¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ¿mH Bir kimse Îsâ -aleyhisselâm-’a gelerek: “–Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir kul, Allâh Teâlâ’ya karşı nasıl takvâ sahibi olur?” diye sordu. “–İşte takvâ budur.” der.( İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1988, I, 42) ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH Îsâ -aleyhisselâm-: “–Bu kolay bir iştir: Allâh Teâlâ’yı cân u gönülden hakkıyla seversin, O’nun rızâsı için gücün yettiğince sâlih amellerde bulunursun, bütün Âdemoğullarına da, kendine acır gibi şefkat ve merhamet gösterirsin!” cevâbını verdi. Sonra da şöyle buyurdu: Takvânın başı, küfür ve şirkten, ateşe düşmekten kaçar gibi kaçmaktır. Bunun tezâhürü de farzları hakkıyla edâ etmek ve bütün günahlardan sakınmaktır. ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH “–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma! O zaman Allâh’a karşı hakkıyla takvâ sâhibi olursun!” (Ahmed, ez-Zühd, s. 59) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, bir gün Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sorar. Übey -radıyallâhu anh- da ona: “–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der. Hazret-i Ömer: “–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer: Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Her nerede olursan ol Allâh’tan ittikâ et ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da güzel ahlâk ile muâmele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987) “Ey îmân edenler! Allâh’tan, nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkup gerektiği gibi sakının ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) âyetinde emredilen hakîkî takvâdır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kul, mahzurlu şeylere düşme endişesiyle mahzûru olmayan bâzı şeyleri de terk etmedikçe gerçek müttakîlerin derecesine ulaşamaz.” buyurur. (Tirmizî, Kıyâme, 19/2451; İbn-i Mâce, Zühd, 24) “–Peki, ne yaptın?” diye sorar. Hazret-i Ömer: “–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir. Bunun üzerine Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-: Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da şu îkazda bulunur: “Kişi, kalbini tırmalayan, kendisini huzursuz eden şeyleri terk etmedikçe takvâ makâmına ulaşamaz.” (Buhârî, Îmân, 1) İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 11 Sayı: 128 Mayıs 2016 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Allah Takva Sahiplerini Sever 4 Takvanın Pratiği 8 Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Nureddin YILDIZ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Hayır Pazarı ve Kulluk Kampı: Üç Aylar 16 Prof. Dr. Ali AKPINAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Büyük Resmi Görmek mi, Büyük Resme Takılı Kalmak mı? 19 Murat TÜRKER Musa KARACA GRAFİK TASARIM Talha AKA DAĞITIM ORGANİZASYONU Talha AKA Gsm: 0541 580 1969 F$yatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonel$k İç$n Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Kuvettürk Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 826718 - 1 İBAN: TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Sahabe Müdafaası 20 İslam Güzellikler Dinidir… 28 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) 36 Dr. İhsan ŞENOCAK Abdullatif ACAR Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai Kur’an’da Nesh Meselesi II 38 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Mecelleye Duyulan İhtiyaç 47 Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Kibâr-ı Kelâm (Ehlullahın Dilinden...) 50 Ubeyd FAKİRULLAH Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 İNTERNET ADRESİ [email protected] www.burhandergisi.com Gençliğe Dair Notlar 52 Güzel Bir Dava Adamı; Adnan Demirtürk 56 Kutlu Doğumla Oynayanlar Ve Oyalananlar 62 Emre TOPOĞLU Ersan BİLGİN Fatih Sultan SEMİZ BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Hz. Abdullah İbn Mes’ud (r.anh) 64 Salih AYDIN YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönder$len yazılarda ed$tör ve yayın kurulu değ$ş$kl$k yapab$l$r. Gönder$len yazılar $ade ed$lmez. Yazılardan kaynak göster$lerek MilliTarih 68 Hüseyin Serkan ELÖNÜ alıntı yapılab$l$r. Yayınlanan reklamlardak$ ürün ve h$zmetle- Burhan Çocuk 70 Musa KARACA 16 Hayır Pazarı ve Kulluk Kampı: Üç Aylar Prof. Dr. Ali AKPINAR 20 Sahabe Müdafaası Dr. İhsan ŞENOCAK 28 İslam Güzellikler Dinidir… Abdullatif ACAR 52 Gençliğe Dair Notlar Emre TOPOĞLU Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Allah Takva Sahiplerini Sever Takva sahibi olmak; Rabbimizin, Efendimiz’e (sav) ve inananlara belirttiği gibi olmaktır: “Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyrulduğu gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 11/112). 2016 T akva kelimesi sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek”; ıstılahta ise “dinin emir ve tavsiyelerine uyma, haram ve günahlardan kaçınma hususunda gösterilen titizlik” anlamında bir kavramdır. Takva kelimesi Kur’an ve hadislerde bazen sözlük anlamında bazen de “Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak azabından korunma” anlamında kullanılır 4 (Uludağ, Süleyman, “Takva”, DİA, XXXIX, 484-486). Takvalı kişiye de müttakî denmektedir. Genellikle peygamberler ümmetlerine, “Allah’tan sakının ve bana itaat edin” (Şuarâ 26/108, 126, 131, 144, 179) diye hitap etmişlerdir. Kur’an, kendi kendini tefsir eden bir kitaptır. Allah, bazı kavramların açıklamasını Efendimiz’e (sav) bırakırken bazılarını da kendisi yapmaktadır. Allah’ın bizzat kendisinin açıkladığı kavramlardan birisi de “müttakî”- Mayıs B dir. Müttakînin kim olduğunu Allah Teâlâ şöyle belirtmektedir: “ElifLâm- Mim. İşte bu Kitap; onda asla şüphe yoktur. O, günahtan sakınanlar (müttakîler) için bir rehberdir. Onlar gaybe iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiklerimizden hayra harcarlar. Sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler ve ahirete de onlar kesin olarak inanırlar. Rableri katından gösterilen doğru yol üzerinde olanlar ancak onlardır ve kurtuluşa erenler de yalnızca onlardır.” (Bakara, 1/1-5). Takva Sahiplerinin Özellikleri Allah Teâlâ’nın bu açıklamasına göre müttakî olmak için birinci olarak gaybe inanmak gerekmektedir. Gayb görmediğine inanmak demektir. Müslümanın inanç esaslarından hepsi aslında gayptır. Bu anlamda Rabbimize, meleklerine, peygamberlerine, ahiret gününe ve kaza-kader hakkında hiç bilgimiz olmadığı halde inanmaktayız. İnanç esaslarından olmak üzere insanların en fazla üzerinde durduğu, anlamak için gereksiz tartışmalara girdiği konu kaza ve kader konusudur. İnsanın sınırlı aklı ile kavramasının mümkün olmadığı bu konuda tartışmaktan sakınmak gerekmektedir. Ebû Hüreyre’nin anlattığına göre Allah’ın Rasûlü, Mescid-i Nebevî’de kader konusunda tartışan kişileri görünce yüzü o derece değişmiş ki sanki yüzünde nar tanecikleri gibi kızıllıklar çıkmış ve onlara şöyle seslenmiştir: “Siz bununla mı (böyle aklınızın almayacağı konuları tartışmak üzere) emrolundunuz yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu konuda (akıllarının almayacağı konularda) tartışmaya başladıkları zaman helak olmuşlardır. Bir daha sakın ola ki bu konuda tartışmayınız.” (Tirmizî, Kader, 1). Müslümanın ilgilendiği, tartıştığı konular ya dünyasına ya da ahiretine faydası olması gerekir. Nitekim Allah’ın Rasûlü kıyametin ne zaman kopacağını soran sahabiye “(Sen böyle soruları bırak da) kıyamet için ne hazırladığını söyle?” (Buhârî, Edeb, 95) diyerek cevap vermiştir. Yani Allah’ın Rasûlü, pratik faydası olmayan sorularla ashabının meşgul olmasını, bunlarla vakitlerini zayi etmemelerini istemiştir. Birilerinin sosyal medya ve televizyonlarda yaptığı gibi kelime kalabalığına takılmadan inanılması gerekenlere inanmak gerekmektedir. İslam’da iman esasları altı olarak belirtilmiştir. Aslında iman esasları Allah’a ve Rasûlü’ne hatta sadece Allah’a inanmak olarak da sayılabilir. Çünkü Allah’a inanan bir Mü’min doğru yoldan uzaklaşan insanları uyarmak için peygamberler ve bunlara melekler vasıtasıyla göndereceği ilkelere (kitaplara) de inanır. Bu ilkelere uyan iyi insanların cennete; uymayanların cehenneme gideceğine (ahiret gününe) inanır. Bütün bunların Allah’ın { } Takva kelimesi sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek”; ıstılahta ise “dinin emir ve tavsiyelerine uyma, haram ve günahlardan kaçınma hususunda gösterilen titizlik” anlamında bir kavramdır. Mayıs 5 2016 B Müttakî olmak için birinci olarak gaybe inanmak gerekmektedir. Gayb görmediğine inanmak demektir. Müslümanın inanç esaslarından hepsi aslında gayptır. ezeldeki bilgisi dahilinde olduğuna yani kaza ve kadere de inanır. Allah’ın Rasûlü kendisini görmedikleri halde inananları özlediğini bildirmektedir: Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, bir gün Rasûlüllah (sav) ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve “Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyârının sâkinleri! İnşâallâh bir gün biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim.” buyurdu. Ashâb-ı kirâm “Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz, yâ Rasûlallah?” dediler. Rasûl-i Ekrem “Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdu. Bunun üzerine ashâb “Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler. Efendimiz “Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde bulamaz mı?” diye sordu. Sahâbe “Evet, bulur, ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu: “İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben önceden gidip havuzumun başında onlara ikramda bulunmak üzere onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara “Gelin buraya” diye nidâ edeceğim. Bana “On- 2016 lar senden sonra hallerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini tâkip etmeyip başka yollara saptılar, büyük günahlar işlediler.)” denilecek. Bunun üzerine ben de “Uzak olsunlar, uzak olsunlar” diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39; İbn Mâce, Zühd, 36). Müttakîlerin diğer bir özelliği de namazlarını kılmaları ve Allah’ın kendilerine verdiklerinden h a r c a m a l a r ı d ı r. Namaz ve zekat İslam’ın şartlarındandır. Bir hadiste namaz dinin direği olarak belirtilmiştir (Beyhakî, Şüabü’l-İman, IV, 300, hadis no: 2550). Dolayısıyla Müslümanların olmazsa olmazı namaz ibadetidir. Allah Teâlâ kurtuluşa erecek Mü’minlerin özelliklerini sayarken onların namazlarını huşu içinde (Mü’minûn, 23/2) ve devamlı kıldıklarını (Mü’minûn, 23/9; Meâric, 70/23, 34) belirtmektedir. Takva Sahipleri Allah’ın Veli Kullarıdır Takva sahipleri yani müttakîler aynı zamanda Allah’ın veli kullarıdır. Rabbimiz kişinin iman ve takva sahibi olduğunda Allah’ın dostu olduğunu ve onlar için korku ve üzüntü olmadığını belirtmektedir: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış 6 Mayıs B olanlardır.” (Yunus, 10/62-63). “Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” (Ahkaf, 46/13-14). Müttakîler İçin Dünyada ve Ahirette Nimetler Hazırlanmıştır Allah Teâlâ, müttakiler için hem dünyada hem de ahirette nimetler hazırlamıştır. İnsanlar daha dünyada iken takva sahibi olmanın karşılığını görmeye başlayacaklardır. Allah Teâlâ, insanlar iman eder ve takva sahibi olurlarsa onları sevdiğini bildirmekte (Âl-i Imrân, 3/76) dünyada da onlara bol nimetler vereceğini ilan etmektedir. “O ülkelerin insanları inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapılarını açardık.” (A’raf, 7/96). Yine Rabbimiz takva üzere olan kullarına bol bol yağmur vereceğini belirtmektedir: “Eğer kullarımız hak yolda doğru yürürlerse kendilerini, denemek için bol su verirdik.” (Cin, 72/16). Rabbimiz, takva sahipleri için ahirette de nimetler hazırlamıştır. İman etmek ve doğru bir hayat yaşamak cennet nimetlerine kavuşmaya da vesiledir: “Şayet Ehl-i kitap iman edip günahtan sakınma çabası göstermiş olsalardı, kuşkusuz biz de kötülüklerini yüzlerine vurmaz ve onları nimeti bol cennetlere koyardık.” (Mâide, 5/65). Muttakîler İnanç esaslarından olmak üzere insanların en fazla üzerinde durduğu, anlamak için gereksiz tartışmalara girdiği konu kaza ve kader konusudur. için vaat edilen cennet nimetlerden bir kısmını Allah Teâlâ şöyle belirtmektedir: “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?” (Muhammed,47/15). Rabbimiz müttakîlerin cennette ebedî kalacaklarını da belirtmektedir: “Rablerine karşı gelmekten sakınanlara, Allah katından bir ikram olarak, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır; orada temelli kalacaklardır.” (Bakara, 2/198). Sonuç olarak takva sahibi olmak; Rabbimizin, Efendimiz’e (sav) ve inananlara belirttiği gibi olmaktır: “Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyrulduğu gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 11/112). Yine takva sahibi olmak; büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlarda ısrar etmemektir. Kişi büyük günahlar konusunda dikkatli olursa Allah onun küçük günahlarını affedeceğini bildirmektedir: “Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi değerli bir yere koyarız.” (Nisâ, 4/31). Yine takva sahibi olmak; inanç ve ibadet konusunda samimi olmaktır. “Dininde samimi olursan az ibadet de sana yeter.” Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341, hadis no: 7844). Selam ve dua ile… Mayıs 7 2016 Nureddin YILDIZ Takvanın Pratiği Muttaki; takva sahibi demektir. Muttaki kelimesi; takva ile iş yapan demektir. Takva da Allah’tan korkmak anlamındadır. Allah’ın azabından çekinmek ve Allah’ın azabından kurtaracak işler yapmak d e m e k t i r. 2016 Bismillahirrahmanirrahim. َ••ِ•َّ••ُ •ْ ُ" ً!ى ل#ِ •$ِ &ْ ُ •*ِ •ْ ا+َ ِ• َذ,•ا % 'َ)ب (َ َر Elhamdüli’llahi Rabb’il âlemin. Vessalatu vesselamu alâ Resûlina Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmaîn. “İçinde hiçbir şüphe bulunmayan Allah’a ait olduğu bilinen Kur’an muttakiler için yol göstericidir.” Muttaki olmayan Kur’an okusa Aziz Mü’min Kardeşlerim, da Kur’an’dan kendisine bir yol bulamaz. Kitabımız Kur’an-ı Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Fatiha’dan sonraki ilk suresi olan Bakara Suresi’nin ilk ayetlerinde Allah Teâlâ Kur’an’ın kime hitap ettiğini, kimin Kur’an’dan istifade edebileceğini haber veren ayetle başlamaktadır: 8 Kerim muttakilerin kılavuzudur. Muttakiler için kurtarıcıdır. Kur’an Allah’ın kitabı olduğuna göre muttaki olanlar Allah ile konuşabilir, Allah’ı dinleyecek kulak sahibi olabilirler. Mayıs B Aziz Kardeşlerim, Muttaki; takva sahibi demektir. Muttaki kelimesi; takva ile iş yapan demektir. Takva da Allah’tan korkmak anlamındadır. Allah’ın azabından çekinmek ve Allah’ın azabından kurtaracak işler yapmak demektir. Muttaki Müslüman, takva sahibi Müslüman, takvalı Müslüman da Allah’ı cennetin ve cehennemin, dünyanın, ahiretin sahibi olarak bilen ve bunu pratikte sergileyen insan demektir. İblis, Allah’ın cehennemini yarattığını ve her şeye kadir olduğunu, öldüreceğini, dirilteceğini peygamberler yaratılmadan önce biliyordu. Allah’ın büyük olduğunu, her şeyin sahibi olduğunu bilmek iblisin de bildiği bir şeydi. Takva insan, muttaki insan Allah’ın en büyük olduğunu bilen insan değildir. Kendisinin en büyük olan Allah’ın huzurunda hesap vereceği şuuru ile hareket eden insan muttaki insandır. Takva bilmek değil bildiğin ile yaşamaktır. Aziz Kardeşlerim, Bugün bilginin kirlilik düzeyine ulaştığı dünyada, hatta bilginin çocuk seviyesine düştüğü bir zamanda, bilginin tırnaktan küçük bir cihaza on binlerce kitap şeklinde yüklenebildiği bir zamanda; biz Müslümanlar olarak Allah’ın gökleri yarattığını, babamız Âdem aleyhisselamı yarattığını, maymundan gelmediğimizi, peygamberlerin Allah’ın gönderdiği kulları olduğunu, cenneti, cehennemi, sırat köprüsünü sadece biliyor olmamız kıyamet günü Rabb’imizin huzurunda bizi kurtarıcı bir yardımcı değildir. Çünkü iblis de biliyordu. Mekke’de Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme kılıç kaldıranlar, işkenceyi en ağır hâliyle Bilâl’e yapanlar, Hamza’yı öldürenler, belki bugün din öğretenlerden daha fazla Resûlullah’ı tanıyorlardı. Cenneti, cehennemi biliyorlardı, Allah’ı biliyorlardı. •ْ •ُ َ" ْ!•َ• أ َ ْ• ُ••ُ ـ#َ $ْ َ!ْ ـ% َو َ) َ( ُ'وا ِ&•َ• وَاAllah: “İçlerine sin- diği hâlde inkar ettiler.” buyuruyor. Bilmek, herhangi bir düzeyi göstermiyor. Bir insanın “Allah isterse gökten azap yağdırır, buna gücü yeter” diye bilgi sahibi olması, maşallah ne Mayıs Müslüman adam dedirtmiyor. Çünkü Ebu Cehil de biliyordu. İblis herkesten önce biliyordu. Babamız Âdem aleyhisselam yaratıldığında iblis meleklerin civarında dolaşan bir âlim adamdı. Rabb’imiz bizi bildiğimizi uygulamaya davet ediyor. Bilgi stokçuluğuna davet etmiyor. Uhud’da Allah’ın aslanları olarak toprağa şehit diye düşen mü’minler, Peygamber aleyhisselamın etrafında İslam Devleti’ni kuran ilk mücahitler bugün bir Kur’an medresesinde Kur’an ezberleyen çocuk kadar dahi Kur’an bilmiyorlardı. Çünkü Kur’an henüz tamamen inmemişti. Beş, on, yirmi ayet biliyorlardı. Ama yirmi ayet ellerinden, tırnaklarından, kılcal damarlarına kadar hareket hâline gelmişti. Bir ayeti bir dilim peynir gibi dişliyorlar, o peynirin damarlarında kan, kemiklerinde ilik olduğu gibi aynı şekilde okudukları ayet, öğrendikleri din hükümleri de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden duydukları hadisleri de kan oluyordu, hücre oluyordu, hareket oluyordu, gözlerinde fer oluyordu. ُ* ـ$#ِ َّ!+ُ ,ْ “ دًى لKur’an muttakilerin kitabıdır” ifadesi çok Allah’ı tanıyanlar, çok ileri derecede Peygamber’in doğumunu ölümünü bilenler demek değildir. “Görmesem bile o beni görüyor ya” diyerek “Allah’ın huzurunda kılıyorum” diye namazı huşu içerinde kılanlar; muttakidirler. Takva kelimesini izah etmeye çalışıyorum. Muttaki yani takva sahibi insan Allah’ı en büyük olarak bilen değil en büyük Allah’ın huzurunda cılız bir insan olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapan insan demektir. Bugünkü bilgi kirliliği, bilgi stokçuluğu, küçük çocuklardan ihtiyarlara kadar herkesin bilmişliği, Allah katında kurtarıcı değildir. Bilakis vebali katmerleştiren, vebale vebal katan bir sıkıntı olarak belki kıyamet günü karşımıza çıkacaktır. Hepten cahil olmak belki bir kurtarıcı özür olabilirdi. Bildiği hâlde inadına Allah’ın Şeriat’ına aykırı yaşamak mazereti de ortadan kaldırmak olmuştur. Muttaki insanlar, Allah’ı tanıyan ve tanıdıkları Allah’ın azabından korkarak yaşayan insanlardır. Bugün aziz kardeşlerim, bu bilgi kirliliği, bilginin depocu mantıkla kullanıldığı bir zamanda; Resûlullah 9 2016 B Kur’an’la yaşayan, kaynağı Kur’an olan bir nesil olmak demek yani takva sahibi olmak demek, pratikte Allah’ı hatırlamak demektir. Kaza yapmadan durmayı bilebilmek demektir. sallallahu aleyhi ve sellemin Ümmet’i olarak bildiklerimizin ameli ile Rabb’imizin huzurunda kurtulabileceğimizi anlıyor olmamız lazım. Çokbilmişlik, “maşallah” denilecek şey değil, bildiğinle amel etmek “maşallah” denecek şeydir. Mus’ab bin Umeyr radıyallahu anh, Yesrib’i Medineleştirip devlet hâline getirip Resûlullah aleyhisselatu vesselamın avucuna koyduğu zaman, ne kırk yaşını bulmuştu ne de Kur’an’ın kırk suresi inmişti. Genç yaşta Kur’an’ın ilk inen ayetleriyle, ilk inen sureleriyle devlet kurdu, Resûlullah’a teslim etti. Bir sene sonra yazdığı mektupta: “Yesrib senin emrindedir, gel ya Resûlullah, hicret edebilirsin” dedi. Henüz Kur’an’ın elli suresi bile yoktu. O Medine’yi terk ettiğinde henüz Kur’an-ı Kerim’in ahkâm ayetleri bile inmemişti. Yüz on dört sureyi on dört yaşına gelmeden ezberlemiş çocukların bulunduğu evler hâlâ Resûlullah’a teslim edilememiş evler ise; Mus’ab bin Umeyr’in bilmeden geldiği noktaya bin kere bilmişliğimizle bile gelemediğimiz kıyamet günü yüzümüzü kızartacaktır. Çanakkale’ye, Yemen’e ashaptan daha sonraki çağların insanları olarak Çanakkale topraklarına, filan yerlere, Allah’ın adını korumak, hilafeti muhafaza etmek, Ümmeti Muhammed’in Kur’an’ını yere düşürmemek için gidenler, âlimlerden oluşmuyordu; köylüler, kağnı arabalarına yiyecek, erzak doldurup Çanakkale sahillerine gitmişlerdi. Ümmeti Muhammed bilgi hamalı ümmet değildir! Bilgi hamalı ümmeti Allah Tevrat yüklü oldukları hâlde kafalarına göre yaşayan Yahudileri benzeterek bize gösteriyor. “Eşeğin kitap taşıması gibi Tevrat taşıyan adamlar” diyor Allah. Bu Yahudi ruhudur! Kitaplar dolusu, kütüphaneler dolusu bilgi vardır; ameli kafasına göredir, zevkine göredir, menfaatine- çıkarına göredir. 2016 Ümmeti Muhammed, Yahudi bir ümmet değildir! Muharref Hıristiyanlığa benzer bir ümmet değildir. Bir sure bilir o sure ile Resûlullah’a bir devlet kurar bir ümmettir! َ•“ ُ" ـ ً!ى ل ْ• ُ••َّ ِ••ــMuttakilerin kitabıdır bu Kur’an.” derken muttakiler; çokbilmişler değil bildiklerini gözlerine, kulaklarına, ellerine hazmettirmişler demektir. Bilgimiz, gözümüzün hazmettiği şey olmalıdır. Allah’ın gördüğünü, murakabe ettiğini, sağımızdaki solumuzdaki meleklerle bizi denetlediğini bildiğimiz hâlde hâlâ gözümüz haramdan el çekmiyorsa, kulağımız harama karşı filtreli, sansürlü değilse, elimiz Allah’ın yasaklarına temas edebiliyorsa, ayağımız harama karşı kendisini sorunsuz, hür hissederek yürüyebiliyorsa takva, bilgimiz dâhilinde ama uygulama alanımızda değil demektir. İşte Tevrat’ı ezberleyip sallana sallana Tevrat okuyan Yahudileri Kur’an-ı Kerim’de Allah “kitap taşıyan eşekler” olarak tanıtıyor. Aynı Kur’an’ın indiği, o ayetin bulunduğu sureyi Mus’ab bin Umeyr Yesrib’e giderken yolda öğrenmiş ilk Cuma namazını kılmıştı. İşte bu Ümmeti Muhammed’in ince ayarıdır. İki ayet bilir ama Uhud’da şehit olacak kadar Allah’a teslim olmuştur. “Allah Teâlâ’nın zâtî-subûtî sıfatlarını say.” desen alimallah Uhud’un Cengâver Şehidi, Allah’ın Aslanı Hamza ne zâtî ne subûtî sıfatlarını asla sayamazdı. Selefi de değildi Hanefi de değildi. İlkokul mezunu da son okul mezunu da değildi. Bir Hamza idi. “Gel.” dedi Allah gitti. Gidiş o gidişti. Çok bilseydi belki de “gerekli midir gereksiz midir bu savaş” diye ondan kaçmayı becerecekti. Bir tek şey biliyordu: “Allah beni çağırdıysa ben geri kalamam.” Bunu uyguladı ve Rabb’ine “şehitlerin efendisi” olarak gitti. Selefi değildi, Hanefi değildi, Şafi değildi, hoca değildi, âlim değildi, okumuş değildi, okuma-yazma belki de bilmiyordu. Cami yaptırmamıştı ama Allah’a teslim olmuş bir adamdı Hamza radıyallahu anh! Muttaki Hamza. Allah’ın istediği can bile olsa ona tereddüt etmeden “evet” diyen adam. Çokbilmiş değil bildiği ile amel etmiş adam. 10 Mayıs B Sadece Hamza değil zaten ashabın hepsi bir Hamza, radıyallahu anhum. Bunun için kardeşlerim, muttaki kelimesi yani Allah’tan korkmak kelimesi; takvalı bir hayat yaşamak, böylece de Kur’an’ın konuştuğu bir nesil olmak, Kur’an’la yaşayan, kaynağı Kur’an olan bir nesil olmak demek yani takva sahibi olmak demek, pratikte Allah’ı hatırlamak demektir. Kaza yapmadan durmayı bilebilmek demektir. Çarptıktan sonra durabilen değil çarpmadan durabilen demektir. Aziz Kardeşlerim, Konumuzun anlaşılmasına yardımcı olması bakımından bir dini kavramımızı, Kur’an’ın en büyük kavramlarından birisini daha izah etmek istiyorum. Çokça duyduğumuz, muhakkak kullandığımız bir kelime var: Zikir. Biz buna zikir yapmak diyoruz. Kitabımız Kur’an Allah’ın lisanından bize emrediyor: “ْ•“ ” َ!• ْذ ُ• ُ•و•ِــ• أ ْذ ُ• ْ• ُ•ـBeni zikredin ben de sizi zikredeyim.” diyor Allah. Ne demek beni zikredin? Allah buyuyor, beni zikredin ben de sizi zikredeyim. Biz elimize tespihi alıp “subhanallah”, “elhamdülillah”, “Allahuekber”, “la ilahe illallah” dedik. E biz “zikredin” deyince Allah bunu yaptık. Allah “ben de zikredeyim” sizi diyor. Bu nasıl bir zikir acaba? Biz “subhanallah” dedik Allah ne deyip bizi zikredecek? Demek ki zikrin tespihi eline alıp “la ilahe illallah, subhanallah” demekten başka bir deruni bir manası daha varmış. “ْ••ُ •ْ •ُ “ ” َ!• ْذ ُ• ُ•و•ِ• أ ْذSiz beni zikredin ben de zikredeyim.” Kur’an! Bakara Suresi’nde Allah’ın emri bu. Çok basit, herhangi Çanakkale’ye, ashaptan daha insanları sonraki olarak Yemen’e çağların Çanakkale topraklarına, filan yerlere, Allah’ın adını korumak, hilafeti muhafaza etmek, Ümmeti Muhammed’in Kur’an’ını yere düşürmemek için gidenler, âlimlerden oluşmuyordu; köylüler, Zikretmek; hatırlamak demektir. “•” َ!• ْذ ُ• ُ•و•ِــ “Beni hatırlayın.” demektir. “Beni hatırlarsanız ben de sizi hatırlarım.” Elbette bir mü’minin kıbleye dönüp namaz kılması Allah’ı zikretmesidir. Çünkü namaz Allah’ı hatırlatıyor. Elbette bir mü’min seccadesinin başında, arabasının koltuğunda, kadın yemeğinin pişmesini beklerken veya filan yerde çalışırken bir Müslüman’ın elindeki tespihiyle/tespihsiz nasıl olursa olsun “subhanallah” demesi Allah’ı zikretmek, Allah’ı hatırlamaktır. Elbette bu zikirdir. Ama Allah “Ben de sizi zikredeyim.” diyor. Biz “subhanallah” dedik, o ne diyecek peki? Zikrin şu arka plandaki anlamını yakalamamız lazım: “Hatırlayın beni, hatırlayayım sizi.” Zikir bu demek. Çünkü zikir, Allah demek kadar Allah’ı hatırlamaktır. Çünkü hatırlamadan kimse “subhanallah” demez. Eğer birisi hatırlamadığı Allah’ın tespihini yapıp “subhanallah” diyorsa ortada bir yanlışlık var. Bunun için âlimlerimiz demişlerdir ki iki türlü zikir yapılır. Birincisi; eline tespihini alıp veya almayarak Allah’ın adını andığın bir zikir yaparsın. “Subhanallah”, “la ilahe illallah”, “elhamdülillah” dersin. Zikirdir bu ama bir zikir var ki “•َ!