Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü I. MÜZİK KONGRESİ 14 Haziran 1988, Ankara (Bakan Sn. Tınaz Titiz’in açılş konuşmasının ardından Cevad Memduh Altar’ın irticalen yaptığı konuşma) Cumhurbaşkanlığı sayın üyelerimiz, sayın Bakanım, sayın dinleyenlerim, sayın meslektaşlarım: Çok mutluyum. Aradan 54 yıl geçmiş olmasına rağmen, yani biraz evvel sayın Bakanımızın buyurdukları, Ata’nın Müzik Kongresi’nden bu yana 54 yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün yine benzeri ve daha ileriye yönelik bir atmosferi yansıtan aynı hava içine girmiş olmanın sevincini, mutluluğunu sizlerle beraber duyuyorum. Sevgili dinleyenlerim, müzik sanatı, kronolojik gelişim süreci içinde durmadan yenilenip tazeleniyor bildiğiniz gibi. Müziğin tarihi, sanatın ve kültürün tarihi de böyle oluşuyor. I. Müzik Kongresi’nin temel amacı da, kanaatimce, müziğimizin kronolojik gelişim sürecine yardımcı olmaktır. Sayın Bakanımız, biraz önce bunu çok veciz bir şekilde izah buyurdular; çok mutluyum. Cumhuriyetimizin kurucusu, Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kültüre ve özellikle müzik sanatımıza yönelik yenilenme ideali, aslında tüm uluslar için de geçerlidir. Pek iyi bildiğiniz gibi bakın ne buyuruyorlar: “Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu yüzeyde ulusal Türk musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.” Bu, tarih boyunca bütün uluslar için aynı karakterde oluşan bir gerçek olmanı niteliğini açıkça taşıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bir yıl sonra, yani 1924 yılında Ata’mızın Ankara’da ilk Musiki Muallim Mektebi’ni kurmuş olması ve bu kurumun 60 yılı aşan kıvanç verici faaliyeti, Türkiye’mizin ilk millî ruhtan beslenen okul müziği, kurulun halen üniversiter doğrultuda çabasını sürdürmesi, -Gazi Üniversitesi içinde unutulmayacak kadar önemli, Ata’nın inisiyatifiyle oluşmuş ve 60 yıl memleket kültürüne emek vermiş bir müessese olarak Gazi Eğitim Enstitüsü’nde hizmet edenleri, huzurunuzda sevgi ile selamlıyorum. 60 yıl geçti; daha nice 60 yıllar geçsin inşallah. Ata’nın ilk Millî Musiki ve Temsil Akademisi Kanunu, 1933-34 yıllarında hazırlanıyor. Bu kanun Meclisten geçiyor. Hatırlayabildiğim kadarıyla, Resmî Gazetede çıkıyor. Fakat Ata, bu kanunu uygulamaya koymuyor. Kendi ağızlarından da sık sık işittiğim gibi, Millî Eğitim Bakanlığında -Maarif Vekaleti içerisinde- ilgili bir daire olmadığı için o tarihlerde, Ata’nın binbir müşkilatla temin edebildiği birkaç sanatsever zatla hazırlanmış bir kanun olduğu için, bunu mutlaka uzman bir kuruldan geçmesini istiyor Ata. Nitekim, tam 54 yıl önce Ankara’da ilk Musiki Kongresini topluyor; yıl 1934. Maarif Vekili Abidin Özmen. Katılanlar arasında “Beşler” diye anılan, benim de kendilerini “öncüler” diye nitelediğim meslektaşlarımız var. Bunların her biri, bilimin uluslararası nitelikte ortak tekniğini Batıdaki büyük ustalardan öğrenmişler. Gayeleri, millî kaynaklardan gelen, öz geçmişimizden gelen ruhu, günün çağdaş tekniğiyle bağdaştırmak suretiyle, çağın Türk musikisini yaratmak idi. Bu toplantı, 1934 senesinde, hatırımda kaldığına göre 60 kişilik bir topluluğun katılımıyla oldu. Ulus’taki yanan Millî Eğitim Bakanlığının birinci katındaki Talim Terbiye Dairesinin kitaplığında oldu. Şunu sizlere bilhassa söylemek istiyorum: Rahmetli sayın Abidin Özmen, konuya pek yakın değildi, çünkü iyi bir dahiliyeci idi; valilikler yapmış, zannedersem Doğu Vilayetleri Müfettişliğinde bulunmuştu. Atatürk, kendisine millî eğitim