T.C. ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ KAMU YÖNETĐMĐ VE SĐYASET BĐLĐMĐ ANABĐLĐM DALI KENT VE ÇEVRE BĐLĐMLERĐ KENTSEL MEYDANLARIN DÖNÜŞÜMÜ Yüksek Lisans Tezi Gökhan Bilgihan Ankara-2006 T.C. ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ KAMU YÖNETĐMĐ VE SĐYASET BĐLĐMĐ ANABĐLĐM DALI KENT VE ÇEVRE BĐLĐMLERĐ KENTSEL MEYDANLARIN DÖNÜŞÜMÜ Yüksek Lisans Tezi Gökhan Bilgihan Tez Danışmanı Prof.Dr.Can Hamamcı Ankara-2006 T.C. ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ KAMU YÖNETĐMĐ VE SĐYASET BĐLĐMĐ ANABĐLĐM DALI KENT VE ÇEVRE BĐLĐMLERĐ KENTSEL MEYDANLARIN DÖNÜŞÜMÜ Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı : Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı Đmzası .................................................................... ........................................ .................................................................... ........................................ .................................................................... ........................................ .................................................................... ......................................... .................................................................... ......................................... .................................................................... ......................................... Tez Sınavı Tarihi .................................. ĐÇĐNDEKĐLER: GĐRĐŞ 1 I. KAMUSALLIĞIN DÖNÜŞÜMÜ 5 I. I. KAMUSALLIĞIN TARĐHSEL ÇERÇEVESĐ 7 I. I. I. Antik Çağda Kamusallık 7 I. I. II. Ortaçağda Kamusallık 12 I. I. III. Temsili Kamusallık 15 I. I. IV. Yazınsal Kamusallığın Doğuşu 18 I. I. V. Burjuva’nın Siyasal Kamusallığı 22 I. I. VI. Kapitalizmin Krizi ve Kamusallığın Çöküşü 27 I. II. KAMUSALLIĞIN VEÇHELERĐ VE GÜNÜMÜZDEKĐ BĐÇĐMĐ 29 I. II. I. Kültürün Kitleselleşmesi 29 I. II. II. Kamusallık ve Din 33 I. II. III. Sivil Toplum ve Yeni Toplumsal Hareketler 35 I. II. IV. Türkiye’de Kamusal Alan Tartışmaları 43 I. III. KAMUSAL ALAN VE ĐKTĐDAR SORUNU II. KAMUSAL MEKAN OLARAK MEYDANLAR II. I. KAMUSAL BĐR ALAN OLARAK MEYDANIN GELĐŞĐMĐ II. I. I. Meydanların Genel Özellikleri I 52 64 66 66 II. I. II. Meydanların Tarihsel Süreç Đçerisinde Gelişimi 68 II. I. II. I. Antik Çağ 68 II. I. II. II. Ortaçağ 70 II. I. II. III. Ortaçağ’dan 20. Yüzyıla 73 II. I. III. Osmanlı Dönemi’nde Meydanlar 76 II. I. IV. Cumhuriyet’e Geçiş Sonrası Meydanlar 80 II. II. MEYDANLARIN SOSYAL VE SĐYASAL AÇIDAN ÖNEMĐ 87 II. II. I. Meydanların Genel Karakteristikleri 87 II. II. II. Meydanların Niteliklerini Etkileyen Unsurlar 88 II. II. II. I. Ticaret 89 II. II. II. II. Baskın Yapı 90 II. II. II. III. Trafik 91 II. II. II. IV. Đdeolojik Đmge Oluşturma 93 II. II. II. V. Sosyal Đletişim 95 II. II. II. VI. Đktidar Ve Toplumsal Muhalefet Đlişkisi 97 SONUÇ 102 KAYNAKÇA 108 ÖZET 113 ABSTRACT 115 II GĐRĐŞ En önemli özelliği tüm vatandaşlara açık olması olan kamusal alan1, farklı düşünce tarzlarında farklı görünümlere kavuşarak birbirinden ayrı normatif dizgeler sunar. Bu normatif dizgeler, kentsel kamusal mekanlarda görünüme kavuşur. Çünkü bu mekanlar, bu dizgelerin taşıyıcısıdırlar. Bütün ortak mekan ve eylemlilikler kamusal alan tanımı içine sokulabilirken, tüm vatandaşlara açık olmayan ancak belli bir kesimin ortak kullanımının söz konusu olduğu örtülü kamusal alanlar ya da kamusal mekanlar da mevcuttur. Benhabib, üç farklı kamu alanından bahseder ve cumhuriyeti ve sivil yaşamı erdeme dayandıran geleneklerde (Arendt de dahil olmak üzere) ortak olan kamu anlayışına “agonistik”, Kant’tan başlayarak adil ve istikrarlı kamu düzenini politik düşüncelerinin merkezine yerleştiren liberallerin görüşüne “legalistik”, Habermas’ın yapıtlarında içkin olarak bulunan, geç dönem kapitalist toplumların demokratiksosyalist bir yeniden yapılanışını öngören anlayışa da “söylemsel” kamu alanı der.2 Bu yaklaşımlara baktığımız zaman, kamusal alanın bütün yönleriyle ele alınmadığını görürüz. Burjuva kamusal alanın tarihsel ve normatif karakteri belirlenirken göz önüne alınan kamusallık, burjuva kamusallığıdır. Feodalizmden mutlakıyetçiliğe, mutlakıyetçilikten de cumhuriyet, demokrasi gibi rejimlere geçiş aşamasında 1 Jürgen Habermas, “Kamusal Alan: Ansiklopedik Bir Makale”, Birikim Dergisi, 1995/70, s.62 2 Seyla Benhabib, “Kamu Alanı Modelleri”, Cogito, 1996/8, s.238-239 1 yüklendiği işlev ve anlam nedeniyle öncü ve ilerici bir güç olan burjuva kamusallığı, zaman içinde diğer kamusallıkları dışlayarak ve onlarla çekişerek daha gerici bir konuma düşmüş olmasına rağmen, onun ilerici işlevinden bahsedilmiş ve yeniden kurgulanması için normatif yaklaşımlar geliştirilmiştir. Kamusallık konusunda en etkili isim olan Habermas’ın kurgusunda da kamusal alan burjuva kamusal alanı olarak değerlendirilmektedir. Çalışan sınıflara yönelik olarak Habermas’ın sınırlı ilgisi içinde iki temel varsayımın öne çıktığı görülmektedir. Birincisi, özellikle çalışan sınıfların siyasal hareketlerinin kamusal alana yönelik taleplerinin bu alana yönelik erken burjuva taleplerden farklılık göstermediğini öne sürmektedir. Đkinci olarak ise, reel sosyalist deneyime referansla, çalışan sınıfların projesinin devletle toplum arasındaki sınırı belirsizleştirip, kamusal alanı tahrip ettiğini öne sürmektedir. Bu tür bir değerlendirme çalışan sınıfların kamusal alana yönelik taleplerini ya liberal kamusal alanla uyumlaştırmakta ya da tahripkar hale getirmektedir. Bu tür bir düşünceden farklı bir çizgide, çalışan sınıfların kamusal alanına yönelik değerlendirmeler de yapılmaktadır. Kohn, çalışan sınıfların kamusal alanına yönelik yaptığı değerlendirmede, kamusal alanın iki farklı değerlendirmesinden söz etmektedir. Birincisinde, kamusal alan bireylerin bir araya gelip rasyonel tartışma yaptığı ortam olarak değerlendirilmektedir. Đkincisinde ise kamusal alan farklı sınıfların kendileri dışındaki sınıfların değerleri ve dünya görüşlerini de belli ölçülerde dikkate alan hegemonya ve karşı hegemonya projelerinin geliştirildiği ve savunulduğu yer olarak tanımlanmaktadır. 2 Kamusal mekan ve iktidar sorununa yönelik yaklaşımlara liberal bakış açısının önemli ölçüde sirayet ettiği bilinen bir durumdur. Bu konuda Marksist yaklaşımların daha sınırlı bir etkisinin olduğu da söylenebilir. Bununla birlikte, bu tezin temel önermelerinden birisi Marksist yaklaşımın bu konuda dikkate değer açılımlar sağlayabileceği yönündedir. Bu konuda iki temel Marksist düşünürün yaklaşımlarının kamusal alan ve iktidar sorununun tartışılmasına katkı yapacak açılımlar sağladığı görülmektedir. Lefebvre’in mekanın sosyal üretimi ile Gramsci’nin hegemonya tartışmasının belli bir yorumu bu tezin kuramsal çerçevesinin üzerine oturduğu temelleri oluşturacaktır. Tezin ana amacı siyasal kuramdaki kamusal alan sorunsalından yola çıkarak, bu sorunsalın iktidar ve sermaye açısından tarihsel ve normatif boyutları arasındaki ilişkisi ve bu sınıfların diğer sınıflarla çatışmaları ve çelişkileri üzerinde durularak, kent mekanını nasıl etkilediğinin araştırılmasıdır. Tarihsel süreç içerisinde siyasi ve ekonomik boyutlarda yaşanan dönüşüm ve çatışmaların kent mekanını birebir şekillendirdiği, bununla birlikte bu çatışmaların mekan içerisinde görünür olduğu ve yaşanan mekansal dönüşümlerin bu çatışmanın boyutuna ve hızına göre biçim değiştirdiği tezi üzerinde durulmaktadır. Birinci bölümde kamusal alan sorunsalının siyasal kuram içerisinde –özellikle Habermas tarafından- nasıl ele alındığı, tarihsel süreç içerisinde ne gibi dönüşümler geçirdiği incelenmektedir. Bu inceleme özellikle batıda yaşanan dönüşümleri kapsamaktadır, çünkü normatif bir kategori olarak kamusal alanın konması batıda 3 gerçekleşmiştir. Ancak bölümün devamında Osmanlı ve Türkiye’de kamusal alan ve sivil toplumun nasıl ele alınabileceği üzerinde durulmakta ve burada yaşanan gelişmeler de anlatılmaktadır. Đkinci bölümde ise mekansal boyut ele alınmaktadır. Öncelikle tezin ana konusu olan kentsel meydanların tarihsel süreci hakkında bilgi verilmekte, ardından da kentsel meydanların genel özellikleri ve kentsel meydanları oluşturan nitelikler ortaya konmakta, bunların nasıl bir dönüşüm geçirdiği ve buna koşut olarak kentsel meydanlarda nasıl bir değişim izlendiği tartışılmaktadır. 4 I. KAMUSALLIĞIN DÖNÜŞÜMÜ Kamusal alan siyasal kuram içerisinde önemi bir sorunsal alanı olarak merkeziliğini korumuştur. Kent-devletlerin ortaya çıkışına dayandırılan kamusal alan kavramı, devlet ya da iktidarla ilişkisi bakımından tartışmalı olsa da, tartışmacıların ortak olduğu nokta kamusal alanın karşısında bir de özel alan olduğu şeklindedir. Bu çerçevede kamusal alanın tanımlanmasında özel alan bir karşıtlık ilişkisi içinde önemli bir kurucu öğe olarak yer almıştır. Ancak özel alan ile kamusal alan arasındaki sınırların çizilmesinde de bir takım sorunlar ortaya çıkmaktadır. Yaygın düşünceye göre ev ve işi kapsayan alan özel alandır. Ancak liberal ekonomiye dayalı kuramlarda, iş ve ekonomik etkinlikler özel alan kapsamında kabul edilmeyip, kamusal alana dahil edilmektedir.3 Bunun da nedeni liberal kuramda kamusal alan ve sivil toplum kavramlarının devlet dışı alan olarak tanımlanması ve devlet dışı alanın taşıyıcısı olarak da piyasa ilişkilerinin gösterilmesidir. Habermas, devletin piyasa ilişkileri üzerinde bir etkisinin olmasının kamusal alanı zedeleyeceğini düşünmekte ve refah devleti politikaları ile kamusal olan ile özel olanın iç içe geçtiğini, bu nedenle de kamusallığın ortadan kalkma tehdidiyle baş başa kaldığını söyler. 3 Filiz Çulha Zabcı, Siyasal Kuramda Kamusal Alan Sorunsalı: Habermas ve Arendt, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü yayımlanmamış doktora tezi, Ankara, 1997, s.4-5 5 Arendt ise, daha radikal fakat elitist diyebileceğimiz bir söylemle yola çıkarak, Antik Yunan modelini idealize ederek kurduğu kamusal alan kuramında, polis’te özgür olmayan yurttaşların zorunluluklar alanına kısılıp kalmalarından bahseder ve ancak kamusal yaşama girebilenlerin insani bir varoluşu yakalayabileceğini belirtir. Ona göre, bütün ekonomik etkinlikler zorunluluklar alanına aittir ve ekonomik sorunlardan azade olamayan kişi kamusal alana katılım sağlayamaz. Çünkü birtakım zorunluluklar arasına sıkışmıştır. Arendt’in mülkiyet ve servet arasında bir ayrım yapması da ekonomik etkinlikleri nereye koyduğunu biraz daha net görmemizi sağlar.4 Yine Antik Yunan modelinden yola çıkarak bu ayrımı yapan Arendt, mülkiyete sahip, yani dünya üzerinde belli miktarda yeri olan kimselerin kamusal yaşantı içerisinde olabileceğini söylerken, servete sahip kölelerin, barbarların kamusal yaşantı içinde yer alamadıklarını söyler. Mülkiyet ve servet arasında koyduğu ayrımı kendisi net olarak açıklamasa da, bu kelimeler menkul ve gayrimenkul kelimelerini çağrıştırmaktadır. Birisi rantından ya da işletilmesinden bir gelir sağlarken, diğeri kendisi bir gelir birikimidir. Đkincisinin işletilmesi, birincisine göre daha zor olduğu için zorunluluklar alanı, yani özel alanın, kamusal alan karşısında daha önemli bir yer tutacağı şeklinde bir düşünce Arendt’in söylediklerinden çıkartılabilecekse de, kendisinin bahsettiği olguyu tam olarak karşılamamaktadır. Kamusal alan kavramının farklı boyutlarına girerken, bu kavramın tarihsel süreç içerisinde nasıl bir seyir izlediğine değinmek gerekecektir. 4 ibid., s.118-120 6 I. I. KAMUSALLIĞIN TARĐHSEL ÇERÇEVESĐ I. I. I. Antik Çağda Kamusallık Kamusal alan tartışmaları içerisinde önemli bir yer atfedilen Antik Yunan’da polis içerisinde özgür erkek yurttaşların katılımını esas alan bir kamusallık mevcuttur. Köleler, yabancılar ya da barbarlar ve kadınlar bu kamusallığa dahil değildir. Özel alan bir zorunluluk ve geçicilik alemi, kamusal alan ise bir süreklilik ve özgürlük alemi olarak görülür. Sennett, Atina’yı merkez alarak anlattığı polis yaşantısında, insanların vücut ısısına göre sınıflandırıldığını anlatır.5 Erkeklerin vücut ısısının yüksek, kadınların ise düşük olduğu kabul edilir. Bunun dışında kölelerin de vücut ısısı düşük olur. Vücut ısısı yüksek olanların kamusal tartışmalara daha etkin katılabileceğinden bahsedilirken, aynı şekilde, kamusal tartışmalara girenlerin de vücut ısısının yükseleceği söylenmektedir. Sennett’ın, Agoradaki kamusal yaşama katılımın erkek yurttaşlarla sınırlı olmasını bu şekilde açıklaması, çalışmasının beden tarihi üzerine bir araştırma sonucu oluşmuş, kent ve beden ilişkisi üzerine bir inceleme olması dolayısıyla bedensel imgeyi abartılı gösterme gerekliliği hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu 5 Richard Sennett, Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, Metis Yayınları, Đstanbul, (2002A), s.33-43 7 indirgemeci yaklaşım, kadınların neden kamusal yaşantı dışında tutulduğunu ya da neden özgür yurttaş sayılamadıklarını açıklamaz. ‘Neden kadınların vücut ısısının düşük olduğuna inanılıyordu’ sorusuna verilmiş bir yanıt yoktur. Sennett ayrıca, vücut ısısı daha düşük erkeklerin efemine, vücut ısısı daha yüksek kadınların ise sevici olarak kabul edildiğini aktarmaktadır. Vücut ısısı düşük erkekler de kamusal yaşama katılmazlar. Sennett’ın vücut ısısıyla ilgili aktardığı bir diğer nokta ise, Platon’a dayanarak söylediği, ‘hararetli tartışma’ gibi deyimlerin düz anlamlarıyla kullanıldığı, bir benzetme yapılmadığıdır.6 Kamusal tartışma, insanın vücut ısısını arttırdığından, deyim bu şekilde kurulmuştur. Vücut ısısına dayalı yaklaşım, temelde Arendt’in yaklaşımına uymaktadır. Arendt de insani varoluşun kamusal alanda ortaya çıkacağını belirtmektedir. Ayrıca zorunluluklar dünyasından azade kişinin kamusal yaşantı içerisine girebileceğini belirtir. Sennett’ın belirttiği yaklaşımda da vücut ısısı yüksek olanlar kamusal yaşantı içerisine dahil olabilecek kişiler olarak belirtilmektedir. Antik Yunan’da kamusal yaşamın merkezi agora idi. Daha erken dönemlerde akropolde gerçekleşen eylemler artık agorada kendine yer buluyordu. Akropol ise kutsal mekan olarak agoranın da üzerinde yer almaktaydı. Agoranın kent içindeki mekansal konumlanışına göre bir değerlendirme yapacak olursak kamusal yaşantının 6 ibid., s.36 8 dünyevi olanla uhrevi olan arasında bir konumu temsil ettiği söylenebilir. Kamusallığın, dünyevi zorunluluklar dünyasından ayrı bir yere konumlanışı Arendt’in düşüncesinde de vardır. Uhrevi olan ise modern kuramlarda özel alanda kabul edilse de antik çağda ve ortaçağda kamusal yaşamın bir öğesi sayılabilir. Yunan kent-devletlerinde kamusal yaşamın en önemli öğelerinden birisi felsefi tartışmalardır. Agoranın kenarlarında yer alan kapalı mekanlar olan stoaların merdivenlerinde ya da içinde, meydanın herhangi bir köşesinde filozoflar, hatipler konuşur, çevresinde toplanan insanlar da onları dinler ve tartışmaya katılırdı. Özü itibariyle diyalektik bir eylem olan tartışma, her şeyin özünün bilgisine ulaşmayı hedefler. Eğer tartışma çekişmeye dönüşürse, eylem sonucunda üretilmiş bir veri elde edilmez; herkes kendi görüşünü gözü kapalı savunur ve karşısındakinin tezini çürütmeye çalışır.7 Bunun sonucunda da kişisel çekişme yaşanır ve ‘tartışma’da yaşanan bilgi akışı gerçekleşmez. Yapılan eylem, bu şekilde özünü yitirdiği için kamusal olmaktan çıkar. Agorada kamusal işlerin yanı sıra ekonomik etkinlikler de yer alırdı. Aristoteles ise pazar meydanı ile kamusal mekanın ayrı ve uzak olması gerektiğini söylemiştir.8 Bunun sebebi kamusal mekanlara, kamusal yaşama dahil olmayan işlerin ve kişilerin girmesinin istenmemesi olabilir. Antik Yunan’daki kamusallık, her ne kadar, demokrasinin en doğru haliymiş gibi görülse de, katılımcı olduğu kadar dışlayıcıdır 7 Zabcı, ibid., s.22 8 Sennett (2002A), s.47 9 da. Kamusal yaşama katılmak için belli kriterler gereklidir. Đşte, pazar meydanı ile kamusal meydanın ayrı olması gerektiğini söyleyen düşünce de buradan temellenmektedir. Polis’in, en katı eşitsizliğin merkezi olarak gösterilen haneden farklı olarak eşitlerden oluştuğu belirtilmektedir.9 Ancak burada, eşit olanlar zaten hanedeki eşitsizlikte avantajlı konumda olanlardır. Özgür yurttaşlar polis içindeki kamusal yaşama diledikleri şekilde katılabildikleri gibi, hanenin çevresinde biçimlenen özel alanın da tek ve tartışmasız hakimleriydiler. Antik Yunan’da doğrudan demokrasi modeli uygulanmaktaydı. Kamusal yaşama katılabilen özgür yurttaşlar, kararlara doğrudan müdahale edebilmekte idi. Agorada yürütülen tartışmalar da sadece felsefi tartışmalar değildi. Siyasi tartışmalar da agorada yürütülürdü ve kimi zaman yurttaşlar bir kürsü yardımıyla kalabalığa seslenerek söylev verirlerdi. Halk meclisi (ekklesia) ve yönetim binası (bouleuterion) da agorada bulunurdu. Bu da bize agoranın kamusal açıdan ne kadar önemli bir mekan olduğunu gösterir. Bir yönetim merkezi olduğu gibi; felsefi, siyasi ve ticari hayatın da en yoğun yaşandığı mekandır. Siyasal kuramcıların, özellikle Arendt’in, Antik Yunan’a bu kadar önem vermelerinin nedeni; Antik Yunan’ın bir doğrudan demokrasi modeli olarak idealize 9 Zabcı, ibid., s.133-134 10 edilmesidir. Arendt’in kent-devlet içindeki eşitsizliği göz ardı etmesinin ardında da bu vardır. Ayrıca Arendt, Antik Yunan’ı idealleştirirken, onu bir demokrasi modeli olarak değil; cumhuriyet modeli olarak almaktadır.10 Fransız cumhuriyeti ve Amerikan devrimini ise demokrasi olarak ele alır Arendt. Amerikan devriminin ilk başta cumhuriyet ilkelerine uygun bir şekilde geliştiğini, ancak daha sonra demokrasi modelinin uygulandığını söyler. Roma döneminde de önemini koruyan kamusallık kavramı, Roma’da cumhuriyet döneminin kapanışı ve imparatorluk rejiminin güç kazanmasıyla güç yitirmiştir. Bunda, önde gelen ailelerin artık siyasete ilgilerinin azalması ve şehir dışına yerleşmelerinin payı büyüktür. Sennett da, Roma’nın çöküşünde, toplumdaki değerlerin değişmeye başlamasının etkisinden ve artık kamusal eylemlerin birer görev olarak algılanmaya başlamasından söz eder.11 ‘Kamusal törenler, Roma emperyalizminin askeri gereklilikleri ve aile çevresi dışında kalan öteki Romalılarla ritüel ilişkiler’; yurttaşların, edilgen bir ruh haliyle ve res publica’nın kurallarına uyarak yerine getirdiği ‘görevler’ haline gelmişlerdir. Kamusal yaşamın cansızlaşmasıyla Romalılar, duygusal enerjilerini boşaltacak başka mecralar aramaya koyulmuş ve mistik arayışlara girerek Hıristiyanlık’ı bulmuş, daha sonra da bunu yeni kamusal yaşamın genel ilkesi konumuna getirmişlerdir. 10 Zabcı, ibid., s.152-153 11 Richard Sennett, Kamusal Đnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, Đstanbul, (2002B), s.15-16 11 Sennett, üstü kapalı olsa da, kamusal yaşamın yerine dinsel bir dizge koyma ihtiyacını Roma’daki ahlaki çöküntüye bağlamaktadır. Dinlerin tam da böyle ahlaki çöküntü ve kaos anlarında ortaya çıkarak topluma yeni bir düzen sunması bunu doğrulamaktadır. Ancak Sennett’ın anlatımında Hıristiyanlık verili bir kavram olarak anlaşılmakta ve yeni bir mecra arayan insanların onu keşfederek yaşamlarına kattıkları şeklinde bir anlam doğmaktadır. Ayrıca belirtilmesi gereken bir başka nokta da, bu yeni dini ilk olarak yoksul kesimlerin benimsediğidir. Đsa’nın çarmıha gerilişi de böylesi bir örgütlenmenin, Roma yönetimini rahatsız etmesindendir. Hıristiyanlığın yoksul ve toplumla bütünleşememiş kesimler arasında hızla yayılması, Roma yönetiminde huzursuzluk yaratsa da önüne geçilebilir bir olay olmaktan çıkmıştı. Helen uygarlığından kendilerine değerli görünenleri alan Latin uygarlığından farklı olarak, Helen uygarlığının geliştiği topraklarda bu yeni din hızla yayılmaya başlamıştır.12 Bunda, Latin ve Helen uygarlıklarının çekişmesi de pay sahibidir. I. I. II. Ortaçağda Kamusallık Roma imparatorluğu güç kaybedip bölününce, Doğu Roma Đmparatorluğu başkent olarak kendine imparator Konstantin’in kendi adını verdiği Konstantinopolis’i seçmiştir. Bunun iki önemli sebebi vardır. Birincisi, kentin Ege ve Karadeniz’den 12 William H. McNeill, Dünya Tarihi, Đmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003, s.249-253 12 gelecek mallardan beslenecek olması ve bu kaynakları daha iyi denetlemek için iyi bir konumda bulunmasıdır. Đkincisi ise, esas olarak Suriye ve Anadolu’da yaygınlaşmış ve örgütlenmiş olan Hıristiyanlıkla kurulabilecek ittifakın vereceği güçtür. Konstantin, bu ittifakı sağlamak üzere imparatorluğun resmi dini olarak Hıristiyanlığı göstermiş ve piskoposların desteğini sağlamıştır.13 Ancak bu ittifak yeterli güvenliğin oluşmasını sağlamamıştır. Çünkü, hem doğudan hem de batıdan istilalarla, Doğu Roma Đmparatorluğu güç durumda kalmaktaydı. Buna karşılık olarak da bir süre sonra, toprak sahibi prenslerin çevrelerinde, devletin sınırları boyunca komşu topraklardan gelecek her tür saldırıya karşı, bulundukları yerleri savunmaya hazır bekleyen ağır silahlı süvari birliklerini besleyen feodal bir sistem gelişti.14 Böylece feodal beyler, bir güç olarak ortaya çıkmış oldu. Öyle ki, başkaldıran feodal beyler nedeniyle kimi zaman imparatorlar tahtından edilmek tehlikesiyle baş başa kalıyorlardı. Kırsal bölgelerde bu tür büyük toprak sahiplerinin ortaya çıkışı, kentlerin çöküşü sonucunu doğurmuştur. Böylece, feodal bir çağa giren Avrupa’da kamusal yaşam da bir süreliğine rafa kalkmıştır. Feodal beyler dışında kalan erk sahibi kesimler ise imtiyazlı mekanlara ihtiyaç duymuşlardır. Bu erk sahibi kesimler, kilise ve soylu sınıftan oluşmaktaydı. Đmtiyazlı mekanlar olarak ortaya çıkan yerler ise kentler olmuştur. Kentler, ekonomik açıdan 13 ibid., s.326-328 14 ibid., s.360-365 13 tarım dışı faaliyetlerin odağı olmalarının yanı sıra iktidarın tezahür ettiği mekanlardı da. Bu yeni tip kentler, halkalar şeklinde gelişmiştir. Kentlerin merkezinde soylular ve yöneticiler yer alırken, bunu çevreleyen halkada kamu görevlileri ve din adamları yer almıştır. Bunun dışındaki halka ise zanaatkarların yer aldığı halkadır. Bu kentlerin kırsal kesimle bağı da yok değildi. Bu kentlerin beslendiği bir kırsal hinterlantları vardı ve üretilen artı ürün, kentin ekonomisini sağlıyordu. Bu kentler kimi zaman soylular tarafından yönetilirken, kimi zaman da tamamen bir ruhban kesiminin elinde oluyordu. Ruhban kesimin yönetiminde olan kentler, manastırın çevresinde yer alan, halka ait konutlarla biçimlenmiştir. Bu manastırlar, kırsal üretimden gelir elde edebildikleri gibi, çevredeki cemaatten gelen ayni vergilerle de geçinebiliyorlardı. Bu kentlerde, egemenliği tartışılmaz bir iktidar ve söyledikleri su götürmez gerçeklik olarak kabul edilen kilisenin varlığı nedeniyle, bir kamusallıktan kesinlikle söz edilemez. Temsili kamusallıktan söz edebilmek için ise henüz erkendir. Barbar olarak kabul edilen toplumların, ticaretin daha karlı olduğunu keşfetmesi, kentlerde yaşanacak önemli bir dönüşümün önünü açmıştır. Gezici tüccarların dolaşıma girmesiyle ilk olarak, kentlerin içinde yer alan ve kentteki zanaatkarlarla, kentin hinterlandında yer alan köylülerin mal değiş tokuşunun sağlandığı küçük çaplı 14 pazarların ölçekleri değişmeye başlamış ve bunun ertesinde kent girişlerinde yeni pazarlar oluşmaya başlamıştır. Zamanla bu gezgin tüccarlar, yerleşik hayata geçmeye başlamış ve kent kapılarına yakın yerlerde, surların hemen dışında konutlar inşa etmişlerdir. Bu kesimi de içine alacak şekilde yeni surların inşa edilmesiyle bu kesim de kente dahil olmuş ve ‘burjuva’ adını almıştır. Kente yeni eklemlenen burjuva sınıfı, zaman içinde kendi arasında lonca adı verilen yapılar altında örgütlenmiş ve bir takım ayrıcalıklara tabi olma isteğinin sonucunu almıştır. Buna göre, bu sınıf iş hayatına dair eylemlerde hukuku kendi yargı sistemi içerisinde sağlama ayrıcalığına sahip olmuştur. Böylece, yeni bir olgu olarak ‘özel hukuk dizgesi’ oluşmuştur. Kendi içlerinde ayrı bir normlar dizgesine tabi olan bu burjuva kesimi, sivil toplumun ilk nüvelerini oluşturmuştur. Bu yapılanma ayrıca yerel yönetimlerin başlangıcı olarak da kabul edilmektedir. I. I. III. Temsili Kamusallık Savaş teknolojisinin gelişmesi nedeniyle, krallıkların ya da prensliklerin düzenli ve potansiyel bir orduya gereksinim duymalarıyla feodal beylerin önemi azalmıştır. Bunun yanında ekonominin ticarileşmesi de ekonomik açıdan feodal beylerin güç durumda kalmalarına neden olmaktaydı. Feodal beyler burjuvazi ve aristokrasi karşısında güçsüz bir konuma düşmüşlerdi. 