İlhan İnan: Matrix - Mithat Alam Film Merkezi

advertisement
Matrix’te özgürlük ve gerçeklik
temaları
İlhan İnan
Mithat Alam Film Merkezi’nde 15-17 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilen ‘İllüzyon, Gerçeklik ve Sinema’ temalı
programda yer alan The Matrix filminin 15 Aralık’taki gösteriminin ardından, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi İlhan İnan’la bir söyleşi gerçekleştirildi. Dinleyicilerin de katılımıyla oldukça renkli geçen söyleşi, filmin felsefi açılımları üzerine bir beyin fırtınasına dönüştü.
İ bir kez daha anladım ki, Matrix serisinin en kaliteli filmi
lhan İnan: Üç filmi seyredip tekrar birinciye dönünce
birincisiydi. Matrix (1999) filminden sonra, ortaya ‘Matrix
felsefesi’ diye bir kavram çıktı. Hatta bir televizyon kanalında bana “Matrix felsefesi nedir?” diye bir soru sordular.
Ben de “öyle bir felsefe yok,” dedim. Wachowski Kardeşler
çok yetenekliler, filmi hem yazmış hem yönetmişler; ama
felsefe literatürüne orijinal bir fikir eklemiyorlar. Güzel bir
film, sonuçta bir film bu, ama felsefe tarihinden de çok yaralanılmış, en azından bazı felsefecilere hitap eden unsurlar var. Bunları uzun uzun tartışabiliriz, ama ben bugün
kısaca, benim ilgimi çeken bazı felsefi temalara dikkatinizi
çekmeye çalışacağım.
Bir felsefeci olarak, filmde beni en çok etkileyen unsurların başında tabii ki gerçeklik teması geliyor. ‘İllüzyon,
Gerçeklik ve Sinema’ başlığı altında gösterilen üç filmde de
[Matrix, Varoluş (eXistenZ, 1999) ve Paralel Dünyalar
(Possible Worlds, 2000)] en temel tema gerçeklik kavramı.
248
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
Gerçeklikle ilişkimize dair bir konu olan özgürlük de
Matrix’in bir diğer teması. Filme özgürlük açısından baktığımızda, özellikle Kâhin’in rolü öne çıkıyor. Felsefe literatüründe bizim ‘özgürlük çatışması’ dediğimiz konu filmde
sürekli olarak kendini değişik şekillerde ortaya koyuyor.
Bir diğer felsefi tema da ‘değerler’ konusu ve bunun uzantısı olan ‘nasıl bir yaşam değerlidir, nasıl bir yaşam istiyoruz?’ sorusu. Filmde bu saydığım üç konu iç içe geçiyor.
Örneğin ‘değerler’ konusuyla ilgili temel soru olan ‘nasıl bir
yaşam istiyoruz?’, özgür bir yaşamı gerektiriyorsa özgürlükle ilişkilendiriliyor, gerçeklikle bağlantı içinde olmayı
gerektiriyorsa birinci temayı içeriyor. Nitekim en ilginç karakterlerden biri, birinci filmdeki Cypher. Gerçeklikten uzak olma pahasına Matrix dünyasında yaşamayı yeğleyen
Cypher’a, oradaki bir sanal biftek ve onun vereceği haz
daha çekici geliyor. Bu şekilde bakan birine nasıl karşı çıkacaksınız? Gerçekliğin içinde yaşamak birtakım acılara
neden olsa bile daha mı iyi bir şeydir? Ya da gerçekliğe ulaştığımız zaman daha mı özgür olacağız? Özgürlük gerçekliğe ulaşmanın bir yolu mudur? Bunun için mi istediğimiz bir şeydir? Bu tür sorular çıkıyor. Yani bu üç tema;
‘değerler’, ‘özgürlük’ ve ‘gerçeklik’ iç içe geçmiş şekilde filmin felsefi altyapısını oluşturuyor.
Bu üç felsefi tema dışında tabii dinî bazı göndermeler
var. Özellikle Hıristiyanlığa ve İsa’ya göndermeler var.
Bunların ne kadar önemli olduğu yoruma bağlı. Ama ikinci
ve üçüncü filmleri seyrettikten sonra bunların yönetmenler
açısından önemli olup olmadığı açığa çıkıyor. Birinci filmde
seçilmiş kişi Neo’nun gerçekten bir İsa figürü, bir kurtarıcı
mı olduğu, yoksa bunun metaforik bir şey mi olduğu yoruma açık. Sonuçta birinci film de bir yere bağlanmadan
bitiyor. Belki de güzelliği orada zaten; kapıları kapamıyor,
her türlü yoruma açık. Neo’yu bir İsa figürü olarak da yorumlayabilirsiniz; gerçi ben bunu doğru bulmuyorum,
çünkü böyle bir kurtarıcının olduğu bir dünyanın çok güzel olmadığını düşünüyorum. Neo da zaten en başında öyle
diyor hatırlarsanız. “Kadere karşı mısın?” diye soruyor Kâhin, o da “karşıyım,” diyor, “çünkü ben kendi geleceğimi
İlhan İnan
249
kendim belirliyor olmak isterim, kendi geleceğimi kontrol
altında tutmak isterim.” Halbuki kendisine sonradan atfedilen İsa rolü ‘kurtarıcı’ olmayı içeren ve kendi kaderini
kendisinin belirlemeyeceği bir rol; tanrı tarafından belirleniyor o kader. Bu şekilde bakınca, bazılarına çok yakın gelen bu yorum bana pek de yakın gelmedi. Ayrıca felsefi
açıdan da çok fazla tartışma alanı açmayan bir yorum.
Neo’ya İsa figürünü atfettiğiniz zaman, felsefi yorumlara
kapıları kapamış oluyorsunuz.
