(saa) ve hz. ali

advertisement
KUR'AN VE AKIL
ÇERÇEVESİNDE HZ.
ALİ(A.S)’NİN İMAMETİ
MUHAMMED CEVVAD MUGNİYYE
ÇEVİRİ: NEDİM AYBACI
İÇİNDEKİLER
HZ. ALİ (A.S) ’NİN İMAMETİ VE AKIL ....................................................................................................4
ÇOĞU HAKTAN NEFRET EDER HAK’TAN BAŞKA İMAM YOKTUR ...........................................................4
AKILDAN BAŞKA İMAM YOKTUR .........................................................................................................5
TUHAF BİR İDDİA................................................................................................................................6
İMAMETİN AKIL İLE İLİŞKİSİ ................................................................................................................7
AKIL VE AKIL DIŞI................................................................................................................................7
ULUHİYETLE İLGİLİ .............................................................................................................................8
PEYGAMBERLİK ..................................................................................................................................8
İMAMET ............................................................................................................................................9
TUHAF BİR DURUM .......................................................................................................................... 10
EVRENDEN DAHA MUAMMALI OLAN: AKIL ...................................................................................... 11
İLAHİ ADALET ................................................................................................................................... 11
HÜCCET ........................................................................................................................................... 11
TEBLİĞ ............................................................................................................................................. 12
ÜSLUP VE AHENK ............................................................................................................................. 13
KUDRET ........................................................................................................................................... 15
İLGİNÇ İDDİALARDAN BİRİ ................................................................................................................ 15
HZ.MUHAMMED, ( S.A.A ) HZ.İSA ( A.S ) VE HZ.ALİ( A.S ) İLE İLGİLİ ..................................................... 16
HZ.İSA ( A.S ) VE HZ.ALİ ( A.S ) İLE İLGİLİ............................................................................................ 16
HZ.MUHAMMED (S.A.A) VE GÜNEŞ .................................................................................................. 18
KUR'ANI KERİM'İN VE HZ. MUHAMMED (S.A.A) 'İN ÜSLUBU .............................................................. 18
HZ. MUHAMMED (S.A.A) VE HZ. ALİ (A.S) ......................................................................................... 19
BİR SORU KALDI ............................................................................................................................... 21
HALİFE ............................................................................................................................................. 22
PEYGAMBER (S.A.A)'İN GÖREVİ ........................................................................................................ 22
HALİFELİĞİN GEREKLİLİĞİ.................................................................................................................. 24
HALİFENİN SIFATLARI VE KURTULUŞ YOLU ........................................................................................ 24
"İSLAM'DA FELSEFİ DÜŞÜNCENİN VAR OLUŞU" KİTABININ YAZARI NAŞŞAR İLE ............................. 28
ONİKİ İMAM İNANCI ........................................................................................................................ 30
CAHİLLİYE ÖLÜMÜ ........................................................................................................................... 31
İMAM ALİ ........................................................................................................................................ 33
OSMAN VE EMEVİ TARAFTARLARI .................................................................................................... 36
HZ. ALİ (A.S) KİMDİR? ....................................................................................................................... 38
KUR'AN IŞIĞINDA HZ. ALİ (A.S)'NİN İMAMETİ:................................................................................... 40
İMAM'A GÖRE FELSEFENİN GAYESİ ................................................................................................. 47
İMAMA GÖRE AKIL........................................................................................................................... 50
HERKESİN ÜSTADI ............................................................................................................................ 52
İNSANLIĞIN HAYALİ ......................................................................................................................... 58
HZ.ALİ (A.S)'NİN BAZI ÖZELLİKLERİ .................................................................................................... 59
HER KAP İÇİNDEKİ İLE ÇALKALANIR ................................................................................................... 67
ME’MUN'UN ALİMLERLE MÜNAZARASI (39)...................................................................................... 71
İMAM (A.S) 'IN DOĞUMU VE ÇOCUKLARI .......................................................................................... 76
BİRİNCİKİTAP
HZ. ALİ (A.S) ’NİN İMAMETİ VE AKIL
‫ْـــــــــــــــــــــــــــــم ه‬
‫الر ِحيم‬
‫بِس‬
‫ان ه‬
‫اَّللِ ه‬
ِ
ِ ‫الرحْ َم‬
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
YAZARIN ÖNSÖZÜ
“Kur'an ışığında Hz. Ali” ile “Hz. Ali’nin İmameti ve Akıl” adlı kitaplarım dört kez
basıldı, her defasında bütün nüshaları kısa zamanda tükendi. Bu durum, her iki kitabımın da
hakkettikleri ilgiyi gördüklerini göstermektedir.
Bu nedenle ve bir çok yerden gelen yoğun isteğe dayanarak her iki kitabı “Kur'an ve
Akıl çerçevesinde Hz. Ali’nin İmameti” adı ile tek bir kitap halinde yayımlamağa karar
verdim. Başarı Allah’tandır
M. C. MUĞNİYYE
ÇOĞU HAKTAN NEFRET EDER HAK’TAN BAŞKA İMAM
YOKTUR
Herkes "Hak’tan başka imam yoktur" der, ancak iş fiile geldiği zaman büyük çoğunluk
bunun tersini yapar.
Örneğin: Hak der ki "Sen başkasının hatalarından önce kendi hatalarından sorumlusun,
başkalarının hatalı olabileceği gibi sen de hatalı olabilirsin." İnsanın hırsı, taraftarlığı, öğrenimi,
eğitimi, yetişme tarzı; araştırmacı ise eksik araştırması, sıradan okuyucu ise tek yanlı kitap
okuması gibi değişik faktörler hatanın oluşmasında büyük rol oynar. Bütün bu unsurlar başkası
için ne kadar geçerli ise senin için de o kadar geçerlidir.
Eğer başkasının delillerini yeterince incelemeden senin yüzde yüz haklı, ötekilerin
yüzde yüz haksız olduğuna inanıyorsan kendine Haktan başka imam edinmişsin demektir. Bu
durumda sen, Hak yolunda değilsin.
Evet başkasının düşünceleri yanlış olabilir; peki bunun tersi mümkün değil mi? Onların
düşünceleri de sağlam bir temele dayanmış olamaz mı? Eğer, "ne olursa olsun ötekiler hatalıdır"
diyorsan her şeyden önce önyargılı olduğun için hatalı olan sensin. Onların düşüncelerinin doğru
yada yanlış olduğuna karar vermeden önce araştırma ve inceleme yapmalısın.
Eğer kendini hatadan ve çelişkiden sakınmak istiyorsan, düşünceleri atalarının
düşüncelerine ters düşse bile peşin hükümlü olmaktan vazgeçmeli, seni gerçeğe götürecek yolları
aramalısın. Bunun yöntemi, gerçeğini öğrenmek istediğin şeye göre değişir. Görülebilir,
işitilebilir veya dokunulabilir ise, bunun göz, kulak veya dokunma yoluyla yapılması
mümkündür. Ancak akli bir konu ise bunu sadece akıl yolu ile bulabilirsin. Örneğin
Hz.Muhammed’in (s.a.a), İmameti, Nass'la (metin) Hz.Ali (a.s)'ye bıraktığını okursan veya
duyarsan bunun doğru olup olmadığına hemen karar vermeyebilirsin, ama emin olmak
istiyorsan senin muteber kabul ettiğin hadis kitaplarını incelemen yeterlidir.(1)
“Hakka ve doğruluğa giden yol bellidir” diyebilirsin. Mutlaka bu böyledir; ancak her
hataya düşen hatalı olduğunu bilmemekte, dolayısı ile Hakka giden yolu arama gereği
duymamaktadır. Hatalı insanları iki gruba ayırmamız mümkündür:
Bilinçli olarak hatasında ısrar edenler ve bilgisizlikten dolayı hatalı olduğunu
bilmeyenler.
Hatasından bilinçli olarak dönmek istemeyenlere yapabileceğimiz hiç bir şey yoktur. Onlara
bin bir delil de getirsek hatalarından dönmeyeceklerdir.
Bilgisizlikten dolayı hatalı olduğunu bilmeyenlere ise delilleri göstermek ve elimizden
geldiğince onları ikna etmeğe çalışmak vazifemizdir.
AKILDAN BAŞKA İMAM YOKTUR
Akıldan başka imam yoktur, bu gerçek Kur'an-ı Kerim ve Hz.Muhammed (s.a.a)
tarafından dile getirilmiştir. Hz.Muhammed (s.a.a) insanlara aklı imam ve önder edinmelerini
emretmiştir. Yağmurun gerçekliği bile aklın ve düşüncenin ürünüdür. Hatta bir hadise göre
Hz.Muhammed (s.a.a) "Dinimin aslı akıldır" demiştir.
Aklın elle tutulan, gözle görülen veya kulakla işitilen bir şey olmadığı şüphesizdir. O
dokunamadığımız ama içimizde hissettiğimiz bir şeydir. Aklın İmametinin anlamı Hakkın
imametidir. Her kim ki Hak daima onunla ve o daima Hakla beraberse akıl ve din buyruklarına
göre imam odur.
Soru: Bu vasıfta biri var mıdır?
Cevap: Evet vardır. Hz.Muhammed (s.a.a)'tir
Soru: Bu vasıfta Hz.Muhammed (s.a.a)’ten başka biri var mıdır?
Cevap: Evet vardır. Hz.Muhammed (s.a.a) kim için “Hak daima onunla ve o daima
Hakla beraberdir” demişse odur.
Hz.Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali İbn-i Ebu Talib (a.s) için:
"‫ يدور معه كيفما دار‬،‫"علي مع الحق والحق مع علي‬
"Hak daima onunla ve o daima Hakla beraberdir, ne tarafa dönse Hak onunla
döner”
dediği bütün Müslümanlarca bilinmektedir.(2)
Bunun anlamı “Hz Ali (a.s) hiç hata yapmayan bir alim, hiç zulüm yapmayan bir adil,
Allah’a hiç karşı gelmeyen bir itaatkar”dır.
Eğer din ve akıl böyle birine itaat etmeyi emretmiyorsa, insanlığın ne bir anlamı ne
de bir kıymeti vardır!
TUHAF BİR İDDİA
İlginç olan bir durum da bazılarının, "Mademki Hak Ali ile beraberdir o halde Hak
ondan önce hilafete gelenlerle de beraberdir, çünkü Ali Halifelerle birlikte idi"
demeleridir. Bunu diyenler aynı zamanda Abdurrahman İbn-i Avf’ın hilafeti Hz.Ali
(a.s)’ye vermek için Allah’ın Kitabı, Peygamberin sünnetinin yanı sıra iki şeyhin -Ebu
Bekir ve Ömer’in- yolundan gitme şartını ileri sürdüğünde, Hz. Ali (a.s)’nin: "iki şeyhin
yolundan gitmektense Hilafeti hiç almam" dediğini gayet iyi bilir. Buna rağmen
Abdurrahman İbn-i Avf’ı haklı kabul ederler.
Çelişkiyi görüyor musun sayın okuyucum, "Ali Hak’la beraberdir....." hadisi Hz. Ali
(a.s)’nin haklı olduğunu ispat ettiği kadar iki şeyhin haklı olduğunu da ispat etmektedir,
çünkü Ali onlarla birlikte idi!. Aynı zamanda Hz. Ali (a.s) iki şeyhin yolunda yürümediği için
haksızdır. Biri sana "Halil’in bütün serveti babası İbrahim’den, İbrahim’in bütün serveti
oğlu Halil’den miras kaldı" derse ne kadar mantıklı bulursun?.
Çelişkinin gerçek netliğini, Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’i ’incelediğimizde
görebiliyoruz, Sahih-i Buhari’nin El Fiten kitabının birinci bölümünde harfiyen şöyle
yazmaktadır:
‫ حتى إذا أهويت ألناولهم اختلفوا دوني ـ أي‬، ‫ ليرفعن إلي رجال منكم‬،‫ (ص) أنا فرطكم على الحوض‬:‫" قال النبي‬
"‫ ال تدري ما أحدثوا بعدك‬:‫ يقول‬... ‫ أي ربي أصحابي‬:‫أخذوا – فأقول‬
"Peygamber dedi ki: Ben Havz’ın başında bana yükseltilecekleri beklerken, eğilerek
ellerini tutmak istediğim kişiler göreceğim; ancak bazılarının bana ulaşması engellenecektir
'Allah’ım bunlar benim Sahabem", diyeceğim, Allah da bana 'senden sonra ne yaptıklarını
bilmiyorsun' diyecektir."
Sahih-i Müslim, baskı 1348 H, cilt 2, S:61’de ise şöyle yazmaktadır:
...‫ أي ربي مني ومن أمتي‬: ‫ فاقو لن‬، ‫ فوهللا ليقطعن دوني رجال‬،‫"إني على الحوض انتظر من يرد علي منكم‬
".‫ ما زالوا يرجعون على أعقابهم‬. ‫فيقول ال تدري ما عملوا بعدك؟‬
Havz’ın başında sizden gelecek kişileri bekleyeceğim zaman, gördüklerime elimi
uzatacağım ancak benden uzaklaştırılacaklardır, 'Allah’ım bunlar benden, benim
ümmetimden' diyeceğim, Allah da bana 'senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun'
diyecektir."
Bu hadisler Al-i İmrân suresinin 144. ayeti ile pekişmektedir.
ْ َ‫سو ٌل قَدْ َخل‬
‫س ُل أَفَإْن َماتَ أ َ ْو قُتِ َل ا ْنقَلَ ْبتُ ْم َعلَى أ َ ْعقَابِ ُك ْم َو َم ْن ََ ْنقَلِبْ َعلَى َع ِقبَ ْي ِه فَلَ ْن ََض هُر ه‬
‫شيْئا‬
َ َ‫اَّلل‬
ُ ‫الر‬
ُ ‫َو َما ُم َح همد ٌ إِاله َر‬
ُّ ‫ت ِم ْن قَ ْب ِل ِه‬
‫اَّللُ ال ه‬
‫سيَجْ ِزي ه‬
)144/‫شا ِك ِرَنَ }(آل عمران‬
َ ‫َو‬
"Muhammed Bir peygamberdir ondan önce de peygamberler gelip gitmiştir, şimdi
ölür yada öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz ?"
Buna rağmen derler ki "Ayırt edilmeksizin bütün sahabeler adildir." bize göre bu
konudaki ısrarlarının nedeni, Halifelerin haklılıklarından kuşku duymamak için Sahih-i Buhari,
Sahih-i Müslim hatta Kur'an-ı Kerim'den bile olsa gerçek delilleri görmek istememeleridir.
Neden mi: Ata inancı söz konusudur.
O inanç, Kur'an-ı Kerim'in ve sahihlerin delillerine karşı da olsa kıyasın temelidir.
▬
İMAMETİN AKIL İLE İLİŞKİSİ
AKIL VE AKIL DIŞI
Akla İbrahim’in evin içinde olup olmadığını sorarsan, sana bunun kendi ihtisas alanına
girmediğini söyler. Ama onun nerede olduğu veya yerin altında ne gibi hazinelerin ve
madenlerin olduğunu öğrenmek istediğini söylersen, senden araştırmanı, deney ve gözlem
yapmanı ister ve doğrulara ulaşman için her zaman sana ışık tutacağını söyler.
Bu tür bilgiler akıldan gelmez; ama akıl sayesinde gelir. Görsel veya işitsel delillerin bile
aklın yardımına ihtiyacı vardır; çünkü insan akıldan yoksun olduğu zaman bir hiçtir. Ancak,
aklın delilleri kabul etmesi ayrı, delilleri eleştirip doğrusuna ulaşması ayrıdır.
Eğer akla "İbrahim evde olabilir mi" diye sorarsan sana hemen evet cevabını verir ki bu
bilgi akıl dışından değil aklıdan gelir. Çünkü doğru bilgiye ulaşmak sadece akıldan veya sadece
deney ve gözlemden gelmez; eğer öğrenilmesi istenen gerçek, araştırmayı gerektiren nazari bir
olgu ise mümkün olup olmadığını ancak akıl sayesinde öğrenebilirsin. Ama eğer gerçek sadece
maddi ise –cismin kapsadığı elementleri öğrenmek gibi- o zaman bunun yöntemi deneydir.
Eğer Uluhiyet (Tanrısallık), Peygamberlik veya İmametle ilgili konuları sorarsan bu
sorular aşağıdaki detayları gerektirir.
ULUHİYETLE İLGİLİ
Yaratıcıyı ancak akıl yoluyla idrak edebiliriz; çünkü doğa ötesini deneyle öğrenmemiz
imkansızdır. Allah’ın vahyi ile onun varlığını kabul etmek, doğru ve Hak olduğu iddia edilen bir
şeyin doğru olduğu iddia edildiği için kabul etmeye benzer. Bu yüzden Allah’ın varlığını ispat
etmekte aklımızı kullanmalıyız. Kur'an-ı Kerim de, insana Allah’ın varlığını akıl yoluyla idrak
edebileceğini söylemiştir.
Eğer akla: "Allah’ın varlığının ispatı nedir?" diye sorarsak, bize: "Evrene, evrenin
içindeki harekete, düzene ve dengeye bakın, sonra bunu açıklamak için dilediğiniz kadar teori ve
varsayım düşünün ilim ve mantığın, tek bir açıklama dışında hepsini reddettiğini göreceksiniz, o
da her şeyi bilen ve her şeye kadir olan Allah’tır diyen açıklamadır." der. Mantık ehline göre
imkansız olan şey aklın imkansız kabul ettiği şeydir. Örneğin, iki çelişiğin birleşmesi veya
birlikte yükselmesi gibi, eğer "evrende su vardır" iddiası gerçekse bunun tersi olan "evrende su
yoktur" iddiası gerçek dışı demektir. Bir şeyin aynı anda iki çelişik şeyle vasıflandırılması
düşünülemez. Bu durumda "evrende her şey rastlantı sonucu meydana geldi" teorisi yalan ise,
bizim "evren bir irade ve tasarı sonucu meydana geldi" diyen tezimiz doğrudur.
Bu konuda bir örnek vermek istiyorum, eğer adının ve soyadının ufukta ışıkla
yazıldığını görürsen, bunun zekalı bir insan tarafından yapılan bir aletle gerçekleştiğini
düşünürsün. Bunun yerine "çarpışan iki otomobilin veya iki trenin veya patlayan yanardağın
saçacağı ışıkların rastlantı sonucu senin adını soyadını havaya yazmalarının mümkün olduğunu"
ileri sürer ve "bu bir varsayımdır" diyecek olursan, şüphesiz bunu akıllı hiç bir insana kabul
ettiremezsin.
"Varsaydığımız bir şeyi gözümüzle görmedikçe elimizle dokunmadıkça o varsayımın ne
anlamı var" diyebilirsiniz. O zaman, gözümüzle görmediğimiz, elimizle dokunmadığımız
aklının varolduğu varsayımının da bir anlamı yoktur. Doğa bilimcileri bile delile ihtiyaç
duymaksızın varsayımın geçerliliğini kabul etmekteler. Görmeden dokunmadan akılları ve
önsezileri ile atomun varlığını hatta şeklini, özelliklerini ve etkinliğini belirlediler. Eğer bilim
adamları sadece duyularla bilinenlere değer verselerdi bilimin kapıları her zaman kapalı kalmaz
mıydı?. "Bu dünyanın gerçeğini en iyi anlatan şey gözle görülmeyen, bilinmeyen, gizemli, ancak
aklımızla ve vicdanımızla var olduğunu bildiğimiz yönleridir" diyen ne kadar doğru söylemiştir.
(3)
PEYGAMBERLİK
Peygamberlik, Allah (c.c)’la kulları arasında bir elçiliktir, İyiliğe davet eder, şerden
sakınmayı tavsiye eder,
peygamberliğin varlığı gereklidir ve gerekli olanın varlığı kaçınılmazdır. İnsana, kedisine ve
topluma karşı olan görevlerini ve haklarını belirler. Filozofların çoğu: "Akıl, insanın Allah’a
karşı yapmakla yükümlü olduğu hükümlerin var olduğunu bilir, yalınız bunun ne olduğunu
ancak peygamber yardımı ile öğrenebilir" der.
Bu durumda biz, Peygamberliğe Hz. Muhammed (s.a.a)’in penceresinden bakarız, onun
hayatı, sıfatı, şeriatı ve öğretileri bizi şüphe duymaksızın Peygamberliğin varlığına inandırır.
Onun şeriatı ve öğretilerine peygamberlik dışında bir varsayım düşünecek olursak mantıklı bir
düşünce olmayacaktır. Bilim ve bilgiden uzak bir ortamda büyüyen bir ümmi, insanlığın
bilmediği farklı bilim ve sanatlarda insanlığın o güne kadar tanımadığı, yüceliği ve azameti
akıllara durgunluk veren, bunlarla insanlığı karanlıktan ışığa çıkaran muhtelif öğreti ve
nazariyeler getirsin!. Bunu ancak doğaüstü olarak açıklamamız mümkündür.
Hz. Muhammed (s.a.a), peygamberliğini inkar edenlere Kur'an-ı Kerim'le meydan
okumuştur. Bizde aynı şeyi yaparak, "ümmi bir kişinin hiç kitap okumadan, bilim ve bilim
adamları hakkında hiçbir şey duymadan nasıl yasa, ahlak, tıp ve matematik konularında bir kitap
yazabileceğini peygamberlik dışında bir açıklama ile açıklamaları için ihtisas sahiplerine meydan
okuyoruz." Nasıl bu evrenin düzeni mutlaka güçlü bir düzenleyen olmadan açıklanamıyorsa, bu
doğa üstü olayın açıklaması da sadece vahiy ve peygamberliktir. Bilim, öğretmen olmadan
öğrenmeyi, tedavi olmadan ölüyü diriltmeyi - bilimsel olarak açıklamaktan aciz kaldığı zaman
metafiziğe başvurmak zorunda kalmaktadır.
İMAMET
Burada kastettiğimiz imam, peygamberden sonra peygamberin istisnasız bütün
yetkilerini kullanan yetkilidir. Bu, tamamen peygamberlik gibi ilahi bir makamdır. Bunun için
"Peygamberin Hilafeti" olarak adlandırılır ve ümmetin peygamberine yaptığı itaati İmam'ına
yapmasını gerektirir.
İmam Zeyn El Abidin (a s) “Sahife i Seccadiye” de imamı dua üslubu ile tarif ederken
şunları söylüyordu:
"Allah’ım; kitabını, haddini (ceza uygulamasını), şeriatını ve peygamberinin sünnetini
onunla tesis et, zalimlerin senin dininde yok ettiklerini onunla dirilt, yolundaki zulmün pasını
onunla gider, yolundaki sıratı onunla inşa et, haksızları sıratından onunla uzaklaştır, eğri yolun
yolcularını onunla yok et, senin yolunda olanlara karşı onu yumuşat, düşmanlarına karşı onun
elini serbest bırak, Allah’ım bize onun şefkatini, rahmetini, acımasını ihsan et ve bizi onu
dinleyen ve ona itaat edenlerden kıl.”
Dedesi Ali İbn-i Ebu Talip (a.s) ise imamın görevlerini anlatırken: "İmam, Rabbinin
emirlerini vaazla bildirmek, nasihatte içtihat yapmak, sünneti ihya etmek, hak edenlere haddi
uygulamak, hakkı sahiplerine vermekle yükümlüdür." Der.
Bu sözler akıl ile imametin ilişkisini açıklamaktadır. Aynı ilişki, Allah’ın kitabını,
haddini, şeriatını, peygamberlerinin sünnetlerini uygulamak, zalimlerin yok ettikleri din izlerini
diriltmek, Allah’a giden yolu aydınlatmak, Allah’ın yolundan sapanları uzaklaştırmakla
bağlantılıdır. Bu konuyu özetlememiz gerekirse, Aklın İmamet konusundaki hükmü, bilimin,
adaletin ve itaatin iyi, çirkinliğin, cehaletin, zulmün ve günahın kötü olduğunu kabul ettiği
hükme eşittir.
TUHAF BİR DURUM
İlginç ve tuhaf durumlardan biri de, Şiilerin İmamda "ilimde hatasız, amelde
günahsız" şart ve sıfatlarını arama, hatta olmazsa olmaz kabul etme görüşünü, Ehl-i Sünnetin
kınaması ve hor görmesidir. Bunu kınamalarının sebebi, onların, "cahil ve fasık da olsa
yöneticinin itaati vaciptir (gereklidir)" demeleri ve ona karşı gelmeyi haram saymalarıdır!
Şeyh Ebu Zehra "Mezehib El İslamiyye" adlı kitabının "yönetici şeriattan dışarı çıkarsa"
bölümünde harfiyen şöyle yazmaktadır. "Ehl-i Sünnete göre imamda aranan şartlarda esas tercih
onun adil, erdemli ve hayır sahibi olmasıdır. Eğer değilse zalimin zulmüne katlanmak ona karşı
gelmekten daha iyidir."
Ebi Ya’la El Ferra, (Vefatı 458 Hicri), "El Ahkam El Sultaniyye" adlı kitabında (Baskı
yılı 1938) 4. sayfada derki" "Fasık olmak imametin devamını engellemez, ister bu ahlak, yani şehvete kapılarak günah işlemek olsun-, ister inanç -yani yorumda Haktan şüpheye
düşmek olsun.!-"
Bunun anlamı da cahil ve fasık bir kişi Müslümanların imamı olabilir. Allah ve din adına
hükmedebilir!... Doğrusu anlayamıyorum! Bir cahil, fasık ve günahkar nasıl insanları Hakla
yönetecek ve Hakka yönlendirecektir?! Keşke bunu, Kur'an, Şeriat ve İslam adına hükmedene
değil de kendisini seçen ve imam kabul eden kişilerin imamı olarak kabul etselerdi.
Ayrıca "Kur'an-ı Kerim (Bakara suresi ayet 193) derki:
‫عد َْوانَ ِإاله َعلَى ال ه‬
)193/‫ظا ِل ِمينَ (البقرة‬
ُ َ‫ََ قَاتِلُو ُه ْم َحتهى الَ تَ ُكونَ فِتْنَةٌ َو ََ ُكونَ الدَِنُ ِ هَّللِ فَإ ِ ْن انت َ َه ْوا فَال‬
"Bir fitne kalmayıncaya, din tamamıyla Allah'ın dîni oluncaya dek onlarla çarpışın.
Vazgeçtikleri zaman, düşmanlık ve saldırı sadece zalimleredir."
Buna karşın Sahihi Buhari, 9. bölüm, kitabı Fiten'de, Peygambere mal edilen şu hadis
geçmektedir: "yöneticilerinden kötü bir şey görenler sabretsin”. bu durumda; ya Hz.
Muhammed (s.a.a)’in sözleri ona vahiy inen Kur'an-ı Kerim’le çelişkilidir ya da ona mal edilen
bu hadis yalan ve iftiradır. Şiiler, birinci şıkkın imkansız olduğunu bildiklerinden ikincisini kabul
ettiler. Dolayısı ile bütün sahabelerin adil olduğuna inanmadılar. Ehl-i Sünnet ise, tam tersine
bütün sahabelerin adil olduğuna inanarak Buhari’nin naklettiği hadisleri aynen kabul ettiler.
Oysa bunun kaçınılmaz sonucu, Peygamber (s.a.a)'in sözlerinin Kur'an-ı Kerim’le çelişkili
olduğuna inanmaktır. Allah da Peygamber de bundan münezzehtir.
İLAHİ ADALET
MUAMMALI EVREN
Evrende bulunan her şey Allah’ın bilgisi ve gücünü gösteren birer ispattır. Modern
keşiflerden önce gördüğümüz deliller, gecenin ve gündüzün değişimi, yerde biten bitkiler,
yediğimiz ve içtiğimiz, veya gözümüz görmeden aklımızın görebildiği idi. Bilim ve bilimsel
araçlar geliştikçe öğrendik ki, çok küçük olan atomdaki güç, bir saniyede şehirleri, dağları yıkıp
milyonlarca canlıyı öldürebilmektedir.
Ayrıca, evrendeki yıldız sayısının kum tanelerinin sayısından daha fazla olduğunu, en
küçük yıldızın dünyadan bir milyon kat daha büyük olduğunu, her yıldız kümesine galaksi
dendiğini ve her galaksinin yüz milyondan fazla yıldız barındırdığını, galaksi sayısının iki
milyondan fazla olduğunu ve bütün bu evrenin hacminin boş uzaya göre dünyanın boşluğunda
uçan bir sinekten farksız olduğunu biliyoruz. Bu örnek modern bilimin keşfettiği ve Allah’ın
gücünü gösteren milyonlarca örneklerden sadece biridir. Kur'an-ı Kerim’in ayeti de alim ve
mucitlere belirgin bir Arapça dili ile "Size verilen ilim çok azdır. İbret alın ey akıllı insanlar"
demeye devam etmektedir.
EVRENDEN DAHA MUAMMALI OLAN: AKIL
Ya aklımız? O evren hakkında okuduğumuz ve öğrendiğimizden de ötedir. Evren
maddedir, çapı ve ölçüsü vardır. Enistein, evrenin çapını 70 milyon ışık yılı olarak hesapladı.
Akıl ise dibi olmayan bir kuyu, tavanı olmayan bir gök ve sonsuz bir evrendir. O, her şeyi
kendisine sığdırır ama hiçbir şey onu kendisine sığdıramaz. O, Hz. Ali’nin (a.s) aşağıdaki
beyitlerinde sözünü ettiği büyük alemdir.
‫"وتزعم أنك جرم صغير‬
‫وفيك انطوى العالم األكبر‬
"Küçük varlık olduğunu iddia etmektesin – oysa büyük alem sende saklıdır."
Evet akıl evrenden daha büyüktür, ve ondan daha büyük sadece onun yaratıcısıdır. Ancak
benzetme yapacak olursak kelimenin kelimeyi söyleyenle oranı, veya daha azıdır.
İLAHİ ADALET
İlahi Adalet, tıpkı İlahi güç gibi sadece onun (c.c) bilgisinin kapsamındadır Evrende,
insanda, Allah’ın şeriatı ve hükümlerinde delil ve belirtileri vardır. Bunu, şu şekilde izah etmek
mümkündür:
HÜCCET
Eğer birinden alacağın varsa, alacağını istemen senin hakkındır. Eğer ödemeyi reddederse
eksiksiz olarak zorla alma hakkın doğar, bağışlarsan Allah bağışlayanları sever.
Allah da (c.c) Adil ve Cömerttir. Cömertliği ve rahmeti ile günahları denizin köpüğü
kadar olsa bile günahkarı affedebilir, mükafatlandırabilir de... :
‫ُون ه‬
‫َوإِذْ قَا َل ه‬
‫ْس ِلي‬
ُ ‫اَّللِ َقا َل‬
ِ ‫سى ابْنَ َم ْرََ َم أَأَنتَ قُ ْلتَ ِللنه‬
َ ‫اَّللُ ََا ِعي‬
َ ‫س ْب َحانَكَ َما ََ ُكونُ ِلي أ َ ْن أَقُو َل َما لَي‬
ِ ‫اس ات ه ِخذُونِي َوأ ُ ِمي إِلَ َهي ِْن ِم ْن د‬
‫ َما قُ ْلتُ لَ ُه ْم ِإاله َما‬116/‫ب}(المائدة‬
ِ ‫ق ِإ ْن ُكنتُ قُ ْلتُهُ فَقَدْ َع ِل ْمت َهُ ت َ ْعلَ ُم َما ِفي نَ ْفسِي َوالَ أ َ ْعلَ ُم َما ِفي نَ ْفسِكَ ِإنهكَ أَ ْنتَ َعاله ُم ْالغُيُو‬
ٍّ ‫ِب َح‬
َ
َ
َ
‫ه‬
َ
َ
َ
َ
‫أ َ َم ْرتَنِي بِ ِه أ ْن ا ْعبُد ُوا ه‬
َ ‫يب َعل ْي ِه ْم َوأ ْنتَ َعلى ُك ِل‬
َ ‫اَّللَ َربِي َو َربه ُك ْم َو ُكنتُ َعل ْي ِه ْم‬
ٍّ‫ش ْيء‬
‫ش ِهيدا َما د ُ ْمتُ ِفي ِه ْم فَل هما ت ََوف ْيتَنِي ُكنتَ أ ْنتَ ه‬
َ ِ‫الرق‬
ُ ‫{ ِإ ْن ت ُ َع ِذ ْب ُه ْم فَإِنه ُه ْم ِع َباد ُكَ َو ِإ ْن ت َ ْغ ِف ْر لَ ُه ْم فَإِنهكَ أَ ْنتَ ْال َع ِز‬117/‫ش ِهيد ٌ}(المائدة‬
‫{ قَا َل ه‬118/‫َز ْال َح ِكيم المائدة‬
َ
َ‫صا ِدقِين‬
‫اَّللُ َهذَا ََ ْو ُم ََنفَ ُع ال ه‬
ُْ‫ ِ هَّللِ ُملك‬119/‫اَّللُ َع ْن ُه ْم َو َرضُوا َع ْنهُ ذَلِكَ ْالفَ ْو ُز ْالعَ ِظيم (المائدة‬
َ
َ
ُ
َ
‫ي ه‬
ُ ‫صدْق ُه ْم ل ُه ْم َجنهاتٌ تَجْ ِري ِم ْن تَحْ ِت َها األ‬
ِ ‫نهار خَا ِلدَِنَ فِي َها أبَدا َر‬
ِ
َ ‫ض‬
َ
120/‫َِر }(المائدة‬
َ ‫ض َو َما فِي ِه هن َوه َُو َعلَى ُك ِل‬
‫ر‬
‫أل‬
‫ا‬
‫و‬
‫ت‬
‫ا‬
‫او‬
‫م‬
‫س‬
‫ال‬
ِ
‫ه‬
ْ
ٌ ‫ش ْيءٍّ قَد‬
ِ
َ
َ َ
"Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, “beni ve annemi Allah’tan başka iki Tanrı bilin”
diye sen mi söyledin? Buyurduğu zaman o, “Haşa! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan
şeyi söylemek bana yakışmaz, hem ben söyleseydim sen şüphesiz onu bilirdin. Sen benim
içimdekini bilirsin, ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalınızca
sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a
kulluk edin dedim. İçlerinde olduğum müddetçe onlar üzerinde kontrolcü oldum. Beni
vefat ettirince onlar üzerinde gözetleyici yalınız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.
Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan
şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin
Maide Suresi 116-117-118-119-120
Yukarıdaki ayette "Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin"
dediğini okuduk. Bu Allah’ın dilediği kimseyi –başkasını ilah edinse bile- affedebileceğini
göstermektedir. Kulun amelinde yeterli neden olmadan ve aşağıdaki şartlar oluşmadan adalet
sahibi Allah (c.c)'ın azap ederek cezalandırması imkansızdır.
TEBLİĞ
Geçerli nedenin oluşması için ilk şart, tebliğin emin bir Peygamber tarafından
yapılmasıdır. Tıpkı devlet memurunun ödemen gereken gelir vergini veya birine olan borcunu
ödemen gerektiğini, ödemen için gerekli mühleti ve ödemediğin takdirde hapis ile
cezalandırılacağını veya malına el konulacağını ihtar ederek bildirmesi gibidir. Devlet,
vatandaşın ödemeyeceğini bilse de gerekli ihtarı yapmadan nasıl cezalandırmıyorsa, Allah da
(c.c) emrettiği zaman kulunun itaatsizlik yapacağını günah işleyeceğini bildiği halde
cezalandırmaz, önce emrederek ona gerekli fırsatı verir. itaatsizlik ve isyandan sonra duyduğu,
anladığı ve bilerek karşı geldiği için cezalandırır. Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim’de diyor ki.
)134/‫سوال فَنَت ه ِب َع آََاتِكَ ِم ْن قَ ْب ِل أ َ ْن نَ ِذ هل َون َْخزَ ى}(طه‬
ُ ‫س ْلتَ ِإلَ ْينَا َر‬
ٍّ ‫َولَ ْو أَنها أ َ ْهلَ ْكنَا ُه ْم ِب َعذَا‬
َ ‫ب ِم ْن قَ ْب ِل ِه لَقَالُوا َربهنَا لَ ْوالَ أ َ ْر‬
"Eğer biz bundan önce onları bir azapla helak etseydik, derlerdi ki: Rabbimiz!
Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık!"
Taha suresi: 134.
َ َ‫َو َما ُكنها ُمعَ ِذ ِبينَ َحتهى نَ ْبع‬
)15/‫سوال}(اإلسراء‬
ُ ‫ث َر‬
"Biz bir peygamber göndermedikçe –kimseye – azap edecek değiliz.
İsra Suresi: 15"
‫س ِل َو َكانَ ه‬
‫اس َعلَى ه‬
)165/‫اَّللُ َع ِزَزا َح ِكيما}(النساء‬
ُ ‫الر‬
ُ ‫ُر‬
ُّ َ‫اَّللِ ُح هجةٌ بَ ْعد‬
ِ ‫سال ُمبَش ِِرَنَ َو ُمنذ ِِرَنَ ِألَاله ََ ُكونَ ِللنه‬
Müjdeleyici ve sakındırıcı peygamberler gönderdik ki insanların
peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın!
Nisa Suresi: 165”
ÜSLUP VE AHENK
İkinci şart, tebliğin yapısı ve üslubudur. İkna edici olmalıdır ki önyargıdan ve taraftarlıktan
arınan insanlar inansın... ikna için gerekli olan üslup, dava sahibinin dava gerçeğini
