ı. müzik kongresi - Cevad Memduh Altar 1902-1995

advertisement
Kültür ve Turizm Bakanlığı
Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü
I. MÜZİK KONGRESİ
14 Haziran 1988, Ankara
(Bakan Sn. Tınaz Titiz’in açılş konuşmasının ardından
Cevad Memduh Altar’ın irticalen yaptığı konuşma)
Cumhurbaşkanlığı sayın üyelerimiz, sayın Bakanım, sayın dinleyenlerim, sayın
meslektaşlarım:
Çok mutluyum. Aradan 54 yıl geçmiş olmasına rağmen, yani biraz evvel sayın
Bakanımızın buyurdukları, Ata’nın Müzik Kongresi’nden bu yana 54 yıl geçmiş olmasına
rağmen, bugün yine benzeri ve daha ileriye yönelik bir atmosferi yansıtan aynı hava içine
girmiş olmanın sevincini, mutluluğunu sizlerle beraber duyuyorum.
Sevgili dinleyenlerim, müzik sanatı, kronolojik gelişim süreci içinde durmadan
yenilenip tazeleniyor bildiğiniz gibi. Müziğin tarihi, sanatın ve kültürün tarihi de böyle
oluşuyor. I. Müzik Kongresi’nin temel amacı da, kanaatimce, müziğimizin kronolojik gelişim
sürecine yardımcı olmaktır. Sayın Bakanımız, biraz önce bunu çok veciz bir şekilde izah
buyurdular; çok mutluyum.
Cumhuriyetimizin kurucusu, Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün
kültüre ve özellikle müzik sanatımıza yönelik yenilenme ideali, aslında tüm uluslar için de
geçerlidir. Pek iyi bildiğiniz gibi bakın ne buyuruyorlar: “Ulusal ince duyguları, düşünceleri
anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki
kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu yüzeyde ulusal Türk musikisi yükselebilir,
evrensel musikide yerini alabilir.” Bu, tarih boyunca bütün uluslar için aynı karakterde
oluşan bir gerçek olmanı niteliğini açıkça taşıyor.
Cumhuriyetin kuruluşundan bir yıl sonra, yani 1924 yılında Ata’mızın Ankara’da ilk
Musiki Muallim Mektebi’ni kurmuş olması ve bu kurumun 60 yılı aşan kıvanç verici
faaliyeti, Türkiye’mizin ilk millî ruhtan beslenen okul müziği, kurulun halen üniversiter
doğrultuda çabasını sürdürmesi, -Gazi Üniversitesi içinde unutulmayacak kadar önemli,
Ata’nın inisiyatifiyle oluşmuş ve 60 yıl memleket kültürüne emek vermiş bir müessese olarak
Gazi Eğitim Enstitüsü’nde hizmet edenleri, huzurunuzda sevgi ile selamlıyorum. 60 yıl
geçti; daha nice 60 yıllar geçsin inşallah.
Ata’nın ilk Millî Musiki ve Temsil Akademisi Kanunu, 1933-34 yıllarında
hazırlanıyor. Bu kanun Meclisten geçiyor. Hatırlayabildiğim kadarıyla, Resmî Gazetede
çıkıyor. Fakat Ata, bu kanunu uygulamaya koymuyor. Kendi ağızlarından da sık sık işittiğim
gibi, Millî Eğitim Bakanlığında -Maarif Vekaleti içerisinde- ilgili bir daire olmadığı için o
tarihlerde, Ata’nın binbir müşkilatla temin edebildiği birkaç sanatsever zatla hazırlanmış bir
kanun olduğu için, bunu mutlaka uzman bir kuruldan geçmesini istiyor Ata. Nitekim, tam 54
yıl önce Ankara’da ilk Musiki Kongresini topluyor; yıl 1934. Maarif Vekili Abidin Özmen.
Katılanlar arasında “Beşler” diye anılan, benim de kendilerini “öncüler” diye nitelediğim
meslektaşlarımız var. Bunların her biri, bilimin uluslararası nitelikte ortak tekniğini Batıdaki
büyük ustalardan öğrenmişler. Gayeleri, millî kaynaklardan gelen, öz geçmişimizden gelen
ruhu, günün çağdaş tekniğiyle bağdaştırmak suretiyle, çağın Türk musikisini yaratmak idi. Bu
toplantı, 1934 senesinde, hatırımda kaldığına göre 60 kişilik bir topluluğun katılımıyla oldu.
Ulus’taki yanan Millî Eğitim Bakanlığının birinci katındaki Talim Terbiye Dairesinin
kitaplığında oldu.