Bir iki şey daha söyleyip sözü size bırakacağım. Filmde felsefe tarihinden yararlanılmış, özellikle Descartes’ın
‘Birinci Meditasyon’una doğrudan atıf var filmin birkaç yerinde. Peki ‘Birinci Meditasyon’unda Descartes ne yapıyor?
“Ben,” diyor, “üzerinde kuşku duyabileceğim herhangi bir
inancım varsa, bunu bilgi saymayacağım; gerçekle ilişkisinin izini süreceğim ve üzerinde kuşku duyamayacağım bir
gerçeklik kalıyor mu, ona bakacağım. Benim bütün inançlarım bana dışarıdan bir güç tarafından verilmiş, rüya
aleminde gerçekleşmiş olabilir, bunun böyle olmadığını
nasıl ispatlayabilirim?” İlk meditasyonun başlangıcı bu.
Bu temadan tabii ki çok yararlanılmış. Bu da
Descartes’tan önce gelen, felsefede ‘gerçeklik’le ‘görünen’
arasındaki ayrıma dayanıyor. Yani görünenle gerçek olan
farklı olabilir. Ben burada bir sandalye görüyorum; ama
bu, Matrix’in benim zihnimde yarattığı bir imgeden ibaret
olabilir. Nitekim seride, en azından birinci filmde bu var.
Bizler hepimiz kuvözler içinde bir bilgisayar programına
bağlıyız; zihnimizde elektriksel bir takım süreçlerle belirli
imgeler oluşturuluyor ve biz bunları gerçek sanıyoruz.
Halbuki gerçek hayat kuvözlerin içinde, o çok karanlık
yerde. Neo’nun uyanış sahnesinde, yani Matrix’ten koptuğu sahnede, film bunun ne kadar felaket bir dünya olduğunu çok çarpıcı bir biçimde gösteriyor; ama o gerçekliği
Neo kendisi seçiyor. Descartes’tan alınmış olan bu tema,
felsefe tarihinde genellikle kuşkuculuk, yani ‘skeptisizm’
bağlamında tartışılıyor. Soru şu: ‘Biz gerçekliği algı yoluyla
bilebilir miyiz?’ Ampristler “evet,” diyor, “başka hiçbir dayanağımız yok, sonuçta beş duyumuza güvenmeliyiz.”
250
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
Rasyonalistler de Descartes gibi, “güveneceğimiz tek şey
aklımızdır; ancak aklımızla gerçekliğe ulaşabiliriz,” diyorlar. Filmde de tabii Descartesvari bir tarz var, çünkü Neo,
Matrix’te olduğunu duyu verileriyle anlamıyor. Yani ilk içine düşen şüphe akıl yoluyla, sezgi yoluyla oluyor diyebiliriz; çünkü gördüğü hiçbir şey ona Matrix’te olduğunu ya
da olmadığını kanıtlayamaz. Olsa olsa zihninde kendi kendine bulabildiği, felsefecilerin ‘a priori’ dediği türden bir
sezgiyle oraya varabilir, bu nedenle, filmde rasyonalist bir
yan var.
İkincisi, 20. yüzyılda kuşkuculuk tartışmaları farklı
şekillerde devam etmiş. Bu tartışmalardan birini oluşturan
‘kavanozdaki beyin’ metaforu, Matrix’in de temelini oluşturuyor. ABD’li felsefeci Hillary Putnam, tabii ki Matrix çekilmeden çok önce ortaya atmış bu metaforu. Putnam şöyle bir düşün deneyi geliştiriyor: Hepimiz aslında kavanozda
birer beyin olsak; kötü niyetli dahi bir bilimadamı ya da
bir bilgisayar mühendisi, bizim beyinlerimizi bu kavanozun içinden elektrotlarla kendi bilgisayarına bağlamış olsa
ve bizim deneyim dediğimiz şey aslında bu kişi tarafından
belirli tuşlara basılarak zihinlerimize, beynimizin içindeki
nöronlara verilmiş olan elektrik şarjları olsa, biz bunu nasıl bilebiliriz? Böyle bir dünyadaki deneyimlerimiz şu
ankiyle tıpatıp aynı olacağına göre, kavanoz içinde beyin
olmadığımızı nasıl ispatlarız? Putnam bu soruları ortaya
atıyor. Putnam deneyinde, kavanozun içinde yalnızca beyin var; Matrix’te ise kuvözlerde vücut da var. Tabii bu
önemli; çünkü mesela Neo kurtulduktan sonra vücudu
var, tek başına beyin olsa, kurtulduğunda bir şey yapamayabilirdi. Belki uygulama farklı; ama fikir aynı fikir.
Matrix’te bilgisayarın başında kötü niyetli bilgisayar mühendisi yok. Onun yerine insanlığın yarattığı makineler
var, aslında onların da bir beyni var ve her şeyi o yönetiyor. Ama bu durumu insanlık yaratmış sonuçta, insanın
yarattığı yapay zekâ kontrolden çıkmış, insanlara savaş
açmış...
Saydığım bu göndermelerin yanında, film Robert
Nozick adlı felsefecinin ‘The Experience Machine’ adlı kısa
İlhan İnan
251
bir makalesinden de yararlanıyor. Bu makalede ‘deney
makinesi’ diyebileceğimiz bir makine tasavvur edilmiş; yine
bir ‘düşün deneyi’nden yola çıkan bir bilimkurgu hikâyesi
söz konusu. Felsefeciler böyle bilimkurgu hikâyelerinden
çok yararlanıyorlar makalelerinde. Nozick de “size istediğiniz her şeyi yaşatan bir sanal gerçeklik makinesi düşünün,” diyor. Aşık mı olmak istiyorsunuz, makineye bağlanıyorsunuz; siz orada gerçekmiş gibi aşk yaşıyorsunuz.
