Ahlak ve Etiğin Günümüze Etkileri Hakkında

advertisement
Ahlak ve Etiğin Günümüze Etkileri Hakkında Görüşler (2)
Yansı Eraslan
Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi
Etik ve moral değerler incelendiğinde ekonomiyi konunun dışında bırakmak mümkün
değil. Yetişen genç nesillerin ve onları yetiştirenlerin en çok etkilendiği konuların başında
ekonomik faaliyetler ve modern dönemin bireylere biçtiği yeni rol gelmektedir. Fayda, edinim,
sahip olma, statü ve rekabet unsurlarının artan baskısı bugün olduğu gibi yakın bir gelecekte de
insanlara rahat vermeyecek gibi gözükmektedir. Bu faktörlere görünümü de katmak
mümkündür. Bununla hem dış görünümü, özgeçmişlerde ve mülakatlarda olduğu gibi hem de
sahip olunan niteliklerle karşıdaki zihinlerde oluşturulmak istenen görünümü
kastediyoruz. Dönemin taleplerini gören ve koşulların istediği kişi olmak zorunda kalanlar,
Alfred Marshall’ın, insanı ekonomik bir varlık olmanın (homo aeconomicus) ötesinde görmeyen
neo-klasik ekonomi anlayışına giderek daha fazla yaklaşmaktadır. Yeni küresel kimlik öyle bir
noktaya gelmiştir ki sadece öyle gerektiği için iyi ve dürüst olmak ya demode bir romantizm
olarak değerlendirilmekte, ya da övgü gerektiğinde kişiyi öne çıkarmak için ayırt edici nitelik
hâline dönüştürülmektedir.
Refah ekonomisi konusundaki katkıları nedeniyle 1998 yılında Nobel Ekonomi Ödülü'ne layık
görülen Amartya Sen “Etik ve Ekonomi” adlı eserinde “Gerçek hayatta herkesin her zaman
bencil olduğu iddiası yanlış olabilir; ama herkesin her zaman bencil olmasını rasyonalitenin bir
koşulu olarak talep etmek tartışmasız biçimde saçmadır.” ifadeleriyle insan egosu ile fayda
arasında kurulan klasik ilişkiye yeni bir boyut getiriyor. İktisadın her ikisi de siyasetle ilgili
olan iki ayrı kökenden geldiğini öne süren Sen, birini etik, diğerini mühendislik olarak
görür. Mühendislik yaklaşımı, insanın iyiliğine neyin katkıda bulunacağı veya Sokrates’in
sorduğu gibi “insan nasıl yaşamalı?” türünden sorulardan ziyade esas olarak lojistik meselelerle
ilgilenmektedir. Buna göre amaçlar hiç tartışılmaksızın veri olarak kabul edilir. Yapılmak
istenen, bu amaçları gerçekleştirmek için uygun araçları bulmaktır. Mühendislik yaklaşımını
anlarken ekonomik ilişkilere ve piyasaların işleyişi konusuna bakmaya ihtiyaç var. Ekonomiyi
anlama ihtiyacımızı tatmin etmek için -ne pahasına olursa olsun- fayda elde etmeyi yücelten
serbest piyasacılara, modern iktisadın babası olarak anılan ve çok etkilendikleri Adam Smith’in
Glasgow Üniversitesinde “ahlak profesörü” olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Kim bilir, belki
de bunun bir sonucu olarak pek çokları Smith’i meşhur kasap ve iyi et satma örneğinin ötesine
taşıyamazken Sen, onun “insan olma, adalet, cömertlik ve kamusal bir ruh hâlini başkalarına en
çok yararlı olan nitelikler olarak saymasını” öne çıkarmıştır.
Etikle ilgili sorunların birikerek artmasının çeşitli sebepleri olabilir. Bunlar arasında üç
tanesinin -farkındalık, önceliklendirme ve temel menfaat çatışması- öne çıktığını
düşünüyoruz.