Şunu sizlere bilhassa söylemek istiyorum: Rahmetli sayın Abidin Özmen, konuya pek
yakın değildi, çünkü iyi bir dahiliyeci idi; valilikler yapmış, zannedersem Doğu Vilayetleri
Müfettişliğinde bulunmuştu. Atatürk, kendisine millî eğitim konusunu vermişti. Fakat o
münakaşa edilen mevzu, kendilerinin başkanlığında pek de kendileriyle bir ilişki kurabilecek
nitelikte bir konu oluşturmuyordu. Müzakere esnasında vakit vakit kapı açılıyor, içeriye o
zamanki özel kalem müdürü Nihat Adil Erkman giriyor, Bakanımızın kulağına bir şey
söylüyor, Bakanımız büsbütün telaşa düşüyordu. Bu, birkaç defa tekrar etti. O zaman anladık
ki Atatürk, Çankaya’da telefon başında gündemin hangi maddesine gelindiğini bilmek istiyor;
bir an evvel Kongre kararlarını öğrenmek istiyor. Nitekim sonunda benim de katıldığım bir
komisyon halinde hazırlanan rapor, Atatürk tarafından uygun bulundu. Millî Musiki ve
Temsil Akademisi Kanunu Meclisten geçmiş olduğu halde uygulamaya konmadı ve 1935-36
senesinde o rapor gereği olarak Devlet Konservatuvarı kuruldu. İlk Devlet Konservatuvarı,
Musiki Muallim Mektebi kuruluşu içinde bütün kollarıyla faaliyete geçti ve sırf kuruluşa
yardımcı olmak üzere, o zamanın en ünlü uzmanlarından Paul Hindemith ile Carl Ebert de
Türkiye’ye davet edildiler. Paul Hindemith 1935-36 senesinde geldi, 1938’e kadar dönem
dönem kaldı, organizasyonun kuruluşuna nezaret etti. Fakat Carl Ebert, 10 seneden fazla bir
zaman Türkiye’de tiyatronun ve operanın kuruluşuna yardımcı oldu.
Batıda çağdaş bilimin ortak tekniği ile yetişen öncü bestecilerimiz -üçünü maalesef
kaybettik: Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, çok şükür bugün
hayatta olan büyük sanatçımız Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kâzım Akses’tir. Bunlar,
birbirini izleyen çoksesli çağdaş Türk sanat-müziği bestecileri olarak yeni kuşakları
yetiştirdiler. Onları takip eden genç kuşaklar da bugün faaliyet halindedirler. Şimdi beşinci
kuşağa da gelinmiştir. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda ilk Tatbikat Sahnesi de böyle
kuruldu ve Opera Stüdyosu da bu şekilde faaliyete geçti.
Sayın dinleyenlerim, Devlet Konservatuvarı’nın yurt sathına yönelik faaliyetleri, İzmir
ve İstanbul Devlet Konservatuvarları, Devlet Senfoni Orkestraları, Devlet Opera ve
Balelerinin kurulması, 1934 senesinde toplanan Kongre’nin kararları olarak raporda geçen
esaslar dahilinde son 50 sene içinde ne kadar verimli olmuş, ne kadar müessese kurulmuş,
yani kurumlaşmış o idealizmle. Aynı zamanda yalnız yurt içinde değil, yurt dışında da
sanatçılarımız hararetle alkışlanmışlar, gazetelerde uzun boylu olumlu eleştiriler almışlardır.
Genç müzikçi, genç tiyatrocu ve balerin, yurt içindeki faaliyet içinde olduğu gibi dışarıya da
taştı. Milano’da La Scala’ya giden sanatçımız oldu. Leyla Gencer, Devlet konservatuvarında
değil, İstanbul Belediye Konservatuvarında yetişmişti, aynı idealizm doğrultusunda. Paris’te,
Viyana’da, Roma’da, Sovyet Rusya’da, Çekoslovakya’da, Balkanlar’da, Güney Afrika’da,
Birleşik Amerika’da, Japonya’da alkışlanan eserlerimiz oldu. Uluslararası foruma sunulacak
nitelikteki eserler, aynı zamanda karşılıklı mübadeleyi de gerektiriyordu. Meselâ Devlet
Senfoni Orkestrası birkaç ay evvel Çekoslovakya turnesinde yalnız bizim çoksesli sanatmüziğimizi vermekle kalmadı, Çeklerin müzik literatüründen alınmış eserleri de
programlarında yer aldı. Smetana’nın, Drovak’ın eserlerinde olduğu gibi. Yani uluslararası
foruma sunulacak nitelikteki eserler, aynı zamanda uluslararası karşılıklı alışverişe de esas
olan eserlerdir.
