HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi MART 2016 YIL 10 haber SAYI 112 20 TL www.haberajanda.com.tr PROF. DR. TURAN GÜVEN Terör üreten eski dünya düzeni bataklığı ve çöküş PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Kosova’dan Türkiye’ye bakmak MEHMET ŞEKER Casus belli! AHMET YOZGAT Türkler devlet kurmayı bilmezler! SÖYLEŞİ M. SERHAT BIÇAK Said Alpsoy: “İslâm’ın dışında kalan bir şey, aslında olamayan bir şey demektir!” METİN KÜLÜNK İran: Vefâsız bir komşu mu, rahatsız bir düşman mı? MEHMET FATİH ÖZTARSU Kafkasya İran’ın dönüşüne hazır! SABRİ ÖĞE MHP’ye operasyon mu? PROF. DR. SERHAT ATABEY Hakîkatler “zaman”la ortaya çıkar! AHMET FİDAN Hizmetten hezimete son viraj: Zaman, kayyum idaresinde SEYDAHMET KARAMAĞRALI At Meydanı’nda küresel kapışma: Alman Çeşmesi’ndeki kan Başyazı Kayyum “Zaman”ı ve ana akım medya “Karar”ı S. Servet Hocaoğulları Vesayetin son kalesi Anayasa Mahkemesi (mi?) TURGAY ALKAN Dünya siyasetini belirleyici ana kavramlar: Galipler ve mağluplar YUSUF KEMAL BOZOK Türkiye’nin istikbâldeki haritası: Nüfûz imparatorlukları YAHYA KURT Türkmen dağının kahraman evlatlarına AYŞE YAŞAR UMUTLU Almanya ve İsveç mültecî politikalarının karşılaştırmalı incelemesi MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Sezar, Oskar, Deniz, Meryem, kadın askerler EMİNE ŞULE DEMİRTAŞ Kızıldeniz’in gelini: Cidde Yayınları haberajanda İçindekiler SAYI: 112 // MART 2016 KAPAK S. SERVET HOCAOĞULLARI Vesayetin son kalesi Anayasa Mahkemesi (mi?) 28 Anayasa Mahkemesi’ni “rejimin sigortası” olarak gören ve gösteren bu yaklaşımdaki sorunu artık Türkiye el birliğiyle çözmelidir. Çünkü rejimin sigortası, toplumun kendisidir; toplumun “şarteli atmak” aşaması ise “Anayasa”, yani ana şartel refleksi ile kontrol altına alınabilir. Bu bağlamda millî iradeyi “Meclis” temsil etmektedir, Anayasa Mahkemesi değil! 10 PROF. DR. TURAN GÜVEN Terör üreten eski dünya düzeni bataklığı ve çöküş Emperyalistlerin psikolojik ve fiilî saldırılarına karşı milletimizin kararlı ve basîretli tutumu, tâbir caizse her şeyi değiştirmiştir. Uluslararası terör konsorsiyumunun modern silah ve teknoloji ile çok daha ince, çok daha sinsi ve yeni yöntemlerle eylem ve saldırılarına devam edeceğini hiç unutmamalıyız 18 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Kosova’dan Türkiye’ye bakmak Tarihî coğrafyalarımızın insanları ve elbette bütün insanlık ve de tarih, işte bunun için bizi bekliyor! Bu bekleyişi boşa çıkarma hakkımız var mı? Bu bekleyişi geciktirme hakkımız var mı? Tarihin bize yüklediği bu görevden kaçma hakkımız var mı? 34 MEHMET ŞEKER Casus belli! AYM kapatılmalıdır! AYM kapatılmalı, yerine daha sağlıklı bir yüksek mahkeme kurulmalıdır. Başta anlattığımız hikâyedeki “Şeytan” rolüne soyunan ve koçun kazığını gevşeten AYM, elbet bir gün kapatılacak, tarih sayfalarında lâyık olduğu yeri alacaktır. 10 72 AHMET YOZGAT 18 34 72 2 90 mart 2016 90 Türkler devlet kurmayı bilmezler! Bozkırlı Türkler, devlet nedir bilmezler! “Devlet nasıl kurulur, nasıl idare edilir?” gibi soruların cevabı da bulunmamakta Türklerin zihnî ardiyesinde. Neden mi? Zira bu milletin tüm bildiği, sadece imparatorluklar kurmaya yöneliktir. METİN KÜLÜNK İran: Vefâsız bir komşu mu, rahatsız bir düşman mı? İran, Türkiye ile beraber yol almak, Türkiye ile beraber hareket etmek zorundadır. Zira şu an izlediği strateji kendisine ileri vadede büyük zararlar getireceği gibi, Türkiye’nin altını oymaya giriştiği bu tür müdahaleler, zor zamanlarında yanında olan bir ülkeye yaptığı büyük bir ayıptır! 5 6 8 10 12 18 20 24 28 34 38 40 42 44 46 52 62 EDİTÖR M. SERHAT BIÇAK Mücadele BAŞYAZI AJANDA YAYIN GURUBU Kayyum “Zaman”ı ve ana akım medya “Karar”ı AYIN OLAYI Başkentte hain saldırı! PROF. DR. TURAN GÜVEN Ayın Yorumu / Türkiye Terör üreten eski dünya düzeni bataklığı ve çöküş SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Ayın Yorumu / Dünya Kosova’dan Türkiye’ye bakmak ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda KAPAK / S. SERVET HOCAOĞULLARI Vesayetin son kalesi Anayasa Mahkemesi (mi?) MEHMET ŞEKER Casus belli! PROF. DR. SERHAT ATABEY Hakîkatler “zaman”la ortaya çıkar! ORHAN MÜCAHİT 28 Şubat travması SABRİ ÖĞE MHP’ye operasyon mu? MUHAMMED İKBAL BAKIRCI Batı’nın lirik sonu SÖYLEŞİ / MEHMET SERHAT BIÇAK Said Alpsoy: “İslâm’ın dışında kalan bir şey, aslında olamayan bir şey demektir!” SEYDAHMET KARAMAĞRALI Alman Çeşmesi’ndeki kan YAHYA KURT Türkmen dağının kahraman evlatlarına... SÖYLEŞİ: M. SERHAT BIÇAK MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Said Alpsoy: “İslâm’ın dışında kalan bir şey, aslında olamayan bir şey demektir!” Sezar, Oskar, Deniz, Meryem, kadın askerler 46 63 64 71 72 “İnsana ve topluma ait olup da İslâm’ın kapsama alanı dışında kalan hiçbir şey yoktur. Başka bir ifadeyle, ‘İslâm’ın dışında kalan bir şey, aslında olamayan bir şey demektir’. Böyle olan bir dini dünyanın ve siyasetin dışında nasıl tutabilirsiniz? Laiklik ve her çeşit seküler anlayışla nasıl uyumlu hâle getirmeye çalışabilirsiniz? FATMA ŞURA BAHSİ 28 Şubat: Kirletilmiş toplum hafızası TURGAY ALKAN Dünya siyasetini belirleyici ana kavramlar: Galipler ve mağluplar AHMET FİDAN Hizmetten hezimete son viraj: Zaman, kayyum idaresinde AHMET YOZGAT Tarihî hakîkatle yüzleşme noktası: Türkler devlet kurmayı bilmezler! 76 YUSUF KEMAL BOZOK Türkiye’nin istikbâldeki haritası: Nüfûz imparatorlukları 80 AYŞE YAŞAR UMUTLU Almanya ve İsveç mültecî politikalarının karşılaştırmalı incelemesi 86 AYTEKİN ATASOYU Vizyonumuzu büyütürken dünyamızı ve insanlığımızı küçülten bir kavram: Modernizm 88 ORHAN RUFAT KARAGÖL Siyah gözlüklü tavşanlar 89 CÜNEYT AKAR Rusya’nın korkusu 90 METİN KÜLÜNK İran: Vefâsız bir komşu mu, rahatsız bir düşman mı? 94 MEHMET FATİH ÖZTARSU Kafkasya İran’ın dönüşüne hazır! 96 FURKAN ERGÜL 40 yıl sonra yeniden AB referandumuna doğru 98 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Sezar, Oskar, Deniz, Meryem, kadın askerler 102EMİNE ŞULE DEMİRTAŞ Kızıldeniz’in gelini: Cidde 108SUNGUR İNCİ Kitap Ajanda 112AHMET YOZGAT Karikatür 98 Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika’daki sömürgelerinden kovuldular. Oradan gelen paracıklar da suyunu çekmeye başladı. Bu kovuldukları eski sömürge ülkelerine şimdi biz girmeye başladık. Bu bizim için önemli olduğu kadar, Afrika için de çok önemli. Yıllardır sömürülerek açlık, hastalık ve sefalete terkedilen koskoca bir kıtayı ayağa kaldıracak, canlandıracak, tedavi edecek elemanlarımız ve gönüllülerimiz Afrika’da iş başında. 38 64 86 42 80 102 PROF. DR. SERHAT ATABEY Hakîkatler “zaman”la ortaya çıkar! TURGAY ALKAN Galipler ve mağluplar Zeynalov, Can Dündar tutuklandığında Abdülhamit Bilici’nin kendisine destek için gittiğini ama bu kayyum olayında hiçbir genel yayın yönetmeninin kendilerine gelmediklerini ifade etmiştir. Bekledikleri kişilerden bekledikleri desteğin gelmeyişinde Nedim Şener’in “Cemaat mağdur değil, mağlûptur” tespitinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. 38 SABRİ ÖĞE MHP’ye operasyon mu? Yahu bu Akşener paralelciydi de sen onu neden milletvekili, neden TBMM Başkan Vekili yaptın? Paralelcilere karşı bugüne kadar hiç sesin çıkmıyordu, onların kötülüğünü şimdi mi anladın? 17-25 Aralık’ta, Cumhurbaşkanlığı seçiminde onlarla omuz omuzaydın, şimdi koltuk sallanınca mı aklın başına geldi? 42 Diğer Cermen organizasyonu olan Avusturya-Macaristan veliahdının Saraybosna’da bir Sırp terörist tarafından öldürülmesiyle başlayan savaş eğer Avrupa’da sürerse, bu hengâme Alman Birliği’nin sonu olacağı gibi, BND’nin A ve B planlarının asla uygulanamayacağı gibi bir sonuçla da karşı karşıya bırakacaktı hırslı Cermenleri. 64 AYŞE YAŞAR UMUTLU Almanya ve İsveç mültecî politikalarının karşılaştırmalı incelemesi Son seçimlerde göçe karşı tavır alan İsveç Sosyal Demokrat Partisi, oylarını ikiye katladı. Eskiden yüzde 5 olan oy oranı yüzde 20’lere kadar yükseldi. Bazı bölgelerdeki konut sıkıntısı, küçük belediyelerin yükü... 80 AYTEKİN ATASOYU Modernizm Geleneksel yapılara karşı özgürleşen insan, diğer yandan da kendi dışında kalan her şeye karşı duyarsızlaştı. Ötekileştirme, ötekini bir güvenlik tehdidi olarak görme ve nihâyetinde ötekini yıkma, yok etme ve ötekini kendi içinde kargaşaya düşürerek kendinden uzak tutma, bu duyarsızlığın en görünen sonuçlarıdır. 86 EMİNE ŞULE DEMİRTAŞ Kızıldeniz’in gelini: Cidde Cidde’de sosyal yaşamda erkekler ve kadınlar arasında keskin bir ayrım söz konusu. Restoranlarda, kafelerde, hastane bekleme salonlarında… Bu ülkede bekâr olarak yaşamak, birçok imkândan uzak kalmak demek. Örneğin eski şehir merkezinde düzenlenen festivallere bekâr olarak giremezsiniz. 102 mart 2016 3 Sayı: 112/ Mart 2016 İMTİYAZ SAHİBİ YAYIN KURULU BAŞKANI AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ YAYINLAR GENEL SANAT YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR TANITIM VE İLETİŞİM KOORDİNATÖRÜ GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ BASKI Yavuz Selim [email protected] Müzeyyen Selim [email protected] Doç. Dr. Sinan Canan [email protected] Nesrin Çaylı [email protected] Erkan Oğur [email protected] Ömer Faruk Arlı [email protected] Mehmet Serhat Bıçak [email protected] A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık [email protected] Bige Canan [email protected] Ahmet Oğuz [email protected] Aykut Koçoğlu [email protected] Aktüelya İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF Serkan Selim Dilek / Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97 BASKI TARİHİ Mart 2016 İDARİ ADRES Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164. Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 380 44 70 ISSN 1306-5742 Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ABONELİK Yurtiçi bir yıllık (12 sayı) abonelik 240 TL, Kültür Ajanda ve Haber Ajanda dergilerimizin ikisine birlikte abonelik olunursa 80 TL indirimle 200+200=400 TL. Kurum ve kuruluşlar için abonelik 480 TL. Kıbrıs için 280 TL. Avrupa 180 €, Amerika 250 $... HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 mart 2016 Abone bildiriminiz için [email protected] e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 380 44 70’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. haberajanda Fikir Platformu [email protected] Terörü de, terörü destekleyenleri de lânetliyoruz! Ü LKEMİZ, yine birlik ve beraberliğin en sıkı ve diri tutulması gereken günleri yaşıyor. Yedi düvelin yanında işbirlikçi vatan hainlerinin kurduğu tuzaklar ve alçak tezgâhlar bizi asla yıldıramayacak! >> Allah (cc), Hükûmetimizi kararlılığından döndürmesin ve daima samimî eylesin. Allah (cc), Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nu kavî îmanla donatsın, siyasetlerini güçlendirsin, karşılarına çıkan oyunlara mukabil geniş basîret versin. Bu iki ismi anarak gece gündüz Rabbimize yalvarıyoruz. Ancak her ne kadar bu iki güzel insanın yollarında sabit ilerlediklerine inansak da, çevrelerindeki birtakım gürûhun birer ayak bağından farksız olduklarını da görüyoruz. Her gün şehit cenazeleriyle yüreklerimiz parçalanırken, her gün bu milletin evlatları için kendi evladından ve kendi canından geçen yiğitlerimizden acı haberler alırken, başkentimiz Ankara’nın en müstesna alanlarından birine dahi sokularak terör eylemleri gerçekleştirilirken sessiz kalamayız. Milletimize ve devletimize kurşun sıkanın ve adı, dili veya soyu sopu her ne olursa olsun, bu alçaklığa, bu namertliğe, bu haysiyetsizliğe ortak ve destek olanın nâmı “terörist”tir. Terörü “Ama” veya “Keşke” türünden sözcükleri kullanarak başlayan cümlelerle anlamaya, anlatmaya, hoş göstermeye çalışanların hepsi alçaktır, namussuzdur. Bu işe ortak veya destek olanların toplumsal statüleri, sahip oldukları sermayeler, aileleri veya aşiretleri, sahip oldukları unvan veya meslekler, sözünü ettiğim bu namussuzluktan onları kurtaramaz. Bu ülkede Anayasa’ya uygun şekilde siyaset yapmayı düşünüyorsanız, Anayasa’ya ve kanunlara uymayan pisliklere “temiz” diyemezsiniz! Her gün bu devletin en başındaki insana “Diktatör” deyip bu ülkenin Anayasa ve kanunlarına sığınıp “Bu ülkede hak var, hukuk var” nâralarını savurabiliyorsanız, hakkın da, hukukun da kestiğini hazmedecek mideniz var demektir. Gerçi böylesinin insanî sindirim organlarının olduğunu da düşünmüyorum şahsen. Merve Kavakçı, sade ve sadece başörtüsüyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdiği için, bırakın doku- nulmazlığının kaldırılmasını, milletin reyini alarak seçilmesine rağmen vekilliği elinden alınarak vatandaşlıktan dahi çıkarıldı. O mazlum kadın, eli silah tutup millete ve devlete kurşun sıkanlardan, tuzak kuranlardan daha mı tehlikeliydi? Ha, o zamanki devlet bu zamanki devlet değildi, doğru! Peki, bu zamanki devletin o zamanki devletten kudret olarak bir eksikliği mi var? Asla! Daha güçlü, daha büyük… Öyleyse bu millete ve devlete kurşun sıkanın yanında olana, cenazesi için çadır kurup taziye verene bu devletin (Ecevit’in deyişiyle) “haddini bildirmesi” şarttır! Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız kararlı söylemleriyle ateş saçıyorken, TBMM Başkanlığı’nın ve yargı mercilerinin hâlâ beklemeleri akıl alır bir şey değildir. Bırakın dokunulmazlıklarının kaldırılmasını veya vekilliklerinin iptalini, bu tür alçaklıklara yeltenenlerin hepsinin vatandaşlıktan çıkarılması şarttır, elzemdir! Haber Ajanda’nın da değerli yazarlarından biri olan AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk Beyefendi’nin bu konudaki çıkışlarını ve yasa teklifini takdirle karşılarken, bu tip girişimlerin bireysel kalmalarına ise maalesef üzülüyoruz. Bu ülkenin Meclis’inin Başkanı veya Hükûmet’inin bir bakanının isim isim vekil anarak terörü beslediklerini vurgularken neden bir Ecevit kadar olamadıklarını açıkçası yadırgıyoruz. Bu noktada MHP’ye de çok iş düşüyor! Sayın Devlet Bahçeli’nin kamuoyunda karalanan sicilini temizlemesi ve partisini kendisine göre saran ellerden kurtarması için bu süreçte alçaklara ve namussuzlara karşı bu keskin tavrı göstermesi önemlidir. Buna dair emâreler görerek hakkını teslim etsek de, daha somut adımlar atılana kadar gerçekleşen hiçbir şey bu millete yetmeyecektir. Allah’ın selâmı ve mağfireti üzerinize olsun… Haber Ajanda’ya bu satırları yayınladığı için teşekkür ederim. (Muhammed Lütfü Ay/ Erzurum) haberajanda Editör Mücadele “M ÜCADELE” kelimesini, derinliğini “cedel” köküne bağlayarak anlatıyor sözlükler. Bu izahı yaparken mutlaka iki taraftan bahsediyor tabiî. İki tarafın birbirine karşı üstünlük kurma gayreti, çatışması, savaşı veya bu türden ne varsa hepsi mücadele ile anlatılabilir. yeteceğini düşünmesek, örneğin o basit priz arızasını hâlledeceğimize inanarak çerçevesini sökmeye kalkışmayız dahi. Bu yüzden “canlı” ile mücadele ederken “cansız” ile mücadele etmeyi küçük görmeye yatkın fıtratımız. Ancak düşünmeyiz nedense “Peki, cansız olan canlıdan daha karmaşıksa?” diye! Mehmet Serhat Bıçak [email protected] >>Belirttiğim gibi kökünü “cedel” kelimesine dayandırıyor sözlük. Hani salondaki priz arıza yapar, musluk damlatır veya çocuğun ev ödevi vardır da “Dur hele!” deyip toptan girişir ya kimi, “Kolay gelsin, ne yapıyorsun?” dediğinizde “Şununla cedelleşiyorum” der muhatabınız; işte onun verdiği cevaptaki cedel, bu cedel! Sözlüğe göre iki tarafın birbirine üstünlüğünü kabul ettirmesini ihtiva edince, mücadele sözcüğünün “cedel” üzerinden şekillenmesi, kendisine de farklı özellikler kazandırıyor. Zira yukarıda verdiğimiz örneklerde kişi, cedelleştiği uğraşıların hiçbirinde “canlı” bir karşı tarafla ilgilenmiyor. Bilakis hepsi “cansız”… Öyleyse cedel, bizim potansiyelimiz ve göze aldığımız meselenin taşıdığı zorluğu kendimize göre büyütmemizle alâkalı. Nitekim başta elektrik arızalarına karşı bilgi potansiyelimiz varsa, basit bir prizi dert edinip onunla cedelleştiğimiz düşüncesine kapılmayız. Su tesisatı veya kırtasiye-el işi becerisi konusunda da aynı durum geçerli… Bizim üstünde durmak istediğimiz şey de bu aslında. Zira başta potansiyelimizin Mesela en çetrefilli mücadele sahalarından biri olarak “savaş” çerçevesi üzerinde beraber düşünelim. Bu noktada tarih boyunca çeşitli teknik ve yöntemlerin geliştiğini göreceğiz elbette. Yeryüzündeki nüfusun çok ama çok az olduğu zamanları düşünüp iki kardeşten birinin, diğerinin başına taşla vurmasıyla başlayan harp fikrinin silahlanma ve ekipman edinme hususunda nasıl şekillendiğini görürüz en başta. Tarih okumaları evvela “meydan savaşlarına” götürür bizi. Meydan savaşlarında her göz, karşısındakinin ve kendisinin varlığını doğrudan görür ve yeterlilik hesabı yapar mutlaka. Tabiî aynı insanlık tarihi, bu tür savaş tarzının üzerine “cephe savaşlarını” da çıkarır karşımıza. Sistem belki yine karşılıklı anlamda doğrudan gözle her şeyi görmeye dayalıdır ama teknoloji daha da etkindir bu tarzda. 1980’lerin yarısına varmadan Reagan’ın ağzından bir filmden uyarlama son nesil savaş tarzının ismini duyarız: “Star Wars” (Yıldız Savaşları)… Son nesilde, ilk iki versiyonda yer alan doğrudan görme yoktur. Maalesef!.. Zaten bu da insanın delikanlı kişiliğine ters… “Bizim racona ters” mi demeliydim yoksa? Zira ne gördüyse, kendisinden sayı veya kapasite anlamında büyük olduğunu kabullense bile gözüyle gördükten sonra karşısındakine aman vermeyen bir fıtrata sahip olmuşuz hep. Ancak görmediklerimizi ise küçükten, hatta yoktan saymış, “canlı” olarak kabul etmemişiz. Görmediklerimizden zarar gelince de afallayıp kalmışız. Mücadele, ama kimle mücadele? Gördüğümüzle mi, yoksa gördüğümüzün yanında göremediğimizle mi? Canlılık nedir, cansızlık ne? Uyku bir cansızlık hâli midir? Bu ülkenin biricik iradesi, karşısında yalnız ve yalnız siyasî liderleri gördü. Hangisine uyacağını da kendine göre kestirdi, hangisiyle iş tutulmayacağını da... Ancak bu ülkenin biricik iradesi hep doğrudan gördükleriyle muhatap olmaya alışınca, görmediklerinin neler yapabileceklerini anlayamadı. Zira milletin gördüğüne göre yargı da yürütmeydi, yasama da yürütmeydi, yürütme de yürütmeydi, medya da yürütmeydi, sanat da yürütmeydi, spor da yürütmeydi… Her şeyi yürütmeden bilen milletin, saydığımız diğer unsurların ve tabiî ki daha da çoğunun “karşı tarafın görünmeyenleri” olduğunu anlaması uzun zaman aldı. Peki, bunun ayrımını yapma noktasında nasıl hükümler vermeli, nasıl kararlar almalı? “Söz de, karar da milletindir” diyerek bu milleti cesaretlendiren lidere adeta kafa tutarak “Milletin edecek sözü de yok, alacak kararı da! Biz kararımızı verdik. Nokta!” deme cüretini gösterenlerin hâlâ görünmediklerini sanmaları, sanırım bu milletin delikanlılığını hafife almalarından ileri geliyor. Öyleyse gardınızı alın görünmeyenler, millî irade geliyor! mart 2016 5 Başyazı BAŞYAZI Haber Ajanda Türkiye’nin ve onun liderinin aldığı 2023 vizyonlu kararlarının destekçisi ve takipçisi olarak yayın hayatına başlayan Karar gazetesinin tüm çalışanlarına kolaylık diliyor ve hatırlatıyoruz: Medya hareketi kazanımları içinde yolda niyet ve hedef değiştirenleri tarih yazacaktır! Bundan kimsenin şüphesi olmasın! Bunun kaydını ise troller gibi amatör amigolar değil, kadirşinas profesyoneller gerçekleştirecektir. 6 mart 2016 Kayyum “Zaman”ı ve Bir “Zaman”lar medya “D ARBE gazeteciliği”, “rejim medyacılığı”, “dördüncü kuvvet trollüğü” ve “ana akım medyada morsa” gibi medya-iktidarrant üçgeninde konuşlanmış “gazetecilik” tarihinde (sicilinde) iki etkin örnekten biri olan Gülenci Medya Grubu’na kayyum atandı. İkinci etkin ve “özellikleri olan” Doğan Medya Grubu içinse “risk” yok. Çünkü Doğan Medya Grubu’nun “paralel devlet” şeklinde açıklanan hiçbir gizli-açık hedefi olmadı. >> Evet, Doğan Medya Grubu’nun rant için “mobbing yapmak” alışkanlığı hiç eksik olmadı. Ve hatta hükûmet operasyonlarında da aktif rolleri üstlendiği dönemler oldu; fakat devleti ele geçirmek gibi yahut onun gereği olan her alanda örgütlenmek hedefinde bir “kriptolu örgütlenme” pozisyonu hiç olmadı. Doğan Medya Grubu, alışkanlık edindiği üzere her dönem güce taptı ve mobilize kıvraklığı hep yüksek performans içinde aktı. 17 Aralık operasyonuyla “Gülenci Medya Grubu” çok yönlü, çok katmanlı ve çok sesli saldırı ile devletin merkezine (kalbine) hamle yaparken, medyaiktidar denkleminde de Doğan Medya Grubu’nu merkezden çepere doğru savuracak bir “muktedir medya” konuşlanmasına yöneldi. Fakat süreç, Gülenci medya grubu’nun planını (operasyonunu) onaylar tarzda gelişmedi. Hatta denilebilir ki, Doğan Medya Grubu, merkezinde durduğu “muktedir medya” pozisyonunu pekiştirmek adına Gülenci eylemlere destek verdi. Bu bağlamda Doğan Medya Grubu’nun stratejisinin tuttuğunu/tutunduğunu söylemek mümkün. Ancak Doğancı geleneği tedirgin eden ve huzurlu şekilde uyutmayan bir “medya hareketi” varlığını korumaktadır. “Medya hareketi” ifadesini özellikle seçtik. Çünkü bu süreç, “hareket” aşamasından bir “ana akım” veya “millî medya” dokusuna evrilebilmiş ve olgunlaşarak “yerli medya” olgusuna dönüşmüş değil. Bunun en önemli nedenlerinden -gözden kaçırılmaması gereken yönüyle- biri, “medya hareketi”nin kurucu ekibinin yol üzerindeyken “niyet ve hedef” değiştirmesidir. Medya etrafındaki tar- tışmanın “darbe” tadında olmasının psikolojik eşiği ise şu olmuştur: Yoldayken niyet ve hedef değiştiren “medya hareketi”, hangi medya grubu idi? Çok net görüldü ve anlaşıldı ki, Gülenci medya grubu hiçbir “zaman” bir “medya hareketi” olmadı. Tam aksine, devletin imkânlarını yönetme hareketinin sadece “kuvvet macunu” etkisi göstermesi umut edilen bir “mobbing aracı” oldu. Doğan Medya Grubu ise bu çerçevede ticarî hareketlenmelerin bir “şantaja şantaj kalkanı” oldu. Geriye tek seçenek kalıyordu: Medya hareketi olarak vasıflandırılabilecek çaba… Yani “Yeni Şafak”… Yeni Şafak gazetesinin “niyet ve hedef” eksenli serencâmında en önemli “kırılma noktası”, kuşkusuz 17 Aralık operasyonu olmuştur. Çünkü “medya hareketi” karakterinden “Millî Mücadele AJANDA YAYIN GRUBU ana akım medya “Karar”ı Cephesi”ne evrilen politik pozisyon alışın mîlâdı bu olmuştur. Gülen ve Doğan Grubu’nun “yandaş medya-havuz medyası” yaftalaması ile boğulmak istenen Yeni Şafak gücünün tüm komplolara rağmen “Millî Duruş İçin Gazetecilik Cephesi”ni koruduğu gözlemlenmektedir. Kuşkusuz bu “millî gazetecilik” kadrajlı duruşa TMSF’nin el koyduğu ve el değiştirilerek etkinleştirilmesi sağlanmış olan başta Sabah ve Star olmak üzere birçok gazete de eklenmiştir. Tam da bu arada ve bu koridorda, Yeni Şafak gazetesinin “kurucu ekibi” içinde yer alan bazı yazar ve gazetecilerin aldıkları “karar” gereği adı da “Karar” olan bir gazete çıkarmaları, mevcut süreçte önemli bir “tartışmayı” da beraberinde getirmiştir. Çünkü Karar gazetesinin kurucu ekibinin, “Medya hareketinin niyet ve hedefleri değişmeyen ‘saf’ ekibi burada!” iddiası ve “Değişenler malûm: Troller!” etiketiyle bazı adres ve kişilere göndermede bulunması, hızını alamayıp “AK Parti de niyet ve hedef olarak değişmiş izlenimi veriyor, kaygılıyız!” îmâsında bulunması önemli bir soruyu güncelliyor: Doğancı ve Gülenci Medya Cephesi dışında kalan “medya hareketi” hangisi? “Verdiğiniz ‘Karar’ hayırlı olsun!” Karar gazetesinin açık yüreklilik ve hâl diliyle “Biz Gülenci ve Doğancı tecrübesinden ders almış kişiler olarak ‘-ci’ olmayacağız. Dolayısıyla ‘Reisçi-Erdoğancı-Davutoğlucu’ sözlüğünü ‘kirli’ buluyoruz!” açıklamalarının, beraberinde alınan bu “karar”ın hangi niyet ve hedef içinde olacağına ve kalacağına ilişkin “hak edici sorular”ı tetiklediğini düşünüyoruz. Zira Karar gazetesinin kurucu ekibinin, kendilerinin de iddia ettikleri gibi neredeyse kırk yıllık tecrübesi vardı ve en önemlisi de övündükleri gibi gerçek bir medya hareketi olan Yeni Şafak’ın kurucu ekibi içinde yer alanlar olarak, TMSF’nin el koyduğu medyada aktif yöneticilik yapmış ve sicilleri (iyi-kötü) bilinen “eski gazeteci- ler” performansında konuşarak, “Biz başından beri neredeysek bugün de oradayız!” referansına sığınmaları bir ihtimâli güçlendiriyor: Önemli bir “Karar” alınmış! Peki, bu “Karar”ın ortakları kimler? “Yeni Şafak’ın kurucu ekibiydik; yine şartlar bizi çağırdı ve geldik, elimizi ‘seviyeli Türkiye’ için taşın altına koyduk!” beyânının “Ana akım medya için yola çıktık!” taçlandırmasında kastedilen “yeni medya” içeriği nedir? Kuşkusuz bunu “Zaman” tecrübesi gösterecek. Gazeteye zaman da tanımak gerek! Karar gazetesinin beyânı esas olduğundan, analizlerin beyân merkezli bir pergel açılımı ile çizilmesi hakkâniyetin gereğidir. Ancak kurucu ekibin içinde yer alan gazetecilerin AK Parti iktidarı dönemindeki serencâmları, yöneticilik yaptıkları gazetelerdeki sicilleri ve en önemlisi de Türkiye’nin “en hayatî karar sahaları” olan paralel yapı ile mücadele, terör meselesi, Suriye ve başkanlık sistemi konularında nasıl bir yayın politikası izleyecekleri ayrı bir gözlem koridoru olacaktır. Bir gazete çıkarmak kararı ile Türkiye’nin karar verdiği hedefler ekseninde “millî medya hareketi”nin düşünsel ve politik kararlılığını göstermek arasındaki farkı hem okurlar, hem de özelde Karar gazetesi yazarlarını yıllardır okuyanlar iyi analiz edeceklerdir. Tabiî buna göre kararlarını verecek basîrete de sahiplerdir. Bize düşense, bu aşamada “Verdiğiniz ‘Karar’ hayırlı olsun!” demektir. Türkiye’nin ve onun liderinin aldığı 2023 vizyonlu kararlarının destekçisi ve takipçisi olarak yayın hayatına başlayan Karar gazetesinin tüm çalışanlarına kolaylık diliyor ve hatırlatıyoruz: Medya hareketi kazanımları içinde yolda niyet ve hedef değiştirenleri tarih yazacaktır! Bundan kimsenin şüphesi olmasın! Bunun kaydını ise troller gibi amatör amigolar değil, kadirşinas profesyoneller gerçekleştirecektir. AJANDA YAYIN GRUBU mart 2016 7 AYINOLAYI Ayın Olayı Başkentte hain saldırı! 17 ŞUBAT 2016… Türkiye, başkent Ankara’nın en merkezî noktalarından birinde dehşetli bir terör saldırısı yaşadı. Yapılan açıklamalara göre İnönü Bulvarı’nı Dikmen Caddesi’ne bağlayan Merasim Sokak’ta meydana gelen bombalı saldırıda 24 vatandaşımız can verdi, 61 kişi de yaralandı. >> 17 Şubat tarihine erişene değin yaşanan gelişmelerse, söz konusu günün sanki bir sonuç olarak karşımıza çıktığını gösteriyor. Yurtiçinde PKK’yı bitirme planını sonuna kadar kararlı bir şekilde uygulayan Türkiye, IŞİD, PKK ve DHKP-C gibi terör örgütleriyle mücadele ederken yedi düvelin Birinci Dünya Savaşı tipi ihtiras oyunlarıyla da uğraşıyor. Bu çerçevede PKK’yı soluksuz bırakmaya ramak kalmış şu günlerde özellikle Suriye’nin kuzeyinde kendisine bir koridor oluşturan YPG ve PYD tarafından Türkiye’ye karşı yöneltilen iğrenç terör saldırıları, Türkiye’nin “müttefiki” olduğunu belirten dünya devletleri tarafından hoş görüldüğü gibi, bu terör örgütleri yine aynı devletler tarafından Türkiye’ye karşı bir kollama altında da tutuluyorlar. Suriye’deki Esed muhalifi güçleri destekleyen Türkiye, bir yandan da Suriye Türkmenlerinin acılarını dindirmek için çaba sarf ederken, Rusya, İran, Esed güçleri, PYD ve IŞİD’in sıkıştırdığı Türkmenleri korumak ve Türkiye’ye transfer etmek için de elinden geleni yapıyor. Bu sırada PYD ve YPG militanları, ABD ve Rusya’nın kendilerine sağladığı mühimmat ve çeşitli lojistik yardımları PKK’ya ulaştırıyor, onunla 8 mart 2016 birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı mevzi alıyor, terör eylemleri gerçekleştiriyor. Türkiye ise açıkça ABD ve Rusya’nın bu terör örgütü üzerinden kendisini vurduğunu açıklıyor. Öyle ya, 11 Şubat 2016 tarihli konuşmasında Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan şu ifadeleri kullandı: “Bu göç akınının en büyük sebebi, Rusya’nın ve Esad rejiminin başlattığı sivil halkı hedef alan saldırılarıdır. Buna rağmen Birleşmiş Milletler’in saldırıyı yapanlara karşı tedbir almak yerine ülkemize çağrıda bulunması samimiyetsizliktir. Neymiş, ‘Kapınızı açın, onları alın’… Peki, ey Birleşmiş Milletler, sen ne işe yarıyorsun, senin görevin ne? İşte en son, bakın NATO’da müttefikimiz ne diyor? ‘Biz PYD’yle ittifak hâlindeyiz’. Hani bu dünyada terörle mücadele vardı? Bu nasıl bir terörle mücadele? PYD’yi PKK’dan ayrı görmeyecek kadar maalesef gözleri kapalı olanları görüyoruz. Ve kalkıp kendi uluslararası güvenlik elemanına Kobani’de plaket veriyorlar. Bu belgeyle ortada, her şeyiyle ortada! Buna rağmen hâlâ ‘PYD ve YPG terör örgütü değil’ diye değerlendiriyor. Bütün bu gerçekler ortadayken Türkiye’ye uluslararası yükümlülüklerini hatırlatmak, açık söylüyorum ikiyüzlülüktür!” Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın 11 Şubat tarihli bu konuşması, belli ki kendisine açıkça kafa tuttuğu ABD’de sinirleri gerdi. Zira 13 Şubat günü ABD’nin “İttifak hâlindeyiz” dediği PYD, Suriye’nin kuzeyinde yer alan Azez’in güneybatısındaki Maranas bölgesinden Türkiye Akçabağlar Üs Bölgesi’ne ateş açtı. Türk Silahlı Kuvvetleri de açılan ateşe misliyle karşılık verdi ve ardından da gece yarısı başlayan seri bombardımana geçildi. Fırtına obüsleri, 4’lü seri atışlarla Azez kasabasını kuşatan ve burada konuşlanan PYD’nin bir diğer kanadı YPG’nin mevzilerini vurdu. Türkiye’nin bombardımanının ardından, bu bombardımana dair tepki sesleri ABD’den yükseldi. Ne de olsa 14 Şubat’tı(!)… ABD Dışişleri, Türkiye’nin gerçekleştirdiği bombardımanı durdurma çağrısı yaparak -utanmadan“IŞİD ortak düşmanımız!” dedi. Bu gelişmelerin ve ABD’nin yaptığı açıklamanın üzerine 17 Şubat günü öğle saatlerine konuşan Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın sözleri sarf etti: “Şu an PYD’ye, YPG’ye hâlâ terör örgütü diyemeyen veya demeyen, ‘YPG’ye desteğimiz sürecektir’ diyen Amerika’yı da anlamakta zorlanıyorum. Terör örgütü PKK’nın bütün kayıtlarında PYD’nin, YPG’nin kurucusunun kim olduğu bellidir. Geçenlerde de söyledim, biz Amerika’yla NATO’da beraber değil miyiz? Senin dostun biz miyiz, yoksa YPG mi, PYD mi? Bunu da öğrenmek istiyoruz. O zaman çık bunu da açıkla, ‘Dostum PYD’ye, YPG’ye silah yardımı yapıyorum’ de, bunu da bilelim! Bilelim ki, ondan sonra bu meseleleri sizinle konuşmamıza gerek kalmasın. Gizli kapılar arasında veya arkasında bazı şeylerin konuşulması bizleri üzmektedir. Dost, dostluğunun gereğini yapmalıdır. Biz dost bildiğimize gereğini yaparız, ama bizi dost olarak görmeyenler, lütfen açıkça bunu ifade etsinler! Kalkıp Türkiye’ye şu söyleniyor: ‘PYD’ye top atışlarını durdurun…’ Kusura bakmayın, bizim böyle bir düşüncemiz yok!” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözleri sarf ettiği günün akşamında ne mi oldu? Metnimizin en başına dönelim: Türkiye’nin başkenti Ankara’nın en önemli noktalarından birinde, bomba yüklü araçla gerçekleştirilen terör eylemi sonucunda 24 vatandaşımız can verdi, 61 vatandaşımızsa yaralandı. Etrafta yer alan bina ve araçlardaki maddî hasarsa cabası… Katliamın failine dair bilgilere ise kısa sürede ulaşılabildi. Zira Suriyeli Salih Neccar’ın fizikî ve Haber Ajanda biyolojik bilgileri, Türkiye’ye göçmen olarak giriş yaptığı sırada zaten kayıt altına alınmıştı. 1992 doğumlu Neccar’ın, Temmuz 2014’te Türkiye’ye resmî yollardan giriş yaptığı ve Mardin’de ikâmet ettiği bilgisine ulaşılırken, bunun üzerine Neccar’la bağlantılı olarak 7 ilde yapılan operasyonlarda 14 kişi de hemen gözaltına alınarak tutuklandı. Neccar’ın kullandığı araca yüklü RDX tipi patlayıcı, daha önce Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı ve Uğur Mumcu suikastları ile Anafartalar Çarşısı saldırılarında da kullanılmıştı. Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı kuvvet komutanlıklarında görevli sivil ve askerî personeli taşıyan servis araçlarına yönelik bombalı saldırı, dünyada büyük yankı buldu. Suriye-Amude doğumlu Salih Neccar’ın, PYD’nin bir alt kolu olan YPG üyesi olduğu belirtildi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun Neccar hakkındaki bilgileri kamuoyuna sunmasının ardındansa, buraya kadarki sözlü ve şiddetli düellonun başat ama gizli kahramanı olan ABD’den ilginç bir açıklama geldi: “Sorumlusu hakkında henüz bir tespitte bulunmadık. Tabiî ki Türkiye’de meydana gelen saldırıları mümkün olan en güçlü şekilde kınıyoruz. Biz hükümet olarak sorumlunun kim olduğuna dair karar vermedik. Ancak bu konuda Türk yetkililerle irtibat hâlinde olacağız…” O zaten sizin değil, bizim işimiz efendi! Gölge etme, başka ihsan istemez! ABD’nin gerçekleştirdiği bu açıklama, derhâl operasyonun bir diğer kolu algıya döküldü ve saldırıyı, PKK’nın barış güvercini PYD tarafından değil, savaşçı bir kolu olarak bilinen TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) tarafından yapıldığı öğrenildi. Zira örgüt bunu kendi üstlendi. Yani Neccar bir teröristti, PYD’nin güvercinlerinden biri değildi(!)… Ve nihâyet ABD Başkanı Barack Obama, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak Ankara saldırısı için başsağlığı ve yaralılar için şifa dileğinde bulundu. Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre 1 saat 20 dakika süren görüşmede “YPG ve rejimin Suriye’deki ilerleyişi kaygı verici” diyen Obama, “DAEŞ ile mücadelemize darbe vuran eylemlere son verilmeli” ifadelerini kullandı. Erdoğan ise terörle mücadele konusunda “müttefiklerin” dayanışma içerisinde olmalarının önemine işaret etti. Bitirirken küçük bir not paylaşalım: Obama’nın Erdoğan’ı telefonla aramasının ardından, hemen ertesi gün PYD ile DAEŞ çatıştı. Not: Ankara’da gerçekleşen patlamanın faili Salih Neccar hakkında yapılan DNA incelemesi, şahsın resmî kayıtlarda “Abdülbaki Sömer” ismine sahip olduğunu ortaya çıkardı. Sırf YPG’yi aklamak için isim üzerinde dahi oynandığına dair yorumlanabilecek bu gelişme ilginç! mart 2016 9 Ayın Yorumu Türkiye Terör üreten eski dünya bataklığı ve çö Emperyalistlerin psikolojik ve fiilî saldırılarına karşı milletimizin kararlı ve basîretli tutumu, tâbir caizse her şeyi değiştirmiştir. Uluslararası terör konsorsiyumunun modern silah ve teknoloji ile çok daha ince, çok daha sinsi ve yeni yöntemlerle eylem ve saldırılarına devam edeceğini hiç unutmamalıyız. Türkiye, “Modern Haçlı Seferleri” ile karşı karşıya olduğunun farkına varmalı ve bütün hazırlıklarını bu gerçeğe göre yapmalıdır! 10 mart 2016 Prof. Dr. Turan Güven // [email protected] düzeni küş İKİNCİ Büyük Savaş’tan sonra galiplerin kurduğu 70 yıllık dünya düzeninin çöküşünü yavaşlatılmış film gibi seyrediyoruz. Buna “düzen” demek ne derece doğru olur bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey varsa, o da bu düzenin insanlığa haksızlık, adaletsizlik, kan, gözyaşı, zulüm ve yıkımdan başka bir şey getirmediğidir. >> Zaten emperyalist devletlerin çıkarları için kurgulanmış bir düzenden de daha başka bir şey beklenemezdi. Gözü dönmüş Batı’nın sınırlı yeryüzü kaynaklarını sınırsız sömürme iştahı bütün insanî değerleri altüst etmiş ve insan olma onurunu ortadan kaldırmıştır. Az gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde derin bunalımlar yaratan bu sistem, iç dünyasında mutsuz ve problemleriyle baş edemeyen milyonlarca insan üretmiştir. Mevcut dünya sistemi içinde kendisine yer bulamayan ve geleceğe umutla bakamayan problemli insanlar, uluslararası istihbarat örgütleri tarafından devşirilip kullanılmaya müsait bir beşerî sermaye oluşturmuştur. Ülkesi yabancı devletlerin askerleri tarafından işgâl edilmiş, yakınları öldürülmüş, karısının, kızının ırzına geçilmiş, kısacası her türlü zulmü yaşayarak onursuzluğa mahkûm edilmiş insanların bu dünyada yapamayacağı iş yoktur. Eğer dünya düzeni aynı paradigma ile devam ederse, terörist-militan temininde bir zorluk yaşanmayacağı gibi, terör örgütleri de çeşitlenerek artacaktır. Batı bir yandan terörü besleyen bir bataklık oluşturmuş, diğer taraftan da bu bataklıktan arta kalan insan unsurunu örgütleyerek kendisine tehdit oluşturabilecek ülkeleri içten çökertmeye çalışmıştır. Batı, bunu yaparken içinde yaşadığı durumu idrâk edemeyen bazı ahmak toplulukları (mezhep ve etnik kimlik temelinde) kullanmıştır, kullanmaya da devam etmektedir. Dünyadaki hiçbir terör örgütünün insan ve finans kaynaklarını kendisinin sağladığını, silah ve stratejik eylem planlarını bağımsız olarak yaptığını düşünmek mümkün değildir. Her birinin arkasında emperyalist devletlerin istihbarat örgütleri bulunmaktadır. Bugünkü dünya istemini eleştiren ve bu sistemin insanlığa getirdiği yıkımı yüksek sesle anlatan Türkiye, emperyalist devletlerin kurduğu ve kullandığı terör örgütleriyle terbiye edilmeye çalışılmaktadır. Kendi bölgesinde ve dünyada gelişme gösteren Türkiye’nin yönetimlerini aciz bırakmak ve zulme karşı direncini kırmak için çok daha büyük ve sansasyonel terör eylemleri planlandığını öngörebiliriz. Bu eylemlerin esas amacının, hedefteki Türkiye’yi kapalı kapılar arkasında görüşmeye zorlayarak diz çöktürmek olduğunu biliyoruz. Allah’a şükürler olsun ki, her türlü iç ihânete rağmen Türkiye, emperyalistlerin bu oyunlarını şimdilik bozmuş ve diz çökmemiştir. Emperyalistlerin psikolojik ve fiilî saldırılarına karşı milletimizin kararlı ve basîretli tutumu, tâbir caizse her şeyi değiştirmiştir. Uluslararası terör konsorsiyumunun modern silah ve teknoloji ile çok daha ince, çok daha sinsi ve yeni yöntemlerle eylem ve saldırılarına devam edeceğini hiç unutmamalıyız. Türkiye, “Modern Haçlı Seferleri” ile karşı karşıya olduğunun farkına varmalı ve bütün hazırlıklarını bu gerçeğe göre yapmalıdır! Artık emperyalizmin oynadığı oyunları çözmek mümkün olmuştur. Kısaca özetlemek gerekirse olay şöyle planlanıyor: Kendisini dünyanın efendisi olarak gören küresel güçler, dünyanın sorunlu bölgelerinde önce kaos ve düşük yoğunluklu bir savaş başlatıyorlar. Savaşı başlatacak birileri bulunmazsa, bir bahane icâd edip ülkeleri işgâl ediyorlar. Bu işgâller insanlığın bugüne kadar çok az gördüğü insanlık dışı muamelelerle bir müddet devam ediyor. Daha sonra ülkede tutunamayınca geride bir sürü onuru kırılmış, her şeyini kaybetmiş bir toplum ve onların başına bir kukla yönetim bırakıyorlar. Zaten kendi içinde mezhep ve etnik kimlik bakımından birbirine karşı iyice bilenmiş olan toplum, istihbarat örgütlerinin de marifeti ile bir iç savaşın eşiğine geliyor. Bu savaşta emperyalistler hem silahlarını satıp para kazanıyorlar, hem de bu savaşın ortaya çıkardığı mağdur ve onuru kırılmış insanları kurdukları “terör örgütleri” ile kendi amaçları için yeniden kullanıyorlar. En büyük zulüm, zengin petrol, doğalgaz ve maden rezervlerinin üzerinde yaşayan geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin halklarına yapılıyor. Emperyalistlere bağlı kukla yönetimler, kendi halklarına onurlu bir hayatı çok görüyorlar. Allah’ın adaletine bakın ki, bazı hâin yönetimlerin sonu da hizmet ettikleri efendilerinin ellerinden oluyor. Türkiye’nin bugün başına gelenler, 21. yüzyılda varlığını sürdürmek, dünya sisteminde ve bölgesinde hissedilebilir bir ağırlığa sahip olmak istediği içindir. Türkiye, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğine girmeye hazırlanırken büyük bir aydın ihânet ile karşı karşıyadır. Bütün bu olumsuzluklar, dünyadaki büyük değişimlerin ve yeni dünya düzeninin kurulma aşamasında yaşanıyor. Eğitim sisteminin resmî kalıplarına hapsolmuş çapsız aydınların Türkiye’ye ihânet ederken “milliyetçilik” söylemlerini kullanmaları da çok düşündürücüdür. Ülkesi için her türlü fedakârlığı göze alan, çocuklarına ve torunlarına iyi bir Türkiye bırakmak için canını dişine takmış olan aydınlar ise toplumda henüz yeterli bir orana ulaşabilmiş değiller. Eskimiş, miadını doldurmuş zalim dünya düzeninin çöküşünü seyretmek keyifli oluyor; ama unutmayın ki, çökerken de zulüm devam ediyor! Emperyalist-küresel zulmün bir parçası olan aydınlar bu coğrafyada yaşamak istiyorlarsa, bir kere daha düşünsünler! mart 2016 11 Türkiye Ajanda Cumhurbaşkanı’ndan önleyici savaş doktrini: “Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle!” TÜRKİYE öyle bir cendereye hapsedilmeye çalışıyor ki, nasıl tuzaklar kurduğunu gayet iyi bilen düşman, Türkiye’nin her yeni atağına “Diğerinden nasıl kurtuldu?” diyerek şaşırıyordur. kullanarak hiçbir hamleden çekinmeyeceğini aktarmak açısından son derece sert bir önleyici savaş doktrini açıkladı. Bu açıklamada kullanılan bazı söylemler tarihî çerçevede dünyaya yabancı olmadığı için, söz konusu tarihî konuşma bütün dünyada yankı buldu. O tarihî konuşmadan bazı satırbaşları şöyleydi: “Birileri yurtdışına gidiyor -bunlar ana muhalefetin temsilcileri-, ne diyorlar? ‘PYD, YPG terör örgütü değil…’ Bal gibi de terör örgütü! PKK nasıl terör örgütüyse, onlar da aynı şekilde terör örgütü… Ama bu ifadeyi kullananlar, ne yazık ki bu terör örgütlerinin avukatı konumundalar, onları savunanlar bunlar! ABD’ye diyoruz ki, ‘Bu terör örgütüdür!’. ABD yetkilileri kalkıyor, ‘Hayır, biz onları terör örgütü olarak görmüyoruz’ diyorlar. Ey Amerika! Size kaç kez söyledim, siz bizimle mi berabersiniz, yoksa bu terör örgütü PYD-YPG’yle mi? Ey Amerika! Ne PKK’yı, ne PYD’yi, ne de YPG’yi bize tanıtabilirsiniz. Bunları biz gayet iyi biliriz. DAEŞ’i de biz biliriz. Ama siz bunların hiçbirini bugüne kadar tanıyamadınız. Tanıyamadığınız için bölge kan revân içinde… Bu nasıl ortaklık, anlamak mümkün değil! Defalarca söylememize, anlatmamıza rağmen karşımızda susuyor, gıyabımızda ‘Biz böyle bakmıyoruz bunlara’ diyorlar. Bu nasıl bir anlayıştır? >>PYD’nin Rusya’da temsilcilik açması, ABD’nin PYD ve YPG ile ittifak hâlinde olduğunu beyanı, DAEŞ ve PKK’nın yurdumuzdaki intihar saldırıları ve Güneydoğu Anadolu bölgemizdeki bazı şehirlerde doğrudan PKK ile girilen çatışmalar, Türkiye’yi bunca konu üzerine tam konsantre şekilde eğilebilmesi için devlet üstü bir gayrete sevk ediyor. Turkiye112 “Yer gök duâ ile” derler ya, Türkiye’yi bu 12 mart 2016 anlamda güçlü kılan, karar özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bütün güvenlik birimlerimizin hem eğitim, hem de teçhizat çerçevesinde tam donanımlı olmalarının yanında, sahip oldukları îman ve üzerlerine düşen duâ yağmurları… Ancak Türkiye, artık söylem ve eylem planında bütün sahte müttefiklerinin maskelerini açıkça, bütün dünyaya ilân ederek indiriyor ve bunu yaparken asla tereddüt etmiyor. Geleneksel hâle getirdiği Muhtarlar Buluşması’nın 20’ncisinde tarihî bir konuşma gerçekleştiren Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, terör örgütlerine destek sağlayarak Türkiye’ye karşı güçlenmelerini doğrudan sağlayan bütün ülkeleri ve uluslararası teşekkülleri hedefine alarak, bundan sonraki süreçte Türkiye’nin tüm meşru müdafaa haklarını Siyasetin dilini, diplomasinin imkânlarını, pazarlık gücünü biz bugüne kadar ihmâl etmedik, bundan sonra da etmeyeceğiz. Ama aslolan ne, biliyor musunuz? ‘Lâ galibe illallah!’ Bu düsturu, bu ölçüyü aklımızdan çıkarmadan yolumuza devam edeceğiz. ‘Galip olan sadece Allah’tır!’, bunu bileceğiz! Karşımızda hiçbir kutsalı, hiçbir insanî ve ahlâkî ölçüsü olmayan örgütler var. PKK da öyle, PYD de öyle, DHKP-C de öyle, DAEŞ de öyle! Bunların hepsi aynı! ‘Müttefik’ dediğimiz ülkelerin dahi PYD’ye sahip Selçuk Kayıhan // [email protected] çıktığını görmekten gerçekten üzüntülüyüm. Avrupa ülkelerinin bir kısmı, uzun süre PKK ve DHKP-C gibi örgütlere, bunların paravan kuruluşlarına müsamaha gösterdi, kaynak aktardı. Hatta tescilli katillerin ellerini kollarını sallayarak dolaşmalarına dahi izin verdiler. Avrupa ülkeleri ne zaman ki bu örgütlere el uzatmaya kalktılar, işte o zaman terörün acı yüzüyle karşılaştılar. Yolları kapatan, araçlara zarar veren, güvenlik güçlerine saldıran örgüt üyeleri, bu ülkelere yaptıkları yanlışları gösterdiler. Buradan bir kez daha ifade ediyorum: Bu iş, akreple kurbağanın hikâyesi gibidir. O akrep mutlaka bir gün onları da sokacaktır. Çünkü onun karakteri böyledir. ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ basitliği, müttefikliğe yakışmaz. Suriye’de yapılan işin adı işte budur! Bir terör örgütünü, diğer terör örgütüyle sırf çıkar çatışması yaşadığı için desteklemek caizse, öyleyse Suriye’deki kimi örgütler niçin dışlanıyorlar? ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ diyorsan, o zaman hepsi dost! Onlar da DAEŞ’le çatışma hâlindeler. Niçin onları dışlıyorsunuz? İlkeli olmak lâzım ilkeli! Burada ilke yok! Biz teröriste ‘terörist’, terör örgütüne ‘terör örgütü’ demeyi ve o şekilde muamele etmeyi sürdüreceğiz. DAEŞ’le mücadele bahanesiyle bölgeye yerleşip Suriye halkını çoluk çocuk demeden katledenlerin gerçek yüzlerini tüm dünyaya ifşâ etmeye devam edeceğiz. Dün Çanakkale’de güç mücadelesi veren yedi düvel, bugün aynı işi Suriye’de yapıyor. Mültecîleri öcü gibi görenlerin, bu sorunun sebebi olan Esad rejimine kör ve sağır kalmaları ibret vericidir. Ne diyor Birleşmiş Milletler? ‘Kapınıza dayananları içeri alın…’ Sen ne işe yarıyorsun? Unutulmasın ki, mazlûmun ahı yerde kalmaz, zulüm payidar olmaz! Allah, bizleri zâlimlerden olmaktan, zâlimlerin yanında yer almaktan muhafaza eylesin! Rabbim, bize bu imtihandan yüz akıyla çıkmayı nasip etsin!” Cizre’deki terör operasyonu sona erdi TERÖRLE mücadele kapsamında gerçekleştirilen Cizre’deki operasyonların bitirildiğine dair açıklama, İçişleri Bakanı Efkan Âlâ’dan geldi. devam edebilmesi ve vatandaşımıza Cizre’ye girdiğinde zarar gelmemesini sağlayacak tedbirlerin tam olarak alınabilmesi için sokağa çıkma yasağı biraz daha devam edecek. Operasyonel faaliyetlerse sona erdi” diye konuştu. >> Âlâ, Cizre’de teröristlere yönelik yapılan operasyonların bittiğini belirterek, “Cizre’deki operasyonlar, çok başarılı bir biçimde sona erdi. Bundan sonra arama-tarama faaliyetleri devam edecek” dedi. Sokağa çıkma yasaklarına dair de beyanatta bulunan Âlâ, “Sokağa çıkma yasakları bir süre daha devam edecek. Tuzaklar ve tuzak planları mevcut. Bilinmeyen bazı bölgelerde insanlarımıza zarar verecek mayınlamalar olabilir. Çukurların kapanması, bariyerlerin kaldırılması biraz zaman alabilir. Bugün öğle itibariyle teröristler bertaraf edilmiş, alanda hâkimiyet kurulmuştur. Fakat arama-tarama faaliyetlerinin Maalesef bazı şehirleri köstebek yuvalarına çeviren terör faaliyetleri sebebiyle birden fazla ilçede tama zamanlı ve kısmî sokağa çıkma yasakları devam ettiriliyor. Cizre’de operasyonlar sona erdirilirken, Sur’daki arama-tarama faaliyetleri de nihâyete yaklaştı. Temennimiz, halkımızın huzur ve güven içinde yaşaması ve bir an evvel yeniden inşâ edilecek şehirlerine ve de tabiî ki evlerine, işlerine, okullarına kavuşması yönündedir. Rabbimizden niyazımız, şer niyetlilere karşı sabırla cehdeden kardeşlerimize ve onların rahatı için gözünü budaktan sakınmayan yiğitlerimize genişlik ve ferahlık vermesi içindir. Sabancı suikastı zanlısı yakalandı AYDIN’ın Söke ilçesindeki otogarda canlı bomba düzeneği, çeşitli silah ve bombalarla eyleme giden 2 terörist gözaltına alındı. >> Ancak haklarında yürütülen inceleme ve araştırma, bu iki kişiden birinin Özdemir Sabancı suikastı zanlısı ve DHKP-C militanı olan İsmail Akkol olduğunu ortaya çıkardı. Diğer terörist ise, 2014 yılında Yunanistan’da tutuklanan ve her türlü girişime rağmen iade edilmeyen Fadik Adıyaman. Adıyaman’ın DHKP-C’de kamp ve örgütlenmeden sorumlu olduğu iddia ediliyordu. İstanbul 4. Levent’teki Sabancı Center’de, 1996 yılında gerçekleştirilen Özdemir Sabancı ile ToyotaSA Genel Müdürü Haluk Görgün ve sekreter Nilgün Hasefe’nin öldürüldüğü suikastı düzenleyen 3 kişilik ekipte bulunan DHKP-C terör örgütü üyesi İsmail Akkol, 2014 yılı Şubat ayında Atina’da yakalanmıştı. Yunan polisi, Atina’nın Gizi semtinde 4 Türk vatandaşının kaldığı bir eve baskın yapmış, operasyonda 18 yıldır kırmızı bültenle aranan Mustafa Duyar ve Fehriye Erdal’la birlikte Sabancı suikastını gerçekleştiren üçüncü kişi olan İsmail Akkol da yakalanmış, aynı operasyonda terör örgütünün silahlı kanat sorumlusu ve gizli lideri olduğu öne sürülen Hüseyin Fevzi Tekin ile 2013’te AK Parti Genel Merkezi’ne lav silahlı yapılan saldırının zanlısı Murat Korkut ve bir kadın da gözaltına alınmıştı. MİT’in Yunan polisine yaptığı baskı üzerine yapılan operasyonda yakala- nan Türkiye’ye iade edilmemiş, hatta tahliye edilmişlerdi. İsmail Akkol’un başına da Mustafa Duyar gibi bir son gelmemesi için güvenlik birimlerimizin hem gözünü dört açması, hem de içeride var olabilecek hainlere fırsat vermemesi şart! Sabancı suikastı bizi çok önemli verilere eriştirecek. mart 2016 13 Türkiye Ajanda Herk ül’e ya s ak! yayınlandığı “www.herkul.org” adlı internet sitesine erişimin engellenmesine karar verdi. İSMİ “Cemaat” mensuplarınca çeşitli şekillerde izah edilmeye çalışılsa da hiçbir mantık sahibinin kanmadığı internet sitesi “herkul.org”a erişim yasağı getirildi. Kararda, söz konusu konuşmalarda örgüt lideri Gülen’in yönetici ve üyelerine gerçekleştirilecek eylemlerle ilgili mesaj ve talimat verdiğinin anlaşıldığı, bu nedenle Savcılık tarafından soruşturma başlatıldığı ifade edildi. Belli ki niyeti saklı bir akl-ı evvelin koyduğu isimle FETÖ elebaşısı Fethullah Gülen’e ait makale, video ve ses kayıtlarının yayınlandığı, FETÖ’nün en önde resmî sitelerinden olan herkul. org’a erişimin yasaklanması, açıkçası bugüne değin siteyi takip ederek örgütün çeşitli faaliyetlerini deşifre eden kardeşlerimizi üzecektir. Zira bu fakiri üzdü. Öyle ya, “Cemaat” diye bilinen yıllarda çeşitli vesîlelerle birtakım kodları yakalayan ve bu minvâlde çeşitli çıkarımları rahatlıkla yapan herkul.org takipçileri, doğrudan örgüte bağlılar gibi hayran hayran yazı okumuyor, video izlemiyorlardı. Örgüt içi mesajları kolaylıkla yakalayabiliyorlardı. Bundan sonraki süreçte söz konusu sitenin kapanmasının paralel yapıyla mücadelede etkin sonuçlar getirip getirmeyeceğini göreceğiz. Ancak kimi bürokratları ve bazı milletvekillerini elinde oynatan paralel yapı bütün Haşhaşîliği ile saklanıyorken bu hamlenin mantığını doğrusu algılayabilmiş değilim. Geçmişte “Herkül değil abiciğim, ‘her kul’ anlamında o!” diyerek saf saydıkları beyinleri kafa kola aldıklarını sananlara kanmayarak söz konusu sitede yer alan her haber metninin, her makalenin ve her “Bamteli” videosunun neler gizlediğini, “Herkül değil, her kul” diyen abisine/ablasına “Her kulu anladık da, ne demeye çalıştığını anlamadık! ‘Her kul Cennet’e girer’ lafındaki dinler arası diyalogcu ‘her kul’ mu?” sorusunu soranlar bu işe üzülmüş olabilirler. Siteyi kapatmak, gizli faaliyetin kamuoyundan daha da gizlenerek yürütülmesini sağlayabilir. >> İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu, “5651 Sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar 14 mart 2016 Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi” hakkındaki kanun gereğince “www.herkul. org” adlı internet sitesine erişimin engellenmesine karar verilmesi için Nöbetçi Sulh Ceza Hâkimliği’ne başvurdu. İstanbul 7. Sulh Ceza Hâkimliği, “FETÖ/PDY örgütü lideri Fetullah Gülen’in” konuşmalarının Bu alçak örgütle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetlerin acaba ne kadarı faydalı? Bu soruyu hakîkî mânâda sormalı ve meselenin muhasebesini dosdoğru yapmalıyız! Selçuk Kayıhan Şok (!) açıklamalar, şok (!) buluşmalar! AK Parti’nin yönetim kademesinde bulunup çeşitli bakanlıklarda da önemli görevler üstlenen isimler Hüseyin Çelik ile Bülent Arınç’ın sırasıyla verdikleri röportajlar ve kaleme aldıkları mektup formatlı makaleler, AK Parti’de bir bölünme mi olacağına dair tartışmalar başlattı siyaset ve medya dünyasında. Tabiî başlığımızda kullandığımız üzere, medya dünyasında “şok” diye nitelenen açıklamalardan ötürü şok olmadık. Selâm Tevhid’de Kumpas Dâvâsı başladı SELAM Tevhid’de Kumpas Davası kapsamında firarî sanıklar Fethullah Gülen ve Emre Uslu ile eski emniyet müdürleri Yurt Atayün, Ömer Köse ve muvazzaf subayların da aralarında bulunduğu 55’i tutuklu, 122 kişinin yargılanmasına başlandı. