İKTİSAT BÖLÜMÜ YAYlN ORGANI, "YENİ DÜNYA

advertisement
GAZi ÜNİVERSİTESİ
İKTİSAD İ VE İD ARİ B İLİMLER FAKÜL TESİ
İKTİSAT BÖLÜMÜ YAYlN ORGANI,
EKONOMİK YAKLAŞlM DERGiSİNİN DÜZENLEDİGİ
"YENİ DÜNYA DÜZENİ VE KALKlNMA"
KONULU KONGRE
(Kongreler Dizisi III)
8-9
Mayıs
2003
AÇlLlŞ KONUŞMASI
PROF. DR. GÜLTEN KAZGAN- Efendim, herkese merhaba, günaydın.
Şimdi
size bu gün açılış konuşmasını yapma durumunda olduğum konu, ilk bakışta dahi birbiriyle epeyce çelişik gözüken iki kavramın üzerine oturuyor; bunun bir
ayağı kalkınma, diğer ayağı yeni dünya düzeni.
İsterseniz bu çelişkiyi açıklamazdan önce kalkınmanın iktisat kuramında ve iktisat politikasında dünya düzeyinde yeri nasıldı; kısaca ona değineyim.
Efendim, iktisat kuramında iktisadi büyüme olayı önce klasik iktisatta Ricardo
ile gündeme geldi, fakat sonra bunu Marksizm aldı. Buna karşılık neoklasik iktisat
büyüme üzerinde hiç durmadı. İktisadi kalkınma diye bir olay söz konusu dahi olmadı; çünkü, o zamanın az gelişmiş ülkeleri, imparatorlukların denizaşırı toprakları
ya da yakınlarındaki toprakları olarak bulunuyordu.
İktisadi kalkınma
kurumsal olarak ele alınmaya 1930'lu yıllarda başladı büyük
dünya depresyonu içinde. Bildiğiniz gibi, o dönemde iki olgu bir aradaydı. Birinci
Dünya Savaşından sonra imparatorluklar yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı; işte çarlık Rusyası, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu gibi bir
yandan imparatorluklar dağılıyordu, bir yandan da neoklasik iktisat büyük dünya
depresyonu dolayısıyla gündem dışı kalmıştı. Doğu Avrupa ülkelerinde kurarnlar
2
1 EKONOMiK
YAKLAŞlM
geliştirilmeye başladı iktisadi kalkınma üzerine ve geri kalkış ülkelerin, ki kendilerini o durumda sayıyorlardı, geri kalmış ülkelerin iktisadi yapılarının farklılıkları
üzerine. Ama bu kuramsal düzeyde kaldı, politika düzeyine önemli ölçüde yansıma­
dı.
İkinci Dünya Savaşından sonra soğuk savaşla birlikte iki olay gündeme geldi:
Birincisi, Amerika Birleşik Devletleri, dönemin Avrupa ülkelerinin metropollerini
oluşturduğu imparatorlukları dağıtmaya girişti, olaylar da onu destekledi ve İkinci
Dünya Savaşı sonrasında birden yeryüzündeki ülke sayısı artmaya başladı. Düşünü­
nüz, Birleşmiş Milletler ilk kurulduğu zaman ülke sayısı, dünyada bağımsız ülke sayısı 54 adet. Fakat, imparatorlukların dağılmasıyla birlikte bu sayı artmaya başladı.
Biliyorsunuz bugün 200'e dayandık. Hatta tartışma da var, acaba 195 mi, 205 mi?