15 Ekonomik gücü elinde bulundurmaya başlayan burjuvazi, feodal beyler karşısında olduğu kadar hızlı olmasa da aristokrat kesimler karşısında da güç kazanmaya başlamıştır. Aristokrasinin elinde, ekonomik olarak azalmaya başlasa da, siyasi ve askeri olarak bir güç vardır. Burjuvazinin ise gitgide artan bir ekonomik gücü vardır. Aristokrasi, sahip olduğu gücü korumak için bu gücü zaman zaman sergilemek ihtiyacı hissediyordu. Egemen bir kral ya da prenste temsil edilen kamusallık da bu şekilde görünür oluyordu. Bu dönemde kamusallık, hükümdarın benliğinde temsil ediliyor ve iktidarın simgeleri kamusal simgeler olarak önem kazanıyordu.15 Prensin mührü kamusal bir nitelik taşırken, prensliğin serveti ile prensin serveti de birdi. Aristokratların, mahrem yaşamlarını da kapsayan özel alanları ise kamuya mal olmuştur ve kamusallık bu dönemde temsili bir kamusallık olarak gerek devlet törenleri, gerekse de hükümdarın mahrem anlarının teşhiri ile halk önüne sunulmuştur. Temsili kamusallıkta halk, izleyici konumundadır. Önünde bir tören ya da bir davet sergilenirken, o edilgen bir konumda sadece olan biteni izler ve önüne sunulan gösteriş ve gövde gösterisine saygı duyması beklenir. 15 Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2002, s.62-72 16 Dinsel törenler de temsili kamusallık örnekleri olarak kabul edilmektedir ve günümüze kadar yaşamını sürdüren yegane temsili kamusallık örneği olarak görülmektedir. Onun da temsiliyetten başka bir şeyi temsil etmediği şeklinde dokundurmalar yapılmaktadır.16 Dinsel törenlerin eskiden beri kamusal bir nitelik sunduğunu, lakin bunun bugün tartıştığımız anlamda bir kamusallık olmadığını koymak gerekiyor. Dinler, farklı toplumlarla ilişkilerinde farklı kültürler doğurmuştur ve bunların sonucunda farklı dinsel kültler ortaya çıkmıştır. Bu kültler, insanların toplumsallaşmasını sağlamıştır. Đnsanların belirli bir amaç için bir araya gelerek, birlikte bir eylemde bulunmaları onların toplum olma duygusunu hissetmelerini sağlamıştır. Fakat dinler, geliştikçe ve kitlesel bir hal aldıkça, bireylerin üzerinde bir hakimiyet koruma mekanizmasına dönüşmüş ve dinsel törenler bir temsiliyetin sergilendiği eylemler haline gelmiştir. Katolik törenlerinin, halkın dilinde değil Latince yapılması da, bu törenlerin halkın katıldığı değil, izlediği ve edilgen konumda olduğu törenler haline geldiğinin bir göstergesi olmuştur. Kraliyet ailesinin mahrem sayılacak eylemlerinin törensel bir havada izleyiciler önünde gerçekleşmesi de temsili kamusallığın boyutlarını gösterir. Kraliçenin doğumunun izleyenler önünde gerçekleşmesi, kralın cinsel birleşmesinin yine 16 ibid., s.67 17 izleyenler önünde ve törensel bir şekilde gerçekleşmesi, temsili kamusallığın nasıl sapkın ve aşırı bir hal aldığını gösterir. Bu dönemde retorik de boyut değiştirmiş; biçim bakımından olmasa da içerik bakımından Antik çağdakinden farklı bir özellik göstermeye başlamıştır. Konuşma, bir söyleme ve diyalektiğe dönüşmeden; bir biçim olarak, sadece bir müzik gibi gerçekleşir.17 Temsili kamusallıkta halk, edilgen bir konumdadır. Hükümdar halk adına değil, halkın önünde gücünü temsil eder. Temsili kamusallıkta tartışmaya yer yoktur, çünkü hükümdarın egemenliği tartışılmazdır. Bu egemenliğin tartışılmaya başladığı yerde de bildiğimiz anlamıyla bir kamusal alan doğmaya başlar. I. I. IV. Yazınsal Kamusallığın Doğuşu Ticaretin yaygınlaşması, yerleşimler arası iletişimi artırmıştır. Bunun yanında tacirlerin, loncaları yoluyla örgütlenmesi ve haberleşme için kullanılan eski ticari mektup dolaşımının yerine daha profesyonel bir posta örgütlenmesi sağlamalarıyla haber akışı da boyut değiştirmiştir. Tacirlerin, kendi aralarındaki haber alışverişi bir süre sonra birtakım haber bültenlerinin çıkmasıyla sonuçlanmış ve haber akışı sistematik bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Bu sistemin genişlemesiyle, halk haberleri dinlemek için fermanlara ve 17 ibid., s.66 18 enformel haberleşme sistemlerine ihtiyaç duymamaya başlamıştır. Bu aynı zamanda yazınsal kamusallığın temellerinin de atıldığı bir sistemdir. Ticaretin yaygınlaşmasının yanı sıra, bu dönemde üretim açısından da bir değişim söz konusudur. Daha çok kırsal bir niteliği olan sınai üretim, ticaretin yaygınlaşmasıyla bozulan gelir dengeleriyle ve yeni icatlarla; sermayesi olan için daha karlı olabilecek yöntemlerle yapılmaya başlanmış; yoksul kesimler ise hanede yaptıkları üretimi bırakarak diğerlerinin yanında ücretli olarak çalışmaya başlamıştır.18 Böylece merkantilizmden kapitalizme geçiş aşaması başlamıştır. Üretimin boyut değiştirmesi ve daha büyük işletmelerin ortaya çıkması ile kırsal üretime bağımlılık azalmış ve kentlerin önemi biraz daha artmıştır. Burjuva sınıfı da gerçek görünümüne kavuşmuş ve yeni sınıfsal farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ayrıca monarşiye geçilmesi ve hükümdarın servetinin hazineden ayrışması ile idari olarak bir kamu oluşmuştur. Egemenlik artık tek bir kişide temsil edilmez; kamu görevlileri, kamu erki olarak işlev görür. Yazınsal kamunun oluşmasında Habermas, ‘mektup’un önemli bir yer oluşturduğunu söyler.19 Çünkü ilk başta mektup, daha hızlı ve daha güvenilir bir haber kaynağı 18 Maurice Dobb, Kapitalizmin Dünü ve Bugünü, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2001, s.23-29 19 Habermas, ibid., s.83 19 sayılıyordu. Ayrıca mektup, kişinin kendi öznelliklerini başkasına açtığı bir anlatım biçimi olarak yaygınlaşmış ve bir süre sonra edebi bir tür haline gelmiştir. Mal alışverişinin boyutu büyüdükçe, habercilik de bağımlı olduğu bu alanın kurallarına uyum göstermeye başlamış ve bir mal olarak görülmeye başlamıştır. Sonuçta, elle çoğaltılan haber bültenlerinin yerini haftalık, düzenli olarak dolaşıma sunulan gazeteler almaya başlamıştır. Bunlar da bir süre sonra günlük hale gelmiştir. Böyle bir dönüşümün yaşanmasında etkili olan düşüncelerden birisi de, posta yoluyla dağıtılan mektup şeklinde haber bültenleri yerine; daha çok kişiye ulaşacak gazetelerin daha karlı bir iş olacağıdır. ‘Sürümden kazanma’ politikası burada devreye girmiş ve ne kadar çok kişiye ulaşılırsa marjinal maliyetin o kadar düşeceği ve sonuçta da karlılığın artacağı düşüncesiyle, ‘kamuoyu’na düzenli haberler sunulmaya başlanmıştır. Haberler böylece aleniyet kazanmış oluyordu. Ancak elbette ki, bu dönemde sıkı sansürler uygulanıyordu. Devlet işleriyle ilgili haberler devlet tarafından, iş dünyasıyla ilgili haberler de iş adamları tarafından sansürleniyordu. Devletin yaptırım gücü olması nedeniyle devletin dediği, habercilerin asıl nemalandığı kesimin de tacirler olması nedeniyle tacirlerin dediği yerine getiriliyordu ve sonuçta ‘geriye geleneksel “yenilikler” mevzuu kalıyordu: mucizevi tedaviler ve afetler, cinayetler, salgınlar ve yangınlar gibi.’20 20 ibid., s.83-84 20 Bununla birlikte, bir süre sonra hükümetler de basını, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı öğrendiler. Ancak bu da karşılıklı bir etkileşimdi ve basın bir süre sonra devletin çıkarlarının hizmetine girdi. Devletin, tebaası yararına yaptığı yenilikler, hükümdarın seyahatleri ve saray seremonileri gibi saray haberleri yayınlanmaya başlamıştı. Hatta bu haberler bir süre sonra bizzat devlet görevlileri tarafından derlenip gazetelere gönderilmeye başlandı. Bunu izleyen süreçte de devlet himayesinde çıkan bir takım yayınlar ve daha da ötesinde bizzat devletin çıkardığı yayınlar dolaşıma girdi.21 Modern devlet aygıtlarının gelişmeye başlamasıyla birlikte halk içinde merkezi bir konuma sahip olan yeni bir burjuva tabakası olarak tahsilli zümreler ortaya çıkmıştı.22 Bu yeni burjuva sınıfına sermaye sahibi kapitalistler de dahil olmuştur. Ancak ilk burjuvalar olarak ortaya çıkan esnaf ve zanaatkarlar toplumsal olarak düşüşe geçmiş ve okuyan, akıl yürüten kamunun dışında kalarak önemini yitirmişlerdir. Kapitalist üretim tarzının oluşması ve kapitalist bir sınıfın ortaya çıkışıyla birlikte, devletin ekonomik alana müdahaleleri, sadece kapitalistlerle devlet arasında değil, geçimlik derdine düşen tüm tabakalarla devlet arasında bir gerilim yaratmaya başlamış ve okuyan kamu yoluyla bir ‘eleştiri’ alanı oluşmaya başlamıştır. 21 ibid., s.85-86 22 ibid., s.86-87 21 Okuyan kamu da akıl yürüten kamuya doğru hızlı bir evrim sürecine girmiştir. Esas olarak buna bir evrim de denemez, çünkü bir okuyan ve akıl yürüten kamudan bahsedilmektedir. Bilimsel makaleler, sanat eleştirileri ve tarihsel anlatılar sonuçta tartışan bir kamu alanı yaratmıştır. Bu gelişmeler doğrultusunda mekansal olarak da bir değişim yaşanmış ve kamusallık; kulüpler, kahve salonları ve localar gibi mekanlara taşmıştır. Ayrıca şehirlerin büyümesi ile kitlelere hitap eden parklar ve dinlendirici yürümeye uygun caddeler açılmıştır. Bu noktada feminist kuramcıların eleştirileri yükselmektedir. Yazınsal kamunun ilk formunda kadınların bu kamusallıkla bağlantıları var iken, bu yeni mekanlara taşan ve boyut değiştiren yazınsal kamusallıkta kadınlar dışarıda bırakılmıştır. I. I. V. Burjuva’nın Siyasal Kamusallığı Fransız devrimi öncesinde ve sırasında günlük yaşamın daha fazla politikleşmesiyle kamusal alan genişlerken, özel alanın da sınırları keskinleşmeye başlamış ve kamusal alandan daha keskin bir şekilde farklılaşmıştır. Özel alanın genişlemesiyle birlikte bireyin ön plana çıkmaya başlamasının yeni ortaya çıkmaya başlayan toplumsal sistem için sorun yaratacağı düşünülmüş ve bireysel çıkar ile ortak çıkarı bir paydada buluşturabilmek için ‘yurttaş’ kavramı ön plana çıkarılmıştır. 22 Yurttaşlığın, bireyleri ortak çıkara ve iradeye yönelteceği düşünülürken, bu kavram aynı zamanda yasalar önünde bir eşitliği de ifade etmektedir. Böylece yasa önünde eşit yurttaşlardan oluşan türdeş bir bütün olarak ulus kavramı doğmuştur. Habermas’a göre, ‘burjuva kamusunun siyasal ödevi, sivil toplumun düzenlenmesidir.’23 Yani burjuvanın görevi, devlet dışında kalan ilişkiler alanını düzenlemek; devletin bu alan üzerindeki yaptırımlarını ve denetimlerini azaltmak ve lehine çevirmektir. Burjuvanın hedefleri burada diğer sınıfların hedefleriyle çatışmaktadır. Burjuva kamusu ile diğer kamusallık formları arasındaki önemli bir fark; burjuva kamusunun iktidarı hedeflememesidir. Onun işleyişini bir eleştiri süzgecinden geçirerek, kendi lehine çevirmek ister. Ancak proleter kamusal alanın hedefi iktidardır.24 Burjuva kamusunun burada sistem açısından sağladığı fayda, sistemin stabilize edilmesidir. Sistem kendini dönüştürerek yeniden yaratır. Ancak tartışılan başka bir nokta vardır ki, kamusal alanların toplamının sistem açısından böyle bir fayda sağladığı sonucuna varılır. Burada tartışmanın ekseni, sistemin içinde yer alarak dönüştürmenin mi yoksa sistem dışında durarak onu devirmenin mi tercih edileceği 23 ibid., s.128 24 Habermas, kamusallığı normatif ve tarihsel bir kategori olarak kurarken burjuva kamusuna alternatif diğer kamusallıkları (örneğin Jakobenler ya da Chartistler) konu dışında tutmuş ve sadece burjuva kamusuna odaklanmıştır. Bu yüzden yeni bir kamusallığın normatif karakterini çizerken teorik olarak eksiklik hissedilmektedir. 23 meselesidir. Habermas’ın tercih ettiği yöntem, sistemin içinde yer alarak ve eleştirel bir kamusallık yoluyla sistemi dönüştürmektir. Ancak Habermas, Marksist tezlere yakın durarak siyasal kamusal alanın oluşumunu burjuvazinin siyasal çıkarlarıyla ilişkilendirmektedir. Burjuvazinin, kapitalist pazar ekonomisinin siyasal ve yasal koşullarını güvence altına alacak tek ve egemen bir güce ihtiyaç duyduğunu belirtir.25 Burjuva kamusu, işte bu gücü eleştiri alanına sokarak bu güç üzerinde bir denetim sağlamaktadır. Ayrıca bu egemen güç, temsili kamusallık ya da öncesinde olduğu gibi tartışılmaz bir güç değildir. Karşısında sermayenin gücü vardır ve yadsınmayacak denli kuvvetlidir. Egemen güç, yani kamusal erk de, bu gücü daha çok burjuva sınıfı dışındaki sınıflara göstermektedir. Ancak diğer sınıflara uygulanan bu güç her zaman olumsuz yüklenimler taşımaz; bu burjuva sınıfının işine de gelmez. Đşçi sınıfının yaşam koşullarının iyileştirilmesi sağlıklı bir işgücü yaratacağından verimi artırır ve işgücü maliyetlerini düşürür. Bu yüzden burjuvazinin çıkarınadır. Ayrıca işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesinde, burjuvazi bizzat girişimde bulunarak kendi yaptırdıkları işçi konutlarında barınma olanağı sağlamış; ancak bu Engels’in belirttiği gibi işçinin işverene daha çok bağımlı olması sonucunu doğurmuştur.26 25 Zabcı, ibid., s.66-67 26 Friedrich Engels, Konut Sorunu, Sol Yayınları, Ankara, 1992, s.51-54 24 Bunun yanında soruna ahlaki olarak yaklaşan burjuva kesimi de ortaya çıkmış ve başka bir dünya tahayyülüyle sonuçlanan düşünceler geliştirmişlerdir. Bunlardan en kayda değer olanlarında birisi Owen’dır. Owen soruna bölüşüm perspektifinden bakmış ve eşitlikçi ve ahlaki bir model geliştirme çabaları yürütmüştür. Bu çabaların sonucunda Owen, kapitalist bir burjuva iken işçi önderi konumuna gelmiş ve Đngiliz sosyalizminin temellerini atmıştır. Ayrıca ‘yeni bir toplum görüşü’ geliştirerek oluşturduğu kooperasyon köyleri fikrini New Harmony’de uygulamaya çalışarak, bunun mümkün olabileceğini herkese göstermek istemiştir. Ancak Owen, proleteryanın çıkarlarını savunmak için ortaya çıkmamış; belli bir sınıfın değil, tüm insanlığın kurtuluşunu hedeflemiştir.27 Burjuva kamusal alanında kadınların katılımı da çok kısıtlıdır. Çünkü hem içerik olarak hem de biçim olarak, burjuva kamusallığı eril bir sistemdir. Ancak bu kamusallığa alternatif diğer kamusal alanlar aracılığıyla, kadınlar siyasete katılma olanağını bulmuşlardır.28 Bu dönemde din de özel bir sorun haline dönüşür. Elbette, daha önce bahsedildiği gibi, devam eden bir temsili kamusallıktan söz edilebilir. Ancak bu, aynı yerde belirtildiği gibi temsiliyetin temsilidir. 27 Rona Aybay, Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen, Yaşamı, Eylemi, Öğretisi, Remzi Kitabevi, Đstanbul, 1970; A. L Morton,. The Life and Ideas of Robert Owen, Lawrence and Wishart, London, 1969 28 Zabcı, ibid., s. 25 Dinin özel bir sorun haline gelmesi; liberal kapitalist bir sistemle birlikte bireyin önem kazanması, kamusal akıl yürüten cemaatlere doğru bir kayışın yaşanması ve aydınlanma ile gerçekleşmiştir. Ortaçağda bir erk sahibi olan ve kırsal artı ürünle geçinen ruhban sınıfı, artık bir kurum niteliğinde gözükmekte ve toplum üzerinde eskisi kadar etki sahibi olamamaktadır. Bu dönemde kültür alanında da dönüşüm yaşanmaktadır. Yazınsal kamusallığın oluşumuyla birlikte kitlesel bir hale gelmeye başlayan kültür, bu dönemde bunu tamamlamıştır, ancak kültürün herkes tarafından erişilebilir olması, onu bir tüketim nesnesi olmaya itecektir. Sonuçta piyasa koşullarına bağlı gelişen kültür tüketiminde bir arz-talep dengesi göz önünde bulundurulmuş ve karlılık hesapları yapılmaya başlanmıştır. Kültürel ‘şey’lerin, sadece tahsilli zümreler tarafından değil halkın büyük kesimleri tarafından erişilebilir oluşu sonucunda okuyan kamunun genişlemesi, standartların düşeceği ve daha çok ucuz bir edebiyat türünün ortaya çıkacağı korkusunu yaratmıştır.29 Teknolojide yaşanan gelişmeler de bu yeni gelişen kamusallık ruhuna uygun mekanlar yaratılmasını sağlamıştır. Örneğin inşaat teknolojisindeki gelişim ve gelişen tekstil ticareti sonucunda, bu ürünlerin satıldığı demir pasajlar ortaya çıkmıştır. 29 Zabcı, ibid., s.45 26 I. I. VI. Kapitalizmin Krizi ve Kamusallığın Çöküşü Kapitalist burjuva sınıfı, devletin, ekonomik etkinlikler alanını güvence altına alıp mekanizmanın işleyişini piyasa koşullarına bırakmasını ister. Ancak kriz zamanlarında, piyasanın stabil bir duruma gelebilmesi için, devletin mekanizmayı güvence altına almasından öte, ona müdahale etmesi beklenir. Özel ile kamusal olanı keskin bir şekilde ayıran, kamuoyunu özel alan içine dahil eden ve kamusal alanı özel çıkarlar ile kamu erki arasında bir etkileşim alanı olarak gören burjuva kamusu, kamusal ve özeli devlet-piyasa ilişkisi içinde biçimlendirir. Refah devleti politikalarıyla birlikte kamunun özele ve özelin kamuya sızması; burjuva kamusal alanını, ona yüklenen işlevler açısından bakıldığında silikleştirir. “Kamusal alanla özel alanın entegrasyonu, bir zamanlar devlet ile toplum arasında aracılık yapan kamunun örgütsüzleşmesine tekabül ediyordu. Bu aracılık işlevi, kamusal topluluktan çıkıp, dernekler gibi özel alandan veya partiler gibi kamu alanından zuhur ederek devlet aygıtıyla işbirliği halinde içsel bir iktidar yürüten veya güçler dengesi kuran kurumlara geçti.”30 Pazar ilişkilerinin yarattığı eşitsizlik, seçim yasalarında yapılan değişikliklerle siyasal alanda giderilmeye çalışılmıştır. Đşçi örgütleri özel alana dair örgütlenmeler olarak yer alırken, sosyalist partiler aracılığıyla yasama üzerinde de etkili olmuşlardır. Buna karşın girişimciler ve devlete yakın duran diğer güçler de toplumsal güçlerini siyasal alana taşımışlardır. 