Geleneksel monodik-modal müziğimizin çok hürmetkârı olduğumuz büyük boyutlu
üstat eserlerinin korunarak değerlendirilmeleri ve bu konuda faaliyet göstermek üzere
İstanbul’da kurulan ilk Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı’mız var. Klasik Türk
Musikisi Korosu var. İlk Devlet Halk Oyunları Topluluğu da faaliyetini sürdürüyor.
Sayın dinleyenlerim, müzik sanatının her ülkede olduğu gibi, bizde de iki doğrultuda
gelişim çabası doğaldır. Bu ikiye bölünme çok doğal. Bunun birincisine, biraz evvel sayın
Bakanımın buyurdukları “sanat müziği” adı verilmiş. Neden, neden? İster monodik-modal
müziğimizde olsun, ister çoksesli müziğimizde olsun, bu tür müziklerin değeri, içeriği, böyle
bir sıfatla nitelenir: sanat musikisi… Fransızlar buna “musique savante” diyorlar, Almanlar
da “Kunstmusik” diyorlar; biz de vakit vakit “sanat müziği” diye kullanıyoruz.
İşte bu yönde faaliyet gösteren kurumların içinde yaratıcıyı yetiştirmek gerekiyor; yani
sanat müziğini dinlemeye ehil kafaların yetişmesi gerekiyor. Aynı zamanda bu sanatı
eleştirecek ehil eleştirmenlerin de yetişmesi gerekiyor. Doğuda olsun, Batıda olsun, bu çok
önemli konuya yönelişte hiçbir fark görmedim. Bakınız, ehil kafanın sanat musikisini dinleme
bakımından olan önemini Şirazlı Sadi nasıl yorumluyor -kendisi Miladî 1291 tarihinde
ölmüştür- şöyle söylüyor: “Kardeşim, bana musikinin ne olduğunu mu soruyorsun;
dinleyeni göster, sana musikinin ne olduğunu söyleyeyim”. Ehil kafayı aramakta!
Batının Aydınlanma dönemine bağlı ünlü filozofu Edward von Hartmann’ın sözü de
Şirazlı’nın sözünden hiç farklı değil. O da 1906’da ölmüş. Bakın ne diyor: “Güzelliğin akılsal
ve ruhsal içeriği, kişiye göre bir anlayıştır. Bütün bunları sanatın dışında oluştururuz,
fakat farkında bile olmadan sanatın içinde de varmış gibi benimseriz”. Demek ki Hartmann
bunu söylediği zaman, çevre yardımcıymış kendisine. Sanatın dışında bunları oluşturmak için
çevre müsait davranıyormuş, veriyormuş; ama çevrenin müsait olmadığı yerlerde, demek ki
eğitim-öğretim noksanlığı varmış gerçeği çıkıyor ortaya. Hartmann devam ediyor: “Bizler,
bilgi, yetenek, tutku, deneyim ve duyarlılık kapasitemize göre, müziği sanki benliğimizin
yaşantısı gibi yaşarız, ya da yaşanmamış müzik olarak benliğimizden atarız”. İşte Şirazlı
Sadi ile Hartmann’ın birleştikleri nokta. Yalnız besteciyi, icracıyı yetiştirmek değil,
bestelenen eserleri gereğince anlayacak kafayı da bulmak, yetiştirmek lazım!
Gelelim ikinci bölüme, popüler müzik kısmına: Biliyorsunuz ki Batı musikisinde bu
popüler müzikten klasik müziğe geçilmiştir; ama onun da hakikaten değerli olması lazımdır.
Popüler müziği, hafif müziği gayet kısaca yorumlayayım: bu tür müziklerde de temel amaç,
yine de sanatsal yapıda güzellik ve üstünlüktür. Sevgili dinleyenlerim, ulusal müziklerin
bütün türlerinde, ister sanat müziği olsun -monodik-modal veya çoksesli-, ister popüler müzik
olsun, temel amaç, oluşturulacak eserlerin ve parçaların ulusal forumlara olduğu kadar,
uluslararası ve evrensel forumlara da sunulabilecek nitelikte eserler olmalarıdır. Bu da, uluslar
arası planda kabul edilip uygulanan şartlara aynen uymakla mümkündür.
Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, bu
büyük insanın, 1927 yıllarında kendi ağızlarından sık sık işitebilmenin mutluluğu içinde
unutmam mümkün olmayan bir gerçeği, şimdi sizlere şöyle yorumlayabilirim; bakım hep
şöyle derlerdi: “Sıcak savaşlar er geç biter, ama uygar ülkeler arasındaki çağdaş kültürde
üstünlük savaşı, dünyalar durdukça sürer gider”. İşte, sayın dinleyenlerim, bu savaş, hele
İkinci Dünya Savaşından sonra, bütün cephelerde acımasızca sürüp gitmektedir.
Teşekkür ederim.
Download