1980`den Sonra Türkiye Maliye Disiplininde Kuramsal Gerilimler

advertisement
1980’den Sonra Türkiye Maliye
Disiplininde Kuramsal Gerilimler:
Türkiye Maliye Sempozyumu
Tebliğleri Çerçevesinde Bir
Değerlendirme
Aydın Ördek
No. 112
Ocak, 2011
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
GETA Tartışma Metinleri
Ankara University Faculty of Political Sciences
GETA Discussion Paper Series
Tartışma Metinleri serisinde yayınlanan eserlerin görüş, düşünce
ve terminolojisi tümüyle yazara ait olup, A.Ü. SBF Gelişme ve
Toplum Araştırmaları Merkezi'ni (GETA) bağlamaz.
Tartışma Metinleri bilimsel çalışmaların yayın öncesi akademik
diyalog sürecine dahil edilmesi işlevi ile akademik diyalogun
geliştirilmesini, güçlendirilmesini ve ihtiyacımız olan eleştiri
ortamının oluşturulmasını amaçlamaktadır.
Tartışma
Metinleri
serisinde
yer
alan
çalışmaların
değerlendirilmesi ve eleştirilmesi için, metnin yayınlanıp
dağıtılmasını takip eden hafta içerisinde Tartışma Toplantısı
düzenlenir.
Tartışma Metinleri
Yayın Sekreteri
Arş. Gör. Duygu Türk
E-Posta: [email protected]
Baskı: A.Ü. SBF Matbaası
1980’den Sonra Türkiye Maliye Disiplininde Kuramsal Gerilimler: Türkiye Maliye
Sempozyumu Tebliğleri Çerçevesinde Bir Değerlendirme
Aydın ÖRDEK
Giriş
Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin ilk olarak 1980’de, 1992’den beri iki yıl arayla
çağırıcısı olduğu Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nin onuncusu derneğin kırkıncı
kuruluş yılı olan 2007’de gerçekleştirildi. Kongrenin bu dünyadan henüz yirmi gün önce
göçmüş olan sosyolog Mübeccel Kıray anısına düzenlenen “TSBD’nin 40. Yılında
Türkiye’de ve Dünya’da Sosyal Bilimler” başlıklı kapanış panelinin konuşmacılarından
ve Türkiye maliye disiplininin önde gelen düşünürlerinden olan İzzettin Önder,
üniversitede sosyal bilim icracılarının içine düştüğü önemli bir çıkmazı kendi
deneyimlerinden yola çıkarak bir kez daha görünür kıldı. Bu yeniden görünür kılma
çabasını keskinleştiren Önder’in konuşmasını bir iç döküşe dönüştüren samimiyetiydi.
Uzun meslek yaşamı boyunca kendi disiplininin anaakımı olan Neoklasik iktisat ve
maliye anlayışını öğretmek zorunda kalmış, yıllarca öğrencilerine öğrendiklerinin çoğu
kez gerçek dışı olduğunu telkin etmişti. Önder’in serzenişi, daha baştan yıllara yayılan
deneyiminden süzüldüğü için dikkate değer ve meydan okuyucu olmasına rağmen ilk
elden şu formel sorgulamayı gerektirmektedir: Özellikle iktisat ve maliye alanlarında
tanıklık edilen söz konusu gerçek dışılık öğretilmek zorunda mıdır; diğer yandan bir
üniversite öğretim üyesinin neyi araştırdığına, neyi öğrettiğine kim, neden müdahale
edebilir?
Görünürde modern toplumun ihtiyaç duyduğu her çeşit bilginin kurumsal olarak
üretildiği üniversitede öğretim elemanlarının bir konuyu diledikleri gibi öğretmelerinin
önünde hiçbir engel yok gibidir. Ne var ki modern dönemde toplumun devlete
eşitlenmesi arzusu ve devletin egemen olduğu sınırlar dâhilindeki tüm bireyleri içeren
ulusu temsil etmesi kurgusunun ürettiği yapayalnız bireyin bu kurgusal olanaklılığının
somut temeli önceki toplumsal yapılardan devralınan cemaattir. Bu nedenle modern
toplum iddia edildiği derecede modern olamaz. Bu çerçevede üniversite de modern
 Değerli katkıları için Zeki Avcı, Ahmet Ozan Değer, Murat Demir, Ahmet Haşim Köse, Hakan Mertcan,
Demet Sayınta ve Zafer Yılmaz’a teşekkür ederim. Gökçen Alpkaya, Dinçer Demirkent ve Meltem
Kayıran’a yazının ilk versiyonlarını değerlendirip elzem önerilerde bulundukları için hasseten teşekkür
ederim.

Araştırma Görevlisi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü. Türkiye maliye
disiplininde ideolojik pozisyon alışları, Türkiye Maliye Sempozyumu bildirilerinden süzmeyi amaçlayan
bir çalışma yapmamızı Abuzer Pınar Hoca önerdi. Çalışmanın planını yaptık ve çalışmaya başladım.
Doğrusu azı çalışmanın meşakkatli olmasından çoğu tembelliğimden çalışma programımızı sürekli
aksatmam, sonunda katkısı için hocaya neredeyse bitmiş bir metin sunmama neden oldu. Bu nedenle,
çalışmayı önermesine, çalışma boyunca sürekli teşvik, destek ve katkılarda bulunmasına rağmen, metne
yazar olarak katkı sunamayacağını bildiren hocam Abuzer Pınar’a teşviki, desteği ve katkısı için içtenlikle
teşekkür ederim.
1
toplumun diğer kurumları gibi cemaatler eliyle kendini yeniden üretir. En genel
anlamıyla üniversiteleri de birer cemaat kabul edebiliriz. Cemaatler, bugünlerde iddia
edildiği gibi, modern projeyi, modern yaşam tarzını aşındırmazlar, aksine modern toplum
somut olarak bizzat cemaatler aracılığıyla yeniden üretilir. Üniversiteyi İzzettin Önder’in
kendi deneyimi üzerinden görünür kıldığı üzere şizofrenik bir kurum kılan onun
cemaatler şebekesinin içinde bir cemaat olmasıdır. Örneğin genç bir bilim insanının
vazifesinde yükselmesi için gerekli eserin hakemli dergilerde yayınlanması zorunluluğu,
araştırma programlarının bu dergilerce belirlenmesine neden olmaktadır. Ayrıca
üniversitenin önemli vasıflarından biri olan meslek edindirmenin, işverenlerin tercih
ettiği donanımı sağlamayı mecbur etmesi bir diğer önemli cemaatleşme nedenidir.
Siyasal nüfuzun olanaklı olduğu her alanda (her türlü özgerçekleştirimde) farklı
biçimlerde dışa vuran etkinlikle gerçekleşen modern toplumun şizofrenik karakteri, onu
sürekli etkinlik arzulayan bir öğütücüye, bir israf mekanizmasına dönüştürür. Binlerce
öğretim elemanının, araştırmacının istihdam edildiği üniversitelerde, araştırma
merkezlerinde, enstitülerde gerçekleştirilen hummalı çalışma en azından toplumun
bütünü için pek az semerelidir. İzzettin Önder ve daha birçoklarını gerçek dışı, işlevsiz
kabul ettikleri kuramları öğretmek zorunda bırakan üniversite cemaatinin kurallarına göre
devindiği toplumsal oyunun açığa çıkarmadan ziyade üstünü örtme ile güdülenmesinin
nedeni, yaratılan toplumsal artığın yoğaltımının köleleştirici bir karaktere sahip
olmasıdır. Bu nedenle özellikle de sosyal bilimciler, toplumun kendini yeniden üretmede
ihtiyaç duyduğu büyük yalanların toplumsal olarak üretilmesinde kilit bir pozisyona
sahiptirler.1 Dolayısıyla bilimcilerin içine düştükleri ikiyüzlülük (çift-gerçekle yaşama
zorunluluğu) sıradan insanlarınkine göre onları daha şiddetli kavrar.
İktisat/maliye ve hukuk modern devletin topluma eşitlenecek derecede yayılıp
derinleşmesi ile kurulan burjuva iktidarının kendini yeniden üretmesinde elzem önemi
haiz iki alan olarak belirmiştir. Doğal olarak bu toplumsal formasyonun şizofrenik
karakterinin son derece alenileştiği iki belirgin alandır iktisat/maliye ve hukuk. Bu
disiplinler dâhilinde güç odaklarının, cemaatlerin çıkarlarının yurttaş-bireyin çıkarlarını
temsil ettiği iddiasına yol açan kavramsal ve kuramsal çerçeveler bütün toplum adına ve
bütün toplum için bu işe yetkili yegâne kurumlar olan üniversitelerde üretilir.2
İktisat/maliye ve hukuk alanlarına mensup bilimciler, bir cemaatler şebekesi olarak
örgütlenmiş modern toplumun (devlet(ler)in) kurumlarının işleyişine dâhil edilirler ki
toplumun yansız bilgisinin birey için üretildiği iddiası meşruluk kazanabilsin. Böylece
olanaklı en iyi iktisadi ve siyasalın formel biçimi olarak hukuki kompleks olarak modern
devlet (toplum), milyonlarca insanın açlığı ve yoksulluğu, yaygın şiddet ve
hukuksuzlukla sürüp gider. Oysa özellikle de iktisat/maliye ve hukuk alanlarında şiddetli
kuramsal tartışmalar vukuu bulmakta, bu alanlarda cepheleşmeler yaşanmaktadır.
Kişioğlu bir anlayışın değilse diğerinin söz konusu “mükemmel” kompleksin çözemediği
sorunlara çareler önermesini bekliyor. Şimdiye kadar tanıklık edilen her derde deva
1 Kimi kez bu yalanlar o kadar alenidir ki sistemin doğası alelade olaylarla dışa vurulur. 2009 yılının büyük
kısmında dünya kamuoyu “domuz gribi” tabir edilen virüsün insanlık için ne büyük felaketlere neden
olacağı iddiası ile meşgul edildi. Otoriteler üretilen ilaçların kullanılması konusunda kavgalara tutuştu,
hükümetler önemli meblağlara ulaşan ilaç alımları yaptı. Nihayetinde küresel salgını ilan eden Birleşmiş
Milletler Dünya Sağlık Örgütü’nden bir yetkili yaşananları ilaç şirketlerinin kârları ile ilişkilendirerek bir
korku kampanyası yürütüldüğünü iddia etti ve virüs tehlikesi birdenbire kamuoyunun gündeminden düştü.
2 Pratik olarak dönüştürücülük vasfına sahip olmadıkça bu kurumlar içinden yükselen aykırı seslerin
toplumun bilgisini üretme şansları yoktur.
2
önerilerin işaret ettiği, bu yöndeki beklentilerin nafile olduğudur. Yine de kişilerin iyi
niyetlerinden ve yeteneklerinden şüphe edilemez; iktisat ve hukukçuların yekûnu art
niyetli ve beceriksiz olamaz ya… Aksine kanaatimizce pek çoğu iyi niyetli ve yetenekli
insanlardır. Onları çareler üretmek yerine cümle âlemi çare olduklarına ikna etmeye
çalıştıkları çaresizlikleri savunmaya iten yapısallıklardan şüphe etmek kalıyor geriye
doğal olarak. Dolayısıyla İzzettin Önder’i bir meslek rahatsızlığından şikâyete yönelten,
bu rahatsızlığın kaynaklandığı toplumsal yapı ve iktisat/maliye ve hukukun bu yapı
içindeki özgün yeridir.
Bir sorun ve çözümüne giden patikanın biçimsel olarak belirlenmesi oldu şimdiye
kadar yürüttüğümüz tartışma. Nereye dönülse bir sıkıntıyla karşılaşılan vahşet ve
yoksunlukla dolu dünyamızda bir derde çare olarak önerilmeyecekse neden konuşulur (?)
Boş konuşmamak gerek… Bir sorunu ve çözümüne giden patikayı biçimsel olarak
belirlemiş olsak da boş konuşmuş olmamak için söz konusu sorunu içeriklendirmek
gerekmektedir. Aslında bu içeriklendirme, bu denli genel olarak soyutladığımız sorunun
kaynağından okuyucuyu haberdar etmek de olacaktır. Böyle dertlenmemizin sebebi,
Türkiye’de bir cemaat olarak maliye disiplininin,3 farklı kuramsal pozisyon alışları
barındırmasına rağmen politika önerilerinin işlevsiz ve benzer olduğu, çoğunlukla
“gerçek dışı” bilgi üretmek ve yaymak zorunda kaldığı doğrultusundaki şiddetli
şüphelerimizdir. Modern toplumun şizofrenik karakteri ve cemaatler sayesinde yeniden
üretildiği, üniversitenin de bir cemaatler şebekesi olduğu tespitlerimiz sıkıntımızı
biçimsel olarak gidermektedir. Ancak gerek biçimsel çözümlerin her zaman yaratabildiği
haksızlıklara asgari düzeyde düşme isteğimiz, gerek Türkiye maliye disiplininin kuramsal
katkıya dönüşebilecek özgünlüklerini göz ardı etmeme isteğimiz, gerekse disiplinin
kendini gerçekleştirme sorununa somut çözümler önerme isteğimiz, bizi sorunu, Türkiye
maliye disiplininin bir cemaat olarak 1980 sonrasında nasıl devindiği sorusu etrafında
yeniden biçimlendirmeye itti. Böylelikle İzzettin Önder’in şikâyet ettiği meslek
rahatsızlığında dışa vurulan şizofrenimizi somut olarak sağaltmanın bir ön çalışması
babından bu rahatsızlığın kaynağını oluşturduğunu düşündüğümüz maliye disiplininin
yapay gerilimlerini ortaya koymaya çabalayacağız bu çalışmada.
Türk dilinin hazmı ve idraki zor olmuş edebiyatçısı Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar
başlıklı eserinde Türkiyeli aydını temsil etmesi için Mütercim Arif karakterini
yaratmıştır. Hakikaten de Türkiyeli aydın yahut arif, bundan son derece rahatsız olsa da,
mütercim kalmıştır. Mütercimlik, üniversite kurumunda daha da derindir. İlginç bir
biçimde sosyal bilimlerde katmerli bir mütercimliğe tanıklık edilmektedir. Dolayısıyla
bilimcinin baştan beri söz konusu edilen gerçek dışılık çıkmazı ülkesine ve dünyaya
mütercim kalmış olmak nedeniyle Türkiyeli bilimci için daha da şiddetlidir. Türkiye
maliye disiplini, özellikle de son otuz yılı dikkate alındığında, hem gerçek-gerçek dışılık
geriliminin hem de tercümenin yoğun olarak deneyimlendiği bir cemaattir.
Kelimenin bildik manasında bir maliye disiplini cemaatinin4 tecessüm ettiği kurum
başlangıçta maliye eğitiminin sorunlarını tartışmak üzere gerçekleştirilen, daha sonra
mevcut haline dönüşen Türkiye Maliye Sempozyumu’dur. İlki 1985’te gerçekleştirilmiş
3 Okuyucu iddiaları rahatlıkla iktisat disiplinine de yorabilir.
4
Her ne kadar Thomas Khun tarafından önerilen paradigma kavramı bir disiplin içindeki yüz yüze ilişkileri
kapsasa da hem yüzyüzeliğe ve ilişkilerin sürekliliğine hem de bu tür ilişkilerin modern kurumlar olan
üniversite ve bilim için daha belirgin bir biçimde ayırt edilmesine olanak tanıdığı için cemaat kavramını
tercih ettik.
3
olan sempozyumun 2011 senesinde yirmi beşincisinin gerçekleştirilecek olması,
etkinliğin üniversitelerin maliye bölümleri tarafından gerçekleştiriliyor olması ve bir
eşinin daha olmaması sempozyuma sunulan tebliğleri Türkiye maliye disiplinin son otuz
yıllık deviniminin bir göstergesi kabul etmemizi olanaklı kılmaktadır. Bu kabulden sonra
üzerinde karar kılınması gereken bir başka husus maliye disiplini cemaatinin devinimi
kavramından ne anlaşılması gerektiği ya da bu cemaatin mensuplarının hareketlerine
neyin gösterge kılınacağıdır. Maliye disiplini mensuplarının bizi ilgilendiren eylemleri
açık bir biçimde yazıp söyledikleridir. Sorun bunların nasıl kavranacağıdır. Bu soruya yol
gösterecek bir sorunsalımız var. Derdimizin genel olarak modern toplumun özelde
üniversite cemaatinin bilimciyi içine düşürdüğü gerçek-gerçek dışılık çıkmazınca temsil
edilen hegemonya kurucu ikilikler ve bilimsel faaliyetin, bir şeye gerçekte taşımadığı bir
vasfın atfedilmesi anlamında, fetişistik bir karakter arz etmesi nedeniyle bilimcinin içine
düştüğü anlamsızlaşma (aslında pek çoğu kendisine arzuladığı bir yaşam bağışlanmasının
karşılığı olarak anlamsızlaşmayı umursamamaktadır) olduğu hatırlanırsa, cemaatin bir
kuramlar şebekesi olarak temayüz edecek disiplini kavramsallaştırma biçimi (gerçeklik
algısı) ve politika önerilerinin nüfuz gücünde somutlaşan işlevi sorunsalımızın
çerçevesini oluşturmaktadır. Bununla birlikte burada ancak söz konusu kuramlar
şebekesini olanaklı kılan ve faillerinin dünya görüşlerince belirlenen gerilimleri,
disiplinin dayandığı gerçek-gerçek dışılık ikiliği ve işlevsizliğe temel teşkil ettikleri
gerekçesiyle tespit etmeye çalışacağız. Mali olguların toplum tarafından koşullanan
varoluşsal gerilimlerinin yarattığı pozisyon alışlar anlamsızlaşmanın görünür olduğu
politika önerilerinde somut olarak dışa vurulur. Dolayısıyla son otuz yıl için Türkiye
Maliye Sempozyumu tebliğlerini, maliye disiplini cemaatinin mali olguların varoluşsal
gerilimlerinde açığa çıkan devinimine referans kabul edip disiplinin gerçek-gerçek dışılık
açmazının yapısal nedenlerini somut olarak keşfe çalıştık. Sempozyumun basılı tüm
tebliğ kitaplarında yer alan, cemaatin önde gelen isimlerinin çalışmalarını kuramsal
gerilimlere temel teşkil eden ideolojik pozisyon alış ölçütüne göre taradık. Türkiye
maliye cemaatinin devinimini ele verecek gerilimlerin tespitinin gerektirdiği ön
tartışmadan sonra, disiplinin geleneksel bölünmesine uyarak yazının kamu maliyesi ve
maliye politikası alanlarını üzerinde yükselttiği gerilimlerin tespitine çalıştık. Sonuç
kısmında tespit ettiğimiz gerilimlere ilişkin değerlendirmelerin yanı sıra, bir iş ve nasıl
yapıldığı arasındaki ilişkinin önemine binaen gerilimlerin tespiti boyunca tanıklık
ettiğimiz yöntemsel tercihlere giriş mahiyetinde değindik.
1. Türkiye Maliye Disiplininin Kuramsal Gerilimlerinin Açığa Çıkarılması için Ön
Tartışma
Gerçeğin birçok görünümü vardır. Ontolojiler, gerçeğin, farklı insan ve dünya
anlayışlarından yola çıkılarak görünümlerinden yeniden türetilme denemeleridir. On
sekizinci asrın sonlarından başlatılan iktisat disiplininin yöntemleri kuşkusuz bu tarihten
önceki iktisadi olaylara uygulanabilirdirler. Dikkatlerimizi disiplinin başlangıcından
sonraki iktisadi olaylara yöneltmemiz de iktisatçıların bizzat deneyimledikleri iktisadi
olayları çoğu kez farklı kavramsallaştırdıklarını göstermektedir. Şaşırtıcı olan iktisadi
görünümlerden iktisadi ontolojilere pek az gidilmesidir.5 Bunun temel nedeni disiplinin
5 Bunun iki örneğini Marksist İktisat ve Kurumsalcı İktisat teşkil etmektedir.
4
iktisadi mekanizmayı sorgulamak yerine onaylamasıdır. Hâlbuki iktisadi mekanizmanın
kırılması nadir rastlanan bir olay değildir. İktisat disiplini, iktisadi mekanizmanın
kırılmasının yol açtığı yeni dünyada vücut bulan yeni insan anlayışlarından elde edilen
ontolojiler yerine, kırılma ile yeniden kurulan toplumsal güç dengesinin koşulladığı
pratik ontolojiye yaslanmaktadır ve kırılma ile ortaya çıkan görünümlerin çeşitliliği
iktidar kurucu bu ontolojinin tek yanlılığına halel getirmemektedir. Dolayısıyla iktisat
disiplini toplumsal güç dengesinin meşrulaştırıcısı olmaktadır ve disiplinin açığa çıkarma
potansiyeli bu dengenin izin verdiği ölçüde hayat bulur, ki bir meşrulaştırıcı olarak görevi
çoğu zaman üstünü örtmedir.
İktisadi mekanizmanın önemli kırılma anlarından biri olan Büyük Buhran’ın neden
olduğu kuramsal kavgaların dahi söz konusu denge ontolojisi çerçevesinde
yürütüldüğünü disiplinin bu tartışmalar boyunca yeni bir insan ve toplum anlayışından
hareket etmemiş olmasından anlamaktayız. Bunun yerine denge ontolojisinde dışa
vurulan toplumsal gerilimlerin aksettirildiği kavramsal çerçeve dönüşümlerine tanıklık
edilmiştir. Bu açıdan Keynesgil çıkış paradigmal bir kayma yerine kavram setinde bir
değişiklik olarak mülahaza edilmelidir. Benzeri bir kırılmaya II. Dünya Savaşı’ndan
sonra kurulan uluslararası güç dengesinin koşulladığı iktisadi mekanizmanın asrın üçüncü
çeyreğinden sonra tökezlemesi ve uluslararası hegemonyanın biçim değiştirmesi ile
sonuçlanan süreçte tanıklık edilmiştir. Bu kırılmadan sonra tesis edilen yeni dengenin
yeni liberalizm olarak anılması, yaşananın bir kez daha denge ontolojisinin gerektirdiği
kavramsal dönüşüm olduğuna işaret etmektedir. Türkiye Maliye Sempozyumu’nun tam
da bir yeniden biçimlenme devresinde başlatılmış olması, disiplinin üzerinde devindiği
yapay “temel kuramsal gerilimlerin” açığa çıkarılmasını kolaylaştırmaktadır.
Tespitlerimiz bir bakıma Türkiye maliye cemaatinin bu süreci idrak etme biçimlerinin
ortaya koyulmasıdır bu nedenle. Yine de maliye disiplinine ilişkin genel bir kanıya sahip
olmanın yol gösterici olacağı düşüncesiyle Türkiye’de maliye disiplini hakkında bir ön
tartışma yürüttük.
Maliye cemaati mensuplarını olmak ve olmamak arasına gerilmiş bir ip üzerinde
hareket etmeye mecbur eden maliye-iktisat ilişkisinin netleştirilememesidir. İktisat ve
maliyenin ayrıştırılamayan hayat hikâyeleri maliyecileri çoğu kez iktisat içinden söz
söylemeye mecbur eder. Bu fikre varmamızda elbette iktisadın özellikle de son dönemde
handiyse bütün sosyal bilimleri saran tematik ama daha çok yöntemsel hegemonyası
etkilidir. Ancak iş bununla kalmamaktadır, maliye disiplininde düşünce tarihi çalışmaları
yok gibidir; bu durum disiplinin, sistematik, bütünsel bir kuramlar şebekesi olarak
temayüz etmesini olanaklı kılacak bilgi üretmemesi nedeniyledir. Biçimsel bir devlet
kabulünden hareket ettiğinden maliye disiplini, doğasına ilişkin bir fikir sahibi
olamadığımız kamunun iktisadi faaliyetini konu edinir. Devletin, birçok disiplininin
çalışma alanının kesişme noktası ve kolay kolay içeriklendirilemeyen bir kavram olması
maliyenin birçok disiplinle ilişkili olmasına ve kendi kavram setine sahip olamamasına
neden olmuştur. Nitekim hemen her zaman maliyenin iktisadın, hukukun, sosyolojinin,
işletme iktisadının, tarihin, psikolojinin, muhasebenin, istatistiğin, siyasi ve idari
bilimlerin geçişme alanları üzerinde bir konumda olduğu ve disiplinlerarası bir nitelik
taşıdığı teslim edilir. Devletin biçimsel olarak ön varsayılmasının getirdiği belirsizliğin
yanı sıra, disiplinlerarası olmanın kimi kez öteki disiplinlerde gözlenen uzmanlaşma
yüzünden bu disiplinlerin kendi tema ve yöntemlerini maliye disiplinine kaydırması
nedeniyle kimi kez ise önem arz eden maliye konularını birtakım kavram
5
değişiklikleriyle kendi alanlarına kaydırmaları nedeniyle yarattığı tematik bir belirsizlik
de söz konusudur ([8]: 141-142 ve [74]: 2). Dikkat edilirse her iki durumda da maliye
disiplini edilgendir, başka disiplinler maliyeye yöntem ve temalar aktarıp onun temalarını
kendi çalışma alanlarına dâhil etmektedirler. Bunun nedeni maliyenin söz konusu
belirsizliklerden ve inceleme nesnesinin doğasından kaynaklı olarak kendi özgün
kavramsal çerçevesini oluşturamamış olmasıdır.
Disiplinin en geniş anlamda inceleme nesnesi olan kamu kesiminin iktisadi faaliyetleri
genelde gönüllülük esasına göre değil de kamu hukukuna göre hukuki zor altında
yürütülmekte olduğu için ([72]: 42) mali olaylar genel olarak iradi değildirler, zora
dayanırlar, öngörülecek sonuçları yoktur ve kuramsallaştırılmaları gerekmemektedir.
Oysa iktisadın kuramsallaştırdığı hemen her olay, aşkınlığını mensuplarının diledikleri
gibi hareket eden bireyler olmasından alan bir toplumsal çerçevede (serbest piyasa)
gerçekleşir. İktisat modellediği birey davranışının toplamda yol açtığı sonuçları açığa
çıkaracak kuramsallaştırmalara gider bu nedenle. Yani maliye disiplininin bütüncül bir
kavramsal çerçeveye sahip olması inceleme nesnesini yeterince aşkın (denetlenemezbilinemez) kılmasına bağlıdır. Temaları düşünüldüğünde disipline ihtiyaç duyduğu
metafizik katı çekirdeği bahşedecek olan, yanıt türetmeye çalıştığı temel soruları kendine
özgü devlet/kamu kavramsallaştırmaları ekseninde yeniden formüle etmesidir.6 Ancak
daha önce de belirttiğimiz üzere maliye disiplininde devlet biçimsel bir kabul olduğundan
en iyi öneri maliye biliminin iktisadi, hukuki, sosyal, siyasi, idari ve diğer yönleriyle bir
sentez çerçevesinde düşünülmesi, bu alanlarla ilişkisinin çok yönlü kılınmasıdır ([8]:
142).
Bunca belirsizliğin kuşattığı bir disiplinin tanımı, kapsamı ve özerk bir bilim sayılıp
sayılamayacağı konusunda kesin bir sonuca varılamaması ([80]: 311) onun ya öteki
disiplinlerin kesişme alanı olarak ya da devlet yönetimine öneriler getirmek üzere çalışan
bir alan olarak görülmesine neden olmuştur ([110]: 81-82). Bununla birlikte, disiplini saf
bilim anlayışına uygun olarak tanımlamak hevesiyle, amacının mali olayların bütünüyle
teorik ve objektif açıdan incelenmesi, bunlar arasındaki illî bağların kurulması, varsa ana
eğilimlerin, ilkelerin, kanuniyetlerin ortaya koyulması olarak belirlendiği de vakıadır;
ayrıca bu inceleme ve belirlemelerin eleştirici bir gözle yapılması gerekliliği tespit edilir
([110]: 82). Biçimsel bir bilim tanımının maliye disiplinine uygulanması olarak bu tarif,
daha önce de belirttiğimiz üzere denetlenemeyen/bilinemeyen bir inceleme nesnesini esas
alamadığından içeriksiz kalacaktır. İnceleme nesnesini bu doğrultuda yeniden kuramayan
disiplin kaçınılmaz bir biçimde kamusal olanı devlet müdahalesi olarak kodlayan
neoklasik iktisadın kuramsal ve yöntemsel gölgesine sığınmak zorunda kalmıştır:
6 Maliye disiplinine egemen olan yaklaşımların benimsedikleri devlet anlayışlarına göre sınıflandırılmaları
bu iddiamızı doğrular niteliktedir. Buna göre, devleti özgül bir ekonomik ajan olarak gören Kameralist
yaklaşıma göre kamu maliyesi bu özgül ekonomik ajanın gelir ve giderlerinin incelenmesini konu edinir.
Devletin bu şekli tanımının arkasında çıkar çatışmalarından arî, genel çıkara adanmış, mistik bir devletin
olduğu iddia edilmektedir. Devletin piyasaya göre özgün karakterini vurgulayan organik devlet anlayışını
benimseyen hukuksal addedilebilecek ikinci yaklaşıma göre kamu maliyesi, piyasaya karşı zorlama
ekonomisini mümkün kılan, herkesin ortak çıkarını temsil eden ve kapitalist rejimde giderek gelişen
devletin ekonomik faaliyetlerini konu edinir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra etkili hale gelen AngloAmerikan yaklaşım ise, devlet faaliyetlerinin rasyonelini gene piyasa merkezli bir bakış açısından kalkarak
açıklamaya çalışacaktır. Devlet piyasaya göre bir istisnayı temsil etmektedir. Bu yaklaşım kamu maliyesi
teorisini refah teorisine eklemlemiştir ([80]: 317-319). Dikkat edilirse yalnızca Kameralist yaklaşım için
tespit edilen mistik devlet öteki yaklaşımlar için daha genel olarak içeriksizlik niteliği ile temayüz
etmektedir.
6
Devletin artan müdahaleciliğini, kapitalist sistemin kendini yeniden üretebilme
koşullarının gerçekleştirilmesi meselesiyle ilişkilendirmeyen, devlet aygıtının
sosyal, politik ve tarihsel olarak nasıl belirlediğini ve nasıl değiştiğini gözardı eden
neoklasik kamu maliyesi anlayışı, iktisat bilimine hâkim olan ideolojinin yayıldığı
yeni bir alan olmuştur (…) ([80]: 321).
Bu eşitsiz ilişkinin bedeli, neoklasik iktisadın saf bilim olma iddiasının neden olduğu
fizikalizmin maliye disiplinine dayatılması olmuştur. Bu anlayış uyarınca kullanılan
matematiksel ve istatistiksel araçlarla toplumsal farklılıklar, zaman ve mekân farklılıkları
göz ardı edilerek toplumun doğal, kültürel, ahlaki, idari, vb. tüm özelliklerinin toplumun
mensuplarının iktisadi ve mali de dâhil tüm davranışlarını etkilediği göz ardı edilmektedir
([82]: 100). Fizikalizm, neoklasik iktisadı inceleme nesnesinin (bireyin iktisadi
davranışları, toplumsal iktisadi davranışlar) içerdiği iradiliği pozitif-normatif ayrımı ile
aşmaya itmiştir. İnceleme nesnesini pozitif kılabilmek için ise insanı homoeconomicus ile
çerçevelemek zorunda kalmıştır. Aslında en geniş anlamıyla insan topluluklarının
hareketleri bütünüyle iradilik-gayriiradîlik gerilimi ile koşullanmaktadır. Pozitivist bilim
anlayışını benimseyen neoklasik iktisadın pozitif inceleme nesnesini iradi olanı
dışlayarak elde etme çabası baskın olarak gayriiradî karakter arz eden birçok iktisadi
fenomeni normatif alana hapsedip bunları kişisel tercihler ve ideolojilerle
ilişkilendirmesine neden olmuştur. Bu durum, neoklasik iktisadın yeniden bölüşüm gibi
mühim yapısallıklar içeren bir alanı normatif alanın konusu kabul etmesine neden
olmuştur ([80]: 319).
Burjuva iktidarının toplumun devlete eşitlenmesiyle hayata geçirildiği tespit edilmişti.
Bu nedenle toplumsal düzeyde bölüşüm iradesine sahip en güçlü aktör devlet kabul
edilmek gerekir. Bu eşitlenmenin daha da önemli yanı herhangi bir iktisadi fenomenin
bölüşüm ve yeniden bölüşüme temas edilmeden ele alınmasının mümkün olmamasıdır.
Bilim olmayı tehlikeye sokacak bu “küçük” sorunun üstesinden biçimsel bir gayriiradîliği
garanti eden kaynak tahsisi kavramının öne çıkarılması ile gelinmiştir. Zira kaynak tahsisi
ya doğal olarak verilidir ya da içinde devinen bireyler için gayriiradîliği garanti altına
alan serbest piyasa tarafından sağlanır; böylelikle de kaynak tahsisi çerçevesinde
gerçekleşen her iktisadi olay pozitif kabul edilmek gerekir. Silme bir içeriksizlik, tarih
dışılık: modern toplumun olmazsa olmazı olarak tespit ettiğimiz cemaatleri, daha da
önemlisi devleti yok sayıyor görünmek. Çelişik bir yok sayma; zira maliye disiplininde
ekonomik yaklaşımın neoklasik iktisadın yükselişine koşut bir biçimde baskın hale
geldiği son otuz yılda iktisadi teorinin klasik maliye konularına başarı ile uygulandığı,
böylece devlet bütçesinin gelir, harcama ve borçlanma araçlarının gelir dağılımı, etkin
kaynak tahsisi ve iktisadi istikrar üzerindeki etkilerinin incelendiği tespit edilmektedir
([101]: 5). Çelişik, çünkü iradi iktisadi fenomeni çalışma alanından dışlayan iktisadın
yöntemleri sayesinde maliyenin dağılım ve tahsis sorunlarını bilimsel olarak ele alması
söz konusudur. Yapılanın keyfi bir biçimde yapılmadığına muhatapların ikna edilebilmesi
için iktisadın yöntemlerinin kullanılması gerekir ki bu sayede maliye disiplinine bilim
payesi verilmiş olsun: bir bakıma iktisadın “pis işlerinin” usulünce maliyeye
gördürülmesi. Öte yanda neoklasik iktisadın bölüşüm sorununu tümüyle “unutarak”
ulusal bir ekonominin en büyük aktörü olarak göz ardı edemediği devlete, serbest
piyasanın görünmez elinin dönmez olduğu aksaklıklar, arızilikler nedeniyle ihtiyaç
duyulduğunu iddia etmesi ([80]: 312), anlaşmaya mecbur olanın maliye disiplini
7
olduğunu göstermektedir.7 Bu çerçevede maliye disiplini bilimselliğin muhafazası için
özel ve kamusal kaynak tahsislerinin karşılaştırılması işine memur ediliyordu ([80]: 321).
Esasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist blokta egemen olan birikim modeli
nedeniyle devletlerin ekonomilerindeki göreli yoğun faaliyetleri8 bu biçimsel kabulü boşa
çıkarmıştır. Pratikte maliye disiplinine bu tarihten sonra egemen kılınan “ekonomik
yaklaşımla” kamu harcama ve gelirlerinin iktisadi ve sosyal hayat üzerindeki
olumlu/olumsuz etkilerinin incelenmesi, gelir-gider yapısına belli ekonomik ve sosyal
amaçlara hizmet edecek bir şekil ve yön kazandırılması, teşvik edici vergi politikası ve
vergi yükü dağılımı vs. sorunların gündeme gelmesi mümkün kılınmıştır ([72]: 43).
Neoklasik iktisadın 1980 sonrası biçimlerinin, dolayısıyla maliye disiplininin bahsi geçen
çelişik biçimsel yok sayma pratiği bu uygulamaların hiçbirini ortadan kaldırmış değil,
yalnızca disiplin nesnesini çok daha gerçek dışı bir biçimde kavrar olmuştur, toplumsal
güç dengesinin koşulladığı ontoloji dâhilinde meşrulaştırıcılık vazifesini sürdürmüştür.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gittikçe derinleşen ekonomik yaklaşımla Kıta
Avrupa’sının hukuksal ve kurumsal perspektifli maliye disiplininin sınırlılıkları da
aşılmış oluyordu. Böylelikle hukuk gibi kamu maliyesine içsel bir alanın disiplindeki
konumu tartışmalı hale geliyordu. Gündelik olanı düzenleme işlevleriyle hukuk ve iktisat
daha önce de belirttiğimiz üzere modern toplumun meşrulaştırıcı kardeş disiplinleridir,
öyle ki modern devletin özgün çözümlemelerini sunabilecek maliye disiplini iktisat ve
hukukun bir çeşit amalgamı kabul edilir. Burjuva iktisatçıların yapay devlet-piyasa
gerilimi çerçevesinde piyasanın öne çıkar göründüğü yeni liberal dönemde devletin
geriye düşürülmesi nedeniyle en azından maliye disiplininde hukukun da geriye düşmesi
gerektiği yanlış değerlendirmesi mali hukukçuları apolojetik bir pozisyon almaya itmiştir;
hem teori hem de uygulamada hukukun hammaddesini ekonomik gerçeklerin ve
problemlerin oluşturduğu kabul edilmiş, mali hukuk alanında iktisadi anlayışın önemi
teslim edilmiştir ([74]: 9).
Özetle, kendisini icra eden bir cemaat olduğu için varlığından şüphe etmediğimiz
maliye disiplini, hiçbir zaman inceleme nesnesinin ontolojisine girişmediği için biçimsel
devlet anlayışlarını esas almış, bu durum onu öteki disiplinlerle eşitsiz bir ilişki içine
girdiği bir disiplinlerarasılıkla (belki de disiplinler arasında kalma ile) karşı karşıya
bırakmıştır, hem iktisadın toplumsal güç dengesinin meşrulaştırıcısı olma vasfı hem de
devletin toplumsal yeniden üretimdeki rolünün giderek büyümesi ve derinleşmesi
nedeniyle bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iktisat disiplini ile istisnai bir ilişkisi
olmuştur: iktisadın iradi iktisadi fenomeni dışına atma çabasında maliyeyi kullanması,
maliyenin ise iktisadın yöntemlerini kullanarak bilim payesi kazanma çabası. Açıktır ki
maliye disiplini cemaatinin tarih yüklü bir kamu tartışması yürütmeden disiplini
sistematik bir kuramlar şebekesi olarak belirleyecek tözlere ve bunlardan türetilen
kavramsal çerçevelere sahip olması olanaklı değildir. Söz konusu tözleri belirleyecek
olan ise somut insan ilişkilerinin ifadesi olan soyut ilişkiselliklerdir. Kanaatimizce içinde
devindiğimiz dünyada devlet-toplum kompleksinin maliye disiplini açısından
anlamlandırılmasını (mali bir varlık olarak devlet-toplum kompleksi ya da disiplini
kurucu töz) olanaklı kılacak ilişkisellikler bölüşüm ve birikimdir. Böylece modern
toplumun mensuplarını mecbur ettiği yabancılaşmanın bir parçası olarak Türkiye maliye
7 Devletin kast edilen manada bir serbest piyasayı tarihsel olarak öncelediği vakıadır.
8 Bunun en kaba göstergesi bu dönemde kamu gelir ve giderlerinin GSMH içindeki payının büyümesidir
([97]: 147).
8
disiplini cemaatinin çıkmazlarını kavramaya çabaladığımız çalışmamızın maliye disiplini
cemaatini devindiren gerilimleri tespit için gereksindiğimiz ön tartışmasında disiplin
hakkında genel bir kanıya varmış olduk. Acaba disiplinin arada kalma halinin yarattığı
belirsizlikleri, biçimsel olmak-olmamak gerilimini Türkiyeli maliyeciler nasıl
deneyimlemiştir? Korkarız ki mütercimce.
En azından 1980 sonrası dönemde Türkiye’de maliye disiplininin iktisat biliminin bir
alt dalı, hatta en geri kalmış alt dalı olduğunun kanıksandığı gözlenmektedir ([1]: 102).
Öyle ki maliyenin özgül bir disiplin olarak belirmesini temin edecek düşünce tarihi talebi
“mali iktisat ve mali iktisadi düşünceler” tarihi alanlarının müfredata dâhil edilmesi
olarak dile getirilmektedir ([80]: 327). Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Keynesçilik’in “piç” tabir edilen versiyonu üzerinden maliye disiplininde iktisadi kavram
ve yöntemler yaygınlaşmışsa da Türkiye’de yakın zamanlara kadar hukuksal/kurumsal
yaklaşımın etkisi ezici bir ağırlığa sahip olmuş ve maliye daha ziyade vergileme olarak
anlaşılmış ve okutulmuştur; bu nedenle Anglo-Amerikan yaklaşımın yaygınlık
kazanmasında bir hayli gecikildiğinden şikâyet edilir ([80]: 323). Bu hususta belirleyici
olan mütercim arifin hangi hegemon dilin etkisinde kaldığıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan
ABD’nin uluslararası siyasal iktisadi sistemin hegemonu olarak çıkması, İngiliz dilinin
egemen dil haline gelmesinde etkili olmuş, devlet faaliyetleri iktisat disiplini dâhilinde
ele alınır olmuştur ([69]: 64). Türkiye’de Anglo-Amerikan yaklaşıma intibak edilmesinde
gecikildiği şikâyeti yeni dilin kurumsal düzeyde idrak edilmesindeki gecikmeye
dayandırılmalıdır. Öncesinde hayli uzun süredir tutulan Batılılaşma yolunun dili olan
Fransızca’nın hâkimiyeti söz konusudur. Türkiye maliye disiplininin benimsediği
yaklaşımlar bu egemen diller tarafından belirlenmiştir. İlk olarak Gaston Jéze’nin
temsilcisi olduğu ve hukuk perspektifinin egemen olduğu Fransız maliye disiplinin
kuramsal ve betimsel yöntemi benimsenmiştir; bu çerçevede mali kurumların ve olayların
özellikle hukuki veçhesi incelenmiştir ([69]: 56-57). Etkili olan bir diğer yaklaşım Nazi
zulmünden kaçarak İstanbul’a sığınan Alman bilim adamlarından Fritz Neumark
öncülüğünde savaş sonrasına kadar sürdürülen ve mali olaylara sosyolojik açıdan
yaklaşan Alman ekolüdür. Bunlar dışında mali olayları marjinalist açıdan ele alan
Avusturya ekolü ile kısmen marjinalist kısmen siyasal ve sosyolojik açılardan ele alan
İtalyan ekolü Fransızca yazında yer bulduğu ölçüde etkili olmuşlardır ([69]: 65).
1980’den sonra ekonomik yaklaşım disipline büyük oranda egemen olsa da Neumark
öncülüğündeki ara dönem dışında Türkiye’de maliye disiplinine gâh hukuksal/kurumsal
perspektifli Fransız yaklaşımı gâh ekonomik perspektifli Anglo-Amerikan yaklaşım
egemen olmuştur. Yani bu yaklaşımlardan birinin değil de diğerinin öne çıkması
kapitalizmin Osmanlı ile temasından beri uluslararası siyasal iktisadi güç dengesinin
karakterine göre tayin edilmiştir; bu açıdan çoğu kez gecikmeyle de olsa yazınsal çeviriyi
aşan, toplumu kurumları ile kavrayan bir çeviri sürecidir söz konusu olan. Kısacası
mütercimlik keyfi değildir.
Türkiye’de Batılı manada bilim, kapitalist Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu’na nüfuzu
ile ortaya çıkmıştır. Tanzimat Fermanı bir dönüm noktasıdır; kurumsal intibak gecikme
ile gerçekleştiğinden fermanın öngördüğü toplumsal yapının gerektirdiği kurumsal
dönüşümün bir parçası olarak yükseköğretimdeki, dolayısıyla bilim anlayışındaki
dönüşüm kabaca 1860’tan sonra gerçekleştirilmiştir. Tanzimat Fermanı ile başlatılan
sürecin 1923’te kemali bulmasını 1930’lu yılların ilk yarısına dek uzanan bir kurumsal
intibak süreci takip etmiştir. Kuruluş aşaması ile yeni dünya düzeninin inşa edildiği ikinci
9
savaş sonrasına kadarki çalkantılı dönemde görece bağımsız ve denge siyasetiyle ayakta
kalmaya çalışan yarı totaliter rejim, savaş sonrasında “uygar” dünyanın bir üyesi olarak
kabul görecektir. Kurumsal intibak bir kez daha gecikmeyle gerçekleşecektir ve
1960’ların ilk yarısını bulacaktır. Türkiye dünya düzeninin 1980’lerde yeniden
düzenlenmesi esnasında “uygar” dünyanın bir mensubu olarak üzerine düşeni harfiyen
yerine getirmiştir. Kanaatimizce ülke bu kez 1960’la başlayan dönemde
kurumsallaştırılmaya çalışılan burjuva devletinin toplumsal idrakini olanaklı kılacak
dönüşümü yaşamıştır, yine gecikmeli olarak.9
Türkiye yükseköğretiminin geçirdiği dönüşümler, bahsi geçen kurumsal dönüşümlere
koşut bir biçimde, 1860-1933, 1933-1960 ve 1960 sonrası dönemlendirmesiyle ifade
edilmektedir; maliye disiplini de büyük oranda söz konusu kurumsal dönüşümlerle
biçimlenmiştir. Hattı zatında 1930’lu yıllara dek Türkiye’de sosyal bilimler 1859’da
kurulan Mekteb-i Mülkiye, 1864’te kurulan Hukuk Mektebi ve 1883’te kurulan
Hamidiye Ticaret Mektebi Âlisi’nde icra edilmiştir ([69]: 51-52). Doğal olarak bu
kurumların öğretim elemanları cemaatin büyükleri ve disiplinin şekillendiricileri
olmuşlardır.10 Bu ilk dönem hocaların formasyonlarının Fransızca olması 1860-1933
arasında maliye disiplininde, katı bir liberal olan Paul Leroy-Beaulie’nin Traité de la
Science des Finances adlı yapıtı dolayımıyla yoğun bir Fransız etkisine neden olmuştur
([69]: 55-56). Bu dönem Fransız ekolünün takipçisi maliye disiplini mali meseleleri
sadece hukuki ve siyasi yönü ile betimsel olarak ele almış, ekonomik tahlillere
girmemiştir; daha önce de ifade edildiği üzere mali olayları psikolojik-sosyolojik açıdan
inceleyen Alman ekolü, iktisat teorisi açısından ele alan İngiliz ekolü, marjinalist teoriden
esinlenen İtalyan ekolü, iktisadi yönü ile açıklayan İsveç ekolü Fransızca literatürde yer
aldığı ölçüde maliye disiplininde yer bulmuştur ([69]: 57-58). 1933’te Türkiye
yükseköğretiminde yaşanan kurumsal dönüşüm ve bu tarihten sonra Türkiye’ye sığınan
Fritz Neumark’ın açtığı çığır 1960’a kadar sürecek yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
Öncelikle Neumark öncülüğünde mali olaylar hukuki perspektifin dışında ekonomik ve
sosyolojik perspektiflerden de ele alınır olmuştur. Mekteb-i Mülkiye’nin Ankara’ya
taşınmasından sonra kimi hocalar Fransız ekolünü sürdürmüşler, kimi hocalar ise İngiliz
ekolünü benimsemişlerdir ([69]: 58, 59-61). Her ne kadar 1960 sonrasında yaşanan
kurumsal dönüşüm ile Anglo-Amerikan yaklaşım maliye disiplininde egemen yaklaşım
halini almışsa da bir tarafta mali iktisat esaslı ve kurumsal bir perspektife sahip Fransız
ekolü diğer tarafta makroiktisat teorisini esas alıp analitik yöntemleri tercih eden AngloAmerikan yaklaşım hüküm sürmüştür ([69]: 63, 64 ve 68).
Toparlayacak olursak, maliye disiplininin ortaya çıkışı ve ritimleri ile kapitalizmin
siyasal iktisadi bir devletler kompleksi olarak Osmanlı İmparatorluğu’na nüfuzu ve
9 Bu soyut çerçeve ülkenin somut deneyimlerini çoğunlukla göz ardı etmeye mahkûm olsa da uluslararası
sistemdeki dönüşümler ve ülkenin tecrübe ettiği kurumsal dönüşümlerin örtüşmesini açıklar niteliktedir.
10 İlk dönem maliye disiplini mensupları arasından eğitimini Venedik’te tamamlamış ve 23 yıl Mekteb-i
Mülkiye’de maliye müderrisliği yapmış Mikael Portakalyan Paşa, 21 sene Mekteb-i Mülkiye’de hocalık
yapmış Mustafa Nail Efendi, Mülkiye Mektebi’nde, Hamidiye Ticaret Mektebi’nde ve Hukuk Mektebi’nde
uzun yıllar maliye dersleri vermiş Aynîzade Hasan Tahsin’i, yine Hukuk Mektebi’nde, Mekteb-i
Mülkiye’de, Hamidiye Ticaret Mektebi’nde dersler vermiş ve Maliye Mektebi’ni kurmuş Mustafa
Zühtü’yü (İnhan), eğitimini Mekteb-i Mülkiye ve Fransa’da yapmış, Mekteb-i Mülkiye’de, Hukuk Mektebi
ve İstanbul Yüksek Ticaret Mektebi’ne dönüşen Hamidiye Ticaret Mektebi’nde hocalık yapmış İbrahim
Fazlı Pelin’i ve 1930 öncesinde İstanbul Yüksek Ticaret Mektebi’nde maliye hocalığı yapmış Ömer Celal
Suruç’u saymaktadır ([69]: 52-55).
10
sonrasındaki ilişkilerin ritimlerinin çakışması, maliye disiplinini yazınsal açıdan ve
ekseriyetle geç kalınan kurumsal intibak açısından mütercim kılmıştır. Bu bağlamda 1980
sonrasında artık dünyada alabildiğine genişlemiş ve derinleşmiş olan kapitalizmin
yeniden düzenlenmesi çerçevesinde istihdam edilen yeni neoklasik yöntem ve
kavramların dayattığı devleti buharlaştırmaya varan sağ radikalizm ve versiyonları
Türkiye maliye cemaati tarafından da benimsenecektir. Böylelikle maliye ve iktisat
disiplinleri için tespit ettiğimiz bilimsel kalma (iktisat)-bilim olma (maliye) anlaşması da
Türkiye maliye disiplinine tercüme edilmiş oluyordu, meşrulaştırıcılık vazifeleri
çerçevesinde yapay kıldıkları kuramsal gerilimler de öyle… Bu gerilimlerin bihakkın
ortaya koyulması, kamu maliyesi ve maliye politikası (iktisadın maliye disiplinine
empoze ettiği bir ayrım) alanlarında somut olarak belirlenmelerini gerektirir. Bu, Türkiye
maliye disiplinini temaları ile kavramaya dönük bir çaba olacaktır ve disiplinin 1980
dönüşümünü idrak etme biçimlerini belirlemede yol gösterici olacaktır.
2. Maliye Disiplininin Kuramsal Gerilimlerinin Belirlenme Alanları: Kamu Maliyesi
ve Maliye Politikası
Maliye disiplininde anaakım iktisattaki mikroiktisat-makroiktisat ayrışmasının izdüşümü
olarak değerlendirilebilecek kamu maliyesi-maliye politikası ayrışmasını, berikinden
daha somut ve işlevsel kılacak özgünlükler olduğu kanaatindeyiz. Bir kere makroiktisat
anaakım iktisadın devleti (toplumu) analitik çerçevesine dâhil etmek zorunda kalmasıyla
ortaya çıkmıştır; öncesinde devlet iktisadi davranışı modellenemeyen, bununla birlikte
varlığı inkâr edilemeyecek kadar merkezi bir aktördür. Bu bakımdan makroiktisatmikroiktisat ayrımı iktisat için analitik değil sentetik bir ayrımdır, bu nedenle yeni alanın
bir modeller toplamı olarak, bir yerde eklektik bir biçimde ortaya çıkmasına yol açmıştır.
İkincisi bu ayrım vukuu bulduğunda devlet iktisadi bir hayvan olarak tasarlanmış
değildir, bilakis iktisadi hayvanın işlemez olduğu durumlarda ortaya çıkması
öngörülmüştür. Bununla birlikte hem belli bir zihniyet yapısını yaygınlaştırmak üzere
hem de cemaatlerin devleti ele geçirdikleri ölçüde onu teşkil ve temsil ettikleri
düşüncesiyle iktisadi hayvanın devletin de başat vasfı olduğu görüşü ikinci savaş sonrası
dünya düzeninin iflasından sonra geçerlilik kazanmıştır. Bu durumun formel dışavurumu
mikroiktisadi yöntemlerin makroiktisadi temalara uygulanması biçiminde olmuştur.
Sonuç olarak iktisattaki makro-mikro ayrışması yöntembilimsel ve analitik bir içerikten
yoksundur. Buna mukabil maliye disiplinindeki kamu maliyesi-maliye politikası
ayrışması, iktisadın koşulladığı kuramsal çerçeve dâhilinde iki alan için de devletin
iktisadi faaliyetinin derneşik değişkenlerde ifade bulacak olması nedeniyle makro-mikro
ayrışmasının doğrudan bir izdüşümü kabul edilemez.
İktisadın baştan beri varsaymadığı ilişkiselliği doğal olarak varsaydığı için maliye
disiplininde iktisattaki ayrışmadan mülhem kamu maliyesi-maliye politikası ayrışması
somut ve işlevsel olmuştur. İktisadi, mali, siyasi, vs. her eylem birimi, içinde var olduğu
dünyayla birlikte modellenmek zorundadır. İçinde var olduğu dünya eyleyen birimi
belirlemekle birlikte, birimi kendi kılan özgün belirlenmeyi bizlere apaçık sunmaz. Bu
nedenle bir entiteyi kendi kılanın neler olduğu ve içinde kendi olduğu dünyanın nelerce,
nasıl terkip edildiğini sormak onu bilmek isteyen bizler için zorunlu sorulardır. İktisat,
iktisadi bireyin içinde ne ise o olduğu dünyayı iktisadi bireyin kendisinden ibaret kıldığı
11
için bireyin içinde var olduğu dünya ilişkisel değildir; doğrusu böyle bir dünya yoktur ya
da sadece kurgusal olarak var olabilir. Oysa iktisadın öngördüğü biçimiyle iktisadi bir
aktör olarak devletin faaliyetleri derneşik değişkenlerde ifade bulabilir ve devletin
mikroiktisadi bir aktör olması beklenemez. Bu durum maliye disiplininin kamu maliyesimaliye politikası ayrışmasını yöntembilimsel açıdan, her ne kadar iktisadın makro-mikro
ayrışmasından mülhem olsa da, daha somut ve işlevsel kılmıştır. Devleti kendi kılanın ne
olduğu ve devletin içinde gerçekleştiği terkibin ne olduğu sorularına verilen yanıtların
sırasıyla kamu maliyesi ve maliye politikası alanlarının vasıflarını belirlediği
kanaatindeyiz. Türkiye maliye cemaatinin devinimini tematik olarak kamu maliyesimaliye politikası ayrımı çerçevesinde bu anlayışla ele aldık.
Kamu maliyesi, aktörü devlet (kamu) olan mali hareketlerin oluşturduğu bütünü
inceleme nesnesi kabul eden maliye disiplini alanıdır. Bu analitik belirleme kamu ve mali
kavramlarının içeriklendirilmesiyle anlamlı olabilir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla
maliye disiplini kamudan devleti anlamaktadır, mali olan ise devlet mülkiyetindeki
hareketlere işaret eder; devlet mülkünü arttırabilir yahut eksiltebilir. Bu açıdan kamu
maliyesi devleti mali olarak kendi kılan faaliyetleri konu edinir. Hemen her zaman kamu
maliyesi alanının devletin gelir ve harcamaları ile iştigal etmesinin hikmeti budur.
Bununla birlikte maliye disiplininde iktisadi yaklaşımın bir sonucu olarak kamu
maliyesinin çalışma nesnelerine devletin gelir ve harcamalarından iktisadi hayvanın
refahının nasıl etkilendiğinin dâhil edilmesi şaşırtıcı değildir. Aslında burada devlet gayet
talidir; zira vergi ise vergi, destek ise desteğin belirleyicisi bir plancı, devlet, uhrevi bir
güç, vs. olabilir. Sorun biçimsel devlet kabulünün kamu maliyesi için bir kuramsal
çerçeveye izin vermemesidir. Söz konusu kuramsal çerçeve iktisattan ödünç alınacaktır.
Bu nedenle mali bir varlık olarak devletin tarifleri, dolayısıyla kamu maliyesi çalışmaları
büyük oranda betimseldir. Tabiatıyla mali bir varlık olarak devlet uzuvlarıyla bilinmiştir.
Örneğin Türkiye’de kamu mali yönetimi birbirinden az çok özerk unsurlarıyla betimlenir
ve bunların mali sistemi oluşturdukları düşünülür: merkezi idare, mahalli idareler, sosyal
güvenlik kurumları, kamu iktisadi teşebbüsleri, döner sermayeli işletme ve fonlar ([27]:
54). Yani maliye disiplininin yazgısal betimselliği bütünü parçalarıyla belirleme
talihsizliğiyle sıkı bir biçimde ilişkilidir.11 Parçalarıyla düşünüldüğü için Türk mali
yönetiminin, envanteri yapılmakta dahi zorlanılan, çok başlı, mali müdahale araçları
çoğalmış ve dağınık bir yapı arz ettiği iddia edilebilmektedir ([62]: 171). Maliye
disiplinini bilim olma arzusundan uzağa düşüren bu sorunların aşılması için gerekli olan,
mali sistemi bir ilişkiler bütünü olarak kavramak, açığa çıkarmaktır; ancak bu, bütüne
(devlete) ilişkin bir ön kavrayışı gerektirir. Meşrulaştırma vazifesinin gereği olarak söz
konusu ilişkiselliği göz ardı etmekle disiplin uzuvlarıyla belirlediği bütünü işlevleriyle
kavramak zorunda kalmaktadır: gelir ve harcama.
Maliye politikası alanı, devletin çoğu kez en büyük parçası olduğu ve içinde ne ise o
olduğu dünya içindeki devinimini konu edinir. Devlet, kendini şekillendiren ve çoğu kez
açık bir güç dengesi tarafından belirlenen kurumsal çerçevenin belirginliği ölçüsünde
topluma eşit kabul edilmekten uzağa düşer. Kamu, bu belirgin eşitsizliği silikleştirmek
üzere anlamlandırılan bir kavramdır. Buna göre devlet tüm toplum adına hareket ettiği
ölçüde kamusallaşır. Bu açıdan kamu, devlet-toplum eşitlenmesinin yalanlandığı ve
toplumu kuran güç dengesinin koşulladığı kurumsal yapıyı toplum adına kullanan kurucu
11 Talihsizlik midir bilinmez. Zira disiplinin meşrulaştırıcılık vazifesi düşünüldüğünde açığa çıkarma değil
de üstünü örtme saikıyla tercih edilir bir belirleme, bilme biçimi olarak da kabul edilebilir betimleme.
12
cemaatlerin hizmetinde bir kavramdır. Bununla birlikte ilginç bir biçimde devletin sadece
bir araç olarak kalıcı olması mümkün değildir, kalıcı olabilmesi araçsallaştığı varoluş
tertibatından gerilimli bir biçimde özerk olmasına bağlıdır. İşte maliye politikası alanı,
devlet-toplum gerilimini biçimsel olarak çözen kamunun, içinde bulunduğu
dünyayla/siyasal iktisadi tertibatla bağlarına, genel/derneşik bir yapı arz eden kamunun
öteki derneşik yapılarla etkileşimine odaklanmıştır. Siyasal iktisadi bir tertibat olarak
dünya içinde kamunun gelir ve gideri vasıtasıyla gerçekleştirilen her eylemin diğer
derneşik yapılarla etkileşimi maliye politikasının çalışma alanını teşkil eder. Maliye
politikası araçları, diğer toplumsal bütünlerin gelir-gider, dolayısıyla mülkiyet
kompozisyonunu etkileyecek doğrudanlığa sahiptir. Devletin, siyasal egemenliğinden
kaynaklı olarak, kamu çıkarı adına toplumun gelir-harcama ve mülk biriktirme araçlarına
müdahale üzerinden iktisadi olarak belirlendiği alan ise para politikasıdır; bu alanda
bölüşüme müdahale dolaylıdır. İki alanda alınan kararlar çatışabilir veya örtüşebilir. Para
politikası genellikle en gelişkin biçimini parada bulan sermayenin değerlenme sorunuyla
ilişkili olduğundan sermaye sınıfının çıkarları ile doğrudan ilişkilidir, ancak paranın
yansızlığı bu ilişkiyi parasal ilişkilerin yarattığı doğal eşitsizliklerin içine gömer. Çoğu
kez mecbur olduğu özerkliği muhafaza için dayandığı güç dengesi ile kurulan toplumun
unsurlarına daha yansız davranmak namına mülkiyet kompozisyonunda devletin
gerçekleştirdiği değişiklikler doğrudanlığı nedeniyle yanlı kabul edilir. Bu nedenlerle
kamu müdahalesi ilginç bir biçimde maliye politikası araçları ile sınırlandırılmıştır, sanki
para politikası araçları kamu müdahalesine dâhil değilmiş gibi. Böylelikle yapay bir
maliye politikası-para politikası gerilimi yaratılmıştır. İktisatçılar bilhassa maliye
politikası araçlarının egemen siyasal iktisadi gruplar lehine işletilmesinin sınırlarına
gelindiği 1970’lerden sonra maliye politikasının etkinsizliği üzerine yoğun tartışmalar
yürütmüşlerdir; her ne kadar bu tartışmalar ikna edici kanıtlara dayanmamışlarsa da
teorik bilgilerimizin gelişmesine önemli katkılar sunmuşlardır, olsun ([36]: 16).12
Kanaatimizce doğrudan ve dolaylı olarak iki alanın araçları ile toplumun mülkiyet
kompozisyonu değiştirilmektedir ve bu, kamu müdahalesidir.
Maliye politikası araçlarıyla yapılan müdahalelerin, etkinsizlik bir yana, yarattığı açık
haksızlıkların tek çaresi devletin iktisaden küçültülmesi olarak görülür.13 Ancak pratikte
devlet mülkiyetinin, hükmettiği kaynak miktarının küçültülmesi ve piyasanın imlediği
devlet dışı alanın genişletilmesi anlamına gelen bu tercihin gerçekleşmesi mümkün
değildir, zira genişleyen devlet dışı alanın koordinasyonu, sağlıklı işleyebilmesi ironik bir
biçimde genişleyen bir devlet gerektirmektedir. Para politikasının maliye politikasına
tercih edildiği 1980 sonrası dönemde bu düşünceyi doğrular nitelikte Türkiye’de kamu
gelir ve harcamalarında muazzam bir genişleme kaydedilmiştir ([81]: 169). Buna rağmen
partizanca benimsenen bu anlayışla kamu sektörünün gelişmiş ülkelere göre küçük
tutulması ekonominin genel olarak verimsiz olmasının, ciddi ekonomik sorunlarla karşı
karşıya kalınmasının, bu nedenle sosyal ve siyasal alanlarda da gerekli gelişmelerin
12 Aslında dünya düzenindeki yeniden düzenlemenin gerektirdiği hareketli sermayelerin değersizleşme
sorunuyla karşı karşıya kalmaması için para politikasının etkin kılınmasıdır söz konusu olan. Tabii maliye
politikasının etkinsizliğine ve para politikasının yansızlığına herkesin (kamunun) ikna edilmesi
gerekmektedir. Nitekim Türkiye’de maliye politikasının işlevsiz bırakıldığından, buna karşılık para
politikalarının mevcut iktisadi planlarda belirtilen esasların dışına taşırılarak uygulandığından
yakınılmaktadır ([103]: 50).
13 Bu anlayış devletin siyasal olarak nihai egemen olması nedeniyle nominal olarak küçültülemez
olduğunu göz ardı etmektedir.
13
sağlanamamasının nedeni olarak gösterilmektedir ([99]: 380 ve 407); piyasaların kendi
kendilerini düzenleyebilmeleri için sürekli olarak yeniden kurulmalarının gerektirdiği
masraflara katlanılamamasının yarattığı sorunlar yani. Bu küçülmenin doğal sınırı
devletin siyasal iktisadi egemenliğidir. Türkiye’de partizanca ve afakî bir biçimde
benimsenmiş bu küçülme anlayışı doğal sınırlarına 1990’da ulaşmış ve bu tarihten sonra
kamu kesimi giderek büyümüş, gelişmiş ülkelerde 1960’lı yıllarda deneyimlenen kamu
kesimi büyüklüğüne erişmiştir. ([99]: 384). Hattı zatında devletin küçültülmesi arzusu
kaynağını, bir talep yönetimi rejimi olan eski dünya düzeninin sermayenin değersizleşme
sorununu kamu harcamaları ile aşmasının –birikim rejimi değiştiğindengereksizleşmesinde bulur. Demek oluyor ki devlet, sosyal refah harcamaları olarak
kodlanan talep harcamalarının (bu müdahalelerin de devletin koordinasyon işlevine dâhil
olduğuna dikkat edilsin) ortadan kaldırılması oranında küçültülecektir. Sosyal refah
devleti uygulamalarının son bulmasından en fazla muzdarip olanın orta ve alt sınıflar
olması bu fikrimizin temel dayanaklarındandır. Aslında bu tartışmalarla, toplumun
varoluşsal gerilimi yapay piyasa-devlet antagonizmasının üzerinde temellendirilerek
devlet-piyasa kompleksi sürekli kılınmaya çalışılmaktadır.
Hem kamu maliyesi hem de maliye politikası alanlarına ait olguların olanca açıklığı
ile ortaya koyulması, çoğu, zorbalığın gizlenmiş hali olan kurumsal uygulamaların
sonucu olan yapay gerilimlerin açığa çıkarılmasına ve somut kurum ve grupların
eylemlerinde gerçekleşen somut gerilimlerin ortaya koyulmasına bağlıdır. İnsan
özgürleşmesi ile doğrudan ilişkili bu elzem görev, (burada Türkiye maliye disiplini
cemaatinin devinimi çerçevesinde) kamu maliyesi ve maliye politikası alanlarında bu
yapay gerilimlerin ne ölçüde istihdam edildiğini açığa çıkarmaya dönük bir ön tartışmayı
gerektirmektedir. Bu tartışma, kuşkusuz, söz konusu yapay gerilimleri kendileriyle
tartmamızı olanaklı kılacak, onları bütün içindeki işlevleriyle kavramımızı olanaklı
kılacak ilişkiselliklerin esas alınmasıyla mümkündür: bölüşüm ve birikim. Her ne kadar
kamu maliyesi alanı için bölüşümü, maliye politikası alanı için ise birikimi yapay
gerilimlerin açığa çıkarılmasını olanaklı kılacak kavramlar olarak tespit etmiş olsak da bu
kavramların, disiplinin inceleme nesnesi olan devletin mali faaliyetlerindeki özgün
birliktelikleri nedeniyle, iki alan için de belirleyici oldukları düşüncesindeyiz.
2.1. Kamu Maliyesinin Kuramsal Gerilimleri: Bir Çıkış Yolu Olarak Bölüşüm
Kamu maliyesi, devleti mali olarak belirleyen, onun bu çerçevede bir yapı olarak
temayüz etmesini sağlayan eylemler bütünüdür. Bu eylemlerin genellenebileceği iki
kategori, gelir ve harcamadır. Türkiye’de devletin fonksiyonlarındaki tıkanmanın nedeni
olarak tespit edilen mali krizin kamu harcamalarını finanse edecek gelirin
toplanamamasına bağlanması ([53]: 18-21), genel olarak krizin bir yapının (burada kamu
maliyesi) özünü ele verdiği düşünüldüğünde, devletin gelir ve harcamalarının kamu
maliyesini çerçevelediğinin kanıtı olarak düşünülebilir. Bununla birlikte, devletin gelir ve
harcamaları alelade gelir ve harcamalar olarak görülmemelidir. Devlet gelir ve
harcamalarını nihai siyasi egemen olarak yapar, bunun bir gereği ve sonucu olarak en
büyük mülk sahibidir. Bu nedenle devletin gelir ve harcamaları, egemen olduğu
coğrafyadaki iktisadi kaynaklar üzerinde hak iddiası anlamına gelen kaynak tahsisine
müdahale sayılmaktadır. Bu çerçevede piyasanın kendiliğindenliğine müdahale olarak
14
görülebilecek her çeşit tekele şiddetle karşı çıkılmasında siyasal egemenlik, iktisadi
etkinlik saikını nihai olarak bastıracaktır.