30 Habermas, ibid., s.304 27 Habermas, devletin yasalar ve düzenlemeler yoluyla meta değişimi ve toplumsal emek alanına müdahalesinin demokratik bir etki yarattığının yadsınamayacağını, ancak müdahalenin karşı tarafında sermayenin yoğunlaşması ve oligopolcü örgütlerin yer aldığını vurgulamaktadır. Bunların sonucunda özel ve kamusal ölçütlerine göre bir ayrımlaşmanın olmadığı, devlet ve toplumun tek bir işlevsel bütün yaratmak üzere kaynaştığı, sivil toplumun liberal tanımından oldukça uzaklaştığı bir toplumsallık ortaya çıkmıştır. Ailenin bireylerini karşılıklı destekleme ve koruma üzerine kurulu geleneksel işlevi, refah devletinin, “işsizlik, kaza, hastalık, yaşlılık ve ölüm” gibi olaylarda destekleyici ve korumacı önlemler alması ve sosyal hizmetler vermesinden sonra sona ermiştir. Aile gittikçe, tüketimin ve boş zamanın alanı haline gelmiş, kamusal ve özel ayrımı ise, ‘kamusal’ nitelik kazanmış büyük firmalar ve geniş bir bürokrasi ağı ile artık daha fazla ‘öznel’ yaşantıyı temsil eden aile arasında yeniden kurulmuştur.31 Bunların sonucunda mülkiyet sahibi olarak özel bireylerin edindiği toplumsal denetim gücünü kaybolmuş ve bunun sonucunda özel birey, boş zamanını dilediği gibi değerlendiren bir tüketim öznesi konumuna indirgenmiştir. Habermas, yazınsal kamusal alanın ortaya çıkışında önemli bir role sahip olan burjuva çekirdek ailesinde yaşanan böylesi değişimlerin, böyle bir kamusallığın sonunu getirdiği sonucuna varmaktadır.32 31 Zabcı, ibid., s.84 32 ibid., s.84-85 28 Artık okuyan kamuda olduğu şekliyle kamusal etkinliklerin yerini grup etkinlikleri almaktadır. Đnsanlar beraberken sinemaya gitmekte, ya televizyon seyretmekte ya da radyo dinlemektedirler. Bir başka deyişle bir arada yapılan etkinliklerin yerini birlikte yapılan etkinlikler almıştır. Birlikte yapılan etkinliklerin en önemli özelliği, bunları bireyin tek başına da yapıyor oluşudur. Ayrıca insanlar, birbirlerini dinlemek, birbirlerine anlatmak ya da tartışmak yerine birlikte bir başka şeyi dinlemektedirler. Đnsanların kendi öznelliklerini başkalarına ifade etme gereğinden doğan iletişim artık sağlanamamaktadır. I. II. KAMUSALLIĞIN VEÇHELERĐ VE GÜNÜMÜZDEKĐ BĐÇĐMĐ I. II. I. Kültürün Kitleselleşmesi Kamusal ve özel arasındaki ayrımın bulanıklaşmasıyla aile daha bir ‘özel’ nitelik kazanmış, iş yaşamı ise kamusallaşmıştır. Özel birey, mülkiyet sahibi olarak edindiği toplumsal denetim gücünü yitirmiş, boş zamanını dilediği gibi değerlendiren bir tüketim öznesi konumuna indirgenmiştir. Yazınsal kamusal alanın ortaya çıkışında önemli bir işleve sahip olan burjuva çekirdek ailesinde yaşanan değişim, Habermas’a göre, böyle bir kamusallığı yok etmektedir. Kamusal alanda yaratılan bireyler arasındaki açık ve kendi öznelliğini başkalarına ifade etme gereksiniminden doğan iletişim ortadan kalkmakta ve grup etkinliklerinin kamusal birlikteliklerin yerine geçtiği yeni bir tüketim modeli gelişmektedir. Kişiler beraberken sinemaya gitmek, radyo dinlemek ya da televizyon 29 izlemek gibi kültürel tüketime yönelmiş boş zaman etkinliklerini tartışmanın gereksinmediği bir ortamda gerçekleştirmektedir. Günümüzde tartışma, panellerdeki, siyasal forumlardaki ya da açık oturumlardaki ‘profesyonel diyaloglar’ yoluyla gerçekleşmektedir. Akılcı tartışmanın öznesi olan insan, radyo ve televizyonlardaki starları üreten öğeler haline gelmiştir.33 Tüketici özellikleriyle öne çıkan yeni bir okuyucu kamunun gittikçe genişlemesi de, siyasal sorunları eleştirel tartışmaya sunmayı hedefleyen basının uzun dönemde etkisiz hale gelmesine neden olmaktadır. Kaynağını, öznelliğin mektuplar ve romanlarla ifade edildiği bir deneyimden, öznellikler arasında kurulan etkileşimden alan liberal kamusal alanda; bireysel öznellikler, yazınsal bir kamusal alanın varlığı sayesinde, soyut ve genel bir insanlık kavramı ile birleşmekteydi. Kitle iletişim araçlarının ortaya çıkması bu tür bir öznellik deneyimini yok etmiş ve Habermas’a göre bu deneyimlerin dile getirildiği yazınsal ürünleri silip süpürmüştür. Özel alanı ortaya çıkaran koşullar yok olmuştur. Bugün insanların ‘dokunulmaz’ diye nitelendirdikleri ‘özel alan’ Habermas için hiç de savunulası bir şey değildir.34 Onun ‘dokunulabilir’ bir özel yaşamdan yana olduğunu söyleyebiliriz. ‘Dokunulabilir’; çünkü, başkaları tarafından bilindiği, hissedildiği ve anlaşıldığı ölçüde, ki kamusallığı da kuran budur, gerçek bir özel yaşam deneyiminden söz etmek olanaklı olur. Yeni iletişim teknikleriyle kültürün tüketim nesnesi haline gelmesi eğilimi güçlenmiş, ve bu eğilim özel yaşamları dokunulmaz olmaktan çıkaracak süreçleri 33 ibid., s.86 34 ibid., s.87 30 işletmiştir. Đnsanın özel yaşamı artık kitaplar ve mektuplar yoluyla bir başkasına açılmamakta, kitle iletişim araçları özel yaşama ilişkin sorunların aktarıldığı, bunların tartışıldığı ve çözüme ulaştırılmaya çalışıldığı ama asıl olarak sergilendiği yerler olarak görülmektedir. Đnsanların eğilimleri, ahlaki ve politik tavırları her zamankinden çok yönlendirilir durumdadır. Yeni tüketim kültürünün, toplumun alt tabakalarına kadar yaygınlaşarak kültürün demokratikleşmesine hizmet ettiği tezi Habermas’a göre anlamsızdır.35 Kitle kültürünün nüfuz ettiği kesim, eğitimli ve belli gelir düzeyine sahip ya da toplumun üst tabakasını oluşturan kişiler değil, daha çok böyle bir tüketimi gereksinen bir konumda bulunan hareket halindeki (mobile) gruplardır. Kamusal ve özel alan arasındaki ayrım, özel çıkarlar arasındaki rekabetin düzenlenmesinin pazara ait olduğu ve düşünceler arasındaki çatışmanın bu ilişkiler dışında gerçekleştiği kabulüne dayanmaktaydı. Ancak, kamusal alan bir reklamcılık alanı haline gelmeye başladıkça, pazara ait görülen ilişkiler ağı, kamusal alanda da hakim olmaya başlamıştır. Kamusal alanın reklamcılık işleviyle donanmasını yaratan değişim, basının ticarileşmesi olgusuyla bağlantılıdır. Yeni iletişim tekniklerinin gelişmesiyle basın, liberal dönemde yerine getirdiği gibi, bir kamu oluşturmak üzere bir araya gelen özel kişilerin akılcı- eleştirel tartışmasını yaygınlaştırmak ve çoğaltmak işlevi ile sınırlı kalmamış; artık tartışmanın kendisini biçimlendirir duruma gelmiştir. Kamuoyunu oluşturan bir araç durumundadır. 35 ibid., s.88 31 Habermas, liberal dönemde ortaya çıkan kamusal alanın koşullarının ortadan kalkmasıyla birlikte çöktüğünü ve onun eleştirel potansiyelini sürdürecek ve koruyacak yeni bir kamusallığın yaratılamadığını; kamusal alanın bir reklamcılık zemini olarak tekrar kurulmasının, yeniden feodalleşme yönündeki gelişmenin bir parçası olduğunu belirtir. Kamusal alanın yeniden feodalleşmesi, devlet ve sivil toplum ayrımının yavaş yavaş silindiği, tüketim kültürünün egemen bir anlayış ve davranış tarzı olarak belirdiği koşullarda yaşanan bir gelişmedir. Feodalitedeki kamusallık, kişisel prestijin, zenginliğin ve otoritenin ‘temsil edildiği’ bir ortam olma özelliğini taşımaktaydı. Kamusal alanın reklamcılıkla eklemlenmesinin kişilere dayattığı davranış tarzı birer tüketici olarak hareket etmektir; siyasal etkinliğin kendisi de tüketim kalıpları içinde oluşmaya başlamaktadır. Tüketiciler, tüketim etkinliğini sanki bir yurttaş olarak siyasal etkinlik içinde yer alıyormuş gibi yerine getirmeye başlamışlardır. Devlet de yurttaşlarını, tüketiciler olarak görmekte; siyasal özne, bir tür tüketim öznesi olarak kurulmaktadır. Devlet ve toplum içindeki ‘geniş ölçekli örgütlenmeler’in kendi konumlarını sergiledikleri, kendi propagandalarını yaptıkları bir alan olarak biçimlenen kamusallık, kişisel otoritenin gücünün ve ihtişamının temsil edildiği feodal kamusallığa benzerlik göstermektedir. “Kamusal alan, içinde kamusal eleştirel tartışmanın gerçekleştiği bir sahne olmaktan çok, önünde kamusal prestijin sergilendiği bir sahne haline gelmektedir.”36 36 Zabcı, ibid., s.91 32 I. II. II. Kamusallık ve Din Din olgusu, kamusallık açısından aydınlanma tartışmaları içerisinde önemle tartışılan bir konudur. Toplumsal organizasyonun değişmesi ve burjuvazinin ekonomik etkinlikleri ve hane yaşamı göz önüne alındığında böyle bir tartışma kaçınılmaz görünür. Aydınlanma öncesinde mutlak bir hakimiyeti olan din olgusunun Antik ve Geç Antik çağda, filozoflar ve şehirciler-mimarlar tarafından kamusal mekana atfedilen eylemler ve özellikler arasında sayılması, toplum açısından bunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Hatta arkaik çağ için dinin en önemli toplumsal olgu olduğu ve toplumsalı yaratan bir araç olduğu söylenebilir. Ancak genel olarak tarih içerisinde dine yöneltilen eleştirilerin kaynağında, onun toplumları denetim altında tutmak görevi gördüğü düşüncesi vardır. Altında ideolojik ve politik bir temel yatmaktadır. Dinlerin birçoğunda tanrıyla baş başa kalma37 gibi bir ibadet şekli varken bu, çoğunlukla dini ulema ya da ruhban kesimin yerine getirdiği bir ibadet şekli olarak görülmektedir. Halk ise ruhban kesimin yönettiği törenlere katılır ve tanrıyla baş başa kalarak yaptığı ibadet daha kısa ve daha az çetrefillidir. Mahrem alana dahil 37 Müslümanlıkta çile odaları, Hıristiyanlıkta manastırlar, Budizmde meditasyon, Musevilikte ağlama duvarı ve Şabat vb… 33 olan bu ibadet şekline rağmen dinlerin bir de kamusal bir yönleri vardır. Tanrının gücü, dinsel törenlerle herkesin önünde gösterilir ya da temsil edilir. Bu temsiliyet, ortaçağda hükümdarın temsili kamusu yanında bir ikinci temsili kamu olarak kabul edilir. Bu temsiliyetin günümüze kadar devam ettiği ancak eski anlamını yitirdiğinden yukarıda bahsedilmişti. Aynı dönemde din, aynı zamanda siyasi bir otorite görevini yerine getirir. Halk kiliseye bağlılık yemini ederken, hükümdarlar da kilise tarafından aforoz edilebilmektedir. Đngiliz kilisesinin ayrılması da dinin, siyasi açıdan ne menem bir şey olduğunu göstermektedir. Bilimdeki gelişmelerle dinsel dogmalar yavaş yavaş sarsılmaya başlamış ve sonunda bilimsel bulgular, dinsel dogmaların önüne geçmiştir. Güvenilirliği sarsılmaya başlayan din, aydınlanma düşünürlerince tartışmaya açılmış ve yoğun bir eleştiriye maruz kalmıştır. Böylece sekülerleşmenin tohumları atılmaya başlanmıştır. Çeşitli düşünürlerce savunulmaya başlayan ateizm (tanrıtanımazlık), deizm (yaradancılık) ve teizm (tanrıcılık), dini sorgularken; deizm ve teizm kimilerince burjuvazinin halktan korkusu üzerine verdiği ödünler olarak gözükür. Ancak eğitimli kesimlere seslenmekte yetersiz kalan din, eğer eğitimsiz ve yoksul kitleler denetim altında tutulacaksa hala yararlı hatta gerekli bile olabilirdi.38 Bu yüzden bu ödünler biraz da gönüllü verilmiş sayılabilir. 38 Lucien Goldman, Aydınlanma Felsefesi, Doruk Yayınları, Ankara, 1999, s.51 34 Dinin sorgulanmasında, burjuvazinin bir başka çıkarı da dünyevi olanın ilahi olanla ilişiğinin kesilmesidir. “Günlük yaşam, önceleri dinsel imgeler ve onun zihinsel yapılarıyla örtülüyken artık, en büyük özelliği dindışı ve kutsallıktan arınmış bir doğaya sahip olan iktisadi yaşam ortaya çıktı.”39 Đktisadi yaşam dünyevidir ve bu yüzden dine uygun ya da din dışı, iyi ya da kötü kategorilerine yabancıdır. “Onun tek zorunlu kategorisi, başarı ya da başarısızlıktır.40 Bu yüzden bu gelişmelerin burjuvazi çıkarına olduğunu söyleyebiliriz. Ancak toplumsal açıdan da, toplumun daha az dini baskıya maruz kalmasını sağladığı için, önemli bir gelişme sayılabilir. I. II. III. Sivil Toplum ve Yeni Toplumsal Hareketler Sivil toplum, devletin idari teşkilatlanma alanının dışında, bir hukuk düzenine tabi olmakla birlikte kendi iç düzenini kendisi belirleyen, toplumsal yaşamın organize, özerk ve gönüllü bir bölümü olarak tanımlanabilir.41 Sosyal sözleşmeci filozoflar tarafından doğa halinden çıkıp, bir siyasi otorite etrafında bir araya gelmek biçiminde tasvir edilen sivil toplum kavramı, bu haliyle devletle özdeş kılınmış ancak bu özdeşlik yerini zamanla, devlet-sivil toplum ikiciliğine bırakmıştır. Hegel'in fikirlerinde net ifadesini bulan bu ikiciliğe göre onun teorisinde, sivil toplum, "özel" menfaatlerle "evrensel" menfaatlerin denkleştirilmesi çabasının bir unsuru olarak ele alınır ve bu haliyle sivil toplum, aile ile devlet 39 ibid., s.83 40 ibid., s.84 41 Ayşenur Akpınar Gönenç, Sivil Toplum: Düşünsel Temelleri ve Türkiye Perspektifi, Altkitap(elektronik kitap), www.altkitap.com, 2001, s.8 35 arasında yer alan bir sosyal alan olarak anlaşılır; özel kişilerden, gruplardan ve devlete doğrudan bağlı olmayan kurumlardan oluşan bir yapı. “Tocqueville, siyasiliğin devletin tekelinde olmadığını belirterek, Amerika örneğinde somutlaşan, siyasi toplumu şekillendiren bir sivil toplum tasviri yaptı. Gramsci ise, sivil toplumun, ekonomik ilişkilerden ibaret bir alan olmadığını vurgulayarak, sivil toplum alanındaki meselelerin aslında siyasi olduğu saptamasını yaptı ve bunu "devlet= siyasi toplum+ sivil toplum" denkliğiyle formülleştirdi.”42 Ortaçağ sonlarında, artan ticari faaliyetlerin de etkisiyle, feodalizmin temellerinin sarsılması ve ortaya özerk kentler çıkması, sivil toplumun doğuşunu da beraberinde getirmiştir. Bu daha çok özel hukukun ortaya çıkışına bağlanmaktadır. Daha sonraları özel hukuk ile kamu hukukunun kaynaşmasının da, çöküşünü getirdiği Habermas tarafından belirtilmektedir.43 Hegel’in kullandığı "bürgerliche Gesellschaft" teriminin hem burjuva toplumu ve hem de sivil toplum olarak çevrilebilecek olanması, sadece Alman dilindeki bir rastlantıdan ibaret değildir. Çünkü "bürgerliche Gesellschaft" terimiyle ifade edilen fenomen, tarihsel açıdan belli bir sosyal formdur. Hegel'in sivil toplumla ilgili düşünceleri, yakından bildiği Alman toplum yapısını meydana getiren lonca ve korporasyonların, zümre ve sınıfların, dernek ve yerel toplulukların dikkatli ve hatta geliştirilmiş bir çözümlemesini içermektedir.44 42 ibid., s.9 43 Habermas, ibid., s.264-266 44 Gönenç, ibid., s.21 36 “Hegel'e göre, korporasyonlarda yer almaya en elverişli toplumsal sınıf, sanayici sınıftır. Zira, Hegel, çiftçi sınıfının, kendi "somut evrenselliği"ni kendi içinde dolaysızca taşıdığını düşünür. Sivil hizmetliler sınıfı (evrensel sınıf) ise, özü itibariyle evrenseldir; kendisi için evrensel, onun faaliyetinin temelini oluşturur. Bu ikisi arasında yer alan sanayici sınıf ise, niteliği gereği özele yönelik olduğu için, korporasyonun asıl uygun düştüğü sınıf bu sınıftır.”45 Özel çıkarları evrensele dönüştürme işlevi üstlenmesi nedeniyle korporasyonun, kamu gücünün gözetimi altında olmak şartı ile şu haklara sahip olduğu belirtilmektedir:46 a) Kendi alanı içinde, kendi çıkarlarını kollamak, b) Genel sosyal durumun gerektirdiği ( belirlediği) sayıda olmak üzere, yetenek, beceri ve dürüstlük gibi bazı objektif niteliklere sahip kimseleri üyeliğe kabul etmek, c) Üyelerini özel durumlara karşı korumak, d) Üye olmak için gerekli nitelikleri edinebilmeleri için dışarıdan kimseleri eğitmek. Marx'a göre ise sivil toplum, somut olarak, tarihte karşımıza çıkan toplumsal bir aşamayı anlatır ve insanlar arasındaki maddi ilişkilerin organizasyonunun belli bir formuna atıfta bulunur. Buna göre, sivil toplum ilk olarak 18. yüzyılda burjuvaziyle birlikte gelişmiştir. “Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme merhalesinin içinde yer alan bütün fertler-arası maddi ilişkileri kapsar. Bu belirli merhalenin bütün ticari ve sınai hayatını kapsar ve bundan ötürü devletin ve milletin çerçevesini aşar; 45 ibid., s.23 46 ibid. 37 dışarıda, yabancı halkalara karşı milliyet olarak ortaya çıkmak ve içerde devlet olarak organize hale gelmek zorunda olduğu halde aşar bunları ‘Sivil toplum’ sözü, mülkiyet ilişkilerinin Antik ve Ortaçağ topluluğundan kurtulduğu bir zamanda, yani 18. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu anlamda sivil toplum, ancak burjuvazi ile birlikte gelişir; ne var ki, her çağda, devletin ve idealist üstyapının temelini teşkil eden ve üretim ile ticaretten doğrudan doğruya üreyen sosyal organizasyon, her zaman bu sözle ifade edilmiştir.”47 Marx'ın teorisinde sivil toplumun devlete göre "tercih edilebilir" bir konumda bulunmadığı söylenebilir. Marx'ın teorisinde aralarındaki etkileşim (birinin "belirleyen" diğerinin "belirlenen" oluşu) de hesaba katıldığında, bu açmazı aşmanın tek yolu her ikisini de ortadan kaldırmaktır. Devlet ortadan kalkacak, siyasi alan sivil topluma iade edilecek ve karşılıklı olarak yeniden bütünleşme süreci gerçekleşecektir. Bu süreci başlatacak olan ise, "radikal bir hareket", bir "devrim"dir. Devrimi gerçekleştirmeye elverişli sınıf olarak Marx, işçi sınıfını görür. "Đşçi sınıfı, kendi gelişim çizgisinde, eski sivil toplumun yerine, orta sınıfları ve bu sınıfların uzlaşmaz karşıtlıklarını dışta bırakacak bir birlik koyacak ve ortada siyasi iktidar diye bir şey de bırakmayacaktır. Çünkü siyasi iktidar, sivil toplumdaki uzlaşmaz karşıtlığın, resmi ifadesinden başkaca bir şey değildir".48 47 Karl Marx, Friedrich Engels, Alman Đdeolojisi, (çev.) Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları, Đstanbul, 1968, s.67 48 Karl Marx, Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk Üzerine, (çev.) Rona Serozan, May Yayınları, Đstanbul, 1977, s.188 38 Gramsci, sivil toplumu üç kısma ayrılmış bir yeniden kavramlaştırma yoluna gider: Buna göre sivil toplum, (yalnızca zorlayıcı bir idari aygıt olarak düşünüldüğünde) siyasi toplumun (dar anlamda devletin) karşısında yer almakla kalmamakta, ailenin özel alanı ve ekonomik ilişkilerin de dışında bulunmaktadır. Bu yaklaşım Gramsci'yi Marx'dan ayırır. Marx için sivil toplum daha çok, kamusal alanda etkin olan ekonomik faaliyetler olarak görülürken, Gramsci tarafından sivil toplumun siyasi yönü vurgulanmaktadır. Ona göre, sivil toplum alanındaki meseleler aslında siyasidir. Sivil toplum yalnızca ekonomiye ilişkin sözleşmelerin yapıldığı, üretim sonucu elde edilen ürünün paylaşıldığı bir alandan ibaret sayılamaz. Sivil toplumda partiler, dini gruplar, iletişim organları vb., kitlelerin siyasi kimliklerinin biçimlenmesinde, sivil toplumun kendi kurumsal yapısının ve sınırlarının belirlenmesinde etkin olur; bu yolla, siyasi görüşlerin düzenlenmesine ya da siyasi fikirlerin bir anlam kazanmasına katkıda bulunur. O halde, Gramsci, sivil toplumun yalnızca ekonomik faaliyetlerle sınırlandırılamayacağını söylemekte, onu geniş anlamda devletin bir parçası olarak görmektedir. Buna göre, devleti siyasi toplumla özdeş kılan anlayış yerini şu denkliğe bırakmıştır: Devlet= Siyasi toplum + Sivil toplum, yani zorlayıcı önlemlerle güçlendirilmiş hegemonya.49 Sivil toplum özel amaçlardan çok kamusal hedeflerle ilgilidir. Sivil toplum, bazı biçimlerde devletle ilişkilidir; ama amacı devlet içinde resmi bir güç ya da görev edinmek değildir. Ayrıca sivil toplum çoğulcu olmalıdır. Sivil toplum içindeki örgütler ne kadar çok ve çeşitli iseler, merkezi bir güç tarafından yutulma olasılıkları o derece azalır. 49 Gönenç, ibid., s.37 39 Sivil toplum geniş bir organizasyonlar dizisini içine alır: Bunlar:50 1. Ekonomik (üretici ve ticari birlikler ve şebekeler) 2. Kültürel (dini, etnik, komünal ve diğer ortak hakları, değerleri, inançları, görüşleri, sembolleri savunan birlikler) 3. Bilgi edinmeye ve eğitime yönelik (kamuya bilgi, fikir, haber vermeye ve bunları yaymaya hasredilmiş -kar amaçlı olan ya da olmayan - örgütler) 4. Menfaat merkezli (üyelerinin ortak işlevsel ya da maddi menfaatlerini savunmak ve geliştirmek için örgütlenmiş işçiler, emekliler, mahkumlar, profesyoneller ya da benzerleri için) 5. Geliştirici (alt yapı tesislerini, kurumlarını geliştirmek ve toplumsal yaşam kalitesini yükseltmek için bireysel kaynaklar oluşturma organizasyonları) 6. Sorun merkezli (çevre koruma hareketleri, kadın hakları, toprak reformu ya da tüketiciyi koruma vb.) 7. Vatandaşlıkla bağlantılı örgütlenmeler ( siyasi sistemin partizan olmayan bir biçimde geliştirilmesini isteyen ve onu insan haklarının denetimi, seçmen eğitimi ve mobilizasyonu, seçim gözetmenliği, siyasi yozlaşmayı önleyici çabalar vs. yoluyla daha demokratik hale getirmeyi hedefleyen örgütler). Bunlara ek olarak sivil toplum, bilgi ve fikir akışının gerçekleştiği bir alandır. Bu yalnızca, bağımsız medyayı değil, aynı zamanda daha özerk kültürel ve entelektüel aktiviteleri (üniversiteler, fikir üretim merkezleri, yayınevleri, tiyatrolar vb.) de kapsar.51 50 ibid., s.44 51 ibid. 40 19. yy sonlarına kadar üzerinde önemle durulan bir kavram olan sivil toplum, 20. yy’ye gelindiğinde bu yoğun ilgiyi kaybetmiş, ancak 20. yy’nin sonlarına doğru yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bunun sebebinin Doğu Bloku’nda yaşanan gelişmeler olduğu tartışmacılar tarafından belirtilmektedir. Ancak sivil toplum kavramının yeniden ortaya atılması, neo-liberal devlet sisteminin tartışılmaya başladığı dönemlere denk gelir. 1990’larda ‘yeni dünya düzeni’ adıyla lanse edilen konjonktür, liberal burjuvazinin, içine sivil toplumu da alarak yeni bir devlet örgütlenmesini sunmasıyla somutlaşır. Devlet teşkilatlanması yerelleşerek katılımın daha etkin sağlandığı bir sürece olanak verecektir. Ancak bu katılım, özel şirketlerin de birer sivil toplum örgütü (NGO- non govermental organization) olarak katıldığı bir oydaşma sürecidir. 60’larda ortaya çıkan yeni sosyal hareketler de zaman içinde sistem tarafından bu yapılanmanın içine katılmış ve sivil toplumun yapısı üzerinde dönüşümler yapmaları sağlanarak bu sistemin kendini yeniden üretmesi ve devamı öngörülmüştür. Touraine’e göre çağdaş sosyal hareketler yenidir, çünkü mücadelesi post endüstriyel toplum tarafından açılan alanda gerçekleşmektedir. Bu alan artık devlet değil, sivil toplumdur. Touraine’e göre toplumsal hareketler, toplumsal aktörlerin sivil toplumun yapısı üzerindeki mücadelelerinden doğmaktadır. Yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı, toplumsal hareketler ve siyasal yapı arasındaki ilişkinin dönüşümünü simgelemektedir. Dolayısıyla Touraine’e göre günümüz hareketleri kendilerini devlet 41 gücünü kontrol etme fikrinden ayrıştırdıkları ve sivil ilişkileri dönüştürmeyi amaçladıkları için yenidir.52 Cohen ise ‘kendini sınırlayan radikalizm’ deyimini kullanarak, batılı yeni toplumsal hareketlerin devrimci hülyalardan vazgeçmelerini, politik ve ekonomik sistemlerin birbirinden bağımsız işleyişini öngören bir sivil toplumu savunmalarını anlatmaya çalışmıştır.53 Ancak bugün gelinen noktada, bu yapının kendisine muhalif bir takım hareketler ortaya çıkmıştır. Bunlar yapıları gereği ‘yeni sosyal hareketler’ tanımı içine sokulmaktadır ancak, ‘radikal değişimler’ öngörmeleri, devlet gücünü ve uluslararası sermayenin gücünü kontrol etme amacı gütmeleri nedeniyle bu tanımlardan uzaklaşmaktadırlar. Kumar, bu yeni toplumsal hareketlerin, kitlesel politik partilerin yerini aldığını söylemektedir. Ona göre, sınıf aidiyetine ve paylaşılan çalışma deneyimlerine dayalı kolektif kimlikler çözülerek, daha çoğulculaşmış ve özelleşmiş kimlikler oluşur.54 Bu hareketlerin içinde yer alanların ‘yeni orta sınıf’a dahil kimseler oldukları göz önüne alındığında, bireylerin sistem içerisine dahil olmaları kolay olduğu için bu hareketlerin devamlılığının da risk altında olduğu sonucuna varılabilir. Ancak 52 Kenan Çayır(der.), Yeni Sosyal Hareketler, Kaknüs Yayınları, Đstanbul, 1999, s.16-17 53 Çayır, s.18 54 Krishan Kumar, Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s. 148 42 herhangi bir politik ve ekonomik düzensizlik durumunda bu sınıfın, dengeleri en çabuk alt-üst olacak sınıf olduğu göz özüne alınırsa da bu hareketlerin sistem açısından tehdit edici unsurlar olduğu çıkarsaması yapılabilir. Kumar’ın söyledikleri dikkate alındığında toplumun siyasal anlamda parçalı ve eklektik bir yapıya bürünmesinin doğuracağı sorunlar ortadadır. Ancak örgütlenme deneyimlerinin yaşanması ve bu hareketlerin yeni sınıfsal ittifaklar oluşturabilme potansiyeli dikkate alındığında olumlu yönlerinin de olumsuz yönleri kadar çarpıcı olduğu görülmektedir. I. II. IV. Türkiye’de Kamusal Alan Tartışmaları Kamusallık ve sivil toplum kavramlarının batıda, bir siyasi gelenek çerçevesinde yerleştiği dikkate alındığında, bu kavramları Türkiye üzerinden tartışabilmek için Osmanlı’ya kadar giderek böyle bir siyasal ya da toplumsal gelenek çerçevesinde ele alınabilecek kavramlara ya da kurumlara bakmak gerekliliği doğar. Osmanlı döneminde eşraf ve ayanın, şehrin ileri gelenleri olarak mahalle yönetiminde önemli rolleri vardır. Zengin tüccarlar, esnafın yaşlı ve güngörmüş olanları, ulema, imam, hatip gibi tanınmış kişilerden oluşur. ve şu konularda etkilidirler: • Şehir sakinlerinin, şehrin korunması, adaletin tesisi, şehirdeki yöneticilerin kanunlara aykırı tutumda bulunmaları durumunda azledilmelerinin sağlanması ya da değiştirilmeleri gibi konularda istekler genellikle padişaha eşraf ve ayan tarafından arz edilerek gerçekleşir. 