“İslam siyasetten ayrı değildir. İslam diğer dinler gibi değil ki dua ve

advertisement
“İslam siyasetten ayrı değildir. İslam diğer dinler
gibi değil ki dua ve zikirden ibaret olsun. İslam‟ın
siyaseti diğer hükümleriyle birliktedir. Ve ben de
siyasi müdahalede bulunuyorum.”
1
2014
2
Siyaset, kök itibariyle s-y-s kökünden geliyor. Emir,
nehiy, gütmek, terbiye etmek, eğitmek, anlamlarına
gelir. Seyis de oradan gelir. Bir şeye yön belirlemek, yol
belirlemek anlamlarına da gelir .İslam fıkhında siyaset
önemli bir yer tutar. Fûkaha:
”Siyaset; insanları dünya ve ahirete kurtulacakları yola
irşat etmek, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır.”
tarifini esas almışlardır.
İbn-i Abidin,”Siyaset ağır bir şeriat olup, iki nevidir.
Siyaset-i zalime: Halkın haklarına zıt olan siyasettir ki,
şeriat bunu haram kılmıştır. Siyaset-i adile: Halkın
haklarını zalimlerin ellerinden kurtaran, zulüm ve
fenalıkları defeden, fitne ve fesat ehlini men eden
siyasettir ki, şeraitten sayılır.” (İbn-i Abidin-Reddü‟l
Muhtar Ale‟d Dürri‟l Muhtar-İst.,1983 C: 8 Sh:186)
Yunancada politika; çok yönlülük, çok yüzlülük veya
Polis kontrolündeki siyasi güç olarak açıklanır.
Siyaset İslami bir kavram politika ise batı menşeli bir
kavramdır. Bu tanımlamalardan yola çıkarak siyasetin
politika ile aynı ve eşit manada olmadığını ama
birbirlerine benzediğini söyleyebiliriz. İslami perspektifte
politikanın tarifi , çok yüzlülüğün karşılığı münafıklıktır.
Müslümanlar siyasetten değil politikadan uzak
durmalıdır-karışmamalıdır. Yani politikacı değil ama iyi
3
bir siyasetçi olmalıdır. Siyaseti bilmeyen bir müslüman
ins-i şeytanların tuzağına düşmekten kendini alıkoyamaz.
Sakınılması gereken siyaset aslında siyaset-i zalimedir.
Yani şeytanileşen siyasettir. Örneğin Üstad Bediüzzaman
bu siyaseti şöyle açıklamıştır:
"Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet
okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek
olsa lânet edeceksin", euzu billahi mine'ş-şeytani ve'ssiyase (Şeytandan ve siyasetten Allah‟a sığınırım)
diyerek, şeytanîleşen siyaset anlayışı ve ortamından
Allah'a sığınmıştır. (Bkz. Hutbe-i Şamiye, s. 52, Hâşiye)
Siyaset bir tavır ve davranış sözcüğüdür. Hiçbir şeye
karşı tavır koymayan, duruşu-çizgisi olmayan insan
siyasetle uğraşmıyordur. Ama Üstad yaşamı boyunca bir
duruş sahibiydi. Ama siyaset-i zalimeden- politikadan
yani hile ve entrika-yalan-dolanın karıştığı bir siyasetten
Üstad beridir.
4
İslami devletlerde kanunların kaynağı-temeli-genel
çerçevesi Kur‟an ve sünnete dayandırılmalıdır. Kuran ve
sünnette bir hükmün açıklaması yoksa içtihat edilerek
hüküm verilmeye çalışılır. Bu aşamada salim akıl
devreye girer. Müçtehitler akli yanılmanın en az olduğu
uzman kişilerdir. Bu alimler ilimde derinleşmişlerdir.
Fakihler hüküm verirken gerçeğe-doğruya en yakın
olmak için çaba harcar-gayret sarf ederler. Böylece ilahi
kanunlar-hükümler-prensipler belirlenerek, insanların
yönetimdeki yasama ihtiyaçları karşılanmış olur. İlahi
kanunlar uygulama alanına koyulduğunda insanlar daha
mutlu ve huzurlu olacaktır. Yoksulluk, adaletsizlik gibi
kavramlar kendiliğinden silinmeye-yok olmaya yüz tutar.
Bu aşama ile ilahi adalet yeryüzünde tecelli eder.
Beşeri sistemlerde ise; yasanın kaynağı-dayanağı insan
tecrübeleridir. Bu sistemlerde hakimiyet genelde maddi
olarak güçlü olan kişilerin elinde olduğu için yasalar bu
kesimin çıkarları-menfaatleri temel-eksen alınarak
yapılmaktadır. Manevi değerlerden soyutlanan tamamen
maddiyat üzerine kurulan bu sistemler adeta adaletsizlikzulüm-haksızlık-yoksuzluk-ahlaksızlık üreten bir yapıya
bürünerek bozulmaya ortam hazırlar.
Seyfullah PUTKIRAN kainatta var-geçerli olan kanunlar
hakkında şunları söylemektedir:
“Hallak-ı mutlak ve hakim-i mutlak olarak olarak,
yoktan var ettiği mahlukatını, Allahu Teala islam iki türlü
5
kanun ile idare etmekte, ahenk ve nizamlarını
sağlamaktadır. Biri: tekvini kanun ki kainat ve tabiat
dediğimiz varlıkların tümü , bu ilahi kanun ve nizama
tabidir. Büyük bir tenasüp, güzellik, teavün, huzur,
disiplin, ahenk ve intizam müşahade edilmekte, en küçük
bir, fesad, anarşi, karışıklık, zıtlık, inhidam ve
izmihlal… görülmemektedir. Diğeri teşrii kanun ki insan
hayatını idareye yönelik, ilahi emirler-yasaklar ve
prensipler manzumesidir. Buna : islam dini, şeriat
hükümleri ve ilahi kanunlar denir. İşte insan
toplumlarının da huzuru, sükunu, saadeti, tesanüdü,
tenasübü, tealisi, terakisi, kemali, nizamı ve ahengi
yalnız ve yalnız bu ilahi kanuna, semavi hükümlere,
islam nizamına ve şeriata tabi olması ve itaat etmesi ile
mümkündür. Aksi takdirde; anarşi, kargaşa, vahşet,
cinayet, felaket insan oğlunu kasıp-kavurur ve insani
değerlerin tümü toz gibi eritip havaya savurur. Bugün
müşahade ettiğimiz ve içerisinde ( maalesef) yaşamakta
olduğumuz, gayri islami, beşeri ve tağuti düzenlerin ve
bunlara tabi olan toplumların duçar oldukları felaketler,
musibetler bunun bariz örnekleri olmaktadır. Koca
kainat aleminin gösterdiği, nizam, intizam ve ahenk
karşısında : şu basit, aciz ve sinek gibi cılız insan
toplumunun ika ettiği fecaat, vahşet ve tağavet, sadece
teşrii (ilahi) kanunlardan ve hükümlerden uzak
olmasından ve habis beşeri düzenlere adapte olarak
erimesinden kaynaklanmaktadır.”
6
Yeryüzündeki
tüm
olumsuzlukların-bozulmalarınyıkımların nedeni insan oğludur. Dünyadaki kaynaklar
hiç kuşkusuz tüm insanlık için yeterlidir.Ama insanların
bir kısmı aç-susuz-perişan iken diğer kısmı bolluk-refahlüks içinde firavunca yaşamaktadır.Bunun nedeni nefisheva ve hevestir. İlahi yasaların uygulanması bu tür
olumsuzlukların önünde engel olduğundan dünyayı
yöneten küçük azınlık beşeri sistemler oluşturarak
çarklarının devam etmesini istemektedir. Kulluk görevi
tam olarak yapılsaydı bu tür insi şeytanlar, insanlara bunu
dayatamaz-kandıramazdı.
İnsanlar
islamda
bu
güzelliklerin olduğunu bilip, Allah‟a gereği gibi-tam
itaat etse bu sistemlere mahkum olmazdı. İslam hem bu
dünyanın hem de ahiret hayatının mutluluğunu sağlamak
için vardır-çalışmaktadır. Tüm olumsuzluklar, yüzümüzü
Allah‟a dönmememiz başı boş divane gibi farklı
mecralara dönmemizdir-yönelmemizdendir.
Bu konuda Seyfullah PUTKIRAN şöyle demektedir:
“Yüce rabbimiz, hakimiyet (kayıtzız-şartsız) mutlak
surette sadece Allaha aittir.(enam:6, Yusuf:40,67) derken
ve bunun tahakkukunu da samimi gerçek müminlerden
beklerken, insan hayatına (ferdi, ailevi, içtimai ve benzeri
sahada) Allahın kanunlarının dışında kalan ve zıddı olan
hükümlerin hakim olması ve yön verici durumda
bulunması, beşeri ideolajilerin insanlık insanlık hayatını
zehirlemesi ve kasıp-kavurması Allah‟a kul olmanın
şuurunda olan hizbullahi Müslümanlar için hüzün verici
7
ve utanç vesilesi olmaktadır. Şu fani dünyada sadece
Allah‟a kul olmak maksadıyla gönderilmiş bulunan
insanın asli görevini ve yaradılış gayesini ihmal etmesi
ne kadar acı verici ve ne kadar hazindir. Her şeyin
fenaya ve zevale maruz kaldığı bir dünyada, insanın bu
zeval ve firak seline kendini kaptırması, ebedi hayatı elde
etmek için çaba sarfetmemesi divanelikten başka ne
olabilir ? bütün mahlukatın, hatta cansız varlıkların ve
hayvanatın bile, yaradılış gayesine uygun hareket
etmeleri karşısında; eşrefi mahlukat mesabesinde
bulunan insanın, bu çizgiden çıkması, Allaha kulluk
görevini ihmal etmesi, hele beşeri ve tağuti rejimlerin
tasallutu altında yaşamaya razı olması, mutlak bir sukut
ve elim bir vahşetten başka ne ile izah edilebilir?...
Allaha savaş açmış tağuti rejimlerin himayesi-vesatei
altında zilletle yaşamaktansa, allaha gerçek kulluğun
ispatı sadedinde bu habis güçlere her türlü savaşlar
vererek „izetle‟ ve şerefle ölmek ve böylece „saadeti
ebediyeye‟ rıza-i bari‟ye ve huzurullaha kavuşmak
daha evla değil midir?”
Allahı tüm kainatın Rabbi olarak kabul edip, dünyaya
müdahale etmesini kabul etmemek-karşı gelmek büyük
bir akıl tutulmasıdır. Allah‟ın kanunlarını-emirlerini
kabul etmemek şeytani geleneğin ürünüdür. Bu ilahi
dergahtan kovulmaya neden olur. Sevmek tabi olmayı
beraberinde getirmiyorsa, bu sevgi kendini aldatmaktan
başka ne ile izah edilebilir ki? Allah‟tan başka kim daha
8
iyi-isabetli hüküm verebilir ki? Ama nefs-i emmarenin
esareti altında azgınlaşan insan, kulluk vazifesinden
sıyrılarak-nefsi‟nin telkinlerine kendini bırakarak büyük
bir küstahlıkla kendini hüküm sahibi bilmektedir. (Haşa!)
Allah‟a kafa tutan bu tür bir anlayışın-hareketin sonucu
yeryüzü şeytanın tasallutu altına girmiştir. Böylece
dünyada mustazaflar denilen büyük bir yığın inim inim
inlerken, müstekbirler denilen küçük- elit bir kısım
insansa tüm kaynakları büyük bir israfla tarumar
etmektedir. Şeytanın tasallutu altına girilen bir dünyanın
bu tür bir durum ile karşı karşıya gelmesi gayet doğaltabii ve normaldir.
Bu konuda Seyfullah PUTKIRAN şöyle diyor:
“Halbuki yeğane hüküm koyucu Allahu Teala‟dır.
(en‟am57,62; Yusuf 40,67). İnsanın uyacağı, itaat
edeceği ve hayatı için yegane düstur ve prensip edineceği
görüşlerin, emir ve yasakların (hükümlerin) en iyisi ve
yegane hak olana, elbette Allah-u Teala‟nın ilahi
hükümleridir. İnsan, bu ilahi hükümlere göre bir görüşe,
itikada, bakış açısına ve hayat tarzına sahip olmakla ve
islam‟ı hayatının her safhasına hakim kılmakla ve ona
uymakla mükellefdir. Gerçek insanlık, bununla tahakkuk
eder ve gerçek anlamını kazanır. Hürriyet ise, ancak o
zaman söz konusu olabilir! Şu halde; hayatını ve
yaşayışını, Allaha ve onun hükümlerine göre değil de;
insanlara ve insanların kendi uydurdukları kanunlara,
fikirlere-görüşlere, ahlakı (!) anlayışlara ve modalara
9
göre ayarlayan, onlara kendini bağlı ve bağımlı kabul
eden bir insanın „hür‟ olması ve „hürriyetin‟ içerisinde
bulunması elbette iddia edilemez!...
Gerçek adaleti, hüüriyeti ve insaniyeti temsil eden
ilahi hükümler, insan hayatının mutlak kurtuluşunu ve
ebedi saadetini tazammun etmektedir. Fakat; aşağılık
kompleksi ve „kölelik‟ psikolojisi içerisinde bulunanlar,
elbette bu kudsi ve lahuti gerçeği anlayamazlar!...”
Bir ülke halkı İslami devlet kurmayı istemeli ve talep
etmelidir. Ya da zorla İslami devlet kurulamaz. Halkın
ezici çoğunluğu böyle bir talepte bulunmadığında
dayatma ile kurulan bir devletin bağlayıcılığı olmaz.
Dinde zorlama yoktur. Yapılması gereken tebliğ
faaliyetleriyle
insanlar
ikna
edilmelidir.
Tüm
peygamberlerin gayreti-faaliyetleri-tebliği bu amaca
yönelikti. Bu arz-talep ilişkisidir. Proje halka arz edilir
halk ya kabul eder yada etmez. Baskı ve zorlama söz
konusu değildir. Ama kabul edilsin veya edilmesin ikna
çalışmalarından hiçbir zaman vazgeçilmemelidir.
Gönlümüzde-kalbimizde her zaman İslami bir devlet
kurmak olmalıdır. Velev ki bu bir asır sonra da olsa bu
amaca-isteğe ulaşmada bir tuğla olmalıyız. Gelecekte bir
gün kurulacak olan İslami bir devlette bizimde tuzumuz
olmalıdır. Bu konuda Seyyid Hasan Nasrallah‟ın
duyguları şöyledir:
10
“Seyyid Hasan Nasrallah, mantıklı olmak ve kendine
karşı dürüst olmak adına, Hizbullah‟ın ideolojik olarak
teoride bir İslâm cumhuriyeti kurma düşüncesinde
olduğunu gizlemiyor. Hizbullahîlerin, yalnızca İslâmî
hükümetin toplumun sorunlarını –bu toplum Lübnan gibi
azınlıklardan oluşan çok sesli bir cemiyet olsa daçözebileceğine inandıklarını ekledikten sonra, İslâm
cumhuriyetinin zorla benimsetilmesinin Hizbullah‟ın
düşüncesinde yer almadığını, yöneticiyi seçecek olanın
halk olduğunu, bunun da yüzde elli bir çoğunluk ile değil
de “ezici çoğunlukla”, mesela yüzde doksan oyla
belirlenmesi gerektiğini, dolayısıyla İslâm cumhuriyeti
kurulması düşüncesinin şu anda gündemlerinde
olmadığını vurguluyor. “(Direniş‟in Dli Bilinmeyen
Yönleriyle S.Hasan Nasrallah kitabı s.37)
Gerçeklik ilkesi hiçbir zaman göz ardı edilmemeliunutulmamalıdır. Hayal dünyasında yaşamanın da hiçbir
faydası yoktur. Var olan durum iyi analiz edilerek ileriye
dönük planlamalar yapılarak faaliyetler ona göre
yapılmalıdır. Çaba bizden gayret Allah‟tandır.
Peygamberimiz Mekke döneminde tebliğ dışında bir
faaliyeti yoktu. Kureyş despotları işi zora koşmasalardı
kendilerine yönelik herhangi bir fiili müdahale de
olmayacaktı. Çünkü İslam savaş değil barış dinidir. Ama
muhatap özgürlüklerin önüne ket vurur, baskı-engellemesaldırı seçeneğini masaya koyduğunda zorunlu olarak
Müslümanlar savunmaya-silaha sarılmışlardır.
11
Düşman, hür ve özgür bir ortam oluştuğunda kendilerinin
basit-kokuşmuş ideolojilerinin yok olmaya mahkum
olacağını iyi biliyor. Böyle bir baskı-istibdat olmasaydı
hicret olayı ve savaşlar yaşanmaz-olmazdı. Hizbullah‟ta
Lübnan‟da
hiçbir
zaman
şiddete
başvurmadıbaşvurmayacak. Seyyid Hasan Nasrallah ülke içinde
tebliğ faaliyetinin dışında başka bir seçenek olmasını
istemiyor. Halklar fıtraten islama meyillidir-eğimlidir.
Sorun dinimizi en güzel şekilde sunulmasındadır. Bu
konuda Hizbullah epey mesafe kat etmiş ve halkların
kalbini kazanmıştır. Bu hareketin başarıları islamın
haznesine yazılacak ve bir gün islamın hakimiyeti
sağlanacaktır.
Peygamber efendimiz Mekke döneminde var olan siyasi
konjoktürden bağımsız bir siyaset izlemiştir. Sisteminrejimin içinde değil karşısında yani alternatif olarak
durmuş- tavır koymuş-hareket etmiştir. Mekke
müşriklerinin çok cazip tekliflerine rağmen asla tavizli
ve şartlı bir iktidarı kabul etmemiştir.
12
“Birgün, Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe bin
Rebîa, bir grup müşrike, „Ey Kureyşliler! Muhammed'in
yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde
bulunsam, nasıl olur? Umulur ki, o bu tekliflerden
bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz.
Böylece kendisi de belki bize karşı yaptıklarından
vazgeçer" diye teklif etti. Topluluk tarafından teklif kabul
edildi.
Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i
Haramda bulunan Nebiyy-i Zîşan Efendimizin yanına
vardı ve sözüne şöyle başladı:„Ey kardeşimin oğlu!
Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü
bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen
kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların
birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını
ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve
atalarını kâfir saydın.‟Şayet beni dinleyecek olursan,
sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp
taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!"
