.Şüphesin Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır. Allah’ın kitabını okuyanlar, namazını kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir Haziran 2010 9 geldiğini ve nereye gittiğini sormalıdır. İnsanın menşei toprakla başlayıp Yüca Allah tarafından kendine ilka edilen yüce ruhla oluşmuş ve yeryüzünün halifesi olma vazifesi ile de taltif edilmiştir. kazanç umabilirler.” 3 Bir başka ayette de: “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar…” 4 Burada kitabı okumaktan maksat; lehlerine ve aleyhlerine olan hükümlerine, helal ve haramlarına uyar ve ona tabi olurlar. Ayıca kitabı kerimden azami surette istifade ederler. Kitabı metninden okuyup ta onun hükümlerine uymayanlar sanki onu okumamış gibidirler. 5 Davayı taşıyan er, dini bilme ve yaşamada donanımlı olduğu gibi, beşeri ilimlerde ve yaşadığı asrın icaplarını da bilmek durumundadır. Yani çift kanatlı olmalıdır. Nesilleri etkileyecek dava adamı, nefsinin hayvani özelliklerini törpülemiş olmalı; Ruh ve bedenden müteşekkil insanda, bedenin arzuları hayvani özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu istekler helal olanlarla giderilirse ruha zarar vermez hatta ruhu kuvvetlendirir aşırıya kaçılmadıkça.İnsanın fıtri yapısında haramlara da eğilim vardır.Haramlar ihlal edilirse ruh ve kalp bundan olumsuz olarak etkilenir.Nefis sürekli dünyayı ister ve sınır tanımak istemez. Kalitenin ortaya çıkabilmesi için nefsin arzularına dur diyebilmek çok önem arzetmektedir. Buda manevi eğitim ve terbiyeyi gerektirmektedir. Kur’an, insana Rabbi’si ve ahreti tanıttıktan sonra kendisini tanıtır. İnsan kendine, nereden 10 İnsan, Kur’an’nın ifadesi ile: “Andolsun biz, daha önce de Ademe ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azimde bulmadık.” 6 Unutkan yapıya sahip insan şeytan ve nefis çemberine karşı çok dikkatli olmalı, nebevi terbiyeden gereken payı almalıdır. Dava eri başkalarını irşada çalışırken kendinin imtihanda olduğunu da unutmamalıdır. Kur’an buna dikkatimizi şöyle çekmektedir: “İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece <<iman ettik>> demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbetteki Allah doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” 7 Dava eri hak davayı taşıyabilecek özel hasletlerle terbiye edilmiş olmalıdır. Kısa yoldan elde edebilecek dünya malına sahip olmak için koşanlar, gerçek dava eri olamamaktadırlar. Onlar herhangi bir tehlike ya da biraz zorluk gördüklerinde hemen yan çizerek kaçan ve başka menfaat perestlerin yanında yer alırlar. Allah Resulü (s.a.v.)i tebük seferine giderken her zaman olduğu gibi Allah Resulü (s.a.v.)’i yalnız bırakmaya çalışan ve yalan bahanelerle izin istemeye çalışan münafıklar hakkında Kur’an: “Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi…” 8 Buyurarak dünyada nasılda menfaat peşinde koşmakta olduklarını ortaya koymaktadır. Müminler, ister sıkıntılı ister rahat olsun hiçbir durumda davayı terk etmezler. Allah (cc), temizlerle, temiz olmayanları dünyada da ayırmayı murad etmiştir. Dünyada kimin safında yer alıyorsan mahşerde de bu geçerli olacaktır. “(Bu toplama) Allah’ın murdarı temizden ayıklaması ve bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak cehenneme atması içindir. İşte onlar hüsrana uğrayanların kendileridir.” 9 Haziran 2010 Dava eri, itikati, ameli ve ahlaki kirlilikten ve nefsin yasak arzularından şiddetle kaçınır. Ahlaki olgunluğa erişmeli; Dava eri İslam’ın öngördüğü ahlaki ilkelere sıkı sıkıya bağlı olmalıdır. İslam ahlakında kendini büyük görüp, başkalarını ırk, renk, dil vb. hususlarda küçümseyemez. Dünya Müslümanlarının düşüşüne neden olan en büyük ahlaki zafiyetlerden biri budur. Asır suresinde Rabbimiz: “asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” Buyurarak dört temel ahlaki kuraldan bahsetmektedir. Bunlardan biri noksan olursa, insan hüsrana düşenlerden olur. 10 İslam’ın ilk devirlerinde yaşayan Müslümanlarla sonraki asırlarda yaşayan Müslümanlar ahlak ve yaşantı bakımından birbirinden farklılaşmıştır. İlk Müslümanlar alim, abid, zahid, savaşçı, davetçi, hikmet ehli, dürüst siyaseti bilen, akıllı idiler. Sonra gelen Müslümanlardan alim yok denecek kadar az, savaş ve barış hukukunu bilmeyen, Allah’ı hakkıyla tanımayan, siyasi ahlaktan ve bilgiden uzak Müslümanlardır. Böylece de örnek olacak şahsiyet zayi olup gitmektedir. Dava adamı beden, ruh, akıl ve nefis terbiyesi yapmadan yüksek ahlaki olgunluğa eremez. Yüksek ahlak sahibi olamayanda hangi alanda olursa olsun hizmette verimli olamayacaktır. Allah Resulü hakkında Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et;..” 11 Ahlaken olgunlaşmamış bir davetçi muhataplarına gereken olgunlukla davranmaz, kırar ve nefsin kışkırtmasına göre hareket eder ve böylece istenen verim alınamaz. Ahlaki meziyetler pek çoktur. Bunların tamamını burada saymak mümkün değildir. Ancak şu bilinmelidir ki; dava adamı, ister inanan ister inanmayan olsun herkes tarafından güvenilir, dürüst, aldatmayan ve davasında sadık olduğu güvenini vermelidir. Bir dava erinde bulunması gereken bazı hususlardan bahsetmeye çalıştık. Bizim bu yazıya sıkıştırabildiklerimiz bunlar. Yoksa olması gereken özelliklerin hepsi bunlardan ibarettir denilemez. Yeni yetişen nesil Kur’an dan yoksun olarak yetişmektedir. Sekiz yıllık eğitimin çıkması ile büyük darbe alan Kur’an eğitimi yaz kursları ile bir nebze olsun doldurulmaya çalışılıyor. Bu hususta gayret gösteren herkes mükâfatını Rabbisinden alacaktır. Türkiye Müslümanları bulundukları konuma razı olarak, Kur’an ve din dersleri konusunda herhangi bir ciddi çalışma göstermemektedirler. Okullarda sekiz ya da on iki yıl okuyan gençler lise mezunu cahiller olarak piyasaya çıkmaktadırlar. Böyle bir eğitimden, bahsedilen dava adamı nasıl yetişir. Günahlar artık sınır tanımamakta ve hepimizi kasıp kavurmaktadır. Bu yüzdende düşmanlarımıza karşı heybetimiz kalmadı ve kemmiyet bakımından çok olmamıza rağmen bizden korkmuyorlar. Allah (cc) gerçek dava adamı olanlardan eylesin. Amin. .............................................................. 1-Müslim, 2-Maide, 5/50, 3-Fatır, 35/28-29, 4-Bakara, 2/121, 5-Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 12/37, 6-Ta’ha, 20/115, 7-Ankebut, 29/2-3, 8-Tevbe, 9/42, 9-Enfal, 8/37, 10-Said Havva, Cündullah, 167, 11-Al-i İmran, 3/159 Haziran 2010 11 Puslu Dağda Çoban Olmak Ç oban olmak günümüzde çok makbul bir meslek ve uğraş olarak görülmez genellikle. Bazen küçültücü bir unvan olarak da kullanıldığı olur. Oysa –tecrübeyle sabittir- çobanlık yapmanın insanı eğiten bir yönü vardır. Nihat MORGÜL [email protected] Çobanlığın insana kazandırdığı hasletlerin en başında güven gelir. Anne babanız veya çevredekiler size güvenirler. Sizin bu işi başarabileceğinize inanırlar. Size mallarını teslim ederler. Bu açıkça “sana güveniyorum” mesajını verir. Güvenmek ve güvenilmek insanı rahatlatır, mutlu eder. Onu doğruluğa sevk eder. Doğal olarak insan, bu gü- “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” vene layık olmak, bu güveni boşa çıkarmamak ister. Emin insan olur. Çoban olmanın insana verdiği ikinci duygu, değerdir. Hiç kimse güvenmediği, beğenmediği, ahlâkını önemsemediği birine malını, canını, kasasını, kesesini teslim etmez. Bir esnaf kasasının başına geçirdiği işçisine, bir patron gece malının başına geçirdiği bekçisine, 12 Haziran 2010 bir öğretmen sınıfın başkanlığını tevdi ettiği öğ- Çoban, iyi bir yöneticidir. Çobanlık, sevk rencisine değer verir. Bazı olumsuzlukları olan ve idare etmeyi bilmektir. Sürüye sahip olmak- kimselere böyle bir görev verildiğinde kendisine tır. Aksi halde yolda sürüyü kaybetmek, dağıt- değer verildiğini hissettiğinden olumsuz davra- mak da var. Kendisine günün başında emanet nışlarından vazgeçtiği görülebilir ve nitekim gö- edilen sürüden üç beşini günün sonunda ağıla rülmüştür. getiremeyen kişiye elbet hesabı sorulur ve böyle bir kişi artık çobanlık yapamaz. Çoban, sürüye Çobanlıkla elde edilen önemli diğer bir sahip olabilen kişidir. Bu ve daha başka birçok haslet ise sorumluluktur. Çobanlık esnasında erdemi vardır çobanlık yapmanın. Bu açıdan insanın sorumluluk duygusu gelişir. Kendisine çoğu peygamber, kendisinin daha sonra üstle- emanet edilen şeyi sağ salim geri teslim ede- neceği sorumlulukların ilk basamağı olarak ço- bilme gayreti içinde olur. banlık yapmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber efendimiz çocukluğunun ilk yıllarında sütanne- Çoban kimse tehlikelerin farkındadır ve sinin yanındayken, Hazreti Musa aleyhisselam, onlara karşı uyanık ve tedbirli olur. Puslu ha- on yıl Şuayb aleyhisselamın yanında çobanlık vaları seven kurtların olabileceğini bilir. Her an yapmışlardır. Çobanlık, peygamber mesleği ola- sürüye saldırabilecek, ona zarar verebilecek ça- rak kabul edilir. Sadece peygamberler mi? kallara karşı dikkatlidir. Ufak bir gafletin feci ne- Hayır! Tüm insanlık aslında kendisine verilen ticeler verebileceğinin farkındadır. Sürüsünü çok önemli bir emanetin çobanlarıdırlar. kurda kuşa yem etmemek için azami gayret eder. Çoban köpeklerini sürü etrafında, önünde arkasında sevk ve idare eder, sürüyü bir arada tutmaya gayret eder. Allah Teala Kuranda şöyle buyurur; “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Çoban, sınırları bilir. Başkasının otlağına tecavüz etmez. Meşru olanı, kendisine ait olanı gözetir, o dairede kalmaya çalışır. Sürüsünün başka otlaklardan beslenmesine, onlara zarar vermesine müsaade etmez. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” [Ahzab,72] İnsanın yüklendiği bu emanet; “insanı beşer olmaktan çıkarıp insan eden “irade” ve iradenin sonucu olan “ahlâkî sorumluluk” olsa gerektir. 1 Bu manada insan olmak, sorumlu olmaktır. Sorumluluğunun farkında olmaktır. Sorumluluğunu yerine getirmektir. İşçi, memur, işveren, markette kasiyer, fabrikada ambar memuru, askerde komutan, okulda öğretmen, camide imam, hastanede doktor… Fert fert hepimizin sorumlulukları vardır. Nitekim peygamberimiz de bir hadisinde bu vazifelerimize dikkat çekmektedir; “Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden (sorumlu olduğunuz şeylerden) mesulsünüz.” 2 Bu sorumlulukların hepsi önemlidir. Fakat hepsinden daha önemlisi aile reisi olarak bize Haziran 2010 13 emanet edilen yavrularımıza anne baba olarak yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımızdır. Diyebiliriz ki zamanın bugün cezbedici, ayartıcı, süslü, renkli; fakat tehlikeli şartları göz önüne alındığında her bir anne baba ailesi üzerinde puslu dağın çobanı gibidir. Bu yüzden zamanımızda onların sorumlulukları daha fazladır. Onların dikkatleri, özenleri, tedbirleri de bir kat daha fazla olmalıdır. Bu konuda özellikle Kuran bizi uyarmaktadır; “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” [Tahrim,6] O halde madem Allah bizi çoluk çocuğumuzun üstünde çoban yapmıştır, yukarıda saydığımız çobanlığın vasıflarını ve gereklerini hakkıyla ve en fazla bir dikkatle yerine getirmemiz gerekir. Çoluk çocuğumuza sahip çıkmamız gerekir. Bunun için yapmamız gerekenler vardır. Ailemizi ayette belirtilen ebedi hüsrandan kurtaracak bir hayat tarzını yaşamaları için gereken bilgilerle donatmalıyız. Özellikle yaz tatiline gireceğimiz şu günleri bir fırsat bilmeli ve metni ve mealiyle beraber çoluk çocuğumuza Kuran seferberliği başlatmalıyız. Biz ve onlar, Kuranı yüzünden okuyabilmeli, bazı surelerini ezberlemeli ve Kuran mealini okumalı. “Allah bana ne diyor?” diye onu anlamalı, anlamaya çalışmalıdır. Kuran daima bizim gündemimizde bulunmalıdır. Önümüzdeki günler bunun için planlanmalı ve bir fırsata dönüştürülmelidir. Ailemizin manevî eğitimlerini önemsemeliyiz. İkinci olarak peygamberimizin hayatı ve şahsiyeti rehber edinilmelidir. Bu gün maalesef muhafazakar ailelerde bile Kuran ve Peygamberimizin hayatına dair bilgiler çok derinlikli değildir. Birçoğu edinilmiş ve kazanılmış bilgi değil verilmiş ve işitilmiş bilgilerden öteye gidememektedir. Oysa onun örnek hayatı özümsenmeden, hayata tatbik edilmeden Allah’ın rızasına uygun mutlu bir ömür sürmek mümkün değildir. 14 Haziran 2010 çobanız. Sürüyü korumak öncelikle bizim görevimizdir. Kuzularımızı kurda kuşa yem etmememiz gerekir. Bu gün pusudaki o kurtlar, en başta internet, televizyon, yanlış arkadaşlıklar, uygunsuz iklimler ve ortamlardır. Bir bahçıvan gibi çiçeğimize hizmet etmeli ve onu ayrık otlarından, zararlı haşerattan korumalıyız. Yoksa bu çiçekler açmadan solacaklardır. Sınırlarımızın farkında olmalıyız. Haram ve helal duygusunu biz yaşamalı ve bunu çoluk çocuğumuza da öğretmeliyiz. Bu gün özellikle gençlere aşılanan duygu sınır tanımamaktır. Bunu da özgürlük zannetmektedirler. Oysa sınır tanımamak haddi aşmaktır. Anarşidir. Bunun manevi anlamı günah ve isyandır. Sınırlara dikkat etmek kölelik ve tutsaklık değil aksine huzur ve mutluluktur. Günah Başta Peygamberimiz olmak üzere İslam’ın işlemek bir özgürlük değildir. Aksi halde bizim önder şahsiyetleri ve onların örnek yaşan- sınırlarımızın da bir kutsallığı kalmaz. Onları da tılarını çocuklarımıza tanıtmalı, onları reh- başkaları çiğner. Huzurlu bir hayat için herke- ber kabul etmeleri sağlanmalıdır. Aksi halde sin sınırlara dikkat etmesi yine herkesin yararı- çocuklarımız hayat rehberlerini farklı dünyala- nadır. Herkesin trafik ışıklarını ihlâl ettiğini rın insanlarından seçeceklerdir. Onlara özene- düşünelim. Olacak olan sadece kaostur. cekler, duygu ve düşünce dünyalarını onlar yönlendirecektir. Puslu dağda çoban olmak zor zanaat. Akşam sürülerle eve döndüğümüzde günün so- Çoluk çocuğumuza güzel bir çevre oluşturmak zorundayız. Dini duygu, beraber ve coşkuyla yaşanırsa kalıcı ve sahici olabiliyor. İnsan çevresinden etkilenen bir varlıktır. Özellikle İslam ile yeni mükellef olmuş çocuklarımız için bu durum gayet önem arzetmektedir. Yanlış bir çevrede yetişen, İslam’a mesafeli bir ortamda büyüyen çocuklar kendi öz kimliğine yabancı, inanç değerlerine uzak yetişmektedirler. nunda hesap vermek var. “Sana verilen üç beş emanete sahip olabildin mi? Onları kurda kuşa yem etmeden, hırsıza, arsıza, ahlaksıza kaptırmadan eve geri getirebildin mi? Onların imanlarını, ibadet hayatlarını, duygu ve düşünce dünyalarını, ahlâklarını, sevgilerini, nefretlerini, helâl ve haram hassasiyetlerini sana emanet etmiştim. Bunlara sahip olabildin mi?” diye sorarsa malın mülkün sahibi verilecek cevabımız nedir? Onları manevî ve ahlakî tehlikelerden “Ey iman edenler! Allah'a ve Peygam- korumak gerekir. Günümüzün puslu havasında bere hainlik etmeyin; (sonra) bile bile pusuda bekleyen kurtların, çakalların hem sa- kendi emanetlerinize ihanet etmiş olursu- yısı hem cazibesi artmıştır. Çocuklarımızın nuz.” iman, ibadet ve ahlaklarını parçalamak için bekleyen bu kurt sürüsüne karşı büyük bir dikkat ve özen göstermek zorundayız. Çünkü biz Haziran 2010 [Enfal,27] Puslu dağda çoban olmak zor za- naat vesselam. ................................................................................. 1 Bkz.Hak Dini Kuran Dili, Elmalı’lı Tefsiri. Hayat Kitabı Kuran, M. İslamoğlu, c.2, sh. 842, 2 Buhârî, Ahkâm 1, Müslim, İmâret 20, (1829) 15 ÇOCUKLARIMIZA KUR’AN-I KERİM’İ ÖĞRETELİM ilindiği gibi ilk ve ortaöğretim okullarında okuyan hatta yüksek tahsil gören öğrenciler de yaz tatiline girdiler. Bu süreyi en güzel ve en verimli bir şekilde değerlendirmek ne büyük kazanç... Bu iş için en hayırlı çalışmanın ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Hz.Osman (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: B Mehmet TALU “Sizin en hayırlılarınız, Kur'ânı Kerîm'i öğrenen ve başkalarına öğretenlerinizdir,” 1 buyurdu. “Sizin en hayırlılarınız, Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenen ve başkalarına öğretenlerinizdir,” En hayırlılar arasına girmeyi kim istemez, değil mi? Biliyorum, göz bebeğimiz sevgili öğrencilerimiz öğrenim yılı boyunca çok yoruldular. Fakat insan, bir ömür “öğrenci” durumunda... Beşikten mezara kadar... Nobel ödüllü bir ilim adamı Prof. Abdusselam: "Yorulduğunuz zaman nasıl dinlenirsiniz?” şeklindeki bir soruya şu karşılığı veriyor: - Dinlenmek mi? Biz 6-7 çeşit ilim ile meşgul oluyoruz. Birinden yorulursak, diğerine geçiyor ve öylece dinleniyoruz. Çocuklarımız da öyle... Kur’an-ı Kerim gibi dinlendirici ve ferahlatıcı bir kitaba yönelmek en hayırlı iş... 16 Haziran 2010 Çocuklarımızı ihmal etmeyelim. Anne-babalar da, bu en hayırlı iş konusunda çocuklarını teşvik edici olmalılar...Çocuklarını Kur’an-ı Kerim gibi dünya ve ahiret saadetini kazanmanın yollarını öğreten bir kitaptan mahrum bırakmamalılar... Bu düşünceden hareketle, öğrencilerimizin önlerinde çok güzel bir fırsat var. Rabbimizin kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenmek... Yani sözlerin en güzelini... Kur'ân-ı Kerîm'i ve dini bilgileri öğrenmek için, yaz tatili güzel bir fırsat. İnsanlığa asıl kurtuluş reçetesini sunan Kur'ân-ı Kerîm'i okumayı ve anlamayı ihmal etmemeliyiz. İnsanoğlu için Rabbisini ve Rabbisinin gönderdiği bilgileri öğrenmekten daha büyük bir şeref olabilir mi? O, bizim Yaratıcımız... Yok iken var edenimiz... Sayılmayacak kadar çok nimetlerini bize ihsan edip yaşatanımız… Çocuklarımız bizim canımız, ciğerimiz, en önemli varlığımız... Onları her türlü kötülük ve zararlı alışkanlıklardan kurtarmanın en önemli yöntemi, Kur’an-ı Kerim ile buluşturmak... ALLAH kelamını öğretmek... İyilik ve kötülükleri ayırt edebilmeleri için kılavuzluk etmek... Anne-babalar şunu çok iyi bilmelidirler ki, çocuklarımızın yalnız yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını karşılamak yeterli değil... Onları manevî alanda da donanımlı hale getirmek gerekir. Hayatın anlamını, dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını da öğretmek lâzım... Bunu yapmayan anne-babalar, sonunda pişman olurlar. Fakat, son pişmanlık fayda vermez. Çocuklarımız bizim en kıymetli varlıklarımız... Bizim neslimizi sürdürecekler... Onları Kur'ân-ı Kerîm gibi bir kitaptan nasıl mahrum edebiliriz? Biz, cennet ve cehennemin varlığına iman etmişiz. O canlarımızı, cehennemde görmeye gönlümüz nasıl razı olur? Rabbimiz bu konuda bizi şöyle uyarıyor: “Ey iman edenler!.. Kendinizi ve ehillerinizi, ailenizi, çoluk-çocuğunuzu yakıtı insanlar ve kükürt, kibrit taşı olan bir ateşten, cehennem ateşinden koruyuHaziran 2010 nuz...Cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak ALLAH-ü Teâlâ'nın emirlerine, itaate sevkedin… 2 Bu ayet-i kerime inince Hz.Ömer (R.A.) Resûlullah (S.A.V.) Efendimize şöyle sordu: - Ya Resûlellah! Kendimizi korumaya çalışıyoruz, ya aile halkını nasıl koruyalım? Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: - “ALLAH'ın sizi menettiği şeylerden onları men edin; ALLAH'ın size emrettiği şeyleri onlara emredin.” 3 Meselâ, sabah namazına önce siz kalkacaksınız. Sonra eşinizi ve çocuklarınızı kaldıracak-sınız. İşte, herkesten ve özellikle öğrencilerimizden yaz tatilini fırsat bilerek öğrenmelerini istediğimiz Kur’ân-ı Kerîm’den mahrum olmak, hiçbir mahrumiyete benzemez. Bu, telâfisi mümkün olmayan bir kayıptır. Nasıl ki, yabancı dil ve okul derslerinden başarılı olabilmek için yüksek paralar ödüyor, dersane dersane, öğretmen öğretmen dolaşıyorsak; Kur’ân-ı Kerîm’in de öğrenip anlaşılmasına büyük önem vermeliyiz. KUR’AN-I KERİM’LE TAM BULUŞMA ZAMANI ALLAH’ın yüce kelâmını öğrenmek ve Kur’ân-ı Kerîm ilimleri ile meşgul olmak için önümüzde güzel bir fırsat var. Yaz tatili. Bugünün dünyasında Kur’ân-ı Kerîm'e ulaşabilmek hiç de zor değil. Camilerimizde hocalarımız okutuyor. VCD, kaset, elif-ba’lar, kitap gibi pek çok öğrenme materyali mevcut. Bazı TV kanalları her gün Kur’ân-ı Kerîm kıraatı yayınlıyorlar. Eğer spor, müzik, yabancı dil öğrenimi gibi konulara ayırdığımız vakitler gibi; Kur’ân-ı Kerîm öğrenimini de ciddiye alır, vakit ayırırsak, Kur’ân-ı Kerîm ile buluşmak, öğrenmek hiç de zor olmayacaktır. Burada, Kur’ân-ı Kerîm öğreticisi hocalarımıza da bir hatırlatma yapmak istiyorum. Kur’ân-ı Kerîm öğreterek “en hayırlılar” içinde yer almaya devam etmek onlar için de bir fırsat. Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için gelenlere gös- 17 lim. Çünkü bu konudaki ihmalin faturasının çok ağır olacağını bilelim. Teyp ve video kasetleri, VCD'ler, elektronik cihazlar, hatta internetten de faydalanarak Kur'ân-ı Kerîm öğrenmemiz mümkün...Yeter ki, bu işi ciddiye alalım ve öğrenmeye karar verelim. Çünkü kıyamet gününde Kur’an-ı Kerim’i niçin öğrenmedin? Çocuğuna niçin öğretmedin? diye sorulunca, ne cevab vereceğiz? Geçerli bir mazeretimiz olacak mı? Kesinlikle olmayacaktır. Ona göre.. Bir sohbetimizde bu konudan yani Kur’anı Kerim’i öğrenmek ve eşimize-çocuklarımıza öğretmekten bahsederken, dinleyenlerden biri: - Hocam! Ne yapalım! Anne-babamız bize öğretmemiş, ALLAH onlardan sorsun! Deyince: - Böyle söyleme! ALLAH afetsin, de! Öğrenmeğe çalış, demiştim. O ise, aynı düşüncesini sürdürünce, kendisine: terecekleri şefkat ve güzel muamele sayesinde Kur’ân-ı Kerîm'in mesajını daha çok kişiye ulaştırmaya vesile olabilirler. Böyle bir şerefe ulaşmak her insana nasip olmaz. Hatta, her Kur’an-ı Kerim bilen, bir yakınına, bir komşusuna Kur’ân-ı Kerîm öğretebilmek için çırpınmalı. Her ev bir Kur’ân-ı Kerîm okulu haline gelmeli. Kur’ân-ı Kerîm hayatımıza girmeli. Hayatımıza renk, içimize ferahlık katmalı. KUR'ÂN-I KERÎM ÖĞRENMEMENİN HİÇ BİR BAHANESİ YOK. - Neyle meşgul oluyorsun, ne iş yaparsın? Diye sordum. - Ağır vasıta şöförüyüm. Bir nakliye şirketinde çalışıyorum. Kamyon-tır vesaire kullanıyorum, diye cevab verdi. Kendisine: - Peki! Bunları yani ağır vasıta şöförlüğünü, kamyon-tır vesaire kullanmasını sana kim öğretti? Annen-baban mı öğretti? Diye sordum. Şaşırır gibi oldu. Böyle bir soru beklemediği halinden belliydi. Bu konuda hiç bir kimsenin bir bahane bulmaya hakkı yok. İşte Diyanet İşleri Başkanlığı, bütün camilerde “yaz kursları” başlatmış bulunmaktadır. Hocalarımızın da bu konuda duyarlı davranıp fedakârlık yapacaklarına inanıyorum. Çocuklarımızın bu “yaz kursları”na gönderilmesi büyük bir imkândır. - Hayır, annem-babam öğretmedi, ben kendim öğrendim! Dedi. Ben de ona: Bu itibarla çocuklarımızın gönüllerini ve hayatlarını Kur’ân-ı Kerîm'le aydınlatmak durumundayız. Çocuklarımızı Kur’ân-ı Kerîm'le buluşturmanın daraldığı zaman ve ortamlarda, her evin Kur’ân-ı Kerîm mektebi haline getirilmesi ve çocukların ilk mektep ve ilk mabed sayılan kendi yuvalarında Kur’ân-ı Kerîm'i öğrenmeleri gerekir. Çocuklarımızı kesinlikle ihmal etmeye- - Eh, işte! Demekle yetindi. Nasıl iyi demiş miyim? 