• ْذ ُ• ُ•و•ِــ •ْ ”أ ْذ ُ• ْ• ُ• ـodur. Hangi zikirdir o? En şık ve en kolay ulaşacağın anda Allah’ı hatırlayıp haramdan geri durmaktır. Allah’ı hatırlayıp haramdan el çektiğin zaman Allah da seni cennetine hidayet edeceği kullarından biri olarak hatırlayacak demektir. kağnı arabalarına yiyecek, erzak doldurup Çanakkale sahillerine gitmişlerdi. Mayıs bir sözlüğü açtığımızda zikretmek nedir diye bakarız, böylece anlarız meseleyi. Bankaların cazip kredi teklifleri karşısında yüzde bir, yüzde iki derken onlar, cehennemin hararetinin yüzde yedi yüz dünyadaki ateşten daha koyu olduğunu hatırlayıp: “Defolun melunlar!” diyebildiğin 11 2016 B Kitaplarda yazan, âlimlerin kürsülerde anlattığı, İmam Gazali’nin İhyası’ndan menkıbeler şeklinde okuduğumuz takva var, İstanbul’un modern caddelerinde pratik bir şekilde uygulanan takva var. zaman ey zikreden derviş, göklere kadar başını kaldırabilirsin sen, şimdi seni Allah hatırladı. En büyük zakir, derviş cazip kredi teklifi karşısında Allah’ı hatırladı. Haramın yumurta gibi yuvarlanıp kapına dayandığı zaman Allah’ı hatırlayıp tekme vurabiliyorsan harama sen zikrediyorsun. İşte bu pratik takvadır. Kitaplarda yazan, âlimlerin kürsülerde anlattığı, İmam Gazali’nin İhyası’ndan menkıbeler şeklinde okuduğumuz takva var, İstanbul’un modern caddelerinde pratik bir şekilde uygulanan takva var. Mekke’de muttaki, İstanbul’da bankacı. Mekke’de hacının ayağına basmaz, İstanbul’da eşini çiğner. Bu, muttakilik değil keyfine göre yaşamak demektir. O zaman Mekke senin için tuzaktan başka bir şey değil. Orada çekindiğin, korktuğun Allah, İstanbul’da nerede? Allah sadece Mekke sokaklarında mı “Benden korkun!” buyurdu? Sadece projektör altında olanları mı melekler izliyorlar? Karanlık yerlerde melekler görmüyor mu, murakabe etmiyor mu? Muttaki yani Allah’tan korkan insan yirmi dört saat devresi açık insan demektir. Sistemi yirmi dört saat açık, elektrik şalteri kapanmamış insan demektir. Nasıl Müslüman abdest alıp namaz kılar ama su bulamayınca teyemmüm yapar, ayakta kılamayınca oturarak kılar, oturamazsa yatar, yatamazsa ima eder ama namazı bırakmaz muhakkak bir çare üretir; Allah’ın haramlarına karşı da Müslüman’ın takvası pratik bir takvadır. Yahudilerin hahamları gibi: “Musa’dan sonra işler zorlaştı. Bildiğimiz gibi yapın hahamların ihtiyacını da karşılayın.” demez Müslüman. Bütün dünyanın sahibi olsa Müslüman, bir kuruş zekâtını kaçırmaz. Ömrü bin yıl olsa dokuz yüzüncü senesindeki takvası, sekiz yüzüncü senesinden yüz sene daha yükselmiş demektir. Git gide laçkalaşan Müslümanlık değil git gide Allah’a yaklaşan Müslümanlık; takva Müslümanlıktır. Düğün gününe kadar Allah, peygamber, zikir hatırlayıp düğün günü bir günlüğüne şalteri kapatan Müslüman değil “Asıl Allah’ın imtihan günü, bugündür.” diyen Müslüman’dır. Köyde tarla gibi bir evde, gecekonduda, çamurdan bir evde otururken huzurlu olduğu hâlde sırf büyük şehirde yer bulmuş olabilmek için yahut da çocuklarından birisi ilerde evlenir ihtimaliyle krediye –harama- bulaşıp ev alma durumu söz konusu olunca bir seferliğine bir kılıf bulup faize selam veren Müslüman değil “bu nefes bu burundan alınıp verildiği sürece Allah bana faiz vermesin” diye nefesi, nabzı duran Müslüman, takva Müslüman’dır. “ ” ُ! ـ ً•ى ِ ّل ْ• ُ••َّ ِّ•ــ• نİşte budur! Kur’an’ın yüreklerini fokur fokur kaynattığı mü’min nesil, bu nesildir. Bulduğu her fırsatı delip geçen değil fırsatları tepip geçen Müslüman; muttaki Müslüman’dır. Takva olmak, tövbe etmek için Mekke’ye hacca gitmeyi beklemez. Mekke onun yüreğindedir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kabrini görmesi gerekmez. Çünkü o sünnet olan her şeyi bağrına basmış, gözüne sürme olarak sürmüştür. 2016 12 Mayıs B Müslümanlar, takva insandırlar. Takva demek; şeytanın ataklarına karşı teyakkuz hâlinde olan mü’min olmak demektir. Şeytanın oyununu şeytandan yirmi sene sonra anlayan insan, hiçbir şekilde takva olduğunu iddia edemez ki. Rabb’imiz, bizi ciddi bir şekilde düşünelim diye bizden önceki nesiller üzerinden örneklendirdi. Peygamber aleyhisselam Efendimiz de farklı açılardan bize dikkatli olmamız gerektiğini hatırlattı. Kardeşlerim, Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Benim gelecekte sizin adınıza korktuğum en büyük şey; şehvetlerinize karşı kendinizi zapt edemeyişimizdir.” Çok iyi Müslüman, yeter ki acıkmasın. Haram asla yemez, acıkıncaya kadar. Acıkınca dayanamıyor yok domuz yemez, alkol almaz. Düğünde ikram edilince alıyor, kendisi sabah kalkınca dolaptan alıp içmiyor. Bu, Allah’ın kaldırdığı: “Bu din, benim dinim değildir.” dediği nesih edilmiş dinlere bağlı olanların kültürüdür. Muttaki insanlar haramı, gözüne batan çivi gibi sürekli bir tehdit unsuru olarak görür ve şehvetlerini zapt eder. “Acıkınca haram yiyor yoksa yemez.” değil çünkü Sevgili Peygamber aleyhisselam Efendimiz ne buyurmuştu: “Şehvetlerinize esir olmanız kadar korktuğum bir şey yoktur sizin için.” deyip üç noktayı tespit etmiş. Bu üç nokta bizim pratik Müslümanlığımızın, pratik takvamızın, Allah’tan korkan insan olduğumuzun göstergesidir. Biz kendimizi, evimizdeki çocuklarımızı, ailemizi, yöneticisi olduğumuz yeri, işlettiğimiz bakkalı-mana- Mekke’de muttaki, İstanbul’da bankacı. ayağına Mekke’de basmaz, hacının İstanbul’da eşini çiğner. Bu, muttakilik değil keyfine göre yaşamak demektir. O zaman Mekke senin için tuzaktan başka bir şey değil. Mayıs vı her neyse İslam namına, Müslümanlık namına test edebiliriz. “Ne kadar Müslüman’ım?” diyebiliriz. Bir damla kan alıp laboratuara götürdüğümüz gibi bir günlük eylemlerimizle bir ömrümüzün nereye doğru aktığını izleyebiliriz. Peygamber aleyhisselam Efendimiz: “Üç şeyin bizim kontrolümüzün dışına taşmasından korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmadığını.” söylüyor. Birincisi: “Midelerinize esir olmanızdan korkuyorum.” buyuruyor Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem. Mideye esir olmak ne demek? Ölçüsüz, kontrolsüz, sınırsız yiyip içmek demek. Acıktıkça değil gördükçe yemek demek. Doydukça kalkmak değil yorulunca kalkmak demek. Mide esirliği! “Paketli olsun, toprak olsun.” deyip yemek demek. Bu çağın getirdiği yemek kültürü, mide esareti neyse Sevgili Peygamber’im sallallahu aleyhi ve sellem bundan ürkmüş demek ki ve “Bundan korktuğum kadar bir şeyden korkmuyorum.” buyurmuş. Bu bir. İkincisi: “Cinsel şehvetinize esir olmanızdan korkuyorum.” buyurmuş Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem. Ne demek cinsel şehvetimize esir olmamız? Bir Müslüman’ın haram ölçülerini eş bulma uğruna veya şehvetini giderme uğruna yok sayabilmesi demektir. İşte Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bize bu korkudan bahsediyor. İkinci korkusu! Kardeşlerim, Burada çok önemli bir hususu işaret etmek istiyorum: Allah’ın kitabı; asla Yusuf’un kuyuya atılışını, kardeşleri tarafından ihanete uğratılışını anlatan bir kitap değildir. Yusuf’u ders yapan bir kitaptır. Yusuf, ders demektir. Yusuf, Ümmeti Muhammed’in nelere dikkat etmesi gerektiğini anlatan kılavuz demektir. Yusuf’a Züleyha: “Ya benim dediğimi yaparsın ya da seni zindana attırırım.” dediği zaman Yusuf zindan tehdidi ile karşılaşınca Yusuf’un pratik takvası, muttakiliği anında devreye girdi. Kaza yapmadan tavُ ّ ُ* أ َ َ)ـ+ْ ـ, َر ب ال َّ ـ( ِإ•َـ rını koydu. Ne dedi? •ِ "ُ!•َ ِ•ــ• ِإ•َ ْ•ـ#ْ َ$ %ـ• ِ' َّ&ــ “Rabb’im bunların bana teklif ettiği şeydense zindanı tercih ettim” dedi. Pratik Müslümanlık, pratik takva budur. “Yahu şöyle olsaydı 13 2016 B Müslüman abdest alıp namaz kılar ama su bulamayınca teyemmüm yapar, ayakta kılamayınca oturarak kılar, oturamazsa yatar, yatamazsa ima eder ama namazı bırakmaz muhakkak bir çare üretir; Allah’ın haramlarına karşı da Müslüman’ın takvası pratik bir takvadır. böyle olsaydı” diye bir düelloya girmek yoktur. “Yapma etme” diye tartışma da yok. “Ya zindan ya da ben” diyen Züleyha’ya karşı Züleyha’yı elinin tersi ile itip ona “yok” bile demeden Rabb’ine dönüp “hapishane, zindan Rabb’im, bu değil” dedi. Tekrar ediyorum: Kur’an Yusuf Suresi’nin 32 ve 33. ayetinde Yusuf aleyhisselamın bu hassasiyetini, pratik takvasını, Allah’ı saniyeler içinde hatırlayıp gerekeni yapan şuurunu, peygamber terbiyesi görmüş bir çocuk olduğunu, emdiği sütün peygamber yuvasından emilmiş berrak bir süt olduğunu Züleyha’ya cevap bile vermeyerek gösterdi. Normalde “deli misin be kadın Allah’tan kork, defol ayaklarımın altına alırım seni” demesi gerekiyordu. Öyle ya haramı teklif edene şöyle bir tokat vur hiç olmasın. “Yok” de, “protesto et” Yusuf’un buna vakti yoktur. Ümmet’inin gelecekteki üç riskinden söz ederken; karın, mide ezikliği yaşayan midesine esir olmuş insanların bu Ümmet’in içinde olmasından korktuğunu söylemişti. Ve şehvetlerine esir düşen Müslümanlardan korktuğunu söylemişti. Aziz Kardeşlerim, َ •ْ ا••ـ َّ َ•ـ" !ــ ٌ ـ#ِ •َ$ %ْ &ُ ــ•َ ا*َّ َ)ــ( ْا ِإ َذا ! ََّ'ـ+,ِ َ•ّ ا •ن ِ • Üçüncü olarak da buyuruyor ki: “Sizin için fikri saldırılarda beyinlerin karışmasından korkuyorum.” buyurmuştu. Bin dört yüz senedir “kaderi Allah yazdı” dedirttiği hâlde bütün mü’minlere Kur’an ve Sünnet, “olmasa kader olmaz mı” dalgasına kapılıp gitmek Peygamber aleyhisselamın on dört asır önce korkup ürktüğü şeymiş demek ki. Demek ki Peygamberim sallallahu aleyhi ve sellem, Allah insan öldürmeyi yüzde yüz kıyamete kadar haram ettiği hâlde tavuk öldürür gibi insan öldürmekten bir de bunu Müslümanlık adına yapmaktan bir de bundan sevap umacak kadar cüretli, rezil bir anlayışı İslam kelimesinin yanına yazıvermekten asırlar önce ürkmüş. Neden ürkmüş? Neden bunu bize haber vermiş? Dikkat edelim, hazır olalım diye. Nerelerde elektrik sistemimizin hemen devreye girmesi gerektiğini anlayalım diye. “Şeytandan bir saldırıya uğradığında takva mü’minler و ْا-ُ ـ.َّ ,َ َ* hemen zikrederler.” Tespihi eline alırlar değil tespihi eline almaktan söz etmiyor. و َن-ُ ـ/ْ ِ 0!ُ ّ %ــ1ُ َذا2ِ ـ3َ و ْا-ُ ـ.َّ ,َ َ* “Hemen hatırlarlar ve ufukta kaynayan cehennemi hemen görürler.” Mü’min budur. Acile gitmeden acil duruma geçebilen insan mü’min insandır; takva insandır, muttaki şahsiyettir. Pratik olmayan, oyalayan dindara dönüşür. Kazadan sonra fren pedalını aramanın zaten gereği yok. İster fren pedalı olsun ister olmasın, bir kere kaza oldu. Muttaki, takva yani Kur’an’la konuşan, Kur’an’ın elinde, gözünde şekil aldığı mü’min. Allah’ı hatırlayıp günlük hayatında gerekeni yapmaya hazır mü’min demektir. Sevgili Peygamber aleyhisselam Efendimiz Demek ki kardeşlerim, midemiz, cinsel şehvetimiz ve beyin trafiğimiz yirmi dört saat takva denetimimiz altında olması gerekir. Midemize haram girdiğinde, şehvetimiz haram kontrol alanları dışına taştığında beynimizdeki imanımız, ibadetimiz ve idrakimiz çalkantıya tabi tutulduğunda Allah, iman, cennet, cehennem, sırat Züleyha’yı tokatlamadan devreye girerse ن4َّ ِّ)ــ56ُ •ْ ى ِ ّل7ً ـ1ُ kadrosundayız demektir. Züleyha ile tartışmadan: “zindanı tercih ettim Rabb’im, zindan benim olsun haram yanımda olmasın” diyen mutakkidir. Böyle kulları Kur’an ile yaşıyorlar demektir. Yuvarlandıktan sonra değil ayağı kaymadan çamuru ve kaypaklığı hisseden duygusal ayak sahibi olmak gerekiyor demek ki. Beyin fırtına- Takva, muttakilik o kadar pratik ve seri, hızlı ki o cümlesini bitirmeden “Rabb’im tercihim zindandır, bu haram değildir” dedi. Kitabımız Kur’an ders kitabıdır. Rabb’imiz ders veriyor. Muttaki kullarından bahsederken Allah Araf Suresi’nin 201. ayetinde: ِإ َّن 2016 14 Mayıs B larına karşı, imanımıza ait değerlerin alabora edilme hamlelerine karşı saatlerce televizyon ekranları önünde saldırıları izledikten sonra: “bu adamlar yalan konuşuyor be, bunlar Kur’an düşmanı” demek pratik takvadan uzak kalmak demektir. Bu Ümmet’in imanı ve akidesi tartışma konusu yapıldığında cümle bitmeden elinin tersiyle Züleyha’yı meclisten kovabilenler, zindan pahasına da olsa dik durmayı becerebilenler, “Allah’tan yana olalım zindanlarda ya da mezarlarda olalım yeter ki Allah ile beraber olalım” diyebilenler muttaki insanlardırlar. Kur’an da onların kitabıdır. •ِّإ َّن ّ"ِ ْ! ُ••َّ ِّ•ــ• ن •ــ “ ازًاCennet diye muştulanan yer muttakilerindir.” Muttakiler, ellerine tespih almadan da Allah’ın azabını gözünün önünde her saniye görebilecek kadar imanları pratik olan, takvaları pratik olan insanlardırlar. İş işten geçtikten sonra değil iş işlerken devreye giren iman, Allah korkusu çok önemlidir. Takvamız pratik olmalıdır. Anında devreye girmelidir. “Ya ben ya da zindan Yusuf” derken Züleyha ne cevap verecek diye beklemeye fırsat bırakmadan Züleyha’ya, kıbleye dönüp: “o değil sen Rabb’im” diyebilen insanlar Allah’ın bu Ümmeti Muhammed’in cenneti için hazırlanmış örnek kulları olarak yaşıyorlar. Çocuklarına taviz üstüne taviz eğitimi veren, Müslümanlığını gizlemek için nasıl alavere dalavere yapması gerektiğini çocuğuna bir faziletmiş gibi öğretenler yerine “zindan olsun sen benimle ol Rabb’im” diyen anneler, babalar olmak zorundayız. “Bütün dünyayı, bütün insanlığı karşına almaya hazır ol İbni Abbas” diyen Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi ne zaman hatırladıysak o zaman muttaki olduk, takva olduk demektir. Takva olmak, tövbe etmek için Mekke’ye hacca gitmeyi beklemez. Mekke onun yüreğindedir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kabrini görmesi gerekmez. Çünkü o sünnet olan her şeyi bağrına basmış, gözüne sürme olarak sürmüştür. Aziz Kardeşlerim, Takva hayatı, muttakilik; yaşlanmış, saçı başı ağarmış, hacca gitmiş, bir tarikata girmiş, hafız olmuş insanların hayatı değildir. İslam’ın aristokratik kadroları yoktur. Biz Bilal ile Ebubekir’in, Ebubekir’le Muhammed aleyhisselamın aynı safta namaz kıldığı bir diniz. Bizde dini lüks yaşayan, ekonomik yaşayan, geri kalmış olarak yaşayan yoktur. Cennet herkesin cennetidir, cennet koltukları aynı numaradadır. Dünyada herkes muttaki olmak zorundadır. Allah’tan korkmayı pratik yaşamak zorundayız. İş işten geçtikten sonra, melekler defterlerimizi karaladıktan sonra Allah’ın en büyük olduğunu hatırlamak, cehennemin alevlerini gözümüzde tüttürdüğümüzü hissetmek sadece aldanıştır, bir tuzaktır. Müslüman yirmi dört saat Allah’ın murakabesi altında olduğunu bilir. Yatak odasında en zevkli dakikalarını yaşar ama Allah’ı uzakta bilmez. Mescitte Rabb’i ile baş başa namaz kılar. Zekât verirken Allah onunladır, oruç tutarken iftar anında Allah onunladır. Bankanın kapısında da Allah’ın gözleri onun üzerindedir. Kız, erkek selamlaşıp bir arada harama doğru adım atarken de Allah’ın gözleri onun gözü üzerinde, eli, ayağı üzerinde demektir. Bizde takva; İslam’ın zengin kadrolarının oturduğu villa semtinin adı değildir. Ebubekir’in, Bilal’in, Üsame’nin ve bütün “Muhammedun resûlullah” diyen herkesin ortak karakteri takva olmaktır, muttaki olmaktır. Allah’tan korktuğu için de Kur’an adamı olarak yaşamaktır. Bunun dışındaki yollar lüzumsuz dolambaçlarda yürüyüp gitmek demektir. Velhamdülillahi Rabb’il âlemin. Mayıs 15 2016 Prof. Dr. Ali AKPINAR Hayır Pazarı ve Kulluk Kampı: Üç Aylar Allahım! Receb ve Şaban aylarını bizim hakkımızda bereketli kıl ve bizleri Ramazan’a eriştir! (Allahümme bârik lenâ fî Recebe ve Şabân ve belliğnâ Ramazân) Z aman, Yüce Allah’ın üzerimizdeki en büyük nimetlerinden biridir. Zaman, Allah’ın bize emanetidir. Tüm emanetler gibi, bu büyük emaneti de yerli yerince kullanıp kullanmadığımızdan hesaba çekileceğiz. Zamanın asıl sahibi Yüce Allah’tır. Bu yüzden zamanı, onun asıl sahibinin istekleri doğrultusunda kullanmak zorundayız. İslam büyükleri, Allah yolunda geçirilmeyen senelerini ömürlerinden saymamışlardır. Çünkü O’nun 2016 16 yolunda geçirilmeyen her an israftır, boşa gitmiştir. Bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurur: “Her yeni gün ve gece şöyle seslenir: Ey insan oğlu! Ben yeni bir ânım. Yaptığın işler konusunda ben sana şahidim. O halde beni hayır işleyerek iyi değerlendir ki senin lehine tanıklık yapabileyim. Zira ben bir daha geri gelmeyeceğim.” Esefle söyleyelim ki günümüz insanı, zaman katili haline gelmiştir. Boş vakit harcama, Mayıs B vakit öldürme, zamanın günah ve isyanlarla geçirme onun adeti olmuştur. Oysa Yüce Allah Kur’ân’da bir sureye ‘Dehr’ (zaman) adını vermiş, bir başka surede ise ‘Asr’a yemin ederek zamanın önemine dikkatlerimizi çekmiştir. Ayrıca pek çok ayette sene, ay, gün, gündüz, gece, şafak, sabah, kuşluk, öğle, ikindi, akşam, yatsı gibi zamanın dilimlerinden bahsedilmiştir. Peygamberimiz “Zamana sövmeyiniz, çünkü onun sahibi Allah’tır” buyurarak zamanı kötülemenin yanlış olduğuna dikkatlerimizi çeker. İmam Şafi de şöyle der: “Bütün ayıplar bizde olduğu halde, hep zamanı ayıplarız, zaman kötü/bozuk diye zamana ve dolayısıyla onun sahibine hicivler düzeriz. Zaman dile gelse kim bilir bizim için neler söyle?. Bir kurt bile kendi cinsini yemezken, biz insanlar birbirimizi yer, sonra da suçu zamana atarız.!” Zaman ve mekanlar büyük nimetler ve bizdeki ilahî emanetlerdir. Onlar bizim şahitlerimizdir. Onlar bizim fırsatlarımızdır. Bu yüzden tüm zamanları biz iyi değerlendirmek, dolu dolu geçirmekle yükümlüyüz. Biz hayırlı bir işte yorulduğumuzda, hayırlı başka bir işte dinlenmeliyiz. Kur’ân bize şu ilkeyi öğütler: “Bir işten boşalınca hemen başka bir işe giriş. Yalnızca Rabbine yönel, O’nunla asla irtibatı kesme.” (İnşirah 7-8) Müslüman dinlenirken bile, din’lenen kişidir. Aslında bütün zamanlar önemli ve değerlidir. Ancak bazı zamanlar daha önemli olabilmektedir. Hayatımızda bile hiç unutamadığımız, bizim için ayrı bir yeri olan zamanlar vardır. Doğduğumuz gün, düğün günümüz, okula başladığımız gün, diplomayı-ehliyeti aldığımız gün gibi. Nuh tufanı, Hz. Musa’nın Firavun’dan kurtuluşu, Fil Vakası, Hicret, İstanbul’un fethi gibi günler insanlığın tarihinde dönüm noktalarıdır. Nitekim Kur’ân’da Hz. Yahya ve Hz. İsa’nın doğum günleri özellikle anılarak bu günlerin önemine dikkat çekilmiştir. “Doğduğum günde, öldüğüm günde ve dirileceğim günde bana selam olsun!”(Meryem 15, 33) Pazartesi oruçlarına devam eden Peygam- Mayıs berimize özellikle bu günde oruç tutmasının hikmeti sorulunca o şöyle cevap vermiştir: “Çünkü ben o gün doğdum ve bana Kur’ân o günde inmeye başladı.” Kur’ân ayların sayısının on iki olduğunu söyler ve bunlardan dördünün haram ay olduğuna dikkat çeker. Yine Kur’ân’da Ramazan ayının ismi, Kur’ân’ın indirildiği ay olarak açıkça geçer. Kur’ân ayı olan Ramazan, aynı zamanda oruç ayıdır. Kur’ân takvalılara hidayet rehberi, oruç ise takvaya erdiren bir ibadettir. Burada oruç ve Ramazan ayı takva aracı olmada birleşmektedirler. Bu nedenle bütün aylar önemli ve değerlidir, ama Ramazan ayı daha önemlidir. İşte üç aylar dediğimiz Receb, Şaban ve Ramazan ayları, içerisinde meydana gelmiş tarihi olaylar ve bu aylarda yapılması gereken çeşitli ibadetler sebebiyle diğer ayların önüne geçmiştir. Bu aylar, ibadet çarpanı daha fazla olan aylardır. Yüce Yaratıcı, yaramazlık yapan kullarına bu ayları tevbe, zikir, dua ve ibadet fırsatı olarak tanımıştır. Bu, diğer aylarda tevbe yapılmaz, ibadet edilmez anlamına gelmez. Ama “ey gafil insan, hiç olmazsa bu aylarda kendine gel, aslına dön!” şeklinde bir yönlendirme sebebidir. Peygamberimiz “Receb Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır” diyerek böyle bir yönlendirme yapmıştır. Buna göre Müslüman, Receb de Allah’ın yanındaki durumunu gözden geçirecek, Şaban’da peygamberimize karşı tavrını ele alacak ve Ramazan’da ümmet olduğunun bilincinde kendine gelecektir. Yahut Receb Allah ile, Şaban Peygamber ile, Ramazn Kur’ân ile tanışma/tanışmaya başlama zamanı olacaktır. Bu durumda Receb ve Şaban, Kur’ân ayı Ramazan’a hazırlanma fırsatı olacak; ama üçü birden diğer aylara ve Yüce Yaratıcının huzuruna çıkacağımız âna hazırlanma fırsatı olacaktır. Bugün Kızılay Haftası, Trafik Haftası, Anneler-Babalar günü gibi belirli hafta ve günler kutlanmaktadır. Nasıl ki bunun anlamı yalnızca bir hafta 17 2016 B trafik kurallarına uymalıyız anlamına gelmiyorsa; yahut sadece bir gün anne-babamızı hatırlayıp onların gönlünü almalıyız demek değilse; tıpkı bunun gibi üç aylar da kulluğumuzu gözden geçirme ve diğer aylara daha iyi hazırlanma fırsatları olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca ibadetlerin sevap çarpanın arttığı bu aylar, bir takım eksikliklerimizin giderilmesi için de birer fırsattırlar. Sözgelimi kaza-keffaret orucu borcu olanlar için Recep ve Şaban ayı iyi birer fırsattır. Kur’ân okumasını bilmeyenler için, onu öğrenme fırsatıdır. Malî hesapların yapılıp zekat-sadaka ve diğer hayır hasenatların yapılma fırsatlarıdır. Kötü alışkanlıklardan kurtulma fırsatlardır. Kendimizle, akrabalarımızla ve tüm insanlarla barışma fırsatıdır. Bir yenilenme ve kendine gelme aylarıdır. Receb ayının ilk Cuma gecesi Regâib Gecesi; Receb’in 27. gecesi Mi’râc Gecesi; Şaban ayının on beşinci gecesi Berat Gecesi; Ramazan’ın 27. gecesi Kadir gecesi olarak bilinir. Ama aslında bu ayların bütün gün ve geceleri mübarektir. İnsanlar her geceyi Kadir olabilir diye değerlendirsinler için mesela Kadir Gecesi’nin zamanı tam olarak belirlenmemiştir. Onun senenin her gecesi olabileceği gibi, Ramazan’ın son on gecesinden biri olacağı da söylenmiştir. Dilimizde Her geceyi kadir, her geleni Hızır bil sözü meşhurdur. Peygamberimizde gelen bir rivayete göre de 27. gecenin Kadir gecesi olma ihtimalinin yüksek olduğu belirtilmiştir. Unutulmama- sı gereken bir ânı mübarek/bereketli yapan, onda yapacağımız güzelliklerdir. İbadetle geçirdiğimiz her ân bizim için bereketli, günahla geçirdiğimiz zamanlar ise Kadir gecesi bile olsa bizim için kayıp ânlarıdır. Geceyi ihya etmek, onu diriltmek demektir. Buna göre herhangi bir gün yahut gece, Allah’a ibadet ve tatla geçirilirse diriltilmiş, gerçek anlamda yaşatılmış; eğer isyan ve günahla geçirilmişse katledilmiş demektir. Buna göre gece yahut gündüzü ihyâ, onu günahsız geçirmektir, onda yapılması gereken temel görevleri yerine getirmek demektir. Bu beş vakit namaz olabilir, helalinden rızık kazanma olabilir, ziyaret olabilir, dini öğrenme olabilir, Kur’ân okuma olabilir, tevbe ve dua olabilir, diğer herhangi bir ibadeti yerine getirme olabilir. Zaten biz ibadeti, Müslümanın müslümanca yaptığı her harekettir diye anlıyoruz. Örneğin beş vakit namazı kılmadığı halde sadece mübarek gecelerde namaz kılma eksik bir anlayışın sonucudur. Çünkü Müslümanlık mevsimlik bir elbise gibi, belirli gün ve gecelerde giyilen bir şey değildir. Kur’ân’da Rabbimiz “Sana ölüm gelene kadar sen Rabbine kulluk et/ibadet et” (Hıcr 99) buyurur. Genel olarak bunlara dikkat edildikten sonra elbette içerisinde bulunulan gün ve gecenin özel durumları da göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin Regaib gecesinde ibadete biraz daha fazla rağbet etmek, geçirilen ayların muhasebesini yapmak, mübarek aylara dua ve niyazlarla hazırlanmak son derece güzeldir. Mirâc gecesinde Hz. Peygamberi tanımak, Onun İsrâ ve Mirâc mucizelerini anlamaya çalışmak, Müslümanın miracı olan namaz ibadetini layıkıyla tanımak ve yaşamak son derece anlamlıdır. Ramazan’a bir adım kala Berat gecesinde, tevbe ve istiğfara yönelip Cennet Beratinin almak için göz yaşı dökmek ne kadar manidardır. Kadir gecesinde, Kur’ân adamı olmak elbette o geceye yaraşan bir güzelliktir. Sözümüzü Peygamberimizin bu mübarek aylarda okuduğu şu duasıyla bitirelim: Allahım! Receb ve Şaban aylarını bizim hakkımızda bereketli kıl ve bizleri Ramazan’a eriştir! (Allahümme bârik lenâ fî Recebe ve Şabân ve belliğnâ Ramazân) 2016 18 Mayıs Murat TÜRKER Büyük Resmi Görmek mi, Büyük Resme Takılı Kalmak mı? Siyasî ve sosyal zemin hareketlendikçe gerek politik cenahtan gerek kanaat önderi pozisyonunda fikirlerini aktaran kesimden daha sık duyar olduğumuz bir terkip var: “Büyük resmi görmek”… Gruplar ve oluşumlar kendi safında daha kararlı durmaya ve karşıtlıklar ivme kazanmaya başladığında, söz konusu ifade kalıbının çok fazla d uyulur hale geldiği de görülüyor. Ve o küçük resim karesine yansır o tekil hayatın sevinçleri, hüzünleri, sevgileri, buruklukları, heyecanları, hayalleri… Herkesin küçük resmi, kendisi için kocaman bir resimdir… Büyük resme dalanlar, ya o küçük resimleri görmemeye başlarsa… Son zamanlarda bu konu üzerine yazılar da yazıldı. Ya büyük resim, küçük resimleri görüş alanının dışına iterse… Büyük resmi görmek, gözümüzün önünde cereyan eden günlük olayların göze çarpmayan ve arka planda söz konusu olaylara yön veren daha büyük boyutları olduğu tezinden hareketle, bu boyutlardan haberdar olmayı ihsâs ediyor. Dini, ideolojiyi, davayı, ülkeyi, vatanı, milleti kurtaracağım düşüncesiyle gözlerini büyük resme dikenler, küçük resimleri önemsiz ve gözden çıkarılabilir addetmeye koyulursa… ‘Hadiseler sizin gördüğünüz kadar basit değil… Perde ardında çok girift ve çapraşık bir ilişkiler ağı var’ düşüncesinin veciz ifade şekli yani… Elbette gerekli, bilhassa idareciler için gafil kalınmaması elzem bir bakış açısı bu… Bizim değinmek istediğimiz ve başkalarınca da bir şekilde dile getirildiğine şahit olduğumuz husus ise, büyük resmi görme düşüncesinin bir saplantı haline gelmesi ve bu odaklanmanın bizi ‘küçük resimler’e duyarsız hâle getirmesi riskidir. ‘Büyük resmi görmek’ ile ‘büyük resme takılı kalmak’ arasında kayda değer bir fark var çünkü… Her ne kadar dünya işlerini tedvirde işbu büyük resmin kareleri öne çıksa da, dünya tarihi, büyük resmin buz gibi soğuk gerçekliğine dalan ve oradan çıkamayan çoklarının, bir insan tekinin hayatının yansıması olan küçük resmi ıskaladıklarını gösteriyor. Küçük resim deyip geçilmesin, her resim bir hayatın izdüşümüdür. Yaşanmış ve yaşanmakta olan gerçek bir hayatın… Mayıs Hayat albümümüz sadece büyük resimle dolar da, orada küçük resimlere hiç yer kalmazsa… Siyasetin, ciddiyetin, reel politiğin, kaskatı hesapların temsilcisi olan büyük resim, hayatın, yaşama sevincinin, umudun, özlemin yansıması olan küçük resimleri tozlu raflara mahkûm ederse… Nice olur halimiz? Oysa müslümanca yürekler taşımalıyız biz... Hakkı, adaleti, bireyin hukukunu paranteze almayan, büyük resim uğruna küçük resimleri feda etmeye yanaşmayan bir duyarlılığın taşıyıcısı olan kocaman yürekler bulunmalı sinelerimizde… Herkes büyük resme odaklanmışken, koca koca hesapların peşindeyken, bir çırpıda harcanamayacak küçük resimlere biz sahip çıkmazsak, kim sahip çıkar Allah aşkına? Bir de şunu düşünmeli: Söz konusu olan küçük resim, bizim küçük resmimiz olsa, yine de gözümüzü kırpmadan yırtabilir miyiz onu büyük resim için? 19 2016 Dr. İhsan ŞENOCAK Sahabe Müdafaası Hz. Ömer’le alakalı ise Allah Rasülü (s.a.v.); “Eğer benden sonra Peygamber olsaydı muhakkak Ömer b. Hattab olurdu.”