Resûl-i Ekrem Efendimiz, „Söyle ey Velid'in babası! Seni
dinliyorum" deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya
başladı:
„Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde
etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım,
hepimizin en zengini olasın. Eğer, bir şeref peşinde isen,
seni kendimize reis yapalım. Yok eğer bu sana gelen,
görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm,
cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise,
13
doktor getirtelim, seni tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya
kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri
durmayalım."( . İbni Hişâm, Sîre, 1/313-314; Taberî,
Tarih: 2/225)
Tavizli ve şartlı partisel hareketi meşru gören sözde
Müslümanların kulağı çınlasın. Sünnet çizgisinin dışında
kendilerine bir yol-çizgi belirleyerek hareket etmeyi
sünnet görenler, bidat yolun yani cehennemin yolcusu
olduklarını iyi bilsinler. Haşa kendilerince peygamber
efendimizden daha akıllı daha isabetli davranıyorlar.
Kendilerini 1400 yıl önceye ışınlasak peygamberimize
teklif edilen reislik-başkanlığı değil dar‟ul nedve
(parlemanto)‟deki bir kabile başkanlığına (parti başkanı)
bile balıklama atlarlardı.
Siyasi bir hareket nebevi çizgiden bir an bile sapmamaya
dikkat etmelidir.Siyasi hareket uçurumun kenarında
yolculuk gibidir.Bir anlık gaflet onarılamaz sıkıntılara
neden olur.Müslüman bir kimsenin Allah‟ın kanunları
dışında hiçbir kanuna evet deme şansı yoktur.Vardır
diyen yada ima etmeye çalışan imansızlık ediyor ,bu
hakikat güneş gibi açık-net ve kesindir.
Velev ki partisel bir hareket kuruldu ve belirli bir oy
alındı. Parlementoda belirli sayıda koltuk kazanıldı. İş
yasa yapmaya gelindiğinde ilahi yasalar çıkarıldı. Bu
aşama dünya egemenleri tarafından asla kabul
edilmeyecektir.
Çünkü
ilahi
yasaların
kabulü
14
sömürücülerin aleyhinedir. Cazayir de Müslümanlar
bunu denediler. Cezayir'de 26 Aralık 1991'de
gerçekleştirilen genel seçimlerin birinci turunda oyların
resmi kaynaklara göre % 55'ini, İslami Selamet Cephesi
(FIS) kaynaklarına göre ise % 80'ini İslami Selâmet
Cephesi almıştı. Ancak bütün kaynaklara göre söz
konusu cephe, seçimlerde ezici bir çoğunluğun desteğini
kazanmış ve iktidarı garantilemişti. Ne var ki, İslâmi
Selamet Cephesi'nin bu başarısından endişelenen Batı'nın
da tahrikleri ile Cezayir ordusu, 16 Ocak 1992 tarihinde
yani seçimlerin ikinci turunun yapılacağı tarihe beş gün
kala gerçekleştirdiği darbe ile yönetime el koyarak
seçimlerin ikinci turunu iptal etti ve genel başkan Prof.
Abbasi Medeni başta olmak üzere FIS ileri gelenlerinin
çoğunu tutuklattı. Cunta yönetimi daha önce mahalli
seçimleri kazanarak işbaşına gelen İslami Kurtuluş
Cephesi'ne mensup belediye başkanlarını ve belediye
meclisi üyelerini de görevden aldıktan sonra pek çoğunu
tutuklattı. İlk tutuklama kampanyasında tutuklanan FIS
mensuplarının sayısı altı bini aştı. Bunların pek çoğu 45
derece sıcaklık altındaki toplama kamplarına gönderildi.
Sonraki dönemlerde ortaya çıkan bazı olaylar ve birtakım
provokasyonlar vesilesiyle de çok sayıda FIS mensubu
tutuklandı. Cunta Mart ayında da, FIS'ı tamamen
kapattığını açıkladı.
Filistin de HAMAS seçimleri yine ezici bir çoğunluğun
oylarıyla kazandı.Sonuçta batı bu sonucu tanımadı.Bu
gibi hareketler iktidar olduğunda halkın isteği olan İslam,
yasanın kaynağı olacaktı.Bu ise müstekbirlerin -insi
şeytanların kabul edeceği bir durum değildir.Müstekbir
devletler benim putlarıma el sürmedikçe reis-başkan
15
olamazsın
demektedir.Yani
şartlı-tavizli-çizgisiz
olunmadığı sürece seçime katılma-parlementoya girme
ve hükümet etme kabul edilmemektedir.
Darun nedve denilen parlementoda sadece beşeri yasalar
çıkarılıyordu. Müşrikler kendilerine muhalif olan
Müslümanları da sisteme entegre etmek için bazı
tekliflerde bulundular. Peygamberimize partisel hareket
kurup Mekke site devletinin yönetimini dönüşümlü
olarak yönetme teklifini yaptılar. Bu günkü sözde İslami
partilere böyle bir teklif yapılsa hiç kuşkusuz
düşünmeden evet derler. Bakalım bu sözde cazip teklife
peygamberimizin yanıtı nasıl olmuştur:
“Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından
reddedilmesine rağmen, müşrikler yeni yeni teklifler
bulup
ileri
sürüyorlardı.
„İleri
gelenleri,
birgün
Resûl-i
Ekreme,
„Sana, içimizde en zengin adam olacak şekilde mal
verelim. İstediğin kadınla evlendirelim. Yeter ki sen,
ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç' dediler. Sonra da şöyle
konuştular:
"Eğer, bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan sana
yeni bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için
hayırlı olan bir teklif?" Resûl-i Ekrem, „Nedir, o hayırlı
teklif?‟
diye
sordu.
Kureyş
ileri
gelenleri,
„Sen bizim tanrılarımız olan Lât ve Uzza'ya bir yıl tap,
biz de senin İlâhına bir yıl tapalım" dediler.( İbni Hişâm,
16
Sîre:
1/388;
Taberî,
Tarih:
2/225-226)
Bu hadisedenin hemen akabinde Kafirin suresinin inmesi
meselenin özünü açıkca izah etmektedir.. Allah‟tan başka
kimse Rab-terbiye edici olamaz ve O‟ndan başkasına
kulluk edilemez. Peygamberimiz ilahları (beşeri sistemin
hayat
kaynağını-özünü-temelini-kanunlarını)
eleştirmekten vazgeçmedi.
Medine döneminde ise peygamberimiz genel çerçevesini
kendisinin çizdiği bir sistemde bizzat aktif olarak siyaset
yapmıştır. Hudeybiye anlaşmasıyla da bu devlet resmi
bir statü kazanmıştır.
Peygamberimiz Mekke döneminde de Medine
döneminde de bir siyaset adamıydı. Yani her iki dönemde
de peygamberimizin siyasi bir duruşu vardı. Farklı olan,
Mekke döneminde şartlardan dolayı İslami bir devletyönetim kurulamamıştı ama Medine de bu imkan-ortam
vardı. Mekke‟de beşeri bir sistem vardı ve temeli zulüm
üzerine kurulmuştu. Böyle bir sitemden imtina-istiaze
edilmeliydi-karşı durulmalıydı ve bundan dolayı siyasi
tavır konuldu. Allame Fadlullah yine bu konuyla ilgili:
“Davet ve hareket metodunun değişik şekil ve biçimleri
vakıanın gerçekleştiği merhalenin değişik hallerine göre
biçimlenmektedir. Mekke ile Medine arasındaki metod
farklılığı, en çarpıcı bir örnek olarak önümüze
çıkmaktadır. Metod olayı tevkifi teşrii ve teabbüdi bir
17
olay değil, ancak vakıanın yaşandığı ortamlardan doğan
bir olaydır.”diyor.( El Hareketü‟l İslamiyye, s:86-87)
Allame Fadlullah özet olarak şöyle diyor:
“Şartların, ortamların doğurduğu ihtiyaca binaen
Rasulullah‟ın (s.a.v) metodu şekilleniyordu. Çünkü
metod, vakiaya göre değişir. Gerek davet çizgisinde ve
gerekse siyasi çalışma hareketinde, metod donmuş
çizgiler değil, hayatın akışı gibi hareket halinde olup
değişebilmektedir. Tıpkı giyim, tabir ve ifadeler gibi…
Ama metodun genel hatları göz ardı edilmemelidir.
İnsan, vakıa ortamının doğurduğu ihtiyaca binaen
metodlardan herhangi birine göre hareket etme
hürriyetindedir.” (Meccelletü‟l Alem, 8 Eylül 1990,
sayı:343)
Diğer bir eserinde,
“Hareketin çalışma sisteminde metodların değişikliği,
davetteki
ifade
metodlarının
değişikliğine
benzetilmektedir. Muayyen bir metod üzerinde durulmaz.
Hayatın değişim sürecine tabi olmaktadır. Ama şeriat
hükümlerinin belirlediği sınır ve genel çizgiler
çerçevesinde hareket edilmelidir. (El Hareketü‟l
İslamiyye, s:81, Allame Fadlullah, Kum)
Allame Fadlullah, daha sonra şöyle diyor:
18
“İşte anlaşılıyor ki, gerek davet düzeyine olsun ve gerekse hareket düzeyinde olsun, İslami çalışma sisteminde
herhangi muayen bir metod belirlenmemiştir. Ancak
vakanın ihtiyacına göre seçilebilir.”( Age, s:89)
Peygamberden sonraki halifeler de devlet adamısiyasetçiydiler.
Bu
halifeler
devlet
yönettiler.
Sahabelerden hiçbir kimse de devlet adamlığına-siyasetçi
olmaya kötü bir göz ile bakmadılar. Üzerinde durulması
gereken ilahi hududlar-sınırlar içinde bir yol-yöntem
izlenip-izlenmediğidir. Yani siyasetin dinin hizmetinde
kullanılıp kullanılmadığıdır.
Siyasetten nefret psikolojisinin temelinde dinin siyasete
alet edilmesi yatmaktadır. Böylece halkın dini duygularıhassasiyetleri suistimal edilerek basit siyasi çıkarlarkazanımlar sağlandı. Bu kullanılmışlık hali insanları
siyasetten uzak kalmasına-soğumasına-güvenlerinin
azalmasına neden oldu. Böylece siyaset yalan-hile ile
eşdeğer görüldü. Siyaset-i zalime denilen kavramın içiaslı budur. Kendi çıkarlarını halkın çıkarları üstünde
görme ve hiçbir ilahi sınır-hudud tanımama, hedefe19
amaca-çıkara ulaşmak için her vasıta meşru görülmesi
gibi bir yöntemin izlenmesidir. Yani siyasetin
şeytanileşmesidir. İslam alimleri bu tür bir siyasetten
imtina etmişlerdir-Allah‟a sığınmışlardır. Ama bir alimin
İslam siyasetinden uzak kalması büyük bir gaflettirihanettir. Batı emperyalist devletler siyasetin kendi
adamlarının tekelinde olması için bilinçli olarak siyaseti
yalancılık ile eşdeğer gösterme-tanımlama gayreti içinde
olmuşlardır. Bu konuda İmam Humeyni şöyle
demektedir:
"... O adam(genaral Pakravan), ben hapishanede iken
önüme dikildi. Ve benimle birlikte.../...
Ağa-yı Kumî orada idik. Dedi ki: 'Siyaset; yalancılıkkötülük, vs. vs., kısaca hinoğlu hinlikten ibarettir; bunu,
bize bırakın!' Doğru söylüyordu. Siyaset bunlardan ise,
onlara mahsus olur. Siyaseti olan İslam, siyasete sahip
olan müslümanlar, kulları siyasetle yöneten Hidayet
İmamları, siyasetten, onun söylediğinden başka bir
anlamı kasdeder...
O, bizi kandırmak-iğfal etmek istiyordu. Bu konuşmadan
sonra gitti ve gazetede şöyle bir bildiri yayımladı: 'Din
adamları ile, siyasete karışmamaları konusunda anlaşma
yapıldı!' dedi. Biz de, serbest bırakıldıktan sonra,
camide, minberden onun söylediği bu sözü yalanladık.
Dedik ki: '...Yalan söylenmektedir. Humeynî veya başkası
böyle bir söz söylerse, onu dinî merkezden çıkartırız!'
Bunlar, evvelden beri zihninize siyasetin yalancılık veya
benzeri kötü işler anlamında olduğunu işlemeye
uğraştılar ki, sizi ülke işlerinden soğutsunlar.../...
20
Becerikli üstadları, bu planları, bu düzenleri
hazırlamışlardır. İngiliz Emperyalistleri, üçyüz yıl
önceden 'Şark' ülkelerine nüfuz etmişlerdir ve her
yönüyle bu ülkeleri tanımakta ve haber almaktadırlar. Bu
planları hazırlayanlar da onlardır. Sonraları da
Amerikan Emperyalistleri ve başkaları İngilizlerin
yolunu tuttular, onlarla işbirliği yaptılar ve programın
yürütülmesinde ortak oldular.../... (İslam Fıkhında
Devlet: 173-174)
Şah‟ın rejimi beşeri bir sistemdi ve temeli zulüm üzerine
kurulmuştu. İmam Humeyni sistemin içinde değil
dışında, yanında değil karşısında yani nebevi bir metod
ile hareket ediyordu. İmam, partisel bir hareketin içine
girseydi böyle bir yöntem ile hareket etseydi rejim O‟na
bu kadar baskı yapmayacak-gözünde büyütmeyecekti.
Çünkü siyasi partiler anayasa‟nın çizdiği hududlarsınırlar içerisinde teşkilatlanırlar-hareket ederler. Bu
hududlar zorlandığında-aşıldığında partiler kapatılır ve
parti mensupları hakkında yasal işlem yapılır. Hiçbir
parti anayasal hududları çiğneyemez. Böylece partilerin
sisteme rahatsızlığı önlenmiş ve sistem kendini
sigortalamış olmaktadır. Beşeri sistemlerin içinde olan
hiçbir parti islamı hakim kılma gibi bir hedefe-amaca
ulaşamaz. Bunun aksini söyleyen sadece tabanını
kandırmak-uyutmak-aldatmak-kontrol etmek için hile
yapmaktadır. Eğer bir sistem kerih-nahoş görülüyorsa
yine o sisteme entegre olarak sisteme alternatif
üretilemez. Müslümanların beşeri sistemlere alternatif bir
tezinin-modelinin olması gerekmektedir. Kısacası sistem
içinde sistem olmaz-oluşturulamaz.
21
Beşeri sistemler partiler aracılığıyla kendilerine muhalif
olan herkesi sisteme entegre ederek pasif-etkisiz hale
getirerek ehilleştirirler. Partisel hareket sistemi kabultasdik-biad etme anlamına gelir. Zaten sistem anayasada
kendini sigortalamış-garanti altına almıştır. Anayasanın
kırmızı çizgileri-değiştirilemez maddeleri-eleştirilemez
yönleri var oldukça diğer maddelerdeki oynamalar-ayar
çekmelerin hiçbir etkisi yoktur. Yani iskeleti on şiddetine
dayanabilen bir yapıya üç-dört-beş-altı-yedi şiddetindeki
deprem ne yapabilir ki? Böyle bir yapının sahibi yedi
şiddetinde bir depremden „ki çok sarsıcıdır‟ hiçbir
tedirginlik duymaz-uykuları kaçmaz-rahatı bozulmaz.
Ama avam-halk bunu bilmiyor, dünyanın yerle bir
olduğunu-olacağını-çok
şeylerin
değişeceğini
zannediyor.
Sisteme-rejime-hakim düzene entegre olmayan önderlerhareketler ise mal-makam-kürsü-dünyevi şeyler ile satın
alınıp etkisiz hale getirmesi gerekiyor. Beşeri sistemler
bu yolla kilit noktadaki insanların-önder ve lider
konumda olanların satıl alınması için ayrı bir planprogramı vardır. Bu kesimin hepsi veya hemen hemen
hepsi satın alınmadığında tehlike devam eder. Çünkü
halkı uyandıracak bir alimin olması ve kral çıplaktır
demesi tüm planların bozulmasına neden olur. Şah alimmüctehit-devrimci denilen büyük bir kesimi, herkesin
zaafına göre bir şeyler vererek satın almıştı. Ama bir
devrimci-alim daha vardı ve O‟nun da tuzağa çekilmesi
gerekiyordu.Bu kişi Nevvab Safevi‟ydi.Tahran Cuma
imamı Seyyid Hasan İmami,Şah‟ın elçisi olarak Nevvab
Safevi‟ye gönderildi.Şah‟ın tekliflerini içeren mesajı
Nevvab‟a sundu:
22
“Memleketin siyasi işlerine karışmaması şartıyla,Nevvab
Safevi‟nin fazl ve kereminden dolayı Şah,Meşhed‟deki
İmam Rıza‟nın hareminin idaresini ve bütün gelirlerini
kendilerinin hizmetine vermektedir.Nevvab Safevi bu
gelirleri istediği gibi şer‟i hizmetlerde kullanma hakkına
sahiptir.Ayrıca her alanda Şah‟ın desteğine sahip
olacaktır.”
Teklife şiddetli tepki gösteren Nevvab Safevi cevabını
verdi:
“Amcaoğlu!Gayret sahibiysen,adamsan benim bu
mesajımı o Pehlevi köpeğine götür ve ona deki:”Sen
benem mal ve makamla satın alacağın insanlardan biri
olduğumu mu sanıyorsun?Ya seni öldürüp cehenneme
göndereceğim ya da senin beni öldüreceğine ahd
etmişim.Böylece beni cennete göndereceksin?Her iki
durumda da kazanan ben olacağım.Sağ oldukça hiçbir
şekilde senin isteklerine boyun eğmeyeceğim.Sessizce bir
kenara çekilip seni rahat bırakmam asla mümkün
olmayacak.”