Devlet herhangi bir iktisadi tekel değildir, toplumu kuran ahlakın normlaştığı siyasal
egemenlik ilişkilerinin gerçekleştiği kurumsal yapıdır. Bu ahlak kendinden menkul
olmayıp tarihin bahsedegeldiğimiz gerçek kişi ve gruplarının genellikle çatışma halini
alan ilişkilerinin sonucudur. Sürekli dönüşüm halinde olan kurucu ahlak sayesinde
gerçekleşen toplumla, rıza-zor skalasının farklı noktalarında yer alan insan ilişkileri
gerçekleşme imkânı bulur, yani siyasal olan olanaklı hale gelir. Devlet siyasal olanın
insanlık tarihindeki bir momentidir ve toplumu kuran ahlakla koşullanır. Kurucu ahlakı
biçimlendiren güç ilişkilerinin, tarafları güçleri oranında egemen kılabilmesi tarafların
güçlerince dayatılan bir dengenin kurulabilmesine bağlıdır ve bu denge söz konusu
ahlakın bir momentinin sabitlenmesini, normlaştırılmasını sağlar. Böylelikle devlet
kurucu güç dengesi ile hayat bulan siyasal egemenlik ilişkilerinin gerçekleştiği kurumsal
yapı olmuş olur ve toplumu kurucu niteliği haiz olur. Bu nedenlerle devlet kaynak
tahsisine müdahil herhangi bir mülk sahibi kurum olarak düşünülemez. Kaynak tahsisi
somut olarak siyasal egemenlikle ilişkisi içinde toplumu kuran ahlaka dâhildir. Doğal
olarak devletin mali eylemleri olarak gelir toplama ve harcama yapma, toplumsal güç
dengesi dâhilinde gerçekleşir.
Modern devletin, toplumu bütünüyle saran, karmaşık ve dev bir aygıta dönüşme
eğilimi, onun nihai egemen niteliğinin, siyasal olanla birlikte modern toplumu belirleyen
öteki önemli veçhe olan iktisadi olan üzerinden gerçekleştirilmesini zorunlu kılmıştır:
Son kertede siyasal karakteri haiz devlet modern dönemde bu vasfını iktisadi süreçleri
yoğun bir biçimde kullanarak gerçekleştirmektedir. Burjuva devletin toplumla
özdeşleşme, toplumu sarma ihtiyacı, siyasal olanın iktisadi süreçler içine sızmasını
zorunlu kılmıştır. Bu nedenle ve kamu kavramının muğlâklığı sayesinde siyasal tercihler
piyasa anonimliğinin içinde görünmez kılınmaktadır. Böylece hemen her zaman
burjuvazinin bir talebi olan devletin küçültülmesi talebi çok daha anlaşılır olmaktadır.
Piyasa anonimliğince tüketilemeyen devletin iktisadi faaliyetlerinin kamu kavramı ile
ilişkilendirilmesi hukuk sayesinde olur. Devletin kamu yararı gözetilerek gerçekleştirilen
gelir ve harcamalarının bütçe kanunu ile yasalaştırılması toplumdan devralınan
egemenliğin toplum yararına kullanılması ile gerçekleştirildiği için gelir ve harcamalar
kelimenin dar manasında siyasal olandan arındırılmış olur. Karar alma süreçleri teknik
(normatif) bir karakter arz eden hukuksal süreçlere indirgendikçe siyasaldan arındırılmış
olur. Modern devlette hem karar alma süreçlerinin hem de toplumsal düzeni kuran güç
ilişkilerince belirlenen gelir ve harcamalarla gerçekleşen kaynak tahsisinin kamusallık
kazandığı süreç bütçedir. Bu bakış açısıyla hayli meşguliyet yaratan plan-piyasa
tartışmasının nafile olduğu anlaşılmaktadır. Kaynak tahsisinin kendisine içsel olduğu
iradi (siyasal) bir yapı olarak devlet bu işlevini ne ölçüde piyasaya bırakacağını da
planlar. Bu ölçü, kurucu güç dengesini sürekli kılmak üzere belirlenir. Örneğin
gelişmekte olan ülkelerde ekonominin genel dengesinin sağlanması ve kalkınma için
sürekli teşvike yönlendirici bir planlamanın olduğu, bununla birlikte kaynak dağılımının
piyasa mekanizmasıyla sağlandığı tespit edilmektedir. Bu çerçevede duyarlı bir fiyat
mekanizması için fiyat kontrollerinin kaldırıldığı, emeğin marjinal verimliliğine göre
ücretlendirilmesinin, faiz hadlerinin para ve sermaye piyasalarında gerçekçi bir biçimde
belirlenmesinin, KİT’lerin piyasa kurallarına göre çalışmalarının sağlandığı ve devletin
küçültülmesi amacıyla özelleştirmelere gidildiği, ayrıca yatırım politikası değiştirilerek
15
devletin daha çok altyapı yatırımları yapması yolunun benimsendiği ifade edilmektedir
([65]: 191-192). İronik bir biçimde kaynak tahsisinin piyasaya ne ölçüde bırakılacağının
planlanmış olduğu ifade edilmiş oluyor.
Kamu maliyesini belirleyen gerilimler, kamunun mali eylemlerinin ifadesi olarak
bütçeyi, bütçe araçlarını ve karar alıcıları belirleyen gerilimler tarafından karakterize
edilirler. Örneğin Türkiye için önerilen bir kamu maliyesi reformunun bütçe birliğinin
sağlanmasını, karar alma süreçlerini etkin kılacak ne aşırı merkeziyetçi ne de dağınık bir
kamu mali yönetiminin hayata geçirilmesini, iç borçlanma gereğini düşürecek politikalar
uygulanmasını, KİT’lere negatif ya da pozitif transferin ortadan kaldırılmasını içermesi
salık verilmektedir ([79]: 20-21). Görüldüğü üzere bütçe, karar alıcılar ve bütçe
araçlarında değişiklikler önerilmektedir. Toplumu kuran kavganın birer göstergesi olan
bu kavramlar, kamu maliyesinin yapay gerilimlerinin gerçekleştiği eksenler olur. Kamu
kesimi genel dengesi-merkezi hükümet bütçesi ayrılığı, bütçe dışı kalemler, yerel
yönetim-merkezi yönetim gerilimi, açık bütçe-denk bütçe gerilimi bu gerilimlerden
bazılarıdır.
Devletin gelir ve harcamalarının herkes için kılındığı bütçe sürecinden gelir ve
harcamalara doğru gidildiğinde ulaşılan ilişkisellik yansız kaynak tahsisi kavramında
ifadesini bulur. Bu kavramın bölüşüm kavramındaki iradiliğin üstünün örtülmesi için
kullanıldığını daha önce tespit etmiştik. Kamu maliyesi düğümünün gelir ve
harcamalarda ve bunları ilişkilendiren kaynak tahsisinde çözüldüğünü, söz konusu yapay
gerilimleri esas alarak somut durumu tespit etmeye çabalayan çalışmalardan da
çıkarsamaktayız: Türkiye’de enflasyon, bütçe açıkları ve bedavacıların mükellef sayısını
aşmasından kaynaklı mali disiplinsizliğin kamu sektörüne fiyat mekanizmasının
yerleştirilerek çözülmesi önerisi ([4]: 180) ya da 12 Eylül askeri yönetimi sırasında kamu
harcamalarının daraltıldığı, vergilerin yükseltildiği, ücretlerin bastırıldığı, sonrasındaki
Anavatan Partisi iktidarı sırasında ise yüksek gelir grupları, iş âlemi ve rantiyeler için
vergi indirimlerine gidildiği tespiti ([113]: 65). Türkiye maliye cemaatinin kamu
maliyesini belirleyen bu çerçeveyi nasıl kullandığına daha ayrıntılı bir bakışın, üzerinde
durduğumuz yapay gerilimlerin belli başlılarının tespiti ve bunların temel gerilim olan
bölüşümle ilişkisini ortaya koymak için gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Genel olarak kamu hizmetlerinin karşılanması için zorla ve karşılıksız olarak alınan
ekonomik değer olarak tarif edilen verginin, Türkçe’de vermek fiilinden türetilen bir
kelime ile ifade edilmesi, en genel biçimiyle topluma denk kabul edilen kamu kavramının
devleti karşılamak üzere kullanılması nedeniyledir. Devleti toplumun (kamunun) her
bireyinin eşit bir biçimde oluşturduğu bütün olarak tasarlayan burjuva düşüncesinin
çözmek zorunda olduğu temsil sorunu devlete temas eden her meselede derinden
hissedilir. Görünen o ki burjuvazi temsil sorununu parlamenter demokrasiyle çözmüştür:
hukuksal (formel) olarak eşit bireylerden oluşan toplumun her bireyinin eşit olarak temsil
edilmesi. Tarih bu biçimsel kabullerin ötesindedir elbette. Somut kişi, grup ve kurumların
gerilimli ilişkilerinin kimileri için kabul edilebilir (egemenler), kimileri için de kabul
edilmek zorunda kalınan (tabi olanlar) bir dengeye oturtulması ile gerçekleşen toplum
için dengenin sürdürülmesi, siyasal egemenliğin koşulladığı temsil mekanizmasının
eşitlikçi, kamusal olduğuna herkesin ikna edilmesiyle mümkündür. Genel oy hakkı,
devinim halindeki toplumların barındırdığı eşitsizliklerin gizlenmesini olanaklı kılan bu
mekanizmanın odağındadır. Burjuva demokrasilerinde genel oy hakkı ile siyasal olarak
kendi kaderlerini tayin ettiklerine inandırılan yurttaşlar topluluğu, devletin kamu
16
olduğuna da inanmış olurlar, kamu hizmetleri görülsün diye gönüllü olarak vergi öderler.
Yani devlet vergi almaz, yurttaş verir. Bununla birlikte devlet vergi koyar ve yurttaş vergi
kaçırır, vergiden kaçınır, bedavacılık yapar. Vergi kaçırma, vergiden kaçınma,
bedavacılık kimselerin vergiye gönüllü olmadığının göstergeleridir. Öyle ki burjuva
demokrasilerinin en sorunsuz işlediğine inanılan ülkelerde vergi kaçırma ağır bir biçimde
cezalandırılmaktadır. Bu durum, burada ele aldığımız biçimiyle kamunun aslında bir inşa
olduğunu göstermektedir. Siyasal egemenlik mekanizmasının kamuya biçimsel olarak
dâhil ettiği seçmen, kamuya esasen mükellef olarak dâhil olur. Bunu devletlerin örnek
yurttaşlar olarak en çok vergi ödeyen yurttaşları göstermesinden de anlıyoruz. Yurttaş ise
devletten hesap sormayı hemen her zaman vergi ödemekle temellendirir. Yani, modern
devletin kurucu unsuru yurttaş değil, mükelleftir.
Gerçekte siyasal egemenlik mekanizmasının temel unsuru olarak devletin (politika
yapıcı olarak hükümetin) dikkate aldığı yurttaş, seçmen ya da potansiyel seçmendir. Bir
sonraki adım her seçmenin mükellef olması gerektiği düşüncesidir. Mükellef sayısını
aşan seçmen sayısının toplumun bedavacılarını teşkil ettiği ileri sürülür. Örneğin
Türkiye’de gelir vergisi mükelleflerinin seçmenlere oranının yaklaşık 1/4 civarında
olduğu, buna göre Türkiye’de seçmenlerin 3/4’ünün bedavacı olduğu tespit edilmektedir
([4]: 172). Yurttaşın seçmene eşitlenmesi, bahsedilegelen güç ilişkilerinin yarattığı
kendiliğinden eşitsizliklere rıza gösterilmesini olanaklı kılar. Fakat kişiyi maddi düzeyde
kavrayan rıza, seçmenin mükellefe eşitlenmesi ile mümkündür. Ancak bu düşüncenin
savunucularının biçimsel toplum algıları modern devletin yurttaşı siyasal egemenlik
rejimine razı etmede eşitsizlikleri varsaydığını görmelerini engelliyor. Biçimsellik
tercihinin meşrulaştırıcılık işlevinden kaynaklı olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz.
Ayrıca seçmenin mükellefe eşitlenmesi gayreti, toplumsal güç dengesinin maliyetlerinin
dengenin mimarı toplumsal unsurlar dışındaki yığınlara yıkılması amacıyla herkesi eşit
biçimde kavrayan bir vergi sisteminin geçerli kılınması içindir: bedavacılığı ortadan
kaldırmak namına sistemik bir bedavacılığın hayata geçirilmesi. Dolayısıyla vergi
kaçırma, vergiden kaçınma, bedavacılık istisnai olmayıp kuraldırlar. Nitekim Türkiye’de
Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde seçmen çoğunluğunun vergi mükellefi olmadığı
teslim edilir; ne de genel vasıtasız bir vergi sistemi oluşturulabilmiştir ([4]: 171). Sonuç
olarak burjuva siyasal örgütlenişinin özgün temsil mekanizmasının yeniden üretilmesinin
hizmetinde bir bedavacılık tartışması yürütülmektedir. Bedavacılık sorunun üzerine
kurulu olduğu yapay gerilim ise seçmen-mükellef örtüşmesidir.
Kamu hizmetlerinin karşılanması için karşılıksız ve zorla alınan vergilerin (sürekli
borçlanamayacağına göre yahut mutlak tekel olmak zorunda kalacağı piyasanın bir aktörü
olamayacağına göre başka çaresi de yoktur devletin) gelir (kaynak) dağılımını –
aktörlerinin rızasıyla gerçekleştiği için adil kabul edilen- piyasa çözümünü bozucu yönde
etkilemesi bir başka meşruiyet sorununu doğurur: Gelir (kaynak) dağılımını bozmayacak
vergi var mıdır? Vergiler genelleştiği ölçüde gelir (kaynak) dağılımını bozucu etkilerinin
önüne geçilemez olur. Öte yandan spesifik vergiler salmanın da bir sınırı vardır, herkese
ayrı vergi uygulanamaz. Dolayısıyla belirli kısıtlar altındaki aktörlerinin açıklanmış
tercihlerini maksimum etkinlikle yerine getiren serbest piyasa mekanizmasıyla
gerçekleşen gelir (kaynak) dağılımını bozmayacak vergi yoktur. Bu analizin çözümsüzlük
üretmesinin nedeni herkesin halinden memnun olduğunu varsaymasıdır. Mevcut güç
ilişkilerinin içerdiği eşitsizlikler serbest piyasa düzeniyle muhafaza edileceğinden,
halinden memnun olanlar mevcut gelir (kaynak) dağılımının güçlerine güç kattığı
17
kesimlerdir. Sorunun piyasa gibi kör bir karar alıcı tarafından çözülmek istenmesi ise bir
kez daha toplumun sahip olduğu kaynakların adil dağıldığına yurttaşların ikna edilmesi
amacıyladır. Böylece yurttaş sonuca bakıp “Bu kimin hukukudur?” diye sorduğunda
alacağı yanıt hazırdır: herkesin ya da hiç kimsenin. Bu kurgu burjuva siyasal
egemenliğinin üzerinde yükseldiği ikinci körlüktür. Diğeri Roma mitolojisinin adalet
tanrıçası Justitia’nın yansız davranması için gözlerinin bağlanmasıyla ortaya çıkar.
Ancak yurttaşı hakkını aldığına ikna eden yansız (kör) piyasa mekanizmasının kör olması
arzulanır şey değildir, zira piyasada herkes önünü görmek ister. Bu nedenle her zaman en
iyi sonucu veren piyasanın görünmez eli metaforu, onun adilliğini ve etkinliğini ifade
etmek üzere kullanılır. Bütün mesele kişiyi ikbalini gerçekleştirecek araçlardan ayrı
koymamak, hareketlerinde serbest bırakmaktır. Bu serbesti ile açığa çıkacak rekabet,
herkesi yaptığı işten memnun edecek tanrısal görünmez elin tecessüm etmesidir. Bu
nedenle piyasanın işleyişine karışılmamalıdır. Ne var ki serbest piyasa aktörleri için
rekabet kaçınılmaz bir biçimde hayat memat meselesi halini alır, toplumu kurucu güç
dengesini tehlikeye sokacak denli. Devlet bu tablonun muarız unsuru değil, mimarıdır.
Rekabetin dengeyi bozduğu her durumda dengeyi yeniden kurar.
Rekabetin kurucu dengeyi aşındırması tehlikesi bir başka yapay gerilimi
gerektirmiştir: serbest piyasa ve düzenlenen piyasa arasındaki gerilim. Genel olarak
piyasanın devlet tarafından düzenlendiği savunulduğundan ilginç, belki de stratejik, bir
biçimde gerilim piyasa-devlet gerilimine tahvil edilmiştir: doğal eşitsizliklerin muhafaza
mekanizması olarak piyasaya karşı herkes için bir yapı olarak devlet. Hâlbuki devlet de
kurucu güç dengesiyle yapısallaşan eşitsizliklerin muhafazası için vardır. Gerçekte
mesele gelirin nasıl bölüşüldüğü noktasında düğümlenmektedir ve ne devletin ne de
piyasanın mevcut güç ilişkilerini egemenler aleyhine değiştirmesi vakıa değildir. Bununla
birlikte kimlerin kazançlarının vergilendirileceği, götürü vergiler alınıp alınmayacağı
benzeri konularda piyasa ekonomisi yanlısı ve karşıtı kurumlar arasında tartışmalar
yürütülür, ayrılıklar baş gösterir; tıpkı 1960-1970 döneminde Vergi Reform Komisyonu
ile DPT arasında gerçekleştiği üzere ([68]: 22).
Gerilimin unutulduğu da olur. Kamu müdahalesinin piyasanın etkinlik ve adalet aracı
olan rekabeti bozmadığı durumlar genel olarak kaynak dağılımının kurucu unsurlar lehine
değiştiği durumlardır. Örneğin Türkiye’de rekabetçi bir piyasa ekonomisinin militanca
hayata geçirilmeye çalışıldığı 1980 sonrasında vergileme gelir dağılımını bozucu yönde
etkili olmuştur ([94]: 11-12). Dönemin başında gelişmiş ekonomilere benzer biçimde
vergi dilimlerinin sayısı ve bu dilimlere uygulanan vergi oranları arttırılmış, ancak dönem
boyunca dilim sayısı sabit tutulup vergi oranları düşürülmüştür. Ayrıca 1985’te çoğu
kişinin gerçek bir reform olarak gördüğü katma değer vergisinin uygulanmaya başlaması
ile ([112]: 11) yurttaş, vergi gelirlerini garantilemek üzere, hakikaten mükellefe
eşitlenmiş oluyordu. Bütün kamu müdahaleleri piyasa güçlerinin geliştirilmesi, gelişmesi
içindir; her şey daha rekabetçi, dolayısıyla daha etkin bir ekonomi içindir. Örneğin dış
ticaretten alınan gümrük vergileri ve ticaret kotalarının önemli ölçüde düşürülmüş olması
Türk ekonomisini daha rekabetçi bir yapıya kavuşturarak etkinliğini artıracaktı ([65]:
192). Demek ki piyasa-devlet gerilimi eğilim değil, bir inşadır. Piyasa iddia edildiği üzere
kendini düzenleyememektedir, devletin sağlıklı işleyebilmesi için hazırladığı tertibat
içinde var olur.
Piyasa güçlerinin ikbali ve vergi salma zorunluluğu arasına sıkışmış kamu maliyesi
tali gerilimlerle karşı karşıya kalır. Bunların tümü, yurttaşları, teslim oldukları siyasal
18
egemenlik mekanizmasını sürekli onaylamaları için icat edilmiş piyasa-devlet geriliminin
saygın bir tarafı olmak şerefine nail kılan tartışmalardır ve şu sorudan türerler: Sağlıklı
bir piyasa mekanizması için devletin gelir düzeyi ne olmalıdır? Doğal olarak devletin
gelir düzeyi, bu düzeyin tutturulması için uygulanan vergiler, vergi sistemi, vergi yükü,
vb. birer tartışma başlığı olarak belirir, pek tabii devlet-piyasa gerilimi dâhilinde.
Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçişle Cumhuriyet döneminin en büyük vergi
reformunun aynı döneme denk gelmesi, mükellefin burjuva toplumunun siyasal
egemenlik mekanizmasının odağında olduğu düşüncemizi doğrular niteliktedir. Zira
1949’da kabul edilip 1950’de yürürlüğe sokulan reformla bütün sınıfları kapsayan bir
gelir vergisi uygulamasına geçilmiştir ([68]: 15); dolaysız ve herkesi kapsamaya dönük
bir vergi. Fakat reformla ne optimal hasıla sağlanabilmiş ne vergi yükü adil dağıtılmış ne
de iktisadi kalkınmaya dönük bir vergi sistemi oluşturulabilmiştir ([68]: 18). Bu
sonuncusu öteki iki sorunu açıklayıcı olması açısından özellikle önemlidir. Türkiye
burjuvazisinin tarihten devraldığına inandığımız talanla birikim karakterinin, en yalın
haliyle daha geniş ölçekte birikim olan kalkınmayı göz ardı etmesinde etkili olduğunu
düşünüyoruz. Kanaatimizce kalkınma için gerekli kurumsal çerçevenin oluşturulmasına
yetmeyen devlet geliri ve daha çok ücretler üzerine binen vergi yükü Türkiye
burjuvazisinin savurganlığı nedeniyledir. Bu nedenle hükümetlerce bir türlü
yükseltilemeyen vergi gelirleri kronik kamu açıkları sorununa neden olmakta ([111]: 23)
ve azgelişmişlik yeniden üretilmektedir. Gelir vergisi ile sağlanamayan gelir, kişilerin
gelirlerine bakılıp ne kadarının devlete verildiğinin tespit edilmesi nahoşluğunu ortadan
kaldıracak katma değer vergisi ile sağlanmaya çalışılmıştır. Nitekim gelişmekte olan
ülkelerin vergi gelirleri ağırlıklı olarak dolaylı vergilerden oluşur ([90]: 56). Alabildiğine
genel14 ve biçimsel bir eşitlik kabulünden hareketle uygulanan dolaylı vergiler güç
eşitsizliklerini sürekli kılıcı ve gizleyici niteliktedir. Kılıf hazırdır: büyüme ve etkinlik
([90]: 57). Piyasaya daha eşitlikçi bir müdahale olduğu için daha az bozucu nitelikte
olduğu düşünülerek tercih edilen dolaylı vergilerin düşük gelirliler aleyhine gelir
dağılımını bozduğu açıktır. Büyümenin ve bu yolda kullanılacak kaynakların heba
edilmemesi anlamında etkinliğin, gelir dağılımını birikimli olarak düzelteceğine olan
inanç durumu görmezden gelmeyi olanaklı kılıyor olsa gerek.
Dolaylı vergiler yoluyla kamu gelirlerini arttırmadan sonraki seçenek borçlanmadır.
Hem özerkleşme potansiyeli taşıyan merkezkaç güçlerin denetimi hem kendini besleyen
büyüme süreci hem de temelde uluslararası güç dengesinin gerektirdiği kalkınma modern
devletin egemenlik sorununu derinleştirir ve devlet büyür. Uluslararası arenada
burjuvazileri ile temsil edilen devletler vergiye ilişkin tercihlerini gelir dağılımını bu sınıf
lehine gerçekleşecek biçimde şekillendirip toplumsal alanda ciddi tahribatlar pahasına
çoğu kez vergili finansmanı tercih etmemektedirler ([109]: 550). Bununla birlikte
borçlanmanın da sınırı yok değildir. Bu kez kamu harcamaları maniple edilecektir.
Devletin, ülkesindeki nihai siyasi egemen olması onu, kendisinin de dayandığı kurucu
güç dengesinin, nihai sınırını oluşturduğu bir tasarruf yetkisi ile donatır. Bu yetki devleti
herhangi bir aktörden çok daha fazla elinde olmayanı harcama kapasitesine kavuşturur.
Dolayısıyla kamu harcamaları, gelir (kaynak) dağılımını kamu gelirlerinden daha büyük
14 Belirli gelir gruplarına özel dolaylı vergiler uygulanmasına şiddetle karşı çıkılır. Örneğin yakın geçmişte
Türkiye’de daha çok yüksek gelir grubundan yurttaşların satın alabileceği yüksek motor gücüne sahip
otomobillere yüksek oranlı trafik vergisi uygulanması düşünülmüş, bu grupların şiddetli itirazları
uygulamanın düşüncede kalmasına neden olmuştur.
19
çapta belirleme potansiyeline sahiptir ve bu potansiyel genellikle de açığa çıkar.
Harcamaların temel saikı devlet-toplum kompleksini mevcut dengeleri muhafaza ederek
sürekli kılmaktır. Devlet-toplum kompleksinin sürekli kılınması bir beden olarak devletin
muhafazasını sağlayacak harcamaların, birikimin daha geniş ölçekte yapılmasını
sağlayacak yatırım harcamalarının ve güç dengesini sarsacak çalkantıları engelleyecek
transfer harcamalarının yapılmasına bağlıdır.
Gelirin nasıl dağılacağı karar alıcıların kamu harcamaları tercihlerine bağlıdır; pek
tabii kurucu güç dengesi bu tercihlerin mutlak kısıtıdır ve harcama kompozisyonun
belirlediği kaynak dağılımı ekseriyetle güç dengesinin varsaydığı eşitsizliklerce
belirlenir. Birikimin sürekli genişleyen bir ölçekte gerçekleştiriliyor olması, toplumsal
yeniden üretim temelinde elbette bu yönde yapılacak müdahalenin birikim olmadan
yapamayacaklar lehinde olmasını gerektirir: Burjuvasız olamayacak burjuva toplumunda
bütün öncelikler burjuvalar hizmetine koşulacaktır. Vergi alınmayacaksa korporatist bir
zihniyetle işveren olarak kodlanan burjuvadan alınmaz, burjuvaya yapılacak
harcamalardan feragat edilemez, vs. Nitekim kronik kamu açıkları, vergilerin tüketim
tabanlı genelleştirilmesi ve toplam talep yönetiminin gerektirdiği talep harcamalarında
kesintilere gidilmesi gibi uygulamalarla çözülmekte ve ayrıca vergilendirilemeyen
rezervlerin vergilendirilmesi yerine borçlanmaya gidilmektedir. Bu çerçevede borçlanma
vergilendirilemeyen kesimlere kaynak transferi halini alır.
Bütçenin yıllık bir kanun olması nedeniyle Türkiye’de kaynak transferinin
yoğunlaştığı 1980 sonrasında harcamacı kapasitenin arttırılması için bütçe dışı fonlar
ihdas edilmiştir. Piyasanın genişletilip derinleştirilmeye, kamu kesiminin küçültülmeye
çalışıldığı bu dönemde bilakis kamu harcamaları arttırılmıştır. Devletlerin,
ekonomilerinin en büyük iktisadi aktörleri olmaları büyük oranda en büyük talep edici
olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan genişleyen ve derinleşen bir piyasa
savunusu, bu nispette genişleyen ve derinleşen bir devlet de gerektirir. 24 Ocak 1980’de
ilan edilen kararlarla dışa vurulan politika tercihleri kamu kesiminin küçültülmesi ve
piyasalara müdahalenin azaltılması yönünde olsa da verimsiz kamu işletmeleri ve sosyal
amaçlı harcamaların büyümesi nedeniyle artan kamu harcamaları ([67]:238), genişleme
ve derinleşme namına semirtilen piyasa unsurlarının büyük bir talep ediciye ihtiyaç
duymaları nedeniyledir. Derinleşen ve genişleyen piyasalar olarak kodlanan Türkiye
burjuvazisini ihya etme çabalarına kamu müdahalesi olarak itiraz edildiği vakıa değildir.
Bu bağlamda 1984’ten sonra vergi almak yerine borç almak kolaycılığına sapılmasının ve
piyasanın ihtiyaç duyduğu dinamik, büyük talep edicinin devlet tüzel kişiliğinin
parçalanmasına neden olarak kamu maliyesini yönetilemez kılan bütçe dışı fonlarla
sağlanmasının ([62]: 174) kamu müdahalesinden sayılmaması anlaşılırdır.
Bütçede transfer harcamaları kalemi altında yer alan ve dolaylı olarak faktör geliri
kabul edilebilecek faiz ödemeleri, devletle borç verenin ilişkiye geçtiği düzeyde üretken
olmayan bir iktisadi ilişki olarak gerçekleştiği için asalaklık telakki edilip hoş
görülmemek gerektir. Ancak 1980’den sonra sürekli ve önemli oranlarda artan faiz
ödemelerine kaynak (gelir) dağılımını bozduğu ([94]: 11-12) gerekçesiyle bile karşı
çıkılmamıştır. Devlet borçlanmasını ve finansal kurtarmaları kamu müdahalesi
saymamak gerek, zira kimse devlete zorla borç vermemektedir ve devlet müdahale
etmemekte kurtarmaktadır (!) Finansal iflasların maliyetleri “sosyalize edilmektedir”;
“Toplum tarafından ödenmektedir” gibi ifadeler yakışıksızdır. Zira herkesin kararlarını
özgürce verip sonuçlarına katlandığı özgür bir dünyada yaşıyoruz (?!) Aslında bu tür
20
çöküş maliyetlerini sosyal harcamalara sayabiliriz, lakin kurtarılanlar sosyal harcamaları
özgür dünyaya tehdit sayacak kadar bu tür harcamalara karşıdırlar.15 Gerçekte bu tür bir
dünyada arzulanan, teşvik edilen tek özgürlük biriktirmek ve daha fazla biriktirmek
özgürlüğüdür. Neredeyse tek başına sınırsız birikim özgürlüğü ile harekete geçirilen
modern toplum bu ediminde biriktirmenin en kestirme yolları ile koşullanır. Dolayısıyla
borçlanmanın pratikte kamu müdahalesi olarak görülmemesi, bir birikim mekanizması
olarak yatırımlara tercih edilmesi de keyfi değildir. Tıpkı 1987’den sonra Türkiye’de
kamu tasarruflarının arttırılması için kamu yatırımlarından vazgeçilmesinde olduğu gibi
([21]: 63). Kişi tüketmeyip yatırım yapmayacaksa neden tasarruf eder: borç ödemek için.
Gerek devletler gerekse toplumların egemenleri, mobilize edecek kitleler olmadan var
olamazlar. Bu zorunluluk hukuksal ifadesini sosyal devlet ilkesinin anayasalarda yer
almasında bulmuştur; pek tabii hukukun burjuva toplumlarındaki formel anlamı
dâhilinde. Nitekim Türkiye’de de sosyal devlet ilkesinin anayasalarla desteklenmesine
rağmen, uygulamada toplumsal gelişmeyi sağlayacak eğitim, sağlık, konut, beslenme,
spor ve kültür, vb. beşeri sermaye harcamalarının düşük seviyede kaldığı bir sosyal
sistem hâkim olmuştur ([27]: 60). Bu çok temel harcamaların seviyesi o denli düşüktür ki
çoğu kez burjuva ideallerinin gerçekleştirilmesini olanaklı kılacak hizmet kalitesi
tutturulamaz. Mühim olan toplumsal güç dengesini muhafaza edecek sınırsız birikim
motifidir. Mutlak önceliğe sahip bu motifle burjuva toplumun bütün biçimsel
gereklilikleri ihlal edilebilir. Kamu maliyesinde söz konusu biçimselliklerin hemen
ötesinde toplumsal güç dengesinin görünür hale geldiği bölüşüm belirir. Bu nedenle
piyasa kaynak dağılımının, ironik bir biçimde, burjuva ideallerini ihlal ettiği
şikâyetlerinin sonu gelmez. Türkiye’de de kamu finansman açıklarına rağmen KİT’lerin
arpalık olarak kullanılmasından, seçim ekonomisi ve yatırımlarının bütün hızıyla devam
ettirilmesinden, başarısız şirketlerin devlet kaynaklarıyla kurtarılmasından, destekleme
fiyat politikalarının uygulanmasından ve kaynak kullanımında savurganlıklardan,
yolsuzluklardan ve rüşvetten ([99]: 387) ve konjonktürün belirleyeceği daha başka
ihlallerden şikâyetler sürecektir, tasarruf sahiplerinin en büyüğünün bölüştürme
zorunluluğu devam ettikçe.
Kaynak dağılımı mekanizması devletin gelir-harcama etkinliği tarafından teşkil
edilmekle beraber bir yandan onu önceler, bir yandan da kişi ve kurumların iktisadi
davranışlarına getirdiği kısıtlamalarla onu aşar. Onun devletin gelir-harcama etkinliğini
aşan bu karakteri iki temel nedenledir. İlk olarak devletin gelir-harcama etkinliğinden
alelade mübadeleyi, mülk devrini anlamamak gerektir, devlet nihai siyasi egemendir ve
bu onun her türlü etkinliğinde belirleyicidir. Bağlantılı olarak söz konusu mekanizma
toplumsal varoluşu koşullayan güç dengesine tabidir. Örneğin asgari ücreti belirlemekle
devlet iktisadi etkinlik alanının dışına taşar ve bunu mutlak egemen olması sayesinde
yapar. Bu durum ne yönde olursa olsun tüm kamu müdahalelerinin kaynak dağılımını, en
azından gerçekleşeceği çerçeveyi, belirleyeceği anlamına gelir ki bu, müdahale karşıtı
görüşleri boşa çıkarmaktadır, zira devlet sadece yönetmek amacıyla iktidar boşlukları
bırakır. Nitekim 1980’ler sonrasının yoğun müdahale karşıtlığının ifadesi olan liberal
muhafazakâr iktisat politikaları, geliri yeniden dağıtıcı müdahalelerin azaltılması amacını
15 ABD’nin karizmasıyla dünya halklarını dünyada iyilik namına yaşanan zilleti ortadan kaldıracağı
hususunda umutlandırmış başkanı Barack Obama’nın yurttaşların tümünü kapsayacak bir genel sağlık
sigortasını yasalaştırması sürecinde komünist ilan edilmesi hatırlansın: Karizmanın sınırlarına kısa
zamanda varılmıştır.
21
güderken ironik bir biçimde üst gelir gruplarının vergi yükünün düşürülmesi, gelir ve
servet dağılımındaki eşitsizliklerin artırılmasına yönelik olmuştur ([97]: 149). Müdahale
karşıtlığının bu denli ele yüze bulaşmış olması, kaynak dağılımı sorununun daha ikna
edici, “güçlü” bir gerilime dayandırılmasını zorunlu kılmıştır. Toplumun ikna edilmesi
gereken husus, herkesin toplum kaynaklarından hak ettiğini aldığıdır. Kimin ne hak
ettiğine toplumun bölüşüm hukuku ile karar verilecektir. Sorun bu hukukun nasıl
oluştuğudur. Bize göre bu hukuk toplumu kurucu güç dengesi temelinde oluşur. Bununla
birlikte bu dengenin görünüşleri olan siyasal egemenlikler kendilerini sürekli kılmak için
dayandıkları dengeyi gizlemek zorundadırlar. Kapitalist toplumlarda siyasal egemenlik
aygıtının en önemli parçalarından olan kaynak dağılımı mekanizması, bu tür bir
gizlemeye de en çok gerek duyanlardandır. Kapitalist toplumsal yeniden üretimin var
edici motifi olan sınırsız birikimin maddi olarak belirlediği ilerleme ideolojisi söz konusu
gizlemenin de başat aracı olmuştur.