18 - Peki! Ağır vasıta şöförlüğünü, kamyon-tır vesaire kullanmasını kendin öğrendiğin gibi, Kur’an-ı Kerim’i neden kendin öğrenmedin? Diye sordum. Bir cevab veremedi. Sadece: Evet! Muhteremler! Annemiz-babamız şu veya bu sebeble bize Kur’an-ı Kerim’i, dini bilgileri öğretmemiş, buna imkan bulamamış olabilirler. Peki bu imkanlarla biz öğrensek, ne olur? Elbette çok güzel olur. Hem kendimizi, Haziran 2010 hem de onları büyük bir vebalden kurtarmış oluruz. Çocuğunuz nerede okursa okusun, şu bilgileri yavrularınıza Ezberletelim, Ezberleyelim: Rabbimiz ALLAH, Dinimiz İslâm, Kitabımız Kur’an-ı Kerim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallALLAHü aleyhi ve sellem, Kıblemiz Ka’be, Adem (A.S.)ın neslindeniz, İbrahim (A.S.)ın milletindeniz, Bütün insanlarla kardeşiz, Kâlu belâ’dan beri Müslümanız, Sözlerin en güzeline uyanlardanız. İçini HAK için, dışını halk için süsleyenlerdeniz. İtikatta, Ehli sünnet ve’l-cemaat Mezhebindeniz. İSLÂM, BEŞ ŞEY ÜZERİNE KURULDU 1-ALLAHın varlığına ve birliğine inanmak, Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimizin O’nun peygamberi olduğuna şehadet etmek. 2-Namazı dosdoğru kılmak, 3-Oruç tutmak, 4-Zekât vermek, 5-Hacca gitmek İMANIN ŞARTI ALTIDIR 1- Allah’a iman. ALLAH vardır, birdir, eşi ve benzeri yoktur. 2- Meleklere iman. Melekler; yemeyen, içmeyen, erkeklik ve dişiliği olmayan, ALLAHın emrettiğini yerine getiren, nurdan yaratılmış varlıklardır. Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail (A.S.) büyük meleklerdirler. 3- Kitaplara iman. ALLAH’ın, peygamberlerine indirdiği yüz dört kitap vardır. Dördü büyük kitap, yüzü sahifedir. Dört büyük kitaptan Tevrat Hz. Musa (A.S.)a, Zebur Hz. Davud (A.S.)a, İncil Hz. İsa (A.S.)a, Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)Efendimize indirildi. Yüz sahifenin, Haziran 2010 on sahifesi Hz. Adem (A.S.)a, elli sahife Hz. Şit (A.S.)a, otuz’u Hz. İdris (A.S.)a, on’u Hz. İbrahim (A.S.)a indirildi. 4- Peygamberlere iman. ALLAH Teâlâ’nın, dinini kullarına bildirmek için görevlendirdiği değerli insanlara peygamber denir. Peygamberlerin: a- Sıdk = doğruluk, b- Emanet = güvenilirlilik, c- Fetanet = kuvvetli bir akıl, d- İsmet = günahlardan korunmak, e- Tebliğ = kendilerine gelen dini olduğu gibi insanlara tebliğ etme sıfatları vardır. 5- Ahirete iman, 6- Kadere, hayır ve şerrin ALLAH’tan olduğuna iman. Bu sütunu keserek, her gün her an görebileceğiniz yere asıp, günde birkaç defa okuyarak çocuklarımızla beraber biz de ezberleyelim. KUR’ÂN-I KERÎM'LE HAŞİR-NEŞİR OLMAK Bu hususta yüreğimi dağlayan bir mevzuu sizlerle paylaşmak isterim. Türkiye’de yaşayan Müslümanlar olarak, “Kur’ân-ı Kerîm'le haşirneşir olmak hususunda” çok ciddi ihmalimiz ve eksiğimiz var. Hacca veya umreye gidenler görmüştür: Harem-i Şerifte ve Mescid-i Nebevi’de, diğer ülkelerden gelmiş olan Müslümanlar, ezana birkaç dakika kalsa bile, mescide girer girmez hemen Kur’ân-ı Kerîm'e uzanıp okuyorlar. Bizim mübarekler ise bazen saatlerce sohbet ediyorlar. Aynı durum Türkiye’deki camilerde de mevzubahis. Şahsen camide oturup Kur’ân-ı Kerîm okuyarak namaz vaktini bekleyen, ya da namazdan sonra vaktini böyle değerlendiren nadir insanlar gördüm. Bazı camilerde birkaç Kur’an-ı Kerim ancak var. Bazılarında da çok süslü kütüphane yapmışlar, ama içlerine ya ilgisiz kitaplar doldurmuşlar, ya da Kur’an-ı Kerim’in bulunduğu kütüphaneyi kilitlemişler. Şöyle bir hatıramı anlatmadan geçemiyeceğim Hacca veya umreye gittiğimde, genellikle görevli olarak gittiğim için hem Kabe’de hem de 19 Mescid-i Nebi’de hep aynı yerde bulunmaya çalışırım ki, beni arayanlar kolay bulabilsinler. Bir keresinde yatsı sıralarında Mescid-i Nebi’de bulunduğum yerde başladığım Kur’an-ı Kerim hatmini okurken, yanıma oturan bir Medineli bana selam verdi. Selamını aldıktan sonra, bana Arapça olarak nereli olduğumu sordu. Ben de: - Evet, bunun bu şekilde Kur’an-ı Kerim’i okuması edebe aykırıdır, dedim. Peşine de: Sen Kur’an-ı Kerim’i okumasını biliyor musun? Diye sordum. - “Türkiye'liyim” dedim. Bana: - Hayır! Sen Türk değilsin, dedi. Ben de: - Fakat, senin Kur’an-ı Kerim’i okumasını bilmemen, daha büyük bir ayıb ve daha büyük bir günahtır, dedim. Nasıl! İyi demiş miyim? - Hayır! Ben Türküm, Türkiye'liyim diye ısrar ettim. Bunun üzerine, - Hayret! Sen Türkiye'li olamazsın. Çünkü birkaç akşamdır seni buralarda görüyorum, elinde Kur’an-ı Kerim var, okuyorsun. Halbuki Türkler Kur’an okumaz, dedi. Gerçekten çok zoruma gitmişti. Her ne kadar ırkçı olmasak da, bu sözü kanıma dokunmuştu. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’i mutlaka öğrenmeliyiz. Yine Kâbe’de bulunduğumuz bir sırada, yanımda bulunan bir hacımız, az ilerimizde ayaklarını kıbleye karşı uzatmış ve iki dizi arasında da yere Kur’an-ı Kerim’i koymuş ve o şekilde Kur’an-ı Kerim’i okuyan birisini bana göstererek: - Hocam! Bunun bu şekilde Kur’an-ı Kerim’i okuması edebe aykırı değil mi? Ayıb ve günah değil mi? Dedi. 20 - Hayır! Maalesef bilmiyorum, cevabını verdi. Ben de: Camilerimizde, tıpkı Mekke-i Mükerreme’de ve Medine-i Münevvere’de olduğu gibi, bol sayıda Kur’an-ı Kerim bulunmalı. Camilerde bol bol Kur’ân-ı Kerîm okumalıyız. Bu bir… İkincisi, evlerimizde çoluk çocuğumuzla bol bol Kur’ân-ı Kerîm okumalıyız. Kur’an-ı Kerim okumak ne demektir, farkında mıyız? Kur’an-ı Kerim okuyan, bir yerde Cenab-ı Hak’la konuşuyor, doğrudan emirlerini dinliyor demektir. Kur’ân-ı Kerîm'i çok okuyacağız. Bunun yanı sıra, hem Kur’an-ı Azimüşşan’ı bize en mükemmel şekilde tefsir eden Resul-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizin delâletiyle Rabbimizin emirlerini öğreneceğiz ve aynı zamanda hayatımıza hâkim kılacağız. Laklakiyatla ömür geçirmenin ne faydası var. Sabahtan akşama kadar konuş, dedikodu yap, boş. Bizi hem bu dünyada, hem âhirette kurtaracak, Kur’an-ı Azimüşşan’dır. Sünnet-i Seniyyeye ittibadır. Haziran 2010 Şimdi okullar tatil oldu. Yavrularımıza Kur’ân-ı Kerîm öğretelim. Kur’ân-ı Kerîm'i yüzünden okumasını bilenlerin tecvit öğrenmelerine gayret gösterelim. Tecvit bilenleri, ezber yapmaya teşvik edelim. Temel dinî bilgileri öğretelim. Tatile çıkanlar, gittiğiniz her tatil köyü veya şehrinde kaldığınız yere yakın bir yerde Cami mutlaka vardır. Orada Diyanet İşleri Başkanlığının tayin ettiği bir görevli de var ve size Kur’ân-ı Kerîm'i öğretme görevi var. Hem tatilinizi yapınız hem de Kur’ân-ı Kerîm'i öğreniniz. “Ben biliyorum” diyorsanız iyi ya işte, hemen bir insan bulunuz ve siz öğretiniz. Bu tatilin size kazandırdığı faydalardan biri de bu olsun. ANNE-BABANIN EN BAŞTA GELEN VAZİFESİ Çocuklarına Kur'ân-ı Kerîm'i okumayı öğretmek, anne-babanın en başta gelen vazifelerindendir. Bu aynı zamanda anne-babanın da lehine olan bir durumdur. Çünkü Ebû Hureyre (R.A.)den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Dünyada çocuğuna Kur'ân-ı Kerîm'i öğreten kimseye, kıyamet günü cennette bir taç giydirilir ki, cennet ehli onu, bu taç ile, bu şahıs çocuğuna dünyada Kur'ân-ı Kerîm'i öğreten kimse diye tanıyacaklardır” buyurdu. 5 Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Çocuğuna Kur'ân-ı Kerîm'i yüzüne okumayı öğreten kimsenin geçmiş ve gelecek günahı mağfiret edilir. Çocuğunu hafız yapan kimseyi de Cenâb-ı Hakk, kıyamet gününde ayın ondördü gibi parlak bir surette diriltir. Çocuğuna: “Oku” denilecek. Çocuğu bir ayet okudukça ALLAH Teâlâ'da babasının makamını bir derece yükseltir. Bu durum ezberlediği Kur'ân-ı Kerîm'i sonuna kadar okuyuncaya devam eder" buyurdu. 6 “Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyamet günü bir taç giydirilir ki, bu tacın ışığı -güneşi evlerimizin içinde farzetsenizdünya evlerindeki güneş ışığından daha güzeldir. O halde Kur'ân-ı Kerîm'i bizzat öğrenen hakkında ne düşünürsünüz? Onun sevabını da siz takdir ediniz” buyurdu. 7 Evet, işte Kur'ân-ı Kerîm'i bu şekilde okuyup gereğince amel edenlerin ana ve babalarına, çocukların bu güzel hasleti kazandırmalarına bir mükafat olarak kıyamet günü bir taç giydirilecektir. Hadis-i şerifteki Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ifadesine göre bu taç çok parlak olacaktır.Efendimiz (S.A.V.) bu parlaklığı şu şekilde temsil buyurmuştur: Şayet güneş gökyüzünde değil de bir evin içinde olsa, bu tacın ışığı güneşin o eve vereceği ışıktan daha güzel, daha aydınlık olacaktır. Taçlar genellikle zümrüt, yakut v.s. gibi mücevherlerle süslü olacağı için Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bu benzetmeyi yaparken “Daha parlak, daha aydınlık veya daha nurlu” gibi ifadeler kullanmamıştır. “Daha güzel” sözünü tercih buyurmuştur. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Kur'ânı Kerîm'i okuyup içindekilerle amel edenin anababasına verilecek mükafatı beyan etmekle birlikte, bizzat okuyanın kendisine verilecek mükafatı açıkça ortaya koymamış, sadece, “Bu işi yapanın kendisi hakkında ne düşünürsünüz? Onun mükafatını da siz takdir edin” buyurmakla iktifa etmiştir. Bu ifade Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup, Kur'ân-ı Kerîm'le amel edene verilecek mükafaatın üstünlüğünü ifade yönünden, mükafaatı ismen söylemekten çok daha beliğdir. .......................................................... 1 Buhari, Fezailü'l-Kur'ân: 21, Tir mizi, Sevabü'l-Kur'ân: 15, Ebu Davud, Vitir: 14-19, İbn-i Mace, Mukaddime: 16, Darimi, Fezailü'l-Kur'ân: 2, Müsned-i Ahmed: 1/57 58, 69, 153., 2 Tahrim Sûresi: 6 ,3 Kur tûbî, Tefsir, 18/195-196 ,4“Kâlu belâ” şuna derler ki, ALL AH bütün ruhları yarattı. Ve “Ben si zi n Rabbi ni z deği l m i yi m ?” di ye sordu. Bütün ruhlar da “Kâlu belâ=Evet sen bizim Rabbimizsin” dediler. İşte o günden beri Müslümanım. , 5 Heysemi, Mecmeü'z-Zevaid, 7/166, Taberani, El-Mu'cemü'l-Evsat, Sehl b. Muaz el-Cühenî'nin babası Muaz (R.A.)den rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte de Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: Haziran 2010 1/100, No: 96 , 6 Heysemi, Mecmeü'z-Zevaid, 7/165-166, Taberani, ElMu'cemü'l-Evsat, 2/557, No: 1956 , 7 Ebu Davud, Vitr: 14, Ahmed b. Hanbel, 3/440, Hakim, Müstedrek, 1/567 21 “ÇOCUK KALBİ BOMBOŞ, SAF, HER ŞEYİ ALMAYA HAZIR” İ nsan, doğduğu andan itibaren, öğrenme isteği içinde sürekli etrafını araştırır. Çocukluk döneminde gör- düğü, duyduğu ve okuduğu her yeni şeyden heyecan duyar. Bu süreçte çocuk için en önemli örnekler, anne - babası ve onların davranış biçimleridir Eğitimde Fuat TÜRKER ilk aşama ailedir; çocuğun ilk öğretmeni [email protected] bedensel değil, ruhsal yönden yetiştir- de annesidir Anne, çocuğunu yalnızca mekle de yükümlüdür Allah, insanı din fıtratı üzerine yaratmıştır Batılı psikologların, “doğal dinsel işlev, dini eğilim ve duygu, dini inanç tohumları, insiyaki temayül, dini potansiyel” adını verdikleri kavramları, İslam “Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakamaz.” inancındaki fıtrat prensibiyle açıklayabiliriz. Son zamanlarda bazı batılı psikologlar, tarafsız ve önyargıdan uzak bir şekilde yaptıkları araştırmalar sonucunda dinin, çocuğun ruhuna seslendiği ve onun ruhsal yapısına uygun düşeceği görüşünde birleşmişlerdir. Allah inancı çocuklara küçük yaşlarda öğretilmelidir Dinin özü güzel ah- 22 Haziran 2010 lâktır. Allah’ın beğendiği üstün ahlâk özellikleri Evrendeki düzen ve denge, mucizevi tasa- de, özellikle çocukluk döneminde şekillenmeye rımlarla yaratılmış galaksiler –ki çocuklar bu ko- başlar nulara oldukça fazla ilgi duyarlar- hakkında bilgiler verilmeli ve tümünün üstün akıl sahibi ÇOCUĞA NELER, NASIL bir Yaratıcı tarafından yaratıldığı anlatılmalıdır. ANLATILABİLİR? Gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz ve hissettiğimiz herşey, bize göklerin, yerin İmam Gazali, fıtrat hadisini esas alarak, ve arasındakilerin Yaratıcısı olan Allah'ı tanıtır. çocuğun kalbini “tertemiz, bomboş, saf, her şeyi Evreni saran mucizevi güzellikler üzerinde bilgi almaya kabiliyetli ve yöneltildiği her şeyi yap- sahibi olması, çocuğun bu apaçık gerçeği fark maya meyilli” olarak tanımlar. Ayrıca Gazali, etmesini sağlar. Rastlantılarla hiçbir şeyin mey- ruhun yaratılışı itibariyle gerçekleri kabullen- dana gelemeyeceği çok basit örneklerle çocuğa meye yetenekli olduğuna ve Allah’ı bulup kav- anlatılabilir. Böylece çocuk, çevresini saran ya- rayacak güce de sahip olduğuna inanır. O ratılış gerçekleriyle bu muhteşem düzenin bir nedenle her şeyi almaya ve yönlendirildiği her sahibi olduğu gerçeğine ulaşabilir. Bu anlayışa şeyi yapmaya hazır olan çocuğa anlatılacak ve sahip olan çocuklara, Kuran ahlakının ve dinin onu yönlendirilecek konular çok önemlidir. anlatılması daha da kolaylaşacaktır. Çocuğa öncelikle Allah’ın varlığı, büyük- Ardından, Kur’an’ın hak ve korunmuş lüğü ve gücü anlatılmalıdır. Çocuk, çevresinde kitap olduğu, hükümlerine uymak gerektiği, gördüğü her şeyin, içtiği suyun, soluduğu hava- dinin kolay ve insanın yaratılışına uygun olduğu nın, yediği sebze - meyvenin, sahip olduğu be- anlatılmalıdır. denin, gözlerinin, kulaklarının, kalbinin nasıl var olduğu ve bunları kimin yarattığı hakkında düşünmeye yönlendirilmelidir. Haziran 2010 Dini yeni tanıyacak çocuklar öncelikli olarak, Allah’a ve ahiret gününe iman konusunda 23 bilinçlendirilmelidir. Çünkü dinin gereklerini Ölümü yok olmak olarak anlaması çocuk yapması için önce mantığını kavramalıdır; böy- için yıkımdır. Annesini ya da babasını kaybeden lece ibadetleri istekle yapacaktır. Böyle olmadı- bir çocuk için, anne - babasının bir daha asla ğında çocuk, ne yaptığının farkında olmadan gelmeyecek olması dehşet verici bir düşüncedir. taklidi bir şekilde yapar. Ya da ibadetin mantı- Dolayısıyla “bizleri Allah yarattı, ahirette, cen- ğını bilmediğinden yapmak istemeyebilir. Bu nette yine hep birlikte olacağız” dendiğinde, nedenle çocuğu dinin ibadetlerini uygulamak is- çocuk ruhsal yönden rahatlık içinde olur; sev- teyeceği, anlayacağı düzeye getirmek öncelikli gisi devam eder. olmalıdır. Bu zaman süreci içerisinde, ibadete yönelik baskıcı, zorlayıcı teklifler getirilmemeli- Din ruhun gıdasıdır; insanların sağlıklı, dir. Çocuk sevgiyle ve samimi bir kalple Allah'a mutlu, huzurlu olmasını sağlayan ruhsal bir ilaç- inandığında, ibadetleri yerine getirmeyi kendili- tır. Yüce Allah, insanları, bilim adamı H. Ben- ğinden isteyecektir. son’ın ifadesiyle “Allah’a iman etmeye göre ayarlı” olarak yaratmıştır. İman yaşanmıyorsa önce insanların, ardından ailelerin, daha sonra ÖLÜM KONUSU da toplumların sağlığı bozulur. Çevremize baktığımızda, insanların ne kadar mutsuz olduğunu Günümüz çocukları oldukça zekidir; “an- görmemek mümkün değildir. Bu, toplumda din lamaz, çocuktur bir şey bilmez” diye düşünmek eğitiminin gerçek anlamda ve yeterli düzeyde çok yanlıştır. Çocuğa eğer din öğretilmezse ço- yapılmamasından kaynaklanır. cuğun ruhu boşlukta kalır. Özellikle ölüm konusu çocuğa çok dikkatli anlatılmalıdır. Anne - ÇOCUKLARA SEVGİ VE SAYGI babasının bir gün ölerek yok olacağını düşünen çocuk, psikolojik açıdan dengesini yitirir. Ken- Çocuklara büyük insan gibi davranmak, disinin bir gün öleceğini düşünen çocuk da aynı sevgi ve saygıyla yaklaşmak önemlidir. Bu, ruh haline sürüklenir. Oysa anne ve babasıyla akılcı bir yaklaşım tarzı olur. Çocuğa içten, can- cennette kavuşacağını, onlarla birlikte olacağını dan ve Allah aşkıyla yaklaşmak gerekir. Büyük- bilen bir çocuk, ruhen ve bedenen çok sağlıklı lerindeki o samimi imanı görürse çocuk dine ve zinde olur. daha yakınlaşır. Allah’ın kutlu peygamberleri de 24 Haziran 2010 küçük yaştan itibaren mükemmel yetişmiş, inanmayan ve Allah’a iman etmeyen oğluna çocuk yaşta Allah aşkını çok güçlü kazanmış in- şiddet uygulardı. sanlardır. ANNE – BABANIN HER KONUDA Din, dünyanın en kaliteli insanının yaşa- EĞİTİMLİ OLMASI ÖNEMLİDİR dığı sistem, dindar insan da dünyanın en kaliteli insanıdır. Mümin en akıllı, basiretli, ferasetli, Kuran'da bildirilen eğitim anlayışının kap- vicdanlı, makul düşünen ve en güvenilir insanı- samı oldukça geniştir. Vicdan sahibi her Müslü- dır. Kur’an, dünyayı en mükemmel şekilde kul- man, bilimsel konularda kendini geliştirmelidir. lanma sanatını anlatır. Aynı zamanda sevmenin Çünkü bilim, evreni ve içindeki varlıkları ince- sanatını öğretir. Çocuğa bu bakış açısıyla yak- lemenin ve Allah'ın sanatındaki kusursuzluğu, laşılırsa – Allah’ın dilemesiyle- çok güzel sonuç yaratışındaki üstünlüğü delilleriyle açıklamanın alınır. yoludur. Anne babalar, kişiliklerini, davranışlarını, konuşma biçimlerini Kur’an’da bildirilen Çocuklara din, gerici ve tutucu bir üslup üstün ahlaka yakışır bir hale getirmede gayret ile anlatılmamalıdır. Hurafe dolu bir anlatım, ettikleri kadar, bilime dair konularda da kendi- çocuk için din değil, aklının alamayacağı bir lerini eğitmelidirler. Bütün bu özellikler, çocuk- kâbus olacaktır. Dini Kur’an ve sünnet çizgisi dı- larının alacağı ilk tebliğ için ailelere yardımcı şında hurafelerle yorumlayan kişiler, kendi ruh- olacaktır. larındaki karanlığı ve şirk düşüncesini Kur’an'a ve Peygamberimizin hadislerine uygulamaya çalışırlar. Bilim ve sanat dışarıda bırakılarak, çocuğa “oturma, bakma, yapma!” emirleriyle dini eğitim vermeye çalışmak konuyu açmaza götürür. Çocuğa baskı, dayak, şiddet uygulanmamalıdır. Şiddet işe yarayan bir unsur olsaydı Hz. Nuh, peygamber olduğu halde kendisine Kuşkusuz bunların tümü dua mahiyetindeki hazırlıklardır. Kalpleri etkileyecek ve hidayeti verecek olan yalnızca Yüce Rabb’imizdir. Ancak anne baba, her konuda bilgi birikimine sahip olmanın yanı sıra ahlakı, kişiliği ve karakter özellikleriyle de hayranlık uyandıran bir Müslüman olarak, çocukları için örnek birer model olurlar… İslamiyet pırıl pırıl aydınlık bir dindir. Kur’an ışıl ışıl aydınlıktır; karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Ve bize sevgiyi, şefkati, özveriyi, merhameti, dostluğu emreder. İnsanları sevmemizi, bitkileri, hayvanları, Allah’ın bütün yarattıklarına aşkla sevgi duymamızı ister. O halde, dini yaşayan vicdan sahibi bir nesil için, çocuklarımıza Peygamberimiz’in (sav) hadisindeki gibi en güzel mirası bırakalım: "Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakamaz." (Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.512) Haziran 2010 25 KALIBIMIZA DEĞİL, KALBİMİZE BAKILACAK B izi yol almaktan, yükselmekten alıkoyan engelin bedenimizde olmadığını biliyoruz. Bir bacağımız yürürken aksıyor olsa da, zaten yürüyerek gidilemeyecek yere gidiyoruz. Sırat'tan geçişimize bunlar engel olmayacak. Dr. Ebubekir SİFİL Bedenimizi burada bırakıp gideceğiz. Mallarımızı ve biriktirdiklerimizi de... O gün orada, yanımızda sadece kalbimiz ve amellerimiz olacak. O halde çabamız, bizi ‘yol almak'tan alıkoyan gerçek engelleri aşmaya yönelik olmalı. Kalıbımızdaki değil, kalbimizdeki engelleri... “Muhakkak ki Allah sizin dış görünüşünüze ve malınıza bakmaz; kalplerinize ve amellerinize bakar.” Dünya hayatını elden geldiğince uzatmak ve konforlu kılmak, modern varlık anlayışının en önemli hedefleri arasında bulunuyor. Bu hedefi gerçekleştirmenin en temel şartı da hastalık ve fiziksel özür halini insandan uzaklaştırmaktır. Bunu sağlayabilmek için özellikle “gelişmiş” denen ülkelerde sağlık sektörüne her yıl dev bütçelerin ayrıldığını biliyoruz. Yine bu sebeple çağımızda “hastalık hastası” dediğimiz insan tipine yaygın ola- 26 Haziran 2010 rak rastlıyoruz. “Hastalık ve âzâ eksikliği kötüdür” düşüncesinin kabulü sonucunda bu türlü bir imtihana müptela olan insanların psikolojisi kolayca bozuluyor, maneviyatı hemencecik kırılıyor. Toplum da zaten onları dışlamaya hazır olduğu için, böyle insanlar genellikle içlerine kapanık, problemli ve başkalarına yük olmaktan başka bir özelliği olmayan kişiler olarak görülüyor. Hem toplum onları böyle görüyor, hem de onların kendilerini böyle hissetmelerine yol açılıyor. HASTALIK ÜRETİP TEDAVİ SATAN MEDENİYET Her ne kadar modern hayat tarzının bizzat kendisinin önce hastalık üretip, sonra onu tedavi için ilaç keşfetmenin peşinde koştuğu, hatta keşfettiği ilaçların, bir hastalığın iyileşmesine vesile olurken başka hastalıkların sökün etmesine sebebiyet verdiği birer vakıa ise de, bu yazıda bu nokta üzerinde durmayacağız. Aynı şekilde modern hayat tarzı, önce bedensel özürlü kimseleri “acınılacak” insanlar olarak görmeye yatkın insan tipini üretiyor, sonra da özürlüleri rehabilite ederek topluma kazandırmanın yollarını arıyor. İnsanları her türlü reklam ve propaganda tekniğini kullanarak midelerine esir edip, “yaşasın yemek yemek” diyen, sonra da “mükemmel görünmek için fazla kilolarınızdan kurtulmak mı istiyorsunuz, bizim yöntemimizi denemelisiniz” çağrıları yapan hep aynı çarpık anlayış... Tıpta “plastik cerrahi” diye bir alan var. İnsanı iç güzelliği, kalp safiyeti, diğergâmlığı, takva ve ahlâkı ile değil, sadece beden özellikleriyle değerlendiren “kaporta medeniyeti”, vücudunda cerrahi müdahaleye uğramayan nokta kalmamış, dışı cilalı içi çürümüş insan tipi üretmekle meşgul. Haris, bencil, mütekebbir, kişiliksiz, haya ve ahlâk fukarası, edepten bînasip, şefkat ve merhamet yoksunu ama “güzel” ve “yakışıklı” tiplere özendirilen nesillerin oluşturduğu bir toplumun çürümesinden daha doğal ne olabilir? Bütün bunlar, dış görünüşten başka bir şeye önem vermeyen, insanı sadece bir cephesiyle ele alıp, onu “insan” yapan asıl yanlarını törpüleyen ve sonunda adeta bedenine tapınan insanlardan Haziran 2010 müteşekkil bir toplum oluşturan modern hayat anlayışının yansımaları... Eğer her başımız ağrıdığında ağrı kesici ilaçlara müracaat ediyorsak, en küçük bir hastalık belirtisi hissettiğimizde doktor doktor dolaşıyorsak, “özürlü” sınıfına giren birisini gördüğümüzde, “acıma” hissi bütün benliğimizi sarıyor ve “aman, çoluk-çocuğumuzdan uzak olsun” diyorsak, dış görünüşümüz ahlâkımızdan daha önemli hale geldiyse, modern hayat anlayışının bizi de etkisi altına aldığını itiraf etmemiz gerekiyor. Öyleyse müslüman olarak hastalık-sağlık ve güzellik-çirkinlik olgularına bakışımızın ne olması gerektiğini tesbit etme zaruretiyle karşı karşıya bulunuyoruz demektir. HASTALIK VE SAĞLIĞIN HAKİKATİ Yüce Dinimiz'in sağlığın korunmasını esas kabul ettiğini burada öncelikle vurgulamak durumundayız. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in, sağlığın korunmasına yönelik birçok tavsiyesi bulunduğu malum. Allah Tealâ'dan afiyet istemenin esas olduğunu belirtmesi, hastalandığımızda tedavi olmamızı emir buyurması, veba hastalığının bulunduğu yere gitmememizi, eğer bulunduğumuz yerde bu hastalık zuhur etmişse, oradan ayrılmamamızı (karantina) emretmesi, mideyi yemekle tıka basa doldurmamayı tavsiye buyurması... ilk akla gelen hususlardandır. Yine sağlığını nerede, nasıl harcadığı sorusunun, kulun ahirette kendisine verilen nimetlerle ilgili sorguya çekileceği hususların başında yer alacağını da Efendimiz s.a.v.'den öğreniyoruz. İnsanın, ancak sıhhatli iken kulluk görevlerini hakkıyla yerine getirebileceği ve çevresine faydalı, üretken, verimli olabileceği düşünüldüğünde, Yüce Dinimiz'in sağlığın korunmasına niçin öncelik verdiğini daha iyi kavrarız. HASTALIKTA İLAHİ TAKDİR TEDAVİ DE Ancak tek başına bu durum, hastalığın ve âzâ eksikliğinin bizatihi kötü olduğunu ortaya koymaz. Sağlığın da, hastalığın da, âzâların tamlığının da, eksikliğinin de, şu veya bu biçimde yaratılmış olmanın ilâhi takdirle olduğunu bilen mümin için, 27 Yüce Yaradan'ın iradesine rıza ve teslimiyetten başka bir hal söz konusu değildir. Söz Sultanı s.a.v., söylemek istediğimiz şeyi birkaç cümleyle nasıl da çarpıcı bir şekilde özetlemiştir: “Müminin durumuna şaşılır ki, onun her hali hayırdır. Bu durum müminden başka hiç kimse için bahis konusu değildir. Kendisine bir bolluk isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur. Kendisine bir musibet ve darlık isabet ettiğinde ise sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim) Yine şöyle buyurmuştur: “Allah, bir topluluğu sevdiğinde onlara bela ve sıkıntı verir. Başına gelen bela ve sıkıntıya rıza gösteren O'nun rızasını, öfkelenen de O'nun hoşnutsuzluğunu kazanır.” (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, İbn Mace) Sahabe'den Ebu Huzâme r.a. anlatıyor: - Ey Allah'ın Rasulü, dedim, (hastalıktan iyileşmek için) rukye olarak yaptığımız duayı, tedavi olduğumuz ilacı, (hastalığa tutulmamak için) tedbir almamızı nasıl buluyorsunuz? Acaba bunlar Allah'ın takdirinden herhangi bir şeyi geri çevirebilir mi? Ebu Hureyre r.a. da: “Bana hummadan daha çok sevdiğim bir hastalık isabet etmiş değildir. Zira humma tüm organlarıma sirayet eder. Cenab-ı Hak da her organın sevabını ayrı ayrı bağışlar.” demiştir. (İbnu'l-Kayyım, Zâdu'l-Meâd) Hadis hafızlarının büyüklerinden İbn Hacer, Bezlu'l-Mâ'ûn fî Fadli't-Tâ'ûn adını verdiği eserinde, taun (bir tür veba) hastalığının faziletlerini anlatan rivayetleri toplamıştır ki, hastalık olgusuna bakışımızın nasıl olması gerektiği konusunda tek başına bu eser bile şayan-ı ibrettir. Yine Selef'ten birisi, “dünya musibetleri olmasaydı, kıyamete müflis olarak gelirdik” demiştir. (İbnu'l-Kayyım, aynı eser) ALLAH DIŞ GÖRÜNÜŞE BAKMAZ Her şeyden önce Dinimiz'in, “bedensel özürlüler” diye bir kategori kabul etmediğini bilmemiz gerekiyor. Dinimiz, insanı, malî ve bedenî durumuyla değil, kalbî ve amelî durumuyla değerlendirir. Âzâ eksikliğinin ya da zahiri güzellik-çirkinliğin, insanın bizatihi “insan” olması dolayısıyla haiz olduğu değere herhangi bir şekilde etki etmemesi kadar normal ne olabilir ki!.. Bu gerçeği Efendimiz s.a.v. şöyle ifade buyurmuştur: Bunun üzerine Rasul-i Ekrem s.a.v.: - O (saydığın şeyler de) Allah'ın takdiridir, buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, vd.) HASTALIKTA SAKLI ŞİFA Bizim için sağlıklı olmak, gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğumuz bir imtihan durumu olduğu gibi, hastalık ve âzâ eksikliği de rıza ile karşılanması gereken durumlardır. Zira mümin için hastalık, Yüce Rabbimiz'in günahlarımızı bağışlamasına vesile olması dolayısıyla bir lütuf ve ihsandır. Bir keresinde Efendimiz s.a.v.'in yanında “humma” hastalığından söz açılmıştı. Orada bulunanlardan birisi bu hastalığı kötüleyen bir söz söyleyince Efendimiz s.a.v. buyurdu ki: - Humma hakkında kötü söz söylemeyin. Zira ateş nasıl demirin pasını giderirse, humma da günahları öylece giderir.” (Müslim) 28 Haziran 2010 “Muhakkak ki Allah sizin dış görünüşünüze ve malınıza bakmaz; kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Ahmed b. Hanbel, Müslim, İbn Hibbân) İlâhi tekliflere, aklı başında, erişkin ve sorumluluğunu ifaya engel bir durumu bulunmayan her insan muhatap olduğuna göre, Yüce Allah nazarında azaları sağlam kimselerle azaları eksik kimseler arasında insanlık kıymeti ve teklife muhatap olmak bakımından bir fark yoktur. Nazar-ı ilâhi bizim amellerimize ve kalbî durumumuza bakar, yoksa azalarımızın eksikliği veya tamlığı ya da dış görünüşümüzün şu veya bu biçimde olması O'nun nazarında bir kıymet ölçüsü değildir. Şu kadar var ki, Dinimiz'de sadece belli azaları eksik kimselerin bedenî ibadetleri yerine getirebilmesi için kendine mahsus bir takım kolaylaştırıcı hükümler (ruhsatlar) vardır. Eğer aza eksikliği sebebiyle bir ibadetin tam anlamıyla yerine getirilmesinde kişi için meşakkat mevcut ise, bu durumda dinimiz böyle kimseleri zora sokmaz ve kendilerine kolaylıklar tanır. Maddi durumu elverişli olduğu için hacca gitmek kendisine farz olduğu halde, gözleri görmeyen ve kendisine rehberlik edecek birisini de bulamayan kimsenin, yerine başkasını göndermesi veya bu ibadetten tamamen muaf tutulması; yine kendisine rehberlik edecek kimsesi olmayan bir âmânın, Cuma ve cemaat namazlarına gitmekten muaf olması... gibi hükümler bu türlü kolaylıklar cümlesindendir. Bunun dışında Dinimiz açısından sağlam-engelli diye bir ayrım bulunduğuna dair başta Kur'an ve Sünnet olmak üzere kaynaklarımızda herhangi bir veriye rastlamıyoruz. Bunun üzerine Ufeyre şöyle dedi: - Kalbin Allah Tealâ'ya karşı kör olması, dünya gözünün kör olmasından daha şiddetli bir beladır. Allah'a yemin ederim ki, Allah Tealâ'nın, beni muhabbetinin künhüne vasıl kılması karşılığında bütün azalarımı almasını arzu ederdim. (es-Safedî, Nektu'l-Himyân) Hz. Ebu Bekr r.a.'ın torunu el-Kasım b. Muhammed'in gözleri kör olduğunda bir adam: - Yüzünün en güzel kısmı alındı, dediğinde ona şu karşılığı verdi: - Doğru söyledin. Ancak gözlerimin kör olmasının benim için anlamı şudur ki, bana faydası olmayan şeylere bakmaktan men edilmeme karşılık, faydalı ameller hakkında düşünme imkanına kavuşturuldum. (es-Safedî, aynı yer) “ÖZÜR” MÜ, HAYIR MI? SABIR VE MÜKAFAT Hastalığın, dış görünüşün veya aza eksikliğinin, mümin kişinin şahsiyetini etkilememesi gerektiği konusunda yukarıdan beri söylediklerimizin canlı misallerine bakalım biraz da. Abid ve zahid hanımlardan Ufeyre b. el-Velid'in yanında birisi körlük hakkında konuşmuş ve şöyle demişti: - Gözleri gören bir kimsenin bilahare kör olması ne kadar zor bir durumdur! Haziran 2010 İbn Abbas r.a., bir keresinde Atâ b. Ebi Rabah'a: “Ey Atâ! Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?” dedi. O, “evet” deyince İbn Abbas r.a. şöyle devam etti: “Şu gördüğün esmer kadın bir gün Rasulullah s.a.v.'in yanına geldi ve şöyle dedi: - “Ben saralıyım. Sara nöbetim tuttuğunda (yere düşüyorum ve) üstüm başım açılıyor. Benim için Allah'a dua etseniz de bu hastalıktan kurtulsam.” Bunun üzerine Rasulullah s.a.v.: 29 İşte modern kültürün bedeni putlaştıran çarpık anlayışı karşısında Dinimiz'in insan telakkisi!.. ÂZÂLARI EKSİKTİ AMA... Bizim tarihimizde âzâ eksikliği bulunanların, müzmin hastalığa müptela olanların ya da şu veya bu beden özellikleriyle yaratılmış bulunanların modern hayatta müşahede edildiği gibi toplum dışına itildiği, tek başına yaşamaya mahkum edildiği veya acınılacak kimseler olarak görüldüğü vaki değildir. İlâhi vahye dayalı hükümlerin şekillendirdiği hayat anlayışında, engelli-engelsiz, güzel-çirkin diye bir ayrımın söz konusu olmadığı, bugün “engelli” diye nitelendirilen insanların, hayat sahnesinde ilim, zühd ve ibadet hayatında etkin bireyler olarak yer almalarından kolayca anlaşılır. - “İstersen sabret. Zira karşılığında senin için cennet var. Dilersen, Allah'a seni afiyete kavuşturması için dua edeyim.” buyurdu. Kadın: Bu söylediklerimizin subjektif yorumlardan ibaret olmadığını gösteren birkaç ilgi çekici tablo zikredelim. Atâ b. Ebi Rabah rh.a. - “Sabrederim. Yalnız, yere düştüğümde üzerim açılıyor. Üzerimin açılmaması için Allah'a dua edin” dedi. Bunun üzerine Rasulullah s.a.v. onun için dua etti.” (Buharî, Müslim) İmam Ebu Hanife rh.a'in, “ondan daha üstününü görmedim” dediği bir zat vardır: Tabiun neslinin büyüklerinden, ilim ve zühd hayatının önderlerinden Atâ b. Ebi Rabah... Ulemanın “tevessül”ün meşruiyetinin delillerinden birisi olarak zikrettiği Osman b. Huneyf r.a. rivayetinde şöyle deniyor: Sahabe'den gözleri görmeyen birisi Efendimiz s.a.v.'e gelerek: “Ey Allah'ın Rasulü! Allah'a dua edin de bana afiyet versin (ve gözlerim açılsın).” dedi. Efendimiz s.a.v.'in verdiği karşılık konumuz açısından önemlidir: Kaynaklar, günümüzde “fiziksel engel” ya da “çirkinlik” diye ifade edilen özelliklerin hemen tamamının kendisinde mevcut olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: - “İstersen dua edeyim, istersen sabret. Eğer sabredersen senin için daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Nesaî, İbn Mace, vd.) Zikrettiğimiz bu rivayetler ve daha birçok benzerleri, görme engeli, “bedensel özür” veya “çirkinlik” olarak görülen hususların dinimiz açısından insanı değerlendirmede hiçbir şekilde kıstas olmadığını anlatmaktadır. 30 Bir ayağı topal, bir eli sakattı (eli, 73/692 yılında Abdullah b. Zübeyr r.a.'ın yanında Haccac'a karşı savaşırken kesilmişti); bir gözü kördü (ömrünün sonuna doğru öbürü de görmez olmuştu); kamburdu, burnu çok basıktı ve derisinin rengi kapkaraydı. Döneminde Mekke müftüsü olan bu zat, Sahabe'den iki yüz kişi ile görüşmüş, pek çok hadis rivayet etmiş, kendisinden de Tabiun neslinin küçükleri ile Etbau't-Tabiin'in büyükleri ilim almış, hadis nakletmiştir. (ez-Zehebî, Tarihu'l-İslâm, 4/279) Haziran 2010 Abdullah b. Mesud r.a. Sahabe'nin alim ve fakihlerinden, ilk müslüman olanların altıncısı, içtihadları Hanefî mezhebine kaynaklık etmiş bulunan, menakıp ve fezaili saymakla bitmeyecek olan Abdullah b. Mesud r.a. Hazretleri, kaynakların zikrettiğine göre o kadar kısa boylu idi ki, ayakta durduğu halde oturanların boyunda görünüyordu. (İbnu'l-Esîr, Üsdü'lGâbe, 3/284) Efendimiz s.a.v., Abdullah b. Mesud Hazretleri'nin son derece ince olan bacaklarının, Mizan'da Uhud dağından bile daha ağır geleceğini beyan buyurmuştur. (İbnu'l-Esîr, aynı yer) AM ÂLİMLER İslâm aleminin yetiştirdiği alim, abid, zahid, yönetici, şair vs. arasında gözleri görmeyenlerin sayısı o kadar fazladır ki, bunlar hakkında ulema özel kitaplar yazmıştır. Bu alanda kaleme alınan kitapların en hacimlisi, Salahuddin es-Safedî'nin Nektu'l-Himyân fî Nüketi'l-Umyân adlı eseridir. Doğuştan veya sonradan arız olan bir sebeple bir veya iki gözü görmeyen 310 kişinin zikredildiği bu eserde yer alan ilgi çekici isimlerden birkaçını burada zikredelim: Sahabe'den: el-Bera b. Azib, Cabir b. Abdillah, Hassan b. Sabit, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abbas b. Abdilmuttalib ve oğlu Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Erkâm, Abdullah b. Alkame, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Umeyr, Itban b. Malik, Utbe b. Mesud, Hz. Ebu Bekr'in babası Ebu Kuhafe (Osman b. Amir), Hz. Ali'nin kardeşi Akil b. Ebi Talib, Amr b. Kays, Ka'b b. Malik, Malik b. Rebia, Mahrame b. Nevfel... (Allah hepsinden razı olsun) Meşhur fakih, kadı, müfessir, muhaddis ve alimlerden: İmam Tirmizî (Muhammed b. İsa), Ebu Bekr b. Abdirrahman el-Mahzumî, Ubeydullah b. Abdillah b. Mesud (Medineli meşhur “yedi fakih”ten ikisi), Hafs b. Ömer ed-Durî (Kur'an'ın 7 kıraat vechinden birisi olan meşhur “Hafs kıraati”nin sahibi), Hammad b. Zeyd, Simak b. Harb (ikisi de meşhur hadis imamlarındandır), Süveyd b. Said el-Hadesanî (İmam Malik'in el-Muvatta'ını rivayet edenlerdendir), İbn Ebu Asrun (Abdullah b. Muhammed, başkadılık yapmıştır), Abdürrezzak b. Hemmam (meşhur el-Musannef adlı hadis kitabının sahibi), yukarıda zikri geçen Atâ b. Ebi Rabah, meşhur el-Muhassas adlı sözlüğün sahibi İbn Sîde (Ali b. Ahmed) ve yine meşhur Lisanu'l-Arab adlı sözlüğün sahibi İbn Manzur (Muhammed b. Mükerrem), Kûfeli meşhur hadis hafızı Amr b. Mürre, Hz. Ebu Bekr'in torunu, meşhur fakih el-Kasım b. Muhammed, Tabiun'un büyüklerinden Katade b. Diame, ünlü Şafiî fakihi Bedruddin b. Cemâ'a (Muhammed b. İbrahim), “Müverrihu'l-İslam” lakabıyla meşhur hadis hafızı ez-Zehebî (Muhammed b. Ahmed), meşhur abid, zahid ve alim Ebu Muaviye ed-Darîr (Muhammed b. Hâzim), meşhur muhaddis Ebu'l-Abbas elAsamm (Muhammed b. Yakub, kulaklarında sağırlık da vardı), el-Bahru'l-Muhit adlı meşhur tefsirin sahibi Ebu Hayyan (Muhammed b. Yusuf), meşhur Hadis imamı Ebu Amr el-Ezdî (Müslim b. İbrahim), meşhur hadis hafızı ve fakih Muğire b. Miksem ed-Dabbî, büyük hadis hafızı el-Fesevî (Yakub. b. Süfyan)... Bunlar dışında İslâm ilim tarihinde iz bırakmış, “özürlü” olduklarını sadece lakaplarından ve birkaç anekdottan bildiğimiz pek çok isim vardır. Haziran 2010 31 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Takva Enes b. Malik (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resulullah (sa) Efendimiz, Recep ayına girdiği zaman şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bizim için mübarek eyle, bize Recep ve Şaban’da hayırlar ver ve bizi Ramazan’a kavuştur.” Bu hadis-i şerifin içinde barındırdığı manâlardan biri de Salih amel işlemek için uzun ömür istemektir. Ömrünü Allah’a adamak ve Allah için Salih amel işlemek, Allah’ın elçisinin varisleri olan ariflerin gayesi ve takva sahiplerinin hâlidir. Ey oğul! Takvanın umumi ve hususi iki yönünün olduğunu bil! Hususi takva “Allah’a nasıl (sığınıp) korunmak gerekiyorsa öyle korunun.” Ayetinde olduğu gibi, iç alemini Allah’ın zatından gayrı bir niyet ve arzudan sakındırmaktır. Umumi takva ise “Her kim Allah’tan korkarsa, Allah onun kabahatlerini örter.” Ayetinde olduğu gibi, zâhirini Allah’ın sevmediği her şeyden sakındırmaktır. Allah Teâlâ dertlerden kurtulmanın feraha ve genişliğe çıkmanın anahtarını takvânın içine yerleştirmiştir. Şu ayet-i kerimeler, bu sırra işaret etmektedir: “Her kim Allah’a (sığınıp) korunursa, Allah onun işine kolaylık verir.”, “Her kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.”, “Onu ummadığı şekilde rızıklandırır.” Takvanın Manası Ârifler takvanın manâsı hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Allah Teâlâ, kulluğunu eda ederken kendinden korkup sakınanı, hata ve günah kirlerinden arındırır. Hiç ummadığı şekilde cezadan kurtarıp, kurtuluşla rızıklandırır.” “Allah Teâlâ tövbe edip kendisinden korkan kimseyi çetin bir şekilde hesaba çekilmekten kurtarır. Onu, ummadığı bir şekilde, iki cihan selametine erdirir.” “Allah Teâlâ, kendisinden korkanı, zatından gayrı meşguliyetlerden kurtarıp ummadığı şekilde, güzel bir hayatla rızıklandırır.” “Allah Teâlâ, haramları ve şüphelileri terk ederek kendisinden korkan kimseyi dünyevi arzu ve isteklerinden kurtarır. Nasıl olduğunu anlamadan, ibadetin zevkine varabilme nimetiyle rızıklandırır.” 32 Haziran 2010 “Allah Teâlâ, insanların kınamasından korkmadan, hakikati söyleyerek kendinden korkanı, insanların tuzaklarından selamete çıkarır ve hiç beklemediği bir yerden zafere erdirir.” “Allah Teâlâ kendinden korkarak masivaya bağlanmayı bırakanı, masivaya kulluktan kurtarır. Hiç fark ettirmeden ona, doğruluk ve samimiyeti bahşeder.” Ebu Hureyre (ra) Resulullah (sa)’den şöyle duyduğunu rivayet ediyor: “Kıyamet günü Allah Teâlâ insanlara şöyle hitap edecektir: - Ey insanlar! Ben sizi nesep nesep ayırdığım halde, ayrıca siz kendinizi neseplere ayırdınız. Ben sizin en değerliniz olarak, muttakileri seçtim. Siz ise en değerlileriniz olarak zenginleri seçtiniz. Bu gün, sizin seçtiğiniz nesebi bırakır, kendi seçtiğim nesebi yüceltirim. Muttakiler nerede? Bugün onlar ne korkar ne de üzülürler.” Resulullah (sa)Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdular: “Helaller belli, haramlarda bellidir. İkisinin arasında olanlar, insanların çoğunun bilmediği şüpheli işlerdir. Şüphelilerden sakınan, dinini ve itibarını korumuş olur. Şüpheli şeyleri yapan kimse harama düşer.” Bu hadisin bir başka rivayetinde ziyade olarak şu cümle de yer almaktadır: Sana şüphe vereni, şüphen geçinceye kadar bırak.” İsa (as)’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Dal gibi incecik oluncaya kadar oruç tutsanız, yay gibi eğrilinceye kadar namaz kılsanız dahi, ancak hakiki verâ hâlinizle yaptığınız ibadetler makbuldür..” Vehb bin Münebbih (ra) der ki: “Şeytan, şehvetini (dünyevi her türlü arzusunu) ayağının altına alan kimsenin gölgesinden bile kaçar. Aklı, dünyevi isteklerine galip gelen, zafer kazanmış sabırlı bir kuldur.” Takvâ ehli olan bir zata, nereden geldiği sorulunca şu cevabı verir: “Sorduğun sorunun cevabını bilmenin, sana bir faydası, bilmemenin de sana bir zararı yoktur. Sana faydası dokunacak şeylerle ilgilen, faydası dokunmayacak şeyleri bir kenara bırak.” Bunun üzerine takvânın esasının ne olduğu soruldu. Şöyle cevap verdi: “nefsini dünyevi arzulardan, boğazını dünyevi lezzetlerden, kalbini de gaflet veren şeylerden korumandır.” Adem’i bir lokma yüzünden, Musa’yı bir tokat yüzünden, Davut’u bir bakış yüzünden, Yusuf’u bir istek yüzünden, Nuh’u bir dua yüzünden ve Muhammed’ide bir unutkanlık yüzünden hesaba çeken Allah’tan kork!” Haziran 2010 33 Hekimoğlu İsmail: “Ben hiç ölmeyeceğim!” Röportaj: Aydın BAŞAR “Her nefis ölümü tadacaktır.” “Minyeli Abdullah” romanıyla tanıdığımız; kitaplarını ve Zaman Gazetesi’ndeki yazılarını severek okuduğumuz muhterem büyüğümüz Hekimoğlu İsmail Bey’le; ölüm, haşir ve ahiret hayatı üzerine konuştuk. Burhan Dergisi okurlarımızın istifadesine sunuyoruz. Muhterem Büyüğümüz sizi en son birkaç hafta önce Eyüp Sultan Sibyan Mektebi’nde dinleme fırsatım oldu. Kabirlerin arasında verdiğiniz bu güzel sohbet, bizleri ölüm gerçeği ile bir kez daha yüzleştirdi. “Bismillah” diyerek sorularıma başlamak istiyorum: Muhterem Hocam kabirler bizi ölüm tefekkürüne davet eden birer işaret levhaları gibi… Biz bu levhaları nasıl okumalıyız? Kabirler bize ne söyler? Her mezar, dünyadan gidenleri gösterir. Biz de mezarlığa ibret almak için gideriz. “Sen de bir gün öleceksin. Maliyeye hesap verir gibi, Allah'a hayatımın hesabını vereceksin” İşte kabirler bize bunu söyler. Bir başka âlemden yola çıktık, irademiz dışında bu dünyaya gel- 34 Haziran 2010 dik ve gidiyoruz. Her an ölebiliriz. Öldüğümüzde ahirete gideceğiz. Orada hayatımızın hesabını vereceğiz. Bir yazınızda mezarlıkların mermer yığınına dönüştüğünü söylüyorsunuz? Bu konuda ne söylemek istersiniz? İbret almak için mezarlığa gideriz dediniz. Mezar ziyaretlerinde nelere dikkat etmeliyiz? Evet, mezarlıklar mermerlerle doldu. Bazı mezarların imarında adeta servetler yatıyor. Keşke bu mezarların içi de dışı gibi güzel olsa. O Mezarlıklarda okuduğumuz sûrelerinin manasını eve gelince tefsirden okumalıyız. Göreceğiz ki bu sûreler ölüye bir şey demiyor, dirilerin hayatını düzenliyor. Fatiha Sûresi'nin birinci ayetinin meali şöyle: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd ederim." Ölüler değil, diriler bu işi yapacak... Mehmed Akif diyor ki: "Ya açar Nazm-ı Celil'in, bakarız yaprağına/ Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına/ İnmemiştir hele Kur'an bunu hakkıyla bilin./ Ne mezarlıkta okumak, ne de fal bakmak için." Türbe ziyaretlerinde de bir takım yanlışlar göze çarpıyor… Şu husus çok önemli: Türbeden bir şey istemek, hem batıldır hem haramdır. Sadece Allah'ın gücü her şeye yeter. Bütün iyilikler Allah'tandır. Kâdir-i Mutlak yalnız Allah'tır. ölülerin hayrı için, o paralar faydalı işlere yatırılsaydı; hem sevap olurdu hem de ülke kalkınırdı. Tüketim ekonomisi, o kadar hâkim ki, diri de ölü de para tüketiyor. Mezar taşlarına önem vermek, tamamen Avrupalılara aittir. Demokrasi, Avrupa’ya ait bir rejimdir. Avrupa’ya ait rejimler alınırken onların kültürleri de alındı. Mezarlara taş yapılacağına o taşların parası fakirlere verilseydi daha büyük sevap olurdu. Mezar taşının ölüye faydası yok. Öyle mezarlar var ki ona verilen paraya fakirlere bir ev yaptırılabilir. Kabirler bizi ölüm gerçeği ile yüzleştiriyor. Siz ölümü nasıl açıklıyorsunuz? Varlıklar maddi ve manevi olmak üzere iki kısımdır. Mesela acıkmak, korkmak, hayal etmek, acı duymak manevi varlıklardır; bunlar gözle görülmez, elle tutulmaz fakat yaptıkları işlerle kendilerini belli ederler. Rüya görmeyen insana rüyayı anlatmak mümkün değil... Diş ağrısı çekmeyene bu ağrıyı anlatmak mümkün değil... Bunun için demişler ki “psikolojik olaylar anlatılmaz bilinir.” Ölüm de manevi bir varlıktır. Bu nedenle ölen yokluğa gidemez. Ölen bedendir, ruh ölmez. Ruh, Allah’ın hayat sıfatının tecellisidir. Ölmek yokluk değildir. Ölmek ruhla bedenin birbirinden ayrılmasıdır. Ruh ebediyen yaşar. Matematikteki sonsuz, dinde ebediyettir. Bu konuya dikkat çekmek için bir konferansıma şöyle başlamıştım: “Ben hiç ölmeyeceğim!” Müslüman hiç ölmeyeceğine inanmalıdır. Yani dünyayla ahireti bütünleştirmek mümkündür. Mesela bir şahıs harama girmemeye çalışıyor. Helal dairede yaşıyor. İşte bu şahıs dünyayla ahireti bütünleştirdi. Önemli olan da budur. Şuurlu Müslüman her sözünü her hareketini İslam’a uydurur. Haziran 2010 35 Ölümden korkar mısınız? Ölmekten korkmuyorum! Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem: “Ölümü istemeyin” buyurmasaydı, ölümü isterdim. Şuurlu bir Müslüman inanır ki, mezar denilen kapıdan geçilecek ahiret sarayına çıkılacak. Her sarayın adliyesi vardır. Her sarayın bahçesi, zindanı da vardır. Ahiret sarayı da böyledir. Önemli olan ölüme hazırlıklı olmaktır. “Ahirete ne götürelim?” Ölüme hazırlanmak işte bu sorunun cevabını düşünmektir. Hükümdarlardan biri vasiyet etmiş; “Öldüğümde sağ elim tabuttan dışarıda kalsın.” Vasiyeti yerine getirmişler. Vezir halka demiş ki: Hükümdarınız size son bir mesaj veriyor. Bakın elim boş gidiyorum, diyor” demiş. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri; “Kamil insan için ölüm şekerdir” der. Modern insan ise ölümden ürktüğü gibi onun adını dahi ağzına almak istemiyor. Neden modern insan ölümü düşünmekten veya ondan bahsetmekten hoşlanmaz? En başta modern kelimesi Avrupa’ya aittir; bunu hatırlatayım. Avrupalıların çoğu Müslüman değildir, onlar ölümden korkarlar. Hadisi şerifte buyruluyor ki: “Kulum beni nasıl bilirse ben ona öyle muamele ederim.” Mesela birisi 36 Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarına güveniyor. Bu şahıs için ahiret çok güzeldir. Ölümden de korkmaz. Fakat diğer şahıs Allah’ın bu sıfatlarını bilmiyor yahut inanmıyor. Dolayısıyla korkuyor ölümden… Bildiğiniz gibi tasavvufta rabıta-i mevt denilen bir terim vardır. Yani ölümü düşünmek... Siz bunun faydalı olduğunu düşünüyor musunuz? İhlâs risalesinde Bediüzzaman buyuruyor ki: İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir… Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur'ân-ı Hakîm’in: “Her nefis ölümü tadacaktır.” Âl-i İmran 185) ve “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler;” (Zümer, 30) gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne, nefs-i Haziran 2010 emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi pek çoktur.” Kur’an’da haşre ve ahiret hayatına çok kereler vurgu yapılmasının sebebi nedir? Ahiret hayatına ve haşre inanmayan, İslamiyet’i yaşayamaz. Ahiretin varlığına inanan insan, kolay kolay günah işleyemez. İyilerle kötüler aynı halde kalmayacak. Bunun için ahiret gününe iman çok önemli… Haşir yani yeniden dirilme konusunda neler söylemek istersiniz? Tarla kocaman bir mezarlıktır. Buğday taneleri o mezarlıkta yatan ölülerdir. Bahar gelince o cenazelerin hepsi teker teker dirilir. Allah gayb hazinesinden o buğdayları gönderir. Sonra tekrar ekini biçerler, buğday ölür. Buğdayı değirmende öğüttüler, hamur yaparlar, fırında pişirirler, bıçakla keser, iyice çiğneyip yutarlar. Defalarca ölen bu ekmek, vücudumuzda bir daha dirilir… Et olur, kemik olur. Yaşamamıza sebep olur. Kışın kar yağar, yeryüzü kefenini giyer ve yatar Bahar gelince hepsi birden dirilir… Kocaman bir ağacın bir yaprağı sararmıştı; düşündüm ki diğer yapraklar yeşil olarak dalında dururken bu yaprağın kuruması hazin bir tablo O yaprak, lisan-ı haliyle bana dedi ki: "Ben öldüğüme üzülmüyorum Bu daldan düşeceğim Toprak benim annemdir Ona kavuşacağım, ben de toprak olacağım. Allah beni tekrar tekrar diriltecek." Görüldüğü gibi her şey ölüp ölüp dirilmektedir. Bu sebepten ölen yokluğa gidemez. Bir âlemden diğer bir âleme geçer. Yani hayatı devam eder. Evet, insanın bedeniyle ruhu ayrılınca insan ölür. Fakat ruh geldiği âleme döner. Ben 100 sene evvel neredeydimse öldüğümde oraya döneceğim. Yeniden dirilme konusunu çocuklara nasıl anlatmalıyız? Ben torunuma dedim ki, “Torunum gel seninle cenaze oyunu oynayalım.” “Ben korkarım o oyundan.” dedi. “Çok güzel bir oyundur, hoHaziran 2010 şuna gidecek...” dedim. “O zaman peki.” dedi. Bir beyaz fasulye aldım. “Bak sevgili torunum, bu fasulye beyaz kefenini giymiş yatıyor. Sen bundan korkuyor musun?” dedim.”Hayır.” dedi. “Şimdi bu dirilecek.” O fasulyeyi beraberce saksıdaki toprağa gömdük ve suladık. “İşte torunum cenazeyi yıkadık mezara gömdük. Şimdi bir haf ta bekle. Bu cenaze dirilecek.” dedim. O zaman dedi ki “Toprağa gömüğümüz her şey diriliyor!” Gayem de çocuğun bunu anlamasıydı. “Maşallah!” dedim. Çıkardım ona para verdim. Üç gün sonra fasulye dirildi. Tabutunu da sırtına almış, çıktı meydana… “Bak torunum, ölü dirildi. O sırtındaki de tabutu; tabutuyla geldi. Bekle…” dedim. Günler geçtikçe fasulye sırığa sarıldı. “Bak” dedim, “fasulye ne kadar akıllı… Bizim soktuğumuz sırığa sarıldı düşmesin diye... Hâlbuki bu ölüydü. Dirildi çiçek açtı yeşillendi. Bak nasıl yaşıyor. Ve yemişini verdi. Yani fasulye verdi. Dersimizin son cümlesi şu torunum: Allah bir ölüden diriyi yarattı! İşte böyle… 37 İSRAİL BİR TERÖR DEVLETİDİR Mayıs tarihi İsrail'in kuruluş deklerasyonunun yayınlanmasının altmışbirinci yıldönümüdür. Filistinliler bu olayı Nekbe (Büyük Felaket) olarak adlandırıyor ve yıldönümünü anarak işgal gerçeğini dünyaya tanıtmaya çalışıyorlar. İşgal devleti ise kuruluş yıldönümünü dünya çapında lobi faaliyetlerini artırmak için bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışıyor. Biz de bu konuda hazırlamış olduğumuz bir dosyayı ilginize sunarak işgal gerçeği hakkında insanlarımızın bilgilendirilmesi çabalarına bir katkıda bulunmak istedik. 14 Salih AYDIN Siyonizmin ve İsrail'in tarihi incelediğinde hep kan ve şiddet koktuğu görülür. Şimdi İsrail kuruluşunun altmışbirinci yılını kutluyor. Bugün Siyonistlerin ve onların devleti niteliğindeki İsrail'in hâlâ elinin kanlı olduğu görülmektedir. İsrail gasp, işgal ve şiddet üzere kurulduğundan kan içmenin kendisine hayat verdiğini düşünüyor. Ama bir gün içtiği kanların kendini zehirlediğini ve daha fazla kan içmeye mecalinin kalmadığını da görecek. 38 İsrail, dünya kamuoyuna genel olarak bir "Yahudi devleti" olarak yansıtılmaktadır. Gerçekte "Yahudi ırkının üstünlüğü" anlayışı üzerine kurulmuş bir devlet olmakla birlikte ideolojik kimliği dini kimliğinden önce gelir. Hatta bu özelliğinden dolayı Ortodoks Yahudiler İsrail'i Tevrat'ta vaad edilen Yahudi otoritesi olarak görmezler. İsrail'in ideolojik kimliğini doğal olarak Siyonizm biçimlendirmiştir. Çünkü bu devlet ilk adımı 1897 Basel kongresiyle atılmış olan Siyonist hareketin bir ürünüdür. Bu itibarla İsrail'in tarihini Siyonist örgütlenmenin ortaya çıkmasından itibaren başlatmak daha uygun olur. Dolayısıyla 29 Ağustos 1897 - 14 Mayıs 1948 arasındaki elli küsur yıllık dönem SiyoHaziran 2010 nizmin kendine bir devlet hazırlama sürecini, ondan sonrası bu devletin fiilen ortaya çıkma ve ayakta kalma sürecini oluşturmaktadır. "VAADEDİLMİŞ TOPRAKLAR" İNANCI İSTİSMAR EDİLDİ Siyonist ideolojinin ortaya çıkmasında sürükleyici unsur, Avrupa'daki Yahudilerin gettolara sıkıştırılmış ve toplumdan tecrit edilmiş bir hayat yaşamaları ve Avrupa toplumlarında anti-semitizm denen Yahudi düşmanlığının rahatsız edici derecede yaygınlık kazanmış olmasıydı. Siyonizmin fikir babaları bu durum karşısında bütün dünya Yahudilerinin belli bir toprak parçası üzerinde bir araya getirilerek bağımsız bir Yahudi devleti ve bu devleti ayakta tutacak bir Yahudi toplum oluşturmak istediler. Ancak Yahudilerin seçilecek toprak parçasına göç etmelerinin sağlanabilmesi için teşvik edici birtakım unsurların yakalanması gerekiyordu. İşte bunun için Yahudilerin dini kaynaklarında "vaadedilmiş topraklar" olarak anılan bölgenin merkezi ve Tevrat'ta adları geçen peygamberlerin ve kralların çoğunun hayatlarını geçirdiği Filistin toprakları seçildi. Ancak burada bir inceliğe dikkat çekmekte yarar görüyoruz: Yahudilerin dini kaynaklarında her ne kadar "vaadedilmiş topraklar"dan söz ediliyorsa da bu topraklara dönüşün Mehdi'nin gelişinden sonra gerçekleşeceği vurgulanmaktadır. Siyonizm Yahudilikteki "vaadedilmiş topraklar" inancını istismar edebilmek için "Mehdi" inancını sumen altı etmiştir. Bundan dolayı da Ortodoks Yahudiler İsrail'in kuruluşunu Tevrat'ta vaadedilen "geriye dönüş" olarak görmemişlerdir hiçbir zaman. İSRAİL'İN KURULMASI İÇİN OSMANLI DEVLETİ YIKILDI Siyonistler, Yahudilerin diaspora denilen dünyanın değişik yörelerine dağılmış haldeki yaşantılarına son verip belli bir bölgede bir araya gelmelerini sağlamak için en uygun toprak parçasının Filistin olduğu görüşü üzerinde ittifak ettikleri zaman bu toprakların bir hâkimi vardı. O da, 1492'de İspanya'dan kaçan Yahudilerin bir kurt gibi içinden yiyerek kendiliğinden yıkılmasını sağlamaya çalıştıkları ama her şeye rağmen o zaman hâlâ bir dünya devleti kimliğini koruyan Osmanlı devletiydi. Siyonistler Filistin topraklarına demir atabilmek için önce bu devletten çok cazip karşılıklarla bir miktar toprak satın almak istediler. Ama yüz bulamayınca şunu düşündüler: "Bu toprakların şimdilik önemli bir sahibi var. Biz ne kadar cazip teklifler götürsek de bu sahip'ten bir şey koparamayacağız. Öyleyse onu tarihe gömerek o toprakları sahipsiz hale getirmek zorundayız." İşte bu düşünce doğrultusunda bir yandan, 1492 göçüyle Osmanlı ağacının gövdesine soktukları kurtların ürettiği yeni kurtlardan daha hızlı çalışmalarını ve bu ağacı iyice çürütmek için gereken her şeyi yapmalarını istediler. Bir yandan da Osmanlı'yla rekabet halindeki dünya devletleriyle işbirliği yaparak bu devletlerin saldırılarını ve işgallerini artırmalarını sağladılar. Osmanlıyla rekabet halindeki devletler de bir yandan dışarıdan saldırmak suretiyle bir yandan da Osmanlı'nın hâkim olduğu bölgelerdeki halklar arasına kavmiyetçilik fitnesi sokmak, bazı kişilere liderlik ve devlet başkanlığı vaad ederek Osmanlı'ya karşı ayaklanmalarını sağlamak suretiyle yoğun bir şekilde bu devleti tarihe gömme çabası içine girdiler. Sonuçta Osmanlı devleti zayıflatılarak Filistin topraklarına sahip çıkması zorlaştırılınca bu topraklar İngilizler tarafından işgal edildi ve Yahudi göçüne açıldı. Bu tarihi gerçekleri görmek için Sykes - Picot anlaşmasını, Belfur deklarasyonunu, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni oluşturanların kimlikleri ve faaliyetlerini, Şerif Hüseyin'le İngilizler arasındaki gizli anlaşmaları vs. incelememiz yeterlidir. AVRUPALININ ACISINI FİLİSTİNLİDEN ÇIKARMAK Siyonizm ideolojisinin ortaya çıkmasında en önemli etkenlerin Yahudilerin Avrupa'da gettolara sıkıştırılmaları, diaspora ve anti-semitizm olduğunu yukarıda zikrettik. Ancak şunu belirtelim ki İslam âlemindeki Yahudiler hiçbir zaman getto hayatına Haziran 2010 39 mahkûm edilmedikleri gibi Müslümanlar arasında da bir anti-semitizm hareketi asla görülmemiştir. Zaten bu kelimenin Batı kaynaklı olduğu, karşılığı olan "Yahudi düşmanlığı"nın bir kavram olarak Müslüman toplumların dillerinde görülmediği ve akım olarak da hiçbir zaman ortaya çıkmadığı tarihi bir gerçektir. Ancak Siyonistler Yahudilerin birtakım dini değerlerini istismar etmek amacıyla seçtikleri Filistin topraklarına yerleşebilmek için Avrupalının acısını Filistinliden çıkarmışlardır. Siyonizmin insafsızlığı ve vahşiliği de ilk etapta burada kendini göstermektedir. BATI, SİYONİSTLERE NEDEN YARDIM ETTİ? Anti-semitizm ve Yahudilerin kendilerinin üstün ırk oldukları inancı Batı'daki siyasi sistemlerin başını ağrıtan iki zıt akımdı. Bu iki akım arasındaki aktif ve pasif mücadele kendi toplumlarında siyasi ve sosyal bir istikrar sağlamak isteyen Batı devletlerini ciddi şekilde rahatsız ediyordu. Bu açıdan Yahudilerin Avrupa'dan göç etmelerinin anti-semitizm ve Yahudi ırkçılığının yol açtığı sorunları ortadan kaldıracağı düşünülüyordu. Bundan dolayı onların göç etmelerini sağlamak için bir toprak parçası hazırlama düşüncesi ve Siyonistlerin de bu konuda kendilerine sundukları teklifler Batı devletlerine cazip geldi. Ayrıca o zaman Batı'nın İslam âlemindeki sömürgeci politikalarının önünde en önemli engel olan Osmanlı devletinin ortadan kaldırılması için de Siyonizmle işbirliğinin ya- rarlı olacağı düşünüldü. Çünkü Siyonistlerin yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi 1492 İspanya sürgünü sonrasında Osmanlı devletinin içine soktukları kurtları vardı ve bu kurtlar Osmanlı ağacının içten kemirilmesinde önemli rol oynuyordu. İSRAİL'İN KURULUŞUNU SAĞLAYAN DÖRT ANA ETKEN İsrail'in kuruluşu tabii ki değişik çalışmalar sonucunda gerçekleştirilmiştir. Ancak buna imkan sağlayan dört ana etkeni özellikle zikretmek gerekir: Birincisi: İslam hilafetinin ortadan kaldırılması suretiyle İslam âleminin küçük parçalara bölünmesi İkincisi: Başta İngiltere olmak üzere Batı'nın Siyonizme destek vermesi Üçüncüsü: Siyonist terör Dördüncüsü: Nazi fırtınası Şimdi bu ana etkenler hakkında biraz daha tafsilatlı bilgiler vererek İsrail'in kuruluşunda ne gibi rollerinin olduğunu izah etmeye çalışalım: İSLAM ÂLEMİNİN PARÇALANMASI Tarih boyunca İslam âleminin birliğini genellikle hilafet müessesesi temsil etmiştir. Bu müessese resmi bir otorite sıfatı taşıyordu. Müslümanlardaki ümmet bilinci, bütün Müslümanların kardeş olduğu anlayışı da bu otoritenin etrafında birlik ve dayanışmayı sağlıyordu. Ancak Müslümanların arasına kavmiyetçilik fitnesinin girmesi, bunun sonucunda hilafet devleti- GASP ŞİDDET VE TERÖRLE OLUR Osmanlı devletinin yıkılma- luyla mülk edinmede pek başarılı sıyla her ne kadar Filistin devlet sta- olamadıkları tarihi bir gerçektir. tüsündeki sahibinden mahrum Zaten Filistinli ilim adamları da bırakıldıysa da oralardaki mülklerin bunun önüne geçebilmek için yafert olarak sahipleri vardı. Siyonist- yınladıkları fetvalarla yoğun bir ilmi ler bu mülkleri sahiplerinden alabil- ve dini mücadele veriyordu. Hatta kutsal olduğuna inanılan Fi- mek için iki yola başvuruyordu: de. Kitlesel dayanışma içindeki bir Çok cazip karşılıklarla satın almak ve gasp. Bazılarının sürekli gündemde tutmaya çalıştıkları Filistinlilerin kendi mülklerini Yahudilerin cazip teklifleri karşılığında onlara sattıkları iddiası doğru değildir. Çünkü Yahudilerin "satın alma" yo- 40 Siyonistler "satın alma" metotlarında başarılı olamayınca daha çok gasp yoluyla toprak edinmek istediler. Gasp ise şiddet ve terörü gerektiren bir metottur. Çünkü kimse gönüllü olarak canının yongası ve yüreğinin bir parçası olan malını vermek istemez. listin topraklarında gasp daha da zorlaşmaktadır. İnançlarına bağlı insanlar bu topraklara ihanet etmemek için hayatlarını feda etmekten çekinmezler ve çekinmemişlerdir halk karşısında ferdi terör eylemlerinin de istenen sonucu veremeyeceği düşünüldüğünden örgütlü teröre başvuruldu. Bu yüzden Siyonistler Filistin topraklarını oradaki halkın elinden zorla çekebilmek ve o toprakların asıl sahiplerini göçe Haziran 2010 nin ortadan kaldırılması ve İslam coğrafyasının küçük parçalara ayrılması İslam toprakları üzerinde planlar yapanların işlerini kolaylaştırdı. Bundan dolayıdır ki Filistin halkı İngiliz işgali sonrasında başlayan Yahudi akınına, Siyonist terör örgütlerinin gerçekleştirdiği gasp işlemlerine karşı mücadelelerinde yalnız kaldı, arkalarında kimseyi bulamadılar. BATI'NIN SİYONİZME DESTEĞİ Aslında Siyonist terör örgütleri herhangi bir dış destek almadan Filistin halkının karşısına çıkmış olsalardı, bu halkın bütün yalnızlığına rağmen yine de başarısız kalacak ve kutsal Filistin toprakları üzerindeki planlarını uygulamaya geçirme amaçlarını gerçekleştiremeyecek lerdi. Ama başta o zamanın en güçlü sömürge devleti olan Büyük Britanya (İngiltere) olmak üzere bütün Batı'nın daha önce zikrettiğimiz sebeplerden dolayı Siyonist terör örgütlerine destek vermeleri onların işlerini kolaylaştırmıştır. Çünkü saldırgan Siyonistler ileri gelen sömürgeci güçlerden destek alırken karşılarındaki Filistinliler dünyadan tecrit edilmiş, sahipsiz ve desteksiz bir şekilde vatan savunması yapmak zorunda bırakılmışlardı. SİYONİST TERÖR Daha önce zikrettiğimiz katliamlardan ve terör eylemlerinden de anlaşılacağı üzere Siyonist terör vahşette sınır tanımıyordu. Bundan dolayı savunmasız halkın psikolojik yönden yıpratılmasında ve onların yurtlarını terk ederek başka yerlere iltica etmeye zorlanmasında Siyonist terörün önemli etkisi olu- zorlamak için çeşitli terör örgütleri oluşturdular. Bütün insani değerlerden soyutlanmış ve tam anlamıyla saldırganlık ruhuyla yetiştirilmiş militanların oluşturduğu bu terör örgütleri son derece vahşi katliamlar gerçekleştirmekten çekinmemişlerdir. İşte bu terör örgütlerinin gerçekleştirdiği terör eylemlerinden ve katliamlardan bazıları: HAYFA PAZARI PATLAMASI yordu. Tabii ki bu şekilde göçe zorlanan halkın geriye bıraktığı mülklere de Siyonist terör örgütleri el koyuyor ve buraları dünyanın değişik yörelerinden yani diasporadan getirtilen Yahudi göçmenlere peşkeş çekiyordu. NAZİ FIRTINASI Hitler görünüşte aşırı derecede Yahudi düşmanı biriydi. Ele geçirdiği yerlerdeki Yahudileri toplu katliamlara maruz bırakıyordu. Ancak ilginçtir ki, Nazi tehdidi Yahudilerin Filistin'e göçlerini hızlandırmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Daha sonra Yahudi Ajansı adını alan Dünya Siyonist Örgütü, Yahudileri Filistin'e göçe teşvik etmek için çeşitli yollara başvuruyordu. Bu amaçla özellikle Yahudi dini unsurlarını sonuna kadar değerlendiriyordu. İdeolojisinin adını Yahudilerce kutsal sayılan ve Kudüs'te yer alan Siyon dağının adından türetmesi de bu amaç içindi. Ancak şu bir gerçek ki, Filistin'e Yahudi göçünü hiçbir şey Nazi tehdidi kadar hızlandıramamıştır. Ayrıca özellikle son dönemlerde yapılan araştırmalar ve ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy'nin yazdığı "İsrail Devletini Kuran Efsaneler" adlı eserinde de ortaya konan gerçekler Nazilerin iddia edildiği şekilde büyük çapta Yahudi katliamları gerçekleştirmediklerini, bu konudaki iddiaların çoğunun asılsız olduğunu ortaya koymuştur. Ancak Nazi hareketinin başlamasıyla birlikte koparılan fırtına Hitler'in yönetimine geçen veya onun başlattığı Nazi hareketinin tehdidi altındaki Almanya, Polonya, Romanya vs. gibi ülke- Müslümanların devam ettiği bir sebze pazarında Siyonist teröristler tarafından konulan bir saatli bombanın patlaması sonucu 23 Müslüman hayatını kaybetti, 79'u da yaralandı. Bu patlama üzerine bütün Filistin şehirlerinde bir hafta süren genel greve gidildi ve çeşitli protesto gösterileri düzenlendi. KRAL DAVUD OTELİ'NİN HAVAYA UÇURULMASI leştirilmiştir. Bu olayda 96 kişi öldü, 45 kişi de yaralandı. Ölenlerin 17'si de Yahudiydi. Irgun militanları bu oteli örgütlerine ait bazı eylem planlarının oraya götürülmesi sebebiyle vesikaları yok etmek amacıyla havaya uçurmuşlardı. DEİR YASİN KATLİAMI 9 Nisan 1948 tarihinde yine Irgun terör örgütüne bağlı militanlar Bu eylem Irgun terör örgütü- sabaha doğru Kudüs yakınlarındaki 6 Temmuz 1937'de Hayfa'da nün militanları tarafından gerçek- Deir Yasin köyüne baskın düzenle- Haziran 2010 41 lerdeki Yahudilerin çekirge sürüleri gibi Filistin'e akın etmelerini sağlamıştır. Bu yüzdendir ki, 1933'e kadar göç edenlerle birlikte Filistin topraklarındaki Yahudi sayısı yaklaşık olarak 185 bini bulmuşken, sadece 1933 - 36 arasındaki üç yıllık süre içerisinde toplam 165 bin Yahudi bu topraklara göç etmiştir. 