43 • Mahallenin avarız akçası vakfının mütevelliliği genelde imam veya ayandan kişiler tarafından yürütülür. • Şehre gelen yiyecek maddelerinin ve çeşitli malların pazar fiyatlarının tespitinde satıcı ve alıcının zarar görmemesi için, eşraf ve ayandan kimseler, kadının ve muhtesibin yanında yer alır. (Muhtesip, çarşı ve pazarların yani günlük ekonomik hayatın düzenleyicisi olan görevli kişi.)55 Osmanlı’da sosyal tabakalar ikiye ayrılır: yönetici sınıf olan askerîler ve yönetilen sınıf olan reaya. Yönetici sınıf olan askerîler ümera ve ulema olmak üzere ikiye ayrılır. Ümera olarak adlandırılan kesim beylerbeyi, sancakbeyi, dargah-ı âlî çavuşları gibi askerler ve yöneticilerdir. Şehirdeki sosyal mevkileri devletten aldıkları güce dayanır. Bu kişiler şehirde mal-mülk sahibidirler. Bu sınıftan olan acemioğlanları ve düşük rütbeli yeniçeriler daha çok şehrin orta halli insanlarıyla ilişki kurarlar. Savaş dışında yeniçeriler günlük hayatlarını siviller gibi yaşar, esnaflık yaparlardı. Müftü, kadı, müderris, nâib, mülazım, imam, hatip gibi kimselerden oluşan ulema sınıfı ise toplumu yönetmek, eğitmek, aydınlatmakla yükümlüdür. Zengin ve itibarlıdırlar. Ümera ve büyük tüccarlarla ilişkidedirler. Sahip oldukları meslekler, çoğu kez babadan oğula geçen mesleklerdir. Đmam ve hatip gibi dini görevliler ekonomik olarak orta hallidirler. Fakat bilgi ve prestijleri ile resmi devlet memurlarından çok mahalli lider, yönetici konumundadırlar. Genellikle gelirleri 55 Özer Ergenç, 16.yy’da Ankara ve Konya, Ankara Enstitüsü Vakfı, Ankara, 1995, s.140 44 mahalle ve dini müessese vakıfları yoluyla sağlandığından reayadan ayrıcalıkları pek yoktur. Şehir reayası; büyük tüccarlar, esnaf ve bunların dışında kalan alt sınıflardan oluşur. Büyük tüccarlar, zenginlikleri ve devlet vergilerinin toplanmasında ve çeşitli ihtiyaçların temininde reayanın sıkıntıya düşmesinin önlenmesinde oynadıkları rol dolayısıyla itibar görürler. Kendi aralarında ve toplumun diğer itibarlı tabakalarıyla ilişkidedirler. Politik kuvvete sahip olanlar ve dini otoritelerle birlikte üst tabakayı oluştururlar. Esnaf, sosyal ve ekonomik konumları tüccarların altında olan orta sınıftadır. Yeniçeriler savaş dışındaki zamanlarda esnaflık yapabildiklerinden onları da bu sınıfta sayılabilir. Alt sınıflar ise daha çok emeklerini satarak geçinenlerdir. Esnaf yanında çalışan kalfa, çırak gibi ücretli çalışanlarla birlikte, büyük kentlerde fakir işçi ve köylülerden, hamallardan, çingenelerden, seyyar satıcılardan, işsizlerden oluşan bir kitle mevcuttu. Osmanlı yönetiminde devlet-askeriye alanının kapsamadığı konular dini ortama dahildir. Devletin karşısındaki kurumsal güç sivil toplum değil dini cemaattir. Osmanlı devleti dinsel inanç temelinde ayrımlaşmış olan cemaatleri mümkün olduğunca kendi iç meselelerinde ve kamusal hizmetlerinde serbest bırakmayı tercih etmiştir. Böylece hem cemaatlerin ihtiyaçlarına doğrudan cevap vermeyerek bir tür hakemlik müessesesi olmuş, hem de kendi iç düzenlerinde serbest kalan cemaatlerin 45 uzun vadeli ve istikrarlı bir biçimde aynı devlet yapısına razı gelerek yaşamaları mümkün olmuştur. Her kentte her cemaatin, eğer yeterince büyükse, onu kent otoriteleri karşısında temsil edecek, mali yükümlülükler ve diğer işleri bölüştürecek bir temsilci başkanı veya kurulu vardır. Rum-Ortodoks cemaatinde bu kişi Patrik, Ermeni cemaatinde Patrik ve iki danışma kurulu, Yahudi cemaatinde ise yönetim kurulu ve dini kuruldur. Osmanlı’da kadınların sosyal hayata katılmaları ve kamusal mekanları kullanmaları oldukça kısıtlı yollarla olur. Genellikle hamamlar, mesire yerleri ve komşu ziyaretleri kadının sosyal hayata katıldığı yerlerdir. Ayrıca çok sık olmasa da kent çarşısı da kadınların kullandığı mekanlardandır. Konya, Đstanbul ve Bursa’da bulunan, “avrat pazarı” denilen pazar yerleri, daha çok kadınların alış ve satış yaptıkları, mekanlardır. Bazı görüşlere göre mahallenin kadınlar tarafından eve veya aileye yönelik kullanımı onu özel mekan durumuna getirir. Çıkmaz sokaklar kimi zaman özel alan olarak kabul edilmişlerdir. Bu yollar mahallenin en özel mekanları olup kadınlarca ev içi mekanın bir uzantısı olarak kullanılmıştır. Ayrıca bazı kentlerde görülen, komşu evleri birbirine bağlayan, sokakların üstünden geçen geçitler de kadınların sokağa çıkmadan birbirlerinin evlerine geçmesini sağlayan mekanlardır. Yine de kuşkusuz ki kadınlar için en mahrem mekan evdir. Örtünme konusu kamusal ile özeli ayıran bir 46 kıstas olarak alınırsa ve kadınların sadece ev içinde örtünmedikleri düşünülürse; mahalle, her ne kadar kadınlar tarafından daha rahat ve sık kullanılıyorsa da, hem erkeklerle hem de kadınlarla paylaştıkları bir kamusal alan özelliği gösterir. Tarım dışı üretim açısından önemli merkezler durumunda bulunan kentlerde, çeşitli meslek mensuplarını bir araya getiren loncaların teşkili, kökeni Anadolu'da daha eskiye giden "Ahi" örgütlerinin uzantısıdır. Ahi örgütlerinin Anadolu'da, özellikle Moğol istilâlarına karşı, bir dayanışma unsuru olarak etkinlik kazandıkları bilinmektedir. Esnaf ve zanaatkârları örgütlemek yanında ahlaki ve dini değerler konusunda eğitici bir işlev üstlenen Ahi örgütleri, Anadolu'da güçlü bir merkezi yönetimin olmadığı dönemde, önemli birer siyasî odak haline gelmişlerdir. Daha sonraları kentlerde etkinlik kazanan loncalar, bu toplumsal yapının uzantısıdırlar. Kentlerdeki işbölümü ve uzmanlaşma arttıkça lonca sayısında da önemli ölçüde artış meydana gelmiş ve yalnızca ticaret ve zanaatla uğraşanlar değil, her türlü meslek erbabı loncalarda bir araya gelmeye başlamıştır. Böylece loncalar, genel olarak aynı mesleğe mensup olanların oluşturdukları mesleki birlikler konumuna yükselmişlerdir. Ticaret ve zanaat loncalarının temel işlevi üyelerine istikrar ve güvence sağlamak, bu amaçla da piyasa ve üretim koşullarını düzenlemeye ve denetlemeye çalışmaktı. Bunun yanı sıra loncalar, üyeleri arasında toplumsal dayanışmayı sağlama işlevini de üstleniyorlardı. Bazı kentlerde loncalar merkeze karşı ayrıcalıklar ve göreli bir bağımsızlık kazanacak derecede güçlenebilmiş ve bunlar arasında yer alan Saraybosna, Kayseri gibi kentler, bazı vergi muafiyetleri ve kente dışarıdan askeri birliklerin girmemesi gibi haklar elde etmiştir. 47 III. Selim’le başlayan ve II. Mahmut’la devam eden süreçte, işlerliği azalan ve feodal bir görünüm çizen yapının yıkılıp yeni kurumların oluşturulmasıyla hukuk devletine doğru giden bir yol açılmıştır. Hattı Hümayun ile birlikte yasaların üstünlüğü ilkesinin kabulü, -eşitlik ilkesinin benimsenmesi (Şeriat sınırları içinde), bir haklar ve özgürlükler katalogunun öngörülmesi kabul edilmiştir. Bu gelişmenin devamında da Tanzimat, yöneten-yönetilen ilişkisindeki bir değişimi başlatmıştır. Merkezi hükümetin görev ve yükümlülüklerinin yerel halk tarafından paylaşılması amacına hizmet eden yerel meclislerde, halkın temsilci bulundurması ilkesinin kabulü, bu yönde atılan önemli bir adımdır. Tanzimat, Osmanlı toplumunda, cemaatten ayrı bir "birey" kavramının doğduğu ve bireyin kendi başına bir değer olarak algılanmaya başladığı bir dönem olarak nitelenebilir.56 19. Yüzyılın ortalarında, yeni gelişen aydın kesim arasından, Genç Osmanlılar adıyla muhalif bir hareket doğmuştur. Bunlar devletin modernleşmesinin, genel bir toplumsal reformla birlikte olması gerektiğini ileri sürmüşler; bunun için de, tebaanın egemenliği paylaşmasına olanak verecek ve seçimle kurulacak bir parlamento ve anayasayla sultanın ve bürokrat sınıfın hakimiyetinin kırılmasını istemeye başlamışlardır. Genç Osmanlılar hareketi, ilk sistematik, programlı muhalif harekettir. “‘Yukarıdan aşağıya’ bir ‘dayatma’ tablosu çizen Tanzimata karşılık, Meşrutiyet ve Kanunu Esasinin kabulü dayanmaktadır.”57 56 Gönenç, ibid., s.75 57 ibid., s.77 48 ‘aşağıdan yukarıya’ bir eyleme 1876 Anayasası ile Osmanlı siyasi ve toplumsal yaşamına gelen en büyük yenilik, "Meclis-i Umumi" adını taşıyan bir parlamentonun kurulmasıdır. Bu parlamento Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan adı verilen iki meclisten meydana gelmektedir. Bunlardan Heyet-i Ayan, Padişah tarafından atanan üyelerden oluşmakta iken, Heyet-i Mebusan üyeleri halk tarafından seçilmektedir. Bunun, halkın bir siyasi varlık olarak tanındığının bir göstergesi olduğu söylenebilir. Her iki meclis tarafından kabul edilen yasaların Padişah onayından geçmesi gereklidir. Bu demokratik bir yasama sürecine engel teşkil ettiği gibi, rejimi meşrutiyet olmaktan da uzaklaştırmaktadır. Yine de mutlak monarşiden farklı bir durum söz konusudur. Padişahın Meclis-i Umumi'yi atlayarak bir yasama faaliyetine girişmesi artık mümkün değildir. Başka bir deyişle, Osmanlı parlamentosu istediğini yasalaştırabilen bir organ değilse de, istemediğini yasalaştırmayan bir organ durumundadır. Padişahın yetkilerini sınırlayan bir tür fren ve denge mekanizmasıdır.58 Ancak II. Abdülhamid’in anayasal sürecin sonunu getirmesi ve baskıcı, sansürcü uygulamalara girişmesi bu dönemin sonunu getirmiştir. Buna rağmen muhalif hareketler mücadelesini sürdürmüş ve örgütlenmeye devam etmiştir. Jön Türk hareketi mutlakıyet rejimine karşı çıkmak, Kanunu Esasinin yeniden yürürlüğe girmesini sağlamak temel fikirleri etrafında toplanmıştır. Jön Türk düşüncesinin asıl temeli "Osmanlı milleti", "Osmanlılık" "Osmanlı vatanı" kavramlarıdır. Bu kavramlarla dış dünyada etkili olan milliyetçilik akımının Osmanlı 58 ibid., s.78 49 ülkesinde yayılması önlenmek istenmiş; bu nedenle "Türklük" değil "Osmanlılık" teması işlenmiştir.59 Gittikçe yayılıp ve kökleşen Jön Türk hareketi, ordunun da desteğini kazanarak II. Abdülhamit'in Kanunu Esasi'yi yeniden yürürlüğe koymasını sağlamıştır. Böylece başlayan II Meşrutiyet devri (1908), Osmanlı-Türk tarihinde önemli bir aşamayı işaret etmektedir. Her şeyden önce, toplumsal tabana yayılmış bir sivil hareket ve örgütlenmeye dayanmaktadır. Yeni bir devlet sistemi olarak cumhuriyetin kabul edilmesinden sonra modernleşme hareketleri yürütülürken bir yandan da eski rejim taraftarlarının yürüttüğü faaliyetlere karşı alınan önlemler, bir sivil toplumun oluşmasının önünde engelse de dönem itibariyle bakıldığında dünyada da totaliter rejimlerin yükselmekte oluşu ve kapitalizmde yaşanan krizler nedeniyle tercih edilen refah devleti politikalarının, Habermas’ın belirttiği şekliyle, kamusal ve özel alan ayrışmasını silikleştirmesi nedeniyle bir sivil toplumdan söz etmek güçtür. Ancak buna karşın açılan halkevleri ve odaları kamusallık açısından birer odak noktası olarak kabul edilebilir. Bunu takip eden süreçte savaş dönemi nedeniyle yaşanan kriz ve devamında gelen, Demokrat Parti iktidarının muhalefeti bastırmak için uyguladığı politikalar, erken cumhuriyet döneminde yaşanan türden bir kamusallığın da silinmesine yol açmıştır. Ancak iktidara yönelik muhalefetin gücünü artırması ve üniversite öğrencilerinin bu muhalefet içerisinde yer almasıyla, siyasi anlamda bir sivil toplumun oluşmaya 59 ibid., s.80 50 başladığını söyleyebiliriz. Gösterilerin, tepkilerin artışı ve buna karşılık iktidarın gittikçe sertleşen baskıcı politikaları neticesinde 27 Mayıs ihtilali gerçekleştirildi. Bundan sonraki dönemde gerek anayasanın hazırlanması sürecinde yer alan aktörler göz önüne alındığında, gerekse de siyasi yelpazenin değişik kısımlarındaki grupların seslerini rahatça duyurabilmeleri nedeniyle, demokratik bir kamusal alanın tesis edilmeye başlandığını söyleyebiliriz. Siyasi literatürün yayımlanması ve üniversitelerde oluşan Sosyalist Fikir Kulüpleri, siyasi akıl yürüten kamunun yerleşmeye başladığını ortaya koymaktadır. Ancak iktidarı askeri bir darbeyle değiştiren cuntanın statükoyu korumuş olduğu, muhalefete karşı yeniden alınmaya başlayan önlemler, karşı söylemlerle açığa çıkmış ve 12 Mart muhtırasıyla sonuçlanmıştır. Bu olaylardan sonra tırmanan gerilim dinmemiş ve 12 Mart’ta tamamlanamayan süreç, 12 Eylül darbesi ile gerçekleştirilmiştir. Bu darbeyle birlikte, kamusal alanda edinilmiş bir çok hak geri alınmış ve siyaset, bir bakıma, halka kapatılmıştır. Bu dönemde dünyada yaşanan süreçlere baktığımızda da benzer tablolarla karşılaşırız. Demokrasinin yerleşmiş olduğu gelişmiş ülkeler dışındaki ülkelerin baskıcı rejimler altına girdiği görülür. Ayrıca yeni liberal politikaların gündeme gelmesi ve yeni dünya düzeni söylemlerinin yükselmesiyle birlikte siyasi yelpazenin belirli kanatlarında yaşanan düşüşler bu döneme rast gelmektedir. 51 1990’larda, örgütlenme üzerindeki yasakların gevşetilmesiyle, siyasi olmayan sivil toplum hareketlerinde bir canlanma görülür. Daha sonraları bir kısmı NGO’lara dönüşecek, bir kısmı da yeni toplumsal hareketler içerisine dahil edilebilecek bu örgütlenmeler yeni siyasi konjonktür içinde belirleyici konuma getirilen örgütlenmelerdir. Buraya kadar yaptığımız tartışmada, kamusal alan kavramının evrimi ve farklı alanlarla ilişkilerini tartıştık. Kamusal alanın mekansal boyutu olarak algılanabilecek kamusal mekan tartışması bu çerçevede sınırlı ölçüde yapılabildi. Bu tezin temel konusunun bir kamusal mekan olarak kent meydanları olduğu düşünüldüğünde, kamusal alan ve mekan ilişkisine referansla kamusal mekan konusuna nasıl yaklaşılması gerektiği cevaplanması gereken bir soru olarak kalmış bulunuyor. Bu bölümün geriye kalan kısmında bu tezin kuramsal çerçevesinde merkezi bir yer tutan ve bu tezin savunduğu kamusal mekan anlayışını ortaya koyan bir tartışmanın yapılması hedeflenmektedir. I. III. KAMUSAL ALAN VE ĐKTĐDAR SORUNU Kamusal alan üzerine yapılan tartışmalara hakim olan temel kurguda kamusal alan geneli itibariyle burjuva kamusal alanı olarak tanımlanmıştır. Çalışan sınıfların kamusal alana dahiliyetine ilişkin olarak sınırlı bir kaygının ortaya çıktığı görülmektedir. Bu konuda en etkili isim olan Habermas’ın kurgusunda da kamusal alan burjuva kamusal alanı olarak değerlendirilmektedir. Çalışan sınıflara yönelik olarak Habermas’ın sınırlı ilgisi içinde iki temel varsayımın öne çıktığı 52 görülmektedir. Birincisi, özellikle çalışan sınıfların siyasal hareketlerinin kamusal alana yönelik taleplerinin bu alana yönelik erken burjuva taleplerden farklılık göstermediğini öne sürmektedir. Đkinci olarak ise, reel sosyalist deneyime referansla, çalışan sınıfların projesinin devletle toplum arasındaki sınırı belirsizleştirip, kamusal alanı tahrip ettiğini öne sürmektedir. Bu tür bir değerlendirme çalışan sınıfların kamusal alana yönelik taleplerini ya liberal kamusal alanla uyumlaştırmakta ya da tahripkar hale getirmektedir. Bu tür bir düşünceden farklı bir çizgide, çalışan sınıfların kamusal alanına yönelik değerlendirmeler de yapılmaktadır. Kohn çalışan sınıfların kamusal alanına yönelik yaptığı değerlendirmede, kamusal alanın iki farklı değerlendirmesinden söz etmektedir. Birincisinde, kamusal alan bireylerin bir araya gelip rasyonel tartışma yaptığı ortam olarak değerlendirilmektedir. Đkincisinde ise kamusal alan farklı sınıfların kendileri dışındaki sınıfların değerleri ve dünya görüşlerini de belli ölçülerde dikkate alan hegemonya ve karşı hegemonya projelerinin geliştirildiği ve savunulduğu yer olarak tanımlanmaktadır. Çalışan sınıfların burjuvaziden, kamusal alan ve özel alanı kullanma anlamında önemli farkları mevcuttur. Birincisi, çalışan sınıfların gücü ekonomik ve diğer kaynaklarından değil, özü itibariyle sayısından gelmektedir. Bu nedenle, Habermas’ın belirttiği burjuva kamusal alanının niteliğinin bireylerin kendi özel yaşamlarından ve evlerinden getirdikleri bireysel yargı ve öznellik tarafından belirlendiği yargısı, çalışan sınıflar için aynı derecede doğru değildir. Bu boyut önemli olmakla birlikte, çalışan sınıfların kamusal alanının nitelikleri, özel 53 alanlarındaki ilişkilerden çok kamusal alanda bir araya gelip ortak stratejiler ve değerler oluşturabilmelerinden geçmektedir. Bu çerçevede kamusal alanın mekansal boyutu olarak değerlendirilebilecek kamusal mekanların değerlendirmesinin, burjuva kamusal alan ve mekanının mantığının dışına çıkılarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Kamusal mekan ve iktidar sorununa yönelik yaklaşımlara liberal bakış açısının önemli ölçüde sirayet ettiği bilinen bir durumdur. Bu konuda Marksist yaklaşımların daha sınırlı bir etkisinin olduğu da söylenebilir. Bununla birlikte, bu tezin temel önermelerinden birisi Marksist yaklaşımın bu konuda dikkate değer açılımlar sağlayabileceği yönündedir. Bu konuda iki temel Marksist düşünürün yaklaşımlarının kamusal alan ve iktidar sorununun tartışılmasına katkı yapacak açılımlar sağladığı görülmektedir. Lefebvre’in mekanın sosyal üretimi ile Gramsci’nin hegemonya tartışmasının belli bir yorumu bu tezin kuramsal çerçevesinin üzerine oturduğu temelleri oluşturacaktır.60 Mekanın kavramsallaştırılmasında üç temel perspektifin hakim olduğu görülmektedir. Birincisi mekan ve sosyal olanı bir biriyle dışsal olarak ilişkilendirir. Bu anlayışa göre mekan, sosyal olguların vuku bulduğu ortam ve sahne olarak değerlendirilir. Mekan bu anlamda sosyal süreçler için bir bağlam ve ortam 60 Antonio Gramsci; Letters From Prison; Jonathan Cape; London; 1975. Ayrıca Henri Lefebvre, Production of Space, Blackwell, Oxford, 1991 54 oluşturmaktadır. Đkinci anlayış ise bu türden bir mutlak anlayışın eleştirisi olarak gelişmiştir. Görece mekan anlayışına göre toplumsal süreçler mekanı oluşturmaktadır. Diğer bir anlatımla mekan sosyal süreçlerin bir ürünüdür ve kendine ait bir varlığından söz edilemez. Mutlak mekan anlayışı, mekanı toplumsal süreçlerden soyutlarken, görece mekan anlayışı mekanı toplumsal süreçlere indirger. Üçüncü bir anlayış olarak bu çalışmada da temel alınan ilişkisel mekan anlayışı mekanın toplumsal süreçlerin bir ürünü olduğu görüşünü kabul etmekle birlikte, mekansal yapıların ortaya çıkışıyla birlikte, toplumsal süreçlerin kendisine indirgenemeyecek bir etkisinin ortaya çıktığını savunur. Bu tür bir etki toplumsal süreçlerden bağımsız olarak ele alınamamakla birlikte, basitçe toplumsal süreçlere de indirgenemeyecek bir etkidir. Mekanın toplumsal üretimi anlayışını geliştiren Lefebvre’in bakışı ilişkisel mekan anlayışına yakındır. Lefebvre’e göre, (kent) mekanı toplumsal ilişkiler ve mücadelelerin bir ürünüdür. Bu çerçevede, Lefebvre iki farklı mekan türünden söz etmektedir. Somut mekan insanların kullanımına hizmet eden ve insanların günlük yaşamı ile zenginleşen bir doğaya sahiptir. Soyut mekan sermayenin ve devletin mekanıdır. Marksist gelenek içinde sermaye-mekan ilişkisine bakışta, mutlak mekan anlayışı hakimdir. Daha açık bir anlatımla, sermaye birikim sürecinin kavramsallaştırılmasında mekan, metaların üretildiği, dolaştığı ve tüketildiği bağlam olarak görülmektedir. Bu anlamda, mekan sermaye birikim sürecine dışsaldır. Lefebvre bu anlayışı eleştirerek, özellikle yirminci yüzyılda kapitalizmin kendisini 55 yeniden üretebilmesinin, mekanı keşfetmesi ve işgal edip, metalaştırması ile mümkün olduğunu belirtmektedir. Bu dönüşüm ile mekan metaların üretildiği ve tüketildiği bir alan olmaktan çıkmış, bizatihi kendisi bir meta haline dönüşmüştür. Mekanın kendisinin metalaşması aynı zamanda mekanın soyutlaşmasına yol açmıştır. Kapitalistler için mekan alınıp satılan ve rant elde edilen stratejik bir metadır. Bu niteliğiyle mekanların insan yaşamındaki fiziksel, kültürel rolü, yeri ve önemi ikincilleşmekte ve soyut, alınıp satılır bir metaya dönüşmektedir. Benzer bir süreç, devlet-mekan ilişkisinde de karşımıza çıkmaktadır. Devlet için mekan bir kontrol ve baskı kurma aracıdır. Kentlerin tasarımına hakim olan ızgara sistemi bu tür bir kontrol ve baskı kurma anlayışının bir ürünüdür. Bu anlamıyla kentin her alanı devlet için maksimum kontrol ve baskının kurulmasının gerekli olduğu yerlerdir. Bu niteliğiyle özellikle kamusal alanlar devletin özel bir hedefi haline gelmiştir. Bu çerçevede devlet, mekanı, sermayenin anlayışına benzer biçimde somut ve yaşanılır niteliğiyle görmek yerine soyut bir kontrol alanı ve aracı olarak görür. Çalışan sınıflar içinse kent mekanı, konut alanları, cadde ve sokakları, parkları ve meydanlarıyla, kullanıma hizmet eden ve insanların çalışma ve günlük yaşamlarını örgütledikleri alanlardır. Bu niteliğiyle kent mekanı insanların yaşamlarını idame ettirmelerine ve kendilerini fiziksel ve kültürel olarak yeniden üretmelerine hizmet eder. Ancak bu tür bir kullanım değeri sürekli olarak, bir yandan sermayenin mekanı bir değişim değeri çerçevesinde görmesinden kaynaklanmasından, bir yandan da devletin mekanı baskı ve kontrol çerçevesinde kurgulamasından ötürü aşındırılmaya 56 çalışılır. Bu çerçevede Lefebvre, sermayenin ve devletin kent mekanını sömürgeleştirmeye yönelik stratejiler izlediğini öne sürmektedir. Bu çerçevede soyut ve somut mekanlar sırasıyla hakimiyet mekanları ve edinilmiş mekanlar olarak karşımıza çıkar. Sermaye ve devlet mekanla hakimiyet ve kontrol çerçevesinde ilişkilenirken, çalışan sınıflar için mekan edinilmiştir. Bu çerçevede Lefebvre mekanın üretiminde bu iki anlayış arasındaki çelişkinin merkezi yerine işaret eder. Sermaye ve devlet edinilmiş mekanları sürekli sömürgeleştirip kendi mantığına, diğer bir anlatımla, kontrol ve hakimiyet mekanlarına dönüştürmeye çalışırken, çalışan sınıflar için temel hedef edinilmiş mekanlarını korumak ve geliştirmektir. Bu tür bir yaklaşım çerçevesinde Lefebvre’in mekan kurgusu maddi mekansal pratikler (deneyim), gösterim mekanları (hayalgücü) ve mekanın gösterimi (algılama) olmak üzere üç boyut içerir. (Tablo I ) Harvey söz konusu üç boyutu şu biçimde özetlemektedir61. 