Tam sayıları da belli değil. Ama, inanılmaz bir sayı artışı ortaya çıktı; bir. İkincisi,
onların ortaya dökülmesiyle birlikte bağımsız ülkeler olarak, müthiş bir yoksulluk
olayı, farklılık olayı da dünya gündemine oturdu. Aynı zamanda soğuk savaşla birlikte, iki kutuplu dünyada kutuplar arasında bir de çekişme konusu ortaya çıktı. Her
kutup kendi alanını genişletmek için bu ülkeleri giderek daha fazla sayıda kendisine
çekmek istiyordu; çekmek için de cazibe noktası olarak, işte bizim kalkınma hızı­
mız, büyüme hızımız daha yüksek ve bu ülkelere destekler, yardımlar vaat ederek
gelişmenin daha dinamik olduğu kendi kampına davet ediyorlardı. İşte bu çekişme­
li ortamda iktisadi kalkınma dünya gündemine oturdu. 50'li yılların ortaları, belki de
başlarından itibaren ve 1970'li yılların ortasına kadar da gündemin o odağında bulunma noktası olarak bulundu iktisadi kalkınma konusu. İktisadi kalkınınayla bağ­
lantılı kurarnlar oluşturuldu, politikalar geliştirildi. Gelişmekte olan ülkeler kendi
politikalarını oluşturmakta özgün bırakıldı. Düşününüz ki, GATT kuruldu belirli kurallarla. GATT' a üye olduk; ama GATT'ın kurallarını, o serbest ticaret falan, hiç uygulamadık, kimse de bizden böyle bir şey talep etmedi. Aksine, bizlerin, her iki
kamp da kendi alanındaki gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasına dönük olarak bir
sürü iktisat politikalarını uygulamalarında da serbest bıraktı. İktisadi planlama geldi, hesaplı kitaplı kalkınma planları yapılmaya başlandı. Dış ticaret koruması bizim
gibi ülkeler için olağan sayıldı. Mali destekler yatırımlar bağlamında gündeme getirildi ve bu olay sürdü. İktisadi kalkınma bizlerin baş konusu olarak gündemde kaldı, okullarımıza dersler koyduk, kitaplar yazdık, bu iş böyle devam etti. Fakat, ne zaman ki birkaç olay üst üste gelmeye başladı; birincisi, soğuk savaş eski soğukluğu­
nu kaybetmeye başladı, özellikle 80'li yılların başından itibaren Sovyet Bloku havlu atmaya başladı, çünkü elektronik devrimi izleyemediği için kendisi geri kalmaktaydı ve bunun da bilincindeydi, hele o "yıldız savaşları" projesiyle Ronald Reagan'ın iyice Gorbaçov'un ürkütüsü ortaya döküldü ve tam anlamıyla havlu attı; bir
boyutu olayın bu. Yani, fiilen Doğu Bloku ortadan kalkınazdan önce, epeyce önce
1
ı
J
EKONOMiK
YAKLAŞlM
1
3
Doğu
Bloku zaten bir güç merkezi olarak sayılır olmaktan çıkmıştı; bir nokta bu oldu. İkincisi, Amerika Birleşik Devletleri 70'li yıllarda birçok bakımdan kendisini
geri kalır gördü. Japonya'ya oranla verimlilik itibarıyla geri kalıyordu. Almanya bir
sanayi devi olarak ortaya çıkıyordu ve kendisine bir tehdit olarak görüyordu. Ayrı­
ca da, dünün yeni yetme çocukları, bir sürü kalkınmakta olan ülke kendisine kafa
tutmaya başlamıştı, işte petrol krizi onun bir örneğiydi, Vietnam Savaşı bir diğer örneğiydi, Birleşmiş Milletlerdeki 77'ler Hareketi bir diğer örnekti. Bütün bunlar üst
üste bindi ve 1980'li yılların başından itibaren, ne zaman ki Ronald Reagan, Margarita Thatcher'la beraber bir işbirliği içinde ortaya bir yeni düzen geliyor, bunun ismi deregülasyon diye çıktı, işte yeni dünya düzeni o noktada başladı. Ve o noktadan
itibaren de kalkınma olayını gündem dışına düşürecek politikalar, olaylar peş peşe
gelmeye başladı.