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nce yürütülen duruşmaya Yurt Atayün ve Ömer Köse’nin de aralarında bulunduğu 52 tutuklu sanık, başka suçtan tutuklu Kazım Aksoy, Ertan Erçıktı ve 6 tutuksuz sanık ile 42 müştekî ve tarafların avukatları katıldı. >>Açıklamalar ve röportajların ardından AK Parti’de ve AK Parti hükümetlerinde önemli unvanlar almış birkaç ismin bir araya geldiği yansıdı kamuoyuna. Biz tabiî bunlardan ötürü de şok olmadık. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir araya gelmesinin hemen ardından, söz konusu “şok açıklamaların ağabeyi” Bülent Arınç’ın evinde eski bakanlar Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin ve Nihat Ergün’le buluştu. Elbette bu isimler yılların arkadaşlıklarını paylaşıyorlar. İstedikleri yerlerde, istedikleri zaman buluşur, görüşür, tatile bile giderler. Ancak siyasetin evcilik oyunundan farklı yanları vardır. “Küstüm, oynamıyorum!” dedikten sonra oyun alanındakilere çelme takmanın, arkalarından iş çevirmenin ahlâkı yoktur! Bırakın siyaseti, çocuk oyunlarında bile bu ahlâksızlıktan sayılır. Gül ve eski bakanlar, 3 saati aşan buluşmanın öncesi ve sonrasında herhangi bir açıklama yapmadılar. Zira bu buluşma, dostların çay misafirliği idi. Bir parti kuruluyor olsa büyük ihtimâl grubun sözcülüğünü Arınç yapar, hareketin ismini zikrederdi. Çay içme fasıllarında da yeni parti kurma hazırlıkları yapılabilir elbette, bunun herhangi bir partiye zarar vereceği de düşünülemez. Zira demokratik bir haktır, kullanılabilir. Ancak sütten tereyağı çıkarmaya çalışmak, az önceki evcilik oyunu mızıkçılığı misali bir ahlâksızlıktır. Zaten nasıl olduysa, bu “Akşama bizdeyiz” misafirliğinin içeriği basına da yansımış, misafirlik sırasında Gül’ün Erdoğan ile görüşmesi konuşulmuş, Arınç’ın açıklamalarına yönelik oluşan tepkilerle alâkalı görüşler “masaya yatırılmış”. Bu buluşmanın ertesi günü Arınç, bir televizyon programına daha çıkıp, “Farklı anlamlar yüklememek lâzım. Dün Cumhurbaşkanı ile görüştüler, gündüz Ankara’daydılar, akşam da ben davet ettim. Mesele bundan ibaret. Dostane bir ziyaret. Biz bu partinin kurucularıyız, iyi birer AK Partiliyiz, trollerin troliçelerin ne dediğinin önemi yok” diyerek konuyu izah etti ve “Erdoğan’a kırgın mısınız? Buluşmada bu konu gündeme geldi mi?” sorusuna da, “Hissi konulara girmemek lâzım. Ben cevap verdim, umarım herkes bu açıklamalardan bir ders çıkarmıştır. Hükûmetimizi ve ülke meselelerini görüştük” yanıtını verdi. Dostane ziyareti siyasetçiler yapınca ülke meseleleri ve hükümet mutlaka konuşulur zaten. Biz dahi misafirliğe gittiğimizde “N’olacak bu memleketin hâli?” diye başlamıyor muyuz muhabbetlere? İddianamede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu, bakanlar, MİT Müsteşarı, üst düzey siyasî parti temsilcileri, gazeteciler ve kamu görevlilerinin de aralarında bulunduğu 968 kişinin ismi “müşteki” sıfatıyla yer alıyor. MİT tırlarını durduran komutana ihraç ADANA’da MİT tırlarının aranması olayında tutuklanan ve halen cezaevinde olan dönemin Adana Jandarma Alay Komutanı Kurmay Albay Özkan Çokay, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) ihraç edildi. Bu ihanete ortak olanların hepsinin sonuna kadar bedel ödemeleri şart! mart 2016 15 Türkiye Ajanda FETÖ firarilerine gizli takip ADALET Bakanlığı, firari FETÖ mensuplarının yakalanmasını kolaylaştıracak bir tasarı hazırladı. Tasarıyla beraber, anlaşma sağlanan ülkelerde Türk kamu görevlileri “gizli soruşturmacı” olarak görevlendirilecekler. >> Bu tasarıyla, uluslararası adlî işbirliği alanında taraf olunan milletlerarası antlaşma hükümlerinin iç hukukta uygulanmasının kolaylaştırılması amaçlanıyor. Tasarıyla birlikte, Türkiye’de yürütülen bir soruşturma veya kovuşturma, yabancı bir devletin adlî makamlarına devredilebilecek. Aynı şekilde, yabancı devlet adlî makamlarınca yürütülen soruşturma ve kovuşturma da Türk adlî makamlarınca devralınabilecek. Tasarıda yer alacak bir diğer düzenleme ise, sınır aşan suçlarda “ortak soruşturma ekibi kurulması”. Türkiye’de veya yabancı ülkelerde koordinasyonun zorunlu olduğu sınır aşan suçların soruşturmalarını yürütmek üzere belirli bir süre için ortak soruşturma ekipleri kurulacak. Kişinin rızası hâlinde, hiçbir prosedüre gerek kalmadan ülkesine iadesi sağlanacak. Uygulama, “basitleştirilmiş iade” ismiyle anılacak. Söz konusu tasarıya ahlâklı ve ilkeli davranma hususları da eklense iyi olur. Geçmişte suçları sabit olup dünya devletlerince tanına terör ve suç örgütlerinin liderleri ve mensupları inatla ülkemize iade edilmemiş, uyarılara rağmen bütün ahlâksızlıklarıyla iadesini almamız gereken teröristler Avrupa’da ellerini kollarını sallayarak dolaşabilmişlerdi. Ama bir saniye! Hâlâ öyle değil mi? İki güzel insan, rahmet-i Rahmân’a kavuştu BEDİÜZZAMAN Said-i Nursî Hazretlerinin güzîde talebelerinden, Risale-i Nûr’un öz şâkirdlerinden önce Mehmed Kırkıncı, hemen ertesinde de Said Özdemir Hoca’yı rahmet-i Rahmân’a uğurladık. İki güzel insan da artlarından hem kıymetli eserler, hem değerli talebeler ve ziyadesiyle hoş birer sadâ bıraktılar. Allah ganî rahmet eylesin! 16 mart 2016 Bir yiğidin ardından BÜYÜK Birlik Hareketi’nin unutulmayacak lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nu, şehadetinin yedinci sene-i devriyesinde rahmet, hürmet ve hayırla yâd ediyoruz. Allah rahmet eylesin! CHP, Anayasa Uzlaşma Komisyonu masasından kalktı YENİ Anayasa Uzlaşma Komisyonu, daha üçüncü toplantısında son buldu. CHP, “başkanlık sistemi”ne dair gerçekleştirilecek demokratik tartışma ortamına tahammül edemeyerek masadan kalktı. Gerçi kendi içindeki söylemlere tahammül edemeyen partiden beklenen performans da buydu! Daha geçtiğimiz ay Komisyon’un kurulduğunu ve hangi partinin hangi isimlerle temsil edileceğini bu sayfalardan zikretmiş, AK Parti’yi Cemil Çiçek üzerinden eleştirmiştik dahi. Ancak daha üçüncü oturumunda dağılan Komisyon’un “yeniden”, “demokrat” ve “iş yapacak” isimlerle şekillendirilmesi gerekiyor. Selçuk Kayıhan Şimdi “cihan”da kayyum “zaman”ı! BUNDAN yıllar önceydi, Türkiye bütün Avrupa ülkelerini diplomatları aracılığıyla tek tek dolaşarak PKK’nın yazılı ve görsel yayın organlarını kapattırmak için uğraşıyordu. Tabiî o sıralar örneğin bir MED TV’nin yayının durdurulması için bile Türkiye’den ilginç ödünler bekleyen ne büyük fırsatçılar vardı. Bir mücahidin ardından MİLLÎ Görüş Hareketi’nin unutulmayacak lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı, vefatının beşinci sene-i devriyesinde rahmet, hürmet ve hayırla yâd ediyoruz. Allah rahmet eylesin! >> O yıllar geçti, Türkiye bu kez Efendimize (sav) hakaret içerikli karikatürler yayınlanan ülkelerin liderleriyle bu tür yayınlar hakkında görüşmelere girişti. İlginçtir, bu konuda dahi Türkiye’den karşılık olarak bazı isteklerde bulunuldu. Batı’nın acınası hâli de o süreçte daha belirgin bir manzarayla ortaya çıkmıştı. Derken Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve idarecilerinin birtakım medya organlarıyla giriştiği çatışma, daha aşağılık hâller almaya başladı. Medya üzerinden kurulu tuzaklar, alçak manşetler, şifreli köşe yazıları, haysiyetsiz fotoğraflamalar, fitneci kırpmalar ve bel altı karikatürlerle şekillendirildi bu çatışmalar. Ne kişiliğe saygı, ne aile hukuku, ne kul hakkı gözetildi medya tarafından. Devlet ve onun millet tarafından seçilmiş idarecileri, her gün “hukukun üstünlüğü” mavrasına sığınanların saldırılarına uğradılar. Hâlbuki bu ülkede hukukun üstünlüğü, hukukî boşlukları en “profesyonel” şekilde değerlendiren hukuk insanlarının para için her şeyi nasıl becerebileceklerinin altına gizlenmişti. Üstün olan, alttaydı. Sahte belgeler ve alçak montajlarla üstün olanın böyle ırzına geçilmeye kalkışılmıştı. Derken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “Kırmızı Kitap” ismini verdiği belgeye bir terör örgütünün ismi kaydedildi. Kaydedilmişti kaydedilmesine de, söz konusu örgütün hizmetkârı olan ne kadar kol varsa hâlihazırda yürüttükleri fitne çalışmalarına devam ediyorlardı. Hukukun üstünlüğü (!) bu sırada yine devreye girdi. Bu yüzden her şey yine hukuk içinde kalınarak çözülecekti. Vaktiyle başka ülkeleri tek tek gezip terör örgütü propagandası yapan televizyon ve gazeteleri kapattıran Türkiye, deşifre ettiği örgütün televizyon ve gazetelerini bu yüzden bir anda kapatamıyordu. Öyle ya, Türkiye’yi terör örgütlerine yardım etmekle suçlayan ve bunun da ötesinde Biricik Habîbullah’a (sav) hakaret edenleri övüp bu ülkede onların yayını salyangoz niyetiyle satan gazetenin madrabazları yine bu ülkenin hukukçuları tarafından tahliyeye hak kazanıyorlardı. Çok mu uzattık? Hızlıca söyleyelim: “Zaman” adlı gazeteye kayyum atayan devlet, bir terör propagandacısına daha el koydu. Hemen ardından devamı geldi ve Cihan Haber Ajansı da aynı akıbeti yaşadı. Gazete ve haber ajansının idarecileri görevlerinden uzaklaştırıldı. Zaman Gazetesi Genel Müdürlük binası önünde kayyum atamasını protesto etmek isteyenlerle polis arasında gerilim yaşandı. Bu esnada karşımıza çıkan manzara utanç vericiydi. Bu ülkeyi İran ya da Cezayir, ama bilhassa da Suriye oldurtmamak için canlarını ve bütün hayatlarını, aile ve sermayelerini feda edenlerin bir an olsun yanlarında olmayan ve “Ağaç boyun bükmeli ki rüzgâr onu kırmasın” şeklindeki aşağılık deyişin arkasına sığınanların, bir terör örgütünün yayın organına Türkiye Cumhuriyeti Devleti el koyuyor diye “canlı kalkan” ayağına yatmaları hakikaten utanç vericiydi! F. Gülen’e buradan “hatırlatmalı” bir tavsiyede bulunarak bitirelim ki, utanç verici bu olaydan kimin utanması gerektiğini anlatmış olalım: Siyonist-Haçlı işbirliğinin verdiği görevi madem yerine getiremedin, bu işi beceremedin madem, öyleyse çek git şu âlemden de aynı havayı solumayalım! mart 2016 17 Ayın Yorumu Dünya Kosova’dan Tür çeşidinden darbeye rağmen biz varız! “HÜDAVENDİGÂR’IM BENİM SULTAN MURAD’IMDIR;/ BİL DÜNYAYA YENİDEN HÜKMETMEK MURADIMDIR…” Çokça kullandığım bir sözüm vardır: “İnsana en ağır gelen davranış biçimi ‘yok sayılmak’tır!” Vatikan şemsiyesi altında toplanan Haçlı sürüleri, bu aziz milleti ve bu aziz milletin son devletini yok saydılar. İşin en kötüsü ise, bizi bize yok saydırdılar! Nasıl mı? “Biz yapamayız… Biz başaramayız…” ( K O S O VA , 0 7 . 0 3 . 2 0 1 6 ) İsterseniz size çok basit bir formül vereyim: İçimizdeki Vatikan uşaklarından birini karşınıza alın ve konuşun; o zavallılardaki en büyük özelliğin ABD başta olmak kaydıyla müthiş bir Batı hayranlığına sahip olduklarını görürsünüz. Tahsillilerinin bile… OSMANLI mîrası Kosova’ya daha önce de gitmiştim. Fakat o gidişlerimizde Bosna üzerinden Kosova’ya uğramıştık. Bu kez bir seri konferans dolayısıyla Kosova’ya doğrudan gittim. Yani doğrudan İstanbulPriştina seferini yapan THY uçağıyla Priştina’ya indim. >> Uçaktan inip de körüklü koridora girdiğimizde Türk mührünü görmek insana ayrı bir heyecan veriyor. Nasıl Türk mührünü gördüğümüzü mü soruyorsunuz? Körüklü koridor, içine girer girmez adeta “Hoş geldiniz!” der gibi, “Beni Türkler yaptı” diye haykırıyor. Evet, biraz daha ilerleyince iyice anlıyorsunuz ki bu peronu yapanlar da Türkler... Aynı şeyi Osmanlı mîrası bütün ülkelerde zaten görüyor- 18 mart 2016 sunuz. Hani bir zamanlar bir TV kanalında bir program vardı “Avrupa’da Türk İzleri” adıyla, o program ceddimiz Osmanlı’nın Avrupa’daki izlerini arıyordu. İçimizdeki bazı nâmertlerin hayran olduğu Batılıların onca tahrîbâtına rağmen silemediği o izlerden muhteşem örnekleri o programda seyretmiştik. Şimdi yapılacak yeni bir TV programıyla Avrupa’daki yeni Türk izlerini görsek iyi olur. Elbette Avrupa ve Asya’daki Türk izleri- ni görmeliyiz programda. Evet, biz varız! Türkiye Cumhuriyeti olarak Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da, Amerika’da biz varız. Uzun yıllar bizi içe kapatanlara rağmen, artık ülke ve millet olarak dünyanın her yerinde varız. Uzun yıllar bizi bize unutturanlara karşı tarihimizden aldığımız güçle yeniden ayağa kalktık. Batılıların elbirliği ederek askerimizin içinde yetiştirdikleri çeteler vasıtasıyla yaptırdıkları her Yahudîlere yani Hz. Musa’nın (as) 40 gün için Tur-u Sînâ’ya gidişinde daha Firavun zulmünden kurtuluşlarının üzerinden sadece günler geçmişken Samirî’nin ziynet eşyalarından îmâl ettiği böğüren buzağıya tapanlara, Hz. Musa’nın (as) yerine İsrailoğullarının başında bıraktığı Hz. Harun’u (as) öldürmeye kalkanlara “asil millet” diyenlerin olduğunu göreceksiniz. Evet, Batılıların içimizde yetiştirdikleri nâmertlerin çok özel gayretleriyle biz bizi yok saydık. Tarih boyu insanlığa insanlık öğretmiş olan bu aziz milleti, içimizdeki Batılılar, Vatikan şemsiyesi altındaki pisliklere hayran ettiler. Bu yok sayılmanın en doğal sonucu olarak sınırlarımız içine kapatıldık. Elimize “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganını bir bayrak olarak verdiler ve böylece bizim sınırlarımızın dışına gözlerimizi kapatmamızı istediler. Tarihî coğrafyalarımızın yağmalanmasına, ortak tarihimizin yok edilmesine, muhteşem medeniyet eserlerinin yakılıp yıkılma- Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen // [email protected] kiye’ye bakmak sına göz yummamızı istediler. Fakat genlerimize işleyen İslâm, bu aziz milleti kendi hâline bırakmadı, elhamdülillah! Muhteşem tarihî mîrasımız, muhteşem bir milletin evlatları olan bizleri kendi hâlimize bırakmadı, şükürler olsun! İçimizdeki bazı nâmertlerin “İsrail şeylerinden izin almamız gerekir”, “Suriye’de bizim işimiz ne?” demelerine aldırmadı ve yapacağını yaptı bu millet. Bugün bütün dünyada her şey bu aziz milletin evlatlarının lehine işliyor. Çünkü tarih döndü. Çünkü Halik-ı Zülcelâl, gücü kuvveti elden ele dolaştıracağını beyân ediyor. Bu O’nun (cc) sünnetidir ki, biz müminler buna “Sünnetullah” diyoruz. Bu O’nun (cc) âdetidir ki, biz müminler buna “Âdetullah” diyoruz. Kafasını ve gönlünü Batı’ya tapulayan lâik dinin müminleri ise buna “tabiat kanunları” diyorlar. Evet, Allah’ın ezeldeki takdîrine göre güç ve kuvvet, iyilik ve güzellik, kavimler ve milletler arasında elden ele dolaşacaktır. Ve elhamdülillah, sıra tekrar bize gelmiştir. Nasıl mı? İşte şöyle! muhteşem ifadesiyle, “Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur”. Ve topyekûn Batı, yani Vatikan şemsiyesindeki Haçlı sürülerinin âbâd oluşları hep zulüm iledir. Haçlı sürülerinin zulümsüz bir günleri, bir anları dahi yoktur. Çünkü onların bedenleri zulüm ile yoğrulmuştur. Vatikan şemsiyesi altında bulunan bütün Haçlı sürüleri isteseler de zulmetmeden, yağmalamadan, başkasının kazancını kendi hânelerine geçirmeden yaşayamazlar. Zulüm ile yoğrulmuş olan bedenleri kan ve gözyaşıyla beslenir. Girdikleri yeri tahrip etmekten, yakıp yıkmaktan, yağmalamaktan hoşlanırlar. Oysa bizim milletimizin tarihinde asla zulüm yoktur! Bunun en açık ispatı, dört beş asır hükmettiğimiz coğrafyaların insanlarının kendi dillerini konuşmalarıdır. Haçlılarsa bir asır bile kalmadıkları coğrafyalarda kendi kültürlerini yerleştirmişler, kendi dillerini konuşur hâle getirmişlerdir. Âkif’in diliyle söyleyelim bunu: “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz,/ Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir, öğretmişiz!/ İnsanlığın bütün ufukları kapkaranlıkken,/ Işık olup fışkırmışız ta karanlığın koynundan!” ken iç çekişi de ne oluyor?” mu diyorsunuz? sürülerinin gizli veya açık sultası altına girmişiz. Tarihin iç çekişi, bu aziz milletin şahsında insanlık adınadır. Bu iç çekişin asıl olarak birkaç nedeni vardır ki ilki, bu milletin tarihten uzaklaştırılmış olmasıdır. Yani böyle bir milletin tarihte olmayışıdır tarihe iç çektiren. Öyle ya, bu milletin tarihte olmadığı yüz yıllık zaman diliminde insanlık tarihinin en büyük zulümleri işlenmiş, insanlık tarihi boyunca ülkeler ve milletler arasında yapılan savaşlarda öldürülen insanların çok daha fazlası bu milletin tarihte olmadığı, hükmünün geçmediği son asırda öldürülmüştür. İsterseniz tarihe biraz daha yakından bakın! Cengiz ve Hülagu Han’ın komutasındaki Moğolların yaptığı zulümler, bu milletin içinde olamadığı son asırda modern Haçlıların yaptığı zulümlerin yanında böcek ısırması gibi kalır. Şimdi yeni bir diriliş başladı! Bu dirilişin en doğal sonucudur ki, tarihe yürüyoruz. Bir asırdır bizi bekleyen, insanlığa insanlık öğrettiğimiz, bir fermânımızla kralları tutsaklıktan kurtardığımız tarihe… Allah zalimleri sevmez.” (Ali-i İmran, 140-141) Evet, tarih Kâinatın Efendisi’nin (sav) ve peşinden gelen Râşit Halifelerin yaşattığı Saadet Asrı olarak ifade edilen zaman diliminden bu yana, bu milletin tarihinden daha muhteşemine rastlamamıştır. Tarihin gıptası da, hayranlığı da bunun içindir. Nedenlerin ikincisi, bu milletin tarihe dönüşünün gecikmiş olmasıdır. Evet, bu milletin tarihe dönüşü gecikmiştir! Bu gecikmenin asıl nedeni yine Vatikan şemsiyesi altındaki Haçlılar olsa da, bu gecikmede şüphesiz ki kendi rolümüz de vardır. Birçok konuda dünyadan kopmuş, hayatın dışında bir hayatı tercih etmişiz. “Dünyanın ahiretin tarlası oluşu” gerçeğinden uzaklaşmış, yeni bir şeyler üretmek yerine daha önce yazılanları şerh etmeyi bilim adamlığı sanmışız, O Güzel Nebî’nin (sav) kıyamete kadar geçerli olacak şu muhteşem sözlerini hiç anlamamışız: “İki günü bir olan ziyandadır!” “Müslümanın kuvvetlisi, zayıfından hayırlıdır.” “Veren el, alan elden üstündür!” “Beşikten mezara kadar ilim isteyin!” “İlim, kadın erkek herkese farzdır!” “Ya Rab, bana eşyanın hakîkatini öğret!” Evet, Allah (cc) zalimleri asla sevmez! Bu aziz milletin “İyi de, bu milletin tarihe yeniden dönüşünü seyreder- Biz, bu sözleri anlayan ve bu sözlerin gereğini yapan Haçlı “Eğer size (Uhud’da) bir yara değmiş bulunuyorsa, (Bedir’de) o kavme de o kadar yara değmiştir. O günler (öyle günlerdir ki) biz onları insanlar arasında (kâh lehlerine, kâh aleyhlerine olmak üzere elden ele ve nöbetleşe nöbetleşe) döndürür dururuz. (Bu da) Allah’ın (ezeldeki) ilmini îman edenlere açıklaması, içinizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri (murdar ölümle) helâk etmesi içindir. Evet, işte şimdi karanlığın koynundan tekrar ışık olup fışkırma zamanımız geldi! Tarih, bu aziz milletin kendine doğru yürüyüşünü seyrediyor. Hayranlıkla, gıptayla, iç çekerek oluyor bu seyir. Batı’nın kalbine gümüş birer hançer gibi saplanan Bosna, Kosova, Makedonya ve Arnavutluk da bizim tarihe dönüşümüzü bekliyor! İnanın, Vedâ tepesinde Medînelilerin O Güzel Nebî’yi bekledikleri gibidir bu bekleyiş! Çünkü bu aziz millet o coğrafyalara, o coğrafyaların insanlarına, o coğrafyalarda yaşayan ceddimizin mîrası olan Evlâd-ı Fatihan’a Peygamber soluğunu götürecek. Bunalmış insanlara, Haçlı sürülerinin kararttığı gönüllere Peygamber ışığını götürecek. İzlerini kaybetmişlere, yollarını şaşırmışlara Peygamber izini götürecek… Tarihî coğrafyalarımızın insanları ve elbette bütün insanlık ve de tarih, işte bunun için bizi bekliyor! Bu bekleyişi boşa çıkarma hakkımız var mı? Bu bekleyişi geciktirme hakkımız var mı? Tarihin bize yüklediği bu görevden kaçma hakkımız var mı? Öyleyse içimizdeki nâmertlerin olanca namertliklerine, Vatikan uşaklarının güneşten kaçan yarasalar gibi İslâm’ın ışığını ve nûrunu götürecek olan bu aziz milletin tarihî yürüyüşünü engelleme çabalarına rağmen, tarihî görevimizi yapmak için, haydi el ele, gönül gönüle bu kutlu yürüyüşü tamamlayalım ve bizi bekleyen gönüllerle buluşalım, kucaklaşalım, hâlleşelim, ağlaşalım, hasret giderelim! Evet, işte Kosova’dan bakınca ben bunları gördüm. Bu görüşüme katılır mısınız? Öyleyse ne duruyorsunuz?! mart 2016 19 Dünya Ajanda Tabela: “PYD Moskova Temsilciliği” ALÇAK terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD, Rusya’nın başkenti Moskova’da temsilcilik açtı. silcisi Brett McGurk, Kobani’ye giderek PYD ile görüşmüş, hatta bölgedeki kaynaklara göre McGurk’e Fransız ve İngiliz yetkililer de eşlik etmişti. PYD’nin neler yaptığını, Moskova’da neler yaşandığını onlardan da mı duymamışlar acaba? Suudi Arabistan uçakları İncirlik’te >> PYD temsilciliğinin Rusya Adalet Bakanlığı’na bağlı bir sivil toplum kuruluşu statüsünde olacağı kaydedilirken, açılışa katılan Rusya Kürtleri Ulusal ve Kültürel Federal Otonomisi Eş Başkanı Ferhat Patiyev, bu büronun uygulamada bir büyükelçilik gibi çalışacağını söyledi. Patiyev, benzer büroların ayrıca Washington, Berlin ve Paris’te de açılmasının planlandığını kaydetti. Vaktiyle Türkiye, Avrupa’da diplomatik turlar atıp PKK’ya dair temsilcilik, yayın organı, hatta buluşma noktalarının dahi kapatılmaları için büyük emekler sarf etmiş, zor da olsa, Avrupa’nın ikiyüzlülüğü altında bu tür PKK birimlerini sonlandırmayı becerebilmişti. Bol terimlerle süsledikleri bilmem ne menem kuruluşlarının Eş Başkanı’nın söylediklerini okuyunca insan tuhaf oluyor ve diyor ki, “Gelecekte ABD, Almanya ve Fransa’da da açılacak bu temsilciliklerin ilki Rusya’da açılıyor ve bunun bir büyükelçilik vazifesi göreceğini söylü- 20 mart 2016 yorlar. Demek ki bu dört ülke, Suriye’de bir Kürt devleti de kurmak kaydıyla bölgede yeni devletçiklerini oluşturacaklar”. PYD, bütün dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın Suriye uzantısı. Böyle bir büronun Moskova’da örtülü büyükelçilik işlevi görevi bir yana, tabelasında “PYD Moskova Temsilciliği” yazması öte yana… Bize göre bütün plan deşifre olmuş ve ABD, Rusya, Almanya ve Fransa, bütün düşmanlıklarını açığa vurarak, Kandil’i PKK’nın başına yıkan Türkiye’ye karşı, “Sen ne yaparsan yap, biz onlara doğrudan kendi ülkemiz sınırlarında yeni kamplar iskân ederiz” demiştir. Nitekim Moskova’daki büroda asılı aşağılık harita, bu planın en net göstergesidir. “Moskova’daki PKK kampının” açılışına giden HDP’lilere gelince… Onlar hakkında buraya tek not düşeceğiz: Öyle bir onursuzluk ki, Türk pilotlar Rus’un tacizci jetini düşürdükten sonra soluğu Lavrov’un yanında alanlar, belli ki bu “kampın” başvurusunu yapmışlar. Bu arada kutsal müttefikimiz (!) ABD’den de elbette söz konusu “kamp” ve “kampın sorumlusunun demeci” hakkında “kısa” bir yorum geldi. ABD Dışişleri Bakanlığı Basın Sözcüsü Mark Toner, Rusya’nın Suriye’de yaptığı operasyonların bu ülkeyi daha beter bir hâle getirdiğini ve siyasal çözüm arayışlarını daha da zora soktuğunu söylerken, “Rusya’nın başkenti Moskova’da PYD’nin bir ofis açması ve duvarlarında ABD’nin de terörist olarak kabul ettiği Abdullah Öcalan’ın fotoğraflarının bulunması, PKK ile PYD arasında bir bağ olduğunu göstermez mi?” şeklindeki soruya “Ben bu haberleri görmedim!” cevabını verdi. Evet, kısa bir yorum: “Ben bu haberleri görmedim!” Böylesi durumlar için atalarımızın konuyu tam yerine oturtan sözleri mevcuttur ya, müstehcenliği bir yana, bu yorumların sahipleri anlamazlar. Ama bir saniye! ABD Başkanı Barack Obama’nın DAEŞ ile Mücadele Özel Tem- BİRLEŞMİŞ Milletler kararı ile DAEŞ’e karşı gerçekleştirilecek operasyonlar için oluşturulan koalisyonda yer alan Suudî Arabistan’ın 4 savaş uçağı, bu operasyonlara katılmak üzere Adana’daki İncirlik Hava Üssü’ne geldi. ABD’nin öncülüğündeki koalisyonun bölgeye yönelik hava operasyonları ile Türkiye’nin sınır güvenliği uçuşlarında bundan böyle Suudî uçakları da görev yapacak. 5 bin kilometreye kadar menzili bulunan ve saatte 3 bin kilometre dolayında hız yapabilen Suudî uçakları, ortalama jetlere göre havada yakıt ikmâline gerek kalmadan uçma özelliğine sahipler. Böylece Türk-ABD ortak savunma tesisi olan İncirlik’te, uçakları ile birlikte koalisyona katılan beşinci ülke Suudî Arabistan oldu. Stockholm’de Türk derneğine saldırı İSVEÇ’in Stockholm kentinde bulunan Fittja’daki Türk Kültür Derneği’nde meydana gelen bombalı saldırı sonrasında dernek lokalinde ağır tahribat meydana geldi. Lokalde kimsenin olmaması, olası can kaybı ve yaralanmaları önledi. Ömer Bekir Sadık // [email protected] Türkmenler Türkiye’ye geliyor SURİYE’de Rus uçaklarının bombaladığı köylerinden kaçarak Hatay’ın Yayladağı sınırındaki Yamadi Kampı’na sığınan Bayırbucak Türkmenleri, çatışmaların bulundukları bölgeye yakınlaşması üzerine kafileler hâlinde Türkiye’ye giriş yapmaya devam ediyorlar. Türkiye’ye giriş yapan Suriyeli Türkmen ve Arap ailelerin sayısı iki binli sayılara ulaştı. “Türkiye bizim gururumuz!” PAKİSTAN Ulema Konseyi Başkanı Hafız Tahir Eşrefî, “günümüzün Hâricîleri” olarak nitelendirdiği DAEŞ’in sosyal medya üzerinden gençlerle irtibat kurmayı başardığını belirterek, bu örgütle başa çıkabilmek için din adamlarının sosyal medya üzerinden halkla bağlantısının kuvvetlendirilmesi gerektiğine dikkati çekti. >>Yamadi Kampı’nda bulunan ve çoğunluğunu çocuk, kadın ve yaşlıların oluşturduğu sığınmacılar, Yayladağı’nın Pulluyazı köyündeki sınır noktasında AFAD ekiplerince karşılanıyorlar. Burada biyometrik kayıt işlemlerinin ardından ailelerin bir kısmı akrabalarının yanına yerleştirilirken, Türkiye’de yanına gidecek yakını bulunmayan diğerleri ise AFAD’ın Hatay, Gaziantep ve Şanlıurfa’daki barınma merkezlerine sevk ediliyor. Suriye’nin Lazkiye kırsalında yer alan Kelez köyü ve çevresinde ise çatışmalar yoğunlaştı. Türkmen köyleri, savaş uçakları, havan ve füzelerle vurulurken, rejim güçleri de karadan bölgeye girmeye çalışıyor. Rejim muhaliflerinin karşılık verdiği noktada şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Suriye ordusunun, Rus savaş uçaklarının hava desteğiyle Türkiye sınırında bulunan ve stratejik öneme sahip olan Lazkiye kentinin kuzeydoğusundaki Navara kasabasını aldı. Suriye’de ne idüğü belirsiz bir ateşkes sağlanıyor, ancak yurtlarından edilen insanlar için hiçbir çözüm üretilmiyor. Türkiye’nin bu noktada ateşkese dair yürüttüğü politika önemli. Zira ateşkese rağmen kardaşlarımızın can vermeye ve topraklarından göç etmeye devam ediyorlar. Bu noktada ateşkese kimin uyup kimin uymayacağı önemli! Zira bölgedeki Türkmenleri Esed güçleri, Rusya, PYD ve DAEŞ vuruyordu. Boko Haram terörü: 85 ölü NİJERYA’da Boko Haram terör örgütü militanlarının Borno eyaletine bağlı Maiduguri kentinde düzenledikleri saldırıda 85 kişi öldü. 50 kişinin de yaralandığı saldırıda kalabalık bir grup Boko Haram militanı, araba ve motosikletlerle geldikleri kasabada evleri ateşe verdiler. Bu saldırılardan kaçanların arasına dalan 3 kadın intihar eylemcisi de üzerlerindeki bombaları patlatarak saldırıya ortak oldular. Eşrefî, Pakistan’da bu örgüte desteğin yok denecek kadar zayıf olduğu değerlendirmesinde bulunurken, medreselerin DAEŞ propagandasına alet olacağına inanmadığını da kaydetti. Eşrefî, dünyada alevlenen mezhep çatışmalarına ilişkin olarak Pakistan özelinde bir ŞiîSünnî gerilimi tehdidi bulunmadığını belirterek, “Dış güçlerin desteğiyle böylesi bir fesat çıkarmak için hazır bekleyenler olabilir. Ancak biz onların emellerini boşa çıkartacağız” diye konuştu. Türkiye’nin İslâm dünyasında büyük bir askerî güç olduğunu belirten Eşrefî, “Türkiye bizim gururumuz! Orada meydana gelen terör olaylarını üzüntüyle karşılıyoruz. Türkiye’yi istikrarsızlığa sürüklemek için bazı oyunlar oynanıyor. Ancak Türkiye zayıf olursa, İslâm âlemi de zayıf olur” şeklinde konuştu. mart 2016 21 Dünya Ajanda Suriye’de Suriye’siz ateşkes BİR süredir Suriye’de bir ateşkes sağlamaya yönelik çeşitli çalışmaların yürütüldüğünü biliyoruz. >>Zulüm beşinci yılına girerken, ülkede insan bırakmamışken, mazlumlar bombardımanlardan, açlıktan ve hatta yurtlarından göçerken canlarını vermişken, nihâyet ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rus mevkidaşı Sergey Lavrov’la gerçekleştirdiği görüşmede, Suriye’de ateşkesin en kısa sürede yapılması konusunda geçici anlaşmanın sağlandığını belirtti. Ardından BM Güvenlik Konseyi’nin gerçekleştirdiği toplantıyla bu karar sonuca bağlandı. Beşar Esed’in yönetimde oldukça Suriye krizinin sonlanmayacağını ifade eden Kerry, Amman’da gerçekleştirdiği basın toplantısında, “Defalarca Esed var olduğu sürece savaşın bitmeyeceğini söyledim. Suriye’de ateşkes olabilir. Barış, savaşın sürmesinden daha iyi; siyasî çözüm, askerî çözümden daha iyi” dedi. Şimdi soru şu: Suriye’deki ateşkes ne kadar Suriye için, Suriyeli için? Suriye’deki ateşkesi muhatabı Suriye’mi? Rus’un blöfü bitmez! arkalarına bile bakmadan geri döndükleri de böylelikle kolayca aklıma geliyor. SURİYE’ye girdiği günden bu yana her demeciyle dünyaya kabadayı rolü kesen Rusya, hem kel, hem fodul hâlleriyle ağzından çıkanı kulakları duymaz şekilde savuruyor. Ukrayna ile giriştiği ahlâksız savaş sırasında Avrupa’yı da karşısına alan Rusya, belli ki hâlâ o ellerinden düşürmedikleri votkanın etkisinde. Zira bir Alman gazetesine konuşan Rusya Başbakanı Dimitri Medvedev’in sözleri, o kel ve fodul kabadayının hiç akıllanmayacağını resmeder cinsten. Medvedev, yeni bir dünya savaşı başlatmaktansa, tüm güçlerin Suriye’deki savaşı sona erdirmek için müzakere masasına oturması gerektiğini kaydederken bakın şu sözleri sarf ediyor: “Amerikalılar ve Arap partnerlerimiz iyi düşünmeli: Kalıcı bir savaş istiyorlar mı? Böyle bir savaşı çok çabuk kazanmak mümkün değil. Özellikle de herkesin herkese karşı savaştığı Arap dünyasında…” >>Votka şişelerini kafalarına dikip dikip Grozni girişinde poz veren Rus askerlerini hatırlıyo- 22 mart 2016 rum da, Dudayev’in, Basayev’in, Mashedov’un kahraman mücahitleri tekmeyi basınca nasıl Muhtemel bir büyük savaşta hangi kartları nerelere oynayacağının kendince hesaplarını yapmış olan Rusya’ya bizim hatırlatacağımız ise şu: İçki bütün kötülüklerin anasıdır! Tecavüzcülere idam HİNDİSTAN’ın Batı Bengal eyaletinde 3 yıl önce 20 yaşındaki üniversite öğrencisine tecavüz edip öldürdükleri gerekçesiyle 3 kişi idama, 3 kişi de müebbet hapis cezasına mahkum edildi. Aynı davada yargılanan 2 sanıksa delil yetersizliğinden beraat etti. Temmuz 2013’te, evine döndüğü sırada tecavüz edilip öldürülen genç kızın cesedinin atıldığı havuzda köylülerce bulunmasının ardından eyalette protesto gösterileri düzenlenmişti. Silahlı veya ahlâkî, hiç fark etmez, Hindistan, terörün cezasının ne olduğunu göstermiştir. Ömer Bekir Sadık Ruhanî: “Türkiye ile ilişkiler geliştirilmeli!” SON aylarda Suudî Arabistan ile arasındaki gerginliği tekrar pik yapan İran, iki ülkenin de yanında olması için gayret sarf ettiği Türkiye hakkında yeni diplomatik süreçler başlatmak üzere adımlar atıyor. >>Son olarak İran’ın yeni Ankara Büyükelçisi olarak atanan Muhammed İbrahim Tahiriyan’ı kabul eden İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhanî, “Türkiye ile ekonomi, turizm ve kültürel alanlardaki ilişkilerin güçlenmesi gerekiyor” diye konuştu ve İran ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin güçlenmesinin büyük önem taşıdığını kaydetti. Ruhanî, bölgesel sorunların çözümü ve güvenliğin sağlanması için ortak işbirliğinin gerekli olduğunu da ifade etti. İran yönetimi, Suriye sorunu konusunda ciddî bir anlaşmazlık içinde olduğu Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesini istediği yönünde güçlü mesajlar vermek isterken, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhanî, İran’ın yeni Ankara Büyükelçisi’ni “olağanüstü ve tam yetkili büyükelçi” unvanıyla Türkiye’ye gönderdi. Bu arada, Türkiye’nin İran’dan aldığı petrol konusunda uluslararası tahkime giderek ödemiş olduğu standart üzeri ücretleri İran’dan talep etmesi, tahkimden olumlu bir netice alınarak sonuçlandı. İran, ülkemize tazminat ödeyecek. İran Dışişleri Bakan Yardımcısı İbrahim Rahimpur, doğalgaz fiyatları nedeniyle yaşanan anlaşmazlığın ardından verilen tahkim kararını kabul ettiklerini belirterek, “Tahkimin gereğini daha fazla gaz vererek veya nakit olarak yerine getirmemiz lâzım. Sorun yakında çözülecek” dedi. “Ermenistan, Karabağ’a PKK’yı yerleştiriyor!” ULUSLARARASI Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Derneği (ASİMDER) Genel Başkanı Göksel Gülbey, Türkiye’nin PKK’ya karşı son zamanlarda yaptığı operasyonlardan dolayı terör örgütünün üs olarak kullandığı Kandil’den, Ermenistan’ın işgâli altındaki Azerbaycan toprağı Dağlık Karabağ’a yerleşmeye başladığını söyledi. >> Terör örgütü PKK’nın elebaşlarının bölgede sıkıştığını, bu nedenle kendilerini daha güvende hissettikleri ve eğitim kamplarının da bulunduğu Dağlık Karabağ’ı tercih ettikleri- ni belirten Gülbey, şunları kaydetti: “Ermenistan, işgâl ettiği Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ bölgesine PKK ve diğer örgütleri yerleştirerek kendisine avantaj sağlamak istiyor. Ermeni aileler, çocuklarını o bölgeye asker olarak göndermiyor. Ayrıca Azerbaycan ordusunun da işgâl altındaki topraklarını geri almak için savaşa hazır olduğunu bildiği için bu tür silahlı örgütlerin gücüne ihtiyaç duyan Ermenistan, Rusya destekli olarak işgâl ettiği toprakları PKK’nın üs olarak kullanmasına izin vermiş durumda!” Rusların 1923-1929 yılları arasında, Dağlık Karabağ bölgesinde “Kızıl Kürdistan Muhtariyeti” adı altında bir bölge kurarak Azerbaycan, Ermenistan ve İran’da yaşayan Kürtlerin de o bölgeye yerleşmelerini sağladıklarını belirteren Gülbey, “Tarihten beri Rusya ile Ermenistan, Kafkasya Kürtlerini amaçları uğruna kullanarak, kurdurmak istedikleri Kızıl Kürdistan kartını yeniden PKK ile oynamak istiyor. Bunun Kürtlere faydası olmayacağı gibi, bölge insanlarına da faydası olmayacaktır. Kafkasya Kürtleri bu oyuna gelmemeliler! Türkiye ve Azerbaycan da bu konuda gerekli tedbirleri almalı ve Rusya ile Ermenistan’ın bu sinsi oyununa son verdirmeliler” dedi. “Kerkük’ü federal bölge ilân ederiz!” IRAK Türkmen Cephesi Başkanı Erşad Salihî, “Kürt siyasî partileri arasında anlaşmazlık yaşanıyor. Bazı Kürt partilerinin talebi olan Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulmasına karşıyız. Eğer Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulur ve Merkezî Hükûmet tarafından Türkmen halkı yok sayılmaya devam edilirse, Kerkük’ü ‘Türkmen Federal Bölgesi’ ilân ederiz. Bu yönde çağrımız olur. Ayrıca Tuzhurmatu ilçesinin de il olmasını talep edeceğiz” dedi. Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP), bir bağımsız Kürt devletinin kurulmasında ısrarcı olduklarını açıklamıştı. mart 2016 23 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 24 “Putin, IŞİD’den daha tehlikeli!” A BD’li kan ve para hortumcusu -diğer adıyla “spekülatör”- George Soros, İngiliz The Guardian gazetesinde yayınlanmak üzere kendisinin kaleme aldığı yazıda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in AB için DAEŞ’ten daha büyük bir tehdit oluşturduğunu belirtti. mart 2016 hale onu, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la bir çatışmaya soktu. Bu, iki tarafında da çıkarlarına zarar verdi.” Soros gibi birinin, Rusya’nın mülteci sorununu çözmek için Suriye’de direksiyonu ele almasına inandığını kim bize inandırabilir? Soros devam ediyor: “Ancak Putin, AB’nin dağılmasını hızlandırma şansını gördüğünde ise bunu havada kaptı. Ortak bir düşmana, IŞİD’e karşı işbirliğinden konuşarak eylemlerini gizledi. Ukrayna’da Minsk Anlaşması’nı imzalamış, hükümlülüklerini yerine getirmeyi ise ihmâl etmişti. Burada da aynı yaklaşımı izledi.” “İslâm Devleti”, burada “IŞİD (ISIS)” oluveriyor… Sizce Putin, Papa Francis’ten sonra kimden akıl alıyordur? Soros’tan notlara devam edelim: “ABD ve AB liderlerinin, Putin’i davranışlarıyla yargılamaktansa onun sözüne inanmalarını anlamak zor. Gerçek şu ki, Putin’in Rusya’sı ve AB, zamana karşı bir yarışa girişmiş durumda. Sorunsa ‘hangisinin önce çökeceği’ meselesi… >> Yazı, Batılı liderlerin Putin’e yaklaşımını eleştirerek başlıyor: “ABD ve AB liderleri, Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Rusya’sının İslâm Devleti’ne karşı savaşta potansiyel bir müttefik olduğunu düşünerek acı bir hata yapıyor.” Soros, belli ki sadece spekülatörlük yapmıyor, organizatörlük de yapıyor. Bütün dünyada (sözde olsa da) İslâm’la bağdaşmadığı konusunda hemfikir kalınarak ismi “DAEŞ” olarak kısaltılan terör örgütünü “İslâm Devleti” ismiyle özellikle anıyor. Bu anma, söz konusu örgütün “Adımız bundan sonra İslâm Devleti’dir” şeklindeki ilânının ardından elde ettiği bir kabullendirme başarısı mıdır, yoksa söz konusu örgütü yönlendirenlerin bu ismi evvelden düşündüklerinin bir göstergesi mi? Soros, “Putin’in hedefi, AB’nin dağılmasını teşvîk etmektir. Bunun en iyi yolu da Avrupa’ya akan Suriyeli mültecî selinden geçer” diyor ve ekliyor: “Rusya, Suriye’de bunu baştan bu şekilde hesaplayarak müdahaleye girişmedi ve bu düşünceyi sonraya bıraktı. Putin yetenekli bir taktisyendir. Ancak stratejik düşünen biri değil. Onun Suriye’ye, Avrupa mültecî krizini ağırlaştırmak için müdahale ettiğine inanmak için bir neden yok. Doğrusu, müdahalesi stratejik bir hata. Zira bu müda- Rusya ekonomisi şu an kötü bir durumda. Ülke 2017’de bir iflas yaşayabilir. Bütçe açığı, gayrısafî millî hasılanın yüzde 7’si oranında. Putin’in kendi rejiminin çöküşünün önüne geçmesinin en etkili yolu, kendisinden önce AB’nin çökmesini sağlamaktır. Altüst olan bir AB, Ukrayna’daki ilhakı takiben, Rusya’ya karşı devreye soktuğu yaptırımları sürdüremeyecektir. AB, bu süreçte aynı anda beş altı krizle boğuşuyor. Merkel’in çok doğru ifadesiyle mültecî krizi, AB’yi yıkma potansiyeli taşıyor.” Sanırım kan ve para hortumcusu multimilyarder George Soros’un yazdıklarından Rusya’ya uzaktan bir teknik direktör kıvamında verdiği kısa ve öz taktiklerin ileride ne mânâya geldiklerini kolaylıkla göreceğiz. Bir İngiliz gazetesinde, İngiltere’nin AB’den ayrılıp ayrılmamayı onaylamasına son beş ay kala yayınlanan bu makale, AB’nin ne tür bir cendereye hapsolduğunu anlatması açısından çok önemli. Kıymetli bir yazarımızın deyişiyle bu cenderenin “İngo-Judik” bir isimle tarif bulması mümkün. Yoksa Hazreti Musa’nın kurtardığı kavim, zulmünden kurtarıldıkları aileyle yeni bir anlaşma daha mı imzaladı? Bitirirken başlıkta yer alan Soros sözüne tekrar dikkat edelim: “Putin, IŞİD’den daha tehlikeli!” Sizce bu söz “IŞİD kötü, ama Putin daha da kötü” anlamında kullanılan bir cümle mi, yoksa “İkisi de benim adamım, ama Putin daha fena!” gibi bir içeriğe mi sahip? Uluğ Bayındır // [email protected] T u h a f T ü r k b ay r a ğ ı h a b e rl e r i medyamız sağ olsun, hiçbir zaman bizi yanıltmıG ARABET yor. Önce şu habere bir bakalım: Akit ve Yenişafak’a yapılan saldırıları kınıyoruz! Ü LKEMİZİN iki önemli medya organı Yenişafak Gazetesi ile Akit Medya Grubu, Genel Merkez binalarına gerçekleştirilen eşzamanlı saldırılarla sindirilmeye çalışıldılar. Ancak biliyoruz ki, her ne olursa olsun, bu ülkede inananları temsil eden hiçbir sesi susturamayacaklar! >>“Diyarbakır’ın Sur ilçesinde PKK’lılara yönelik operasyonların yoğun yaşandığı bölgede yer alan Mardinkapı semtinde bulunan Keçi Burcu’na, güvenlik güçleri tarafından dev Türk bayrağı asıldı. Bayrak birçok bölgeden görülürken, Keçi Burcu’na yakın yerlerde silah ve bomba sesleri yankılandı.” Çok şükür, bu vatanın bir evladı olarak şanlı ve mukaddes bayrağımızın gölgesinde yetiştik. Bu güzelim bayrağı görmek, onun varlığı için yaşamak, yaşatmak ve yetiştirmek için can vermekten çekinmeyecek bir milletiz. Bu girişi maalesef yanlış anlamaları engellemek için yapmak zorunda kaldım. Ancak şunu anlatmalıyım: Eğer terörle mücadele ederken yaptığınız tarifi yaşatmazsanız, teröre ve teröriste meşruiyet yüklersiniz. Yani teröre karşı verdiğiniz silahlı mücadeleyi “savaşmak” şeklinde tanımlarsanız, karşınızdakinin varlığını kabul etmiş olursunuz. Bayrak dikmek, cephe savaşlarından kalma bir sembollemedir. Cepheyi alan, kendi bayrağını diker. Peki, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik güçleri bir savaşın içinde midir PKK’ya karşı? Asla! Memleketi bir pislikten arındırma çabasındadır. Nasıl mikropları gözümüz görmüyorsa, yani onları isimlendiriyor ama gözümüzle var kabul etmiyorsak, PKK’yı da, onunla yapıldığı düşünülen savaş söylemini de, hatta “barış” söylemini de kabul etmiyoruz. Onun diktiği hiçbir bezi bayrak kabul etmediğimiz için, onların tükenmiş devrimci geleneklerle dillendirdikleri kurtarılmış bölge lafını da kabul etmiyoruz. Memleketin her köşesinde şanlı ve aziz bayrağımız dalgalanmaktadır, dalgalanacaktır da biiznillah! Nasıl Ankara bu memleketin toprağıysa ve nasıl Ankara’daki herhangi bir sağlık ocağının önünde aziz ve mukaddes bayrağımız dalgalanıyorsa, terörle silahlı çatışmaya girilmiş yer vatan toprağıysa, orada da bu güzelim bayrak dalgalanır! Ankara’daki sağlık ocağının önünde asılı duran bayrağın haberi yapılmıyorsa, Keçi Burcu’na asılan bayrağın haberi de yapılmaz. Yapılırsa, meşruiyet için algı yolları açılır. Yapılırsa, bu topraklarda algıları şekillendirmek isteyenler kazanırlar. Buna fırsat vermeyelim! >> Bayrampaşa Yenidoğan Mahallesi’nde bulunan Yenişafak Gazetesi binasına sabaha doğru yüzleri maskeli kişilerce silahlı ve molotoflu saldırı düzenlendi. Bina önüne gelen saldırganlar, giriş kapısına molotof kokteyli atıp binanın camlarına uzun namlulu silahla ateş açtılar. Olayda ölen ya da yaralanan olmazken, binada maddî hasar meydana geldi. Molotof kokteyli atılan giriş kapısındaki yangın güvenlik görevlisi tarafından söndürüldü. Ancak ne Akit idaresi “Uf olduk!” dedi, ne de kimsecikler gelip “Yazııık!” diye tesellî etti. Bu saldırıyla aynı vakitlerde, bu kez Yeni Akit Gazetesi’nin bulunduğu Akit Medya Grubu binasına saldırı gerçekleştirildi. Küçükçekmece Halkalı Merkez Mahallesi’nde bulunan Akit Medya Grubu binasına gelen yüzleri maskeli kişiler, binaya molotoflu ve silahlı saldırı düzenlendiler. Binanın arka girişine gelen saldırganlar, otoparka ve bina önündeki bir kamyonete molotof kokteyli atıp binaya uzun namlulu silahla ateş açtılar. Saldırganlar hızla olay yerinden kaçarak uzaklaşırken, bina önündeki kamyonette yangın çıktı. Tabiî Yenişafak için geçerli olanlar, Akit için de geçerliydi. Yani ne Akit idaresi “Uf olduk!” dedi, ne de kimsecikler gelip “Yazııık!” diye tesellî etti. Bir iki gün kadar konuşulan bu eşzamanlı paralel saldırı, bizim camianın yine balık hafızasından çıkıp gitti. Kanal 24 Yönetim Kurulu Başkanı Murat Sancak’a yapılan suikast girişimi ve Star Gazetesi Genel Merkezi önüne yerleştirilen bombayı da bu noktada hatırlatalım. Hatırlatalım ki, özgür basından bahsedenler bir yana dursun, bizim camianın kenetlenmesi için bir işe yarasın! mart 2016 25 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 26 YORUMSUZ! M ÜMTAZ’ER Türköne’nin, Zaman gazetesinin 30 Ocak 2016 tarihli baskısında “Demokrasinin Türkiye Sorunu” başlıklı bir yazısı yayınlandı. Paralel kalemlerin yazdıklarına sinirsel bir hisle acıyarak yaklaşıyordum ama acımak hissine acır oldum. Yorumsuz aktaracağım siz nasıl değerlendirdiniz? >>“ “Başlıktaki ironi durumu özetliyor: ‘Türkiye’nin demokrasi sorunu’ndan değil, ‘demokrasinin Türkiye sorunu’ndan söz ediyoruz. Demek Türkiye’de deniz tükenmiş. Durum o kadar sıra dışı, o kadar umutsuz ki, sorunu Türkiye’nin iç dinamiklerinden sıyırıp 2 bin 500 yıllık demokrasinin birikimine ve yaşayan evrensel sorun çözme yeteneğine havale ediyoruz. Toplantıya katılanlarda aynı umutsuzluk sözlere yansıyor. Her dönemde en son çare olan mizahı öneren Murat Belge’nin ‘Bindik bir alâmete’ meâlindeki ilk konuşması genel havayı yansıtıyor. Bu umutsuzluğun arkasında ise açık bir meydan okuma var. Bugün 34.’sü toplanan Abant Platformu’nun başlangıç yıllarından beri müdavimiyim. Entellektüel ilgilerimde ve gelişimimde bu özgür platformun ve ele aldığı sorunlara getirdiği perspektiflerin çok önemli mart 2016 katkıları oldu. Türkiye’nin kanaat önderi niteliğini sürdüren entellektüel kuşağının tamamında benzer etkileri takip edebilirsiniz. Bu kadar zıt fikirlerin tek bir çatı altında özgürce ifadesi, Türkiye’nin pek alışık olmadığı bir zenginliği ve enerjiyi üretti. Farklı olanı, uzak olanı halkın sözcülüğünü üstlenen aydınlar, bu platformun toplantılarında duyguyu, samimiyeti eliyle dokunarak, gözlerinin içine bakarak hissetti. İşin tuhafı, Murat Belge’nin ‘plesibiter diktatörlük’ adını verdiği mevcut yönetimin terazide ağırlığı olan kadroları da büyük ölçüde bu toplantılarda ilk defa aradıkları mümbit toprağı buldular, kendilerini gösterme fırsatı buldular. 34. toplantıya kadar kimler geldi, kimler geçti bu platformun toplantılarından? Başlığa yansıyan ironinin ifade ettiği bir gerçek: Bugünün otokratik yönetimi, en zayıf olduğu askerî vesayet yıllarında Abant Platformu’nu bu bâdireden geçmek için bir atlama ve yükselme zemini olarak kullandı. AK Parti iktidarının tam merkezinde yer alan isimlerin biyografilerinde, Abant Platformu’nun işgâl ettiği parlak konum, durumu özetlemek için yeterli. Bu yüzden olsa gerek, Şahin Alpay, dikeni battığı yerden çıkartmayı, geçmişle bir hesaplaşmaya gitmeyi öneriyor. Abant Platformu’nda geçmişin muhasebesi, gerçekten Türkiye’nin geleceğine giden yolda ayağımıza dolanacak taşları temizlenmek anlamına gelecek. Türkiye geçmişte kurumsal bir vesayet düzeni ile birlikte yaşamak zorunda kaldı. Bugün bütün yakıcılığı ile hissettiğimiz otokrasi sorunları, daha çok kişisel niteliklerle şekilleniyor. Kurum değil, kişi hayatınızı belirliyorsa, kader her şeyi değiştirebilir. Abant Platformu’na çöken karamsarlığın sebebi de işte bu farklılık olmalı. Kurumsal bir vesayete karşı söylenecek çok söz var; bütün sorunlar gelip bir kişinin tercihine ve kararına indirgenince, farklı olanları bir arada muhalif dayanışmaya sevk eden ortak paydalar da işlevselliğini kaybediyor. Bütün ekonomik, sosyal dinamiklerin yerine tek bir kişinin ağırlığını yerleştirmek insana gerçekten ağır geliyor. Öbür taraftan, bu kişisel ağırlığı en küçük ayrıntılarda bile hissediyorsunuz. Abant Platformu’nun bugünkü toplantısının yapıldığı otelin ismi, son âna kadar organizatörler tarafından bir sır gibi saklandı. Sebep, daha önce tecrübe edildiği üzere iktidarın devreye girmesi ve rezervasyonun iptal edilmesi idi. Türkiye’deki baskı ve yıldırma ortamının fotoğrafını vermek için bu örnek bile yeterli değil mi? Bu toplantının yapılmasına itiraz etmiştim. ‘Yıkılmadık, ayaktayız’ mesajı yerine ‘ayı saldırısından kurtulmak için ölü taklidi yapmak’ arasında bir tercih yapmak gerekiyordu. Yanılmışım. Abant Plaftormu’nun işini yapması, yani farklı olanları bir araya getirmesi, Türkiye’de aklın ve sağduyunun ayakta kalması için gerekli. Uzun süre yoğun bakımda kalan hastanın tekrar normal hayata başlayabilmesi, reflekslerini, muhakemesini sürdürebilmesi için bu akla ve canlılığa ihtiyacı var. Ergun Özbudun’un, Murat Belge’nin, Ali Bulaç’ın, Baskın Oran’ın, Reha Çamuroğlu’nun, Ahmet İnsel’in, Tarık Toros’un, Nazlı Ilıcak’ın katıldığı, enerjisinden, iddiasından hiçbir şey kaybetmeden her sorunu özgürce tartışan Abant Platformu’nun toplanabildiği bir Türkiye, umutlarını sürdürüyor demektir. Aydın olmak da böyle bir şey değil mi zaten? Abant Platformu Bolu’da bu yılki toplantısını yine farklı düşünceleri, görüşleri ortak bir zeminde bir araya getirerek, büyük ve renkli bir katılımla, eskisinden daha canlı ve iddialı bir şekilde bugün gerçekleştirdi. Demek ki karamsarlığa, umutsuzluğa kapılmanız için bir sebep yok!” Uluğ Bayındır Dikkat, subliminal mesajlar içerir! G EÇEN sayılarımızdan birinde, ülkemizin mutaassıp fertlerine hitap ettiğini söyleyerek yayın yapan, ancak yayın politikasında hiç de böyle bir derdinin olmadığını bilinçli veya bilinçsizce gösteren birkaç televizyon kanalından bahsetmiş, başına da Kanal 7’yi kondurmuştuk. Teşekkürler TRT! GEÇTİĞİMİZ ay Medya Ajanda’nın ana metni olarak girdiğimiz “Kaş yapayım derken göz çıkartma TRT!” haberinin hemen ardından, TRT, yerli ve millî çizgi animasyon yapımlarıyla ilgili aldığı birtakım kararlarda esnemeye gitti. Haber Ajanda’nın 111’inci sayısında yer alan haberimize göre “TRT Çocuk’tan başka yerli yapım yayınlayan bir başka kanal yok!” demiş ve kanalın bu özelliğine rağmen ilginç bir politika güderek yerli yapımlara dair bazı tuhaf kısıtlamalar getirdiğine değinmiştik. Bu noktada yabancı yapımlara herhangi bir oyuncak, kitap ve kırtasiye yasağı getiremezken ödeneklerine de hâliyle dokunamayan TRT’nin, yerli ve millî yapımlar yaparak dünyanın başka ülke yapımlarıyla rekabete girecek olan Türk firmalarına nasıl bir darbe indireceğinden bahsetmiştik. Bizle aynı düşüncelere sahip duyarlı kimselerin de bu konuda yaptıkları telkinlerin TRT yönetimi üzerinde etkisi olmuş olacak ki, söz konusu yanlıştan geri dönülerek hatanın farkına varmanın erdemini gösterdi TRT. O gün nasıl eleştirdiysek, bugün aynı hacimdeki bir muhabbetle teşekkürlerimiz sunuyoruz TRT’ye… Garabet medyanın “rahatsızlık” kavramıyla imtihanı A BD Başkanı Barack Obama’nın Suriye’deki Özel Temsilcisi Brett McGurk, Ayne’l-Arab’ı, yani meşhur ismiyle Kobani’yi ziyaret etti. kullandığı ortak başlıkla ne kadar yerli olduğunu da kanıtlamış oldu. Zira başlıkları şöyleydi: “Ankara’yı rahatsız eden görüntü!” Zira Kanal 7, geçmişte ve şimdilerde özellikle merhum Kemal Sunal’ın canlandırdığı “İnek Şaban” ve benzeri tiplemeler üzerinden İslâmî kavramlarla alay edildiğine dair sohbetler eden kesimin yönettiği ve seyrettiği kanalların belki başında geliyordu. Bu ay da Kanal 7’ye bir dokunuş gerçekleştireceğiz. Bu kez konumuz, “Subliminal mesajlardan çocuklarımızı nasıl koruruz?” derdini paylaşan Müslümanlara subliminal mesajlarla dolu filmlerin izletilmesi. 