MALİYE POLİTİKASI – Dr. Süleyman BOLAT İKTİSADİ EKOLLER VE EKONOMİDE KAMU MÜDAHALESİ Ekonomiye müdahalenin gerekli olup olmadığı ve eğer müdahale edilmesi gerekiyorsa hangi araçların kullanılacağı tarihsel süreçte tüm iktisat okullarında tartışılan bir konudur. MERKANTİLİZM 1500-1750 yılları arasında dünyada hâkim olan anlayış Merkantilizmdir. Merkantilizmin dayanağını oluşturan birçok fikir dönemin olaylarından kaynaklanmıştır. Yeni keşifler, Avrupa’da yaşanan nüfus patlaması, Rönesans’ın kültürel alandaki etkileri, feodalitenin yerine ulusal devletin oluşumu, kâr ve servet konusunda dinsel görüşlerin değişmesi, gelişen ticaret ve zenginleşme isteği ile beraber zenginliğin değerli madenler bağlı olduğu anlayışı yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemde, özellikle siyasal birlik ve ulusal gücün sürdürülmesi amacıyla bazı ekonomik önlemler tartışma konusu edilmiştir. Parasal, korumacı ve diğer ekonomik araçlar büyük ölçüde ulus devlet oluşumuna katkıda bulunmak üzere kullanılmış, devlet müdahalesi Merkantilist öğretinin önemli bir parçası olarak yerini almıştır. Merkantilizm, yoğun devlet müdahaleciliğine dayanır. Devletin müdahale ederek ülkeye değerli maden girişini sağlaması ve çıkışını engellemesi gerektiği vurgulanmıştır. Merkantilizm, gerçek anlamda bir iktisadi ekol veya doktrin değildir. O dönemde birçok düşünürün yazılarında savunduğu aynı zamanda da ülke politikalarına egemen olan bir dizi görüş ve uygulamadan ibarettir. Özellikle feodalitenin zayıflayıp yerine ulusal devletlerin kurulduğu bir dönemde ortaya çıkmış olması Merkantilizmin temel görüşlerinin şekillenmesinde çok etkili olmuştur. Batı Avrupa ülkelerinde Ortaçağın sonuyla Sanayi Devrimi arasındaki dönem, feodalizmin yıkılışı ve güçlü merkezi devletlerin kuruluşuyla tanımlanmaktadır. Bu dönem ekonomik açıdan sermaye birikimi ve piyasa ekonomisi koşullarını hazırlayan ticari kapitalizmin geliştiği çağdır. Bu açıdan Merkantilizm, kapitalizmin kurumsallaşmış ilk aşamasını oluşturmaktadır. Merkantilistler, devleti siyasal açıdan incelemiş ve ekonomik olaylarla ilgili yeni düşünceler geliştirerek pratik öneriler sunmuşlardır. Merkantilistler, para, faiz dış ticaret, devletin ekonomik yaşamdaki yeri, sömürgecilik ve korumacılıkla ilgili yeni görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu doğrultuda Merkantilistlerin ele aldıkları başlıca konular siyasal iktidarın vergilendirme yetkisinin içeriği ve sınırları, devlet borçlarının niteliği ve sınırları, korumacılık ve korumacılığa ilişkin gümrük düzenlemeleri gibi devletin doğrudan ekonomiye müdahalesini gerektiren hem siyasi hem de ekonomik yönü olan konulardır. Dönem itibariyle Avrupa da keşifler, ticaretin canlanması, merkezi krallıkların güçlenmesi ile önemli bir değişim göze çarpmaktadır. Özellikle artan ticaret yüzyıllardır kapalı tarım hayatı yaşayan Avrupa ekonomik düzenini kökünden değiştirmiştir. Bu süreç içerisinde ortaya çıkan ve gelişerek güç kazanan ticaret burjuvazisinin ekonomik zihniyetini yansıtan Merkantilist düşünce, zenginliğin kaynağını para olarak görmekte ve korumacı bir dış ticaret ile bunu uygulayacak korumacı bir devlet anlayışını savunmaktadır. Merkantilistlere göre nasıl bir bireyin ekonomik gücü onun elinde bulundurduğu para ve servet ile ölçülüyorsa aynı şey devlet içinde geçerlidir. Çünkü devlet, bireyler topluluğundan başka bir şey değildir. O halde devletin gücü, hazinesinde bulunan para ve servet ile ölçülmektedir. Par ise bu dönemde değerli madenlere, külçe halindeki altın ve gümüşün varlığına dayandığı için, devlet elindeki altın ve gümüş stokuna göre güçlü veya zayıf olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda devletin güçlü olmasının tek yolu mümkün olduğu kadar altın ve gümüşün elde etmesine bağlıdır. Merkantilistlere göre ülkelerin değerli madenlere sahip olmaları ise ticaret yapmaları ile olasıdır. 1 Bu açıdan bakıldığında Merkantilist görüşe göre zenginleşmenin yolu dış ticaretten geçmektedir. Bir ülkenin zengin ve güçlü olabilmesi için en önemli şey ithal ettiğinden daha fazlasını ihraç etmesidir. İthalat ile ihracat arasındaki ihracat lehine olması gerek bu fark değerli madenlerin ülkeye girmesi ile sonuçlanacak ve hazine büyüdükçe devlet güçlenecektir. Bu nedenle Merkantilistlere göre dış ticareti ihracat lehine geliştirecek her türlü ekonomik, siyasi ve askeri önlemi almak zorundadır. Bu bağlamda Merkantilist sistemin devlet anlayışını korumacı devlet oluşturmaktadır. Korumacı devletin bir sonucu olarak Merkantilistler özellikle siyasi birlik ve ulusal gücün sürdürülebilmesi amacıyla korumacı ekonomik önlemler ve korumacı dış ticaret politikaları önermektedirler. Dolayısıyla devlet müdahalesi Merkantilist düşünce içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bunun yanında ticarette uygulamada bir ülke kazanırken bir ülke kaybetmektedir. İşte bu nedenle Merkantilist düşünce ulusu zengin ve güçlü olarak ayakta tutabilmek için devletin ekonomik hayatta düzenleyici bir rol oynaması ve ekonomiye müdahale etmesini hem gerekli hem de yararlı görmektedir. Bu bakış açsının uygulamada ortaya çıkardığı sonuç ise ulus devlettir. Bu bağlamda ulusun gücünü temsil eden devletin (korumacı ulus devlet) her alanda güçlü olması şarttır. Merkantilist düşünceye göre güçlü devlet güçlü ordu ve donanmalara sahip olmayı gerektirmektedir. Güçlü ordu ve donanma ise ancak güçlü bir hazine sayesinde olasıdır. Merkantilistlere göre devletin değerli madenler elde ederek gücünü ve zenginliğini arttırması her şeyden önce korumacı bir dış ticaret politikası ile mümkündür. Diğer bir deyişle Merkantilistlere göre devletin ihracatı arttıracak ithalatı ise sınırlandıracak şekilde düzenlemeler yaparak ekonomiye müdahale etmesi gerekmektedir. Bu bakış açısına göre devlet kendi ulusal tüccarının üstünlük sağlaması için her türlü ekonomik, askeri ve siyasi düzenlemeyi yaparak ihracatı arttırmalı; yüksek gümrük vergileri vb uygulamalar ile de ithalatı sınırlandırmalıdır. Bunun sonucunda devletler dünya ticareti içerisindeki paylarını arttırabilmek için bir yandan kendi ulusal tüccarlarını koruma önlemleri almakta diğer taraftan kendilerine yeni pazarlar bulmak için dünyayı sömürgeleştirme eylemlerine yönelmektedir. Korumacı dış ticaret politikaları ve dünyayı sömürgeleştirme uygulamaları sonucunda devlet eliyle sermaye birikimi gerçekleştirilmektedir. Kolonileşme ve gümrük korumalarının yanında, belli ticaret gruplarına belli yöre ya da mal konusunda ticaret tekelleri sağlanmakta, böylece ticaret alanında hızlı bir sermaye birikimi devlet eli ve desteği ile gerçekleştirilmektedir. Merkantilist öğretinin temel bakış açısını ve devlete olan yaklaşımını şu şekilde özetlemek mümkündür; Batı Avrupa ülkelerindeXVI. yüzyılın ikinci yarısından XVII. yüzyıla kadar Merkantilist anlayış hâkim olmuştur. Bu dönemde yeni keşifler, gelişen ticaret ve zenginleşme isteği ile beraber zenginliğin değerli madenlere bağlı olduğu anlayışı yaygınlık kazanmıştır. Parasal, korumacı ve diğer ekonomik araçlar, büyük ölçüde ulus devletin oluşumuna katkıda bulunmak üzere kullanılmış, devlet müdahalesi Merkantilist öğretinin önemli bir parçası olarak yerini almıştır. Ulus devlete dayanan mutlaki rejimlerin hâkim olduğu bu dönemde devletin ekonomiye müdahale ederek ülkeye değerli maden girişini sağlamak ve çıkışını engellemek gerektiği vurgulanmıştır. 2 FİZYOKRASİ Fizyokrasi, Merkantilizmin teorik görüşlerine ve ekonomik yaşama getirdiği kısıtlamalara tepki olarak Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Fizyokratlar, iktisadi düşünce tarihinde ilk defa T. Kuhn’un Paradigma tanımına uygun bir şekilde tanınmış bir lidere sahip bu lider etrafında birleşmiş ve liderin düşüncelerini savunan yazarları olan ve düşüncelerini yayacak bir dergiye sahip olan ilk düşünce okulunu oluşturmuşlardır. Ancak, bu okulun lideri olan Francois Quesnay bir bilim adamı değildir. Fizyokratlar, bir ilahi iradenim evrensel ve aslında mükemmel olan bir Doğal Düzen yarattığı yolundaki düşünceyi benimsemişlerdir. Dünyada mevcut bir fiziksel düzen gibi bir toplumsal düzen vardır. Bu doğal düzen yasalarına uygunluk en yüksek mutluluğu sağlayacaktır. Bu düzenin sürmesinin özel mülkiyetle mümkün olabileceğini dolayısıyla da ekonomiye müdahale edilmemesi gerektiğini savunmuşlardır. Fizyokratlar zenginliği tarıma bağlamışlardır, üretken ve üretken olmayan işgücü ayrımında tarımda çalışan işgücünün üretken olduğunu öne sürmüşlerdir. Merkantilist politikalar sonucunda altın, gümüş gibi madenler az sayıda ülkenin elinde toplanmış, bunun sonucunda değerli madenlerini kaybeden ülkelerin dış ticarete katılım oranı düşmüştür. Ticaretten kazançlı çıkarak sahip olduğu değerli madenleri arttıran ülkelerde ise enflasyon baş göstermiştir. Her iki nedenden ötürü ülkelerin karşılıklı ticaret hacimleri düşmüştür. Diğer bir deyişle tek taraflı çıkara dayalı Merkantilist uygulamalar sonucunda ticaret hacmi daralmış zenginleşen ülkelerde enflasyon baş göstermiş ve neticede Merkantilizm başarısız olmuştur. Merkantilist sistemin başarısızlığına tepki olarak ortaya çıkan Fizyokrasi ticari kapitalizmi temel alan Merkantilizmden farklı olarak girişimci çiftçiyi, büyük ölçekte tarımsal üretim yapan üreticiyi ön plana