[11] buyuruyor. İlki Kur’an’ın ifadesi ikincisi ise sahih bir hadis. 2016 Mekke-Fetih Bir pazartesi gecesiydi. Fatih’in çevresinde Haliç’e bakan bir evde dört köşesi kitaplarla dolu bir odada “Usul-u Fıkh” okuyorduk. Aslında başka dersler de vardı okuduklarımız arasında. Fakat bahse konu olan zamanda, rahlelerin üzerinde sadece “Usul” kitapları bulunuyordu. Dersin son anlarına doğru içeriye uzun boylu, kırk yaşlarında birisi girdi. Selamlaştık. Boş bir yere oturup dersi dinlemeye başladı. “Fatiha” dedikten sonra, nereli olduğunu sordum. “Azeriyim fakat İran’da ikamet etmekteyim” dedi. Ne işle iştigal ettiğini sorunca; tahsil için bulunduğu bütün mektepleri uzun uzun tâdat etti. Bunlar arasında teşehhüt miktarı bulundukları da vardı. Anlaşılan ya da anlatılmak istenen karşımızdakinin sıkı bir molla olduğuydu. Elân bir üniversitede ders okutmaktaydı. 20 Mayıs B Molla’nın ifadeleri heyecanlı olduğunu ihsas ettirmekte idi. Münazara yapmaya geldiği her halinden belliydi. Harici hadiselere dair birkaç kelam henüz etmiştik ki meramını yani gelişinin nedenini izhar etti; “Ben dedi, sizinle asırların davasını yani Ehl-i Sünnet’le Şia arasında ihtilafa sebep olan “İmamet meselesini, Hz. Ali’ye (r.a.) karşı(!) olan sahabenin durumunu konuşmaya geldim.” Karşımızda, okuduğu mantık ilminin kudretine sığınan bir Şii Molla vardı. Kendince haklı olduğunu ve bütün Müslümanların da onun gibi inanması gerektiğini iddia ediyordu. Çeşitli mekanlarda tartıştığı Sünnilerin suallerini yanıtlayamadığını, suküt ederek bir anlamda haklılığını kabul ettiklerini söylüyordu. Hâdiselere bu zaviyeden bakan ve anlamamada ısrar eden mağrur Şii Molla’ya, İslam’ın hakikatini bildirmek haktan öte bir vazife olmuştu. Fakat münazaranın ilmi usuller çerçevesinde cereyan edebilmesi için bir takım esaslar tayin etmek gerekliydi. Teklifimiz üzerine delillerin Kur’an ve Sünnet’ten getirilmesini, sahabenin rivayet ettiği, senedinde problem olmayan hadislere muhalefet edilmemesini kerhen de olsa kabul etti. İmamet Şii: Müslümanların din ve dünya işleri ile alakalı devlet başkanlığı sistemi olan “İmamet”in ne olduğunu tesbit, atanacak kişiyi tayin, şer’i hususların işleyişi, değişim ve ziyadelikten korunması, Allah Teala’ya vaciptir. Cenab-ı Hakk adına vücübiyet kesp eden böylesine mühim bir konuda nass bulunmaması, imametin kime ait olduğunun tayin edilmemesi muhaldir. Sahabenin önemli bir bölümü bu husustaki nassları redderek irtidat etmiştir. Sünni: Her hangi bir hususun Cenab-ı Hakk’a vacip olduğunu iddia etmek aynı zamanda Mayıs O’nun aciz olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Eğer bahsettiğiniz husus vacipse muhakkak ki onu vacip kılan bir güç vardır. Bu durumda Cenab-ı Hakk’ın üzerinde bir otorite kabul etmiş oluyorsunuz ki bu insanı küfre götürür. O (c.c.) her şeyin hak ve yetkisini sınırlandırır fakat kendisi sınırlandırılamaz. Bu yüzden “imamet”in ne olduğunu tespit ve kime ait olduğunu tayin, ancak müslümanlara vaciptir. Devlet başkanını tayin etmenin Allah Teala’ya değil, ümmete vacip olduğunu gösteren deliller bağlamında şunlar söylenebilir: Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ahirete irtihalini takip eden süreç içerisinde ümmetin yaptığı ilk iş devletin başına kimin geçeceğini belirlemek olmuştur. Sahabe halife tayinini en mühim vazife kabul etmiştir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a.) henüz Efendimiz (s.a.v.) defnedilmeden şu meyanda meşhur bir hutbe irat etmiştir: “Ey insanlar! Kim Muhammed’e (s.a.v.) ibadet ediyorsa bilsin ki O vefat etmiştir. Kim de Muhammed’in (s.a.v.) Rabbine ibadet ediyorsa bilsin ki O (c.c.) Hayy’dır ve asla ölmeyecektir. Bu dinin işlerini yürütecek bir emirin olması gerekir. Düşünün, görüşlerinizi getirin.”[1] Hz Ebu Bekir’i dinleyenler doğru söylüyorsun dediler; Görüşlerini onayladılar ve bu hususta ittifak ettiler. O an, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) tekfin ve techizi en mühim meseleydi. Fakat sahabe bunları bırakıp “imamet” meselesini halledebilmek için “Ben-u Saide” çardağında toplandı.[2] Bu, sahabenin ehem mühim karşılaştırması yaptığına ve sorumlulukları itibariyle “imamet”i ehem gördüğüne tanıklık eder. Allah Teala cezaların ikamesini, İslam coğrafyasının müdafaasını, orduların ihzarını, devletin bir nizam dahilinde işlemesini emretmektedir. Bütün bunlar devlet başkanın mevcudiyetine bağlıdır. Söz konusu hususlar vacipse onların tahakkuku için gerekli olan devlet başkanın tayini de vacip olur. 21 2016 B Hz. Ebu Bekir (r.a.) henüz Efendimiz (s.a.v.) defnedilmeden şu meyanda meşhur bir hutbe irat etmiştir: “Ey insanlar! Kim Muhammed’e (s.a.v.) ibadet ediyorsa bilsin ki O vefat etmiştir. Kim de Muhammed’in (s.a.v.) Rabbine ibadet ediyorsa bilsin ki O (c.c.) Hayy’dır ve asla ölmeyecektir. Bu dinin işlerini yürütecek bir emirin olması gerekir. Düşünün, görüşlerinizi getirin.”[1] Cemiyet için mukadder olan zararların def’i, faydaların temini devlet başkanının varlığıyla mümkündür. Güçleri yettiği ölçüde zararı def etmek müslümanlara vacip olduğuna göre imamete kimin geleceğini tayin de vacip olur. Aksi halde cemiyette anarşi zuhur eder. İnsanlar eşkıyaya karşı can ve mallarını korumaktan, din ve dünya işlerine vakit ayıramazlar. Bu durum, dinin terk edilmesine Müslümanların yok olmasına yol açar.[3] Bu hususta icma vardır. Yani Sünnet ve Cemaat alimleri de ‘halifenin tayini vaciptir’ diyorlar. Fakat bunu, sizin gibi Allah Teala’ya değil ümmete tahsis ediyorlar. İmametin aidiyetiyle alakalı nassa gelince; “Ben-u Saide” çardağında mesele konuşulurken sahabeden tek bir kişi çıkıp da imamet şu ayetin açık delaletiyle falanca sahabiye aittir dememiştir. Bilakis kibar-ı sahabe birbirine biat etmeyi teklif etmiştir; Hz Abbas Ali’ye “Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar Peygamberin amcası yeğenine biat etti derler.” demiştir. Hz Ömer, Ebu Ubeyde’ye aynı teklifi yöneltmiştir. Hz Ebu Bekir ise ne yapmaları gerektiğini soranlara; “Ömer ya da Ebu Ubeyde’ye biat edilmesini” telkin etmiştir. Bütün bunlar, söylediğiniz meyanda bir nassın olmadığını göstermektedir. Hem sonra Şia’ya ait kitaplar Hz Ebu Bekir’i anlatırlarken O’nun korkak bir adam olduğundan bahsederler. Bu iftiranın bir an doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda Halilfe’ye “eğer yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz.” diyen sahabenin “imamet” ile alakalı bir nassın mevcudiyetine rağmen Hz Ebu Bekir’in (r.a.) konuşmasına ya da seçilmesine sessiz kalmaları mümkün müdür?! Ya da O böyle bir şeye cesaret edebilir mi idi?! Allah Teala’nın “sahabi” olma şerefine erdirdiği o mübarek ve mübeccel kuşağın, Efendimiz’in (s.a.v.) ahirete irtihalinden birkaç saat sonra imametle alakalı nassları reddederek toptan irtidat etmesi nasıl söylenebilir?! İmam Razi’nin de naklettiği gibi “Gulat-ı Şia”nın “Allah Ra- 2016 sülü’nün (s.a.v.) irtihalinden geriye sadece on kadar sahabi kaldı.” iddiası kayıtlara, insanlık tarihinin en büyük iftiralarından biri olarak geçmiştir.[4] Şia’nın Hz. Ali İçin Kullandığı Delil Ebu Bekir’e İşaret Etmektedir Şii: Ben-u Saide çardağında ve diğer yerlerde Hz. Ali’nin hilafetine işaret eden deliller serdedilmiştir. Fakat, malum sahabiler onlara itibar etmemiştir. Bu husustaki deliller bağlamında şunları söyleyebilirim: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekatı verirler.”[5] Bu ayet, rukû halinde iken yanına gelen dilenciye yüzüğünü veren Hz. Ali (r.a.) hakkında inmiştir. Ayette ki “veliyy” kelimesi, işleri idare eden (mutasarrıf) anlamındadır. Buna göre mana şu şekildedir; “Ey müminler! işlerinizin idarecisi Allah, Rasülü (s.a.v.) ve namaz kılmak-zekat vermek gibi sıfatlarla anılan falanca müminlerdir.” Ayet, Hz. Ali hakkında indiğine göre “veliyy” kelimesinin muhatabı da odur. Ayrıca “velayet”in yardım anlamı içeren versiyonu da her hususa şamildir. Mana nasıl verilirse verilsin her halukarda Hz. Ali ümmetin bütün işlerinin velisidir. Bu da devlet başkanı O’nun olması gerektiğine işaret eder. Sünni: Ayette zikredilen “veliyy” kelimesinin her iki anlamının; -“yardım eden” ve “mutasarrıf”ınbirlikte kullanılması caiz değildir. Hâdise “usul-u fıkh”ın ilgi alanına girer ki, o da “müşterek lafzı” iki anlamıyla birlikte kullanmaktır. “Veliyy” kelimesini sizin yaptığınız gibi “mutasarrıf” anlamında değil, “yardım eden/dost” anlamında kullanmak gerekir. Çünkü ayetin öncesi ve 22 Mayıs B sonrası sizin mana edişinize uygun değildir. Nitekim ayetin başında Cenab-ı Hakk; “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin (veliyy/evliya)”.[6] buyurmaktadır. Burada ki “veliyy/ evliya”dan gaye, “Yahudi ve Hrıstiyanları mallarınızda ve vicdanlarınızda mutasarrıf değil hayatınızda dostlar/yardımcılar edinmeyin” demektir. Allah Teala “Ehl-i Kitap”la dostluğu en üst perdeden yasakladığını göstermek için de, yasaklanan “velayet”in (dostluğun) müslümanlarca hangi koordinatlar çerçevesinde anlaşılması gerektiğini bildirmektedir: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir.” Yani Hz. Ali’nin imametini isbat için getirdiğiniz ayetteki “velayet” dostluk anlamındadır. Söz konusu[7] ayetin devamı da te’vilinizin aleyhine delildir: “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin.” Görüldüğü gibi Allah Teala’nın yasakladığı “velayet”ten maksat, “dostluk”tur. Kimlerle dost olamayacakları bildirilen müslümanlara söz konusu ayetle kimlerle dost oldukları belirtilmektedir. Dolayısıyla Maide 55’teki ayette geçen “veliyy”den murad; yardımcıdır.[8] Ayrıca ayetin iniş sebebiyle alakalı farklı sahabilerin adları da zikredilmektedir. Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) işaret ettiğine dair sahih rivayetler vardır. Muhal farz, “veliyy” ile alakalı te’viliniz doğru olsa dahi bu Hz. Ali’nin (r.a.) değil, Hz. Ebu Bekir’in hilafetini teyit eder. En Doğrunun En Yanlış Te’vili Şii: Şûra süresinin yirmi üçüncü ayeti (De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.) Hz. Ali’yi sevmenin gerekliğinden bahsetmektedir. Fakat Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer için benzer muhtevada bir ayetin varlığından söz edemezsiniz. Sünni: Hz. Ali’nin hilafetine delil olarak gösterdiğiniz ayetle alakalı üç farklı tefsir yapılmıştır. Bunların en zayıfı ise “Ehl-i Beyt”le alakalı olanıdır. Kaldı ki o da Hz Ali’yi değil bütünüyle “Ehl-i Beyt”i sevmeyi talep etmektedir. Ayetle alakalı üç farklı tefsirden birincisine göre mana: “Hiç olmazsa sizinle akrabalığımdan do- Mayıs layı (Ey Kureyş) haklarıma saygı göstermenizi isterim.” şeklindedir. İbn-i Abbas bir soru üzerine, Said b. Cübeyr’in söz konusu ayette geçen “ille’l-meveddete fi’l-kurba” ibaresinden muradın “Âli Muhammed” akrabalığıdır demesini aceleyle söylenen bir ifade kabul ettiğini bildirmiş ve tashihi mahiyetinde şunları söylemiştir: “Kureyş’ten hiçbir soy yoktur ki Allah Rasülü’ne (s.a.v.) akrabalığı olmasın.”[9] Buna göre mana: “Nübüvvetle alakalı hukukumu tanımıyorsunuz, bari aramızdaki akrabalık hukukuna saygı gösterin,” şeklinde olur. İkinci mana: “Benimle akrabalığı olanları sevmenizi isterim.” Said b. Cübeyr’in verdiği anlam bu çerçevededir. Sizce malum olan hususi bir çevrede bu ayeti Hz Ali ve Fatıma nesline ait kılmak istemiştir. Üçüncü mana: “Yakınlıkta sevgi, güzel amellerle Allah Teala’ya yakınlık noktasındaki sevgidir” ki buna göre ayetteki “kurba”dan maksat nesep, soy yakınlığı değil “kurbet” yani Cenab-ı Hakk’a yakınlıktır. Bu mana hem genel geçer hem de ayetin siyak sibakına daha uygundur. Ayette Hz. Ali ile alakalı hususi bir ifade olmamasını nasıl göz ardı eder ve hatanızdan hareketle “Şeyhayn”de eksiklik ararsınız? İstidlal ettiğiniz bu ayet görüyorsunuz ki Hz. Ali’den bahsetmiyor. Bu durum O’nun adına bir eksikliktir mi diyeceğiz? Hayır. Hz. Ali’den bahsetmemesi nasıl O’nun adına bir eksiklik değilse Ebu Bekir ve Ömer’den söz etmemesi de aynı şekilde Onlar namına bir noksanlık değildir. 23 2016 B Kur’an-ı Hakim Ebu Bekir’den bahsederken O’na (r.a.); “İkinin ikincisi”[10] diyor. Kur’ani sıralamada Allah Rasülü’nden (s.a.v.) sonra hemen O geliyor. Hz. Ömer’le alakalı ise Allah Rasülü (s.a.v.); “Eğer benden sonra Peygamber olsaydı muhakkak Ömer b. Hattab olurdu.”[11] buyuruyor. İlki Kur’an’ın ifadesi ikincisi ise sahih bir hadis. Bunlara karşı sizin söyledikleriniz ise, hususi mahfillerde Şia tarafından uydurulan tevillerden ibarettir. Nelerle neyi kıyas ediyorsunuz. Ğadir Hum Şii: Ayetin Ali’nin hilafetine delaletine itiraz ediyorsunuz. Peki delaleti açık olan hadis-i şeriflere ne diyeceksiniz? Mesela “Ğadîr hum” hâdisesi… Allah Rasülü (s.a.v.) “Veda Hacc”ından dönerken Mekke ile Medine arasında Cuhfe’de yer alan bölgede deve semerlerinin bir araya getirilmesini emreder, üzerlerine çıkar ve ashabına şöyle buyurur: -“Ben sizlere canlarınızdan daha yakın değil miyim? – Öylesin ya Rasülellah (s.a.v.). – Ben kimin “Mevla”sı isem Ali de onun “Mevla”sıdır. Allahım! Ali’ye dost olana sahip çık, düşmanlık edene düşman ol, O’na yardım edene yardım et, Ondan yardımını esirgeyeni hizlana uğrat!”[12] Hadiste geçen “Mevla” kelimesinin çeşitli anlamları vardır. Bu bağlamda şunlar söylenebilir: Köle azat eden, azat edilen, komşu, amcaoğlu, yardımcı, yemin eden, idareye daha layık olan kişi… Fakat hadiste zikredilen “Mevla” kelimesinin “idareci” anlamının dışında bunların hiç biriyle en küçük bir münasebeti yoktur. Velayet, siyasi işlerde tasarruf, cemiyete idareci kimliğiyle müdahil olmak ve benzeri anlamlar, “imamet” makamına sahip olan kişinin vazifeleri arasındadır. Efendimiz (s.a.v.), bu hadis-i şerifle Ali’yi ümmete “Mevla” yani halife olarak bizzat atamıştır. Sünni: Bu rivayetin başında ve sonunda Şia’nın eklemeleri vardır. Nitekim muhakkik muhaddisler hadisin sıhhatini tenkit etmektedirler. Üstelik “Buhari” ve “Müslim” hadisi hiç nakletmemektedir. Nakledenler de sizin Hz. Ali’nin imametine delil olarak kullandığınız ilk kısmı rivayet etmemektedir. Bu durumda son kısımda yer alan “Allahumme vâli men vâlâhu…” deki “vâli…”nin anlamının; “Ali’ye dost/yardımcı olana yardım et…” şeklinde olması işaret etmektedir ki hadisin başında yer alan “Mevla” kelimesi de “yardımcı/dost” anlamındadır. Nitekim “Kur’an-ı Hakim, “mevla” ile aynı kökten gelen “evliya”[13] kelimesini dostlar/yardımcılar anlamında kullanmaktadır. Hadiste Hz. Ali’nin imametine işaret eden küçük de olsa bir işaret yok. Muhal farz, olsa bile Hz. Ebu Bekir’in halife olduğuna dair icma var. Üstelik bu icmanın içinde Hz. Ali de var. Haber-i ahad olmadan öteye geçmeyen, Buhari ve Müslim’in de rivayet etmediği, edenlerin de sizin eklemeleriniz olmaksızın naklettiği bir rivayetin icma karşısında değeri ne olabilir ki? Bu hadisin doğru anlaşılabilmesi, söylenmesine sebep olan olayla birlikte değerlendirilmesine bağlıdır. Yani burada arka plan (sebeb-i vurud) bir zarurettir. Hadisin vüruduna sebep olan olay şöyle gelişmiştir: İmran b. Hasin? diyor ki, Allah Rasülü (s.a.v.) Hz. Ali’nin komutasında bizi cihada göndermişti. Hz. Ali esir alınan cariyelerden birini idaresi altına aldı. Onunla birlikte cihada çıkan dört kişi hâdiseyi Allah Rasülü’ne (s.a.v.) ilettiler. Efendimiz (s.a.v.) bundan çok üzüldü ve şöyle buyurdu: “Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir. Ben de Ondanım. Benden sonra O her müminin (mevlası) yardımcısıdır.”[14] 2016 24 Mayıs B Hz. Ali ile alakalı olan bu hadis-i şerif O’na karşı yapılan haksızlığın izalesini talep etmekte ve müminleri O’nu sevmeye çağırmaktadır. Bu çağrı sadece Hz Ali ile sınırlı değildir. Aynı çağrı taraf-ı Risalet’ten sizin rivayetlerini reddettiğiniz Ebu Hureyre için de yapılmıştır. Bu nevi hadisler “mukteza-i hal”e göre serdedilmişlerdir. Tıpkı farklı zamanlardaki soruları Allah Rasülü’nün (s.a.v.) şartları dikkate alarak değişik tanzim etmesi gibi. Mesala “Hangi ibadet daha faziletlidir?” sualinin muhtelif zaman ve zeminlerde ki farklı cevapları bunun en bariz örneğidir. Sonra hadis mecmualarının yanı sıra Kur’an-ı Hakim’de müminlerin birbirlerini sevmelerinin gerekliliğiyle alakalı ayetlerle doludur. Yani sevilmesi talep edilen kişi sadece Hz Ali değil, topyekün ashaptır. Hz. Ali’nin Hz. Harun’a Benzetilmesi Şii: Allah Rasülü (s.a.v.), Hz. Ali’yi kastederek buyuruyor ki; “Benim yanımdaki konumun Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibidir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir.”[15] Kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini bildirilen Efendimiz (s.a.v.) “Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibi” ibaresiyle Hz. Ali’nin yetki alanının idari işlerle alakalı olduğunu ihsas ettirmektedir. Bu da O’nun halife olmasını gerektirir. Sünni: Bu hadis Hz. Ali’nin değil Hz Ebu Bekir’in imametine delalet eder. Şöyle ki; Efendimiz (s.a.v.) Tebük seferine çıkarken ordunun başına Ebu Bekir’i imam olarak atamıştı. Medine’ye de Muhammed b. Mesleme’yi emir bırakmıştı. Hz Ali’yi ise kendisi Tebük’te kaldığı müddet içerisinde “Ehli Beyt”in işleriyle alakadar olması için görevlendirmişti. Fakat münafıklar Hz. Ali hakkında gayri ahlaki sözler sarfettiler. O da bunlara içerlendi, silahını aldı ve Medine’ye üç mil uzaklıktaki “Cürf”? denen yerde Allah Rasülü’ne (s.a.v.) yetişti. Efendimiz’e (s.a.v.) münafıkların sözlerinden rahatsız olduğunu ve harbe katılmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Benim yanımdaki konumun Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibidir,” diyerek[16] Medine’de bıraktığı Hz. Ali’yi teselli etti. Allah Rasülü’nün (s.a.v.) kendisini Hz. Musa’ya (a.s.) Ali’yi de Hz. Harun’a (a.s.) benzetmesi, Mu- Mayıs sa’nın (a.s.) Tur’a giderken yerine Harun’u (a.s.) vekil bırakması cihetiyledir. Fakat burada Ali’nin sorumluluk alanı Harun’a (a.s.) göre daha hususidir. Çünkü Harun (a.s.) bütün ümmetten mes’ül iken, Hz. Ali sadece “Ehl-i Beyt”in işleriyle alakadar olacaktır. Eğer Medine’de bırakılmak halife olmaya işaret etseydi bu durumda Medine’ye emir olarak atanan Muhammed b. Mesleme’nin (a.s.) halife olması gerekirdi. Ya da ashaba namaz kıldırma vazifesini üstlenen Ebu Bekir’in… Ayrıca Allah Rasül’ü (s.a.v.) Medine dışına çıktıklarında genellikle yerine a’ma sahabi Abdullah b. Ümmi Mektum’u bırakırdı.[17] Buna göre başka birisi de halife Abdullah b. Ümmi Mektum olmalıydı diyebilir. Bütün bunlardan öte, Hz. Ali bu görevlendirmede pasif bir konumdadır. Kendisine ev işleriyle alakadar olması telkin edilmiştir. Halifelerin İslam’dan Önceki Halleri Şii: Hz. Ali, iman etmeden önce bir an dahi küfür üzere yaşamadı. Fakat aynı şeyi Ebu Bekir ya da Ömer için söyleyemezsiniz. Bu zaviyeden bakıldığında Hz Ali’nin bariz üstünlüğü vardır. Bu yüzden halifelik öncelikle O’nun hakkı olmalıdır. Sünni: Sizin mantığınızla hareket edildiği takdirde Müslüman bir ailede doğan her çocuk ashaptan daha üstündür. Çünkü sahabenin çoğunluğu sonradan Müslüman oldu, Müslüman bir ailede doğup-ölenlerse hayatlarının başlangıcından sonuna kadar Müslüman olarak yaşadılar. Ne var ki Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hadisi bu mantığın yanlış olduğunu bildirmektedir. O (s.a.v.) ashabını sair insanlarla 25 2016 B O (s.a.v.) ashabını sair insanlarla mukayese sadedinde buyuruyor ki; “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki her hangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse onlardan birinin bir müdd, hatta yarım müdd sadakasına yetişemez.”[18] mukayese sadedinde buyuruyor ki; “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki her hangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse onlardan birinin bir müdd, hatta yarım müdd sadakasına yetişemez.”[18] Çünkü Onlar, -yine Fahr-i Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) ifadesiyle- bütün zamanların en hayırlı kuşağıdır.[19] Ayrıca Hadis-i Şerifler tövbenin geçmişte yapılan bütün günahları kesip attığını bildirmektedir. Buna rağmen böyle konuşmanız bana acaba muhatabım Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer’in tövbelerini kabul etmeme gibi ilahi bir yetkiyle mi mücehhezdir kanaatinin oluşmasına sebep oldu. Akrabalık Referans Olsa İdi Halife Hz. Abbas Olurdu Şii: Hz. Ali, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) amcasının oğlu, kızı Fatıma’nın eşi ve de ahiret kardeşidir. Bütün bunlar O’nun (r.a.) üstünlüğüne işaret etmektedir. Benzer meziyetleri başka hangi sahabi de görebilirsiniz? Sünni: Eğer “karabet” cihetiyle Allah Rasülüne (s.a.v.) yakınlık “devlet başkanı” seçilmek için gerekli olsaydı halife, Hz. Ali değil, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Abbas olmalıydı. Çünkü amca, kişiye amcaoğlundan daha yakındır. Fakat kimse Hz. Abbas adına böyle bir iddiada bulunmamıştır. Çünkü İslam’da üstünlükler neseplere göre değil ilim ve takvaya göre ayarlanmıştır. Ayrıca krallıkla yönetilen ülkelerde esas olan, bir sistemi İslam adına bağlayıcı kabul etmek “beşeri” olanı “ilahi” olandan daha üstün kabul etmek anlamına da gelir. Hz. Ali bahsettiğiniz özelliklerle nasıl şerefyab olduysa benzer hususiyetler Şeyhayn içinde geçerlidir. Hz Ebu Bekir, dünya ve ahirette Allah Rasülü’nün (s.a.v.) eşi, Cebrail’in selamladığı ve hakkında tam on ayet getirdiği Hz Aişe’nin babasıdır. Hz. Ömer’in kızı Hafsa’da Efendimiz’in (s.a.v.) eşidir. Şeyhayn’ın Hizmeti Şii: Allah Rasülü’nden (s.a.v.) sonra İslam’a en büyük hizmeti Hz. Ali yapmıştır. Tebliğde de, muharebede de en önde O vardır. Kale kapıları O’nun elleriyle açılmıştır. “Saadet Asrı”nın hangi şubesine bakarsanız bakın görürsünüz ki, Ali (r.a.) olmak adeta her yerde en önde durmak demektir. Aynı şeyleri Şeyhayn için söylemek mümkün değildir. Sünni: Muhakkak ki Hz. Ali büyük hizmetlere imza atmıştır. Fakat Hz. Ebu Bekir ile Ömer’in yaptığı hizmetler gerek keyfiyet ve gerekse de kemmiyet açısından çok daha ileri derecededir. Söylediklerimizi daha somut bir çerçevede izah etme gerekirse şunlar söylenebilir: Ebu Bekr’in (r.a.) İslam’a olan pazarlıksız teslimiyeti o kadar içtendi ki Allah Rasülü (s.a.v.) hiç tered- 2016 26 Mayıs B düt etmeden O’nun malı üzerinde kendi malı gibi tasarrufta bulunurdu. Müslüman olduğu gün yanındaki kırk bin dirhemi infak etmişti. [20] Ezilen Müslüman köleler O’nun paralarıyla azat olmuştu. Sehl ve Süheyl’den satın alınan Mescid-i Nebevi’nin arsa parası O’nun altınlarıydı. Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ahirete irtihali ardından başlayan “irtidat” hareketleri O’nun mukavemetiyle etkisiz hale getirildi. Namazla zekatın arasını ayırıp “Biz zekat vermeyiz” diyenlerle o harp etti. Yemame’de Müseylemetü’l-Kezzab’ı yere seren Halid b. Velid (r.a.) O’nun komutanıydı. Dolayısıyla Müseyleme’yi öldüren Hz Vahşi de O’nun askeriydi.[21] Yemame sonrası gündeme oturan “Kur’an nasıl korunacak” endişelerini izale eden Kur’an’ı Kerim’in cem edilişi Ebu Bekir’in (r.a.) emriyle (Hz. Ömer’in (r.a.) teklifi) oldu.[22] ye’nin sapıklıklarına ortak değildir. Tıpkı bunun gibi Şeyhayn’de Yezid’in fiillerinden mesul değildir. Dipnotlar: [1] Buhari, Kitabu’l-Cenaiz, 5; Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 5; İbn Mace, Sünen, 83; Hz. Ömer (r.a.) zamanda İslam yeni iklimlere açıldı. Müslümanlar yeni ülkelerle tanıştı. Büyük fütuhat yapıldı. İslam devleti kurumsallaştı. Farklı kültürlerle bir arada olmanın doğal sonucu olarak ortaya çıkan sorunları yaptığı ictihatlarla aştı. İslam’ı hayata müdahil kıldı. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 220. [2] Mes’ud b. Ömer b. Abdillah Teftazani, Şerhu’l-Makasıd, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, III, 474. [3] Seyyid Şerif Ali Muhammed Cürcani, Şerhu’l-Mevakif, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, VIII, 378. [4] Bkz. Teftazani, a.g.e., III, 495. [5] Kur’an, Maide (5): 55. [6] Kur’an Maide (5): 51. Hanefi, Maliki ve Şafii mezhebinin bir çok esası Hz. Ömer’in o ictihatlarına dayanmaktadır. Nitekim Hanefi mezhebinin isnadgahı Abdullah b. Mes’ud’un hocası Hz. Ömer idi. [7] Kur’an, Maide (5): 57. [8] Ayrıntı için bkz. Fahruddin Muhammed b. Ömer Razi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990,XII, 24-25; Teftazani, a.g.e., III, s.501-503. [9] Bkz. Buhari, Menakib, 1; Tirmizi, Tefsir-u Suret-i 42, 1; Ahmed, Müsned, I, 286. [10] Kur’an, Tevbe (9):40. Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vaz’ ettiği ölçüler dahilinde oluşan meşhur dört mezhepte Şeyhayn’in etkisi barizdir. Bu yüzden fıkhın gelişmesinin hakiki sebeplerinden biri de onlardır. Yapılan bütün hasenata ortaktırlar. Ne var ki Şeyhayn’in yaptığı hizmetler cinsinden Hz. Ali pek bir şey yapamamıştır. Devr-i hilafetinde hiçbir küfür diyarı fethedilememiştir. Çünkü neredeyse bütün mesaisini iç karışıklıkları izale etmeye hasretmiştir. [11] Tirmizi Sünen, V, 619 , Ahmed, Müsned, IV, s.154; Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali İbn Hacer Askalani, Fethu’l-Bâri bi Şerh-i Sahihi’l-Buhâri, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1988, VII, 51. [12] Tirmizi, Menakib, 5; İbn Mace, Sünen (Mukaddime), 11. [13] Kur’an, Tevbe (9):71. [14] Tirmizi, Menakib, 5; İbn Mace, Sünen (Mukaddime), 11. [15] Buhari, Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 9; Tirmizi Menakib, 20; İbn Mace, Mukaddime, 11; Ahmed, Müsned, I, 170. [16] Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref Nevevi, Şerh-u Sahih-i Müslim, (tah. M.Fuad Abdulbaki), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, I, 195; İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi Aclûni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nâs, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, II, 550. Şii: Madem İslam dünyasında yapılan bütün hasenata ortaktırlar Muaviye’nin (r.a.) oğlu Yezid’in Kerbela’da Hz. Hüseyin’i (r.a.) şehit etmesine de ortak mıdırlar?. [17] Muhammed Rıza, Muhammed Rasülullah, Beyrut, ty., s. 418. [18] Buhari, 62/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 5; Müslim, 44/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 54; Tirmizi, Sünen, 50/Kitabu’l-Menakib, 58. [19] Buhari ,Sahih, II, 932 ; Müslim, Sahih, IV,1962; Tirmizi, Sünen, IV, 549; İbn Mace, Sünen, II,791. [20] Celaluddin Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, Daru’l-Marife, Beyrut, 1996, s.40. Sünni: Nasıl ki Hz. Ali Efendimiz, O’na aidiyet iddiasında bulunan İmamiye, İsmailiyye ve Zeydiy- Mayıs [21] Suyuti, a.g.e., s. 70. [22] Buhari, Sahih, IV, 225, IX, 92-93. 27 2016 Abdullatif ACAR İslam Güzellikler Dinidir… Peygamberimiz (2) (s.a.v.) “Kim bir insanın arasını düzeltirse Allah’ta o insanın işlerini düzeltir. O insanın her kelimesine bir köle azat etmiş gibi sevap verilir. Ve o kimse, geçmiş günahları bağışlanmış olarak döner.” (3) 2016 S -l-m kökünden gelen İslam, barış, barışa girmek iç ve dış ile ilgili her türlü eksiklikten salim olmak, boyun eğmek, buyruğa uymak, doğrudan ayrılmamak Allah’ın hükmüne razı olmak anlamlarına gelmektedir. İslam, Allah’ın şefkat ve merhametinin yeryüzünde tecellisinin bir göstergesidir. İslam, insanlara huzur ve barış dolu bir hayatı sunmaktadır. Sevginin ve hoş görünün hâkim olduğu bir toplumu arzulayan Allah, din olarak seçtiği ve kabul ettiği İslam’ı sözlerin en güzeli diye nitelendirdiği kerim kitabıyla 28 biz insanlara vaaz etmiştir. İnsanların hep birlikte barışa girmelerini, şeytanın tarafında olmamalarını emir buyurmuştur: “Ey insanlar hep birlikte barışa girin sakın şeytanın peşinden gitmeyin, çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır” (1) İslam’da öncelikli olan barıştır. Savaş zorunlu durumlarda, en son başvurulabilecek bir yoldur. İlle de savaş olacaksa da bundaki gaye de Allah’ın dininin yaşanmasının önündeki engelleri kaldırmak, ila-i Mayıs B kelimetüllahı hakim kılmak, adaleti tesis edip zulme mani olmak, haksızlık ve hukuksuzluğun önüne geçmektir. Savaş baskı aracı asla değildir, dünyevi menfaat elde etmek hiç değildir. İslam, savaşın hukukunu da belirlemiştir; savaşta aşırı gidilmemesi emredilmiş,savaşa dahil olmayanlara, yaşlı, kadın ve çocuklara, çalışılanlara dokunulmamasını emretmiştir. Bu emri ilahi gereği, Allah’ın barış emrine uyan islam toplulukları, fethedilen yerlerdeki çeşitli inanç sahibi insanların haklarının korunmasına özen göstermiş, değerlerini yaşamalarına mani olmamışlar, hatta ibadetlerini kolayca yapabilecekleri ortamları kendileri için hazırlamışlardır. İslam, Eğer düşmanların bir haksızlığı olmuşsa da onu cezalandırmak yerine yine de affetmeyi tavsiye etmiştir, bu husustaki sabrın, en hayırlısı olduğu bildirilmiştir. İslam affetmeyi bir erdemlilik sayar. Affetmek büyük olmanın, insanları kazanmanın en etkili yöntemidir çünkü. Kinin, öfkenin, intikam alma duygularının hâkim olduğu bir insan, insanların İslam’ı sevmelerine değil, nefret etmelerine sebep olur. İslam zorlaştırmayı değil, kolaylaştırmayı, nefret ettirmeyi değil, sevdirmeyi tavsiye eder. İnsanların gönüllerine girmenin yolu, onları hak ve hakikatin etrafında birleştirmenin yöntemi budur. En güzel şeyler sevgi, saygı ve hoş görü temelleri üzerine bina edilir. Bütün insani ilişkilerde hep yapıcı olmayı, barışçıl tutum sergilemeyi sevgi, saygı ve hoş görüyü esas alır İslam. Güzel sonuçlara ulaşa bilmek, mükâfata nail olmak ancak “Müslüman” ismine layık bir hayat sürmekle mümkündür. Onun için Müslümanlarının bir birleriyle üç günden fazla küs durmaları yasaklanmıştır. Küs, kırgın ve dargın olan insanların varlığı karşısında bir Müslümanın duyarsız kalmaması gerektiğini de emir { buyurulmuştur, öyle ki bu barıştırma teşebbüsünü en efdal sadaka olarak nitelendirilmiştir, Peygamberimiz(s.a.v.).(2) “Kim bir insanın arasını düzeltirse Allah’ta o insanın işlerini düzeltir. O insanın her kelimesine bir köle azat etmiş gibi sevap verilir. Ve o kimse, geçmiş günahları bağışlanmış olarak döner.”(3) İslam Affetmeyi İster Cenabı hak, Hz. Yusuf’un kıssasını “kıssaların en güzeli” olarak nitelendirir. Sabrın güzel olanını tavsiye eder. Sabır insanı sultan eder, nice makam ve mevkilere çıkarır. Hz Yusuf’un sabrı onu, mısıra melik etti. Sabırsızlığı nedeniyle Züleyha’yı, zelil etti. Kötülüğe kötülükle muamele her kişi işidir, kötülüğe iyilik ve güzellikle karşılık vermek ise Ahlakı en güzel olan kişinin işidir. “Bir kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülüktür. (ona denk bir cezadır) ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Çünkü Allah, zalimleri sevmez”(4) buyuruluyor. İslam, er olmayı, farklı olmayı, o farklılıkla insanlara ders vermeyi, bunu yaparken de rıza-i ilahiyi gözetmeyi ister. Hz. Yusuf’un kendisini kuyuya atan kardeşlerine hadi gidin serbestsiniz, ben sizi affettim, dediği gibi, peygamberimizin de aynı merhameti ve engin hoş görüyü göstererek, Mekke’yi fethinde müşriklere: “Serbestsiniz, size bir şey yapmayacağım” dediği gibi Taifte kendisine zulmü reva görenlerin helak olmasını istemediği, bunca zulüm ve haksızlık karşısında, beddua et, teklifi karşı- } Cenabı hak, Hz. Yusuf’un kıssasını “kıssaların en güzeli” olarak nitelendirir. Sabrın güzel olanını tavsiye eder. Sabır insanı sultan eder, nice makam ve mevkilere çıkarır. Hz Yusuf’un sabrı onu, mısıra melik etti. Sabırsızlığı nedeniyle Züleyha’yı, zelil etti. Mayıs 29 2016 B Kötülüğe kötülükle muamele her kişi işidir, kötülüğe iyilik ve güzellikle karşılık vermek ise Ahlakı en güzel olan kişinin işidir. “Bir kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülüktür. (ona denk bir cezadır) ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Çünkü Allah, zalimleri sevmez”(4) buyuruluyor. sında “ben rahmet peygamberiyim, lanet değil” diyerek bütün teklifleri geri çevirdiği gibi… Biz de; O ulu peygamberleri örnek alıp, Yusuf yüzlü, Yusuf özlü olmak, Hz. Muhammed(s.a.v.)’i bir ahlaka kavuşmak için, bizi haksızlıklarla zulümlerle hayatın derin kuyularına atan Müslüman kardeşlerimize, “hadi gidin serbestsiniz” demeli/diyebilmeliyiz. Güçsüz, kolu kanadı kırık bir duruma düştüğümüzde, çeşitli şekillerde haksızlıklara uğradığımızda, sonra Allah’ın yardımıyla güçlü duruma geldiğimizde, “Hadi gidin serbestsiniz” deme güç ve kuvvetinde ve iradesinde olmalıyız. Haksızlıkla, hileyle, yalanla, dolanla bizi alt ettiklerinde, zulmün kılıcını göstererek “Seni benim elimden kim kurtaracak” dediklerinde bir mazlumun intizarıyla “Allah” deyip, Allah’ın yardımı tecelli ettiğinde de, Allah’ın kılıcını nefis eline alması nedeniyle “Hadi kalkın ayağı, vurmaktan vazgeçtim, serbestsiniz” demeli/ diyebilmeliyiz. Bu bir peygamberi ahlaktır. Hem, affetmek büyük olmanın yolu hem de insanları büyük etmenin yöntemidir. Bu, affetmeyi seven Allah’ın bir emri, onu uygulayan peygamberlerin asla ellerinden bırakmadığı bir sünnetidir. Allah ayetinde “(Resulüm) sen af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir”(5) diye buyuruyor. Örneklerin en güzeli olan Rasulüllah(s.a.v.), hayatında her şeye rağmen, merhamet peygamberi gibi hareket etti asla kimseye şahsı için beddua etmedi, kin gütmedi, insanların kusurlarını affetti. Hz Aişe Vailedimiz, Peygamberimiz(s.a.v.)’in, kendisine yapılan kötülüklerle ilgili, intikam peşinde koşmadığını, bildirmiştir. O Allah’ın Resulü(s.a.v.) buyuruyor ki: “Seninle ilişkiyi kesen kimse ile ilişkini sürdür, seni mahrum edene ver, sana zulmedeni bağışla.”(6) Güzele ve doğruya giden, insanı saadete ulaştıran yolun üzerinde engeller çok. Bu engeller bazen nefsimize şiddetle dokunur, bazen benliğin yamaçların da yol alırken sarp kayalıklarla rast getirir bizi. Bazen hedefi unutup “güzel” den gaflet edip ulaşacağımız / insanları ulaştıracağımız saadetin kokusunu taşıyan Allah’ın merhamet esintilerine karşı, duyarsız, hissiz ve anlayışsız bırakır. Elimizi, kolumuzu ve kanadımızı kırar. Ancak şunu unutmamalı; izzete ulaşmak, gerçek zilletten kurtulmak, İslam’ın güzelleriyle/ güzelliğiyle buluşmak için, dövene elsiz, sövene dilsiz olmak, gelmeyene gitmek zulmedeni bağışlamak, vermeyene vermek ve daha nice badirelerden geçmek gerek. Dini, hayatlarına yansıtanlar, kendilerine İslam’ın temsilcisi gözüyle bakanlara hidayet kapılarını aralarlar. Tam tersinde ise kötü örnek olduklarından sorumlu olurlar. Yüce Allah(c.c.) buyuruyor ki: “İyilik, iyi söz ve davranış ile kötülük, kötü söz ve davranış bir değildir. Kötülüğü en güzel biçimde sav, birde bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak ve samimi bir dost oluvermiş.”(7) 2016 30 Mayıs B İslam Sevgi Dinidir Müslüman, güvenilir insan olmalı, başkalarına güven telkin ederek İslam’ın güzelliğini göstermeli. Müslüman, kimseye haksızlık etmez, kimseye zulmetmez, kimseyi zulme teslim etmez, kin gütmez, nefret etmez, haset etmez. Yaratılan yaratandan ötürü sevilince sevgi, başka bir manaya ve güzelliğe bürünüyor. Her şeyin yaratıcısı Allah olduğundan her mahlûk Allahtan hatıralar ve izler taşır. Onun için İslam’da sevginin esas dayanağı Allah’tır. Allah’ın sevgisinin en önemli nişanı da Allah’ın, “Habibim” dediği Resullüllah’tır, Ona olan sevgidir. Onun için ona olan sevginin Allah’a götürmesi daha kolaydır. Ancak onu seven insanın onun sevdiğini de, sevdiğinin sevdiğini de sevmesi gerekir. Rasullullahı seven onun sünnetini yaşar onun sünnetini yaşayan ahirette onunla komşu olur. Yine Yüce Resul: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız” buyurarak İslam’ın sevgi boyutunu imanın bir gereği olarak dile getirmiştir. Müminler arasındaki bağ ve ünsiyet ancak sevgiyle muhabbetle sağlanabilir. Çünkü Müslümanlar, peygamberimizin ifadesiyle, bir binanın tuğlaları gibi bir birlerine kenetlenmiş, bir vücudun uzuvları gibi bir birlerine şefkat ve merhamet etmiş insanlardır. Buda, İslam kardeşliğine oturtulmadan, sevgiyle karılmadan, muhabbetle yoğrulmadan olmaz. Kinin, hasedin, kibir ve bencilliğin, kötülük ve düşmanlığın, kalpleri kemiren daha birçok hastalıkla- Bu bir peygamberi ahlaktır. Hem, affetmek büyük olmanın yolu hem de insanları büyük etmenin yöntemidir. Bu, affetmeyi seven Allah’ın bir emri, onu uygulayan peygamberlerin asla ellerinden bırakmadığı bir sünnetidir. Mayıs rın tahribatlarından kurtulmak, barış ve esenlik elde etmek için sevgi tohumlarının yeşermesine vesile olan selam vermeyi tavsiye ediyor Allah’ın Resulü. Buyuruyorlar ki: Bir birinizi sevmenize vesile olacak şeyi söyleyeyim mi? “Aranızda selamı yayınız” (8) Müslüman, selam kelimesini kullanarak adeta İslam’ın barış ve sevgi dini olduğunu sancaklaştırmıştır. Müslümanlar bir araya gelirlerken, bir birlerinden ayrılırken selam verirler. Bu, gün boyu Müslümanların barışı temenni anlamına gelen bir duadır. Selam, Müslümanların şiarıdır, Müslümanın, Müslümana verdiği güven teminatıdır. Bu şekilde selam vermek sünnet, almak farz olarak kabul görmüştür. Bir memnuniyetin ifadesi olarak da daha güzeliyle almak hem verene bir iltifat hem de Yaratan’a itaattir. Yüce Rabbimiz ayetinde: “Ve bir selamla selamlandığınız zaman, o takdirde siz ondan daha güzeli ile selam verin, veya onu (aynen) iade edin.”(9) buyurarak daha güzele, daha özel olmaya davet etmiştir insanları. Müslümanın kalbi, Allah’ın sevgisiyle doludur. Yumuşak bir kalbe sahiptir Müslüman; o kalpte merhamet vardır, o kalp, hüsnü zan ile doludur. Hüsnü zan, güzel olan zan, iyi zan, demektir. Hep iyi düşünmek, işleri kötüye yormamak, insanların davranışlarını, tam anlamıyla bilmeden, araştırmadan hareket etmemek yani su-i zan’a düşmemektir. Müslüman, kendi günahları kendini zaten meşgul ettiğinden, başkalarının kusur ve hatalarının peşine düşmez. Başkalarının kusurlarını araş- 31 2016 B O Allah’ın Resulü(s.a.v.) buyuruyor ki: “Seninle ilişkiyi kesen kimse ile ilişkini sürdür, seni mahrum edene ver, sana zulmedeni bağışla.”(6) Güzele ve doğruya giden, insanı saadete ulaştıran yolun üzerinde engeller çok. tırmak, insanı çekiştirmeye, gıybet etmeye su-i zana sürüklemeye iftiraya, yalana götüreceğinden de şiddetle yasaklanmıştır. Hüsnü zanda insan, isabet etmese bile sevap kazanırken, su-i zanda isabet edilse de zarar sözkonusudur. Ahlakı Güzel eyler İslam Bir gün İsa aleyhisselam ile havarileri yolda yürürlerken bir köpek laşesi görüyorlar. O pis koku nedeniyle yanındakilerin burunlarını kapattığını gören İsa aleyhisselam, onların davranışlarının yanlışlığını anlatmak için “bakın bakın! Şu köpeğin dişleri de ne kadar da güzelmiş” diyerek tepkisini gösterir. İslam, “Adaleti, iyiliği akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, kötülük ve azgınlığı da yasaklar…”(10) Sözün güzelini emreden İslam’ın peygamberi: “Filan kadın oruç tutar, gece namazı kılar, bununla beraber komşusuna eza(eziyet) eder.” ( hakkında ne buyurulur) diye sorduklarında Canab-ı peygamber(s.a.v.): “O kadın ateştedir”(11) buyurur. Evet, ölmüş hayvanda bile mutlaka bir güzel taraf varsa ya insan… İnsan da nice güzellikler vardır aslında. Ancak bakışlarımız bozuk olunca baktığımız şeylerde de haliyle hep hata ve kusurları görüyoruz. Hoşgörü, insana olan dostluğumuzla, yanlış davranışlara olan düşmanlığımızı ayrı tutmaktır. İnsan gerçek güzellikleri İslam’dan alır. Her şeydeki güzelliği keşfe çıkarken insanın inşası adına, tutunacak dal, hamle yapmak için sıçrama tahtası bulmak olmalı hedefimiz. İbadet bireysel yapılmış olsa da, toplumu dışlayan, topluma fayda vermeyen ya da insanların unutulduğu insanlara güven telkin edilmediği hiçbir ibadet anlayışı o insanın rıza-i ilahiye kavuşmasına vesile olmaz. Kur’an’ı kerimin, sözlerin en güzeli olduğunu bildiren Allah, onu insanlığa tebliğ eden, bizzat yaşayarak hayatında gösteren peygamberi’de Usve-i hasene (güzel örnek) olarak tanıtmıştır. Sözlerin en güzeli elbette güzele, doğruya ve hidayete ulaştıran Allah’ın sözüdür. Güzel olmayan söz hakka değil batıla, merhamete değil, zulme; hidayete değil, delalete; sevgiye değil, nefrete sürükler insanı. Onun için Allah: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine (kur’an’a) sımsıkı tutunun…”(12) buyurmuştur. Fahri kâinatın Efendimiz “Ben güzel Ahlakı tamamlamak için gönderildim” (13) diye kendini insanlığa tanıtırken, yine güzel olana vurgu yapmıştır. Yüce Rabbimiz de Resulüllah için: “Andolsun ki Allah’ın elçisinde sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”(14) buyurarak, güzel olan şeylere kavuşmak için onu hayatımıza model kabul etmemiz gerektiğini vurgulamıştır. O ka- 2016 32 Mayıs B dar ki Allah, kendisine uymuş olmak için Rasülüne uymak gerektiğini, özellikle, vurgulamıştır. Peygamberimiz’(s.a.v.)’in ahlakı kur’an’ın ahlakıydı. Kur’an’ın hayat veren iklimiyle ilk defa O muhatap oldu. “Allah’ım yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel yap” (15) diye dua eden Rasulüllah’ı Allah, bizzat terbiye etti, onun ahlakını güzelleştirdi. O’nun hayatını Kur’an’ın yürüyen hali ve canlı bir örneği olarak sergiledi. Kur’an’a uyan Rasülüllah’ın ahlakını kuşanır, Rasülüllah’tan uzaklaşan kur’an’dan uzaklaşır. Güzel bir insan olmak, güzel ahlak sahibi olmakla mümkündür. Peygamberimiz(s.a.v.) “Sizin en hayırlınız ahlakı en güzel olanızdır.”(16) buyuruyor. Said b. Haşim, Hz. Aişe validemize, Resülüllah(s.a.v.)’in ahlakını sormuş, oda: “ Sen kur’an okumuyor musun?” demiş. “Evet” demesi üzerine: “Rasülüllah’ın ahlakı Kur’an idi” buyurmuş. (17) O peygamber ki sözleriyle hayatı asla farklı değildi. Her söylediğini bizzat en güzel şekilde yaşardı. Zaten o sözden çok, yaşayarak örnek olmuştur insanlara. Yüce Mevla’mız Kur’an-ı keriminde, birçok ayette, güzel davranışı ve inanışı över ve emreder. En güzel isimler de Allah’ındır. Onun isimlerine esmayı Hüsna( güzel isimler) denmiştir. “El- cemal” yani “güzel” Mevla’mızın isimlerindedir. Onun için yüce Mevlan’ın güzel isimleriyle dua edilmesi istenmştir. İzzete ulaşmak, gerçek zilletten kurtulmak, İslam’ın güzelleriyle/ güzelliğiyle buluşmak için, dövene elsiz, sövene dilsiz olmak, gelmeyene gitmek zulmedeni bağışlamak, vermeyene vermek ve daha nice badirelerden geçmek gerek. Mayıs Peygamberimizde: “Allah güzeldir güzeli sever.” Buyuruyor. Allah, insanın her şeyinin güzel olmasını istemiş, işini güzel yapmasını, aşını helalinden kazanmasını, insanlarla güzel geçinmesini; ailesine Ana babasına, komşusuna iyilik etmesini, sıla-i rahimi kesmemesini, yetimin başını başını okşamasını, mazlumun yanında olmasını istemiş, zikrini, fikrini, işini gücünü, kısaca her şeyini güzel etmesini emir buyurmuştur. Peygamberimiz imanı Tarif ederken: “İman yetmiş(veya altmış) kusur şu’be (haslet)’tir. En yükseği, “Allahtan başka ilah yoktur demek, en aşağısı ise yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Utanmakta imanın bir şubesidir”(18) buyurarak güzel bir davranışı imanın olmazsa olmaz bir şubesi olarak kabul etmiştir. Bir tebessüm ve güzel bir sözü dahi sadaka sayan İslam’ın peygamberi buyuruyor ki: “Din kardeşinin kabına kovandan su boşaltmak sadakadır. Emri bil maruf nehyi anil münker yapmak sadakadır. Kardeşine iltifat etmek yoldan taş, vs. kaldırmak, kılavuzluk etmek sadakadır.” İnsanlarla ilgili yapılan hiç bir davranış asla karşılıksız değildir. Zerre kadar hayır yapanda, zerre miktarı kötülük yapanda karşılığını mutlaka görecektir. Adeta, birbirlerine mirasçı kılacak derecede komşulara haklar yükleyen güzel dinimiz, peygamberimizin ifadesiyle “kötülüğünden emin olmayan komşunun cennete giremeyeceğini” (19) bildirmiştir. Yine Allah’ın Resulü, komşuyla ilgili bir çok görevlerin bulunduğunu başka hadislerde belirtirken, bunun yeteli olmayacağını, aynı zamanda komşudan gelen eziyetlere katlanmanın da Allah’ın, 33 2016 B Yüce Rabbimiz de Resulüllah için: “Andolsun ki Allah’ın elçisinde sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”(14) buyurarak, güzel olan şeylere kavuşmak için onu hayatımıza model kabul etmemiz gerektiğini vurgulamıştır. o insanı sevdiği kulların arasına dahil edeceği müjdesini vermiştir: “Allah’ın sevdiği kimselerden biride; kendisine eziyet eden bir komşusu vardır. Oda buna sabreder, nihayet ölüm yahut göç etmek aralarını ayırır.”(20) Bu, İslam’ın ne büyük bir erdemlilik ve fedakarlık dini olduğunu bizlere göstermesi açısından önemlidir. İslam dini, fakire, düşküne, yolda kalmışa, darda kalmışa, yetim ve kimsesizlere yardım etmeyi emretmiş, kapıya geleni geri döndürmeyi asla uygun bulmamıştır. Yetimin hakkının ihlal edildiği bir toplumda arşı alanın titrediğine ne demeli… Allah’ın hakkından sonra gelen anne ve babamıza iyi davranmak emredilirken “öf” bile demenin çirkinliği vurgulanmış, onlara tatlı ve güzel söz söylenmesi istenmiştir. (21) Kul hakkı söz konusu olduğunda o insanın, namaz kılsa da oruç tutsa da zekat vermiş olsa da, ona buna sövmüş iftira etmiş, kanını akıtmış, dövmüş olduğundan iflas etmiş olacağını peygamberimiz(s.a.v.)’in bildirmesi, kazanmanın yine Ahlaki güzellikte, insanlarla iyi geçinmekte olduğunu gösteriyor. İslam, “malın fazlasından Allah yolunda tasadduk” emriyle infakın alt sınırını gösterirken, “…kendileri fakru zaruret içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. (kendilerine tercih ederler) (22) ayetiyle daha yukarılarda olmayı yani güzel olanın daha güzeline talip olmayı istemiş ve fedakarlığın zirvelerinde olanları övmüştür. 2016 İşi Güzel Eylemek Doğru olmak yeterli değildir, işi doğru eylemekte gereklidir. Diyelim ki namazınızı dost doğru kıldınız, tadil-i erkâna riayet ederek kıldınız, ayrıca güzelliğine de riayet etmelisiniz. Namazdaki güzellik içerde huşu, dışarda hudu şeklinde yansımalı. Estetiğe uygun bir namaz kılarken namazdaki yaşanan derinliği de yaşamalısınız. Zahmet değil, hayat soluğu taşımalı namaz. Zekatı kurallarına uygun verirken güzelce vermeye de özen göstermelisiniz. Verdiğiniz yardımların altında ezerseniz fakir ve miskini, güzelliğini kayıp etmiş olursun zekâtın; başa kalkarsanız, beklentiye girerseniz güzel amelinizi, çirkinleştirmiş bulunursunuz. Oruç tutarken haccınızı eda ederken, kurbanınızı keserken… Daha birçok ibadette güzellik o ibadetlerin şartları kadar önemlidir. Çünkü dinimiz içte yaşanan bir huzurdur. Hem o hayırlı ameli yapana hem de karşıdakine huzur vermeli ibadetler; kimsenin ne göz zevkini nede gönül huzurunu bozmalı, kısaca hem özünüzle hem de sözünüzle güzel olmalısınız. Bir insan gece sabahlara kadar namaz kılsa, gündüzlerini hep oruçlu olarak geçirse, hayır hasenatını yapsa, tespihi elinden hiç bırakmasa, Sözüyle, davranışlarıyla, çatık kaşıyla, anlayışsız tavırlarıyla, vurdumduymaz bir yapısıyla insanları kendinden uzaklaştırırsa o insan, yaptığı ibadetlerin güzelliğini elde edememiş demektir. Müslüman başkalarının kendinden feyiz aldığı, faydalandığı insandır. Zaten ibadetler, insanı, Ahlaken olgunlaştırmayı hedefler. İslam, “Cibril hadisi” diye meşhur olan hadis-i şerifte de bildirildiği gibi, “iman”, “İslam” ve “ihsan” şeklinde özetlenir. İman, her şeyin başlangıcı ve bütün davranışların temelidir. O temel üzerinde ibadetler yani İslam’ın şartları yükselir, ondan sonra ki “ihsandır ki buda, ibadetlerin insanı ulaştırdığı en zirve noktadır. İhsan, İslam’ın ahlaki yönünü, yani İslam’ın güzelliğini ifade eder. İhsan, Allah’ı görür 34 Mayıs B gibi olmaktır; “biz onu görmüyor isek te o bizi görüyor” düsturu ve inancıyla hareket etmektir. Böyle bir güzellik ihmal edilirse kulluk, Allah’ın istediği şekilde yapılmamış olur. Sözü Güzel Eylemek Peygamberimiz buyuruyor ki: “Bir hurma yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun, kim yarım hurma bulamazsa güzel bir sözle korunsun”(23) Evet, söz, insanı ateşten koruduğu gibi o insanın amelini de korur. Zira verilen sadakayla ihtiyaç giderilirken, üslup hatasına düşerek gönül kırıldığından, fayda değil zarar etmiş olursunuz. Yüce Allah buyuruyor ki: “Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ceza (gönül kırma) gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halimdir.”