Şah‟a bu teklifi verince, sisteme entegre olmayan bu
devrimci insan rejim tarafından kurşuna dizilerek şehit
edildi. Halbuki rejimi yargılamayıp-eleştirmeyip sadece
sussaydı balın safını yer ,ipeğin hasını giyerdi.Susmak
tasdik etmektir.Bu alim bunu iyi biliyordu.Allah‟ın
hududlarının çiğnenmemesi için kendi hududlarını
çiğnetti-feda etti.Ama yeryüzünde fitne ve fesat
çıkarıldığında sadece sussaydı kendisi en iyi şekilde
23
ağırlanırdı.Adi bir suçlu gibi bir ağaca bağlanıp kurşuna
dizilmezdi.Nevvab, hayatının baharında bir gençti, Hz.İsa
çarmıha
geremeyenler O‟na bunu yaptılar.Biz
Allah‟ın,tüm
peygamberlerin,gökteki
meleklerin
Nevvab‟a aferin aferin sana sesini kalbimizde işitiyor ve
hissediyoruz.Tıpkı dedesi Hz. Hüseyin gibi Allah‟ın
hududlarının çiğnenmesine kendisi hayatta olduğu sürece
sessiz kalmayacağını gösterdi.Hayatı pahasına bir İslam
dışı bir hükme bile tahammülü olmayacağını haykırdı.
Mümin bir insan sadece Allah‟a kulluk eder. Mümin
insanla Allah arasında başkası olamaz. Mümin bir insan
Allah‟ın hükmünden başka bir hükme hem bireysel
olarak hem de toplumsa-içtimai alanda razı olamaz. Eğer
sahibimiz Allah ise, kendimize O‟na göre ayar
çekmeliyiz, O‟nun kanunlarına uymalıyız. Başka bir
kimsenin kanunlarına boyun eğme o kişiye kulluktur. Bir
insan hem Allah‟a hem de başkasına kul olamaz. Bazen
Allah‟ın bazen başka kanunlara boyun eğme-itaat etme
Kuran‟ın bir kısmına iman bir kısmını red-kabul
etmemedir. Bu konu hakkında Seyyit Kutub şunları
söylüyor:
“İslam‟ın görevi ,insanları kula kulluktan yalnızca
Allah‟ın kulluğuna götürmektir.Böylece Allah‟ın
alemlerin Rabbi olduğunun genel tebliği,insanların
toplucu kurtuluşu gerçekleşmiş olur.Hem İslam
düşüncesinde, hem de bilimsel düşüncede ,ibadet
24
yalnızca Allah‟a yapılabilmesinin,sadece İslami bir
düzende
gerçekleşebileceği
su
götürmez
bir
gerçektir.Allah‟ın bütün kulları,hakimi-mahkumu, siyahıbeyazı,şereflisi-alçağı,fakiri-zengini için yasalar koyduğu
ve hepsinin eşit şekilde bunu uyduğu tek düzen bu
düzendir.Diğer düzenlerde ise insanlar kullara ibadet
etmektedir.Çünkü onlarda uluhiyetin özelliklerinden olan
yasama ile olan hususları kullardan almaktadırlar.Her
kim ki insanlara yasama hakkını kendinde görürse;fiilen
ilahlığını iddia etmiş olur.İster bunu söylemiş
olsun,isterse de söylemesin.Başka bir insanda,bu hakkın
o insanda bulunduğunu kabul ederse,bunun adını koysun
ya da koymasın,onun ilahlık hakkının bulunduğunu kabul
etmiş
olur.”(Yoldaki
İşaretler
s.95)
Seyyid Kutup bu düşüncesiyle var olan beşeri sisteme
entegre olamayacağını-olunamayacağını açıkça izah
etmiştir. Beşeri sistemleri kabul etmeyi-oy vermeyi kula
kulluk olarak tarif etmiş-nitelemiştir. Aslında fikri
düzeyde düşüncelerini belirten Seyyid rejim tarafından
tutuklanıp hapsedilmiştir. Halbuki fikir hürriyetinden
bahsedilir. En bozuk fikirleri gündeme getiren-yazançizen kesim hiçbir zaman bu tür-böyle bir muameleyle
karşılaşmamıştır. Eyleme başvurulmadıkça her fikri
teorik olarak gündeme getirmek suç değilken, Seyyid‟e
karşı temelsiz-kasıtlı-keyfi uygulamalar yapılmış ve
düşüncesinden dönülmediği görülünce idam edilmiştir.
Cumhur başkanı Cemal Abdunnasır Seyyit Kutup şehit
edilmeden önce kendisine şu teklifte bulunur :
25
"Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinde yanıldığını beyan
ederek Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır‟dan özür
dilediğin taktirde idam hükmünü bozacak ve seni serbest
bırakacaktır "
Seyyit Kutup bu teklif karşısında şu cevabı verir:
"Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe
çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır eğer batılın
zulmune kurban gidiyorsam batıldan merhamet dileyecek
kadar alçalamam"
Seyyit Kutub‟un bu sözleri onu ebedileştirdi ve tüm
islam aleminde örnek ve önder bir mücahit olarak
tanınmasına vesile oldu.Mahkeme heyeti onu idama
mahkum ettiğinde Kutub'un ağzından şu sözler
dökülmüştü:
“Eğer kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk'ın
hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum
olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip
olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet
dilemem.Allah 'a şükürler olsun ki on beş sene cihad
ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben yolunda
yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah'ın
birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun
hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.”
“Biz,fikir ve sözlerimiz uğruna ölsek de,o fikir ve sözler
ruhlu birer vucud olarak kalacak,yahut da onları
kanlarımızla
sulayıp
canlılar,ruhlular
arasında
yaşatacağız…”
26
“Kalem
sahibi
kimseler
birçok
büyük
işler.Ancak,fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini
feda etmeleri şartıyla…fikirlerinin,kan ve canları
karşılığında feda etmeleri şartıyla…‟Hak‟ bildikleri şeyin
‟Hak‟ olduğunu fütur etmeden söyleyip,gerekirse bu
uğurda başlarını vermeleri şartıyla…”
"Mü'minler arasında öyleleri var ki, Allah'a verdikleri
sözde dururlar. Kimileri sözünü yerine getirip o yolda
canını vermiştir; kimileri de şehitlik beklemektedir.
Onlar hiç sözlerini değiştirmediler."(Ahzab,23)
Seyyid Kutub gibi İslam kahramanları şu sözün
kendilerinde tecelli ettiği güzide insanlardandır:
“Mümin rüzgarda eğilen fidan gibi değil, fırtınada dik
duran asırlık çınar gibidir”.
Seyyid Kutub İslam siyasetini özümsemişti. Ne için göz
kırpmadan öleceğini iyi biliyordu. Çünkü bu fikirler
milyonların dirilişine neden olacaktır. O kendi kanıyla
karaya vurmuş, işlevsiz hale getirilmek istenen İslam
gemisini tekrar harekete geçirdi. Tağutların korkulu
rüyası yani islamın teorikte, askıda kalma fikri çürütüldü.
Ümmet siyasi analiz gücüne kavuşmuştur. İlahi ahkamın
tekrar dönüşünün kıpırtıları, belirtileri oluşmaya
başlamıştır. Bu İran İslam İnkılabının etkisiyle daha bir
tetiklenmiştir. Bu nur patlamasıyla tağutlar şoka
girmiştir.
27
Müslümanlar İslami bir düzen kurana kadar sistem
dışında siyasi bir çizgi takip etmelidir. İslam dışı
sistemlerdeki toplumlar cahiliye toplumlarıdır. İslam,
cahiliye düzenine muhalif bir dindir. Müslüman cahiliyye
ait her şeyi red eden kişidir. Müslüman Allah‟a-O‟nun
kanunlarına teslim olandır. Bir insanda nasıl iki kalp
bulunmuyorsa, iki zıt ideoloji birlikte-cem de olamaz.
Bundan dolayı peygamber efendimiz cahiliye
toplumundan imtina etti-beri oldu. Peygamberin
sahabeleri cahiliye toplumuna-bu ideolojiye karşı aktif
olarak
tavır
koydular.
Ama,
kendilerini
peygamberimizin varisi bilen günümüz sahtekar hocaları,
televizyon sahnelerinde baldırı çıplak-boyalı kadınlarla
göz-göze, yan-yana sözde manevi sohbetler yapıyor,
ağlıyor ve ağlatıyorlar. Nebevi metod bu olsa gerek!(?)
Sarhoşun namazı nasılsa bu da böyle bir islamdır.
Sağlıksız bir ortamda manevi bir haz alınmaz. Haram ile
helal bir arada olamaz. Bunların topluma sundukları
İslam değil, bilakis şeytanın sağdan yanaşmasıdır. Bunlar
hoca-alim-şeyh değil insi şeytanlardır ve nas suresi bu
şeytanlar için inmiştir. Bunların şerrinden Allah‟a
sığınmamız gerekiyor. Rabbimiz, malikimiz, ilahımız
sesimizi duysun ve bizi bu süfyan komitesinin şerrinden
korusun. Tüm bu musibetler, idam sehpalarına götürülen
alimlerimiz-rehberlerimize bağlı olmadığımızdan, onlara
28
yapılan haksızlıklara-zulümlere sessiz kaldığımızdandır.
Eğer bugün bu haldeysek bunun sebebi kendi ellerimizle
işlediğimiz günahlarımızdan dolayıdır. Ama ne yazık ki
bize sunulan İslam cahiliyye‟nin ta kendisir. Cahili
toplumlar sosyal ve siyasal hayattan islamın soyutlandığı
ya da sadece siyasal hayattan islamın izale edildiğidışlandığı toplumdur.Cahili toplum, helal ve haramın,
hak ile batılın, sevap ile günahın..vs. birlikte cem olduğueşdeğer
olduğu
tepkisiz-hissiz-duygusuz-duyarsızçizgisiz toplumdur.
Seyyit Kutub bu konu hakkında şunları söylüyor:
“Biz bugün,İslâm-öncesi cahiliyenin tıpkısı,hatta ondan
daha koyu bir cahiliye içerisinde bulunuyoruz.
Çevremizdeki her şey cahiliye damgası taşıyor.İnsanların
düşünceleri,
inançları,âdet
ve
gelenekleri,kültür
kaynakları,sanat ve edebiyatları,yasa ve hukukları..hatta
İslâm kültürü,İslâm kaynakları,İslâm felsefesi ve İslâm
düşüncesi olarak kabul ettiğimiz şeylerin çoğu bu cahilî
özellikler taşımaktadır…Evet bütün bunlar bu cahiliyenin
ürünüdür!”
“Sonra bu cahiliye toplumunun baskılarından, cahiliye
düşünce,gelenek
ve
öncülüğünden
kurtulmamız
gerekiyor…Özellikle de kendi içimizde bunlardan
kurtulmamız gerekiyor…Bizim görevimiz,bu cahiliye
toplumunun pratiği ile uzlaşmak ya da onun dostluğunu
kabul etmek değildir.O bu özellikte iken,cahiliye
niteliğini
korurken,onunla
uzlaşmamız
imkân
dışıdır.Bizim amacımız,daha sonra bu toplumu
değiştirebilmek için öncelikle kendi içimizde bir değişim
29
gerçekleştirmektir.Ondan sonra ilk görevimiz,bu
toplumun cahilî gerçekliğini değiştirmektir…Evet ilk
görevimiz,İslâmi yöntem ve bakış açısıyla temelden
çelişen,zorla ve baskıyla Allah‟ın istediği gibi
yaşamımıza engel olan bu cahiliye toplumunun pratiği
kökünden değiştirmektir.”(Yoldaki İşaretler,s.17-19)
“İslâm, yalnızca iki tür toplum tanır:İslâm toplumu ve
cahiliye
toplumu.İslâm
toplumu,
inanç,
ibadet,yasa,sosyal düzen,ahlak ve davranış bakımından
içinde İslâm‟ın egemen olduğu bir toplumdur.Cahiliye
toplumu ise içinde İslâm‟ın uygulanmadığı,İslâm
inancının, İslâm düşüncesinin, İslâmî
değer
yargılarının,İslâmî ölçülerin, İslâm düzeninin İslâm‟a
özgü hukuk sisteminin,İslâm ahlâk ve davranış biçiminin
hükmetmediği toplumdur.
İslâm toplumu, Allah‟ın şeriatının kanun olarak
benimsemediği halde kendilerine Müslüman sıfatını
yakıştırmış olan insanların oluşturduğu toplum
değildir.Bu toplum ister namaz kılsın,oruç tutsun ve
Beytü‟l-Haram‟ı ziyaret etsin.İslam toplumu birtakım
kimselerin
Allah‟ın
belirlediği
ve
Peygamberimizin(s.a.v.)‟in açıkladığı ilkeler sistemi
dışında keyiflerine göre uydurup „modern İslâmiyet‟ adı
altında ortaya koydukları şey de değildir!
“Cahiliye toplumu,hepsi ortak özellikleri sahip olmak
üzere çeşitli şekillerde
kendini gösterebilir.Bu
toplum,Allah‟ın varlığını tanımayan,tarihî diyalektik ve
meteryalist açıdan yorumlayan ve sosyal düzen olarak
‟bilimsel sosyalizm‟ adını verdiği bir modeli uygulayan
30
bir toplum olabildiği gibi ;bazen da yüce Allah‟ın
varlığını
inkâr
etmeyen,fakat
onu
yeryüzü
egemenliğinden azlederek yalnız göklerdeki egemenliğini
onaylayan,böylece hayat düzeninde Onun şeriatının
uygulamayan ve insan yaşamı için değişmez olduğunu
buyurduğu değerleri geçerli saymayan, havralarda,
kiliselerde ve camilerde ibadet etmeyi insanlara mübah
görürken sosyal yaşamda Allah‟ın şeriatının egemen
olmasını istemeyi yasaklayan bir toplum olarak da
karşımıza çıkabilir.Kuşkusuz bu toplum böylece Allah‟ın
yeryüzü üzerindeki egemenliğini ya inkâr etmekte ya da
askıya almaktadır.Oysa Yüce Allah,aşağıdaki âyet-i
kerime ile bu egemenliğin kesinliğini bildirmektedir:
“O gökte de,yeryüzünde de ilah olandır”(Zuhruf,84)
Bu yüzden söz konusu toplum,aşağıdaki âyetin belirlediği
„Allah‟ın dini‟ içinde değildir:
“Egemenlik yalnız Allah’a özgüdür.O sırf kendisine
kul olmanızı emretti.Dosdoğru din budur.”(Yusuf,40)
“Bu toplum, her ne kadar Allah‟ın varlığını tanısa da,her
ne kadar insanların havralarda,kiliselerde ve camilerde
ibadet etmelerini serbest bıraksa da,sözü edilen
nedenlerle cahiliye toplumudur.İslâm toplumu bu niteliği
tek uygar-ileri toplumdur.Cahilî toplumlar ise tüm
çeşitleriyle geri kalmış toplumlardır.Bu büyük gerçeğin
aydınlığa kavuşması gerekmektedir…”(A.e.,s.105-106)
“İslam, gerek düşünce açısından, gerek bu düşünceye
dayanan uygulama ve koşullar bakımından cahiliye ile
31
ortaklaşa çözümlere girişmeyi kabul etmez.Ya İslâm,ya
cahiliye.Ortada İslâm‟ın kabul edip hoşnutlukla
karşılayacağı,yarısı İslâm,diğer yarısı cahiliye olan iki
arada bir derede kalmış bir toplum düşünülemez.Hakkın
tek olup birden fazla olamayacağı,hakkın dışında kalan
her şeyin sapıklık olduğu hususunda İslâm‟ın bakış açısı
açıktır.Bunların birbirine karıştırılması, birbirine
kaynaştırılması mümkün değildir.Ya Allah‟ın hükmü,ya
cahiliyenin hükmü.Ya Allah‟ın yasası,ya nefislerin
yasası.Bu konudaki ayetler,hayli kabarıktır: ‟Ve onların
aralarında Allah‟ın indirdiğine dayanarak hüküm
ver.Onların keyfi arzularına uyma.Allah‟ın sana
indirdiklerinin bir kısmından seni alıkoymalarından
sakın.(Maide,49)
“Bunlar,üçüncüsü olmayan iki şıktırlar.Ya Allah‟ın ve
Rsûlü‟nün çağrısına uymak ya da nefsin arzularının
peşinden gitmek…)(A.e.,s.149-150)
“Yeryüzünde egemenliği Allah‟a ve ilahî yasalara
vermek,insanın ve beşerî yasaların egemenliğini ortadan
kaldırmak,otoriteyi gaspçıların elinden alarak sırf
Allah‟a vermek…evet bütün bunlar sadece tebliğ ve
vaazla
gerçekleşemez.Çünkü
kulların
enselerine
binenler,yeryüzündeki ilahî yetkinin gaspçıları,egemen
zorbalar, sırf tebliğ ve bildiri gibi şeylerle
egemenliklerinden
vazgeçmezler.Böyle
olmasaydı,Allah‟ın dinini yeryüzüne yerleştirmek için
uğraşan peygamberlerin işi ne kadar kolay olurdu.Oysa
peygamberler tarihi,nesiller boyu süren bu dinin tarihi
bunun tersini göstermektedir.
32
“Sırf Allah‟ın ilah olduğu ve O‟nun bütün evrenin Rabbi
olduğunu ilan ederek yeryüzünde insanı Allah‟tan başka
her türlü otoritenin egemenliğinden kurtarmanın evrensel
bildirisi teorik,felsefî ve edilgen olmamıştır.Tersine
o,eyleme
dönük,pratik
ve
faal
bir
bildiri
olmuştur.Allah‟ın şeriatını yeryüzünde gerçekleştirmek
ve insanları kullara kulluktan Allah‟a kulluğa yükseltmek
isteyen bir bildiridir bu.O yüzden „bildiri‟ yanında
„hareket‟in de var olması gerekmektedir…Bütün
boyutlarıyla „realite‟ile karşılaşabilmek için bu
şarttır.”(A.e.,s.60-61)
Ehlibeyt imamları ve O‟nların takipçileri-öğrencileri-bu
kaynaktan ilim alanlar İslam hükümlerinin tam-hepsinin
33
uygulanmadığı yönetimlere karşı her zaman muhalefette
kalmışlardır.Bu sistemlerde görev almamış ve kabul
etmemişlerdir.Bazen imamların yönlendirmesi ve planları
doğrultusunda strateji gereği şahıs bazlı-gizli olarak
görevler almışlardır.Bu da sadece mektebe
ve
mensuplarına gelecek olası tehlikeleri önlemek için
yapılmıştır.Bu planlardan bazen halifeler haberdar oluyor
ve bu göreve gelenler en vahşi şekilde şehit ediliyorlardı.
İmam, hükümeti gasıp bilip hükümet işlerine müdahalede
bulunmadığı halde kendisini siyasetin dışında da
tutmuyordu. İmam'ın (a.s) günün siyasetiyle irtibatı ve
ondan haberdar olmasının numunelerinden biri,
ashabından Ali Bin Yaktin'in kendisinin izniyle Harun
Reşid'in
sarayında
bulunmasıdır.