basitleştirerek, yumuşak ve davet edilen kişiyi çekecek şekilde yapmasıdır. Ayrıca izah etmek
için örnekler vererek düşünme, inceleme, olayları dikkatle tartma ve ondan sonra karar vermeyi
salık vermesidir. Davasını emrivakiyle dayatmaması, kendini daha alim, üstün ve kutsal
göstermemesi gerekir. Allah (c.c) der ki:
‫ِإ هن ه‬
َ‫ضة فَ َما فَ ْوقَ َها فَأ َ هما الهذَِنَ آ َمنُوا فَيَ ْعلَ ُمونَ أَنههُ ْال َح ُّق ِم ْن َر ِب ِه ْم َوأَ هما ا هلذَِنَ َكفَ ُروا فَيَقُولُون‬
َ ‫ب َمثَال َما بَعُو‬
َ ‫اَّللَ الَ َستحي أ َ ْن ََض ِْر‬
َ
َ
َ
َ
‫َماذا أ َرادَ ه‬
)26/‫اَّللُ بِ َهذا َمثال (البقرة‬
"Şüphesiz Allah, bir sivrisineğin üzerindekinden - yani sivrisinekten küçük misal
vermekten çekinmez. İman etmişlere gelince onlar böyle misallerin Rablerinden gelen
Hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kafir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne
demek ister?. Derler." Bakara suresi 26
Ayrıca, Hz. Muhammed'e (s.a.a)
َ ‫سبِي ِل َربِكَ بِ ْال ِح ْك َم ِة َو ْال َم ْو ِع‬
)125/‫ (النحل‬... ُ‫سن‬
ُ ْ‫اد‬
َ ْ‫ِي أَح‬
َ ‫ظ ِة ْال َح‬
َ ‫ع إِلَى‬
َ ‫سنَ ِة َو َجاد ِْل ُه ْم بِالهتِي ه‬
"Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde tartış...
Nahl:125"
diye seslenir. Hz. Musa ve Hz. Harun'a da
َ ُ‫اذْ َهبَا إِلَى فِ ْر َع ْونَ إِنهه‬
)44/‫ {فَقُوالَ لَهُ قَ ْوال لَيِنا لَعَلههُ ََتَذَ هك ُر أَ ْو ََ ْخشَى}(طه‬/‫طغَى‬
Firavun'a gidin çünkü o iyice azdı, ona yumuşak söz söyleyin belki o aklını başına
alır veya korkar." Taha:44
Diye hitap eder. Hak İnsanlara anlatılırken gönüle yakın olması için daima güzel ve mütevazı bir
üslup kullanılmalıdır.
Bütün şüphe ve kuşkuları gidererek ikna etmenin en temel şartlarından biri de, çağrı
sahibinin yaptığı çağrıyla uyum içinde olmasıdır. Uyum sözü ile sadece davet ettiği şeyleri
kendisinin uygulaması değildir. Yaptığı çağrının, canı, kanı ve eti ile kaynaşması ve kişiliği ile
bütünleşmesi gerekir. Konuştuğu zaman sanki çağrı konuşuyor, eylem yaptığı zaman sanki
çağrı eylem yapmış olmalıdır.
"Buna karşın "Benim bir şeytanım vardır. Bazen beni etkiler" diyen bir kişi, (4)
Kur'an-ı Kerim'de "O arzusuna göre konuşmaz , bildirdikleri vahiyden başka değildir"
denilmiş olan - peygamberin Halifesi olamaz. O, tıpkı dünkü ve bugünkü yöneticiler gibi
kendi zamanının dünyevi bir yöneticisidir! O kendisini seçenlerin ve onu kabul edenlerin adıyla
konuşabilir. Eğer Allah ve Peygamber adına hükmettiğini iddia ederse bu iddia onu bazen
etkileyenden kaynaklanır!
Diyebilirsin ki: "Hz. Muhammed (s.a.a)'den başka, bu İslam çağrısıyla -yukarıda
izah ettiğimiz şartlara- uyum sağlayacak kişi var mıdır?"
Cevap: Evet! Kim söz ve fiille Hz. Muhammed (s.a.a)'in uzantısı ise İslam çağrısı ile
uyum içerisindedir.
İkinci soru: Hz. Muhammed (s.a.a)'in süreği var mıdır?
Cevabı öyle birine bırakıyorum ki, o mecbur kalmadan ve ancak kaçma imkanı
bulamadığı zaman Hz Ali (a.s) veya oğulları ile ilgili bir fazilet anlatır. Öyle bir hadisçi ki Ehl-i
Sünnet ona güvendiği kadar hiç kimseye güvenmez. Yani Buhari'den söz ediyorum. Buhari,
Sahihinin beşinci kısmında bulunan Hz Ali (a.s)'nin faziletleri bölümünde şöyle demektedir:
"Peygamber Hz. Ali'ye dedi ki: Sen bendensin bende sendenim." Bilindiği gibi Hz.
Muhammed (s.a.a) Hz. Ali (a.s) 'nin ne babası nede oğludur. Sen bendensin derken, kendi
ruhunu Ali (a.s)'nin ruhuna, aklını aklına, ilmini ilmine, İmanını imanına, ahlakını ahlakına
empoze ettiği anlamına gelmektedir. Hz. Muhammed (s.a.a) onu istediği gibi yetiştirdikten
sonra bütün sahabelerin içinden kardeşliğine seçti.
Kardeşliğin sırrı da burada yatmaktadır. Ahmed'in Mesned'inde Hz. Ali'nin peygambere
"Ben hariç bütün dostlarını birbirine kardeş ilan ettin" dediği zaman Hz. Muhammed (s.a.a) ona
"Çünkü seni kendime ayırdım, ben senin kardeşinim sende benim kardeşimsin. Senden
başka bunu kim iddia ederse yalancıdır" diye yazmaktadır.
Bu konuda Hz. Ali (a.s) "Peygamber (s.a.a)'i yavru devenin annesini takip ettiği gibi takip
ederdim, her gün ilminden bir şeyler verir ve onun gibi uygulamamı isterdi." Demektedir.
Üçüncü ve son olarak diyebilirsin ki "Ehl-i Sünnete göre en büyük ve en güvenilir
Muhaddis (Hadisi Şerifi nakleden) olduğu halde nasıl Buhari için O mecbur kalmadan ve ancak
kaçma imkanı bulamadığı zaman Hz Ali (a.s) veya oğulları ile ilgili bir fazilet anlatır
diyebiliyorsun?"
Cevap vereyim: Zaten onun büyüklüğünün ve yüceliğinin sırrı da budur! Şimdi Ali ve
oğullarına karşı olan taassubunu gösteren bir örnek vereyim: El Hafız El Askalani, Feth El Beeri
Bişerh Sahih El Buhari adlı 1959 baskılı kitabının C:8 S:71’de aralarında Nesai’nin de
bulunduğu bir grup Alim ve Muhaddisten naklederek harfiyen derki: "Hiçbir sahabe hakkında
Ali (a.s) kadar doğru hadis anlatılmamıştır" aynı bölümün 76’ncı sayfasında da İmam Ahmed
dedi ki: "Ali (a.s) hakkında duyduğumuz kadar hiçbir sahabe hakkında hadis duymadık."
Buna rağmen Buhari bu sayısız hadislerden çok azını zikretmiş ve bu çok az olan
hadisleri de normal hali ile bırakmamıştır! Tahrif, budama, değiştirme ve eksiltme yoluna
başvurmuştur.
Müslim dahil bir çok Muhaddis "Al Raye" (sancak) hadisini "Sancağı öyle bir kişiye vereceğim
ki Allah'ın Fethi onun eli ile gerçekleştirecektir. O Allah’ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulu
de onu sever.Diyerek sancağı Ali’ye verdi." Diye anlatır.
Buhari hariç hepsi "O Allah’ı ve Resulü'nü sever Allah ve Resulu de onu sever." ibaresini
nakletti. Doğrusu Buhari’nin bu cümleyi neden eksilttiğini anlayamadım.! Buhari, Allah'ın ve
Resulü'nün sevdiğini sevmediği için mi? yoksa çok sahih (doğru) (!) olan kitabını
onurlandırabilmek için Muaviye ve ciğer yamyamı olan annesini yazarken fazileti dünyayı
dolduran kişiden bahsetmek zorunda kalınca faziletini budayarak yazdı? Ancak zavallının
unuttuğu şey onun adı Levhi Mahfuzda yazıldığı gibi kalplerin ve akılların derinliğinde de
yazılıdır.
Demek ki Buhari'ye ve kitabına duyulan bu güvenenin ve mal edilen bu yüceliğin
sırrı, onun Ali ve oğullarına karşı olan taassubunda gizlidir.
KUDRET
Azap veya cezalandırmanın vuku bulması için Allah'ın ( c.c ) kuluna emrettiği şeyi
mutlaka yapma, sakın dediği şeyden sakınma gücü vermesi gerekir. Yoksa imkansızı istemek
anlamına gelirdi. Buda Şiilere göre Allah'ın adaleti ve hikmeti ile ters düşer. Kul, yapma
gücüne rağmen Allah'ın emrettiğini yapmazsa kusuruna karşı cezalandırmayı hakkeder.
Bu duruma göre hüccetin tamamlanması için mutlaka çağrı sahibinin çağrısı ile
özdeşleşmesi lazımdır... Ayrıca peygamberin Halifesi olabilmek için bütün Halife ve vasiler
gibi mutlaka ve mutlaka vahiy hariç bütün sıfatlarında peygamber gibi olması gerekir.
Böyle olunca da kendisi için "hatalı yorum yaptı veya içtihadı hatalıydı" denen kişi asla
peygamberin Halifesi olamaz!. Hakkında nass olan kişiyi, hakkında nass olmayan kişi ile
kıyasladığımız zaman; sanki doğruyla yanlışı, eksikle bütünü kıyaslamış oluruz. (5)
İLGİNÇ İDDİALARDAN BİRİ
Sünnilerin ilginç iddialarından biri de, Allah'ın ne adil ne de zalim olduğudur. Çünkü
adil, Allah'ın emrettiğine itaat eden, sakının dediğinden sakınan, zalim de bunun tersini
yapandır. Allah ise, emredilmeyecek bir amir, uyarılamayacak bir uyarıcıdır. Bu, onların şu
sözünün sonucudur: "Allah'ın vacipleri yoktur, yaptıkları da kötülenemez. İyi şey şeriatın
emrettiği, kötü şey de şeriatın sakın dediğidir. Eğer emrettiği şey için sakının deseydi kötü,
sakının dediği şeyi emretseydi iyi olurdu."
(Ayci'nin yazdığı ve Cürcani'nin şerh ettiği Mavakif kitabı C:8, S: 19 ve 181, İbni
Rüşt'ün Menehic El Edille Kitabı S:113, Adalet ve Zulüm bölümünün dördüncü husus kısmında)
Oysa unuttukları şey, adalet insan eksiğinin tamamlayıcısı, Allah(c.c)'ın ise mükemmel
zatının eserlerinden ve gereklerinden biri olduğudur. Hatta bizzat kendisidir. Ayrıca, adaleti
Allah'a mal eden ve (hükmü koyan) ne özel ne genel anlamda asla bir nass koymamış olsa da
Fakih kendi takdirini kullanarak hüküm verir. Şiiler kıyası, Şari (şeriatı emreden), olaya neden
olan konuda açık bir hüküm koymamışsa kabul etmezler. Yani hüküm nassa gerek duyuyorsa,
hükme neden olan olayda nassı gerektirir. Allah'ı kötülükten tenzih eden sayısız ayet ve hadisler
vardır. Bu konuyu "Maalim El Felsefe El İslamiyye" adlı kitabımızda detaylı bir şekilde
işlemiştik.
▬
HZ.MUHAMMED, ( S.A.A ) HZ.İSA ( A.S ) VE HZ.ALİ( A.S ) İLE
İLGİLİ
KİŞİLİK
Her insanın kişiliği, parmak izi gibi kendine özgü olduğu doğrumudur?
İnsan kişiliği; kendi nefsi, duyguları ve görüşleridir. Kişilik dokunulan veya nesneler gibi
büyüteçle görülebilen bir şey değildir.... Kişiliğin gerçekliği, gözle görülmeyen Gaip
alemindendir... Tabi bu, kişiliğin hiç anlaşılamayacağı anlamına gelmez. Örneğin cömertlik ve
cesaret nefsin sıfatlarındandır. Cömerdi, yaptığı iyilik ve bağışlarla, cesuru fedakarlık ve
atılganlığıyla tanırsın. Şahsın kişiliğini veya başkasından ayıran özelliğini tanımanın yolu görsel
özellik ve izlerdir. Bunlarla, cömerdi cimriden, cesuru korkaktan, hatta cömerdi daha cömertten,
cimriyi daha cimriden ayırabiliriz. O zaman, her insanın, tıpkı ses tonu, yüz hatları ve parmak izi
gibi kendine has; başka hiçbir insanın katılmadığı ayrı bir kişiliğinin olması mümkündür. Hatta
insanın özel duyguları olmazsa hayatı da olmazdı. Bu teklik, Allah'ın hikmetinin ve
büyüklüğünün sırlarından biridir.
Evet, iki kişilik arasında düşünce ve diğer temel özelliklerde birden fazla benzerlik
olabilir. Hz. Ali (a.s) 'nin kişiliğinin, Hz. Muhammed ( s.a.a) ve Hz. İsa'nın (a.s) kişiliğine peygamberlik ve vahiy dışında - benzemesi gibi.
HZ.İSA ( A.S ) VE HZ.ALİ ( A.S ) İLE İLGİLİ
Hepimiz, Hz. İsa (a.s)'ya getirilen zina suçlusu kadının olayını biliriz. Ona recm
edilmesini (taşlanarak öldürülmesini) arz ettiler. yine hepimiz, Hz. İsa (a.s.)'nın "hanginiz
günahsız ise ona taş atsın" dediğini biliyoruz. Bu sözden sonra Hz. İsa (a.s) ve havarileri
haricinde herkes utanarak uzaklaştı.
Vesail ve El Cevahir vb. kitaplarda had cezası bölümünde, şöyle bir olay anlatılır:
Kadının biri, İmam'ın önünde zina suçunu itiraf etti. İmam tellalı gönderip halkı çağırdı. Halk
toplandığında Allah (c.c)'a hamd-ı sena ettikten sonra " ey ahali, yarın bu kadına hadd
uygulayacağım ellerinizde taşlarla toplanın" diye seslendi. Ertesi sabah, İmam kadını meydana
çıkardığında herkesin elinde taş vardı. Recm vakti geldiğinde katırına bindi, iki parmağını
kulaklarına koyup bütün sesi ile "ey ahali, Allah peygamberine, peygamber de bana bir ahitte
bulundu: "Kim haddi hakkediyorsa o had uygulamasın." "Bu kadın gibi günahı olan kim varsa
ona taş atmasın" dediğinde herkes dağıldı. Sadece kendisi, Hasan ve Hüseyin kaldı. Tamamen
İsa'nın yanından herkesin uzaklaşıp havarilerinin kaldığı gibi.
Bu ahit (söz) yaratan tarafından gelir. yaratılandan değil! Ahdin içeriği ise, Günahların
kirli ve lekeli eller tarafından değil, temiz, pak eller tarafından yıkanmasıdır. Çünkü Allah'ın
haddi ve hükümleri sadece müminlerin ellerine emanet edilir. Bu ahit Kur'an-ı Kerim, Tevrat ve
İncil'de "kirli eller; tahir elleri kirletmemek, iyilerin rolünü üstlenmemek için kesilir veya
zincirlenir" diye kaydedildi. Bu yüzden, ülke ve vatandaşların kaderi ilim ve ahlakta yeterli
olanlara verilmesi, akıl ve akıllılar tarafından benimsenmiştir.
Bundan dolayı, günahkarlar uzaklaştığında sadece Hz. İsa (a.s) ve Havarileri, Hz. Ali,
Hasan ve Hüseyin (a.s) kaldı.... Allah'ın peygamberine vahiy ettiği, peygamberinin de vasisine
tebliğ ettiği bu ahdin en çarpıcı yanı, günahkar insanda pişmanlık ve vicdan azabı duygusunu
uyandırması, kendi kendinin vaizi olması ve kendine istemediği şeyi başkasına istememesine
yöneliktir.
Hz. İsa (a.s) "Ben, kurtuluşun yolu ve kapısıyım" dedi.
Hz. Ali (a s ) de "Ben karanlıktaki kandil gibiyim, karanlığa giren benimle önünü görür"
dedi.
İmam, bu cümlesi ile "size iki değer bırakıyorum" hadisine işaret etmektedir. Bu hadis
Müslim'in, 348 H baskılı, sahihinin Cilt 2, bölüm 2, sayfa 109, Hz. Ali'nin Faziletleri kısmında
anlatılmaktadır. Hadisin tamamı harfiyen şudur:
‫ فيه‬، ‫ اولهما كتاب هللا‬:‫ وأنا تارك فيكم الثقلين‬،‫ فأجيب‬،‫ يوشك أن يأتي رسول ربي‬،‫ إنما أنا بشر‬:‫"قال رسول هللا‬
".‫الهدى والنور وأهل بيتي‬
"Allah'ın peygamberi: Ben bir beşerim, Allah'ın elçisi beni davet etmek üzere ve ben
daveti kabul etmek üzereyim. Size iki değer bırakıyorum, birincisi Allah'ın kitabıdır. Onda
hidayet ve nur vardır. İkincisi ise Ehl-i Beytimdir."
"Ehl-i Beyt kimlerdir? Zevceleri ( Hanımları ) değil midir?" diye Sorabilirsin.
Cevap: Müslim, yukarıda anılan bölümün 116. sayfasında şöyle yazmaktadır, "Ayşe dedi
ki: ...peygamber (s.a.a) ertesi gün üzerinde siyah yünlü bir kisve ile çıktı – bir nevi Yemen
elbisesi - Hz. Hasan (a.s.) geldiği zaman içine aldı. Sonra sırasıyla Hz. Hüseyin (a.s.),
Hz.Fatıma (a.s.) ve Hz.Ali (a.s.) geldikleri zaman onları da içine aldı ve: "Ey Ehl-i Beyt! Allah
(c.c) sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor" dedi. Ehl-i Beyt (a.s),
Hz.Muhammed (s.a.a) 'in kisvesinin altına alarak belirlediği kimselerdir.
Bir başka soru da: Bazılarına göre zevceleri de (hanımları) Ehl-i Beytten'dir. Hatta
bazılarına göre Ehl-i Beyt sadece peygamberin zevceleridir.
Cevap: bunu söyleyenler, aynı zamanda Müslim'in güvenilir, kitabının da sahih (doğru)
olduğunu söylediler. "Müslim'e güvenilir" ve "Ehl-i Beyt peygamber (s.a.a)'in zevceleridir." gibi
daha birçok benzeri çelişkinin nedeni, Ehl-i Beyt (a.s)'e velayet etmeyen zümrenin kendi
duygularına uymasından kaynaklanmaktadır.
- Hz. İsa (a.s) der ki : "İnsan kendini yitirdikten sonra dünyayı kazansa ne işe yarar."
-Hz. Ali (a s ) de der ki: "günah kişiyi kazanırsa. kişi hiçbir şey kazanamaz."
-Hz. İsa (a.s) der ki: "İnsan sadece ekmekle yaşamaz."
-Hz. Ali (a.s) de der ki: "Dünya için sonsuza kadar yaşayacak gibi çalış, ahiret için de
yarın ölecek gibi hareket et."
-Hz. İsa (a.s) der ki: "Sizden nefret edenlere iyilik edin."
-Hz. Ali (a.s) de der ki: "Gücün düşmanına yeterse, şükretmeyi affederek yap."
İmam'ın bu cümle ile kastettiği sadece affa davet değildir. Aynı zamanda itaatin en
yücesini ve ibadetin en hayırlısını aşılamağa çalışmaktır. Çünkü İbadet ve Allah'a şükretmek
sadece namaz, oruç, hac ve zekatla sınırlı değildir. Namaz, var olduğu için; oruç, sağlıklı olduğu
için; zekat da,mülk sahibi olduğu için, kulun Allah(c.c)'a şükretmesidir. Affetmek de, güçlü
kılınmanın Allah'a şükür yöntemi olarak uygun bulunmuştur. İbadetin bu gizemini sadece
peygamber, peygamber vasisi veya ibadeti Allah'ın yüce zatına yapan kişi bilir.
Çoğaltacak olursak ciltler dolduracak olan bu örneklerden bu kadarı ile yetinelim.
HZ.MUHAMMED (S.A.A) VE GÜNEŞ
İddiacılardan biri, diyebilir ki: kim ki yücelikte ve Allah'ın katında Hz. Muhammed
(s.a.a) 'in dengi var derse o Müslüman değildir; çünkü o peygamberlerin sonuncusu, elçilerin
efendisidir. Allah (c.c) da, düsturunu ona indirerek tamamlamıştır. Öyle ki, onun belagatlı
sözlerinden ve mükemmel ahlakından daha üstün, sadece Yaratan vardır.
Başka biri: "Hz. Muhammed (s.a.a) neden son peygamberdir?" diye sorabilir.
Ona cevap olarak "çünkü Hz. Muahammed ve onun dini mükemmelliğin bütün şartlarını
tamamlamış, amaç ve sonuca ulaşmıştır. Tıpkı Güneşin ışık ve aydınlatmanın zirvesine ulaştığı
gibi. Güneş ışığının varlığında ne bir yıldıza ne de elektriğe gerek kalmadığı gibi Hz.
Muhammed (s.a.a)'ten sonra yeni bir peygamberin insanlık yararına getirebileceği hiçbir şey
kalmamıştır. Ancak, Güneş batarsa insanlar Ay ışığından yararlanır. Yalnız Ayın kendinden ışığı
yoktur. Onun ışığı Güneştendir. İmam, peygamberin gaybetinden sonra peygamberliğin ışığı ile
insanlara iyiliğin yolunu gösterir. Hz. Muhammed (s.a.a) Güneş, Hz. Ali (a.s) de Ay gibidir.
Onun hidayetinden mükemmelliğinden alarak yayar. Burada hedef birdir. O da, daha iyiye
yöneltmektir. " Güneşi ışık kaynağı, Ay’ıda Nur yapan kendisidir -(Allah c.c)'tır- "
KUR'ANI KERİM'İN VE HZ. MUHAMMED (S.A.A) 'İN ÜSLUBU
El Hafez El Askalani, Feth El Beri Bişerh Sahih El Buhari adlı 1959 baskılı kitabının C:8
S:71’de şöyle yazmaktadır: "Ali İbn-i Ebu Talib, İbn-i Abdul Muttalib El kureşi El Haşimi, Ebu
El Hasan, Allah Peygamberinin amcasının oğludur. Babası ile Peygamber'in babası -anadan ve
babadan- kardeştir. Peygamberliğin doğuşundan yaklaşık on yıl önce doğdu ve peygamber
(s.a.a) onu büyüttü. Vefat edinceye kadar onunla birlikte kaldı ve ondan hiç ayrılmadı.
Allah'ın peygamberi, seçkini ve muhatabı ile olan beraberliği sayesinde Hz. Ali (a.s),
İslam'a büyük destek sağlayan Sahabenin bile ulaşamadığı yüksek mertebeye ulaşmıştır.
Beraberlikleri doğumdan ölüme kadar sürmüştür. Peygamber onu kucaklamış, yüklemiş,
yatağında yatırmış, hatta bir anne gibi lokmayı çiğneyip ona yedirmiştir.
Sabit gerçekler arasında Allah (c.c)'ın kendine en yakın Meleklerinden birini, sütten
kesildiği andan itibaren, Hz. Muhammed (s.a.a)'le beraber kalması, ona ahlak ve faziletleri
öğretmesi için görevlendirdiğidir. Hz. Ali (a.s)'ye de çocukluğundan beri Hz. Muhammed
(s.a.a)'le birlikte olma lütfünda bulunmuştur. (6) Yavrunun annesini takip ettiği gibi takip eder,
peygamber ona ilminden ve ahlakından öğretir, onun gibi davranmasını öğütlerdi. Peygamber
(s.a.a) öğretileri ile onu Allah (c.c) 'a, Muhammed (s.a.a)'e ve Kur'ana yakışır bir tarzda
yetiştirdi. Bunları öğrendiğimiz zaman Hz. Ali (a.s)'nin şu sözlerini daha iyi anlarız:
- O susan bir Kur'an bende konuşan bir Kur'anım.
-Beni kaybetmeden soracağınızı sorun.
-Peygamber (s.a.a) bana ilminden, her kapısı bin kapıya açılan bin kapı öğretti (7)
-Hiçbir zaman Allah'ın Peygamberi (s.a.a) benim ne sözümde bir yalan işitti, ne fiilimde
bir kusur gördü.
-Hiç kimsenin benden alacağı bir şey, aleyhimde konuşacağı bir sözü olmamıştır.
-.Zelil, hakkını alıncaya kadar gözümde değerli, güçlü de hakkı ondan alıncaya kadar
güçsüzdür.
-Allah'ın hükmüne razı olduk, durumumuzu Allah'a teslim ettik.
-Peygamber (s.a.a) adına yalan mı söylüyorum! ona ilk inanan ben değil miyim? Asla
onun adına yalan söylemem.
Büyük Peygamber (s.a.a)'in Ali (a.s) ve faziletleri hakkında söylemiş olduğu sözlere
gelince, hadis ve fazilet kitaplarını doldurmuştur. (8) bunların bir kısmı Hz. Ali (a.s) dışında biri
için söylenmiş olsaydı, Haktan sapanlara göre bu hadisler her şey diğer hadisler bir hiç olurdu.
HZ. MUHAMMED (S.A.A) VE HZ. ALİ (A.S)
Şimdi büyük Peygamber (s.a.a) ile öğrencisi ve vasisi Hz. Ali İbn-i Ebu Talib (a.s)'in
kişiliklerinden örnekler verelim:
. Allah'ın elçisi dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki bu işten vazgeçmem için Güneşi sağ elime, Ayı
sol elime verseler; Allah (c.c)'tan bir emir gelmedikçe ve ben ölmedikçe vazgeçmem."
Öğrencisi İmam Ali de dedi ki : "Allah'a yemin ederim ki, bana yörüngesindekilerle
birlikte yedi göğü verseler, bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu alarak Allah'a itaatsizlik
edemem.
. Dünyanızın tamamı benim için bir çekirgenin ağzındaki yapraktan daha değersizdir."
Son Peygamber (s.a.a) dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, Fatıma hırsızlık yapsaydı elini
keserdim".
Vasilerin efendisi de "Müslümanların malına el uzatmış valisine dedi ki: Allah'a yemin
ederim ki, Hasan ve Hüseyin senin yaptığını yapsaydı asla onlara acımaz, mutlaka onlardan
hakkı alırdım."
Kureyş, Elçilerin Efendisine eziyet etti. Onu evinden çıkardı, onunla savaşmak için
ordular kurdu. Savaşı Müslümanlar kazandığında, Hz. Muhammed (s.a.a) " Sizi affediyorum,
serbestsiniz" dedi.
Kureyş'in Hz. Muhammed (s.a.a)'e yaptığının aynısını Cemel vakasının müsebbipleri Hz.
Ali (a.s)'ye yaptı. Allah (c.c)'ın desteği ile zafer kazanınca o da Peygamberin yaptığı gibi affetti.
Aynı şekilde Amr İbn-i As ve İbn-i Artaa'yı affetti ve Şam askerlerinin kendisinden esirgediği
suyu kendisi onlardan esirgemedi.
Hz. Ali (a.s), Hz. Hatice (a.s.)'yle birlikte Peygamber (s.a.a)' in arkasında ilk namaz kılan
kişidir. Bu, öyle bir iftihar kaynağıdır ki, Hz. Ali (a.s)'nin başka hiçbir fazileti olmasaydı bu ona
yeterdi.
Altı sahihten birinin yazarı Nesai'nin yazdığı "El Hasais" Kitabında bu olay için şöyle bir
hadis vardır: "Afif El Kindi bu üç kişiyi ilk namaz kılarken gördüğünde Abbas İbn-i Abdul Muttalib'e 'Bu büyük bir olaydır'
dediği ve Abbas'ın ona 'Büyük bir olay mı? Vallahi yeryüzünde bu üçünden başka bu dine inanan
yoktur" diye cevap verdiği yazılıdır.
Dr. Ali Sami El Naşşar: "İslam'da Felsefi Düşüncenin Oluşumu" adlı kitabının ikinci
bölümünün önsözünde şöyle yazmaktadır: "Küçük delikanlı Peygamber (s.a.a)'in sahabelerinin
birincisi ve havarilerinin ilki idi. Küçük ve güzel elini gururlu ve onurlu bir edayla uzatıp
gerekirse onu canı ile feda edeceğini dile getirerek ona biat ediyordu. Olaylar gelişti küçük
havari de gençliğe doğru ilerledi. Peygamber (s.a.a) arkadaşı ile Hicret ederken, küçük havari
uzun zaman geçmeden Kureyş şeytanlarının kılıçlarının ona uzanacağını bilerek onun yatağında
yattı. Buna rağmen ne korktu ne de umursadı; çünkü onun ruhu peygamberle birlikte idi."
Evet! İmam ölümü de düşünmedi, başının üzerinde parıldayan kılıçları da. Düşündüğü
tek şey peygamberin hayatı, çağrısının ve davasının başarıya ulaşması idi. Bu yüzden Peygamber
(s.a.a) ona yatağında yatmasını teklif ettiği zaman; İmam: "Senin hayatın kurtulur mu?" diye
sordu. "Evet" cevabını alınca, İmam "Senin için seve seve ölürüm" diye cevap verdi. Namazına
gelince; tarihte bir ilkti. Tarihte ilk İmam Hz. Muhammed (s.a.a), tarihte arkasında ilk namaz
kılan kadın Hz. Hatice (a.s) ve yine tarihte arkasında ilk namaz kılan erkek Hz.Ali (a.s)'dir. Bu
bütün insanlık tarihinin bu şekli ile kılınan ilk namazıydı!
Yoldan sapanlar, bu durum için dediler ki "Evet ama Ali çocuktu diğer erkek ise
yetişkindi(!)"
Cevap olarak deriz ki: "Evet, Hz. Ali (a.s) çocuktu. Zaten yüceliğinin sırrı da burada
yatmaktadır. Şartlar ve tesadüfler söz konusu kişinin, putperestlik, şirk ve cahilliye
günahları ile boynuna kadar batarak yetişmesini, putları secdeyle doyurmasını ve ancak
yetişkin yaşa girdikten sonra şahadet kelimesini getirmesini sağlarken, Allah'ın iradesi,
Hz. Ali (a.s)'nin peygamberliğin, taharetin ve imanın kucağında yetişmesini sağlıyordu.
Daha çocuk yaşta iken putları kaidelerinden indirip Peygamber (s.a.a)'in ayakları altına sermişti.
Allah (c.c); onun, Uluhiyet ve Peygamberliğin iradesine göre yetişmesini ve Hilafete
hazırlanmasını istiyordu. Eskiler "İnsan ne ile yetişirse onunla yaşlanır" demişlerdi. Böyle
insanlar ( Hz. Ali gibi olanlar ) en azından geçmişteki kişilikleri ve imanları ile yeni kişilik ve
imanları arasında bocalamaları söz konusu değildir.
Bunun yanı sıra Hz. İsa (a.s) kundakta iken konuşmuştu. Hz. Muhammed (s.a.a) de doğar
doğmaz yüzü peygamberlik nuru ile ışıldamış; çocukluğunda daima yalandan, tezyiften,
ihanetten ve puta tapmaktan nefret etmişti. Bu da onun faziletlerindendir. Ayrıca kutsal
kişiliğinin ilk günden beri peygamberlik gizemine sahip olduğu bütün Müslümanlarca kabul
edilmektedir. Aynı durum Hz. Ali (a.s) ve çocukluğu için de geçerlidir. Çocukluğunun ilk
günlerinden beri kendisinde İmametin ve yüce Peygamber (s.a.a)'in Hilafetinin sırrı teşekkül
etmişti.
Bu kerameti kim Hz. Muhammed (s.a.a)'e kabul eder de Hz. Ali (a.s) için inkar ederse
bilerek veya bilmeyerek kendini çelişkiye ve mantıksızlığa düşürmüş olur. Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi bu durum arzularına uyup doğru yoldan saptıklarından kaynaklanmıştır.
Bu durumda imamet ve hilafetin yükünü, ancak hayatı çocukluktan ölüme kadar aydınlık
ve taharet içinde süren bir kişi taşıyabilir. Buna karşın hayatında bir kez bile Allah (c.c)'tan
başkasına secde eden bir kişi, tövbe etse de Peygamber (s.a.a)'in yerine İmam ve Halife olamaz.
Şüphesiz İslam kendinden önceki dönemi affettirir; ama İslam'ı kabul etmekle Hilafet için yeterli
olmak aynı şey değildir. Yoksa her "Lailahe İllallah, Muhammed Resulu llah" diyenin yeterli
olması gerekirdi.
Buna göre, kim Hz. Ali (a.s)'nin ve diğer sahabenin tutum ve davranışlarını inceleyip
tetkik eder, akıl ve fıtrata (sağduyuya) başvurursa, mutlaka aşağıdaki neticeye ulaşacaktır. "Ya
Ali (a.s) tek başına Hilafete layıktır, ya da hiç kimse bu mertebeye layık değildir!" O zaman
da Hilafet müessesesini temelinden inkar etmemiz gerekir.
Bu akıl ve mantığın hükmüdür. O halde neden Allah'ın yarattığı akıl ve fıtrata
başvuran ve inanan insanlara insafsızca hücum ediliyor?..
BİR SORU KALDI
Bu soruyu herkese soruyoruz; ancak akıl ve vicdanınıza dayanarak cevap veriniz: Reşit
olmayan birinin malına bir veli tayin edecek olsanız, ve karşınızda iki aday bulunsa, biri hayatı
boyunca Allah (c.c)'a en ufak bir itaatsizlikte bulunmamış, diğeri uzun zaman, -yetişkin
olduktan sonra da- itaatsizlik etmiş, daha sonra tövbe etmiş olsa hangisini tercih ederdiniz.
Birincisini mi ikincisini mi?
‫َو َما ََ ْستَ ِوي األَحْ يَا ُء َوالَ األ َ ْم َواتُ إِ هن ه‬
)22/‫ُور}(فاطر‬
ِ ‫اَّللَ َُس ِْم ُع َم ْن ََشَا ُء َو َما أ َ ْنتَ بِ ُمس ِْمعٍّ َم ْن فِي ْالقُب‬
“Görenle görmeyen, ışıkla karanlık, asılla gölge, sağlarla ölüler bir olur mu? şüphe
yok ki Allah, duymak isteyene duyurur, sen mezardakilere duyuramazsın. Fatır:22”
Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.a) doğru söylemişlerdir.
(NOT: Şii müfessirlerinin "Allah duymak isteyene duyurur" açıklamasına karşılık
Ehl-i Sünnet müfessirleri "Allah dilediğine duyurur" şeklinde açıklamışlardır. Türkçe
meallere de -genel olarak- Sünni açıklaması hakimdir. Ç)
▬
HALİFE
LİDERE DUYULAN İHTİYAÇ
Bana göre insanların, kendilerini yönetecek lidere ihtiyaç duyması ispat gerektirmeyen
bir gerçektir ki sosyal durum da bunu gerektirir. Hatta hayvan aleminde bile kuş, arı ve
karıncalarda durum böyledir. Her insan, dini, siyasi, cumhuriyetçi veya kralcı -türü ne olursa
olsun - tıpkı yemeğe ve suya ihtiyaç duyduğu gibi kendiliğinden, Liderin varlığına ihtiyaç duyar.
Bunun için delil sunmak anlamsızdır.
Siyasi liderlikler konumuz dışındadır. İlk ve son hedefimiz Peygamber (s.a.a)'in Halifesi
ve bu Hilafet rütbesine layık temel sıfatlardır.
PEYGAMBER (S.A.A)'İN GÖREVİ
Eğer Hz. Muhammed (s.a.a)'in hayatını ölçüt alarak peygamberliğin görevini
inceleyecek olursak; bu görevlerin: "insanları tek bir Allah'a ve ahret gününe imana davet
etmek, insanlara Allah (c.c)'ın helal ve haram hükümlerini belirtmek, onları sevapla rağbet
ettirerek veya cezayla korkutarak bunlara yöneltmek, özel ve genel hakları temin etmek, bu
hakların ihlali durumunda ve inceliğin sonuçsuz kaldığı durumlarda bu hakları kuvvetle
savunmak, saldıranları cezalandırarak caydırmak ve engellemek." Olarak görürüz.
Peygamber (s.a.a) bu görev ve yetkiyi sadece Allah (c.c) 'tan almaktadır. bu hükümleri
isteseler de istemeseler de insanlara farz kılan Allah (c.c)'tır. İnsanlar, Peygamber (s.a.a)'in
tebliğle ilgili her konuda masum (hatasız) olduğunu bilir. Dolayısı ile onlardan kim bu
tebliğleri reddeder veya bunlara karşı gelirse Allah (c.c)'a karşı gelmiş olur; çünkü çağrısı
Allah (c.c)'ın çağrısıdır.
‫ضى ه‬
)36/‫ (األحزاب‬...‫سولُهُ أ َ ْمرا أ َ ْن ََ ُكونَ لَ ُه ْم ْال ِخيَ َرة ُ ِم ْن أ َ ْم ِر ِه ْم‬
ُ ‫اَّللُ َو َر‬
َ َ‫َو َما َكانَ ِل ُمؤْ ِم ٍّن َوالَ ُمؤْ ِمنَ ٍّة إِذَا ق‬
"Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha yakındır (yetkilidir) Ahzap
suresi, ayet 6"
"Allah ve Resûlü, bir işe hükmetti mi erkek olsun, kadın olsun, hiçbir inananın, o işi
istediği gibi yapmakta muhayyer olmasına imkân yoktur. Ahzap suresi, ayet 36"
)65/‫س ِل ُموا تَ ْس ِليما}(النساء‬
َ ‫فَالَ َو َر ِبكَ الَ َُؤْ ِمنُونَ َحتهى َُ َح ِك ُموكَ ِفي َما‬
َ َ‫ش َج َر َب ْينَ ُه ْم ث ُ هم الَ ََ ِجد ُوا ِفي أَنفُ ِس ِه ْم َح َرجا ِم هما ق‬
َ َُ‫ضيْتَ َو‬
" Hayır, Rabbine ant olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem
kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla
kabul etmedikçe iman etmiş sayılmazlar. Nisa suresi ayet 65"
Buna benzer ayet ile hadisler yorum kabul etmeksizin, açıkça Peygamber (s.a.a)'in
iradesi söz konusu olduğu zaman -kim olursa olsun- hiç kimsenin iradesi söz konusu olamaz.
Bunun tek nedeni de batılın, Peygamber (s.a.a)'in ne önünden ne arkasından ne de yanlarından
gelemeyeceği gerçeği ve Allah (c.c)'ın vahyi ile konuşmasıdır.
Birisi, aşağıdaki ayetleri kastederek:
‫اَّللِ إِ هن ه‬
‫عزَ ْمتَ فَت ََو هك ْل َعلَى ه‬
َ‫اَّللَ َ ُِحبُّ ْال ُمت ََو ِك ِلين‬
َ ‫فَا ْعفُر َع ْن ُه ْم َوا ْست َ ْغ ِف ْر لَ ُه ْم َوشَا ِو ْر ُه ْم فِي األ َ ْم ِر فَإِذَا‬
)159/‫(آل عمران‬
"Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış ... Âli İmrân
Suresi- 159" ve
ُ ‫صالَة َ َوأ َ ْم ُر ُه ْم‬
)38/‫ورى بَ ْي َن ُه ْم َو ِم هما َرزَ ْقنَا ُه ْم َُ ْن ِفقُونَ (الشورى‬
‫َوالهذَِنَ ا ْست َ َجابُوا ِل َربِ ِه ْم َوأَقَا ُموا ال ه‬
َ ‫ش‬
"Onların işleri, aralarında danışma iledir. Şura Suresi -38"
Bu ayetler için ne diyorsun? Diye sorabilir. Alimler ve müfessirler bu ayetleri
açıklarken şöyle yazarlar: "Peygamber (s.a.a) dini değil, dünyevi konularda sahabelerine
danışırdı. Ordunun düzenlenmesi, savaş taktiği vb. gibi" ikinci ayet için de "bu peygambere değil
mükelleflere hitap ediyor" dediler. Ayetin başlangıç kısmı da bunu açıkça göstermektedir.
Dünya işleriyle ilgili konuları, tecrübe ve fikir sahiplerine danışmasını tavsiye ediyor. Bu
konuda Peygamber (s.a.a)'in bir çok hadisi vardır. Bunlardan biri: "Kim bir konuda danışırsa o
doğru yolu bulur" der. Dini konulara gelince Allah (c.c)'ın kitabına, Hz. Muhammed (s.a.a)'in
sünnetine başvurulur. Yoksa bunları insanlara soracak olsaydı ne peygamberlere ne de indirilmiş
kutsal kitaplara ihtiyaç olurdu.
HALİFE
İslam'a göre, peygamberin yerini alabilecek, din ve dünya işlerini yönetecek bir Halifenin
varlığına ihtiyaç var mıdır? Var ise bu makamı ele geçiren kişinin yerleştiği makama ve elinde
tuttuğu yetkilere "kutsaldır" demeğe hakkı var mıdır? Yoksa bu sadece Peygamber (s.a.a)'e özgü
