kentsel meydanların dönüşümü - Ankara Üniversitesi Açık Erişim

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
KAMU YÖNETĐMĐ VE SĐYASET BĐLĐMĐ
ANABĐLĐM DALI
KENT VE ÇEVRE BĐLĐMLERĐ
KENTSEL MEYDANLARIN DÖNÜŞÜMÜ
Yüksek Lisans Tezi
Gökhan Bilgihan
Ankara-2006
T.C.
ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
KAMU YÖNETĐMĐ VE SĐYASET BĐLĐMĐ
ANABĐLĐM DALI
KENT VE ÇEVRE BĐLĐMLERĐ
KENTSEL MEYDANLARIN DÖNÜŞÜMÜ
Yüksek Lisans Tezi
Gökhan Bilgihan
Tez Danışmanı
Prof.Dr.Can Hamamcı
Ankara-2006
T.C.
ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
KAMU YÖNETĐMĐ VE SĐYASET BĐLĐMĐ
ANABĐLĐM DALI
KENT VE ÇEVRE BĐLĐMLERĐ
KENTSEL MEYDANLARIN DÖNÜŞÜMÜ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı :
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı
Đmzası
....................................................................
........................................
....................................................................
........................................
....................................................................
........................................
....................................................................
.........................................
....................................................................
.........................................
....................................................................
.........................................
Tez Sınavı Tarihi ..................................
ĐÇĐNDEKĐLER:
GĐRĐŞ
1
I. KAMUSALLIĞIN DÖNÜŞÜMÜ
5
I. I. KAMUSALLIĞIN TARĐHSEL ÇERÇEVESĐ
7
I. I. I. Antik Çağda Kamusallık
7
I. I. II. Ortaçağda Kamusallık
12
I. I. III. Temsili Kamusallık
15
I. I. IV. Yazınsal Kamusallığın Doğuşu
18
I. I. V. Burjuva’nın Siyasal Kamusallığı
22
I. I. VI. Kapitalizmin Krizi ve Kamusallığın Çöküşü
27
I. II. KAMUSALLIĞIN VEÇHELERĐ VE GÜNÜMÜZDEKĐ BĐÇĐMĐ 29
I. II. I. Kültürün Kitleselleşmesi
29
I. II. II. Kamusallık ve Din
33
I. II. III. Sivil Toplum ve Yeni Toplumsal Hareketler
35
I. II. IV. Türkiye’de Kamusal Alan Tartışmaları
43
I. III. KAMUSAL ALAN VE ĐKTĐDAR SORUNU
II. KAMUSAL MEKAN OLARAK MEYDANLAR
II. I. KAMUSAL BĐR ALAN OLARAK MEYDANIN GELĐŞĐMĐ
II. I. I. Meydanların Genel Özellikleri
I
52
64
66
66
II. I. II. Meydanların Tarihsel Süreç Đçerisinde Gelişimi
68
II. I. II. I. Antik Çağ
68
II. I. II. II. Ortaçağ
70
II. I. II. III. Ortaçağ’dan 20. Yüzyıla
73
II. I. III. Osmanlı Dönemi’nde Meydanlar
76
II. I. IV. Cumhuriyet’e Geçiş Sonrası Meydanlar
80
II. II. MEYDANLARIN SOSYAL VE SĐYASAL AÇIDAN ÖNEMĐ
87
II. II. I. Meydanların Genel Karakteristikleri
87
II. II. II. Meydanların Niteliklerini Etkileyen Unsurlar
88
II. II. II. I. Ticaret
89
II. II. II. II. Baskın Yapı
90
II. II. II. III. Trafik
91
II. II. II. IV. Đdeolojik Đmge Oluşturma
93
II. II. II. V. Sosyal Đletişim
95
II. II. II. VI. Đktidar Ve Toplumsal Muhalefet Đlişkisi
97
SONUÇ
102
KAYNAKÇA
108
ÖZET
113
ABSTRACT
115
II
GĐRĐŞ
En önemli özelliği tüm vatandaşlara açık olması olan kamusal alan1, farklı düşünce
tarzlarında farklı görünümlere kavuşarak birbirinden ayrı normatif dizgeler sunar. Bu
normatif dizgeler, kentsel kamusal mekanlarda görünüme kavuşur. Çünkü bu
mekanlar, bu dizgelerin taşıyıcısıdırlar.
Bütün ortak mekan ve eylemlilikler kamusal alan tanımı içine sokulabilirken, tüm
vatandaşlara açık olmayan ancak belli bir kesimin ortak kullanımının söz konusu
olduğu örtülü kamusal alanlar ya da kamusal mekanlar da mevcuttur.
Benhabib, üç farklı kamu alanından bahseder ve cumhuriyeti ve sivil yaşamı erdeme
dayandıran geleneklerde (Arendt de dahil olmak üzere) ortak olan kamu anlayışına
“agonistik”, Kant’tan başlayarak adil ve istikrarlı kamu düzenini politik
düşüncelerinin merkezine yerleştiren liberallerin görüşüne “legalistik”, Habermas’ın
yapıtlarında içkin olarak bulunan, geç dönem kapitalist toplumların demokratiksosyalist bir yeniden yapılanışını öngören anlayışa da “söylemsel” kamu alanı der.2
Bu yaklaşımlara baktığımız zaman, kamusal alanın bütün yönleriyle ele alınmadığını
görürüz. Burjuva kamusal alanın tarihsel ve normatif karakteri belirlenirken göz
önüne alınan kamusallık, burjuva kamusallığıdır. Feodalizmden mutlakıyetçiliğe,
mutlakıyetçilikten de cumhuriyet, demokrasi gibi rejimlere geçiş aşamasında
1
Jürgen Habermas, “Kamusal Alan: Ansiklopedik Bir Makale”, Birikim Dergisi, 1995/70,
s.62
2
Seyla Benhabib, “Kamu Alanı Modelleri”, Cogito, 1996/8, s.238-239
1
yüklendiği işlev ve anlam nedeniyle öncü ve ilerici bir güç olan burjuva kamusallığı,
zaman içinde diğer kamusallıkları dışlayarak ve onlarla çekişerek daha gerici bir
konuma düşmüş olmasına rağmen, onun ilerici işlevinden bahsedilmiş ve yeniden
kurgulanması için normatif yaklaşımlar geliştirilmiştir.
Kamusallık konusunda en etkili isim olan Habermas’ın kurgusunda da kamusal alan
burjuva kamusal alanı olarak değerlendirilmektedir. Çalışan sınıflara yönelik olarak
Habermas’ın sınırlı ilgisi içinde iki temel varsayımın öne çıktığı görülmektedir.
Birincisi, özellikle çalışan sınıfların siyasal hareketlerinin kamusal alana yönelik
taleplerinin bu alana yönelik erken burjuva taleplerden farklılık göstermediğini öne
sürmektedir. Đkinci olarak ise, reel sosyalist deneyime referansla, çalışan sınıfların
projesinin devletle toplum arasındaki sınırı belirsizleştirip, kamusal alanı tahrip
ettiğini öne sürmektedir. Bu tür bir değerlendirme çalışan sınıfların kamusal alana
yönelik taleplerini ya liberal kamusal alanla uyumlaştırmakta ya da tahripkar hale
getirmektedir.
Bu tür bir düşünceden farklı bir çizgide, çalışan sınıfların kamusal alanına yönelik
değerlendirmeler de yapılmaktadır. Kohn, çalışan sınıfların kamusal alanına yönelik
yaptığı değerlendirmede, kamusal alanın iki farklı değerlendirmesinden söz
etmektedir. Birincisinde, kamusal alan bireylerin bir araya gelip rasyonel tartışma
yaptığı ortam olarak değerlendirilmektedir. Đkincisinde ise kamusal alan farklı
sınıfların kendileri dışındaki sınıfların değerleri ve dünya görüşlerini de belli
ölçülerde dikkate alan hegemonya ve karşı hegemonya projelerinin geliştirildiği ve
savunulduğu yer olarak tanımlanmaktadır.
2
Kamusal mekan ve iktidar sorununa yönelik yaklaşımlara liberal bakış açısının
önemli ölçüde sirayet ettiği bilinen bir durumdur. Bu konuda Marksist yaklaşımların
daha sınırlı bir etkisinin olduğu da söylenebilir. Bununla birlikte, bu tezin temel
önermelerinden birisi
Marksist yaklaşımın bu konuda dikkate değer açılımlar
sağlayabileceği yönündedir.
Bu konuda iki temel Marksist düşünürün yaklaşımlarının kamusal alan ve iktidar
sorununun
tartışılmasına
katkı
yapacak
açılımlar
sağladığı
görülmektedir.
Lefebvre’in mekanın sosyal üretimi ile Gramsci’nin hegemonya tartışmasının belli
bir yorumu bu tezin kuramsal çerçevesinin üzerine oturduğu temelleri oluşturacaktır.
Tezin ana amacı siyasal kuramdaki kamusal alan sorunsalından yola çıkarak, bu
sorunsalın iktidar ve sermaye açısından tarihsel ve normatif boyutları arasındaki
ilişkisi ve bu sınıfların diğer sınıflarla çatışmaları ve çelişkileri üzerinde durularak,
kent mekanını nasıl etkilediğinin araştırılmasıdır. Tarihsel süreç içerisinde siyasi ve
ekonomik boyutlarda yaşanan dönüşüm ve çatışmaların kent mekanını birebir
şekillendirdiği, bununla birlikte bu çatışmaların mekan içerisinde görünür olduğu ve
yaşanan mekansal dönüşümlerin bu çatışmanın boyutuna ve hızına göre biçim
değiştirdiği tezi üzerinde durulmaktadır.
Birinci bölümde kamusal alan sorunsalının siyasal kuram içerisinde –özellikle
Habermas tarafından- nasıl ele alındığı, tarihsel süreç içerisinde ne gibi dönüşümler
geçirdiği incelenmektedir. Bu inceleme özellikle batıda yaşanan dönüşümleri
kapsamaktadır, çünkü normatif bir kategori olarak kamusal alanın konması batıda
3
gerçekleşmiştir. Ancak bölümün devamında Osmanlı ve Türkiye’de kamusal alan ve
sivil toplumun nasıl ele alınabileceği üzerinde durulmakta ve burada yaşanan
gelişmeler de anlatılmaktadır.
Đkinci bölümde ise mekansal boyut ele alınmaktadır. Öncelikle tezin ana konusu olan
kentsel meydanların tarihsel süreci hakkında bilgi verilmekte, ardından da kentsel
meydanların genel özellikleri ve kentsel meydanları oluşturan nitelikler ortaya
konmakta, bunların nasıl bir dönüşüm geçirdiği ve buna koşut olarak kentsel
meydanlarda nasıl bir değişim izlendiği tartışılmaktadır.
4
I. KAMUSALLIĞIN DÖNÜŞÜMÜ
Kamusal alan siyasal kuram içerisinde önemi bir sorunsal alanı olarak merkeziliğini
korumuştur. Kent-devletlerin ortaya çıkışına dayandırılan kamusal alan kavramı,
devlet ya da iktidarla ilişkisi bakımından tartışmalı olsa da, tartışmacıların ortak
olduğu nokta kamusal alanın karşısında bir de özel alan olduğu şeklindedir. Bu
çerçevede kamusal alanın tanımlanmasında özel alan bir karşıtlık ilişkisi içinde
önemli bir kurucu öğe olarak yer almıştır. Ancak özel alan ile kamusal alan
arasındaki sınırların çizilmesinde de bir takım sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Yaygın düşünceye göre ev ve işi kapsayan alan özel alandır. Ancak liberal
ekonomiye dayalı kuramlarda, iş ve ekonomik etkinlikler özel alan kapsamında kabul
edilmeyip, kamusal alana dahil edilmektedir.3 Bunun da nedeni liberal kuramda
kamusal alan ve sivil toplum kavramlarının devlet dışı alan olarak tanımlanması ve
devlet dışı alanın taşıyıcısı olarak da piyasa ilişkilerinin gösterilmesidir.
Habermas, devletin piyasa ilişkileri üzerinde bir etkisinin olmasının kamusal alanı
zedeleyeceğini düşünmekte ve refah devleti politikaları ile kamusal olan ile özel
olanın iç içe geçtiğini, bu nedenle de kamusallığın ortadan kalkma tehdidiyle baş
başa kaldığını söyler.
3
Filiz Çulha Zabcı, Siyasal Kuramda Kamusal Alan Sorunsalı: Habermas ve Arendt, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü yayımlanmamış doktora tezi, Ankara, 1997, s.4-5
5
Arendt ise, daha radikal fakat elitist diyebileceğimiz bir söylemle yola çıkarak, Antik
Yunan modelini idealize ederek kurduğu kamusal alan kuramında, polis’te özgür
olmayan yurttaşların zorunluluklar alanına kısılıp kalmalarından bahseder ve ancak
kamusal yaşama girebilenlerin insani bir varoluşu yakalayabileceğini belirtir. Ona
göre, bütün ekonomik etkinlikler zorunluluklar alanına aittir ve ekonomik
sorunlardan azade olamayan kişi kamusal alana katılım sağlayamaz. Çünkü birtakım
zorunluluklar arasına sıkışmıştır.
Arendt’in mülkiyet ve servet arasında bir ayrım yapması da ekonomik etkinlikleri
nereye koyduğunu biraz daha net görmemizi sağlar.4 Yine Antik Yunan modelinden
yola çıkarak bu ayrımı yapan Arendt, mülkiyete sahip, yani dünya üzerinde belli
miktarda yeri olan kimselerin kamusal yaşantı içerisinde olabileceğini söylerken,
servete sahip kölelerin, barbarların kamusal yaşantı içinde yer alamadıklarını söyler.
Mülkiyet ve servet arasında koyduğu ayrımı kendisi net olarak açıklamasa da, bu
kelimeler menkul ve gayrimenkul kelimelerini çağrıştırmaktadır. Birisi rantından ya
da işletilmesinden bir gelir sağlarken, diğeri kendisi bir gelir birikimidir. Đkincisinin
işletilmesi, birincisine göre daha zor olduğu için zorunluluklar alanı, yani özel alanın,
kamusal alan karşısında daha önemli bir yer tutacağı şeklinde bir düşünce Arendt’in
söylediklerinden çıkartılabilecekse de, kendisinin bahsettiği olguyu tam olarak
karşılamamaktadır.
Kamusal alan kavramının farklı boyutlarına girerken, bu kavramın tarihsel süreç
içerisinde nasıl bir seyir izlediğine değinmek gerekecektir.
4
ibid., s.118-120
6
I. I. KAMUSALLIĞIN TARĐHSEL ÇERÇEVESĐ
I. I. I. Antik Çağda Kamusallık
Kamusal alan tartışmaları içerisinde önemli bir yer atfedilen Antik Yunan’da polis
içerisinde özgür erkek yurttaşların katılımını esas alan bir kamusallık mevcuttur.
Köleler, yabancılar ya da barbarlar ve kadınlar bu kamusallığa dahil değildir.
Özel alan bir zorunluluk ve geçicilik alemi, kamusal alan ise bir süreklilik ve
özgürlük alemi olarak görülür.
Sennett, Atina’yı merkez alarak anlattığı polis yaşantısında, insanların vücut ısısına
göre sınıflandırıldığını anlatır.5 Erkeklerin vücut ısısının yüksek, kadınların ise düşük
olduğu kabul edilir. Bunun dışında kölelerin de vücut ısısı düşük olur. Vücut ısısı
yüksek olanların kamusal tartışmalara daha etkin katılabileceğinden bahsedilirken,
aynı şekilde, kamusal tartışmalara girenlerin de vücut ısısının yükseleceği
söylenmektedir.
Sennett’ın, Agoradaki kamusal yaşama katılımın erkek yurttaşlarla sınırlı olmasını
bu şekilde açıklaması, çalışmasının beden tarihi üzerine bir araştırma sonucu
oluşmuş, kent ve beden ilişkisi üzerine bir inceleme olması dolayısıyla bedensel
imgeyi abartılı gösterme gerekliliği hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu
5
Richard Sennett, Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, Metis Yayınları, Đstanbul,
(2002A), s.33-43
7
indirgemeci yaklaşım, kadınların neden kamusal yaşantı dışında tutulduğunu ya da
neden özgür yurttaş sayılamadıklarını açıklamaz. ‘Neden kadınların vücut ısısının
düşük olduğuna inanılıyordu’ sorusuna verilmiş bir yanıt yoktur.
Sennett ayrıca, vücut ısısı daha düşük erkeklerin efemine, vücut ısısı daha yüksek
kadınların ise sevici olarak kabul edildiğini aktarmaktadır. Vücut ısısı düşük erkekler
de kamusal yaşama katılmazlar.
Sennett’ın vücut ısısıyla ilgili aktardığı bir diğer nokta ise, Platon’a dayanarak
söylediği, ‘hararetli tartışma’ gibi deyimlerin düz anlamlarıyla kullanıldığı, bir
benzetme yapılmadığıdır.6 Kamusal tartışma, insanın vücut ısısını arttırdığından,
deyim bu şekilde kurulmuştur.
Vücut ısısına dayalı yaklaşım, temelde Arendt’in yaklaşımına uymaktadır. Arendt de
insani varoluşun kamusal alanda ortaya çıkacağını belirtmektedir. Ayrıca
zorunluluklar dünyasından azade kişinin kamusal yaşantı içerisine girebileceğini
belirtir. Sennett’ın belirttiği yaklaşımda da vücut ısısı yüksek olanlar kamusal yaşantı
içerisine dahil olabilecek kişiler olarak belirtilmektedir.
Antik Yunan’da kamusal yaşamın merkezi agora idi. Daha erken dönemlerde
akropolde gerçekleşen eylemler artık agorada kendine yer buluyordu. Akropol ise
kutsal mekan olarak agoranın da üzerinde yer almaktaydı. Agoranın kent içindeki
mekansal konumlanışına göre bir değerlendirme yapacak olursak kamusal yaşantının
6
ibid., s.36
8
dünyevi olanla uhrevi olan arasında bir konumu temsil ettiği söylenebilir.
Kamusallığın, dünyevi zorunluluklar dünyasından ayrı bir yere konumlanışı
Arendt’in düşüncesinde de vardır. Uhrevi olan ise modern kuramlarda özel alanda
kabul edilse de antik çağda ve ortaçağda kamusal yaşamın bir öğesi sayılabilir.
Yunan kent-devletlerinde kamusal yaşamın en önemli öğelerinden birisi felsefi
tartışmalardır. Agoranın kenarlarında yer alan kapalı mekanlar olan stoaların
merdivenlerinde ya da içinde, meydanın herhangi bir köşesinde filozoflar, hatipler
konuşur, çevresinde toplanan insanlar da onları dinler ve tartışmaya katılırdı.
Özü itibariyle diyalektik bir eylem olan tartışma, her şeyin özünün bilgisine ulaşmayı
hedefler. Eğer tartışma çekişmeye dönüşürse, eylem sonucunda üretilmiş bir veri
elde edilmez; herkes kendi görüşünü gözü kapalı savunur ve karşısındakinin tezini
çürütmeye çalışır.7 Bunun sonucunda da kişisel çekişme yaşanır ve ‘tartışma’da
yaşanan bilgi akışı gerçekleşmez. Yapılan eylem, bu şekilde özünü yitirdiği için
kamusal olmaktan çıkar.
Agorada kamusal işlerin yanı sıra ekonomik etkinlikler de yer alırdı. Aristoteles ise
pazar meydanı ile kamusal mekanın ayrı ve uzak olması gerektiğini söylemiştir.8
Bunun sebebi kamusal mekanlara, kamusal yaşama dahil olmayan işlerin ve kişilerin
girmesinin istenmemesi olabilir. Antik Yunan’daki kamusallık, her ne kadar,
demokrasinin en doğru haliymiş gibi görülse de, katılımcı olduğu kadar dışlayıcıdır
7
Zabcı, ibid., s.22
8
Sennett (2002A), s.47
9
da. Kamusal yaşama katılmak için belli kriterler gereklidir. Đşte, pazar meydanı ile
kamusal meydanın ayrı olması gerektiğini söyleyen düşünce de buradan
temellenmektedir.
Polis’in, en katı eşitsizliğin merkezi olarak gösterilen haneden farklı olarak eşitlerden
oluştuğu belirtilmektedir.9 Ancak burada, eşit olanlar zaten hanedeki eşitsizlikte
avantajlı konumda olanlardır. Özgür yurttaşlar polis içindeki kamusal yaşama
diledikleri şekilde katılabildikleri gibi, hanenin çevresinde biçimlenen özel alanın da
tek ve tartışmasız hakimleriydiler.
Antik Yunan’da doğrudan demokrasi modeli uygulanmaktaydı. Kamusal yaşama
katılabilen özgür yurttaşlar, kararlara doğrudan müdahale edebilmekte idi. Agorada
yürütülen tartışmalar da sadece felsefi tartışmalar değildi. Siyasi tartışmalar da
agorada yürütülürdü ve kimi zaman yurttaşlar bir kürsü yardımıyla kalabalığa
seslenerek söylev verirlerdi.
Halk meclisi (ekklesia) ve yönetim binası (bouleuterion) da agorada bulunurdu. Bu
da bize agoranın kamusal açıdan ne kadar önemli bir mekan olduğunu gösterir. Bir
yönetim merkezi olduğu gibi; felsefi, siyasi ve ticari hayatın da en yoğun yaşandığı
mekandır.
Siyasal kuramcıların, özellikle Arendt’in, Antik Yunan’a bu kadar önem
vermelerinin nedeni; Antik Yunan’ın bir doğrudan demokrasi modeli olarak idealize
9
Zabcı, ibid., s.133-134
10
edilmesidir. Arendt’in kent-devlet içindeki eşitsizliği göz ardı etmesinin ardında da
bu vardır. Ayrıca Arendt, Antik Yunan’ı idealleştirirken, onu bir demokrasi modeli
olarak değil; cumhuriyet modeli olarak almaktadır.10 Fransız cumhuriyeti ve
Amerikan devrimini ise demokrasi olarak ele alır Arendt. Amerikan devriminin ilk
başta cumhuriyet ilkelerine uygun bir şekilde geliştiğini, ancak daha sonra demokrasi
modelinin uygulandığını söyler.
Roma döneminde de önemini koruyan kamusallık kavramı, Roma’da cumhuriyet
döneminin kapanışı ve imparatorluk rejiminin güç kazanmasıyla güç yitirmiştir.
Bunda, önde gelen ailelerin artık siyasete ilgilerinin azalması ve şehir dışına
yerleşmelerinin payı büyüktür.
Sennett da, Roma’nın çöküşünde, toplumdaki değerlerin değişmeye başlamasının
etkisinden ve artık kamusal eylemlerin birer görev olarak algılanmaya başlamasından
söz eder.11 ‘Kamusal törenler, Roma emperyalizminin askeri gereklilikleri ve aile
çevresi dışında kalan öteki Romalılarla ritüel ilişkiler’; yurttaşların, edilgen bir ruh
haliyle ve res publica’nın kurallarına uyarak yerine getirdiği ‘görevler’ haline
gelmişlerdir.
Kamusal yaşamın cansızlaşmasıyla Romalılar, duygusal enerjilerini boşaltacak başka
mecralar aramaya koyulmuş ve mistik arayışlara girerek Hıristiyanlık’ı bulmuş, daha
sonra da bunu yeni kamusal yaşamın genel ilkesi konumuna getirmişlerdir.
10
Zabcı, ibid., s.152-153
11
Richard Sennett, Kamusal Đnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, Đstanbul, (2002B), s.15-16
11
Sennett, üstü kapalı olsa da, kamusal yaşamın yerine dinsel bir dizge koyma
ihtiyacını Roma’daki ahlaki çöküntüye bağlamaktadır. Dinlerin tam da böyle ahlaki
çöküntü ve kaos anlarında ortaya çıkarak topluma yeni bir düzen sunması bunu
doğrulamaktadır. Ancak Sennett’ın anlatımında Hıristiyanlık verili bir kavram olarak
anlaşılmakta ve yeni bir mecra arayan insanların onu keşfederek yaşamlarına
kattıkları şeklinde bir anlam doğmaktadır.
Ayrıca belirtilmesi gereken bir başka nokta da, bu yeni dini ilk olarak yoksul
kesimlerin benimsediğidir. Đsa’nın çarmıha gerilişi de böylesi bir örgütlenmenin,
Roma yönetimini rahatsız etmesindendir.
Hıristiyanlığın yoksul ve toplumla bütünleşememiş kesimler arasında hızla
yayılması, Roma yönetiminde huzursuzluk yaratsa da önüne geçilebilir bir olay
olmaktan çıkmıştı. Helen uygarlığından kendilerine değerli görünenleri alan Latin
uygarlığından farklı olarak, Helen uygarlığının geliştiği topraklarda bu yeni din hızla
yayılmaya başlamıştır.12 Bunda, Latin ve Helen uygarlıklarının çekişmesi de pay
sahibidir.
I. I. II. Ortaçağda Kamusallık
Roma imparatorluğu güç kaybedip bölününce, Doğu Roma Đmparatorluğu başkent
olarak kendine imparator Konstantin’in kendi adını verdiği Konstantinopolis’i
seçmiştir. Bunun iki önemli sebebi vardır. Birincisi, kentin Ege ve Karadeniz’den
12
William H. McNeill, Dünya Tarihi, Đmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003, s.249-253
12
gelecek mallardan beslenecek olması ve bu kaynakları daha iyi denetlemek için iyi
bir konumda bulunmasıdır. Đkincisi ise, esas olarak Suriye ve Anadolu’da
yaygınlaşmış ve örgütlenmiş olan Hıristiyanlıkla kurulabilecek ittifakın vereceği
güçtür. Konstantin, bu ittifakı sağlamak üzere imparatorluğun resmi dini olarak
Hıristiyanlığı göstermiş ve piskoposların desteğini sağlamıştır.13
Ancak bu ittifak yeterli güvenliğin oluşmasını sağlamamıştır. Çünkü, hem doğudan
hem de batıdan istilalarla, Doğu Roma Đmparatorluğu güç durumda kalmaktaydı.
Buna karşılık olarak da bir süre sonra, toprak sahibi prenslerin çevrelerinde, devletin
sınırları boyunca komşu topraklardan gelecek her tür saldırıya karşı, bulundukları
yerleri savunmaya hazır bekleyen ağır silahlı süvari birliklerini besleyen feodal bir
sistem gelişti.14 Böylece feodal beyler, bir güç olarak ortaya çıkmış oldu. Öyle ki,
başkaldıran feodal beyler nedeniyle kimi zaman imparatorlar tahtından edilmek
tehlikesiyle baş başa kalıyorlardı.
Kırsal bölgelerde bu tür büyük toprak sahiplerinin ortaya çıkışı, kentlerin çöküşü
sonucunu doğurmuştur. Böylece, feodal bir çağa giren Avrupa’da kamusal yaşam da
bir süreliğine rafa kalkmıştır.
Feodal beyler dışında kalan erk sahibi kesimler ise imtiyazlı mekanlara ihtiyaç
duymuşlardır. Bu erk sahibi kesimler, kilise ve soylu sınıftan oluşmaktaydı. Đmtiyazlı
mekanlar olarak ortaya çıkan yerler ise kentler olmuştur. Kentler, ekonomik açıdan
13
ibid., s.326-328
14
ibid., s.360-365
13
tarım dışı faaliyetlerin odağı olmalarının yanı sıra iktidarın tezahür ettiği mekanlardı
da.