(24) Söz vardır kese savaşı söz vardır kestirir başı söz vardır insanı insan eder belki de sultan. Söz vardır rezilde eder vezirde. Sözünüz doğruysa onu güzel ve yerinde kullanmanız da gerekir. Çünkü doğru söz her zaman yeterli olmaya bilir. Her doğru her yerde söylenmez, söylenecekse de sözün ahlakına, kuralına ve muhatabın anlayışına uygun bir şekilde söylenmeli yani söz güzel olmalı. İşte o zaman aşılamayacak vadi geçilemeyecek engel, girilemeyecek gönül kalmaz. Atalarımız, güzel söz yılanı deliğinden çıkarır, demişlerdir. Ne iyilik kötülükle birdir ne güzel söz, kötü söze denktir. Düşmanca tutum ve davranışların ilacı güzel Peygamberimiz imanı Tarif ederken: “İman yetmiş(veya altmış) kusur şu’be (haslet)’tir. En yükseği, “Allahtan başka ilah yoktur demek, en aşağısı ise yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Utanmakta imanın bir şubesidir”(18) buyurarak güzel bir davranışı imanın olmazsa olmaz bir şubesi olarak kabul etmiştir. Mayıs sözde saklıdır. Onu başara bilen insan nice dostlara kavuşur. İslam, ateşe körükle gitmeyi değil, o yanan ateşe serinlik olmayı, su olup onu söndürmeyi ister. Yoksa dünya çekilmez olur, hayat çıkılmaz bir hal alır. Peygamberimiz’(s.a.v.)in hayatındaki başarının sırrı güzel üslup ve anlayışta saklıdır. Yoksa kısa bir zamanda insanların bölük bölük, İslam’la tanışmaları mümkün olur muydu? Yüce Allah peygamberimizin bu durumuyla ilgili şöyle buyuruyor: “Allah’ın rahmetinden dolayı ey Muhammet, sen onlara karşı yumuşak davrandın, eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi…”(25) Allah bizi güzelliğini anlatmakla bitiremeyeceğimiz İslam’la güzelleştirsin, en güzel örnek ve önder Resullüh’ın hayatıyla özel kul eylesin…(Amin) Selam ve dua ile… Kaynaklar 1-(Bakara,208) 2-(Seçme hadisler s. 237) 3-(Seçme hadisler,241) 4-(Şura,40) 5-(Araf,199) 6-(Ahmet ıv,158) 7-( Fussilet,44) 8-(Müslim) 9-(Nisa ,86) 10-(Nahl, 90) 11-(İhya-i ulumiddin terc. C.4,s.574) 12-(Ali İmran,103) 13-(Ahmet II,381) 14-(Ahzap 21) 15-(Ahmet,I,403) 16-(Buhari Müslim, Tirmizi) 17-(Taberani) 18-(Müslüm, iman, 12. No 58) 19-( Müslim,İman,46) 20-(Ahmet’i müsned, c.5,s.151) 21-(İsra,24) 22-(Haşr,9) 23-(Buhari Edep,34) 24-(Bakara,263) 25-(Ali imran,159) 35 2016 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den “Ey akıl sahipleri ibret alınız.” Allah Teala, bazen mahlukatın içindeki manevi duygulardan oluşan ve beşeri münasebetleri güzelleştiren gücü ortadan kaldırır ve mazlum bir kişi, zalim birini topluma şikayet eder. Maneviyattan yoksun gözler ve kalpler, bu durumu sadece seyrederler ve o mazluma acımazlar. Sanki beşeriyet katılaşmış bir taş gibi olur. Açlar, musibete uğrayanlar ve gariplerin durumu da aynıdır. Bu zamanlarda Allah’ın kudreti, kendisinin gaybi sırlarını ortaya koyar. Orada Allah’ın hükmü vardır. Dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar. Bazen ise Allah Teala, beşeri münasebetleri güzelleştirme hususunda insana güç ve kuvvet bahşeder ve mahlukatın kalpleri yumuşaklık, yardım ve sevgiyle dolar. Böylece onlar, bir-birlerine şefkat edip acırlar. O zamanın insanları, bu bahşişle huzur içinde yaşarlar. “Ey Rabbimiz, bize hidâyetini verdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Katından bize rahmetini lutfet. Şüphesiz Sen, çok hibe edensin.” Biz, ruhu sattığımız için o (ruh), Allah’dan gelen her emri kabul etti ve kaderi safâ haline getirdi. Allah’a kısa bir yürüyüşten sonra, sana rûhu ta’bir edeceğiz. Sen: “Himmet ve gayretim, ruhumun müşahede makamında olan nefsim içindir” diyorsun. t Selim bir kalple dünyadan göçersen, Selâmetle karşılanırsın Yüce Mevla, sermedi yardım burçlarının şiddetli sayhasıyla, ruha şöyle seslenir: “Haberiniz olsun ki, şüphesiz Allah’ın velî kullarına hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” Sen ise, emniyet sahasında ürkerek ve korkak bir şekilde ümit yularından tutup, Kudret sultanı’nın yanında yolunu arayan biri gibi tazarrû ve niyazla şu âyeti okursun: “Allah’ın mekrinden (hilesinden) hüsrana uğrayan kavimden başkası emin olmaz.” Böylece Allah’a yönelen bir grup ortaya çıkar ve onların hâli, kendilerini de etkileyebilecekleri endişesiyle insanların çoğunu korkutur. Ümitsizliğe kapılmak suretiyle dünyaya esir olan bu grup bizimle beraberdir. Onlar, Allah’dan korktukça zikrederler, nazlandıkça O’na yaklaşırlar. Hakk katından böylelerine şöyle nidâ edilir: “Tarafımızdan kendilerine güzel âkibet takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar, cehennemden uzak tutulurlar. Bunlar onun uğultusunu duymazlar, gönüllerinin dilediği nimetler içinde ebedi kalırlar. En büyük dehşet dahi, onları tasalandırmaz. Melekler, kendilerini şöyle karşılar: İşte bu, size vadedilmiş olan (mutlu) gününüzdür.” Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Kur’an’da Nesh Meselesi II Bismillâhirrahmânirrahîm Yüce Allah: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”(22) buyurmuş 2016 Neshi İnkâr eden çağdaş yaklaşımlar ve gerekçeleri Son yüzyıla gelene kadar Ümmet’in nesh konusundaki ihtilafı, sadece Ebû Müslim el-İsfehânî ile cumhur-u ulema arasında cereyan etmiştir. Ancak yüzyılımızda, başka pek çok konuda olduğu gibi nesh konusunda da bu Ümmet’in alimlerine muhalefet etmekle ünlenen kimselerin varlığını müşahede ediyoruz. Ülkemiz 38 dışında bu kişilere örnek olarak Muhammed Tevfik Sıdkî, Ahmed Emin ve Mevdudî’yi (20) , ülkemizden de Süleyman Ateş, Y. Nuri Öztürk, Hüseyin Atay, M. Sait Şimşek gibi isimleri sayabiliriz. Bu saydığımız isimlerin nesh hakkında söylediklerini teker teker zikretmek yazıyı uzatacağı için, burada sadece Süleyman Ateş’in görüşlerini kısaca ele alacağız.(21) Ateş, Kur’an ayetlerinin birbirini neshi konusunda şöyle demektedir: Mayıs B “… Bizim kesin kanaatimiz odur ki Kur’an’da kastedilen nesh, Hz. Peygamber’e unutturulmuş olan ve dolayısıyla yazılamayan ayetlerdir. Ama Kur’an’da yazılmış olan her ayetin hükmü vardır. Hz. Peygamber hiçbir ayet hakkında “Bu ayet mensuhtur” dememiştir. Ondan başka hiç kimsenin de Kur’an’ı mensuh saymağa hakkı yoktur. Hatta Kur’an ayetlerini neshetme yarışına girmiş olan alimler(!) bile mensuh saydıkları ayet için bunun bir hükmü yoktur, artık bu asla uygulanmaz diyememişlerdir. Zaten bunu söyleyen de küstahlık etmiştir. Kur’an’da anlamsız, sırf kalıp olsun diye inmiş ayet yoktur. Yüce Allah: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”(22) buyurmuş ve Kur’an ayetleri arasında birbirine aykırı sözler olmadığını bildirmiştir. Nesh, anlamları ters sözler arasında olur. Kur’an’da böyle sözler olmadığına göre nesh de yoktur. Her ayetin uygulanacak zamanı vardır.”(23) “Tekrar ediyoruz: Kur’an’ın anlattığı nesh, aynı zamanda insâ demektir. Yani yazılmadığı için zamanla unutturulmuş olan ayetler vardır. Bunların yerine daha iyisi veya dengi ayetler gelmiştir. Yazılmış olan Kur’an’da nesh sözkonusu değildir. Bu düşünce Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil, gelişen şartlar içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a uyguladıkları düşüncelerdir. “Mensuh ayetlerin sayısını ikiyüze çıkaranlar olduğu gibi beşe indirenler de vardır. Çünkü dayandıkları kesin bir delil yoktur. Onun için herkes kendisine göre neshi azaltmış veya çoğaltmıştır. Ama büyük alim Ebû Müslim Isfahânî de Kur’an’da nesh olmadığını söylemiş, daha sonra zamanımız alimlerinden Ahmed Emin de bu görüşü ispatlamağa çalışmıştır. Onlara göre bu ayette kastedilen nesh, Kur’an’ın kendi kendisini neshi değil, daha önceki Kitabları neshedip hükümsüz bırakması demektir. Tabii bu görüşü de Kur’an’ın ruhuna terstir. Çünkü Kur’an, kendisinin “Kendinden öncekini tasdik edici olarak” geldiğini bildirmektedir. O kitabların hükümlerini kaldır- Mayıs mak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an, onları hükümsüz bırakmaz. Zaten Kur’an’ın kendisi, dikkatli olarak okunursa, onları gerçak olarak uygulayan, dinin ruhuna bağlı insanları nasıl övdüğü, onların Allah katında nasıl ödüllendirileceklerini söylediği açıkça görülür. İlahî Kitapların hepsi insanları aynı prensiplerde birleştirmek, dost yapmak için gelmiştir. Ama insanların egoizmi, onları yanlış yorumlayarak toplulukları birbirine düşman etmiştir…” (24) Ateş’in yukarıya alığımız görüşlerini kısaca şöyle maddeleştirebiliriz: 1- Yazıya geçirilmiş olan Kur’an ayetleri arasında nasih-mensuh ilişkisi yoktur. Şu anda elimizde bulunan Kur’an’ın bütün ayetlerinin hükmü vardır. Zamanı geldiğinde ve şartlar elverdiğinde, alimlerin mensuh olduğunu söylediği ayetler ile de amel edilir. 2Kur’an’ın anlattığı nesh, Kur’an’ın, kendisinden önceki ilahî kitapların hükmünü kaldırması da değildir. Böyle bir iddiada bulunmak Kur’an’ın ruhuna terstir. 3- Kur’an’da mensuh ayetler bulunduğu düşüncesi, Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil, gelişen şartlar içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a uyguladıkları düşüncelerdir. Şimdi bu maddelerde özetlemeye çalıştığımız hususları birer birer ele alalım: 1- Eğer Hz. peygamber (s.a.v) döneminde yazıya geçirilmiş olan ve bize kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiş bulunan Kur’an ayetleri arasında nesh cereyan etmemiş ise ve dahi Kur’an’daki her ayetin uygulanacağı bir zaman ve zemin var ise aşağıdaki sorulara nasıl cevap verilebilir: a- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Sana şaraptan ve meysirden soruyorlar. De ki: “O ikisinde büyük günah ve insanlara bazı yararlar vardır. Fakat onların günahı yararından büyüktür….”(25) 39 2016 B Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Sana şaraptan ve meysirden soruyorlar. De ki: “O ikisinde büyük günah ve insanlara bazı yararlar vardır. Fakat onların günahı yararından büyüktür….”(25) Bu ayette şarabın haram kılınmadığı, aksine onun birtakım faydaları olsa da, günahının yararından büyük olduğu ifade edilmektedir. Ateş de tefsirinde bu ayetin şarabı haram kıldığına dair herhangi birşey söylememektedir. Hatta bu ayeti tefsir ederken, “İslam bilginlerinden bir kısmı, tefsirini yapmağa çalıştığımız ayetin haram bildirmediğini, bir kısmı ise haram bildirdiğini söylemişlerdir. Zahir olan, birinci kısmın görüşüdür”(26) demek suretiyle bu ayetin şarabı haram kılmadığını söylemektedir. Keza Ateş, bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak, ayette geçen “hamr” ve “meysir”in haramlığından söz etmekte, ancak bunların bu ayet ile haram kılındığını söylememektedir. Hatta “Ayette günah olduğu bildirilen hamr ve meysir’in ne olduğunu ve bunlar hakkında İslamın son hükmünü inceleyelim:…”(27) demek suretiyle İslam’ın, hamr ve meysir hakkındaki “son hüküm” olan haramlık hükmünden önce daha değişik bir hükmü olduğunu zımnen kabul etmektedir. O halde soralım: “Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” diyen birisi olarak Ateş, hamr ve meysirin haram olduğunu bildirmeyen yukarıdaki ayet ile amel edilebileceği görüşünde midir? Keza, Ateş’e göre “Ey iman edenler, ne dediğinizi bilmeniz için sarhoş iken namaza yaklaşmayınız”(28) ayetinin de hükmü olmalıdır. Dolayısıyla müslümanların sarhoş olmalarının değil, sarhoş iken namaza yaklaşmalarının yasak olduğu bir zaman veya ortam bulunabilir yahut kişi sarhoş olmadıkça ve ne dediğinin farında oldukça içki içtiği halde namaz kılabilir iddiasında bulunabilir miyiz? Yine Ateş, müfessirlerin, yukarıda mealini yazdığımız ayeti neshettiğini söyledikleri “Ey iman edenler, şarap, kumar, dikili taşlar, ezlâm (şans okları) şeytan işi birer pisliktir. Bunlarndan kaçının ki kurtuluşa eresiniz…”(29) ayeti üzerinde dururken de şöyle demektedir: “Meysir’in mahi- 2016 yetini ve insanların şarabın birden bire değil, kademeli olarak menedildiğini ve bu konudaki çeşitli görüşleri Bakara suresi: 219 ncu ayetin tefsirinde açıklamıştık.”(30) Demek ki Ateş’e göre hamr birden bire değil, kademeli olarak men edilmiştir. Peki hamrı nihai olarak mene den bu ayet dururken, Ateş’in sözünü ettiği o “kademe”leri teşkil eden ve hamrın haram olduğunu ifade etmeyen ayetlerle de amel edebilir miyiz? Hatta yine Ateş şöyle demektedir: “Şarap içmek ve kumar oynamak , toplum ahlakını bozan kötü işlerdendir. İslam bunları kesinlikle yasaklamıştır.”(31) Eğer bu söz doğru ise, “Zaten bunu söyleyen de küstahlık etmiştir. Kur’an’da anlamsız, sırf kalıp olsun diye inmiş ayet yoktur. Yüce Allah: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”(32)buyurmuş ve Kur’an ayetleri arasında birbirine aykırı sözler olmadığını bildirmiştir. Nesh, anlamları ters sözler arasında olur. Kur’an’da böyle sözler olmadığına göre nesh de yoktur. Her ayetin uygulanacak zamanı vardır” şeklindeki sözleri nasıl anlayacağız? Birisi çıkıp da, hamr ve meysiri kesin olarak yasaklamayan ayetlerin de uygulanacağı zaman vardır” diyecek olursa buna kim ne diyebilir? b- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Peygambere gizli maruzatta bulunmak istediğiniz zaman, maruzatınızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için hayırlıdır ve ziyade temizliktir. Fakat tasadduk edecek birşey bulamazsanız, artık şüphe yok ki Allah ğafûr’dur, Rahîm’dir.”(33) Hz. Peygamber (s.a.v) ile gizli ve mahrem birşey konuşmak isteyen mü’minlere, bu konuşmayı yapma- 40 Mayıs B dan önce fakirlere tasaddukta bulunmayı emreden bu ayet, aşağıda mealini zikredeceğimiz bir sonraki ayet ile nesh edilmiştir: “(Peygamber ile) gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu? Madem ki (bunu) yapmadınız; Allah da sizi affettiğine göre, artık namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Allah, yapmakta olduğunuz şeylerden hakkıyla haberdardır.”(34) Şimdi Ateş’in bu iki ayet ile ilgili olarak söylediklerine bakalım: “(…) Her özel konuşma için bir miktar sadaka vermek, müslümanların çoğunun zoruna gitmişti. Onun için bu hüküm, daha sonra inen müteakip ayetle (13. ayetle) zorunlu olmaktan çıkarılmış, isteğe bağlı kılınmıştır. 13. ayette: “Necvânızdan önce sadaka vermekten çekindiniz mi?” tarzındaki bir soru ile müslümanların bu işi yüksünüp yapmadıklarına işaret ediliyor ve Allah’ın bunu affedeceği yani kaldıracağı bildiriliyor; artık namazı kılmaları, zekâtı vermeleri, Allah’a ve elçisine itaat etmeleri emrediliyor. Böylece 12. ayetin getirdiği hüküm, 13. ayetle hafifletilmiş oluyor. “İşte bu iki ayet, Kur’an’da mensûh ve nâsihe örnek verilir. Mukâtil’den rivayet edildiğine göre birinci ayetin hükmü on gün sürmüş, Hz. Ali, Katâde ve Kelbî’den gelen rivayetlere göre de sadece gündüzün bir saat sürmüş, sonra neshedilmiştir. (…) “Bazı âlimlere göre de bu iki âyet arasında nesih yok, hafifletme vardır. Birinci âyet mensûh değildir. Necvâsından önce sadaka vermek isteyen yine verebilir. Vermeyenin de zaten affedileceği, âyetin sonun- da belirtilmiştir. İkinci âyette ise sadaka verebilecek durumda olup da vermek istemeyenden, mutlaka sadaka verme zorunluluğu kaldırılmıştır. Yani birinci âyetteki zorunluluk ikinci âyette ihtiyârîye (isteğe) çevrilmiştir. Bunda nesih yok, hafifletme vardır. Âyetler arasında nesih yok, ta’dil vardır….”35) Görüldüğü gibi Ateş, bu iki ayetin ihtiva ettiği hükümler arasında bir farklılık bulunduğunu kabul etmekte ve 12. ayetin hükmünün, 13. ayet ile hafifletildiğini ve ta’dil edildiğini söylemektedir. Bu demektir ki, Ateş’e göre 12. ayetin “ağır” olan hükmü, 13. ayet ile değiştirilmiştir. Zira “hafifletme” ve “ta’dil” de neticede bir değiştirmedir. O halde soralım: 12. ayetin –bir sonraki ayet ile hafifletilmiş olan– hükmüne ne olmuştur? Bu ayetin hükmünün hafifletilmiş ve ta’dil edilmiş olduğunu söylemek ile, yürürlükten kaldırılmış olduğunu söylemek arasında nasıl bir fark vardır? Eğer Ateş’in ifadesiyle “Kur’an’daki her ayetin hükmü var” ise, “Onun için bu hüküm, daha sonra inen müteakip ayetle (13. ayetle) zorunlu olmaktan çıkarılmış, isteğe bağlı kılınmıştır. 13. ayette: “Necvânızdan önce sadaka vermekten çekindiniz mi?” tarzındaki bir soru ile müslümanların bu işi yüksünüp yapmadıklarına işaret ediliyor ve Allah’ın bunu affedeceği yani kaldıracağı bildiriliyor” tarzındaki ifadelerde “Allah’ın kaldıracağı” söylenen 12. ayetin hükmü 13. ayet indikten sonra kalkmamış mıdır? Eğer kalkmamış ise, Ateş’in hemen yukarıdaki cümleleri yanlıştır; eğer kalkmış ise “Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” sözü düşünmeden söylenmiş ve bilahare sahibi tarafından nakzedilmiş bir söz değil midir? c- Benzeri bir durum, aşağıdaki ayetler için de söz konusudur. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! Mü’minleri cihada teşvik et. Eğer sizden sabredici yirmi kişi olsa, ikiyüze galip gelirler. Ve eğer sizden yüz kişi olsa, kâfirlerden bine galip gelirler. Çünkü şüphe yok ki onlar, hakkı anlamaz bir kavimdirler.”(36) Bu ayette mü’minlerden 20 sabırlı kişinin, ikiyüz kâfire galip geleceği, yine mü’minlerden sabırlı 100 Mayıs 41 2016 B kişinin de 1000 kâfire galip geleceği bildirilmektedir. Ancak hemen bir sonraki ayette(37) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ve bildi ki sizde bir zaaf var. Şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa iki yüz (kâfir)e galebe ederle; sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle iki bin (kâfir)e galip olurlar ve Allah sabredenlerledir.”(38) Süleyman Ateş, bu ayetler hakkında şunları söylemektedir: “Müfessirlerin çoğunluğuna göre 66 ıncı âyet, 65 nci âyeti neshetmiştir. Neshi kabul etmeyen müfessir Ebu Müslim el-Isfahânî ise, birkaç delil ile bu âyetler arasında neshin bulunmadığını söylemiştir. Ona göre birinci âyette emir yoktur, bir durum bildirmektedir. Yüce Allah, sabreden yirmi mü’min olursa, bunların ikiyüz kâfiri yeneceğini söylüyor. İkinci âyette ise çoğunlukla bir cemâatin, kendilerinden on kat fazla bir cemâate dayanamayacağını bildirerek, mü’minler topluluğunun, en azından kendilerinden iki kat fazla bir topluluğu yeneceğini haber veriyor. Birinci âyet, sabreden mü’minlerin durumunu, ikinci âyet ise onlar kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih, söz konusu değildir. Çünkü birinci âyetteki sabır va azim vasfını taşıyan küçük mü’minler topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar. Ama bunlar azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru olmaz. İkinci âyet genel olarak bütün mü’minlerin durumunu belirtmektedir. Birinci âyet özel bir şartı, ikinci âyet ise genel şartı değerlendirmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Peygambere gizli maruzatta bulunmak istediğiniz zaman, maruzatınızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için hayırlıdır ve ziyade temizliktir. Fakat tasadduk edecek birşey bulamazsanız, artık şüphe yok ki Allah ğafûr’dur, Rahîm’dir.”(33) 2016 “Râzî: “Eğer Ebu Müslim’den önce bu âyetler arasında nesih bulunduğu hakkında icma olmuşsa bir diyeceğimiz yok ama, böyle bir icma olmamışsa Ebu Müslim’in sözü doğrudur” diyor.”(39) Burada evvela şu noktayı tespit edelim: Eğer gerçekten bu iki ayet arasında –biri özel bir şartı, diğeri genel şartı belirlemek gibi– bir farklılık söz konusu ise, 66. ayette geçen “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ” ifadesinin ne anlamı vardır? Şayet bu iki ayette farklı özelliklere sahip iki kesim mü’min anlatılıyor ve ilkinde sabırlı, ikincisinde ise sabr-u sebatında bir zaaf olan mü’minler kastediliyor ise, burada “hafifletme”nin zikredilmesinin hiç bir anlamı yoktur. Zira her iki ayette de “sabırlı” mü’minlerin, sayıca kendilerinden ne kadar üstün bir küffar topluluğuna galip geleceği haber verilmektedir. Şu halde Ebû Müslim el-İsfahânî’nin, Ateş tarafından nakledilen, “Birinci âyet, sabreden mü’minlerin durumunu, ikinci âyet ise onlar kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih, söz konusu değildir. Çünkü birinci âyetteki sabır va azim vasfını taşıyan küçük mü’minler topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar. Ama bunlar azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru olmaz. İkinci âyet genel olarak bütün mü’minlerin durumunu belirtmektedir. Birinci âyet özel bir şartı, ikinci âyet ise genel şartı değerlendirmektedir” şeklindeki ifadeleri, bizzat ayetlerin lafzına aykırıdır. Çünkü –tekraren söyleyelim– sadece 65. ayette değil, 66. ayette de “sabreden mü’minler” vurgulanmaktadır. Öyleyse buradaki “özel şart-genel şart” ayrımı nereden çıkarılmaktadır? Yoksa 66. ayetteki sizden sabredecek yüz kişi olursa…” ifadesini “hükmü mensuh, metni baki” olarak mı göreceğiz?! İkinci olarak, 66. ayette geçen “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ” ifadesi, 65. ayette zikredilen durumun bizzat Yüce Allah tarafından değiştirildiğini, hükümden kaldırıldığını bildirmektedir. Zira açıktır ki, eğer bir hüküm hafifletilmiş ise, onda, hitap ettiği kitleye yönelik olarak açık bir değişiklik yapılmış demektir. Yani daha önce “ağır” olan bir hüküm kaldırılarak, yerine ondan daha hafif olan bir hüküm konulmuş 42 Mayıs B ise, burada ağır olan hükmün yürürlükten kaldırılması söz konusudur. Prensip olarak bunun tersi de böyledir. Yani eğer daha önce hafif bir hüküm mevcut iken, bilahare o hüküm, başka bir ayet ile ağırlaştırılmış ise, orada da bir nesh hadisesi vuku bulmuş demektir. Bu yazının başında de ifade ettiğimiz gibi nesh, bir beyan türüdür; bir “beyan-ı tebdil”dir. Şu halde buradaki ve bir önceki örnekteki “hafifletmeler” de birer beyan ve beyan-ı tebdil olmaları hasebiyle Kur’an’da nesh bulunduğunun açık örnekleridir. Zira 65. ayette Allah Teala, sabreden mü’minlerin, sayıca kendilerinden 10 kat fazla olan bir kâfirler topluluğuna galip geleceklerini beyan buyurmaktadır. Bu, her hal-u kârda şer’î bir hükümdür. Keza ikinci ayette de, sabreden mü’minlerin, sayıca kendilerinden iki kat fazla olan kâfirler topluluğuna galip geleceklerini bildirmektedir. Bu da bir şer’î hükümdür. Burada iki şer’î hükümden ağır olan kaldırılmış ve yerine daha hafif olan diğer bir hüküm konulmuştur. Dolayısıyla burada, “bu bir hafifletmedir,. nesh değildir” gibi kelime oyunlarına başvurmanın hiçbir anlamı ve faydası yoktur. Adına ister nesh densin, ister hafifletme densin, burada –ve tabii “b” maddesinde zikrettiğimiz örnekte– bir hükmün, kendisinden daha hafif başka bir hüküm ile değiştirilmesi söz konusudur. Yani evvelki hüküm kaldırılmış, yerine bir başka hüküm getirilmiştir. Bunu bu şekilde kabul ettikten sonra adına ister nesh, isterse tahfif veya başka birşey diyelim, sonuç değişmeyecektir. Şu halde Ateş’in yukarıda Fahruddin er-Râzî’den naklettiği, “Eğer Ebu Müslim’den önce bu âyetler arasında nesih bulunduğu hakkında icma olmuşsa bir diyeceğimiz yok ama, böyle bir icma olmamışsa Ebu Müslim’in sözü doğrudur” şeklindeki ifadenin de geçerliliğinin ve Ateş’in yaklaşımına bir faydasının bulunmadığı ortaya çıkmış olmaktadır. d- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun…”(40) Ateş bu ayetin tefsiri esnasında şunları söylemektedir: Mayıs “Nisâ Sûresinin 15-16 ncı âyetlerinde zinâ suçuna, muvakkat olduğuna işâret edilen bir cezâ belirlenmişti. Orada zinâ eden evli kadınların müebbeden hapsedilmesi, zinâ eden erkeklerin ise tazir edilmesi (Biraz dövülüp terbiye edilmesi) buyurulmuş ve Allah’ın, bu konuda başka bir yol gösterinceye kadar bu cezanın uygulanması emredilmiş, böylece Allah’ın, bu hususta ayrı bir hüküm indireceğine işaret buyurulmuş idi. İşte daha sonra indirilmiş olan bu sûrede bu yol, yani bu yeni hüküm gösterilmiştir.”(41) Burada Ateş’in bir çelişkisine işaret ederek esas konumuza döneceğiz. Ateş, 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin tefsirini yaparken şöyle demektedir: “Burada zina cezası henüz belirtilmemiştir. Onun cezâsı Nûr Sûresinde belirtilecektir. Bu sûretle âyetler arasında nesh diye bir şey kalmaz. Âyetlerin hepsinin hükmü yerine oturur, uygulama alanı bulur: “1) Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında bulundurulurlar, evleninceye dek evden dışarı çıkarılmazlar. Eşcinselliğin cezâsı, kadınlar için sürekli gözetim altında tutmak, evden dışarı çıkarılmamaktır. Ancak evlendikleri veya uslanıp bu işten vaz geçtikleri takdirde, evde sürekli hapis cezâsından kurtulurlar. “2) Eşcinsellik yapan erkekler, dil ve el ile eziyet ve hakaret edilirler; bir iki tokat vurulmak suretiyle dövülürler….”(42) Görüldüğü gibi burada Ateş, 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin, eşcinsellik yapan erkeklere ve aynı durumdaki kadınlara verilecek cezayı anlattığı kanaatindedir. 43 2016 B Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! Mü’minleri cihada teşvik et. Eğer sizden sabredici yirmi kişi olsa, ikiyüze galip gelirler. Ve eğer sizden yüz kişi olsa, kâfirlerden bine galip gelirler. Çünkü şüphe yok ki onlar, hakkı anlamaz bir kavimdirler.”(36) Ancak 24/en-Nûr, 2. ayetinin tefsiri esnasında Ateş, burada söyledikleriyle tenakuza düşerek, –yukarıda da zikrettiğimiz gibi– 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin, zina suçunun muvakkat cezasını ihtiva ettiğini söylemektedir. değil ise de, biz burada zikrettiğimiz örneklerin konuyu yeterince açıkladığını düşünüyoruz. Esas konumuza dönecek olursak; Ateş, 24/enNûr, 2. ayetinin tefsiri sırasında, 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin, zina suçuna verilecek muvakkat bir ceza zikrettiğini ve Allah bu konuda başka bir yol gösterinceye kadar, zina eden kadın ve erkeklere hapis ve ta’zir cezası verileceğini söylemektedir. “… Ama büyük alim Ebû Müslim Isfahânî de Kur’an’da nesh olmadığını söylemiş, daha sonra zamanımız alimlerinden Ahmed Emin de bu görüşü ispatlamağa çalışmıştır. Onlara göre bu ayette kastedilen nesh, Kur’an’ın kendi kendisini neshi değil, daha önceki Kitabları neshedip hükümsüz bırakması demektir. Tabii bu görüşü de Kur’an’ın ruhuna terstir. Çünkü Kur’an, kendisinin “Kendinden öncekini tasdik edici olarak” geldiğini bildirmektedir. O kitablarının hükümlerini kaldırmak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an, onları hükümsüz bırakmaz. Zaten Kur’an’ın kendisi, dikkatli olarak okunursa, onları gerçak olarak uygulayan, dinin ruhuna bağlı insanları nasıl övdüğü, onların Allah katında nasıl ödüllendirileceklerini söylediği açıkça görülür. İlahî Kitapların hepsi insanları aynı prensiplerde birleştirmek, dost yapmak için gelmiştir. Ama insanların egoizmi, onları yanlış yorumlayarak toplulukları birbirine düşman etmiştir…”(44) Şu halde 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinde zikredilen ceza muvakkat (geçici) bir ceza ise, daha sonra yürürlükten kaldırılacak ve yerine başka bir ceza ikame edilecek demektir. Nitekim öyle de olmuştur. 