müdür. Yani İslamiyet'te Hilafet var mıdır yok mudur?
Halifeliğin İslamiyet'te gerekli olduğunu kabul edersek, bu gereklilik, akıl yoluyla mı,
Yoksa duyum ve şeriatla mı anlaşılmıştır? Özellikle Halifenin varlığı peygamberin varlığı kadar
gerekli olduğunu ve bu konuda şeriat kaynaklı bir nassın (metin) olduğunu göz önünde
bulundurursak; bu durum, kurul yöntemi ile seçimi değil; aklın yolunu pekiştirmektedir.
Gereklilik nedeni ne olursa olsun! Halifeyi tanımlayıp filanın oğlu filandır demenin yolu
nedir? Bunun yöntemi bizzat Peygamber tarafından nassla tayini mi, seçim mi, yoksa akıl mı?
Kişiyi bu muazzam ve tehlikeli rütbeye layık kılan meziyetler nelerdir?
Müslümanlar arasında mükemmel denebilecek iki kişi varsa, biri diğerinden daha
mükemmel ve daha yetenekli ise, onun bırakılıp daha az mükemmel ve daha az yetenekli olanı
başa getirmek caiz midir?
Bu konu inanç ve kelam kitaplarında sayfalar dolusu yazıldı. Şii ve Sünni alimler
arasında da büyük tartışmalar ve mücadeleler yarattı. Ben, aşağıdaki paragrafta bir yandan
kitabın hacmine uyması, bir yandan da okuyucuyu sıkmaması için bu konuyu özetlemek
istiyorum. Çünkü kelimeler –özellikle yazılı olanı - okuyucu bulamazsa, veya okuyucuda etki
yaratamazsa ölü harf sayılır ve sahibi ile birlikte ölür gider.
HALİFELİĞİN GEREKLİLİĞİ
Şiiler ve Sünniler Hilafetin gerekliliği konusunda anlaşmış durumdalar. Ancak Hilafetin
tayinini kimin belirleyeceği konusunda ihtilafa düştüler. Allah (c.c) mı, Müslümanlar mı?
Şiiler, İmam'ın insanları itaate yaklaştırıp hayra yönlendirdiğine; varlığının isyankarlıktan
ve şerden uzaklaştırdığına inandıkları için Allah'ın lütfü gereği Allah (c.c) tarafından tayin
edilmesi gerektiğine inanırlar.
Sünniler ise, Allah (c.c) tarafından tayin edilmesinin gerekmediğine, çünkü Allah (c.c)'a
hiç bir şeyin vacip olmadığı ondan ne iyi ne kötü hiçbir şeyin gelmeyeceği, dolayısı ile imamı
tayin etmenin yolu akli yolla değil meşru yolla Müslümanların işi olduğuna inanırlar.
Durum ne olursa olsun, bir halifenin varlığının şart olduğu konusunda anlaştıklarına göre
bu ihtilaf ve çekişmeden daha önemli konu Hilafete gelecek kişinin Peygamber (s.a.a)'in
Hilafetine layık olup olmadığını belirleyen sıfatları, onu başkasından ayıran özellikleri ve bunları
anlamanın yollarıdır.
HALİFENİN SIFATLARI VE KURTULUŞ YOLU
Şiilerle Sünniler, Halife ve İmam'ın sıfatları özellikle masumiyet sıfatı konusundaki
tartışmaları çok uzundur. Ayrıca bunu belirleme yönteminin nass mı, seçim mi olduğu
konusunda da uzun uzun tartışmışlardır.
Bana göre, Halifenin sıfatları, özellikleri, onu belirleme yolları ve buna benzer ihtilafların
hepsinin veya çoğunun tek bir kaynağı vardır. "Kutsal Peygamber (s.a.a)'in Halifesinin
Allah'a itaati, helal ve haram konularında ki masumiyeti gerekli mi; yoksa cahil ve fasık
olabilir mi" Konusudur .
Birinci şıkka göre masumiyet yeterliliğin ölçüsüdür ve Hilafet kesinlikle masum olan
kişinin hakkıdır. Eğer şeriatı emreden Allah (c.c) tarafından bir nass gelmişse bu akıl hükmünün
kesinleşmesi anlamına gelir. İkinci şıkka; yani masumiyetin şart olmadığı varsayımına karşı bir
sorumuz vardır: Halifenin alim ve adil olması gerekir mi yoksa hem cahil hem fasık biri halife
olabilir mi? Onu belirlemenin yolu nass mı, seçim mi?
Doğrusu, her şeyden önce araştırmanın bu noktadan başlayarak başka noktalara
yönelmesi gerekir. Bize göre masumiyet peygamberden ayrı düşünülmeyeceği gibi hiçbir
şekilde Halifeden ayrı düşünülemez. çünkü masumiyet peygam-berin şahsına değil işgal
ettiği makam ve görevi için gereklidir. Halife de vahiy haricinde aynı görevi üstlenecek,
Peygamber gibi Allah (c.c)'a davet edecektir. Allah'ın hükümlerini zan ve içtihada dayalı
olarak değil; Allah'ın ve peygamberinin belirlediği gibi gerçekçi ve kesin bir şekilde
belirleyecektir. Böylece Hakkın kullara olan hücceti yerine gelmiş olacaktır. Dolayısı ile
masumiyet Halifeye gerekli değilse Peygamber (s.a.a)'e de gerekli olmamalıydı. Eğer
Peygamber (s.a.a)'e gerekli ise Halifesine de gereklidir. Cemaat karar versin!
Burada sorarsın: " Ehl-i Sünnet, Her iki fırkanın da masum olmadığı hususunda anlaştığı
Ebu Bekir'in Hilafetine dayanarak masumiyetin gereksizliğini iddia etti. Ebu Bekir'in hilafeti
yeterli bir delil değil midir? ( El Ayci C:8, S:350 )
Cevap: Bu iddia, ortaya atanın aleyhinedir. Çünkü her iki tarafın masum olmadığına
kanaat getirmesi Ebu Bekir'in Hilafeti hakketmediğini gösterir.
Diyebilirsin ki: " Vahyi bildirmek için Peygamber (s.a.a)'in, masum olması gerekirdi,
Halifeye vahiy gelmeyeceğine göre masum olmasına gerek yoktur. Onun görevi her içtihat
sahibinin yaptığı gibi şeriatı Allah (c.c)'ın kitabı ve peygamberin sünnetine başvurarak
açıklamaktır. Bilindiği gibi onlara başvurmak ve onlardan hüküm çıkartmak için masumiyet şart
değildir. Yoksa bu her alim ve içtihat sahibi için geçerli olurdu."
Cevap: Bilinen bir gerçektir ki, Allah (c.c)'ın kitabına ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetine
başvurmak, onları yanlış anlamamak ve hükümleri doğru çıkartmak için yeterli bir neden
değildir. Böyle olsaydı ilim ve fıkıh adamları arasında hiçbir ihtilaf olmaz, Hz. Muhammed
(s.a.a)'in ümmeti de birbirini kafirleştiren mezheplere bölünmezdi! Eğer Kitabın ve sünnetin
varlığı alimler ve din önderleri arasındaki ihtilafı önleyemiyorsa o zaman ihtilafa düştükleri ve
mahkemeleştikleri zaman hiç hata yapmayan yanlışı doğrudan ayıran bir merci (Başvurulacak
kişi) olması gerekir. Hakkı hiç şüphe götürmeksizin açıklayacak kişinin ya Peygamber (s.a.a) ya
da O Hakka kavuştuğu zaman onun yerini tutabilecek bir Halife olması gerekir. Eğer
peygamberin Halifesinin diğerleri gibi hata yapabileceğini kabul edersek ihtilafın hep kalacağını,
Halifenin kendisini doğru yola çevirecek bir mürşide ihtiyacı olacağını o mürşidin de hata
yapması halinde onun da bir mürşide ihtiyacı olacağını kabul etmemiz gerekirdi. Bu durumun,
sonu belirsiz olduğuna göre imkansızdır. O zaman iki seçenekten birini kabul etmekten başka
çaremiz kalmaz: ya şeriatı anlama ve beyan etme konusunda Halifenin masum olması
gerekir; ya da İslamiyet'te Hilafet yoktur ve Muhammed (s.a.a)'in ümmetindeki ihtilaf
kıyamet gününe kadar devam edecektir. Bu durumda Kur'an-ı Kerim'in ve sünnetin
anlaşılması ve beyanı konusunda hata yapabilecek bir Halifenin caizliğine inanmak, vahiy
ve vahyin beyanı konusunda hata yapabilecek bir Peygamberin caizliğine inanmakla
birdir. Cemaat karar versin!
Halifenin varlığı bütün Müslümanlar tarafından gerekli görüldüğüne göre masum olması
zorunludur. Ebu Bekir de tüm Müslümanlar tarafından masum olmadığı kabul edildiğine göre
Halifelik unvanını ondan alarak masum olduğu kesin olan kişiye vermek gerekir.
Ve son soru: Peygamber (s.a.a)'in sahabelerinden herhangi birinin masum olduğu
kesinleşti mi?
Cevap: Evet, Hz. Muhammed (s.a.a) Hz.Ali (s.a)'nin masumiyetini ikrar etmiştir.
Hz.Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali İbn-i Ebu Talib (a.s) için "Hak daima onunla ve o daima Hakla
beraberdir, ne tarafa dönse Hak onunla döner” dediği bütün Müslümanlarca bilinmektedir. Ne
yazık ki Allah (c.c)!ın Kur'an-ı Kerim' de dediği gibi
)70/‫َار ُهونَ (المؤمنون‬
ِ ‫قك‬
ِ ‫َوأ َ ْكث َ ُر ُه ْم ِل ْل َح‬
".... ancak çoğu Haktan nefret eder. Müminun suresi: 70" (9)
Hatta Sünniler de iltizam (zorunluluk) ilkesine bağlı olarak Ali'nin masumiyetini ikrar
ederler. Dediler ki: "Ümmet neye ittifak etmişse o Haktır; çünkü Peygamber hadisinde :
(Ümmetim dalalette birleşmez) demiştir. Dolayısı ile ümmet, çevresinde bütünleştiği konularda
masumdur (hatasızdır). "Ümmetin tamamının Ali'yi kabullendiği ve Ebu Bekir ile Ömer
hakkında ihtilafa düştüğü" Herkesin bildiği bir gerçektir. Ve "Ali (a.s)'nin Hilafet için kendini
Ebu Bekir'den daha layık gördüğü" herkesin bildiği başka bir gerçektir. O halde masum olan
ümmetin itirafı ile Hz.Ali (a.s.)'dir. Hilafet konusunda kendini Ebu Bekir ve Ömer'den daha layık
olduğunu söylüyorsa haklıdır. Onlar da, Hilafeti kendilerine istemekle haksızlardır. (10)
ÜSTÜN VE DAHA ÜSTÜN OLAN
Ehl-i Sünnet: "İki kişi fazilet ve üstünlükle nitelenirse daha faziletli ve daha yetenekli kişi
ihmal edilerek ondan daha az faziletli ve daha az yetenekli kişi başa getirilebilir" dediler. Bu
düşünceyi Ebu Bekir'in "Başınıza getirildim ve ben en iyiniz değilim" lafına dayanarak
savunurlar. Hilafet için masumiyetin gereksizliğine de Ebu Bekir'in Hilafetini delil olarak
gösterirler.
Onlar Ebu Bekir'in Hilafetini Hakla değil, Hakkı Ebu Bekir'in Hilafeti ve sözleri ile
tanımlarlar. Yani kişileri Hakla değil, Hakkı kişilerle tanırlar.Şiiler ise bunun tam tersine inanır
ve Hz. Ali (a.s)'nin Hilafetinin delillerini Allah (c.c)'ın Kitabı, Peygamber (s.a.a)'in Sünneti,
akıl, masum ümmetin Ali(a.s)'de bütünleşip Ebu Bekir ve Ömer'de ihtilafa düşmesinde gördüler.
Şüphesiz ki insanın mantığı daha az yeteneklinin önderliğini reddeder. Hatta uzmanların
belirttiği gibi hayvanlar bile daha düşük ve daha zayıfın komutasını reddeder. Eğer Ehl-i
Sünnetin görüşü doğru olsaydı, Peygamberin zamanında ondan daha iyisinin varlığı caiz olurdu
ki bunu söylemeye hiç bir Müslüman'ın cüret edeceğini sanmıyorum.
BENZERLİK VE ORTAKLIK
Hz. Peygamber (s.a.a)'in hayatını ve çağrısını başından sonuna kadar inceleyen kişi, Hz. Ali
(a.s)'nin, Peygamber (s.a.a)'in kazandığı bütün zaferlere, çağrısı uğruna çektiği bütün çilelere
ortak olduğunu, Hz. Ali (a.s)'nin hiçbir yerde Resulü Ekremden ayrılmadığını ve her alanda
desteklediğini görecektir. Hatta Tebük savaşında Medine'yi ona emanet ederken "Musa için
Harun'un yakınlığı ne ise, benim için senin yakınlığın odur." dedi. Hz.Ali (a.s)
Peygamber(s.a.a)'in cihadında onunla birlikte olmasaydı bu gün İslam diye bir şey olmayacaktı.
Bunun yanısıra Hz. Ali, (a.s) Hz. Muhammed (s.a.a)'in en yakını ve ona vahiy dışında her
özellik ve sıfatta benzeridir. Peygamber (s.a.a)'in Ali (a.s) ile ilan ettiği kardeşliğin nedeni de
budur. Allah (c.c) nasıl çağrısı için kimin daha layık olduğunu biliyorsa Hz. Muhammed (s.a.a)
de bilerek bütün sahabelerin içinden Hz. Ali (a.s)'yi seçmiştir. İslam devletinin temelini
oluşturan Faziletteki bu benzerlik, cihattaki bu ortaklık ve ilkeler için yapılan
fedakarlıklar Ali (a.s)'yi Halife yapmak için yeterli değilse İslamiyet'te Hilafet yok
demektir! Eğer Muhammed (s.a.a)'in bir Halifesi var ise o Hz. Ali(a.s)'dir. Kim, Hilafeti kendisi
veya Hz. Ali (a.s) dışında başka biri için talep ederse Allah (c.c)'ın aşağıdaki ayetinde
anılanlara benzer:
ْ َ ‫َو َم ْن أ‬
‫اَّللِ َكذِبا أ ُ ْولَئِكَ َُ ْع َرضُونَ َعلَى َر ِب ِه ْم َوََقُو ُل األ َ ْش َهاد ُ َه ُؤالَ ِء الهذَِنَ َكذَبُوا َعلَى َر ِب ِه ْم أَالَ لَ ْعنَةُ ه‬
‫ظلَ ُم ِم هم ْن ا ْفت ََرى َعلَى ه‬
‫اَّللِ َعلَى‬
‫ال ه‬
)18/‫ظا ِل ِمينَ }(هود‬
"Kim Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir! Onlar Rablerine arz
edilecekler, şahitlerde: “İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir” diyecekler. Bilin
ki Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir. Hud suresi. 18"
Soru: Eğer Hilafet Ali (a.s) 'nin hakkı ise, neden Ömer; peygamberin mübarek cesedi
henüz sıcakken Ebu Bekir'e biat etti.
Cevap: Ömer, Müslümanların büyük çoğunluğunun Hz.Ali (s.a)'ye yöneleceğini bildiği
için onun önünü kesmek ve komplo girişimini garantilemek istemiştir. Kronolojik ve bilimsel
araştırmalar da bu gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bu olaylardan bin üç yüz yetmiş üç yıl sonra 1965
yılında yayınlanan El Kâtib dergisinin 0046 nolu sayısında anılan derginin yayın müdürü ve
tanınmış Mısır edebiyatçısı Ahmad Abbas Saleh, "Orta tabakadakiler iktidarı ele geçirdi."
başlıklı makalesinde şunları yazdı:
"Hz.Ali (a.s) yakınları, dostları ile birlikte Peygamber (s.a.a)'e ağlarken ve defin işleri ile
uğraşırken; hatta bazı tarihçilere göre henüz mübarek cesedi soğumamışken; Ömer, Hilafet işini
bağlamak için Ebu Bekir'i Sakife'ye (biatın gerçekleştiği çardak) sürüklüyordu. Olay, Ali (a.s)'ye
bildirildiği zaman kızdı, yakınları ve destekleyicileri ile birlikte biat etmeyi reddetti. Tam altı ay
biat etmedi." Yine aynı makaleden: "Ali (a.s), yokluğunda toplanan Sakife toplantısını Ömer'in
komplosu olarak niteledi ve aralarında çok uzun süren bir düşmanlık oluştu. -Sayın Saleh
ayrıca- Ömer'in kişiliğini, araştırılması ve incelenmesi gerekli garip bir kişilik olarak gördüğünü
belirtti." Elimizde bu kişiliği araştıran çok sayıda çağdaş araştırmalar olmasına rağmen bence
hala araştırmağa ihtiyaç vardır. Bu adam güçlü, adeta ikisi bir anda oluşan seri bir düşünce ve
uygulamaya sahip muazzam bir girişimcidir"
İnsaf sahibi bir araştırmacı bu konularda ne kadar şüpheye düşerse düşsün Ömer'in
Hz.Ali (s.a)'ye komplo kurduğundan, onu arkadan vurduğundan hiç şüphe duymaz. yoksa,
Halife seçmek gibi önemli bir konuyu onun yokluğunda ve ona danışmadan nasıl uygular?.
İmam da, bu konuyu Ebu Bekir'e hitaben söylediği bir şiir beytinde şu şekilde dile getirir:
‫فان كنت بالشورى ملكت أمورهم‬
‫فكيف بهذا والمشيرون غيب‬
Şura ile hükmettinse gerçekten!
İstişare edilen yoktu (!)
Acaba neden?
▬
"İSLAM'DA FELSEFİ DÜŞÜNCENİN VAR OLUŞU"
KİTABININ YAZARI NAŞŞAR İLE
TARİH
Tarih, ilk yazıldığı zaman ihtiyaca göre, eğilime yönlendirilerek yazıldı... veya en
azından inceleme ve araştırma yapılmadan.... Bundan emin olmak isteyen kişi, günümüzde
doğu veya batı dünyasında yayınlanan gazetelerin durumunu değerlendirsin. Görecektir ki şüphe
ve güvensizlik uyandıran konularla doludur. Bu şüphe ve güvensizliğin haklılık payı mutlaka çok
büyüktür. Örneğin herhangi bir ülkede önemli bir olay meydana geldiği zaman, o ülkenin
gazeteleri bir kaç saat sonra aynı olayı farklı, hatta çelişkili bir şekilde verdikleri görülür. Bu
farklılığın ve çelişkinin nedeni kişilerin taraftarlığı ve tutuculuğudur. Eğilim ve cehalet ne belli
bir zamana ne de belli bir topluma özgüdür. Bu sıfatlar insanlığın var olduğu ilk günden beri
vardır.
Eskilerin yazdıkları tarihi olaylar, bilhassa karşıt mezhebe mal ettikleri inançlarla ilgili
yazılar yalan, tezvir, tezyif ve kehanetlerle doludur. Şüphesiz ilmin birinci kuralı akıllı insanın
duyduğu veya duyduğu konu hakkında şüphe etmesi, daha sonra araştırıp incelemesidir.
Müslümanların, şüphe duymadan Hak kaynağı olarak kabul ettikleri kitap sadece Kur'an'ı
Kerim'dir.
İnsan, kitap okurken özellikle Hz. Muhammed (s.a.a)'e isnat edilen hadis söz konusu
olursa hiç şüphe ve araştırma gereği duymadan körü körüne inanıyorsa akıllı düşünme
özelliğini kaybetmiş demektir. Tıpkı sadece şüphe için şüpheye düşen insan gibi.
Evet, bir çok okuyucu okuduğuna veya sevdiği yazara şimşek hızıyla inanır. Özellikle
kendilerinin ve atalarının ait olmadığı bir topluluk hedef alınıp hurafe ve saçmalıklar yazılmışsa,
okumaktan zevk bile alır.
YÖNTEM VE HEDEFLER
Buradaki yöntem, insanın gerçeği ararken başvurduğu yoldur. Bu yol; bazen duygu, Duygunun yol olması ne kadar doğrudur?(!)- bazen akıl, bazen açıklama veya geleneksel ata
fikirleri olmaktadır. Bazı araştırmacılar, suyun her kaba girip kabın şekil ve rengini aldığı gibi;
ilkesizce, durum ve şartlara göre değişebilmektedirler! Şiiler hakkında yazanları ve
yayımlayanları izledim. yazılarına temel aldıkları kaynak ve yöntemleri dikkatle inceledikten
sonra şu sonuca ulaştım: Yöntemlerin, hedef ve güdülere göre değiştiğini gördüm. Kimi kin ve
düşmanlık duyguları ile yalanı, iftira ve aldatıcılığı temel ilke edinerek yazmış, (Muhibbiddin Al
Khatib'in 'El Hutut El arida', Hafnawi'nin 'Ebu Süfyan' adlı kitapları gibi.) kimi de ataların
inançlarına uymayan her şeyi önyargılı olarak reddederek, aklına ve kalbine hükmeden gelenek
ve soya bağlılıkla yazmıştır -Bunlarda çoğunluğu teşkil etmektedir-.
Kiminin de belli hiçbir yöntemi yoktur. Bazı durumlarda hiç inceleme gereği duymadan
kâh eski kaynaklardan kâh yeni yazarlardan gelişigüzel alır, veya sezgi ve tahmine dayanır.
Üçüncü bir yöntemi de önce bir şeyi kesin bir dille yazar daha sonra kendi kendiyle çelişkiye
düşerek ve sanki başka bir insanmış gibi tam zıddını yine aynı kesin dille yazmaktan çekinmez.
Bütün bu saydıklarım, çok açık ve net bir şekilde İskenderiye Üniversitesinde İslam Felsefesi
Hocası Dr. Ali Sami Al Naşşar'ın yazdığı "Neş'et El Fikr El Felsefi Fi El İslam (İslam'da Felsefi
Düşüncenin Oluşumu)" adlı kitabının bir ve ikinci cildinde görülmektedir. Aşağıdaki
paragraflarda kitaptaki saçmalıkların ve dedikoduyu temel almanın örneklerini göreceksiniz.
İBN-İ SEBA HURAFESİ
Dr. Al Naşşar çocukken okuduğu okuldan ve öğretmenlerinden, Hz. Ali (a.s)'nin
kutsallığının kaynağı İbn-i Seba olarak öğrenmiş, kendisi de Doktora kazanıp Üniversitede
okutunca öğrencilerine aynı şeyi öğretmiştir. 1965 baskılı Kitabının 1.C, 46. Sayfasında şöyle
yazmaktadır: "Neredeyse bütün İslam inanç kitapları, Ali (a.s)'nin kutsallık fikrini ilk ortaya
atanın Yahudi kökenli İbn-i Seba olduğunu yazmaktadır."
Doğrusu anlamadığım bir şey var burada, neden filozof (!) Al Naşşar İbn-i Seba
hakkında çocukken öğrendiği, büyüdükten sonra da öğrencilerine öğrettiği şeyleri hatırlıyor da
Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetleri hatırlamıyor !.
َ َُ‫ت َو‬
‫ِإنه َما َ ُِرَد ُ ه‬
) 33/‫ط ِه َر ُك ْم ت َْط ِهيرا}(األحزاب‬
ِ ‫س أ َ ْه َل ْالبَ ْي‬
َ ‫اَّللُ ِليُذْه‬
َ ْ‫الرج‬
ِ ‫ِب َع ْن ُك ْم‬
"Allah, ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle
tertemiz hale getirmek diler. Ahzab Suresi (33)"
İle:
‫سنَة ن َِزدْ لَهُ فِي َها ُحسْنا إِ هن ه‬
)23/‫ور}(الشورى‬
َ ‫ور‬
ٌ ‫ش ُك‬
ٌ ُ‫اَّللَ َغف‬
ْ ‫قُ ْل الَ أ َ ْسأَلُ ُك ْم َعلَ ْي ِه أَجْ را إِاله ْال َم َودهة َ فِي ْالقُ ْربَى َو َم ْن ََ ْقت َِر‬
َ ‫ف َح‬
"Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir"
Şura: 23
Ve bu ayetlerle Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s) , Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s)'nin
kastedildiğini, Muslim’in de sahihinde bunu ikrar ettiğini unutuyor.
Şimdi bu durumda Ehl-i Sünnet, Hz. Ali (a.s)' yi Allah (c.c) 'ın emirlerine değil de İbn-i
Seba'ya dayanarak mı kutsallaştırdılar!
Dr. Ali Sami Al Naşşar, 1964 baskılı, İslam'da Felsefi Düşüncenin Oluşumu adlı
kitabının C:2, .28. sayfada: harfiyen şöyle yazmaktadır. "Ehl-i Sünnet Hz.Ali (a.s) yi, Kur'an-ı
Kerim'in ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetinin derinliğine inerek açıkladı ve Peygamber (s.a.a)'in
"Ben ilim şehriyim Ali de kapısıdır" hadisine dayanarak kutsallaştırdılar. ve onu ruhsal anlamda
Ebu Bekir ve Ömer dahil olmak üzere bütün sahabelerden üstün olduğuna inandılar."
----------------------------------------------------------------NOT: Şüra Suresinin 23. ayetinde de tefsirciler çelişkiye düştüler. Ehl-i Beyt (a.s) taraftarı
tefsirciler : "Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma
sevgidir" Diye açıklarken Ehl-i Sünnet tefsircileri "Ben bu tebliğime karşı sizden akrabalıkta
sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum." Diye açıklamışlardır. N.A
Yani Şiiler Hz. Ali (a.s)'yi kutsallaştırırken Allah (c.c)'ın ve Peygamber (s.a.a)'in
sözlerine uyarak değil İbn-i Seba'ya uyarak kutsallaştırmışlar. Ehl-i Sünnet ise Kur'an-ı Kerim'in
ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetinin derinliğine inerek açıklamış ve Peygamber (s.a.a)'in "Ben ilim
şehriyim Ali'de kapısıdır" hadisine dayanarak kutsallaştırmışlar. Doğrusu "El İnsaf" dedirten bir
mantık.!
İlim ve araştırma uzmanları, İbn-i Seba'nın bir hurafe, hiç yaşamayan vehmi bir kişilik
olduğunu ve uyduranın sadece Şiileri kötülemek ve onlara eziyet etmek için uydurduğunu ispat
ettiler. Dr.Taha Hüseyin, "Ali ve Çocukları" adlı kitabında da bu konuyu belirtmiştir. (11) 1965
yılında Mısır'da yayınlanan El Kâtib dergisinin Mart ayı sayısının 56. sayfasında; Ahmad
Abbas Saleh, harfiyen şöyle yazmıştı: "Şüphesiz İbn-i Seba vehmi bir kişiliktir. yoksa bunca
önemli olayda neden hiç rolü olmadı? Vehmi bir kişilik yaratıp ona olağanüstü rol vermek ancak
safdillikle nitelenebilir ki eski kaynak kitaplarında da bu kişiliğe hiç rastlanmamıştır. Demek ki
onun hakkında yazılan bunca hurafe, haleflerin (sonrakilerin) uydurmasıdır!
ONİKİ İMAM İNANCI
Dr. Naşşar: kitabının C:1, 448. ve C:2, 218. sayfalarında "Oniki İmam düşüncesi
İslam'da yoktur" diye yazmaktadır. Bu sözü cahil biri yazmış olsaydı onun cahilliğine veya
saflığına vererek mazur görebilirdik. Ancak bu sözleri yazan; Üniversitede İslam Felsefesi
hakkında konferans veren, İslam'da Felsefi Düşüncenin Oluşumu ile ilgili, sayfaları iki bin iki
yüzü aşmış bir kitap yazan bir profesör olunca, ne diyeceğimizi bilemiyoruz! Onun bu fikri
temelden inkar etmesi İmamete karşı olan olumsuz duygularını yansıtmaktadır. Bu fikir hakiki
bir İslam fikridir ve bunu ileri süren; Arzularına göre konuşmayan Allah'ın Resulüdür. Buhari
Sahihi'nin, C:9, El Ahkam Kitabında ve Müslim Sahihi'nin, 2. kısım, 1. bölüm el İmare
kitabında: " Halifeler 12 dir hepsi de Kureyş'tendir." Diye yazmaktadırlar.
Üniversite Başkanı Üstat Efram El Büstani'nin hazırladığı Dairet-ul Maarif El
Lübnaniyye'nin (Lübnan Ansiklopedisi) 6. cildinde bu konuyu tafsilatıyla işledim. "El Hafez El
Askalani, Feth El Beeri Bişerh Sahih El Buhari" adlı kitaptan naklen: Şiiler ve Sünniler, Tahir ve
Mümin İmamların sayısının 12 olduğunda anlaştılar; ancak kim oldukları konusunda
anlaşmazlığa düştüler. Hatta Ehl-i Sünnet'in bir kısmı bu 12 rakama Hz. Hüseyin(a.s)'in
katili ve Kâbe'yi yıkıcısı Muaviye'nin oğlu Yezid'i ve Kur'an-ı Kerim'i yırtan Mervan
oğullarından Velid İbn-i Yezid'i katmaktadırlar.! Bu şahıs bir gün Kur'an-ı Kerim
okurken :
(16/15/‫صدَِ ٍّد (إبراهيم‬
َ ‫َوا ْست َ ْفت َ ُحوا َو َخ‬
ٍّ ‫اب ُك ُّل َجب‬
َ ٍّ‫ ِم ْن َو َرائِ ِه َج َهنه ُم َوَُ ْسقَى ِم ْن َماء‬/ ‫هار َعنِيد‬
"... ve her inatçı Cabbar, mahrûm olup gitti. Önünde de cehennem vardir, orada kanlı,
irinli su içirilecek ona. İbrahim 15-16
Ayetine rastladığı zaman Kur'an-ı Kerim'i hedefe koyarak onu okla parçalamış ve şu
şiiri okumuştur:
‫أتوعد كل جبار عنيد‬
‫فها أنا ذاك جبار عنيد‬
‫إذا ما جئت ربك حشر‬
‫فقل يا رب خرقني الوليد‬
"Her inatçı ve Cabbarı tehdit mi ediyorsun? İşte o inatçı ve Cabbar benim. Yarın
Mahşerde Rabbini görürsen ona de ki ‘Beni Velid parçaladı.’ "
Diyebilen biridir.!
CAHİLLİYE ÖLÜMÜ
Naşşar kitabının C:6, 217. sayfasında "Zamanın İmam'ını tanımadan ölen, cahilliye
üzerinde ölmüştür." Hadisinin, Şiiler tarafından mezheplerinin doğrulanması amacıyla
konduğunu yazmaktadır. Bu ifadeyi kitabının değişik yerlerinde de tekrarlamıştır. Bu durum
Doktorun Hadis ilminden uzak değil en uzak kişi olduğunu göstermektedir. Çünkü bu hadisi Ehli Sünnet, Hz. Ali (a.s)'nin en büyük düşmanı Muaviye'den naklettiler, El Emini, Gadir kitabının
C:1, S:158.de bu hadisi nakledenler arasında: El Hafez El Heysemi Mecme El Zevaid kitabını,
Ebu Davd El Tayalisi Mesned kitabını zikretmektedir.
ON İKİ İMAMA İNANANLAR
Naşşar, yazdığı kitabın ikinci cildinin önsözünde şunları yazmıştır:
Yaygın olan düşünce, Ehl-i Sünnet ve Mutezilenin İslam felsefesini Hıristiyan, Yahudi,
Zındık ve bazı felsefe sahiplerine karşı savunurken, Şiilerin yegane işinin İslam Toplumuna
karşı sataşmak ve fikirlerini çürütmek olduğudur. Bu da büyük bir hatadır. Çünkü Şii Alimleri,
İslam'ın ilk çağlarında olduğu gibi son çağında da İslam'ı düşmanlarına karşı İslam ruhuna
uygun bir tarzda savundular. Ehl-i Sünnet ve Mutezile ile birlikte Hıristiyan, Yahudi, Zındık ve
bazı felsefe sahiplerine karşı tetikte durup, aydınlatıcı meşaleler misali İslam inancının ahengi
ve bütünlüğü için çalıştılar. Tarihi bir gerçektir ki, Hz.Cafer Sadık (a.s)'ın Medresesinin büyük
alimi Hişam İbn-i El Hakem bu uğurda büyük rol oynamıştır.
Aynı önsözde şu yazısı da yer almaktadır:
Şiilik tarih boyunca vardı, halen de İslam aleminde milyonlarca Şii vardır. İsna Aşeriyya
(Oniki İmama inananlar), İsmailliye, Zeydiyye, ve Gulatlar (aşırı olanlar). Ancak çağımızda en
büyük fırka olan "İsna Aşeriyya" hakiki bir İslam fırkasıdır. Asla diğer kapalı gruplara
benzememekte, inançları neredeyse Sünni inancının aynısıdır.
El Naşşar, aynı bölümde 11. sayfada "Bu gün İsna Aşeriyya Şiilerinin sayısı seksen
milyondur."
221. sayfada ise, ".....Bu gelişmeler mezhebin - İsna Aşeriyya- canlılığını, esnekliğini
ve akli gelişmeleri kabul ettiğini göstermektedir." demiştir.
Gördüğünüz gibi O bu sözlerle İsna Aşeriyya'yı kesin bir şekilde İslam fırkası olarak
görmekte ve inançlarını neredeyse Sünni inancının aynısı olarak nitelemekte, akli gelişmelere
açık bir mezhep ve aydınlatıcı meşaleler misali İslam inancının ahengi ve bütünlüğünü
Yahudilere ve diğerlerine karşı savunduklarını ifade etmektedir.
Ancak Naşşar çoğu zaman bir konuyu kesin bir dille yazdıktan sonra, çelişki ve
tutarsızlığa düşeceğini fark etmeden onun tam tersini yine aynı kesin dille yazmaktan geri
kalmaz!. Örneğin: "Tutucuların fikri, ılımlı olanlara bile tesir etmiştir" başka bir yerde
"Şiilerdeki tutucu fikrin nedeni Yahudilerdir." Demektedir.
Doğrusu anlayamıyorum Naşşar, Ehl-i Sünnet inancını tutuculuktan uzak tuttuğu halde
nasıl tutucu olarak kabul ettiği İsna Aşeriyyanın fikrini Ehl-i Sünnet' in fikirlerine benzetti?!
Ayrıca Şiiler İslam'ı Yahudi ve diğerlerine karşı savunurken, tutuculuğu nasıl Yahudilerden
aldı?!
Naşşar'ın kendi yazdığı ile çelişip tutarsız olduğu yer sadece burası değildir...
221. sayfada İsna Aşeriyya mezhebinin ılımlı ve gelişmeye kabil olduğunu yazdıktan
sonra 228. sayfada: "İsna Aşeriyyanın ne kıyası ne icmaı vardır, sadece Kur'an-ı Kerim'in ayeti
veya İmamların birinden hadis veya zil sesine benzer içtihatları vardır" demiştir.
Anlamadığım şeylerden biri de zil sesinin Naşşar'ın aklına nereden geldiği ve birinci
fikrinden birkaç adım uzaklaşmadan neden vazgeçtiğidir? Yani bunlar İslam'ın Felsefi
Düşüncelerinden mi, Yoksa kendi modern felsefesinin metotlarından mıdır?
Eğer Naşşar, Şiilerin Usul ve İstidlal (delil yardımı ile sonuçlandırma) kitaplarına göz
atsaydı, onların teşri (yasa) kaynaklarının Kur'an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve akıl olduğunu
görecekti. Ayrıca, Peygamber (s.a.a) sünnetini Şii veya Sünni güvenilir kaynaklardan alırlar.
Onların yanında "Rivayet ettiklerini alın ama görüşlerinden uzak durun" ilkesi vardır. Ben bu
görüşü en güvenilir kaynaklardan naklettim ve "Mâ Eşşia El İmamiyye" (İmamete inanan
Şiilerle) ile "Eşşia ve Etteşeyyü"( Şiilik ve Şiileşme) adlı kitaplarımda ve gazetelerde Şiilere
fütursuzca iftira atanlara defalarca cevap olarak yazdım. Ama kendi bildiğinden şaşmayan ve
gerçeği sadece kendi vehminde arayan kişilere ne yapabiliriz.?!
Şiilerin içtihat ehli olduklarını, (12) içtihat kapısını açtığını ve hâla o kapının ardına
kadar açık olduğunu herkes –hatta çocuklar ve yaşlılarda- bilir. Akli usullerde yazılan onlarca
kitapları bunun somut örneğidir. Bunların arasında Necef Üniversitesinde ve bazı İran
Enstitülerinde okutulan Şeyh Ensari'nin Feraid el Usul kitabı, Şeyh el Horasani'nin Kifayet
kitabının ikinci cildini sayabiliriz. Eğer Naşşar bu kitapları okumadıysa bile İslam Felsefesinde
Doktor olduğuna göre şüphesiz felsefe ve kelam kitapları okumuştur ve okuduğu kitaplarda
mutlaka Şiilerin: "iyiliğin ve kötülüğün akli olduğuna, Allah'ın iyiliği iyi olduğu için
emrettiğine kötülüğü de kötü olduğu için men ettiğine" inandıklarını, buna karşılık Ehl-i
Sünnet' in: "akli iyilik ve kötülüğü reddettiğini, iyiliğin Allah emrettiği için iyi, kötülüğün
de Allah (c.c) men ettiği için kötü olduğunu, eğer Allah (c.c)
kötü şeyi emretseydi iyi, iyi şeyi men etseydi kötü olurdu." Dediklerini bilir.
Kıyasa gelince, Şiiler hakkında meşru nass olmayan konularda bile şeriatla çelişmemesi,
ilim ve şeriata uygun olması şartı ile aklın bütün ilke ve kurallarını kabul eder. Kesin olması
halinde tatbik ederler. Çünkü; ilim, aydınlatıcı kitap ve hidayet olmadan Allah hakkında tevil
yapmazlar. Şeriattan kaynaklanmayan ve zanna dayalı hareket etmek istemezler. Sünnilere
gelince, onlar;
‫ظنًّا إِ هن ال ه‬
َ ‫َو َما ََتهبِ ُع أ َ ْكث َ ُر ُه ْم إِاله‬
‫شيْئا إِ هن ه‬
)36/‫اَّللَ َع ِلي ٌم بِ َما ََ ْفعَلُونَ }(َونس‬
َ ‫ق‬
ِ ‫ظ هن الَ َُ ْغنِي ِم ْن ْال َح‬
"Şüphe yok ki Allah, onlar ne yapıyorlarsa hepsini bilir. Onların birçoğu zandan
başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah
onların ne yaptıklarını bilir. Yunus Suresi 36"
Ayetini okudukları halde zanna dayanarak hareket edebiliyorlar.
Naşşar da bilinen nağmeleri çaldı, "Recat (Geri Dönüş), Cifr, (Hz. Ali (a.s)' ın yazdığı ve
geleceği haber verdiği varsayılan bir kitap), Bidâ ( İmam olacağı söylenen kişinin ölmesinden
kaynaklanan şüphe ), Takiyye, Guluv (tutuculuk), Mushaf-ı Fatıma, Mehdi" gibi. O da bunları
bin küsur yıldan beri çalan yüzlercesi gibi hiçbir şey eklemeden, araştırmadan çaldı. Bunun için
kendisine "El Mehdi El Muntazar ve El Akıl" ile "Eşşia ve Etteşeyyu" adlı kitaplarımı okumasını
tavsiye ediyorum. Ben bu kitaplarda Şiiler hakkında yapılan her tenkidi, onlara atılan her iftirayı
ve onlara mal edilen her eksikliği topladım, şaşkın fikirleri, gerçek ve sabit rakamlarla çürüttüm.
Burada uzatmamak için tekrarlamak istemiyorum.
İMAM ALİ
Naşşar, İkinci cildinin dördüncü bölümünde "Ehl-i Sünnet ve Mutedil Şiilere göre Hz.
Ali (a.s)" başlığı altında şunları yazmış: "Sünniler İki şeyhin, -Ebu Bekir ve Ömer'in- velayetini
kabul ederken Şiiler kesinlikle onları inkar etti. Buna karşılık Hz. Ali (a.s)'yi Sünniler de Şiiler
de kendilerine mal ettiler. Sünniler (Selefleri dahil) Hz. Ali (a.s)'nin ilk inanan çocuk olduğunu,
(13) Peygamber (s.a.a)'in kucağında büyüdüğünü, Peygamber (s.a.a) tarafından yetiştirildiğini,
Müslümanların ilk anneleri olan Hz. Hatice tarafından da korunup sevildiğini, ilk andan itibaren
ve her konuda Peygamber (s.a.a)'e destek olduğunu kabul eder. Büyük hicret gününde
