“İslam siyasetten ayrı değildir. İslam diğer dinler gibi değil ki dua ve zikirden ibaret olsun. İslam‟ın siyaseti diğer hükümleriyle birliktedir. Ve ben de siyasi müdahalede bulunuyorum.” 1 2014 2 Siyaset, kök itibariyle s-y-s kökünden geliyor. Emir, nehiy, gütmek, terbiye etmek, eğitmek, anlamlarına gelir. Seyis de oradan gelir. Bir şeye yön belirlemek, yol belirlemek anlamlarına da gelir .İslam fıkhında siyaset önemli bir yer tutar. Fûkaha: ”Siyaset; insanları dünya ve ahirete kurtulacakları yola irşat etmek, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır.” tarifini esas almışlardır. İbn-i Abidin,”Siyaset ağır bir şeriat olup, iki nevidir. Siyaset-i zalime: Halkın haklarına zıt olan siyasettir ki, şeriat bunu haram kılmıştır. Siyaset-i adile: Halkın haklarını zalimlerin ellerinden kurtaran, zulüm ve fenalıkları defeden, fitne ve fesat ehlini men eden siyasettir ki, şeraitten sayılır.” (İbn-i Abidin-Reddü‟l Muhtar Ale‟d Dürri‟l Muhtar-İst.,1983 C: 8 Sh:186) Yunancada politika; çok yönlülük, çok yüzlülük veya Polis kontrolündeki siyasi güç olarak açıklanır. Siyaset İslami bir kavram politika ise batı menşeli bir kavramdır. Bu tanımlamalardan yola çıkarak siyasetin politika ile aynı ve eşit manada olmadığını ama birbirlerine benzediğini söyleyebiliriz. İslami perspektifte politikanın tarifi , çok yüzlülüğün karşılığı münafıklıktır. Müslümanlar siyasetten değil politikadan uzak durmalıdır-karışmamalıdır. Yani politikacı değil ama iyi 3 bir siyasetçi olmalıdır. Siyaseti bilmeyen bir müslüman ins-i şeytanların tuzağına düşmekten kendini alıkoyamaz. Sakınılması gereken siyaset aslında siyaset-i zalimedir. Yani şeytanileşen siyasettir. Örneğin Üstad Bediüzzaman bu siyaseti şöyle açıklamıştır: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin", euzu billahi mine'ş-şeytani ve'ssiyase (Şeytandan ve siyasetten Allah‟a sığınırım) diyerek, şeytanîleşen siyaset anlayışı ve ortamından Allah'a sığınmıştır. (Bkz. Hutbe-i Şamiye, s. 52, Hâşiye) Siyaset bir tavır ve davranış sözcüğüdür. Hiçbir şeye karşı tavır koymayan, duruşu-çizgisi olmayan insan siyasetle uğraşmıyordur. Ama Üstad yaşamı boyunca bir duruş sahibiydi. Ama siyaset-i zalimeden- politikadan yani hile ve entrika-yalan-dolanın karıştığı bir siyasetten Üstad beridir. 4 İslami devletlerde kanunların kaynağı-temeli-genel çerçevesi Kur‟an ve sünnete dayandırılmalıdır. Kuran ve sünnette bir hükmün açıklaması yoksa içtihat edilerek hüküm verilmeye çalışılır. Bu aşamada salim akıl devreye girer. Müçtehitler akli yanılmanın en az olduğu uzman kişilerdir. Bu alimler ilimde derinleşmişlerdir. Fakihler hüküm verirken gerçeğe-doğruya en yakın olmak için çaba harcar-gayret sarf ederler. Böylece ilahi kanunlar-hükümler-prensipler belirlenerek, insanların yönetimdeki yasama ihtiyaçları karşılanmış olur. İlahi kanunlar uygulama alanına koyulduğunda insanlar daha mutlu ve huzurlu olacaktır. Yoksulluk, adaletsizlik gibi kavramlar kendiliğinden silinmeye-yok olmaya yüz tutar. Bu aşama ile ilahi adalet yeryüzünde tecelli eder. Beşeri sistemlerde ise; yasanın kaynağı-dayanağı insan tecrübeleridir. Bu sistemlerde hakimiyet genelde maddi olarak güçlü olan kişilerin elinde olduğu için yasalar bu kesimin çıkarları-menfaatleri temel-eksen alınarak yapılmaktadır. Manevi değerlerden soyutlanan tamamen maddiyat üzerine kurulan bu sistemler adeta adaletsizlikzulüm-haksızlık-yoksuzluk-ahlaksızlık üreten bir yapıya bürünerek bozulmaya ortam hazırlar. Seyfullah PUTKIRAN kainatta var-geçerli olan kanunlar hakkında şunları söylemektedir: “Hallak-ı mutlak ve hakim-i mutlak olarak olarak, yoktan var ettiği mahlukatını, Allahu Teala islam iki türlü 5 kanun ile idare etmekte, ahenk ve nizamlarını sağlamaktadır. Biri: tekvini kanun ki kainat ve tabiat dediğimiz varlıkların tümü , bu ilahi kanun ve nizama tabidir. Büyük bir tenasüp, güzellik, teavün, huzur, disiplin, ahenk ve intizam müşahade edilmekte, en küçük bir, fesad, anarşi, karışıklık, zıtlık, inhidam ve izmihlal… görülmemektedir. Diğeri teşrii kanun ki insan hayatını idareye yönelik, ilahi emirler-yasaklar ve prensipler manzumesidir. Buna : islam dini, şeriat hükümleri ve ilahi kanunlar denir. İşte insan toplumlarının da huzuru, sükunu, saadeti, tesanüdü, tenasübü, tealisi, terakisi, kemali, nizamı ve ahengi yalnız ve yalnız bu ilahi kanuna, semavi hükümlere, islam nizamına ve şeriata tabi olması ve itaat etmesi ile mümkündür. Aksi takdirde; anarşi, kargaşa, vahşet, cinayet, felaket insan oğlunu kasıp-kavurur ve insani değerlerin tümü toz gibi eritip havaya savurur. Bugün müşahade ettiğimiz ve içerisinde ( maalesef) yaşamakta olduğumuz, gayri islami, beşeri ve tağuti düzenlerin ve bunlara tabi olan toplumların duçar oldukları felaketler, musibetler bunun bariz örnekleri olmaktadır. Koca kainat aleminin gösterdiği, nizam, intizam ve ahenk karşısında : şu basit, aciz ve sinek gibi cılız insan toplumunun ika ettiği fecaat, vahşet ve tağavet, sadece teşrii (ilahi) kanunlardan ve hükümlerden uzak olmasından ve habis beşeri düzenlere adapte olarak erimesinden kaynaklanmaktadır.” 6 Yeryüzündeki tüm olumsuzlukların-bozulmalarınyıkımların nedeni insan oğludur. Dünyadaki kaynaklar hiç kuşkusuz tüm insanlık için yeterlidir.Ama insanların bir kısmı aç-susuz-perişan iken diğer kısmı bolluk-refahlüks içinde firavunca yaşamaktadır.Bunun nedeni nefisheva ve hevestir. İlahi yasaların uygulanması bu tür olumsuzlukların önünde engel olduğundan dünyayı yöneten küçük azınlık beşeri sistemler oluşturarak çarklarının devam etmesini istemektedir. Kulluk görevi tam olarak yapılsaydı bu tür insi şeytanlar, insanlara bunu dayatamaz-kandıramazdı. İnsanlar islamda bu güzelliklerin olduğunu bilip, Allah‟a gereği gibi-tam itaat etse bu sistemlere mahkum olmazdı. İslam hem bu dünyanın hem de ahiret hayatının mutluluğunu sağlamak için vardır-çalışmaktadır. Tüm olumsuzluklar, yüzümüzü Allah‟a dönmememiz başı boş divane gibi farklı mecralara dönmemizdir-yönelmemizdendir. Bu konuda Seyfullah PUTKIRAN şöyle demektedir: “Yüce rabbimiz, hakimiyet (kayıtzız-şartsız) mutlak surette sadece Allaha aittir.(enam:6, Yusuf:40,67) derken ve bunun tahakkukunu da samimi gerçek müminlerden beklerken, insan hayatına (ferdi, ailevi, içtimai ve benzeri sahada) Allahın kanunlarının dışında kalan ve zıddı olan hükümlerin hakim olması ve yön verici durumda bulunması, beşeri ideolajilerin insanlık insanlık hayatını zehirlemesi ve kasıp-kavurması Allah‟a kul olmanın şuurunda olan hizbullahi Müslümanlar için hüzün verici 7 ve utanç vesilesi olmaktadır. Şu fani dünyada sadece Allah‟a kul olmak maksadıyla gönderilmiş bulunan insanın asli görevini ve yaradılış gayesini ihmal etmesi ne kadar acı verici ve ne kadar hazindir. Her şeyin fenaya ve zevale maruz kaldığı bir dünyada, insanın bu zeval ve firak seline kendini kaptırması, ebedi hayatı elde etmek için çaba sarfetmemesi divanelikten başka ne olabilir ? bütün mahlukatın, hatta cansız varlıkların ve hayvanatın bile, yaradılış gayesine uygun hareket etmeleri karşısında; eşrefi mahlukat mesabesinde bulunan insanın, bu çizgiden çıkması, Allaha kulluk görevini ihmal etmesi, hele beşeri ve tağuti rejimlerin tasallutu altında yaşamaya razı olması, mutlak bir sukut ve elim bir vahşetten başka ne ile izah edilebilir?... Allaha savaş açmış tağuti rejimlerin himayesi-vesatei altında zilletle yaşamaktansa, allaha gerçek kulluğun ispatı sadedinde bu habis güçlere her türlü savaşlar vererek „izetle‟ ve şerefle ölmek ve böylece „saadeti ebediyeye‟ rıza-i bari‟ye ve huzurullaha kavuşmak daha evla değil midir?” Allahı tüm kainatın Rabbi olarak kabul edip, dünyaya müdahale etmesini kabul etmemek-karşı gelmek büyük bir akıl tutulmasıdır. Allah‟ın kanunlarını-emirlerini kabul etmemek şeytani geleneğin ürünüdür. Bu ilahi dergahtan kovulmaya neden olur. Sevmek tabi olmayı beraberinde getirmiyorsa, bu sevgi kendini aldatmaktan başka ne ile izah edilebilir ki? Allah‟tan başka kim daha 8 iyi-isabetli hüküm verebilir ki? Ama nefs-i emmarenin esareti altında azgınlaşan insan, kulluk vazifesinden sıyrılarak-nefsi‟nin telkinlerine kendini bırakarak büyük bir küstahlıkla kendini hüküm sahibi bilmektedir. (Haşa!) Allah‟a kafa tutan bu tür bir anlayışın-hareketin sonucu yeryüzü şeytanın tasallutu altına girmiştir. Böylece dünyada mustazaflar denilen büyük bir yığın inim inim inlerken, müstekbirler denilen küçük- elit bir kısım insansa tüm kaynakları büyük bir israfla tarumar etmektedir. Şeytanın tasallutu altına girilen bir dünyanın bu tür bir durum ile karşı karşıya gelmesi gayet doğaltabii ve normaldir. Bu konuda Seyfullah PUTKIRAN şöyle diyor: “Halbuki yeğane hüküm koyucu Allahu Teala‟dır. (en‟am57,62; Yusuf 40,67). İnsanın uyacağı, itaat edeceği ve hayatı için yegane düstur ve prensip edineceği görüşlerin, emir ve yasakların (hükümlerin) en iyisi ve yegane hak olana, elbette Allah-u Teala‟nın ilahi hükümleridir. İnsan, bu ilahi hükümlere göre bir görüşe, itikada, bakış açısına ve hayat tarzına sahip olmakla ve islam‟ı hayatının her safhasına hakim kılmakla ve ona uymakla mükellefdir. Gerçek insanlık, bununla tahakkuk eder ve gerçek anlamını kazanır. Hürriyet ise, ancak o zaman söz konusu olabilir! Şu halde; hayatını ve yaşayışını, Allaha ve onun hükümlerine göre değil de; insanlara ve insanların kendi uydurdukları kanunlara, fikirlere-görüşlere, ahlakı (!) anlayışlara ve modalara 9 göre ayarlayan, onlara kendini bağlı ve bağımlı kabul eden bir insanın „hür‟ olması ve „hürriyetin‟ içerisinde bulunması elbette iddia edilemez!... Gerçek adaleti, hüüriyeti ve insaniyeti temsil eden ilahi hükümler, insan hayatının mutlak kurtuluşunu ve ebedi saadetini tazammun etmektedir. Fakat; aşağılık kompleksi ve „kölelik‟ psikolojisi içerisinde bulunanlar, elbette bu kudsi ve lahuti gerçeği anlayamazlar!...” Bir ülke halkı İslami devlet kurmayı istemeli ve talep etmelidir. Ya da zorla İslami devlet kurulamaz. Halkın ezici çoğunluğu böyle bir talepte bulunmadığında dayatma ile kurulan bir devletin bağlayıcılığı olmaz. Dinde zorlama yoktur. Yapılması gereken tebliğ faaliyetleriyle insanlar ikna edilmelidir. Tüm peygamberlerin gayreti-faaliyetleri-tebliği bu amaca yönelikti. Bu arz-talep ilişkisidir. Proje halka arz edilir halk ya kabul eder yada etmez. Baskı ve zorlama söz konusu değildir. Ama kabul edilsin veya edilmesin ikna çalışmalarından hiçbir zaman vazgeçilmemelidir. Gönlümüzde-kalbimizde her zaman İslami bir devlet kurmak olmalıdır. Velev ki bu bir asır sonra da olsa bu amaca-isteğe ulaşmada bir tuğla olmalıyız. Gelecekte bir gün kurulacak olan İslami bir devlette bizimde tuzumuz olmalıdır. Bu konuda Seyyid Hasan Nasrallah‟ın duyguları şöyledir: 10 “Seyyid Hasan Nasrallah, mantıklı olmak ve kendine karşı dürüst olmak adına, Hizbullah‟ın ideolojik olarak teoride bir İslâm cumhuriyeti kurma düşüncesinde olduğunu gizlemiyor. Hizbullahîlerin, yalnızca İslâmî hükümetin toplumun sorunlarını –bu toplum Lübnan gibi azınlıklardan oluşan çok sesli bir cemiyet olsa daçözebileceğine inandıklarını ekledikten sonra, İslâm cumhuriyetinin zorla benimsetilmesinin Hizbullah‟ın düşüncesinde yer almadığını, yöneticiyi seçecek olanın halk olduğunu, bunun da yüzde elli bir çoğunluk ile değil de “ezici çoğunlukla”, mesela yüzde doksan oyla belirlenmesi gerektiğini, dolayısıyla İslâm cumhuriyeti kurulması düşüncesinin şu anda gündemlerinde olmadığını vurguluyor. “(Direniş‟in Dli Bilinmeyen Yönleriyle S.Hasan Nasrallah kitabı s.37) Gerçeklik ilkesi hiçbir zaman göz ardı edilmemeliunutulmamalıdır. Hayal dünyasında yaşamanın da hiçbir faydası yoktur. Var olan durum iyi analiz edilerek ileriye dönük planlamalar yapılarak faaliyetler ona göre yapılmalıdır. Çaba bizden gayret Allah‟tandır. Peygamberimiz Mekke döneminde tebliğ dışında bir faaliyeti yoktu. Kureyş despotları işi zora koşmasalardı kendilerine yönelik herhangi bir fiili müdahale de olmayacaktı. Çünkü İslam savaş değil barış dinidir. Ama muhatap özgürlüklerin önüne ket vurur, baskı-engellemesaldırı seçeneğini masaya koyduğunda zorunlu olarak Müslümanlar savunmaya-silaha sarılmışlardır. 11 Düşman, hür ve özgür bir ortam oluştuğunda kendilerinin basit-kokuşmuş ideolojilerinin yok olmaya mahkum olacağını iyi biliyor. Böyle bir baskı-istibdat olmasaydı hicret olayı ve savaşlar yaşanmaz-olmazdı. Hizbullah‟ta Lübnan‟da hiçbir zaman şiddete başvurmadıbaşvurmayacak. Seyyid Hasan Nasrallah ülke içinde tebliğ faaliyetinin dışında başka bir seçenek olmasını istemiyor. Halklar fıtraten islama meyillidir-eğimlidir. Sorun dinimizi en güzel şekilde sunulmasındadır. Bu konuda Hizbullah epey mesafe kat etmiş ve halkların kalbini kazanmıştır. Bu hareketin başarıları islamın haznesine yazılacak ve bir gün islamın hakimiyeti sağlanacaktır. Peygamber efendimiz Mekke döneminde var olan siyasi konjoktürden bağımsız bir siyaset izlemiştir. Sisteminrejimin içinde değil karşısında yani alternatif olarak durmuş- tavır koymuş-hareket etmiştir. Mekke müşriklerinin çok cazip tekliflerine rağmen asla tavizli ve şartlı bir iktidarı kabul etmemiştir. 12 “Birgün, Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa, bir grup müşrike, „Ey Kureyşliler! Muhammed'in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam, nasıl olur? Umulur ki, o bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz. Böylece kendisi de belki bize karşı yaptıklarından vazgeçer" diye teklif etti. Topluluk tarafından teklif kabul edildi. Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haramda bulunan Nebiyy-i Zîşan Efendimizin yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:„Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın.‟Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!" Resûl-i Ekrem Efendimiz, „Söyle ey Velid'in babası! Seni dinliyorum" deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı: „Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın. Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım. Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, 13 doktor getirtelim, seni tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım."( . İbni Hişâm, Sîre, 1/313-314; Taberî, Tarih: 2/225) Tavizli ve şartlı partisel hareketi meşru gören sözde Müslümanların kulağı çınlasın. Sünnet çizgisinin dışında kendilerine bir yol-çizgi belirleyerek hareket etmeyi sünnet görenler, bidat yolun yani cehennemin yolcusu olduklarını iyi bilsinler. Haşa kendilerince peygamber efendimizden daha akıllı daha isabetli davranıyorlar. Kendilerini 1400 yıl önceye ışınlasak peygamberimize teklif edilen reislik-başkanlığı değil dar‟ul nedve (parlemanto)‟deki bir kabile başkanlığına (parti başkanı) bile balıklama atlarlardı. Siyasi bir hareket nebevi çizgiden bir an bile sapmamaya dikkat etmelidir.Siyasi hareket uçurumun kenarında yolculuk gibidir.Bir anlık gaflet onarılamaz sıkıntılara neden olur.Müslüman bir kimsenin Allah‟ın kanunları dışında hiçbir kanuna evet deme şansı yoktur.Vardır diyen yada ima etmeye çalışan imansızlık ediyor ,bu hakikat güneş gibi açık-net ve kesindir. Velev ki partisel bir hareket kuruldu ve belirli bir oy alındı. Parlementoda belirli sayıda koltuk kazanıldı. İş yasa yapmaya gelindiğinde ilahi yasalar çıkarıldı. Bu aşama dünya egemenleri tarafından asla kabul edilmeyecektir. Çünkü ilahi yasaların kabulü 14 sömürücülerin aleyhinedir. Cazayir de Müslümanlar bunu denediler. Cezayir'de 26 Aralık 1991'de gerçekleştirilen genel seçimlerin birinci turunda oyların resmi kaynaklara göre % 55'ini, İslami Selamet Cephesi (FIS) kaynaklarına göre ise % 80'ini İslami Selâmet Cephesi almıştı. Ancak bütün kaynaklara göre söz konusu cephe, seçimlerde ezici bir çoğunluğun desteğini kazanmış ve iktidarı garantilemişti. Ne var ki, İslâmi Selamet Cephesi'nin bu başarısından endişelenen Batı'nın da tahrikleri ile Cezayir ordusu, 16 Ocak 1992 tarihinde yani seçimlerin ikinci turunun yapılacağı tarihe beş gün kala gerçekleştirdiği darbe ile yönetime el koyarak seçimlerin ikinci turunu iptal etti ve genel başkan Prof. Abbasi Medeni başta olmak üzere FIS ileri gelenlerinin çoğunu tutuklattı. Cunta yönetimi daha önce mahalli seçimleri kazanarak işbaşına gelen İslami Kurtuluş Cephesi'ne mensup belediye başkanlarını ve belediye meclisi üyelerini de görevden aldıktan sonra pek çoğunu tutuklattı. İlk tutuklama kampanyasında tutuklanan FIS mensuplarının sayısı altı bini aştı. Bunların pek çoğu 45 derece sıcaklık altındaki toplama kamplarına gönderildi. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan bazı olaylar ve birtakım provokasyonlar vesilesiyle de çok sayıda FIS mensubu tutuklandı. Cunta Mart ayında da, FIS'ı tamamen kapattığını açıkladı. Filistin de HAMAS seçimleri yine ezici bir çoğunluğun oylarıyla kazandı.Sonuçta batı bu sonucu tanımadı.Bu gibi hareketler iktidar olduğunda halkın isteği olan İslam, yasanın kaynağı olacaktı.Bu ise müstekbirlerin -insi şeytanların kabul edeceği bir durum değildir.Müstekbir devletler benim putlarıma el sürmedikçe reis-başkan 15 olamazsın demektedir.Yani şartlı-tavizli-çizgisiz olunmadığı sürece seçime katılma-parlementoya girme ve hükümet etme kabul edilmemektedir. Darun nedve denilen parlementoda sadece beşeri yasalar çıkarılıyordu. Müşrikler kendilerine muhalif olan Müslümanları da sisteme entegre etmek için bazı tekliflerde bulundular. Peygamberimize partisel hareket kurup Mekke site devletinin yönetimini dönüşümlü olarak yönetme teklifini yaptılar. Bu günkü sözde İslami partilere böyle bir teklif yapılsa hiç kuşkusuz düşünmeden evet derler. Bakalım bu sözde cazip teklife peygamberimizin yanıtı nasıl olmuştur: “Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından reddedilmesine rağmen, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlardı. „İleri gelenleri, birgün Resûl-i Ekreme, „Sana, içimizde en zengin adam olacak şekilde mal verelim. İstediğin kadınla evlendirelim. Yeter ki sen, ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç' dediler. Sonra da şöyle konuştular: "Eğer, bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için hayırlı olan bir teklif?" Resûl-i Ekrem, „Nedir, o hayırlı teklif?‟ diye sordu. Kureyş ileri gelenleri, „Sen bizim tanrılarımız olan Lât ve Uzza'ya bir yıl tap, biz de senin İlâhına bir yıl tapalım" dediler.( İbni Hişâm, 16 Sîre: 1/388; Taberî, Tarih: 2/225-226) Bu hadisedenin hemen akabinde Kafirin suresinin inmesi meselenin özünü açıkca izah etmektedir.. Allah‟tan başka kimse Rab-terbiye edici olamaz ve O‟ndan başkasına kulluk edilemez. Peygamberimiz ilahları (beşeri sistemin hayat kaynağını-özünü-temelini-kanunlarını) eleştirmekten vazgeçmedi. Medine döneminde ise peygamberimiz genel çerçevesini kendisinin çizdiği bir sistemde bizzat aktif olarak siyaset yapmıştır. Hudeybiye anlaşmasıyla da bu devlet resmi bir statü kazanmıştır. Peygamberimiz Mekke döneminde de Medine döneminde de bir siyaset adamıydı. Yani her iki dönemde de peygamberimizin siyasi bir duruşu vardı. Farklı olan, Mekke döneminde şartlardan dolayı İslami bir devletyönetim kurulamamıştı ama Medine de bu imkan-ortam vardı. Mekke‟de beşeri bir sistem vardı ve temeli zulüm üzerine kurulmuştu. Böyle bir sitemden imtina-istiaze edilmeliydi-karşı durulmalıydı ve bundan dolayı siyasi tavır konuldu. Allame Fadlullah yine bu konuyla ilgili: “Davet ve hareket metodunun değişik şekil ve biçimleri vakıanın gerçekleştiği merhalenin değişik hallerine göre biçimlenmektedir. Mekke ile Medine arasındaki metod farklılığı, en çarpıcı bir örnek olarak önümüze çıkmaktadır. Metod olayı tevkifi teşrii ve teabbüdi bir 17 olay değil, ancak vakıanın yaşandığı ortamlardan doğan bir olaydır.”diyor.( El Hareketü‟l İslamiyye, s:86-87) Allame Fadlullah özet olarak şöyle diyor: “Şartların, ortamların doğurduğu ihtiyaca binaen Rasulullah‟ın (s.a.v) metodu şekilleniyordu. Çünkü metod, vakiaya göre değişir. Gerek davet çizgisinde ve gerekse siyasi çalışma hareketinde, metod donmuş çizgiler değil, hayatın akışı gibi hareket halinde olup değişebilmektedir. Tıpkı giyim, tabir ve ifadeler gibi… Ama metodun genel hatları göz ardı edilmemelidir. İnsan, vakıa ortamının doğurduğu ihtiyaca binaen metodlardan herhangi birine göre hareket etme hürriyetindedir.” (Meccelletü‟l Alem, 8 Eylül 1990, sayı:343) Diğer bir eserinde, “Hareketin çalışma sisteminde metodların değişikliği, davetteki ifade metodlarının değişikliğine benzetilmektedir. Muayyen bir metod üzerinde durulmaz. Hayatın değişim sürecine tabi olmaktadır. Ama şeriat hükümlerinin belirlediği sınır ve genel çizgiler çerçevesinde hareket edilmelidir. (El Hareketü‟l İslamiyye, s:81, Allame Fadlullah, Kum) Allame Fadlullah, daha sonra şöyle diyor: 18 “İşte anlaşılıyor ki, gerek davet düzeyine olsun ve gerekse hareket düzeyinde olsun, İslami çalışma sisteminde herhangi muayen bir metod belirlenmemiştir. Ancak vakanın ihtiyacına göre seçilebilir.”( Age, s:89) Peygamberden sonraki halifeler de devlet adamısiyasetçiydiler. Bu halifeler devlet yönettiler. Sahabelerden hiçbir kimse de devlet adamlığına-siyasetçi olmaya kötü bir göz ile bakmadılar. Üzerinde durulması gereken ilahi hududlar-sınırlar içinde bir yol-yöntem izlenip-izlenmediğidir. Yani siyasetin dinin hizmetinde kullanılıp kullanılmadığıdır. Siyasetten nefret psikolojisinin temelinde dinin siyasete alet edilmesi yatmaktadır. Böylece halkın dini duygularıhassasiyetleri suistimal edilerek basit siyasi çıkarlarkazanımlar sağlandı. Bu kullanılmışlık hali insanları siyasetten uzak kalmasına-soğumasına-güvenlerinin azalmasına neden oldu. Böylece siyaset yalan-hile ile eşdeğer görüldü. Siyaset-i zalime denilen kavramın içiaslı budur. Kendi çıkarlarını halkın çıkarları üstünde görme ve hiçbir ilahi sınır-hudud tanımama, hedefe19 amaca-çıkara ulaşmak için her vasıta meşru görülmesi gibi bir yöntemin izlenmesidir. Yani siyasetin şeytanileşmesidir. İslam alimleri bu tür bir siyasetten imtina etmişlerdir-Allah‟a sığınmışlardır. Ama bir alimin İslam siyasetinden uzak kalması büyük bir gaflettirihanettir. Batı emperyalist devletler siyasetin kendi adamlarının tekelinde olması için bilinçli olarak siyaseti yalancılık ile eşdeğer gösterme-tanımlama gayreti içinde olmuşlardır. Bu konuda İmam Humeyni şöyle demektedir: "... O adam(genaral Pakravan), ben hapishanede iken önüme dikildi. Ve benimle birlikte.../... Ağa-yı Kumî orada idik. Dedi ki: 'Siyaset; yalancılıkkötülük, vs. vs., kısaca hinoğlu hinlikten ibarettir; bunu, bize bırakın!' Doğru söylüyordu. Siyaset bunlardan ise, onlara mahsus olur. Siyaseti olan İslam, siyasete sahip olan müslümanlar, kulları siyasetle yöneten Hidayet İmamları, siyasetten, onun söylediğinden başka bir anlamı kasdeder... O, bizi kandırmak-iğfal etmek istiyordu. Bu konuşmadan sonra gitti ve gazetede şöyle bir bildiri yayımladı: 'Din adamları ile, siyasete karışmamaları konusunda anlaşma yapıldı!' dedi. Biz de, serbest bırakıldıktan sonra, camide, minberden onun söylediği bu sözü yalanladık. Dedik ki: '...Yalan söylenmektedir. Humeynî veya başkası böyle bir söz söylerse, onu dinî merkezden çıkartırız!' Bunlar, evvelden beri zihninize siyasetin yalancılık veya benzeri kötü işler anlamında olduğunu işlemeye uğraştılar ki, sizi ülke işlerinden soğutsunlar.../... 20 Becerikli üstadları, bu planları, bu düzenleri hazırlamışlardır. İngiliz Emperyalistleri, üçyüz yıl önceden 'Şark' ülkelerine nüfuz etmişlerdir ve her yönüyle bu ülkeleri tanımakta ve haber almaktadırlar. Bu planları hazırlayanlar da onlardır. Sonraları da Amerikan Emperyalistleri ve başkaları İngilizlerin yolunu tuttular, onlarla işbirliği yaptılar ve programın yürütülmesinde ortak oldular.../... (İslam Fıkhında Devlet: 173-174) Şah‟ın rejimi beşeri bir sistemdi ve temeli zulüm üzerine kurulmuştu. İmam Humeyni sistemin içinde değil dışında, yanında değil karşısında yani nebevi bir metod ile hareket ediyordu. İmam, partisel bir hareketin içine girseydi böyle bir yöntem ile hareket etseydi rejim O‟na bu kadar baskı yapmayacak-gözünde büyütmeyecekti. Çünkü siyasi partiler anayasa‟nın çizdiği hududlarsınırlar içerisinde teşkilatlanırlar-hareket ederler. Bu hududlar zorlandığında-aşıldığında partiler kapatılır ve parti mensupları hakkında yasal işlem yapılır. Hiçbir parti anayasal hududları çiğneyemez. Böylece partilerin sisteme rahatsızlığı önlenmiş ve sistem kendini sigortalamış olmaktadır. Beşeri sistemlerin içinde olan hiçbir parti islamı hakim kılma gibi bir hedefe-amaca ulaşamaz. Bunun aksini söyleyen sadece tabanını kandırmak-uyutmak-aldatmak-kontrol etmek için hile yapmaktadır. Eğer bir sistem kerih-nahoş görülüyorsa yine o sisteme entegre olarak sisteme alternatif üretilemez. Müslümanların beşeri sistemlere alternatif bir tezinin-modelinin olması gerekmektedir. Kısacası sistem içinde sistem olmaz-oluşturulamaz. 21 Beşeri sistemler partiler aracılığıyla kendilerine muhalif olan herkesi sisteme entegre ederek pasif-etkisiz hale getirerek ehilleştirirler. Partisel hareket sistemi kabultasdik-biad etme anlamına gelir. Zaten sistem anayasada kendini sigortalamış-garanti altına almıştır. Anayasanın kırmızı çizgileri-değiştirilemez maddeleri-eleştirilemez yönleri var oldukça diğer maddelerdeki oynamalar-ayar çekmelerin hiçbir etkisi yoktur. Yani iskeleti on şiddetine dayanabilen bir yapıya üç-dört-beş-altı-yedi şiddetindeki deprem ne yapabilir ki? Böyle bir yapının sahibi yedi şiddetinde bir depremden „ki çok sarsıcıdır‟ hiçbir tedirginlik duymaz-uykuları kaçmaz-rahatı bozulmaz. Ama avam-halk bunu bilmiyor, dünyanın yerle bir olduğunu-olacağını-çok şeylerin değişeceğini zannediyor. Sisteme-rejime-hakim düzene entegre olmayan önderlerhareketler ise mal-makam-kürsü-dünyevi şeyler ile satın alınıp etkisiz hale getirmesi gerekiyor. Beşeri sistemler bu yolla kilit noktadaki insanların-önder ve lider konumda olanların satıl alınması için ayrı bir planprogramı vardır. Bu kesimin hepsi veya hemen hemen hepsi satın alınmadığında tehlike devam eder. Çünkü halkı uyandıracak bir alimin olması ve kral çıplaktır demesi tüm planların bozulmasına neden olur. Şah alimmüctehit-devrimci denilen büyük bir kesimi, herkesin zaafına göre bir şeyler vererek satın almıştı. Ama bir devrimci-alim daha vardı ve O‟nun da tuzağa çekilmesi gerekiyordu.Bu kişi Nevvab Safevi‟ydi.Tahran Cuma imamı Seyyid Hasan İmami,Şah‟ın elçisi olarak Nevvab Safevi‟ye gönderildi.Şah‟ın tekliflerini içeren mesajı Nevvab‟a sundu: 22 “Memleketin siyasi işlerine karışmaması şartıyla,Nevvab Safevi‟nin fazl ve kereminden dolayı Şah,Meşhed‟deki İmam Rıza‟nın hareminin idaresini ve bütün gelirlerini kendilerinin hizmetine vermektedir.Nevvab Safevi bu gelirleri istediği gibi şer‟i hizmetlerde kullanma hakkına sahiptir.Ayrıca her alanda Şah‟ın desteğine sahip olacaktır.” Teklife şiddetli tepki gösteren Nevvab Safevi cevabını verdi: “Amcaoğlu!Gayret sahibiysen,adamsan benim bu mesajımı o Pehlevi köpeğine götür ve ona deki:”Sen benem mal ve makamla satın alacağın insanlardan biri olduğumu mu sanıyorsun?Ya seni öldürüp cehenneme göndereceğim ya da senin beni öldüreceğine ahd etmişim.Böylece beni cennete göndereceksin?Her iki durumda da kazanan ben olacağım.Sağ oldukça hiçbir şekilde senin isteklerine boyun eğmeyeceğim.Sessizce bir kenara çekilip seni rahat bırakmam asla mümkün olmayacak.” Şah‟a bu teklifi verince, sisteme entegre olmayan bu devrimci insan rejim tarafından kurşuna dizilerek şehit edildi. Halbuki rejimi yargılamayıp-eleştirmeyip sadece sussaydı balın safını yer ,ipeğin hasını giyerdi.Susmak tasdik etmektir.Bu alim bunu iyi biliyordu.Allah‟ın hududlarının çiğnenmemesi için kendi hududlarını çiğnetti-feda etti.Ama yeryüzünde fitne ve fesat çıkarıldığında sadece sussaydı kendisi en iyi şekilde 23 ağırlanırdı.Adi bir suçlu gibi bir ağaca bağlanıp kurşuna dizilmezdi.Nevvab, hayatının baharında bir gençti, Hz.