Elif Gülendam Değirmenci - Bilkent University

advertisement
Elif Gülendam Değirmenci
SAHİ SON AKŞAM YEMEĞİ Mİ
Yaşlı dünyamız binlerce yıldır çok şey gördü insanoğlundan. İnsanları birbirine düşüren savaşları,
dillerden düşmeyen destansı aşkları, heybetli krallıkları hatta kendi geleceğini değiştiren keşifleri ve
buluşları… Evet, hepsinde insanoğlunun parmağı vardı. Biz iletişim kurma çabasıyla dilleri oluşturan,
tecrübelerimizle birikmiş bilgi edinen insanoğluyuz. Kaçınılmaz ki zamanı tutamıyoruz, dünya hâlimiz
bitmiyor. Bizler bu dünya uğraşısında toprağımız olsun diye binyıllardır savaştık, bizleri yaratan bir güç
olduğuna inandık ;inancımıza kendimizi adadık, asla elimizdekiyle yetinmeyip her gün yeni bir şeyler
öğrenmek, keşfetmek istedik. Bir taraftan hırsımız, kinimiz, nefretimiz varken öte taraftan sevgimiz,
şefkatimiz ve merhametimiz vardı. Sahi, hep savaştık mı? Hep birbirimize kin mi besledik? Nefretimizi,
hırsımızı sadece savaşlarla ya da kavgalarla; sevgimizi, merhametimizi sadece bir tebessümle mi ifade
ettik? Hayır! Duygularımızın en yakın dostu “sanat” vardı hep yanımızda…
Sanat… Varoluşu isminden eski olan bu kavram neredeyse insanlığın duygusunun tercümanı oldu.
Sanat üzüldüğümüzde yaktığımız ağıt, aşkımızı anlatırken şiir, yiğitliğimiz herkese duyurmak için
destan kılığına büründü asırlardır. Yani bir şekilde hep yanımızdaydı. Ne kötüdür ki insanoğluna
“insanlık nedir?” sorusu sorulduğunda belki de aklımıza bile gelmeyecek olan ayrıcalığıdır onun
sanatsal kabiliyeti. İçimizde bir yerlerde hep sanat vardır ama dışarı çıkartmak, çıkartsak bile
sergilemek bizim için zordur. Sanat dünya hâlinde hep ikinci plandadır. Peki, bizim zavallı sanatımız
hiç hak ettiği değeri alamadı mı? Hep pabucu damda mıydı? Aslında pek de değil. Şöyle bir tarih
bilgimizi yokladığımızda hepimizin hatırında Rönesans ve Reform hareketleri vardır. Okullarımızda
işlerken pek de üstünde durmadığımız “Rönesans” kavramı insan ve insanın iç dünyasını şöyle bir
yoklamaya çıkmamız için bize refakat eden bir kavram, bir akımdır. Rönesans alelacele anlatılırken
okullarımızda,“Aman hocam durun(!)” bile diyemeden bakıvermiş, başka bir konuda buluvermiş
olursunuz kendinizi. Ama durun! Burada konuşacak çok şeyimiz var.
Rönesans adı üstünde yeniden doğuştur. Batılı insanların skolâstik düşünce ve dogmalardan kendi
paçalarını kurtarıp, sanatlarını cüretkâr bir biçimde sergilemeleri diye temel bir tanım yapılmasına
karşın, Rönesans, insanoğlunun bir nevi duygusal ve sanatsal devrimidir. Rönesans: Leonardo’nun
dehası, Botticelli’nin cesareti, Rafaello’nun ihtişamıdır.
Tamam, kabul, Rönesans’tan önce de pek çok resim dehası, sanat akımları vardı ama şu da göz ardı
edilmemelidir ki çoğu Rönesansçılar kadar iz bırakmadı bu dünyaya. Çok sanat bilgim olduğunu
söyleyemem. Fakat sanatı yorumlamak için onu illa ki bilmek mi gerekir? Ya da sanat öğrenilir mi?
Peki, sanat eserleri bize ne anlatmaktadır? Ah dili olsaydı da konuşsaydı Mona Lisa. Yıllardır bir o
eleştirmenin bir bu eleştirmenin ağzında sakız olmazdı. Ama ne fayda! Her baktığınızda yeniden
keşfedersiniz onları. Aradan yıllar geçtikten sonra aynı kitabı okumak gibidir o tabloları keşfetmek.
Her okuyuşunuzda bazı sırların kapısını aralar, yapboz parçalarını bir araya getirirsiniz.
Rönesans kavramını ilk duyduğumda muhtemelen ortaokuldaydım. Diğer öğrendiğim tarih
konularından daha değişik ismi olduğu için bu konu hakkında biraz bir şeyler kurcalamak istemiştim.
