1 İLKÇAĞ’DAN ORTA ÇAĞ’A TIP TARİHİ Prof. Dr. Arın Namal “Eğer hekimlik, basit bir sanat derecesine düşmek istemiyorsa, kendi tarihi ile ilgilenmelidir.” E. Littré NEDEN TIP TARİHİ? Tarih, toplumların yaşamını, kültürünü, zaman ve yer göstererek inceleyen bir bilimdir. Doğrudan gözlem ve deney yapma olanağının bulunmaması, tarihin bilim olma özelliğine gölge düşürmez. Tarihçi, retrospektif (geriye dönük) bakış açısına, bir tür a posteriori (sonradan) gözlem olanağına sahiptir. Tarihsel bilgiyi toplayıp, ayıklayıp, düzenleyerek, geçmişe olabildiğince yakın bir model oluşturmaya çabaladığı bu etkinliğinde objektif olma, neden-sonuç ilişkisini açıklamaya çalışma sorumluluğu taşır. Özetle, -Tarih bilgisi, bizlere retrospektif bakış açısı kazandırır. -Tek tek bir dizi olayın içinde sonucu belirleyenleri ayırdedebilmenin önemini kavratır. -Sentez yeteneğini geliştirir. -Tıbbın sosyal boyutu hakkında doğru bir fikir edinebilmemizi sağlar. İlerlemelerin, toplumsal koşullara bağlılığını gösterir. -Tıp tarihine eğilen hekim, mesleğinin binlerce yıllık geleneğini, bu gelenek üzerinde şekillenen toplumun beklentilerini daha iyi kavrar. Bilimsel yöntemin devreye girdiği 19. yy. ortalarına kadar tıbbın tarihi, tıbbın ta kendisiydi. Tıp öğrenimi klasik eserlerin incenilmesi, adeta ezberlenmesine dayandırılıyordu. Bu tarihten sonra klasik eserler, eğitim materyali olmaktan çıktı, tarihçilerin araştırma alanlarına girdi. GELİŞME SÜREKLİDİR... YARIN, BUGÜN KESİNKES DOĞRU BULDUKLARIMIZIN YANLIŞLIĞI ORTAYA KONABİLİR!.. Biliriz ki dünyada keşifler ve teoriler birbirini izlemiştir. Her yeni teori, bir öncekinin yerine geçme ve onu geliştirme amacı güder. Tarih boyunca bir çok tıbbi ekoller, sistemler ortaya atılmış, bir devrin tıbbi anlayışı, ileriki yüzyıllarda gülünç bulunmuş, ya da saçmalık olarak nitelenen bir düşünce sonraları gerçek kabul edilebilmiştir. 20 yıl önce yapılan bir araştırmada, literatürde mide ülseri ile ilgili, tümü kabul görmüş ve uygulamaya konulmuş 93 teori bulunduğu, 143 tedavi yöntemi denendiği, 287 çeşit ilaç kullanıldığı saptanmıştı. Başka bir çok hastalık için de durum farklı değildir. Tıp tarihi bize, bazı mesnetsiz teorilerin, moda olabildiklerini de gösterir. Örneğin Sir Thomas Spencer Wells (1818-1897) kadınlarda overleri bütün hastalıkların sorumlusu ilan etmiş, bu iddianın kabul görüşü üzerine bini aşkın kadın sırf profilaktik amaçla ovariotomi operasyonuna tabi tutulmuştu. Öyle ki, kendisini “Ovariotomist” olarak niteleyen cerrahlar türemişti. Tıp tarihi ile ilgilenmek, genç hekime bugün geçerli bilginin mutlak gerçek olmadığı, bugün geçerli olanın, yarın aşılacağı, dolayısıyla tarih olacağı konusunda bilinç aşılar. Bu bilinç, araştırmacılık ruhunu ateşler. 2 YERYÜZÜNDE YAŞAM VAROLALI BERİ, HASTALIKLAR DAİMA YAŞAMIN YOLDAŞI OLDU İnsanın 3 milyon yıl önce hayvandan insana geçiş evresini tamamladığı, büyüyen beyni ile insana özgü zekasını geliştirme sürecine girdiği düşünülmektedir. Yazılı tarih ise, insanlığın sadece son beş bin yılından izler taşımaktadır. Günümüzden yaklaşık 1.000.000 yıl öncesine dayanan zaman kesintinin en uzağına ait bilgiler antropolojik, paleopatolojik ve arkeolojik araştırmalarla, son 6-7 bin senelik kısmı da yazılı belgelere dayalı olarak açıklanmaya çalışılmaktadır. 1949 yılında keşfedilen “14C Yöntemi” çığır açmıştır. Karbonun radyoaktif izotopu, yaşadıkları müddetçe tüm organizmalar tarafından alınmıştır. Bu izotop sabit bir hızla parçalanıp 5 270 yıl sonra başlangıçtaki miktarının yarısına inmektedir. Böylelikle 2 X 5270 yıl, yani 10 540 yıl sonra başlangıçtaki miktarın sadece ¼’ü kalmaktadır. “Yarılanma Süresi”, bir zamanlar canlı olmuş bu varlıkların yaşını doğru bir şekilde belirleyebilmeyi mümkün kılmaktadır. Bütün bu araştırmalar, insanın yeryüzünde varoluşundan itibaren hastalıkların da onun yazgısında yer aldığını ortaya koymaktadır. Çok eski zamanlara ait kemiklerde osteomyelit, kırıklar, artrit, kalça çıkığı, sinüzit, tüberküloz, spina bifida, infeksiyöz ve paraziter hastalıkların izleri ve çeşitli türlerde tömörlere rastlanabilmektedir. Yine kemiklerdeki ve dişlerdeki izlerinden, anemi, avitaminoz gibi çeşitli kan ve metabolizma hastalıklarının varlığı belirlenebilmektedir. Bataklıklarda mumyalaşmış ölüler, daha sonra Mısır’da mumyalanmış cesetler üzerinde elektronmikroskobu ile, serolojik ya da gen teknolojisi kullanılarak araştırmalar yürütülebilmektedir. Paleopatoloji, kurucusu Sir Marc Armand Ruffer (1859-1917)’a göre, “eski zamanlara ait bitki ve hayvan kalıntıları üzerinde tespit edilebilen hastalıkların bilimidir.” Paleodemografi, eski çağlarda yaşı belirlemeye, göçler, nüfus yapısını açıklamaya yönelik araştırmalar yürütür. İLKEL İNSAN TEDAVİ BİLGİSİNİ NASIL EDİNDİ? Hayvanların içgüdüleri ile kendilerini iyileştirmeye çalıştıkları bilinir : (Hayvan organizması hastalıklı hali aşmak için, o an en gereken şey neyse ona yönelmektedir.) -Hayvanlar yaralarını yalayarak temizlerler. -Su aygırı, tansiyonu çıktığı zaman sırtını kayalara sürterek düşürmeye çalışır. -Gözlerinde katarakt meydana gelen keçiler, hasta gözlerini çalılara takarak, kendine katarakt ameliyatı yapmaya çalışır. -Leylekler fazla yemek yediklerinde karınlarında şişkinlik hissederlerse, gagaları ile kendilerine lavman yaparak rahatlamaya çalışırlar. -Hazımsızlık çeken köpek, bahçedeki otlar içerisinde ayrık otu (chiedent), kabızlık çeken keçi beyaz çöpleme (ellébore blanc) aramaya çalışır. -Kurt ve çoban köpekleri kusmak istedikleri zaman, kenarları tüylü bitkiler ararlar... Hayvanların sosyal davranışları da ilginçtir. Hasta hayvan bir köşeye çekilir ve sakin davranır, özellikle memeliler grubunda türdeşlerinden destek bekler. Kuşkusuz insanlar, hayvanların içgüdü ile kendilerini tedavi etmeye çalışma yaklaşımından etkilenmiş ve bazı şeyleri bu yolla öğrenmişlerdi. Böylelikle ilk insanlar, kendilerinin hem hekimi, hem de eczacısı oldular. Sancılı yerlerine güneşte ısıtılmış taşlar koydular, yaralarına ağaç yaprakları, bitki lifleri sardılar, kırıklarına ağaç dalları ve çamurdan faydalanarak alçı ve atel yaptılar. Kuşkusuz en çok kaza, yaralanma ve doğum ile başetmeye çalışıyorlardı. Zamanla bu tedavi yöntemleri, eli bu işlere daha yatkın insanların eline geçecekti. 3 İlk hekim, belki de hastanın, sağlıklı insanın yediklerini yiyemediğini, başka türlü beslenmek ve yaşamak durumunda olduğunu farkeden kişiydi. SİGNATUR (İŞARET) TEORİSİ İlk çağ insanları bitkilerden şifa umarken, onların şekilleri ile hasta organa yarayışı arasında ilişki durmaya çalıştılar: -Beyne benzeyen cevizin akıl hastalıklarında, -Sarı sütlü bitkilerin (chelidonium türleri) sarılıkta, -Yaprakları kalp şeklindeki bitkilerin kalp hastalıklarında iyileştirici olacağını düşündüler. Bu inanış 16. yy.’da bile etkiliydi. Paracelsus (1490-1541), “Doğa, yarattığı her şeyi, orda gizlemek istediği niteliklerin görüntüsü ile biçimlendirir!” diyordu. EN ESKİ CERRAHİ UYGULAMALAR 1. TREPENASYON: Paleopatolojinin ilgi alanına giren çağlarda uygulanan Trepenasyon, kafatasında yapay olarak delik açılması işlemi olup, dünyanın çeşitli yerlerinde (Rusya, Avrupa, Peru, ülkemizde Van Dilkaya Höyüğü’nde M.