¾ËWh¸? ™h¸? ? ¾lG ÀÍYjºA Ä›jºA A ÀnI ¿mH

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
¿mH
Bir kimse Îsâ -aleyhisselâm-’a gelerek:
“–Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir
kul, Allâh Teâlâ’ya karşı nasıl takvâ sahibi
olur?” diye sordu.
“–İşte takvâ budur.” der.( İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1988, I, 42)
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
Îsâ -aleyhisselâm-:
“–Bu kolay bir iştir: Allâh Teâlâ’yı cân
u gönülden hakkıyla seversin, O’nun rızâsı
için gücün yettiğince sâlih amellerde bulunursun, bütün Âdemoğullarına da, kendine
acır gibi şefkat ve merhamet gösterirsin!”
cevâbını verdi. Sonra da şöyle buyurdu:
Takvânın başı, küfür ve şirkten, ateşe düşmekten kaçar gibi kaçmaktır. Bunun tezâhürü de
farzları hakkıyla edâ etmek ve bütün günahlardan
sakınmaktır.
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
“–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi
sen de başkasına yapma! O zaman Allâh’a
karşı hakkıyla takvâ sâhibi olursun!” (Ahmed, ez-Zühd, s. 59)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, bir gün
Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sorar. Übey -radıyallâhu anh- da ona:
“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü
ey Ömer?” der. Hazret-i Ömer:
“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu
sefer:
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmuştur:
“Her nerede olursan ol Allâh’tan ittikâ
et ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik
yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da güzel
ahlâk ile muâmele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987)
“Ey îmân edenler! Allâh’tan, nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkup gerektiği gibi
sakının ve ancak müslümanlar olarak can
verin!” (Âl-i İmrân, 102) âyetinde emredilen
hakîkî takvâdır.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kul, mahzurlu şeylere düşme endişesiyle mahzûru olmayan bâzı şeyleri de terk
etmedikçe gerçek müttakîlerin derecesine
ulaşamaz.” buyurur. (Tirmizî, Kıyâme, 19/2451;
İbn-i Mâce, Zühd, 24)
“–Peki, ne yaptın?” diye sorar.
Hazret-i Ömer:
“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana
zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf
ettim.” cevâbını verir. Bunun üzerine Übey bin
Kâ’b -radıyallâhu anh-:
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da şu
îkazda bulunur:
“Kişi, kalbini tırmalayan, kendisini huzursuz eden şeyleri terk etmedikçe takvâ
makâmına ulaşamaz.” (Buhârî, Îmân, 1)
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 11
Sayı: 128
Mayıs
2016
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Allah Takva Sahiplerini Sever 4
Takvanın Pratiği 8
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
Nureddin YILDIZ
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Hayır Pazarı ve Kulluk Kampı: Üç Aylar 16
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Büyük Resmi Görmek mi,
Büyük Resme Takılı Kalmak mı? 19
Murat TÜRKER
Musa KARACA
GRAFİK TASARIM
Talha AKA
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Talha AKA
Gsm: 0541 580 1969
F$yatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonel$k İç$n Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Kuvettürk Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 826718 - 1
İBAN: TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Sahabe Müdafaası 20
İslam Güzellikler Dinidir… 28
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) 36
Dr. İhsan ŞENOCAK
Abdullatif ACAR
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai
Kur’an’da Nesh Meselesi II 38
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Mecelleye Duyulan İhtiyaç 47
Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR
Müşteri No: 291928
IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Kibâr-ı Kelâm (Ehlullahın Dilinden...) 50
Ubeyd FAKİRULLAH
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN:TR690001001673441655885002
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 398 94 69
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
www.burhandergisi.com
Gençliğe Dair Notlar 52
Güzel Bir Dava Adamı; Adnan Demirtürk 56
Kutlu Doğumla Oynayanlar Ve Oyalananlar 62
Emre TOPOĞLU
Ersan BİLGİN
Fatih Sultan SEMİZ
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Hz. Abdullah İbn Mes’ud (r.anh) 64
Salih AYDIN
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönder$len yazılarda ed$tör ve yayın kurulu
değ$ş$kl$k yapab$l$r. Gönder$len yazılar $ade
ed$lmez. Yazılardan kaynak göster$lerek
MilliTarih 68
Hüseyin Serkan ELÖNÜ
alıntı yapılab$l$r.
Yayınlanan reklamlardak$ ürün ve h$zmetle-
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
16
Hayır Pazarı ve Kulluk Kampı:
Üç Aylar
Prof. Dr. Ali AKPINAR
20
Sahabe Müdafaası
Dr. İhsan ŞENOCAK
28
İslam Güzellikler Dinidir…
Abdullatif ACAR
52
Gençliğe Dair Notlar
Emre TOPOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
Allah Takva Sahiplerini Sever
Takva sahibi olmak;
Rabbimizin, Efendimiz’e (sav)
ve inananlara belirttiği gibi
olmaktır: “Senin yanında hak
yola dönenlerle birlikte, sana
buyrulduğu gibi dosdoğru ol!”
(Hûd, 11/112).
2016
T
akva kelimesi sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak,
saygı göstermek, dindar
olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek”; ıstılahta
ise “dinin emir ve tavsiyelerine uyma, haram ve günahlardan kaçınma hususunda gösterilen titizlik”
anlamında bir kavramdır. Takva kelimesi Kur’an ve hadislerde bazen sözlük anlamında
bazen de “Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından
kaçınarak azabından korunma” anlamında kullanılır
4
(Uludağ, Süleyman, “Takva”,
DİA, XXXIX, 484-486). Takvalı kişiye de müttakî denmektedir. Genellikle peygamberler
ümmetlerine, “Allah’tan sakının ve bana itaat edin”
(Şuarâ 26/108, 126, 131, 144,
179) diye hitap etmişlerdir.
Kur’an, kendi kendini
tefsir eden bir kitaptır. Allah,
bazı kavramların açıklamasını Efendimiz’e (sav) bırakırken bazılarını da kendisi
yapmaktadır. Allah’ın bizzat
kendisinin açıkladığı kavramlardan birisi de “müttakî”-
Mayıs
B
dir. Müttakînin kim olduğunu Allah
Teâlâ şöyle belirtmektedir: “ElifLâm- Mim. İşte bu Kitap;
onda asla şüphe yoktur.
O, günahtan sakınanlar (müttakîler) için
bir rehberdir. Onlar
gaybe iman ederler, namaz kılarlar,
kendilerine verdiklerimizden hayra harcarlar.
Sana indirilene ve senden
önce indirilene iman ederler
ve ahirete de onlar kesin olarak inanırlar. Rableri katından
gösterilen doğru yol üzerinde olanlar ancak
onlardır ve kurtuluşa erenler de yalnızca onlardır.” (Bakara, 1/1-5).
Takva Sahiplerinin
Özellikleri
Allah Teâlâ’nın bu açıklamasına göre müttakî
olmak için birinci olarak gaybe inanmak gerekmektedir. Gayb görmediğine inanmak demektir. Müslümanın inanç esaslarından hepsi
aslında gayptır. Bu anlamda Rabbimize, meleklerine, peygamberlerine, ahiret gününe ve kaza-kader hakkında hiç bilgimiz olmadığı halde inanmaktayız. İnanç esaslarından olmak üzere
insanların en fazla üzerinde durduğu, anlamak için
gereksiz tartışmalara girdiği konu kaza ve kader konusudur. İnsanın sınırlı aklı ile kavramasının
mümkün olmadığı bu konuda tartışmaktan sakınmak gerekmektedir. Ebû Hüreyre’nin anlattığına göre Allah’ın Rasûlü, Mescid-i Nebevî’de
kader konusunda tartışan kişileri görünce yüzü o derece değişmiş ki sanki yüzünde nar tanecikleri gibi kızıllıklar çıkmış
ve onlara şöyle seslenmiştir:
“Siz bununla mı (böyle
aklınızın almayacağı konuları tartışmak üzere)
emrolundunuz
yoksa ben size bunun için
mi gönderildim? Sizden
öncekiler bu konuda (akıllarının almayacağı konularda)
tartışmaya başladıkları zaman
helak olmuşlardır. Bir daha sakın ola ki bu konuda tartışmayınız.” (Tirmizî, Kader, 1). Müslümanın ilgilendiği, tartıştığı konular ya dünyasına ya da ahiretine faydası
olması gerekir. Nitekim Allah’ın Rasûlü kıyametin
ne zaman kopacağını soran sahabiye “(Sen böyle
soruları bırak da) kıyamet için ne hazırladığını
söyle?” (Buhârî, Edeb, 95) diyerek cevap vermiştir.
Yani Allah’ın Rasûlü, pratik faydası olmayan sorularla ashabının meşgul olmasını, bunlarla vakitlerini zayi
etmemelerini istemiştir.
Birilerinin sosyal medya ve televizyonlarda
yaptığı gibi kelime kalabalığına takılmadan inanılması gerekenlere inanmak gerekmektedir. İslam’da
iman esasları altı olarak belirtilmiştir. Aslında iman
esasları Allah’a ve Rasûlü’ne hatta sadece Allah’a
inanmak olarak da sayılabilir. Çünkü Allah’a inanan
bir Mü’min doğru yoldan uzaklaşan insanları
uyarmak için peygamberler ve bunlara melekler vasıtasıyla göndereceği ilkelere (kitaplara) de inanır. Bu ilkelere uyan iyi insanların
cennete; uymayanların cehenneme gideceğine
(ahiret gününe) inanır. Bütün bunların Allah’ın
{
}
Takva kelimesi sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak,
saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek”;
ıstılahta ise “dinin emir ve tavsiyelerine uyma, haram ve
günahlardan kaçınma hususunda gösterilen titizlik” anlamında
bir kavramdır.
Mayıs
5
2016
B
Müttakî olmak için birinci olarak gaybe inanmak
gerekmektedir. Gayb görmediğine inanmak demektir.
Müslümanın inanç esaslarından hepsi aslında gayptır.
ezeldeki bilgisi dahilinde olduğuna yani kaza
ve kadere de inanır.
Allah’ın Rasûlü kendisini görmedikleri halde inananları özlediğini bildirmektedir: Ebû Hüreyre’den
rivâyet edildiğine göre, bir gün Rasûlüllah (sav) ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve “Allâh’ın selâmı
üzerinize olsun ey
mü’minler
diyârının
sâkinleri!
İnşâallâh bir gün
biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmeyi çok
isterdim.” buyurdu.
Ashâb-ı kirâm “Biz
Sen’in kardeşlerin değil miyiz, yâ Rasûlallah?” dediler. Rasûl-i
Ekrem “Sizler benim ashâbımsınız,
kardeşlerimiz ise
henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdu. Bunun
üzerine ashâb “Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler.
Efendimiz “Bir adamın alnı ve ayakları ak olan
bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi
de simsiyah olan bir at sürüsü içinde bulamaz
mı?” diye sordu. Sahâbe “Evet, bulur, ey Allâh’ın
Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurdu: “İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri
nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler.
Ben önceden gidip havuzumun başında onlara ikramda bulunmak üzere onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı
devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi
benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara
“Gelin buraya” diye nidâ edeceğim. Bana “On-
2016
lar senden sonra hallerini değiştirdiler, (Sen’in
Sünnet’ini tâkip etmeyip başka yollara saptılar, büyük
günahlar işlediler.)” denilecek. Bunun üzerine ben
de “Uzak olsunlar, uzak olsunlar” diyeceğim.”
(Müslim, Tahâret, 39; İbn Mâce, Zühd, 36).
Müttakîlerin diğer bir özelliği de namazlarını kılmaları ve
Allah’ın kendilerine verdiklerinden
h a r c a m a l a r ı d ı r.
Namaz ve zekat
İslam’ın şartlarındandır. Bir hadiste
namaz dinin direği olarak belirtilmiştir (Beyhakî,
Şüabü’l-İman,
IV,
300, hadis no: 2550).
Dolayısıyla Müslümanların olmazsa
olmazı namaz ibadetidir. Allah Teâlâ kurtuluşa erecek Mü’minlerin
özelliklerini sayarken onların namazlarını huşu içinde
(Mü’minûn, 23/2) ve devamlı kıldıklarını (Mü’minûn,
23/9; Meâric, 70/23, 34) belirtmektedir.
Takva Sahipleri
Allah’ın Veli Kullarıdır
Takva sahipleri yani müttakîler aynı zamanda Allah’ın veli kullarıdır. Rabbimiz kişinin iman ve takva
sahibi olduğunda Allah’ın dostu olduğunu ve onlar
için korku ve üzüntü olmadığını belirtmektedir: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman
etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış
6
Mayıs
B
olanlardır.” (Yunus, 10/62-63). “Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler
de. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” (Ahkaf, 46/13-14).
Müttakîler İçin
Dünyada ve Ahirette
Nimetler Hazırlanmıştır
Allah Teâlâ, müttakiler için hem dünyada hem de
ahirette nimetler hazırlamıştır. İnsanlar daha dünyada
iken takva sahibi olmanın karşılığını görmeye başlayacaklardır. Allah Teâlâ, insanlar iman eder ve takva
sahibi olurlarsa onları sevdiğini bildirmekte (Âl-i Imrân, 3/76) dünyada da onlara bol nimetler vereceğini
ilan etmektedir. “O ülkelerin insanları inansalar
ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapılarını
açardık.” (A’raf, 7/96). Yine Rabbimiz takva üzere
olan kullarına bol bol yağmur vereceğini belirtmektedir: “Eğer kullarımız hak yolda doğru yürürlerse kendilerini, denemek için bol su verirdik.”
(Cin, 72/16).
Rabbimiz, takva sahipleri için ahirette de nimetler
hazırlamıştır. İman etmek ve doğru bir hayat yaşamak
cennet nimetlerine kavuşmaya da vesiledir: “Şayet
Ehl-i kitap iman edip günahtan sakınma çabası göstermiş olsalardı, kuşkusuz biz de kötülüklerini yüzlerine vurmaz ve onları nimeti bol
cennetlere koyardık.” (Mâide, 5/65). Muttakîler
İnanç esaslarından olmak
üzere insanların en fazla üzerinde
durduğu, anlamak için gereksiz
tartışmalara girdiği konu kaza ve
kader konusudur.
için vaat edilen cennet nimetlerden bir kısmını Allah
Teâlâ şöyle belirtmektedir: “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu
şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı
değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren
şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır.
Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır.
Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan
ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar
su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?”
(Muhammed,47/15). Rabbimiz müttakîlerin cennette
ebedî kalacaklarını da belirtmektedir: “Rablerine
karşı gelmekten sakınanlara, Allah katından
bir ikram olarak, zemininden ırmaklar akan
cennetler vardır; orada temelli kalacaklardır.”
(Bakara, 2/198).
Sonuç olarak takva sahibi olmak; Rabbimizin,
Efendimiz’e (sav) ve inananlara belirttiği gibi olmaktır: “Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyrulduğu gibi dosdoğru ol!” (Hûd,
11/112). Yine takva sahibi olmak; büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlarda ısrar etmemektir.
Kişi büyük günahlar konusunda dikkatli olursa Allah
onun küçük günahlarını affedeceğini bildirmektedir:
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı örteriz ve
sizi değerli bir yere koyarız.” (Nisâ, 4/31). Yine
takva sahibi olmak; inanç ve ibadet konusunda samimi olmaktır. “Dininde samimi olursan az ibadet
de sana yeter.” Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341, hadis
no: 7844).
Selam ve dua ile…
Mayıs
7
2016
Nureddin YILDIZ
Takvanın Pratiği
Muttaki;
takva
sahibi demektir. Muttaki
kelimesi; takva ile iş yapan
demektir. Takva da Allah’tan
korkmak
anlamındadır.
Allah’ın azabından çekinmek
ve
Allah’ın
azabından
kurtaracak
işler
yapmak
d e m e k t i r.
2016
Bismillahirrahmanirrahim.
َ••ِ•َّ••ُ •ْ ‫ ُ" ً!ى ل‬#ِ •$ِ &ْ
ُ •*ِ •ْ ‫ ا‬+َ ِ•‫ َذ‬,•‫ا‬
% '‫َ)ب (َ َر‬
Elhamdüli’llahi
Rabb’il âlemin. Vessalatu
vesselamu alâ Resûlina
Muhammedin ve alâ alihi
ve sahbihi ecmaîn.
“İçinde hiçbir şüphe
bulunmayan Allah’a ait olduğu bilinen Kur’an muttakiler için yol göstericidir.”
Muttaki olmayan Kur’an okusa
Aziz Mü’min Kardeşlerim,
da Kur’an’dan kendisine bir yol
bulamaz. Kitabımız Kur’an-ı
Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Fatiha’dan sonraki ilk
suresi olan Bakara Suresi’nin
ilk ayetlerinde Allah Teâlâ
Kur’an’ın kime hitap ettiğini,
kimin Kur’an’dan istifade edebileceğini haber veren ayetle
başlamaktadır:
8
Kerim muttakilerin kılavuzudur. Muttakiler için kurtarıcıdır. Kur’an Allah’ın
kitabı olduğuna göre muttaki olanlar Allah ile konuşabilir, Allah’ı dinleyecek
kulak sahibi olabilirler.
Mayıs
B
Aziz Kardeşlerim,
Muttaki; takva sahibi demektir. Muttaki kelimesi; takva ile iş yapan demektir. Takva da Allah’tan korkmak anlamındadır. Allah’ın azabından çekinmek ve Allah’ın azabından kurtaracak işler
yapmak demektir. Muttaki Müslüman, takva sahibi
Müslüman, takvalı Müslüman da Allah’ı cennetin ve cehennemin, dünyanın, ahiretin sahibi
olarak bilen ve bunu pratikte sergileyen insan
demektir. İblis, Allah’ın cehennemini yarattığını ve
her şeye kadir olduğunu, öldüreceğini, dirilteceğini peygamberler yaratılmadan önce biliyordu. Allah’ın
büyük olduğunu, her şeyin sahibi
olduğunu bilmek iblisin de bildiği bir şeydi. Takva insan,
muttaki insan Allah’ın
en büyük olduğunu bilen insan değildir. Kendisinin en büyük olan
Allah’ın huzurunda hesap
vereceği şuuru ile hareket
eden insan muttaki insandır.
Takva bilmek değil bildiğin ile
yaşamaktır.
Aziz Kardeşlerim,
Bugün bilginin kirlilik düzeyine ulaştığı dünyada,
hatta bilginin çocuk seviyesine düştüğü bir zamanda,
bilginin tırnaktan küçük bir cihaza on binlerce kitap
şeklinde yüklenebildiği bir zamanda; biz Müslümanlar olarak Allah’ın gökleri yarattığını, babamız Âdem
aleyhisselamı yarattığını, maymundan gelmediğimizi,
peygamberlerin Allah’ın gönderdiği kulları olduğunu,
cenneti, cehennemi, sırat köprüsünü sadece biliyor
olmamız kıyamet günü Rabb’imizin huzurunda bizi
kurtarıcı bir yardımcı değildir. Çünkü iblis de biliyordu. Mekke’de Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme
kılıç kaldıranlar, işkenceyi en ağır hâliyle Bilâl’e yapanlar, Hamza’yı öldürenler, belki bugün din öğretenlerden daha fazla Resûlullah’ı tanıyorlardı. Cenneti,
cehennemi biliyorlardı, Allah’ı biliyorlardı.
•ْ •ُ ‫ َ" ْ!•َ• أ َ ْ• ُ••ُ ـ‬#َ $ْ َ!‫ْ ـ‬%‫ َو َ) َ( ُ'وا ِ&•َ• وَا‬Allah: “İçlerine sin-
diği hâlde inkar ettiler.” buyuruyor.
Bilmek, herhangi bir düzeyi göstermiyor. Bir insanın “Allah isterse gökten azap yağdırır, buna
gücü yeter” diye bilgi sahibi olması, maşallah ne
Mayıs
Müslüman adam dedirtmiyor. Çünkü Ebu Cehil de
biliyordu. İblis herkesten önce biliyordu. Babamız
Âdem aleyhisselam yaratıldığında iblis meleklerin civarında dolaşan bir âlim adamdı. Rabb’imiz bizi bildiğimizi uygulamaya davet ediyor. Bilgi stokçuluğuna
davet etmiyor. Uhud’da Allah’ın aslanları olarak toprağa şehit diye düşen mü’minler, Peygamber aleyhisselamın etrafında İslam Devleti’ni kuran ilk mücahitler bugün bir Kur’an medresesinde Kur’an ezberleyen
çocuk kadar dahi Kur’an bilmiyorlardı. Çünkü Kur’an
henüz tamamen inmemişti.
Beş, on, yirmi ayet biliyorlardı. Ama yirmi ayet ellerinden,
tırnaklarından, kılcal damarlarına kadar hareket hâline gelmişti. Bir ayeti bir dilim peynir
gibi dişliyorlar, o peynirin damarlarında kan, kemiklerinde ilik olduğu gibi aynı şekilde
okudukları ayet, öğrendikleri din
hükümleri de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden duydukları
hadisleri de kan oluyordu, hücre oluyordu, hareket oluyordu, gözlerinde fer
oluyordu. ُ*‫ ـ‬$#ِ َّ!+ُ ,ْ ‫“ دًى ل‬Kur’an muttakilerin kitabıdır” ifadesi çok Allah’ı tanıyanlar, çok ileri
derecede Peygamber’in doğumunu ölümünü bilenler
demek değildir. “Görmesem bile o beni görüyor
ya” diyerek “Allah’ın huzurunda kılıyorum” diye
namazı huşu içerinde kılanlar; muttakidirler.
Takva kelimesini izah etmeye çalışıyorum. Muttaki yani takva sahibi insan Allah’ı en büyük olarak
bilen değil en büyük Allah’ın huzurunda cılız bir insan
olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapan insan demektir. Bugünkü bilgi kirliliği, bilgi stokçuluğu, küçük
çocuklardan ihtiyarlara kadar herkesin bilmişliği, Allah katında kurtarıcı değildir. Bilakis vebali katmerleştiren, vebale vebal katan bir sıkıntı olarak belki kıyamet günü karşımıza çıkacaktır. Hepten cahil olmak
belki bir kurtarıcı özür olabilirdi. Bildiği hâlde inadına
Allah’ın Şeriat’ına aykırı yaşamak mazereti de ortadan kaldırmak olmuştur. Muttaki insanlar, Allah’ı
tanıyan ve tanıdıkları Allah’ın azabından korkarak yaşayan insanlardır.
Bugün aziz kardeşlerim, bu bilgi kirliliği, bilginin
depocu mantıkla kullanıldığı bir zamanda; Resûlullah
9
2016
B
Kur’an’la yaşayan, kaynağı Kur’an olan bir nesil
olmak demek yani takva sahibi olmak demek, pratikte
Allah’ı hatırlamak demektir. Kaza yapmadan durmayı
bilebilmek
demektir.
sallallahu aleyhi ve sellemin Ümmet’i olarak bildiklerimizin ameli ile Rabb’imizin huzurunda kurtulabileceğimizi anlıyor olmamız lazım. Çokbilmişlik, “maşallah” denilecek şey değil, bildiğinle amel etmek
“maşallah” denecek şeydir. Mus’ab bin Umeyr radıyallahu anh, Yesrib’i Medineleştirip devlet hâline
getirip Resûlullah aleyhisselatu vesselamın avucuna koyduğu zaman, ne kırk yaşını bulmuştu ne de
Kur’an’ın kırk suresi inmişti. Genç yaşta Kur’an’ın
ilk inen ayetleriyle, ilk inen sureleriyle devlet kurdu, Resûlullah’a teslim etti. Bir sene sonra yazdığı mektupta: “Yesrib senin emrindedir, gel ya
Resûlullah, hicret edebilirsin” dedi. Henüz
Kur’an’ın elli suresi bile yoktu. O Medine’yi
terk ettiğinde henüz Kur’an-ı Kerim’in ahkâm
ayetleri bile inmemişti.
Yüz on dört sureyi on dört yaşına gelmeden ezberlemiş çocukların bulunduğu evler hâlâ Resûlullah’a
teslim edilememiş evler ise; Mus’ab bin Umeyr’in
bilmeden geldiği noktaya bin kere bilmişliğimizle bile gelemediğimiz kıyamet günü yüzümüzü kızartacaktır.
Çanakkale’ye, Yemen’e ashaptan daha sonraki
çağların insanları olarak Çanakkale topraklarına,
filan yerlere, Allah’ın adını korumak, hilafeti muhafaza etmek, Ümmeti Muhammed’in
Kur’an’ını yere düşürmemek için gidenler,
âlimlerden oluşmuyordu; köylüler, kağnı arabalarına yiyecek, erzak doldurup Çanakkale
sahillerine gitmişlerdi.
Ümmeti Muhammed bilgi hamalı ümmet
değildir! Bilgi hamalı ümmeti Allah Tevrat yüklü
oldukları hâlde kafalarına göre yaşayan Yahudileri
benzeterek bize gösteriyor. “Eşeğin kitap taşıması
gibi Tevrat taşıyan adamlar” diyor Allah. Bu Yahudi ruhudur! Kitaplar dolusu, kütüphaneler dolusu
bilgi vardır; ameli kafasına göredir, zevkine göredir,
menfaatine- çıkarına göredir.
2016
Ümmeti Muhammed, Yahudi bir ümmet değildir!
Muharref Hıristiyanlığa benzer bir ümmet değildir. Bir
sure bilir o sure ile Resûlullah’a bir devlet kurar bir
ümmettir! َ•‫“ ُ" ـ ً!ى ل ْ• ُ••َّ ِ••ــ‬Muttakilerin kitabıdır bu
Kur’an.” derken muttakiler; çokbilmişler değil bildiklerini gözlerine, kulaklarına, ellerine hazmettirmişler demektir. Bilgimiz, gözümüzün
hazmettiği şey olmalıdır. Allah’ın gördüğünü,
murakabe ettiğini, sağımızdaki solumuzdaki meleklerle bizi denetlediğini bildiğimiz hâlde hâlâ gözümüz
haramdan el çekmiyorsa, kulağımız harama karşı
filtreli, sansürlü değilse, elimiz Allah’ın yasaklarına temas edebiliyorsa, ayağımız harama karşı kendisini sorunsuz, hür hissederek yürüyebiliyorsa takva, bilgimiz
dâhilinde ama uygulama alanımızda değil demektir.
İşte Tevrat’ı ezberleyip sallana sallana Tevrat okuyan
Yahudileri Kur’an-ı Kerim’de Allah “kitap taşıyan
eşekler” olarak tanıtıyor.
Aynı Kur’an’ın indiği, o ayetin bulunduğu sureyi
Mus’ab bin Umeyr Yesrib’e giderken yolda öğrenmiş ilk Cuma namazını kılmıştı. İşte bu Ümmeti Muhammed’in ince ayarıdır. İki ayet bilir ama Uhud’da
şehit olacak kadar Allah’a teslim olmuştur. “Allah
Teâlâ’nın zâtî-subûtî sıfatlarını say.” desen alimallah Uhud’un Cengâver Şehidi, Allah’ın Aslanı
Hamza ne zâtî ne subûtî sıfatlarını asla sayamazdı.
Selefi de değildi Hanefi de değildi. İlkokul mezunu da
son okul mezunu da değildi. Bir Hamza idi. “Gel.”
dedi Allah gitti. Gidiş o gidişti. Çok bilseydi belki de
“gerekli midir gereksiz midir bu savaş” diye ondan kaçmayı becerecekti. Bir tek şey biliyordu: “Allah beni çağırdıysa ben geri kalamam.” Bunu
uyguladı ve Rabb’ine “şehitlerin efendisi” olarak
gitti. Selefi değildi, Hanefi değildi, Şafi değildi, hoca
değildi, âlim değildi, okumuş değildi, okuma-yazma
belki de bilmiyordu. Cami yaptırmamıştı ama Allah’a teslim olmuş bir adamdı Hamza radıyallahu anh! Muttaki Hamza. Allah’ın istediği can
bile olsa ona tereddüt etmeden “evet” diyen
adam. Çokbilmiş değil bildiği ile amel etmiş adam.
10
Mayıs
B
Sadece Hamza değil zaten ashabın hepsi bir
Hamza, radıyallahu anhum.
Bunun için kardeşlerim, muttaki kelimesi
yani Allah’tan korkmak kelimesi; takvalı bir hayat yaşamak, böylece de Kur’an’ın konuştuğu bir nesil
olmak, Kur’an’la yaşayan, kaynağı Kur’an olan
bir nesil olmak demek yani takva sahibi olmak
demek, pratikte Allah’ı hatırlamak demektir.
Kaza yapmadan durmayı bilebilmek demektir.
Çarptıktan sonra durabilen değil çarpmadan
durabilen demektir.
Aziz Kardeşlerim,
Konumuzun anlaşılmasına yardımcı olması bakımından bir dini kavramımızı, Kur’an’ın en büyük kavramlarından birisini daha izah etmek istiyorum. Çokça duyduğumuz, muhakkak kullandığımız bir kelime
var: Zikir. Biz buna zikir yapmak diyoruz.
Kitabımız Kur’an Allah’ın lisanından bize emrediyor: “ْ•‫“ ” َ!• ْذ ُ• ُ•و•ِــ• أ ْذ ُ• ْ• ُ•ـ‬Beni zikredin ben de sizi
zikredeyim.” diyor Allah. Ne demek beni zikredin?
Allah buyuyor, beni zikredin ben de sizi zikredeyim.
Biz elimize tespihi alıp “subhanallah”, “elhamdülillah”, “Allahuekber”, “la ilahe illallah” dedik.
E biz “zikredin” deyince Allah bunu yaptık. Allah
“ben de zikredeyim” sizi diyor. Bu nasıl bir zikir
acaba? Biz “subhanallah” dedik Allah ne deyip bizi
zikredecek? Demek ki zikrin tespihi eline alıp “la ilahe illallah, subhanallah” demekten başka bir deruni bir manası daha varmış. “ْ••ُ •ْ •ُ ‫“ ” َ!• ْذ ُ• ُ•و•ِ• أ ْذ‬Siz
beni zikredin ben de zikredeyim.” Kur’an! Bakara Suresi’nde Allah’ın emri bu. Çok basit, herhangi
Çanakkale’ye,
ashaptan
daha
insanları
sonraki
olarak
Yemen’e
çağların
Çanakkale
topraklarına, filan yerlere, Allah’ın adını
korumak, hilafeti muhafaza etmek,
Ümmeti Muhammed’in Kur’an’ını yere
düşürmemek için gidenler, âlimlerden
oluşmuyordu;
köylüler,
Zikretmek; hatırlamak demektir. “•‫” َ!• ْذ ُ• ُ•و•ِــ‬
“Beni hatırlayın.” demektir. “Beni hatırlarsanız ben de sizi hatırlarım.” Elbette bir mü’minin
kıbleye dönüp namaz kılması Allah’ı zikretmesidir.
Çünkü namaz Allah’ı hatırlatıyor. Elbette bir mü’min
seccadesinin başında, arabasının koltuğunda, kadın
yemeğinin pişmesini beklerken veya filan yerde çalışırken bir Müslüman’ın elindeki tespihiyle/tespihsiz
nasıl olursa olsun “subhanallah” demesi Allah’ı zikretmek, Allah’ı hatırlamaktır. Elbette bu zikirdir. Ama
Allah “Ben de sizi zikredeyim.” diyor. Biz “subhanallah” dedik, o ne diyecek peki? Zikrin şu arka
plandaki anlamını yakalamamız lazım: “Hatırlayın
beni, hatırlayayım sizi.” Zikir bu demek. Çünkü
zikir, Allah demek kadar Allah’ı hatırlamaktır. Çünkü
hatırlamadan kimse “subhanallah” demez.
Eğer birisi hatırlamadığı Allah’ın tespihini yapıp “subhanallah” diyorsa ortada bir yanlışlık var.
Bunun için âlimlerimiz demişlerdir ki iki türlü zikir
yapılır. Birincisi; eline tespihini alıp veya almayarak Allah’ın adını andığın bir zikir yaparsın. “Subhanallah”, “la ilahe illallah”, “elhamdülillah”
dersin. Zikirdir bu ama bir zikir var ki “•‫َ!• ْذ ُ• ُ•و•ِــ‬
•ْ ‫ ”أ ْذ ُ• ْ• ُ• ـ‬odur. Hangi zikirdir o? En şık ve en kolay
ulaşacağın anda Allah’ı hatırlayıp haramdan geri
durmaktır. Allah’ı hatırlayıp haramdan el çektiğin
zaman Allah da seni cennetine hidayet edeceği kullarından biri olarak hatırlayacak demektir.
kağnı
arabalarına yiyecek, erzak doldurup
Çanakkale sahillerine gitmişlerdi.
Mayıs
bir sözlüğü açtığımızda zikretmek nedir diye bakarız,
böylece anlarız meseleyi.
Bankaların cazip kredi teklifleri karşısında yüzde
bir, yüzde iki derken onlar, cehennemin hararetinin
yüzde yedi yüz dünyadaki ateşten daha koyu olduğunu hatırlayıp: “Defolun melunlar!” diyebildiğin
11
2016
B
Kitaplarda yazan, âlimlerin kürsülerde anlattığı,
İmam
Gazali’nin
İhyası’ndan
menkıbeler
şeklinde
okuduğumuz takva var, İstanbul’un modern caddelerinde
pratik bir şekilde uygulanan takva var.
zaman ey zikreden derviş, göklere kadar başını kaldırabilirsin sen, şimdi seni Allah hatırladı. En büyük
zakir, derviş cazip kredi teklifi karşısında Allah’ı hatırladı. Haramın yumurta gibi yuvarlanıp
kapına dayandığı zaman Allah’ı hatırlayıp tekme vurabiliyorsan harama sen zikrediyorsun. İşte bu pratik
takvadır. Kitaplarda yazan, âlimlerin kürsülerde
anlattığı, İmam Gazali’nin İhyası’ndan menkıbeler şeklinde okuduğumuz takva var, İstanbul’un modern caddelerinde pratik bir şekilde
uygulanan takva var.
Mekke’de muttaki, İstanbul’da bankacı.