Toplumlar ilerlerler ve toplum kesimleri bu ilerlemeden toplumların doğal
varoluşlarının serbest piyasa mekanizmasında ifade bulan kendiliğinden adaletiyle
belirlenen ölçüde faydalanırlar. İlerlemeden beklenen, doğal adaletin (eşitsizliklerin)
toplumsal refahı arttıracak yönde iyileştirilmesidir; bu şartla hakiki bir ilerlemeden
bahsedilebilir. Ancak başlangıç koşullarının yarattığı yapısallıklar fayda maksimize eden
bireylerin etkinlik ilkesi çerçevesinde davranmasını gerektirir ki müdahale olmaksızın
yahut etkinlik amacından feragat edilmeksizin ilerlemenin vaat ettiği iyileşmenin
sağlanması mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla kapitalist sınırsız birikimin mecbur
ettiği ilerleme ideolojisi yine bir meşrulaştırıcı olarak iş görecek olan etkinlik-eşitlik
gerilimini gerektirmiş olur. Bu yolla toplum, varoluşunun dayattığı kendiliğinden adalete
razı edilir.16 Pek tabii toplumların gelişme düzeyleri bu gerilimi karakterize eder.
Demokratik süreçlerin ve sosyal hukuk devleti anlayışının egemen olduğunun iddia
edildiği gelişmiş ülkeler, rekabetçi yapılara ve ileri teknolojilere de sahip olduklarından,
sosyal refah taleplerini karşılamak üzere etkinlikten bir ölçüde fedakârlık ederek eşitlik
ilkesi çerçevesinde hareket edebilmektedirler örneğin. Öte yandan, azgelişmiş ülkeler
büyüme ve istihdam hedefleri doğrultusunda, maliye politikalarında eşitlikten ziyade
etkinlik ilkesi ile hareket etmek zorundadırlar ([90]: 58). İlerlemenin ne olduğu bir yana,
ilerlemenin başka yolu yok mudur düşüncesine sevk eden argümanlar…
Analiz çerçevesine birikim ve bölüşümün hem tekil ekonomiler hem de ekonomiler
arası ilişkiler açısından dâhil edilmemesi, ilerlemenin etkinlik-eşitlik gerilimini neden
çözemediği sorusuna dikkate değer yanıtlar verilmesini engeller. Bu kavramların ifade
ettiği etkinliklerin esaslı bir gerilim oluşturmaları toplumu kurucu güç dengesini
kavramaları ölçüsündedir: çoğunlukla sınıf kavgası marifetiyle. Mevcut dengenin
sürdürülmesi, birikim (etkinlik) amacının bölüşüm (eşitlik) kaygısının önüne geçmesini
gerektirir. Türkiye’de dört başı mamur bir piyasa toplumu kurmanın prelüdü olan 1980’li
yılların öncesinde de sonrasında da sosyal gelişmenin ve buna yönelik sosyal
harcamaların, ekonomik gelişme ve istikrar amaçlarının gerisinde kaldığı tespiti bu
çerçevede değerlendirilebilir ([27]: 66 ve 68); 1980’den sonra Türkiye’de yatırımların
hızlandırılması, sermayenin tabana yaygınlaştırılması, döviz girişi sağlanması,
işletmelerin mali bünyelerinin güçlendirilmesi, bölgeler arası kalkınmışlık farklarının
giderilmesi gibi ekonomik nedenler ve dar ve sabit gelirlilerin korunması gibi sosyal
16 Piyasa toplumları olarak kodlanan kapitalist toplumların hemen her zaman sosyal hukuk devleti
anlayışını benimsemeleri bu çerçevede anlaşılır olmaktadır.
22
nedenlerle vergi gelirlerinden vazgeçilmesi ([95]: 45) de öyle. Ekonomik amaçların
(birikim-etkinlik) sosyal amaçlara (bölüşüm-eşitlik) tercih edildiği, dillere dolanan gemi
metaforundan da anlaşılırdır: Aman gemi batmasın! Kriz dönemlerinde gemi masalı
radikalleştirilir; safra atılması gerektiği söylenir, ama doğrudan da söylenemez bu. İşte bu
noktada devlet kullanışlı ideolojik bir araca dönüşür. Devletin küçültülmesi gerektiği
iddiası, ilerleme yahut birikim ideolojisi çerçevesinde etkinlik amacının eşitlik amacının
önüne geçmesi gerektiği iddiasının ikna edici bir biçimde formüle edilmesidir. 1970’lerin
sistemik krizinin neden ve çözümleri, fikrimizi doğrular niteliktedir: Devletin aşırı
büyümesi kaynak dağılımının etkin işlemesini engeller niteliktedir, devlet harcamalarının
frenlenmesi ile bütçe açıkları önlenmeli, faiz hadleri yükseltilerek özel yatırımların
artmasını engelleyen devlet borçları düşürülmeli, kaynak dağılımını etkinsiz kıldığından
devlet ekonomik hayata müdahaleyi bırakmalıdır ([97]: 148).
Türkiye’de de başka ülkelerde de güç dengesinin belirlediği bölüşüm hukuku ile
etkileşimli bir ilişki içinde olan birikim rejiminin gerektirdiği dağılım mekanizması
etkinlik-eşitlik denkliğinin asıl belirleyicisidir. Türkiye’de dağılımın peyderpey piyasanın
kendiliğinden adaletine teslim edildiği 1980 sonrasında uygulanan maliye politikalarının
genellikle gelir dağılımının ihracata yönelik üretim yapan firmalarla ihracatçı şirketler
lehine değişmesine yol açmış olması, gerek ihracata gerekse yatırımlara verilen teşvikler
nedeniyle kurumlar vergisinin vergi gelirleri içindeki payının sürekli gerilemiş olması,
1985’te KDV’nin yürürlüğe girmesiyle dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payının
ve gelir vergisinin büyük bir kısmını ödeyen ücretliler üzerindeki vergi yükünün daha da
artmış olması ve siyasal iktidarların kamu gelirlerini arttırmada çok becerikli olamamaları
nedeniyle iç ve dış borçlanmanın hızla artmış olmasından ([112]: 18) da anlaşılacağı
üzere aslolan birikim (etkinlik) amacıdır. Örneğin yine 1980’den sonra önemli bir maliye
politikası (harcama) aracı olan kamu çalışanlarının ücretleri hem iç talebi belirleyiciliği
hem de özel sektör ücretlerine gösterge oluşturması nedeniyle birikim rejimi gereği
baskılanmış ([112]: 10), sosyal gelişmeyi sağlamaktan uzak istihdam politikaları deseni
([27]: 64) muhafaza edilmiştir. Önce birikim! Dinamik birikim sürecinin gerektirdiği
hukuksal düzenlemeler ve ihlaller hızla hayata geçirilmiş, kamu maliyesi birikim amacına
koşulmuş bir rant transferi aracı halini almıştır. Türkiye’de bu durumu 1980 sonrası
birçok düzenlemenin kanun hükmünde kararnamelerle uygulanmasından çıkarsamak
mümkündür ([103]: 49).
Maliye disiplinin kamu maliyesi çalışma alanının sınırları kaynak dağılımı (gerçekte
bölüşüm) sorunu çerçevesinde belirlenir. Onun toplumu kurucu güç dengesini
meşrulaştırma ödevi, baskın olarak iradi (siyasi) olan inceleme nesnesini kendiliğinden
(doğal) süreçler olarak takdim edecek yapay gerilimlere başvurmasını zorunlu kılmıştır.
Bu gerilimlerin inşası doğal olarak daha detaylı bir belirlenme sorununa kapı aralamıştır.
Devletin mali açıdan temsil ettiği kamunun kim olduğu (yurttaş-mükellef gerilimi ve
devlet-toplum (kamu) gerilimi) ve nasıl hareket ettiği (piyasa-devlet gerilimi ve etkinlikeşitlik gerilimi) kamu maliyesi alanını belirleyen yapay gerilimleri olanaklı kılan sorular
olmuştur.
23
2.2. Maliye Politikasının Kuramsal Gerilimleri: Birikim ya da Sürdürülebilir Mali
Kriz Eksenli Toplumsal Yeniden Üretim
İktisat disiplininden devşirildiği izlenimi verse de maliye disiplinindeki kamu maliyesimaliye politikası ayrışmasının işlevselliği nedeniyle özgünlüğüne daha önce dikkat
çekmiştik. Bununla birlikte disiplin içinde baskın hale gelen Anglo-Amerikan yaklaşımla,
bu ayrışmada iktisattaki mikro-makro işbölümünün taklit edildiğine tanıklık edilmektedir.
Buna göre mikroiktisat temelde bilim adına belirli bir dünya görüşünün analitik bir
çerçeveye kavuşturulması, böylelikle elde edilen kavramsal çerçevenin toplumsal
yeniden üretimi belirleyen politika kararlarının alındığı düzey olan makroiktisadın
hizmetine sunulması vazifesini ifa eder. Toplumsal yeniden üretim düzeyinde alınan
politika kararlarının analitik çerçevesini oluştursa da mikroiktisat iddialarını
gerçekleştirmek (göreli fiyatların belirlenmesi sorununun çözümü) açısından işlevsel
değildir. Aynı durum kamu maliyesi-maliye politikası ilişkisi için de geçerlidir. Maliye
politikasının ihtiyaç duyduğu analitik çerçevenin üretilmesi dışında somut bir sorunu
çözüme kavuşturmak babından kamu maliyesinin tözsel bir anlamının olduğu
söylenemez, yani toplumsal yeniden üretim dâhilindeki sorunları çözmek iddiasında
değildir; bunun yerine göreli olarak iradi olan devleti kavramsal düzeyde belirler. Maliye
politikası ise devletin toplumsal yeniden üretim çerçevesindeki iktisadi belirlenimini
konu edinir: kurmaca bir serbestlik içinde devinen iktisadi aktörlerden biri olan devletin
denetlenemez iktisadi davranışlar bütünündeki eylem ve ilişkilerinin idrak edilmesi.
İçinde bulunduğu dünyaya bir amaçla yönelmek zorunda olan her eyleyici gibi devlet
de bir amaca sahiptir. Siyasal egemenliğin bir gereği olarak kamusal olanın devletle bir
tutulması, devletin iktisadi faaliyetlerinin salt iktisadi amaçları aşmasına neden olur,
devlet iktisadi faaliyetleri ile ne olduğu net bir biçimde bilinemeyen sosyal amaçlara da
yönelir. Yani devlet iktisadi ve sosyal amaçlarla vergileme ve harcama kararlarında
değişikliklere gittiğinde maliye politikası kararları almış olur ([72]: 39; [94]: 3). Bu
belirlemelerin netleştiremediği, büyük ihtimalle de netleştirmek istemediği husus sosyal
olanın ne olduğudur. Eksik kalan husus ise devletin eylemlerinin gelir toplama ve
harcama yapma ile sınırlandırılmasıdır. Öncelikle devletin umursadığı sosyal, birbirlerini
gerektiren toplumsal yeniden üretimi ve toplumsal güç dengesini sürekli kılacak her
şeydir. Dolayısıyla yurttaşın kendini yeniden üretebilmesini mümkün kılacak gelire sahip
olmasını sağlayacak bir iş sosyal olanca çerçevelenmeyebilir, ancak kitlesel ücretin asgari
düzeyde tutulabilmesi için gerekli olan yedek işçi ordusunun devlet yardımları ile
asgarinin altında geçindirilmesi pekâlâ sosyale dâhil edilebilir. Sosyal kavramının
muğlâklığı toplumu güç dengesini muhafaza ederek idare etmenin gerektirdiği boşlukları
(tanımlanmamış alanları) temin eder. İkincisi, devletin temel eylemlerinden biri de
toplumun siyasal devinme şartlarını belirlemesi, kanun yapmasıdır. Devlet, maliye
politikası alanında gelir toplama ve harcama yapmanın ötesine istisnai kanun yapma
vasfıyla geçer. Öteki aktörlerle birlikte içinde devindikleri (kanun tarafından kurulan)
oyun sahnesini yeniden düzenleme kapasitesine sahip yegâne aktördür devlet. Bir adım
ötede “Kanunlar hangi saiklarla yapılır?” sorusu hâsıl olur: toplumu kurucu güç
dengesinin selameti ve bir beden olarak devletin içinde devindiği dünyanın karakterinin
tayin edilmesi.
Kapitalizm dünya çapında etkin bir siyasal iktisadi rejimdir. Bu açıdan modern
dönemde burjuvazi genel olarak hem tekil devletlerin hem de uluslararası sistemin kanun
24
koyucusu olmuştur. Toplumların oyun sahnesi de genel olarak onun menfaatlerine göre
dekore edilmiştir. Buradan burjuvazi sahnede rahat hareket etsin diye icat edilen serbest
piyasa dizaynı türemiştir. Sözüm ona devlet ve piyasa arasında bir egemenlik kavgası
vardır. Bunun hakiki bir kavga olmadığını, oyunu hayat memat meselesi haline getirip
sahneyi tahrip eden burjuvaların, böylelikle ortaya çıkan krizlerde kimi kez kuyruklarını
bacaklarının arasına sıkıştırıp kimi kez de tehditkâr hırlamalarla tiyatro müdüründen yeni
bir dekor istemelerinden anlayabiliyoruz. Yeni dekor genellikle bu yaramazların
birbirlerine ve başkalarına zarar vermemeleri için serbest hareket edemeyecekleri bir
biçimde inşa edilir. Bu arada kavgalar yaşanır, eski güzel günlere özlemle sınırlamaların,
müdahalelerin yanlış olduğu iddia edilir, devletin müdahil olmaması istenir. Bu tür bir
yeniden düzenleme dönemi olan II. Dünya Savaşı’ndan sonraki iki önemli tartışma
konusunu, maliye politikasının gerekli olup olmadığı ve maliye politikasının etkinliği
sorunlarını, bu çerçevede düşünmek gerekir ([94]: 6-7): Dekorun yeniden
düzenlenmesinin, iktisadi oyunun yeni kurallarının kendilerini sermaye birikimiyle
gerçekleştiren burjuvaları nasıl etkileyeceği sorunu. Zira maliye politikasının amaçları
sahnenin iyiden iyiye yeniden düzenlenmesine imkân vermektedir: tam istihdamı, fiyat
istikrarını, üretim artışını ve sürdürülebilir büyümeyi sağlamak, ödemeler dengesini,
faktör ve gelir dağılımını iyileştirmek, kamusal gereksinimleri karşılamak, sektörel ve
bölgesel öncelikleri belirlemek, tüketim alışkanlıklarını değiştirmek, temel mallar arzını
güvence altına almak, nüfus artışını ve yapısını kontrol altına almak ([112]: 7). Maliye
politikasının devletin nüfuz ettiği her alanda bir dengeye kavuşturma görevi olduğu
görülmektedir: devletin toplumu sürekli kılmak için kararlı kılması zorunluluğu. Sorun
alınan istikrar önlemlerinin kimin ikbaline hizmet ettiğidir.
Maliye politikasının amaçlarından esas motifin sermaye birikim sürecinin sürekli
kılınması olduğu anlaşılmaktadır, sermayeyi ise burjuvalar biriktirir. Toplumun sermaye
birikim amacına koşulmuş bir araca dönüştürüldüğünü, toplumsal varoluş için zorunlu
kabul edilen iktisadi istikrarın fiyatlar genel seviyesinin nispi kararlılığı (sürekli düşük
enflasyon), dış ödemeler dengesinin kronik açık ya da fazla vermemesi ve işsizlik ve
nüfus artışını emebilecek bir iktisadi büyüme oranının tutturulması olarak
kavranmasından ([51]: 11) çıkarsamak mümkündür. Bu çerçevedeki bütün istikrar
tedbirleri sermayenin değersizleşme sorunu ile karşılaşmamasını temin etmek üzeredir.
Böylece istikrar-büyüme gerilimini maliye politikası alanının başat yapay gerilimi olarak
tespit ediyoruz.
Bir serbest rekabet rejiminde sermaye birikimi merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi
gösterir; sermaye gittikçe daha az elde ve daha büyük boyutlarda birikir. Bu durum ironik
bir biçimde serbest rekabeti ve bu yolla gerçekleşen iktisadi etkinliği ortadan kaldırır.
Yani serbest rekabet, rakiplerin güçlerini dengede tutacak kadir-i mutlak bir üçüncü güç
olmazsa istisnai bir durumdur. Böylelikle toplumsal yeniden üretimi sürekli kılacak
sermaye birikimini sağlamak amacının son kerteyi teşkil ettiği bir istikrar-büyüme
gerilimi vukuu bulur. Öte yandan devletin ekonominin en büyük iktisadi aktörü olması
sermaye birikiminin başat belirleyicisi olmasına neden olur, bu çoğu kez iktisadi
istikrarsızlık anlamına gelen kamu açıkları marifetiyle olur. Bu nedenlerle sermaye
birikiminin hız kazanmasıyla iktisadi istikrar arasında bir ödünleşme vardır. Örneğin
Türkiye ekonomisinde GSYİH’deki gelişmeler büyük ölçüde kamu harcamalarından
etkilenmektedir. Bu nedenle büyüme ve istikrar arasında seçim yapmak zorunda kalan
25
iktidarların tercihi, genellikle büyüme (birikim) yönünde olmaktadır ([113]: 167).
Büyüme yansız bir kavram değildir; büyüyen nihai olarak sermayedir.
Büyüme, gelişme yahut kalkınma kavramlarının kendisi yerine kullanılmasını zorunlu
kılacak kadar yanlı bir kavramdır. Büyüyen gelirdir, gelir yatırım yapmak suretiyle
büyütülür, yatırılan ise sermayedir. Yani büyümeden sermayenin genişleyen yeniden
üretimini anlamak gerekmektedir; kendilerini her seferinde daha geniş bir ölçekte
yeniden üretenler burjuvalardır. Gelirin büyümesine koşut bir biçimde büyüyen şiddet,
suç, mülksüzleştirmeyi de büyümeden saymak lazım gelir; ancak sınırsız sermaye
birikimine gerekçe kılınan ilerleme ideolojisi bu olumsuzlukların görmezden gelinmesini
gerektirir. Gelirin büyümesini kalkınma için başat gösterge kabul etmek bir “hayli”
iyimser bir anlayışın eseridir. Buna göre her bir faktör sahibi üretime yaptığı marjinal
katkı oranında artan gelirden pay alacaktır ve gelir arttıkça toplumsal refah artacaktır. Bu
anlayış burjuvazinin suyun başını tuttuğunu ve sermaye birikim sürecinin yıkıcı ve güç
temerküzüne dayanan doğasını görmezden gelir. Sınırsız sermaye birikimi eşitsizlikler
yaratma ve eşitsizlikleri derinleştirme eğilimine sahiptir; her sermaye büyümek, doğal
olarak ötekilere baskın gelmek zorundadır. Yani her seferinde genişleyen bir ölçekte
yeniden üretilen sadece sermaye değil onun yarattığı eşitsizlikler, hiyerarşiler,
tabiyetlerdir.
Sermayelerin dünya tarihi içindeki tecessümü iki biçimde mümkün olabilmiştir. İçinde
büyüyüp, yeniden üretimini belirler hale geldikleri toplumların siyasal özlerinde
belirleyici olmaları ulusu siyasal belirlenme biçimi kılmalarıyla olmuştur. Doğal olarak
kapitalizmin yükselişi ulusların ve uluslararası sistemin yükselişi olmuştur: ulusal ve
ulusaşırı sermayelerin yükselişi. Küreselleşme addedilen dönemlerde sermayeler çok
daha ulusaşırı bir karakter kazanmışlarsa da genel olarak ulus içinde tekil sermayeler
olarak, uluslararası sistemde ulusal sermayeler olarak birbirlerine rakip olmuşlardır.
Sınırsız sermaye birikimi pek tabii uluslararası düzeyde de eşitsizlikler, hiyerarşiler,
tabiyetler yaratmıştır. Kalkınma bu çerçevede sermaye birikiminin dayandığı mutlak
eşitsizliğin uluslararası düzeyde yapısallaşmasının üzerini örtmek için kullanılan kavram
olmuştur. Uluslar büyümekte, ancak hiyerarşiler, tabiyetler ortadan kalkmamaktadır;
belki de gelirler yeterince artmamıştır(!) Öyle de olsa hiyerarşiler hep olacaktır:
gelişmişler, azgelişmişler, gelişmekte olanlar,17 Kuzey, Güney, sanayileşmiş,
geleneksel…
Uluslararası hiyerarşinin blokları arasındaki ilişkiler de sermayenin kendini genişleyen
ölçeklerde sürekli olarak yeniden üretmesi amacı çerçevesinde belirlenir. Doğal adalete
sayılmak gereken başlangıç koşullarının fenalığı azgelişmişliğin yeniden üretilmesinin
hesabının uluslararası sisteme sorulamayacağını garanti eder. Hatta sistem,
azgelişmişlikten kaynaklı tasarruf, dolayısıyla yatırım yetersizliğini ([71]: 31-32)
giderecek ve kalkınmanın önünü açacak dış kaynak ihtiyacını karşılama niteliğine,
azgelişmişlikten sorumlu olmadığı gibi onu ortadan kaldırma erdemine sahiptir. Gerçekte
vukuu bulan ise, kısa zamanda ulusal ölçekte sermaye birikiminin sınırlarına varılmasıyla
sınırsız sermaye birikiminin uluslararası ölçeğe taşması ve sermaye birikim sürecinin
doğal gerekleri olan eşitsizlik, hiyerarşi ve tabiyetlerin uluslararası ölçekte üretilmeye
başlamasıdır: kapitalizmin dünyayı istilası. Azgelişmiş ülkeler için pek fazla seçenek
yoktur, başlarına geleni çekeceklerdir. Bunu, sanayileşmiş ülkelerle aralarındaki
17 Trajikomik bir adlandırma, zira sanki gelişmiş olanlara gelişme yasak edilmiştir; bir gün bunların da
gelişeceği umudunu diri tutmak üzere icat edilmiş bir kavram.
26
gelişmişlik farkını kapatmak, ekonomilerine dinamizm kazandırmak ve kapital birikimi
darboğazından çıkmak için dış yardım ve krediler kullanmak zorunda kalmalarından da
anlamak mümkündür. Bununla birlikte, ya bu kaynakların akılcı bir biçimde
kullanılmaması ya da dünya iktisadi konjonktürü ([71]: 31) kendilerini azgelişmişlikten
kurtarmaya yetecek sermayeyi biriktirememelerine neden olmuştur. Burada asıl sorun
uluslararası sistemin hiyerarşiyi siyasal olarak da yeniden üretmesidir. Yoksa, azgelişmiş
ülkelerin kendileri için hayat memat meselesi olan bir sorunun çözümünde akıl dışı
davranmalarını istisna kabul etmek gerektir. Bu yapısal kısıtlarla, azgelişmiş ülkeler kimi
kez şiddetlenmekle birlikte hemen her zaman bölüşüm göstergelerinin sürdürülemezliği,
bütünleşen bir dünya piyasasının gerektirdiği birikimin sağlanamaması, fiyatlardaki ve
büyümedeki istikrarsızlığın giderilmesi sorunlarıyla karşı karşıya olmuşlardır ([79]: 20).
Sorunların yapısal olması, yapısal çözümler gerektirmiştir: uluslararası sistemin yeniden
üretimini temin edecek kurumsal düzenlemeler.
Sermayenin dünya ölçeğinde kendini yeniden üretmesinin sınırsız faydalarına
azgelişmiş ülkelerin ikna edilmesi için içeriklendirilen kalkınma kavramı Uluslararası
Para Fonu (IMF18) ve Dünya Bankası (DB) tarafından sürekli kılınmıştır. Bu kurumlar
doğal olarak sağlıklı işleyen bir uluslararası sistemden çoğu zaman sorunsuz sermaye
birikimini anlamıştır. Azgelişmişlik kendilerini sermaye birikimi süreçlerine zarar verdiği
ölçüde ilgilendirmiştir. Sorun bu düzeyde de kalkınma kavramı ardına gizlenmiş bölüşüm
sorunudur: Hem IMF hem de Dünya Bankası içersinde oyların yarısından fazlasına sahip
olan ABD ve Batı Avrupalı müttefikleri Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne çok taraflı resmi fon
akımlarını sistemli bir şekilde azaltma politikası izlemiş ve zengin Kuzey ile fakir Güney
arasındaki gelişmişlik farkının çözümünü piyasa güçlerine bırakmayı tercih etmişlerdir
([71]: 37). Piyasalar ya da piyasa güçleri, sermaye birikim sürecinin aktörlerinin ardına
gizlendikleri kalkan kavramlardır. IMF ve DB daha çok dış kredi ve yardım
mekanizmasıyla azgelişmiş ülkeleri uluslararası piyasaların/piyasa güçlerinin hizmetine
koşmak için onları omuzlayamayacakları yüklerin altına sokacak anlaşmaları hayata
geçirme vazifesini ifa etmişlerdir. IMF’ye borçların artması, kurumun ekonomik yapıları
belirleme ve yönlendirmesi yönündeki denetimlerini hem sıklaştırmasına hem de bunların
daha köşeli hale gelmesine neden olmaktadır. Diğer yandan IMF ile anlaşma yapan ve
kredi kullanan ülkelerin tümü birden dış borç sarmalına düşmüşlerdir; bunun nedeni
kurumun bunlara hareketli faizler ve yükümlülüklerini yerine getiremeyen ülkelere özel
şartlar uygulamasıdır ([102]: 169 ve 171). Yani IMF reçeteleriyle hem ekonomik
kalkınmayı gerçekleştirmek hem de dış borçlardan kurtulmak mümkün olmamıştır ([71]:
51). Zaten dert ne kalkınma ne de dış borçların tasfiyesidir. Sermayenin değersizleşmesi
sorununun bir çözümü de finansal sektörün genişletilmesidir. IMF ve DB, 1970’ler
krizinin bir çözümü olarak ortaya çıkan finansal genişlemeyi Üçüncü Dünya’ya teşmil
etme görevini de ifa etmiştir. IMF 1980’lerde kimi azgelişmiş ülkede sermaye birikiminin
ihtiyaçları doğrultusunda serbestleştirmeler gerçekleştirilmesini sağlamış; böylelikle
finansal fonların hareket alanı genişletilmiş ve bunların yüksek rantabiliteye ulaşmaları
kolaylaştırılmıştır ([93]: 91-92). Maliye politikaları tüm bu sistemik çerçevede hayat
bulmuş; buna uygun kalkınma stratejileri ve entegrasyon politikaları izlenmiştir.
Toplumsal bir varlık olarak insanın kendini gerçekleştirmesine giden ana yol olarak
insan özgürleşmesini amaçlamasını beklemediğimiz kalkınma, açıkça sermaye birikimi
18 Türkçe’deki kısaltması UPF iken yaygın olarak İngilizce kısaltmasının (IMF) kullanılması bizleri
İngilizce kısaltmayı kullanmaya sevk etmiştir.
27
amacına yöneliktir. Bunu, etkin bir kalkınma stratejisinin koşulunun bağımsız para ve
maliye politikası olarak tespit edilmesinden çıkarsamak da mümkündür: Merkez
bankaları bağımsız para politikaları izlemeli, devlet bütçeleri ise borç yönetimi bütçeleri
olmaktan kurtarılarak yatırım bütçelerine dönüştürülmelidir; böylelikle devlet birikim ve
bölüşüm süreçlerini düzenleyebilecektir ([47]: 486). Sonuca götürecek bir kalkınma
stratejisinin sınırının bağımsızlık olarak tespit edilmesi, kalkınmanın uluslararası
bağımlılık ilişkileri içinde olanaklı olduğunun delilidir. Doğal olarak uluslararası
bağımlılık ilişkilerinin gerektirdiği politika kararları alınmakta, ekonomiler birbirini takip
eden düzenleme ve serbestleştirme devreleri deneyimlemektedir. Serbestleştirilen yahut
düzenlenen malların, üretim faktörlerinin ve paranın hareketleridir ve bütün bunlar
sermayenin genişleyen üretimine koşuldukları sürece en gelişkin formlarını sermayede
bulurlar. Dolayısıyla serbestleştirilen yahut düzenlenen sermayenin hareketleridir
esasında.
Maddi sınırlılıklar nedeniyle sürekli büyüme eğiliminin üretkenliğinden aşındırdığı
üretken sermaye bir ödeme sorunuyla karşılaşılmadıkça içinde devinebileceği yapıntı
(dizayn edilmiş) dünyalara (borsalar, türev piyasalar) aktarılmak suretiyle finansal
sermayeye dönüşür. Üretken sermayenin son büyük krizi hem serbestleştirme hem de
finansallaşma ile çözülmeye çalışılmıştır. İlk uluslararasılaşan gelişmiş ülke
sermayesidir; ihraç malı olarak yahut doğrudan yatırım olarak. Azgelişmiş ülkelerin
kalkınmasının uluslararası sistemi ilgilendiren bir sorun haline gelmesi, gelişmiş ülkelerin
dünyayı istilasının bir karşılığının olması zorunluluğu nedeniyledir: Sermayelerinin
yayıldığı coğrafyaların sermayelerini değerli kılacak kadar değer üretmesi zorunludur; bu
değer üretilemiyorsa gelişmiş ülkelerden borç alınabilirdi. Kaldı ki borçlanmanın
gerçekte kalkınma amacına yönelik olması pek rastlanan bir durum da değildir.
1970’lerde görünürde azgelişmiş ülkelerin büyüme hızlarını sürdürmeleri amacıyla bu
ülkelere özellikle çokuluslu özel bankalar aracılığıyla sağlanan düşük faizli ödünçler,
gerçekte bu ülkelerin gelişmiş ülke mallarına yönelik taleplerini korumalarını sağlamak
amacıyladır örneğin ([107]: 53).
Mühim olan büyümedir, yani birikim. Bu açıdan 1980 dönüşümü pek çoğunun iddia
ettiği üzere yapısal bir dönüşüme tekabül etmemektedir. Bu dönemde uygulanan istikrar
politikaları kelimenin bilindik manasında kalkınmayı değil, ekonomik büyümeyi
(sermaye birikimini) sürekli kılmak içindir ([46]: 197). Kanaatimizce bu tür yapısal bir
değişim, toplumu kurucu ahlakta bir değişimle, yeni bir anlaşmayla söz konusu olabilirdi.
Bunun yerine her türlü amacın üzerinde olan uluslararası kapitalist sistemin selameti için
birikim, çoğu azgelişmiş ülke için çelişkiler içeren kalkınma stratejilerine neden
olmuştur. Uluslararası birikim rejiminin doğurduğu sanayileşme ihtiyacının petrol krizleri
nedeniyle yarattığı finansman sorunu, azgelişmiş ülkeleri düşük reel faiz oranları
yüzünden dış borçlanmaya sevk etmiştir. Azgelişmiş ülkelere borçlanma kanalı, ABD ve
Avrupa mali piyasaları arasında gelişen bağlarla temayüz eden Euro-dolar piyasalarının
ortaya çıkması, ABD ve Avrupa mali piyasaları arasındaki arbitraj farkının ortadan
kalkması, petrol üreticisi ülkelerin artan gelirlerinin mali piyasalara dâhil olması (ancak
likidite patlamasında bu unsurun etkisi sınırlıdır) ve çokuluslu bankaların uluslararası
faaliyetlerini genişletmeleriyle açılmıştır ([107]: 54-55). Sonuçta azgelişmiş ülkelerin dış
fazla vermeleri suretiyle borçlarını ödemelerini olanaklı kılacak dışa dönük kalkınma
stratejisi yaygınlık kazanmıştır. Örneğin Türkiye’de bu çerçevede sabit sermaye
yatırımları arttırılıp iç talep daraltılarak dış fazla verilmeye çalışılmıştır ([17]: 225).
28
Bununla birlikte gelişmiş ülke sermayelerinin yaşadıkları değersizleşme sorunu ithalat ve
sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ile çözülmeye çalışılmıştır. Bu politikalar
azgelişmişlerin dış açık ve birikim sıkıntılarını derinleştirmiştir. Örneğin Türkiye’de
ithalat serbestîsi ile hammadde ve ara malı ithalatı artmış, ihracat teşvikleri ile kaynak
sıkıntısı hâsıl olmuştur ([21]: 59). Böylece borç ekonomisi derinleştirilmiştir. Devletin
ideolojik tercihlerle sanayi yatırımlarından çekilmesi özel sektörün de bu alanda yatırım
yapmayarak kaynaklarını devlete borç vermesi bir sanayisizleşme süreci başlatmıştır
([46]: 196). Hareket serbestîsine sahip sermayelerin mali sermaye formunda olması kamu
borcunu sürekli kılmıştır. Kamu borcunun ötelenmiş vergi olması, vergi gelirlerinin
büyük kısmının ise ücretlilerden tahsil edilmesi dışa dönük kalkınmayı açık bir servet
transferine dönüştürmüştür: çevrenin emekçilerinden metropollerin sermaye
merkezlerine. Transfer, uluslararası sermayedeki hareketliliğin azgelişmiş ülkelerde
sermaye üzerindeki vergi yükünün düşürülmesi yönünde, uygulanan istikrar
programlarının ise ücretler üzerindeki vergi yükünün arttırılması yönünde baskı
yaratmasıyla mümkün olmaktadır ([90]: 56). Ayrıca hareketli sermayelere kazanç
garantisi olacak düşük kur ve yüksek faiz, üretken yatırımları önlemek ve ithalatı
artırmak suretiyle azgelişmiş ülkeleri yeniden yeniden kalkınma amaçlarının uzağına
düşürmektedir ([17]: 227). Baştan beri ifade ettiğimiz üzere amaç kalkınma kavramı
ardına gizlenmiş sınırsız sermaye birikiminin sürekliliğidir. Azgelişmiş ülkeleri sürekli
olarak ve açık bir biçimde zarara uğratan dışa dönük kalkınma stratejisinin hasbelkader
başarıya ulaşması tehlikesine (Güney Kore örneğinde olduğu gibi19) karşı serbest piyasa
(güçleri) kullanılacaktır.
Siyasal İktisat’ın bir disiplin olarak boy göstermesi ile sürekli olarak genişleyen ve
derinleşen dünya pazarının yükselişindeki koşutluk bir milletin servetini arttırmanın en
etkili aracı olarak görülen serbest piyasanın uluslararası iktisadi işbölümü için de en etkin
mekanizma olarak tespit edilmesini olanaklı kılmıştır. Serbest bir dünya piyasası, serbest
piyasanın temel karakteristiğini görünür kılmıştır: dünyanın egemen uluslarının
çıkarlarının gerektirdiği ölçüde serbestleştirilen bir dünya piyasası. Son serbestleştirme
dalgası da temelde egemen ulusların menfaatine olan sermaye birikiminde yaşanan
tıkanıklıkların aşılması için hayata geçirilmiştir.