Efendim, yeni dünya düzeni diye hemen çıkmadı ortaya. Hedef, nihai hedef çok
dinamik bir seyir izledi. Deregülasyon, kuraldan arındn·ma diye başladı yeni dünya
düzeni, giderek konvertibilite, dış ticaret serbestliği, işte Dünya Ticaret Örgütünün
GATT'ın yerini alması ve getirdiği politikaların bütünüyelere zorunlu olması, böyle bir ivme ortaya çıktı. Artı, IMF ve Dünya Bankası yeni bir işlev üstlendi. Geri kalmış, gelişmekte olan ülkelerin krizlerinde baş kredi veren, ama aynı zamanda krediyi verdiği zaman da onların politikalarını şekillendiren kurumlar olarak devreye girdi. Ve Dünya Ticaret Örgütünde herhangi bir geri kalmış, gelişmekte olan ülke bir
noktayı kabul etmediyse, -gördük ki, Türkiye'nin başına çok geliyor bu olay, onun
içinvurguluyorum-IMF ya da Dünya Bankası tavsiyelerinde tırnak içinde, mutlaka
o Türkiye'nin reddettiği olay yer alıyor ve Türkiye onu uygulamak zorunda kalıyor,
reddetme durumu söz konusu olmuyor. Yani böyle bir dinamik biçimde şekillenen
hedefler ortaya çıkmaya başladı yeni dünya düzenine ilişkin.
Şimdi,
bu hedeflerin adım adım izlediği seyir boyunca bir diğer olay, efendim,
kafa karışıklığı ortaya çıktı. Kafa karışıklığını şöyle söyleyeyim Türkiye örnekleri yle: 1980'li yılların başında bize dendi ki, sen hep ithal ikamesiyle büyüdün, yüzde 6
bilmem ne, bu tıkandı, işte bak krize girdin, 78'deki kriz, krize girdin, bu tıkandı,
şimdi ihracata döneceksin, ama bak, Uzak Doğu'da ülkeler var, onlar serbest piyasa ekonomisiyle ihracata dönük büyüdeler, sen de serbest piyasa ekonomisine geç,
çünkü başka türlü ihracata dönük büyüme olmaz. Önce biz ihracata dönük büyüme.
istikrar programıyla birlikte ihracata dönük büyüme diye yola çıktık. Derken, ınal]
piyasaların serbestleşmesi adım adım devreye girmeye başladı. Ondan sonra OECD
bize dedi ki, paranız konvertibil olacak, OECD kuralıdır. Ama nasıl konvertibil olacak? Mali piyasalar artık serbest oluyor. Konvertibilitenin tanımı değiştirildi; ınal!
piyasa serbestliği buna eklendi. 1980 öncesi dönemde konvertibiliteye çevrilınemiş-
4
tl
'!
ıl
~\
~
1
'i
1 EKONOMiK
ti mali
YAKLAŞlM
piyasaların serbestliği.
Nitekim Margarita Thatcher iktidara
geldiği
zaman
İngiltere çift döviz kuru uyguluyordu; biri mal ticaretine ilişkin, ikincisi sermaye ha-
reketine ilişkin. Sermaye hareketlerini, çok sermaye çıkıyordu İngiltere'den, bunu
duraksatmak için sterlini daha düşük kurdan hesaplıyordu dışarı giden sermaye için.
Yani, çift kurlu sistemle konvertibilite geçerli oluyordu. Londra her zaman dünya
mali piyasalarının merkeziydi, merkezlerinden biriydi. Konvertibilitenin tanımı değişti. Ayrıca zamanla IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü yeni işlevlerle piyasada yer almaya başladılar özellikle bizim gibi ülkeler bağlamında.