Güzel bir konferans mı vermek istiyorsunuz, basıyorsunuz
düğmeye, konferans veriyor gibi hissediyorsunuz. Bu makine her şeyi gerçek gibi hissettiriyor size; yalnız makinenin bildiğimiz sanal gerçeklik makinelerinden farkı şu:
Bağlandığınız anda, bağlandığınıza dair bir bilgi oluyor;
ama sonra bu bilgi siliniyor ve ondan sonra bu sanal deneyimi gerçekmiş gibi yaşamaya başlıyorsunuz. Bu, artık
tabii Matrix’in temel fikri, bunu zaten film Nozick’ten almış. Nozick bu deneyinde, filmdeki özgürlük ve değerler
meselesi açısından önemli olan bir soru sorar: “Böyle bir
makineye bağlanmak ister misiniz?” Bu makineye bağlanırken hayatı istediğiniz şekilde programlayabiliyorsunuz;
ama bağlandıktan sonra geri dönüş yok. Yani hayatınız
boyunca bir odada makineye bağlı olarak, kafanızda bir
kaskla yaşayacaksınız; ama makine size istediğiniz hayatı,
istediğiniz her şeyi yaşatacak. Yani ‘görünen gerçeklik’ açısından istediğiniz hayatı yaşayacaksınız. “Böyle bir hayatı
ister misiniz?” diye soruyor Nozick ve çoğu insan bunu istemeyeceğini söylüyor. Bununla da kalmıyor tabii, “peki
neden istemezsiniz?” diye devam ettiriyor sorusunu. Ben
de bunu özgürlükle ilgili derslerimde hep sorarım ve sınıf
ikiye ayrılır. Çoğunluk “bağlanmayı istemem,” der; ama
mutlaka “bağlanırım, ne olacak ki?” diyenler de çıkar. İsterseniz şimdi siz de kendinize sorun; eminim şimdi de bu
konuda değişik cevaplar çıkacaktır.
Nozick’in yorumuna göre, bağlanmak istemeyenler, şu
nedenle bağlanmak istemezler: Biz yaşamımızda sadece
haz duymak ve isteklerimizin gerçekleştiği duygusuna
varmak istemiyoruz; yaşamımızın gerçek olmasını istiyoruz. Gerçeklikle bağlantılı olmak, zaman zaman acı verse
252
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
bile istenilesi bir şeydir, daha iyi bir hayata işaret eder ve
bir değerdir. Dolayısıyla bu, binlerce yıl önce ortaya çıkmış
en basit değerler kuramı olan ‘hedonizm’i, yani ‘tek değer
hazdır, ne yaparsak haz için yaparız’ teorisini çürütüyor.
Gerçeklik de bazen hazdan iyidir. Onun için Cypher’ın seçimini anlattığı konuşması çok önemli. Matrix’in dışında,
kendi araçlarının içinde çok sevimsiz bir şeyler yiyorlar hatırlıyorsanız. “Halbuki Matrix’e bağlandığımda, o güzel
kanlı bifteği ne kadar güzel yiyorum,” diyor Cypher. Ajan
Smith’le pazarlığa oturuyor ve bir taraftan bifteğini yiyor.
Burada ilginç bir durum söz konusu: Biftek sanal, o da biliyor sanal olduğunu; ama pazarlığı kabul ederse, Matrix’e
geri dönecek ve Matrix’e geri döndüğüne dair bilgileri hafızasından silinecek. Tam da Nozick’in ‘deney makinesi’ni
çağrıştıran bir durum var ortada ve Cypher, hazları gerçekliğe tercih ediyor. Fakat şurası da bir gerçek ki bir biftek sanal olsa bile, yarattığı haz sanal değil. Haz, sanal bir
kaynağı olsa bile, bir gerçeklik olma durumunda. Sanal
lezzet olabilir mi? ‘Bana haz veriyormuş gibi geliyor; ama
haz değil aslında,’ diyebilir misiniz?
Matrix’te işlenen temalardan biri de özgürlük. Filmin
özgürlükle ilgili temel sorunsalı, determinizm ile özgürlük
arasındaki çatışmaya dayanıyor: Belirli bir güç, geleceği ve
şu anı tamamen belirliyor ise bizim bu belirlenmişlik içerisinde özgürlüğümüz söz konusu olabilir mi? Dinler tarihinde çok önemli bir yeri var bu tartışmanın; dinsel öğretilerde ortaya koyulduğu şekliyle tanrı her şeye kadir, her
şeyi yapacak denli güçlü, her şeyi bilen bir varlıksa, bizim
burada özgürlüğümüz nasıl olabilir? Ben kötü bir insansam, kötü bir şey yaptıysam, “tanrı yarattı beni, ben kötü
değilim; bu, tanrının kötülüğü o zaman,” diyemez miyim?
Dinlerde tanrı olarak beliren bu güç, başka bir bakış
açısından fizik yasaları olabilir. Nitekim fizikalistler, varolan her şeyin fizik yasalarına bağlı olduğuna inanırlar. Biz
de fiziksel varlıklarsak, fizik yasalarına tâbiyiz, o zaman
geleceğimiz zaten bugünden fizik yasaları tarafından belirlenmiştir. Bu tür fiziksel determinist yaklaşımlarda da
benzer bir özgürlük problemi ortaya çıkıyor. Bu problem,
İlhan İnan
253
şöyle bir soruyu da akla getiriyor: Gelecek önceden tahmin
edilebiliyorsa, benim geleceğimi siz benden önce bilebiliyorsanız, ben özgür olabilir miyim? Bu da filmde, Kâhin’le
Neo’nun konuşmalarında çok önem kazanıyor tabii. Kâhin,
Neo’nun geleceğine dair bir takım şeyler söylüyor; o sahneler gerçekten çok incelikli yapılmış. Bu izleyişimde daha da
dikkat ettim, Kâhin yanlış bir şeyler de söyleyebiliyor
Neo’ya. Neo sonuçta bildiğini yapıyor; ama kendisi önceden bilmiyor bunu ve burada ‘önceden başkası tarafından
bilinse bile, siz kendi geleceğinizi önceden bilmediğiniz sürece özgür olabilirsiniz,’ gibi bir tema var. Belki de özgür
olmak için gerçekliğe ulaşmamız lâzım. Yani ne yaparsanız
yapın, Matrix içindeyseniz ve bunu bilmiyorsanız, gerçeklikten bu anlamda uzaksanız, özgür olamazsınız. Nitekim
Cypher ve Ajan Smith dışındaki bütün ana karakterler
buna inanıyor. Ama katıldığım çeşitli söyleşilerde, Smith’i
kahraman olarak gördüklerini söyleyen kişiler oldu; yani
Ajan Smith’çiler var aramızda. Bunun üzerine, bir de
Cypher’cılar bekliyorum ben; ama sanırıım böyle bir kitle
oluşmadı henüz.
