Kayyum “Zaman”ı ve

advertisement
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi
MART 2016 YIL 10
haber
SAYI 112
20 TL www.haberajanda.com.tr
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Terör üreten eski dünya
düzeni bataklığı ve çöküş
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Kosova’dan Türkiye’ye bakmak
MEHMET ŞEKER
Casus belli!
AHMET YOZGAT
Türkler devlet
kurmayı bilmezler!
SÖYLEŞİ
M. SERHAT BIÇAK
Said Alpsoy: “İslâm’ın
dışında kalan bir şey,
aslında olamayan
bir şey demektir!”
METİN KÜLÜNK
İran: Vefâsız bir komşu mu,
rahatsız bir düşman mı?
MEHMET FATİH ÖZTARSU
Kafkasya İran’ın dönüşüne hazır!
SABRİ ÖĞE
MHP’ye operasyon mu?
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Hakîkatler “zaman”la
ortaya çıkar!
AHMET FİDAN
Hizmetten hezimete son viraj:
Zaman, kayyum idaresinde
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
At Meydanı’nda küresel kapışma:
Alman Çeşmesi’ndeki kan
Başyazı
Kayyum “Zaman”ı ve
ana akım medya “Karar”ı
S. Servet Hocaoğulları
Vesayetin son kalesi
Anayasa Mahkemesi (mi?)
TURGAY ALKAN
Dünya siyasetini belirleyici ana
kavramlar: Galipler ve mağluplar
YUSUF KEMAL BOZOK
Türkiye’nin istikbâldeki haritası:
Nüfûz imparatorlukları
YAHYA KURT
Türkmen dağının
kahraman evlatlarına
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Almanya ve İsveç mültecî
politikalarının karşılaştırmalı
incelemesi
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Sezar, Oskar, Deniz,
Meryem, kadın askerler
EMİNE ŞULE DEMİRTAŞ
Kızıldeniz’in gelini: Cidde
Yayınları
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 112 // MART 2016
KAPAK
S. SERVET HOCAOĞULLARI
Vesayetin son kalesi
Anayasa Mahkemesi (mi?)
28
Anayasa Mahkemesi’ni “rejimin sigortası” olarak gören ve gösteren bu yaklaşımdaki sorunu artık Türkiye el birliğiyle çözmelidir. Çünkü rejimin sigortası, toplumun
kendisidir; toplumun “şarteli atmak” aşaması ise “Anayasa”, yani ana şartel refleksi ile kontrol altına alınabilir. Bu bağlamda millî iradeyi “Meclis” temsil etmektedir, Anayasa Mahkemesi değil!
10 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Terör üreten eski dünya
düzeni bataklığı ve çöküş
Emperyalistlerin psikolojik ve fiilî saldırılarına karşı milletimizin kararlı ve
basîretli tutumu, tâbir caizse her şeyi
değiştirmiştir. Uluslararası terör konsorsiyumunun modern silah ve teknoloji ile
çok daha ince, çok daha sinsi ve yeni
yöntemlerle eylem ve saldırılarına devam edeceğini hiç unutmamalıyız
18 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Kosova’dan Türkiye’ye bakmak
Tarihî coğrafyalarımızın insanları ve elbette bütün insanlık ve de tarih, işte
bunun için bizi bekliyor! Bu bekleyişi
boşa çıkarma hakkımız var mı? Bu bekleyişi geciktirme hakkımız var mı? Tarihin bize yüklediği bu görevden kaçma
hakkımız var mı?
34 MEHMET ŞEKER
Casus belli!
AYM kapatılmalıdır! AYM kapatılmalı, yerine daha sağlıklı bir yüksek mahkeme kurulmalıdır. Başta anlattığımız
hikâyedeki “Şeytan” rolüne soyunan ve
koçun kazığını gevşeten AYM, elbet bir
gün kapatılacak, tarih sayfalarında lâyık
olduğu yeri alacaktır.
10
72 AHMET YOZGAT
18
34
72
2
90
mart 2016
90
Türkler devlet kurmayı bilmezler!
Bozkırlı Türkler, devlet nedir bilmezler!
“Devlet nasıl kurulur, nasıl idare edilir?”
gibi soruların cevabı da bulunmamakta Türklerin zihnî ardiyesinde. Neden mi?
Zira bu milletin tüm bildiği, sadece imparatorluklar kurmaya yöneliktir.
METİN KÜLÜNK
İran: Vefâsız bir komşu mu,
rahatsız bir düşman mı?
İran, Türkiye ile beraber yol almak, Türkiye ile beraber hareket etmek zorundadır. Zira şu an izlediği strateji kendisine ileri vadede büyük zararlar
getireceği gibi, Türkiye’nin altını oymaya giriştiği bu tür müdahaleler, zor zamanlarında yanında olan bir ülkeye
yaptığı büyük bir ayıptır!
5
6
8
10
12
18
20
24
28
34
38
40
42
44
46
52
62
EDİTÖR
M. SERHAT BIÇAK
Mücadele
BAŞYAZI
AJANDA YAYIN GURUBU
Kayyum “Zaman”ı ve
ana akım medya “Karar”ı
AYIN OLAYI
Başkentte hain saldırı!
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Ayın Yorumu / Türkiye
Terör üreten eski dünya
düzeni bataklığı ve çöküş
SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Ayın Yorumu / Dünya
Kosova’dan Türkiye’ye bakmak
ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
KAPAK / S. SERVET HOCAOĞULLARI
Vesayetin son kalesi
Anayasa Mahkemesi (mi?)
MEHMET ŞEKER
Casus belli!
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Hakîkatler “zaman”la ortaya çıkar!
ORHAN MÜCAHİT
28 Şubat travması
SABRİ ÖĞE
MHP’ye operasyon mu?
MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
Batı’nın lirik sonu
SÖYLEŞİ / MEHMET SERHAT BIÇAK
Said Alpsoy: “İslâm’ın dışında kalan bir
şey, aslında olamayan bir
şey demektir!”
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Alman Çeşmesi’ndeki kan
YAHYA KURT
Türkmen dağının kahraman evlatlarına...
SÖYLEŞİ: M. SERHAT BIÇAK
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Said Alpsoy: “İslâm’ın dışında kalan bir şey,
aslında olamayan bir şey demektir!”
Sezar, Oskar, Deniz, Meryem,
kadın askerler
46
63
64
71
72
“İnsana ve topluma ait olup da İslâm’ın kapsama alanı
dışında kalan hiçbir şey yoktur. Başka bir ifadeyle, ‘İslâm’ın
dışında kalan bir şey, aslında olamayan
bir şey demektir’. Böyle olan bir dini
dünyanın ve siyasetin dışında nasıl
tutabilirsiniz? Laiklik ve her çeşit seküler
anlayışla nasıl uyumlu hâle getirmeye
çalışabilirsiniz?