24/en-Nûr, 2 ayeti, söz konusu muvakkat cezanın yerine, zina eden kadın ve erkeklere verilecek esas cezayı belirtmiş ve bunun, onlara yüzer değnek vurulması şeklinde olacağını beyan buyurmuştur.(43) O halde soralım: 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinde zikredilen muvakkat hükme ne olmuştur? “Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” mantığından hareket ederek, zina eden kadın ve erkekleri sopa cezasına çarptırmaksızın, onları sadece ev hapsine ve ta’zir cezasına tabi tutmakla yetinebilir miyiz? Eğer Ateş bu soruya “evet” diyecek ise, bu cezanın muvakkat olduğunu söylemesi hakkında ne demeliyiz? Eğer bu soruya “hayır” diyecek ise, söz konusu muvakkat hüküm yürürlükten kaldırılmış olmuyor mu? Bu da 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin nesh edilmiş olduğunu kabul etmek değil midir? Her ne kadar, Kur’an ayetleri arasında neshin vuku bulduğunu gösteren örnekler bunlara münhasır 2016 Gelelim Ateş’in, bu yazının başında ileri sürdüğü 2. hususa. Ateş’in sözlerini tekrar okuyalım: Ateş’in bu söylediklerinin Kur’an’a uygun mu, yoksa aykırı mı olduğunu öğrenmenin en sağlam yolu, elbette bizzat Kur’an’ın bu mesele hakkında ne dediğine bakmaktan geçer. Biz de öyle yapalım ve Kur’an’ın, kendisinden önce gelmiş olan ilahî kitapların hükümlerini nehsederek yürürlükten mi kaldırdığını, yoksa aynen bırakıp o hükümleri tasdik mi ettiğini bizzat Kur’an’a baş vurarak görelim: a- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut barsaklarında taşıdıkları, ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da 44 Mayıs B onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz, elbette doğru söyleyeniz.”(45) Bu ayet, Yahudiler’e haram kılınan birtakım yiyecekleri beyan etmektedir ve Kur’an’ın bu hükmü yürürlükten kaldırdığı açıktır. Şu halde söylemek zorundayız ki Kur’an, burada zikredilen haramlık hükmünün yer aldığı önceki vahyi neshetmiştir. b- Yine şöyle buyurmaktadır: “Yahudiler’in zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faizi almaları ve insanların mallarını haksız yollardan yemeleri yüzünden, kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık; ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.”(46) Bu ayetler de, azgınlıkları sebebiyle Yahudiler’e, daha önce helal olan temiz ve iyi birtakım şeylerin bilahare haram kılındığını açık bir şekilde göstermektedir. Hemen aşağıda zikredeceğimiz ayet ile burada zikrettiğimiz ayet bir arada düşünüldüğünde, burada zikredilen “temiz ve iyi şeyler”in (ki “a” maddesinde zikrettiğimiz ayet bunların bir kısmının neler olduğunu anlatmaktadır), Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından –kendisine vahyin verdiği yetkiyle– gerek Ehl-i Kitab’a ve gerekse inanan diğer tüm insanlara tekrar helal kılındığı görülecektir. Şu halde Yahudiler’e ceza olarak indirilen bu hüküm, Yüce Allah tarafından Kur’an vahyi ile neshedilmiş demektir. c- Yine şöyle buyurmaktadır: “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Elçi’ye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıkları ve üzerlerindeki zincirleri indirir.”(47) Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu ayet, Yahudiler’e daha önce haram kılınmış olan birtakım şeylerin –ki ayet bunlardan “ağırlıklar ve zincirler” diye bahsetmektedir– helal kılındığını anlatmaktadır. Bu da Kur’an’ın, kendisinden önceki bir ilahî hükmü neshettiğinin açık delilidir. Mayıs Burada zikrettiğimiz örnekler, Ateş’in, “O kitablarının hükümlerini kaldırmak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an, onları hükümsüz bırakmaz….” şeklindeki sözlerde ifadesini bulan kanaatinin de doğru olmadığını açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Ne gariptir ki Ateş, yukarıda kendisinden naktlettiğimiz ifadelerin sahibi olarak tefsirinde Kur’an’ın, diğer kitapları neshettiği gerçeğini inkâra çalışırken, bir başka kitabında aynen şunları söylemektedir: “… Yahut da bu âyette (2/el-Bakara, 106) ve Nahl: 101. âyette kasdedilen nesih, daha önceki kitaplarda bulunan bâzı bağlayıcı, zorlaştırıcı hükümlerin kaldırılması demektir. Nitekim Kur’an’ın, Tevrat’ta bulunan birçok yasağı kaldırmış olduğunu A’râf: 57 ve En’âm: 145-146. âyetlerden anlıyoruz.”(48) Eğer okuyucu, bu yazının başlarında Ateş’in tefsirinden naklettiğimiz sözler ile burada zikrettiğimiz sözleri yanyana koyup düşünecek olursa, Ateş’in, kendi söylediklerini nasıl tekzip ve nakzettiğini görecek ve haklı olarak “bu işte bir yanlışlık var, ama nerede?” sorusunu soracaktır… 3- Ateş’in, “Bu düşünce Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil, gelişen şartlar içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a uyguladıkları düşüncelerdir.” şeklindeki ifadesine gelince, Kur’an’da nâsih-mensuh ayetler bulunduğu vakıası, sadece “alim denilen kimselerin düşüncesi” değil, bizzat Sahabe neslinden itibaren –Ebû Müslim el-İsfehânî gibi birtakım Mu’tezilîlerin veya diğer bazı bid’at mezheplerin mensubu zevatın çürük görüşleri bir kenara bırakılırsa– bütün İslam alimleri- 45 2016 B Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ve bildi ki sizde bir zaaf var. Şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa iki yüz (kâfir)e galebe ederle; sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle iki bin (kâfir)e galip olurlar ve Allah sabredenlerledir.”(38) nin üzerinde söz birliği ettiği bir husustur. Tefsirlerde, nâsih-mensuh konusuyla ilgili kitaplarda ve ahkâm hadislerini ihtiva eden eserlerde bu söylediğimizi doğrulayan sayısız örnek mevcut olduğu için bu noktayı ayrıntılı bir şekilde işleyerek yazıyı uzatmayı gereksiz buluyoruz. Hatta Ebû Müslim el-İsfehânî bile, Kur’an’da nesh bulunmadığını iddia ederken aslında mensuh olduğu söylenen ayetlerin, nâsih olduğu söylenen ayetler tarafından tahsis edildiğini (hükmünün daraltıldığını) söylemiştir. Oysa nesh ile tahsis arasında –tafsilatı Usûl kitaplarında zikredilmiş olan– önemli farklılıklar mevcuttur.(49) Netice olarak şunu söylememiz gerekir ki, birtakım müfessirlerin (özellikle mütekaddimun müfessirlerin) ve nâsih-mensuh konusu ile ilgili olarak eser veren müelliflerin, Kur’an’daki mensuh ayetlerin sayısı hakkında abartılı rakamlar zikrettikleri doğrudur. Müteahhar alimler ise mensuh ayetlerin sayısı konusunda daha küçük rakamlar zikretmişlerdir. Nitekim es-Suyûtî’nin 20 civarında olduğunu söylediği mensuh ayet sayısını(50), Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî 5’e indirmiş ve geriye kalanlarda nesh durumunun açık olmadığını söylemiştir.(51) Bu farklılık, önceki alimlerin “nesh” kelimesine yükledikleri anlamdan kaynaklanmaktadır. Onlara göre nesh şu şekillerde olur: Bir hüküm ile amelin süresini sona erdirmek, sözü ilk anda anlaşılan manasından başka bir manaya çevirmek, âmm (genel hüküm bildiren) ayeti tahsis etmek, mücmeli beyan ve mutlakı takyid etmek, cahiliye adetini yahut geçmiş bir şeriati kaldırmak vs. Bu sebeple Sahabe ve Tabiun nazarında mensuh ayetlerin sayısı daha fazla olarak görülür.(52) Bütün bu manalar, Usûl alimlerinin “nesh” kelimesine yükledikleri manadan daha şumullüdür. Usûl alimlerinin mensuh saydığı ayetlerin sayısının, önceki 2016 alimlerin mensuh saydıklarına göre daha az olmasının başlıca sebebi budur. Bu yazıda kısaca ortaya koymaya çalıştığımız gibi, Kur’an’da –neshi kabul etmeyenler tarafından mensuh olduğu açıkça söylenememiş olsa bile– hükmü kaldırıldığı, değiştirildiği, daraltıldığı veya hafifletildiği için mensuh kategorisine girdiği inkâr olunamayacak ayetler vardır. Alimlerin, mensuh ayet sayısındaki ihtilafı, Kur’an’da hiç mensuh ayet bulunmadığının delili olarak kullanılamaz. Kaynaklar 1. 2/el-Bakara, 106. 2. Bkz. es-Serahsî, “Usûlu’s-Serahsî”, II, 54. 3. 6/enNahl, 101. 4. Elmalılı, “Hak Dini Kur’an Dili”, I, 460. 5. Elmalılı, I, 459. 6. M. Said Şimşek, “Kur’an’da İki Mesele”‘ 92. 7. Şimşek, 93-4. 8. eş-Şâtıbî, “el-Muvâfakât”, III, 78. 9. ez-Zemahşerî, “el-Keşşâf”, I, 175; İbn Atıyye, “el-Muharraru’l-Vecîz”, I, 192. 10. İbn Atıyye, a.y.; er-Râzî, “et-Tefsîru’l-Kebîr”, III, 226; Ebû Hayyân, “el-Bahru’l-Muhît”, I, 551. 11. Ebû Hayyân, I, 550. 12. er-Râzî, “el-Mahsûl”, I/III, 460. 13. eş-Şevkânî, “İrşâdu’l-Fuhûl”, 313. 14. Bedâ, gizli kalmış bir şeyin sonradan ortaya çıkmasıdır. Neshin bedâya yol açacağını söyleyenler şöyle demektedirler: Eğer nesh, bir hüküm inzal edildikten sonra başka bir hükmün, ondan daha hayırlı ve elverişli olduğu gerekçesiyle onun yerine kaim kılınması ise, böyle birşeyi Allah Teala hakkında düşünmek mümkün değildir. Çünkü bu durumda, Allah Teala’nın, sonraki hükmü daha önce bilmediği gibi bir sonuç çıkar. Bu ise muhaldir. 15. es-Sübkî, “el-İbhâc”, II, 227-8. 16. Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, “el-Mu’temed”, I, 370. 17. es-Sübkî, II, 228. 18. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, “Tefsir Usûlü”, 125; Vehbe ez-Zuhaylî, “Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî”, II, 947. 19. Subhi es-Sâlih, “Kur’an İlimleri”, (Tercüme: M. Said Şimşek), 207. 20. Mevdudî’nin bu noktada diğerlerinden ayrılan bir tavrı vardır. O, Kur’an ayetleri arasında neshin vuku bulduğunu kabul etmekle birlikte, zaman ve şartlara göre mensuh hükümler ile de amel edilebileceğini söyler. Ancak bunun neticeye çok fazla bir etkisi yoktur. Zira bir ayetin mensuh olduğunu kabul etmemek ile, mensuh olduğunu kabul ettiği halde, zaman ve şartlara göre yine o ayet ile amel edilebileceğini söylemek arasında netice olarak herhangi bir fark yoktur. 21. M. Said Şimşek’in iddialarının bir kısmını yukarıda ele almıştık. Onun, el-Bakara 106. ayeti ile ilgili söylediklerini de, Ateş’in iddialarını cevaplandırırken ele almış olacağız. 22, 32. 4/en-Nisa, 82. 23. Ateş, “Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri”, I, 215. 24, 44. Ateş, I, 217-8. 25. 2/el-Bakara, 219. Meal, Ateş’in tefsirinden alınmıştır. 26. Ateş, I, 269. 27. Ateş, I, 370. 28. 4/ en-Nisa, 43. 29. 5/el-Mâide, 90. Meal Ateş’in tefsirinden alınmıştır. 30. Ateş, Tefsir, III, 57. 31. Ateş, III, 58. 33. 58/el-Mücâdele, 12. 34. 58/el-Mücâdele, 13. 35. Ateş, Tefsir, IX, 325-6. 36. 8/el-Enfâl, 65. 37. Bu iki ayetin, tertipte peşpeşe gelmiş olması, nüzul tarihi bakımından aralarında bir zaman dilimi olmadığını göstermez. İbn Abbâs (r.a), bu iki ayetin nüzulü arasında uzun bir süre bulunduğunu söylemiştir. Bkz. İbnu’l-Arabî, “Ahkâmu’l-Kur’ân”, II, 877. 38. 8/ el-Enfâl, 66. 39. Ateş, Tefsir, III, 532-3. 40. 24/en-Nûr, 2. 41. Ateş, Tefsir, VI, 144. 42. Ateş, Tefsir, II, 227-8. 43. Sahabe tabakasından itibaren icmada görüşleri itibara alınan alimlerin tümü, zina eden evli kimselerin –erkek olsun, kadın olsun– recm cezasına çarptırılacağı ve recm cezasının mütevatir hadisler ve uygulama ile sabit olduğu noktasında görüş birliği içindedir. Ancak biz burada meseleyi Ateş’in mantığına göre ele aldığımız için recm konusuna girmiyoruz. 45. 6/el-En’âm, 146. 46. 4/en-Nisâ, 160-1. 47. 7/el-A’râf, 157. 48. Ateş, “Yeniden İslâma”, II, 167. 49. Subhi es-Sâlih, “Kur’an İlimleri”, 207. 50. esSuyûtî, “el-İtkân”, II, 27. 51. Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî, “el-Fevzu’l-Kebîr”, 35 vd. ed-Dihlevî’ye göre mensuh olan 5 ayet şunlardır: 2/el-Bakara, 180, 240; 8/ el-Enfâl, 64; 33/el-Ahzâb, 52 ve 58/el-Mücâdele, 12. 52. eş-Şâtıbî, “el-Muvâfakât”, III, 109; ed-Dihlevî, 34. 46 Mayıs H.Murat KUMBASAR Mecelleye Duyulan İhtiyaç Mecelle, İslam Tarihinde, Osmanlı Tarihinde bir ilktir. Eşine ender rastlanır bir hukuk mecmuasıdır. Vahyin hatası olmaz, ama kulların yaptığının mutlaka hatası olur ve olmuştur da. S ultan Abdülaziz’in emri üzerine Ahmed Cevdet Paşa ve 14 arkadaşından (1869-1876) müteşekkil Mecelle Heyeti; borçlar, eşya ve idare hukuku sahasında 1851 maddeyi kanunlaştırarak 57 yıl Osmanlıda uygulanacak kanun mecmuasına imza atmıştır. Bu kanun, İsviçre Medeni Kanunu’nun kabulüyle 1926 yılında mülğa oluncaya kadar hüküm sürmüştür. Tanzimatla başlayan batı hayranlığı, maalesef Osmanlıda her alanda kendini gös- Mayıs M 47 terdiği gibi hukuk alanında da kendini göstermiş, batı hukuklarından resepsiyon yapılması fikri Padişaha kadar ulaşmıştı. Özellikle de 1805 tarihli Fransız Medeni Kanunu (Cod Civil)’nun alınması Girit’teki isyanı bastırmak için görevlendirilen Ali Paşa tarafından bu kanunun tercüme edilerek biz de de uygulanması bizzat talep edilmiştir. Bu durumu gören ve işin vehametinin farkında olan Ahmed Cevdet Paşa, İslam Hukukunun kanunlaştırıl- 2016 B masının gereğini ileri sürerek, bu fikrin önüne geçmiştir. Hukuk birliğini sağlamak ve farklı hukuk uygulamalarına son vermek adına böyle bir faaliyet gerekliydi, belki de elzemdi. Padişah Abdülaziz’in de destek vermesiyle böylesine hayırlı bir faaliyet başlatıldı. Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle tezkiresinde “Allah için, Allah’ın dini için” böyle faaliyeti başlattıklarını beyan ettikten sonra Hanefi Mezhebi’nin “en sahih” görüşlerinden istifade edilerek Mecelle’yi hazırladıkları ifade etmektedir. Öylesine bir mezhep bağlılığı vardı ki Ahmed Cevdet Paşa, İmam Züfer’in görüşünü tercih etti diye başkanlıktan azledilmiştir. İmam Züfer, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’den sonra mezhebin dördüncü imamıdır. Günümüz gözüyle bakıyoruz ve diyoruz ki keşke Hanefi Mezhebine bu kadar bağlı kalınmasaydı. Fakat empati yapıyoruz, belki o günün şartları, bunu icap ettirmekteydi diyerek sesimizi fazla yükseltmiyoruz. Bakınız, hepimiz bir mezhebe tabi olmalıyız. Ancak bu İbadetlerimizle sınırlı olmalıdır. Amelde mezhep değiştirmek, birleştirmek asla söz konusu olamaz ve olmamalıdır. Ancak Muamelat ve Ukubatta yani ictimai meselelerde kanunlar hazırlanırken diğer mezhep görüşlerinden istifade edilmelidir. Nitekim Mecellenin 1910 lu yıllarda yürürlüğünde sıkıntı çıkmış, tadil komisyonları kurularak diğer mezheplerden (Maliki-Şafii) görüş alınmıştır. Mecelle, İslam Tarihinde, Osmanlı Tarihinde bir ilktir. Eşine ender rastlanır bir hukuk mecmuasıdır. Vahyin hatası olmaz, ama kulların yaptığının mutlaka hatası olur ve olmuştur da. Mecelle de eğer bir mezhebe bağlı kalmamış olsaydı, diğer mezheplerin görüşlerinden de istifade edilmiş olsaydı, çok daha uzun soluklu olabilirdi. Diyeceksiniz ki o zor şartlarda, anormal durumda bundan daha iyisi yapılamazdı. Zaten bunu temenni olarak söylediğimi hatırlatmalıyım. Sadece İslam alemi değil bütün insanlık vahyin nuruna muhtaçtır. İslam hukuku mutlaka kanunlaştırılmalıdır. Akıl mahsulü bütün sistemler, bütün izm’ler çökmek üzeredir veya çökmüştür. Bütün insanlık Kur’an’a ve İslam’a muhtaçtır. Dünyanın gündemine artık İslam gelmiştir. Bundan 20 yıl öncesinde İslam, dünya kamuoyunun gündemine girecekken, İslam düşmanları, kapalı kapılar ardında ne yapalım ki İslam gündeme gelmesin, toplantıları ve gizli görüşmeleri yapmışlardır. Çıkan karar, “İslam eşittir terör” fikridir. Bunu nasıl göstereceğizin adresi, maalesef Afganistan olmuştur. Taliban iktidara getirilmiş, İslami kurallarla yönetilecek iddiasında bulunulmuştur. Halbuki uygulanan İslam, gerçek İslam’ı temsil etmekten çok uzak olmuştur. Kaotik bir ortam oluşturulmuş, Sünni-Hanefi model seçilerek, tatbikat İslam’a mal edilmiştir. Hanımların mahremleri olmadan dışarı çıkmaları yasaklanmış, mahremi olmayan birisiyle dışarıda gezerken yakalanan hanımlar recm cezasıyla cezalandırılmak istenmiştir, herkesin sakal bırakması mecbur tutulmuş, hanımların burka takmaları istenmiştir gibi birçok hadise meydana gelmiş veya getirilmiş, bütün bunlar dünya kamuoyuna servis yapılmıştır. Ey Dünya Ahalisi, sizin rağbet ettiğiniz gerçek İslam bu, diye bir algı operasyonu başlatılmıştır. Bu operasyon yetmiyormuş gibi terör de işe karıştırılmış, Amerika’daki ikiz kuleler yerle bir edilmiş, { } Amelde mezhep değiştirmek, birleştirmek asla söz konusu olamaz ve olmamalıdır. Ancak Muamelat ve Ukubatta yani ictimai meselelerde kanunlar hazırlanırken diğer mezhep görüşlerinden istifade edilmelidir. 2016 48 Mayıs B Mecelle de eğer bir mezhebe bağlı kalmamış olsaydı, diğer mezheplerin görüşlerinden de istifade edilmiş olsaydı, çok daha uzun soluklu olabilirdi. Diyeceksiniz ki o zor şartlarda, anormal durumda bundan daha iyisi yapılamazdı. Zaten bunu temenni olarak söylediğimi hatırlatmalıyım. en korunaklı yer, Pentagon bombalanmıştır. Bunu yapanların failleri, Müslümanlardır yaygarasıyla İslam=Terör algı operasyonu da başlatılmıştır. El-Kaide örgütü oluşturulmuş, günah keçisi olarak Üsame b. Ladin seçilmiştir. Herkes de biliyor ki bu işi Müslümanlar yapmadı ve de yapamazdı. Bu iş profesyonelce yapılan bir işti. Büyük istihbaratların işi olabilirdi. (CIA, Mossad gibi) Zaten bu işi, kendilerinin yaptığının itirafında da bulundular. Bir taşla, bir kuş değil birçok kuş vuruldu. “İslam huzur getiremez, Müslümanlar devlet yönetemez, Müslümanlar teröristtir.” Şunu da ifade edelim: Bir hocamızın dediği gibi “Müslüman, terörün asla ve asla işvereni olamaz. Olsa olsa taşeronu olur.” Yani bütün bunları yaparken taşeron Müslümanlardan yardım almış olabilirler. Aynen bugün DAEŞ’in taşeronluğu gibi. El-Kaide süresini ve görevini tamamladı, yerine yedeği oluşturuldu. Şimdi, biz Müslümanlara düşen HUZUR İSLAMDADIR!,MÜSLÜMANLAR SADECE DEVLETİ DEĞİL DÜNYAYI YÖNETİR!, MÜSLÜMANLAR ASLA TERÖRİST DEĞİLDİR! Düşüncesini, önce nefsimizde, sonra aile efradımızda sonra mahallemizde şehrimizde ve ülkemizde, hakim kılmaktır. İslam’ı en güzel bir şekilde kaynaklarından öğrenecek, öğrendiklerimizi günümüze taşıyacak ilim adamları yetiştirmeye mecburuz. Bu ilim adamları sayesinde, Mecelleyi oluşturma faaliyeti başlatılmalıdır. İslam Hukukunu, bütün branşlarıyla, yeniden diğer mezheplerin görüşlerinden de istifade edilerek, kanunlaştırmamız gerekmektedir. Ehlini göreve çağırıyor, selam ve saygılar sunuyorum. Mayıs 49 2016 Ubeyd FAKİRULLAH Kibâr-ı Kelâm (Ehlullahın Dilinden...) Allah’u Teâlâ’yı Ve Onun İçin Olan Şeyleri Sevmek َ ـ"ُ َ!ـ#ْ $َ &ا َّ َ•ــ•ْ •ا َ•ـ:ـ•ل •ـ ُ ّٰ 'َ(ـ َـ ِ ـ َ) ر#َ *ْ *َ $ُ •ـ ِـ+ْ *َ• َن,ْ ُ ـ- ْ•ــ$َ َو َّ ا& •ا َ•ـ َّ ــ' َو َ•ــ•ْ •ا َ•ـ.ٰ •َ/َ0 &ا 'ــ.ٰ •َ/َ0 &ا َ ّٰ ُ ّٰ ُ"ـ1َّ •َ ـ• َ•ــ•ْ •ا ُ ّٰ ُ"ـ1َّ •َ ـ• َ•ــ•ْ •ا َّ •ـ• َ•ــ• •ا َّ ــ' َو َ•ــ•ْ •ا َ•ـ.ٰ •َ/َ0 &ا َّ ـ• •َ• •ا َ•ـ َّ •ا َ•ـ ِ ّٰ 'ــ2ِ •ـ ِ ّٰ 'ــ2ِ •َ '.ٰ •َ/َ0 &ا Gerçek Sevginin Üç Alameti َ َ ـ"ُ َ!ـ8ّ ُم •ا9;ـ َـ.َا َّ > ٰ=ــ< ُة و.ا َّ "ِ =َ ْ* ـ$َ ?ـ ِّـ1ِ #َّ .ـ ِـ• ا$َ َو ُق6ْ ـ7ِ :ـ•ل ' ٰ=ــ$َ "ِ ـ1ِ *1ِ •َ َم9َ @َ ـ.ْ َــ• َر اABْ َ4 ـ•ل •ا ْن ٍ >ـ C Dِ ِث9َـ َـE 'ــ2ِ )ِ ـ1َّ Fَ َG.ْ ا ِه3ِ ْ* ـHَ )ِ ; ـC َ.•َI•ُ ' ٰ=ــ$َ "ِ ـ1ِ *1ِ •َ )َ ; ـC َ.•َI•ُ َــ• َرABْ َ4 ِه َو3ِ ْ* ـHَ ِم9َ Jَ ِه3ِ ْ* ـHَ ' ٰ=ــ' ِر ٰ(ــ$َ "ِ ـ1ِ *1ِ •َ 'َــ• َر ِر ٰ(ــABْ َ4َو Peygamber (aleyhisselam) şöyle buyurmuştur; “Gerçek sevgi ve muhabbetin َّ •ا َ•ـ ـ•س ُ ـ#َّ .ـ"ُ ا2َ 3ِ /ْ َ45َ ـ• •ا ْن (dostluğun) alameti şu üç haslettir: Sevdiği Süfyan bin Uyeyne1 (radiyallahu anh) buyurmuştur ki; “Her kim Allah’u Teâlâ’yı severse Allah’u Teâlâ’nın sevdiklerini de sever. Ve her kim Allah’u Teâlâ’nın sevdiklerini severse Allah’u Teâlâ katında sevilenleri de sever. Ve her kim Allah’u Teâlâ katında sevilenleri severse insanların onu bilmemesini de sever”2 eder, Sevdiği kişiyle bir arada bulunmayı kişinin sözünü başkalarının sözüne tercih başkalarının meclisine tercih eder, Sevdiği kişinin (kendisinden) razı olmasını başkalarının (kendisinden) razı olmasına tercih eder.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 11) 1. Fıkıh ve hadîs âlimi. Tebe-i tâbiînin büyüklerindendir. 2. İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 11 Marifetullah ve Yakîn Nasıl Kazanılır? َ َـ"ُ َ!ـ8ّ ُم •ا9;ـ َـ.ا َّ "ِ =َ ْ*ـ$َ ?ـ ِّـ1ِ #َّ .ـ ِـ• ا$َ َو )ِ ـ2َ 3ِ /ْ َG.ْ ـ•س ا ُ ـ-C ـ)ُ •ا1َّ Fَ Gُ .ْ •ا:ـ•ل 3ِ ـ46ِ Pْ َA+ِ ' ٰ(ــ3ِّ .ــ<ٰى وَاPْ َّA.*ـ ِـ• اPِ *َ .ْ *ـ ِـ• َورَأْ ُس اPِ *َ .ْ َ• ـ)ُ ا9ََ $ ُ) ـ,َّ /ِ .ْ وَا ِ ّٰ 'ــ.ٰ •َ/َ0 &ا Peygamber (aleyhisselam) şöyle buyurmuştur; “(Allah’u Teâlâ’yı gerçekten) sevmek Marifetullahın temelidir. İffetli olmak (Allah’u Teâlâ’ya olan) yakîn’in alametidir. Yakîn’in başlangıcı ise takva ve Allah’u Teâlâ’nın takdirine razı olmaktır.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 11) Günlerin, Ayların Ve Amellerin En Hayırlısı ـ<ب ُ ّٰ 'َ(ـ َـ ٌ ُـA@ْ •َ ُ"ـ#ْ $َ &ا ِ ـKْ ــ•ْ َو$َ َو ِ ِــ' ر8• َGَ*.ْ ـ ِ" ا1ِّ #َ •ُ •ـ ِـ+ •ـ َ • َن َ• ِ=ـJَ ا ْنO َو3ٌ *ـPِ 2َ Qـ Lُ *ـMُِ G.ْ َ*ــ• وا8ْ 6ُ ّ . اNـ ُ ـ43ِ Fَ .ْ •ا:َِّـ ْ<رَاةA.ــ' ا2ِ َ •ُ •ــ/ً Rِ •َS •َ َنJ ا ْنO ـ ّ ٌـ? َو#ِ Hَ Lُ ِـ8•Pَ .ْ •ً وَاJ<ْ =ُــGَ• • َنJَ ا ْنO ــ•عٌ َوM Vehb bin Münebbih el-Yemânî (radiyallahu anh) buyurdu ki; “Tevrat’ta yazılıdır ki; Hırslı olan kimse dünyanın sahibi de olsa fakir (hükmünde)dir. İtaatkar olan kişi, köle bile olsa kendisine itaat edilir. Kanaatkar olan kişi, aç bile olsa zengin (hükmünde)dir.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 10) Hayat Düsturları َ &َ ُ;َ4ّ ا/ 2َ َّ•<َ+ ِ; و#ْ َ•$َ =ا َّ •!ِ •"ِ #ْ $َ ُة%َّ ُ& 'ْ َ•(ُِ )* ُء َو,+ "ِّ • وَا-# ِ ّٰ •ل ا•• ٰ•• ِة ُ *ل ُ .ّ ِ •ا/ : ٌث0َ َ 1 2ْ 3ُ *َ#4ْ ُ ْ د5ِ6 •َّ َ•ا7 ُ ّٰ •َّ•> + 8ِّ 9 ِ ُ<َْ ر5َ$َو + =ا Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) ashabıyla beraber otururlarken (bir ara) şöyle buyurdu; “Sizin dünyanızdan üç şey bana sevdirildi: Güzel koku (sürünmek), kadın(larla evlenmek), gözümün nuru kılınan namaz.” I ُ َ ـHَ !َ *•<ــ َ َ*رَ<ُ ـB 'ـ ِ ّٰ ـ•ل •) %ُ ا• َّ"?َـ/ : ٌث0َـ َـ1 *ــ#َ 4ْ @ُ ّ •َ ا5ــ6ِ Aا•َـ َّـ7 -ـ ُ ُ; ُـG*َJ ْ>ا/ ُ; َ(ـ6َ * َن3َ َو ُ ا= َو ُ ّٰ •ـ َـDَ + ـ8ِّ 9 + >ــ@ َ ْ&ـ + ُ; ْ"ـ$َ Aَ(َ* ٰ•ــC =ا ِ رEُ ـB@ِّ ••ا ِّ %ٍ ـFْ َـG •ُــGا/ ـ*ل ِ ّٰ ـ•ل ِ ّٰ ـ•ل ِ ّٰ ـ•ل =ا ِ ـ' رَ<ُ ـ + ـJْ َC •ــKِ "َ Gْ ــ• َن اFُ َـB ا ْن/ ا= َو ِ ٰ•ــ• رَ<ُ ـ$َ •َ*•ِــ6 ــ* ُقLَ 4ْ ا7 ا= َو ِ ا ٰ•ــ• َو ْ)ـ ِ; رَ<ُ ـ7 Bunun üzerine Hz. Ebubekir-i Sıddîk (radiyallahu anh) dedi ki; “Doğru söyledin Ya Rasûlallah! Bana da dünyada üç şey sevdirildi: Rasûlüllah (s.a.v.)’in yüzüne bakmak, malımı Rasûlüllah (s.a.v.)’in yoluna harcamak, Kızımın Rasûlüllah (s.a.v.)’in nikahında olması. َ Hَ !َ Eُ •ِ Mَ •ْ ْب ا ُ ّٰ •َ Dَ ُ •Nَّ • وَا%ِ Fَ " ْـOُ •ْ ا5َِ $ ُAْP"َّ •وف وَا ُ َو%ٍ Fْ َـG *َGا/ *َB ' + &ْ َ @> + ُ;"ْ $َ =ا ِ %ُ (ْ َO•ْ *Gِ %ُ 6ْ َQْ ا/ : ُث0َ َ 1 *َ#4ْ @ُ ّ •َ ا56ِ Aَّ َ•ا7 + 8ِّ 9 ِ ر%ُ َOُ$ *ل (Bunu duyan) Hz. Ömer (radiyallahu anh) dedi ki; “Doğru söyledin Ya Ebâbekir! Bana da dünyada üç şey sevdirildi: Emr-i bil-maruf yapmak (iyiliği emretmek), Nehy-i anil-münker yapmak (kötülükten sakındırmak), eski ve yamalı elbise giymek.” َ Hَ !َ ِآن%ْ Hُ •ْ َو ُة ا0َ ِC َِ*ن َوB%ْ (ُ •ْ ْ َ• ُة ا,ِ3َ*ن َو ُ َو%ُ َOُ$*َB ' ُ ّٰ •َ Dَ ِ (#Rِ •ْ َ* ُع ا8 ْSا7 : ٌث0َ َ 1 *َ#4ْ @ُ ّ •َ ا56ِ Aَّ َ•ا7 + 8ِّ 9 + &ْ َ @> + ُ;"ْ $َ =ا ِ َ * ُن رOْN$ُ *ل (Bundan sonra) Hz. Osman (radiyallahu anh) dedi ki; “Doğru söyledin Ya Ömer! Bana da dünyada üç şey sevdirildi: Açları doyurmak, çıplakları giydirmek, Kur’ân-ı Kerîm okumak.” َ Hَ !َ َّ Gِ ُب%ْ U•َا َّ وTِْ #••ا َّ •!ِ َا•• ْ• ُم َّ وTِْ #U• َّ ِ• ُV6َ @ْ Mِ •ْ ا/ : ٌث0َ َ 1 *َ#4ْ @ُ ّ •َ ا56ِ Aَّ َ•ا7 Tِْ #,•* ُ َ * ُن َوOْN$ُ *َB ' ُ ّٰ •َ Dَ + &ْ َ @> + ُ;"ْ $َ =ا + 8ِّ 9 ِ رAٌ ّ •ِ $َ *ل (Bundan sonra da) Hz. Ali (radiyallahu anh) dedi ki; “Doğru söyledin Ya Osman! Bana da dünyada üç şey sevdirildi: Misafire hizmet etmek, Yazın oruç tutmak, (Allah yolunda) kılıç sallamak.” َ &َ ُم َو0َ ,•ا ُ Zِ ا%َ 8ْ )َ ا ْذ )َ* َء7 [َ ِ• َ\ا3َ 2ْ ]ُ *َ"#ْ 8َ !َ َّ ;ِ #ْ َ•$َ Y# -ُ ّ 9ِ ُ * اOََّ $ •"ِ َ•َW ْ,َC ا ْن/ َك%َ 6َ ا/ َو2ْ Fُ َـKَ•*Hَ 6َ Xَ Oِ <+ *Oَّ َ• ••ٰ *َ(َCَ*ر ََك َو8َC =ا ُ ّٰ •"ِ َ•<ْ + ار/ *ل َ Hَ !َ َ*؟#4ْ @ُ ّ • اYِْ ]ا/ ْ5ِ6 'ْ َ Hَ !َ ،*َ#4ْ @ُ ّ • اYِْ ]ا/ ْ5ِ6 'ْ َّ ُ*دSْ َِ*ل#(ِ •ْ اYِْ ]ا/ ُVَ4(َ* َو6ُ َ َو5#Kِ ِ4*Hَ •ْ َ*ءِ اG%َ ^ُ •ْ ُ اV,َ+ 4•َا6ُ َ َو5#ِ•ّ *U•ا ُ "3ُ ا ْن7 + "3ُ ا ْن7 -ُ ّ Jُِ C *َ6 *ل + ار7 :*ل َ5B%ِ ,ْ ِ (Oُ •ْ ا. Onlar bu hal üzere iken bir ara Cebrail (aleyhisselam) geldi ve dedi ki; “Allah’u Tebareke ve Teâlâ hazretleri sizin bu konuşmalarınızı işitince beni gönderdi ve (Ya Rasûlallah) sana, “Eğer ben dünya ehlinden olsaydım neyi severdim” diye sormanı emretti.” Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) “Eğer dünya ehlinden olsaydın neyi severdin?” diye sordu. Cebrâil (aleyhisselam): “Yanlış yola saparak delalete düşenleri irşad etmeyi, Allah’u Teâlâ hazretlerine itaatkar olan yalnız ve kimsesi olmayan gariplere dost ve arkadaş olmayı, çoluk çocuk sahibi olup geçimi dar olan fakirlere yardım etmek.” ُ Zِ ا%َ 8ْ )َ *ل َ &َ َو َ Kِ ْ<Qا ُ ّ ر-ُ ّ Jُِ B ُم0َ ,•ا َّ ;ِ #ْ َ•$َ Y# َّ وVِ 6َ ْ" َ@ ا• َّ" َ@ا$ِ * ُءFَ ُـ8•ْ وَاVِ $َ *. ِ ْ َ ْ\ ُلG :• ٍ*ل @َ "ْ $ِ %ُ 8ْ ••َا + `ِ ُث0َ َ 1 َ* ِد ِه8$ِ ْ5ِ6 ُ;ُ•0ََ ) Yََّ ) ِةaَّ (ِ •ْ َب ا Vِ &َ *Lَ •ْ ا Ve Cebrâil (a.s.) devamla buyurdu ki; “İzzet sahibi Allah (celle celâlühü) kullarından şu üç hasleti sever: “Allah’u Teâlâ’nın emirlerine karşı İtaatkar olma noktasında elinden geleni yapmasını, (pişmanlığı gerektirecek bir iş yaptıktan sonra o yaptığına) pişmanlık anında ağlamasını, yokluk ve darlık anında sabretmesini” Emre TOPOĞLU Gençliğe Dair Notlar İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Vakitlerin en şereflisi olan gençlik çağını, en fazîletli ameller için harcamalıdır.” 