Ö. 3000’lere ait vb.) karşımıza çıkmaktadır. 19. yy.’da Fransız Nörolog Paul Broca (1824-1880), bir çakmak taşı ile fazla güçlük çekmeden kafatasının açılabileceğini kanıtlamıştır. Trepenasyonlu kafataslarında, kafatasında çakmaktaşı, hayvan kemikleri aracılığıyla açılmış delik kenarında kemik oluşumu izleri, canlının bu işlem ardından yaşadığını göstermektedir. Bazı kafataslarında,aynı kafatasının farklı zamanlarda trepenasyon uygulandığı görülmektedir. Paleopatolojik araştırmalar, bu uygulamanın gerçek nedenini açıklayamamıştır. Günümüz ilkellerinde de karşımıza çıkan bu uygulamada, canlı ya da ölülerin kafataslarından çıkarılan bu kemik halkaların (rondela), muska olarak kullanıldığı, kafa içinden kötü ruhların çıkması için uygulanmış olabileceği gibi yorumlar yapılmıştır. Modern bakış açısına dayalı yorumlarda trepanasyonların pratik-terapötik amaçlar taşıdığı, örneğin artan kafa içi basıncını ortadan kaldırmaya çözüm olarak düşünüldüğü zannedilmektedir. Trepane edilmiş kafatasları 4 2. SÜNNET: Günümüzde Müslüman ve Yahudilerce (doğumu takiben 8. günde) yaşatılan, Afrika, Avusturalya, Okyanus Adaları yerlileri arasında da uygulanan penis ucundaki derinin, kızlarda ise klitoris ya da Labia minor’dan bir parçanın kesilmesi şeklinde uygulanan bu basit cerrahi operasyonun geçmişinin 15 bin yıl öncesine dayandığı düşünülmektedir. Hijyen ya da sosyal prestij kazanma, cinsel hayata hazırlanma, acıya dayanma, üreme ve bereket tanrılarına adak gibi nedenler yapılmaya başlandığı düşünülen sünnetin Müslümanlıkta Hz. İbrahim ile başladığı, temizlik amacı güden bir gelenek olduğu sanılmaktadır. 3. DOĞUMA YARDIM: Doğuma yardım, güç doğumlara bazı müdahaleler, ölen annenin bebeğini karnından çıkarabilmek için uygulanan sezaryen de en eski cerrahi uygulamalar arasında yer alır. Düşünce yapıları geliştikçe hastalıkları açıklamaya çalışan insanlar, açıklayamadıklarını hava değişmelerine, ay ve güneş tutulmalarına, gökgürültüsü, yıldız kayması gibi doğa olaylarına bağlamaya çalışmışlardı. Kendilerini koruyabilmek için, bazı nesneleri dokunulmaz kabul etmiş (tabu), bazı hayvan ve bitkilere atfettikleri önem ile ‘totem’ler yaratmışlardır. Hastalıkların farkedilmesi, hastalıklardan korunma ve tedavi için seremoniler geliştirilmesine neden olmuştur. Bu seremonilere günümüz Hintli, Afrikalıları içerisinde halk tababeti uygulayanlarda, Sibiryalı şamanlarda rastlanabilmektedir. Bu seremonilerde tedavi yeminler, kurban, muska, başka semboller ya da fetişlerle büyüyü bozma gibi ritüellerle hastalık yapıcı kötü ruhlar, vücuttan uzak tutulmaya çalışılırdı. Bu ritüelleri yöneten kişiler bitkilerden, diyete dayalı ya da fiziksel bazı tedavilerden iyi anlarlar, dans, meditasyon, uyuşturucu maddeler aracılığıyla bilinç üzerinde etkili uygulamalarda bulunabilirlerdi. Bugünün ilkellerinin gözlemlenmesi, hasta insana yaklaşımda iki temel tutum bulunduğunu ortaya koymuştur. Bir çok kabile, güçten düşmüş üyesine iyi bakmakta, beslemekte, bağışta bulunarak onu şifavericiye tedavi ettirmeye çalışmaktadır. Yiyecek sıkıntısı, hastalığın bulaşması gibi korkulara kapılan bazı kabilelerin hastalarına bakmaya pek yanaşmadıkları, ama onlar için acı duydukları ve onları yücelttikleri de gözlemlenmiştir. Bu nedenle, hastalara bakmanın uygarlığın ölçütü olduğu iddia edilemez. ERKEN YÜKSEK KÜLTÜRLER Oldukça az bilgiye sahip olunan insan gelişiminin en erken evrelerine ait dönemi, Erken Yüksek Kültürler izler ve onlara ait süreç ile “Yazılı Tarih” başlar. Yazının icadı, uygarlıkların gelişmesinde çok önemli bir rol oynamış, varolan tıbbi bilgiler de kayda geçirilmeye başlanmıştır. Kayda geçirilenler, zamanın sosyal yaşamının merkezi niteliğindeki tapınaklarda korunuyor, tapınaklarda görevli ve okuma-yazma bilen rahipler bu bilgileri öğrenme ayrıcalığına da kavuşuyorlardı. Yazılı kaynaklar yanında sanatsal yapıtlar da, bu dönem hakkında bilgi kaynağıdır. Yaşamsal zorluklarla bir arada başedebilme arayışı ile ayrı topluluklar oluşmasıyla ortaya çıkan eski yüksek kültürlerin, nehir boylarında (Mezopotamya’da Fırat (Euphrat) ve Dicle (Tigris), Mısır’da Nil, Hindistan’a İndus ve Çin’de Huangho) geliştikleri görülür. Yunanistan Yarımadası’ndaki Miken Uygarlığı, Orta Amerika’daki uygarlıklar, And dağlarındaki Peru Yüksek Medeniyeti de, bu döneme ait tabloda göze çarpar. İnsanlık tarihinde artık, köy, şehir, devlet yapılanmasının oluştuğu bir süreç yaşanmaya başlamıştır. 5 MEZOPOTAMYA UYGARLIĞI Yunanca bir isim olan Mezopotamya, “iki nehir arasındaki ülke” (doğuda Fırat, batıda Dicle) anlamına gelmektedir. Mezopotamya kültürü, tüm Akdeniz kültürünü, bunun içerisinde Yunan kültürünü de etkilemiştir. Mezopotamya kültürü tarihi, 19. yy.’dan itibaren Ön Asya’ya odaklanmış arkeolojik araştırmalarla gün ışığına çıkarılmıştır. Arkeolojik buluntular içerisinde yer alan binlerce kilden yapılmış çivi yazılı tablet, dönem tıbbına da ışık tutmaktadır. Mezopotamya’nın güneyinde M.Ö. 3 000 yıllarında SÜMER’ler bulunuyordu. Sümerler daha sonra AKAD istilasına uğradılar. Mezopotamya uygarlığı, merkezi yönetim ile karakterizeydi. Merkezi yönetim, yazışma gereksinimi doğuruyordu. Sümerler önce Mısırlılar ve Çinliler gibi, resimlerden oluşan bir yazı kullanmışlar, bu yazı giderek işaretlere dönüşerek sadeleşmişti. Sümerler ve Akadların kulladığı bu yazı M.Ö. 2000’lerde onları izleyen BABİL ve ASUR’lulara devroldu. M.Ö.7-6. yy.’larda kil tabletler üzerine yazılmış, hastalıkları gruplandıran ve tedaviler öneren tablet serileri Asur İmparatoru Assurbanipal’in (M.Ö.669627) kütüphanesinde toplanmıştı (Bu tabletlerin önemli kısmı Istanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunmaktadır). Sayısız çivi yazılı tablet ve taş sütunlar, ancak 19. yy.’ın ikinci yarısında deşifre edilebildi. Kil tabletlerin deşifre edilmesinden önce, Mezopotamya’da uygulanan tıp hakkında Yunan ve Mısır kaynakları üzerinden bilgi edinilebiliyordu. Babil Kralı Hammurabi (M.Ö.1792-1750) zamanında Mezopotamya Hukuku bir kodekste toplanmış ve Hammurabi Kanunları adını almıştı. 