FATMA ŞURA BAHSİ
28 Şubat: Kirletilmiş toplum hafızası
TURGAY ALKAN
Dünya siyasetini belirleyici
ana kavramlar: Galipler ve mağluplar
AHMET FİDAN
Hizmetten hezimete son viraj:
Zaman, kayyum idaresinde
AHMET YOZGAT
Tarihî hakîkatle yüzleşme noktası:
Türkler devlet kurmayı bilmezler!
76 YUSUF KEMAL BOZOK
Türkiye’nin istikbâldeki haritası:
Nüfûz imparatorlukları
80 AYŞE YAŞAR UMUTLU
Almanya ve İsveç mültecî
politikalarının karşılaştırmalı
incelemesi
86 AYTEKİN ATASOYU
Vizyonumuzu büyütürken dünyamızı
ve insanlığımızı küçülten bir kavram:
Modernizm
88 ORHAN RUFAT KARAGÖL
Siyah gözlüklü tavşanlar
89 CÜNEYT AKAR
Rusya’nın korkusu
90 METİN KÜLÜNK
İran: Vefâsız bir komşu mu,
rahatsız bir düşman mı?
94 MEHMET FATİH ÖZTARSU
Kafkasya İran’ın dönüşüne hazır!
96 FURKAN ERGÜL
40 yıl sonra yeniden
AB referandumuna doğru
98 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Sezar, Oskar, Deniz, Meryem,
kadın askerler
102EMİNE ŞULE DEMİRTAŞ
Kızıldeniz’in gelini: Cidde
108SUNGUR İNCİ
Kitap Ajanda
112AHMET YOZGAT
Karikatür
98
Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika’daki sömürgelerinden kovuldular.
Oradan gelen paracıklar da suyunu çekmeye başladı. Bu kovuldukları
eski sömürge ülkelerine şimdi biz girmeye başladık.
Bu bizim için önemli olduğu kadar, Afrika için de çok
önemli. Yıllardır sömürülerek açlık, hastalık ve sefalete
terkedilen koskoca bir kıtayı ayağa kaldıracak, canlandıracak, tedavi edecek elemanlarımız ve gönüllülerimiz
Afrika’da iş başında.
38
64
86
42
80
102
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Hakîkatler “zaman”la
ortaya çıkar!
TURGAY ALKAN
Galipler ve mağluplar
Zeynalov, Can Dündar tutuklandığında Abdülhamit
Bilici’nin kendisine destek için
gittiğini ama bu kayyum olayında hiçbir genel yayın yönetmeninin kendilerine gelmediklerini ifade etmiştir. Bekledikleri
kişilerden bekledikleri desteğin
gelmeyişinde Nedim Şener’in
“Cemaat mağdur değil,
mağlûptur” tespitinin etkili olduğunu söyleyebiliriz.
38
SABRİ ÖĞE
MHP’ye operasyon mu?
Yahu bu Akşener paralelciydi de
sen onu neden milletvekili, neden
TBMM Başkan Vekili yaptın? Paralelcilere karşı bugüne kadar hiç
sesin çıkmıyordu, onların kötülüğünü şimdi mi anladın? 17-25
Aralık’ta, Cumhurbaşkanlığı seçiminde onlarla omuz omuzaydın,
şimdi koltuk sallanınca mı aklın
başına geldi?
42
Diğer Cermen organizasyonu
olan Avusturya-Macaristan veliahdının Saraybosna’da bir Sırp
terörist tarafından öldürülmesiyle başlayan savaş eğer Avrupa’da
sürerse, bu hengâme Alman
Birliği’nin sonu olacağı gibi,
BND’nin A ve B planlarının asla
uygulanamayacağı gibi bir sonuçla da karşı karşıya bırakacaktı
hırslı Cermenleri.
64
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Almanya ve İsveç mültecî
politikalarının karşılaştırmalı
incelemesi
Son seçimlerde göçe karşı tavır
alan İsveç Sosyal Demokrat Partisi, oylarını ikiye katladı. Eskiden yüzde 5 olan oy oranı yüzde
20’lere kadar yükseldi. Bazı bölgelerdeki konut sıkıntısı, küçük
belediyelerin yükü...
80
AYTEKİN ATASOYU
Modernizm
Geleneksel yapılara karşı özgürleşen insan, diğer yandan da kendi
dışında kalan her şeye karşı duyarsızlaştı. Ötekileştirme, ötekini bir güvenlik tehdidi olarak görme ve nihâyetinde ötekini yıkma,
yok etme ve ötekini kendi içinde
kargaşaya düşürerek kendinden
uzak tutma, bu duyarsızlığın en
görünen sonuçlarıdır.
86
EMİNE ŞULE DEMİRTAŞ
Kızıldeniz’in gelini: Cidde
Cidde’de sosyal yaşamda erkekler
ve kadınlar arasında keskin bir ayrım söz konusu. Restoranlarda, kafelerde, hastane bekleme salonlarında… Bu ülkede bekâr olarak
yaşamak, birçok imkândan uzak
kalmak demek. Örneğin eski şehir
merkezinde düzenlenen festivallere bekâr olarak giremezsiniz.
102
mart 2016
3
Sayı: 112/ Mart 2016
İMTİYAZ SAHİBİ
YAYIN KURULU BAŞKANI
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
YAYINLAR GENEL
SANAT YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
TANITIM VE İLETİŞİM
KOORDİNATÖRÜ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
Nesrin Çaylı
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Ömer Faruk Arlı
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo Bosnia and
Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd.
No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97
BASKI TARİHİ
Mart 2016
İDARİ ADRES
Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164.
Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 380 44 70
ISSN
1306-5742
Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C.
yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ABONELİK
Yurtiçi bir yıllık (12 sayı) abonelik
240 TL, Kültür Ajanda ve Haber
Ajanda dergilerimizin ikisine
birlikte abonelik olunursa 80 TL
indirimle 200+200=400 TL. Kurum
ve kuruluşlar için abonelik 480 TL.
Kıbrıs için 280 TL. Avrupa 180 €,
Amerika 250 $...
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam
Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
mart 2016
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 380 44 70’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
haberajanda
Fikir Platformu
[email protected]
Terörü de, terörü destekleyenleri de
lânetliyoruz!
Ü
LKEMİZ, yine birlik ve beraberliğin en sıkı ve diri
tutulması gereken günleri yaşıyor. Yedi düvelin
yanında işbirlikçi vatan hainlerinin kurduğu tuzaklar ve alçak tezgâhlar bizi asla yıldıramayacak!
>> Allah (cc), Hükûmetimizi kararlılığından döndürmesin ve daima
samimî eylesin. Allah (cc), Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile
Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nu
kavî îmanla donatsın, siyasetlerini
güçlendirsin, karşılarına çıkan oyunlara mukabil geniş basîret versin. Bu iki
ismi anarak gece gündüz Rabbimize
yalvarıyoruz. Ancak her ne kadar bu
iki güzel insanın yollarında sabit ilerlediklerine inansak da, çevrelerindeki
birtakım gürûhun birer ayak bağından
farksız olduklarını da görüyoruz.