1. Maddi mekansal pratikler, mekan içinde ve aracılığıyla üretimi ve yeniden üretimi sağlayacak biçimde gerçekleşen fiziksel ve maddi akış, aktarma ve etkileşimlerini ele alır. 61 David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, Metis, Đstanbul, 1997, s.246-247 57 58 2. Mekan gösterimleri, ister günlük sağduyu diliyle, ister mekansal pratiklerle uğraşan akademik disiplinlerin (mühendislik, mimarlık, coğrafya, planlama, toplumsal ekoloji vb.) bazen anlaşılmaz diliyle olsun, maddi pratikler hakkında konuşulmasına ve bunları anlaşılmasına olanak kazandıran bütün göstergeler ve anlamları, kodlar ve bilgileri kapsar. 3. Gösterim mekanları, mekansal pratikler için yeni anlam ya da olanaklar hayal eden zihinsel icatlardır. (kodlar, göstergeler, ‘mekansal söylemler’, ütopik planlar, hayali peyzajlar, hatta sembolik mekanlar, özgül mimari çevreler, resimler, müzeler ve benzeri türden maddi yaratılar.) Lefebvre’in bu anlayışının Gramsci’nin hegemonya kavramı ile belli bir eklemlenmesinin mümkün olduğu ve bu tür bir çerçevenin kamusal mekanın üretim, yeniden üretim ve dönüşümünü incelemede kapsamlı bir çerçeve sunacağını düşünüyoruz62. Yukarıda özetlenen üç boyutun her birinin hem sermaye ve devlet, hem de çalışan sınıfların mekanla ilişkilenmesinde ve içine girdikleri toplumsal mücadelelerin mekansal boyutunun kurgusunda önemli yeri vardır. Diğer bir anlatımla bu tür bir kurgu sermaye ve devlet ile çalışan sınıfların hegemonya mücadelesinin mekansal boyutunun anlaşılmasında yeterli bir çerçeve sunmaktadır. Hegemonya mücadeleleri, sosyo-mekansal pratikler kadar mekanın gösterimi (sembolik gösterimler ve söylemler) yanında gösterim mekanlarını (mekansal projeler, ütopyalar vb.) içermektedir. 62 Bu türden bir ele alış için bknz. H. Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, WALD Yay., Đstanbul, 2002 59 Sermaye ve devlet, kent mekanına ve özel olarak da kamusal mekana ilişkin olarak belli mekansal pratiklerin yanında, belli mekan gösterimleri ve gösterim mekanlarını da geliştirmektedir. Benzer bir durum, daha sınırlı kaynaklarla da olsa, çalışan sınıflar için de geçerlidir. Kamusal mekan çerçevesinde bakıldığında, mekansal pratiklerin sermaye ve devlet açısından en önemli boyutu, bir yandan mevcut kamusal mekanların hakim toplumsal düzenle uyumlu hale getirilmesi, bir yandan da bu yapıyla uyumlu yeni toplumsal mekanların ortaya çıkartılmasına yönelik eylemler olarak öne çıkmaktadır. Bu çerçevede Katznelson’un Gramsci’den ödünç aldığı ‘kent siperleri’ kavramı önemli bir açılım sağlamaktadır. 63 Çalışan sınıfların kent mekanında somut mekana yönelik mücadeleleri karşısında devlet ve sermayenin soyut mekanı merkeze alan sömürgeleştirme çabaları kentsel çelişki ve mücadelelerin odağında yer almaktadır. Bu anlamda kent siper savaşlarının verildiği bir alandır. Söz konusu siper savaşlarının öncelikli alanlarından biri kamusal mekanlardır. Sermaye, kamusal alanları metalaştırma ve meta dolaşımına en uygun biçimde biçimlendirme kaygısıyla, devlet ise çoğu durumda bu anlayışı desteklemek yanında, kamusal alanı kontrol etme yönünde sürekli müdahaleler yapmaktadır. Çalışan sınıflar açısından, bu alanlar, daha çok somut yaşam mekanları olarak, bu tür bir sömürgeleştirmeye karşı korunması ve geliştirilmesi gereken mekanlar olarak tanımlanmaktadır. Bu gözle bakıldığında kamusal mekanlar siper savaşlarının stratejik alanlarıdır. Bu durum makro ekonomik ve siyasal koşullar çerçevesinde, her an yeniden tanımlanan, 63 Gramsci; ibid.; s. 235. Ayrıca Ira Katznelson; Marxism and the City; Oxford University Press; Oxford; 1991 60 her iki taraf açısından da siperlerin kazanılıp, kaybedildiği, stratejik geri çekilmelerin yapıldığı ve durum uygun hale geldiğinde yeniden siperleri kazanmak için saldırıya geçildiği bir mücadele olarak düşünülebilir. Sermaye ve devlet kamusal mekanları ele geçirip, konumunu güçlendirdiği ölçüde söz konusu alanları metalaşma ve kontrol açısından yeniden tanımlamakta, çalışan sınıflar ise bu alanları kontrol edebildiği ölçüde yaşam mekanları haline getirmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte, kapitalist kent bağlamında, ne sermayenin ve devletin kamusal alanı tümüyle soyut bir mekana dönüştürmesi, ne de çalışan sınıfların kamusal mekanı bütün bu soyutluğundan arındırarak somut mekanlara dönüştürebilmesi mümkündür. Dahası bu tür mekanların kontrolü her zaman meydan okumalara ve yeniden tanımlanmalara açıktır. Caddelerin, meydanların ve diğer kamusal alanların son dönemde yaşadığı dönüşüm, bu türden mekansal pratiklerin önemli bir örneğini oluşturmaktadır. Daha önceki dönemlerde cadde boyu ticaret biçiminde karşımıza çıkan ve alışveriş olgusuyla özdeşleşen bir kamusal mekan anlayışı, ortadan kalkmasa bile ağırlığını yitirmekte, yerini büyük ölçekli ve kentin stratejik mekanlarına yayılan alışveriş merkezlerine bırakmaktadır. Alışveriş merkezleri yeni kamusal mekanlar olarak, caddelerle özdeşleşen ticaret ve diğer toplumsal pratiklerden daha farklı bir kamusal mekan özellikleri göstermektedir. Caddeler ve sokaklarla karşılaştırıldığında, alışveriş merkezleri mülkiyet, organizasyon ve kontrol açısından çok daha farklı nitelikler göstermektedir. Bir kamusal alan olarak cadde ve sokaklara göre çok daha dışlayıcı ve her an gözetimin söz konusu olduğu mekanlardır. 61 Kamusal alana ilişkin değişen pratiklere paralel bir değişim, mekanın gösterimi (algılama) çerçevesinde de değişim göstermektedir. Öncelikli olarak, kent mekanının kendisinin algılanması önemli bir değişim sürecindedir. Daha önce kamusal mekanların yoğunlaştığı merkez anlayışı değişmekte ve genellikle kentin geometrik merkezi olan tek merkezlilik anlayışı ve kavrayışı yerini hızla çok merkezlilik anlayışına bırakmakta, bu çerçevede yaşam mekanları ile kamusal alanlar arasındaki mesafe kavrayışı dönüşüme uğramaktadır. Alışveriş merkezlerinin çekiciliğinin en önemli nedenlerinden birisi yaşam alanına yakınlığı olarak öne çıkmaktadır. Gösterim mekanları açısından bakıldığındaysa, kamusal mekanların dışavurumları önemli ölçüde değişime uğramaktadır. Alışveriş merkezleri, çoğu durumda belli bir anıtsallık kurgusu üzerine inşa edilmekte, güvenlik duygusu üzerine vurgu yapmaktadır. Caddelerin güvensizliğine karşı, alışveriş merkezlerinin en önemli avantajlarından birisinin gözetlenen mekanlar olarak insanların (özellikle kadınların) güvenlik duygusunu artırdığı yönünde söylemler üretilmektedir. Neo-liberalizmin hakim hale geldiği son dönemde, çalışan sınıfların, genel konumlarına paralel olarak kamusal alanda da önemli mevziler kaybettikleri gözlenmektedir. Kentlerin giderek dağınıklaşması yanında, kent mekanı içinde gerek kamusal gerekse yarı kamusal alanların dışlayıcı hale gelmesi, çalışan sınıfların daha önce kullanımına açık bir çok alanın ya giremedikleri ya da belli koşullar altında dahil olabildikleri alanlara dönüşmesine yol açmıştır. Bir çok yerleşim alanı duvarlarla çevrilip, girişleri kontrol altına alınırken, bu alanlardan geçen kamuya ait yolların kullanımı sadece bu alanlarda oturanlarla sınırlı kalmaktadır. Benzer 62 biçimde, kentin çeperlerine kurulan alışveriş merkezleri sadece ulaşım araçlarına sahip kesimleri hedefleyebilmektedir. Bu alanlara girişler ve içindeki davranışlarda sürekli gözetim altında tutularak, kamusal alanlardaki davranışların da sınırları dışardan belirlenmektedir. Tekrar Lefebvre ve Gramsci’ye dönersek son dönemde, sermaye ve devletin toplumsal/siyasal alanda, çalışan sınıflar aleyhine yarattığı dönüşüm, bir yandan kent mekanının yeni bir sömürgeleştirme saldırısıyla yeniden tanımlanması, buna bağlı olarak da, diğer yandan somut yaşam (kamusal) mekanlarının soyut mekanlara dönüştürülmesiyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Gramsci’ci bir anlatımla kent bir siperler bütünü olarak düşünülürse, çalışan sınıfların son dönemde, önemli siperler, ki kamusal alanlar bu çerçevede önde gelmektedir, kaybettiği söylenebilir. Burada geliştirilen yaklaşımın farklı kamusal mekanların üretimi, yeniden üretimi ve dönüşümünün anlaşılmasına yönelik olarak kullanılması mümkündür. Bu çalışmada, burada özetlenen yaklaşım kullanılarak kamusal mekanlar olarak kent meydanlarının tarihi ve mekansal dönüşümü incelenecektir. 63 II. KAMUSAL MEKAN OLARAK MEYDANLAR Meydan; mimari elemanlarla sınırları belirlenmiş, toplumsal işlevi olan ve kentin belli alanlarından gelen akışların birikim noktası haline gelen ve bu çerçevede kent dokusuna entegre olmuş kent parçası olarak tanımlanabilir. Sokak, belli bir doğrultuda yönlenmeyi sağlarken, meydan, bu davranış sonucunda dinlenme ihtiyacının ve hareket serbestliğinin sağlandığı mekan işlevini üstlenir. Meydan; hareketliliğe zorlamayan, sürekli ve yönlendirilmiş bir hareket düzeninden çok, durma imkanı veren mekandır. “Sokaklar, kıvrılan ve bükülen yönlendirici şehirsel mekan elemanları olarak, çok çeşitli şehir görünümleri sunar. Bu görünümlerin, en yoğun biçimde yaşandığı yer ise, şehir insanının dar mekanı tanımlayan sokaklardan açık serbest mekana geçişinin sağlandığı, anlamsal etkilere sahip yapılarla belirli bir forma ulaşmış meydan alanıdır.”64 Belli doğrultulardaki sokakların açıldığı alan olarak meydan, kentli için doğal olarak ulaşılacak alandır. Böylelikle, kent içi dolaşımın yönlendirilmesine de yardımcı olduğu söylenebilir. Kentsel yaya trafiği (ve kimi durumlarda araç trafiği) bu alanlardan dağılmaktadır. Dolayısıyla, iktidar bu mekanlar aracılığıyla kentlinin kent içi hareketliliğini psikolojik olarak yönlendirmektedir. Bu noktada özellikle kentsel akışkanlığın ve hareketliliğin sağlanması oldukça karmaşık bir sürecin üründür. Bilindiği gibi, kent mekanında hareketliliğin sağlanması her şeyden önce sermaye açısından kritik bir öneme sahiptir. Metanın üretim noktasından tüketim noktasına ulaşımının en kısa 64 Özlem Dağıstanlı; Meydanın Evrimi, Mekansal Analizi ve Sosyal Açıdan Önemi; yayımlanmamış yüksek lisans tezi; ĐTÜ; Đstanbul; 1997; s. 1 64 sürede gerçekleşmesi önemlidir. Aynı durum stratejik bir meta olan emek gücü için de geçerlidir. Üretim noktası ile yaşam mekanı arasındaki akışkanlık üretimin gerçekleştirilebilmesi için bir ön şarttır. Kapitalizm öncesi toplumlarda ise dolaşım ve akışkanlık olgusu büyük ölçüde güvenlik ve iç ve dış denetim kaygılarıyla iç içe geçmiş durumdadır. Đlk meydanlar açık mekan çevresinde evlerin gruplaşması sonucu oluşmuştur. Bu yapı da dıştan gelebilecek saldırılara maruz kalacak yüzeyi azaltmış ve içsel mekanda büyük bir kontrol sağlamıştır.65 Meydan ilk başta dinsel öğelerin oluşturduğu bir mekandır. Daha sonra ekonomik ve toplumsal öğelerin ağırlığının daha fazla hissedildiği bir mekana dönüşmüştür.66 Meydanlar, kentleşme tarihine paralel olarak gelişim göstermiştir. Kentlerin yükselişiyle birlikte, meydanlar da önem kazanmış ve günlük aktivitelerin, sosyal ve siyasal etkinliklerin yaşandığı mekan olmuştur. Kentlerin çöküşüyle birlikte ise meydanlar da kaybolmuş, kentlerle birlikte yeniden doğuş sürecini yaşamıştır. Ortaçağda meydanların gelişimine bakılarak bu rahatlıkla söylenebilir. Aristokrasinin egemenliğinde bir temsili kamusallığa işaret eden meydanlar, aydınlanma dönemi ile birlikte tekrar kentsel yaşama girmiş ve devamında (Habermas’ın kamusal ile özel olanın iç içe girdiğini söylediği noktada67) sınıf temelli hareketlerin mücadele alanlarından birisi haline gelmiştir. Sonrasında ise sınıf temelini aşan bir toplumsal 65 Ali Vardar; “Meydansız Kentler”; Planlama 90/3-4, s.30-41 66 Vardar, ibid. 67 Habermas; ibid.; s. 255-301 65 muhalefetin temellerinin atılmasıyla iyiden iyiye siyasallaşan kentsel mekan; izleyen süreçte, neo-liberal politikaların güç kazanmasıyla oluşturulan ‘yeni dünya düzeni’ çerçevesinde, toplumsal hareketlerde olduğu gibi bir depolitize edilme süreciyle karşı karşıya kalır. II. I. KAMUSAL BĐR ALAN OLARAK MEYDANIN GELĐŞĐMĐ II. I. I. Meydanların Genel Özellikleri Meydanların kent içindeki işlevi ve yapısı, evlerin avlularına benzetilmektedir. Özellikle kapalı formla kendisini gösteren kentsel meydan tipi ile atrium tipi evler arasında benzerliklere dikkat çekilmektedir.68 Ancak kamusallık tartışmaları açısından baktığımızda, ev içi kamusallığı salonun (misafir odası) temsil ettiğinin belirtildiğini görürüz.69 Paul Zucker, meydanların genel makroform özelliklerine bakarak beş ayrı meydan formu belirlemiştir. Bunlar:70 • Kapalı meydan (alanı kendiliğinden içine alır) • Üstün (baskın) meydan (alan ana binaya yönlendirilmiştir) • Nükleik meydan (bir merkez etrafında oluşan meydan) 68 Camillo Sitte; Şehir Mimarisi; www.esyapi.com/teknik/camillo.htm; 15.03.2004 69 Habermas; ibid.; s. 119 70 Paul Zucker, Town and Square from Agora to the Village Green, Columbia University Pres, New York, 1966, s.8 66 • Grup oluşturan meydanlar (uzamsal birimlerin birleşerek geniş bir kompozisyon oluşturması) • Amorf meydan (alanlar sınırsızdır) Sitte de ana binaya (baskın bina) göre iki çeşit meydan formu belirlemiştir.71 Bunlar geniş ve derin tiplerdir. Kapatılmış (çevrilmiş) meydan, köşelere müdahale edilerek oluşturulabilir. Köşeler açıldığı oranda kapalılık hissi de azalır. Zucker’a göre kapalı bir meydanın gökyüzü yüksekliği meydandaki en yüksek binanın yüksekliğinin üç veya dört katıdır. Alberti’ye göre ise meydanın genişliğinin yüksekliğine oranı 1/6 olmalıdır.72 Yükseklik genişliğe göre fazla olursa baskı hissi oluşur. Daha düşük olursa korunmasız olma ve yaralanma hissi ortaya çıkar. Çevreleyen binalar bir yüzey oluşturmalı ve izleyiciye bir mimari birlik göstermelidir. Binaların üç boyutlu modelleri arttıkça alandaki kapatılmışlık özelliği gittikçe azalır. Kaynak: www.library.cornell.edu/Reps/DOCS/sitte.htm 71 Sitte; ibid. 72 Dağıstanlı; ibid.; s. 81-83 67 Baskın meydan Zucker’e göre; tek bir strüktür veya bina gruplarının yöneldiği açık alan ve bununla ilgili diğer çevreleyen binaların oluşturduğu meydandır.73 Sitte’nin bahsettiği derin ve geniş tipler bu grubun içindedir. Sitte’ye göre derin meydana baskı kuran binanın etkili olabilmesi için boyutların alan boyutlarıyla orantılı olması gerekir.74 II. I. II. Meydanların Tarihsel Süreç Đçerisinde Gelişimi II. I. II. I. Antik Çağ Tarihsel süreç içerisinde gerçek anlamda bir meydan, ancak Antik Yunan’da, M.Ö. 500 yılından sonra geliştirilebilmiştir. Đlk başta toplanma alanı akropolis iken, şehirlerin gelişmesiyle bu işlev agoraya devredilmiştir. Agora genellikle şehrin odak noktası olan merkezde konumlanır. Agorada kapalı ticari yapılar olan stoa, kent meclisinin toplandığı bouleuterion, ve tapınak gibi yapılar bulunurdu. Bunların yanı sıra, gymnasion da agoraya yakın bir yerde konumlanırdı. Ayrıca agoralar işlevleri itibariyle farklılık gösterebilir: Limana daha yakın olan ve ticaretin yoğun görüldüğü agoralar ile politik, felsefi ve dini fonksiyonları ön plana çıkan agoralar. 73 Zucker; ibid.; s. 9-10 74 Sitte; ibid. 68 Kentteki sosyal yaşam agorada geçerdi ve kamusallığın taşıyıcısı bu mekanlardı. En güncel bilgiler buradan alınırken, mevcut siyasi tartışmalar da gerek meclis binasında gerekse de meydanın çeşitli köşelerinde tartışılırdı. “Yunan kentlerindeki organik doku, oranlar ve insan ölçeğine dayalı mimari; Romalılarda yerini süper insan ölçeğine, spesifik orana ve boş hacimlere form ve artistik anlam kazandırılmasına bırakmıştır.”75 Bunun sebeplerini yönetim biçiminin değişmesinde bulabiliriz. Antik Yunan’da kent devletleri, otonom merkezlerin birliği şeklinde örgütlenmişken; Roma dönemine baktığımızda merkezi bir yapı ve büyük bir askeri güç görürüz. Bu, demokrasiden cumhuriyete geçiş olarak da adlandırılan değişim, imparatorun giderek daha fazla önem kazanması ve cumhuriyet rejiminin de terk edilmesiyle daha da belirginleşmiştir. Ayrıca askeri organizasyonun kentlere yansımasını da koloni kentlerine baktığımızda görürüz. Bu dönemde agoralar da forumlara dönüşmüştür. Roma forumlarının çıkış noktası Terrarama uygarlığına ve castrumlara dayandırılmaktadır.76 Forum, hem toplumsal hem ticari amaçlara hizmet etmiş ve tapınaklar ve basit pazar standları ile çevrelenmiştir. Zamanla forum, politik toplantıların yoğunlaştığı bir mekan haline gelmiştir. Forumların bir parçası olan kürsüler de bunun bir göstergesidir. Forumların makroformları da bu kürsülerden yapılan konuşmaların, alanın tümünden dinlenebilmesine olanak verecek şekilde tasarlanmıştır. Ancak zaman içinde bu özelliğin gitgide yok olduğu söylenmektedir. 75 Dağıstanlı; ibid.; s. 12 76 ibid.; s. 12-13 69 II. I. II. II. Ortaçağ Ortaçağa gelindiğinde şehirlerin küçüldüğünü ve ticaretin ön plana çıkmaya başladığını görürüz. Bu nedenle bu dönem, pazar meydanlarının gelişimiyle dikkat çeker. Düzenli kapalı meydan tipinin yalnızca, Antik Roma’nın mekansal algılamadaki mirasını temsil eden yapılara ya da 13. ve 14. yy.’nin yeni kurulan yerleşimlerine dayandığı söylenebilir. Diğer şehirlerde ise pazar alanı, şehir gibi düzensiz bir yapıya sahip olmuştur. Ayrıca bu dönemin başlarında kentin izini sürmek bile zor olduğu için meydandan bahsetmek oldukça güçleşir. Pirene, bu sıralarda halkın dinsel ya da yönetsel törenler için, ağaç ya da taş gövdelerden yapılan surlar içindeki boş alan olan kaleye gittiğinden bahseder.77 Surlarla çevrili kentin ortasında yer alan meydan etrafında dinsel ve yönetimsel binalar baskın öğe olarak göze çarpar. Şehrin zenginleri, dini görevlileri ve yöneticileri kent meydanı yakınında ve çevresinde, alt sınıflar ise bu halkanın çevresinde yerleşmişlerdir. Kentin gelişmesiyle alt sınıfların yaşadığı halka sur dışına itilmiş ve bu da sur dışında, ana meydandan ayrı küçük meydanlar oluşmasına neden olmuştur. Ticaret de bu meydanlarla birlikte önem kazanmaya başlamıştır. 77 Henri Pirene, Ortaçağ Kentleri, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2003, s.48 70 Ortaçağ için belli meydan türleri sıralanabilir.78 Bunlardan ilki, pazar alanı olarak kullanılan sokaktır. Eski köyler ve ticaret postalarıyla doğal bir gelişim süreci yaşayan şehirlerde trafiğin, şehrin gelişiminde canlı bir unsur haline gelmesiyle ana caddeler otomatik olarak pazar meydanına dönüşmüştür. Nüfusun yoğun olmayan dağılımından dolayı pazar alanı için çok fazla alana ihtiyaç duyulmamıştır. Bir diğer tip yanal genişleyen sokaklardaki pazar meydanıdır. Taşıt ve yaya trafiğinin büyümesi, pazar aktivitelerinin ve yerel trafiğin kesintiye uğramasına yol açmış ve iki yöndeki yapıların yıkılmasıyla ana caddelerin yanlara doğru genişletilmesi mümkün olmuştur. Kilise veya yönetim yapıları, bu tür genişlemelerle artan önemleri nedeniyle meydanın bir yönünde ya da bazen açık alan içinde inşa edilmeye başlanmıştır. Bu tür yapılar, genişlemeyle ortaya çıkan mekansal etkiyi daha da artırmış ve meydan oluşumunda önemli bir faktör teşkil etmişlerdir. Başka bir tip, şehir girişinde konumlanan meydandır. Şehir kapısının önünde ve şehir duvarlarının içinde yer alan bu tip meydanlar, genellikle üçgen şeklindedir ve iki ya da üç sokağa başlangıç noktası teşkil ederler. Şehir kapısının üzerinde veya ona bitişik yer alan gözetleme ve savunma amaçlı kule, kütlesiyle açık alanın hakim elemanı durumundadır. Şehir kapısındaki bu meydanlarda faaliyet gösteren tüccarlar genellikle gezgin tüccarlardır ve zamanla surların hemen dışına yerleşmeye başlamışlardır. Daha sonra buradaki konutları da içine alacak şekilde yeni şehir 78 ibid.; 19-24 71 surları inşa edilir. Kimi tartışmacılar, burjuva kelimesinin buradan yola çıkarak, “burçlar (surlar) arasındaki” anlamına geldiğini söylemektedirler.79 Bir diğer tip, şehir merkezi olarak meydandır. Sokak ağı sisteminin merkezi olarak şehir merkezinde konumlanan meydanların, planlı gelişmiş şehir sistemi ve toplumsal yapı için uygun olduğu belirtilebilir. Kimi şehirlerdeki ızgara sistem, tanımlanmış pazar alanının oluşmasına izin verir. Bazı uygulamalarda pazar alanıyla direkt bağlantılı olmayan ikinci bir meydan olarak katedral meydanları da inşa edilmiştir. Izgara sistem içerisinde düzenli açık alanlar olarak tanımlanabilen bu tip meydanlar; arkadlar, saçaklar ve aynı yükseklikteki çatılar ile birbirine bağlanmış konutlarla sınırlanan tipik kapalı meydan karakterine sahiptir. Diğer bir tip olan ortaçağ dönemi parvis, kilise binası önündeki meydanı tanımlar. Parvis, yapısal şemanın bir parçası durumundaki tek bir yapıyla hakim kılınır. Meydanda yer alan bütün mimari elemanlar, hakim olan büyük yapıyı referans alırlar. Parvis, dini toplantı öncesi ve sonrası halkın toplandığı, dışarıda yapılan vaazları dinlediği ve geçitleri izlediği alandır. Genellikle üç yönde konutlar, diğer yönde ise kilisenin hakim batı cephesiyle kapalı bir karaktere sahiptir. Bahsedilebilecek bir diğer meydan tipi ise grup meydanlardır. Pazar meydanının kilise meydanından ayrılması, parvisle ya da kiliseyi çevreleyen açık alan ile gerçekleşmiştir. Bu tip oluşumlar, grup meydanların gelişimi sonucunu doğurmuştur. 