Peygamberin yatağında ve meleklerin nezareti altında Kureyş zalimlerine karşı duruşuna
duydukları hayranlık Şiilerin hayranlığından daha az değildir. Ali (a.s) daha sonra Hz. Fatıma
(a.s) ile birlikte Medine'ye hicret etti. Haşimilerin bu genç yiğidi Savaşlarda da nice Kureyşli
azılıyı öldürdü. Hz. Muhammed (s.a.a)'i savunmak için defalarca ölüme atıldı."
Naşşar aynı bölümün 28. Sayfasında şunları yazmıştır: "Ehl-i Sünnet, 'Ben ilim şehriyim,
Ali de kapısıdır' hadisine binaen Hz. Ali (a.s)'yi İslam'ın alimi olarak kabul etmektedir. Çünkü o
Kur'an-ı Kerim ve Sünnet fıkhının derinliğine inmiştir. Ebu Bekir'in de Ömer'in de Fakihi
(Alimi) idi –Fıkıh konusunda ona başvururlardı– her iki şeyhin zamanında da züht hayatını tercih
etti. Ayrıca Ehl-i Sünnet' in kitaplarında İmam olarak anılan tek sahabedir. Hatta Hasan El
Basri ona bu ümmetin Rabbanisidir. derdi. Emevilerin yaptığı bütün kötüleme propagandalarına
ve Nâsibilerin düşmanlığına rağmen; Ehl-i Sünnet'e göre Peygamber (s.a.a)'in amcasının oğlu ve
damadı olan Hz. Ali(a.s) İslam'ın ruhsal önderi idi. Ruhsal anlamda da istisnasız bütün
sahabelerin Ebu Bekir ve Ömer'inde üstünde idi."
Naşşar, ayrıca şunları beyan etmiştir:
1964 baskılı kitabının C:2, 223. sayfasında: "Gerçek o ki Hz. Ali (a.s) Hilafetin, Ebu
Bekir yerine kendisinin, kendisinden sonra çocuklarının ve torunlarının hakkı olduğunu
görüyordu."
6. sayfada: "Ebu Bekir, Hz. Fatıma (a.s)'yı hatırladığı zaman ağladı ve ölümü sırasında
adamlarının onun evine zorla girmesinden duyduğu pişmanlığı dile getirdi. Şüphesiz Hz. Fatıma
(a.s) da Halifeliğin, Hz. Ali (a.s)'nin İlahi bir Hakkı olduğunu görüyordu."
8. sayfada: "Hz. Muhammed (s.a.a), Ebu Bekir'e Küçük İmamlık sayılan namaz kıldırma
teklifini yaptığı için Müslümanlar kıyasla büyük İmamlığın da –Hilafetin– ona verilmesini uygun
gördüler."
217. sayfada: "Eşariler –Yani Ehl-i Sünnet– 'Ümmetim dalalette birleşmez' hadisine
inandıklarını ilan ettiler." Diye yazmıştır. Bizde bütün bunlardan şunları anlayabiliriz:
1- Ümmetin tamamı Hz. Ali (a.s)'yi kabul etmiş, buna karşın Ebu Bekir ve Ömer'i
ümmetin bir kısmı kabul etmiştir.
2- Bütün ümmetin çevresinde toplandığı konu Haktır; aksi taktirde masumiyetin bir
anlamı olmayacaktır. (14)
3- Hz. Ali (a.s) Hilafet konusunda kendini Ebu Bekir ve Ömer'e karşı hak sahibi olarak
görmüş, onların hilafeti sırasında züht ve yoksul bir hayatı tercih etmiştir.
Peygamber (s.a.a)'in bir parçası olan Hz. Fatıma (a.s) da, Hz. Ali (a.s)'nin
Hilafetteki hakkının İlahi olduğuna ve bu hakkın sadece onda olduğuna inanmıştır.
4- Ebu Bekir Hz. Fatıma (a.s)'ya eziyet etmiştir. (15) Allah da Kuranı Kerim'de - Ve bir
şeyde ihtilâfa düştünüz mü onun hükmü, Allah'a âittir. Diye buyurmuştur. Ehli
Hakkın az olduğuna dair bir çok rivayet vardır, bu konuda Allah da "Çoğu
kavrayamaz" diye buyuruyor. Bu durumda Sünni inancına göre masumiyet için,
mutabakat yeterlidir. Çoğunluk hatadan masum değildir hatta çoğu zaman Hak
azınlığın tarafında olmaktadır.
5- Ehl-i Sünnete göre Hz. Ali (a.s)'nin yerine Ebu Bekir'in halifeliğinin gerekçesi
cemaat namazındaki imamlığıdır.
Sünnilerin inandığı, Naşşar'ın da kitaplarından ve kaynaklardan naklettiği bu beş konu
bizim için yeterlidir. Eğer bu konuları toparlayıp birbirine bağlayacak olursak, şu hükme
varabiliriz: Hilafet Hz. Ali (a.s)'nin ilahi bir hakkıdır. Çünkü mutabakat ümmetin masumiyetinin
ispatıdır ve ümmet Hz. Ali (a.s)'de mutabakata varmış, başkasında ihtilafa düşmüştür. Çünkü
masum olan ümmetin tamamının kabul ettiği şahıs Hak sahibi olduğunu ilan ediyorsa bu
Hakkı inkar etmek dalalettir. Yani gerçeği itiraf etmek ve aksini yapanları savunmak ve
kesin olan sonucun nedenini görmezden gelmektir...
Naşşar'ın yaptığı da tam olarak budur. Ön olayları kabul edip, sonucunu inkar etti.
Durumu tıpkı "senin sağ elin var sol elin de var ama iki elin yok !" diyenle aynıdır. İşte;
bağnazlık kişiyi Akıldan uzak tutarak bu hale getirir. Delillerle artı olduğu ispat edilmiş,
kabul edilmesi gerekeni reddeder. Yine delillerle eksi olduğu ispat edilmiş ve reddedilmesi
gerekeni kabul eder. Bundan daha tuhaf olan şey, Naşşar'ın ve benzerlerinin Ebu Bekir'in
namaz kıldırmasının Hz. Ali (a.s)'nin Hilafetteki İlahi Hakkını iptal ettiğine inanmasıdır. Zaten
bu görüşü ileri sürenler aynı zamanda İyinin ve Kötünün, Adilin ve Fasıkın arkasında namaz
kılmayı caiz görenlerdir. Bir gerçektir ki İslam dininin ve İslam Peygamberi'nin Müslüman
mallarından uyuz bir dişi keçiyi bile emanet etmeyeceği çok sayıda kişiler cami imamı
oldular.
İşte, kısaca Şiilerin Hilafet konusundaki inançları budur. Hilafet başkasının değil
Hz. Ali (a.s)'nin hakkıdır. Başka İslam fırkaları ile aralarındaki gerçek fark budur. Sünni
kaynaklardan nakledilenler bu inancı meşru kılmakla kalmaz, açıkça ve kesin olarak haklı
olduklarını gösterir. O halde bu inanç nasıl "mantıksız ve kabul edilemez" olur? Sünni
kitaplarına göre İbn-i Seba bu mezhebin temelini ve kurallarını oluşturdu diye mi?
Halbuki İbn-i Seba hurafe ve vehmi bir kişilikten başka bir şey değildir! Yoksa sadece Hz.
Ali (a.s)'yi kabul ettikleri için mi? Eğer masum ümmet Hz. Ali (a.s)'de birleşip başkasında
ihtilafa düştü ise Şiilerin günahı nedir? Şiilerin, Ali (a.s)'de birleşen masum ümmeti
yalanlaması mı gerekirdi? Şiiler, Peygamber (s.a.a)'e ve onun birer parçası olan Ali ile
Fatıma'ya inandıkları ve hilafetin Ali'nin ilahi hakkı olduğunu kabul ettikleri için mi?
Masum olan ümmetin kabullendiği ve başkasında ihtilafa düştüğü Hz. Ali (a.s), Hilafetin
kendi hakkı olduğunu söylüyorsa nasıl haklı olmaz? Eğer onun her söylediği gerçek ve
doğru ise ona inananlar, dediğini tutanlar, çizdiği yolda yürüyenler nasıl haksız ve müfteri
olabiliyorlar?!
Hayır! Doğrusu ben bütün bu delil ve ispatlara rağmen Şiilere sataşanların, onların
hakkında yazı yazıp kötüleyenlerin inanarak yazdıklarına inanmıyorum. İşin içinde onların
ağızlarını açan, kalemlerini oynatan gizli bir sır vardır. Bu sır kara tutuculuk da olabilir, cep
meselesi de...
SINIRSIZ VE TEMELSİZ
Naşşar kitabına bu yöntemle devam eder. temel olmadan sınır tanımadan ispat gereği
duymadan ahkâm keser. Bazen hiç inceleme zahmetine katlanmadan bir müellifin yazdığına
bakarak gelişi güzel yazar (İbn-i Seba örneği gibi). Bazen de hayal ve uydurmaya dayanarak
yazar (İsna Aşeriyya fikrinin İslami bir fikir olmadığı gibi). başka bir becerisi de bir konu
hakkında kesin hükmünü verir daha sonra yine aynı kesinlikle tam tersini ileri sürer! (Şiiliğin
gelişmeye kabil ve ılımlı olduğunu yazıp daha sonra onları taşlaşma ve donuklukla itham etmesi
gibi). Başka bölümlerde yazdıklarının gerçeğe yakın olduğu görülür (Osman ve Emevi
taraftarlığı ve Hz. Ali (a.s)'nin büyüklüğü konularında olduğu gibi). Ancak hataları, Hak ve
gerçek konularında olumlu yaklaşımını ve kitaba verdiği emeği boşa çıkartmıştır. Yukarıdaki
konularda Naşşar'ın olumsuz ve tutarsız konularını işledik şimdi Hak ve gerçek konusunda dile
getirdiklerini yazacağız. Bunu yapmaktaki amacım koskoca bir kitabı sağa sola yalpalayarak
nasıl belirsiz bir hedefe doğru götürdüğünü göstermektir.
OSMAN VE EMEVİ TARAFTARLARI
Naşşar'ın Kitabından Alıntılar:
1965 Baskılı kitabında C:2, S:228: "Osman'ın ve Emevilerin taraftarları, büyük bir kinle
İslam'dan, Peygamber (s.a.a)'den, Peygamberin Ehl-i Beytinden (a.s) ve sahabelerinden nefret
ettiler. Nefretleri Ebu Bekir'e, Ömer'e ve Ali (a.s)'ye eşit derecede idi. Ancak Osman'ın
öldürülmesi bekledikleri fırsatı ellerine verdi. Şam sokaklarında Şehit Şeyhin sözde intikamı için
harekete geçtiler. Şam halkı aldandı. Halk, iki şeyhi (Ebu Bekir ve Ömer) bayrak yapanların
gerçekte iki şeyhin en büyük düşmanı olduklarını ve onların iktidarı zamanında sadece
Müslüman halktan korktukları ve yeni toplumda kendilerine yer edinebilmek için boyun
eğdiklerini bilmiyordu. Oysa onlar daha düne kadar Tulaka (azat edilenler) ve müellefe-i
kulûblerdendi (kalbleri İslam'a ısındırılmak istenenlerdi)".
187. sayfada: "Araştırmacılar, Harb'in oğlu Ebu Süfyan'ın cahilliye döneminde olsun,
Mekke'nin fethinden sonra istemeden İslamiyet'i kabul ettikten sonra olsun, İslamiyet'e duyduğu
büyük nefret ve kinin nedenine dikkat etmediler, sebep onun İslamiyet'ten önce zındık olması idi.
Yani Yaratıcının varlığına inanmıyordu. Huneyn savaşında Allah'ın Resulü ile beraberken bile
beraberinde Azlam (fal okları) vardı ve ona başvuruyordu. O münafıkların mağarası
durumundaydı. O Araplığına bile sadık değildi. Çünkü Yarmuk'ta Müslümanların zayıflamasına
sevinmişti!"
227. sayfada Osman için ise şunu yazıyordu: "Hilafet Ali'den alınıp, tükenmekte olan,
yaşlı, idareyi bilmeyen adaleti sağlayamayan bir ihtiyara verildi."
C:2, 33. Sayfada: "Ali İbn-i Ebu Talib(a.s)'in öldürülmesi ile, Azat edilmişlerden, ciğer
yamyamı kadının oğlu Muaviye iktidarı ele geçirdi. ancak Hasan (a.s) hayatta iken o rahat
edemiyordu. Bu yüzden ondan kurtulmağa karar verdi ve zehirle öldürttü. Sonunda, hilafeti oğlu
Yezid'e sağladıktan ve Hicr İbn-i Adiy gibi bir çok büyük sahabeyi öldürdükten sonra o da öldü.
Ve yönetim Emevilerin tekelinde kalan zalim bir iktidar şekline dönüştü."
2. Cildin önsözünde de: "İktidar, Ebu Sufyan'nın oğlu Muaviye'nin eline geçti. Halk
henüz onun babasının putperest ve Mecusi olduğunu ve hiçbir zaman Allah'a inanmadığını
unutmamıştı. Hatta Müslümanlar ona Attalik İbn-i Talik (Azat edilmişin oğlu azat edilmiş) ve El
Veseni İbn-i El Veseni (Putperestin oğlu putperest) adını takmıştı. Muaviye için ne denirse
densin, eski selefler ve Ehl-i Sünnet' in bir kısmı ne kadar onu sahabelerin arasına sokmağa
çalışırsa çalışsın; Muaviye hiçbir zaman İslam'a inanmayan, İslam'a çok büyük kötülükler
yapan ve daha fazlasını yapmadıysa elinden gelmediği için yapamayan biri idi! Fatıma
(a.s)'nın oğulları ise kanları ile efsane yazmağa başlamışlardı.
Görünüşe göre Naşşar, Ebu Süfyan, Oğlu Muaviye ve torunu Yezid hakkında yazarken
dikkatle düşünmeye zaman ayırmış ve kesin olarak onların Müslüman olmadıklarına ve İslam'a
düşman olduklarına hüküm vermiştir. Keşke kitabının diğer konuları için de aynı şeyi yapsaydı,
eğer böyle davransaydı Müslümanları birbirine yaklaştırma konusunda İslam'a büyük bir hizmet
sunmuş olacaktı. Ne yazık ki Müslümanların arasına; sadece Siyonist ve sömürgecilerin işine
yarayan setler ve engeller koydu. Felsefe doktoru olan El Naşşar, İslam'ın en büyük probleminin
Şiiler ve Şiilik değil Siyonist ve sömürgeciler olduğunu bilmiyor mu? Acaba neden Naşşar ve
benzerleri tam da bu birliğe ihtiyaç duyulduğu zamanda İslam fırkalarının arasındaki farklılıkları
kullanıp büyük büyük ciltler yazarak Muhammed (s.a.a)'in ümmetini bölmeye çalışarak aralarına
sınırlar ve setler koyarlar. Naşşar bu gerçeği anlamakta aciz mi kaldı? İslam ve Müslümanlara
karşı sorumluluk duygusu taşımıyor mu? Yoksa şaşkın mıdır? Acaba Birleşik Arap Cumhuriyeti
(Mısır'ın o zaman ki adı), Arap ve İslam toplumlarına Naşşar ve benzerlerinin kitapları ile mi
önderlik etmek istemektedir.?!
HZ. ALİ (A.S) KİMDİR?
Rivayetler der ki: Hz. Muhammed (s.a.a)'in, Hz. Ali (a.s)'ye, "Ey Ali, Allah(c.c)'ı sadece
Ben ve sen tanıdık, Beni de sadece Allah (c.c) ve sen tanıdınız, seni de sadece Allah (c.c) ve ben
tanıdım." Demiştir.
Bu rivayet gerçek olsun olmasın, Müslümanlar Hz. Ali (a.s)'yi Alim, Zahit ve cesur
olarak tanır. Bu akıllarının kavrayabildiğidir. Ancak Hz. Ali (a.s)'nin gerçeğini sadece ona denk
veya ondan üstün olanlar bilir. Ata sözü der ki "Fazileti sadece Fazilet ehli bilir." Kendisi de der
ki: "Alim cahili tanır ama cahil Alimi tanımaz." İnsanlar olaylara, ahlakları ve gelenekleri
ışığında özel mantıkları ile açıklama getirirler. Hz. Ali (a.s)'nin ise halkın ahlakı ve gelenekleri
ile benzerliği yoktu! İşte kişiliği, özelliği, meziyeti ve iç yüzü ile ilgili çelişkili, hatalı
açıklamaların ve takdirlerin nedeni budur.
Hz. Ali (a.s)'nin Hayat serüvenini derinliğine inceleyip tetkik eden kişi, mutlaka şu
neticeye varacaktır. "Eğer Hz. Ali (a.s) insan ise diğer insanlar, insan değildir!" ona
yakıştırılan "insan" vasfı öylesinedir. Tıpkı siyah cariyeye "Fıdda (Gümüş)" veya "Selce (Kar
Tanesi)" adının verilmesi gibi. Eğer diğerleri insansa Hz. Ali (a.s) insan üstüdür.
Şüphesiz, aynı cinsten olan sebze ve meyve tohumlarının değiştiği gibi insanlar da
çalışkanlık ile uyuşukluk, cömertlik ile cimrilik, cesaret ile korkaklık, iyilik ile kötülük, zeka ile
geri zekalılık konularında farklıdırlar. Ama bu farklılık ne kadar olursa olsun özlük ve tür
konusunda birdir. Ancak farklılık Hz Ali (a.s) örneğinde olduğu gibi aydınlıkla karanlık, hayatla
ölüm boyutunda olursa farkın yukarıdaki örnekler gibi olduğunu söylemek bilgisizlik ve cehalet
olur.
Sanırım, "Hz. Ali (a.s) bütün insanlardan daha üstündür" demem için onun yaptıkları ile
başkasının yaptıklarını mukayese etmem gerekmiyor. Her ne kadar onların yaptıkları ile
kendisinin yaptıklarından anlatılacak çok derin şeyler varsa da bunun sırrını ancak Ali (a.s)'nin
büyüklüğüne ve rütbesine denk veya ondan daha üstün olan bilir. Uzatmağa hiç gerek yok;
aşağıda anlatacağım örnekler yeterlidir:
Ayşe devenin üzerinde "Bu kel kafalının başını getirene bu keseyi vereceğim" diye
haykırıyor; ama o galip gelip Ayşe'nin hayatı iki dudağı arasında kaldığı zaman ona başka
keseler de veriyor ve saygı gösteriyor. İbn-i Mülcem, bir kahpenin kışkırtması ile ona ölümcül
bir darbe vuruyor; o da ona kendi yemeğinden yedirip, suyundan içiriyor, öleceğini anlayınca da
çocuklarını çağırıyor katili için iyi şeyler tavsiyede bulunuyor ve onlara "af etmek takvaya daha
yakındır" diyor.
Alçağın biri Ali (a.s)'ye saldırıp öldürmek isteyince, Hz. Ali (a.s.) onu yere savurmuş
göğsüne oturup kılıçla vurmağa hazırlanmıştı ki öleceğini anlayan alçak onun yüzüne
tükürmüştü. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s.) onu serbest bıraktı. durumu hayretle seyreden kişiler
nedenini sorunca onlara: "Ben onu öldürseydim Allah (c.c) için değil bana hakaret ettiği için
yani kendim için öldürmüş olacaktım." dedi. Çatışmaların birinde, onunla çarpışan müşriklerden
birini yere çalıp başını kesmek isteyince adam: "Ey Ali beni öldürürsen çocuklarıma kim
bakacak?" deyince Hz. Ali (a.s.): "seni çocuklarına bağışlıyorum" diyerek onu bıraktı.
Başka bir çatışmada da vuruştuğu bir atlıya kılıç çekip başına vurmak üzere iken atlı "Ey
Ali bu kılıcını bana hibe eder misin" dediği zaman ona kılıcını vermiş ve karşısında silahsız
kalmıştır. Bu olayların bir çok örneği vardır. Hepimiz Amru İbn-i El As'ın ve Bişr İbn-i
Artaa'nın hezimete uğrayınca ölmemek için edepsizce avret yerlerini nasıl açtıklarını biliriz!
Bunların açıklaması nedir? El açıklığı mı, cömertlik mi, züht mü, yoksa İlahi İradenin
tercümesi mi? Allah (c.c) şiddete karşı şiddeti, ölüme karşı ölümü mubah kılmadı mı? Benim
çok iyi bildiğim şey, onun bu özellik ve meziyetleri insanların yaratılışı ve tabiatları ile
bağdaşmıyor. Yani, Ali (a.s) insan ve bu sıradan olanlarda insan. Ali İmam ve bu kendi ve
çocuklarına mülk hazırlayanlar da İmam. Ali Peygamber (s.a.a) Halifesi ve bu komplocu
ve fırsatçılar da Peygamber (s.a.a) Halifesi! Öyle mi? Kesinlikle hayır! Ya Ali (a.s) özünde
ve gerçeğinde tektir; Halife, İmam ve yetkililer arasında benzeri yoktur. Veya fazilet ile
rezillik arasındaki fark evhamdan başka bir şey değildir.
Belki zühtten veya sorumluluktan kaçmak için yetkiyi ve hükmetmeyi reddeden
bulunabilir; ama bunu fıtratı ile reddeden; kibirliği ve gösterişi, içgüdüsü ile reddedeni
bulamazsın. Buna rağmen hastanın ameliyata teslim olması gibi yönetimi almak için teslim oldu.
Bunu sadece Ali (a.s)'den görebiliriz. O Ali ki: "Bu fani dünya lezzetinden bana ne" demişti.
Yönetimi kabul ederken onu bekleyen zorluk ve problemlerin bilincindeydi. Ama o ülkeyi
düzeltmek, halkın emniyetini sağlamak, mazlum ve acılı insanlara yardım etmek için kabul etti..
Hutbelerinin birinde: "Allah'ım biliyorsun bizim yaptığımız ne yetki için rekabettir ne dünya
yıkıntılarının artıklardan bir şeyler almağa çalışmaktır. Bizim istediğimiz senin dininin yapısını
tekrar onarmak, ülkendeki düzeni kurmak, mazlum kullarına güven vermek ve iptal edilmiş
haddını (ceza uygulaması) tekrar işletmektir." demiştir.
İşte Hz. Ali (a.s)'nin Hilafeti kabul etmekteki ilk ve son nedeni ve gerçek hedefi buydu;
Kullara güven vermek ve ülkedeki düzeni sağlamak. Yoksa o ne dünya ve dünyanın yıkıntıları,
ne de kendi menfaati ile ilgileniyordu. Allah (c.c)'a ibadet ederken "Ben ne senin cennetinde
gözüm olduğu için nede cehenneminden korktuğum için ibadet ediyorum. Ben senin ibadeti hak
ettiğini gördüğüm için sana ibadet ediyorum." Diye seslenen bir kişinin kendi nefsi için bir şey
yapması beklenir mi?
İşte buradan hareketle, Ali (a.s)'nin kendi nefsi için bir şey istememesinden, mutluluğu
veya mutsuzluğu hiçe saymasından anlıyoruz ki, Ali (a.s)'nin yapısı diğer insanların yapısından
farklıdır. Çünkü insanın yapısının en büyük özelliği; bencilliği ve kendi menfaati peşinde
koşmasıdır. "Hak" ise menfaat dışında kaldığı zaman insanlar için boş laftan başka bir şey
değildir.
Bundan dolayıdır ki ben, Kuran'a ve Muhammed (s.a.a)'e inanan bir Müslümanım, tek
yaratıcının ve rızk bağışlayıcının sadece Allah (c.c) olduğuna, kıyamet gününde sadece onun
hesap sorup cezalandıracağına inanıyorum. Tutuculuktan ve tutuculardan teberru ediyorum.
İnançlarımın tümünde Kuran-ı Kerim'e ve sağlıklı akla dayanıyorum. Allah (c.c)'ın, Muhammed
(s.a.a)’in insan olduğunu, yemek yeyip sokaklarda dolaştığını Kur'an-ı Kerim'de tekid ettiğine,
Muhammed (s.a.a)'in de Ali (a.s)'nin öğretmeni ve üstadı olduğuna inanıyorum. Ancak bu
durum, Allah (c.c)'ın onları herkesten ayrı kılan güçlerle donatmadığı, Onların insanın üstünde
ve yaratıcının altında bir derecede olmadığı anlamına gelmez. Yani Allah (c.c)'ın bir iki kulunu
insanlardan farklı bir güç ve içgüdü ile yaratmasında bir sakınca var mıdır? Doğrusu akıl da
onları görüp başkasının asla yapamayacağı şeyleri yaptıklarını görünce ve eserlerine bakınca bu
gerçekleri kavramaması mümkün değildir.
▬
İKİNCİKİTAP
KUR'AN IŞIĞINDA HZ. ALİ (A.S)'NİN İMAMETİ:
İSLAM VE HZ.ALİ (A.S)'NİN HENDEK SAVAŞINDAKİ VURUŞU
Kur'an-ı Kerim nerede indi? İslam hangi evde doğdu ve büyüdü? Onu güçleninceye kadar
koruyan kimdi? Onun için uğraş veren fedakarlık yapan, canı malı ve çocukları ile savunan kim?
Ona ilk inanan, onun için cengaverlere karşı kılıcını çeken, hısım ve akrabalarla çarpışan kimdi?
Şahadet kelimesi için hemen her ailede bir kişiyi katleden kimdi? Çocukları kanları içinde yüzen,
torunları kundakta iken annelerinin kucağında öldürülen kimdi? İlk çocuğu zehirle öldürülen
ikinci çocuğunun başı kesilip kızları esir alınıp üstleri başları açılan kimdi? Çocukları torunları
ve torunlarının torunları şehit edilen kimdi? Evi yağmalanan ve yakılan kimdi? Bütün
yukarıdaki soruların tek bir cevabı vardır: Bütün bunlar Hz.Ali (a.s)’nin Kur'an-ı Kerim'in
ilkeleri ile hareket etmesi; ve o ilkeleri yaşatması uğruna oldu. Bu sıfatların tamamı sadece ve
sadece Hz. Ali (a.s)’de birleşti.
Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s)'nin yaşadığı evde yaşadı. Babası Abdullah ve dedesi
Abdul Muttalib (15) vefat ettikten
sonra amcası Ebu Talib onun sorumluluğunu üstlenmişti. Hz. Ali (a.s)'nin annesi ve Peygamber
(s.a.a)'in amcasının karısı Fatıma Bint-i Esed, ona amcasından sonra en çok ilgi gösteren ve
seven insandı. Aynı zamanda o ilk Haşimi doğuran Haşimi idi. Müslüman oldu, hicret etti ve
Medine'de vefat etti. Hz. Muhammed (s.a.a) Fatıma Bint-i-Esed'in defin işlerini üstlendi. Ona
elbisesini giydirdi, definden önce mezarında yattı, ona ağladı ve "Allah senin gibi anneden razı
olsun" diye dua etti. Ona sorulduğu zaman: "o benim için amcamdan sonra bütün dünyada en iyi
davranan insandı." Diye cevap vermişti.
Hz. Ali (a.s) Kâbe'de doğdu. Yıl olarak Hz. Muhammed (s.a.a)'in Hira dağına çekilip dua
ettiği yıl olduğu söylenir. (16) Kureyş zor günler geçiriyordu. Ebu Talib'in de çok çocuğu
olduğundan, Abbas, Cafer'i, Hz. Muhammed (s.a.a) de Hz. Ali (a.s)'yi aldı. böylece baba evinde
fazla kalmadan çocuk yaşta Hz. Muhammed (s.a.a)'in evine taşındı.
Hz. Muhammed (s.a.a)'e vahiy inmesinin ardından yirmi dört saat geçmeden Hz. Ali (a.s)
Müslüman olmuştu ve Hz. Muhammed (s.a.a)'in Allah'a kıldığı ilk namazına iştirak etti. (17)
Tebük savaşına katılmak için Medine'yi ona emanet ederken herkese Hilafetin kendisinden sonra
sadece Hz. Ali (a.s)'ye ait olduğunu göstermek istiyordu ve o gün ona "Senin bana yakınlığın
Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibidir. ancak benden sonra peygamber yoktur." dedi. Bu
hadisin açık anlamı Hz. Harun, Hz.Musa'dan ne hak ettiyse Hz. Ali de Hz. Muhammed'ten aynı
şeyi hak etmiştir. "Musa:
)31/30/29/‫ َوأ َ ْش ِر ْكه ُ فِي أَ ْم ِري (طه‬/ ‫ ا ْشدُدْ بِ ِه أَ ْز ِري‬/‫َارونَ أ َ ِخي‬
ُ ‫ه‬/ ‫َواجْ عَ ْل ِلي َو ِزَرا ِم ْن أ َ ْه ِلي‬
"... Bir de ailemden bir vezir ver, kardeşim Harun'u, onunla beni güçlendir, işimde bana
ortak et." Dedi.Ta Ha suresi:29-30-31" Allah (c.c), Hz. Musa'nın isteğini nasıl kabul edip
)68/‫َف ِإنهكَ أَ ْنتَ األ َ ْعلَى}(طه‬
ْ ‫قُ ْلنَا الَ تَخ‬
"isteğini kabul ettim ey Musa"
diye cevap verdiyse, Hz. Muhammed (s.a.a)'i de "
)4/ 3 ‫ي َُو َحى}(النجم‬
ٌ ْ‫ ِإ ْن ه َُو ِإاله َوح‬/ ‫َو َما ََ ْن ِط ُق َع ْن ْال َه َوى‬
"Arzusuna göre konuşmaz ona inen bizim vahyimizdir" Necm: 4
diyerek teyit etmiştir.
Hz. Ali (a.s) bu makamı, sadece Peygamber (s.a.a)'e yakınlığından dolayı değil, ameli ile
elde etmişti. Nasıl Hz. Muhammed (s.a.a) makamını amcaları ve dayıları ile değil büyük bir
ahlak sahibi olması ile elde ettiyse Hz. Ali (a.s) de Peygambere vefası, savaşlardaki cihadı ile
elde etti. Çatışmalarda, Bedir savaşında olduğu gibi tek başına müşriklerin yarısını
katlederken bütün savaşçılar müşriklerin diğer yarısını katletmişti. Uhut savaşında
Peygamberin askerleri kaçarken Hz. Ali (a.s)'nin başlarında bulunduğu çok az insan kaçmamıştı.
Hendek savaşında Kureyş, Ğatfan, Fazara ve Yahudiler bir araya gelmiş bir birlik kurmuş ve Hz.
Peygamber (s.a.a)'in başkenti Medine'yi ele geçirip İslam'ı ve İslam Peygamberini yok etmeğe
karar vermişlerdi! Şirk ordusu Müslümanların sağından ve solundan saldırıya geçmiş, şiddetten
gözler yuvalarından çıkmış yürekler ağızlara gelmiş olduğu bir sırada büyük cengaverin kılıcını
çekmesi ile savaşın durumu değişmişti.
Hz. Ali (a.s)'nin Amr İbn-i Vedd El Amri'yi öldürmesi o kadar ünlü ki anlatmaya gerek
görmüyorum. Ama benim üzerinde durduğum nokta Hz. Peygamber (s.a.a)'in "Şu anda
İslam'ın tamamı, Şirkin tamamı ile karşı karşıyadır" sözüdür.
Şüphesiz ki Amr müşriklerin başı, komutanı ve en büyük savaşçılarıydı. Müşriklerin
kaderi onun hayatına bağlı idi. Ancak Müslümanların başı Hz. Muhammed (s.a.a)'ti. Koruyucu
ve kefil olan oydu. İslam'ın ve Kur'anın varlığı onun hayatına bağlı idi. O halde neden
Peygamber kendi huzurunda Hz. Ali (a.s)'nin şahsını "İslam'ın tamamı" olarak
vasıflandırdı?
Cevap: Şirk grupları tek kitle halinde birleşmiş, Hz. Muhammed (s.a.a)'in hayatını ilk ve
son hedef olarak seçmişlerdi. Çünkü onun hayatı İslam'ı temsil ediyordu. O olmadan yayılması
ve yaşaması mümkün olamayacak ve o anda Peygamberin çevresini saran azınlıktan başka
Müslüman kalmayacaktı.
Hz. Ali (a.s) tam aksi yöndeki hedef için sahaya çıkmıştı. Şirkin başını kesip yok edecek,
İslam'ın yayılması önündeki en büyük engel kalkacak ve Arap yarımadasında hiç eseri
kalmayacaktı. Çünkü müşrikler İslam'ın önündeki ilk engeli oluşturuyorlardı. Onun için dir ki
Hz. Muhammed (s.a.a) o anda "bundan sonra onlar bizi değil biz onları dağıtacağız" dedi. Hz.
Ali (a.s) Amr İbn-i Vedd'in karşısına çıkarken İslam çağrısının tamamlanması, bayrağının
doğu ve batıda dalgalanması için çıkıyordu.
O halde bu karşılaşma bir dönüm noktasını teşkil ediyordu, tıpkı ulusal bir ordunun
işgalci bir orduyla savaşın kaderini belirleyecek bir çarpışmada karşı karşıya gelmesi gibi.
Buradaki dönüm noktası ya Hz. Ali (a.s) Amru'yu katledecek, İslam'ın bütün karşıtları yok
edilecek ve şirk Arap Ülkesinden yok olacak; veya Amr Hz. Ali (a.s)' yi katledecek ve İslam
kaybedecek ve şirk kazanacaktı.!
Ancak Allah (c.c), Hz. Ali (a.s)'nin kılıcı ile Müslümanları muzaffer kılmak, nurunu
tamamlamak, din ve Kur'an öğretilerini canlandırmak ve İslam'ı yaymak istiyordu. Eğer
Ali (a.s)'nin o gün Amru'ya vuruşu olmasaydı Hendek savaşından kıyamete kadar hiçbir
zaman hiçbir cami yapılmayacak, hiçbir minare yükselmeyecek, hiçbir dini müessese
kurulmayacak, hiç kimse namaz kılmayacak veya oruç tutmayacaktı. O vuruş olmasaydı
ne İslam ne de Kur'an olacaktı. Onun için HZ. MUHAMMED (s.a.a): "ALİ (a.s)'NİN
HENDEK SAVAŞINDAKİ VURUŞU SIKLAYNIN (İNSANLAR VE CİNLERİN) BÜTÜN
AMELİNE EŞİTTİR." Başka bir rivayete göre "ALİ (A.S)'NİN AMR'LA VURUŞMASI,
ÜMMETİMİN KIYAMET GÜNÜNE KADAR Kİ AMELİNDEN DAHA HAYIRLIDIR."
(18) der.
Bunun için Şiiler "Ali (a.s) Kur'an-ı Kerim'e ortaktır" dediler. Çünkü o Kur'anın etkisine,
nuruna, bilimselliğine, gerçek inancın yayılışına ve Kur'anın kıyamet gününe kadar
korunmasına neden olmuştur. Hepimiz "iyiliğe vesile olan iyiliği yapmış gibidir." ile "İyi bir
yasa yapan hem yasanın sevabını, hem yasaya uyanın sevabını kazanır." Sözlerine inanırız.
Bunu söylerken de Hz. Ali (a.s)'nin, Hz. Muhammed (s.a.a)'in hayırlı bir eseri olduğuna;
ve Onun tüm hayırlı yönlerinin ya Hz. Peygamber (a.s.v)'in duasıyla ya da onun yönlendirmesi
ile olduğuna inanıyoruz. İmam Ali'yi övmek Güneşin ışığını yansıtan Ayın ışığını övmeye
benzer. Bunun delilleri arasında Hz. Ali (a.s)'nin sütten kesildiği andan itibaren ahlak ve faziletli
olarak yetişmesi için Allah (c.c), Peygamber (s.a.a.)'in yanında yetişmesini sağlamıştı. Şimdi
sözü ona bırakalım: "Peygamberin yanına girdiğim zaman öyle bir heybeti vardı ki onunla
konuşamadım.", "Peygambere olan yakınlığımı biliyorsunuz, çocukken kucağına oturturdu,
bağrına basardı, yatağına yatırırdı, hatta lokmayı çiğner sonra bana yedirirdi. Ne sözde ne fiilde
hiçbir zaman benim hiç bir yalanımı görmedi.", "Peygamber (s.a.a)'i yavrunun annesini takip
ettiği gibi takip ederdim, her gün ilminden ve ahlakından bir şeyler verir ve onun gibi
uygulamamı isterdi. Bahra dağına çıktığı zaman benden başka hiç kimse onu görmezdi,
peygamberlik evi o zaman sadece Allah'ın Peygamberi, Hz. Hatice'yi ve beni barındırırdı.
Vahyin nurunu görür peygamberliğin kokusunu koklardım."
Ben, Peygamberlik konusunda fazla bilgi sahibi olmadığı halde İmamı Ekrem hakkında
detaylı bir şekilde araştırma yapmış ona adete aşık olmuş bir edebiyatçı ile konuşurken şöyle
demişti :
-"İmam'ın insaniyeti bütün gelmiş geçmiş ve
geleceklerden daha üstündür." dedi.
-"İstisna yapmak gerekir " dediğim de
sözlerinde ısrar etti. O zaman ben ona:
-"Bu sözlerin ispatı gerekir" dedim. "İmam
neden ne olursa olsun kan dökmeyi cinayet
sayardı." Dedi, ben de dedim ki,
-"Delil getirmek yerine yine ispat gerektiren
bir iddiada bulundun."
-"Katili için iyilik tavsiye etti, Cemel
vakasında Marvan İbn-i El Hakem'i, Sıffın'de
Amru İbn-i El Ası'ı afetti. Netice olarak da
Muaviye başardı ve İmam katledildi." Dedi.
-"Ancak, Bedir, Uhud, Ahzap ve Hayber
vakalarında çok kişiyi öldürdü." Dedim
"Bu savaşlarda görevli bir askerdi." Dedi.
-"Ama Cemel, Sıffin ve Nahrevan'da
komutandı ve yine de onlarca kişiyi
öldürdü." Dedim.
-"Bütün bu saydıklarında hücumda değil
savunmadaydı." Dedi.
-"Bütün peygamberler ve erdemli insanlar
savunma için savaşır, şiddeti yok etmek için
şiddet kullanır ve yüzlerce insanın
kurtulması için bir kişiyi öldürürler." Dedim.
-"Evet doğru, ama tarih hiçbir zaman Hz. Ali
(a.s) gibi merhametlisini ne tanıdı nede
tanıyacaktır." Dedi.
-"Bunu bu şekilde ifade etseydin tartışmayı
bu kadar uzatmazdık, sende rahat ederdin
bende." Diye cevap verdim.
İmam'ın merhamet ve insanlığını tanıtmak için şu sözden daha güzel bir şey ifade edebilir
mi?
"Gücün düşmanına yeterse, şükretmeyi affederek yap"
İnsan bütün yaratıklara karşı merhametli olabilir, en kritik zamanda kızgınlığına hakim
olabilir, haklarının çoğundan vazgeçebilir, ama düşmana merhamet etmek ve ona şefkat
göstermek; bu sadece Allah (c.c)'ın sapmışlara yol göstermek için kandil olarak seçtiği kişilere
mahsustur.
Dine mensup olup bütün suçları kendilerinin kişisel veya parti görüşlerine katılmayan
masum ve vefalı insanlardan intikam almak için hile ve nifaka başvuran bazı kişilerin bu
hikmetten yaralanmasını ne kadar isterdim.
KUR'AN VE FELSEFE
Batılıların çağdaş yazarlarından biri: "İslam'ın bağımsız bir felsefesi yoktur. İslamın
filozofları; Sokrat, Eflatun ve Aristo'nun felsefelerini anlatmakla yetindiler." Diye yazdı.
Bu görüşe karşı koyan bir grup bunu söyleyenin cahilliğini ve gerçeklere yaptığı
haksızlığı kesin delillerle ispat ederek cevap verdiler. Gördüğüm kadarıyla Üstat Kadri Hafız
Tuvkan, "Arapların Ölümsüzleri" ve "Arapların Bilimsel Kültürü" adlı iki eşsiz kitapla bu işin
hakkını verdi.
Kendini bilgiç sanan bazıları: "Müslümanların felsefesi nereden olacak ki? Diğer
toplumlarla irtibatları başlamadan önce Kur'an ve Hadisten başka bir şeyleri yoktu." Diye ahkam
kestiler.
Bu kısmen doğrudur. Bir zamanlar Müslümanların Kur'an-ı Kerim ve Hadisten başka bir
şeyleri yoktu. Buna karşılık biz soruyoruz; "Kur'an-ı Kerim fal kitabı mıdır? Hadis halk
hikayeleri midir?" Diyebilirler ki: "Kur'an-ı Kerim ve hadisler, Arapça dil bilgisinin ve fıkhın
kaynağı olabilir; ama varlıkları neden ve sonuç açısından açıklamak, alemin eskiliği ile yeniliği,
tekabülün bölümleri, bilinçaltı duygular gibi felsefi araştırmaları ne bir ayete ne de bir hadise
bağlamak mümkündür. Araplar o zaman tartışma usullerini ve felsefi muvazeneleri bilmeyen
cahil bir milletti. Bunun için Kur'an-ı Kerim Araplara hitap ederken fıtratlarına ve duygularına