1902 yılında Fransızların Sus şehrinde yürüttüğü bir kazıda bulunan bu sütun (2,25.X 1,65 m.), günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. Bu kanunların 205-223. maddeleri, ameliyatlardan, kemik kırıklarının iyileştirilmesinden hekimin alacağı ücreti belirleyip, ameliyat esnasında hasta ölürse hekime verilecek cezayı da açıklıyordu. Babil-Asur tıbbında Tanrı’nın cezası olarak cinlerin hastalık yaptığına, bazı doğal nedenlerin de hastalık yapabildiğine inanılıyordu. Asu bitkileri tanıyor, tecrübeye dayalı olarak tedavi etmeye çalışıyordu. Asipu bu dertler ile ilgili medyumluk yapar, bazı işaretlerden hastalığın gidişini anlamaya çalışırdı. Prognozu saptamada, rüyaların yorumlanmasına da başvurulurdu. Freud’un psikanaliz anlayışı hatırlanırsa, rüyaların yorumunun anlamsız bir çaba olmadığı anlaşılacaktır. İnsanlarda ya da hayvanlarda görülen anormal durumlar dikkat çeker ve manalandırılırdı: Hastanın evine giderken ya da hastanın evinde yaptığı gözlemlerden, su yüzüne dökülen yağın aldığı şekilden (su falı günümüz Anadolusunda yaşamaktadır) , kurban edilen koyunun karaciğerinin şeklindeki değişikliklere bakarak (Karaciğer FalıHepatoskopi)... HEPATOSKOPİ: Hastanın akibetini anlamak için kurban edilen koyunun karaciğeri çıkarılarak incelenirdi: Karaciğerde sistik kanal yassılaşmışsa hastanın öleceği, lenfatik kanal yassılaşmışsa yaşayacağı düşünülürdü. Karaciğerin bu denli önemsenmesinin izleri hala kültürlerde yaşamaktadır. Günümüz Anadolusunda “ciğeri beş para etmez!”, “ciğerparem”, “ciğer köşem” gibi deyimlerin kökeninde bu eski kültürlerdeki inanışların yattığı kuşku götürmemektedir. Astronomi ve astrolojinin çok gelişmiş olduğu Babillilerde 7 sayısının özel bir önemi vardı (“kötü yedi”). Hekimler, yediye bölünebilen günlerde hastaya ellerini sürmezlerdi. Reçeteler de bu rakam mistisizminden etkilenmişti. İlaçların alımı, “günde 2 ya da 3 kez” gibi düzene bağlanmıştı. Semptomların gözlemlenmesi, basit muayenelerden elde edilen bulgular ve dışkıidrar muayenesi, Babillilerin tanı katalogları da aşağıda a capite ad calcem- baştan ayağa... 6 şeklinde sistemleştirilmişti. Hastalıkları sınıflandırıp tedavilerini açıklamada bu sistem, tüm Antik çağda, hatta ilerisinde, geçerliliğini korudu!ç Ortaçağ içlerine dek tıp kitapları bu sıralama ile yazıldı. Mezopotamya tıbbı, büyü (yeminler, muskalar) ile rasyonel-ampirik yöntemlerin (bitkisel, hayvani, madeni droglar) yanyana bulunuşu ile karakterizeydi. Bazı hastalıklar organik değişikliklerle ilişkilendiriliyorsa da, Mezopotamya tıbbında geçerli olmuş bir hastalık teorisi yoktu. Tedavi yöntemleri, hem büyü formüllerini, hem de farmasötik reçeteleri içeriyordu. Çok sayıda bitkisel ve hayvani kökenli drog ve onların kesin tarif edilen uygulamaları bulunuyordu. MISIR UYGARLIĞI Mezopotamya’da ırmak kültürlerinin oluştuğu devre ile aynı süreçte yaklaşık 1 000 km. uzunluğunda ve birkaç kilometre enindeki Nil-vadisinde M.Ö. 3 000'lerde Mısır yüksek medeniyeti doğdu ve yaklaşık 3 000 yıl kendine özgülüğünü korudu. Bu kültürde cenazelere uygulanan mumyalama ve ülkenin kuru-sıcak iklimi dolayısıyla kuru-sıcak kumun konserve edici özelliği ile iyi korunabilmiş iskeletler ve bazı dokular üzerinde en son tekniklerle inceleme yapabilmeyi mümkün kılmakta, hastalıklar hakkında günümüzdeki bilgi birikimi ışığında değerlendirmeler yapılabilmesine olanak tanımaktadır. Mumyalar, yazılı kaynaklar (papirüsler), bir çok tarihi buluntu, Mısır hakkında oldukça iyi bilgiler sağlamaktadır. Ayrıca o çağlarda Mısır’ı ziyaret eden bir çok Yunanlı olmuştu. Bunlardan biri, M.Ö. 5. yy.’ın ortalarında seyahatini gerçekleştirmiş olan tarihçi Heredot’tu. Heredot, eserinde Mısırlı hekimleri övmüştü. Daha önce, M.Ö. 8. yy.’da Homeros da İlyada adlı eserinde Mısır tıbbından övgü ile söz etmiştir. Mısırlılar 3 yazı tipi geliştirmişlerdi: -Hiyeroglif (Yunanca: kutsal işaretler): Tapınaklarda taşlara kazınan resimli yazı. -Hiyeratik: Resimsiz yazı. Dini metinler papirüsler üzerine bu yazı ile yazılırdı. Bir düzineden fazlasına ulaşılabilen, Orta ve Yeni Krallık devirlerine ait oldukları belirlenen, Eski Krallık’taki yaklaşım hakkında da fikir veren papirüsler bu yazı ile yazılmıştı. -Demotik (Yunanca=Halk yazısı): Gündelik yazılar için kullanıldı. Ancak bütün yazı türleri sadece, rahiplerin de içinde yer aldığı eğitimli tabaka içindi. DİKKAT: Mısır tıbbında, Mezopotamya tıbbında olduğu gibi büyüsel-dini ve ampirikrasyonel unsurlar iç içedir. Mısır Mitolojisi’nde İbis kuşu (Afrika’nın sulak bölgelerinde yaşayan, Mısır turnası olarak adlandırılan kuş) ile sembolize edilen tanrı Toth, yazının ve ilimlerin kurucusu kabul edilmişti. Toth, Greko-Latin kültüründe Hermes ile özdeşleştirilerek gizemli konular ile uğraşanların, düşünürlerin koruyucusu bir Tanrı olarak kabul edildi. 42 adet olan Hermetik kitapları onun yazdığına inanılıyordu. Bu kitapların son 6 tanesi tıbba aitti. Mısır tanrılarının çeşitli güçleri olduğuna inanılıyordu: Çirkin ve cüce insan olarak sembolleştirilen Tanrı Bes, doğumu kolaylaştırıcı, anneyi ve yeni doğan çocukları kötü ruhlardan koruyucuydu. Seth, salgın hastalıklara yol açardı... TIPTA UZMANLAŞMA BU UYGARLIKTA BAŞLADI: Mısır tıbbında tedavi edenler yelpazesinde hekimler, rahipler ve büyücüler yer alıyordu. Mezopotamya tıbbından farklı olarak, “uzman hekim”ler vardı. “Karın hekimi”, “Göz Hekimi”, “Diş Hekimi” gibi. Bulunan yazılı metinler (papirüsler), bulanların adları ile anılmaktadır. Bazıları: 7 EBERS PAPİRÜSÜ: Türünün en uzunudur. 870 reçete içerir. Reçetelerin dizilişi düzensizdir. EDWİN-SMİTH PAPİRÜSÜ: Cerrahi konulu papirüs. Mezopotamya usulü, hastalıklar baştan ayağa ele alınmıştı.Muhtemelen bir parça olan bu papirüs, thorax’da sona ermekteydi. Yaraların tedavisi, kemiklerin düzeltilmesi, dikmek ve şinelemek ön plandaydı. Bıçakla ameliyat etmekten söz edilmiyordu. KAHUN PAPİRÜSÜ: Jinekolojiyi konu alan papirüs. Bu papirüslerde reçetelerin başlıkları, semptomlar, tanı, tedavi türleri ile ilgili açıklamalar, bir tıbbi terminolojinin varlığını ortaya koymaktadır. Yaralar, yanıklar, pratik bir şekilde tedavi edilirken, iç hastalıkları (örn. başağrısı) cinlere atfediliyor ve büyü yoluyla tedavi edilmeye çalışılıyordu. Kalp, mide, barsak ile ilgili hastalıklarda kombine tedavi uygulanıyordu. Vücutta sindirilemeyen gıdanın zararlı çürümüş maddelere dönüştüğü fikri, hastalıkları açıklamalarında önemli bir yer tutuyordu. Bu, müshil kullanımına oldukça önem vermelerine yol açmıştı. Mısır Tıbbı’nda büyüye dayalı tedaviler yanında sargılar, masajlar, içecekler, fitiller, müshiller, inhalasyon ve tütsüler kullanıldı. İlaçlar, bitkisel, hayvani, madeni kökenliydi. Cerrahi uygulamalarda bulunan hekimlerin günümüzdekilere benzer bıçakları, eğeleri, pensleri, cam kapları vardı. Mumyalama hekimlerin işi değildi. Sakkara’da M.