KUR`AN-I KERiM`İN ÖNGÖRDÜGÜ ADALET ESASLARI

advertisement
KUR'AN-I KERiM'İN ÖNGÖRDÜGÜ
ADALET ESASLARI
Prof. Dr. İsmail CERRAHOGLU(*J
ünümüzde karmaşık bir durum arzeden yaşam kavgamızda herkese göre bir adalet
anlayışının telakkİ edilir olduğunu müşahede etmekteyiz. Biraz sonra tarifini sunmaya çalışacağımız "adalet" kelimesi, insan için değişmez bir ölçü ise, herkese göre bir
farklılık arzetmemesi gerekir. Öyle ise adaletin gerçek mahiyeti nedir? Biz, bu makalemizde, insanların bütün iş ve faaliyetleriyle ilgili geniş, evrensel bir kavram olan "adalet" in
islam'a, daha doğrusu İslam'ın anakaynağı olan Kur'an'a göre durumu üzerinde kudretimiz
nisbetinde bir nebze durmaya çalışacağız.
G
1. Adalet Kelimesinin
Anlamı:
"Adalet" kelimesi, kökü Arapça olan "a.d.l." den gelmektedir. Denk olmak, biribirine eşit olmak, doğru olmak, teriizinin kefelerini eşit hale getirmek, adil olmak, insaf
etmek, işte doğru olmak, eşit muamele etmek, adaletle hükmetmek, tarafsızlık, eşitlik,
hakkı yerine getirmek, haksızlıktan kaçınmak, ölçülü hareket etmek, istikamet, ifrat ile tefrit arasında olmak, hakkı ve musavatı gözetmek, işleri yerinde ve zamanında yapmak gibi
maddi ve manevi manaları kapsamına almaktadır.
"Adalet" kelimesinin zıddı ise, zulüm, cevr ve insafsızlıktır. Adalet kelimesine genel
olarak; "insanlar arasında bir tarafa meyletmeden davranmak, herkesin)
hakkını tanımak, herkese layık olduğu ve hakettiğini vermektir" diyebiliriz~/
Kısacası "Karşılıklı zıt yararlar arasında hakka uygun olan eşitlik, denge
ve ölçüdür" demek mümkündür. Adalet kelimesinin bu çeşitli anlamları arasında ince bir
alakanın varlığı hemen sezilebilmektedir. Şer'i ve hukuki manada, bu kelime "dinen
malızorlu olan işlerden kaçınmakla, doğru yola yönelmek, hakkı iltizam,
hakkaniyet, adaleti temin edip yerine getirme ve neşretme, büyük
günahlardan kaçınma ve küçükleri üzerinde ısrar etmeme" gibi anlamlarda da
kullanılmaktadır. Kur'an'da adalet kelimesi manasma kullanılan "hakk", "kıst" ve
"keyl" kelimelerinin varlığını unutmamak gerekir.
2. Adalet Bir Toplumun Medeniyet Ölçüsüdür:
Bir milletin, bir toplumun medeni olup olmadığını gösteren sabit bir ölçü veya kıstas
mevcud değildir. Bu hususta ileri sürülen çeşitli görüşlerin ölçü olup olmayacağı münakaşa
edilebilir. Kanaatimizce, bir milletin medeni seviyyesini, o milletin fertlerinin adalete, hakj
ve hukuka verdikleri değer ile ölçmek yerinde olur. Toplumun fertleri, adalete en tabii
hakkın bir tecellis! gözü ile bakarak ve bu da huzur içinde tam bir itminanla tecelli ediyorsa, adaleti dağıtanlar da adaleti tevzi için adalet müessesesinde oturduklarını idrak edebiliyorlarsa, o topluluğun medeni olduğu kabul edilebilir. Zira adalet bulunmayan yerde, huzur(*) Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi
DiYANET iLMi DERGi • NiSAN- MAYIS- HAZiRAN 1993 •CiLT: 29 •SAYI: 2
17
PROF. DR. iSMAiL CERRAHOGLU
suzluk, zulüm, istibdat ve anarşi doğar. Böyle bir durum, içinde bulunduğu toplumu geriliğe, uçuruma götürür, Adil olmayan ve adalete kıyınet vermeyen toplumlar payidar olamaz. Bu bakımdan adalet, dünyada en ulvl fazilettir. Yüce Yaratanımız tarafından,
yaratılanlara verilmiş mukaddes bir lütfifdur. Bu bakımdan adalet kavramı, belirli bir dine,
cinse, ırka, soya verilmiş değil, insan olan herkese Rabbımızın sunduğu bir ikramdır, nimettir.
İnsanlık tarihi, insanlığın huzur ve sükfina, adalete ve susadığı, insanların menfaat ve
hevaları uğruna, insanlığa yaptıkları nice zulüm ve işkenceye şahit olmuştur. Bugün de
hala şahid olmaktayız. İnsan topluluklarında görülen nizarn ve asayiş, her zaman normal
ve tam tekmil olarak devam etmemiş, zayıf kuvvetlinin esiri olmuş, hak kuvvetlinin elinde
kalmıştır. Bunun neticesinde ahlak sükfit, hukuk tefessüh etmiş, Allah unutulmuş, onun
işine karışılarak şirk ve dalalet yoluna sapılmıştır. Huzurlu ve istikrarlı bir toplum için
adaletin tahakkuku şarttır. adiiletin gerçekleşmesi için adil bir ölçünün olması gerekir.
Ahiakın sükfit edip, adaletin bozulduğu zamanlarda, insanları doğru yola sevkedici elçiler,
Allah tarafından gönderilmiştir. Yüce Allah, insanlar arasındaki şirk, zulüm, kin gibi
kötülükleri atıp, aralarında Allah'ın hükmü ve kanunlarını adalet ile yerine getirmeye peygamberler vazifelendirmiştir. Ancak, bilindiği gibi, insan menfeatına düşkün bir varlıktır.
Durum böyle olunca, insan, menfeatına uygun olduğu sürece ölçülere uyacak ve onları uygulayacak, zararına da olunca uygularnıyacak ve uymayacaktır. Ya da kanunları kendi
doğrultusunda kullanacaktır. O halde, adaletin uygulanıp gerçekleştirilmesinde, korunup
gözetilmesinde en önemli unsur insan olacaktır.
3. Adalet ve İnsan:
İslam dini, sadece Müslümanların dini değil, bütün insanlığın evrensel bir hayat nizarnı
olarak gelmiştir. İslam, insanın madde ve ruh ile bir bütün olduğu gerçeğinden hareketle,
onu her yönü ile-biyolojik, sosyolojik ve psikolojik- dikkate alan ve hiç bir yönünü ihmal
etmiyen, bir hayat nizamıdır. Getirdiği esaslarla, insanı, menfeatlar dünyasının
kargaşasından kurtarıp, ilahi iriidenin istediği doğrultuda, yaratılış gayesine uygun olarak,
hayatını devam ettirmesini gaye edinir. İslam getirdiği esaslar doğrultusunda ebedi bir
hayatı müjdelerken, pirensibleri dışındaki bir hayatı yasaklar. Koyduğu pirensiblerin insan
gerçeğine dayanmasına dikkat eder. islama göre, insan yeryüzünde halife olarak
yaratılmıştır. Buna göre insan önce kendi hayatını ve bütün işlerini Allah'ın emirleri
doğrultusunda tanzim ve tertib edecektir. Bu durumda insan hayatı ve onlardan meydana
gelen toplum, bir ölçüler ve değerler düzeni olacak, herşeyin bağlanacağı bir ölçü bulunacaktır. Bu ölçüler ve değerler. insanların heva ve heveslerine, duygu ve menfeatlarına
dayanınıyan beşeri zayıflıktan uzak, eksikliği, noksanı ve hatası olmayan ilahi ölçü!erdir.
Bu ilahi emir ve yasakların yeryüzünde yerleşmesi insan unsuruna dayanacaktır. Halife olabilme vasfına hiiiz insanlar, bu ilahi nizama kendi iradeleriyle boyun eğebilecek, sorumluluğu üstlenebilecek güce sahip mürninler olacaktır (Bkz. Al-i İmran, 1 10; En'am, 165).