çıkarmıştır. Fizyokratlar da Merkantilistler gibi servetin kaynağını aramışlar, ancak onlardan farklı olarak servetin kaynağının ticaret (mübadele) değil, üretim olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu bakış açısıyla Fizyokratlar zenginliğin ve servetin kaynağının para değil dönemin en önemli üretim kaynağı olan doğa ve yine dönemin en önemli üretim faaliyeti olan tarım olarak görmüşleridir. Fizyokratlara göre tarım dışında kalan diğer meslekler ve faaliyetler toplum için faydalı olarak kabul edilse bile tarım gibi yaratıcı ve verimli değildirler. Tarım ve ticaret ancak kendi kendini devam ettirebilir, ortaya iktisadi anlamda net bir fazlalık ıkarmazlar. Buna karşın tarım, doğanın yaratıcı gücü sayesinde insanlara yoktan yeni nimetler sunmaktadır. İşte Fizyokratlar mevcut toplum düzeninin işleyişini, karşılıklı ilişkilerini, toplumsal sınıflar arası gelir ve servet dolaşımı ve bölüşümünü ve devletin toplum ve ekonomi içerisindeki rolünü bu görüşlerden hareket ederek açıklamaktadırlar. Fizyokratlar tarımı ekonomik yaşamın merkezi durumuna getirmekle yetinmemekte Merkantilistlerin ekonominin merkezine yerleştirdikleri ticareti önemsiz kabul etmektedirler. Diğer taraftan ticaretin karlı ve verimli bir alan olması nedeniyle yapılması gerektiğini ancak bu durumda korumacı uygulamaların olamaması gerektiğini savunmaktadırlar. Başka bir deyişle Fizyokratlar belirli koşullar altında serbest ticaretin yapılasına taraftar olmaktadırlar. Ticaretin serbest olmasına verdikleri desteğin altında yatan temel neden ise Fizyokratların, doğal düzenin, bireylerin özgür hareketleri ile kurulacağına inanmalarıdır. Fizyokratlara göre nasıl ki dünya uyumlu ve dengeli bir doğal düzen içerisinde işliyorsa, toplumlardadoğal düzen içerisinde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu düzen içerisinde bireylerin ekonomik yaşamdaki çıkarları kendiliğinden uyum içerisinde olacağından yani ekonomik hayatta da doğal bir düzenin varlığı söz konusu olduğundan devletin ekonomik yaşama hiçbir şekilde müdahale etmesi gerekmemektedir. Eğer devlet ekonomiye müdahale etmezse, piyasanın doğal işleyişi, enflasyon ve dış ticaret sorununu kendiliğinden çözmektedir. Devletin faaliyetleri tümüyle düzenin, güvenin ve adaletin sağlanması ile sınırlı olmalıdır. Bunu aşan bütün devlet faaliyetleri özgürlük üzerine baskı anlamına gelmektedir ki; bu durum doğal düzenin işleyişini engellemektedir. Fizyokratların benimsediği doğal düzen anlayışının sürmesini, işlemesini sağlayan bir diğer önemli şey ise özel mülkiyettir ve devlet müdahalesi özel mülkiyeti sınırlandıracağından dolayı Fizyokratlar tarafından istenememektedir. 3 Fizyokratların doğal düzenin uyumlu bir toplumsal ve ekonomik yaşam yaratacağına olan inançları Klasik İktisat yaklaşımında “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” anlayışına dönüşmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi Fizyokratlar tarımı tek üretim kaynağı olarak görmekte bu nedenle yalnızca tarım sektörü üzerinden alınan tek bir vergi önermektedir. Onlara göre diğer sektörlere bir vergi konulsa dahi sonuçta konulan vergi tek verimli sektör olan tarım sektörüne yansıyacaktır. Diğer taraftan doğal düzen anlayışından yana olduklarından, girişim özgürlüğünü sınırlayan ve malların serbestçe dolaşımını engelleyen her türlü sınırlamaya ise karşı çıkmaktadırlar. Örneğin Merkantilistlerin aksine gümrük vergilerinin kaldırılarak ticaretin tamamen serbestleştirilmesini savunmaktadırlar. Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, ekonomide devlet müdahalesine karşı çıkan Fizyokratlar kamu harcamalarının adalet, güvenlik gibi temel hizmetlerle sınırlı tutulmasını ve devletin ekonomiye müdahalesini minimum düzeyde tutacak minimal bir yapıda olmasını savunmaktadırlar. Fikyokratların temel bakış açısını ve devlete olan yaklaşımını şu şekilde özetlemek mümkündür; Fizyokratlar zenginliği tarıma bağlamışlardır. Sektörleri üretken ve üretken olmayan olarak ikiye ayırmışlar ve tarımın üretken olan sektör olduğunu kabul etmişlerdir. Üretken ve üretken olmayan işgücü ayrımında, tarımda çalışan işgücünün üretken olduğunu öne sürmüşlerdir. Doğal düzen anlayışını benimseyen Fizyokratlar, bu düzenin sürmesinin özel mülkiyetle mümkün olabileceğini kabul etmişler. Bu yüzden de ekonomiye müdahale devlet tarafından edilmemesi gerektiğini savunmuşlardır. Devlete olan bu bakış açısı devletin ekonomi ve sosyal hayat içerisindeki rolünün olabildiğince küçük olması sonucunu doğurmuştur. KLASİK MAKRO İKTİSAT TEORİSİ (1776-1929) Bu yaklaşıma göre devlet sadece kendisini doğruda ilgilendiren savunma gibi hizmetleri üstlenmeli ve piyasanın işleyişine yardımcı olmalıdır. Temel varsayımları: Uzun dönem esas alınmaktadır. Ekonominin motoru toplam arzdır. Her arz kendi talebini yaratır. Toplam talep pasif unsurludur. Ekonomi daima ve kendiliğinden tam istihdam seviyesinde dengededir. Bu nedenle ekonomide istek dışı işsizlik ortaya çıkamaz. Bütün piyasalarda tam rekabet şartları geçerlidir. Firmalar ve tüketiciler, piyasa şartları ile ilgili olarak tam enformasyona sahiptir. İşgücü piyasasında istihdam seviyesi, işgücü arzı ile iş gücü talebi tarafından belirlenir. Mal piyasasında fiyatlar, işgücü piyasasında ücretler ve ödünç verilebilir fon piyasasında faiz oranı tam esnektir. Faiz, tüketmemenin (tasarruf etmenin) mükâfatıdır. Reel faiz oranı, ödünç verilebilir fon arzı (tasarruflar) ile ödünç verilebilir fon talebi (yatırımlar) tarafından belirlenir. Tüketim harcamaları ve tasarruflar, reel faiz oranına bağlıdır. Reel faiz oranı artarsa, tüketim harcamaları azalır, tasarruflar artar. Para sadece işlem güdüsüyle talep edilmektedir. Paranın dolanım hızı kısa dönemde sabittir. Bu nedenle para arzındaki bir artış doğrudan doğruya fiyatlar genel seviyesini yükseltir. Klasik Dikotomi İlkesi geçerlidir. Buna göre reel sektör ile parasal sektör birbirinden yalıtılmıştır. Parasal değişkenlerin değerlerinde meydana gelen değişmeler reel değişkenlerin değerini etkileyemez. Bu nedenle para yansızdır ve önemsizdir. Gerçek satın alma gücü mallar tarafından temsil edilir. 4 Reel değerler esas alındığı için, firmalar ve tüketiciler para aldanması veya para yanılması ile karşılaşmazlar. Bütün piyasalardaki denge fiyat, denge reel ücret ve denge reel faiz oranları yanlış alışverişi önleyen sanal bir Müzayedeci tarafından belirlenir. Firmalar ve tüketiciler, gelecek ile ilgili olarak istikrarlı ve durağan bir beklentiye sahiptirler. Maliye ve para politikaları etkisizdir. Bu nedenle, devlet maliye ve para politikaları ile ekonomik hayata müdahale etmemeli, devlet bütçesi küçük ve denk olmalıdır. Kısa dönemde üretim, işgücü miktarı tarafından belirlenir. İşgücü arzı artarsa üretim artar vs. uzun dönemde üretim; işgücü miktarı, sermaye miktarı ve teknoloji seviyesi tarafından belirlenir. İşgücü talebi doğrusu aynı zamanda işgücünün marjinal verimliliği doğrusudur. İşgücünün marjinal verimliliği artarsa, yani işgücünün eğitim seviyesi yükselir ve teknolojik donanımları iyileştirilirse, iş gücü talebi artar ve reel ücretler yükselir. Çünkü verimliliği yüksek işçiye yüksek reel ücret ödenir. İşgücü talebi, reel ücretin azalan (ters yönlü) bir fonksiyonudur. Reel ücret artarsa işgücü talebi azalır vs. İşgücü arzı, reel ücretin artan (doğru yönlü) bir fonksiyonudur. Reel ücret artarsa işgücü arzı artar. Reel ücretin ikame etkisi, reel ücretin gelir etkisinden büyük olduğu için reel ücret artınca işgücü arzı artar. Say yasasına göre, her arz kendi talebini yaratır. İş arayan herkes iş bulduğu için, yani ekonomi daima tam istihdam seviyesinde dengede bulunduğu için, üretime katılanlar aynı zamanda kendi ürettikleri malların alıcılarıdır. Bu nedenle ekonomide genel bir toplam talep yetersizliği ortaya çıkmaz. Üretilen bütün mallar satılır. Klasik iktisatçılardan Robert Malthus, Say Yasası’nı benimsemez ve ekonomide toplam talep yetersizliğinin, bu nedenle de işsizliğin ortaya çıkabileceğini ileri sürer. Bu nedenle Keynes, toplam talep yetersizliği nedeniyle ekonominin eksik istihdam seviyesinde dengeye gelebileceği fikrini Malthus’tan almıştır. Faiz oranı, toplam talebin tüketim ile yatırım arasındaki bölünüşünü belirler. Faiz artarsa, tüketim harcamaları azalır ve yatırım harcamaları artar vs. ancak faiz oranı, toplam talebin büyüklüğünü değiştirmez. Para arzının artması, üretim ve istihdam seviyesini etkilemez, sadece fiyatlar genel seviyesini yükseltir. Fiyatlar genel seviyesindeki artışın yani enflasyonun sebebi, para arzındaki artıştır. Para arzının artması aynı zamanda nominal faiz oranını yükseltir. Demek ki para arzındaki artış bir yandan fiyatlar genel seviyesini öte yandan da nominal faiz oranını artırır. Say Yasası gereğince ekonomide konjonktür dalgaları ortaya çıkamaz. Ekonomide küçük arz talep uyumsuzlukları (zayıf Say Yasası) bulunsa bile, piyasa bu durumu derhal düzeltir. Klâsik görüşe göre, ekonomilerin büyüyebilmesinin koşulu tasarruftur. Tasarrufyatırımı beslediği sürece hem üretim esnasındaki yıpranma ve aşınma maliyetlerinikarşılar, hem de ekonominin gelişmesi için gerekli yatırımlara kaynak oluşturur. Klâsik görüşün denge algılaması burada da karşımıza çıkar. Şöyle ki, ekonomikdengenin sağlanması açısından yatırımın tasarrufa eşit