Ö. 2000’li yıllara ait bir mezar kapısının üstünde, iki gence yapılan sünnet ameliyesine rastlanmaktadır. Eski Mısır’da sünnetin dini amaçla değil, hijyen için yapıldığı düşünülmektedir. Kalbi, vücudun merkezi olarak gördüler. Hekimler, vücudu muayene ederken nabızı da farketmekteydiler. Fakat kan dolaşımından söz edilmiyordu. Eklem rahatsızlıklarını, tümörleri, gebeliğin seyrini, çeşitli iç hastalıklarını tarif ettiler.Drogları, bira ya da bala karıştırarak içirdiler. Göz damlası için, bir tüyün boru kısmından yararlandılar. Oyuk dişleri çeşitli maddelerle doldurdular. Nil sularında bolca bulunan oxyure vermicularis, ascaris lumbricoides, tenia saginata, botriocephalus latus, ankylostoma, bilharzia gibi parazitlerin hastalığa neden olabileceklerini anlamışlardı. Asalaklarla mücadele için sihirli formüller yanında bazı bitkilere, özellikle pürgatif etkide olanlara da başvurmuşlardı. İklim, kum fırtınaları, sinekler gibi nedenlerle Mısır’da göz hastalıkları çok görülürdü. EBERS Papirüsü bugün konjoktivit, katarakt, göz yaşı ile seyreden iritis, kornea kalınlaşmaları gibi hastalıkları çok iyi tarif etmiştir. Konjoktiviti önlemek için yeşil bakır taşından yapılmış merhemden, antimonlu siyah renkli bir kollirden yararlandıkları bilinmektedir. Erkeklerin kızkardeşleriyle evlendiklerinin bilindiği bu kültürde çok sağlam ve doğurgan nesiller görülmüştü. Kadınlar, önceleri diz çökerek, yere çömelerek, sonraları üç taşın üzerine oturarak doğum yaparken, Kral’ın (III.Amenophis) eşinin altın sandalyeye oturarak doğum yapması ardından, doğumda bir sandalyeye oturulması, başka kültürleri de etkileyecek denli yaygınlaşacaktı. MİLATTAN ÖNCE “GEBELİKTE CİNSİYET TAYİNİ” “Doğacak çocuk kız mı, oğlan mı?” sorusunu yanıtlamak için kadının idrarı arpa ve buğday tohumu üzerine dökülürdü. Her ikisi yeşerirse kadın mutlaka hamile idi. Hiç biri yeşermezse kadının hamile olmadığı anlaşılırdı. Buğday önce yeşerirse doğacak çocuk erkek, arpa yeşerirse kızdı. 1927 yılında Selmar Aschheim ve Bernhard Zondek, kadın idrarında gonadotrophin’in izole edilmesinin gebelik belirtisi olduğunu anlamaları, gebelik testi geliştirilmesini sağladı. 1933’de Würzburg Farmakoloji Enstitüsü’nde yapılan araştırma, Mısırlıların uyguladığı ilkel testin hormon aktivitesine dayalı olarak anlamlı olduğunu ortaya koydu. Bu bilgi birikimleri yanında büyüye dayalı tıpta işlevini sürdürüyordu. Güneş Tanrısı Ra, Ay Tanrısı Toth (köpek ya da ibis başı ile sembolize edilirdi) hekimlerin koruyucusuydu. 8 HİJYENE VERDİKLERİ ÖNEM Mısırlılar evlerinin ve giysilerinin temizliğine (çamaşırları yıkama, tütsüleme), sistemik vücut temizliğine (banyo, saçların kesilmesi, tırnak bakımı, kremler, jimnastik), beslenme biçimlerine (yemek kaplarının temizliği, etlerinkontrolü) büyük önem verdiler. Geliştirdikleri kozmetik, hem vücut bakımına, hem de hastalıkların önlenmesine katkıda bulunuyordu. Kanalizasyon sistemi, gömme ritüelleri, dini kurallarla düzenlenmiş yaşama biçimleri, dev piramitleri kontrol altında tutan özel hekimler, örnek teşkil edecek bir sistemin parçalarıydı. Yunanlı Diodoros (M.Ö.1.yy.) Mısırlı hekimlerin, devlet görevi olarak ülkede oturan herkesi ücretsiz muayene ve tedavi ettiklerini yazmış, tıp uygulamalarının geleneksel karakterine işaret etmişti: Hekim, kendisine öğretilenlere göre davrandığı halde hastası ölürse cezalandırılmıyordu. Ancak eski kurallar çiğnenmiş ve hasta kaybedilmişse, ağır ceza söz konusu oluyordu. Diodoros, Mısır’daki yaşama tarzını şöyle tanımlamıştı: “Öyle düzenli ki, sanki kanunları yasakoyucu yapmamış, maharetli bir hekim sağlık kuralları açısından düzenlemiş...” HİTİT UYGARLIĞI Anadolu’da yaşamış ilk yüksek kültürlü halk Hatti’lerdi. M.Ö. 2000’lerde Kafkasya üzerinden Anadolu’ya geldikleri bilinmektedir. M.Ö. 1650 ile 1200 seneleri arasında büyük bir imparatorluk kuran Hititler, Mısır ve Mezopotamya tıbbının etkisindeydiler. Boğazköy kazıları, bu uygarlığa ait 30 000’in üzerinde çivi yazılı tabletin gün ışığına çıkarılmasını sağlamıştır. Bu tabletlerde 40 civarında hastalığın tarif edildiği, karaciğer falının aynı önemi taşıdığı görülmektedir. Büyüye dayalı tıp ile deneyime dayalı ilaçların kullanımının burada da yanyana var olduğu saptanmıştır. Sarayı ilgilendiren önemli hastalıklarda Mısır ve Babil’den yardım istenmiştir (ilk konsültasyon örneklerinden). İkiz doğumların uğursuzluk getireceğine inanılmıştır. HİNT UYGARLIĞI Eski Hint kültürü iki açıdan dikkat çeker. Birincisi tıp sistemlerini günümüze dek korumuş olmaları, ikincisi de Batıya etkileridir. Hint tıbbının tarihi 2 büyük döneme ayrılır: 1- Veda periyodu: M.Ö. 2000-M.Ö.800’ler: Veda, bilmek anlamı taşıyordu, kutsal bilgi anlamında kullanılıyordu. Kutsal metinler, sanskritçe yazılmışlardı. Dualar, büyü sözleri vb. dini metinlerden oluşan bu eserlerde sağlıklı ve hasta insana ait açıklamalar yer alıyordu. Hint felsefesine göre dünya madde değil, mana açısından yorumlanabilirdi. “Brahman” dünya ruhunu, “atman” bireyin ruhunu, “karma” insanın periyodik olarak yeniden doğuşunu sembolize ediyordu. Vedik tıp, çağdaşı kültürlere benziyordu. Dini, büyüsel, ampirik açıklamalar yanyanaydı. Tanrılar doğrudan ya da cinler aracılığıyla hastalıkları gönderiyor, bu cinlerin kovulması gerekiyordu. Bunların yanısıra, tedavi yöntemleri ve ilaçlar konusunda oldukça bilgi sahibi idiler. Bir çok hastalığı tanımlamışlardı, bunlar arasında günümüzde de Hindistan’da yaygın olan sıtma, tifüs, kolera gibi salgınlar ön plandaydı. İnsanlar vedaların satırlarını okuyarak iyi ve uzun bir yaşam, korkudan arınmak, üreyebilmek, gebelik, erkek evlat, akıl hastalıklarının iyileşmesi ve diğer dertlere çare arıyorlardı. 2- Brahmanik periyod: M.Ö. 800-M.S. 1000: Üç klasik tıp eseri önemliydi: Caraka (M.S. 2. yy.), Susruta (M.S. 4.yy.), Vagbhata (M.S. 7.yy.).Caraka’dan günümüze geleneksel Hint tıbbı “ayurveda” (ayus=yaşam, veda=bilgi) adını alır. 9 1 120 hastalık tarif eden Susruta adlı tıp kitabında (M.S.4.yy.) tıbbın üç görevinden söz edilmiştir: “Hastalıkları iyileştirmek, sağlığı korumak, yaşamı uzatmak!” Ayurveda'nın Koruyucu Tanrısı Dhanvantari bir elinde tıbbi bitkiler tutarken görünüyor. Bunun için, insanın doğası ve onun Kosmos (evren) içindeki yerinin çok iyi bilinmesi gerekiyordu. Klasik Hint düşüncesinde insan bedeni, ruhun eviydi ve fiziksel durum, ruhun durumu ile yakından ilişkiliydi. Beden ve ruh, doğanın ve evrenin yasalarına bağlıydı ve onun yapısını yansıtıyordu. Böylelikle bu kültürde, doğa ve insanı bir bütün olarak görme anlayışı başlamış oldu. Mikrokozmoz(insan)-makrokozmoz(evren) anlayışı, yani insanın evrenin bir minyatürü olduğu görüşü başka kültürlerde, Yunan kültüründe de karşımıza çıkacaktır. Hintlilerin anlayışında her şey (insan vücudu da) şu 5 elementten meydana gelmişti: Ateş Su Toprak Hava Eter Vücutta ayrıca Vata, Pitta ve Kapha adlarında dengeyi sağlayan üç element vardı. Dengenin bozulmasının hastalığa yol açtığı düşünülürdü. Bu üç unsurun dengede kalabilmesi için, yaşamı düzenleyen kurallar da getirilmişti.5 duyuyu da devrede tutan tanı yöntemleri geliştirilmiş, İnspeksiyon, Palpasyon, Oskültasyon yöntemi tarif edilmiştir. Nabız ve idrar muayenesi oldukça geliştirilmişti. İdrarda bal tadından söz edilerek, diyabeti anlamada ilk adım atılmıştır. YAŞAM KURALLARIYLA HASTALIKLARI ÖNLEME FİKRİ: Yaşama biçimini düzenleme yoluyla hastalıkları önleme, Hint kültüründe üreyen bir fikir olmuştur. Kanun kitabı MANU, hergün yıkanmayı, vücudunu kremlemeyi, dişlerin iki kez yıkanmasını, bazı 10 beslenme biçimlerine uyulmasını öngörüyordu. Salgın zamanlarında temiz olmayan gıda ve su kullanımı, başkalarının giysilerini giyme özellikle