79 Burjuva kelimesinin kökeni ile ilgili daha çok teori için bkz.: Mehmet Ali Kılıçbay; Şehirler ve Kentler; Gece Yayınları; Ankara; 1993; s. 119-129 72 Bu iki alanın ayrılması, bu dünya ve öteki dünya arasındaki ayrımı ortaya koyma düşüncesi ile gerçekleştirilmiştir. Bu ayrımın bir sonucu da direkt bağlantı söz konusu olmasa bile kilise yapısı ve kulesinin, pazar meydanının üzerinde bir görsel üstünlüğe sahip olmasıdır. Ortaçağda; çeşme, küçük anıtlar, arkadlar ve merdivenler gibi destekleyici mimari ekler görsel izlenimde birleştirici ve ayırıcı, öne çıkarıcı ya da eşitleyici bir etki yaratırken, sınırları tanımlanmış mekan oluşturmada çok seyrek olarak etkili olabilirler. Asıl önemli olan faktör ise belediye binası, saray ve kilise gibi yapıların konumlarıdır. II. I. II. III. Ortaçağ’dan 20. Yüzyıla Şehirlerin gelişim sürecinde, Ortaçağ ve Rönesans arasındaki en önemli farkı, bu dönemde hem teorik hem de pratik anlamdaki şehir planlama çalışmaları oluşturur. Bir Đtalyan Rönesans meydanıyla Kuzey Avrupa Rönesans meydanı mekansal konsept olarak büyük benzerlikler gösterir. Oysa gotik dönemde bu, söz konusu değildir. Rönesans dönemindeki bu paralelliğin kaynağı direkt ya da dolaylı etkileri söz konusu olan mimari teorilerdir. Bu dönemdeki planlama prensipleri özetle şöyledir:80 Mekansal birlik isteği, yani hakim yapının baskınlığının azaltılması. Mimari birliğin yükseltilmesi amacıyla meydanı çevreleyen cephelerde bağlayıcı eleman olan 80 Dağıstanlı; ibid.; s. 31-32 73 arkadların özdeş motiflerle sıkça kullanımı. Heykel, çeşme gibi mimari elemanların, Ortaçağdaki gibi bağımsız olarak değil, meydan alanının kapalı, hakim ya da çekirdek organizasyonu için kullanımı. Rönesans’la birlikte yol kenarları, düz yapı hizaları ile tek bir kaçış noktasına uzanan perspektifler vermektedir. Meydanlar simetrik ve görkemli plastiklerle süslenmiştir. Yapı ve meydan boyutları insan boyutundan uzaklaşmıştır.81 Barok döneminde estetik ve güzellik önem kazanmıştır. Kent merkezinde parklar, bahçeler ve büyük meydanlar düzenlenmiştir. Görkem ve simetri, tek yöneticili toplum yönetiminin güçlerini simgeleme amacıyla kullanılmıştır.82 Düzgün ve simetrik yol akslarının yönetici konutunda kesişmesi amaçlanmıştır. 17. ve 18. yy. Fransız meydanlarına bakıldığında peyzaj mimarisinin de önem kazandığı görülür. Ayrıca küçük ve kapalı tipik Rönesans meydanlarının yerine, boyut ve oranlarda Fransa’daki Barok dönemin ruhunun yansıtıldığı ve place royal olarak isimlendirilen meydanların gelişim gösterdiği görülmektedir. “17. ve 18. yy. place royal mekansal ve mimari formu, bu yüzyıllardaki büyük Roma meydanları 81 Daha önce bu konuyla ilgili olarak Roma dönemi ve Yunan dönemi arasındaki fark için söylenen şey burada da geçerlidir. Ortaçağ’daki dağınık yapıdan güçlü imparatorluklara doğru yaşanan dönüşüm, mutlak iktidarın kendisini kent mekanında da hissettirmesi sonucunu doğurmuştur. 82 Abdullah Gündem; Tarihi Meydan ve Aksların Geçmişte ve Günümüzde Kullanımları, Bu Kullanımların Binalara Olan Etkisinin Beyoğlu Örneğinde Đncelenmesi; yayımlanmamış yüksek lisans tezi; YTÜ; Đstanbul; 1999.; s. 27 74 gibi; bu dönemin felsefesi, politik, sosyal sistemleri ve kültürel yapısını direkt olarak yansıtır. Roma’da papanın gücünün etkili olması gibi, Fransa’da da mutlak monarşinin hakim gücü, geri planda krala özgü görkemin, ülkenin ve etkili sosyal sınıfların gücünün yansıtıldığı, mümkün olan en düzenli form oluşumuna gitmiştir.”83 19. yy. başlarından itibaren neo-klasizmin gelişmesiyle mimari ifadede görkem yerine basitlik ön plana çıkmaya başlamıştır.84 Aynı dönemler içinde Đngiltere meydanlarına baktığımızda ise bahçe-meydan kavramının ortaya çıktığını görürüz. Londra meydanları, her yönde konutlara geçitlerin verildiği, yaya ve araç trafiğine açık yollarla çevrilmiş, kapalı bahçe görünümündeki alanları ifade eder. Bunun nedeni de bu mekanların yalnızca anahtarı olan yerleşim sakinlerine açık olmasıdır. Londra meydanlarının kökeninin yeşil alanları planlama başlangıcı olan Gotik döneme kadar uzandığı söylenebilir. 15. yy.’de Lincoln otelinin avlusu yeşil alan olarak düzenlenmiş ve sonra gezinti alanına çevrilmiştir. Londra’nın ilk meydanları 17. yy.’de inşa edilmiştir. Bu meydanlar, çeşitli asil mülk sahiplerinin kendi arazilerinden bir bölümünü meydan gibi geliştirmeleri süreciyle başlamıştır. Ancak bu meydanlara giriş serbest değildir. 83 Dağıstanlı; ibid.; s. 54 84 Mutlak monarşiden cumhuriyet rejimine geçişlerin yaşanması, ulus kavramının doğuşu gibi faktörler bunda etkili olmuştur. 75 Dışarıdan izlenebilen ancak girilemeyen bu tip meydanlar bir sahne işlevi görür. Bu meydanlar gibi, yönetici konutu önünde oluşturulan meydanlar da bir izleme eylemine konu olmaktadır. Törenler, davetler gibi aristokrasinin ve siyasi erkin ayrıcalığını simgeleyen bu tip aktiviteler, bu tip meydanlar sayesinde halkın seyrine açılmış ve temsili kamusallığın işaret ettiği mekanlar olmuştur. Kapitalizm öncesi toplumlarda kent mekanı daha çok siyasal işleviyle önem kazanmıştır. Bu çerçevede kent mekanı her şeyden önce siyasal güç ve kontrol mekanlardır. Meydanların ortaya çıkış ve işlevlendirilmesinde siyasal boyutun öne çıkmasının temel nedeni de budur. Ancak kent mekanının giderek ticari işlevleri üstlenmesiyle birlikte bu tür mekanların giderek sadece siyasal ve ideolojik öneminin ötesinde ekonomik anlamda da önemli hale geldiği görülmektedir. Ancak bu anlamda asıl kırılma kapitalist kentin gelişimiyle olmuştur. Bu boyuta dönmeden önce Osmanlı kentinde kamusal alan olarak meydanların konumu üzerinde durmakta yarar vardır. II. I. III. Osmanlı Dönemi’nde Meydanlar Osmanlı’ya baktığımızda, meydanlar hakkında sonuçlanmamış bir tartışmayla karşılaşırız. Osmanlı’da, gerçek anlamıyla bir meydan olmadığını söyleyenler ve farklı yapıda da olsa meydanların olduğunu vurgulayanlar mevcuttur. Osmanlı ve Türkiye kentlerine bakıldığında, gerçekten de bilindik anlamda kentsel meydanların bulunmadığı görülür. Günümüzde kentsel meydan olarak adlandırılan yerlerin birçoğu büyük kavşak noktaları ya da tanımlanmamış açıklıklardır. 76 Osmanlı kentlerinde de büyük açıklık alanların pazar ve eğlence yeri olarak kullanıldığı görülür ve kentsel meydan kavramına en yakın alanlar buralardır. Ayrıca cami ve avlusunun, batıda kentsel meydanlarla karşılanan birtakım toplumsal ihtiyaçların karşılanması için yeterli olduğu görüşü birçok yerde ileri sürülmekte85 ve kentsel meydanların oluşmamasının sebeplerinden birisi olarak gösterilmektedir. Yine birçok yerde belirtilen bir başka konu ise, Türk kentlerinin kendi kendini yönetme geleneği olmayışından dolayı kentsel meydanların oluşmayışıdır. Bu aşamada, batıdaki kentsel meydanların birçoğunun belediye ve yönetim binaları sayesinde oluştuğu görüşü belirtilerek bu önerme desteklenmektedir. Kuşkusuz bu tür bir değerlendirme, Osmanlı kentinde meydan bulunmadığı anlayışıyla birlikte batı merkezli bir bakış açısını temsil etmekte ve norm olarak Batı’nın kentlerini almaktadır. Bu anlayışı paylaşmak mümkün olmamakla birlikte, Batı kentlerindeki durumdan daha farklı bir kamusal mekan ve meydan anlayışının bulunduğunu da belirtmek gerekir. Bu aşamada açık olarak dile getirilmeyen konu ise Osmanlı toplumunun kapalı bir yapıya sahip oluşudur. Osmanlı toplumunda kamusal alana kadın dahil değildir ve erkeklerin kamusallığı da cami avlusu ve kıraathanelerde gerçekleşmektedir. Pazar yeri olarak baktığımızda ise genelde kapalı çarşı ve bedesten gibi pazar yerleriyle karşılaşırız. Bunun dışında bir diğer çarşı biçimi olarak her sokakta belli bir esnaf grubunun bulunduğu kentsel dokular mevcuttur. (demirciler sokağı, kalaycılar sokağı, zahireciler vs.) 85 Vardar, ibid., s. 34; ayrıca Maurice M. Cerasi; Osmanlı Kenti; YKY; Đstanbul; 2001; s. 197 77 Osmanlı kentlerinde, meydana ait işlevlerin farklı mekanlara bölüştürüldüğünden de söz edilir. Cami avluları ve külliyeleri, çarşı ve mesirelikler bu işlevlerin bölüştürüldüğü mekandır.86 Ayrıca Đtalyanca meydan anlamına gelen ‘piazza’ kelimesinin de Türkçe’ye ‘piyasa’ olarak geçtiği söylenmektedir. Çarşı anlamına gelen piyasa kelimesi ayrıca, ‘piyasaya çıkmak’, ‘piyasa yapmak’ gibi meydana atfedilen deyişlerde de kendini gösterir.87 Geleneksel Türk kent dokusunda, meydan denince akla gelen kavram mahalle meydanıdır. Mahalle içerisinde yol çizgilerinin kırılması ya da birbirinden uzaklaşması sonucu ortaya çıkan nispeten geniş alan, mahalle meydanı olarak işlev kazanmıştır. Bu alana meydan kimliğini veren diğer mekansal özellikler ise çeşme, cami, anıtsal ağaç ya da kahvehanelerdir. Bunun yanı sıra, mahalle biriminin ticaret fonksiyonu da bu mekanda yer almaktadır. Bu mekanlar ayrıca mahalle içi bir kamusallığa işaret eder. Ancak bu kamusallık, kadınların yoksun olduğu bir kamusallıktır. Ayrıca bu alanlara siyasi bir anlam yüklemek de söz konusu değildir. “Farsça bir terim olan maidan, belirgin bir biçimi de olabilen bir meydanı anlatır. Türkçe’deki meydan sadece açıklık, boşluk anlamında tercüme edilmiştir: geniş, yapılaşmamış bir alan.”88 Kentsel meydanın olmadığını savunan anlayışa göre Osmanlı kentinde, sözü geçen büyük açıklıklar aşağı yukarı her zaman rastlantısaldır ve özel işlevlerden yoksundur. Meydan tanımında kullanılan üç boyutlu bütünlük mevcut değildir. Kent meydanı olarak bahsedilen mekanlar esas olarak birer pazar 86 Cerasi, ibid., s. 198 87 Cerasi, ibid., s. 126; ayrıca Vardar, ibid., s. 32 88 Cerasi, ibid.; s. 197 78 yeri görünümündedir. Meydan kavramının gelişmesini engelleyen en önemli neden olarak, sosyal yaşamın ve meydanın mekansal gelişimindeki rolü büyük olan ticari yaşamın daha çok kapalı mekanlarda geçmesi gösterilmektedir. Sosyal yaşamın geçtiği alanlar olarak da cami avluları, kahvehaneler, tekkeler ve hamamlar gösterilmektedir. Tournefort, Tokat için yaptığı çalışmada açık mekan olarak han avlularını ve büyük çarşı meydanını saptarken; Đstanbul incelemesinde Batı Avrupa piazza’sı ile meydan arasında saptadığı farktan yola çıkarak yüklendiği biçimsel temsilcilik rolü ile piazza’yı büyük camilerin dış avlusuna karşılık gösterir.89 Toplumsal yaşantının merkezinin cami olması nedeniyle kent meydanının gelişimini teşvik edici toplumsal isteğin oluşmaması da bir başka görüştür. Camiler, avlularıyla kendi içlerine kapalı bir yapı sunarlar. Batıdaki örneklerinde olduğu gibi anıtsal bir meydanla kente açıldıkları görülmez. Ayrıca, çok yaygın olan bir başka görüşe göre de Türk kentlerinin kendi kendini yönetme geleneği çok eskiye dayanmadığı için meydansızlık ortaya çıkmaktadır. Birçok Avrupa kentinde yönetim binalarının var olmasıyla meydanlar oluşmuştur. Batılılaşma hareketleriyle birlikte, Osmanlı’da da batılı anlamda kent meydanlarının oluşturulmasına başlanmıştır. Ayrıca önceki uygarlıklardan miras kalan meydanlar da mevcuttur. Buna en önemli örnek Sultanahmet ve Beyazıt meydanlarıdır. Roma dönemindeki tören yolu, güzergah üzerinde belirli meydan açıklıkları bırakarak bugünkü Sultanahmet, Çemberlitaş, Beyazıt, Laleli, Aksaray ve Fatih aksında 89 ibid. 79 uzanmaktadır. Bu aks üzerindeki açıklıkların bir kısmı, günümüzde de var olan nirengi noktalarıyla kendini göstermektedir.90 Osmanlı döneminde temsili kamusallık mekanları olarak ise tören alanlarını görürüz. Doğu Roma Đmparatorluğu’ndan miras kalan Sultanahmet Meydanı, en önemli tören alanı olarak burada göze çarpmaktadır. Ayrıca padişahın namaz için camiye gidişlerinin de bir tören havasında yapılması ve namazı kıldığı caminin önünde gerçekleştirilen seremoni de temsili kamusallığın yansıması olarak göze çarpmaktadır. Ayrıca idamların, batıda olduğu gibi, geniş açıklıklarda yapılması da temsili kamusallığın kent mekanına bir başka yansımasıdır. II. I. IV. Cumhuriyet’e Geçiş Sonrası Meydanlar Cumhuriyetle birlikte özellikle idari yapıların önünde meydanlar oluşturulmuştur. Erken cumhuriyet dönemine ait tipik mekanlar Đstasyon Caddeleri ve Atatürk Bulvarlarıyla birlikte vilayet konakları ve bunların önündeki vilayet meydanlarıdır. Törenler burada gerçekleşmekte, halk da siyasal bilgi akışını burada sağlamaktadır. Bu anlamda, meydanlar ve caddelerin bir devlet projesi olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Diğer bir anlatımla, iktidar mekanları olarak kurgulanan meydanlar, yukarıdan aşağı bir süreç olarak devlet iktidarının mekanda kurucu parçaları olarak tasarlanmıştır. Lefebvre’in anlatımıyla, burada soyut ve devlet merkezli bir mekan yapılanmasından söz edilebilir. 90 Dikilitaş, Çemberlitaş, Kıztaşı 80 Bu tür bir kurgunun, devlet tarafından inşa edilen soyut-kamusal mekanın sorunsuz ve sürekli iktidara hizmet eden bir nitelik gösterdiği anlamına gelmediğini vurgulamak gerekir. Kuramsal bölümde de vurguladığımız gibi, kent mekanı sürekli iktidar ve karşı iktidar projelerinin mücadele alanı olduğu ölçüde, kamusal mekanlar her an, niyetlenilen kullanımların dışında da, kullanımlara konu olup, somut mekanlara (ya da tersi yönde) dönüştürülebilir. Bu çerçeveden bakıldığında, törenler gibi aktiviteler vb. için devlet erkinin gösterim alanı olarak kurulan meydanlar, bu amaçların dışında kullanımların mekanı haline gelebilmektedir. 27 Mayıs Đhtilali’nden hemen önce yaşanan gelişmeler bu çerçevede iyi bir örnek oluşturmaktadır. 19 Nisan 1960 tarihinde Đsmet Đnönü’nün para çekme bahanesiyle planlı bir şekilde Kızılay’a varmasıyla bir anda iktidara karşı muhalif bir eylem başlar.91 Her ne kadar planlı bir durumdan söz edilse de genel seyri içinde spontane gelişen bu olay, daha sonraki gösteriler için bir zemin yaratmıştır. Bu tetikleyici gelişme ile toplumsal muhalefet artık sesini meydanlarda daha yoğun bir şekilde duyurmaya başlamıştır. Menderes iktidarına karşı gelişen hareket Ankara’da Kızılay, Đstanbul’da ise Sultanahmet ve Beyazıt Meydanlarını kullanmıştır. Özellikle üniversite öğrencilerinin örgütlenerek geliştirdiği bu eylemler, Menderes iktidarına karşı 91 gerçekleştirilen 27 Mayıs Đhtilali’nin yine aynı kesim tarafından Bülent Batuman; “Cumhuriyetin Kamusal Mekanı Olarak Kızılay Meydanı”; Ankara’nın Kamusal Yüzleri içinde; Güven Arif Sargın (der.); Đletişim Yayınları; Đstanbul; 2002; s. 5962 81 sahiplenilmesiyle ve 1961 Anayasası’nın toplumsal muhalefet için yarattığı geniş alan sayesinde 1960 sonrasında da sürekliliğini devam ettirmiştir. Bu faktörlere dayanarak, 1960 sonrasına gelindiğinde, 1950’lerde başlayan sınıf temelli hareketleri meydanlarda daha sık görmeye başlarız. Böylelikle bu hareketler mekan içinde daha görünür olmuşlardır. Görünür oldukları ölçüde de, halka düşünce ve bilgi aktarımları kolaylaşmış,, hareketin temel noktaları çoğu insan tarafından bilinir hale gelmiştir. Bu bilgi akışı ise iktidarı tedirgin etmiştir. Çünkü bu sayede siyasi hareketler, statükonun sahiplenmediği hareketler olarak, iktidarı temelinden sarsacak bir potansiyele kavuşma yoluna girmiştir. Bunu mekan açısından okuyacak olursak, edinilmiş mekanların kazanılmış mekanlara dönüştüğünü söyleyebiliriz. Daha önce belirtildiği gibi 27 Mayıs’ı hazırlayan süreçte de böyle bir dönüşümden söz edilebilir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, 27 Mayıs süreci statükoyu tehdit edecek bir süreç değildir. Aksine bu dönemde mekana yansıyan muhalefet, statükoyu destekler bir muhalefettir. Söz konusu muhalefetin kentli orta sınıf tarafından oluşturulduğu da düşünülürse, bu kesimin belli ölçülerde üniversite gençliğinin de desteğini alarak yarattığı değişimin karşılığında ve söz konusu kesimin yarattığı olumlu havaya paralel olarak kamusal alan konusunda belli bir açılım sağlanmıştır. Ancak, bu durum 1960’lı yılların sonlarına doğru değişmeye başlamış, sınıf temelli örgütlenmelerin güç kazanması ve mekandaki muhalefetin devlet söylemi dışına çıkmaya başlaması, sistemi tedirgin etmiş ve bu geniş hareket alanı 12 Mart süreciyle 82 daraltılmıştır. Ancak bu daraltma, hareketleri kısıtlayamamış, mekana yansıyan mücadele artarak devam etmiştir. 1960’lı yılların sonlarından itibaren kent meydanları, muhalif kesimlerin dönüştürücü etkisi çerçevesinde dikkate değer bir değişime uğramıştır. Öğrenci ve işçi sınıfının gösteri alanları olarak meydanlar devletin kontrol ettiği kamusal mekanlar olmaktan çıkmaya başlamış, giderek artan biçimde gösteri ve protesto eylemlerinin alanı olarak tanımlanır hale gelmiştir. Bu dönemde toplumsal mücadele süreçleri ve bu mücadelelerin mekana yansımasıyla ilgili olarak en çarpıcı örnek kuşkusuz 1976 ve 1977 1 Mayıslarıdır. 1976 yılında Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen ilk kitlesel 1 Mayıs mitingi, bu mekanın somut bir mekana dönüşmesini sağlamıştır. Buna karşı 1977 1 Mayıs’ında sistemin, hem bu kitleselliğin önüne geçmek, hem de bu mekanı soyut bir mekana geri dönüştürmek için giriştiği ve kan dökülmesine yol açan olaylar ise, istenenin aksine, kazanılmış olan mekanın somutluğunun pekişmesine yol açmıştır. Bu olaylar sonrasında Taksim Meydanı hemen her kesimin gözünde sol hareketlerin protesto ve eylem mekanı olarak görülmeye başlanmış ve toplumsal hafızaya uzun süre bu çerçevede kaydedilmiştir. Đzin verilmemesine karşın ertesi sene de aynı meydanda kutlanan 1 Mayıs, daha sonra ise tümden yasaklanmış ve mekansal süreçler bu yolla tıkanmaya çalışılmıştır. Ancak artık 1 Mayıs Meydanı olarak da bilinen Taksim Meydanı, simgesel bir önem kazanmıştır ve her 1 Mayıs’ta tekrar gündeme gelmektedir. Taksim Meydanı ile simgeleşmekle birlikte, hemen her kentte kentin önemli meydanlarının hemen tamamı bu tür bir siyasallaşma ve muhalif kesimlerin kontrol ettiği mekanlara dönüşmeye başlamıştır. Ankara’da Tandoğan Meydanı, Đzmir’de Konak Meydanı, Diyarbakır’da Dağ Kapı Meydanı 1980’e kadar bu tür dönüşümleri 83 yaşayan meydanlardır. Daha önceki dönemlerde devletin gücünün simgesi haline gelen bu meydanlar 1970’li yıllar boyunca sol muhalefetin gücünü gösterdiği ve üzerinde kontrol kurabildiği mekanlar olmuştur. 12 Eylül, bir anlamda 12 Mart Darbesi’nin başaramadığını başarmıştır. 12 Eylül darbesinin gerçek hedefi başta büyük kentlerde olmak üzere sol muhalefetin bastırılmasıdır. Siyasal partiler ve hareketler yasaklanırken, bu kesimlerin yaptığı gösteriler ve protesto eylemleri de benzer biçimde yasa dışı hale gelmiştir. Kuşkusuz bu durumun konumuz açısından en önemli sonucu kent meydanlarının siyasete ve siyasal etkinliklere kapatılmasıdır. Diğer bir anlatımla, 1970’li yıllarda sol parti ve hareketlerce kazanılan bu siperler 12 Eylül Darbesi ile kaybedilmiş, devlet bu mekanları tekrar denetimine alarak soyut mekanlara dönüştürmüştür. Kentlerin önemli meydanları, iktidarın göründüğü mekanlar haline gelmiştir. Buralarda sadece darbe süreciyle başa gelenlerin düzenlediği toplantılar gerçekleşmektedir. Söz konusu dönemde Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren hemen her kentte bu meydanlarda konuşmalar yaparken, konuşmasının ana teması darbe öncesi kentlerin içinde bulunduğu kaos ve anarşi ortamıdır. Kuşkusuz sözünü ettiği dönemin gerçek şahidi ve eylem mekanı bizatihi konuşma yaptığı meydanlardır. 1980’li yılların ortasından itibaren demokrasinin restorasyonu süreci başlamış ve çok partili hayata geçilmiştir. Ancak, bu süreçte ortaya çıkan iktidarların hiçbiri kentin meydanlarını muhalif gösterilere açmamıştır. Çoğu durumda, 1 Mayıs gibi gelenekselleşmiş gösteriler kentin ücra köşelerindeki açık alanlarda yapılabilmiş, Taksim, Tandoğan gibi meydanları kullanabilmek için yapılan başvurular 84 reddedilmiştir. Gösterilere sağlanan yerler daha çok kentin ücra köşelerinde, göstericilerin hedeflediği kitlelerden izole edilmiş mekanlardır. Ancak 1990’lara gelindiğinde, bölüşüm sorununun giderek tekrar önem kazanmasıyla paralel olarak, bir takım hakların geri kazanılması sonucu tekrar örgütlenme ve bunu mekana yansıtma süreci başlar. Ancak 12 Eylül sonrası süreçle ilgili söylenebilecek bir başka şey, aynı dönemde dünya genelinde de bir anlayış değişikliğinin yaşandığıdır. Neo-liberal politikaların güç kazanması ve ‘yeni dünya düzeni’nin hayata geçirilmesi ile tüketim toplumu ve esnek üretim biçimleri sonucu oluşan post-fordizm ile de küreselleşme92 kavramları gündeme girmiştir. Türkiye’de 1990’larda tekrar güçlenmeye başlayan muhalif hareketlerin günümüze geldiğimizde güç yitirmiş olmalarının sebeplerinden birisi, bu kavramlar çerçevesinde sistemin (tam da Gramsci’nin bahsettiği anlamda) bir hegemonya projesi ile toplumu depolitize etmesidir. Bu durumun doğal bir sonucu sadece meydanların kaybedilmesi değil aynı zamanda meydanları aktif olarak kullanan muhalif kitlenin de küçülmesidir. Daha önce 500 000 kişiyi geçen 1 Mayıs gösterileri 50 000 kişinin katıldığı etkinliklere dönüşmüştür. Toplumsal süreçlerin mekana yansıması ile ilgili olarak verilebilecek bir başka örnek ise 28 Şubat sürecidir. 12 Eylül sonrası, rakip bir ideoloji kalmamasının da etkisiyle, örgütlenmesini daha rahat yapabilen dinci çevrelerin, bu örgütlenmeyi mekana pek 92 Günümüzdeki anlamıyla küreselleşme, emperyalizmin sermaye çevreleri tarafından gerçekleştirilmesidir. Ancak bakıldığında enternasyonalizmin de alternatif bir küreselleşme projesiyle ortaya çıkabileceği görülmektedir. Aşağıdan küreselleşme olarak adlandırılan hareketler de böyle bir sürecin ürünüdür. 85 de fazla yansıtmadıkları görülür. Ancak sonrasında gerek türban eylemleriyle olsun, gerek cami çıkışı tarikat eylemleriyle olsun kendisini mekanda görünür kılan bu hareket, bir süre sonra sistemin bir müdahalesiyle karşılaşmıştır. Bu aşamada, toplumsal mücadele süreçlerinin mekana yansımasıyla ilgili olarak şöyle bir tespit yapılabilir: mekana yansıyan toplumsal mücadele süreçleri, arkasından radikal dönüşümleri getirir. Bu dönüşümler darbe, devrim ya da başka şekillerde gerçekleşebilir. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’e baktığımızda aynı sonuçlarla karşılaştığımız gibi cumhuriyet öncesi dönem için de (özellikle 1908’e baktığımızda) aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bu radikal dönüşümler, mücadeleler açısından kazanmak ya da kaybetmek olarak adlandırılabilir, ancak bu mutlak bir kazanma ya da kaybetme durumu değildir; mücadele devam eder. Bunu mekansal süreçler açısından da aynı şekilde okuyabiliriz. Bir mekanın kazanılmış olması, somut mekana dönüştürülmüş olması; tekrar soyut mekana dönüşmeyeceği anlamına gelmez. Bu süreçlerin ucu açıktır ve tarihin sonu bu yüzden gelmez. Günümüzde toplumsal muhalefet hareketlerinin, geçmişte simge konumuna gelmiş kentsel meydanlarda kendini göstermesi yasaklanmış durumdadır. Meydanların giderek birer kavşak noktası haline getirilmesine yol açan kent yöneticileriyse, kavşaklara da meydan adını vermeye başlamıştır.93 Toplumsal muhalefetin kendini 93 Yapılan düzenlemelerle birer kavşak noktası durumuna gelen Kızılay ve Taksim Meydanları gibi, Abide-i Hürriyet Meydanı gibi meydan adı verilen kavşak noktaları da 86 ifade edebilmesi için gösterilen meydanlar ise işte bu gibi kavşak noktaları olmuştur. Bu mekanların kent dışına yakın bölgelerde bulunması da görünürlüğü kısıtlamış ve bilgi akışını zorlaştırmıştır. II. II. MEYDANLARIN SOSYAL VE SĐYASAL AÇIDAN ÖNEMĐ II. II. I. Meydanların Genel Karakteristikleri “Meydan mekanı, insanların herhangi bir zorlamayla gerçekleşmeyen istekleri doğrultusunda diğer insanlarla karşılaştığı ve böylece farklı kişilikleri tanıdığı mekan olması nedeniyle; aktif yaşamın odak noktası, çıkar çatışmalarının sonuçlandırıldığı ve uzlaşmanın sağlandığı, ayrıca insana özgü yetkinliklerin ve imkanların sergilendiği bir şehir alanıdır.”94 Meydan, yüzey ve sınırlayıcı yapılarla birlikte bir hacim birliği oluşturarak tanımlı bir mekan olmalı ve topluca çeşitli amaçlar için kullanılabilmelidir.95 Meydanların genel karakteristiklerine bakacak olursak şu sonuçlarla karşılaşırız:96 mevcuttur. Bu durumun en çarpıcı örneği ise Ankara’da Kuğulu Park mevkiindeki kavşağa konulan Meksika Meydanı tabelasıdır. 94 Dağıstanlı; ibid.; s. 90 95 Vardar, ibid. 96 Dağıstanlı; ibid.; s. 91-93 87 • Meydanlar sosyal katılım için uygun ortamlar doğururlar ve bir arada olma, öğrenme imkanı sağlar. • Katılımda etkin bir zemin hazırladığı için sosyal organizasyonların kurulmasını mümkün kılar. • Bir arada bulunma, bilgi geçişini sağladığından paylaşılan bilginin artmasına yol açar. • Paylaşılan mekanlar, zevkli ortamlar oluştururlar. • Sokak ve meydan eğlenceleri katılımcıları, toplumsal olma arzusuyla birleştirir ve çeşitli aktivitelerin yer aldığı sosyal atmosferin oluşmasını sağlar. • Bir meydan, politik gösteriler için de etkili bir zemin niteliği taşır. Meydanlar, toplumu bilgilendirmeyi amaçlayan politik katılımlarla düşüncelerin paylaşımı ve tartışılmasında uygun zemini sağlayabilir. Bunlar da bize meydanın kamusallık ve toplumsal süreçler açısından ne denli önemli olduğunu gösterir. II. II. II. Meydanların Niteliklerini Etkileyen Unsurlar Meydanların oluşumunda ve devamında etkili olan unsurlar da şöyle sıralanabilir: • Ticaret • Baskın yapı • Trafik • Sosyal iletişim • Đktidar ve Toplumsal muhalefet 88 • Đdeolojik imge oluşturma Meydanların anlamlarını yitirerek yok olma sürecine girmelerinde de, bu unsurlarda yaşanan dönüşümlerin etkisi büyüktür. II. II. II. I. Ticaret Ticaret, meydanların ilk oluşumundan itibaren bu mekanları tanımlayan işlevlerden birisi olmuştur. Antik çağ meydanlarında siyasal ve toplumsal işlevin yanında, günlük aktivitelerin ayrılmaz bir parçası olarak yer almış, Ortaçağda ise kentlerle birlikte meydanların da yeniden ortaya çıkışında en önemli etken olmuştur. Bu dönemde meydanlar, pazar meydanları olarak oluşmaya başlamış ve kilise meydanlarıyla çeşitlenmiştir. Meydanların ayrılmaz bir işlevi durumuna gelen ticaret, modern şehirlerin de merkez ve alt merkezlerini tanımlayan meydanlarda bu birlikteliği devam ettirmiştir. Sonrasında ticarette yaşanmaya başlanan değişim meydanların niteliğinde de değişime yol açmıştır. Ticaret, boyut değiştirmiş ve alanını genişletmiştir. Ticaret fonksiyonu için artık alışveriş amaçlı yaya aksları ve büyük alışveriş merkezleri ortaya çıkmıştır. Bu alanlar için sosyalleşmeden bahsetmek de oldukça güçtür. Bu mekanları tanımlayan fiziksel öğe vitrinlerdir (alışveriş merkezlerinde akslar boyu uzanan cepheleri sadece vitrinler oluşturmaktadır) ve insanların tüketmeye sevk edilmesi daha kolay bir hale gelmektedir. 89 Bu işlevin meydanlardan çekilmesi bu değişimle açıklanabileceği gibi, diğer unsurlarla bağlantısı da gözardı edilmemelidir. Meydanların depolitize edilme sürecinde, buradaki trafiğin arttırılmasıyla birlikte mekan, bu işlev için olumsuzluklar sunmaya başlamıştır. Bu nedenle de bu işlev önce “kuytu merkezciklere”97 ardından da büyük alışveriş merkezlerine kaymıştır. II. II. II. II. Baskın Yapı Baskın yapılar açısından meydana baktığımızda ise dini ve idari yapıların eskisi kadar baskın hissedilmediğini görmekteyiz. Bunun nedenlerinden birisi, insanların bu yapılardan artık eskisi kadar etkilenmemesi olabilir. Ancak bundan daha kesin olan bir neden vardır ki, o da dikey kentleşme ve post-modern mimari örnekleriyle bu yapıların sönük kalmasıdır. Ancak bu, yeni yapıların baskın olmayacağı anlamına gelmez. Fakat post-modern mimarinin yarattığı sıradışılığın tekdüzeliği, baskın bir yapı imajı sunmakta pek başarılı değildir. Ayrıca cephenin üç boyutlu modeli arttıkça, tanımlı bir mekan olma özelliği yitirilir. Kaldı ki, Türkiye’deki meydanlar makroform açısından incelendiğinde Türkiye kentlerinin, batıdaki örneklerinde olduğu gibi bir kapalı meydana sahip olmadığı görülür. “Kentlerin önemli yapıları çokluk kendi başlarına ele alındığından, bu yapılardan yararlanarak gerçekleştirilebilecek özgün dış mekanlar oluşmamaktadır. (…) Kentin önemli yapıları, sanki sıradan yapılarmış gibi tek başlarına, en çok kendi parsellerinin düzenlenmesiyle ele alınırlar.”98 97 Batuman; ibid.; s. 68 98 Vardar, ibid. 90 II. II. II. III. Trafik Trafikte yaşanan dönüşüm meydanların yok olmasındaki en önemli unsurlardan birisidir. Ayrıca meydanların yok edilmesindeki başlıca araçtır da. Kentsel nüfusun fazlalaşması ve taşıt sahipliliğinin de artması ile trafik sorunu, kentsel sorunların en önemlilerinden birisi haline gelmiştir. Özellikle ülkemizde kent içi toplu taşıma sistemlerinin etkin bir şekilde oluşturulmaması, araç sahipliliğinin özendirilmesi ve etkin bir ulaşım planlaması yapılamaması nedeniyle araç trafiği, kent merkezini yoğun bir şekilde işgal etmektedir.99 Kentsel meydanları bölerek geçen araç yolları, mekandaki hareket serbestliğini büyük ölçüde kısıtlamaktadır. Ayrıca meydanların siyasi birer simgeye dönüşmesi ve somut mekanlar olarak birer kazanıma dönüşmeye başlaması, bu durumdan rahatsız olan iktidar sahiplerinin bu mekanları, soyut mekanlar olarak geri kazanma düşünceleriyle, bu mekanların anlam ve işlevlerini değiştirerek yok etme girişimlerini doğurmuştur. Bu aşamada da en etkin silah olarak ulaşım aksları gündeme gelmiştir.100 Meydanlardan geçen akslar 99 Bu noktada aslında tam bir plansızlıktan söz etmek de mümkün değildir. Postmodernizmin birbirine eklemlenmiş kent parçaları mantığından hareketle, belirli mekanlar özelinde verilmiş kararlar bulunmaktadır. Ancak meydanları bölüp geçen ana arterlerin, modernist kent ütopyacılarının hız otoyolu düşüncesinden izler taşıdığı da yadsınamaz. Ankara’da uygulanmaya başlanan çok katlı kavşak projeleriyle, uydu kentlerden gelen özel araç sahiplerinin hiçbir ışığa takılmadan Kızılay’a gelmesinin sağlanması düşüncesi de bunun yakın zamandaki somut örneklerinden biridir. Böylelikle kentsel fonksiyonlar arası bağlantı hızlı şekilde sağlanmaya çalışılmaktadır. Ancak, modern şehirciliğin bütüncül perspektifinde değil, post-modern şehirciliğin eklektik mantığıyla oluşan yeni kentsel fonksiyon alanları nedeniyle bu bağlantıların istenilen sonucu veremeyeceği de ortadadır. 100 Aslında meydanların yoğun trafiğe maruz bırakılmasının, direkt olarak meydanların işlevlerini yok etme amacıyla yapıldığını söylemek de güçtür. (neyin ne amaçla) Çünkü, bu meydanların geçmişine bakıldığında bunların yine birer kavşak noktası olma özelliğinin 91 genişletilerek birer ana arter durumuna getirilmiş; otobüs durakları, metro istasyonları gibi ulaşım elemanlarıyla da mekan mümkün olduğunca kısıtlanmaya çalışılmıştır. Kızılay Meydanı’na bakıldığında, yıllar içinde araç yolunun gitgide genişlediği ve mekanı daha çok kullanmaya başladığı görülür. Ayrıca, metro istasyonları ve bunların havalandırmalarıyla mekan daha da daralmıştır. Bunlara ek olarak, kaldırım kenarlarına ve refüjlere konulan bariyer, zincir, su elemanları gibi engeller; yaya sirkülasyonunu belli doğrultulara hapsetmektedir. Kaynak: www.ergir.com/Piknik.htm Meydanın genel yapısı, belli bir hareket düzenine değil serbest harekete ve durmaya teşvik ediciyken, bu örnekte bunun artık gerçekleştirilemediğini görürüz. Đnsanlar, mevcut olduğu görülür. Ancak bu yolların genişletilmesinin salt bu kavşak olma özelliğinin devamının sağlanması için yapıldığı da söylenemez. Sonuçta, meydanı meydan yapan nitelikler arasında bir denge sağlanması gerekmektedir. Bu nitelikler arasında politik bilgi akışı ve toplumsal iletişim ve katılım da mevcuttur ve yukarıdan aşağıya bir planlama modeliyle oluşturulmuş bu mekanlarda dengenin toplumsal süreçler aleyhine bozulması, meseleye iktidar ve muhalefet arasındaki diyalektik penceresinden bakılması gerekliliğini doğurur. 92 tıpkı bir sokakta yürür gibi, belli doğrultularda hareket etmeye zorlanmaktadır. Meydan, bir toplanma değil, bir geçip gitme mekanına dönüşmüştür. II. II. II. IV. Đdeolojik Đmge Oluşturma Kentsel meydanlar, çeşitli kent mobilyalarıyla kimlik kazanmaktadır. Bu kent mobilyaları da belirli ideolojik imgeler olarak mekanda yer almaktadır. Bunlar siyasi erkin oluşturmaya çabaladığı ulusal benliğe yönelik imgeler sunan kentsel mobilyalar olabileceği gibi, toplumsal muhalefet için simge haline dönüşebilecek kentsel mobilyalar da olabilir.101 Bu mobilyaların en belirginleri heykeller ve anıtlardır. Cumhuriyetin ilk döneminde bunların genelde birleşmiş, çalışkan ve fedakar bir halkı temsil ettiği görülmektedir. Daha önce bahsedildiği gibi devlet iktidarının mekanda kurucu öğelerinden biri olarak tasarlanmış olan meydanlar, erken cumhuriyet döneminde devletin kurduğu toplumsal projenin halka yansıtılmaya ve ulus bilincinin oluşturulmaya çalışıldığı mekanlar olarak görülmektedir. On yıl öncesine kadar geldiğimizde ise en çarpıcı örnek ibrik gibi, zihniyeti temsil eden ancak izleyicinin zihninde bir anlam oluşturmayan, reklam amaçlı kent mobilyasıdır. Bu örnek bize hem iktidar ve sermaye ilişkisinin ulaştığı boyutu, hem de yansıtılmaya çalışan mesajlar arasındaki derin uçurumu göstermektedir. 101 Bu konuda örnekler için bkz. Batuman; ibid; s. 41-76. Ayrıca aynı yerde, Đnci Yalım; “Toplumsal Belleğin Ulus Meydanı Üzerinden Kurgulanması Çabası”; s. 157-214 93 Günümüzde ise artık ideolojik imgelerin yerini başka şeylerin aldığını görmekteyiz. Bunun nedeni olarak, iktidarın, bu mekanlara artık rakip ideolojileri sokmayışını gösterebiliriz. Meydanlara konumlandırılan heykel, anıt, vs.nin yerini artık billboardlar, reklam panoları almıştır.102 Reklamın sunduğu imajda eritilen bireysel benliklerin de bir toplumsallaşma sunamayacağı ortadadır. Birinci bölümde bahsedilen, sermayenin mekan yaklaşımını hatırlayacak olursak, mekanın soyut ve alınıp satılır bir meta olarak değerlendirildiğini görürüz. Sermayenin yarattığı soyut bir mekan olarak meydanlarda toplumsal olan, tüketimdir. Bundan başka bu panolar, mekansal algıyı güçleştirmekte ve meydanın algılanan makroformunu değiştirmektedirler. Bunların yarattığı bir başka sorun da yayaların mekanını daha da kısıtlamalarıdır. Yukarıda bahsedilen kısıtlanmış mekan, yayalara bir sokakta yürüyormuşçasına belli doğrultularda akslar bırakmaktadır. Bu panolar da genellikle bu akslar üzerinde konumlandırılmakta ve alanı daha da kısıtlamaktadırlar.103 102 Bunları (reklam panolarını) ideolojik imge olarak almamak da yanlış bir yaklaşımdır olabilir. Çünkü cumhuriyetin ilk yıllarında oluşturulmaya çalışılan ulusal benlik gibi neoliberalizmin de yaratmaya çalıştığı bir toplumsal benlik mevcuttur. Piyasanın işlemesine yönelik olarak yaratılmaya çalışılan benlik, sunulan imajı kendinde eriten tüketici benliğidir. Bu benlik, günümüz ekonomi-politiği açısından bakıldığında, bir ideolojinin toplum projesi olarak ele alınabilir. 103 Bu panoların yürüyüş aksları üzerine yerleştirilmesi, bu aksı daha da kısıtlamak maksadıyla değil panoların daha çok izlenebilmesi maksadıyladır. Bir doğrultuda ilerleyen kentli, önüne çıkan engele bakacak ve bir izleyici durumuna geçecektir. Bu izleme sırasında da sunulan imajı algılayacak ve yoluna o şekilde devam edecektir. Kimi zaman yaya ve araç trafiği arasında yer alarak görüşü kısıtlayan reklam panolarına rastlanmaktadır. Bunlar da aynı şekilde iki düzlem arasında geçiş sağlanacağı zaman dikkati çekmekte ve imajını sunmaktadır. 94 II. II. II. V. Sosyal Đletişim Sosyal iletişimde yaşanan dönüşümler de kentsel meydanların yitirilmesindeki bir başka etkendir. Yaratılan yeni dünya düzeni ile birlikte sınıf çıkarlarının yerini bireysel çıkarlarla doldurmaya çalışan egemen kesimler, bilgi alışverişinin yerine mal alışverişini ikame etmeye çabalamaktadır. Ancak bu mal alışverişi de meydanlarda değil, alışveriş aksları ve merkezlerinde yapılmaktadır. Camekanların oluşturduğu perspektif, bir izleyici olarak kentliye mal teşhir etmektedir. Kentsel yaşam içerisinde daha önce izlenen imajlar, bireyde çağrışım yapmakta ve teşhir edilen mallar bu mantık çerçevesinde izlenmektedir. Ayrıca bu mekanların toplumun tüm kesimlerine hitap etmediğini de vurgulamak gerekiyor. Türkiye’deki alışveriş merkezleri her ne kadar Venezüella’daki gibi birer (sadece üst ve orta-üst sınıfların girebildiği, alt sınıfların giremediği) kale konumunda değilse de dünya üzerinde bu tür örneklerin bulunduğunu ve Türkiye’de de böyle bir eğilimin olduğunu belirtmekte yarar vardır. Bunun dışında Fransız Sokağı uygulaması gibi girişinde güvenlik görevlilerinin kimin içeri alınıp alınmayacağını tespit ettikleri kentsel mekanların oluşmaya başlaması da soyutsomut mekan ilişkisine bir başka boyut kazandırmaktadır. Bu mekanlar, alt sınıflar için ne edinilmiş ne de kazanılmış mekanlardır. Bu tip mekanlar için özel-kamusal mekan tanımlaması kullanmak yerinde olacaktır. Bu anlamda da toplumun belli kesimleri için edinilmiş olan bu mekanlar, alt sınıflar için girişin yasak olduğu dışlanma mekanlarıdır. Bir başka deyişle, sınıflar arası düzlemde özel alana dahil olan bu mekanlar belli bir sınıf içinde kamusal özellik taşımaktadır. 95 Sosyal iletişime dair bir başka boyut, kentlilerin artık kentsel mekanları sahiplenmemeleridir. Đnsanlar, toplumsallaşma eylemlerini bilgisayar başında interaktif olarak gerçekleştirirken, kentin tasarımını değiştirmeye yasal olarak yetkili kesimler, kenti egemen güçlerin anlayışları doğrultusundaki imgelerle doldurmaktadır. Kenti sahiplenmesi gereken kentli de buna müdahale etmemekte, bu imgeleri bilinçsiz bir şekilde alt beynine yollamaktadır. Toplumsal muhalefetin bile internet üzerinden yapılması bu mekanları başıboş bırakmaktadır. Savaşa karşı, Afrika’daki açlığa karşı104 internet üzerinden yürütülen kampanyalar; insanların birbiriyle etkileşimde bulunmadan bir düğmeye tıklayarak bir şeyleri değiştirdikleri hissini uyandırarak vicdanlarını rahatlatmaktadır. Bu tür bir kaygıyla benzer mesajlara cevap verme arzusu güden kentli için, durumu karikatürize edecek olursak, bankın yerini iskemle, kent görüntüsünün yerini de 15 ya da 17 inch ekran almıştır diyebiliriz.105 Son yıllarda oluşan ve Prag’daki pembe kortej, Cenova’daki beyaz blok ve Seattle’dan başlayarak her eylemde gündeme gelen kara blokla belirginleşen 104 Bir ara bir internet sitesi üzerinde yer alan reklam mesajlarının üzerine tıklanarak sponsor firmaların internet siteleri izlendiğinde, o şirketin Afrika’ya görüntüleme başına yiyecek yardımı yaptığı bir sistem kurulmuştu. Afrika’daki açlığın bir reklam malzemesi olarak kullanıldığı bu sistem çoğu insan için, kafalarında soru işareti uyanmadan vicdanlarını rahatlattıkları bir araç olmuştur. 105 Sennett’ın bahsettiği gibi bir tiyatro sahnesinin de ortadan kalkmakta olduğu söylenebilir. Sennett; (2002B); s. 62-67 Ya da bu tiyatro sahnesi dijital ortama aktarılmıştır da denebilir. Mekana yabancı bir kişinin kendini kabul ettirebilmek amacıyla, o mekanda geçerli kodları kullanmaya çalışmasıyla oluşan ‘tiyatro sahnesi’, bireyin dahil olmak istediği dijital cemaatte daha kolay bir arena haline gelecektir. Çünkü birey izleyebiliyorken izlenmeyebiliyor konumdadır. Kentsel mekanda ise bu izleme eylemi karşılıklı olarak gerçekleşmektedir. 96 aşağıdan küreselleşme hareketinin106, internet ortamında bilgi ve deneyim paylaşarak örgütlenmeleri ile oluşan yeni bir kamusallığın bu örgütlenmeyi mekana yansıtması, bu önermeye ters düşmektedir. Ancak, önceki paragrafta belirtilen interaktif kampanyaların, insanların vicdanını rahatlattığı ve bu yüzden mekana yansıyacak bir kitleselliğin önüne geçtiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca internet ortamında denetimin daha kolay bir şekilde yapılabilmesi de bu hareketin gelişmesi için bir başka engeldir.107 Uygulanan denetim nedeniyle, bu hareketler sistem içerisine daha kolay entegre edilebilirler. Đnternetin mekansal süreçler üzerindeki etkisinden bahsederken değinilmesi gereken bir başka nokta da, yukarıda verilen örnekler ışığında, artık mekanın soyutlaştırılması yanında soyutun mekansallaştırılmasının gündeme geldiğidir. II. II. II. VI. Đktidar Ve Toplumsal Muhalefet Đlişkisi Meydanlar açısından önemli olan son unsur da iktidar ve toplumsal muhalefet ilişkisidir. Daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi, meydanlar, devlet iktidarının mekanda kurucu öğeleri olarak tasarlanmıştır. Bu yüzden bu mekanı kazanmaya 106 Biçimsel olarak yeni toplumsal hareketler içerisine sokulan bu hareket, içerik olarak siyasi bir niteliği olduğu için bu tanımdan ayrılmaktadır. Bunun için bu tanımın revize edilmesi gerekir. Bu hareket içindeki gruplar hakkında daha fazla bilgi için Türkçe’de kaynak olarak örn.: Türkan Uzun (haz.); Cenova Günlüğü; Stüdyo Đmge Yayınları; Đstanbul; 2001 107 Veysel Bozkurt; “Gözetim Ve Đnternet: Özel Yaşamın Sonu Mu?”; www.isguc.org/vbozkurt4.htm; 04.06.2004 Ancak, pratik düzeyin yanı sıra teorik düzeyde de olgunlaşmaya başlayan bu hareketin mekana yansıması önümüzdeki dönemlerde daha net izlenebilecektir; ve bu konudaki tartışmalar da daha net bir zemine oturabilecektir. 97 çalışmak, toplumsal mücadele süreçlerini bu mekanlara taşımak iktidara karşı sesi duyurmanın en etkin yollarından birisidir. Meydanlar, kentin kalbi diyebileceğimiz merkez alanlarıdır. Günlük aktivite içerisinde birçok kentlinin bu alanı kullanması, meydanları kentin en görünen mekanları haline getirir. Bu yüzden meydanlar, bu mekanlarda yapılacak eylemler ve aktiviteler sonucunda oluşacak siyasal düşünce ve bilginin insanlar arasında aktarılması olayının en kolay gerçekleştiği yerlerden birisi konumundadır. Bu alanların bu amaçlı kullanımı da sadece muhalif hareketler tarafından değil, siyasi erk sahipleri tarafından da gerçekleştirilmektedir. Özellikle resmi bayramlar ve yıldönümlerinde gerçekleştirilen yürüyüşler buna örnek olarak gösterilebilir. Üstelik bu tür yürüyüş ve mitingler için, muhalif hareketlere kapatılan meydanlar kullanılmaktadır.108 Bu da iktidarın, gücünü simgelemek için kullandığı bir başka yöntemdir. Kendisi mekanları istediği gibi kullanabilirken, muhalefetin kullanacağı mekanlar kısıtlıdır ve yine iktidar tarafından belirlenmiştir. Üstelik bu mekanlar, kentin dış bölgelerinde, görünürlüğün az olduğu mekanlardır. Dolayısıyla, iletilmeye çalışılan mesajın etkisi azalmaktadır. Ayrıca meydan olarak gösterilen bu mekanlar, genelde kavşak noktaları ya da işlevsiz açık mekanlardır.109 Bu tür mekanların iktidar 108 Đstanbul’da özellikle Mecidiyeköy-Taksim hattında yürünmekte ve Taksim Meydanı’nda toplanılmaktadır. Ayrıca Ankara’da Đ. Melih Gökçek’in keyfi alan kullanımları görülmektedir. 1 Mart 2003 tarihinde yapılan savaş karşıtı eylem için Kızılay Meydanı kapatılırken, aynı günün akşamında Gökçek bu mekanda kendi icraatlarının reklamını yapmıştır. 109 Đstanbul’da 2004 yılında gerçekleşen NATO Zirvesine yönelik eylemler için gösterilen mekanlar; bir kavşak noktası olan Abide-i Hürriyet Meydanı ve Beykoz Çayırı’dır. (Kaynak: www.istanbul.gov.tr) 98 açısından başka bir avantajı ise kitlenin denetiminin daha kolay sağlanmasıdır. Ayrıca, bu tür kavşak noktalarında toplanan kalabalık miting alanına sığmadığından, akslar boyunca uzanan insan toplulukları bir kitle görüntüsü de sunmazlar.110 Mekan kullanımının toplumsal muhalefet açısından en önemli noktası ise gerçek bir toplumsal muhalefetin mekanda iz bırakmasıdır. Daha önce soyut mekanların kazanılarak somut mekanlara dönüştürülmesi ve soyut-somut ikiliği içinde süregiden bir mücadele sürecinden bahsetmiştik. Mekanda iz bırakmak, günlük pratikler dışında, mekana dair toplumsal bir belleğin oluşturulmasıyla gerçekleşir. Đktidar ise mekanda iz bırakacak herhangi bir oluşumun önüne geçmeye çalışır. Kimi zaman bireylerin kitleselleşmesini önlemek ve soyut popülist söylemlerle gündemi işgal etmek üzere çeşitli oluşumlar desteklenir. (belirli aralıklarla gündeme getirilen sessiz çoğunluğun sesi örneği gibi) Kimi zaman da bu mekanlar, yitirilme pahasına dönüşüme uğratılmakta, yasaklar konarak bu mekanların siyasi katılıma kapatılmasına çalışılmaktadır. Oysa, hegemonik güçlerce oluşturulmuş mekanda iz 110 Örnek olarak Abide-i Hürriyet Meydanı’na bakılabilir. Son yıllarda Đstanbul’da gerçekleşen birçok kitlesel eylem ve özellikle 1 Mayıs mitingleri bu alanda yapılmaktadır. Ancak burası bir meydandan çok bir otoyol kavşağı görünümündedir. Şişli ve Okmeydanı istikametlerinden bu alana yürüyen kortejler, kavşağın kesişme noktasına sığmamakta ve kalabalık iki yönde akslar boyunca uzayarak beklemektedir. Böylelikle gösterilmeye çalışılan kitlesellik görüntüsü yakalanamamaktadır. Ancak, aşağıdan hareketlerin, yukarıdan tasarlanmış mekanlarda kendini göstermesi gerektiği de bir gerçektir. Aşağıdan tasarlanmış bir kentsel meydan var olmadığı gibi, böyle bir mekan var olsa idi dahi böyle bir hareketin iktidar karşısında kendini bir güç olarak sunması için kendini yine yukarıdan tasarlanmış mekanlarda göstermesi gerekirdi. Aşağıdan tasarlanmış bir kentsel meydanın var olup olamayacağı ya da olsa bile ne kadar manidar olacağı ise, konumuzu ilgilendirmekle birlikte, başka bir çalışmanın konusu olarak belirmektedir. 