1933 öncesinde Filistin topraklarına yerleşen Yahudilerin yaklaşık 60 binini Osmanlı döneminde yani 1918'e kadar yerleşmiş olanlar oluşturuyordu. Buna göre İngilizlerin her türlü kolaylığı göstermelerine ve Dünya Siyonist Örgütü'nün bütün teşviklerine rağmen 1918-33 arasındaki 15 yıl içinde toplam 125 bin Yahudinin Filistin'e göç etmesine rağmen 1933 36 arasındaki üç yılda 165 bin Yahudi göç etmiştir. Böylece üç yıllık süre içinde Filistin topraklarındaki Yahudi sayısı neredeyse ikiye katlanmıştır. Nazi fırtınasının zorlamasıyla göç edenlerle, 1945'e kadar da Filistin topraklarındaki Yahudi nüfus 800 bine ulaştı ve İsrail devleti işte bu nüfusla kuruldu. Bu itibarla İsrail'in asıl kurucusu Hitler'dir dense yanlış olmaz. Çünkü bu nüfus potansiyeli oluşmasaydı İsrail'in kurulması belki yüzyıllar alabilirdi. İşin bir ilginç yönü daha var: Nazi fırtınasının kopmasıyla birlikte Yahudiler üzerinde yoğun bir tehdit oluşmasına rağmen Nazi gençler, Almanya'nın büyük şehirlerinin sokaklarında dolaşarak Yahudilere: "Nach Palestina (Filistin'e kaçın)!" diye bağırıyorlardı. Yani onlara ölümden kurtulmalarının yolunun Filistin'e kaçmaları olduğunu bildiriyorlardı. diler. Bu baskında yaralı olarak kurtulabilen birkaç kişi dışında bütün köy halkı öldürüldü. Öldürülenlerin çoğu kadın ve çocuktu. Yahudi teröristler hamile bir kadının karnını yararak karnındaki bebeğini hançerlemişlerdi. Teröre şahit olanların anlattıklarına göre Yahudi teröristler bu baskında kadınların kulaklarını kesiyor, kulaklarındaki küpeleri alıyor sonra öldürüyorlardı. Böylece Dünya Siyonist Örgütü'nün dil dökerek Filistin'e çekemediği Yahudileri Naziler tehdit yoluyla göçe zorlayabiliyorlardı. Bu olay da Nazilerin asıl amaçlarının Yahudileri yok etmek değil Filistin'e göçe zorlamak olduğunu gösteriyordu. Bu gelişmeler Nazi hareketinin arkasında uluslararası Siyonizmin bir parmağının olabileceği kanaatlerini teyit etmektedir. Siyonistlerin Nazi hareketinin gerçek kimliğiyle ilgili tarihi ve belgesel araştırmalardan son derece rahatsız olmaları da bu yüzdendir. Nazi hareketi aynı zamanda, uluslararası Siyonizme, Yahudi halkını mağdur ve mazlum göstermek, dolayısıyla Filistin'e akın etmelerinin dünya kamuoyu nezdinde makul karşılanmasını sağlamak için iyi bir fırsat vermiştir. Dünya Siyonist Örgütü bu fırsatı çok iyi bir şekilde değerlendirerek 1933'te Prag'da gerçekleştirdiği toplantıda en kısa sürede "Yahudi ulusal yurdu"nun kurulması için bütün gayretlerin ortaya konmasına karar vermiştir. İSRAİL: TERÖRİSTLERİN KURDUĞU VE YÖNETTİĞİ BİR TERÖR MEKANİZMASI İsrail'in bir tür terör mekanizması olarak algılanması gerekir. Çünkü teröristler tarafından kurulmuştur, kuruluşundan itibaren sürekli teröristler tarafından yönetilmiştir, hâlen de teröristler tarafından yönetilmektedir. Gerek işgal altında tuttuğu topraklar üzerinde gerekse dünyanın değişik ülkelerinde sürekli terör eylemleri gerçekleştirmektedir. olay hakkında şu açıklamayı yap- imkânlarından mahrum 6 kişi öldümıştır: "Bu önemli bir stratejik ey- rüldü. lemdi. Bu eylemi gerçekleştirme şerefi sadece Irgun örgütüne ait de- 1 Ocak 1947'de bir Filistin kö- ğildir. Bu eylem Şatiron'un ve Bala- yüne düzenlenen saldırıda 111 kişi mah örgütündeki topçu birliğin öldürüldü. katkılarıyla gerçekleştirilmiştir." 31 Aralık 1947'de yukarıda Ayrıca: adı geçen Beledu'ş-Şeyh köyüne gerçekleştirilen ikinci saldırıda köy 12 Haziran 1939'da bugün halkından 600 kişi öldürüldü. Deir Yasin katliamının gerçek- Tel Hannan olarak adlandırılan Be5 Ocak 1948'de Haganah leştirildiği sırada Irgun terör örgütü- ledu'ş-Şeyh köyüne bir saldırı dübütün savunma terör örgütü Batı Kudüs'te Müslünün lideri olan Menahem Begin zenlenerek 42 Haziran 2010 BM Filistin topraklarının bölünmesine dair karar aldığında Filistin topraklarına yerleştirilmiş olan Yahudilerin eğitim görmüş silahlı yetmiş beş bin militanı bulunuyordu. Bu silahlı militanların mevcut Yahudi terör örgütlerine göre dağılımı şöyleydi: Haganah: 60 bin, Balamah: 5 bin, Irgun: 5 bin, Şatiron: Bin. Diğer dört bin terörist de bunların dışındaki küçük terör örgütlerine mensuptu. İşte İsrail bu terörist militanlar tarafından kurulmuş ve yöneticileri de onların arasından çıkmıştır. Adı geçen terör örgütleri Siyonist İsrail'in kurulmasından önce birbirinden ayrı gruplar halinde hareket etmelerine ve zaman zaman birbirlerine karşı tavır alıyormuş gibi görünmelerine rağmen İsrail'in kuruluşu aşamasında tam bir işbirliği içine girdiler. Kuruluşun gerçekleşmesinden sonra da tamamen birleştiler. Bu durum onların başlangıçtaki ayrılığının bir taktik olduğunu, bazı çevreleri yanıltmak, birinin işlediği eylemden diğerinin sorumlu tutulmasına fırsat vermemek ve benzeri sebepler dolayısıyla böyle hareket ettiklerini ortaya çıkardı. İsrail'in kuruluşundan sonra bu devletin en üst kademelerinde görev alan yöneticilerin çoğu söz konusu terör örgütlerinde yetişmişti. Bunlardan bazılarının terör örgütlerinde ne gibi görevler üstlendiklerinden özetle söz edelim: İsrail'in ilk başbakanı Ben Gurion 1945 yılında Yahudi terör örgütleri arasında ortak koordinasyon kurulmasını sağlayan kişidir. Bu ortak koordinasyo- nun kurulmasından sonra Ben Gurion 1 Ekim 1945'te bütün Yahudi terör örgütlerine hareket emri verdi ve bu emir doğrultusunda çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Daha sonra Ben Gurion hakkında İngiliz manda yönetimi tarafından tutuklama kararı çıkarıldı ama o Filistin'den kaçmış olduğundan tutuklanamadı. Camp David anlaşmasının imzalandığı sırada İsrail başbakanı olan ve İsrail tarafından bu anlaşmaya imza koyan Menahem Begin 1943'ten itibaren Irgun terör örgütünün liderliğini yapmıştır. Deir Yasin katliamı ve Kral Davud Oteli'nin havaya uçurulması eylemleri onun militanları tarafından gerçekleştirildi. Irgun terör örgütü bunların dışında da pek çok terör eylemi gerçekleştirmiştir. Aynı Menahem Begin 1978 yılında Mısır devlet başkanı Enver Sâdât'la birlikte Nobel barış ödülüne lâyık görüldü. İsrail'in Menahem Begin'den önceki başbakanı Bayan Golda Meir 16 yaşından itibaren Siyonist terör örgütleri içinde faaliyet göstermiş biridir. Ben Gurion'un terör örgütlerinde faaliyette bulundu. Filistin'de İsrail'in kuruluşundan önce oluşturulan Yahudi Konseyi'nin ileri gelenlerindendi. Beyrut kasabı lakabıyla ünlü olan İsrail'in eski başbakanı uzun süreden beri komada olan Ariel Şaron, Kibya katliamı ile Sabra ve Şatilla katliamının sorumlusudur. Ariel Şaron da terör örgütlerinden yetişmiş biridir. manlara ait Semiramis Oteli'ni kun- düzenleyerek köydeki evlerin çodaklayıp 26 kişinin yanarak ölme- ğunu yıktı ve 30 kişiyi öldürdüler. sine sebep oldu. 31 Mart 1948'de yine Haga14 Şubat 1948'de Haganah'a nah terör örgütünün militanları bağlı Gizli Palmach Ordusu'na men- Hayfa - Yafa trenini havaya uçurasup teröristler tarafından el-Celil'e rak 40 Filistinlinin ölümüne sebep bağlı Sa'sa' köyüne düzenlenen sal- oldular. dırıda 20 ev sahiplerinin başlarına yıkılmış ve yirmi kişi hayatını kay11 Nisan 1948'de Haganah betmiştir. terör örgütüne mensup teröristler elKastel yakınındaki Kaloniye köyüne 13 Mart 1948'de Haganah baskın düzenleyerek birçok kişiyi ölterör örgütüne mensup teröristler dürdü, birçoklarını da yaraladılar. Kefer Huseyniye köyüne bir saldırı 28 Ekim 1948'de Devayime Haziran 2010 katliamı gerçekleştirildi. Bu olayda Siyonist teröristler 3000 kişiden oluşan köy ahalisini köyün camisine doldurarak kurşun yağmuruna tuttular ve çoğunu öldürdüler. Bunlar Siyonist terör örgütlerinin İsrail'in kuruluşu için zemin ve şartları hazırlama sürecinde gerçekleştirdikleri terör eylemlerinin ve katliamların başlıcaları. Ancak bunların dışında da pek çok terör eylemi gerçekleştirilmiştir. 43 Siyonist devlete bağlı olarak 28 yıl Kudüs belediye başkanlığı yapan Teddy Kollek, İsrail'in kuruluşundan önce pek çok kanlı terör eyleminin sorumlusu olan Haganah örgütünün ileri gelen elemanlarındandı. Kollek aynı zamanda bir silah kaçakçısıydı. Oslo ve Kahire anlaşmalarından sonra Nobel barış ödülüne lâyık görülen ve bir dindaşı tarafından öldürülmesinden sonra da bütün dünya liderlerinin arkasından ağıt yaktığı eski İsrail başbakanı İzak Rabin, 18 yaşında, Yahudilerin önemli terör örgütlerinden olan Irgun'un askeri kanadı durumundaki Gizli Palmach Ordusu'na katıldı. Aradan çok zaman geçmeden bu örgütün bazı birimlerinin komutanlığını yapmaya başladı. 1948 Savaşı'nda Kudüs çevresindeki önemli çatışmaların komutanlığını yaptı. Bunlar birkaç örnek. Hepsi bu kadar değil elbette. İsrail üst kademe yöneticilerinin büyük çoğunluğunun hatta tamamının terör örgütlerinden yetişme olduklarını söylersek yanlış olmaz. ŞİDDET VE TERÖRLE AYAKTA DURAN BİR DEVLET İsrail şiddet ve terörle kurulduğu gibi aynı zamanda sürekli şiddet ve terörle ayakta durmuştur. Bunun sebebi İsrail'in iğreti bir devlet olmasıdır. Hak- sızlık ve gasp üzere kurulduğundan, gasp ettiği hakların her an elinden alınabileceği korkusuyla yaşamaktadır. Tıpkı bir araba hırsızının altındaki arabanın sahibinin bir gün kendisine ulaşıp onu elinden alacağını düşündüğünden sürekli korku ve endişe içinde seyahat etmesi gibi. Bundan dolayı hırçın ve saldırgan bir politika izlemektedir. Zaten hırçınlık ve saldırganlık Siyonizm ideolojisinin özünde de vardır. İsrail devletinin resmen kuruluşu ilan edildiğinde Filistin topraklarındaki Yahudi sayısı 800 bine çıkmıştı. Bu ilanın ve onu takip eden 1948 savaşının hemen ardından bir milyon Filistinli mülteci durumuna düştü. Bugün Filistin topraklarında yaşayan Yahudi sayısı 4 milyonu buluyor. Bir ara bu sayı 5 milyona kadar ulaştı, ancak tersine göç sebebiyle azaldı. Dünyanın değişik ülkelerine dağılmış durumdaki Filistinli mülteci sayısının da 6 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Dikkat edilirse göçe teşvik edilmek suretiyle veya Nazilerin yaptığı gibi zorlama usulüyle Filistin topraklarına yerleştirilen Yahudi sayısından fazla sayıda Filistinli mülteci var. Bunun sebebi Filistin topraklarında oluşturulan "İsrailli nüfus"un birilerinin oradan zorla çıkarılması suretiyle oluşturulmuş olmasıdır. Bu "İsrailli nüfus" dini bir gerekçesi bile olmayan ideolo- MOSSAD'IN TERÖR EYLEMLERİ Yukarıda İsrail'in devlet sıfatıyla girdiği savaşlardan, katliamlardan ve bizzat askerlerce işlenen kasıtlı cinayetlerin bazılarından özetle söz ettik. İsrail'in sicilinde ayrıca çok sayıda münferit terör eylemi bulunmaktadır. İsrail kurulmadan önce Siyonistler terör eylemlerini daha önce adlarını andığımız birtakım terör örgütleri vasıtasıyla gerçekleştiriyorlardı. Ancak İsrail'in kurulmasından sonra bu tür terör eylemlerinin sürdürülmesi amacıyla özel bir devlet kurumu oluşturuldu: MOSSAD MOSSAD görünüşte İsrail'in dış istihbarat örgütüdür. Gerçekte ise bir cinayet şebekesi ve terör örgütüdür. Şimdi MOSSAD'ın gerçekleştirdiği terör 44 eylemlerinin ve cinayetlerin başlıca- Şerar'ın Beyrut'ta bir suikast sonucu larını sayalım: şehit edilmesi. - 10 Ocak 1971: Filistinli mü- 14 Şubat 1988: FKÖ'nün ileri cahit Ziyad el-Huseyni'nin Gazze'de gelenlerinden Hamdi et-Temimi, şehit edilmesi Mervan el-Kiyali ve Muhammed elCis'in Kıbrıs'ın Limasol kentinde - 9 Ekim 1972: FKÖ'nün Roma arabalarına bomba konması suretemsilcisi Vail Zuaytir'in bir suikastla tiyle öldürülmeleri öldürülmesi - 16 Nisan 1988: FKÖ liderle- 22 Ocak 1979: 1936 direnişi- rinden Halil el-Vezir'in (Ebu Cinin liderlerinden Hasan Selame'nin had'ın) öldürülmesi. Bu cinayette oğlu Ali Hasan Selame'nin Beyrut'ta İsrail Deniz kuvvetlerinden de yaarabasına bomba konması suretiyle rarlanılmıştır. öldürülmesi. - 15 Ocak 1991: Tunus'ta - 29 Eylül 1980: Filistinli lider FKÖ'nün ileri gelenlerinden Ebu Sa'd Sayil'in Lübnan'ın el-Beka'a İyad, Ebu'l-Hevl ve Fahri el-Umevadisinde öldürülmesi ri'nin öldürülmesi - 9 Ekim 1981: Mücahit Ebu - 12 Mayıs 1993: Hasan MuHaziran 2010 jik hedeflerle oluşturulmuş, karşılığında binlerce yıldır sabit ve istikrarlı hayata sahip olan bir toplum sefalete mahkûm edilmiştir. Bu durum doğal olarak işgalcilerde kesintisiz bir endişeye ve telaşa, bu endişe ve telaş da hırçınlık ve saldırganlığa sebep olmuştur. bir saldırıya yöneltmelerinin sebebi daha önce istedikleri gibi kullandıkları Süveyş kanalının Mısır tarafından millileştirilmesiydi. İngiltere ve Fransa'yla ortak hareket eden İsrail bu saldırıda Gazze bölgesiyle Sina yarımadasını işgal etti. Ancak işgal ettiği bu topraklardan 7 Mart 1957'de birtakım diplomatik sebeplerden dolayı çekildi. ALTMIŞ YILDA YEDİ BÜYÜK SAVAŞ Son yüzyılda dünya devletleri içinde belki de en çok savaşa girmiş olanı İsrail'dir. Bundan dolayıdır ki altmış yıllık süreye yedi büyük savaşı sığdırabilmiştir. İsrail'in kuruluşunun ilanından birkaç saat sonra 14 - 15 Mayıs 1948 gecesi birinci Arap - İsrail savaşı başladı. Savaşın üçüncü gününde, 18 Mayıs 1948'de Akka, İsrail kuvvetlerinin eline geçti. Savaşın üçüncü haftasında dış güçlerin sağladıkları askeri destek sayesinde İsrail hava üstünlüğü sağlayarak önemli başarılar gerçekleştirdi. Kaynaklarda İsrail'e hava desteğinin Sovyetler tarafından sağlandığı ifade edilmektedir. İsrail dış güçlerin temin ettiği uçaklarla Suriye ve Ürdün'deki sivil hedefleri de bombaladı. İsrail, 1956 Ekim'inde İngiltere ve Fransa'yla anlaşarak Mısır'a saldırdı. Bu iki ülkenin İsrail'i böyle Arap - İsrail savaşlarının en geniş çaplısı Altı Gün Savaşı diye de anılan 1967 Haziran savaşıdır. Bu savaş İsrail'in 5 Haziran 1967 sabahı Mısır'a saldırmasıyla başladı. İsrail uçakları önce Akdeniz üzerinden Mısır'ın batı tarafındaki askeri havaalanlarını bombalayarak üç saate yakın bir süre içinde 300 kadar Mısır askeri uçağını yerde imha ettiler. İsrail uçaklarının bu saldırı esnasında Akdeniz'deki Amerikan filosundan ikmal yaptıkları ileri sürülmüştür. Mısır'ın bütün askeri uçaklarını üç saatlik bir süre içinde daha yerdeyken imha eden İsrail hemen ardından Gazze bölgesine ve Sina yarımadasına doğru karadan ve havadan saldırıya geçti. Mısır askerleri bu saldırı karşısında ciddi bir direniş göstermeden Gazze'yi ve Sina'yı İsrail'e teslim ettiler. Bu olayda zamanın Mısır devlet başkanı Cemal Abdünnasır'ın bir ihanetinin de söz konusu olduğu ileri sürülmektedir. hammed Hamude'nin şehit edil- MOSSAD ajanları sokaktaki bir çomesi cuğu kandırarak eline bir bomba paketi vermiş ve o paketi; HAMAS - 27 Haziran 1993: İzzettin Kas- mücahitlerinin kaldığı tespit edilen sam birliklerine mensup Cemil İbra- bir evi tarif ederek o eve götürmehim Ahmed el-Vadi adlı gencin şehit sini istemişlerdir. Çocuğun paketi edilmesi binanın içine götürmesinden sonra patlayan bomba binada büyük tah- 22 Haziran 1994: HAMAS'ın ribata ve paketi götüren çocukla beş Gazze'deki mensuplarından Nasır HAMAS mücahidinin ölümüne yol Saluha'nın evinden kaçırılarak şehit açtı. edilmesi. - 22 Haziran 1995: İslâmi Ci- 2 Kasım 1994: İslâmi Cihad had'ın ileri gelenlerinden Mahmud Örgütü'nün Gazze'deki liderlerinden Arafat Havaca'nın bir suikast soHâni el-Abid'in şehit edilmesi. nucu şehit edilmesi. - 26 Kasım 1994: İzzettin Kassam birliklerinin komutanlarından Imad Akal'ın şehit edilmesi. - 2 Nisan 1995: Şeyh Rıdvan Mahallesi katliamı. Bu olayda Haziran 2010 bomba yerleştirilmiş cep telefonunun uzaktan kumandalı olarak patlatılması suretiyle şehit edilmesi - 4 Şubat 1996: İslami Cihad mensubu Eymen Rezâyine ve Ömer el-A'rec adlı gençlerin Gazze'de şehit edilmesi - 16 Şubat 1996: Limasol'dan yola çıkan ve Filistinlilerin bindiği "dönüş gemisi"nde bomba patlatılması - 25 Eylül 1997: Amman'da HAMAS Siyasi Birimi başkanı Halid - 26 Ekim 1995: Filistin İslâmi Meşal'e karşı suikast girişimi Cihad Hareketi'nin lideri Dr. Fethi - 29 Mart 1998: Ramallah'ta Şikâki'nin Malta'da şehit edilmesi. HAMAS'ın İzzettin Kassam Birlikle- 5 Ocak 1996: Yahya Ayyaş'ın ri'nin ileri gelenlerinden Muhyiddin bir ajan vasıtasıyla sokulan ve içine eş-Şerif'in şehit edilmesi. 45 İsrail Mısır'ı etkisiz duruma getirdikten ve Süveyş kanalına kadar olan bütün toprakları ele geçirdikten sonra Ürdün ve Suriye tarafına yöneldi. Bu ülkeler tarafından da ciddi bir direnişle karşılaşmayan İsrail kuvvetleri Ürdün'den Doğu Kudüs ve Batı Yaka'yı Suriye'den de Golan tepelerini işgal ettiler. O zaman Suriye hava kuvvetleri komutanı ve genelkurmay başkanı olan Hafız Esed'in devlet başkanı olma emelini gerçekleştirmek için ABD ile anlaşarak Golan tepelerini bile bile teslim ettiği ileri sürülmüştür. Golan tepelerinin coğrafi konumu ve stratejik durumu göz önüne getirildiğinde bu iddiaya hak vermemek mümkün değildir. 1968 yılında Ürdün Nehri vadisinde ve Doğu Yaka denilen bölgede bulunan ve halkının çoğunluğunu Filistinlilerin oluşturduğu el-Kerame kasabasına İsrail ordusu tarafından büyük bir saldırı düzenlendi. O zaman el-Kerâme'nin yönetimi Ürdün'ün elinde olmasına rağmen Ürdün ordusu bu kasabayı savunmak için hiçbir direniş göstermedi. Ancak Filistinliler kahramanca savunmada bulunarak İsrail askerlerini geri çekilmeye zorladılar. Tarihe Kerame Savaşı diye geçen bu çarpışmada İsrail kuvvetleri önemli kayıplar verdi. Bu savaşta Ürdün ordusunun ve hükümetinin hiçbir etkinliğinin olmamasına rağmen Ürdün yönetimi kazanılan zaferi dünyaya kendi zaferi gibi göstermekten geri kalmadı. İşgal devletinin bir diğer büyük savaşı 1973 Ekim Savaşı'dır. İşgal devleti bu savaşta başarılı olamamıştır. İsrail 1982 yılında Lübnan'a yerleşmiş bulunan Filistin direniş güçlerini oradan çıkarmak için kara, hava ve deniz kuvvetleriyle bir saldırı düzenledi. Lübnan'a yönelik saldırılar 21 Nisan'da Damur çevresine yapılan büyük bombardımanla başladı. 3 Haziran'da İsrail'in Londra büyükelçisinin bir saldırı sonucu yaralanması İsrail'in Lübnan'ı işgal planını devreye sokması için fırsat oldu. Aslında söz konusu saldırı olayını izleyen gelişmeler bu olayın bir provokasyon olduğu intibaı uyandırmaktadır. Nitekim İsrail bazı planlarını gerçekleştirebilmek için bu tür provokasyonlara başvurmaktan ve kendi adamlarını siyasi emelleri uğruna feda etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir. Londra büyükelçisine yönelik saldırıdan Filistinlileri sorumlu tutan İsrail, 3 Haziran'da Batı Beyrut'un dış mahallelerinde bulunan ve Filistinliler tarafından kullanılan bir stadyuma ve Güney Lübnan'daki Filistin mevzile- 46 rine şiddetli hava saldırısı düzenledi. Bu saldırıda 80 kişi öldü, 100'den fazla insan da yaralandı. İsrail kuvvetleri, bu olaydan üç gün sonra da Lübnan sınırlarını geçerek bu ülkeyi işgal hareketini başlattılar. 80 bin askerden oluşan İsrail kuvvetleri Haziran sonuna kadar Beyrut havaalanına ulaştılar. Filistinliler sayıları az olmasına rağmen Siyonist güçlere karşı güçlü bir savunmada bulundular. Ancak arkalarında devlet desteği olmayan ve sayıları 7 - 8 bin kadar olan Filistinli gerillalar geriye doğru çekilmek zorunda kaldılar ve Batı Beyrut'ta kuşatma altına alındılar. İsrail kuvvetleri Lübnan'daki Hıristiyan Falanjist güçlerden destek ve yardım alıyorlardı. Bunun yanı sıra yine bir Hıristiyan olan Lübnan cumhurbaşkanı İlyas Sarkis de İsrail kuvvetlerine yardımcı oluyordu. Bu işgal sonrasında bütün dünyanın yalnız bıraktığı Filistinli gerillalar Lübnan'ı terk etmek zorunda kaldılar. İsrail, Lübnan'daki kuvvetlerini ancak 1985 Şubat'ından itibaren kademeli olarak geriye çekmeye başlamıştır. Hizbullah mücahitlerinin direnişi karşısında 2000 yılında Güney Lübnan'ı tamamen terk etmek zorunda kaldı. Yedinci büyük savaş da 2006 yazında Hizbullah mücahitlerine karşı gerçekleştirildi. İşgal devleti 33 gün süren bu savaşta sürekli sivil hedefleri vurarak can kaybının ve maddi zayiatın yüksek olmasına sebep olmaya çalıştı. Ancak savaş sonunda ağır bir yenilgi alarak girdiği bölgelerden çekilmek zorunda kaldı. İSRAİL'İN KATLİAMLARI Siyonist terör örgütlerinin İsrail devletini kurma süreci içinde gerçekleştirdikleri bazı katliamlardan ve cinayetlerden daha önce söz etmiştik. Bu katliamlar ve cinayetler İsrail'in kurulmasından sonra da kesilmeden devam etti. Şimdi bunların bazılarını zikredelim: - 14 Ekim 1953 gecesi: Ariel Sharon komutasındaki "Birlik 101" adını taşıyan 500 kişilik Yahudi komando birliğinin Batı Yaka'daki Kibya adlı Filistin köyüne baskın düzenleyerek 67 kişiyi öldürmesi, 75 kişiyi de yaralaması. - 28 Şubat 1955: İşgal kuvvetlerinin Gazze'ye baskın düzenleyerek 38 kişiyi öldürmeleri Haziran 2010 - 31 Ağustos 1955: İsrail'in Gazze'nin Han Yunus bölgesine saldırması. 40 Mısır askerinin öldürülmesi, 40'ının da yaralanması. - 28 Ekim 1956 akşamı: Siyonist askerlerin Sina'daki Kefer Kâsım köyünde büyük bir katliam gerçekleştirmeleri. - 8 Nisan 1970: İsrail uçaklarının Mısır'daki Bahru'l-Bakar Okulu'na saldırı düzenlemeleri. Bu saldırıda otuz çocuk hayatını kaybetmiştir. - 25 Nisan 1970: Kutlu Doğum bayramında Kudüs'teki Kıpti kilisesine ve kilisede görevli rahiplere saldırıda bulunulması. - 21 Şubat 1973: İsrail füzelerinin Libya Havayolları'na ait bir uçağı düşürerek Libya Dışişleri Bakanının ölümüne sebep olmaları. - 10 Nisan 1973: İsrail işgal güçlerinin Beyrut'a saldırı düzenlemeleri ve Filistinli liderlerden Ebu Yusuf en-Neccar, Kemal Advan ve Kemal Nasır'ı öldürmeleri. - 16 Eylül 1982 gecesi: Sabra ve Şatilla katliamı. Ariel Şaron'un gözetiminde gerçekleştirilen bu katliamda çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 991 Filistinli mülteci öldürüldü. - 1 Ekim 1985: İsrail uçaklarının Tunus'taki FKÖ karargahını bombalamaları. Bu olayda 70 kişi öldürülmüş, yüzlerce insan da yaralanmıştır. - 7 Aralık 1987: Filistinli işçileri taşıyan arabaya bir Yahudinin kamyonetiyle çarparak dört Filistinlinin ölümüne dokuz Filistinlinin de yaralanmasına sebep olması. Bu saldırı intifadanın fitilini çeken olay olmuştur. - 16 Aralık 1988: Siyonist işgal güçlerinin Nablus'un Re'su'l-Ayn kentinde Filistinli gençlere karşı katliam gerçekleştirmeleri - 24 Eylül 1990: Siyonistlerin el-Beric mülteci kampına baskın düzenleyerek 33 ev ve dükkanı yıkmaları Haziran 2010 - 8 Ekim 1990: Kudüs katliamı. 