hitap etti. O halde Kur'an-ı Kerim bir felsefe kitabı değilse felsefe onlara nereden gelecekti?!"
CEVAP
1- Kur'an-ı Kerim belli bir nesil, belli bir toplum, belli bir cinsiyet, veya belli bir grup için
inmemiştir. O Hak için bütün nesillere, toplumlara, ve nerede olurlarsa olsunlar bütün insanlara
inmiştir. Kur'an-ı Kerim mademki eşit olarak hem ileri hem geri toplumlara indi o halde insanın
fıtratına ve aklına hitap etmeliydi. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in hitap ettiği Arapların inanışları farklı
idi. Aralarında Allah'ı ve ahiret gününü inkar eden materyalistler, putperest müşrikler ve Ehli
Kitap (Hıristiyan ve Yahudiler) vardı. Kur'an-ı Kerim bunlarla tartıştı ve ihtilafa düştükleri
konularda son sözü söyledi. Hakkı; kesin, mantıklı delil, akli kanıtlar ve vicdani hüccetlerle ispat
etti. Peki felsefenin bundan başka bir anlamı veya bir hedefi var mıdır?
2- Diğer bilimler gibi felsefenin de bir konusu ve hedefi vardır. Konusu bütünü ile varlık yani
varlığın bu evrendeki gerçeğini aramak, hedefi ise gerçeğin kendisini bilmek. Kur'an-ı Kerim de
evrenden, evrenin oluşumundan, aslından ve sonucundan, gökyüzünden ve içindeki yıldızlardan,
Yeryüzünden ve yeryüzünün harikalarından bahsetti. Ayrıca insandan, insanın gerçeğinden,
eyleminden ve bir çok ilime temel teşkil eden buna benzer konulardan bahsetti.
)89/‫ش ْيءٍّ َوهُدى َو َرحْ َمة َوبُ ْش َرى ِل ْل ُم ْس ِل ِمينَ }(النحل‬
َ ‫َاب ِت ْبيَانا ِل ُك ِل‬
َ ‫َون هَز ْلنَا َعلَيْكَ ْال ِكت‬
Sana her şeyi açıklayıp anlatan ve Müslümanlara hidâyet, rahmet ve müjde olan
kitabı indirdik. Nahl: 89
Alimler Kur'an-ı Kerim'in ilmi ile ilgili özel kitaplar yazdılar; bunlar arasında
"zarkani'nin yazdığı Manhal El İrfan Fi Ulum-i El Kur'an, İbn-i Kayyim el Cevziye'nin yazdığı
Ettibyan, Dr. Subhi Saleh'in yazdığı Mabahis fi Ulum Al Kur'an" kitaplarını sayabiliriz. Evet
Arapların sadece Kur'an-ı Kerim'i vardı; ama o da bilimlerin kaynağı ve denizi idi (Nehru'nun
dediği gibi). Yoksa Araplar naklettikleri Yunan felsefesi ile değil "sadece Kur'an-ı Kerim'le
bugünkü modern bilimlerin öncüsü oldular." Eflatun ve Aristo'nun fikirleri ile değil. İngiliz
Üstadı Wels: "Arapların ayak bastıkları her yerde Kur'an-ı Kerim'le bilim şahlandı." Demiştir.
Yunanlıların Mısırlılardan ve Mezapotamya'dan naklettikleri gibi, Araplar da
Yunanlılardan nakletti. Bu eğer bir şeyi kanıtlıyorsa onların uygarlığını ve başka uygarlıklarla
kaynaştıklarını kanıtlar. Ayrıca bilimlerine başkalarının da bilimlerini kattıklarını, uygarlıkta
belli bir sınırda kalmayıp uygarlık nerede ise oradan almaya çalıştıklarını, (Peygamberlerin ve
Kur'an-ı Kerim'in emirleriyle) hikmet, nerede olursa olsun öğrenmeğe çalıştıklarını kanıtlar.
Eğer cahil bir yabancı: "Müslümanlarda Filozof yoktur." derse, cevap olarak deriz ki:
Batının fikir önderleri, İslam uygarlığı ve felsefesi hakkında ciltler dolusu kitap yazdılar ve
çağdaş bilimin temelinin Müslümanlara ait olduğunu, Müslümanlar olmasaydı söz konusu
bilimin birkaç yüzyıl daha geç kalacağını rakamlarla ispat ettiler. Evet Araplar Yunan
Felsefesini tercüme ettiler; ama felsefeye eklediklerini bir benzetme ile izah edecek olursak
yelkenli gemi ile motorlu gemi arasındaki farka benzetebiliriz. El Razi, El Bustani, El Beruni,
İbn-i Heysem, Şirazi, Tusi, Ğazali, İbn-i Hayyan, Farabi, İbn-i Sina, El Kindi ve benzerlerini
doğuran bir ümmete "filozofları yoktur" denemez. Bu ünlü kişilerin -bütün değil- buldukları
teorilerin bir kısmını yazmak istiyorum. El Razi, çekim gücünü Newton'dan önce buldu, çünkü:
"yere düşen maddeler için bunları yere çeken çok güçlü bir çekim gücü vardır." demişti. Hasan
İbn-i El Heysem, cisimlerin üzerine düşen ışın ve ışığı araştıran görsel bilimi ilk bulan kişidir.
Muhammed İbn-i Musa, Cebir bilimini kurdu. Aristo'nun mantıkta ulaştığı düzeye Cabir İbn-i
Hayyan kimyada ulaştı. Hz. Cafer Sadık (a.s)'ın talebesi ve nizam uzmanı Hişam İbn-i El
Hakem ise seslerin ve ışıkların sonuç değil cisim olduklarını yazdı. Tarih sayfaları, Miladi 13.
yüzyılın başlarında yaşayan Ebi El Hasan'ın zaman ölçüsü hakkında yaptığı kesin tespitleri
yazmıştır. Nasireddin El Tusi, üçgenleri astronomiden ilk defa ayıran ve kendi halinde bir bilim
dalı haline getiren kişidir. Onun "Şekl El Kitaa" adlı kitabı Latince'ye Fransızca'ya ve
İngilizce'ye çevrilmiş ve yüzyıllar boyunca Avrupa alimlerinin Kaynak Kitabı haline gelmiştir.
Üstat Kadri Hafız Tuvkan, "Arapların Ölümsüzleri" adlı kitabında: "El Tusi, Hendesede
(Geometri) sadece kendi çağdaşlarını değil çağımızın alimlerini de aşmış bir alimdir." der.
Sadr El Mute-Ellihin (19) olarak anılan Muhammed İbn-i İbrahim, Darwin'den üç yüzyıl önce
evrim teorisini ileri sürmüş ve sağlam bir temele oturtmuştu. Bununla ilgili olarak Amerikalı
Drouber "Dinle İlimin Çekişmesi" adlı kitabında: "yetişim ve gelişim teorisi Arap ve Müslüman
kitaplarında okutuluyordu. Üniversitelerde okutulması ve madenlere uygulanması konusunda
bizden çok daha ileri bir düzeye varmışlardı" demiştir. Isfahan şehrinde Bahaeddin El Amili'nin
inşa ettiği "Mescit Şah" isimli bir cami vardır. Bu caminin kubbesinin altında bir kişi konuştuğu
zaman
sesin yankısı yedi kere tekrarlanmakta, bir ucunda bir kişi konuştuğu zaman uzak olmasına
rağmen diğer ucundaki insan mikrofonla konuşuyormuş gibi duyabilmektedir. Daha sonra bunun
sırrının farklı bir geometrik şekilde yaparak caminin ortasına yerleştirdiği iki taşın sayesinde
olduğu anlaşılmıştır. Cami günümüze kadar turistler ve meraklılar tarafından ziyaret
edilmektedir.
Tekrar ediyoruz, Arap uygarlığının temeli Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü o sadece bir din
kitabı değil, din ile birlikte, Fen, Yasa, Felsefe, İlim, Ahlak, Ekonomi, Siyaset ve diğer ilimlerin
var olduğu bir kitaptır. Gördüğümüz kadarıyla bu ilimler, bu konular için yazılmış kitaplarda
olduğu gibi bölümlere ayrılmamıştır ama istisnasız bütün bu ilimlerin temelinin teşkil edildiğini
ve kurallarının konulduğunu görüyoruz. Bu gerçek zaman geçtikçe ve yeni buluşlar oldukça
anlaşıldı. Ne zaman yeni bir şey keşfedilse, onun temelinin Kur'an-ı Kerim'de olduğunu
görüyoruz. İbn-i Abbas bu konu ile ilgili olarak "Kur'an-ı Kerim'de öyle anlamlar var ki bunlar
zamanla anlaşılacaktır." Demişti. İmam Cafer Sadık’ ta dedi ki: " Kur'an’da öyle açıklamalar var
ki bir kısmı gerçekleşti bir kısmı da zamanı gelince gerçekleşecektir." Ve dedi ki "helal haram
konusu ilimle ( Kur'an-ı Kerim'deki ilmi kastederek ) mukayese edilirse hiçbir şey sayılmaz! (20)
yani Fıkıh, Kur'an-ı Kerim'in ilimlere ayırdığı büyük bölümün küçük bir parçasıdır. Üstad
Nevfel, “Allah ve Çağdaş İlim, Kur'an ve Çağdaş İlim” adlı kitabında, bu konu için
söylediğimizin gerçekliğini rakamlarla ispat etmektedir. Renours diyor ki: "Avrupa’yı onuncu
yüzyılda ilerleten, Tabiat, Astronomi, Felsefe ve Matematik gibi ilimlerin Kur'an-ı Kerim'den
alındığını itiraf etmeliyiz" Bütün bunlardan sonra Müslümanların felsefesi ve ilimleri yoktur
denebilir mi? Allah’ın ölümsüz ve sonsuz Kitabı göz önünde iken Hz. Ali (a.s)’nin karıncadan,
yarasadan ve tavustan bahsetmesi veya Yaratıcının tenzihinden, ilimlerin inceliğinden söz
etmesi tuhaf olabilir mi? Sonra bu aklı evvelin Nehc’ül Belağa’nın Hz. Ali (a.s)’ye mal edildiğini
ileri sürebiliyor.(21) nedeni de -ona göre- Müslümanların Felsefeleri
olmayışı ve Nehc’ül Belağa’nın İmam'ın bilgisi ve kültürünün üstünde oluşu imiş(!)
Hz. Ali (a.s)’yi İlimden uzak tutmak için sadece iki yol vardır: Hz. Muhammed (s.a.a)'i
ve Kur'an-ı Kerim'i ilimden uzak tutmak! Veya Hz. Ali (a.s)’nin hem Kur'anın hem Sünnetin
ilimlerini nezdinde topladığını iddia etmek. Eğer felsefenin kendini ifade edecek bir ortamı varsa
hiç bir akıllının bunu söylemeğe cüret edeceğini sanmıyorum.
Birileri garipseyip: "nasıl kesin bir şekilde 'eğer Hz. Ali (a.s) alim değilse; Hz.
Muhammed (s.a.a) de alim değildir, Kur'an-ı Kerim'de de ilim yoktur.’ Diyebiliyorsun"
diyebilir.
Böyle bir sorunun cevabını her Müslüman veya İslam Tarihi hakkında az da olsa bilgisi
olanlar bilir. Yakın olanlar da uzak olanlar da bilir ki Hz Ali (a.s) Kur'anın tercümanı, konuşan
lisanı, Peygamber ilminin belirli yolu ve (Ayşe’nin dediği gibi) Kur'an-ı ve Sünneti en iyi
bilendir. Eğer Hz. Ali (a.s) Kur'an ve sünnette cahil ise sahabelerden alim olan kimdi? Eğer
Peygamberin en yakını, İslam'a ilk inanan kişi olan Hz. Ali (a.s) Kur'anın ve Sünnetin ilmini
bilmiyorsa, Uğruna üniversiteler kurulan ve hakkında binlerce kitap yazılan İslam ilimleri
nelerdir? Dünyanın dört bir yanına nasıl yayıldı.?
Hz. Muhammed (s.a.a) dedi ki: "Baş insan için ne ise Ali de benim için odur." (22)
Ebu Bekir'den nakledilen bir hadiste Hz. Muhammed (s.a.a)'in "Ben Allah için ne isem
Ali de benim için odur."(23)
Dediğini rivayet ederler. Ayrıca Hz. Peygamberin "Ey Ebu’l Hasan ilmi su gibi içtin"
ve "Ben ilim şehriyim Ali de kapısıdır." dediği rivayet edilir. (24) İbn-i Abbas da der ki: "Ali'ye
ilmin onda dokuzu verildi, diğer insanlara bırakılan onda bire de ortak oldu." Ömer İbn-i El
Hattab da der ki: "Peygamber Ali'yi ilimle beslerdi." Said İbn-i El Museyyeb der ki:"Ali'den
başka Peygamberin hiçbir sahabesi "bana sorun" demezdi. Kendisinin de "istesem fatiha
suresinden yetmiş katır yükü kadar anlam çıkarırım" dediğini rivayet ederler. (25)
Doğrusu Hz. Ali (a.s)'nin faziletleri ve ilmi hakkındaki hadislerin bitmesi mümkün
değildir; ki doğuda ve batıda Müslüman veya Müslüman olmayan alimler onun hakkında
ciltler dolusu yazmışlardır.
▬
İMAM'A GÖRE FELSEFENİN GAYESİ
Eğer felsefe; bir oranlama figürleri, varlıkları zihinsel olan ve olmayan, öz ve yüzeysel,
ve sadece evhamda var olan bütünler ise; ve eğer filozof, karanlık bir odada oturup evrenin ve
doğanın bütünlüğünü düşünen, düşünceleri ile yaşamakta olduğumuz hayatın üzerinde uçan,
aklını ilke ve kural üretmek için bir laboratuar olarak kullanan ve bunları insanlara birer tılsım
ve bilmece şeklinde sunan ise Hz. Ali (a.s) felsefeden ve filozoflardan en uzak kişidir.
Yok eğer felsefe, düşüncelerin açıklanması, akla doğrusunu eğrisini ayırt edilmesi için
sunulması ise; ve filozof gerçeği delil ve mantıkla destekleyen, aklın kabul ettiğine sarsılmaz bir
inançla inanan ve inandığı şeyi sadakatle tatbik etmeğe çalışan ise İmam filozofların piri ve
efendisidir.
İMAM'A GÖRE FELSEFE
Ben bu özette İmam'ın felsefesi hakkında yazmak istemiyorum. Ancak onun söylemiş
olduğu bir cümleye rastladım. Belki bu cümle onun felsefi yönünü ve felsefedeki gayesini
belirlemektedir. Diyor ki:
"Akıllar düşüncelerin, düşünceler kalplerin, kalpler duyguların, duygular da unsurların
imamlarıdır."
Örneğin insan, "demokrasi mi daha iyidir diktatörlük mü?" Diye bir düşünce ile karşı
karşıya kalsa, aklı ile muhakeme yapar. demokrasi ile diktatörlüğün iyilik ve kötülüğünü
dikkatle mukayese eder. Birinin iyiliğinin daha fazla olduğunu görür, ona kesin olarak inanır
ve kabul eder. İşte kalbin rolü budur. İnsan ne zaman bir ilkeye tam olarak inanırsa bu onun
sembolü olur, hiçbir tenkit eleştiri veya eziyete aldırmadan onun için çalışır ve her türlü
fedakarlığı yapar. İşte duyguların ve unsurların rolü de budur.
İmam'ın ne demek istediği açıklığa kavuştuktan sonra onun bu sözlerinden şu neticeleri
çıkartabiliriz.
1- Aklın görevi fikirleri elemek ve belirlemek, ancak aşağıda belirtildiği gibi aklın
geçemeyeceği sınırlar vardır.
2- Akılla ve aklın kuralları ile çelişen İnanç, -hangi inanç olursa olsun- hak ve doğru
olamaz.
3- Gerçeğe uygun ve aklın doğru olduğunu kabul ettiği bir teori eğer tatbik edilmezse
faydalı değildir.
Burada dile getirdiğimiz düşüncenin özeti: düşüncenin inanca dönüşmesi, inancın da his
edilen bir eyleme dönüşmesi gereğidir.. Hz. Ali (a.s)'nin "İman ve fiil birbirinden
ayrılmayan iki ikiz kardeş, iki yoldaştır. Allah (c.c) hiçbirini tek başına kabul etmez." sözü
bunu ifade etmektedir.
İMAM VE MATERYALİSTLER
Birisi: "Materyalistlerin felsefesi; sadece fiili değer olarak kabul eden ve bu temele
dayanarak üretimle dağıtımı ve insanların ilişkilerini düzenleyen bir görüştür". Diyebilir.
Cevap olarak: " Evet, din de materyalistlerin sadece maddeyi asıl, ruhu da sonuç olarak
kabul eden felsefelerini reddeder."
Ütopyacıların da "Asıl olan fikirdir, maddede onun sonucudur, yeryüzü ve bütün gökteki
yıldızlar madde şeklinde birer ruhtur." diyen felsefelerini de reddeder diyebilirim.
Varlığı sadece maddeyle veya sadece ruhla sınırlamanın nedeni; bazı filozofların, "Akıl,
gerçeği idrak edilen şeylerden farklı olsaydı idrak etmesi imkansız olurdu, çünkü çelişkili iki
şeyden biri çelişkili olduğu diğerini aralarındaki ilişki yokluğundan dolayı idrak etmesi mümkün
değildir." Demesidir. Aralarında bir uyum sağlamak için akılla maddeyi birbirine bağladılar ve
aklın beyindeki ve sinir sistemindeki atomların titreşimlerinden oluştuğunu iddia ettiler.
Ütopyacılar da bunun tam tersini dile getirdiler, onlara göre de maddenin varlığını akla
bağlayarak, aslında tabiatın varlığı maddi değil ruhsaldır dediler. Yani birileri aklı maddeleştirdi
diğerleri de maddeyi akıllaştırdılar. (26)
Başkaları da "Akılla vücut ayrı nitelikler taşır ve ikisi de varlık olarak birbirinden
bağımsız ve gerçekte birbirinden ancak aklın maddeye yetişmesinde bir sakınca da yoktur.
ayrıdır; buradaki yetişmenin anlamı, akılda maddenin kendisinin değil suretinin ve benzerinin
resmedilmesidir, bunun tersinin olması da imkansızdır." dediler. (27) Ancak İslam ve diğer
semavi dinler üç gerçeğin varlığını kabul eder. Allah (c.c), Akıl ve madde. Madde varlığın
esasları arasına girer; ancak aklın da maddenin de varlığı Allah'tandır.
İmam'ın düşünceleri ve sözleri bu gerçeğe dayanır. Bu da materyalistlerin, ütopyacıların
ve her ikisini birleştiren -hem ruhun hem bedenin gerçeğini kabul eden- ama Allah (c.c)'ın
varlığını inkar eden üçüncü grubun düşünceleri ile çelişir.
Bunları incelediğimiz zaman materyalistlerin; çalışmanın madde olduğunu, ve evrende
maddeden başka hiçbir şeyin olmadığını düşünerek çalışmayı kutsadıklarını görürüz. insanın
değeri de ürettiği gıda, giyim ve inşa ettiği bina nispetine göredir. Eğer İmam "İnsanın değeri
yaptığı ihsan kadardır" diyorsa, aynı zamanda "Allah (c.c)'ın istediği olur" diyordu. Eğer İmam
insanlara faydalı olan çalışmayı kutsuyorsa bunu Allah'a imanla birlikte kutsuyordu. Çünkü
Allah madde üstüdür. Onu duyular idrak etmez ve o bütün varlıkların aslıdır. İmam (a.s),
hayatla ilgisi olmayan boş ve anlamsız tartışmalardan sakınılmasını tavsiye eder. Örneğin,
senden ruha inanmanı ister; çünkü ruh varlığa kök salmış sabit bir gerçektir. Aynı zamanda
inanç konusunda bu kadarı ile yetinmeni, ruhun özelliğini, basit bir cevherden mi yoksa şeffaf
atomlardan mı meydana gelip gelmediğini araştırmanı istemez. Senin bu araştırman bazı inanç
sahiplerinin Hz. İbrahim'e inen kurbanın ağırlığının yüz kg ağırlığında olup olmadığını veya Hz.
Nuh'un gemisinin uzunluğunun seksen arşın olup olmadığını araştırmasına benzer ki bunları
tartışmanın hiçbir anlamı yoktur.
Materyalistler, canlı varlığı duyguları ile sınırlandırır bundan ötesini anlamsız ve boş laf
olarak görürler. İmam (a.s) ise canlı varlığı duyguları ile sınırlandırmaz, akıllı varlığın
düşüncelerini hissedilenle veya edilmeyenle ilgili olsun sözlerini dünyasına ve ahretine faydalı
olabilecek şeylerle sınırlandırmasını ister. Onun "İlim fiille birlikte olmalıdır. En adi fiil, imana
ulaşamayarak sözde kalarak, etkisi ahlakta ve eylemde görülmeyendir." Sözleri bu anlamdadır.
Allah (c.c) da Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır.
‫ضاةِ ه‬
‫ف‬
ْ ِ‫صدَقَ ٍّة أ َ ْو َم ْع ُروفٍّ أَ ْو إ‬
ِ ‫صالَحٍّ بَيْنَ النه‬
َ ‫اس َو َم ْن ََ ْفعَ ْل ذَلِكَ ا ْب ِتغَا َء َم ْر‬
َ َ‫اَّللِ ف‬
ٍّ ‫الَ َخي َْر فِي َك ِث‬
َ ِ‫ير ِم ْن نَجْ َوا ُه ْم إِاله َم ْن أ َ َم َر ب‬
َ ‫س ْو‬
)114/‫نُؤْ تِي ِه أَجْ را َع ِظيما}(النساء‬
"Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı veya insanlar arasını düzeltmeyi emredeninki
hariç, onların aralarındaki gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur.... Nisa
Suresi 114."
İMAMA GÖRE AKIL
Akıl İmam (a.s)'a göre vahiy, duygu ve deneyimle birlikte irfan ve bilginin
nedenlerinden biridir. Ancak vahiy ile diğer unsurlar arasında fark çok büyüktür. Vahiy doğa ile
veya doğa ötesi ile ilgili olsun istisnasız bildirdiği her şey Hakkel Yakindir. (Gerçeğin ta
kendisidir.) (28) Duygularla deneyimin alanı maddeyi aşamaz. Aklın da aşamayacağı sınırlı bir
alanı vardır. O, her etkinin bir etkileyicisi, her düzenin bir düzenleyicisi, adaletin iyi, zulmün
kötü, yararlı olanın hayır yararsız olanın şer olduğunu bilir, aynı zamanda akıl, duygu ve
tecrübe ile günlük hayatımıza gerekli olan icat ve keşiflerle ilgilenir. Aklın görevi sadece bu
kadardır. O halde ortada aklın, duygunun idrak etmediği ve deneyimle bilinmeyecek şeyler
vardır. Buna rağmen akıl, gerçekliğini ve değerini korur.
İMAM VE AHLAK
İmam (a.s)'ın bizi aydınlatan sözlerinden biri de "hayırla şer, güzellikle kötülük tek bir
şeyin içinde bulunan gerçek sıfatlardır." Akıl da, sabit ve gerçek şeyleri ifade eder. Yoksa kişisel
teori sahiplerinin ifade ettikleri gibi; kişinin çevresi, terbiyesi veya kişiliğindeki iyilik veya
kötülük oranına göre iyi veya kötü bir şekilde konuşmaz. İmam (a.s)'ın bu konudaki sözleri
gerçekçidir. Bunu "Hak kişilerle değil, kişiler Hakla bilinir." Veya "Hakkı bilirsen Hak Ehlini
de bilirsin" Sözleri çok güzel dile getirmektedir. Bu sözlerin gerçekleşmesi için Hakkın
kendiliğinden ayakta durması, her türlü koşuldan bağımsız kılınması gerekir. İmam (a.s); akla,
aştığı takdirde cahilliğe düşeceği ve tökezleyeceği bir sınır çizmiştir. Özellikle Allah (c.c)'ın
zatı ve gerçeği ile ilgili olduğu zaman. Bu konuda şöyle diyor: "Evhamlarda Allah (c.c) için ne
düşünülüyorsa gerçek onun tersidir." Yani, aklın tasavvur gücü varlık esasının sınırında durur.
Çünkü akıl Allah zatının gerçeğini tasavvur etmekte yetersizdir.
İMAM VE KANT
Kant'ın "Akıl zaman ve mekanla sınırlı, şehvetle çevrilidir. Bu nedenle akıl, yaşadığımız
bu alemin hiç bir şeyi ile sınırlandırılamayacak, bildiğimiz hiçbir şeyi ile vasıflandırılamayacak
olan Allah (c.c)'ın mahiyetini idrak etmesi imkansızdır." Diyen düşüncesi İmam (a.s)'ın
düşüncesine yakındır. Kant, İmam'ın "Allah vardır ancak aklın evhama ve çelişkiye düşmeden
aşamayacağı sınırları vardır." Düşüncesini de ikrar eder. Ancak İmama göre "akıl Allah (c.c)'ın
mahiyetini bilmeden varlığını bilir." Kant'a göre "Allah (c.c) kalp yoluyla bilinir, akıl ise ne
varlığın temelini ne de Allah (c.c)'ın mahiyetini bilebilir"
Doğrusu bilemiyoruz kalbin, sebepler ve sebebiyet verenlerle, nedenler ve sonuçlarla,
ne işi olabilir? İmam (a.s); aklın, kendi görüşü ile düzenleyen olmadan düzen olamayacağını,
neden olmadan sonuç olamayacağını bilerek Allah (c.c)'ın varlığına inanacağını görmektedir.
Bunların hepsi de kalpten uzak şeylerdir.
Her şeye rağmen İmam (a.s), bilginin nedenini vahiyle sınırlandırmaz, her bir unsurun
ilgili olduğu alanla sınırlı kalması koşuluyla buna deneyimi, incelemeyi ve aklı da ekler.
▬
HERKESİN ÜSTADI
Ne Hz. Muhammed (s.a.a)'in zamanında ne de dört halifenin zamanında ilim için
kurulmuş ne okullar, ne de enstitüler vardı. Sahabeler çevreye dağılır Peygamberden ve Kur'anı Kerim'den öğrendiklerini insanlara öğretirlerdi. Yalnız bu öğretiler ibadet, farzlar ve benzer
hükümleri aşmazdı.
Ancak Kur'an-ı Kerim'in bilimsel sırları ve gaybi mucizeleri, bilimselliği, tekniği ve her
şeyi kapsaması her zamana ve her mekana uyumluluğun sırrını sadece ilahi ilmin derinliğini
bilenler bilir. Onlar da Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beytidir. Diğerleri ise ya hiçbir şey
bilmez veya bildikleri kendi zamanının koşullarına uygun olan insanların ve bindikleri atlarının
şeceresini yazma, hurafeler, Ayyafeler (kuşların uçuşundan anlam çıkarmak) iz sürme, rüya
tabiri, nalbantlık, hastaları demir ve ateşle dağlamak gibi şeyleri bilirdi. Eğer sahabelerden
birinin işe yarar bir marifeti olmuşsa, bunun kaynağı peygamber veya Ehl-i Beytidir. Bu konuda
örnekler sayısızdır. Ben burada birkaç örnek vereceğim.
Halife Ömer; meclisinde, Bedr savaşına katılan yaşlı sahabelerle birlikte İbn-i Abbas'ı da
bulundururdu. Bu durumdan rahatsız olan sahabeler bir gün ona "neden bu genci bizimle birlikte
bulunduruyorsun?" diye sordular. Buna karşılık bir gün onları topladı, İbn-i Abbas'ı çağırdı ve
onlara Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinin anlamını sordu, bir kısmı sustu bir kısmı da:
"bilmiyoruz" diye cevap verdi. İbn-i Abbas ise ayetlerin anlamını açıkladı. O zaman Ömer
onlara "İşte görüyorsunuz değil mi?" dedi. (29) Eğer İmam (a.s)'ın öğrencisi Bedr'in yaşlıları ve
sahabelerin büyüklerine ders verebildiyse öğretmenine ne demeli? İbn-i Abbas'a "senin ilmin
amcanın oğlu Ali'nin ilmine göre nispeti nedir?" diye sordukları zaman denizle su damlası
arasındaki fark gibidir" diye cevap verdi. Aslında Hz. Ali (a.s)'nin ilmi deniz değil okyanustur.
Çünkü Müslümanlar İbn-i Abbas'a Deniz ve Bilge adını takmışlardı. İbn-i Salih şöyle rivayet
ediyor: "İbn-i Abbas'ın kapısında bilgi sormak için bekleyenleri gördüm; evin önü ve sokak
dolusu idi." İbn-i Abbas Muaviye ile birlikte hacca gittiği zaman Muaviye'nin bir maiyeti, İbn-i
Abbas'ın da ilim talep edenlerden bir maiyeti vardı. Bağdadi, Ata'nın şöyle söylediğini rivayet
eder. "Ben İbn-i Abbas’ın meclisinden daha faydalı bir meclis görmedim, Kur'an’dan,
Gramerden, Şiirden veya Fıkıhtan sormak isteyenlerin hepsi bir arada onun meclisinde idi" İbn-i
Abbas'ın anlattığı izah ettiği bütün bu ilimler Ebu’l Hasan'ın genişliği ve derinliği belirsiz
okyanusundan sadece bir damla idi. İbn-i Abbas İmam (a.s)'ın yegane öğrencisi değildi, Hz. Ali
(a.s.) peygamberden sonra istisnasız herkesin üstadı idi. Herkes ondan ilim alıyor, onun sözlerini
Kur'an-ı Kerim'i delil gösterdikleri gibi delil olarak gösteriyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed
(s.a.a) onun için "Ali Kur'anla, Kur'anda Ali İledir, havz'ın başında bana gelinceye kadar
birbirlerinden ayrılmayacaklardır. (30) demiştir. Bu hadisten aşağıdaki sonuçları elde ederiz:
1- Kur'an-ı Kerim'in
‫اَّللَ إِ هن ه‬
‫سو ُل فَ ُخذُوهُ َو َما نَ َها ُك ْم َع ْنهُ فَا ْنتَ ُهوا َواتهقُوا ه‬
)7/‫شدَِدُ ْال ِعقَاب (الحشر‬
َ َ‫اَّلل‬
ُ ‫الر‬
‫َو َما آت َا ُك ْم ه‬
"Peygamber, size ne verirse onu alın ve neden vazgeçmenizi emrederse ondan vazgeçin"
Haşır Suresi:7
ayeti, Peygamber hadisinin Kur'an-ı Kerim gibi olduğuna, "Ali Kur'anla beraberdir" ve "...Ali
Kur'anın mertebesindedir" hadislerinin, Ali'nin, Allah (c.c)'ın yolu, kullarına karşı hücceti
olduğuna, ona karşı gelenin Kur'ana karşı geldiğine delildir. bütün bu nedenlerle bize göre
Hüccet (Delil) ve İtaat açısından Allah (c.c), Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) birdir.
2- Hz Ali (a.s) Kur'an-ı Kerim'in bütün ayrıntıları ile bütün gerçeklerini ve ilimlerinin
tamamını bilir. Eğer bilmediği bir şey olsaydı o zaman biri diğeri ile birlikte olmazdı.
3- Hz. Ali (a.s) Kur'an gibi hatasızdır. Batıl onun ne önünden ne de arkasından gelir.
4- O Kur'an gibi ölümsüzdür ve bu ölümsüzlük kıyamet gününe kadar sürecektir.
5- Hz. Ali (a.s)'nin Kur'ana, Kur'anında Hz Ali (a.s)'ye ihtiyacı vardır. Çünkü
beraberliğin anlamı birinin diğerine ihtiyacının olmasıdır. Hz. Ali (a.s) ilim kaynağı
olarak Kur'ana başvurur, Kur'anında Hz. Ali'nin izah ve açıklamasına ihtiyacı vardır.
Bunu için İmam (a.s) Kur'an için "O suskun Kur'an bende konuşan
Kur'anım." Demiştir.
O, Hakla Batıl arasında bir ölçüttür. Onun için Hz. Muhammed (s.a.a) ona: "Hiçbir
mümin senden nefret etmez, hiçbir münafık da seni sevmez." demişti. Yine bundan dolayı o
Cennet ve cehennem ehlinin ayırıcısıdır. Yani mümin onu sevmesi, münafık da ondan nefret
etmesi ile belli olur.
Bu durumda, açıkça görülüyor ki Hadisi Şerif, Hz. Ali (a.s) ve Kur'an-ı Kerim tamamen
aynı düzeydedirler. Aralarındaki beraberlikten ve alakadan dolayı Kur'anın yüceliği ne ise Hz.
Ali (a.s)'nin yüceliği odur.
Eğer "Ali Kur'anla beraberdir" hadisini göz ardı edip Hz. Ali (a.s)'nin doğumundan
ölümüne kadar hayatını ve davranışlarını inceleyecek olursak göreceğiz ki o bütün hayatını
Kur'an-ı Kerim için adamıştır. O ki küçükken Kur'an-ı Kerim'i Peygamberden öğrendi,
büyüyünce de Peygam-berle birlikte onu savunmak için savaştı. Halife olduktan sonra da,
Nakisin, Kasitin ve Marikinlerle (Sadakatsiz, Haksız ve Kur'an yorumunda sorumsuzluk
yapanlar) la savaştı. Üç Halifenin zamanında Kur'anın öğretilerini yaymak için elinden gelen
her şeyi yaptı. O halde söz konusu hadis; ispat edilmiş bir gerçeği, İmam'ın çocukluğu, gençliği
ve yaşlılığında yaptığı özveriyi ifade ediyor.
Kahire Üniversitesi Bilimler Fakültesi dekanı sayın Ali El Jundi'nin dediği gibi: "Bu açık
seçik gerçeği görmeyenler; sadece görmek istemeyen hakka inat eden, alışılmışın dışına çıkan
ve gözün görebildiği kulağın işitebildiğini inkar edenlerdir."
Allah (c.c); Hz. Ali (a.s)'nin iyiliğini, Hz. Ali (a.s) ile de bu milletin iyiliğini istedi.
örnek olarak yetişmesi için onu, kendi benzerinin ve kendisinden daha üstün birinin yanında
büyümesini sağladı. El Şabi, Hz. Ali (a.s.) için şöyle yazar: "Ali'nin bu ümmetteki durumu
Meryem oğlu İsa'nın Beni İsrail'deki durumuna benzer". Hasan El Basri de onun için "Allah
(c.c)'ın düşmanlarına attığı isabetli bir oktur." demişti. O kendini Kur'an-ı Kerim'e adamış, onu
öğrenmiş ve öğretmişti.
Hikmet sahibi Ali (a.s)'ye gelince, Peygamberlerden sonra – Ebu’l Haseneyn'den (Hasan
ve Hüseyin'in babası) başka bu vasfa layık kimseyi göremiyorum- eğer Hikmet sahibi olmasaydı
Hikmet sahibi olması gerekirdi, çünkü hikmetin bütün koşulları ve nedenleri onda mevcuttu.
Onun özü temiz, gönlü hoş, ruhu berrak, zekası keskin, gaybi ince şeylerden tahmin ederdi.
Doğru çıkan bir çok tahmini oldu. Onun adamlarından biri bir gün: "Ey Emir El Müminin sende
Gaybin bilgisi vardır." deyince gülmüş ve "bu gaybi bilmek değildir. Bu
alimden öğrenmiş olmaktır." Diye cevap vermiştir. (31)
GAİPLER
İmam (a.s) der ki: "Kahin sihirbaz gibi, Sihirbaz da kafir gibidir. Kafir de
cehennemliktir." Meşhur olayı hepimiz biliyoruz, bir gün sefere çıkacağı zaman çevresinden
biri ona "Bu yönden gidersen korkarım istediğine kavuşamayacaksın" dediği zaman ona: "Senin
bu sözüne kim inanırsa Kur'an-ı Kerim'i yalanlamış olur." Diye karşılık verdi. Yine bir gün bir
müneccime rastlamıştı, ona çatık bir çehre ile: "bu hayvanın karnındakinin erkek mi dişi mi
olduğunu biliyor musun!!? Senin sözlerine kim inanıyorsa Kur'an-ı Kerim'i yalanlıyordur." dedi.
َ ‫ع ِة َوَُن َِز ُل ْالغَي‬
‫ِإ هن ه‬
‫ض تَ ُموتُ ِإ هن‬
ٍّ ‫س ِبأَي ِ أَ ْر‬
ٌ ‫س َماذَا تَ ْك ِسبُ غَدا َو َما تَد ِْري نَ ْف‬
ٌ ‫ْث َوََ ْعلَ ُم َما فِي األ َ ْر َح ِام َو َما تَد ِْري نَ ْف‬
َ ‫اَّللَ ِع ْندَهُ ِع ْل ُم السها‬
‫ه‬
َ
)34/‫ير}(لقمان‬
ٌ ِ‫اَّللَ َع ِلي ٌم خب‬
"Şüphe yok ki kıyâmetin ne zaman kopacağı, yağmurun ne vakit ve nereye
yağacağı Allah katındadır. Ve hiç kimse Rahîmlerdekini, yarın ne kazanacağını ve
nerede öleceğini bilemez; şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir, her şeyden haberdardır".
Lokman:(34)
Hz. Cafer Sadık der ki: "Falcı Melun, Müneccim Melun, Kahin Melun, Sihirbaz da
Melundur."
İmamiyye alimleri de "Kim bir Müneccim veya Kahine inanırsa Hz. Muhammed
(s.a.a)'e indirilene inanmıyor demektir." dediler. Hak ve ilim yolundan sapıp hile, yalan,
ikiyüzlülük ve sahtekarlık yapanları da dinde bidat yaptıkları, düzeni ve insan ahlakını tahrip
ettikleri için en sert şekilde kınamışlardır. Ayrıca sihirbazlıkla uğraşanı; Müslüman ise
öldürülmesini, gayrimüslim ise cezalandırılması gerektiği görüşünde birleşmişlerdir.
Şimdi akla bir soru gelebilir; eğer sihir ve kehanet Hz. Ali (a.s) ve taraftarlarının yanında
bu kadar günah ise neden kendisi kendi zamanından sonra meydana gelecek olayları haber
verdi? (Bu sorunun cevabı aşağıdaki satırlarda verilmiştir.) Alimlerin yeryüzünün dönüşünü
ölçerek Güneş ve Ay tutulmasını haber vermeleri mantıklıdır; ama herhangi biri, onlarca yıl
sonra belli bir yerde meydana gelecek bir yangını, çıkacak bir devrimi, Allah (c.c)'ın filanın
soyundan bir yöneticinin veya bir alimin yaratacağını önceden bildirmesi veya benzeri olayları
bilmesi, mümkün olmayan konuları haber vermesi imkansızdır. Bu sorunun cevabını İmam'ın şu
sözlerinden çıkartmamız mümkündür.
"Kim bilgisi olmadan fetva verirse ona yeryüzü ve gökyüzü lanet eder"
"Söylenmeyecek şeyi söyleme, hatta bildiğin her şeyi söyleme."
"İlme gerek duymayacak hiçbir hareket yoktur."
Onun bu konudaki sözlerini toplayacak olsam bir kitap oluşurdu. İmam (a.s)'ın, kendi
yasakladığı şeyleri kendisinin yapması düşünülemez! O bilenden öğrendiği için gelecekte
olacak şeyleri haber vermişti. Önceki bölümde anlattığımız gibi adamın biri ona "Ey Emir El
Müminin sende Gaybin bilgisi vardır." dediği zaman gülmüş ve "Bu gaybi bilmek değildir bu
Bilenden öğrenmiş olmaktır." Diye cevap vermişti. İmam (a.s)'ın kastettiği "Bilen"
Peygamberdir. Onun gelecekle ilgili söylediği her şeyi (Bilimle öğrenilmesi mümkün olmayan
şeyler) Peygamberden öğrenmişti.
ْ َ َ‫ب فَال‬
)27/26‫صدا}(الجن‬
ُ ‫ضى ِم ْن َر‬
ْ ‫ إِاله َم ْن‬/ ‫ُظ ِه ُر َعلَى َغ ْيبِ ِه أ َ َحدا‬
َ َ ‫ارت‬
ِ ‫َعا ِل ُم ْالغَ ْي‬
َ ‫سو ٍّل فَإِنههُ ََ ْسلُكُ ِم ْن بَي ِْن ََدَ َْ ِه َو ِم ْن خ َْل ِف ِه َر‬
"Gizliyi bilen odur, gizlediği şey de hiçbir kimseye açılmaz. Ancak peygamberlerden
seçtiği müstesna. Cin Suresi:26-27" Peygamber de gerekli gördüğü seçkin kimseye verir.
Peygamber (s.a.a), gaiple ilgili olarak bir kısmı zamanımızdan önce, bir kısmı zamanımızda
gerçekleşen bir çok olayı haber vermişti. Bizden önce gerçekleşen olaylar arasında şunları
sayabiliriz:

Kendisinden sonra Müslümanların hükmedecek-lerini ve Sezar ile Kisra'nın (Eski
Roma ve İran İmparatorları) hazinelerini fethedecek-lerini bildirmişti.

Abdullah İbn-i Abbas doğduğu zaman annesi Ümmül Fadl'a “Halifelerin babasını
götür” demişti.

Hz. Ali (a.s)'ye "Nakisler, Kasitler ve Marikilere (sadakatsiz, haksız ve dinden
çıkanlara) karşı savaşacaksın" demişti.

Hz. Ali için "O ölmeden sakalı cephesinden kızıllaşacaktır." demişti.

Ayşe'ye "Cemel'e (deve) binecek olan sensin ve Havaib köpekleri sana
havlayacaktır.” demişti.

Ebu Zerr El Gaffari'ye Osman'ın Rebeze'ye yapacağı sürgünü kastederek "seni bu
yerinden çıkarırlarsa ne yapacaksın?" diye sormuştu.

"Bedir gününde, malı olmadığını iddia eden amcası Abbas'a da 'Eşin Ümmül
Fadl'a saklaması için verdiğin para nerede?” diye sormuştu.

Kızı Fatıma'ya "Ben vefat ettikten sonra bana ilk katılacak olan sensin!" demişti.

Ammar İbn-i Yasir'e "Seni zalim zümre öldürecektir, dünyada son yiyeceklerin
arasında ayran olacaktır." Diye haber vermişti. (ayran içtikten sonra onu
Muaviye'nin ordusu öldürdü)

Göğüslü lakabı ile bilinen Haricilerin reisinin öldürüleceğini söylemişti.
(Nehrevan savaşında öldü).

Zübeyr'e "Sen Haksız olarak Ali'ye karşı savaşacaksın." demişti. (Cemel
gününde Hz. Ali (a.s)'ye karşı savaştı)

Mervan oğulları için "onlar otuz kişi oldukları zaman Allah (c.c)'ın malını
talan, kullarını köle, Dinini de tahrif edeceklerdir".demişti.

İran imparatoru Kisra adamlarını göndermiş; Peygamberi ölü yada diri olarak
getirmelerini emretmişti. Ona vardıkları zaman onlara Kisra'nın; oğlu Şeyrevih
tarafından öldürüldüğünü" söyledi. (olaylarda bunu doğruladı).