konusunu vermişti. Fakat o münakaşa edilen mevzu, kendilerinin başkanlığında pek de kendileriyle bir ilişki kurabilecek nitelikte bir konu oluşturmuyordu. Müzakere esnasında vakit vakit kapı açılıyor, içeriye o zamanki özel kalem müdürü Nihat Adil Erkman giriyor, Bakanımızın kulağına bir şey söylüyor, Bakanımız büsbütün telaşa düşüyordu. Bu, birkaç defa tekrar etti. O zaman anladık ki Atatürk, Çankaya’da telefon başında gündemin hangi maddesine gelindiğini bilmek istiyor; bir an evvel Kongre kararlarını öğrenmek istiyor. Nitekim sonunda benim de katıldığım bir komisyon halinde hazırlanan rapor, Atatürk tarafından uygun bulundu. Millî Musiki ve Temsil Akademisi Kanunu Meclisten geçmiş olduğu halde uygulamaya konmadı ve 1935-36 senesinde o rapor gereği olarak Devlet Konservatuvarı kuruldu. İlk Devlet Konservatuvarı, Musiki Muallim Mektebi kuruluşu içinde bütün kollarıyla faaliyete geçti ve sırf kuruluşa yardımcı olmak üzere, o zamanın en ünlü uzmanlarından Paul Hindemith ile Carl Ebert de Türkiye’ye davet edildiler. Paul Hindemith 1935-36 senesinde geldi, 1938’e kadar dönem dönem kaldı, organizasyonun kuruluşuna nezaret etti. Fakat Carl Ebert, 10 seneden fazla bir zaman Türkiye’de tiyatronun ve operanın kuruluşuna yardımcı oldu. Batıda çağdaş bilimin ortak tekniği ile yetişen öncü bestecilerimiz -üçünü maalesef kaybettik: Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, çok şükür bugün hayatta olan büyük sanatçımız Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kâzım Akses’tir. Bunlar, birbirini izleyen çoksesli çağdaş Türk sanat-müziği bestecileri olarak yeni kuşakları yetiştirdiler. Onları takip eden genç kuşaklar da bugün faaliyet halindedirler. Şimdi beşinci kuşağa da gelinmiştir. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda ilk Tatbikat Sahnesi de böyle kuruldu ve Opera Stüdyosu da bu şekilde faaliyete geçti. Sayın dinleyenlerim, Devlet Konservatuvarı’nın yurt sathına yönelik faaliyetleri, İzmir ve İstanbul Devlet Konservatuvarları, Devlet Senfoni Orkestraları, Devlet Opera ve Balelerinin kurulması, 1934 senesinde toplanan Kongre’nin kararları olarak raporda geçen esaslar dahilinde son 50 sene içinde ne kadar verimli olmuş, ne kadar müessese kurulmuş, yani kurumlaşmış o idealizmle. Aynı zamanda yalnız yurt içinde değil, yurt dışında da sanatçılarımız hararetle alkışlanmışlar, gazetelerde uzun boylu olumlu eleştiriler almışlardır. Genç müzikçi, genç tiyatrocu ve balerin, yurt içindeki faaliyet içinde olduğu gibi dışarıya da taştı. Milano’da La Scala’ya giden sanatçımız oldu. Leyla Gencer, Devlet konservatuvarında değil, İstanbul Belediye Konservatuvarında yetişmişti, aynı idealizm doğrultusunda. Paris’te, Viyana’da, Roma’da, Sovyet Rusya’da, Çekoslovakya’da, Balkanlar’da, Güney Afrika’da, Birleşik Amerika’da, Japonya’da alkışlanan eserlerimiz oldu. Uluslararası foruma sunulacak nitelikteki eserler, aynı zamanda karşılıklı mübadeleyi de gerektiriyordu. Meselâ Devlet Senfoni Orkestrası birkaç ay evvel Çekoslovakya turnesinde yalnız bizim çoksesli sanatmüziğimizi vermekle kalmadı, Çeklerin müzik literatüründen alınmış eserleri de programlarında yer aldı. Smetana’nın, Drovak’ın eserlerinde olduğu gibi. Yani uluslararası foruma sunulacak nitelikteki eserler, aynı zamanda uluslararası karşılıklı alışverişe de esas olan eserlerdir. Geleneksel monodik-modal müziğimizin çok hürmetkârı olduğumuz büyük boyutlu üstat eserlerinin korunarak değerlendirilmeleri ve bu konuda faaliyet göstermek üzere İstanbul’da