Bu yeni tip kentler, halkalar şeklinde gelişmiştir. Kentlerin merkezinde soylular ve
yöneticiler yer alırken, bunu çevreleyen halkada kamu görevlileri ve din adamları yer
almıştır. Bunun dışındaki halka ise zanaatkarların yer aldığı halkadır.
Bu kentlerin kırsal kesimle bağı da yok değildi. Bu kentlerin beslendiği bir kırsal
hinterlantları vardı ve üretilen artı ürün, kentin ekonomisini sağlıyordu.
Bu kentler kimi zaman soylular tarafından yönetilirken, kimi zaman da tamamen bir
ruhban kesiminin elinde oluyordu. Ruhban kesimin yönetiminde olan kentler,
manastırın çevresinde yer alan, halka ait konutlarla biçimlenmiştir. Bu manastırlar,
kırsal üretimden gelir elde edebildikleri gibi, çevredeki cemaatten gelen ayni
vergilerle de geçinebiliyorlardı.
Bu kentlerde, egemenliği tartışılmaz bir iktidar ve söyledikleri su götürmez gerçeklik
olarak kabul edilen kilisenin varlığı nedeniyle, bir kamusallıktan kesinlikle söz
edilemez. Temsili kamusallıktan söz edebilmek için ise henüz erkendir.
Barbar olarak kabul edilen toplumların, ticaretin daha karlı olduğunu keşfetmesi,
kentlerde yaşanacak önemli bir dönüşümün önünü açmıştır. Gezici tüccarların
dolaşıma girmesiyle ilk olarak, kentlerin içinde yer alan ve kentteki zanaatkarlarla,
kentin hinterlandında yer alan köylülerin mal değiş tokuşunun sağlandığı küçük çaplı
14
pazarların ölçekleri değişmeye başlamış ve bunun ertesinde kent girişlerinde yeni
pazarlar oluşmaya başlamıştır.
Zamanla bu gezgin tüccarlar, yerleşik hayata geçmeye başlamış ve kent kapılarına
yakın yerlerde, surların hemen dışında konutlar inşa etmişlerdir. Bu kesimi de içine
alacak şekilde yeni surların inşa edilmesiyle bu kesim de kente dahil olmuş ve
‘burjuva’ adını almıştır.
Kente yeni eklemlenen burjuva sınıfı, zaman içinde kendi arasında lonca adı verilen
yapılar altında örgütlenmiş ve bir takım ayrıcalıklara tabi olma isteğinin sonucunu
almıştır. Buna göre, bu sınıf iş hayatına dair eylemlerde hukuku kendi yargı sistemi
içerisinde sağlama ayrıcalığına sahip olmuştur. Böylece, yeni bir olgu olarak ‘özel
hukuk dizgesi’ oluşmuştur. Kendi içlerinde ayrı bir normlar dizgesine tabi olan bu
burjuva kesimi, sivil toplumun ilk nüvelerini oluşturmuştur. Bu yapılanma ayrıca
yerel yönetimlerin başlangıcı olarak da kabul edilmektedir.
I. I. III. Temsili Kamusallık
Savaş teknolojisinin gelişmesi nedeniyle, krallıkların ya da prensliklerin düzenli ve
potansiyel bir orduya gereksinim duymalarıyla feodal beylerin önemi azalmıştır.
Bunun yanında ekonominin ticarileşmesi de ekonomik açıdan feodal beylerin güç
durumda kalmalarına neden olmaktaydı. Feodal beyler burjuvazi ve aristokrasi
karşısında güçsüz bir konuma düşmüşlerdi.
15
Ekonomik gücü elinde bulundurmaya başlayan burjuvazi, feodal beyler karşısında
olduğu kadar hızlı olmasa da aristokrat kesimler karşısında da güç kazanmaya
başlamıştır.
Aristokrasinin elinde, ekonomik olarak azalmaya başlasa da, siyasi ve askeri olarak
bir güç vardır. Burjuvazinin ise gitgide artan bir ekonomik gücü vardır. Aristokrasi,
sahip olduğu gücü korumak için bu gücü zaman zaman sergilemek ihtiyacı
hissediyordu. Egemen bir kral ya da prenste temsil edilen kamusallık da bu şekilde
görünür oluyordu.
Bu dönemde kamusallık, hükümdarın benliğinde temsil ediliyor ve iktidarın
simgeleri kamusal simgeler olarak önem kazanıyordu.15 Prensin mührü kamusal bir
nitelik taşırken, prensliğin serveti ile prensin serveti de birdi.
Aristokratların, mahrem yaşamlarını da kapsayan özel alanları ise kamuya mal
olmuştur ve kamusallık bu dönemde temsili bir kamusallık olarak gerek devlet
törenleri, gerekse de hükümdarın mahrem anlarının teşhiri ile halk önüne
sunulmuştur.
Temsili kamusallıkta halk, izleyici konumundadır. Önünde bir tören ya da bir davet
sergilenirken, o edilgen bir konumda sadece olan biteni izler ve önüne sunulan
gösteriş ve gövde gösterisine saygı duyması beklenir.
15
Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2002,
s.62-72
16
Dinsel törenler de temsili kamusallık örnekleri olarak kabul edilmektedir ve
günümüze kadar yaşamını sürdüren yegane temsili kamusallık örneği olarak
görülmektedir. Onun da temsiliyetten başka bir şeyi temsil etmediği şeklinde
dokundurmalar yapılmaktadır.16 Dinsel törenlerin eskiden beri kamusal bir nitelik
sunduğunu, lakin bunun bugün tartıştığımız anlamda bir kamusallık olmadığını
koymak gerekiyor.
Dinler, farklı toplumlarla ilişkilerinde farklı kültürler doğurmuştur ve bunların
sonucunda
farklı
dinsel
kültler
ortaya
çıkmıştır.
Bu
kültler,
insanların
toplumsallaşmasını sağlamıştır. Đnsanların belirli bir amaç için bir araya gelerek,
birlikte bir eylemde bulunmaları onların toplum olma duygusunu hissetmelerini
sağlamıştır.
Fakat dinler, geliştikçe ve kitlesel bir hal aldıkça, bireylerin üzerinde bir hakimiyet
koruma mekanizmasına dönüşmüş ve dinsel törenler bir temsiliyetin sergilendiği
eylemler haline gelmiştir. Katolik törenlerinin, halkın dilinde değil Latince yapılması
da, bu törenlerin halkın katıldığı değil, izlediği ve edilgen konumda olduğu törenler
haline geldiğinin bir göstergesi olmuştur.
Kraliyet ailesinin mahrem sayılacak eylemlerinin törensel bir havada izleyiciler
önünde gerçekleşmesi de temsili kamusallığın boyutlarını gösterir. Kraliçenin
doğumunun izleyenler önünde gerçekleşmesi, kralın cinsel birleşmesinin yine
16
ibid., s.67
17
izleyenler önünde ve törensel bir şekilde gerçekleşmesi, temsili kamusallığın nasıl
sapkın ve aşırı bir hal aldığını gösterir.
Bu dönemde retorik de boyut değiştirmiş; biçim bakımından olmasa da içerik
bakımından Antik çağdakinden farklı bir özellik göstermeye başlamıştır. Konuşma,
bir söyleme ve diyalektiğe dönüşmeden; bir biçim olarak, sadece bir müzik gibi
gerçekleşir.17
Temsili kamusallıkta halk, edilgen bir konumdadır. Hükümdar halk adına değil,
halkın önünde gücünü temsil eder. Temsili kamusallıkta tartışmaya yer yoktur, çünkü
hükümdarın egemenliği tartışılmazdır. Bu egemenliğin tartışılmaya başladığı yerde
de bildiğimiz anlamıyla bir kamusal alan doğmaya başlar.
I. I. IV. Yazınsal Kamusallığın Doğuşu
Ticaretin yaygınlaşması, yerleşimler arası iletişimi artırmıştır. Bunun yanında
tacirlerin, loncaları yoluyla örgütlenmesi ve haberleşme için kullanılan eski ticari
mektup dolaşımının yerine daha profesyonel bir posta örgütlenmesi sağlamalarıyla
haber akışı da boyut değiştirmiştir.
Tacirlerin, kendi aralarındaki haber alışverişi bir süre sonra birtakım haber
bültenlerinin çıkmasıyla sonuçlanmış ve haber akışı sistematik bir nitelik kazanmaya
başlamıştır. Bu sistemin genişlemesiyle, halk haberleri dinlemek için fermanlara ve
17
ibid., s.66
18
enformel haberleşme sistemlerine ihtiyaç duymamaya başlamıştır. Bu aynı zamanda
yazınsal kamusallığın temellerinin de atıldığı bir sistemdir.
Ticaretin yaygınlaşmasının yanı sıra, bu dönemde üretim açısından da bir değişim
söz konusudur. Daha çok kırsal bir niteliği olan sınai üretim, ticaretin
yaygınlaşmasıyla bozulan gelir dengeleriyle ve yeni icatlarla; sermayesi olan için
daha karlı olabilecek yöntemlerle yapılmaya başlanmış; yoksul kesimler ise hanede
yaptıkları üretimi bırakarak diğerlerinin yanında ücretli olarak çalışmaya
başlamıştır.18 Böylece merkantilizmden kapitalizme geçiş aşaması başlamıştır.
Üretimin boyut değiştirmesi ve daha büyük işletmelerin ortaya çıkması ile kırsal
üretime bağımlılık azalmış ve kentlerin önemi biraz daha artmıştır. Burjuva sınıfı da
gerçek görünümüne kavuşmuş ve yeni sınıfsal farklılıklar ortaya çıkmaya
başlamıştır.
Ayrıca monarşiye geçilmesi ve hükümdarın servetinin hazineden ayrışması ile idari
olarak bir kamu oluşmuştur. Egemenlik artık tek bir kişide temsil edilmez; kamu
görevlileri, kamu erki olarak işlev görür.
Yazınsal kamunun oluşmasında Habermas, ‘mektup’un önemli bir yer oluşturduğunu
söyler.19 Çünkü ilk başta mektup, daha hızlı ve daha güvenilir bir haber kaynağı
18
Maurice Dobb, Kapitalizmin Dünü ve Bugünü, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2001, s.23-29
19
Habermas, ibid., s.83
19
sayılıyordu. Ayrıca mektup, kişinin kendi öznelliklerini başkasına açtığı bir anlatım
biçimi olarak yaygınlaşmış ve bir süre sonra edebi bir tür haline gelmiştir.
Mal alışverişinin boyutu büyüdükçe, habercilik de bağımlı olduğu bu alanın
kurallarına uyum göstermeye başlamış ve bir mal olarak görülmeye başlamıştır.
Sonuçta, elle çoğaltılan haber bültenlerinin yerini haftalık, düzenli olarak dolaşıma
sunulan gazeteler almaya başlamıştır. Bunlar da bir süre sonra günlük hale gelmiştir.
Böyle bir dönüşümün yaşanmasında etkili olan düşüncelerden birisi de, posta yoluyla
dağıtılan mektup şeklinde haber bültenleri yerine; daha çok kişiye ulaşacak
gazetelerin daha karlı bir iş olacağıdır. ‘Sürümden kazanma’ politikası burada
devreye girmiş ve ne kadar çok kişiye ulaşılırsa marjinal maliyetin o kadar düşeceği
ve sonuçta da karlılığın artacağı düşüncesiyle, ‘kamuoyu’na düzenli haberler
sunulmaya başlanmıştır. Haberler böylece aleniyet kazanmış oluyordu.
Ancak elbette ki, bu dönemde sıkı sansürler uygulanıyordu. Devlet işleriyle ilgili
haberler devlet tarafından, iş dünyasıyla ilgili haberler de iş adamları tarafından
sansürleniyordu. Devletin yaptırım gücü olması nedeniyle devletin dediği,
habercilerin asıl nemalandığı kesimin de tacirler olması nedeniyle tacirlerin dediği
yerine getiriliyordu ve sonuçta ‘geriye geleneksel “yenilikler” mevzuu kalıyordu:
mucizevi tedaviler ve afetler, cinayetler, salgınlar ve yangınlar gibi.’20
20
ibid., s.83-84
20
Bununla birlikte, bir süre sonra hükümetler de basını, kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmayı öğrendiler. Ancak bu da karşılıklı bir etkileşimdi ve basın bir süre sonra
devletin çıkarlarının hizmetine girdi. Devletin, tebaası yararına yaptığı yenilikler,
hükümdarın seyahatleri ve saray seremonileri gibi saray haberleri yayınlanmaya
başlamıştı. Hatta bu haberler bir süre sonra bizzat devlet görevlileri tarafından
derlenip gazetelere gönderilmeye başlandı. Bunu izleyen süreçte de devlet
himayesinde çıkan bir takım yayınlar ve daha da ötesinde bizzat devletin çıkardığı
yayınlar dolaşıma girdi.21
Modern devlet aygıtlarının gelişmeye başlamasıyla birlikte halk içinde merkezi bir
konuma sahip olan yeni bir burjuva tabakası olarak tahsilli zümreler ortaya
çıkmıştı.22 Bu yeni burjuva sınıfına sermaye sahibi kapitalistler de dahil olmuştur.
Ancak ilk burjuvalar olarak ortaya çıkan esnaf ve zanaatkarlar toplumsal olarak
düşüşe geçmiş ve okuyan, akıl yürüten kamunun dışında kalarak önemini
yitirmişlerdir.
Kapitalist üretim tarzının oluşması ve kapitalist bir sınıfın ortaya çıkışıyla birlikte,
devletin ekonomik alana müdahaleleri, sadece kapitalistlerle devlet arasında değil,
geçimlik derdine düşen tüm tabakalarla devlet arasında bir gerilim yaratmaya
başlamış ve okuyan kamu yoluyla bir ‘eleştiri’ alanı oluşmaya başlamıştır.
21
ibid., s.85-86
22
ibid., s.86-87
21
Okuyan kamu da akıl yürüten kamuya doğru hızlı bir evrim sürecine girmiştir. Esas
olarak buna bir evrim de denemez, çünkü bir okuyan ve akıl yürüten kamudan
bahsedilmektedir. Bilimsel makaleler, sanat eleştirileri ve tarihsel anlatılar sonuçta
tartışan bir kamu alanı yaratmıştır.
Bu gelişmeler doğrultusunda mekansal olarak da bir değişim yaşanmış ve
kamusallık; kulüpler, kahve salonları ve localar gibi mekanlara taşmıştır. Ayrıca
şehirlerin büyümesi ile kitlelere hitap eden parklar ve dinlendirici yürümeye uygun
caddeler açılmıştır.
Bu noktada feminist kuramcıların eleştirileri yükselmektedir. Yazınsal kamunun ilk
formunda kadınların bu kamusallıkla bağlantıları var iken, bu yeni mekanlara taşan
ve boyut değiştiren yazınsal kamusallıkta kadınlar dışarıda bırakılmıştır.
I. I. V. Burjuva’nın Siyasal Kamusallığı
Fransız devrimi öncesinde ve sırasında günlük yaşamın daha fazla politikleşmesiyle
kamusal alan genişlerken, özel alanın da sınırları keskinleşmeye başlamış ve kamusal
alandan daha keskin bir şekilde farklılaşmıştır. Özel alanın genişlemesiyle birlikte
bireyin ön plana çıkmaya başlamasının yeni ortaya çıkmaya başlayan toplumsal
sistem için sorun yaratacağı düşünülmüş ve bireysel çıkar ile ortak çıkarı bir paydada
buluşturabilmek için ‘yurttaş’ kavramı ön plana çıkarılmıştır.
22
Yurttaşlığın, bireyleri ortak çıkara ve iradeye yönelteceği düşünülürken, bu kavram
aynı zamanda yasalar önünde bir eşitliği de ifade etmektedir. Böylece yasa önünde
eşit yurttaşlardan oluşan türdeş bir bütün olarak ulus kavramı doğmuştur.
Habermas’a
göre,
‘burjuva
kamusunun
siyasal
ödevi,
sivil
toplumun
düzenlenmesidir.’23 Yani burjuvanın görevi, devlet dışında kalan ilişkiler alanını
düzenlemek; devletin bu alan üzerindeki yaptırımlarını ve denetimlerini azaltmak ve
lehine çevirmektir.
Burjuvanın hedefleri burada diğer sınıfların hedefleriyle çatışmaktadır. Burjuva
kamusu ile diğer kamusallık formları arasındaki önemli bir fark; burjuva kamusunun
iktidarı hedeflememesidir. Onun işleyişini bir eleştiri süzgecinden geçirerek, kendi
lehine çevirmek ister. Ancak proleter kamusal alanın hedefi iktidardır.24
Burjuva kamusunun burada sistem açısından sağladığı fayda, sistemin stabilize
edilmesidir. Sistem kendini dönüştürerek yeniden yaratır. Ancak tartışılan başka bir
nokta vardır ki, kamusal alanların toplamının sistem açısından böyle bir fayda
sağladığı sonucuna varılır. Burada tartışmanın ekseni, sistemin içinde yer alarak
dönüştürmenin mi yoksa sistem dışında durarak onu devirmenin mi tercih edileceği
23
ibid., s.128
24
Habermas, kamusallığı normatif ve tarihsel bir kategori olarak kurarken burjuva kamusuna
alternatif diğer kamusallıkları (örneğin Jakobenler ya da Chartistler) konu dışında tutmuş ve
sadece burjuva kamusuna odaklanmıştır. Bu yüzden yeni bir kamusallığın normatif
karakterini çizerken teorik olarak eksiklik hissedilmektedir.
23
meselesidir. Habermas’ın tercih ettiği yöntem, sistemin içinde yer alarak ve eleştirel
bir kamusallık yoluyla sistemi dönüştürmektir.
Ancak Habermas, Marksist tezlere yakın durarak siyasal kamusal alanın oluşumunu
burjuvazinin siyasal çıkarlarıyla ilişkilendirmektedir. Burjuvazinin, kapitalist pazar
ekonomisinin siyasal ve yasal koşullarını güvence altına alacak tek ve egemen bir
güce ihtiyaç duyduğunu belirtir.25 Burjuva kamusu, işte bu gücü eleştiri alanına
sokarak bu güç üzerinde bir denetim sağlamaktadır. Ayrıca bu egemen güç, temsili
kamusallık ya da öncesinde olduğu gibi tartışılmaz bir güç değildir. Karşısında
sermayenin gücü vardır ve yadsınmayacak denli kuvvetlidir. Egemen güç, yani
kamusal erk de, bu gücü daha çok burjuva sınıfı dışındaki sınıflara göstermektedir.
Ancak diğer sınıflara uygulanan bu güç her zaman olumsuz yüklenimler taşımaz; bu
burjuva sınıfının işine de gelmez. Đşçi sınıfının yaşam koşullarının iyileştirilmesi
sağlıklı bir işgücü yaratacağından verimi artırır ve işgücü maliyetlerini düşürür. Bu
yüzden
burjuvazinin
çıkarınadır.
Ayrıca
işçilerin
yaşam
koşullarının
iyileştirilmesinde, burjuvazi bizzat girişimde bulunarak kendi yaptırdıkları işçi
konutlarında barınma olanağı sağlamış; ancak bu Engels’in belirttiği gibi işçinin
işverene daha çok bağımlı olması sonucunu doğurmuştur.26
25
Zabcı, ibid., s.66-67
26
Friedrich Engels, Konut Sorunu, Sol Yayınları, Ankara, 1992, s.51-54
24
Bunun yanında soruna ahlaki olarak yaklaşan burjuva kesimi de ortaya çıkmış ve
başka bir dünya tahayyülüyle sonuçlanan düşünceler geliştirmişlerdir. Bunlardan en
kayda değer olanlarında birisi Owen’dır.
Owen soruna bölüşüm perspektifinden bakmış ve eşitlikçi ve ahlaki bir model
geliştirme çabaları yürütmüştür. Bu çabaların sonucunda Owen, kapitalist bir burjuva
iken işçi önderi konumuna gelmiş ve Đngiliz sosyalizminin temellerini atmıştır.
Ayrıca ‘yeni bir toplum görüşü’ geliştirerek oluşturduğu kooperasyon köyleri fikrini
New Harmony’de uygulamaya çalışarak, bunun mümkün olabileceğini herkese
göstermek istemiştir. Ancak Owen, proleteryanın çıkarlarını savunmak için ortaya
çıkmamış; belli bir sınıfın değil, tüm insanlığın kurtuluşunu hedeflemiştir.27
Burjuva kamusal alanında kadınların katılımı da çok kısıtlıdır. Çünkü hem içerik
olarak hem de biçim olarak, burjuva kamusallığı eril bir sistemdir. Ancak bu
kamusallığa alternatif diğer kamusal alanlar aracılığıyla, kadınlar siyasete katılma
olanağını bulmuşlardır.28
Bu dönemde din de özel bir sorun haline dönüşür. Elbette, daha önce bahsedildiği
gibi, devam eden bir temsili kamusallıktan söz edilebilir. Ancak bu, aynı yerde
belirtildiği gibi temsiliyetin temsilidir.
27
Rona Aybay, Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen, Yaşamı, Eylemi, Öğretisi, Remzi
Kitabevi, Đstanbul, 1970; A. L Morton,. The Life and Ideas of Robert Owen, Lawrence and
Wishart, London, 1969
28
Zabcı, ibid., s.
25
Dinin özel bir sorun haline gelmesi; liberal kapitalist bir sistemle birlikte bireyin
önem kazanması, kamusal akıl yürüten cemaatlere doğru bir kayışın yaşanması ve
aydınlanma ile gerçekleşmiştir. Ortaçağda bir erk sahibi olan ve kırsal artı ürünle
geçinen ruhban sınıfı, artık bir kurum niteliğinde gözükmekte ve toplum üzerinde
eskisi kadar etki sahibi olamamaktadır.
Bu dönemde kültür alanında da dönüşüm yaşanmaktadır. Yazınsal kamusallığın
oluşumuyla birlikte kitlesel bir hale gelmeye başlayan kültür, bu dönemde bunu
tamamlamıştır, ancak kültürün herkes tarafından erişilebilir olması, onu bir tüketim
nesnesi olmaya itecektir. Sonuçta piyasa koşullarına bağlı gelişen kültür tüketiminde
bir arz-talep dengesi göz önünde bulundurulmuş ve karlılık hesapları yapılmaya
başlanmıştır.
Kültürel ‘şey’lerin, sadece tahsilli zümreler tarafından değil halkın büyük kesimleri
tarafından erişilebilir oluşu sonucunda okuyan kamunun genişlemesi, standartların
düşeceği ve daha çok ucuz bir edebiyat türünün ortaya çıkacağı korkusunu
yaratmıştır.29
Teknolojide yaşanan gelişmeler de bu yeni gelişen kamusallık ruhuna uygun
mekanlar yaratılmasını sağlamıştır. Örneğin inşaat teknolojisindeki gelişim ve
gelişen tekstil ticareti sonucunda, bu ürünlerin satıldığı demir pasajlar ortaya
çıkmıştır.
29
Zabcı, ibid., s.45
26
I. I. VI. Kapitalizmin Krizi ve Kamusallığın Çöküşü
Kapitalist burjuva sınıfı, devletin, ekonomik etkinlikler alanını güvence altına alıp
mekanizmanın işleyişini piyasa koşullarına bırakmasını ister. Ancak kriz
zamanlarında, piyasanın stabil bir duruma gelebilmesi için, devletin mekanizmayı
güvence altına almasından öte, ona müdahale etmesi beklenir.
Özel ile kamusal olanı keskin bir şekilde ayıran, kamuoyunu özel alan içine dahil
eden ve kamusal alanı özel çıkarlar ile kamu erki arasında bir etkileşim alanı olarak
gören burjuva kamusu, kamusal ve özeli devlet-piyasa ilişkisi içinde biçimlendirir.
Refah devleti politikalarıyla birlikte kamunun özele ve özelin kamuya sızması;
burjuva kamusal alanını, ona yüklenen işlevler açısından bakıldığında silikleştirir.
“Kamusal alanla özel alanın entegrasyonu, bir zamanlar devlet ile toplum arasında
aracılık yapan kamunun örgütsüzleşmesine tekabül ediyordu. Bu aracılık işlevi,
kamusal topluluktan çıkıp, dernekler gibi özel alandan veya partiler gibi kamu
alanından zuhur ederek devlet aygıtıyla işbirliği halinde içsel bir iktidar yürüten veya
güçler dengesi kuran kurumlara geçti.”30
Pazar ilişkilerinin yarattığı eşitsizlik, seçim yasalarında yapılan değişikliklerle siyasal
alanda giderilmeye çalışılmıştır. Đşçi örgütleri özel alana dair örgütlenmeler olarak
yer alırken, sosyalist partiler aracılığıyla yasama üzerinde de etkili olmuşlardır. Buna
karşın girişimciler ve devlete yakın duran diğer güçler de toplumsal güçlerini siyasal
alana taşımışlardır.
30
Habermas, ibid., s.304
27
Habermas, devletin yasalar ve düzenlemeler yoluyla meta değişimi ve toplumsal
emek alanına müdahalesinin demokratik bir etki yarattığının yadsınamayacağını,
ancak müdahalenin karşı tarafında sermayenin yoğunlaşması ve oligopolcü
örgütlerin yer aldığını vurgulamaktadır.
Bunların sonucunda özel ve kamusal ölçütlerine göre bir ayrımlaşmanın olmadığı,
devlet ve toplumun tek bir işlevsel bütün yaratmak üzere kaynaştığı, sivil toplumun
liberal tanımından oldukça uzaklaştığı bir toplumsallık ortaya çıkmıştır.
Ailenin bireylerini karşılıklı destekleme ve koruma üzerine kurulu geleneksel işlevi,
refah devletinin, “işsizlik, kaza, hastalık, yaşlılık ve ölüm” gibi olaylarda destekleyici
ve korumacı önlemler alması ve sosyal hizmetler vermesinden sonra sona ermiştir.
Aile gittikçe, tüketimin ve boş zamanın alanı haline gelmiş, kamusal ve özel ayrımı
ise, ‘kamusal’ nitelik kazanmış büyük firmalar ve geniş bir bürokrasi ağı ile artık
daha fazla ‘öznel’ yaşantıyı temsil eden aile arasında yeniden kurulmuştur.31
Bunların sonucunda mülkiyet sahibi olarak özel bireylerin edindiği toplumsal
denetim gücünü kaybolmuş ve bunun sonucunda özel birey, boş zamanını dilediği
gibi değerlendiren bir tüketim öznesi konumuna indirgenmiştir. Habermas, yazınsal
kamusal alanın ortaya çıkışında önemli bir role sahip olan burjuva çekirdek ailesinde
yaşanan böylesi değişimlerin, böyle bir kamusallığın sonunu getirdiği sonucuna
varmaktadır.32
31
Zabcı, ibid., s.84
32
ibid., s.84-85
28
Artık okuyan kamuda olduğu şekliyle kamusal etkinliklerin yerini grup etkinlikleri
almaktadır. Đnsanlar beraberken sinemaya gitmekte, ya televizyon seyretmekte ya da
radyo dinlemektedirler. Bir başka deyişle bir arada yapılan etkinliklerin yerini
birlikte yapılan etkinlikler almıştır. Birlikte yapılan etkinliklerin en önemli özelliği,
bunları bireyin tek başına da yapıyor oluşudur. Ayrıca insanlar, birbirlerini dinlemek,
birbirlerine anlatmak ya da tartışmak yerine birlikte bir başka şeyi dinlemektedirler.
Đnsanların kendi öznelliklerini başkalarına ifade etme gereğinden doğan iletişim artık
sağlanamamaktadır.