Her kalkınma stratejisi uluslararası bölüşüm ve sermaye birikim rejiminin yarattığı
fırsatlardan yararlanmak üzere oluşturulur. Esasen dışa dönük kalkınma stratejisi ile
ulusal piyasaların serbestleştirilmesinin çelişkili olduğu tespiti, sorunun uluslararası
düzeyde de bölüşüm yerine bir kaynak dağılımı sorunu olduğu iddiasından hareket
edilmesi nedeniyledir. Buna göre daha etkin ekonomiler ancak uluslararası düzeyde de
faal kılınan serbest rekabet mekanizmasıyla mümkündür. Ancak meşhur başlangıç
koşullarının yarattığı yapısallıklar etkinlik amacını bölüşüme, dolayısıyla birikime araç
kılarak azgelişmişliği yeniden üretir. Birikimin bölüşüme ilişkin kararlarla belirlendiği bir
siyasal iktisadi çerçevede kelimenin bilindik manasında kalkınma düzenlemelerle
mümkünken, etkinlik motifi ile dışa dönük kalkınma stratejisine serbest rekabet ve
serbestleştirmelerin dâhil edilmesi sermaye birikiminde yaşanan tıkanıklıklar
yüzündendir. Bu nedenle dayatılan serbestleştirmelerin azgelişmiş ülkeler için iki önemli
sonucu olmuştur: sanayileşme için kaynak yetersizliği sorununun devlet mülklerinin
tasfiyesi ile çözülmeye çalışılması ve sermayenin değerlenme sorununa çözüm olarak
19 Bu örnekte Güney Kore’nin stratejik önemini dikkate almak gerek. Siyasal gerekçelerle bölgesinde
güçlü bir Güney Kore’ye ihtiyaç vardır.
29
beliren finansallaşmanın bu ekonomileri sürekli açık (iç ve dış), dolayısıyla borç
ekonomilerine dönüştürmesi.20 Türkiye’de de dışa açılmayla dış rekabete açık ve ihracata
dönük bir sanayileşme politikasıyla esas olarak ekonomide devletin ağırlığını azaltmayı
amaçlayan bir ekonomik program benimsenmiştir. 1989’daki serbestleştirme ile birlikte
ise finans piyasalarının dünya finans piyasaları ile bütünleşmesinin sağlanmıştır ([65]:
191-192). Türkiye ekonomisi de dışa dönük kalkınma ve serbest piyasa projesi arasındaki
çelişkiyi deneyimlemiştir: “[1980’den sonra Türkiye’de d]evlet desteğiyle dışa açılma ya
da ihracata dönük gelişme modeli, rekabetçi serbest piyasa ekonomisini egemen kılma
anlayışı ile çelişmektedir. Bu çelişki, sorunların birikimli olarak derinleşmesine yol açtığı
gibi ekonominin gelişimini de engellemektedir” ([46]: 197). Oysa bu kalkınma stratejisi
devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi yerine yoğunlaştırılmasını gerektirmektedir
([46]: 198). Finansal serbestleştirmelerin başat sonucu ise finansal piyasalardaki alıcısatıcı dengesinin bozulup fiyat dengesizlikleri yaratmak suretiyle servet kayıplarına yol
açması olarak tanımlanan finansal krizler olmuştur. Bilhassa 1990’lardan sonra giderek
artan sermaye fazlası, üretken alanlardaki tıkanıklıklar nedeniyle spekülatif alanlara
kaymış; aşırı birikim ve sermayenin değerlenme ihtiyacı krizlere neden olmuştur ([93]:
83-85 ve 90). Finansal serbestleştirmelerle ülke ekonomilerinin kısa vadeli uluslararası
sermayeye açılması merkez bankalarını döviz rezervlerini yöneten, bağımsız para, faiz ve
kur politikaları izlemekten uzak kuruluşlara dönüştürmüştür. Böylelikle birikim süreçleri
önemli ölçüde dış sermaye hareketlerinin seyrine bağlanmıştır ([47]: 476). Bununla
birlikte –Türkiye ekonomisi için olduğu gibi- dışa açılmaların bölgesel ekonomik
bütünleşmeler içinde yer almaya imkân sağladığı, böylelikle özel kesimlerin hızla
gelişmesini ve dış ekonomik ilişkilerin ve yatırımların artmasını olanaklı kıldığı da iddia
edilmektedir ([65]: 193). Sürecin devlet tarafından idare edilememesi iddiasında da
ekonomik bütünleşmelerin avantajları iddiasında da dikkat çekilmeyen husus
bölüşümdür; her ne kadar ilkinde zımnen ima edilse de nihai olarak mühim olan
birikimin sürekliliğidir. Bu gözü kara birikim sürecinin bir diğer önemli özelliği emek
maliyeti avantajları olmadığı için gelişmiş ülke sermayeleri tarafından yatırım yapmak
üzere tercih edilmeyen ülkelerin dışa açılmak zorunda bırakılmaları nedeniyle düşük
değerli kur politikası izleyerek ihracat gelirlerini arttırma yoluna başvurmalarıdır.
Türkiye’de olduğu gibi bu politikadan vazgeçildiğinde ihracattan kaynak elde
edilmesinde tıkanıklıklar yaşanmıştır ([79]: 19-20).
Dışa dönük kalkınma stratejisi sermaye birikim sürecinin ulusal ekonomilere
aşkınlaşmasının bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Süreç siyasal iktisadi olarak
ülkelerin iç dinamiklerinden ziyade dış dinamikler tarafından belirlenmiştir. İşler, iç ve
dış siyasal iktisadi birimler arasında çatışmalara davet çıkarmak bir yana çatışmaları
istisna kılacak yönde vukuu bulmuştur. Nitekim dışa açılma bilhassa sermaye hareketleri
serbestîsinden yarar uman iç burjuvaziler tarafından talep edilmiştir. Dışa açılmanın
devletler için en önemli bedeli denetlenemez yahut sınırlı olarak denetlenebilen bir
siyasal iktisadi çerçeveye dâhil olunmasıdır. Bu bağlamda toplumsal yeniden üretimin
belirlenme araçlarından olan maliye politikasıyla ekonomiye müdahale olanağının
sınırlanması kamu bütçesinin birikim ve bölüşüm süreçleri üzerindeki etkin rolünün
sınırlanmasına yol açmıştır ([47]: 485). Dışa açılmayla dâhil olunan birikim ve bölüşüm
çerçevesinin dayattığı sınırlılıkların aşıldığı alanlar, hemen her zaman zayıf toplumsal
20 Diğer yandan değerlenme sorununu Asya’nın ucuz emek cennetlerine doğrudan yatırımlarla çözen
gelişmiş ülke sermayeleri bir başka transfer mekanizması yaratmışlardır.
30
tepkilere sahne olan ve egemenler tarafından “toplumsal” olarak kodlanan, alt sınıfların
toplumsal üründen aldıkları payın düzenlendiği alanlar olmuştur. Bu nedenle, Türkiye
ekonomisi için 1980-1995 arasında iki istisna dışında belli toplumsal amaçlara ulaşmayı
hedefleyen maliye politikalarının izlenmediği tespit edilmektedir. Bu istisnalar ise döviz
kazandırıcı teşvikler ve bütçe açıkları ve artan emisyonla artan enflasyona karşı alınan
anti-enflasyonist tedbirler olarak belirlenmektedir ([94]: 3-4). Dikkat edilirse bu teşvik ve
tedbirler de birikim amacına hizmet etmektedirler. Yani “toplumsal” amaçları gözeten
maliye politikaları sistemin bekasını ifade eden toplumsal asgarinin gerektirdiği düzeyde
olmuştur. Hem artık daha yoğun bir biçimde uluslararası bir karakter arz eden sermaye
birikim sürecinin maliyetlerini yüklenen hem de iç burjuvazilerini semirtmek zorunda
kalan devletler, iç ve dış açıklar verip sürecin yarattığı iktisadi sorunları güçsüz toplumsal
sınıflar aleyhine çözmüşlerdir. Dışa açılma, özel kesimin birikim amaçları doğrultusunda
devletin iktisadi varlığının tasfiyesi, birikim amaçlı desteklemelerin temel girdilerini
oluşturduğu birikim rejimi ve finansallaşma, kamu açıklarını, borçlanmayı, bütçe dışı
fonları, yüksek enflasyonu, dolayısıyla iktisadi istikrarsızlığı müzmin sorunlar haline
getirmiştir.
Türkiye ekonomisi için 1980’den sonra gelir dağılımının hızla bozulmuş, kişi başı
milli gelirin reel olarak artmamış ve enflasyon oranının yüksek düzeylerde kalıcılaşmış
olmasının yanlış kamu finansmanı politikalarına bağlanması ([100]: 66), birikim ve
bölüşümün devlette kurumsallaşmış siyasal karakterini dışa vurmaktadır. Bu bakımdan
dışa açılma temelde toplumsal olarak belirlenmiş bir bedenin başka bir beden üzerindeki
tasarrufu manasında siyasal bir birikim rejimi tercihidir ve toplumu bölüşüm aracılığıyla
kavrar.
Gelişmiş ülke sermayelerinin dünyayı istila biçimleri iki türlü olmuştur: Ucuz emek
cennetlerinde yoğunlaşan doğrudan değer sömürüsü (birincil bölüşüm) ve üretilmiş
değerin değersizleşmesi sorununun bir çözümü olarak azgelişmiş ülke emekçilerinin
gelir21 ve servetlerine el koyulmasını sağlayan finansal araçlar yoluyla sömürü (ikincil
bölüşüm). Bir grup azgelişmiş ülkenin ucuz emek deposu olma “avantajlarını” gelişmiş
Kuzey için ticaret fazlaları verip bu fazlaları bu ülkelerin dış açıklarını finanse etmeleri
için onlara borç vermede kullanmaları, yapıda bir değişiklik olmadıkça, bir çeşit Sisyphus
tuzağına düşmelerine neden olmuştur. Zira birikim sürecinde meydana gelecek bir kesinti
kendi devasa rezervlerinin değersizleşmesiyle sonuçlanabilir. Diğer grup emek
maliyetlerinin görece yüksek olduğu, siyasal olarak kapitalist blokta yer tutan, bu
nedenlerle birikim krizinin maliyetlerini finansallaşma süreci ile yüklenen Türkiye’nin de
içinde bulunduğu ülkelerden oluşur.22 Hem kalkınacak hem de krizin maliyetlerini
yüklenecek bu ülkelerin açık vermekten başka çareleri yoktur. Yüksek katma değer
üretecek sanayilerin kurulması uzak ihtimali, uluslararası siyasal iktisadi işbölümünün
kaldıramayacağı radikalliktedir. Bir önceki kalkınma stratejisinden devralınan ve
yenisinin ivme kattığı kamu açıkları serbestleştirmelerle borca dayalı birikim sürecine
neden olmuştur. Örneğin Türkiye’de finansal serbestleştirmeler çerçevesinde yükselen
21 2007’den sonra gelişmiş ülkelerde tanıklık edilen bir dizi kriz, ikincil bölüşüm araçlarının fazla
sermayenin değersizleşme sorunu için yoğun bir biçimde bu ülkelerde de kullanıldığını göstermiştir.
22 Daha çok Soğuk Savaş döneminin Bağlantısızlar Hareketi’ne dâhil olan, yeni yüzyılda ise Amerikan
hegemonyası karşıtlığıyla motive olan, başını Brezilya, İran, Rusya, Hindistan ve Çin’in çektiği bağımsız
birikim süreçleri izlemeye çalışan bir gruptan da bahsedilebilirse de bu grubun uluslararası karakteri ağır
basan sermaye birikim sürecini yapısal bir değişime uğratmak yönünde hareket ettiği söylenemez.
31
finansal araçların çoğunun kamu açığının finansmanı için geliştirilen menkul değerlerden
oluşması, yerli paranın yabancı paralarla ikamesi (dolarizasyon) ve spekülatif kısa vadeli
sermaye hareketlerinin reel ekonomiyi etkiler duruma gelmesi ([103]: 59-60) söz konusu
birikim sürecinin yapısal unsurlarıdır.
Dışa açılma yapısal kısıtıyla karşı karşıya olan ikinci grup azgelişmiş ülke,
ekonomilerinin yapısal sınırlarını borçlanma kolaycılığına bulaşarak aşmaya çalışmıştır;
pek tabii kamu açıklarının sürdürülebilirliği ve iktisadi istikrar gerilimine kapı
aralanmıştır. Borçlanma bölüşümün baskın aracı haline gelmiştir. Düşük tasarruf
hadleriyle bu ülkeler, üretken yatırımlara dönüşebilecek kaynakların borca dönüştüğü
coğrafyalara dönüşmüşlerdir; bu ülkelerde dış borçlanma daha çok borçlanmanın yabancı
sermayeler için rant getirir bir nitelik kazanmasıyla mümkün olmuştur ve gelir ve servet
transferinin bir aracı olmuştur. 1980’den sonra bölüşüm mekanizmasının yapısal
unsurlarından olan iç borçlanma düşük tasarruf hadleri, borçlanmanın rant motifiyle
gerçekleştiriliyor olması ve ekonomilerin yapısal sınırlılıkları23 nedeniyle iktisadi
büyüme bir yana üretim kapasitesinin ve verimliliğin artmasının önünde engel oluşturmuş
ve gelir dağılımı eşitsizliklerini derinleştirmiştir ([47]: 485). Türkiye’de dışa açılmayı
takip eden on senede iç ve dış borcun her birinin yüzde seksen arttığı, bununla birlikte
borçlanmayla elde edilen kaynağın büyümeye tahvil edilmediği tespit edilmektedir
([112]: 12). Düşük emek maliyeti üstünlüğü olmayan azgelişmiş ülkelerin bir talihsizliği
de zaman içinde reel karşılığını emekçi kitlelerin servet ve gelirlerine el koyulmasında
bulan ve yüksek oranlı kronik enflasyonla sonuçlanan kamu açıklarının para basılması
yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılmasıdır. Kamu açıklarının parasallaştırılmasının doğal
sınırı ekonominin zamana yayılan üretici kapasitesi ve ortaya çıkan enflasyonun bu
kapasiteyi aşındırma derecesidir. Türkiye’de bu sınıra çok geçmeden varılmış, iç
borçlanma yoluna başvurulmuştur ([35]: 179). Ancak hangi yolla finanse ediliyor
olurlarsa olsunlar yüksek maliyetli kamu açıklarının sürekliliği kronik enflasyona neden
olur.24 Öte taraftan reel giderlerini asgari kılmak isteyen devlet için yüksek enflasyon
tercih edilir bir iktisadi fenomendir. Zira enflasyon kurucu güç dengesinin belirlediği
bölüşüm mekanizmasının etkili işleyen araçlarından biridir, bir bölüşüm aracı olarak
tercih edilmesi sermaye birikiminin gereklerince belirlenir.
Dışa dönük birikim rejiminin azgelişmiş ülkelerce benimsenmeyip uluslararası siyasal
iktisadi sistem tarafından kendilerine dayatıldığı, iktisadi istikrar amacının kısa zamanda
kalkınma amacının önüne geçmesiyle sabittir ([47]: 475). Bu ülke ekonomilerinin
etkinlik bahanesiyle kendilerini bağımlılık ilişkilerinde görece özerkleştirecek büyüme
patikalarından uzağa düşürecek devlet müdahalelerinden yoksun bırakılması ve
uluslararası rekabete açık hale getirilmesi, kamu açıklarını ve dış açıkları bu birikim
rejiminin temel unsurları kılmıştır. Sermaye birikim krizini uluslararası düzeyde çözmek
üzere hayata geçirilen sermaye hareketleri serbestîsi istikrar amacının çok daha baskın
hale gelmesine neden olmuştur. Azgelişmiş ülkelere altından kalkamayacakları
maliyetlerin yüklenmesini gerektiren uluslararası siyasal iktisadi düzen, bu ülkelerin
geniş toplum kesimlerini varoluşlarının sınırına sürüklemiştir. Sonuç bizzat azgelişmiş
23 Üretken yatırımlarda kullanılıp iktisadi büyümeye tahvil edilecek borcun iktisadi yapıda değişiklik
yaratmasını olanaklı kılacak iktisadi, demografik ve sosyal yapının olmaması.
24 Türkiye ekonomisinde 2001 Krizi sonrasında yaşanan nominal iyileşmeler, siyasal istikrar, çöküşten
sonraki büyüme eğilimi faizleri görece düşük seviyelerde yapısallaştırdığı için düşük enflasyon oranlarına
tanıklık edildiği iddiasındayız.
32
ülke devletlerinin desteklediği kayıtdışılığın derinleştirilmesi olmuştur. Uluslararası
düzeyde vergi cennetleri ve suç ekonomileri, ulusal düzeyde suç ekonomileri ve enformel
ekonomiler olarak temayüz edip azgelişmişliğin yapısallaştırdığı kayıtdışılığa
hükümetlerin yerleşmiş bölüşüm yapılarını bozacak transferler yapmak üzere ülkelerinin
yasalarını kararnamelerle, geçici mevzuatla delmelerini de dâhil etmek gerekir.
Türkiye’de bu, bütçe disiplini dışında bir gelir kapısı yaratmak için uygulanan ve devasa
meblağların idare edildiği fon sistemiyle gerçekleştirilmiştir ([112]: 12). Acil kalkınma
sorunlarının çözülmesi için hükümete hareket kolaylığı sağlaması gerekçesiyle hayata
geçirilen fon sisteminin pratikte bir gelir transferi aracı vazifesi ifa etmesi kısa zamanda
sert eleştiriler almasına neden olmuştur. Buna rağmen fon sisteminin tasfiyesine açığa
dayalı birikim rejiminin konjonktürel sınırlarında başlanmıştır. Bu iddiadan bütçe
açıklarının da sonlandırıldığı anlaşılmamalıdır; yalnızca geç de olsa amiyane tabirle yasal
hırsızlığın bu denli aleni olanına sınırlamalar getirilmiştir. Zira bütçe açıkları ve iktisadi
büyüme birbirlerini karşılıklı belirlerler ([72]: 37) ve ekserisi kamu gelir ve giderlerinin
maniple edilmesinden oluşan kamu müdahaleleri kalkınmaya içkindir.
Her ne kadar piyasa-devlet gerilimi tartışmasının bir altşubesini oluştursa da kamu
müdahalelerinin iktisadi etkinliği bozucu nitelikte olup olmadığı tartışması maliye ve
iktisat disiplinlerinin yersiz tartışmalarındandır. Bunun nedeni daha önce de ifade
ettiğimiz üzere modern devlet gibi toplumla özdeşleşme eğilimindeki bir aktörün bu
disiplinlerin kavramsal-kuramsal çerçevelerindeki emanet ve zorunlu pozisyonudur. Bu
nedenle bu disiplinlerin devlet anlayışı perdeleyici kamu müdahalesi kavramında vücut
bulmuştur; kamu müdahalesi kavramından ise belirli iktisadi hedeflerin gerçekleştirilmesi
için hayata geçirilen devrevî uygulamaları anlamak gerekir. Ancak belirli iktisadi
hedefleri gerçekleştirmek için kullanılan uygulamaların (1980’den sonra Türkiye’de
bütçe açıkları) süreklilik kazanması bunların birer maliye politikası aracı olarak
görülmesini olanaksız kılmaktadır ([94]: 5-6).
Birikimin gerektirdiği biçimde eğilip bükülebilen bir devleti mümkün kılmak üzere
içeriklendiren kamu müdahalesi kavramı, devletin bekasının iktisadi dışavurumu olarak
beliren kalkınmaya mündemiç olmak zorundadır. Bu nedenle dışa dönük birikim
rejiminin gerektirdiği maliye politikası tedbirlerini toplumu kurucu güç dengesinin dayalı
olduğu birikimin hizmetinde kamu müdahalelerine saymak gerekir. Birikimin yapısal
kısıtı, iktisadi alanda bölüşümle temsil edilen siyasal güç dengesidir. Bu nedenle
kalkınma adı altında iktisadi büyüme hedefi ile gerçekleştirilen kamu müdahalelerinden
murat yatırımların arttırılması yoluyla istihdamın arttırılması değildir; bu, ancak tali bir
hedef olabilir, mühim olan kurucu güç dengesini sürekli kılacak bölüşüm çerçevesinin
sürekliliğidir. Nitekim dışa açılarak kalkınacak olan Türkiye ekonomisinde uygulanan
maliye politikaları ne yatırımları arttırabilmiştir ne de istihdamı; dönem boyunca yüksek
ve kronik bir işsizlik oranı gerçekleşmiştir ([94]: 9).
1970’lerin birikim krizi ilk olarak üretken sermayenin üretim maliyetlerinin
düşürülmesi yoluyla çözülmeye çalışılmıştır: vergi indirimleri, yatırım teşvikleri,
muafiyetler, vb. ([90]: 51). Tedbirlerin birikimin asıl unsuru olarak görülen
sermayedarların menfaatlerinin gözetilerek alınması anlaşılırdır. Sermayenin, nihai
maliyet unsuru olan emeğin en ucuz olduğu coğrafyalara kaydırılmasıyla üretken
sermayenin krizi sonlandırılmışsa da sermaye birikmeye ve kapitalist metropollerde
sıkışmaya devam etmiştir: Üretken faaliyetlere yönelemeyecek kadar bol olan
sermayenin finansallaşma eğilimi mukadderdir. Azgelişmiş ülkeler uluslararası rekabet
33
ve serbest dünya piyasasının kendilerine sunduğu fırsatlardan yararlanmak için ticarette
ve sermaye hareketlerinde serbestliği benimsemek zorunda kalmışlardır (!)
Serbestleştirmelerin bedeli kamu açıkları olmuş, kamu açıkları serbestleştirmelerle
mümkün olan kısa vadeli sermaye hareketleri (dış borç) ve iç birikim mekanizmasının
dönüşümü anlamına da gelen iç borçlarla finanse edilir olmuştur.
Dışa dönük birikim rejiminin neden olduğu krizler, yarattığı yapısal sorunlar
azgelişmiş ülkeler için sürdürülebilir kalkınma tartışmalarına alan açmıştır. Bu birikim
rejiminin gerçekte büyüme anlamında dahi kalkınmayı amaçlamadığını daha önce tespit
etmiştik. Zira sermaye birikimi krizi, nominal değişkenlerin istikrarlandırılması yoluyla
oluşturulacak güvenilir göstergelerden medet uman parasalcı istikrar politikalarıyla
çözülememiştir ([46]: 191-192). Sürdürülebilir kalkınma tartışmalarının ürettiği
çözümlerin daha az nominal olduğu iddia edilemez. Gerçekte ise umutlar kapitalizmin
başarısına bağlanmış durumdadır: Birikim krizi, bölüşüm oyununun kurallarının yeniden
belirlenmesini gerektirecek denli belirsizlikler yaratmış durumda. Yönetişim kodunun
ardına gizlenen kapitalizmin dünya çapındaki yönetim aygıtının oyunun kurallarını
yeniden belirleme çabaları için yine de büyük çaplı krizler gerekmiştir. Rekabetle
yönetilen bir sürecin krizle sonlanacağı daha baştan bellidir ve krizler kişi ve grupların
siyasal iktisadi manada birbirlerine kast etmesinin bir bütün olarak sonlarına neden
olacağı tehlikesinin ortaya çıkışını imler. Krizden çıkış, oyunun kurallarının yeniden
belirlenip bazı aktörlerin tasfiye edilmesiyle mümkün olur. Yani dışa açılma ile oyunun
yeniden düzenlendiği andan itibaren sonucun kriz olacağı bilinir. Ancak bir kısım (ikinci
grup azgelişmiş ülke) azgelişmiş ülkenin oyuna dâhil edilme biçimi göz göre göre ateşe
atılmaları şeklinde olmuştur.25 Bu ülkelere dayatılan ve çoğu kez siyasal gerekçelerle rıza
gösterdikleri birikim rejiminin zorladığı kamu açıkları ve dış açıklar, yine birikim
rejiminin gerektirdiği serbestleştirmeleri dışlar; zira açıklar ancak vergi gelirlerinin
arttırılmasıyla kapatılabilir ([90]: 55). Ancak çaresi vardır: Kabaran faiz ödemeleri
faturası, ücret ödemeleri faturasından mahsup edilerek devletin ücretliler ve geliri
olmayan yurttaşlar için asgari geçim standartlarını sağlamak üzere yaptığı harcamalar
sisteme zarar vermeyecek tarzda tasfiye edilir.26 Gerçekten de Türkiye’de 1980’den sonra
kamu borcunun, dolayısıyla faiz harcamalarının sürekli olarak artması kamu
borçlanmasını başat maliye politikası aracı haline getirmiş ([112]: 17), buna mukabil
ücret düzeyleri reel olarak gerilemiştir ([79]: 19). Bu birikim rejimine kurban edilen bir
başka kesim de serbestleştirmeler ve koruyucu olmayan fiyat politikaları ile zayıf
düşürülen tarım kesimidir. Sanayileşmeleri mümkün olmayan, tarım kesimleri tasfiye
edilen bu ülkelerin yükselen iktisadi kesimi hizmet kesimi olmuştur. Nitekim
25 Türkiye ekonomisinin dışa dönük birikim rejimi ile kat ettiği merhaleler, kaçınılmaz olarak krizle
sonlanacak olan yeni düzenlemenin başından beri kriz halinde olan ülkeler grubunun ahvalini
örneklemektedir: Türkiye’de seksenli yılların sonlarında kamu tasarrufları ciddi bir biçimde erimiş,
doksanlı yıllarda ise kamu harcanabilir geliriyle salt tüketim harcamaları finanse edilmiştir. Seksenli
yılların sonlarında beliren bu tıkanıklığın aşılabilmesi doğrultusunda “sıcak para”, yani kısa vadeli dış
borçlanma mekanizması çalıştırılmıştır. Ancak bu uygulama Türkiye’nin dışarıya net kaynak transferini
artırmış, söz konusu mekanizmanın işletilebilmesi doğrultusundaki yüksek faiz politikası enflasyonun
tırmanmasında etkili olmuştur ([105]: 179). Böylece yükselen faiz oranlarının yarattığı dışlama etkisi ile
büyüme amacından uzağa düşülmüştür ([94]: 8).
26 Bu nedenlerle bu dönem yoksulluğun kapitalist hegemonyanın yeniden üretilmesi için kullanılmak üzere
yeniden biçimlendirilmesi söz konusu olmuştur: Yoksulluğun yeniden üretilmesi için kullanılan kamu
harcamaları neredeyse bütünüyle sosyal yardımlara dönüştürülürken pasif siyasal aktörler olarak
yoksulluğa razı yeni bir yurttaş kesimi oluşturulmuştur.
34
ekonomilerin büyük birer borçluluk şebekesine dönüşmesi, ikincil bölüşüm ilişkilerinin
odağında yer aldığı iktisadi faaliyeti koşullayarak hizmet sektörünün yükselmesine neden
olmuştur. Kapitalist siyasal iktisadi hegemonyanın tesis edilmesi için gerekli borcun
toplumu sarması gerekmektedir. 70’ler krizinden sonra bu süreç bütün dünyada
derinleştirilmiştir. Azgelişmiş ekonomilerin bu tarihten sonraki yoğun dış
borçlanmalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir.
Serbest dış ticaretin doğal işbölümüne dayalı faydaları iktisat disiplinin kabul
edilegelen başlangıcından beri tartışılmaktadır. Kuramsal olarak bir hayli cezp edici olan
bu iddia, pratikte uluslararası hegemonyanın cevaz verdiği ölçüde benimsenmiştir, doğal
olarak birikim ve bölüşümün belirleyiciliğinde. Dışa açılmanın yapısal çerçevesini
uluslararası güç dengesinin kurucu iradesi olarak sistemin hegemonu belirlediğinden,
azgelişmiş ülkeler için dışa açılma ekseriyetle uluslararası sistem içinde olmanın vergisi
kabilindendir. Bir çeşit vergi olarak algılandığında uluslararası güç ilişkilerini olanca
çıplaklığı ile açığa çıkaran hegemonik krizin çözümü için katlanılan maliyet olarak dışa
açılma kalkınma kavramıyla yaratılan perdenin ardına gizlenmiştir. Bilhassa Türkiye gibi
katma değer yaratmada karşılaştırmalı üstünlüklere sahip olunmasını engelleyen
“başlangıç koşullarına” sahip azgelişmiş ülkelerde krizin çözümüne katkı sunulması
yolunun ülke ekonomisinin bir borç ekonomisine dönüştürülmesi olduğu daha baştan
bellidir.27 Bu ülkeler bir yandan da tutuklu kaldıkları kalkınma kıskacından ancak yüksek
katma değerli ekonomik faaliyetle kurtulabilecekleri düşüncesiyle olabildiğince
sanayileşme gayretinde olmuşlardır. Bu zorunluluk onları dışa açılma sürecinde birer ara
malı ithalatçısına dönüştürmüştür. Ne çare ki bu yolla arttırılan ihracat, dışa açılma ile
düşen dış ticaret hadleri ile dış açığı kapatma kapasitesinden uzaktır ([64]: 61). Diğer
yandan dışa dönük kalkınma uluslararası siyasal iktisadi sistemin zorladığı bir politika
değişikliği olduğu için vergi iadesi gibi ihracat teşvikleri ile yürütülmeye çalışılmış,
dolayısıyla ihracat mevcut kapasitenin kullanılmasıyla sağlandığı için yapısal bir
değişmeye neden olmamıştır ([94]: 10). Bu nedenle dış açıkların kapatılmasında yapısal
üstünlükler ve geleneksel yöntemler kullanılmıştır; örneğin Türkiye kronik hale gelen dış
ticaret açıklarını turizm gelirleri, işçi dövizi girdileri ve borçlanma gibi kaynaklarla
kapatma çabasında olmuştur ([25]: 139). Bu yöntemler ya dış açıkları kapatamayacak
kadar kaynağın bulunmasını olanaklı kılamayacak niteliktedir ya da zaten üretken
kapasiteye katkı sunmayacak biçimlerde kullanıldığı için süreci fasit bir daireye çevirerek
dış açıkları daha da büyütecek niteliktedir.
IMF adeta sistemik itaatsizlikleri önlemek için hegemonyanın yönetim aygıtının bir
parçası olarak azgelişmiş ülke ekonomilerinden krizin çözümünde azami düzeyde
faydalanılmasını olanaklı kılmıştır. IMF’nin borç krizi yaşayan ülkelere sunduğu öneriler
enflasyonu hızlandırıcı, yatırımları azaltıcı, geniş kitlelerin hayat standartlarını düşürücü
bir nitelik taşımış, borç servisi kapasitesiyle ekonomik kalkınma amacı arasındaki
gerilimi görünür kılmıştır ([71]: 46), zira önerdiği istikrar programlarında sermaye
birikiminin hassasiyetlerini gözetmiştir; kaçınılmaz olan gerçekleşmiş, istikrar ve
kalkınma amaçlarına ulaşmada başarısız olunmuştur. Gerçekte amaçlanan ise kârlılık
dürtüsü ile sınırlar boyunca serbestçe hareket eden sermayeyi genişleyen ölçeklerde
27 Azgelişmiş ülkelerin bir kısmında dış finansman sorunlarının çokuluslu şirketlerin doğrudan yatırımları
ile çözüldüğünü daha önce tartışmıştık. Ancak bu şirketler istikrarsız gördükleri ülkelerde yatırım
yapmamakta, yatırım yaptıkları yerlerde de iktisadi rasyonelliğe göre davranıp kârlarına büyük boyutlar
kazandırmak için üretim faktörlerini yoğun bir biçimde sömürmektedirler ([71]: 39).
35
yeniden üretecek transferleri olanaklı kılacak serbestleştirmeler ve kamu mallarının
tasfiyesidir. Söz konusu transfer mekanizması dış açıkların ve dış borcun kronikleşmesini
olanaklı kılacaktır; öyle ki yurtiçi tasarrufların dış borç faizlerine tahsis edilmesi
kaçınılmazlaşır ([102]: 165).
Çok geçmemiş sermayenin mekânlar boyunca serbest hareket etme ihtiyacını ve
Soğuk Savaş sonrası siyasi ilişkilerin gerektirdiği yeni imgeleri kucaklayan hegemonik
bir kılıf icat edilmiş, yoğunlaşan uluslararası siyasal, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin yeni
bir döneme işaret ettiği iddia edilmiştir. Küreselleşme, ulusal menfaatleri
belirsizleştirmek suretiyle uluslarüstü genel çıkarlar vadeden bir kavram olarak kullanıma
sokuluyordu. 1970’lerin sermaye birikim krizine yanıt olarak önerilen neoliberal
düzenlemelerin küreselleşmeye içkin olmasına rağmen, küreselleşme kavramının deyim
yerindeyse Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra parlatılması kavramın hegemonik
ihtiyaçlar gereği istihdam edildiğine işaret etmektedir.
Bir bakıma sermaye birikim sürecinin dünya çapındaki idaresinin yeniden
düzenlenmesi olarak düşünülebilecek küreselleşmenin hegemonik karakteri, uluslarüstü
alandaki düzenlemelerle sınırlı kalmayıp asıl olarak “yerelleşme” vurgusu ile hegemonya
tesisini ulus devletler düzeyinde gerçekleştirmesinde ifade bulur. Kanaatimizce aksi halde
küreselleşme kavramı üzerinden gerçekleştirilen hegemonya tesisi başarısız olurdu.
Hegemonik bir idare zihniyeti olarak küreselleşmenin başarısında, küreselleşme
karşıtlığının ulusal egemenliğin muhafazasında ifade bulmasının azami derecede etkili
olduğu düşüncesindeyiz. Küreselleşme, sık sık sermayedarların da ifade ettiği üzere
doğası itibarı ile daimi herhangi bir kimliğe sahip olamayacak sermayenin ikbali için
ulusların siyasal, iktisadi ve toplumsal açılardan ilişkilenme biçimlerinde yapılan
düzenlemeler iken, onun uluslar arasındaki ilişkilerin biçim değiştirmesi olarak
algılanması, küreselleşme sürecine istekli ulus devletlerin de sürekli sınandığı öteki
devletlere karşı belirlenme sorununu diri tutmak vazifesini ifa eder. Tabiatıyla
küreselleşmenin hayata geçirilmesinde ihtiyaç duyulan meşrulaştırıcı kamu çıkarı
gerilimi ulusal egemenliğin muhafazası için küreselleşme karşıtlığıyla yeniden
üretilmektedir.