Dinleyici Soruları
Filmde, Kâhin’le Neo ilk kez karşılaştıkları zaman bir
vazo hadisesi var. Sizin de dediğiniz gibi, ‘acaba Kâhin
her şeyi biliyor ve onu yönlendiriyor mu?’ sorusunu
ortaya atmak için koyulmuş bir sahne. Kâhin her şeyi
biliyorsa ve Neo’yu yönlendiriyorsa, o zaman Neo nasıl
özgür olabiliyor ve kendi iradesiyle bunu seçmiş olabiliyor?
İ da bu açıdan önemli zaten. Yani seçilmiş kişinin ne delhan İnan: Neo’nun İsa figürü olup olmaması yorumu
mek olduğunu filmde nasıl yorumlayacağınız önemli. Eğer
seçilmiş kişi ne yapacağı zaten önceden belirlenmiş kişi ise
size katılıyorum, o zaman Neo hiçbir şekilde özgür değil.
Nasıl birileri Matrix’i programladılarsa zamanında, Neo da
bir başka güç tarafından programlanmış ve ne yapacağı
zaten önceden belirlenmiş bir varlık. Öyleyse, hiçbir şekil-
254
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
de özgür değildir. Benim yorumum da bu; ama felsefe
dünyasında herkes böyle düşünmüyor. Yani bizim geleceğimiz önceden programlanmış ve bilinebilir olsa da biz özgür olabiliriz diyen felsefeciler de var.
Kırmızı ve mavi hap arasında seçim yaptığı sahnede
Neo, Morpheus’a, “hayatın kontrolü elimizde olmadığı
için böyle şeylere inanmam,” gibi bir şey diyor ve
Morpheus da ona katılıyor. Sanki kendisi de materyalist biriymiş ve böyle şeylere inanmıyormuş gibi; ama
aslında Kâhin’in söylediklerine inanıyor ve bu inancı
nedeniyle bu yola baş koymuş.
Morpheus’ta şöyle bir şey var: Bir, hiçbir şey inancını
sarsmıyor. Halbuki Neo, gerçeği bulmaya yönelik merak
duygusu içerisinde; fikirleri ve inançları değişiyor film esnasında, filmin başında inançsızken daha sonra inançlı
hale geliyor. Diğer yandan, Morpheus’un çok inanmış bir
hali var. Bazen, “özgür bir insan kendini ve inançlarını değiştiren bir insandır,” diyebilirsiniz; o zaman bu açıdan
Neo daha özgür bir insan. Bir insan her şeyi biliyorsa, inançları hiçbir şeyin sarsamayacağı kadar güçlüyse, bazıları ona “dogmatik bir insan” der. Dogmatik insan nedir?
Kalıplarla düşünen ve görüşlerine katı bir biçimde bağlı
olan insandır. Kimi “bu, özgürlüğü mümkün kılmaz” diyecektir. Düşünme özgürlüğü veya inanç özgürlüğü, çoğu insanın Türkiye’de söylediği gibi inançlarını ifade etme özgürlüğü ya da dinî vecibelerini yerine getirme özgürlüğü
değildir. Eğer ben inançlarımı hiçbir şekilde değiştirmeyeceksem, gelecekte ortaya çıkacak hiçbir veri benim inançlarımı değiştirmeme neden olmayacaksa, ben o inancım
konusunda özgür değilim demektir. Dediğiniz gibi, birinci
film bütün bunları yoruma açık bırakıyor, onun için güzel.
İyi bir film, iyi bir roman bu tip şeyleri mesaj gibi gözünüzü çıkara çıkara göstermez, size bırakır. Fakat, seride üçüncü filme gelince bazı şeyler bize bırakılmamaya başlandı, onun için ben üçüncü filmi sevmedim.
İlhan İnan
255
Ajan Smith bence bu filmin zavallısı; çünkü bir şeyler
yapmaya çalışıyor, ama ilk filmde görüyoruz ki halinden hiç memnun değil. Orada olmak istemiyor, ama
olmak zorunda. Daha sonra ikinci filmde artık ajanlardan biri de değil, yapayalnız. Sadece “neden buradayım?” sorusunu soruyor hâlâ ve intikam almaya çalışıyor, ama...
İ var mı? Bir varlığın söylediğiniz anlamda ‘zavallı’ olması
lhan İnan: Ama şu tartışılır: Ajan Smith’in bir iradesi
için iradesi olması gerekir. Yani bir robota zavallı der misiniz? Robotu kendini yönetebilen otonom bir varlık olarak
görmüyorsanız; bir irade atfetmiyorsanız ona, ‘çaresiz’ de
demezsiniz.