I. II. KAMUSALLIĞIN VEÇHELERĐ VE GÜNÜMÜZDEKĐ BĐÇĐMĐ
I. II. I. Kültürün Kitleselleşmesi
Kamusal ve özel arasındaki ayrımın bulanıklaşmasıyla aile daha bir ‘özel’ nitelik
kazanmış, iş yaşamı ise kamusallaşmıştır. Özel birey, mülkiyet sahibi olarak edindiği
toplumsal denetim gücünü yitirmiş, boş zamanını dilediği gibi değerlendiren bir
tüketim öznesi konumuna indirgenmiştir.
Yazınsal kamusal alanın ortaya çıkışında önemli bir işleve sahip olan burjuva
çekirdek ailesinde yaşanan değişim, Habermas’a göre, böyle bir kamusallığı yok
etmektedir. Kamusal alanda yaratılan bireyler arasındaki açık ve kendi öznelliğini
başkalarına ifade etme gereksiniminden doğan iletişim ortadan kalkmakta ve grup
etkinliklerinin kamusal birlikteliklerin yerine geçtiği yeni bir tüketim modeli
gelişmektedir. Kişiler beraberken sinemaya gitmek, radyo dinlemek ya da televizyon
29
izlemek gibi kültürel tüketime yönelmiş boş zaman etkinliklerini tartışmanın
gereksinmediği bir ortamda gerçekleştirmektedir. Günümüzde tartışma, panellerdeki,
siyasal forumlardaki ya da açık oturumlardaki ‘profesyonel diyaloglar’ yoluyla
gerçekleşmektedir. Akılcı tartışmanın öznesi olan insan, radyo ve televizyonlardaki
starları üreten öğeler haline gelmiştir.33 Tüketici özellikleriyle öne çıkan yeni bir
okuyucu kamunun gittikçe genişlemesi de, siyasal sorunları eleştirel tartışmaya
sunmayı hedefleyen basının uzun dönemde etkisiz hale gelmesine neden olmaktadır.
Kaynağını, öznelliğin mektuplar ve romanlarla ifade edildiği bir deneyimden,
öznellikler arasında kurulan etkileşimden alan liberal kamusal alanda; bireysel
öznellikler, yazınsal bir kamusal alanın varlığı sayesinde, soyut ve genel bir insanlık
kavramı ile birleşmekteydi. Kitle iletişim araçlarının ortaya çıkması bu tür bir
öznellik deneyimini yok etmiş ve Habermas’a göre bu deneyimlerin dile getirildiği
yazınsal ürünleri silip süpürmüştür. Özel alanı ortaya çıkaran koşullar yok olmuştur.
Bugün insanların ‘dokunulmaz’ diye nitelendirdikleri ‘özel alan’ Habermas için hiç
de savunulası bir şey değildir.34 Onun ‘dokunulabilir’ bir özel yaşamdan yana
olduğunu söyleyebiliriz. ‘Dokunulabilir’; çünkü, başkaları tarafından bilindiği,
hissedildiği ve anlaşıldığı ölçüde, ki kamusallığı da kuran budur, gerçek bir özel
yaşam deneyiminden söz etmek olanaklı olur.
Yeni iletişim teknikleriyle kültürün tüketim nesnesi haline gelmesi eğilimi
güçlenmiş, ve bu eğilim özel yaşamları dokunulmaz olmaktan çıkaracak süreçleri
33
ibid., s.86
34
ibid., s.87
30
işletmiştir. Đnsanın özel yaşamı artık kitaplar ve mektuplar yoluyla bir başkasına
açılmamakta, kitle iletişim araçları özel yaşama ilişkin sorunların aktarıldığı,
bunların tartışıldığı ve çözüme ulaştırılmaya çalışıldığı ama asıl olarak sergilendiği
yerler olarak görülmektedir. Đnsanların eğilimleri, ahlaki ve politik tavırları her
zamankinden çok yönlendirilir durumdadır.
Yeni tüketim kültürünün, toplumun alt tabakalarına kadar yaygınlaşarak kültürün
demokratikleşmesine hizmet ettiği tezi Habermas’a göre anlamsızdır.35 Kitle
kültürünün nüfuz ettiği kesim, eğitimli ve belli gelir düzeyine sahip ya da toplumun
üst tabakasını oluşturan kişiler değil, daha çok böyle bir tüketimi gereksinen bir
konumda bulunan hareket halindeki (mobile) gruplardır.
Kamusal ve özel alan arasındaki ayrım, özel çıkarlar arasındaki rekabetin
düzenlenmesinin pazara ait olduğu ve düşünceler arasındaki çatışmanın bu ilişkiler
dışında gerçekleştiği kabulüne dayanmaktaydı. Ancak, kamusal alan bir reklamcılık
alanı haline gelmeye başladıkça, pazara ait görülen ilişkiler ağı, kamusal alanda da
hakim olmaya başlamıştır. Kamusal alanın reklamcılık işleviyle donanmasını yaratan
değişim, basının ticarileşmesi olgusuyla bağlantılıdır.
Yeni iletişim tekniklerinin gelişmesiyle basın, liberal dönemde yerine getirdiği gibi,
bir kamu oluşturmak üzere bir araya gelen özel kişilerin akılcı- eleştirel tartışmasını
yaygınlaştırmak ve çoğaltmak işlevi ile sınırlı kalmamış; artık tartışmanın kendisini
biçimlendirir duruma gelmiştir. Kamuoyunu oluşturan bir araç durumundadır.
35
ibid., s.88
31
Habermas, liberal dönemde ortaya çıkan kamusal alanın koşullarının ortadan
kalkmasıyla birlikte çöktüğünü ve onun eleştirel potansiyelini sürdürecek ve
koruyacak yeni bir kamusallığın yaratılamadığını; kamusal alanın bir reklamcılık
zemini olarak tekrar kurulmasının, yeniden feodalleşme yönündeki gelişmenin bir
parçası olduğunu belirtir. Kamusal alanın yeniden feodalleşmesi, devlet ve sivil
toplum ayrımının yavaş yavaş silindiği, tüketim kültürünün egemen bir anlayış ve
davranış tarzı olarak belirdiği koşullarda yaşanan bir gelişmedir. Feodalitedeki
kamusallık, kişisel prestijin, zenginliğin ve otoritenin ‘temsil edildiği’ bir ortam olma
özelliğini taşımaktaydı. Kamusal alanın reklamcılıkla eklemlenmesinin kişilere
dayattığı davranış tarzı birer tüketici olarak hareket etmektir; siyasal etkinliğin
kendisi de tüketim kalıpları içinde oluşmaya başlamaktadır. Tüketiciler, tüketim
etkinliğini sanki bir yurttaş olarak siyasal etkinlik içinde yer alıyormuş gibi yerine
getirmeye başlamışlardır. Devlet de yurttaşlarını, tüketiciler olarak görmekte; siyasal
özne, bir tür tüketim öznesi olarak kurulmaktadır.
Devlet ve toplum içindeki ‘geniş ölçekli örgütlenmeler’in kendi konumlarını
sergiledikleri, kendi propagandalarını yaptıkları bir alan olarak biçimlenen
kamusallık, kişisel otoritenin gücünün ve ihtişamının temsil edildiği feodal
kamusallığa benzerlik göstermektedir.
“Kamusal alan, içinde kamusal eleştirel tartışmanın gerçekleştiği bir sahne olmaktan
çok, önünde kamusal prestijin sergilendiği bir sahne haline gelmektedir.”36
36
Zabcı, ibid., s.91
32
I. II. II. Kamusallık ve Din
Din olgusu, kamusallık açısından aydınlanma tartışmaları içerisinde önemle tartışılan
bir konudur. Toplumsal organizasyonun değişmesi ve burjuvazinin ekonomik
etkinlikleri ve hane yaşamı göz önüne alındığında böyle bir tartışma kaçınılmaz
görünür.
Aydınlanma öncesinde mutlak bir hakimiyeti olan din olgusunun Antik ve Geç Antik
çağda, filozoflar ve şehirciler-mimarlar tarafından kamusal mekana atfedilen
eylemler ve özellikler arasında sayılması, toplum açısından bunun ne kadar önemli
olduğunu göstermektedir. Hatta arkaik çağ için dinin en önemli toplumsal olgu
olduğu ve toplumsalı yaratan bir araç olduğu söylenebilir.
Ancak genel olarak tarih içerisinde dine yöneltilen eleştirilerin kaynağında, onun
toplumları denetim altında tutmak görevi gördüğü düşüncesi vardır. Altında ideolojik
ve politik bir temel yatmaktadır.
Dinlerin birçoğunda tanrıyla baş başa kalma37 gibi bir ibadet şekli varken bu,
çoğunlukla dini ulema ya da ruhban kesimin yerine getirdiği bir ibadet şekli olarak
görülmektedir. Halk ise ruhban kesimin yönettiği törenlere katılır ve tanrıyla baş
başa kalarak yaptığı ibadet daha kısa ve daha az çetrefillidir. Mahrem alana dahil
37
Müslümanlıkta çile odaları, Hıristiyanlıkta manastırlar, Budizmde meditasyon,
Musevilikte ağlama duvarı ve Şabat vb…
33
olan bu ibadet şekline rağmen dinlerin bir de kamusal bir yönleri vardır. Tanrının
gücü, dinsel törenlerle herkesin önünde gösterilir ya da temsil edilir.
Bu temsiliyet, ortaçağda hükümdarın temsili kamusu yanında bir ikinci temsili kamu
olarak kabul edilir. Bu temsiliyetin günümüze kadar devam ettiği ancak eski
anlamını yitirdiğinden yukarıda bahsedilmişti. Aynı dönemde din, aynı zamanda
siyasi bir otorite görevini yerine getirir. Halk kiliseye bağlılık yemini ederken,
hükümdarlar da kilise tarafından aforoz edilebilmektedir. Đngiliz kilisesinin ayrılması
da dinin, siyasi açıdan ne menem bir şey olduğunu göstermektedir.
Bilimdeki gelişmelerle dinsel dogmalar yavaş yavaş sarsılmaya başlamış ve sonunda
bilimsel bulgular, dinsel dogmaların önüne geçmiştir. Güvenilirliği sarsılmaya
başlayan din, aydınlanma düşünürlerince tartışmaya açılmış ve yoğun bir eleştiriye
maruz kalmıştır. Böylece sekülerleşmenin tohumları atılmaya başlanmıştır.
Çeşitli düşünürlerce savunulmaya başlayan ateizm (tanrıtanımazlık), deizm
(yaradancılık) ve teizm (tanrıcılık), dini sorgularken; deizm ve teizm kimilerince
burjuvazinin halktan korkusu üzerine verdiği ödünler olarak gözükür. Ancak eğitimli
kesimlere seslenmekte yetersiz kalan din, eğer eğitimsiz ve yoksul kitleler denetim
altında tutulacaksa hala yararlı hatta gerekli bile olabilirdi.38 Bu yüzden bu ödünler
biraz da gönüllü verilmiş sayılabilir.
38
Lucien Goldman, Aydınlanma Felsefesi, Doruk Yayınları, Ankara, 1999, s.51
34
Dinin sorgulanmasında, burjuvazinin bir başka çıkarı da dünyevi olanın ilahi olanla
ilişiğinin kesilmesidir. “Günlük yaşam, önceleri dinsel imgeler ve onun zihinsel
yapılarıyla örtülüyken artık, en büyük özelliği dindışı ve kutsallıktan arınmış bir
doğaya sahip olan iktisadi yaşam ortaya çıktı.”39 Đktisadi yaşam dünyevidir ve bu
yüzden dine uygun ya da din dışı, iyi ya da kötü kategorilerine yabancıdır. “Onun tek
zorunlu kategorisi, başarı ya da başarısızlıktır.40 Bu yüzden bu gelişmelerin burjuvazi
çıkarına olduğunu söyleyebiliriz. Ancak toplumsal açıdan da, toplumun daha az dini
baskıya maruz kalmasını sağladığı için, önemli bir gelişme sayılabilir.
I. II. III. Sivil Toplum ve Yeni Toplumsal Hareketler
Sivil toplum, devletin idari teşkilatlanma alanının dışında, bir hukuk düzenine tabi
olmakla birlikte kendi iç düzenini kendisi belirleyen, toplumsal yaşamın organize,
özerk ve gönüllü bir bölümü olarak tanımlanabilir.41
Sosyal sözleşmeci filozoflar tarafından doğa halinden çıkıp, bir siyasi otorite
etrafında bir araya gelmek biçiminde tasvir edilen sivil toplum kavramı, bu haliyle
devletle özdeş kılınmış ancak bu özdeşlik yerini zamanla, devlet-sivil toplum
ikiciliğine bırakmıştır. Hegel'in fikirlerinde net ifadesini bulan bu ikiciliğe göre onun
teorisinde, sivil toplum, "özel" menfaatlerle "evrensel" menfaatlerin denkleştirilmesi
çabasının bir unsuru olarak ele alınır ve bu haliyle sivil toplum, aile ile devlet
39
ibid., s.83
40
ibid., s.84
41
Ayşenur Akpınar Gönenç, Sivil Toplum: Düşünsel Temelleri ve Türkiye Perspektifi,
Altkitap(elektronik kitap), www.altkitap.com, 2001, s.8
35
arasında yer alan bir sosyal alan olarak anlaşılır; özel kişilerden, gruplardan ve
devlete doğrudan bağlı olmayan kurumlardan oluşan bir yapı.
“Tocqueville, siyasiliğin devletin tekelinde olmadığını belirterek, Amerika örneğinde
somutlaşan, siyasi toplumu şekillendiren bir sivil toplum tasviri yaptı. Gramsci ise,
sivil toplumun, ekonomik ilişkilerden ibaret bir alan olmadığını vurgulayarak, sivil
toplum alanındaki meselelerin aslında siyasi olduğu saptamasını yaptı ve bunu
"devlet= siyasi toplum+ sivil toplum" denkliğiyle formülleştirdi.”42
Ortaçağ sonlarında, artan ticari faaliyetlerin de etkisiyle, feodalizmin temellerinin
sarsılması ve ortaya özerk kentler çıkması, sivil toplumun doğuşunu da beraberinde
getirmiştir. Bu daha çok özel hukukun ortaya çıkışına bağlanmaktadır. Daha
sonraları özel hukuk ile kamu hukukunun kaynaşmasının da, çöküşünü getirdiği
Habermas tarafından belirtilmektedir.43
Hegel’in kullandığı "bürgerliche Gesellschaft" teriminin hem burjuva toplumu ve
hem de sivil toplum olarak çevrilebilecek olanması, sadece Alman dilindeki bir
rastlantıdan ibaret değildir. Çünkü "bürgerliche Gesellschaft" terimiyle ifade edilen
fenomen, tarihsel açıdan belli bir sosyal formdur. Hegel'in sivil toplumla ilgili
düşünceleri, yakından bildiği Alman toplum yapısını meydana getiren lonca ve
korporasyonların, zümre ve sınıfların, dernek ve yerel toplulukların dikkatli ve hatta
geliştirilmiş bir çözümlemesini içermektedir.44
42
ibid., s.9
43
Habermas, ibid., s.264-266
44
Gönenç, ibid., s.21
36
“Hegel'e göre, korporasyonlarda yer almaya en elverişli toplumsal sınıf, sanayici
sınıftır. Zira, Hegel, çiftçi sınıfının, kendi "somut evrenselliği"ni kendi içinde
dolaysızca taşıdığını düşünür. Sivil hizmetliler sınıfı (evrensel sınıf) ise, özü
itibariyle evrenseldir; kendisi için evrensel, onun faaliyetinin temelini oluşturur. Bu
ikisi arasında yer alan sanayici sınıf ise, niteliği gereği özele yönelik olduğu için,
korporasyonun asıl uygun düştüğü sınıf bu sınıftır.”45
Özel çıkarları evrensele dönüştürme işlevi üstlenmesi nedeniyle korporasyonun,
kamu gücünün gözetimi altında olmak şartı ile şu haklara sahip olduğu
belirtilmektedir:46
a) Kendi alanı içinde, kendi çıkarlarını kollamak,
b) Genel sosyal durumun gerektirdiği ( belirlediği) sayıda olmak üzere, yetenek,
beceri ve dürüstlük gibi bazı objektif niteliklere sahip kimseleri üyeliğe kabul etmek,
c) Üyelerini özel durumlara karşı korumak,
d) Üye olmak için gerekli nitelikleri edinebilmeleri için dışarıdan kimseleri eğitmek.
Marx'a göre ise sivil toplum, somut olarak, tarihte karşımıza çıkan toplumsal bir
aşamayı anlatır ve insanlar arasındaki maddi ilişkilerin organizasyonunun belli bir
formuna atıfta bulunur. Buna göre, sivil toplum ilk olarak 18. yüzyılda burjuvaziyle
birlikte gelişmiştir. “Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme merhalesinin
içinde yer alan bütün fertler-arası maddi ilişkileri kapsar. Bu belirli merhalenin bütün
ticari ve sınai hayatını kapsar ve bundan ötürü devletin ve milletin çerçevesini aşar;
45
ibid., s.23
46
ibid.
37
dışarıda, yabancı halkalara karşı milliyet olarak ortaya çıkmak ve içerde devlet
olarak organize hale gelmek zorunda olduğu halde aşar bunları ‘Sivil toplum’ sözü,
mülkiyet ilişkilerinin Antik ve Ortaçağ topluluğundan kurtulduğu bir zamanda, yani
18. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu anlamda sivil toplum, ancak burjuvazi ile birlikte
gelişir; ne var ki, her çağda, devletin ve idealist üstyapının temelini teşkil eden ve
üretim ile ticaretten doğrudan doğruya üreyen sosyal organizasyon, her zaman bu
sözle ifade edilmiştir.”47
Marx'ın teorisinde sivil toplumun devlete göre "tercih edilebilir" bir konumda
bulunmadığı söylenebilir. Marx'ın teorisinde aralarındaki etkileşim (birinin
"belirleyen" diğerinin "belirlenen" oluşu) de hesaba katıldığında, bu açmazı aşmanın
tek yolu her ikisini de ortadan kaldırmaktır. Devlet ortadan kalkacak, siyasi alan sivil
topluma
iade
edilecek
ve
karşılıklı
olarak
yeniden
bütünleşme
süreci
gerçekleşecektir. Bu süreci başlatacak olan ise, "radikal bir hareket", bir "devrim"dir.
Devrimi gerçekleştirmeye elverişli sınıf olarak Marx, işçi sınıfını görür. "Đşçi sınıfı,
kendi gelişim çizgisinde, eski sivil toplumun yerine, orta sınıfları ve bu sınıfların
uzlaşmaz karşıtlıklarını dışta bırakacak bir birlik koyacak ve ortada siyasi iktidar
diye bir şey de bırakmayacaktır. Çünkü siyasi iktidar, sivil toplumdaki uzlaşmaz
karşıtlığın, resmi ifadesinden başkaca bir şey değildir".48
47
Karl Marx, Friedrich Engels, Alman Đdeolojisi, (çev.) Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları,
Đstanbul, 1968, s.67
48
Karl Marx, Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk Üzerine, (çev.) Rona Serozan, May
Yayınları, Đstanbul, 1977, s.188
38
Gramsci, sivil toplumu üç kısma ayrılmış bir yeniden kavramlaştırma yoluna gider:
Buna göre sivil toplum, (yalnızca zorlayıcı bir idari aygıt olarak düşünüldüğünde)
siyasi toplumun (dar anlamda devletin) karşısında yer almakla kalmamakta, ailenin
özel alanı ve ekonomik ilişkilerin de dışında bulunmaktadır. Bu yaklaşım Gramsci'yi
Marx'dan ayırır. Marx için sivil toplum daha çok, kamusal alanda etkin olan
ekonomik faaliyetler olarak görülürken, Gramsci tarafından sivil toplumun siyasi
yönü vurgulanmaktadır. Ona göre, sivil toplum alanındaki meseleler aslında
siyasidir. Sivil toplum yalnızca ekonomiye ilişkin sözleşmelerin yapıldığı, üretim
sonucu elde edilen ürünün paylaşıldığı bir alandan ibaret sayılamaz. Sivil toplumda
partiler, dini gruplar, iletişim organları vb., kitlelerin siyasi kimliklerinin
biçimlenmesinde, sivil toplumun kendi kurumsal yapısının ve sınırlarının
belirlenmesinde etkin olur; bu yolla, siyasi görüşlerin düzenlenmesine ya da siyasi
fikirlerin bir anlam kazanmasına katkıda bulunur. O halde, Gramsci, sivil toplumun
yalnızca ekonomik faaliyetlerle sınırlandırılamayacağını söylemekte, onu geniş
anlamda devletin bir parçası olarak görmektedir. Buna göre, devleti siyasi toplumla
özdeş kılan anlayış yerini şu denkliğe bırakmıştır: Devlet= Siyasi toplum + Sivil
toplum, yani zorlayıcı önlemlerle güçlendirilmiş hegemonya.49
Sivil toplum özel amaçlardan çok kamusal hedeflerle ilgilidir. Sivil toplum, bazı
biçimlerde devletle ilişkilidir; ama amacı devlet içinde resmi bir güç ya da görev
edinmek değildir. Ayrıca sivil toplum çoğulcu olmalıdır. Sivil toplum içindeki
örgütler ne kadar çok ve çeşitli iseler, merkezi bir güç tarafından yutulma olasılıkları
o derece azalır.
49
Gönenç, ibid., s.37
39
Sivil toplum geniş bir organizasyonlar dizisini içine alır: Bunlar:50
1. Ekonomik (üretici ve ticari birlikler ve şebekeler)
2. Kültürel (dini, etnik, komünal ve diğer ortak hakları, değerleri, inançları, görüşleri,
sembolleri savunan birlikler)
3. Bilgi edinmeye ve eğitime yönelik (kamuya bilgi, fikir, haber vermeye ve bunları
yaymaya hasredilmiş -kar amaçlı olan ya da olmayan - örgütler)
4. Menfaat merkezli (üyelerinin ortak işlevsel ya da maddi menfaatlerini savunmak
ve geliştirmek için örgütlenmiş işçiler, emekliler, mahkumlar, profesyoneller ya da
benzerleri için)
5. Geliştirici (alt yapı tesislerini, kurumlarını geliştirmek ve toplumsal yaşam
kalitesini yükseltmek için bireysel kaynaklar oluşturma organizasyonları)
6. Sorun merkezli (çevre koruma hareketleri, kadın hakları, toprak reformu ya da
tüketiciyi koruma vb.)
7. Vatandaşlıkla bağlantılı örgütlenmeler ( siyasi sistemin partizan olmayan bir
biçimde geliştirilmesini isteyen ve onu insan haklarının denetimi, seçmen eğitimi ve
mobilizasyonu, seçim gözetmenliği, siyasi yozlaşmayı önleyici çabalar vs. yoluyla
daha demokratik hale getirmeyi hedefleyen örgütler).
Bunlara ek olarak sivil toplum, bilgi ve fikir akışının gerçekleştiği bir alandır. Bu
yalnızca, bağımsız medyayı değil, aynı zamanda daha özerk kültürel ve entelektüel
aktiviteleri (üniversiteler, fikir üretim merkezleri, yayınevleri, tiyatrolar vb.) de
kapsar.51
50
ibid., s.44
51
ibid.
40
19. yy sonlarına kadar üzerinde önemle durulan bir kavram olan sivil toplum, 20.
yy’ye gelindiğinde bu yoğun ilgiyi kaybetmiş, ancak 20. yy’nin sonlarına doğru
yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bunun sebebinin Doğu Bloku’nda yaşanan
gelişmeler olduğu tartışmacılar tarafından belirtilmektedir.
Ancak sivil toplum kavramının yeniden ortaya atılması, neo-liberal devlet sisteminin
tartışılmaya başladığı dönemlere denk gelir. 1990’larda ‘yeni dünya düzeni’ adıyla
lanse edilen konjonktür, liberal burjuvazinin, içine sivil toplumu da alarak yeni bir
devlet örgütlenmesini sunmasıyla somutlaşır. Devlet teşkilatlanması yerelleşerek
katılımın daha etkin sağlandığı bir sürece olanak verecektir. Ancak bu katılım, özel
şirketlerin de birer sivil toplum örgütü (NGO- non govermental organization) olarak
katıldığı bir oydaşma sürecidir.
60’larda ortaya çıkan yeni sosyal hareketler de zaman içinde sistem tarafından bu
yapılanmanın içine katılmış ve sivil toplumun yapısı üzerinde dönüşümler yapmaları
sağlanarak bu sistemin kendini yeniden üretmesi ve devamı öngörülmüştür.
Touraine’e göre çağdaş sosyal hareketler yenidir, çünkü mücadelesi post endüstriyel
toplum tarafından açılan alanda gerçekleşmektedir. Bu alan artık devlet değil, sivil
toplumdur. Touraine’e göre toplumsal hareketler, toplumsal aktörlerin sivil toplumun
yapısı üzerindeki mücadelelerinden doğmaktadır. Yeni toplumsal hareketlerin ortaya
çıkışı, toplumsal hareketler ve siyasal yapı arasındaki ilişkinin dönüşümünü
simgelemektedir. Dolayısıyla Touraine’e göre günümüz hareketleri kendilerini devlet
41
gücünü kontrol etme fikrinden ayrıştırdıkları ve sivil ilişkileri dönüştürmeyi
amaçladıkları için yenidir.52
Cohen ise ‘kendini sınırlayan radikalizm’ deyimini kullanarak, batılı yeni toplumsal
hareketlerin devrimci hülyalardan vazgeçmelerini, politik ve ekonomik sistemlerin
birbirinden bağımsız işleyişini öngören bir sivil toplumu savunmalarını anlatmaya
çalışmıştır.53
Ancak bugün gelinen noktada, bu yapının kendisine muhalif bir takım hareketler
ortaya çıkmıştır. Bunlar yapıları gereği ‘yeni sosyal hareketler’ tanımı içine
sokulmaktadır ancak, ‘radikal değişimler’ öngörmeleri, devlet gücünü ve uluslararası
sermayenin gücünü kontrol etme amacı gütmeleri nedeniyle bu tanımlardan
uzaklaşmaktadırlar.
Kumar, bu yeni toplumsal hareketlerin, kitlesel politik partilerin yerini aldığını
söylemektedir. Ona göre, sınıf aidiyetine ve paylaşılan çalışma deneyimlerine dayalı
kolektif kimlikler çözülerek, daha çoğulculaşmış ve özelleşmiş kimlikler oluşur.54
Bu hareketlerin içinde yer alanların ‘yeni orta sınıf’a dahil kimseler oldukları göz
önüne alındığında, bireylerin sistem içerisine dahil olmaları kolay olduğu için bu
hareketlerin devamlılığının da risk altında olduğu sonucuna varılabilir. Ancak
52
Kenan Çayır(der.), Yeni Sosyal Hareketler, Kaknüs Yayınları, Đstanbul, 1999, s.16-17
53
Çayır, s.18
54
Krishan Kumar, Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma Çağdaş Dünyanın Yeni
Kuramları, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s. 148
42
herhangi bir politik ve ekonomik düzensizlik durumunda bu sınıfın, dengeleri en
çabuk alt-üst olacak sınıf olduğu göz özüne alınırsa da bu hareketlerin sistem
açısından tehdit edici unsurlar olduğu çıkarsaması yapılabilir. Kumar’ın söyledikleri
dikkate alındığında toplumun siyasal anlamda parçalı ve eklektik bir yapıya
bürünmesinin doğuracağı sorunlar ortadadır. Ancak örgütlenme deneyimlerinin
yaşanması ve bu hareketlerin yeni sınıfsal ittifaklar oluşturabilme potansiyeli dikkate
alındığında olumlu
yönlerinin de olumsuz yönleri kadar çarpıcı olduğu
görülmektedir.