İsa çarmıha geremeyenler O‟na bunu yaptılar.Biz Allah‟ın,tüm peygamberlerin,gökteki meleklerin Nevvab‟a aferin aferin sana sesini kalbimizde işitiyor ve hissediyoruz.Tıpkı dedesi Hz. Hüseyin gibi Allah‟ın hududlarının çiğnenmesine kendisi hayatta olduğu sürece sessiz kalmayacağını gösterdi.Hayatı pahasına bir İslam dışı bir hükme bile tahammülü olmayacağını haykırdı. Mümin bir insan sadece Allah‟a kulluk eder. Mümin insanla Allah arasında başkası olamaz. Mümin bir insan Allah‟ın hükmünden başka bir hükme hem bireysel olarak hem de toplumsa-içtimai alanda razı olamaz. Eğer sahibimiz Allah ise, kendimize O‟na göre ayar çekmeliyiz, O‟nun kanunlarına uymalıyız. Başka bir kimsenin kanunlarına boyun eğme o kişiye kulluktur. Bir insan hem Allah‟a hem de başkasına kul olamaz. Bazen Allah‟ın bazen başka kanunlara boyun eğme-itaat etme Kuran‟ın bir kısmına iman bir kısmını red-kabul etmemedir. Bu konu hakkında Seyyit Kutub şunları söylüyor: “İslam‟ın görevi ,insanları kula kulluktan yalnızca Allah‟ın kulluğuna götürmektir.Böylece Allah‟ın alemlerin Rabbi olduğunun genel tebliği,insanların toplucu kurtuluşu gerçekleşmiş olur.Hem İslam düşüncesinde, hem de bilimsel düşüncede ,ibadet 24 yalnızca Allah‟a yapılabilmesinin,sadece İslami bir düzende gerçekleşebileceği su götürmez bir gerçektir.Allah‟ın bütün kulları,hakimi-mahkumu, siyahıbeyazı,şereflisi-alçağı,fakiri-zengini için yasalar koyduğu ve hepsinin eşit şekilde bunu uyduğu tek düzen bu düzendir.Diğer düzenlerde ise insanlar kullara ibadet etmektedir.Çünkü onlarda uluhiyetin özelliklerinden olan yasama ile olan hususları kullardan almaktadırlar.Her kim ki insanlara yasama hakkını kendinde görürse;fiilen ilahlığını iddia etmiş olur.İster bunu söylemiş olsun,isterse de söylemesin.Başka bir insanda,bu hakkın o insanda bulunduğunu kabul ederse,bunun adını koysun ya da koymasın,onun ilahlık hakkının bulunduğunu kabul etmiş olur.”(Yoldaki İşaretler s.95) Seyyid Kutup bu düşüncesiyle var olan beşeri sisteme entegre olamayacağını-olunamayacağını açıkça izah etmiştir. Beşeri sistemleri kabul etmeyi-oy vermeyi kula kulluk olarak tarif etmiş-nitelemiştir. Aslında fikri düzeyde düşüncelerini belirten Seyyid rejim tarafından tutuklanıp hapsedilmiştir. Halbuki fikir hürriyetinden bahsedilir. En bozuk fikirleri gündeme getiren-yazançizen kesim hiçbir zaman bu tür-böyle bir muameleyle karşılaşmamıştır. Eyleme başvurulmadıkça her fikri teorik olarak gündeme getirmek suç değilken, Seyyid‟e karşı temelsiz-kasıtlı-keyfi uygulamalar yapılmış ve düşüncesinden dönülmediği görülünce idam edilmiştir. Cumhur başkanı Cemal Abdunnasır Seyyit Kutup şehit edilmeden önce kendisine şu teklifte bulunur : 25 "Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinde yanıldığını beyan ederek Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır‟dan özür dilediğin taktirde idam hükmünü bozacak ve seni serbest bırakacaktır " Seyyit Kutup bu teklif karşısında şu cevabı verir: "Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır eğer batılın zulmune kurban gidiyorsam batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam" Seyyit Kutub‟un bu sözleri onu ebedileştirdi ve tüm islam aleminde örnek ve önder bir mücahit olarak tanınmasına vesile oldu.Mahkeme heyeti onu idama mahkum ettiğinde Kutub'un ağzından şu sözler dökülmüştü: “Eğer kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk'ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem.Allah 'a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah'ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.” “Biz,fikir ve sözlerimiz uğruna ölsek de,o fikir ve sözler ruhlu birer vucud olarak kalacak,yahut da onları kanlarımızla sulayıp canlılar,ruhlular arasında yaşatacağız…” 26 “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler.Ancak,fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini feda etmeleri şartıyla…fikirlerinin,kan ve canları karşılığında feda etmeleri şartıyla…‟Hak‟ bildikleri şeyin ‟Hak‟ olduğunu fütur etmeden söyleyip,gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla…” "Mü'minler arasında öyleleri var ki, Allah'a verdikleri sözde dururlar. Kimileri sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimileri de şehitlik beklemektedir. Onlar hiç sözlerini değiştirmediler."(Ahzab,23) Seyyid Kutub gibi İslam kahramanları şu sözün kendilerinde tecelli ettiği güzide insanlardandır: “Mümin rüzgarda eğilen fidan gibi değil, fırtınada dik duran asırlık çınar gibidir”. Seyyid Kutub İslam siyasetini özümsemişti. Ne için göz kırpmadan öleceğini iyi biliyordu. Çünkü bu fikirler milyonların dirilişine neden olacaktır. O kendi kanıyla karaya vurmuş, işlevsiz hale getirilmek istenen İslam gemisini tekrar harekete geçirdi. Tağutların korkulu rüyası yani islamın teorikte, askıda kalma fikri çürütüldü. Ümmet siyasi analiz gücüne kavuşmuştur. İlahi ahkamın tekrar dönüşünün kıpırtıları, belirtileri oluşmaya başlamıştır. Bu İran İslam İnkılabının etkisiyle daha bir tetiklenmiştir. Bu nur patlamasıyla tağutlar şoka girmiştir. 27 Müslümanlar İslami bir düzen kurana kadar sistem dışında siyasi bir çizgi takip etmelidir. İslam dışı sistemlerdeki toplumlar cahiliye toplumlarıdır. İslam, cahiliye düzenine muhalif bir dindir. Müslüman cahiliyye ait her şeyi red eden kişidir. Müslüman Allah‟a-O‟nun kanunlarına teslim olandır. Bir insanda nasıl iki kalp bulunmuyorsa, iki zıt ideoloji birlikte-cem de olamaz. Bundan dolayı peygamber efendimiz cahiliye toplumundan imtina etti-beri oldu. Peygamberin sahabeleri cahiliye toplumuna-bu ideolojiye karşı aktif olarak tavır koydular. Ama, kendilerini peygamberimizin varisi bilen günümüz sahtekar hocaları, televizyon sahnelerinde baldırı çıplak-boyalı kadınlarla göz-göze, yan-yana sözde manevi sohbetler yapıyor, ağlıyor ve ağlatıyorlar. Nebevi metod bu olsa gerek!(?) Sarhoşun namazı nasılsa bu da böyle bir islamdır. Sağlıksız bir ortamda manevi bir haz alınmaz. Haram ile helal bir arada olamaz. Bunların topluma sundukları İslam değil, bilakis şeytanın sağdan yanaşmasıdır. Bunlar hoca-alim-şeyh değil insi şeytanlardır ve nas suresi bu şeytanlar için inmiştir. Bunların şerrinden Allah‟a sığınmamız gerekiyor. Rabbimiz, malikimiz, ilahımız sesimizi duysun ve bizi bu süfyan komitesinin şerrinden korusun. Tüm bu musibetler, idam sehpalarına götürülen alimlerimiz-rehberlerimize bağlı olmadığımızdan, onlara 28 yapılan haksızlıklara-zulümlere sessiz kaldığımızdandır. Eğer bugün bu haldeysek bunun sebebi kendi ellerimizle işlediğimiz günahlarımızdan dolayıdır. Ama ne yazık ki bize sunulan İslam cahiliyye‟nin ta kendisir. Cahili toplumlar sosyal ve siyasal hayattan islamın soyutlandığı ya da sadece siyasal hayattan islamın izale edildiğidışlandığı toplumdur.Cahili toplum, helal ve haramın, hak ile batılın, sevap ile günahın..vs. birlikte cem olduğueşdeğer olduğu tepkisiz-hissiz-duygusuz-duyarsızçizgisiz toplumdur. Seyyit Kutub bu konu hakkında şunları söylüyor: “Biz bugün,İslâm-öncesi cahiliyenin tıpkısı,hatta ondan daha koyu bir cahiliye içerisinde bulunuyoruz. Çevremizdeki her şey cahiliye damgası taşıyor.İnsanların düşünceleri, inançları,âdet ve gelenekleri,kültür kaynakları,sanat ve edebiyatları,yasa ve hukukları..hatta İslâm kültürü,İslâm kaynakları,İslâm felsefesi ve İslâm düşüncesi olarak kabul ettiğimiz şeylerin çoğu bu cahilî özellikler taşımaktadır…Evet bütün bunlar bu cahiliyenin ürünüdür!” “Sonra bu cahiliye toplumunun baskılarından, cahiliye düşünce,gelenek ve öncülüğünden kurtulmamız gerekiyor…Özellikle de kendi içimizde bunlardan kurtulmamız gerekiyor…Bizim görevimiz,bu cahiliye toplumunun pratiği ile uzlaşmak ya da onun dostluğunu kabul etmek değildir.O bu özellikte iken,cahiliye niteliğini korurken,onunla uzlaşmamız imkân dışıdır.Bizim amacımız,daha sonra bu toplumu değiştirebilmek için öncelikle kendi içimizde bir değişim 29 gerçekleştirmektir.Ondan sonra ilk görevimiz,bu toplumun cahilî gerçekliğini değiştirmektir…Evet ilk görevimiz,İslâmi yöntem ve bakış açısıyla temelden çelişen,zorla ve baskıyla Allah‟ın istediği gibi yaşamımıza engel olan bu cahiliye toplumunun pratiği kökünden değiştirmektir.”(Yoldaki İşaretler,s.17-19) “İslâm, yalnızca iki tür toplum tanır:İslâm toplumu ve cahiliye toplumu.İslâm toplumu, inanç, ibadet,yasa,sosyal düzen,ahlak ve davranış bakımından içinde İslâm‟ın egemen olduğu bir toplumdur.Cahiliye toplumu ise içinde İslâm‟ın uygulanmadığı,İslâm inancının, İslâm düşüncesinin, İslâmî değer yargılarının,İslâmî ölçülerin, İslâm düzeninin İslâm‟a özgü hukuk sisteminin,İslâm ahlâk ve davranış biçiminin hükmetmediği toplumdur. İslâm toplumu, Allah‟ın şeriatının kanun olarak benimsemediği halde kendilerine Müslüman sıfatını yakıştırmış olan insanların oluşturduğu toplum değildir.Bu toplum ister namaz kılsın,oruç tutsun ve Beytü‟l-Haram‟ı ziyaret etsin.İslam toplumu birtakım kimselerin Allah‟ın belirlediği ve Peygamberimizin(s.a.v.)‟in açıkladığı ilkeler sistemi dışında keyiflerine göre uydurup „modern İslâmiyet‟ adı altında ortaya koydukları şey de değildir! “Cahiliye toplumu,hepsi ortak özellikleri sahip olmak üzere çeşitli şekillerde kendini gösterebilir.Bu toplum,Allah‟ın varlığını tanımayan,tarihî diyalektik ve meteryalist açıdan yorumlayan ve sosyal düzen olarak ‟bilimsel sosyalizm‟ adını verdiği bir modeli uygulayan 30 bir toplum olabildiği gibi ;bazen da yüce Allah‟ın varlığını inkâr etmeyen,fakat onu yeryüzü egemenliğinden azlederek yalnız göklerdeki egemenliğini onaylayan,böylece hayat düzeninde Onun şeriatının uygulamayan ve insan yaşamı için değişmez olduğunu buyurduğu değerleri geçerli saymayan, havralarda, kiliselerde ve camilerde ibadet etmeyi insanlara mübah görürken sosyal yaşamda Allah‟ın şeriatının egemen olmasını istemeyi yasaklayan bir toplum olarak da karşımıza çıkabilir.Kuşkusuz bu toplum böylece Allah‟ın yeryüzü üzerindeki egemenliğini ya inkâr etmekte ya da askıya almaktadır.Oysa Yüce Allah,aşağıdaki âyet-i kerime ile bu egemenliğin kesinliğini bildirmektedir: “O gökte de,yeryüzünde de ilah olandır”(Zuhruf,84) Bu yüzden söz konusu toplum,aşağıdaki âyetin belirlediği „Allah‟ın dini‟ içinde değildir: “Egemenlik yalnız Allah’a özgüdür.O sırf kendisine kul olmanızı emretti.Dosdoğru din budur.”(Yusuf,40) “Bu toplum, her ne kadar Allah‟ın varlığını tanısa da,her ne kadar insanların havralarda,kiliselerde ve camilerde ibadet etmelerini serbest bıraksa da,sözü edilen nedenlerle cahiliye toplumudur.İslâm toplumu bu niteliği tek uygar-ileri toplumdur.Cahilî toplumlar ise tüm çeşitleriyle geri kalmış toplumlardır.Bu büyük gerçeğin aydınlığa kavuşması gerekmektedir…”(A.e.,s.105-106) “İslam, gerek düşünce açısından, gerek bu düşünceye dayanan uygulama ve koşullar bakımından cahiliye ile 31 ortaklaşa çözümlere girişmeyi kabul etmez.Ya İslâm,ya cahiliye.Ortada İslâm‟ın kabul edip hoşnutlukla karşılayacağı,yarısı İslâm,diğer yarısı cahiliye olan iki arada bir derede kalmış bir toplum düşünülemez.Hakkın tek olup birden fazla olamayacağı,hakkın dışında kalan her şeyin sapıklık olduğu hususunda İslâm‟ın bakış açısı açıktır.Bunların birbirine karıştırılması, birbirine kaynaştırılması mümkün değildir.Ya Allah‟ın hükmü,ya cahiliyenin hükmü.Ya Allah‟ın yasası,ya nefislerin yasası.Bu konudaki ayetler,hayli kabarıktır: ‟Ve onların aralarında Allah‟ın indirdiğine dayanarak hüküm ver.Onların keyfi arzularına uyma.Allah‟ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni alıkoymalarından sakın.(Maide,49) “Bunlar,üçüncüsü olmayan iki şıktırlar.Ya Allah‟ın ve Rsûlü‟nün çağrısına uymak ya da nefsin arzularının peşinden gitmek…)(A.e.,s.149-150) “Yeryüzünde egemenliği Allah‟a ve ilahî yasalara vermek,insanın ve beşerî yasaların egemenliğini ortadan kaldırmak,otoriteyi gaspçıların elinden alarak sırf Allah‟a vermek…evet bütün bunlar sadece tebliğ ve vaazla gerçekleşemez.Çünkü kulların enselerine binenler,yeryüzündeki ilahî yetkinin gaspçıları,egemen zorbalar, sırf tebliğ ve bildiri gibi şeylerle egemenliklerinden vazgeçmezler.Böyle olmasaydı,Allah‟ın dinini yeryüzüne yerleştirmek için uğraşan peygamberlerin işi ne kadar kolay olurdu.Oysa peygamberler tarihi,nesiller boyu süren bu dinin tarihi bunun tersini göstermektedir. 32 “Sırf Allah‟ın ilah olduğu ve O‟nun bütün evrenin Rabbi olduğunu ilan ederek yeryüzünde insanı Allah‟tan başka her türlü otoritenin egemenliğinden kurtarmanın evrensel bildirisi teorik,felsefî ve edilgen olmamıştır.Tersine o,eyleme dönük,pratik ve faal bir bildiri olmuştur.Allah‟ın şeriatını yeryüzünde gerçekleştirmek ve insanları kullara kulluktan Allah‟a kulluğa yükseltmek isteyen bir bildiridir bu.O yüzden „bildiri‟ yanında „hareket‟in de var olması gerekmektedir…Bütün boyutlarıyla „realite‟ile karşılaşabilmek için bu şarttır.”