Bu bir tesadüf müydü yoksa tevafuk mu? O zamanlardan sonra birden resimler, heykeller, mimari hep
merak ettiğim konular oluvermişti. Hepimiz bir şekilde o dönemin başyapıtlarıyla karşılaşmışızdır. Ya
tişörtlerimizin üstünde desen olarak ya da performans ödevi yaparken dağıtılan o zoraki konularda.
Ben nasıl karşılaştım hatırlamıyorum ama Venüs’ün Doğuşu tablosunu gördüğümde kafamı başka
yöne çevirmiş, Atina Okulu’nu gördüğümde detaylara şaşırmış, Son Akşam Yemeği tablosunu
gördüğümde ise bu adam bu kadar büyük bir şeyi nasıl çizmiş diye kendi kendime söylenmiş olmam
kuvvetle muhtemel. Fakat zaman geçip biraz tarih, biraz sosyoloji, biraz da sanat nedir diye
öğrendiğim zaman artık o sanat eserlerine farklı bir gözle bakmayı öğrenmiştim.
Elif Gülendam Değirmenci
Boticelli. O düşünmeyi, hayal etmeyi yasaklayan dönemden kurtulup antik çağda bulmuştu kendini.
Venüs’ü düşünmüştü, onun var oluşunu… Pagan dinine ait sembollerle, tablosuna bakan kişilere
mesaj vermek istiyor gibiydi. Nasılsa artık sanatını icra etmekte, kendini ifade etmekte özgürdü.
Hıristiyanlık Venüs gibiydi onun için ve ne de olsa güzel bir varlıktı. Ama doğanın verdiği güzelliklerin
de paganlıkla bir ilgisi olabilir miydi?
Rafaello’nun ihtişamı, sanat anlayışı ve hissettirdiği görsel zevki her ne kadar sonradan saygı görse de,
ilk başlarda çizdiği Atina Okulu’na o kadar önem vermişler miydi? Atina Okulunda bize anlatmaya,
göstermeye çalıştığı figürlerin içine çizdiği Platon ve Aristoteles sadece onların nasıl betimlendiğini
göstermek için oraya çizilmiş olmasa gerek. İlk zamanlar freskin üstünde hiç kafa yormadan değersiz
etiketi yapıştıran insanlar, zavallı Rafaello öldükten sonra da olsa nihayet felsefecilerin de yardımıyla
katılaşmış kabuklarından kurtulup içlerindeki insan doğasını dışarı çıkartmamışlar mıydı? Tablosunu;
düşünün, yorumlayın ve bilgilenin öğütlerini vermek için aslında gözümüzün içine sokarcasına
kocaman yapmamış mıydı? Tabii ki bakmakla görmek arasındaki farkı bilenler içindi tüm bunlar…
Leonardo, dahiydi. Dahiydi diyoruz çünkü hâlâ sanatının altına gizlediği ipuçları, insanları aydınlatmak
için apaçık çizdiği lakin kafalarımızda hâlâ apaçık bir anlamı olmayan çizimleri olduğu için. Hiçbir
zaman düşüncesine perçin vurmamış, bilime olan ilgisini hiçbir zaman tek bir disiplinde toplamamıştı.
Rica veya istek üzerine çalışmaya başladığı, rönesansını doruk noktasına taşıdığı Son Akşam Yemeği ni
çizerken kendi dehasını da tablonun içine gizliden gizliye serpiştirmişti. Belki de çizerken açık açık ben
buyum demişti, bu benim sanat anlayışım… Fakat belki de hesaba katmadığı onu anlamaya
çalışanların kısıtlı düşünce yapılarıydı. Çizdikten sonra adına Son Akşam Yemeği vermişti Leonardo.
Peki, sahiden son akşam yemeği miydi? Zamana ve tabloya hapsettiği karakterler son akşam
yemeklerini yiyor olabilirlerdi fakat yüzyıllar sonra hâlâ onun tabloları hakkında ufacık çözümler
yapmaya çalışanlar için hiç de son akşam yemeği değildi. Belki de başardı Leonardo. Artık son diye
oturduğumuz masalardan yine elimiz boş kalkıyorduk onu anlamaya çalışırken. Bu, tam da onun
istediği şey olabilirdi.
Tarih sahnesinin tozunu yutan sadece komutanlar, bilim adamları ya da düşünürler değildir elbet.
Tarihi yazan ve insanlığa yön veren sanatçılar da vardır. Rönesans’ın şövalyeleri Leonardo,Botticelli
veya Rafaello gibi… Düşünceleri onların zırhlarıdır meydanları korkutmak için.Sanatsal kabiliyetleri ise
silah.
Kaynakça:
Son Akşam Yemeği,Leonardo Da Vinci
Venüs’ün Doğuşu,Sandro Botticelli
Atina Okulu,Raffaello Sanzio
Download