I. II. IV. Türkiye’de Kamusal Alan Tartışmaları
Kamusallık ve sivil toplum kavramlarının batıda, bir siyasi gelenek çerçevesinde
yerleştiği dikkate alındığında, bu kavramları Türkiye üzerinden tartışabilmek için
Osmanlı’ya kadar giderek böyle bir siyasal ya da toplumsal gelenek çerçevesinde ele
alınabilecek kavramlara ya da kurumlara bakmak gerekliliği doğar.
Osmanlı döneminde eşraf ve ayanın, şehrin ileri gelenleri olarak mahalle
yönetiminde önemli rolleri vardır. Zengin tüccarlar, esnafın yaşlı ve güngörmüş
olanları, ulema, imam, hatip gibi tanınmış kişilerden oluşur. ve şu konularda
etkilidirler:
• Şehir sakinlerinin, şehrin korunması, adaletin tesisi, şehirdeki yöneticilerin
kanunlara aykırı tutumda bulunmaları durumunda azledilmelerinin sağlanması ya
da değiştirilmeleri gibi konularda istekler genellikle padişaha eşraf ve ayan
tarafından arz edilerek gerçekleşir.
43
• Mahallenin avarız akçası vakfının mütevelliliği genelde imam veya ayandan
kişiler tarafından yürütülür.
• Şehre gelen yiyecek maddelerinin ve çeşitli malların pazar fiyatlarının tespitinde
satıcı ve alıcının zarar görmemesi için, eşraf ve ayandan kimseler, kadının ve
muhtesibin yanında yer alır. (Muhtesip, çarşı ve pazarların yani günlük ekonomik
hayatın düzenleyicisi olan görevli kişi.)55
Osmanlı’da sosyal tabakalar ikiye ayrılır: yönetici sınıf olan askerîler ve yönetilen
sınıf olan reaya. Yönetici sınıf olan askerîler ümera ve ulema olmak üzere ikiye
ayrılır. Ümera olarak adlandırılan kesim beylerbeyi, sancakbeyi, dargah-ı âlî
çavuşları gibi askerler ve yöneticilerdir. Şehirdeki sosyal mevkileri devletten
aldıkları güce dayanır. Bu kişiler şehirde mal-mülk sahibidirler. Bu sınıftan olan
acemioğlanları ve düşük rütbeli yeniçeriler daha çok şehrin orta halli insanlarıyla
ilişki kurarlar. Savaş dışında yeniçeriler günlük hayatlarını siviller gibi yaşar,
esnaflık yaparlardı.
Müftü, kadı, müderris, nâib, mülazım, imam, hatip gibi kimselerden oluşan ulema
sınıfı ise toplumu yönetmek, eğitmek, aydınlatmakla yükümlüdür. Zengin ve
itibarlıdırlar. Ümera ve büyük tüccarlarla ilişkidedirler. Sahip oldukları meslekler,
çoğu kez babadan oğula geçen mesleklerdir. Đmam ve hatip gibi dini görevliler
ekonomik olarak orta hallidirler. Fakat bilgi ve prestijleri ile resmi devlet
memurlarından çok mahalli lider, yönetici konumundadırlar. Genellikle gelirleri
55
Özer Ergenç, 16.yy’da Ankara ve Konya, Ankara Enstitüsü Vakfı, Ankara, 1995, s.140
44
mahalle ve dini müessese vakıfları yoluyla sağlandığından reayadan ayrıcalıkları pek
yoktur.
Şehir reayası; büyük tüccarlar, esnaf ve bunların dışında kalan alt sınıflardan oluşur.
Büyük tüccarlar, zenginlikleri ve devlet vergilerinin toplanmasında ve çeşitli
ihtiyaçların temininde reayanın sıkıntıya düşmesinin önlenmesinde oynadıkları rol
dolayısıyla itibar görürler. Kendi aralarında ve toplumun diğer itibarlı tabakalarıyla
ilişkidedirler. Politik kuvvete sahip olanlar ve dini otoritelerle birlikte üst tabakayı
oluştururlar. Esnaf, sosyal ve ekonomik konumları tüccarların altında olan orta
sınıftadır. Yeniçeriler savaş dışındaki zamanlarda esnaflık yapabildiklerinden onları
da bu sınıfta sayılabilir. Alt sınıflar ise daha çok emeklerini satarak geçinenlerdir.
Esnaf yanında çalışan kalfa, çırak gibi ücretli çalışanlarla birlikte, büyük kentlerde
fakir işçi ve köylülerden, hamallardan, çingenelerden, seyyar satıcılardan, işsizlerden
oluşan bir kitle mevcuttu.
Osmanlı yönetiminde devlet-askeriye alanının kapsamadığı konular dini ortama
dahildir. Devletin karşısındaki kurumsal güç sivil toplum değil dini cemaattir.
Osmanlı devleti dinsel inanç temelinde ayrımlaşmış olan cemaatleri mümkün
olduğunca kendi iç meselelerinde ve kamusal hizmetlerinde serbest bırakmayı tercih
etmiştir. Böylece hem cemaatlerin ihtiyaçlarına doğrudan cevap vermeyerek bir tür
hakemlik müessesesi olmuş, hem de kendi iç düzenlerinde serbest kalan cemaatlerin
45
uzun vadeli ve istikrarlı bir biçimde aynı devlet yapısına razı gelerek yaşamaları
mümkün olmuştur.
Her kentte her cemaatin, eğer yeterince büyükse, onu kent otoriteleri karşısında
temsil edecek, mali yükümlülükler ve diğer işleri bölüştürecek bir temsilci başkanı
veya kurulu vardır. Rum-Ortodoks cemaatinde bu kişi Patrik, Ermeni cemaatinde
Patrik ve iki danışma kurulu, Yahudi cemaatinde ise yönetim kurulu ve dini
kuruldur.
Osmanlı’da kadınların sosyal hayata katılmaları ve kamusal mekanları kullanmaları
oldukça kısıtlı yollarla olur. Genellikle hamamlar, mesire yerleri ve komşu ziyaretleri
kadının sosyal hayata katıldığı yerlerdir. Ayrıca çok sık olmasa da kent çarşısı da
kadınların kullandığı mekanlardandır. Konya, Đstanbul ve Bursa’da bulunan, “avrat
pazarı” denilen pazar yerleri, daha çok kadınların alış ve satış yaptıkları,
mekanlardır.
Bazı görüşlere göre mahallenin kadınlar tarafından eve veya aileye yönelik kullanımı
onu özel mekan durumuna getirir. Çıkmaz sokaklar kimi zaman özel alan olarak
kabul edilmişlerdir. Bu yollar mahallenin en özel mekanları olup kadınlarca ev içi
mekanın bir uzantısı olarak kullanılmıştır. Ayrıca bazı kentlerde görülen, komşu
evleri birbirine bağlayan, sokakların üstünden geçen geçitler de kadınların sokağa
çıkmadan birbirlerinin evlerine geçmesini sağlayan mekanlardır. Yine de kuşkusuz ki
kadınlar için en mahrem mekan evdir. Örtünme konusu kamusal ile özeli ayıran bir
46
kıstas olarak alınırsa ve kadınların sadece ev içinde örtünmedikleri düşünülürse;
mahalle, her ne kadar kadınlar tarafından daha rahat ve sık kullanılıyorsa da, hem
erkeklerle hem de kadınlarla paylaştıkları bir kamusal alan özelliği gösterir.
Tarım dışı üretim açısından önemli merkezler durumunda bulunan kentlerde, çeşitli
meslek mensuplarını bir araya getiren loncaların teşkili, kökeni Anadolu'da daha
eskiye giden "Ahi" örgütlerinin uzantısıdır. Ahi örgütlerinin Anadolu'da, özellikle
Moğol istilâlarına karşı, bir dayanışma unsuru olarak etkinlik kazandıkları
bilinmektedir. Esnaf ve zanaatkârları örgütlemek yanında ahlaki ve dini değerler
konusunda eğitici bir işlev üstlenen Ahi örgütleri, Anadolu'da güçlü bir merkezi
yönetimin olmadığı dönemde, önemli birer siyasî odak haline gelmişlerdir. Daha
sonraları kentlerde etkinlik kazanan loncalar, bu toplumsal yapının uzantısıdırlar.
Kentlerdeki işbölümü ve uzmanlaşma arttıkça lonca sayısında da önemli ölçüde artış
meydana gelmiş ve yalnızca ticaret ve zanaatla uğraşanlar değil, her türlü meslek
erbabı loncalarda bir araya gelmeye başlamıştır. Böylece loncalar, genel olarak aynı
mesleğe
mensup
olanların
oluşturdukları
mesleki
birlikler
konumuna
yükselmişlerdir. Ticaret ve zanaat loncalarının temel işlevi üyelerine istikrar ve
güvence sağlamak, bu amaçla da piyasa ve üretim koşullarını düzenlemeye ve
denetlemeye çalışmaktı. Bunun yanı sıra loncalar, üyeleri arasında toplumsal
dayanışmayı sağlama işlevini de üstleniyorlardı. Bazı kentlerde loncalar merkeze
karşı ayrıcalıklar ve göreli bir bağımsızlık kazanacak derecede güçlenebilmiş ve
bunlar arasında yer alan Saraybosna, Kayseri gibi kentler, bazı vergi muafiyetleri ve
kente dışarıdan askeri birliklerin girmemesi gibi haklar elde etmiştir.
47
III. Selim’le başlayan ve II. Mahmut’la devam eden süreçte, işlerliği azalan ve feodal
bir görünüm çizen yapının yıkılıp yeni kurumların oluşturulmasıyla hukuk devletine
doğru giden bir yol açılmıştır. Hattı Hümayun ile birlikte yasaların üstünlüğü
ilkesinin kabulü, -eşitlik ilkesinin benimsenmesi (Şeriat sınırları içinde), bir haklar ve
özgürlükler katalogunun öngörülmesi kabul edilmiştir.
Bu gelişmenin devamında da Tanzimat, yöneten-yönetilen ilişkisindeki bir değişimi
başlatmıştır. Merkezi hükümetin görev ve yükümlülüklerinin yerel halk tarafından
paylaşılması amacına hizmet eden yerel meclislerde, halkın temsilci bulundurması
ilkesinin kabulü, bu yönde atılan önemli bir adımdır. Tanzimat, Osmanlı
toplumunda, cemaatten ayrı bir "birey" kavramının doğduğu ve bireyin kendi başına
bir değer olarak algılanmaya başladığı bir dönem olarak nitelenebilir.56
19. Yüzyılın ortalarında, yeni gelişen aydın kesim arasından, Genç Osmanlılar adıyla
muhalif bir hareket doğmuştur. Bunlar devletin modernleşmesinin, genel bir
toplumsal reformla birlikte olması gerektiğini ileri sürmüşler; bunun için de, tebaanın
egemenliği paylaşmasına olanak verecek ve seçimle kurulacak bir parlamento ve
anayasayla sultanın ve bürokrat sınıfın hakimiyetinin kırılmasını istemeye
başlamışlardır. Genç Osmanlılar hareketi, ilk sistematik, programlı muhalif
harekettir. “‘Yukarıdan aşağıya’ bir ‘dayatma’ tablosu çizen Tanzimata karşılık,
Meşrutiyet
ve
Kanunu
Esasinin
kabulü
dayanmaktadır.”57
56
Gönenç, ibid., s.75
57
ibid., s.77
48
‘aşağıdan
yukarıya’ bir eyleme
1876 Anayasası ile Osmanlı siyasi ve toplumsal yaşamına gelen en büyük yenilik,
"Meclis-i Umumi" adını taşıyan bir parlamentonun kurulmasıdır. Bu parlamento
Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan adı verilen iki meclisten meydana gelmektedir.
Bunlardan Heyet-i Ayan, Padişah tarafından atanan üyelerden oluşmakta iken,
Heyet-i Mebusan üyeleri halk tarafından seçilmektedir. Bunun, halkın bir siyasi
varlık olarak tanındığının bir göstergesi olduğu söylenebilir. Her iki meclis
tarafından kabul edilen yasaların Padişah onayından geçmesi gereklidir. Bu
demokratik bir yasama sürecine engel teşkil ettiği gibi, rejimi meşrutiyet olmaktan da
uzaklaştırmaktadır. Yine de mutlak monarşiden farklı bir durum söz konusudur.
Padişahın Meclis-i Umumi'yi atlayarak bir yasama faaliyetine girişmesi artık
mümkün
değildir.
Başka
bir
deyişle,
Osmanlı
parlamentosu
istediğini
yasalaştırabilen bir organ değilse de, istemediğini yasalaştırmayan bir organ
durumundadır.
Padişahın
yetkilerini
sınırlayan
bir
tür
fren
ve
denge
mekanizmasıdır.58
Ancak II. Abdülhamid’in anayasal sürecin sonunu getirmesi ve baskıcı, sansürcü
uygulamalara girişmesi bu dönemin sonunu getirmiştir. Buna rağmen muhalif
hareketler mücadelesini sürdürmüş ve örgütlenmeye devam etmiştir.
Jön Türk hareketi mutlakıyet rejimine karşı çıkmak, Kanunu Esasinin yeniden
yürürlüğe girmesini sağlamak temel fikirleri etrafında toplanmıştır. Jön Türk
düşüncesinin asıl temeli "Osmanlı milleti", "Osmanlılık" "Osmanlı vatanı"
kavramlarıdır. Bu kavramlarla dış dünyada etkili olan milliyetçilik akımının Osmanlı
58
ibid., s.78
49
ülkesinde yayılması önlenmek istenmiş; bu nedenle "Türklük" değil "Osmanlılık"
teması işlenmiştir.59
Gittikçe yayılıp ve kökleşen Jön Türk hareketi, ordunun da desteğini kazanarak II.
Abdülhamit'in Kanunu Esasi'yi yeniden yürürlüğe koymasını sağlamıştır. Böylece
başlayan II Meşrutiyet devri (1908), Osmanlı-Türk tarihinde önemli bir aşamayı
işaret etmektedir. Her şeyden önce, toplumsal tabana yayılmış bir sivil hareket ve
örgütlenmeye dayanmaktadır.
Yeni bir devlet sistemi olarak cumhuriyetin kabul edilmesinden sonra modernleşme
hareketleri yürütülürken bir yandan da eski rejim taraftarlarının yürüttüğü faaliyetlere
karşı alınan önlemler, bir sivil toplumun oluşmasının önünde engelse de dönem
itibariyle bakıldığında dünyada da totaliter rejimlerin yükselmekte oluşu ve
kapitalizmde yaşanan krizler nedeniyle tercih edilen refah devleti politikalarının,
Habermas’ın belirttiği şekliyle, kamusal ve özel alan ayrışmasını silikleştirmesi
nedeniyle bir sivil toplumdan söz etmek güçtür. Ancak buna karşın açılan halkevleri
ve odaları kamusallık açısından birer odak noktası olarak kabul edilebilir.
Bunu takip eden süreçte savaş dönemi nedeniyle yaşanan kriz ve devamında gelen,
Demokrat Parti iktidarının muhalefeti bastırmak için uyguladığı politikalar, erken
cumhuriyet döneminde yaşanan türden bir kamusallığın da silinmesine yol açmıştır.
Ancak iktidara yönelik muhalefetin gücünü artırması ve üniversite öğrencilerinin bu
muhalefet içerisinde yer almasıyla, siyasi anlamda bir sivil toplumun oluşmaya
59
ibid., s.80
50
başladığını söyleyebiliriz. Gösterilerin, tepkilerin artışı ve buna karşılık iktidarın
gittikçe sertleşen baskıcı politikaları neticesinde 27 Mayıs ihtilali gerçekleştirildi.
Bundan sonraki dönemde gerek anayasanın hazırlanması sürecinde yer alan aktörler
göz önüne alındığında, gerekse de siyasi yelpazenin değişik kısımlarındaki grupların
seslerini rahatça duyurabilmeleri nedeniyle, demokratik bir kamusal alanın tesis
edilmeye
başlandığını
söyleyebiliriz.
Siyasi
literatürün
yayımlanması
ve
üniversitelerde oluşan Sosyalist Fikir Kulüpleri, siyasi akıl yürüten kamunun
yerleşmeye başladığını ortaya koymaktadır. Ancak iktidarı askeri bir darbeyle
değiştiren cuntanın statükoyu korumuş olduğu, muhalefete karşı yeniden alınmaya
başlayan önlemler, karşı söylemlerle açığa çıkmış ve 12 Mart muhtırasıyla
sonuçlanmıştır.
Bu olaylardan sonra tırmanan gerilim dinmemiş ve 12 Mart’ta tamamlanamayan
süreç, 12 Eylül darbesi ile gerçekleştirilmiştir. Bu darbeyle birlikte, kamusal alanda
edinilmiş bir çok hak geri alınmış ve siyaset, bir bakıma, halka kapatılmıştır.
Bu dönemde dünyada yaşanan süreçlere baktığımızda da benzer tablolarla
karşılaşırız. Demokrasinin yerleşmiş olduğu gelişmiş ülkeler dışındaki ülkelerin
baskıcı rejimler altına girdiği görülür. Ayrıca yeni liberal politikaların gündeme
gelmesi ve yeni dünya düzeni söylemlerinin yükselmesiyle birlikte siyasi yelpazenin
belirli kanatlarında yaşanan düşüşler bu döneme rast gelmektedir.
51
1990’larda, örgütlenme üzerindeki yasakların gevşetilmesiyle, siyasi olmayan sivil
toplum hareketlerinde bir canlanma görülür. Daha sonraları bir kısmı NGO’lara
dönüşecek, bir kısmı da yeni toplumsal hareketler içerisine dahil edilebilecek bu
örgütlenmeler
yeni
siyasi
konjonktür
içinde
belirleyici
konuma
getirilen
örgütlenmelerdir.
Buraya kadar yaptığımız tartışmada, kamusal alan kavramının evrimi ve farklı
alanlarla ilişkilerini tartıştık. Kamusal alanın mekansal boyutu olarak algılanabilecek
kamusal mekan tartışması bu çerçevede sınırlı ölçüde yapılabildi. Bu tezin temel
konusunun bir kamusal mekan olarak kent meydanları olduğu düşünüldüğünde,
kamusal alan ve mekan ilişkisine referansla kamusal mekan konusuna nasıl
yaklaşılması gerektiği cevaplanması gereken bir soru olarak kalmış bulunuyor. Bu
bölümün geriye kalan kısmında bu tezin kuramsal çerçevesinde merkezi bir yer tutan
ve bu tezin savunduğu kamusal mekan anlayışını ortaya koyan bir tartışmanın
yapılması hedeflenmektedir.
I. III. KAMUSAL ALAN VE ĐKTĐDAR SORUNU
Kamusal alan üzerine yapılan tartışmalara hakim olan temel kurguda kamusal alan
geneli itibariyle burjuva kamusal alanı olarak tanımlanmıştır. Çalışan sınıfların
kamusal alana dahiliyetine ilişkin olarak sınırlı bir kaygının ortaya çıktığı
görülmektedir. Bu konuda en etkili isim olan Habermas’ın kurgusunda da kamusal
alan burjuva kamusal alanı olarak değerlendirilmektedir. Çalışan sınıflara yönelik
olarak Habermas’ın sınırlı ilgisi içinde iki temel varsayımın öne çıktığı
52
görülmektedir. Birincisi, özellikle çalışan sınıfların siyasal hareketlerinin kamusal
alana yönelik taleplerinin bu alana yönelik erken burjuva taleplerden farklılık
göstermediğini öne sürmektedir. Đkinci olarak ise, reel sosyalist deneyime referansla,
çalışan sınıfların projesinin devletle toplum arasındaki sınırı belirsizleştirip, kamusal
alanı tahrip ettiğini öne sürmektedir. Bu tür bir değerlendirme çalışan sınıfların
kamusal alana yönelik taleplerini ya liberal kamusal alanla uyumlaştırmakta ya da
tahripkar hale getirmektedir.
Bu tür bir düşünceden farklı bir çizgide, çalışan sınıfların kamusal alanına yönelik
değerlendirmeler de yapılmaktadır. Kohn çalışan sınıfların kamusal alanına yönelik
yaptığı değerlendirmede, kamusal alanın iki farklı değerlendirmesinden söz
etmektedir. Birincisinde, kamusal alan bireylerin bir araya gelip rasyonel tartışma
yaptığı ortam olarak değerlendirilmektedir. Đkincisinde ise kamusal alan farklı
sınıfların kendileri dışındaki sınıfların değerleri ve dünya görüşlerini de belli
ölçülerde dikkate alan hegemonya ve karşı hegemonya projelerinin geliştirildiği ve
savunulduğu yer olarak tanımlanmaktadır.
Çalışan sınıfların burjuvaziden, kamusal alan ve özel alanı kullanma anlamında
önemli farkları mevcuttur. Birincisi, çalışan sınıfların gücü ekonomik ve diğer
kaynaklarından
değil,
özü
itibariyle sayısından
gelmektedir.
Bu
nedenle,
Habermas’ın belirttiği burjuva kamusal alanının niteliğinin bireylerin kendi özel
yaşamlarından ve evlerinden getirdikleri bireysel yargı ve öznellik tarafından
belirlendiği yargısı, çalışan sınıflar için aynı derecede doğru değildir. Bu boyut
önemli olmakla birlikte, çalışan sınıfların kamusal alanının nitelikleri, özel
53
alanlarındaki ilişkilerden çok kamusal alanda bir araya gelip ortak stratejiler ve
değerler oluşturabilmelerinden geçmektedir. Bu çerçevede kamusal alanın mekansal
boyutu olarak değerlendirilebilecek kamusal mekanların değerlendirmesinin, burjuva
kamusal alan ve mekanının mantığının dışına çıkılarak değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Kamusal mekan ve iktidar sorununa yönelik yaklaşımlara liberal bakış açısının
önemli ölçüde sirayet ettiği bilinen bir durumdur. Bu konuda Marksist yaklaşımların
daha sınırlı bir etkisinin olduğu da söylenebilir. Bununla birlikte, bu tezin temel
önermelerinden birisi
Marksist yaklaşımın bu konuda dikkate değer açılımlar
sağlayabileceği yönündedir.
Bu konuda iki temel Marksist düşünürün yaklaşımlarının kamusal alan ve iktidar
sorununun
tartışılmasına
katkı
yapacak
açılımlar
sağladığı
görülmektedir.
Lefebvre’in mekanın sosyal üretimi ile Gramsci’nin hegemonya tartışmasının belli
bir
yorumu
bu
tezin
kuramsal
çerçevesinin
üzerine
oturduğu
temelleri
oluşturacaktır.60
Mekanın
kavramsallaştırılmasında
üç
temel
perspektifin
hakim
olduğu
görülmektedir. Birincisi mekan ve sosyal olanı bir biriyle dışsal olarak ilişkilendirir.
Bu anlayışa göre mekan, sosyal olguların vuku bulduğu ortam ve sahne olarak
değerlendirilir. Mekan bu anlamda sosyal süreçler için bir bağlam ve ortam
60
Antonio Gramsci; Letters From Prison; Jonathan Cape; London; 1975. Ayrıca Henri
Lefebvre, Production of Space, Blackwell, Oxford, 1991
54
oluşturmaktadır. Đkinci anlayış ise bu türden bir mutlak anlayışın eleştirisi olarak
gelişmiştir.
Görece
mekan
anlayışına
göre
toplumsal
süreçler
mekanı
oluşturmaktadır. Diğer bir anlatımla mekan sosyal süreçlerin bir ürünüdür ve kendine
ait bir varlığından söz edilemez. Mutlak mekan anlayışı, mekanı toplumsal
süreçlerden soyutlarken, görece mekan anlayışı mekanı toplumsal süreçlere indirger.
Üçüncü bir anlayış olarak bu çalışmada da temel alınan ilişkisel mekan anlayışı
mekanın toplumsal süreçlerin bir ürünü olduğu görüşünü kabul etmekle birlikte,
mekansal yapıların ortaya çıkışıyla birlikte, toplumsal süreçlerin kendisine
indirgenemeyecek bir etkisinin ortaya çıktığını savunur. Bu tür bir etki toplumsal
süreçlerden bağımsız olarak ele alınamamakla birlikte, basitçe toplumsal süreçlere de
indirgenemeyecek bir etkidir.
Mekanın toplumsal üretimi anlayışını geliştiren Lefebvre’in bakışı ilişkisel mekan
anlayışına yakındır. Lefebvre’e göre, (kent) mekanı toplumsal ilişkiler ve
mücadelelerin bir ürünüdür. Bu çerçevede, Lefebvre iki farklı mekan türünden söz
etmektedir. Somut mekan insanların kullanımına hizmet eden ve insanların günlük
yaşamı ile zenginleşen bir doğaya sahiptir. Soyut mekan sermayenin ve devletin
mekanıdır.
Marksist gelenek içinde sermaye-mekan ilişkisine bakışta, mutlak mekan anlayışı
hakimdir.
Daha
açık
bir
anlatımla,
sermaye
birikim
sürecinin
kavramsallaştırılmasında mekan, metaların üretildiği, dolaştığı ve tüketildiği bağlam
olarak görülmektedir. Bu anlamda, mekan sermaye birikim sürecine dışsaldır.
Lefebvre bu anlayışı eleştirerek, özellikle yirminci yüzyılda kapitalizmin kendisini
55
yeniden üretebilmesinin, mekanı keşfetmesi ve işgal edip, metalaştırması ile
mümkün olduğunu belirtmektedir. Bu dönüşüm ile mekan metaların üretildiği ve
tüketildiği bir alan olmaktan çıkmış, bizatihi kendisi bir meta haline dönüşmüştür.
Mekanın kendisinin metalaşması aynı zamanda mekanın soyutlaşmasına yol açmıştır.
Kapitalistler için mekan alınıp satılan ve rant elde edilen stratejik bir metadır. Bu
niteliğiyle mekanların insan yaşamındaki fiziksel, kültürel rolü, yeri ve önemi
ikincilleşmekte ve soyut, alınıp satılır bir metaya dönüşmektedir.
Benzer bir süreç, devlet-mekan ilişkisinde de karşımıza çıkmaktadır. Devlet için
mekan bir kontrol ve baskı kurma aracıdır. Kentlerin tasarımına hakim olan ızgara
sistemi bu tür bir kontrol ve baskı kurma anlayışının bir ürünüdür. Bu anlamıyla
kentin her alanı devlet için maksimum kontrol ve baskının kurulmasının gerekli
olduğu yerlerdir. Bu niteliğiyle özellikle kamusal alanlar devletin özel bir hedefi
haline gelmiştir. Bu çerçevede devlet, mekanı, sermayenin anlayışına benzer biçimde
somut ve yaşanılır niteliğiyle görmek yerine soyut bir kontrol alanı ve aracı olarak
görür.
Çalışan sınıflar içinse kent mekanı, konut alanları, cadde ve sokakları, parkları ve
meydanlarıyla, kullanıma hizmet eden ve insanların çalışma ve günlük yaşamlarını
örgütledikleri alanlardır. Bu niteliğiyle kent mekanı insanların yaşamlarını idame
ettirmelerine ve kendilerini fiziksel ve kültürel olarak yeniden üretmelerine hizmet
eder. Ancak bu tür bir kullanım değeri sürekli olarak, bir yandan sermayenin mekanı
bir değişim değeri çerçevesinde görmesinden kaynaklanmasından, bir yandan da
devletin mekanı baskı ve kontrol çerçevesinde kurgulamasından ötürü aşındırılmaya
56
çalışılır. Bu çerçevede Lefebvre, sermayenin ve devletin kent mekanını
sömürgeleştirmeye yönelik stratejiler izlediğini öne sürmektedir.