Şimdi,
bu süreçte Türkiye'nin ya da bizim gibi ülkelerin daha önce sahip olduk-
ları hedefler bir şaşırtma oyunuyla gölgede kaldı, şöyle: İktisadi kalkınma öncelikli
hedef iken, kalkınma planları bildiğiniz gibi önce gayrisafi milll hasıla artışı hedefiyle başlıyordu, işte beş yıllık plan, yılda yüzde 6 oranında artış olacak, derken bu
hedefe ulaşmanın stratejisi geliyordu; iç tasarruf ne olacak, iç yatırım ne olacak, bunun finansmanı için ne kadar dış kredi gerekiyor, ne kadar bir sektörel büyüme gerekli; bunlar geliyordu ve bunlar için gerekli iktisat politikaları geliyordu. Şimdi, bu
yeni ortama 1980'li yıllarda girİlıneyle birlikte yeni dünya düzeni doğup, bebeklik
evrelerini geçirirken bizim hedeflerimiz başkalaştı. Ne oldu hedeflerimiz? Serbest
piyasaya geçiş, kotaları kaldırma, onları önce gümrük vergileri, sonra gümrük vergileri de olmadan götürme, derken mali piyasaları serbestleştirmezden önce ona geçiş adımı, döviz tevdiat hesaplarını serbest bırakma, özelleştirmeye geçme, ama
adım adım özelleştirme yapma, devletin piyasadan elini çekmesi falan, hedefler baş­
kalaştı, kalkınma geride kaldı. Ama, 80'li yıllardı yine de Türkiye'nin o borç ödeyebilir olmasını desteklemek üzere sahip olduğu kapasiteler devreye sokulduğu için,
bu hedeflerin başkalaşma süreci daha olanca ağırlığıyla hissedilmezden önce biz
epeyi de bir büyüme kaydettik, 84-88 arasındaki dönemde yeni alanlar gelişti, işte
turizm gibi, giyim sanayii gibi; Türkiye'nin ihracatında yapısal dönüşüm oldu falan,
böyle bir değişime de girdik. Ama, 1990'lı yıllarda bütün dünya değişirken biz de
bundan etkilendik. Dünya şöyle değişti: Bildiğiniz gibi, 89' da Doğu Bloku dağıldı,
91 'de Sovyetler Birliği dağılma sürecine girdi ve bu ikisi üst üste geldiğinde dünya
tek kutuplu dünya olunca fiilen, yeni dünya düzeninin boyutlan da değişıneye baş­
ladı. Yani gelen dünya düzeninde, küreselleşme diye geliyor, bir kere bütün pazarlar açılacak dışarıdaki sermayeye hem mali fon biçiminde, hem doğrudan yatırımlar
olarak ve pazarların açılmasıyla birlikte serbest piyasa kuralları geçerli olduğu gibi,
dışarıdan gelen sermaye ile içerideki sermaye arasındaki fark diye bir olay olmayacak, aynı kurallara tabi olacaklar. Eğer siz bu kuralların dışına çıkarsanız, işte onların da merkezleri var, hakemleri var, oralarda yargılanırsınız, onun da kuralları şu­
dur diye yeni kurallar devreye girmeye başladı.
EKONOMiK
YAKLAŞlM
1
5
Şunu
belirtmek gerekiyor ki; bu kadar sıkı kurallara tabi tutulan az gelişmişlik
statüsündeki ülkeler arasında yeni yükselen pazarlar, "Emerging markets" diye bir
grup ülke, ki bunun sayısı 20 civarında, Türkiye de buraya dahil edildi, bu emerging
markets denen ülkeler zannediyorum en fazla darbe alan ülkeler oldu. Çünkü, bunlar Batıyla aynı statüye sokuldular. Bunlar belirli bir düzeye kadar sanayileşmiş olan
ülkelerdi, gelişmiş olan ülkelerdi, orta düzeyde gelir sahibiydiler ve bu ülkelerin statüsü, geri kalan az gelişmiş ülkelerden de biraz daha farklı oldu. Sanki gelişmiş ülkelermiş gibi aynı statüde ele alınır oldular. Ve bu bahsettiğim mali piyasa serbestliğine tam sokulanlar da onlar oldu. Türkiye de bu arada o 20'ye yakın ülke arasın­
da yer aldı.