Mekke’de hacının ayağına basmaz, İstanbul’da
eşini çiğner. Bu, muttakilik değil keyfine göre yaşamak demektir. O zaman Mekke senin için tuzaktan
başka bir şey değil. Orada çekindiğin, korktuğun
Allah, İstanbul’da nerede? Allah sadece Mekke sokaklarında mı “Benden korkun!” buyurdu? Sadece projektör altında olanları mı melekler
izliyorlar? Karanlık yerlerde melekler görmüyor mu,
murakabe etmiyor mu?
Muttaki yani Allah’tan korkan insan yirmi dört
saat devresi açık insan demektir. Sistemi yirmi dört
saat açık, elektrik şalteri kapanmamış insan demektir.
Nasıl Müslüman abdest alıp namaz kılar ama su
bulamayınca teyemmüm yapar, ayakta kılamayınca oturarak kılar, oturamazsa yatar, yatamazsa ima eder ama namazı bırakmaz muhakkak bir çare üretir; Allah’ın haramlarına karşı
da Müslüman’ın takvası pratik bir takvadır.
Yahudilerin hahamları gibi: “Musa’dan sonra
işler zorlaştı. Bildiğimiz gibi yapın hahamların
ihtiyacını da karşılayın.” demez Müslüman. Bütün dünyanın sahibi olsa Müslüman, bir kuruş zekâtını kaçırmaz. Ömrü bin yıl olsa dokuz yüzüncü senesindeki takvası, sekiz yüzüncü senesinden yüz sene
daha yükselmiş demektir. Git gide laçkalaşan Müslümanlık değil git gide Allah’a yaklaşan Müslümanlık;
takva Müslümanlıktır.
Düğün gününe kadar Allah, peygamber, zikir
hatırlayıp düğün günü bir günlüğüne şalteri kapatan
Müslüman değil “Asıl Allah’ın imtihan günü, bugündür.” diyen Müslüman’dır. Köyde tarla gibi bir
evde, gecekonduda, çamurdan bir evde otururken
huzurlu olduğu hâlde sırf büyük şehirde yer bulmuş
olabilmek için yahut da çocuklarından birisi ilerde
evlenir ihtimaliyle krediye –harama- bulaşıp ev alma
durumu söz konusu olunca bir seferliğine bir kılıf bulup faize selam veren Müslüman değil “bu nefes bu
burundan alınıp verildiği sürece Allah bana
faiz vermesin” diye nefesi, nabzı duran Müslüman,
takva Müslüman’dır. “‫ ” ُ! ـ ً•ى ِ ّل ْ• ُ••َّ ِّ•ــ• ن‬İşte budur!
Kur’an’ın yüreklerini fokur fokur kaynattığı mü’min
nesil, bu nesildir.
Bulduğu her fırsatı delip geçen değil fırsatları
tepip geçen Müslüman; muttaki Müslüman’dır. Takva olmak, tövbe etmek için Mekke’ye hacca
gitmeyi beklemez. Mekke onun yüreğindedir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kabrini görmesi gerekmez. Çünkü o sünnet olan
her şeyi bağrına basmış, gözüne sürme olarak
sürmüştür.
2016
12
Mayıs
B
Müslümanlar, takva insandırlar. Takva demek; şeytanın ataklarına karşı teyakkuz hâlinde
olan mü’min olmak demektir. Şeytanın oyununu
şeytandan yirmi sene sonra anlayan insan, hiçbir şekilde takva olduğunu iddia edemez ki. Rabb’imiz, bizi
ciddi bir şekilde düşünelim diye bizden önceki nesiller
üzerinden örneklendirdi. Peygamber aleyhisselam
Efendimiz de farklı açılardan bize dikkatli olmamız gerektiğini hatırlattı.
Kardeşlerim,
Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem
buyuruyor ki: “Benim gelecekte sizin adınıza
korktuğum en büyük şey; şehvetlerinize karşı
kendinizi zapt edemeyişimizdir.” Çok iyi Müslüman, yeter ki acıkmasın. Haram asla yemez, acıkıncaya kadar. Acıkınca dayanamıyor yok domuz yemez,
alkol almaz. Düğünde ikram edilince alıyor, kendisi
sabah kalkınca dolaptan alıp içmiyor. Bu, Allah’ın
kaldırdığı: “Bu din, benim dinim değildir.” dediği
nesih edilmiş dinlere bağlı olanların kültürüdür.
Muttaki insanlar haramı, gözüne batan çivi gibi
sürekli bir tehdit unsuru olarak görür ve şehvetlerini
zapt eder. “Acıkınca haram yiyor yoksa yemez.”
değil çünkü Sevgili Peygamber aleyhisselam Efendimiz ne buyurmuştu: “Şehvetlerinize esir olmanız
kadar korktuğum bir şey yoktur sizin için.” deyip üç noktayı tespit etmiş. Bu üç nokta bizim pratik
Müslümanlığımızın, pratik takvamızın, Allah’tan korkan insan olduğumuzun göstergesidir.
Biz kendimizi, evimizdeki çocuklarımızı, ailemizi,
yöneticisi olduğumuz yeri, işlettiğimiz bakkalı-mana-
Mekke’de muttaki, İstanbul’da
bankacı.
ayağına
Mekke’de
basmaz,
hacının
İstanbul’da
eşini çiğner. Bu, muttakilik değil
keyfine göre yaşamak demektir. O
zaman Mekke senin için tuzaktan
başka bir şey değil.
Mayıs
vı her neyse İslam namına, Müslümanlık namına test
edebiliriz. “Ne kadar Müslüman’ım?” diyebiliriz.
Bir damla kan alıp laboratuara götürdüğümüz gibi bir
günlük eylemlerimizle bir ömrümüzün nereye doğru
aktığını izleyebiliriz.
Peygamber aleyhisselam Efendimiz: “Üç şeyin bizim kontrolümüzün dışına taşmasından
korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmadığını.”
söylüyor. Birincisi: “Midelerinize esir olmanızdan
korkuyorum.” buyuruyor Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem.
Mideye esir olmak ne demek? Ölçüsüz, kontrolsüz, sınırsız yiyip içmek demek. Acıktıkça değil gördükçe yemek demek. Doydukça kalkmak değil yorulunca kalkmak demek. Mide esirliği! “Paketli olsun,
toprak olsun.” deyip yemek demek. Bu çağın getirdiği yemek kültürü, mide esareti neyse Sevgili Peygamber’im sallallahu aleyhi ve sellem bundan ürkmüş
demek ki ve “Bundan korktuğum kadar bir şeyden korkmuyorum.” buyurmuş. Bu bir.
İkincisi: “Cinsel şehvetinize esir olmanızdan
korkuyorum.” buyurmuş Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem. Ne demek cinsel şehvetimize esir olmamız? Bir Müslüman’ın haram ölçülerini eş bulma uğruna veya şehvetini giderme uğruna yok sayabilmesi
demektir. İşte Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimiz, bize bu korkudan bahsediyor. İkinci korkusu!
Kardeşlerim,
Burada çok önemli bir hususu işaret etmek istiyorum: Allah’ın kitabı; asla Yusuf’un kuyuya atılışını,
kardeşleri tarafından ihanete uğratılışını anlatan bir
kitap değildir. Yusuf’u ders yapan bir kitaptır. Yusuf,
ders demektir. Yusuf, Ümmeti Muhammed’in nelere
dikkat etmesi gerektiğini anlatan kılavuz demektir. Yusuf’a Züleyha: “Ya benim dediğimi yaparsın ya
da seni zindana attırırım.” dediği zaman Yusuf
zindan tehdidi ile karşılaşınca Yusuf’un pratik takvası,
muttakiliği anında devreye girdi. Kaza yapmadan tavُ ّ ‫ ُ* أ َ َ)ـ‬+ْ ‫ـ‬, ‫َر ب ال‬
َّ ‫ـ( ِإ•َـ‬
rını koydu. Ne dedi? •ِ ‫"ُ!•َ ِ•ــ• ِإ•َ ْ•ـ‬#ْ َ$ %‫ـ• ِ' َّ&ــ‬
“Rabb’im bunların bana teklif ettiği şeydense zindanı tercih ettim” dedi. Pratik Müslümanlık, pratik takva budur. “Yahu şöyle olsaydı
13
2016
B
Müslüman abdest alıp namaz kılar ama su bulamayınca
teyemmüm
yapar,
ayakta
kılamayınca
oturarak
kılar,
oturamazsa yatar, yatamazsa ima eder ama namazı bırakmaz
muhakkak bir çare üretir; Allah’ın haramlarına karşı da
Müslüman’ın takvası pratik bir takvadır.
böyle olsaydı” diye bir düelloya girmek yoktur.
“Yapma etme” diye tartışma da yok. “Ya zindan
ya da ben” diyen Züleyha’ya karşı Züleyha’yı elinin
tersi ile itip ona “yok” bile demeden Rabb’ine dönüp
“hapishane, zindan Rabb’im, bu değil” dedi.
Tekrar ediyorum: Kur’an Yusuf Suresi’nin 32 ve
33. ayetinde Yusuf aleyhisselamın bu hassasiyetini,
pratik takvasını, Allah’ı saniyeler içinde hatırlayıp gerekeni yapan şuurunu, peygamber terbiyesi görmüş
bir çocuk olduğunu, emdiği sütün peygamber yuvasından emilmiş berrak bir süt olduğunu Züleyha’ya
cevap bile vermeyerek gösterdi. Normalde “deli misin be kadın Allah’tan kork, defol ayaklarımın
altına alırım seni” demesi gerekiyordu. Öyle ya
haramı teklif edene şöyle bir tokat vur hiç olmasın.
“Yok” de, “protesto et” Yusuf’un buna vakti yoktur.
Ümmet’inin gelecekteki üç riskinden söz ederken;
karın, mide ezikliği yaşayan midesine esir olmuş insanların bu Ümmet’in içinde olmasından korktuğunu
söylemişti. Ve şehvetlerine esir düşen Müslümanlardan korktuğunu söylemişti.
Aziz Kardeşlerim,
َ •ْ ‫ا••ـ‬
َّ َ•‫ـ" !ــ‬
ٌ ‫ـ‬#ِ •َ$ %ْ &ُ ‫ــ•َ ا*َّ َ)ــ( ْا ِإ َذا ! ََّ'ـ‬+,ِ َ•ّ ‫ا‬
‫•ن‬
ِ •
Üçüncü olarak da buyuruyor ki: “Sizin için
fikri saldırılarda beyinlerin karışmasından korkuyorum.” buyurmuştu. Bin dört yüz senedir “kaderi Allah yazdı” dedirttiği hâlde bütün mü’minlere Kur’an ve Sünnet, “olmasa kader olmaz mı”
dalgasına kapılıp gitmek Peygamber aleyhisselamın
on dört asır önce korkup ürktüğü şeymiş demek ki.
Demek ki Peygamberim sallallahu aleyhi ve sellem,
Allah insan öldürmeyi yüzde yüz kıyamete kadar haram ettiği hâlde tavuk öldürür gibi insan öldürmekten
bir de bunu Müslümanlık adına yapmaktan bir de
bundan sevap umacak kadar cüretli, rezil bir anlayışı
İslam kelimesinin yanına yazıvermekten asırlar önce
ürkmüş. Neden ürkmüş? Neden bunu bize haber
vermiş? Dikkat edelim, hazır olalım diye. Nerelerde
elektrik sistemimizin hemen devreye girmesi gerektiğini anlayalım diye.
“Şeytandan bir saldırıya uğradığında takva mü’minler ‫و ْا‬-ُ ‫ ـ‬.َّ ,َ َ* hemen zikrederler.” Tespihi
eline alırlar değil tespihi eline almaktan söz etmiyor.
‫و َن‬-ُ ‫ ـ‬/ْ
ِ 0!ُ ّ %‫ــ‬1ُ ‫ َذا‬2ِ ‫ ـ‬3َ ‫و ْا‬-ُ ‫ ـ‬.َّ ,َ َ* “Hemen hatırlarlar ve ufukta
kaynayan cehennemi hemen görürler.” Mü’min
budur. Acile gitmeden acil duruma geçebilen insan
mü’min insandır; takva insandır, muttaki şahsiyettir.
Pratik olmayan, oyalayan dindara dönüşür. Kazadan
sonra fren pedalını aramanın zaten gereği yok. İster
fren pedalı olsun ister olmasın, bir kere kaza oldu.
Muttaki, takva yani Kur’an’la konuşan, Kur’an’ın elinde, gözünde şekil aldığı mü’min. Allah’ı hatırlayıp
günlük hayatında gerekeni yapmaya hazır mü’min
demektir. Sevgili Peygamber aleyhisselam Efendimiz
Demek ki kardeşlerim, midemiz, cinsel şehvetimiz ve beyin trafiğimiz yirmi dört saat takva denetimimiz altında olması gerekir. Midemize haram
girdiğinde, şehvetimiz haram kontrol alanları dışına taştığında beynimizdeki imanımız, ibadetimiz ve
idrakimiz çalkantıya tabi tutulduğunda Allah, iman,
cennet, cehennem, sırat Züleyha’yı tokatlamadan
devreye girerse ‫ ن‬4‫َّ ِّ)ــ‬56ُ •ْ ‫ى ِ ّل‬7ً ‫ ـ‬1ُ kadrosundayız demektir. Züleyha ile tartışmadan: “zindanı tercih ettim
Rabb’im, zindan benim olsun haram yanımda
olmasın” diyen mutakkidir. Böyle kulları Kur’an ile
yaşıyorlar demektir. Yuvarlandıktan sonra değil ayağı
kaymadan çamuru ve kaypaklığı hisseden duygusal
ayak sahibi olmak gerekiyor demek ki. Beyin fırtına-
Takva, muttakilik o kadar pratik ve seri, hızlı ki o
cümlesini bitirmeden “Rabb’im tercihim zindandır, bu haram değildir” dedi. Kitabımız Kur’an ders
kitabıdır. Rabb’imiz ders veriyor. Muttaki kullarından
bahsederken Allah Araf Suresi’nin 201. ayetinde: ‫ِإ َّن‬
2016
14
Mayıs
B
larına karşı, imanımıza ait değerlerin alabora edilme
hamlelerine karşı saatlerce televizyon ekranları önünde saldırıları izledikten sonra: “bu adamlar yalan
konuşuyor be, bunlar Kur’an düşmanı” demek
pratik takvadan uzak kalmak demektir.
Bu Ümmet’in imanı ve akidesi tartışma konusu
yapıldığında cümle bitmeden elinin tersiyle Züleyha’yı meclisten kovabilenler, zindan pahasına da olsa
dik durmayı becerebilenler, “Allah’tan yana olalım
zindanlarda ya da mezarlarda olalım yeter ki
Allah ile beraber olalım” diyebilenler muttaki insanlardırlar. Kur’an da onların kitabıdır. •‫ِّإ َّن ّ"ِ ْ! ُ••َّ ِّ•ــ• ن •ــ‬
‫“ ازًا‬Cennet diye muştulanan yer muttakilerindir.” Muttakiler, ellerine tespih almadan da Allah’ın
azabını gözünün önünde her saniye görebilecek kadar
imanları pratik olan, takvaları pratik olan insanlardırlar. İş işten geçtikten sonra değil iş işlerken devreye
giren iman, Allah korkusu çok önemlidir. Takvamız
pratik olmalıdır. Anında devreye girmelidir. “Ya ben
ya da zindan Yusuf” derken Züleyha ne cevap verecek diye beklemeye fırsat bırakmadan Züleyha’ya,
kıbleye dönüp: “o değil sen Rabb’im” diyebilen
insanlar Allah’ın bu Ümmeti Muhammed’in cenneti
için hazırlanmış örnek kulları olarak yaşıyorlar. Çocuklarına taviz üstüne taviz eğitimi veren, Müslümanlığını gizlemek için nasıl alavere dalavere yapması gerektiğini çocuğuna bir faziletmiş gibi öğretenler yerine
“zindan olsun sen benimle ol Rabb’im” diyen
anneler, babalar olmak zorundayız. “Bütün dünyayı, bütün insanlığı karşına almaya hazır ol İbni
Abbas” diyen Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi
ne zaman hatırladıysak o zaman muttaki olduk, takva
olduk demektir.
Takva olmak, tövbe etmek için
Mekke’ye hacca gitmeyi beklemez.
Mekke
onun
yüreğindedir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin kabrini görmesi gerekmez.
Çünkü o sünnet olan her şeyi
bağrına basmış, gözüne sürme
olarak sürmüştür.
Aziz Kardeşlerim,
Takva hayatı, muttakilik; yaşlanmış, saçı başı
ağarmış, hacca gitmiş, bir tarikata girmiş, hafız olmuş
insanların hayatı değildir. İslam’ın aristokratik kadroları yoktur. Biz Bilal ile Ebubekir’in, Ebubekir’le
Muhammed aleyhisselamın aynı safta namaz
kıldığı bir diniz. Bizde dini lüks yaşayan, ekonomik
yaşayan, geri kalmış olarak yaşayan yoktur. Cennet
herkesin cennetidir, cennet koltukları aynı numaradadır. Dünyada herkes muttaki olmak zorundadır. Allah’tan korkmayı pratik yaşamak zorundayız.
İş işten geçtikten sonra, melekler defterlerimizi karaladıktan sonra Allah’ın en büyük olduğunu hatırlamak,
cehennemin alevlerini gözümüzde tüttürdüğümüzü
hissetmek sadece aldanıştır, bir tuzaktır. Müslüman
yirmi dört saat Allah’ın murakabesi altında
olduğunu bilir. Yatak odasında en zevkli dakikalarını yaşar ama Allah’ı uzakta bilmez. Mescitte Rabb’i ile baş başa namaz kılar. Zekât
verirken Allah onunladır, oruç tutarken iftar
anında Allah onunladır. Bankanın kapısında da
Allah’ın gözleri onun üzerindedir. Kız, erkek selamlaşıp bir arada harama doğru adım atarken de
Allah’ın gözleri onun gözü üzerinde, eli, ayağı
üzerinde demektir. Bizde takva; İslam’ın zengin
kadrolarının oturduğu villa semtinin adı değildir. Ebubekir’in, Bilal’in, Üsame’nin ve bütün
“Muhammedun resûlullah” diyen herkesin ortak
karakteri takva olmaktır, muttaki olmaktır. Allah’tan
korktuğu için de Kur’an adamı olarak yaşamaktır. Bunun dışındaki yollar lüzumsuz dolambaçlarda yürüyüp gitmek demektir.
Velhamdülillahi Rabb’il âlemin.
Mayıs
15
2016
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Hayır Pazarı ve Kulluk Kampı:
Üç Aylar
Allahım!
Receb
ve Şaban aylarını
bizim
hakkımızda bereketli kıl ve
bizleri Ramazan’a eriştir!
(Allahümme bârik lenâ fî
Recebe ve Şabân ve belliğnâ
Ramazân)
Z
aman, Yüce Allah’ın
üzerimizdeki en büyük
nimetlerinden
biridir. Zaman, Allah’ın bize
emanetidir. Tüm emanetler
gibi, bu büyük emaneti de yerli yerince kullanıp kullanmadığımızdan hesaba çekileceğiz.
Zamanın asıl sahibi Yüce
Allah’tır. Bu yüzden zamanı, onun asıl sahibinin istekleri doğrultusunda kullanmak zorundayız.
İslam büyükleri, Allah
yolunda geçirilmeyen senelerini ömürlerinden saymamışlardır. Çünkü O’nun
2016
16
yolunda geçirilmeyen her an
israftır, boşa gitmiştir.
Bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurur: “Her
yeni gün ve gece şöyle seslenir: Ey insan oğlu! Ben
yeni bir ânım. Yaptığın işler konusunda ben sana
şahidim. O halde beni hayır işleyerek iyi değerlendir ki senin lehine tanıklık
yapabileyim. Zira ben bir
daha geri gelmeyeceğim.”
Esefle söyleyelim ki günümüz insanı, zaman katili haline
gelmiştir. Boş vakit harcama,
Mayıs
B
vakit öldürme, zamanın günah ve isyanlarla geçirme
onun adeti olmuştur. Oysa Yüce Allah Kur’ân’da bir
sureye ‘Dehr’ (zaman) adını vermiş, bir başka surede ise ‘Asr’a yemin ederek zamanın önemine dikkatlerimizi çekmiştir. Ayrıca pek çok ayette sene, ay,
gün, gündüz, gece, şafak, sabah, kuşluk, öğle, ikindi,
akşam, yatsı gibi zamanın dilimlerinden bahsedilmiştir. Peygamberimiz “Zamana sövmeyiniz, çünkü
onun sahibi Allah’tır” buyurarak zamanı kötülemenin yanlış olduğuna dikkatlerimizi çeker. İmam
Şafi de şöyle der: “Bütün ayıplar
bizde olduğu halde, hep zamanı
ayıplarız, zaman kötü/bozuk
diye zamana ve dolayısıyla
onun sahibine hicivler düzeriz. Zaman dile gelse
kim bilir bizim için neler söyle?. Bir kurt bile
kendi cinsini yemezken, biz insanlar birbirimizi yer, sonra da suçu
zamana atarız.!”
Zaman ve mekanlar büyük
nimetler ve bizdeki ilahî emanetlerdir. Onlar bizim şahitlerimizdir.
Onlar bizim fırsatlarımızdır. Bu yüzden tüm zamanları biz iyi değerlendirmek, dolu dolu geçirmekle
yükümlüyüz. Biz hayırlı bir işte yorulduğumuzda, hayırlı başka bir işte dinlenmeliyiz. Kur’ân bize şu ilkeyi
öğütler: “Bir işten boşalınca hemen başka bir
işe giriş. Yalnızca Rabbine yönel, O’nunla asla
irtibatı kesme.” (İnşirah 7-8) Müslüman dinlenirken bile, din’lenen kişidir.
Aslında bütün zamanlar önemli ve değerlidir. Ancak bazı zamanlar daha önemli olabilmektedir. Hayatımızda bile hiç unutamadığımız, bizim için
ayrı bir yeri olan zamanlar vardır. Doğduğumuz
gün, düğün günümüz, okula başladığımız gün, diplomayı-ehliyeti aldığımız gün gibi. Nuh tufanı, Hz.
Musa’nın Firavun’dan kurtuluşu, Fil Vakası,
Hicret, İstanbul’un fethi gibi günler insanlığın
tarihinde dönüm noktalarıdır. Nitekim Kur’ân’da
Hz. Yahya ve Hz. İsa’nın doğum günleri özellikle anılarak bu günlerin önemine dikkat çekilmiştir.
“Doğduğum günde, öldüğüm günde ve dirileceğim günde bana selam olsun!”(Meryem 15,
33) Pazartesi oruçlarına devam eden Peygam-
Mayıs
berimize özellikle bu günde oruç tutmasının hikmeti
sorulunca o şöyle cevap vermiştir: “Çünkü ben o
gün doğdum ve bana Kur’ân o günde inmeye
başladı.”
Kur’ân ayların sayısının on iki olduğunu söyler
ve bunlardan dördünün haram ay olduğuna dikkat
çeker. Yine Kur’ân’da Ramazan ayının ismi,
Kur’ân’ın indirildiği ay olarak açıkça geçer.
Kur’ân ayı olan Ramazan, aynı zamanda oruç ayıdır.
Kur’ân takvalılara hidayet rehberi,
oruç ise takvaya erdiren bir ibadettir. Burada oruç ve Ramazan ayı
takva aracı olmada birleşmektedirler. Bu nedenle bütün aylar
önemli ve değerlidir, ama Ramazan ayı daha önemlidir.
İşte üç aylar dediğimiz Receb, Şaban ve
Ramazan ayları, içerisinde
meydana gelmiş tarihi olaylar
ve bu aylarda yapılması gereken
çeşitli ibadetler sebebiyle diğer
ayların önüne geçmiştir. Bu aylar,
ibadet çarpanı daha fazla olan aylardır.
Yüce Yaratıcı, yaramazlık yapan kullarına bu
ayları tevbe, zikir, dua ve ibadet fırsatı olarak
tanımıştır. Bu, diğer aylarda tevbe yapılmaz, ibadet
edilmez anlamına gelmez. Ama “ey gafil insan, hiç
olmazsa bu aylarda kendine gel, aslına dön!”
şeklinde bir yönlendirme sebebidir. Peygamberimiz
“Receb Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır” diyerek böyle bir
yönlendirme yapmıştır. Buna göre Müslüman, Receb de Allah’ın yanındaki durumunu gözden
geçirecek, Şaban’da peygamberimize karşı
tavrını ele alacak ve Ramazan’da ümmet olduğunun bilincinde kendine gelecektir. Yahut
Receb Allah ile, Şaban Peygamber ile, Ramazn
Kur’ân ile tanışma/tanışmaya başlama zamanı
olacaktır. Bu durumda Receb ve Şaban, Kur’ân
ayı Ramazan’a hazırlanma fırsatı olacak; ama
üçü birden diğer aylara ve Yüce Yaratıcının huzuruna
çıkacağımız âna hazırlanma fırsatı olacaktır.
Bugün Kızılay Haftası, Trafik Haftası, Anneler-Babalar günü gibi belirli hafta ve günler kutlanmaktadır. Nasıl ki bunun anlamı yalnızca bir hafta
17
2016
B
trafik kurallarına uymalıyız anlamına gelmiyorsa; yahut sadece bir gün anne-babamızı hatırlayıp onların
gönlünü almalıyız demek değilse; tıpkı bunun gibi üç
aylar da kulluğumuzu gözden geçirme ve diğer
aylara daha iyi hazırlanma fırsatları olarak değerlendirilmelidir.
Ayrıca ibadetlerin sevap çarpanın arttığı bu
aylar, bir takım eksikliklerimizin giderilmesi
için de birer fırsattırlar. Sözgelimi kaza-keffaret
orucu borcu olanlar için Recep ve Şaban ayı
iyi birer fırsattır. Kur’ân okumasını bilmeyenler için, onu öğrenme fırsatıdır. Malî hesapların
yapılıp zekat-sadaka ve diğer hayır hasenatların yapılma fırsatlarıdır. Kötü alışkanlıklardan
kurtulma fırsatlardır. Kendimizle, akrabalarımızla ve tüm insanlarla barışma fırsatıdır. Bir
yenilenme ve kendine gelme aylarıdır.
Receb ayının ilk Cuma gecesi Regâib Gecesi; Receb’in 27. gecesi Mi’râc Gecesi; Şaban
ayının on beşinci gecesi Berat Gecesi; Ramazan’ın 27. gecesi Kadir gecesi olarak bilinir.
Ama aslında bu ayların bütün gün ve geceleri
mübarektir. İnsanlar her geceyi Kadir olabilir
diye değerlendirsinler için mesela Kadir Gecesi’nin zamanı tam olarak belirlenmemiştir.
Onun senenin her gecesi olabileceği gibi, Ramazan’ın son on gecesinden biri olacağı da söylenmiştir. Dilimizde Her geceyi kadir, her geleni
Hızır bil sözü meşhurdur. Peygamberimizde gelen
bir rivayete göre de 27. gecenin Kadir gecesi olma
ihtimalinin yüksek olduğu belirtilmiştir. Unutulmama-
sı gereken bir ânı mübarek/bereketli yapan, onda yapacağımız güzelliklerdir. İbadetle geçirdiğimiz her
ân bizim için bereketli, günahla geçirdiğimiz
zamanlar ise Kadir gecesi bile olsa bizim için
kayıp ânlarıdır.
Geceyi ihya etmek, onu diriltmek demektir. Buna
göre herhangi bir gün yahut gece, Allah’a ibadet ve
tatla geçirilirse diriltilmiş, gerçek anlamda yaşatılmış;
eğer isyan ve günahla geçirilmişse katledilmiş demektir. Buna göre gece yahut gündüzü ihyâ, onu
günahsız geçirmektir, onda yapılması gereken
temel görevleri yerine getirmek demektir. Bu
beş vakit namaz olabilir, helalinden rızık kazanma
olabilir, ziyaret olabilir, dini öğrenme olabilir, Kur’ân
okuma olabilir, tevbe ve dua olabilir, diğer herhangi
bir ibadeti yerine getirme olabilir. Zaten biz ibadeti,
Müslümanın müslümanca yaptığı her harekettir diye
anlıyoruz. Örneğin beş vakit namazı kılmadığı halde
sadece mübarek gecelerde namaz kılma eksik bir anlayışın sonucudur. Çünkü Müslümanlık mevsimlik
bir elbise gibi, belirli gün ve gecelerde giyilen
bir şey değildir. Kur’ân’da Rabbimiz “Sana ölüm
gelene kadar sen Rabbine kulluk et/ibadet et”
(Hıcr 99) buyurur.
Genel olarak bunlara dikkat edildikten sonra
elbette içerisinde bulunulan gün ve gecenin özel durumları da göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin
Regaib gecesinde ibadete biraz daha fazla rağbet etmek, geçirilen ayların muhasebesini yapmak, mübarek aylara dua ve niyazlarla hazırlanmak son derece güzeldir. Mirâc gecesinde
Hz. Peygamberi tanımak, Onun İsrâ ve Mirâc
mucizelerini anlamaya çalışmak, Müslümanın
miracı olan namaz ibadetini layıkıyla tanımak
ve yaşamak son derece anlamlıdır. Ramazan’a
bir adım kala Berat gecesinde, tevbe ve istiğfara yönelip Cennet Beratinin almak için göz
yaşı dökmek ne kadar manidardır. Kadir gecesinde, Kur’ân adamı olmak elbette o geceye
yaraşan bir güzelliktir.
Sözümüzü Peygamberimizin bu mübarek aylarda
okuduğu şu duasıyla bitirelim: Allahım! Receb ve
Şaban aylarını bizim hakkımızda bereketli kıl
ve bizleri Ramazan’a eriştir! (Allahümme bârik
lenâ fî Recebe ve Şabân ve belliğnâ Ramazân)
2016
18
Mayıs
Murat TÜRKER
Büyük Resmi Görmek mi,
Büyük Resme Takılı Kalmak mı?
Siyasî ve sosyal zemin hareketlendikçe gerek politik cenahtan gerek kanaat önderi pozisyonunda fikirlerini aktaran kesimden daha sık duyar olduğumuz bir
terkip var: “Büyük resmi görmek”…
Gruplar ve oluşumlar kendi safında daha kararlı
durmaya ve karşıtlıklar ivme kazanmaya başladığında, söz konusu ifade kalıbının çok fazla d uyulur hale
geldiği de görülüyor.
Ve o küçük resim karesine yansır o tekil hayatın
sevinçleri, hüzünleri, sevgileri, buruklukları, heyecanları, hayalleri…
Herkesin küçük resmi, kendisi için kocaman bir resimdir…
Büyük resme dalanlar, ya o küçük resimleri görmemeye başlarsa…
Son zamanlarda bu konu üzerine yazılar
da yazıldı.
Ya büyük resim, küçük resimleri görüş alanının
dışına iterse…
Büyük resmi görmek, gözümüzün önünde cereyan eden günlük olayların göze çarpmayan ve arka
planda söz konusu olaylara yön veren daha büyük
boyutları olduğu tezinden hareketle, bu boyutlardan
haberdar olmayı ihsâs ediyor.
Dini, ideolojiyi, davayı, ülkeyi, vatanı, milleti kurtaracağım düşüncesiyle gözlerini büyük resme dikenler, küçük resimleri önemsiz
ve gözden çıkarılabilir addetmeye koyulursa…
‘Hadiseler sizin gördüğünüz kadar basit
değil… Perde ardında çok girift ve çapraşık
bir ilişkiler ağı var’ düşüncesinin veciz ifade şekli
yani…
Elbette gerekli, bilhassa idareciler için gafil kalınmaması elzem bir bakış açısı bu…
Bizim değinmek istediğimiz ve başkalarınca da
bir şekilde dile getirildiğine şahit olduğumuz husus ise,
büyük resmi görme düşüncesinin bir saplantı
haline gelmesi ve bu odaklanmanın bizi ‘küçük
resimler’e duyarsız hâle getirmesi riskidir.
‘Büyük resmi görmek’ ile ‘büyük resme takılı kalmak’ arasında kayda değer bir fark var çünkü…
Her ne kadar dünya işlerini tedvirde işbu büyük
resmin kareleri öne çıksa da, dünya tarihi, büyük
resmin buz gibi soğuk gerçekliğine dalan ve oradan
çıkamayan çoklarının, bir insan tekinin hayatının yansıması olan küçük resmi ıskaladıklarını gösteriyor.
Küçük resim deyip geçilmesin, her resim
bir hayatın izdüşümüdür. Yaşanmış ve yaşanmakta olan gerçek bir hayatın…
Mayıs
Hayat albümümüz sadece büyük resimle dolar
da, orada küçük resimlere hiç yer kalmazsa…
Siyasetin, ciddiyetin, reel politiğin, kaskatı hesapların temsilcisi olan büyük resim, hayatın, yaşama
sevincinin, umudun, özlemin yansıması olan küçük
resimleri tozlu raflara mahkûm ederse…
Nice olur halimiz?
Oysa müslümanca yürekler taşımalıyız
biz... Hakkı, adaleti, bireyin hukukunu paranteze almayan, büyük resim uğruna küçük resimleri feda etmeye yanaşmayan bir duyarlılığın taşıyıcısı olan kocaman yürekler bulunmalı
sinelerimizde…
Herkes büyük resme odaklanmışken, koca koca
hesapların peşindeyken, bir çırpıda harcanamayacak
küçük resimlere biz sahip çıkmazsak, kim sahip çıkar
Allah aşkına?
Bir de şunu düşünmeli: Söz konusu olan
küçük resim, bizim küçük resmimiz olsa, yine
de gözümüzü kırpmadan yırtabilir miyiz onu
büyük resim için?
19
2016
Dr. İhsan ŞENOCAK
Sahabe Müdafaası
Hz. Ömer’le alakalı
ise Allah Rasülü (s.a.v.); “Eğer
benden sonra Peygamber
olsaydı muhakkak Ömer b.
Hattab olurdu.”[11] buyuruyor.
İlki Kur’an’ın ifadesi ikincisi
ise sahih bir hadis.