Ayrıca "El Hurra" vakasını anlattı. Sahabelerden Zeyd İbn-i Suhan için "onun
bir parçası kendisinden önce cennete gidecektir demişti. (Nehavend gününde
Allah (c.c)'ın yolunda eli kesildi) bu hadis Tefsir ve Tarih kitaplarında, özellikle
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'de zikredilmiştir.
Kendisinden sonra Ehl-i Beytinin başına gelecekleri defalarca imalarla anlatmıştı. (32)
Zamanımızda gaybla ilgili gerçekleşen ikinci kısma gelince, baskısını Muhammed Ali
Subayh'in yaptığı Sahih Buhari C:9, 109. Sayfada "Fırat nehri, neredeyse gizlenen bir altın
hazinesini meydana çıkartacak." demiştir. –Petrole işaret edilmektedirAynı kitabın 61. sayfasında "Zaman yaklaşacak ve işler azalacak" demişti. ulaşımın
artması ve aletlerle işçi ihtiyacının azalmasına işaret edilmektedir.
1953 baskılı Ahmed'in Müsned'inde C:12, 173. Sayfada: "Pazarlar ve zamanlar
yaklaşacak" demişti, -zamanımızın en belirgin özellikleri arasında ihracatın kısa zamanda
gerçekleşmesidir.!
Ahmed İbn-i Hanbel Müsnedinde rivayet eder ki: Hz. Muhammed (s.a.a) dedi ki: "İnsanın
asasının ucu ve ayakkabısının kenarı kendisi ile konuşmadan kıyamet kopmayacaktır." –Küçük
radyolar ve iletişim antenleri kastedilmektedir.Aynı kitaptan: "kişiler çıkacak ve sığır gibi dilleri ile yiyeceklerdir." yalan ve iftiraya
dayalı gazete sahipleri kastedilmektedir.Bunların hepsinden daha ilginç olan da "İnsanların başına öyle vahim olaylar gelecek ki
'kendi kendilerine' Acaba peygamber bundan bahsetmiş miydi?" diye soracaklardır." Diyen
hadisidir. Bu hadisi Ahmed İbn-i Hanbel rivayet etmişti. İbn-i Hanbel öleli 1138 yıl oldu.
Peygamber, (s.a.a) Arap yarımadasında çıkacak petrolü bildirmekle kalmadı. Onu
çıkaracak süzecek ve kullanıma hazır duruma getirecek olanların sömürgeci, kötü ve rezil
insanların olacağını haber vermişti. İbn-i Hanbel'in mesned'inde "kötü insanların hazırladığı
madenler olacaktır" başka bir hadiste "Rezil insanların...."
Şeyh Ali Yezdi. "Eşşecere El Mubareke" adlı kitabında Hicri üçüncü yüzyılın
alimlerinden Ali İbn-i İbrahim'in naklettiği uzun bir hadiste Peygamber (s.a.a)'in "Pazarlar
yaklaşacak, Faiz yeniden canlanacak, insanlar gaybla (birbirlerini görmeden) ve rüşvetle alışveriş
yapacak, bazı kavimler gelirini Allah (c.c) yolunun dışında harcayacak, zina çocukları artacak,
Kur'an-ı Kerim de şarkı gibi okunacaktır." Dediğini yazmaktadır.
Bunların içinde bu çağda gerçekleşmeyen kalmadı; ama "insanlar gayb’le (birbirlerini
görmeden) alışveriş yapacak." cümlesi dikkat çekicidir ve bu gün tüccarlar arasında yapılan iş
tarzına dikkat çekmektedir. Biliyoruz günümüzde Doğudaki tüccar batıdaki tüccara telgraf
çekerek birbirlerini görmeden, konuşmadan ve pazarlık yapmadan alışveriş yapmaktadır.
Aynı kitapta İmam (a.s)'ın: "Yer içindeki yanardağları çıkaracak, Yaz meyvesi kışın, kış
meyvesi yazın yenecek. Ağaçlar yılda iki kez mahsul verecek, buğday ve arpa ekenler normalin
yüz katı kadar verim alacak, yıl bir ay, ay bir hafta, hafta bir gün, gün de bir saat gibi olacaktır."
Dediğini yazmaktadır.
Eğer Peygamber (s.a.a) dostlarına bu gaipleri anlattıysa benzerlerini İmam (a.s)'a
anlatması daha evladır. Madem ki aralarındaki yakınlık başla ceset arasındaki gibidir o zaman Ali
kadar kim hak ederdi?
O halde İmam (a.s)'ın bütün anlattıkları Peygamber (s.a.a)'e dayalıdır. Bunları kim İmam
için reddederse, kast etsin etmesin, Peygamber (s.a.a) için de reddetmiş olur
Garip olan şeylerden biri de İmam (a.s)'ın gaybı bildiğini reddedenler,ona bunu çok
görenler, iki özürlünün gaybı bildiğine ve Hz. Muhammed (s.a.a)'in zuhur edeceğini bildirdiğine
inanıyorlardı (33)
El Razi, büyük kitabında "Alim El Ğayb" (Gaybi bilen) ayetinin tefsiri sırasında der ki:
"Bağdat'ta Sultan Sancar İbn-i Melik Şah zamanında kahin bir kadın vardı. Bu kadın gaybı
bildirir ve söyledikleri aynen çıkardı. Kelam ve hikmet ilmi tahkikçilerinden bir çok kişi ona
inanırdı." Ebu El Bereket ise "El Muteber" adlı kitabında daha ileriye gitmiş ve otuz yıl yakından
takip ettikten sonra kadının gaybi tam olarak haber verdiğine kanaat ettiğini yazmıştı.
Aslı ve gerçeği belirsiz bir kadın, gaybi haber veriyor, ona büyük alim ve tahkikçiler
inanıyor. Hatta şüpheciliği ile ünlü El Razi bile "Gaip ilmi velilere mahsus değil sihirbazlarda da
olabilir....." demektedir. O halde Allah (c.c)'ın Peygamber (s.a.a)'ine Peygamberin de İmam
(a.s)'a öğretmesinde ve onun bunları anlatmasında garipsenecek ne var?
Belki birisi: "İleri sürdüğün deliller Allah (c.c)'a ve Hz. Muhammed (s.a.a)'e vahyin
indiğine inanan bir Müslüman'ı ikna edebilir çünkü bütün yazdığın kanıtlar Kur'an-ı Kerim ve
İslam'ın usulüne inanmış kimselere yöneliktir. Ancak Allah (c.c)'a inanmayan veya Allah (c.c)'a
inanıp da Hz. Muhammed (s.a.a)'in peygamberliğine inanmayana bu deliller geçersizdir. inanmak
zorunda da değildir" diyebilir.
Buna karşılık ben derim ki: İmam (a.s)'ın gaybi bildiğine inanmayandan inanması için
dinini veya inancını değiştirmesini beklemiyorum; ama eğer insaf sahibi ise onun aklına ve
vicdanına sesleniyorum: "eğer birisi bilim veya deneyime dayalı olmadan olacak bir şeyi haber
verirse ve o şey yüzde yüz bir doğrulukla meydana gelirse bu doğruluğu nasıl yorumlarsın? Hz.
Muhammed (s.a.a) ile Hz. Ali (a.s)'den naklettiğimiz gaipleri ne ile açıklayabilirsin? İmam (a.s)'ın
İran'daki petrolü kastederek "Ne altındır ne gümüştür ama Talkan'da bir hazine vardır." sözünü
neye bağlayabilirsin? İmam (a.s)'ın bu hadisini İmam Ebu El Ganaim El Kufi "El Fiten" adlı
kitabında rivayet etmişti ve Ebu El Ganaim öleli yüzyıllar oldu. İmam (a.s)'ın torunu Hz.
Cafer Sadık 'ın aşağıdaki hadisini acaba ne ile açıklayabileceksin?. "Gün gelecek Doğudaki
Batıdakini Batıdaki de doğudakini görebilecek ve duyabilecek. Her millet sesi kendi dilinde
dinleyecek. Araplar yabancı işgalciden kurtulup kendi kendini yönetecek ve gemlerini
koparacaklardır. Toplumları da her cins insan yönetecektir." (34) İmam (a.s) bu gerçekleri bin iki
yüz yıldan fazla bir zaman önce dile getirdi. Kitaplara bin yıldan fazla bir zaman önce kaydedildi
ve hepsi gerçekleşti. Hepimiz bunları gördük ve yaşadık. Şu anda batı dünyası doğu dünyasına
Radyo ile hitap ediyor, yakında da Amerikalıları ve Avrupalıları televizyonda da seyredeceğiz ki
bunun tasarıları şimdiden yapılmaktadır. Toplumların çoğunda demokrasi gelişerek soy ve para
aristokrasisini yok etti. Nakroma, Kastro gibi her cins ve renkten insanlar halkları yönetti.
Araplarda egemenlik yoluna girer girmez gemlerini koparıp birbirlerine hakaret etmeğe
başladılar. Sanki sömürgecinin musibeti onları birleştirmişti. Egemenliğe tam kavuşurken her biri
gücünü kardeşinin üzerinde göstermeğe başladı.
İmam (a.s)'ın yüzyıllar önce haber verdiği olaylar gerçekleşmiştir Bu gaipleri sadece
Allah (c.c) ve onun seçtiği erdemli kulları bilir.
Bir kez daha tekrar ediyoruz: "İmam (a.s) gaybi bilmiyordu, Peygamberin Allah (c.c)'tan
öğrendiğini o, peygamberden öğrenmiş ve bildirmişti. Gaybi bilmekle onu bildirmek arasında
çok büyük fark vardır. Her ne kadar bildirmek için bilmek gerekiyorsa da bu bilgi kişisel değil
birinden öğrenmektir."
İNSANLIĞIN HAYALİ
İnsanlığın var olduğu günden beri bir hayali vardır ve her insan bu hayalin
gerçekleşmesini ister. Ancak bunun mümkün olmadığını bilir veya öyle olduğunu düşünür.
Ancak Ehl-i Beyt (a.s) bunun gerçekleşeceğini kesin ve mutlak bir dille bildirdiler. Bu hayalin
gerçekleşme müjdesini şu şekilde bildirdiler. El Şecere El Mubareke ve Bihar ül Anvar'ın 12.
cildinde şöyle yazar:
"Mirasın paylaşılmadığı, ganimete sevinilmediği, hiç kimsenin zulmedilmediği, hiç
kimsenin hiç kimseden korkmadığı, kanın akıtılmadığı, rızkların denkleşeceği ve eşit
paylaşılacağı, herkesin iyi bir durumda ve güvende olacağı, kurtların koyunlarla
otlayacağı çocukların vahşi hayvan ve aslanlarla oynayacağı rızkın toprak kadar bol
olacağı, birisinin bir yerden bir yere yolculuk yaparken yanına ne yemek ne para alacağı,
gökyüzünün bereketini indireceği, yeryüzünün hazinelerini ve verimini çıkaracağı, fakirin
zenginleşeceği, hiç kimsenin hiç kimseye büyüklük yapmayacağı, sıtmanın pire ve
sinekten, zehirin haşerelerden yok edileceği zaman gelmeden kıyamet kopmayacaktır.
Miras paylaşılmayacak çünkü rızk toprak gibi bol olacak. Onun için ne miras
bırakmağa ne almağa gerek kalacak. Kan dökülmeyecek çünkü paylaşım eşit şekilde
olacak. Gökyüzü bereketini ve yeryüzü verimini çıkartacaktır, çünkü bilim bazı ülkelerin
tekelinde kalmayıp bütün ülkelere yayılacak ve bilim nerede olursa verim ve bereket
olacaktır. Sıtma pire ve sinekten, zehir haşerelerden yok edilecek çünkü ilerleyecek olan
ilimle haşereler ve hayvanların hatta insanın bile yapısı değiştirilecektir. Bilim bütünüyle
yıkım ve yok etme yerine yapım ve üretime yönelecek, insanlığın hayalini
gerçekleştirecektir. Bu asırdaki insanın hayatını bir asır öncesinin hayatı ile
karşılaştıracak olursak farkın korkunç derecede büyük olduğunu göreceğiz. Bunun nedeni
de bilimin ilerleyişidir. Hayatımızdaki ve düşüncelerimizdeki bu değişikliklerin nedeni de
büyük buluş ve keşiflerdir. Gelecekte ki buluşlar da geçmişe göre çok büyük olacaktır.
İlim büyük bir hızla ilerlemekte, onunla birlikte hayatımızdaki arzulanan sonuca doğru
yürülmektedir.
Göstergeler o yönde gelişiyor ki gelecekte doğa insana kendi kızlarından daha çok
itaat edecektir. İnsanların savaşsız, barış sever ve daha iyi bir yaşamı tercih ettiklerini göz
önüne alacak olursak bunun kesin sonucu her şeyin değişeceği ve insanların hayatının
Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s)'inin müjdelediği gibi olacağı kesindir. Gelecek olan
her şey de yakındır.
HZ.ALİ (A.S)'NİN BAZI ÖZELLİKLERİ
İnsan, herhangi bir insan, kendi kişiliğinden ve izlenimlerinden ayrı olamaz. Bilgi ve
düşüncelerini gayret etse de kişiliğinden ve birikiminden uzak tutup olaylara mal edemez. Nasıl
ki alimsiz ilim, ressamsız resim olamazsa; failsiz fiil yazarsız yazı ne kadar imkansızsa bu da o
kadar imkansızdır.
Eğer herhangi bir konuda bilgi sahibi olur ve o konuda konuşacak olursak, o şey
hakkında kendi kavramımız ve tasavvurumuzla konuşmuş oluruz. Bazen uyumlu bazen
uyumsuz olabilir, gerçekle onu akseden duygu arasında benzerlik olmayabilir. Çünkü gerçek,
fikirden bağımsızdır. fikirde de gerçeği bilme zorunluluğu yoktur. Bu ilke peygamber ve Allah
(c.c)'ın kitabını kavramış olan ve Hz. Ali (a.s) gibi ilmi doğrudan Peygamber (s.a.a)'den alan
veliler haricinde herkes için geçerlidir. Onun ilmi gerçeğin kendisini teşkil eder bunun içindir ki
o "örtü açılsaydı imanım artmazdı" demişti. Çünkü bilgisini arttıracak yeni bir şey
olmayacaktır. Tıpkı hacca giden bir insanın Kabe'nin varlığı hakkında daha fazla bilgiye
ihtiyacı olmayacağı gibi. İmam (a.s)'ın bilgisi de hatasız ve kusursuz olarak gerçeği tam olarak
ifade etmektedir.
Şu bir gerçektir ki, Allah (c.c)'ın Kitabına ve Peygamber (s.a.a)'in mütevatir hadisine
(ard arda sıralanan) dayanan kişinin ilmi gerçektir. Biz de bu bölümde söz konusu temele bağlı
kalarak İmam (a.s)'ın sıfat ve özelliklerini anlatacağız. Kur'anın dışında ve hem Şii hem Sünni
rivayetçilerin naklettiği hadislerin dışında hadis zikretmeyeceğiz.
PEYGAMBERİN KARDEŞİ
İbn-i Hacer’in, 1375 tarihinde basılan "El Savaik El Muhrika" adlı kitabının 122.
sayfasında şu hadis mevcuttur: Peygamber (s.a.a) dedi ki "Kardeşlerimin en hayırlısı Ali,
amcalarımın en hayırlısı Hamza'dır." 120. sayfada da Hz. Ali (a.s)' ye "Sen dünyada ve ahrette
kardeşimsin" "Ali benden ben de Ali'denim" hadislerini zikreder. Bir grup müfessir Hud
suresinin 17. ayetindeki şahidin Ali olduğu konusunda birleşmektedir.
)17/‫ (هود‬... ‫أَفَ َم ْن َكانَ َعلَى َب ِينَ ٍّة ِم ْن َر ِب ِه َو ََتْلُوهُ شَا ِهدٌ ِم ْنه‬
"Rabbinden apaçık bir delile sâhip olan, bundan başka bir de kendinden bir şahidin
okuduğunu ... Hud:17"
El Razi, "şahit kelimesinin üç ayrı yorumu vardır. Üçüncüsü Ali'dir okuyan ise
Muhammed'tir." demektedir. El Suyuti, Eddur El Mensur kitabında Tabari de tefsirinde
"Rabbinden apaçık bir delile sâhip olan Hz. Muhammed (s.a.a)'tir, kendinden olan şahit de Hz.
Ali (a.s)'dir" diye yazmaktadır. (35)
NECVA SAHİBİ (SIRDAŞ)
ْ َ ‫صدَقَة ذَلِكَ َخي ٌْر لَ ُك ْم َوأ‬
‫ط َه ُر فَإِ ْن لَ ْم ت َِجدُوا فَإِ هن ه‬
‫ور َر ِحي ٌم‬
ُ ‫الر‬
ٌ ُ‫اَّللَ َغف‬
‫ََاأََُّ َها الهذَِنَ آ َمنُوا ِإذَا نَا َج ْيت ُ ْم ه‬
َ ‫ي نَجْ َوا ُك ْم‬
ْ َ‫سو َل فَقَ ِد ُموا بَيْنَ ََد‬
)12/‫(المجادلة‬
Ey inananlar, Peygamberle gizlice konuşacağınız vakit, konuşmaya başlamadan
önce bir sadaka verin; bu, sizin için hem daha hayırlıdır, hem de daha temizdir......
Mucadele:12
Hem Şii hem Sünni müfessirler bu ayeti uygulayan tek kişinin Hz. Ali (a.s) olduğu
konusunda hemfikirler. Peygamber (s.a.a), Müslümanlar tarafından fazla soruya muhatap olunca
sıkılmış ve bu ayet inmiştir. Bu ayette sorudan önce bir sadaka verilmesi emredilince soru
sormaktan vazgeçmişlerdi. Sadece Hz. Ali (a.s) sadaka vererek soru sormağa devam etmişti.
Daha sonra bu ayet neshedilmiştir. İmam (a.s), Peygamber (s.a.a)'le aralarındaki yakınlığı
anlatırken şöyle der: "eğer ona sorarsam cevap verirdi; susarsam o benimle konuşurdu."
İLK MÜSLÜMAN
)11/10 ‫ أ ُ ْو َلئِكَ ْال ُمقَ هربُونَ (الواقعة‬/ َ‫َوالسها ِبقُونَ السها ِبقُون‬
"İlk inananlar ki onlar yakın olanlardır. Vakıa:10"
Sünnilerin büyük alimlerinden El Fadıl İbn-i Ruzbahan "İbtal El Batıl" adlı kitabında der
ki: "Sünni rivayetlere göre Ümmetlerin ilk inananları üç kişidir. Firavunların mümini, Habib El
Naccar ve Hz. Ali (a.s)dir." Şüphesiz Hz. Ali (a.s) İslam'a ilk inanan kişi ve inkar edilemeyen
faziletlerin sahibidir.
Altı sahih kitabında zikredilen bir hadis de şöyledir: "Talha İbn-i Şube övünerek dedi ki:
'Allah'ın evini ben hakkediyorum; çünkü anahtar bendedir.' Abbas da dedi ki: 'Ben daha çok
hakkediyorum; çünkü su verme şerefi bana aittir.' Hz. Ali (a.s) de dedi ki: 'Ben İslam'a ilk
inanan ve Allah (c.c) yolunda en çok cihat yapan kişiyim.' ardından İmam (a.s)'ın diğerlerinden
daha çok faziletli olduğunu kanıtlamak için Allah (c.c) tarafından şu ayet indirilmiştir:
‫اَّللِ َو ه‬
‫اَّللِ الَ ََ ْست َُوونَ ِع ْندَ ه‬
‫سبِي ِل ه‬
‫ارة َ ْال َمس ِْج ِد ْال َح َر ِام َك َم ْن آ َمنَ بِ ه‬
‫اَّللُ الَ ََ ْهدِي‬
ِ ‫اَّللِ َو ْاليَ ْو ِم‬
َ ‫اآلخ ِر َو َجا َهدَ فِي‬
َ ‫ََ َجعَ ْلت ُ ْم ِسقَاََةَ ْال َحاجِ َو ِع َم‬
‫ْالقَ ْو َم ال ه‬
َ ‫اَّللِ ِبأ َ ْم َوا ِل ِه ْم َوأَنفُ ِس ِه ْم أ َ ْع‬
‫ظ ُم دَ َر َجة ِع ْندَ ه‬
‫س ِبي ِل ه‬
‫اَّللِ َوأ ُ ْولَئِكَ ُه ْم ْالفَا ِئ ُزونَ (التوبة‬
َ ‫ الهذَِنَ آ َمنُوا َوهَا َج ُروا َو َجا َهد ُوا ِفي‬/ َ‫ظا ِل ِمين‬
)20/19
"Hacılara su verme ve Mescid-i Harâm’ı îmâr etme işiyle uğraşanların derecesini Allah’a
ve âhret gününe inanıp Allah yolunda savaşan kimsenin derecesiyle bir mi tutarsınız?
Allah, zulmeden topluluğu doğru yola sevk etmez. İnananların, yurtlarından göçenlerin ve
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların Allah katında dereceleri pek büyüktür ve
onlardır muratlarına erenlerin, kurtulup nusret bulanların ta kendileri. Tevbe:19-20"
BELLEYEN KULAKLARIN SAHİBİ
)12/‫ ِلنَجْ َعلَ َها لَ ُك ْم تَذْ ِك َرة َوت َِع َي َها أُذ ُ ٌن َوا ِع َيةٌ (الحاقة‬...
"Bu, size bir öğüt ve ibret olsun ve belleyip unutmayan kulaklarda kalsın diye.
Hakka:12"
El Fadıl İbn-i Ruzbahan "İbtal El Batıl" adlı kitabında der ki: "Müfessirler (Ehl-i Sünnet
Müfessirleri) bu ayeti şöyle açıklar: Bu ayet indiği zaman Peygamber (s.a.a), Ali'ye dönerek
dedi ki: "Bu kulakların senin olması için dua ettim." ve Hz. Ali (a.s) bu konu için "O günden
sonra hiçbir şey unutmadım." dedi. Bu da onun ilmini, kavrayışını ve faziletinin büyüklüğünü
gösterir. "1956 baskılı Zahair El Ukba" kitabının 61. sayfasında da şu hadis mevcuttur: "Hz.
Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s)'ye "Ya Ali ben ne zaman Allah (c.c)'tan bir hayır vermesi veya
bir şerden koruması için dua ettiysem, senin için de aynı şekilde dua ettim."
ARŞIN ÜZERİNDE YAZILIDIR
)62/‫ص ِر ِه َو ِب ْال ُمؤْ ِمنِينَ االنفال‬
ْ َ‫ه َُو الهذِي أََهدَكَ ِبن‬
"... seni, kendi yardımıyla ve inananlarla güçlendirmiştir. Enfal:63"
Suyuti'nin Delailu Essidk kitabının Eddir El Mensur bölümünde Ebu Hureryre'den
nakledilen bir hadise göre "Arşın üzerinde: Benden başka Allah yoktur, ortağım yoktur,
Muhammed de benim kulum ve Resul'ümdür, onu Ali ile destekledim" yazılıdır.
GİZLİ VE AÇIKTA İHSAN EDEN
)274/‫ف َعلَ ْي ِه ْم َوالَ ُه ْم ََحْ زَ نُونَ }(البقرة‬
ٌ ‫ار ِس ًّرا َو َعالَنِيَة فَلَ ُه ْم أَجْ ُر ُه ْم ِع ْندَ َربِ ِه ْم َوالَ َخ ْو‬
ِ ‫الهذَِنَ َُن ِفقُونَ أ َ ْم َوالَ ُه ْم بِالله ْي ِل َوالنه َه‬
"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açıkta harcayanlar yok mu, onların sevapları Rableri
katındadır ve onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar. Bakara:274"
El Fadıl İbn-i Ruzbahan'nın ifade ettiği gibi Sünni müfessirler bu ayetin Hz. Ali (a.s) için
indiğini anlatırlar. Aynı kişi ayrıca,
18 ‫أَفَ َم ْن َكانَ ُمؤْ ِمنا َك َم ْن َكانَ فَا ِسقا الَ ََ ْست َُوونَ (السجدة‬
" İnanan kişi, inançtan çıkan kişiyle bir olur mu hiç? Eşit olamazlar. Secde:18"
"ayetinde kastedilen inanan kişi Ali'dir." Demektedir.
Ahmed El Tabari'nin Zahair El Ukba" kitabında
‫ور ِم ْن َر ِب ِه فَ َو َْ ٌل ِل ْلقَا ِس َي ِة قُلُوبُ ُه ْم ِم ْن ِذ ْك ِر ه‬
‫أَفَ َم ْن ش ََر َح ه‬
)22/‫ين}(الزمر‬
َ ‫اَّللِ أ ُ ْولَئِكَ فِي‬
ٍّ ُ‫إل ْسالَ ِم فَ ُه َو َعلَى ن‬
َ ُ‫اَّلل‬
ٍّ ‫ضالَ ٍّل ُم ِب‬
ِ ‫صد َْرهُ ِل‬
Allah'ın, İslâm için gönlünü açtığı kişiye kim benzer ki..." Zümer:22
)61//‫ض ِرَنَ }(القص‬
َ ‫سنا فَ ُه َو الَقِي ِه َك َم ْن َمت ه ْعنَاهُ َمت َا‬
َ ْ‫ع ْال َحيَاةِ الدُّ ْنيَا ث ُ هم ه َُو ََ ْو َم ْال ِقيَا َم ِة ِمنَ ْال ُمح‬
َ ‫أَفَ َم ْن َو َعدْنَاهُ َوعْدا َح‬
"Kendisine güzel bir vaatte bulunduğumuz ve vaat ettiğimize kavuşmuş olan
kimse... Kasas:61"
ayetlerinin Hz. Ali ile Hz. Hamza için indiğini
96/‫الرحْ َمان ُُودًّا}(مرَم‬
ِ ‫صا ِل َحا‬
‫سيَجْ عَ ُل لَ ُه ْم ه‬
‫إِ هن الهذَِنَ آ َمنُوا َو َع ِملُوا ال ه‬
َ ‫ت‬
"İman edip, salih amel işleyenler var ya, Rahmân olan Allah onları gönüllere
sevdirecektir. Meryem:96"
ve “Allah onları gönüllere sevdirecektir.” ayetinin anlamının Hz. Ali (a.s) ve Ehl-i
Beyt (a.s)'ine sevgi duymayan hiçbir müminin olmadığını rivayet eder.
KİTABIN ( KUR'AN-I KERİM'İN ) VARİSİ
َ ‫طفَ ْينَا ِم ْن ِعبَا ِدنَا فَ ِم ْن ُه ْم‬
َ ‫ص‬
‫ت بِإِذْ ِن ه‬
‫ض ُل‬
ْ َ‫اَّللِ ذَلِكَ ه َُو ْالف‬
ِ ‫سابِ ٌق بِ ْال َخي َْرا‬
ْ ‫َاب الهذَِنَ ا‬
َ ‫ث ُ هم أ َ ْو َرثْنَا ْال ِكت‬
َ ‫َصد ٌ َو ِم ْن ُه ْم‬
ِ ‫ظا ِل ٌم ِلنَ ْف ِس ِه َو ِم ْن ُه ْم ُم ْقت‬
)32/‫ير}(فاطر‬
ُ ‫ْال َك ِب‬
"Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize mîras bıraktık.... Fatır:32"
El Fadıl der ki: "Ali, Kitabın gerçeklerini bilenlerden olduğu için Kitabın varislerindendir. Bu da
onun ilminin genişliğini ve derinliğini gösterir.
HİDAYETE ERDİREN
)7/‫إِنه َما أ َ ْنتَ ُمنذ ٌِر َو ِل ُك ِل قَ ْو ٍّم هَا ٍّد (الرعد‬
"Sen bir uyarıcısın ve her kavim için bir hidayetçi vardır. Raid:8"
Peygamber (s.a.a) dedi ki: "Uyarıcı benim, Hidayetçi de Ali'dir. Ey Ali Hidayete erenler
seninle ereceklerdir." Bu hadisi Dalail-u Sıdk kitabı Kenz El Ummal C:6,S:157'den
nakledilmiştir. Ayrıca Essuyuti bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında indiğine dair "Eddurrul El
Mensur" kitabında dört hadis rivayet etmiştir.
HEPİNİZ ALİ'NİN VELAYETİNDEN SORUMLU-SUNUZ
)24/‫َوقِفُو ُه ْم إِنه ُه ْم َم ْسئُولُونَ (الصافات‬
"Durdurun onları, sorguya çekilecekler. Saffat:24"
İbn-i Hacar, "El Savaik" adlı kitabında Ehl-i Beyt hakkında inen ayetlerin dördüncüsü
ile ilgili olarak "Eddeylemi Ebi Said"ten naklettiği rivayette Hz. Muhammed (s.a.a)'in "Onlar
Ali'nin velayeti için sorguya çekilecekler" dediğini yazar.
İNSANLARIN KISKANÇLIĞI
‫اس َعلَى َما آت َا ُه ْم ه‬
54/‫َاب َو ْال ِح ْك َمةَ َوآت َ ْينَا ُه ْم ُم ْلكا َع ِظيما}(النساء‬
ْ َ‫اَّللُ ِم ْن ف‬
ُ ْ‫ََ أ ْم ََح‬
َ ‫ِيم ْال ِكت‬
َ ‫سد ُونَ النه‬
َ ‫ض ِل ِه فَقَدْ آتَ ْينَا آ َل ِإب َْراه‬
"Yoksa Allah'ın, lütfedip insanlara ihsân ettiği şeylere haset mi ediyorlar?. Nisa:
53"
İbn-i Hacar, "El savaik" adlı kitabında: "Ebu El Hasan El Meğazili'nin naklettiği
rivayette İmam Muhammed El Bakır (a.s)'ın "Vallahi bu ayette kast edilen insanlar biziz."
dediğini nakleder.
MÜSLÜMANLARIN MEVLASI
‫صالَة َ َوَُؤْ تُونَ ه‬
‫إِنه َما َو ِليُّ ُك ْم ه‬
)55/‫الزكَاة َ َو ُه ْم َرا ِكعُونَ (المائدة‬
ُ ‫اَّللُ َو َر‬
‫سولُهُ َوالهذَِنَ آ َمنُوا الهذَِنَ َُ ِقي ُمونَ ال ه‬
"Sizin dostunuz, sahibiniz, Allah'tır, Peygamberidir ve namaz kılanlar, rükû
ederken zekât verenlerdir. Maide:55"
Bütün tefsir kitaplarında ve Kütübi Sitte'de (Altı sahih kitabında) bu ayetin, Sahabelerin
huzurunda namaz kılarken yüzüğünü bir fakire sadaka verdiği zaman Hz. Ali (a.s) için indiğini
yazar.
Aslında aşağıda yazılmış olan Tathir ile Meveddet (sevgi) ayetlerinin Hz. Ali (a.s) ve
çocukları için inmiş olması; bizim daha fazla hadis ve rivayet aramamızı veya delil
göstermemizi gereksiz kılar.
َ َُ‫ت َو‬
‫ِإنه َما َ ُِرَد ُ ه‬
) 33/‫ط ِه َر ُك ْم ت َْط ِهيرا}(األحزاب‬
ِ ‫س أ َ ْه َل ْال َب ْي‬
َ ‫اَّللُ ِليُذْه‬
َ ْ‫الرج‬
ِ ‫ِب َع ْن ُك ْم‬
"Allah, ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle
tertemiz hale getirmek diler. Ahzab Suresi (33)"
İle:
‫سنَة ن َِزدْ لَهُ فِي َها ُحسْنا إِ هن ه‬
)23/‫ور}(الشورى‬
َ ‫ور‬
ٌ ‫ش ُك‬
ٌ ُ‫اَّللَ َغف‬
ْ ‫قُ ْل الَ أ َ ْسأَلُ ُك ْم َعلَ ْي ِه أَجْ را إِاله ْال َم َودهة َ فِي ْالقُ ْربَى َو َم ْن ََ ْقت َِر‬
َ ‫ف َح‬
"Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir"
Şura: 23 Ayrıca:
ْ َ‫َو‬
‫ُط ِع ُمونَ ه‬
)8/‫ام َعلَى ُح ِب ِه ِم ْس ِكينا َو ََ ِتيما َوأَ ِسيرا (اإلنسان‬
َ ‫الط َع‬
" Ve ona ihtiyaçları olduğu halde yemeklerini yoksula ve yetime ve tutsağa verirler, onları
doyururlar...." İnsan:8
ٌ ‫ان ِح‬
ْ
)1 ‫شيْئا َمذْ ُكورا (اإلنسان‬
َ ‫ين ِمنَ الد ه ْه ِر لَ ْم ََ ُك ْن‬
َ ‫اإلن‬
ِ ‫س‬
ِ ‫هل أَت َى َعلَى‬
"Gerçekten de insana, zamânın bir çağı gelmişti ki, insan anılır bir şey bile değildi."
İnsan:1
ayetlerini de herkes bilir. (36)
Bu ayetler bir bütünün parçaları ve bir denizin damlacıklarıdır. Hicri 1325 baskılı El
Savaik kitabı 125. sayfasında, İbn-i Abbas'tan nakledilen bir hadiste şöyle yazar: "Ali, Kur'an-ı
Kerim'deki bütün ayetlerin Emiri ve Şerifidir. Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde
sahabelere sitem etti. Hz. Ali (a.s)'den de hep iyi bir şekilde bahsetti. İbn-i Asakir bu konuda
"Ali için inen ayetler hiç kimse için inmedi." ve "Onun için inen ayetlerin sayısı üç yüz ayet
kadardır." demişti.
Bu konuda daha çok aydınlanmak isteyen Şeyh Muhammed Hasan el Muzaffer'in
yazdığı 400 sayfalık Delaili Sıdk kitabını okusun. O kitapta Hz. Ali (a.s) hakkında Kur'an-ı
Kerim'de inen ayetleri zikretmiş ve Muteber Sünni kaynaklara ve Kütübi Sitte'ye dayanarak
yazmıştır. Ve eğer Kur'an-ı Kerim'de onun için hiç özel bir ayet inmemiş bile olsaydı
Kur'an-ı Kerim'de iyiliklerin her türlüsü için inen ayetler onu kapsar, açıkça ona işaret
ederdi; çünkü o bütün faziletlerde birincidir. Ben söz konusu kitabın kaynaklarını
araştırırken beni dehşete düşüren garip bir çelişki gördüm. Gerek "El Savaik" kitabının
yazarı İbn-i Hacer gerek diğer Sünni Şeyhleri, Hz. Ali (a.s)'nin faziletlerini ve
menkıbelerini birer birer sayarken İmami'ler dahil onun bütün taraftarlarını
kötülemekte, bidat ve sapkın saymaktadırlar. Bu konuda yer darlığı nedeniyle sadece bir
örnek vereceğim:
El Fadıl İbn-i Ruzbahan "İbtal El Batıl" adlı kitabında: "Şiilerin Hz. Ali (a.s) hakkında
yazdıkları bütün Fazilet ve Menkıbeleri inkar etmiyoruz; çünkü Ehl'i Beyt (a.s)'in
faziletleri sayılamaz ve onları ancak Güneş'i ve Ay'ı inkar edenler inkar edebilir." Diye
yazdıktan sonra aynı kitabın başka bir yerinde "Şiilerin Kitaplarının kaynağı İslam'ı bölmek
isteyen bir Yahudidir! Bunları yazdı ve İmam Hz. Cafer Sadık 'ın yanında emanet olarak
bıraktı, İmam ölünce millet bunları İmam'ın sözleri sandı..." diye yazmıştır.
Biz, "yalan söyle, tekrar söyle, tekrar söyle mutlaka sana inanan birilerini
bulacaksın" teorisini Batının ve sömürgecilerin bir ilkesi sanırdık. Meğer bu ilke çok
eskiymiş. Belki de Batılılar Doğu felsefesi ve uygarlığını naklederken El Fadıl İbn-i
Ruzbahan 'dan bu ilkeyi nakletmişlerdir.
Şiiler, İmam Essadık (a.s)'tan bire bir görüşerek, konuşarak ona sorarak
naklettiler. Hiç biri ne İmam için ne de başkası için «o öldükten sonra ben bu kitabı veya
bu sayfayı buldum» demedi. İşte Şiilerin Hadis, Fıkıh ve Tefsir kitapları ortadadır. Kim
incelemek istiyorsa buyursun.
Satılmışlar, yüzlerce yıl önce entrika ve fitne amacıyla bu yalanları yazdı. çağımızda da
Ahmed Emin ve benzerleri, cehaletten veya ırkçılık nedeniyle bunları aynen nakletti. Onlardan
da bu bilim ve teknoloji çağında yaşayan iki Lübnanlı Dr. Halil El Carr ve Kardinal Hanna El
Fakhuri bu yalanları olduğu gibi 900 sayfalık "Tarih El felsefe el Arabiyya" (Arap Felsefesi
Tarihi) adlı kitaba naklettiler.(37)
Çok garip şeylerden biri de Dünyadaki her şey değiştiği halde, Şiilik Mezhebine ve
Şiilere yönelik yalan ve iftiralar hiç değişmedi. Yüzyıllar önce kötü niyetli bir Şeyh veya şirretli
bir Fakih: "Şiiler, (İmamiler dahil) Ali hakkında gulattır (tutucudur) ve dinlerini Yahudi kökenli
İbn-i Seba'dan aldılar." dedi. Bu iftiracı, iftirasını attı ve gitti. Ancak saçtığı fitne ve yaydığı
iftira kaldı.
Şimdi size bu iftiranın kısa hikayesini ve nedenlerini anlatayım. Şiiler, zalim ve diktatör
yöneticilere karşı isyan ederdi. Onlar da, kendilerine karşı gelen Şiileri zındıklıkla ve dinden
çıkmakla itham ederdi. Tıpkı bugün diktatörlerden kurtulmak isteyen gruplara terörist ve
anarşist dendiği gibi! Bu aydınlık çağda bile dikta rejimler, kendilerini savunacak, muhalifleri
en kötü vasıflarla kötüleyecek, çıkar için kendilerini satan medya kuruluşları bulabiliyorsa; o
karanlık çağda Şiileri kafirleştirecek kitap ve eserler yazacak satılıkları daha rahat bulurlardı.
Dün ne ise bugün de odur.
Zalimler geçmişte, masum insanlara iftira atmak için dinlerini ve vicdanlarını satan
kalem sahiplerini satın aldılar. Satın alan da satılan da bilinçli olarak iftira atıyordu.
Halefler, yüzyıllar sonra (Hayırlı Seleflerin!) matbu yazısını gördü, incelemeden
araştırmadan okudu, vahiyle inmiş gibi kutsallaştırdı, karşısında secde etti ve onu kutsal
bir metin gibi sabit bir fikirle tekrarlamağa başladı.
İnsaf sahibi bir alim, başka bir fırkanın inançlarından bahsedeceği zaman inanç ve
mezhep konusunda düşmanlarının hakkında yazdıklarını değil, o fırkanın muteber kitap ve
kaynaklarını okuyarak bilgilenir öyle bahseder. Bunu yapmazsa, bir davalıyı hiç ifadesini ve
şahitlerini dinlemeden mahkum eden bir yargıçla bir olur.
Tesadüf müdür bilemiyorum; ne zaman Şiilere yapılan iftiraları okusam aklıma
Seybevi'nin (çok ünlü Arapça dil uzmanı) öyküsü gelir. Bir gün Küfe şehrinde Arapça gramer
uzmanları ile tartışıyordu. Tartışmanın uzun sürdüğünü ve neticesiz kaldığını gören bir dostu
ona nedenini sorunca "Ben onlarla dil bilgisi ve gramer kuralları ile tartışıyorum, onlar kendi
mantıkları ile tartışıyorlar." dedi. Yani kendisinin tezi mantık ölçülerine dayanırken onların tezi
temelden yoksundu.
▬
HER KAP İÇİNDEKİ İLE ÇALKALANIR
İbn-i Halikan «Vafiyyat El Ayaan» adlı kitabında "Ehl-i Sünnetin emanet ve doğruluğu
ile tanınmış alimlerinden Nasrullah İbn-i Macli'nin dilinden şu olayı nakleder: "Rüyasında
İmam Ali (a.s)'yi gören büyük Şeyh, ona 'Ey Emir El Müminin, Mekke'yi fethettiğinizde Ebu
Sufyan'nın evine giren güvenlik içinde olur dediniz, ama bakın Kerbela'da oğlunuz Hüseyin'e ne
yaptılar!?' der.
İmam Ali ona: "Şair İbn-i Sayfiy'in bu konuda yazdığı şiiri duydun mu?" der.
Şeyh: «Hayır» diye cevap verir.
İmam Ali: "O halde git kendisinden dinle" diye cevap verir. Şeyh uyandığında Hıys
Bıys (38) adıyla tanınmış şair İbn-i Sayfiy'in yanına gider ve rüyasını anlatır. Şair hüzünlenir ve
hıçkırmağa başlar. "Allah (c.c)'a yemin ederim ki söz konusu şiiri bu gece yazdım ve henüz hiç
kimseye okumadım." der ve
şiiri okumağa başlar:
‫ملكنا فكان العفو منا سجية‬
‫فلما ملكتم سال بالدم أبطح‬
‫وحللتم قتل االسرى وطالما‬
‫غدونا عن االسرى نمن ونصفح‬
‫فحسبكم هذا التفاوت بيننا‬
‫وكل إناء بالذي فيه ينضح‬
Af hükümrandı dünyaya
Biz hükmettiğimizde
Kan dökmek hükümran oldu
Siz hükmettiğinizde
Esirleri bağışlamaktı bizim şanımız,
Ve hep öldürmekti sizin şanınız!
Aramızdaki fark neden mi aşikar?
Çünkü kapta ne çalkalanırsa
Onun mayası çıkar.
Hz. Ali (a.s)'nin evinden çıkan ilim, iman, takva ve bunların sonucu: Hz. Hüsyin (a.s)'in
şahadeti, Zeyn’el Abidin'in ibadeti, El Bakır'ın ve Essadık 'ın ilmi oldu. Düşmanlarının evinden
de içki, fuhuş, gaddarlık ve cinayetler çıktı.
Ünlü Arap şairi Ebu Firas El Hamadani, Ehl-i Beyt (a.s)'i düşmanları ile kıyaslayan
şiirinde şöyle der.
‫ال يغضبون لغير هللا إن غضبوا‬
‫وال يضيعون حكم هللا إن حكموا‬
‫أبياتهم ابدا‬
‫من‬
‫التالوة‬
‫تبدوا‬
‫ومن بيوتكم حكم األوتار والنغم‬
‫معتصر‬
‫للخمر‬
‫ما في منازلهم‬
‫معتصم‬
‫للشر‬
‫بيوتهم‬
‫تنادمهم‬
‫خنثى‬
‫ له حشم‬،‫لهم قرد‬
‫لهم‬
‫يرى‬
‫وال‬
‫وال تبيت‬
‫وال‬
‫الركن والبيت واالستار منزلهم‬
‫وزمزم والصفا والحجر والحرم‬
Sadece Allah için kızarlar
Eğer kızarlarsa
Ve sadece Allah'ın hükmü ile hükmeder
Eğer Hükmederlerse
Evlerinden duyulan
Daima Kur'an sesi,
Sizin evinizdense
Her zaman nağme sesi.
Evlerinde içkiye yer yoktur,
Şer, evlerinde hiç barınamaz,
Evlerinde Nedime cariyeler de yoktur
Süslü cicili maymun da bulunamaz.
Evleri Rükün, Kabe
Ve Sitare’dir.
Zemzem, Safa,
Hacer ve Beytullah'tır.
Cahilliye devrinde Ali'nin dedesi Abdu’l Muttalib ile Muaviyenin dedesi Harb İbn-i
Ümmeyye mahkemeleştiler, mahkeme Ali'nin dedesinin lehine sonuçlandı ve hakim
Muaviyenin dedesine: "Babanın babası iffetli idi ama baban sapıktır." demişti.
Çocuklar da torunlar da babalarının dedelerinin kişiliklerinden kendilerine düşen payı
aldılar. Ünlü edebiyatçı Corc Cırdak "İmam Ali" adlı eserinin 4. cildinde Muaviye'den
bahsederken "O Ümeyyeyi tam olarak temsil eden kişidir, onun ne İslam'la ne de insanlıkla
hiçbir alakası yoktu." dermiştir.
İslam'dan uzaklığı konusunda kendisi de bunu inkar etmezdi. Onu altından yapılmış tas
ile su içerken gören Ebu’l Derda ona "Hz. Muhammed (s.a.a)'in "altın veya gümüş tasla su
içenin içi cehennem ateşi ile doldurulacaktır." dediğini bilmiyor musun? dedi. Muaviye de ona:
"Ben şahsen bunda hiçbir sakınca görmüyorum." diye cevap verdi.
Onun bu sözü Osman'ın sözüne ne kadar da benziyor. Hz. Muhammed (s.a.a)'in
kendisi için: "Ne karalar ne denizler Ebu Zerr'den daha dürüst daha doğru insan
görmedi" dediği Ebu Zerr için Osman, "Bana akıl verin bu yalancıya ne yapayım ? Dayak
mı, hapis mi yoksa idam mı edeyim?" demişti.
Emevilerin tarihini okuyan, (Ömer İbn-i Abdulaziz hariç) hepsinin yapılarının aynı
madenden olduğunu görür. Muaviye, Peygamberin torunu Hz. Hasan (a.s)'ı öldürttü. Oğlu Yezid
de Peygamberin torunu Hz. Hüseyin (a.s)'i öldürttü. Baba da oğul da Cennet gençlerinin
efendilerini öldürtmüşlerdi. Fark sadece Hz. Hasan'ın zehirle gizlice, Hz. Hüseyin'in ise alenen
kılıçla öldürülmesidir. Kötü insanlar her devirde, şeklen ayrı olur; ancak özde birdirler.
İnsanlığın kendisinden ve yaptıklarından teberru etmesine gelince, kendisi de ne adaletli
ne de insaflı davrandığını kabul eder. El Muğire İbn-i Şube Muaviye ile geçen konuşmasını
şöyle anlatır:
"Muaviye'ye: "Artık yaşlandın kocadın, biraz adaletli olsan ahretin için iyi bir amel
yapsan ve iyi bir isim bıraksan daha iyi değil mi?" dedim o da bana "Heyhat heyhat, hangi iyi
isimden söz ediyorsun? Ebu Bekir hükmetti adil davrandı ölürken ismi de beraberinde öldü,
Ömer on yıl hükmetti, bir sürü içtihat yaptı ölürken ismi de beraber öldü, 'Hz. Muhammed
(s.a.a)'i kastederek' İbn-i Ebi Kebşeye gelince ona günde beş defa: " ... Eşhedü enne
Muhammeden Resul-u-llah" diye bağırıyorlar. Babasız kalasıca! Hangi amel, hangi isim
kalacak?" diye karşılık verdi.
İnsanlığın kendisinden teberru ettiğinin başka bir örneği de, Hz. Hasan'ı zehirli balla
öldürttükten sonra "Allah'ın baldan askerleri vardır." demesidir. Ayrıca, katil Bişr İbn-i Artaa'yı
ölüm ve soygun için silah ve askerle donattıktan sonra "Medine'ye git oradaki insanları kov, yok
et, olanların mallarını al" dedi. Sufyan İbn-i Avf'ı da Irak'a aynı gayeyle gönderirken "Seninle
aynı düşünmeyenleri öldür, karşılaştığın bütün köyleri tahrip et" diye emir verdi.
Merhametine gelince, o tahtı ve arşı için şerrinden korktuğu kimselere karşı sabırlı ve
müsamahakardı. Ancak cellatlarına ve şeytanlarına bıraktığı vasiyetten öğrendiğimiz gibi zayıf
ve çaresiz insanlara karşı acımasızdı.
Haricilerin lideri cariye ona geldiği zaman Muaviye ile arasında şu konuşma geçer.
Muaviye:"Ali İbn-i Ebu Talip'le beraber olan sen değil miydin! şimdi taraftarlarınla
birlikte köyleri dolaşıp kan döküyorsun." .
Cariye:"Biz Ali'yi sevdiğimizden beri ondan nefret etmedik, onu aldatmadık da..."
Muaviye: "Ailen için çok basittin ki sana Cariye:adını verdiler."
Cariye: "Sen de ailen için daha çok basittin ki sana 'Muaviye' (Uluyan Dişi Köpek) adını
verdiler."
Muaviye: "Sen anasızın birisin"
Cariye: "Beni annem doğurdu, ve Sıffin'de sana çekilen kılıçlarımız hala ellerimizde.
duruyor"
Muaviye: "Tehdit mi ediyorsun?"
Cariye: "Ülkemizi şiddetle fethetmedin, ama hükmediyorsun. Sana söz vermiş seninle
anlaşmalar yapmışız. Bize vefalı olursan biz de vefalı oluruz, başka türlü davranırsan
geride bir çok sayıda cesur savaşçı, bilenmiş silah ve keskin dilli şair bıraktım eğer bize
bir miktar gaddarlık yaparsan sana on mislini yaparız"
Evet Muaviye Cariye ve benzerine sabırlı ve müsamahakardı; ama Ubeydullah İbn-i
Abbas'ın çocuklarına ve zavallı köylülere karşı ne merhameti ne dini ne de vicdanı vardı!