Her gün şehit cenazeleriyle yüreklerimiz parçalanırken, her gün bu
milletin evlatları için kendi evladından
ve kendi canından geçen yiğitlerimizden acı haberler alırken, başkentimiz
Ankara’nın en müstesna alanlarından
birine dahi sokularak terör eylemleri
gerçekleştirilirken sessiz kalamayız.
Milletimize ve devletimize kurşun
sıkanın ve adı, dili veya soyu sopu
her ne olursa olsun, bu alçaklığa, bu
namertliğe, bu haysiyetsizliğe ortak ve
destek olanın nâmı “terörist”tir. Terörü
“Ama” veya “Keşke” türünden sözcükleri kullanarak başlayan cümlelerle
anlamaya, anlatmaya, hoş göstermeye
çalışanların hepsi alçaktır, namussuzdur.
Bu işe ortak veya destek olanların
toplumsal statüleri, sahip oldukları
sermayeler, aileleri veya aşiretleri,
sahip oldukları unvan veya meslekler,
sözünü ettiğim bu namussuzluktan onları kurtaramaz. Bu ülkede
Anayasa’ya uygun şekilde siyaset yapmayı düşünüyorsanız, Anayasa’ya ve
kanunlara uymayan pisliklere “temiz”
diyemezsiniz!
Her gün bu devletin en başındaki
insana “Diktatör” deyip bu ülkenin
Anayasa ve kanunlarına sığınıp “Bu
ülkede hak var, hukuk var” nâralarını
savurabiliyorsanız, hakkın da, hukukun da kestiğini hazmedecek mideniz
var demektir. Gerçi böylesinin insanî
sindirim organlarının olduğunu da
düşünmüyorum şahsen.
Merve Kavakçı, sade ve sadece
başörtüsüyle Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne girdiği için, bırakın doku-
nulmazlığının kaldırılmasını, milletin
reyini alarak seçilmesine rağmen
vekilliği elinden alınarak vatandaşlıktan dahi çıkarıldı. O mazlum kadın, eli
silah tutup millete ve devlete kurşun
sıkanlardan, tuzak kuranlardan daha
mı tehlikeliydi?
Ha, o zamanki devlet bu zamanki
devlet değildi, doğru! Peki, bu zamanki
devletin o zamanki devletten kudret
olarak bir eksikliği mi var? Asla! Daha
güçlü, daha büyük… Öyleyse bu millete ve devlete kurşun sıkanın yanında
olana, cenazesi için çadır kurup taziye
verene bu devletin (Ecevit’in deyişiyle)
“haddini bildirmesi” şarttır!
Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız kararlı söylemleriyle ateş saçıyorken, TBMM Başkanlığı’nın ve yargı
mercilerinin hâlâ beklemeleri akıl alır
bir şey değildir. Bırakın dokunulmazlıklarının kaldırılmasını veya vekilliklerinin iptalini, bu tür alçaklıklara
yeltenenlerin hepsinin vatandaşlıktan
çıkarılması şarttır, elzemdir!
Haber Ajanda’nın da değerli yazarlarından biri olan AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk Beyefendi’nin
bu konudaki çıkışlarını ve yasa teklifini takdirle karşılarken, bu tip girişimlerin bireysel kalmalarına ise maalesef
üzülüyoruz. Bu ülkenin Meclis’inin
Başkanı veya Hükûmet’inin bir bakanının isim isim vekil anarak terörü
beslediklerini vurgularken neden bir
Ecevit kadar olamadıklarını açıkçası
yadırgıyoruz.
Bu noktada MHP’ye de çok iş düşüyor! Sayın Devlet Bahçeli’nin kamuoyunda karalanan sicilini temizlemesi
ve partisini kendisine göre saran ellerden kurtarması için bu süreçte alçaklara ve namussuzlara karşı bu keskin
tavrı göstermesi önemlidir. Buna dair
emâreler görerek hakkını teslim etsek
de, daha somut adımlar atılana kadar
gerçekleşen hiçbir şey bu millete
yetmeyecektir.
Allah’ın selâmı ve mağfireti üzerinize olsun…
Haber Ajanda’ya bu satırları yayınladığı için teşekkür ederim. (Muhammed Lütfü Ay/ Erzurum)
haberajanda
Editör
Mücadele
“M
ÜCADELE” kelimesini, derinliğini
“cedel” köküne bağlayarak anlatıyor sözlükler. Bu izahı yaparken
mutlaka iki taraftan bahsediyor tabiî. İki tarafın
birbirine karşı üstünlük kurma gayreti, çatışması, savaşı veya bu türden ne varsa hepsi mücadele ile anlatılabilir.
yeteceğini düşünmesek,
örneğin o basit priz arızasını
hâlledeceğimize inanarak
çerçevesini sökmeye kalkışmayız dahi. Bu yüzden “canlı”
ile mücadele ederken “cansız”
ile mücadele etmeyi küçük
görmeye yatkın fıtratımız.
Ancak düşünmeyiz nedense
“Peki, cansız olan canlıdan
daha karmaşıksa?” diye!
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
>>Belirttiğim gibi kökünü
“cedel” kelimesine dayandırıyor sözlük. Hani salondaki priz
arıza yapar, musluk damlatır
veya çocuğun ev ödevi vardır
da “Dur hele!” deyip toptan
girişir ya kimi, “Kolay gelsin,
ne yapıyorsun?” dediğinizde
“Şununla cedelleşiyorum” der
muhatabınız; işte onun verdiği
cevaptaki cedel, bu cedel!
Sözlüğe göre iki tarafın
birbirine üstünlüğünü kabul
ettirmesini ihtiva edince,
mücadele sözcüğünün “cedel”
üzerinden şekillenmesi, kendisine de farklı özellikler kazandırıyor. Zira yukarıda verdiğimiz örneklerde kişi, cedelleştiği uğraşıların hiçbirinde “canlı”
bir karşı tarafla ilgilenmiyor.
Bilakis hepsi “cansız”…
Öyleyse cedel, bizim potansiyelimiz ve göze aldığımız
meselenin taşıdığı zorluğu
kendimize göre büyütmemizle
alâkalı. Nitekim başta elektrik
arızalarına karşı bilgi potansiyelimiz varsa, basit bir prizi
dert edinip onunla cedelleştiğimiz düşüncesine kapılmayız. Su tesisatı veya kırtasiye-el
işi becerisi konusunda da aynı
durum geçerli…
Bizim üstünde durmak
istediğimiz şey de bu aslında.
Zira başta potansiyelimizin
Mesela en çetrefilli mücadele sahalarından biri olarak
“savaş” çerçevesi üzerinde
beraber düşünelim. Bu noktada tarih boyunca çeşitli teknik
ve yöntemlerin geliştiğini
göreceğiz elbette. Yeryüzündeki nüfusun çok ama çok az
olduğu zamanları düşünüp
iki kardeşten birinin, diğerinin başına taşla vurmasıyla
başlayan harp fikrinin silahlanma ve ekipman edinme
hususunda nasıl şekillendiğini görürüz en başta. Tarih
okumaları evvela “meydan
savaşlarına” götürür bizi.