Bu çerçevede soyut ve somut mekanlar sırasıyla hakimiyet mekanları ve edinilmiş
mekanlar olarak karşımıza çıkar. Sermaye ve devlet mekanla hakimiyet ve kontrol
çerçevesinde ilişkilenirken, çalışan sınıflar için mekan edinilmiştir.
Bu çerçevede Lefebvre mekanın üretiminde bu iki anlayış arasındaki çelişkinin
merkezi yerine işaret eder. Sermaye ve devlet edinilmiş mekanları sürekli
sömürgeleştirip kendi mantığına, diğer bir anlatımla, kontrol ve hakimiyet
mekanlarına dönüştürmeye çalışırken, çalışan sınıflar için temel hedef edinilmiş
mekanlarını korumak ve geliştirmektir.
Bu tür bir yaklaşım çerçevesinde Lefebvre’in mekan kurgusu maddi mekansal
pratikler (deneyim), gösterim mekanları (hayalgücü) ve mekanın gösterimi
(algılama) olmak üzere üç boyut içerir. (Tablo I ) Harvey söz konusu üç boyutu şu
biçimde özetlemektedir61.
1. Maddi mekansal pratikler, mekan içinde ve aracılığıyla üretimi ve yeniden
üretimi sağlayacak biçimde gerçekleşen fiziksel ve maddi akış, aktarma ve
etkileşimlerini ele alır.
61
David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, Metis, Đstanbul, 1997,
s.246-247
57
58
2. Mekan gösterimleri, ister günlük sağduyu diliyle, ister mekansal pratiklerle
uğraşan akademik disiplinlerin (mühendislik, mimarlık, coğrafya, planlama,
toplumsal ekoloji vb.) bazen anlaşılmaz diliyle olsun, maddi pratikler
hakkında konuşulmasına ve bunları anlaşılmasına olanak kazandıran bütün
göstergeler ve anlamları, kodlar ve bilgileri kapsar.
3. Gösterim mekanları, mekansal pratikler için yeni anlam ya da olanaklar hayal
eden zihinsel icatlardır. (kodlar, göstergeler, ‘mekansal söylemler’, ütopik
planlar, hayali peyzajlar, hatta sembolik mekanlar, özgül mimari çevreler,
resimler, müzeler ve benzeri türden maddi yaratılar.)
Lefebvre’in bu anlayışının Gramsci’nin hegemonya kavramı ile belli bir
eklemlenmesinin mümkün olduğu ve bu tür bir çerçevenin kamusal mekanın üretim,
yeniden üretim ve dönüşümünü incelemede kapsamlı bir çerçeve sunacağını
düşünüyoruz62. Yukarıda özetlenen üç boyutun her birinin hem sermaye ve devlet,
hem de çalışan sınıfların mekanla ilişkilenmesinde ve içine girdikleri toplumsal
mücadelelerin mekansal boyutunun kurgusunda önemli yeri vardır. Diğer bir
anlatımla bu tür bir kurgu sermaye ve devlet ile çalışan sınıfların hegemonya
mücadelesinin mekansal boyutunun anlaşılmasında yeterli bir çerçeve sunmaktadır.
Hegemonya mücadeleleri, sosyo-mekansal pratikler kadar mekanın gösterimi
(sembolik gösterimler ve söylemler) yanında gösterim mekanlarını (mekansal
projeler, ütopyalar vb.) içermektedir.
62
Bu türden bir ele alış için bknz. H. Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, WALD Yay.,
Đstanbul, 2002
59
Sermaye ve devlet, kent mekanına ve özel olarak da kamusal mekana ilişkin olarak
belli mekansal pratiklerin yanında, belli mekan gösterimleri ve gösterim mekanlarını
da geliştirmektedir. Benzer bir durum, daha sınırlı kaynaklarla da olsa, çalışan
sınıflar için de geçerlidir. Kamusal mekan çerçevesinde bakıldığında, mekansal
pratiklerin sermaye ve devlet açısından en önemli boyutu, bir yandan mevcut
kamusal mekanların hakim toplumsal düzenle uyumlu hale getirilmesi, bir yandan da
bu yapıyla uyumlu yeni toplumsal mekanların ortaya çıkartılmasına yönelik eylemler
olarak öne çıkmaktadır.
Bu çerçevede Katznelson’un Gramsci’den ödünç aldığı ‘kent siperleri’ kavramı
önemli bir açılım sağlamaktadır. 63 Çalışan sınıfların kent mekanında somut mekana
yönelik mücadeleleri karşısında devlet ve sermayenin soyut mekanı merkeze alan
sömürgeleştirme çabaları kentsel çelişki ve mücadelelerin odağında yer almaktadır.
Bu anlamda kent siper savaşlarının verildiği bir alandır. Söz konusu siper
savaşlarının öncelikli alanlarından biri kamusal mekanlardır. Sermaye, kamusal
alanları metalaştırma ve meta dolaşımına en uygun biçimde biçimlendirme
kaygısıyla, devlet ise çoğu durumda bu anlayışı desteklemek yanında, kamusal alanı
kontrol etme yönünde sürekli müdahaleler yapmaktadır. Çalışan sınıflar açısından,
bu alanlar, daha çok somut yaşam mekanları olarak, bu tür bir sömürgeleştirmeye
karşı korunması ve geliştirilmesi gereken mekanlar olarak tanımlanmaktadır. Bu
gözle bakıldığında kamusal mekanlar siper savaşlarının stratejik alanlarıdır. Bu
durum makro ekonomik ve siyasal koşullar çerçevesinde, her an yeniden tanımlanan,
63
Gramsci; ibid.; s. 235. Ayrıca Ira Katznelson; Marxism and the City; Oxford University
Press; Oxford; 1991
60
her iki taraf açısından da siperlerin kazanılıp, kaybedildiği, stratejik geri çekilmelerin
yapıldığı ve durum uygun hale geldiğinde yeniden siperleri kazanmak için saldırıya
geçildiği bir mücadele olarak düşünülebilir. Sermaye ve devlet kamusal mekanları
ele geçirip, konumunu güçlendirdiği ölçüde söz konusu alanları metalaşma ve
kontrol açısından yeniden tanımlamakta, çalışan sınıflar ise bu alanları kontrol
edebildiği ölçüde yaşam mekanları haline getirmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte,
kapitalist kent bağlamında, ne sermayenin ve devletin kamusal alanı tümüyle soyut
bir mekana dönüştürmesi, ne de çalışan sınıfların kamusal mekanı bütün bu
soyutluğundan arındırarak somut mekanlara dönüştürebilmesi mümkündür. Dahası
bu tür mekanların kontrolü her zaman meydan okumalara ve yeniden tanımlanmalara
açıktır.
Caddelerin, meydanların ve diğer kamusal alanların son dönemde yaşadığı dönüşüm,
bu türden mekansal pratiklerin önemli bir örneğini oluşturmaktadır. Daha önceki
dönemlerde cadde boyu ticaret biçiminde karşımıza çıkan ve alışveriş olgusuyla
özdeşleşen bir kamusal mekan anlayışı, ortadan kalkmasa bile ağırlığını yitirmekte,
yerini büyük ölçekli ve kentin stratejik mekanlarına yayılan alışveriş merkezlerine
bırakmaktadır. Alışveriş merkezleri yeni kamusal mekanlar olarak, caddelerle
özdeşleşen ticaret ve diğer toplumsal pratiklerden daha farklı bir kamusal mekan
özellikleri göstermektedir. Caddeler ve sokaklarla karşılaştırıldığında, alışveriş
merkezleri mülkiyet, organizasyon ve kontrol açısından çok daha farklı nitelikler
göstermektedir. Bir kamusal alan olarak cadde ve sokaklara göre çok daha dışlayıcı
ve her an gözetimin söz konusu olduğu mekanlardır.
61
Kamusal alana ilişkin değişen pratiklere paralel bir değişim, mekanın gösterimi
(algılama) çerçevesinde de değişim göstermektedir. Öncelikli olarak, kent mekanının
kendisinin algılanması önemli bir değişim sürecindedir. Daha önce kamusal
mekanların yoğunlaştığı merkez anlayışı değişmekte ve genellikle kentin geometrik
merkezi olan tek merkezlilik anlayışı ve kavrayışı yerini hızla çok merkezlilik
anlayışına bırakmakta, bu çerçevede yaşam mekanları ile kamusal alanlar arasındaki
mesafe kavrayışı dönüşüme uğramaktadır. Alışveriş merkezlerinin çekiciliğinin en
önemli nedenlerinden birisi yaşam alanına yakınlığı olarak öne çıkmaktadır.
Gösterim mekanları açısından bakıldığındaysa, kamusal mekanların dışavurumları
önemli ölçüde değişime uğramaktadır. Alışveriş merkezleri, çoğu durumda belli bir
anıtsallık kurgusu üzerine inşa edilmekte, güvenlik duygusu üzerine vurgu
yapmaktadır. Caddelerin güvensizliğine karşı, alışveriş merkezlerinin en önemli
avantajlarından birisinin gözetlenen mekanlar olarak insanların (özellikle kadınların)
güvenlik duygusunu artırdığı yönünde söylemler üretilmektedir.
Neo-liberalizmin hakim hale geldiği son dönemde, çalışan sınıfların, genel
konumlarına paralel olarak kamusal alanda da önemli mevziler kaybettikleri
gözlenmektedir. Kentlerin giderek dağınıklaşması yanında, kent mekanı içinde gerek
kamusal gerekse yarı kamusal alanların dışlayıcı hale gelmesi, çalışan sınıfların daha
önce kullanımına açık bir çok alanın ya giremedikleri ya da belli koşullar altında
dahil olabildikleri alanlara dönüşmesine yol açmıştır. Bir çok yerleşim alanı
duvarlarla çevrilip, girişleri kontrol altına alınırken, bu alanlardan geçen kamuya ait
yolların kullanımı sadece bu alanlarda oturanlarla sınırlı kalmaktadır. Benzer
62
biçimde, kentin çeperlerine kurulan alışveriş merkezleri sadece ulaşım araçlarına
sahip kesimleri hedefleyebilmektedir. Bu alanlara girişler ve içindeki davranışlarda
sürekli gözetim altında tutularak, kamusal alanlardaki davranışların da sınırları
dışardan belirlenmektedir.
Tekrar Lefebvre ve Gramsci’ye dönersek son dönemde, sermaye ve devletin
toplumsal/siyasal alanda, çalışan sınıflar aleyhine yarattığı dönüşüm, bir yandan kent
mekanının yeni bir sömürgeleştirme saldırısıyla yeniden tanımlanması, buna bağlı
olarak da, diğer yandan somut yaşam (kamusal) mekanlarının soyut mekanlara
dönüştürülmesiyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Gramsci’ci bir anlatımla
kent bir siperler bütünü olarak düşünülürse, çalışan sınıfların son dönemde, önemli
siperler, ki kamusal alanlar bu çerçevede önde gelmektedir, kaybettiği söylenebilir.
Burada geliştirilen yaklaşımın farklı kamusal mekanların üretimi, yeniden üretimi ve
dönüşümünün anlaşılmasına yönelik olarak kullanılması mümkündür. Bu çalışmada,
burada özetlenen yaklaşım kullanılarak kamusal mekanlar olarak kent meydanlarının
tarihi ve mekansal dönüşümü incelenecektir.
63
II. KAMUSAL MEKAN OLARAK MEYDANLAR
Meydan; mimari elemanlarla sınırları belirlenmiş, toplumsal işlevi olan ve kentin
belli alanlarından gelen akışların birikim noktası haline gelen ve bu çerçevede kent
dokusuna entegre olmuş kent parçası olarak tanımlanabilir.
Sokak, belli bir doğrultuda yönlenmeyi sağlarken, meydan, bu davranış sonucunda
dinlenme ihtiyacının ve hareket serbestliğinin sağlandığı mekan işlevini üstlenir.
Meydan; hareketliliğe zorlamayan, sürekli ve yönlendirilmiş bir hareket düzeninden
çok, durma imkanı veren mekandır. “Sokaklar, kıvrılan ve bükülen yönlendirici
şehirsel mekan elemanları olarak, çok çeşitli şehir görünümleri sunar. Bu
görünümlerin, en yoğun biçimde yaşandığı yer ise, şehir insanının dar mekanı
tanımlayan sokaklardan açık serbest mekana geçişinin sağlandığı, anlamsal etkilere
sahip yapılarla belirli bir forma ulaşmış meydan alanıdır.”64 Belli doğrultulardaki
sokakların açıldığı alan olarak meydan, kentli için doğal olarak ulaşılacak alandır.
Böylelikle, kent içi dolaşımın yönlendirilmesine de yardımcı olduğu söylenebilir.
Kentsel yaya trafiği (ve kimi durumlarda araç trafiği) bu alanlardan dağılmaktadır.
Dolayısıyla, iktidar bu mekanlar aracılığıyla kentlinin kent içi hareketliliğini
psikolojik olarak yönlendirmektedir. Bu noktada özellikle kentsel akışkanlığın ve
hareketliliğin sağlanması oldukça karmaşık bir sürecin üründür. Bilindiği gibi, kent
mekanında hareketliliğin sağlanması her şeyden önce sermaye açısından kritik bir
öneme sahiptir. Metanın üretim noktasından tüketim noktasına ulaşımının en kısa
64
Özlem Dağıstanlı; Meydanın Evrimi, Mekansal Analizi ve Sosyal Açıdan Önemi;
yayımlanmamış yüksek lisans tezi; ĐTÜ; Đstanbul; 1997; s. 1
64
sürede gerçekleşmesi önemlidir. Aynı durum stratejik bir meta olan emek gücü için
de geçerlidir. Üretim noktası ile yaşam mekanı arasındaki akışkanlık üretimin
gerçekleştirilebilmesi için bir ön şarttır. Kapitalizm öncesi toplumlarda ise dolaşım
ve akışkanlık olgusu büyük ölçüde güvenlik ve iç ve dış denetim kaygılarıyla iç içe
geçmiş durumdadır.
Đlk meydanlar açık mekan çevresinde evlerin gruplaşması sonucu oluşmuştur. Bu
yapı da dıştan gelebilecek saldırılara maruz kalacak yüzeyi azaltmış ve içsel
mekanda büyük bir kontrol sağlamıştır.65
Meydan ilk başta dinsel öğelerin oluşturduğu bir mekandır. Daha sonra ekonomik ve
toplumsal öğelerin ağırlığının daha fazla hissedildiği bir mekana dönüşmüştür.66
Meydanlar, kentleşme tarihine paralel olarak gelişim göstermiştir. Kentlerin
yükselişiyle birlikte, meydanlar da önem kazanmış ve günlük aktivitelerin, sosyal ve
siyasal etkinliklerin yaşandığı mekan olmuştur. Kentlerin çöküşüyle birlikte ise
meydanlar da kaybolmuş, kentlerle birlikte yeniden doğuş sürecini yaşamıştır.
Ortaçağda meydanların gelişimine bakılarak bu rahatlıkla söylenebilir. Aristokrasinin
egemenliğinde bir temsili kamusallığa işaret eden meydanlar, aydınlanma dönemi ile
birlikte tekrar kentsel yaşama girmiş ve devamında (Habermas’ın kamusal ile özel
olanın iç içe girdiğini söylediği noktada67) sınıf temelli hareketlerin mücadele
alanlarından birisi haline gelmiştir. Sonrasında ise sınıf temelini aşan bir toplumsal
65
Ali Vardar; “Meydansız Kentler”; Planlama 90/3-4, s.30-41
66
Vardar, ibid.
67
Habermas; ibid.; s. 255-301
65
muhalefetin temellerinin atılmasıyla iyiden iyiye siyasallaşan kentsel mekan; izleyen
süreçte, neo-liberal politikaların güç kazanmasıyla oluşturulan ‘yeni dünya düzeni’
çerçevesinde, toplumsal hareketlerde olduğu gibi bir depolitize edilme süreciyle karşı
karşıya kalır.
II. I. KAMUSAL BĐR ALAN OLARAK MEYDANIN GELĐŞĐMĐ
II. I. I. Meydanların Genel Özellikleri
Meydanların kent içindeki işlevi ve yapısı, evlerin avlularına benzetilmektedir.
Özellikle kapalı formla kendisini gösteren kentsel meydan tipi ile atrium tipi evler
arasında benzerliklere dikkat çekilmektedir.68 Ancak kamusallık tartışmaları
açısından baktığımızda, ev içi kamusallığı salonun (misafir odası) temsil ettiğinin
belirtildiğini görürüz.69
Paul Zucker, meydanların genel makroform özelliklerine bakarak beş ayrı meydan
formu belirlemiştir. Bunlar:70
• Kapalı meydan (alanı kendiliğinden içine alır)
• Üstün (baskın) meydan (alan ana binaya yönlendirilmiştir)
• Nükleik meydan (bir merkez etrafında oluşan meydan)
68
Camillo Sitte; Şehir Mimarisi; www.esyapi.com/teknik/camillo.htm; 15.03.2004
69
Habermas; ibid.; s. 119
70
Paul Zucker, Town and Square from Agora to the Village Green, Columbia University
Pres, New York, 1966, s.8
66
• Grup oluşturan meydanlar (uzamsal birimlerin birleşerek geniş bir kompozisyon
oluşturması)
• Amorf meydan (alanlar sınırsızdır)
Sitte de ana binaya (baskın bina) göre iki çeşit meydan formu belirlemiştir.71 Bunlar
geniş ve derin tiplerdir.
Kapatılmış (çevrilmiş) meydan, köşelere müdahale edilerek oluşturulabilir. Köşeler
açıldığı oranda kapalılık hissi de azalır. Zucker’a göre kapalı bir meydanın gökyüzü
yüksekliği meydandaki en yüksek binanın yüksekliğinin üç veya dört katıdır.
Alberti’ye göre ise meydanın genişliğinin yüksekliğine oranı 1/6 olmalıdır.72
Yükseklik genişliğe göre fazla olursa baskı hissi oluşur. Daha düşük olursa
korunmasız olma ve yaralanma hissi ortaya çıkar. Çevreleyen binalar bir yüzey
oluşturmalı ve izleyiciye bir mimari birlik göstermelidir. Binaların üç boyutlu
modelleri arttıkça alandaki kapatılmışlık özelliği gittikçe azalır.
Kaynak: www.library.cornell.edu/Reps/DOCS/sitte.htm
71
Sitte; ibid.
72
Dağıstanlı; ibid.; s. 81-83
67
Baskın meydan Zucker’e göre; tek bir strüktür veya bina gruplarının yöneldiği açık
alan ve bununla ilgili diğer çevreleyen binaların oluşturduğu meydandır.73
Sitte’nin bahsettiği derin ve geniş tipler bu grubun içindedir. Sitte’ye göre derin
meydana baskı kuran binanın etkili olabilmesi için boyutların alan boyutlarıyla
orantılı olması gerekir.74
II. I. II. Meydanların Tarihsel Süreç Đçerisinde Gelişimi
II. I. II. I. Antik Çağ
Tarihsel süreç içerisinde gerçek anlamda bir meydan, ancak Antik Yunan’da, M.Ö.
500 yılından sonra geliştirilebilmiştir. Đlk başta toplanma alanı akropolis iken,
şehirlerin gelişmesiyle bu işlev agoraya devredilmiştir. Agora genellikle şehrin odak
noktası olan merkezde konumlanır. Agorada kapalı ticari yapılar olan stoa, kent
meclisinin toplandığı bouleuterion, ve tapınak gibi yapılar bulunurdu. Bunların yanı
sıra, gymnasion da agoraya yakın bir yerde konumlanırdı. Ayrıca agoralar işlevleri
itibariyle farklılık gösterebilir: Limana daha yakın olan ve ticaretin yoğun görüldüğü
agoralar ile politik, felsefi ve dini fonksiyonları ön plana çıkan agoralar.
73
Zucker; ibid.; s. 9-10
74
Sitte; ibid.
68
Kentteki sosyal yaşam agorada geçerdi ve kamusallığın taşıyıcısı bu mekanlardı. En
güncel bilgiler buradan alınırken, mevcut siyasi tartışmalar da gerek meclis binasında
gerekse de meydanın çeşitli köşelerinde tartışılırdı.
“Yunan kentlerindeki organik doku, oranlar ve insan ölçeğine dayalı mimari;
Romalılarda yerini süper insan ölçeğine, spesifik orana ve boş hacimlere form ve
artistik anlam kazandırılmasına bırakmıştır.”75 Bunun sebeplerini yönetim biçiminin
değişmesinde bulabiliriz. Antik Yunan’da kent devletleri, otonom merkezlerin birliği
şeklinde örgütlenmişken; Roma dönemine baktığımızda merkezi bir yapı ve büyük
bir askeri güç görürüz. Bu, demokrasiden cumhuriyete geçiş olarak da adlandırılan
değişim, imparatorun giderek daha fazla önem kazanması ve cumhuriyet rejiminin de
terk edilmesiyle daha da belirginleşmiştir. Ayrıca askeri organizasyonun kentlere
yansımasını da koloni kentlerine baktığımızda görürüz.
Bu dönemde agoralar da forumlara dönüşmüştür. Roma forumlarının çıkış noktası
Terrarama uygarlığına ve castrumlara dayandırılmaktadır.76 Forum, hem toplumsal
hem ticari amaçlara hizmet etmiş ve tapınaklar ve basit pazar standları ile
çevrelenmiştir. Zamanla forum, politik toplantıların yoğunlaştığı bir mekan haline
gelmiştir. Forumların bir parçası olan kürsüler de bunun bir göstergesidir. Forumların
makroformları da bu kürsülerden yapılan konuşmaların, alanın tümünden
dinlenebilmesine olanak verecek şekilde tasarlanmıştır. Ancak zaman içinde bu
özelliğin gitgide yok olduğu söylenmektedir.
75
Dağıstanlı; ibid.; s. 12
76
ibid.; s. 12-13
69
II. I. II. II. Ortaçağ
Ortaçağa gelindiğinde şehirlerin küçüldüğünü ve ticaretin ön plana çıkmaya
başladığını görürüz. Bu nedenle bu dönem, pazar meydanlarının gelişimiyle dikkat
çeker. Düzenli kapalı meydan tipinin yalnızca, Antik Roma’nın mekansal
algılamadaki mirasını temsil eden yapılara ya da 13. ve 14. yy.’nin yeni kurulan
yerleşimlerine dayandığı söylenebilir. Diğer şehirlerde ise pazar alanı, şehir gibi
düzensiz bir yapıya sahip olmuştur.
Ayrıca bu dönemin başlarında kentin izini sürmek bile zor olduğu için meydandan
bahsetmek oldukça güçleşir. Pirene, bu sıralarda halkın dinsel ya da yönetsel törenler
için, ağaç ya da taş gövdelerden yapılan surlar içindeki boş alan olan kaleye
gittiğinden bahseder.77
Surlarla çevrili kentin ortasında yer alan meydan etrafında dinsel ve yönetimsel
binalar baskın öğe olarak göze çarpar. Şehrin zenginleri, dini görevlileri ve
yöneticileri kent meydanı yakınında ve çevresinde, alt sınıflar ise bu halkanın
çevresinde yerleşmişlerdir. Kentin gelişmesiyle alt sınıfların yaşadığı halka sur dışına
itilmiş ve bu da sur dışında, ana meydandan ayrı küçük meydanlar oluşmasına neden
olmuştur. Ticaret de bu meydanlarla birlikte önem kazanmaya başlamıştır.
77
Henri Pirene, Ortaçağ Kentleri, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2003, s.48
70
Ortaçağ için belli meydan türleri sıralanabilir.78 Bunlardan ilki, pazar alanı olarak
kullanılan sokaktır. Eski köyler ve ticaret postalarıyla doğal bir gelişim süreci
yaşayan şehirlerde trafiğin, şehrin gelişiminde canlı bir unsur haline gelmesiyle ana
caddeler otomatik olarak pazar meydanına dönüşmüştür. Nüfusun yoğun olmayan
dağılımından dolayı pazar alanı için çok fazla alana ihtiyaç duyulmamıştır.
Bir diğer tip yanal genişleyen sokaklardaki pazar meydanıdır. Taşıt ve yaya trafiğinin
büyümesi, pazar aktivitelerinin ve yerel trafiğin kesintiye uğramasına yol açmış ve
iki yöndeki yapıların yıkılmasıyla ana caddelerin yanlara doğru genişletilmesi
mümkün olmuştur. Kilise veya yönetim yapıları, bu tür genişlemelerle artan önemleri
nedeniyle meydanın bir yönünde ya da bazen açık alan içinde inşa edilmeye
başlanmıştır. Bu tür yapılar, genişlemeyle ortaya çıkan mekansal etkiyi daha da
artırmış ve meydan oluşumunda önemli bir faktör teşkil etmişlerdir.
Başka bir tip, şehir girişinde konumlanan meydandır. Şehir kapısının önünde ve şehir
duvarlarının içinde yer alan bu tip meydanlar, genellikle üçgen şeklindedir ve iki ya
da üç sokağa başlangıç noktası teşkil ederler. Şehir kapısının üzerinde veya ona
bitişik yer alan gözetleme ve savunma amaçlı kule, kütlesiyle açık alanın hakim
elemanı durumundadır. Şehir kapısındaki bu meydanlarda faaliyet gösteren tüccarlar
genellikle gezgin tüccarlardır ve zamanla surların hemen dışına yerleşmeye
başlamışlardır. Daha sonra buradaki konutları da içine alacak şekilde yeni şehir
78
ibid.; 19-24
71
surları inşa edilir. Kimi tartışmacılar, burjuva kelimesinin buradan yola çıkarak,
“burçlar (surlar) arasındaki” anlamına geldiğini söylemektedirler.79
Bir diğer tip, şehir merkezi olarak meydandır. Sokak ağı sisteminin merkezi olarak
şehir merkezinde konumlanan meydanların, planlı gelişmiş şehir sistemi ve
toplumsal yapı için uygun olduğu belirtilebilir. Kimi şehirlerdeki ızgara sistem,
tanımlanmış pazar alanının oluşmasına izin verir. Bazı uygulamalarda pazar alanıyla
direkt bağlantılı olmayan ikinci bir meydan olarak katedral meydanları da inşa
edilmiştir. Izgara sistem içerisinde düzenli açık alanlar olarak tanımlanabilen bu tip
meydanlar; arkadlar, saçaklar ve aynı yükseklikteki çatılar ile birbirine bağlanmış
konutlarla sınırlanan tipik kapalı meydan karakterine sahiptir.
Diğer bir tip olan ortaçağ dönemi parvis, kilise binası önündeki meydanı tanımlar.
Parvis, yapısal şemanın bir parçası durumundaki tek bir yapıyla hakim kılınır.
Meydanda yer alan bütün mimari elemanlar, hakim olan büyük yapıyı referans
alırlar. Parvis, dini toplantı öncesi ve sonrası halkın toplandığı, dışarıda yapılan
vaazları dinlediği ve geçitleri izlediği alandır. Genellikle üç yönde konutlar, diğer
yönde ise kilisenin hakim batı cephesiyle kapalı bir karaktere sahiptir.
Bahsedilebilecek bir diğer meydan tipi ise grup meydanlardır. Pazar meydanının
kilise meydanından ayrılması, parvisle ya da kiliseyi çevreleyen açık alan ile
gerçekleşmiştir. Bu tip oluşumlar, grup meydanların gelişimi sonucunu doğurmuştur.