Şimdi,
mali
piyasaların serbestleşmesi, dolaysız yatırımların
tam
serbestleşmesi
yanında pazarlar dış dünyaya açıldı. Bu da Dünya Ticaret Örgütünün getirdiği yeni
kurallarla oldu. Özellikle tarım alanında GATT-Uruguay Anlaşmasıyla varılan sonuçlar hepimize dayatıldı ve tarım politikalan da tam serbest piyasa düzenine sokuldu. Bunun mantığı belli. Genetik devrim gelmiş, tarımda verim defalarca artabiliyor,
yeni ürünler, yeni çeşitler yaratılabiliyor; böyle bir ortamda pazarlan ne kadar büyük tutarsanız tabii birim maliyetiniz araştırma başına o kadar düşük olacaktır. Dolayısıyla tarım pazarları da açılsın diye İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilk kez oldu
bu. Çünkü GATT anlaşması tarımı içermemişti ve bu GATT tasfiye oluncayakadar
böyle gitti. Ama, Uruguay görüşmeleri sırasında Amerika Birleşik Dev !etleri, A vrupa, Japonya arasındaki kavgalar, onlar koruma uyguluyor, Amerika, uygulamasınlar
diye bastırıyor, sonunda Amerika önemli ölçüde galip geldi. Ama, zaten öbür taraf
da Amerika'nın kurallarını dinlemedi, yine onlar bildiklerini okuyorlar. Fakat, o
alan da böylece açıldı. Şimdi dünya, küreselleşmenin temel olgusunu bu bazda yaşamaya başladı. Yani hedefkalkınma olmaktan çıktı, serbestleşme, özelleştirme, kapıları dünya sermayesine açma olarak belirlendi.
Tabii, bir hedef gündemden düşer, onun yerini başka hedefler alırsa, o yer alan
yeni hedefler kaçınılmaz biçimde öncelik sahibi oluyorlar. Bakınız, bugün Türkiye'nin gelişmesi şöyle, gelişmesi böyle ikinci derecede bir olay. Telekom özelleşti­
rilecek, Türk Hava Yolları özelleştirilecek, gündemde esas olan olaylar onlar. Böyle bir hedef saptırması yaşadık. İkincisi yani hedef saptırmasıyla kalkınmanın ikinci, belki de üçüncü düzeye indirilmiş olması. İkinci önemli olay, kalkınma sürecini
yaratan ortamın yok edilmesi oldu.
Efendim, "iktisadi kalkınma" terimi büyüme teriminden şöyle bir farklık gösterir diye kabul ediliyordu: Farklılık şu noktadaydı: Büyüme ülkelerin kendi iç dinamiğiyle yatırımları, teknolojik değişmeleri gerçekleştirip, piyasanın koşulları içinde
büyümesi; kalkınma dendiği zaman, orada bir kavramsal farklılık vardı, kurumsal,
6
1 EKONOMIK
YAKLAŞlM
yapısal
bir dönüşüm ve aynı zamanda politikalarla güdülenme olgusu. Çünkü, geri
kalmış ülkeler, isimlerinden belli, kendi içsel dürtüleriyle büyüyemiyorlardı ki, onca yıl geri kalmış kaldılar. Bunları büyüme rayına sokabilmek için kalkınma kavramı çerçevesinde politikalar üretilmesi gerekiyordu. İşte kalkınma o ortamda gerçekleşti. Türkiye yüzde 6 ortalama kalkınma hızına birtakım ekonomi politikalarını düzenleyerek girdi. Nitekim o politikalar gündemden düşünce kalkınma hızı da yüzde
6 olmaktan çıktı. Bir yıl yüzde 6 olsa, ertesi yıl eksi bilmem kaç oluyor. Ortalama,
sürekli bir 10-15 yıl süreyle böyle bir yüksek hızı götürme olayı mümkün olmaktan
çıktı.