Ne yazık ki küreselleşme karşıtlığı kendilerini ülkelerinin emekçi sınıflarının
temsilcisi gibi gören küçük burjuva siyasi hareketlerce yürütülen anti-emperyalist siyasal
mücadelede ifade bulmuştur. Bu hareketlerin görmezden geldiği husus anti-kapitalizm ve
anti-emperyalizmin aynı şey olmadığıdır. Dolayısıyla örneğin Türkiye’de siyasal ve
teknik karar alıcılar ülkeyi uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda
yönlendirmede ulusal çıkarlar açısından bir zafiyet ve aykırılık görmemekle ([62]: 173)
suçlanırken, bu zatların, iradelerini aşan dünya çapında gerçekleşip ulus devletlerde
derinleşen sermaye birikiminin yeni tarzına, bu nedenle de ulusal çıkarlara uygun
davrandıkları görmezden gelinmektedir. Aksi halde Türkiyeli politikacı ve teknokratları
son raddede toplumlarına ihanet etmekle suçlamak gerekir ki bu onların kendilerine asla
yakıştıramayacağı bir iştir. Nitekim neoliberal politikaların ve küreselleşmenin hayata
geçirilmesinde Türkiyeli seçmenlerin siyasi pozisyonlarını temsil eden merkez sağ ve
merkez sol partilerin kavgası süreci kimin yöneteceği mevzuundadır; azgın bir nehirde
yol almakta olan bir sal düşünülsün, Türkiye için mesele salı kimin idare edeceğidir.
Somut bir küreselleşme karşıtlığı, küreselleşmenin asıl mağdurlarının hangi kimliğe dâhil
olurlarsa olsunlar dünya emekçileri olduğunu görmekten geçer; dünya emekçilerinin
belki de çoğu kez canlarına mal olan bu azgın nehre mahkûm olmadıkları, saldan inme
36
ihtimalinin de olduğu görülerek. Yoksa Türkiyeli burjuvaların küreselleşmeden dert
yandığı istisnadır. Mesele bu çerçevede kavranmadığı vakit, küreselleşme yanlılarını,
bilhassa da azgelişmiş ülkelerin küreselleşme savunucularını akılsız kabul etmek gerek.
Örneğin Türkiye’de 1989’da sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasının bir çeşit
düşük yoğunluklu Ponzi Oyunu’na neden olacak kamu açıklarının kısa vadeli sermaye ile
finansmanına neden olacağını, yine bunun benimsenmiş olan ihracata dayalı kalkınma
modelinin sonu olacağını ([112]: 13-14) Türkiyeli politikacı ve teknokratların
görmediğini düşünmek en amiyane tabirle safdillik olurdu. Türkiyeli politikacı ve
teknokratlar safdillik etmemişler, Türkiyeli emekçilerin sermayedarlara esaretini yeniden
üretecek tedbirler almışlardır.
Küreselleşme kapitalizmin dünya çapında idare edilmesinin biçimlerinden biridir,
neoliberalizmle hayat bulmuştur, her düzeydeki siyasal karar alma birimini piyasanın
kaynak dağılımı mekanizması ile yarattığına benzer bir anonimliği (yansızlığı(!)) taklit
etmek üzere teknokratikleştirir. Devletlerin idare aygıtlarının görünürde toplumsal
işlevlerine bakılmaksızın fayda-maliyet analizine göre idare edilmesini öngören
küreselleşmenin hayata geçirilmesi, kendisine eşlik ettiği neoliberalizme aykırı bir
biçimde müdahil hükümetler gerektirmiştir; tıpkı 1980 sonrasında Türkiye’de etkili olan
liberal anlayışın kamu mali yönetiminde yürütmeyi gittikçe etkin kılması örneğinde
olduğu gibi ([27]: 55). Oysa 1980 sonrası iktisat politikalarını biçimlendiren 24 Ocak
Kararları’nın ilanından sonra aynı yılın Haziran ayında IMF’ye üç yıllık stand-by
anlaşması için verilen niyet mektubunda iktisat politikası yeniden düzenlenmiş ve
üretime doğrudan hükümet müdahaleleri yerine rekabet, serbest girişim, serbest piyasa ve
dolaylı hükümet teşviklerine öncelik verilmesi, içe dönük kalkınma modelinden tedrici
serbestleşmelerle dışa dönük kalkınma modeline geçilmesi, doğrudan yabancı sermaye
yatırımları için koyulmuş engellerin kaldırılması ([112]: 7-8) benzeri liberal
uygulamaların benimsendiği ifade edilmiştir. Öte taraftan liberal anlayışın hayata
geçirilmesi doğrultusunda çok hızlı değiştirilen veya tamamlanmamış yasalar ve çok sık
değiştirilen mevzuat ciddi mali disiplinsizliklere neden olmuştur ([27]: 59). Böylece
etkinlik (disiplin) ve şeffaflık adına pratikte bilhassa azgelişmiş ülke sermayelerinin
ihtiyaç duyduğu matlık yaratılmış oluyordu: devletin toplumsal artığı bölüştürme
ayrıcalığının sermayedarlar lehine kullanılmasını olanaklı kılacak yasal boşluklar. Öte
tarafta çalışma yaşamında karşılığını esnekleştirme olarak bulan neoliberal
küreselleşmenin ekseriyetle finansallaşma (borçluluk) ile yarattığı siyasal iktisadi
tahakküm mekanizmaları, yine etkin sermaye birikimini garanti etmek üzeredir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası uygar dünyada yahut kapitalist dünya sisteminde
kendisine de yer verilen Türkiye Cumhuriyeti için bu uluslararası cemaate siyasal iktisadi
olarak eklemlenme iki biçimde olmuştur: Yeni uluslararası düzenin hegemonu Amerika
Birleşik Devletleri’nin (ABD) sadık müttefiki ve Avrupa Birliği’nin sabırlı üyelik adayı
olarak. Savaş sonrası uluslararası hegemon Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) daha
sonra kendisinden görece özerkleşerek sistemik krize neden olacak olan Avrupa ve
Japonya’nın yeniden inşası ile kurduğu hegemonyasının Türkiye (ve Yunanistan) için
uygun gördüğü ve Marshall Yardımı’nda ifadesini bulan muhtemel bir Avrupa ligine
yamanma, zamanla onun bir parçası olma patikası, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB)
macerasının nedeni kabul edilmelidir. Bir yerde Avrupalı kapitalistlerin birbirlerine
düşmemesi için hayata geçirilmiş bir proje olarak AB, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu
ideolojisi için uygarlık kulvarında yürüme idealinin simgesidir, bu nedenle ulusal
37
egemenlik pahasına birliğe üyeliğin gerekleri yerine getirilmelidir ([83]: 242). Bu kabulle
bir kez daha ülkenin angaje olduğu uluslararası siyasal iktisadi bir mesele yapay bir
gerilim aracılığıyla toplumu kurucu güç dengesinin gerekleri doğrultusunda bir tasarıma
kavuşturulmuş oluyordu.
Gerçekte Türkiye’nin AB içinde yer alma talebi İkinci Savaş sonrası uluslararası
siyasal iktisadi düzenin bir gereğidir. Ne kültürel açıdan ne de siyasal iktisadi gelişmişlik
düzeyi açısından AB içinde yer alamayacak28 Türkiye’nin baştan beri durumun farkında
olduğu açıktır. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde somut sıkıntısının birliğe
katılmaktan ziyade AB kredilerinden ve mali yardımlarından faydalanmak olması
beklenir. Nitekim Türkiye’nin önemli kısmını kredi olarak aldığı AB mali yardımlarından
hak ettiği payı alamadığından yakınılmaktadır ([25]: 143-144). Gerçekte bir sermayeler
birliği olan AB’nin Türkiye’de bir uygarlık ideali olarak görülmesi, meselenin
burjuvazinin ulusal hegemonyasına araç kılındığına işaret etmektedir. Bu durum Gümrük
Birliği (GB) tartışmaları ile iyiden iyiye açıklık kazanmaktadır. Bu konuda yürütülen
kısır tartışmalar adeta yapılması gerektiği için yapılmış izlenimi uyandırmaktadır. Bu
tartışmalarda GB yanlıları bile GB’nin sakıncalarını ifade etmeden yapamamışlardır. Dış
rekabete açık, ortak yatırımların ve turizm gelirlerinin artacağı bir ekonomi tahayyülünün
yanı sıra gümrük vergisi ve fon kayıplarından, tüketim ithalatının artışından da söz
edilmiştir ([25]: 140-141 ve [65]: 197). GB’den zarar görülmemesi için geleneksel sanayi
dallarının korunması gerektiği, bunun için ülkenin modern ve yaygın altyapı tesislerine
sahip olması, üretimde modern teknolojilerin kullanılmasına çalışılması, ücretlilerin
marjinal verimliliğe bağlanması, ucuz girdi sağlanması, seçici yatırım ve ihracat
teşvikleri verilmesi, para ve maliye politikalarının istikrarlandırıcı doğrultuda etkin bir
biçimde kullanılmasının gerektiği ifade edilmiştir ([65]: 199-200); yani daha rekabetçi bir
ekonomi için kısa sürede hayata geçirilemeyecek yapısal tedbirler öneriliyor. GB’nin
ülke ekonomisi için zararları apaçık ortadayken GB’ye girilmesini siyasi olarak
gerekçelendirmenin dışında bir seçenek yoktur. Böyle iken bu tartışmaların işlevi ancak,
tartışmacılarını ve onların dâhil olduğu sözde partileri söylemsel olarak yeniden üreterek
toplumu kurucu güç dengesinin hegemonik olarak yeniden tesisi olabilir. AB’ye üyelik
tartışmaları küreselleşme-ulusal egemenlik, piyasa-devlet yapay gerilimlerinde olduğu
gibi dünyada kol gezen kapitalizm hayaletinin korku ve yanılsamalarla idare marifetinin
ürünlerinden yalnızca biridir.
Bilhassa yüzyıl başından beri genel olarak kamu yönetiminin, özelde ise kamu mali
yönetiminin işleyişlerinde olduğu kadar olmasa da dayandıkları kavramsal çerçevelerin
belirlenmesinde etkili olan neoliberalizm, aktörlerinin iktisadi seçimlerinin siyasi
karakterini gizleme kapasitesine sahip piyasa mekanizmasının bu vasfını tüm toplumsal
ilişkilere zerk ederek kişileri gerçekte sorumlu olmadıkları ve arzulamadıkları sonuçlara
razı etme motifine dayanır. 1970’ler krizini, gerçekte krizi erteleyerek derinleştirecek ve
altta kalanın canının umursanmaması esasına göre çözecek olan neoliberalizm, bunu
sağlayacak serbest rekabete can vermek için serbestleştirmelerle Keynesgil devlet
müdahalelerini tasfiye ederken ([13]: 24-25), devlet-piyasa-toplum ilişkilerinde
hiyerarşik bir biçimde örgütlenmiş Keynesgil bürokratik korporatizmin yerine neoliberal
teknokratik çoğulculuğu ikame edecektir ([6]: 170). Her düzeyde yayılan ve
28 Siyasal iktisadi gelişmişlik düzeyi açısından Türkiye’den zayıf göstergelere sahip ülkelerin birliğe dâhil
edilmelerini tarihsel-kültürel kodlara yormak mümkündür; daha da önemlisi AB’nin genişleme
politikasıdır.
38
derinleştirilen rekabet, toplumları topyekûn varoluşlarının sınırlarında hareket etmeye
zorlayarak etkin birer makineye dönüştürmüştür; makinenin yükünü elbette zayıf
unsurları çekecektir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere uluslararası rekabetten genel
olarak daha az olumsuz etkilenen azgelişmiş ülkeler gelişmiş ülke sermayelerinin emek
maliyetleri nedeniyle yatırım yaptığı ülkelerdir. Buna rağmen, uluslararası düzeyde,
kapitalist hiyerarşinin alt basamaklarındaki her ülkeden gelir ve servet transferi için
ülkelerin ekonomilerini ticaret ve doğrudan yabancı yatırımlara açmaları ve siyasal
iktisadi sistemlerini liberal değerlere uydurmaları halinde merkez ülkeler karşısında
rekabetçi olma şanslarını arttıracakları iddia edilmektedir ([90]: 47). Ancak gelişmiş ve
azgelişmiş ülkelerin iktisadi ve sosyal olarak yakınsayacakları neoliberal tezinin aksine,
uluslararası sermayenin daha çok gelişmiş ülkelerde yoğunlaştığı, gelişmiş ülkelerde
beklenen refah artışının sağlanmadığı görülmüştür ([27]: 49).
Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla uluslararası hegemonyanın neoliberalizm ile başlatılan
yeniden tesisi yeni bir aşamaya girmiştir. Bununla birlikte küreselleşme uluslararası
siyasi ilişkilerin hegemonya tesisi yönünde yeniden şekillendirilmesinin neoliberalizme
eklemlenmesi olarak düşünülmemelidir. Yaygın bir biçimde iddia edildiğinin aksine,
siyasi entegrasyonlar uluslararası siyasal iktisadi güç dengesinde yapısal bir değişiklik arz
edecek boyutta değildir; bu alanda gerçekleştirilen düzenlemeler daha ziyade anonim,
teknokratik, dolayısıyla etkin olmamasının teknik yetersizliklerine dayandırılabileceği bir
yönetim zihniyetinin tesisi yönünde olmuştur: devletin küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına
uygun roller üstlenerek, siyasal iktisadi entegrasyon sürecinin bir aktörü olarak yeniden
örgütlenmesi ([44]: 69). Tabiatıyla küreselleşme sermaye birikiminin selameti için
politikayı engelleyen bir yönetim zihniyetinin her düzeyde hayata geçirilmesi projesi
olarak telakki edilmelidir; bu açıdan başat olarak kamu yönetimine egemen kılınmasıyla
piyasa anonimliğinin, devletin temas ettiği her alanda derinleştirilmesi projesidir. Ancak
küreselleşme döneminin asli hegemonunun piyasa olduğu ([109]: 544) yanılsamasına da
düşmemek gerekir; asıl hegemon kapitalist Kuzey’dir: ABD öncülüğünde uluslararası
sistemin başlıca yönetici kurumları olan IMF, DB, OECD, BM, vb. tarafından hayata
geçirilen, dayatılan bir proje, yeni bir çeşit müdahaleciliktir küreselleşme ([44]: 69); yine
de, daha önce ayırt ettiğimiz üzere, dayatılmış olmakla birlikte, azgelişmiş ülke
devletlerinin ve burjuvazilerinin haklarına razı bir biçimde,29 iç sömürü
mekanizmalarının ve bir çeşit ilkel birikim aracına dönüştürülen kamu transferlerinin
sunduğu fırsatlardan yararlanarak destekçileri olduğu bir proje.
Ulusal ve uluslararası düzeyde mutlak egemen olan ulus devletlerin arzuları hilafına
davranmaya sevk edilmeleri, uluslararası güç dengesinin gerekleri ölçüsündedir. Bu
durum yine de ulus devletin nihai egemen olması ile mümkündür. Dolayısıyla
uluslararası siyasi ve ekonomik kuruluşların ulus devletlerin ulusal sınırlar içindeki
egemenlik gücüne neredeyse ortak olmaları ([27]: 43), ulus devletlerin egemenlik
süreçlerinin dışında değerlendirilmemelidir;30 uzun dönem için bile küreselleşmenin
29 Azgelişmiş ülkeler, küreselleşmenin gerektirdiği serbestleşmeyi benimseyip uygulamaları, ekonomik
performanslarının düşüklüğü ve kamu mali yönetimlerinin bozukluğu nedeniyle, olumsuz sonuçlara yol
açıp ekonomik ve sosyal gelişmelerini zorlaştırsa da ([27]: 47-48) iradelerini kuşatan sistemik eğilimlerin
(uluslararası güç dengesinin) münasip gördüğü paya razıdırlar.
30 Nitekim devletin egemenlik alanının dışında birtakım egemenlik haklarından vazgeçmesinin doğal
olduğunun iddia edilmesi ve dünyayla ilişkilerin ekonomiko-demokratik bir düzlemde ahenkleştirilmesi
gerektiği düşüncesi ([85]: 150 ve 156), küreselleşme ile hem ulusal egemenliğin hem de sermaye
birikiminin merkeziliğinin aşınmadığına gösterge kabul edilebilir.
39
temelde uluslararası rekabete intibak için atılmış zorunlu adımlar ([90]: 46) toplamı
olduğu düşünülebilir.31 Kanımızca baskın iktisadi ve siyasi veçheleri nedeniyle söz
konusu intibak en somut haliyle maliye alanında tecrübe edilmiştir. Ulus devletleri kamu
mali yönetimindeki sorumluluk ve yetkilerini uluslararası kurum ve kuruluşlarla
“paylaşmak zorunda bırakan” küreselleşme ile birlikte yeniden tanımlanan devletin
fonksiyonlarının, kamu mali yönetiminin birimlerinin boyut ve niteliklerinde değişikler
gerektirmesi ([27]: 45, vurgu bize aittir), yönetim bilimi ve kamu maliyesi disiplinlerinin
kuramsal olmasa da kavramsal çerçevelerinin değiştirilmesi ihtiyacını doğurmuştur.
Neoliberalizmin rekabeti, her düzeyde, toplumu harekete geçirici espri kılma
gayretinin asıl gerekçesi birikim krizi olsa da görünürdeki gerekçe, aktörlerin serbest
seçimleri ve piyasanın görünmez elinin söz konusu seçimleri etkisiz kılması gerilimi
dâhilinde toplumsal refahı, aynı anlama gelmek üzere bireysel refahları arttırmaktır.
Ancak toplumsal alanın rekabet motifi ile yeniden örgütlenmesi hiç de kendiliğinden ve
maliyetsiz değildir. Bu durum daha önce de dikkat çektiğimiz minimal bir devlet ve bu
devleti uygulamaya koyacak derecede güçlü ve merkezi bir devletin gerekliliği
geriliminde somutlaşmaktadır ([6]: 179). Amacın zevahiri olduğu, 1980’den sonra kamu
kesiminin daraltılmasına ve etkinliğinin azaltılmasına yönelik çabaların başarısızlığından
anlaşılırdır ([44]: 74). Neyse ki küreselleşme çıkıp gelmiştir de devlet-burjuvazi
ilişkisinin mahiyetini gizleyecek, sonuçsuz yeni bir gerilim ve yeni tartışmalar piyasaya
sürülebilmiştir. Aslında değişen pek bir şey yoktur, rekabet ve etkinlik oldukları yerde
durmaktadırlar, ölçek büyümüştür. Küreselleşme ile ulus devletler uluslararası rekabetin
baskısına bağlı olarak hareketli üretim faktörlerinin ülkeyi terk etme tehdidi karşısında
ücret maliyetlerini düşürecek ve sermaye girişini teşvik edecek vergi ayrıcalıkları yaratır;
bu durum, siyasi otoritenin yeniden dağıtıcı kamusal mal ve hizmet üretme olanaklarını
sınırlar. Öte yandan küreselleşme ile artan eşitsizlikler ve rekabetten dolayı kamu
hizmetlerine olan talep artar, devlet ortaya çıkan refah kaybını telafi etmek için kamu
harcamalarını arttırmak zorunda kalır ([90]: 49-50): daha az faal olabilmek için daha çok
faal olmak zorunda kalan devlet; yani her durumda daha faal bir devlet. Kamu
yönetiminin daha az “hantal” bir görünüme sahip olması için yeniden düzenlenmesi
doğrultusunda vaziyet görünümle kurtarılmaya çalışılacaktır.
Yeni düzenlemelerin en somut saikı sermaye hareketlerini sınırlayıcı yönetim tarzının
dönüştürülmesidir ([31]: 51). Bunun için bürokratik hiyerarşinin özerk kurullarla
“bertaraf edilmesi” gerekir. Böylece ortaya çıkan özerk kurullar şebekesine yönetişim
denmiştir. Bununla birlikte yönetişimle idari ve mali denetimin siyasal karar alma ve
denetim süreçlerinden koparılıp teknik bir sürece dönüştürülmesi ([6]: 183) bir kez daha
zevahiridir. Yine yönetişimin neoliberalizmin sosyo-politik dönüşümcü çoğulcu algı
biçimince şekillendirilen bir karar alma(ma) yöntemi olduğu ([6]: 177) düşüncesine de
şüpheli bakmak gerekiyor. Zira yönetişimi somut olarak oluşturan üst kurullar şebekesi
marifetiyle kararlar hızla alınmaktadır; ayrıca yönetişimin nihai olarak siyasi ve mali
denetim süreçlerine tabi olmayacağı düşüncesi devletin mutlak egemen olma niteliğiyle
çelişmektedir. Nitekim yönetişimle ulus devletin egemenliğinin aşındırıldığı iddiasının
sahipleri bürokrasi savunuculuğuna savrulmaktadırlar. Zira sorunun biçimsel olduğu
kabulüyle, devlette işlerin nasıl yapılması gerektiği sorusuyla hareket edilmektedir. Oysa
asıl soru yahut daha başta sorulması gereken soru yapılanların kimin için olduğu
31 Niyetlenilmemiş sonuçlar her zaman mümkündür elbette.
40
sorusudur. Yoksa hangi aktör, menfaat icabı değilse, herhangi bir konuda karar alma
sürecini muğlâklaştırmak ister, hele ki sermayedarlar.
Yaygınlaşan, yoğunlaşan uluslararası iktisadi faaliyetler, iktisadi bütünleşmeler ve
işbirlikleri, ulus devletlerin egemen oldukları alanların dışına taşan sorunlara neden
olmuştur. Bu sorunlar elbette uluslararası güç dengesinin koşulladığı karar alma
mekanizmaları dâhilinde, değilse başına buyrukluk yahut zorbalıkla çözülür. Söz konusu
sorunlar derhal maliye disipline tercüme edilmiştir: Ulus devletlerin egemenlik
alanlarının dışına taştığı yahut mevcut toplumsal dengelerin sürdürülmesinde elzem
oldukları için tüketimlerinden dışlamanın olmadığı, bu nedenlerle uluslararası
şebekelerce finanse edilen mallara küresel kamusal mallar denmiştir ([7]: 119).
Öncelikle, bir malın kamusal olup olmadığına karar veren iradenin yokluğu, ulus
devletlerden oluşan uluslararası şebekeler, bizzat ulus devletler ve ulusüstü örgüt ve sivil
toplum kuruluşları tarafından oluşturulan karar alma süreçlerini gerektirir; bu nedenle
küresel kamusal mallar daha ziyade uluslararası kurum ve kuruluşlarca üretilir ([7]: 117
ve 121) denmektedir.
Küresel kamusal malların üretilmesinde belirleyici olan daha çok sistemik
gereksinimlerdir. Bu nedenle küresel kamusal malların belirlenmesinde siyasal tercihler
ve güç önemlidir ([7]: 121). Siyasal olarak tercih edilen ve güç dengelerinin gerektirdiği
sistemik ihtiyaçlar genel olarak küresel düzeyde kamusallık arz eden malların çevre ve
kalkınma sorunlarına ilişkin olanlar olarak belirlenmesine neden olmuştur. Sınırsız
sermaye birikiminin koşulladığı yoğun uluslararası etkileşimin gerektirdiği sürekli sınır
tayini, ulus devletlerin kendilerini hem ulusal hem uluslararası düzeyde nihai egemen
olarak yeniden üretmelerini olanaklı kılar; öte taraftan arzuları dâhilinde ortaya çıkan
fırsatlardan yararlanma istekleri bu fırsatları olanaklı kılan belirsizlikleri tercih etmelerine
de neden olur. Örneğin küreselleşmenin ülkelerin vergi rejimlerini birbirine yaklaştırdığı
iddiasının aksine, kurumlar vergisi hariç diğer vergilerde ulusal tercihlerin etkili olduğu
gözlemlenirken ([90]: 52-53), 1980’lerden sonra küreselleşmeyle birlikte vergi
cennetlerinin sayısında hızlı bir artış gözlemlenmiştir ([24]: 602). Bu çerçevede küresel
düzeyde dışsallıkları, dolayısıyla kamusallıkları, bu belirleme-belirsizlik ekseninde hem
ulusal hem de uluslararası güç dengelerinin gerektirdiği siyasal tercihler tayin etmektedir.
Küreselleşme ile Türkiye’de de daha çok yönetişimin uluslararası kurumları tarafından
savunulan ve mevcut şartlarda eşitlikçi ve demokratik oldukları su götürür olan yerel
örgütlerin ve sivil toplum örgütlerinin karar alma süreçlerinde etkin kılınmaya
çabalanması ([9]: 118), ulusüstü bir hal alan ekonomik entegrasyonların ulusal
egemenliği tehdit ettiği iddiaları ([85]: 149), özel kesimde nihai olarak finansal bağımlılık
ve kriz sözcükleri ile anılan serbestleştirmeler, kamu kesiminde yönetişim ve saydamlık
kavramlarının kullanıma sokulması ([93]: 83) mevzubahis olmuştur. Pek tabii süreç
kimilerinin projenin başarısızlığına kılıf uydurmak için gerçekte iktisadi değil de devletin
ekonomiye müdahalesinde tezahür eden siyasi serbestleştirmelerin yaşandığını ([94]: 2)
iddia ettiği serbestleştirmelerle başlatılmıştır. Oysa serbestleştirmeler daha baştan
kalkınma amacına uygun değildir; bilhassa finansal serbestleştirmelerle iç ve dış sermaye
kaynakları üretken alandan spekülatif alana kaymış ([47]: 486), geniş çaplı özelleştirme
ve taşeronlaştırmalarla kamusal olan adeta yeniden belirlenmiş, malların ve sermayenin
serbest dolaşımıyla kamu birikimleri küreselleşen dev sermayeye aktarılmış, bu arada
devletin yatırıma, üretime, paylaşıma ilişkin karar mekanizmalarından çekildiği ([44]: 7374) izlenimi yaratılmıştır. Bu yanılsama kullanıma sokulan yeni kavram seti ve yasal
41
düzenlemelerle genel olarak kamu yönetiminde özelde kamu mali yönetiminde de
yaratılmıştır: Neoliberal eklemlenme sürecinde önem arz eden 5018 sayılı Kamu Mali
Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile kullanıma sokulan ilke ve kavramlar (stratejik plan,
stratejik amaç, sosyal verimlilik, maliyet-fayda ve maliyet-etkinlik analizleri, özel gelir,
sürdürülebilir kalkınma) ([6]: 184-186) esaslı bir hesap sormayı mümkün kılacak siyasi
karakterli “Kim?” sorusunun yerine teknik “Nasıl?” sorusunun geçirilmesini olanaklı
kılacaklardır. Küreselleşmenin siyasal olanın teknikleştirilmesinin aracı olarak kullanıma
soktuğu söz konusu kavramlar daha yakından bir bakışı hak etmektedirler.
Hegemonik bir proje olarak küreselleşme ile kamu yönetiminde ve kamu mali
yönetiminde gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşümlerle kamu hizmetlerinin kalitesinin
iyileştirilmesi, çalışanlarının motivasyon ve memnuniyetlerinin arttırılarak ülke
kaynaklarının daha etkin yönetimine katkıda bulunulmasının amaçlanması ([88]: 238), bu
çerçevedeki reformlarda yeni olanın ne olduğu sorusunu söz konusu etmektedir; zira her
yönetim rejimi söz konusu amaçların gerçekleştirilmesine çalışır. Küreselleşme ile hayata
geçirilmeye çalışılan stratejik yönetim anlayışı, bu amaçları yeni yollarla
gerçekleştirmeye çalıştığı iddiasıyla yenidir.
Stratejik yönetim anlayışının odağında performans kavramı yer alır. Bu çerçevede
stratejik plan öteki plan anlayışlarından farklı olarak etkinliği performansın nihai
göstergesi kabul ederek girdi, çıktı, kalite, verimlilik, sonuç benzeri performans
göstergelerini esas alır ([88]: 238). İşbu etkinlik serbest rekabetin kamu yönetiminin
işleyiş motifi kılınmasını öngördüğünden ilk bakışta kişisel gayretleri azamileştiriyor
izlenimi yaratsa da tıpkı serbest piyasada olduğu gibi her düzeyde fırsat ekonomilerinin
yaygınlaşmasına neden olur. Bu nedenle stratejik yönetim anlayışının hâkim kılmaya
çalıştığı performansa dayalı kamu yönetimi performans denetimi olmaksızın
gerçekleştirilemez: kamu yönetiminde rekabetin geçerli kılınabilmesi için rekabet
denetiminin yapılması zorunluluğu.
Ne olmuştur da hizmet kalitesi, çalışanların motivasyonu ve ülke kaynaklarının etkin
kullanımına katkı amaçları için yeni bir yol tutulmuştur? Neoliberalizmle başlatılıp
küreselleşme ile sürdürülen ve rekabet motifine göre işleyen bir toplumsal düzen inşasını
amaçlayan uluslararası hegemonyanın yeniden düzenlenmesi çerçevesinde kamu
yönetiminin de yeniden düzenlenmesi, kamu kesimi tarafından gerçekleştirilen
hizmetlerin özel kesime devredilmesi, esnek üretim faktörleri piyasalarının (özellikle
emek) tesis edilmesi için rekabete dayalı bir kamu yönetiminin hayata geçirilmesi ve
çoğu kez sermayedarlara yapılan transferlerin bürokratik engellerini ortadan kaldıran
merkezi yetkilerin yerel yönetimlere devredilmesi bu yeni yolun önemli nedenleridir.
Dolayısıyla yeni yönetim anlayışının sermaye birikim rejimi tarafından koşullandığı
rahatlıkla iddia edilebilir.
Yeni sermaye birikim rejiminin bilhassa azgelişmiş ülkelerde ortaya çıkardığı yapısal
kayıt dışılık performansa dayalı kamu yönetiminin gerektirdiği performans denetimine
cevaz vermez. Bunun yolu her zaman olduğu gibi kavramların matlaştırılmasıdır.
Performans yönetimi ve denetimi konusunda da kavramsal netlik, teknik ve bilgisel
yeterlilik söz konusu değildir ([38]: 382). Örneğin Türkiye’nin mevcut bütçe sisteminin
kapsadığı dar faaliyet alanlarında dahi performans yönetimine yönelik hiçbir işlemin
yapılmadığı tespit edilmektedir ([62]: 195). Performansa dayalı yönetim anlayışı daha
çok esnek bir emek piyasasının oluşturulması ve kamu hizmetlerinin taşeronlar eliyle
yürütülmesinin yaygınlaştırılması sürecinde işçiler üzerinde bir tehdit unsuru olarak,
42
kalite yönetimi söylemiyle ise toplumun taşeronlaştırmalara ikna edilmesinin bir aracı
olarak işlev görmüştür.
Rekabet odaklı kamu yönetimi anlayışının performansla etkileşim halindeki öteki
önemli unsuru hesap verme motifine dayalı saydamlıktır; zaten performans ölçütleri de
hesap vermeyi mümkün kılmak içindir ([59]: 319). Bununla birlikte hesap verme kavramı
özgünlüğünü küreselleşme bağlamında kavrar. Hesap vermenin karakterize ettiği
saydamlıktan temelde mali saydamlık anlaşılmalıdır. Ancak mali saydamlıkla demokratik
ekonomilerin veya ekonomi yönetimlerinin amaçlanması söz konusu değildir, mali
saydamlık uluslararası büyük sermayenin yatırımlarının “selameti” açısından gerekli
görülmektedir ([93]: 92]. Toplumsal yeniden üretimin kilit unsurlarından biri haline gelen
borçlanmanın sürdürülebilmesi için talep edilmektedir saydamlık. Mali saydamlıkla
temel olarak amaçlanan güvenirliğin arttırılarak borçlanma maliyetlerini mümkün olan en
düşük seviyeye çekmektir ([48]: 19 ve [93]: 79). Böylece etkinlik amacının sınırları da
tayin edilmiş olmaktadır: finans sermayesinin üretken değeri somurma olanakları. Kamu
hesaplarında saydamlıkla piyasa aktörlerine doğru ve yeterli bilginin iletiliyor olmasının
koordinasyon sorunundan doğabilecek krizleri önlediği tespit edilerek ([93]: 88) asıl
amaç da ortaya koyulmuş olmaktadır. Zira kamu mali yönetiminde saydamlıkla
amaçlanan demokratik katılımın teşvik edilmesinin ([93]: 77) gerçekçi olmadığı, bu
yönde hiçbir somut gelişmenin olmamasından apaçık anlaşılırdır. Saydamlığın temel
ilkelerinden biri olarak kabul edilen bağımsız dış denetimin çeşitli usulsüzlüklere açık
olması32 saydamlıktan gerçekte murat edilenin finansal sermaye için saydamlık olduğuna
delil kabul edilebilir.
Küreselleşmenin yerelliklerin öne çıkarılmasıyla33 derinleştirilmesi, hegemonyanın
yeniden tesisinde stratejik öneme sahiptir. Sermaye hareketlerinin ve temelde bu yolla
sınırlar aşan kültürlerin karşılaşmalarının yerli-yabancı çatışmasına dönüşmesini
önlemesi, yerele duyarlı bir sermaye birikiminin üstünlüğü ve daha genel olarak liberal
adem-i merkeziyetçiliğin iktisadi etkinliği sağlamadaki üstünlüğüne olan inanç,
küreselleşme için yerelliklerin tanınmasını, öne çıkarılmasını gerekli kılmıştır. Bu
çerçevede sorun kamu yönetimi olunca yerelliklerin öne çıkarılmasıyla birlikte adem-i
merkeziyetçilik temelinde özerklik küreselleşmenin olmazsa olmaz bir talebi olarak boy
göstermiştir. Özerkliğin teşvik edilmesinde Soğuk Savaş sonrası hegemonya tesisi de
etkilidir. Yönetimler arasında harcama sorumluluklarının ve gelir kaynaklarının
bölüşümü ile harcama ve gelirlerin belirlenmesinde sahip olunan serbesti olarak
tanımlanan mali özerkliğin, daha fazla hesap verebilirliğe yol açtığı, seçilmişleri ödenen
vergiler dolayısıyla daha duyarlı hale getirdiği, bireyleri ise sunulan hizmetlere karşı daha
duyarlı kıldığı iddia edilmektedir ([40]: 220 ve 221). Keşke gelir ve harcama
sorumluluklarındaki serbestinin bir yönetim birimini nasıl daha fazla hesap verebilir
kıldığı da açıklanmış olsaydı; hukuk devleti zihniyetinin gerektirdiği hukuksal bir temeli
olmadıktan sonra hesap vermenin gerçekleşmeyeceği açıktır. Mali özerkliğin hesap
verilebilirliği arttırdığına çoğunlukla tanıklık edilmemektedir, mali özerklik gerçekte
devletin bölüşümdeki rolünü daha etkin ifa etmesi amacına hizmet etmektedir. Öte
yandan yine sermayedarlar sınıfının arzuladığı esnek bölüşüm mekanizmasının
32 Yazılı basında, Yunanistan’ın 2010 yılında yaşadığı borçlanma krizinde, ülkenin ölçüsüz bir biçimde
borçlanmasını olanaklı kılan saptırıcı göstergelerine göz yuman uluslararası finansal derecelendirme
kuruluşlarının etkili olduğu iddia edilmiştir.