2016
Mekke-Fetih
Bir pazartesi gecesiydi. Fatih’in çevresinde Haliç’e bakan
bir evde dört köşesi kitaplarla dolu bir odada “Usul-u Fıkh”
okuyorduk. Aslında başka dersler de vardı okuduklarımız arasında. Fakat bahse konu olan zamanda, rahlelerin üzerinde sadece
“Usul” kitapları bulunuyordu. Dersin son anlarına doğru
içeriye uzun boylu, kırk yaşlarında birisi girdi. Selamlaştık. Boş bir yere oturup dersi dinlemeye başladı. “Fatiha”
dedikten sonra, nereli olduğunu sordum. “Azeriyim fakat
İran’da ikamet etmekteyim” dedi. Ne işle iştigal ettiğini sorunca; tahsil için bulunduğu bütün mektepleri uzun uzun tâdat
etti. Bunlar arasında teşehhüt miktarı bulundukları da vardı. Anlaşılan ya da anlatılmak istenen karşımızdakinin sıkı bir molla
olduğuydu. Elân bir üniversitede ders okutmaktaydı.
20
Mayıs
B
Molla’nın ifadeleri heyecanlı olduğunu ihsas ettirmekte idi. Münazara yapmaya geldiği her halinden belliydi. Harici hadiselere dair birkaç kelam
henüz etmiştik ki meramını yani gelişinin nedenini
izhar etti; “Ben dedi, sizinle asırların davasını
yani Ehl-i Sünnet’le Şia arasında ihtilafa sebep olan “İmamet meselesini, Hz. Ali’ye (r.a.)
karşı(!) olan sahabenin durumunu konuşmaya
geldim.”
Karşımızda, okuduğu mantık
ilminin kudretine sığınan bir Şii
Molla vardı. Kendince haklı olduğunu ve bütün Müslümanların
da onun gibi inanması gerektiğini iddia ediyordu. Çeşitli mekanlarda tartıştığı
Sünnilerin
suallerini
yanıtlayamadığını, suküt ederek bir anlamda
haklılığını kabul ettiklerini söylüyordu.
Hâdiselere bu zaviyeden bakan
ve anlamamada ısrar eden mağrur Şii
Molla’ya, İslam’ın hakikatini bildirmek haktan öte bir
vazife olmuştu. Fakat münazaranın ilmi usuller çerçevesinde cereyan edebilmesi için bir takım esaslar tayin etmek gerekliydi. Teklifimiz üzerine delillerin
Kur’an ve Sünnet’ten getirilmesini, sahabenin
rivayet ettiği, senedinde problem olmayan hadislere muhalefet edilmemesini kerhen de olsa
kabul etti.
İmamet
Şii: Müslümanların din ve dünya işleri ile alakalı devlet başkanlığı sistemi olan “İmamet”in ne olduğunu tesbit, atanacak kişiyi tayin, şer’i hususların
işleyişi, değişim ve ziyadelikten korunması, Allah Teala’ya vaciptir. Cenab-ı Hakk adına vücübiyet kesp
eden böylesine mühim bir konuda nass bulunmaması, imametin kime ait olduğunun tayin edilmemesi
muhaldir. Sahabenin önemli bir bölümü bu husustaki
nassları redderek irtidat etmiştir.
Sünni: Her hangi bir hususun Cenab-ı Hakk’a
vacip olduğunu iddia etmek aynı zamanda
Mayıs
O’nun aciz olduğunu da kabul etmek anlamına
gelir. Eğer bahsettiğiniz husus vacipse muhakkak ki onu vacip kılan bir güç vardır. Bu durumda Cenab-ı Hakk’ın üzerinde bir otorite kabul
etmiş oluyorsunuz ki bu insanı küfre götürür.
O (c.c.) her şeyin hak ve yetkisini sınırlandırır fakat kendisi sınırlandırılamaz. Bu yüzden
“imamet”in ne olduğunu tespit ve kime ait olduğunu tayin, ancak müslümanlara vaciptir. Devlet başkanını tayin etmenin Allah Teala’ya değil,
ümmete vacip olduğunu gösteren deliller
bağlamında şunlar söylenebilir:
Allah Rasülü’nün (s.a.v.)
ahirete irtihalini takip eden
süreç içerisinde ümmetin
yaptığı ilk iş devletin başına kimin geçeceğini belirlemek olmuştur. Sahabe halife tayinini en mühim vazife
kabul etmiştir. Nitekim Hz. Ebu
Bekir (r.a.) henüz Efendimiz (s.a.v.)
defnedilmeden şu meyanda meşhur bir
hutbe irat etmiştir: “Ey insanlar! Kim
Muhammed’e (s.a.v.) ibadet ediyorsa bilsin ki
O vefat etmiştir. Kim de Muhammed’in (s.a.v.)
Rabbine ibadet ediyorsa bilsin ki O (c.c.)
Hayy’dır ve asla ölmeyecektir. Bu dinin işlerini
yürütecek bir emirin olması gerekir. Düşünün,
görüşlerinizi getirin.”[1] Hz Ebu Bekir’i dinleyenler
doğru söylüyorsun dediler; Görüşlerini onayladılar ve
bu hususta ittifak ettiler.
O an, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) tekfin ve techizi
en mühim meseleydi. Fakat sahabe bunları bırakıp
“imamet” meselesini halledebilmek için “Ben-u
Saide” çardağında toplandı.[2] Bu, sahabenin ehem
mühim karşılaştırması yaptığına ve sorumlulukları itibariyle “imamet”i ehem gördüğüne tanıklık eder.
Allah Teala cezaların ikamesini, İslam
coğrafyasının müdafaasını, orduların ihzarını,
devletin bir nizam dahilinde işlemesini emretmektedir. Bütün bunlar devlet başkanın mevcudiyetine bağlıdır. Söz konusu hususlar vacipse onların
tahakkuku için gerekli olan devlet başkanın tayini de
vacip olur.
21
2016
B
Hz. Ebu Bekir (r.a.) henüz Efendimiz (s.a.v.) defnedilmeden şu meyanda meşhur bir hutbe irat etmiştir: “Ey insanlar! Kim Muhammed’e
(s.a.v.) ibadet ediyorsa bilsin ki O vefat etmiştir. Kim de Muhammed’in (s.a.v.) Rabbine ibadet ediyorsa bilsin ki O (c.c.)
Hayy’dır ve asla ölmeyecektir. Bu dinin işlerini yürütecek bir
emirin olması gerekir. Düşünün, görüşlerinizi getirin.”[1]
Cemiyet için mukadder olan zararların def’i,
faydaların temini devlet başkanının varlığıyla mümkündür. Güçleri yettiği ölçüde zararı def etmek müslümanlara vacip olduğuna göre imamete kimin geleceğini tayin de vacip olur. Aksi halde cemiyette anarşi
zuhur eder. İnsanlar eşkıyaya karşı can ve mallarını korumaktan, din ve dünya işlerine vakit
ayıramazlar. Bu durum, dinin terk edilmesine
Müslümanların yok olmasına yol açar.[3] Bu hususta icma vardır. Yani Sünnet ve Cemaat alimleri de
‘halifenin tayini vaciptir’ diyorlar. Fakat bunu, sizin gibi Allah Teala’ya değil ümmete tahsis ediyorlar.
İmametin aidiyetiyle alakalı nassa gelince;
“Ben-u Saide” çardağında mesele konuşulurken
sahabeden tek bir kişi çıkıp da imamet şu ayetin açık
delaletiyle falanca sahabiye aittir dememiştir. Bilakis
kibar-ı sahabe birbirine biat etmeyi teklif etmiştir; Hz
Abbas Ali’ye “Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar Peygamberin amcası yeğenine biat etti
derler.” demiştir. Hz Ömer, Ebu Ubeyde’ye aynı teklifi yöneltmiştir. Hz Ebu Bekir ise ne yapmaları gerektiğini soranlara; “Ömer ya da Ebu Ubeyde’ye biat
edilmesini” telkin etmiştir. Bütün bunlar, söylediğiniz meyanda bir nassın olmadığını göstermektedir.
Hem sonra Şia’ya ait kitaplar Hz Ebu Bekir’i anlatırlarken O’nun korkak bir adam olduğundan bahsederler. Bu iftiranın bir an doğru olduğunu kabul edelim.
Bu durumda Halilfe’ye “eğer yanlış yaparsan seni
kılıçlarımızla düzeltiriz.” diyen sahabenin “imamet” ile alakalı bir nassın mevcudiyetine rağmen Hz
Ebu Bekir’in (r.a.) konuşmasına ya da seçilmesine
sessiz kalmaları mümkün müdür?! Ya da O böyle bir
şeye cesaret edebilir mi idi?! Allah Teala’nın “sahabi” olma şerefine erdirdiği o mübarek ve mübeccel
kuşağın, Efendimiz’in (s.a.v.) ahirete irtihalinden birkaç saat sonra imametle alakalı nassları reddederek
toptan irtidat etmesi nasıl söylenebilir?! İmam Razi’nin de naklettiği gibi “Gulat-ı Şia”nın “Allah Ra-
2016
sülü’nün (s.a.v.) irtihalinden geriye sadece on
kadar sahabi kaldı.” iddiası kayıtlara, insanlık tarihinin en büyük iftiralarından biri olarak geçmiştir.[4]
Şia’nın Hz. Ali İçin
Kullandığı Delil Ebu
Bekir’e İşaret Etmektedir
Şii: Ben-u Saide çardağında ve diğer yerlerde
Hz. Ali’nin hilafetine işaret eden deliller serdedilmiştir.
Fakat, malum sahabiler onlara itibar etmemiştir. Bu
husustaki deliller bağlamında şunları söyleyebilirim:
“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür
(s.a.v.), iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın
emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekatı
verirler.”[5] Bu ayet, rukû halinde iken yanına gelen
dilenciye yüzüğünü veren Hz. Ali (r.a.) hakkında inmiştir. Ayette ki “veliyy” kelimesi, işleri idare eden
(mutasarrıf) anlamındadır. Buna göre mana şu şekildedir; “Ey müminler! işlerinizin idarecisi Allah,
Rasülü (s.a.v.) ve namaz kılmak-zekat vermek
gibi sıfatlarla anılan falanca müminlerdir.”
Ayet, Hz. Ali hakkında indiğine göre “veliyy” kelimesinin muhatabı da odur. Ayrıca “velayet”in yardım
anlamı içeren versiyonu da her hususa şamildir. Mana
nasıl verilirse verilsin her halukarda Hz. Ali ümmetin
bütün işlerinin velisidir. Bu da devlet başkanı O’nun
olması gerektiğine işaret eder.
Sünni: Ayette zikredilen “veliyy” kelimesinin her
iki anlamının; -“yardım eden” ve “mutasarrıf”ınbirlikte kullanılması caiz değildir. Hâdise “usul-u
fıkh”ın ilgi alanına girer ki, o da “müşterek lafzı”
iki anlamıyla birlikte kullanmaktır.
“Veliyy” kelimesini sizin yaptığınız gibi “mutasarrıf” anlamında değil, “yardım eden/dost” anlamında kullanmak gerekir. Çünkü ayetin öncesi ve
22
Mayıs
B
sonrası sizin mana edişinize uygun değildir. Nitekim
ayetin başında Cenab-ı Hakk; “Ey iman edenler!
Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin (veliyy/evliya)”.[6] buyurmaktadır. Burada ki “veliyy/
evliya”dan gaye, “Yahudi ve Hrıstiyanları mallarınızda ve vicdanlarınızda mutasarrıf değil
hayatınızda dostlar/yardımcılar edinmeyin”
demektir. Allah Teala “Ehl-i Kitap”la dostluğu en
üst perdeden yasakladığını göstermek için de, yasaklanan “velayet”in (dostluğun) müslümanlarca hangi koordinatlar çerçevesinde anlaşılması gerektiğini
bildirmektedir: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır,
Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir.” Yani Hz.
Ali’nin imametini isbat için getirdiğiniz ayetteki “velayet” dostluk anlamındadır. Söz konusu[7] ayetin
devamı da te’vilinizin aleyhine delildir: “Ey iman
edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin.” Görüldüğü gibi
Allah Teala’nın yasakladığı “velayet”ten maksat,
“dostluk”tur. Kimlerle dost olamayacakları bildirilen
müslümanlara söz konusu ayetle kimlerle dost oldukları belirtilmektedir. Dolayısıyla Maide 55’teki ayette
geçen “veliyy”den murad; yardımcıdır.[8]
Ayrıca ayetin iniş sebebiyle alakalı farklı sahabilerin adları da zikredilmektedir. Hz. Ebu Bekir’e (r.a.)
işaret ettiğine dair sahih rivayetler vardır. Muhal farz,
“veliyy” ile alakalı te’viliniz doğru olsa dahi bu Hz.
Ali’nin (r.a.) değil, Hz. Ebu Bekir’in hilafetini teyit eder.
En Doğrunun
En Yanlış Te’vili
Şii: Şûra süresinin yirmi üçüncü ayeti (De ki:
Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.) Hz. Ali’yi sevmenin gerekliğinden bahsetmektedir. Fakat Hz. Ebu
Bekir ya da Hz. Ömer için benzer muhtevada bir ayetin varlığından söz edemezsiniz.
Sünni: Hz. Ali’nin hilafetine delil olarak gösterdiğiniz ayetle alakalı üç farklı tefsir yapılmıştır. Bunların en zayıfı ise “Ehl-i Beyt”le alakalı olanıdır. Kaldı
ki o da Hz Ali’yi değil bütünüyle “Ehl-i Beyt”i sevmeyi talep etmektedir.
Ayetle alakalı üç farklı tefsirden birincisine göre
mana: “Hiç olmazsa sizinle akrabalığımdan do-
Mayıs
layı (Ey Kureyş) haklarıma saygı göstermenizi
isterim.” şeklindedir.
İbn-i Abbas bir soru üzerine, Said b. Cübeyr’in
söz konusu ayette geçen “ille’l-meveddete fi’l-kurba” ibaresinden muradın “Âli Muhammed” akrabalığıdır demesini aceleyle söylenen bir ifade kabul
ettiğini bildirmiş ve tashihi mahiyetinde şunları söylemiştir: “Kureyş’ten hiçbir soy yoktur ki Allah
Rasülü’ne (s.a.v.) akrabalığı olmasın.”[9] Buna
göre mana: “Nübüvvetle alakalı hukukumu tanımıyorsunuz, bari aramızdaki akrabalık hukukuna saygı gösterin,” şeklinde olur.
İkinci mana: “Benimle akrabalığı olanları
sevmenizi isterim.” Said b. Cübeyr’in verdiği anlam bu çerçevededir.
Sizce malum olan hususi bir çevrede bu ayeti Hz
Ali ve Fatıma nesline ait kılmak istemiştir.
Üçüncü mana: “Yakınlıkta sevgi, güzel
amellerle Allah Teala’ya yakınlık noktasındaki
sevgidir” ki buna göre ayetteki “kurba”dan maksat nesep, soy yakınlığı değil “kurbet” yani Cenab-ı
Hakk’a yakınlıktır. Bu mana hem genel geçer hem de
ayetin siyak sibakına daha uygundur.
Ayette Hz. Ali ile alakalı hususi bir ifade olmamasını nasıl göz ardı eder ve hatanızdan hareketle “Şeyhayn”de eksiklik ararsınız?
İstidlal ettiğiniz bu ayet görüyorsunuz ki Hz.
Ali’den bahsetmiyor. Bu durum O’nun adına bir eksikliktir mi diyeceğiz? Hayır. Hz. Ali’den bahsetmemesi nasıl O’nun adına bir eksiklik değilse Ebu Bekir ve
Ömer’den söz etmemesi de aynı şekilde Onlar namına bir noksanlık değildir.
23
2016
B
Kur’an-ı Hakim Ebu Bekir’den bahsederken
O’na (r.a.); “İkinin ikincisi”[10] diyor. Kur’ani sıralamada Allah Rasülü’nden (s.a.v.) sonra hemen O
geliyor. Hz. Ömer’le alakalı ise Allah Rasülü (s.a.v.);
“Eğer benden sonra Peygamber olsaydı muhakkak Ömer b. Hattab olurdu.”[11] buyuruyor.
İlki Kur’an’ın ifadesi ikincisi ise sahih bir hadis. Bunlara karşı sizin söyledikleriniz ise, hususi mahfillerde
Şia tarafından uydurulan tevillerden ibarettir. Nelerle neyi kıyas ediyorsunuz.
Ğadir Hum
Şii: Ayetin Ali’nin hilafetine delaletine itiraz ediyorsunuz. Peki delaleti açık olan hadis-i şeriflere ne
diyeceksiniz? Mesela “Ğadîr hum” hâdisesi… Allah
Rasülü (s.a.v.) “Veda Hacc”ından dönerken Mekke
ile Medine arasında Cuhfe’de yer alan bölgede deve
semerlerinin bir araya getirilmesini emreder, üzerlerine çıkar ve ashabına şöyle buyurur:
-“Ben sizlere canlarınızdan daha yakın değil miyim?
– Öylesin ya Rasülellah (s.a.v.).
– Ben kimin “Mevla”sı isem Ali de onun
“Mevla”sıdır.
Allahım! Ali’ye dost olana sahip çık, düşmanlık edene düşman ol, O’na yardım edene
yardım et, Ondan yardımını esirgeyeni hizlana uğrat!”[12]
Hadiste geçen “Mevla” kelimesinin çeşitli anlamları vardır. Bu bağlamda şunlar söylenebilir: Köle
azat eden, azat edilen, komşu, amcaoğlu, yardımcı,
yemin eden, idareye daha layık olan kişi… Fakat hadiste zikredilen “Mevla” kelimesinin “idareci” anlamının dışında bunların hiç biriyle en küçük bir münasebeti yoktur. Velayet, siyasi işlerde tasarruf, cemiyete
idareci kimliğiyle müdahil olmak ve benzeri anlamlar,
“imamet” makamına sahip olan kişinin vazifeleri
arasındadır. Efendimiz (s.a.v.), bu hadis-i şerifle Ali’yi
ümmete “Mevla” yani halife olarak bizzat atamıştır.
Sünni: Bu rivayetin başında ve sonunda Şia’nın
eklemeleri vardır. Nitekim muhakkik muhaddisler hadisin sıhhatini tenkit etmektedirler. Üstelik “Buhari” ve “Müslim” hadisi hiç nakletmemektedir. Nakledenler de sizin Hz. Ali’nin imametine delil
olarak kullandığınız ilk kısmı rivayet etmemektedir.
Bu durumda son kısımda yer alan “Allahumme vâli
men vâlâhu…” deki “vâli…”nin anlamının; “Ali’ye
dost/yardımcı olana yardım et…” şeklinde olması
işaret etmektedir ki hadisin başında yer alan “Mevla”
kelimesi de “yardımcı/dost” anlamındadır. Nitekim
“Kur’an-ı Hakim, “mevla” ile aynı kökten gelen
“evliya”[13] kelimesini dostlar/yardımcılar anlamında
kullanmaktadır.
Hadiste Hz. Ali’nin imametine işaret eden küçük
de olsa bir işaret yok. Muhal farz, olsa bile Hz. Ebu
Bekir’in halife olduğuna dair icma var. Üstelik bu icmanın içinde Hz. Ali de var. Haber-i ahad olmadan
öteye geçmeyen, Buhari ve Müslim’in de rivayet
etmediği, edenlerin de sizin eklemeleriniz olmaksızın naklettiği bir rivayetin icma karşısında değeri ne
olabilir ki?
Bu hadisin doğru anlaşılabilmesi, söylenmesine sebep olan olayla birlikte değerlendirilmesine
bağlıdır. Yani burada arka plan (sebeb-i vurud) bir
zarurettir. Hadisin vüruduna sebep olan olay şöyle
gelişmiştir: İmran b. Hasin? diyor ki, Allah Rasülü
(s.a.v.) Hz. Ali’nin komutasında bizi cihada göndermişti. Hz. Ali esir alınan cariyelerden birini idaresi
altına aldı. Onunla birlikte cihada çıkan dört kişi
hâdiseyi Allah Rasülü’ne (s.a.v.) ilettiler. Efendimiz (s.a.v.) bundan çok üzüldü ve şöyle buyurdu:
“Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir. Ben
de Ondanım. Benden sonra O her müminin
(mevlası) yardımcısıdır.”[14]
2016
24
Mayıs
B
Hz. Ali ile alakalı olan bu hadis-i şerif O’na karşı
yapılan haksızlığın izalesini talep etmekte ve müminleri O’nu sevmeye çağırmaktadır. Bu çağrı sadece Hz
Ali ile sınırlı değildir. Aynı çağrı taraf-ı Risalet’ten sizin
rivayetlerini reddettiğiniz Ebu Hureyre için de yapılmıştır. Bu nevi hadisler “mukteza-i hal”e göre serdedilmişlerdir. Tıpkı farklı zamanlardaki soruları Allah
Rasülü’nün (s.a.v.) şartları dikkate alarak değişik tanzim etmesi gibi. Mesala “Hangi ibadet daha faziletlidir?” sualinin muhtelif zaman ve zeminlerde ki
farklı cevapları bunun en bariz örneğidir. Sonra hadis
mecmualarının yanı sıra Kur’an-ı Hakim’de müminlerin birbirlerini sevmelerinin gerekliliğiyle alakalı ayetlerle doludur. Yani sevilmesi talep edilen kişi sadece
Hz Ali değil, topyekün ashaptır.
Hz. Ali’nin
Hz. Harun’a Benzetilmesi
Şii: Allah Rasülü (s.a.v.), Hz. Ali’yi kastederek
buyuruyor ki; “Benim yanımdaki konumun Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibidir.
Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir.”[15] Kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini
bildirilen Efendimiz (s.a.v.) “Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibi” ibaresiyle Hz. Ali’nin yetki
alanının idari işlerle alakalı olduğunu ihsas ettirmektedir. Bu da O’nun halife olmasını gerektirir.
Sünni: Bu hadis Hz. Ali’nin değil Hz Ebu Bekir’in
imametine delalet eder. Şöyle ki; Efendimiz (s.a.v.)
Tebük seferine çıkarken ordunun başına Ebu Bekir’i
imam olarak atamıştı. Medine’ye de Muhammed b.
Mesleme’yi emir bırakmıştı. Hz Ali’yi ise kendisi Tebük’te kaldığı müddet içerisinde “Ehli Beyt”in işleriyle alakadar olması için görevlendirmişti. Fakat münafıklar Hz. Ali hakkında gayri ahlaki sözler sarfettiler.
O da bunlara içerlendi, silahını aldı ve Medine’ye üç
mil uzaklıktaki “Cürf”? denen yerde Allah Rasülü’ne
(s.a.v.) yetişti. Efendimiz’e (s.a.v.) münafıkların sözlerinden rahatsız olduğunu ve harbe katılmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Benim
yanımdaki konumun Musa’nın (a.s.) yanındaki
Harun (a.s.) gibidir,” diyerek[16] Medine’de bıraktığı Hz. Ali’yi teselli etti.
Allah Rasülü’nün (s.a.v.) kendisini Hz. Musa’ya
(a.s.) Ali’yi de Hz. Harun’a (a.s.) benzetmesi, Mu-
Mayıs
sa’nın (a.s.) Tur’a giderken yerine Harun’u (a.s.) vekil
bırakması cihetiyledir. Fakat burada Ali’nin sorumluluk alanı Harun’a (a.s.) göre daha hususidir. Çünkü
Harun (a.s.) bütün ümmetten mes’ül iken, Hz. Ali sadece “Ehl-i Beyt”in işleriyle alakadar olacaktır.
Eğer Medine’de bırakılmak halife olmaya işaret
etseydi bu durumda Medine’ye emir olarak atanan
Muhammed b. Mesleme’nin (a.s.) halife olması gerekirdi. Ya da ashaba namaz kıldırma vazifesini üstlenen Ebu Bekir’in… Ayrıca Allah Rasül’ü (s.a.v.)
Medine dışına çıktıklarında genellikle yerine a’ma sahabi Abdullah b. Ümmi Mektum’u bırakırdı.[17] Buna
göre başka birisi de halife Abdullah b. Ümmi Mektum
olmalıydı diyebilir. Bütün bunlardan öte, Hz. Ali bu
görevlendirmede pasif bir konumdadır. Kendisine ev
işleriyle alakadar olması telkin edilmiştir.
Halifelerin İslam’dan
Önceki Halleri
Şii: Hz. Ali, iman etmeden önce bir an dahi küfür üzere yaşamadı. Fakat aynı şeyi Ebu Bekir ya da
Ömer için söyleyemezsiniz. Bu zaviyeden bakıldığında Hz Ali’nin bariz üstünlüğü vardır. Bu yüzden halifelik öncelikle O’nun hakkı olmalıdır.
Sünni: Sizin mantığınızla hareket edildiği takdirde Müslüman bir ailede doğan her çocuk ashaptan daha üstündür. Çünkü sahabenin çoğunluğu
sonradan Müslüman oldu, Müslüman bir ailede doğup-ölenlerse hayatlarının başlangıcından sonuna
kadar Müslüman olarak yaşadılar. Ne var ki Allah
Rasülü’nün (s.a.v.) hadisi bu mantığın yanlış olduğunu bildirmektedir. O (s.a.v.) ashabını sair insanlarla
25
2016
B
O (s.a.v.) ashabını sair insanlarla mukayese
sadedinde buyuruyor ki; “Nefsim kudret elinde olan
Allah’a yemin ederim ki her hangi biriniz Uhud dağı
kadar altın infak etse onlardan birinin bir müdd,
hatta yarım müdd sadakasına yetişemez.”[18]
mukayese sadedinde buyuruyor ki; “Nefsim kudret
elinde olan Allah’a yemin ederim ki her hangi
biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse onlardan birinin bir müdd, hatta yarım müdd sadakasına yetişemez.”[18] Çünkü Onlar, -yine Fahr-i
Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) ifadesiyle- bütün zamanların en hayırlı kuşağıdır.[19]
Ayrıca Hadis-i Şerifler tövbenin geçmişte yapılan
bütün günahları kesip attığını bildirmektedir. Buna
rağmen böyle konuşmanız bana acaba muhatabım
Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer’in tövbelerini kabul
etmeme gibi ilahi bir yetkiyle mi mücehhezdir kanaatinin oluşmasına sebep oldu.
Akrabalık Referans Olsa İdi
Halife Hz. Abbas Olurdu
Şii: Hz. Ali, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) amcasının oğlu, kızı Fatıma’nın eşi ve de ahiret kardeşidir.
Bütün bunlar O’nun (r.a.) üstünlüğüne işaret etmektedir. Benzer meziyetleri başka hangi sahabi de görebilirsiniz?
Sünni: Eğer “karabet” cihetiyle Allah Rasülüne
(s.a.v.) yakınlık “devlet başkanı” seçilmek için gerekli olsaydı halife, Hz. Ali değil, Efendimiz’in (s.a.v.)
amcası Abbas olmalıydı. Çünkü amca, kişiye amcaoğlundan daha yakındır. Fakat kimse Hz. Abbas adına böyle bir iddiada bulunmamıştır. Çünkü İslam’da
üstünlükler neseplere göre değil ilim ve takvaya göre
ayarlanmıştır. Ayrıca krallıkla yönetilen ülkelerde esas
olan, bir sistemi İslam adına bağlayıcı kabul etmek
“beşeri” olanı “ilahi” olandan daha üstün kabul
etmek anlamına da gelir.
Hz. Ali bahsettiğiniz özelliklerle nasıl şerefyab olduysa benzer hususiyetler Şeyhayn içinde geçerlidir.
Hz Ebu Bekir, dünya ve ahirette Allah Rasülü’nün
(s.a.v.) eşi, Cebrail’in selamladığı ve hakkında tam on
ayet getirdiği Hz Aişe’nin babasıdır. Hz. Ömer’in kızı
Hafsa’da Efendimiz’in (s.a.v.) eşidir.
Şeyhayn’ın Hizmeti
Şii: Allah Rasülü’nden (s.a.v.) sonra İslam’a en
büyük hizmeti Hz. Ali yapmıştır. Tebliğde de, muharebede de en önde O vardır. Kale kapıları O’nun
elleriyle açılmıştır. “Saadet Asrı”nın hangi şubesine bakarsanız bakın görürsünüz ki, Ali
(r.a.) olmak adeta her yerde en önde durmak
demektir. Aynı şeyleri Şeyhayn için söylemek
mümkün değildir.
Sünni: Muhakkak ki Hz. Ali büyük hizmetlere imza atmıştır. Fakat Hz. Ebu Bekir ile
Ömer’in yaptığı hizmetler gerek keyfiyet ve
gerekse de kemmiyet açısından çok daha ileri
derecededir. Söylediklerimizi daha somut bir çerçevede izah etme gerekirse şunlar söylenebilir:
Ebu Bekr’in (r.a.) İslam’a olan pazarlıksız teslimiyeti o kadar içtendi ki Allah Rasülü (s.a.v.) hiç tered-
2016
26
Mayıs
B
düt etmeden O’nun malı üzerinde kendi malı gibi tasarrufta bulunurdu. Müslüman olduğu gün yanındaki
kırk bin dirhemi infak etmişti. [20] Ezilen Müslüman
köleler O’nun paralarıyla azat olmuştu. Sehl ve Süheyl’den satın alınan Mescid-i Nebevi’nin arsa parası
O’nun altınlarıydı.
Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ahirete irtihali ardından başlayan “irtidat” hareketleri O’nun mukavemetiyle etkisiz hale getirildi. Namazla zekatın arasını
ayırıp “Biz zekat vermeyiz” diyenlerle o harp etti.
Yemame’de Müseylemetü’l-Kezzab’ı yere seren Halid
b. Velid (r.a.) O’nun komutanıydı. Dolayısıyla Müseyleme’yi öldüren Hz Vahşi de O’nun askeriydi.[21]
Yemame sonrası gündeme oturan “Kur’an
nasıl korunacak” endişelerini izale eden Kur’an’ı
Kerim’in cem edilişi Ebu Bekir’in (r.a.) emriyle (Hz.
Ömer’in (r.a.) teklifi) oldu.[22]
ye’nin sapıklıklarına ortak değildir. Tıpkı bunun gibi
Şeyhayn’de Yezid’in fiillerinden mesul değildir.
Dipnotlar:
[1] Buhari, Kitabu’l-Cenaiz, 5; Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 5; İbn Mace, Sünen, 83;
Hz. Ömer (r.a.) zamanda İslam yeni iklimlere
açıldı. Müslümanlar yeni ülkelerle tanıştı. Büyük fütuhat yapıldı. İslam devleti kurumsallaştı. Farklı kültürlerle bir arada olmanın doğal sonucu olarak ortaya
çıkan sorunları yaptığı ictihatlarla aştı. İslam’ı hayata
müdahil kıldı.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 220.
[2] Mes’ud b. Ömer b. Abdillah Teftazani, Şerhu’l-Makasıd, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, III, 474.
[3] Seyyid Şerif Ali Muhammed Cürcani, Şerhu’l-Mevakif, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, VIII, 378.
[4] Bkz. Teftazani, a.g.e., III, 495.
[5] Kur’an, Maide (5): 55.
[6] Kur’an Maide (5): 51.
Hanefi, Maliki ve Şafii mezhebinin bir çok esası
Hz. Ömer’in o ictihatlarına dayanmaktadır. Nitekim
Hanefi mezhebinin isnadgahı Abdullah b. Mes’ud’un
hocası Hz. Ömer idi.
[7] Kur’an, Maide (5): 57.
[8] Ayrıntı için bkz. Fahruddin Muhammed b. Ömer Razi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990,XII, 24-25; Teftazani, a.g.e., III, s.501-503.
[9] Bkz. Buhari, Menakib, 1; Tirmizi, Tefsir-u Suret-i 42, 1; Ahmed, Müsned,
I, 286.
[10] Kur’an, Tevbe (9):40.
Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vaz’ ettiği ölçüler dahilinde oluşan meşhur dört mezhepte Şeyhayn’in
etkisi barizdir. Bu yüzden fıkhın gelişmesinin hakiki
sebeplerinden biri de onlardır. Yapılan bütün hasenata ortaktırlar. Ne var ki Şeyhayn’in yaptığı hizmetler
cinsinden Hz. Ali pek bir şey yapamamıştır. Devr-i hilafetinde hiçbir küfür diyarı fethedilememiştir. Çünkü
neredeyse bütün mesaisini iç karışıklıkları izale etmeye hasretmiştir.
[11] Tirmizi Sünen, V, 619 , Ahmed, Müsned, IV, s.154; Şihabuddin Ebû’l-Fadl
Ahmed b. Ali İbn Hacer Askalani, Fethu’l-Bâri bi Şerh-i Sahihi’l-Buhâri, Daru
İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1988, VII, 51.
[12] Tirmizi, Menakib, 5; İbn Mace, Sünen (Mukaddime), 11.
[13] Kur’an, Tevbe (9):71.
[14] Tirmizi, Menakib, 5; İbn Mace, Sünen (Mukaddime), 11.
[15] Buhari, Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 9; Tirmizi Menakib, 20; İbn Mace, Mukaddime, 11; Ahmed, Müsned, I, 170.
[16] Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref Nevevi, Şerh-u Sahih-i Müslim,
(tah. M.Fuad Abdulbaki), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, I, 195; İsmail b.
Muhammed b. Abdilhadi Aclûni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere
mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nâs, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, II, 550.
Şii: Madem İslam dünyasında yapılan bütün hasenata ortaktırlar Muaviye’nin (r.a.) oğlu Yezid’in Kerbela’da Hz. Hüseyin’i (r.a.) şehit etmesine de ortak
mıdırlar?.
[17] Muhammed Rıza, Muhammed Rasülullah, Beyrut, ty., s. 418.
[18] Buhari, 62/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 5; Müslim, 44/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 54; Tirmizi, Sünen, 50/Kitabu’l-Menakib, 58.
[19] Buhari ,Sahih, II, 932 ; Müslim, Sahih, IV,1962; Tirmizi, Sünen, IV, 549;
İbn Mace, Sünen, II,791.
[20] Celaluddin Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, Daru’l-Marife, Beyrut, 1996, s.40.