İslam, insanı dünya hayatı içerisinde yaşıyan, çeşitli sorunlarla karşılaşan, hatalar
yapan, günah işleyen, ihtiyaçları olan, suç işleyen, ceza gören, idare eden ve edilen, iş
yapan ve yaptıran, kazanan ve kazandıran, düşünen bir varlık olarak görür ve onu bütün bu
durumları ile bir bütün olarak ele alır. İslam insanı, tam ve eksik yönleri ile ele alınca, ortaya koyduğu toplumsal kurumlarıyle, ekonomisi, hukuku ve önerdiği sosyal hayat
anlayışı ile, onun, dünya hayatını koordine edecektir. Böylece İslam, bütün beşeri sistem
18
DiVAN ET iLMi DERGi
KUR'AN-i KERiM'iN ÖNGÖRDÜGÜ ADALET ESASLARI
ve ideolojilerden farklı bir tarzda insan üzerine eğilmekte, onu madde ve mana ile birlikte
ele almakta, ona, aslı ile ilgili hakikatları, yüce kitabında şu şekilde gözler önüne sermektedir. Bütün insanlar tek bir iradenin mahsulüdür. insanlık tek bir nefisden yaratılmıştır.
Toplum hayatının temelini bu ilk nefis ve ondan yaratılan eşinden oluşlan aile teşkil eder.
Bu aileden de renkleri, dilleri, istidat ve kabiliyetleri değişik insanlar yaratılmıştır.
Yüce irade ile insanın dünyaya getitilişi Bakara suresinin 30. ayetinde açıkça belirtildikten sonra, insanın bu dünyaya gelmesi kendi iradesine bağlı olmadığı gibi, bu dünyada kalması veya ölümü de kendi iradesine bağlı değildir (AI-i İmran 145). Yine yaratanın iradesi,
onlara var olmayı ve hiç bir şey hissettirmeden getirilclikleri şu alemde mücadele etme ve
hayatlarını devam ettirme güç ve kudretini bahşetmiştir. İnsanın yapısı ile tabiat olayları
arasında mükemmel bir ahenk vardır. Yüce Yaratan, insanı, anlamaya, düşünmeye ve bilgi
kazanmaya yetenekli bir beyinle donatmıştır. İnsanın zihin gücü ile, tabiatı idare eden iHihi
kanunlar, insanın tabiat gerçeklerini aniayabilecek ve yeryüzündeki görevini yerine getirebilecek şekilde dengelenmiştir.
Nisa suresinin ilk ayeti, insanlığın aynı asıldan, aynı kaynaktan türediğini ve aynı
iradenin mahsfilü olduğunu, bu yönden bütün insanların eşit olduğu hakikatını ortaya koymaktadır. Bütün insanlık bir asıldan türemiş, tek bir iradenin mahsfilü, tek bir zincirin halkalarıdır. Kadın-erkek, siyah-beyaz, uzun-kısa, zayıf-şişman bütün insanların tek bir asıldan
türediği noktasından hareket eden İslam, bütün insanların unuttuğu unutınakla da pekçok
değerlerini kaybettiği, bir hakikattır. Bu sebebten insanlık tarihi, dün olduğu gibi bu
günde, ırk, neseb, renk, din çatışmaları yüzünden oluk oluk masum ve mazlfim insanların
kanlarının akıtıldığı nice hunharca katliamlara şahit olmaktadır. "Ey insanlar, doğrusu
biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi kolayca tanıyasınız
diye sizi, milletler, kabileler haline koyduk" (Hucurat 13). Keza "Ailah'ın
yerleri ve gökleri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması
O'nun ayetlerindendir. Doğrusu, bunlarda bilenler için ibretler vardır"
(Rum 22), ifadeleriyle Yüce Rabbımız, beşeriyetİn aslı ile ilgili hakikatları bildirmekte,
aslı bir olan insanlıktaki bu farklılıklar, kainatı, ilmi ve iradesi ile yöneten, dilediği hususlarda bir sınır tanımıyan, dilediğini yaratan Allah'ın eseridir. Böyle murad edilmesinde bir
hikmet, insanların farklı olmasında bir gaye vardır.
4. Adalet Evrenseldir:
Mukddes Kitabımız Kur'an-ı Kerim, insanın aslı ile ilgili hakikatları ortaya koyduktan
sonra, bütün insanları eşit kılan, birinin aleyhine diğerine ayrıcalık tanımadığı evrensel
prensibierini ortaya koymaktadır. Bu ilkelerden bazıları, tevhid, ahiret inancı, bütün alemler
için gönderilen bir peygamber, doğruluk, haya va iidelettir. Bunlar belirli bir inanca sahip
olan insanlara mahsus olan görüşler değildir. İnsan vasfına haiz olan herkese ait olan ve insandan ayrılmaz bir parça gibi kabul edilen hususlardır.
Kur'an-ı Kerim'in sunmaya çalışltığı adalet, bütün beşeri faaliyetleri kuşatan beşeri tasavvurun üstünde mutlak olan ilahi adalettir. Bu adalet evrenseldir; belli bir ırka, soya,
kavme muhhasır olmayan, mekan sınırlarını aşan, bütün insanlara yöneliktir. inancından
dolayı hiç kimsenin istisna edilmediği mutlak adalettir. "Allah din uğrunda sizinle
savaşmıyan, sizi yurdunuzdan çıkarınıyan kimselere iyilik yapmanızı ve
onlara karşı adil davranınanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah adil olanları
sever" (Mümtahine 8). Bu bakımdan, İslam'ı insanlara zorla kabul ettirmek diye bir şey
NiSAN - MAVIS- HAZiRAN 1993 • CiLT: 29
• SAYI: 2
19
PROF. DR. iSMAiL CERRAHOGLU
yoktur. Ancak, İslam'ın insanlara tebliğine mani olan engeller kaldırılır. Zira, kişinin
anlayışı, aklı ve idrakı ile ilgili engeller varsa bunlar telkin ve tebyin yolu ile giderilir.
Eğer İslam'ın tebliğinin ulaşmasınamani olan otoriter bir güç varsa, o da cihad'la kaldırılır
ve tebliğin o insanlara ulaşması sağlanır.
Kur'an'ın savunduğu
adalet, beşerl' zaaflardan, menfaat, imtiyaz ve ayrıcalıktan uzak, uyve korunup gözetilmesi arzu ve menfaatlere bağlı olmayan bir adalettir. Öfke,
kin ve sevgi gibi duyguların burada yeri yoktur. Böyle bir adalet fikrine inanan
müslümanlar, bir ferd veya bir topluluğa düşman da olsalar, kin ve nefret de duysalar, bu
duyguları onları adaletsizliğe sevketmiyecektir. "Ey İnananlar, Allah için adaleti
ayakta tutup gözeten şahidier olun. Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi
adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun;
bu, Allah'a karşı gelmekten
sakınmaya
daha yakındır. Allah'tan sakının, doğrusu Allah
işlediklerinizden haberdardır" (Maide 8). "Ey İnananlar, kendiniz, anababanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahid olarak adaleti
gözetin. İster zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır.
Adaletinizde hevesiere uymayın, eğer eğriltirseniz veya yüzçevirirseniz
bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır" (Nisa 135). Kur'an'ın
öngördüğü bu adalet anlayışı, Allah içinicra edilen, mutlak bir ölçüdür. Yüce Yaratınımız
bu ilkelerle, inanan insanın güç ve gayretlerinde, bütün insanlığın haklarını garanti altına
alıp,kişinin hürriyeti, istek ve arzularına gereken sınırları koyarak, toplumun ve insanlığın
yüce hedefleri ile çatışmıyacak bir adaletin gerçekleşmesini istemektedir. Bir işe menfeat ve
iltimas karıştığı zaman, haksızlık ve zulüm bunu takip eder. İnsanın hırs ve arzularının
azgınlaşması, toplumun aleyhine adaletle çelişen bir durum olduğu gibi, toplumun, kişinin
fıtrat ve kabiliyetlerinin aleyhine azınası da sosyal bir bozulmadır. Şahsi çıkarlar ve insanlar arasındaki ayrıcalık, adaletle çelişen bir durumdur. Kur'an'ın öngördüğü adalet, öylesine
hassas bir ölçü ki, insanın kendine ve yakınlarına menfeatını, duygu ve hislerini devre dışı
gulanması
bırakır.