Şimdi, farklılık yalnız serbestleşmeden ileri gelmedi; en büyük farklılık zannediyorum ki, bizim gibi, bu emerging markets denen ülkelerin sık sık içine düştükleri
krizlerden oldu. Çünkü, krizler çok olumsuz etkileri birlikte götürüyor. Bir yandan
sermaye kaçarken, birlikte giren sermayeden yüzde 30'la yüzde 50 fazlasını dışarı
götürüyor. Türkiye için yapılan hesaplara, Emerging markets olarak gözde olması­
na neden olan olay, sık sık dolar üzerinden yüzde 50 getiri sağlaması. Bu giren fonların çıkarken, yüksek getiriyle fonlar birlikte dışarı çıktıklarında tabii bir kere ekonomide çöküş yaratıyor; bir. İkincisi, geldikleri tahviller, bonolar, Hazine tahvilleri
bonoları, artı sermaye piyasasında hisse senetleri, onları satıp gittikleri için şiddetli
bir düşüş yaşıyor. Bu şiddetli düşüş, peşinden firmaların değerlerinin düşmesini,
karlannın düşmesini ve finansal darboğazda, tabii aynı zamanda faiz hadleri de fır­
ladığı için finansal darboğaz da satışa geçmelerini getiriyor. Dolayısıyla, devalüasyon ortaya çıkmış, yerli para dibe vurmuşken bir de borsa dibe vurmuşken, sıkıntı
içinde yapılan satışlarda bankalar, şirketler üç kuruşa satılıyorlar ve yabancılara geçiyorlar. Bakınız, 94 krizinde Türkiye gıda sanayiinin önemli bölümü yabancılara
gitti. Bu son 98 'den bu yana süren krizde gıda sanayii el değiştirmesi sürdü, artı turizm firmaları el değiştirmeye başladı. Oteller, tur şirketleri el değiştiriyor. Yani,
Türkiye'nin altın noktaları Türkiye'nin elinden çıkıp gidiyor. Tabii, bu yeni tarım
politikalarıyla 90'lı yılların başından bu yana tarımda üretiminde nüfus artışını dahi
karşılayamadığı, Türkiye'nin sürekli ithalat eder duruma girdiği eklenmesi gereken
bir olay.
Şimdi, kalkınma ortamını bozan bu krizler yaşanırken aynı zamanda faiz hadlerinin göklere tırmanması, devletin iç borç yükünün artmasına da neden oluyor. Çünkü, finansal serbestlikte devalüasyonu, daha doğrusu döviz piyasasındaki paniği
durdurma bağlamında devletin elinde bir tek alet var, o da, reel faiz hadlerini göklere fırlatmak. Bunu nasıl yapacak? Bunu yapmanın yolu belli. İşte Hazine bonoları­
nı inanılmaz faiz hadlerinde satacak, böylece cazip hale getirecek ve fonların o alana kayıp, döviz piyasasını terk etmesini sağlayacak. Bu krizler peşlerinden böylece
iç borçlardaki büyürneyi ve reel faizlerdeki eskalasyonu, yani tırman ma yı da getirdi
r
1
EKONOMiK
YAKLAŞlM
1
7
ve kalkınma ortamını bozan bir diğer öğe oldu. Ayrıca, ortaya çıkıyor ki, Türkiye'de
ya da benzer ülkelerde bir sanayisizleşme süreci de başladı. Çünkü, rekabete bu kadar açık olan bir pazar, aynı zamanda çok yüksek rizikolu bir pazarsa, siz oraya uzun
vadeli yatırım yapmak istemiyorsunuz. Çünkü, uzun vadeli yatırım yapmanın getirisi düşük, rizikosu fazla ve ayrıca da uğraşı var. Nedir daha kolay olan? İşte reel faiz getiren kağıtlara yatırım yapabilirsiniz, döviz borsasında oyunlar çevirebilirsiniz.
Şimdi Merkez Bankası o kağıtların da pazarlarının açılmasını sağladı. Böylece yeni
oyun alanları da çıktı. Oralardan para kazanmaya çalışırsınız.
Efendim, finansal oyunlarla para kazanmak ile sanayi üretiminde para kazanmaçok fark var. Siz sanayi üretimi yaparsanız, aynı zamanda çok sayıda
işçi çalıştırıyorsunuz, dolayısiyla sizin kazancının bir kere genişçe bir dağılıyor. Ayrıca ürettiğiniz mal, insanların refahının yükselmesine de yol açıyor. Daha fazla kravat takıyorsunuz, daha fazla ayakkabı giyiyorsunuz, daha iyi besleniyorsunuz falan.