Sünni: Nasıl ki Hz. Ali Efendimiz, O’na aidiyet
iddiasında bulunan İmamiye, İsmailiyye ve Zeydiy-
Mayıs
[21] Suyuti, a.g.e., s. 70.
[22] Buhari, Sahih, IV, 225, IX, 92-93.
27
2016
Abdullatif ACAR
İslam Güzellikler Dinidir…
Peygamberimiz
(2)
(s.a.v.)
“Kim bir insanın
arasını düzeltirse Allah’ta
o insanın işlerini düzeltir. O
insanın her kelimesine bir
köle azat etmiş gibi sevap
verilir. Ve o kimse, geçmiş
günahları bağışlanmış olarak
döner.” (3)
2016
S
-l-m kökünden gelen İslam, barış, barışa girmek
iç ve dış ile ilgili her türlü
eksiklikten salim olmak, boyun eğmek, buyruğa uymak,
doğrudan ayrılmamak Allah’ın
hükmüne razı olmak anlamlarına gelmektedir. İslam, Allah’ın şefkat ve merhametinin
yeryüzünde tecellisinin bir
göstergesidir. İslam, insanlara
huzur ve barış dolu bir hayatı
sunmaktadır. Sevginin ve hoş
görünün hâkim olduğu bir
toplumu arzulayan Allah, din
olarak seçtiği ve kabul ettiği
İslam’ı sözlerin en güzeli diye
nitelendirdiği kerim kitabıyla
28
biz insanlara vaaz etmiştir. İnsanların hep birlikte barışa girmelerini, şeytanın tarafında olmamalarını emir buyurmuştur:
“Ey insanlar hep birlikte
barışa girin sakın şeytanın
peşinden gitmeyin, çünkü
o sizin apaçık düşmanınızdır” (1)
İslam’da öncelikli olan
barıştır. Savaş zorunlu durumlarda, en son başvurulabilecek bir yoldur. İlle
de savaş olacaksa da bundaki gaye de Allah’ın dininin
yaşanmasının
önündeki
engelleri kaldırmak, ila-i
Mayıs
B
kelimetüllahı hakim kılmak, adaleti tesis edip
zulme mani olmak, haksızlık ve hukuksuzluğun önüne geçmektir. Savaş baskı aracı asla değildir, dünyevi menfaat elde etmek hiç değildir. İslam,
savaşın hukukunu da belirlemiştir; savaşta aşırı gidilmemesi emredilmiş,savaşa dahil olmayanlara, yaşlı,
kadın ve çocuklara, çalışılanlara dokunulmamasını
emretmiştir. Bu emri ilahi gereği, Allah’ın barış emrine uyan islam toplulukları, fethedilen yerlerdeki çeşitli
inanç sahibi insanların haklarının korunmasına özen
göstermiş, değerlerini yaşamalarına mani olmamışlar,
hatta ibadetlerini kolayca yapabilecekleri ortamları
kendileri için hazırlamışlardır. İslam, Eğer düşmanların bir haksızlığı olmuşsa da onu cezalandırmak yerine
yine de affetmeyi tavsiye etmiştir, bu husustaki sabrın,
en hayırlısı olduğu bildirilmiştir. İslam affetmeyi bir erdemlilik sayar. Affetmek büyük olmanın, insanları kazanmanın en etkili yöntemidir çünkü.
Kinin, öfkenin, intikam alma duygularının hâkim olduğu bir insan,
insanların İslam’ı sevmelerine
değil, nefret etmelerine sebep
olur. İslam zorlaştırmayı değil,
kolaylaştırmayı, nefret ettirmeyi değil, sevdirmeyi tavsiye
eder. İnsanların gönüllerine
girmenin yolu, onları hak ve
hakikatin etrafında birleştirmenin yöntemi budur. En güzel
şeyler sevgi, saygı ve hoş görü
temelleri üzerine bina edilir.
Bütün insani ilişkilerde hep yapıcı olmayı, barışçıl tutum sergilemeyi sevgi, saygı ve
hoş görüyü esas alır İslam. Güzel sonuçlara ulaşa
bilmek, mükâfata nail olmak ancak “Müslüman”
ismine layık bir hayat sürmekle mümkündür. Onun
için Müslümanlarının bir birleriyle üç günden
fazla küs durmaları yasaklanmıştır. Küs, kırgın ve dargın olan insanların varlığı karşısında bir
Müslümanın duyarsız kalmaması gerektiğini de emir
{
buyurulmuştur, öyle ki bu barıştırma teşebbüsünü
en efdal sadaka olarak nitelendirilmiştir, Peygamberimiz(s.a.v.).(2) “Kim bir insanın arasını düzeltirse Allah’ta o insanın işlerini düzeltir. O insanın her kelimesine bir köle azat etmiş gibi
sevap verilir. Ve o kimse, geçmiş günahları
bağışlanmış olarak döner.”(3)
İslam Affetmeyi
İster
Cenabı hak, Hz. Yusuf’un kıssasını “kıssaların en güzeli” olarak nitelendirir. Sabrın güzel
olanını tavsiye eder. Sabır insanı sultan eder,
nice makam ve mevkilere çıkarır. Hz Yusuf’un
sabrı onu, mısıra melik etti. Sabırsızlığı nedeniyle Züleyha’yı, zelil etti.
Kötülüğe kötülükle muamele
her kişi işidir, kötülüğe iyilik ve güzellikle karşılık vermek ise Ahlakı
en güzel olan kişinin işidir. “Bir
kötülüğün karşılığı onun
gibi bir kötülüktür. (ona
denk bir cezadır) ama
kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a
aittir. Çünkü Allah, zalimleri
sevmez”(4) buyuruluyor. İslam, er
olmayı, farklı olmayı, o farklılıkla insanlara ders vermeyi, bunu yaparken de
rıza-i ilahiyi gözetmeyi ister. Hz. Yusuf’un kendisini
kuyuya atan kardeşlerine hadi gidin serbestsiniz, ben
sizi affettim, dediği gibi, peygamberimizin de aynı
merhameti ve engin hoş görüyü göstererek, Mekke’yi
fethinde müşriklere: “Serbestsiniz, size bir şey
yapmayacağım” dediği gibi Taifte kendisine zulmü
reva görenlerin helak olmasını istemediği, bunca zulüm ve haksızlık karşısında, beddua et, teklifi karşı-
}
Cenabı hak, Hz. Yusuf’un kıssasını “kıssaların en güzeli”
olarak nitelendirir. Sabrın güzel olanını tavsiye eder. Sabır insanı
sultan eder, nice makam ve mevkilere çıkarır. Hz Yusuf’un sabrı
onu, mısıra melik etti. Sabırsızlığı nedeniyle Züleyha’yı, zelil etti.
Mayıs
29
2016
B
Kötülüğe kötülükle muamele her kişi işidir, kötülüğe iyilik ve
güzellikle karşılık vermek ise Ahlakı en güzel olan kişinin işidir.
“Bir kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülüktür. (ona denk bir
cezadır) ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı
Allah’a aittir. Çünkü Allah, zalimleri sevmez”(4) buyuruluyor.
sında “ben rahmet peygamberiyim, lanet değil”
diyerek bütün teklifleri geri çevirdiği gibi… Biz de; O
ulu peygamberleri örnek alıp, Yusuf yüzlü, Yusuf özlü olmak, Hz. Muhammed(s.a.v.)’i bir ahlaka kavuşmak için, bizi haksızlıklarla zulümlerle hayatın derin kuyularına atan Müslüman
kardeşlerimize, “hadi gidin serbestsiniz” demeli/diyebilmeliyiz. Güçsüz, kolu kanadı kırık bir
duruma düştüğümüzde, çeşitli şekillerde haksızlıklara
uğradığımızda, sonra Allah’ın yardımıyla güçlü duruma geldiğimizde, “Hadi gidin serbestsiniz” deme
güç ve kuvvetinde ve iradesinde olmalıyız. Haksızlıkla, hileyle, yalanla, dolanla bizi alt ettiklerinde, zulmün kılıcını göstererek “Seni benim elimden kim
kurtaracak” dediklerinde bir mazlumun intizarıyla
“Allah” deyip, Allah’ın yardımı tecelli ettiğinde de,
Allah’ın kılıcını nefis eline alması nedeniyle “Hadi
kalkın ayağı, vurmaktan vazgeçtim, serbestsiniz” demeli/ diyebilmeliyiz.
Bu bir peygamberi ahlaktır. Hem, affetmek
büyük olmanın yolu hem de insanları büyük etmenin yöntemidir. Bu, affetmeyi seven Allah’ın
bir emri, onu uygulayan peygamberlerin asla
ellerinden bırakmadığı bir sünnetidir.
Allah ayetinde “(Resulüm) sen af yolunu tut.
İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir”(5) diye buyuruyor. Örneklerin en güzeli olan Rasulüllah(s.a.v.),
hayatında her şeye rağmen, merhamet peygamberi
gibi hareket etti asla kimseye şahsı için beddua etmedi, kin gütmedi, insanların kusurlarını affetti. Hz Aişe
Vailedimiz, Peygamberimiz(s.a.v.)’in, kendisine yapılan kötülüklerle ilgili, intikam peşinde koşmadığını,
bildirmiştir.
O Allah’ın Resulü(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Seninle ilişkiyi kesen kimse ile ilişkini
sürdür, seni mahrum edene ver, sana zulmedeni bağışla.”(6) Güzele ve doğruya giden, insanı saadete ulaştıran yolun üzerinde engeller çok. Bu engeller bazen nefsimize şiddetle dokunur, bazen benliğin
yamaçların da yol alırken sarp kayalıklarla rast getirir
bizi. Bazen hedefi unutup “güzel” den gaflet edip
ulaşacağımız / insanları ulaştıracağımız saadetin kokusunu taşıyan Allah’ın merhamet esintilerine karşı,
duyarsız, hissiz ve anlayışsız bırakır. Elimizi, kolumuzu
ve kanadımızı kırar. Ancak şunu unutmamalı; izzete
ulaşmak, gerçek zilletten kurtulmak, İslam’ın güzelleriyle/ güzelliğiyle buluşmak için, dövene
elsiz, sövene dilsiz olmak, gelmeyene gitmek
zulmedeni bağışlamak, vermeyene vermek ve
daha nice badirelerden geçmek gerek. Dini, hayatlarına yansıtanlar, kendilerine İslam’ın temsilcisi
gözüyle bakanlara hidayet kapılarını aralarlar. Tam
tersinde ise kötü örnek olduklarından sorumlu olurlar.
Yüce Allah(c.c.) buyuruyor ki:
“İyilik, iyi söz ve davranış ile kötülük, kötü
söz ve davranış bir değildir. Kötülüğü en güzel
biçimde sav, birde bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak ve
samimi bir dost oluvermiş.”(7)
2016
30
Mayıs
B
İslam Sevgi Dinidir
Müslüman, güvenilir insan olmalı, başkalarına
güven telkin ederek İslam’ın güzelliğini göstermeli.
Müslüman, kimseye haksızlık etmez, kimseye zulmetmez, kimseyi zulme teslim etmez, kin gütmez,
nefret etmez, haset etmez. Yaratılan yaratandan
ötürü sevilince sevgi, başka bir manaya ve güzelliğe bürünüyor. Her şeyin yaratıcısı Allah olduğundan
her mahlûk Allahtan hatıralar ve izler taşır. Onun için
İslam’da sevginin esas dayanağı Allah’tır. Allah’ın
sevgisinin en önemli nişanı da Allah’ın, “Habibim”
dediği Resullüllah’tır, Ona olan sevgidir. Onun için
ona olan sevginin Allah’a götürmesi daha kolaydır.
Ancak onu seven insanın onun sevdiğini de, sevdiğinin sevdiğini de sevmesi gerekir. Rasullullahı seven
onun sünnetini yaşar onun sünnetini yaşayan ahirette onunla komşu olur.
Yine Yüce Resul: “İman etmedikçe cennete
giremezsiniz birbirinizi sevmedikçe de iman
etmiş olamazsınız” buyurarak İslam’ın sevgi boyutunu imanın bir gereği olarak dile getirmiştir. Müminler
arasındaki bağ ve ünsiyet ancak sevgiyle muhabbetle
sağlanabilir. Çünkü Müslümanlar, peygamberimizin ifadesiyle, bir binanın tuğlaları gibi bir birlerine kenetlenmiş, bir vücudun uzuvları gibi
bir birlerine şefkat ve merhamet etmiş insanlardır. Buda, İslam kardeşliğine oturtulmadan, sevgiyle karılmadan, muhabbetle yoğrulmadan olmaz.
Kinin, hasedin, kibir ve bencilliğin, kötülük ve
düşmanlığın, kalpleri kemiren daha birçok hastalıkla-
Bu bir peygamberi ahlaktır.
Hem, affetmek büyük olmanın yolu
hem de insanları büyük etmenin
yöntemidir. Bu, affetmeyi seven
Allah’ın bir emri, onu uygulayan
peygamberlerin asla ellerinden
bırakmadığı bir sünnetidir.
Mayıs
rın tahribatlarından kurtulmak, barış ve esenlik elde
etmek için sevgi tohumlarının yeşermesine vesile olan
selam vermeyi tavsiye ediyor Allah’ın Resulü. Buyuruyorlar ki:
Bir birinizi sevmenize vesile olacak şeyi
söyleyeyim mi?
“Aranızda selamı yayınız” (8)
Müslüman, selam kelimesini kullanarak
adeta İslam’ın barış ve sevgi dini olduğunu
sancaklaştırmıştır. Müslümanlar bir araya gelirlerken, bir birlerinden ayrılırken selam verirler. Bu, gün boyu Müslümanların barışı temenni
anlamına gelen bir duadır. Selam, Müslümanların
şiarıdır, Müslümanın, Müslümana verdiği güven
teminatıdır. Bu şekilde selam vermek sünnet, almak farz olarak kabul görmüştür. Bir memnuniyetin ifadesi olarak da daha güzeliyle almak hem
verene bir iltifat hem de Yaratan’a itaattir. Yüce Rabbimiz ayetinde:
“Ve bir selamla selamlandığınız zaman, o
takdirde siz ondan daha güzeli ile selam verin,
veya onu (aynen) iade edin.”(9) buyurarak daha
güzele, daha özel olmaya davet etmiştir insanları.
Müslümanın kalbi, Allah’ın sevgisiyle doludur.
Yumuşak bir kalbe sahiptir Müslüman; o kalpte
merhamet vardır, o kalp, hüsnü zan ile doludur.
Hüsnü zan, güzel olan zan, iyi zan, demektir.
Hep iyi düşünmek, işleri kötüye yormamak, insanların
davranışlarını, tam anlamıyla bilmeden, araştırmadan
hareket etmemek yani su-i zan’a düşmemektir. Müslüman, kendi günahları kendini zaten meşgul
ettiğinden, başkalarının kusur ve hatalarının
peşine düşmez. Başkalarının kusurlarını araş-
31
2016
B
O Allah’ın Resulü(s.a.v.) buyuruyor ki:
“Seninle ilişkiyi kesen kimse ile ilişkini sürdür, seni
mahrum edene ver, sana zulmedeni bağışla.”(6) Güzele ve
doğruya giden, insanı saadete ulaştıran yolun üzerinde
engeller çok.
tırmak, insanı çekiştirmeye, gıybet etmeye su-i
zana sürüklemeye iftiraya, yalana götüreceğinden de şiddetle yasaklanmıştır. Hüsnü zanda insan, isabet etmese bile sevap kazanırken, su-i zanda
isabet edilse de zarar sözkonusudur.
Ahlakı Güzel eyler
İslam
Bir gün İsa aleyhisselam ile havarileri yolda
yürürlerken bir köpek laşesi görüyorlar. O pis koku
nedeniyle yanındakilerin burunlarını kapattığını gören İsa aleyhisselam, onların davranışlarının
yanlışlığını anlatmak için “bakın bakın! Şu köpeğin dişleri de ne kadar da güzelmiş” diyerek
tepkisini gösterir.
İslam, “Adaleti, iyiliği akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, kötülük ve azgınlığı da yasaklar…”(10) Sözün güzelini emreden İslam’ın peygamberi: “Filan kadın oruç tutar, gece
namazı kılar, bununla beraber komşusuna
eza(eziyet) eder.” ( hakkında ne buyurulur) diye
sorduklarında Canab-ı peygamber(s.a.v.): “O kadın
ateştedir”(11) buyurur.
Evet, ölmüş hayvanda bile mutlaka bir güzel taraf varsa ya insan… İnsan da nice güzellikler vardır
aslında. Ancak bakışlarımız bozuk olunca baktığımız
şeylerde de haliyle hep hata ve kusurları görüyoruz.
Hoşgörü, insana olan dostluğumuzla, yanlış davranışlara olan düşmanlığımızı ayrı tutmaktır. İnsan gerçek
güzellikleri İslam’dan alır. Her şeydeki güzelliği
keşfe çıkarken insanın inşası adına, tutunacak
dal, hamle yapmak için sıçrama tahtası bulmak olmalı hedefimiz.
İbadet bireysel yapılmış olsa da, toplumu dışlayan, topluma fayda vermeyen ya da insanların
unutulduğu insanlara güven telkin edilmediği hiçbir
ibadet anlayışı o insanın rıza-i ilahiye kavuşmasına
vesile olmaz.
Kur’an’ı kerimin, sözlerin en güzeli olduğunu bildiren Allah, onu insanlığa tebliğ eden, bizzat yaşayarak hayatında gösteren peygamberi’de Usve-i hasene
(güzel örnek) olarak tanıtmıştır. Sözlerin en güzeli
elbette güzele, doğruya ve hidayete ulaştıran
Allah’ın sözüdür. Güzel olmayan söz hakka
değil batıla, merhamete değil, zulme; hidayete
değil, delalete; sevgiye değil, nefrete sürükler insanı. Onun için Allah: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine (kur’an’a) sımsıkı tutunun…”(12) buyurmuştur.
Fahri kâinatın Efendimiz “Ben güzel Ahlakı
tamamlamak için gönderildim” (13) diye kendini
insanlığa tanıtırken, yine güzel olana vurgu yapmıştır. Yüce Rabbimiz de Resulüllah için: “Andolsun ki
Allah’ın elçisinde sizin için Allah’a ve ahiret
gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”(14) buyurarak, güzel olan şeylere kavuşmak için onu hayatımıza
model kabul etmemiz gerektiğini vurgulamıştır. O ka-
2016
32
Mayıs
B
dar ki Allah, kendisine uymuş olmak için Rasülüne
uymak gerektiğini, özellikle, vurgulamıştır.
Peygamberimiz’(s.a.v.)’in ahlakı kur’an’ın ahlakıydı. Kur’an’ın hayat veren iklimiyle ilk defa O muhatap oldu. “Allah’ım yaratılışımı güzel yaptığın
gibi ahlakımı da güzel yap” (15) diye dua eden Rasulüllah’ı Allah, bizzat terbiye etti, onun ahlakını güzelleştirdi. O’nun hayatını Kur’an’ın yürüyen hali ve
canlı bir örneği olarak sergiledi.
Kur’an’a uyan Rasülüllah’ın ahlakını kuşanır, Rasülüllah’tan uzaklaşan kur’an’dan uzaklaşır. Güzel bir
insan olmak, güzel ahlak sahibi olmakla mümkündür.
Peygamberimiz(s.a.v.) “Sizin en hayırlınız ahlakı
en güzel olanızdır.”(16) buyuruyor.
Said b. Haşim, Hz. Aişe validemize, Resülüllah(s.a.v.)’in ahlakını sormuş, oda: “ Sen kur’an okumuyor musun?” demiş. “Evet” demesi üzerine:
“Rasülüllah’ın ahlakı Kur’an idi” buyurmuş. (17)
O peygamber ki sözleriyle hayatı asla farklı değildi.
Her söylediğini bizzat en güzel şekilde yaşardı. Zaten o
sözden çok, yaşayarak örnek olmuştur insanlara.
Yüce Mevla’mız Kur’an-ı keriminde, birçok ayette, güzel davranışı ve inanışı över ve emreder. En
güzel isimler de Allah’ındır. Onun isimlerine esmayı
Hüsna( güzel isimler) denmiştir. “El- cemal” yani
“güzel” Mevla’mızın isimlerindedir. Onun için yüce
Mevlan’ın güzel isimleriyle dua edilmesi istenmştir.
İzzete
ulaşmak,
gerçek
zilletten
kurtulmak,
İslam’ın
güzelleriyle/ güzelliğiyle buluşmak
için, dövene elsiz, sövene dilsiz
olmak,
gelmeyene
gitmek
zulmedeni bağışlamak, vermeyene
vermek ve daha nice badirelerden
geçmek gerek.
Mayıs
Peygamberimizde:
“Allah güzeldir güzeli sever.” Buyuruyor.
Allah, insanın her şeyinin güzel olmasını istemiş,
işini güzel yapmasını, aşını helalinden kazanmasını,
insanlarla güzel geçinmesini; ailesine Ana babasına,
komşusuna iyilik etmesini, sıla-i rahimi kesmemesini,
yetimin başını başını okşamasını, mazlumun yanında
olmasını istemiş, zikrini, fikrini, işini gücünü, kısaca
her şeyini güzel etmesini emir buyurmuştur.
Peygamberimiz imanı Tarif ederken: “İman yetmiş(veya altmış) kusur şu’be (haslet)’tir. En
yükseği, “Allahtan başka ilah yoktur demek,
en aşağısı ise yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Utanmakta imanın bir şubesidir”(18)
buyurarak güzel bir davranışı imanın olmazsa olmaz
bir şubesi olarak kabul etmiştir.
Bir tebessüm ve güzel bir sözü dahi sadaka sayan
İslam’ın peygamberi buyuruyor ki: “Din kardeşinin
kabına kovandan su boşaltmak sadakadır. Emri
bil maruf nehyi anil münker yapmak sadakadır.
Kardeşine iltifat etmek yoldan taş, vs. kaldırmak, kılavuzluk etmek sadakadır.” İnsanlarla
ilgili yapılan hiç bir davranış asla karşılıksız
değildir. Zerre kadar hayır yapanda, zerre miktarı kötülük yapanda karşılığını mutlaka görecektir.
Adeta, birbirlerine mirasçı kılacak derecede komşulara haklar yükleyen güzel dinimiz,
peygamberimizin ifadesiyle “kötülüğünden
emin olmayan komşunun cennete giremeyeceğini” (19) bildirmiştir. Yine Allah’ın Resulü, komşuyla
ilgili bir çok görevlerin bulunduğunu başka hadislerde
belirtirken, bunun yeteli olmayacağını, aynı zamanda
komşudan gelen eziyetlere katlanmanın da Allah’ın,
33
2016
B
Yüce Rabbimiz de Resulüllah için: “Andolsun ki Allah’ın
elçisinde sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar
ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”(14)
buyurarak, güzel olan şeylere kavuşmak için onu hayatımıza
model kabul etmemiz gerektiğini vurgulamıştır.
o insanı sevdiği kulların arasına dahil edeceği müjdesini vermiştir: “Allah’ın sevdiği kimselerden
biride; kendisine eziyet eden bir komşusu vardır. Oda buna sabreder, nihayet ölüm yahut
göç etmek aralarını ayırır.”(20) Bu, İslam’ın ne büyük bir erdemlilik ve fedakarlık dini olduğunu bizlere
göstermesi açısından önemlidir. İslam dini, fakire,
düşküne, yolda kalmışa, darda kalmışa, yetim
ve kimsesizlere yardım etmeyi emretmiş, kapıya geleni geri döndürmeyi asla uygun bulmamıştır. Yetimin hakkının ihlal edildiği bir toplumda
arşı alanın titrediğine ne demeli… Allah’ın hakkından
sonra gelen anne ve babamıza iyi davranmak emredilirken “öf” bile demenin çirkinliği vurgulanmış, onlara
tatlı ve güzel söz söylenmesi istenmiştir. (21) Kul hakkı
söz konusu olduğunda o insanın, namaz kılsa da oruç
tutsa da zekat vermiş olsa da, ona buna sövmüş iftira etmiş, kanını akıtmış, dövmüş olduğundan iflas
etmiş olacağını peygamberimiz(s.a.v.)’in bildirmesi,
kazanmanın yine Ahlaki güzellikte, insanlarla iyi geçinmekte olduğunu gösteriyor. İslam, “malın fazlasından Allah yolunda tasadduk” emriyle infakın
alt sınırını gösterirken, “…kendileri fakru zaruret
içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden
önde tutarlar. (kendilerine tercih ederler) (22)
ayetiyle daha yukarılarda olmayı yani güzel olanın
daha güzeline talip olmayı istemiş ve fedakarlığın zirvelerinde olanları övmüştür.
2016
İşi Güzel Eylemek
Doğru olmak yeterli değildir, işi doğru eylemekte
gereklidir. Diyelim ki namazınızı dost doğru kıldınız,
tadil-i erkâna riayet ederek kıldınız, ayrıca güzelliğine
de riayet etmelisiniz. Namazdaki güzellik içerde
huşu, dışarda hudu şeklinde yansımalı. Estetiğe uygun bir namaz kılarken namazdaki yaşanan derinliği de yaşamalısınız. Zahmet değil,
hayat soluğu taşımalı namaz. Zekatı kurallarına uygun verirken güzelce vermeye de özen göstermelisiniz. Verdiğiniz yardımların altında ezerseniz fakir ve
miskini, güzelliğini kayıp etmiş olursun zekâtın; başa
kalkarsanız, beklentiye girerseniz güzel amelinizi, çirkinleştirmiş bulunursunuz. Oruç tutarken haccınızı eda ederken, kurbanınızı keserken… Daha
birçok ibadette güzellik o ibadetlerin şartları
kadar önemlidir. Çünkü dinimiz içte yaşanan bir
huzurdur. Hem o hayırlı ameli yapana hem de karşıdakine huzur vermeli ibadetler; kimsenin ne göz zevkini nede gönül huzurunu bozmalı, kısaca hem özünüzle hem de sözünüzle güzel olmalısınız.
Bir insan gece sabahlara kadar namaz kılsa,
gündüzlerini hep oruçlu olarak geçirse, hayır hasenatını yapsa, tespihi elinden hiç bırakmasa, Sözüyle,
davranışlarıyla, çatık kaşıyla, anlayışsız tavırlarıyla,
vurdumduymaz bir yapısıyla insanları kendinden
uzaklaştırırsa o insan, yaptığı ibadetlerin güzelliğini
elde edememiş demektir. Müslüman başkalarının
kendinden feyiz aldığı, faydalandığı insandır. Zaten
ibadetler, insanı, Ahlaken olgunlaştırmayı hedefler.
İslam, “Cibril hadisi” diye meşhur olan hadis-i
şerifte de bildirildiği gibi, “iman”, “İslam” ve “ihsan” şeklinde özetlenir. İman, her şeyin başlangıcı
ve bütün davranışların temelidir. O temel üzerinde
ibadetler yani İslam’ın şartları yükselir, ondan sonra
ki “ihsandır ki buda, ibadetlerin insanı ulaştırdığı en
zirve noktadır. İhsan, İslam’ın ahlaki yönünü, yani
İslam’ın güzelliğini ifade eder. İhsan, Allah’ı görür
34
Mayıs
B
gibi olmaktır; “biz onu görmüyor isek te o bizi
görüyor” düsturu ve inancıyla hareket etmektir.
Böyle bir güzellik ihmal edilirse kulluk, Allah’ın istediği şekilde yapılmamış olur.
Sözü Güzel Eylemek
Peygamberimiz buyuruyor ki:
“Bir hurma yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun, kim yarım hurma
bulamazsa güzel bir sözle korunsun”(23) Evet,
söz, insanı ateşten koruduğu gibi o insanın amelini de
korur. Zira verilen sadakayla ihtiyaç giderilirken, üslup hatasına düşerek gönül kırıldığından, fayda değil
zarar etmiş olursunuz. Yüce Allah buyuruyor ki:
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden
ceza (gönül kırma) gelen bir sadakadan daha
iyidir. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir,
halimdir.”(24)
Söz vardır kese savaşı söz vardır kestirir başı söz
vardır insanı insan eder belki de sultan. Söz vardır
rezilde eder vezirde. Sözünüz doğruysa onu güzel ve
yerinde kullanmanız da gerekir. Çünkü doğru söz her
zaman yeterli olmaya bilir. Her doğru her yerde söylenmez, söylenecekse de sözün ahlakına, kuralına ve
muhatabın anlayışına uygun bir şekilde söylenmeli
yani söz güzel olmalı. İşte o zaman aşılamayacak vadi
geçilemeyecek engel, girilemeyecek gönül kalmaz.
Atalarımız, güzel söz yılanı deliğinden çıkarır, demişlerdir. Ne iyilik kötülükle birdir ne güzel söz, kötü söze
denktir. Düşmanca tutum ve davranışların ilacı güzel
Peygamberimiz imanı Tarif
ederken: “İman yetmiş(veya altmış)
kusur şu’be (haslet)’tir. En yükseği,
“Allahtan başka ilah yoktur demek,
en aşağısı ise yoldan eziyet veren
şeyleri kaldırmaktır. Utanmakta
imanın bir şubesidir”(18) buyurarak
güzel bir davranışı imanın olmazsa
olmaz bir şubesi olarak kabul
etmiştir.
Mayıs
sözde saklıdır. Onu başara bilen insan nice dostlara
kavuşur. İslam, ateşe körükle gitmeyi değil, o yanan
ateşe serinlik olmayı, su olup onu söndürmeyi ister.
Yoksa dünya çekilmez olur, hayat çıkılmaz bir hal alır.
Peygamberimiz’(s.a.v.)in hayatındaki başarının
sırrı güzel üslup ve anlayışta saklıdır. Yoksa kısa bir
zamanda insanların bölük bölük, İslam’la tanışmaları
mümkün olur muydu?
Yüce Allah peygamberimizin bu durumuyla ilgili şöyle buyuruyor: “Allah’ın rahmetinden dolayı
ey Muhammet, sen onlara karşı yumuşak davrandın, eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi…”(25)
Allah bizi güzelliğini anlatmakla bitiremeyeceğimiz İslam’la güzelleştirsin, en güzel örnek ve önder
Resullüh’ın hayatıyla özel kul eylesin…(Amin)
Selam ve dua ile…
Kaynaklar
1-(Bakara,208)
2-(Seçme hadisler s. 237)
3-(Seçme hadisler,241)
4-(Şura,40)
5-(Araf,199)
6-(Ahmet ıv,158)
7-( Fussilet,44)
8-(Müslim)
9-(Nisa ,86)
10-(Nahl, 90)
11-(İhya-i ulumiddin terc. C.4,s.574)
12-(Ali İmran,103)
13-(Ahmet II,381)
14-(Ahzap 21)
15-(Ahmet,I,403)
16-(Buhari Müslim, Tirmizi)
17-(Taberani)
18-(Müslüm, iman, 12. No 58)
19-( Müslim,İman,46)
20-(Ahmet’i müsned, c.5,s.151)
21-(İsra,24)
22-(Haşr,9)
23-(Buhari Edep,34)
24-(Bakara,263)
25-(Ali imran,159)
35
2016
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
“Ey akıl sahipleri ibret alınız.” Allah Teala, bazen mahlukatın
içindeki manevi duygulardan oluşan ve beşeri münasebetleri
güzelleştiren gücü ortadan kaldırır ve mazlum bir kişi, zalim birini
topluma şikayet eder. Maneviyattan yoksun gözler ve kalpler,
bu durumu sadece seyrederler ve o mazluma acımazlar. Sanki
beşeriyet katılaşmış bir taş gibi olur. Açlar, musibete uğrayanlar
ve gariplerin durumu da aynıdır. Bu zamanlarda Allah’ın kudreti,
kendisinin gaybi sırlarını ortaya koyar. Orada Allah’ın hükmü
vardır. Dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar. Bazen ise Allah
Teala, beşeri münasebetleri güzelleştirme hususunda insana güç
ve kuvvet bahşeder ve mahlukatın kalpleri yumuşaklık, yardım ve
sevgiyle dolar. Böylece onlar, bir-birlerine şefkat edip acırlar. O
zamanın insanları, bu bahşişle huzur içinde yaşarlar. “Ey Rabbimiz,
bize hidâyetini verdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Katından
bize rahmetini lutfet. Şüphesiz Sen, çok hibe edensin.” Biz, ruhu
sattığımız için o (ruh), Allah’dan gelen her emri kabul etti ve kaderi
safâ haline getirdi. Allah’a kısa bir yürüyüşten sonra, sana rûhu
ta’bir edeceğiz. Sen: “Himmet ve gayretim, ruhumun müşahede
makamında olan nefsim içindir” diyorsun.
t
Selim bir kalple dünyadan göçersen,
Selâmetle karşılanırsın
Yüce Mevla, sermedi yardım burçlarının şiddetli sayhasıyla,
ruha şöyle seslenir: “Haberiniz olsun ki, şüphesiz Allah’ın
velî kullarına hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak
değillerdir.” Sen ise, emniyet sahasında ürkerek ve korkak bir
şekilde ümit yularından tutup, Kudret sultanı’nın yanında yolunu
arayan biri gibi tazarrû ve niyazla şu âyeti okursun: “Allah’ın
mekrinden (hilesinden) hüsrana uğrayan kavimden başkası emin
olmaz.” Böylece Allah’a yönelen bir grup ortaya çıkar ve onların
hâli, kendilerini de etkileyebilecekleri endişesiyle insanların
çoğunu korkutur. Ümitsizliğe kapılmak suretiyle dünyaya esir olan
bu grup bizimle beraberdir. Onlar, Allah’dan korktukça zikrederler,
nazlandıkça O’na yaklaşırlar. Hakk katından böylelerine şöyle nidâ
edilir: “Tarafımızdan kendilerine güzel âkibet takdir edilmiş
olanlara gelince, işte bunlar, cehennemden uzak tutulurlar.
Bunlar onun uğultusunu duymazlar, gönüllerinin dilediği
nimetler içinde ebedi kalırlar. En büyük dehşet dahi, onları
tasalandırmaz. Melekler, kendilerini şöyle karşılar: İşte bu, size
vadedilmiş olan (mutlu) gününüzdür.”