2013’ün bir Hollywood yapımı olan ve prodüktörlüğünü Disney’in üstlendiği “Muhteşem ve Kudretli Oz” adlı sinema filmi, daha gösterime girmeden bütün dünyada içeriğindeki subliminal mesajlarla duyulmuştu. Öyle ki, sırf bu filmin üzerine, filmin gösterime gireceği haftalarda günlerce “subliminal mesaj” konulu televizyon programları ve gazete makaleleri yayınlandı. Kanal 7 ne mi yaptı? İşte bu filmi yayınladı! Sinirsel bir tepkiyle Kanal 7 ekranında bu filmin yayınlandığını görünce gülmüşüm. Matrix üçlemesini yayınlamasını yine de anlamaya çalışabilirim. O da aynı tip mesajlarla dolu olsa da bir felsefesi var. Ancak Oz’un doğrudan çocuklara ve gençlere hitap ettiği ortada. Hele Disney yapımlarının her birinde subliminal mesaj yığınlarının olduğunu düşününce hem bu yapım şirketinin, hem de doğrudan Oz gibi bir filmin yayını gerçekten de negatif tepki çekici. Hepsini geçtik de, bütün bu belirttiğimiz konularla ilgili neredeyse her gün konuşan kimselerin böyle ilginç bir yönelim şekliyle hareket etmeleri çok ilginç! Daha büyük dikkat, daha özverili çaba sarf etmeleri gerek. >> Kobani’yi ziyareti bir şey değil, bir de PYD ve YPG’lilerle doğrudan görüşerek ABD’nin “PYD bizim müttefikimiz” söylemini resmen (yani “fotoğrafla” da) tescilledi. Özel Temsilci McGurk’un YPG’li bir teröristle çektirdiği fotoğraf bütün medyamızda yankı buldu. Ancak medyamızın bir kısmı bu fotoğrafa dair Böyle bir başlığı görünce ister istemez sordum sesli düşünerek: “Sizi etmedi mi?” Zira bu görüntüyü haber aldıktan sonra küfretmediyseniz, bu ikiyüzlülüğe sinirlenmediyseniz veya ABD hakkında atıp tutmadıysanız, muhtemelen en nazik dille “Rahatsız edici görüntü” şeklinde bir başlık kullanırdınız. Böyle bir başlık kullanılsaydı bunu anlayabilirdik. Ancak ifadeye “Ankara’yı” diyerek başlayınca söyleminizi anlayamadık, kaldıramadık. Karikatürünüz batsın! PARALEL İhanet Çetesi’nin ilk göz ağrısı Zaman gazetesi öyle bir karikatür yayınladı ki, bu karikatürü gâvur yapsa gam değildi vallahi! Meğer ne büyük haysiyetsizleri beslemişiz koynumuzda! Kısaca söz konusu karikatür rezaleti şöyle: İki zorlu yamaç arasına bir insan uzanmış ve köprü görevi görüyor. Bu şahsın üzerinde “mülteci” yazılı. Köprü görevi gören mültecî şahsın üzerinden Bond tipi çantasıyla geçen sırıtık zât da güya Türkiye. Türkiye’nin gittiği doğrultudaki levhanın üzerinde AB bayrağı var. Yılan desek eksik, fare desek eksik, domuz desek bile eksik… Bunlar hayvandan da aşağı seviyeye çakılmak için neden böylesi bir çaba içindeler? mart 2016 27 haberajanda Kapak Dosyası CHP rejim bekçiliğini toplum içinde, Anayasa Mahkemesi ise “son kale” rolünü devlet içinde yürütmektedir. Kuşkusuz “derin devlet” aracılığıyla da CHPAnayasa Mahkemesi koalisyonu, varlığını AK Parti iktidarına kadar sürdürmüştür. AK Parti iktidarında CHP, “rejim bekçiliği” iddiasını millî irade nezdinde “ikna” edici bir siyasî rolle izah etmekte güçlük çekince, CHP zihniyetinde bir “değişim” başlamıştır. Henüz bu zihniyet değişimi tamamlanamamıştır. Çünkü eski CHP direnci, “yeni CHP”ye yol vermemektedir. *** 28 mart 2016 Vesayetin son kalesi Ana Devleti “Anayasa” mı korur, “Anayasa Mahkemesi” mi? Y ASALARIN “anası”, toplumun “ana sözleşmesi” ve sözleşmenin taraflarını hukuken bağlayan “sözleşmenin yasalaşması”, toplamda bir “anayasa” ortaya çıkarır. >> Yasanın zamanla değişime uygun güncellenmesi, toplumdaki değişimlerle sözleşmede bazı değişikliklere gidilmesi ve en önemlisi de anayasanın özellikle devlet ve toplum arasındaki “bütünleşik yapı”yı koruması için “anayasada değişiklik” düşüncesini gündeme getirmektedir. “Anayasada değişiklik” ifadesi, gündemi kuşkusuz sadece “Nasıl bir değişiklik?” istişaresine çağrıyı değil, aynı zamanda değişikliğe karşı çıkan direnç noktalarını da aktifleştirmekte, yani “mevcudu korumak” refleksine sahip çevreleri hareketlendirmektedir. Türkiye’de “Anayasa değişikliği” gündemi, genelde “Rejim elden gidiyor!” direnci ile ertelenmekte, kamuoyu talebi artınca da askerî darbe Sedat Servet Hocaoğulları [email protected] yasa Mahkemesi (mi?) ile “rejimi korumak adına geçici el koyma” gerekçesi üzerine toplumun önüne vesayetstatüko devamı için hazırlanmış anayasalar konulmaktadır. Bu anayasalara ise “darbe anayasası” denilmektedir. Darbe anayasaları içinde “en derin yasalaştırılmış vesayet” örneği, kuşkusuz 12 Eylül ürünü 1980 Anayasası’dır. Bu anayasa, rûhen ve bedenen varlığını korumaktadır. Üstelik AK Parti iktidarının büyük reformlarına ve Anayasa’da değişiklik referandumuna rağmen varlığını sürdürmektedir. İlginçtir, bu darbe anayasasının mimarı olan Kenan Evren’in kendisini korumak adına -daha sonra yargılanmamak için- ürettiği kanunlar bile aktiftir. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın vatan hâinliği dışında yargılanamayacağı bu kâbildendir. Peki, Türkiye’de Anayasa değişikliği neden bu kadar zor? Bu zorluğun iki önemli sebebi var: CHP ve Anayasa Mahkemesi… CHP zihniyeti kendisini “rejimin bekçisi”, Anayasa Mahkemesi de kendisini “rejimin son kalesi” olarak pozisyonlandırmakta ve gerektiğinde her “yasa dışı” yolu kullanarak (buna darbe çağrısı dâhildir) “rejim adına” hareket etmektedir. CHP rejim bekçiliğini toplum içinde, Anayasa Mahkemesi ise “son kale” rolünü devlet içinde yürütmektedir. Kuşkusuz “derin devlet” aracılığıyla da CHP-Anayasa Mahkemesi koalisyonu, varlığını AK Parti iktidarına kadar sürdürmüştür. AK Parti iktidarında CHP, “rejim bekçiliği” iddiasını millî irade nezdinde “ikna” edici bir siyasî rolle izah etmekte güçlük çekince (çünkü rejimin gerçek bekçisi millî iradedir), CHP zihniyetinde bir “değişim” başlamıştır. Henüz bu zihniyet değişimi tamamlanamamıştır. Çünkü eski CHP direnci, “yeni CHP”ye yol vermemektedir. AK Parti iktidarı döneminde Anayasa Mahkemesi’nin “rejimin son kalesi olmak” iddiası ise çürütülmüştür. Bu nedenle Türkiye’de “yeni bir anayasa” ihtiyacı kadar, Anayasa Mahkemesi’nin misyonu noktasında da bir değişim ve reforma ihtiyaç vardır. Anayasa Mahkemesi’nin “yasaların Anayasa’ya uygunluk denetlemesi” gibi bir “hukuk sağlaması” rolü varken, bu sınırı aşarak “rejimi korumak”, “Anayasa’yı yorumlayarak devletin yönetimine müdâhil olmak”, “rejim için neyin tehlike olacağına karar vermek” ve “siyaseti denetlemek” gibi “eş devlet” rollerini üstlendiği görülmektedir. Çok ilginçtir, “Anayasa Mahkemesi’nin kararları tartışılamaz, temyîz edilemez ve herkesi bağlar!” gibi oldukça kendini sağlama alan bir “korunma” mekanizması da mevcuttur. Anayasa Mahkemesi’nin “Verdiğim kararları beğenmiyorsan Anayasa’yı değiştir!” gibi oldukça mâsum çağrıları bir türlü sonuç verememektedir. Çünkü Anayasa değişikliği içeren birçok yasayı, bu etkinliğin kaybolacağı düşüncesiyle “Anayasa’da değiştirilmesi dahi teklif edilemez” etiketli maddelerin “rûhunu anlamak” gerekçesi üzerinden “Anayasa’ya aykırıdır” kararı ile iptal edebilmektedir. Özetle, Türkiye’de bir “Anayasa Mahkemesi” eksenli “kurumsal misyon” sorunu vardır ve ivedî olarak bu sorun çözüme kavuşturulmalıdır. Kuşkusuz Anayasa Mahkemesi’ne yönelik değişiklik, reform ve hatta başka bir mahkemenin ihdâsı hedeflenerek mevcudun ilgâsı gibi çabalar, evrensel hukuk disiplinine uyarak “Anayasa”nın misyonuna zarar vermeden yapılmak durumundadır. Yani Anayasa Mahkemesi’ne yönelik her “operasyon”, ancak Anayasa sağlığı için yapılmak durumundadır. Anayasa Mahkemesi’nin kendisine yönelik her eleştiriyi veya operasyonu “Anayasa’ya saldırı var!” tezvîrâtı ile erte- Anayasa Mahkemesi’ni “rejimin sigortası” olarak gören ve gösteren bu yaklaşımdaki sorunu artık Türkiye el birliğiyle çözmelidir. Çünkü rejimin sigortası, toplumun kendisidir; toplumun “şarteli atmak” aşaması ise “Anayasa”, yani ana şartel refleksi ile kontrol altına alınabilir. Bu bağlamda millî iradeyi “Meclis” temsil etmektedir, Anayasa Mahkemesi değil! *** Türkiye, “boşlukta laflar” krizinden çıkmalıdır. Bunun için iki şey devrede olmalıdır: Otorite boşluğunu gemleyecek lider ve liderin öncülüğünde sistem değişimini organize edecek Meclis iradesi… Biri Sayın Erdoğan’ken, diğeri de Sayın Davutoğlu’nun mümkün kılacağı bir şeydir. Sanırım otorite boşluğundan yararlananların son umudu, Sayın Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki koordinasyonu koparmaktır. Allah muhafaza etsin! mart 2016 29 haberajanda Kapak Dosyası leme gayretinden etkilenmemek, kendisinin hasta olabileceği ve tedavi edilmesi gerektiğine yönelik tavsiyelere direnç gösteren “Ben hasta değilim!” psikolojik eşiği gibi, kişinin/tüzel kişiliğin iyiliği için çekinmeden gerekli müdahaleyi yapmak zorundayız. Peki, bu “tedavi” neden AK Parti tarafından gerçekleştirilemedi? Ayrıca Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını tanımıyor ve saygı duymuyorum!” sözleri ile start verdiği bir “operasyon” var mı? “Anayasa” için “kılıç”lar ne zaman çekildi? “Kılıçları çekmek” vurgusu bir şeye işaret eder: Evrensel hukuk yöntemleriyle anayasa değişikliği ve Anayasa Mahkemesi’nde reform yapma yolları tükenmiştir. Ya “Eski Türkiye”de olduğu gibi Anayasa Mahkemesi siyaseti dizayn etme operasyonu yapacaktır (ki bizce bu imkân kalmamıştır) veya iktidarda olan parti, Anayasa Mahkemesi’nde gerekli değişikliği gerçekleştirmek durumundadır. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı’nın üslûp olarak eleştirilebilir olan “Tanımıyor ve saygı duymuyorum!” sözleri, zamanı gelen operasyona işaret etmektedir. Kuşkusuz “operasyon” nitelemesinden kasıt, “neşter vurmak” anlamındadır. Çünkü millî iradenin üstünde kendini gören, vesayetin son kalesi olduğuna inanmış bir tutum içindedir Anayasa Mahkemesi geleneği. Bu algı ve tutumun “kı- 30 mart 2016 MİT-Anayasa Mahkemesi-MeclisYargı-Cumhurbaşkanlığı arasındaki “sistem”, tespih taneleri gibi dağılmıştır. Altını çok net çizerek söyleyebiliriz: “Yaşanan, yargının siyasallaşması veya Cumhurbaşkanı’nın ‘tek adam’ arayışı değildir! Sistem bitmiştir! Parlamenter sistem ‘eks’ olmuştur! Adlî tıp raporundaki ‘ölüm sebebi’ epikrizinin çok da anlamı yoktur. En fazla ‘ölüme sebebiyet vermek’ iddiasıyla bazı tutuklama çağrıları yapılabilir; ancak bu da ortadaki gerçeği değiştirmez: Parlamenter sistem ölmüştür! Parlamenter sistemin devamından yana olanlar bile bu gerçekle yüzleşeceklerdir!” Sedat Servet Hocaoğulları lıçları çekmek” aşaması ise, bizzat geçmiş dönem Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç tarafından hatırlatılmıştır: 24 Kasım 2012 günü Ankara’da, İnsanî Değerler Derneği 2. Olağan Genel Kurulu’na konuk olarak katılan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, konuşması sırasında hak ihlâllerinden bahsederken şöyle bir beyânda bulunuyor: “Hak ihlâllerini engellemek hepimizin görevi; idarenin de görevi bu, yasamanın da görevi bu. Ama en çok bu görev yargının olsa gerek, bizlerin olsa gerek. Çünkü insanların sığınacağı son nokta bizim kapımız. Biz insanlara karşı âdil olmazsak, bu rejimin de, bu düzenin de sigortası inanın ortadan kalkar! Dün özgürlüklerin önündeki sınırlardan şikâyet edenler, bugün onun bekçisi olma durumuna lütfen düşmesinler…” Anayasa Mahkemesi’ni “rejimin sigortası” olarak gören ve gösteren bu yaklaşımdaki sorunu artık Türkiye el birliğiyle çözmelidir. Çünkü rejimin sigortası, toplumun kendisidir; toplumun “şarteli atmak” aşaması ise “Anayasa”, yani ana şartel refleksi ile kontrol altına alınabilir. Bu bağlamda millî iradeyi “Meclis” temsil etmektedir, Anayasa Mahkemesi değil! Hatırlanacağı üzere her fırsatta, bazen/bazı Genelkurmay Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı ve hatta bazen Yargıtay, Danıştay, YÖK Başkanları çıkıp, “Meclis sadece unsurlardan bir unsurdur; rejimin tek temsilcisi Meclis değildir!” diyerek seçilmiş başbakanları “tehdit etmek” cüretini gösterebilmişlerdir. Kuşkusuz bu cüretkârlığın “sağlam halkası” olarak her zaman Anayasa Mahkemesi görülmüş ve gösterilmiştir. Peki, güçlü olan ve güç gösterisi yapan “Anayasa Mahkemesi” midir, yoksa “Anayasa Mahkemesi üyeleri” mi? Yakın tarih bize göstermiştir ki, bir “unsur mekanizma” olarak Anayasa Mahkemesi’nin “tüzel kişilik” anlamında sorunlu olmasının yanı sıra, bazı üyelerin Mahkeme’nin gücünden yararlanmak istediği gerçeği mevcuttur. Çok dikkatli bakılırsa, siyasete ve Meclis’e ayar çekmek isteyen TSK, YÖK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay veya Yargıtay gibi kurumların bazı başkanlarının “Cumhurbaşkanı adayı” hevesi ile makamlarını değerlendirmek istedikleri gözlemlenmiştir. Cumhurbaşkanını Meclis’in seçme geleneği sebebiyle bu aday heveslilerinin Meclis’e mobbing düzenlediğine dair yakın tarih onlarca örnek uygulama ile doludur. Abdullah Gül’ün aday olduğu Meclis seçiminde 367 şartının öne sürüldüğü Anayasa Mahkemesi’nin rolü, unutulmaması gereken “katıksız vesayet” örneği olarak hafızalara kazınmıştır. Peki, neden “Başbakanlık” değil de “Cumhurbaşkanlığı” heveslileri çok? Ayrıca Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesine yönelik düzenleme sonrası halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı olarak Sayın Erdoğan’ın hedefe konularak “çatı darbe bloğu” tarafından operasyona tâbi tutulması sürecinde Anayasa Mahkemesi’nin “müdâhil” sıfatıyla aldığı bir pozisyon var mı? Haydi daha açık ve odaklı birkaç örnekle soruyu pekiştirelim: Anayasa Mahkemesi’nin “Hak ihlâli var” kararı ile Can Dündar ve Erdem Gül’ün bireysel başvurusunu sonuçlandırmasına karşın Cumhurbaşkanı’nın gösterdiği tepki, çekilen kılıçlarda parıldayan hangi ışığa işaret etmektedir? Yoksa Anayasa Mahkemesi’nin bağımsız, objektif ve âdil kararlarından biri “anlamsızbağlamsız” abartılarak Sayın Erdoğan tarafından iç politikaya malzeme mi yapılmak isteniyor? Can Dündar ve Erdem Gül hangi iddia ile tutuklu idiler hatırlayalım: MİT tırlarını deşifre etmek ve Cumhurbaşkanı’nın vatan hâinliği ile suçlanması için kamuoyu oluşturmak… Anayasa Mahkemesi ne demiş oldu? “Bu iddiaları ortaya atan kişi tutuklu yargılanamaz!” İlginç! Dikkat edelim cümleye! “Tutuklanma usûle uygun değil. Yani mahkeme, hukuku çiğneyerek tutuklu yargılamaktadır” demiştir Anayasa Mahkemesi. Gerekçe ne? Yayınlanınca göreceğiz… “Gazetecilik ve haber kapsamındadır olup biten!” denilmiştir kısaca. Rejimin bekçisi, son kale, “MİT ve Cumhurbaşkanı’nı vatan hâinliği ile suçlama” iddiasıyla tutuklanarak yargılananlar için “Hak ihlâli var!” demiştir. O zaman soralım: Anayasa Mahkemesi ile MİT ilişkisi nedir? Anayasa Mahkemesi ve MİT Can Dündar, MİT tırlarını deşifre ederek Cumhurbaşkanı’nı terör örgütlerine destek vermekle suçladığı haberlerde ne diyordu? “Türkiye bir hukuk devleti ise eğer, MİT hukuk dışı işlere giremez. Yapılan, MİT’in hukuk dışı işidir ve ben de gazeteci olarak bu yasadışı işi deşifre ettim, vatandaşın bilgi hakkının önünü açtım...” Can Dündar “Anayasa Mahkemesi Başkanı” mıdır peki? Değil! Fakat Anayasa Mahkemesi, Can Dündar’ın izahını “tutuksuz olmak” için yeterli birey hakkı olarak gördüğünü kararlaştırıyor. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin kararı, “Can Dündar beraat etmelidir” şeklinde bir karar değildir zaten; sadece “tutuksuz yargılanma” imkânı vermesidir. Peki, Can Dündar bu kararı nasıl yorumlamıştır? Can Dündar’ın yorumu ve mesajı şu olmuştur: “Erdoğan, hukuk dışı tutuklanmamızı talîmat verdiği mahkemelerle sağlamışken, Anayasa Mahkemesi ise yasadışı ve talîmatla çalışan mahkemeye ‘Dur!’ diyerek Cumhurbaşkanı’na ‘Sen de dur!’ demiştir…” İşte Cumhurbaşkanı buna “Tanımıyor ve saygı duymuyorum!” demiştir. Çünkü yüzlerce farklı konuda tutuklu yargılanmaları devam eden insanlar varken, onlarla ilgili benzer kararlar çıkmamıştır. Hatta yıllarca Balyoz ve Ergenekon davalarındaki mart 2016 31 haberajanda Kapak Dosyası bireysel başvuruları bile “Tutuksuz yargılanmalıdırlar” diye sonuca bağlamamıştır. O zaman bir gerçekle artık Türkiye yüzleşmek durumundadır: Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına tabiî ki uyulacaktır; nitekim mahkemeler de Can Dündar ve Ergün Gül’ü tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakmışlardır. Ancak geçmişte parti kapatma ve başörtüsü konularındaki ideolojiksiyasî tutum gibi, yine farklı kanallarda devam ettiği görülen ideolojik-siyasî pozisyon alma geleneği sürdürülmektedir. O zaman “yeni anayasa” değişikliği artık bir varoluş aracı olmuştur! 32 mart 2016 Yeni anayasada Anayasa Mahkemesi’nin de içerikfonksiyon olarak reforme edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü Anayasa Mahkemesi, “sınır” tartışmalarının ortasına düşmüştür. “MİT ve Cumhurbaşkanı’nı yargılamalıyız!” diyen Can Dündar’ın kamuoyu oluşturmasını “gazetecilik hakları” kapsamında değerlendirebilmiştir. Gerçekten bir krizle karşı karşıyayız! Peki, krizin tam adı nedir? MİT-Anayasa Mahkemesi-MeclisYargı-Cumhurbaşkanlığı arasındaki “sistem”, tespih taneleri gibi dağılmıştır. Altını çok net çizerek söyleyebiliriz: “Yaşanan, yargının siyasallaşması veya Cumhurbaşkanı’nın ‘tek adam’ arayışı değildir! Sistem bitmiştir! Parlamenter sistem ‘eks’ olmuştur! Adlî tıp raporundaki ‘ölüm sebebi’ epikrizinin çok da anlamı yoktur. En fazla ‘ölüme sebebiyet vermek’ iddiasıyla bazı tutuklama çağrıları yapılabilir, ancak bu da ortadaki gerçeği değiştirmez: Parlamenter sistem ölmüştür! Parlamenter sistemin devamından yana olanlar bile bu gerçekle yüzleşeceklerdir!” Belki ölenin soyu varsa, artık o sistemin adı ne ise, onu veliaht tayin ederek “Neo-Parlamentarizm” eti- ketli önerilerle devam edilmek istenebilir. Hep birlikte göreceğiz ki yürümeyecek! Artık sistem değişimi ve yeni anayasa şart! Bu büyük kriz ve sonucu olan ölüm gerçeğine rağmen, eğer MHP Genel Başkan Adayı olan Meral Akşener’in bile en büyük sermayesi “Erdoğan’ı başkan yaptırmayacağız!” cümlesiyse, o zaman bir tehlike (yakın tehlike değil, yaşanan tehlike) bizi kuşatmıştır. Parlamenter sistemin çökmesi/ ölümü nedeniyle bir “sistem otoritesi boşluğu”na düşmüştür Türkiye. Sistem otoritesi boşluğuna düşen bir ülkede neler olmaz ki? Sedat Servet Hocaoğulları Sistem otoritesi boşluğu ve başkanlık sistemi Türkiye henüz “sistemsiz” değil, ancak artık mevcut sistemin otorite boşluğu üreten bir göçüşü var. Artık bir savcı, “mobbing” olsun diye, “Nasıl olsa hesabı soran olmaz” diye her türlü suçlamayı istediğine yönlendirebiliyorsa, her canı sıkılan yanındakini ispiyonlarsa eğer ve makamına bakmadan herkes, seçilmiş Cumhurbaşkanı’na hakaret edebiliyorsa, o zaman ortada bir sistem otoritesi boşluğu var demektir. Kimse parlamenter sistemin otoritesindeki bu boşluğun sebebini bir kişiye, Cumhurbaşkanı’na yükleyemez! Bu özür, kabahatinden büyük kalır. Çünkü adama gülerler “Bir sistemi bir kişi nasıl by-pass edebilir?” diyerek. Hayır, tam aksine sistemin otorite boşluğuna işaret eden, yakın tehlikeleri görme basîreti gösteren ve tedbir almaya çalışan bir lider var karşımızda. Çünkü Sayın Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçiş teklifi, kendi içinde tutarlı ve kendi gücünü azaltan bir tekliftir. Örneğin, eğer bir kişide dudak hareketiyle paraya ve yasaya hükmetmek varsa, o kişiye “diktatör” denir. Oysa başkanlık sisteminde hem para, hem de yasa, başkan da değil, meclisin yetkisindedir. Sayın Erdoğan bugün 1980 Anayasası’nda yer alan Cumhurbaşkanlığı yetkisine sahiptir ve başkanlık sistemindeki başkandan çok daha fazla yetki sahibidir. Yani sistem değişikliği ile mevcut gücünden vazgeçecektir. MİT tırları olayında korumaya çalıştığı, bütün dünya devletlerinin hakkı olan “örtülü yönetim” kanalıdır. İşini gücünü bırakıp, hayatının tek amacı Erdoğan’a hakaret etmek ve Hükûmet’i devirmek olan güçlerin kullandıkları araçları “Bireysel haktır, tutuksuz yargılanmaları gerekir” gibi bir zafiyet algısı oluşursa, otorite boşluğu “sistemsizliğe” yol alır. Eğer “Anayasa Mahkemesi”, oluşan otorite boşluğundan yararlanıp muktedir rolleri arttırmak gibi bir güç gösterisine yönelir ve “Sistemsizliği biz engelleriz! Gördüğünüz gibi…” gibi meşhur ve tipik Anayasa Mahkemesi geleneğini hortlatmak isterse, o zaman orada mahkeme aklı değil, bazı ideolojik ve siyasî hesapları olanların yol haritası var demektir. Kendi şahsî kanaatimi açıkça belirtmek isterim ki, Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar için verdiği kararda oy kullanan üyelerin hiçbirinin ideolojik ve siyasî hesap içinde olduğuna inanmıyorum. Anayasa Mahkemesi’nin eski günlerine dönme hevesini organize etmek gibi bir riske girdiğini de düşünmüyorum. Ancak Anayasa Mahkemesi üyelerinin “sistem otoritesi boşluğu” tehlikesinin bertaraf edilmesi için gerekli “kolektif akıl” ve “sistem basîreti” göstermediğini de düşünüyorum. Can Dündar olayında “tutuklulukların devamı” ile sonuçlanacak karar vermiş olsalardı eğer, “İşte kolektif akıl ve sistem basîreti!” demeyecektim kendi adıma. Çünkü mesele bu olayla sınırlı değil. Mesele, Anayasa Mahkemesi üyelerinin sistem otorite boşluğunu okuma ve sistem değişikliğine yönelik teşvîk edici rollere direnmeleridir. “Biz mevcut yasaya göre karar alıyoruz” deniyorsa eğer, o zaman bir hatırlatmada bulunalım hepimize: Uyduğunuz yasaların ruhları bedenlerinden çekilmiştir! Ölmüş yasaların gereğini yaparken, hiç olmazsa kamuoyuna, “Mevcut yasa gereği bu karar alınmıştır. Ancak artık ölü yasalarla yaşayan hayat yönetilemez. Meclis’e çağrı yapıyoruz: Bir an önce sistem değişimi gerçekleşsin!” şeklinde bir çağrı yapılmalıdır. Bu çağrı yoksa eğer, verilen kararların gerekçesinde o zaman biz bir gerçeği görmüş olacağız: Anayasa Mahkemesi üyeleri görevlerini mevcut yasaya göre yapmaktadırlar, ancak birey birey parlamenter sistemin devamından yanalar ve kararlarının rûhunda bu niyetin kanatları çırpmaktadır. Peki, bu kararlılık özgürlüğün kapsamında değil midir? Evet, öyledir! Nitekim eski Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül de her fırsatta “Parlamenter sistemin devamından yanayım!” demiştir. Kendi döneminde seçim yaparken bu kritere dikkat etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ancak bir şeyi Sayın Gül hatırlamalı ve sorumluluğunu kabul etmelidir: Bu ülkede parlamenter sistemin otorite boşluğu, bizzat sistemin hayatı ve geleceği okuyamaması ve demode olmasından kaynaklanır. Sistemin devamından yana olanlar, bu boşluğun yaşattığı tüm krizlerden tarih ve vicdan önünde sorumludurlar. Ayrıca bir sistemin devamını savunanlar, mevcut krizleri çözümlemek durumundadırlar. Sayın Erdoğan’ı parlamenter sistemin otorite boşluğunun sebebi göstermesinin iki basit nedeni olabilir: Acizlik veya haset… Acizlik ve hasedin hukukta bir karşılığı yoktur. Anayasa Mahkemesi’nin de içinde acizlik ve haset kokan bireysel başvuruları “hak kapsamında” görmediğini ve görmeyeceğini biliyoruz. Türkiye, acizlik ve haset “çeken” bireysel psikolojilerin sarmalında yaşanan otorite boşluğunu örtemez! Sistem değişikliğini savunup da mevcut otoritenin boşluğunda yuvarlanan, hayata alternatif sunmayan ve yeni sistemin neyi nasıl inşâ edeceğini bilmeyen, her fırsatta sırf Erdoğan’a mesaj vermek için “Seni başkan yaptıracağız!” diyenlerin de mevcut otorite boşluğunda “boş” laf söyledikleri bilinmelidir! Türkiye, “boşlukta laflar” krizinden çıkmalıdır. Bunun için iki şey devrede olmalıdır: Otorite boşluğunu gemleyecek lider ve liderin öncülüğünde sistem değişimini organize edecek Meclis iradesi… Biri Sayın Erdoğan’ken, diğeri de Sayın Davutoğlu’nun mümkün kılacağı bir şeydir. Sanırım otorite boşluğundan yararlananların son umudu, Sayın Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki koordinasyonu koparmaktır. Allah muhafaza etsin! mart 2016 33 haberajanda Siyaset AYM kapatılmalıdır! AYM kapatılmalı, yerine daha sağlıklı bir yüksek mahkeme kurulmalıdır. Başta anlattığımız hikâyedeki “Şeytan” rolüne soyunan ve koçun kazığını gevşeten AYM, elbet bir gün kapatılacak, tarih sayfalarında lâyık olduğu yeri alacaktır. Demokrasi düşmanı, halk düşmanı gibi hareket eden mahkemeyi kapatacak olan Meclis, ne şanlı bir Meclis’tir! Orada oy kullanacak olan vekiller, ne şanslı vekillerdir! Casus belli! M EŞHUR hikâyedir; “Bahçedeki koç” desek ve bilenlerin bilmeyenlere anlatmasını söyleyip bıraksak, yazı burada biter ve hiç de orijinal olmaz. Daha “Bismillah” derken yeri geldi; Nasrettin Hocamızı rahmetle yâd edelim ve 34 mart 2016 bu sayfaları boş bırakmayalım. Henüz sözün başındayız. Bilenlere hatırlatacağız, bilmeyenler de bu vesîle ile öğrenecekler. Zira herkes bildiğini başkasına öğretmekle mükellef… Zengin bir adamın evinin (köşkünün yahut malikânesinin de diyebiliriz) bahçesinde güzel, besili bir koç vardır. Küçük kuzu iken almış, besleyip büyütmüştür. Şeytan devreye girer ve koçun bağlı olduğu kazığı biraz gevşetir. Sonrasındaki olaylar çorap söküğü… Koç, birkaç hamle ile kazığı yerinden çıkartır. Bahçede sağa sola koşturur. Bir rivâyete göre köşkün içine girer ve koca boy aynasıyla karşılaşır. Her hayvan gibi aynadaki görüntüyü başka bir hayvan zanneder. Gerilerek bir tos vurur ve ayna bin parçaya bölünür. Şangırtıyı duyan evin hanımı gelip manzarayı görünce çok sinirlenir. Kâhya Yahya’ya talimat verir, koçun kesilmesini emreder. Kâhya koçu yatırır, keser. Mehmet Şeker [email protected] Akşam “Beyefendi” eve geldiğinde bahçede koçu göremeyince “Nerede benim kınalı koçum?” diye sorar. Olan biteni anlatırlar. Adam fena hâlde hiddetlenir. Karısına bir tokat aşk eder. Kadın dengesini kaybedip yere düşerken başını taşa vurur ve orada canını teslim eder. Kadının ağabeyi durumu öğrendiği zaman elinde silahla gelir, eniştesini vurur. Tak, tak! İki kurşunda yere serer. O da sizlere ömür… Şeytan kenardan seyretmekte ve kıs kıs gülmekte, “Ben ne yaptım ki?” demektedir, “Sadece kazığı biraz gevşettim”… *** Sözü Anayasa Mahkemesi kararına getirecek gibi gö- rünüyor olabilirim. Aslı öyle değil. AYM kararı bizi buraya getirdi, bu hikâyeyi oradan hatırladık. Bugün geldiğimiz noktada “Hakuna Matata” diyemiyoruz ne yazık ki! Çünkü taşlar yerinden oynadı. Kazık gevşetildi. Koç her an aynaya toslayabilir. Karar, malûm, Can Dündar ve saz arkadaşının tahliyesiyle ilgili. Konuya uzak olan biri, “Ne var yani?” diyebilir, “Mahkeme bir karar verdi diye bu kadar gürültüye ne lüzum var?”. Mahkeme kararlarına saygılı olmak gerekir netîce itibariyle. Lakin kazın ayağı öyle değil ve uzaktan bakınca iyi seçilmez. Biraz daha yakına gelmek gerek. Gürültü şuradan çıkıyor: AYM yetkisini aştı. Yürüyen bir dava, görüldüğü mahkemede henüz sonuca bağlanmadan devreye girdi. Üstelik sırada bekleyen yüzlerce dosya bir anda geride bırakılarak… “İnsan bazen ister istemez hayret ediyor”, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü deyimiyle. Ve merak ediyor: Bu torpil nereden geliyor? *** Anayasa’yı açalım ve bakalım neler yazıyor: “İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz. Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.” (Madde 153) Güzel! Daha güzel kısmı var: “Herkes, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlâl edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.” (Ek fıkra: 12/9/2010-5982/18 md.) Bir ek daha: “Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz.” (Bu da 5982/18 md.) mart 2016 35 haberajanda Siyaset “Biz hep buradaydık, burada olacağız!” Lakırdı bunlar… Sloganvâri… Bir yüksek mahkeme başkanına yakışmayacak türden… Bir futbol fanatiğine yakışabilir, ötesine uymaz. Ayrıca hep burada değildiniz, sonradan çıktınız. Hep kalacağınızın da garantisi yok! Çirkin bir darbenin ürünüsünüz. Çirkin ve lânetli bir darbenin… Hep burada olan millettir! Bu hamlenizle kendi piminizi çekmiş bulunuyorsunuz. Baktık, bu ifadeleri gördük. Bir edebiyat eseri değil ama yeterince açık sayılır. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’dan habersiz olabilir mi? Sayın Başkan ve değerli üyeler, mahkemenin kuruluşu ve işleyişiyle ilgili maddeleri okumamış ve hükümleri bilmiyor olabilirler mi? Anayasa’yı değiştirmek istiyoruz ama yenisini kabul edene kadar uymak zorundayız. 82 tarihli Anayasa’da AYM ile ilgili bölüm 146 ile 153. maddeler arası. İlgili dipnotlar dâhil, toplam bin 413 kelime. Okumama, bilmeme gibi bir ihtimâl hiçbir zaman söz konusu olamaz elbette. Hepsinin ezberindedir. Kaç paragraflık, kaç satırlık, kaç karakterlik bir metinden bahsettiğimizi dahi bilirler. PC’den rica ettim, benim için saydı. Boşluklu 10 bin 993 karakter olduğunu söyledi. Benim üç saniyede öğrendiğimi, AYM üyeleri çok daha evvelden bilir. Yürüyen bir dava, henüz iç hukuk yolları tüketilmeden AYM’ye gidebiliyorsa, bundan sonra binlerce dava dosyası aynı adresin yolunu tutabilir. AYM, yüz binlerce dosya ile karşılaşabilir. Önüne gelen her davaya bakacak mı? Bakmaz. Bakamaz. Çünkü taşınacak diğer davaların torpili yetersiz kalır! Yerel mahkemenin yetkisi 36 mart 2016 Mehmet Şeker gasp edildi. Bu bir yargı darbesidir. AYM, vesayet organı gibi davranmıştır. Başsavcı’nın hazırladığı iddianameyi istemeden, görmeden, içeriğini bilmeden, suçlamalar hakkında bilgi sahibi olmadan “hak ihlâli kararı” vermiştir. Böylece normal sürecin işlemesini de zorlaştırmıştır. Nedir normal süreç? Davanın görüldüğü mahkeme karara bağlayacak, itiraz üzerine Yargıtay’a götürülecek. En son AYM devreye girecek… Yine eskilere gidelim… Anlaşmazlıklara kadıların baktığı dönem… Suçlanan iki kişi, bir tekerleme şeklinde rüşvet teklif ediyor. O tekerlemeyi unutmuşum ama Kadı Efendi’nin cevabı aklımda kalmış: “Ellişerden yüz… Minder altına diz… Arka kapıdan cız… Mahkemeyi gördük biz…” Mesaj alınmıştır. Sanık minderinde oturanlar söyleneni yapar, kapıdan tüyerler. Davacı olan kişi de ağzı açık bakakalır. *** Gürültünün patırtının kaynağı olan “iki gazetecinin tahliyesi” ile ilgili davada rüşvetten söz ediyor değiliz. Çok basit kaçar. Burada çok daha vahim bir durum söz konusu! Ülkenin işleyen hukuk sistemine çomak sokmak, ellişerden yüzü falan çoktan aştı. Altın olsa bile hikâye… Başa dönelim! O gazeteciler neyle suçlanmıştı? Herhangi bir gazetecilik faaliyeti çerçevesinde görülebilir türden miydi? Kesinlikle hayır! Olay, en yalın ifadeyle “casusluk” faaliyeti, devletin gizli bilgilerini ifşâ etmek ve örgüt üyeliği, “Türkiye IŞİD’e silah gönderiyor” saçmalığı... Türkiye’yi Lahey Adalet Divanı’na götürmek ve yargılatmak maksadıyla atılan bu iftira gazete manşetleriyle gerçekleştirildi. Adamlar manşet atmadı, iftira attılar! Gazetede öyle yazarken, mahkemede nasıl ifade verdi o gazeteci taslakları? “Nereye gittiğini bilmiyorum. Duyum aldım…” Duyumunu sevsinler! Sen bu duyuma nasıl düştün? O duyum sana nasıl düştü, nereden düştü? Hiçbir şey bilmiyorsan, otur, iki dakika düşün! Türkiye IŞİD’e silah gönderir mi? Türkmenlere giden yardımı nasıl ve hangi vicdanla çarpıtır da “IŞİD’e gidiyor” diye velvele yaparsın? Türkmenleri katleden terör örgütüne yardım gönderecek bir MİT görevlisi olabileceğini düşünür müsün? Can Dündar, sen ne ayaksın?! Çok mu basit oldu bu ifade? Âvâmî kaçtı, değil mi? Hiç merak buyurulmasın, onun seviyesine göre iltifat sayılır! *** “Casus belli!” diye bir ifade vardır. Beynelmilel, yani uluslararası bir ifadedir bu. Latince kökenli bu terim, “Kaazus beli” diye okunur ve “savaş sebebi” anlamına gelir. Biz Latincesini bir tarafa bırakalım ve Türkçe okuyalım: “Casus belli!” Hem de kabak gibi… Ve şimdi serbest bırakıldı! Yargılama bitmiş değil, mâsumiyeti ilân edilmiş değil. Ama AYM görüşünü çok kaba bir şekilde belli ettiği için akıbetten endişe duymak durumundayız. Davanın görüldüğü yerel mahkemenin sağlıklı karar vermesinin de önüne geçildi çünkü. Bir hususu daha önemle belirtmek gerek: Can’la başla bir alıp veremediğimiz yok. Özel bir düşmanlığımız falan olamaz. Kişisel yaklaşmıyoruz. Hâdise tamamen millî duruşla ilgili… Can Dündar isterse âlemin kralı ilan edilsin AYM tarafından, bizi ilgilendirmiyor; fakat ülkenin menfaatleri ve hukuka olan güvenimiz açısından bakarsak, son derece çarpıcı bir kötü örnek var ortada! Kamu yararı gözetmesi gereken bir kurum, düpedüz kamu zararına sebep olmuştur. Çirkin ve tehlikeli bir yol açılmıştır. Neredeyse ülke aleyhine sahte deliller ve iftiralarla “casusluk yapmak sıradanlaştırılmıştır”. Az daha kahraman ilân edilecek olan sanıkların efelenmesine fırsat tanınmıştır. Adı geçen veya geçmeyen o kişiler de bu fırsatı iyi kullanarak fazlasıyla küstahlaşmış, tehditler yağdırmaya başlamışlardır. Bundan daha vahim tablo ne olabilir? *** AYM Başkanı olan zâtın yapılan eleştirilerden rahatsız olması da ayrı bir terane! “Verdiğimiz karar herkesi ve her kurumu bağlar” diyor. Tercümesi: “Daha yeni başladık!” Her şeyden önce eleştirilere tahammülsüzlük, sakat bir mantığın ürünü! Mahkeme kararları eleştirilebilir. Her vatandaşın hakkıdır bu. Beğenme ve sessiz kalma mecburiyeti olamaz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tepki göstermesine bozulan AYM Başkanı, çok üstenci bir yaklaşımla açıklama yapmasaydı iyi olurdu. Cumhurbaşkanı saksı değildir, konuşacaktır! Herhangi bir vatandaşın fikrini beyan etme imkânı mevcutken, Cumhurbaşkanı nasıl sessiz kalabilir? Üstelik devletin temeline dinamit koymak gibi kararlar söz konusu iken? “Biz hep buradaydık, burada olacağız!” Lakırdı bunlar… Sloganvâri… Bir yüksek mahkeme başkanına yakışmayacak türden… Bir futbol fanatiğine yakışabilir, ötesine uymaz. Ayrıca hep burada değildiniz, sonradan çıktınız. Hep kalacağınızın da garantisi yok! Çirkin bir darbenin ürünüsünüz. Çirkin ve lânetli bir darbenin… Hep burada olan millettir! Bu hamlenizle kendi piminizi çekmiş bulunuyorsunuz. Ne anlama geliyor bu ifade, hemen açıklayalım: AYM kapatılmalıdır! AYM kapatılmalı, yerine daha sağlıklı bir yüksek mahkeme kurulmalıdır. Başta anlattığımız hikâyedeki “Şeytan” rolüne soyunan ve koçun kazığını gevşeten AYM, elbet bir gün kapatılacak, tarih sayfalarında lâyık olduğu yeri alacaktır. Demokrasi düşmanı, halk düşmanı gibi hareket eden mahkemeyi kapatacak olan Meclis, ne şanlı bir Meclis’tir! Orada oy kullanacak olan vekiller, ne şanslı vekillerdir! mart 2016 37 haberajanda Analiz Zeynalov, Can Dündar tutuklandığında Abdülhamit Bilici’nin kendisine destek için gittiğini ama bu kayyum olayında hiçbir genel yayın yönetmeninin kendilerine gelmediklerini ifade etmiştir. Bekledikleri kişilerden bekledikleri desteğin gelmeyişinde Nedim Şener’in “Cemaat mağdur değil, mağlûptur” tespitinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. 38 mart 2016 Hakîkatler “zaman”la M ART’ın ilk haftasında Zaman gazetesine kayyum atandı ve 1986’da başlayan 30 yıllık bir dönem sona ermiş oldu. Meselenin hukukî yanını derinlemesine bilmiyoruz. Yazılanlardan, “paralel devlet yapılanması” konulu bir adlî soruşturmanın sürdüğünü ve gazetenin de bu illegal yapılanmaya destek olacak şekilde kullanıldığına dair kuvvetli deliller bulunması sebebiyle kayyuma devredildiğini anlıyoruz. Mesele hukukî bir süreç olsa da, son birkaç yıldır olanlara bakıldığında siyasî yanının da bulunduğunun altını çizmek gerekir. Çünkü konu, son üç dört yılın siyasî gündeminin hep ilk sıralarında yer almıştır. Bugün dahi Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, hatta muhalefet partilerine kadar tüm alanlarda “paralel yapı” tartışması sıcaklığını korumaktadır. MHP’deki liderlik mücadelesinde bile “paralel yapılı” tartışmaların yapıldığına şahit oluyoruz. Siyasetin dışında, sivil alandan devletin tüm kurumlarına kadar konu yine gündemdedir ve gidişata etki eden önemli bir parametredir. Zaman gazetesi, “paralel yapı”yı anlamamızı kolaylaştıracak ilginç bir arşiv sunar. Hem gazete üzerinden yapılan tartışmalar, hem de gazetenin yayın çizgisi incelemeye değerdir. Bilindiği üzere, gazetenin tirajı son senelerde çok hızlı arttı. 2003’lerde 300 binlerde iken 2013’lerde 1 milyon civarında geziyordu. Gerçekten okunuyor muydu, yoksa “çok satan” gazete görünmek için farklı oyunlar mı vardı, bunlar da zaman zaman tartışıldı. Prof. Dr. Serhat Atabey [email protected] ortaya çıkar! Mesela gruba ait dershanelerdeki çocukların deneme sınavlarına girebilmeleri için Zaman gazetesine abonelik şarttı veya hayli avantaj sağlıyordu. Şunu da belirtmek gerekir ki, sadece abone olmak değil, gazeteyi baştan sona okumak bile Cemaat mensupları için bir aidiyet göstergesidir. Hüseyin Gülerce’nin, Cemaat’in daha hususî kesimine gazetede okunacak yazarların isimlerinin verildiğini ve kendisinin bu yazarlar arasında olmadığını belirtmesi, yapının iç içe geçmiş işleyişi ile ilgili bir bilgi de vermektedir. Cemaat’in muktedir zamanlarında (bana göre 2003-2013 arasındaki on yıl) özellikle devletin belli kurumlarında Cemaat’i samimî olarak kabul etmese bile sağlayacağı maddî avantajlar sebebiyle Zaman gazetesine abone olarak “Biz de sizdeniz” mesajları vermeye çalışanların da olduğu söylenebilir. Tabiî ki o zamanlar “gün, o gündür” ve Türkiye’nin “en çok satan” gazetesi olmak için tüm şartlar uygundur. Fakat 17-24 Aralık operasyonları kırılma noktasıdır ve gazete için gerileme dönemi başlamıştır. Bir süre “Herkes gemiyi terk ediyor” havası vermemek ve gazetenin dimdik ayakta olduğunu göstere- bilmek maksadıyla yine çeşitli oyunlar oynanmıştır. Bu sayede gazeteler hemen her yerde görünür hâle gelmiştir. Hatta gazeteden kaçış yoktur; hiç olmazsa bir ambalaj kâğıdı olarak karşınıza çıkmaktadır. Aboneliğini iptal ettirmek isteyenlerin karşılaştığı zorluklar ise tüketici şikâyetlerine konu olmuştur. AK Parti iktidarı süresince gazetenin yayın çizgisine baktığımızda,10 sene “Tam destek, hep destek!” şeklinde bir strateji izlendiğini, 2013 senesinde birkaç aylık “geçiş ve hazırlık” döneminin arkasından muhalif bir çizgiye kaydığını, hatta iyice marjinalleştiğini görebiliyoruz. Son zamanlarda haber veriş biçimleri, attıkları manşetler ve tercih edilen resimler, bir zamanlar çok farklı noktalarda göründükleri Cumhuriyet ve Sözcü gazeteleri ile aynı çizgide buluştuklarını gösteriyor. Bu ilginç bir savrulmadır ve farklı yönleriyle analiz edilmeye değer bir konudur. “Kayyum atanmasıyla bir dönem sona erdi” demiştik. Cuma günü atanan kayyum, Cumartesi gününün gazetesine müdahale edemedi, gazete erken basılarak 30 senedir devam eden dönemin son manşetini attı. Bu, abonelere de dağıtılan son gazete oldu. Pazar günü ise aboneler Zaman gazetesi yerine yüzü kanlar içinde başörtülü bir kadının resminin manşete taşındığı “Yarına Bakış” adlı yeni bir gazeteyi ellerine aldılar. Gazeteye kayyum atanmasını protesto etmek amacıyla toplanan kalabalığa polis müdahale etmiş ve çıkan arbedede yere düşen başörtülü bir kadının yüzü kanlar içinde kalmıştı. Tabiî ki bu resim başörtülülere olmadık hakaretler yapan insanların bile arkasına sığındıkları bir malzeme oldu. Güya başörtüsü özgürlüğünün mimarı olan bir zihniyetin başörtülüleri ne hâle getirdikleri kamuoyuna gösterilmeye çalışılıyordu. Zaman gazetesinin bu “zor” zamanında, son zamanlarda ağız birliği ettikleri Cumhuriyet ve Sözcü gibi gazetelerin haber destekleriyle birlikte yine gazete gibi bir uçtan diğer uca savrulan birtakım yazarçizer takımı (mesela Nazlı Ilıcak) yanlarındaydı. Fakat güvendikleri dağlara kar yağdığını Today’s Zaman temsilcisi (yazarı da olabilir) Mahir Zeynalov’un attığı Twitter mesajlarından anlıyoruz. Zeynalov, Can Dündar tutuklandığında Abdülhamit Bilici’nin kendisine destek için gittiğini ama bu kayyum olayında hiçbir genel yayın yönetmeninin kendilerine gelmediklerini ifade etmiştir. (Mahir Zeynalov ve Tuncay Opçin gibi birçok Cemaat mensubu ise yurtdışında oldukları (!) için desteklerini sanal ortamdan vermişlerdir.) Bekledikleri kişilerden bekledikleri desteğin gelmeyişinde Nedim Şener’in “Cemaat mağdur değil, mağlûptur” tespitinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Cemaat mensuplarının da dillendirdikleri gibi, İslâmî kesimlerden de Zaman’a kayyum atanmasına yönelik herhangi bir tepki ortaya konulmadı. Yüzü kanlar içinde kalan başörtülü kadın ile İslâmî kesimde ajitasyon yapmayı planladılar. Evet, görüntü hoş değildi! Başındaki örtüden bağımsız olarak bir kadının o pozisyona düşmesi hiç kimsenin kabul edeceği bir şey değildir. Lakin konunun “Benim başörtülü bacım!” denilerek başörtüsü üzerinden götürülmeye çalışılması, yapının ikiyüzlülüğünün başka bir göstergesidir. Çünkü insanların zihinlerinde Cemaat’in başörtüsü ile ilişkisi problemlidir. 28 Şubat sürecindeki problematik tutumları dışında, şu anda da kamu kurumlarında herhangi bir yasak olmamasına rağmen “aç-kapa” yöntemini devam ettiren birçok Cemaat müntesibi vardır. Yani çalışırken açıp, işyerinden çıkınca başlarını kapatan kadınların bunu hangi gerekçe ile yaptıkları, bilmediğimiz hikmeti (!) dışında izah edilememektedir. Ayrıca gayet mütesettîr olarak bildiğimiz bir kısım ablaların bir zaman sonra karşımıza farklı şekillerde çıktıklarını görebiliyoruz. İnsanlar elbette istedikleri kıyafeti giymekte serbesttirler, ancak toplumda bir simge hâline gelmiş bir konunun bu derece oyuncak edilmesi, insanların vicdanını yaralamaktadır. Bundan dolayı da attıkları manşet ve yaptıkları ajitasyon, beklenen etkiyi göstermemiştir. mart 2016 39 haberajanda 28 Şubat Orhan Mücahit [email protected] Geçtiğimiz ay 28 Şubat’ı bir kez daha hatırladık. 19 yılı geride bıraktık. “Bin yıl sürecek!” dedikleri o karanlık günleri -çok şükür- çabuk atlattık. Atlatmamız çabuk sürdü, bu güzel! Ancak unutmamız da çabuk oldu! Özellikle genç kesim o günleri bilmez. O günleri, yaşananları unutmamak, unutturmamak gerekli. Muhafazakâr kesim büyük bir travma yaşadı. İnsanlar neyin gerçek, neyin yalan olduğunu, kime ve neye inanacaklarını şaşırdılar. İnancımız ve değerlerimiz altüst edildi. 28 Şubat travması C UMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, hiç şüphe yok ki şu an Türk siyasetinin en güçlü karakteri. Kim ne derse desin, siyasî başarısı tartışılmaz! İlk yıllarda Adnan Menderes’le kıyaslanıyordu Erdoğan. Ülke ekonomisi büyüdükçe ve reformlar bir bir hayata geçmeye başlayınca Menderes’le kıyaslanma bitti, Turgut Özal’la kıyaslanmaya başladı. Ancak “Erdoğan” ismi Türkiye ile beraber büyüdükçe, o bütün bu isimlerin ve kıyaslamaların üzerine çıktı. Adı artık dünya liderleri ile beraber anılmaya başlandı. Tayyip Erdoğan, bütün o isimleri geride bıraktı. Ancak bu başarısının arkasında yine o isimler, Adnan Menderes, Turgut Özal, hocası Necmettin Erbakan ve hatta Süleyman Demirel gibi hayatını bu ülkenin siyasetine adamış insanlar var. Tayyip Erdoğan o isimler sayesinde nerede, ne zaman, ne yapılması gerektiğini, aynı 40 mart 2016 zamanda nerede, ne zaman ve ne yapılmaması gerektiğini çok iyi şekilde öğrendi. Kendisine ve AK Parti’ye karşı kurulan sayısız tuzağı ve engeli bertaraf etmesi, (önce Allah’ın izni ile) geçmişte o isimlerin yaşanan acı tecrübelerin sayesindedir. Post-modern darbelerden e-muhtıraya Erdoğan, Millî Görüş ekolünden geliyor. Millî Görüş felsefesi, rahmetli Erbakan liderliğinde Türk siyasî hayatının en önemli dinamiği olan muhafazakâr siyasetin omurgasını oluşturdu. Ancak Millî Görüşçüler siyasî hayatları boyunca az çekmediler vesayetin elinden. Darbelerle engellendiler. En son 28 Şubat’ta post-modern bir darbe yaşadık. Hatırlayalım: Refah-Yol hükûmetini içine sindiremeyen çevreler, vesayetle işbirliği içinde birçok tezgâh düzenleyerek ve sonunda orduyu da işin içine katarak Hükûmet’e karşı harekete geçtiler. 28 Şubat 1997’deki MGK’nın tavsiye kararları (dayatmaları) Hükûmet’e bildirildi. 4 Mart günü Başbakan Erbakan, MGK kararları yumuşatılmazsa imzalamayacağını söyledi. Daha sonra imzalamak zorunda kaldı. (Millî Görüşçülerin bir kısmı, rahmetli Erbakan’ın sadece 4 maddeye imza attığını beyan ederler.) 1 Mayıs günü Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” iddia ederek RP’nin kapatılması için dava açtı. 18 Haziran günü Necmettin Erbakan, Başbakanlık’tan istifa etti. Erdoğan liderliğindeki AK Parti de benzer bir sınavdan geçti. Hatırlayalım: 2007’de, tıpkı Refah-Yol hükûmeti zamanında kurulan tezgâhların benzerleri AK Parti içinde kurulmuştu. Nihâyetinde dönemin Genelkurmay Başkanı, 27 Nisan 2007 günü gecenin bir vaktinde Hükûmet’e muhtıra niteliğinde (e-muhtıra) bir bildiri yayınlayarak vesayet adına AK Parti’ye rest çekti. AK Parti vesayete boyun eğmedi. Beklenenin aksine, bu muhtıraya sert bir şekilde karşılık vererek vesayete hâddini bildirdi. Millî Görüş siyasetinin önü hep tıkanmak istendi Vesayetin darbeler dışında başkaca marifetleri de vardı elbet. Darbe planı tutmadığında çeşitli bahanelerle parti kapatmayı denerdi. Millî Görüşçüler iyi bilirler, hatırlayalım: 26 Ocak 1970 günü, rahmetli Necmettin Erbakan liderliğinde Millî Nizam Partisi (MNP) kuruldu. Anayasa Mahkemesi, 20 Mayıs 1971’de, partinin “laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu” gerekçesiyle kapatılmasına karar verdi. 11 Ekim 1972’de, MNP’nin devamı niteliğinde Millî Selamet Partisi (MSP) kuruldu. Necmettin Erbakan bu partiye sonradan katıldı ve 1973 yılında Genel Başkan seçildi. 12 Eylül 1980 Darbesi’nde diğer partilerle beraber kapatıldı. 19 Temmuz 1983’te, Millî Selamet Partisi’nin devamı niteliğinde Refah Partisi (RP) kuruldu. Siyasî yasaklı olduğu için Necmettin Erbakan bu partiye de sonradan katıldı ve 1987 yılında Genel Başkan seçildi. Refah Partisi de MNP gibi 16 Ocak 1998’de, “laik devlet ilkesine aykırı eylemleri” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Bu kapatılmayı daha önceden hisseden Millî Görüşçüler, 1997’de Fazilet Partisi’ni kurmuşlardı. Refah Partisi’nin kapatılması sonrası partililer, Fazilet Partisi’ne geçtiler. Fazilet Partisi de (tıpkı MNP ve Refah Partisi gibi) Anayasa Mahkemesi tarafından 22 Haziran 2001’de kapatıldı. Erdoğan liderliğindeki AK Parti de benzer bir sınavdan geçti. Hatırlayalım: Dönemin Başsavcısı tarafından 2008 yılında “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiği” iddiasıyla kapatma davası açıldı. Adeta kıl payı farkla kapatıl(a)madı. Sekiz sene geçti ama Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın akşam saatlerine kadar süren görüşmelerinin ardından bir basın toplantısı ile açıkladığı o ânı hiç unutmadım. Anayasa Mahkemesi’nin aldığı o karar/uyarı Erdoğan’ı durduramadı. Erdoğan liderliğindeki AK Parti, reformlarına ve değişime devam etti. Vesaye- te boyun eğmediği gibi meydan okumaya da devam etti. 28 Şubat’ın ardından Geçtiğimiz ay 28 Şubat’ı bir kez daha hatırladık. 19 yılı geride bıraktık. “Bin yıl sürecek!” dedikleri o karanlık günleri -çok şükür- çabuk atlattık. Atlatmamız çabuk sürdü, bu güzel! Ancak unutmamız da çabuk oldu! Özellikle genç kesim o günleri bilmez. O günleri, yaşananları unutmamak, unutturmamak gerekli. Muhafazakâr kesim büyük bir travma yaşadı. İnsanlar neyin gerçek, neyin yalan olduğunu, kime ve neye inanacaklarını şaşırdılar. İnancımız ve değerlerimiz altüst edildi. Daha önce birkaç kez ifade ettim ama bir kez daha ifade etmekte yarar var: Türkiye’nin yakın tarihi ders kitaplarına mutlaka eklenmeli. 28 Şubat’ta Erbakan’ı bir kez daha rahmetle, minnetle andık. Hak şerleri hayreyler, bu şer ve karanlık günler, hayra vesîle oldu. Doğru ve yanlışları ile o süreç yaşanmasa idi, siyaset hiç bugünkü kadar özgür yapılamayacaktı. Vesayetle savaşta 28 Şubat’ın o karanlık günlerinin tecrübelerinden istifade ettik. 28 Şubat yaşanmasa idi, vesayetin gölgesi her daim üzerimizde olacaktı. 