olması gerekmektedir. Klâsikleregöre, yatırım ile tasarruf arasındaki denkliği faiz oranı sağlar. Yatırım ile tasarrufarasında eşitliği sağlayan fiyat olarak faiz oranı, zamanlararası kaynak dağılımında optimum koşulu sağlayan bir tür fiyat olarak çalışır. Klâsik dönemde iç istikrar alanında karşılaşılan en büyük güçlük “zorunlu kötülük”olarak algılanan devletin devreye alınmasında ortaya çıkmıştır. Devletin, ekonomiyedüzenleyici müdahalesine gerek kalmadığının ileri sürülmesi yanında, zarurikamu hizmetlerinin görülebilmesi amacıyla zorunlu olarak kaynak kullanan ve hizmetlerinmaliyetini karşılayabilmek için de ekonomiden kaynak çeken bir birim olaraksisteme dahil edilmesi kaçınılmaz görülmüştür. Kamusal müdahalelerin nispi fiyatlarıbozmasının sistemin optimal koşullarda işlemesini engelleyeceği endişesi sonucunda,kamu faaliyetleri için, biri kamu harcamaları diğeri de kamu gelirleri alanında olmak üzere, iki önemli kısıtlayıcı koşul getirilmiştir. Kamu harcamaları alanındakikoşul, kamu faaliyetlerinin ve bu faaliyetlerin 5 parasal ifadesi olan bütçenin küçükolmasıdır. Bütçe hacmi küçük tutularak zorunlu kamusal hizmetlerin görülmesinerağmen ekonomiye dış müdahalenin asgarî boyutta tutulabileceği düşünülmüştür. Kamu gelirleri alanında ise vergilerin piyasadaki nispi fiyatları bozmayacak şekildetasarlanması önerilmiştir. Klâsiklerin önerdiği şekli ile ekonomide nispi fiyatlarıbozmayacak, dolayısıyla ekonomik birimlerin kararlarını etkilemeyecek vergileretarafsız vergiler anlamında nötr vergiler adı verilir. Nötr vergiler yükümlüüzerinde gelir etkisi oluşturan, fakat ikame etkisinin sıfır olduğu vergiler olarak tanımlanabilir. Nötr vergiye en tipik örnek baş vergisidir. Bireylerin ekonomik faaliyetlerive gelirlerinden bağımsız olarak saptanan ve tahsil edilen baş vergisinin, bireylerinekonomik kararları üzerinde etkili olmayacağı ileri sürülmüştür. Baş vergisininbile mutlak anlamda nötr olduğu ileri sürülemez. Gelir düzeyi ortalamasınınnispi olarak yüksek olduğu toplumlarda çok küçük miktarlarda uygulanan baş vergisininbireysel ekonomik kararlarda bir etki yapmayacağı savunulabilir. Ancak belirlidüzeydeki baş vergisinin düşük gelirli bireylerde oluşturacağı güçlü gelir etkisibireyin boş durma ve çalışma arasındaki tercihini etkileyerek, ekonomik kararlardadavranış değişikliği yaratabilir. Klasik dönemde dolaylı vergilerin piyasada nispi fiyatları bozarak, kaynak dağılımı bozukluğuna yol açacağı iddiası da yaygın olarak ileri sürülmüştür. Özelliklebazı ürünler üzerine salınan dolaylı vergilerin nispi fiyatları bozacağı ve böylecekaynak dağılımını bozacağı iddia edilmiştir. Bu iddia klâsik görüş çerçevesindedoğru ve geçerli olmakla beraber tek yanlıdır. Şöyle ki, dolaylı vergilerin ürün piyasasında oluşturduğu bozucu etkinin benzerini dolaysız vergiler, faktör piyasasındaoluşturur. Klasik dönemde vergilerin ekonomi üzerindeki bozucu etkilerindençekinilmesi nedeniyle, ilk dönem maliye kitaplarında kamu harcamalarına çok azyer verilirken kamu gelirleri, özellikle de vergiler analizlere konu olmuştur. Kamu gelir sistemi içinde borçlanma konusu da klâsiklerce ilke olarak reddedilmiştir.Kamu borçlanma sistemine klâsiklerce karşı çıkılması da yine piyasadanispi fiyatların bozulmaması ve ekonomik dengenin sarsılmaması endişesindenkaynaklanmıştır. Şöyle ki, borçlanma bütçe açığını gösterdiği derecede ekonomidedengesizlik unsuru olarak görülmüştür. Henüz denk bütçe çarpanı kavramınınnetleşmediği dönemde, açık bütçe ya da fazla veren bütçe uygulamalarının aksinedenk bütçe uygulamasının, talep kalıplarını farklılaştırmakla beraber, toplam talebisabit tuttuğu, böylece ekonomide dengesizliğe yol açmayacağı düşünülmüştür. Klâsiklerin kamu borçlarına karşı çıkışının ikinci nedeni de borçlanmanın nesillerarasında kaynak dağılımını bozacağı düşüncesidir. Bu düşünceye göre, borçlanmaile gelecek nesillerin birikimlerinin bir bölümü şimdiki neslin tüketiminekatkı olarak kullanılacağından, gelecek nesillerin üretim ve tüketim kapasitesi zayıflatılmış olur. Durum böyle olunca borçlanma savaş ya da diğer benzeri zor toplumsalkoşullarda acil finansman aracı olarak kullanılabilir ya da yatırımın finansmanında devreye alınabilir. Borçlanma ile yatırım yapıldığında, ileriki dönemdeborçların itfası gündeme geldiğinde, yatırımın üretim kapasitesi de devreye girmişve borç itfa maliyetini karşılamış olur. Bu iki koşulun bulunmadığı durumda veklasiklerce tüketim olarak görülen bütçe açığının finansmanında devreye sokulanborçlanmaya, gelecek nesillerin üretim kapasitesini sınırlayacağı, dolayısıyla nesillerarası kaynak dağılımını bozacağı endişesi ile kuşkulu bakılmıştır. Klâsik görüşe göre, dış denge, yani cari denge hakkındaki görüşler de iç dengekonularında olduğu gibi, otomatik süreçlerle sağlanacağı şeklindedir. Dış dengedeotomatik düzenleyici faktör, o dönemlerde paranın, altın ya da gümüş veyabunların karışımından oluşan değerli madenlere bağlanmış olmasıdır. Söz 6 konusudeğerli madenlerin arzı sınırlı olduğundan ekonomilerde para arzı da sınırlandırılmış olmaktadır. Klasik dönemde dış ödemelerde ekonomiler arasında değerli maden stoklarının yer değiştirmesi söz konusudur. Arzı sınırlı değerli madenler dış ticarethadlerinde yarattığı değişikliklerle uluslararası ticarete konu olan mallarınnispi fiyatları üzerinde etkili olarak dış ticareti ayarlıyordu. Sistem şöyle çalışıyordu.Bir ülke ithalat nedeniyle yaptığı ödeme nedeniyle değerli maden stoklarındaerime, buna karşın ihracat yapan ülke ise maden kaynaklarında zenginleşme yaşar.Maden kaynaklarındaki değişime bağlı olarak, ithalat yapan ekonomide genelfiyat düzeyi gerileyecek, ihracat yapan ekonomide ise genel fiyat düzeyi yükselecektir.Bu işlem sonucunda, her bir ekonomide ürünler arasında nispi fiyatlar değişmemiş olmasına rağmen, ekonomiler arası karşılaştırmada, ekonomiler arasındaürünlerin nispi fiyatları değişir. Diğer bir deyişle, ithalat yapan ekonomide değerlimaden stokları gerilemiş olduğundan para tabanı daralacak, buna karşın ihracatyapan ekonomide maden stokları yükselmiş olduğundan para tabanı genişlemişolacaktır. Bu durumda, ithalat yapan ülke ürün fiyatları bir dönem sonra ihracatyapmış ülke ürün fiyatlarına göre ucuzlamış olacağından, dış ticaret işlemi ters dönecek,geçmişte ithalat yapan ekonomi bu kez ihracat, ihracat yapan ekonomi iseithalat yapar konuma gelecektir. Böylece, uluslararası ticarette denge koşulu daekonomilerin içsel ve karşılıklı dinamikleri ile sağlanmış olur. Devletlerin dövizkurları ya da diğer mekanizmalarla dış ticarete müdahale etmesi, ekonominin diğer denge koşullarında olduğu gibi, burada da dengenin oluşumunu sağlayamayıp, tam tersine dengenin bozulmasına yol açacaktır. Klâsik ekonomistler bu dönem ekonomik alt yapının özelliği ve işleyişinin hemiç ekonomide hem de dış ilişkilerde optimum dengeyi sağlayacağı, bu nedenleekonomi dışı müdahalelerin gereksiz olduğu, böylesi müdahalelerin sistemin işleyişdinamiklerini bozarak, dengeden uzaklaşılmasına neden olacağını savunmuşlardır. Klasikler parayı sistemin üzerinde bir peçe olarak algılamış ve para tabanıdeğişikliklerinin milli gelir, istihdam ve gelir dağılımı gibi reel dengeler üzerindeetkili olmadığı görüşünü savunmuşlardır. Klâsik dönemde kabul edilen varsayımların ve sistemin bu varsayımları doğrularnitelikte işlemesine bağlı olarak, devlet sadece küçük ve denk bütçe ile kamuhizmetlerini yerine getiren bir tür bekçi devlet ya da jandarma devlet işlevi ile sınırlı tutulmuştur. Ancak, zamanla sermaye birikimi güçlenip, parasal işlemlerin görüldüğü borsaların ortaya çıkmasıyla konjonktür dalgaları şiddetlenmiş ve sıklaşmıştır. Sermaye birikim süreci, bu gelişmelerle kapitalist sistemi 1929 Büyük Buhranı’na taşıdığında ise artık klasiklerin savunduğu devletin ekonomiye uzak durmasıgörüşü geçerliliğini yitirmeye yüz tutmaya başladı. Çünkü, yaşanan sorunlaraklasik yaklaşımlar yanıt üretemez oldu.Klâsik yaklaşım iki bakımdan önemlidir. İlk olarak klâsik yaklaşım, kapitalistsistemi en saf hali ve ekonomik aktörlerin karşılıklı rol ve işleyişleri ile ele almasıyönünden önemlidir. Sermayenin henüz büyük güce kavuşmadığı, ekonomik birimlerarasında aşırı asimetrik güç ilişkisinin yaşanmadığı dönemde ekonomik işleyişoldukça dengeli idi Klâsiklerin görüşlerinin bir başka açıdan önemi de sondönem görüşlere ilham kaynağı olması, hatta bazı durumlarda olduğu gibi günümüzpolitikalarının şekillendirilmesinde model işlevi görmeleridir. Yeni sağ görüşlerya da neo-liberal görüşlerin teorik temelleri klâsik görüşlere dayanır. XIX. yüzyıl başında gelişen Klasik İktisat (Mali Gelenekçilik) düşüncesi ise piyasa düzenini ön plana çıkarmaya başlamıştır. Görünmez el kavramı ile beraber ekonomiye müdahale edilmemesi gerektiği düşüncesi hakim olmuştur. Bu yaklaşıma göre devlet sadece kendisini doğrudan ilgilendiren savunma, adalet gibi temel hizmetleri üstlenmeli ve piyasanın işlemesine yardımcı olmalıdır. 