(A.e.,s.60-61) Ehlibeyt imamları ve O‟nların takipçileri-öğrencileri-bu kaynaktan ilim alanlar İslam hükümlerinin tam-hepsinin 33 uygulanmadığı yönetimlere karşı her zaman muhalefette kalmışlardır.Bu sistemlerde görev almamış ve kabul etmemişlerdir.Bazen imamların yönlendirmesi ve planları doğrultusunda strateji gereği şahıs bazlı-gizli olarak görevler almışlardır.Bu da sadece mektebe ve mensuplarına gelecek olası tehlikeleri önlemek için yapılmıştır.Bu planlardan bazen halifeler haberdar oluyor ve bu göreve gelenler en vahşi şekilde şehit ediliyorlardı. İmam, hükümeti gasıp bilip hükümet işlerine müdahalede bulunmadığı halde kendisini siyasetin dışında da tutmuyordu. İmam'ın (a.s) günün siyasetiyle irtibatı ve ondan haberdar olmasının numunelerinden biri, ashabından Ali Bin Yaktin'in kendisinin izniyle Harun Reşid'in sarayında bulunmasıdır. İmam Musa bin Cafer (a.s) siyasi mücadeleyi düzene sokmak ve Ehl-i beyt güçlerini savunmak için oluşturduğu program çerçevesinde güvenilir, çalışkan ve bilinçli kişileri hükümetin içerisindeki kilit noktalara yerleştirdi. Onların faal olanlarından biri Ali Bin Yaktin idi. Ali bin Yaktin, defalarca İmam'a başvurup hükümette yüklendiği sorumlulukları terk etmek için izin istemişti. Ancak İmam (a.s), gerekli izni vermeyip şöyle buyurdu: “Belki de Allah Teala senin vasıtanla muhaliflerin dostlara yönelik fitne ateşini söndürür.” Diğer bir yerde de şöyle buyurur: “Allah Teala'nın zalimler arasında velileri var, bunlar vasıtasıyla salih kullarını korumaktadır. Sen de Allah'ın evliyasındansın” İmam 34 Musa Kazım'ın (a.s) emriyle Ali Bin Yaktin'in yüklendiği görevler: - Saraydan İmam'a haber ulaştırmak: Merhum Meclisi bu konuda şunları yazmaktadır: “Şehid Hüseyin Feq'in kıyamı bastırıldığı zaman, öldürülenlerin kafaları bazı esirlerle birlikte Abbasi halifesi Mehdi'nin oğlu Musa'ya gönderildi. O, esirlerin öldürülmesini emretti. Ardından Alevilerin isimlerini saymaya başladı, sıra İmam Musa bin Cafer'e gelince şiddetli şekilde öfkelendi ve ağzından şu kelimeler boşaldı: “Hüseyin onun emriyle kıyam etti. Zira o, o ailenin vasisidir. Eğer onu yaşatırsam Allah canımı alsın.” Bu esnada Ali bin Yaktin, durumu yazılı halde bildirip, İmam'ı bu karardan haberdar etti. İmam ehlibeytini ve bazı taraftarlarını huzuruna çağırtıp konuyla ilgili meşverette bulundu. Onlar, bir müddet gizlenmesini teklif edince İmam (a.s), Abbasi halifesi Musa'nın ölüm haberinin müjdesini verdi. - Taraftarlarına mali destek: Numune olarak zikredilecek olursa, Merhum Keşi, Rical kitabında şöyle zikreder: “Ali bin Yaktin, güvenilir iki kişiyi bol miktarda mal ve bir mektupla birlikte İmam'a gönderdi. Görüşme Medine'nin dışında “Batn er-Remeh” isimli yerde gizlice gerçekleşecekti. İmam (a.s) kararlaştırılan mekâna gitti. Gönderilen şeyleri teslim aldı.” Bu olay, Ali bin Yaktin'in İmam'a (a) mali destekte bulunduğunu da göstermektedir. Aynı zamanda İmam (a.s) ile Ali bin 35 Yaktin arasındaki derin siyasi ve teşkilati tedbiri de göstermektedir. Bununla birlikte Ali bin Yaktin, Ehl-i beyt taraftarlarına ekonomik yardımda bulunmak ve onları desteklemek için bir kısmını her yıl kendi tarafından hacca gönderirdi. Bu bahaneyle onlara büyük miktarda para öderdi. Ehlibeyt imamlarının hepsi öldürülerek veya zehirlenerek şehit edildiler. Ehlibeyt mensupları zalimlere itaat etmediği için hapsedildiler, sürgün edildiler, katledildiler. Ama hiçbir zaman zulüm sistemlerine itaat etmedilerentegre olmadılar. Zalime itaat bu dinin bu mektebin kitabında yoktur. Hz. Yahya (as) zalim krala İslam dışı bir fetvasını onaylamadığı için en korkun-acı şekilde boğazlanarak kıvrana kıvrana şehit edildi. İslam alimleri sözde İslami sistem olduklarını iddia eden krallarınmeliklerin kadılık teklifini kabul etmediği için canlarını feda ettiler. Peygamberlerin, ehlibeyt imamlarının ve alimlerin hareket tarzı böyleydi. Değil İslam dışı düzenler, İslami olduğunu iddia eden sistemlerde bile kralın keyfi için bir İslam dışı bir hüküm verilmez. Kral zalimse O‟nun kadısı olmak zalimliği-hukuksuzluğu peşinen kabullenmek demektir. Emevi ve Abbasi melikleri, Ehlibeyt imamlarına kadılıkmakam teklifinde bulunmaya cesaret bile edemiyordu. Ne ehlibeyt imamları ne de onların takipçileri-öğrencileri İmam Malik-Şafii-Ahmed b. Hanbel ve Ebu Hanife kadı oldu. İslamın özünü özümsemiş bu fakihler bu tavırları 36 nedeniyle tek tek öldürüldü-şehit edildiler. Zalimlerin kırbaçları üzerlerinden eksik olmadı. Ne olur bir hüküm olsa taviz versek ve canlarımızı kurtarsak, demedilerdiyemediler. İslam dışı verilen bir hükmün cezasının cehennem olduğunu biliyorlardı. Örneğin Ebu Hanife‟nin ölümü-şehadeti şu nedenden dolayı olmuştur: “Ebu Hanife'nin, halife Ebu Cafer el-Mansur'un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı öldüğü ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. Ebu Hanife'nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır. Hatib elBağdadi: "Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür" diyor. Bağdadi'den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu'lArab Muhammed ibnu Ahmed ibni Temim et-Temimi (Ö. 333), Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, Ebu Hanife'nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: "Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife: "Senin gönderdiğin yere" 37 cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü." (Benzer bir rivayet Saymeri, sh. 93'de geçer) Bu değişik rivayetler yüzünden Ebu Hanife'nin ölüm sebebi konusunda kesin bir hüküm verilemiyor. Bütün teklif ve tehditlere rağmen, İslam'ı yönetim işlerinde geri plana iten bir yönetimin maşası olmaktan kaçınan bu büyük imam, yaşarken cahiliye karşısında yer aldığı gibi, vefatından sonra da bu görevini değişik bir tavırla yerine getirmeyi ihmal etmez. Her gün gördüğü işkencelerin hayatının sona ermesine yol açacağını anlayınca, sultanın gasbetmediği ve sahiplik iddiasında bulunmadığı bir yere defnedilmesini vasiyet eder.” (Mezhepler Tarihi, sh. 236) Allah‟ın hükmüyle amel etmeyenler fasık-zalim ve kafirlerin ta kendileridir. İslam hiçbir zaman zalimlerin oyuncağı olacak fakihler yetiştirmemiştir. Bu fakihler islamın onur ve iftiharlarıdır. Bazı alimler, İslam dışı yönetimlere oy vermeğin caiz olduğuna dair fetvalar vermekteler. Allah‟ın hükümlerinin uygulanmadığı-dışlandığı-kaale alınmadığı beşeri sistemlere biat etme-oy verme büyük bir gafletdelalet ve saptırmadır. Ama bu oyun öyle bir sinsilikleşeytanlıkla yapılmaktadır ki müslümanlar tuzağa 38 düşmektedir. Kelim oyunu, kavramların içini boşaltmayer değiştirme büyük bir ustalıkla yapılıyor.Örnek olarak ehven-i şer kavramı ele alınabilir. Ehven-i şer ne demektir? Mecelle‟nin 29. maddesinde (Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur) buyuruluyor. İki şerden en az zararlısı tercih edilir. Yani iki zararlı şeyden birini tercih etmek mecburiyeti hasıl olursa, daha az zararlı olanı tercih edilir. (Müminin başına iki bela gelirse, hafifini seçsin!) hadis-i şerifine benzeyen mecelle maddeleri de şöyledir: (Şiddetli zarar, en az, en hafif zarar ile önlenir.) [m. 27] (Birbirine zıt iki zarardan büyük olanınkinden kurtulmak için az zararlı olanını tercih etmek gerekir.) [m. 28] İslami bir kavram olan ehven-i şer‟in kelime manası yukarıdaki gibidir. Ama mecburiyet, zaruret olmadığı zaman bu kaide geçerli değildir. Bu kavramın-kaidenin yeri değiştirilerek saptırma-yön değiştirme yapılmaktadır. Bu kaide ameli-icrai-fıkhi konular hakkındadır yoksa ideolojik-itikadi-siyasi konularla alakası yoktur. İdeolojik olarak bir Yahudi ile müşriğin farkı yoktur ama fıkhi boyutta bu iki arasında fark vardır.İdeolojik-siyasi olarak Amerika ile Çin arasında bir fark yoktur.Ama fıkhi boyutta mesela evlenme-yiyeceklerin yenilip yenilmemesi noktasında ehl-i kitapla bir mişrik arasında fıkıhta fark vardır.Ama ehven-i şer kaidesini biz itikadi39 ideolojik olarak değerlendirmeye tabi tutup KomünizmKapitalizm-Sosyalizm sistemlerinden-şerlerden hangisi daha ehven deyip tercih edersek bunun adı düpe düz irtidat olur. Bu kavrama fıkıh literatüründen örnekler verirsek: Mesela, mekruh vakitte ve abdest sıkıştırırken de namaz kılmak mekruhtur. İkindi, abdest sıkışık vaziyette mekruh vakit girmeden kılınacak olsa, sıkışık kılındığı için namaz mekruh olur. Abdest alıp kılınacak olunca mekruh vakit girecekse, bu ikisi arasında daha hafif olan tercih edilir. Daha hafif olan ise, ikindinin mekruh vakte kalmasıdır. Abdestin sıkışık olması, biraz daha kerihtir. Onun için, namaz mekruh vakte de girse, sıkışık kılmamak için abdest alıp rahat kılmalıdır. İki şerden birini yapmak zorunda kalan da hafif olanı yapar. Yaralı bir adamın, .secdeye gidince yarası akıyorsa ima ile oturarak kılar. Çünkü secdeyi terketmek namazı abdestsiz kılmaktan daha hafif bir zarardır. Bir adamın tavuğu başkasının değerli bir incisini yutsa, incinin sahibi tavuğun parasını verip onu kesebilir, diğeri vermemezlik edemez. Hamile bir kadın öldüğünde, çocuğunun canlı olduğu umuluyorsa kadının karnı yarılıp çocuk çıkarılır. Etrafa yayılmasından endişe edilen bir yangını söndürmek için gerekirse itfaiye birisinin evini yıkabilir. Susuzluktan ölmek üzere olan birisi, şaraptan değil de biradan ölmeyecek kadar içer. Bu konuda örnekleri çoğaltabiliriz. 40 Bu kavramı ameli-icrai-fıkhi alandan alıp siyasiideolojik-itikadi alana koyarak beşeri sistemlere katılmaya-oy vermeye-entegre olmaya kılıf biçilmek isteniliyor. Böylece İslami hareket-taban parçalamakbirliğini bozmak ve etkisiz hale getirilmek isteniliyor. Bu oyuna gelen büyük kesim sistemin çarkları içinde ehilleştirilerek-yok edilerek etkisiz hale getirilir.Var olan inançlı-tavizsiz azınlık kesim de böylece tabanını yok etmiş-dışlanmış vaziyette kalacaktır.Halk tabanından yoksun bir hareket hiçbir zaman somut başarıya ulaşamaz. Müslüman halklar uzun yıllar bu yolla etkisizleştirildi. Bu acı tecrübeler müslümanların uyanması için yeter artar bile. Mesele bu kadar açık-net iken hala saf alim-hoca olan kişilerin kafa karışıklığı gerçektende içler acısı bir durumdur. Bu ihlaslı hocaların tek sorunu bu alana hakim olamamalarıdır. Yani siyasi bilinçten yoksun olmalarıdır. Ama kendilerinin bu konuda cahil olduklarının farkında değiller. Uyandırılmaları ve halkı uyandırtmaları gerekiyor. Yoksa bu kesim hem kendilerini hem de Müslüman halkı uçurumdan yuvarlayacaklar. Ne yazık ki beşeri-tağudi rejimler-devletler bu kavram çarptırılması sayesinde kendilerini meşrulaştırmışlardır. Allah‟ın kullarını insi şeytanların ağına düşürerek şer‟e eğilimli bir hale getirmektedir. Böylece süreç Allah‟a kulluktan, kula kulluğa doğru bir hale-kıvama getirilmiş oluyor. Bir ülkenin %90-95‟i Müslüman ise, Müslümanların şer‟lebeşeri sitem-ideolojilerle işi olmaz-olmamalıdır. Müslümanların ezici çoğunlukta olduğu bir ülkede kendi ilahi sistemlerini kurmaları en büyük farzdır. Çünkü buna güçleri-imkanları-takatları vardır. Sorumluluk sahibi her Müslüman, Rabbine en iyi şekilde kulluk 41 yapabilmek için ilahi sistemi düşünmeli-çalışmalı-gayret sarfetmelidir. Böylece ilahi sistemin gölgesi altında tüm kötülüklerin kökünü kazıtmak-kurutmak mümkün hale gelir. Allah nurunu tamamlayacağını vaat ediyor.Allah‟ın nuru ilahi sistemlerle yeryüzünde tamamlanır-tecelli olur.Yoksa beşeri sistemler ile bu nurun tecelli etmesinitamamlanmasını beklemek boş hayalden-avuntudan başka bir şey değildir. İmam Humeyni'den (r.a) : “İslami ülkede Allah‟ın kanunu egemen olmalıdır ve Allah‟ın kanunundan başka hiçbir şeyin egemenliği yoktur.” Bazı müfessirlerin ayetleri tefsir etmede yanlışa düşmeleri de suistimalkar insanlara malzeme vermektedir. Örneğin Rum suresini inceleyelim: “Elif, lam, Mim.Rumlar yenildiler, en yakın bir yerde, onlar, bu yenilgilerinden sonra üstün gelecekler, küsür yıda.” “İş önünde sonunda Allah‟a aittir, o gün müminler sevinecektir.”(Rum 1-4) Bazı müfessirler durumu, şöyle yorumlarla birbirine bağlamışlardır: Rumlar İranlılar‟ı yendiğinde, doğuluları yendiklerinde müminler sevinirler, çünkü Rumlar Hiristiyanlar, ehli kitaptırlar, İranlılarsa Zerdüşti. O halde Rumların yenmesi daha iyidir. Yani dünya yönetiminde ehli kitabın söz sahibi olması müminler için daha iyidir. Yani ehli kitap müşriklere göre daha ehvendir, yani ehven-i şerdir. Önce tefsir etmede hata yapılıyor. Sonra 42 bu olay ehven-i şer olarak tanımlanarak ikinci bir yanlış daha yapılıyor. Üçüncü aşamada kıyas devreye girerek bir çok olayda bu mesele mihenk taşı yapılarak yanlış üstüne yanlışlar yapılıyor. Örneğin bu aşamaların hepsi katledildikten, mesele aslından çok uzaklaştırıldıktan sonra seçimlerde bu kalıp kullanılabiliyor. Şöyle deniliyor: efendim sistem beşeri‟dir, bu beşeri sistemdeki şu iki parti de hiç kuşkusuz şerdir, ve bu partilerden en ehveni şu partidir. Böylece muvahhid müslümanlar rejime entegre ediliyor. Bu tuzağa havasta-avamda düşüyor. Şimdi de rum suresini gerçek-asıl-doğru tefsirine bakalım. Bir de bu bakış açısını test edelim. Mekke döneminde sistemle her türlü ilişkisini-bağını kesen bir grup muvahhid müslüman vardır. Bu azınlık grup her türlü akıl almaz işkenceler çekmektedir. Darun nedve mensupları her yol ve yöntem deneyerek bu azınlığı kendilerine bağlayamadı-entegre edemedi. Bu azınlığın isteği Mekke semalarında tevhid bayrağını dalgalandırma, putları yıkmak-kırmak (ideolojilerini silmek)‟tı. Yani İslami bir devlet ve yönetim kurmaktı. İşkenceler altında inim inim inleyen bu muvahhid Müslümanlara ise peygamberimiz dünya yönetimindenhakimiyetinden bahsediyor-müjdeliyordu. Annesi,babası en korkunç işkenceler sonucu şehid olmuş ve şuurunu bir an kaybetmiş Ammar‟a peygamberimiz dünya hakimiyetinden bahsediyordu. Nefes almaktan bile aciz hale olan Bilal‟e bu müjdeler veriliyordu. Yani Allah‟ın resulü bu muvahhid gruba eğer bu beşeri-tağudi sistemi kabul etmeyip bir gün kendi sistemimizi kurarsak, ki kuracağız, dünyanın süper gücü Müslümanlar olacak ve 43 kapılar bir bir yüzümüze açılacak. Peygamberimizin 3040 kişilik kadın ve erkek, güçsüz ve zayıf insanlara vaadi-müjdesi buydu. Bir de o zamanın fotoğrafını çekelim. Dünya‟ya iki kutba bölünmüş:İran ve Rum imparatorluğu. İranlılar savaş alanına-bir cepheye 700.000 kişilik silahlı ordu gönderebiliyor. Rumlar da buna bilmukabele mücadele edebilecek güçtedir. Savaşta kullanılacak at, silah, zırhlı araçla, mancınıklar, kaleleri döven topların haddi hesabı yok. Tüm arap savaşçıların sayısı, imkanları bu gücün yanında komik kalmaktadır. Ama peygamberimiz bu 30-40 kişilik bir avuç muvahhid müslümana dünyanın süper gücü olmayı vaat ediyor. Peki bu nasıl olacak? İşte işin mihengi noktasını rum suresi