kurulan ilk Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı’mız var. Klasik Türk Musikisi Korosu var. İlk Devlet Halk Oyunları Topluluğu da faaliyetini sürdürüyor. Sayın dinleyenlerim, müzik sanatının her ülkede olduğu gibi, bizde de iki doğrultuda gelişim çabası doğaldır. Bu ikiye bölünme çok doğal. Bunun birincisine, biraz evvel sayın Bakanımın buyurdukları “sanat müziği” adı verilmiş. Neden, neden? İster monodik-modal müziğimizde olsun, ister çoksesli müziğimizde olsun, bu tür müziklerin değeri, içeriği, böyle bir sıfatla nitelenir: sanat musikisi… Fransızlar buna “musique savante” diyorlar, Almanlar da “Kunstmusik” diyorlar; biz de vakit vakit “sanat müziği” diye kullanıyoruz. İşte bu yönde faaliyet gösteren kurumların içinde yaratıcıyı yetiştirmek gerekiyor; yani sanat müziğini dinlemeye ehil kafaların yetişmesi gerekiyor. Aynı zamanda bu sanatı eleştirecek ehil eleştirmenlerin de yetişmesi gerekiyor. Doğuda olsun, Batıda olsun, bu çok önemli konuya yönelişte hiçbir fark görmedim. Bakınız, ehil kafanın sanat musikisini dinleme bakımından olan önemini Şirazlı Sadi nasıl yorumluyor -kendisi Miladî 1291 tarihinde ölmüştür- şöyle söylüyor: “Kardeşim, bana musikinin ne olduğunu mu soruyorsun; dinleyeni göster, sana musikinin ne olduğunu söyleyeyim”. Ehil kafayı aramakta! Batının Aydınlanma dönemine bağlı ünlü filozofu Edward von Hartmann’ın sözü de Şirazlı’nın sözünden hiç farklı değil. O da 1906’da ölmüş. Bakın ne diyor: “Güzelliğin akılsal ve ruhsal içeriği, kişiye göre bir anlayıştır. Bütün bunları sanatın dışında oluştururuz, fakat farkında bile olmadan sanatın içinde de varmış gibi benimseriz”. Demek ki Hartmann bunu söylediği zaman, çevre yardımcıymış kendisine. Sanatın dışında bunları oluşturmak için çevre müsait davranıyormuş, veriyormuş; ama çevrenin müsait olmadığı yerlerde, demek ki eğitim-öğretim noksanlığı varmış gerçeği çıkıyor ortaya. Hartmann devam ediyor: “Bizler, bilgi, yetenek, tutku, deneyim ve duyarlılık kapasitemize göre, müziği sanki benliğimizin yaşantısı gibi yaşarız, ya da yaşanmamış müzik olarak benliğimizden atarız”. İşte Şirazlı Sadi ile Hartmann’ın birleştikleri nokta. Yalnız besteciyi, icracıyı yetiştirmek değil, bestelenen eserleri gereğince anlayacak kafayı da bulmak, yetiştirmek lazım! Gelelim ikinci bölüme, popüler müzik kısmına: Biliyorsunuz ki Batı musikisinde bu popüler müzikten klasik müziğe geçilmiştir; ama onun da hakikaten değerli olması lazımdır. Popüler müziği, hafif müziği gayet kısaca yorumlayayım: bu tür müziklerde de temel amaç, yine de sanatsal yapıda güzellik ve üstünlüktür. Sevgili dinleyenlerim, ulusal müziklerin bütün türlerinde, ister sanat müziği olsun -monodik-modal veya çoksesli-, ister popüler müzik olsun, temel amaç, oluşturulacak eserlerin ve parçaların ulusal forumlara olduğu kadar, uluslararası ve evrensel forumlara da sunulabilecek nitelikte eserler olmalarıdır. Bu da, uluslar arası planda kabul edilip uygulanan şartlara aynen uymakla mümkündür. Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, bu büyük insanın, 1927 yıllarında kendi ağızlarından sık sık işitebilmenin mutluluğu içinde unutmam mümkün olmayan bir gerçeği, şimdi sizlere şöyle yorumlayabilirim; bakım hep şöyle derlerdi: “Sıcak savaşlar er geç biter, ama uygar ülkeler arasındaki çağdaş kültürde üstünlük savaşı, dünyalar durdukça sürer gider”. İşte, sayın dinleyenlerim, bu savaş, hele İkinci Dünya Savaşından sonra, bütün cephelerde acımasızca sürüp gitmektedir. Teşekkür ederim.