30 Müslümanın şehit edildiği, 800 Müslümanın yaralandığı bu saldırı, Siyonist İsrail yönetiminin bazı fanatik Yahudi gruplarını kışkırtması sonucu gerçekleştirildi. - 13 Mayıs 1993: İşgalciler tarafından şehit edilen Hasan Muhammed Hamude'nin cenaze merasimine katılan üç binden fazla Filistinlinin üzerine Siyonist askerlerin ateş açmaları sonucu beş kişinin şehit olması, altmış kişinin de yaralanması. - 3 Ocak 1994: İsrail askerlerinin Beyti Hanun bölgesinde Filistin polisinin üzerine ateş açmaları sonucu dört polisin öldürülmesi, üçünün de yaralanması - 25 Şubat 1994 (15 Ramazan 1414): el-Halil'de Hz. İbrahim Camisi katliamı. Müslümanların sabah namazını kıldıkları sırada gerçekleştirilen bu katliamda İsrail askerleri tarafından korunan Barush Goldstien adlı bir Yahudi terörist tetikçi görevi üstlenmişti. Katliamda toplam 67 kişi hayatını kaybetmiş, pek çok kişi de yaralanmıştır. - 18 Nisan 1996: Lübnan'da Kana katliamı. Bu katliamda çoğu çocuk ve kadınlardan oluşan 108 kişi hayatını kaybetmiştir. - Nisan 2002: Cenin katliamı. Günlerce süren bu saldırıda en az bin kişinin şehit edildiği tahmin edilmektedir. BM'nin olayla ilgili bir soruşturma ekibi oluşturmasına rağmen gerçek bilgiler tam olarak gün yüzüne çıkarılmamıştır. Bunlar İsrail'in devlet sıfatıyla gerçekleştirdiği katliam ve cinayetlerin bir kısmı. Tümünü sıralayabilmek için listeyi bir hayli uzatmak gerekiyor. Ancak bu katliamlar ve cinayetler "Siyonizm"in bir devlet kimliği kazanmasından sonra da anlayış ve çizgisini değiştirmediğini belgelemeye yetiyor. SONUÇ Siyonizmin ve İsrail'in tarihi incelediğinde hep kan ve şiddet koktuğu görülür. Şimdi İsrail kuruluşunun altmışbirinci yılını kutluyor. Bugün Siyonistlerin ve onların devleti niteliğindeki İsrail'in hâlâ elinin kanlı olduğu görülmektedir. İsrail gasp, işgal ve şiddet üzere kurulduğundan kan içmenin kendisine hayat verdiğini düşünüyor. Ama bir gün içtiği kanların kendini zehirlediğini ve daha fazla kan içmeye mecalinin kalmadığını da görecek. 47 EĞİTİMDE DE REHBERİMİZ... erbiye, bir şeyi zaman içinde kemâle erdirmektir. "Biriken beşer kültürünü yeni nesillere aktarma ve insanın doğuştan gelen kabiliyetlerini müsbet yönde açıp, geliştirme," diye de tarif edilir. T Ömer SEVİNÇGÜL Daha müslümanca bir tarif yaparsak, terbiye, "kulu, dinî ve dünyevî görevlerini en iyi şekilde yerine getirebileceği bir hâle ulaştırma faaliyeti"dir. Efendimizin terbiye anlayışında, "eğitim" ile "öğretim" iki ayrı unsur değil, birbirine sımsıkı kenetlenmiş bir bütündür. O, eğitirken öğretir, öğretirken de eğitir. "Ben insanlara muallim olarak gönderildim." Bir hadîsinde, "Ben insanlara muallim olarak gönderildim," buyuruyor. O, Allahın tayin ettiği bir öğretmen. "Yapan bilir, bilen konuşur," kaidesince, insanların nasıl terbiye edileceğini en iyi bilen Allah, kitabında, "Peygamberin verdiği her şeyi alınız ve yasakladığı her şeyden de kaçınız!" diye emrediyor. İnanan için itaatten başka yol mu var? GAYE Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâmın eğitiminde gaye, şahsiyeti İslâma 48 Haziran 2010 göre tesis ve inşadır. Sağlıklı toplumlar da ancak böyle fertlerle kurulur. Onun, eğitimde temel hedefi müslüman yetiştirmektir. Esas olan, Allahın rızası ve ahirettir. Dünya huzuru ve rahatı ikinci plânda gelir, İslâmı yaşamayı kolaylaştıran bir vesiledir. SAMİMİYET İlâhî Fermanda, "Allah, ancak Kendisi için yapılmış ibadeti kabul eder," buyuruluyor. Bu emrin en güzel uygulaması Efendimizdedir. O, her işinde olduğu gibi, eğitiminde de ihlas ve samimiyet timsalidir. Şan, şöhret, makam, mal gibi fani seraplar peşinde koşmamış, yalnız Allahın rızasını esas almıştır. Her sözünün tereddütsüz kabul ve tatbik edilmesinde bu samimiyetin de büyük payı vardır. Kureyş müşrikleri, davasından vazgeçmesi mukabilinde, Mekkenin reisliği ile beraber, tükenmez dünya malı teklif ettikleri zaman, haberi getiren Ebu Talibe, "Amcacığım! Güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar, ölürüm yine bu vazifeyi bırakmam!" diyebilmiştir. MERHAMET Onun, talebesi durumundaki ümmetine merhameti emsalsizdir. Muhataplarının kendisine reva gördükleri onca tahkir, tezyif ve işkenceye rağmen, beddua bile etmemiştir. Hadîs kitaplarında, Peygamberimizin "Ümmetim, ümmetim!" diyerek ağladığı nakledilir. Bu nazirsiz merhameti de insanlara çok tesir etmiş, kısa zamanda, verilen bilgileri öğrenip, en güzel şekilde uygulamalarını sağlamıştır. Hangi öğrenci, kendisi için göz yaşı döken bir öğretmenin tesirinde kalmaz? SÖYLEDİĞİNİ YAŞAMAK Öğretmenin, anlattığı konuları yaşaması öğrenciye tesir eder. Eğitimci tavsiye ettiği meseleleri, uygulamalıdır. "Kendini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez." Resülullahın, tebliğ ettiği dini yaşamakta eşi yoktur. Meselâ, yalan söylemenin kötülüğünü anlatmış ve kendisi de asla yalan söylememiştir. Namazı tavsiye etmiş, herkesten çok O namaz kılmıştır. "Ahlâkınızı güzelleştiriniz!" diye emrederken, ahlâk merdiveninin zirvesindedir. Kuranı Kerim de, "yapmadığınızı niçin söylersiniz!" diye ferman ediliyor ve bildiğini yaşamayan âlimler "kitap yüklü merkeplere" benzetiliyor. BİLGİ Eğitim ve öğretimde temel faktörlerden biri de "bilgi"dir. Konusunu kâfi derecede bilmeyen öğretmen, başarısızlığı peşinen kabul etmelidir. Zihinde billurlaşmayan manalar, muhataba aktarılamaz. Şanlı Nebi, ilimde sınırı tayin edilemeyen bir ummandır. Ne öğrenmişse, Allahtan öğrenmiştir. Vahyin ışığı, tertemiz bir aynaya benzeyen ruhunda tam bir parlaklıkla aksetmiştir. O, İlâhî kaynaktan aldığı feyizle hiç bir suali cevapsız bırakmamış, her konuda ümmetini aydınlatmıştır. Muallimi Allah olanın, ilmini tasvire kimin gücü yeter? ÖRNEK OLMAK Öğretmenin, ahlâk ve fazilet sahibi örnek bir insan olması, güneşin parlaması kadar zarurîdir. Isınmayan soba ısıtmadığı, ışıklanmayan lâmba aydınlatamadığı gibi, güzel sıfatlarla süslenmeyen eğitimci de başkalarını eğitemez. Muallim, taklit arzusu uyandırabilmelidir. Bu da ancak, hayranlık duygusunu harekete geçiren özellikler taşımasıyla mümkündür. Haziran 2010 49 Kuran ahlâkıyla ahlâklanan Efendimiz, bütün bu vasıflara mükemmelen sahiptir. Güvenilir bir insandır, bu sebeple "Emin" lâkabı hep ismiyle beraber söylenmiştir. Onu tanıyanlar, ona tam bir itimatla bağlanmışlar, her hareketini taklit etmek için hayret uyandıracak bir titizlik göstermişlerdır. Bir misalini nakledelim: Abdullah İbni Abbas radıyallahu anh, Efendimizin her hâlini kendisine örnek alan bir sahabedir. Seyahatten dönerken, bir ağacın yanına gider, bir süre gölgesinde oturur ve düşünür. Bu hareketine bir mana veremiyerek, niçin böyle yaptığını soranlara şu cevabı verir: "Peygamberimiz de buradan geçerken, bu ağacın altında bir müddet oturmuştu." SEVGİ Eğitimle yakından ilgilenenler bilirler ki, öğrencinin başarısında öğretmenin sevilmesi büyük rol oynar. Hocasını sevmeyen talebe, onun dersini de sevmez. Dinlemek azap, çalışmak işkence olur. Fakat dersin öğretmenini seven öğrenciye, başarının yolları açılır. Peygamberimiz, sahabeleri tarafından Allahtan sonra en çok sevilen zattır. Müslümanlar, Onun muhabbetiyle annelerinden, babalarından, kardeşlerinden ve çocuklarından kopmuşlar, dünyevî nimetleri terketmekte asla tereddüde düşmemişlerdir. Sözleri, "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!" diye başlar. Enes Hazretleri anlatıyor: "Peygamberimizi tıraş olurken gördüm. Ashabı etrafını çevirmişti. Düşen kıllardan, herhangi birine bir kıl isabet etmesini istemekten başka bir dilekleri yoktu." Hangi öğretmen bu kadar sevilmiş ve hangi öğretmenin saçının teli için canandan geçilip, canlar feda edilmiştir? ARZU Zorla yapılan eğitimin faydası azdır. Talebe, mecburiyet karşısında bazı meseleleri öğrense bile, uygulamak istemez. Acıkmayan yemek yer mi ve susamayan su içer mi? Öğrenci de öğrenmeye karşı açlık duygusu bulunmalı, eğer yoksa bu his uyandırılmalıdır. Efendimiz bunu başarmıştır. İlmin önemini anlatmış, âlimlerin Allah katındaki değerinden bahset- 50 miş, sonuçta büyük bir ilim arzusu uyandırabilmiştir. "Hiç bilenlerle bilmeyeler bir olur mu?" âyetini okumuş, bunu teyid için, "Allah, kendisine hayır dilediği kimseyi din bilgini yapar," demiştir. "İlim aramak için bir tarafa yönelen kimseye Allah, cennetin yolunu kolaylaştırır," sözü de Ona aittir. İLMİ YAYMAK O, insanları ilim yaymaya da teşvik etmiştir: "Hazır olup dinleyenler, burada bulunmayanlara işittiğini anlatsın." buyurur. İlmi yaymanın iki yolu vardır: Anlatmak ve yazmak. Yazılı kaynaklar kalıcıdır ve daha fazla insana tesir etme özelliği taşır. Abdullah bin Amra, "Yaz!" emrini veren ve ağzını göstererek, "Hayatımı kudret elinde tutan Allaha yemin ederim ki, buradan haktan başka bir söz çıkmaz," diyen de Odur. O, anne ve babaya da mesuliyet yükler: "Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın." Babanın rolü daha da önemlidir: "Bir baba evlâdına güzel edepten daha efdal bir şey hediye etmez." Bu tür hadîsler, ev içi eğitimin ehemmiyetini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. KONU Eğitimde, her konu aynı derecede alâka uyandırmaz. İnsanı yakından ilgilendiren ve her zaman karşısına çıkan meseleler daha çok dikkat çeker. Haziran 2010 Ruhlar sultanı Efendimizin ise, terbiyesinde yer verdiği meseleler fevkalâde hayatîdir. Nerden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Kim bizi bu dünyaya gönderdi? Niçin yaratıldık? İşte her devirde, her insanın zihnini meşgul eden meselelerden bazıları. Onun konuları arasında iman ve ibadet ilk sırayı alır. Ahlâk ve günlük yaşayışa dair hükümler önemli bir yer tutar. Ders verdiği Kuranı Kerimde ise, dinî ve dünyevî bütün ilimlerin özünü görmek mümkündür. Bu çeşni, âyetlerin tefsiri durumundaki hadîslerde de vardır. Her ilim dalı için temel prensip niteliğinde bilgiler verilmiştir. Bu düsturlar İslâm âlimleri için birer pusula gibidir. Konularının mühim bir özelliği de pratik oluşudur. Her insanın daima karşı karşıya bulunduğu problemler anlatılmış, çözüm yolları gösterilmiştir. Saadet vesilesi Efendimiz, fayda vermeyen ilimden Allaha sığınacak kadar hassasiyet sahibidir. Nadiren karşılaşılan ayrıntılar bir yana bırakılmış, esas noktalar ise kuvvetle belirtilmiştir. Böylece dinî ve dünyevî herhangi bir temel meselede ne yapması gerektiğini merak eden herkes, gerekli bilgiyi almış ve gücü yettiği oranda uygulayabilmiştir. İHTİSAS Sünnetteki eğitimde ihtisasın yeri nedir? Hadîs kitaplarını incelediğimizde, hakikat kandili Efendimizin ihtisasa riayet ettiğini görüyoruz. Sahabelerin hususî kabiliyetlerini tesbit edip, değerlendirmiştir. Böylece, her alanda mütehassıslar yetişmiştir. Meselâ, Üsame Hazretleri harp ilminde, Abdullah bin Amr hadîste, Muaz radıyallahu anh Kuran taliminde söz sahibidir. Meşveretlerde, sahabelerinin fikrine ehemmiyet vermesi de Onun ihtisasa riayetine güzel bir misaldir. Hendek harbinde Hazreti Selmanın harp tecrübesinden istifadeyle, Medine çevresine hendek kazdırmıştır. Bir hadîsinde de, "Kuranı şu dört kişiden öğrenin," diyerek, mütehassısların isimleri sayar. Öğrencisini dinlemeyen, tanımayan ve kabiliyetlerini bilmeyen öğretmen, görünmez hedeflere kurşun atan avcıya benzer. Böyle bir eğitimin faydasından söz edilebilir mi? Efendimiz, talebelerini dinlemekte gayet sabırlı ve anlayışlıdır. İnsanlar, Ona her derdini anlatmış, özel meselelerini bile sormuş ve yanından, müşküllerini çözen bir insanın kalb huzuruyla ayrılmışlardır. "Muhataba göre eğitim" meselesinde öğrencilerin anlayış dereceleri de nazara alınmalıdır. Hidayet güneşi Efendimiz, bir hadîsinde, "İnsanlara akıllarının alacağı derecede söz söyleme emri aldık," buyurur. Önemli olan, muhatabı ikna ve tatmin etmektir. Hazmedilemeyen ilim telkin edilmemelidir. İnsanları irşat için gönderilen Peygamberimizin verdiği ilim süte benzer, her seviyedeki şahsın istifadesine uygundur. Onun anlatışında, ilminin derecesini gösterme gayreti yoktur, maksat, muhatabın irşadıdır. FERDİ EĞİTİM Akıllar muallimi Peygamberimizde "ferdî eğitim" mühim bir yer tutar. Bunu, "göze bakıp, kalbe hitap etmek" diye tarif edebiliriz. Efendimiz "bir kişidir, meşgul olmaya değmez," diye düşünmemiş, her fırsatta gereken telkini yapmıştır. Hazreti Enes radıyallahu anh naklediyor: Peygamber aleyhissalâtü vesselâm bana dedi ki: "Yavrum, kalbinde kimseye karşı kötülük düşüncesi olmadan gününü ve geceni geçirmeye çalış! Bu benim sünnetimdendir. Kim sünnetimi yaşatırsa beni sevmiştir. Ve beni seven de cennette benimle beraberdir." Her gece namaz kılıp, hergün oruç tutan Abdullah bin Amra şunu telkin eder: "Öyle yaparsan muhakkak gözlerin zayıflar, nefsin çöker. Nefsinin hakkı olduğu gibi ailenin de hakkı vardır. Şu halde bazan oruç tut, bazan da tutma, hem namaz kıl, hem de uyu!" ÖĞRENCİYİ TANIMAK HAYAT İÇİ EĞİTİM Ruhlar sultanı Peygamberimiz, muhataplarını tanımakta benzersizdir. Kabiliyetlerini keşfetmiş, seviyelerini tayin ve ihtiyaçlarını tesbitten sonra ders vermiş, başka bir ifadeyle "ilacı yaraya damlatmıştır." Sürekli dört duvar arasında geçen eğitim ve öğretim öğrenciyi sıkar. Devamlı dinlemek usanç verir. Öğrenmek zorlaşır ve anlatılanı hatırda tutmak bir mesele hâline gelir. Haziran 2010 51 Peygamberimizin eğitiminde "hayat içi öğretim" büyük bir yer tutmaktadır. O, sınıfta ders verip, programı bitince evinde kabuğuna çekilen bir muallim değildir. Her an sahabelerle beraber yaşamaktadır. Birlikte harbe gitmiş, yemek yemiş, mescit inşaatında çalışmış, sohbetlerinde bulunmuş, kederlerini ve sevinçlerini paylaşmıştır. Bu hayatî faaliyetler esnasında da yeri geldikçe gerek davranışlarıyla, gerekse sözleriyle eğitime devam etmiştir. Onun, ev içi özel hayatı bile dışarıya aksetmiştir. Birer öğrencisi durumundaki hanımları, aile içindeki hâllerini ve konuşmalarını diğer insanlara anlatmışlardır. En çok hadîs rivayet eden sahabelerden biri de Hazreti Ayşe validemizdir. saatleri bellidir. Hafta içerisinde Cuma günü ve her günün sabah namazı sonrası, derse ve sohbete ayrılmıştır. Yatsı namazından sonra da sohbet edildiği nakledilmektedir. Câbir bin Semûre radıyallahu anh, bu hususta şöyle der: "Peygamberimiz, sabah namazını kılınca, güneş açık ve parlak olarak görününceye kadar yerinde bağdaş kurar ve sahabeleriyle sohbet ederdi." Nakledeceğimiz şu hadîs de, hem ders programını göstermesi, hem de Efendimizin, sahabeleri usandırmamak için nasıl bir usul takip ettiğini ifade etmesi bakımında manalıdır: DERSHANE Hazreti Peygamberin ders yeri, başka bir ifadeyle sınıfı mescididir, ders kürsüsü minberidir. Hayat boyu eğitim esas olmakla beraber, düzenli bir dersaneye de ihtiyaç vardır. İşte, mescit bu rolü icra eder. Hemen yanındaki sofada bekâr sahabeler kalmaktadır. Bunlara "çekirdek kadro" diyebiliriz. Geleceğin mürşitleridirler. İşleri İslâmı öğrenmek, tebliğ etmek, gerektiği zaman da harbe gitmektir. Kısaca ifade edersek, Peygamber Mescidi İslâm tarihinin ilk yatılı üniversitesidir. Fakat Efendimizin dersini dinleyenler sadece bunlar değil, bütün sahabelerdir. Abdullah bin Mesud, perşembe günleri vaaz ederdi. Adamın biri, "Bize hergün vaaz etmeni dilerim," dedi. İbni Mesud radıyallahu anh, "Fakat bir şey beni bundan men ediyor, sizi usandırmış olmayayım. Peygamberimizin, bize usanç vermemek için yaptığı gibi, ben de vaazı aralıklı olarak, belirli zamanlarda yapıyorum," diye cevap verdi. Peygamber Efendimizin, konuların öncelik derecesine göre de bir sistemi vardır. Önce, temel kabul edilen imanî bilgiler, arkasından ibadet, daha sonra da dinî hükümler başka bir ifadeyle helâl ve harama dair kanunlar öğretilmiştir. Efendimiz, dersanesindeki huzur, sükûn ve düzene büyük bir önem vermiştir Dersi ihlâl edecek hallere göz yummaz. Sahabelerin düzenli oturmalarını ister. Bir gün mescide geldiğinde dağınık oturduklarını görmüş, "Ne diye sizi öyle dağınık bir hâlde görüyorum," diye ikaz etmiştir. Hakiki imanı kazanmayan kişiye helâl ve haramdan bahsetmek herhalde abes olurdu. Kuranı Kerim âyetlerinin inişi de bu sırayı takip eder. Ahlâk eğitimi ise, her dönemde devam etmiştir. Bir başka gün ise, "Kaybettiğim kırmızı devemi bulan var mı?" diyerek bağıran bir adamı, "Mescitler inşa edildikleri gaye içindir!" diyerek susturmuştur. Hutbe okurken, insanları çiğneyerek gelen birini görmüş, huzuru bozduğu için müdahale etmiş, "Otur! Gerçekten işkence ettin!" buyurmuştur. Hakikat habercisi Peygamberimizin terbiyesinde yaş sınırı yoktur. Çocuklarla ihtiyarlar ders halkasında diz dize otururlar. Abdullah İbni Ömer radıyallahu anh, henüz çocukken, babasıyla birlikte, Peygamberimizin sohbetinden istifade etmiştir. PROGRAM Böyle olmakla beraber, Onun eğitiminde çocukluk ve ilk gençlik çağının ayrı bir önemi vardır. "Temel eğitim" anlayışı hâkimdir. Her müslümanın, bülûğ devresine gelinceye kadar, temel dinî ve dünyevî bilgileri öğrenmesi esastır. Peygamberimizin her günü, namaz vakitleriyle dilimlenmiş ve belli gayelere tahsis edilmiştir. Çok önemli bir hâdise olmadıkça program değişmez. Ders 52 YAŞ SINIRI Haziran 2010 Hadîste, "İlmi çocukken öğrenen, sanki taş üzerine nakşetmiştir, büyüdüğü zaman öğrenen ise, sanki suya yazı yazmış gibidir." buyurulmaktadır. Birincisi kolay kolay hafızalardan silinmezken, ikincisi pek çabuk unutulur. Bir hadîsi şerif daha nakledelim: "Kim, Kuranı gençliğinde öğrenirse, onu etine ve kanına mezcetmiş olur, büyüdüğü zaman öğrenen elinden çabuk kaçırır." DİSİPLİN Yapıcı bir disiplin, eğitimin vazgeçilmez şartıdır. Efendimiz, olumlu yönde bir disiplin uygulamıştır. Gördüğü hatalar karşısında susmamış, gereken ikaz vazifesini münasip bir lisanla yapmıştır. Sünnetin mühim bir kısmını da, Onun, olaylar ve konuşmalar karşısındaki tavrı teşkil eder. Sözü gibi, sükûtu da altındır. Görüp de müdahale etmediği hususlar "meşru" kabul edilmiştir. İkazlarından birini nakledelim: Bir sahabe, Hazreti Bilâl radıyallahu anhı siyahî olduğu için ayıplar. Peygamberimiz, bunu duyunca, ayıplayan kişiye, "Sen, kendisinde cahiliye ahlâkı bulunan bir adamsın," der. O sahabe, hemen Hazreti Bilâle gider, yalvararak özür diler. O, ayrıntılarla öğrencinin zihnini bulandırmaz. Esas konuları tam öğretme düsturu hâkimdir. Onun eğitiminde mükâfat büyük yer tutar. Hoşuna giden bir hareket yapıldığında, yapanı takdir etmiş, başkalarına da örnek olarak göstermiştir. Meselâ, bir gün Hazreti Ebubekir radıyallahu anh ve Hazreti Ömer radıyallahu anhın ellerinden tutmuş, cemaat huzurunda, "Kıyamette böyle diriltileceğiz," demiştir. Bu söz ve hareket, o iki zata iltifat, diğerlerine de ibret içindir. Her meseleyi bütün teferruatıyla öğretmeye kalkışıp da, esası unutturmak Ondan ne kadar uzaktır! DERSİ KOLAYLAŞTIRMAK Her muallimin hafızasına nakşetmesi gereken bir hadîs vardır: "Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, tiksindirmeyiniz." AYRINTILAR İslâm hakikatlarını tekrar tekrar işler, misâller verir, benzetmeler yapar, kıssalar anlatır, nihayet konuyu iyice öğretir. Sade bir dil ile tane tane konuşması da bu sebepledir. SORU-CEVAP "Sual ilmin anahtarıdır." Allah Resulü, soru sormaları için sahabelerini teşvik eder. Kuranı Kerimde, "Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun," buyurmuyor mu? Bu prensibi, Kendisi daima uygulamış, konuları mümkün olduğu kadar sadeleştirmiş, kelebekleri cezbeden güller misali, insanları kendine çekmiştir. Tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalbli, iyimser ve şefkat timsali bir mürşittir. Peygamberimiz, sorulan her suali cevaplandırmakla kalmamış, sorana iltifat da etmiştir. Ebu Hureyre radıyallahu anhın, bir sorusu üzerine, ona, "İlme düşkünlüğünü gördüğüm için, bu soruyu senden önce kimsenin sormayacağına kanaat getirmiştim," der. Onu tanıyanlar, seve isteye ruhlarına zincir vurup, Efendimizin manevî eteğine bağlamış, esarette hürriyeti tatmışlardır. Sual-cevap tarzının bulunmadığı bir eğitim yeknesaktır ve ezbere dayanır. Talebenin kabiliyetleri gelişmez. Ders saati sıkıntılı hülyalarla geçer. Haziran 2010 53 Oysa, sünnetteki eğitimde bu usul o kadar önemlidir ki, sahabeler bir süre sual sormayınca Cebrail aleyhisselâm insan şeklinde gelmiş, Peygamberimize sualler sormuş ve Müslümanlara örnek olmuştur! DİLBİLGİSİ Öğretmenin, bir konuyu iyi anlatabilmesi kaliteli eğitimin önemli bir şartıdır. Bu da, hazmedilmiş bilginin yanında dil hâkimiyetini gerektirir. Manalara uygun kelimeleri seçemeyen anlatıcı, bilgisini aktaramaz. Öğrenci, ya hiç anlamaz veya yanlış anlar. İstifadesi noksan olur, dersten de soğur. Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm, manaya en uygun olan lafzı seçmekte eşsizdir. Sade bir dil ile, en derin manaları kolayca ifade etmiştir. BELAGAT Peygamber Efendimizin yaşadığı muhitte edebiyat zirveye çıkmıştı. Muhatapları söz söylemeyi bilen ve sözden anlayan insanlardı. Çölde yaşayıp, çadırda oturan bedevîler arasında bile nice büyük hatipler ve şairler vardı. Sözün "az ve öz" olmasına önem verirler, "çok konuşan çok yanılır," derlerdi. "Sözün hayırlısı az, öz ve usandırmaz olanıdır," cümlesi bir atasözü haline gelmişti. 