Meydan savaşlarında her
göz, karşısındakinin ve kendisinin varlığını doğrudan görür
ve yeterlilik hesabı yapar
mutlaka. Tabiî aynı insanlık
tarihi, bu tür savaş tarzının
üzerine “cephe savaşlarını”
da çıkarır karşımıza. Sistem
belki yine karşılıklı anlamda
doğrudan gözle her şeyi görmeye dayalıdır ama teknoloji
daha da etkindir bu tarzda.
1980’lerin yarısına varmadan
Reagan’ın ağzından bir filmden uyarlama son nesil savaş
tarzının ismini duyarız: “Star
Wars” (Yıldız Savaşları)…
Son nesilde, ilk iki versiyonda yer alan doğrudan
görme yoktur. Maalesef!..
Zaten bu da insanın delikanlı
kişiliğine ters… “Bizim racona
ters” mi demeliydim yoksa?
Zira ne gördüyse, kendisinden
sayı veya kapasite anlamında
büyük olduğunu kabullense
bile gözüyle gördükten sonra
karşısındakine aman vermeyen bir fıtrata sahip olmuşuz
hep. Ancak görmediklerimizi
ise küçükten, hatta yoktan
saymış, “canlı” olarak kabul
etmemişiz. Görmediklerimizden zarar gelince de afallayıp
kalmışız.
Mücadele, ama kimle
mücadele? Gördüğümüzle
mi, yoksa gördüğümüzün
yanında göremediğimizle mi?
Canlılık nedir, cansızlık ne?
Uyku bir cansızlık hâli midir?
Bu ülkenin biricik iradesi,
karşısında yalnız ve yalnız
siyasî liderleri gördü. Hangisine uyacağını da kendine
göre kestirdi, hangisiyle iş
tutulmayacağını da... Ancak
bu ülkenin biricik iradesi
hep doğrudan gördükleriyle
muhatap olmaya alışınca,
görmediklerinin neler yapabileceklerini anlayamadı.
Zira milletin gördüğüne göre
yargı da yürütmeydi, yasama
da yürütmeydi, yürütme de
yürütmeydi, medya da yürütmeydi, sanat da yürütmeydi,
spor da yürütmeydi…
Her şeyi yürütmeden bilen
milletin, saydığımız diğer
unsurların ve tabiî ki daha
da çoğunun “karşı tarafın
görünmeyenleri” olduğunu
anlaması uzun zaman aldı.
Peki, bunun ayrımını yapma
noktasında nasıl hükümler
vermeli, nasıl kararlar almalı?
“Söz de, karar da milletindir” diyerek bu milleti
cesaretlendiren lidere adeta
kafa tutarak “Milletin edecek
sözü de yok, alacak kararı da!
Biz kararımızı verdik. Nokta!”
deme cüretini gösterenlerin
hâlâ görünmediklerini sanmaları, sanırım bu milletin
delikanlılığını hafife almalarından ileri geliyor.
Öyleyse gardınızı alın
görünmeyenler, millî irade
geliyor!
mart 2016
5
Başyazı
BAŞYAZI
Haber Ajanda
Türkiye’nin
ve onun liderinin aldığı
2023 vizyonlu kararlarının destekçisi
ve takipçisi
olarak yayın
hayatına başlayan Karar
gazetesinin
tüm çalışanlarına kolaylık diliyor ve
hatırlatıyoruz: Medya
hareketi
kazanımları
içinde yolda
niyet ve
hedef değiştirenleri tarih
yazacaktır!
Bundan kimsenin şüphesi
olmasın! Bunun kaydını
ise troller gibi
amatör amigolar değil,
kadirşinas
profesyoneller gerçekleştirecektir.
6
mart 2016
Kayyum “Zaman”ı ve
Bir “Zaman”lar medya
“D
ARBE gazeteciliği”, “rejim medyacılığı”, “dördüncü kuvvet
trollüğü” ve “ana akım medyada morsa” gibi medya-iktidarrant üçgeninde konuşlanmış “gazetecilik” tarihinde (sicilinde) iki etkin örnekten biri olan Gülenci Medya Grubu’na
kayyum atandı. İkinci etkin ve “özellikleri olan” Doğan
Medya Grubu içinse “risk” yok. Çünkü Doğan Medya Grubu’nun “paralel devlet”
şeklinde açıklanan hiçbir gizli-açık hedefi olmadı.
>> Evet, Doğan Medya
Grubu’nun rant için “mobbing yapmak” alışkanlığı
hiç eksik olmadı. Ve hatta
hükûmet operasyonlarında da aktif rolleri üstlendiği dönemler oldu; fakat
devleti ele geçirmek gibi
yahut onun gereği olan
her alanda örgütlenmek
hedefinde bir “kriptolu
örgütlenme” pozisyonu
hiç olmadı. Doğan Medya
Grubu, alışkanlık edindiği
üzere her dönem güce
taptı ve mobilize kıvraklığı
hep yüksek performans
içinde aktı.
17 Aralık operasyonuyla
“Gülenci Medya Grubu”
çok yönlü, çok katmanlı
ve çok sesli saldırı ile devletin merkezine (kalbine)
hamle yaparken, medyaiktidar denkleminde de
Doğan Medya Grubu’nu
merkezden çepere doğru
savuracak bir “muktedir
medya” konuşlanmasına
yöneldi. Fakat süreç, Gülenci medya grubu’nun
planını (operasyonunu)
onaylar tarzda gelişmedi.
Hatta denilebilir ki, Doğan
Medya Grubu, merkezinde durduğu “muktedir
medya” pozisyonunu
pekiştirmek adına Gülenci
eylemlere destek verdi. Bu
bağlamda Doğan Medya
Grubu’nun stratejisinin
tuttuğunu/tutunduğunu
söylemek mümkün.
Ancak Doğancı geleneği
tedirgin eden ve huzurlu
şekilde uyutmayan bir
“medya hareketi” varlığını
korumaktadır.
“Medya hareketi” ifadesini özellikle seçtik. Çünkü
bu süreç, “hareket” aşamasından bir “ana akım” veya
“millî medya” dokusuna
evrilebilmiş ve olgunlaşarak “yerli medya” olgusuna
dönüşmüş değil. Bunun
en önemli nedenlerinden
-gözden kaçırılmaması
gereken yönüyle- biri,
“medya hareketi”nin
kurucu ekibinin yol üzerindeyken “niyet ve hedef”
değiştirmesidir.
Medya etrafındaki tar-
tışmanın “darbe” tadında
olmasının psikolojik eşiği
ise şu olmuştur: Yoldayken
niyet ve hedef değiştiren
“medya hareketi”, hangi
medya grubu idi?