açıklıyor-müjdeliyor-vaad ediyor. Dünyanın iki süper gücünü devirmeniz imkan dışıdır. Bu açık olan bir gerçekliktir. Ama bu iki dev bir biriyle savaşırsa şartlarkoşullar değişir. Aslında savaşın kazananı olmazolmamıştır. Savaşta kazanmak çok çok sınırların nispeten değişmesinden ibarettir. Bu savaşlar sonucu nesiller yok olmuş ve büyük güç kayıpları olmuştur. Bu iki süper güç büyük bir deprem yaşamış, coğrafyaları yerle bir olmuştur. Bu iki süper güç birbirlerini öylesine eziyor ve kırıyor ki, zihni fesat, aşırılık uyuşma ve tahriflerin, yeislerin ve güçsüzlüklerin etkisi, düzenlerinin, sosyal ve sınıfsal bağlarının, idari kurumlarının ve askeri morellerinin, içeriden kokuşmasına sebep oluyor. En iyi kuvvetlerini, yıpratıcı savaş alanlarında yok ediyorlar ve ileride bir güç konumuna gelen bu muvahhid Müslümanları iki fiskeleriyle ortadan kalkmayakaybolmalarına hazır hale-kıvama-duruma gelmiş oluyor.Bu iki devin savaşları-güreşleri bir çocuk gibi zayıf ve çelimsiz olan müslümanlara yaradı.Yorgun ve 44 bitkin düşmüş bu imparatorluklar 3000 asker ve ellerinde basit bir kılıç olan yalın ayaklı imanları bir dağ kadar yüce ve sağlam Müslümanlar eliyle tarihin çöplüğüne yuvarlandı. “O gün müminler sevinecekler” ayeti böylece yerine oturmuş olmaktadır. Müminler iki zalimdensömürücüden kurtulduklarında sevinirler. Müminlerin kendilerine has-özel-orijinal bir tezleriideolojileri vardır. Müminlerin model olacak bir yönetim şekilleri kur‟an ve sünnette açık bir şekilde çizilmişanlatılmıştır. Biz hiçbir zaman Rum veya İran imparatorluklarının ideolojileri ile kendimizi avutamayızsevinemeyiz. Müslümanların gözünde Rum‟lar da sömürücü-kan içici İran‟lılar da.Her iki imparatorluk da dünya halklarının kanını emen vampirlerdir. Bu meseleyi güncelleştirelim. Bir taraftan Amerika( ehl-i kitap-dinli-kapitalist) diğer tarafta Rusya( ateist-dinsizsosyalist).Bu iki devletten hangisi ehven-i şerdir? Bu iki devlet dünyayı kendi aralarında paylaşmış baş belası iki eşkiyadan ibarettir. Biz müminler Amerika‟dan mı yoksa Rusya‟dan mı yana olalım? Hangi devletin kazanımı bizim kazanımımız olarak hanemize yazılır? İran‟da devrim olduğunda İmam Humeyni‟ye hangi seçeneği tercih edeceği sorulmuş. Evet, bu dünyada varlığın devamı ya Rusya ya da Amerika ekseninde-partnerinde olmakla mümkün görülüyordu. Siyasi koşullar-şartlar bu şekilde işliyordu. Ama İmam‟ın yaklaşımı böyle değildi.İmam‟ın kitabında zalimden yana olmakpozisyon almak yoktu.İmam Salihlerin-mustazafların 45 dünya hakimiyeti tezini savunuyor ve Allah‟ın vaadinin bu doğrultuda olduğunu savunuyordu.İmam ,dünya emperyalist devletlere yaklaşımı şöyledir: “Amerika İngiltere‟den kötüdür, İngiltere Amerika‟dan kötüdür, Rusya her ikisinden kötüdür, Hepsi bir birinden kötüdür, hepsi bir birinden necistir.” Rum suresi bu kısa-özlü ve anlamlı sözle gayet güzel-net ve açık bir şekilde tefsir edilmiş oldu.Yani: “Rumlar İran‟lılardan kötüdür, İranlı‟lar Rum‟danlar kötüdür, Mekke müşrikleri hepsinden kötüdür, Hepsi bir birinden kötüdür, bir birinden necistir.” Böylece ayetleri hata üstüne hata yapıp, daha sonra bu hataları cem ve kıyas ederek siyasi fetva çıkarmak isteyenlerin çarpıklığı ortaya çıkmış olmaktadır. Öyle kolayca efendim bundan dolayı bu ve bunlardan dolayı da şöyle bir partiye oy vemek caiz-yerinde ve uygundur diyorlardı. Şimdi hadi bakalım, İmam‟ın- her salim akıl sahibinin itiraz edemeyeceği tespitini- kalıbını kullanarak siyasi fetva ver bakalım. Nemrut şaşırıp-afallayıp kaldı. Demek ki İbrahim misali alimler bu oyunu bozar. Ve bu oyun-tahrif kesinlikle yenilgiye mahkumdur. 46 İslam, kanunlar manzumesidir. Dinimizin bize öngördüğü bir yönetim şekli-devlet yapısı vardır. Bu bir tez olarak Kur‟an‟ da sunulmuştur. Ahkam ayetleri uygulandığı zaman anlam kazanır. Bu ayetlerin uygulanabilirliği de ancak İslami yönetim ile mümkündür. Ayrıca Allah (cc) Kur‟an‟da Müslümanların kime itaat edeceğini açıkça belirtmiştir. Nisa 59. Ayette ulu‟l emre itaat edilmesi emri vardır. Rabbimiz kendisine itaatın somut adımının ulu‟l emre itaatte olacağını vurguluyor.Yani; ulu‟l emre itaat Allah‟a ve Resulüne itaattir. Bu itaat Kur‟an ve sünnet çizgisi takip edildiği sürece mutlaktır. Ulu‟l emrin kim olduğu iyi tespit edilmediğindebelirlenmediğinde büyük bir sorun meydana gelir. 1400 yıldır bu makam zalim yöneticiler tarafından gasp 47 edilmiştir. Bu ısırıcı sultanlar kendilerini ulu‟l emr olarak Müslüman halka yutturmuşlar ve halkı uyutmuşlar. Bu makamın sahibi kim olduğu doğru belirlenmelidir. İslami açıdan insanlar üç kısma ayrılır: 1-Günah işlemeyen, aklı-kalbi-vicdanı insan kirlenmemiş Bu kategoriye girenler peygamberlerdir. İyilik ve doğruluktan şaşmayan-sapmayan, menfaat ve çıkar endeksli hareket etmeyenler Allah‟ın elçileridir. Günümüzde peygamberler yaşasaydı hiç kuşkusuz ülke yönetimini ellerine alırlardı. Bu makam da hiç kuşkusuz O‟nlara aittir. Peygamberler bu makamın sahibidir. En iyi yöneten-yönlendiren ve ahkamın uygulanmasın da en çok duyarlı olanlar da peygamberlerdir. Nisa 59 da peygambere itaat mutlak olarak emredilmiş. Peygamberler artık gelmeyeceğine göre peygamberin görevi askıda kalmayacaktır. Peygamberlerin yokluğunda müslümanlar rehbersiz-imamsız-yöneticisiz mi kalmalı? 2-Nispeten günah işleyen, aklı-kalbi-vicdanı az kirlenmiş insan Bu sınıfa hiç kuşkusuz peygamberlerin vasisi-naibi alimler-fakihler-müçtehitler girmektedir. Nisa 59‟da bahsedilen ulu‟l emr bunlardır. Alimler günah işler işlemez tevbe eder ve secdeye kapanıp Allah‟a 48 sığınırlar.Tabi alimlerin günah işlemesi avamın işlediği günah gibi değildir. Alimler yaptıkları hatada-günahta ısrarcı değildir.Ve bu alimler ilahi sorumluluklarını yerine getirmekte oldukça duyarlıdır. Peygamberlerin yokluğunda alimler imamlık-rehberlik yaparlar. Bu alimlerin görevi ile peygamberlerin görevisorumlulukları aynıdır. Halkı doğru yola iletmek-irşad etmek-sapmalarını önlemek bu görevin en büyüğüdür. Allah‟a ve peygamberlere itaat edildiği gibi bu alimlere de itaat edilmelidir. Peygambere itaat mutlak iken alimlere itaat şartlıdır. Bu itaat Kur‟an ve sünnete bağlı olmaları şartıyladır. İmam Humeyni velayet-i fakih doktrini ile ulu‟l emr kavramını asıl mecrasına koymuş-oturtmuştur. Demek ki ulu‟l emirden kasıt alimlerdir. Çok sayıda alimin bulunduğu bir ülkede yönetim işinde en ehil-becerikli olan takvalı-adaletli alim gelmelidir. Zaten peygamberi en güzel bu sıfatlara sahip olan alim temsil eder. Bu alim yönetim işinde hata ettiğinde diğer alimler onu uyararak hata-yanlış oranı en aza indirgenir.Eğer, bu tavsiyeleruyarılar kulak ardı edilir ve hatada ısrar edilirse adaletten düşme söz konusu olduğu için bu alim makamından azledilir. 3-Günah işleyen, aklı-kalbi-vicdanı kirlenmiş olanlar Bu sıfatlara sahip olan insanlara itaati Allah(cc) emretmez. Ve bunlar velev ki yönetici dahi olsalar 49 bunlara itaatten imtina edilmelidir. Hidayete muhtaç olan insanların rehberlik yapması olacak iş değildir. Bu siyasetçilerin öncelikleri arasında ilahi ahkamı uygulamaktan ziyade menfaatleri-çıkarları gelmektedir. Eğer bu ülke sömürge altında ise yöneticilerin en büyük vazifesi efendilerine hizmet-kulluktur. Bu tür insanlara rehber gözüyle bakılmamalı ve peşi sıra gidilmemelidir. Tarihteki büyük felaketlerin baş rollerini hep bu insanlar oynamıştır.Bu günahkarlar insanlığa hiçbir zaman mutlu olacakları bir ortam sağlamamışlardır. Müslüman ülke isimlerinin başında İslam ibaresi veya siyasetçilerin İslamcı olmaları yeterli değildir. Bir ülke dış -sulta güçlere odaklı-endeksli olup olmadığı önemlidir. Yoksa bu ülkenin ismi-cismi-sıfatı ne olursa olsun dışa bağımlı ve bu odakların hizmetindeyse bağımsız değildir. Bu ülke Allah‟ın değil sömürgeci güçlerin hizmetindedir. Bu ülke yöneticisi Allah‟ın değil bağlı bulunduğu birimin kuludur. Seyyid Nasrallah şöyle demektedir: “Prensip olarak Amerikalılar yöneticinin İslamcı, Komünist,Marksist,Leninist,Maoist veya Milliyetçi olmasını umursamıyorlar.Bu onlar için önemli olan bir iş değildir. İstediğin ideolojiye veya düşünceye sahip olabilirsin. Önemli olan, senin siyasi programın ne? İsrail‟e yönelik konumun ne? ABD‟ye yönelik konumun ne?” 50 Müslüman isminin önüne maalesef kasıtlı olarak siyâsî sıfatlar koydular. Seküler Müslüman, laik Müslüman, demokrat Müslüman, kapitalist Müslüman, sosyalist Müslüman gibi birçok Müslüman sınıf oluşturdular. Bu ideolojik ve kurumsal kavramları dikkatlice inceledikten sonra, bu kavramların Müslümanlıkla bağdaşıp bağdaşmadıkları ve Kur‟an‟ın öngördüğü adalete dayalı yönetimi ile hangi açılardan ters-zıt olduğunu belirleyelim. Sekülerizim: Allah‟ı ve tüm ilâhî mesajlarını, ahireti, ruhani konuları tamamen ret eden, yani etik olarak tamamen dinden ayrıştırılmış bir anlayışla dünya hayatına odaklanan yönetim şeklidir. Seküler toplum oluşturma en büyük hedef olarak bilinir. Maneviyata-dine dair her tür değerin yok sayıldığı bir anlayışın İslam ile bağdaşmadığı ortadadır. İslam bu tür bir anlayışla mücadele için gelmiştir. Laiklik: Devletin dini ve ideolojik çeşitliliğini, din ve vicdan özgürlüğünü tanıdığı, fakat herhangi bir dini veya mezhebi özel olarak kayırmadığı, din, vicdan özgürlüğünü ve dini inançların gereklerinin yerine getirilmesinde herkesi güvence altına aldığı, dinler karşısında tarafsızlığı, dinî kişi ve kurumların devletin işleyişine ve devlet kurumlarına müdahale etmemesi, 51 devletin de din işlerine karışmaması laikliktir. Bu tarafsızlığın korunarak özgürlükçü-çoğulcu bir toplumun yönetim anlayışıdır. Gerçi laikliğin uygulaması ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. Tarafsızlıktan söz edilirken aksine dinsizliğe taraf eğilimdedir. Örneğin başörtüsüne müdahale din ve vicdan özgürlüğünün neresi ile açıklanabilir. İslam, laikliği kesinlikle red eder. İslam kötülüklerin kökünü kazımak için gelmiştir. Laik bir topluda isteyen zina eder, faiz yer, tefecilik eder, içki içer, humar oynar isteyen kapalı gezer isteyen de çırılçıplak gezer. Bunlardan hiçbiri suç unsuru olarak görülmez. Her insan istediğini yapmakta özgürdür ve sınırlama-müdahale söz konusu değildir. Böyle bir yönetim ve toplum anlayışını islamın kabul etmeyeceği açıktır. Demokrasi: Gönüllü olarak bir arada bulunan ülke halklarının tüm kesimlerinin, çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine doğrudan katıldığı, demokrasiyi tüm sivil kurum, kuruluş kadroları ile var ettiği, çok kimlikli, değişik inançlı ve çeşitli kültürlerin bir mozaik oluşturacak şekilde bir arada yaşamasına imkân veren devlet yönetim şeklidir. Demokrasi yönetimlerinde egemenlik halkındır ve halk otoritelerin kaynağıdır. Halkın temsilcileri-milletvekilleri yasa yapma hakkını halk adına-temsilen çıkarır. Bu yönetimde çoğunluk hangi yönde ise o kesimin görüşü kabul edilir ve artık itiraz hakkı olamaz. İslami açıdan ise hakimiyet milletin değil Allah‟ındır. Allah‟ın isteğiiradesi her şeyin üzerindedir. Halkın %99‟u zinayı hoş görse de zina İslami açıdan kabul edilemez. Müslüman 52 hiçbir zaman zina‟nın serbest olmasına razı olamaz-kabul edemez-sessiz kalamaz. Tolstoy; "Demokrasilerde seçim, eşeğin binicisinin değişmesinden başka bir şey değildir." diyor. Demokrasi burjuvasız olamamıştır. Yani zenginler-elit kesim yönetimde her zaman söz sahibi olmuşlardır. Bir zengin gider yerine diğeri gelir. Eğer devlet sömürge ise yöneten dış odakların desteğini-onayını alanlar arasında dolaşır. Seçim-oy-halkın isteği ise halkı kandırma-uyutma yöntemi olarak işlev görür. Yasamada demokrasi asla kabul edilemez. Bu İslam dışı bir yöntemdir. Ama halkın temsilcileri-milletvekili seçimi aşamasında halkın oylarının çoğu baz alınması kabul edilebilir bir yöntemdir. Seçimde demokrasi bir anlamda şura kavramına benzemektedir. Yine de yüzde yüz bu kavramla aynı olduğu söylenilemez. Şurada her zaman çoğunluğun görüşü kabul edilir gibi bir genel geçerlilik yoktur. Bazen tüm görüşler alındıktan sonra işin uzmanının görüşü belirleyici olmaktadır. Örneğin bir köprü yapımında 98 kişinin görüşüne karşı 2 uzman mühendisin görüşü daha isabetli olacağı her akıl sahibinin tespitidir. Ama tüm katılımcıların aynı seviyede olduğu bir seçimde çoğunluğun tercihinin kabul edilmesi doğaldır-yerindedir-geçerlidir. Burjuva: Köylü, işçi, fakir ya da soylu sınıfına dâhil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişilerdir. Bu kimselerin oluşturduğu sosyal sınıfa burjuvazi denir. Yahudi Protokollerinde Siyonistler şöyle diyorlar: 53 “Tarafımızdan, halk arasından kul ve köleliğe müsait görüldükleri için idareciliğe seçilecek olanlar, memleket idaresi için yetiştirilmiş kimseler olmayacaktır. Böylece bunlar, çocukluk çağından itibaren bütün dünya işlerini idare etmek üzere yetiştirilmiş bulunan mütehassıslarımızın, en zeki ve bilgin müşavirlerimizin elinde kolaylıkla oyunumuzun dama taşı durumuna düşeceklerdir.” “Onlar kendi parti organlarını takip ettiklerini tahayyül edecekler, hakikat halde ise, bizim, kendileri için diktiğimiz sancağın altında yer alacaklardır.” “Biz halkları dört yılda bir seçimlere sokarız. Onların kendi hükümetlerinin seçmesine müsaade ederiz, fakat sonunda hangi parti kazanırsa kazansın hakikatte kazanan bizler oluruz. ” Aristokrasi: Bir azınlık idaresidir. Bir azınlık idaresi olan monarşi yani saltanat ile eş anlamdadır ve demokrasinin zıddıdır. İmtiyazlı ve genellikle soya bağlı zengin soylular topluluğunun ekonomik ve siyâsi gücün elinde bulunduğu sınıfın yönetim biçimidir. 