7 Bu nedenle klasik iktisat yaklaşımınınhâkim olduğu dönemlerde genellikle devlet koruyucu bir işlev üstlenmiş ve ekonomik işleyişe müdahale minimum düzeyde tutulmaya çalışılmıştır. • Klasikler, devleti üretici bir varlıktan çok bir tüketici olarak görmüş ve devletin zorunlu durumlar dışında piyasa yapacağı müdahalelerin görünmez el tarafından oluşturulan optimal dengeyi bozacağını ileri sürmüşlerdir. • Ekonomide dengenin kendiliğinden meydana geldiği görüşünden hareket eden klasik iktisadi anlayışa göre devlet tarafsız olmalıdır. Dolayısıyla devlet ekonomik ya da sosyal hayata herhangi bir müdahaleden kaçınmalıdır. Harcama ve vergilerin de bu nedenle tarafsız olması gerekmektedir. • Bu tarafsızlık, bireylerin tüketim, tasarruf ve yatırım kararlarında sapmalara neden olmayacak harcama ve vergi anlamına gelmektedir. • Ekonomik ve sosyal hayata yukarıda esasları belirtilen iktisadi düşünce sistemi hakim olunca, kamu maliyesinin düşünce sistemi de piyasa ekonomisinin tabii düzenini değiştirmemek esasına dayanıyor ve mali gelenekçilik adını taşıyordu. • Mali gelenekçilik, mali konularda bazı temel ilkeleri benimsemişti. Bu ilkeleri şöyle sıralamak mümkündür; 1. Kamu harcamalarının hacimce küçük olması 2. Devlet bütçesinin denk olması 3. Kamu giderlerinin dolaylı vergilerle karşılanması 4. Bütçe açıklarının uzun vadeli borçlanmalarla karşılanması 5. Bütçe açıklarının kısa vadeli borçlanmalarla karşılanmaması • Klasiklerin/Mali Gelenekçilerin savunduğu maliye politikasının bu temel ilkelerine dayanak oluşturan varsayımları ise şu şekilde özetlemek mümkündür; 1. Tüketici devlet varsayımı 2. Kamu girişimlerinin özel girişimlerden daha az verimli olduğu varsayımı 3. Tarafsız kamu harcamaları ve tarafsız vergi varsayımı NEO-KLASİK DÜŞÜNCEDE DEVLET MÜDAHALESİ Klasik çizgi esasen piyasayı temel alır ve ekonomide kamu müdahalesi istisnadır. Piyasa kendi haline bırakıldığı zaman ekonomide bütün aktörlerin tatmin olacağı bir işleyiş ortaya çıkar ve bu işleyin sonucunda ortaya çıkan gelir bölüşümü “olması gereken” düzeydedir. Ancak piyasa mekanizmasının etkin işleyebilmesi ve bu sonuçlara ulaşabilmesi için bazı koşulların sağlanmış olması gerekir. Bu koşullar ekonomik karar alıcıların tam ve simetrik bilgiye sahip olması, dışsallıkların olmaması, piyasa giriş ve çıkışların serbest ve maliyetsiz olması, faktör ve mal akışkanlığının sürtünmesiz olması ve azalan maliyetli üretim alanlarının yani doğal tekellerin olmaması gibi koşullardır. Bu koşulların sağlanması halinde piyasa mekanizması sorunsuz işler ve bu sonuçtan bütün üretici ve tüketiciler memnun olurlar. Piyasadaki fiyatın marjinal hasılata ve onun da marjinal maliyete eşitlendiği böyle bir ortamda üreticiler kar, tüketiciler ise faydalarını maksimize ederler. Bu durum Neo-Klasikler tarafından birinci en iyi olarak adlandırılır ve Neo-klasikler tarafından öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde ulaşılabilecek en iyi sonuçtur. Ancak bu koşulların bir veya birden fazlasının gerçekleşmesine engel olan faktörlerin varlığı halinde, bir tek piyasada bile ortaya çıkabilecek bir aksaklık ideal sonuca ulaşmayı engeller. Bu durum 8 piyasa başarısızlığı olarak adlandırıl ve piyasa mekanizması tarafından kendiliğinden ortadan kaldırılamaz. Bu nedenle kamu otoritesi gibi görünür bir elin müdahalesi ile aksaklıkların giderilmesi Neo-klasik iktisatçılar tarafından meşru olarak kabul edilir. Bu müdahale sonucunda ortaya çıkan yeni durum ikinci en iyi olarak adlandırılır. İkinciye en iyiye ulaşmak için sadece piyasanın etkin çalışmayan taraflarına değil; bu kesimlerin etkinsizliğini giderebilmek için etkin çalışan kesimine de müdahale etmek gerekebileceğinden çok sayıda müdahale araç yöntemi ile karşı karşıya kalınır. Bu araç ve yöntemlerden hangilerinin kullanılacağını ise piyasa başarısızlığının neden kaynaklandığı belirleyecektir. Piyasa başarısızlığına tam rekabetin olmaması, doğal tekellerin varlığı, kamusal mallar, dışsallıklar, eksik bilgi, eksik kapasite kullanımı ve işsizlik ile erdemli malları varlığı sebep olabilmektedir. İşte Neo-klasik bakış açısı bu durumlarda piyasanın işleyişinin sorunsuz hale gelebilmesi ve böylelikle klasiklerin iddia ettikleri gibi “olması gereken” kaynak ve gelir dağılımını sağlayabilmesi için devletin ekonomiye minimal/sınırlı bir müdahalede bulunmasını kabul eder. Tam Rekabetin Olmaması piyasa ekonomisinin uygulandığı ülkelerde oluşan piyasa yapılarının tam rekabetten uzak olduğunu ifade etmektedir. Egemen piyasa yapıları, monopol, oligopol ve/veya monopollü rekabet gibi piyasalardır. Bir piyasada tam rekabetin olabilmesi, çok sayıda alıcı ve satıcının bulunması (atomizite), malların homojen olması, piyasaya giriş ve çıkışlarda engeller bulunmaması, üretim faktörlerinin akıcı (mobilite) olması, alıcı ve satıcıların piyasa ile ilgili tam bilgi (informed) sahibi olmaları gibi özelliklerin varlığı ile mümkündür. Bu temel özelliklerin çeşitli nedenlerle geçerliliklerini yitirdikleri görülmektedir. Özellikle mal piyasalarında, firmalar aralarında anlaşma yapmak suretiyle kartel, tröst, holding vb. yapılanmalara giderek çok sayıda satıcının olması koşulunu ortadan kaldırmakta ve dolayısıyla fiyatları istedikleri gibi belirleyebilmektedirler. Piyasa ekonomisi içinde üretilen mal ve hizmetlerin homojen olmaması da tam rekabeti engelleyen ve aksak rekabete yol açan nedenlerden birisidir. Aksak rekabet sadece firmalar arası anlaşmalar yoluyla değil, aynı zamanda aynı ihtiyacı karşılayan mallar arasında yoğun reklam kampanyaları ile “marka imajı” oluşturarak sağlanan ürün farklılaşması sonucunda da ortaya çıkabilmektedir. Piyasa başarısızlığına (refah kaybına) yol açan bu gibi piyasa yapıları, kamu ekonomisinin kaynakların etkin kullanımı amacıyla ekonomiye müdahale etmesinin gerekçelerinden birisini oluşturmaktadır. Devlete düşen görev, antitröst ve antikartel yasalarının çıkarılması, reklamların denetim altına alınması gibi, rekabet yapısını güçlendirici önlemleri alarak piyasa başarısızlığına yol açan nedenleri ortadan kaldırmaktır. Bir firmanın ölçeğe göre artan getiriler nedeniyle tekelci konumuna gelmesi durumuna doğal tekel denir. Piyasadaki bazı üretim dallarında, firma ölçeğinin büyümesi durumunda “ölçeğe göre artan getiriler” vardır. Bir üretim dalında minimum ortalama maliyetler çok yüksek ise, bu durumda bir firmanın tek başına piyasaya hakim olacak ölçekte kurulması ortalama maliyetlerin azalmasını sağlayacak ve dolayısıyla ölçeğe göre artan getiriler söz konusu olacaktır. Diğer bir deyişle, bu üretim dallarında birden fazla firmanın birbirleri ile rekabet içinde olması yerine, bütün üretimi tek bir firmanın yapması toplam maliyetlerin minimum düzeyde gerçekleşmesini sağlar. Bu üretim dallarında rekabetçi bir ortam olsa bile sonunda en güçlü firma ölçeğini büyüttükçe maliyetlerini minimize edeceği için tek başına kalır. 9 Görüldüğü gibi neo-klasik ekonomistler bazı üretim dallarında çok sayıda firmanın varlığının piyasa başarısızlığı anlamına geleceğini kabul etmektedirler. Ancak doğal tekel durumundaki bir firma da monopollü rekabet piyasasındaki bir firma gibi ve hatta ondan daha fazla refah kaybına neden olur. Bu durum, söz konusu üretim dallarında devletin müdahalesini haklılaştırır.Bu durumda devlet iki seçenekle karşı karşıyadır. Birincisi, devletin bu tür üretim dallarını kamusallaştırmasıdır. Bu, kamu iktisadi teşebbüslerinin varlık nedeni ile ilgili olarak yapılanneo- klasik açıklama tarzıdır İkincisi, devletin piyasadaki bu tür doğal tekelleri düzenlemesidir. Bu seçenekte devlet, söz konusu üretim dallarında faaliyette bulunma hakkını bir imtiyaz sözleşmesi ile piyasadaki tek bir firmaya verecektir. İmtiyaz sözleşmesi ile devlet, piyasadaki firmanın fiyatına müdahalede bulunur. Böylece imtiyaz sözleşmesi ile piyasadaki firmanın toplumsal refah kaybına neden olması önlenir. Kamusal mallar (saf kamusal mallar) ortak tüketime konu olan (ortak tüketim), tüketiminden kimsenin dışlanamadığı (pazarlanamama), bir kişinin tüketiminin başkasının faydasını azaltmadığı (bölünememe) ve dışsallıkları olan mallardır. Bütün bu özelliklerinden dolayı kamusal nitelikli malların piyasa ekonomisi içinde etkin bir biçimde üretilmelerinin mümkün olmadığı, neo-klasik ekonomistlerce ifade edilmektedir. Bu malların üretimi piyasaya bırakıldığında, ya hiç üretilmemeleri ya da aşırı üretilmeleri söz konusu olacaktır. Piyasada üretilmeleri durumunda, eğer bireyler dışsallıkların farkında değillerse, her bireyin ayrı taleplerinin sonucu olarak toplum için yeterli miktarın üzerinde aşırı üretim söz konusu olur. Bireylerin dışsallıkların farkında olmaları durumunda ise, her birey diğer bireylerin taleplerinden faydalanmak (free-rider/bedavacı davranış) isteyip kendi talebini gizleyeceğinden kamusal mal piyasada hiç üretilmeyecektir. Kamusal malın piyasada hiç üretilmemesi veya aşırı üretilmesi sosyal açıdan bir etkinsizlik olduğu kadar ekonomik işleyiş açısından da ciddi aksaklıklar ortaya çıkacaktır. Neo- klasik bakuş açısına göre bu malların üretimi buraya kadar açıklanan nedenlerden dolayı devlet tarafından gerçekleştirilmelidir Kamusal malların sahip olduğu dışsallık özelliğinden farklı olarak, özel mal ve hizmetlerin piyasada üretilmeleri ve tüketilmeleri sonucunda ortaya çıkan dışsal ekonomiler söz konusudur. Bu tür dışsallıklar, piyasa ekonomisinin işleyişi içinde bazı üretici veya tüketicilerin ekonomik faaliyetlerinin sonucunda diğer üretici veya tüketicileri olumlu veya olumsuz etkilemeleri durumu olarak tanımlanır. Piyasa süreci içinde ortaya çıkan olumlu ve olumsuz dışsallıklar nedeniyle piyasanın gerçekleştirdiği, kaynak dağılımı etkin olmamaktadır. Üretici veya tüketiciler neden oldukları olumsuz dışsallıkların bütün maliyetlerini yüklenmediklerinden faaliyetlerini aşırı miktarda yapacaklar, tersine olumlu dışsallıklara neden olan faaliyetlerinin bütün faydalarını tatmadıklarından, bu faaliyetleri ise olması gerekenden az miktarda gerçekleştirmek isteyeceklerdir. Bütün bu nedenlerden dolayı, dışsallıkların varlığında devletin ekonomiye müdahalesi bir gereklilik olarak kabul edilmektedir. Piyasa başarısızlığının nedenlerinden birisi de, piyasaların üretici ve tüketicilere tam bilgi sunamamış olması yani eksik bilgidir. Piyasa içinde faaliyette bulunan bireylerin eksik bilgiye sahip olmalarının başlıca iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi, geleceğin belirsizlik içermesidir. Geleceğin belli ölçüde belirsiz olmasından dolayı bireyler geleceğin tam bilgisine sahip olamazlar. Gelecekle ilgili olarak yaptıkları tahminlerde bir dereceye kadar yanılmaları söz konusudur. Eksik bilginin ikinci nedeni bilginin maliyetsiz olmamasıdır. O halde Neo-klasik ekonomistlere göre, devlet, eksik bilginin yol açacağı etkinsizlikleri ortadan kaldırmak için koruyucu önlemler almalı; eksik bilgi kaynaklı sorunları ortadan kaldırmalıdır. 