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Kur’an’da Nesh Meselesi II
Bismillâhirrahmânirrahîm
Yüce Allah: “Kur’an’ı
düşünmüyorlar mı, eğer o
Allah’tan başkası tarafından
indirilmiş
olsaydı,
onda
birbirini tutmaz çok şey
bulurlardı.”(22)
buyurmuş
2016
Neshi İnkâr eden
çağdaş yaklaşımlar
ve gerekçeleri
Son yüzyıla gelene kadar
Ümmet’in nesh konusundaki ihtilafı, sadece Ebû Müslim
el-İsfehânî ile cumhur-u ulema
arasında cereyan etmiştir. Ancak yüzyılımızda, başka pek
çok konuda olduğu gibi nesh
konusunda da bu Ümmet’in
alimlerine muhalefet etmekle
ünlenen kimselerin varlığını
müşahede ediyoruz. Ülkemiz
38
dışında bu kişilere örnek olarak Muhammed Tevfik Sıdkî,
Ahmed Emin ve Mevdudî’yi
(20)
, ülkemizden de Süleyman
Ateş, Y. Nuri Öztürk, Hüseyin
Atay, M. Sait Şimşek gibi isimleri sayabiliriz.
Bu saydığımız isimlerin
nesh hakkında söylediklerini
teker teker zikretmek yazıyı
uzatacağı için, burada sadece
Süleyman Ateş’in görüşlerini
kısaca ele alacağız.(21)
Ateş, Kur’an ayetlerinin
birbirini neshi konusunda şöyle demektedir:
Mayıs
B
“… Bizim kesin kanaatimiz odur ki Kur’an’da
kastedilen nesh, Hz. Peygamber’e unutturulmuş olan
ve dolayısıyla yazılamayan ayetlerdir. Ama Kur’an’da
yazılmış olan her ayetin hükmü vardır. Hz. Peygamber hiçbir ayet hakkında “Bu ayet mensuhtur” dememiştir. Ondan başka hiç kimsenin de Kur’an’ı mensuh saymağa hakkı yoktur. Hatta Kur’an ayetlerini
neshetme yarışına girmiş olan alimler(!) bile mensuh
saydıkları ayet için bunun bir hükmü yoktur, artık bu
asla uygulanmaz diyememişlerdir. Zaten bunu söyleyen de küstahlık etmiştir. Kur’an’da
anlamsız, sırf kalıp olsun diye inmiş
ayet yoktur. Yüce Allah: “Kur’an’ı
düşünmüyorlar mı, eğer o Allah’tan başkası tarafından
indirilmiş olsaydı, onda
birbirini tutmaz çok şey
bulurlardı.”(22) buyurmuş
ve Kur’an ayetleri arasında
birbirine aykırı sözler olmadığını bildirmiştir. Nesh, anlamları ters sözler arasında olur.
Kur’an’da böyle sözler olmadığına
göre nesh de yoktur. Her ayetin uygulanacak zamanı vardır.”(23)
“Tekrar ediyoruz: Kur’an’ın anlattığı nesh,
aynı zamanda insâ demektir. Yani yazılmadığı
için zamanla unutturulmuş olan ayetler vardır. Bunların yerine daha iyisi veya dengi ayetler gelmiştir. Yazılmış olan Kur’an’da nesh sözkonusu değildir. Bu düşünce Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil,
gelişen şartlar içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a
uyguladıkları düşüncelerdir.
“Mensuh ayetlerin sayısını ikiyüze çıkaranlar olduğu gibi beşe indirenler de vardır. Çünkü dayandıkları kesin bir delil yoktur. Onun için herkes kendisine
göre neshi azaltmış veya çoğaltmıştır. Ama büyük
alim Ebû Müslim Isfahânî de Kur’an’da nesh olmadığını söylemiş, daha sonra zamanımız alimlerinden
Ahmed Emin de bu görüşü ispatlamağa çalışmıştır.
Onlara göre bu ayette kastedilen nesh, Kur’an’ın kendi kendisini neshi değil, daha önceki Kitabları neshedip hükümsüz bırakması demektir. Tabii bu görüşü
de Kur’an’ın ruhuna terstir. Çünkü Kur’an, kendisinin
“Kendinden öncekini tasdik edici olarak” geldiğini bildirmektedir. O kitabların hükümlerini kaldır-
Mayıs
mak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an,
onları hükümsüz bırakmaz. Zaten Kur’an’ın kendisi,
dikkatli olarak okunursa, onları gerçak olarak uygulayan, dinin ruhuna bağlı insanları nasıl övdüğü, onların Allah katında nasıl ödüllendirileceklerini söylediği
açıkça görülür. İlahî Kitapların hepsi insanları aynı
prensiplerde birleştirmek, dost yapmak için gelmiştir.
Ama insanların egoizmi, onları yanlış yorumlayarak
toplulukları birbirine düşman etmiştir…” (24)
Ateş’in yukarıya alığımız görüşlerini
kısaca şöyle maddeleştirebiliriz:
1- Yazıya geçirilmiş olan Kur’an
ayetleri arasında nasih-mensuh
ilişkisi yoktur. Şu anda elimizde
bulunan Kur’an’ın bütün ayetlerinin hükmü vardır. Zamanı
geldiğinde ve şartlar elverdiğinde, alimlerin mensuh olduğunu söylediği ayetler ile de amel
edilir.
2Kur’an’ın
anlattığı
nesh,
Kur’an’ın, kendisinden önceki ilahî kitapların hükmünü kaldırması da değildir. Böyle bir iddiada bulunmak Kur’an’ın ruhuna terstir.
3- Kur’an’da mensuh ayetler bulunduğu düşüncesi, Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil,
gelişen şartlar içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a
uyguladıkları düşüncelerdir.
Şimdi bu maddelerde özetlemeye çalıştığımız
hususları birer birer ele alalım:
1- Eğer Hz. peygamber (s.a.v) döneminde yazıya
geçirilmiş olan ve bize kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiş bulunan Kur’an ayetleri arasında nesh
cereyan etmemiş ise ve dahi Kur’an’daki her ayetin
uygulanacağı bir zaman ve zemin var ise aşağıdaki
sorulara nasıl cevap verilebilir:
a- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Sana şaraptan ve meysirden soruyorlar. De ki: “O ikisinde büyük günah ve insanlara bazı yararlar
vardır. Fakat onların günahı yararından büyüktür….”(25)
39
2016
B
Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Sana şaraptan
ve meysirden soruyorlar. De ki: “O ikisinde büyük günah
ve insanlara bazı yararlar vardır. Fakat onların günahı
yararından büyüktür….”(25)
Bu ayette şarabın haram kılınmadığı, aksine
onun birtakım faydaları olsa da, günahının yararından büyük olduğu ifade edilmektedir. Ateş de tefsirinde bu ayetin şarabı haram kıldığına dair herhangi
birşey söylememektedir. Hatta bu ayeti tefsir ederken,
“İslam bilginlerinden bir kısmı, tefsirini yapmağa çalıştığımız ayetin haram bildirmediğini,
bir kısmı ise haram bildirdiğini söylemişlerdir.
Zahir olan, birinci kısmın görüşüdür”(26) demek
suretiyle bu ayetin şarabı haram kılmadığını söylemektedir. Keza Ateş, bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak,
ayette geçen “hamr” ve “meysir”in haramlığından
söz etmekte, ancak bunların bu ayet ile haram kılındığını söylememektedir.
Hatta “Ayette günah olduğu bildirilen hamr
ve meysir’in ne olduğunu ve bunlar hakkında
İslamın son hükmünü inceleyelim:…”(27) demek
suretiyle İslam’ın, hamr ve meysir hakkındaki “son
hüküm” olan haramlık hükmünden önce daha değişik bir hükmü olduğunu zımnen kabul etmektedir.
O halde soralım: “Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” diyen birisi olarak Ateş, hamr ve meysirin
haram olduğunu bildirmeyen yukarıdaki ayet ile amel
edilebileceği görüşünde midir? Keza, Ateş’e göre “Ey
iman edenler, ne dediğinizi bilmeniz için sarhoş iken namaza yaklaşmayınız”(28) ayetinin de
hükmü olmalıdır. Dolayısıyla müslümanların sarhoş
olmalarının değil, sarhoş iken namaza yaklaşmalarının yasak olduğu bir zaman veya ortam bulunabilir
yahut kişi sarhoş olmadıkça ve ne dediğinin farında
oldukça içki içtiği halde namaz kılabilir iddiasında bulunabilir miyiz?
Yine Ateş, müfessirlerin, yukarıda mealini yazdığımız ayeti neshettiğini söyledikleri “Ey iman edenler, şarap, kumar, dikili taşlar, ezlâm (şans
okları) şeytan işi birer pisliktir. Bunlarndan
kaçının ki kurtuluşa eresiniz…”(29) ayeti üzerinde
dururken de şöyle demektedir: “Meysir’in mahi-
2016
yetini ve insanların şarabın birden bire değil,
kademeli olarak menedildiğini ve bu konudaki
çeşitli görüşleri Bakara suresi: 219 ncu ayetin
tefsirinde açıklamıştık.”(30)
Demek ki Ateş’e göre hamr birden bire değil, kademeli olarak men edilmiştir. Peki hamrı nihai olarak
mene den bu ayet dururken, Ateş’in sözünü ettiği o
“kademe”leri teşkil eden ve hamrın haram olduğunu ifade etmeyen ayetlerle de amel edebilir miyiz?
Hatta yine Ateş şöyle demektedir: “Şarap içmek ve kumar oynamak , toplum ahlakını bozan kötü işlerdendir. İslam bunları kesinlikle
yasaklamıştır.”(31)
Eğer bu söz doğru ise, “Zaten bunu söyleyen
de küstahlık etmiştir. Kur’an’da anlamsız, sırf
kalıp olsun diye inmiş ayet yoktur. Yüce Allah:
“Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, eğer o Allah’tan
başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”(32)buyurmuş ve
Kur’an ayetleri arasında birbirine aykırı sözler olmadığını bildirmiştir. Nesh, anlamları ters sözler arasında
olur. Kur’an’da böyle sözler olmadığına göre nesh de
yoktur. Her ayetin uygulanacak zamanı vardır” şeklindeki sözleri nasıl anlayacağız? Birisi çıkıp da, hamr
ve meysiri kesin olarak yasaklamayan ayetlerin de
uygulanacağı zaman vardır” diyecek olursa buna kim
ne diyebilir?
b- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Peygambere gizli maruzatta bulunmak istediğiniz zaman, maruzatınızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için
hayırlıdır ve ziyade temizliktir. Fakat tasadduk
edecek birşey bulamazsanız, artık şüphe yok
ki Allah ğafûr’dur, Rahîm’dir.”(33)
Hz. Peygamber (s.a.v) ile gizli ve mahrem birşey
konuşmak isteyen mü’minlere, bu konuşmayı yapma-
40
Mayıs
B
dan önce fakirlere tasaddukta bulunmayı emreden bu
ayet, aşağıda mealini zikredeceğimiz bir sonraki ayet
ile nesh edilmiştir:
“(Peygamber ile) gizli konuşmanızdan önce
sadaka vermenizden korktunuz mu? Madem ki
(bunu) yapmadınız; Allah da sizi affettiğine
göre, artık namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a
ve Resulü’ne itaat edin. Allah, yapmakta olduğunuz şeylerden hakkıyla haberdardır.”(34)
Şimdi Ateş’in bu iki ayet ile ilgili olarak söylediklerine bakalım:
“(…) Her özel konuşma için bir miktar sadaka
vermek, müslümanların çoğunun zoruna gitmişti. Onun için bu hüküm, daha sonra inen müteakip
ayetle (13. ayetle) zorunlu olmaktan çıkarılmış, isteğe bağlı kılınmıştır. 13. ayette: “Necvânızdan önce
sadaka vermekten çekindiniz mi?” tarzındaki bir
soru ile müslümanların bu işi yüksünüp yapmadıklarına işaret ediliyor ve Allah’ın bunu affedeceği yani
kaldıracağı bildiriliyor; artık namazı kılmaları, zekâtı
vermeleri, Allah’a ve elçisine itaat etmeleri emrediliyor. Böylece 12. ayetin getirdiği hüküm, 13. ayetle
hafifletilmiş oluyor.
“İşte bu iki ayet, Kur’an’da mensûh ve nâsihe örnek verilir. Mukâtil’den rivayet edildiğine göre birinci
ayetin hükmü on gün sürmüş, Hz. Ali, Katâde ve Kelbî’den gelen rivayetlere göre de sadece gündüzün bir
saat sürmüş, sonra neshedilmiştir. (…)
“Bazı âlimlere göre de bu iki âyet arasında nesih
yok, hafifletme vardır. Birinci âyet mensûh değildir.
Necvâsından önce sadaka vermek isteyen yine verebilir. Vermeyenin de zaten affedileceği, âyetin sonun-
da belirtilmiştir. İkinci âyette ise sadaka verebilecek
durumda olup da vermek istemeyenden, mutlaka
sadaka verme zorunluluğu kaldırılmıştır. Yani birinci âyetteki zorunluluk ikinci âyette ihtiyârîye (isteğe)
çevrilmiştir. Bunda nesih yok, hafifletme vardır. Âyetler arasında nesih yok, ta’dil vardır….”35)
Görüldüğü gibi Ateş, bu iki ayetin ihtiva ettiği
hükümler arasında bir farklılık bulunduğunu kabul
etmekte ve 12. ayetin hükmünün, 13. ayet ile hafifletildiğini ve ta’dil edildiğini söylemektedir.
Bu demektir ki, Ateş’e göre 12. ayetin “ağır”
olan hükmü, 13. ayet ile değiştirilmiştir. Zira “hafifletme” ve “ta’dil” de neticede bir değiştirmedir.
O halde soralım: 12. ayetin –bir sonraki ayet ile
hafifletilmiş olan– hükmüne ne olmuştur? Bu ayetin
hükmünün hafifletilmiş ve ta’dil edilmiş olduğunu
söylemek ile, yürürlükten kaldırılmış olduğunu söylemek arasında nasıl bir fark vardır?
Eğer Ateş’in ifadesiyle “Kur’an’daki her ayetin hükmü var” ise, “Onun için bu hüküm, daha
sonra inen müteakip ayetle (13. ayetle) zorunlu olmaktan çıkarılmış, isteğe bağlı kılınmıştır. 13. ayette: “Necvânızdan önce sadaka
vermekten çekindiniz mi?” tarzındaki bir soru ile
müslümanların bu işi yüksünüp yapmadıklarına işaret
ediliyor ve Allah’ın bunu affedeceği yani kaldıracağı
bildiriliyor” tarzındaki ifadelerde “Allah’ın kaldıracağı” söylenen 12. ayetin hükmü 13. ayet indikten
sonra kalkmamış mıdır? Eğer kalkmamış ise, Ateş’in
hemen yukarıdaki cümleleri yanlıştır; eğer kalkmış
ise “Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” sözü
düşünmeden söylenmiş ve bilahare sahibi tarafından
nakzedilmiş bir söz değil midir?
c- Benzeri bir durum, aşağıdaki ayetler için de
söz konusudur. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! Mü’minleri cihada teşvik
et. Eğer sizden sabredici yirmi kişi olsa, ikiyüze galip gelirler. Ve eğer sizden yüz kişi olsa,
kâfirlerden bine galip gelirler. Çünkü şüphe
yok ki onlar, hakkı anlamaz bir kavimdirler.”(36)
Bu ayette mü’minlerden 20 sabırlı kişinin, ikiyüz
kâfire galip geleceği, yine mü’minlerden sabırlı 100
Mayıs
41
2016
B
kişinin de 1000 kâfire galip geleceği bildirilmektedir.
Ancak hemen bir sonraki ayette(37) Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ve bildi ki
sizde bir zaaf var. Şimdi sizden sabredecek yüz
kişi olursa iki yüz (kâfir)e galebe ederle; sizden
bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle iki bin (kâfir)e
galip olurlar ve Allah sabredenlerledir.”(38)
Süleyman Ateş, bu ayetler hakkında şunları söylemektedir:
“Müfessirlerin çoğunluğuna göre 66 ıncı âyet,
65 nci âyeti neshetmiştir. Neshi kabul etmeyen müfessir Ebu Müslim el-Isfahânî ise, birkaç delil ile bu
âyetler arasında neshin bulunmadığını söylemiştir.
Ona göre birinci âyette emir yoktur, bir durum bildirmektedir. Yüce Allah, sabreden yirmi mü’min olursa, bunların ikiyüz kâfiri yeneceğini söylüyor. İkinci
âyette ise çoğunlukla bir cemâatin, kendilerinden on
kat fazla bir cemâate dayanamayacağını bildirerek,
mü’minler topluluğunun, en azından kendilerinden
iki kat fazla bir topluluğu yeneceğini haber veriyor.
Birinci âyet, sabreden mü’minlerin durumunu, ikinci
âyet ise onlar kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih, söz
konusu değildir. Çünkü birinci âyetteki sabır va azim
vasfını taşıyan küçük mü’minler topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar. Ama bunlar azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru olmaz. İkinci âyet genel
olarak bütün mü’minlerin durumunu belirtmektedir.
Birinci âyet özel bir şartı, ikinci âyet ise genel şartı
değerlendirmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Peygambere
gizli
maruzatta
bulunmak
istediğiniz zaman, maruzatınızdan
önce bir sadaka verin. Bu, sizin
için hayırlıdır ve ziyade temizliktir.
Fakat tasadduk edecek birşey
bulamazsanız, artık şüphe yok ki
Allah ğafûr’dur, Rahîm’dir.”(33)
2016
“Râzî: “Eğer Ebu Müslim’den önce bu
âyetler arasında nesih bulunduğu hakkında
icma olmuşsa bir diyeceğimiz yok ama, böyle
bir icma olmamışsa Ebu Müslim’in sözü doğrudur” diyor.”(39)
Burada evvela şu noktayı tespit edelim: Eğer gerçekten bu iki ayet arasında –biri özel bir şartı, diğeri
genel şartı belirlemek gibi– bir farklılık söz konusu ise,
66. ayette geçen “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ” ifadesinin ne anlamı vardır? Şayet bu iki ayette
farklı özelliklere sahip iki kesim mü’min anlatılıyor
ve ilkinde sabırlı, ikincisinde ise sabr-u sebatında bir
zaaf olan mü’minler kastediliyor ise, burada “hafifletme”nin zikredilmesinin hiç bir anlamı yoktur. Zira
her iki ayette de “sabırlı” mü’minlerin, sayıca kendilerinden ne kadar üstün bir küffar topluluğuna galip
geleceği haber verilmektedir.
Şu halde Ebû Müslim el-İsfahânî’nin, Ateş tarafından nakledilen, “Birinci âyet, sabreden
mü’minlerin durumunu, ikinci âyet ise onlar
kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih, söz
konusu değildir. Çünkü birinci âyetteki sabır va azim vasfını taşıyan küçük mü’minler
topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar.
Ama bunlar azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru olmaz. İkinci âyet genel olarak
bütün mü’minlerin durumunu belirtmektedir.
Birinci âyet özel bir şartı, ikinci âyet ise genel
şartı değerlendirmektedir” şeklindeki ifadeleri,
bizzat ayetlerin lafzına aykırıdır. Çünkü –tekraren
söyleyelim– sadece 65. ayette değil, 66. ayette de
“sabreden mü’minler” vurgulanmaktadır. Öyleyse buradaki “özel şart-genel şart” ayrımı nereden
çıkarılmaktadır? Yoksa 66. ayetteki sizden sabredecek yüz kişi olursa…” ifadesini “hükmü mensuh,
metni baki” olarak mı göreceğiz?!
İkinci olarak, 66. ayette geçen “Şimdi Allah
yükünüzü hafifletti ” ifadesi, 65. ayette zikredilen
durumun bizzat Yüce Allah tarafından değiştirildiğini,
hükümden kaldırıldığını bildirmektedir. Zira açıktır ki,
eğer bir hüküm hafifletilmiş ise, onda, hitap ettiği kitleye yönelik olarak açık bir değişiklik yapılmış demektir.
Yani daha önce “ağır” olan bir hüküm kaldırılarak,
yerine ondan daha hafif olan bir hüküm konulmuş
42
Mayıs
B
ise, burada ağır olan hükmün yürürlükten kaldırılması
söz konusudur.
Prensip olarak bunun tersi de böyledir. Yani eğer
daha önce hafif bir hüküm mevcut iken, bilahare o
hüküm, başka bir ayet ile ağırlaştırılmış ise, orada da
bir nesh hadisesi vuku bulmuş demektir.
Bu yazının başında de ifade ettiğimiz gibi nesh,
bir beyan türüdür; bir “beyan-ı tebdil”dir. Şu halde buradaki ve bir önceki örnekteki “hafifletmeler”
de birer beyan ve beyan-ı tebdil olmaları hasebiyle
Kur’an’da nesh bulunduğunun açık örnekleridir. Zira
65. ayette Allah Teala, sabreden mü’minlerin, sayıca
kendilerinden 10 kat fazla olan bir kâfirler topluluğuna galip geleceklerini beyan buyurmaktadır. Bu, her
hal-u kârda şer’î bir hükümdür. Keza ikinci ayette de,
sabreden mü’minlerin, sayıca kendilerinden iki kat
fazla olan kâfirler topluluğuna galip geleceklerini bildirmektedir. Bu da bir şer’î hükümdür. Burada iki şer’î
hükümden ağır olan kaldırılmış ve yerine daha hafif
olan diğer bir hüküm konulmuştur.
Dolayısıyla burada, “bu bir hafifletmedir,.
nesh değildir” gibi kelime oyunlarına başvurmanın hiçbir anlamı ve faydası yoktur. Adına ister nesh
densin, ister hafifletme densin, burada –ve tabii “b”
maddesinde zikrettiğimiz örnekte– bir hükmün, kendisinden daha hafif başka bir hüküm ile değiştirilmesi
söz konusudur. Yani evvelki hüküm kaldırılmış, yerine
bir başka hüküm getirilmiştir. Bunu bu şekilde kabul
ettikten sonra adına ister nesh, isterse tahfif veya başka birşey diyelim, sonuç değişmeyecektir.
Şu halde Ateş’in yukarıda Fahruddin er-Râzî’den
naklettiği, “Eğer Ebu Müslim’den önce bu âyetler arasında nesih bulunduğu hakkında icma
olmuşsa bir diyeceğimiz yok ama, böyle bir
icma olmamışsa Ebu Müslim’in sözü doğrudur” şeklindeki ifadenin de geçerliliğinin ve Ateş’in
yaklaşımına bir faydasının bulunmadığı ortaya çıkmış
olmaktadır.
d- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her
birine yüzer değnek vurun…”(40)
Ateş bu ayetin tefsiri esnasında şunları söylemektedir:
Mayıs
“Nisâ Sûresinin 15-16 ncı âyetlerinde zinâ suçuna, muvakkat olduğuna işâret edilen bir cezâ belirlenmişti. Orada zinâ eden evli kadınların müebbeden
hapsedilmesi, zinâ eden erkeklerin ise tazir edilmesi
(Biraz dövülüp terbiye edilmesi) buyurulmuş ve Allah’ın, bu konuda başka bir yol gösterinceye kadar bu
cezanın uygulanması emredilmiş, böylece Allah’ın,
bu hususta ayrı bir hüküm indireceğine işaret buyurulmuş idi. İşte daha sonra indirilmiş olan bu sûrede
bu yol, yani bu yeni hüküm gösterilmiştir.”(41)
Burada Ateş’in bir çelişkisine işaret ederek esas
konumuza döneceğiz.
Ateş, 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin
tefsirini yaparken şöyle demektedir:
“Burada zina cezası henüz belirtilmemiştir. Onun cezâsı Nûr Sûresinde belirtilecektir.
Bu sûretle âyetler arasında nesh diye bir şey
kalmaz. Âyetlerin hepsinin hükmü yerine oturur, uygulama alanı bulur:
“1) Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında bulundurulurlar, evleninceye dek evden dışarı
çıkarılmazlar. Eşcinselliğin cezâsı, kadınlar için sürekli
gözetim altında tutmak, evden dışarı çıkarılmamaktır.
Ancak evlendikleri veya uslanıp bu işten vaz geçtikleri
takdirde, evde sürekli hapis cezâsından kurtulurlar.
“2) Eşcinsellik yapan erkekler, dil ve el ile
eziyet ve hakaret edilirler; bir iki tokat vurulmak suretiyle dövülürler….”(42)
Görüldüğü gibi burada Ateş, 4/en-Nisâ suresinin
15 ve 16. ayetlerinin, eşcinsellik yapan erkeklere ve
aynı durumdaki kadınlara verilecek cezayı anlattığı
kanaatindedir.
43
2016
B
Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! Mü’minleri cihada teşvik et. Eğer
sizden sabredici yirmi kişi olsa, ikiyüze galip gelirler. Ve eğer
sizden yüz kişi olsa, kâfirlerden bine galip gelirler. Çünkü
şüphe yok ki onlar, hakkı anlamaz bir kavimdirler.”(36)
Ancak 24/en-Nûr, 2. ayetinin tefsiri esnasında
Ateş, burada söyledikleriyle tenakuza düşerek, –yukarıda da zikrettiğimiz gibi– 4/en-Nisâ suresinin 15 ve
16. ayetlerinin, zina suçunun muvakkat cezasını ihtiva ettiğini söylemektedir.
değil ise de, biz burada zikrettiğimiz örneklerin konuyu yeterince açıkladığını düşünüyoruz.
Esas konumuza dönecek olursak; Ateş, 24/enNûr, 2. ayetinin tefsiri sırasında, 4/en-Nisâ suresinin
15 ve 16. ayetlerinin, zina suçuna verilecek muvakkat
bir ceza zikrettiğini ve Allah bu konuda başka bir yol
gösterinceye kadar, zina eden kadın ve erkeklere hapis ve ta’zir cezası verileceğini söylemektedir.
“… Ama büyük alim Ebû Müslim Isfahânî de
Kur’an’da nesh olmadığını söylemiş, daha sonra zamanımız alimlerinden Ahmed Emin de bu görüşü
ispatlamağa çalışmıştır. Onlara göre bu ayette kastedilen nesh, Kur’an’ın kendi kendisini neshi değil,
daha önceki Kitabları neshedip hükümsüz bırakması
demektir. Tabii bu görüşü de Kur’an’ın ruhuna terstir. Çünkü Kur’an, kendisinin “Kendinden öncekini tasdik edici olarak” geldiğini bildirmektedir. O
kitablarının hükümlerini kaldırmak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an, onları hükümsüz bırakmaz. Zaten Kur’an’ın kendisi, dikkatli olarak okunursa, onları gerçak olarak uygulayan, dinin ruhuna
bağlı insanları nasıl övdüğü, onların Allah katında
nasıl ödüllendirileceklerini söylediği açıkça görülür.
İlahî Kitapların hepsi insanları aynı prensiplerde birleştirmek, dost yapmak için gelmiştir. Ama insanların
egoizmi, onları yanlış yorumlayarak toplulukları birbirine düşman etmiştir…”(44)
Şu halde 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinde zikredilen ceza muvakkat (geçici) bir ceza ise,
daha sonra yürürlükten kaldırılacak ve yerine başka
bir ceza ikame edilecek demektir. Nitekim öyle de
olmuştur. 24/en-Nûr, 2 ayeti, söz konusu muvakkat
cezanın yerine, zina eden kadın ve erkeklere verilecek
esas cezayı belirtmiş ve bunun, onlara yüzer değnek
vurulması şeklinde olacağını beyan buyurmuştur.(43)
O halde soralım: 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16.
ayetlerinde zikredilen muvakkat hükme ne olmuştur?
“Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” mantığından
hareket ederek, zina eden kadın ve erkekleri sopa cezasına çarptırmaksızın, onları sadece ev hapsine ve
ta’zir cezasına tabi tutmakla yetinebilir miyiz?
Eğer Ateş bu soruya “evet” diyecek ise, bu cezanın muvakkat olduğunu söylemesi hakkında ne
demeliyiz?
Eğer bu soruya “hayır” diyecek ise, söz konusu muvakkat hüküm yürürlükten kaldırılmış olmuyor
mu? Bu da 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin
nesh edilmiş olduğunu kabul etmek değil midir?
Her ne kadar, Kur’an ayetleri arasında neshin
vuku bulduğunu gösteren örnekler bunlara münhasır
2016
Gelelim Ateş’in, bu yazının başında ileri sürdüğü
2. hususa. Ateş’in sözlerini tekrar okuyalım:
Ateş’in bu söylediklerinin Kur’an’a uygun mu,
yoksa aykırı mı olduğunu öğrenmenin en sağlam
yolu, elbette bizzat Kur’an’ın bu mesele hakkında ne
dediğine bakmaktan geçer. Biz de öyle yapalım ve
Kur’an’ın, kendisinden önce gelmiş olan ilahî kitapların hükümlerini nehsederek yürürlükten mi kaldırdığını, yoksa aynen bırakıp o hükümleri tasdik mi ettiğini
bizzat Kur’an’a baş vurarak görelim:
a- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut barsaklarında
taşıdıkları, ya da kemiğe karışan yağlar hariç
olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da
44
Mayıs
B
onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden
onlara verdiğimiz cezadır. Biz, elbette doğru
söyleyeniz.”(45)
Bu ayet, Yahudiler’e haram kılınan birtakım yiyecekleri beyan etmektedir ve Kur’an’ın bu hükmü
yürürlükten kaldırdığı açıktır. Şu halde söylemek zorundayız ki Kur’an, burada zikredilen haramlık hükmünün yer aldığı önceki vahyi neshetmiştir.
b- Yine şöyle buyurmaktadır:
“Yahudiler’in zulmü sebebiyle, bir de çok
kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faizi almaları ve insanların mallarını haksız yollardan yemeleri yüzünden,
kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan
temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık; ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.”(46)
Bu ayetler de, azgınlıkları sebebiyle Yahudiler’e,
daha önce helal olan temiz ve iyi birtakım şeylerin
bilahare haram kılındığını açık bir şekilde göstermektedir. Hemen aşağıda zikredeceğimiz ayet ile burada
zikrettiğimiz ayet bir arada düşünüldüğünde, burada
zikredilen “temiz ve iyi şeyler”in (ki “a” maddesinde zikrettiğimiz ayet bunların bir kısmının neler olduğunu anlatmaktadır), Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından –kendisine vahyin verdiği yetkiyle– gerek Ehl-i
Kitab’a ve gerekse inanan diğer tüm insanlara tekrar
helal kılındığı görülecektir. Şu halde Yahudiler’e ceza
olarak indirilen bu hüküm, Yüce Allah tarafından
Kur’an vahyi ile neshedilmiş demektir.
c- Yine şöyle buyurmaktadır:
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Elçi’ye, o ümmî Peygamber’e uyanlar
(var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz
şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıkları
ve üzerlerindeki zincirleri indirir.”(47)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu ayet, Yahudiler’e
daha önce haram kılınmış olan birtakım şeylerin –ki
ayet bunlardan “ağırlıklar ve zincirler” diye bahsetmektedir– helal kılındığını anlatmaktadır. Bu da
Kur’an’ın, kendisinden önceki bir ilahî hükmü neshettiğinin açık delilidir.
Mayıs
Burada zikrettiğimiz örnekler, Ateş’in, “O kitablarının hükümlerini kaldırmak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an, onları hükümsüz bırakmaz….” şeklindeki sözlerde ifadesini
bulan kanaatinin de doğru olmadığını açık bir şekilde
gözler önüne sermektedir.
Ne gariptir ki Ateş, yukarıda kendisinden naktlettiğimiz ifadelerin sahibi olarak tefsirinde Kur’an’ın, diğer kitapları neshettiği gerçeğini inkâra çalışırken, bir
başka kitabında aynen şunları söylemektedir:
“… Yahut da bu âyette (2/el-Bakara, 106) ve
Nahl: 101. âyette kasdedilen nesih, daha önceki kitaplarda bulunan bâzı bağlayıcı, zorlaştırıcı hükümlerin kaldırılması demektir. Nitekim Kur’an’ın, Tevrat’ta
bulunan birçok yasağı kaldırmış olduğunu A’râf: 57
ve En’âm: 145-146. âyetlerden anlıyoruz.”(48)
Eğer okuyucu, bu yazının başlarında Ateş’in tefsirinden naklettiğimiz sözler ile burada zikrettiğimiz sözleri yanyana koyup düşünecek olursa, Ateş’in, kendi
söylediklerini nasıl tekzip ve nakzettiğini görecek ve
haklı olarak “bu işte bir yanlışlık var, ama nerede?”
sorusunu soracaktır…
3- Ateş’in, “Bu düşünce Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil, gelişen şartlar
içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a uyguladıkları düşüncelerdir.” şeklindeki ifadesine
gelince, Kur’an’da nâsih-mensuh ayetler bulunduğu
vakıası, sadece “alim denilen kimselerin düşüncesi” değil, bizzat Sahabe neslinden itibaren –Ebû
Müslim el-İsfehânî gibi birtakım Mu’tezilîlerin veya
diğer bazı bid’at mezheplerin mensubu zevatın çürük
görüşleri bir kenara bırakılırsa– bütün İslam alimleri-
45
2016
B
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ve bildi ki sizde bir
zaaf var. Şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa iki yüz
(kâfir)e galebe ederle; sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle
iki bin (kâfir)e galip olurlar ve Allah sabredenlerledir.”(38)
nin üzerinde söz birliği ettiği bir husustur. Tefsirlerde,
nâsih-mensuh konusuyla ilgili kitaplarda ve ahkâm
hadislerini ihtiva eden eserlerde bu söylediğimizi doğrulayan sayısız örnek mevcut olduğu için bu noktayı
ayrıntılı bir şekilde işleyerek yazıyı uzatmayı gereksiz
buluyoruz.