1400 yıldır ümmet bu azınlıklar tarafından yönetildi. Bu krallar-melikler kendilerini kanunların üstünde görürler. Velev ki İslami bir devletin başında bile olsalar İslami hüküm-kurallar bunlar için geçerli değildir. Bu kesim kendilerinin menfaatlerine-saltanatlarına en ufak bir ihtimal bile olsa zarar dokunacağını hissetiği anda ne 54 kardeşlerini ne de babalarını ne de oğullarını tanırlartanımışlar. Gerektiğinde kardeş katline fetva çıkararak kundaktaki bebekleri öldürür, gerektiğinde babalarını öldürür-hapseder-tahtan indirir, gerekir ise oğullarını boğazlarlar. Protestoya-eleştiriye tahammülleri bile yoktur. Protesto amaçlı bir yumurta paytonlarının tekerine değdi diye suçlu-suçsuz o ortamda bulunan her kesi en vahşi şekilde göz kırpmadan öldürmüşleröldürürler. Saltanatları için milyonların ölümüne göz yumarlar. Duyarlılık ölçüleri-kırmızı çizgileri Allah‟ın kanunları değil bilakis kendi istikballeri-tahtlarıdır. Allah bu insi şeytanların şerrinden insanları korusun bunlara fırsat vermesin. İslam dini, böyle elitlerle-zalimlerle mücadelesi her zaman olmuştur-olacaktır. Kapitalizim:Büyük ölçüde biriken sermaye artışı, kar gayretine bağlı olarak gelişen teşebbüs zihniyeti, teknolojik gelişmeler, kredi ve sermaye piyasasıdır. Kapitalizmde servet birikimi, hudutsuz kazanç ve sömürü hırsı, insanlık tarihinin her devrinde mevcut olmuştur. Avrupa‟daki büyük coğrafi keşiflerin yapılmasını müteakip Ticaret Kapitalizmi başlamıştır. Büyük kâr hırsı gözünü bürümüş devlet istilacılığı gelişerek sömürgecilik devri başlatılarak bir kuruluş hâline getirilmiştir. Bu zalim kapitalizmin sömürgeciliği18. Yüzyılın ikinci yarısına kadar resmen sürmüştür .Böylece küçük bir azınlık-para babaları piyasadaki paranın %90‟nın elinde tutar, halkın çoğu ise geçim derdiyle kıvranıp durur.Bu azınlık kaymağı ve yoğurdu yer,yoğurdun altındaki suyun halka verip vermemede de kararsızlardır.Mümin bir insan kapitalist olamaz böyle bir anlayışa-sisteme karşıdır. İslamda sosyal adalet, zekat, sadaka, vakıf 55 kavramaları vardır ve bunlar dinimizde önemli yer tutmaktadır. Dinimiz fakirlikle ve aşırı zenginlikle mücadele etmektedir. Komşusu açken kendisi tok olmakeyif sürme-duyarsız kalma bizim kültürümüzdeideolojimizde yoktur. Liberalizm: Özgürlüğü birincil politik değer olarak ele alan bir ideoloji, politika geleneği ve düşünce akımıdır. Bireylerin ifade özgürlüğüne sahip olduğu, din, devlet ve kimi zaman kurumların gücünün sınırlandırıldığı, düşüncenin serbest bir şekilde dolaştığı, toplumsal hayat düzenini hedefler açık ve adil olduğu iddia edilen bir seçim sistemi ile birlikte tüm vatandaşların kanun önünde eşit olduğu ve fırsat eşitliğine sahip olduğu bir sistemdir. Özel teşebbüse olanak sağlayan serbest piyasa ekonomisini ve hukukun üstünlüğünü geçerli kılan şeffaf bir devlet modelidir. Dinimizde ise özgürlüklerin sınırını Allah ve resulü belirlemektedir. Kanunlar her şeyin üstündedir. Hürözgür insan Allah‟a kul olandır. Ne bireye sınırsız bir özgürlük ne de özgürlükleri tamamen sınırlama anlayışı islamda yoktur. Birey ve toplumun menfaatleri çakışmayacak ve mağduriyetlerin olmadığı orta yol takip edilmelidir. Komünizm:Toplumsal örgütlenme üzerine yapılanan bir sistemdir. Tüm malların ortak mülkiyetine dayalı politik harekettir. Ortakçılık olarak da bilinir. Tek işveren devlettir. Sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyâsetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl 56 Marx'ın ve Friedrich Engels‟in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu‟nun yaşam düzeni yapılmasıdır. Dinimiz böyle bir ideoloji-felsefeye karşıdır. Aile mefhumuna bile yok etmeye yönelik uygulamalara teşebbüsler, fıtrata ters olan girişimlerinden dolayı kısa sürede uygulanamayacağını ispatlamış ve tarihin çöplüğüne yuvarlanmış-yıkılmıştır. Dinimizde ailenin dokunulmazlığı-mahremi, güven ve huzuru esastır. İslam ahlakın kemale ermesini , ahlaklı insan-toplum oluşturmayı en büyük gaye bilir. Sosyalizm:Özel mülkiyeti reddeden, kolektif mülkiyeti tercih eden, iktisadi tarafı ağır basan bir sistemdir. Sosyalizm, kapitalizme bir antitez olarak gelişmiştir. Sosyalizmi tarihin ilk çağlarına kadar götürmek mümkündür. Ferdiyetçiliği reddeden Yunanlı filozof Eflatun aristokratik sosyalizmi savunmuştur. Toplumların tamamına yayılma eğilimi göstermemiştir Böyle bir iktisadi sistem adalet mefhumuna ters düşer. Adalet her kese hakkettiğini vermektir. Dinimizde ise özel mülkiyet vardır. Hatta karı koca arasında bile şahsi bir mülkiyet vardır. Her şeyin ortak kullanıldığı ve devlete ait olma durumu devleti yönetenlerin firavunlaşmasına kadar gitmiştir. Bu sistem dünya halkları tarafından kabul edilmemiş ve çok uçuygulanamaz olduğunu göstermiştir. Devlet ekonomik olarak ülkenin belkemiği konumunda, halk iskelet sisteminin diğer uzuvları konumunda olmalıdır. 57 Müslümanların yönetim şekliyse İslam cumhuriyetidir. Ne bir kelime fazla ne de az. Şimdi bu sistemi irdeleyelim. İslam: Anayasanın temel dayanağıdır. Kanunlar ve kurallar dinimizin temel prensiplerine ters olamaz. Cumhuriyet:Halkın kendi kendisini yönetmesidir.Yani, biat-oy verme işlemi hükümetin meşrutiyetinin göstergesidir.İlk halifeler döneminde de halife adayları halkın biatleri-oyları baz alınarak meşrutiyet kazanmışlardır.Bu biat işleri her ne kadar da bir şehir ile sınırlı olmuşsa da bu ideal olanı değildir.Ama günün koşulları göz önüne alındığında bunun bir zorunluluk olduğu da bir gerçekliktir.Günümüzde ise hükümetlerin meşrutiyeti, imkanlarda el verdiğinden , tüm halkın biatıoyu ile belirlenmelidir.Ama bu hükümet de her istediği gibi hareket etme serbestliğine sahip olmamalıdır.Bu hükümetin üstünde alimlerden oluşan ve çıkan kanunları islama uygunluğunu belirleyen bir kurumun olması gerekmektedir. Alimler komitesinden yoksun bir yönetimin demokrasiden farkı kalmaz. Bu alimlerden her alanda kendini iyi yetiştirmiş-çok yönlü olan bir fakih ülkenin genel siyasetini belirlemelidir. Hükümet ile bu fakih arasında uyum-düzen-bilgi alış-verişi iyi olmalıdır. Hükümet bu fakihin yönlendiriciliği sayesinde yetenekleri nispetinde ülkeye-dine hizmet etmelidir. Fakihler kuran-sünnet ve içtihat sıralamasına göre hükümleri-kanunları belirlerler. Bunlar her kanunun 58 mihenk taşı olur. Peygamber efendimiz dönemindeki fakihlerin konumu ile günümüz fakihleri arasında görev itibariyle fark yoktur. Örneğin : “ Yemen ülkesinde valiliğe gönderilen Hz. Muaz, Medine'den ayrılacağı sırada Peygamber Efendimiz ona, "Sana halli için herhangi bir dava getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?" diye sordu. Hz. Muaz, "Allah'ın kitabındaki hükümlerle hüküm veririm"dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Eğer Allah'ın kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm verirsin?"diyesordu. Hz. Muaz, "Resûlullahın sünnetine göre hüküm veririm" dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer, "Resûlullahın sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan, ne yaparsın?"diyesordu. Hz. Muaz, "O zaman, kendi görüşüme göre içtihad eder, hükümveririm"dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu. Bu memnuniyetini şöyle ifade etti: -Allah'a hamdolsun ki, Resûlullahın elçisini, Resûlullahın razı olduğu şeye muvaffak kıldı." (Tabakât, 3:584; Müsned, 5:230; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:199.) 1400 yıldır İslami bir yönetimden Müslümanlar yoksundu. İmam Humeyni velayeti fakih kavramını 59 gündeme getirerek önce bir tez ortaya koydu. 11 Şubat 1979 tarihinde İran‟da halk devrimi gerçekleşti. Şahlık rejimi (monarji) yıkılıp yerine İslam Cumhuriyeti kuruldu. Böylece İran‟da beşeri ideoloji yıkılıp yerine ilahi sistem kurulmuştur.8 ay içinde Kuran ve hadisler incelemeye tabi tutularak anayasa hazırlandı. Ve hazırlanan anayasa halk oylamasına sunuldu. İran halkı referandumla %98.2 oy oranı ile anayasayı kabul etti, İslami sistemi istediğini belirtti. 24 Ekim 1979‟da anayasa kabul edildi. Kabul edilen anayasa 3 Aralık 1979‟da yürürlüğe girdi . Böylece halkın isteği-tercihiiradesi İran coğrafyasında şeytanın-tağudun hakimiyetine son vermek ve Allah‟ın hakimiyeti kurmak yönünde olmuştur. İran da iki meclis vardır: Hubregan( alimler) meclisi ve halk meclisi. Hubregan meclis üyelerindeki alimler, her şehirde halkın oyunu alan alimlerden oluşur. Halk meclis üyeleri de yine her şehirde halkın oyunu alan milletvekillerinden oluşur. Hubregan meclisine seçilmiş alimler ülke yönetimini en iyi şekilde yönlendirecek takvalı fakihi belirlerler. Halkın seçtiği milletvekilleri de mecliste oylama yaparak cumhurbaşkanını ve diğer yetkilileri belirlerler. Velayet-i fakihin tasdiki ile hükümet görev yapmaktadır. Velayet-i fakih hükümeti gözetler, genel politikanın çerçevesini çizer ve hükümette ülkeye en iyi şekilde hizmet yarışına girer. Hubregan meclisi ise velayet-i fakihi gözetler ve islama ters bir durum söz konusu olduğunda uyarılarda bulunur. Sistemin çarkları böyle işler. Böylece yönetim işleyişinde hata oranı sıfıra indirgenmeye çalışılır. Gerçekten de bu sistem ideal olanıdır. Bu güne kadar buna alternatif olan yeni bir tez ortaya konulmamıştır. İtiraz sesleri yönetimin 60 İslami olması değil İslami olmasıdır ki bu odaklarda batı eksenli insanlardır. Bunun olması kadar doğal bir şey de olamaz. Müslümanların yaşadığı bir ülkede islam kanunların belirleyicisi olmasını kadar doğal bir şey yoktur. Ama bunu hazmedemeyen ve istibdat olarak gören insanlar bulunmaktadır. İslamın kanunların ana belirleyicisi olmasını Müslümanların istibdadı, velayet-i fakihi ise Salihlerin istibdatı olarak gören Kenan ÇAMURCU gibi insanlar hasetlerinden çatlasın. Bunlar islami yönetimleri hazmedemeyen insanlaradır. Sormak gerek, İslam anayasadan çıkarılır ve alimlerin yönlendiriciliği olmazsa bu yönetimin İslamiliği kalır mı? Bu düşüncede iyi niyet aranmaz. Bu tür eleştiriler de gösteriyor ki, İslam kesinlikle anayasada belirleyici olmalı ve yönetim salih fakihlerin gözetiminde olmalıdır. Düşmanın saldırıları en can alıcı noktalaradır. Hevesleri kursaklarında kalır inşallah. İslami siyaset çizgisi-metodu bazen çok radikal-kesin bazen de esnektir. Peygamberimizin darun nedve temsilcilerinin teklifini reddetme sebebleri-nedenleri iyi incelenmelidir-irdelenmelidir-analiz edilmelidir. İslami siyaset metodu belirlenirken öyle basma kalıp olarak-en ince ayrıntısına kadar analiz etmeden olayları yorumlamaz ve kendisine böylece yöntem belirlemez. Tarihteki meselenin özünün ne olduğu iyi araştırılmalıdır. 61 Bir de “Örfi, siyasi, içtimai hükümler zaman ve mekana göre değişir.” şeklinde fıkhı bir kaide de göz ardı etmemeliyiz. Öncelikle peygamber efendimizin koruyucusu konumunda olan Ebu Talib‟in darun nedve de bir ağırlığı-etkinliği olduğunu unutmamak gerekiyor. Ebu Talib‟in iman ettiğine dair kuvvetli deliller bulunmakla beraber bu konumuz dışındadır. İman etmiş veya etmemiş.Ebu Talip siyasi bir şahsiyetti. Darun nedve‟ye üyeliğinin en büyük hedefi kuşkusuz yeğenine karşı yapılacak komploların-saldırıların önünü almaktı. Ebu Talip hayatta olduğu sürece bu görevini en iyi şekilde yaptı ve başarılı da oldu.Ebu Talib‟in siyasi menevraları ve etkinliği sayesinde-gölgesinde peygamberimiz ve iman edenler rahat nefes alabiliyordu.Ebu Talibin vefatı ile peygamberimiz o yılı, hüzün yılı olarak addetmesi gayet düşündürücüdür.Hüzün yılı nitelendirilmesi meselenin önemine binaendir.Evet, Ebu Talip siyasi bir karakterdi. Bu siyasetçi peygamberimizi seviyor ve peygamberimiz tarafından seviliyordu, peygamberimizi koruyup kolluyordu. Ebu Talip gibi bir siyasi karakter komploların önünde en büyük engeldi. Bugün ki ülkelerin çoğunda sistem-rejimler aynen peygamberimizin zamanındaki gibi benzerlik göstermekte bazen de farklılık arz etmektedir. Bazen var 62 olan sistem içi hareketleri kula kulluk bazen de böyle bir vasıflandırma dışı tutmalıyız. Eğer peygamberimiz dönemindeki gibi şartlı ve tavizli bir yaklaşım-ön şart koşularak siyasi parti kurmaya izin verilmesi söz konusuysa bu kabul edilemez-tasvip edilemez bir durumdur.Ki peygamberimiz de zaten bu durumla karşılaştığında kesin-net-açık tavrını koymuştur. Şartlı-tavizli siyaset kula kulluktan başka bir şey değildir. Bu tür bir siyaset anlayışı boşa kürek çekmekten başka bir faydası yoktur. Sistemin kendi şartlarını dayatması kendini sigorta etmesi demektir. Yani sistemi elinde tutan-tasarlayan benim felsefeme-ideolojime ters hareket edemezsin, demektedir. Halbuki Müslümanların kendi ideolojilerinden vazgeçmesi ve başka bir ideolojiyi eksenli hareket etmesi kabul edilen-caiz olan bir metod değildir. Ebu Talip sistem içi mücadele ediyordu. Ehli beyt imamlarına bağlı bir çok serdengeçti-fedakar insan sistem içi mücadele veriyordu. Bu ehlibeyt takipçilerisiyasetçileri bir çok komployu aldıkları tedbirler sonucu boşa çıkarıyorlardı. Tüm bunlar çok işler başarmışlardır.13 yıl peygamberi tehlikelerden korumak ve islamın filizlenmesine ortam hazırlamak siyasi manevralar-taktikler ile mümkün oldu. Bu durumda göstermektedir ki beşeri sistemlerde var olma amacı böyle bir İslami maslahata binaendir. Ebu Talip, Haşimilerin büyüğü konumundaydı ve iman eden63 etmeyen tüm aile bunu onaylıyordu. Peygamberimiz de bu durumu kabul ediyordu. Peygamberimiz, Ebu Talip‟i kabilesinin büyüğü olarak görüyor ve ona saygı gösteriyordu. Ebu Talip kabilesinin büyüğü olarakoylarını almış biri olarak daru nedve‟de kabile reisisiyasetçi olarak koltuk sahibiydi. Bu da göstermektedir ki beşeri sistemlere katılmak hareket olarak değil de kişi bazlı şahıslar için maslahat icabı caiz olabilir. Ama hiçbir maslahat yok bilakis zarar söz konusuysa kesinlikle bu caiz olmaz-haramdır- günahtır. Muvahhid alimler böyle bir durumu bu kavramlarla nitelemiştir. Beşeri sistemlere katılmanın ikinci aşaması ise hareket bazlı katılımlardır. Şahıs bazlı katılımlar daha çok tavizlişartlı durumlar için söz konusu iken, hareket bazlı katılımlar şart ve taviz olmadığı durumlarda olabilirbenimsene bilir. Eğer sistem ön şartsız kabule razı ise sisteme katılmak maslahata uygun ise düşünülebilir. Rejimin inançlara müdahale etmiyor-tebliğin önünde durmuyor-fikir özgürlüğüne ket vurmuyorsa böyle bir arkadaşlık kabul edilebilir-düşünülebilir. Bu durumda ne hicrete ne de tebliğ dışı yöntemlere ihtiyaç vardır. Bu düşmanlığa-ayrışmaya-safların kesinleşmesine neden olmaz. Fikir dayatmasının olmadığı durumlarda diyalog kapısı açıktır. Her siyasi hareket-parti böylece kendi çizgilerini açık olarak topluma sunar-tebliği faaliyetlerini yapar ve taban kazanma yoluna gider. Putlara el sürmeideoloji dayatma söz konusu olmadığı sürece bu metod 64 caiz olabilir. Lübnan‟ın konumunu böyle bir görünümdedir. Her mezhep-inanç-din-millet değerlerinikültürlerini yaşama-yaşatma hakkının olması bu ülkedeki en belirgin durumdur. Böyle şartların olduğu yerlerdeki siyasi katılımlar hiçbir zaman kula kulluk yapmak olarak vasıflandırılamaz. Bilakis burada siyasi atmosferin içinde olunmalı ve şartları-kuralları koymada aktif rol oynanmalıdır. Bu ortamda pasif kalma yok olma ile eşdeğerdir. Pasif kalındığında var olan kazanımlarında elde gitmesine neden olur ki bu caiz olmayan-tasvip edilmeyen bir durumdur. Irak‟ın durumu da buna örnek gösterebiliriz. Amerika işgal ile tüm ipleri-hükümeti ele geçireceğini düşünüyordu. Müslümanların askeri direniş göstereceğini ama siyasi bir direnişin olmayacağını tahmin ediyorlardı. Siyasi direniş olmadığında sadece askeri direnişle başarı şansı çok azdı. Her iki sahada da mücadele verilmeliydi. Ehlibeyt taraftarları her iki alanda da aktif rol alarak ABD‟nin planlarını boşa çıkardı. Siyasi başarı hiç kuşkusuz en az askeri başarı kadar etkileyici oldu.