79
Burjuva kelimesinin kökeni ile ilgili daha çok teori için bkz.: Mehmet Ali Kılıçbay;
Şehirler ve Kentler; Gece Yayınları; Ankara; 1993; s. 119-129
72
Bu iki alanın ayrılması, bu dünya ve öteki dünya arasındaki ayrımı ortaya koyma
düşüncesi ile gerçekleştirilmiştir. Bu ayrımın bir sonucu da direkt bağlantı söz
konusu olmasa bile kilise yapısı ve kulesinin, pazar meydanının üzerinde bir görsel
üstünlüğe sahip olmasıdır.
Ortaçağda; çeşme, küçük anıtlar, arkadlar ve merdivenler gibi destekleyici mimari
ekler görsel izlenimde birleştirici ve ayırıcı, öne çıkarıcı ya da eşitleyici bir etki
yaratırken, sınırları tanımlanmış mekan oluşturmada çok seyrek olarak etkili
olabilirler. Asıl önemli olan faktör ise belediye binası, saray ve kilise gibi yapıların
konumlarıdır.
II. I. II. III. Ortaçağ’dan 20. Yüzyıla
Şehirlerin gelişim sürecinde, Ortaçağ ve Rönesans arasındaki en önemli farkı, bu
dönemde hem teorik hem de pratik anlamdaki şehir planlama çalışmaları oluşturur.
Bir Đtalyan Rönesans meydanıyla Kuzey Avrupa Rönesans meydanı mekansal
konsept olarak büyük benzerlikler gösterir. Oysa gotik dönemde bu, söz konusu
değildir. Rönesans dönemindeki bu paralelliğin kaynağı direkt ya da dolaylı etkileri
söz konusu olan mimari teorilerdir. Bu dönemdeki planlama prensipleri özetle
şöyledir:80
Mekansal birlik isteği, yani hakim yapının baskınlığının azaltılması. Mimari birliğin
yükseltilmesi amacıyla meydanı çevreleyen cephelerde bağlayıcı eleman olan
80
Dağıstanlı; ibid.; s. 31-32
73
arkadların özdeş motiflerle sıkça kullanımı. Heykel, çeşme gibi mimari elemanların,
Ortaçağdaki gibi bağımsız olarak değil, meydan alanının kapalı, hakim ya da
çekirdek organizasyonu için kullanımı.
Rönesans’la birlikte yol kenarları, düz yapı hizaları ile tek bir kaçış noktasına uzanan
perspektifler vermektedir. Meydanlar simetrik ve görkemli plastiklerle süslenmiştir.
Yapı ve meydan boyutları insan boyutundan uzaklaşmıştır.81
Barok döneminde estetik ve güzellik önem kazanmıştır. Kent merkezinde parklar,
bahçeler ve büyük meydanlar düzenlenmiştir.
Görkem ve simetri, tek yöneticili toplum yönetiminin güçlerini simgeleme amacıyla
kullanılmıştır.82 Düzgün ve simetrik yol akslarının yönetici konutunda kesişmesi
amaçlanmıştır.
17. ve 18. yy. Fransız meydanlarına bakıldığında peyzaj mimarisinin de önem
kazandığı görülür. Ayrıca küçük ve kapalı tipik Rönesans meydanlarının yerine,
boyut ve oranlarda Fransa’daki Barok dönemin ruhunun yansıtıldığı ve place royal
olarak isimlendirilen meydanların gelişim gösterdiği görülmektedir. “17. ve 18. yy.
place royal mekansal ve mimari formu, bu yüzyıllardaki büyük Roma meydanları
81
Daha önce bu konuyla ilgili olarak Roma dönemi ve Yunan dönemi arasındaki fark için
söylenen şey burada da geçerlidir. Ortaçağ’daki dağınık yapıdan güçlü imparatorluklara
doğru yaşanan dönüşüm, mutlak iktidarın kendisini kent mekanında da hissettirmesi
sonucunu doğurmuştur.
82
Abdullah Gündem; Tarihi Meydan ve Aksların Geçmişte ve Günümüzde Kullanımları, Bu
Kullanımların Binalara Olan Etkisinin Beyoğlu Örneğinde Đncelenmesi; yayımlanmamış
yüksek lisans tezi; YTÜ; Đstanbul; 1999.; s. 27
74
gibi; bu dönemin felsefesi, politik, sosyal sistemleri ve kültürel yapısını direkt olarak
yansıtır. Roma’da papanın gücünün etkili olması gibi, Fransa’da da mutlak
monarşinin hakim gücü, geri planda krala özgü görkemin, ülkenin ve etkili sosyal
sınıfların gücünün yansıtıldığı, mümkün olan en düzenli form oluşumuna
gitmiştir.”83
19. yy. başlarından itibaren neo-klasizmin gelişmesiyle mimari ifadede görkem
yerine basitlik ön plana çıkmaya başlamıştır.84
Aynı dönemler içinde Đngiltere meydanlarına baktığımızda ise bahçe-meydan
kavramının ortaya çıktığını görürüz. Londra meydanları, her yönde konutlara
geçitlerin verildiği, yaya ve araç trafiğine açık yollarla çevrilmiş, kapalı bahçe
görünümündeki alanları ifade eder. Bunun nedeni de bu mekanların yalnızca anahtarı
olan yerleşim sakinlerine açık olmasıdır. Londra meydanlarının kökeninin yeşil
alanları planlama başlangıcı olan Gotik döneme kadar uzandığı söylenebilir. 15.
yy.’de Lincoln otelinin avlusu yeşil alan olarak düzenlenmiş ve sonra gezinti alanına
çevrilmiştir.
Londra’nın ilk meydanları 17. yy.’de inşa edilmiştir. Bu meydanlar, çeşitli asil mülk
sahiplerinin kendi arazilerinden bir bölümünü meydan gibi geliştirmeleri süreciyle
başlamıştır. Ancak bu meydanlara giriş serbest değildir.
83
Dağıstanlı; ibid.; s. 54
84
Mutlak monarşiden cumhuriyet rejimine geçişlerin yaşanması, ulus kavramının doğuşu
gibi faktörler bunda etkili olmuştur.
75
Dışarıdan izlenebilen ancak girilemeyen bu tip meydanlar bir sahne işlevi görür. Bu
meydanlar gibi, yönetici konutu önünde oluşturulan meydanlar da bir izleme
eylemine konu olmaktadır. Törenler, davetler gibi aristokrasinin ve siyasi erkin
ayrıcalığını simgeleyen bu tip aktiviteler, bu tip meydanlar sayesinde halkın seyrine
açılmış ve temsili kamusallığın işaret ettiği mekanlar olmuştur.
Kapitalizm öncesi toplumlarda kent mekanı daha çok siyasal işleviyle önem
kazanmıştır. Bu çerçevede kent mekanı her şeyden önce siyasal güç ve kontrol
mekanlardır. Meydanların ortaya çıkış ve işlevlendirilmesinde siyasal boyutun öne
çıkmasının temel nedeni de budur. Ancak kent mekanının giderek ticari işlevleri
üstlenmesiyle birlikte bu tür mekanların giderek sadece siyasal ve ideolojik öneminin
ötesinde ekonomik anlamda da önemli hale geldiği görülmektedir. Ancak bu
anlamda asıl kırılma kapitalist kentin gelişimiyle olmuştur. Bu boyuta dönmeden
önce Osmanlı kentinde kamusal alan olarak meydanların konumu üzerinde durmakta
yarar vardır.
II. I. III. Osmanlı Dönemi’nde Meydanlar
Osmanlı’ya baktığımızda, meydanlar hakkında sonuçlanmamış bir tartışmayla
karşılaşırız. Osmanlı’da, gerçek anlamıyla bir meydan olmadığını söyleyenler ve
farklı yapıda da olsa meydanların olduğunu vurgulayanlar mevcuttur. Osmanlı ve
Türkiye kentlerine bakıldığında, gerçekten de bilindik anlamda kentsel meydanların
bulunmadığı görülür. Günümüzde kentsel meydan olarak adlandırılan yerlerin
birçoğu büyük kavşak noktaları ya da tanımlanmamış açıklıklardır.
76
Osmanlı kentlerinde de büyük açıklık alanların pazar ve eğlence yeri olarak
kullanıldığı görülür ve kentsel meydan kavramına en yakın alanlar buralardır. Ayrıca
cami ve avlusunun, batıda kentsel meydanlarla karşılanan birtakım toplumsal
ihtiyaçların karşılanması için yeterli olduğu görüşü birçok yerde ileri sürülmekte85 ve
kentsel meydanların oluşmamasının sebeplerinden birisi olarak gösterilmektedir.
Yine birçok yerde belirtilen bir başka konu ise, Türk kentlerinin kendi kendini
yönetme geleneği olmayışından dolayı kentsel meydanların oluşmayışıdır. Bu
aşamada, batıdaki kentsel meydanların birçoğunun belediye ve yönetim binaları
sayesinde oluştuğu görüşü belirtilerek bu önerme desteklenmektedir. Kuşkusuz bu
tür bir değerlendirme, Osmanlı kentinde meydan bulunmadığı anlayışıyla birlikte
batı merkezli bir bakış açısını temsil etmekte ve norm olarak Batı’nın kentlerini
almaktadır. Bu anlayışı paylaşmak mümkün olmamakla birlikte, Batı kentlerindeki
durumdan daha farklı bir kamusal mekan ve meydan anlayışının bulunduğunu da
belirtmek gerekir.
Bu aşamada açık olarak dile getirilmeyen konu ise Osmanlı toplumunun kapalı bir
yapıya sahip oluşudur. Osmanlı toplumunda kamusal alana kadın dahil değildir ve
erkeklerin kamusallığı da cami avlusu ve kıraathanelerde gerçekleşmektedir. Pazar
yeri olarak baktığımızda ise genelde kapalı çarşı ve bedesten gibi pazar yerleriyle
karşılaşırız. Bunun dışında bir diğer çarşı biçimi olarak her sokakta belli bir esnaf
grubunun bulunduğu kentsel dokular mevcuttur. (demirciler sokağı, kalaycılar
sokağı, zahireciler vs.)
85
Vardar, ibid., s. 34; ayrıca Maurice M. Cerasi; Osmanlı Kenti; YKY; Đstanbul; 2001; s. 197
77
Osmanlı kentlerinde, meydana ait işlevlerin farklı mekanlara bölüştürüldüğünden de
söz edilir. Cami avluları ve külliyeleri, çarşı ve mesirelikler bu işlevlerin
bölüştürüldüğü mekandır.86 Ayrıca Đtalyanca meydan anlamına gelen ‘piazza’
kelimesinin de Türkçe’ye ‘piyasa’ olarak geçtiği söylenmektedir. Çarşı anlamına
gelen piyasa kelimesi ayrıca, ‘piyasaya çıkmak’, ‘piyasa yapmak’ gibi meydana
atfedilen deyişlerde de kendini gösterir.87
Geleneksel Türk kent dokusunda, meydan denince akla gelen kavram mahalle
meydanıdır. Mahalle içerisinde yol çizgilerinin kırılması ya da birbirinden
uzaklaşması sonucu ortaya çıkan nispeten geniş alan, mahalle meydanı olarak işlev
kazanmıştır. Bu alana meydan kimliğini veren diğer mekansal özellikler ise çeşme,
cami, anıtsal ağaç ya da kahvehanelerdir. Bunun yanı sıra, mahalle biriminin ticaret
fonksiyonu da bu mekanda yer almaktadır. Bu mekanlar ayrıca mahalle içi bir
kamusallığa işaret eder. Ancak bu kamusallık, kadınların yoksun olduğu bir
kamusallıktır. Ayrıca bu alanlara siyasi bir anlam yüklemek de söz konusu değildir.
“Farsça bir terim olan maidan, belirgin bir biçimi de olabilen bir meydanı anlatır.
Türkçe’deki meydan sadece açıklık, boşluk anlamında tercüme edilmiştir: geniş,
yapılaşmamış bir alan.”88 Kentsel meydanın olmadığını savunan anlayışa göre
Osmanlı kentinde, sözü geçen büyük açıklıklar aşağı yukarı her zaman rastlantısaldır
ve özel işlevlerden yoksundur. Meydan tanımında kullanılan üç boyutlu bütünlük
mevcut değildir. Kent meydanı olarak bahsedilen mekanlar esas olarak birer pazar
86
Cerasi, ibid., s. 198
87
Cerasi, ibid., s. 126; ayrıca Vardar, ibid., s. 32
88
Cerasi, ibid.; s. 197
78
yeri görünümündedir. Meydan kavramının gelişmesini engelleyen en önemli neden
olarak, sosyal yaşamın ve meydanın mekansal gelişimindeki rolü büyük olan ticari
yaşamın daha çok kapalı mekanlarda geçmesi gösterilmektedir. Sosyal yaşamın
geçtiği alanlar olarak da cami avluları, kahvehaneler, tekkeler ve hamamlar
gösterilmektedir. Tournefort, Tokat için yaptığı çalışmada açık mekan olarak han
avlularını ve büyük çarşı meydanını saptarken; Đstanbul incelemesinde Batı Avrupa
piazza’sı ile meydan arasında saptadığı farktan yola çıkarak yüklendiği biçimsel
temsilcilik rolü ile piazza’yı büyük camilerin dış avlusuna karşılık gösterir.89
Toplumsal yaşantının merkezinin cami olması nedeniyle kent meydanının gelişimini
teşvik edici toplumsal isteğin oluşmaması da bir başka görüştür. Camiler, avlularıyla
kendi içlerine kapalı bir yapı sunarlar. Batıdaki örneklerinde olduğu gibi anıtsal bir
meydanla kente açıldıkları görülmez. Ayrıca, çok yaygın olan bir başka görüşe göre
de Türk kentlerinin kendi kendini yönetme geleneği çok eskiye dayanmadığı için
meydansızlık ortaya çıkmaktadır. Birçok Avrupa kentinde yönetim binalarının var
olmasıyla meydanlar oluşmuştur.
Batılılaşma hareketleriyle birlikte, Osmanlı’da da batılı anlamda kent meydanlarının
oluşturulmasına başlanmıştır. Ayrıca önceki uygarlıklardan miras kalan meydanlar
da mevcuttur. Buna en önemli örnek Sultanahmet ve Beyazıt meydanlarıdır. Roma
dönemindeki tören yolu, güzergah üzerinde belirli meydan açıklıkları bırakarak
bugünkü Sultanahmet, Çemberlitaş, Beyazıt, Laleli, Aksaray ve Fatih aksında
89
ibid.
79
uzanmaktadır. Bu aks üzerindeki açıklıkların bir kısmı, günümüzde de var olan
nirengi noktalarıyla kendini göstermektedir.90
Osmanlı döneminde temsili kamusallık mekanları olarak ise tören alanlarını görürüz.
Doğu Roma Đmparatorluğu’ndan miras kalan Sultanahmet Meydanı, en önemli tören
alanı olarak burada göze çarpmaktadır. Ayrıca padişahın namaz için camiye
gidişlerinin de bir tören havasında yapılması ve namazı kıldığı caminin önünde
gerçekleştirilen
seremoni
de
temsili
kamusallığın
yansıması
olarak
göze
çarpmaktadır. Ayrıca idamların, batıda olduğu gibi, geniş açıklıklarda yapılması da
temsili kamusallığın kent mekanına bir başka yansımasıdır.
II. I. IV. Cumhuriyet’e Geçiş Sonrası Meydanlar
Cumhuriyetle birlikte özellikle idari yapıların önünde meydanlar oluşturulmuştur.
Erken cumhuriyet dönemine ait tipik mekanlar Đstasyon Caddeleri ve Atatürk
Bulvarlarıyla birlikte vilayet konakları ve bunların önündeki vilayet meydanlarıdır.
Törenler burada gerçekleşmekte, halk da siyasal bilgi akışını burada sağlamaktadır.
Bu anlamda, meydanlar ve caddelerin bir devlet projesi olarak ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. Diğer bir anlatımla, iktidar mekanları olarak kurgulanan meydanlar,
yukarıdan aşağı bir süreç olarak devlet iktidarının mekanda kurucu parçaları olarak
tasarlanmıştır. Lefebvre’in anlatımıyla, burada soyut ve devlet merkezli bir mekan
yapılanmasından söz edilebilir.
90
Dikilitaş, Çemberlitaş, Kıztaşı
80
Bu tür bir kurgunun, devlet tarafından inşa edilen soyut-kamusal mekanın sorunsuz
ve sürekli iktidara hizmet eden bir nitelik gösterdiği anlamına gelmediğini
vurgulamak gerekir. Kuramsal bölümde de vurguladığımız gibi, kent mekanı sürekli
iktidar ve karşı iktidar projelerinin mücadele alanı olduğu ölçüde, kamusal mekanlar
her an, niyetlenilen kullanımların dışında da, kullanımlara konu olup, somut
mekanlara (ya da tersi yönde) dönüştürülebilir.
Bu çerçeveden bakıldığında, törenler gibi aktiviteler vb. için devlet erkinin gösterim
alanı olarak kurulan meydanlar, bu amaçların dışında kullanımların mekanı haline
gelebilmektedir.
27 Mayıs Đhtilali’nden hemen önce yaşanan gelişmeler bu çerçevede iyi bir örnek
oluşturmaktadır. 19 Nisan 1960 tarihinde Đsmet Đnönü’nün para çekme bahanesiyle
planlı bir şekilde Kızılay’a varmasıyla bir anda iktidara karşı muhalif bir eylem
başlar.91 Her ne kadar planlı bir durumdan söz edilse de genel seyri içinde spontane
gelişen bu olay, daha sonraki gösteriler için bir zemin yaratmıştır. Bu tetikleyici
gelişme ile toplumsal muhalefet artık sesini meydanlarda daha yoğun bir şekilde
duyurmaya başlamıştır. Menderes iktidarına karşı gelişen hareket Ankara’da Kızılay,
Đstanbul’da ise Sultanahmet ve Beyazıt Meydanlarını kullanmıştır. Özellikle
üniversite öğrencilerinin örgütlenerek geliştirdiği bu eylemler, Menderes iktidarına
karşı
91
gerçekleştirilen
27
Mayıs
Đhtilali’nin
yine
aynı
kesim
tarafından
Bülent Batuman; “Cumhuriyetin Kamusal Mekanı Olarak Kızılay Meydanı”; Ankara’nın
Kamusal Yüzleri içinde; Güven Arif Sargın (der.); Đletişim Yayınları; Đstanbul; 2002; s. 5962
81
sahiplenilmesiyle ve 1961 Anayasası’nın toplumsal muhalefet için yarattığı geniş
alan sayesinde 1960 sonrasında da sürekliliğini devam ettirmiştir.
Bu faktörlere dayanarak, 1960 sonrasına gelindiğinde, 1950’lerde başlayan sınıf
temelli hareketleri meydanlarda daha sık görmeye başlarız. Böylelikle bu hareketler
mekan içinde daha görünür olmuşlardır. Görünür oldukları ölçüde de, halka düşünce
ve bilgi aktarımları kolaylaşmış,, hareketin temel noktaları çoğu insan tarafından
bilinir hale gelmiştir. Bu bilgi akışı ise iktidarı tedirgin etmiştir. Çünkü bu sayede
siyasi hareketler, statükonun sahiplenmediği hareketler olarak, iktidarı temelinden
sarsacak bir potansiyele kavuşma yoluna girmiştir.
Bunu mekan açısından okuyacak olursak, edinilmiş mekanların kazanılmış
mekanlara dönüştüğünü söyleyebiliriz. Daha önce belirtildiği gibi 27 Mayıs’ı
hazırlayan süreçte de böyle bir dönüşümden söz edilebilir. Ancak şunu belirtmek
gerekir ki, 27 Mayıs süreci statükoyu tehdit edecek bir süreç değildir. Aksine bu
dönemde mekana yansıyan muhalefet, statükoyu destekler bir muhalefettir. Söz
konusu muhalefetin kentli orta sınıf tarafından oluşturulduğu da düşünülürse, bu
kesimin belli ölçülerde üniversite gençliğinin de desteğini alarak yarattığı değişimin
karşılığında ve söz konusu kesimin yarattığı olumlu havaya paralel olarak kamusal
alan konusunda belli bir açılım sağlanmıştır.
Ancak, bu durum 1960’lı yılların sonlarına doğru değişmeye başlamış, sınıf temelli
örgütlenmelerin güç kazanması ve mekandaki muhalefetin devlet söylemi dışına
çıkmaya başlaması, sistemi tedirgin etmiş ve bu geniş hareket alanı 12 Mart süreciyle
82
daraltılmıştır. Ancak bu daraltma, hareketleri kısıtlayamamış, mekana yansıyan
mücadele artarak devam etmiştir. 1960’lı yılların sonlarından itibaren kent
meydanları, muhalif kesimlerin dönüştürücü etkisi çerçevesinde dikkate değer bir
değişime uğramıştır. Öğrenci ve işçi sınıfının gösteri alanları olarak meydanlar
devletin kontrol ettiği kamusal mekanlar olmaktan çıkmaya başlamış, giderek artan
biçimde gösteri ve protesto eylemlerinin alanı olarak tanımlanır hale gelmiştir.
Bu dönemde toplumsal mücadele süreçleri ve bu mücadelelerin mekana yansımasıyla
ilgili olarak en çarpıcı örnek kuşkusuz 1976 ve 1977 1 Mayıslarıdır. 1976 yılında
Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen ilk kitlesel 1 Mayıs mitingi, bu mekanın somut
bir mekana dönüşmesini sağlamıştır. Buna karşı 1977 1 Mayıs’ında sistemin, hem bu
kitleselliğin önüne geçmek, hem de bu mekanı soyut bir mekana geri dönüştürmek
için giriştiği ve kan dökülmesine yol açan olaylar ise, istenenin aksine, kazanılmış
olan mekanın somutluğunun pekişmesine yol açmıştır. Bu olaylar sonrasında Taksim
Meydanı hemen her kesimin gözünde sol hareketlerin protesto ve eylem mekanı
olarak görülmeye başlanmış ve toplumsal hafızaya uzun süre bu çerçevede
kaydedilmiştir. Đzin verilmemesine karşın ertesi sene de aynı meydanda kutlanan 1
Mayıs, daha sonra ise tümden yasaklanmış ve mekansal süreçler bu yolla tıkanmaya
çalışılmıştır. Ancak artık 1 Mayıs Meydanı olarak da bilinen Taksim Meydanı,
simgesel bir önem kazanmıştır ve her 1 Mayıs’ta tekrar gündeme gelmektedir.
Taksim Meydanı ile simgeleşmekle birlikte, hemen her kentte kentin önemli
meydanlarının hemen tamamı bu tür bir siyasallaşma ve muhalif kesimlerin kontrol
ettiği mekanlara dönüşmeye başlamıştır. Ankara’da Tandoğan Meydanı, Đzmir’de
Konak Meydanı, Diyarbakır’da Dağ Kapı Meydanı 1980’e kadar bu tür dönüşümleri
83
yaşayan meydanlardır. Daha önceki dönemlerde devletin gücünün simgesi haline
gelen bu meydanlar 1970’li yıllar boyunca sol muhalefetin gücünü gösterdiği ve
üzerinde kontrol kurabildiği mekanlar olmuştur.
12 Eylül, bir anlamda 12 Mart Darbesi’nin başaramadığını başarmıştır. 12 Eylül
darbesinin gerçek hedefi başta büyük kentlerde olmak üzere sol muhalefetin
bastırılmasıdır. Siyasal partiler ve hareketler yasaklanırken, bu kesimlerin yaptığı
gösteriler ve protesto eylemleri de benzer biçimde yasa dışı hale gelmiştir. Kuşkusuz
bu durumun konumuz açısından en önemli sonucu kent meydanlarının siyasete ve
siyasal etkinliklere kapatılmasıdır. Diğer bir anlatımla, 1970’li yıllarda sol parti ve
hareketlerce kazanılan bu siperler 12 Eylül Darbesi ile kaybedilmiş, devlet bu
mekanları tekrar denetimine alarak soyut mekanlara dönüştürmüştür. Kentlerin
önemli meydanları, iktidarın göründüğü mekanlar haline gelmiştir. Buralarda sadece
darbe süreciyle başa gelenlerin düzenlediği toplantılar gerçekleşmektedir. Söz
konusu dönemde Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren hemen her kentte bu
meydanlarda konuşmalar yaparken, konuşmasının ana teması darbe öncesi kentlerin
içinde bulunduğu kaos ve anarşi ortamıdır. Kuşkusuz sözünü ettiği dönemin gerçek
şahidi ve eylem mekanı bizatihi konuşma yaptığı meydanlardır.
1980’li yılların ortasından itibaren demokrasinin restorasyonu süreci başlamış ve çok
partili hayata geçilmiştir. Ancak, bu süreçte ortaya çıkan iktidarların hiçbiri kentin
meydanlarını muhalif gösterilere açmamıştır. Çoğu durumda, 1 Mayıs gibi
gelenekselleşmiş gösteriler kentin ücra köşelerindeki açık alanlarda yapılabilmiş,
Taksim, Tandoğan gibi meydanları kullanabilmek için yapılan başvurular
84
reddedilmiştir. Gösterilere sağlanan yerler daha çok kentin ücra köşelerinde,
göstericilerin hedeflediği kitlelerden izole edilmiş mekanlardır.
Ancak
1990’lara
gelindiğinde,
bölüşüm
sorununun
giderek
tekrar
önem
kazanmasıyla paralel olarak, bir takım hakların geri kazanılması sonucu tekrar
örgütlenme ve bunu mekana yansıtma süreci başlar. Ancak 12 Eylül sonrası süreçle
ilgili söylenebilecek bir başka şey, aynı dönemde dünya genelinde de bir anlayış
değişikliğinin yaşandığıdır. Neo-liberal politikaların güç kazanması ve ‘yeni dünya
düzeni’nin hayata geçirilmesi ile tüketim toplumu ve esnek üretim biçimleri sonucu
oluşan post-fordizm ile de küreselleşme92 kavramları gündeme girmiştir. Türkiye’de
1990’larda tekrar güçlenmeye başlayan muhalif hareketlerin günümüze geldiğimizde
güç yitirmiş olmalarının sebeplerinden birisi, bu kavramlar çerçevesinde sistemin
(tam da Gramsci’nin bahsettiği anlamda) bir hegemonya projesi ile toplumu
depolitize etmesidir. Bu durumun doğal bir sonucu sadece meydanların kaybedilmesi
değil aynı zamanda meydanları aktif olarak kullanan muhalif kitlenin de
küçülmesidir. Daha önce 500 000 kişiyi geçen 1 Mayıs gösterileri 50 000 kişinin
katıldığı etkinliklere dönüşmüştür.
Toplumsal süreçlerin mekana yansıması ile ilgili olarak verilebilecek bir başka örnek
ise 28 Şubat sürecidir. 12 Eylül sonrası, rakip bir ideoloji kalmamasının da etkisiyle,
örgütlenmesini daha rahat yapabilen dinci çevrelerin, bu örgütlenmeyi mekana pek
92
Günümüzdeki anlamıyla küreselleşme, emperyalizmin sermaye çevreleri tarafından
gerçekleştirilmesidir. Ancak bakıldığında enternasyonalizmin de alternatif bir küreselleşme
projesiyle ortaya çıkabileceği görülmektedir. Aşağıdan küreselleşme olarak adlandırılan
hareketler de böyle bir sürecin ürünüdür.