10 Bir de kamusal olarak arz edilmesi etkin olan bazı bilgi türleri vardır. İlave bir bireye sunulan bilgi, diğer bireylere verilen bilgi miktarını azaltmaz. Teknik ifadesiyle, marjinal maliyeti sıfırdır. Örnek olarak hava durumu ile ilgili bilgiyi verebiliriz. Hava durumunun bilgisi bir kez üretildiğinde, ek bir tüketiciye bu bilgiyi satmanın marjinal maliyeti sıfırdır. Bu nedenle her ülkede meteoroloji hizmetlerini devlet üstlenmiştir. Bir diğer piyasa başarısızlığı ise eksik kapasite kullanımıve bunun sonunda ortaya çıkan işsizliktir. Klasik ekonomiye göre tam rekabet piyasaları kaynakların hem tam hem de etkin kullanımını sağlamaktadır. Rekabetçi piyasaların her zaman tam istihdam dengesi içinde olduğu kabul edilir. Oysa piyasa ekonomisini uygulayan ülkelerde belli derecelerde işsizlik problemi ortaya çıkmıştır. Neo-klasik ekonomistlere göre işsizliğin kaynağı, özelikle gerçek hayatta tam rekabet piyasalarının oluşturulamamış olmasıdır. Neo-klasikler işsizlik sorununu, tekelci piyasalarda firmaların eksik kapasite ile çalışmasına bağlamaktadırlar. Neo-klasik ekonomide bir etkinsizlik nedeni olarak kabul edilen işsizliğin çözümü için devletin rekabet yapısını güçlendirici önlemler alması önerilmektedir. Erdemli mallar, Neo-klasik kamu müdahalesinde en tartışmalı konulardan birisidir. Bu tür malların tüketimi konusunda bireylerin kendileri için en doğru kararı veremeyecekleri kabul edilir. İnsanlar kendilerine zarar verdiğini bildikleri halde sigara içmeye devam edebilirler. Emniyet kemeri takmanın faydasını bilirler, fakat takmaktan kaçınabilirler. Bu gibi durumlarda devlet, tüketici egemenliğini kısıtlayabilmekte ve belli mallar hakkında iyi ve kötü değerlemesini yapabilmektedir. Süt, kitap, temel eğitim ve emniyet kemeri gibi tüketilmesinin faydalı olduğu kabul edilen mallar erdemli mallar (meritgoods ) olarak tanımlanır. Alkol, sigara ve eroin gibi mallar ise erdemsiz mallar (demeritgoods) olarak isimlendirilir. Erdemli ve erdemsiz olarak nitelendirilen mallar ile ilgili bireysel tercih özgürlüğü sınırlandırılmakta, devlet bireyler adına tercihte bulunmaktadır. Bununla birlikte neo-klasikler de bu gibi malların tüketimi konusunda tüketicilerin kendileri hakkında en doğru kararı veremeyebileceklerini ve bu nedenle devlet müdahalesinin gerekli olduğunu kabul etmektedirler.Devletin erdemli ve erdemsiz malların üretimi ve tüketimi konusunda bütünüyle zorlayıcı ve yasaklayıcı tutum içine girmesi, aşırı paternalistik bir müdahale biçimidir. Oysa Neoklasiklere göre devlet, piyasa temelli müdahale araçlarını kullanmalıdır. Örneğin, devlet içki üretim ve tüketimini tamamen yasaklama yoluna gitmemeli, vergilendirmeye başvurarak kontrol altına almaya çalışmalıdır. Görüldüğü gibi devletin, erdemli malları subvanse ederek, erdemsiz malları ise vergilendirerek söz konusu malların fiyatlarını değiştirmesi ve bu yolla tüketici tercihini etkilemesi yöntemi savunulmaktadır. Ancak esrar ve eroin gibi uyuşturucu maddelerin üretimi ve tüketiminin yasaklanması konusunda devlete aşırı paternalistik bir rol verilmesi herkes tarafından kabul görmektedir. 11 KEYNESYEN DÜŞÜNCEDE DEVLET MÜDAHALESİ: MALİYE POLİTİKASININ DOĞUŞU 1. Olayların Gelişmesi 2. Düşünce Alanındaki Gelişmeler 1929 Büyük Buhran’ın merkez kapitalist ekonomilerde oluşturduğu ekonomik kriz yoğun işsizlik yaratarak derin sosyal sorunlara yol açtı. Gerek ABD’de gerekse Avrupa ülkelerinde milyonlarca işçi işsiz kaldı ve sefalete sürüklendi. Bu dönemde gelişmiş merkez kapitalist ekonomilerde yaşanan işsizlik gelişmekte olan ekonomilerde görülen yapısal işsizlik niteliğinde olmayıp krizin neden olduğu ve o döneme dek ileri kapitalist ekonomilerde görülmeyen ekonomik durgunluğun yol açtığı işsizlik idi. 1929 Büyük Buhran yıllarındaki ekonomik yapılar yakından incelendiğinde,gelişmiş kapitalist ekonomilerin, geçmiş dönemlerdeki yapısal özelliklerinden epey uzaklaşmış, borsa işlemlerinin olağanüstü gelişmiş olduğu bir sürece girmiş olduğu görülür. Yeni dönemde para sadece ekonomik mübadele ve servet saklama aracı olarak görülmeyip bağımsız meta olarak da işleme sokuluyordu. Para ile borsada tahvil ya da özellikle hisse senedi adı altında çeşitli kâğıtlar alınıyor ve bir süre sonra, piyasa koşullarının elverdiği ortamlar oluştuğunda eldeki kâğıtlar alış fiyatlarının üzerinde değerle satılarak spekülatif kâr sağlanıyordu. Bu durum açıklamaya muhtaç yeni bir gelişme olarak algılanıyordu. 1929 Büyük Buhranı, ABD’nin batı kıyılarında ön ödeme sistemi ile yapılan yazlık tipi evlerin bir fırtınada yıkılması sonucunda finans dünyasında yaşanan sarsıntının oluşturduğu panik havasının üretici sektöre yansıması ile piyasaların kilitlenmesi, stokların yığılması ve üretimin nerede ise durma noktasına gelmesi ile oluşmuştu. Üretimin durması, doğal olarak istihdamda gerileme ve genel yoksullaşma yarattı. O döneme dek klâsik ve neo-klâsik ekonomistlerin ağızlarından düşürmediği piyasa işleyişinin otomatik olarak ekonomik dengeyi sağlayacağı, oluşabilecek herhangi bir dengesizliğin dahi piyasa süreçlerince ortadan kaldırılacağı görüşü1929 Büyük Buhranı ve oluşturduğu sonuçlarla geçerliliğini yitirdi. Serbest piyasa kuralı olarak bilinen “laisses faire, laisses passe” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) görüşü böylece yaşanan gerçeklerle yıkılmış oluyordu. Diğer bir husus da, kapitalist dünyada yaşanan 1929 Büyük Buhran’ının yanında,kapitalistlerin 1917 Sovyet Devrimi ile oluşan sosyalist sistem nedeni ile aşırı tedirginlik yaşıyor olmasıdır. Sovyet Devrimi’ne karşı mücadele yapma durumunda olan kapitalist dünyanın derin kriz ve işsizlikle sarsılması komünizmin lehine bir gelişme olarak görüldü. Büyük Buhran Marksizm’in kapitalist sistemin kaçınamayacağı krizler sonucunda son bulacağı görüşünü haklı çıkarır bir görüntü sergiliyordu. 1914-18 yıllarında bir büyük dünya savaşı geçirmiş ve 1929’da da derin birkrize girmiş olan kapitalist dünya, komünist bir devletin de kurulmuş olduğu bir dönemde bu krizden hızla çıkmanın yollarını aramak durumunda idi. İşte, Keynes böyle bir ortamda, sistemin kurtarıcısı olarak devreye girmiş ve böylece de maliye politikası kavramı ve uygulaması, sonraki dönemlerde alternatif görüşlerle günümüze dek sürmüştür. Keynes’in kapitalist sistemin kurtarıcısı olarak ortaya çıkması,bir yandan, teorik yaklaşımı bağlamında ekonominin işleyiş kurallarının açıklanmasında ortaya attığı yeni ve klâsiklerden çok farklı görüşlerle; diğer yandan da bu teorik yaklaşımı destekler nitelikteki pratik yaklaşımı ile devlete ekonomide aktif görev vermesi ile açıklanabilir. 1929 Büyük Buhran’ından etkilenerek, ekonominin işleyişi üzerine yeni görüş getirmiş olan Keynes, 1936 yılında yayınlamış olduğu İstihdam, Para ve Faizin Genel Teorisi adlı ünlü eserinde, ana fikir olarak, şunlara ağırlık vermiştir. İlk olarak,Keynes’in üzerinde durduğu ilk sorun işsizliktir. İşsizliğin 12 çözümü ise klâsik görüş sahiplerinin savunduğu gibi rekabetçi serbest piyasa güçlerinde değil, toplam talebi yükseltmede rol oynayabilen kamu müdahalesindedir. İkinci olarak, Keynes eserinde bir yanda istihdam diğer yanda da para ve faiz konularını ele alarak, yine klâsik görüş sahiplerinin ekonomide dikotomi görüşünün aksine, parasal ve reel sektörler arasındaki etkileşimi vurgulamıştır. Böylece para sadece peçe işlevini gören dışsal ve yansız bir veri olmayıp ekonomik işleyişle organik bağ içinde birmeta konumuna getirilmiştir. 