İslami hareket ipi ucunu eline alarak şartları kabul eden değil şartları-yazan-çizen-belirleyen oldu.Böylece Irakta İslami hükümler icra edilmesi sağlandı, anayasanın rengi yeşile boyandı.Müslümanların maslahatı bu yol-metod ile sağlandı.Bu konuda Seyyid Hasan Nasrallah şöyle diyor: Amerika‟nın Irak‟tan Çekilişi 65 Amerika‟nın Irak‟tan askerlerini çekmesi, tam anlamıyla Irak halkının gerçekleştirdiği bir zaferdir.Bunu abartmadan söylüyorum.Irak halkı, direniş ve Amerikan iradesine boyun eğmeyen Irak siyasi güçlerin iradesi sayesinde bu zaferi gerçekleştirmiştir. Bu zafer, bölgedeki direniş ve karşı koyuşun bir parçasıdır. Bu, Irak halkının siyasi iradesinin ve direnişinin yanında duran Irak‟ın, Amerika‟nın ağzındaki lokma haline gelmesini engelleyen herkesin zaferidir. Amerikalılar, Irak‟ta tarihi bir hezimet yaşadılar. Bunu ben söylemiyorum. Bu savaşı yapanlar söylüyor.Cumhuriyetçiler, şu an bunları kendileri itiraf ediyor.İtiraflarında Irak‟ta tarihi yenilgi yaşadıklarını başta İran olmak üzere bir çok düşmanın bu savaşta galip geldiğini belirtiyorlar. Irak halkına, direnişinden dolayı tebriklerimi sunuyorum.Şehitler, hala hapishanelerde olan esirler, bu savaşta verdikleri kurbanlardı.Irak hükümetinden en yakın zamanda bu esirleri serbest bırakmasını istemekteyiz.Eğer Irak, Amerika için mutlu oldukları bir ülke olmuş olsaydı, Obama ve diğerleri, Amerikan askerlerini Irak‟tan çekmek zorunda kalır mıydı? Tabi ki hayır! Orada kalır ve orada askeri birlikler oluştururdu. Direniş,Amerikalıları Irak‟a dar etti.Amerika‟nın Irak‟ta vermiş olduğu kaybın haddi hesabı yok. Buna hiçbir şekilde katlanmaları mümkün değildi.Ekonomik, ,insani,psikolojik kayıplar yaşadılar. 66 İkinci olarak Irak halkı şiddet yanlısı akımlar sebebiyle bir çok kurban verdi.Irak‟ta verilen kurban, daha az olabilirdi. Bu akımlardan bazılarının direnişe katıldıklarını inkar etmiyorum. Ama onlar,bütün eforlarını direniş için sağlasalardı o zaman daha büyük daha hızlı ve daha az kaybı olan bir zafer gerçekleşmiş olurdu.İnsaflı olmamız gerekiyor. “Siyasete atılım mı yoksa silahlı mücadele mi?” sorusu,Irak‟ta sürekli tartışma konusu olmuştur. Biz arkadaşlarımıza her zaman şunu söyledik: Bu ikisinde de bulunmalıyız. Hem direnişte hem de siyasi arenada, varlığımızı sürdürmeliyiz. Siyaseti bırakırsak ülkeyi Amerika‟ya tabi siyasi partiler ele geçirecek.Bu hükümet, Pentagon, CIA, Amerika Dışişleri Bakanlığı‟na bağlı olacaktır.Arap ülkeleri, bu tür hükümetlerle dolu.Iraklı asil siyasi güçlerin, siyasi arenada mücadele vermeleri, doğru olanıdır. Maliki Yönetimi Bağımsızdır Bazıları onları tekfir etse de şuan Irak‟taki Millet Meclisi, Irak hükümeti ve Irak yönetimi, Amerika yönetimine boyun eğmemektedir. Sadece Irak halkının maslahatını gözetmektedir. Çünkü, ortada seçimler var.Parlamentoyu halklar oluşturmaktadır. Çünkü hükümet, halk tarafından seçilmiştir. Hükümetin tek görevi, halkın iradesini gözetmesidir. 67 “O halde bu tarihi zafere ulaştıran unsur nedir?” Cevabı: “Direniş ve siyasi katılımdır.” Bu katılım, samimi olup tüm bağımlılıklardan uzaktır. Bazı devletler Irak halkına,direnişine, siyasetine kucak açtı ve onu siyasi katılıma teşvik etti. Aynı zamanda Irak‟tan kaçan mültecilere de kucak açtı. Bu olay, Amerikan projesinin bölgede uğradığı hezimetin başlıcalarındandır. İsrail, nasıl Lübnan‟dan çıkmak zorunda kaldıysa aynı şekilde Amerika da Irak‟tan çıkmak zorunda kalacak.Amerika, Irak hükümetiyle güvenlik anlaşmasının uzatılması noktasında çaba sarfetti.Ama Iraklılar bunu reddettiler.”Bu anlaşmayı bitirdik” dediler. Yeni söylemler geliştirdiler.Amerika, müzakereler sırasında, Irak‟ta 50 000 askerini bırakmak için çabaladı. Bu kabul edilmedi. Sonra 30 000‟e daha sonra da 10 000‟e indirmeye çalıştı. Büyükelçiliği‟nin Konsolosluğu‟nun müsteşarların korunması için bu askerlerin kalması gerektiğini iddia ediyordu. Ama bu kabul edilmedi. Şimdi, pazarlığın 3 000‟e çekildiği ve bunların müsteşar, uzman ve antrenör olduğu söylenmekte.Bu konuda, Irak‟taki kitleler, ihtilaf içerisinde. Irak hükümeti, eğer 500 ya da 1000 askere Irak‟ta kalma izni bile verse bununla alakalı şartlar koyacak. Ve Amerikan yönetiminin bu şartların dışına çıkması mümkün değil.” Maliki yönetimi-hükümeti tüm dünya sistemlerine model 68 olacak yeni bir sistem oluşturmuştur. Hükümet tüm halkların yönetimde görev almasına ortam hazırlanmış, çoğulcu bir yönetimdir. Nuri Maliki hükümeti de halkın çoğunluğunun oyuyla iş başındadır. Buna rağmen parlementoda grubu olan bütün parti ve çevreleri hükümete dahil etmiş, muhalif partilerle bakanlıkları paylaşmıştır. Halbuki Türkiye‟de bırakın muhalif partilere bakanlık ve bakanlık bünyesinde müdürlükler vermeyi kamu sektöründeki bütün organlara iktidar partisinin adamları yerleştirilmektedir. Böylece kurulan hükümet halkın desteği ve adalet üzerine bina edilmiştir. Böylece dış odakların fitnesi bir anlamda kesilmiş ve halkları kışkırtma sebepleri yok edilmiştir. Bu konuda Taklidi mercilerin görüşü şöyledir: “Ayetullah uzma Hamaney Sosyal ve siyasi işleri üstlenmek için aday olmuş Milli meclislerin adaylarına oy vermek meşrudur ve (bu bağlamda) bir engel yoktur. Bu bağlamda Müslüman ve Müslüman olmayan adaylar arasında fark bulunmamaktadır. Ayetullah uzma Mekarim Şirazi Müslümanların ve Ehlibeyt (a.s.) takipçilerinin güçlenmesine neden olan yerlerde oy kullanmak iyidir. Ayetullah uzma Safi Gülpaygani 69 Bu ülkelerde seçimlere iştirak maslahatlar mülahaza edilmelidir. etmekte İslami Ayetullah Mehdevi Hadevi Eğer oyunuz İslam’ın gelişmesine ya İslami hükümlerin icra edilmesine veya dindar Müslümanların seçilmesine yardımcı oluyor ise seçimlere iştirak ediniz. Ama eğer iştirak etmeniz İslam’ın zayıflanmasına veya Müslümanların şartlarının ağırlaşmasına veya İslam düşmanlarının güçlenmesine neden oluyor ise oy kullanmanız haramdır.” (IslamQoest sitesi tarafından Adı geçen müçtehitlerin bürolarından sorulmuştur.) Taklit merciler şu noktaların altını özellikle çizmektedir: Başka ülkelerde yapılan seçimlere iştirak etmek eğer Müslümanların maslahatına ters ise veya İslam düşmanlarının güçlenmesine neden oluyor ise caiz değildir. İslam ve Müslümanların maslahatını peşi sıra getiriyor ve onların güçlenmesine neden oluyor ise seçimlere iştirak edip oy kullanmak uygundur. Bu durum dışında oy kullanmak mubahtır. Mükellefin ihtiyarine bağlıdır. İsterse iştirak eder isterse iştirak etmez. Son cümleyi biraz daha netleştirirsek: 70 Allame Fadlullah da metod mes‟elesinin bir mes‟el-i mevzuiyye olduğunu, davetçilerin o konuda hür olduğunu, müctehid fakihle alakasının olmadığını, ancak uzmanlık işinin olduğunu kendi eserinde sarih bir şekilde belirtmektedir.( El Hareketü‟l İslamiyye, s:233) Allame Fadlullah, aynı eserin bir başka yerinde de şöyle diyor: “Müslümanlar, veliyy-i fakihin vilayet sahasına girmeyen bölgelerde veya hakkında vilayeti bir hüküm sadır olmayan mes‟ele-i mevzuiyyede metodu seçme hürriyetine sahiptir.”( Age, s:83) Salim akılın menfaati-faydayı islamın lehine açık-beyan gördüğü bir durumda oy kullanmak caizdir. Hatta bu olumlu atmosferde-fırsatta oy kullanmamak telafisi mümkün olmayan durumlara neden olur. Ehlibeyt taraftarları hamdolsun ki bu fırsatları kaçırmadılar. Lübnan ve Irak tecrübeleri bu verilen fetvaların ne kadar da yerinde olduğunu ispatlamıştır. Siyaset her zaman şeffaf olmayabilir. Düşmanın büyük bir gizlilikle siyasi manevra yaptığı bir durumda bilmukabele mücadele yapılmalıdır. Siyaset bazen savaş alanı gibi taktik savaşına dönüşür. Düşmanını alt etmek birçok taktik-hamle mümkün olabilmektedir. Bazen de her şey açık ve nettir. Demek ki metodu şartlar belirlemektedir. Ama Müslüman siyaseti kerih görmeuzak durma gafletine hiçbir zaman düşmemelidir. 71 İmam‟ın dediği gibi: dinimiz siyaset, siyasetimiz dindir. Anayasa değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükümlerin-maddelerin olması önşart-tavizli siyasi katılıma örnek verilebilir. Sistem kendini garantiye almak için ön şartlarını koymaktadır. Bir anlamda benim şartlarımı kabul eder ve sözümden çıkmazsan arkadaşlığını kabul edebilirim demektedir. Böyle bir arkadaşlıktan-siyasi katılımdan Müslümanların maslahatını beklemek saflıktan-cehaletten başka ne ile izah edilebilir. Her koşulda kendisi karlı çıkacak bir ticari ortaklık kölelikten başka nedir? Yani, putlarıma el sürecek, aleyhinde konuşmayacak, sömürüye-zulme itiraz etmeyeceksin dayatması kabul edilemez. Bu sınırıçizmeyi aşma, haddini bilmemek yani tağutlaşmaktır. Müslüman ise tağudu red etmek ile mükelleftir. Bu kula kulluk etmekten başka bir durumla izah edilemez. İşte 72 alimlerin sakının dediği-tehlikeli gördüğü siyasi katılım bu şartlar altında yapılan tavizleri siyaset yöntemidir. Yani sistem-rejim bir anlamda bir şirket patronu gibi şu şu şartlara imza atıyor ve taşıyorsan kabulümsün, demektedir. Yani bana en iyi hizmet edecek şekilde dizayn edildikten sonra yani ehilleştirildikten-sistemin bir kolonu-tuğlası haline gelirsen hay hay demektedir. Bu durumda rejim açısından reis-başbakan-bakan-vali olman tehlike olarak görülmeyecek bilakis rejim meşrulaştırılmış olacaktır. Şartlarını kendin belirlediğin bir muhtarlık şartlı başbakanlıktan daha iyidir. Veya hiçbir makam kabul etmeyip muhalefet etmek hatta üç yıl ambargoda kalıp aç perişan bir şekilde Ebu Talip vadisine hapsedilmek daha ehvendir-iyidir-yerinde bir harekettir. Beşeri sistemlerde şartları koyan-belirleyen Müslümanlar olmalıdır. Yani Müslümanlar kendilerini ilgilendiren konularda söz sahibi olmalıdır. Kanunlar-hükümler Müslümanların mukaddeslerine saygıyı göz önünde tutarak hazırlanmalıdır. Yusuf peygamber gibi bir çizgi takip edilmelidir. Hz.Yusuf kardeşi Bünyamin‟i tutuklamak için tasarladığı plan Yakup peygamberin şeraiti eksen alınarak yapılmıştı. Bu olayda hüküm kralın kanunlarına göre verilmemiş şeriat esas alınmıştır. Yusuf peygamber sistem içinde sistem oluşturmuştu. Kralın kanunları ve Hz.Yusuf‟un belirlediği kanunlar-hükümler. Yusuf peygamber kendi değerlerini-kültürünü açık olarak 73 ortaya serdi. Kral onu bu şartlarına rağmen kabul etti. Böyle bir ortamda Hz.Yusuf bu fırsatı kaçırmadı.Yusuf peygamberin krala islamı din olarak kabul edecek ve İslam hükümlerini uygulayacaksın, demesi olası değildir. Hiristiyan-Yahudi bir topluma İslami hükümlerin uygulanmasını talep etmek ne konumda ise bu kralın toplumuna da bu şartı getirmek aynı mesafededir. Peygamberimiz elinin güçlü olduğu Medine döneminde bile Yahudilere böyle bir dayatmada bulunmamıştır. Demek ki beşeri bir sistemde ne şartla bir hareket-cemaat liderinin bulunacağı bir nebze olsun anlaşılmış olmaktadır. Verilen veya kazanılan bir makamda şeriat dışı hüküm verme, şeraitten sapma olmadığı ve adalet şartı yerine getirildiği sürece sorun yoktur. Bir de şeriatın uygulanması için Tevhid inancının olduğu insanların olması gerekmektedir. Ya da bu makam kullanılarak böyle bir toplum oluşturulmalıdır. Mekke de sıkıntılar-zulümler hat safhaya ulaştığında bir grup Müslüman Habeşistan‟a hicret-göç ettiler. Gittikleri ülkede adil bir kral vardı. Mekke‟nin reisleri bu müslümanları kendisine teslim etmesi için Amr b. As‟ı krala çeşitli hediyelerle gönderdiler. Kral karar vermek için Müslümanları yanlarına çağırttı. Amr, kralı tahrik etmek için bu Müslümanların dininde sizin İsa-Meryem figürleri farklı bir şekilde algılanmakta-kabul edilmektedir, diyor. Müslümanların sözcüsü-lideri Cafer b.Tayyar kendi inançlarını açık bir şekilde ayetlerle ifade 74 ediyor. Kral çevresindeki ülke yönetiminde etkili kişilerin tahrikini önlemek için meseleyi yumuşatarak kendi inancı ile Müslümanların inancı arasında fazla bir farkın olmadığını belirterek Amr‟ın teklifini geri çeviriyor. Halbuki Hiristiyan ve Müslümanlar nezlinde Hz.