28 Şubat yaşanmasa idi, içimizdeki hainleri, din tüccarlarını, gerçek aydınları, samimî demokratları ve hakîkî îman sahiplerini asla tespit edemeyecektik. Dönem dönem çeşitli vesîleler ile inancımız, değerlerimiz ve sadakatimiz sınanır. İş budur ki, sabretmeyi bilelim ve ihlâsımızı kaybetmeden gerçeğin peşine düşelim. mart 2016 41 haberajanda Siyaset Yahu bu Akşener paralelciydi de sen onu neden milletvekili, neden TBMM Başkan Vekili yaptın? Paralelcilere karşı bugüne kadar hiç sesin çıkmıyordu, onların kötülüğünü şimdi mi anladın? 17-25 Aralık’ta, Cumhurbaşkanlığı seçiminde onlarla omuz omuzaydın, şimdi koltuk sallanınca mı aklın başına geldi? 42 mart 2016 MHP’ye operasyon mu? S ON günlerde AK Parti çevrelerinde neredeyse hayranlığa varan bir Devlet Bahçeli sevgisidir gidiyor. Paralelcilerin MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye karşı bir darbe teşebbüsünde olduğu şeklindeki değerlendirmeler, üstelik bu iddiaların aklı başında, ciddî bildiğimiz köşe yazarları ve ekran yorumcularından gelmekte oluşu hayret verici. Söylenen, Devlet Bey’in son zamanlarda ülke menfaati için iktidardan yana olumlu tavırlar içinde olması sebebiyle anti-Erdoğan cephesinin husûmetini celp etmiş olduğu, bu sebepten FETÖ eliyle bu operasyona mâruz kaldığıdır. FETÖ bu operasyon hamlesini MHP’de Genel Başkanlık yarışına soyunmuş olan bu partinin eski milletvekili Meral Akşener vasıtasıyla gerçekleştirme çabasında imiş… Hatırlanacağı gibi 7 Haziran seçimlerinden sonra oluşan Meclis aritmetiği muvacehesinde kökü dışarıda bulunan FETÖ’lü Erdoğan karşıtı şer cephesi, üç muhalefet partisini bir araya getirip AK Parti ve Erdoğan’ı hedef alan bir hükûmet kurmak için büyük çaba sarf etmiş, ancak MHP bunlara katılmayarak oyunlarını bozmuş, heveslerini kursaklarında bırakmıştı. Bu tutumu sebebiyle operasyoncuların MHP’ye çok kızmış oldukları elbette doğrudur. Haber Ajanda’nın Eylül sayısında bu konuyla ilgili olarak şöyle bir ifadede bulunmuştum: “Tabiatıyla operasyoncuların, bu aykırı Sabri Öğe [email protected] tutumu dolayısıyla MHP’ye çok öfkelenmiş ve ‘sicili’ne bir işaret koymuş olduklarını, zamanı geldiğinde ona bir ‘iyilik’ (!) düşüneceklerini tahmin etmek zor değil!” O süreçte MHP lideri, AK Parti’nin de her türlü birlikte hükûmet kurma teklifini de reddetmek sûretiyle bu tarafın da canını sıkmıştı. Ancak Bahçeli’nin bu retçi tutumu, erken seçim ve dolayısıyla da AK Parti’nin daha da güçlenerek yeniden tek başına iktidar olması sonucunu doğurmuş olduğundan, Bahçeli MHP’sinin devamlı olarak AK Parti’ye destek olduğu kanaatinin oluşmasına, şer cephesinin öfkesinin artmasına neden olmuştu. FETÖ’lü şer cephesinin Devlet Bahçeli’yi MHP liderliğinden tasfiye etme arzusu ve teşebbüsü olabileceğini reddetmek mümkün olmasa da, bugün MHP’de Bahçeli’ye karşı ortaya çıkmış olan hareketi buna bağlamak mümkün değildir. Bu hareket bir anda ortaya çıkmış bir eylem olmayıp, kökü ta MHP’nin Ecevit hükûmetinde yer aldığı 2000’li yılların başlarına kadar uzanır. Sebebi, Bahçeli’nin bencil, şahsiyetsiz ve başarısız siyasetidir. Parti tabanında artarak devam eden hoşnutsuzluk 1 Kasım seçiminde uğranılan bozgunla zirveye çıkmış, fokurdayan “tencere”, kapağını patlatmıştır. Aslında böyle bir durum bir başka partide olmuş olsaydı, bu patlama çok daha önce gerçekleşmiş olurdu. Ne var ki, MHP’de lidere karşı var olan saçma sapan bir itaat kültürü ve Bahçeli’nin despot yönetimi bu vetireyi uzatmıştır. Paralelciler şimdi bu fırsattan istifade etmek isteyebilirler, ama buna dair ortada inandırıcı bir işaret görünmüyor. Sayın Meral Akşener’in paralelci olduğu yolunda ileri sürülen iddialar pek inandırıcı değil. Öyle olsa dahi, koskoca MHP’yi paralelcilerin bir Akşener vasıtasıyla ele geçirmelerini düşünmek akla ziyandır. MHP bu kadar mı köksüz, çürük ve zavallı bir partidir? Fakat görüyoruz ki, Sayın Bahçeli de bu iddiaya sarılmış hâlde. MHP liderinin yüreğine bu defa koltuğu kaybetme korkusunun iyice düşmüş olduğu anlaşılıyor. Ne pahasına olursa olsun, koltuğu kaptırmamak için hiçbir ahlâkî ve yasal sınır tanımaksızın adeta cinnet derecesinde yaptığı utanç verici tasfiye işlerine ilaveten, panik içerisinde şimdi bir de Sayın Akşener’in Paralelci olduğu iddiasına sarılıyor. İnsanda biraz utanma olur! Sormak lâzım: Yahu bu Akşener paralelciydi de sen onu neden milletvekili, neden TBMM Başkan Vekili yaptın? Paralelcilere karşı bugüne kadar hiç sesin çıkmıyordu, onların kötülüğünü şimdi mi anladın? 17-25 Aralık’ta, Cumhurbaşkanlığı seçiminde onlarla omuz omuzaydın, şimdi koltuk sallanınca mı aklın başına geldi? Ve, ve, ve… İşin gerçeği şu ki, Devlet Bahçeli ve etrafındaki kalitesiz oportünist grup, tamamen kendi şahsî rahatları ve saltanatlarının devamı için siyaset yapıyorlar. Davaymış, ülke çıkarıymış, kendi kör çıkarları söz konusu olduğunda bunların umurunda bile değil. Bahçeli’nin bir ailesi, çoluk çocuğu yoktur; “Partideki saltanat, îtibar giderse bu insan nerede, nasıl yaşayacaktır?” düşüncesi herhâlde budur. Yokluk içinde, kanla, canla, bin bir cefâ ile meydana getirilmiş olan bir partinin para ve saltanatı görünce bu hâllere düşmüş olması pek hazindir. Yazık, çok yazık! Anlayamadıklarım Suriyeli muhalif güçleri baştan beri en çok yıpratan Esed’in uçak ve tankları, ilaveten son zamanlarda Rusların uçak bombardımanları oldu. Şayet muhaliflerin elinde etkili uçaksavar ve tanksavar savunma sistemleri olmuş olsaydı, Esed’in işi çoktan bitmiş, muhalifler zaferlerini ilân etmiş olurlardı. Ruslar da perişan olup tası tarağı toplayarak gitmek mecbûriyetinde kalırlardı. Türkiye, ÖSO’ya ve özellikle Türkmenlere silah desteği vermekte olduğu hâlde neden uçaksavar ve tanksavar silahları vermekten çekinmiştir, çekinmektedir? Türkiye’nin elindeki uçaksavar silahı imkânı nedir, bilmiyorum; ama iki kişiyle kullanılan ve soba borusu büyüklüğündeki seyyar, kullanımı kolay tanksavar silahından bol miktarda olduğunu biliyoruz. Bunlar, özellikle şehir içi çatışmalarda yüzde 100’e yakın etkinlik sağlayan silahlardır. Suriye meselesinde Türkiye’nin AB’ye karşı elindeki en önemli kozun sığın- macılar olduğu aşikârken, yapılması gereken daha çok sığınmacının AB’ye gitmesini sağlamak değil midir? Ama görüyoruz ki Türkiye, bunun tam tersini yapıyor ve her gün AB’ye gitmeye çalışan bir sürü kaçağı bir sürü masraf ederek yakalayıp geri getiriyor. Bu da yetmiyor, NATO ile ortak olarak Ege’de kaçak sığınmacı avlıyor. Bu adamlar sorunun kökenine inip Türkiye’ye sığınmacı gelişini önlemeyi düşünmek yerine, işin ucuzuna kaçıp üç beş kuruş vererek yükü Türkiye’nin üstüne yıkmayı istiyorlar. Onlar isterler; çünkü onlar yüzsüz, bencil Batı’dır da, Türkiye’nin tutumunu anlamak mümkün değil! Kahraman güvenlik güçlerimiz terör mücadelesinde en çok kaybı el yapımı bombalardan veriyor. Bu bombaların yapımında kullanılan madde, piyasada bolca satılan amonyum nitrat gübresidir. Bu azotlu gübre tarımda olmazsa olmaz değildir. Onun yerine patlamayan amonyum sülfat, diamonyum fosfat ve üre gibi en az 3 çeşit daha azotlu gübre vardır. Devletimiz neden bu nitrat gübresinin üretim ve satışını yasaklamıyor? “Bu konularda devletin elbette bir bildiği vardır” şeklindeki bir düşünceye katılmak istemiyorum. Geçmişte terörist başı, HDP, PKK ile anlaşma konusunda “Herhâlde Hükûmet’in, bizim bilmediğimiz bir bildiği var, yoksa bu kadar net yanlış yapılamaz” şeklinde düşünmüştük. Netîcede ortaya çıktı ki, meğer Hükûmet’in bildiği bir şey yokmuş! mart 2016 43 haberajanda Toplum Batı’yı Batı yapan, bize düşmanlıkları olmuştur. Doğu’ya düşman olmamış olsalardı, hiçbir zaman “Batılı olma” duygusunu keşfedemezdiler. Ve bir “Batı” inşâsı da gerçekleşmezdi. Batılı olmak, asla bir Doğulu olmamaktır. Batılı olmak, Doğu’yu var eden, kutsî bir takım değerlerle Doğu’ya ruh katan, his dünyasını katman katman yücelten tüm derin duygulardan ayrı, yeni duygumatikler inşâ etmektir. O NLAR kendilerini yüreklendirmek için şiirler yazdırırdı. Spartalıları yüreklendirmek için ne sözler yazıldı! Elegeia şiirler, İyon lehçesi ile yazılan heyecan verici, coşku dolu şiirler… Şâirlerin içinde önde gelen Tyrtaios bir seferinde şöyle diyordu: >>“Güzeldir ön saflarda düşerek ölmek/ Vatan uğruna dövüşen asil adam için!/ Ama şehrini ve zengin tarlalarını bırakıp/ Sevgili anasıyla,/ İhtiyar babasıyla,/ Küçük çocukları ve kız olarak aldığı karısıyla sürünerek/ Dilenmek her şeyden acıdır. Başvurduğu insanlar ona düşman olur,/ Mahrûmiyete, iğrenç yoksulluğa baş eğer,/ Soyunun yüzkarası olur, bozulur göz alıcı güzelliği./ Yoldaş olur ona hakaretler ve sefalet./ Böyle başıboş dolaşan birinin hiçbir itibarı olmaz,/ ne saygı görür, ne değer; ona kimse acımaz. Bu topraklar için cesaretle dövüşelim, çocuklarımız için/ Ölelim, esirgemeyerek canımızı. Gençler, haydi dirsek dirseğe verin, savaşın!/ Ne yüz kızartıcı kaçmaya başvurun, ne korkuya kapılın./ Gayretli olun ve pekleştirin yüreğinizi,/ Hayata 44 mart 2016 Batı’nın lir düşkün olmayın er meydanında. İhtiyarın dizleri dermansızdır,/ Bırakıp kaçmayın onları./ Bir ihtiyarın ak saçları, kır düşmüş sakalıyla/ Ön saflarda düşerek,/ Gençlerin önünde yatması yüz kızartıcıdır./ Kan içindeki mahrem uzuvlarını tutarak, çırçıplak/ Toz toprak içinde cesaretle can verdiğini görmek çirkin ve utanç vericidir. Fakat gençlere her şey yakışır,/ Sevimli gençliğin parlak çiçeğine sahip oldukça;/ Hayattayken erkeklerce seyredilmeye, kadınlarca sevilmeye değer./ Ön saflarda düşünce de güzeldir. Haydi, herkes ilerleyerek iki ayağıyla/ Dimdik dursun toprağın üstünde, dişleriyle dudağını ısırarak.” Tyrtaios, Spartalı Elegeia şâiri… O gün Batı, bugün de Batı… Bütün dertleri, duygu dünyalarında onları harekete geçirecek “gaz” kaybının olmaması… “Aman ha! Gazımız biterse şu dünyaya düşkün insanımızı nasıl harekete geçireceğiz?” endişesi, korkusu, karabasanı her gece üzerlerine leş çöküyor. Korkuları büyük Batı’nın. Ben de keyifle izliyorum… Batı’yı Batı yapan, bize düşmanlıkları olmuştur. Doğu’ya düşman olmamış olsalardı, hiçbir zaman “Batılı olma” duygusunu keşfedemezdiler. Ve bir “Batı” inşâsı da gerçekleşmezdi. Batılı olmak, asla bir Doğulu olmamaktır. Batılı olmak, Doğu’yu var eden, kutsî bir takım değerlerle Doğu’ya ruh katan, his dünyasını katman katman yücelten tüm derin duygulardan ayrı, yeni duygumatikler inşâ etmektir. Lakin Batı olmak, Doğu’suz kalmaktır aslında. Doğu’yu tarih boyunca yüce tutan, Doğulu insanın kendi tutku ve heyecanını diri tutmuş olan güçlü kelimeler ve hisleniştir. “Aşk”, Doğu için yaratılmış bir değerdir. Aşkı yok eden “seks” ise, Batı’nın var oluşunda ürettiği cemiyet cellâdıdır. Zavallı Batı, “aşk” dediğinde Doğulu olduğunu biliyor, demediğinde ise öleceğini! Sırf bir Batı inşâsı için kendinin cellâdı toplumlardır bunlar. Geçmiş zaman, sözünü etmeye gerek var mı bilmem, ama mâzisinde gençlerini heyecanlandırmak için ya sefil bir hayatla tehdit eden ya da biblo değerler icâd edip coşturmak için gaz veren Batılı mühendisler, özgüven yüklemesi yapmak için mitoloji gibi araçları kullanmışlardır. Şimdi bir de Doğu’nun mâzisine bakalım… Batı için ne kadar utanç verici bir fark bu! Doğu’da analar kahraman doğuruyor. Doğal hayat, kendi kahramanlarının hikâyeleri ile dolup taşıyor. Değerler yaşamın bir parçası, büyük mânâlar günlük hayatın için- ik sonu de rutine bağlanmış. Çıldırmasın da ne etsin zavallı Papa Urban?! Böylesine büyük bir fark varken, Batı bugün maskesinin altında cüzzamlı suratını saklayamaz olmuştur. Doğu’da ateş tarlalarını izlerken, insanlıktan söz etme hakkının kalmadığını utanmadan itiraf edebiliyor. Akdeniz’de Doğulu bebek cesetleri, kara bir leke gibi Batı’nın yüksek insanlık (!) değerlerinin içi boş laftan öte hacet olmadığını ifşâ etmiştir. Her gece yarısı, karanlık loş bir salonda, mum ışıklarının titreyen gölgeleri arasında, birkaç sesi kısık adamın Doğu dünyası için kötülük getiren yeni bir plan yaptığına inanırız biz de. Ne yapalım, bunu hep yaptılar. Bir planın kurbanı olmaya alıştık biz. “Evet, şimdi bizim için ne plan yaptılar?” diye her sabah merakla bekledik bir Batılı musîbeti. Oysa devir değişiyor. Görmemiz gerek. Kör gözlere Rabbimden merhem, ışık, derman gerek. Kör kalplere Rabbimden ferâset ve hikmet Muhammed İkbal Bakırcı [email protected] gerek. Evet, devir değişiyor. Çünkü güneş batıdan doğmaktan vazgeçiyor. Şimdilerde doğudan güneşin doğuşunu izlemek için dünyalılar muştu tepesine toplanıyor. Toprağın altı ecdâd dolu; toprak, ecdâdın mîrasını taşıyor. Zaman, tüm bu mâzinin saklı tutulduğu kutsal bir sandık gibi şimdi önümüzde. Açılası günler yakındır! Doğu dünyasının ruhu Batı tarafından büyülenmişti. Bugün İlâhî bir dokunuşla adeta karanlık bir örtü Doğu entelektüellerinin kalplerinden kalktı ve gönüllerdeki İlâhî bahçe ışıkla doldu, Cennet’ten meyveler fark edilir oldu; gönüller arası bağ kuruluyor, cemiyetlerin birbirine akan suları ağır aksak da olsa yön almaya başladı (günü gelir, gür bir edâyla akar elbet), “Gök kubbe bizim kubbemiz; Hilâl, tüm bu medeniyetin şerefidir” der olduk bütün bir Doğu dünyası olarak. Biz Doğulular, farkındayız artık, dedektif aramaya gerek yok, katil Batı’dır! İşte bu, zavallı Batı’nın lirik sonudur! mart 2016 45 HABERA JANDA SÖYLEŞİ 2003 yazında ayrıldım; topluluk, bir bütün olarak benim için bütün kredisini yitirmiş durumdaydı. Fakat 2010 “Mavi Marmara” olayına kadar F. Gülen’in şahsına olan güvenimi, saygı ve sevgimi yitirmemeye çalıştım. Bugünden dönüp geriye baktığımda, aslında o 7 senede kendi kendimi kandırmaya çalıştığımı görüyorum. Ama herhâlde F. Gülen’i ve Cemaat’i aynı anda infaz etmek, benim psikolojimin kaldıramayacağı bir şeymiş galiba, o yüzden böyle bir “kademeli terk” süreci yaşadım. *** Çok ağır şekilde küfrettiğimi hatırlıyorum... Geçen altı sene boyunca bu sözle sergilediği iğrençliğin de üzerine tüy diktiği daha onlarca sözü ve tavrı oldu. Bu durumda böyle bir varlıktan “Fethullah” gibi güzel bir isimle bahsetmek, benim Müslüman vicdanımın yapamayacağı bir şeydir. O yüzden ona “F.” diyorum, sadece “F”… 46 mart 2016 Said Alpsoy Mehmet Serhat Bıçak // [email protected] Araştırmacı-Yazar Said Alpsoy: “İslâm’ın dışında kalan bir şey, aslında olamayan bir şey demektir!” S ORGU ve keşif, insanın kendi düşünsel varlığını ispat açısından çok önemli iki oluş. Sorgu ve keşiften yola çıkınca aklıma geldi; bir büyüğümden işitmiştim, diyordu ki, “Hayret ve hayâ îmandandır”. Gerçekten de bu iki haslet, doğuşundan itibaren insanda gözlemlenen iki önemli özelliği taşır. Hayret de, hayâ da “merak” düşüncesi üzerinde şekillenir. Biri insanı merak etmeye yönlendirirken (pozitif bilinç), diğeri ise merak etmeme konusunda sınırlandırır (negatif bilinç). >> Hayret ve hayâ, insanın en temiz özelliklerinden ikisidir. Şöyle düşünelim: Hayata yeni yeni adımlar atmaya başlamış bir çocukta, gözüyle gördüğü, kulağıyla duyduğu, burnuyla kokladığı, diliyle tattığı, eliyle tuttuğu, ayağıyla bastığı her yeni şey birer merak çağrısı oluşturur. Ancak bu öğretilerin kimi hayreti, kimiyse hayâyı tetikler. En sevimli hayret ve en tatlı utanma tepkileri çocuklarınki değil midir? Yaşı ilerledikçe, öğrenmeye dayalı merak çağrılarında azalma görülür insanın. Ancak bunun tersi yönünde hareket edenler vardır. Bunlar öncü insanlardır. Çünkü onlar, üzerinde durdukları hayret ve hayâ ile en başta belirttiğimiz iki hareketin sürmesi için dinamometre vazifesi görürler. Çünkü onlar, sorgu ve keşfi hayatın anlamı bellemişlerdir. Hele bir de bu insanlar İslâm ile şereflenmişlerse, onların bu çerçevede kendilerine düstur edindikleri birçok değer vardır. Onlar, örneğin pek kıymetli bir hadîs-i kutsî olan “Ben gizli bir hazineyim, bilinmeyi murâd ederim” sözü- nün ardından giderler. Çünkü her sorgu bir keşfi getirecek, her keşifse Biricik Mukaddes Hazine’ye vâsıl olma yolunda adım atmayı sağlayacaktır. Bu sorgu ve keşif insanları, sırf Biricik Hazine’ye vâsıl olabilmek için “İlim, insanın yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır” hadîs-i şerifinin ardınca Kur’ân ve Sünnet’in konuşulduğu ilim meclislerine girerler. Ancak onlar, girdikleri meclisler içinde de aynı meziyeti sürdürür, sorgu ve keşiften caymazlar. Onlar, bulundukları her yerde yine hayret ve hayâ makamında otururlar. Hayretleri arttıkça o mecliste kalmaya devam eder, hayâ makamına bir şey dokunursa oradan çekip giderler. Babamla tanıdığım Said Alpsoy’u bu dizideki kimselerden ayrı tutmayacağım. Zira o, girdiği ilim meclislerinde buraya kadar bahsetmiş olduğumuz her tavrı kendisine çizgi edinmiş kıymetli biri. Kur’ân ve Sünnet’i kendisi için tartışma noktasında bir hayâ sınırı edinmişken, girdiği meclisin bu sınırı aşmaya kalkıştığını gördüğünde durmamış, terk etmiş. Mecliste bulunduğu sürece sorgu yeteneğini muhafaza etmiş. “F. Gülen” diyerek andığı çelişkiler insanının başını çektiği grupsa bu noktada onu çok yaralamış. Çünkü oranın bir ilim meclisi olmadığını acı bir süreçle öğrenmiş. Zira söyleşimiz sırasında sizin de tanık olacağınız üzere, işleyiş ve söylem noktasında “Cemaat” şeklinde anılan yapıyı sorgularken “en baştaki şahsa” karşı yine de mart 2016 47 HABERA JANDA SÖYLEŞİ “hayâ” göstermeye çalışmış. Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bizi kandırmışlar!” şeklindeki çıkışını Alpsoy şöyle bir özeleştiriyle perçinliyor: “Kendimi kandırmaya çalışmışım…” Said Alpsoy’un yaşadığı bu hâlet-i rûhiyenin birçok insan tarafından yaşandığını bizzat kendim yaşadığım için biliyor ve bu yüzden kendisine olan şahitliğimi arz etmek istiyorum. Söyleşimize dair soruları öz, dolambaçsız ve ihlâsla cevaplandırdığı için tekrar kendisine teşekkür ederken, dinî hayata, ülkemize ve kendisine nasıl baktığını rahatlıkla görebileceğiniz Said Alpsoy söyleşimizi takdirinize sunuyorum… *** “Hayatî derecede önemli bir konu bu!” • Kamuoyu sizi elbette tanıyor ve seviyor ama biraz kendinizden bahseder misiniz? Bismillahirrahmanirrahim… 1965, İzmir-Foça doğumluyum. Üniversite eğitimimi yarım bıraktım. İstanbul’da oturuyor ve yayın editörlüğüyle iştigâl ediyorum. Çalışmalarım, Gezi olaylarından bu yana İslâmî ilimler ve temel İslâmî değerler çerçevesinden yakın tarih ve Türkiye ile dünyanın güncel alanlarına döndü… • Belirtmiş olduğunuz üzere sizi tanıyanlar da daha çok İslâmî ilimlerle alâkadar olduğunuzu biliyorlar, yayınlanmış eserlerinizin bu alanlardaki çokluğu da dikkat çekici. 48 mart 2016 Kelâmcılar arasında meşhur olan “Allah, sıfatlarıyla muhat, esmâsıyla malûm, Zât’ında mevcûd-u meçhuldür” tespitinden yola çıktık ve bu dünyada bir insan için Allah’ı bilmenin en iyi yönteminin O’nun isimlerini bilmek olacağını düşündük. Ancak tarihe karşı olan ilginizden bahsederek devam edelim dilerseniz? Deyim yerindeyse, benim ilk göz ağrım tarihtir. “Tarih” deyince alan ayrımı yapmakta zorlanırım, ama en başta erken dönem Cumhuriyet tarihi, modern Batı ve dünya Tarihi ile Osmanlı tarihi gelir. • Bu alandan söz açılınca, İslâm ve özellikle de Osmanlı tarihi üzerine yaptığınız çalışmaların dikkat çekici ve kayda değer olduğunu görüyoruz. Tarih, kendisini bir bütün olarak ele alınca günümüzü ve geleceği şekillendirmesi noktasında önemli bir konu. Bu çerçevedeki çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Ne yazık ki, işaret ettiğiniz nitelikte bir çalışmaya bilfiil el atabilmiş değilim. Günlük gelişmelerin ilham verdiği ya da zorunlu kıldığı acil nitelikteki projeler gündemimi fazlasıyla dolduruyor. Hâlbuki sorunuzda işaret ettiğiniz yaklaşımı son derece önemsiyorum. Ve senelerden beridir aklımın bir yerlerindedir tarihi bütüncül bir yaklaşımla ele almak ve de Kur’ân, Sünnet ve ikisinden kaynaklanan İslâm âlimlerinin müktesebatına dayalı İslâmî bir tarih felsefesi ve tarih yazım yöntemiyle İslâm Medeniyeti’ne eskimeyecek Mehmet Serhat Bıçak bir katkıda bulunmaya aday, kelimenin tam anlamıyla “orijinal” çalışmalar yapabilmek. Hayatî derecede önemli bir konu bu, ancak şu anki acil projelerden nasıl fırsat bulabileceğimi bilmiyorum… “Risâle-i Nûr temelli yeni bir bilim felsefesi çalışması beni fevkalade heyecanlandırıyor!” • İslâmî çalışmalarınız ve Türkiye’nin yakın geçmişine dair söylemlerinize baktığımızda Risâle-i Nûr eserleriyle biçimlenen bir Said Alpsoy hayatı karşımıza çıkıyor. Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerine olan muhabbetinize dair neler söylemek istersiniz? 17 yaş gibi çok erken sayılabilecek bir tarihte, Allah’ın lütfu saydığım bir kısım tevâfuklar sonucunda Risâle-i Nûr ile tanıştım. Ve bu tanışıklık, benim düşünsel yapım ve İslâmî kimliğim üzerinde çok net bir etki yaptı. Fakat kendimi klasik bir Nurcu olarak kabul etmiyorum. Yani Bediüzzaman’ı iftiharla “Üstad” kabul etmekle beraber, tespitlerine ve fikirlerine katılmadığım yerler de vardır. Risâle-i Nurlara yeni bir bakış açısıyla ve sanki ilk defa karşılaşılıyormuş gibi yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Burada çok uzun tutacağı için müsaadenizle bunlarla ne demek istediğimin detaylarına girmiyorum. Sadece “Risâle-i Nûr temelli yeni bir bilim felsefesi” çalışması beni fevkalade heyecanlandırıyor. Ama tabiî bu benim alanım değil. Ehli olan birileri hakkını vererek gerçekleştirirse, kendi adıma da, ümmet-i Muhammed (sav) adına da çok müteşekkîr kalırım. “O topluluğu, ümmet-i Muhammed için önemli sanmıştım” • “Risâle-i Nûr” deyince, bu güzîde eser üzerinden Türkiye’de şekillenen farklı kanalların oluştuğunu da hatırlıyoruz. Bu noktada siz de Fethullah Gülen grubunda yer aldınız. Bu gruba girerken nasıl bir tahayyüle sahiptiniz? 20’li yaşların başında, son derece heyecanlı ve saf, İslâm’ın hâkimiyetini, ümmet-i Muhammed’in (sav) kendi kimliğini ve saygınlığını kazanmasının önemli bir enstrümanı olduğunu zannediyordum. Ve o yıllarda bu türlü bir zannı besleyecek tarzda gerçekten çok fazla argüman içeriyordu F. Gülen topluluğu… “Aslında o 7 senede kendi kendimi kandırmaya çalıştığımı görüyorum” • O yıllardan, grup içindeki duruşunuz ve tavrınızdan bahsetmek ister misiniz? Gruptan ayrılışınız hangi sebepler üzerine gerçekleşti? Neler yaşadınız? İlk senelerde, az önce ifade ettiğim gibi büyük bir heyecan ve sahiplenme duygusu içinde o topluluğa olan mensûbiyetimi varlığımın ve Müslümanlığımın en önemli sebebi olarak hissediyordum. Ve maddî-manevî her şeyimle F. Gülen topluluğunun faaliyetlerine katılmaya çalışıyordum. 1995’ten itibaren başlayan Diyalog, Açılım Süreci ve ardından 28 Şubat dönemi sıralarında takınılan tavır, bende ilk soru işaretlerini ve itirazları tetikledi. Bunlar gittikçe yoğunlaştı. 2003 senesi yazında topluluğun dışarıya gösterdiği yüzüyle benim görmekte olduğum gerçeği arasındaki zıtlık, vicdanımın daha fazlasını kaldıramayacağı bir noktaya gelmişti. Bu durumu iki kelimeyle, “manevî dejenerasyon” olarak özetleyebilirim ki, o günden bugüne ortaya koydukları bütün yanlışlıkların özü budur. 2003 yazında ayrıldım; topluluk, bir bütün olarak benim için bütün kredisini yitirmiş durumdaydı. Fakat 2010 “Mavi Marmara” olayına kadar F. Gülen’in şahsına olan güvenimi, saygı ve sevgimi yitirmemeye çalıştım. Bugünden dönüp geriye baktığımda, aslında o 7 senede kendi kendimi kandırmaya çalıştığımı görüyorum. Ama herhâlde F. Gülen’i ve Cemaat’i aynı anda infaz etmek, benim psikolojimin kaldıramayacağı bir şeymiş galiba, o yüzden böyle bir “kademeli terk” süreci yaşadım. “Ona ‘F.’ diyorum, sadece ‘F’…” • Fethullah Gülen, sizin için ne zamandan sonra “F. Gülen” oldu? Niçin? Bu isme verdiğiniz unvan neden “Çelişkiler İnsanı”? Sorunuzun ilk bölümüne bir önceki sorunuzda cevap vermiş oldum aslında. Net tarih, 1 Haziran 2010 idi; Wall Street Journal muhabirine, daha “bir gün önce” yaşanmış olan “Mavi Marmara” olayını kast ederek, “Otoritelerden (yani ‘İsrail’ demek istiyor) izin alınmadan gidilmemeliydi” sözü… Çok ağır şekilde küfrettiğimi hatırlıyorum... Geçen altı sene boyunca bu sözle sergilediği iğrençliğin de üzerine tüy diktiği daha onlarca sözü ve tavrı oldu. Bu durumda böyle bir varlıktan “Fethullah” gibi güzel bir isimle bahsetmek, benim Müslüman vicdanımın yapamayacağı bir şeydir. O yüzden ona “F.” diyorum, sadece “F”… “Çelişkiler İnsanı”na gelince… Bence bu varlığın bütün hayatını en güçlü biçimde karakterize eden özellik, 180 derecelik dönüşleri… Böyle olunca, “Çelişkiler İnsanı” ismi kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Tabiî bu, yine de son derece saygın bir niteleme… O hak ettiği için değil de, “Allah çirkin sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz” (Nisa,148) âyetine karşı gelmemek ve insanlara duyduğum saygı nedeniyle hâddimi aşmıyorum. Yoksa “Çelişkiler İnsanı” yerine başka sıfatları tercih ederdim... “Yeni çalışmamda F. Gülen’in kitaplarındaki maddî bilgi hatalarının üzerinde duruyorum” • Şu an meşgûl olduğunuz mart 2016 49 HABERA JANDA SÖYLEŞİ İnsana ve topluma ait olup da İslâm’ın kapsama alanı dışında kalan hiçbir şey yoktur. Başka bir ifadeyle, “İslâm’ın dışında kalan bir şey, aslında olamayan bir şey demektir”. Böyle olan bir dini dünyanın ve siyasetin dışında nasıl tutabilirsiniz? Laiklik ve her çeşit seküler anlayışla nasıl uyumlu hâle getirmeye çalışabilirsiniz? çalışmalara dair bilgi alabilir miyiz? Allah izin verirse, ilk bitecek olan çalışmamda F. Gülen’in kitaplarındaki maddî bilgi hatalarıyla ilgili bir kitap üzerinde duruyorum. Şu anki görüntüye göre ondan sonra da erken dönem Cumhuriyet tarihiyle ilgili bir çalışma sırada bekliyor… “Kâinat Allah’ı öğretmek, insan da O’nu (cc) öğrenmek için yaratıldı” • “Allah’ı Bilmek” ismiyle kurduğunuz internet sitesinde O’nu (cc) özellikle de Güzel İsimleriyle okumanın ve anlamanın gereğinden ve değerinden bahsediyorsunuz. Bununla neyi hedefliyorsunuz? Kelâmcılar arasında meşhur olan “Allah, sıfatlarıyla muhat, esmâsıyla malûm, Zât’ında mevcûd-u meçhuldür” tespitinden yola çıktık ve bu dünyada bir insan için Allah’ı bilmenin en iyi yönteminin O’nun isimlerini bilmek olacağını düşündük. Allah’ı bilmenin önem ve gereğinden bahsetmeye ise lüzum yok. Zâriyat Sûresi’nin 56. âyetinde bu iş 50 mart 2016 yaratılış sebebi olarak zikredilmiş. Yani kâinat Allah’ı öğretmek için, insan da O’nu (cc) öğrenmek için yaratıldı. “Kullanışlı aptallar ile satılmış alçaklar” • Günümüzde “Kur’ân’daki İslâm” ya da “hadislerin tahrifi” şeklinde sunulan birtakım tartışmalar var. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yaklaşımı savunanlar ikiye ayrılıyor: Kullanışlı aptallar ile satılmış alçaklar… “Kullanışlı aptallar”, ciddî bir İslâm altyapısına sahip olmayıp da bu söylemi ağızdan dolma bir biçimde benimsemiş, neyin ne olduğunu bilmeyen, kendisine göre orijinal laflar söyleyip dikkat çekmeye çalışan ve genellikle kişilik bozuklukları olan bazı tiplerdir. “Satılmış alçaklar”a gelince… Bunlar, ilâhiyat eğitimi almış, dolayısıyla haklarında diğer grup gibi cehalet mazeretini düşünemeyeceğimiz insanlar. Bunların maksatları, ahiretlerini dünyaları karşılığında satarak bir yerlere gelmek… Bu nitelemeler bazı insanlara ağır gelebilir, ama ben bu noktada çok soğukkanlıyım. Bu kadar ağır konuşmamın sebebi ise, İslâmî ilimlerden ve özellikle “Hadis Usûlü” ve “Hadis Tarihi” denilen disiplinlerden biraz nasibi olan bir kimsenin “Hadisler uydurulmuştur, Sünnet yoktur, İslâm’ın temeli sadece Kur’ân’dan ibarettir” demesinin imkânsız olduğu gerçeğidir. Bu projenin geçmişi 19. Mehmet Serhat Bıçak yüzyılda Hindistan’ın (bugünkü Pakistan ve Bangladeş ile beraber) İngiliz sömürgesi olduğu döneme uzanır. Amaç ise İslâm’ı hadis ve Sünnet’in temsil ettiği pratiğinden soyutlayıp, birey ve toplum için düşünce ve inanç biçiminin yanı sıra, bir yaşam biçimi de olmasını ortadan kaldırmak, yani İslâm’ı formel olarak bugünkü Hıristiyanlığa dönüştürüp dünyanın dışına atmaktır. Şimdi zannederim ki “kullanışlı aptal” ile “satılmış alçak” nitelemelerim daha iyi anlaşılmış olur. “CHP’nin iktidar olması, 500 hidrojen bombasının patlamasından daha yıkıcı olur!” • Özellikle CHP (CHF) ve Gezi olayları üzerine durduğunuz çalışmalarınız oldu. Biraz bahsetmeniz mümkün mü? CHP, 1950’den bu yana girdiği hiçbir seçimi kazanıp tek başına iktidar olamadı. Çünkü seçimsiz olarak ve süngü zoruyla CHP’nin tek başına iktidar olduğu 25 senedeki marifetleri insanlar tarafından biliniyor, hatırlanıyordu. Fakat zaman geçiyor, nesiller değişiyor. Ve yeni gelenler, doğal olarak CHP’nin gerçekte ne demek olduğunu kendi tecrübelerine dayalı bir biçimde bilmiyorlar. Bu da, başka şartlar da bir araya geldiğinde -Allah korusunCHP’nin kazara da olsa tek başına iktidar olabilmesi riskini doğuruyor. Böyle bir olay ise, tahrip potansiyeli olarak Türkiye’nin üzerinde aynı anda 500 hidrojen bombasının patlamasından daha yıkıcı olur. Düşünebiliyor musunuz CHP’nin tek başına 4 yıl boyunca ülkeyi yönettiğini? İşte memleketin ve milletin böyle bir felaketle karşı karşıya gelmemesi için yeni yetişen nesillere CHP’nin “öğretilmesi” gerekiyor! Ben de o yüzden bu konu üzerinde çalışarak büyük bir vatanî görev yerine getirdiğimi düşünüyorum. Gezi’ye gelince… Uluslararası Haçlı-Siyonist ittifakı, Haziran 2013’ten itibaren Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında Türkiye’yi ve Türkiye’nin şahsında ümmet-i Muhammed’i (sav) hedef aldı. Gezi’nin tarihsel anlamı kısaca bu! Ayağa kalkıp onların bu dünyada da saltanatlarını yerle bir edeceğimiz ve İslâm’ı bir kez daha bütün dünyada hâkim-i mutlak kılacağımız korkusu… İşte bu tespit bana “Gezi Komplosu”nu yazdırdı! “İnsana ve topluma ait olup da İslâm’ın kapsama alanı dışında kalan hiçbir şey yoktur” • Kanal A ekranlarında yayınlanan “Büyük Komplolar” programıyla Türkiye’nin kuruluşundan günümüze siyasî arka planlarını analiz ederken, “Dindarlar siyasetle uğraşmazlar” algısını yıkmak için yoğun çaba sarf ediyorsunuz. Bu algı üzerine konuşalım mı? Bu algı üzerinde F. Gülen’in katkısı hangi çaptadır? Çok önemli bir noktaya temas etmiş oldunuz! Dinin ve dünyanın, İslâm’ın ve siyasetin ayrı şeyler olduğu ve birbirlerine karıştırılmamaları gerektiği algısı, bugün ve yakın gelecekte en hızlı ve en öncelikli bir biçimde yıkılması gereken bir “şeytanın sağ taraftan yaklaşma” taktiğidir. Doğruları maddeleyerek gidelim: Birincisi… Kitap ve Sünnet’te kavramsal olarak din-dünya değil, dünyaahiret ayrımı vardır ki bu, konumuzla ilgisi olmayan çok farklı şeyleri kast eder. İkincisi… Kur’ân, dünya, toplum ve siyasetle dopdoludur. Demirel’in, 1990’ların sonunda Cumhurbaşkanı iken “Kur’ân’da 230 tane sorunlu âyet var” sözüyle kast ettiği de bu durumdur! -Şu sıralar muhtemelen Münker ve Nekir ile bu sorunlu âyetlerin ve bunların nasıl sorunlu olduğunun mütalaasını yapıyordur(!). Ve herhâlde ulaşacağı sonuçları muhakeme-i Kübra’da mahşer halkına anlatacaktır(!).Üçüncüsü… Efendimiz (sav) hem Peygamber, hem devlet başkanı, hem Din vazıı ve hem de devlet kurucusu idi. Ve dördüncüsü… Kur’ân ve Sünnet temelli İslâm dini, bir kişinin yemeğe nasıl başlayacağından bir ülkenin siyasî ve ekonomik düzenini belirleyen temel ilkelerin neler olması gerektiğine kadar her şeyi kapsamına almıştır. İnsana ve topluma ait olup da İslâm’ın kapsama alanı dışında kalan hiçbir şey yoktur. Başka bir ifadeyle, “İslâm’ın dışında kalan bir şey, aslında olamayan bir şey demektir”. Böyle olan bir dini dünyanın ve siyasetin dışında nasıl tutabilirsiniz? Laiklik ve her çeşit seküler anlayışla nasıl uyumlu hâle getirmeye çalışabilirsiniz? Esasen bu mesele, ciltler dolusu kitap yazdırmayı gerektirecek hacme ve öneme sahip, şimdilik şöyle toparlamış olayım: Ümmet-i Muhammed’in (sav) hedefi üç şey olmalıdır: “Kelimetullah’ı âlî, İslâm’ı hâkim, Şeriat’ı âmir kılmak…” F. Gülen ve topluluğunun bu konudaki gayretlerine gelince, tahmin edeceğiniz gibi… Bakara Sûresi’nin 85. âyetine yok muamelesi yaparak entelektüel anlamda da kendilerini perişanlıktan rezillik çukurlarına yuvarlayan “Kur’ân’da devletten bahseden hiçbir âyet yok ki” gibi zavallı argümanlarla Haçlı ve Siyonist patronlarının bir taşeronu olarak yüklendikleri “İslâm’ı Protestanlaştırma” misyonlarına devam ediyorlar. Bu konuda ne kadar etkili olduklarına gelince… 17 Aralık 2013’ten bu yana geçen süreçteki çöküşleri, bu soruya bir cevap verebilir. Bundan sonrasına gelince, Allah-u âlem bi’s-sevap… Allah, Dinini koruyacaktır! Duâmız şu: Resûl’ünün (sav) ümmetini de bu gibi sapıklıklardan muhafaza buyursun… • Bu güzel ve öz dolu söyleşi için çok teşekkür ederim Hocam… Ben teşekkür ederim... mart 2016 51 haberajanda Kripto Onun sembolize ettiği tanrı, Firavun dinine adını vermiş olan “Osiris”… Hıristiyanlık teslisizminin kök hücresi olarak “Ra” dini, Mısır’a üç temel tanrı sunmuştu: Kocası Osiris, karısı İsis ve oğlu Horus… Tanrıça İsis, Osiris’in eşi olmadan önce kız kardeşiydi. At Meydanı’ndaki Dikilitaş, Osiris’in erkeklik organı… Varın, gerisini siz düşünün! *** İşte bu sebeplerle İngo-Judik şirket, Fransa’yı Almanya’dan koparıp kendi kampına çekmek zorundaydı. Nice zamandır bunun için Paris’i iknaya çalışıyordu. Bu çalışma, Rus’un bölgeye inişiyle ikna boyutundan çıktı ve bir zorunluluk hâlini aldı. Ne pahasına olursa olsun Paris, Berlin’i bırakıp Londra’yla beraber hareket etmeliydi, tıpkı daha önceki dünya harplerinde olduğu gibi. İşte bu sebeple Paris’te üst üste patlatıldı bombalar ve 30 küsur kişi katledildi. *** 52 mart 2016 Seydahmet Karamağralı [email protected] At Meydanı’nda küresel kapışma Alman Çeşmesi’ndeki kan B İZANSLILAR Hipodrom, Osmanlılarsa konu edindiğimiz yere “At Meydanı” diyorlardı. Hipodrom veya At Meydanı, bir bakıma siyaset meydanıydı her iki devlet zamanında da. Gerek Bizans, gerekse Osmanlı’nın devlet işleyişinin günlük siyaseti orada şekillenirdi. İsyanlar, idamlar, Osmanlı’nın son günlerinde yapılan mitingler bu alanda yapılmaktaydı. Sonra Cumhuriyet kuruldu ve meydan, siyasetten elini eteğini çekerek dünya gezginlerinin uğrak yeri oldu. Daha önceki bir yazımızda, “Garip bir şekilde, sürekli gerileyen Bayırbucaklı savaşçılardan ve “Ha düştü, ha düşecek!” denilen Türkmen dağından farklı haberler gelmeye başladı, farkında mısınız? Yani Alman Tornadoları İncirlik’e indikten sonra Abdülhamit Birlikleri şaha kalkmış gibi İran ve Esad güçlerini geri püskürttüler. Rus uçakları boş dağları bombalar hâle geldi. Niçin? Yoksa Alman-Türk ittifâkı Türkmen dağından başlayarak Suriye’nin kaderiyle oynamaya mı başladı? Suriye planlanandan bir başka noktaya mı evrilmekte? Bu soruların cevabı yok henüz. Zira ortada resmiyet kazanmış bir Türk-Cermen ittifâkı da yok” diye yazmıştık o günlerin vaziyet-i umûmiyesini tespit için. Ancak doğruydu yazdıklarımız, çünkü ortada henüz bir Sultan Ahmet olayı bulunmamaktaydı. mart 2016 53 haberajanda Kripto Ayasofya ve Sultan Ahmet Camii ile Topkapı ve İbrahim Paşa Saraylarının mimarî harikalarıyla çevrili olan alana günümüzde “Sultan Ahmet Meydanı” denmekte. Yukarıda değinildi ya, meydanın geçmişi Yeniçerilerin “İstemezük!” nidâlarıyla kazan kaldırışlarına şahit olagelmiş. Neredeyse 1453’ten itibaren Aksaray’daki “orta koğuşları”ndan kalkan “devşirme kapıkulları”, çelik gaddarelerini kuşanıp isli hoşaf kazanlarını başlarının üzerine kaldırarak kopuşuyorlardı At Meydanı’na tarihin fulû sayfalarında. Ağızlarında “İstemezük!” naralarıyla Laleli’den Divanyolu’na doğru akarken ahali yan sokaklara sapıyor, esnafsa dükkânlarını kapatıp birer köşeye siniyorlardı korkularından. Zira ne zaman İslambol semalarında bir “İstemezük!” vaveylası kopsa, Devlet-i Âliyye’nin tepesine kan düşüyordu. Tarih boyunca devşirme dönmelerinin “kelle şehveti” onlarca kez taşmış ve ricâlin başını yemeden sükûnete ermemişti. Hatta türbesi Sultan Ahmet Camii’nin yanında sessiz sedasız kanlı meydanı süzen İkinci Osman var ya, en iyi o bilirdi gaddarenin acısını. Gerçi onu katlederken dönmeler gaddare kılıncı kullanmamış, Hanedan mensûbunun kanını akıtmama geleneğine uyarak yay kirişi kullanmışlardı. Fakat olsun, ha gaddare, ha kiriş! İkisinin de vazifesi kelle koparmak değil mi? Böylece devşirme taifesinin meydan patırtısı, kirişten çok gaddare kullanarak bir kanlı sayfanın daha yazılması işlemini tamamlamıştı tarihin altı yüz yıllık evresinde. Hele bir “Vak’ay-ı Vakvakiye” vardı ki bu meydanın tarihçesinde evlere şenlik! Alman Çeşmesi’ne on adımlık mesafedeki anıt çınarın dili olsa da dallarında sallandırılanların hikâyelerini anlatsa… Meydanın güney cephesinde mâsumiyetin timsali Sultan Ahmet yükselmekte. Altı minaresinden aynı anda altı kez okunan ezanlarını memleket semasına salıyor nazlı nazlı, İstanbul’a rahmet olsun, sakinlerinin üzerine yağsın diye. Osmanlı medeniyetinin şâheseri sayılan Mavi Cami, padişahlar içerisinde en merhametlisi sayılan Birinci Ahmet Han’ın eseri. Bugünlerde bir televizyonda gösterilen Muhteşem Yüzyıl dizisinin “Ahmet”inden söz ediyoruz. Daha açığı, “Kösem’in kocası”ndan… O Ahmet Han ki, merhameti nedeniyle Fatih Kanunnâmesi’ni değiştirmiş ve şehzade katliamı yönetmeliğine son vermişti. Bu yüzden katledilmedi küçük kardeşi Mustafa. O Mustafa, iki ayrı zamanda iki kez sultan oldu Osmanlı’ya. Lakin her iki saltanat süresi de aylarla sınırlı kaldı. Zira ölüm korkusu içerisinde geçen bir yaşam, zavallı şehzadenin ruh sağlığını altüst etmişti. Sultan Ahmet Camii’nin tam karşısında olup meydanın kuzeyini tutan yapı, “İbrahim Paşa Sarayı” adıyla biliniyor. Sarayın sahibi olan İbrahim Paşa da yabancımız değil. O da Muhteşem Yüzyıl’ın bir önceki dönemi olarak izlenen Hürrem’in Pargalısı… Devrin Sultanı Kanunî’nin güçlü veziri… Tarihler onu “Damat” diye de sıfatlıyor, “Makbûl” diye de. Fakat ilk başlarda Pargalı İbrahim’in “Makbûl” olan sıfatı, boğdurulmasından sonra “Maktûl”e dönüşmüştü. Ve Pargalı’nın, Sultan Ahmet Meydanı’nın kuzeyinde yer tutan ünlü sarayının duvarına kanı bulaşmıştı. Meydanın ortasında yer alan Alman Çeşmesi’nin on adım doğusunda da bir anıt yükselmekte. Hatta iki anıt da diyebiliriz. Biri meydana girenlerin ilk gözüne çarpan meşhur Mısır obeliski: “Dikilitaş”... Asıl vatanı Mısır ve asıl sahibi de firavunlar olan bu dört köşeli taşın ucu bir piramit şeklinde son bulmakta. Piramidin yüzeyinde tek göz yok, ama bu, onun mâsumiyetinin işareti sayılmasın ha! Zira o tek göz “taşın gövdesinde”! O tek gözün altında da, üstünde de diğer hiyeroglif şifreleri kazınmış. Roma döneminde Mısır’dan getirilip o devirde dünyanın merkezi sayılan Nova Roma, yani Konstantinopolis’in meydanına dikilen bu taşın Ezoterik işaretlerle bezeli Gnostik mesajlar içerdiği bilinmekte ehlince. Mısır obeliskinin yanında 54 mart 2016 Seydahmet Karamağralı da yarısı, hatta üçte ikisi kırılmış belli belirsiz bir başka sütun yükselmekte. “Yılanlı Sütun” olarak bilinen bu kırık anıt da Gnostizm ve Yılan Tanrı’nın toprak zeminden aşağıya yerleştirilmiş gizemli işareti olarak duruyor orada. Yapıldığı yer Antik Yunan, dikildiği yerse “Delphi Apollon Tapınağı”… Daha sonra “Konstantin’in kenti”ne taşınmış Roma imparatorları tarafından. Tekrar Dikilitaş’a dönelim… Onun sembolize ettiği tanrı, Firavun dinine adını vermiş olan “Osiris”… Hıristiyanlık teslisizminin kök hücresi olarak “Ra” dini, Mısır’a üç temel tanrı sunmuştu: Kocası Osiris, karısı İsis ve oğlu Horus… Tanrıça İsis, Osiris’in eşi olmadan önce kız kardeşiydi. At Meydanı’ndaki Dikilitaş, Osiris’in erkeklik organı… Varın, gerisini siz düşünün! Yeniçerilerin “At Meydanı” dediği ve isyan alanı olarak bilinen bu parkın ortasında yer alan Alman Çeşmesi nasıl ki Almanları remzediyorsa, Mısırlı Dikilitaş da Gnostik yapısı itibariyle Kabala’nın sahibi olan Yahudîlikle akraba ve tabiî tepesindeki piramit ve gövdesindeki göz nedeniyle İllimünati’nin de parmak izi olarak duruyor orada. Osiris’in erkeklik organının en ilintili olduğu günümüz devleti de İsrail tabiî ki. Buradan hareketle İngo-Judik ortaklık ve devamla Masonik Amerika notunu da düşmüş olalım Dikilitaş’taki patlamaya dair yazılan bu makalenin satırları arasına. Meydandaki diğer iki yapı Osmanlı’ya ait: Sultan Ahmet Camii ve İbrahim Paşa Sarayı… Yabancılar tarafından “Blue” sıfatlamasıyla ünlü olan cami Osmanlı’nın mâsumiyetini, yani 1453’ten öncesini remzederken, İbrahim Paşa Sarayı ise Osmanlı’nın kirlenmişliğini ve devletin “devşirmeler dönemi” ve o dönemin kanlı tarihini sembolize etmekte. Hay Allah, konunun zeminini genişletince Alman Çeşmesi’nin tarihçesini unutacaktık az kalsın! Meydanın ortasında bir mimarî eser olarak duran çeşmenin büyüklüğü, her ne kadar yüz adım doğusunda ve Topkapı Sarayı’nın girişinde yer alan Üçüncü Ahmet Çeşmesi gibi naif bir ruha sahip olmasa da bir başka padişaha hediye edilecek kadar, bunu inkâr etmemek lâzım. Bu çeşme, adını da hediye eden ulustan, yani Almanlardan almakta ve yüz yıl evvelinin Alman mimarlarının Batı penceresinden Doğu’ya bakışını yansıtmakta. Bir nevi Şarkiyatçı somutluğu... Çeşme, 1898’de İstanbul’u ziyaret eden Alman Prusyalı Hohenzollern İmparatoru İkinci Wilhelm’in Türk Hakanı Abdülhamit’e hediyesi olarak kaynağında yapılmıştı, yani Almanya da. Alman mimarlarınca yapılan çeşmenin parçaları daha sonra sandıklar içinde getirilmiş ve Sultan Ahmet Meydanı’nda, yine Alman ustalar tarafından inşâ edilmişti. Adı artık “Alman Çeşmesi” idi. Ve gide gide ünlenen ve tarihî bir kimlik kazanan çeşme, o yıllardan beri oturtulduğu parkın ortasında nazlı nazlı su akıtıyor, ziyaretçilerinin gönlünü hoş ediyordu. Ancak Alman Çeşmesi, 2016’nın ilk ayında kan akıttı. Artık onun pirinç musluklarından kim su içer, kim elini yüzünü yıkayarak serinler, bilmem… Alman Çeşmesi’nden Alman tövbesine “E bu kadar tarih yeter!” diyor ve geçiyoruz At Meydanı patlamasının analizine… DAEŞ terör örgütü mensûbu olduğu anlaşılan bir Suriyelinin kendini patlattığı ve kendisiyle birlikte 11 insanın ölümüne, bir o kadar insanın da yaralanmasına sebep olduğu kanlı saldırıdan söz ediyoruz. Bu saldırıda ilginç olan, ölenlerin ve yaralıların neredeyse tamamına yakınının “Alman” olması! Yani kurbanlar, ünlü çeşmeyi yapanlarla aynı ırkın ahfadı. Dolayısıyla saldırı, iki milleti birden hedef alması hasebiyle bir ilk... Yani olayın planlayıcıları, daha evvelki benzerlerinde rastlanmayan bir yolla iki milleti birden yaraladı, iki millete aynı zarfla mesaj yolladılar. Yani tabir caiz değil, fakat bir taşla iki kuş vurdular. Peki, niçin böyle oldu? Bizim “Alman Çeşmesi katliamı” demeyi yeğlediğimiz “Sultan Ahmet’teki terör saldırısı”nın analizine, yakın tarihlerde gerçekleştirilen iki grup DAEŞ tedhişine göz atarak başlamak uygun olacak kanaatini taşıyoruz. Bu saldırılardan birinci seri Türkiye’de, ikinci seri ise Fransa’da gerçekleştirilmişti ve hepsinin altında da DAEŞ imzası vardı. Türkiye saldırılarının ilki 7 Haziran seçimine iki gün kala Diyarbakır’da, ikincisi ise 1 Kasım seçimlerinden bir hafta kadar önce Ankara Garı önünde yapılmıştı. Arada bir de Suruç patlaması vardı tabiî. Bu saldırılar, “Gezi olayları” isimli meşhur başkaldırının devamı niteliğindeydi; üzerindeyse Alman derin devletinin eli olan BND servisinin ajanlarının parmak izlerinin olduğu iddiası vardı. Denildiğine göre olayların derin Almanya ile ilintisinin ispatını Gar Soruşturması’nın arkasında somut delilleriyle ortaya koydu Türk Devleti. Zaten Gezi’den beri şüpheleri vardı, lakin seri patlamaların öncekilerinde ya parmak izleri ciddiyetle takip edilmemiş ya da izler, kimliğini ayan beyan ortaya koyacak kesafette bırakılmamıştı. Ama Gar Soruşturması Türkiye’ye, “İşte yakalandın Şansölye! Kuyruğun elimde” dedirtti. Hatta devlet ilk kez bu kadar kararlı şekilde “Yaktım seni şimdi!” noktasındaydı. Türk yetkililer, cadı kazanının kaynayan zehrini soğutmayarak çelik gibi bir refleksle harekete geçtiler. İşte o zaman fark etti devlet elinde tuttuğu bombanın ne kadar tahripkâr olduğunu. DAEŞ’lilerin dinamit lokumlarına karşılık Türkiye’nin elinde bir “biyonükleer” bomba bolluğu vardı; hem de üç milyona yaklaşan sayıda… mart 2016 55 haberajanda Kripto Meydanın ortasında yer alan Alman Çeşmesi’nin on adım doğusunda da bir anıt yükselmekte. Hatta iki anıt da diyebiliriz. Biri meydana girenlerin ilk gözüne çarpan meşhur Mısır obeliski: “Dikilitaş”... Asıl vatanı Mısır ve asıl sahibi de firavunlar olan bu dört köşeli taşın ucu bir piramit şeklinde son bulmakta. Sonuçta Almanya, Türkiye’yi karşısına değil, yanına almalıydı. Hatta gerekirse Avrupa Birliği’nin asil bir üyesi olarak… Sadece “göçmen gücü” nedeniyle değil, Almanya’nın Türk gücünü anlamasının yanında, zaman içinde başka saikler de Berlin’in, Ankara’ya muhtaç olduğunu perçinleyecekti. Dost olarak değil, müttefîk olarak… *** Geçelim meselenin o yanına… Evet, Suriyeli göçmenlerden söz ediyoruz. Doğrusu ya devlet, “muhacir” ilân ettiği bu mazlumları birer silah olarak kullanmayı asla istemezdi, lakin çaresizdi. Ülke ve millet üzerinde operasyon üstüne operasyon yapan bu zalimleri durdurabilecek başka bir yaptırıma sahip değildi. Devletin zinde derinliklerinde “Gafûr bizi affetsin!” dendi ve muhaciranın kulağına Almanya’nın sığınmacı göçmen alacağı fısıldandı. Ve bu fısıltının ardından on binlerce Suriyeli, yayan yapıldak Trakya’ya dayandı. Daha küçük gruplar da parti parti Yunan adalarına yollandı. Yani biyonükleer bombalar Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Macaristan ve Avusturya’nın hudut boylarında patır patır patlamaya başladığında, Almanlar anladılar Türkiye’nin elindeki gücü. Yaratan, külfet gibi ülkeye yığılan garip gurebânın ne 56 mart 2016 büyük bir nîmet olduğunu Türklere, ne büyük bir felâket olduğunu da başta Almanlar olmak üzere tüm Avrupa’ya göstermiş oluyordu böylece; hem de bir hafta gibi kısa bir zaman içerisinde... Bu sonuç karşısında etekleri tutuşan Alman Şansölyesi Merkel Hanım’ın beyni dumura uğradı. Nihâyet nasıl bir ateşle oynadığını anlamıştı. Apar topar Ankara’ya geldi ve “Devlet-i Âliyye”nin önünde diz çöküp teslîm oldu. O esnada günah çıkartıp suçlarını itiraf etmiş olmalı Alman Fraus’u. Hatta peyderpey yapmayı tasarladığı melânetlerin planlarını da yırtarak “Ben ettim, siz etmeyin!” dediğini ve oracıkta nasuh tövbesi yaptığını da zannediyorum. Artık bir zamanların burnundan kıl aldırmayan Dişi Kayseri bizimkilere, “Ne isterseniz yapmaya hazırım!” demiş olmalı. Devamla, “Biz zaten oldum olası severiz Turkei’ı” bile demiştir… Türkiye ne isteyecekti Almanya’dan? AB ile ilgili birtakım düzenlemeler, vize meselesi ve mültecilerin külfetini paylaşma... İstekler ânında onaylandı ve bir hafta içinde mülteciler cihetinde her şey sütliman oldu. Trakya’da ve daha ötedeki Balkan yarımadasında ne mülteci kaldı, ne de kaçak. Nihâyet Avrupa rahatladı. Bu arada, Türkiye gibi Almanya da Suriye kaçkınlarının ne müthiş bir güce sahip olduğunu fark etmişti. Pekâlâ bu gücü Almanya da kendi düşmanlarına karşı kullanabilirdi; hem de Ankara gibi blöf merhametiyle değil, Hitler acımasızlığıyla... Ancak Almanların bilmediği bir şey vardı: Göçmenlerin sadece Türkiye’nin “Haydi!” demesiyle harekete geçebilir olması ve korkunç bir silâha dönüşmesi… Efendim, girişte sözünü ettik Alman Çeşmesi patlamasının ikinci bir seri patlamayla ilintisi olabileceğini. Mevzubahis o patlamalar serisinin adresi Fransa olarak karşımıza çıkmakta. Bu patlamalardan birincisi Charlie Hebdo olayı, diğeri de daha yakınlarda gerçekleştirilen Paris patlamaları… Fakiri takip etme lütfunda bulunan kardeşlerimiz biliyorlar, o patlamaların arkasında bulunan gücün İngiltere olduğuna, daha doğrusu İngo-Judik ortaklığın el izlerinin bulunduğuna dair bir inancım var. Değişik zamanlardaki konuşma ve yazmalarımda, patlamalarda MOSSAD ve MI6’nın parmak izlerinin bulunduğuna değinmiş ve argümanlarımı ortaya koymuştum. Neticede bu patlamaların asıl mesajının Almanlara verildiğini de eklemiştim. Hatta Paris patlamalarının akabinde, “Almanya’nın sırası ne zaman?” diye sormuştum. O hâlde soralım: İngoJudik ortaklığın DAEŞ eliyle yaptığı Charlie Hebdo ve Seydahmet Karamağralı Paris saldırılarının amacı neydi? Birinci amaç, Almanya patronajındaki Avrupa’nın kendi içine büzülmesi ve başta Ortadoğu olmak üzere dünya meselelerinden el etek çekmesiydi. Böylece fetret fevrinin son dönemecinde İngiliz-Yahudî operasyonlarının rahat rahat yapılması sağlanacaktı. Hemen ekleyelim, bu husustaki başarı, hesapta olmayan Rusya’nın Suriye operasyonuyla tam mânâsıyla sağlanamadı. Bu düzlemde “İngoJudik-Amerikano” ittifakı, Rusya’nın da dâhil olmasıyla kontrolden çıkma işaretleri veren Suriye operasyonunda Fransa’ya ihtiyaç duydu. Zira Birinci Dünya Savaşı sonunda varılan antlaşmalar gereği Suriye, Paris’in mülkiyetindeydi. Bölgeyle ilgili ilk ve son söz, Fransız’ın sözüydü. Yani Elize Sarayı dışında hiç kimse bir başkasına, “Kardeşim, senin Suriye’de ne işin var?” diyemezdi, hakkı değildi. Buna şu an Suriye’de bulunan Amerika da, Rusya da, İran da ve bu devletlerin dışındaki tüm örgütler de dâhildi. Ve bunların alayı “arazi işgâlcisi” idi. Zorba bir yaklaşımla orada kaçak gecekondu inşâ ediyorlardı. Fakat Fransa herkese sorabilirdi “Arazimde ne işiniz var?” diye. Sormakla kalmaz, uluslararası kuruluşlarda hakkını arayabilirdi. Daha da ötesi, dönem sonunda oluşturulacak statüde Fransa’nın imzası yoksa tüm belgeler sahte sayılırdı. İşte bu sebeplerle İngoJudik şirket, Fransa’yı Almanya’dan koparıp kendi kampına çekmek zorundaydı. Nice zamandır bunun için Paris’i iknaya çalışıyordu. Bu çalışma, Rus’un bölgeye inişiyle ikna boyutundan çıktı ve bir zorunluluk hâlini aldı. Ne pahasına olursa olsun Paris, Berlin’i bırakıp Londra’yla beraber hareket etmeliydi, tıpkı daha önceki dünya harplerinde olduğu gibi. İşte bu sebeple Paris’te üst üste patlatıldı