İmam Musa bin Cafer (a.s) siyasi mücadeleyi düzene
sokmak ve Ehl-i beyt güçlerini savunmak için
oluşturduğu program çerçevesinde güvenilir, çalışkan ve
bilinçli kişileri hükümetin içerisindeki kilit noktalara
yerleştirdi. Onların faal olanlarından biri Ali Bin Yaktin
idi. Ali bin Yaktin, defalarca İmam'a başvurup hükümette
yüklendiği sorumlulukları terk etmek için izin istemişti.
Ancak İmam (a.s), gerekli izni vermeyip şöyle buyurdu:
“Belki de Allah Teala senin vasıtanla muhaliflerin
dostlara yönelik fitne ateşini söndürür.” Diğer bir yerde
de şöyle buyurur: “Allah Teala'nın zalimler arasında
velileri var, bunlar vasıtasıyla salih kullarını
korumaktadır. Sen de Allah'ın evliyasındansın” İmam
34
Musa Kazım'ın (a.s) emriyle Ali Bin Yaktin'in yüklendiği
görevler:
- Saraydan İmam'a haber ulaştırmak: Merhum Meclisi bu
konuda şunları yazmaktadır: “Şehid Hüseyin Feq'in
kıyamı bastırıldığı zaman, öldürülenlerin kafaları bazı
esirlerle birlikte Abbasi halifesi Mehdi'nin oğlu Musa'ya
gönderildi. O, esirlerin öldürülmesini emretti. Ardından
Alevilerin isimlerini saymaya başladı, sıra İmam Musa
bin Cafer'e gelince şiddetli şekilde öfkelendi ve ağzından
şu kelimeler boşaldı: “Hüseyin onun emriyle kıyam etti.
Zira o, o ailenin vasisidir. Eğer onu yaşatırsam Allah
canımı alsın.” Bu esnada Ali bin Yaktin, durumu yazılı
halde bildirip, İmam'ı bu karardan haberdar etti. İmam
ehlibeytini ve bazı taraftarlarını huzuruna çağırtıp
konuyla ilgili meşverette bulundu. Onlar, bir müddet
gizlenmesini teklif edince İmam (a.s), Abbasi halifesi
Musa'nın
ölüm
haberinin
müjdesini
verdi.
- Taraftarlarına mali destek: Numune olarak zikredilecek
olursa, Merhum Keşi, Rical kitabında şöyle zikreder:
“Ali bin Yaktin, güvenilir iki kişiyi bol miktarda mal ve
bir mektupla birlikte İmam'a gönderdi. Görüşme
Medine'nin dışında “Batn er-Remeh” isimli yerde gizlice
gerçekleşecekti. İmam (a.s) kararlaştırılan mekâna gitti.
Gönderilen şeyleri teslim aldı.” Bu olay, Ali bin
Yaktin'in İmam'a (a) mali destekte bulunduğunu da
göstermektedir. Aynı zamanda İmam (a.s) ile Ali bin
35
Yaktin arasındaki derin siyasi ve teşkilati tedbiri de
göstermektedir. Bununla birlikte Ali bin Yaktin, Ehl-i
beyt taraftarlarına ekonomik yardımda bulunmak ve
onları desteklemek için bir kısmını her yıl kendi
tarafından hacca gönderirdi. Bu bahaneyle onlara büyük
miktarda para öderdi.
Ehlibeyt imamlarının hepsi öldürülerek veya zehirlenerek
şehit edildiler. Ehlibeyt mensupları zalimlere itaat
etmediği için hapsedildiler, sürgün edildiler, katledildiler.
Ama hiçbir zaman zulüm sistemlerine itaat etmedilerentegre olmadılar. Zalime itaat bu dinin bu mektebin
kitabında yoktur. Hz. Yahya (as) zalim krala İslam dışı
bir fetvasını onaylamadığı için en korkun-acı şekilde
boğazlanarak kıvrana kıvrana şehit edildi. İslam alimleri
sözde İslami sistem olduklarını iddia eden krallarınmeliklerin kadılık teklifini kabul etmediği için canlarını
feda ettiler. Peygamberlerin, ehlibeyt imamlarının ve
alimlerin hareket tarzı böyleydi. Değil İslam dışı
düzenler, İslami olduğunu iddia eden sistemlerde bile
kralın keyfi için bir İslam dışı bir hüküm verilmez. Kral
zalimse O‟nun kadısı olmak zalimliği-hukuksuzluğu
peşinen kabullenmek demektir.
Emevi ve Abbasi melikleri, Ehlibeyt imamlarına kadılıkmakam teklifinde bulunmaya cesaret bile edemiyordu.
Ne ehlibeyt imamları ne de onların takipçileri-öğrencileri
İmam Malik-Şafii-Ahmed b. Hanbel ve Ebu Hanife kadı
oldu. İslamın özünü özümsemiş bu fakihler bu tavırları
36
nedeniyle tek tek öldürüldü-şehit edildiler. Zalimlerin
kırbaçları üzerlerinden eksik olmadı. Ne olur bir hüküm
olsa taviz versek ve canlarımızı kurtarsak, demedilerdiyemediler. İslam dışı verilen bir hükmün cezasının
cehennem olduğunu biliyorlardı. Örneğin Ebu Hanife‟nin
ölümü-şehadeti şu nedenden dolayı olmuştur:
“Ebu Hanife'nin, halife Ebu Cafer el-Mansur'un kadılık
teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı
kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken
mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı öldüğü ihtilaflıdır.
Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler
sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir.
Ebu Hanife'nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek
öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır. Hatib elBağdadi: "Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür"
diyor. Bağdadi'den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu'lArab Muhammed ibnu Ahmed ibni Temim et-Temimi
(Ö. 333), Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, Ebu Hanife'nin
zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: "Bana bildirildiğine
göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine
yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt
hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü
getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı
sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi.
Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra
izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur nereye
gittiğini sorunca, Ebu Hanife: "Senin gönderdiğin yere"
37
cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o
süt yüzünden zehirlenerek öldü." (Benzer bir rivayet
Saymeri, sh. 93'de geçer) Bu değişik rivayetler yüzünden
Ebu Hanife'nin ölüm sebebi konusunda kesin bir hüküm
verilemiyor.
Bütün teklif ve tehditlere rağmen, İslam'ı yönetim
işlerinde geri plana iten bir yönetimin maşası olmaktan
kaçınan bu büyük imam, yaşarken cahiliye karşısında yer
aldığı gibi, vefatından sonra da bu görevini değişik bir
tavırla yerine getirmeyi ihmal etmez. Her gün gördüğü
işkencelerin hayatının sona ermesine yol açacağını
anlayınca, sultanın gasbetmediği ve sahiplik iddiasında
bulunmadığı bir yere defnedilmesini vasiyet eder.”
(Mezhepler Tarihi, sh. 236)
Allah‟ın hükmüyle amel etmeyenler fasık-zalim ve
kafirlerin ta kendileridir. İslam hiçbir zaman zalimlerin
oyuncağı olacak fakihler yetiştirmemiştir. Bu fakihler
islamın onur ve iftiharlarıdır.
Bazı alimler, İslam dışı yönetimlere oy vermeğin caiz
olduğuna
dair
fetvalar
vermekteler.
Allah‟ın
hükümlerinin uygulanmadığı-dışlandığı-kaale alınmadığı
beşeri sistemlere biat etme-oy verme büyük bir gafletdelalet ve saptırmadır. Ama bu oyun öyle bir sinsilikleşeytanlıkla yapılmaktadır ki müslümanlar tuzağa
38
düşmektedir. Kelim oyunu, kavramların içini boşaltmayer değiştirme büyük bir ustalıkla yapılıyor.Örnek olarak
ehven-i şer kavramı ele alınabilir.
Ehven-i şer ne demektir?
Mecelle‟nin 29. maddesinde (Ehven-i şerreyn ihtiyar
olunur) buyuruluyor. İki şerden en az zararlısı tercih
edilir. Yani iki zararlı şeyden birini tercih etmek
mecburiyeti hasıl olursa, daha az zararlı olanı tercih
edilir. (Müminin başına iki bela gelirse, hafifini
seçsin!) hadis-i şerifine benzeyen mecelle maddeleri de
şöyledir: (Şiddetli zarar, en az, en hafif zarar ile
önlenir.) [m. 27] (Birbirine zıt iki zarardan büyük
olanınkinden kurtulmak için az zararlı olanını tercih
etmek gerekir.) [m. 28]
İslami bir kavram olan ehven-i şer‟in kelime manası
yukarıdaki gibidir. Ama mecburiyet, zaruret olmadığı
zaman bu kaide geçerli değildir.
Bu kavramın-kaidenin yeri değiştirilerek saptırma-yön
değiştirme yapılmaktadır. Bu kaide ameli-icrai-fıkhi
konular hakkındadır yoksa ideolojik-itikadi-siyasi
konularla alakası yoktur.
İdeolojik olarak bir Yahudi ile müşriğin farkı yoktur ama
fıkhi boyutta bu iki arasında fark vardır.İdeolojik-siyasi
olarak Amerika ile Çin arasında bir fark yoktur.Ama
fıkhi boyutta mesela evlenme-yiyeceklerin yenilip
yenilmemesi noktasında ehl-i kitapla bir mişrik arasında
fıkıhta fark vardır.Ama ehven-i şer kaidesini biz itikadi39
ideolojik olarak değerlendirmeye tabi tutup KomünizmKapitalizm-Sosyalizm sistemlerinden-şerlerden hangisi
daha ehven deyip tercih edersek bunun adı düpe düz
irtidat olur.
Bu kavrama fıkıh literatüründen örnekler verirsek:
Mesela, mekruh vakitte ve abdest sıkıştırırken de namaz
kılmak mekruhtur. İkindi, abdest sıkışık vaziyette
mekruh vakit girmeden kılınacak olsa, sıkışık kılındığı
için namaz mekruh olur. Abdest alıp kılınacak olunca
mekruh vakit girecekse, bu ikisi arasında daha hafif
olan tercih edilir. Daha hafif olan ise, ikindinin mekruh
vakte kalmasıdır. Abdestin sıkışık olması, biraz daha
kerihtir. Onun için, namaz mekruh vakte de girse, sıkışık
kılmamak için abdest alıp rahat kılmalıdır. İki şerden
birini yapmak zorunda kalan da hafif olanı yapar. Yaralı
bir adamın, .secdeye gidince yarası akıyorsa ima ile
oturarak kılar. Çünkü secdeyi terketmek namazı abdestsiz
kılmaktan daha hafif bir zarardır. Bir adamın tavuğu
başkasının değerli bir incisini yutsa, incinin sahibi
tavuğun parasını verip onu kesebilir, diğeri vermemezlik
edemez. Hamile bir kadın öldüğünde, çocuğunun canlı
olduğu umuluyorsa kadının karnı yarılıp çocuk çıkarılır.
Etrafa yayılmasından endişe edilen bir yangını
söndürmek için gerekirse itfaiye birisinin evini yıkabilir.
Susuzluktan ölmek üzere olan birisi, şaraptan değil de
biradan ölmeyecek kadar içer. Bu konuda örnekleri
çoğaltabiliriz.
40
Bu kavramı ameli-icrai-fıkhi alandan alıp siyasiideolojik-itikadi alana koyarak beşeri sistemlere
katılmaya-oy vermeye-entegre olmaya kılıf biçilmek
isteniliyor. Böylece İslami hareket-taban parçalamakbirliğini bozmak ve etkisiz hale getirilmek isteniliyor. Bu
oyuna gelen büyük kesim sistemin çarkları içinde
ehilleştirilerek-yok edilerek etkisiz hale getirilir.Var olan
inançlı-tavizsiz azınlık kesim de böylece tabanını yok
etmiş-dışlanmış vaziyette kalacaktır.Halk tabanından
yoksun bir hareket hiçbir zaman somut başarıya
ulaşamaz. Müslüman halklar uzun yıllar bu yolla
etkisizleştirildi. Bu acı tecrübeler müslümanların
uyanması için yeter artar bile. Mesele bu kadar açık-net
iken hala saf alim-hoca olan kişilerin kafa karışıklığı
gerçektende içler acısı bir durumdur. Bu ihlaslı hocaların
tek sorunu bu alana hakim olamamalarıdır. Yani siyasi
bilinçten yoksun olmalarıdır. Ama kendilerinin bu
konuda
cahil
olduklarının
farkında
değiller.
Uyandırılmaları ve halkı uyandırtmaları gerekiyor. Yoksa
bu kesim hem kendilerini hem de Müslüman halkı
uçurumdan yuvarlayacaklar. Ne yazık ki beşeri-tağudi
rejimler-devletler bu kavram çarptırılması sayesinde
kendilerini meşrulaştırmışlardır. Allah‟ın kullarını insi
şeytanların ağına düşürerek şer‟e eğilimli bir hale
getirmektedir. Böylece süreç Allah‟a kulluktan, kula
kulluğa doğru bir hale-kıvama getirilmiş oluyor. Bir
ülkenin %90-95‟i Müslüman ise, Müslümanların şer‟lebeşeri sitem-ideolojilerle işi
olmaz-olmamalıdır.
Müslümanların ezici çoğunlukta olduğu bir ülkede kendi
ilahi sistemlerini kurmaları en büyük farzdır. Çünkü
buna güçleri-imkanları-takatları vardır. Sorumluluk
sahibi her Müslüman, Rabbine en iyi şekilde kulluk
41
yapabilmek için ilahi sistemi düşünmeli-çalışmalı-gayret
sarfetmelidir. Böylece ilahi sistemin gölgesi altında tüm
kötülüklerin kökünü kazıtmak-kurutmak mümkün hale
gelir. Allah nurunu tamamlayacağını vaat ediyor.Allah‟ın
nuru ilahi sistemlerle yeryüzünde tamamlanır-tecelli
olur.Yoksa beşeri sistemler ile bu nurun tecelli etmesinitamamlanmasını beklemek boş hayalden-avuntudan
başka bir şey değildir. İmam Humeyni'den (r.a) :
“İslami ülkede Allah‟ın kanunu egemen olmalıdır ve
Allah‟ın kanunundan başka hiçbir şeyin egemenliği
yoktur.”
Bazı müfessirlerin ayetleri tefsir etmede yanlışa
düşmeleri
de
suistimalkar
insanlara
malzeme
vermektedir. Örneğin Rum suresini inceleyelim:
“Elif, lam, Mim.Rumlar yenildiler, en yakın bir yerde,
onlar, bu yenilgilerinden sonra üstün gelecekler, küsür
yıda.”
“İş önünde sonunda Allah‟a aittir, o gün müminler
sevinecektir.”(Rum 1-4)
Bazı müfessirler durumu, şöyle yorumlarla birbirine
bağlamışlardır: Rumlar İranlılar‟ı yendiğinde, doğuluları
yendiklerinde müminler sevinirler, çünkü Rumlar
Hiristiyanlar, ehli kitaptırlar, İranlılarsa Zerdüşti. O halde
Rumların yenmesi daha iyidir. Yani dünya yönetiminde
ehli kitabın söz sahibi olması müminler için daha iyidir.
Yani ehli kitap müşriklere göre daha ehvendir, yani
ehven-i şerdir. Önce tefsir etmede hata yapılıyor. Sonra
42
bu olay ehven-i şer olarak tanımlanarak ikinci bir yanlış
daha yapılıyor. Üçüncü aşamada kıyas devreye girerek
bir çok olayda bu mesele mihenk taşı yapılarak yanlış
üstüne yanlışlar yapılıyor. Örneğin bu aşamaların hepsi
katledildikten, mesele aslından çok uzaklaştırıldıktan
sonra seçimlerde bu kalıp kullanılabiliyor. Şöyle
deniliyor: efendim sistem beşeri‟dir, bu beşeri sistemdeki
şu iki parti de hiç kuşkusuz şerdir, ve bu partilerden en
ehveni şu partidir. Böylece muvahhid müslümanlar
rejime entegre ediliyor. Bu tuzağa havasta-avamda
düşüyor.
Şimdi de rum suresini gerçek-asıl-doğru tefsirine
bakalım. Bir de bu bakış açısını test edelim. Mekke
döneminde sistemle her türlü ilişkisini-bağını kesen bir
grup muvahhid müslüman vardır. Bu azınlık grup her
türlü akıl almaz işkenceler çekmektedir. Darun nedve
mensupları her yol ve yöntem deneyerek bu azınlığı
kendilerine bağlayamadı-entegre edemedi. Bu azınlığın
isteği
Mekke
semalarında
tevhid
bayrağını
dalgalandırma, putları yıkmak-kırmak (ideolojilerini
silmek)‟tı. Yani İslami bir devlet ve yönetim kurmaktı.
İşkenceler altında inim inim inleyen bu muvahhid
Müslümanlara ise peygamberimiz dünya yönetimindenhakimiyetinden bahsediyor-müjdeliyordu. Annesi,babası
en korkunç işkenceler sonucu şehid olmuş ve şuurunu
bir an kaybetmiş Ammar‟a peygamberimiz dünya
hakimiyetinden bahsediyordu. Nefes almaktan bile aciz
hale olan Bilal‟e bu müjdeler veriliyordu. Yani Allah‟ın
resulü bu muvahhid gruba eğer bu beşeri-tağudi sistemi
kabul etmeyip bir gün kendi sistemimizi kurarsak, ki
kuracağız, dünyanın süper gücü Müslümanlar olacak ve
43
kapılar bir bir yüzümüze açılacak. Peygamberimizin 3040 kişilik kadın ve erkek, güçsüz ve zayıf insanlara
vaadi-müjdesi buydu. Bir de o zamanın fotoğrafını
çekelim. Dünya‟ya iki kutba bölünmüş:İran ve Rum
imparatorluğu. İranlılar
savaş alanına-bir cepheye
700.000 kişilik silahlı ordu gönderebiliyor. Rumlar da
buna bilmukabele mücadele edebilecek güçtedir. Savaşta
kullanılacak at, silah, zırhlı araçla, mancınıklar, kaleleri
döven topların haddi hesabı yok. Tüm arap savaşçıların
sayısı, imkanları bu gücün yanında komik kalmaktadır.