Etik ve ahlaki olanı arayış, bir farkındalık ve önceliklendirme
meselesidir. Okullar bilimi öğretme çabasındadır; ancak bilim etiği çoğunlukla bunun dışında
kalmaktadır. Ülkenin zeki ve çalışkan çocukları tıp ve diş hekimliği fakültelerine girmek için
yıllarca birbirleriyle rekabet etmekte, ama bu özellikli beyinlerin bir kısmı tıp etiğine ilişkin
bilgilenme süreçlerinden mahrum kalmaktadır. Mühendisler insanlığın gelişimi için ciddi
projelerle meşgul olmak üzere yetiştirilmekte, ancak doğa ve diğer canlıların tahribatı pek
çoğunun ilgi alanına girmemektedir. Bir sonraki kuşağı yetiştirmek üzere yetiştirilen
öğretmenlerin neredeyse tamamına yakını meslek etiğine ilişkin bir ders görmemekte ve
profesyonel bir eğitim almamaktadır. Uzağa gitmeye ve aleni olanı saklamaya gerek yok;
Türkiye’de yıllardan bu yana kendi sınıfındaki öğrencisine ücretli özel ders veren ve Pieper’ın
“öğretmen, öğrettiklerini örnek olarak yaşayan ideal biridir” ifadesini tekzip eden öğretmenler
var. Belki de yapılan işin önem derecesinin bir parçası olarak pek çok öğretmene yaş gününde,
Öğretmenler Günü’nde, okul kapanış günlerinde öğrenci ve ailelerden hediyeler
geliyor. Bunların mesleğin saygınlığına zarar vermesini bir kenara bırakarak ifade etmek
gerekir ki her ucu açık ve kuralı önceden belirlenmemiş işte olduğu gibi burada da ipin ucu
kaçmış; insanların ev, beyaz eşya ve giyim-kuşam ihtiyaçlarının hizmet verdikleri kişiler
tarafından karşılanması noktasına gelinmiştir.
Özellikle kamuda görev alanların sınır tanımaz eğilimleri kontrol edilemez noktaya gelince ve
elbette kaliteli bir devlet olma çabasının sonucu olarak 13 Nisan 2005 tarihli Resmî Gazete’de
Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik
yayımlanmıştır (bağlayıcılık açısından kamuda görev alanların işaret edildiği aşikâr olmakla
birlikte mevzuatın ruhu genel bir çerçeve çizmektedir; kaldı ki resmî veya özel herhangi bir
okulda çalışan öğretmenin görevi kamusal niteliği haizdir). Özellikle halka hizmet bilinci,
dürüstlük, tarafsızlık, saygınlık ve güven başlıkları altında son derece önemli tespitler yapılan
bu yönetmelikte görev ve yetkilerin menfaat sağlamak amacıyla kullanılmamasından kamu
görevlilerinin verdikleri hizmetten yararlananlara karşı nezaket ve saygı kuralları içinde
davranmalarına kadar düzenlemeler yapılmıştır. Üçüncü bölümü tamamen etik davranış
ilkelerinin uygulanması ve etik kültürün yerleştirilmesine ayrılan yönetmeliğin 15. maddesinde
hediye alma ve menfaat sağlama yasağı da bulunmaktadır. Diğer yandan halka hizmet
verenlerin, görevlerini tarafsız ve objektif şekilde icra etmelerini etkileyen veya etkiliyormuş
gibi gözüken ve kendilerine, yakınlarına, arkadaşlarına ya da ilişkide bulunduğu kişi ya da
kuruluşlara sağlanan her türlü menfaati ve benzeri şahsi çıkarlara sahip olmayı net bir şekilde
men eden kamu otoritesi, kamu görevlilerini şahsi sorumluluğa sahip oldukları konusunda ikaz
etmektedir.