bombalar ve 30 küsur kişi katledildi. Bu arada Paris’in kulağına, “Bak, Berlin seni koruyamıyor. Londra’yla birlik olsan böyle mi olurdu?” diye fısıldandı. Hatta içine büzüşmüş, Suriye üzerindeki ülke maliki hakkından vazgeçmiş olan Fransa’ya o hakkı kullanma yolu da açılıyordu. İşte bu yüzden Fransa, Almanya’dan koptu ve İngiltere’yle el sıkışıp ülkesini DAEŞ terörüne karşı garantiye aldı. Bununla kalmadı, hakkını kullanmak için Suriye’ye hareket etti. “Şu an Fransız Mirage uçakları, Kıbrıs Rum kesimindeki İngiliz Askerî Üssü’ne yığınak yapmakta” diyelim de anlayın gayrı! Bu olan bitenin nihâyetinde, Almanya tek başına kalakaldı. Ortaksız, müttefîksiz ve eli kolu bağlı hâlde... Bu durum, Almanya’nın savaşı baştan kaybettiği anlamına gelmekteydi. Lakin Alman ırkı öyle hırslı ve inatçı bir genetiğe sahipti ki, ölse de yenilgiyi asla kabul etmezdi. Hatta bu azimli insanlar topluluğu küllerinden yeniden doğma becerisine sahipti. İşte Ukrayna hezîmeti sonrasında bitiş noktasındaki Almanya yeniden ayağa kalktı ve Türkiye’yi hatırladı. Ne yapmak gerekirdi? Tıpkı Birinci Cihan Harbi’nde olduğu gibi İmparator Abdülhamit ile Kayzer Wilhelm el sıkışır, Alman Çeşmesi bir daha kurulur ve ortak tastan su içilirdi… Türkmensavunması Bu arada “Abdülhamit” demişken, Suriye’ye kısa bir uçuş yapıp Hatay’ın güney ucundaki Türkmen dağlarına bir nazar etmek lâzım. Bilindiği gibi bölge, Bayırbucak Türkmenlerinin bin yıllık yurdu olarak kayıtlı resmî yazılarda. Bilindiği gibi Bayırbucaklılar, güney cihetinden Esedgillerin Nusayrî bölgesiyle komşu durumundalar. Sevr Antlaşması’na göre kıyı şeridinde kurulması düşünülmüş olan Devlet-i Aleviyye, Bayırbucak bölgesinin bir bölümünü de kapsamaktaydı ve Hatay Cumhuriyeti’ne dayanmaktaydı. Rusya lideri Putin çıldırıp DAEŞ’le mücadele bahanesiyle bölgeye indiğinde Esad’a, “Suriye olaylarının sonu geldi! Zaten Ocak 2016’da masa kurulacak, görüşmelere geçilecek. Bu sebeple sen ülkenin bütünlüğünden vazgeç, gücünü Devlet-i Türkiye hududuna teksif et ve Lübnan-Hatay arasındaki şeridi tutmaya bak! Zira sana ancak bura verilir. Bu konuda hem savaşta, hem de barış görüşmelerinde arkandayım” dedi. Bu saatten sonra Nusayrî Hanedanlığı için yapılacak en akıllıca iş de buydu. Ve Esad, Rus teklifine canla başla sarıldı. Bu hususta İran’ı ikna etmek de zor olmadı. Böylece Rusya, İran ve Suriye askerî işbirliği bölgede operasyonlara başladı. Operasyon arazisi şeridin kuzey kesiminde yer alıyordu; yani Samandağı’mızın hemen altında. Zira orada Türkmen Sünnîler mukimdi. Rusların havadan, İran ve Esad güçlerinin karadan yürüttüğü operasyonun kendi köklerini kazımak amacında olduğunu anlayan Türkmen gençler “Ya Allah!” dediler ve ailelerini Hatay sınırındaki kamplara yerleştirip geri döndüler ve birlikler hâlinde bölgeye dağıldılar. Tarihî bir şuurla bu birliklere “Abdülhamit Tugayı” ve “Sultan Murad Alayı” gibi isimler koyarak hem Anadolu halkının gönlünü, hem de atalarının ruhunu sevindirdiler. Türkiye, bölgenin sakin zamanından beri Bayırbucaklı soydaşlarına yardım etmeyi boyun borcu bellemişti. Sivil yardım kuruluşları yanında Devlet de bölgedeydi ve her türlü yardımı ulaştırıyordu. Hatta hakîkati açıklamaktan da çekinmeyelim; çünkü zaman, gizli kaçak iş yapmayı çoktan geçti. Devlet, MİT aracılığıyla kardeş Türkmenlere stratejik malzeme dolu tırlar dizmekten de geri durmuyordu yollara. Ancak ülke içindeki bir takım işbirlikçi odaklar durumu tespit etti ve sonunda Adana’da o tırların yolunu keserek yardımları deşifre etti. Dünya, “Tırlar silah dolu!” iddiası nedeniyle ayağa kalktı ve dost düşman herkes Ankara’yı suçlamaya başladı. Ne yazık ki bu sebeple yardımlar tavsadı. İşte bu tavsamanın ardından, Rusya, İran ve Esad rejimi askerlerince Türkmen dağı operasyonları başlamış mart 2016 57 haberajanda Kripto Almanya… Almanya o sırada vahşi ormanın kıyısındaydı… İşte bu tavsamanın ardından, Rusya, İran ve Esad rejimi askerlerince Türkmen dağı operasyonları başlamış oldu. İlkel rejim uçaklarının yapamadığını modern Rus uçakları yaptı ve Türkmen birlikleri ilk defa yüzde 100 hedef olarak vurulmaya başladı. oldu. İlkel rejim uçaklarının yapamadığını modern Rus uçakları yaptı ve Türkmen birlikleri ilk defa yüzde 100 hedef olarak vurulmaya başladı. Türkmen birlikleri canla başla savunuyorlardı yurtlarını, ancak durum oldukça ciddî idi. Rus uçakları en son teknolojiyle donatılı silahlarını kullanıyorlardı. Tabiî aynı silahlar, kara harekâtını yapmakta olan rejim askerlerine de verilmişti. İran zaten teknolojikti. Ve bu nedenlerle bölge neredeyse elden çıkma noktasına geldi. Türkiye çaresizlik içinde kıvranırken, iş vardı dayandı sınır ihlâllerine. Rus pilotlar fütursuzca Hatay vilâyetinin üzerinde dolaşmaya başladılar. Ankara nazikçe uyardı Moskova’yı. Hatta o sırada bir toplantı nedeniyle bir araya gelen iki ülkenin başkanlarının buluşmasında da 58 mart 2016 konu edildi sınır ihlâlleri. Rus yetkililer her defasında “Yanlışlık oldu” diyerek durumu savsaklamaya çalıştılar, ancak alışkanlıklarından da bir türlü kurtulamadılar. Sonunda Türkiye’nin burasına geldi ve nihâyet Türk pilotlar da üzerlerinde dolaşan Rus uçaklarından birini vurmak zorunda kaldılar. Bu sonuçla durum daha da elektriklenmiş oldu. Kısacası o günlerde sıkıntı üstüne sıkıntı eklenmekteydi. Bir yandan kızışan Türkmen operasyonları, diğer yandan Güneydoğu Anadolu alev alev yanarken, Türkiye bir atraksiyon yapma gereğini duydu ve Başika kampındaki askerî varlığını arttırma gayesiyle Musul’a takviye birlik gönderdi. Bölgeye tüm devletler zaviyesinden “Ben de geldim DAEŞ’i vurmaya!” diyerek elini kolunu sallaya sallaya dalma serbestliğine rağmen Ankara, “Başika hurucunda” hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Araziye giren sadece Türkiye’ymiş gibi, başta Bağdat yönetimi olmak üzere İran, Amerika ve birçok ülkeden tepkiler yağmaya başladı. Anlaşılan en büyük tepki, Irak’ın derin maliki olan İngiltere’den sâdır olmuş olmalı ki TSK Birliği, girdiği gibi çıkmak zorunda kaldı. Gerçi söz konusu askerlerin geri çekilmediği, Kuzey Irak’taki değişik adreslere dağıtıldığı söylenmekteyse de bu, sıkıntı üstüne gelen bir başka sıkıntıydı. Hülâsâ, Türkiye gerçekten yalnız kalmıştı. Hatırlayınız, uluslararası arenada bir başka yalnız kalan devlet kimdi? Yukarıda söylendiği gibi tabiî ki elinden Fransa çekilip alınan Sözünü ettiğimiz iki yalnız ülke “Türkiye ve Almanya”, sanki saklı bir el tarafından birbirlerinin yanına itilmişlerdi. Kader ortaklığı bu olsa gerekti. Ankara ve Berlin’in zoraki ittifâkının tek çıkış yolu olduğunun farkına ilk varan Almanya oldu. Zannediyorum, bu farkındalık üzerine iki ülkenin en mahrem konularını görüşmekle görevli yetkilileri, gizli bir masa etrafında bir araya gelmiş ve meseleyi etraflıca görüşmüş olmalılar. Bunu nereden mi anlıyoruz? Başta Erdoğan olmak üzere AK Parti iktidarının canına kastetmiş olan Doğan medyasının son zamanlardaki yumuşamasından… Zira Doğan’ın ortağının Alman tröstlerinden biri olduğu saklı gizli değil. Asıl işaretse başka! Rum kesimindeki İngiliz Askerî Üssü’ne Fransız Mirage uçakları inerken, Alman Tornado tayyareleri de İncirlik’i mesken yapmaya başlamıştı. Tabiî gerekçe hazırdı: “Efendim, biz de DAEŞ’i vurmaya geldik!” Sonunda kervana katılıp DAEŞ’i vurmaya geldiğini ilân eden Almanlar, herhâlde çoban çomağıyla yapacak değillerdi ya işlerini, elbette silahları ve teçhizatları, dijital savaş malzemeleri, Dronları, Heronları ve askerî uzmanları vardı. Peki, Almanların DAEŞ üzerinde operasyon yaptıklarına dair bir bilgi ve bulgu olmadığına göre ne yapmaktalar, hangi görevle meşgûller şu an? İncirlik’te yan gelip yatmadıklarına Seydahmet Karamağralı göre, bu soruların cevaplarının tespiti gerekmekte. Daha önceki bir yazımızda, “Garip bir şekilde, sürekli gerileyen Bayırbucaklı savaşçılardan ve “Ha düştü, ha düşecek!” denilen Türkmen dağından farklı haberler gelmeye başladı, farkında mısınız? Yani Alman Tornadoları İncirlik’e indikten sonra Abdülhamit Birlikleri şaha kalkmış gibi İran ve Esad güçlerini geri püskürttüler. Rus uçakları boş dağları bombalar hâle geldi. Niçin? Yoksa Alman-Türk ittifâkı Türkmen dağından başlayarak Suriye’nin kaderiyle oynamaya mı başladı? Suriye planlanandan bir başka noktaya mı evrilmekte? Bu soruların cevabı yok henüz. Zira ortada resmiyet kazanmış bir Türk-Cermen ittifâkı da yok” diye yazmıştık o günlerin vaziyet-i umûmiyesini tespit için. Ancak doğruydu yazdıklarımız, çünkü ortada henüz bir Sultan Ahmet olayı bulunmamaktaydı. Alman-Türk yakınlaşmasını orada bırakalım… büküklüğünü de ekleyince, Erdoğan’ın içinden çıktığı toplumun nasıl düğünmesi gerekmekteydi? Doğal olarak İsrail ve Yahudîlikten nefret etmek için başka bir sebebe gerek kalmamaktaydı. Derken, bu zeminin üzerine orantısız Gazze savaşları gelip oturdu bölgeye. Artık Türkiye’nin gündeminde Gazze önemli bir satırbaşıydı. Dindar Hamas’ın siyasî üstünlük sağladığı kıyı bölgesine, Erdoğan ve arkadaşlarının yakınlık duymasından daha doğal bir şey yoktu. Zira dindarlık, AK Parti ve Hamas insanlarının ortak paydasıydı. Ve Davos’ta karşılaştı Erdoğan, İsrail’in Cumhurbaşkanı’yla. O günlerde İsrail, sahilde top oynayan çocuklara kadar vurmuştu insanları. Bu yüzden Erdoğan’ın canı burnundaydı. Doğal olarak açtı ağzını, yumdu gözünü ve Yahudî Cumhurbaşkanı’nın ne çocuk katilliğini koydu, ne katliamseverliğini. Bu arada kendisini susturmak isteyen toplantı moderatörünü de “One minute!” diyerek yerine oturttu. Sonra da kalktı, salonu terk etti... O günden sonra İsrail ile Türkiye’nin yıldızı hiç barışmadı. Hatta iki ülke birbirlerinden daha da uzaklaştılar. Çünkü husûmet “One minute!” ile başlamış, “alçak koltuk hâdisesi” ile devam etmiş ve “Mavi Marmara baskını” ile zirve yapmıştı. Öyle ki, iki taraf da “Erdoğan olduğu sürece bu işin olamayacağı ve tarafların bir araya gelemeyeceği” hususunda hemfikirdi. Lakin… Çok geçmedi, “Asla bir araya gelmez ve zinhar barışmazlar!” denen Türk ve İsrail tarafının gizli görüşmeler yaptıkları ortaya çıktı. Derken iki tarafın yetkilileri, kamuoyu önünde sıcak mesajlar vermeye başladılar birbirlerine karşı. Öyle ki, iki tarafın uzmanları ve ticaret erbabı, bu arada Doğu Akdeniz’de bulunan ve Türkiye’nin en az elli yılını karşılayacak olan doğalgazın Anadolu’ya ve oradan Avrupa’ya götürülmesinin kârından söz ediyor ve dostluğun gereğine vurgu yaparak ortamı hazırlıyorlardı. Hem böylece İran ve bilhassa Rusya ile olan husûmetle birlikte ortaya çıkacak nahoş durumlar da izale edilmiş olacaktı. Kötü mü? Ne güzel, Rusya ile İran’a olan gaz bağımlılığı İsrail eliyle sonlandırılacaktı! Bundan âlâ ne olabilirdi ki? Peki, bütün bunlar ne zaman oluyordu? Tabiî ki Ankara Garı patlamasından sonra, Merkel’in Ankara’ya gelişi esnasında… Tabiî ki Davutoğlu’nun Avrupa Birliği ile yaptığı bereketli görüşmeler sırasında… Tabii ki Tornado uçakları İncirlik’e indiğinde... Bu bağlamda bütün bu olup biten şeylerin okumaları hiç de tesadüflerden söz ettirmiyordu insana. Her adım bilinçli ve bir amaca mâtuftu. Gayet tabiî Türkiye, İsrail ve -garip gelecek ama- hem de Almanya açısından… Lakin şu hususta hiç kuşkumuz yok: Alacakaranlık mahfillerde, İsrail’le gizli görüşmeler Şimdi olan bitene bir başka zaviyeden bakalım ve görelim o zaviye ne gösterecek… Pimi çektiren elin Moskova’da oturduğu iddiasına dayanak olarak yorumcular, şu an Rusya’nın Türkiye ve Almanya ile arasının bozuk olduğunu tekrar ederek, “Putin, her iki düşmanına ortak mesaj yolladı” noktasına ulaşmaktalar. Erdoğan’ın içinden çıktığı toplumun kültürel kodları Yahudîlerle, hele hele İsrail’le barışık bir kişiliğe işaret etmemektedir malûm-u âliniz. Bu kodların üzerine “o ünlü Güney ülkesinde” kırılan yumurtaların sayısının kırk bini aştığını, Filistin’in bir kaşık suda boğulmak istendiğini, Mescid-i Aksâ’nın boynunun mart 2016 59 haberajanda Kripto başkalarını kullanmak üzere derin planlar kurmayan tek ülke Türkiye! Çünkü yalınkat bir kişilik sahibi olmasıyla ünlü Türk’ün her düşünce ve eylemi adalet üzere… Tarihler bunun örnekleriyle dolu. Ve tabiîdir ki, bu mübarek coğrafyanın insanı ve devletine de ancak hak ve hukuk yakışır. Rusya’nın derin Türk korkusu Son iki paragrafta anlatılanlardan çıkartılacak olan fikir, gerek Almanya’nın, gerekse İsrail’in istediği, “Türkiye’yi kendi yanında” demiyoruz, “Güdümünde görmek”... İşte bu nedenle birbirlerinden Ankara’yı kapmaya, Türklerin “akıldânesi” olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Yeri gelmişken hemen not edelim: Yahudî açısından düşman ulus Cermenlerdir. Çoğunluk Yahudîlerin 2. Dünya Savaşı öncesinde ırklarına Holokost (soykırım) uygulayan Almanya’yı sevmeleri mümkün değil. İsrail cephesinde şeytan, Berlin’de oturmakta olan Hitler ve kılık değiştirmiş benzerleridir. Benzerleridir de, “Cermenler açısından vaziyet ne?” denilecek olursa, tabiî ki onlar için de Yahudî, iblisin ta kendisidir. Peki, “Bu iki milletin ikisinin birden kendilerine yakın buldukları bir millet bulunmakta mı?” sorusunun cevabı var mı? Var elbette! Cevap tek: “O millet Türklerdir!” Tarih bunun örnekleriyle dolu. İşte bu iki sebepten ötürü ne Tel Aviv, ne de Berlin, Ankara’yı birbirlerine kaptırmak istemez. Bunun 60 mart 2016 için ne lâzımsa yapabilirler. Geldik sözün burasında, “Eyi de aga, At Meydanı’ndaki bombayı kim patlattı?” sorusunu sormaya. Sorunun en net cevabı, “Bombayı DAEŞ militanı olma ihtimâli olan Suriyeli bir mülteci patlattı” şeklindedir. Lakin bu tespit muammayı çözmez. Zira terörist sadece bir maşaydı, biri bunu tuttu ve At Meydanı’na yolladı. Kim o hâlde gizli azmettirici? Olayın olduğu günden itibaren televizyon yorumcuları durum tespiti yapmaya ve olan biteni her açıdan irdelemeye çalışmakta, çeşitli analizler yapmaktalar. Üç aşağı, beş yukarı birbirine benzeyen bu analizler, yorumcuların henüz derinliklere inemediğini ve azmettiriciyi tespit uğraşında zorlandıklarını göstermekte. Çoğunlukla Rusya üzerinde duranlar var; ona bağlı olarak İran da işaret edilmekte. Ve tabiî bu iki devletin müttefîki Esad’ın da adı geçiyor bu anlatımlarda. Denildiğine göre teröristin Suriye Muhaberat’ının elemanı olduğu tespit edilmiş; bu tespit derin ilişkiyi deşifre etmekte... Hemen bir ara paragraf girelim şu “Muhaberat ajanı” tamlamasıyla ilgili olarak… Ülkemizin mâsum misafirlerini tenzih ederek söylemeliyiz ki, 1970’ten beri, yani Baba Hafız Esad’dan bu yana Muhaberat’a eleman görevi yapmamış Suriyeli var mı? Yoktur tabiî! Nuseyriyan Hanedan, söz konusu zalim rejiminin kalıcılığını ancak böyle sağlayageldi. Bu zaman zarfında her Su- riyelinin yolu mutlaka bir şekilde Muhaberat’ın sorgu ve işkence odalarına uğradı. Tüm ülke sorgulandı ve basit insanlar bile teşkîlata muhbirlik yapmaya zorlandı. Öyle ki, eli kanlı Nusayrî rejimi kardeşi kardeşe, oğulu babaya, karıyı kocaya, komşuyu komşuya, amiri memura ajanlık yaptırmasıyla ünlü bir zalim yönetim biçimiydi. Benzeri, Stalin zamanı Rusya’sında yaşanmıştı. Zaten Esedyanların arkasında da bidayetten beri Moskova vardı. Bu sebeple At Meydanı’nı patlatan terörist de doğal olarak Muhaberat’ın kontrolü altında olacaktı. Bu nedenle geçiyoruz bu argümanı… Pimi çektiren elin Moskova’da oturduğu iddiasına dayanak olarak yorumcular, şu an Rusya’nın Türkiye ve Almanya ile arasının bozuk olduğunu tekrar ederek, “Putin, her iki düşmanına ortak mesaj yolladı” noktasına ulaşmaktalar. Ancak biz bu fikirde değiliz. Putin’in söz konusu bu iki ülkeye gizli mesaj göndermesi gerekmez. Ya da bu olay üzerinden gönderilen gizli bir mesaja yönelmez. Zira Rusya, Almanya ile Ukrayna üzerinden açık açık savaştı, Kırım’ı ilhâk etti, Ukrayna’yı ikiye böldü. Durmadı, Ukrayna’nın devamı olarak Suriye’ye geldi, açık açık savaşa girdi. Hatta daha da ileri götürelim, kurmaya çalıştığı, Sevr’den kalma “Devlet-i Aleviyye” şeridini Esad için değil, doğrudan doğruya kendisi için oluşturmanın gayreti içinde ve tıpkı Kırım gibi orayı da adı konulmamış bir ilhâk beklemekte... Avrupa Birliği’nin ikinci üyesi durumundaki Fransa’ya ait bir arazi parçası olan Suriye’de Esad’ı kullanarak kendisine bir “Aleviye Devleti” inşa etmekte olan Putin ve Rusya’nın saklısı gizlisi yok ki… Eğer bu iki devletten biri, yani Rusya ve Almanya birbirlerine gizli mesaj verme ihtiyacı duysalardı, At Meydanı’nda ölenler Rus vatandaşları olurdu, Alman değil. Olay da İstanbul’da değil, Antalya’da cereyan ederdi. Putin’in Türkiye’ye gizli mesaj yolladığı fikrine gelince… Bu da dayanaksız! Çünkü Putin, hayata geçirdiği yaptırımlarla zaten verdi Ankara’ya mesajını. Hatta hâlâ veriyor düşürülen uçağına rağmen yenisini uçurma densizliğini göstere göstere... Eğer terör yoluyla bir mesaj verme ihtiyacı duymuş olsaydı Moskovalı Neo-Çar Putin, bu iş için At Meydanı’nı seçmez, Güneydoğu Anadolu’da çalışırdı doğrudan doğruya. Zira bu bölgeyi teröre boğanlar, “Tekeden süt sağa bilir miyiz?” fırsatçılığıyla o günlerde Moskova’ya koşup “Aman bize yardım et!” dileğinde bulundular. O günlerde fakir bu ziyaretin sonuçsuz kalacağını, “Rusya, PKK üzerinden Türkiye’ye saldırmanın bir bumerang etkisiyle dönüp kendini vuracağını bilir. Eğer PKK bizim yumuşak karnımızsa, bu kısmîdir. Çünkü Türkiye’ye tavır söz konusu olunca, Rusya’nın değil karnı, her tarafı yumuşak sayılır. Çünkü Çar ülkesi, bir Rus ülkesi olduğu kadar, aynı zamanda bir Türk diyârı da sayılır. Ankara’nın desteğinin arkalarında oldu- Seydahmet Karamağralı ğunu hisseden Federasyon içerisindeki Türk unsurları ve akraba topluluklarının yapamayacağı şey yoktur o coğrafyada. Bırakın onu bunu, ‘Çeçen kardeşlerimiz MİT’in bir işaretine bakarlar, hatta bakmaktalar’ dense yeridir! Biliyorsunuz, şehit yiğidimiz Dudayev’in aslanları burada, İstanbul’da devam ettirmekteler hayatlarını” şeklindeki cümlelerle belirtmiştik. Bu arada söz konusu Çeçen kardeşlerimizin zaman zaman Rus ajanları tarafından suikasta kurban gittiklerine de şahit olunmakta. İşte bu nedenlerden ötürü Rusya, Türkiye’ye karşı direkt terör uygulamaz, uygulamaktan korkar. En fazla Kuzey Suriye’deki PYD’lilere destek sağlar, onu da zaten yapmakta… Sonuç Kanaatimiz odur ki, tarihler bizim (Sultan Ahmet Patlaması demeye gönlümüz elvermediği için) “At Meydanı olayı” diyegeldiğimiz bu patlama için ya “Alman Çeşmesi katliamı” ya da “Dikilitaş katliamı” diye yazacaklar. Buradan hareketle, eğer bu vaka bir Alman Çeşmesi patlaması ise, olayın arkasında bizzat Almanya ve BND ajanlarının parmak izi var demektir. Yok, bu bir Dikilitaş patlamasıysa, arkasında İsrail ve MOSSAD bulunmaktadır. Hemen araya not düşelim: Eğer olayın müsebbibi MOSSAD ise, bilinmelidir ki fakirin “fitnenin kuyusu” biçiminde yaftaladığı MI6 adlı İngiliz gizli servisinden Unutulmaması gereken husus şudur ki, Türkiye’nin bir daha 1. Dünya Harbi yaşamaya mecâli yoktur. Zira bu, “son savaş”! Ve bu son savaştan Türkler mutlaka muzaffer olarak çıkmak zorunda! Çünkü bu mübarek millet, bir dünya mağlûbiyeti daha kaldıracak durumda değil. Öyle bir sonda elden kaçan sadece zafer değil, Anadolu’nun kendisi olur. habersiz kuş uçmaz. MOSSAD ve CIA, Majeste’nin entelijans servisinin tetikçileri gibi çalışan iki kuruluştur. Bu üçlü fitneyandaki beyin MI6’dır; onun kirli işlerini de MOSSAD ve CIA ajanları yapar. Burada duralım ve tekrar yukarıya dönelim: “Ya İsrail, ya Almanya” dendi, ille de biri söylenecekse, son söz ve nihâî cevap, bu patlamanın planlayıcısının Alman BND’si olduğu kanaatindeyiz. Bu itibarla hemen not edelim: Türkiye’nin iki mağdur taraftan biri olarak ve “misafirini koruyamamış ev sahibi” kimyasıyla alelacele “Türk-Cermen biraderliği”ni ilân etmesinin doğru olmadığı fikrini taşımaktayız. Türk İstihbaratı, “Ankara Garı olayında gösterdiği titizlik” ve “Alman kuşkusu”nu bu olayda da elden bırakmamalı ve kılı kırk değil, kırk bin kere yarmalı ve de dostun düşmana karıştığı, herkesin birbirinin kuyusunu kazma planlarıyla dolaştığı bu fulû ortamda kimseyi kardeş ilân etmeden durmalı, salt hakîkate ulaşmalı. Türk aceleciliğiyle misafirlerimizi koruyamamanın verdiği mahcûbiyet ve her şeye rağmen mağdurun yanında olma babayiğitliği Ankara’yı yanlış kararlar almaya ve sonu mağlûbiyetle bitecek ittifak ve ona bağlı olarak kapı dışında beklemekte olan savaşlara sokmaya götürmemeli. Unutulmaması gereken husus şudur ki, Türkiye’nin bir daha 1. Dünya Harbi yaşamaya mecâli yoktur. Zira bu, “son savaş”! Ve bu son savaştan Türkler mutlaka muzaffer olarak çıkmak zorunda! Çünkü bu mübarek millet, bir dünya mağlûbiyeti daha kaldıracak durumda değil. Öyle bir sonda elden kaçan sadece zafer değil, Anadolu’nun kendisi olur. Geride Orta Asya’ya kaçacak insan dahi kalmaz. Hafazanallah, ileriki zamanlarda tarih Türkleri, Anadolu’nun yuttuğu Hattiler, Hititler, Lidyalılar, Urartular gibi milletlerin listesine eklemek durumunda kalır ki bu, sadece Anadolu halkının değil, tüm dünya mazlumlarının sonu olur. mart 2016 61 haberajanda Bir Mektup >> İstiklâl Şâirimiz Mehmed Âkif, bu mısraları yedi iklime meydan okuyarak canları pahasına Çanakkale destanını yazan kahraman ecdadımıza ithâfen yazmıştı bundan 100 yıl önce. Kaderin garip bir cilvesidir ki, aynı mısralar vatan uğruna hayatı hiçe sayan yiğitlerde bugün yeniden hayat buldu. Bir avuç yiğit, destansı bir mücadele ile dünyaya meydan okurcasına savunuyorlar vatanlarını. Adını bu yiğitlerden alan “Türkmen dağı” gibi dimdik duruyorlar zalimlerin karşısında. Ellerindeki kısıtlı imkânlarla şer ittifakına karşı îmanlarından aldıkları güçle mücadeleye devam ediyorlar. Sultan Alparslan’dan aldıkları vazifelerini hakkıyla îfâ ediyorlar. Bir taraftan ihtiraslarını dizginlemeyi bilmeyen ajan artığı Putin’in liderliğindeki Rusya sivil, çocuk, kadın ayrımı yapmadan Türkmen dağına bomba yağdırıyor, bütün gücüyle oradaki direnişi kırmak için savaş kanunlarını bile ihlâl ederek her türlü yolu deneyerek saldırıyor. Bir taraftan iktidarı için vatanını ateş çemberine çevirmekten çekinmeyen, kendi vatandaşlarına katliam uygulayan, halkını yerinden yurdundan eden şizofren katil Esed’in başını çektiği terör rejimi kiralık katilleri ve kimyasal silahları ile ölüm kusuyor. Bir taraftan İslâm’a zarar vermek için îcâd edilmiş, dünyanın baş belâsı olan terör örgütü DAEŞ tüm gücüyle abanıyor. Bir taraftan, mevcut şartlardan faydalanarak kendini dünya kamuoyunda sempatik ve legal bir örgüt olarak göstermeye çalışan PKK uzantısı PYD, paralı askerleri ile sırtını dayadığı, her türlü desteği ve himâyeyi gördüğü ABD ve Avrupa’nın silah ve lojistik desteğiyle terörünü yürütüyor. Bir taraftan İslâm dünyasının fitnebaşısı İran, her türlü fitne ve desiseyle ve ille de mezhepçiliği kullanarak İslâm dünyasında kapanması mümkün olmayan yaralar açmak 62 mart 2016 Yahya Kurt [email protected] Türkmen dağının kahraman evlatlarına... “Ş U Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?/ En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi/ Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya;/ Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya?” için yükleniyor. Tıpkı dün Çanakkale’de olduğu gibi, bugün de yedi düvel birden Türkmen dağına saldırıyor. İslâm’ın sancağını indirmek, İslâm’ın kalesini yıkmak için hepsi. Tüm bu saldırılara rağmen bir avuç inanmış kahramansa Türkmen dağını savunuyor. Hayatları pahasına, her türlü zorluğa ve imkânsızlığa rağmen mücadele ediyorlar. Ellerindeki derme çatma silahlarla füzelere, tanklara, savaş uçaklarına meydan okuyorlar. Yokluk içinde, îmanın ve azmin destanını yazıyorlar. Niçin, biliyor musunuz? İslâm’ın son kalesi Türkiye’ye bir şey olmasın diye... Peki, biz ne yapıyoruz? Orada olanlara karşı gözlerimizi kapatıyor, kulaklarımızı tıkıyor, dilimizi susturuyor, elimizi ve ayağımızı bağlıyoruz. Sonra da tüm bunların üstüne kalbimizi ve vicdanımızı öldürüp yaşadığımızı zannederek nefes alıp vermeye devam ediyoruz. Hatta içimizden öyle hainler çıkıyor ki, oraya gidecek yardımlara, desteklere engel olarak hainlikte çığır açıyorlar. İşte bu yiğitler, bizim bu vurdumduymazlığımıza, modern dünyanın tüm insan hakları masallarına, rol kesmede değme artistlere taş çıkaran insan hakları savunucularına, kerli ferli siyasetçilerin ve bürokratların göstermelik barış çabalarına, terörizmle mücadele ettiği yalanıyla katliam yapan terör devletlerine karşı asla yılmadan ve yıkılmadan, vatan için, millet için, İslâm için mücadele etmeye devam ediyorlar! Türkmen dağının bu kahraman yiğitlerine selâm olsun! Ey İslâm dünyası! Ey Türk milleti! Ey gönlünde hakîkat olanlar! Ey insaniyetini, vicdanını kaybetmeyenler, kendinize geliniz ve uyanık olunuz; gaflet uykusundan uyanıp “neme lâzımcılık”tan kurtulunuz, üzerinizdeki ölü toprağını atınız ve ayağa kalkınız! Dün âlem-i İslâm’ın son kalesi olan Türkiye’yi yıkmak için Çanakkale’yi geçmeye çalışanlar, bugün aynı hedef ve gaye uğruna Türkmen dağına saldırıyorlar. Biliyorlar ki, Anadolu düşerse zaferleri kesindir. Ama bilsinler ki zafer, her zaman Allah’a inanlarındır. Son söz ise Rusya’ya… Bre Moskof kâfiri! Çanakkale geçilmediği için tarihe gömülen Rus Çarlığı’nı unutmuş olmalısın ki, Rusya Federasyonu’nu da Türkmen dağında tarihe gömdürmek istiyorsun… haberajanda 28 Şubat >> Bu süreç içerisinde toplumsal hafızanın korunması ve onun gelecek nesillere kirletilmeden aktarılması, bir milletin sahip olduğu en önemli mîrasıdır. Bu bağlamda bir toplumun hafızasını kirleten, siyasal ve sosyal dinamikleri güvensizleştiren, bireylerin kimlik ve aidiyet arayışına sebep olan en büyük hareket “darbeler” Fatma Şura Bahsi [email protected] olmuştur. Bu yazımızda da Türk siyasî tarihinin hafızasında en son yer edinen, siyasal ve sosyal anlamda uzun vadeli değişim ve dönüşümlere sebep olan, bugünlerde 18. yılını kara bir leke olarak dimağımızda andığımız 28 Şubat post-modern darbesini analiz edeceğiz. Türkiye’nin siyasî tarihinde 28 Şubat olayı, 1997 yılında Refah-Yol hükûmetinin yıkılmasına yol açan muhtırayı ve siyasetin, askerî bürokrasinin ağırlıklı olduğu siyaset dışı güçler tarafından yeniden biçimlendirilmesini ifade etmektedir. 28 Şubat süreci ise, bu tarihte yapılan MGK toplantısından çıkan bildiriyle başlayan (yani sivil görünümlü) askerî idarenin devam ettiğini vurgulamak için kullanılmıştır. 28 Şubat 1997 günü MGK’da alınmış olan kararlar, Türk siyasî tarihinde önemli bir kırılmaya yol açmıştır. Ağır bir demokrasi darbesi olan 28 Şubat darbesi, toplumun birçok kesimini ve sahip oldukları değer yargılarını hedef almıştır. Adeta toplumda ötekileştirme ve etiketleme durumu söz konusu olmuştur. Dolayısıyla da bu darbenin en ağır maliyeti toplumun hafızasında ve sosyolojikpsikolojik yapısında etkisini göstermiştir. Darbelere alışık olan Türkiye Cumhuriyeti siyasî iradesinin hareket alanı bir kez daha daraltılmış oldu bu darbeyle. Halk her darbede olduğu gibi yine son derece yoğun ve kapsamlı bir askerî müdahalenin ağır ellerini üzerinde hissetmiştir. 28 Şubat, Türkiye’nin siyasal 28 Şubat: Kirletilmiş toplum hafızası B İR varlık olarak toplum, kendisini oluşturan bireylerden daha dinamik ve uzun ömürlüdür. Dolayısıyla toplum, sadece içinde bulunulan zamanı değil, geçmiş ve gelecek tarihi içerisinde barındıran daimî bir süreçtir. kültürü ve iktidar dengelerinde çok ciddî değişimler oluşturmuştur. Öyle ki, ilk defa bir darbe sonrasında darbe ile siyasete ve sivil hayata yönelik müdahalenin “gerekirse bin yıl süreceğinden” bahsedilmiştir. Bu korkunç iddia, 28 Şubat’ı diğer darbelerden ayıran en önemli özelliklerinden biri olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte 28 Şubat doğrudan siyasete ve topluma müdahale etmiş olmasına karşın, darbenin ana aktörleri perde arkasında kalmayı başarmış ve araç olarak siyasî aktörleri kullanmıştır. Dolayısıyla da darbe süreci devam ederken, asıl aktörler yıpranmamış ve aksine ötekileştirilen bireyler ve toplumsal yapıda güven zedelenmiştir. Diğer darbeler kendilerini meşrû kılacak bir gerekçeyle siyasete ve sivil hayata müdahale ederlerken, 28 Şubat ise “irtica” kurgusu ile darbeyi meşrû kılmaya çalışmıştır. Darbeciler, irtica kurgusu ile adeta sivil hayata topyekûn bir savaş bakış açısıyla yaklaşmışlar ve sivil hayatın hak ve hürriyetlerine müdahale etmişlerdir. 28 Şubat, meşrûiyetini medyayı başarılı bir şekilde kullanarak elde etmeye çalışmıştır. Bununla birlikte 28 Şubat’a güç veren faktörler sadece iç unsurlar değildir. Dış etken ve aktörler de 28 Şubat’ın başarılı kılınmasında etkili olmuştur. Batı’nın İslâm’ı esas alan düşman tanımlamaları, 28 Şubat’ın siyasete ve topluma irticayı yok etme gerekçesiyle müdahale etmesi için imkân sağlamıştır. Sonuç olarak, 28 Şubat’ın failleri siyasette meşrûluğun kaynağının toplum olduğunu reddetmişlerdir. Bu bağlamda onlara göre meşrûluğun kaynağı “halkın iradesi değil, resmî ideoloji”dir. Bu amaçla darbeciler, toplumu militarize etmek istemişler ve dogmatik bir hareket olarak Türkiye’nin karmaşık ve önemli sorunlarını emirkomuta yoluyla çözmeye çalışmışlardır. Türk siyasî hayatına ortaya çıkışı ve işleyişi bakımından farklı bir darbe olarak giren 28 Şubat, ülkemizde ve bölgemizde birçok dengenin ve denge taşının değişmesine neden olmuştur. Sadece siyasî mekanizmaları değil, sosyal ve iktisadî mekanizmaları da uzun vadede etkilemiş, toplumun hafızasında utanç olarak yer edinmiş bir ötekileştirme hareketi olmuştur. Bu darbenin bin yıl süreceğine dair söylemlere rağmen demokrasi karşısında vesayet düzeni ağır bir yara almıştır. İnşâsına tanıklık ettiğimiz ve toplum hafızasını kirleten 28 Şubat post-modern darbe sürecinde, tarihsel süreç içerisindeki menfî kazanımları ile güçlenerek toplumsal hafızanın yeniden inşâ edildiği görülmektedir. Demokrasi ve özgürlük esaslı yapılanmalarla bu kazanımların güçlenmesini ve gelecek nesillere kirletilmemiş bir hafıza bırakabilmeyi temennî ediyorum. mart 2016 63 haberajanda Dosya Diğer Cermen organizasyonu olan AvusturyaMacaristan veliahdının Saraybosna’da bir Sırp terörist tarafından öldürülmesiyle başlayan savaş eğer Avrupa’da sürerse, bu hengâme Alman Birliği’nin sonu olacağı gibi, BND’nin A ve B planlarının asla uygulanamayacağı gibi bir sonuçla da karşı karşıya bırakacaktı hırslı Cermenleri. Bu sebeple bir an önce savaş Almanya’dan uzaklaştırılmalı ve ilk hedef olan Osmanlı toprakları üzerinde sürdürülmeliydi. Böylece savaşın zararı Türkler üzerine silkilir, Almanya ise sonuçta mağlup olsa da bir miktar para kaybeder, ülkesi yerli yerinde durur, B planı için harekete geçebilecek gücünü muhafaza ederdi. Dünya siyasetini belirleyici ana kavramlar: GALIPLER VE MAĞLUPLAR Y AZIYA fizik kapısından girelim ve bir fizikî sistem hayâl edelim. Mesela, önümüzde bir garip işleyiş durmakta olsun. Varsayalım ki bu teşkilat, irili ufaklı onlarca, hatta iki yüz kadar kasnak, çark ve büyüklü küçüklü aksamdan oluşsun. Çarklar arasında miller, millerin başında volanlar, volanlardan kasnaklara ulaşan kayışlar, kolonlar ve zincirler… Diyelim ki bu girift yapı kendi kendine çalışıp durmakta. Peki, bu çok devinimli işleyişi döndüren sistem nedir ve nasıl çalışmaktadır? >> Elbette bu komplike rölativiteyi sevgili fiziğin şaşmaz kuralları belirlemekte. Ancak tek başına değil! Tabiî ki kimyanın enerjisiyle çark, kasnak ve volanların matematik devinimi ve geometrisinin biçimselliğiyle... Ve gayet tabiî her şeyden evvel insanın kararı ve startıyla… Peki, ne dersiniz, bu örneğe neden gereksinim duyduk? Cevabı birazdan kendiniz vereceksiniz, bu itibarla biz gelelim insanın en eski, en 64 mart 2016 çaplı, en komplike organizasyonuna, yani “devlet aygıtı”na. Mevzubahis aygıt nasıl işlemekte? Aygıtlar arası işleyişte kural nedir? En önemlisi, değişik boyutlardaki irili ufaklı iki yüz devletin aralarında yürüyen işleyişin evvel ve ahir unsurları ve de bu sistematiğin belirleyenleri nelerdir? Bunlar gibi pek çok sorunun varıp dayanacağı cevapsa, üzerine bir makale kuracak kadar önemli midir? Elbette! O hâlde geçelim konuya… Kendisine bu devasa coğrafyanın bir kıyısında yer bulan herhangi bir millet, ister istemez dünya aygıtının da bir çarkı oluveriyor. Artık o, organizasyon dışıyken başıbozuk bir toplum olarak yaşadığı özgür hâlini gerilerde bırakarak bir disiplin ortamına girmiş durumda. Yani aklına estiği gibi hareket edemez, zira aynı anda bir oyuna da dâhil olmuş hâlde. Devletlerarası çoklu bir tahtırevan oyununa... E oyun da kuralıyla oynanır, değil mi? İşte bu oyuna dâhil olma işine, “devletler hukuku” denilen tek bir ipe dizilmiş olan “akik taşlarının” yerde yuvarlanmaktan vazgeçip yukarı sıçraması ve kendisini “devletlerarası ipe” bağlaması örneğini verebiliriz. Ki böylece oluşan bu devasa gerdanlık, bir sıra içinde ve birbirini takip eden benzeşlerin uyumunun estetiği içinde biçimlenmiş çokluğun tekliğinin tekniğine tâbi olma hâlidir. Yani tek başınıza ve bağımsızsınız, lakin size benzeyen diğerlerinin müsaadesi bağlamında bir duruş sergilemek durumundasınız. Bununla birlikte, çok matematikli bir işlemin de kuşatması altında… İşte devletin bu denklem bereketi içerisinde pozisyonunu belirleme ameliyesine “uluslararası siyaset” deniyor. Bu siyaset ki, “ince iğneyle Turgay Alkan [email protected] kuyu kazmak” dikkati isteyen bir millî bilgelik ve dikkat gerektiriyor. Ve tabiî “kılı kırk yarma” mesleğini özümsemeyi de istiyor muhatabından. Zor iş yani! Hukukun hukuksuzluğu işletmesi Her millet, kaderin kendine çizdiği yol üzerinde bir devlete sahip olabilir. Lakin her millet, sahip olduğu devlet gemisini “sahil-i selamete ulaştırma” becerisini gösteremez. Zaten devletler üstü bir “ulu devlet” diyebileceğimiz imparatorluklar da buradan doğarlar ezelde. Yani devlet becerisi olamayan uluslar, bir diğer organizasyonun besini olur ve onu obezleştirirler. Belki de bu obez yapının adıdır “imparatorluk”. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Elbette bir ulusun kendi işleyişine ve özel kurumuna sahip olması, arzu edilen bir durumdur. Hatta özlem… “Millî ideal” diyerek daha da kutsayabiliriz bu arzuyu; ancak devlet olmak, aynı zamanda “kurtlar sofrası”na talip olmaktır. O sofrada “yiyen” olunduğu gibi, “yenilen” olmak da sıradan bir durumdur. Bu itibarla her ne kadar ilişkiler bir disiplin içerisinde, “devletlerarası hukuk” adı verilen yazısız anlaşmalarla yürürse de, yürünen yolun zemininde adaletli bir stabilizasyondan söz etmek mümkün değildir. Zira söz konusu hukuk, her daim kaygan bir düzlemde rota tayin etmek zorunda kalabilir. Hem de onca uluslararası kurum ve kuruluşa rağmen... Aslında adına “devletleramart 2016 65 haberajanda Dosya Elbette galip ve mağlubu belirleyecek olan şey savaştır. Her zaman aralığında yapılan savaşlarla katman namzetleri belli olunca, tarafların oturduğu masada bir taraf dikte eder, diğer taraf da kabul. Ve imzalar atılır, tuğraları çeker nişancılar. O, bir A4 ebadındaki metin, yeni bir savaşa kadar tek geçerli kontrattır. Üstelik sadece iki tarafı bağlamaz; dünyanın tüm devletleri nazarında da galip galiptir, mağlup da mağlup. Haydi kır kırabilirsen kader prangasını! rası organizasyonlar” denilen bu kurum ve kuruluşlar da “toplu-birlik” bir kararın neticeleri sayılmazlar. Bunlar, en rahatsız edici tarifle, birilerinin etrafını ihata ettiği toplama kampları sayılsalar yeridir. Tabiî Birleşmiş Milletler teşkilatı başta olmak üzere IMF, Dünya Bankası, derecelendirme kuruluşları, UNICEF ve benzerlerinden söz ediliyor bu paragrafta. “Hemen hemen her devlete bir ve benzer sandalyeler ayrılmış olan bu organizasyonlarda bu ‘bir ve benzerliğe’ rağmen hukuksuzluk diz boyudur” dense yalan olmaz. Buralarda alınan kararlar, “hukukun hukuksuzluğu”na verilebilecek örneklerle doludur. Neden ama? Malûm-u âliniz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyleye söyleye dilinde tüy bitiren bir BM gerçekliği yaşanagitmekte. İşaret edilen o gerçeklik, balığın kokmuş başı sayılsa yakışır. Ve ona bağlı olarak kokuşmuşluğun ta kuyruğa kadar devam edip gitmekte olduğunu gören görüyor zaten. Neydi o darb-ı mesel? “Dünya beşten büyüktür!”, değil mi? İşte o beş, mahşerin beş atlısıdır! Sanki göreviymişçesine kozmosu mahşere 66 mart 2016 Turgay Alkan çevirir ve cehennem eder insanlığın hayatını… Peki, kimdir söz konusu beş atlı? Nereden çıkıp gelmişlerdir? Neden herkes onların ağzına bakar? En önemlisi de, onlara bu hakkı kim vermiştir? Nasıl verilmişse verilmiş olsun, bu gayriadil hakkı ellerinden almanın ve hukukî bir ortam oluşturmanın imkânı yok mudur? Soru çok, daha da arttırılabilir. İşte bu noktada karşımıza iki kavram çıkmakta başlıkta denildiği gibi: “Galipler ve mağluplar”… Dikte ve kabul kontratı Gelin, son söyleyeceğimizi bölümün başında söyleyelim: Bugün dünyanın varıp dayandığı bir bataklığın balçığında debelenen insanlık dramını hep beraber yaşamakta yaşlı gezegen ve sakinleri. Dehşetengiz yutuculuktan sadece balçığın ortasında kalanlar değil, bataklığın kenarındakiler, uzağındakiler, hülâsa herkes etkilenmekte. Yahu nedir bunun sebebi? İşte bu durumun tek müsebbibi galipler ve mağluplar ayrımı ve bu ayırımın özünde barındırdığı kaçınılmaz son! Tarihin başından beri milletler ve onların disipliner organizasyonları iki katmanda değerlendirilmekte: “Süzerenler ve vassallar”… Vaziyetin vahametini açık etmek için tarifleri değiştirelim: “Senyörler ve serfler”… Son olarak ve anlatıma açıklık kazandırmak için “galipler ve mağluplar” diyelim bu iki tabakaya ve noktalayalım. Elbette galip ve mağlubu belirleyecek olan şey savaştır. Her zaman aralığında yapılan savaşlarla katman namzetleri belli olunca, tarafların oturduğu masada bir taraf dikte eder, diğer taraf da kabul. Ve imzalar atılır, tuğraları çeker nişancılar. O, bir A4 ebadındaki metin, yeni bir savaşa kadar tek geçerli kontrattır. Üstelik sadece iki tarafı bağlamaz; dünyanın tüm devletleri nazarında da galip galiptir, mağlup da mağlup. Haydi kır kırabilirsen kader prangasını! Kurtuluş yok mu? İşte biz, böyle bir paslı pranganın esiriyiz tam doksan seneden beri! Galipler ve mağluplar kümelerindeki yerimizi belirleyen savaş, Birinci Cihan Harbi’ydi ve biliyorsunuz ki, maalesef Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Söz konusu savaşın sonunda senyörlere karşı serf durumuna düşmüş İstanbul idaresi, masaya başı yerde oturmuştu zoraki olarak. Üç masa başı: Mondros, Sevr ve Lozan… Bu masalarda kimin süzeren, kimin vassal olduğu belirlendi ve herkes kendi konumunu onayladı. Kendi dışında verilen bir kararla Osmanlı Devleti, yirmide bir mesabesine küçültüldü ve başta İngiltere olmak üzere Fransa ve İtalya’nın vassalı durumuna geldi. Vassalın yeni adı “Türkiye Cumhuriyeti”ydi. Tarihçiler ve tarih sözlükleri “vassal” terimini şöyle açıklamaktalar: “Peyk, uydu, büyük devletin nüfuzunda olan küçük idare”… Bir nevi “sömürge” de denilebilir vas- sal yaftası vurulmuş ülkeye. Yani oldukça onur kırıcı bir unvan herkes için, bilhassa Türkiye için... Türk insanının ve tabiî devletinin, her ne kadar bağımsızlık iddiası olursa olsun, ne kadar kendi yönetimini kendisinin yaptığını sanırsa sansın, sonuç değişmiyor: Sen bir vassalsın! Vassalın en yalın tarifi de yukarıda yapıldı. Ne yazık ki, Birinci Cihan Harbi’ni yenik olarak bitirmiş ve kendisinin tarifinin yapılması için karşı kampta olanların kurduğu masaya oturtulmuş tüm Osmanlı kalıntıları gibi Türkiye de mağluplardan bir mağlup. 1918’den beri, 97 senedir mi? Evet! Peki, ne zaman kurtulacaklardır mağluplar bu yaftadan? Yok mu bunun da bir kuralı, kaidesi? Var tabiî… Ta ki yeniden bir savaşta galip oluncaya kadar mağluplardan sayılmaya devam! Kurtuluşun bir yolu yok mu? Yeni bir savaş oluncaya ve o savaşta yer alıncaya, mücadeleden başı dik olarak çıkıncaya kadar hayır! Çaresiz dans Şimdi gidelim 1920’lere ve Osmanlı arazisi üzerinde oluşturulan “vassal devletler” ile “serf idarelere”… Bakalım hukukları nasıl belirlenmiş ve istikametleri nereye yönlendirilmiş. 1914’te Almanya ve İngiltere ile yandaşları arasında patlak veren Cihan Harbi’ne, ertesi yıl Osmanlı Devleti de dâhil oldu. İttifak Devletleri kampının kurucu lideri Almanya’nın müttefiki olarak… O zamanlar İttifak içinde yer almak çok kötü bir tercihti, ancak Osmanlılar için başka yapacak bir şey yoktu. Zira İngiliz’in başını çektiği İtilaf Devletleri kampının kapısı defaatle çalınmış, Osmanlı paşaları eşikten döndürülmüşlerdi. O düzlemde yapılacak olan bir diğer şey gibi görünse de, İstanbul için “savaşa girmemek” namümkündü. Zira İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya, “Hasta Adam” dedikleri Osmanlı’yı yatağında boğma kararı almış ve gizli anlaşmalarla sonucu belirlemişlerdi. Bu durumda paşalar, kaçınılmaz olarak Almanya’nın yanında savaşa mecbur edildiler. Çare yok ki Osmanlı, ölüm kalım savaşına ya da kurtlarla yapacağı dansa İttifak’ta girecekti. Yukarıda da denildiği üzere, hükümetteki İttihat ve Terakki diplomatları, İngiliz’in kapısını defaatle çalmış ve onlarla ortaklık yapmak istemişlerdi. Ancak Majeste, diplomatlara tek açık kapı göstererek “Gidin Almanya’ya!” deyip müttefikimizi işaret etmişti. Zaten Almanya’nın da en büyük arzusu buydu. Alman oyunu: Bir Majeste hilesi Neden en büyük arzu? Almanya’nın arzusunun büyüklüğünün iki nedeni vardı. Birincisi… 1870’de Alman Birliği’ni kuran Prusyalı diplomat Otto Von Bismark, yüz yıl evvel kolonizasyon çağını başlatan AngloSakson biraderleri ve onların ardından Franklar, Osmanlı ve Rus imparatorluk arazilerinin dışında kalan dünyayı kendilerine bağlamışlardı. mart 2016 67 haberajanda Dosya Nitekim öyle oldu ve savaş, Osmanlı’nın üzerine bir Alman oldubittisiyle çırpıldı. Memalik, bir baştan öbür başa yangın yerine döndü. Alman subaylarının komutasındaki Türk ordusu yedi cephede yedi düvele karşı verdiği savaşta kırıldı, Osmanlı’nın insanî gücü ve toprakları yok oldu. Güya yenilen Almanlardı, ama haritadan silinen Türkiye Osmanlı’sıydı. Bu sonuç Almanların umurunda değildi; Alman askerî varlığı, “Geçmiş olsun!” bile demeden Anadolu’dan ayrıldı ve Cermen ayısı hafif yaralarıyla Bavyera ormanlarına geri dönüp işine baktı. Tarihler yazıyor: “İngiltere Mısır komiseri McMohan ile Sykes-Pickot cetvelcilerinin çizdiği geometri içerisinde Memalik-i Osmanî paylaşımında uzun ve gizli görüşmeler yapıldı. İngiltere, Fransa ve İtalya diplomatları sert tartışmalar sonunda anlaştılar.” Ve yağlı parçanın Majeste’ye aitliğini de vurguluyorlar elbette. Fransa, Haçlı seferlerinden beri kendi kutsal toprağı saydığı Levanten bölgesini ve Suriye’yi aldı. İtalya, 1911’de işgal ettiği Libya’nın üstüne konan ve o zamanki adı Habeşistan olan Etiyopya’ya razı oldu. Geri kalan hâliyle tüm El-Cezire, Irak ve Mısır’sa Londra’nın torbasına konuldu. Zaten Prens Bismark, bu yarışta geç kalan Alman şehir devletlerinin birleşmesini bu sebeple sağlamıştı; yoksa onların birleşeceği yoktu. Elli yıl önce Zolferayn planıyla bir nevi Cermenik gümrük birliğini gerçekleştiren şehir senyörleri bu işten kazançlı çıkmış ve siyasî birliğin dünyaya uzanmasıyla kazançlarının artacağına inanmışlardı. Zira Prusya Prensi Bismark onlara iki plan sunuyordu: A planı, Osmanlı arazilerini ele geçirmek; B planı ise Romanof Rusya’sını iç etmekti. Yani o an dünya yüzeyindeki üç emperyal 68 mart 2016 organizasyonun sonu kararlaştırılmıştı. Eğer Cermenler elini çabuk tutmazlarsa, Osmanlı Türkiye’sinin İngiltere tarafından yutulması kaçınılmazdı. Zira Rusya ve Fransa’yı yanına alan Majeste, yüzyıla Waterloo Savaşı’nın izdüşümünde savaşla girecek ve 20. yüzyılı kendi paradigmasına göre dayatacaktı. İkincisi… Diğer Cermen organizasyonu olan Avusturya-Macaristan veliahdının Saraybosna’da bir Sırp terörist tarafından öldürülmesiyle başlayan savaş eğer Avrupa’da sürerse, bu hengâme Alman Birliği’nin sonu olacağı gibi, BND’nin A ve B planlarının asla uygulanamayacağı gibi bir sonuçla da karşı karşıya bırakacaktı hırslı Cermenleri. Bu sebeple bir an önce savaş Almanya’dan uzaklaştırılmalı ve ilk hedef olan Osmanlı toprakları üzerinde sürdürülmeliydi. Böylece savaşın zararı Türkler üzerine silkilir, Almanya ise sonuçta mağlup olsa da bir miktar para kaybeder, ülkesi yerli yerinde durur, B planı için harekete geçebilecek gücünü muhafaza ederdi. Bu arada kaos içindeki Osmanlı’nın yönetimi beklemekteydi İstanbul’u; hem de dört yıl sonra gelmesi muhtemel işgal askerlerinin silahlarının gölgesinde yaşamaya şimdiden alıştırma yapar gibi… İkinci Abdülhamit’in hâlli neticesinde, ayak sesleri duyulan savaş öncesinde tam bir türbülans hâli yaşayan yönetim düalist yapısını altüst etmiş, sadaret sultanlığa, sultanlıksa etkisiz bir elemana dönüşmüştü. Bununla birlikte sadaret de illegaliteden bir süre önce çıkmış olacakken, henüz legaliteyi içine sindirememiş bir partinin, yani İttihat ve Terakki’nin uhdesine verilmişti. İttihatçı paşaların hepsi, hususiyetle ilk üçü (Talat, Enver ve Cemal), üç ayrı baş hâlinde çılgın işler yapmaya koyulmuşlardı. 30 yıl süren ve tarihçilerin “Son İmparator” diye nitelendirdiği İkinci Abdülhamit’in nev-i şahsına münhasır “başkanlık sistemi”nin uzattığı ömrüne Turgay Alkan rağmen ülke, beş yıl içinde çok başlı bir dragon gibi ölüme düçâr olmuştu. Ancak o dragonun can çekişmesi bile dört yıl aldı. Tarihler yazıyor: “İngiltere Mısır komiseri McMohan ile Sykes-Pickot cetvelcilerinin çizdiği geometri içerisinde Memalik-i Osmanî paylaşımında uzun ve gizli görüşmeler yapıldı. İngiltere, Fransa ve İtalya diplomatları sert tartışmalar sonunda anlaştılar.” Ve yağlı parçanın Majeste’ye aitliğini de vurguluyorlar elbette. Fransa, Haçlı seferlerinden beri kendi kutsal toprağı saydığı Levanten bölgesini ve Suriye’yi aldı. İtalya, 1911’de işgal ettiği Libya’nın üstüne konan ve o zamanki adı Habeşistan olan Etiyopya’ya razı oldu. Geri kalan hâliyle tüm El-Cezire, Irak ve Mısır’sa Londra’nın torbasına konuldu. İmparatorluğun periferisinin üleşilmesinin akabinde hep beraber geldiler Anadolu’ya. Savaştan sonraki asıl sıkıntı burada çıktı. Zira kimsenin “dünyanın kalbi”nden vazgeçmeye niyeti yoktu. En kıymetli alan olarak Marmara Boğazları, zannedilenin aksine kolay bir müzakereyle sonuçlandı. Hep beraber İstanbul’u işgal ettiler ve orada ortak bir idare kurdular. İşgale Anadolu’nun güneyinden başlandı ve üçü ayrı yerden yarımadaya girdiler. Muğla’dan Hakkari’ye kadar olan bölgenin doğusu İngiliz, batısı İtalyan, ortası Fransız askerleri tarafından çiğnendi. Ege’ye serpilmiş olan 12 ada İtalyanlara bırakıldı. İngiltere, Hakkari, Siirt, Şırnak ve Mardin’in yan ısıra (ve ilerleyen zaman içinde) Samsun, Merzifon gibi lokal alanları da işgal etmeye başladı. Bu gidişle anlaşmaları zorlaşacak ve belki savaşın ikinci kısmını kendi aralarında, Anadolu yarımadasında devam ettireceklerdi. Lakin etmediler. Çünkü 1917’de Rusya’da gerçekleştirilen Ekim devrimiyle Rus coğrafyasında iktidara gelen Bolşevikler Avrupa’ya göz dikmiş ve Baltık bölgesi, Polonya başta olmak üzere Doğu ve Orta Avrupa üzerindeki gizli emellerini açık etmişlerdi. Bu sebeple üçlü Bermuda şeytanları, “Avrupa evi”ni kurtarmak adına Osmanlı arazisi üzerindeki operasyonlarını durdurup bölgeyi yüz yıllığına uyutarak apar topar “ev”e döndüler. Bu dönüş, onları 2. Cihan Harbi’nin eşiğine bıraktı. Troyka Ortadoğu ve Anadolu’dan çekilmeden önce, Sykes-Pickot ülkelerinin başına yüzer yıllığına “vassal idareciler” atamayı unutmadı tabiî. Bu minvalden olmak üzere Türkiye’yle de Lozan’ı imzaladılar. Ki o da yüzyıllık bir idare anlaşmasıydı ve antlaşma metninde olsun ya da olmasın, sadece 1923-2023 arasını kapsıyordu. Türkiye üzerinde, Lozan’da sözü edilmeyen bir anlaşma daha vardı. Bu gizli protokolü İngiltere, Fransa ve İtalya kendi aralarında yapmışlardı. Bu bir yönetim ortaklığı sirküsüydü. İşte yönetsel anlamda ülkenin yüz yılına damgasını vuran bu sirkülerin izahı için uzun bir girizgâh yapmak zorunda kaldık. Zira meselenin öncesine vâkıf olmadan, sonrasında oluşan yönetim ve yönetim sektörlerini anlamanın, hatta yakın Türkiye tarihinin kodlarının künhüne ermenin olanağı yoktu. Bölüşüm Bundan sonrasına şu cümleyle başlamak gerekiyor: Üçlü ittifak, yani Birinci Savaş’tan başları dik olarak çıkmış olan İngiliz, Fransız ve İtalyanlar bu savaşın galibiydiler ve karşılarında yenik duruma düşmüş olan devletlerin unvanı artık “mağluplar” olarak söylenegidecekti. Yenikler üzerinde muzafferlerin tam bir yaptırım hakkı bulunmaktaydı. Zaten devleti, devlet yapısını ve hatta idareci ailelerini onlar belirleyecek, iç ve dış politika onlara mugayir bir karakter arz edemeyecek, devlet rotası onların cetvelleriyle çizilecekti. Ve hatta bu kurallara uymayan yönetici sınıfın tasfiyesi de onlar eliyle, gerekirse en kanlı şekilde yapılabilecekti. Yazının yukarısında “Ne zamana kadar?” diye sormuş ve cevaben “Yeni bir dünya ölçeğindeki savaşa kadar” demiştik ya, işte galibiyet böyle bir şeydi! Birinci Bölüşüm Harbi’nin galipleri, başta Ortadoğu olmak üzere Osmanlı’nın topraklarını, yalnız Anadolu’nun zamanını bölüştüler. Lozan’da imzalanan ve tarihe mâl olan ünlü antlaşmanın en son ve gizli maddesinde yer alan veya almayan, lakin gizli protokollerde varlığına emin olduğumuz “İş bu mukavele yüz yıllıktır” ifadesiydi bölüştüren kuralın kök bulduğu nokta. Yüz yıllık zamanda galip biraderlere düşen paylarsa onar yıllıktı. Ve bölüşüm, İngiltereFransa-İtalya sıralamasıyla uygulanacaktı. Her ülke, kendisine düşen on yıllık süre içerisinde Ankara’da söz sahibiydi artık. Buna bağlı olarak kendi “dostlarını” belirleyecek ve onları iktidara getirecekti. Bu dostlara “işbirlikçiler” demekte de hiçbir mahsur yoktu. Ya yüz yıl sonra? Bu sorunun cevabı fiiliyatta mer’i bugün. Ortadoğu ve etrafında olup bitenlerin şifresini okuyanlar, sorunun cevabını da bulmuş olmaktalar. İmparatorluğun resmen Batı aksına oturduğu, 1839’dan beri ülke aydınlarının, idarecilerinin, gelecek vadedenlerin hangi devlete yakın durdukları planlı ve de programlı bir çalışmaydı. Bu çalışma, Rusya dâhil tüm Batılılarca yapılmış ve her devlet, İstanbul’daki “kendi adamı”nı belirlemişti. 