Ama finansal oyunlar öyle değil. Finansal oyun, bir kişi, bir telefon, bir sekreterle
yürüyor. Dolayısıyla, istihdam etkisi sıfır. Çok büyük "turnover"lar, el değiştirme­
ler çok küçük bir kadroyla gerçekleştirilebiliyor; bir olay bu. İkincisi, yaratılan bir
gelir yok bu finansal oyun sonucunda. Gelir olmadığı için, sizin elde ettiğiniz büyük
kazanç kaçınılmaz olarak birilerinin cebindeiı. alınan kazanç oluyor.
nın arasında
Dolayısıyla,
sizin kazancınız, gelir bölüşümünün sizin lehinize dönmesi sonucu
oluyor. Halbuki sanayicinin elde ettiği kar, yarattığı gelirinin bir parçasıdır. O geliri işçiyle de paylaşmıştır. Refahı artar. Tüketici de, teknoloji değiştikçe falan bunlar
kazanır. Ama, finansal oyunlardaki kar öyle değil. Siz onu bir sekreterinizle paylaş­
mazsınız da, kimseyle paylaşmazsınız. O sizindir ve birinin cebinden alınmıştır.
Çünkü, onun karşılığında ortaya sunulan bir hizmet yoktur, bir mal yoktur, herhangi bir refah artışı yoktur, bir şey yoktur. Şimdi, böylece kalkınma ortamı bozuluyor.
Kalkınmanın, çünkü gerisinde artan mallar, hizmetler ve bunları tüketen genişçe bir
kitle var. Daha bozulmaya yol açan nedenler var ama, galiba benim zamanım tükeniyor. Dolayısıyla, daha uzatmadan bunu bir diğer aşamasına geçeyim.
Efendim, ortam bozulduğu gibi, kalkınma için gereken kaynaklar da eş anlı olarak daralıyor. Bu biraz önce anlattığım olay daralmanın nedenini gösteriyor. Eğer
siz, bilmem, devlete havadan bir iş için borç vererek çok yüksek reel faiz alıyorsa­
nız ya da finansal oyunlarda para kazanıyorsanız ya da döviz spekülasyonunda para
kazanıyorsanız, sizin sabit yatırım yapma isteğiniz ortadan kalkıyor. Çünkü, öbür tarafta getiri fonlarınız için daha yüksek. Dolayısıyla, üretime giden kaynaklar bir bu
alanlar kuruyor. İkincisi, kurma alanı kamu katından çıkıyor. Bugün devlet bütçesine bakarsanız, yarısı faize gidiyor. Dolayısıyla, bu faiz olarak elde edenler yatırım
yapan kesim olmadığı ölçüde devletin de yatırım yapma gücü ortadan kalkıyor. Kalkınma bu bağlamda da bir darbe yemiş oluyor.
1 EKONOMiK
8
YAKLAŞlM
Şimdi efendim, biz bu darbeleri böyle aşama aşama yerken, eş anlı olarak bu yeni dünya düzeni çok yeni bir evreye girdi. Biraz ona da değineyim, öyle konuşma­
mı bırakayım.
Bu yeni evrede, buraya kadar olan evrede olay ekonomi düzleminde, piyasa düzleminde sürüp gidiyordu. Şimdi, bu yeni evrede ulus devletin gücünü yok edecek
politikalar devreye girmeye başladı. Zaten bu kadar borçlanan ulus devletin piyasa
katında hiçbir saygınlığı da kalmıyor, gücü de kalmıyor; olayın bir boyutu bu. Ama,
daha önemli olan boyutu, bu yeni gelenler, bir kere, eskiden beri adalet, devletlerin,
ulus devletlerin temel işlevleri arasındadır. Adam Sirnit de piyasayı göklere çıkarır­
ken yine de adaleti devlete bırakmıştır. Şimdi bakınız, adalet mekanizmasını da aşa­
ma aşama terk ediyoruz. Tahkim geliyor, Anayasaya giriyor. Böylece Danıştay, danışma organına dönüşüyor, bir karar organı olmaktan çıkıyor; olayın bir boyutu bu.