Ama peygamberimiz bu 30-40 kişilik bir avuç muvahhid
müslümana dünyanın süper gücü olmayı vaat ediyor.
Peki bu nasıl olacak? İşte işin mihengi noktasını rum
suresi açıklıyor-müjdeliyor-vaad ediyor. Dünyanın iki
süper gücünü devirmeniz imkan dışıdır. Bu açık olan bir
gerçekliktir. Ama bu iki dev bir biriyle savaşırsa şartlarkoşullar değişir. Aslında savaşın kazananı olmazolmamıştır. Savaşta kazanmak çok çok sınırların nispeten
değişmesinden ibarettir. Bu savaşlar sonucu nesiller yok
olmuş ve büyük güç kayıpları olmuştur. Bu iki süper güç
büyük bir deprem yaşamış, coğrafyaları yerle bir
olmuştur. Bu iki süper güç birbirlerini öylesine eziyor ve
kırıyor ki, zihni fesat, aşırılık uyuşma ve tahriflerin,
yeislerin ve güçsüzlüklerin etkisi, düzenlerinin, sosyal ve
sınıfsal bağlarının, idari kurumlarının ve askeri
morellerinin, içeriden kokuşmasına sebep oluyor. En iyi
kuvvetlerini, yıpratıcı savaş alanlarında yok ediyorlar ve
ileride bir güç konumuna gelen bu muvahhid
Müslümanları iki fiskeleriyle ortadan kalkmayakaybolmalarına hazır hale-kıvama-duruma gelmiş
oluyor.Bu iki devin savaşları-güreşleri bir çocuk gibi
zayıf ve çelimsiz olan müslümanlara yaradı.Yorgun ve
44
bitkin düşmüş bu imparatorluklar 3000 asker ve ellerinde
basit bir kılıç olan yalın ayaklı imanları bir dağ kadar
yüce ve sağlam Müslümanlar eliyle tarihin çöplüğüne
yuvarlandı.
“O gün müminler sevinecekler” ayeti böylece yerine
oturmuş
olmaktadır.
Müminler
iki
zalimdensömürücüden kurtulduklarında sevinirler.
Müminlerin kendilerine has-özel-orijinal bir tezleriideolojileri vardır. Müminlerin model olacak bir yönetim
şekilleri kur‟an ve sünnette açık bir şekilde çizilmişanlatılmıştır. Biz hiçbir zaman Rum veya İran
imparatorluklarının ideolojileri ile kendimizi avutamayızsevinemeyiz. Müslümanların gözünde Rum‟lar da
sömürücü-kan içici İran‟lılar da.Her iki imparatorluk da
dünya halklarının kanını emen vampirlerdir.
Bu meseleyi güncelleştirelim. Bir taraftan Amerika( ehl-i
kitap-dinli-kapitalist) diğer tarafta Rusya( ateist-dinsizsosyalist).Bu iki devletten hangisi ehven-i şerdir? Bu iki
devlet dünyayı kendi aralarında paylaşmış baş belası iki
eşkiyadan ibarettir. Biz müminler Amerika‟dan mı yoksa
Rusya‟dan mı yana olalım? Hangi devletin kazanımı
bizim kazanımımız olarak hanemize yazılır? İran‟da
devrim olduğunda İmam Humeyni‟ye hangi seçeneği
tercih edeceği sorulmuş. Evet, bu dünyada varlığın
devamı ya Rusya ya da Amerika ekseninde-partnerinde
olmakla mümkün görülüyordu. Siyasi koşullar-şartlar bu
şekilde işliyordu. Ama İmam‟ın yaklaşımı böyle
değildi.İmam‟ın kitabında zalimden yana olmakpozisyon almak yoktu.İmam Salihlerin-mustazafların
45
dünya hakimiyeti tezini savunuyor ve Allah‟ın vaadinin
bu doğrultuda olduğunu savunuyordu.İmam ,dünya
emperyalist devletlere yaklaşımı şöyledir:
“Amerika İngiltere‟den kötüdür,
İngiltere Amerika‟dan kötüdür,
Rusya her ikisinden kötüdür,
Hepsi bir birinden kötüdür, hepsi bir birinden necistir.”
Rum suresi bu kısa-özlü ve anlamlı sözle gayet güzel-net
ve açık bir şekilde tefsir edilmiş oldu.Yani:
“Rumlar İran‟lılardan kötüdür,
İranlı‟lar Rum‟danlar kötüdür,
Mekke müşrikleri hepsinden kötüdür,
Hepsi bir birinden kötüdür, bir birinden necistir.”
Böylece ayetleri hata üstüne hata yapıp, daha sonra bu
hataları cem ve kıyas ederek siyasi fetva çıkarmak
isteyenlerin çarpıklığı ortaya çıkmış olmaktadır. Öyle
kolayca efendim bundan dolayı bu ve bunlardan dolayı
da şöyle bir partiye oy vemek caiz-yerinde ve uygundur
diyorlardı. Şimdi hadi bakalım, İmam‟ın- her salim akıl
sahibinin itiraz edemeyeceği tespitini- kalıbını kullanarak
siyasi fetva ver bakalım. Nemrut şaşırıp-afallayıp kaldı.
Demek ki İbrahim misali alimler bu oyunu bozar. Ve bu
oyun-tahrif kesinlikle yenilgiye mahkumdur.
46
İslam, kanunlar manzumesidir.
Dinimizin bize
öngördüğü bir yönetim şekli-devlet yapısı vardır. Bu bir
tez olarak Kur‟an‟ da sunulmuştur. Ahkam ayetleri
uygulandığı zaman anlam kazanır. Bu ayetlerin
uygulanabilirliği de ancak İslami yönetim ile
mümkündür. Ayrıca Allah (cc) Kur‟an‟da Müslümanların
kime itaat edeceğini açıkça belirtmiştir. Nisa 59. Ayette
ulu‟l emre itaat edilmesi emri vardır. Rabbimiz kendisine
itaatın somut adımının ulu‟l emre itaatte olacağını
vurguluyor.Yani; ulu‟l emre itaat Allah‟a ve Resulüne
itaattir. Bu itaat Kur‟an ve sünnet çizgisi takip edildiği
sürece mutlaktır.
Ulu‟l emrin kim olduğu iyi tespit edilmediğindebelirlenmediğinde büyük bir sorun meydana gelir. 1400
yıldır bu makam zalim yöneticiler tarafından gasp
47
edilmiştir. Bu ısırıcı sultanlar kendilerini ulu‟l emr
olarak Müslüman halka yutturmuşlar ve halkı
uyutmuşlar. Bu makamın sahibi kim olduğu doğru
belirlenmelidir.
İslami açıdan insanlar üç kısma ayrılır:
1-Günah işlemeyen, aklı-kalbi-vicdanı
insan
kirlenmemiş
Bu kategoriye girenler peygamberlerdir. İyilik ve
doğruluktan şaşmayan-sapmayan, menfaat ve çıkar
endeksli hareket etmeyenler Allah‟ın elçileridir.
Günümüzde peygamberler yaşasaydı hiç kuşkusuz ülke
yönetimini ellerine alırlardı. Bu makam da hiç kuşkusuz
O‟nlara aittir. Peygamberler bu makamın sahibidir. En iyi
yöneten-yönlendiren ve ahkamın uygulanmasın da en çok
duyarlı olanlar da peygamberlerdir. Nisa 59 da
peygambere
itaat
mutlak
olarak
emredilmiş.
Peygamberler artık gelmeyeceğine göre peygamberin
görevi askıda kalmayacaktır. Peygamberlerin yokluğunda
müslümanlar rehbersiz-imamsız-yöneticisiz mi kalmalı?
2-Nispeten günah işleyen, aklı-kalbi-vicdanı az kirlenmiş
insan
Bu sınıfa hiç kuşkusuz peygamberlerin vasisi-naibi
alimler-fakihler-müçtehitler girmektedir. Nisa 59‟da
bahsedilen ulu‟l emr bunlardır. Alimler günah işler
işlemez tevbe eder ve secdeye kapanıp Allah‟a
48
sığınırlar.Tabi alimlerin günah işlemesi avamın işlediği
günah gibi değildir. Alimler yaptıkları hatada-günahta
ısrarcı değildir.Ve bu alimler ilahi sorumluluklarını
yerine getirmekte oldukça duyarlıdır. Peygamberlerin
yokluğunda alimler imamlık-rehberlik yaparlar. Bu
alimlerin
görevi
ile
peygamberlerin
görevisorumlulukları aynıdır. Halkı doğru yola iletmek-irşad
etmek-sapmalarını önlemek bu görevin en büyüğüdür.
Allah‟a ve peygamberlere itaat edildiği gibi bu alimlere
de itaat edilmelidir. Peygambere itaat mutlak iken
alimlere itaat şartlıdır. Bu itaat Kur‟an ve sünnete bağlı
olmaları şartıyladır.
İmam Humeyni velayet-i fakih doktrini ile ulu‟l emr
kavramını asıl mecrasına koymuş-oturtmuştur. Demek ki
ulu‟l emirden kasıt alimlerdir. Çok sayıda alimin
bulunduğu bir ülkede yönetim işinde en ehil-becerikli
olan takvalı-adaletli alim gelmelidir. Zaten peygamberi
en güzel bu sıfatlara sahip olan alim temsil eder. Bu alim
yönetim işinde hata ettiğinde diğer alimler onu uyararak
hata-yanlış oranı en aza indirgenir.Eğer, bu tavsiyeleruyarılar kulak ardı edilir ve hatada ısrar edilirse adaletten
düşme söz konusu olduğu için bu alim makamından
azledilir.
3-Günah işleyen, aklı-kalbi-vicdanı kirlenmiş olanlar
Bu sıfatlara sahip olan insanlara itaati Allah(cc)
emretmez. Ve bunlar velev ki yönetici dahi olsalar
49
bunlara itaatten imtina edilmelidir. Hidayete muhtaç olan
insanların rehberlik yapması olacak iş değildir. Bu
siyasetçilerin öncelikleri arasında ilahi ahkamı
uygulamaktan ziyade menfaatleri-çıkarları gelmektedir.
Eğer bu ülke sömürge altında ise yöneticilerin en büyük
vazifesi efendilerine hizmet-kulluktur. Bu tür insanlara
rehber gözüyle bakılmamalı ve peşi sıra gidilmemelidir.
Tarihteki büyük felaketlerin baş rollerini hep bu insanlar
oynamıştır.Bu günahkarlar insanlığa hiçbir zaman mutlu
olacakları bir ortam sağlamamışlardır.
Müslüman ülke isimlerinin başında İslam ibaresi veya
siyasetçilerin İslamcı olmaları yeterli değildir. Bir ülke
dış -sulta güçlere
odaklı-endeksli
olup olmadığı
önemlidir. Yoksa bu ülkenin ismi-cismi-sıfatı ne olursa
olsun dışa bağımlı ve bu odakların hizmetindeyse
bağımsız değildir. Bu ülke Allah‟ın değil sömürgeci
güçlerin hizmetindedir. Bu ülke yöneticisi Allah‟ın değil
bağlı bulunduğu birimin kuludur.
Seyyid Nasrallah şöyle demektedir:
“Prensip olarak
Amerikalılar yöneticinin İslamcı,
Komünist,Marksist,Leninist,Maoist
veya
Milliyetçi
olmasını umursamıyorlar.Bu onlar için önemli olan bir iş
değildir. İstediğin ideolojiye veya düşünceye sahip
olabilirsin. Önemli olan, senin siyasi programın ne?
İsrail‟e yönelik konumun ne? ABD‟ye yönelik konumun
ne?”
50
Müslüman isminin önüne maalesef kasıtlı olarak siyâsî
sıfatlar koydular. Seküler Müslüman, laik Müslüman,
demokrat Müslüman, kapitalist Müslüman, sosyalist
Müslüman gibi birçok Müslüman sınıf oluşturdular. Bu
ideolojik ve kurumsal kavramları dikkatlice inceledikten
sonra, bu kavramların Müslümanlıkla bağdaşıp
bağdaşmadıkları ve Kur‟an‟ın öngördüğü adalete dayalı
yönetimi ile hangi açılardan ters-zıt olduğunu
belirleyelim.
Sekülerizim: Allah‟ı ve tüm ilâhî mesajlarını, ahireti,
ruhani konuları tamamen ret eden, yani etik olarak
tamamen
dinden
ayrıştırılmış
bir
anlayışla dünya hayatına odaklanan yönetim şeklidir.
Seküler toplum oluşturma en büyük hedef olarak bilinir.
Maneviyata-dine dair her tür değerin yok sayıldığı bir
anlayışın İslam ile bağdaşmadığı ortadadır. İslam bu tür
bir anlayışla mücadele için gelmiştir.
Laiklik: Devletin dini ve ideolojik çeşitliliğini, din ve
vicdan özgürlüğünü tanıdığı, fakat herhangi bir dini veya
mezhebi özel olarak kayırmadığı, din, vicdan
özgürlüğünü ve dini inançların gereklerinin yerine
getirilmesinde herkesi güvence altına aldığı, dinler
karşısında tarafsızlığı, dinî kişi ve kurumların devletin
işleyişine ve devlet kurumlarına müdahale etmemesi,
51
devletin de din işlerine karışmaması laikliktir. Bu
tarafsızlığın korunarak özgürlükçü-çoğulcu bir toplumun
yönetim anlayışıdır. Gerçi laikliğin uygulaması ülkeden
ülkeye değişiklik göstermektedir. Tarafsızlıktan söz
edilirken aksine dinsizliğe taraf eğilimdedir. Örneğin
başörtüsüne müdahale din ve vicdan özgürlüğünün neresi
ile açıklanabilir.
İslam, laikliği kesinlikle red eder. İslam kötülüklerin
kökünü kazımak için gelmiştir. Laik bir topluda isteyen
zina eder, faiz yer, tefecilik eder, içki içer, humar oynar
isteyen kapalı gezer isteyen de çırılçıplak gezer.
Bunlardan hiçbiri suç unsuru olarak görülmez. Her insan
istediğini yapmakta özgürdür ve sınırlama-müdahale söz
konusu değildir. Böyle bir yönetim ve toplum anlayışını
islamın kabul etmeyeceği açıktır.
Demokrasi: Gönüllü olarak bir arada bulunan ülke
halklarının tüm kesimlerinin, çoğulcu özgür iradeleri ile
katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine
doğrudan katıldığı, demokrasiyi tüm sivil kurum, kuruluş
kadroları ile var ettiği, çok kimlikli, değişik inançlı ve
çeşitli kültürlerin bir mozaik oluşturacak şekilde bir arada
yaşamasına imkân veren devlet yönetim şeklidir.
Demokrasi yönetimlerinde egemenlik halkındır ve halk
otoritelerin kaynağıdır. Halkın temsilcileri-milletvekilleri
yasa yapma hakkını halk adına-temsilen çıkarır. Bu
yönetimde çoğunluk hangi yönde ise o kesimin görüşü
kabul edilir ve artık itiraz hakkı olamaz. İslami açıdan ise
hakimiyet milletin değil Allah‟ındır. Allah‟ın isteğiiradesi her şeyin üzerindedir. Halkın %99‟u zinayı hoş
görse de zina İslami açıdan kabul edilemez. Müslüman
52
hiçbir zaman zina‟nın serbest olmasına razı olamaz-kabul
edemez-sessiz kalamaz.
Tolstoy; "Demokrasilerde seçim, eşeğin binicisinin
değişmesinden başka bir şey değildir." diyor. Demokrasi
burjuvasız olamamıştır. Yani zenginler-elit kesim
yönetimde her zaman söz sahibi olmuşlardır. Bir zengin
gider yerine diğeri gelir. Eğer devlet sömürge ise yöneten
dış odakların desteğini-onayını alanlar arasında dolaşır.
Seçim-oy-halkın isteği ise halkı kandırma-uyutma
yöntemi olarak işlev görür.
Yasamada demokrasi asla kabul edilemez. Bu İslam dışı
bir yöntemdir. Ama halkın temsilcileri-milletvekili
seçimi aşamasında halkın oylarının çoğu baz alınması
kabul edilebilir bir yöntemdir. Seçimde demokrasi bir
anlamda şura kavramına benzemektedir. Yine de yüzde
yüz bu kavramla aynı olduğu söylenilemez. Şurada her
zaman çoğunluğun görüşü kabul edilir gibi bir genel
geçerlilik yoktur. Bazen tüm görüşler alındıktan sonra
işin uzmanının görüşü belirleyici olmaktadır. Örneğin bir
köprü yapımında 98 kişinin görüşüne karşı 2 uzman
mühendisin görüşü daha isabetli olacağı her akıl
sahibinin tespitidir. Ama tüm katılımcıların aynı seviyede
olduğu bir seçimde çoğunluğun tercihinin kabul edilmesi
doğaldır-yerindedir-geçerlidir.
Burjuva: Köylü, işçi, fakir ya da soylu sınıfına dâhil
olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden,
işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli
kişilerdir. Bu kimselerin oluşturduğu sosyal sınıfa
burjuvazi denir. Yahudi Protokollerinde Siyonistler şöyle
diyorlar:
53
“Tarafımızdan, halk arasından kul ve köleliğe müsait
görüldükleri için idareciliğe seçilecek olanlar, memleket
idaresi için yetiştirilmiş kimseler olmayacaktır. Böylece
bunlar, çocukluk çağından itibaren bütün dünya işlerini
idare
etmek
üzere
yetiştirilmiş
bulunan
mütehassıslarımızın, en zeki ve bilgin müşavirlerimizin
elinde kolaylıkla oyunumuzun dama taşı durumuna
düşeceklerdir.”
“Onlar kendi parti organlarını takip ettiklerini tahayyül
edecekler, hakikat halde ise, bizim, kendileri için
diktiğimiz sancağın altında yer alacaklardır.”
“Biz halkları dört yılda bir seçimlere sokarız. Onların
kendi hükümetlerinin seçmesine müsaade ederiz, fakat
sonunda hangi parti kazanırsa kazansın hakikatte
kazanan bizler oluruz. ”
Aristokrasi: Bir azınlık idaresidir. Bir azınlık idaresi
olan monarşi yani saltanat ile eş anlamdadır ve
demokrasinin zıddıdır. İmtiyazlı ve genellikle soya bağlı
zengin soylular topluluğunun ekonomik ve siyâsi gücün
elinde bulunduğu sınıfın yönetim biçimidir.