1923’e gelindiğinde, ricalin göbek bağları belliydi. Sadece Alman bağlıları Cihan Harbi’nde etkisiz hâle getirilmişlerdi. Bir de Rus işbirlikçileri artık yoktular, zira onlar kendi başlarının derdinin peşindelerdi. İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar, daha önceki ilişkilerinden yola çıkarak ortaklık yapacakları işbirlikçi aileleri belirlemiş ve onları her otuz yılda bir, on yıllığına iktidara taşıyacak yollara kendi taşlarını döşemeye başlamışlardı. Galibin kontrolü İlk on yılını İngiliz dostu olarak geçirdi yeni devlet. mart 2016 69 haberajanda Dosya Aralığı ise 1923-1933’tü. Başta Mustafa Kemal Paşa vardı ve ekip, İngiliz Büyükelçisi ile yakın çalışmayı tercih etmişti. Buna rağmen Kemal Paşa, kendi çabasıyla güçlenmiş ve pasif bir ortak olmanın ötesine geçmişti. O, çevresini sağlamlaştırmış güçlü bir Cumhurreisi idi. Aynı zamanda ordudaki mareşalliği de sürüyordu; yani TSK’dan da maaş alan bir muvazzaftı. Ordunun yarısına Fevzi Çakmak eliyle hâkimdi. Kalan yarı ise “gizli protokolcüler” eliyle diğer kampta konuşlandırılmışlardı. O kampa “İkinci Adam” İnönü damgasını vurmaktaydı. TSK’daki bu damar günümüze kadar korundu. Zira “onarlı yönetim sistemi”ni devam ettirecek olan başat yapılanma, bu damarlaşma hareketiydi. Ve bu damarlaşmış yapı, günümüzden yüz sene önce yaşanmış olan Birinci Savaş’ın gayriadil hukukunu korumak üzere kurgulanmıştı. Kimler tarafından mı? Elbette yüz yıl evvelinin galiplerince! Galipler, galibiyetlerini ve karşı tarafın mağlubiyetini gizli bir sistemle korumaya devam ediyorlardı. Elbette açık yanları da vardı bu korumanın. Söz konusu açık argümanlar, yazının baş bölümünde sözünü ettiğimiz “devletlerarası kurum ve kuruluşlar” idi. O kurum ve kuruluşlar, bağırta bağırta kabul ettiriyordu “beşin dünyadan büyük olduğunu”. İstersen Cumhurbaşkanı makamından itiraz et, duyan kim? Amaç ne? 70 mart 2016 milletiyle için için kaynıyor, hatta taşıyor. Bu kaynama ve taşma nereye götürecekti dünyayı ve insanlığı? Elbette saygın bir yeninden yapılanmaya ve eşit, adil ve de hür devletler cennetine. Kısaca, galiplerin ve mağlup sayılanların olmadığı, dayatmaların olmadığı bir devletler hukukuna… İşte bunu çok gördüler! Dünün mağluplarına bir kez daha mağlubiyet ta- zeletecek ve galipler kendilerini resetleyecekler. Kurulacak yeni düzen ve uygulanacak devletlerarası hukukta geçer ölçü, yenilenmiş hâliyle yine galipler ve mağluplar olacak. Bu plana göre dünün galipleri, illa bugün de galipler düzleminde olmak niyetindeler. Dünün mağlupları değişebilir; tekraren mağlubiyet cezasına çarptırılanlar olduğu gibi, mağlupken galipler safına çıkanlar da bulunabilir. Tabiî her şeye rağmen geçen zaman yaraları tamir etmekte ve mağlupların mağlubiyeti anbean aşınmakta. Mesela, günümüz Türkiye’si kesinlikle yüz yıl evvelinin ülkesi değil artık. Yüz yıl evvel diz çökmüş ve mağlup olmuş olan Osmanlı İmparatorluğu da artık yok. Bugün onun yerinde otuz küsur devlet yaşamakta. Hemen hepsinin durumu iyi; petrolleri ve sanayileri mevcut. Yani sorsanız hiçbiri “mağluplar kategorisinde olmak” istemez. Zaten istemiyorlar da… Başta Türkiye olmak üzere her devlet, kerameti kendinden menkul bir kararla üç beş süzerenin döşüne yapıştırdığı “mağlup” etiketini söküp atmak, öz benliğine kavuşmak ve yeniden dirilmek istiyor. İstemekle kalmıyor, devleti ve Yüz yıl öncesinin galipleri, mağlubiyet gömleğini yırtıp atma noktasındaki mazlum milletleri gerisin geri götürmek ve yüzyıl evvelki mağlubiyet noktasından hayata yeniden başlatmak için cadı kazanını kaynattılar. Bu kazan, 1975’ten beri için için kaynayageldi, şu ansa taşıp etrafını haşlama noktasında. Neden? Zira bu hengâmenin sebebi şu: Dünün mağluplarına bir kez daha mağlubiyet tazeletecek ve galipler kendilerini resetleyecekler. Kurulacak yeni düzen ve uygulanacak devletlerarası hukukta geçer ölçü, yenilenmiş hâliyle yine galipler ve mağluplar olacak. Bu plana göre dünün galipleri, illa bugün de galipler düzleminde olmak niyetindeler. Dünün mağlupları değişebilir; tekraren mağlubiyet cezasına çarptırılanlar olduğu gibi, mağlupken galipler safına çıkanlar da bulunabilir. Bunu belirleyecek olanlar da yine dünün muzaffer ulusları, yani Batı medeniyetinin AngloSakson lordları… İstenen bu! Peki, bu fırsatı tekrar yakalayabilirler mi dünün galipleri? Maalesef birçok noktada yakaladılar bile… haberajanda Siyaset Ahmet Fidan [email protected] >> MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hapse tıkmak için teşebbüste bulundular. Kendi deyimleri ile “Dönemin Başbakanı”nı hasta yatağında kelepçeleyerek hapse atma üzerine kurdukları darbe planları tutmadı. Son bir yıl içinde “Hizmet” etiketli olaylar hızla gelişti; terörle atbaşı gelişmeye de devam etmekte. Yıl içinde iki önemli seçim oldu. Seçimlerin gâlibi ve mağlûbu belliydi. 7 Haziran 2015 ve hemen arkasından 1 Kasım 2015 tarihlerinde yapılan seçimler öncesinde halkın oylarının kendilerinde olduğu vehmini pompaladılar ve tam bir siyasî parti gibi hareket ettiler. Seçim sonuçları kendilerinin halk nezdinde hiçbir îtibarlarının olmadığını ispatladı. Bir şey daha ortaya çıktı: Destek verdikleri siyasî kadrolar hezîmete uğradılar. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde öncekilerden farklı pek çok ilk gerçekleşti. Cumhurbaşkanlığı seçimi, beraberinde tarihin sayfalarında farklı yönleriyle kayda geçti. Cumhuriyet tarihinde millet, kendi öz iradesi ile cumhura baş seçti. Seçimin en güçlü adayı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın parti içinde adaylığının önünü kesmek için plan yapıldı ve uygulamaya koyuldu. Sayın Abdullah Gül’ün öne çıkarılması için tüm güçlerini seferber ettiler, netîce alamadılar. Türkiye’nin ebedî ve ezelî muhalif partisi ile öteki partileri alt alta, üst üste, yan yana cem ettiler, bir araya getirerek “çatı adayı” çıkardılar. “Hizmet” etiketli grup, partilerden daha çok çatı adayını seçtirmek için olağanüstü çaba gösterdi. Sağduyu gâlip geldi ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez, millet hür iradesi ile Cumhurbaşkanı’nı Köşk’e çıkardı. Peş peşe gelen iki büyük seçimden ağır yenilgi ile çıkan “Hizmet” (!), uslanmadı, payına düşen dersi almadı. Halkın hür iradesi ile seçilmiş bulu- Hizmetten hezimete son viraj: Zaman, kayyum idaresinde B İRAZ sümük, biraz gözyaşı karıştırarak din aldılar, din sattılar; “Hizmet” etiketi ile Cennet’ten arsa pazarladılar. 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde Hükûmet’e karşı darbe teşebbüsüne giriştiklerinde gerçek niyetleri ve gerçek yüzleri ortaya çıktı. nan Cumhurbaşkanı’na karşı içte ve dışta kampanyalar tezgâhladı. Cumhurbaşkanlığı ve devlet aleyhinde tezgâh kurarken “güney komşu” ile işbirliğini sürdürdü. Söz konusu işbirliği o derece net ve berrak şekilde görüntü vermektedir ki, Müslümanların haremgâhı Mescid-i Aksa’yı kirleten Yahudî köpekleri için tek bir kelime dahi aleyhte haber ve görüş bildirmediler. 24 saat-365 gün, ülke aleyhinde kesintisiz husûmet ve kinlerini sürdürmek için her tür fırsatı ganimet bilerek ellerindeki gazete, dergi ve televizyonları tepe tepe kullanmaya devam ettiler. Yahudî Devleti’nin emelleri doğrultusunda şer güçleri ile işbirliği yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Yerinde, yerli işbirlikçilerin maşası oluyorlar. İslâm’a ve kutsal değerlere düşmanlıkta Cumhuriyet gazetesi ile yarışıyorlar. Bazı konularda onu bile solladılar. Siyaseten CHP’yi bile geride bıraktılar. Tüm eylem ve işlemleri ile bir başkaldırı içindeydiler. Müesses nizâma karşı sürdürdükleri başkaldırı için karanlık ve gölge adamlar icâd edip arkasına düşerek sokak gösterilerine başladılar. Aynı kesim, 28 Şubat karabasan döneminde Müslümanlara yönelik baskı ve zulümlerde varlıklarını hiç ama hiç hissettirmediler! Hatta çok övündükleri okulların anahtarlarını vermeye kalktılar. Düzmece haberlerle kamuoyu oluşturmak için her türlü yalana ve habere başvurdular ki buna devam ediyorlar. Son olarak “Saman”a kayyum tayinini engellemek için Saman gazetesinin önünde toplandılar, canlı yayınlarla şov yaptılar. İşledikleri suçlardan aklanmak yerine, suçlarının üstünü örtmek için yeni tezgâhlar kurdular. Saman gazetesinin kayyuma devri, geç kalmış ama isabetli bir hukukî işlemdir. Konuyla ilgili olarak ABD Ankara Büyükelçisi’nin rahatsızlığını ifade eden beyânı bile olayın doğruluğunu göstermektedir. Özellikle son bir yıldan beri teröre karşı verilen mücadelede güvenlik güçlerinin elde ettikleri başarıyı gölgelemek ve karalamak için özellikle “hezimet” tarafından yapılan hiçbir yayın, basın özgürlüğü değil, vatan hâinliğinden başka bir adla anılamaz! Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği gibi, söz konusu kesim bu tür planları yapacak ne zekâ, ne de kabiliyete sahiptir. Birileri planı yapıyor ve bunları taşeron olarak kullanıyor. Suçluluk psikolojisi ile sergiledikleri davranışları, hizmeti hezîmete dönüşmüştür. Çünkü gerçek kimlikleri yerine karanlık yüzü ile kendilerine yön veren bir kişinin aptalca sözlerine kanarak gerçekleştirdikleri sokak eylemi ile tam bir hezîmete uğramışlardır. Evet, Hizmet Hareketi (!), son iki yıl içindeki tavır ve yaptıkları ile tam bir hezimete uğramıştır. Hezîmet Hareketi, geldiği noktada gerçeği kabullenmek yerine yeni hezîmetlere yelken açmaktadır. mart 2016 71 haberajanda Uyanma Vakti Tarihî hakîkatle yüzleşme noktası: Türkler devlet kurmayı bilmezler! K ONUYA garip bir iddiayla girelim: Bu mübarek milletin devleti yoktur. Yani Bozkırlı Türkler, devlet nedir bilmezler! “Devlet nasıl kurulur, nasıl idare edilir?” gibi soruların cevabı da bulunmamakta Türklerin zihnî ardiyesinde. Neden mi? Zira bu milletin tüm bildiği, sadece imparatorluklar kurmaya yöneliktir. Yani başucu binlerce yıl evveline giden müktesebat, yani birikim yalnızca “ulu devlet” üstüne… >> İçinde “devlet” denilen, onca coğrafî vilayeti ve sosyal tebaa barındıran devletler üstü bir organizasyondan söz ediyoruz “ulu devlet” derken. Veya “Ya neyi bilir bu Bozkır halkı?” sorusunun cevabı olarak sadece “imparatorluk”... İşte hakîkat orada duru- yor! Hatırlayınız, belki de tarihin en güzel mektubunda ne diyordu Muhteşem Süleyman? Fransızların ana kraliçesi şahsında bizzat Fransa’nın ve ona benzer onca krallığın tepesindeki “Avrupa Mavikanlı”larına “Ben ki”, evet, “Ben ki” diye- rek başlıyor ve bugün devlet adını alan onlarca coğrafî bölgeyi saydıktan sonra bu sayılanlardan katbekat fazla diyârın sultanı olan “Selim Han oğlu Süleyman” olduğunu belirtiyordu. İşte budur bu mübarek milletin bildiği devlet anlayışı, yani “cihan padişahlığı”, “acun kağanlığı”! Kendi müktesebatı dışındaki bölgelere de ad koyuyordu Süleyman Han ünlü mektubunda. Ve oğlu Kral Fransuva’nın komşu Kral Şarlken’in elinden kurtarması için ricada bulunan Fransız anneye hatırlatıyor, ne olduğunu “Sen ki” diye başlayıp “Frenk vilayetinin hâkimi Fransuva’sın” diye bitiriyordu. İşte bu mübarek Bozkırlılar için “Devleti ve devlet kurmayı bilmezler” derken bu ölçüye vurgu yapıyoruz. Zira Türk’ün gözünde devlet, vilayetten ibaret bir iç bölgedir. Ve oraları da valiler yönetir zaten, sultanlar değil. Konuşulmayan bir Türk devleti: Sakalar Aslında Bozkırlı savaşçılar, tarihte sadece bir devlet ya da ulu devlet kurdular. O da tarihin alacakaranlık bir diliminde gerçekleşti ve unutulup gitti. Yani o devletin kurucuları, devletin kuruluşuyla ilgili olarak en ufak bir kayıt tutmadılar. Şifâen dahi olsa, kendilerinden sonra “devlet serüveni”ne devam etmesi mukadder evlatlarına 72 mart 2016 Ahmet Yozgat [email protected] devletin nasıl kurulacağı hususunda en ufak bir bilgi vermediler. Onlardan evlatlara küçük bir öğüt, minik bir tarif de ulaşmadı. Çünkü bir başka devlete/ulu devlete ihtiyaç duyacakları kanaatini de taşımıyorlardı. İşte bu nedenle Türkler, devlet kurmayı hiçbir zaman bilemediler, doğrudan doğruya imparatorluk kurdular! Onu da sadece bir kere ve bidayette... O bir defalığına gerçekleşen bidayetin hikâyesine bir göz atmak gerek. Bu durumda Bozkırlının devlet serüveni de önü ve sonuyla ortaya konulmuş olur. Günümüz Rusya Federasyonu’nu merkeze alan, periferisi geniş bir coğrafyada devletini kuran Saka boyu süvarilerinin tarih sahnesine çıkışları M.Ö. sekizinci yüzyıl. Ancak tarihler bu devletin ilk 250 yılında ne olduğu ve ne bittiğine dair en ufak bir kayıt düşmemiş. Lakin onlardan bahsetmiş tabiî. Bu bahis, 250 yıl sonra açılmış; belki de daha çok… Ancak konunun bilgisini verenler Batılı tarihçiler olduğu için, onlar bu konuyu sınırlı tutmuşlar sanki “250 yıl” diyerek. Oysa geriye doğru işleyen 250 yıl, Bozkırı ve Bozkırın evvelini anlatmaya kâfi gelmemekte. Bizzat bir çağdaş Bozkırlı tarihçinin herhangi bir araştırması yok ki gerçek ortaya döküle… Dönelim tekrar Sakalara… Tarihçilerin kalemleri işlemeye başladığında, takvimler M.Ö. 650 yılını göstermekteydi. Organizasyonun adıysa artık “Saka Devleti” değil, “Saka İmparatorluğu” idi. Yani başında da kendisine “Acun Kağanı” unvanı takılmış bir hükümdar vardı: Alp Er Tunga… Acun Kağanı Tunga’yı ve ondan sonrasını, başta Heredot olmak üzere Yunan tarihçileriyle beraber Persiyan şâirler kaleme almışlardı. Ancak ne Sakalara “Saka” diyorlardı, ne de imparatorluğa “Saka İmparatorluğu”. Onların devletinin adı artık “Skitia” ya da “İskitya” idi. Kendileri de “İskitler”... Persepolisli kalem erbâbı Firdevsî de Sakaları “İskitler” diye yazan biriydi. Ve ne yazık ki bu Persiyan şâirin Sakalar ya da İskitler üzerine yazdıklarının çoğu hilaf-ı hakikatti. İnsanlar bunların yalan olduğunu ancak yakın bir tarihte öğrendiler üstelik. Hatta çoğu gerçek dışı olan Firdevsî yazılarından, bu coğrafyanın insanları İslâm adına iyimser bir söylence de çıkarmışlardı. Firdevsî’nin dediğine göre Tunga, bir tunga, yani kahraman bir bahadır değil, bir afrasiyab, yani bir yeraltı şeytanıydı. Bu yeraltı şeytanının arkasında da Step Albızlarından oluşan bir şeytanlar ordusu vardı. Bu “insanlık dışı ordu” İran diyârına indiğinde, onu ünlü Acemî Komutan Zaloğlu Rüstem karşıladı ve atmadığı kötek kalmadı Bozkır Albızlarına… İşte hilaf-ı hakîkat olan söylem bu! Oysa gerçeğin onun dediği gibi olmadığını ve Alp Er Tunga’nın Bozkırlı süvarilerinin İran yaylasını yukarıdan aşağıya doğru tepelemiş, Zaloğlu’nun anasından emdiği sütü bur- nundan getirmiş ve vurup Ortadoğu’ya çıkmış olduğunu öğreniyoruz. Mısır’a gittiği iddiası da var. Ancak mezarının Filistin’de olduğunu yazmakta tarihler. Büyük yalan! Sakalar gibi, adını bile başkalarının koyduğu “Kun” ya da “Hun” organizasyonu ile ilgili olarak düşülen ilk kayıt, bir dünya imparatoru ya da kendi deyişleriyle “Acun Kağanı” olan Metehan’ın babası Teoman Han’la ilgiliydi. O baba da bir imparatordu haâddizâtında. Ondan evvel de imparatorlar olmalıydı, ancak Mete’nin imparatorluğundan bahseden Çin tarihçileri, Milat evvelinde 220 yılının öncesini karartmışlardı. Anlaşılan o ki, sonrasını da mecburiyetten yazdılar. Hem de bu Bozkırlı devlete ve onun imparatorlarına sahte adlar koyarak… Yani ne Hun İmparatorluğu “Hiyong Nu” idi, ne de İmparator Mete “Maotun”. Hatta “Mete” adı bile yalan! Onu da Türkiye tarihçileri uydurdu. 16 yıldız tamam, diğerleri nerede? Yazının burasında, “Cumhurbaşkanlığı Forsu”nun önünde durup bakmanızı tavsiye ederim. Kırmızı zemin üzerine işlenmiş olan ay etrafında 16 yıldız... Yıldızlardan her biri, Türklerin tarih boyunca kurdukları ulu kağanlıkları ve imparatorlukları remzetmekteymiş. Öyle değil mi? Aslında bu forsta 16’dan daha fazla yıldız olması gerek, lakin biz bile karartmaktan çekinmemişiz yıldızları. Neyse, geçelim bu mevzuu… Hepinizin bildiği gibi 16 yıldız, Türklerin 16 imparatorluğunu ifade etmekte. Peki ya devletler, onlar nerede, hangi forsta? Ya da var mı onları sembolize eden bir başka fors? Yok! Neden? Efendim onları, yani Türklerin tarih içinde kurdukları devletleri saymıyoruz ki… Ya da öyle bir kurum yok hâddizâtında… Sizin devlet dediğiniz, imparatorluktan imparatorluğa geçerken arada oluşan sunî yapılardan başka bir şey değil. Daha doğrusu eskiyen imparatorluğu yenileyecek olan zinde ailenin belirlenmesi esnasında yaşanan ara bölge yapılanmaları... Sonuç? Efendim, işin özü şu: Bir önceki imparatorluğun başında bulunan yorgun aile, yani eski hanedanlık alandan çekilir ve onun yerine zinde bir aile gelip oturur, eskiyi lağveder ve kendi hanedanlığını tescil ettirir. Kime? Tabiî ki ulusun aksakallılarından oluşan Kingeş Meclisi’ne… Özet olarak söylemek gerekirse, işte bizim imparatorluklarımızın ya da imparatorluğumuzun kuruluş hikâyesi böyle net, kısacık ve kesin bir şey! Küçük yetinmeyi öğretme organizasyonu: Mankurtlaştırma Tarihin alacakaranlığına bakıldığında görülen manzara şöyle: Milat evvelinde başlayan mübarek savaşçıların imparatorluk koşusu, mart 2016 73 haberajanda Uyanma Vakti 16 durakta yenilene yenilene sürdü geldi günümüze kadar. Ve Osmanlı, son imparatorluk olarak son sınıra, yani Viyana’ya varıp dayandı. On altıyla aritmetiğe havale edilen imparatorluk paradigması ya da gelenek nasıldı? Yukarıda denildiği gibi yorulan hanedanlık, bayrağı zinde bir aileye teslim edecek ve millet yeni bir hanedanlıkla devletin diğer kompartımanına geçecek, imparatorluk treni yürüyüp gidecek… İşte paradigma böyleydi ve ta bidayette, kutlu bir ata eliyle koyulmuştu! “Kutlu atanın devlet vasiyeti” denilebilecek gelenek, tam on altı kere elden ele devredilerek yürüdü geldi. Yüz yıl evvelinde de yeni bir devir teslimle yürüyegidecekti. On altı numaralı Osmanlı’dan ve Osmanlı’nın sonundan, ondan sonrakinden, yani “17” numaradan söz ediyoruz… Lakin olmadı! Yorgun hanedanlığın son temsilcisi Vahdettin Han bayrağı bıraktı ve başkenti terk etti. İşte “Bozkır töresi”, tam adıyla “Oğuzhan’ın devlet töresi” denilen ezelî kanun burada ilk kez işlemedi. Oyunu Mustafa Kemal bozdu. Hayır, bozmadı! Onun eliyle bozmak istediler. Kim mi? Tabiî ki Son Mübarek İmparatorluğu çökertenler… O zamanki adıyla “yedi düvel”… Biraz fulü, biraz karartılmış, üstü örtülmüş bir kavram olarak “yedi düvel”, elbette bir tarihî ve coğrafî gerçek değil, kimliksiz bir kavram. O hâlde nedir bu yedi düvel, kimlerden oluşur? 74 mart 2016 Biz onlara Aryanlar ve Tötonlar gibi adlar koyageldik. Daha açık bir adres vermek gerekirse, “İngo-Judik ortaklık” demek gerekmekte. Yani İngiliz ve Yahudi koalisyonu… Tabiî söz konusu Son İmparatorluğun çöküşü, İngo-Judik’e diğer Tötonik biraderlerin, yani Fransız ve Almanların omuz vermesiyle oldu. Yüz yılı deviren Birinci Dünya Savaşı’nda ya da Son İmparatorluğun paylaşım harbinde Aryanlar, Mübarek İmparatorluk’un bedenini yok ettiler. Peki, rûhunu öldürebildiler mi? Ama unuttunuz galiba, ruh ölmez ki… Ona bağlı olarak töre de zinhar bitirilemez! Ne dendi yukarıda? “Türkler devlet kurmayı bilmezler!” O hâlde “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” demenin bir anlamı yok! Nedir o hâlde ortadaki gerçeklik? Bir illüzyon… Bu mübarek millete, “Bakın, siz de küçük ebatta bir devlet kurmayı biliyormuşsunuz” diyerek rûhu Anadolu coğrafyasında ya- şayan imparatorluk töresinin karartılması operasyonu… Bilindiği üzere bu operasyon, yüz yıla yakın bir süredir devam edegelmekte. Ve bu hain plan, imparatorluktan başka kurum veya kuruluşa yabancı bu mübarek millet ile devlet ölçeğindeki minyatür yapılandırmayı birbirine ısındırmak için canla başla uğraşarak yolculuğuna devam etmekte. Üstelik “imparatorluk” kavramının kötülüklerini saya döke ikinci bir işlev de görmekte. Mevzubahis planın yüzyıllık yolculuğu içerisinde kısmî bir başarıdan söz etmek mümkün. Bu ölçekteki başarı dahi planın lordlarını sevindirebilir. Lakin yine de “sadece imparatorluk kurabilir milletin” üzülmesi için de bir sebep yok. Çünkü yukarıda denildi gibi, “bir imparatorluktan diğerine geçerken bir fetret devri oluşur ve bu devirde küçük küçük ara organizasyonlar kurulur”. Böylece yeni hanedan adayları da ortaya çıkmış olurlar. Adaylar, fetret yıllarında gardlarını alır ve ardından imparatorluk kurucuları olarak “bizim toprağın uşakları” kendi aralarında mücadeleye başlarlar. Bu cümledeki “bizim uşaklar” nitelemesini “aday şehzadeler” ya da “namzet prensler” diye okumak gerekirse durumun daha da netleşeceği kanaatindeyiz. Ve hemen örnekleyelim: Yıl 1402... İran üzerinde, sözü edilen tarihten yaklaşık otuz yıl önce ortaya çıkmış olan bir diğer Türk imparatorluğunun hükümdarı Timur ile tam 303 yıldan beri var olan Osmanlı’nın o günkü hükümdarı Sultan Yıldırım Bayezid, “Âlemlerde tek Tanrı, yeryüzünde tek hakan” kuralı gereği “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!”, kısacası “Ya sen, ya ben!” durağına gelmişlerdi netîcede. Ve her ikisi de haklıydı. Zira yukarıdan beri “dünya sultanlığı”ndan söz edegelmiyor muyuz? Her iki taraf için de hesap bundan başkası olamazdı. Bu nedenle karşılaşma ve vuruşma da kaderin ta kendisiydi. Zaten onlar da mektuplarında, “Dünya iki hükümdara az, bir hükümda- Ahmet Yozgat ra çok!” diye yazmaktaydılar. Denildiği gibi, bu îtibarla “er meydanı”nda harp kaçınılmazdı. Lakin bu öyle bir harpti ki, asla pisipisine değil, tabiî ki töre gereği bir kader karşılaşması idi. Ve karşılaştılar Yıldırım Han’la Timur Emir Ankara’nın Çubuk ovasında. İki tarafın çarpışması şiddetli ve yıldırım gibi hızlı oldu, savaşın nihâyetinde Yıldırım yenildi. Kural açık ve netti: “Yenen, yenilenin tüm mülküne el koyar!” Bu paradigma gereği Osmanlı ülkesi bir çırpıda Timur’un eline geçti. Söylenecek söz yoktu, zira töre işlemiş ve gereken olmuştu. Bu andan itibaren Timur’un Boğaz’ı geçip başkent Edirne’ye oturması gerekmemekteydi. Ve bu arada Yıldırım’ın yarım bıraktığı “İstanbul Muhasarası”nı tamamlaması, ordusuyla birlikte “Ne güzel asker, ne güzel komutan!” olması gerekmekteydi. Ne düşündüyse bilinmez ama bunu yapmadı. İnanın Timur Şah bunu yapmış olsaydı, Bozkırlı halk için hiçbir şey değişmeyecekti. Şimdilerde bu mülkün talebeleri, tarih derslerinde “Biz Timurlular” diye övünmeye devam edeceklerdi Osmanlı olmakta övündükleri gibi. Ancak yukarıda denildiği üzere, Timur bunu yapmadı. Bir daha soralım: Neden? Galiba başkent olarak Horasan bölgesini, devletinin anayurdu olarak da İran coğrafyasını seçmiş olan Timur, “cihan kağanlığı” rûhuna sahip değildi. Bunu, Anadolu’ya girince bir kanadında Hıristiyan Sırplar başta olmak üzere diğer ekallî unsurları barındıran Osmanlı ordusunu ve ordunun teknolojik parametrelerini teşhis edince anladı. Ve kimin ne kadar hakkı olduğunu da… Ve geri döndü, İran’daki yerel devletini bıraktığı yerden idareye koyuldu. Gelin görün ki, kısa kaderinde öyle bir cezaya çarptırıldı ki Timur ve Timurlular, kurucu kağanın ölümünden tam yüz yıl sonra evlatları elinde çarçur olan devlet, 1500 yılında yok olup gitti. Yani hepi topu 130 yıllık bir varoluştan söz ediyoruz. Dememiz o ki, Timur ve sulbü, küllerinden yeniden var olma becerisine sahip değillerdi. İşte bu bilgisizlik törede yoktu veya töre böylesini reddediyordu! Yani töre, “Öldüğünüzde külleriniz yeniden doğursun sizi!” şartını imparatorluk kurucusu olmak için olmazsa olmaz bir genelgeçer olarak ta baştan koymuştu. Zira devletin devamı ve devamlılığı esastı gelenekte. Peki, Osmanlılar ne yaptılar? Savaşın hemen ardından Sultan Bayezid’in tüm oğulları sahaya çıktı ve İmparatorluğu küçük devletçikler hâlinde bölüşüp her biri bir ücrada ülkeyi idare etmeye kalktılar. Lakin onların her birinde Timur’da olmayan şey, yani imparator rûhu varmış ki, küçük devletlerinin başında rahat rahat hüküm sürmek varken savaş meydanlarında birbirlerini yediler ve yok olup gittiler. Geride en güçlü olan şehzade kalmıştı: Çelebi Mehmed Han… Lakabı her ne kadar “Çelebi” olsa da, imparatorluk kurucu ruh en yoğun şekilde onun yüreğinde ve beyninde varmış ki 12 yıllık fetret devrini noktaladı ve imparatorluğunu tekraren kurdu. Onun şahsında imparator rûhu gereğini yapmış, yaptırtmış ve ulu koşu kaldığı yerden devam etmişti. Teorimize bu örnekle şu katkıyı yapmayı murâd ediyoruz: 1402’de yıkılan İmparatorluk üzerinde, Timur başta olmak üzere Yıldırım’ın şehzadeleri Süleyman, İsa, Musa ve Mehmed, hatta daha sonra ortaya çıkan ve “Düzmece” lakabıyla yaftalanan Mustafa, geniş spektrumlu bir operasyon deruhte ettiler. Hiç çekinmeden devâsâ İmparatorluk bedenini parçalayarak her biri birer devlet veya devletçik oluşturdular. Peki, bu devlet ya da devletçikleri gerçekten birer devlet organizasyonu saymak mümkün mü? Zinhar! Zaten ömürleri on iki yıldı ve kısa bir süre yaşayıp tamamlandılar. Çünkü o yapılar devlet ya da beylik değillerdi, yeni imparatorluğun şekillenmesinde rol alacak “kurucu baba”nın belirlenmesi için baba namzetlerine tahsis edilen birer savaş alanı ya da er meydanıydı. Alanlar vazifelerini deruhte edince sahiplerine mezar oldular; bu arada oluşturulan minyatür idareler de solup gittiler. Sonunda hiç itirazsız birlik oluştu. Son söz Osmanlı’dan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne kurucular, idareciler ve tabiî ki millet, bir fet- ret yapılandırması diye bakar ve geçici bir durak olarak değerlendirebilirlerse, “devlet treni”nin burada ilelebet durmayacağını görürler. Yani bu devlet öteki alana geçer. Yani “on yedinci imparatorluğa”... Zaten öyle olacak! Geldiğimiz gün îtibâriyle, aradan geçen doksan küsur yıllık Türkiye macerasına dönüp bakılınca görülecektir ki, elde avuçta eme yarar bir başarıdan söz etmenin imkânı bulunmamakta. Soralım hemen: Niçin peki? Ta başta dendi ya “Türkler devlet kuramazlar!” diye, işte onun için! Ancak her zaman ya da on beş kere olduğu üzere başarı arkadan gelecektir. Kurulmakta zorlanılan devletler bir süre sonra imparatorluğa evrildiğinde ruh patlar, bedenler zelzele geçirir. Değil generaller ve paşalar, bu mübarek milletin çobanları bile birer mareşal kesilirler. Bugünlerde işte bu sancıları yaşamakta tüm coğrafya Anadolu’suyla, Ortadoğu’suyla, Balkanları, Kafkas-ya’sı ve Kuzey-Güney Afrika’sıyla! Anadolu milleti ise çekirdeğin üzerinde oturuyor. Doksan küsur yıllık kuluçka uykusu ha bitti, ha bitecek! Çekirdek çatladığında dünya bir bing bang ile daha sarsılacak ve âlem yeniden kurulacak! Unutmayın, Yüce Hayy-u Kayyûm bizimle! On yedinci imparatorluk ve onun sahibi olacağı son medeniyetin güneşinin doğuşunu izliyorsunuz. O hâlde ey ehl-i vatan, uyan ve yüksek yerlere çık! Zira güneş en iyi şekliyle zirvelerden izlenir… mart 2016 75 haberajanda Analiz Türkiye’nin istikbâldeki haritası Nüfûz imparatorlukları Ancak bu yeni yapılanma bununla sınırlı kalacak gibi durmamakta. Anladığımız o ki, oluşturulacak bu birleşik devletlerin her bir parçası içerisinde de benzeri bir operasyon planlanmakta. Yani alt her devlet, yeniden bir parçalanmaya tâbi tutularak kantonlara dönüştürülecek. Ve böylece dünya bir kantonlar yüzyılına girerek yeni harita biçimini ortaya koyacak. 76 mart 2016 M AHALLEDE bir esnaf arkadaşımız var. Yok, berber değil, bir yorgancı. Başı cıvıl cıvıl kaynayan bir esnaf bizim Adil. Mahallenin akıllısı, delisi günde bir yol uğramadan geçmiyor Adil’in şu günlerde kömür sobasıyla ısıtılan küçük dükkânına. “Dükkân” dediysem, bildiğiniz “mahalle meclisi” yani… Ortam meclisvâri olunca, hâliyle siyasî tartışmalar ve fikir alışverişleri de oluyor. Fakir de orada bulunuyor bazen. Yusuf Kemal Bozok [email protected] >> Yine birkaç gün önce şöyle bir uğradım “sobalı meclis”e biraz da ısınmak maksadıyla. Baktım, bizim Demir de orada. Sever beni Demir, hatta “Ağabey” diye hitap eder ve fikirlerime îtibâr eder. Hazır beni yakalamışken boş salmadı sevgili Demir ve son günlerde kafasına takılan bir soruyu cevaplatmadan bırakmadı mübarek. Dedi ki, “Kuzey Irak’taki Kürtler Türkiye’ye katılmak istiyorlarmış, bu doğru mu? Kuzey Irak toprakları Türkiye’nin olacakmış, inanalım mı?”. Sevgili Demir’ciğimin haritamızı büyütmeye çok hevesli olduğunu ve böyle bir hususu bulmuşken beni sağmadan bırakmayacağını bildiğim için oturdum yanı başına ve başladım… Hemen burada, sözün başında söylemeliyim ki, Kuzey Irak’ın Türkiye’ye katılması, şu an ilişkiler ne kesafetteyse o kadarla sınırlı bir durum sayılır kanaatimizce. Evet, Kuzey Iraklı halk, Türkiye ile birleşmek isteyebilir. Hatta Kuzey Irak idaresinin de böyle bir arzu taşıdığını söylemek mümkün. Ancak bu bir anlam ifade etmez. Zira dünyanın lordları, bundan sonra oraları için ne planlamışlarsa halkların ve idarelerin bu planın dışına çıkmalarının imkânı yok gibidir. Hatırlarsanız o bölgeler, yüz sene evvel Osmanlı’nın birer vilayeti, hatta kazası ölçüsündeki yerlerdi. Ancak hiç istemediği hâlde Osmanlı Devleti, 1914 yılının ortalarında kendini Birinci Dünya Savaşı’nın içinde buldu. Tabiî hiç arzu etmediği şekilde de savaştan mağlup olarak çıktı. Bunun neticesinde o bölgeyi formatlama işini, savaşı galip olarak bitiren devletlerin iki dudağı arasına terk etmek zorunda kaldı. Onların iki dudağından biri Sykes, diğeri de Pickott’tu. Bu iki diplomat, gönülleri nasıl istiyorsa önlerine konan ülkeyi masa başında, ellerinde cetvelleri ve makasları olduğu hâlde paramparça ettiler. Bu ameliyattan önce o bölgede ne bir Suriye vardı, ne bir Irak, ne de bir Ürdün. Ama hepsi oldu. Ve aradan yüz sene geçti, şimdi Suriyeliler, Ürdünlüler ve Iraklılar, zaman içinde doğal bir görünüme bürünmüş olan sunî devletlerinin peşine düştüler parçalansın ya da parçalanmasın arzuları doğrultusunda. Bunun gibi, dünya yeni bir döneme girmiş durumda ve şimdilerde oralarda bir savaş yaşanmakta. Tabiî ki bu savaşın sonunda yeni galipler ve mağlûplar çıkacak ortaya. Dolayısıyla galip çıkanlar, yeni Ortadoğu’nun da yeni planlayıcıları ya da yapıştırıcıları olacaklar. Lakin bununla birlikte bir gelecek dünya öngörüsü yaparak bölgeye bir projeksiyon tutmak niyetinde ve böylece Demir’in kafasındaki soru işaretlerini de izale edeceğimizi ummaktayız. Sykes-Picott bitmiyor! Evvelâ değineceğimiz konu şu: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra klasik toprak kazanımları devri kapandı. Ve bununla beraber “nüfûz imparatorlukları” Rusya, kendi bölgesinde yaptığı bu atraksiyonlardan keyif almış olacak ki, bir benzerini Ortadoğu’da tekrarlamak niyetiyle Suriye’ye girdi. Şimdilerde orada ve operasyonuna devam etmekte. Temel itibariyle Rusya’nın Suriye’de yapmak istediği şey “bir sınır değiştirme operasyonu değildir”. Her ne kadar tartışmalı hâle gelse de Putin, mevcut rejime destek olmak üzere orada bulunmakta; hem de Esed’in davetlisi olarak… konsepti başladı. Bu îtibarla dünya devletleri, 1944’te o zamanki mevcut sınırların değişmemesi hususunda anlaştılar. Ondan beri sınırlar değişmedi. Çekoslovakya’nın iki halkının kendi aralarında anlaşarak ayrılmasını ve iki ayrı devlet olmasını atlayarak söylersek, Rusya’nın önce Gürcistan, ardından Ukrayna/Kırım operasyonlarına kadar… Bu arada Rusya, bu operasyonları uluslararası anlaşmaları ve devletlerarası hukuku çiğneyerek yaptı. Bu nedenle dünya tarafından bu hareketi hoşnutlukla karşılanmadı. Fakat baskın, basanın olduğuyla kaldı. Ya da kaldığı da belli değil henüz. Gelelim Ortadoğu’ya… Rusya, kendi bölgesinde yaptığı bu atraksiyonlardan keyif almış olacak ki, bir benzerini Ortadoğu’da tekrarlamak niyetiyle Suriye’ye mart 2016 77 haberajanda Analiz Bu hususta kanaatimiz odur ki, “Sykes-Pickott bitmiyor”! Yani mevcut sınırlar korunuyor, korunacak da. Fakat şimdilerde olan biten, eski sınırların içinde bir operasyon biçiminde kendini yazdırmakta. Tıpkı Çekoslovakya’da uygulandığı ve kısmen Rusya’nın Gürcistan’a yaptığı gibi bir durumla karşı karşıyayız. Yani bu operasyonların sonunda Suriye, Suriye olarak kalacak. Fakat içerisinde beş ayrı bölge oluşturulacak! Bir nevi Suriye, ABD’ye benzetilerek “Suriye Birleşik Devletleri” hâline getirilecek. Hakeza Irak’ın durumu da budur. Yani korunan, Sykes-Pickott sınırları içerisinde bir “Irak Birleşik Devletleri”nden söz etmek mümkün. girdi. Şimdilerde orada ve operasyonuna devam etmekte. Temel itibariyle Rusya’nın Suriye’de yapmak istediği şey “bir sınır değiştirme operasyonu değildir”. Her ne kadar tartışmalı hâle gelse de Putin, mevcut rejime destek olmak üzere orada 78 mart 2016 bulunmakta; hem de Esed’in davetlisi olarak… Ortak operasyonun amacı, “Esed’in etki sahasını Suriye coğrafyasında genişletmek” şeklinde okunmalı. Zira operasyonu bu amaçla yapıyor olduğu açık. Bu operasyon, bugüne münhasır olduğu gibi, bundan sonra Suriye için kurulacak masada hem Esed’in, hem de kendisinin söz hakkı elde etmesine dönük bir taraf da taşımakta. Ancak bununla birlikte son zamanlarda Sykes-Picott Anlaşması sıkça tekrar edilmekte ve sorulmakta: “Sykes-Pickot bitiyor mu?” Bu hususta kanaatimiz odur ki, “Sykes-Pickott bitmiyor”! Yani mevcut sınırlar korunuyor, korunacak da. Fakat şimdilerde olan biten, eski sınırların içinde bir operasyon biçiminde kendini yazdırmakta. Tıpkı Yusuf Kemal Bozok Çekoslovakya’da uygulandığı ve kısmen Rusya’nın Gürcistan’a yaptığı gibi bir durumla karşı karşıyayız. Yani bu operasyonların sonunda Suriye, Suriye olarak kalacak. Fakat içerisinde beş ayrı bölge oluşturulacak! Bir nevi Suriye, ABD’ye benzetilerek “Suriye Birleşik Devletleri” hâline getirilecek. Hakeza Irak’ın durumu da budur. Yani korunan, Sykes-Pickott sınırları içerisinde bir “Irak Birleşik Devletleri”nden söz etmek mümkün. Bunun dışında, Ortadoğu ile ilgili planlanan başka birleşik devletler de olmalı. Bunlar “Arabistan Birleşik Devletleri”, “Mısır Birleşik Devletleri” şeklinde sıralanabilir. Dönelim yukarıdaki soruya ve Kuzey Irak meselesine… Irak’ın bugünkü ölçüsünden yola çıkarak söylemek gerekirse, ülke parçalanmıyor! Yani Körfez Savaşlarından beri yapılan ameliyatlarla Irak’tan ayrı ayrı devletler çıkartılmıyor. Her ne kadar Mesut Barzanî 2016 yılında “Kuzey Irak’ın bağımsızlığını oylayacak bir referandum yapacağız!” dese de… Barzanî bu dediğini yapamaz, yapsa da yaptığı ile kalır. Görünen o ki, Irak’ta üç bölge oluşturulacak. Yani federatif bir yapı şeklinde üç devlet formatlanacak. Ve bölgenin adı “Irak Birleşik Arap Devletleri” şekline dönüştürülecek. Ancak bu yeni yapılanma bununla sınırlı kalacak gibi durmamakta. Anladığımız o ki, oluşturulacak bu birleşik devletlerin her bir parçası içerisinde de benzeri bir operasyon planlanmakta. Yani alt her devlet, yeniden bir parçalanmaya tâbi tutularak kantonlara dönüştürülecek. Ve böylece dünya bir kantonlar yüzyılına girerek yeni harita biçimini ortaya koyacak. Bundan çıkardığımız sonuç şudur: Dünyanın yönetsel yöntemi için kadim Yunan’a gidip oradan kopya çekecek. Daha açık bir tarifle, bölgenin gelecek resminde “site/şehir devletleri” ortaya çıkacak. Şimdi gelelim asıl soruya: “Kuzey Irak, Türkiye’ye mi bağlanıyor?” Bu soru için en üstte verdiğimiz cümleyi tekrar edelim: “Kuzey Irak’ın Türkiye’ye bağlanması ölçüsü bu kadar… Yani Türkiye’nin nüfûz alanı içerisinde bir Irak parçası”... Bu örnek, bundan sonra kurulacak olan Irak Birleşik Devletleri’nde bir mustra olarak karşımıza çıkmakta. Yani söz konusu birleşik devletlerin sınırları olabildiğince gevşek tutulacak gibi bir kanaat taşımaktayız. Her ne kadar alt devletler, federalizm içerisinde bir merkezî otoriteye, yani bir başkente bağlı olacaksa da, bunun sadece idarî anlamda bir bağlanmaktan ötede anlam taşımayacağını görmek, olası Irak Federal Devleti’nin kuzey parçası olarak -bizim tabirimizle- “Barzaniyye Devleti” resmen Bağdat’a bağlı; ancak onun dışında ve sivil ölçüler içerisinde Türkiye’nin nüfûz dairesine dâhil olan bir yapı olarak varlığını devam ettirecek. Öyle ki, bu iki devlet arasında, bugün Türkiye-Gürcistan kontağında ve tabiî Türkiye- Kuzey Kıbrıs evliliğinde yaşanmakta olan pasaportsuz geçiş ölçüsünde bir ilişkiden söz edilirse de yanlış söylenmiş olamaz. Pasaportsuz geçiş, bu iki bölge arasında (yani Türkiye ve Kuzey Irak irtibatında) gayrıresmî bir yakınlaşma sağlayarak, birlikte, tek organizasyonun iki eş parçası gibi bir görüntü arz edebilir. Ancak bunun bir mahzuru yoktur. Hatta aynı paranın geçerli olduğu, aynı sivil hayatın ve toplumsal kültürün kendisini var ettiği bu topraklar, birbirlerinin devamı gibi bir özellik de arz edebilir. Bu da Irak Birleşik Devletleri hakîkatini ortadan kaldırmaz. Devam edelim manzaranın güzel tarifine... Bu yapılaşmada her iki tarafın vatandaşları, birbirlerinin ülkelerinde tıpkı diğer vatandaşlar gibi yatırım yapabilir, ticarî faaliyette bulunabilir, eğitim imkânlarından yararlanabilir. Ve bunun gibi birtakım başka başka birlikte olma ameliyesini dahi yaşayabilirler. Ama Bağdat yine Bağdat’tır, Erbil yine Erbil, Ankara da Ankara… Kuzey Irak’ta yaşanan Türkiye-Kuzey Irak ilişkisinin tarifinden yola çıkarak Güney Irak’la da İran’ın yakınlaşmasından söz edebiliriz. Yine bunlar gibi benzeri bir coğrafî manzaradan söz edebileceğimiz Suriye Birleşik Devletleri’nin “Halep Devleti” bölgesinin Türkiye ile yakın ilişki kuracağı da buradan bakınca gördüğümüz bir başka olgu olarak karşımıza çıkmakta. Ve yine bunun gibi, Suriye Birleşik Devletleri’nin “Şam Bölgesi”, komşusu Ürdün’le; “Suriye Bölgesi” ise Lübnan’la yakınlaşacak olabilir. Ve belki planlanan olası bir Aleviyye Bölgesi’nin de muhtemel Dürziyye vilayetinin yakınlaşma noktasında Lübnan’ı tercih edebileceğinden bahsetmekte bir mahzur yoktur. Hemen ekleyelim: Sözünü ettiğimiz Devlet-i Aleviyye ile ilgili olarak bir başka tahmin de Hatay üzerinden Türkiye’nin tercih tahtasında olduğudur. Yani şu an Türkiye’nin neredeyse kanlı bıçaklı olduğu bir rejim olarak “Esedyan oligarşisi”yle masaya oturup “Dostluğumuzun neresinde kalmıştık?” demesini de mümkün görmekteyiz. Bütün bunlar için biçtiğimiz tarih sonu da 2025’tir, uzak değil! Sonuç Türkiye’nin güneyinde, Suriye ve Irak’ta denenen bu yöntem eğer barışçı ve insanî bir performans gösterebilirse, dünyanın diğer bölgeleri için de örnek teşkîl edeceğini söylememiz mümkün. Bu tür bölünmeler ve yakınlaşmaların özü ticarete dayandığı için, insanlar arasındaki ilişkinin şekli de pragmatist bir doğru üzerinde gelişecek ve bu sebeple olası sınır savaşlarının imkânı kalmayacak. Burada çizdiğimiz panorama, bir anlamda dünyanın gelecek resmi sayılabilir. Resmin tanzimi, teorik olarak yerinde ve son derece uygun bir öngörüdür. “Ancak pratiğin nasıl olacağını, uygulama hayata geçtiğinde görmek mümkün hâle gelecek” demek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. mart 2016 79 haberajanda Analiz Eurostat’ın 2014’ten itibaren başlayan verilerine göre, AB ülkelerine yapılan 625 binden fazla sığınma başvurusundan 203 bininin adresi olan Almanya, en çok sığınma başvurusu alan ülke oldu. Bu başvurulardan 48 binine olumlu yanıt veren Almanya, 2015’in ikinci çeyreğinde yaklaşık 81 bin başvuruyla AB içinde yapılan sığınma başvurularının yüzde 38’ini aldı. Bunlardan 46 binini işleme alan ülke, yaklaşık 19 binine de (yüzde 43) olumlu cevap verdi. *** Son seçimlerde göçe karşı tavır alan İsveç Sosyal Demokrat Partisi, oylarını ikiye katladı. Eskiden yüzde 5 olan oy oranı yüzde 20’lere kadar yükseldi. Bazı bölgelerdeki konut sıkıntısı, küçük belediyelerin yükü kaldıramaması ve göçmenler arasında yoğunlaşan işsizlik gibi unsurlar, sorunların devam etmesinin bir sonucu olarak görülüyor. Siyaset her ne kadar sığınmacıları topluma entegre etmeye çabalasa da, gerek İsveç toplumunda, gerekse siyasette bölünmüşlük söz konusu oldu.1 80 mart 2016 Almanya ve İsveç mültecî poli karşılaştırmalı ince Ayşe Yaşar Umutlu [email protected] tikalarının lemesi B M Mültecîler Yüksek Komiserliği’nin rakamlarına göre bugün dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük mültecî krizi ile karşı karşıya kalmış durumdadır. >> Ortadoğu’da Arap Baharı’nın Tunus dışındaki bütün ülkelerde hızla yayılması ve müteakiben Yemen, Libya ve Suriye gibi ülkelerde meydana gelen iç savaşlar netîcesinde yeni mültecî akınları meydana çıktı. Yalnız Suriye’den 4 milyon insan, ülkesini terk etmek zorunda kaldı. 4 milyon sayısı, Türkiye’deki 1 milyon 805 bin 255, Irak’taki 249 bin 726, Ürdün’deki 629 bin 128, Mısır’daki 132 bin 375 Lübnan’daki 1 milyon 172 bin 753 ve Kuzey Afrika’da diğer yerlerdeki 24 bin 55 Suriyeli mültecîyi kapsıyor. Bu sayıya Avrupa’daki 270 binden fazla sığınma başvuru sahibi Suriyeli ve bölgeden üçüncü ülkelere yerleştirilmiş olan binlerce Suriyeli ise dâhil değil.2 Tüm bunların yanında, Arap Devrimi başlamadan önce iç savaşa sürüklenmiş Irak, Afganistan ve Eritre gibi ülkelerden gelen insanlar da hesaba katıldığı zaman mültecî sorunu tarih boyunca karşılaşılmamış boyutlara ulaştı. Durum böyleyken, Avrupa ülkelerinin topraklarına aldıkları mültecîlere yönelik politikaları da çeşitlilik arz etmektedir. Bilindiği gibi göçmenler üzerine yapılan incelemelerin ana temalarından biri, göçmenlerin siyasal haklardan ve kaynaklardan yoksun olmalarıdır. Pek çok ülkede göçmenlerin gündemindeki ilk sorun, “resmî haklardan mahrumiyet”tir. Bu nedenle sunulan hakların uygulamada ne derece eşitliği garanti ettiği, haklarını kullanabilmek için hangi imkânlara sahip oldukları gibi sorunlar, göçmen araştırmalarının öncelikli inceleme konusu yapılmayan, lakin son derece önemli sorunlarıdır. Avrupa ülkeleri içinde en fazla mültecî başvurusunun yapıldığı Almanya ile ikinci sıradaki İsveç’in incelendiği bu yazıda bu genel çerçeveye dayanarak bir karşılaştırma yapmak hedeflenmektedir. Almanya modeli Eurostat’ın 2014’ten itibaren başlayan verilerine göre, AB ülkelerine yapılan 625 binden fazla sığınma başvurusundan 203 bininin adresi olan Almanya, en çok sığınma başvurusu alan ülke oldu. Bu başvurulardan 48 binine olumlu yanıt veren Almanya, 2015’in ikinci çeyreğinde yaklaşık 81 bin başvuruyla AB içinde yapılan sığınma başvurularının yüzde 38’ini aldı. Bunlardan 46 binini işleme alan ülke, yaklaşık 19 binine de (yüzde 43) olumlu cevap verdi. Almanya, NasyonelSosyalist geçmişinin İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarının ardından bir telâfi niteliğiyle savaş sonrasında Sovyet Rusya yönetimindeki Doğu Avrupa’dan kaçan yaklaşık 13 milyon insana kapılarını açmıştı. 1992’de ise dağılan Yugoslavya’dan kaçan yaklaşık 438 bin sığınmacıyı kabul ederek tarihindeki en büyük mültecî alımını gerçekleştirmişti.3 Almanya ve İsveç’in bu denli büyük bir mültecî krizindeki yük paylaşımında olumlu örnekleri oluşturduğu genel kabuldür.4 Lakin kimilerince AB’nin tedbirli ve çekimser lideri olarak tanımlanan Almanya, AB’nin en önde gelen ülkesi olduğundan mültecî krizinde de ön plana çıktı. Macaristan sınırında ve diğer Balkan ülkelerinde meydana çıkan dramatik görüntülerin Alman kamuoyunu harekete geçirmesi, Almanya’nın politikalarını yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Böylece Dublin Anlaşması geçici olarak askıya alınarak Macaristan’daki mültecîlere Almanya kapıları açıldı. Bu durumun, Almanya’nın açık kapı politikası uyguladığı ile ilgili bir algı yaratması üzerine Macaristan dışındaki çok daha fazla sayıda mültecî de Almanya’ya yönelince, bu durumu düzeltmek isteyen Alman hükûmeti ve diğer Avrupa ülkeleri Shcengen Anlaşması’nı askıya alarak geçici sınır kontrollerini başlattılar.5 Hâlbuki bu olaylar yaşanmadan birkaç ay önce Almanya Başbakanı Merkel, katıldığı bir televizyon programında ailesiyle beraber dört yıldır Almanya’da oturma izni bekleyen ve eğer oturma izni alamazlarsa Lübnan’daki mültecî kampına geri gönderileceklerini ifade eden Filistinli bir kıza verdiği cevapla gündeme gelmişti. Küçük kıza Almanya’nın her gelene ilticâ hakkını veremeyeceğini, böyle yaparsa herkesin Almanya’ya gelmek isteyeceğini söylemekteydi Merkel. 6 Merkel’in katıldığı televizyon programından bir süre önce Macaristan-Sırbistan sınırına 4 metre yüksekliğinde dikenli tel çekmeyi planladığını açıklamasına da mart 2016 81 haberajanda Analiz Alman kamuoyu herhangi bir yorumda bulunmamıştı. Hatta bunun Avrupa sınırlarının korunması ve dolayısıyla da Almanya’nın sınırlarının korunmasına hizmet edecek bir uygulama olarak görüldüğü anlaşılıyor. Bir sonraki hamlede Almanya, 12 Şubat 2015 tarihinde MacaristanSırbistan sınırını korumak için yirmi polisini bu ülkede görevlendirmişti.7 Tüm bu durumların Merkel için siyasî bir maliyet ve farklı tepkiler doğurması kaçınılmazdı. Netîcede ülke içinde sert tartışmalar meydana geldi. CDU’ya yakın bir parti olarak bilinen Hıristiyan Sosyal Birliği (CSU) Genel Başkanı Horst Seehofer, Merkel’i sert sözlerle eleştirdi.8 Tam da eleştirilerin yoğunlaştığı dönemde, Mültecî Dairesi Başkanı Manfred Schmidt, görevinden istifa etti. Onun istifası, Alman hükûmetinin mültecî politikalarına bir tepki olduğu yönünde muhalefetteki Yeşiller Partisi tarafından iddia olundu. CSU Başkanı ve aynı zamanda Bavyera Eyaleti Başbakanı Horst Seehofer, “sığınmacı akınının kontrollü ve sınırlı olması gerektiği düşüncesine sahip olduklarını” açıkladı. Bu siyasî tartışmalar, AB gibi Almanya’nın da mültecî krizine hazırlıksız yakalanmış olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu savı güçlendiren diğer olgular ise Almanya’nın ülkeye giren sığınmacı sayısını tam olarak tespit etmekte zorlanması ve alelacele yeni bir ilticâ yasası- 82 mart 2016 nı yürürlüğe koymak zorunda kalmış olmasıdır. 9 Ülke sınırlarında “transit bölgeler” oluşturulması ve ilticâ başvuruları reddedilen mültecîlerin derhâl ülkeden çıkarılmaları şeklindeki düzenlemelerin temelini oluşturduğu yeni ilticâ yasasının yürürlüğe girmesi, Almanya’nın mültecîlerle ilgili kayıtsız şartsız bir “açık kapı” siyaseti takip ettiği düşüncesinin bir yanılgı olduğunu göstermektedir. Almanya, böyle bir politikayı sadece Macaristan’a kadar gelen mültecîlere karşı kısa bir süre için izledi. Buna rağmen Almanya, “kapasitelerinin dolduğu” gerekçesiyle güçlü eleştiriler aldığı mültecî politikası ve siyasetine son verme çabasına girişerek “kapılarını sığınmacılara en fazla açan Avrupa ülkesi” konumundan hızla bir geri dönüş yaptı. 24 Ekim 2015’te yürürlüğe giren yeni ilticâ yasasının bir an önce bu sorundan kurtulmak amacını taşıyan bir yasa olduğu gayet açıktır. Yasaya göre sığınmacıların ülkeye girişlerine izin vermeden ilticâ başvurularının sonuçlarını beklemeleri ve eğer başvuruları olumsuz sonuçlanırsa ülkeye ayak basmadan geriye gönderilmeleri amaçlanmaktadır.10 Almanya’da sığınmacılarla ilgili konularda aktif bir STK olan Pro Asyl de, ilticâ başvuruları reddedilen sığınmacıların sınır dışı edilene kadar geçen zaman içinde Alman Devleti’nden nakdî ve aynî yardım alamayacaklarını belirten maddenin Anayasa’ya aykırı olduğunu savunmaktadır. Pro Asyl, yeni yasaya karşı açılacak davaları destekleyeceğini duyurduğu bir basın açıklamasında, sığınmacıların ilk kabul merkezlerinde 6 aya kadar beklemek zorunda bırakılacak olmalarının kabul edilemez olduğunu söyleyerek durumu eleştirdi.11 Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) mensubu ve Entegrasyondan Sorumlu Bakan Aydan Özoğuz, planlanan transit bölgelerin “bir çeşit hapishane” görevi göreceğini ve bunu uygulamanın pratik olarak mümkün olmadığı gibi insanî olarak da düşünülemez olduğunu vurguladı.12 Bütün bu eleştirilere rağmen Merkel hükûmetinin mültecî sorununu çözmek amacıyla bu uygulamaya devam etmesinin temelinde, ülke içindeki muhalefeti yatıştırma ve kamuoyunda var olan Merkel aleyhtarlığını dağıtma isteği olarak yorumlanabilir. Fakat Almanya’daki siyasî gelişmeler, Merkel’in bu hedefine ulaşamadığını göstermektedir. İsveç modeli İsveç’e yapılan başvuru sayısı ise yaklaşık 81 bin. İsveç, özellikle sahipsiz mültecî çocukları kabul etme konusunda büyük bir hoşgörü gösteriyor. İsveç’e her hafta yaklaşık 700 kadar sahipsiz mültecî çocuğun geldiği ifade ediliyor. İsveç hükûmeti, göçmenlerin mümkün olduğunca hızlı bir şekilde istihdam piyasasına dâhil edilmesini hedefliyor. Vatandaşlık ve eşitlik temelindeki politikasında eğitim de oldukça kapsamlı seçenekler sunmakta. İsveç, uzunca bir süre uyguladığı mültecî politikaları konusunda Avrupa ülkeleri içinde kendisiyle gurur duyduğu bir noktada bulunduğu iddiasında oldu.13 İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde benimsenen kapsayıcı göç rejimi çerçevesinde “denizen” statüsü, Nordik ülke vatandaşlarını takiben diğer yabancı vatandaşlara da tanınmış ve formel haklar bakımından yabancı ve yerli vatandaşlar arasındaki farklar minimuma indirilmiştir. Bununla birlikte göçmenlerin emek piyasasından siyasal katılıma farklı alanlardaki konumları, İsveç toplumunda eşitlik ideolojisiyle eşitsizlik deneyimi arasındaki mesafenin göçmenler açısından zaman içinde genişlediğini iddia ediyordu.14 Dünya Ekonomik Forumu’nun küresel rekabet raporuna göre İsveç, “dünyanın en üretken ve rekabet düzeyi en yüksek ekonomilerinden birine sahip” kabul edildi. İsveç’in temel eğitim politikası, tüm vatandaşların kaynaklara ulaşmasını sağlayarak onlara fırsat eşitliği sunmak olarak belirlenmiştir. 