5. Adaleti
Gerçekleştiren
Unsurlar:
O halde adaletin gerçekleşmesinde iki unsur ortaya çıkmaktadır. Bu iki unsur, insan ve
Bu insanlar ve mevci'ıd kanunlarla, Kur'an'ın öngördüğü adalet sağlanabilir mi?
Adaleti sağlayacak olan insan olacağına göre, insana fert olarak önem verilmesi gerekmektedir. İnsanın madde ve manadan ibaret bir varlık olduğunu ve onun toplumsal bir hayat
yaşamasının lüzfimunu söylemiştik. O, toplum hayatı içinde birtakım sorunlarla karşılaşır,
toplumun diğer fertleri ile çeşitli ilişkiler içerisine girer. çalışır., kazanır, hatalar yapar,
korkar, sevinir. Onun bu fiilleri bir anlam taşır. O sosyal bir hayat yaşamaya biyolojik ve
sosyo-psikolojik ihtiyaçlanndan dolayı muhtaçtır. Kendi menfeatına düşkün, heva ve heveslerine mütemayildir. Şüphesiz insanın yapısından kaynaklanan bir takım nitelikleri
vardır. Bunlardan kötü dediğimiz kibir, gurur, kıskançlık, egoİstlik gibi olanlar bir kayda
bağlanmaz, belli bir gayeye yöneltilmez, serbest bırakılırsa, insanın kendi yaratılış gayesine ve toplumun aleyhine azgınlaşır, zülum halini alır. Bu, insanın menfeatına düşkün ve
kötülüğe meyyal olan yönüdür. İnsanlar, hakikatı bilmezler, görmezler, herkes kendi menfaatma geleni işler ve kendi adillet anlayışına göre hareket ederse, böyle bir insan adaleti
nasıl yerine getirebilir? Toplumda adaleti gerçekleştirecek ve adaletle bükmedecek olan
hakim ve yöneticiler ise, ancak zahire göre davranabileceklerdir. Bu durumda, mutlak adalet,
kanunlardır.
20
DiYANET iLMi DERGi
KUR'AN-i KERiM'iN ÖNGÖRDÜGÜ ADALET ESASLARI
bu dünyada özlenen aranan, ama ulaşılamıyan bir ideal olarak mı kalacaktır? Buradan
anlıyoruz ki adaletin gerçekleştirilmesi insan unsuruna dayanmaktadır. Problem insandan
çıkmakta ve yine onunla çözümlenmektedir. Öyleyse, insana maddi ve manevi sorumluluk
yükleyen iradesiyle boyun eğeceği bir yasa, bir ölçü olmalıdır. Böyle bir yasa, kulunu her
yönü ile ihata eden Allah tarafından konulan, insanların vicdanlarının derinliklerinde hissedebileceği ahiret korkusu ve yaptıkları herşeyin hesabını verme korkusu, onların tabi olabilecekleri bir yasa, bir ölçü olabilir ki, o da şüphesiz Kur'an'dır. Nitekim bu husus Nisa
suresinin 105. ayetinde "Ey Muhammed! doğrusu insanlar arasında Allah'ın
sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik;
hakkı gözet, hainlerden taraf olma" hükmü ile insanlık için gereken yasa ve ölçü
Kur'an ile tesis edilmiştir.
Buradan anlaşılıyor ki, adaletin gerçekleştirilmesinde müessir olan insanın vicdanen
en önemli rolü oynayacaktır. Bu bakımdan İslam, insanların oluşturduğu özel
hallerden tutun da, onların oluşturduğu toplum ve toplumlar arası münasebetleri kapsıyacak
bir sistem haline gelmeden önce, bu sistemi ayakta tutacak esasları tayin ve tesbit etmekle
işe başlamıştır. Onüç yıl süren Mekke devri, Medine'de sistemli bir nizarn haline
dönüşecek olan İslam toplumunun teorik yönden hazırlandığı, diğer bir deyimle fikri cephenin oluşturulduğu devirdir.
eğitilmesi
İnsanların vicdanen eğitilmesi, adaletin gerçekleştirilmesinde en önemli rolü oynar.
Çünkü adaletin gerçekleştirilmesi insana bağlıdır. Allah insanı vicdanen eğitmeye büyük
önem vermiş ve Kur'an'ın inişinden itibaren onüç yıl süren Mekke dönemi boyunca hep
vicdan terbiyesi üzerinde durmuştur. Bu dönemde, önce kalbiere allah'ın birliği akidesi ve
genel olarak vicdan! esaslar yerleştirilmeye çalışılmıştır. Lokman suresinin 20. "Allah'ın
göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak bolca İhsan ettiğini görmez misiniz? insanlardan, Allah hakkında hiç bir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve
aydınfatıcı bir kitab bulunmadan, tartışanlar vardır." Keza Hadi d suresinin 20.
"Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve
daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği,
ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer, sonra kurur, sapsarı olduğu
görülür, sonra çörçöp olur. Ahirette çetin azap ta vardır; dünya hayatı ise
sadece aldatıcı bir geçinmedir." ayetlerinde insan ve hayatın gerçeği dikkate
alınmış, cevapsız kalabilecek herhangi bir soruya mahal bırakılmamıştır. Ancak, insanın
yaratılışının gayesi ve dünyadaki görevi bu nimetlerden belli bir süre faydalanıp, geçinip
gitmek değildir. Çünkü o, bu dünyada ebedl kalıcı değildir. Ne kadar nimetlerle dolu olursa
olsun, bu dünya hayatı ölümle noktalanacaktır. Mülk 2, enbiya 35. ayetlerine göre, insan
için hayat ve ölüm, faydalandığı nimetler, karşılaştığı kötülükler birer imtihandır. Çünkü
O, bu dünyaya yalnız Allah'a kulluk yapması için getirilmiştir (bkz. Zariyaat 56). O halde
insan, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden ve işlediklerinden sorulacaktır (bkz. Tekasür
8, Zilzal 7-8). İslam'da, Allah'a kulluk, mücerret bir iman ve belirli zamanlarda yapılan
ibildetlerle sınırlandırılmamıştır. İslam'ın ve Kur'an'ın öngördüğü kulluk bunlarla birlikte,
her cuma hatiplerden dinlediğimiz, Nahl suresinin 90. "Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakıniara bakmayı emreder; hayasızhğı, fenahğı ve haddi
aşmayı yasak eder. TutasıniZ diye size öğüt verir" ayetiyle, insanın dünya
hayatındaki bütün faaliyletlerini de ihtiva eder. Bu durumda in~anların, Allah'ın koyduğu
NiSAN -MAYIS- HAZiRAN 1993 • Ci LT: 29
• SAYI: 2
21
PROF. DR. iSMAiL CERRAHOGLU
ölçülere göre
ilişkide bulunması,
gerçekleştirmesi, kulluğun
İlahi
yeryüzünde zulüm ve
gereklerinden sayılmıştır.
kötülüğe karşı
durup, adaleti
adaletin gereği olarak insanların zulme ve haksızlığa uğrarnaları asla mümkün
değildir. Ahirette herkes yaptığından hesaba çekilir ve karşılığını görür. Yüce Y aratanımız
hiç kimseye zulmetmez. Gerçeği bildirmek üzere peygamberler göndermiştir. Doğru yolunu
bu peygamberler vasıtasıyle gönderdiği belgelerle insanlara bildirmiş, bundan sonra da
onları kendi iradelerinde hür bırakmıştır ki, ileride görecekleri azab ve mükafat sebebiyle
zulmedilmiş olmasınlar.