85
de fazla yansıtmadıkları görülür. Ancak sonrasında gerek türban eylemleriyle olsun,
gerek cami çıkışı tarikat eylemleriyle olsun kendisini mekanda görünür kılan bu
hareket, bir süre sonra sistemin bir müdahalesiyle karşılaşmıştır.
Bu aşamada, toplumsal mücadele süreçlerinin mekana yansımasıyla ilgili olarak
şöyle bir tespit yapılabilir: mekana yansıyan toplumsal mücadele süreçleri,
arkasından radikal dönüşümleri getirir. Bu dönüşümler darbe, devrim ya da başka
şekillerde gerçekleşebilir. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’e baktığımızda aynı
sonuçlarla karşılaştığımız gibi cumhuriyet öncesi dönem için de (özellikle 1908’e
baktığımızda) aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bu radikal dönüşümler, mücadeleler
açısından kazanmak ya da kaybetmek olarak adlandırılabilir, ancak bu mutlak bir
kazanma ya da kaybetme durumu değildir; mücadele devam eder.
Bunu mekansal süreçler açısından da aynı şekilde okuyabiliriz. Bir mekanın
kazanılmış olması, somut mekana dönüştürülmüş olması; tekrar soyut mekana
dönüşmeyeceği anlamına gelmez. Bu süreçlerin ucu açıktır ve tarihin sonu bu yüzden
gelmez.
Günümüzde toplumsal muhalefet hareketlerinin, geçmişte simge konumuna gelmiş
kentsel meydanlarda kendini göstermesi yasaklanmış durumdadır. Meydanların
giderek birer kavşak noktası haline getirilmesine yol açan kent yöneticileriyse,
kavşaklara da meydan adını vermeye başlamıştır.93 Toplumsal muhalefetin kendini
93
Yapılan düzenlemelerle birer kavşak noktası durumuna gelen Kızılay ve Taksim
Meydanları gibi, Abide-i Hürriyet Meydanı gibi meydan adı verilen kavşak noktaları da
86
ifade edebilmesi için gösterilen meydanlar ise işte bu gibi kavşak noktaları olmuştur.
Bu mekanların kent dışına yakın bölgelerde bulunması da görünürlüğü kısıtlamış ve
bilgi akışını zorlaştırmıştır.
II. II. MEYDANLARIN SOSYAL VE SĐYASAL AÇIDAN ÖNEMĐ
II. II. I. Meydanların Genel Karakteristikleri
“Meydan mekanı, insanların herhangi bir zorlamayla gerçekleşmeyen istekleri
doğrultusunda diğer insanlarla karşılaştığı ve böylece farklı kişilikleri tanıdığı mekan
olması nedeniyle; aktif yaşamın odak noktası, çıkar çatışmalarının sonuçlandırıldığı
ve uzlaşmanın sağlandığı, ayrıca insana özgü yetkinliklerin ve imkanların
sergilendiği bir şehir alanıdır.”94
Meydan, yüzey ve sınırlayıcı yapılarla birlikte bir hacim birliği oluşturarak tanımlı
bir mekan olmalı ve topluca çeşitli amaçlar için kullanılabilmelidir.95
Meydanların genel karakteristiklerine bakacak olursak şu sonuçlarla karşılaşırız:96
mevcuttur. Bu durumun en çarpıcı örneği ise Ankara’da Kuğulu Park mevkiindeki kavşağa
konulan Meksika Meydanı tabelasıdır.
94
Dağıstanlı; ibid.; s. 90
95
Vardar, ibid.
96
Dağıstanlı; ibid.; s. 91-93
87
• Meydanlar sosyal katılım için uygun ortamlar doğururlar ve bir arada olma,
öğrenme imkanı sağlar.
• Katılımda etkin bir zemin hazırladığı için sosyal organizasyonların kurulmasını
mümkün kılar.
• Bir arada bulunma, bilgi geçişini sağladığından paylaşılan bilginin artmasına yol
açar.
• Paylaşılan mekanlar, zevkli ortamlar oluştururlar.
• Sokak ve meydan eğlenceleri katılımcıları, toplumsal olma arzusuyla birleştirir ve
çeşitli aktivitelerin yer aldığı sosyal atmosferin oluşmasını sağlar.
• Bir meydan, politik gösteriler için de etkili bir zemin niteliği taşır. Meydanlar,
toplumu bilgilendirmeyi amaçlayan politik katılımlarla düşüncelerin paylaşımı ve
tartışılmasında uygun zemini sağlayabilir.
Bunlar da bize meydanın kamusallık ve toplumsal süreçler açısından ne denli önemli
olduğunu gösterir.
II. II. II. Meydanların Niteliklerini Etkileyen Unsurlar
Meydanların oluşumunda ve devamında etkili olan unsurlar da şöyle sıralanabilir:
• Ticaret
• Baskın yapı
• Trafik
• Sosyal iletişim
• Đktidar ve Toplumsal muhalefet
88
• Đdeolojik imge oluşturma
Meydanların anlamlarını yitirerek yok olma sürecine girmelerinde de, bu unsurlarda
yaşanan dönüşümlerin etkisi büyüktür.
II. II. II. I. Ticaret
Ticaret, meydanların ilk oluşumundan itibaren bu mekanları tanımlayan işlevlerden
birisi olmuştur. Antik çağ meydanlarında siyasal ve toplumsal işlevin yanında,
günlük aktivitelerin ayrılmaz bir parçası olarak yer almış, Ortaçağda ise kentlerle
birlikte meydanların da yeniden ortaya çıkışında en önemli etken olmuştur. Bu
dönemde meydanlar, pazar meydanları olarak oluşmaya başlamış ve kilise
meydanlarıyla çeşitlenmiştir. Meydanların ayrılmaz bir işlevi durumuna gelen ticaret,
modern şehirlerin de merkez ve alt merkezlerini tanımlayan meydanlarda bu
birlikteliği devam ettirmiştir.
Sonrasında ticarette yaşanmaya başlanan değişim meydanların niteliğinde de
değişime yol açmıştır. Ticaret, boyut değiştirmiş ve alanını genişletmiştir. Ticaret
fonksiyonu için artık alışveriş amaçlı yaya aksları ve büyük alışveriş merkezleri
ortaya çıkmıştır. Bu alanlar için sosyalleşmeden bahsetmek de oldukça güçtür. Bu
mekanları tanımlayan fiziksel öğe vitrinlerdir (alışveriş merkezlerinde akslar boyu
uzanan cepheleri sadece vitrinler oluşturmaktadır) ve insanların tüketmeye sevk
edilmesi daha kolay bir hale gelmektedir.
89
Bu işlevin meydanlardan çekilmesi bu değişimle açıklanabileceği gibi, diğer
unsurlarla bağlantısı da gözardı edilmemelidir. Meydanların depolitize edilme
sürecinde, buradaki trafiğin
arttırılmasıyla birlikte mekan, bu işlev için
olumsuzluklar sunmaya başlamıştır. Bu nedenle de bu işlev önce “kuytu
merkezciklere”97 ardından da büyük alışveriş merkezlerine kaymıştır.
II. II. II. II. Baskın Yapı
Baskın yapılar açısından meydana baktığımızda ise dini ve idari yapıların eskisi
kadar baskın hissedilmediğini görmekteyiz. Bunun nedenlerinden birisi, insanların
bu yapılardan artık eskisi kadar etkilenmemesi olabilir. Ancak bundan daha kesin
olan bir neden vardır ki, o da dikey kentleşme ve post-modern mimari örnekleriyle
bu yapıların sönük kalmasıdır. Ancak bu, yeni yapıların baskın olmayacağı anlamına
gelmez. Fakat post-modern mimarinin yarattığı sıradışılığın tekdüzeliği, baskın bir
yapı imajı sunmakta pek başarılı değildir. Ayrıca cephenin üç boyutlu modeli
arttıkça, tanımlı bir mekan olma özelliği yitirilir. Kaldı ki, Türkiye’deki meydanlar
makroform açısından incelendiğinde Türkiye kentlerinin, batıdaki örneklerinde
olduğu gibi bir kapalı meydana sahip olmadığı görülür. “Kentlerin önemli yapıları
çokluk
kendi
başlarına
ele
alındığından,
bu
yapılardan
yararlanarak
gerçekleştirilebilecek özgün dış mekanlar oluşmamaktadır. (…) Kentin önemli
yapıları, sanki sıradan yapılarmış gibi tek başlarına, en çok kendi parsellerinin
düzenlenmesiyle ele alınırlar.”98
97
Batuman; ibid.; s. 68
98
Vardar, ibid.
90
II. II. II. III. Trafik
Trafikte yaşanan dönüşüm meydanların yok olmasındaki en önemli unsurlardan
birisidir. Ayrıca meydanların yok edilmesindeki başlıca araçtır da. Kentsel nüfusun
fazlalaşması ve taşıt sahipliliğinin de artması ile trafik sorunu, kentsel sorunların en
önemlilerinden birisi haline gelmiştir. Özellikle ülkemizde kent içi toplu taşıma
sistemlerinin etkin bir şekilde oluşturulmaması, araç sahipliliğinin özendirilmesi ve
etkin bir ulaşım planlaması yapılamaması nedeniyle araç trafiği, kent merkezini
yoğun bir şekilde işgal etmektedir.99 Kentsel meydanları bölerek geçen araç yolları,
mekandaki hareket serbestliğini büyük ölçüde kısıtlamaktadır.
Ayrıca meydanların siyasi birer simgeye dönüşmesi ve somut mekanlar olarak birer
kazanıma dönüşmeye başlaması, bu durumdan rahatsız olan iktidar sahiplerinin bu
mekanları, soyut mekanlar olarak geri kazanma düşünceleriyle, bu mekanların anlam
ve işlevlerini değiştirerek yok etme girişimlerini doğurmuştur. Bu aşamada da en
etkin silah olarak ulaşım aksları gündeme gelmiştir.100 Meydanlardan geçen akslar
99
Bu noktada aslında tam bir plansızlıktan söz etmek de mümkün değildir. Postmodernizmin
birbirine eklemlenmiş kent parçaları mantığından hareketle, belirli mekanlar özelinde
verilmiş kararlar bulunmaktadır. Ancak meydanları bölüp geçen ana arterlerin, modernist
kent ütopyacılarının hız otoyolu düşüncesinden izler taşıdığı da yadsınamaz. Ankara’da
uygulanmaya başlanan çok katlı kavşak projeleriyle, uydu kentlerden gelen özel araç
sahiplerinin hiçbir ışığa takılmadan Kızılay’a gelmesinin sağlanması düşüncesi de bunun
yakın zamandaki somut örneklerinden biridir. Böylelikle kentsel fonksiyonlar arası bağlantı
hızlı şekilde sağlanmaya çalışılmaktadır. Ancak, modern şehirciliğin bütüncül perspektifinde
değil, post-modern şehirciliğin eklektik mantığıyla oluşan yeni kentsel fonksiyon alanları
nedeniyle bu bağlantıların istenilen sonucu veremeyeceği de ortadadır.
100
Aslında meydanların yoğun trafiğe maruz bırakılmasının, direkt olarak meydanların
işlevlerini yok etme amacıyla yapıldığını söylemek de güçtür. (neyin ne amaçla) Çünkü, bu
meydanların geçmişine bakıldığında bunların yine birer kavşak noktası olma özelliğinin
91
genişletilerek birer ana arter durumuna getirilmiş; otobüs durakları, metro
istasyonları gibi ulaşım elemanlarıyla da mekan mümkün olduğunca kısıtlanmaya
çalışılmıştır. Kızılay Meydanı’na bakıldığında, yıllar içinde araç yolunun gitgide
genişlediği ve mekanı daha çok kullanmaya başladığı görülür. Ayrıca, metro
istasyonları ve bunların havalandırmalarıyla mekan daha da daralmıştır. Bunlara ek
olarak, kaldırım kenarlarına ve refüjlere konulan bariyer, zincir, su elemanları gibi
engeller; yaya sirkülasyonunu belli doğrultulara hapsetmektedir.
Kaynak: www.ergir.com/Piknik.htm
Meydanın genel yapısı, belli bir hareket düzenine değil serbest harekete ve durmaya
teşvik ediciyken, bu örnekte bunun artık gerçekleştirilemediğini görürüz. Đnsanlar,
mevcut olduğu görülür. Ancak bu yolların genişletilmesinin salt bu kavşak olma özelliğinin
devamının sağlanması için yapıldığı da söylenemez. Sonuçta, meydanı meydan yapan
nitelikler arasında bir denge sağlanması gerekmektedir. Bu nitelikler arasında politik bilgi
akışı ve toplumsal iletişim ve katılım da mevcuttur ve yukarıdan aşağıya bir planlama
modeliyle oluşturulmuş bu mekanlarda dengenin toplumsal süreçler aleyhine bozulması,
meseleye iktidar ve muhalefet arasındaki diyalektik penceresinden bakılması gerekliliğini
doğurur.
92
tıpkı bir sokakta yürür gibi, belli doğrultularda hareket etmeye zorlanmaktadır.
Meydan, bir toplanma değil, bir geçip gitme mekanına dönüşmüştür.
II. II. II. IV. Đdeolojik Đmge Oluşturma
Kentsel meydanlar, çeşitli kent mobilyalarıyla kimlik kazanmaktadır. Bu kent
mobilyaları da belirli ideolojik imgeler olarak mekanda yer almaktadır. Bunlar siyasi
erkin oluşturmaya çabaladığı ulusal benliğe yönelik imgeler sunan kentsel mobilyalar
olabileceği gibi, toplumsal muhalefet için simge haline dönüşebilecek kentsel
mobilyalar da olabilir.101 Bu mobilyaların en belirginleri heykeller ve anıtlardır.
Cumhuriyetin ilk döneminde bunların genelde birleşmiş, çalışkan ve fedakar bir halkı
temsil ettiği görülmektedir. Daha önce bahsedildiği gibi devlet iktidarının mekanda
kurucu öğelerinden biri olarak tasarlanmış olan meydanlar, erken cumhuriyet
döneminde devletin kurduğu toplumsal projenin halka yansıtılmaya ve ulus bilincinin
oluşturulmaya çalışıldığı mekanlar olarak görülmektedir.
On yıl öncesine kadar geldiğimizde ise en çarpıcı örnek ibrik gibi, zihniyeti temsil
eden ancak izleyicinin zihninde bir anlam oluşturmayan, reklam amaçlı kent
mobilyasıdır. Bu örnek bize hem iktidar ve sermaye ilişkisinin ulaştığı boyutu, hem
de yansıtılmaya çalışan mesajlar arasındaki derin uçurumu göstermektedir.
101
Bu konuda örnekler için bkz. Batuman; ibid; s. 41-76. Ayrıca aynı yerde, Đnci Yalım;
“Toplumsal Belleğin Ulus Meydanı Üzerinden Kurgulanması Çabası”; s. 157-214
93
Günümüzde ise artık ideolojik imgelerin yerini başka şeylerin aldığını görmekteyiz.
Bunun nedeni olarak, iktidarın, bu mekanlara artık rakip ideolojileri sokmayışını
gösterebiliriz. Meydanlara konumlandırılan heykel, anıt, vs.nin yerini artık
billboardlar, reklam panoları almıştır.102 Reklamın sunduğu imajda eritilen bireysel
benliklerin de bir toplumsallaşma sunamayacağı ortadadır. Birinci bölümde
bahsedilen, sermayenin mekan yaklaşımını hatırlayacak olursak, mekanın soyut ve
alınıp satılır bir meta olarak değerlendirildiğini görürüz. Sermayenin yarattığı soyut
bir mekan olarak meydanlarda toplumsal olan, tüketimdir.
Bundan başka bu panolar, mekansal algıyı güçleştirmekte ve meydanın algılanan
makroformunu değiştirmektedirler. Bunların yarattığı bir başka sorun da yayaların
mekanını daha da kısıtlamalarıdır. Yukarıda bahsedilen kısıtlanmış mekan, yayalara
bir sokakta yürüyormuşçasına belli doğrultularda akslar bırakmaktadır. Bu panolar
da genellikle bu akslar üzerinde konumlandırılmakta ve alanı daha da
kısıtlamaktadırlar.103
102
Bunları (reklam panolarını) ideolojik imge olarak almamak da yanlış bir yaklaşımdır
olabilir. Çünkü cumhuriyetin ilk yıllarında oluşturulmaya çalışılan ulusal benlik gibi neoliberalizmin de yaratmaya çalıştığı bir toplumsal benlik mevcuttur. Piyasanın işlemesine
yönelik olarak yaratılmaya çalışılan benlik, sunulan imajı kendinde eriten tüketici benliğidir.
Bu benlik, günümüz ekonomi-politiği açısından bakıldığında, bir ideolojinin toplum projesi
olarak ele alınabilir.
103
Bu panoların yürüyüş aksları üzerine yerleştirilmesi, bu aksı daha da kısıtlamak
maksadıyla değil panoların daha çok izlenebilmesi maksadıyladır. Bir doğrultuda ilerleyen
kentli, önüne çıkan engele bakacak ve bir izleyici durumuna geçecektir. Bu izleme sırasında
da sunulan imajı algılayacak ve yoluna o şekilde devam edecektir. Kimi zaman yaya ve araç
trafiği arasında yer alarak görüşü kısıtlayan reklam panolarına rastlanmaktadır. Bunlar da
aynı şekilde iki düzlem arasında geçiş sağlanacağı zaman dikkati çekmekte ve imajını
sunmaktadır.
94
II. II. II. V. Sosyal Đletişim
Sosyal iletişimde yaşanan dönüşümler de kentsel meydanların yitirilmesindeki bir
başka etkendir. Yaratılan yeni dünya düzeni ile birlikte sınıf çıkarlarının yerini
bireysel çıkarlarla doldurmaya çalışan egemen kesimler, bilgi alışverişinin yerine
mal alışverişini ikame etmeye çabalamaktadır. Ancak bu mal alışverişi de
meydanlarda değil, alışveriş aksları ve merkezlerinde yapılmaktadır. Camekanların
oluşturduğu perspektif, bir izleyici olarak kentliye mal teşhir etmektedir. Kentsel
yaşam içerisinde daha önce izlenen imajlar, bireyde çağrışım yapmakta ve teşhir
edilen mallar bu mantık çerçevesinde izlenmektedir.
Ayrıca bu mekanların toplumun tüm kesimlerine hitap etmediğini de vurgulamak
gerekiyor. Türkiye’deki alışveriş merkezleri her ne kadar Venezüella’daki gibi birer
(sadece üst ve orta-üst sınıfların girebildiği, alt sınıfların giremediği) kale
konumunda değilse de dünya üzerinde bu tür örneklerin bulunduğunu ve Türkiye’de
de böyle bir eğilimin olduğunu belirtmekte yarar vardır. Bunun dışında Fransız
Sokağı uygulaması gibi girişinde güvenlik görevlilerinin kimin içeri alınıp
alınmayacağını tespit ettikleri kentsel mekanların oluşmaya başlaması da soyutsomut mekan ilişkisine bir başka boyut kazandırmaktadır. Bu mekanlar, alt sınıflar
için ne edinilmiş ne de kazanılmış mekanlardır. Bu tip mekanlar için özel-kamusal
mekan tanımlaması kullanmak yerinde olacaktır. Bu anlamda da toplumun belli
kesimleri için edinilmiş olan bu mekanlar, alt sınıflar için girişin yasak olduğu
dışlanma mekanlarıdır. Bir başka deyişle, sınıflar arası düzlemde özel alana dahil
olan bu mekanlar belli bir sınıf içinde kamusal özellik taşımaktadır.
95
Sosyal iletişime dair bir başka boyut, kentlilerin artık kentsel mekanları
sahiplenmemeleridir. Đnsanlar, toplumsallaşma eylemlerini bilgisayar başında
interaktif olarak gerçekleştirirken, kentin tasarımını değiştirmeye yasal olarak yetkili
kesimler,
kenti
egemen
güçlerin
anlayışları
doğrultusundaki
imgelerle
doldurmaktadır. Kenti sahiplenmesi gereken kentli de buna müdahale etmemekte, bu
imgeleri bilinçsiz bir şekilde alt beynine yollamaktadır. Toplumsal muhalefetin bile
internet üzerinden yapılması bu mekanları başıboş bırakmaktadır. Savaşa karşı,
Afrika’daki açlığa karşı104 internet üzerinden yürütülen kampanyalar; insanların
birbiriyle etkileşimde bulunmadan bir düğmeye tıklayarak bir şeyleri değiştirdikleri
hissini uyandırarak vicdanlarını rahatlatmaktadır. Bu tür bir kaygıyla benzer
mesajlara cevap verme arzusu güden kentli için, durumu karikatürize edecek olursak,
bankın yerini iskemle, kent görüntüsünün yerini de 15 ya da 17 inch ekran almıştır
diyebiliriz.105
Son yıllarda oluşan ve Prag’daki pembe kortej, Cenova’daki beyaz blok ve
Seattle’dan başlayarak her eylemde gündeme gelen kara blokla belirginleşen
104
Bir ara bir internet sitesi üzerinde yer alan reklam mesajlarının üzerine tıklanarak sponsor
firmaların internet siteleri izlendiğinde, o şirketin Afrika’ya görüntüleme başına yiyecek
yardımı yaptığı bir sistem kurulmuştu. Afrika’daki açlığın bir reklam malzemesi olarak
kullanıldığı bu sistem çoğu insan için, kafalarında soru işareti uyanmadan vicdanlarını
rahatlattıkları bir araç olmuştur.
105
Sennett’ın bahsettiği gibi bir tiyatro sahnesinin de ortadan kalkmakta olduğu söylenebilir.
Sennett; (2002B); s. 62-67 Ya da bu tiyatro sahnesi dijital ortama aktarılmıştır da denebilir.
Mekana yabancı bir kişinin kendini kabul ettirebilmek amacıyla, o mekanda geçerli kodları
kullanmaya çalışmasıyla oluşan ‘tiyatro sahnesi’, bireyin dahil olmak istediği dijital cemaatte
daha kolay bir arena haline gelecektir. Çünkü birey izleyebiliyorken izlenmeyebiliyor
konumdadır. Kentsel mekanda ise bu izleme eylemi karşılıklı olarak gerçekleşmektedir.
96
aşağıdan küreselleşme hareketinin106, internet ortamında bilgi ve deneyim paylaşarak
örgütlenmeleri ile oluşan yeni bir kamusallığın bu örgütlenmeyi mekana yansıtması,
bu önermeye ters düşmektedir. Ancak, önceki paragrafta belirtilen interaktif
kampanyaların, insanların vicdanını rahatlattığı ve bu yüzden mekana yansıyacak bir
kitleselliğin önüne geçtiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca internet
ortamında denetimin daha kolay bir şekilde yapılabilmesi de bu hareketin gelişmesi
için bir başka engeldir.107 Uygulanan denetim nedeniyle, bu hareketler sistem
içerisine daha kolay entegre edilebilirler.
Đnternetin mekansal süreçler üzerindeki etkisinden bahsederken değinilmesi gereken
bir başka nokta da, yukarıda verilen örnekler ışığında, artık mekanın soyutlaştırılması
yanında soyutun mekansallaştırılmasının gündeme geldiğidir.
II. II. II. VI. Đktidar Ve Toplumsal Muhalefet Đlişkisi
Meydanlar açısından önemli olan son unsur da iktidar ve toplumsal muhalefet
ilişkisidir. Daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi, meydanlar, devlet iktidarının
mekanda kurucu öğeleri olarak tasarlanmıştır. Bu yüzden bu mekanı kazanmaya
106
Biçimsel olarak yeni toplumsal hareketler içerisine sokulan bu hareket, içerik olarak
siyasi bir niteliği olduğu için bu tanımdan ayrılmaktadır. Bunun için bu tanımın revize
edilmesi gerekir. Bu hareket içindeki gruplar hakkında daha fazla bilgi için Türkçe’de
kaynak olarak örn.: Türkan Uzun (haz.); Cenova Günlüğü; Stüdyo Đmge Yayınları; Đstanbul;
2001
107
Veysel Bozkurt; “Gözetim Ve Đnternet: Özel Yaşamın Sonu Mu?”;
www.isguc.org/vbozkurt4.htm; 04.06.2004 Ancak, pratik düzeyin yanı sıra teorik düzeyde
de olgunlaşmaya başlayan bu hareketin mekana yansıması önümüzdeki dönemlerde daha net
izlenebilecektir; ve bu konudaki tartışmalar da daha net bir zemine oturabilecektir.
97
çalışmak, toplumsal mücadele süreçlerini bu mekanlara taşımak iktidara karşı sesi
duyurmanın en etkin yollarından birisidir.
Meydanlar, kentin kalbi diyebileceğimiz merkez alanlarıdır. Günlük aktivite
içerisinde birçok kentlinin bu alanı kullanması, meydanları kentin en görünen
mekanları haline getirir. Bu yüzden meydanlar, bu mekanlarda yapılacak eylemler ve
aktiviteler sonucunda oluşacak siyasal düşünce ve bilginin insanlar arasında
aktarılması olayının en kolay gerçekleştiği yerlerden birisi konumundadır. Bu
alanların bu amaçlı kullanımı da sadece muhalif hareketler tarafından değil, siyasi
erk sahipleri tarafından da gerçekleştirilmektedir. Özellikle resmi bayramlar ve
yıldönümlerinde gerçekleştirilen yürüyüşler buna örnek olarak gösterilebilir. Üstelik
bu tür yürüyüş ve mitingler için, muhalif hareketlere kapatılan meydanlar
kullanılmaktadır.108 Bu da iktidarın, gücünü simgelemek için kullandığı bir başka
yöntemdir. Kendisi mekanları istediği gibi kullanabilirken, muhalefetin kullanacağı
mekanlar kısıtlıdır ve yine iktidar tarafından belirlenmiştir. Üstelik bu mekanlar,
kentin dış bölgelerinde, görünürlüğün az olduğu mekanlardır. Dolayısıyla, iletilmeye
çalışılan mesajın etkisi azalmaktadır. Ayrıca meydan olarak gösterilen bu mekanlar,
genelde kavşak noktaları ya da işlevsiz açık mekanlardır.109 Bu tür mekanların iktidar
108
Đstanbul’da özellikle Mecidiyeköy-Taksim hattında yürünmekte ve Taksim Meydanı’nda
toplanılmaktadır. Ayrıca Ankara’da Đ. Melih Gökçek’in keyfi alan kullanımları
görülmektedir. 1 Mart 2003 tarihinde yapılan savaş karşıtı eylem için Kızılay Meydanı
kapatılırken, aynı günün akşamında Gökçek bu mekanda kendi icraatlarının reklamını
yapmıştır.
109
Đstanbul’da 2004 yılında gerçekleşen NATO Zirvesine yönelik eylemler için gösterilen
mekanlar; bir kavşak noktası olan Abide-i Hürriyet Meydanı ve Beykoz Çayırı’dır. (Kaynak:
www.istanbul.gov.tr)
98
açısından başka bir avantajı ise kitlenin denetiminin daha kolay sağlanmasıdır.