15 Nihâî hedef, vatandaşları için gelir dağılımının bireylerin toplumsal kimliğiyle ilintili olmasını engellemek, aynı düzeyde alınan diplomaların eşdeğer olmasını ve her vatandaşın her düzeyde becerilerini yenileme fırsatına sahip olmasını sağlamaktır. Bu hedef doğrultusunda mültecîlere de özel dil kursları, ülke ile ilgili bilgiler, Ayşe Yaşar Umutlu mesleğe hazırlayıcı kurs ve staj programları sunuluyor.16 Fakat nihâî durumda İsveç modelinin sınıra dayandığından söz ediliyor. Çünkü İsveç‘te etnik köken anlamında büyük bir çeşitlilik doğması bazı kesimlerde rahatsızlığa neden oldu. Kimileri “İsveç bununla artık başa çıkamaz” dese de İsveç eski Başbakanı Reinfeldt bu durumu, “İsveç‘te göçmenler nesiller boyu topluma büyük bir çeşitlilik kazandırdılar. Bunun geleceğe yatırım niteliğinde olduğu kanısındayım. 70’lerden beri olan şu ki, eskiden iş piyasasına dâhil olması pek kolay olmayan nesiller buraya geldi. Zorluğun sebebi, iş piyasasının eskisine nazaran çok daha karmaşık hâle gelmiş olması. Yeni gelen göçmenlerin çoğunun eğitim düzeyi oldukça düşüktü. Ben ise günümüzde bunu çözdüğümüzü tekrar ediyorum. Örneğin okullarda İngilizce ders saatlerini arttırabiliriz, çünkü onlara ihtiyacımız var. Yaşlanan bir nüfusa sahibiz, İsveç doğumlu gençlerin sayısı yeterli değil. Bu nedenle İsveç’i ayağa kaldırmak ve refah seviyesini korumamızı sağlamak için fazladan insana ihtiyacımız var” diyerek açıklamıştı.17 Yine de son seçimlerde göçe karşı tavır alan İsveç Sosyal Demokrat Partisi oylarını ikiye katladı. Eskiden yüzde 5 olan oy oranı yüzde 20’lere kadar yükseldi. Bazı bölgelerdeki konut sıkıntısı, küçük belediyelerin yükü kaldıramaması ve göçmenler arasında yoğunlaşan işsizlik gibi unsurlar, sorunların devam etmesinin bir sonucu olarak görülüyor. Siyaset her Avrupa ülkeleri, siyasî düşünce, etnik, din, milliyet ve belirli bir sosyal gruba mensubiyetten kaynaklanan çatışmalardan dolayı kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalanların sosyo-politik, kamusal ve ekonomik durumunu yeterince dikkate almadan yürüttükleri politikalarda kaotik sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Mültecî ve ilticâ sorununu bir göçmen sorununa indirgediler. Bunun sonucu olarak da mültecîlerin ülkelerini terk etme nedenlerini göz ardı etmenin bedeli, kamusal alanda hem kendi vatandaşının, hem de mültecîlerin yönetiminde yeni problemlere farklı çözümler üretmekse bir yeterlilik geliştiremedi. ne kadar sığınmacıları topluma entegre etmeye çabalasa da, gerek İsveç toplumunda, gerekse siyasette bölünmüşlük söz konusu oldu.18 Nihâyet 12 Kasım 2015’e gelindiğinde, İsveç artık kapılarını kapatmak zorunda olduğunu açıkladı. Ülkenin mültecî politikası, Avrupa Birliği sınırlarına çekilme kararı aldı. İsveç Başbakanı Stefan Löfven, Nisan ayından itibaren mültecîlerin çoğunluğunun sadece geçici mart 2016 83 haberajanda Analiz yerleşim hakkı alabileceklerini söyledi. Kimlik kontrolleri, her tür taşımacılık ve ailelerin getirilmesi ile ilgili düzenlemelerin yeniden büyük bir dikkatle sınırlandırılacağını ekledi. Başbakan, böylece İsveç kanunları aşamalı bir biçimde gelen mültecîlerin diğer Avrupa ülkelerini tercih etmeleri yönünde düzenlenmeye alınmış oldu. Durumun bu hâle gelmesinde Avrupa Birliği’nin yeterince destek olmamasının etkili olduğunu da ifade etti. Bu açıklamadan iki hafta öncesine kadar mültecî politikası, sınır kontrollerinin imkânsız hâle gelmesine sebep olduğu şeklinde yorumlanıyordu. Haftada 10 bin kişilik mültecî sayısının resmî görevlilerce 190 bine çıkabileceğine dair tahminlere konu olması, katı bir düzenlemenin 84 mart 2016 kaçınılmaz olduğunu ortaya çıkaran önemli bir iddia. Sayı yükseldikçe, mültecîlere yatak bulmanın dahi zorlaşması ve sokaklarda yatmaları gibi netîcelere dönüşebileceği ve bunun kabul edilemez olduğu ifade edildi. Değişiklikler açıklandıktan sonra Sosyal Demokratların koalisyon ortağı ve İsveç’in mültecî dostu partisi olarak görülen Yeşiller Partisi Başkanı Asa Romson gözyaşlarını tutamadı ve “Bu korkunç bir karar!” diyerek hayatın mültecîler için artık daha da zorlaşacağına dair yorumlarda bulundu. İsveç Merkezî Sağ Blok lideri Anna Kinberg Batra ise, yeni ölçü ve sınırlamaların yeterli olmadığını, çok daha katı bir düzenlemeye ihtiyaç olduğunu söyledi ve “İsveç’in tahammül edilmesi imkânsız mevcut durumu düzene sokmak için harekete geçmesi gerekiyor!” dedi. İsveç Sağcı Demokratları ise, hükûmetin parti taleplerinin sadece çok azını yerine getirdiğini ifade etti. Birleşmiş Milletler Stokholm Ofisi ise “insanlığın öldüğü son istasyon” olarak yorumlandı.19 Son dönem göçmen politikalarını değerlendiren Slavoj Zizek, “Sosyal Demokratların içinden çıkan günümüzün Barsillachs’ları bize, ‘Kendimize Afrikalı ve Doğu Avrupalı sporcuları, Asyalı doktorları, Hindistanlı yazılımcıları alkışlamak için izin veriyoruz. Kimseyi öldürmek veya pogrom düzenlemek istemiyoruz. Ancak aynı zamanda vahşî göçmen karşıtı hareketin tahmin edilemez eylemlerini durdurmanın en iyi yolunun makul ve ılımlı bir göçmen karşıtlığı örgütlemekten geçtiğini düşünü- yoruz” ifadesini kullanırken, “Bir bireyin komşusunu zehrinden arındırması vizyonu, doğrudan barbarlıktan ‘insancıl görünen bir barbarlığa’ geçişe işaret ediyor. Hıristiyanların komşusuna sevgi göstermesinden pagan dönemde barbar ‘ötekilere’ karşı kendi kavmimize kıyak geçmemize geri döndüğümüzü gösteriyor. Kendisini Hıristiyan değerleri korumak adı altında gizlese bile, kendi varlığı Hıristiyan tarihine yönelik en büyük tehdit”20 diyordu. Özellikle son birkaç on yılda, İsveç’te göçmenlerle yerli vatandaş arasında giderek derinleşen bir toplumsal eşitsizlik olduğu zaten tartışılmaktaydı. Ayrımcılık, işsizlik ve emek piyasasının etnik olarak ayrışması, 1990’lı yıllardan bu yana göçmenler için mevcut bir realite du- Ayşe Yaşar Umutlu rumunda görülüyordu. Öte yandan ülkedeki hâkim ideolojik kabullerin, göçmenlerle kendi vatandaşı arasındaki eşitsizliğin, göçmenlerin sahip oldukları toplumsal kaynakların sınırlılığı ve toplumsal yaşama katılmalarını güçleştiren engellerin aşılması konuları tartışılmakta idi. Yine Zizek’in (2007) “liberal çok kültürcülüğün temel ideolojik operasyonu” olarak tanımladığı “politikanın kültürleştirilmesi” kavramı, İsveç’te 1980’li yılların sonundan başlayarak bilhassa göçmenleri yakından ilgilendiren konuların tartışılmasına damgasını vurmuş durumdaydı.21 Sonuç İsveç’in mültecî politikaları, AB ülkeleri arasında sığınmacılara yaklaşımı açısından Almanya’ya nazaran biraz daha farklı bir örnek sunsa da, gelinen noktada ise birlikte hareket etmek zorunda kaldılar. Almanya, 2015 yılı îtibari ile 9 milyon 600 bin mültecî nüfusuyla Avrupa’da kişi başına düşen en fazla mültecî sayısına sahip ülke olarak görülmektedir. 2015 sonuna kadar en az 800 bin sığınma başvurusu kabul edeceğini açıklayan Almanya’dan sonra Avrupa’da en fazla sığınmacının başvurduğu ülke olan İsveç’e 2014 yılında 81 bin 300 ilticâ başvurusu yapıldığı, bunlardan 30 bin 600’ünün kabul edildiği görülüyor. Nihâî kararlarda Avrupa’da en fazla mültecîyi kabul eden iki ülke durumunda olan Almanya ve İsveç, mültecî yükünün AB üyesi ülkeler arasında eşit bir şekilde dağıtılma- sını sağlamak için Dublin Anlaşması’nın değiştirilmesi gerektiği konusunda anlaşmaya vardı. Fakat mültecîlerin toplumsal konumlarına yönelik değerlendirmelerde ise, mültecî politikalarına göre bu ülkelerin demokrasi ve eşitlik hedefiyle çelişen birtakım fiilî durumlar tespit edildiği görülüyor. İsveç’in ideal Nordik modellerden biri olarak tanımlanan sosyal refah uygulamaları ve cömert göçmen politikalarıyla toplumsal eşitliği göçmen nüfusu da kapsayacak şekilde genişletmeyi başaran bir ülke olduğu iddiası, son mültecî politikaları ile başarısızlığa doğru sürüklendi. Kendi vatandaşı bir yana, son dönemde yapılan araştırmalar, bu tablonun ülkede yaşayan göçmenler açısından gerçeği yansıtmaktan hızla uzaklaştığını ortaya koyuyor. Avrupa ülkeleri, siyasî düşünce, etnik, din, milliyet ve belirli bir sosyal gruba mensubiyetten kaynaklanan çatışmalardan dolayı kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalanların sosyo-politik, kamusal ve ekonomik durumunu yeterince dikkate almadan yürüttükleri politikalarda kaotik sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Mültecî ve ilticâ sorununu bir göçmen sorununa indirgediler. Bunun sonucu olarak da mültecîlerin ülkelerini terk etme nedenlerini göz ardı etmenin bedeli, kamusal alanda hem kendi vatandaşının, hem de mültecîlerin yönetiminde yeni problemlere farklı çözümler üretmekse bir yeterlilik geliştiremedi. Dipnotlar 1. http://danimarkahaber.dk/siginmacigozuyle-avrupa-en-iyi-isvec-en-kotuhollanda/ , (2015 ) 2. http://www.unhcr.org/turkey/home. php?content=648 3. http://tr.euronews.com/2015/12/10/ eurostat-ab-de-ilticâ-talebiyle-ilgiliverileri-acikladi/; http://tr.euronews. com/2015/12/09/almanya-damulteci-sayisi-rekor-kirdi/; Bektaş, Eda, “Almanya’nın Sığınmacı Politikası”, Ataum Bülten, Kasım 2015, http://pols.bilkent. edu.tr/people/sites/default/files/edabektas/files/download.pdf; 4. http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/ disarida-birakilanlar-uluslararasitoplum-tarafindan-terkedilen-suriyelimulteciler643.pdf 5. http://www.theguardian.com/world/2016/ jan/25/refugee-crisis-schengen-areascheme-brink-amsterdam-talks; http:// www.independent.co.uk/news/world/europe/germany-says-schengen-in-dangerafter-denmark-and-sweden-impose-newborder-controls-a6795956.html 6. http://mondoweiss.net/2015/07/ palestinian-telling-welcome; http:// www.theguardian.com/world/2015/ jul/16/angela-merkel-comforts-teenagepalestinian-asylum-seeker-germany 7. http://www.euractiv.com/sections/ global-europe/german-police-sent-serbiahungary-border-stem-kosovo-exodus312095 8. http://www.euractiv.com/sections/justicehome-affairs/bavaria-premier-criticisesmerkel-and-austria-over-migrant-crisis 9. http://www.dw.com/en/new-germanasylum-law-will-slow-down-process/a18785551; http://www.theguardian. com/world/video/2016/jan/29/angelamerkel-outlines-new-rules-on-refugees-ingermany-video 10. Blay, Sam, Zimmermann, Andreas, “Recent Changes in German Refugee Law: A Critical Assessment” -- American Journal of International Law, 4/94 http://www. lectlaw.com/files/int07.htm 11. http://www.dw.com/en/pro-asyl-germanyhas-to-do-more/a-17705854; http:// www.proasyl.de/en/about-us/workinggroup-pro-asyl/ 12. http://www.mintpressnews.com/germanpolitical-crisis-over-inhumane-refugeeprisons/210314/ 13. http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/sweden/11992479/HowSweden-the-most-open-country-in-theworld-was-overwhelmed-by-migrants.html 14. Kalaylıoğlu, Mahir ( 2009 ), “İsveçte Göçmen Politikası, Üyelik Hakları ve Göçmenlerin Siyasal Katılımı: Yasal Kurumsal Çerçeve ve Kimi Sonuçlar”, Toplum ve Bilim Dergisi, 2009, syf. 115 15. http://tr.euronews.com/2013/10/15/ isvec-basbakani-reinfeldt-gocmenlertopluma-cesitlilik-kazandirdi/ 16. http://www.aljazeera.com/indepth/ features/2013/11/swedenrefugee-policy-sets-high-standard2013112485613526863.html 17. http://tr.euronews.com/2013/10/15/ isvec-basbakani-reinfeldt-gocmenlertopluma-cesitlilik-kazandirdi/ 18. http://danimarkahaber.dk/siginmacigozuyle-avrupa-en-iyi-isvec-en-kotuhollanda/ , (2015 ) 19. http://www.theguardian.com/ world/2015/nov/24/sweden-asylumseekers-refugees-policy-reversal 20. http://www.lrb.co.uk/v36/n09/slavojzizek/barbarism-with-a-human-face 21. Kalaylıoğlu, Mahir, “İsveçte Göçmen Politikası, Üyelik Hakları ve Göçmenlerin Siyasal Katılımı: Yasal Kurumsal Çerçeve ve Kimi Sonuçlar”, Toplum ve Bilim Dergisi, 2009, syf. 115 Kaynakça Bayraklı, Enes, Kazım, Keskin, Türkiye, Almanya ve AB Üçgeninde Mültecî Krizi, SETA/ Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, Kasım 2015, sayı: 143 Kalaylıoğlu, Mahir, “İsveçte Göçmen Politikası, Üyelik Hakları ve Göçmenlerin Siyasal Katılımı: Yasal Kurumsal Çerçeve ve Kimi Sonuçlar”, Toplum ve Bilim Dergisi, 2009, syf. 115 Çetin, Hanife, “Avrupa’nın Değişmeyen Göçmen Politikası ve Değişen Dünya”, http:// www.turksam.org/tr/makale-detay/473avrupa-nin-degismeyen-gocmenpolitikasi-ve-degisen-dunya Kilimci, Songül, “Göç, Uyum Yasaları, Entegrasyon”, http://tasam.org/ Files/Icerik/File/goc_uyum_yasalari_entegrasyon_2f8935b1-f3d5-41c69cbb-2ce99eb86ee7.pdf Keles, Janroj, “Avrupa Ülkelerinin Mültecî ve İltica Politikaları”, Middlesex University, UK, Kasım, 2015 https://www.researchgate. net/publication/275658947_Avrupa_Ulkelerinin_Multeci_ve_İlticâ_Politikalari Zizek, Slavoj, “ Barbarism with a human face”, http://www.lrb.co.uk/v36/n09/slavojzizek/barbarism-with-a-human-face İsveç Mültecî Bürosu, Göçmenlik Yasal Düzenlemeleri, http://www.migrationsverket. se/English/Private-individuals/Protectionand-asylum-in-Sweden/Applying-forasylum/Asylum-regulations.html Avrupa İstatistik Ofisi, http://ec.europa.eu/ eurostat İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi, http:// www.igamder.org/ BM Mültecîler Yüksek Komiserliği, http://www. unhcr.org/turkey/home.php Migrant Integration Policy Index 2015, MIPEX Göç ve Entegrasyon Politikaları Göstergeleri- 2015 ( Yeni Entegrasyon Politikaları: Kim yararlanıyor?), http://eu.bilgi.edu. tr/tr/news/migrant-integration-policyindex-2015-mipex-goc-v/ European Stability Initiative, Merkel Planı, 4 October 2015 http://www.esiweb.org/ index.php?lang=tr&id=156&document_ ID=171, http://www.esiweb.org/pdf/ ESI%20-%20Merkel%20Plani%20-%20 4%20Ekim%202015.pdf Uluslar arası Af Örgütü Ltd, http://amnesty. org.tr/uploads/Docs/disarida-birakilanlaruluslararasi-toplum-tarafindanterkedilen-suriyeli-multeciler643.pdf http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/ europe/sweden/11992479/HowSweden-the-most-open-country-in-theworld-was-overwhelmed-by-migrants. html http://www.aljazeera.com/indepth/ features/2013/11/swedenrefugee-policy-sets-high-standard2013112485613526863.html http://foreignpolicy.com/2015/11/24/ swedish-official-hates-her-new-refugeepolicy-so-much-she-is-literally-cryingabout-it/ http://www.rt.com/news/321132-swedenrefugees-deport-ikea/ http://www.haberisvec.com/haber/7954gundem-isvec-ve-almanyadan-multecilericin-onemli-adim.html http://www.zerohedge.com/news/2015-1130/sweden-no-apartments-no-jobs-noshopping-without-gun mart 2016 85 haberajanda Toplum Geleneksel yapılara karşı özgürleşen insan, diğer yandan da kendi dışında kalan her şeye karşı duyarsızlaştı. Ötekileştirme, ötekini bir güvenlik tehdidi olarak görme ve nihâyetinde ötekini yıkma, yok etme ve ötekini kendi içinde kargaşaya düşürerek kendinden uzak tutma, bu duyarsızlığın en görünen sonuçlarıdır. Vizyonumuzu büyütürken dünyamızı ve insanlığımızı küçülten bir kavram: Modernizm “M ODERN” kavramı, modern toplum, modern insan veya modern yaşam gibi en yeni olana entegre olmuş olanı ifade eden bir sıfatı; modernite, modernizmin gelişim süreci içerisindeki siyasal, kültürel, toplumsal veya bilimsel gelişim ve dönüşüm süreçlerini gösteren bir dönemi; modernleşme, modernizmin gelişim süreci içerisinde ortaya çıkan siyasal, bilimsel, sosyal ve kültürel dinamizmi; modernizm ise tüm bunların sanat, siyaset, toplum, bilim, kültür ve hayatın diğer alanlarına dair ortaya çıkardığı ideolojik durumu ifade eder. >> Modernizm ortaya çıkarken, toplumsal ilişkilerde farklılaşma, akılcılaşma, bireyselleşme gibi olguları da beraberinde getirdi. Modernizm, modern bir toplum 86 mart 2016 ortaya çıkarırken, gelişen iletişim teknolojilerine bağlı olarak yeni iletişim biçimleri ortaya çıkardı. Önceleri insanlar dar bir coğrafî alanda birbirleri ile çok sıkı ilişkiler kurarlarken, aralarında oluşan bağlar da çok sıkı bir şekilde kendini gösteriyordu. Fakat kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte insanlar artık hiç gitmedikleri coğrafyalardaki insanlarla ilişkiler kurmaya başladılar. Bu şekilde ortaya çıkan ilişkiler, öncekiler gibi sıkı bağlar oluşturmaktan uzaktır. Çünkü ortaya çıkan ilişkiler çok hızlı, çok mesafeli, çok sosyal olmayan bir biçim ve sosyal olmayan bir ortamda gerçekleştiğinden, bu ilişki biçimi, insanın ihtiyaç duyduğu gerçek sosyal ilişki biçiminden uzaktır. Yani modern toplumlarda insanlar arasında ilişki ve bağlar kurmak kolaydır. Fakat bu bağlar çok sıkı olmadığından, kurulan bağların kopması da aynı kolaylıktadır. Modernizm hedonizmi besliyor Ortaya çıkan bu modern ilişki biçimi, yapay, mesafeli ve gerçek bir sosyal ilişkiden uzak, geniş çaplı, mesafeli, Aytekin Atasoyu [email protected] büyük ölçekli, değişken ve serbest, ama istikrardan uzak bir yapıya sahip olarak kendini gösterdi. Tüm bunlara bağlı olarak modern toplumlarda dayanışma, samimiyetten uzak ve çıkar odaklı organik olmayan mekanik bir hâl aldı. Çıkar odaklı kurulan ilişki biçimleri rekabeti ortaya çıkardı. Bu durum, bireylerin birbiri arasındaki bağımlıkları azalttı. Bağlılıkların azalması ise bireyselliği doğurdu. Önceleri birey ortak ya da toplumsal faydanın emrindeyken, modernizmle bireysel faydayı öne çıkardı. Yani egoizm, toplumsal ve ortak faydanın önüne geçmiş oldu. Narsisizmi doğuran bu durum, başka yıkıcılıkları da beraberinde getirdi. Modernizmin ortaya çıkardığı bireyselleşme ve bu akımın ortaya çıkardığı, adına da “birey” dediğimiz insan tipi, hem düşünce biçimlerinde, hem de karar alma mekanizmalarında belirli bir geleneği takip etmekten, geleneksel yapıda önemli işlevler gören aile vb. yapılarla istişare etmekten uzak durarak kendi kendine karar almayı, ideallerle çerçevelenmiş bir yaşam sürmek yerine kendine heyecan veren bir yaşamı tercih etmeyi, kanaat etmekten uzak bir şekilde her şeye sahip olmayı isteyen bir yaşamı, toplumsal ve kolektif gelişme yerine kişisel olarak gelişmeyi öne alan bir yaşam felsefesini öncüllemeyi ve olabildiğince her şeyden haz almayı amaç edinmiş bir hedonizmi tercih eder hâle geldi. Modern birey, geleneksel yapılara karşı özgürleşmiştir. Fakat bu, ona daha fazla güvenli bir yaşam sunmamıştır. Modern insan, sanılanın aksine, kendini güvende hissetmiyor! Bireyselleşmeyi sağlayan modernizm, bireye geleneksel toplumsal yapılardan bağımsız bir şekilde hareket etme imkânı sunarken, bireyi kendi doğasına, hedonizme, pragmatizme ve oportünizme bağımlı hâle getirdi. Yani geleneksel yapılar ve bunun doğurduğu toplumsal yapılara karşı bireyi özgür kılan modernizm, bireyi daha soyut gibi görünse de geleneksel yapıdan daha geniş çaplı bir başka yapının bağımlısı hâline getirdi. Kendini beğenmişliğin, çıkarcılığın, hedonizmin ve süflî duyguların yanı sıra modernizmin inşâ ettiği küresel toplum yapılarının bağımlısı hâline gelen birey, modernizmin ortaya çıkardığı küresel toplumsal yapılar ve sözünü ettiğimiz diğer bağımlılıklara göre roller geliştirmiş, “gerçek insanî benlik”ten uzaklaşmış bir tipolojiye bürünmüştür. Modernizm süreci içerisinde geleneksel yapılar ve geleneksel düşünceye karşı özgürleşen bireyin kendini daha fazla güvende hissedeceği düşünülüyordu. Fakat gelinen son noktada durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığı görüldü. Çünkü bireyselleşme, yalnızlaşmayı da beraberinde getirdi. Önceleri geleneksel yapılara entegre olan insan, içsel ve dışsal tehlikelere karşı sığınabileceği bir limana sahipti. Fakat modernizmle birlikte birey, bu yapıların çoğunu reddettiğinden ötürü güvenli limanlardan yoksun oldu. Geleneksel yapılara karşı özgürleşen insan, diğer yandan da kendi dışında kalan her şeye karşı duyarsızlaştı. Ötekileştirme, ötekini bir güvenlik tehdidi olarak görme ve nihâyetinde ötekini yıkma, yok etme ve ötekini kendi içinde kargaşaya düşürerek kendinden uzak tutma, bu duyarsızlığın en görünen sonuçlarıdır. Modern bireyler özgürleştikçe daha fazla güvenlik kaygısı duymaya, daha fazla güvenlik kaygısı duydukça kendi dışındakini ötekileştirmeye, kendi dışındakini ötekileştirdikçe kendini daha güvende hissetmek için ötekini yok etmeye, ötekini yıkmaya, ötekini kendi içinde kargaşaya düşürerek kendinden uzak tutmaya, kendi ve kendi gibi olanların yaşamlarını ise olabildiğince konforlu hâle getirmeye başladı. Bunun içinde ötekinin kendi içinde çıkardığı kargaşayı fırsat bilerek, ötekine kendini kurtarıcı olarak göstererek, öteki gördüğünün elinde ne varsa alıp kendi nâmı ve hesabına kullandı. Bu sonuçlardan dolayı geleneksel yapılara karşı özgürleşen modern birey, bireycilik anlayışını uzun zaman devam ettiremeyecektir. Modernizmin en büyük sonuçlarından biri olan bireyciliğin pozitif etkilerinin önüne geçecek olan yıkıcı etkiler, bir zaman sonra modern bireyi “Ben değil, biz!” anlayışına yöneltecektir. Modernizmin negatif etki- leri, bireyselleşmenin doğuracağı negatif etkilerle sınırlı değildir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Mesela bugün modernizm, ortaya çıkardığı yeni iletişim teknolojileri ile iletişim olanaklarını genişletti. Bugün hiç uğramadığımız, daha önce hiç görmediğimiz, yaşam deneyimimizin hiç olmadığı coğrafyalardaki insanlarla iletişim kurabiliyoruz. Bu bizim vizyonumuzu büyütürken, diğer yandan da dünyamızı küçültüyor. Çünkü vizyonumuz büyüdükçe, dünyaya dair gerçekliğimiz de büyüyor. Fakat bu gerçekliği yönetmek için hepimiz evlere, hatta evlere bile değil, odalarımıza, odalarımızda bulunan bilgisayarlara kapanıyoruz. Bu gerçekliği buradan yönetmeye çalışıyoruz. Bilgisayarımız bir anda dünyamız olup çıkıyor. Odalarımız bugün hem banka, hem işletme, hem ofis, hem de okul olabiliyorlar. Bütün bu tespitleri aktarma ve sonuçları ortaya koymadaki amacım ne modernizmi Deccâlleştirmek, ne modern olanı Frankenstein olarak sunmak, ne moderniteyi öcü gibi göstermek, ne de modern insanı insanlıktan çıkmış vahşî bir yaratık olarak betimlemektir. Bir durum tespiti olarak aktardığım ve sonuçlarını ortaya koymaya çalıştığım modernizmin negatif sonuçlarının, bugün dünyada yaşanan siyasal ya da sosyal olumsuzlukların nedenlerinden biri olduğunu göstermektir. Yoksa hiç şüphesiz, modernizm belli ölçüleri ile insanlığa büyük faydalar sağlamıştır. mart 2016 87 haberajanda Akıl Fikir İşleri >>İnsan hayatının süresi belli olmayan çizgisi eğer altmışa dayanırsa, bunun yirmisi uykuya düşülür, yirmisi gençliğe sayılır. Diğer yirmi de iş hayatına hîbe edilir. Bunlardan artakalan kısımlar cebe koyulur ve pazara çıkılır. Bir bölümü fasa fiso/beyhude/malayani tezgâhlarda harcanır. Hatırı sayılır bir dilimi trafik canavarı tarafından dişlenir. Her evde bulunan kara kutuları da unutmamak gerek… Onlar da çok önemli zamanlarınıza göz diker ve sizi bu konuda çok bonkör kılar. Sonuncusu gerçekten önemlidir; zira vaktinizi nakde çevirir ve çoluğunuzdan çocuğunuzdan çıkarmak üzere yeni uyku sistemleri îcâd edip ömrünüzden ömür çalar. Bunları dile getirerek birlikte düşünmüş olduk; işe yarayıp yaramadığı konusu, düşüncelerinizin sıhhatiyle ilgili bir mesele… Şimdi… “Bey Amca, sen bana ne anlatıyorsun? Senin sosyal sigorta güvencen var. Evet ya, torun torbaya da karışmışsın, doğru! Geçen yıl aldığın evi elbette hatırlıyorum, daha az önce söyledin ya… Yaş kaçtı amcacığım özürle? Yetmiş… Hım, Allah uzun ömürler versin!” (Az önce yazılmaya niyetlenilen bir hikâyenin belirli bir kısmı…) Yetiştiğim semt, kahvehanesi çok bol bir yerdi. Gençken bilardo oynamak için arkadaşlarla farklı farklı kahvehanelere giderdik. İzbe masalarda, sigara dumanlarının arasında okey oynayan orta yaş üstü insanlar çarpardı gözüme. Bir dönem o kadar çok alışmıştık ki bilardoya, hemen her gün gider olmuştuk bu kahvehanelere. Her Allah’ın günü aynı masada, aynı yerde görürdüm o adamları okey oynarken. Aradan aylar geçti, bilardo hevesi uçup gitti bizden. O muhitten taşındık. Yıllar geçti, bir gün eski arkadaşlarla buluşmak üzere yetiştiğim semte gittim. Beklerken bir çay içmek için o kahvehaneye girdim. Gördüğüm şey beni 88 mart 2016 Orhan Rufat Karagöl [email protected] Siyah gözlüklü tavşanlar “D ÜŞÜNMEK büyük bir eylemdir” dedi düşçü, “Hayâl kurmak da öyle… Hayal kuramayanlar, kurma kolu olurlar. Hayâlperestlik çok farklı bir konu… Bak, yaz aklına, putperestlikten hatırla!” (Yazılmayan bir hikâyenin belirsiz bir kısmı...) şok etmişti: Aynı adamlar, epey yaşlanmış ve aynı masada okey oynuyorlardı… İnsanın hayattaki tek sermayesi, hayatının kendisidir. Kişinin hayat algısı yaşamındaki tercihlerini belirlerken, sıralamayı her zaman kendileri için en önemli konulardan başlayarak yapar insanlar. 2000’li yılların başında, o dönemlerin meşhur bir televizyon programını hazırlıyordum. Programın yapımcı ve sunucusu ile Pakistan’daydık. Artı elli küsur derece sıcakta Lahor sokaklarını arşınlıyorduk. Parkta gördüğümüz bir sokak müzisyeni yan yatmış, bir ağacın gölgesinde dinleniyordu. Programın yapımcısı, mihmandarımıza, “Parası ne ise verelim de anons çekerken enstrümanı ile bize müzik yapsın” dedi. Bu istek kendisine söylendiğinde çok hafifçe yerinden doğruldu ve yarım ağızla şöyle dedi: “Sadece canım istediği zaman çalarım!” Zamanını, kendisi için o an önemli olan ne ise, o yönde değerlendiriyordu çünkü. Peki, kaçımız zamanını doğru kullanıp hayatını istediği gibi yaşıyor? Daha önemlisi şu: Kaçımızın hayatı kendi hayatı? Kaçımız kendimiz oluyor, kendimizi yaşıyoruz? Bir Rus atasözü der ki, “Birden çok tavşanın peşinden koşan, hiçbirini yakalayamaz”. Acaba yer değiştirmiş olabilir miyiz? Gözüne far tutulan tavşanlar olabilir miyiz mesela? Dünyanın en büyük üç sıradağ grubunun birleştiği noktada, Himalayalar, Hindukuş ve Karakurum dağlarının zirvelerinde, 5 bin 100 metrede bir gece yarısı kahve içiyordum… Bildiğiniz her şeyden çok uzak ve fakat yine de toprağa bir o kadar yakın… “Dönüp dolaşıp aynı yere varıyorsa insan” dedim içimden, “Ya kaybetmiştir, ya derviş”. Son beş yılda, dünyanın çevresinde yaklaşık olarak iki buçuk tur attım. Yüzlerce değişik meşrep insanla tanıştım. Onlara ulaşmasam, öylece hayatlarına devam edecek, varlıklarından bîhaber olacağım insanlar… Hepsinin bir hayat algısı vardı. Doğu’daki daha kolay mutlu oluyordu, Batı’daki çok daha zor. Bazen en batıdakine en doğuda rastlıyordum. Kâfiristan’da Amerikalı bir gençle tanışmıştım mesela. Londra’da 30 sterlinlik çorap alan Keşmirli de gördüm… Bu arada Keşmir’de peynir tenekesini kesip birleştirerek kendine ev yapan insanlar var… Diyeceğim o ki, akla geldiğinde “Sahibinden” dilenerek istediğimiz ve sonrasında hunharca katlettiğimiz şu zaman konusunu toplum olarak ele alma vakti çoktan geldi. Zihinleri kör eden, onları uyutan, onlara zehir enjekte eden, onların en kıymetli varlığı olan zamanlarını çalan hırsızları yok etmenin vakti geldi artık! Müsamahasızca hem de… Herhangi bir açıklama gereği duymadan… haberajanda Strateji >> İyi ama her şey Rusya’nın lehine işleyip Suriye’de dilediği gibi at koştururken ve sıcak denizlere ulaşma hedefine belki de tarihinde ilk defa bu kadar yakınken, ne oldu da böyle bir ateşkese razı oldu Ruslar? Cüneyt Akar [email protected] Bu sayfalarda daha önce yazdığım gibi, Rusya ve Türkiye’nin bir savaşta karşı taraflarda olmalarının sonucu, yeni bir dünya savaşıdır. Bu ister Rusya-Türkiye savaşı olsun, isterse de taraf oldukları bir savaşta askerî güçlerini kullanıyor olsunlar, sonucu aynı olacaktır. Rusya ile yaşadığımız uçak krizinde Rusların sadece seslerini yükseltmeleri ve ekonomik yaptırımlardan medet ummaları da bu yüzdendi. Rusya yeni bir dünya savaşını kaldırabilecek durumda olsa asla gözünü kırpmaz ve Türkiye’ye bir askerî misillemede bulunurdu. Ancak NATO kalkanı bu konuda Rusların hareket kabiliyetini sınırlandırdı. Suriye’de ise işler daha kolaydı kendileri adına. “Dünyayı titreten” bir avuç IŞİD militanına karşı uluslararası koalisyonla aynı hedefleri vuruyormuş gibi görünerek uzun süre herkesi kandırdılar. Ne zaman ki Türkmenler ve ılımlı muhalifleri açık açık hedef almaya başladılar, olayın şekli değişiverdi. Zira Türkiye’nin bu konudaki hassasiyeti, Suriye’ye olası bir Türk askerî müdahalesini gündeme getirmeye başlamıştı. Hele ki bu müdahale İslâm Ordusu vasıtasıyla dillendirilince, Rusya’da çanlar çalmaya başladı. Rusya, ateşkes ilânından önce dünya savaşı korkusunu belki de ilk defa resmî ağızlardan ifade etmiş oldu. Bu korkusunda haklı olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Zira Müslüman ülkeler Osmanlı’dan sonra ilk defa ortak bir harekât iradesi gösterme kararı aldılar. ABD’nin Suudîlere yönelik pasif kalma eleştirisinin ardından, Suudî Arabistan uçakları koalisyon güçlerine fiilî destek vermeye başlamıştı. Ancak önce- Rusya’nın korkusu R USYA, anî bir kararla Suriye’de ateşkese onay verdi. Evet, IŞİD ve “terörist gruplar” istisnasını anlaşma dışı tutarak, herkesi bir “acaba”ya sevk etti belki; ama ne olursa olsun, prensip olarak elbette ateşkes iyidir. sinde, 15 Aralık 2015’te kurulan İslâm Ordusu meselesi var ki asıl caydırıcılık burada yatıyor! lerinden birini geçiren Rusya’nın daha fazlasına gücünün yetmeyeceğini artık herkes biliyor. Erdoğan’ın Aralık sonundaki Umre ziyaretinde şekillenen harekât fikri, Rusya ve Esed’in pervasız ilerleyişi üzerine bir plana dönüştü. Ve bu plan, çeşitli vasıtalarla dünyaya ilân edildi. Rusya ve Esed katliamlarına devam eder ve Sünnî halka eziyet etmeyi sürdürürse, İslâm Ordusu, Suriye’ye kara operasyonu yapacaktı. “Yapacaktı” diyorum, çünkü şimdilik bu harekât rafa kalkmış görünüyor. Eğer ateşkes amacına ulaşır, kan ve zulüm durursa buna gerek kalmayacak. Burada İran faktörü de atlanmamalı bence. Suriye’deki savaşa verdiği direkt askerî desteği geri çekerek büyük bir savaş istemediğini belli etmiş oldu. Ambargoların bir kısmından daha yeni kurtulmuşken, Batı’yı karşısına almama akıllılığını göstermeye başladılar sanki. Dolayısıyla İran’ın geri adım atması da Rusya açısından bir fren vazifesi görmüş oldu. Buna rağmen İslâm Ordusu’na destek veren ülkelerin katıldığı bir tatbikatla düşmana gözdağı vermeyi de ihmâl etmedi Müslüman ülkeler. Hâl böyle olunca, Rusya’nın geri adım atmaktan başka çaresi olamazdı. Tarihinin en kötü ekonomik dönem- Tabiî ki böylesi iyi de oldu! Zira 3. Dünya Savaşı, özellikle bölge ülkelerine çok büyük bir kayıp getirecekti. Bu kaybı en çok yaşayacak ülkeler de -savaşı kimin kazandığına bakılmaksızın- Türkiye, Rusya, İran ve kısmen de Irak olacaktı. Bir süreliğine de olsa bu risk ihtimâllerini düşünmekten kurtulduğumuz için mutlu olmalıyız diye düşünüyorum. Artık içeride de birilerinin anlaması gereken bir şey var. Özellikle “Suriye’den bize ne?!” diyenler de anlamalı ki, PYD’nin sınırımızda kimlerle işbirliği yaptığını, hâin planlarını ve gerçek kimliklerini dünya kamuoyuna ilân ettiğimizde, Ankara’da onlarca canımızı nasıl aldıkları herkesin malûmu. Suriye’de rejim muhalifi iken artık rejim destekçisi olduklarını da gayet iyi biliyoruz. Suriye topraklarındaki hedeflerinden birinin de Türkmenler olduğunu koyun bir kenara ve şimdi gene sorun bakalım: “Suriye’de işimiz ne?” Suriye’de daha çok işimiz var! Davutoğlu’nun İslâm Ordusu kurulmasına rağmen “Araplara nasıl güveneceğiz?” sorusunun içini de bir başka sayıda doldururuz inşallah. mart 2016 89 haberajanda Ortadoğu İran’ın, kendisine has bir Kürt politikası vardır. Ve İran, Kürtlere dair bu politikasını çok ilginç bir işbirliği içinde sessiz sedâsız işletebilmektedir. Zira bu perspektiften bakıldığında Türkiye, Irak ve Suriye’yi düşünüyor ve İran’daki PJAK’ı (PKK’nın İran uzantısı) suskun bulduğunuzda durumu olağan karşılayamıyorsunuz. Peki, PJAK niçin suskun? Kafasını kaldıran her Kürt’ün idam edildiği İran’da, PJAK hiç sesini çıkarmıyor! *** İran, Türkiye’nin güneyini kuşatma operasyonunda küresel birtakım güçlerle işbirliği yapmaktadır. Özellikle P5+1 ile T yapılan görüşmeler sürecinden sonra İran, millî duygularını ortadan kaldırmış, millî gururunu yok etmiştir. Peki, millî gururunu yok etme pahasına işbirliğine girişen İran, yaptığı bu fedakârlık (!) karşısında ne almıştır? Acaba Türkiye’nin güneyinden Akdeniz’e çıkan hat için mi söz kesilmiştir? İslâm dünyasını kristalleştirme noktasında son derece önemli bir eşik olan Şia Hilâli’ne mi kavuşmuştur? Acaba İslâm dünyasını ittifak için değil, ayrılıklar için tahkîm edecek rolü İran’a mı vermişlerdir? Türkiye’yi sıkıştırma rolünü mü satın almıştır? Akdeniz’de Suriye üzerinden Türkiye’yi dengeleyecek ağırlıklar İran’a mı verilmiştir? ARİHÎ anlamda değerlendirdiğimizde, İran’ın yeryüzündeki önemli devlet geleneklerinden birine sahip olduğunu görürüz. Öyle ki bu durum, içinde bulunduğumuz coğrafyanın yadsınamaz bir gerçeğidir. Sahip oldukları idealler, Pers tarihinden gelen iddiaları mevcuttur. 90 mart 2016 >> Günümüzde İran, sahip olduğu Pers iddialarını Şia mezhebi üzerine kurduğu eksende güncelleyerek yeni bir devlet temeline oturtmuştur. Yani bu noktada İran, tarihî çerçevede dinî anlamda değişiklikler yaşamış görünse de ideallerinden vazgeçmemiştir. Söz konusu Pers iddialarına göz attığımızda, bu iddialar arasında Akdeniz’de etkin olma ve bir şe- Metin Külünk [email protected] kilde bu bölgede hükmünü koruma gayesinin bulunduğunu görürüz. Her ne kadar Pers çerçevesinde düşünülse de, İran’ın Şia üzerinden İslâm dünyası üzerinde geliştirdiği ve teşkilatlandırdığı liderlik iddiaları mevcuttur. İran, kendi kimliğini kullanarak batıya/Batı’ya doğru çıkmak istemektedir. Yine tarih perspektifinden bak- tığımızda İran’ın Anadolu toprakları üzerinden batıya/ Batı’ya doğru gerçekleştirdiği yürüyüşü her ne kadar Yavuz Sultan Selim ile durdurulmuş görünse de, onun bu doğrultudaki söz konusu yürüyüşünün gerçekten de durduğunu söyleyemeyiz. Zira şunu unutmayalım ki, Kutsal Roma’nın en ciddî müttefîki İran’dır. Persler sadece şunu görmüşlerdir: “Türklerle tekrar kavga etmek anlamlı değildir!” Bu fikirdeki Pers anlayışı, yaptığı tespiti şöyle bir soruyla yönlendirir: “Öyleyse Türklerle kavga etmeksizin, kendi iddialarımızdan da vazgeçmeksizin varlığımızı sürdürmek için ne yapmalıyız?” Bu soruya aranan cevap, Suriye’de bulunmuştur! İran en dar çeperde kendini korumak istemekte, tarihini ve iddialarını biçimlendirme konusunda aradığı cevabı bulduğu topraklar olan Suriye’yi ve bu ülkede yaşatılmaya çalışılan rejim anlayışını da bu sebeple kollamaya gayret göstermektedir. Suriye, Akdeniz’e yaklaşma anlamart 2016 91 haberajanda Ortadoğu neyinden Akdeniz’e çıkan hat için mi söz kesilmiştir? İslâm dünyasını kristalleştirme noktasında son derece önemli bir eşik olan Şia Hilâli’ne mi kavuşmuştur? Acaba İslâm dünyasını ittifak için değil, ayrılıklar için tahkîm edecek rolü İran’a mı vermişlerdir? Türkiye’yi sıkıştırma rolünü mü satın almıştır? Akdeniz’de Suriye üzerinden Türkiye’yi dengeleyecek ağırlıklar İran’a mı verilmiştir? İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (sağda), 21.02.2016 tarihinde başkent Tahran’a resmi ziyarette bulunan Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu’yu (solda) Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti. İran, Türkiye ile beraber yol almak, Türkiye ile beraber hareket etmek zorundadır. Zira şu an izlediği strateji kendisine ileri vadede büyük zararlar getireceği gibi, Türkiye’nin altını oymaya giriştiği bu tür müdahaleler, zor zamanlarında yanında olan bir ülkeye yaptığı büyük bir ayıptır! mında en önemli noktadır. Ancak İran, kendine açacağı yolda yalnız Suriye’yle kalmamış, Saddam’ın devrilmesinden sonra şekillendirilen Bağdat’ta da kendi ihale edindiği yolları kurmayı başarmıştır. İran, İslâm dünyasındaki bütün Şia geleneğinin sahibi olarak görmüştür kendisini. Bu bir Büyük İran iddiasıdır! Küresel ölçekteki dışlanmışlığını ise, İslâm dünyası üzerinde küresel sistemle çatışan bir imajla formatlayarak, içeride birlik ve beraberliğini tesisle kendilerine has bir mazlûmiyet üretmiştir. “Dünya bize karşı!” şeklindeki slogan etrafında kurulu propagandasını, içerideki egemenlik alanını güçlen- 92 mart 2016 dirmek ve sahip olduğu Pers iddialarını hep sıkı ve diri tutmak için yürütmüştür. PJAK’tan ses yok! Bunların yanında İran’ın, kendisine has bir Kürt politikası vardır. Ve İran, Kürtlere dair bu politikasını çok ilginç bir işbirliği içinde sessiz sedâsız işletebilmektedir. Zira bu perspektiften bakıldığında Türkiye, Irak ve Suriye’yi düşünüyor ve İran’daki PJAK’ı (PKK’nın İran uzantısı) suskun bulduğunuzda durumu olağan karşılayamıyorsunuz. Peki, PJAK niçin suskun? Kafasını kaldıran her Kürt’ün idam edildiği İran’da, PJAK hiç sesini çıkarmıyor! İran’ın Kuzey Irak’a dair iddialarını da buradan hareketle düşünmemiz gerekmektedir. Irak’taki Şia tandanslı Merkezî Yönetimi Türkiye’ye karşı dolduran, Merkezî Yönetimi kendi siyasetinin bir parçası hâline getiren İran’ın istediği bellidir: Türkiye’nin güneyinde hâkimiyeti ele geçirmek! İran, Türkiye’nin güneyini kuşatma operasyonunda küresel birtakım güçlerle işbirliği yapmaktadır. Özellikle P5+1 ile yapılan görüşmeler sürecinden sonra İran, millî duygularını ortadan kaldırmış, millî gururunu yok etmiştir. Peki, millî gururunu yok etme pahasına işbirliğine girişen İran, yaptığı bu fedakârlık (!) karşısında ne almıştır? Acaba Türkiye’nin gü- Bu soruların hepsi sorulmak zorundadır! Ve bu soruların cevaplarının hepsini zaman içerisinde yaşayarak elde edeceğiz. Söz konusu Pers iddialarını yaşatmaya çalışan bir devletle karşı karşıyayız. İran’ın bir İslâm Cumhuriyeti olması, bu Pers iddialarını görmezlikten gelme hakkını bize vermez! Karşımızda batıya/Batı’ya doğru yürümek isteyen bir İran var. İran, Türkiye’yle kavga etmek istemiyor, ancak yaşadığı topraklara da sıkışmak istemiyor. Zira İran’a Basra Körfezi yetmemektedir. Kendi topraklarına sıkışmak istemeyen İran’ın yukarıdan, yani kuzeyden çıkma şansı yoktur. Çünkü kuzeyi kapalıdır. Doğusuna gitmesi ise İran’a fayda sağlamaz. İşte bu sebepten, yani ne doğusuna, ne de kuzeyine gidemeyeceğinden dolayı batıya gitmek zorundadır İran! Anadolu toprakları, İran’ın önünde adeta bir bariyerdir. Ancak bizim bu noktada konuya daha hâkim olmamız gerekmektedir. Zira İran ülkemizin güneyine oynarken, bizim de onun oynadığı Metin Külünk oyunda kullanılan piyonları ve bu piyonların hareketlerini saptamamız gerekir. Düşünelim ki, eğer Çaldıran’da zafer ecdadımızdan yana olmasaydı, Anadolu’da Yavuz çizgisinde bir devlet bulunmayacaktı. Şimdi bu ihtimâlle birlikte bugünün gerçeğine endekslenelim. İran, nasıl geçmişte Anadolu topraklarında kendisine râm ettikleriyle Devlet-i Âlî’yi zorladıysa, şimdi de PKK üzerinden ülkemizi zorlama peşindedir. Bütün bunlar bir yana, İran, kendi içinde de beşinci kol faaliyetleri yürütmektedir. Özellikle ülkemizdeki kardeşlerimize yönelik özel çabalarının olduğunu, Türkiye’nin temel duruşunu örselemeye yönelik çalışmalara destek verdiğini, Almanya’dan Caferî imamları ve ülkemizdeki birtakım dedeleri Kum kentine götürüp kendi iddiaları doğrultusunda bir birliktelik inşâ etmek için gayret gösterdiğini bilmekteyiz. Peki, tüm bu gayretler niçin? Kusura bakmasınlar, bu gayretlerin hiçbiri İslâm için değil… Bu gayretlerin hepsi, Şia anlayışı içerisine sıkıştırılmış İranizmin realize edilmesi için atılmış adımlardır! Zor zaman dostuna İran ayıbı! İran ile Rusya, Suriye’de çirkin yüzlerini dışa vurdular. O topraklarda rahmet-i Rahmân’a kavuşan her insanın kanı Rusya ve İran’ın eline bulaşmıştır. Bu 400 bin insanın yanında, ülkemizde çeşitli terör eylemlerini organize eden veya destekleyen Rusya ve İran’ın, şehitlerimizin ve bu tür olaylarda can veren bütün vatandaşlarımızın katlinde payı bulunmaktadır. Buna dair işaretler artık çok açıktır! Elbette Türkiye-İran ilişkileri göz önüne alındığında, çeşitli ortak paydalarımızdan söz etmemiz mümkün. Ve İran, kendisine Türkiye’den daha iyi bir dost da bulamaz. Öyle ya, kendisine en zor zamanlarında destek olan, bu desteğe Brezilya gibi önemli etkin devletleri de ekleyen Türkiye’nin içişlerine bu denli müdâhil olmak, İran için daha sonra altından kalkamayacağı yükler edinmek demektir. İran, Türkiye ile beraber yol almak, Türkiye ile beraber hareket etmek zorundadır. Zira şu an izlediği strateji kendisine ileri vadede büyük zararlar getireceği gibi, Türkiye’nin altını oymaya giriştiği bu tür müdahaleler, zor zamanlarında yanında olan bir ülkeye yaptığı büyük bir ayıptır! Tabiî burada bahsini ettiğimiz İran’ı, anlayış çerçevesinde bütünüyle yargılayamayız. Zira İran’da Türkiye’nin varlığını önemseyen, Türkiye ile birlikteliği daha değerli gören bir toplum da mevcuttur. Ancak bu İran aklı şu an örselenmiş durumdadır. Bugün İran’a egemen olan akılsa, küresel para oligarklarıyla yan yana yürüyen, kendi halkına millî gururundan vazgeçtiğini ilân etmekten imtinâ etmeyen anlayıştadır. Konu İran olup da bugünkü olayları analiz edince, gelişmelerin toplumumuz tarafından daha dikkatle okunmasını ve bu yüzden Çaldıran ve Mercidabık Savaşlarına yeniden bakılmasını tavsiye ederim. Yavuz’un bu bölge üzerinde kurduğu sosyo-psikolojik sistemi tekrar tekrar okumak, süreci çözümlememizde daha faydalı olacaktır. Erdoğan’a olan teveccühten en çok İran rahatsız! P5+1 görüşmeleri sonuçlanıp da yaptırımların kaldırılmasına dair rapor yayımlandıktan hemen sonra İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhanî’nin soluğunu aldığı ülke Vatikan olmuştur. Bu noktada yine tarihe bakıyoruz ki, sıkıştığı anda Batı’nın imdadına yetişenin her zaman İran olduğunu görüyoruz. Osmanlı’nın her Batı seferi, İran’ın Osmanlı’yı hep arkasından çekiştirmesiyle sekteye uğramıştır. Aradan 500 yıl geçse de, söz konusu model yine aynı biçimiyle uygulanmaktadır. Bütün bu tespitler bir araya getirildiğinde, İran’ın günümüze dair Türkiye’ye karşı tutumu, bu konu üzerinde daha çok durmamızı zorunlu hâle getirmektedir. İran’ın “İslâm Cumhuriyeti” niteliği üzerinden Türkiye’de de zemin bulan meşruiyet çalışmaları bu çerçevede dikkat çekicidir. İran’la tabiî ki kavga etmeyelim, ancak İran’ın, dostluğun hakkını verme noktasında tek taraflı duruşunu kabul etmemiz de şüphesiz mümkün değildir. Türkiye’deki dindar duygusallığı üzerinden yürütülen İran İslâm Cumhuriyeti halkası yerine, Türkiye’yi kuşatma noktasında küresel oligarklarla ittifak içerisindeki İran’ı görmeliyiz. İran’ın kendi içerisinde sahip olduğu birtakım sıkıntılar mevcut. İran Türklere, Kürtlere ve Sünnîlere zulmetmektedir. Olması gerekense şudur: Yavuz’un kurduğu doğal diyalektiğin 500 yıl sonra güncellenmesi… Bu güncelleme, ancak Misâk-ı Millî sınırlarına sahip Türkiye tarafından gerçekleştirilebilecektir. Dolayısıyla bu güncellemeye muhtaç olan İran, güncellemeyi gerçekleştirecek Türkiye’ye de muhtaç olduğu için Türkiye üzerine oynadığı oyunlardan vazgeçmelidir! İran’ın DAEŞ diye bir derdi yoktur, PKK diye de bir derdi yoktur. İsrail-İran çatışması da sübjektiftir. Çünkü bu çatışma, söz konusu iki ülke üzerinden halkta meşruiyet aramanın sadece bir aracıdır. Bu anlamda Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın İslâm coğrafyalarında bunca büyük teveccühe mazhar olmasından hoşnut olmayan ülke de İran’dır. İran basınında Sayın Cumhurbaşkanımıza ve ailesine yapılan saldırılar, söz konusu rahatsızlığın dışavurumudur. Yaptırımların kalkmasının ardından Ruhanî’nin soluğu neden Vatikan’da aldığını, Viyana’da neyin karşılığı olarak nükleer çalışmaları Batı’nın istediği seviyeye çekme kararının alındığını merak ediyoruz. Ancak çok değil, zaman içerisinde bütün bu soruların cevapları bir bir ortaya çıkacak! mart 2016 93 haberajanda Kafkasya Kafkasya İran’ın dö İran’ın bölge- deki hızlı faaliyetleri öncelikle Rusya’nın tepkisini çekebilir. Çünkü İran-Ermenistan enerji işbirliğinde dahi Rusya pek çok kısıtlamanın yapılmasını sağlamıştır. Gürcistan’la ilişkiler de buna benzer olumsuz yaklaşımlara sahne olmuştur. İran’ın bölge ülkeleriyle sahip olduğu sorunlar Rusya için önemlidir. Ancak yine de İran’ın burada var olması, dengeler açısından gereklidir. 94 mart 2016 nüşüne hazır! İ RAN’a uygulanan ekonomik yaptırımların kalkmasıyla Tahran, hızlı bir şekilde Batı’yla ekonomik ilişkilerini arttırmaya başladı. Buna paralel olarak bölgedeki etkinliğini de güçlendirmeyi hedefleyen İran’ın Güney Kafkasya’daki yeni siyaseti merak ediliyor. >> Kafkasya’da şimdiye kadar özellikle ABD baskılarından dolayı istediği etkin konuma ulaşamayan İran, önümüzdeki süreçte daha rahat hareket edecektir. Bölgede Türkiye’nin faal olmasından duyduğu endişe ve Rusya’nın baskın pozisyonuna karşı oynayabileceği yeni kartları mevcuttur. Ocak ayında Avrupa ile önemli ticarî görüşmeler yapan Tahran, bu süreçte Kafkasya’dan olumlu mesajlar aldı. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan yetkilileri ekonomik yaptırımların kalkmasından duydukları memnuniyeti dile getirirken, yeni dönemde İran’la ilişkilerin güçlendirilmesi çağrısında da bulundular. İran’ın Azerbaycan’la ilişkileri şimdiye kadar inişli çıkışlı olmuş, zaman zaman askerî gerilimler de yaşanmıştır. Özellikle Bakü’nün Batı’yla olan sıkı ilişkileri, Hazar Denizi’nin paylaşımı sorunu ve İran-Ermenistan ilişkileri bu gerilimlerde büyük rol oynamıştır. Buna rağmen ikili ticarî ilişkiler ve enerji işbirli- ği ayrı tutulmuştur. Yaptırımların ardından Bakü’den gelen açıklamayla, İran’la feribot seferlerinin güçlendirilmesi ve bu güzergâhın verimli hâle getirilmesi gündeme geldi. Buna ek olarak, Azerbaycan’ı önemli bir istasyon hâline getirecek olan Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru bünyesinde İran’la olan hatların 2016 yılı içerisinde bitirilmesi çağrısı yapıldı. Enerji konusunda ise şimdiye kadar ambargo yüzünden çok önemli projeleri kaçıran İran, yeni dönemde enerji projelerine aktif katılım gösterebilir. Ermenistan alternatif rota olabilir Ermenistan ise İran için hem bölgesel dengeleri ölçme, hem de alternatif koridor olma özelliğine sahip bir ülke olarak görülmüştür. Hem bölgesel izolasyona tâbi tutulması, hem de Rusya’nın vazgeçilmez bir partneri olması dolayısıyla İran’ı kur- tarıcı bir aktör olarak gören Erivan da bu konuda oldukça aktif davranmaya çalışıyor. İki ülke ticarî hacmi İran için fazla önem taşımasa da, Ermenistan’ı kuzeye açılma sahası ve burayı Türkiye gibi aktörlerin etkinliğini azaltan bir yer olarak görmesi pek çok ekonomik, ulaştırma ve enerji projelerinin hızlandırılmasını sağlamıştır. Yaptırımların kaldırılmasından sonra iki ülke liderleri arasında yapılan görüşmede “İran Körfezi ile Karadeniz arasında bağlantının kurulması ve ekonomik akışın sağlanması” olarak ifade edilen sözler, yeni dönem beklentilerini iyi bir şekilde yansıtıyor. Bölgedeki bir diğer önemli ortak olan Gürcistan ise, yaptırımların kaldırılmasından duyulan memnuniyeti ve işbirliğine yönelik beklentilerini resmî olarak duyurdu. Şimdiye kadar GürcistanABD ilişkilerinden dolayı bu ülkeyle istenilen seviyede ilişki kuramayan İran, Gürcistan’ı enerji ve ulaşım projeleri için önemli bir geçiş noktası olarak görüyor. Mehmet Fatih Öztarsu [email protected] 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı sonrasında bu ülkenin toprak bütünlüğünü tanıma konusunda hassasiyet gösterilmiştir İran tarafından. Tiflis’in Washington’dan gelen baskılarla İranlı işadamlarının banka hesaplarını dondurma girişimleri gibi olaylar büyütülmemiştir örneğin. Rusya’yla sorunlu olan Gürcistan da farklı bir rota olarak İran’ın bölgedeki faaliyetlerini önemli bulmaktadır. Hâlihazırda Ermenistan üzerinden Gürcistan’a doğalgaz ulaştırmaya çalışan İran, bu güzergâh üzerinden alternatif yollar oluşturmaya çalışmaktadır. İran’ın bölgedeki hızlı faaliyetleri öncelikle Rusya’nın tepkisini çekebilir. Çünkü İran-Ermenistan enerji işbirliğinde dahi Rusya pek çok kısıtlamanın yapılmasını sağlamıştır. Gürcistan’la ilişkiler de buna benzer olumsuz yaklaşımlara sahne olmuştur. İran’ın bölge ülkeleriyle sahip olduğu sorunlar Rusya için önemlidir. Ancak yine de İran’ın burada var olması, dengeler açısından gereklidir. Öte yandan İran, burada hem kültürel havzası olarak gördüğü Azerbaycan’la, hem de stratejik ortak olarak kabul ettiği Ermenistan’la belli bir pragmatik siyaset çerçevesinde temas kurmaktadır. Kısıtlamaların kalkmasıyla bölgedeki üç başkentin de Tahran’a yönelik iyi niyet temennîlerinde bulunması ve mevcut işbirliğinin güçlendirilmesi talebi önem taşımaktadır. Şimdiye dek ambargodan dolayı önemli tecrübeler edinen Tahran’ın, yeni dönemde “İran Körfezi’nden Karadeniz’e” uzanan bir hat için bölgede daha fazla aktif olacağı düşünülüyor. mart 2016 95 haberajanda İngiltere >> Britanya’nın ve bütün bir Avrupa’nın kaderini belirleyecek referandum, 23 Haziran 2016’da gerçekleşecek. Yani ister “Evet”, ister “Hayır”ı savunsun, bütün partilerin yaklaşık 4 aylık bir kampanya süresi var. 40 yıl sonra yeniden AB referandumuna doğru S EÇİMLERDEN uzun bir süre önce, “Eğer 2015 seçimlerinde Muhafazakâr Parti tek başına iktidara gelirse, en geç 2017’de Avrupa Birliği referandumu yapılacak” diyen David Cameron, 20 Şubat günü gerçekleşen Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında yaptığı basın açıklamasıyla referandumun kesin tarihini açıkladı. 96 mart 2016 Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nin o zamanki adı olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) 1973 yılında Muhafazakâr Başbakan Edward Heath döneminde girmişti. 