Hatta Ebû Müslim el-İsfehânî bile, Kur’an’da nesh
bulunmadığını iddia ederken aslında mensuh olduğu
söylenen ayetlerin, nâsih olduğu söylenen ayetler tarafından tahsis edildiğini (hükmünün daraltıldığını)
söylemiştir. Oysa nesh ile tahsis arasında –tafsilatı
Usûl kitaplarında zikredilmiş olan– önemli farklılıklar
mevcuttur.(49)
Netice olarak şunu söylememiz gerekir ki, birtakım müfessirlerin (özellikle mütekaddimun müfessirlerin) ve nâsih-mensuh konusu ile ilgili olarak eser
veren müelliflerin, Kur’an’daki mensuh ayetlerin sayısı hakkında abartılı rakamlar zikrettikleri doğrudur.
Müteahhar alimler ise mensuh ayetlerin sayısı konusunda daha küçük rakamlar zikretmişlerdir. Nitekim
es-Suyûtî’nin 20 civarında olduğunu söylediği mensuh ayet sayısını(50), Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî 5’e
indirmiş ve geriye kalanlarda nesh durumunun açık
olmadığını söylemiştir.(51)
Bu farklılık, önceki alimlerin “nesh” kelimesine
yükledikleri anlamdan kaynaklanmaktadır. Onlara
göre nesh şu şekillerde olur: Bir hüküm ile amelin
süresini sona erdirmek, sözü ilk anda anlaşılan manasından başka bir manaya çevirmek, âmm (genel
hüküm bildiren) ayeti tahsis etmek, mücmeli beyan
ve mutlakı takyid etmek, cahiliye adetini yahut geçmiş bir şeriati kaldırmak vs. Bu sebeple Sahabe ve
Tabiun nazarında mensuh ayetlerin sayısı daha fazla
olarak görülür.(52)
Bütün bu manalar, Usûl alimlerinin “nesh” kelimesine yükledikleri manadan daha şumullüdür. Usûl
alimlerinin mensuh saydığı ayetlerin sayısının, önceki
2016
alimlerin mensuh saydıklarına göre daha az olmasının
başlıca sebebi budur.
Bu yazıda kısaca ortaya koymaya çalıştığımız gibi,
Kur’an’da –neshi kabul etmeyenler tarafından mensuh olduğu açıkça söylenememiş olsa bile– hükmü
kaldırıldığı, değiştirildiği, daraltıldığı veya hafifletildiği
için mensuh kategorisine girdiği inkâr olunamayacak
ayetler vardır. Alimlerin, mensuh ayet sayısındaki ihtilafı, Kur’an’da hiç mensuh ayet bulunmadığının delili
olarak kullanılamaz.
Kaynaklar
1. 2/el-Bakara, 106. 2. Bkz. es-Serahsî, “Usûlu’s-Serahsî”, II, 54. 3. 6/enNahl, 101. 4. Elmalılı, “Hak Dini Kur’an Dili”, I, 460. 5. Elmalılı, I, 459.
6. M. Said Şimşek, “Kur’an’da İki Mesele”‘ 92. 7. Şimşek, 93-4. 8. eş-Şâtıbî,
“el-Muvâfakât”, III, 78. 9. ez-Zemahşerî, “el-Keşşâf”, I, 175; İbn Atıyye, “el-Muharraru’l-Vecîz”, I, 192. 10. İbn Atıyye, a.y.; er-Râzî, “et-Tefsîru’l-Kebîr”, III,
226; Ebû Hayyân, “el-Bahru’l-Muhît”, I, 551. 11. Ebû Hayyân, I, 550. 12.
er-Râzî, “el-Mahsûl”, I/III, 460. 13. eş-Şevkânî, “İrşâdu’l-Fuhûl”, 313. 14.
Bedâ, gizli kalmış bir şeyin sonradan ortaya çıkmasıdır. Neshin bedâya yol açacağını söyleyenler şöyle demektedirler: Eğer nesh, bir hüküm inzal edildikten
sonra başka bir hükmün, ondan daha hayırlı ve elverişli olduğu gerekçesiyle
onun yerine kaim kılınması ise, böyle birşeyi Allah Teala hakkında düşünmek
mümkün değildir. Çünkü bu durumda, Allah Teala’nın, sonraki hükmü daha
önce bilmediği gibi bir sonuç çıkar. Bu ise muhaldir. 15. es-Sübkî, “el-İbhâc”,
II, 227-8. 16. Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, “el-Mu’temed”, I, 370. 17. es-Sübkî, II,
228. 18. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, “Tefsir Usûlü”, 125; Vehbe ez-Zuhaylî,
“Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî”, II, 947. 19. Subhi es-Sâlih, “Kur’an İlimleri”, (Tercüme:
M. Said Şimşek), 207. 20. Mevdudî’nin bu noktada diğerlerinden ayrılan bir
tavrı vardır. O, Kur’an ayetleri arasında neshin vuku bulduğunu kabul etmekle
birlikte, zaman ve şartlara göre mensuh hükümler ile de amel edilebileceğini
söyler. Ancak bunun neticeye çok fazla bir etkisi yoktur. Zira bir ayetin mensuh
olduğunu kabul etmemek ile, mensuh olduğunu kabul ettiği halde, zaman ve
şartlara göre yine o ayet ile amel edilebileceğini söylemek arasında netice olarak
herhangi bir fark yoktur. 21. M. Said Şimşek’in iddialarının bir kısmını yukarıda
ele almıştık. Onun, el-Bakara 106. ayeti ile ilgili söylediklerini de, Ateş’in iddialarını cevaplandırırken ele almış olacağız. 22, 32. 4/en-Nisa, 82. 23. Ateş, “Yüce
Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri”, I, 215. 24, 44. Ateş, I, 217-8. 25. 2/el-Bakara, 219.
Meal, Ateş’in tefsirinden alınmıştır. 26. Ateş, I, 269. 27. Ateş, I, 370. 28. 4/
en-Nisa, 43. 29. 5/el-Mâide, 90. Meal Ateş’in tefsirinden alınmıştır. 30. Ateş,
Tefsir, III, 57. 31. Ateş, III, 58. 33. 58/el-Mücâdele, 12. 34. 58/el-Mücâdele,
13. 35. Ateş, Tefsir, IX, 325-6. 36. 8/el-Enfâl, 65. 37. Bu iki ayetin, tertipte
peşpeşe gelmiş olması, nüzul tarihi bakımından aralarında bir zaman dilimi olmadığını göstermez. İbn Abbâs (r.a), bu iki ayetin nüzulü arasında uzun bir süre
bulunduğunu söylemiştir. Bkz. İbnu’l-Arabî, “Ahkâmu’l-Kur’ân”, II, 877. 38. 8/
el-Enfâl, 66. 39. Ateş, Tefsir, III, 532-3. 40. 24/en-Nûr, 2. 41. Ateş, Tefsir,
VI, 144. 42. Ateş, Tefsir, II, 227-8. 43. Sahabe tabakasından itibaren icmada
görüşleri itibara alınan alimlerin tümü, zina eden evli kimselerin –erkek olsun,
kadın olsun– recm cezasına çarptırılacağı ve recm cezasının mütevatir hadisler
ve uygulama ile sabit olduğu noktasında görüş birliği içindedir. Ancak biz burada
meseleyi Ateş’in mantığına göre ele aldığımız için recm konusuna girmiyoruz.
45. 6/el-En’âm, 146. 46. 4/en-Nisâ, 160-1. 47. 7/el-A’râf, 157. 48. Ateş,
“Yeniden İslâma”, II, 167. 49. Subhi es-Sâlih, “Kur’an İlimleri”, 207. 50. esSuyûtî, “el-İtkân”, II, 27. 51. Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî, “el-Fevzu’l-Kebîr”, 35
vd. ed-Dihlevî’ye göre mensuh olan 5 ayet şunlardır: 2/el-Bakara, 180, 240; 8/
el-Enfâl, 64; 33/el-Ahzâb, 52 ve 58/el-Mücâdele, 12. 52. eş-Şâtıbî, “el-Muvâfakât”, III, 109; ed-Dihlevî, 34.
46
Mayıs
H.Murat KUMBASAR
Mecelleye Duyulan İhtiyaç
Mecelle,
İslam
Tarihinde, Osmanlı Tarihinde
bir ilktir. Eşine ender rastlanır
bir
hukuk
mecmuasıdır.
Vahyin hatası olmaz, ama
kulların yaptığının mutlaka
hatası olur ve olmuştur da.
S
ultan Abdülaziz’in
emri üzerine Ahmed
Cevdet Paşa ve 14
arkadaşından (1869-1876)
müteşekkil Mecelle Heyeti;
borçlar, eşya ve idare hukuku
sahasında 1851 maddeyi kanunlaştırarak 57 yıl Osmanlıda
uygulanacak kanun mecmuasına imza atmıştır. Bu kanun,
İsviçre Medeni Kanunu’nun
kabulüyle 1926 yılında mülğa
oluncaya kadar hüküm sürmüştür.
Tanzimatla başlayan batı
hayranlığı, maalesef Osmanlıda her alanda kendini gös-
Mayıs
M
47
terdiği gibi hukuk alanında da
kendini göstermiş, batı hukuklarından resepsiyon yapılması
fikri Padişaha kadar ulaşmıştı. Özellikle de 1805 tarihli
Fransız Medeni Kanunu
(Cod Civil)’nun alınması Girit’teki isyanı bastırmak
için görevlendirilen Ali
Paşa tarafından bu kanunun tercüme edilerek biz
de de uygulanması bizzat
talep edilmiştir.
Bu durumu gören ve işin
vehametinin farkında olan
Ahmed Cevdet Paşa, İslam
Hukukunun kanunlaştırıl-
2016
B
masının gereğini ileri sürerek, bu fikrin önüne
geçmiştir. Hukuk birliğini sağlamak ve farklı hukuk
uygulamalarına son vermek adına böyle bir faaliyet
gerekliydi, belki de elzemdi. Padişah Abdülaziz’in
de destek vermesiyle böylesine hayırlı bir faaliyet başlatıldı. Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle
tezkiresinde “Allah için, Allah’ın dini için” böyle
faaliyeti başlattıklarını beyan ettikten sonra Hanefi Mezhebi’nin “en sahih” görüşlerinden istifade
edilerek Mecelle’yi hazırladıkları ifade etmektedir.
Öylesine bir mezhep bağlılığı
vardı ki Ahmed Cevdet Paşa, İmam
Züfer’in görüşünü tercih etti diye
başkanlıktan azledilmiştir. İmam
Züfer, Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed’den sonra mezhebin dördüncü imamıdır.
Günümüz gözüyle bakıyoruz ve diyoruz ki keşke Hanefi Mezhebine bu kadar bağlı
kalınmasaydı. Fakat empati
yapıyoruz, belki o günün şartları,
bunu icap ettirmekteydi diyerek sesimizi fazla yükseltmiyoruz.
Bakınız, hepimiz bir mezhebe tabi olmalıyız. Ancak bu İbadetlerimizle sınırlı olmalıdır.
Amelde mezhep değiştirmek, birleştirmek asla
söz konusu olamaz ve olmamalıdır. Ancak Muamelat ve Ukubatta yani ictimai meselelerde
kanunlar hazırlanırken diğer mezhep görüşlerinden istifade edilmelidir. Nitekim Mecellenin
1910 lu yıllarda yürürlüğünde sıkıntı çıkmış,
tadil komisyonları kurularak diğer mezheplerden (Maliki-Şafii) görüş alınmıştır.
Mecelle, İslam Tarihinde, Osmanlı Tarihinde bir ilktir. Eşine ender rastlanır bir hukuk
mecmuasıdır. Vahyin hatası olmaz, ama kulların
yaptığının mutlaka hatası olur ve olmuştur da.
Mecelle de eğer bir mezhebe bağlı kalmamış olsaydı,
diğer mezheplerin görüşlerinden de istifade edilmiş
olsaydı, çok daha uzun soluklu olabilirdi. Diyeceksiniz ki o zor şartlarda, anormal durumda bundan daha
iyisi yapılamazdı. Zaten bunu temenni olarak söylediğimi hatırlatmalıyım.
Sadece İslam alemi değil bütün insanlık
vahyin nuruna muhtaçtır. İslam hukuku mutlaka
kanunlaştırılmalıdır. Akıl mahsulü bütün sistemler,
bütün izm’ler çökmek üzeredir veya çökmüştür. Bütün insanlık Kur’an’a ve
İslam’a muhtaçtır. Dünyanın gündemine artık İslam gelmiştir.
Bundan 20 yıl öncesinde İslam,
dünya kamuoyunun gündemine
girecekken, İslam düşmanları, kapalı kapılar ardında ne
yapalım ki İslam gündeme
gelmesin, toplantıları ve gizli
görüşmeleri yapmışlardır. Çıkan
karar, “İslam eşittir terör” fikridir. Bunu nasıl göstereceğizin adresi,
maalesef Afganistan olmuştur. Taliban
iktidara getirilmiş, İslami kurallarla yönetilecek iddiasında bulunulmuştur. Halbuki
uygulanan İslam, gerçek İslam’ı temsil etmekten çok
uzak olmuştur. Kaotik bir ortam oluşturulmuş, Sünni-Hanefi model seçilerek, tatbikat İslam’a mal edilmiştir. Hanımların mahremleri olmadan dışarı çıkmaları yasaklanmış, mahremi olmayan birisiyle dışarıda
gezerken yakalanan hanımlar recm cezasıyla cezalandırılmak istenmiştir, herkesin sakal bırakması mecbur
tutulmuş, hanımların burka takmaları istenmiştir gibi
birçok hadise meydana gelmiş veya getirilmiş, bütün
bunlar dünya kamuoyuna servis yapılmıştır. Ey Dünya Ahalisi, sizin rağbet ettiğiniz gerçek İslam bu, diye
bir algı operasyonu başlatılmıştır.
Bu operasyon yetmiyormuş gibi terör de işe karıştırılmış, Amerika’daki ikiz kuleler yerle bir edilmiş,
{
}
Amelde mezhep değiştirmek, birleştirmek asla söz konusu
olamaz ve olmamalıdır. Ancak Muamelat ve Ukubatta yani ictimai
meselelerde kanunlar hazırlanırken diğer mezhep görüşlerinden
istifade edilmelidir.
2016
48
Mayıs
B
Mecelle de eğer bir mezhebe
bağlı
kalmamış
olsaydı,
diğer
mezheplerin görüşlerinden de istifade
edilmiş olsaydı, çok daha uzun
soluklu olabilirdi. Diyeceksiniz ki
o zor şartlarda, anormal durumda
bundan daha iyisi yapılamazdı. Zaten
bunu temenni olarak söylediğimi
hatırlatmalıyım.
en korunaklı yer, Pentagon bombalanmıştır. Bunu
yapanların failleri, Müslümanlardır yaygarasıyla İslam=Terör algı operasyonu da başlatılmıştır. El-Kaide örgütü oluşturulmuş, günah keçisi
olarak Üsame b. Ladin seçilmiştir. Herkes de biliyor
ki bu işi Müslümanlar yapmadı ve de yapamazdı. Bu
iş profesyonelce yapılan bir işti. Büyük istihbaratların
işi olabilirdi. (CIA, Mossad gibi) Zaten bu işi, kendilerinin yaptığının itirafında da bulundular. Bir taşla,
bir kuş değil birçok kuş vuruldu. “İslam huzur getiremez, Müslümanlar devlet yönetemez, Müslümanlar teröristtir.”
Şunu da ifade edelim: Bir hocamızın dediği gibi
“Müslüman, terörün asla ve asla işvereni olamaz. Olsa olsa taşeronu olur.” Yani bütün bunları yaparken taşeron Müslümanlardan yardım almış
olabilirler. Aynen bugün DAEŞ’in taşeronluğu gibi.
El-Kaide süresini ve görevini tamamladı, yerine yedeği oluşturuldu.
Şimdi, biz Müslümanlara düşen HUZUR İSLAMDADIR!,MÜSLÜMANLAR SADECE DEVLETİ
DEĞİL DÜNYAYI YÖNETİR!, MÜSLÜMANLAR ASLA TERÖRİST DEĞİLDİR! Düşüncesini,
önce nefsimizde, sonra aile efradımızda sonra
mahallemizde şehrimizde ve ülkemizde, hakim
kılmaktır. İslam’ı en güzel bir şekilde kaynaklarından öğrenecek, öğrendiklerimizi günümüze
taşıyacak ilim adamları yetiştirmeye mecburuz.
Bu ilim adamları sayesinde, Mecelleyi oluşturma faaliyeti başlatılmalıdır. İslam Hukukunu,
bütün branşlarıyla, yeniden diğer mezheplerin
görüşlerinden de istifade edilerek, kanunlaştırmamız gerekmektedir. Ehlini göreve çağırıyor,
selam ve saygılar sunuyorum.
Mayıs
49
2016
Ubeyd FAKİRULLAH
Kibâr-ı Kelâm
(Ehlullahın Dilinden...)
Allah’u Teâlâ’yı Ve Onun
İçin Olan Şeyleri Sevmek
َ ‫ ـ"ُ َ!ـ‬#ْ $َ &‫ا‬
َّ ‫ َ•ــ•ْ •ا َ•ـ‬:‫ـ•ل‬
•‫ـ‬
ُ ّٰ '‫َ(ـ َـ‬
ِ ‫ ـ َ) ر‬#َ *ْ *َ $ُ •‫ـ ِـ‬+ْ ‫*َ• َن‬,ْ ‫ُ ـ‬- ْ•‫ــ‬$َ ‫َو‬
َّ ‫ا& •ا َ•ـ‬
َّ ‫ــ' َو َ•ــ•ْ •ا َ•ـ‬.ٰ •َ/َ0 &‫ا‬
'‫ــ‬.ٰ •َ/َ0 &‫ا‬
َ ّٰ
ُ ّٰ ُ"‫ـ‬1َّ •َ ‫ـ• َ•ــ•ْ •ا‬
ُ ّٰ ُ"‫ـ‬1َّ •َ ‫ـ• َ•ــ•ْ •ا‬
َّ •‫ـ• َ•ــ• •ا‬
َّ ‫ــ' َو َ•ــ•ْ •ا َ•ـ‬.ٰ •َ/َ0 &‫ا‬
َّ ‫ـ• •َ• •ا َ•ـ‬
َّ ‫•ا َ•ـ‬
ِ ّٰ '‫ــ‬2ِ •‫ـ‬
ِ ّٰ '‫ــ‬2ِ •َ
'.ٰ •َ/َ0 &‫ا‬
Gerçek Sevginin
Üç Alameti
َ ‫َ ـ"ُ َ!ـ‬8ّ ‫ ُم •ا‬9‫;ـ َـ‬.‫َا‬
َّ ‫> ٰ=ــ< ُة و‬.‫ا‬
َّ "ِ ‫=َ ْ* ـ‬$َ ?‫ـ ِّـ‬1ِ #َّ .‫ـ ِـ• ا‬$َ ‫َو‬
‫ ُق‬6ْ ‫ ـ‬7ِ :‫ـ•ل‬
'‫ ٰ=ــ‬$َ "ِ ‫ ـ‬1ِ *1ِ •َ ‫ َم‬9َ @َ ‫ ـ‬.ْ ‫َــ• َر ا‬ABْ َ4 ‫ـ•ل •ا ْن‬
ٍ ‫>ـ‬
C Dِ ‫ ِث‬9‫َـ َـ‬E '‫ــ‬2ِ )ِ ‫ ـ‬1َّ Fَ َG.ْ ‫ا‬
‫ ِه‬3ِ ‫ ْ* ـ‬Hَ )ِ ‫; ـ‬C َ.•َI•ُ '‫ ٰ=ــ‬$َ "ِ ‫ ـ‬1ِ *1ِ •َ )َ ‫; ـ‬C َ.•َI•ُ ‫َــ• َر‬ABْ َ4‫ ِه َو‬3ِ ‫ ْ* ـ‬Hَ ‫ ِم‬9َ Jَ
‫ ِه‬3ِ ‫ ْ* ـ‬Hَ '‫ ٰ=ــ' ِر ٰ(ــ‬$َ "ِ ‫ ـ‬1ِ *1ِ •َ '‫َــ• َر ِر ٰ(ــ‬ABْ َ4‫َو‬
Peygamber
(aleyhisselam)
şöyle
buyurmuştur; “Gerçek sevgi ve muhabbetin
َّ ‫•ا َ•ـ‬
‫ـ•س‬
ُ ‫ـ‬#َّ .‫ـ"ُ ا‬2َ 3ِ /ْ َ45َ ‫ـ• •ا ْن‬
(dostluğun) alameti şu üç haslettir: Sevdiği
Süfyan bin Uyeyne1 (radiyallahu anh)
buyurmuştur ki; “Her kim Allah’u Teâlâ’yı severse
Allah’u Teâlâ’nın sevdiklerini de sever. Ve her
kim Allah’u Teâlâ’nın sevdiklerini severse
Allah’u Teâlâ katında sevilenleri de sever.
Ve her kim Allah’u Teâlâ katında sevilenleri
severse insanların onu bilmemesini de sever”2
eder, Sevdiği kişiyle bir arada bulunmayı
kişinin sözünü başkalarının sözüne tercih
başkalarının
meclisine
tercih
eder,
Sevdiği kişinin (kendisinden) razı olmasını
başkalarının (kendisinden) razı olmasına
tercih eder.”1
(İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 11)
1. Fıkıh ve hadîs âlimi. Tebe-i tâbiînin büyüklerindendir.
2. İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 11
Marifetullah ve Yakîn
Nasıl Kazanılır?
َ ‫َـ"ُ َ!ـ‬8ّ ‫ ُم •ا‬9‫;ـ َـ‬.‫ا‬
َّ "ِ ‫=َ ْ*ـ‬$َ ?‫ـ ِّـ‬1ِ #َّ .‫ـ ِـ• ا‬$َ ‫َو‬
)ِ ‫ـ‬2َ 3ِ /ْ َG.ْ ‫ـ•س ا‬
ُ ‫ـ‬-C ‫ـ)ُ •ا‬1َّ Fَ Gُ .ْ ‫ •ا‬:‫ـ•ل‬
3ِ ‫ ـ‬46ِ Pْ َA+ِ '‫ ٰ(ــ‬3ِّ .‫ــ<ٰى وَا‬Pْ َّA.‫*ـ ِـ• ا‬Pِ *َ .ْ ‫*ـ ِـ• َورَأْ ُس ا‬Pِ *َ .ْ ‫ َ• ـ)ُ ا‬9ََ $ ُ)‫ ـ‬,َّ /ِ .ْ ‫وَا‬
ِ ّٰ
'‫ــ‬.ٰ •َ/َ0 &‫ا‬
Peygamber (aleyhisselam) şöyle buyurmuştur;
“(Allah’u Teâlâ’yı gerçekten) sevmek Marifetullahın
temelidir. İffetli olmak (Allah’u Teâlâ’ya olan)
yakîn’in alametidir. Yakîn’in başlangıcı ise
takva ve Allah’u Teâlâ’nın takdirine razı
olmaktır.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 11)
Günlerin, Ayların Ve
Amellerin En Hayırlısı
‫ـ<ب‬
ُ ّٰ '‫َ(ـ َـ‬
ٌ ‫ُـ‬A@ْ •َ ُ"‫ـ‬#ْ $َ &‫ا‬
ِ ‫ـ‬Kْ ‫ــ•ْ َو‬$َ ‫َو‬
ِ ‫ِــ' ر‬8• َGَ*.ْ ‫ـ ِ" ا‬1ِّ #َ •ُ •‫ـ ِـ‬+ •‫ـ‬
َ ‫• َن َ• ِ=ـ‬Jَ ‫ا ْن‬O ‫ َو‬3ٌ ‫*ـ‬Pِ 2َ Q‫ـ‬
Lُ ‫*ـ‬Mُِ G.ْ ‫ َ*ــ• وا‬8ْ 6ُ ّ .‫ ا‬N‫ـ‬
ُ ‫ـ‬43ِ Fَ .ْ ‫ •ا‬:ِ‫َّـ ْ<رَاة‬A.‫ــ' ا‬2ِ
َ •ُ
•‫ــ‬/ً Rِ •َS ‫•َ َن‬J ‫ا ْن‬O ‫ـ ّ ٌـ? َو‬#ِ Hَ Lُ ‫ِـ‬8•Pَ .ْ ‫•ً وَا‬J<‫ْ =ُــ‬Gَ• ‫• َن‬Jَ ‫ا ْن‬O ‫ــ•عٌ َو‬M
Vehb bin Münebbih el-Yemânî (radiyallahu
anh) buyurdu ki; “Tevrat’ta yazılıdır ki; Hırslı
olan kimse dünyanın sahibi de olsa fakir
(hükmünde)dir. İtaatkar olan kişi, köle bile
olsa kendisine itaat edilir. Kanaatkar olan
kişi, aç bile olsa zengin (hükmünde)dir.”1
(İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 10)
Hayat Düsturları
َ &َ ُ;َ4ّ ‫ا‬/ 2َ َّ•<َ+ ‫ ِ; و‬#ْ َ•$َ =‫ا‬
َّ •!ِ •"ِ #ْ $َ ‫ ُة‬%َّ ُ& 'ْ َ•(ُِ )‫* ُء َو‬,+ "ِّ •‫ وَا‬-#
ِ ّٰ ‫•ل‬
‫ا•• ٰ•• ِة‬
ُ ‫*ل‬
ُ .ّ ِ •‫ا‬/ : ٌ‫ث‬0َ َ 1 2ْ 3ُ *َ#4ْ ُ ‫ْ د‬5ِ6 •َّ َ•‫ا‬7 ُ ّٰ •َّ•>
+ 8ِّ 9
ِ ُ<َ‫ْ ر‬5َ$‫َو‬
+ =‫ا‬
Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) ashabıyla beraber otururlarken (bir ara) şöyle buyurdu; “Sizin
dünyanızdan üç şey bana sevdirildi: Güzel koku (sürünmek), kadın(larla evlenmek), gözümün nuru
kılınan namaz.”
I ُ
َ ‫ـ‬Hَ !َ *‫•<ــ‬
َ ‫َ*رَ<ُ ـ‬B '‫ـ‬
ِ ّٰ ‫ـ•ل‬
•)
%ُ ‫ا• َّ"?َـ‬/ : ٌ‫ث‬0‫َـ َـ‬1 *‫ــ‬#َ 4ْ @ُ ّ •‫َ ا‬5‫ــ‬6ِ A‫ا•َـ َّـ‬7 -‫ـ‬
ُ ُ;‫ ُـ‬G*َJ ْ>‫ا‬/ ُ;‫ َ(ـ‬6َ ‫* َن‬3َ ‫َو‬
ُ ‫ا= َو‬
ُ ّٰ •‫ـ َـ‬Dَ
+ ‫ـ‬8ِّ 9
+ ‫>ــ@ َ ْ&ـ‬
+ ُ;‫ ْ"ـ‬$َ A‫َ(َ* ٰ•ــ‬C =‫ا‬
ِ ‫ ر‬Eُ ‫ـ‬B@ِّ ••‫ا‬
ِّ %ٍ ‫ـ‬Fْ ‫ َـ‬G •‫ُــ‬G‫ا‬/ ‫ـ*ل‬
ِ ّٰ ‫ـ•ل‬
ِ ّٰ ‫ـ•ل‬
ِ ّٰ ‫ـ•ل‬
=‫ا‬
ِ ‫ـ' رَ<ُ ـ‬
+ ‫ـ‬Jْ َC •‫ــ‬Kِ "َ Gْ ‫ــ• َن ا‬Fُ ‫ َـ‬B ‫ا ْن‬/ ‫ا= َو‬
ِ ‫ ٰ•ــ• رَ<ُ ـ‬$َ •‫َ*•ِــ‬6 ‫ــ* ُق‬Lَ 4ْ ‫ا‬7 ‫ا= َو‬
ِ ‫ا ٰ•ــ• َو ْ)ـ ِ; رَ<ُ ـ‬7
Bunun üzerine Hz. Ebubekir-i Sıddîk (radiyallahu anh) dedi ki; “Doğru söyledin Ya Rasûlallah! Bana da
dünyada üç şey sevdirildi: Rasûlüllah (s.a.v.)’in yüzüne bakmak, malımı Rasûlüllah (s.a.v.)’in yoluna harcamak,
Kızımın Rasûlüllah (s.a.v.)’in nikahında olması.
َ Hَ !َ
Eُ •ِ Mَ •ْ ‫ْب ا‬
ُ ّٰ •َ Dَ
ُ •Nَّ •‫ وَا‬%ِ Fَ ‫" ْـ‬Oُ •ْ ‫ ا‬5َِ $ ُAْP"َّ •‫وف وَا‬
ُ ‫ َو‬%ٍ Fْ ‫ َـ‬G *َG‫ا‬/ *َB '
+ &ْ َ @>
+ ُ;"ْ $َ =‫ا‬
ِ %ُ (ْ َO•ْ *Gِ %ُ 6ْ َQْ ‫ا‬/ : ُ‫ث‬0َ َ 1 *َ#4ْ @ُ ّ •‫َ ا‬56ِ Aَّ َ•‫ا‬7 + 8ِّ 9
ِ ‫ ر‬%ُ َOُ$ ‫*ل‬
(Bunu duyan) Hz. Ömer (radiyallahu anh) dedi ki; “Doğru söyledin Ya Ebâbekir! Bana da dünyada üç şey
sevdirildi: Emr-i bil-maruf yapmak (iyiliği emretmek), Nehy-i anil-münker yapmak (kötülükten sakındırmak), eski
ve yamalı elbise giymek.”
َ Hَ !َ
‫ ِآن‬%ْ Hُ •ْ ‫ َو ُة ا‬0َ ِC‫ َِ*ن َو‬B%ْ (ُ •ْ ‫ْ َ• ُة ا‬,ِ3‫َ*ن َو‬
ُ ‫ َو‬%ُ َOُ$*َB '
ُ ّٰ •َ Dَ
ِ (#Rِ •ْ ‫َ* ُع ا‬8 ْS‫ا‬7 : ٌ‫ث‬0َ َ 1 *َ#4ْ @ُ ّ •‫َ ا‬56ِ Aَّ َ•‫ا‬7 + 8ِّ 9
+ &ْ َ @>
+ ُ;"ْ $َ =‫ا‬
ِ ‫َ * ُن ر‬OْN$ُ ‫*ل‬
(Bundan sonra) Hz. Osman (radiyallahu anh) dedi ki; “Doğru söyledin Ya Ömer! Bana da dünyada üç şey
sevdirildi: Açları doyurmak, çıplakları giydirmek, Kur’ân-ı Kerîm okumak.”
َ Hَ !َ
َّ Gِ ‫ ُب‬%ْ U•‫َا‬
َّ ‫ و‬Tِْ #••‫ا‬
َّ •!ِ ‫َا•• ْ• ُم‬
َّ ‫ و‬Tِْ #U•
َّ ِ• ُV6َ @ْ Mِ •ْ ‫ا‬/ : ٌ‫ث‬0َ َ 1 *َ#4ْ @ُ ّ •‫َ ا‬56ِ Aَّ َ•‫ا‬7 Tِْ #,•*
ُ ‫َ * ُن َو‬OْN$ُ *َB '
ُ ّٰ •َ Dَ
+ &ْ َ @>
+ ُ;"ْ $َ =‫ا‬
+ 8ِّ 9
ِ ‫ ر‬Aٌ ّ •ِ $َ ‫*ل‬
(Bundan sonra da) Hz. Ali (radiyallahu anh) dedi ki; “Doğru söyledin Ya Osman! Bana da dünyada üç şey
sevdirildi: Misafire hizmet etmek, Yazın oruç tutmak, (Allah yolunda) kılıç sallamak.”
َ &َ ‫ ُم َو‬0َ ,•‫ا‬
ُ Zِ ‫ا‬%َ 8ْ )َ ‫ا ْذ )َ* َء‬7 [َ ِ•‫ َ\ا‬3َ 2ْ ]ُ *َ"#ْ 8َ !َ
َّ ;ِ #ْ َ•$َ Y#
-ُ ّ 9ِ ُ ‫* ا‬Oََّ $ •"ِ َ•َW ْ,َC ‫ا ْن‬/ ‫ َك‬%َ 6َ ‫ا‬/ ‫ َو‬2ْ Fُ ‫ َـ‬Kَ•*Hَ 6َ Xَ Oِ <+ *Oَّ َ• ••ٰ *َ(َC‫َ*ر ََك َو‬8َC =‫ا‬
ُ ّٰ •"ِ َ•<ْ
+ ‫ار‬/ ‫*ل‬
َ Hَ !َ ‫َ*؟‬#4ْ @ُ ّ •‫ ا‬Yِْ ]‫ا‬/ ْ5ِ6 'ْ
َ Hَ !َ ،*َ#4ْ @ُ ّ •‫ ا‬Yِْ ]‫ا‬/ ْ5ِ6 'ْ
َّ ُ‫*د‬Sْ
‫ َِ*ل‬#(ِ •ْ ‫ ا‬Yِْ ]‫ا‬/ ُVَ4‫(َ* َو‬6ُ ‫َ َو‬5#Kِ ِ4*Hَ •ْ ‫َ*ءِ ا‬G%َ ^ُ •ْ ‫ُ ا‬V,َ+ 4‫•َا‬6ُ ‫َ َو‬5#ِ•ّ *U•‫ا‬
ُ "3ُ ‫ا ْن‬7
+ "3ُ ‫ا ْن‬7 -ُ ّ Jُِ C *َ6 ‫*ل‬
+ ‫ار‬7 :‫*ل‬
َ5B%ِ ,ْ
ِ (Oُ •ْ ‫ا‬.
Onlar bu hal üzere iken bir ara Cebrail (aleyhisselam) geldi ve dedi ki; “Allah’u Tebareke ve Teâlâ hazretleri
sizin bu konuşmalarınızı işitince beni gönderdi ve (Ya Rasûlallah) sana, “Eğer ben dünya ehlinden olsaydım neyi
severdim” diye sormanı emretti.” Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) “Eğer dünya ehlinden olsaydın neyi severdin?”
diye sordu. Cebrâil (aleyhisselam): “Yanlış yola saparak delalete düşenleri irşad etmeyi, Allah’u Teâlâ hazretlerine
itaatkar olan yalnız ve kimsesi olmayan gariplere dost ve arkadaş olmayı, çoluk çocuk sahibi olup geçimi dar olan
fakirlere yardım etmek.”