2016 H ayatın en özel yılları, delikanlılık çağları… Çoğu zaman gündemin ilk sıralarında olmasa da listede her daim kendisine yer bulan bir kavram; Gençlik. Buradan birçok soru türetebiliriz, zira gençlik deyince ilk akla gelen, “ne olacak bu gençliğin hali” oluyor. Peki gençliğe dair ne yapılıyor ya da ne yapılmalı? İşte bu noktada konuyu çok uzatmadan direkt giriş yapalım. Ancak bir hususun da altını çizerek başlayalım. Burada “genç” derken kastımız toplumu oluşturan tüm gençler, sa- 52 dece evde yetiştirdiğimiz evlat özelinden açıklamalar yapmıyoruz. Dedik ya hep gündemdeydi gençliğin hali ve her kuşak bir önceki kuşak tarafından “kaybedilmiş gençlik” olarak nitelendirildi. İşin ilginç yanı bugün gençliği kurtarma hayalleri ile yanıp tutuşanlar için zamanında da kendilerinden önceki kuşaklar aynı endişeyi taşıyorlardı. Elbette burada kastımız geneli ifade etmekte, zira her dönem, kendi içerisinde dava şuuru olan genç kahramanlar oluşmasına Mayıs B imkân vermiştir. O halde öncelikle gençleri anlamak, onlar gibi düşünmeye çalışmak -ki çok imkânlı değilgerekmektedir. Bunu tam olarak yapamayacağımıza göre o halde müsamaha alanını nispeten daha geniş tutmak gerek. Müsamahadan kastımız ise daha açık bir ifade ile karşılaştığımız her olaya bizim gibi tepki vermelerini beklememek mahiyetindedir. Kendi gençlik yıllarınızı düşünün biraz, aklınıza delikanlılık çağlarınızı getirin, daha iyi anlayacağınızdan eminiz. Evet, müsamaha göstererek ancak belirli konularda tavizsiz, bazı değerlerin üzerinde hassasiyetle duran bir davranış metodu geliştirmek gerek. Her şeyden önce dava şuuru ile besleyebilmek gerek gençleri. İşte tam bu noktada birkaç hususa dikkat çekmek istiyoruz. Öncelikle ülkemizde uygulanan gençlik politikaları uzun yıllardır “gençlik sorunları” üzerine kurulu olup, gençleri sürekli sorunlu bir kitle olarak algılama hatasına düşülmektedir. İşin felsefesi bir yana gençliğe dair çözüm odaklı değil rehberlik odaklı bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Daha net bir ifade ile “gençlik çalıştayları”, “detaylı gençlik araştırmaları” gibi öncelikli fakat önem sırasında yarışamayacağı başka hususların varlığı aşikârdır. En mühimi ise bu çalışmaları yorumlamaya ayrılan enerjinin önleyici faaliyetlere kanalize edilmesi zaruriyetidir. Kıymetli Yazar Sedat Servet Hocaoğulları’nın çok güzel örneklediği gibi, gençlikle ilgili konularda tedavi merkezli değil, önleyici, koruyucu merkezli çalışmalar daha etkin sonuçlar alınmasına vesile olacaktır. Peki ne yapmalıyız; yine lafı dolandırmadan yekten belirtelim. Konu “gençlik” olunca hızla gelişen teknolojinin, artan etkisi ile çevresel ve dış faktörlerin değerlendirme dışı kalması düşünülemez. Yine bu konunun sadece bir kurumu ya da bir kesimi ilgilendirmediği, hatta ilgilendirdiğini kabul etsek dahi, çözümü tek bir yerde aramanın çok makul olmayacağı ve dahası bu konunun toplumsal bir zihniyet devrimi ve işbirliği ile çalışılması gerektiğini bir kez daha vurgulayalım. Burada devlet kurumları, siyaset, sivil toplum, aileler, kısacası toplumun her kesimine ciddi ödevler düşmektedir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, gençlik dediğimiz kavram sürekli sirkülâsyonu olan geniş bir evreni içermekte olup, bu evren içerisinde farklı beslenme kaynakları olan gençlerin olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenledir ki, klişe bir ifade olan “herkesi kucaklama” mantığı neticesinde kollarınızın boş kalma ihtimalini düşünmek ve sadece bu nedenle bile hayal edilen gençliğe ulaşmak adına; kesin ve net çizgileri olan, onlara daha çok istifade edebilecekleri çoktan seçmeli alternatifler sunmak gerekmektedir. Evet, nihayet hepimizin bildiği ve gün gibi ortada olan ancak ifade etmekten imtina ettiğimiz panzehiri açıklama zamanı geldi. Bizim temel hedefimiz “imanlı bir nesil” yetiştirmek olmalıdır. Zira bu haslet ile donatılmış bir nesil, ortada sorun bırakmayacak niteliğe haiz olmaya şimdiki durumdan çok daha yakın olacaktır. Dava şuuru edinmiş bir nesil bizim temel gayemiz, politikalarımızın belirleyicisi olmalıdır. { } Elbette Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkıyla ahlâklanmak ve Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’si ile hemhâl olabilmektir. Zira Peygamber Efendimiz, örnek ve müstesnâ yaşayışıyla Kur’ân-ı Kerîm’in canlı bir tefsîri ve en güzel icrasıdır. Mayıs 53 2016 B Unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlasıdır. Yani bu dünyada bir kimseye ikram edilen bütün nîmetler, aslında kişinin âhiret yurdunu kazanabilmesi için bir imtihan maksadıyla kendisine takdim edilmiştir. Âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere de insan, kıyamet günü kendisine ihsân edilen bütün nîmetlerden hesaba çekilecektir. (Bkz. et-Tekâsür, 8) Bu sebeple de İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Vakitlerin en şereflisi olan gençlik çağını, en fazîletli ameller için harcamalıdır.” Peki, en fazîletli ameller nelerdir? Elbette Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkıyla ahlâklanmak ve Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’si ile hemhâl olabilmektir. Zira Peygamber Efendimiz, örnek ve müstesnâ yaşayışıyla Kur’ân-ı Kerîm’in canlı bir tefsîri ve en güzel icrasıdır. Mesela bir genç, her sabah uyandığında kendisine şu soruları sormalı ve alacağı cevapların ne kadar Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı istikâmetinde olduğunu düşünmelidir: –Bu sabah hayat defterimi nasıl açtım? Bana yeni bir gün lûtfeden Rabbime şükredebildim mi? –Bugün dilimi, boş ve lâubâlî konuşmalardan, yalan ve dedikodudan, gıybet ve münâkaşadan ve bir gönlü kırıp ona diken batırmaktan muhâfaza edebilecek miyim? –Bugün, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet ve muhabbet nazarıyla bakabilecek miyim? –Bugün Allâh’ın bana ihsân ettiği nîmetleri kimlerle ve ne kadar paylaşabileceğim? Zira Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor: “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Beyhakî, Şuab, VI, 117) –Bugün bir mü’mini sevindirmenin kalbî hazzını tadabilecek miyim? Bir kederliyi tesellî edip ona tebessüm ettirebilecek miyim? Bir gönül kazanabilecek miyim? –Bugün hidâyete muhtaç insanlara dilimle, hâlimle ve kalbimle ne kadar yardım edebileceğim? Onlara emr bi’l-ma’rûf ve nehy ani’l-münker’de bulunup hidâyetleri için duâ edebiletcek miyim? Onlara hâlimle de bir “müslüman kimliği” sergileyebilecek miyim? –Bugün Allah için bir dost kazanabilecek miyim? Kaç dostumla dostluğumu tazeleyebileceğim? –Bugün şahsî kusur ve zaaflarımdan kurtulmak için bir Hak dostuna başvurabilecek miyim? Yine bugün bir Allah dostuyla veya sâlih insanlarla beraber olmaya gayret edebilecek miyim? Bunun yanında fâsık ve fâcirlerle beraberlikten kalbimi koruma endişesi taşıyabilecek miyim? –Bugün ilmimi artıran, irfânımı geliştiren herhangi bir hizmet veya faâliyet içinde bulunabilecek miyim? –Bugün yediğimin, içtiğimin, giydiğimin helâl mi, şüpheli mi, haram mı olduğuna dikkat edebilecek miyim? –Bugün bana Allâh’ın en büyük nîmeti olan Kur’ân-ı Kerîm’den kaç sayfa okuyacağım? Orada bana verilen mesajları tefekkür ederek mûcibince amel edebilecek miyim? –Bugün bana kötülük yapan, sert ve kaba davranan bir kişiyi affedip ona ihsanda (iyilikte) bulunabilecek miyim? 2016 54 Mayıs B İmâm-ı Hazretleri’nin Rabbânî buyurduğu gibi: “Vakitlerin en şereflisi olan gençlik çağını, en fazîletli ameller için harcamalıdır.” Bütün bu sorulara sormaya engel bugünkü pragmatist/menfaatperest dünya, insanımızı menfaatlerin zebûnu bir hâle soktu. Bunun neticesinde mânevî hayat çöküntüye uğradı. Gönüller rûhî buhranlara sürüklendi. Fuhuş, alkol ve uyuşturucu iptilâsı topluma zehir serpmekte. Bütün bunların neticesinde intihar hadiseleri insanlık tarihinde görülmemiş bir dereceye ulaştı. Psikiyatrik rahatsızlığı olan hastalar çoğaldı. Bütün bunlar da hiç şüphesiz rûhî sefâletin apaçık bir göstergesi olarak görmeyi bilenler için yeterince ayandır. Bütün bu buhranın içerisinde unutmayalım ki bizim âhireti îmâr etmek gibi ulvî bir gâyemiz vardır. Velhâsıl dünyanın baharı her sene yeniden gelir. Lâkin ömrün baharı olan gençlik, aslâ geri dönmez. Eğer gençlik Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında değerlendirilmezse, yarın elde sadece «âh ile vâh» kalır. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurmuştur: “Ne mutlu o kişiye ki, gençlik günlerini ganimet bilir de kulluk borcunu öder. Yani dînî ve insanî vazifelerini yerine getirir. Bedeni sapasağlam iken, yüreğinde de, vücudunda da güç ve kuvvet varken kulluğunu îfâ etmek gayreti içinde olur. Dergimizin Yeni Bankacılık Firması Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. İban No: TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01 Hesap No: 826718 - 1 Zira o gençlik çağı, yemyeşil, ter ü tâze bir bağa benzer. Bol bol meyveler verir. İhtiyarlıkta beden, çorak toprak gibi gevşer, dökülür. Çorak bir tarla¬dan da hiçbir vakit hoş bir bitki yetişmez.” O zaman şimdi tekrar düşünme ve karar verme vaktidir. Sizi sizinle, vicdanınız ile baş başa bırakıyorum. Mayıs 55 2016 Ersan BİLGİN Güzel Bir Dava Adamı; Adnan Demirtürk “ İ s l a m ’ ı n , Müslümanların ve bütün insanlığın hizmetinde olduğumuzun şuurundayız. Vazifelerimiz bize verilmiş birer emanettir. İlimizin evliyasından da, eşkıyasından da mesulüz.” 2016 “Kıymetli taşlar, az olduğu için kıymetlidir. Dâvâ adamları azdır ve dava adamlığı en büyük vasıftır. Ömrü yaşanmaya değer kılan şey dava adamı olmaktır.” diye haykıran ve 34 yıllık kısa süren ömrünü dava adamlığına adamış, büyük hizmetlere imza atmış, Milli Gençlik Vakfı Şehid Genel Başkanımız Adnan Demirtürk Abimizi, “fetih ve gençlik” ayı olan Mayıs ayında yine rahmet, hasret ve dualarla anıyoruz. Adnan abi 15 Mayıs 1999 günü şehadet makamına ulaşmıştı. 56 Baki kubbede hoş sada bırakan Örnek Şahsiyetler yıllar geçse de asla unutulmazlar, mayıslar geçse de Adnan Abi Milli Görüş Gençliğiyle birlikte cihadını sürmekte ve fetih neslinin yetişmesi için gayretini ortaya koymaktadır. Onun en güzel örnekliği şuuru, duruşu ve istikamet adamı oluşuydu… Adnan Abimiz, Milli Görüş zihniyeti çerçevesinde Merhum Liderimiz Erbakan Hocamız’ın emrinde kuvveti değil, Hakk’ı üstün tutan bir medeniyetin kurulması için çalıştı. “İnsan- Mayıs B ların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibiyle koşturdu. lılık” prensibi vardı. Gelip geçici, bir mevsimlik, bir dönemlik çalışmalar yerine bir ömür devam eden istikrarlı bir çalışmayı öğütlüyordu. Adnan Demirtürk, imanlı, ihlaslı, bilgili, şuurlu, fedakar ve teşkilatçı bir şahsiyetti. Davasına ve liderine sonuna kadar bağlıydı. Çalışma arkadaşlarıyla bütünleşen, onlara güvenen ve ekip çalışmasının önemini kavrayan bir insandı. 1997 yılında MGV Genel Başkanı olunca O yüzden “yeni bir çalışma dönemi”ne girildiğini belirtiyor ve bu dönemin en önemli özelliğinin de “kader birliği” ve “gönül seferberliği” olduğunu söylüyordu. Çalışma arkadaşlarının bir “muhabbet fedaisi” olmasını istiyordu. Vazife Adamı Çalışma arkadaşlarını ve gençliği “vazife adamı” olmaya davet ediyor ve bir konuşmasında, bu konudaki düşüncesini şöyle açıklıyordu: “Kıymetli taşlar, az olduğu için kıymetlidir. Kara taşlar çok olduğu için kıymetsizdir. Dâvâ adamları azdır ve dava adamlığı en büyük vasıftır.” “Vazife adamı” denildiği zaman, “görev verildiğinde gözümüzün arkada kalmayacağı insan” anlaşılır. İnsanlar yalnız “inandık” demekle kurtulacak ve hesaba çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Elli-altmış yıllık ömrümüzde çetin imtihanlardan geçeceğiz. Ömrü yaşanmaya değer kılan şey dava adamı olmaktır. Düşünce ve inancı ne olursa olsun, hiçbir insanı rakip olarak kabul etmiyor, “Bizim rakibimiz gençliğimizi tehdit eden kötülüklerdir” diyordu. Bu sözüyle de, gençliğin içine düşürüldüğü sapıklık, uyuşturucu, alkol, fuhuş, zina gibi kötülüklerle mücadelenin önemini vurgulamak istiyordu. Adnan Demirtürk, Türkiye gibi çok büyük misyon yüklenmiş bir ülkenin meselelerine sahip çıkacak “dinamik bir gençlik”in yetişmesini istiyordu. Azim ve gayretinin sebebi de buydu. Bu çalışmalarda “vakıf senedi”nin referans alınmasını, hukukî ve yasal sınırlar içinde bir hizmetin yürütülmesini arzu ediyordu. Ekip çalışmasının önemini anlatıyor, tek kişilik ordu döneminin sona erdiğini belirtiyordu. “Çalışmaları bırakamayız. En büyük emniyet çalışmaktır, Allah yolunda cihaddır, fedakarlıktır. Slogan insanı değil, üslup insanı olmalıyız. Vizyon ve ufuk sahibi olmalıyız” diyordu. Başarının temelinde “devam- Biz, insanları Allah’a kul yapmaya çalışacağız. Allah’a kavuşmayı her şeyden fazla isteyeceğiz. Çalışma ve ibadet hazzını duymalıyız. Yunus’u, Yunus yapan “Bizim kapımızdan odunun bile eğrisi giremez” sadakatidir. Unutmayın ki, sel gider, kum kalır. Gönüllerinizi açın ve yürüyün! Toplumsal değişimin bir tek yolu var: Kendimizi değiştirmek. Birbirimizi seversek, Allah da bizi sever ve önümüzü açar.” Adnan Abi’nin tıpkı Erbakan Hocamız gibi bitmek tükenmek bilmeyen bir azim ve heyecanı vardı. “Bütün dünyanın Türkiye’nin gözünün içine baktığını” söylüyor ve büyük bir ümmet şuu- { } “Her işin başı imandır. Sonra da Salih amel … Hakkı ve sabrı tavsiye… Davamızın hayranı değil, bağlısı olmalıyız. ” “Namaz konusunda titiz olunmalı, her zaman abdestli bulunmaya ve misvak kullanmaya gayret edilmelidir.” Mayıs 57 2016 B Başarıyı hak etmek için Rabbi’ne kilitlenmiş, şehadet ne zaman diye bekleyen bir insan olmalıyız. Bir yerde şehadet varsa orada esaret yoktur. Allah (c.c.), mazlumların yanındadır. Şehitler, bizim şuur vesilemizdir.” ru ve gayretle çalışıyordu. Başarı için “irade sahibi olma” ve verilen görevlerin bir “emanet” ve “iradenin ruhları eriten bir meziyet olduğunu” söylüyordu. Daima hedefe kilitlenmek gerektiğini anlatıyordu. Sarsılmaz bir iman ve azimle yapılan çalışmalar meyvelerini veriyor, yeni ve şuurlu bir neslin adresi olan Milli Gençlik Vakfı çalışmalarına canlılık geliyor, insanımızın yüzünü güldürecek çalışmaların alt yapısı hazırlanıyordu. Milli Gençlik Vakfı Genel Merkezimizi büyük bir binaya taşımak için gayret etmiş ve bu gayret meyvesini vermişti… Hem de Hacı Bayram Veli Hazretlerine yakın bir mekâna... Ulus’taki Hükümet Caddesi’nde... 23 Nisan 1999 günü MGV Genel Merkez’inin açılışı yapılıyordu. Coşkulu bir törenle... Vefatından 22 gün önce gerçekleşen bu açılışın bitiminde, Adnan Abimiz illerden gelen kadrolarını topluyor, yaptıklarını yeterli görmeyen ve başarıya doymayan karakterini şu sözlerle ortaya koyuyordu. “-Benim için bu bina bugünden eskimiştir. Bu güzel ülke daha iyi ve mükemmel hizmetlere lâyıktır!” Son Toplantı Şehid Genel Başkanımız, 20 aya yaklaşan genel başkanlığı döneminde 55 ili dolaşmış, problemleri yakından takip etmiş ve bu problemlere çözümler getirmek için seferber olmuştu. Ve 55. şubenin ziyareti... Bu il, 55 plâka numaralı ilimiz olan Samsun... Adnan Demirtürk, son çalışmalarını yapmak ve ilk adımın “80. yıldönümü” münasebetiyle bir dizi programa katılmak üzere Samsun’a gidiyordu. Fakat bu gidiş, çok farklı bir gidişti. Ankara’dan ayrılırken bütün personelle tek tek vedalaşıyor, bir daha geri dönmeyecek bir insan tavrı gösteriyordu. Vakfın sekretaryasını yürüten Yılmaz Bölükbaşı’yı şu sözlerle “vekil” bırakıyordu: “-Yıl- 2016 maz Bey! Genel Merkez size, siz de Allah’a emanetsiniz!..” Hatta gece geç vakit döneceğini dikkate alarak, her zaman evinin anahtarını yanına alırken, o gün ilk defa yanına almamıştı. 15 Mayıs 1999 günü, üç kader arkadaşını da yanına alarak Samsun’a gelmiş, “Bölge Sorumluları ve Şube Başkanları Toplantısı”na başkanlık etmişti. Adnan Abi, o gün farklı bir âlemden seslenen bir insan görümündeydi. Ölüm, kulluk, Âlemlerin sahibi, ihlas, gül, cennet, mahşer gibi argümanları bol bol kullanıyor, lahuti âlemden seslenen bir insan üslûbuyla şu dörtlüğü okuyordu. “Gülden terazi kurmuşlar İçine güller koymuşlar Gül alırlar, gül satarlar Alanlar gül, satanlar gül.” Hatta bir ara şu cümleler dökülmüştü dudaklarından... “Gelirken Havza civarı Çakallı Mevkiindeki o kayalıkları gördünüz mü? Kim bilir, o mekânlarda kadrolarımızdan kimler şehit olacak. Hak tecelli edince, alın açıklığıyla “Ey Allah’ım, Sana geldim.” diyebiliyorsak, o zaman hayatımız bir anlam kazanmış olacaktır.” Güle Sevdalı Başkanımız, bu sözleriyle öleceği yeri tarif etmişti… Toplantı bu atmosfer içinde sona ermiş ve Adnan Abimiz ilk defa bulunduğu yerdeki sandalyeye ilişivermişti. Hâlbuki her toplantı sonrası, kapının çıkış noktasında durur, toplantıya katılanlarla tek tek musafaha eder, güler yüzle gönüllerini alır, başarı dilekleriyle bulundukları şehirlere uğurlardı. Samsun’da ilk defa böyle yapmadı. Sanki “Bugün uğurlanacak olan benim” der gibiydi... Bu farklılığı, toplantıya katılan kayınbiraderi Veysel Topçu da anlamış olmalı ki, yanına kadar yaklaşarak şöyle demişti: 58 Mayıs B “-Bir rahatsızlığınız mı var? Bir durum varsa yardımcı olalım.” zifelerimiz bize verilmiş birer emanettir. İlimizin evliyasından da, eşkıyasından da mesulüz.” Adnan Demirtürk, tebessüm ediyor ve şöyle diyordu: “İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’ten almamız gereken dersler şunlardır: “Allah’ın dediği olur! Allah’ın dediği olur!..” - Fatih’in imanı, inancı ve ilmi - Kendine olan öz güveni ve kararlılığı - Şuuru, hedefe götürecek dinamikleri iyi bilmesi - İdealine ulaşmayı dert edinmesi - Ciddiyet ve Heyecanı” “Ömür, Allah’ın rızası uğruna harcanmalıdır.” Bu atmosferde Ankara’ya doğru hareket eden Adnan Abi ve üç arkadaşı, Musa Sertkaya’nın kullandığı araba ile Havza yakınlarına geliyorlar ve saat 23.30’da İstanbul-Bayburt seferini yapan bir yolcu otobüsüyle çarpışıyorlar. Şoförleri Musa Sertkaya’nın ağır yaralandığı kazada Adnan Demirtürk, Talha Özcan Eyüboğlu ve Ahmet Zahit Turan Hakk’a yürüyorlar. Üçü de hayatlarının baharında gençler... Üçünün de ortak özelliği Vakfıkebirli ve baba tarafından “yetim” olmaları... Her bir şehidimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Sevgi Mutlaka Galip Gelecektir “Bizim tek gündemimiz var: Biz kuluz, âlemlerin ise bir sahibi var. Biz, bize düşeni, vazifemizi yaparız. Âlemlerin Rabbi, layık olduğumuz zaman, en zayıf sebepleri bile oluşturarak bize yardım eder. Örümceğin ağ kurup, Efendimiz’i (s.a.s) koruduğu gibi… Her fırsatta pek zayıf sebeplerle Rabbimiz, sevgili kullarını korumaya devam etmektedir.” “Her nimetin şükrü, kendi cinsindendir. Hidayet nimetinin şükrü ise hizmet ve Allah yolunda cihaddır.” Şehid Genel Başkanımız şöyle seslenirdi: “Her işin başı imandır. Sonra da Salih amel … Hakkı ve sabrı tavsiye… Davamızın hayranı değil, bağlısı olmalıyız. ” “Namaz konusunda titiz olunmalı, her zaman abdestli bulunmaya ve misvak kullanmaya gayret edilmelidir.” “İslam’ın, Müslümanların ve bütün insanlığın hizmetinde olduğumuzun şuurundayız. Va- Başarıyı hak etmek için Rabbi’ne kilitlenmiş, şehadet ne zaman diye bekleyen bir insan olmalıyız. Bir yerde şehadet varsa orada esaret yoktur. Allah (c.c.), mazlumların yanındadır. Şehitler, bizim şuur vesilemizdir.” “Okuyun, araştırın, öğrenin, ilim tahsil edin, faydasız ilimlerden uzak durun. Beden ve ruh temizliğine itina gösterin. Güzel ahlak sahibi olun. Argodan, boş sözlerden, malayaniden uzak durun. Şahsiyetli olun. Arkadaşlarınızı iyi seçin. İrade sahibi olun.” “ Zorluğu gösterip korkutmamalı, kolaylığı gösterip rehber olmalıyız. Sır saklamayı bilmeliyiz.” “Ölümü unutmayın. Bütün lezzetleri sona erdiren ölümü, çok anınız.” “Mazeret bulmaya değil iş üretmeye, Allah’ın (c.c.) rızasını zerrede bile olsa aramaya gayret etmeliyiz.” “Olumsuz şeyleri sayıp dökerek karamsar bir tablo çizmek yerine hep pozitif şeyleri, aksiyon ve ham- Mayıs 59 2016 B “Olumsuz şeyleri sayıp dökerek karamsar bir tablo çizmek yerine hep pozitif şeyleri, aksiyon ve hamleleri konuşmayı ilke edinmeliyiz. Bir başka deyişle düşen bir yaprağı konuşmak yerine açan bir çiçeği konuşmalıyız.” leleri konuşmayı ilke edinmeliyiz. Bir başka deyişle düşen bir yaprağı konuşmak yerine açan bir çiçeği konuşmalıyız.” “Düşünce ve inancı ne olursa olsun hiçbir insanı rakip olarak kabul etmiyoruz. Bizim rakibimiz, gençliğimizi tehdit eden satanizm, fuhuş, içki, kumar gibi kötü hastalıklardır. Gençlerimiz hangi inanç ve düşüncenin sahibi olurlarsa olsunlar, bu ülkenin en aziz varlıklarıdır.” “Sönük değil; var olan, dinamik bir gençliğin yetişmesini amaçlıyoruz.” “Dedikodunun bulunduğu yerde rüzgârınız kesilir. Problemler değil aksiyonlar konuşulacak.” “Çalışmalara usulen değil fonksiyonel olarak katılacağız. Beyinde negatif bir düşünce olamaz. Kimin içinde bir eğrilik varsa bunu düzeltmelidir.” “Kıymetli taşlar, az olduğu için kıymetlidir. Dava adamları azdır ve dava adamlığı en önemli vasıftır. Vazife adamı denildiği zaman görev verildiğinde gözümüzün arkada kalmayacağı, insan anlaşılır.” “Ömrü yaşanmaya değer kılan şey, dava adamı olmaktır. Biz, Allah’a (c.c.) kulluk için çalışacağız. Allah’a (c.c.) kavuşmayı her şeyden fazla isteyeceğiz. İbadet ve çalışmalarımızdan haz duyacağız.” “İnsanlar yalnız inandık deyip de kurtulacak ve hesaba çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” 50, 60 yıllık ömrümüzde nice çetin imtihanlardan geçeceğiz.” “Ne kadar başarılı olsak, başımız öne eğiliyor. Çünkü işin sahibi, Allah (c.c.) tır. Allah (c.c.) emirlerinde galip olandır. Kul olduğumuz için bu çalışmaları yapıyoruz. Şu üç şeyi iyi bilmeliyiz: a) Yaradılış gayemizi, b) Dünyada bir imtihanda oluşumuzu, c) İhsanı (Allah’ın (c.c.) bizi daima gördüğünü bilerek çalışmalarımızı yürütmek.” “Hizmetin önemine önce kendimiz inanacak, ailemizde yaşayacağız. İçi yanan insan, toplumun dertleri ile dertlenen insan, hizmet delisi bir insan olacağız.” “Şuur; davasını, hedefini ve sorumluluğunu bilmektir. Heyecan; Duygu, tavır ve kelamında coşkulu olmaktır. Ciddiyet ise usul, adap ve kurallara uymaktır.” “Bir kişiyi kazanmanın sevabının Uhud dağından daha büyük olduğunun idrakinde olarak görevimizi sürdüreceğiz.” “Bizler, Yunus’un deyimiyle; “her gün yeniden doğarız, bizden kim usanası” şuurundayız.” “Allah’ın kula en büyük ihsanı, kişiyi kendi yolunda çalıştırmasıdır.” 2016 60 Mayıs B “Zorluklar aşılmak içindir.” “Bir yıl sonrasını düşünüyorsanız tohum dikiniz. On yıl sonrasını düşünüyorsanız, fidan dikiniz. Ama eğer, yüz yıl sonrasını düşünüyorsanız, çağlar kapatıp çağlar açacak Fatihler olsun, o Fatihleri yetiştirecek anneler olsun istiyorsanız, o zaman insan yetiştiriniz.” “Arkadaşlar! İhlasla çalışalım. İhlas, dünya yansa içinde bir kalbur samanı bulunmamaktır. İhlasla çalışan, kardeşlerinin aleyhinde konuşmaz. Geriye dönüş yok. Her zaman terakki var.” “Yılmaz, yorulmaz, yıkılmaz bir gayretle çalışalım. Az topluluğun sırrını bilelim. “Nice az topluluklar, Allah’ın yardımıyla çok topluluklara galip gelir.” “Açısı tam insan olalım. Sürüye kurt getirmeyen insan… Elinde zehir tenekesiyle dolaşmayan insan… “Adam gibi adam” olalım. Asıl felaket, ebedi hayatta cennetten mahrum kalmaktır.” “Kendi işinizi yapın. Kardeşlerinizin aleyhinde konuşmayın. Fitne ve fesat mihrakı olmayın. Kimse, kimsenin aleyhinde olamaz. Gıybet, iftira, dedikodu, tecessüs, zan olmayacak. Bunlar en büyük virüslerdir.” “Gönüllerinizi açın ve yürüyün, toplumsal değişimin bir tek yolu var: Kendimizi değiştirmek. Birbirimizi seversek, Allah da (c.c.) bizi sever ve yolumuzu açar.” “Kendi işinizi yapın. Kardeşlerinizin aleyhinde konuşmayın. Fitne ve fesat mihrakı olmayın. Kimse, kimsenin aleyhinde olamaz. Gıybet, iftira, dedikodu, tecessüs, zan olmayacak. Bunlar en büyük virüslerdir.” Mayıs Hayatı Adnan Demirtürk Abimiz, 1965 yılında Trabzon Vakfıkebir’de doğdu. Sırasıyla Merkez Kemaliye İlkokulu ve Ömer Nakkaş Ticaret Lisesini bitirdi. Gönlünden İlahiyat Fakültesi geçiyordu ama O’ na nasip olan Vakfıkebir’in tarihindeki ilk Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi olmaktı. 1980 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. 1984 yılında mezun oldu. Öğrencilik yıllarından itibaren pek çok ilim, fikir ve siyaset adamından ders aldı. Okumak ve öğrenmeye büyük ilgisi vardı. Arapça ve İngilizceyi çok iyi biliyordu. Din ilimlerine bir uzman derecesinde vakıftı. 1986 yılında Mekteb-i Mülkiye İşletme mezunu idi. Kısa dönem olarak askerlik hizmetini tamamlayan Demirtürk, Konya-Ilgın Un Fabrikasında muhasebeci olarak çalışmaya başladı. Vakfıkebir’de Refah Partisi İlçe Başkanlığı, Trabzon’da gençliğe yönelik çalışmalar yaptı. Adnan Demirtürk 6 Eylül 1997’de Milli Gençlik Vakfı Genel Başkan’ı oldu. 15 Mayıs 1999 günü şehadet şerbetini içti… Ve son söz niyetine: “Büyük muvaffakiyetler, büyük cüretler (fedakarlıklar) gerektirir. Mutlaka sevgi galip gelecektir.” “Allah Teala bizimledir. O (cc), alemlerin Rabbi’dir. Hamd ve dönüş O’nadır. O (cc), ne güzel vekil ve ne güzel yardımcıdır. Allah’a emanet olunuz.” 61 2016 Fatih Sultan SEMİZ Kutlu Doğumla Oynayanlar Ve Oyalananlar Ya her sabah yeni bir sünneti icra etmek için yataktan kalkarız veya kutlu doğumda birilerinin bizimle oynamasına ve bizimde böylece oyalanmamıza devam ederiz. 