54 Nakledeceğimiz şu küçük anekdot bile edebî anlayış hususunda bir fikir verebilir: Hatibin biri çok konuşur, susmayı bilmezdi. Bir gün yine uzun uzadıya konuştu. Konuşmasını kendisi de beğendi. Yanında duran bedevîye, "Size göre belâgat nedir?" diye sordu. "Az ve doğru sözdür," cevabını aldı. "Peki, konuşmaktan âcizlik nedir?" diye sordu. Bedevî, "O da, sabahtan beri içinde bulunduğun hâldir" cevabını verdi. O devrin insanları, sözü yerinde ve zamanında söylemeyi takdir ederler, gereksiz yerde konuşmayı hoş görmezlerdi. "Her makamda söylenecek ayrı bir söz vardır. Her sözün münasip bir cevabı bulunur. Nice bakışlar vardır ki, maksadı sözden daha güzel anlatır," derlerdi. Maksadı açık ve anlaşır biçimde anlatabilmek bir maharet kabul edilirdi. Nitekim meşhur bir edip, "Beyan nedir?" sualine şöyle cevap vermişti: "Sözün manaya kalıp gibi uyması, maksadını açıkça ifade etmesi, bir başka manaya ihtimal vermemesi, anlamak için düşünmeye ihtiyaç duyurmamasıdır." Söyleyişin düzgün ve güzel olması çok önemliydi. Harfleri eksiksiz seslendirmek, heceleri lâyıkıyla telâffuz etmek, yerine göre ağır veya hızlı söylemek, âhenge riayet etmek dikkat edilmesi gereken hususlardı. Gerektiği zaman bazı kelimeleri tekrarlamak kusur sayılmıyordu. Konuşmada noktalama işaretlerine dikkat ederlerdi. Haziran 2010 Soruya beklemeksizin cevap vermek takdir edilirdi. "Gecikmeden cevap vermek, isabetli konuşmak ve hata etmemek" sözü, belâgat tarifleri arasında mühim bir yer işgal ediyordu. Konuşurken yapmacık hareketler yapan, gereksiz jest ve mimiklerle dikkat çekmeye çalışan, böbürlenerek söz söyleyen hoş karşılanmazdı. Sade, tabiî, gösterişten uzak ve mütevazı hatipler beğenilirdi. Kendi sözlerine kıymet veren insanlardı. Dinlemesini bilmeyene söz söylemek istemezlerdi. "Yeme arzusu olmayanı yemeğe çağırmadığın gibi, dinleme arzusu olmayana da söz söylemek için kendini yorma," derlerdi. Şüphesiz, ideal bir konuşmacıda aranan bu özellikler günümüzde de aynen geçerlidir. Peygamber Efendimiz, böyle bir devirde ve meşhur edipler arasında konuşmalar yapmış, dost ve düşman herkesin takdirini kazanmıştı. Onun hakkında nice asılsız ithamlar edildiği hâlde, "söz söylemeyi bilmiyor, maksadını iyi anlatamıyor," yollu bir itiraza rastlanmaz. Veciz konuşur, yerinde söz söyler, anlatmak istediğini gayet güzel anlatırdı. Telâffuzu mükemmeldi, her suale en münasip cevabı verirdi. Sözleri sade, fakat eşsiz derecede sanatlı idi. Temsillerinden de bir örnek nakledelim: "Ben ve ümmetim şuna benzeriz: Adamın biri kavmine gelip, demiş: "Ey kavmim, düşman askerini gördüm. Kurtulma çaresini arayın." Bunun üzerine kavmin bir kısmı itaat edip, yürümeye başlamış ve vaktinde uzaklaşıp, düşmandan kurtulmuşlar. Bir kısmı da, "Bu yalandır," diye yerinde kalmış, düşman askeri yetişince kendilerini helâk etmişler. İşte bana itaat edip uyanın ve isyan edip getirdiğim hakkı kabul etmeyenin misali buna benzer." O, zaman zaman kıssalar da anlatmıştır. NETİCE Peygamber Efendimiz aleyhisselâtü vesselâm, eğitimde en mükemmel teknikleri uygulamış, son derece dar ve kısıtlı imkânlara rağmen harika bir tarzda başarılı olmuştur. Zulmün ve vahşetin kol gezdiği bir beldede, adaletin ve medeniyetin bayrağını dalgalandırmıştır. Menfaatına zebun, hırsına mağlup, kinine sadık, şehvetine düşkün, nefsine esir bir kavmi irşat etmiş, feragat, fedakârlık, sevgi, merhamet, sadakat ve iffet timsali haline getirmiştir. Dünya zevklerine sımsıkı sarılmış, batılda direnen insanları, düştükleri cehalet kuyusundan çıkarmış, birer maneviyat büyüğü ve hakikat kahramanı yapmıştır. ÜSLUP Bilindiği gibi üslûp, bir yazar veya konuşmacının ifade tarzıdır, mananın da kalıbı ve suretidir. Aynı konuyu anlatan iki kişiden, üslûbu güzel olanın sözü dinlenir, benimsenir, sevilir ve takdir edilir. Efendimizin üslûbu sadedir. Sanatkârane konuşmak için hususî bir gayret göstermemiş, lafızdan çok manaya önem vermiştir. Sadelik içinde harikulâde bir güzelliğe ulaşmıştır. Fakat yeri geldiği zaman edebî sanatlara da başvurmuştur. Teşbihler yapmış, misaller vermiş ve hikâyeler anlatmıştır. Bunlar son derece vecizdir, en küçük bir kelâm israfı yoktur. İnsanların hukuken eşitliğini anlatırken benzetme yapar: "İnsanlar tarak dişleri gibi müsavidirler." Bu sözde, teşbih yoluyla, mücerret ve zor bir manayı, müşahhas ve kolay bir şekilde ifade etmiştir. Haziran 2010 Alemlere rahmet olarak gönderilen o zat, bir manevî yağmurdur ki, doğrudan doğruya ruhlara yağmış, çorak gönülleri gülistana çevirmiş, çöllerde güller yetiştirmiştir. Onun feyziyle kalbler çiçeklenmiş, duygular meyve vermiştir. Onun manevî şahsiyeti nurlu bir ağaca benzer, sayısız tatlı meyveler vermiştir ve hâlâ da vermektedir. İnsaniyet semasının yıldızları olan sahabeler gibi, daha sonra gelen ve birer hakikat lâmbası olan âlimler de manevî gıdasını Ondan almışlardır. Hanefîler, Şafîler, Gazalîler, Rabbanîler, Geylânîler, Şazelîler, Mevlânalar, Bediüzzamanlar ve daha niceleri o muallim Peygamberin talebeleridirler. Meziyetleri, şerefleri, faziletleri hep Ona aittir. Aleyhissalâtü vesselâm. 55 “SEN ONLARIN ARALARINDA İKEN, ALLAH ONLARA AZAP ETMEZ…” utlu doğum; Mekke’de iman, birlik-beraberlik, Allah’a teslimiyet, zorluklara tahammül, sarp yokuşu tırmanmak ve sabırdır. Kutlu doğum; Medine’de kardeşlik, fedakarlık, cihad, sadakat, fetih ve devlettir. Kutlu Doğum; adalet, istikamet, mücadele, izzet ve şereftir… K Ersan BİLGİN Rasulullah’ın kutlu mücadelesinde ilk günden itibaren yanında daima gençler oldu ve bir mübarek sözlerinde Rasulullah (as) buyurdular; “Gençlerle yardım olundum.” “Allah, bu Kitap sebebiyle –Kur’an’a uydukları için- pek çok milleti yükseltir. Bu Kitab’a uymadıkları için pek çok milleti alçaltır.” İslam’ı ilk olarak kabul etme, iman etme, anlama, yaşama ve yayma konusunda Hz. Peygamberimiz’e asıl destek ve yardımcı olanlar Mekkeli idealist gençler olmuştur. Nitekim ilk müslümanlardan birkaç kişi elli yaş civarında, birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise otuz yaşın altında bulunuyordu. Mesela genç yaşta İslam’ı kabul edenlerden Hz. Ali 10, Zeyd b. Hârise 15, Abdullah b. Mes’ud ve Zübeyr b. Avvam 16, Talha b. Ubeydullah, Abdur- 56 Haziran 2010 rahman b. Avf, Erkam b. Ebi’l-Erkam ve Sa’d b. Ebî Vakkas 17, Mus’ab b. Umeyr 18-20, Abdullah b. Ömer 13, Câfer b. Ebî Tâlib 22, Osman b. Huveyris, Osman b. Affan, Ebû Ubeyde ve Hz. Ömer 25-31 arası yaşlardadır. Radıyallah anhum. Bu fedakar ve yiğit genç sahabilerin yanısıra genç yaşta İslam’ı kabul eden pek çok şahıs mevcuttur. Bunlar arasından İslam’ın Mekke ve Medine dönemlerinde ve Hz. Peygamberimiz’in vefatından sonraki dönemlerde çok önemli fonksiyonlar üstlenen şahsiyetler yetişmiştir. İçlerinden büyük alimler, devlet başkanları ve ülkeler fetheden komutanlar çıkmıştır. Asr-ı Saadet’te olduğu gibi bugün de dünya ve ahiret saadetini gaye edinen genç müminler ve tüm Müslümanlar, imanlarıyla, ilimleriyle, ahlaklarıyla, salih amelleriyle, tebliğ ve cihad aşklarıyla hiç şüphesiz Rasulullah’ın yanındadır ve böyle olmalıdır. Sorumluluk bilincinde olanlar, İslam’dan aldığı ilham, ecdadından aldığı tecrübe ile; “ebedi kurtuluşun yolu, Kur’an ve Sünnet’ten geçer” şuuruyla, hayatının her kademesinde, söz ve davranışlarıyla Rasulullah’ın yanında ve emrinde gençler yetiştirmenin gayretinde olmalıdır. Böylesi bir gençliğe, böylesi bir topluma ne kadar ihtiyacımız olduğu hepimizce malumdur. Örneğimiz ve Önderimiz Rasulullah’ın yanında olmak, o Kutlu Nebi’ye yardım etmek; Yüce Rabbimiz’in yolunda olmak’tır, Kur’an’a ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, İslam’ı öğrenmek, anlamak ve İslam’ı tümüyle hayatımızda yaşamaktır. Hayata ve meselelere her zaman her yerde Kur’an ve sünnet penceresinden bakmaktır. Din hayattır, şuuruna sahip olmaktır RASULULLAH’I ANMAK VE ANLAMAK İÇİN… Kutlu Doğum vesilesiyle her zaman olduğu O Yüce Peygamber’i anıyoruz… O’nu sözlerimizle, dillerimizle, kalplerimizle en önemlisi de yaşantımıza örnek alarak anıyoruz… “Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salavât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzab,56) Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve selem) buyuruyor: “En cimri insan, yanında ismim anıldığı halde bana salat-ü selam getirmeyendir.” (Tirmizi) Sana sayısız salat-ü selam olsun, Ey Allah’ın Rasulü… Allahümme salli ala Muhammed. Rasulullah’ı ve getirdiği mesajını (Kur’an’ı ve Sünnet’i) anlamak, her müslümanın en önemli vazifesi yani kulluk görevidir. Peygamberimiz (sas); “Sizden birinizin arzusu, isteği benim getirdiğime –Kur’an’a- uygun olmadıkça, gerçek mümin olmazsınız.” (Nevevi) buyuruyor. Kutlu doğum vesilesiyle O’nu ve getirdiği mesajını birazcık daha anlamaya çalışıyoruz. Rasulullah’ın hayatının tamamı büyük dersler içermektedir. Haziran 2010 57 İşte bir kaçını hatırlayıverelim: el-Emin (dürüst, güvenilir) Muhammed (as)… - İnsanlığın Efendisi Sevgili Peygamberimiz’in, daha peygamberlik öncesi, ilk gençlik çağlarında hem de her türlü kötülüğün kol gezdiği Mekke cahiliyyesinde ve daha sonra tüm hayatında, "el-Emîn (güvenilir, dürüst kimse)" diye tanındığını hatırlıyoruz. bin Avf radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in; “Amcalarımla birlikte Erdemliler Anlaşması’nda bulundum. O zaman daha nerdeyse çocuk yaşındaydım. Bu anlaşmayı bozmam karşılığında kırmızı develerimin olmasını istemem (yani karşılığında kırmızı develer verilse de yine bu anlaşmayı bozmak istemem.) Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam yine icabet ederdim” (Buhari) buyurduğunu hatırlıyoruz… Herkes (dost düşman, mümin kafir) O’na “Muhammed’ül Emin” diyordu. Hz. Peygamber (sav) güvenilir-dürüst-ahlaklı bir şahsiyetti. Mekke sokaklarında güvenilir emin bir şahsiyet olarak yürüyen genç Muhammed (as)… Peygamberimiz bu suretle Mekke’nin yani insanlığın emniyetinin sağlanmasına henüz genç iken katkıda bulunmuştu. Bu hareketiyle haksızlığa karşı olduğunu göstermişti. Ve anlıyoruz ki, Mümin kimse, fert planında güzel ahlaka dair ne varsa kendi bünyesinde onlara sahip olmalıdır. İnsanımız ve özellikle de gençlerimiz daima mazlumun yanında, zalimin karşısında olmayı bilmelidirler. ZALİMİN KARŞISINDA, MAZLUMUN YANINDA… Mümin genç, fert olarak güzel ahlaklı ve iyi Müslüman olduğu gibi bununla kalmayacak, toplum planında da aktif olacak, iyiliklerin ve güzelliklerin toplumda da yaşanabilir olması, hakim olması için gayret edecek, fedakarlık yapacak. - Yine bu vesileyle Hz. Peygamberimiz (sav)’in, 20 yaşında iken Hılfül fudûl’a (Faziletliler Cemiyeti’ne) katıldığını ve Abdurrahman 58 Haziran 2010 Rasulullah (as)’ın Hılfül fudül’de bulunmasında ve mübarek hayatları boyunca Hakk’ın hakim kılınması için çalışmasından bu büyük dersi çıkarıyoruz. Salat-ü selam olsun Sana İnsanlığın Yüz Akı (sav)… Biz sadakati, mücadeleyi, ahde vefayı ve kadirşinaslığı Sen’den öğrendik… - Rasulullah (sav)’in hayatı boyunca olduğu gibi son anlarında da Yüce Allah’ın rükuda tazim edilmesini, secdede çokça dua edilmesini ve namaza devam ve dikkat edilmesini tavsiye ettiğini hatırlıyoruz… Ummu Seleme -radıyallahu anha-, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in vefat ettiği hastalığında sürekli olarak “Namaz, namaza ve elleriniz altında bulunan çalışanlarınızın haklarına riayet edin”, diye tekrarlayıp duruyordu” demiştir.” Evet, Kutlu Nebi’nin son tavsiyesi de “gözümün nuru” buyurduğu namaz olmuştur. Rabbimiz bizleri namazını dosdoğru ve devamlı kılanlardan eylesin… Çünkü “namaz dinin direğidir.” - Yine Rabbimiz’in (cc); “Sen onların aralarında iken, Allah onlara azap etmez…” (Enfal 33) buyurduğunu hatırlıyoruz... Yüce Allah’ın rahmeti geniş olduğu gibi hak edenlere azabı da çetindir ve ayetten anlıyoruz ki, bu azaptan kurtulmak isteyenler aralarında Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselam’ı bulundurmalıdırlar. - Şu anda Efendimiz (sav)’in maddi bedeni aramızda değildir, her can gibi o da ölümü tadmıştır. Ancak ve ancak Önderimiz ve Örneğimiz Hz. Muhammed (as); “Allah, bu Kitap sebebiyle –Kur’an’a uydukları için- pek çok milleti yükseltir. Bu Kitab’a uymadıkları için pek çok milleti alçaltır.” (Müslim) hadisiyle ve Haziran 2010 “şayet şu iki emanete uyarsanız sapıtmazsınız, yanlışa ve zulme düşmezsiniz” buyurduğu Kur’an ve Sünnet emanetleriyle ilk günkü gibi aramızdadır, capcanlıdır. Yaşadığımız çağın şahidleri ve iğneden ipliğe her şeyin sorumluları olan biz Müslümanlar Rasulullah’ın emaneti olan Kur’an ve Sünnet’e sahip çıkar, Allah’a ve Rasulü’ne itaat eder, İslam’ı hayatımıza taşırsak, Kur’an ve sünnet gündemimizde olursa biiznillah Rasulullah (as) aramızdadır, bizimledir. Mümin gayret edecek, Rabbimiz ikram edecek, inşallah. İşte bu şekilde oluşan İslam’i ruhumuz ve yaşantımız Rabbimiz’in rahmetini celbedecek, azabını da bizden uzaklaştıracaktır. Rabbimiz bizlere bu şuur ve iradeyi lütfeylesin, yoksa halimiz nice olur… - Ve Sevgili Peygamberimiz (sav)’in şu duasını hatırlıyor ve O’nunla beraber amin diyoruz: “Allahım! Sen’den sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve Sen’in sevgine ulaştıracak amelleri-ibadetleri talep ediyorum. Allah’ım! Sen’in sevgini bana nefsimden, ailemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizi) “Ey kalplere hükmeden (çekip çeviren) Allah’ım! Kalplerimizi Sana itaat ve ibadete âmâde kıl! Ayaklarımızı sana kullukta sabit kıl, kalplerimiz ve ayaklarımızı kaydırma” (Müslim) “Allah’ım! acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, ihtiyarlığın sıkıntılarından ve kabir azabından sana sığınırım. Allah’ım! Nefsimi takvalı kıl ve onu pâk eyle. Beni pâk edecek ancak Sen’sin.” Gelecek muttakilerindir. Vesselam. 59 HARUN REŞİT İLE BEHLÜL DÂNA er dinin ve inancın kendine has milli ve manevi değerler vardır. Bu milli ve manevi değerler çeşitlilik arz eder. Bu değerlerden bir tanesi de şahıslardır. Her din ve inanç sistemi varlığını devam ettirebilmek için bu şahsiyetlere ihtiyaç duyar. Bu şahsiyetlerde bulundukları din ve inanç sistemleri içerinde bir kişilik olarak yer almazlar. Evet, onlar birer insandır, beşerdir, yerler, içerler ama onlar artık bu yönleri ile hatırlanmazlar. Onlar artık manevi bir değerdir halkın nazarında. Bir Hz. Ebubekir, bir Hz. Ömer, bir Hz. Osman, bir Hz. Ali, bir Fatih Sultan Mehmet, bir Akşemsettin, bir Selahattin-i Eyyübi, bir Mevlana, bir Yunus Emre, bir Rufai hazretleri ne bileyim daha bir çırpıda aklımıza gelen ya da gelmeyen binlerce önemli şahsiyet artık bizim için önemli birer manevi değerdir. H Hasan BAŞAR Halife Harun Reşit'in kardeşi değildi ama kardeş gibiydi, Arada bir saraya gelir, Halifeye öğütler, nasihatler verirdi, Onun adı Behlül'dü Behlül Dâna Hazretleriydi Allah eriydi, Halife Harun Reşit'in kardeşi değildi ama kardeş gibiydi. Yusuf Önder Bahçeci 60 Bu değerlerden bir tanesi de Harun Reşit ile Behlül Dâna’dir. Tarihte bazı şahsiyetler vardır. Birbirleri ile özdeşleşmiştir. Biri olmadan diğeri bir şey ifade etmez ya da yarım kalır. Aslında onları büyük yapanda her ikisinin varlığıdır. Harun Reşit ve Behlül Dâna ikilisi de bu Haziran 2010 yönleri ile tarihe mal olmuşlardır. Peki bizim tarihimizde önemli bir yer tutan Harun Reşit ile Behlül Dâna hazretleri kimdir? Öncelikle bir yanlışı düzeltmek istiyorum. Bu iki önemli şahsiyetin kardeş oldukları rivayet edilse de bu doğru değildir. Ama şu bir gerçektir ki kardeş olmasalar da birbirlerini çok severler. Harun Reşit ( d.17 Mart 763- ö. 24 Mart 809) beşinci ve en tanınmış Abbasi halifelerindendir. İran’ın Rey şehrinde dünyaya gelmiştir. Horasan’ın Tus şehrinde ölmüş ve orada toprağa verilmiştir. Harun Reşit 786- 809 yılları arasında hüküm sürmüştür. Harun Reşit’in halifeliği döneminde Abbasi devleti, ekonomik, ticari ve kültürel yönden en parlak dönemini yaşamıştır. Harun Reşit zamanında saray tam bir bilim ve sanat merkezi haline gelmiştir. Harun Reşit sanat ve sanatçının hamisi olmuştur adeta. Öyle ki tarihe “Bin bir Gece Masalları” olarak geçen dönem Harun Reşit’in halifelik yaptığı dönemdir. Yer ise Harun Reşit’in sarayıdır. Hiç şüphe yok ki Harun Reşit’in bu kadar önemli bir şahsiyet olmasında Behlül Dâna hazretlerinin çok önemli bir payı olmuştur. Harun Reşit Behlül Dâna hazretlerinden oldukça etkilenmiş ve onun sözlerini önemsemiştir. Bu ikisinin arasındaki ilişki tarihe mal olmuş, âlimlere ve edebiyatçılara ilham kaynağı olmuştur. Peki, Harun Reşit gibi bir halifeliyi etkileyen ve nasihatleri ile ona yol gösterme makamına erişen Behlül Dâna kimdir? Behlül Dâna İran, Irak ve Türk edebiyatında çok önemli bir yere sahiptir. Alaycı ve hicivli nükteleri ile insanların ibret almasını sağlamaya çalışmıştır. Halk aşığıdır. Çok sevilen evliyalardan, Allah dostlarından biridir. Asıl ismi Vüyeyb bin Ömer Sayrafi’dir. Behlül Dâna adıyla şöhret bulmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kufeli olduğu halde ömrünün çoğunu Bağdat’ta geçirmiştir. 805 senesinde Bağdat’ta vefat etti. Dicle kenarında Suruziyye kabristanlığına defnedildi. Behlül Dâna “bilge, bilgin” anlamına gelir. Zamanına göre garip davranışları olduğu için deli olarak nitelendirenlerde olmuştur. Ama ne olursa olsun o tarihe büyük halife Harun Reşit’e çekinmeden doğruyu söyleyen, ona yol gösteren, doğruyu bulmasını sağlayan bir şahsiyet olarak geçmiştir. Harun Reşit’te ben halifeyim diyerek büyüklenmemiş ve bu Allah dostunun tavsiyelerine kulak vermiştir. Ne mutlu ki Harun Reşit’e yanında Behlül Dâna gibi yol gösteren bir evliyaya sahipti. Ya o değil de dalkavuklar olsaydı ne olurdu acep hali. Behlül Dâna hazretlerinin Harun Reşit’e verdiği nasihatlerden bazıları şunlardır: NE NASİHAT İSTİYORSUN? Bir gün devrin halifesi Harun Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; - "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; - "Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasihati istiyorsun? Şu sara- Haziran 2010 61 O, bu soru üzerine; - "Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi hükümdâr olmuş gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum." Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve; - "Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr olur mu?" dedi. yına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasihat almayan nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamanında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasihati ne yapacaksın?" dedi. Adaleti ile meşhur olan Harun Reşîd onun nasîhatlerinden çok istifâde ettiğini bildirdi. RÜYADAKİ PADİŞAHLIK Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül'ü getirmelerini söyledi. Gidenler Behlül'ü boş bir mezar içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında; - "Siz ne yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım." dedi. Görevliler gidip bu sözleri halîfeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde; - "Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi padişahlıktan indirildin?" dedi. 62 Bunun üzerine Behlül hazretleri; - "Ey müminlerin emîri! Benim hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca hayat buldum. Sen gözlerini kapayacak olsan ebediyyen emirlikten düşecek, saltanatından olacaksın ve nedamet, pişmanlık günün başlayacak. O halde hangimizin hükümdarlığına îtibâr yoktur siz söyleyin." dedi. Bunun üzerine Harun Reşîd söyleyecek söz bulamadı. BİZ DE VAKTİYLE GÜZEL YİYECEKLERDİK Halife Harun Reşîd bir gün Behlül-i Dana ile sohbet ederken; - "Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış." dedi. Bunun üzerine hazret-i Behlül; - "Müsâde ederseniz bir danışayım." dedi. Halife; - "Kime danışacaksın, kimsen yok ki?" diye cevap verdi. Behlül de; "Ben danışacağım yeri biliyorum." dedi ve oradan ayrıldı. Harun Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi Haziran 2010 halifeye bildirmişlerdi. Behlül huzura girince, halife Harun Reşîd ona; - "Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevabı." dedi. Behlül; - "Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil." dedi. Halife heybetle; - "Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu." dedi. Behlül de; - "Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve; sında dedi kodular çoğalmaya başladı. Siz en iyisi Behlül’le bu durumu bir görüşün derler. Halife bunun üzerine Behlül’ü çağırır ve durumu anlatır: “Hiç olmazsa Cuma namazlarında arkamda namaz kıl.” der. Behlül kabul eder. Halife namazın ikinci rekâtında iken Behlül namazı terk eder. Bu durum halifeyi iyice kızdırır ve Behlül’ü yanına çağırır sebebini sorar. Behlül Dana hazretleri anlatmaya başlar ve halifeye sorar: - “Efendim siz tekbir alıp namaza başladığınızda vergileri arttırdınız mı artırmadınız mı?” Halife:“Evet arttırdım.” der. Behlül Dâna: “Peki, Fatihayı okurken orduyu topladın mı toplamadın mı? - "Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma." dediler. Bu sözlerdeki ince manaları anlayan Harun Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı. Behlül Dâna :“ Peki, Rukiye gittiğinde komşu ülkeye savaş açtın mı açmadın mı? BİZE DE GİTMEK DÜŞER Behlül Dâna : “Peki, secdeye gittiğinde savaşı kazandın ve savaşı kazanmış bir komutan edası ile işgal ettiğin ülkeye girdin mi girmedin mi? Der. Behlül hazretleri halife Harun Reşit’in arkasında namaz kılmıyormuş. Bir gün yanındakiler bu durumu halifeye açmışlar. Efendim Behlül sizin arkanızda namaz kılmıyor halk ara- Halife yine :”Evet topladım” der. Halife yine: “Evet açtım” der. Halife yine: “Evet girdim.” der. Behlül Dâna: “İkinci rekata kalktığında o ülke padişahının kızı yanına geldi ve sen onu cariye olarak aldın mı almadın mı?” diye sorar. Harun Reşit: “Aldım” der. Behlül Dâna: “Peki der, sen o kıza nikah kıydın mı kıymadın mı? Harun Reşit : “Kıydım” der. Harun Reşit dayanamaz sorar : “İyi de bütün bunların bizim konumuzla ne alakası var? Behlül Dâna şöyle der: “Eh bu durumda bize de gitmek düşer.” Haziran 2010 63 İçimden Geldiği Gibi… ziz kardeşim ne imkânsızlığından bahsediyorsun? "İmkânsız" diye bir şey var mı? "İmkansız"ın var olduğunu zannetmek henüz olgunluk yolunda emeklenildiğinin bir işareti... İmkânsız diye bir şeye inanmak düpedüz imansızlık... A Aydın BAŞAR "Elçiler hediyelerle Süleyman peygambere geldikleri zaman Süleyman peygamber onlara dedi ki: 'Sizler bana maddi yardımda mı bulunacaksınız (mal ile mi yardım edeceksiniz) Hayır Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha hayırlıdır. Siz bu hediyenizle sevinip övünebilirsiniz." 