1400 yıldır ümmet bu azınlıklar tarafından yönetildi. Bu
krallar-melikler kendilerini kanunların üstünde görürler.
Velev ki İslami bir devletin başında bile olsalar İslami
hüküm-kurallar bunlar için geçerli değildir. Bu kesim
kendilerinin menfaatlerine-saltanatlarına en ufak bir
ihtimal bile olsa zarar dokunacağını hissetiği anda ne
54
kardeşlerini ne de babalarını ne de oğullarını tanırlartanımışlar. Gerektiğinde kardeş katline fetva çıkararak
kundaktaki bebekleri öldürür, gerektiğinde babalarını
öldürür-hapseder-tahtan indirir, gerekir ise oğullarını
boğazlarlar. Protestoya-eleştiriye tahammülleri bile
yoktur. Protesto amaçlı bir yumurta paytonlarının
tekerine değdi diye suçlu-suçsuz o ortamda bulunan her
kesi en vahşi şekilde göz kırpmadan öldürmüşleröldürürler. Saltanatları için milyonların ölümüne göz
yumarlar. Duyarlılık ölçüleri-kırmızı çizgileri Allah‟ın
kanunları değil bilakis kendi istikballeri-tahtlarıdır. Allah
bu insi şeytanların şerrinden insanları korusun bunlara
fırsat vermesin. İslam dini, böyle elitlerle-zalimlerle
mücadelesi her zaman olmuştur-olacaktır.
Kapitalizim:Büyük
ölçüde
biriken sermaye artışı,
kar gayretine bağlı olarak gelişen teşebbüs zihniyeti,
teknolojik gelişmeler, kredi ve sermaye piyasasıdır.
Kapitalizmde servet birikimi, hudutsuz kazanç ve sömürü
hırsı, insanlık tarihinin her devrinde mevcut olmuştur.
Avrupa‟daki büyük coğrafi keşiflerin yapılmasını
müteakip Ticaret Kapitalizmi başlamıştır. Büyük kâr hırsı
gözünü bürümüş devlet istilacılığı gelişerek sömürgecilik
devri başlatılarak bir kuruluş hâline getirilmiştir. Bu
zalim kapitalizmin sömürgeciliği18. Yüzyılın ikinci
yarısına kadar resmen sürmüştür .Böylece küçük bir
azınlık-para babaları piyasadaki paranın %90‟nın elinde
tutar, halkın çoğu ise geçim derdiyle kıvranıp durur.Bu
azınlık kaymağı ve yoğurdu yer,yoğurdun altındaki
suyun halka verip vermemede de kararsızlardır.Mümin
bir insan kapitalist olamaz böyle bir anlayışa-sisteme
karşıdır. İslamda sosyal adalet, zekat, sadaka, vakıf
55
kavramaları vardır ve bunlar dinimizde önemli yer
tutmaktadır. Dinimiz fakirlikle ve aşırı zenginlikle
mücadele etmektedir. Komşusu açken kendisi tok olmakeyif sürme-duyarsız kalma bizim kültürümüzdeideolojimizde yoktur.
Liberalizm: Özgürlüğü birincil politik değer olarak ele
alan bir ideoloji, politika geleneği ve düşünce akımıdır.
Bireylerin ifade özgürlüğüne sahip olduğu, din, devlet ve
kimi zaman kurumların gücünün sınırlandırıldığı,
düşüncenin serbest bir şekilde dolaştığı, toplumsal hayat
düzenini hedefler açık ve adil olduğu iddia edilen bir
seçim sistemi ile birlikte tüm vatandaşların kanun önünde
eşit olduğu ve fırsat eşitliğine sahip olduğu bir sistemdir.
Özel teşebbüse olanak sağlayan serbest piyasa
ekonomisini ve hukukun üstünlüğünü geçerli kılan şeffaf
bir devlet modelidir.
Dinimizde ise özgürlüklerin sınırını Allah ve resulü
belirlemektedir. Kanunlar her şeyin üstündedir. Hürözgür insan Allah‟a kul olandır. Ne bireye sınırsız bir
özgürlük ne de özgürlükleri tamamen sınırlama anlayışı
islamda yoktur. Birey ve toplumun menfaatleri
çakışmayacak ve mağduriyetlerin olmadığı orta yol takip
edilmelidir.
Komünizm:Toplumsal örgütlenme üzerine yapılanan
bir sistemdir. Tüm malların ortak mülkiyetine dayalı
politik harekettir. Ortakçılık olarak da bilinir. Tek işveren
devlettir. Sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20.
yüzyılın başından beri dünya siyâsetindeki büyük
güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl
56
Marx'ın ve Friedrich Engels‟in kaleme aldığı Komünist
Parti Manifestosu‟nun yaşam düzeni yapılmasıdır.
Dinimiz böyle bir ideoloji-felsefeye karşıdır. Aile
mefhumuna bile yok etmeye yönelik uygulamalara
teşebbüsler, fıtrata ters olan girişimlerinden dolayı kısa
sürede uygulanamayacağını ispatlamış ve
tarihin
çöplüğüne yuvarlanmış-yıkılmıştır. Dinimizde ailenin
dokunulmazlığı-mahremi, güven ve huzuru esastır. İslam
ahlakın kemale ermesini , ahlaklı insan-toplum
oluşturmayı en büyük gaye bilir.
Sosyalizm:Özel mülkiyeti reddeden, kolektif mülkiyeti
tercih eden, iktisadi tarafı ağır basan bir sistemdir.
Sosyalizm, kapitalizme bir antitez olarak gelişmiştir.
Sosyalizmi tarihin ilk çağlarına kadar götürmek
mümkündür.
Ferdiyetçiliği
reddeden
Yunanlı filozof Eflatun
aristokratik
sosyalizmi
savunmuştur. Toplumların tamamına yayılma eğilimi
göstermemiştir
Böyle bir iktisadi sistem adalet mefhumuna ters düşer.
Adalet her kese hakkettiğini vermektir. Dinimizde ise
özel mülkiyet vardır. Hatta karı koca arasında bile şahsi
bir mülkiyet vardır. Her şeyin ortak kullanıldığı ve
devlete ait olma durumu devleti yönetenlerin
firavunlaşmasına kadar gitmiştir. Bu sistem dünya
halkları tarafından kabul edilmemiş ve çok uçuygulanamaz olduğunu göstermiştir. Devlet ekonomik
olarak ülkenin belkemiği konumunda, halk iskelet
sisteminin diğer uzuvları konumunda olmalıdır.
57
Müslümanların yönetim şekliyse İslam cumhuriyetidir.
Ne bir kelime fazla ne de az. Şimdi bu sistemi
irdeleyelim.
İslam: Anayasanın temel dayanağıdır. Kanunlar ve
kurallar dinimizin temel prensiplerine ters olamaz.
Cumhuriyet:Halkın kendi kendisini yönetmesidir.Yani,
biat-oy verme işlemi hükümetin meşrutiyetinin
göstergesidir.İlk halifeler döneminde de halife adayları
halkın
biatleri-oyları
baz
alınarak
meşrutiyet
kazanmışlardır.Bu biat işleri her ne kadar da bir şehir ile
sınırlı olmuşsa da bu ideal olanı değildir.Ama günün
koşulları göz önüne alındığında bunun bir zorunluluk
olduğu da bir gerçekliktir.Günümüzde ise hükümetlerin
meşrutiyeti, imkanlarda el verdiğinden , tüm halkın biatıoyu ile belirlenmelidir.Ama bu hükümet de her istediği
gibi hareket etme serbestliğine sahip olmamalıdır.Bu
hükümetin üstünde alimlerden oluşan ve çıkan kanunları
islama uygunluğunu belirleyen bir kurumun olması
gerekmektedir. Alimler komitesinden yoksun bir
yönetimin demokrasiden farkı kalmaz. Bu alimlerden her
alanda kendini iyi yetiştirmiş-çok yönlü olan bir fakih
ülkenin genel siyasetini belirlemelidir. Hükümet ile bu
fakih arasında uyum-düzen-bilgi alış-verişi iyi olmalıdır.
Hükümet bu fakihin yönlendiriciliği sayesinde
yetenekleri nispetinde ülkeye-dine hizmet etmelidir.
Fakihler kuran-sünnet ve içtihat sıralamasına göre
hükümleri-kanunları belirlerler. Bunlar her kanunun
58
mihenk taşı olur. Peygamber efendimiz dönemindeki
fakihlerin konumu ile günümüz fakihleri arasında görev
itibariyle fark yoktur. Örneğin :
“ Yemen ülkesinde valiliğe gönderilen Hz. Muaz,
Medine'den ayrılacağı sırada Peygamber Efendimiz ona,
"Sana halli için herhangi bir dava getirildiği zaman nasıl
ve neye göre hüküm verirsin?" diye sordu.
Hz. Muaz, "Allah'ın kitabındaki hükümlerle hüküm
veririm"dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Eğer Allah'ın kitabında
onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm
verirsin?"diyesordu.
Hz. Muaz, "Resûlullahın sünnetine göre hüküm veririm"
dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer, "Resûlullahın
sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan, ne
yaparsın?"diyesordu.
Hz. Muaz, "O zaman, kendi görüşüme göre içtihad eder,
hükümveririm"dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun
oldu.
Bu
memnuniyetini
şöyle
ifade
etti:
-Allah'a hamdolsun ki, Resûlullahın elçisini, Resûlullahın
razı olduğu şeye muvaffak kıldı." (Tabakât, 3:584;
Müsned, 5:230; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:199.)
1400 yıldır İslami bir yönetimden Müslümanlar
yoksundu. İmam Humeyni velayeti fakih kavramını
59
gündeme getirerek önce bir tez ortaya koydu. 11 Şubat
1979 tarihinde İran‟da halk devrimi gerçekleşti. Şahlık
rejimi (monarji) yıkılıp yerine İslam Cumhuriyeti
kuruldu. Böylece İran‟da beşeri ideoloji yıkılıp yerine
ilahi sistem kurulmuştur.8 ay içinde Kuran ve hadisler
incelemeye tabi tutularak
anayasa hazırlandı. Ve
hazırlanan anayasa halk oylamasına sunuldu. İran halkı
referandumla %98.2 oy oranı ile anayasayı kabul etti,
İslami sistemi istediğini belirtti. 24 Ekim 1979‟da
anayasa kabul edildi. Kabul edilen anayasa 3 Aralık
1979‟da yürürlüğe girdi . Böylece halkın isteği-tercihiiradesi İran coğrafyasında şeytanın-tağudun hakimiyetine
son vermek ve Allah‟ın hakimiyeti kurmak yönünde
olmuştur.
İran da iki meclis vardır: Hubregan( alimler) meclisi ve
halk meclisi. Hubregan meclis üyelerindeki alimler, her
şehirde halkın oyunu alan alimlerden oluşur. Halk meclis
üyeleri de yine her şehirde halkın oyunu alan
milletvekillerinden oluşur. Hubregan meclisine seçilmiş
alimler ülke yönetimini en iyi şekilde yönlendirecek
takvalı fakihi belirlerler. Halkın seçtiği milletvekilleri de
mecliste oylama yaparak cumhurbaşkanını ve diğer
yetkilileri belirlerler. Velayet-i fakihin tasdiki ile
hükümet görev yapmaktadır. Velayet-i fakih hükümeti
gözetler, genel politikanın çerçevesini çizer ve hükümette
ülkeye en iyi şekilde hizmet yarışına girer. Hubregan
meclisi ise velayet-i fakihi gözetler ve islama ters bir
durum söz konusu olduğunda uyarılarda bulunur.
Sistemin çarkları böyle işler. Böylece yönetim işleyişinde
hata oranı sıfıra indirgenmeye çalışılır. Gerçekten de bu
sistem ideal olanıdır. Bu güne kadar buna alternatif olan
yeni bir tez ortaya konulmamıştır. İtiraz sesleri yönetimin
60
İslami olması değil İslami olmasıdır ki bu odaklarda batı
eksenli insanlardır. Bunun olması kadar doğal bir şey de
olamaz.
Müslümanların yaşadığı bir ülkede islam kanunların
belirleyicisi olmasını kadar doğal bir şey yoktur. Ama
bunu hazmedemeyen ve istibdat olarak gören insanlar
bulunmaktadır. İslamın kanunların ana belirleyicisi
olmasını Müslümanların istibdadı, velayet-i fakihi ise
Salihlerin istibdatı olarak gören Kenan ÇAMURCU gibi
insanlar hasetlerinden çatlasın. Bunlar islami yönetimleri
hazmedemeyen insanlaradır. Sormak gerek, İslam
anayasadan çıkarılır ve alimlerin yönlendiriciliği olmazsa
bu yönetimin İslamiliği kalır mı? Bu düşüncede iyi niyet
aranmaz. Bu tür eleştiriler de gösteriyor ki, İslam
kesinlikle anayasada belirleyici olmalı ve yönetim salih
fakihlerin gözetiminde olmalıdır. Düşmanın saldırıları en
can alıcı noktalaradır. Hevesleri kursaklarında kalır
inşallah.
İslami siyaset çizgisi-metodu bazen çok radikal-kesin
bazen de esnektir. Peygamberimizin darun nedve
temsilcilerinin teklifini reddetme sebebleri-nedenleri iyi
incelenmelidir-irdelenmelidir-analiz edilmelidir. İslami
siyaset metodu belirlenirken öyle basma kalıp olarak-en
ince ayrıntısına kadar analiz etmeden olayları
yorumlamaz ve kendisine böylece yöntem belirlemez.
Tarihteki meselenin özünün ne olduğu iyi araştırılmalıdır.
61
Bir de “Örfi, siyasi, içtimai hükümler zaman ve
mekana göre değişir.” şeklinde fıkhı bir kaide de göz
ardı etmemeliyiz.
Öncelikle
peygamber
efendimizin
koruyucusu
konumunda olan Ebu Talib‟in darun nedve de bir
ağırlığı-etkinliği olduğunu unutmamak gerekiyor. Ebu
Talib‟in iman ettiğine dair kuvvetli deliller bulunmakla
beraber bu konumuz dışındadır. İman etmiş veya
etmemiş.Ebu Talip siyasi bir şahsiyetti. Darun nedve‟ye
üyeliğinin en büyük hedefi kuşkusuz yeğenine karşı
yapılacak komploların-saldırıların önünü almaktı. Ebu
Talip hayatta olduğu sürece bu görevini en iyi şekilde
yaptı ve başarılı da oldu.Ebu Talib‟in siyasi menevraları
ve etkinliği sayesinde-gölgesinde peygamberimiz ve
iman edenler rahat nefes alabiliyordu.Ebu Talibin vefatı
ile peygamberimiz o yılı, hüzün yılı olarak addetmesi
gayet düşündürücüdür.Hüzün yılı nitelendirilmesi
meselenin önemine binaendir.Evet, Ebu Talip siyasi bir
karakterdi. Bu siyasetçi peygamberimizi seviyor ve
peygamberimiz tarafından seviliyordu, peygamberimizi
koruyup kolluyordu. Ebu Talip gibi bir siyasi karakter
komploların önünde en büyük engeldi.
Bugün ki ülkelerin çoğunda sistem-rejimler aynen
peygamberimizin
zamanındaki
gibi
benzerlik
göstermekte bazen de farklılık arz etmektedir. Bazen var
62
olan sistem içi hareketleri kula kulluk bazen de böyle bir
vasıflandırma dışı tutmalıyız.
Eğer peygamberimiz dönemindeki gibi şartlı ve tavizli
bir yaklaşım-ön şart koşularak siyasi parti kurmaya izin
verilmesi söz konusuysa bu kabul edilemez-tasvip
edilemez bir durumdur.Ki peygamberimiz de zaten bu
durumla karşılaştığında kesin-net-açık tavrını koymuştur.
Şartlı-tavizli siyaset kula kulluktan başka bir şey
değildir. Bu tür bir siyaset anlayışı boşa kürek çekmekten
başka bir faydası yoktur. Sistemin kendi şartlarını
dayatması kendini sigorta etmesi demektir. Yani sistemi
elinde tutan-tasarlayan benim felsefeme-ideolojime ters
hareket edemezsin, demektedir. Halbuki Müslümanların
kendi ideolojilerinden vazgeçmesi ve başka bir ideolojiyi
eksenli hareket etmesi kabul edilen-caiz olan bir metod
değildir.
Ebu Talip sistem içi mücadele ediyordu. Ehli beyt
imamlarına bağlı bir çok serdengeçti-fedakar insan
sistem içi mücadele veriyordu. Bu ehlibeyt takipçilerisiyasetçileri bir çok komployu aldıkları tedbirler sonucu
boşa
çıkarıyorlardı.
Tüm
bunlar
çok
işler
başarmışlardır.13 yıl peygamberi tehlikelerden korumak
ve islamın filizlenmesine ortam hazırlamak siyasi
manevralar-taktikler ile mümkün oldu. Bu durumda
göstermektedir ki beşeri sistemlerde var olma amacı
böyle bir İslami maslahata binaendir. Ebu Talip,
Haşimilerin büyüğü konumundaydı ve iman eden63
etmeyen tüm aile bunu onaylıyordu. Peygamberimiz de
bu durumu kabul ediyordu. Peygamberimiz, Ebu Talip‟i
kabilesinin büyüğü olarak görüyor ve ona saygı
gösteriyordu. Ebu Talip kabilesinin büyüğü olarakoylarını almış biri olarak daru nedve‟de kabile reisisiyasetçi olarak koltuk sahibiydi. Bu da göstermektedir ki
beşeri sistemlere katılmak hareket olarak değil de kişi
bazlı şahıslar için maslahat icabı caiz olabilir. Ama hiçbir
maslahat yok bilakis zarar söz konusuysa kesinlikle bu
caiz olmaz-haramdır- günahtır. Muvahhid alimler böyle
bir durumu bu kavramlarla nitelemiştir.
Beşeri sistemlere katılmanın ikinci aşaması ise hareket
bazlı katılımlardır. Şahıs bazlı katılımlar daha çok tavizlişartlı durumlar için söz konusu iken, hareket bazlı
katılımlar şart ve taviz olmadığı durumlarda olabilirbenimsene bilir. Eğer sistem ön şartsız kabule razı ise
sisteme katılmak maslahata uygun ise düşünülebilir.