ُ Zِ ‫ا‬%َ 8ْ )َ ‫*ل‬
َ &َ ‫َو‬
َ Kِ ْ<Q‫ا‬
ُ ّ ‫ ر‬-ُ ّ Jُِ B ‫ ُم‬0َ ,•‫ا‬
َّ ;ِ #ْ َ•$َ Y#
َّ ‫ و‬Vِ 6َ ‫ ْ" َ@ ا• َّ" َ@ا‬$ِ ‫* ُء‬Fَ ‫ ُـ‬8•ْ ‫ وَا‬Vِ $َ *.
ِ ْ ‫َ ْ\ ُل‬G :‫• ٍ*ل‬
@َ "ْ $ِ %ُ 8ْ ••‫َا‬
+ `ِ ُ‫ث‬0َ َ 1 ‫َ* ِد ِه‬8$ِ ْ5ِ6 ُ;ُ•0ََ ) Yََّ ) ‫ ِة‬aَّ (ِ •ْ ‫َب ا‬
Vِ &َ *Lَ •ْ ‫ا‬
Ve Cebrâil (a.s.) devamla buyurdu ki; “İzzet sahibi Allah (celle celâlühü) kullarından şu üç hasleti sever:
“Allah’u Teâlâ’nın emirlerine karşı İtaatkar olma noktasında elinden geleni yapmasını, (pişmanlığı gerektirecek bir
iş yaptıktan sonra o yaptığına) pişmanlık anında ağlamasını, yokluk ve darlık anında sabretmesini”
Emre TOPOĞLU
Gençliğe Dair Notlar
İmâm-ı Rabbânî
Hazretleri’nin
buyurduğu
gibi:
“Vakitlerin en şereflisi
olan gençlik çağını, en fazîletli
ameller için harcamalıdır.”
2016
H
ayatın en özel yılları,
delikanlılık
çağları… Çoğu zaman gündemin ilk sıralarında
olmasa da listede her daim
kendisine yer bulan bir kavram; Gençlik. Buradan birçok soru türetebiliriz, zira gençlik deyince ilk akla gelen, “ne
olacak bu gençliğin hali”
oluyor. Peki gençliğe dair ne
yapılıyor ya da ne yapılmalı?
İşte bu noktada konuyu çok
uzatmadan direkt giriş yapalım. Ancak bir hususun da altını çizerek başlayalım. Burada
“genç” derken kastımız toplumu oluşturan tüm gençler, sa-
52
dece evde yetiştirdiğimiz evlat
özelinden açıklamalar yapmıyoruz.
Dedik ya hep gündemdeydi gençliğin hali ve her
kuşak bir önceki kuşak tarafından “kaybedilmiş gençlik”
olarak nitelendirildi. İşin ilginç
yanı bugün gençliği kurtarma
hayalleri ile yanıp tutuşanlar
için zamanında da kendilerinden önceki kuşaklar aynı
endişeyi taşıyorlardı. Elbette
burada kastımız geneli ifade
etmekte, zira her dönem, kendi içerisinde dava şuuru olan
genç kahramanlar oluşmasına
Mayıs
B
imkân vermiştir. O halde öncelikle gençleri anlamak,
onlar gibi düşünmeye çalışmak -ki çok imkânlı değilgerekmektedir. Bunu tam olarak yapamayacağımıza
göre o halde müsamaha alanını nispeten daha geniş
tutmak gerek. Müsamahadan kastımız ise daha açık
bir ifade ile karşılaştığımız her olaya bizim gibi tepki vermelerini beklememek mahiyetindedir. Kendi
gençlik yıllarınızı düşünün biraz, aklınıza delikanlılık çağlarınızı getirin, daha iyi anlayacağınızdan eminiz.
Evet, müsamaha göstererek ancak belirli konularda
tavizsiz, bazı değerlerin
üzerinde hassasiyetle duran bir davranış metodu geliştirmek gerek.
Her şeyden önce
dava şuuru ile
besleyebilmek
gerek
gençleri.
İşte tam bu noktada
birkaç hususa dikkat
çekmek istiyoruz. Öncelikle ülkemizde uygulanan
gençlik politikaları uzun yıllardır “gençlik sorunları”
üzerine kurulu olup, gençleri sürekli sorunlu bir kitle olarak algılama hatasına düşülmektedir. İşin felsefesi bir yana
gençliğe dair çözüm odaklı değil rehberlik odaklı bir
mekanizmaya ihtiyaç vardır. Daha net bir ifade ile
“gençlik çalıştayları”, “detaylı gençlik araştırmaları” gibi öncelikli fakat önem sırasında yarışamayacağı başka hususların varlığı aşikârdır. En mühimi ise bu çalışmaları yorumlamaya ayrılan enerjinin
önleyici faaliyetlere kanalize edilmesi zaruriyetidir.
Kıymetli Yazar Sedat Servet Hocaoğulları’nın çok güzel örneklediği gibi, gençlikle ilgili konularda tedavi
merkezli değil, önleyici, koruyucu merkezli çalışmalar
daha etkin sonuçlar alınmasına vesile olacaktır.
Peki ne yapmalıyız; yine lafı dolandırmadan yekten belirtelim. Konu “gençlik” olunca hızla gelişen
teknolojinin, artan etkisi ile çevresel ve dış faktörlerin
değerlendirme dışı kalması düşünülemez. Yine bu konunun sadece bir kurumu ya da bir kesimi ilgilendirmediği, hatta ilgilendirdiğini kabul etsek dahi, çözümü tek bir yerde aramanın çok makul olmayacağı ve
dahası bu konunun toplumsal bir zihniyet devrimi ve
işbirliği ile çalışılması gerektiğini bir kez daha vurgulayalım. Burada devlet kurumları,
siyaset, sivil toplum, aileler, kısacası toplumun her kesimine
ciddi ödevler düşmektedir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki,
gençlik dediğimiz kavram sürekli sirkülâsyonu olan geniş bir
evreni
içermekte
olup, bu evren
içerisinde
farklı
beslenme kaynakları olan gençlerin
olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenledir ki, klişe bir ifade olan “herkesi
kucaklama” mantığı neticesinde kollarınızın boş kalma
ihtimalini düşünmek ve sadece
bu nedenle bile hayal edilen gençliğe ulaşmak adına; kesin ve net çizgileri olan, onlara
daha çok istifade edebilecekleri çoktan seçmeli alternatifler sunmak gerekmektedir.
Evet, nihayet hepimizin bildiği ve gün gibi ortada
olan ancak ifade etmekten imtina ettiğimiz panzehiri
açıklama zamanı geldi. Bizim temel hedefimiz “imanlı bir nesil” yetiştirmek olmalıdır. Zira bu haslet ile
donatılmış bir nesil, ortada sorun bırakmayacak niteliğe haiz olmaya şimdiki durumdan çok daha yakın
olacaktır. Dava şuuru edinmiş bir nesil bizim temel
gayemiz, politikalarımızın belirleyicisi olmalıdır.
{
}
Elbette Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkıyla ahlâklanmak ve Peygamber
Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’si ile hemhâl olabilmektir. Zira
Peygamber Efendimiz, örnek ve müstesnâ yaşayışıyla Kur’ân-ı
Kerîm’in canlı bir tefsîri ve en güzel icrasıdır.
Mayıs
53
2016
B
Unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlasıdır.
Yani bu dünyada bir kimseye ikram edilen bütün nîmetler, aslında kişinin âhiret yurdunu kazanabilmesi
için bir imtihan maksadıyla kendisine takdim edilmiştir. Âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere de insan,
kıyamet günü kendisine ihsân edilen bütün
nîmetlerden hesaba çekilecektir. (Bkz. et-Tekâsür, 8) Bu sebeple de İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin
buyurduğu gibi:
“Vakitlerin en şereflisi olan gençlik çağını,
en fazîletli ameller için harcamalıdır.”
Peki, en fazîletli ameller nelerdir?
Elbette Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkıyla ahlâklanmak ve Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i
Seniyye’si ile hemhâl olabilmektir. Zira Peygamber Efendimiz, örnek ve müstesnâ yaşayışıyla Kur’ân-ı Kerîm’in canlı bir tefsîri ve en
güzel icrasıdır.
Mesela bir genç, her sabah uyandığında kendisine şu soruları sormalı ve alacağı cevapların ne kadar
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı istikâmetinde olduğunu düşünmelidir:
–Bu sabah hayat defterimi nasıl açtım? Bana yeni
bir gün lûtfeden Rabbime şükredebildim mi?
–Bugün dilimi, boş ve lâubâlî konuşmalardan,
yalan ve dedikodudan, gıybet ve münâkaşadan ve bir
gönlü kırıp ona diken batırmaktan muhâfaza edebilecek miyim?
–Bugün, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat,
merhamet ve muhabbet nazarıyla bakabilecek miyim?
–Bugün Allâh’ın bana ihsân ettiği nîmetleri
kimlerle ve ne kadar paylaşabileceğim? Zira Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı
olandır.” (Beyhakî, Şuab, VI, 117)
–Bugün bir mü’mini sevindirmenin kalbî hazzını tadabilecek miyim? Bir kederliyi tesellî edip ona tebessüm
ettirebilecek miyim? Bir gönül kazanabilecek miyim?
–Bugün hidâyete muhtaç insanlara dilimle, hâlimle ve kalbimle ne kadar yardım edebileceğim?
Onlara emr bi’l-ma’rûf ve nehy ani’l-münker’de bulunup hidâyetleri için duâ edebiletcek miyim? Onlara hâlimle de bir “müslüman kimliği” sergileyebilecek miyim?
–Bugün Allah için bir dost kazanabilecek miyim?
Kaç dostumla dostluğumu tazeleyebileceğim?
–Bugün şahsî kusur ve zaaflarımdan kurtulmak
için bir Hak dostuna başvurabilecek miyim? Yine bugün bir Allah dostuyla veya sâlih insanlarla beraber
olmaya gayret edebilecek miyim? Bunun yanında fâsık ve fâcirlerle beraberlikten kalbimi koruma endişesi
taşıyabilecek miyim?
–Bugün ilmimi artıran, irfânımı geliştiren herhangi
bir hizmet veya faâliyet içinde bulunabilecek miyim?
–Bugün yediğimin, içtiğimin, giydiğimin helâl mi,
şüpheli mi, haram mı olduğuna dikkat edebilecek miyim?
–Bugün bana Allâh’ın en büyük nîmeti olan
Kur’ân-ı Kerîm’den kaç sayfa okuyacağım? Orada
bana verilen mesajları tefekkür ederek mûcibince
amel edebilecek miyim?
–Bugün bana kötülük yapan, sert ve kaba davranan bir kişiyi affedip ona ihsanda (iyilikte) bulunabilecek miyim?
2016
54
Mayıs
B
İmâm-ı
Hazretleri’nin
Rabbânî
buyurduğu gibi:
“Vakitlerin en şereflisi olan
gençlik çağını, en fazîletli ameller
için harcamalıdır.”
Bütün bu sorulara sormaya engel bugünkü pragmatist/menfaatperest dünya, insanımızı menfaatlerin
zebûnu bir hâle soktu. Bunun neticesinde mânevî
hayat çöküntüye uğradı. Gönüller rûhî buhranlara
sürüklendi. Fuhuş, alkol ve uyuşturucu iptilâsı topluma zehir serpmekte. Bütün bunların neticesinde
intihar hadiseleri insanlık tarihinde görülmemiş bir
dereceye ulaştı. Psikiyatrik rahatsızlığı olan hastalar
çoğaldı. Bütün bunlar da hiç şüphesiz rûhî sefâletin
apaçık bir göstergesi olarak görmeyi bilenler için yeterince ayandır.
Bütün bu buhranın içerisinde unutmayalım ki
bizim âhireti îmâr etmek gibi ulvî bir gâyemiz vardır.
Velhâsıl dünyanın baharı her sene yeniden gelir.
Lâkin ömrün baharı olan gençlik, aslâ geri dönmez.
Eğer gençlik Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında değerlendirilmezse, yarın elde sadece «âh ile vâh» kalır.
Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurmuştur:
“Ne mutlu o kişiye ki, gençlik günlerini ganimet bilir de kulluk borcunu öder. Yani dînî
ve insanî vazifelerini yerine getirir. Bedeni sapasağlam iken, yüreğinde de, vücudunda da
güç ve kuvvet varken kulluğunu îfâ etmek gayreti içinde olur.
Dergimizin Yeni Bankacılık Firması
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
İban No:
TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01
Hesap No:
826718 - 1
Zira o gençlik çağı, yemyeşil, ter ü tâze bir
bağa benzer. Bol bol meyveler verir. İhtiyarlıkta beden, çorak toprak gibi gevşer, dökülür.
Çorak bir tarla¬dan da hiçbir vakit hoş bir bitki yetişmez.”
O zaman şimdi tekrar düşünme ve karar verme
vaktidir. Sizi sizinle, vicdanınız ile baş başa bırakıyorum.
Mayıs
55
2016
Ersan BİLGİN
Güzel Bir Dava Adamı;
Adnan Demirtürk
“ İ s l a m ’ ı n ,
Müslümanların
ve
bütün
insanlığın
hizmetinde
olduğumuzun
şuurundayız.
Vazifelerimiz bize verilmiş
birer
emanettir.
İlimizin
evliyasından da, eşkıyasından
da
mesulüz.”
2016
“Kıymetli taşlar, az
olduğu için kıymetlidir.
Dâvâ adamları azdır ve
dava adamlığı en büyük
vasıftır. Ömrü yaşanmaya
değer kılan şey dava adamı olmaktır.” diye haykıran
ve 34 yıllık kısa süren ömrünü
dava adamlığına adamış, büyük hizmetlere imza atmış, Milli Gençlik Vakfı Şehid Genel
Başkanımız Adnan Demirtürk
Abimizi, “fetih ve gençlik”
ayı olan Mayıs ayında yine
rahmet, hasret ve dualarla
anıyoruz. Adnan abi 15 Mayıs
1999 günü şehadet makamına
ulaşmıştı.
56
Baki kubbede hoş sada
bırakan Örnek Şahsiyetler yıllar geçse de asla unutulmazlar,
mayıslar geçse de Adnan Abi
Milli Görüş Gençliğiyle birlikte cihadını sürmekte ve fetih
neslinin yetişmesi için gayretini
ortaya koymaktadır. Onun en
güzel örnekliği şuuru, duruşu
ve istikamet adamı oluşuydu…
Adnan Abimiz, Milli Görüş
zihniyeti çerçevesinde Merhum
Liderimiz Erbakan Hocamız’ın
emrinde kuvveti değil, Hakk’ı
üstün tutan bir medeniyetin
kurulması için çalıştı. “İnsan-
Mayıs
B
ların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibiyle koşturdu.
lılık” prensibi vardı. Gelip geçici, bir mevsimlik, bir
dönemlik çalışmalar yerine bir ömür devam eden istikrarlı bir çalışmayı öğütlüyordu.
Adnan Demirtürk, imanlı, ihlaslı, bilgili,
şuurlu, fedakar ve teşkilatçı bir şahsiyetti. Davasına ve liderine sonuna kadar bağlıydı. Çalışma arkadaşlarıyla bütünleşen, onlara güvenen ve
ekip çalışmasının önemini kavrayan bir insandı. 1997
yılında MGV Genel Başkanı olunca O yüzden “yeni
bir çalışma dönemi”ne girildiğini belirtiyor ve bu
dönemin en önemli özelliğinin de “kader birliği” ve “gönül seferberliği” olduğunu söylüyordu. Çalışma
arkadaşlarının bir “muhabbet
fedaisi” olmasını istiyordu.
Vazife Adamı
Çalışma arkadaşlarını ve gençliği “vazife adamı” olmaya davet ediyor ve bir konuşmasında, bu
konudaki düşüncesini şöyle açıklıyordu: “Kıymetli
taşlar, az olduğu için kıymetlidir. Kara taşlar
çok olduğu için kıymetsizdir. Dâvâ
adamları azdır ve dava adamlığı en
büyük vasıftır.”
“Vazife adamı” denildiği
zaman, “görev verildiğinde
gözümüzün arkada kalmayacağı insan” anlaşılır.
İnsanlar yalnız “inandık”
demekle kurtulacak ve hesaba
çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?
Elli-altmış yıllık ömrümüzde çetin
imtihanlardan geçeceğiz. Ömrü yaşanmaya değer kılan şey dava adamı
olmaktır.
Düşünce ve inancı ne
olursa olsun, hiçbir insanı
rakip olarak kabul etmiyor,
“Bizim rakibimiz gençliğimizi tehdit eden kötülüklerdir” diyordu. Bu sözüyle
de, gençliğin içine düşürüldüğü
sapıklık, uyuşturucu, alkol, fuhuş,
zina gibi kötülüklerle mücadelenin
önemini vurgulamak istiyordu.
Adnan Demirtürk, Türkiye gibi çok büyük misyon yüklenmiş bir ülkenin meselelerine sahip çıkacak “dinamik bir gençlik”in yetişmesini istiyordu.
Azim ve gayretinin sebebi de buydu.
Bu çalışmalarda “vakıf senedi”nin referans
alınmasını, hukukî ve yasal sınırlar içinde bir hizmetin yürütülmesini arzu ediyordu. Ekip çalışmasının
önemini anlatıyor, tek kişilik ordu döneminin sona
erdiğini belirtiyordu. “Çalışmaları bırakamayız.
En büyük emniyet çalışmaktır, Allah yolunda
cihaddır, fedakarlıktır. Slogan insanı değil,
üslup insanı olmalıyız. Vizyon ve ufuk sahibi
olmalıyız” diyordu. Başarının temelinde “devam-
Biz, insanları Allah’a kul yapmaya çalışacağız.
Allah’a kavuşmayı her şeyden fazla isteyeceğiz. Çalışma ve ibadet hazzını duymalıyız. Yunus’u, Yunus yapan “Bizim kapımızdan odunun bile eğrisi giremez” sadakatidir. Unutmayın ki, sel gider, kum
kalır. Gönüllerinizi açın ve yürüyün! Toplumsal
değişimin bir tek yolu var: Kendimizi değiştirmek. Birbirimizi seversek, Allah da bizi sever
ve önümüzü açar.”
Adnan Abi’nin tıpkı Erbakan Hocamız gibi bitmek tükenmek bilmeyen bir azim ve heyecanı vardı.
“Bütün dünyanın Türkiye’nin gözünün içine baktığını” söylüyor ve büyük bir ümmet şuu-
{
}
“Her işin başı imandır. Sonra da Salih amel … Hakkı ve sabrı
tavsiye… Davamızın hayranı değil, bağlısı olmalıyız. ”
“Namaz konusunda titiz olunmalı, her zaman abdestli
bulunmaya ve misvak kullanmaya gayret edilmelidir.”
Mayıs
57
2016
B
Başarıyı hak etmek için Rabbi’ne kilitlenmiş, şehadet
ne zaman diye bekleyen bir insan olmalıyız. Bir yerde
şehadet varsa orada esaret yoktur. Allah (c.c.), mazlumların
yanındadır. Şehitler, bizim şuur vesilemizdir.”
ru ve gayretle çalışıyordu. Başarı için “irade sahibi olma” ve verilen görevlerin bir “emanet” ve
“iradenin ruhları eriten bir meziyet olduğunu”
söylüyordu. Daima hedefe kilitlenmek gerektiğini anlatıyordu. Sarsılmaz bir iman ve azimle yapılan çalışmalar meyvelerini veriyor, yeni ve şuurlu bir neslin
adresi olan Milli Gençlik Vakfı çalışmalarına canlılık
geliyor, insanımızın yüzünü güldürecek çalışmaların
alt yapısı hazırlanıyordu.
Milli Gençlik Vakfı Genel Merkezimizi büyük bir
binaya taşımak için gayret etmiş ve bu gayret meyvesini vermişti… Hem de Hacı Bayram Veli Hazretlerine
yakın bir mekâna... Ulus’taki Hükümet Caddesi’nde...
23 Nisan 1999 günü MGV Genel Merkez’inin
açılışı yapılıyordu. Coşkulu bir törenle... Vefatından
22 gün önce gerçekleşen bu açılışın bitiminde, Adnan
Abimiz illerden gelen kadrolarını topluyor, yaptıklarını
yeterli görmeyen ve başarıya doymayan karakterini
şu sözlerle ortaya koyuyordu. “-Benim için bu bina
bugünden eskimiştir. Bu güzel ülke daha iyi ve
mükemmel hizmetlere lâyıktır!”
Son Toplantı
Şehid Genel Başkanımız, 20 aya yaklaşan genel
başkanlığı döneminde 55 ili dolaşmış, problemleri yakından takip etmiş ve bu problemlere çözümler getirmek için seferber olmuştu. Ve 55. şubenin ziyareti...
Bu il, 55 plâka numaralı ilimiz olan Samsun... Adnan
Demirtürk, son çalışmalarını yapmak ve ilk adımın
“80. yıldönümü” münasebetiyle bir dizi programa
katılmak üzere Samsun’a gidiyordu. Fakat bu gidiş,
çok farklı bir gidişti.
Ankara’dan ayrılırken bütün personelle tek tek
vedalaşıyor, bir daha geri dönmeyecek bir insan tavrı gösteriyordu. Vakfın sekretaryasını yürüten Yılmaz
Bölükbaşı’yı şu sözlerle “vekil” bırakıyordu: “-Yıl-
2016
maz Bey! Genel Merkez size, siz de Allah’a
emanetsiniz!..”
Hatta gece geç vakit döneceğini dikkate alarak,
her zaman evinin anahtarını yanına alırken, o gün ilk
defa yanına almamıştı. 15 Mayıs 1999 günü, üç kader
arkadaşını da yanına alarak Samsun’a gelmiş, “Bölge Sorumluları ve Şube Başkanları Toplantısı”na başkanlık etmişti.
Adnan Abi, o gün farklı bir âlemden seslenen bir
insan görümündeydi. Ölüm, kulluk, Âlemlerin sahibi, ihlas, gül, cennet, mahşer gibi argümanları bol bol
kullanıyor, lahuti âlemden seslenen bir insan üslûbuyla şu dörtlüğü okuyordu.
“Gülden terazi kurmuşlar
İçine güller koymuşlar
Gül alırlar, gül satarlar
Alanlar gül, satanlar gül.”
Hatta bir ara şu cümleler dökülmüştü dudaklarından... “Gelirken Havza civarı Çakallı Mevkiindeki o kayalıkları gördünüz mü? Kim bilir, o
mekânlarda kadrolarımızdan kimler şehit olacak. Hak tecelli edince, alın açıklığıyla “Ey Allah’ım, Sana geldim.” diyebiliyorsak, o zaman
hayatımız bir anlam kazanmış olacaktır.”
Güle Sevdalı Başkanımız, bu sözleriyle öleceği
yeri tarif etmişti… Toplantı bu atmosfer içinde sona
ermiş ve Adnan Abimiz ilk defa bulunduğu yerdeki
sandalyeye ilişivermişti. Hâlbuki her toplantı sonrası,
kapının çıkış noktasında durur, toplantıya katılanlarla
tek tek musafaha eder, güler yüzle gönüllerini alır, başarı dilekleriyle bulundukları şehirlere uğurlardı.
Samsun’da ilk defa böyle yapmadı. Sanki “Bugün uğurlanacak olan benim” der gibiydi... Bu
farklılığı, toplantıya katılan kayınbiraderi Veysel
Topçu da anlamış olmalı ki, yanına kadar yaklaşarak
şöyle demişti:
58
Mayıs
B
“-Bir rahatsızlığınız mı var? Bir durum varsa yardımcı olalım.”
zifelerimiz bize verilmiş birer emanettir. İlimizin evliyasından da, eşkıyasından da mesulüz.”
Adnan Demirtürk, tebessüm ediyor ve şöyle
diyordu:
“İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’ten almamız gereken dersler şunlardır:
“Allah’ın dediği olur! Allah’ın dediği olur!..”
- Fatih’in imanı, inancı ve ilmi
- Kendine olan öz güveni ve kararlılığı
- Şuuru, hedefe götürecek dinamikleri iyi bilmesi
- İdealine ulaşmayı dert edinmesi
- Ciddiyet ve Heyecanı”
“Ömür, Allah’ın rızası uğruna harcanmalıdır.”
Bu atmosferde Ankara’ya doğru hareket eden
Adnan Abi ve üç arkadaşı, Musa Sertkaya’nın kullandığı araba ile Havza yakınlarına geliyorlar ve saat
23.30’da İstanbul-Bayburt seferini yapan bir yolcu
otobüsüyle çarpışıyorlar.
Şoförleri Musa Sertkaya’nın ağır yaralandığı kazada Adnan Demirtürk, Talha Özcan Eyüboğlu ve
Ahmet Zahit Turan Hakk’a yürüyorlar. Üçü de hayatlarının baharında gençler... Üçünün de ortak özelliği
Vakfıkebirli ve baba tarafından “yetim” olmaları...
Her bir şehidimize Allah’tan rahmet diliyoruz.
Sevgi Mutlaka
Galip Gelecektir
“Bizim tek gündemimiz var: Biz kuluz,
âlemlerin ise bir sahibi var. Biz, bize düşeni,
vazifemizi yaparız. Âlemlerin Rabbi, layık olduğumuz zaman, en zayıf sebepleri bile oluşturarak bize yardım eder. Örümceğin ağ kurup,
Efendimiz’i (s.a.s) koruduğu gibi… Her fırsatta
pek zayıf sebeplerle Rabbimiz, sevgili kullarını
korumaya devam etmektedir.”
“Her nimetin şükrü, kendi cinsindendir. Hidayet
nimetinin şükrü ise hizmet ve Allah yolunda cihaddır.”
Şehid Genel Başkanımız şöyle seslenirdi:
“Her işin başı imandır. Sonra da Salih
amel … Hakkı ve sabrı tavsiye… Davamızın
hayranı değil, bağlısı olmalıyız. ”
“Namaz konusunda titiz olunmalı, her zaman abdestli bulunmaya ve misvak kullanmaya gayret edilmelidir.”
“İslam’ın, Müslümanların ve bütün insanlığın hizmetinde olduğumuzun şuurundayız. Va-
Başarıyı hak etmek için Rabbi’ne kilitlenmiş, şehadet ne zaman diye bekleyen bir insan
olmalıyız. Bir yerde şehadet varsa orada esaret yoktur. Allah (c.c.), mazlumların yanındadır. Şehitler, bizim şuur vesilemizdir.”
“Okuyun, araştırın, öğrenin, ilim tahsil edin, faydasız ilimlerden uzak durun. Beden ve ruh temizliğine
itina gösterin. Güzel ahlak sahibi olun. Argodan, boş
sözlerden, malayaniden uzak durun. Şahsiyetli olun.
Arkadaşlarınızı iyi seçin. İrade sahibi olun.”
“ Zorluğu gösterip korkutmamalı, kolaylığı gösterip rehber olmalıyız. Sır saklamayı
bilmeliyiz.”
“Ölümü unutmayın. Bütün lezzetleri sona erdiren ölümü, çok anınız.”
“Mazeret bulmaya değil iş üretmeye, Allah’ın (c.c.) rızasını zerrede bile olsa aramaya
gayret etmeliyiz.”
“Olumsuz şeyleri sayıp dökerek karamsar bir tablo çizmek yerine hep pozitif şeyleri, aksiyon ve ham-
Mayıs
59
2016
B
“Olumsuz şeyleri sayıp dökerek karamsar bir tablo
çizmek yerine hep pozitif şeyleri, aksiyon ve hamleleri
konuşmayı ilke edinmeliyiz. Bir başka deyişle düşen bir
yaprağı konuşmak yerine açan bir çiçeği konuşmalıyız.”
leleri konuşmayı ilke edinmeliyiz. Bir başka deyişle
düşen bir yaprağı konuşmak yerine açan bir çiçeği
konuşmalıyız.”
“Düşünce ve inancı ne olursa olsun hiçbir
insanı rakip olarak kabul etmiyoruz. Bizim
rakibimiz, gençliğimizi tehdit eden satanizm,
fuhuş, içki, kumar gibi kötü hastalıklardır.
Gençlerimiz hangi inanç ve düşüncenin sahibi olurlarsa olsunlar, bu ülkenin en aziz varlıklarıdır.”
“Sönük değil; var olan, dinamik bir gençliğin yetişmesini amaçlıyoruz.”
“Dedikodunun bulunduğu yerde rüzgârınız kesilir. Problemler değil aksiyonlar konuşulacak.”
“Çalışmalara usulen değil fonksiyonel olarak katılacağız. Beyinde negatif bir düşünce olamaz. Kimin
içinde bir eğrilik varsa bunu düzeltmelidir.”
“Kıymetli taşlar, az olduğu için kıymetlidir. Dava adamları azdır ve dava adamlığı en
önemli vasıftır. Vazife adamı denildiği zaman
görev verildiğinde gözümüzün arkada kalmayacağı, insan anlaşılır.”
“Ömrü yaşanmaya değer kılan şey, dava adamı
olmaktır. Biz, Allah’a (c.c.) kulluk için çalışacağız. Allah’a (c.c.) kavuşmayı her şeyden fazla isteyeceğiz.
İbadet ve çalışmalarımızdan haz duyacağız.”
“İnsanlar yalnız inandık deyip de kurtulacak ve hesaba çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” 50, 60 yıllık ömrümüzde nice çetin imtihanlardan geçeceğiz.”
“Ne kadar başarılı olsak, başımız öne eğiliyor.
Çünkü işin sahibi, Allah (c.c.) tır. Allah (c.c.) emirlerinde galip olandır. Kul olduğumuz için bu çalışmaları
yapıyoruz. Şu üç şeyi iyi bilmeliyiz:
a) Yaradılış gayemizi,
b) Dünyada bir imtihanda oluşumuzu,
c) İhsanı (Allah’ın (c.c.) bizi daima gördüğünü bilerek çalışmalarımızı yürütmek.”
“Hizmetin önemine önce kendimiz inanacak,
ailemizde yaşayacağız. İçi yanan insan, toplumun
dertleri ile dertlenen insan, hizmet delisi bir insan
olacağız.”
“Şuur; davasını, hedefini ve sorumluluğunu bilmektir. Heyecan; Duygu, tavır ve kelamında coşkulu olmaktır. Ciddiyet ise usul,
adap ve kurallara uymaktır.”
“Bir kişiyi kazanmanın sevabının Uhud dağından
daha büyük olduğunun idrakinde olarak görevimizi
sürdüreceğiz.”
“Bizler, Yunus’un deyimiyle; “her gün yeniden doğarız, bizden kim usanası” şuurundayız.”
“Allah’ın kula en büyük ihsanı, kişiyi kendi yolunda çalıştırmasıdır.”
2016
60
Mayıs
B
“Zorluklar aşılmak içindir.”
“Bir yıl sonrasını düşünüyorsanız tohum dikiniz.
On yıl sonrasını düşünüyorsanız, fidan dikiniz. Ama
eğer, yüz yıl sonrasını düşünüyorsanız, çağlar kapatıp
çağlar açacak Fatihler olsun, o Fatihleri yetiştirecek
anneler olsun istiyorsanız, o zaman insan yetiştiriniz.”
“Arkadaşlar! İhlasla çalışalım. İhlas, dünya yansa içinde bir kalbur samanı bulunmamaktır. İhlasla çalışan, kardeşlerinin aleyhinde konuşmaz. Geriye dönüş yok. Her zaman
terakki var.”
“Yılmaz, yorulmaz, yıkılmaz bir gayretle çalışalım. Az topluluğun sırrını bilelim. “Nice az topluluklar,
Allah’ın yardımıyla çok topluluklara galip gelir.”
“Açısı tam insan olalım. Sürüye kurt getirmeyen insan… Elinde zehir tenekesiyle dolaşmayan insan… “Adam gibi adam” olalım.
Asıl felaket, ebedi hayatta cennetten mahrum kalmaktır.”
“Kendi işinizi yapın. Kardeşlerinizin aleyhinde
konuşmayın. Fitne ve fesat mihrakı olmayın. Kimse, kimsenin aleyhinde olamaz. Gıybet, iftira, dedikodu, tecessüs, zan olmayacak. Bunlar en büyük
virüslerdir.”
“Gönüllerinizi açın ve yürüyün, toplumsal
değişimin bir tek yolu var: Kendimizi değiştirmek. Birbirimizi seversek, Allah da (c.c.) bizi
sever ve yolumuzu açar.”
“Kendi
işinizi
yapın.
Kardeşlerinizin
aleyhinde
konuşmayın. Fitne ve fesat mihrakı
olmayın. Kimse, kimsenin aleyhinde
olamaz. Gıybet, iftira, dedikodu,
tecessüs, zan olmayacak. Bunlar
en büyük virüslerdir.”
Mayıs
Hayatı
Adnan Demirtürk Abimiz, 1965 yılında Trabzon
Vakfıkebir’de doğdu. Sırasıyla Merkez Kemaliye İlkokulu ve Ömer Nakkaş Ticaret Lisesini bitirdi. Gönlünden İlahiyat Fakültesi geçiyordu ama O’ na nasip olan
Vakfıkebir’in tarihindeki ilk Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi olmaktı. 1980 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. 1984 yılında
mezun oldu.
Öğrencilik yıllarından itibaren pek çok ilim,
fikir ve siyaset adamından ders aldı. Okumak ve
öğrenmeye büyük ilgisi vardı. Arapça ve İngilizceyi
çok iyi biliyordu. Din ilimlerine bir uzman derecesinde vakıftı.
1986 yılında Mekteb-i Mülkiye İşletme mezunu
idi. Kısa dönem olarak askerlik hizmetini tamamlayan Demirtürk, Konya-Ilgın Un Fabrikasında muhasebeci olarak çalışmaya başladı. Vakfıkebir’de Refah
Partisi İlçe Başkanlığı, Trabzon’da gençliğe yönelik
çalışmalar yaptı.