64 Kime ne imkânsızmış? Her şeye izin veren, dilediğine engel koyan O değil mi? O halde imkânsız olan ne? Senin imkânsız zannettiğin şeyler esasında mümkün… Sorunlarının hallolması, her şeyin eskisinden çok daha güzel olması mümkün… Sen buna böyle inan. O halde “of”, “üf” demeyi bırak da dilini “Elhamdülillah” demeye alıştır. Hayatı yaratan Yüce Allah onu çok güzel yaratmıştır; tıpkı her şeyi çok güzel yarattığı gibi… Eğer nefes almanın, ne kadar güzel bir şey olduğundan şüphen varsa, birkaç dakika nefes alma. Eğer suyun dünyanın en güzel içeceği olduğundan şüphe ediyorsan, sıcak günlerde suyu özle… Ağaçlara bak, denizlere, ırmaklara, dağlara bak; gör bütün güzellikleri. Sonra Ay’a, Güneş’e, yıldızlara bak; hayran ol… Böceklere, kuşlara, kelebeklere, bal arılarına bak… Sonra bütün bunları yaratan Kainat’ın tek Sahibi’ne yönel ve O’na itaat et, O’nun hükmüne razı ol. O’nun Haziran 2010 nizamını ve kanunlarını her şeyin üstünde tut. O’nun şeraitinin bir hakikatine dünyaları değişme. Bir dua ettin de kabul olmadı mı? Bil ki bütün imkânları Yaratan’a senin duana icabet etmek gayet kolaydır. Onun seni duymadığını mı, görmediğini mi sanıyorsun? Her şey O’nun ol demesiyle olmaya bakıyor. Kabul olmadı sandığın duan aslında O’nun bilgisi dâhilinde… Bekletilmesinde bilemeyeceğimiz nice hikmetler var. Dur bekle biraz, acele etme! “Allah’ın bir bildiği var” de ve itiraz kapısını aralama. İsyan edip de güzel yaratılışını bozma; fıtratına ihanet etme. Sana düşen sadece Allah’ı bilmek ve yalnızca O’na güvenmek… Allah’ı bilirsen “niye, neden böyle oldu” diye sormazsın. O zaman sadece O’nun verdiği hükümlerdeki hikmetleri ararsın. O’na olan güvenin tam ise imanın da tamdır. O’na güveniyorsan hayattan korkmana gerek kalmaz. Bir göz ki hak nuru ile bakarsa merak etme görmesi gerekenleri görür. Bir kulak yeter ki duymak istesin, istediği duyurulur. Mevla nasibi olan kimselere bir yol göstereceği zaman, ona vahiy meleği Cebrail’i gönderip de yol göstermez. Vahiy meleği çoktan geldi ve hidayet rehberi olan Kur’an’ı çoktan getirdi. Bir sıkıntıya düştüğün zaman çözümü Kur’an ve sünnette ara. Sen böyle yaparsan tevafuk zincirleri dizilir ve sana başka başka yollar gösterilir. İlla ki rüyana aksakallı bir dedenin girmesini bekleme. Ya bir komşusuna gittiğinde komşun sana bir şeyler söyler, ya bir sohbette bir şeyler öğrenir yahut bir kitaptan rastlarsın. Aradığını bir şekilde bulursun. İşte bu tevafukların bir hikmeti vardır. Bazen bu tevafuklar sana garip gelir. Sen bu garipliklere "nasıl oldu" deme? Onda takılıp kalma. O gariplikleri yaşatana çevir yönünü. Yaratan isterse her şey olur, o istemezse hiçbir şey olmaz. Sakın evliyaların ikliminden uzaklara gitme. Bir insan bile sevdiklerinin hatırı için neler neler yaparken Yüce Allah sevdiklerinin hatırı için kim bilir neler yapar. Elhamdülillah bizim Allah dostlarına olan sevgimizi ve güvenimiz tamdır. Onların sırlı hallerine muttali olamasak da onları inkâr etme cehaletine de düşmeyiz. Kur’an ve sünnetten ayrıldığını görmediğimiz halde, veli kulları inkâr edemeyiz. Hem neyimize güvenerek velilere yüz çevirelim? Nursuz bir yüze, zikirsiz bir dile, şevksiz bir gönle güvenerek mi? Haziran 2010 Evliya gölgesinde oturduğumuz tatlı günlerin hatırını nasıl olur da unuturuz? Aşkımız tükenme demine geldiği anlarda, gönül depomuzda ilahi aşk adına bir damla kalmadığında, kim bizim ruhumuzu Mevla aşkıyla doldurmuştu? Kimin sohbetleri yaramıza bir merhem, bir şifa olmuştu. Kötü bakışlı insanlar zannediyor ki evliyalar da tıpkı kendileri gibi kötü bakışlı. Oysa onların her birisi birer ayna hükmünde… Onlara bak ve kendini gör. Evliyayı bil, tanı, fakat ondaki nuru onundur sanma. Allah isterse hak nurunu taşa bile yansıtır. Sen taşa değil nura bak… Taşa yönelirsen putperest olursun, nura yönelirsen kamil bir mümin olursun. Artık kendi doğrularınla kibrit kutusundan kuleler inşa etmeyi bırak. Aklına güvenen kimseler çoktan yolda kaldılar. Akılsız hareket edenler de çamura saplandılar. Sen ne aklını terk et, ne de aklını yücelt. Aklını kullan kafi. Allah’a güven, O’ndan gerisini terk et. İşte o zaman dünyanın en büyük çilelerini tatmış bile olsan neşeli, mutlu olursun. Seni dünyada mutsuz eden şey bil ki dünyadan beklentilerindir. Yalan dünyaya merdiven dayarsan, her an bir gümbürtüyle düşebilirsin. Ama merdiveni kamil bir mürşidin yüreğine dayarsan, bil ki o seni mahcup etmez. Şimdi Kur’an mushafından tevafukat yoluyla açtığım bir ayeti okuyalım: "Elçiler hediyelerle Süleyman peygambere geldikleri zaman Süleyman peygamber onlara dedi ki: 'Sizler bana maddi yardımda mı bulunacaksınız (mal ile mi yardım edeceksiniz) Hayır Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha hayırlıdır. Siz bu hediyenizle sevinip övünebilirsiniz." (Neml Suresi 36) Süleyman peygamber bir gönül zengini iken elbette kendisine verilen hediyeler ile mutlu olup sevinecek değildi. Zira kendisine verilmek istenenler, kendisinin sahip oldukları, yanında hiçbir şeydi. Bir insan ki kendisine merhamet, uysallık, iyi niyet, güzel geçim ve birçok iç güzelliği verilmişse, tutar da yalancı dünyanın sultanlarının hediyelerine gönlünü verirse yazık etmiştir kendisine. O gelecek olan dünyalık hediyelerle kafasını meşgul eder de, Allah ve resulünün sevgisinden, velilerin sevgisinden gafil kalırsa hüsran işte o zamandır. Rabbimi bize de Süleyman Peygamber gibi “Allah’ın bana verdiği sizin verdiğinizden daha hayırlıdır” diyebilmeyi nasip et. 65 BÜLBÜL VE TEKNİK "İnsan, üretken ve tüketken olan canlıdır" derdi. "Tüketken" kelimesini "üretken"e simetri olsun diye uydurmuştu. Pek severdi simetrik olanı. Sonra "ve" hecesini de "fonksiyonel" bulmadı ve sildi. Selman KARA Teknik, mekanik, otomatik, metalik, ekonomik, pratik, makina, fabrika, yatırım, üretim, tüketim... Dünyası dilinden düşürmediği bu kelimelerle doluydu. Mekanik kanunlarını hayat ilkeleri kabul eder, bir makina gibi çalışır, emri altındakilerden de "teknik bir aygıt" olmalarını isterdi. "İş yerine robotlar koymaktansa insanları robotlaştırmak daha rasyoneldir," diye yazmıştı not defterine. Bu fikrini iş arkadaşlarına da anlatmış, buluşundan dolayı övünmüştü. Evet, canlı birer makinaydı insanlar, duygu bir zaaftı. Düzenli motor seslerini dinlemekten hiç bıkmazdı. Makina çalışırken en ufak bir pürüzlü ses gelse dengesi bozulurdu. Evinde de aynı düzen ve disiplini isterdi. Yemekler tam zamanında yenilir, sadece zaruri ihtiyaçlar için konuşulur, belli bir saatte yatılır ve kalkılırdı. Evde iş saatleri dakikası dakikasına belirlenmiş, bir çizelge halinde çerçevele- 66 Haziran 2010 nip duvara asılmıştı. Sonra bunu da yeterli görmedi adam. Teknik asrında bu iş de mekanik yollarla halledilmeliydi. Özel bir saat yaptırdı, günlük işleri büyük bir düzenle kaydettirdi ve her odaya bir tane höparlör taktırdı. Artık çizelgeye bakmak gerekmiyordu. Eve bir makina daha girmiş ve bu işi kökünden halletmişti. Evde her iş için bir makina vardı zaten. Her odadan mekanik sesler gelirdi. O, bu mekanik sesler orkestrasını lezzet alarak dinler, "Babam yaşasaydı da bunları görseydi" diye düşünürdü. Eve aldığı eşyalar, hem ekonomik, hem de fonksiyonel olmalıydı. Bunlar dümdüzdü ve hemen hemen hepsinin keskin geometrik şekilleri vardı. Elle tutulur bir faydası olmayan süslemeler, kıvrımlar ve nakışların tamamen anlamsız olduğunu düşünürdü. Evine tablo yerine, "teknik harikalar" dediği fabrikaların, füzelerin, uçakların, gemilerin... fotoğraflarını astırmıştı. Gencecik yaşında ölüveren eşi, "teknik ilkelerini" uygulamada onun en büyük engeli olmuştu. Bu sanat sevdalısı hülyalı kadınla, pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da hiçmi hiç anlaşamamışlardı. Teknik, mekanik ve metalik olan nesnelere düşkün değildi kadın. Her istediği elinin altında olan bu zarif İstanbul kızının niçin mutsuz olduğunu bir türlü anlayamamıştı adam. "Her şeyimiz var, niçin mutsuzsun?" diye sorar, kendi mantık ölçülerine uygun mantıklı bir cevap alamazdı. Köşeli, açılı, kesin, keskin ve düz olanı severdi adam. Küçük bir saray gibi olan evini yıktırmış, yenisini bu zevke göre yaptırmıştı. Kadın, bu geometrik çizgiler anıtını da beğenmemişti. En çok da evin çevresini betonla kaplatmak fikrine itiraz etmiş, ağaçların kesilmesine, duygulu ve uysal karakterinden hiç beklenmeyen bir tavırla karşı çıkmıştı. Evin arka tarafı bu yüzden betonlanamadı ve bahçe olarak kaldı. Eşinin ölümünden sonra bir daha evlenmeyen adam, koca evde, onun yegane mirası ve kendisinin de tek evladı olan Rayegan'la birlikte yaşıyordu. Rayegan... Bu isim de mesele olmuştu. Karısının aşırı ısrarına dayanamayıp, istemeyerek kabul etmişti bu adı. Dadı elinde büyüyen Rayegan, büyüdü, gelişti, serpildi ve sonunda annesine benzedi. Yalnız önemli bir farkı vardı ki, annesi uysaldı, Rayegan ise, babasının tabiriyle, olabildiğince dik başlıydı ve hürriyetine de pek düşkündü. Rayegan'ın mutlaka teknik okullarda okumasını istiyor, hevesini uyandırmak için de elinden geleni yapıyordu. Üretken olmayan bütün ilim ve sanat dallarını gereksiz bulurdu. Tarih, din, sanat ve benzeri konularda eğitim veren okulların kapatılmasından yanaydı. Ekonomiye hiçbir katkısı olmayan "asalak ve tüketken" kuruluşlardı bunlar. En tahammül edemediği şey, edebiyattı. Birgün Rayeganı şiir okurken yakalamıştı. Kapısının önünden geçiyordu ki, bir ses işitti: "Anne girdin düşüme! Yorganın olsun duam, Mezarında üşüme!" Hemen kızının odasına girdi, bu "deli saçması" şeyleri okuduğu için onu kınadı. Şiirin gereksizliğine dair uzunca bir konuşma yaptı. Rayegan, babasını, "Sen ne söylersen söyle, ben inandığımı yapacağım," diyen bir tavırla dinledi. Haziran 2010 67 Adam bunu sezince, "Bilime düşman mısın?" diye sordu birden. ahengi temelinden sarsılmıştı. Bu "ilkel ses," kurulu dengeleri yerle bir etmişti. "Hayır," dedi Rayegan, "ben, makinanın insanı ezmesine karşıyım. İnsan bir âlet değildir! Teknik, sanatı sürgün etmemeli. Kültürsüz bir medeniyet istemiyorum. Akıl, kalbi susturmamalı. Duygunun olmadığı yerde insan da yoktur. Maddî olan, manevînin emri altında yürümeli. Madde ve ruh... Bunlar iki ayrı kutupsa, ben ruhtan yanayım. Çünkü, ben ruhumla insanım... Ama bedensiz de yapamam, bunu biliyorum..." Adam, bülbüle öfkesinden uyku uyuyamıyordu. Sanki biliyormuş gibi en fazla da onun uyku saatlarında şakıyordu bülbül. Gece rahat uyuyamayınca günlük programı da aksamaya başlamıştı. İştahla yemek yiyemiyor, düzenli düşünemiyor, istese de dakik olamıyordu. İşin garibi, sevdiği bütün sesler de, ona o ilkel sesi hatırlatmaya başlamıştı. Hangi sesi duysa hemen bülbülün figanlarını hatırlıyor, zihninin duvarlarını paramparça eden bu sesi bir türlü zihninden kovamıyordu. Adam, kızının bu kararlı tutumuna şaştı: "Ezberden konuşur gibisin!" demekle yetindi. "Evet," dedi kız, "ezberden konuşuyorum. Bu mesele üstünde kafa yordum... Yani insanca davrandım! Düşündüm ve anladım... Kanaatlerimin özetiydi söylediklerim..." Bu tartışmanın olumlu bir meyve vermeyeceği belli olmuştu. Hiç de "üretken olmayan" bir konuşmayı sürdürmenin faydası yoktu. Odayı terkederken, "Hiç evlenmemeliydim!" demekle yetindi. Bu "aksaklıklar" sayılmazsa fabrikada da, evde de işler tam istediği gibi yürüyordu. Arzu ettiği düzeni ve disiplini kurmuştu. Hayat, bir otomatik makinanın çalışmasına benzemiş, bu durum, onu özlediği dengeye kavuşturmuştu. Umulmadık bir olay bu dengeyi bozdu: Bahçeye bir bülbül dadanmıştı! Güneş son ışıklarını da toplayıp, gecenin ilk karanlıkları etrafı sararken ötmeye başlıyordu bu bülbül. Bir süre sonra, azıcık uykusunda görebildiği rüyaları da bülbül sesleriyle doldu. Uykunun kalın perdelerini delip geçen bu sese ölesiye kin bağladı adam. Bir gece irkilerek uyandı. Perdelerin ardından yine onun sesi geliyordu. Perdeleri sıyırdı, pencereyi açtı, içeriye yıldızlı yaz gecelerinin yumuşak aydınlığı doluverdi. Bülbül, bu tatlı gecenin ruha ürpertiler veren havasıyla vecde gelmiş, en güzel bestelerini art arda seslendiriyordu. Adamın içi öfke ve kinle doldu. Sabahı zor etti. O gün işe gitmedi. Motorlu testereyle odun kesen iki adam buldu. Büyük küçük bütün ağaçları ta kökünden kestirdi, uzaklara taşıttı. Ağaçlar kesilirken, güçlü homurtularla çalışan testere seslerini kendinden geçercesine dinledi. Eskiden ormanların derinliklerinden gelen fasılalı balta seslerinin ilkelliğini düşündü. Daha çok evin hemen yanındaki tarihî çınar ağacına konuyor, uzun uzun, derin derin ötüyor, kendi dilince ardı ardına besteler yapıyordu. Bülbül için, konup şakıyacak en küçük bir dal bile bırakmamış, yuvasını dağıtmış, onu yurdundan kovmanın yolunu bulmuştu. Artık o ötemeyecek, evin her yerinden teknik, mekanik, otomatik, metalik sesler gelecek, hayatın aksayan dengesi yeniden kurulacaktı. Türlü türlü ötüşleri vardı. Bazen ürpertilerle dolu bir heyecan dalgası kesiliyor, bazen acılarla inliyor, bazen hasretlerle figan ediyor, bazen ızdırabını feryadıyla dağıtıyordu. Gecenin sükûnetinde, bu sesler, diğer bütün seslerin arasından, pencerelerden, perdelerden sızıyor, onun dünyasına bir davetsiz misafir gibi giriveriyordu. Akşam yemeğini iştahla yedi. Yemekten sonra Rayegan'a teknikteki yeni gelişmelerden, fabrikadaki üretim artışlarından, yeni pazarlama imkânlarından söz etti. Uyku saatını bildiren metalik sesi duyunca keyifle gitti yatak odasına. Yattı. Artık o ilkel ses yok, diye düşünürken o sesi yine duydu. Bu mekanik, otomatik ve teknik dünyanın Sesin nereden geldiğini araştırdı ve bulmakta 68 Haziran 2010 gecikmedi. Bülbül, evin çatısındaydı. Muhteşem ağaçlarını, sevda kokan güllerini, rüzgârla salınan dallarını kaybettikten sonra vatanından kovulmuş bir sürgünden farkı kalmamıştı. Harabezara dönen yurdunu terkedememiş, solan gülleri için ayrılık ve ölüm besteleri yapmak istemişti sanki. Ötmesi acılarla doluydu. Derunî bir hüznün bütün nevilerini havaya yayıyor, bu ses bir mazlumun ahı gibi semalara çıkıyor, ruh ikliminde fırtınalar uyandırıyordu. Adam tahammül edemedi. "Radikal bir çözüm bulmalıyım," diye düşündü. Bunun en köklü çözümü, öldürmekti. Ölüm onu ebediyyen susturacaktı. Evet, onu öldürmeliydi. Bülbül, zaten ekonomik hayata hiçbir katkısı olmayan, üretime dönük hiçbir çalışma yapmayan lüzumsuz bir hayvandı. Kolay bir ölüm olmamalıydı bu. Otomatik bir makina gibi işleyen kurulu düzenini allak bullak eden bu "serseri"yi bizzat kendi elleriyle öldürmeliydi. Evet, onu öldürmek lezzetini bir başkasına veremezdi. Kiralık adamlar buldu, durumu anlattı, "Ne yaparsanız yapın, bu bülbülü yakalayıp bana getirin," dedi. Diri getirene ödül verecekti. Yüklüce bir miktar para! Paranın yapamayacağı şey yoktu! bolan geçmiş gecelerde bülbülün en coşkulu seslerle öttüğü saat gelince infazı başlatacaktı. Bir iğne aldı eline. Ona parmaklarıyla dokunmaktan hoşlandı. Bu pırıl pırıl metal parçasını bülbülün kalbine yavaş yavaş batırdı. Kuş, son kez ötmek ister gibi sesler çıkardı, ama bu bir ötüş sayılmazdı artık. Olsa olsa bir inleme denebilirdi ona. Çırpınmak istedi, ama adam onu sımsıkı tutuyordu, çırpınamadı bile... Gözleri kapandı, ağzı yarı açık kaldı. Adam, bülbülün minnacık cesedini çöp öğütme makinasına attı, makinanın düğmesine bastı. İşte, her şey bitmişti artık. "Bu iş tamam," diye söylendi yatarken. Çok uzaklardan gelen motor seslerini hazla dinledi. Uyku saatini hatırlatan metalik sese kulak verdi. Odadaki otomatik saatin tik taklarını işitti. Uykuya dalacaktı ki, ne olduysa o zaman oldu işte. Onu sinirlendiren, dengelerini bozan, uykularını kaçıran, rüyalarına giren o sesi yine duydu. Olacak şey miydi bu! Önce kulağına inanamadı. Radikal bir çözüm getirmişti oysa. Matematik kuralı kadar kesin bir netice elde etmişti. Peki bu ses nasıl duyuluyordu öyleyse? Kiralık adamlar hemen faaliyete geçtiler. Ustaca bir tuzak kurdular. Bahçenin orta yerine dikilen bir gül ağacıydı bu tuzak! Budanmış, dümdüz olmuş bahçede gül ağacını elbette görecekti bülbül. Görüp de gelmemezlik edemezdi. Eh, gerisi kolaydı artık. Bülbülün figanları devam ediyordu. Anlam yüklü, duygu yüklü bir sesti bu. Yepyeni bestelerle gelmişti. Hasret, firkat, gurbet acılarıyla dolu nağmelerle... Nitekim aynen tasarlandığı gibi oldu, bülbül yakalandı, celladına götürüldü. Serin yaz gecelerinin, dalga dalga yayılan gül kokularının, uzak beldelerden ezan sesleri getiren rüzgârların ve bırakmak zorunda kaldığı acı tatlı bütün bir hayatın özlemi vardı sesinde. Adam onu hemen öldürmedi. Nasıl öldürmesi gerektiğini uzun uzun düşündü. Kuşun zayıf bedeni kocaman elinde kaybolmuştu, ama başı görünüyordu. Dili susmuştu, fakat kalbi vargücüyle çarpıyor, sıcacık göğüs kafesini dövüyordu. Adam, bu minnacık kalbin atışını elleriyle hissetti. Sevda gibi, hasret gibi, firkat gibi geçmiş zaman duygularının kaynağı bu kalb olmalıydı. Öyle ya, dilin söyleyişi kalbin yanışındandı. Kararını verdi, bu kalbi delmeli, o ilkel seslerin kökünü kurutmalıydı. Radikal bir çözüm olacaktı bu. Geceyi bekledi. Silinip kayHaziran 2010 Adam kalktı, sesin nerden geldiğini araştırmaya başladı. Bir türlü yön tayin edemiyordu. Bu ses alttan, üstten, yandan, her yerden geliyordu. Adam gözlerini kapattı, yeniden ve bir daha anlamaya çalıştı sesin nerden geldiğini. Birden gözleri dehşetle açıldı... Ses, içinden geliyordu! Kuş, adamın ruhunda ötüyordu artık! 69 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] TORUNLARIMA Ben, Fatih Sultan Mehmed 29 Mart 1432'de Edirne'de doğdum. Babam Sultan İkinci Murad, annem Huma Hatun'dur. Okumayı çok severim. Bilime büyük önem veririm. 20 yaşında Osmanlı padişahı oldum. 29 Mayıs 1453’te İstanbul'u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak “Fatih” ünvanını aldım. Hz. Muhammed'in (S.A.V) hadisi şerifinde müjdelediği “İstanbul'un fethini gerçekleştiren büyük komutan” olmayı Allah (c.c) bana nasip etti. Orta Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açarak Cihan İmparatoru olmayı bana nasip ettiği için Allah’a hamd ediyorum. Sevgili torunlarım, Ben de sizin yaşınızdayken okumayı, öğrenmeyi çok severdim. Küçük yaştan dil öğrenmeye merak duydum ve yedi yabancı dil öğrendim. Şaşırdınız mı? Hiç şaşırmayın isteyene yüce Allah (c.c) kolaylık veriyor. Tembellik ederseniz tabi ki öğrenmek zor gelir. Televizyon izlemekten, internette gezinmekten kendinizi alıkoyamıyorsanız elbette zor gelir. Değil dil öğrenmek hayatta da başarılı olamazsınız. Ben İstanbul’u fetih hazırlıkları yaparken sabahlara kadar uyuyamıyordum. Bir anımı sizinle paylaşayım mı? Ne dersiniz? Çok mu merak ettiniz? Öyleyse iyi dinleyin. Annem Hüma Hatun, yatağımın her sabah düzgün olduğunu görünce: “Şehzadem, yatağınızı siz toplamasanız da hizmetçiler toplasa, böylece yorulmamış olursunuz.” dedi. Ben ise her zamanki gibi sevdalı olduğum İstanbul’un Bizans’ın olan kısmına bakarak şunu söylemiştim: “ Canım anam, ben o yatağa 6 aydır girmedim.” İşte benim başarılarım böyle çalışmak ve fedakârlıklarla gerçekleşti. Ben de oyun ve eğlenceye dalsaydım belki bu başarılara ulaşamayacaktım. Benim örneğim Hz. Muhammed Mustafa (s.av) oldu. Onun yaşantısı, sünnetleri, hatta İstanbul’u feth etmekteki amacım O’nun müjdesine kavuşmaktı. Böyle çalışmalar dünya ve ahirette mutluluğu sağlar. Sizlere bu çalışmalarımın örnek olmasını diliyor alınlarınızdan öpüyorum. Fatih Sultan Mehmet Öğrenci Temel Temel okula gidiyormuş. Ama defterinde tek bir satır yazı yokmuş. Babası bu durumu görünce demiş ki: “ Oğlum temel senin defterinde neden hiç yazı yok”. Temel: “Babacığım öğretmenin yazdığını ben de aynen defterime yazıyorum; ama öğretmen tahtayı silince ben de defterimden siliyorum.” 70 Haziran 2010 AFACAN İLE MERAKLI Okulların tatil olması yaklaşınca herkeste bir heyecan başlıyor. Kimileri gideceği gezeceği yerleri belirlerken, kimileri de katılacağı yaz kurslarının programını çoktan yaptı bile. Bunların dışında tatili sadece oyun ve yatarak geçirmek isteyenler de var. Sizlerin ne planı var bilmiyoruz ama Afacan’la Meraklı’nın planları varmış. Merak ettiniz mi? Ne planları varmış. Ben de çok merak ediyorum öyleyse hep beraber öğrenelim. - Meraklı okulların tatil olmasına az zaman kaldı tatilde neler yapacaksın planladın mı? - Tatilin planı mı olur afacan. Bir yıldır canımız çıktı ders çalışmaktan bir de tatilde mi plan yapalım? Yine de planımı öğrenmek istiyorsan söyleyeyim. - Tabii istiyorum söyler misin? - Tatilde bol bol yatacağım kimse beni erkenden kaldırmayacak. Sonra da televizyon izler, biraz da dışarıda arkadaşlarımla oynarım. Senin planın ne? - Ben önce Yaz Kur’an Kursu’na gideceğim. Kur’an bilgilerimi tekrar edeceğim. Unuttuklarım varsa onları hatırlayıp bilmediğim konuları öğreneceğim. Vakit namazlarımı camide kılacağım. Babam, müsait olunca yakınımızdaki tarihi eserleri gezeceğiz. Spor için de kurs araştırıyorum bulunca ona da yazılacağım. - Vay canına! - Dinlenmek demek, yatmak demek değildir. Dinlenmek bir işten başka bir işe geçmektir. Peygamber efendimiz (s.a.v): “ İki günü eşit olan zarardadır.” buyuruyor. Yatarak zarara uğramayacak mısın Meraklı? - Çok doğru söylüyorsun Afacan sana çok teşekkür ederim. Hiç böyle düşünmemiştim. - Meraklı nereye koşuyorsun dur! - Ben de plan yapmaya gidiyorum. Görüşmek üzere Allah’a emanet ol kardeşim. Arkadaşlar siz planınızı yaptınız mı? Öyleyse ne duruyorsunuz haydi siz de planınızı yapınız. Hepinize iyi tatiller. Arkadaşlar geçen sayımızda öğrendiğimiz Allah’ın (c.c) Sübuti Sıfatlarını bulmacamıza yerleştirelim. Hatırladık mı? Haydi kolay gelsin 1- Allah ‘ın (c.c) diri ve canlı olması 2- Allah’ ın (c.c) yaratma sıfatı 3- Allah’ (c.c) her şeyi bilmesi 4- Yüce Allah’ın her şeyi görmesi 5- “Söylemek ve konuşmak" sıfatı. Allah’ın (c.c) bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş, bazı peygamberler ile de konuşmuştur. 6- Yüce Allah’ın “ dilemek” sıfatı. 7- Yüce Allah’ın her şeye gücünün yetmesi. 8- Yüce Allah’ın (c.c) gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yüksek sesle ne söylenirse her şeyi işitmesi. Haziran 2010 71