Rejimin inançlara müdahale etmiyor-tebliğin önünde
durmuyor-fikir özgürlüğüne ket vurmuyorsa böyle bir
arkadaşlık kabul edilebilir-düşünülebilir. Bu durumda ne
hicrete ne de tebliğ dışı yöntemlere ihtiyaç vardır. Bu
düşmanlığa-ayrışmaya-safların kesinleşmesine neden
olmaz. Fikir dayatmasının olmadığı durumlarda diyalog
kapısı açıktır. Her siyasi hareket-parti böylece kendi
çizgilerini açık olarak topluma sunar-tebliği faaliyetlerini
yapar ve taban kazanma yoluna gider. Putlara el sürmeideoloji dayatma söz konusu olmadığı sürece bu metod
64
caiz olabilir. Lübnan‟ın konumunu böyle bir
görünümdedir. Her mezhep-inanç-din-millet değerlerinikültürlerini yaşama-yaşatma hakkının olması bu ülkedeki
en belirgin durumdur. Böyle şartların olduğu yerlerdeki
siyasi katılımlar hiçbir zaman kula kulluk yapmak olarak
vasıflandırılamaz. Bilakis burada siyasi atmosferin içinde
olunmalı ve şartları-kuralları koymada aktif rol
oynanmalıdır. Bu ortamda pasif kalma yok olma ile
eşdeğerdir. Pasif kalındığında var olan kazanımlarında
elde gitmesine neden olur ki bu caiz olmayan-tasvip
edilmeyen bir durumdur. Irak‟ın durumu da buna örnek
gösterebiliriz. Amerika işgal ile tüm ipleri-hükümeti ele
geçireceğini düşünüyordu. Müslümanların askeri direniş
göstereceğini ama siyasi bir direnişin olmayacağını
tahmin ediyorlardı. Siyasi direniş olmadığında sadece
askeri direnişle başarı şansı çok azdı. Her iki sahada da
mücadele verilmeliydi. Ehlibeyt taraftarları her iki alanda
da aktif rol alarak ABD‟nin planlarını boşa çıkardı.
Siyasi başarı hiç kuşkusuz en az askeri başarı kadar
etkileyici oldu.İslami hareket ipi ucunu eline alarak
şartları kabul eden değil şartları-yazan-çizen-belirleyen
oldu.Böylece Irakta İslami hükümler icra edilmesi
sağlandı, anayasanın rengi yeşile boyandı.Müslümanların
maslahatı bu yol-metod ile sağlandı.Bu konuda Seyyid
Hasan Nasrallah şöyle diyor:
Amerika‟nın Irak‟tan Çekilişi
65
Amerika‟nın Irak‟tan askerlerini çekmesi, tam anlamıyla
Irak halkının gerçekleştirdiği bir zaferdir.Bunu
abartmadan söylüyorum.Irak halkı, direniş ve Amerikan
iradesine boyun eğmeyen Irak siyasi güçlerin iradesi
sayesinde bu zaferi gerçekleştirmiştir.
Bu zafer, bölgedeki direniş ve karşı koyuşun bir
parçasıdır. Bu, Irak halkının siyasi iradesinin ve
direnişinin yanında duran Irak‟ın, Amerika‟nın ağzındaki
lokma haline gelmesini engelleyen herkesin zaferidir.
Amerikalılar, Irak‟ta tarihi bir hezimet yaşadılar. Bunu
ben
söylemiyorum.
Bu
savaşı
yapanlar
söylüyor.Cumhuriyetçiler, şu an bunları kendileri itiraf
ediyor.İtiraflarında Irak‟ta tarihi yenilgi yaşadıklarını
başta İran olmak üzere bir çok düşmanın bu savaşta
galip geldiğini belirtiyorlar. Irak halkına, direnişinden
dolayı
tebriklerimi
sunuyorum.Şehitler,
hala
hapishanelerde olan esirler, bu savaşta verdikleri
kurbanlardı.Irak hükümetinden en yakın zamanda bu
esirleri serbest bırakmasını istemekteyiz.Eğer Irak,
Amerika için mutlu oldukları bir ülke olmuş olsaydı,
Obama ve diğerleri, Amerikan askerlerini Irak‟tan
çekmek zorunda kalır mıydı? Tabi ki hayır! Orada kalır
ve
orada
askeri
birlikler
oluştururdu.
Direniş,Amerikalıları Irak‟a dar etti.Amerika‟nın Irak‟ta
vermiş olduğu kaybın haddi hesabı yok. Buna hiçbir
şekilde
katlanmaları
mümkün
değildi.Ekonomik,
,insani,psikolojik kayıplar yaşadılar.
66
İkinci olarak Irak halkı şiddet yanlısı akımlar sebebiyle
bir çok kurban verdi.Irak‟ta verilen kurban, daha az
olabilirdi. Bu akımlardan bazılarının direnişe
katıldıklarını inkar etmiyorum. Ama onlar,bütün
eforlarını direniş için sağlasalardı o zaman daha büyük
daha hızlı ve daha az kaybı olan bir zafer gerçekleşmiş
olurdu.İnsaflı olmamız gerekiyor.
“Siyasete atılım mı yoksa silahlı mücadele mi?”
sorusu,Irak‟ta sürekli tartışma konusu olmuştur. Biz
arkadaşlarımıza her zaman şunu söyledik: Bu ikisinde de
bulunmalıyız. Hem direnişte hem de siyasi arenada,
varlığımızı sürdürmeliyiz. Siyaseti bırakırsak ülkeyi
Amerika‟ya tabi siyasi partiler ele geçirecek.Bu hükümet,
Pentagon, CIA, Amerika Dışişleri Bakanlığı‟na bağlı
olacaktır.Arap ülkeleri, bu tür hükümetlerle dolu.Iraklı
asil siyasi güçlerin, siyasi arenada mücadele vermeleri,
doğru olanıdır.
Maliki Yönetimi Bağımsızdır
Bazıları onları tekfir etse de şuan Irak‟taki Millet
Meclisi, Irak hükümeti ve Irak yönetimi, Amerika
yönetimine boyun eğmemektedir. Sadece Irak halkının
maslahatını gözetmektedir. Çünkü, ortada seçimler
var.Parlamentoyu halklar oluşturmaktadır.
Çünkü
hükümet, halk tarafından seçilmiştir. Hükümetin tek
görevi, halkın iradesini gözetmesidir.
67
“O halde bu tarihi zafere ulaştıran unsur nedir?”
Cevabı: “Direniş ve siyasi katılımdır.” Bu katılım,
samimi olup tüm bağımlılıklardan uzaktır. Bazı devletler
Irak halkına,direnişine, siyasetine kucak açtı ve onu
siyasi katılıma teşvik etti. Aynı zamanda Irak‟tan kaçan
mültecilere de kucak açtı. Bu olay, Amerikan projesinin
bölgede uğradığı hezimetin başlıcalarındandır.
İsrail, nasıl Lübnan‟dan çıkmak zorunda kaldıysa aynı
şekilde Amerika da Irak‟tan çıkmak zorunda
kalacak.Amerika,
Irak
hükümetiyle
güvenlik
anlaşmasının uzatılması noktasında çaba sarfetti.Ama
Iraklılar bunu reddettiler.”Bu anlaşmayı bitirdik”
dediler.
Yeni
söylemler
geliştirdiler.Amerika,
müzakereler sırasında, Irak‟ta 50 000 askerini bırakmak
için çabaladı. Bu kabul edilmedi. Sonra 30 000‟e daha
sonra da 10 000‟e indirmeye çalıştı. Büyükelçiliği‟nin
Konsolosluğu‟nun müsteşarların korunması için bu
askerlerin kalması gerektiğini iddia ediyordu. Ama bu
kabul edilmedi.
Şimdi, pazarlığın 3 000‟e çekildiği ve bunların müsteşar,
uzman ve antrenör olduğu söylenmekte.Bu konuda,
Irak‟taki kitleler, ihtilaf içerisinde. Irak hükümeti, eğer
500 ya da 1000 askere Irak‟ta kalma izni bile verse
bununla alakalı şartlar koyacak. Ve Amerikan
yönetiminin bu şartların dışına çıkması mümkün değil.”
Maliki yönetimi-hükümeti tüm dünya sistemlerine model
68
olacak yeni bir sistem oluşturmuştur. Hükümet tüm
halkların yönetimde görev almasına ortam hazırlanmış,
çoğulcu bir yönetimdir. Nuri Maliki hükümeti de halkın
çoğunluğunun oyuyla iş başındadır. Buna rağmen
parlementoda grubu olan bütün parti ve çevreleri
hükümete dahil etmiş, muhalif partilerle bakanlıkları
paylaşmıştır. Halbuki Türkiye‟de bırakın muhalif
partilere bakanlık ve bakanlık bünyesinde müdürlükler
vermeyi kamu sektöründeki bütün organlara iktidar
partisinin adamları yerleştirilmektedir. Böylece kurulan
hükümet halkın desteği ve adalet üzerine bina edilmiştir.
Böylece dış odakların fitnesi bir anlamda kesilmiş ve
halkları kışkırtma sebepleri yok edilmiştir.
Bu konuda Taklidi mercilerin görüşü şöyledir:
“Ayetullah uzma Hamaney
Sosyal ve siyasi işleri üstlenmek için aday olmuş Milli
meclislerin adaylarına oy vermek meşrudur ve (bu
bağlamda) bir engel yoktur. Bu bağlamda Müslüman ve
Müslüman
olmayan
adaylar arasında
fark
bulunmamaktadır.
Ayetullah uzma Mekarim Şirazi
Müslümanların ve Ehlibeyt (a.s.) takipçilerinin
güçlenmesine neden olan yerlerde oy kullanmak iyidir.
Ayetullah uzma Safi Gülpaygani
69
Bu ülkelerde seçimlere iştirak
maslahatlar mülahaza edilmelidir.
etmekte İslami
Ayetullah Mehdevi Hadevi
Eğer oyunuz İslam’ın gelişmesine ya İslami hükümlerin icra edilmesine veya dindar Müslümanların
seçilmesine yardımcı oluyor ise seçimlere iştirak ediniz.
Ama eğer iştirak etmeniz İslam’ın zayıflanmasına veya
Müslümanların şartlarının ağırlaşmasına veya İslam
düşmanlarının güçlenmesine neden oluyor ise oy
kullanmanız haramdır.”
(IslamQoest sitesi tarafından Adı geçen müçtehitlerin
bürolarından sorulmuştur.)
Taklit merciler şu noktaların altını özellikle çizmektedir:
Başka ülkelerde yapılan seçimlere iştirak etmek eğer
Müslümanların maslahatına ters ise veya İslam
düşmanlarının güçlenmesine neden oluyor ise caiz
değildir. İslam ve Müslümanların maslahatını peşi
sıra getiriyor ve onların güçlenmesine neden oluyor
ise seçimlere iştirak edip oy kullanmak uygundur. Bu
durum dışında oy kullanmak mubahtır. Mükellefin
ihtiyarine bağlıdır. İsterse iştirak eder isterse iştirak
etmez.
Son cümleyi biraz daha netleştirirsek:
70
Allame Fadlullah da metod mes‟elesinin bir mes‟el-i
mevzuiyye olduğunu, davetçilerin o konuda hür
olduğunu, müctehid fakihle alakasının olmadığını, ancak
uzmanlık işinin olduğunu kendi eserinde sarih bir şekilde
belirtmektedir.( El Hareketü‟l İslamiyye, s:233)
Allame Fadlullah, aynı eserin bir başka yerinde de şöyle
diyor: “Müslümanlar, veliyy-i fakihin vilayet sahasına
girmeyen bölgelerde veya hakkında vilayeti bir hüküm
sadır olmayan mes‟ele-i mevzuiyyede metodu seçme
hürriyetine sahiptir.”( Age, s:83)
Salim akılın menfaati-faydayı islamın lehine açık-beyan
gördüğü bir durumda oy kullanmak caizdir. Hatta bu
olumlu atmosferde-fırsatta oy kullanmamak telafisi
mümkün olmayan durumlara neden olur. Ehlibeyt
taraftarları hamdolsun ki bu fırsatları kaçırmadılar.
Lübnan ve Irak tecrübeleri bu verilen fetvaların ne kadar
da yerinde olduğunu ispatlamıştır.
Siyaset her zaman şeffaf olmayabilir. Düşmanın büyük
bir gizlilikle siyasi manevra yaptığı bir durumda
bilmukabele mücadele yapılmalıdır. Siyaset bazen savaş
alanı gibi taktik savaşına dönüşür. Düşmanını alt etmek
birçok taktik-hamle mümkün olabilmektedir. Bazen de
her şey açık ve nettir. Demek ki metodu şartlar
belirlemektedir. Ama Müslüman siyaseti kerih görmeuzak durma gafletine hiçbir zaman düşmemelidir.
71
İmam‟ın dediği gibi: dinimiz siyaset, siyasetimiz
dindir.
Anayasa değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi
edilemez hükümlerin-maddelerin olması önşart-tavizli
siyasi katılıma örnek verilebilir. Sistem kendini garantiye
almak için ön şartlarını koymaktadır. Bir anlamda benim
şartlarımı kabul eder ve sözümden çıkmazsan
arkadaşlığını kabul edebilirim demektedir. Böyle bir
arkadaşlıktan-siyasi
katılımdan
Müslümanların
maslahatını beklemek saflıktan-cehaletten başka ne ile
izah edilebilir. Her koşulda kendisi karlı çıkacak bir ticari
ortaklık kölelikten başka nedir? Yani, putlarıma el
sürecek, aleyhinde konuşmayacak, sömürüye-zulme
itiraz etmeyeceksin dayatması kabul edilemez. Bu sınırıçizmeyi aşma, haddini bilmemek yani tağutlaşmaktır.
Müslüman ise tağudu red etmek ile mükelleftir. Bu kula
kulluk etmekten başka bir durumla izah edilemez. İşte
72
alimlerin sakının dediği-tehlikeli gördüğü siyasi katılım
bu şartlar altında yapılan tavizleri siyaset yöntemidir.
Yani sistem-rejim bir anlamda bir şirket patronu gibi şu
şu şartlara imza atıyor ve taşıyorsan kabulümsün,
demektedir. Yani bana en iyi hizmet edecek şekilde
dizayn edildikten sonra yani ehilleştirildikten-sistemin bir
kolonu-tuğlası haline gelirsen hay hay demektedir. Bu
durumda rejim açısından reis-başbakan-bakan-vali olman
tehlike
olarak
görülmeyecek
bilakis
rejim
meşrulaştırılmış olacaktır. Şartlarını kendin belirlediğin
bir muhtarlık şartlı başbakanlıktan daha iyidir. Veya
hiçbir makam kabul etmeyip muhalefet etmek hatta üç yıl
ambargoda kalıp aç perişan bir şekilde Ebu Talip
vadisine hapsedilmek daha ehvendir-iyidir-yerinde bir
harekettir.
Beşeri sistemlerde şartları koyan-belirleyen Müslümanlar
olmalıdır. Yani Müslümanlar kendilerini ilgilendiren
konularda söz sahibi olmalıdır. Kanunlar-hükümler
Müslümanların mukaddeslerine
saygıyı göz önünde
tutarak hazırlanmalıdır. Yusuf peygamber gibi bir çizgi
takip edilmelidir. Hz.Yusuf kardeşi Bünyamin‟i
tutuklamak için tasarladığı plan Yakup peygamberin
şeraiti eksen alınarak yapılmıştı. Bu olayda hüküm kralın
kanunlarına göre verilmemiş şeriat esas alınmıştır. Yusuf
peygamber sistem içinde sistem oluşturmuştu. Kralın
kanunları ve Hz.Yusuf‟un belirlediği kanunlar-hükümler.
Yusuf peygamber kendi değerlerini-kültürünü açık olarak
73
ortaya serdi. Kral onu bu şartlarına rağmen kabul etti.
Böyle bir ortamda Hz.Yusuf bu fırsatı kaçırmadı.Yusuf
peygamberin krala islamı din olarak kabul edecek ve
İslam hükümlerini uygulayacaksın, demesi olası değildir.
Hiristiyan-Yahudi bir topluma İslami hükümlerin
uygulanmasını talep etmek ne konumda ise bu kralın
toplumuna da bu şartı getirmek aynı mesafededir.
Peygamberimiz elinin güçlü olduğu Medine döneminde
bile Yahudilere böyle bir dayatmada bulunmamıştır.
Demek ki beşeri bir sistemde ne şartla bir hareket-cemaat
liderinin bulunacağı bir nebze olsun anlaşılmış
olmaktadır. Verilen veya kazanılan bir makamda şeriat
dışı hüküm verme, şeraitten sapma olmadığı ve adalet
şartı yerine getirildiği sürece sorun yoktur. Bir de şeriatın
uygulanması için Tevhid inancının olduğu insanların
olması gerekmektedir. Ya da bu makam kullanılarak
böyle bir toplum oluşturulmalıdır.
Mekke de sıkıntılar-zulümler hat safhaya ulaştığında bir
grup Müslüman Habeşistan‟a hicret-göç ettiler. Gittikleri
ülkede adil bir kral vardı. Mekke‟nin reisleri bu
müslümanları kendisine teslim etmesi için Amr b. As‟ı
krala çeşitli hediyelerle gönderdiler. Kral karar vermek
için Müslümanları yanlarına çağırttı. Amr, kralı tahrik
etmek için bu Müslümanların dininde sizin İsa-Meryem
figürleri
farklı
bir
şekilde
algılanmakta-kabul
edilmektedir, diyor. Müslümanların sözcüsü-lideri Cafer
b.Tayyar kendi inançlarını açık bir şekilde ayetlerle ifade
74
ediyor. Kral çevresindeki ülke yönetiminde etkili
kişilerin tahrikini önlemek için meseleyi yumuşatarak
kendi inancı ile Müslümanların inancı arasında fazla bir
farkın olmadığını belirterek Amr‟ın teklifini geri
çeviriyor. Halbuki Hiristiyan ve Müslümanlar nezlinde
Hz.İsa ve Hz. Meryem inancı arasında dağlar kadar fark
var, büyük uçurumlar bulunmaktadır. Böyle keskin bir
farkın olduğu açıktır. İslam dininin özü tevhid‟dir. Bu
konuda hiristiyanlar
şirk‟e düşmektedir. Yani bir
anlamda müşriktirler. Mümin ve müşrik arasında farkın
olmadığını söylemek meseleyi çarptırmaktan başka bir
anlam taşımamaktadır. Ama Necaşi tepkileri yaptığı
siyasi manevra ile basite indirgemeyi başardı. Sonuç
olarak, Müslümanlara kendi değerlerini inkar etme
yönünde bir baskı uygulanmadı. Müslümanlar kendi
inançlarını
yaşamada
herhangi
bir
engelle
karşılaşmadılar.