Çok net görüldü ve
anlaşıldı ki, Gülenci medya
grubu hiçbir “zaman” bir
“medya hareketi” olmadı.
Tam aksine, devletin
imkânlarını yönetme hareketinin sadece “kuvvet
macunu” etkisi göstermesi
umut edilen bir “mobbing
aracı” oldu. Doğan Medya
Grubu ise bu çerçevede
ticarî hareketlenmelerin
bir “şantaja şantaj kalkanı”
oldu. Geriye tek seçenek
kalıyordu: Medya hareketi
olarak vasıflandırılabilecek çaba… Yani “Yeni
Şafak”…
Yeni Şafak gazetesinin
“niyet ve hedef” eksenli
serencâmında en önemli
“kırılma noktası”, kuşkusuz 17 Aralık operasyonu
olmuştur. Çünkü “medya
hareketi” karakterinden “Millî Mücadele
AJANDA YAYIN GRUBU
ana akım medya “Karar”ı
Cephesi”ne evrilen politik pozisyon alışın mîlâdı bu olmuştur.
Gülen ve Doğan Grubu’nun
“yandaş medya-havuz medyası”
yaftalaması ile boğulmak istenen Yeni Şafak gücünün tüm
komplolara rağmen “Millî Duruş
İçin Gazetecilik Cephesi”ni koruduğu gözlemlenmektedir.
Kuşkusuz bu “millî gazetecilik” kadrajlı duruşa TMSF’nin
el koyduğu ve el değiştirilerek
etkinleştirilmesi sağlanmış olan
başta Sabah ve Star olmak üzere
birçok gazete de eklenmiştir.
Tam da bu arada ve bu koridorda, Yeni Şafak gazetesinin
“kurucu ekibi” içinde yer alan
bazı yazar ve gazetecilerin
aldıkları “karar” gereği adı da
“Karar” olan bir gazete çıkarmaları, mevcut süreçte önemli
bir “tartışmayı” da beraberinde
getirmiştir. Çünkü Karar gazetesinin kurucu ekibinin, “Medya
hareketinin niyet ve hedefleri
değişmeyen ‘saf’ ekibi burada!”
iddiası ve “Değişenler malûm:
Troller!” etiketiyle bazı adres ve
kişilere göndermede bulunması, hızını alamayıp “AK Parti de
niyet ve hedef olarak değişmiş
izlenimi veriyor, kaygılıyız!”
îmâsında bulunması önemli bir
soruyu güncelliyor: Doğancı ve
Gülenci Medya Cephesi dışında
kalan “medya hareketi” hangisi?
“Verdiğiniz ‘Karar’
hayırlı olsun!”
Karar gazetesinin açık
yüreklilik ve hâl diliyle “Biz
Gülenci ve Doğancı tecrübesinden ders almış kişiler olarak
‘-ci’ olmayacağız. Dolayısıyla
‘Reisçi-Erdoğancı-Davutoğlucu’
sözlüğünü ‘kirli’ buluyoruz!”
açıklamalarının, beraberinde
alınan bu “karar”ın hangi niyet
ve hedef içinde olacağına ve
kalacağına ilişkin “hak edici
sorular”ı tetiklediğini düşünüyoruz.
Zira Karar gazetesinin kurucu ekibinin, kendilerinin de
iddia ettikleri gibi neredeyse
kırk yıllık tecrübesi vardı ve en
önemlisi de övündükleri gibi
gerçek bir medya hareketi olan
Yeni Şafak’ın kurucu ekibi içinde yer alanlar olarak, TMSF’nin
el koyduğu medyada aktif
yöneticilik yapmış ve sicilleri
(iyi-kötü) bilinen “eski gazeteci-
ler” performansında konuşarak,
“Biz başından beri neredeysek
bugün de oradayız!” referansına
sığınmaları bir ihtimâli güçlendiriyor: Önemli bir “Karar”
alınmış!
Peki, bu “Karar”ın ortakları
kimler? “Yeni Şafak’ın kurucu
ekibiydik; yine şartlar bizi çağırdı ve geldik, elimizi ‘seviyeli Türkiye’ için taşın altına koyduk!”
beyânının “Ana akım medya
için yola çıktık!” taçlandırmasında kastedilen “yeni medya”
içeriği nedir?
Kuşkusuz bunu “Zaman”
tecrübesi gösterecek. Gazeteye zaman da tanımak gerek!
Karar gazetesinin beyânı esas
olduğundan, analizlerin beyân
merkezli bir pergel açılımı ile
çizilmesi hakkâniyetin gereğidir.
Ancak kurucu ekibin içinde yer
alan gazetecilerin AK Parti iktidarı dönemindeki serencâmları,
yöneticilik yaptıkları gazetelerdeki sicilleri ve en önemlisi
de Türkiye’nin “en hayatî karar
sahaları” olan paralel yapı ile
mücadele, terör meselesi, Suriye ve başkanlık sistemi konularında nasıl bir yayın politikası
izleyecekleri ayrı bir gözlem
koridoru olacaktır.
Bir gazete çıkarmak kararı ile
Türkiye’nin karar verdiği hedefler ekseninde “millî medya
hareketi”nin düşünsel ve politik
kararlılığını göstermek arasındaki farkı hem okurlar, hem de
özelde Karar gazetesi yazarlarını yıllardır okuyanlar iyi analiz
edeceklerdir. Tabiî buna göre
kararlarını verecek basîrete de
sahiplerdir.
Bize düşense, bu aşamada
“Verdiğiniz ‘Karar’ hayırlı olsun!”
demektir. Türkiye’nin ve onun
liderinin aldığı 2023 vizyonlu
kararlarının destekçisi ve takipçisi olarak yayın hayatına
başlayan Karar gazetesinin tüm
çalışanlarına kolaylık diliyor ve
hatırlatıyoruz: Medya hareketi
kazanımları içinde yolda niyet
ve hedef değiştirenleri tarih
yazacaktır! Bundan kimsenin
şüphesi olmasın! Bunun kaydını
ise troller gibi amatör amigolar
değil, kadirşinas profesyoneller
gerçekleştirecektir.
AJANDA YAYIN GRUBU
mart 2016
7
AYINOLAYI
Ayın Olayı
Başkentte hain saldırı!
17
ŞUBAT 2016… Türkiye, başkent Ankara’nın en merkezî noktalarından
birinde dehşetli bir terör saldırısı yaşadı. Yapılan açıklamalara göre İnönü
Bulvarı’nı Dikmen Caddesi’ne bağlayan Merasim Sokak’ta meydana gelen
bombalı saldırıda 24 vatandaşımız can verdi, 61 kişi de yaralandı.