İsra suresinin 15. "Kim doğru yola gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş
ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin
günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz"
ayetinde, insanlara ilahi gerçeği bildiren peygamberler geldikten sonra, artık insanlar
arasında ilah! adalet gerçekleştirilmiş olur. Nitekim Yunus suresinin 47. "Her ümmetin
bir peygamberi vardır. Onlara peygamberleri geldiğinde aralarında adaletle
hüküm verilmiş olur. Onlar asla zulmolunmazlar." Keza, Bakara suresinin
256. "Dinde zorlama yoktur, artık hak ile b atıl iyice ayrılmıştır ...... "
ayetlerine göre, hakikatle hakikat olmayan birbirinden iyice ayrılmıştır ve insanlar
yaptıklarını kendi iradeleri ile yapmaktadırlar.
Kur'an'ın ferdiere verdiği vicdanİ eğitimle, onlara bazı sorumluluk ve mükellefiyeHer
yüklernesi tabiidir. Kıyame suresinin 36. ayetinde "İnsan oğlu kendisinin başı boş
bırakılacağını mı sanır?" denilmektedir. Yüce Rabbimizin, sayısız nimetlerini
insanın emrine sunmasında elbette bir hikmet vardır.Allah'ın, insana verdiği nimetierin
saydamıyacak kadar çok olması, Onun sorumluluğunun büyüklüğünü gösterir. Kur'an'ın
ifadesiyle, insan kendisine verilen nimetlerle denenmek ve yeryüzünde Allah'ın hükümlerini
yerine getirmek için yaratılmıştır. Bu imtihan dünyasında insan sorumluluğunun
büyüklüğüne rağmen, heva ve hevesleri onu azgınlaştırır. Sorumluluğun aksine olarak,
azgınlığın engellenebilmesi için, insanın ve faaliyetlerinin bir kayda bağlı olması elbette
zaruridir. Kur'an önce, yoktan vareden herşeyi görüp bilen tek bir Allah inancı, sonra da
ahiret ve yaptıklarının hesaba çekilme inancı ile, insanı ve faaliyetlerini bir kayda
bağlamıştır. Bu kayıt ve ölçü, hiçbir otoritenin ve müdahelenin olmadığı yerde bile insanı,
insana ve diğer malıluklara zulmetmekten ve her türlü kötü faaliyetten, Allah'a isyandan ve
dolayısiyle kendi nefsine zulmetmekten alıkoyar. Bu, İslam'dan başka hiç bir sistemde bulunmayan ve insanın kendi kendini kontrol manasma gelen "otokontrol" sistemidir.
İslam'ın ve Kur'an'ın ifadesine göre ahiret inancının manası, insanın bu dünyada, kendisini mutlak olarak hür görmemesi, bu dünyada iyi-kötü bütün yaptıklarının hesabını, bundan sonraki hayatta vereceğini, yaptıklarının neticesine göre azap ve mükafata müstahak
olacağını bilmesi ve inanmasıdır. Kısacası, yaptıklarından sorumluluk duynıasıdır. İnsanın
öldükten sonra dirileceği ve ahirette bu dünyada yaptıklarından hesaba çekilme inancı, onu
her türlü kötülük ve zulümden alıkoyacaktır. Böyle bir inançtan başka hangi güç insanın
zulüm ve kötülük yapmasını önleyebilir? Eğer hukuki ve siyasi bir otorite bu işi becerir
denirse, onlar da insanlardan meydana gelmiş değil midir? Yaratılış icabı, haris ve nankör
yönleri bulunan insan oğlunun gözünü ve gönlünü doyuracak, faaliyetlerine ölçü koyacak
ahiret inancından başka bir inanç düşünülemez. Gerçek manada ahirete inanan bir insanın,
bu dünyada kötülük yapması mümkün değildir, hiç değilse çok zordur. İslamın kurduğu bu
22
DiYANET iLMi DERGi
KUR'AN-i KERiM'iN ÖNGÖRDÜGÜ ADALET ESASLARI
zulüm, yalan, gıybet, hİyanet ve buna benzer bütün kötü fiillerden
ve onun bu dünyada huzur ve saadet içerisinde yaşamasını temin
eder. Aynı zamanda bu inanç, insanlar arasında kötülüklere sebeb olan bencilliği ortadan
kaldırıp, onlara evrensel bir diğergamlık sağlamış olur. Zira İslam nazarında, iyiliğe
yönelik faaliyetlerin bütünü, Allah katında ibadet kabul edilmektedir.O halde insanı her
türlü kötülükten ahkoyan, iyilik yapıp, hayra yöneiten bu ahiret inancı, bir dünya barışı
sağlamanın, belki de günümüzde çok kullanılan yeni bir dünya nizarnı kurmanın şüphesiz
en esaslı unsuru olabilir.
kontrol sistemi,
insanı
uzaklaştırır, kaçındım
Adaletin gerçekleşmesinde müessir olan insan unsurundan başka diğer bir husus adil
gereken yasalardır. Mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'in siyasi hukuki ve sosyal
karakterdeki hükümleri, sistemli bir toplum hazırlayan, vicdan! esasların yerleştirildiği
Mekke döneminden sonra nazil olmuştur.
olması
Adalet, sosyal ve hukuki bir kavramdır. İslam adalet anlayışı ile, fertlerin
münasebetlerini ve hayatlarını Allah'ın istediği şekilde tanzim ederek, sistemli bir toplum
tesis eder. Bütün hukuk sistemleri içinde adaleti gerçekleştirmek bir gayedir. Hukuk formasyonu bunun için bir araçtır. Bu açıdan ad!Het, en yüce değerdir. Kur'an hicretle başlıyan
Medine dönemindenazil olan hükümleriyle, insanın yaratıcısı Allah ile ve insanların biribirleriyle olan münasebetlerinitanzim edici bir hüviyete kavuşmuştur. Kur'an'ın hükümleri
genel olarak vicdanİ müeyyide gücüne haiz prensibierin dışında, hukuk normları
görünümünde fiziki müeyyide gücüne haiz esasların az sayıda olduğu da bir gerçektir. Şunu
unutmamak gerekir ki, vicdanİ hüviyet arzeden bu prensibler, ihlal edildiğinde, öbür alemde
azaba müstehak olunacağı bildirilmektedir. Böyle bir durumun, Kur'an'daki bütün prensiblerin fiziki müeyyide gücü kazandırılınaya müsait olduğunu göstermeye yeterli olacağını
zannaderiz. ihlal edilmesi halinde, Allah'ın cezasını gerektiren bir olay, dünyada fiziki olarak bir müeyyide ile neden cezalandırılmasın? Kur'an'ın imanla, ibadetle ilgili emir, yasak
ve tavsiyeleri ile sosyal ve hukuki prensibieri ayrılmaz bir bütünlük arzeder. Yapılan ibadetler yalnızca yaratıcı-kul münasebeti olmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal, ahlaki ve
hukuki yapı ile ilgili görevlerin yerine getirilmesinde de müessir olur. mesela, namaz ibadeti, kulun yaratana karşı yalnızca bir kulluk ve bağlılık ifadesi değil, Ankebfit suresinin
45. ayetinde ifadesini bulan " .... Muhakkak ki namaz hayasızhktan ve
fenalıktan alıkor. Allah'ı anmak ne büyük şeydir. Allah yaptıklarınızı
bilir." ilahi emri, namazın menettiği hayasızlık ve kötülükler, aynı zamanda bütün
hukuk sistemlerinin kaldırmayı amaçladığı, önlemeye çalıştığı işler değil midir?
Verdiğimiz bu örnek, İslam'daki ferdi bir ibfidetin dahi, toplumdaki kötülükleri kaldırmaya
yönelik ve adaletin gerçekleşmesinde yardımcı olduğuna bir delil değil midir? Bunun gibi,
İslam'daki bütün ibfidetler, şahıslar arası ayrıcalık tanımayan, herkese eşit olarak aynı sorumlulukları yükleyen mükellefiyeHer durumundadır.