33 Yerelliklerin öne çıkarılmasının doğal sınırı siyasal egemenliktir pek tabii.
43
gerçekleştirilmesi için, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, aktif bir yürütme organı biçiminde
yapılanmış merkeziyetçilik ile “formel yeraltı ekonomilerini” faal kılacak parçalı bir mali
yönetimin çelişkili birlikteliği gerekmektedir ([62]: 180). Bu bağlamda hizmeti yerel
düzeyde sunan birimin hizmete ilişkin girdilere, bunların bileşimine ve tutumlu ve etkin
bir şekilde kullanımına dair yetkiye sahip olmaması temelinde hizmet sunumunun aşırı
merkezileşmesine itirazlar ([59]: 338), söz konusu esnek bölüşüm mekanizmasının
gerektirdiği kimi kez ceberut merkeziyetçiliğe itirazlar olarak değerlendirilmemelidir:
“Sermaye grupları bir yandan merkezi yönetim düzeyinde kararların verilmesini, öte
yandan da yerel yönetimlerin varlık nedenlerinin sürmesini ve yerel mal ve hizmetlerin
kendi istekleri doğrultusunda aksatılmadan üretilmesini ister (…)” ([39]: 206).
Mali özerklik ve adem-i merkeziyetçi yönetim anlayışının tecessüm ettiği kurumlar
yerel yönetimler olmuşlardır. Bu çerçevede yerel yönetimler siyasal açıdan özgürlükçü
demokrasilerin temel unsurlarından kabul edilmiş, iktisadi açıdan ise kıt kaynakların
optimum etkinlikle kullanılabilmesinin koşullarından biri olan arzın tüketici tercihlerine
uydurulmasının bir gereği olarak kabul edilmişlerdir ([70]: 49). Ancak Türkiye’de
1980’den sonra tekelci sermaye lehine belediyelerin işgücüne yönelik sosyal hizmetleri
geriletilmiş, kamu mülkiyetinde bulunan varlıklar ve değerler özellikle belediyeler
aracığıyla azaltılmış, rant yaratma, ihale sistemi ve yerel hizmetlerin belediyeler
tarafından özel kesime ihalesi yoluyla işverenlere kaynak transferi gerçekleştirilmiştir
([39]: 210, 211 ve 212). Yani neoliberal küreselleşmenin derinleştirilmesi yerel
yönetimlere muğlak mali özerklikler tanınmasıyla mümkün olmuştur. Bu durum, maliye
disiplininde yapay bir merkeziyetçilik-yerelleşme gerilimine neden olmuştur. Tartışma
bir kez daha etkinlik sorunu ekseninde yürütülecektir; yerel yönetimlere tanınan
özerkliklerin demokratik katılım süreçlerini geliştirmediği gerçeği bir yana.
Disiplinin somut (pratik) sorun çözmeye dönük alanı olarak maliye politikasının
temaları uluslararası birikim rejiminin (siyasal iktisadi düzenin) dönüşmesi ile
çeşitlenmiştir. Ancak alanı karakterize eden birikim sorununun üstü yapay büyümeistikrar gerilimi ile örtülmeye çalışılmaya devam etmiştir. Bu çerçevede kalkınma
kavramı ile azgelişmişliğin sürekli kılınmasına çalışılmış, bunda dışa dönük kalkınma ve
serbestleştirmeler arasındaki çelişkiden faydalanılmıştır. Uluslararası hegemonyanın
yeniden düzenlenmesi çerçevesinde birikim amacına koşulmuş bir biçimde yönetişim ve
özerklikle derinleştirilen küreselleşme öne çıkarılmıştır; bu kez küreselleşme-ulusal
egemenlik gerilimi üstünü örtmenin aracı kılınmıştır. Bütün bu gerilimler istikrarlı
birikimin bilgisini üreten maliye politikasının birikim-bölüşüm bütününden uzak bir
kavramsallaştırmasını olanaklı kılmak içindir. Bununla birlikte, maliye cemaatinin
tartışmalarını üzerine kurduğu yapay gerilimler, yalnızca cemaatin birikim ve bölüşümü –
arzuları dâhilinde olsun olmasın- disiplini kurucu gerilimler olarak görmemesinden
kaynaklı değildir. Çünkü birikim ve bölüşümün kurucu birer gerilim olarak kavranması,
kamu ve/ya devletin kavramsallaştırılmalarının niteliğine, çoğu kez açık bir biçimde
kavramsallaştırılıp kavramsallaştırılmadıklarına bağlıdır.
3. Disiplin Kurucu Bir
Kavramsallaştırılması İhtiyacı
Tartışma:
44
Kamunun
ve
Devletin
Yeniden
Bütün yollar neden Roma’ya çıkar? Çünkü o yolları yaptıran Roma’dır. Maliye
disiplininde alt araştırma alanlarını birer yol misali teşkil eden tartışmaların çıktığı yer
devlettir; devlet maliye medeniyetinin merkezidir yahut daha doğru bir ifade ile merkezi
olmalıdır. Platon’un meşhur mağarasında kendileri için söz söylediği velinimetlerinin
kendisine bahşettiği dünyada gölgeler içinde yaşayıp gölgelerin bilgisini üreten/üretmek
zorunda olan maliye cemaati, disiplinin Roma’sına ilişkin tasarımında da gölgenin
bilgisiyle yetinmek zorundadır. Gölgelerinden asıllarını türetmeye çalıştığımız ve
disiplinin kurucu tartışması olduğunu düşündüğümüz devlet tartışmasına giden ana yollar
olan birikim ve bölüşüme ilişkin tespitlerimiz bu halleriyle belirli bir varoluş tertibatı
içinde yer almayan kendinde kavramsallaştırmalar olarak kalacaklardır. Birikim ve
bölüşümün gerçekliğin açığa çıkarılmasında etkin birer araç olarak kullanılabilmeleri için
içinde var oldukları dünya ile birlikte kavranmaları gerekmektedir; yani Roma’ya gidilip
yolların ne tür bir plan uyarınca inşa edildiğini görmek gerekmektedir. Daha açık bir
ifadeyle toplumların siyasal iktisadi varoluşunu belirleyen başat aktör, toplum işlerinin
tek yürütücüsü olan ([9]: 118) devletin doğasına ilişkin tasarımlar, maliye disiplininin asli
sorunsal eksenlerini belirlediklerini kabul ettiğimiz birikim ve bölüşüm
kavramsallaştırmalarının doğalarını da belirlerler. Öyle ki disiplinin nasıl tanımlandığı
devlet teorisi alanındaki farklı anlayışlara göre şekillenmiştir, devlet disiplinin kuramsal
çekirdeğidir ([80]: 317). Buna rağmen maliye disiplini cemaatinin, devleti disiplini inşa
edici bir biçimde sorunsallaştırması söz konusu değildir; devlet daha çok belirli bir devlet
anlayışının varsayılmak zorunda kalındığı disiplinin sıradan sorunlarının –devletin
iktisadi faaliyetleri dâhilinde ortaya çıkmış somut sorunlar- gerekli kıldığı kadarıyla
biçimsel olarak sorunsallaştırılmıştır. Bu bağlamda devlet olduğu gibi kabul edilmiş
olunuyordu yahut devletin de dayandığı toplumu kurucu güç dengesinin gerektirdiği
ontoloji maliye disiplininin devlet kavramsallaştırmasını zımnen belirliyordu. Böylece
devletin ne olduğuna ilişkin soru gün gibi ortada olduğu için yanıtlanamayan sorulara
dâhil edilmiş oluyordu. Kendiliğindenlik ve işlevleri ile tanımlamak, çoğu kez kurucu
güç dengesi için bile arzulanmayan belirsizliğin önünü alacak niteliktedir: Devletin
kendiliğinden oluşmasının haklı gerekçesi onun bireyin kendi çabasıyla gideremediği
kamusal ihtiyaçtır. Devleti açıklamak için birtakım puslu ve anlaşılmaz sanal kuramların
kullanılmasındansa, çağdaş ve tutarlı bir yaklaşım olan kamusal ihtiyaç nedeninin
kullanılmasının rasyonel olduğu iddia edilmektedir ([84]: 61): yağmurdan kaçarken
doluya tutulmak.
Maliye cemaati büyük oranda güvenli mağarasını terk etmeden ihtiyaç duydukça
sorunsallardan (yollardan) kaynağa (Roma’ya) doğru hareket etmiştir. Bu nedenle
devletin doğasına ilişkin soruya verilen yanıtlar genellikle tarih dışı ve yanıtları önceden
belirlenmiş sorulara kaynaklık eden sorunsalların inşasında kullanılacak cinstendir:
Devlet, bireylerin bölünemeyen, pazarlanamayan, dışsallığı olan, faydası sonra görülen,
bedava karşılanan ve ortak tüketilen malları üretme ihtiyacına yönelik olarak fiilen
oluşmuş bir tüzel kişiliktir. Bu bağlamda devletin işlevleri toplumsal gönenci arttırmak,
istikrar ve güveni sağlamak, gelir ve servet dağılımını adil kılmak ve bunlar için gerekli
kaynağı yaratmak ve tahsis etmek şeklinde özetlenir ([84]: 61). Böylelikle devletin başat
belirleyicisi siyasal ve siyasalın doğası ıskalanmış olur. Devletin bu önemli vasfı ancak
siyasal egemenlik bağlamında genel olarak öteki devletler ve ülke içi güç odakları ile
olan ilişkileri bağlamında hatıra getirilir. Buna rağmen parçalanmış bir tüzel kişilik ve
mali yönetimle devletin etken egemen iç ve dış sermaye gruplarının yörüngesine girerek
45
edilgenleşeceği iddia edilirken de ([62]: 190) tartışmanın odağında siyasal bir devlet
kavramsallaştırmasının olduğu söylenemez. Lakin siyasal olanın inkârı olanaksızdır;
mağara duvarlarına yansıyan gölgelerden okunan işlevsel ve kendiliğinden devlette bile
siyasalın açığa çıkması disiplinin gölgelerle çözemediği somut sorunların halli için bir
zorunluluktur. Bununla birlikte yansızlık olarak kodlanmış bilimin, taraflar gerektiren
siyasalı dışlaması devlet gibi özü gereği siyasal olan bir kavramın kamu gibi tarafsızlık
çağrıştıran bir kavramla ikame edilmesini gerektirmiştir. Böylelikle arzu edilen yansızlık
sözde hiç de arzulanmayan muğlâklıkla sağlanmış olacaktır. Bu muğlâklık kalabalıkların
devletçe alınan her kararda kamu yararının gözetildiğine ikna edilmesinde işlevsel olsa da
disiplinin çözmeye çalıştığını iddia ettiği somut sorunların çözümünü olanaklı kılacak
kamu/devlet kavramsallaştırmasını engellemektedir; sonunda da devletin kamusal
ihtiyaçların eseri olduğu iddia edilmektedir.
Kamu kavramının da siyasal egemenliğin esas alınarak kavramsallaştırılması
zorunluluğu, bir kez daha işlevselci kavramsallaştırmalara neden olmuştur. Örneğin kamu
kesimi mali politikaların oluşturulmasında ve geliştirilmesinde rol üstlenen birey ve
kuruluşların bütünü olarak tanımlanmaktadır ([48]: 19). Bu tanım kabaca kamuyu
topluma eşitlemektedir. Buna göre bilinen kamu/özel ayrımı ortadan kalkar. Karar alma
süreçlerinden yola çıkılarak yapılan bu gerçekçi, ancak üstünü örtmeye dönük, bu
nedenle de işlevselci kavramsallaştırmanın yanı sıra harcama ve gelirlerden hareket eden
kamu kavramsallaştırmaları da mevzubahistir. Örneğin bir hizmet vergi ile finanse
ediliyorsa kamu hizmeti kabul edilmelidir ([49]: 83). Bu durumda Türkiye’de
gerçekleştirilen son Dünya Basketbol Şampiyonası’nda ikinci olan Türk basketbol milli
takımına yapılan hibeyi vergilerle finanse edildiği için kamu hizmeti saymak
gerekmektedir. Harcamalar esas alınarak yapılan kavramsallaştırmalarda kamu yararı
veya kamusal ihtiyaç kavramları dayanak vazifesi görürler. Harcamalardan doğru yapılan
kamu kavramsallaştırmaları tartışmaya en açık olanlarıdır. Harcamanın kimin için
yapıldığı sorusu kamu/kamusallık tartışmasında sorulması sakıncalı soruyu açığa çıkarır:
Kamu kimdir?
Kamunun kamu kavramından murat edilenin herkes olduğuna ikna edilmesi için
örtüleyici kavramlar icat edilmiştir: dışsallık, kamusal ihtiyaç, faydanın bölünemezliği,
tüketimde dışlamanın olanaksızlığı… Eğitim devletin emek üretkenliğini arttırma, fırsat
eşitliği sağlama, optimal kaynak kullanımını olanaklı kılma gibi dışsallıkları nedeniyle
sunduğu bir kamu hizmeti oluverir böylelikle ([101]: 5-6 ve [33]: 117). Devletlerin
faydalı buldukları işleri teşvik etmeleri, zararlı bulduklarını engellemeye çalışmaları
doğaldır. Mesele herkesin kamuyu tarif etmesine son vermek üzere, bu işlerin kimler için
faydalı yahut zararlı olduklarına karar verilemesidir. Dışsallık, bu kararın verilmesini
öteleyecek anonimliği kamusal ihtiyaç (sosyal fayda) kavramı üzerinden olanaklı kılar.
Tıpkı firmaların sadece kâra dönüştürebilecekleri girişimleri için araştırma ve geliştirme
yapması karşısında kamu yararı için kamunun araştırma ve geliştirme yapması gerektiği
([67]: 249) düşüncesiyle belirlenen kamu kavramında gizlenen eşitsizliklerde olduğu gibi.
Araştırma ve geliştirmelerin, barındırdığı eşitsizlikleri gizleyerek toplumu karşılamak
üzere kullanılan kamu için, kamu yararı için gerçekleştirildiğinin iddia edilmesi, bilhassa
da ileri teknoloji alanında yürütülen bu faaliyetlerin doğrudan geniş toplum kesimlerinin
faydasını hangi cihetle gözettiği sorusunu boşa çıkarmak üzeredir. İlave olarak, eğitim ve
sağlık hizmetlerinin sadece kişisel refah düzeyi için değil iktisadi kalkınma için de önem
arz ettiği ([89]: 214) haklı iddiasının benzeri karakterde olduğu söylenebilir. Zira iş
46
eğitim ve sağlık hizmetlerini kamu hizmeti olarak görmemizi sağlayacak iktisadi
kalkınmanın kimin için olduğu sorusunu sormaya kadar vardırılmıyor. Nitekim 1980’den
sonra bu perspektiften kamusal hizmet kabul edilen eğitim ve sağlık hizmetlerine
devletçe ayrılan kaynaklar önemsiz düzeylerde kalmıştır ([44]: 76). Maliye disiplini
toplumu kuran güç dengesi ile sürekli kılınan eşitsizlikleri gizleyen bir kavram olarak
kamuyu muğlak herkesi/toplumu ifade etmek üzere kullanmakla aynı kavramı gerçekte
toplumdan farklı bir varlığa tekabül eden devleti ifade etmek üzere kullanmak ikiliğinin
bedelini kendisini bilim kılacak kuramsal ve kavramsal çerçeveyi elde edememekle
öderken, kamu tartışması nelerin kamu malı (hizmeti) olup olmadığı sorusu üzerinden
sürdürülmüştür: Zararsız bir tartışma.
Kamu malı tartışması, disiplinin meşrulaştırıcılık işlevinin bir gereği olarak kamunun
tartışma konusu edilmesini engellemek işlevine sahiptir. Bu nedenle kamunun ne ya da
kim olduğu sorulmadan kamu malı, malın talebini dikkate alan bakış açısından, kamu
hizmetine, kullanımına ayrılmış ya da sağladığı gelir ile kamu hizmetlerine dolaylı olarak
katkıda bulunan mal olarak tespit edilmektedir ([54]: 305). Malın arzını dikkate alan
bakış açısından piyasa aktörleri tarafından fiyatlandırılamayan mallar kamu malı kabul
edilmelidir. Kimi malların piyasada fiyatlandırılamaması tüketimlerinin kamusal
olmasından, fertlere ayrı ayrı sunulamamalarından kaynaklıdır ([72]: 33). Bu arada piyasa
aktörlerinin kimi malların kullanımından tüketicileri dışlayamadığı dikkatlerden kaçar;
devletin temsil ettiği kamunun siyasal karakteri de çözümleme dışı bırakılmış olur.
Nitekim piyasa aktörlerinin bir yerde siyasi kabul edilebilecek ve tekel olarak temayüz
eden dışlama kapasitelerinin engellenmesi ülkelerinin yahut faal oldukları coğrafyaların
siyasi hegemonları tarafından engellenir yahut buna izin verilir. Tüketimden dışlamanın
olanaklı olmasına rağmen kimi hizmetlerin devlet tarafından sunulması zorunluluğu ile
işlevsizleşen malın arzını esas alan bakış açısının imdadına dışsallık kavramsallaştırması
yetişir. Böylelikle kim ya da ne olduğunu soramadığımız kamuya faydası nedeniyle
kamu/devlet tarafından arz edilen mal kamu malı olmuş olur. Bu anlayış işlevseldir de;
zira yaydıkları dışsallıkların azalması durumunda söz konusu mallar serbestleştirmeler
sayesinde kamu malı olmaktan çıkarlar ([99]: 394-395); dışsallıklarının kapsayıcılığı
oranında kamu malı olurlar. Kamu mallarının sürekliliği ve kimi kamu hizmetlerinin
devredilemezliği sorunu ise ekonomik gelişmenin sürdürülebilirliği kavramsallaştırması
ile çözülmeye çalışılmaktadır ([7]: 118). Kamu mallarının doğaları gereği satılamaz ve
devredilmez olduğu ([9]: 116) iddia edilir, ancak kamunun doğasına ilişkin sorgulama
gerektiren kamu mallarının doğalarından ne kast edildiği açıklığa kavuşturulamaz.
Siyasala bulaşmamak için kamuya ilişkin tözsel sorgulamayı ötelemek zorunda olan
maliye disiplini çoğu kez sorun çözmekten uzak biçimsel tasnifler alanına sıkışmak
zorunda kalmıştır, bir malın kamu malı olup olmadığının ölçütünün sağladığı faydanın
özel ya da kamusal oluşu olarak belirlenmesi örneğinde olduğu gibi ([9]: 116). Bununla
birlikte maliye disiplinini hemen her zaman kamunun doğasına ilişkin metazori
sorgulamalara sevk eden istisnai durumlar söz konusudur. Belirgin iki istisnai durum
ulusal düzeyde ulusal güvenlik, uluslararası düzeyde ise küresel kamusal mallardır.
Toplumsal varoluşu olanaklı kılan siyasal çerçevenin belirleyicisi (siyasal egemen) olarak
devletin sağlamak zorunda olduğu can güvenliği kamusal malın siyasal karakterini açığa
çıkarıcı niteliktedir. Devletin kamusal malın siyasal karakterini gizleyici nitelikte olan
ekonomik faaliyetlerin olanaklı olduğu ortamın oluşturulması işlevini gördüğü iddiası
([14]: 33) toplumun varlığı için gerekli toplumsal ve siyasi istikrarı sağlamanın aracı
47
olduğu ([42]: 280) iddiasını zımnen barındırmaktadır. Küreselleşme ile birlikte birçok
yoksulluk ve kalkınma sorunu küresel kamusal mal olarak yeniden tanımlanmıştır ([60]:
169). Geçmişin yoksulluk ve kalkınma sorunlarının nasıl olup da kamusal mal olarak
tanımlandığını bu sorunların küreselleşme ile birlikte siyasal egemenlik meselesine dâhil
olmaları ile açıklayabiliriz. Nitekim küresel kamusal malların arzı ile ilgili en önemli
sorun, bu malların faydalarını veya zararlarını tespit edecek, malların arzına katkıları
koordine edecek ve bedavacılığı önleyecek küresel bir örgütün olmayışıdır; küresel
kamusal mallar esasen ulus devletler tarafından sağlanmaktadır ([60]: 174 ve 176).
Uluslararası siyasal iktisadi düzenin yarattığı dışsallıkların giderilmesi için yapılan
yardımlar olarak ele alınan küresel kamusal mallar, daha açık bir ifadeyle, uluslararası
düzeyde ortaya çıkan birikim ve bölüşüm sorunlarının çözülebilmeleri için gerekli siyasi
iradenin tesisi amacıyla kamusal addedilmişlerdir. Temelde sorun sermayenin dünya
ölçeğinde yeniden üretilmesi olunca küresel kamusal malların üretim ve finansman
kararları da dünya sermayesinin idare edildiği merkezlerde gelişmiş ülkeler tarafından
veya karar organlarında ağırlıklı olarak gelişmiş ülkelerin yer aldığı uluslararası
kuruluşlar tarafından alınmaktadır ([60]: 171). Küresel kamusal malların ve güvenlik
hizmetlerinin işaret ettiği kamu kavramı, maliye disiplininin toplum ve devlet
kavramlarının birbirleri yerine kullanıldığı üstünü örtmeye dönük metazori kamu
kavramsallaştırmasının aşılması için bir nirengi noktası kabul edilebilir. Lakin maliye
disiplini kamuyu, kamu ekonomisinin bilgisini üretmek üzere iktisat disiplininin piyasa
kavramsallaştırmasının belirlediği kamu/özel ayrımının ve neoliberal sermaye birikim
rejiminin gerektirdiği biçimde kavramsallaştırmıştır.
Maliye disiplininde Anglo-Amerikan anlayışın egemen hale gelmesinin temel nedeni,
uluslararası siyasal iktisadi düzenin egemeni olan kapitalist Kuzey’in, neoliberalizmle,
siyasal iktisadi düzeni görece kararcı (decisive) bir mekanizma dizaynı yerine görece
kendiliğinden (?) bir mekanizma dizaynına göre işler hale getiren burjuva taktiği
şiddetlendirmesidir. Kapitalistler bunu serbest rekabeti etkili kılarak birikimi kimsenin
gözünün yaşına bakmayacak bir etkinlikle gerçekleştirmek üzere yapmışlardır. Doğal
olarak uluslararası siyasal iktisadi düzeni mümkün kılan mekanizma serbest piyasa
kendiliğindenliğinde ifade bulan iktisadın baskın kılınmasıyla görünürde daha az siyasal
kılınmıştır. Ancak gerçekte iktisadi faaliyet mekanizma dizayncılarının katı bir biçimde
çizdiği siyasal çerçevede yürütüldüğünden siyasal olandan feragat edilmemiş, tersine
iktisadi olana içsel kılınan siyasal, “kendiliğinden hegemonya kurucu” bir uluslararası
düzen temin etmiştir. Dolayısıyla iktisadi olanla siyasal olan kati bir biçimde birbirinden
ayrılmış oluyordu: piyasa ve devlet. Bununla birlikte toplumsal antagonizmaları
şekillendiren kurum olarak piyasa, çözümlerini devlet eliyle empoze etmesiyle siyasal
olanın da başat belirleyicisidir. Öyle ki devlete piyasanın işleyiş biçimleri, piyasa
zihniyeti de empoze edilmiştir. Maliye disiplini toplumu kurucu güç dengesinin
ontolojisini esas aldığından bir yandan piyasanın kuşattığı toplumu kamu kabul ederek,
diğer yandan piyasanın koşulladığı bir devlet tasarımını kamu kabul ederek iki ayrı
gerçekliğe tekabül eden bu kamu kavramlarını bir kabul etmenin yarattığı gerilimler
alanında devinmiştir; daha ziyade bir egemenlik aracı olarak vazife ifa eden kamu/özel
ayrımını aşmaya yok denecek kadar az teşebbüs etmiştir: “(…) Kamu finansmanı, hem
kamusal hem özel üretim ve tüketim harcamalarının finansmanının birliği ve tekliği
anlamında bir bütündür. (…)” ([80]: 324).
48
Siyasal olan burjuvazinin serbest rekabet gereksinimi nedeniyle daha yoğun bir
biçimde iktisadi alanda gerçekleşince devlet de iktisadi olanın gerçekleşmesi için gerekli
bir araç, adeta onun bir eklentisi olarak algılanır olmuştur. Zira o, piyasanın aksadığı
durumlarda (kamu malları, doğal tekeller, dışsallıklar, bilgi eksikliği, aksak piyasalar)
boy gösterir ([53]: 18). Devletin toplumsal yeniden üretimin mekanizması olarak serbest
piyasayı öncelediği düşünülecek olursa, devleti iktisadi veçheleriyle bile piyasa
aksaklıklarına dayandırmak makul değildir. Ancak maliye disiplini kamu kesiminin,
hizmetin/malın tüketiminden dışlama ve arzda rekabet ölçütlerine göre belirlendiğini
iddia etmektedir ([59]: 315). Buna göre devletin, tüketimden dışlamanın mümkün olduğu
ve arzda rekabetin olduğu iktisadi faaliyetler alanı olan piyasada (örneğin kamu
bankacılığı) ne sebeplerle faaliyet gösterdiği açıklama ister bir durumdur. Bu tür
kuramsal sorunların çözüme kavuşturulması toplumda gerçekleşen ve onu belirleyen
piyasa ve devlet kurumlarının özgün varoluş biçimlerinin ilişkisellikleri dâhilinde
kavranmasıyla mümkündür. Bu bağlamda maliye disiplini devletin iktisadi faaliyetlerinin
çözümlemeleri olarak düşünülemez, maliye disiplini ancak bir beden olarak devleti
odağına alarak toplumun toplumsal yeniden üretim dâhilindeki iktisadi faaliyetinin
çözümlemeleriyle gerçekleşebilir. Bu açıdan kapitalist bir toplumda kamu maliyesi
kuramı, devletin ve onun denetimindeki kurumların, ekonominin her alanında, sermaye
birikiminin vazgeçilmez bir üst kurumu olarak giriştiği iktisadi faaliyetlerin nedenini
araştırır ([80]: 324). Ancak kamunun (devletin) kendisi adına faaliyet gösterdikleri
(burjuvazi, çıkar grupları), elden geldiğince her seferinde topluma eşit kabul edilir ve
toplumsal yeniden üretimin unsurları alabildiğine anonimleştirilir. Örneğin kamu
maliyesinin amacı toplumsal refahın maksimizasyonu olarak tespit edilip bu amaca
ulaşmak için kaynak dağılımında etkinliğin, gelir dağılımında adaletin, iktisadi istikrar ve
kalkınmanın gerçekleştirilmesi gerektiği iddia edilir ([67]: 237). Toplumun kuruluşundan
kaynaklı eşitsizlikler yok sayılıp kuramsal düzeyde toplumsal refahı maksimize etme
amacının araçları arasında tesis edilen gerilimlerle yaratılan popülizm karşıtlığı ile söz
konusu anonimlik körüklenir ([53]: 19). Bu yolla devlet ve piyasanın yalınkat ayrılığı,
çoğu kez de antagonistik birlikteliği garanti altına alınır. Bu yapay antagonizmadır ki34
geçmişin sermaye birikim rejiminin tasfiyesi için devletin küçültülmesi söyleminden
yararlanılmasını olanaklı kılmıştır. Devletin küçültülmesi kaçınılmazdır, çünkü özel
kesime göre verimsizdir, yapısı gereği israfçıdır, hem toplarken hem de harcarken ülke
kaynaklarının israf edilmesine neden olur ([55]: 102). Mesele de zaten savunma, adalet
ve güvenlik gibi kamu hizmetlerinin arzı değildir, yarı kamusal malların devlet tarafından
mı yoksa piyasa tarafından mı arz edeceğidir ([67]: 241)? Ancak devletin bu iktisadi
kavramsallaştırması tam yahut yarım tüm kamusal malların iyi belirlenmiş hukuki
çerçevelerde piyasa tarafından arz edilebileceği olgusu ile (paralı askerlik, güvenlik
şirketleri düşünülsün) boşa çıkarılarak devlet-piyasa ayrımını mesnetsiz kılacak
niteliktedir, buna rağmen neoliberal birikim rejiminde toplumsal yeniden üretimin güç
dengesine göre muhafazası için zorunlu olarak kullanılmaya devam edecektir. Maliye
disiplinin neoliberal hegemonya tesisinin bir parçası olarak benimsediği bu tür yapay
gerilimlere can veren kamu kavramsallaştırması iktisat disiplininden mülhem olduğu için
eklektik ve sorun çözmekten uzak bir kavramsal ve kuramsal çerçeveye neden
olmaktadır. Özgün, sorun çözmeyi dert edinmiş bir maliye disiplini kamu ve devlet
34 Hakikisi toplumsal artığı paylaşan taraflar arasında olandır.
49
kavramlarının
mümkündür.
daha
baştan
kendindelikleri
çerçevesinde
içeriklendirilmeleriyle
Sonuç Yerine
Rivayet odur ki büyük Alman düşünür Johann Wolfgang von Goethe’nin son sözleri
“Işık… Biraz daha ışık” olmuştur. Varoluşunun somut ufku kapkara ölüm olan
insanoğlunun ışığı arzulaması, ışık üzerine düşünmesi, ışığa tapması doğaldır. İnsanın
dünyasını karartan sadece mukadder ölümü değildir bununla birlikte. İnsana ait
karanlığın iki ana kaynağı doğa ve insanın kendisidir. Gücü nispetince doğadan ve kendi
doğasından (ölümden) kaynaklı karanlıkla “topyekûn” kavga eden insan, iş kendisiyle,
kendine ait yapılardan kaynaklı karanlıkla kavgaya geldiğinde akıl almaz bir çaresizliğe
düşer. Gerçekte insanın ışık arzusunun kaynağını, karanlık nereden yahut kimden
kaynaklı olursa olsun, onun ele geçirme, egemen olma arzusu teşkil etmektedir. Bu
nedenle doğa ile ilişkisinde de anlamaya dönük bir üzerini açma, aydınlatma güdüsü
olduğu söylenemez. Bu durumu insanın doğanın öteki unsurlarına karşı zayıflığına
bağlamak mümkünse de hayli uzun zamandır en azından gezegenin kaderini belirleyecek
kadar güçlü olması bu zayıflık iddiasını boşa çıkarmaktadır. Kanaatimizce insanın ait
olduğu dünyaya egemenliğini öteki insanlara egemen olma biçimleri karakterize
etmektedir. Bu açıdan, her görme ediminin aynı zamanda görmeme olacak olması
zorunluluğu bir yana, toplumsal egemenlikle koşullanan açığa çıkarmalar, kasti birer
üstünü örtmedir aynı zamanda. Mesele insanların birbirleri üzerinde kurdukları
tahakkümün gelişmiş mekanizmaları olunca, ışık arzusu basitçe bilme arzusuna
indirgenemez. Karanlık bu bapta silah şirketlerinin kâr oranları düşmesin diye azgelişmiş
ülkelerin yoksul insanlarının birer hayvan gibi birbirlerini boğazlamaları, dünya
nüfusunun büyük kısmının yoksunluklar içinde yaşam endişesiyle sürekli
borçlandırılmaları, düş kırıklıkları, haysiyetsizlikler, adalet ve özgürlüğün para ile
mümkün olması olarak tezahür eder. Ne kadar bağırırlarsa bağırsınlar birer özgürlük
düşmanı olarak görüldükleri için sesleri asla duyulmayacak olan az sayıda insan dışında
ışığı, daha fazla ışığı, bize göre tam da Goethe gibi, arzulayan kimseler yoktur. Biliyoruz
ki eskilerin faziletle farkına vardıkları gibi insanları bu denli cahil kılan egemenlerin
korku ve ümit kılıçlarının başlarında sallanıyor olmasıdır. Doğrusu bu şartlarda kimseden
cesur olması beklenemez. Karanlığı bir nebze olsun fark etmemizi olanaklı kılacak olan
ışığın utanmak olduğunu düşünüyoruz. İnsanlık utanmayı hatırlamalıdır; başta da burjuva
kötülüklerinin hem tesisini hem sürekliliğini sağlayan iktisat, maliye ve hukuk
disiplinlerinin icracıları.
Türkiyeli insanların 1980’den önce de 1980 sonrasında da huzur içinde yaşadıkları
vakıa değildir. Oysa sürekli olarak toplumlarının refahı ve huzuru için çalışan
politikacıları, bürokratları, memurları, bilimcileri de olmuştur bu ülkenin. Sonra bu zevat
arasında doğal olarak refah ve huzura hangi yolla gidileceği konusunda sürtüşmeler de
yaşanmıştır. Sürtüşmelerin tarafları iktidar da olmuşlardır. Ancak sürtüşme, genel olarak
zevahiri olup, yolu yordamı belli olan yapılacak işin kim tarafından yapılacağı
hususundadır. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda elzem önemde olan
vulgar pragmatizmin muhafazası sağlanmış olmaktadır. Bu pragmatizmin kurucu unsuru,
50
ülkenin, ele geçirmenin ve üstünü örtmenin en gelişmiş aygıtları ile kendisine bir tarihten
sonra nüfuz eden kapitalizmle ilişkisi olmuştur. Dolayısıyla tarafların sürtüşmelerine
neden olan işler ekseriyetle uluslararası siyasal iktisadi sistemin gerektirdiği işler
olmuştur. 1980 sonrasında da uluslararası sistemde yaşanan dönüşümün gerektirdiği
düzenlemelere gidilmiştir. Ancak bu düzenlemeler insanın insana tutsaklığını,
hiyerarşileri, eşitsizlikleri, yoksunlukları, karanlığı derinleştiren cinsten düzenlemeler
olmuştur. İronik bir biçimde siyasal iktisadi egemenlik süreçlerinin kurulmasında ve
sürdürülmesinde önemli vazifeler ifa eden kilit önemde sosyal bilimler olan iktisat ve
maliye disiplinlerinin bu gelişmelere tepkisi devekuşu misali başlarını kuma gömmek
olmuştur; bunu olanaklı kılan, iktisadi faaliyette bulunan birimlerin irade sahibi birer
aktöre dönüşmelerini engelleyecek yapay gerilimleri tartışmalarının odağına
yerleştirmeleridir. Egemenlerin çerçevelediği bu gerilimlerin öngördüğü çözümler
iktisadi aktörlerin iradelerini (politik karakterini) dışlayabilmektedir böylelikle.
Türkiye maliye disiplinindeki ideolojik pozisyon alışları tespit etmek üzere
başladığımız bu çalışma disiplininin mahiyetine ilişkin bir soruşturmaya dönüştü. Her ne
kadar maliye cemaati mensuplarının bakış açılarında, ideolojik pozisyon alışlarında
farklılıklar tespit etmek mümkün olsa da zevatın maliye politikası önerilerindeki
benzerlikler, örtüşmeler ve genellikle sorun çözmekten uzak önerileri, ürettikleri ve
yaydıkları bilgiden şüpheye sevk etti bizleri. Bu şüphe çalışmamızın olgunlaşmış nedeni
oldu.