Kamuda etik denilince ilk akla gelen organlardan birisi şüphesiz Başbakanlık Kamu Görevlileri
Etik Kurulu’dur. Kurul tarafından hazırlanan Kamu Görevlileri Etik Rehberi'nde bazı kamu
görevlilerinin yılbaşı, bayram ve benzeri özel günleri bahane ederek iş sahiplerinden ya da
mesai arkadaşlarından zaman zaman hediye aldıklarına dikkat çekiliyor. Rehberde, Türk sosyal
yaşamında yadsınamaz yeri olan hediye kültürünün -elbette özel sektör temsilcilerinin devlet
nezdinde yaptıkları işlerden kaynaklanan ve kişisel hatırın ötesindeki boyutun- kamuda
yozlaşmaya, kamu görevlilerinin eleştirilmesine, yolsuzlukla ilgili algılamaların artmasına,
kamu yönetimi ve yöneticilerine duyulan itibar ve güvenin sarsılmasına neden olduğuna vurgu
yapılıyor. Kurul’un ifadesiyle “göz yumulan hediyeler, çoğu zaman kamu görevlisinin
tarafsızlığını, kararlarını ve görevini etkileyebiliyor ve âdeta ‘bubi tuzağı’na
dönüşüyor.” Kamuda etik standardı geliştirme çabalarını yalnızca hediyeye indirgemek elbette
doğru değil. Özellikle üst düzey görevlilerin makam odalarını, lojmanlarını, makam araçlarını
sürekli yenileme ihtiyacı içinde olmaları, tefrişatların kimilerini iş yapılan kişilerin bağışlarıyla
karşılamaları, resmî kurum telefonlarını özel işlerinde veya iletişimlerinde kullanmaları gibi
pek çok gayrietik örnek sayılabilir. Bunlara, gitmek istediği yerleşim yerinde olmak
adına kendisini görevli / izinli gösteren, hem ulaşım, hem harcırah imkânlarından yararlanan,
önemli toplantıları yazın sahilde, kışın kayak merkezlerinde denk getiren yöneticileri eklemek
mümkündür. Ancak itiraf etmek gerekir ki oluşturulmak istenen etik kültüre, yeni standartlara
ve iş görme biçimine karşı çıkan kişi ve kurumlar bulunmaktadır. Sadece dijital ortamlarda
paylaşımda bulunan çeşitli meslek grubu üyelerinin yazışmalarına bakmak üzücü tabloyu
anlamak için yeterlidir.
Etik ve ahlak konusuna bireysel olduğu kadar kurumsal gözlükle de bakmakta yarar var. Bir
sektördeki oyuncuların sadece birkaçının sergiledikleri tutum, alışılagelmiş bütün kuralları
yerle bir edebiliyor. Özel öğretim sektöründe son yıllarda ortaya çıkan zincir okulların
rekabetin kurallarına, eğitimin ruhuna, yerleşik alışkanlıklara ve fayda ahlakına ilân-ı harp eden
uygulamalarını endişeyle izliyoruz. Kimileri yabancı fonlar tarafından satın alınan, kimileri bir
müdür-bir mühürle kurulan okulların son dönemde geliştirdikleri ultra liberal pazar anlayışı,
Türkiye’nin içinde bulunduğu dönemde yaşadığı ve yaşamaya devam edeceği en ciddi eğitim
sorunlarından birisidir. Emtia depolarını kiralayan, imar planlarında eğitim alanı gözükmeyen
yerleri okula dönüştüren, diğer kurumların velilerini tek tek arayarak ekonomik ödüllerle kendi
okullarına gelmeye davet eden, kendine rakip olarak seçtiği okullardan gelen öğrencilere özel
indirimler sunan, öğrenci ve öğretmen “transferini” kurumsallaştıran bu anlayış her türlü etik
kaygıdan yoksundur. Bu yönetsel uygulamalara, kararları ve kamuoyu ile yaptıkları
paylaşımlar yönüyle rekabetin çivisini çıkaran okulların durumunu da ekleyebiliriz. Örneğin
bünyesinde hem fen, hem anadolu lisesi bulunduran okulların, fen lisesi kısmında okuyan az
sayıdaki öğrencisinin başarılarını kurumun tümünü temsil ediyormuşcasına kullanmaları vakai âdiyeden sayılır olmuştur. Bu okullara ve eğitimi bireyin tükettiği basit bir metaya dönüştüren
yöneticilerine bakınca Bernard Shaw’un “ahlak duygumuz ihtiraslarımızı kontrol eder”
ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılıyor. Başarıyı sadece açılan okul, kaydedilen öğrenci sayısı,
bilançodaki sıfırların adedi veya yabancı ortaklarından alacakları “aferin” olarak gören, tahrip
gücü yüksek bu kurumları yönetenlere önemli bir düşünürümüzün sözlerini hatırlatmak yerinde
olacaktır. Hilmi Ziya Ülken, başarıyı “bilgi alanında, meslek hayatında yükselme ve
ihtisaslaşma gücü, değer alanında yaratıcılık, insanlık ve ahlaklılık gücünü kazanma” olarak
değerlendiriyor.