1929 Büyük Buhran dönemine gelene dek ağırlıklı olarak mikroekonomi alanı içinde kalan ekonomistler, fiyat mekanizması göstergelerini öne çıkarmışlar, makroekonomi alanına geçememiş olup, milli gelir düzeyi üzerinde etkili olduğu düşünülen tasarruf ve yatırım fonksiyonlarını dahi bir fiyat sürecine, faiz oranına bağlamışlardı. Bu konuda Keynes’in önemli teorik katkısı, makroekonomiyi mikroekonomi temellerinden anlatmak değil, tam tersine, ekonominin işleyişini makroekonomi temelinden açıklamak olmuştur. Ona göre, tasarruf yolu ile milli gelirin büyütülmesi doğru bir görüş olmayıp, yatırımların yükseltilmesi ile milli gelirin yükseltilip, böylece elde edilen yüksek gelirden yüksek tasarruf potansiyeli sağlamak sistemin işleyiş dinamikleri açısından daha doğru bir yaklaşımdır. Böylece, ekonomi alanında dikkatler makroekonomi alanına kaydırılıyor ve makro büyüklüklerin makro değişkenlerle yönlendirilmesi gündeme gelmiş oluyordu. Bu bağlamda, yatırımların belirlenmesinde klâsik dönemde kabul edildiği üzere sadece faiz oranı değil, faiz oranı yanında yatırımların marjinal etkinliğinin de dikkate alınması gerektiği ileri sürülmüştür. Keynes’in makroekonomi alanında diğer önemli bir katkısı da toplam talebin toplam arza eşit olduğu denge koşulunda ekonomide tam istihdam düzeyinin sağlanamıyor olmasını işaret etmesidir. Keynes’e göre, mikroekonomi düzeyinde dengenin sağlandığı ve yatırım tasarruf eşitliğinin oluşturulduğu denge durumund atam istihdam sağlanamıyor olabilir. Tam istihdamın sağlanamamasının genel nedeni, klâsiklerin aksine, fiyat ve ücret sertliğine bağlı olarak işsizlik koşulunda ücretlerin geriletilmesinin mümkün olmaması (kaldı ki ücretlerin geriletilmeside arzu edilmemektedir), çünkü ücret baskılamasının talep kısılması yoluyla, milli geliri daha da gerileteceği düşüncesidir. Bu durumda, işsizlik durumunda ücret ayarlamaları ile istihdamı yükseltmek mümkün olmamaktadır. Eksik istihdam koşulunda da klâsiklerin iddia ettiği gibi rekabetçi piyasanın dengeyi sağlaması söz konusu olmayacağından Keynesyen sistemde toplam talebin yükseltilmesi işlevi devlete verilir.. Keynes’e göre, devletin ekonomiye müdahalesi sistemin işleyişini bozmayıp tersine, tam istihdamı sağlayıcı işlev görür. Tam istihdamın sağlanmasına yönelik olarak kamu talebi ile destekli toplam talebe efektif talep adı verilir. Tam istihdamı sağlayan efektif talep, özel kesimin tüketim ve yatırım harcamaları toplamı ile kamu kesiminin tüketim ve yatırım talebi toplamından oluşur. Keynesyen teorinin çok önemli diğer bir yaklaşımı da para hakkındaki görüşleridir.O döneme gelene dek paranın, işlem aracı ve servet saklama aracı olarak iki işlevi var iken paraya üçüncü işlev olarak spekülatif işlev verilmiştir. Paranın spekülatif işlevi, paranın da diğer metalar gibi kendi değişim değeri olan bir meta olarak algılanmasını ve işleme sokulmasını açıklar. Spekülatif para talebinin para arzı ile kesiştiği noktada piyasa faiz oranının belirlendiği şeklindeki Keynesyen görüş, tasarruf ve yatırım fonksiyonlarının faiz oranını belirlediği klâsik görüşten farklı olarak, dönemin parasal ve borsa işlevlerini açıklamada geçerli teorik yapıyı oluşturmuştur. Şöyle ki, borsada işleme sürülen paranın faiz karşısındaki negatif eğimi, borsa işlemindeki kâğıtların değerleri ile ters ilintili olarak şekillenmektedir. Borsada kâğıt alma dönemi değerlerin düşük, satma dönemi ise 13 yüksek olduğu aşamalara denk düşer. Borsada kâğıtların değerleri düşük olup yükselmeye başladığında oyuncular alımlarını yavaşlatır. Bu durum, borsada kâğıt alımlarının giderek yavaşladığını ve bireylerin taleplerinin giderek nakde döndüğünü gösterir. Tersinden okursak, borsada kâğıtların değer kazanması faiz oranı ile ters geliştiğinden, kâğıtların değerlerinin yükselmesi, faizlerin düştüğü, bireylerin kâğıt almak yerine nakit kalmayı tercih ettiği anlamına gelir. Piyasa faiz oranı, para talebinin sabit olduğu koşulda para arzının yükseltilmesi sonucunda da yükselir. Veri faiz oranı koşulunda para arzında meydana gelen artışın faiz oranını düşüreceği ifade edilir. Bu durumun borsa ile ilişkisi ise şöyledir. Başlangıç para arzı ile belirli fiyattan kâğıt almaya razı olan oyuncular, para arzı artınca bir miktar daha kâğıt almaya yönelerek eskiye oranla daha fazla para tutmanın faiz maliyetinden kaçınmaya yönelirler. Borsada daha fazla kâğıda talep gösteren oyuncular, bu rolleri ile kredi talep edenlere daha ucuz nakit sağlıyor olmaktadır. Görülüyor ki, borsada işlem gören kâğıtların değeri faiz oranı ile ters ilişki içinde değişir. Keynes’de borsa işlemlerinin, yani parasal sektörün, yatırım işlemleri ile yani reel sektörle irtibatlandırılması ve yatırım ile faiz oranı arasındaki ilişki bağlamında klasik görüşten ayrıldığı ve teknik anlamda maliye politikasının oluşumuna yol açan temel nokta, yatırımların teşvik edilmesinde para politikasının tıkandığı yerde devletin devreye sokulmasıdır. Şöyle ki, klasik görüşte tasarrufları teşvik edebilmekiçin faiz oranının düşürülmesi gerekmektedir. Bu amaca yönelik olarak para arzının artırılması faiz oranını düşürür, fakat bir noktadan sonra bireyler nakit tutmayı tercih ederek para tabanının genişlemesine rağmen faiz oranının daha fazla düşmesini engelleyebilir. Keynes’in “mutlak nakit tercihi” olarak ifade ettiği, ancak teoride, Robertson’un tanımı ile likidite tuzağı olarak bilinen bu nokta, para politikasının etki alanının bittiği yerdir. Likidite tuzağının bulunmadığı ve para talebinin faiz esnekliğinin yüksek olduğu alanlarda para tabanının genişletilmesi yoluyla faiz oranının düşürülebildiği koşulda da yatırım taleplerinin faiz karşısında esnekliği çok düşük veya sıfır olabildiğinden yatırımlar yapılmayabilir. Diğer bir deyişle, bu durumda faiz düşüşlerine karşı yatırımlar olumlu tepki vermemektedir. İşte böyle koşullarda devlet otonom yatırım olarak bilinen ve piyasa göstergelerinden bağımsız olarak gerçekleştirilen kamu yatırımlarına yönelir. Keynes borsaların işlevlerini öne çıkarmış olmakla beraber, her koşulda borsa işlemlerini benimsememektedir. Keynes, borsada işleme sürülen kâğıtların, temsil ettikleri ekonomik birimlerin gerçek değerlerinden uzaklaştığı derecede borsa işlemlerine kumarhane işlemi adını vermiştir. Kumarhane tipi borsalarda sağlanan kazançlar gerçek ekonomik katkıyı yansıtmadığından, toplumda haksız gelir dağılımına yol açarak, etik kurallar çerçevesinde meşruiyetini yitirir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ileri kapitalist ekonomilerde uygulanmış olan sosyal demokrat politikalar Keynesyen teori üzerine inşa edilmiştir. Keynes’in ana görüşü tam istihdamı sağlayacak efektif talebi yüksek düzeyde tutmak olduğundan, toplumda gelir dağılımını olabildiğince düzeltici sosyal politikalar uygulamak Keynes politikalarına uygun düşüyordu. Amaç efektif talebi oluşturacak düzeyde talep oluşturmak olduğundan, Keynesyen maliye politikasının gerekli koşullarda açık piyasa işlemleri ya da Hazine’nin Merkez Bankası’ndan borçlanma yoluyla para tabanı genişletilerek para politikası ile desteklenmesi de savunulmuştur. Çünkü, deflasyonist dönemde bütçe açığının para arzı ile desteklenmesine simetrik olarak enflasyonist dönemde de bütçe fazlasının para tabanının daraltılması ile güçlendirilmesi politikaların etkinliği açısından olumlu görülmüştür. Örneğin, otonom yatırımlar yapılırken özel kesim yatırımları üzerinde dışlama etkisi yaratabilecek faiz yükselişinin para tabanının genişletilmesi yoluyla önlenmesi politikanın etkinliği açısından tercih edilir durumdur. 14 Ekonomide Keynes’in önemi sadece maliye politikasının temellerini atarak, ekonomilere makro açıdan yaklaşımın önemini göstermekten ibaret olmamıştır. Keynes, ekonomilerin işleyiş mekanizmalarını bir bütünsellik içinde modelleyerek, kantitatif araştırma yapanlara alt-yapı hazırlamıştır. Keynes modelinde ekonomi, parasal ve reel kesimlerin tam bir etkileşimi içinde bütünsel bir yapı olarak çalışmaktadır. Böylece, kurulan modeller yardımı ile ekonomideki herhangi bir değişkenin ne tür sonuç doğuracağı kestirilebilir konuma gelmiş olmaktadır. Keynes’in teoriye yaptığı diğer önemli bir katkı da sonraki aşamalarda çok farklı ve çeşitlendirilmiş şekilde kullanılacak olan ekonomik olgularla ilgili beklentiler yaklaşımını getirmiş olmasıdır. 1929 yılında yaşanan dünya ekonomik bunalımına kadar olan süreç içerisinde klasik anlayış ve mali gelenekçilerin maliye politikası ilkeleri varlığını güçlü bir biçimde sürdürmüştür. Ancak bunalımın ortaya çıkışıyla beraber klasik iktisat düşüncesinde devlete verilen minimalist koruyucu işlev sorgulanmaya başlanmıştır. • 1929 krizi il birlikte ortaya çıkan işsizlik ve önemli boyutlardaki ekonomik daralma, ekonominin kendi doğal işleyişinin her zaman mümkün olamayacağını göstermiştir. • Bu süreç sonunda Keynes’in katkılarıyla oluşmaya başlayan yeni yaklaşıma göre ekonominin her zaman kendiliğinden dengeye gelemeyeceği ve devlet müdahalesinin bazı devrelerde kaçınılmaz olduğu kabul görmeye başlamıştır. • Klasiklerin iddia ettiği gibi ekonominin kendiliğinden dengeye geleceği yönündeki görüşü reddeden Keynes, efektif talep, likidite tercihi ve sermayenin marjinal etkinliği kavramlarını ön plana çıkarmış ve aşağıdaki ilkeleri önermiştir. ― Tasarruflardaki bir artış geliri daraltır ve ekonomik büyümeyi düşürür. Tüketim yatırımları teşvik etmede üretimden daha önemlidir. Dolayısıyla Say Kanunun tersine “her talep kendi arzını yaratır” ― Ekonomik durgunluk dönemlerinde kamu bütçesi bilinçli olarak açık vermelidir. Devlet tarafsızlık politikasını terk etmeli ve gerektiğinde piyasaya müdahale etmelidir • Ekonomi klasik iktisatçıların iddia ettikleri gibi her zaman tam çalışma seviyesinde değildir. Keynes ekonominin, devletin müdahale etmediği