İktisat ve maliye disiplinlerinin meşrulaştırıcılık vasıfları ürettikleri bilginin spekülatif
olma derecesini arttırmış, insanın insana tutsaklığını onaylamayan icracılarında üretilen
bilginin gerçek dışılığı kaygısına neden olmuştur. Spekülatif, dolayısıyla gerçeğe teması
sınırlı olan maliye külliyatının bundan kaynaklı işlevsizliği onu bir meşrulaştırıcı olarak
muazzam derecede işlevli kılmıştır. Çalışma ile bu biçimsel tespiti içeriklendirmeyi
denedik. Çabamız kaçınılmaz olarak bizleri disiplinin varlığına ilişkin temel sorular
sormaya sevk etti. Bu soruşturmamız disiplinin formel açıdan varla yok arasında
salındığını görmemizi sağladı. İnceleme nesnesi olan devleti iradi olması nedeniyle
aşkınlaştıramadığı için onun biçimsel tasarımlarıyla yetinen disiplinin bilim olma iddiası
kadük kalmıştır. Bu durum onu hem disiplinlerarasılıkla hem de iktisatla eşitsiz bir
ilişkiye girmekle karşı karşıya bırakmıştır. İktisat aşkınlaştıramadığı iktisadi fenomenleri
maliyeye devrederken, maliye meşrulaştırıcılık vasfını işlevsel kılacak yansızlığı
kendisine bahşedecek bilim olma aşkıyla iktisadın yöntemlerini devşirme gayretinde
olmuştur. Maliye disiplininin iktisattan devraldığı en önemli yöntembilimsel tercih iktisat
disiplini için sentetik bir ayrım olan mikroiktisat-makroiktisat ayrımıdır. Bu ayrım işlevi
açısından maliye disiplinindeki kamu maliyesi-maliye politikası ayrımına ilham kaynağı
kabul edilebilirse de içerik açısından berikine benzeyen bir ilişkiye işaret etmez. Zira
kamu maliyesi, mikroiktisadın toplumsal yeniden üretim alanını kavrayan makroiktisada
ihtiyaç duyduğu kavramsal ve kuramsal araçları sağlamasında olduğu gibi maliye
politikasına kavramsal ve kuramsal araçlar temin etmektedir. Diğer yandan iktisat
derneşik değişkenlerle analizde de aşkınlığı muhafaza ederken, maliye politikası alanının
faili iradi bir aktör olup toplulaştırılamayan devlettir. Disiplinin kuramsal gerilimlerini
tespitle anlamaya çalıştığımız mahiyetini ortaya koymada bu ayrımı dikkate aldık.
İlerledikçe disiplinin üzerine kurulu olduğu gerilimlerin birikim ve bölüşüm
sorunsallarına dayandığını gördük. Kamu maliyesinin baskın olarak bölüşüm
sorunsalından kaynaklı sorunlarla, maliye politikasının ise birikim sorunsalından
51
kaynaklı sorunlarla iştigal ettiğini tespit ettik. Bununla birlikte disiplinin kavranışlarını
birikim ve bölüşümün içinde gerçekleştiği terkibi belirleme kapasitesine sahip devletin
tasarımları belirlemektedir kanaatimizce. Maliye disiplinini varla yok arasında olmaya
mecbur eden devletin kendinde bir kategori olarak tasarımlarına sahip olmamasıdır; bunu
devletin maliye disiplininde işlev ve uzuvlarıyla bilinmesinden de anlayabiliyoruz.
Böylelikle disiplin için kurucu önemde olan tözsel kamu/devlet tartışması ıskalanmış
olmakta, bu tartışma biçimsel kamu malı tartışmasının gerektirdiği ölçüde
yürütülmektedir. Bu çerçevede yapılması gerekenin her paradigmanın esaslı bir
kamu/devlet tartışması yürütüp disiplini özgün birer kavramsal ve kuramsal çerçeve ile
yeniden belirlemeleri olduğunu düşünüyoruz.
Çalışma ile disiplinin mahiyetini kavramak üzere bir ön tartışma yürütmüş olduk. Bu
çerçevede kamu maliyesi alanı için bölüşümü gayriiradi kılmaya dönük bir hamle olarak
kaynak tahsisinin bu alanının merkezi kavramsallaştırması olduğunu tespit ettik. Maliye
disiplinini kavrayan yapay piyasa-devlet gerilimi çerçevesinde kamu maliyesi alanı
optimum kaynak dağılımını olanaklı kılacak yapay etkinlik-eşitlik gerilimine
hapsedilmiştir. Maliye politikası alanı için ise bilhassa azgelişmiş ülkeler için kalkınma
sorunu olarak kodlanan birikim sorunu, birikim-iktisadi istikrar gerilimine, sorunun
yoğun bir biçimde uluslararası bir karakter arz etmeye başladığı neoliberal küreselleşme
dönemiyle birlikte buna eklemlenen küreselleşme-ulusal egemenlik gerilimi ekseninde
anlamlandırılmaya çalışılmıştır.
Türkiye maliye disiplininin 1980 sonrası devinimine gösterge kabul ettiğimiz Türkiye
Maliye Sempozyumu tebliğlerini tarayarak –bu nedenle çalışmamızın ampirik olduğunu
düşünüyoruz- vardığımız bu sonuçlar, disiplininin ülkeye özgü tartışmalar yürütmediğini,
ülkenin tercüme kurumsal yapısına uygun bir biçimde tercüme ürünler verdiğini de
göstermektedir. Gah mütercimlikten gah disiplinin inceleme nesnesinin
kuramsallaştırmaya uygun olmayan tasarımlarından dolayı betimsel, rapora benzeyen,
belirli bir bakış tarafından öncelenmediği için son derece ampirik, bu nedenle analitik
olmaktan uzak, kuramsal tartışmalar içermek bir yana genel olarak fikirlerin
çarpışmadığı, tartışmanın olmadığı, ders kitabı kıvamında betimsellikler içeren, kimi kez
odaklanılan temanın belirsiz olduğu, sistematik yazılmadığı için dağınık önerilerle
sonlandırılan, yöntembilimin neredeyse hiç sorunsallaştırılmadığı, en önemlisi eleştirel
olunsa bile anaakım maliye disiplininden sapmanın neredeyse hiç olmadığı, bu nedenle
de kimi yasaklı kavramların (kapitalizm, sınıf, vb.) kullanılmadığı, farklı terminolojilerin
pek az kullanıldığı çalışmalara tanıklık ettik. Bir de son yıllarda bilimsellik iddiasını
güçlendirdiği için, daha çok da iktisada öykünerek gerçekleştirilen ekonometrik
çalışmaların yaygınlaştığı gözlenmektedir. Kendi başına bir bilim dalı olma payesi
kazanmak için bu denli çaba harcayıp bizzat bu çabanın eseri olarak bu amacın uzağına
düşmek, bir adım önce sıraladığımız yöntembilimsel tekdüzeliğin de kaynağı olabilecek
vulgar pragmatizmden kaynaklanmaktadır kanaatimizce; cemaatin her cenahtan
mensubunu aynı anda kesen nihai olarak güç dengesini gözetecek bir pragmatizm…
Sınırları belirsizleştirip, farklı ideolojik pozisyon alışlarına rağmen, maliye cemaati
mensuplarının önerilerini (bizce tam da muhtaç oldukları üzere) benzer ve çoğu kez
işlevsiz kılan vulgar pragmatizmin berhava edilmesine giden yolun hemen başına şu
sözlerin yazılması gerektiğini düşünüyoruz: Utanç… Biraz daha utanç!
52
Bibliyografya
[1] Akalın, Güneri (1997) “7. Beş Yıllık Kalkınma Planında Vergi Politikası-Özel Kesim
İlişkisi”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz,
4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s.
93-104.
[2] Akalın, Güneri (1996) “Kamu Kesimi Finansman Açıkları ve Ekonomik Dengeler
Üzerine Etkileri”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları,
14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye
Araştırma Merkezi, s. 17-31.
[3] Akalın, Güneri (1994) “Türkiye’de Bütçe Harcamalarının Genel Bir
Değerlendirmesi”, IX. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 68 Mayıs 1993, Antalya, Adana: Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 209222.
[4] Akalın, Güneri (1990) “Türkiye’de Gelir ve Vergi Yükü Dağılımı”, VI. Türkiye
Maliye Eğitimi Sempozyumu –Çeşitli Açılardan Vergileme Sorunları, 21-23 Mayıs
1990 Antalya, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye
Bölümü, Ankara, s. 169-180.
[5] Akalın, Güneri (1987) “Bir Kamusal Finansman Kaynağı Olarak Kit Kârlarının
Değerlendirilmesi”, Türkiye II. Eğitimi Maliye Sempozyumu (Kamu Finansmanı
Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 83-92.
[6] Akbey, Ferhat (2000) “Neo-liberal Dönüşüm Çerçvesinde 5018 sayılı Kanun’un
Değerlendirilmesi”, 20. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Yeniden Mali
Yapılanma, 23-27 Mayıs Pamukkale, Denizli: Pamukkale Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü, s. 168-195.
[7] Akdemir, Ali ve Mehmet Şahin (2007) “Küresel Kamusal Malların Üretim ve
Yönetim Dinamikleri Bağlamında Tasnif Edilmesi”, 21. Türkiye Maliye Sempozyumu –
Kamu Maliyesinde Güncel Gelişmeler, 10-14 Mayıs Antalya, Çanakkale: Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İİBF Maliye Bölümü, s. 117-141.
[8] Anıl, Haluk (1988) “Maliye Lisans ve Yüksek Lisans Eğitimi Sorunları –Bazı
Düşünceler”, III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze,
İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 141-144.
[9] Arın, Tülay (2000) “Kamu Taşınmaz Malları: Koruma ve En İyi Yararlanma İlkeleri
Üzerine Bir Yorum”, XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında
Vergi Dışı Normal Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir:
Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 111-131.
[10] Arın, Tülay (1996) “Türkiye’de Sosyal Güvenlik Fonlarının Açıkları: Liberal Sosyal
Güvenlik Rejiminin Çelişkileri ve İflası”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu
Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 277-293.
[11] Arın, Tülay (1994) “Refah Devleti: Bir Analiz Çerçevesi”, IX. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 6-8 Mayıs 1993, Antalya, Adana:
Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 55-74.
 Bibliyografya çalışma için taradığımız tüm makaleleri içermektedir; bir kısmına göndermede
bulunulmuştur.
53
[12] Arın, Tülay (1989) “Sovyetler Birliği’nde İktisadi Reformlar ve Planlama
Yönteminde Değişme”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir,
İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 125-138.
[13] Arın, Tülay (1988) “Maliye Politikası Kendi Başına Yeterli mi?” III. Türkiye Maliye
Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 23-32.
[14] Ataç, Beyhan ve Engin Ataç (1994) “Türkiye’de 1963-1991 Döneminde Personel,
Eğitim, Sağlık ve Savunma Harcamalarının Analizi”, IX. Türkiye Maliye Sempozyumu
–Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 6-8 Mayıs 1993, Antalya, Adana: Çukurova
Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 15-53.
[15] Ataç, Engin (1987) “Kamu Sektöründe Etkinlik Açısından Fonların
Değerlendirilmesi”, Türkiye II. Maliye Eğitimi Sempozyumu (Kamu Finansmanı
Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 65-81.
[16] Ataç, Engin, Beyhan Ataç ve Tayfun Moğol (2002) “Ülkemizde Kamu
Harcamalarının Siyasi Niteliği Üzerine Bir İnceleme”, XVI. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal
Bayar Üniversitesi İİBF, s. 41-68.
[17] Bakkal, Ufuk ve Nagihan Oktayer (2003) “Dış Borçlanma ve Ödemeler Dengesi
İlişkisi”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16
Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi,
s. 217-229.
[18] Berksoy, Taner (2000) “Türkiye’de Konsolide Bütçe İçinde Yer Alan Özel Gelirler
ve Fonlar”, XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı
Normal Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Yayınları, s. 241-44.
[19] Berksoy, Turgay (1996) “Türkiye’de Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Açıkları ve Bu
Açıkların Finansmanı”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman
Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Maliye Araştırma Merkezi, s. 229-252.
[20] Berksoy, Turgay (1994) “Türkiye’de Bütçe Açıkları ve Bu Açıkların Finansmanı”,
IX. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 6-8 Mayıs 1993,
Antalya, Adana: Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 141-155.
[21] Berksoy, Turgay (1989) “Türkiye’nin Dış Borçlanması”, V. Türkiye Maliye Eğitimi
Sempozyumu, 22-24 Mayıs 1989 Aydın, Ankara: Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 55-73.
[22] Berksoy, Turgay ve İbrahim Demir (2004) “Politik Vergi Çevrimleri: Türkiye’de
Vergi Yükü Üzerinde Politik Etkiler”, 19. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de
Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları, 10-14 Mayıs Antalya, Bursa: Uludağ
Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 513-532.
[23] Bilici, Nurettin (2008) “Özel Tüketim Vergisine Tabi Ürünler Üzerindeki Vergi
Yükü (Türkiye, Avrupa Birliği Üyesi Ülkeler Karşılaştırması)”, 23. Türkiye Maliye
Sempozyumu, Antalya 2008, Ankara: Hacattepe Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, 233243.
[24] Bilici, Nurettin (2004) “Vergi Cennetleri ile Mücadele”, 19. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları, 10-14 Mayıs
Antalya, Bursa: Uludağ Üniversitesi İİBF Maliye Bölümleri, s. 601-620.
54
[25] Bilici, Nurettin (1997) “Türkiye-Avrupa Birliği Gümrük Birliği, Ödemeler Dengesi
ve Mali Yardımlar”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve
Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü, s. 137-146.
[26] Çağan, Nami (1990) “Avrupa Topluluğunda Vergi Politikası ve Türk Vergi
Sistemi”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme ve
Sorunları, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye
Bölümü, s. 87-95.
[27] Devrim, Fevzi ve Asuman Altay (2000) “Küreselleşme Sürecinde Sosyal Devlet
Anlayışındaki Değişmelerin Kamu Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması
Açısından Değerlendirilmesi”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali
Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve
Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü, s. 27-76.
[28] Devrim, Fevzi ve Mehmet Tosuner (1988) “Türkiye’de Eğitim Hizmetlerinin
Finansmanında Son Gelişmeler” III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan
1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi,
s. 86-109.
[29] Devrim, Fevzi ve Timur Turgay (2004) “Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçaklarının
Önlenmesinde İdare-Mükellef Etkileşimi ve Bağlı Etkileşenlerinin Rolü”, 19. Türkiye
Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları, 10-14
Mayıs Antalya, Bursa: Uludağ Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 751-775.
[30] Dikeç, Üstün (1992) “Vergi Yönetiminin Reorganizasyonu”, VIII. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992
Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa,
s. 83-89.
[31] Dikeç, Üstün (1989) “Dış Devlet Borçları ve Dünyadaki Son Gelişmeler”, V.
Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Mayıs 1989 Aydın, Ankara: Gazi
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 43-52.
[32] Dikeç, Üstün (1989) “Gelişmiş Ülkeler ve Finansman Sorunları”, IV. Türkiye Maliye
Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü, s. 14-21.
[33] Duran, Mahmut (1988) “Yüksek Öğretim Harcamalarının Finansmanı ve Etkinliği”
III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 110-140.
[34] Eker, Aytaç ve Mustafa Sakal (1989) “Türkiye’de İç Borçlar ve Gelişimi”, V.
Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Mayıs 1989 Aydın, Ankara: Gazi
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 17-39.
[35] Erol, Ümit (1998) “Kamu Açıkları ile Enflasyon Arasındaki Nedensellik İkilişkisi”,
XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 173-179.
[36] Ertaş, Sacit ve Turan Yay (1997) “Türkiye’de Liberalizasyon Döneminde Maliye
Politikasının Reel Kesim Üzerinde Etkileri”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –
Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz
Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 15-40.
55
[37] Falay, Nihat (2002) “Avrupa Birliği’nde Yerel Yönetimlerin Mali Yapısı”, 17.
Türkiye Maliye Sempozyumu-Avrupa Birliğine Geçiş Süreci ve Türk Kamu
Maliyesinin Uyumu, 22-25 Mayıs Fethiye, Ankara: TÜRMOB Yayınları, s. 278-284.
[38] Falay, Nihat (2000) “Yerel Yönetimlerde Performans Ölçümü: Bir Ön Çalışma”, 15.
Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu
Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya,
Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 377-410.
[39] Falay, Nihat (1996) “Yerel Yönetimlerin Finansman Açıkları”, X. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 205-228.
[40] Güner, Ayşe (2000) “Mali Özerklik Çerçevesinde Yerel Yönetimlerin Gelirleri
Üzerine Bir Değerlendirme”, 20. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Yeniden
Mali Yapılanma, 23-27 Mayıs Pamukkale, Denizli: Pamukkale Üniversitesi İİBF
Maliye Bölümü, s. 220-229.
[41] Günlük Şenesen, Gülay (2000) “Bütçe Ödeneklerinin Değerlendirilmesinde Nicel
Yaklaşımlar”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden
Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17
Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 345-376.
[42] Günlük Şenesen, Gülay (1998) “Kamu Harcamalarının Ölçülmesi Üzerine Bir
Deneme: Savunma Harcamaları”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997,
Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 277-295.
[43] Heper, Fethi ve Ahmet Ak (2008) “Kayıt Dışı Ekonomi ve Vergi Sosyolojisinin
Kayıt Dışılığı Belirlemedeki Önemi (Kanada ve Türkiye’den Sosyolojik Çalışma
Örnekleri)”, 23. Türkiye Maliye Sempozyumu, Antalya 2008, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, 271-288.
[44] İyidiker, Hikmet (2002) “Küreselleşme Sürecinin Ekonomi Üzerindeki Etkileri ve
Kamu Harcamaları (Türkiye 1980-2000)”, XVI. Türkiye Maliye Sempozyumu –
Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal Bayar
Üniversitesi İİBF, s. 69-82.
[45] İyidiker, Hikmet (1989) “Kamu İktisadi Teşebbüslerinde Özelleştirme: Türkiye’deki
Durum”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz
Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 176-190.
[46] İyidiker, Hikmet ve Metin Altıok (1998) “1980 Sonrası İstikrar Politikası Aracı
Olarak Türkiye’de Maliye Politikası”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs
1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 181205.
[47] İyidiker, Hikmet ve Yasemin Özuğurlu (2003) “Türkiye’de Kamu İç Borçlanmasının
Reel Kesim Üzerindeki Etkileri”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de
Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye
Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 475-487.
[48] Karakaş, Eser (2000) “Dünyada Kamu Mali Yönetimi ve Şeffaflık”, 15. Türkiye
Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu
Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya,
Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 19-25.
[49] Karakaş, Eser (2000) “Kamu Açıklarının Finansmanında Kamu Taşınmaz Malları”,
XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı Normal
56
Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi
İİBF, s. 83-86.
[50] Karakaş, Eser (1996) “AB Üyesi Ülkelerde Kamu Kesimi Finansman Açıkları”, X.
Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994
Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s.
91-104.
[51] Karakaş, Eser (1992) “Dolaylı Vergilerin İstikrar Etkileri”, VIII. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992
Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa,
s. 11-18.
[52] Karakaş, Eser (1989) “Ricardocu Denklik Teoremi Üzerine”, V. Türkiye Maliye
Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Mayıs 1989 Aydın, Ankara: Gazi Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 9-14.
[53] Karakaş, Eser ve Pınar Akkoyunlu (1998) “Mali Kriz Göstergeleri-Uluslararası Bir
Karşılaştırma”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 17-34.
[54] Karakoç, Yusuf (2008) “Vergi (Hukuku) Alanının Düzenleme, Uygulama ve
Yargılama Sorunları”, 23. Türkiye Maliye Sempozyumu, Antalya 2008, Ankara:
Hacattepe Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, 301-313.
[55] Karakoç, Yusuf (2004) “Hukuki Nedenlerden Kaynaklanan Vergi Kayıp ve
Kaçakları”, 19. Türkiye Maliye Sempozyumu-Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları,
Önlenmesi Yolları, 10-14 Mayıs 2004, Antalya, Ankara: Yaklaşım Yayıncılık, s. 90114.
[56] Karakoç, Yusuf (2003) “Kamu Kesimi İç Borçlanma İşlemlerinin Hukuki Niteliği”,
XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs
Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 5588.
[57] Kirmanoğlu, Hülya (1998) “Türkiye’de Gelir Bölüşümünün Yapısı ve Gelir
Bölüşümü Politikaları”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya,
İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 77-100.
[58] Kirmanoğlu, Hülya ve Aysel Arıkboğa (2003) “Türkiye’de Kamu Borç Servisinin
Bütçe İçi Etkileri: 1950-2001”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu
Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve
Uygulama Merkezi, s. 463-472.
[59] Kirmanoğlu, Hülya ve Murat Çak (2000) “Kamu Kesiminde Performans Ölçümü”,
15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve
Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya,
Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 315-344.
[60] Kirmanoğlu, Hülya ve Binhan Elif Yılmaz (2007) “Maliye Teorisi’nin Çıkmazı:
Küresel Kamusal Mallar (Kalkınma Yardımları İçinde Küresel Kamusal Malların
Finansmanı)”, 21. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Maliyesinde Güncel
Gelişmeler, 10-14 Mayıs Antalya, Çanakkale: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Biga İİBF Maliye Bölümü, s. 169-193.
[61] Kızılot, Şükrü ve Şafak Ertan Çomaklı (2004) “Vergi Kayıp ve Kaçakları ve
Kayıtdışı Ekonomi İlişkisi ve Boyutlarının Mevzuat Açısından Değerlendirilmesi”, 19.
57
Türkiye Maliye Sempozyumu-Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları,
10-14 Mayıs 2004, Antalya, Ankara: Yaklaşım Yayıncılık, s. 115-158.
[62] Konukman, Aziz, Ali Rıza Aydın ve Oğuz Oyan (2000) “Türk Kamu Mali
Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması: Tespit ve Öneriler”, 15. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada
Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz
Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 169-204.
[63] Korkmaz, Esfender (1989) “DÇM Uygulaması ve Sonuçları”, IV. Türkiye Maliye
Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü, s. 79-86.
[64] Korkmaz, Esfender (1987) “Vergi Dışı Kaynaklar”, Türkiye II. Maliye Eğitimi
Sempozyumu (Kamu Finansmanı Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi
Yayınları, Eskişehir, s. 51-63.
[65] Morgil, Orhan (1997) “Türk Ekonomisinde Liberalleşme ve Ekonomik Bütünleşme
Hareketleri”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Liberalizasyon Sürecinde
Maliye Politikaları Açısından Kamu Ekonomisinin Özel Ekonomi Üzerindeki Etkileri,
4-8 Mayıs 1995, Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü,
s. 191-201.
[66] Mutlu, Ayşe (2007) “Küresel Kamusal Mallar Bağlamında Salık Hizmetleri ve
Çevre Kirlenmesi: Üretim, Finansman ve Yönetim Sorunları”, 21. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Kamu Maliyesinde Güncel Gelişmeler, 10-14 Mayıs Antalya,
Çanakkale: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İİBF Maliye Bölümü, s. 195216.
[67] Mutlu, Ayşe (1998) “Türkiye’de Konsolide Bütçe Kamu Harcamalarının
Değerlendirilmesi 1981-19[9]5”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997,
Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 237-258.
[68] Nadaroğlu, Halil (1986) “Vergi Sisteminin Etkinliği”, Türkiye II. Maliye Eğitimi
Sempozyumu (Kamusal Finansman Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi
Yayınları, Eskişehir, s. 1-33.
[69] Nadaroğlu, Halil (1986) “Türkiye’de Yükseköğretim Kurumlarında Bugüne Kadar
İzlenen Maliye Eğitimi ve Politikası”, Türkiye I. Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24
Nisan 1985 Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 49-69.
[70] Nadaroğlu, Halil ve Ruşen Keleş (1991) “Merkezi İdare ile Mahalli İdareler
Arasındaki mali İlişkilerin Dünü ve Bugünü (Türkiye Örneği)”, VII. Türkiye Maliye
Sempozyumu, 23-25 Mayıs Marmaris, İstanbul: Marmara Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü ve Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, s.
25-52.
[71] Nemli, Arif (1989) “Gelişmekte Olan Ülkelerin Dış Finansman Sorunları”, IV.
Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 31-51.
[72] Nemli, Arif (1986) “Maliye Eğitiminde Ekonomik Yaklaşım”, Türkiye I. Maliye
Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Nisan 1985 Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları,
Eskişehir, s. 31-43.
[73] Ocakçıoğlu, Bora (1992) “Vergi Kayıp ve Kaçakları”, VIII. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992
58
Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa,
s. 41-44.
[74] Öncel Mualla ve Ahmet Kumrulu (1986) “Maliye Eğitiminde Hukuki Yaklaşım”,
Türkiye I. Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Nisan 1985 Eskişehir, Anadolu
Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 1-16.
[75] Öncel, Türkan (1986) “Vergi Dışı Kamusal Finansmanın Kaynağı Olarak Parafiskal
Gelirler”, Türkiye II. Maliye Eğitimi Sempozyumu (Kamusal Finansman Sorunları),
Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 35-50.
[76] Önder, İzzettin (1990) “Vergilerin Gelir Dağılımı Üzerindeki Etkilerinin
Araştırılması”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme
ve Sorunları, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye
Bölümü, s. 159-168.
[77] Önder, İzzettin ve Hülya Kirmanoğlu (1996) “Kamu Açıklarının Tanımlanması,
Ölçümü ve Etkileri”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman
Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Maliye Araştırma Merkezi, s. 33-59.
[78] Oyan, Oğuz (2000) “Kamu Özel Fonları ve Güncelliğini Yitirmeyen Bir Tasfiye
Projesi”, XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı
Normal Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Yayınları, s. 213-240.
[79] Oyan, Oğuz (1992) “İstikrar Aracı Olarak Vergi”, VIII. Türkiye Maliye Sempozyumu
–Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992 Uludağ,
Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa, s. 1921.
[80] Oyan, Oğuz (1989) “Kamu Maliyesi ve Türkiye’de Maliye Eğitimi”, Dışa Açılma ve
Mali Politikalar Türkiye: 1980-1989, Ankara: Verso Yayınları, s. 311-330.
[81] Oyan, Oğuz (1989) “Özelleştirmenin Özellikleri ve Türkiye”, IV. Türkiye Maliye
Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü, s. 165-175.
[82] Özel, M. Hakkı (1989) “Toplumun Devlet Anlayışının Siyasi İktisadi ve Mali
Sistemlere Etkileri Üzerine Bir Deneme”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 2628 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 100-108.
[83] Palamut, Mehmet (2002) “Ulusal Egemenlik Bağlamında Vergileme Yetkisi ve
Türkiye’nin AB Karşısındaki Konumu”, 17. Türkiye Maliye Sempozyumu-Avrupa
Birliğine Geçiş Süreci ve Türk Kamu Maliyesinin Uyumu, 22-25 Mayıs Fethiye,
Ankara: TÜRMOB Yayınları, s. 219-245.
[84] Palamut, Mehmet (2000) “Kamu Ekonomisinde Devlet Taşınmazları ve Tabi
Oldukları Hukuksal Rejim Hakkında Bir Değerlendirme”, XIV. Türkiye Maliye
Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı Normal Gelirler ile Özel
Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi İİBF, s. 61-73.
[85] Palamut, Mehmet (1997) “Entegrasyon Andlaşmalarının Yarattığı Hukuksal Sorular
ve Norm Çatışması”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve
Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü, s. 149-156.
[86] Palamut, Mehmet ve Mehmet E. Altundemir (2003) “Kamu Borç Yönetiminde
Enflasyonun Oynadığı Rol ve Türkiye Gerçeği”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –
59
Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi
Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 363-382.
[87] Palamut, Mehmet ve Mehmet Yüce (2002) “Türkiye’de 1980-2000 Döneminde
Gerçekleşen Gelir Dağılımının İstenen Vergi ile Eğitim ve Sağlık Harcamaları İlişkisi”,
XVI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa
2001, Manisa: Celal Bayar Üniversitesi İİBF, s. 379-399.
[88] Pınar, Abuzer (2008) “Kamu Sektöründe Yeniden Yapılanma Sürecinde İstihdam ve
Ücret”, 22. Türkiye Maliye Sempozyumu –Mali Yapılanma Sürecinde Stratejik Yönetim
ve Sosyal Güvenlik Sisteminin Kamu Maliyesine Etkileri, Antalya 2007, İstanbul:
Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 237-250.
[89] Pınar, Abuzer (2000) “Türkiye’de Net Mali Yansıma: DİE Hanehalkı Verileri ile Bir
Tahmin Denemesi”, 20. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Yeniden Mali
Yapılanma, 23-27 Mayıs Pamukkale, Denizli: Pamukkale Üniversitesi İİBF Maliye
Bölümü, s. 206-218.
[90] Pınar, Abuzer ve Yasemin Özuğurlu (2008) “Küreselleşme Sürecinde Vergi
Yapılarındaki Dönüşüm: Türkiye Küresel Yapının Neresinde?”, 23. Türkiye Maliye
Sempozyumu, Antalya 2008, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, 4569.
[91] Pınar, Abuzer ve Güven Sak (2002) “Avrupa Birliği Kapsamında Devlet Yardımları
ve Türkiye’de Kamu Bankacılığı Deneyimi Üzerine Gözlemler”, 17. Türkiye Maliye
Sempozyumu-Avrupa Birliğine Geçiş Süreci ve Türk Kamu Maliyesinin Uyumu, 22-25
Mayıs Fethiye, Ankara: TÜRMOB Yayınları, s. 318-349.
[92] Sak, Güven (1998) “Türkiye’de Sosyal Güvenlik Sisteminin Sorunları ve Çözüm
Önerileri”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 109-131.
[93] Sak, Güven ve Sinan Sönmez (2000) “Kamu Hesaplarında Saydamlık ve Borç
Yönetimi”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden
Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17
Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 77-109.
[94] Savaş, Vural (1997) “Türkiye’de Liberalizasyon Sürecinde Maliye Politikalarının
Özel Ekonomi Üzerindeki Göre Etkinliği”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –
Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz
Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 1-14.
[95] Saygılıoğlu, Nevzat (1992) “Vergi Kayıp ve Kaçakları”, VIII. Türkiye Maliye
Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992
Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa,
s. 45-48.
[96] Şenatalar, Burhan (1990) “Enflasyon ve Vergileme (Yorum)”, VI. Türkiye Maliye
Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme ve Sorunları, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 34-40.
[97] Şenatalar, Burhan (1989) “1980’lerde Gelişmiş Kapitalist Ülkelerde Kamu Maliyesi
Alanında Gelişmeler”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir,
İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 147-164.
[98] Şener, Orhan (1998) “Türkiye’de Optimal Kaynak Ayrımından Sapmalar (Sosyal
Hizmetler Örneği)”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya,
İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 221-235.
60
[99] Şener Orhan (1996) “Türkiye’de Kamu Sektörünün Optimal Büyüklüğü”, X. Türkiye
Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya,
İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 379-410.
[100] Şener, Orhan (1990) “AET ve OECD Reform Eğilimleri Yönünden Türk Vergi
Sisteminin Ekonomik Analizi”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli
Açılardan Vergileme ve Sorunları, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 66-86.
[101] Şener, Orhan (1988) “Eğitim Ekonomisinin Temel İlkeleri” III. Türkiye Maliye
Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 5-22.
[102] Seviğ, Veysi (2003) “International Monetary Fund (IMF) ile Yapılan Borçlanma
Maliyeti Hesaplamaları”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu
Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve
Uygulama Merkezi, s. 163-171.
[103] Seviğ, Veysi (1998) “Mali Kriz Ortamında Uygulanan Politikaların Hukuksal
Boyutları ve Yeterliliği”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya,
İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 47-62.
[104] Seviğ, Veysi (1996) “Kayıtdışı Ekonominin Kamu Kesimi Finansman Açıklarının
Oluşumu ve Maliye Politikaları Üzerine Etkisi: Türkiye Modeli Üzerine Bir Çalışma”,
X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994
Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s.
105-113.
[105] Sönmez, Sinan (1994) “Bütçe Açıklarının Finansmanı ve Enflasyon”, IX. Türkiye
Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 6-8 Mayıs 1993, Antalya, Adana:
Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 209-222.
[106] Sönmez, Sinan (1988) “Sağlık Hizmetleri Finansmanının Boyutları ve Bunalımın
Etkileri” III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 33-55.
[107] Sönmez, Sinan ve Erkut Gömülü (1989) “Azgelişmiş Ülkelerin Dış Borçlanma
Süreci Üzerinde Bunalımın Etkileri (Özet)”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu,
26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 53-66.
[108] Tekin, Fazıl (1988) “Türkiye’de Sağlık Hizmetleri ve Finansmanı Sorunu” III.
Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 56-85.
[109] Temelli, Sezai (2003) “Türkiye’de Borçlanma-Yoksulluk Dinamikleri: 1990-2002
(Kamusal Yoksulluk Endeksi Denemesi)”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –
Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi
Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 543-556.
[110] Tuncer, Selahattin (1986) “Türkiye’de Maliye Eğitimine Kamu ve Özel Kesimden
Yönelen Talep”, Türkiye I. Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Nisan 1985 Eskişehir,
Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 79-89.
[111] Uluatam, Özhan (1990) “Enflasyon ve Vergileme”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi
Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme ve Sorunları, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 17-33.
[112] Yıldırım, Erhan ve Refia Yıldırım (2002) “1980 Sonrası Uygulanan Maliye
Politikaları ve Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkileri”, XVI. Türkiye Maliye
61
Sempozyumu –Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal
Bayar Üniversitesi İİBF, s. 7-24.
[113] Yıldırım, Erhan ve Refia Yıldırım (1998) “Türkiye’de İktisadi Dalgalanmalar ve
Maliye Politikası”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya,
İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 143-171.
[114] Yıldırım, Refia (2002) “Türkiye’de 1980 Sonrası Vergi Politikalarının Optimum
Vergi Kuramına Göre Değerlendirilmesi”, XVI. Türkiye Maliye Sempozyumu –
Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal Bayar
Üniversitesi İİBF, s. 161-171.
[115] Yıldırım, Refia (1989) “Kamu Mallarının Özelleştirilmesinde Kullanılan
Yöntemler”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir:
Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 191-203.
[116] Yılmazcan, Dilek (2003) “Türkiye’de Dış Borç Yönetiminin Koordinasyonu ve
Yabancı Ülke Uygulamaları”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu
Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve
Uygulama Merkezi, s. 231-249.
[117] Yılmazcan, Dilek (2000) “Bütçe Hakkı ve Bütçe Uygulamaları”, XIII. Türkiye
Maliye Sempozyumu-Anayasal Mali Düzen 14-16 Mayıs 1998 Bodrum, İstanbul:
Marmara Üniversitesi Maliye Araştırmaları Merkezi, s. 163-172.
62
Download