İkinci boyutu, şimdi gündemde, Yerel Yönetim Kanunu olarak gelecek, fakat bir
çeşit
eyalet sistemi getiriyor. Merkezi devletin karar gücünü öyle dağıtıyor ki, merkezi devlet merkezde karar alıp, bütün bir ülke çapında uygulayama yacak. Karar gücünü dağıtıyor, aşağı yukarı iller, eyaletler yetkisine kavuşuyor ve böylece, bir eyalet sistemi içinde merkezi devletin gücü gidiyor. Bu arada tabii birtakım devletin gücünü sağlayan, en uç noktalara kadar giden, işte Toprak Su İşleri gibi, Orman Bakanlığı gibi, böyle Devlet Su İşleri gibi devlet teşkilatı var, ki Anadolu'nun en ücra
köşelerine kadar gider ya da İller Bankası gibi oraya bir şeyler götürür, şimdi bunlar devleti küçültme bağlamında küçültülüyor. Ve gördüğünüz gibi, yeni dünya düzeni aşama aşama ekonomiden başlayıp siyasal boyuta geldi ve bu arada biz de hedefi şaşırmış, hedefin nerede olduğunu bilmeyen, tabiri mazur görün, şaşkın tavuklar gibi her gelene hoş geldin dedik ve hoş geldin dediğimiz her şeyi de baş tacı edip
uyguladık. Yeni dünya düzeni böyle geldi ve bizi böyle götürdü.
Kalkınma
ise, galiba pek fazla da bahsedilir olmak durumunda değil artık. Yine
80'li yıllarda biraz konu ediliyordu ama, 90'lı yıllarda zaten devlet katındaki yolsuzluklar, bilmem ne, o kadar öncelik aldı ki, kalkınmada geri plana itti. Zaten dediğim
gibi, kalkınma ortamı da kalktı, kavram da artık bugünün dünyasına ait değilmiş gibi bir durum ortaya çıktı. Zannediyorum ki, şimdi bu durumda ciddi biçimde durup
düşünmek gerekiyor. O da şu: Türkiye gibi bir ülkenin getirilen bu düzene hayır deme gücü nedir, bu gücü nasıl kullanabilir, eğer gücü yoksa, hayır demeden neler yapabilir? En azından bunun bir stratejik planı yapılmalı. Bu biçimde bir beyin fırtına­
sı gerekiyor. Umarım toplantının diğer oturumlarında bu beyin fırtınaları yapılacak­
tır. Bir yandan, gücümüz nedir, ne kadar düşündüğümüzü yapabiliriz; ikincisi, gücümüz olmasa da yapabileceğimiz nedir, bunları nasıl bir stratejinin içine oturtabiliriz? Çünkü efendim, Türkiye, 2000'li yılların başında geldiği noktada çok zor bir
r
EKONOMiK
r
YAKLAŞlM
1
9
durumda. Düşününüz ki, 90'lı yıllarda kişi başına gelirde artış olmadı; 92'de neyse
2002'de de oydu. Gelir artmadığı halde dış borcumuz 49 milyar dolardı, bir 100 milyar dolara yakın artış gösterdi; bu dış borç. İç borç 80'li yılların ortasına kadar namevcuttu, şimdi bugün, biliyorsunuz, gayrisafi milll hasılaya, yarısını aştı, 3/4'üne
yakın bir de iç borç var. Bu iki borç üst üste bindiğinde, Türki ye' de hareket kabiliyetini azaltan etkiler yaratıyor ve aynı zamanda bizim başımızda sürekli kamçıyla,
"hayır öyle yapamazsın" diyen birilerinin bulunmasını getiriyor. O itibarla iş zor. Ve
yalnız akademisyen düzeyinde düşünme değil, ama bu tür platformları, iş yapanlar
işadamları çünkü, işadamlarıyla birlikte, TOBB 'la birlikte oturup örneğin, merkezi
burada, beyin fırtınaları yapmak lazım. Ne yapılabilir, Anadolu'ya ne götürülebilir,
merkezlerde neler yapılabilir, bir de, bu Eyaletler Kanununa, nasıl olmalı ki geçmesin? Yoksa, merkezi devlet o kadar yok olur noktaya gelecek ki, oradan Türkiye
Cumhuriyeti belki Türkiye Eyaletler Federasyonu falan gibi bir şey olacak. Bütün
bunlar ne yazık ki düşünmeyle çözümlerrecek işler de değil, ancak yapınayla çözümlerrecek işler. O itibarla, yapabilecek durumda olanlarla birlikte beyin fırtınaları, çözümler üretme öncelikli konumuz olarak önümüzde duruyor.
Efendim, dinlediniz, çok
teşekkür
ederim, iyi günler.
Download