durumda bazen ve tesadüfen tam istihdam dengesine ulaşabileceğini ileri sürmüştür. • Keynesyen yaklaşımda talep önemlidir ve Keynes mevcut üretim kaynaklarının tam olarak kullanılmama nedenini efektif talep yetersizliğine bağlamıştır. Efektif talebi etkileyecek en etkin araç ise kamu harcamalarıdır. Bu nedenle çarpan ve hızlandıran mekanizmaları da göz önüne alındığında devletin ekonomiye müdahalesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Keynes kamu harcamalarının israf olduğu yönündeki klasik var sayımı reddetmiştir. • Keynes denk bütçe düşük vergi, düşük kamu harcaması başka bir deyişle tarafsız devlet ilkesi, Say Kanunun geçerliği ve ekonominin kendiliğinden dengeye gelmesinin özel bir durum olduğunu ileri sürmüş ve tam istihdama ulaşabilmek için devletin ekonomiye aktif müdahalesinin gerekli olduğunu savunmuştur. • Devletin yapacağı aktif müdahalenin tek etkin aracını ise likidite tuzağı ve sermayenin marjinal etkinliğinin faiz oranından daha hızlı azalması nedeniyle para politikasının efektif talebi genişletme etkisinin olmayacağını savunduktan sonra maliye politikası olacağını ileri sürmüştür. • Sonuç olarak, işsizlik ve önemli boyutlardaki ekonomik daralma, ekonominin kendi doğal işleyişinin her zaman mümkün olamayacağını göstermiş Keynes’in katkılarıyla oluşmaya 15 başlayan yeni yaklaşıma göre ekonominin her zaman kendiliğinden dengeye gelemeyeceği ve devlet müdahalesinin bazı devrelerde kaçınılmaz olduğu kabul görmeye başlamıştır. • 1929 bunalımından sonra kaynak ve gelir dağılımının piyasa tarafından her zaman beklenen yönde gerçekleşmeyeceği ve devletin müdahale ederek bunu düzeltmesi gerektiği savunulmuştur. Devlet harcama yaparak talep yetersizliğini aşmaya yardım etmelidir. Modern maliye politikası anlayışının doğuşu da bu yıllara denk gelir. VI. NEO-KLASİK – KEYNESYEN SENTEZ Yukarıda da değinilen iki temel yaklaşım olan Klasik ve Keynesyen yaklaşım, sonraki yıllarda ortaya çıkan ekonomik sorunlarla beraber değişik biçimlerde eleştirilmiş ve yaklaşımlardan herhangi birisinin saf anlamda geçerli olmayacağı kabul görmeye başlamıştır. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan düşünceler daha çok Klasik ve Keynesyen düşüncenin versiyonları biçimindedir. Klasik düşünce, ekonomiye müdahalenin gereksiz hatta zararlı olduğunu ve müdahale etmek gerekiyorsa bunun parasal araçlarla yapılası gerektiğini; Keynesyen düşünce ise müdahalenin gerekli ve kaçınılmaz olduğunu ve bunun maliye araçları ile yapılması gerektiğini savunur. Yeni gelişmeler karşısında ortaya atılan görüşler ise daha çok bu iki okulun yeniden yorumlanması biçiminde olmuştur. MiltonFriedman 1960'larda klasik iktisadı parasalcı yaklaşımla yeniden yorumlamıştır.Parasalcı (monetarist) görüşte müdahale olmamalıdır ve müdahale gerekiyorsa para politikası araçları ile yapılmalıdır. Friedman, kısa ve orta dönemde Parasalcı yaklaşıma getirilen eleştirilerin bir kısmını kabul ederek kısa dönemde müdahaleler olabileceğini söyler. Neo-Keynesyen görüş ise Parasalcı yaklaşımın bazı görüşlerine kapı aralar. Keynes, nominal ücretlerin eşanlı olarak intibak ederek tam istihdamı sağlamasının kesin olmadığını vurgulamıştır. Buna göre Keynesyen toplam arz eğrisi, sabit nominal ücretlere dayanır. Keynes’in kendisi ve bu çizgide yer alan iktisatçılar, nominal ücretlerin tamamen sabit olmadığını ve toplam talepteki dengesizliklere yavaş uyum sağladığını reddetmezler. Dolayısıyla kalıcı bir yapışkanlık yerine nominal ücretlerin yavaş intibak ettiği kabul edilirse, Keynesyen ve Klasik yaklaşımların bir sentezine ulaşılabilir. Kısa dönemde, ücret intibakı tam istihdamı sağlayamayacak kadar küçüktür; ancak uzun dönemde ücretler tam istihdam ve klasik dengeyi sağlayacak biçimde intibak eder. Çıktı miktarı tam istihdam düzeyinin altında iken, işgücünün bir bölümü iş bulamayacaktır. Çalışmak istedikleri halde ücretler yüksek olduğundan, işgücüne olan talep yetersiz olacaktır. Bu durumda, işsizler piyasadaki düzeyden daha düşük bir ücretle çalışmayı kabul edeceklerinden, ücretler düşme eğilimi gösterecektir. Tersine, çıktı tam istihdam düzeyinin üzerinde ise nominal ücretler artış eğilimine girecektir. Bu kısa açıklama sonucunda, Kısa dönemde Keynesyen, uzun dönemde ise Klasik varsayımların geçerli olduğu savunulabilir. Kısa dönemde, toplam talepteki değişme hem çıktı hem de fiyatları etkilerken, uzun dönemde sadece fiyatları etkiler. Bu açıdan bakıldığında, Keynesyen ve Klasik tartışma büyük ölçüde zamanlama ile ilgilidir. Her iki yaklaşım da toplam talepteki bir değişme sonucunda ekonominin tam istihdam dengesine dönüş yönünde bir eğilim içinde olduğunu kabul eder. Temel soru ise bu dönüşün ne kadar zaman alacağına ilişkindir. Keynesyen yaklaşım dönüşün çok yavaş olduğunu ve bu süreci hızlandırmak için para politikası, maliye politikası ve döviz kuru gibi makroekonomik politika araçlarının kullanılması gerektiğini savunur. Klasik yaklaşım ise bu dönüşün hızlı olduğunu ve 16 makroekonomik politika uygulamaya gerek olmadığını ya da yeterince hızlı olduğundan buna zaman da olmayacağını savunur. İktisat politikası açısından ise, para ve maliye politikalarının etkileşimi ve politika karması tartışmaları IS-LM modeli ile sistematize edilmiş ve makroekonomik analizlerin temel aracı haline gelmiştir. VII. GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER VE YAPISALCI YAKLAŞIM İkinci Dünya Savaşı sonrası daha da belirgin olarak gözlemlenmeye başlayan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki refah düzeyi farkı ve bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerin kalkınma yönündeki yüksek motivasyonu yeni arayışlara kapı açmıştır. Bu çerçevede tartışılan temel soru, bazı ülkelerin neden geliştiğine ve bazılarının nenden gelişemediğine ilişkindir. Kalkınma Ekonomisi, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki farkları açıklamaya ve azgelişmiş ülkeler için politika önerileri geliştirmeye çalışmıştır. 1950’lerden 1970’lerin ortalarına kadar etkili olan kalkınma ekonomisi görüşü büyük ölçüde fiyat mekanizması karşıtı, planlama, kamu müdahalesi ve ithal ikamesi yanlısı olmuştur. Bu eğilim bir yönüyle söz konusu dönemde giderek büyüyen ve ekonomide aktif bir rol alan devlete genel bakışı yansıtır. Bir başka nedeni ise gelişmekte olan ülkelerin serbest piyasa ekonomisi ile başarı sağlayamamalarından dolayı özellikle de bağımsızlığını yeni elde etmiş ülkelerde kalkınmanın gerçekleştirilmesinde devletin önemli bir araç olabileceği düşüncesidir.Kapitalizmin azgelişmiş ülkelere fazla yararlı olamayacağı, en azından karma bir ekonomik sistemin olması gerektiği bu dönemde yaygın bir görüş olmuştur. Bağımsızlığını yeni elde etmiş olan ülkelerin büyük ölçüde ekonomik olarak bağımlı kalmalarından dolayı kalkınmayı gerçekleştirme misyonu devlette görülmüştür.Bu genel yapı içerisinde kalkınma iktisatçıları, pozitif analizlerde piyasanın etkin olmadığını, normatif analizlerde ise kamu müdahalesini öne çıkarmışlardır. Gelişmekte olan ülkelerde izlenen ithal ikameci stratejinin döviz sıkıntısı nedeniyle tıkanması ve küresel ölçekte meydana gelen diğer ekonomik gelişmeler, kalkınma sürecinde devlete verilen bu ağırlıklı işlevin 1970’lerin ortalarından itibaren ciddi bir şekilde eleştirilmesine yol açmıştır. Ulusal ekonomi ve dış ticarette piyasa yönelimli görüşler ve devletin ekonomideki payı ve müdahalesinin sınırlı olması gerektiği savunulmaya başlanmıştır.Buna göre piyasanın işleyişinde aksaklıklar varsa, kamu müdahalesi ve fiyat kontrolleri yoluyla değil, vergi ve sübvansiyonlarla fiyat mekanizmasını etkileme biçiminde olmalıdır. Bu eleştirilerin yoğunlaşmasında devletin ekonomik uygulamalarında başarısızlığa uğramasının da etkisi olmuştur. Günümüzde, gelişmekte olan ülke ekonomilerinin analizi açısından Neo-klasik ve yapısalcı yaklaşımlar ağırlıklı olarak tartışılmakta ve bu iki yaklaşım bazen karşıt iki paradigma olarak ele alınmaktadır. Neo-klasik yaklaşım, piyasalar ve fiyatları araştıran ve çoğunlukla bunların iyi işlediğini var sayan; eğer beklendiği gibi işlemiyorsa vergi ve sübvansiyon gibi yollarla işler hale getirilmesini ön gören bir bakış açısına sahiptir. Bu doğrultuda az gelişmiş ülke ekonomilerinin gelişmiş ülke ekonomilerinin esnek olduğu varsayımından hareket eder. Başka bir deyişle rasyonel ekonomik davranış bu ekonomiler içinde geçerlidir. Ekonomik birimler kar ve faydayı, risk ve zamanı dikkate alarak maksimize ederler. Faktörler akışkan, arz eğrileri esnek, kurumsal etkiler sınırlıdır. Dolayısıyla mal ve faktör piyasalarında tam rekabet vardır. 