yasaklanmıştı. Hint Uygarlığı’nda Tüberküloz hastaları ve, epileptiklerle evlilik de yasaktı! İLAÇLA TEDAVİ, yüzlerce ilacı kapsıyordu. Bunlar içerisinde birçok zehir ve antidotlarının tanımlandığı görülmektedir. Bunların yanında diyet, kan alımı, banyolar, inhalasyonlar vardı. İlaçların alımı tozdan, vajinaya enjeksiyona kadar çeşitli şekillerdeydi. CERRAHİ, oldukça gelişmişti. Yara cerrahisi, amputasyon, kemik kırıklarına müdahale tarif ediliyor, batın bölgesinde de ileusa müdahale, asit toplanmasında drenaj, idrar torbasındaki taşın çıkarılması (lithotomi), barsağa dikişler de yapılabilenler arasında tanımlanıyordu. Susruta, adlı eser farklı işlevler taşıyan (eksizyon, insizyon, ponksiyon vb.) 121 cerrahi alet tanımlamıştı. Anne karnındaki ölü bebeğin, elin yağlanması ile rahimden daha kolay çıkarılacağı, doğumu zorlaştırıcı bebeğe ait pozisyonlar ve sezaryen, yine bu eserde tarif edilmişti. Barsak dikişleri için karınca başları kullanılırdı. Operasyon hazırlıkları içerisinde yakma ve tütsülemeden söz edilmesi, bir tür antisepsi fikri ile hareket edildiğini düşündürebilir. Hipnoz uygulamaları da, Hint tıbbının gerçekleştirdiklerindendir. Rhinoplasti (Bardeleben A., Lehrbuch der Chirurgie und Operationslehre, Bd. 1,3. Aufl, Berlin 1860) RHINOPLASTI: Burna uygulanan plastik operasyon (rhinoplasti), günümüz modern plastik cerrahisinin ilk örneği kabul edilebilir. Bu operasyon, bir toplumsal gereksinim nedeniyle geliştirilmişti: Zina yapanların burnu kesiliyordu. Bu cezaya uğratılmış kişiler, toplum içine çıkabilmek için, bu ameliyatı yaptırmaya çalışıyorlardı: “...Bir insanın burnu, ceza olarak kesildiğinde veya hastalık nedeni ile hasara uğradığında, hekim bir ağaç yaprağını kesilen bu yerin büyüklüğünde keserek, bu modele göre yanaktan veya alından aldığı deriyi, yüzle olan irtibatı kesilmeden burnun kesilen kısmı üzerine katlayarak diker. Dikmeden önce altına, hastanın nefes alabilmesi için kamıştan borular yerleştirir. Üzerine yaranın çabuk iyileşmesini sağlayıcı bazı bitki tozları serpilir ve pamukla kapatılır. Deri burna kaynayınca yanak ya da alınla bağlantısı kesilir.” 11 HİNT UYGARLIĞI VE ÇİÇEK AŞISI: Hint uygarlığında çiçek aşısının çok eski zamanlardan itibaren bilindiği, bu uygulamanın Çin’e, Kafkasya üzerinden de Türkiye’ye yansıdığı bilinmektedir (1717’de İngiliz Elçisi’nin eşi Lady Mary Montegu’nun tanıtımı, Osmanlı Devleti’nde hekimlik yapmış Emanuel Timonius’un 1914 yılındaki yayını ile bu uygulama Batının da dikkatini çekecekti!) İLK HEKİM JÜRİSİ: Hint uygarlığında M.Ö.200-M.S. 200 yılları arasında yürürlükte olan Manu ve Zoroastre Kanunları, tıpla ilgili hükümler de içeriyordu. Bu kanunlar, mesleğini kötüye kullanan hekimleri para cezasına çarptırıyor, yetersizliği belirlenip meslekten men edildiği halde mesleğini uygulamaya kalkanların parçalanarak öldürülmelerini emrediyordu. Hastanın gördüğü zarardan hekimin mesul olup olmadığını saptamak üzere bir hekimler kurulunun değerlendirmesine başvuruluyordu. Jüri, kötü niyet ve dikkatsizliği suç kabul ediyordu. ÇİN UYGARLIĞI Binlerce yıl, dış kültürlere kapalı yaşamış dünyanın bu en kalabalık ülkesinde, eski tıbbi gelenekler korunmuştur. Akupuntur, moksibasyon, ginseng adlı bitki günümüz tıbbında da ilgi görmektedir. Çin felsefesi, doğada ve insan bünyesinde birbirine zıt iki prensibin daima yanyana olduğunu ve birbirini etkilediğini kabul ediyordu. Erkek unsur YANG, göğü, ışığı, kuvveti, sıcağı, serti, kuruyu, kadın unsur YİN, ayı, toprağı, zaafı, nemi, soğuğu sembolize ediyordu. Bu iki unsurun dengesi, evrenin düzenini ve sağlığı varederdi. Evrenin ulu ruhu TAO, kendisini bu iki unsurla hissettirirdi. Hiçbir şey sadece Yang’dan ya da Yin’den oluşamazdı. Çinliler, evrenin 5 temel unsurdan oluştuğuna inandılar: -Tahta -Ateş -Su -Toprak -Maden. İnsan vücudunda da 5 ana organ: Karaciğer, kalp, akciğer, dalaklar, böbrekler 5 tali organ: Kalın barsak, ince barsak, mide, mesane, üretra bulunur. Bu organların bağlı oldukları unsurlara göre birbirleri ile iyi ya da kötü geçindikleri düşünülürdü. Örneğin, suya bağlı olan böbreğin, ateşe bağlı olan kalbin düşmanı olduğu düşünülürdü. Çinlilerde, suçluları işkence yaparak öldürme geleneği vardı. Çinlilerin anatomi ve fizyoloji bilgileri, işkence yapılanları izleyerek gelişti. Kesildiğinde hangi uzuvların daha çok kanadığı, hangi organ çıkarıldığında insanın hemen öldüğünü böylelikle ayırdettiler. Safra kesesi açılınca safra, mesane delinince idrar çıktığını gördüler. Çin hükümdarları, saraylarında çalıştırdıklarını hadımlaştırırlardı. Ölenin atalarının huzuruna vücut bütünlüğü içinde çıkması için kesilen organ alkol içinde saklanır, ölü ile beraber gömülürdü. Bir diğer iç burkan uygulama, 7 yaşına gelmiş kız çocuklarının ayaklarının büyümemesi için yapılan ameliyattı. Ayak parmakları geriye bükülüp, topuk kaldırılarak sargılarla sıkı sıkıya sarılıp, ayağın küçük kalması sağlanmaya çalışılırdı. Bu şekilde deforme edilmiş ayak, soyluluk nişanesi sayılıyordu. Nabız muayenesine büyük bir önem verdiler. 200 çeşit nabız ayırdettiler, bunların 30’a yakınının ölümü haber verdiğine kanaat getirdiler. Kullandıkları ilaçları da erkek ve dişi karakterli olmak üzere ikiye ayırdılar. Yang türü droglar, uyarıcı, eritici, balgam söktürücü idi. Bu devaları, vücudun üst kısmının tedavisinde kullanırlardı. Yin karakterli droglar büzen (astringent), müshil (pürgatif), kana etkili acı ilaçlardı. Bu ilaçları da bedenin alt kısmından 12 şikayetlerde kullanıyorlardı. Çinliler, tedavide signatür (işaret) teorisinin etkisinde davrandılar. Örneğin kırmızı çiçekli bitkilerin kanamayı durdurduğu gibi... Yang-Yin kuramı, iki tedavi tekniğinin geliştirilmesine yol açtı. Bunlar: 1-MOKSİBASYON: Deri üzerine kuvvetli bir yakı uygulanır. Lokal etki değil, uzağa tesir hedeflenir. Bunun için uygulama yerini seçimi önemlidir. 2-AKUPUNKTUR: (Santral sinir sistemindeki çok sayıdaki sistemin çalışmalarının değişimine yol açan multipl afferent yolları aktive eden metod): Vücut üzerinde belirlenmiş yaklaşık 700 noktaya çeşitli boyda metal iğneler (altın iğneler Yang, gümüş iğneler Yin’e yöneliktir) batırarak (günümüzde bu noktalara düşük elektrik verme ya da lazer uygulama yoluyla da etki etmeye çalışılmaktadır) vücudun bozulmuş olan yang-yin dengesini sağlama. Hayat enerjisi (Tchi=Qi) vücut içindeki kanallarda akar. Hayat enerjisindeki düzensizlik hastalığa yol açtığında, belirlenmiş bu noktalar üzerinden yaşam enerjisi dengeye getirilmeye çalışılır. 1893 yılında İngiliz nöroloğu Dr.Henry Head, hasta organdan uzak yerlerde ağrı olabileceği (Head Zonen) ve bu bölgelerin ısıtılması ya da masajı ile ağrının geçebildiğini göstermesi, moksibasyon ve akupunkturun etki mekanizmasının anlaşılmasının yolunu açmıştı. Geçmişi M.Ö.2000’lere uzanan bu tedavi yönteminden Batı’nın ancak 17. yy.’da haberi oldu. Günümüzde geniş ilgi gören Akupunktur, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından bir uzmanlık dalı olarak kabul edilmektedir. ANTİK YUNAN UYGARLIĞI 1-Mitolojik Dönem: M.