2016 M üslümanın navigasyonu olan Kuran-ı Kerim ve Sünneti Seniyye’den uzaklaşmaya başladığımız ve kâfirlerin Müslümanları kontrol etmek için kurumlar kurup o kurumların başına istediklerini söyletecekleri adamlar getirdiği günlerden bu yana dinimize olabildiğince bidat girmeye başladı. Asıl gündemimizden bizleri alıkoyup suni gündemlerle meşgul edip gerçeği gizlemek için türlü türlü oyunlar oynanıyor. Bu oyunlar oynanırken de Müslümanların zayıf karnı olan din bu oyunlara alet 62 ediliyor. Birisi çıkıp Kur’an bize yeter deyip bütün Hadis ilmini, Hadis alimlerini yerden yere vuruyor. Diğeri çıkıp İslam’ın önüne antikapitalist, antiemperyalist, sosyalist gibi kelimeler getirip İslam’ı yama ideolojiler seviyesine indirmeye çalışıyor. Bir diğeri de çıkıyor kutlu doğum konferanslarıyla güya Peygamber aleyhissellam’ı anlatıyor. Sahi nedir bu kutlu doğum? Hiç oturup düşündük mü? Hiç aklımıza bu programlarla ilgili sorular takıldı mı? Zihnimiz açılsın diye birkaç soru ile devam edelim. Mayıs B 1- Neden her sene Peygamber aleyhisselam’ın bir yönü anlatılıyor ki? Herhalde böyle giderse insanlar Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i ölene kadar tanıyamayacaklar. Birinin kulağını tutup işte insan demesi gibi her sene bir konuyu ele alıp işte Peygamber böyleydi demek sizce de abes olmuyor mu? Rahmet peygamberi olduğunu her sene dinlediğimiz Peygamberimizin neden savaş peygamberi olduğu hiç vurgulanmaz? Yönettiği savaşlar, kâfire karşı tutumu, izzetini nasıl koruduğu neden hiç vurgulanmaz? Yoksa biz O’nun bu özelliklerini barındırıyor ama rahmet, merhamet v.s. özelliklerini mi barındırmıyoruz? Toplumu kendi istedikleri sınırlarda tutmak, başkaldırmayan, yanlışa yanlış denilmesini istemeyen odaklar sürekli bu yüzden mi bu konuları işliyor? Zalim sultana karşı hakkı söylemenin en büyük cihadlardan olduğu neden hiç dile getirilmez? Neden faizin Allah ve Resul’üyle savaşmak olduğu hiç vurgulanmaz? İslami bir devlet kurulmadığı sürece yaşadığımız İslam’ı hep eksik yaşayacağımız neden vurgulanmaz? Sahi dinin yakasını ne zaman bırakacaklar? 2- Yapılan konferanslarda kardeşlikten, komşun açken tok yatmamaktan bahsedilir ve peşine bütün İslam coğrafyasının isimleri sayılarak oralara yardım götürmemiz söylenir. Peki, sormazlar mı adama be hacı amca sen bu konferansı yapmak için harcadığın parayı oraya yollasaydın ya daha iyi olmaz mıydı? Allah tanımaz adamların bile artık Allah’tan, kul hakkından bahsettikleri, elliden fazla İslami denilecek kanalın olduğu bir yerde konferansa mı ihtiyaç varmış? Ayrıca bedava olan bu konferanslar kimin hayatında ne değişiklik yapmış? Namaz kılmayan biri namaza mı başlamış, faiz alan biri faiz almayı mı bırakmış, zinadan vazgeçen, televizyonu evinden çıkaran, cema- atini, partisini İslam’ın önüne geçirmeyen bir nesil mi oluşturdu bu konferanslar? Getirisi nedir ki bu işin? Ayrıca bedava olduğu halde dolmayan salonların bir hafta sonra açık saçık sanatçı bozuntuları geldiğinde nasıl dolduğunu kim neyle izah edecek? Sahi bu işleniyor mu kutlu doğumda? 3- Zihin açmaya devam edelim. Sahabenin yapmadığı işi hangi hoca hangi delille beraber yapıyor? Kim sahabenin resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in doğumunu, pastalarla, böreklerle, salonlarda konferanslarda kutladığını iddia edebilir? Sahabe onun doğumuyla ölümüyle değil yaşamıyla ilgilendi. Nasıl olur da onun Sünnet’ini hayatıma geçirebilirim, nasıl olurda bir kişiye daha onun sünnetini anlatabilirim derdindeydiler. O yüzden sahabenin büyükleri hariç Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şeklen tarif edebilen neredeyse yoktu. Çünkü O’nun şekli ve şemailinden daha çok emrettikleri ve yasakladıklarıyla ilgileniyorlardı. İşte o yüzden dünyadan bir dost edinseydim EbuBekir’i edinirdim diye taltif ettiği sahabi daha naaşı mezara konulmadan emanet ettiği devlete başkan seçimi işiyle meşgul oldu. 4- Konferansların şu yönü de iyi bunu niye hiç konuşmuyoruz diye bir savunmaya girişilebilir. Ama şunu unutmayalım ki büyük bozulmalar küçük sapmalarla başlar. Kanser mikrobu belki ufaktır ama ölüme giden ilk yolculuğa o mikropla çıkıyor insanoğlu. O yüzden boş avuntularla oyalanma vakti değil. Ya her sabah yeni bir sünneti icra etmek için yataktan kalkarız veya kutlu doğumda birilerinin bizimle oynamasına ve bizimde böylece oyalanmamıza devam ederiz. { } Müslümanların zayıf karnı olan din bu oyunlara alet ediliyor. Birisi çıkıp Kur’an bize yeter deyip bütün Hadis ilmini, Hadis alimlerini yerden yere vuruyor. Mayıs 63 2016 Salih AYDIN Hz. Abdullah İbn Mes’ud (r.anh) İ lk müslümanlardan, muhaddis, fakîh ve müfessir sahâbî. İbn Mes’ud’un vefatı yaklaştığı zaman Hz. Zübeyr ile oğlu Abdullah yanına gelmişlerdi. Hicrî otuzikinci yılda vefat etti. Onu Hz. Zübeyr ve oğlu teçhiz ve tekfin ettiler. Sahih rivâyetlere göre cenaze namazını bizzat Hz. Osman kıldırdı. Hz. Osman b. Mazun ise onu kabrine indirdi. 2016 Adı Abdullah, künyesi Abdurrahman’dır. Babası Mes’ud, annesinin adı Ümm-i Abd’dir. Babası hakkında fazla bir bilgi yoktur. Onun, Zühreoğullarından Abd b. Hâris’in müttefiki olduğu bilinmektedir. Abdullah, Mekke’nin fakîh âilelerinden birine mensuptu. Gençliğinde Ukbe b. Ebi Muayt’ın koyunlarını güderek çobanlık yapmıştır. Abdullah b. Mes’ud Hz. Peygamber ile 64 ilk tanışması ve karşılaşmasını şöyle anlatır: Ben Ukbe b. Ebi Muayt’ın koyunlarını güdüyordum. Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) yanımdan geçiyorlardı. Rasûlullah bana sütümün olup olmadığını sordu. Ben de ona çoban olduğumu ve bu koyunların emânet olduklarını söyledim. Bunun üzerine Rasûlullah: “Yavrulamamış ve süt vermeyen bir koyunun var mı? Bana gösterir misin?” dedi. Ben de koç yüzü görmemiş bir koyun yanaştırdım. Rasûlullah koyunun memesini tutup sağmaya başladı. Ger- Mayıs B çekten yavrulamamış ve sütü olmayan bu koyundan süt sağıp Ebu Bekir’e verdi. Hz. Ebu Bekir içti; sonra kabı Rasûlullah alıp o da içtikten sonra koyunu saldı.” (İbn Sa’d, Tabakat, 111, 150-151) İşte İbn Mes’ud o günden sonra Hz. Peygamberin yanından ayrılmadı. İslâm’ı kabul edenlerin altıncısıdır. O müslüman olduğu zaman Peygamberimiz (s.a.s.) henüz Erkam’ın evine taşınmamıştı. İslâm’ı kabul ettikten sonra hep Kur’ân-ı Kerim ezberlemiştir. Kendi ifâdesiyle hıfzettiği yetmiş sûreyi Hz. Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda okumuştur. Sahâbeler arasında hiç kimse bu konuda kendisiyle rekabete girişememiş, daha sonra Abdullah Kur’an’ın tamamını ezberlemiştir. İbn Mes’ud, müslüman olduğu sıralarda müslümanlar Hz. Peygamber ile açıktan açığa ibâdet edemiyor, istedikleri yerde yüksek sesle Kur’an okuyamıyorlardı. Müslümanların böyle bir hareketi, müşriklerin bütün câhilî duygularını kabartır, onları müslümanlara karşı şiddetli ve canice saldırılarda bulunmaya sürüklerdi. Bunun içindir ki müslümanlar, bu gibi tehlikelerden sakınmak isterler, müşrikleri aleyhlerinde harekete teşvik ve tahrik edecek hareketlerden kaçınırlardı. İşte bu zor günlerde Abdullah İbn Mes’ud, Kâbe’de Kur’ân okumak istemişti. Hz. Peygamber ve Ashâbı bunun tehlikeli bir hareket olduğunu, özellikle Mekke’de kendisini himaye edecek büyük bir âilenin bulunmadığını, müşriklerin ona karşı pervasızca hareket ederek kendisini işkenceye uğratacaklarını söy- lemişler, fakat İbn Mes’ud’un iman coşkunluğu bütün bunları geçmiş: “Beni, onların şerrinden Allah korur!” diyerek kalkmış ve Kâbe’ye gitmişti. Bu sırada Kureyş müşriklerinin büyükleri toplanmış, Harem’de bir meseleyi görüşüyorlardı. Onlar konuşurlarken, yüksek ve güzel bir ses besmele çekmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’den Rahman sûresini okumaya başlamıştı. Herkes hayret etmiş ve bu cesur adamın kim olduğunu ögrenmek üzere ona yöneldiklerinde İbn Mes’ud olduğunu görmüşlerdi. Kureyş’liler kızmış, bu hareketi en şiddetli cezalarla karşılamak istemişlerdi. İbn Mes’ud’u kızgın kumlara yatırıp islâm’ı terketmeye davet ettiler. Fakat İbn Mes’ud, bu ezalara zerre kadar önem vermedi. Müşrikler de işkencelerinin bir fayda vermeyeceğini anlayarak onu bıraktılar . Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) Kureyşliler’in bu haince hareketleri yüzünden hastalandı ama içinde yanan iman ateşi zerre kadar sönmemiş, mâneviyatı asla sarsılmamıştı. İbn Mes’ud, ilk fırsatta aynı hareketi tekrarlamış; yine Kureyşliler’in toplandıkları yerlerde Allah kelâmını en yüksek sesle okuyup Hz. Peygamber’den sonra ilk kez Kâbe’de Kur’ân okuyarak müşriklere islâm mesajını tebliğ etmişti. (İbnü ‘I-Esîr, Üsdü ‘1-Gâbe, I I I, 256-257). Abdullah İbn. Mes’ud’un bu imanı ve cesareti müşriklerin ona büyük düşman kesilmesine neden olmuştu. Kureyş’in bu tutumu karşısında İbn Mes’ud (r.a.) Mekke’yi terketmeye ve hicrete mecbur kaldı ve Habesistan’a gitmek üzere çöllere düştü. Daha sonra Habesistan’dan Medine’ye hicret ederek Muaz b. Cebel’e misâfir oldu. { } İslâm’ı kabul ettikten sonra hep Kur’ân-ı Kerim ezberlemiştir. Kendi ifâdesiyle hıfzettiği yetmiş sûreyi Hz. Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda okumuştur. Mayıs 65 2016 B Hz. Peygamber’in vefatından sonra kısa bir müddet, inzivaya çekildi. Fakat Ömer devrinde yeni fetihlere başlandığı zaman heyecanı yeniden uyanan İbn Mes’ud, cihad için Suriye cephesine gitti. Rasûlullah Medine’ye gelince, ona bir yer göstererek Medine’de yerleşmesini sağlamıştı. İbn Mes’ud, bütün büyük savaşlara katılmış ve hepsinde de önemli fedâkârlıklar göstermiştir. Bedir savasında, Ensâr’dan iki genç, İbn Mes’ud’a gelerek, kendilerine Ebu Cehil’i göstermesini istemiş, sonra da küfür ordusunun başını temizlemişlerdi. İbn Mes’ud (r.a.) Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber gazveleriyle Mekke’nin fethinde Rasûlullah ile birlikte bulundu. Huneyn gazvesindeki bozgun esnasında Rasûlullah’ın yanından hiç ayrılmadı. Rasûlullah onun bu fedâkârlığını takdir buyurmuştu. Abdullah İbn Mes’ud, her gazada, Allah yolunda şehîd olmak gayreti ile savaşan sahâbîlerdendi. Ondaki iman kuvveti, onu daima ileriye atıyor, ancak müslümanların zaferi ve müşriklerin yenilgisi gerçekleştikten sonra rahat ediyordu. Hz. Peygamber’in vefatın- dan sonra kısa bir müddet, inzivaya çekildi. Fakat Ömer devrinde yeni fetihlere başlandığı zaman heyecanı yeniden uyanan İbn Mes’ud, cihad için Suriye cephesine gitti. Hz. Ömer, hicrî yirminci yılda İbn Mes’ud’u, Kûfe kadılığına tayin etti. Kadılık görevinin yanı sıra Beytülmâl’ın muhafazası ile ilgilenecek, öte yandan halkın dinî eğitimine de önem verecekti. Hz. Ömer bununla ilgili olarak Kûfe halkına gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “Size Ammâr b. Yâsir’i Emir, İbn Mes’ud’u da öğretici olarak gönderiyorum. Beytü’l-mâl’ınıza da İbn Mes’ud’u tayin ettim. Bunların her ikisi de Bedir ehlindendirler. Onları dinleyin ve onlara itaat ediniz. İbn Mes’ud’u yanımda alıkoymak istiyordum ama sizi kendime tercih ettim.” İbn Mes’ud (r.a.), üzerine aldığı bu görevi son derece liyakat ve ehliyet ile yerine getirdi. Kûfe, mahsullerinin çokluk ve çeşitliliği, gelirinin genişliğiyle tanınmış bir merkezdi. Onun için buranın ‘beytü’l-mâl’ı önemliydi . Çünkü burası, binlerce Mücahidin tahsisâtını karşılıyordu. Horasan, Türkistan ve bunlara benzer diğer yerlerde, cihada katılan müslümanlar en uzak cephelerde çarpışan ordular, buradan teçhiz ediliyordu. Bu durum, İbn Mes’ud tarafından yürütülen vazifenin ne kadar zor olduğunu göstermeye yeterlidir. İbn Mes’ud’un bu kadar mühim bir işi üstlenmesi onun ne kadar hünerli biri olduğunu gösterir. Abdullah İbn Mes’ud, aynı zamanda son derece zâhid ve müttakî idi. Dünyevî hiçbir zevk onu çekememişti. Bundan dolayı onun emin eline verilen bütün vazifeleri en yüksek doğrulukla yerine getirir; beytü’l-mâl’ın her şeyini korur ve her şeyi ancak yerine, ehil ve hakkı olana verirdi. Bu hususta o kadar itina ederdi ki: Bir defasında Sa’d b. 2016 66 Mayıs B Ebi Vakkas ile arasında bir ihtilaf oldu. Sa’d, beytü’lmâl’den bir miktar borç para almış, ödeme zamanı geldiğinde borcunu ödemediğini görünce, ona ağır sözler söylemiş ve kalbini kırmıştı. İbn Mes’ud altmış yaşındayken hastalandı. Bir gece rüyasında Rasûlullah’ı gördü. Hz. Peygamber onu davet ediyordu. İbn Mes’ud’un vefatı yaklaştığı zaman Hz. Zübeyr ile oğlu Abdullah yanına gelmişlerdi. Hicrî otuzikinci yılda vefat etti. Onu Hz. Zübeyr ve oğlu teçhiz ve tekfin ettiler. Sahih rivâyetlere göre cenaze namazını bizzat Hz. Osman kıldırdı. Hz. Osman b. Mazun ise onu kabrine indirdi. İbn Mes’ud, islâm’a girdiği günlerden beri ilimle uğraşmakla kendini göstermişti. Rasûlullah ondaki bu ilgi ve şevki sezerek: “Sen, muallim olacak bir gençsin” buyurmuşlardı. Gerçekten İbn Mes’ud her ânını ilim tahsili ile geçirmiş, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in deniz gibi ilminden yararlanmak için fırsatı ganimet bilmişti. İbn Mes’ud, Rasûlullah’ın en özel, en mahrem dostlarından ve adamlarındandı. O, Rasûlullah’a hizmetle övünürdü. Bazen Rasûlullah’ın misvakını taşır, takdim ederdi. Bazen âsasını getirirdi. Buna benzer birçok özel hizmetlerini yapardı. Ayrıca o, Rasûlullah’ın sırdaşlarındandı. Rasûlullah’ın o kadar yakınlarındandı kı, meclisine izinsiz girer, onunla konuşur, Rasûlullah onun hakkında emirlerini dinler ve bütün arzularını yerine getirirdi. (İbn Sa’d, Tabakat, 111, 153). İbn Mes’ud, ilâhî vahyi, bizzat onu alan ve telâffuz eden Hz. Peygamber’ den öğrenmiştir. Bunun içindir ki o, Kur’an’ı en iyi bilen, en mükemmel ezberleyen zatlardandı. Herkes onun bu husustaki bilgisini ve kabiliyetini takdir ederdi; ashâb’ın hepsi, onun Kur’ân’a olan vukûfiyetini ve bundaki üstünlüğünü kabul ederlerdi. (Buhâri, Fadâilu Ashâbi’n-Nebi, 37). Ebu Ahves der ki: “Bir gün Ebu Musa’l-Eş’âri’nin evinde bulunuyorduk. Orada İbn Mes’ud’un arkadaşlarından bazı zatlar vardı. Mushaf’a bakıyorlardı. Abdullah kalkarak, İbn Mes’ud hakkında şunları söyledi: “Rasûlullah’ın ilâhî vahyi İbn Mes’ud’dan daha iyi tanıyan birini bırakmadığı kanaatindeyim.” Ebu Musa bu sözleri dinledikten sonra: “Biz bulunmadığımız zaman o, Rasûlullah’ı görür, biz kabul olunmadığımızda o, huzura kabul olunurdu” dedi. şöyle buyurmuştu: “Kur’an’ı dört kişiden öğreniniz: İbn Mes’ud’dan, Muaz b. Cebel, Übey b. Kaab ve Ebu Huzeyfe’nin mevlâ’sı Sâlim’den.” Rasûlullah bu açıklamasına İbn Mes’ud ile başlamıştı . “ (Buhârî, Fezâilü’l Kur’ân, 8) Mayıs Amr b. As’ın oğlu Abdullah’ın meclisine devam eden Mesruk der ki: Abdullah b. Amr’a gider, konuşurduk. Bir gün Abdullah İbn Mes’ud’dan söz açıldı. Abdullah dedi ki: ‘Öyle bir adamdan bahsediyorsunuz ki, onu çok seviyorum, seveceğim de. Çünkü Rasûlullah onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Kur’an’ı dört kişiden öğreniniz: İbn Mes’ud’dan, Muaz b. Cebel, Übey b. Kaab ve Ebu Huzeyfe’nin mevlâ’sı Sâlim’den.” Rasûlullah bu açıklamasına İbn Mes’ud ile başlamıştı.” (Buhârî, Fezâilü’l Kur’ân, 8) 67 2016 MilliTarih Hüseyin Serkan Elönü Sapkin Filozoflar -2 Allah’ın izniyle geçtiğimiz ay başladığımız konuya devam ediyoruz. Comte ve Darwin’den sonra en önemli materyalist filozoflardan biri Karl Marx’dır. Karl Marx, Almanya’nın Trier şehrinde dünyaya gelmiştir. Karl Marx’ın ailesi hem anne tarafından hem de baba tarafından haham yetiştirmekle meşhur bir ailedir. Karl Marx’ın büyükbabası ve amcası Samuel arka arkaya Trier şehrinin hahamlığını icra etmişlerdir. Ailede haham olmayan sadece Karl Marx ve babası Heschel Marx Levi Mordechai vardır. Karl Marx bir iktisatçıdır babası Heschel Marx Levi Mordechai ise avukattır. Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engel (1820-1895) Karl Marx’ın ilk kitabı 1843’de yayınlanmış olan “Yahudi sorunu üzerine” isimli eserdir. Karl Marx ve en yakın arkadaşı Friedrich Engels, esasında eski bir fikir olan Komünizm’i detaylarıyla formüle edip tekrar dünyanın gündemine getirdiler. Komünizm’in Platon’un fikirlerine dayandırılır. Milattan sonra 5. asırda İran’da ortaya çıkan Mazdek isyanı ve 15. asırdaki Şeyh Bedrettin hadisesi tarihteki ilk Komünist hereketlerdir. Sanayi inkilabının ardından 1840’larda Avrupa’da işçi hareketleri vuku bulmuştur. İşçi bayramı da bu dönemde Avustralya’da Melbourne’de ortaya çıktı. Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünizm’i sistematize ederek tekrar ortaya attılar. Bu ideolojide din, aile, ahlak gibi mefhumlar olmayacaktı. Çünkü bu mefhumlar insanlığın evriminde zamanla oluşmuş üstyapı 2016 68 Mayıs B müesseseleriydiler ve Darwin’e göre hayvanlarla ortak bir ataya sahip olan insanın da bu tür kurum ve mefhumlara ihtiyacı yoktu. Kuzey Kore, Doğu blok ülkeleri ve güney asya ülkeleri bu ideolojinin ağına düşmüştür. Bu ülkelerde Karl Marx’ın fikirleri doğrultusunda bu ülke halklarını şekillendirmeye çalışılmıştır. Bu ülkelerin halklarının ah- 1871’deki Sedan Harbi’nde Almanlara karşı mağlub olan Fransa’da bir idare krizi ortaya çıktı ve “Paris Komünü” diye tarihe geçen hadise gerçekleşti. “Paris Komünü” hadisesinde yapılan katliamları Karl Marx hararetle desteklemiştir. lakî ve dinî duyguları törpülenmiştir. Bir başka sapkın filozof olan Sigmund Freud ise bir psikologtur. Freud Avusturyalı bir yahudi ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Ateist fikirleriyle öne çıkmıştır. Dinî inancın bir akıl hastalığı olduğunu iddia Marx ve Engels’in fikirleri onlar öldükten sonra daha da yaygınlaşmıştır. Komünizm’in ele geçirdiği ilk ülke 1917’de Rusya olmuştur. Ardından sırasıyla Çin, etmiştir. Psikoloji alanına Freud’un verdiği en büyük zarar, kendi ortaya attığı “Libido” kavramıyla olmuştur. Freud’a göre “Libido” cinsel içgüdü idi. Kendine Comte ve Darwin’i rehber alan Freud’a göre insan bire hayvan türüydü,bu yüzden insanların cinsel hayatı da aynen ormanlardaki ve bozkırlardaki hayvanların cinsel hayatı gibi olmalıydı. Yani hiçbir yasak ve kural olmadan ahlakî duygulardan arındırılmış olup hayasızca her yerde ve her zaman hayvanî bir hayat sürdürülmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Freud’a göre, insan cinsellik yaşamına sınırlar koyar ve kendini engellerse şuuraltı baskıları ile akıl hastası olacaklardı. Freud, insanlığı psikolojiyi kullanarak hayvan seviyesine indirmeye uğraşmıştır. Bunda belli ölçüde muvaffak da olmuştur. Bugün özellikle batı aleminde ahlak ne Sigmund Freud (1856-1939) Mayıs 69 yazık ki bitmiştir. 2016 Namazda Huşu İbadetlerin özü huşudur. Huşu ilile yapılmayan ibadet gerçek amacına ulaşmamış olur. Huşu; Allah’ın huzurunda olduğumuzu, yalnızca O’nu düşünmemiz dü gerektiğini, biz O’nu görmesek de Allah’ın (c.c) bizi gördüğünü hissetmektir. Peygamber Efendimiz (s.av): “Kim güzelce g abdest alır, rükûları ve secdeleri tam yaparak huşu ile vaktinde namazını kılarsa, o namaz bembeya bembeyaz, parıl parıl bir şekilde göğe yükselir ve sahibine şöyle der: “Sen beni nasıl geciktirmedin, vaktinde kılarak korudun ise Allah da seni korusun.” Kim ki güzel abdest almaz, rükûlar rükûları ve secdelerini huşu ile yapıp, vaktinde namazını eda etmezse, onun namazı da simsiyah zifiri karanlık halinde göğe çıkarak sahibine şöyle der: “Sen beni zayi ettiğin gibi Alla Allah da seni zayi etsin!” Hz. Ali: “Huşu olmayan namazda, lüzumsuz şeylerden kaçınılmayan oruçta, tertile ( Kur’ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uy uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.) riayet edilmeden yapılan yap kıraatte, günahlardan sakındırmayan amelde, cömertlik bulunmayan malda, sıkı bağlılık bu bulunmayan kardeşlikte, ihlas olmayan duada hayır yoktur.” demiştir. Hadisi şeriflerden ve Hz. Ali’nin sözünden anlaşılacağı üzere huşu ile yapılmayan ibadette hayır yoktur. Namazda huşuyu artırabilmek için; için namaz kılarken Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmeli, Kur’an’ı hüzünlenerek manasını düşünerek okumalı, namazın nama mü’minlerin miracı olduğunu düşünmeli, namaz kılarken o namazın son namazımız olduğunu düşünmeli, namazda nama yapılan hareketlerin manasını düşünmeli, namaz dışındaki vakitleri de hayır-hasenatla geçirmeye gayret etmeli. Namazda ayakta iken secde yerine, yer rükûda iken ayaklara, secdede iken burun ucuna, otururken iki elleri arasına bakmalıdır. Bu söylenilen yerlere bakıp ba ta gözler etrafa kaymazsa, namazda hûşu hali hasıl olabilir. Bak Dostum Cahil ile dost olma: İlim bilmez, irfan bilmez, bilm söz bilmez; üzülürsün. Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün. Aç gözlü ile dost olma: İkram bilmez, kural ku bilmez, doymak bilmez; üzülürsün, Görgüsüzle dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün. Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bi bilmez, gönül bilmez; üzülürsün. Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur, k kem (kötü) konuşur; üzülürsün. Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yüre yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün. — İlim bil, irfan bil, söz bil. — İkram bil, kural bil, doyum bil. — Usul bil, adap bil, sınır bil. — Yol bil, yordam bil. — Hal bil, ahval bil, gönül bil. — Çok konuş- ma, boş konuşma, kem konuşma. — Mert ol, yürekli ol. — Kimsenin umudunu kırma. Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana. Şeyh Edebali Bunları Biliyor muydunuz? Osmanlı döneminde, • Pencerenin önünde sarı çiçek varsa ‘ Bu evde hasta var. Evin önünde hatta bu sokakta gürültü yapma anlamına gelirdi. • Pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa ‘ Bu evde gelinlik çağına gelmiş, bekar kız var. Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme.’ anlamına geliyordu. • Kız istemeye gelindiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun “diz izine” ‘ bakılırdı. • Kahvenin yanında su gelirdi; şayet misafir toksa önce kahveyi alır, açsa suyu alırdı. Ona göre ya yemek sofrası hazırlanır ya meyve ikram edilirdi. • Kapıların üstünde iki tokmak olurdu. Biri kalın, biri ince. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vurur, evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı. Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu. Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya da bi mahremi ( kocası vs. ) açardı. 12345- Bilmeceler İp bağladım sıpaya, Uçtu gitti tepeye. Dünyanın en küçük bebeği kimdir? Türkiye’nin en yalancı şehri hangi şehirdir? Duruşu ömür, gözleri kömür İtfaiyeciler neden kemer takarlar? ‘U’ Harfi Karadenizlinin biri vapur acentasına gider : - Biz vapuru kaçirduk, baska vapur bulur misunuz? -Kaç kisisiniz? -Yediyuz Acenta yetkilisi bu kadar müşteriyi kaçırmamak için hemen yeni bir vapur ister. Vapur geldiğinde Karadenizli ve arkadaşları rıhtımda toplanmışlardı. Ama nedense fazla kalabalık değillerdi. Görevli sordu: -Hani yedi yüz kişiydiniz? -Doğridur, işte pir, içi, uç, dort, peş, alti, yedi. Toplam yediyuz daa. Çok sinirlenen acente yetkilisi Karadenizliyi bir güzel döver: - “Eğer, bir daha “i” yerine “u” dersen, canına okurum.” der. Aynı Karadenizli birkaç gün sonra bir bakkala gider. - “ Bana bir mim verir misin?” der. Bakkal anlayamaz tabii, birkaç kez tekrar ettirir, sonra eliyle göstermesini ister. Karadenizlinin işaretine bakınca: - “Yooo, o mim değil, onun adı mumdur.” der. - Karadenizli: “ Olsun, mim demek, dayak yemekten iyidir.” der. Su Kasidesi 7. Ârızın yâdıyle nemnâk olsa müjgânım nola Zâyi olmaz gül temannâsıyle vermek hâre su Gül isteyerek dikenine su vermek boşuna değildir, Senin yanağı nı anarak kirpiklerim ıslansa ne olur? Açıklaması: Bu beyitin manasını iyice kavramak için yanak ile gül, kirpik ile diken arasındaki benzeyiş münasebetlerini düşünmek lazımdır. Şair, bu beyitte diyor ki: Bahçıvan, gül elde etmek için nasıl onu dikenini de suluyorsa, ben de senin güle benzeyen yanağına kavuşmak için ağlıyorum. Dikene benzeyen kirpiklerimi ıslatıyorum. Şair yanak-gül, kirpik-diken arasında bir benzerlik kuruyor. Nasıl ki gül yetiştirirken dikene de su veriliyorsa ve bunda da olumsuz bir şey yoksa Senin (gül gibi) yanağını hatırladığımda kirpiklerimin ıslanmasının da bir zararı yoktur. Eğer Peygamberimizi düşündükçe ağlarsa belki de o gül gibi olan yüzünü rüyasında görebilmesi mümkün olacaktır. Temennisi budur şairin. Ârız (yanak)-gül, müjgân (kirpik)-diken, yâd-temennâ kelimelerinin iki mısrada karşılıklı kullanılmasıyla leff ü neşr sanatı yapılmıştır. 8. Gam günü etme dilî bîmârdan tîğin dirîğ Hayrdır vermek karangu gicede bîmâre su Gam gününde hastaya gönülden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme; Çünkü karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir. Açıklaması: Geceleri hastaların hastalıkları daha da şiddetlenmektedir. Halk arasında “Geceleyin hastaya su vermek sevaptır.” sözü yaygındır. Bu durumdaki bir kimseye, onu ferahlatmak için su vermek, ne kadar sevapsa şair de aynı şeyi sevgiliden istemektedir. Sevgili olan Peygamberimizdir. O’ndan mahşerde, o karanlık günde, kendisine nazar yani şefaat etmesini istemektedir. Karanlık gece olarak bir de ölüm anı düşünülmektedir. Ölüm anında bir Müslüman’ı rahatlatacak en önemli şey “kelime-i şehâdet” getirmektir. Bu da su kadar aziz bir şeydir. Şair, kılıç-su ilişkisinden de faydalanmıştır. Kılıcın keskinleştirilmesi için kılıca su vermek gerekir. Sevgilinin yaralayıcı bakışları da kılıç gibidir. Hem yaralayıcıdır hem de çektiği acılardan onu kurtaracak dermandır. Bana bir bak da beni bu azaptan kurtar, demektedir. Hastalara su vermek ifadesinde saklı olan bir başka mana da budur. Ağır hastalara su vermenin onu öldüreceği düşüncesidir. Dolayısıyla hastalığın verdiği azaptan kurtulmak isteyen hasta kendisine verilecek suyla ölümü tadacak ve acılarından kurtulacaktır.