17 Latin Amerika’nın enflasyon sorununa çözüm arayışları sonucunda ortaya çıkmış olan Yapısalcı yaklaşım ise bu ülkelerdeki enflasyonun anlaşılabilmesi ve çözümlenebilmesi için sözü edilen ekonomilerin yapısının anlaşılması gerektiğini savunur. Neo-kalsik yaklaşımın tersine Yapısalcı bakış açısı az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinin esnek olmadığı üzerine yoğunlaşır. Bu ülkelerde çoğu malların ve üretim faktörlerinin arzı esnek olmadığından mal ve faktör piyasaları etkin çalışamamakta (mal ve faktör piyasalarında tam rekabet sağlanamamakta); buna ek olarak ekonomik sistem içerisinde yer alan farklı kurumlar ve dar boğazlar piyasanın etkin çalışmasına engel olmaktadır. Bu nedenle sonuçta az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kalkınma süreçlerini engelleyen bu yapısal nitelikli problemlerin çözümü için Yapısalcılar piyasa güçlerine dayanmak yerine değişimin idari faaliyetler yöneltilmesini savunmaktadırlar. Her iki yaklaşımda değişik açılardan desteklenebilir ya da eleştirilebilir. Ancak sağlıklı bir analiz için söz konusu yaklaşımların hangi varsayımlarının hangi ekonomilerde geçerli olduğunu ve hangi sorunlarla ilgili olduğunu saptamak gerekir. Neo-klasik iktisat, ekonomik birimlerin rasyonel olduklarını ve optimizasyon yapmaya çalıştıklarını varsayar. Buna karşın 1960’lardaki kalkınma yazını, gelişmekte olan ülkelerin farklı olduğunu ve bu varsayımların kalkınma ihtiyacı olan ekonomilerde geçerli olmadığını savunmaktadır. Yapısalcı yaklaşım ise bu ülkelerde yaşayan insanların gelişmiş ülkelerdeki ekonomik birimlerde farklı olmadığını; ancak farklı bir ortamda yaşadıklarını savunur. Yapısalcı yaklaşım Neo-klasik yaklaşımın standart ekonomik analizlerinin az gelişmiş ya da gelişmek olan ülkelerde uygulanabildiğini ancak bu ülkelerin yapısal olarak gelişmiş ülkelerden farklı olduğunu o nedenle bu ülkeler için farklı modellerin tasarlanması gerektiğini savunur. Buna ek olalarak Yapısalcı yaklaşım tüm az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler için tek bir model önermez. Her bir ülke için o ülkenin kendi yapısal özelliklerine uygun farklı makroekonomik modellin kullanılması gerektiğini savunur. 18 4- ORTODOKS PARACI MAKRO İKTİSAT TEORİSİ (MONETARİSTLER) Ortodoks Paracı makro iktisat teorisinin dayandığı varsayımlar şunlardır: Hem kısa hem uzun dönemi esas almaktadırlar. Ekonomi tam istihdam denge seviyesinde bulunur. Ancak tam istihdam denge seviyesinde Doğal İşsizlik vardır. Para, işlem, ihtiyat ve spekülasyon güdüleriyle talep edilir. Modern miktar teorisini benimser. Paranın dolanım hızı istikrarlıdır. Para arzındaki artış fiyatlar genel seviyesini etkiler. Parasal değişmeler reel değişkenlerin değerlerini kısa dönemde etkileyebilir. Bu nedenle para kısa dönemde yanlıdır, uzun dönemde yansızdır. Firmalar ve tüketiciler Para Aldanması ile karşılaşabilirler. Firmalar be tüketiciler gelecekle ilgili olarak Uyumcu Beklentiye sahiptirler. Para politikası kısa dönemde geçici olarak etkili uzun dönemde etkisizdir. Kısa dönemde uygulanan para politikalarının enflasyonu hızlandırması kaçınılmazdır. Ortodoks Paracı makro iktisat teorisi sürekli gelire (servete) dayanmaktadır. Para, finansal ve reel aktiflerin yakın bir ikamesidir. Yani para, finansal aktif ve reel aktif (her üçü de) kolaylıkla bir diğerinin yerine geçebilir. Bu nedenle para talebinin faize duyarlılığı düşüktür. Para arzı ve para talebi hem faiz düşüşü hem de milli gelir artışı ile dengelenir. Paracılara göre, para arzı artışının parasal milli geliri artırıcı bir yönü bulunmaktadır. Ortodoks paracıların modern miktar teorisine göre, reel para talebi ile reel para talebini belirleyen sınırlı sayıdaki değişken arasında istikrarlı bir fonksiyonel ilişki mevcuttur. Reel para talebi fonksiyonu istikrarlı olduğu için paranın dolanım hızı da istikrarlıdır ve para talebini belirleyen değişkenlerin değişmesi durumunda paranın dolanım hızının ne yönde değişeceği önceden kestirilebilir. Hem kısa hem uzun dönem Phillips Eğrileri söz konusudur. Ayrıca, kısa dönemde farklı bir beklenen enflasyon oranına göre çizilmiş çok sayıda kısa dönem Phillips Eğrileri vardır. Buna karşılık tek bir uzun dönem Phillips Eğrisi bulunur. Ortodoks Paracı makro iktisat teorisi, işçilerin para yanılması içinde bulunduğunu varsaymaktadır. Para yanılması asimetrik enformasyondan kaynaklanır. Monetarist İktisatçılar, ekonomi üzerinde en önemli rolü paraya biçmişlerdir. Onlara göre iktisadi istikrarsızlığın kaynağı yanlış uygulanan para politikalarıdır. İktisadi istikrarın sağlanması için eğer maliye politikasının kullanılması zorunlu ise harcama politikası yerine vergi politikasının uygulanması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Friedman’a göre vergi yapısı maliye politikasının gücünü belirler. En iyi vergi sistemi kaynakta kesilen artan oranlı gelir vergisidir. 19 5- YENİ KLASİK MAKRO İKTİSAT TEORİSİ TEMEL VARSAYIMLAR Firmalar ve tüketiciler, gelecekle ilgili olarak Rasyonel Beklentiye göre hareket ettiğini varsayarlar. Hem kısa hem uzun dönemi esas alırlar. Fiyatlar tam esnek olduğu için, piyasalar hem kısa hem de uzun dönemde sürekli olarak dengelenir. Eksik enformasyonun yol açtığı sinyal algılama sorunu nedeniyle karar birimlerinin yanlış karar vermesi söz konusu olabilir, ancak bu durum para yanılması sayılamaz. Ekonomide simetrik enformasyon varsayımı geçerlidir. Bu nedenle karar birimleri bilgiye dayalı olarak yanıltılamaz. Bununla birlikte yeni klasiklere göre, eksik enformasyon söz konusu olabilir. Eksik enformasyon durumunda, simetrik enformasyona sahip olmalarına rağmen karar birimleri, sinyal algılama ve beklenti hatası yapmaya eğimlidirler. Merkez bankasının önceden ilan ettiği para politikası kısa dönemde etkisiz, önceden ilan etmediği para politikası ise kısa dönemde geçici olarak etkilidir. Para politikası uzun dönemde etkisizdir. Yeni klasiklere göre maliye politikası, özel sektörü dışlama etkisine yol açtığı için kısa dönemde etkisiz uzun dönemde negatif etkilidir. Ortodoks paracılar tarafından geliştirilen “sabit parasal genişleme oranı kuralını” benimser. Önceden ilan edilen (beklenen) genişletici para politikası kısa dönemde bile üretim ve istihdam üzerinde reel bir etki yapmaz. Önceden ilan edilen (beklenen) daraltıcı bir para politikası, rasyonel karar birimlerinin geleceğe dönük enflasyon beklentilerinin derhal düşme yönünde gözden geçirilmesi sonucunu doğurur. Yeni klasik makro iktisat teorisine göre, merkez bankaları prensip olarak enflasyonu, üretim ve istihdam da herhangi bir düşüşe yol açmadan azaltabilir. Bir başka ifade ile fedakârlık oranı sıfır olabilir. Lucas kritiği adı altında, uyumcu beklentiler hipotezine dayalı büyük ölçekle ekonometrik modellere karşı çıkmaktadır. Merkez bankasının beklenmeyen, yani önceden ilan etmediği bir genişletici para politikası uygulaması, kısa dönemde, üretim ve istihdamı arttırarak konjonktürel bir genişlemeyi başlatır. Bu genişleme sinyal algılama sorunu içinde bulunan karar birimlerinin, genişletici para politikasının doğurduğu genel fiyat artışını, nisbi fiyat artışı olarak yanlış algılayıp üretim ve istihdam arttırmaları şeklinde kendini gösterir. Ancak karar birimleri sinyal algılama sorunun kurtuldukların, üretim ve istihdam azalarak ekonomi eski denge seviyesine geriler. 20 6- YENİ KEYNEZYEN MAKRO İKTİSAT TEORİSİ Yeni Keynezyen makro iktisat teorisinin dayandığı varsayımlar şunlardır: Yeni keynezyen makro teori, Lucas ve Sargent tarafından ileri sürülen eleştirileri dikkate alarak; a) Ortodoks Keynezyen makro iktisat teorisinin zayıf olan mikroekonomik temellerini güçlendirmiş ve ekonomide dengesizlik durumuna yol açan fiyat ve ücret katılıklarının mikroekonomik nedenlerini göstermiş b) Ortodoks Keynezyen makro iktisat teorisinin benimsediği uyumcu beklentiler hipotezini terk etmiş ve rasyonel beklentiler hipotezini benimsemiş c) sadece toplam talebi esas alan Ortodoks keynezyen makro iktisat teorisinin, arz yönünü güçlendirmeye çalışmıştır. Buna göre sadece toplam şokları değil arz şokları da konjonktür dalgalarına yol açabilir. Bununla birlikte bütün yeni keynezyenlerin rasyonel beklentiler hipotezini benimsediğini söyleyemeyiz. Para kısa dönemde yanlı, uzun dönemde yansız varsayılmaktadır. Yeni keynezyen makro iktisat teorisi, ciddi düzeydeki makro problemlerin ortadan kaldırılması için, aktivist toplam talep politikalarıyla ekonomiye ince ayar yapılamayacağını kabul etmekte, sadece kaba ayar yapılabileceğini savunmaktadır. Ücret ve fiyat katılıklarının açıklanmasına daha kabul edilebilir mikro ekonomik temeller getirmektedir. Yeni keynezyen modelde fiyat, tam rekabetçi firmaların değil tekelci firmaların belirlediği varsayılır. Bu nedenle firmalar fiyat alıcısı değil, fiyat yapıcısıdırlar. Böylece Yeni Keynezyenler eksik rekabet piyasalarını piyasa dengesizlik modeline ilave etmiş olmaktadırlar. Yeni keynezyen makro iktisat teorisine göre hem arz hem de talep şokları ekonomi için potansiyel bir istikrarsızlık kaynağıdır. Bu şokların herhangi bir kamu müdahalesine gerek olmadan piyasa ekonomisi tarafından emileceğini kabul eden yeni klasik reel konjonktür teorisine karşı yeni Keynezyen makro iktisat teorisi prensip olarak, şokların etkilerine karşı kamu müdahalesinden (aktivist politikalardan) yanadır. İstek dışı işsizliğin varlığını, bir başka ifade ile iş arayanların kendi arzuları dışında işsiz kalabileceklerini kabul etmektedirler. Menü maliyetler mal piyasasında fiyat katılığına neden olur. Toplu iş sözleşmeleri, etkin ücret hipotezi, sendikaların (içerdekilerin) işsizlere (dışardakilere) karşı izlediği politikalar ve hysteresis etkisi de iş gücü piyasasında ücret katılığına yol açar. Eksik rekabet, eksik piyasalar, heterojen işgücü ve asimetrik enformasyon gibi cesur tespitler yapmışlardır. Sonuç olarak, yeni keynezyenlerin gözüyle reel makro dünya, koordinasyon hataları ve makroekonomik dışsallıklarla doludur. 21