>> 17 Şubat tarihine
erişene değin yaşanan
gelişmelerse, söz konusu
günün sanki bir sonuç
olarak karşımıza çıktığını
gösteriyor. Yurtiçinde
PKK’yı bitirme planını
sonuna kadar kararlı bir
şekilde uygulayan Türkiye, IŞİD, PKK ve DHKP-C
gibi terör örgütleriyle mücadele ederken yedi düvelin Birinci Dünya Savaşı
tipi ihtiras oyunlarıyla da
uğraşıyor. Bu çerçevede
PKK’yı soluksuz bırakmaya ramak kalmış şu günlerde özellikle Suriye’nin
kuzeyinde kendisine
bir koridor oluşturan
YPG ve PYD tarafından
Türkiye’ye karşı yöneltilen iğrenç terör saldırıları,
Türkiye’nin “müttefiki”
olduğunu belirten dünya
devletleri tarafından hoş
görüldüğü gibi, bu terör
örgütleri yine aynı devletler tarafından Türkiye’ye
karşı bir kollama altında
da tutuluyorlar.
Suriye’deki Esed muhalifi güçleri destekleyen
Türkiye, bir yandan da
Suriye Türkmenlerinin
acılarını dindirmek için
çaba sarf ederken, Rusya,
İran, Esed güçleri, PYD
ve IŞİD’in sıkıştırdığı
Türkmenleri korumak ve
Türkiye’ye transfer etmek
için de elinden geleni
yapıyor. Bu sırada PYD
ve YPG militanları, ABD
ve Rusya’nın kendilerine
sağladığı mühimmat ve
çeşitli lojistik yardımları
PKK’ya ulaştırıyor, onunla
8
mart 2016
birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı mevzi
alıyor, terör eylemleri gerçekleştiriyor. Türkiye ise
açıkça ABD ve Rusya’nın
bu terör örgütü üzerinden
kendisini vurduğunu
açıklıyor. Öyle ya, 11 Şubat
2016 tarihli konuşmasında Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan şu
ifadeleri kullandı: “Bu göç
akınının en büyük sebebi,
Rusya’nın ve Esad rejiminin başlattığı sivil halkı
hedef alan saldırılarıdır.
Buna rağmen Birleşmiş
Milletler’in saldırıyı yapanlara karşı tedbir almak
yerine ülkemize çağrıda
bulunması samimiyetsizliktir. Neymiş, ‘Kapınızı
açın, onları alın’… Peki, ey
Birleşmiş Milletler, sen
ne işe yarıyorsun, senin
görevin ne? İşte en son,
bakın NATO’da müttefikimiz ne diyor? ‘Biz PYD’yle
ittifak hâlindeyiz’. Hani
bu dünyada terörle mücadele vardı? Bu nasıl bir
terörle mücadele? PYD’yi
PKK’dan ayrı görmeyecek
kadar maalesef gözleri
kapalı olanları görüyoruz.
Ve kalkıp kendi uluslararası güvenlik elemanına
Kobani’de plaket veriyorlar. Bu belgeyle ortada,
her şeyiyle ortada! Buna
rağmen hâlâ ‘PYD ve YPG
terör örgütü değil’ diye
değerlendiriyor. Bütün
bu gerçekler ortadayken
Türkiye’ye uluslararası
yükümlülüklerini hatırlatmak, açık söylüyorum
ikiyüzlülüktür!”
Cumhurbaşkanımız
Erdoğan’ın 11 Şubat tarihli
bu konuşması, belli ki kendisine açıkça kafa tuttuğu
ABD’de sinirleri gerdi. Zira
13 Şubat günü ABD’nin
“İttifak hâlindeyiz” dediği
PYD, Suriye’nin kuzeyinde
yer alan Azez’in güneybatısındaki Maranas bölgesinden Türkiye Akçabağlar Üs Bölgesi’ne ateş açtı.
Türk Silahlı Kuvvetleri de
açılan ateşe misliyle karşılık verdi ve ardından da
gece yarısı başlayan seri
bombardımana geçildi.
Fırtına obüsleri, 4’lü seri
atışlarla Azez kasabasını
kuşatan ve burada konuşlanan PYD’nin bir diğer
kanadı YPG’nin mevzilerini vurdu.
Türkiye’nin bombardımanının ardından, bu
bombardımana dair tepki
sesleri ABD’den yükseldi.
Ne de olsa 14 Şubat’tı(!)…
ABD Dışişleri, Türkiye’nin
gerçekleştirdiği bombardımanı durdurma çağrısı
yaparak -utanmadan“IŞİD ortak düşmanımız!”
dedi.
Bu gelişmelerin ve
ABD’nin yaptığı açıklamanın üzerine 17 Şubat günü
öğle saatlerine konuşan
Cumhurbaşkanımız
Erdoğan’ın sözleri sarf
etti: “Şu an PYD’ye, YPG’ye
hâlâ terör örgütü diyemeyen veya demeyen,
‘YPG’ye desteğimiz sürecektir’ diyen Amerika’yı
da anlamakta zorlanıyorum. Terör örgütü PKK’nın
bütün kayıtlarında
PYD’nin, YPG’nin kurucusunun kim olduğu bellidir.
Geçenlerde de söyledim,
biz Amerika’yla NATO’da
beraber değil miyiz? Senin
dostun biz miyiz, yoksa
YPG mi, PYD mi? Bunu
da öğrenmek istiyoruz. O
zaman çık bunu da açıkla,
‘Dostum PYD’ye, YPG’ye
silah yardımı yapıyorum’
de, bunu da bilelim! Bilelim ki, ondan sonra bu
meseleleri sizinle konuşmamıza gerek kalmasın.
Gizli kapılar arasında veya
arkasında bazı şeylerin
konuşulması bizleri üzmektedir. Dost, dostluğunun gereğini yapmalıdır.
Biz dost bildiğimize gereğini yaparız, ama bizi dost
olarak görmeyenler, lütfen
açıkça bunu ifade etsinler!
Kalkıp Türkiye’ye şu söyleniyor: ‘PYD’ye top atışlarını durdurun…’ Kusura
bakmayın, bizim böyle bir
düşüncemiz yok!”
Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın bu sözleri sarf
ettiği günün akşamında
ne mi oldu? Metnimizin en başına dönelim:
Türkiye’nin başkenti
Ankara’nın en önemli
noktalarından birinde,
bomba yüklü araçla gerçekleştirilen terör eylemi
sonucunda 24 vatandaşımız can verdi, 61 vatandaşımızsa yaralandı. Etrafta
yer alan bina ve araçlardaki maddî hasarsa cabası…
Katliamın failine dair
bilgilere ise kısa sürede
ulaşılabildi. Zira Suriyeli
Salih Neccar’ın fizikî ve
Haber Ajanda
biyolojik bilgileri, Türkiye’ye
göçmen olarak giriş yaptığı
sırada zaten kayıt altına alınmıştı. 1992 doğumlu Neccar’ın,
Temmuz 2014’te Türkiye’ye
resmî yollardan giriş yaptığı ve
Mardin’de ikâmet ettiği bilgisine ulaşılırken, bunun üzerine
Neccar’la bağlantılı olarak 7 ilde
yapılan operasyonlarda 14 kişi
de hemen gözaltına alınarak
tutuklandı. Neccar’ın kullandığı
araca yüklü RDX tipi patlayıcı,
daha önce Bahriye Üçok, Ahmet
Taner Kışlalı ve Uğur Mumcu
suikastları ile Anafartalar Çarşısı
saldırılarında da kullanılmıştı.