Ekonomi, eğitim ve iş ahlakı arasındaki ilişkiye Pareto optimumuyla da değinmekte yarar
var. İktisatçıların bakış açısıyla bir toplumsal durum, hiç kimsenin faydası başka birinin faydası
azaltılmaksızın yükseltilemezse Pareto optimal olarak anılıyor. Aslında bu coğrafyanın
insanları bu teknik dile aşina olmasa da kavramın manasına fazlasıyla hâkim. Bir zamanlar
İstanbul Kapalıçarşı’yı gezen yabancı bir sefirin eşine (ki, olayın kahramanının sefirin kendisi
veya Fatih Sultan Mehmet olduğu şeklinde varyantlar mevcut) “ben bugün satış yaptım;
alışverişinizi yandaki mağazadan yapın, onlar henüz siftah yapmadı” diyen ticaret erbabının,
Pareto optimumundan haberdar olmasa da anlamına vâkıf olduğu ortada değil midir? Bugünkü
yapıya baktığımızda sadece “kâr severliğiyle” öne çıkanların kuralsız işlerinden ortaya çıkan
ekonomik yararlar azaltılmadan mağdur edilenlerin durumunun değişmeyecek olmasını da
pekâlâ bir optimal nokta olarak görebiliriz. Ancak bu frensiz serbestliği denetleyecek olanların,
her şeyi piyasaya terk eden ve aslında serbest piyasa kavramına da aykırı olan
vurdumduymazlıklarını görünce iyimser olamıyoruz. Doğrusu karar alıcıların düzenleme ve
denetleme (regülasyon) görevinden -nedense- özenle kaçındığı bu dönem kadar özel öğretimin
sahipsiz bırakıldığı bir zaman dilimi anımsamakta zorluk çekiyoruz. John Perkins “Bir
Ekonomik Tetikçinin İtirafları” adlı kitabında ‘Enerjinin Vahşi Batısı’ olarak adlandırdığı
dönemi tarif ederken “Günün anahtar kelimesi ‘serbestleştirme’ idi ve kurallar akşamdan
sabaha değişiyordu. Ortalık [...] hırslı insanlar için fırsatlarla doluydu.” ifadelerini
kullanıyor. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki savaşlara -sattığı silahlarla- dâhil olan büyük
uluslararası fonların ve diğer yabancıların satın aldığı Türkiye’deki kimi özel okulları ve onların
sektörü ne hâle getirdiğini tarif ederken ‘Eğitimin Vahşi Batısı’ tanımlaması ne yazık ki hiç
sırıtmıyor. Rekabetin kuralsızlığını ve her türlü ahlaki normdan yoksunluğunu ifade etmek için
daha yumuşak tanımların yetersiz kalacağı düşüncesindeyiz.
Bir önceki yazımızda Stoacılık’tan söz etmiştik. Adam Smith’in, Stoiklerin, kendi küçük
çıkarlarının büyük topluluğun çıkarı uğruna feda edilmesine her an hazır olmalarından söz
etmesi bugün için fazla arkaik kalıyor. Batıdan bir düşünür -Sokrates- “insanlar her zaman, her
yerde acıkmışlardır. Ama her zaman, her yerde erdemli olamamışlardır.” derken bizden biri Şeyh Edebali- “bütün fethedilemeyen gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak
senin erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.” diyor. Demek ki etik, ahlak, erdem, fazilet, adına
ne derseniz deyin hep aynı kapıya çıkıyor.
Ahlak ve etik konusuna eğilirken bir araştırmanın sonucuyla başlamıştık; bir başkasının
sonucuyla bitirelim. Etik Değerler Merkezinin (EDMER), sonuçları Aralık 2013’te açıklanan
“Yöneticilerin Gözüyle Etik” araştırmasıma göre yöneticiler arasında Türk toplumunda etik
kavramının önemini vurgulayanların oranı yalnızca %28,7; ki, bu kavramın önemsiz
bulunduğunu belirtenlerin oranı ne yazık ki daha fazla (%35,6). Diğer yandan şirket
büyüklüğüne bakıldığında mikro ve küçük şirketlerde etik kavramının önemi (ortalama değerler
3,3 ve 3,4) büyüklere oranla daha fazla. Şirket büyüklüğü arttıkça -orta ölçekli ve büyük
şirketler- etiğe verilen önemin azaldığına inanılıyor (ortalama değer 2,9). Şapkaları öne
koymaya ve ahlaki kaygılar için aynaya bakmaya kimsenin niyeti yoksa bu günlerin aslında
iyiler olduğunu yaşayacak ve daha da kötülerini göreceğiz.
Download