İsa ve Hz. Meryem inancı arasında dağlar kadar fark var, büyük uçurumlar bulunmaktadır. Böyle keskin bir farkın olduğu açıktır. İslam dininin özü tevhid‟dir. Bu konuda hiristiyanlar şirk‟e düşmektedir. Yani bir anlamda müşriktirler. Mümin ve müşrik arasında farkın olmadığını söylemek meseleyi çarptırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Ama Necaşi tepkileri yaptığı siyasi manevra ile basite indirgemeyi başardı. Sonuç olarak, Müslümanlara kendi değerlerini inkar etme yönünde bir baskı uygulanmadı. Müslümanlar kendi inançlarını yaşamada herhangi bir engelle karşılaşmadılar. Böyle bir tarihi vakıa karşısında Müslümanların duruşuhareketi bizim için ölçü olmaktadır. Müslümanlar, Necaşi‟ye sen müşrik-kafir ve tağutsun demediler. Seni ve kanunlarını red ediyoruz-tanımıyoruz da demediler. Azınlık olduklarında dolayı sadece kendi inançlarını rahat bir şekilde yaşadıkları için Alllah‟a şükrettiler. Bu Müslümanlar için bir nimettir. Böyle bir kral adil ve yönetimi meşrudur. Bu yönetime baş kaldırmaksavaşmak-silah çekmek zulümdür. Müslümanlar, Habeşistan‟da oldukları sürece Necaşi‟nin güvenini boşa 75 çıkarmadılar. Kendilerini ülkelerinde misafir eden bu göçmenler hoşgörülü ev sahiplerinden memnundular. Habeşistan‟a göç eden Müslümanlar yönetim ile kurdukları sıcak ilişki kendileri açısından artı puan kazandırdı. Necaşi yapılan tebliğ sonucu Müslüman oldu. Şimdi azınlık olunan bölgelerde siyasi katılım olur mu olmaz mı? Bizim bu vakıadan çıkarımımız ne olacaktır? Tabi ki de Müslümanların maslahatı mihenk taşımız olmalıdır. Eğer siyasi katılımla her aşamada artı puan kazanılıyorsa bu göz ardı edilmemeli ve fırsatlar kaçırılmamalıdır. İslamın gelişmesi, inanç serbestliği gibi kazanımlar için planlı-programlı hareket edilmelidir. Avrupa‟da yaşayan Müslümanların konumları ve hareket şekilleri bu çerçevede değerlendirilebilir. Avrupa gibi ülkelere demokratik harekete müsamaha ile bakılabilir. Bu yöntemin burada kullanılması azınlıklar için zarurete binaen caiz olabilir. Zaruretin ölçüsü hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Bir taraftan böyle bir yönteme küfür gözüyle baktığımız diğer taraftan caiz olarak gördüğümüzün nedeni şartların zorunluluğundandır. Tıpkı domuz etinin haram ve caiz olma durumu gibidir. Su hastanın durumuna göre bazen zehir bazen şifa olur. Boğazda kalan bir cisim olduğunda ve su da bulunmadığı ortamda, şarap içerek boğulmayı önlemenin caiz-yerinde bir eylem olduğu gibi bir durum söz konusuysa bu yapılabilir. Allame Fadlullah demokratik metod üzerinde konuşurken özet olarak şöyle diyor: 76 “Matlub neticeye ulaşmak veya idari mekanizmayı ele geçirmek veyahut ta devrimci hareketin ileriye doğru bazı adımlar atması için kullanılan vakıa metodları gibi, demokratik metodun kullanılmasında da ilke olarak herhangi bir mani görmüyoruz.”( El Hareketü‟l İslamiyye, s:47) İslam dışı sistemlere katılım değişik şartlar ve koşullar göz önüne alınarak analiz-tahkik edildi. Bu sistemlerde yasamada demokrasi ve yargı konusu çok hassas alanlardır. Bazen hareket olarak sistemin karşısında yer alınırken, kişi bazlı sistem içinde olunabilirken bazen de hareket bazlı sistem içi mücadele edilir. Kişi bazlı-gizli olarak- sistem içi mücadelenin amacı İslami hareketi olası tehlikelerden korumak, hareketin gelişmesine olanak sağlamak için yapılır. Hareket eksenli sistem içi mücadele de ise; her kesimin eşit olarak var olduğu ve sistemde ağırlığın koyulması için yapılan mücadele şeklidir. Değişik etnik-mezhebi-dini bir nüfus yapısına sahip bölgelerde her kesimin kendi değerlerini korumak için mücadele ettiği yerler olabilir. Medine döneminde peygamberimizin siyasi atmosferde aktif olarak yer alması bu amaca binaendir. Medine‟de ne Müslümanlar Kur‟an hükümlerini Yahudilere ne de Yahudiler tevratın hükümlerini Müslümanlara dayatma gibi bir durum söz konusuydu. Her din mensubu kendi inançlarını yaşamakta hiçbir engelle karşılaşmamıştı. Peygamberimiz Medine döneminde siyasi harekete aktif 77 olarak katılmasaydı, Abdullah ibni Selul‟ün kontrolü ele geçirme girişimleri büyük olasılıkla başarılı olacaktı. Bu aşamada İslami hareket büyük bir darbe yiyecekavantajını kaybedecek ve yok olmaya zemin hazır hale gelecekti. Böyle ortamlarda dört dörtlük bir durum beklentisi içinde olmamak gerekir. Var olan şartlara göre metod belirlenmeli buna göre hareket edilmelidir. Siyasi hayattan beri olmak yok olmaktır. Lübnan ve Medine dönemi birçok yönden bir birine benzer bir yapı arz etmektedir. Medine döneminde peygamberimiz Yahudilerle saldırmazlık anlaşması yaptı. Çünkü Mekke müşriklerini büyük bir tehlike olarak ortadaydı. Lübnan „da Müslümanlar diğer topluluklarla aynı şekilde saldırmazlık-arkadan vurmama-düşmana karşı birlik anlaşmasına ciddi şekilde ihtiyaç bulunmaktadır. Siyonistler , Mekke müşriklerinden daha ciddi bir tehlike arz etmektedir. Bu genel değerlendirmeden sonra meselenin ikinci önemli noktası olan, zalim yönetimlerde çalışmak konusu da tahkik edilmelidir. İslami veya İslam dışı yönetimlerde çalışmak uygun mu? Yönetim İslami ,yönetici zalim veya yönetim İslam dışı, yönetici zalim sistemlerde çalışmak caiz midir? Suud veya Katar‟daki zalim yönetimlerde çalışmak zalime yardımcı olmakla eşdeğer midir? Bu konuda İmam Seyyid Ali Hamaney şöyle demektedir: Zalim Devlette Çalışmak 78 Soru 265 : İslâmî olmayan bir devlette görev alıp çalışmak caiz midir? Cevap: Bunun caiz olması alınan görevin özü itibariyle caiz olmasına bağlıdır. Soru 266: Arap ülkelerinden birinde trafik dairesinde çalışan birisi trafik kurallarını çiğneyenlerin dosyalarını imzalayarak onları cezaevine sevk etmekle sorumludur; eğer dosyayı imzalayacak olursa trafik kurallarını çiğneyen kişi cezaevine girecektir; acaba bu görevde bulunması caiz midir? Bu işi karşılığında devletten aldığı maaşın hükmü nedir? Cevap: Kamu düzenini ilgilendiren kurallar gayri İslâmî bir devlet tarafından koyulmuş olsa da her yerde onlara uymak farzdır ve helâl bir iş karşılığında maaş almanın da sakıncası yoktur. Soru 267:Müslüman birinin Amerika veya Kanada uyruğuna girmesinden sonra orduya katılması ve polis olması caiz midir? Ve acaba belediye gibi devlet dairelerinde ve devlete bağlı kurumlarda çalışması caiz midir? Cevap: Bu iş fesada, bozgunculuğa yol açmaz, haram bir işi yapmayı ve farz bir ameli terk etmeyi de gerektirmezse sakıncası yoktur. 79 Soru 268: Zalim bir hükümdar tarafından atanan hâkimin yargılaması ve hüküm vermesinin meşruiyeti var mıdır ve buna binaen ona itaat farz mıdır? Cevap: Bütün şartları haiz olan müçtehitten başkasının – atama hakkı olan bir kimse tarafından atanmamışsa – hâkimlik ve yargı makamını üstlenip insanların arasındaki davaları halletmeye kalkışması caiz değildir. Halkın ona müracaat etmesi de caiz değildir ve onun vereceği hüküm de geçerli değildir. Ancak zarurî haller müstesnadır. (Ehl-ibeyt Fıkhına Göre Sorular ve Fetvalar-II Kevser Yanınları, Ayetullah Uzma Hameneî) Müçtehid kanun ve kuralları en iyi bilen kişidir. Müçtehid bir insan ehliyet sahibi hakimi ataması gerekiyor. Ya da ehliyet sahibi hakim yerine ehliyetsiz bir insanın o makama gelmesi durumunda vereceği hükmün isabet etme derecesi-geçerliliği tartışmalı olur yada hiçbir geçerliliği olmaz. Demek ki hakim, yargı erki tarafından ataması yapılmalıdır. Böyle bir durum müçtehitlerin etkin olduğu sistemler için söz konusudur. Müçtehitlerin etkin olmadığı İslami yönetimlerde ise zaruri bir durum söz konusudur. Burada hakimin hükmü İslami ise kabul edilir değilse kabul edilmez. Hakimin hükmü kuran ve hadise uygun olduğu sürece geçerlidir. 80 Yasama ve yargı işlerinin dışında çalışmak ise işin özüne bağlıdır. Eğer yaptığımız iş haramla iştigali gerektiriyorsa haram değilse mubahtır. Ama yapılan iş zalim yöneticinin güçlenmesine ve zulmün artmasına neden oluyorsa böyle bir işte çalışmak kabul edilemez. Halkı aldatmak-kandırmak-sömürmek ve İslami harekete darbe vurmak için var olan işlerde çalışmak kabul edilemez. Özellikle alim-önder kişilerin zalim yönetimlerden ve kişilerden uzak durması gerekiyor. Alimlerin bu yönetimlerde çalışması-bulunması o yönetimin meşru görülmesine-tasdiklenmesine neden olur. Şöyle bir kıssa anlatılır: HALİFENİN SOFRASI Şerik bin Abdullah Nahdi, hicri ikinci asrın tanınmış fakihlerindendi. İlim ve takvasıyla bilinirdi. Abbasi halifesi Mehdi bin Mansur‟un, kadılık makamını, Şerik‟e devretmeye çok alaka ve isteği vardı. Fakat Şerik bin Abdullah, kendisini zülmün tezgahından kurtarmak için, bu yükü yüklenmiyordu. Halife, onlara hocalık yapmasını arzuluyordu. Şerik ise bu işi kabul etmiyor, sahip olduğu hür ve fakirane yaşamına kanaat ediyordu. Bir gün halife onu istedi ve: “Bu gün, şu üç işten, birini kabul etmen gerekir. Ya kadılık makamının sorumlusu olursun, ya çocukların talim ve terbiyesini kabul edersin veyahut da bugün öğle yemeğinde benimle olur soframızın başında oturursun dedi: 81 Şerik, kendi kendine düşündü ve: Şimdi bu üç işten birini yapmak zorunda olduğuma göre üçüncüsü benim için de daha kolaydır, dedi. Bunun yanı sıra halife, mutfak müdürüne bu gün Şerik için yemeklerin en lezizini”hazırla diye emretti. Beyin, nebat ve balla hazırlanmış, rengarenk yemekler hazırladılar ve sofrayı getirdiler. O zamana kadar, böylesine bir yemek görmemiş ve yememiş olan Şerik, sonsuz bir iştahla, karnını doyurdu. Sofracı başı halifenin kulağına “Allah‟a yemin ederim ki, artık bu adam, kurtuluş yüzü görmeyecek” dedi. Uzun zaman sürmedi ki Şerik‟in, halifenin çocuklarını talimi görevini aldığını, kadılık makamını da kabul ettiğini ve Beytülmaldan kendisine muayyen bir maaş tayin edildiğini gördüler. Bir gün Mutemetle arasında bir tartışma oldu. Mutemet; ona “bize buğday mı sattın ki bu kadar diretiyorsun?” diye sordu. Şerik: “Size buğdaydan daha değerli bir şey sattım, o da dinimdi” dedi.(Müruc al-Zeheb, Mes‟üdi, c. 2, Halet-i Mehdi Abbasi) 82 Bulunulan ortamın, siyasi görüşlerin renginde etkileyici olduğu su götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu kalıp kırılmadığı sürece sağlıklı bir karar verilemeyecektir. Allah insanlardan neden verilen aklı kullanmadı diye hesap soracaktır. Her türlü ihtimal göz önünde bulundurularak eleştiriye açık olmak bilinçlenmemizde, daha sağlıklı karar vermemizde etkileyici olacaktır. Akıl başkalarının cebine koyulur ve askıya asılırsa kölelik süreci başlamış olacaktır. Hürözgür insanlar akıl nurunu söndürmeyen, bağımsız düşünen-gören-karar veren kişidir. Dünyadaki tüm Müslüman-mustazafların en belirgin-temel sorunu budur. Başkası bizim yerimize düşünüp karar vermemelidir. Allah (cc) bizi hür yaratmıştır. Boynuna zincir takıp ucunu başkasının eline veren bağ-bahçe koruyucusukollayıcısı olmaktan öte bir değeri yoktur. Bu tür insanlar hiç kuşkusuz hem bu dünyada hem de diğer dünyada kördürler. Bu anlayış-bağımlılık kırılmadığı sürece insanların aydınlanmaları ve güzel bir gelecek inşa etmeleri imkansızdır. Haklı ve haksız her konuda itaat etme-hüsnü zan etme ve kafayı kuma görme kokuşmuş sistemlerin ömrünü uzatmaktadır. Her koşulda itaatin karşılığı iradesiz köle olmaktan öte bir anlam ifade 83 etmemektedir. Tercihlerimizde fikirler belirleyici olmalıdır. Kişi bazlı düşünme alkol-uyuşturucu bağımlılığından daha kötü-yerilmiş bir anlayıştır.Bu konuda Atasoy Müftüoğlu şöyle demektedir: “İslam toplumlarında, bütün İslamî yapıların, cemaatlerin, düşünce ve kültür adamlarının, cemaat liderlerinin, statükonun çizdiği sınırlar içerisinde hareket etmek, bu sınırları takdis etmek gibi yapısal bir sorunu var. Her durumda ve her duruma itaat geleneğinin/zihniyetinin eleştiriye ve muhalefete tahammülü yok. Bunun yanında “ehven-i şer” tercihi gibi ilkesizliği, politikasızlığı, ikiyüzlülüğü meşrulaştıran bir başka geleneğimiz olduğunu da kaydedelim. Bu durum biz Müslümanları gerçek bir var oluşa sahip olmaktan alıkoyuyor. Sözünü ettiğimiz gelenekler/ zihniyetler sebebiyle, hiçbir şekilde bilinçli bir farkındalık oluşturamıyoruz. Fikirlere değil de, kişilere odaklandığımız için, her durumda kendimizi dar bir alana kapatıyoruz.” Böylece gücü-fırsatı eline geçirenler halkın bu zaaflarını kendileri için fırsata dönüştürüyor. Hocamız-ağamız ne diyorsa bir hikmeti vardır, kanalımız-gazetemizyazarımız ne haber verirse o doğru, kabile büyüğünün tercihi tercihimiz mantığı ile bir tutam yol alınamaz. İslamın sosyal hayatta tekrar söz sahibi olması ve eski günlerine dönmesi için özgür insanlara ihtiyaç vardır. B u kör tassaub daha nereye kadar sürecek? Bu konuda Atasoy Müftüoğlu şöyle demektedir: 84 “Medya tiranları, finans tiranları, dini hayata musallat olan bütün tiranlar ufkumuzu kapatıyor, bu nedenle de karşı karşıya bulunduğumuz olaylarla ilgili olarak eleştirel bir duruş gerçekleştiremiyoruz, özgür bir vizyon oluşturamıyoruz. İslam algısı/tasavvuru bugün maalesef, milliyetçilik-sağcılık-muhafazakârlık-gelenekçilikgörenekçilik-hizipçilik-mezhepçilik-polülizm-hamasetköylülükle malul hale gelmiştir. Çok daha vahim, çok daha beter bir durum dikkatlerimizden kaçıyor. Cemaathizmet olarak anılan topluluk Amerika‟da Siyonist ve Evangelist lobilerin talepleri/beklentileri/önerileri doğrultusunda hareket edebiliyor. Bu çok kirli ilişki biçimi Neonurcu akımın kötü yola düştüğünü gösteriyor.” Atasoy Müftüoğlu‟nun yukarıda belirttiği görüş yerinde olmakla beraber bazı sakıncaları da içinde barındırmaktadır. Bazı kalıpların kırılması adına kendimizi tamamen egonun-nefsin esaretine de bırakmamalıyız. Bu öyle ince bir çizgidir ki hür olma adına bazen ben eksenine girerek kölelikten beter bir duruma gelme riskini de taşımaktadır. Kulluk bazen Allah‟a secdede bazen de Allah‟ın emriyle Hz.Adem‟e secdededir. Kur‟an ve sünnet ve salim akıl çizgisi üzere hareket etmeliyiz. Her sözü-görüşü bu üç mihenge vurmalıyız. Özgür veya köle olmamız bizim tercihlerimize göre şekillenecektir. Böylece ya Allah‟a yada kullara kul olacağız. Halklar Zer (altın, iktisadi güçmeta-kapital), Zor (zorba iktidar ve baskı) ve Tezvir (halkı uyutma-kandırma) imtihanıyla karşı karşıyadır. 85 Kurtlar puslu havayı severmiş. Sisli-puslu siyasi ortamda kurtlara av olmayanlara selam olsun. Ne zalimin sopası ve silahı korkutur beni; ne de dünyanın zevk-u sefası kandırır beni…! diyenlere selam olsun. 86 87