Böyle bir tarihi vakıa karşısında Müslümanların duruşuhareketi bizim için ölçü olmaktadır. Müslümanlar,
Necaşi‟ye sen müşrik-kafir ve tağutsun demediler. Seni
ve kanunlarını red ediyoruz-tanımıyoruz da demediler.
Azınlık olduklarında dolayı sadece kendi inançlarını
rahat bir şekilde yaşadıkları için Alllah‟a şükrettiler. Bu
Müslümanlar için bir nimettir. Böyle bir kral adil ve
yönetimi meşrudur. Bu yönetime baş kaldırmaksavaşmak-silah çekmek zulümdür. Müslümanlar,
Habeşistan‟da oldukları sürece Necaşi‟nin güvenini boşa
75
çıkarmadılar. Kendilerini ülkelerinde misafir eden bu
göçmenler hoşgörülü ev sahiplerinden memnundular.
Habeşistan‟a göç eden Müslümanlar yönetim ile
kurdukları sıcak ilişki kendileri açısından artı puan
kazandırdı. Necaşi yapılan tebliğ sonucu Müslüman oldu.
Şimdi azınlık olunan bölgelerde siyasi katılım olur mu
olmaz mı? Bizim bu vakıadan çıkarımımız ne olacaktır?
Tabi ki de Müslümanların maslahatı mihenk taşımız
olmalıdır. Eğer siyasi katılımla her aşamada artı puan
kazanılıyorsa bu göz ardı edilmemeli ve fırsatlar
kaçırılmamalıdır. İslamın gelişmesi, inanç serbestliği gibi
kazanımlar için planlı-programlı hareket edilmelidir.
Avrupa‟da yaşayan Müslümanların konumları ve hareket
şekilleri bu çerçevede değerlendirilebilir.
Avrupa gibi ülkelere demokratik harekete müsamaha ile
bakılabilir. Bu yöntemin burada kullanılması azınlıklar
için zarurete binaen caiz olabilir. Zaruretin ölçüsü hiçbir
zaman göz ardı edilmemelidir. Bir taraftan böyle bir
yönteme küfür gözüyle baktığımız diğer taraftan caiz
olarak
gördüğümüzün
nedeni
şartların
zorunluluğundandır. Tıpkı domuz etinin haram ve caiz
olma durumu gibidir. Su hastanın durumuna göre bazen
zehir bazen şifa olur. Boğazda kalan bir cisim olduğunda
ve su da bulunmadığı ortamda, şarap içerek boğulmayı
önlemenin caiz-yerinde bir eylem olduğu gibi bir durum
söz konusuysa bu yapılabilir. Allame Fadlullah demokratik metod üzerinde konuşurken özet olarak şöyle diyor:
76
“Matlub neticeye ulaşmak veya idari mekanizmayı ele
geçirmek veyahut ta devrimci hareketin ileriye doğru
bazı adımlar atması için kullanılan vakıa metodları gibi,
demokratik metodun kullanılmasında da ilke olarak
herhangi bir mani görmüyoruz.”( El Hareketü‟l
İslamiyye, s:47)
İslam dışı sistemlere katılım değişik şartlar ve koşullar
göz önüne alınarak analiz-tahkik edildi. Bu sistemlerde
yasamada demokrasi ve yargı konusu çok hassas
alanlardır. Bazen hareket olarak sistemin karşısında yer
alınırken, kişi bazlı sistem içinde olunabilirken bazen de
hareket bazlı sistem içi mücadele edilir. Kişi bazlı-gizli
olarak- sistem içi mücadelenin amacı İslami hareketi
olası tehlikelerden korumak, hareketin gelişmesine
olanak sağlamak için yapılır. Hareket eksenli sistem içi
mücadele de ise; her kesimin eşit olarak var olduğu ve
sistemde ağırlığın koyulması için yapılan mücadele
şeklidir. Değişik etnik-mezhebi-dini bir nüfus yapısına
sahip bölgelerde her kesimin kendi değerlerini korumak
için mücadele ettiği yerler olabilir. Medine döneminde
peygamberimizin siyasi atmosferde aktif olarak yer
alması bu amaca binaendir. Medine‟de ne Müslümanlar
Kur‟an hükümlerini Yahudilere ne de Yahudiler tevratın
hükümlerini Müslümanlara dayatma gibi bir durum söz
konusuydu. Her din mensubu kendi inançlarını
yaşamakta
hiçbir
engelle
karşılaşmamıştı.
Peygamberimiz Medine döneminde siyasi harekete aktif
77
olarak katılmasaydı, Abdullah ibni Selul‟ün kontrolü ele
geçirme girişimleri büyük olasılıkla başarılı olacaktı. Bu
aşamada İslami hareket büyük bir darbe yiyecekavantajını kaybedecek ve yok olmaya zemin hazır hale
gelecekti. Böyle ortamlarda dört dörtlük bir durum
beklentisi içinde olmamak gerekir. Var olan şartlara göre
metod belirlenmeli buna göre hareket edilmelidir. Siyasi
hayattan beri olmak yok olmaktır. Lübnan ve Medine
dönemi birçok yönden bir birine benzer bir yapı arz
etmektedir. Medine döneminde
peygamberimiz
Yahudilerle saldırmazlık anlaşması yaptı. Çünkü Mekke
müşriklerini büyük bir tehlike olarak ortadaydı. Lübnan
„da Müslümanlar diğer topluluklarla aynı şekilde
saldırmazlık-arkadan vurmama-düşmana karşı birlik
anlaşmasına ciddi şekilde ihtiyaç bulunmaktadır.
Siyonistler , Mekke müşriklerinden daha ciddi bir tehlike
arz etmektedir.
Bu genel değerlendirmeden sonra meselenin ikinci
önemli noktası olan, zalim yönetimlerde çalışmak konusu
da tahkik edilmelidir. İslami veya İslam dışı
yönetimlerde çalışmak uygun mu? Yönetim İslami
,yönetici zalim veya yönetim İslam dışı, yönetici zalim
sistemlerde çalışmak caiz midir? Suud veya Katar‟daki
zalim yönetimlerde çalışmak zalime yardımcı olmakla
eşdeğer midir? Bu konuda İmam Seyyid Ali Hamaney
şöyle demektedir:
Zalim Devlette Çalışmak
78
Soru 265 : İslâmî olmayan bir devlette görev alıp
çalışmak caiz midir?
Cevap: Bunun caiz olması alınan görevin özü itibariyle
caiz olmasına bağlıdır.
Soru 266: Arap ülkelerinden birinde trafik dairesinde
çalışan birisi trafik kurallarını çiğneyenlerin
dosyalarını imzalayarak onları cezaevine sevk
etmekle sorumludur; eğer dosyayı imzalayacak olursa
trafik kurallarını çiğneyen kişi cezaevine girecektir;
acaba bu görevde bulunması caiz midir? Bu işi
karşılığında devletten aldığı maaşın hükmü nedir?
Cevap: Kamu düzenini ilgilendiren kurallar gayri İslâmî
bir devlet tarafından koyulmuş olsa da her yerde onlara
uymak farzdır ve helâl bir iş karşılığında maaş almanın
da sakıncası yoktur.
Soru 267:Müslüman birinin Amerika veya Kanada
uyruğuna girmesinden sonra orduya katılması ve
polis olması caiz midir? Ve acaba belediye gibi devlet
dairelerinde ve devlete bağlı kurumlarda çalışması
caiz midir?
Cevap: Bu iş fesada, bozgunculuğa yol açmaz, haram bir
işi yapmayı ve farz bir ameli terk etmeyi de
gerektirmezse sakıncası yoktur.
79
Soru 268: Zalim bir hükümdar tarafından atanan
hâkimin yargılaması ve hüküm vermesinin meşruiyeti
var mıdır ve buna binaen ona itaat farz mıdır?
Cevap: Bütün şartları haiz olan müçtehitten başkasının –
atama hakkı olan bir kimse tarafından atanmamışsa –
hâkimlik ve yargı makamını üstlenip insanların
arasındaki davaları halletmeye kalkışması caiz değildir.
Halkın ona müracaat etmesi de caiz değildir ve onun
vereceği hüküm de geçerli değildir. Ancak zarurî haller
müstesnadır.
(Ehl-ibeyt Fıkhına Göre Sorular ve
Fetvalar-II Kevser Yanınları, Ayetullah Uzma Hameneî)
Müçtehid kanun ve kuralları en iyi bilen kişidir.
Müçtehid bir insan ehliyet sahibi hakimi ataması
gerekiyor. Ya da ehliyet sahibi hakim yerine ehliyetsiz
bir insanın o makama gelmesi durumunda vereceği
hükmün isabet etme derecesi-geçerliliği tartışmalı olur
yada hiçbir geçerliliği olmaz. Demek ki hakim, yargı erki
tarafından ataması yapılmalıdır. Böyle bir durum
müçtehitlerin etkin olduğu sistemler için söz konusudur.
Müçtehitlerin etkin olmadığı İslami yönetimlerde ise
zaruri bir durum söz konusudur. Burada hakimin hükmü
İslami ise kabul edilir değilse kabul edilmez. Hakimin
hükmü kuran ve hadise uygun olduğu sürece geçerlidir.
80
Yasama ve yargı işlerinin dışında çalışmak ise işin özüne
bağlıdır. Eğer yaptığımız iş haramla iştigali
gerektiriyorsa haram değilse mubahtır. Ama yapılan iş
zalim yöneticinin güçlenmesine ve zulmün artmasına
neden oluyorsa böyle bir işte çalışmak kabul edilemez.
Halkı aldatmak-kandırmak-sömürmek ve İslami harekete
darbe vurmak için var olan işlerde çalışmak kabul
edilemez. Özellikle alim-önder kişilerin zalim
yönetimlerden ve kişilerden uzak durması gerekiyor.
Alimlerin bu yönetimlerde çalışması-bulunması o
yönetimin meşru görülmesine-tasdiklenmesine neden
olur. Şöyle bir kıssa anlatılır:
HALİFENİN SOFRASI
Şerik bin Abdullah Nahdi, hicri ikinci asrın tanınmış
fakihlerindendi. İlim ve takvasıyla bilinirdi. Abbasi
halifesi Mehdi bin Mansur‟un, kadılık makamını, Şerik‟e
devretmeye çok alaka ve isteği vardı. Fakat Şerik bin
Abdullah, kendisini zülmün tezgahından kurtarmak için,
bu yükü yüklenmiyordu. Halife, onlara hocalık
yapmasını arzuluyordu. Şerik ise bu işi kabul etmiyor,
sahip olduğu hür ve fakirane yaşamına kanaat ediyordu.
Bir gün halife onu istedi ve: “Bu gün, şu üç işten, birini
kabul etmen gerekir. Ya kadılık makamının sorumlusu
olursun, ya çocukların talim ve terbiyesini kabul edersin
veyahut da bugün öğle yemeğinde benimle olur
soframızın başında oturursun dedi:
81
Şerik, kendi kendine düşündü ve: Şimdi bu üç işten birini
yapmak zorunda olduğuma göre üçüncüsü benim için de
daha kolaydır, dedi.
Bunun yanı sıra halife, mutfak müdürüne bu gün Şerik
için yemeklerin en lezizini”hazırla diye emretti. Beyin,
nebat ve balla hazırlanmış, rengarenk yemekler
hazırladılar ve sofrayı getirdiler. O zamana kadar,
böylesine bir yemek görmemiş ve yememiş olan Şerik,
sonsuz bir iştahla, karnını doyurdu.
Sofracı başı halifenin kulağına “Allah‟a yemin ederim ki,
artık bu adam, kurtuluş yüzü görmeyecek” dedi.
Uzun zaman sürmedi ki Şerik‟in, halifenin çocuklarını
talimi görevini aldığını, kadılık makamını da kabul
ettiğini ve Beytülmaldan kendisine muayyen bir maaş
tayin edildiğini gördüler.
Bir gün Mutemetle arasında bir tartışma oldu. Mutemet;
ona “bize buğday mı sattın ki bu kadar diretiyorsun?”
diye sordu.
Şerik: “Size buğdaydan daha değerli bir şey sattım, o da
dinimdi” dedi.(Müruc al-Zeheb, Mes‟üdi, c. 2, Halet-i
Mehdi Abbasi)
82
Bulunulan ortamın, siyasi görüşlerin renginde etkileyici
olduğu su götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda
durmaktadır. Bu kalıp kırılmadığı sürece sağlıklı bir
karar verilemeyecektir. Allah insanlardan neden verilen
aklı kullanmadı diye hesap soracaktır. Her türlü ihtimal
göz önünde bulundurularak eleştiriye açık olmak
bilinçlenmemizde, daha sağlıklı karar vermemizde
etkileyici olacaktır. Akıl başkalarının cebine koyulur ve
askıya asılırsa kölelik süreci başlamış olacaktır. Hürözgür insanlar akıl nurunu söndürmeyen, bağımsız
düşünen-gören-karar veren kişidir. Dünyadaki tüm
Müslüman-mustazafların en belirgin-temel sorunu budur.
Başkası bizim yerimize düşünüp karar vermemelidir.
Allah (cc) bizi hür yaratmıştır. Boynuna zincir takıp
ucunu başkasının eline veren bağ-bahçe koruyucusukollayıcısı olmaktan öte bir değeri yoktur. Bu tür insanlar
hiç kuşkusuz hem bu dünyada hem de diğer dünyada
kördürler. Bu
anlayış-bağımlılık kırılmadığı sürece
insanların aydınlanmaları ve güzel bir gelecek inşa
etmeleri imkansızdır. Haklı ve haksız her konuda itaat
etme-hüsnü zan etme ve kafayı kuma görme kokuşmuş
sistemlerin ömrünü uzatmaktadır. Her koşulda itaatin
karşılığı iradesiz köle olmaktan öte bir anlam ifade
83
etmemektedir. Tercihlerimizde fikirler belirleyici
olmalıdır. Kişi bazlı düşünme alkol-uyuşturucu
bağımlılığından daha kötü-yerilmiş bir anlayıştır.Bu
konuda Atasoy Müftüoğlu şöyle demektedir:
“İslam toplumlarında, bütün İslamî yapıların,
cemaatlerin, düşünce ve kültür adamlarının, cemaat
liderlerinin, statükonun çizdiği sınırlar içerisinde hareket
etmek, bu sınırları takdis etmek gibi yapısal bir sorunu
var.
Her
durumda
ve
her
duruma
itaat
geleneğinin/zihniyetinin
eleştiriye
ve
muhalefete
tahammülü yok. Bunun yanında “ehven-i şer” tercihi
gibi ilkesizliği, politikasızlığı, ikiyüzlülüğü meşrulaştıran
bir başka geleneğimiz olduğunu da kaydedelim. Bu
durum biz Müslümanları gerçek bir var oluşa sahip
olmaktan alıkoyuyor. Sözünü ettiğimiz gelenekler/
zihniyetler sebebiyle, hiçbir şekilde bilinçli bir
farkındalık oluşturamıyoruz. Fikirlere değil de, kişilere
odaklandığımız için, her durumda kendimizi dar bir
alana kapatıyoruz.”
Böylece gücü-fırsatı eline geçirenler halkın bu zaaflarını
kendileri için fırsata dönüştürüyor. Hocamız-ağamız ne
diyorsa bir hikmeti vardır, kanalımız-gazetemizyazarımız ne haber verirse o doğru, kabile büyüğünün
tercihi tercihimiz mantığı ile bir tutam yol alınamaz.
İslamın sosyal hayatta tekrar söz sahibi olması ve eski
günlerine dönmesi için özgür insanlara ihtiyaç vardır. B u
kör tassaub daha nereye kadar sürecek? Bu konuda
Atasoy Müftüoğlu şöyle demektedir:
84
“Medya tiranları, finans tiranları, dini hayata musallat
olan bütün tiranlar ufkumuzu kapatıyor, bu nedenle de
karşı karşıya bulunduğumuz olaylarla ilgili olarak
eleştirel bir duruş gerçekleştiremiyoruz, özgür bir vizyon
oluşturamıyoruz. İslam algısı/tasavvuru bugün maalesef,
milliyetçilik-sağcılık-muhafazakârlık-gelenekçilikgörenekçilik-hizipçilik-mezhepçilik-polülizm-hamasetköylülükle malul hale gelmiştir. Çok daha vahim, çok
daha beter bir durum dikkatlerimizden kaçıyor. Cemaathizmet olarak anılan topluluk Amerika‟da Siyonist ve
Evangelist
lobilerin
talepleri/beklentileri/önerileri
doğrultusunda hareket edebiliyor. Bu çok kirli ilişki
biçimi Neonurcu akımın kötü yola düştüğünü
gösteriyor.”
Atasoy Müftüoğlu‟nun yukarıda belirttiği görüş yerinde
olmakla
beraber
bazı
sakıncaları
da
içinde
barındırmaktadır. Bazı kalıpların kırılması adına
kendimizi tamamen egonun-nefsin esaretine de
bırakmamalıyız. Bu öyle ince bir çizgidir ki hür olma
adına bazen ben eksenine girerek kölelikten beter bir
duruma gelme riskini de taşımaktadır. Kulluk bazen
Allah‟a secdede bazen de Allah‟ın emriyle Hz.Adem‟e
secdededir. Kur‟an ve sünnet ve salim akıl çizgisi üzere
hareket etmeliyiz. Her sözü-görüşü bu üç mihenge
vurmalıyız. Özgür veya köle olmamız bizim
tercihlerimize göre şekillenecektir. Böylece ya Allah‟a
yada kullara kul olacağız. Halklar Zer (altın, iktisadi güçmeta-kapital), Zor (zorba iktidar ve baskı) ve Tezvir
(halkı uyutma-kandırma) imtihanıyla karşı karşıyadır.
85
Kurtlar puslu havayı severmiş. Sisli-puslu siyasi ortamda
kurtlara av olmayanlara selam olsun. Ne zalimin sopası
ve silahı korkutur beni; ne de dünyanın zevk-u sefası
kandırır beni…! diyenlere selam olsun.
86
87
Download