1974 seçimleriyle iktidara gelen İşçi Partili Başbakan Harold Wilson, AET’de kalıp kalmamaya halkın karar vermesi gerektiğini öne sürerek ülkeyi referanduma götürmüş, fakat açık bir şekilde AET’de kalmayı desteklemişti. Yine de parti bu konuda kendi içerisinde bölünmüş, 33 kişilik İşçi Partisi kabinesinden toplam 7 bakan Topluluk’tan ayrılmayı savunurken, Tony Benn ve ileride parti lideri de olacak Michael Foot gibi partinin sol kanadından olan politikacılar Topluluk’tan çıkılması gerektiğini savunmuştu. Muhafazakâr Parti lideri ve geleceğin Başbakanı Margaret Thatcher ve günümüzdeki Liberal Demokratların atası olan Liberal Parti’nin lideri Jeremy Thorpe de AET’de kalmayı tıpkı Wilson gibi açıkça desteklemişti. Katılım oranının yaklaşık yüzde 65 olduğu referandumda seçmenlerin yaklaşık yüz- de 67’si AET’ye “Evet” demiş ve Krallık, AET’de kalmaya devam etmişti. Aradan 40 yıldan uzun bir süre geçtikten sonra Britanyalılar bu kez Birlik’te kalıp kalmamayı 23 Haziran’da yeniden oylayacaklar. Britanya’nın istekleri Parti lideri Başbakan David Cameron, hükûmetin Brüksel’den isteklerini 5 maddede şöyle özetliyor: • Ulusal parlamentoların istemedikleri AB yasalarının engellemesini sağlayacak bir “kırmızı kart” sistemi. • AB göçmenlerine tanınan karşılıksız ayrıcalıklara son verilmesi. • Britanyalı vergi yükümlülerinin parasının, Eurozone’nin kurtarılması için harcanmaması. • Britanya’nın pound kullanmaya devam edip avroya geçmeyeceğini ve Britanya’nın para birimine Avrupa’da hak ettiği değerin verileceğine dair güvence. • Britanya’nın “Avrupa Süper Devleti”nin (European Superstate) parçası olmaması. Cameron’a göre Brüksel bu istekleri kabul ettiği takdirde Britanya’nın Birlik’ten ayrılması için hiçbir sebep yok. Hükûmetin resmî görüşünün Birlik’te kalmak yönünde olduğunu söyleyen Cameron, yaptığı açıklamada Birlik’ten Furkan Ergül [email protected] ayrılmanın Britanya’nın güvenliğini tehdit edebileceğini de söyledi. İktidar partisi, Avrupa Birliği meselesinde iki ayrı gruba ayrılmış durumda. Kabinenin öne çıkan bakanlarının çoğu Cameron’dan yana. Bunlar arasında İçişleri Bakanı Theresa May, Dışişleri Bakanı Philip Hammond ve Maliye Bakanı George Osbourne de var. Fakat partinin bazı ağır topları, ülkenin AB’den ayrılmasını destekliyorlar. Kabinedeki 6 bakan, Adalet Bakanı Michael Gove, aynı zamanda partinin eski lideri de olan Iain Duncan Smith, Chris Grayling, Theresa Villiers, John Whittingdale ve Priti Patel bunların arasında sayılabilir. Bu satırlar kaleme alınırken, seçmenler arasında popülaritesi yüksek olan Londra Belediye Başkanı Boris Johnson kararını hâlâ vermemiş durumda ve eğer Brexit’ten (ülkenin Birlik’ten çıkmasından) yana taraf alırsa, bunun Cameron için küçük çaplı bir yenilgi olacağını söyleyebiliriz. Cameron, en yakınlarından olan Adalet Bakanı Michael Gove’nin Birlik’ten ayrılmayı savunmasını şu şekilde değerlendiriyor: “Michael benim en yakın ve en eski arkadaşlarımdan biridir. Britanya’nın Avrupa Birliği’ni bırakmasını yaklaşık 30 yıldır istiyor. Ülkemizin geleceği hakkında bu kadar hayatî önem taşıyan bir karar karşısında yanı tarafta yer almayacağımız için hayâl kırıklığına uğradım. Hayâl kırıklığına uğradım ama şaşırmadım.” Referandumun sonucu sadece Avrupa ve Britanya içindeki dengeleri değil, Muhafazakâr Parti’nin içerisindeki dengeleri de değiştirme potansiyeli taşıyor. Sonucun “Hayır” çıkması hâlinde Cameron’dan sonra parti lideri olması beklenen isimler arasında olan partinin ağır toplarından George Osbourne için liderlik yolunun kapanması olası. Bir diğer lider adayı olan Boris Johnson’un “Hayır” kanadında yer alması durumunda referandumun sonucu da “Hayır” çıkarsa, bu durumun Londra Belediye Başkanı’nın elini bir hayli güçlendireceğini söylemek yanlış olmaz. Muhalefetin görüşü UKIP, açık bir şekilde Britanya’nın AB’den ayrılmasını savunuyor. Liberal Demokratlarsa Birlik’te kalmayı açık bir şekilde destekliyorlar. İşçi Partisi’nde ise Kate Hoey ve Frank Field gibi önemli bazı isimlerin Birlik’ten çıkılmasını istemesine rağmen Birlik’te kalınmasını isteyenlerin çoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz. İşçi Partisi’nden eski İçişleri Bakanı Alan Johnson, Cameron’un Brüksel ile son günlerde yaptığı görüşmeleri “tiyatro” olarak değerlendirirken, İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn ise “Cameron’un Birlik’le yaptığı pazarlıklardaki önceliği, Muhafazakâr Parti içindeki muhaliflerini yatıştırmak” diyerek bu görüşü desteklemekte. Corbyn’e göre İşçi Partisi’nin Birlik’te kalmayı desteklemesinin sebebi, -Cameron’un ve Muhafazakârlarınkinden farklı olarak- Britanya’nın Birlik üyesi olması sayesinde ülkeye yatırım getirmesi ve Britanyalı emekçileri ve tüketicileri koruması gibi sebepler. İşçi Partisi’nin AB içinde yapılmasını istediği reformun öncelikleri farklı. Corbyn, David Cameron’un AB ile yaptığı pazarlıkları ülkenin ihtiyacı olan gerçek değişikliklerin yapılması fırsatının kaçırılması olarak görüyor. Liberal Demokratların lideri Tim Farron, Avrupa Birliği’nin mükemmel olduğunu asla düşünmediğini, Birlik’in daha demokratik bir hâle gelmesi gerektiğini söylüyor. Ancak ona göre bu, Britanya’nın Birlik’ten ayrılması için bir bahane olmamalı. Ona göre Birlik’ten ayrıldığı takdirde Britanya, iklim değişikliği, fakirlik ve terörle mücadele gibi konularda güç kaybedecek. Anketler ne diyor? Anketlere bakıldığında Britanya seçmenleri arasında Avrupa Birliği’ne “Evet” diyenlerin çoğunlukta olduğu görülmekte. Ipsos Mori tarafından Şubat ayında yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Birlik’te kalmak isteyen Britanyalıların oranı yüzde 51’ken, Birlik’ten ayrılmak gerektiğini savunanların oranı ise yüzde 36. Lord Ashcroft tarafından AB üyesi 28 ülkede 28 bin 720 kişiyle yapılan başka bir ankete göre ise Avrupalılar, Britanya’nın Birlik’te kalmasını istiyorlar. Britanya’nın AB’de kalmasını isteyenlerin oranı yaklaşık yüzde 60. Bu oran İrlanda’da yüzde 72 ile en fazlayken, Hollanda’da yüzde 49 ile en az. Britanya’nın Birlik’ten ayrılmasını isteyenlerin oranı ise yüzde 24 ile Lüksemburg’da en fazlayken, bu oranın en az olduğu ülke ise yüzde 4 ile Romanya. Almanya Başbakanı Angela Merkel de parlamentonun alt kanadı Bundestag’da yaptığı konuşmada Britanya’nın çekincelerini paylaştıklarını ve Birlik’in kısa zamanda Britanya ile anlaşmaya varacağını umduğunu söyledi. Birlik’in içindeki en güçlü ülkelerden biri olan Almanya’nın Başbakan’ından bu sözleri duymak şaşırtıcı değil elbette. Brüksel’in Krallık’ı AB içerisinde tutmak için elinden geleni yapacağı ortada. Cameron’un son günlerde Brüksel ile yaptığı pazarlıklar gerçekten tiyatro muydu, yoksa hükûmet istediklerini elde edebilecek mi, yakında göreceğiz. Hükûmetin istekleri Brüksel tarafından kabul edildiği takdirde, “Hayır” kampanyası yapan parti ve politikacıların işlerinin zorlaşacağını söyleyebiliriz. 23 Haziran’da yapılacak olan AB referandumunun 1975 AET referandumu ve 2011 seçim sistemi (Alternative Vote) referandumundan sonra Britanya tarihindeki –Krallık genelinde yapılanüçüncü referandum olacağını da belirtelim. Dipnot *Ipsos Mori’nin yoklaması: https:// www.ipsos-mori.com/researchpublications/researcharchive/3700/ Little-change-in-publics-viewstowards-Europe-in-last-month-publicstill-expects-remain-to-win.aspx Lord Ashcroft’un yoklaması: https:// twitter.com/LordAshcroft/status/699887777962283008 mart 2016 97 haberajanda Fransa Mektubu Mehmet Ziya Üsküdarlı [email protected] Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika’daki sömürgelerinden kovuldular. Oradan gelen paracıklar da suyunu çekmeye başladı. Bu kovuldukları eski sömürge ülkelerine şimdi biz girmeye başladık. Bu bizim için önemli olduğu kadar, Afrika için de çok önemli. Yıllardır sömürülerek açlık, hastalık ve sefalete terkedilen koskoca bir kıtayı ayağa kaldıracak, canlandıracak, tedavi edecek elemanlarımız ve gönüllülerimiz Afrika’da iş başında. Sayın Cumhurbaşkanımızın Fildişi Sahili’ne yapmış olduğu seyahat, bu kurtarma planının güzelce işlediğini gösteren işaretlerden sadece bir tanesi. Sezar, Oskar, Deniz, Meryem, kadın askerler H EMEN belirteyim… Bu Deniz, o “Deniz” değil. Bu, Sezar’ın Deniz’i… “Mustang” filminin yönetmeni… Mustang filmiyle “Sezar” ödülünü aldı. Ödülünü eline alınca, mükemmel bir Fransızcayla derhal siyasete başladı. Serbest bırakılan gazetecileri kastederek, “Türkiye’de her hâkim, hükümetin bir piyonu değildir” deyiverdi. Deniz Gamze Ergüven, hukukçu değil, sanatçı… Ama diplomat çocuğu… Yani ailesi iyi yetiştirmiş! UNESCO ve OECD’de büyükelçilik yapmış olan babası ona muhtemelen iyi 98 mart 2016 bir hukuk bilgisi verip, vatanına ve milletine yararlı evlat olması için büyük bir özen göstermiştir muhakkak! Bizim hukukçuların içerisinde de sanatçı ruha sahip olanların icra ettikleri bir sanat dalı vardır elbette. Kimisi resim yapıyor olabilir, bazısı fotoğraf sanatıyla uğraşır… Türk Sanat Musikisi’ne gönül vermiş olan pek çok bürokratımız vardır. İçinde hukuk sevgisi taşıyan bir sanatçı(!) “Sezar” töreninin yapıldığı Şatle Tiyatrosu’nda ödülünü alırken neden biraz hukuk icra etmesin!? Ayrıca büyükelçi olan babası o “neden” sorusuna daha iyi cevap verebilir. Neyse… Sezar’ın hakkı Sezar’a ait, Oskar’a değil… Film, Oskar’a Fransa’yı temsilen katıldı. Prodüksiyon Fransız olunca, film de Fransız oluyor hâliyle. Deniz hanım da Fransız zaten. Fransız Deniz hanım, Türkiye’de çekmiş olduğu Fransız Mustang filmiyle, Fransa’da, Fransız sinema ödülü olan “Sezar”ı aldı. Fakat aksilik bu ya, Fransız Deniz hanım, Fransız Mustang filmiyle Amerika’da Oskar’a layık görülmedi. 2016 yılı Oskar ödülünü “Spotlight” adında bir Amerikan filmi kazandı. Film, Katolik kilisesinde istismara maruz kalan çocukları konu alıyor. Vatikan’a bir mesaj daha… İlk mesajı, Donald amca (Trump) verdi. Amerikan derin devleti, yeni başkanlık döneminde Katolik Avrupa ile ilişkilerinin biraz soğuyacağına dair işaretler veriyor. Bu mesajlar hep soğuma işte, sevgili okuyucular… Oskar töreni esnasında konuşma yapan Kris Rok, siyahbeyaz ırk ayrımına hararetle değindi. Amerika’da ırkçılık yapmak yasa dışı. Caydırıcı cezaları var. Avrupa’da bu türlü yasalar olsa bile caydırıcı en ufak bir yaptırım yok. Fransa’da ya da Almanya’da size ırkçılık yapıldığını gelin de güvenlik güçlerine anlatın! Ben de bundan bir film yapayım, acaba ödülü nereden alırız?! Oyunları kuran Atlantik ötesi üst akıllar, Avrupa’nın geleceğini oldukça kısıtladılar. İslâmofobi ile başlayıp, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla devam eden hareketlere bir de mülteci sorunu eklenince, Avrupa kendisini, kendi sınırlarının içerisine adeta hapsetmiş oldu. Bu durumu gören Alman üst akılları, Merkel’e, “Bu mülteciler Almanya için bir şanstır” dedirttirdiyse de, Alman seçmeninin kulakları bu türlü söylemlere fena hâlde tıkalı. Fransa seçmeni de aynı durumda… Fransız üst akılları, hükümetlerine istedikleri kadar yabancı kökenli bakan tayin ettirsin, Fransız seçmen, yabancıya olan nefretini seçimlerde gösteriyor. Avrupa, 21. yüzyılda, eski ihtişamına veda ediyor. Artık Jül Sezar stratejisi -bu Sezar’ın sinemayla ilgisi yok21. yüzyılda işlemiyor. Kışlanın duvar ve kapısını iyice sağlamlaştırıp, zaman zaman kışlanın dışında operasyonlar yapıp, kışlaya dönme stratejisi geçerliliğini yitirdi. Artık kışlanın kapısı zorlanıyor… O kapı, dışarıdan gelen baskı ve itme kuvvetine mukavemet edemez hâle getirildi. Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika’daki sömürgelerinden kovuldular. Oradan gelen paracıklar da suyunu çekmeye başladı. Bu kovuldukları eski sömürge ülkelerine şimdi biz girmeye başladık. Bu bizim için önemli olduğu kadar, Afrika için de çok önemli. Yıllardır sömürülerek açlık, hastalık ve sefalete terkedilen koskoca bir kıtayı ayağa kaldıracak, canlandıracak, tedavi edecek elemanlarımız ve gönüllülerimiz Afrika’da iş başında. Sayın Cumhurbaşkanımızın Fildişi Sahili’ne yapmış olduğu seyahat, bu kurtarma planının güzelce işlediğini gösteren işaretlerden sadece bir tanesi. mart 2016 99 haberajanda Fransa Mektubu . Myriam El Khomri Sömürge parası olmayınca maddî sıkıntı baş gösteriyor. Sömürmeye alışan, tenbelliğe de alışıyor. Ekonomik sıkıntı nedeniyle Fransa’nın araç lastikleri üreten meşhur Mişlen lastik fabrikası satılığa çıkarıldı. Bir Amerikalı iş adamı fabrikayı satın almak istedi. Fizibilite çalışmaları yaptırıp, raporu eline alınca vaz geçti. “Fransız işçisinin bir günlük çalışma randımanı, Amerikan işçisinin çalışma randımanının sadece 3 saatine bedeldir” diye elindeki raporu gazetecilere okuyan Amerikalı iş adamı, başkan Fransua Holland tarafından şiddetle kınandı. Aynı iş adamı, kendi ülkesinin dışişleri bakanlığıyla ve diplomatlara ödenen maaşlarla ilgili bir rapor da hazırlattı. Raporun sonucu çok çarpıcı! 21. yüzyıldaki teknolojik imkânların varlığı karşısında, dışişleri bakanlığının bugünkü varlığını sorgulayan olumsuz bir sonuç çıktı bu rapordan. Öyle ya, artık hiç bir devletin plenipotansiyel büyükelçi tayin etmesine 100 mart 2016 Mısır’ın durumu kötü Bu “kötü” durum sadece iktisâdî vs değil. Mısır halkı artık eskisi gibi değil. Son derece gergin ve sinirli… Gayet belirgin bir yabancı düşmanlığı başlamış. Hele biz Türklere oldukça dikkatle yaklaşıyor, potansiyel düşman muamelesi yapıyorlar. Pasaport polisinden sokaktaki trafik polisine, havayolları görevlisinden havalimanları güvenlikçilerine ya da herhangi bir görevliye kadar herkes gayet nemrut bir tavır içerisinde. gerek kalmadı. Artık Kanuni devrinde olduğu gibi bir ulak Payitaht’tan Paris’e haftalarca at sürüp, haber ulaştırmıyor. Devlet başkanları kırk türlü teknolojik imkânlara sahip olarak birbirleriyle iletişim kurabiliyorlar. Büyükelçi dediğin, bizim Anadolu’da kız istemek için gönderilen “minnetçilerden” daha az etkili bir hâle geldi. Oysa diplomatların devlete olan maliyeti çok büyük. Kestirme bir deyimle büyükelçi aslında “büyük masraf ” kapısı. Getirisi de maliyeti kurtarmıyor. Fakat değinmek istediğimiz esas nokta bu değil. Fransız iş yasasının, Fransız işçisinin ruhuna hitab ederek çalışma randımanını 3 saate indirgeyebilmiş olması… Fransız üst aklı bu yasanın değişmesi gerektiğine karar verdi. Verdi de, kim değiştirecek!? Kıyamet kopar maazallah! Aslen “beyaz Fransız” olmayan bir çalışma bakanı tayin ediliverdi! Myriam El Khomri… Myriam, yani Meryem, 18 Şubat 1978 Rabat-Fas doğumlu. Meryem Hanım, iş yasasını, uluslararası rekabete uyum gösterebilecek bir şekilde değiştirdi. Bu yasa parlamentodan şöyle ya da böyle geçecek. Üst akıl, Meryem’i bu yolda feda ediyor… Böyle bir yasanın tasarımcısını Fransız seçmen giyotine götürür de, kanına mendilini bandırır maazallah. Kral 16. Lui’nin de başı kesilir kesilmez, yaklaşık 4000 kişinin itişip kakışarak mendillerini kralın kanına bandırmak için izdiham yarattığını yazıyor tarihçiler. Özetle bu yasa için Fas asıllı, “beyaz” olmayan bir Fransız seçildi. Yasa parlamentodan geçer, Meryem de siyasete veda eder muhtemelen… Geçtiğimiz yılın Aralık ayının sonuna doğru Ortadoğu seyahatine çıkmıştım. İlk durağım Mısır idi. Sinai de dahil olmak üzere yine birçok yerinde dolaştım. Mısır’ı ayrıntılı olarak bir başka yazımda ele alacağım. Fakat özetle şunu belirteyim ki, Mısır’ın durumu kötü. Bu “kötü” durum sadece iktisâdî vs değil. Mısır halkı artık eskisi gibi değil. Son derece gergin ve sinirli… Gayet belirgin bir yabancı düşmanlığı başlamış. Hele biz Türklere oldukça dikkatle yaklaşıyor, potansiyel düşman muamelesi yapıyorlar. Pasaport polisinden sokaktaki trafik polisine, havayolları görevlisinden havalimanları güvenlikçilerine ya da herhangi bir görevliye kadar herkes gayet nemrut bir tavır içerisinde. Mısır’da demokratik yöntemlerle seçilen Muhammed Mursi iktidarda olsa, Mısır’ın muhtaç olduğu dış yardım kesiliyor. Bu durum ise -ismi lazım değil- bir komşusuna yarıyor. Askerî hükümet iktidarda olunca dış yardım muslukları açılıyor. Fakat bu durum dahi “ismi lazım olmayan” komşuya yarıyor. Ya kırk katır, ya kırk satır… Mısır’ın özetle hâl-i pür melâli budur. Biz sadece durumu aktarıyoruz, bize zeval olmaya… Kahire’den Beyrut’a geçer geçmez durum aniden değişti… Beyrut Havalimanı’nda pasaport kontrolü için hanım subaylar görevlendirilmişler. Yabancı olduğum hâlde yabancılar için ayrılan kuyruk uzayınca, bir hanım subay beni Lübnan vatandaşlarına ayrılmış olan noktaya davet etti. Açık karamela rengindeki esmer teni, simsiyah kocaman Mehmet Ziya Üsküdarlı gözleri ve pırıl pırıl bembeyaz dişleriyle “Lübnan’a hoş geldiniz!” diyerek mührü vurdu pasaportuma. Beyrut cadde ve sokakları tam teçhizatlı asker kaynıyor. Bu askerlerin neredeyse yarısı bayan. Genç, güzel, endamlı hanımların, üniformalı olarak otomatik silahlarla gezinmesini yadırgadıysam da, hoşuma gitti doğrusu. Dikkat edildiklerini anlayınca tatlı tatlı gülümsüyorlar. Ne yazık ki fotoğraf çekmeme izin vermediler. Yoksa sizlerle muhakkak paylaşırdım. Beyrut’ta hatırı sayılır derecede Iraklı ikâmet ediyor. Pek yüksek dereceli bir tanıdığın vermiş olduğu yılbaşı partisinde Erbil şehrinin ileri gelenleriyle Erbil Havayolları’nın sahipleri de mevcuttu. Hepsinin ağzında sigara böreği cesametinde bir puro, önlerindeyse şişelerle “blekleybıl” bulunuyordu. Son derece maharetle yapılan çeşitli gösteri ve programlar geceye renk kattı. Beyrut’u Kahire’ye tekrar dönmek için terkederken, havalimanındaki bu defa başka bir hanım subay, yine ayni zerafetle gülümseyerek, “Şeref verdiniz, tekrar bekleriz!” diyerek uğurladı. “Muhakkak geleceğim!” diyerek tebessümle karşılık verdim; hem içimden, hem dışımdan… Yazımı mutad olduğu üzere Ziya Paşa’nın iki beyitiyle bitirirken, hepinize sıhhat ve sürur içerisinde bir bahar başlangıcı dilerim. “Ben anladığım çarh ise bu çarh-ı çep-endâz,/ Yahşi görünür sûreti ammâ ki yamândır. Benzer felek ol çenber-i fânûs-ı hayâle,/ Kim nakş-ı temâsîli serîü’l-cereyândır.” mart 2016 101 haberajanda Arabistan Mektubu Cidde’de sosyal yaşamda erkekler ve kadınlar arasında keskin bir ayrım söz konusu. Restoranlarda, kafelerde, hastane bekleme salonlarında… Bu ülkede bekâr olarak yaşamak, birçok imkândan uzak kalmak demek. Örneğin eski şehir merkezinde düzenlenen festivallere bekâr olarak giremezsiniz. Restoranlarda bekârlara kıyıda köşede yerler ayrılmıştır. *** Cidde’de hayat iklime göre şekillenmiş. İnsanlar güne çok erken, sabah namazından hemen sonra başlar. Öğlene kadar çalışılır, sonra paydos verilir, tâ ki ikindiye kadar... İkindi sonrası başlayan hayat gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam eder. Hafta sonları ise parklar ve sahil sabah namazına kadar insan cıvıltısı ile doludur. Namaz vakitlerinde tüm alış veriş mekânları kapandığı ve hayat durduğu için yapılan tüm planlar namaz vakitlerine göre yapılır. 102 mart 2016 Kızıldeniz’in C İDDE... Kızıldeniz’in dalgalarını kendisine cömertçe emanet ettiği, Mekke’ye en yakın sahillerin sahibi olan şehir… Güneşin kendisini en bâkir haliyle her akşam emanet ettiği güzellik… Suudi Arabistan’ın en çok nüfusuna sahip şehirlerinden birisi olan bu beldede kadim Arap kültürüne hâkim numune evler, eski kapalı çarşı, şehrin hemen her yerine dağılmış görkemli müstakil malikâneler, büyüleyici, Arapça ismiyle devvar denilen dönemeçlere konmuş oldukça estetik heykeller, yağmursuz bir kente haiz alt yapı sorunu, çok fazla göçmen çalışmasından mütevellit çarpık kentleşme ve Arap ülkelerinin alâmet-i farikası palmiyeler ve hurma ağaçları mevcut… gelini: Cidde Emine Şûle Demirtaş [email protected] mart 2016 103 haberajanda Arabistan Mektubu Cidde merkezde modern binalar... >> Büyük tutku, gezmek… En güzeli ise gezdiğin yerler hakkında yazmak. Lakin benim için durum bu sefer farklı… Geziyor olmanın yanında bir süredir içinde ikâmet ettiğimiz bu kenti anlatıyor olmak ayrı bir keyif… Bir görev gerekliliği ile geldiğimiz bu kent, hayatımızdaki değişikliklerin en büyük parçasıydı... Yaşantının, dinî kurallar ve iklime ait geliştirilmiş yaşam biçimleriyle idame ettirildiği bu topraklarda zorlu bir alışma süreci bizi bekliyordu… Nitekim gelmemizin akabindeki ilk bir kaç ayı bu radikal farklılığa ayak uydurmaya çalışmakla geçirdik. Şeriatla yönetilen bir ülkede yaşamaya başlamak, hayatımızdaki değişikliklerin en zorlu kısmını oluşturdu. Yine de ortak bir din bağının geliştirdiği şekillenme ve kaynağını yine 104 mart 2016 bundan alarak oluşmuş gelenekler, alışma sürecini kolaylaştıracak benzerlikler sunuyordu bizlere. Zamanla kent bizi, biz kenti içimize aldık ve Türkiye’de iken özlediğimiz, bir şekilde “bir yerimiz”le ait olabildiğimiz bir yer oldu Cidde. Birçok detayıyla, bilmediğiniz yönleriyle hem bir gezgini, hem bir sakini olduğum, bu bakış açısıyla anlatacağım, anlatmayla bitiremeyeceğim bu şehir… Cidde’de olmak, her yerin camii olduğu bir kentte evinizden, -sadece ezanı değilnamazın içinde okunan sureleri de duymak demek… Her biri ses ve kıraat harikası imamların arkasında, hiç bitmesini istemeyeceğiniz namazları kılmak demek... Kendisini tamamen ezan vakitleri ve namaza göre şekillendirmiş bir kentte, her va- kit namazında hayatınızın en kalabalık cemaatini bulmanız demek. Alışveriş merkezinde, işlek bir caddede, ticaretin yoğun olduğu, “souq” denen çarşılarda tüm kepenklerin kapanması ve çoluk çocuk, genç ihtiyar akın akın namaza koşulması demek. İlk kıraatte okunan şu ayetle Rabbinizin sesine kulak vermeniz demek. “Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur:37) Cidde ayrıca sokaklarında, alışveriş merkezlerinde, bankalarda ve hatta devlet kurumlarında ihrama bürünmüş insanları görebileceğiniz bir yer. Cuma gününün resmî tatil olduğu şehirde özellik- le Perşembe gecesi, sahip oldukları tek boş vakti umreyle değerlendirmek isteyen işçileri görürsünüz sokaklarda. “Bab Mekke” adı verilen duraktan Harem-i Şerif ’e taksi dolmuşla ulaşmak mümkün. İklim “gece yaşamak” diye bir kavramı yerleştirmiş şehre… İster istemez şehirde zaman geçirdikçe bu kavramın hakkını veriyor, siz de zaman içinde bir Ciddeli oluyorsunuz ve tüm gece ışıl ışıl ve hareketli bir kentin izlerini sürüp, sabahlara kadar sürecek dost meclislerinin içinde kendinizi buluyorsunuz. Kışları bahar olan bir şehir. Mevsimi “sıcak” ve “çok sıcak” olmak kaydıyla ikiye ayrılan... Sosyal hayat Her milletten insanların bir arada yaşamaya alışkın oldukları bir ülke Arabis- Emine Şûle Demirtaş tan. Cidde de konumu gereği fazla iş gücü ve ticaret olanağı barından bir kent. Bu yüzden alt gelir grubu çalışanlarından, üst gelir grubuna uzanan expatlara kadar çok fazla insan profili var… Etiyopya, Sri Lanka, Endonezya, Filipinler, Bangladeş, Pakistan gibi düşük gelirli ülke vatandaşları, iş gücünün çoğunluğunu oluşturuyor. Arabistan genelinde hizmet alma kültürü çok yaygın olduğundan –genelde- her evde, bakıcısından, yardımcısına, şoföründen bahçıvanına bir hizmetli ordusu var. Farklı milletler, iş gücünde hiyerarşiye göre çalışıyor. Bangladeşliler en düşük hizmet grubunda çalışırken, Pakistanlılar taksicilik gibi meslekleri, Filipinliler garsonluk, hemşirelik ve Suriye ve Mısırlılar da mühendislik ve doktorluk gibi işleri yapıyorlar. Tabii ki Avrupalı ve Amerikalı beyaz yakalı ve çoğu proje bazlı, kendi ülkelerinde alamayacakları kadar yüksek ücretlerle çalışan yabancılar da çoğunlukta. Arapçaya hâkim Hataylılar Cidde’deki Türk nüfusunun ekseriyetini oluşturuyor. Bu sebepten tüm iş kollarında bir Türk ile karşılaşmanız mümkün… Türk Mahallesi, Türk Lokantası, Türk Kasabı, Türk Bakkalı, Türk Berberi şehrin hemen hemen her yerinde bulunan ortak noktalar… yaşamak, birçok imkândan uzak kalmak demek. Örneğin eski şehir merkezinde düzenlenen festivallere bekâr olarak giremezsiniz. Restoranlarda bekârlara kıyıda köşede yerler ayrılmıştır. Ancak Suudi Arabistan’ın diğer şehirlerine göre bu ayrım daha yumuşamış durumda. Bunda yabancı nüfusun etkisi büyük. Sanılanın aksine Cidde’de, kadınların başörtüsü takma zorunluluğu yok. Ancak tüm vücudu örten ve “abaya” adı verilen kıyafetin giyilmesi bir zorunluluk. Yine burada, siyah rengin hâkim olduğu diğer şehirlerin aksine rengârenk, farklı desenlerle süslü, tarz abayalarla kadınlar birbirleri ile şıklık yarışında. Kadınların araba süremediği şehirde özel şoför yaygın bir uygulama. Şehir efsanelerinde anlatılanların aksine kadınlar taksilerle güvenli bir şekilde yolculuk edebiliyor. Ancak kadından sosyal hayatta kendisini mümkün olduğu kadar açığa vurmaması bekleniyor. Tüm İslâm ülkelerinde olduğu gibi Ramazan ayının Cidde’de ayrı bir tadı var. Ramazan ayında tüm camiler birer aşevine dönüşüyor. Neredeyse her köşe başında bulunan camilerin dışına sofralar kuruluyor; her gün mahalleden bir zengin, mahalledeki hizmetliler, kapıcılar, şoförler için iftar veriyor... Menüde genellikle ortak bir yemek kültürü olan pilav üstü et oluyor… Namazın halkın hayatında bu kadar yer tuttuğu bir kentte Teravih namazı da apayrı güzelliklerden birisi. Hemen herkes cemaatle bu namazı edâ ediyor. İnsanların bir kısmı iftardan sonra teravih için Kâbe’nin yolunu tutuyor ve bu şehirde Mekke yönüne doğru yığılmış bir trafiğe neden oluyor. Ramazanın son on günü ise gece vakti insanlar gece namazı için dahi camilerde toplanıyor. Cami hoparlörlerinden sesli yayın yapıldığı için bunu duymamanıza ve uyanmamamıza imkân yok… Cidde’de hayat iklime göre şekillenmiş. İnsanlar güne çok erken, sabah namazından hemen sonra başlar. Öğlene kadar çalışılır, sonra paydos verilir, tâ ki ikindiye kadar... İkindi sonrası başlayan hayat gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam eder. Hafta sonları ise parklar ve sahil sabah namazına kadar insan cıvıltısı ile doludur. Namaz vakitlerinde tüm alış veriş mekânları kapandığı ve hayat durduğu için yapılan tüm planlar namaz vakitlerine göre yapılır. Eğer kendinize buna alıştıramamışsanız, restoranda masaya oturduktan sonra sipariş bile vermek için 45 dakika beklemeniz gerekebilir. Mekke’nin kapısı Ve o kulağa en güzel gelen, insanın ruhunu büyüleyen bu belirtili isim tamlaması… Evet… Bir şehir düşünün ki trafik tabelalarında o kutlu, siyah küpün resmi olsun ve onları takip ettiğinizde -az sonra- oraya ulaşabileceğini- Cidde ayrıca sokaklarında, alışveriş merkezlerinde, bankalarda ve hatta devlet kurumlarında ihrama bürünmüş insanları görebileceğiniz bir yer. (Eskinin izlerini taşıyan bir sokak...) Cidde’de sosyal yaşamda erkekler ve kadınlar arasında keskin bir ayrım söz konusu. Restoranlarda, kafelerde, hastane bekleme salonlarında… Aslında aileler ve bekârlar arasında demek daha gerçekçi. Bu ülkede bekâr olarak mart 2016 105 haberajanda Arabistan Mektubu Cidde Beyaz Camii... Tüm İslâm ül- kelerinde olduğu gibi Ramazan ayının Cidde’de ayrı bir tadı var. Ramazan ayında tüm camiler birer aşevine dönüşüyor. Neredeyse her köşe başında bulunan camilerin dışına sofralar kuruluyor; her gün mahalleden bir zengin, mahalledeki hizmetliler, kapıcılar, şoförler için iftar veriyor... Menüde genellikle ortak bir yemek kültürü olan pilav üstü et oluyor… Namazın halkın hayatında bu kadar yer tuttuğu bir kentte Teravih namazı da apayrı güzelliklerden birisi. 106 mart 2016 zi size fısıldasın. Ya da o görkemli yeşil kubbe ile sizi son ve rahmet peygamberinin kucağına götürsün… Şehir dünyanın merkezine sadece 90 km uzaklıkta… Bakınca trafik sorunu olmayan akıcı bir yoldan en fazla 45 dakika mesafe ile ulaşabileceğiniz bir yerde… Bu kadar yakın bir yerde olmasına rağmen mukimleri için hiç rutine bağlanmamış bir kutsallık bu. Herkesin her zaman adını duymaktan, gitmekten, yakınında olmaktan muazzam bir mutluluk duyduğu yakınlık bu… Evet... Mekke’nin kapısı ve her gün o kapıdan geçmek için maddî, manevî meşakkati göze alarak yığınlar hâlinde gelen Hacı adayları var bu topraklarda, bu yüzden semalarında sürekli inişe hazırlanan uçaklar seyir halindedir. Muazzam bir hareketlilik… Her dakika, her an dünyanın her yerinden, her gelir grubundan sayısız insan şehre giriş yapıyor ve Mekke’ye geçiyor. Bu trafiğe hali hazırda zor yetiştiği için turist vizesi yok ülkeye. Zaten şeriat kurallarıyla yönetildiği için de turizm ülkede yok denecek kadar az. Tabii inanç turizminden bahsetmiyoruz… Bir ilk... Hz Havva’nın beldesi… Rivâyetlere göre Hazreti Âdem ile Hazreti Havva, cennetten çıkarılıp yeryüzüne getirildiklerinde, ikisi de ayrı ayrı yerlere gönderildi. İhtimal ki Hazreti Âdem Serendip Adası’na, Hazreti Havva validemiz de Cidde’ye indirildi. Cidde, Arapçada “büyük anne” manasındadır, dolayısıyla kentin ismi Hazreti Havva’dan mirastır ve bugün de o adla anılmaktadır. Yine rivâyetlere göre Hazreti Havva validemizin kabr-i şerifi de Cidde’dedir. Efsane gün batımı Kent uzun bir sahile sahip. Turizme açık olmadığı için kirlenmemiş ve bulanmamış sular sizi etkiliyor. Kızıldeniz’in efsanevî güzelliği zaten anlatılamaz… Sahilden birkaç metre ötede bile görülebilecek balık ve mercan çeşitliliği oldukça büyüleyici. Açık deniz tarafından batan güneş, kendisini uçsuz maviliğin içine bırakıyor. Sahil şeridi – korniş - bu görsel şöleni izlemeye gelen halkla dolu. Nargile, arap kahvesi, yerlere serdikleri büyük halılar sabahlara kadar sürecek bir sahil pikniği- Emine Şûle Demirtaş nin habercisi. Kışı bahar olan bu kent nargile dumanına Ümmügülsüm ezgilerini karıştırmış, palmiye gölgesinde demlemiş kadim bir kültürün iskelesi. Liman... Kimler geldi geçti… Asırlar boyu deniz yoluyla Hacca, Umreye gelenleri karşılayan sahil. Bu ulaşım ambiyansı ile birlikte yerleşmiş ticaret kültürü geçmişten bugüne Cidde’yi sayılı liman kentlerinden biri yapıyor. Bu tarihi ve uhrevî ulaşım mekânı, yerini modern ve teknolojik çağın unsurlarıyla birlikte ciddi bir ticarî ağa bırakmış vaziyette… Cidde İslâm Limanı ( Jeddah Islamic Port) bugün, stratejik konumu gereği dünyanın en iyi ve yoğun limanları arasında yerini alıyor. Kadim Cidde: Bir Arap mimarisi imzası “Beled” adıyla anılan semt, eski ve eşsiz işçilikli evleriyle bugün bir alışveriş-ticaret muhitinin ortasında yaşam savaşı veriyor. Yazın 50 dereceyi bulan sıcaklıkla baş etmek için denizden çıkarılan mercan taşlarıyla yapılmış evler, balkon, kapı ve pencerelerinin ahşap işçilikleri ile göz dolduruyor. Arap gelenek ve kültürü mimariyi de bu yönde geliştirmiş. Pencerelerin mahrem hayata yakışır şekilde içeriyi göstermemesi, kapıların dahi haremlik ve selamlık kısımlarının olması bunun delili. İklim, çatısız evleri vermiş eski Cidde evlerine… Evlerin en üst katındaki teraslar serin havaları sayılı gün yaşayan Cidde için cennet niteliğinde… Hâlâ daha ayakta durmaya çabalayan bu eski evler, Arap kültürünün günümüze gelen en ciddi somut örnekleri niteliğinde. Mekke, Cidde’nin kapısı... Ya Cidde’nin kapıları? Her gezginin, gezmeyi seven her insanın gittiği şehirlerde gözlerine takılan veya gözlerinin aradığı ayrıcalıklı bir nokta vardır. Ben kapılara vurgunum. Özellikle eski evlerin eski kapılarına... Bu yaşanmışlık ruhumuzu derinden etkileyen, bu ince, bu zarif insan ruhunun sunduğu detaylar bizi bizden alan. Cidde’de bu beklentide olan ben gibiler için bulunmaz bir membaa. Evlerin en hassas detayı ahşap işçiliği malûm. Kapılar da bu zevkten nasibini oldukça almış. Kapılar genelde Yemen işçiliğiyle yapılmış. Dünyanın belki de en güzel kapılarından bir tanesine Cidde’de rastladım. Sağ üst köşede Kur’an’ın latif bir ayeti kapıya nazireyle işlenmiş… Talak Suresi 2.3 ayetler mükemmel bir el işçiliğiyle kapıyı taçlandırmış. “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar, Onu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır. Allah’a dayanıp güvenene Allah kâfidir.” (Talak, 65/2-3). Fıskiye Kral Fahd’ın anısına yaptırılan dünyanın en büyük fıskiyesi büyük ilgi odağı kentte. Cidde sahil kordonu boyunca ve şehrin birçok yerinden izlenebilen fıskiye, görüldüğü sahil boyunca özellikle hafta sonları kendisini izlemeye gelen insanlarla dolup taşıyor. Yapılan ışıklandırmalarla doyumsuz bir manzara sunan fıskiyenin pompaları, çok güçlü motorlarla çalışıyor. Pompaların metrelerce fırlattığı su bulutunun yüksekliği, Paris'teki Eyfel Kulesi'ni dahi geçiyor. Fıskiye, 3 büyük pompadan saniyede 625 litre su fırlatarak Cenevre Leman gölü fıskiyesine fark atıyor. Devvar (dönemeçler) Cidde’de trafik akışı U dönüşleri ve dönemeçler üzerine kurulu. Bu yüzden oldukça çok fazla dönemeci olan kentte -ki kendileri devvar diyor- harika heykeller bu yuvarlakları süslemiş. Burası sanıldığının aksine insan figürlü olmasa da çok fazla heykel kullanılmış bir şehir. Parklar, yol kenarları da çok ilginç desenleri olan heykellerle süslenmiş. Bir simge: Yüzen camii Umre ziyaretine gelen Müslümanların kısa bir turun parçası olarak ziyaret ettikleri bir cami Rahmet Camii, ya da diğer isimleri ile Yüzen Camii, Hz. Fatma Camii... Kızıldeniz’in üzerinde namaz kılma hissini yaşatıyor. Ziyaretçiler arasında özellikle Malezyalı umreciler çoğunlukta. Suudların “Bu caminin diğer camilerden farklı bir kutsallığı yok” uyarılarına rağmen buraya özel bir mânâ atfediyorlar. Plajlar Şehrin güneyinde ve kuzeyinde halka açık plajlar var. Mevsimi daimi yaz olan bu şehir için sürekli bir hareketlilik daim bu plajlarda. Plajlar, özellikle düşük gelir grubuna ait halkın girdiği açık plajlar ve şeriat kurallarının uygulanmadığı, şehirdeki yabancıların hayat tarzına göre yapılandırılmış, yüksek ücretle girilen özel plajlar olarak ikiye ayrılmış vaziyette. Bu oldukça keskin bir ayırım. Zira bazı özel plajlara Suudi halk veya başörtülüler kabul edilmiyor. İçeride kendi özgürlük alanlarını kurmuşlar. Mühim detay: Namaz arabaları Cidde’de en çok sevdiğim detay... Başka bir Müslüman ülkede örneği var mı bilmiyorum. Namaz arabaları… Sahil boyunca rastlayacağınız bu arabalar “Ne için var?” diye sorarsanız, tüm halka, çocuğun ve kadınların çok olduğu sahil alanlarında yine eşsiz bir namazı kıldırmak için var… Bunun için kasasında tüm donanım mevcut. Ezan okunduğu an duruyor, içinden bir müezzin, bir imam iniyor… Kasadan seccadeler, ses sistemi ve gereken diğer ekipmanlar çıkarılıyor ve ortam açık bir camii haline getiriliyor… Hatta bazılarının üzerinde LCD ekran dahi mevcut Kâbe’den naklen yayın yapan… Cidde tüm güzellikleriyle insanın hayatının bir döneminde bulunulması gereken bir kent… Yolumuzu bir şekilde bu beldeye düşüren Allah’a hamd olsun. mart 2016 107 KITAP AJANDA Kitap Ajanda 108 Şehadetinin 7’inci yılında Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nu, her şeyinden vazgeçerek can verenleri hürmetle yâd ediyor, ruhlarının her an şâd olması ve Peygamber Bahçesi’ndeki misafirliklerinin daim sürmesi dileği üzerine niyazda bulunuyoruz. Delikanlı duruşu anlamak için “Kurt Bakışı” B UNDAN yıllar önce elime aldığım bir kitapta, Türkiye’nin yakın tarihinin önemli bir siyasî kanadına dair hatıralarla pekiştirilmiş önemli verilerle karşılaşmıştım. Kitabı okudukça, hatıralarda yer alan aktörlerin her hareketini gözlerimin önünde canlandırıyor, hatta sarf ettikleri sözleri sanki bir enerji toplayıcı cihazım varmış da evrende kaybolmayan o cümleleri doğrudan kendi kulağımla duyuyormuş gibi hissediyordum. mart 2016 Sungur İnci // [email protected] “Her masal genellikle ‘Bir varmış, bir yokmuş’ diye başlar ve devam eder. Gerçek hayattan çok farklıdır onlar. Dinleyenleri bambaşka bir âleme götürür, değişik bir dünyaların insanları ile tanıştırırlar. Bu kitabı okurken de aynısı olacak. Bambaşka bir âleme doğru yol alacak, Kurt Bakışı’nda inanılması güç olaylar dizisi ile karşılaşacaksınız. Çok değişik duygular içine gireceksiniz. Okuduklarınız masal gibi gelecek. Sonunda siz de ‘Bir varmış, bir yokmuş’ diyeceksiniz…” >> Sonlarına doğru yaklaştıkça, roman türünde olmadığı için sanırım, sözünü ettiğim hatıraların ve o günlere dair verilerin bitmemesi için adeta duâ ediyor, bazen kimi daha çok ilgimi çeken sayfalara tekrar dönerek okumuş olduğum cümleleri tekrar okuyordum. şen çatışmalar, bugünün gençlerince bilinmiyorlar. Bilinenlerse sinema filmleriyle televizyon dizilerinde anlatılanlardan ibaret. “Kim daha yakışıklı ve daha âşık bakıyorsa sevgilisine, o muhakkak haklıdır” algısıyla yönlendiriliyor yakın tarihimizi dahi bilmeyen gençlerimiz. Gazeteci-yazar Emin Pazarcı’ya ait bu kitabın adı “Kurt Bakışı” idi. Emin Pazarcı’nın siyasî geçmişi, düşünsel arka planı ve aile çerçevesinde 1960-1980 yılları arasında birebir şahit olunanların “Kurt Bakışı”nı daha isminden itibaren ne kadar etkileyebileceğini takdir edersiniz; ancak bu kitabın bir yakın dönem hatıratı olması açısından ülkemizin gelecek neslini oluşturacak her düşünceye sahip gençler tarafından okunması elzem bana göre. Babamdan dinleyip de annemden şahit olduğum “Kurt Bakışı”nı tecrübe edince, ne sinema filmleri, ne de televizyon dizileri etkileyebilmişti beni. Ve Emin Pazarcı’nın aktardığı her satır, masal kahramanlarına taş çıkartacak yüreklere sahip insanları bu yüzden gözümün önünde daha da rahat canlandırmama, onların seslerini 30-40 yıl sonradan da olsa işitmeme sebep olmuştu. 22 bölümden oluşan Kurt Bakışı, Emin Pazarcı’nın önsözüne iliştirdiği şu cümlelerle başlıyor: “Her masal genellikle ‘Bir varmış, bir yokmuş’ diye başlar ve devam eder. Gerçek hayattan çok farklıdır onlar. Dinleyenleri bambaşka bir âleme götürür, değişik bir dünyaların insanları ile tanıştırırlar. Bu kitabı okurken de aynısı olacak. Bambaşka bir âleme doğru yol alacak, Kurt Bakışı’nda inanılması güç olaylar dizisi ile karşılaşacaksınız. Çok değişik duygular içine gireceksiniz. Okuduklarınız masal gibi gelecek. Sonunda siz de ‘Bir varmış, bir yokmuş’ diyeceksiniz…” Yaşanmış olayları, failleri ve şahitlerinin ağızlarından dinlediğiniz gibi hatırlayabilir misiniz? Hatırlayıp da anlattığınız her şey ya eksik kalır ya da abartılarla donatılır. Ülkemizde yaşanan 1980 Askerî Darbesi’nin öncesinde gerçekle- Kitaptan bazı anıları şöyle bir hatırlatsak, elinize alıp “Ne olmuştu acaba?” diye kendi kendinize meraklanacağınıza emînim! Alparslan Türkeş’in “Ektim onları” dediği, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıydı… ODTÜ operasyonunun içinde MİT Komünist Masası vardı… Solcular Selahattin Arpacı yerine komiserin üzerine şarjörlerini boşalttılar... Yazıcıoğlu hızla içeri girdi, silahını çekip bağırdı: “Yere yatın lan!”… “İki rekât namaz kıl” dediler, Linç Osman’ı cezaevinde infaz ettiler… Mamak Askerî Cezaevi’nin duvarları kâğıt gibi yırtıldı… Başkentin işgâl edileceğini düşünen CHP’li bakanlar Ankara’yı ter ettiler… Kola dağıtan asker, “Afiyet olsun, arkadaşlarınızı astık” dediğinde Ülkücülerle Solcular ilk defa birlikte ağlıyorlardı… Kenan Evren, Hukuk Başmüşaviri Tümgeneral Muzaffer Başkaynak’ı çağırdı ve “Türkeş’i serbest bırakın!” dedi… Kitabı okudukça buraya aktardığım birkaç küçük cümlenin hangi olaylar üzerine ortaya çıktığını veya hangi olayları doğurduğunu merak edecek ve o yılların gençliğini, yitirilen değerleri, bıyığı henüz terlemeye başlamışken can verenleri, canlarından geçenleri düşünüp hayıflanacaksınız. Şimdileri ve şimdikileri gördükçe üzüldüğümüz kesin! Ancak bugünlere nasıl gelindiğini ve masal kahramanlarından da kahraman olan yiğitlerin hatırını yâd edip onların samimiyetleri ve hatta şehadetleri üzerine kuracağımız Yeni Türkiye’yi tahayyül ettikçe diri kalacağız! Emin Pazarcı’nın Kurt Bakışı, hani o bitirim tayfalarının dillerine pelesenk olmuş delikanlılığın kitabının editöryal bir derlemesi haddizatında. Yani o kitabı aramaya, kimin yazdığını sormaya gerek yok, her satırıyla ortada! Buna rağmen Pazarcı, sitemkâr bir not düşüyor: “Okurken o dönemi bütün çıplaklığıyla siz de yaşayacak, belki bir süre etkisinde kalacaksınız. Bütün bunları çevrenizle paylaşacak, dostlarınızla tartışmalar yaşayacaksınız… Nihâyet siz de unutacaksınız! Yaşanmış masallar sizin için de çok gerilerde kalacak ve sadece ‘Bir varmış, bir yokmuş’ diyeceksiniz…” Şehadetinin 7’inci yılında Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nu, her şeyinden vazgeçerek can verenleri hürmetle yâd ediyor, ruhlarının her an şâd olması ve Peygamber Bahçesi’ndeki misafirliklerinin daim sürmesi dileği üzerine niyazda bulunuyoruz. Unutmamak, unutturmamak ve unutulmamak üzere… mart 2016 109 Kitap Ajanda TÜRK ALEVÎLİĞİNİN İNŞÂSI: ORYANTALİZM, TARİHÇİLİK, Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu: Yeni Bir Yorum DİN YAZIMI Andrew C.S. Peacock MİLLİYETÇİLİK VE “A ÇOCUK Markus Dressler LMANYA’da halen Bayreuth Üniversitesi Din Bilimleri bölümü öğretim üyesi, din tarihi, Türkiye’de din politikaları ve özellikle Alevîlik üzerine çalışmaları olan Doç. Markus Dressler bu kitabında, Alevîler ve Alevîlik üzerine hâkim ve süregelen bilgi kalıplarını ‘tarihselleştirme’ amacını güdüyor. II. Abdülhamid dönemindeki Osmanlı belgelerinde rastlanır ki, bu da bugünkü modern Alevîliğin çağrıştırdığı kavramları içermekten çok uzaktı. >>Yazara göre Alevîliğin ve Alevîlerin ‘heteredoks’ ama Müslüman olarak Türk kültürü içinde ve bu kültürün bir öğesi görülmesi çok eski bir olgu değildir. Bu olguya kaynaklık eden bilgi, Osmanlı’nın son yılları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında çerçevesi çizilen, dinî ve etnik farklılıklara ilişkin yeni söylemlerin ortaya çıkması ve hepsinden önemlisi Türk ulus-devletinin temellerinin atılmasıyla yaratılmıştır. ‘Alevî’ terimi eski İslâmî metinlerde yer alırken, ‘Alevîlik’ terimine ancak 110 mart 2016 Özellikle küçültücü ve sapkın bir tanımlama olarak bugün de kullanılan Kızılbaşlık ve bazı belgelerde Alevî topluluklarından ‘Alevî cemiyet-i fesâdiyesi’ diye söz edilmesi, bu erken dönemin anlayışını da karakterize etmektedir. Ancak daha sonra Türk milliyetçiliğinin ulus-devlet inşâsında ihtiyaç duyduğu bilgi oluşturulurken, Alevîlik, Sünnîlikten sapmış ama özünde heteredoks Türk Müslümanlığı ile Türk kültür öğelerini barındıran bir oluşum olarak tanımlanmıştır. Dressler’in bu kitabı, Alevî kimliği ile Alevîlerin Türk milliyetçi siyasetine malzeme olmasının ilk dönemlerini ele alıyor. Özellikle Fuad Köprülü’nün İslâm içi farklılıkları kavramsallaştırma tezleri, tarih yazımı, sosyoloji ve ulus inşâsı arasındaki bağlar, bu anlamda Köprülü ile Ziya Gökalp arasındaki ‘simbiyotik ilişki’ ve Türk Tarih Tezi’nden din yazımına uzanan geniş çerçeve, esere farklı bir içerik kazandırıyor. Alevî çalışmaları alanındaki ilk ‘eleştirel soy kütüğü’ olan ‘Türk Alevîliğinin İnşâsı’, din çalışmaları alanında sıkça kullanılan Batılı kavramların, Batı dışında dinî toplulukların temsili, akademik açıdan incelenmesi ve devlet katındaki yönetimi açısından yarattığı etkilere dair önemli bir araştırma ortaya koymaktadır. Dressler, Türkiye’deki ‘Alevîlik’ çalışmaları için yeni bir standart belirlerken, aynı zamanda din çalışmalarının metodolojisine de çok büyük bir katkı sunmaktadır.” (Prof. Dr. Ahmet T. Karamustafa, Maryland Üniversitesi) BATI Avrasya Bozkırlarından çıkıp İran, Irak ve Anadolu’yu fethederek Ortaçağ İslâm dünyasının en büyük imparatorluklarından birini kuran Selçuklu Türklerinin ilk dönemlerini ele alan bu eser, Türk ve İslâm tarihinin bu önemli sayfasıyla ilgili olarak bir Batı dilinde yayımlanmış ender çalışmalardan biridir ve bu büyük göçebe imparatorluğunun doğuşuna ilişkin yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Selçukluların belki en önemli ama en az anlaşılmış dönemi, Batı Avrasya Bozkırlarında göçebe yaşam süren bir boydan büyük bir İslâm İmparatorluğu’na dönüşme süreçleridir. Bu kuruluş dönemi üzerine yoğunlaşan Andrew C.S. Peacock, daha önce pek kullanılmamış kaynakları (Gürcüce, Ermenice, Arapça, Farsça vb.) da ele alarak bu can alıcı süreç içinde Selçukluların göçebe ve Bozkır geçmişlerinin bugüne kadar düşünüldüğünden çok daha önemli bir rol oynadığını ortaya koymaktadır. Ortadoğu’da yerleşik düzende yaşayan halkların bu istilalardan nasıl etkilendiklerini ve bölgenin demografik yapısının kalıcı biçimde değişmesine neden olan ilk Türk yerleşimlerini de irdeleyen “Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu”, bu bağlamda Ortadoğu tarihine farklı bir açıdan ışık tutmaktadır. KUMANDALI EBEVEYNLER Ç. Tuğba Dortluoğlu “BU kitabı yazmamın en büyük nedeni yine çocuklar. Onlardan sürekli yeni şeyler öğreniyorum. Umarım hayat boyu da öğrenmeye devam ederim. Bu kitaba ‘Çocuk Kumandalı Ebeveynler’ dememin nedeni, yetişkinlerin çocuk yetiştirirken iyi niyetle yaptıkları hataların çocuklar tarafından çok iyi gözlenip kullanılması ile ilgili. Kitabımın dili oldukça yalın olup, örneklerle zenginleştirilmiştir. Akademik platform halka indirgenmedikçe, bilgi de işlevsel olmuyor maalesef. Dilerim bu eser, gelecek nesillerin daha sağlıklı yetişmesi için faydalı olur. Unutmayalım, çocuklar bu dünyaya tertemiz olarak geliyor ve sizlerden ne görüyorlarsa onları yansıtıyorlar. Lütfen yaşadığınız her krizi, ebeveynliğinizi sorgulama fırsatı olarak görün. Çünkü en iyi öğretmen çocuklarınızdır. Dilerim ki bu kitap, muhteşem ebeveynler olmanız için size ışık tutar.” (Uzman Psikolog Çağla Tuğba Dortluoğlu) Sungur İnci R A F T A K İ L E R MALCOLM X M Alex Haley ALCOLM X’in hikâyesi, sadece bir şahsın veya bir ailenin değil, tüm Siyahların, hatta Siyahlara yaptıkları ile hâlâ gündemden çıkmayan bir yönetimin küçük ölçekli ama derinlikli hikâyesidir. >>Bazılarının “Amerika’yı titreten adam”, bazılarının “Amerika’da bir isyan çıkarabilecek veya bir isyanı bastırabilecek tek adam” dedikleri bir büyük mücadele adamının ibret ve acılarla dolu bu hikâyesi, engellenemeyen bir özgürlük savaşının, ne pahasına olursa olsun hakîkate ulaşma yoluna adanmış yenilmez bir iradenin, insanlık onurunun, insan dirayet ve haysiyetinin yansımasıdır. Bu hikâye aynı zamanda, yeryüzünün her bölgesinde yaptıkları ile tüm insanlığın “yüz karası” hâline gelmiş, buna rağmen kendi tarihindeki ve kendi vicdanındaki “kara”yı görmeden, vatandaşlarından bir kısmının “kara”lığına takmış süper paranoyak bir gücün, köle ticaretinden bu yana yaptıklarından hiç pişman olmadığının ve başına gelenlerden hiç ders almadığının içeriden yapılmış gözlemlere dayalı bir belgesidir. Ölenin değil, öldürenin kaybettiği bir hikâye bu. Şehitlerin öldükten sonra da destansı hikâyeleriyle mücadeleye devam ettiklerini gösteren bu kitap, bizi önemli bir insanla tanıştırıyor. Çünkü Malcolm’u anlamak, insanlığı anlamaktır. Tasavvuf Düşüncesi Mahmud Erol Kılıç “ALLAH’A giden en güzel yol, Allah’ın mazhar-ı tâmmı olan insandan geçer.” “‘Ben insanı yarattım ve ona kendi rûhumdan üfledim’ diyorsa Allah, kul ile Rabbi arasında çok yakın, çok sıcak, birebir ilişki vardır” diyor Mahmud Erol Kılıç Tasavvuf Düşüncesi’nde. İçimizden sadece seçilmişlerin yaşayabileceği bir derûnî tecrübeden bahsetmiyor. Başlangıcı kendini bilmek ve nihâyeti Rabbini bulmak olan bu dikey yolculuğa yaratılmış her “can”ın talip olabileceğini anlatıyor. Yurtiçinde ve dışında sunduğu seminerler ve makalelerden oluşan bu eserde yazar, sosyolojik Müslümanlıktan hakîkî kulluğa, felsefe-tasavvuf ilişkisinden gayb problemlerine, insan, kâinat, aşk ve hayata dair geniş bir yelpazede ele aldığı bütün meseleleri İslâm âriflerinin âyetler, hadisler ve kendi derûnî tecrübelerine dayanarak oluşturdukları İslâm tasavvufu penceresinden ele alıyor. Bu kitap, modern zamanların kimlik bunalımından nasibini almış, kendini kendi referanslarıyla tanımlayamayan günümüz Müslümanına özüne yerleştirilmiş olan İlâhî cevheri, kalbinden Rabbine ulaşan yol haritasının merhalelerini ve “Dost kokusu”nu hatırlatıyor. Bilme, akletme melekesinin asıl merkezi olan kalbe işaret ederek yitirdiği kimliğini orada bulacağını müjdeliyor. Hz. Ali’nin dediği gibi, “Devâsı kendindedir insanın”… TEŞKÎLAT-I MAHSUSA // Philip H. Stoddard “DURMADAN çalıştım… Bu işe gönül vermiştim, mantık ne derse desin! Hiçbir zaman filozof yahut siyasetçi olmadım ve bu işten iyi dostlar, yara izleri, kalça çıkığı, birkaç madalya ve memleket için çok iyi dövüştüğümü bilmenin verdiği tatmin dışında hiçbir şey elde etmedim… Ben bir Osmanlıydım. Türkçe konuşan bir Osmanlı… Dağıstan hayâli kuran bir Çerkes milliyetçisi veya bir Arap yahut Rum değildim… İçimizden kimsenin kaybedecek bir şeyi yoktu. Davamızın haklı olduğuna ve çalışmalarımızın mühim olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu göz ardı etmeye meyyâldik. Hiç değilse harbin sonunda etrafımızdaki dünya çökmeden ufak tefek birkaç zafer daha kazanabilirdik…” (Kuşçubaşı Eşref) ÇANAKKALE MAHŞERİ Mehmed Niyazi ÇANAKKALE Mahşeri, “cihânın yedi iklîminden” Türk’ün azîz topraklarına “kaynayan bir kum gibi” sökün edip gelmiş, Türk’ü tarihten ve hatta beşeriyet hafızasından söküp atmaya ahdetmiş düşman karşısında, Türk’ün “göğsündeki kat kat îmanla” ve kanının her damlasıyla verdiği cevabın destanıdır. Çanakkale Mahşeri, asırlardır Anadolu coğrafyasında çalınan mayanın bozulmayacağının, en sağlam istihkâmın vatanını namus bilenlerin pâk yürekleri olduğunun, “rükû” hâricinde cihâna nizam vermiş başların asla eğilmeyeceğinin destanıdır. Mehmed Niyazi’nin 1998 yılında yayınlandığı ve ilk günden bu yana büyük bir ilgiyle okunan romanı, Çanakkale Muharebeleri’nin en gerçekçi anlatıldığı eserlerin başında geliyor. Bir muharebede tek bir neferin bile ne kadar önemli olduğu malûmdur. Çanakkale Mahşeri romanını da bu hakîkatin adeta bir tezâhürü olarak kaleme alan Mehmed Niyazi, Çanakkale siperlerindeki en üst rütbelilerden en düşük rütbelilere kadar bizleri sayısız kahramanın dünyasında gezdirir. Çanakkale Mahşeri’nin kahramanları öyle bir rûh iklîminin insanlarıdır ki, efsanelerde anlatılanlardan daha efsanevî, tarih kitaplarında anlatılanlardan ise daha gerçektirler. mart 2016 111 haberajanda Karikatür 112 mart 2016 Ahmet Yozgat - [email protected]