HAYATIN ANLAMINI BULMANIN ANLATILDIĞI FİLM: "AYNI YILDIZIN ALTINDA" Günlük hayatımızda nasıl oluyorsa sürekli karşılaştığımız ve bizi üzen durumlar oluyor. Mağaza vitrininde beğendiğimiz elbisenin uygun bedeni tükenmiş oluyor, üzülüyoruz. Hiç elimizden düşürmediğimiz akıllı telefonlarımızın biz dışardayken şarjı bitiyor, kendimizi şarj aleti bulmak için kahrediyoruz. Biletini aldığımız sinema seansınının saatini kaçırınca dünyanın sonu gelmiş gibi trafiğe sövüyoruz. Şöyle bir bakınca günlük hayatımız ne kadar da sıradan ve gereksiz şeylere kafayı takarak geçiyormuş, değil mi? Hayatımın en acı gününe 8 Şubat 2014'te hiç alışkanlığım olmadığı halde sabahın erken sularında uyanarak başladım. Kahvaltı etmek için mutfağa gidene kadar her şey yolundaydı, ta ki yakın bir arkadaşımdan telefonda "Emir'imizi kaybettik Evrim." cümlesini duyana kadar. Hayatımda ilk kez çok şiddetli bir şekilde kalbimin atışını, vücudumda dolaşan kanı ve burnumdan soluduğum havayı hissettim. Hayatımda ilk kez en yakınımın yitip gitmesinin acısını yaşadım. Aradan neredeyse bir buçuk sene geçti, içimdeki o sızlama hiç geçmedi. Kanser hastalığı çok genç yaşta, masum bir çocuğu alıp götürmüştü. Kanser hastalığı o kadar vurucu bir hastalık ki, hastanın geçmesi gereken birçok evre var. Bir tanesi de kabullenme evresi. Bu kabullenme evresi sadece hasta için değil ailesi ve diğer yakınları için de çok zorlu bir evre ne yazık ki. Düşünebiliyor musunuz, kendi varlığının son bulacak olmasını önceden günü gününe bilmek ne kadar acı verir? Bazı insanlar ise bu zorlu dönemden çoktan geçmiş ve kendi hayatına alışmış bir vaziyette karşımıza çıkıyor. Onların bu kansere karşı duruşu, düşünceleri ve hissettikleri karşılarındaki kişilere bir nebze de olsa "Ben olsam nasıl bir durumda olurdum?" sorusunu düşündürtüyor. Kanser hastalığa yakalandıktan sonra bütün gün yataktan çıkmayan, asosyal olan insanlar canlanırdı benim hep aklımda. Oysaki zamanında Emir de, filmdeki hasta Hazel karakteri de durumun böyle olmadığının çok bariz örnekleri arasında. Evet belki çoğu insana tuhaf gelecek ama bütün hayatları o izledikten sonra gece boyu ağladığınız dram filmi gibi değil. Zaman zaman yüzleri hiç olmadığı kadar gülüyor, hiç atmadıkları kadar kahkaha atıyorlar. Belki de anlamamız gereken ilk şey de bu: Kanser hastalığına yakalanan insanlar ne kadar içine kapanmazsa o kadar uzun yaşayabilirler. Çünkü aslında tek olay motivasyon ve mutluluk. Hastalığa yakalanmanın verdiği o depresif psikoloji ile yalnız kalmaya ve sindirmeye duyulan ihtiyaç doğal bir süreçtir fakat bu ruh haline kendini çok fazla kaptıran hasta bir süre sonra kendini sosyal hayatından izole eder. Bu noktada bireyin sosyal yaşamını canlandırmak adına filmdeki kahramanın yaptığı gibi destek gruplarına başvurulabilir veya onun hayatına riske atmayacak ölçüde sosyal ortamlara girebilir. Hayallerinden vazgeçmemeli insan bu sinsi hastalığı atlatma sürecindeyken. Elinden gelebildiğince önceden dilediği hemen hemen her şeyi yerine getirebilmeli. Bu noktada filmde bu konuya değinen ve Hazel'ın Amsterdam'a gitme hayali üzerine gelişen olaylar izleyiciyi derinden etkileyip, gözlerinin dolmasına sebep oluyor. İnsan yalnız yapamaz, bazen ise sadece aile ve arkadaşlar yeterli olmaz. Bu noktada da aklımıza gelen tek şeydir aşk. Aşk, öylesine güçlü bir tutkudur ki bazen en kötü durumdayken bile karşındakini düşünmektir. İz bırakmaktır aşk, birinin kalbinde hiç silinmeyecek bir şekilde. Aşık olmalı insan! Emir'in ise onu hiç yalnız bırakmayan Ece'si vardı. Arada tartışır, darılırlardı ama âşıklardı işte. Belki sıradan ama dupduru olan bir aşk hikâyeleri vardı, ister istemez herkesi özendiren. Hayat adil değil, kimimiz en başından kabulleniyor bunu kimimiz var gücüyle sonuna kadar karşı koyuyor, isyan ediyor kısacası savaşıyor. Benliği kaybetmeden, umutlar yitip gitmiş olsa bile kalan zamanı en kaliteli şekilde değerlendirmeden bu dünyadan göçüp gitmemek dileğiyle...