Genelkurmay Başkanlığı’na
bağlı kuvvet komutanlıklarında görevli sivil ve askerî
personeli taşıyan servis araçlarına yönelik bombalı saldırı,
dünyada büyük yankı buldu.
Suriye-Amude doğumlu Salih
Neccar’ın, PYD’nin bir alt kolu
olan YPG üyesi olduğu belirtildi.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun
Neccar hakkındaki bilgileri
kamuoyuna sunmasının ardındansa, buraya kadarki sözlü ve
şiddetli düellonun başat ama
gizli kahramanı olan ABD’den
ilginç bir açıklama geldi: “Sorumlusu hakkında henüz bir
tespitte bulunmadık. Tabiî ki
Türkiye’de meydana gelen saldırıları mümkün olan en güçlü
şekilde kınıyoruz. Biz hükümet
olarak sorumlunun kim olduğuna dair karar vermedik. Ancak bu konuda Türk yetkililerle
irtibat hâlinde olacağız…”
O zaten sizin değil, bizim işimiz efendi! Gölge etme, başka
ihsan istemez!
ABD’nin gerçekleştirdiği bu
açıklama, derhâl operasyonun
bir diğer kolu algıya döküldü ve
saldırıyı, PKK’nın barış güvercini PYD tarafından değil, savaşçı
bir kolu olarak bilinen TAK
(Kürdistan Özgürlük Şahinleri)
tarafından yapıldığı öğrenildi.
Zira örgüt bunu kendi üstlendi. Yani Neccar bir teröristti,
PYD’nin güvercinlerinden biri
değildi(!)…
Ve nihâyet ABD Başkanı
Barack Obama, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ı arayarak
Ankara saldırısı için başsağlığı
ve yaralılar için şifa dileğinde
bulundu. Cumhurbaşkanlığı
kaynaklarından edinilen bilgiye göre 1 saat 20 dakika süren
görüşmede “YPG ve rejimin
Suriye’deki ilerleyişi kaygı
verici” diyen Obama, “DAEŞ ile
mücadelemize darbe vuran
eylemlere son verilmeli” ifadelerini kullandı. Erdoğan ise
terörle mücadele konusunda
“müttefiklerin” dayanışma
içerisinde olmalarının önemine
işaret etti.
Bitirirken küçük bir not paylaşalım: Obama’nın Erdoğan’ı
telefonla aramasının ardından,
hemen ertesi gün PYD ile DAEŞ
çatıştı.
Not: Ankara’da gerçekleşen
patlamanın faili Salih Neccar
hakkında yapılan DNA incelemesi, şahsın resmî kayıtlarda
“Abdülbaki Sömer” ismine
sahip olduğunu ortaya çıkardı.
Sırf YPG’yi aklamak için isim
üzerinde dahi oynandığına dair
yorumlanabilecek bu gelişme
ilginç!
mart 2016
9
Ayın Yorumu Türkiye
Terör üreten eski dünya
bataklığı ve çö
Emperyalistlerin psikolojik ve
fiilî saldırılarına karşı milletimizin
kararlı ve basîretli tutumu, tâbir
caizse her şeyi değiştirmiştir. Uluslararası terör konsorsiyumunun
modern silah ve teknoloji ile çok
daha ince, çok daha sinsi ve yeni
yöntemlerle eylem ve saldırılarına
devam edeceğini hiç unutmamalıyız. Türkiye, “Modern Haçlı Seferleri” ile karşı karşıya olduğunun
farkına varmalı ve bütün hazırlıklarını bu gerçeğe göre yapmalıdır!
10
mart 2016
Prof. Dr. Turan Güven // [email protected]
düzeni
küş
İKİNCİ Büyük Savaş’tan sonra galiplerin kurduğu 70 yıllık dünya düzeninin çöküşünü yavaşlatılmış film gibi seyrediyoruz. Buna “düzen”
demek ne derece doğru olur bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey varsa, o
da bu düzenin insanlığa haksızlık, adaletsizlik, kan, gözyaşı, zulüm ve
yıkımdan başka bir şey getirmediğidir.
>> Zaten emperyalist devletlerin çıkarları için kurgulanmış
bir düzenden de daha başka
bir şey beklenemezdi. Gözü
dönmüş Batı’nın sınırlı yeryüzü
kaynaklarını sınırsız sömürme
iştahı bütün insanî değerleri
altüst etmiş ve insan olma
onurunu ortadan kaldırmıştır. Az gelişmiş ülkeler başta
olmak üzere, dünyanın birçok
yerinde derin bunalımlar yaratan bu sistem, iç dünyasında
mutsuz ve problemleriyle baş
edemeyen milyonlarca insan
üretmiştir.
Mevcut dünya sistemi içinde
kendisine yer bulamayan ve
geleceğe umutla bakamayan
problemli insanlar, uluslararası
istihbarat örgütleri tarafından devşirilip kullanılmaya
müsait bir beşerî sermaye
oluşturmuştur. Ülkesi yabancı
devletlerin askerleri tarafından
işgâl edilmiş, yakınları öldürülmüş, karısının, kızının ırzına
geçilmiş, kısacası her türlü
zulmü yaşayarak onursuzluğa
mahkûm edilmiş insanların
bu dünyada yapamayacağı iş
yoktur. Eğer dünya düzeni aynı
paradigma ile devam ederse,
terörist-militan temininde bir
zorluk yaşanmayacağı gibi,
terör örgütleri de çeşitlenerek
artacaktır.
Batı bir yandan terörü besleyen bir bataklık oluşturmuş,
diğer taraftan da bu bataklıktan
arta kalan insan unsurunu
örgütleyerek kendisine tehdit
oluşturabilecek ülkeleri içten
çökertmeye çalışmıştır. Batı,
bunu yaparken içinde yaşadığı
durumu idrâk edemeyen bazı
ahmak toplulukları (mezhep ve
etnik kimlik temelinde) kullanmıştır, kullanmaya da devam
etmektedir.
Dünyadaki hiçbir terör örgütünün insan ve finans kaynaklarını kendisinin sağladığını,
silah ve stratejik eylem planlarını bağımsız olarak yaptığını
düşünmek mümkün değildir.
Her birinin arkasında emperyalist devletlerin istihbarat örgütleri bulunmaktadır. Bugünkü
dünya istemini eleştiren ve
bu sistemin insanlığa getirdiği
yıkımı yüksek sesle anlatan
Türkiye, emperyalist devletlerin kurduğu ve kullandığı terör
örgütleriyle terbiye edilmeye
çalışılmaktadır.