Muaviye'nin kayda değer başka bir özelliği de, Hz. Muhammed (s.a.a)'in çiçeği, cennet
gençlerinin efendisi Hz Hasan (a.s)'ın ölüm haberi geldiği zaman Allah'a şükretmek için secde
etmesidir. Abdullah İbn-i Abbas bu olayı duyduğu zaman Şam'da idi. Muaviye'nin meclisine
çıktı ve "duydum ki Hasan'ın ölümüne çok sevinmişsin, vallahi onun cesedi senin çukurunu
doldurmayacak, azalan ömrü senin ömrüne eklenmeyecektir. O ölürken senden daha hayırlı
olarak öldü. Eğer onu kaybetme felaketine uğradıysak daha önce ondan daha hayırlısı olan
dedesini kaybetmiştik. Peygamber (s.a.a) yerine en büyük halife olan babası Ali'yi bırakmıştı,
onu da kaybettik." dedi. Sonra hıçkırarak ağlamağa başladı ve bütün meclistekiler ağladı.
Muaviye sordu: "Duyduğuma göre ardından küçük çocuklar bıraktı."
İbn-i Abbas: "hepimiz küçüktük büyüdük."
Muaviye: "Öldüğünde kaç yaşında idi?"
İbn-i Abbas: "Hasan, doğumu da kendisi de unutulmayacak kadar önemlidir. diye cevap
verdi." (İbn-i Abbas, Hasan'ın Ahzap yılında yani Muaviye, babası ve kardeşi ile birlikte
Hz. Muhammed (s.a.a)'e ve Müslümanlara karşı savaştıkları yılda doğduğuna işaret
ediyordu).
Muaviye sordu: "Şimdi orada kavminin efendisi sen misin?"
İbn-i Abbas: "Hayır Hüseyin var iken ben olamam" .
Muaviye: "Helal olsun! Her konuda her şeye hazırsın" diye karşılık verdi.
Muaviye İmam Hasan (a.s)'ı öldürtmüştü. Oğlu Yezit de İmam Hüseyin (a.s)'i öldürterek
üzerinde şahadet kelimesi yazılı bir değnekle kesik başına vurup eğlenmiş,. daha sonra halka
cemaat namazını kıldırmak için ayağa kalkmıştı (!)
Dün bunu yaptılar, her asırda olduğu gibi bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Bu bölümü
genişletecek olsak ciltler dolusu yazılabilir. Ancak biz bir örnekle bitirelim:
Bir gün Abdulmelik, İmam Zeyn El Abidin (a.s)'i gördü. Alnındaki secde izi onu şok etti
ve ona: "Ey Ebu Muhammed, bu gayret niçin? Allah (c.c)'a yakınsın, Peygamber (s.a.a)'den bir
parçasın, kendi ailenden de çağdaşlarından da üstünsün. İlimde, fazilette, dinde ve takvada öyle
bir mertebeye geldin ki senin gibisi yoktur." dedi ve buna benzer sözlerle ona iltifat etmeğe
devam etti. İmam ona "Bütün bu anlattıkların ve benim yaptıklarım Allah (c.c)'ın lütufundan,
büyüklüğünden ve desteğinden kaynaklanmıştır. Bunlar için benim şükretmem gerekemiyor
mu?" dedi ve devam etti: "Hz. Muhammed (s.a.a), ayakları tutmayacak duruma gelinceye kadar
namaz kılar, ağzı kuruyuncaya kadar oruç tutardı, çevresi ona "Ya Muhammed Allah (c.c) senin
günahlarının geçmişini ve geleceğini silmedi mi?" diye sorduklarında "her şey için ona
şükretmem gerekmiyor mu? Dünyada ve ahrette Allah (c.c)'a şükürler olsun" diye karşılık
vermişti." dedi. Sonra Abdulmelik'e "Vallahi, damarlarım kesilse, gözlerim çıksa Allah (c.c)'a
yine şükrederim çünkü onun nimetleri sayılmayacak kadar çoktur. Vallahi hiçbir şey beni gece
gündüz, açık ve gizli olarak ona şükretmekten alıkoyamaz" dedi ve ağladı. bu durumdan
etkilenen Abdulmelik de ağladı ve şunu söyledi: "Ahreti isteyen ve onun için çaba sarf eden
kulla; Dünyayı isteyen, dünya kendiliğinden ona gelen ve Ahrette hiçbir şeyi olmayan kul
arasında ne kadar büyük fark vardır.!"
İmam (a.s)'ı Allah (c.c)'a ibadet etmekten ve ona şükretmekten nasıl hiçbir şey
alıkoyamadıysa, Ehl-i Beyt (a.s)'in düşmanlarını da Allah (c.c)'a itaatsizlikten hiçbir şey
alıkoyamadı. Kendini ve ailesini "Dünyayı isteyen, dünya kendiliğinden ona gelen ve Ahrette
hiçbir şeyi olmayan ... " diye tarif eden Abdulmelik: "Kim beni takvaya davet ederse onun
boynunu vurdururum" demişti.
Abdulmelik'in oğlu Yezit bir gün "Habbabe" ve "Seleme El Kıss" adlı iki cariyesi ile
birlikte mest olduğu bir sırada coşmuş "Bırakın uçayım" diye haykırmıştı. cariyelerden biri:
"Müslümanların işini kime bırakacaksın" diye takıldığında: "Sana bırakacağım" diye cevap
vermişti. Abdulmelik'in torunu Velid İbn-i Yezid ise çocukluğundan beri içtiği içkiye çok
düşkündü. Bahçesine özel bir havuz yaptırmış içini içki ile doldurmuştu. Zina ve fısk işledikten
sonra kendini havuza atar içer içer tekrar zina yapmak üzere çıkardı. namaz vakti geldiğinde de
sarığı giyer millete namaz kıldırmak için çıkardı.
Bu konuda eklemek istediğim şey: "Oniki İmamın herbiri Zeyn El Abidin (a.s)'dir,
Ehli-i Beyt (a.s) düşmanlarının her biri de Yezid'tir "
▬
ME’MUN'UN ALİMLERLE MÜNAZARASI (39)
Biharu’l Anvar Kitabının 3. cildinde "İman" bölümünde şu olay anlatılır: Abbasi Halifesi
El Me’mun bir gün kırk alim topladı. Bunlar güzel kelam erbabı, bilge alimlerdi. Hepsini
meclisine çağırdı ve onlara "Ben diyorum ki: Ali İbn-i Ebu Talip Peygamber (s.a.a)'den sonra en
üstün kişidir, halifeliği en çok hakkedende odur. Siz ne düşünüyorsunuz?" diye sordu. Aralarında
en alimleri olan İshak İbn-i Hammad, dizlerine çökerek "Biz Ali'yi böyle tanımıyoruz, istersen
seninle munazara yapabiliriz" diye karşılık verdi.
Me’mun : Ben mi sorayım sen mi sorarsın?
İshak : Ben sorayım.
Me’mun : Dilediğini sor.
İshak : Bunun için delilin nedir?
Me’mun : İnsanları birbirinden daha üstün kılan şey nedir?
İshak: Salih amel. (faziletli ve ahlaki davranış)
Me’mun: Farz edelim Resullullah'ın zamanında faziletli birisi vardır. Peygamberden
sonra da başka birinin çalışıp çabaladığını düşünelim, bu zat ne kadar uğraşırsa uğraşsın
Peygamberin zamanındaki faziletli kişinin mertebesine ulaşabilir mi?
İshak : Tabi ki hayır. Peygamberin zamanındaki faziletliye yetişemez.
Me’mun : Sana mezhebini öğreten kişiler, Ali'nin birçok faziletinden bahseder. Sen
onların da kabul ettiği bu faziletleri başkalarının fazileti ile karşılaştır. Eğer onların
faziletlerinin Ali'nin faziletlerine biraz olsun benzediğini görürsen o zaman başkasının
Ali'den daha üstün olduğunu iddia et. Me’mun devam ederek : Ey İshak Allah'ın,
Muhammed'i peygamberlikle görevlendirdiği ve yanında hiç kimsenin bulunmadığı
sırada amellerin en hayırlısı ne idi?
İshak : Şahadeti inanarak okumak ve İslam'a ilk icabet etmek.
Me’mun : Ali'den daha önce Müslüman olanı biliyor musun?
İshak: Evet, Ali ilk Müslüman olan kişidir; ama o bir çocuktu, başkası ise büyük ve
yetişkindi.
Me’mun: Ali kendiliğinden mi Müslüman oldu yoksa Muhammed (s.a.a)'mi onu İslam'a
davet etti?
İshak : Muhammed (s.a.a) onu İslam'a davet etti.
Me’mun: Peki Muhammed (s.a.a)'in daveti Allah'ın emrinden mi, Yoksa kendisinden mi
kaynaklanıyordu?
İshak : Peygamberin kendisinden.
Me’mun : Muhammed'in daveti Allah (c.c)'ın isteğiyle mi idi yoksa Allah istemeden mi
davet etti.
İshak : Haşa! Muhammed Allah'ın emri ve rızası olmadan hiç bir şey yapmaz.
Mem’un: Allah, Muhammed'e çocuk olduğunu bilerek Ali'yi İslam'a davet etmesini
emretti. Peygamber (s.a.a) de başka hiçbir çocuğu davet etmedi. Çünkü Allah diğer
çocukları davet etmesi için emir vermemişti. Çocuklara bu konuda
güvenilmeyeceğini, babalarının reddetmeleri ile çocukların da reddedeceğini
biliyordu. O halde Allah Ali'yi bütün çocukların arasından seçti, çünkü bütün
insanlara olan üstünlüğünü faziletlerini ve mevkiini göstermek istiyordu, ve bu
meziyetine hiç kimseyi ortak etmedi. O da bir an bile Allah'a şirk koşmadı.
İshak şok oldu ve hiç cevap veremedi. Sonra Me’mun sordu: İslamiyet'e ilk icabet
etmekten sonra hangi amel daha hayırlıdır?
İshak : Allah'ın yolunda cihat etmek.
Me’mun : Doğru, peki Ali'den daha büyük mücahit biliyor musun? İslamiyet'in ilk fethi
ve ilk zaferi olan Bedir savaşındaki kafirlerin ölü sayısını biliyor musun?
İshak : Altmış dolayında kişi ölmüştü.
Me’mun : Ali onlardan kaç kişiyi öldürmüştü?
İshak : Yirmi kadar, diğer kırk kişiyi de diğer Müslümanlar.
Me’mun: Bedir savaşı, Ali'nin cihadının bütün Müslümanların cihadından daha üstün
olduğunu göstermek için yeterlidir. Cihat konusunu da daha fazla uzatmak istemiyorum.
ve devam ederek: "Ben sana Musa için Harun ne ise..." hadisini biliyor musun? dedi.
İshak : Evet çok iyi biliyorum.
Me’mun : Harun Musa'nın anadan ve babadan kardeşi idi ve peygamberdi. Ali
peygamberin kardeşi değildi, peygamberde değildi. Öyleyse Peygamberin "Harun Musa
için ne ise sen benim için osun" demesinin anlamı nedir?
İshak: Peygamber bu sözlerle Ali'nin gönlünü almak istedi. Çünkü münafıkların
"Peygamber beraberinde götürmek istemiyor" laflarına üzülüyordu. dedi.
Me’mun gülümsedi ve "Allah (c.c)'ın kitabı ne güne duruyor acaba? Bu hadisin anlamı
Kuran-ı Kerim'de mevcuttur" dedi.
İshak: "Nasıl yani?" diye sordu.
Me’mun: Kuran-ı Kerim olayı şöyle anlatır:
ْ َ‫َارون‬
)142/‫س ِبي َل ْال ُم ْف ِسدَِنَ }(األعراف‬
ْ َ ‫اخلُ ْفنِي فِي قَ ْو ِمي َوأ‬
ُ ‫سى ِأل َ ِخي ِه ه‬
َ ‫ص ِل ْح َوالَ تَت ه ِب ْع‬
َ ‫قَا َل ُمو‬
"ve Musa, kardeşi Harun'a, kavmimin içinde benim yerime geç, onları düzene koy
ve bozguncuların yoluna uyma demişti." (Araf 142)
İshak: "Musa Harun'u Allah'la münacat yapmak için geçici olarak yerine bırakmıştı,
Peygamber (s.a.a) de öyle, sadece sefere gitmek için Ali'yi bırakmıştı." dedi.
Me’mun: "Hayır durum senin anlattığın gibi değildir, Musa tek başına Rabbine gitti ve
kardeşini yerine Halife olarak bıraktı. Hz. Muhammed (s.a.a) de kavmi ile birlikte gitti.
Medine'de sadece kadın ve çocuklar kalmıştı, Musa'nın yerine kardeşi nasıl Halife olarak
kaldıysa aynı şekilde Ali de Muhammed'in kavminde Halife olarak kaldı. Hz.
Muhammed (s.a.a) de bunu "Ancak benden sonra Peygamber yoktur" sözleri ile belirtti.
Yani Peygamberlik dışında kalan her konu için kendisini yerine bıraktı. Çünkü o son
Peygamberdi ve hiçbir şekilde sözleri geri çevrilemezdi. Hazır bulunan alimler Me’mun'a
"Doğrusu senin söylediklerin haktır ve biz senin söylediklerine katılıyoruz." dediler.
Bu münazara ister gerçekten Halife Memun’la Alimler arasında geçmiş olsun ister birisi
tarafından telif edilmiş olsun; doğrusu o ki içerdiği ilmi konuların hepsi gerçektir.
Ş İ İ L E R (İMAM ALİ TARAFTARLARI)
Hz.Ali (a.s)'nin Şiasını tanımak isteyen öncelikle Hz.Ali (a.s)'yi tanıması gerekir.
Kişiliğini tanımak için Enstitü veya Üniversite okumak; veya hakkında yazılan binlerce kitabı
okumağa gerek yoktur. Onun söylemiş olduğu vecizelerden birini okuyan onun büyüklüğünü
anlar; ki onun büyüklüğü evren kadardır.
İmamı tanımayanlar onun bu sözünü okusunlar. "Allah'a yemin ederim ki, bana yedi
göğü yörüngesindekilerle birlikte verseler, bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu alarak
Allah'a itaatsizlik etmem. Dünyanızın tamamı bir çekirgenin ağzındaki yapraktan daha
değersizdir." Merhamete, hoşgörüye, şefkate, ilme ve doğruluğa bakınız.
Allah (c.c)'ı en iyi bilen ona en çok inanan Ali, Allah'a yemin ediyor ki: zulüm
yaparak yani Allah'a itaatsizlik ederek bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu -arpayı
değil- almasını isteseler buna karşılık yedi göğü içindekilerle birlikte yani içindeki Güneş,
Ay, Dünya, ve dünyadaki insanlar, hayvanlar ve madenlerle birlikte bütün evreni verseler
veya kabul etmediği takdirde zincire vurulmak dahil her türlü eziyeti ve mahrumiyeti
uygulasalar yine Allah (c.c)'a itaatsizlik etmez. Düşünebiliyor musunuz, yapmasını
istedikleri zulüm nedir? Bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu almak.!
Hz.Ali (a.s)' nin Allah (c.c) sevgisinde Allah (c.c)'a bağlılıkta bu şekilde erimesi onu
normal insan kategorisinden çıkardı, onu ilke ve Hak örneği haline getirdi. Öyle ki onun adı
Hakka paralel bir duruma dönüştü ve bundan dolayı Müslümanlar, onu sevenler ve onu
sevmeyenler olarak ikiye bölündü.. Tıpkı Hak konusunda Hak taraftarları ve Hak düşmanları
olarak bölündükleri gibi.
İmam Cafer Sadık (a.s)'a sordular: "Ali, neden Cennet ve Cehennem ayrıştırıcısı oldu?"
Dedi ki: "Çünkü onun sevgisi İman, nefreti de küfürdür." Cennet Müminler, Cehennem
de Kafirler için yaratılmıştır.
İmam nasıl Takva ve Hak için fedakarlıkta bir insanın ulaşacağı en son mertebeye
ulaştıysa; ilmi, doğruluğu, cesareti ve hoşgörüsü ile öyle bir düzeye ulaştı ki onun üstünde sadece
Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.a)'i vardır. Eğer sözleri hutbeleri Allah (c.c)'ın sözlerinin altında,
insan sözlerinin üstünde ise istisnasız bütün sıfatları da öyledir. Bu da tutarlı kişiliğinin eseridir.
Eğer mucizenin anlamı sıra dışılık ise onun sıfatlarının her biri sıra dışıdır.
İşte İmam budur. Ona tabi olmak ve şiasına girmek isteyen onu örnek almalıdır. Veya
başka bir deyimle Ehl-i Beyt (a.s)'e tabi olmak ve taraftarı sayılmak için onların kurallarını
koyduğu ve temel kabul ettikleri şartları kabul etmelidir. İmam Zeyn el Abidin (a.s), der ki:
"Allah (c.c)'ın en nefret ettiği kişiler bir İmamın sünnetini kabul edip yaptığını yapmayanlardır."
Allah (c.c)'ın en nefret ettiği kişiler, onun en sevdiği kulunun taraftarları olamazlar. İmam Sadık
(a.s) der ki: "Bizi kabul eden her Müslüman'ın her gün ve her gecede kendi kendini sorguya
çekmesi gerekir. Eğer yaptıklarında iyi bir şey görürse onu arttırmağa çalışmalı, kötü bir şey
görürse mağfiret dilemelidir.”
İmam Bakır (a.s) da der ki: "Vallahi Şiamız sadece Allah'tan çekinen ve ona itaat
edenlerdir." O halde gerçek Şii Kur-an-ı Kerim'e göre dinin gereğini yerine getiren, Ebu
Zer (r.a)'in, Ammar İbn-i Yaser (r.a)'in ruhlarını taşıyan gerçek Müslümanlardır. Öyle
değilse o sadece isim olarak Şii'dir.
Şii, Necef'teki İmamın kabrini ziyaret ettiği zaman ona hitaben:
"‫ وامام المتقين وقائد الغر المحجلين‬،‫"السالم عليك يا أمير المؤمنين‬
"Esselamu Aleyke Ya Emir El Müminin ve İmam El Müttakin ve Kaid El Ğirr El
Muhacceliyn" (Selam Sana ey Müminlerin Emiri, Takva sahiplerinin İmamı, pak ve temiz
insanların lideri) diye seslenir. Bunu söyleyen şahıs eğer iman ve takva sahibi değilse, İmam
(a.s)'ın, kendisinden ve yaptıklarından teberru ettiğini itiraf etmektedir. Tıpkı Ku'ran-ı Kerim'i
okuyan fasık ve münafıkların kendilerini lanetleyen Kur'anı Kerim'i okumaları gibi; çünkü
Ku'ran-ı Kerim bunlara açıkça lanet etmektedir.
İlginç durumlardan biri de Parlamentoya Şiilik adına girenler, kimliğinde (muhtarın
şahitliğine dayanarak sayım memuru tarafından) Müslüman-Şii yazılması üzerine Şii olduğunu
iddia etmekle kalmaz, Şiileri temsil ettiğini de iddia eder. Ne zaman yolsuzluk yapmak isterse bu
kimliğe başvurur! Sanki Şiilik zulüm, haksızlık ve anarşiye dayalı imiş gibi.
Böyle birinin Şiilik hakkında hiçbir şey bilmediğine, 12 İmam (a.s)'ın adlarını bile sırası
ile sayamayacağına, hatta hayatı boyunca bir kez bile oruç tutmadığına veya hiçbir farzı yerine
getirmediğine dair bahse girerim. Adam namaz kılanlarla, oruç tutanlarla alay etmektedir. Buna
rağmen Şiiler adına Milletvekili ve Bakan olmakta ve Şiilik adına Şiileri öldürmektedir.
Kendisinden önce Muaviye oğlu Yezid de üzerinde "Lailahe İlle llah, Muhammeden Resulullah"
yazılı bir değnekle Hz. Hüseyin (a.s)'nin başına vurarak alay ediyordu!
Bu ve bunun gibileri Şiiliğe mal edildikten sonra, Şiiler her tamahkarın lokması haline
geldiler ve İmam (a.s)’ın şu sözü onlara uygun hale geldi "Bu Şiiler müşterinin hangisini
alacağını şaşıracağı keçiler durumuna düşeceklerdir. Ne başvuracakları Şerifleri, ne işleri için
danışacakları bir kimseleri kalacaktır.” (40) yani kasabın seçeceği kesimlik keçiler kadar zayıf
olacaklar ve ne bir çobanları ne de bir liderleri olacaktır.
Ayrıca: “Ey Şiiler sanki otlamak için ot arayan ve bulamayan develer gibisiniz.” demişti.
İmam (a.s), Şiileri keçi ve deveye benzetiyor. Evet! Şiilerin şimdiki durumlarına bakınız
farkları var mıdır? Dünyadaki durumlarına bakınız hiç helalı - haramı gözeten bir liderleri var
mıdır? Hiç çıkarını düşünmeyen birinin liderlik yaptığını görüyor musunuz? Dini liderlerine
gelince; toplumunun yoksulluğu zayıflığı onu hiç ilgilendirmez, düzeltmeğe çalışmaz; çünkü
siyasi bir olaydır bu! Bütün ilgisi, uğraşı nasıl daha çok taraftar ve ona tabi olanları arttırabilir,
dolayısı ile para geliri çoğalabileceği üzerinedir! Siyasi bir liderliği üstlenirse günahlarına
günahlar katar. O halde Şiiler şaşkın şaşkın dolaşan ve hiç yolunu bulamayan veya kesime
sürülen keçiye dönüşmüş ve hiç farkları kalmamıştır.Şiiler, Emevi döneminden Osmanlı'nın son
dönemine kadar değişik yönetimlerden eziyet ve zulüm gördüler. Bunlar gidip sömürgeci Batı
gelince Şiilerin nasibine düşen zulüm ve eziyet diğer taifelerden daha fazla olmuştu. İngilizler ve
Fransızlar kaçıp idare, yerli kalınca yine Şiilerin hakları -özellikle Lübnan'da- verilmedi.
1943 yılında Lübnan'da ilk başkan seçildiği zaman bazı Şii liderlerini kendine yaklaştırıp
bazılarını uzaklaştırdı; taife hiçbir hakkını alamadı. Sonraki seçimde gelen başkan yakınları
uzaklaştırıp uzaktakileri yakınlaştırdı; ama durum daha vahim oldu ve eski şairle birlikte şu beyti
tekrarlamaya başladık:
‫ياليت جور بني مروان دام لنا‬
‫وليت عدل بني العباس في النار‬
"Keşke Beni Mervan'ın zulmü devam etseydi de
Beni Abbas'ın adaleti Cehenneme gitseydi."
Ardından, üçüncü seçimde gelen başkan gelir gelmez tarafsızlık politikası ilan etti; ancak
hala Şii taifesi hakkı ve adaleti beklemekte ama bulamamaktadır.
Bütün başkanların dönemlerini gördük, hiçbir şey değişmedi. Demek ki illet dışarıda
değil içeridedir. İmamın yaptığı teşhis hala geçerlidir. Hala başvuracakları veya dayanacakları
şerefli bir liderleri yoktur. Şeyhimiz Elşebibi ne güzel söylemiş:
‫أيها المصلح من أخالقنا أيها المصلح الداء هنا‬
‫إننا نجني على انفسنا حين نجني سم ندعو من جنى‬
"Ey ahlakımızı düzeltmek isteyen,
İllet buradadır.
Haksızlık yaparız eğer,
Dersek ki:"İllet oradadır."
▬
i
İMAM (A.S) 'IN DOĞUMU VE ÇOCUKLARI
İMAM (A.S)'IN DOĞUMU
İmam (a.s), Mekke'de Beytullah El Haram'ın göbeğinde (Kabe'nin içinde) Cuma günü,
Recep ayının 13’ünde fil yılından 30 yıl sonra doğdu. Babası Peygamber (s.a.a)'in amcası, annesi
babasının Amcasının kızıdır. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s)'nin doğduğu yılı hayır ve bereket
yılı olarak ilan etti. Ona sütü kendisi getirir, yıkarlarken suyu kendisi döker, beşiğini kendisi
sallar, uyanıkken onunla oynar, yükler göğsüne bastırırdı.
LAKAPLARI
Annesi ona babasının adını, babası da Ali adını vermişti. Lakaplarına gelince
sayılmayacak kadar çoktur. Ben bir kısmını yazıyorum. Emir El Müminin (Müminlerin Emiri),
Yasub Eddin (Dinin erkek arısı), Peygamberin Kardeşi, Betül'ün Kocası (Betül Hz. Fatıma
(a.s)'nın lakabıdır), Kafir Katili, Cennet ve Cehennem Ayırt edicisi, Sancak Sahibi, Arapların
Efendisi, Arıların Emiri. Bu son lakabına gelince bununla ilgili hadis; Bihar ül Anvar Kitabının
3. cildin sonunda şöyle anlatılır: "Mağaranın birinde Arı bulunmuş ancak arılar öyle
saldırganmış ki hiç kimsenin gücü içeri girip bal almağa yetmemiş. Buna karşılık Hz. Ali (a.s)
mağaraya girmiş ve çıkarken yanında külliyetli bir balla dönmüştü. Bunun üzerine Hz.
Muhammed (s.a.a) ona Emir Ennehl (Arıların Emiri) lakabını takmıştı."
ZEVCELERİ VE ÇOCUKLARI
Hz. Fatıma (a.s) ile evlendiğinde kendisi 25, Fatıma 10 yaşında idi. Fatıma Mekke'de
Peygambere ilk vahyin gelişinden beş yıl sonra doğdu. Hicretin 2. yılının Zil Hicce ayında
evlendiler. Derler ki: eğer Ali olmasaydı Fatıma’ya denk hiç kimse olmayacaktı. İmam (a.s)'a
Hasan (a.s) , Hüseyin (a.s), Zeyneb El Kübra (a.s), Zeyneb El Süğra lakaplı Ümmü Gülsüm
(a.s)'ü getirdi. Bir rivayete göre Hasan ve Hüseyin İmam (a.s)'ı "Baba" diye çağırmazlardı
çünkü Peygamber (s.a.a)'den başkasını baba olarak görmezlerdi ve bu durum dedeleri vefat
edinceye kadar sürmüştü.!
Hz. Fatıma (a.s) vefat ettikten sonra bir kaç kadınla evlendi.
1- İmame Bint-i Ebu-l Ass’ın. Annesi Peygamber (s.a.a)'in kızı Zeynep'ti
kendisine Kerbela' şehidi Muhammed El Avset (a.s)'i Dünyaya getirdi,
2- Havle Bint-i Cafer İbn-i Kays El Hanefiyye, İbn-i El Hanefiyye olarak
bilinen Muhammed El Ekber (a.s)'i Dünyaya getirdi.
3- Ümmü Habibe Bint-i Rabia, Ona Ömer ve Rukiyye (a.s)'yi Dünyaya
getirdi.
4- Ümmül Benin, Bint-i Hizam El Kilabiyye, ona hepsi Kerbela'da şehit
düşen Abbas, Cafer, Abdullah, ve Osman (a.s)'ı Dünyaya getirdi.
5- Leyla El Darimiyye, Kerbela'da şehit düşen ; Ebu Bekir lakaplı
Muhammed El Asgar ve Abdullah(a.s)'ı Dünyaya getirdi
6- Esma Bint-i Hamis El Hasamiyye, Yahya ve Avn (a.s)'ı Dünyaya
getirdi.
7- Ümmül Mesud El Sakfiyye, Ümmül Hasan ve Remle (a.s)'yi Dünyaya
getirdi.
Bu saydıklarımızın dışında da evlendi onlardan kızları oldu. Kızların adları sırası ile:
"Nefise, Ümm Hani, Rukiyye El Suğra, Ümmül Kiram, Cümene, İmama, Üm seleme,
Meymune, Hatice ve Fatıma (a.s)"
Çocuklarının toplamı 27'dir, bunların 14'ü erkek diğerleri kızdır. Şehit edildiği zaman
yanında 22 kadını vardı. Bunların dördü zevce idi: Kadınların en hayırlısı Fatıma'nın yeğeni
İmame, Leyla Bint-i Mesud, Esma Bint-i Amis, Ümmül Benin El Kilabiyye. Diğerleri çocuk
anaları idi.
İMAM (A.S)'IN SIFATLARI
Orta boylu, –ne uzun ne kısa sayılırdı–, esmer tenli, saçları dökük, kaşları ince ve
uzun, gözleri büyük ve siyah, yakışıklı, güleç yüzlü, zarif, geniş göğüslü, boynu uzun,
göbekli, sırtı düz – sanki hiç eklemi olmayan tek parça gibi–, elleri büyük, fazla eti olmayan
adaleleri, pazıları kollarından fark edilmezdi, kolları kalın, el ve ayak dirsekleri ve tabanı
büyük, ayakları ince idi. Muğire Bin Şu-be "Ali Aslana benzer, Aslanda kalın olan onda
kalın Aslanda ince olan onda da incedir" derdi.
Yürüyüşü Hz. Muhammed (s.a.a)'in yürüyüşüne benzerdi. Savaşa başlarken hiçbir
şeyden çekinmez koşar adımla giderdi. Bir atlıyı hiç zorlanmadan havaya kaldırır yere
çalardı. Bir kişinin kolunu sıktığı zaman o kişinin nefesi kesilirdi. Ne sıcaktan ne soğuktan
etkilenirdi. Bazen yazın kış elbiseleri ile veya kışın yaz elbiseleri giyerdi.
▬
DİPNOTLAR
1)Ehlibeyt Mektebinde bu konularda çok eser mevcuttur. Eş-Şafi - Murtaza3 ciltlik Dalailu' Sıdk
Şeyh Muzaffer
Ayanu'ş Şia 3. cilt - Esseyid Muhsin El Emin
El Muracaat - Şerafuddin El Gadir - El EminiBu kitapları sadece değerli kitap oldukları için
değil, özellikle Nassı(İçerik) ispat ederken, şüpheye düşen Ehl-i Sünnetin güvendikleri ve
dayandiklari kaynaklara işaret ettikleri için zikrettim.
***********************************************2) Şeyh Muzaffer Dalailu's Sidk
kitabında bu hadisin Tirmizi’nin Sahihinde Hz.Ali’nin faziletleri bölümünde, Hakim'in
Müstedrikinde yine aynı adı taşıyan bölümünde, İbn-i Hacer’in Savaik in birinci bölümünde
anlattigini yazar C:2, S:3, 1953 baskısı
***********************************************3) 1959 yılında Mısır’lı yazar Mustafa
Mahmud, “Allah ve İnsan” adlı kitap yazdı, kitapta yaratıcının varlığını inkar etti, çünkü sadece
denemeye dayalı bilime inanıyordu, ben ona cevap olarak “Allah ve Akıl” adlı kitabı yazdım ve
dört kere basıldı, sonra adı geçenin bütün yazdıklarını takip ettim daha sonra “Gece Yarısından
Sonraki Günlükler” adlı kitabında önceki fikrinden vazgeçiyor ve “Deney bir adım olabilir ama
her şey değildir, ben ilime inanırım yalınız onunla yetinmem, duyulara da inanırım ancak onlar
her şey değildir” diyordu. Demek ki insan yansız ve insaflı bir şekilde araştırma yaparsa gerçeği
öğrenir ve Hak yolunu bulur.
***********************************************
4 ) İbni Kuteybe'nin El İmame ve assiyese adlı kitabının C:1, S:6, 1957 baskısında Ebu Bekir'in
"Bilin ki benim bir şeytanım vardır bazen yolumu kesiyor" dediğini yazmaktadır. İbni Kuteybe,
Sünnilerin en güvendiği kaynakların arasındadır. Vefatı: 276 H. Ayrıca, aynı konuyu Tabari
Tarihinin birinci cildinde okumak mümkündür. İlginç olan bir durum da bazılarının "Bunları
Şiiler ekledi " demeleridir. Tabari'nin ve Tabari gibi yazan diğerlerinin Şiiler hakkında
yazdıkları sövgü ve iftiralar doğru ve hak olarak kabul edilirken başkalarına dokundurdukları
zaman Şiiler eklemiş oluyor. Bu durumda Şiilerinde, Tabari ve diğerlerinin Şiiler hakkında
yazdıkları sövgü ve iftiraları Sünniler eklemiş deme hakları vardır. Vicdan sahipleri karar
versin.
***********************************************
5 ) Kıyas, Sünni Fıkhının temel usuller arasındadır. Oda, şeriatta hükmü var olan bir olayın
hükmünü, kıyas yaparak benzer bir olay için vermeleridir. Hükmü verirken, Şari (hükmü koyan)
ne özel ne genel anlamda asla bir nass koymamış olsa da Fakih kendi takdirini kullanarak
hüküm verir. Şiiler kıyası, Şari (şeriatı emreden), olaya neden olan konuda açık bir hüküm
koymamışsa kabul etmezler. Yani hüküm nassa gerek duyuyorsa, hükme neden olan olayda nassı
gerektirir.
***********************************************
6) Mısır'ın büyük edebiyatçılarından biri olan ve bir çok eseri bulunan Abdurrahman El Şarkavi
dediki: Hz. Ali (a.s) sekiz yaşında iken –henüz ne peygamberlik ne de vahiy vardı- amcasının
oğlunun insanlığından onu sevdirecek ve onu yüceltecek şekilde konuşurdu. Yani Hz. Ali (a.s) o
zamandan İslam çağrısı ve başarısı için gerekli ön hazırlığı yapıyordu.
***********************************************
7) Ali ve Felsefe adlı kitabımda bir çok çağdaş bilim adamından örnek vererek bilimin ve bilim
adamlarının, bir bilim dalının muhtelif bilimlere kapı açtığını gördükten sonra bu teoriyi
desteklediğini yazmıştım.
***********************************************
8) Bunların içindenn: Altı sahihten birinin yazarı Nesaiye ait bir kitap, Ebi Naim El Asfahani'nin
yazdığı kitap, Ebi Abdulkerim El sukarri'nin yazdığı kitap, (Esseyid Emin'in Ayanu Şia
kitaplarının sayabiliriz. C:3)
***********************************************
9) Bu kitabın akıldan başka İmam yoktur bölümündeki .... çoğu haktan nefret eder kısmına
bakınız.
***********************************************
10) Bu kitabın İmamı Ali Bölümü, Naşşar'la birlikte kısmına bakınız
***********************************************
11) Allame Seyyid El Murtaza El Askeri İbn-i Seba hakkında bir kitap yazdı, rakam ve kesin
delillerle uydurulmuş bir kişilik olduğunu ispat etti. Ben de, Me Uleme El Necef adlı kitabımda
bu konuya değindim. Hatta El Naşşar bile kitabının birinci cildinde İbn-i Seba'nın varlığından
emin bir şekilde bahsettikten sonra ikinci cildinin 23. sayfada "İbn- Seba'nın kişiliğinin uydurma
olması muhtemeldir." Diye yazmaktadır.
***********************************************
12) El Naşşar'ın kuşağından olan Dr. Tevfik El Tavil'in yazdığı Üsus El Felsefe (Felsefenin
temelleri) adlı 1959 baskılı kitabının 391. sayfada "Şiilerin İslam'ın ruhsal içeriğini
zenginleştiren his edilir katkıları olmuştu, onların faal hareketleri dinin taşlaşmasına ve donuk
kalıplara girmesine engel oldu." Demiştir.
***********************************************
13) Kuran Işığında Ali(a.s)'nin İmameti adlı kitabımda:"Mutaassıpların Hz. Ali (a.s)' nin ilk
Müslüman olduğunu inkar etme imkanı bulamayınca gerçeği itiraf etmekte onlara zor geldiği
için demagojiye başvurdular ve ilk inanan yerine ilk inanan çocuk dediler....
***********************************************
14) Al Gazali, El Mustasfi Kitabının mutabakat şartları bölümünde "Masumiyet ümmetin
mutabakatı ile gerçekleştiği kabul edilmiştir:" diye yazmıştır. Allah'ta Kuranı Kerim'de - Ve bir
şeyde ihtilâfa düştünüz mü onun hükmü, Allah'a âittir. Diye buyurmuştur. Ehli Hakkın az
olduğuna dair bir çok rivayet vardır, bu konuda Allah'ta " Çoğu kavrayamaz" diye buyuruyor.
Bu durumda Sünni inancına göre masumiyet için, mutabakat yeterlidir. Çoğunluk hatadan
masum değildir hatta çoğu zaman hak azınlığın tarafında olmaktadır.
***********************************************
15) Sahihi Buhari C:5, Hz.Fatıma'nın faziletleri bölümünde ' Allah'ın Resulu dedi ki "Fatıma
benden bir parçadır ona eziyet eden bana eziyet etmiş sayılır. Diye yazılmıştır.
Sahihi Muslim'in 2. Cildin 2. Bölümündeki Hz.Fatıma'nın faziletleri bölümünde Peygamber
(s.a.v)'in Fatıma benden bir parçadır onu üzen beni üzer ona eziyet eden bana eziyet etmiş
sayılır. Diye yazılmıştır.
***********************************************
16)Abdul Muttalib'in on erkek çocuğu vardı, Abbas, Hamza,Zubeyr, Cuhl,(Ğaydak) Mukaddim,
Dirar, Nevfel, Haris, Ebu Leheb, Abdul Uzza, Ebu Talib adı da Abdül Menaf ve Abdullah.
Abdullah, Ebu Talib ve Zubeyr Fatıma Bint-i Amru İbn-i Ayed adlı kadından diğerleri başka
kadınlardandı. Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hz. Ali (a.s)'nin babaları aynı anadan ve babadan
idi.Zubeyr'in çocuğu olmadı, Abdullah'ın bir oğlu oldu Hz. Muhammed (s.a.v), Ebu Talib'in ise
üç oğlu oldu, Cafer, Ukayl ve Hz.Ali(a.s), Ebu talib'in çocukları birbirleridei on yaşla büyüktür.
Bihar ül Anvar /Meclisi
***********************************************
17)Bir rivayete göre Hz. Muhammed'e (s.a.v) otuz yaşını doldurduğu yıl doğmuştur.
***********************************************
18) Eskiler, Hz.Ali (a.s)'nin ilkMüslüman olduğunu inkar edemeyince, hileye ve laf cambazlığına
başvurarak "İlk Müslümanlar, Kadınlardan Hz. Hatice, Erkeklerden Ebu Bekir, çocuklardan Hz.
Ali (a.s)'dir." Dediler.
***********************************************
19) Dalail Essıdk kitabına göre, El Mavakit kitabında ve Hakim'in Müstedreki C:3, S:32 de
yazılıdır.
***********************************************
20) "Rihlat El İmam El Zincani" 1947 baskısı S:400, Sadr El Mutellihin 16 y.y
filozoflarındandır.
***********************************************
Şeyh Had, "Mustedrik Nehj El Belağa" adlı kitabında, Nehj El Belağa daki hutbelerin Şerif
Errida doğmadan muhtelih kitaplarda kayıtlı olduğunu ispat etti.
***********************************************
21) İlim El Yakin – Muhsin El Fayd, 1303 H baskısı S: 126
***********************************************
22) Zahair El Ukba fi Manakib zaviy El Kurba – S:64
***********************************************
23) Aynı kaynak
***********************************************
24) Aynı kaynak
***********************************************
25) Aynı kaynak ve Hayat Ali İbn-i Ebi talib – Eşşeyh Eşşenkıytı
***********************************************
26) Allah ve Akıl adlı kitabım S:54
***********************************************
27) Bazıları dedi ki : "maddenin zihnin içinde olması imkansızdır çünkü zihin eğriyi ve doğruyu
sıcağı ve soğuğu düşünür. Yoksa zihin aynı anda hem doğru hem eğri, hem sıcak
hem soğuk olması lazımdır. Bu durumda zihinde var olan şey maddenin kendisi değil sureti
olması gerekir" dedi
***********************************************
28) Bazı müellifler, Yakin'i üç bölüme ayırdılar, birincisi İlm El Yakin: bir şeyi görmeden onu
etkisi ile varlığına kanaat etmesi, ikincisi Ayn El Yakin: oda gözü görüp tanıması, üçüncüsü Hak
El Yakin: oda bir şeyle bizzat bire bir ilişki kurmasıdır.örneğin: Ateşin ışığını uzaktan gördüğün
zaman bu ilm el yakin, onu gözünle gördüğün zaman bu ayn el yakin. Ancak ateş sana dokunursa
bu hak el yakindir.
***********************************************
29) El Hafif Ettabari / Zakhair El Akbi 1356 baskısı, S:228
***********************************************
30) Ennas Vel İctihad 1956 baskısı S:78, El Müstedrik, Kitab Maarifet Essahabe C:3,S124'den
naklen
***********************************************
31) Bu paragrafı, Ahmed Teymur'un yazdığı bir kitaba üstat El Cundi'nin yazdığı uzun bir
önsözden aldım.
***********************************************
32) Musul Müftüsü Şeyh El Abdi, "El Nuvat" adlı kitabının 109. sayfasında: "Müslim'in ve
Tirmizi'nin rivayet ettikleri "El Sikeleyn (iki emanet)" hadisindeki Peygamberin sık sık
ehlibeytini tavsiye etmesinin nedeni kendisinden sonra onların başına geleceklere bir işaretti. Ve
o olaylar etkisi yüzyıllar sürecek, İslam'ın özüne saplanmış bir hançer darbesidir!
***********************************************
33) El Akd El Ferid kitabının müellifi birinci ciltte hep yatık vazıyette kalan bir özürlü insanlara
ne söylemek istediklerini bildirirdi. Bazı tarihçiler ve Hadis rivayetçileri başka
özürlüler için de buna benzer şeyler yazdılar.
***********************************************
34) 1233 Allme El Meclisi'nin Hicri baskılı Bihar ül Anvar, C:13, 135.163.168. sayfalar. El
Meclisi 279 yıl önce vefat etti. Bilindiği gibi Meclisi 430 yılında vefat eden Şeyh Ettusi'nin El
Ğaybe, 413 yılında vefat eden Şeyh El Müfid'in El İrşed ve 381 yılında vefat eden EL Saduk'un
El Maani adlı kitaplarınan nakletmişti. Bu kitaplar halen basılmakta ve okunmaktadır. Bu
hadislerin İmamiyye kitaplarında yazılması bin yıl öncesine dayanır.
***********************************************
35) Deleil Essıdk kitabı C:3, S:160
***********************************************
36) Burada akıl ve nakil yoluyla Hz. Muhammed (s.a.v.)'in velayetini kabullenen herkesin
İmamın da velayetini kabul etmesi gerektiği konusunu daha çok uzatmak istemiyorum
çünkü bu konuyu "Mâa Aşşia El imamiyye ve Ehl-i Beyt" kitabında yazmıştım.
***********************************************
37) Bu kitapta Şiilere atılan iftiraların yanı sıra bir çok hata da vardır. Örneğin: c:1, S:31'de
"İslam'ın üç temeli vardır: «Kur'an, Sünnet ve Hadis». Bütün İslam alimleri bilir ki Sünnetle
Hadis aynı şeydir. Yine C:1, S:31'de de söylenen ve söylenmeyen küllidir, (bütündür) cüzi
(parça) ise külli için söylenen ve söylenmeyendir." Bu tıpkı bir kişinin «bu hayvanın karnındaki
ya erkektir ya değildir.» demeğe benzer. Oysa felsefe ve mantık ehline göre külli çoğunluğu, cüzi
ise sadece tekliği ifade eder. Müellifler ise küllinin ve cüzinin tarifini birleştirip her ikisini birden
tarif ettiler.
***********************************************
38) Şair bir gün halkı anormal bir şekilde hareketli görünce nedir bu hıys bıys? (karışıklık) dedi
ve bu onun lakabı haline geldi. Kendisi tanınmış bir Fakih ve şairdi. Çok güzel şiirleri vardır.
***********************************************
39) Tartışma çok uzundur ben özetleyerek yazıyorum.
***********************************************
40) Bihar ül Anvar C:13, İmam (a.s)' ın Hz. Mehdi (a.s) hakkında söyledikleri bölümü.
Download