Aslında aynı şeyi ben Neo için de söyleyebilirim. Sürekli birileri onu yönlendiriyor; fark edilmeden yönlendiriliyormuş gibi geliyor bana. Ne kadar kendi özgür iradesiyle hareket ediyor?
Sorunuzu yanıtlamadan önce bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Filmde bir de ütopya meselesi var. İlk
Matrix mükemmel yaratılmış, Morpheus da onu söylüyor.
İnsanlara en iyi hayat sunulmuş; ama insanlar bunu iyi
karşılamamışlar, yavaş yavaş ölmeye başlamışlar ve makineler de enerji alamamış. Ondan sonra gerçek hayata çok
benzeyen bu versiyon devreye girmiş. Aslında bir takım kötülükler, çirkinlikler ve acılar olması lâzım; yaşam ancak o
şekilde anlamını kazanabilir. “Sizler böylesiniz,” diyor Ajan
Smith, “ancak bu şekilde varlığınızı sürdürebiliyorsunuz,
virüs gibisiniz. Bu dünyanın kanserisiniz, nereye giderseniz yayılıyorsunuz.” Smith’in insanlık soyunu lanetleyen
bu konuşması, felsefedeki ‘ütopya paradoksu’nu akla getiriyor. Biz bir taraftan hep en iyi olana varmaya çalışıyoruz;
savaşlar, açlık, sefalet bitsin istiyoruz; ama bütün bunların hepsinin bittiği bir dünyada yaşamak için hiçbir motivasyon kalmayacak. Buradan yola çıkarak, aklı başında
insanlar olarak “savaşalım o zaman,” diyemeyeceğimize
göre, ne yapalım?
256
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
Burada bir başka konu daha var. Özgür olmak için
benim sadece seçme özgürlüğüne sahip olmam yeterli değil, aynı zamanda seçenekleri de kendim yaratıyor olmam
lâzım. Bana seçenekleri başkaları verdikten sonra, benim
seçim özgürlüğüm olmuş ne fark eder? Gerçek anlamda
özgür insan, kendi seçeneklerini yaratan varlıktır. “Ben seçeneğimi yaratamıyorum, dolayısıyla siyasi açıdan çok da
özgür değilim,” diyebilirsiniz, ki bu, ilginç bir bakış açısı.
Bu noktadan hareketle, filmin metaforik yorumlarına geçip, daha uç bir şey çıkartabiliriz. Mesela Matrix’i küreselleşme ve küreselleşen dünyanın değerler sistemi olarak alalım. Bu değerler sistemini insan yaratmış, Matrix’i de insan yaratmış; en azından ilk filmde böyle görünüyor. İnsanoğlu insanlığa hizmet etsin diye, iyi bir amaçla yaratıyor
yapay zekâyı, onlar yavaş yavaş kontrolü ele geçiriyorlar ve
insanlığı tehdit eder hale geliyorlar. Benzer şekilde, küreselleşmeyi de biz yarattık. Kapitalist sistem içerisinde çok
uluslu şirketlerin hakim olduğu o değerler ağını yaratan
da insan; ama bu sistem bir sürü açıdan hepimizin aleyhine işlemeye başladı ve biz, onun yarattığı değerler sistemini gerçek değerler sistemi olarak görüyoruz artık; onun
dışına çıkamıyoruz. Ancak Neo gibi sezgi yoluyla “acaba bu
gerçek dünya değil mi, gerçek dünya farklı bir yerde mi?”
diye sorabilenler, belki de onun dışına çıkmayı beceriyor.
Tabii onun dışındaki dünya da güzel bir dünya değil: Televizyon yok, maç yok, sinema yok; çünkü o küreselleşen
değerler ağının en önemli yanı size sürekli olarak haz vermesi. Küresel düzen, haz üzerine kurulu. Bu çerçevede
bugünkü etkinliği bile bir haz olarak görebiliriz. Bu güzel
salonda, rahat koltuklarımızda filmi seyrettik ve şimdi de
güzel güzel sohbet ediyoruz. Bu da o sistemin yarattığı bir
şey.
‘İllüzyon ve Gerçeklik’ temasına, sadece “bu koltuk
gerçek mi değil mi?” diye değil de, “bu değer, gerçek bir
değer mi?” diye bakarsak, o zaman çok önemli bir sorgulama içine girebiliriz belki. Bizim değer verdiğimiz şeyler,
çocukluğumuzdan itibaren bize belirli bir sistem tarafından empoze edilmiştir; ama biz aynı zamanda bunun far-
İlhan İnan
257
kına varıp, bu değer sistemini sorgulayabilen varlıklarız,
en azından öyle görüyoruz kendimizi. Filmlere geri dönecek olursak, böyle bir bakış açısıyla, özellikle ikinci filmin
sonu çok önem kazanıyor. Neden? İkinci filmin sonunda
şöyle bir yorum çıkıyor: Böyle bir başkaldırı da o sistemin
içerisinde bana verilmiş olan bir şey; yani başkaldırı da
sanal. (Yine bunu son dönemde küreselleşmeye ve onun
değerler sistemine karşı oluşan hareketlere uygulayabiliriz.) Başkaldırı mekanizmaları da sistem içinde, Matrix içinde, yine sistem tarafından öngörülmüş. Böyle yorumlar
yapmak mümkün tabii; ama Wachowski Kardeşler Matrix’i
yaparken, gerçekten bu dünyadaki halimizin ne kadar felaket olduğunu mu göstermeye çalıştı, onu bilmiyorum.
Sonuçta bir film bu işte, her türlü yoruma açıktır.
Şimdi ben tekrar yüzeye döneceğim gibi olacak, ama
orada Kâhin “sen gerçek seçilmiş kişi değilsin,” dedi
Neo’ya.
İ dı, unutmayın ona inanmasaydı, Morpheus’u kurtarmak
lhan İnan: Bence yalan söyledi; çünkü ona inanmasay-
için geri dönmeyecekti.