Ö. 15. yy.’an M.Ö. 6. yy.’a: Antik Yunan tıbbı ile ilgili en eski edebi kaynak M.Ö. 8. yy.’da yazılmış, Homer’in İlyada ve Odesa’sıdır. Savaşı anlatan İlyada’da yaralananlara hekimlerin (yunanca=iatroi) müdahalesi, kanın dindirilmesi, yaranın iyileştirilmesini içeren harp cerrahisi uyguladıkları üzerinde durulmuştur. Hekimler, bu müdahalelerdeki yararlılıkları nedeniyle övülmüştür. Hekimler savaş yaralanmalarına müdahale ediyorlardı ama, kendiliğinden meydana gelen hastalıkların Tanrı’nın gazabı olduğuna inanılıyor, bunun için hekimden yardım istenmiyordu. Apollon, Şifa Tanrısı’ydı, yaşımda uyumluluğu sağlayıcıydı, ama ölümü gönderen de oydu. Onun şifaverici imajı, ileriki zamanları etkileyecek, Hristiyanlıktaki şifavericilik motifinin de (Christus Medicus) ilham kaynağı olacaktı. ASKLEPİOS KÜLTÜ: Ancak antik çağın en önemli sağlık tanrısı Apollon değil Asklepios’du. Homeros’un İlyada’sında Asklepios toprak sahibi, maharetli hekim ve kendisi gibi kusursuz hekim olan Podalir ve Machaon’un babası olarak anılır. Oluşan mitolojiye göre Asklepios, Apollon ile bir ölümlü olan Koronis’in oğluydu. Koronis, babası tarafından başka biriyle evlendirilince, Apollon’un kızkardeşi Artemis tarafından öldürülmüştü. Apollon, doğmamış oğlu Asklepion’u Coronis’in karnını yarıp çıkarmış, yetiştirmesi için şifaya kavuşturma sanatını iyi bilen insan başlı, hayvan gövdeli Chiron’a teslim etmişti. Asklepios, tedavide ölüleri diriltecek kadar başarı kazanınca Tanrıların gazabını üzerine çeker. Zeus’un üzerine gönderdiği bir şimşekle yaşamına son verilen Asklepios, daha sonra Tanrıların arasına kabul edilir. 13 Asklepios. Atina Ulusal Arkeoloji Müzesi ASKLEPİONLAR: Asklepios kültünün M.Ö. 5. yy.’dan itibaren Yunan yarımadası ve civarında etkili olduğu görülür. Geç Antik döneme kadar Akdenizde onun adına yapılmış, tedaviler yürütülen mabedler oluşturulur (Asklepionlar). Asklepionlar, havası ve suyu temiz, iklimi uygun yerlere inşa edildiler. İçlerinde bir tapınak, şifa arayanların uykuya yattıkları bir salon, kutsal bir kaynak ve banyolar bulunuyordu. Büyük inşa edilmiş, hastaların daha uzun süre kalabildikleri Asklepionlarda (Bergama, Mora Asklepionları) tiyatro, kütüphane vb. düzenlemeler de bulunuyordu. Asklepios’un resimlerinde, elinde asa bulunduğu görülür. Bu asaya, zehirsiz yılanların tutunduğu da sık rastlanan bir görünümdür. Bu heykelde köpeğe rastlanması, doğu etkisine (Mezopotamya kültüründen etkilenme) bağlanmıştır. İngiliz Mısır tarihi araştırmacısı W. Emery’e göre Asklepios, tarih sahnesinde çok daha önce yer almış ve çok etkili olmuş Mısır Sağlık Tanrısı İmhotep’in Yunan kültüründeki karşılığıydı. İNKUBASYON: Asklepionlarda uykuya yatan hastaların, rüyalarında Asklepios’u göreceklerine, onun elini dokundurması ya da operasyon uygulamasıyla kendilerini iyileştireceğine inanırlardı. Daha sonra rüyaların tapınakta çalışanlara ya da hekimlere anlatılması, onların rüyaları yorumlayarak tedaviye karar vermeleri gelenekleşmişti. TIP, TAPINAKLARDAN ÇIKIYOR... 2-Doğa filozofları ve Hippokrat Dönemi (M.Ö. 6. yy. ve sonrası): ANTİK ÇAĞIN DOĞA FİLOZOFLARI: Asklepionlarda sağaltım sanatı geliştirilirken, buna paralel olarak doğa felsefesi de gelişmekteydi. Büyük kısmı batı Anadolu’daki İyonya’dan çıkan doğa filozofları, özgür ve sistemli bir şekilde nesnelerin neden oluştukları üzerinde düşünüyorlardı. İlk doğa filozofu (M.Ö. 6.yy.’ın ilk yarısı) Miletli Thales’e göre su, her şeyin temeliydi. Miletli Anaximenes (M.Ö. 6. yy.’ın ikinci yarısı) her şeyin esasının hava olduğunu savunuyordu. Samoslu Pythagoras (M.Ö. 570/560- M.Ö.480), sayıların çok önemli olduğunu öne sürmüştü. Demokrit (M.Ö. 460-M.Ö.360), her şeyin artık parçalanamayacak en küçük elementten yapıldığını ileri sürmekle atom fikrini ortaya atmıştı. Krotonlu Alkmaion (M.Ö.570- 14 M.Ö.500), sağlığın vücudun iç kuvvetlerinin dengesi, hastalık bu kuvvetlerden birinin tek başına hükmetmesi anlamı taşıdığı düşüncesindeydi. Bir diğer doğa filozofu Empedokles (M.Ö. 490-M.Ö.430), Dört Element belirlemiş (ateş, su, hava, toprak), her şeyin onlardan oluştuğunu iddia etmişti. Bu elementler fikri, dönemin hekimlerini etkileyecek, bundan “4 Sıvı Teorisi” türetilecekti. Vücudun içinde kan, balgam, sarı safra, kara safra bulunur. Bu vücudun doğasıdır. Ağrı da, sağlık da ondan gelir. Bu unsurlar arasında dengenin bozulması, hastalığı (DISKRASIA) meydana getirir. Dengenin kurulması, sağlığı, iyileşmeyi (EUKRASIA) sağlar. Unsurlar arasındaki dengesizlik hastalıklara yolaçtığından, KARŞITLA TEDAVİ- CONTRARIA CONTRARIIS CURANTUR yaklaşımı ortaya çıkmış, kan almak, şişe çekmek, lavman yapmak, terletici, kusturucu ve idrar söktürücülerden yararlanmak, tedavi metodları olarak ortaya çıkmıştır. Hastalıkları doğaüstü güçlerle açıklamaya çalışma yerine, gözleme dayalı akıl yürütme ile tedavinin yolunu açtığı için “Tıbbın Babası” kabul edilen HİPPOKRAT (M.Ö.460-M.Ö. 377) Kos Adası’nda (İstanköy) doğdu.Soy kütüğü anne tarafından Herkules’e, baba tarafından Asklepios’a kadar ulaştırılmıştır. HİPPOKRATİK TIP (KLİNİK GÖZLEME DAYALI TIP) ve “DÖRT UNSUR TEORİSİ HİPPOKRAT KÜLLİYATI olarak adlandırılan, Hipokrat ya da onun ekolündekilere ait olduğu düşünülen eserlerden “İnsanın Tabiatı” adlı eserde, ilk kez bu “Dört Sıvı Teorisi” tarif edilmiştir: “Vücudun içinde kan, balgam, sarı safra, kara safra bulunur. Bu vücudun doğasıdır. Ağrı da, sağlık da ondan gelir!” Bu dört sıvının mevsimlerde değişikliğe uğradığı, verilen ilaçlara da farklı tepkiler gösterdiğine inanılmıştır. İlkbahar kanı, yaz sarı safrayı, sonbahar kara safrayı, kış ise balgamı harekete geçirir. Hastalanan organ sıcak, soğuk, nemli ya da kuru oluşuna göre, zıd özellikli ilaçlarla ya da diyetle tedavi edilirdi. Örneğin kara safraya ait bir hastalık kuru-soğuk mizaçlı olduğundan, bu tedavi anlayışında sıcak ve nemli ilaçlar tercih edilirdi. HUMORAL PATOLOJİ olarak nitelenen bu teori Galen’in (M.S. 2.yy.) eserlerinde de yer almış, İslam tıbbını (Ahlat-ı Erbaa / Dört Hılt adı ile anılarak) ve 19. yy.’a kadar Avrupa tıbbını etkilemiştir. Hipokrat, -vak’a öyküsü alma (anamnez), -özenli muayene, -gözlem, -sınıflandırmaya önem verdi. Muayene metodları olarak: -İnspeksiyon, -Palpasyon, -Koklama, -Succissio (bedeni çalkalayarak, hastanın vücudundaki sıvıların sesini duyma) uyguladı. Hipokrat’ın yazdığına inanılan 60 küsur eserin bir kısmının onun geleneğinde yetişmiş öğrencileri tarafından yazıldığı düşünülmektedir. Çünkü aralarında üslup farkları bulunmaktadır. M.