Ayrıca, bu tür kavşak noktalarında toplanan kalabalık miting alanına sığmadığından,
akslar boyunca uzanan insan toplulukları bir kitle görüntüsü de sunmazlar.110
Mekan kullanımının toplumsal muhalefet açısından en önemli noktası ise gerçek bir
toplumsal muhalefetin mekanda iz bırakmasıdır. Daha önce soyut mekanların
kazanılarak somut mekanlara dönüştürülmesi ve soyut-somut ikiliği içinde süregiden
bir mücadele sürecinden bahsetmiştik. Mekanda iz bırakmak, günlük pratikler
dışında, mekana dair toplumsal bir belleğin oluşturulmasıyla gerçekleşir. Đktidar ise
mekanda iz bırakacak herhangi bir oluşumun önüne geçmeye çalışır. Kimi zaman
bireylerin kitleselleşmesini önlemek ve soyut popülist söylemlerle gündemi işgal
etmek üzere çeşitli oluşumlar desteklenir. (belirli aralıklarla gündeme getirilen sessiz
çoğunluğun sesi örneği gibi) Kimi zaman da bu mekanlar, yitirilme pahasına
dönüşüme
uğratılmakta,
yasaklar
konarak
bu
mekanların
siyasi
katılıma
kapatılmasına çalışılmaktadır. Oysa, hegemonik güçlerce oluşturulmuş mekanda iz
110
Örnek olarak Abide-i Hürriyet Meydanı’na bakılabilir. Son yıllarda Đstanbul’da
gerçekleşen birçok kitlesel eylem ve özellikle 1 Mayıs mitingleri bu alanda yapılmaktadır.
Ancak burası bir meydandan çok bir otoyol kavşağı görünümündedir. Şişli ve Okmeydanı
istikametlerinden bu alana yürüyen kortejler, kavşağın kesişme noktasına sığmamakta ve
kalabalık iki yönde akslar boyunca uzayarak beklemektedir. Böylelikle gösterilmeye
çalışılan kitlesellik görüntüsü yakalanamamaktadır. Ancak, aşağıdan hareketlerin, yukarıdan
tasarlanmış mekanlarda kendini göstermesi gerektiği de bir gerçektir. Aşağıdan tasarlanmış
bir kentsel meydan var olmadığı gibi, böyle bir mekan var olsa idi dahi böyle bir hareketin
iktidar karşısında kendini bir güç olarak sunması için kendini yine yukarıdan tasarlanmış
mekanlarda göstermesi gerekirdi. Aşağıdan tasarlanmış bir kentsel meydanın var olup
olamayacağı ya da olsa bile ne kadar manidar olacağı ise, konumuzu ilgilendirmekle birlikte,
başka bir çalışmanın konusu olarak belirmektedir.
99
bırakan hareketlerin, devamlılığı sağlanır. Çünkü o mekandaki izin silinmesi çok
güçtür ve o iz hafızaların tazelenmesini sağlar.
Örnek olarak Paris’e bakarsak, 1848’deki hareketler sonrası Baron Haussmann
tarafından mekandaki izin silinmesi için şehirde büyük yıkımlar gerçekleşmiş, işçi
mahalleleri dağıtılmış ve bir ayaklanmaya karşı ışınsal akslar düzenlenmiştir. Ancak
bu, Paris Komünü’nü engelleyememiştir.111 Paris Komünü’nden sonra da mekandaki
iz, merkezi yönetimin endişesini canlı tutmuş ve merkezi yönetim, yakın zamana
kadar Paris’te bir komün yani belediye kurmamıştır.
Ülkemizden verilecek en çarpıcı örnek ise daha önce de değindiğimiz Taksim
Meydanı örneğidir. Bu meydan, muhalefet açısından simgesel bir öneme sahiptir. 77
yılı 1 Mayıs’ı ile damgalanan bu meydan, bu tarihte çıkan olaylar nedeniyle sürekli
hatırda kalmıştır. Halen 1 Mayıs Alanı olarak da adlandırılan bu meydan, bu
simgesel önemi nedeniyle iktidar tarafından bu tür etkinliklere kapatılmıştır. Ancak
2004 yılı 1 Mayıs’ında da gördüğümüz gibi, bu meydan önemini kaybetmemiş ve
muhalefetin boy göstermek için çabaladığı bir alan haline gelmiştir.112 Bu meydan
da, Kızılay Meydanı örneğinde olduğu gibi, çeşitli ulaşım elemanları tarafından
111
Bu konudaki yorumlar için bkz. Kürşat Bumin; Demokrasi Arayışında Kent; Đz
Yayıncılık; Đstanbul; 1998; s. 121-125. Ayrıca bkz. Nuray Sancar; Bir Sınıfsal Mevzilenme
Mekanı Olarak Kent Agora-Toplusözleşme-Yönetişim;
www.uzaklar.de/html/bir_synyfsal_mevzilenme_mekany.html; 14.02.2004
112
2004 yılında 1 Mayıs mitinginin Taksim Meydanı’nda yapılabilmesi için sendikalar ve
siyasi partiler girişimlerde bulunmuş ancak izin alınamayınca, aralarında bölünerek farklı
alanlarda miting düzenlemişlerdir. 2007 yılı için ise, 1977 yılının 30. yıldönümü olması
nedeniyle, yine Taksim Meydanı’na yönelik istekler dile getirilmektedir.
100
kısıtlanmıştır. Otobüs durakları, oldukça büyük bir alanı kapladıkları gibi, meydan ile
Taksim Gezisi arasında da blok işlevi görmektedir. Ayrıca meydanın ortasındaki
metro istasyonu ve füniküler inşaatı, yollardan başka kullanılabilir alan olarak sadece
heykel çevresini bırakmaktadır.
101
SONUÇ
Meydanlar bir kentin işlevlerinin vitrine sunulduğu mekandır. Bu anlamda kent
meydanlarını tanımlarken tek ve üzerinde uzlaşılan bir işlevsellikten söz edilemez.
Meydanlar, kentsel çelişkinin odaklandığı alanlar olarak öne çıktıkları ölçüde farklı
kesimler için farklı anlamlar ve işlevler taşıyan kamusal mekanlar olacaktır. Kentte
yaşayanlar için meydan, gündelik hayatta içselleştirilen aktivitelerin alanıdır. Belli
bir anda bir buluşma mekanı, başka bir anda bir dinlenme yeri, yeri geldiğinde bir
gösteri mekanıdır. Devlet için kent mekanı bir güç alanıdır. Devletin gücünün
simgesel ve işlevsel anlamda kamuya sunulmasında meydanlar önemli rol oynar.
Aynı zamanda bir kamusal mekan olarak meydanlar devlet açısından obsesif kontrol
mekanlarıdır. Devletin meşru bulmadığı etkinliklerin engellenmesi, düzenlilik devlet
açısından önemli önceliklerden biridir. Sermaye için meydanlar ve etrafı metalaşma
süreci içinde anlam kazanır. Bu çerçevede kent meydanı bir çelişki, farklı anlamlar
ve gösterimler mekanı olarak kendini gösterir.
Kentsel yaşamı anlamlandırabilmek açısından kent meydanlarının, bu bakımdan,
işlevi büyüktür. En basit anlamıyla bir boş alan olarak tanımlanan meydan kavramını
elbette ki bu kelimeler açıklamaya yetmez. Çünkü kentin bir parçası olarak
meydanlar birtakım kentsel işlevler üstlenirler. Bu işlevler de meydanı boş bir
parselden ayırır. Ayrıca kentsel meydanlar belli ölçütlere sahip olmalıdır.
102
Meydanda kendini farklı şekillerde gösteren semboller, bireylerin meydan mekanı
içerisindeki davranışlarını belirler. Bakış yönü, hareket yönü ve hareket biçimleri bu
sembollere göre değişiklik gösterir.
Farklı görünümlerle ortaya çıkan kentsel meydan, insanların görünür kılındığı bir
mekandır. Đçinde çeşitli sınıfları barındıran kenti bir duvar olarak ele alırsak,
meydanlar da bu duvarın çatlakları olur ve kentteki çeşitli katmanların görünmesini
sağlar.113 Bu farklı katmanların bir araya gelmesi ise bilginin, aktarılarak
çoğalmasıyla kamusal niteliğe kavuşmasını ve sınıflar arası farkları ortaya koyarak
bir çelişki ve çatışmanın gündeme gelmesi sonucunu doğurmuştur.
Đktidar tarafından biçimlendirilen bu meydanlar, bu çelişkilerin dile getirilmesi için
elverişli mekanlar olmuşlardır. Çünkü hem kitle, hem de mesaj kentte olabilecek en
görünür durumdadır. Ayrıca iktidarın simgeleri, iktidara karşı verilen bir
mücadelenin dekoru olmaktadır.
113
Marshall Berman; Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor; Đletişim Yayınları; Đstanbul; 2002; s.
203-212 Berman, her ne kadar çatlakları, Paris’in yeniden imarı sırasında yıkılan tarihi
dokuyu düşünerek söylemiş olsa da, farklı kesimler yeni açılan bulvar ve meydanlarda
birbirlerini görmektedirler. Bu yüzden ‘çatlak’ ibaresini meydanların kent içindeki
konumları için kullanmak da yanlış bir yaklaşım olmayacaktır. Bu arada Berman’ın
bahsettiği türden bir çatlaktan sızma olayına yeni bir örnek olarak da Beyoğlu’nda
gerçekleştirilen ‘Fransız Sokağı’ projesi gösterilebilir. Burada bir yıkım gerçekleşmese de
çöküntü alanında gerçekleştirilen bir projeyle alt gelir grubunun bulunduğu bir alanda üst
gelir grubu için bir mekan tasarlanmış ve bu mekan üst gelir grubu tarafından sahiplenilerek
alt gelir grubu bu mekandan dışlanmıştır. Baudelaire’in kitapta incelenen şiirinde olduğu
gibi, bu yeni tasarlanan mekana gelen insanlar, o alanda yaşayan insanları görmek
istememekte, alanın alt gelir grubunun yerleşmesinden önceki halini düşünerek mekanın
tadını çıkarmaya çalışmaktadırlar.
103
Meydanlar esas olarak, yukarıdan tasarlanan mekanlar olarak, iktidarın gücünü ve
ideolojisini halka sergilediği meydandır. Ancak bu güç gösterisine sahne olması
nedeniyle aşağıdan hareketlerin iktidara karşı gücünü sergilediği mekanlar da
meydanlar olmaktadır.114
Türkiye’de kentsel meydanların, batıda tanımlandığı biçimiyle, var olmayışını erken
dönemler için toplumsal yapıyla açıklayabilsek de günümüze yaklaştıkça bu
açıklama geçersiz hale gelmektedir. Çünkü toplum yapısı değişmiş, batılılaşmıştır.
Erken cumhuriyet döneminde oluşturulmaya çalışılan meydanları batılı anlamda
meydan olarak kabul etsek bile bunların da değişime uğradığı ve geçip gitme
içgüdüsünün
ön
plana
çıktığı,
günlük
hayatın
önemsiz
bir
bölümünün
deneyimlendiği alanlar haline geldiklerini görürüz. Kentleşme geleneğimizde
meydanların bulunmayışı ve bu yüzden bu mekanlara sahip çıkılmaması bir başka
sebep olarak gösterilse de bunun geçerli olmadığını, geçmişte meydanların toplumsal
ve politik anlamda yoğun olarak kullanıldığını ve bu yüzden sahip çıkılan meydanlar
olduğunu görürüz. Buradaki sahip çıkmak ibaresi, mekanın kazanıldığını, yani
tekrarlayacak olursak somut bir mekana dönüştüğünü gösterir. Söz konusu değişim,
iktidarın somut mekanları soyut mekana dönüştürme çabası sonucu oluşmuştur.
Somut mekanların soyut mekanlara dönüşmesi tek başına mekansal bir süreç
değildir. Baştan beri ifade ettiğimiz gibi, mekansal süreçler ve toplumsal süreçler
birbirinden bağımsız değildir ve toplumun depolitize edilmesi ile mekanın
soyutlaştırılması aynı döneme denk gelmektedir. Bu bahsettiğimiz dönüşümler,
114
Bu diyalektiğin, iktidar mücadelesi verilen her yerde geçerli olduğu söylenebilir. Bunu
internet açısından inceleyen bir yazı için bkz. Bozkurt; ibid.
104
birbirinden bağımsız değildir ve birini gerçekleştirmek için diğerine de ihtiyaç vardır.
Ancak bu demek değildir ki, bu dönüşümlerin biri diğerini sağlamak için
gerçekleştirilir. Biri diğerine içkin değil, ikisi birbirine bağlıdır. Aynı şey soyut
mekanların birer kazanım olarak somut mekanlara dönüşmesi için de geçerlidir.
Gramsci’nin kenti bir siperler bütünü olarak gören yaklaşımına dönecek olursak;
siper olmadan savaş olmaz, savaş olmadan da siperlerin bir anlamı yoktur. Siperlerin
oluşması da karşı hegemonya projelerinin oluşturulmasına bağlıdır.
Toplumsal olanla mekansal olanın birbiriyle birebir etkileşim içinde bulunması,
farklı toplum formlarında mekansal süreçlerin farklı şekillerde ele alınmasını
gerektirir. Feodal, kapitalist, sosyalist, neo-liberal, otonom, vs. toplumlarda kentsel
mekanlar ve kullanım şekilleri birbirinden farklılık göstermektedir. Çünkü iktidarın
gücünü gösterme biçimleri ve muhalefetin karşı projeleri birbirinden farklılık
göstermektedir.
Bu çerçevede Türkiye’ye baktığımızda, erken cumhuriyet döneminde kapitalist
toplumlarla bütünleşme çabası gösteren, ancak dünya üzerindeki ekonomik ve politik
durum nedeniyle, diğer kapitalist toplumlarda olduğu gibi, sosyalist ve nasyonal
sosyalist toplumlardan etkilenen bir yapı görmekteyiz. Ancak Đkinci Dünya Savaşı
ertesinde, nasyonal sosyalist sistemlerin çöküşü ve kapitalist ve sosyalist toplumlar
arasında bir bloklaşma eğilimiyle birlikte, her ne kadar bağlantısızlara da yakın dursa
da, Türkiye saf seçmek durumunda kalmış ve kapitalist toplumlarla bütünleşmek için
büyük adımlar atmıştır. Ancak bu adımlar, devlet projesinin sekteye uğratılmaması
için bir siyasi rasyonalizasyon müdahalesiyle yavaşlatılmış, refah devleti politikaları
105
güç kaybetmemiştir. Đzleyen dönemde yükselen bir sınıf mücadelesiyle birlikte
sistemin kendini yeniden üretme çabalarını görürüz. Ancak bu kendini yeniden
üretme süreci sınıf mücadelelerinin etkisi doğrultusunda değil, bu mücadele
süreçlerinin kesilmesi doğrultusunda gerçekleşmiştir. Bu gelişme bir ölçüde dünya
genelinde yaşanan, refah politikalarından neo-liberal politikalara geçişin şartlarının
Türkiye’de oluşmamasından kaynaklanır. Böylesi bir kesintiyle sağlanan geçiş
ardından sosyal devlet ilkeleri çerçevesinde geliştirilen projeler de terk edilmeye
başlanır.
Bu çerçevede Türkiye’deki meydanlara baktığımızda, erken cumhuriyet döneminde,
imparatorluktan cumhuriyet rejimine geçişin yaşanması ve bir ulus yaratma ve bu
ulus bilincini halka aşılama çabalarının etkili olduğunu görürüz. Bu anlamda
meydanlar, bu bilinci aşılamaya yönelik kentsel mobilyalarla (heykeller, anıtlar, vs.)
donatılması ve törenlerin burada gerçekleştirilmesiyle, devlet projelerinin mekanda
kurucu öğelerinden önemli bir tanesi olarak göze çarpmaktadır. Devletin yarattığı bu
hegemonya projesine karşı tavır alan iktidara yönelik gösterilen tepki, yaratılan soyut
mekanların birer kazanıma dönüşmeye başladığının ifadesi olarak alınabilir. Ancak
bu sürecin ardından gelen dönemde sınıf mücadelelerinin güç kazanması ve buna
bağlı olarak muhalefetin bu mücadeleyi mekana yansıtması, meydanların gerçek
anlamda somut mekanlara dönüşmesini sağlar. Dünyada neo-liberal politikalar
çerçevesinde ‘yeni dünya düzeni’ne geçişin sağlanması ve buna paralel olarak
Türkiye’de bir kesintinin yaşanması, meydanların tekrar soyut bir niteliğe
kavuşmasına yol açar. Bu dönemde mekanın soyut niteliği salt devlet iktidarından
değil, önceki dönemlere göre artan bir şekilde sermayeden de kaynaklanmaktadır.
106
Mekanın metalaşması ve yeni kentsel mekanların ortaya çıkması, bunun yanı sıra
tüketim toplumuna yönelik bir hegemonya projesinin kurulması, bu mekanlara
yönelik somutlaştırma projesini de zayıflatmaktadır. Anlattıklarımız ışığında
meydanlara genel olarak bakıldığında erken cumhuriyet dönemindeki, toplum
projesinin yansıması olan heykellerden, mekanın metalaştırıldığı dönemdeki
billboardlara, meydanların mobilyalarında da bu değişimi görürüz.
Kentsel mekan ve konumuz özelinde meydanlar, toplumsal mücadele ve müdahaleler
sonucu biçimlenir, form değiştirir ve yeni anlamlar kazanır. Bir hegemonya
projesinin mekandaki kurucu öğeleri olarak tasarlanan meydanlar, bir karşı
hegemonya projesinin de dekoru olabilmektedir. Merkantilizm ve ardından
kapitalizme geçiş dönemi ve devamında sermayenin mekanı kullanma biçimine,
devlet iktidarının kendini gösterme biçimine ve çalışan kesimlerin mekan üzerindeki
pratiklerine baktığımızda, bunların hepsinin kent mekanında, ki özellikle kentsel
meydanlarda, görünür olduğu sonucuyla karşılaşırız. Meydanlar, kent içinde,
gündelik yaşamdan öte bir anlam ifade etmektedir. Siyasal mücadele ve dengeler
çerçevesinde değerlendirildiğinde belli bir tarihsel ve mekansal katmanlaşmanın
üzerinde yeni ilişkilerin de meydanlara damgasını vurduğu görülmektedir. Bu
çerçevede meydanların daha önceki şekillenişleri bazı durumlarda yeniden
yapılandırılır ve eskinin izleri ortadan kaldırılır. Bazı durumlarda geçmişteki
ilişkilerden çıkarak şekillenen mekanlar yeni anlamlar yükleyerek kullanılır. Bu
çerçevede meydanlar bir yandan geçmişin tanığı ve günümüzün asli mücadele
alanlarıdır.
107
KAYNAKÇA:
AKPINAR GÖNENÇ, (2001), Ayşenur, Sivil Toplum: Düşünsel Temelleri ve
Türkiye Perspektifi, Altkitap(elektronik kitap), www.altkitap.com
AYBAY, Rona, (1970), Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen, Yaşamı, Eylemi,
Öğretisi, Remzi Kitabevi, Đstanbul
BATUMAN, Bülent; “Cumhuriyetin Kamusal Mekanı Olarak Kızılay Meydanı”;
Ankara’nın Kamusal Yüzleri içinde; Güven Arif Sargın (der.); Đletişim
Yayınları; Đstanbul; 2002
BENHABĐB, Seyla, “Kamu Alanı Modelleri”, Cogito, 1996/8
BERMAN, Marshall; (2002), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor; (çev.)Ümit Altuğ,
Bülent Peker, Đletişim Yayınları; Đstanbul;
BOZKURT, Veysel; “Gözetim Ve Đnternet: Özel Yaşamın Sonu Mu?”;
www.isguc.org/vbozkurt4.htm; 04.06.2004
BUMĐN, Kürşat; (1998), Demokrasi Arayışında Kent; Đz Yayıncılık; Đstanbul
CERASĐ, Maurice M.; (2001), Osmanlı Kenti; (çev.) Aslı Ataöv, YKY; Đstanbul
108
ÇAYIR, Kenan (der.), (1999), Yeni Sosyal Hareketler, Kaknüs Yayınları, Đstanbul
ÇULHA ZABCI, Filiz, (1997), Siyasal Kuramda Kamusal Alan Sorunsalı:
Habermas ve Arendt, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
yayımlanmamış doktora tezi, Ankara
DAĞISTANLI, Özlem, (1997), Meydanın Evrimi, Mekansal Analizi ve Sosyal
Açıdan Önemi, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, ĐTÜ, Đstanbul
DOBB, Maurice, (2001), Kapitalizmin Dünü ve Bugünü, (çev.) Feyza Kantur,
Đletişim Yayınları, Đstanbul
ENGELS, Friedrich, (1992), Konut Sorunu, (çev.) Güneş Özdural, Sol Yayınları,
Ankara
ERGENÇ, Özer, (1995), 16.yy’da Ankara ve Konya, Ankara Enstitüsü Vakfı, Ankara
GOLDMAN, Lucien, (1999), Aydınlanma Felsefesi, (çev.) Emre Arslan, Doruk
Yayınları, Ankara
GRAMSCI, Antonio; Letters From Prison; Jonathan Cape; London; 1975.
109
GÜNDEM, Abdullah; (1999), Tarihi Meydan ve Aksların Geçmişte ve Günümüzde
Kullanımları, Bu Kullanımların Binalara Olan Etkisinin Beyoğlu
Örneğinde Đncelenmesi; yayımlanmamış yüksek lisans tezi; YTÜ;
Đstanbul
HABERMAS, Jürgen, (2002), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (çev.) Tanıl Bora,
Mithat Sancar, Đletişim Yayınları, Đstanbul
HABERMAS, Jürgen, “Kamusal Alan: Ansiklopedik Bir Makale”, Birikim Dergisi,
1995/70
HARVEY, David, ( 1997) Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran Metis,
Đstanbul.
KATZNELSON, Ira; Marxism and the City; Oxford University Press; Oxford; 1991
KILIÇBAY, Mehmet Ali; (1993), Şehirler ve Kentler; Gece Yayınları; Ankara
KUMAR, Krishan, (1999), Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma
Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, (çev.) Mehmet Küçük, Dost
Kitabevi Yayınları, Ankara
LEFEBVRE, Henri, (1991) Production of Space, Blackwell, Oxford
110
MARX, Karl, ENGELS, Friedrich, (1968) Alman Đdeolojisi, (çev.) Selahattin Hilav,
Sosyal Yayınları, Đstanbul
MARX, Karl, ENGELS, Friedrich, (1977), Devlet ve Hukuk Üzerine, (çev.) Rona
Serozan, May Yayınları, Đstanbul
MCNEILL, William H., (2003), Dünya Tarihi, (çev.) Alaeddin Şenel, Đmge Kitabevi
Yayınları, Ankara
MORTON, A. L,. (1969), The Life and Ideas of Robert Owen, Lawrence and
Wishart, London
PĐRENE, Henri, (2003), Ortaçağ Kentleri, (çev.) Şadan Karadeniz, Đletişim
Yayınları, Đstanbul
SANCAR, Nuray; “Bir Sınıfsal Mevzilenme Mekanı Olarak Kent AgoraToplusözleşme-Yönetişim”;
www.uzaklar.de/html/bir_synyfsal_mevzilenme_mekany.html;
14.02.2004
SENNETT, Richard, (2002A), Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, (çev.)
Tuncay Birkan, Metis Yayınları, Đstanbul
111
SENNETT, Richard, (2002B), Kamusal Đnsanın Çöküşü, (çev.) Serpil Durak,
Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, Đstanbul
SĐTTE, Camillo; Şehir Mimarisi; www.esyapi.com/teknik/camillo.htm; 15.03.2004
ŞENGÜL, H. Tarık, (2002) Kentsel Çelişki ve Siyaset, WALD Yay., Đstanbul
UZUN, Türkan (haz.); (2001), Cenova Günlüğü; Stüdyo Đmge Yayınları; Đstanbul
VARDAR, Ali; “Meydansız Kentler”; Planlama 90/3-4
YALIM, Đnci; “Toplumsal Belleğin Ulus Meydanı Üzerinden Kurgulanması Çabası”;
Ankara’nın Kamusal Yüzleri içinde; Güven Arif Sargın (der.); Đletişim
Yayınları; Đstanbul; 2002
ZUCKER, Paul, (1966), Town and Square from Agora to the Village Green,
Columbia University Pres, New York
112
ÖZET
Bu tezde, siyasal kuramdaki kamusal alan sorunsalından yola çıkarak, bu sorunsalın
iktidar ve sermaye açısından tarihsel ve normatif boyutları arasındaki ilişki üzerinde
durularak, kent mekanını nasıl etkilediği araştırılmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde
siyasi ve ekonomik boyutlarda yaşanan dönüşüm ve çatışmaların kent mekanını
birebir şekillendirdiği, dahası, bu çatışmaların mekan içerisinde görünür olduğu ve
yaşanan mekansal dönüşümlerin bu çatışmanın boyutuna ve hızına göre biçim
değiştirdiği tezi üzerinde durulmaktadır.
Birinci bölümde kamusal alan sorunsalının siyasal kuram içerisinde –özellikle
Habermas tarafından- nasıl ele alındığı, tarihsel süreç içerisinde ne gibi dönüşümler
geçirdiği incelenmektedir. Bu inceleme özellikle batıda yaşanan dönüşümleri
kapsamaktadır, çünkü normatif bir kategori olarak kamusal alan kavramı Batıda
ortaya çıkmıştır. Ancak bölümün devamında Osmanlı ve Türkiye’de kamusal alan ve
sivil toplumun nasıl ele alınabileceği üzerinde durulmakta ve burada yaşanan
gelişmeler de anlatılmaktadır.
Đkinci bölümde ise kamusal alanının mekansal boyutu ele alınmaktadır. Öncelikle
tezin ana konusu olan kentsel meydanların tarihsel süreci hakkında bilgi verilmekte,
ardından da kentsel meydanların genel özellikleri ve kentsel meydanları oluşturan
nitelikler ortaya konmakta, bunların nasıl bir dönüşüm geçirdiği ve buna koşut olarak
kentsel meydanlarda nasıl bir değişim izlendiği tartışılmaktadır.
113
Bu çerçevede çalışma özgün bir kamusal alan olarak kent meydanlarının üretim,
yeniden üretim ve dönüşümü mekanı toplumsal kontrol ve değişim değeri
çerçevesinde kavrayan güçlerle, mekanı kullanım değeri çerçevesinde değerlendiren
güçler arasındaki mücadelenin bir sonucu olduğunu göstermektedir.
114
ABSTRACT
In this thesis, “public sphere” as one of hotly debated problematic of the political
theory’s is investigated with regards to the relationship between its historical and
normative dimensions. The term also serves to reveal the influence of both the
dialectical relationship between power and capital, and this couple and other classes,
on urban space.
It is argued that the transformations and conflicts taking place within the political and
economic spheres in the historical process have a direct effect on shaping urban
space. Furthermore, these conflicts become visible in and through space and intensity
and durability of these struggles shape and reshape the spatial transformations that
are experienced.
In Chapter I, the conceptualization of the term public sphere –with a special
reference to that of Habermas- and the transformation of the concept in the historical
process are analyzed. Since conceptual formulation of the term as a normative
category belongs to the Western World, main attention is paid to the transformations
experienced there. Nevertheless, as the chapter proceeds, attention shifts to the
particular use of the terms, public sphere and civil society, in Ottoman and Turkish
societies with a particular emphasis on the developments taken place in this area.
In Chapter II, the spatial dimension of public sphere is elaborated. Firstly, the
formation of the urban plaza is investigated from within an historical perspective,
115
and then general features and constitutive aspects of the urban plaza are discussed.
Finally, the transformation of the urban plaza is examined in its relation to these
social-spatial changes.
The thesis demonstrates that as one of the specific forms of public space, production,
reproduction and transformation of urban plaza are an outcome of political conflict
and struggles taking place between those forces who envisage space in terms of
control and repression as well its exchange value and those forces who occupy and
use urban space in order to make a living.
116
Download