Ben öyle düşünmüyorum aslında. İki seçeneği var
Neo’nun: Morpheus’un hayatını kurtarmak, onun kendini feda etmesine göz yummamak, ya da kendi hayatını kurtarmak, kendi hayatını kurtarabilmek. Bence,
Morpheus’un hayatını kurtarmayı seçti. Seçilmiş kişi
olduğuna inandığı için değil...
Bir an için o sahneye geri dönelim. Morpheus hâlâ Matrix’e
bağlı ve ölmek üzere. Kâhin, Neo’ya “sen seçilmiş kişiysen,
er geç bir seçim yapmak zorunda kalacaksın. Ya
Morpheus’un hayatını kurtaracaksın, kendini feda edeceksin; ya da Morpheus’u feda edip kendi hayatına devam edeceksin,” demiş. Şimdi Neo seçilmiş kişiyse, kendini
Morpheus’a feda etmek zorunda kalacağını düşünüyor.
Öyle düşündüğü için, seçilmiş kişi olduğuna inansaydı o
anda, Morpheus’u kurtarmaya gitmezdi. Çünkü ödevi daha büyük bir ödev; Morpheus’u değil, bütün insanlığı kur-
258
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
tarmak. Dolayısıyla Morpheus’u feda ederdi. Ama Neo, seçilmiş kişi olduğuna inanmadığı için, Kâhin’in konuşmasından sonra, şöyle bir rahatlık içine girdi: “Ben seçilmiş
kişi değilim, o kadar sorumluluğum yok, Morpheus’u kurtarırım, kendimi de feda ederim.” Bu nedenle, Morpheus’u
kurtarmaya da kendi öleceğini düşünerek gitti zaten, bu
benim yorumum tabii.
Şunu söyleyebilir miyiz: Neo, seçilmiş biri olmadığını
ve öleceğini düşünerek geri döndü, bu da işine geldi bir
anlamda. “Ben bu kırmızı hapı neden aldım, geri de
dönemiyorum şimdi. En azından kendimi feda edeyim;
hem kurtulmuş olurum, zaten hata yaptım,” diye düşünüyor olabilir mi? Pişmanlıktan değil de, böylesi işine geldiği için…
İ dönmeye meraklı olduğunu, ‘keşke öbür hapı alsaydım’
lhan İnan: Bilmiyorum, ama Neo’nun o kadar da geri
hissine sahip olduğunu sanmıyorum... Üstelik bir sahnede, Cypher nasıl geri döneceğini anlatıyor; fakat Neo onu
duymuyor sanırım. Cypher’ın Smith ile olan anlaşmasında
anlattığı kadarıyla, Matrix’e geri dönmek mümkün.
Biraz felsefe bağlamından uzaklaştık gibi geliyor bana.
Siz bu filmin bu kadar çok ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz? Çünkü bu etkinlik çerçevesinde seyredilecek başka filmler de var ve her biri gerçekten çok etkileyici. Bu filmlerin hiçbiri Matrix kadar ilgi toplamadı
nedense...
Benim Matrix üçlemesine yönelik böyle bir aşk-nefret ilişkim var. Oldum olası Hollywood filmlerinden hazzetmeyen
bir insan olmuşumdur. Hollywood filmleri çekicidirler; ama
çok güzel temaları perişan ederler. Genellikle de sonları
çok kötü olur. Matrix de maalesef böyle; ama üç film olduğu için biraz kurtarmış. Çünkü asıl son, üçüncü filmin
sonunda geliyor; eğer üçü atarsanız, ikinci film ve bugün
konuştuğumuz ilk film özellikle iyi. Matrix üçlemesinde de,
tüm ticari filmlerde olduğu gibi pek çok gereksiz sahne
var; ama o sahneler sayesinde milyonlarca seyirci izliyor
İlhan İnan
259
bu filmleri. Ben de, “Hollywood filmi bu, hayatta gitmem,”
dedim önce; sonra “tamam bu kadar popüler, içinde felsefi
temalar da varmış; hadi bir görelim bakalım,” diyerek gittim. Yine hafif bir gerginlikle çıktım sinema salonundan;
ama sonra bu filmlerde hakikaten diğerlerinde olmayan bir
şey olduğunu kabullendim.
Matrix’in bu kadar ilgi görmesinin sebebi şu olabilir
mi: Matrix bugünkü dünya düzeninin metaforu olabilir
ve insanlar bu metafor kendilerine çok yakın geldiği için filmi izlemiş olabilirler mi?
Bilmiyorum, ama ben bu konuştuğumuz felsefi temaların
Matrix’in bu kadar hasılat yapmasında çok büyük rolü olduğunu düşünmüyorum. Bu felsefi içerikten çok dar bir
kesim zevk alabiliyor; o yüzden çoğu seyirci Matrix’i anlamadı, bırakın felsefi içeriğini, basit kurgusu içinde, basit
yorumları bile anlamadılar. Çok anlaşılmaması da çekici
oldu bazıları için, filmi anlamadan büyük bir heyecan
duydular. Sonuçta iyi bir kurgusu var, sürükleyici, iki saat
boyunca bir an için bile sıkılmıyorsun. Tabii milyonlarca
seyircinin genel olarak entelektüel düzeyi nedir bilmiyorum. Bunu sosyologların, psikologların araştırması gerekir. Ben bir felsefeciyim ve bana öyle geliyor ki, bu kadar
felsefi bir dünyada yaşamıyoruz; öyle olsaydı, felsefe biraz
daha popüler olurdu.
Bence Matrix popüler bir felsefe yarattı, daha doğrusu
felsefeyi biraz daha popüler hale getirdi. Mesela
Matrix’i seyretmeden önce felsefe deyince “ne o?” diyecek pek çok insana Matrix, felsefeyi çağrıştırmaya
başladı.