Adaletin gerçekleşmesinde, İslam'ın, adil yasalarının en belirgin özelliği, sadece fiziki
gücüne sahip olmayıp, aynı zamanda vicdan! yaptırım gücüne sahip olmasıdır.
Kısaca ifade edecek olursak, Kur'an, hiçbir insana, hiçbir topluma, sosyal üstünlük
tanımayan prensibleriyle, bütün beşer! hukukların gerçekleştirilmesini imkansız gördüğü,
mutlak adaleti gerçekleştirebilmeyi üstlenmiştir. Herkes Kur'an'ın hükümlerine muhataptır.
Onun adalet anlayışına göre, hiçbir insanın diğer bir insana imtiyaz hakkı yoktur. Onun
mutlak adaleti hiç kimseye imtiyaz hakkı tanımıyacak, farklı inançlara sahip insanlar dahi
yaptırım
NiSAN- MAYIS- HAZiRAN 1993 • CiLT: 29
• SAYI: 2
23
PROF. DR. iSMAiL CERRAHOGLU
bu adilletİn muhtevasında yer alacaktır. Çünkü, bu, adaletten yararlanmanın tek şartı insan
olmaktır. Bu bakımdan, bütün insanlar istisnasız, Kur'an'ın öngördüğü adaletin kapsamı
içindedir. Yüce Yaratanımız böyle bir adiiletin gerçekleştirilmesini bir sorumluluk olarak
vicdanlarının derinliklerinde duyabilecek olan inananlara yüklemiştir. Bu, Milide suresinin
8. "Ey İnananlar, Allah için adilleti ayakta tutup gözeten şahidier olun.
Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olnn, bu,
Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'tan sakının,
doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır" ayetinde ifadesini bulmaktadır. O
halde Kur'iin, adiiletin uygulanmasında bağlı kalacaklar için tek esas ve tek ölçüdür.
6. Adaletli Toplum
Nasıl
Olmalıdır?
Günümüzün insanı menfaat ve ihDerin ve kapsamlı düşünecek olursak,
bugünkü teknolojik asır, kanaatımca, insanlığa fazla bir şey kazandırmış değildir, aksine
onun asli değer ve hakikatlerinden çok şey kaybettirmiştir. İnsanı yaratılışının ve insan
oluşunun gayelerinden uzaklaştırmiŞ ve halen de uzaklıştırmaktadır. Onun fikir hayatındaki
yüce değerleri ve gayeleri, uygulanması mümkün olmayan kavramlar haline gelmiştir.
Bugünkü toplumumuz, menfeatlerin bir araya getirdiği insanlardan oluşan endüstriyel, ekonomik bir toplumdur. Böyle toplumlarda şerefli itibarlı insan anlayışı, mal-mülk ve
makam sahibi olmakla mümkündür. Nasrettin Hoca'nın "ye kürküm ye" hikayesinde
olduğu gibi itibar maddeyedir. Mal-mülk ve makam sahibi olmanın fazilet ve üstünlük
sayıldığı ve toplumda bunlara sahip olmayanların insan olduklarına dahi aldırış edilmez
olmuştur. Bu zihniyetin hakim olduğu toplumun büyük çoğuuluğunu oluşturan ücretli ve
işçi kesimi, gittikçe artan ve karşılanması zor bir hal alan ihtiyaçlarını ve geçimini temin
etmek bir gaye olma durumuna gelince, asıl yüce gaye ve hakikatları düşünemez olur. Bunları düşünse bile kabul edemez hale gelir. Tabii olarak, onun gündemini, hayatını devam ettirebilmek için karşılamak zorunda olduğu ihtiyaçları teşkil edecektir. Bu menfeat toplumunda yaşayan insan için, iman bir duygu, din bir gelenek niteliğini alacak ve uygulamada
yeri bulunmayacaktır.
Adiiletli ve dengeli bir toplum
nasıl olmalıdır?
tiyaçlarından gayrı birşey düşünemez durumdadır.
Bu ifiidelerimizle endüstriyel ve ekonomik yöne karşı olduğumuz sanılmasın. İnsan
bu yönün önemi olduğu asla inkar edilemez. Ancak, insanı ve ihtiyaçlarını sadece
maddeden ibaret sayıp, onu maddeye esir ve bağlı kılmak, maneviyat yönü yokmuş saymak, onu insanlığından uzaklaştırıp, hayvanlaştırmak değil midir? Bizim istediğimiz insanda mevcfid olan maddi ve manevi değer ölçülerini, yaratılışının gereği olarak dengeli tutmaktır. Birini diğerine feda etmemektir. İşte bu imtihan dünyasında, insan olarak
yaşamanın değeri budur. Dinimiz İslam, insan ve hayatı bir bütün olarak ele alır. Yanlışlık
ve aşırılıkları kaldırıp, yerine bütün insanlığın huzur ve refahını amaçlayan doğruları bulmaya yöneliktir. Tamamen doğruların ve iyilerin hakim olduğu bir ortam kurmayı gaye
edinir. Bunun için de en yüce değer olarak gördüğü adiileti gerçekleştirmek için, uyumlu ve
dengeli bir toplumu tesis etmeyi gerekli görür.
hayatında
İslam ve onun kitabı olan kur'an, adilleti gerçekleştirecek uyumlu ve dengeli bir toplum
için, insanların eşitliği, vicdan hürriyeti ve toplum fertleri arasında sosyal dayanışmayı
öngörür.
İslam,
24
insan olma noktasından bütün insanlan eşit sayıp, kimsenin kimseye
DiVAN ET iLMi DERGi
KUR'AN-i KERiM'iN ÖNGÖRDÜGÜ ADALET ESASLARI
üstünlüğünü kabul etmez. Ona göre bütün insanlar aynı asıldan olup, geldikleri ve gidecekleri yerin bir olduğu, doğum ve ölümde, sorumluluk hak ve vazifelerde bir ve eşit olduğu
bir esastır. Burada tek üstünlük, Hucurat suresinin 13. ayetinde ifadesini bulan, Allah'ın
emir ve yasaklarını yerine getirmekteki üstünlüktür. Hz. Peygamber de Veda Hutbesi'nde
şöyle buyurmaktadır. "Ey insanlar, şüphesiz Rabbınız birdir. Hepiniz
Ademdensiniz, adem ise topraktandır. Allah katında en üstününüz,
Allah'a karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Hiçbir Arabın arab olmayan üzerinde takva dışında bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva
iledir." İslam'ın öngördüğü eşitlik, bazı beşeri sistemlerin öngördüğü ekonomik
eşitlikten çok daha farklıdır. Zaten İslam'ın böyle bir eşitlik sağlama endişesi de yoktur.
Böyle bir eşitlik, En'am suresinin 132. ayetinde "işlediklerine karşılık herbirinin
dereceleri vardır. Rabbın onların işlediklerinden habersiz değildir." şeklinde
ifadesini bulan, mutlak adalete ters düşer.
Yaratıkların en üstünü olan insan, şerefli bir şahsiyete sahibdir. Bu, onun değiştirilmez,
devredilmez hakkıdır. Bu haklar onun insan olmasına bağlıdır. İslam hiçbir kişininhakirve
zem görülmesini hoş karşılamadığı gibi, hiç kimseye de, kendisini başkalarından üstün
görme ve b~şkalarını alaya alma hakkını tanımaz. İslam'ın, onu tanıyanlar tarafından tenkide maruz kalan yegane yönü, erkeğin çok kadınla evlenmesi, aile reisliği, miras, şahidlik
ve kadının çalışmaması gibi hususlarda, kadınla erkeğin eşit olmadığı yönüdür. Kur'an'da
bu konular dikkatle incelenecek olursa, erkek ve kadının yapıları dışında, insan olma noktasında aralarında bir fark bulunmadığı görülür. Dini bakımdan, bu iki cins arasında fark
gözetilmemiştir. Nisa suresinin 124. "Erkek veya kadın mürnin olarak kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez." ayetinde ifadesini bulan, iki cinsi, aynı emir ve yasaklara tabi olmakla zorunlu kılmıştır. Bu iki cins ekonomik alanda da bir birine eşittir. Kadın erkek gibi mala
sahip olduğu, malını istediği gibi kullanma hakkına da sahiptir. Bu husus Nisa suresinin
32. "Allah 'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin, erkeklere
kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.