Ö. 3. yy.’da İskenderiye’de toplanan bu tıp kolleksiyonu, CORPUS HIPPOCRATICUM (Hippokrat Külliyatı) olarak bilinir. Hipokrat’ın eserleri Arapçaya da çevirilmişti. Elde olan metinler, 16. yy.’da Yunanca, 19. yy.’da Fransızca (Emil Littré tarafından) olarak basıldılar. Aralarında: -Aforizmalar, -Havalar, Sular, Beldeler, 15 -Bulaşıcı Hastalıklar, -Epilepsi, -Eski Tıp en ünlüleri olarak bilinir. HİPOKRAT’TAN BUGÜNÜN TIP TERMİNOLOJİSİNE KATKI Hippokrat’ın kullandığı terimlerin bir çoğu günümüz tıbbında da kullanılmaktadır: Histeri, hidrosel, orşit, paralizi, tonsillit, malarya, melankoli gibi... Hipokrat hastalıkları epidemik, endemik, akit ve kronik olarak ayırıyor ve tanıdan çok, tedavi ve prognoz üzerinde duruyor, çevre koşulları ile hastalıklar arasında ilişki olabileceği düşünülüyordu. BEDENİN KENDİNİ İYİLEŞTİRME GÜCÜ (PHYSİS): Hipokratik Tıp, hastalığı lokalize etmeyip, bedenin bütününü hasta kabul ediyordu. Bir başka deyişle hastalık, bedenin bütünündeki bozulmanın ifadesiydi. Bu anlayışla daha çok hastalık gözleniyor, bedenin kendini iyileştirme gücünü (physis) ortaya koyması önemseniyor ve az ilaç kullanılıyordu. Hastanın yaşama biçimini düzenlemesi üzerinde de duruluyordu. HİPOKRAT KUVVETSİZ İLAÇLARI DAHA DEĞERLİ BULUNUYORDU: Örneğin müshil kullandırırken, kuvvetli bir müshil olan Hint yağı yerine, lahana lapasını yeğliyordu. PERHİZ: Hippokratik tıpta perhizin yeri öncelikliydi. Perhiz yeterli olmazsa ilaç, ilaç yeterli olmazsa cerrahi düşünülüyordu. Yulaf çorbası, perhizlerde sıkça yer alırdı. Çok susamaya ballı su (Hydromel), ağrıya sirkeli su (Oxymel) verilirdi. HİPPOKRAT YEMİNİ [HIPPOCRATIC OATH]’nin kökeni ve yazıldığı tarih iyi bilinmemektedir. Hipokrat Yemini’nden ilk söz edenin Romalı hekim Scribonus (M.S. 40 civarı) olduğu belirtilmektedir. Bu yemin, Corpus Hippocraticum’un ortaçağdaki kopyalarının ilk sayfasında yeralmış, yeni çağın erken dönemlerinden itibaren tıpta mezuniyet yemini olmuş ve fakülte duvarlarına kazınmıştır. [ Dünya Hekimler Birliği’nin 1948 yılında deklare ettiği uluslar arası yemin metninde de, Hippokrat Yemini esas alınmıştır]. Yeminde: -Öğrencinin hocasına bağlılığı ve onunla dayanışması, -Hastasının yararını ön planda tutması, -Sır saklama, -Zehir vermeme (insan yaşamına kastetmeme), -Cinsel istismardan uzak durma vb. değerler vurgulanmıştır. İSKENDERİYE UYGARLIĞI Aristo’nun (M.Ö. 4.yy.) talebesi Makedonyalı İskender, Anadolu, Suriye, Mısır, Babil ve İran’ı zaptederek Hindistan’a kadar uzanan bir imparatorluk kurunca, Eski Yunan kültürleri ile doğu kültürlerinin kaynaştığı HELENİSTİK DEVİR başlamıştı. Mısır’ın İskenderiye kenti, bu devrin tıp merkezi oldu. Yokedilişi hakkında çeşitli iddialarda bulunulan İskenderiye Kütüphanesi’nde 700 00’e yakın eser toplandığı rivayet edilmektedir. İskenderiye M.Ö. 3. yy’dan, Galen’in tarih M.S. 2. yy.’a kadar büyük bir tıp merkezi oldu. sahnesine çıktığı İskenderiye’de sadece insan kadavraları üzerinde değil, ölüme mahkum edilmişlerin bedenleri üzerinde de canlı disseksiyon (vvisection) uygulandığı bilinmektedir. İskenderiyeli iki anatomist, anatomi ile ilgili bugün için de doğru sonuçlara ulaşabildi: En iyi hekim, mümkün olanla mümkün olmayanı ayırdedebilendir. Herophilos 16 ANATOMİNİN KURUCUSU KABUL EDİLEN HEROPHILOS (M.Ö. 335-280): Anatomik açıdan, organların birbirleri ile ilişkilerini aydınlatmaya çalıştı.Beyin ile omurilik arasındaki ilişkiyi farketti. Atardamarlar içinde o güne kadar inanıldığı gibi hava değil, kan bulunduğunu belirtti. On iki parmak bağırsağına “duodenum” adını o verdi. Herophilos’un anatomik keşifleri arasında, bugün de aynı adla anılar “Torcular Herophili” bulunmaktadır. FİZYOLOJİNİN KURUCUSU KABUL EDİLEN ERASISTRATOS (M.Ö.304-250): Beyni, düşünmenin ve hissetmenin merkezi kabul etti. Duyu ve motor sinirleri arasındaki farkı saptayarak, beyin, beyincik, kalp ve karaciğerin anatomisini detayları ile tarif etti. Herophilos, Hipokrat ekolünü tümüyle benimserken, Erasistratos “humoral patoloji” yaklaşımını reddetti. Tedavide müshil kullandırmaya ve kan almaya karşı çıkıyordu. Ona göre hastalık, unsurların dengesizliği nedeni ile değil, hastalanan organan kanın hücum etmesi neticesinde oluşuyordu. Metabolizmanın sırrını çözmek için kümes hayvanlarına verdiği yemi ve onlardan çıkan dışkıyı tartarak aradaki farkı saptamıştı. ROMA UYGARLIĞI Roma İmparatorluğu M.Ö.2.yy.’da güçlenmeye başladı, M.S. 4.yy.’da Doğu ve Batı Roma olmak üzere ikiye ayrıldı. Temiz yaşamaya çok özen gösteren, Romalılar, hekimliği bir meslek olarak görmüyorlardı. Aile reisi (pater familial), ev halkından biri ya da köle hastalandığında, ona uygun olan ilacı verirdi. Yunanlı hekimlerin gelmesinden önce, Roma’da doktor bulunmadığı söylenebilir. M.Ö. 46’da Sezar’ın yabancı hekimlere vatandaşlık hakkı tanıması ile doktorlar toplumda itibar kazandılar. Yunanlı hekimlerin diyet, jimnastik, banyo, terleme önerileri, ilaç olarak sıklıkla şarap vermeleri, Romalıların zevki ile örtüşüyordu. M.Ö. 90’da Roma’ya gelen hekim Asklepiades, Roma toplumunu oldukça etkilemişti. O, Hipokrat ekolünden farklı düşünüyordu: Bedenin iyileşme gücü önemsenerek ağırdan alınmamalıydı. “Tuto, cito, iucunde (güvenilir, hızlı, hırpalamadan)” Asklepiades’e göre hekim, -güvenilir, -hızlı, -hırpalamadan tedavi etmeliydi. Roma’da “Taberna Medicae” denilen, esnaf dükkanlarını andıran hekim ya da cerrahların çalıştıkları dükkanlar, yanısıra gezginci hekimler de vardı. Savaşçıların tedavisi için yollar üzerine “valetudinaria” denen hastaneler kurulmuştu. Bergamalı GALEN (M.S.129-210) Antik Yunan-Roma uygarlığı bahsinin bitiminde Galen yer alır. Günümüzde onun adının, hastalığın çeşitli belirtilerine yönelik etkili maddelerin tek bir preparatta toplanması anlamına gelen “galenik preparasyon” kavramında yaşatıldığını görüyoruz. Galen de tedavide polifarmasiye başvururdu. Galen, ilaçları kendisi hazırladığı için “Eczacılığın babası” olarak nitelenir. Galen, domuz, köpek, maymun gibi hayvanlar üzerinde anatomik ve fizyolojik bilgileri geliştirmeye çalışmış, ancak hayvan ve insan arasında fark olmayacağını düşünmüştü. Bu nedenle, hayvan üzerinden insana uyarladığı anatomi bilgileri hatalar içeriyordu. Ancak vücudu, ruhun durağı olarak gördüğünden, görüşleri Tek Tanrılı dinlerce de benimsendi ve yüceltildi. Söyledikleri, yazdıkları “MAGISTER DIXIT (Üstad söyledi!)” şeklinde dogmalaştırıldı. 17. yy.’a kadar tıbbı büyük ölçüde etkiledi. Örneğin Galen’in “LAUDABLE PUS (yaraların iyileşmesi için önce irin teşekkül etmesi şarttır)” görüşü, yüzyıllarca etkili oldu ve yaranın iltihaplanması normal bulundu. 17 Galen, Hippokrat’ın DÖRT UNSUR TEORİSİ’ne bağlı kaldı, onu daha pratik bir biçime soktu. Ona göre vücut, katı ve sıvı kısımlardan oluşuyordu. Katı kısımlar, birbirine benzeyen (kas, yağ, kemikler) ve farklı dokulardan oluşarak birbirine benzemeyenlerden (karaciğer, böbrek vb. organlar) meydana geliyordu. Sıvı kısımlar kan, mukus, sarı safra ve kara safraydı. Bu sıvı unsurlar, kuru ya da nemli, sıcak ya da soğuk olarak farklı özellikler taşıyorlardı. Hastalık durumunda karşıt özellikte olanla tedaviyi benimsemişti. Sıcak karakterli hastalığa soğuk, nemli karakterli hastalığa kuru nitelikli ilaç verilmeliydi. DIOSCORİDES (M.S. 1.yy.): Anadolu’nun Kilikya yöresindeki Anazarba Kenti’nde (günümüzde Adana’nın Kozan İlçesi’nin Anazarva Köyü) doğan Dioscorides, Roma’da İmparator Neron’un ordusunda askeri hekim olarak çalışmış, Akdeniz çevresini ve doğu ülkelerini gezme olanağı bulmuştu. Gittiği yerlerde ilaç yapımında kullanılan bitki türlerini, hayvansal ürünleri ve mineralleri toplayarak inceledi, bilgilerini Yunanca olarak yazdığı PERIHYLES IATRIKES (İlaç Bilgisi) adlı kitapta topladı. Kitap, MATERIA MEDICA adıyla Latinceye, KITAB-UL HAŞAYİŞ adıyla Arapçaya çevirilmiş ve çok geniş bir kültür çevresini etkilemiş, 17. yy.’a kadar tedavide temel başvuru kitaplarından biri olmuştu. Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi’nde resimli ve resimsiz nüshaları bulunmaktadır. HRİSTİYANLIĞIN ERKEN DÖNEMİ Galen, M.S. 200 yılında öldüğünde, Roma İmparatorluğu da çöküş sürecine girmişti. İmparatorlukta sosyal adaletsizlik hüküm sürüyor, afetler, salgınlar birbirini kovalıyor, bu çöküş içerisinde Hristiyanlık, hızlı bir şekilde yayılıyordu. Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu içerisinde 391 yılında resmi din olarak kabul edildi. İmparator Konstantin (306-337), hasta yatağında Hristiyanlığı kabul etmişti. Hristiyanlık, öbür dünyada ekmeğini bir açla paylaşmamanın, giysisini çıplağa vermemenin hesabının sorulacağını, düşkün durumdaki hastanın çok özel bir merhameti hakettiğini söylüyordu. Merhamet, çok önemsenen bir erdemdi: “Başkası için yaptığınız her iyilik, bana yapılmış demektir! (Mt 25,40)” Merhamet göstererek hastaya hizmet eden, Tanriya hizmet etmiş oluyordu: “Hastaydım, beni ziyaret ettiniz! (Mt 25,36)”. Hristiyanlar, bu anlayışla en başından itibaren hasta, düşkün kişilere bakımı, Tanrı’ya hizmet olarak gördüler ve bu hizmeti örgütlediler. Bu dayanışma duygusunun öncü örnekleri Yunan kültürü ve Musevilikte de vardı: “Kim hastayı ziyaret etmezse, kan dökmüş olur! (Nedarim 40a)”. Hristiyanların, özellikle salgın zamanlarında bulaşma tehlikesine karşın hasta bakmaya devam etmeleri, inanışın yayılmasında oldukça etkileyici oldu. Hristiyanlar dini özgürlüklerine kavuşunca muhtaçların bakımı için kurumlar oluşturmaya başladılar.Yabancılara, yani diğerlerine (Yabancı→ Yunanca = xenos) bakmak üzere oluşturuldukları için Xenodochien (Latince = Hospitale) adı yanında Nosokomeion (hastalar için ev), Gerokomeion (yaşlılar için ev), Ptochotropheion (düşkünler için ev) adları da kullanıldı. Yabancı olanları, hasta olanları, güçsüz olanları kadın ve erkek gönüllülerle misafirperverlikle, dini bir yükümlülüğü yerine getirme anlayışı ile bakmak (Hospital), antik çağ anlayışının dışında bir organizasyondu: Asklepionlar ya da Roma uygarlığının askeri hastaneleri valetudinarialar da hasta bakımı dini görev olarak yerine getirilmiyordu. İLK HOSPİTAL ÖRNEKLERİ, HRİSTİYANLIĞIN YASALLAŞMASI ARDINDAN ANADOLU’DA ORTAYA ÇIKTI:. Batıda Hristiyanlık gelenekleri daha yavaş benimsenirken, Doğu Roma daha iyi organize olmuş, Yunan diline hakim ve Hristiyan inanışına sıkı sıkıya sarılmış durumdaydı. Basileios (330-379), 372/373’de Kayseri’de yardıma gereksinimi olanlar için, “Basileias” diye anılan küçük kulübeciklerden oluşan büyük bir site kurdu. Ephraem (306-373), bir salgın sırasında 372 yılında Urfa’da hospital 18 kurdurmuştu. Sivas’ta, Antakya’da (398’den önce), Efes’te (451) Hospitallerin kurulduğu bilinmektedir. Konstantinopel’ın 398-404 yılları arasındaki patriği Johannes Chrysostomos , Kilise kaynaklarıyla bir çok nosokomeion kurdurmuştu. 378-395 arasında hükümdar olan I. Theodosius’un eşi, Kilise’nin bu hayır kurumları içerisinde dolaşır, düşkün ve hasta olanlara kendi elleriyle çorba içirir, onlara bakan bir hizmetlinin yapacağı her işi yapardı. Hristiyanlığın yayılması, çeşitli sosyal tabakaları içine alması ile cemaatler içerisindeki dayanışmaya aşırı duyarlılık, artık keşişler ve keşişhanelerde kendini tümüyle dinin emrettiklerine adayanlara devroldu. Son derece dindar olan kadın ve erkekler ise, batıda yüzyıllarca sevap olarak gördükleri için hasta bakmayı sürdürdüler. Galen’in, mükemmel olarak nitelediği insan vücudunun ancak Tanrı tarafından yaratılmış olabileceği fikri, Hristiyanların beğendiği bir yorumdu. Hristiyanlar, dinlerinin en erken dönemlerinden itibaren hekimlik eğitimi alma ve bu mesleği uygulamayı benimsediler. Eski İncil’de “Hekimi sev, çünkü ona ihtiyaç var, çünkü onu da Tanrı yarattı! (Jesus Sirach/Ecclesiasticus 38,1)” sözleri yeralmaktadır. Erken Hristiyanlık literatüründe de İsa’nın kendisi hekim ve sağaltıcı olarak tarif edilmiş, hasta olan dünyayı iyileştirmeye geldiği belirtilmişti. Erken Hristiyanlık döneminde Tanrılar kültü, azizler üzerinden yaşatıldı. BİZANS UYGARLIĞI Bizans tıbbı, antik çağ tıp bilgisini korudu ve böylelikle başka kültürlere naklolmasına da aracı oldu. Bizans tıbbının “Erken Bizans” ya da “Geç Antik” dönemi, İskenderiye tıbbının etkisi altındaydı. Tıp bilgilerini Mısır’ın bu metropolünde edinmiş 4 tıp yazarı Oreibasios ( 4. yy.), Aetios (6.yy.), Tralleis ( 6.yy.) ve Paulos d’Aigina (7.yy.), Galen’in görüşlerinin sistematikleştirilip geleceğe aktarılmasında önemli bir işlev gördüler. Bu eserlerin yunancadan Latinceye çevirilmesi için yüzyıllar geçmesi gerekecek, eserler ancak Arapçaya çevirilmiş nüshaları üzerinden Latinceye çevirilecekti. İskenderiye’nin 642’de Arapların eline geçmesi ile, bilim merkezi olma niteliği zayıfladı. Bizans İmparatorluğu, kendi başkenti Konsantinopel’a odaklanmıştı. Hasta bakımı dini yükümlülüktü. Hükümdar, bir erdem kabul edilen insan sevgisini, Tanrıya ve topluma kanıtlamak için hayır işleri yapmak durumundaydı. İstanbul’daki Pantokrator Kilisesi’ne bağlı, 12. yy.’a kadar faaliyet gösterdiği bilinen Hospital, en gözde ve özel bir örnekti. Hospital, Leprazöri, Yaşlılar Yurdu’na sahip, kiliseye bağlı bu kurumun izi kalmamışsa da vakfiyesinden PANTOKRATOR HOSPİTAL’in 50 yataklı olduğu, bir bölümün göz hastalıklarına, bir bölümün kırık ve yaralanmalara, bir bölümün iç hastalıklarına, bir bölümün hasta kadınlara ayırıldığı bilinmektedir. Her bölümde iki hekim, beş hastabakıcı, iki yardımcı vardı. Kadınların yatırıldığı bölümde, hekim dışındaki personel kadındı, ayrıca bir ebe bulunurdu. Hospitalin, 4 hekim çalışanı, bir polikliniği, eczanesi, banyosu, değirmeni ve fırını vardı. 103 personelin 65’i tıbbi personel, 11’i yönetim ile ilgili, 27’si diğer görevlilerdi. Burada kilise mensupları değil, dışarıdan alınan kişiler bakılırdı. Vakfiyede, Pantokrator Hospital’de genç hekimlerin eğitildiği de açıkça belirtilmişti. KAYNAKLAR 1-Carmichael AG, Ratzan RM: Medizin in Literatur und Kunst. Köln 1994. 2- Karger-Decker B: Die Geschichte der Medizin. von der Antike bis zur Gegenwart. Düsseldorf 2001. 3- Seidler E, Leven KH: Geschichte der Medizin und der Krankenpflege. Stuttgart 2003. 4- Sudhoff K: Kurzes Handbuch der Geschichte der Medizin. Berlin 1922. 5- Toellner R: Illustrierte Geschichte der Medizin. Erlangen 1992.