Bu konu başka yerlerde de gündeme geldi, bir sürü insan
bunu söyledi. Felsefenin yayılması tabii ki istediğimiz bir
şey; ama bu şekilde yayılması da bir işe yarıyor mu bilmiyorum.
Kesinlikle yaramıyor, içi boşaltılmış olan bir felsefe
sunuluyor bence de; ama bu yolla felsefe de bir şey ka-
260
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
zanıyor. Yani şunu söylemek istiyorum ben, ‘Matrix ve
Felsefe’ diye bir kitap yayınlandı mesela. O kitaptaki
yazılardan birinde, Žižek şunu söylüyor: “Ben filmi ilk
seyrettiğimde, yanımda filmin ideal bir izleyicisi vardı,
bir salak vardı yanımda.” Neden böyle diyor? Yanındaki salak bir adam, çünkü filmi izleyince, “gördüklerim
gerçek mi?” türü sorular sormaya başlıyor. Gerçekten,
böyle tepki veren insanlar da çok. Böyle bir felsefe anlayışı oluşuyor. Bu tarzda bir şeyin karşılığını salakça
diye nitelendiren bir felsefe.
İ sorun, gidip araştırma yapıp öğrenmemiz lâzım…
lhan İnan: Matrix’in neden popüler olduğu sosyolojik bir
İkinci filmi, özellikle de filmin sonlarında Neo’nun
Mimar’la konuşmasını izledikten sonra, benim kafamda şöyle bir şey canlandı: Normalde sistem çok güzel
bir şekilde her şeye uyum sağlıyor; ancak uyumun sağlanamadığı noktada sisteme yeni programlar yükleniyor. Sonrasında bazı programlar yanlış çalışıyor ve bu,
bazı şeyleri, özellikle de insanları etkiliyor. Çünkü insanlar Matrix’e bağlı yaşıyorlar, hem organik yapıları
var, hem de kafalarının arkasında bilgisayara bağlantı
noktaları. Bir bilgisayara ne kadar çok yeni program
yüklerseniz, sistemdeki dosyaların çakışma ihtimali ve
sistem içindeki anormallik de o kadar artıyor. Mimar’la
Neo’nun konuşmasından sonra, Kâhin’in söylediklerinin büyük çoğunluğu gerçekleşiyor. Aslında Kâhin bazı
şeyleri kendisi yaptırıyor. Bu da tabii sistemde bir anormalliğe neden oluyor. Böyle düşündüğümüz zaman,
Kâhin bence sistemde problem oluşturabilecek bir varlık. Öte yandan, yine aynı konuşmada Mimar, Zion’ın
altıncı kez yok edileceğini söyledi. Neo da bir şekilde
beş erkek ve on üç kadından oluşan bir ekiple tekrardan Zion’ı oluşturacak. Bu, daha önce beş kez daha
olmuş. Sistem, hata oluşturabilecek tüm öğeleri bir şekilde bünyesinden atmak istiyor; ama makineler bunu
tek başlarına yapamıyorlar. Seçilmiş kişi dedikleri, sis-
İlhan İnan
261
temde belli başlı anormallikler oluşturacak, virüs benzeri insanlara ihtiyacı var.
Ben, yıllar önce ‘Sinemada Felsefe’ diye bir ders verdim,
ana konumuz da özgürlüktü. Orada bir şey gördüm, tartışmalar bazen filmin doğru yorumunu bulma çabasına
dönüşüyor. Ben de “buradan bir yere gidemeyiz,” dedim.
Doğru yorumu bulsak ne olur, bulmasak ne olur? Kaldı ki
bu bir sanat eseriyse, herhalde bunun doğru bir yorumu
yok, bu da benim sanat felsefem. Rahmetli Melih Cevdet
Anday, “benim şiirimi açıklamaya çalışanlar, onu hiç anlamamış olanlardır; eğer açıklaması olsaydı, şiir olmazdı,”
demişti. Sinema da öyle bir şey. Dediklerinizin hepsi doğru
olabilir; ama önemli olan doğru yorumun ne olduğu değildir; iyi bir sanat eseri, iyi bir film farklı yorumlara, birbiriyle çelişen yorumlara kapıları açık bırakan, çağrışım gücü yüksek olan filmdir. Farklı, hayatımızdaki dokunulmayan yerlere dokunan, buraları uyarabilendir. Onun için
ben doğru yorumu bulma hevesiyle konuşmuyorum. Bu
söyledikleriniz doğru olabilir, önemli olan doğru yorumu
yapmak değil, o dokunulmayan yerlerimize dokunacak yorumları yapmak. Birinci film buna bir ölçüde izin veriyor,
üçüncü film kapadı o kapıları.
Bence özgürlüğü eylem boyutunda değerlendirmek çok
yanlış olur; çünkü bu durumda, özgürlüğü yine de bir
sınıra dayandırmak zorunda kalırsınız. Ben, özgürlüğün alternatif bir kaynağı olarak, insanın çevresindeki
zıtlıkları değerlendirmesini görüyorum. Zaten bu, insanın kendi yaptığı eylemlerde de açığa çıkıyor. Niçin
bu filmler bu kadar popüler; çünkü insanların çoğu bu
zıtlıkları artık üstlenme direncini gösteremiyor.
Cypher’ın da dediği gibi “cehalet özgürlüktür,” yani
“cehalet mutluluktur.” İşte bu yüzden ‘Yüzüklerin Efendisi’, ‘Dune’ veya ‘Harry Potter’ gibi fantastik kitaplar çok tutuyor; çünkü insanlar kendilerini zıtlıklarıyla
gerçekleştirmek yerine, bir hayal dünyası içindeki sınırsız karakterlerin yaptığı şeylerle tatmin oluyorlar.