Allah'tan bol nimet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir." ayetinde açıklığa
kavuşmaktadır.
İslam kadına, erkeğe verdiği gibi, insani, dini ve medeni haklarının hepsini vermiş,
ortaya koymuştur. Her iki cinsin de aynı cevherden
söyliyerek, kadının erkekten ayrı bir varlık olmadığını göstermiştir.
İslam'la birlikte kadın, her türlü mala malik olma ve onu kullanma hakkını kazanmış, erkeklerde olduğu gibi, onlar için de vasiyyet ve irsi kabul etmiş, alıp-satma, icare, hibe, sadaka ve buna benzer şeyleri yapabilme yetkisini bahşetmiş, nefsini savunmada nasıl bir hak
sahibi ise, meşru yollarla malını korumada da hak sahibi kılınmıştır. erkekle kadın
arasındaki farklılık ancak, akıl ve mantık gereğince de kabul edilen, yaratılışları yönünde
kendini gösterir. Bu husus Kur'an'da "Erkek kadın gibi değildir." (Al-i İmran 36)
vahy-i ilahisi ile formüle edilmiştir. Bu da erkeğin anatomik ve fizyolojik yönlerden kadına
nisbetle değişik yaratılmasından ileri gelmektedir. Bu duruma bakarak üstünlüğü bir tarafta
görmek doğru değildir. Erkeğin üstünlük gibi görülen meziyyetlerine mukabil, kadına da
güzellik, incelik, Jetafet gibi kabiliyetler verilmiştir. O halde üstünlüğü bir tarafa
yükleyemeyiz. Her iki cins de insan olarak, şeref, üstünlük ve meziyyetlere sahiptir. erkek
ve kadının durumunu, insani sınırlar çerçevesinde değerlendirilecek olursa, kadının
onun da bir
şahsiyyet olduğunu
yaratılmış olduğunu
NiSAN-MAVIS-HAZiRAN 1993 •CiLT:29
•SAYI: 2
25
PROF. DR. iSMAiL CERRAHOGLU
gözetilmesi gereken hakları, erkeğinkinden daha fazladır. İsHim, kadın ve erkeğin yaratılış
sebebiyle sosyal düzende, kadın ve çocukların bütün ihtiyaçlarını
karşılama yükümlülüğünü erkeğe vermiştir (bkz. Bakara 233). Bu durumda aile reisliği ve
mirası korumadaki farklılık tamamen sorumlulukla ilgilidir. Bugünkü endüstriyel Batı medeniyeti, kadını çalışmak zorunda bırakmıştır. Çünkü Batıda, İslam'da olduğu gibi, erkeğin
ailesine ve çocuklarına bakma sorumluluğu yoktur. Bu ekonomik düzende birçok iş yerleri
kadınla dolmuş ve onlar erkeğe tercih edilir olmuştur. Gerçi bu işlerde kadının ne derecede
başarılı olduğu ve bu başarısı uğruna neler feda ettiği kabili münakaşadır. Kısacası kadın
bugün bir ticaret ve reklam aracı haline getirilmiştir. Bugün Batı ınedeniyeti eşitlik ve
hürriyyet adı altında, kadına ahlaksızlığın her türlüsünü yapma hakkını da vermiştir.
Böylece Batı nazarında araç haline getirilen kadın, İslam'da sağlam nesillerin
yetiştirilmesinin gayesi yapılmıştır. Onun bu görevi, yapabileceği herşeyin üstündedir.
Şüphesiz İslam'da kadının, anne olma görevi, endüstriyel ve ekonomik
gelişmenin aracı olmaktan daha mnkaddestir. Batının, kadını gaye olmaktan çıkarıp vasıta yapan eşitlik ve hürriyet safsataları kadın hakları olarak tanımlanıyorsa, kabul etmek gerekir ki, İslam, kadını kadınlık gayelerinden uzaklaştıran ve onu dejenere eden şeylere hak deyip, onları
kadınma vermemiş ve vermesi de mümkün değildir.
bakımından farklı oluşları
Kur'an, insanlara hak ile batılı birbirinden ayıran, bir hidayet rehberi olarak
insanlara ulaştırılıp hak ile batılı ayırt ettikten sonra, insana iradesini
hür olarak kullanma düşmektedir. İnsanlar artık dilederse inanırlar veya inanmazlar. Bakara
suresinin 256. "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.
Putları inkar edip Allah'a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir
kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.", ayetinde bu iş iyice ortaya çıkmış,
inanmaya veya inanmamaya kimsenin zorlanamıyacağı, belirlenmiştir. Zorlama ancak zulmedenlere ve insanları Allah'ın yolundan alıkoyanlara karşı yapılır. İslam, vicdanları zorlamamış, zorlayanlara da izin vermemiştir. Bunun için, insanların hakkı görüp idrak etmelerine, Allah'ın yoluna girmelerine mani olanlara karşı mücadele etmek, Saf suresinin ll.
"Allah'a ve Peygamberine inanırsanız, Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad ederseniz, bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur." ayetinde de
görüldüğü gibi, en üstün ibadet sayılmıştır. İslam'da öngörülen bu vicdan hürriyeti, sadece
bir teoriden ibaret değildir. Hz. Peygamber ve sahabesinin uygulamalarında bu hürriyetin en
güzel örneklerini görmek mümkündür. Onlar uygulamalannda zımmiler (İslam'ın himayesini kabul eden gayrı müslimler)'den zekat almamış, onları cihadla sorumlu tutmamışlardır.
Zımmilerden, korunmalarına karşılık yalnızca "cizye" vergisi alınmış ve inançlarında serbest bırakıl mışlardır. Korunamadıkları zamanlarda, onlardan cizye alınmaktan vazgeçilmiş,
gerektiğinde toplanan cizyeler sahiplerine iade edilmiştir.
gönderilmiştir. İslam
İslam'ın koyduğu
bütün emir ve yasaklar, fert fert herkese hitap eder, mahiyettedir. Bunherbiri, uyumlu dengeli ve insani bir toplum teşkil etmeye yöneliktir. En ferdi
hükümlerde dahi sosyal bir amaç görmek mümkündür. Mesela, ibaretlerle ilgili hükümler
en ferdi hükümlerdir. Bu hükümlerden herbiri, zengin fakir demeden, ırk ve soy ayrımı yapmadan bütün insanları sorumlu ve muhatap kabul eder. Bu yönleriyle ibadetler, evrensel bir
eşitliğin mesajını verir. Yüce Rabbimiz, adaletin gerçekleştirilmesi için, her türlü iyiliği
emir, kötülüğü de yasak etmesi adaletin gerçekleşeceği dengeli ve uyumlu bir toplumu
tesis etmek içindir. Bunun için, insan gerçeğine dayanan bir adaleti öngörür. Bu adaletin
ların
26
DiYANET iLMi DERGi
KUR'AN-i KERiM'iN ÖNGÖRDÜGÜ ADALET ESASLARI
kesin ve katılığı yanına, incelik ve Jetafeti de koyarak ideal bir toplumu oluşturmanın en
güzel ölçülerini koyar (Bkz. Nahl 90]. İsHim, böyle bir toplum için, sosyal dayanışmayı
öngörürken, insanın yapısını, güç ve niteliklerini de dikkate alır, İsra suresinin 100. "De
ki: Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusu
ile yine de cimrilik ederdiniz. Zaten insanlar pek cimridir." ayetiyle, Allah
insanın cimrilik duygusunu, mal mülk ve menfaat hırsını, Teğabun suresinin 16.