Adnan Demirtürk 6 Eylül 1997’de Milli Gençlik
Vakfı Genel Başkan’ı oldu. 15 Mayıs 1999 günü şehadet şerbetini içti…
Ve son söz niyetine:
“Büyük muvaffakiyetler, büyük cüretler
(fedakarlıklar) gerektirir. Mutlaka sevgi galip
gelecektir.”
“Allah Teala bizimledir. O (cc), alemlerin
Rabbi’dir. Hamd ve dönüş O’nadır. O (cc), ne
güzel vekil ve ne güzel yardımcıdır. Allah’a
emanet olunuz.”
61
2016
Fatih Sultan SEMİZ
Kutlu Doğumla
Oynayanlar Ve Oyalananlar
Ya her sabah yeni
bir sünneti icra etmek için
yataktan kalkarız veya kutlu
doğumda birilerinin bizimle
oynamasına
ve
bizimde
böylece oyalanmamıza devam
ederiz.
2016
M
üslümanın navigasyonu olan Kuran-ı
Kerim ve Sünneti Seniyye’den uzaklaşmaya
başladığımız ve kâfirlerin Müslümanları kontrol etmek için
kurumlar kurup o kurumların
başına istediklerini söyletecekleri adamlar getirdiği günlerden bu yana dinimize olabildiğince bidat girmeye başladı.
Asıl gündemimizden bizleri alıkoyup suni gündemlerle meşgul edip gerçeği gizlemek için
türlü türlü oyunlar oynanıyor.
Bu oyunlar oynanırken de
Müslümanların zayıf karnı
olan din bu oyunlara alet
62
ediliyor. Birisi çıkıp Kur’an
bize yeter deyip bütün Hadis ilmini, Hadis alimlerini
yerden yere vuruyor. Diğeri
çıkıp İslam’ın önüne antikapitalist, antiemperyalist,
sosyalist gibi kelimeler getirip İslam’ı yama ideolojiler seviyesine indirmeye
çalışıyor. Bir diğeri de çıkıyor
kutlu doğum konferanslarıyla
güya Peygamber aleyhissellam’ı anlatıyor. Sahi nedir bu
kutlu doğum? Hiç oturup düşündük mü? Hiç aklımıza bu
programlarla ilgili sorular takıldı mı? Zihnimiz açılsın diye
birkaç soru ile devam edelim.
Mayıs
B
1- Neden her sene Peygamber aleyhisselam’ın
bir yönü anlatılıyor ki? Herhalde böyle giderse insanlar Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i ölene kadar
tanıyamayacaklar. Birinin kulağını tutup işte insan
demesi gibi her sene bir konuyu ele alıp işte Peygamber böyleydi demek sizce de abes olmuyor mu? Rahmet peygamberi olduğunu her sene dinlediğimiz Peygamberimizin neden savaş peygamberi olduğu hiç
vurgulanmaz? Yönettiği savaşlar, kâfire karşı tutumu,
izzetini nasıl koruduğu neden hiç vurgulanmaz? Yoksa biz O’nun bu özelliklerini barındırıyor
ama rahmet, merhamet v.s. özelliklerini mi barındırmıyoruz? Toplumu
kendi istedikleri sınırlarda tutmak,
başkaldırmayan, yanlışa yanlış
denilmesini istemeyen odaklar
sürekli bu yüzden mi bu konuları işliyor? Zalim sultana karşı hakkı söylemenin
en büyük cihadlardan olduğu neden hiç dile getirilmez?
Neden faizin Allah ve Resul’üyle savaşmak olduğu hiç vurgulanmaz? İslami bir devlet kurulmadığı
sürece yaşadığımız İslam’ı hep eksik
yaşayacağımız neden vurgulanmaz?
Sahi dinin yakasını ne zaman bırakacaklar?
2- Yapılan konferanslarda kardeşlikten, komşun
açken tok yatmamaktan bahsedilir ve peşine bütün
İslam coğrafyasının isimleri sayılarak oralara yardım
götürmemiz söylenir. Peki, sormazlar mı adama be
hacı amca sen bu konferansı yapmak için harcadığın
parayı oraya yollasaydın ya daha iyi olmaz mıydı?
Allah tanımaz adamların bile artık Allah’tan, kul hakkından bahsettikleri, elliden fazla İslami denilecek kanalın olduğu bir yerde konferansa mı ihtiyaç varmış?
Ayrıca bedava olan bu konferanslar kimin hayatında
ne değişiklik yapmış? Namaz kılmayan biri namaza
mı başlamış, faiz alan biri faiz almayı mı bırakmış, zinadan vazgeçen, televizyonu evinden çıkaran, cema-
atini, partisini İslam’ın önüne geçirmeyen bir nesil mi
oluşturdu bu konferanslar? Getirisi nedir ki bu işin?
Ayrıca bedava olduğu halde dolmayan salonların bir
hafta sonra açık saçık sanatçı bozuntuları geldiğinde
nasıl dolduğunu kim neyle izah edecek? Sahi bu işleniyor mu kutlu doğumda?
3- Zihin açmaya devam edelim. Sahabenin yapmadığı işi hangi hoca hangi delille beraber yapıyor?
Kim sahabenin resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in doğumunu, pastalarla, böreklerle,
salonlarda konferanslarda kutladığını
iddia edebilir? Sahabe onun doğumuyla ölümüyle değil yaşamıyla
ilgilendi. Nasıl olur da onun Sünnet’ini hayatıma geçirebilirim,
nasıl olurda bir kişiye daha
onun sünnetini anlatabilirim
derdindeydiler. O yüzden sahabenin büyükleri hariç Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i
şeklen tarif edebilen neredeyse yoktu. Çünkü O’nun şekli ve şemailinden
daha çok emrettikleri ve yasakladıklarıyla ilgileniyorlardı. İşte o yüzden dünyadan
bir dost edinseydim EbuBekir’i edinirdim diye taltif
ettiği sahabi daha naaşı mezara konulmadan emanet
ettiği devlete başkan seçimi işiyle meşgul oldu.
4- Konferansların şu yönü de iyi bunu niye hiç
konuşmuyoruz diye bir savunmaya girişilebilir. Ama
şunu unutmayalım ki büyük bozulmalar küçük sapmalarla başlar. Kanser mikrobu belki ufaktır ama
ölüme giden ilk yolculuğa o mikropla çıkıyor insanoğlu. O yüzden boş avuntularla oyalanma vakti
değil. Ya her sabah yeni bir sünneti icra etmek için
yataktan kalkarız veya kutlu doğumda birilerinin bizimle oynamasına ve bizimde böylece oyalanmamıza devam ederiz.
{
}
Müslümanların zayıf karnı olan din bu oyunlara alet ediliyor.
Birisi çıkıp Kur’an bize yeter deyip bütün Hadis ilmini, Hadis
alimlerini yerden yere vuruyor.
Mayıs
63
2016
Salih AYDIN
Hz. Abdullah İbn Mes’ud (r.anh)
İ
lk müslümanlardan, muhaddis, fakîh ve müfessir
sahâbî.
İbn Mes’ud’un vefatı
yaklaştığı zaman Hz. Zübeyr
ile oğlu Abdullah yanına
gelmişlerdi. Hicrî otuzikinci
yılda vefat etti. Onu Hz. Zübeyr
ve oğlu teçhiz ve tekfin ettiler.
Sahih rivâyetlere göre cenaze
namazını bizzat Hz. Osman
kıldırdı. Hz. Osman b. Mazun
ise onu kabrine indirdi.
2016
Adı Abdullah, künyesi Abdurrahman’dır. Babası Mes’ud,
annesinin adı Ümm-i Abd’dir.
Babası hakkında fazla bir bilgi
yoktur. Onun, Zühreoğullarından Abd b. Hâris’in müttefiki
olduğu bilinmektedir.
Abdullah, Mekke’nin fakîh
âilelerinden birine mensuptu. Gençliğinde Ukbe b. Ebi
Muayt’ın koyunlarını güderek
çobanlık yapmıştır. Abdullah
b. Mes’ud Hz. Peygamber ile
64
ilk tanışması ve karşılaşmasını şöyle anlatır: Ben Ukbe b.
Ebi Muayt’ın koyunlarını güdüyordum. Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) ve Hz. Ebu Bekir
(r.a.) yanımdan geçiyorlardı.
Rasûlullah bana sütümün olup
olmadığını sordu. Ben de ona
çoban olduğumu ve bu koyunların emânet olduklarını söyledim. Bunun üzerine Rasûlullah: “Yavrulamamış ve süt
vermeyen bir koyunun var
mı? Bana gösterir misin?”
dedi. Ben de koç yüzü görmemiş bir koyun yanaştırdım.
Rasûlullah koyunun memesini
tutup sağmaya başladı. Ger-
Mayıs
B
çekten yavrulamamış ve sütü olmayan bu koyundan
süt sağıp Ebu Bekir’e verdi. Hz. Ebu Bekir içti; sonra
kabı Rasûlullah alıp o da içtikten sonra koyunu saldı.”
(İbn Sa’d, Tabakat, 111, 150-151)
İşte İbn Mes’ud o günden sonra Hz. Peygamberin yanından ayrılmadı.
İslâm’ı kabul edenlerin altıncısıdır. O müslüman
olduğu zaman Peygamberimiz (s.a.s.)
henüz Erkam’ın evine taşınmamıştı.
İslâm’ı kabul ettikten
sonra hep Kur’ân-ı Kerim ezberlemiştir. Kendi ifâdesiyle hıfzettiği
yetmiş sûreyi Hz.
Peygamber (s.a.s.)’in
huzurunda okumuştur. Sahâbeler arasında hiç kimse bu konuda
kendisiyle rekabete girişememiş, daha sonra Abdullah Kur’an’ın tamamını ezberlemiştir.
İbn Mes’ud, müslüman olduğu sıralarda müslümanlar Hz. Peygamber ile açıktan açığa ibâdet edemiyor, istedikleri yerde yüksek sesle Kur’an okuyamıyorlardı. Müslümanların böyle bir hareketi, müşriklerin
bütün câhilî duygularını kabartır, onları müslümanlara karşı şiddetli ve canice saldırılarda bulunmaya
sürüklerdi. Bunun içindir ki müslümanlar, bu gibi
tehlikelerden sakınmak isterler, müşrikleri aleyhlerinde harekete teşvik ve tahrik edecek hareketlerden kaçınırlardı. İşte bu zor günlerde Abdullah İbn Mes’ud,
Kâbe’de Kur’ân okumak istemişti. Hz. Peygamber ve
Ashâbı bunun tehlikeli bir hareket olduğunu, özellikle
Mekke’de kendisini himaye edecek büyük bir âilenin
bulunmadığını, müşriklerin ona karşı pervasızca hareket ederek kendisini işkenceye uğratacaklarını söy-
lemişler, fakat İbn Mes’ud’un iman coşkunluğu bütün
bunları geçmiş: “Beni, onların şerrinden Allah
korur!” diyerek kalkmış ve Kâbe’ye gitmişti.
Bu sırada Kureyş müşriklerinin büyükleri toplanmış, Harem’de bir meseleyi görüşüyorlardı. Onlar
konuşurlarken, yüksek ve güzel bir ses besmele çekmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’den Rahman sûresini okumaya
başlamıştı. Herkes hayret etmiş ve bu cesur adamın
kim olduğunu ögrenmek üzere ona
yöneldiklerinde İbn Mes’ud olduğunu görmüşlerdi. Kureyş’liler kızmış, bu hareketi en şiddetli cezalarla karşılamak istemişlerdi.
İbn Mes’ud’u kızgın kumlara
yatırıp islâm’ı terketmeye
davet ettiler. Fakat İbn
Mes’ud, bu ezalara zerre kadar önem vermedi.
Müşrikler de işkencelerinin
bir fayda vermeyeceğini anlayarak onu bıraktılar .
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)
Kureyşliler’in bu haince hareketleri
yüzünden hastalandı ama içinde yanan iman ateşi zerre kadar sönmemiş, mâneviyatı
asla sarsılmamıştı. İbn Mes’ud, ilk fırsatta aynı hareketi tekrarlamış; yine Kureyşliler’in toplandıkları yerlerde Allah kelâmını en yüksek sesle okuyup Hz. Peygamber’den sonra ilk kez Kâbe’de Kur’ân okuyarak
müşriklere islâm mesajını tebliğ etmişti. (İbnü ‘I-Esîr,
Üsdü ‘1-Gâbe, I I I, 256-257).
Abdullah İbn. Mes’ud’un bu imanı ve cesareti
müşriklerin ona büyük düşman kesilmesine neden
olmuştu. Kureyş’in bu tutumu karşısında İbn Mes’ud
(r.a.) Mekke’yi terketmeye ve hicrete mecbur kaldı ve
Habesistan’a gitmek üzere çöllere düştü. Daha sonra
Habesistan’dan Medine’ye hicret ederek Muaz b. Cebel’e misâfir oldu.
{
}
İslâm’ı kabul ettikten sonra hep Kur’ân-ı Kerim ezberlemiştir.
Kendi ifâdesiyle hıfzettiği yetmiş sûreyi Hz. Peygamber (s.a.s.)’in
huzurunda okumuştur.
Mayıs
65
2016
B
Hz. Peygamber’in vefatından sonra kısa bir müddet,
inzivaya çekildi. Fakat Ömer devrinde yeni fetihlere
başlandığı zaman heyecanı yeniden uyanan İbn Mes’ud,
cihad için Suriye cephesine gitti.
Rasûlullah Medine’ye gelince, ona bir yer
göstererek Medine’de yerleşmesini sağlamıştı.
İbn Mes’ud, bütün büyük savaşlara katılmış ve
hepsinde de önemli fedâkârlıklar göstermiştir. Bedir
savasında, Ensâr’dan iki genç, İbn Mes’ud’a gelerek,
kendilerine Ebu Cehil’i göstermesini istemiş, sonra da
küfür ordusunun başını temizlemişlerdi.
İbn Mes’ud (r.a.) Uhud, Hendek, Hudeybiye,
Hayber gazveleriyle Mekke’nin fethinde Rasûlullah
ile birlikte bulundu. Huneyn gazvesindeki bozgun esnasında Rasûlullah’ın yanından hiç ayrılmadı. Rasûlullah onun bu fedâkârlığını takdir buyurmuştu. Abdullah İbn Mes’ud, her gazada, Allah yolunda şehîd
olmak gayreti ile savaşan sahâbîlerdendi. Ondaki
iman kuvveti, onu daima ileriye atıyor, ancak müslümanların zaferi ve müşriklerin yenilgisi gerçekleştikten
sonra rahat ediyordu. Hz. Peygamber’in vefatın-
dan sonra kısa bir müddet, inzivaya çekildi.
Fakat Ömer devrinde yeni fetihlere başlandığı
zaman heyecanı yeniden uyanan İbn Mes’ud,
cihad için Suriye cephesine gitti.
Hz. Ömer, hicrî yirminci yılda İbn Mes’ud’u,
Kûfe kadılığına tayin etti. Kadılık görevinin yanı sıra
Beytülmâl’ın muhafazası ile ilgilenecek, öte yandan
halkın dinî eğitimine de önem verecekti. Hz. Ömer
bununla ilgili olarak Kûfe halkına gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
“Size Ammâr b. Yâsir’i Emir, İbn
Mes’ud’u da öğretici olarak gönderiyorum.
Beytü’l-mâl’ınıza da İbn Mes’ud’u tayin ettim. Bunların her ikisi de Bedir ehlindendirler. Onları dinleyin ve onlara itaat ediniz. İbn
Mes’ud’u yanımda alıkoymak istiyordum ama
sizi kendime tercih ettim.”
İbn Mes’ud (r.a.), üzerine aldığı bu görevi son
derece liyakat ve ehliyet ile yerine getirdi. Kûfe,
mahsullerinin çokluk ve çeşitliliği, gelirinin genişliğiyle tanınmış bir merkezdi. Onun için buranın
‘beytü’l-mâl’ı önemliydi . Çünkü burası, binlerce
Mücahidin tahsisâtını karşılıyordu. Horasan, Türkistan ve bunlara benzer diğer yerlerde, cihada katılan
müslümanlar en uzak cephelerde çarpışan ordular,
buradan teçhiz ediliyordu. Bu durum, İbn Mes’ud
tarafından yürütülen vazifenin ne kadar zor
olduğunu göstermeye yeterlidir. İbn Mes’ud’un
bu kadar mühim bir işi üstlenmesi onun ne kadar
hünerli biri olduğunu gösterir.
Abdullah İbn Mes’ud, aynı zamanda son derece zâhid ve müttakî idi. Dünyevî hiçbir zevk onu çekememişti. Bundan dolayı onun emin eline verilen
bütün vazifeleri en yüksek doğrulukla yerine getirir;
beytü’l-mâl’ın her şeyini korur ve her şeyi ancak
yerine, ehil ve hakkı olana verirdi. Bu hususta o
kadar itina ederdi ki: Bir defasında Sa’d b.
2016
66
Mayıs
B
Ebi Vakkas ile arasında bir ihtilaf oldu. Sa’d,
beytü’lmâl’den bir miktar borç para almış,
ödeme zamanı geldiğinde borcunu ödemediğini görünce, ona ağır sözler söylemiş ve
kalbini kırmıştı.
İbn Mes’ud altmış yaşındayken hastalandı.
Bir gece rüyasında Rasûlullah’ı gördü. Hz. Peygamber onu davet ediyordu.
İbn Mes’ud’un vefatı yaklaştığı zaman Hz.
Zübeyr ile oğlu Abdullah yanına gelmişlerdi. Hicrî otuzikinci yılda vefat etti. Onu Hz.
Zübeyr ve oğlu teçhiz ve tekfin ettiler. Sahih
rivâyetlere göre cenaze namazını bizzat Hz.
Osman kıldırdı. Hz. Osman b. Mazun ise onu
kabrine indirdi.
İbn Mes’ud, islâm’a girdiği günlerden beri ilimle
uğraşmakla kendini göstermişti. Rasûlullah ondaki
bu ilgi ve şevki sezerek: “Sen, muallim olacak
bir gençsin” buyurmuşlardı. Gerçekten İbn Mes’ud
her ânını ilim tahsili ile geçirmiş, Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in deniz gibi ilminden yararlanmak için fırsatı
ganimet bilmişti.
İbn Mes’ud, Rasûlullah’ın en özel, en mahrem
dostlarından ve adamlarındandı. O, Rasûlullah’a hizmetle övünürdü. Bazen Rasûlullah’ın misvakını taşır,
takdim ederdi. Bazen âsasını getirirdi. Buna benzer
birçok özel hizmetlerini yapardı. Ayrıca o, Rasûlullah’ın sırdaşlarındandı. Rasûlullah’ın o kadar yakınlarındandı kı, meclisine izinsiz girer, onunla konuşur,
Rasûlullah
onun
hakkında
emirlerini dinler ve bütün arzularını yerine getirirdi.
(İbn Sa’d, Tabakat, 111, 153).
İbn Mes’ud, ilâhî vahyi, bizzat onu alan ve
telâffuz eden Hz. Peygamber’ den öğrenmiştir. Bunun içindir ki o, Kur’an’ı en iyi bilen,
en mükemmel ezberleyen zatlardandı. Herkes
onun bu husustaki bilgisini ve kabiliyetini takdir ederdi; ashâb’ın hepsi, onun Kur’ân’a olan
vukûfiyetini ve bundaki üstünlüğünü kabul
ederlerdi. (Buhâri, Fadâilu Ashâbi’n-Nebi, 37).
Ebu Ahves der ki: “Bir gün Ebu Musa’l-Eş’âri’nin
evinde bulunuyorduk. Orada İbn Mes’ud’un arkadaşlarından bazı zatlar vardı. Mushaf’a bakıyorlardı.
Abdullah kalkarak, İbn Mes’ud hakkında şunları söyledi: “Rasûlullah’ın ilâhî vahyi İbn Mes’ud’dan
daha iyi tanıyan birini bırakmadığı kanaatindeyim.” Ebu Musa bu sözleri dinledikten sonra: “Biz
bulunmadığımız zaman o, Rasûlullah’ı görür, biz kabul olunmadığımızda o, huzura kabul olunurdu” dedi.
şöyle buyurmuştu: “Kur’an’ı dört
kişiden öğreniniz: İbn Mes’ud’dan,
Muaz b. Cebel, Übey b. Kaab ve Ebu
Huzeyfe’nin mevlâ’sı Sâlim’den.”
Rasûlullah bu açıklamasına İbn
Mes’ud ile başlamıştı . “ (Buhârî,
Fezâilü’l Kur’ân, 8)
Mayıs
Amr b. As’ın oğlu Abdullah’ın meclisine devam
eden Mesruk der ki: Abdullah b. Amr’a gider, konuşurduk. Bir gün Abdullah İbn Mes’ud’dan söz açıldı.
Abdullah dedi ki: ‘Öyle bir adamdan bahsediyorsunuz
ki, onu çok seviyorum, seveceğim de. Çünkü Rasûlullah onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Kur’an’ı dört
kişiden öğreniniz: İbn Mes’ud’dan, Muaz b. Cebel, Übey b. Kaab ve Ebu Huzeyfe’nin mevlâ’sı
Sâlim’den.” Rasûlullah bu açıklamasına İbn Mes’ud
ile başlamıştı.” (Buhârî, Fezâilü’l Kur’ân, 8)
67
2016
MilliTarih
Hüseyin Serkan Elönü
Sapkin Filozoflar -2
Allah’ın izniyle geçtiğimiz ay başladığımız konuya devam ediyoruz. Comte ve Darwin’den sonra en
önemli materyalist filozoflardan biri Karl Marx’dır.
Karl Marx, Almanya’nın Trier şehrinde dünyaya gelmiştir. Karl Marx’ın ailesi hem anne tarafından
hem de baba tarafından haham yetiştirmekle meşhur bir ailedir. Karl Marx’ın büyükbabası ve amcası Samuel arka arkaya Trier şehrinin hahamlığını icra etmişlerdir. Ailede haham olmayan sadece Karl Marx ve
babası Heschel Marx Levi Mordechai vardır. Karl Marx bir iktisatçıdır babası Heschel Marx Levi Mordechai ise avukattır.
Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engel (1820-1895)
Karl Marx’ın ilk kitabı 1843’de yayınlanmış olan “Yahudi sorunu üzerine” isimli eserdir. Karl Marx
ve en yakın arkadaşı Friedrich Engels, esasında eski bir fikir olan Komünizm’i detaylarıyla formüle edip
tekrar dünyanın gündemine getirdiler. Komünizm’in Platon’un fikirlerine dayandırılır. Milattan sonra 5. asırda
İran’da ortaya çıkan Mazdek isyanı ve 15. asırdaki Şeyh Bedrettin hadisesi tarihteki ilk Komünist hereketlerdir. Sanayi inkilabının ardından 1840’larda Avrupa’da işçi hareketleri vuku bulmuştur. İşçi bayramı da bu
dönemde Avustralya’da Melbourne’de ortaya çıktı.
Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünizm’i sistematize ederek tekrar ortaya attılar. Bu ideolojide din,
aile, ahlak gibi mefhumlar olmayacaktı. Çünkü bu mefhumlar insanlığın evriminde zamanla oluşmuş üstyapı
2016
68
Mayıs
B
müesseseleriydiler ve Darwin’e göre hayvanlarla ortak bir ataya sahip olan insanın da bu tür kurum ve
mefhumlara ihtiyacı yoktu.
Kuzey Kore, Doğu blok ülkeleri ve güney asya ülkeleri bu ideolojinin ağına düşmüştür. Bu ülkelerde Karl
Marx’ın fikirleri doğrultusunda bu ülke halklarını şekillendirmeye çalışılmıştır. Bu ülkelerin halklarının ah-
1871’deki Sedan Harbi’nde Almanlara karşı
mağlub olan Fransa’da bir idare krizi ortaya çıktı ve
“Paris Komünü” diye tarihe geçen hadise gerçekleşti. “Paris Komünü” hadisesinde yapılan katliamları Karl Marx hararetle desteklemiştir.
lakî ve dinî duyguları törpülenmiştir.
Bir başka sapkın filozof olan Sigmund Freud ise
bir psikologtur. Freud Avusturyalı bir yahudi ailenin
çocuğu olarak doğmuştur. Ateist fikirleriyle öne çıkmıştır. Dinî inancın bir akıl hastalığı olduğunu iddia
Marx ve Engels’in fikirleri onlar öldükten sonra
daha da yaygınlaşmıştır. Komünizm’in ele geçirdiği ilk
ülke 1917’de Rusya olmuştur. Ardından sırasıyla Çin,
etmiştir. Psikoloji alanına Freud’un verdiği en büyük zarar, kendi ortaya attığı “Libido” kavramıyla
olmuştur. Freud’a göre
“Libido” cinsel içgüdü idi. Kendine Comte ve Darwin’i rehber
alan Freud’a göre insan
bire hayvan türüydü,bu
yüzden insanların cinsel
hayatı da aynen ormanlardaki ve bozkırlardaki
hayvanların cinsel hayatı gibi olmalıydı. Yani
hiçbir yasak ve kural
olmadan ahlakî duygulardan arındırılmış olup
hayasızca her yerde ve
her zaman hayvanî bir
hayat sürdürülmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Freud’a göre, insan cinsellik yaşamına sınırlar
koyar ve kendini engellerse şuuraltı baskıları ile
akıl hastası olacaklardı.
Freud, insanlığı psikolojiyi kullanarak hayvan
seviyesine
indirmeye
uğraşmıştır. Bunda belli
ölçüde muvaffak da olmuştur. Bugün özellikle
batı aleminde ahlak ne
Sigmund Freud (1856-1939)
Mayıs
69
yazık ki bitmiştir.
2016
Namazda Huşu
İbadetlerin özü huşudur. Huşu ilile yapılmayan ibadet gerçek amacına ulaşmamış olur. Huşu; Allah’ın huzurunda olduğumuzu, yalnızca O’nu düşünmemiz
dü
gerektiğini, biz O’nu görmesek de Allah’ın (c.c) bizi gördüğünü
hissetmektir.
Peygamber Efendimiz (s.av): “Kim güzelce
g
abdest alır, rükûları ve secdeleri tam yaparak huşu ile vaktinde namazını kılarsa, o namaz bembeya
bembeyaz, parıl parıl bir şekilde göğe yükselir ve sahibine şöyle der:
“Sen beni nasıl geciktirmedin, vaktinde kılarak korudun ise Allah da seni korusun.”
Kim ki güzel abdest almaz, rükûlar
rükûları ve secdelerini huşu ile yapıp, vaktinde namazını eda etmezse, onun namazı da simsiyah zifiri karanlık halinde göğe çıkarak sahibine şöyle der:
“Sen beni zayi ettiğin gibi Alla
Allah da seni zayi etsin!”
Hz. Ali: “Huşu olmayan namazda, lüzumsuz şeylerden kaçınılmayan oruçta, tertile ( Kur’ân-ı kerîmi
tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uy
uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.) riayet edilmeden yapılan
yap
kıraatte, günahlardan sakındırmayan amelde, cömertlik bulunmayan malda, sıkı bağlılık bu
bulunmayan kardeşlikte, ihlas olmayan duada hayır yoktur.” demiştir.
Hadisi şeriflerden ve Hz. Ali’nin sözünden anlaşılacağı üzere huşu ile yapılmayan ibadette hayır yoktur.
Namazda huşuyu artırabilmek için;
için namaz kılarken Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmeli, Kur’an’ı hüzünlenerek manasını düşünerek okumalı, namazın
nama mü’minlerin miracı olduğunu düşünmeli, namaz kılarken o namazın
son namazımız olduğunu düşünmeli, namazda
nama
yapılan hareketlerin manasını düşünmeli, namaz dışındaki vakitleri de
hayır-hasenatla geçirmeye gayret etmeli.
Namazda ayakta iken secde yerine,
yer
rükûda iken ayaklara, secdede iken burun ucuna, otururken iki elleri
arasına bakmalıdır. Bu söylenilen yerlere bakıp
ba
ta gözler etrafa kaymazsa, namazda hûşu hali hasıl olabilir.
Bak Dostum
Cahil ile dost olma: İlim bilmez, irfan bilmez,
bilm söz bilmez; üzülürsün.
Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün.
Aç gözlü ile dost olma: İkram bilmez, kural
ku bilmez, doymak bilmez; üzülürsün,
Görgüsüzle dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün.
Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bi
bilmez, gönül bilmez; üzülürsün.
Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur,
k
kem (kötü) konuşur; üzülürsün.
Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yüre
yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün.
— İlim bil, irfan bil, söz bil.
— İkram bil, kural bil, doyum bil.
— Usul bil, adap bil, sınır bil.
— Yol bil, yordam bil.
— Hal bil, ahval bil, gönül bil.
— Çok konuş- ma, boş konuşma, kem konuşma.
— Mert ol, yürekli ol.
— Kimsenin umudunu kırma.
Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana.
Şeyh Edebali
Bunları Biliyor muydunuz?
Osmanlı döneminde,
• Pencerenin önünde sarı çiçek varsa ‘ Bu evde hasta var. Evin önünde hatta bu sokakta gürültü yapma
anlamına gelirdi.
• Pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa ‘ Bu evde gelinlik çağına gelmiş, bekar kız var. Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme.’ anlamına geliyordu.
• Kız istemeye gelindiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun “diz izine” ‘
bakılırdı.
• Kahvenin yanında su gelirdi; şayet misafir toksa önce kahveyi alır, açsa suyu alırdı. Ona göre ya yemek
sofrası hazırlanır ya meyve ikram edilirdi.
• Kapıların üstünde iki tokmak olurdu. Biri kalın, biri ince. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vurur, evin
hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı. Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu. Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya
da bi mahremi ( kocası vs. ) açardı.
12345-
Bilmeceler
İp bağladım sıpaya, Uçtu gitti tepeye.
Dünyanın en küçük bebeği kimdir?
Türkiye’nin en yalancı şehri hangi şehirdir?
Duruşu ömür, gözleri kömür
İtfaiyeciler neden kemer takarlar?
‘U’ Harfi
Karadenizlinin biri vapur acentasına gider :
- Biz vapuru kaçirduk, baska vapur bulur misunuz?
-Kaç kisisiniz?
-Yediyuz
Acenta yetkilisi bu kadar müşteriyi kaçırmamak için hemen yeni bir vapur ister. Vapur geldiğinde Karadenizli ve arkadaşları rıhtımda toplanmışlardı.
Ama nedense fazla kalabalık değillerdi.
Görevli sordu:
-Hani yedi yüz kişiydiniz?
-Doğridur, işte pir, içi, uç, dort, peş, alti, yedi. Toplam yediyuz daa.
Çok sinirlenen acente yetkilisi Karadenizliyi bir güzel döver:
- “Eğer, bir daha “i” yerine “u” dersen, canına okurum.” der.
Aynı Karadenizli birkaç gün sonra bir bakkala gider.
- “ Bana bir mim verir misin?” der.
Bakkal anlayamaz tabii, birkaç kez tekrar ettirir, sonra eliyle göstermesini ister. Karadenizlinin
işaretine bakınca:
- “Yooo, o mim değil, onun adı mumdur.” der.
- Karadenizli: “ Olsun, mim demek, dayak yemekten iyidir.” der.
Su Kasidesi
7. Ârızın yâdıyle nemnâk olsa müjgânım nola
Zâyi olmaz gül temannâsıyle vermek hâre su
Gül isteyerek dikenine su vermek boşuna değildir,
Senin yanağı nı anarak kirpiklerim ıslansa ne olur?
Açıklaması: Bu beyitin manasını iyice kavramak için yanak ile gül, kirpik ile diken arasındaki benzeyiş münasebetlerini düşünmek lazımdır. Şair, bu beyitte diyor ki: Bahçıvan, gül elde etmek için nasıl onu
dikenini de suluyorsa, ben de senin güle benzeyen yanağına kavuşmak için ağlıyorum. Dikene benzeyen
kirpiklerimi ıslatıyorum. Şair yanak-gül, kirpik-diken arasında bir benzerlik kuruyor. Nasıl ki gül yetiştirirken dikene de su veriliyorsa ve bunda da olumsuz bir şey yoksa Senin (gül gibi) yanağını hatırladığımda
kirpiklerimin ıslanmasının da bir zararı yoktur. Eğer Peygamberimizi düşündükçe ağlarsa belki de o gül gibi
olan yüzünü rüyasında görebilmesi mümkün olacaktır. Temennisi budur şairin. Ârız (yanak)-gül, müjgân
(kirpik)-diken, yâd-temennâ kelimelerinin iki mısrada karşılıklı kullanılmasıyla leff ü neşr sanatı yapılmıştır.
8. Gam günü etme dilî bîmârdan tîğin dirîğ
Hayrdır vermek karangu gicede bîmâre su
Gam gününde hastaya gönülden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme;
Çünkü karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.
Açıklaması: Geceleri hastaların hastalıkları daha da şiddetlenmektedir. Halk arasında “Geceleyin
hastaya su vermek sevaptır.” sözü yaygındır. Bu durumdaki bir kimseye, onu ferahlatmak için su vermek,
ne kadar sevapsa şair de aynı şeyi sevgiliden istemektedir. Sevgili olan Peygamberimizdir. O’ndan mahşerde, o karanlık günde, kendisine nazar yani şefaat etmesini istemektedir. Karanlık gece olarak bir de
ölüm anı düşünülmektedir. Ölüm anında bir Müslüman’ı rahatlatacak en önemli şey “kelime-i şehâdet”
getirmektir. Bu da su kadar aziz bir şeydir. Şair, kılıç-su ilişkisinden de faydalanmıştır. Kılıcın keskinleştirilmesi için kılıca su vermek gerekir. Sevgilinin yaralayıcı bakışları da kılıç gibidir. Hem yaralayıcıdır hem de
çektiği acılardan onu kurtaracak dermandır. Bana bir bak da beni bu azaptan kurtar, demektedir. Hastalara su vermek ifadesinde saklı olan bir başka mana da budur. Ağır hastalara su vermenin onu öldüreceği
düşüncesidir. Dolayısıyla hastalığın verdiği azaptan kurtulmak isteyen hasta kendisine verilecek suyla
ölümü tadacak ve acılarından kurtulacaktır.
Download