Dikkat edin, bu saydıklarımın hepsinde, çok üstün güç-
262
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
leri olan seçilmiş kişiler vardır ve her şeyi yapabilecek
güçtedirler. Bu da insanda müthiş bir tatmin duygusu
uyandırır.
İ ründe, özgürlükle ilgili söylediklerinize çok yakın bir aylhan İnan: Söylediklerinize katılıyorum. Felsefe literatü-
rım var: Edim (hareket) özgürlüğü ile irade özgürlüğü ayrımı. Sizin söylediğiniz daha içsel bir şey; hareket özgürlüğü ise, dış dünyada isteklerimizi ne kadar yerine getirebildiğimize bağlı, daha dışsal bir şey. Genellikle özgürlük deyince felsefe dışında, toplumsal yaşamda biz aslında hareket özgürlüğünü, edim özgürlüğünü kastediyoruz. Bu çok
önemli bir özgürlük, insanlar hayatlarını feda ediyor bu
özgürlüğe sahip olabilmek için. Bunun içinde mesela istediği gibi konuşabilme, düşündüğünü yazabilme gibi şeyler
de var. Bu nedenle hareket özgürlüğünü küçümsememek
lâzım; ama özgürlük sadece bu değil. Ancak özgürlüğün
bundan ibaret olduğunu düşünen siyasetbilimciler ve felsefeciler de var. Onlara göre, özgürlük sadece kısıtlanmamakla ilgili. Sonuçta, özgürlüğün ne olduğuna, kaynağının
ne olduğuna, nasıl oluştuğuna, hatta olup olmadığına yönelik net bir yanıt felsefe tarihinde yoktur; ama hep çok
önemli tartışma konularından biridir bu. Matrix de biraz
onun üzerine kurulu zaten. Matrix’in içindeki insanlardan
biri olarak Neo niye bir anda “gerçekle bağlantılı mıyım?”
diye bir soru sordu? Biz niye böyle bir soru sorduğumuzu
sanıyoruz? Neden ilahi bir gücün bana bu soruyu sordurduğunu düşünmüyorum da, ben soruyormuşum gibi davranıyorum?
Bence bu filmin felsefe dışındaki insanlar arasında niye
popüler olduğuna girmemiz lâzım bu noktada. Benim
için niçin popüler; çünkü bana rüya-gerçek zıtlığını
çağrıştırıyor ve bu zıtlığın üzerine müthiş bir tatmin
duygusu uyandırıyor...
O zaman siz de Neo’nun kahraman olduğuna inanıyorsunuz. Bazılarına göre Neo kahraman, bazılarına göre ise asıl
kahraman Neo değil Smith. Peki kahramansız olsa ne o-
İlhan İnan
263
lur? Bence illâ bir kahraman olması gerekmiyor. Ama insanlar alışkanlıkları gereği, “bir kahraman olsun ve ben
onunla özdeşleşeyim,” diye seyrediyor filmi. Yani Matrix’in
popüler olmasının bir nedeni ortada böyle hazır bir kahramanın, Neo’nun olması. Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde
de öyle, başka filmlerde de. Sizin kahramanınız kim?
Benim öyle bir kahramana atıfta bulunmak gibi bir amacım yoktu aslında. Bu bir etiketleme sorunu, ortada
kahraman yok da diyebilirsiniz. Benim asıl kahramanlık değerim ‘rehberlik’. Kahraman demeyelim de ‘rehber’ diyelim. Daha önce de insanların özgürlük değerinin zıtlıkları değerlendirme olduğunu söylemiştim ve
zaten insanlar, diğer canlılardan, kendi paradokslarını
yaratarak da ayrılıyorlar ve bunları yaratmak için de
sürekli asimetrik hareket ediyorlar. Bence, filmde, sizin deyişinizle kahramanlar, benim deyişimle rehberler, bu zıtlığı yaratan kişiler.
Aslında bu mesele beni fazla ilgilendirmiyor; ama bazı insanları çok ilgilendiriyor. Bir şekilde yol gösterici, izinden
gideceğimiz biri, bir kurtarıcı arayışında olanlar var. Ben
kahraman aramıyorum, kurtarıcı aramıyorum; bu dünyayı
anlamaya çalışıyorum. Daha iyi anladığım bir takım şeyler
varsa, insanlara aktarabilirim, onlar da yararlanırsa yararlanır. Çok dindar insanlar, peygamberleri kurtarıcı olarak
görenler böyle bakmayabilir. Böyle bakmayanlar açısından, Neo’nun nasıl kurtarıcı olduğu, ne yapıp ne ettiği çok
önem kazanıyor. O insanlar bu dünyada da zaten böyle bir
kurtarıcı, bir kahraman olmasını bekliyorlar. Dünyanın felaketin ucuna geldiğini ve ancak böyle kurtarıcılar tarafından kurtarılacağını düşünüyorlar. Ben böyle bakmadığım
için bu yorumlar beni çok fazla etkilemiyor.
264
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003
İlhan İnan kimdir?
İlhan İnan, yüksek öğrenimini 1986 yılında Orta Doğu
Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümü’nde tamamladıktan
sonra aynı üniversitenin Felsefe Bölümü’nde bilim felsefesi
alanında yüksek lisans yaptı. Doktorasını tamamlamak
üzere Kaliforniya Üniversitesi’ne giden İnan, burada dil
felsefesi
alanında
‘Gösterimsiz
Terimler:
Gönderme
Kuramında Epistemik ve Semantik Konular’ başlıklı tezini
tamamladı. 1997 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi Felsefe
Bölümü’nde dersler vermekte olan İnan, aynı zamanda
Felsefe Bölümü Başkan Yardımcılığı görevini yürütmekte ve
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından yayımlanan ‘Felsefe
Tartışmaları’ dergisinin yayın yönetmenliğini yapmaktadır.
Download