99 bırakan hareketlerin, devamlılığı sağlanır. Çünkü o mekandaki izin silinmesi çok güçtür ve o iz hafızaların tazelenmesini sağlar. Örnek olarak Paris’e bakarsak, 1848’deki hareketler sonrası Baron Haussmann tarafından mekandaki izin silinmesi için şehirde büyük yıkımlar gerçekleşmiş, işçi mahalleleri dağıtılmış ve bir ayaklanmaya karşı ışınsal akslar düzenlenmiştir. Ancak bu, Paris Komünü’nü engelleyememiştir.111 Paris Komünü’nden sonra da mekandaki iz, merkezi yönetimin endişesini canlı tutmuş ve merkezi yönetim, yakın zamana kadar Paris’te bir komün yani belediye kurmamıştır. Ülkemizden verilecek en çarpıcı örnek ise daha önce de değindiğimiz Taksim Meydanı örneğidir. Bu meydan, muhalefet açısından simgesel bir öneme sahiptir. 77 yılı 1 Mayıs’ı ile damgalanan bu meydan, bu tarihte çıkan olaylar nedeniyle sürekli hatırda kalmıştır. Halen 1 Mayıs Alanı olarak da adlandırılan bu meydan, bu simgesel önemi nedeniyle iktidar tarafından bu tür etkinliklere kapatılmıştır. Ancak 2004 yılı 1 Mayıs’ında da gördüğümüz gibi, bu meydan önemini kaybetmemiş ve muhalefetin boy göstermek için çabaladığı bir alan haline gelmiştir.112 Bu meydan da, Kızılay Meydanı örneğinde olduğu gibi, çeşitli ulaşım elemanları tarafından 111 Bu konudaki yorumlar için bkz. Kürşat Bumin; Demokrasi Arayışında Kent; Đz Yayıncılık; Đstanbul; 1998; s. 121-125. Ayrıca bkz. Nuray Sancar; Bir Sınıfsal Mevzilenme Mekanı Olarak Kent Agora-Toplusözleşme-Yönetişim; www.uzaklar.de/html/bir_synyfsal_mevzilenme_mekany.html; 14.02.2004 112 2004 yılında 1 Mayıs mitinginin Taksim Meydanı’nda yapılabilmesi için sendikalar ve siyasi partiler girişimlerde bulunmuş ancak izin alınamayınca, aralarında bölünerek farklı alanlarda miting düzenlemişlerdir. 2007 yılı için ise, 1977 yılının 30. yıldönümü olması nedeniyle, yine Taksim Meydanı’na yönelik istekler dile getirilmektedir. 100 kısıtlanmıştır. Otobüs durakları, oldukça büyük bir alanı kapladıkları gibi, meydan ile Taksim Gezisi arasında da blok işlevi görmektedir. Ayrıca meydanın ortasındaki metro istasyonu ve füniküler inşaatı, yollardan başka kullanılabilir alan olarak sadece heykel çevresini bırakmaktadır. 101 SONUÇ Meydanlar bir kentin işlevlerinin vitrine sunulduğu mekandır. Bu anlamda kent meydanlarını tanımlarken tek ve üzerinde uzlaşılan bir işlevsellikten söz edilemez. Meydanlar, kentsel çelişkinin odaklandığı alanlar olarak öne çıktıkları ölçüde farklı kesimler için farklı anlamlar ve işlevler taşıyan kamusal mekanlar olacaktır. Kentte yaşayanlar için meydan, gündelik hayatta içselleştirilen aktivitelerin alanıdır. Belli bir anda bir buluşma mekanı, başka bir anda bir dinlenme yeri, yeri geldiğinde bir gösteri mekanıdır. Devlet için kent mekanı bir güç alanıdır. Devletin gücünün simgesel ve işlevsel anlamda kamuya sunulmasında meydanlar önemli rol oynar. Aynı zamanda bir kamusal mekan olarak meydanlar devlet açısından obsesif kontrol mekanlarıdır. Devletin meşru bulmadığı etkinliklerin engellenmesi, düzenlilik devlet açısından önemli önceliklerden biridir. Sermaye için meydanlar ve etrafı metalaşma süreci içinde anlam kazanır. Bu çerçevede kent meydanı bir çelişki, farklı anlamlar ve gösterimler mekanı olarak kendini gösterir. Kentsel yaşamı anlamlandırabilmek açısından kent meydanlarının, bu bakımdan, işlevi büyüktür. En basit anlamıyla bir boş alan olarak tanımlanan meydan kavramını elbette ki bu kelimeler açıklamaya yetmez. Çünkü kentin bir parçası olarak meydanlar birtakım kentsel işlevler üstlenirler. Bu işlevler de meydanı boş bir parselden ayırır. Ayrıca kentsel meydanlar belli ölçütlere sahip olmalıdır. 102 Meydanda kendini farklı şekillerde gösteren semboller, bireylerin meydan mekanı içerisindeki davranışlarını belirler. Bakış yönü, hareket yönü ve hareket biçimleri bu sembollere göre değişiklik gösterir. Farklı görünümlerle ortaya çıkan kentsel meydan, insanların görünür kılındığı bir mekandır. Đçinde çeşitli sınıfları barındıran kenti bir duvar olarak ele alırsak, meydanlar da bu duvarın çatlakları olur ve kentteki çeşitli katmanların görünmesini sağlar.113 Bu farklı katmanların bir araya gelmesi ise bilginin, aktarılarak çoğalmasıyla kamusal niteliğe kavuşmasını ve sınıflar arası farkları ortaya koyarak bir çelişki ve çatışmanın gündeme gelmesi sonucunu doğurmuştur. Đktidar tarafından biçimlendirilen bu meydanlar, bu çelişkilerin dile getirilmesi için elverişli mekanlar olmuşlardır. Çünkü hem kitle, hem de mesaj kentte olabilecek en görünür durumdadır. Ayrıca iktidarın simgeleri, iktidara karşı verilen bir mücadelenin dekoru olmaktadır. 113 Marshall Berman; Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor; Đletişim Yayınları; Đstanbul; 2002; s. 203-212 Berman, her ne kadar çatlakları, Paris’in yeniden imarı sırasında yıkılan tarihi dokuyu düşünerek söylemiş olsa da, farklı kesimler yeni açılan bulvar ve meydanlarda birbirlerini görmektedirler. Bu yüzden ‘çatlak’ ibaresini meydanların kent içindeki konumları için kullanmak da yanlış bir yaklaşım olmayacaktır. Bu arada Berman’ın bahsettiği türden bir çatlaktan sızma olayına yeni bir örnek olarak da Beyoğlu’nda gerçekleştirilen ‘Fransız Sokağı’ projesi gösterilebilir. Burada bir yıkım gerçekleşmese de çöküntü alanında gerçekleştirilen bir projeyle alt gelir grubunun bulunduğu bir alanda üst gelir grubu için bir mekan tasarlanmış ve bu mekan üst gelir grubu tarafından sahiplenilerek alt gelir grubu bu mekandan dışlanmıştır. Baudelaire’in kitapta incelenen şiirinde olduğu gibi, bu yeni tasarlanan mekana gelen insanlar, o alanda yaşayan insanları görmek istememekte, alanın alt gelir grubunun yerleşmesinden önceki halini düşünerek mekanın tadını çıkarmaya çalışmaktadırlar. 103 Meydanlar esas olarak, yukarıdan tasarlanan mekanlar olarak, iktidarın gücünü ve ideolojisini halka sergilediği meydandır. Ancak bu güç gösterisine sahne olması nedeniyle aşağıdan hareketlerin iktidara karşı gücünü sergilediği mekanlar da meydanlar olmaktadır.114 Türkiye’de kentsel meydanların, batıda tanımlandığı biçimiyle, var olmayışını erken dönemler için toplumsal yapıyla açıklayabilsek de günümüze yaklaştıkça bu açıklama geçersiz hale gelmektedir. Çünkü toplum yapısı değişmiş, batılılaşmıştır. Erken cumhuriyet döneminde oluşturulmaya çalışılan meydanları batılı anlamda meydan olarak kabul etsek bile bunların da değişime uğradığı ve geçip gitme içgüdüsünün ön plana çıktığı, günlük hayatın önemsiz bir bölümünün deneyimlendiği alanlar haline geldiklerini görürüz. Kentleşme geleneğimizde meydanların bulunmayışı ve bu yüzden bu mekanlara sahip çıkılmaması bir başka sebep olarak gösterilse de bunun geçerli olmadığını, geçmişte meydanların toplumsal ve politik anlamda yoğun olarak kullanıldığını ve bu yüzden sahip çıkılan meydanlar olduğunu görürüz. Buradaki sahip çıkmak ibaresi, mekanın kazanıldığını, yani tekrarlayacak olursak somut bir mekana dönüştüğünü gösterir. Söz konusu değişim, iktidarın somut mekanları soyut mekana dönüştürme çabası sonucu oluşmuştur. Somut mekanların soyut mekanlara dönüşmesi tek başına mekansal bir süreç değildir. Baştan beri ifade ettiğimiz gibi, mekansal süreçler ve toplumsal süreçler birbirinden bağımsız değildir ve toplumun depolitize edilmesi ile mekanın soyutlaştırılması aynı döneme denk gelmektedir. Bu bahsettiğimiz dönüşümler, 114 Bu diyalektiğin, iktidar mücadelesi verilen her yerde geçerli olduğu söylenebilir. Bunu internet açısından inceleyen bir yazı için bkz. Bozkurt; ibid. 104 birbirinden bağımsız değildir ve birini gerçekleştirmek için diğerine de ihtiyaç vardır. Ancak bu demek değildir ki, bu dönüşümlerin biri diğerini sağlamak için gerçekleştirilir. Biri diğerine içkin değil, ikisi birbirine bağlıdır. Aynı şey soyut mekanların birer kazanım olarak somut mekanlara dönüşmesi için de geçerlidir. Gramsci’nin kenti bir siperler bütünü olarak gören yaklaşımına dönecek olursak; siper olmadan savaş olmaz, savaş olmadan da siperlerin bir anlamı yoktur. Siperlerin oluşması da karşı hegemonya projelerinin oluşturulmasına bağlıdır. Toplumsal olanla mekansal olanın birbiriyle birebir etkileşim içinde bulunması, farklı toplum formlarında mekansal süreçlerin farklı şekillerde ele alınmasını gerektirir. Feodal, kapitalist, sosyalist, neo-liberal, otonom, vs. toplumlarda kentsel mekanlar ve kullanım şekilleri birbirinden farklılık göstermektedir. Çünkü iktidarın gücünü gösterme biçimleri ve muhalefetin karşı projeleri birbirinden farklılık göstermektedir. Bu çerçevede Türkiye’ye baktığımızda, erken cumhuriyet döneminde kapitalist toplumlarla bütünleşme çabası gösteren, ancak dünya üzerindeki ekonomik ve politik durum nedeniyle, diğer kapitalist toplumlarda olduğu gibi, sosyalist ve nasyonal sosyalist toplumlardan etkilenen bir yapı görmekteyiz. Ancak Đkinci Dünya Savaşı ertesinde, nasyonal sosyalist sistemlerin çöküşü ve kapitalist ve sosyalist toplumlar arasında bir bloklaşma eğilimiyle birlikte, her ne kadar bağlantısızlara da yakın dursa da, Türkiye saf seçmek durumunda kalmış ve kapitalist toplumlarla bütünleşmek için büyük adımlar atmıştır. Ancak bu adımlar, devlet projesinin sekteye uğratılmaması için bir siyasi rasyonalizasyon müdahalesiyle yavaşlatılmış, refah devleti politikaları 105 güç kaybetmemiştir. Đzleyen dönemde yükselen bir sınıf mücadelesiyle birlikte sistemin kendini yeniden üretme çabalarını görürüz. Ancak bu kendini yeniden üretme süreci sınıf mücadelelerinin etkisi doğrultusunda değil, bu mücadele süreçlerinin kesilmesi doğrultusunda gerçekleşmiştir. Bu gelişme bir ölçüde dünya genelinde yaşanan, refah politikalarından neo-liberal politikalara geçişin şartlarının Türkiye’de oluşmamasından kaynaklanır. Böylesi bir kesintiyle sağlanan geçiş ardından sosyal devlet ilkeleri çerçevesinde geliştirilen projeler de terk edilmeye başlanır. Bu çerçevede Türkiye’deki meydanlara baktığımızda, erken cumhuriyet döneminde, imparatorluktan cumhuriyet rejimine geçişin yaşanması ve bir ulus yaratma ve bu ulus bilincini halka aşılama çabalarının etkili olduğunu görürüz. Bu anlamda meydanlar, bu bilinci aşılamaya yönelik kentsel mobilyalarla (heykeller, anıtlar, vs.) donatılması ve törenlerin burada gerçekleştirilmesiyle, devlet projelerinin mekanda kurucu öğelerinden önemli bir tanesi olarak göze çarpmaktadır. Devletin yarattığı bu hegemonya projesine karşı tavır alan iktidara yönelik gösterilen tepki, yaratılan soyut mekanların birer kazanıma dönüşmeye başladığının ifadesi olarak alınabilir. Ancak bu sürecin ardından gelen dönemde sınıf mücadelelerinin güç kazanması ve buna bağlı olarak muhalefetin bu mücadeleyi mekana yansıtması, meydanların gerçek anlamda somut mekanlara dönüşmesini sağlar. Dünyada neo-liberal politikalar çerçevesinde ‘yeni dünya düzeni’ne geçişin sağlanması ve buna paralel olarak Türkiye’de bir kesintinin yaşanması, meydanların tekrar soyut bir niteliğe kavuşmasına yol açar. Bu dönemde mekanın soyut niteliği salt devlet iktidarından değil, önceki dönemlere göre artan bir şekilde sermayeden de kaynaklanmaktadır. 106 Mekanın metalaşması ve yeni kentsel mekanların ortaya çıkması, bunun yanı sıra tüketim toplumuna yönelik bir hegemonya projesinin kurulması, bu mekanlara yönelik somutlaştırma projesini de zayıflatmaktadır. Anlattıklarımız ışığında meydanlara genel olarak bakıldığında erken cumhuriyet dönemindeki, toplum projesinin yansıması olan heykellerden, mekanın metalaştırıldığı dönemdeki billboardlara, meydanların mobilyalarında da bu değişimi görürüz. Kentsel mekan ve konumuz özelinde meydanlar, toplumsal mücadele ve müdahaleler sonucu biçimlenir, form değiştirir ve yeni anlamlar kazanır. Bir hegemonya projesinin mekandaki kurucu öğeleri olarak tasarlanan meydanlar, bir karşı hegemonya projesinin de dekoru olabilmektedir. Merkantilizm ve ardından kapitalizme geçiş dönemi ve devamında sermayenin mekanı kullanma biçimine, devlet iktidarının kendini gösterme biçimine ve çalışan kesimlerin mekan üzerindeki pratiklerine baktığımızda, bunların hepsinin kent mekanında, ki özellikle kentsel meydanlarda, görünür olduğu sonucuyla karşılaşırız. Meydanlar, kent içinde, gündelik yaşamdan öte bir anlam ifade etmektedir. Siyasal mücadele ve dengeler çerçevesinde değerlendirildiğinde belli bir tarihsel ve mekansal katmanlaşmanın üzerinde yeni ilişkilerin de meydanlara damgasını vurduğu görülmektedir. Bu çerçevede meydanların daha önceki şekillenişleri bazı durumlarda yeniden yapılandırılır ve eskinin izleri ortadan kaldırılır. Bazı durumlarda geçmişteki ilişkilerden çıkarak şekillenen mekanlar yeni anlamlar yükleyerek kullanılır. Bu çerçevede meydanlar bir yandan geçmişin tanığı ve günümüzün asli mücadele alanlarıdır. 107 KAYNAKÇA: AKPINAR GÖNENÇ, (2001), Ayşenur, Sivil Toplum: Düşünsel Temelleri ve Türkiye Perspektifi, Altkitap(elektronik kitap), www.altkitap.com AYBAY, Rona, (1970), Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen, Yaşamı, Eylemi, Öğretisi, Remzi Kitabevi, Đstanbul BATUMAN, Bülent; “Cumhuriyetin Kamusal Mekanı Olarak Kızılay Meydanı”; Ankara’nın Kamusal Yüzleri içinde; Güven Arif Sargın (der.); Đletişim Yayınları; Đstanbul; 2002 BENHABĐB, Seyla, “Kamu Alanı Modelleri”, Cogito, 1996/8 BERMAN, Marshall; (2002), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor; (çev.)Ümit Altuğ, Bülent Peker, Đletişim Yayınları; Đstanbul; BOZKURT, Veysel; “Gözetim Ve Đnternet: Özel Yaşamın Sonu Mu?”; www.isguc.org/vbozkurt4.htm; 04.06.2004 BUMĐN, Kürşat; (1998), Demokrasi Arayışında Kent; Đz Yayıncılık; Đstanbul CERASĐ, Maurice M.; (2001), Osmanlı Kenti; (çev.) Aslı Ataöv, YKY; Đstanbul 108 ÇAYIR, Kenan (der.), (1999), Yeni Sosyal Hareketler, Kaknüs Yayınları, Đstanbul ÇULHA ZABCI, Filiz, (1997), Siyasal Kuramda Kamusal Alan Sorunsalı: Habermas ve Arendt, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü yayımlanmamış doktora tezi, Ankara DAĞISTANLI, Özlem, (1997), Meydanın Evrimi, Mekansal Analizi ve Sosyal Açıdan Önemi, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, ĐTÜ, Đstanbul DOBB, Maurice, (2001), Kapitalizmin Dünü ve Bugünü, (çev.) Feyza Kantur, Đletişim Yayınları, Đstanbul ENGELS, Friedrich, (1992), Konut Sorunu, (çev.) Güneş Özdural, Sol Yayınları, Ankara ERGENÇ, Özer, (1995), 16.yy’da Ankara ve Konya, Ankara Enstitüsü Vakfı, Ankara GOLDMAN, Lucien, (1999), Aydınlanma Felsefesi, (çev.) Emre Arslan, Doruk Yayınları, Ankara GRAMSCI, Antonio; Letters From Prison; Jonathan Cape; London; 1975. 109 GÜNDEM, Abdullah; (1999), Tarihi Meydan ve Aksların Geçmişte ve Günümüzde Kullanımları, Bu Kullanımların Binalara Olan Etkisinin Beyoğlu Örneğinde Đncelenmesi; yayımlanmamış yüksek lisans tezi; YTÜ; Đstanbul HABERMAS, Jürgen, (2002), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (çev.) Tanıl Bora, Mithat Sancar, Đletişim Yayınları, Đstanbul HABERMAS, Jürgen, “Kamusal Alan: Ansiklopedik Bir Makale”, Birikim Dergisi, 1995/70 HARVEY, David, ( 1997) Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran Metis, Đstanbul. KATZNELSON, Ira; Marxism and the City; Oxford University Press; Oxford; 1991 KILIÇBAY, Mehmet Ali; (1993), Şehirler ve Kentler; Gece Yayınları; Ankara KUMAR, Krishan, (1999), Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, (çev.) Mehmet Küçük, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara LEFEBVRE, Henri, (1991) Production of Space, Blackwell, Oxford 110 MARX, Karl, ENGELS, Friedrich, (1968) Alman Đdeolojisi, (çev.) Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları, Đstanbul MARX, Karl, ENGELS, Friedrich, (1977), Devlet ve Hukuk Üzerine, (çev.) Rona Serozan, May Yayınları, Đstanbul MCNEILL, William H., (2003), Dünya Tarihi, (çev.) Alaeddin Şenel, Đmge Kitabevi Yayınları, Ankara MORTON, A. L,. (1969), The Life and Ideas of Robert Owen, Lawrence and Wishart, London PĐRENE, Henri, (2003), Ortaçağ Kentleri, (çev.) Şadan Karadeniz, Đletişim Yayınları, Đstanbul SANCAR, Nuray; “Bir Sınıfsal Mevzilenme Mekanı Olarak Kent AgoraToplusözleşme-Yönetişim”; www.uzaklar.de/html/bir_synyfsal_mevzilenme_mekany.html; 14.02.2004 SENNETT, Richard, (2002A), Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, (çev.) Tuncay Birkan, Metis Yayınları, Đstanbul 111 SENNETT, Richard, (2002B), Kamusal Đnsanın Çöküşü, (çev.) Serpil Durak, Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, Đstanbul SĐTTE, Camillo; Şehir Mimarisi; www.esyapi.com/teknik/camillo.htm; 15.03.2004 ŞENGÜL, H. Tarık, (2002) Kentsel Çelişki ve Siyaset, WALD Yay., Đstanbul UZUN, Türkan (haz.); (2001), Cenova Günlüğü; Stüdyo Đmge Yayınları; Đstanbul VARDAR, Ali; “Meydansız Kentler”; Planlama 90/3-4 YALIM, Đnci; “Toplumsal Belleğin Ulus Meydanı Üzerinden Kurgulanması Çabası”; Ankara’nın Kamusal Yüzleri içinde; Güven Arif Sargın (der.); Đletişim Yayınları; Đstanbul; 2002 ZUCKER, Paul, (1966), Town and Square from Agora to the Village Green, Columbia University Pres, New York 112 ÖZET Bu tezde, siyasal kuramdaki kamusal alan sorunsalından yola çıkarak, bu sorunsalın iktidar ve sermaye açısından tarihsel ve normatif boyutları arasındaki ilişki üzerinde durularak, kent mekanını nasıl etkilediği araştırılmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde siyasi ve ekonomik boyutlarda yaşanan dönüşüm ve çatışmaların kent mekanını birebir şekillendirdiği, dahası, bu çatışmaların mekan içerisinde görünür olduğu ve yaşanan mekansal dönüşümlerin bu çatışmanın boyutuna ve hızına göre biçim değiştirdiği tezi üzerinde durulmaktadır. Birinci bölümde kamusal alan sorunsalının siyasal kuram içerisinde –özellikle Habermas tarafından- nasıl ele alındığı, tarihsel süreç içerisinde ne gibi dönüşümler geçirdiği incelenmektedir. Bu inceleme özellikle batıda yaşanan dönüşümleri kapsamaktadır, çünkü normatif bir kategori olarak kamusal alan kavramı Batıda ortaya çıkmıştır. Ancak bölümün devamında Osmanlı ve Türkiye’de kamusal alan ve sivil toplumun nasıl ele alınabileceği üzerinde durulmakta ve burada yaşanan gelişmeler de anlatılmaktadır. Đkinci bölümde ise kamusal alanının mekansal boyutu ele alınmaktadır. Öncelikle tezin ana konusu olan kentsel meydanların tarihsel süreci hakkında bilgi verilmekte, ardından da kentsel meydanların genel özellikleri ve kentsel meydanları oluşturan nitelikler ortaya konmakta, bunların nasıl bir dönüşüm geçirdiği ve buna koşut olarak kentsel meydanlarda nasıl bir değişim izlendiği tartışılmaktadır. 113 Bu çerçevede çalışma özgün bir kamusal alan olarak kent meydanlarının üretim, yeniden üretim ve dönüşümü mekanı toplumsal kontrol ve değişim değeri çerçevesinde kavrayan güçlerle, mekanı kullanım değeri çerçevesinde değerlendiren güçler arasındaki mücadelenin bir sonucu olduğunu göstermektedir. 114 ABSTRACT In this thesis, “public sphere” as one of hotly debated problematic of the political theory’s is investigated with regards to the relationship between its historical and normative dimensions. The term also serves to reveal the influence of both the dialectical relationship between power and capital, and this couple and other classes, on urban space. It is argued that the transformations and conflicts taking place within the political and economic spheres in the historical process have a direct effect on shaping urban space. Furthermore, these conflicts become visible in and through space and intensity and durability of these struggles shape and reshape the spatial transformations that are experienced. In Chapter I, the conceptualization of the term public sphere –with a special reference to that of Habermas- and the transformation of the concept in the historical process are analyzed. Since conceptual formulation of the term as a normative category belongs to the Western World, main attention is paid to the transformations experienced there. Nevertheless, as the chapter proceeds, attention shifts to the particular use of the terms, public sphere and civil society, in Ottoman and Turkish societies with a particular emphasis on the developments taken place in this area. In Chapter II, the spatial dimension of public sphere is elaborated. Firstly, the formation of the urban plaza is investigated from within an historical perspective, 115 and then general features and constitutive aspects of the urban plaza are discussed. Finally, the transformation of the urban plaza is examined in its relation to these social-spatial changes. The thesis demonstrates that as one of the specific forms of public space, production, reproduction and transformation of urban plaza are an outcome of political conflict and struggles taking place between those forces who envisage space in terms of control and repression as well its exchange value and those forces who occupy and use urban space in order to make a living. 116