"Allah' a karşı gelmekten gücünüzün ye ttiği kadar sakının, buyruklarını
dinleyin, itaat edin; kendinizin iyiliğine olarak mallarınızdan sarfedin;
nefsinin tamahkarlığından korunan kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." ayetinde gösterdiği alternatiflerle, yani şefkat, merhamet, yardım duygusu,
diğergamlık gibi hasletlerle tedavi eder. İslam, ekonomik alanda öngördüğü, sosyal
dayanışmayı sadaka ve zekatla tesis etmeye çalışır. Bunun için zenginlerin mallarına, ihtiyaç sahipleri için bir hak koyar (Bkz. Zariyat 19, Mearic 24-25). Sadaka ve zekat, zenginin fakire bir lütfU ve üstünlük vesilesi değildir. O, Allah'ın bir emridir. Eğer sadaka ve
zekat riyakarlık için verilir veya başa kakılırsa, ruha, ahlaka ve vicdana eziyet veren seviyesiz, faydasız bir amel olur.
İslam,
insan hayatının bütün yönlerini düzenleyen ve haklarını, Allah'ın emri ve isteği
teminat altına alıcı esasları ihtiva eden evrensel bir dindir. Sunduğu iman ve
ibadet esasları'ile, insanın manevi ihtiyaçlarına cevap verirken, onun biyolojik, ekonomik
ve sosyal yönü ile ilgili esasları da koymaya ihmal etmemiştir. İnsanların asıl değeri ruhi
yönünde ise de, o madde ve mana ile bir bütün teşkil eder. İnsanın mükemmelliğe
ulaşması, bütün yönleri ile birlikte olur. Mesela, onun biyolojik yönü ihmal edilir, aç
kalırsa zelil olur. Aç midelerle, yüce anlamlı şeyleri ve ulvi fikirleri idrilk etmek güçtür.
Maddi ihtiyaçtan fazla insana zillet veren birşey yoktur. Bu sebebten, İslam, insan hayatına
böylesine tesir eden ekonomik yönü ihmal etmemiş, Allah'ın emrine, toplumun menfeatma ve insanın yaratılış gayesine uygun ekonomik bir ortamı temin edici esasları
koymuştur.Yine İslam, birbirine zıtmış gibi görünen unsurlar arasında mükemmel bir
ahenk olduğunu bildiren tek dindir. Kilinat düzeninde yerle göğün, din nizarnında dünya ile
ahiretin, insan düzeninde ruh ile cesedin, hayat düzeninde, imanla arnelin ahenkli bir birlik
doğrultusunda
oluşturduğunu bildirmiştir.
İslam'ın ekonomik alandaki esasları, vicdanı hüviyet taşıması açısından itikadi esaslarla
bütünlük arzeder. İslam'ın ekonomi görüşünde, kapitalizmin öngördüğü başanya ulaşmak
için her yol meşrudur, prensibine yer yoktur. İslam adaletli olarak, servet kazanmada ve
geçimini temin etmede, insana gereken hürriyeti tanımıştır. Tanınan bu hürriyet sınırsız
değildir. İslam'ın tanıdığı ekonomik hürriyet, heliii ölçüsü doğrultusunda sınırsız, haram
ölçüsü ile sınırlıdır. İnsan helalal ve haram sınırları içinde servet kazanmada hürdür.
Günümüzde adalet denilince, ekonomik alandaki özgürlük ve eşitlik anlaşılmaktadır. Bu
gün dünyaya hakim olan iki ekonomik sistemden biri olan sosyalizme göre devlet, herşeye
sahip olup, herkesin bir işçi sayılması ve ücretleri eşit olması mümkün olabilir mi?
İnsanlar arasında fiziki eşitlik var mı ki, pratik olarak böyle bir eşitlik uygulanabilsin?
"Hiç bilenlerle, hilmiyenler bir olur mn?" Sosyalizmin ileri sürdüğü eşitlik
fikri, adaletten çok uzaktır. Çünkü onlar, insanları devlet için var kabul etmektedirler. Halbuki devlet insanlar için vardır. Onların düşündükleri gibi insan, ekonomik gelişmenin bir
aracı değildir. O daima gaye olmalıdır. Liberal kapitalizme göre ise, insana sınırsız bir
hürriyet verilmiştir. herkes dilediğini, dilediği kadar üretip tüketebilir. Bu sistemde ekonoNiSAN- MAYIS- HAZiRAN 1993 • CiLT: 29
• SAYI: 2
27
PROF. DR. iSMAiL CERRAHOGLU
mik gelişme için herşey meşrudur. Liberal kapitalizmde ekonomik üstünlüğü ele
geçirenler, diğer insanlara tahakküm edeceklerdir. Liberalizmde bu sınırsız hürriyeti ele
geçirenler, devlet içinde devlet olacak kadar bir ekonomik üstünlük elde ederler. Bu sistemde
ekonomik yönden üstün olanlar siyasi-politik yönde de üstünlük elde edeceklerdir. Asıl
emek sarfeden, toplumu besleyen çoğunluğun kazancında bu ekonomik üstünlüğe sahip
olanların payı vardır. Hatta öyle olur ki, üretici olan işçi, ürettiğini para ile alamaz duruma
düşer. Bu sınırsız hürriyet sayesinde, emek sarfeden ve çalışanların aleyhine olarak kazanç,
bu sınırsız hürriyeti ele geçirenlerin elinde toplanır. Böylece toplumun büyük bir kısmını
oluşturan üretici kesim, bir gaye olmaktan uzaklaşarak, bir üretim aracı haline dönüşmüş
olur. Günümüzün iki meşhur ekonomik sistemi, sosyalizm ile liberal kapitalizmin bakış
açıları, insan kitlelerini gaye olmaktan çıkarıp, vasıta yapmada birleşmiş olurlar. Maddi
boyutları ele alır, manevi boyutları önemsemezler.
islam ise, maddi ve manevi boyutları göz önünde bulundurarak, ürünlerin ve üretim
insanlara eşit olarak dağıtılınasını değil, adilJet esasına göre tevzi edilmesini
öngörür, Çünkü insanlar ne yetenek bakımından ve ne de içinde bulundukları şartlar
yönünden eşit değildirler. İslam, ekonomik alanda fırsat eşitliğini kabul edip, dini değerleri,
toplumun menfaatını, ferdi ahlakı ihlal etmeme kaydı ile çalışma, üretme ve gelişmede
kapıyı açık bırakmıştır.İslam, servet ve kazauçta aritmatİk eşitliği şart koşmaz. Zaten onun
böyle bir endişesi de yoktur. Çünkü, rızkın ve servetin kazanılması eşit olmayan şart ve
kabiliyetlere bağlıdır. Zira Yüce Rabbimiz, En'am 132, 165. ve N ahi 71, ayetlerinde ifadesini bulan ilahi iradesi ile, servet ve kazançların farklı olmasını istemiştir. Beşeri sistemlerde olduğu gibi, sadece sermayeye dayanarak ve hiç emek harcamadan bir kazanç elde etmek,
İslam'a göre meşru değildir. O bir malın ve kazancın, hakedilmiş olması için emeği şart
koşar. O, ekonomik adaleti yerine getirmede, haksızlığa kesinlikle yer vermez. Kazandığı
serveti bir kayda bağlar ve kişiyi, ahlakını ve içinde yaşadığı toplumu zarara uğratmıyacak
hükümler koyar. İslam, ferdi kazançlarda, toplumsal yarar ile ferdin özgürlük ve menfaatlarının birleştirilmesini öngören bir sentez teklif eder. O, meşru zeminler üzerinde serbest
bıraktığı fedrl kazanç ve servet üzerinde çeşitli toplum haklarını farz kılar. Kısacası İslam,
kazanç ve servette ferdin ve toplumun zararına olacak herşeyi yasaklar. Üretimde esas,
fayda; tüketirnde esas, ihtiyaçtır. Bu bakımdan tüketirnde lüks, israf, vurgunculuk, tefecilik
v.s. yasaktır.
araçlarının
İnsan sosyal bir varlıktır. Yaratılışı icabı diğer insanlarla bir arada, toplumsal bir hayat
yaşamak zorundadır.
Yüce Rabbimiz, insan aslı ile ilgili hakikatları bildirdikten sonra
düzenli ve dengeli bir hayat yaşaması için, gerekli olan prensibieri de koymuştur. Perdin
hak ve hürriyetini tanıyıcı, temin edici prensibler yanında, yine insanın sorumluluğu ile ilgili kilideleri de koymuştur. İslam'ın koyduğu ferdi hak ve hürriyetler ile sorumluluğuna ait
kaideler, onu başlı başına bir varlık durumunda olduğunu kabul etmek değildir. Aksine,
ferdi hüviyet taşıyan bu kaideler, dengeli ve düzenli bir toplumu tesis etmeye yöneliktir.
Zira, insanın, en ferdi olan fiiiierinde dahi sosyaiieşmeye bir yöneltme ve toplumsal bir nitelik vardır. idare etme işi de insana verilmiştir. Kur'an'da idare etme işine "emanet" kavramıyle işaret edilir. Emanet, Yüce Yaratanımızın insana yüklediğieiı büyük sorumluluktur. Yeryüzünün halifesi olması hasebiyle dünyada AIIah'ın emirleri doğrultusunda bir
yaşamı devam ettirmektir. Bu açıdan, kainatın en mükemmel varlığı olan insana,
mükemmeiiiği ölçüsünde de en büyük sorumluluk yüklemiştir. Ama bu sorumluluğu yerine getirebilecek vasıf ve kudrete sahihp olma şartını koymuştur (bkz. Nisa 58). Bu ayet-i
28
DiVAN ET iLMi DERGi
KUR'AN-i KERiM'iN ÖNGÖRDÜGÜ ADALET ESASLARI
Kerimede Allah, hakimiyet, liderlik ve dolayısiyle Allah'ın hükmünün icra edileceği bir
görevi' "Emanet" olarak vasıflandırmıştır. Bu da "İnsanlar arasında adaletle
hükmediniz" emr-i ilahisinden önce zikredilmiştir. Zira adaletle hükmedebilmek, o
görevi icra edecek kudret ve vasfa sahip olmaya bağlıdır. Düzen ve istikrarı sağlayan, adalet
ölçüsünde haklar sağlayan bir otorite olmadan sosyal bir hayat düşünülemez.
İslami'
adalet, ekonomik ve sosyal alanda ve idarede olduğu gibi, hüküm verınede ve
dahi adil olmanın lüzumunu öngörmektedir. İslam'ın savaşı da, menfaatler ve
sömürü uğruna değildir; onda dahi adalet arar. Kur'an'a göre savaş, diğer insanları
müslümanların kölesi, diğer ülkeleri sömürge yapma arneliyesi değildir. Bir hayat nizarnı
olarak, bu dinin insanlara ulaşmasınamani olan, yeryüzünde fitne, bozgunculuk ve zulmün
kaldırılmasına yöneliktir. Müslüman olmak, diğer insanlar üzerinde imtiyazlı bir sınıf
olmak değil, aksine yeryüzünde iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, ırk ve inanç
ayrımı tanımadan, Allah'ın emrettiği mutlak adaleti yerine getirme sorumluluğunu
yüklenmiş bir ümmet olmaktır. Kısacası, İslam'da savaş, zulüm ve fitnenin kaldırılması,
Allah yoluna giren insanlara mani olan engellerin kaldırılması işidir. Zulmetmeyen, fitne
çıkarmıyan, İslam ve Müslümanlarla savaşmak istemiyeniere karşı yapılmaz. Aksine,
Kur'an onlara adil davranılmasını emreder. Bu husus Mümtahine suresinin 8. "Allah, din
uğrunda sizinle savaşmıyan,sizi yudunuzdan çıkarınıyan kimselere iyilik
yapmanızı ve onlara karşı adil davranınanızı yasakkılmaz, doğrusu Allah
adil olanları sever" ayetinin hükmiyle tamam olur.
savaşta
İşte
Yüce Yaratanımız tarafından seçilmiş olan bu vasat ümmete, yani Müslümanlara,
bütün insanlara iletmesi, yeryüzündeki zulmün, fesadın kaldırılması ve
her alana şamil olan değişmez ölçü adaletin uygulanmaya konup, gözetilmesi sorumluluğunu yüklemektedir. Allah'ın emri olarak, yerine getirilmesi, inananlara yüklenen bu
adalet kavram heva ve heveslerden, sevgi, nefret, kin gibi duygulardan ve her türlü menfaatten, ayrıcalık ve imtiyazdan uzak, yalnızca hakkı gözeten mutlak bir ölçüdür.yaşadığımız
dünyada, şöyle bir etrafımıza bakalım, İslam'ın verdiği adil ölçünün hiçbirinin mevcud
olmadığını görürüz. İslam'ın ortaya koyduğu hassas ölçünün gereğinin, Allah korkusu ve
onun rizası için yapılma şuuru olmadan, hiçbir şeyin ondan gizlenemiyeceği ve iyi-kötü
yapılan herşeyin hesabının verileceği şuuruna varmadan yerine getirilmesi mümkün
değildir. Adaletin gerçekleiştirilmesi ancak Allah rizasma uygun hareket edilme şuuru,
ahiret inancı ve büyük mahkeme huzurunda insanın bütün yaptıklarından hesaba çekileceği
korku ve endişesi ile mümkün ve tutarlı olacaktır. İşte yüce Rabbımız, bütün insanlara
teşmil ettiği adaletin tahakkukunu vicdanen eğittiği, içerisinde daima kendisinin kontrol
edildiği şuuruna sahip olan idarecilere, hakimiere ve inananlara yüklediğini unutmayalım.
Allah'ın mesajını
Toplumların kurulmasında, gelişmesinde, çözülüp dağılmasında dinlerin ve ideolojilerin
muhakkak tesiri olmuştur. Bütün dinler ve ideolojilerin hedefi, gayesi insan gerçeğine
dayanır. İslam dini, bütün ideolojilerin hedefi olan insana eğilişi, onun yaşamına bakışı,
onun değerlendirilişlinde son derece hassastır. İslam, insan hayatının bütün biçim
ve yönlerini tek tek ele alan, düzenleyen, birleştiren, bütünleştiren ve
topyekun insanlığın biricik yaşama şekli halinde ve gerçek hayatın
müjdecisi olarak takdim edilen ilahi bir düzendir.
Bugün medeniyet çağı, ilim ve teknoloji çağı olarak nitelendirilen bu çağda bile, ingüzel hakikatından habersiz yaşamakta, hala, milyonlarca insan zulme
sanlık, İslam'ın
NiSAN- MAYIS- HAZiRAN 1993 • CiLT: 29
• SAYI: 2
29
PROF. DR. iSMAiL CERRAHOGLU
uğramakta;
ırk ve dinleri yüzünden katledilmektedirler. Sözüm ona medeniyet,
hakikatlerden yoksun olarak, barış, eşitlik ve hak yaftaları arkasından
varlığını ırk, din ve soy ayrımı üzerine oturtmaktadır. Ancak şu bilinmelidir ki, medeniyet
ve teknoloji ne derece gelişirse gelişsin, insanlık bu dini hakikatlerden habersiz kaldıkça,
nice masilm insanlara zulmedilecek ve daha nice kanlar akıtılacaktır. Yirmibirinci asra
girerken, bugün dünyadaki hakim sınıfların eşitlik, hürriyet, kardeşlik,
insan hakları, dünya barışı adı altında sundukları şeyler, Amerika'da
Kızılderililere ve zencilere; Afrikada siyahlara; Filistin, Somali, Kafkasya, Bosna-Hersek ve buna benzer daha nice yerlerde yerli halka
yapılanlar, Kur'an'ın sunduğu hakikatlerden habersiz, yirminci yüzyıl
medeniyetinin şuursuz İcraatı olarak hafızalara ve tarih sahifelerine
islam'in
renk,
koyduğu
nakşedilecektir.
30
DiYANET iLMi DERGi
Download