Kendi bölgesinde ve
dünyada gelişme gösteren
Türkiye’nin yönetimlerini
aciz bırakmak ve zulme karşı
direncini kırmak için çok daha
büyük ve sansasyonel terör eylemleri planlandığını öngörebiliriz. Bu eylemlerin esas amacının, hedefteki Türkiye’yi kapalı
kapılar arkasında görüşmeye
zorlayarak diz çöktürmek olduğunu biliyoruz. Allah’a şükürler
olsun ki, her türlü iç ihânete
rağmen Türkiye, emperyalistlerin bu oyunlarını şimdilik bozmuş ve diz çökmemiştir.
Emperyalistlerin psikolojik
ve fiilî saldırılarına karşı milletimizin kararlı ve basîretli
tutumu, tâbir caizse her şeyi
değiştirmiştir. Uluslararası terör
konsorsiyumunun modern
silah ve teknoloji ile çok daha
ince, çok daha sinsi ve yeni
yöntemlerle eylem ve saldırılarına devam edeceğini hiç unutmamalıyız. Türkiye, “Modern
Haçlı Seferleri” ile karşı karşıya
olduğunun farkına varmalı ve
bütün hazırlıklarını bu gerçeğe
göre yapmalıdır!
Artık emperyalizmin oynadığı oyunları çözmek mümkün
olmuştur. Kısaca özetlemek
gerekirse olay şöyle planlanıyor: Kendisini dünyanın efendisi olarak gören küresel güçler,
dünyanın sorunlu bölgelerinde
önce kaos ve düşük yoğunluklu bir savaş başlatıyorlar. Savaşı
başlatacak birileri bulunmazsa,
bir bahane icâd edip ülkeleri
işgâl ediyorlar. Bu işgâller insanlığın bugüne kadar çok az
gördüğü insanlık dışı muamelelerle bir müddet devam ediyor.
Daha sonra ülkede tutunamayınca geride bir sürü onuru
kırılmış, her şeyini kaybetmiş
bir toplum ve onların başına
bir kukla yönetim bırakıyorlar.
Zaten kendi içinde mezhep ve
etnik kimlik bakımından birbirine karşı iyice bilenmiş olan
toplum, istihbarat örgütlerinin
de marifeti ile bir iç savaşın eşiğine geliyor. Bu savaşta emperyalistler hem silahlarını satıp
para kazanıyorlar, hem de bu
savaşın ortaya çıkardığı mağdur ve onuru kırılmış insanları
kurdukları “terör örgütleri” ile
kendi amaçları için yeniden
kullanıyorlar.
En büyük zulüm, zengin
petrol, doğalgaz ve maden
rezervlerinin üzerinde yaşayan
geri kalmış ve gelişmekte olan
ülkelerin halklarına yapılıyor.
Emperyalistlere bağlı kukla
yönetimler, kendi halklarına
onurlu bir hayatı çok görüyorlar. Allah’ın adaletine bakın ki,
bazı hâin yönetimlerin sonu da
hizmet ettikleri efendilerinin
ellerinden oluyor.
Türkiye’nin bugün başına
gelenler, 21. yüzyılda varlığını
sürdürmek, dünya sisteminde
ve bölgesinde hissedilebilir bir
ağırlığa sahip olmak istediği
içindir. Türkiye, 21’inci yüzyılın
ilk çeyreğine girmeye hazırlanırken büyük bir aydın ihânet
ile karşı karşıyadır.
Bütün bu olumsuzluklar,
dünyadaki büyük değişimlerin ve yeni dünya düzeninin
kurulma aşamasında yaşanıyor. Eğitim sisteminin resmî
kalıplarına hapsolmuş çapsız
aydınların Türkiye’ye ihânet
ederken “milliyetçilik” söylemlerini kullanmaları da çok
düşündürücüdür. Ülkesi için
her türlü fedakârlığı göze alan,
çocuklarına ve torunlarına iyi
bir Türkiye bırakmak için canını dişine takmış olan aydınlar
ise toplumda henüz yeterli bir
orana ulaşabilmiş değiller.
Eskimiş, miadını doldurmuş
zalim dünya düzeninin çöküşünü seyretmek keyifli oluyor;
ama unutmayın ki, çökerken
de zulüm devam ediyor!
Emperyalist-küresel zulmün
bir parçası olan aydınlar bu
coğrafyada yaşamak istiyorlarsa, bir kere daha düşünsünler!
mart 2016
11
Türkiye Ajanda
Cumhurbaşkanı’ndan önleyici savaş doktrini:
“Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle!”
TÜRKİYE öyle bir cendereye hapsedilmeye çalışıyor ki, nasıl tuzaklar kurduğunu gayet iyi bilen düşman, Türkiye’nin her yeni
atağına “Diğerinden nasıl kurtuldu?” diyerek şaşırıyordur.
kullanarak hiçbir hamleden
çekinmeyeceğini aktarmak
açısından son derece sert bir
önleyici savaş doktrini açıkladı.
Bu açıklamada kullanılan bazı
söylemler tarihî çerçevede dünyaya yabancı olmadığı için, söz
konusu tarihî konuşma bütün
dünyada yankı buldu.
O tarihî konuşmadan bazı
satırbaşları şöyleydi:
“Birileri yurtdışına gidiyor
-bunlar ana muhalefetin temsilcileri-, ne diyorlar? ‘PYD, YPG
terör örgütü değil…’ Bal gibi de
terör örgütü! PKK nasıl terör
örgütüyse, onlar da aynı şekilde
terör örgütü… Ama bu ifadeyi
kullananlar, ne yazık ki bu terör
örgütlerinin avukatı konumundalar, onları savunanlar bunlar!
ABD’ye diyoruz ki, ‘Bu terör
örgütüdür!’. ABD yetkilileri
kalkıyor, ‘Hayır, biz onları terör
örgütü olarak görmüyoruz’
diyorlar. Ey Amerika! Size kaç
kez söyledim, siz bizimle mi
berabersiniz, yoksa bu terör
örgütü PYD-YPG’yle mi? Ey
Amerika! Ne PKK’yı, ne PYD’yi,
ne de YPG’yi bize tanıtabilirsiniz. Bunları biz gayet iyi biliriz.
DAEŞ’i de biz biliriz. Ama siz
bunların hiçbirini bugüne
kadar tanıyamadınız. Tanıyamadığınız için bölge kan revân
içinde… Bu nasıl ortaklık, anlamak mümkün değil! Defalarca
söylememize, anlatmamıza
rağmen karşımızda susuyor,
gıyabımızda ‘Biz böyle bakmıyoruz bunlara’ diyorlar. Bu nasıl
bir anlayıştır?
>>PYD’nin Rusya’da temsilcilik açması, ABD’nin PYD ve
YPG ile ittifak hâlinde olduğunu
beyanı, DAEŞ ve PKK’nın yurdumuzdaki intihar saldırıları
ve Güneydoğu Anadolu bölgemizdeki bazı şehirlerde doğrudan PKK ile girilen çatışmalar,
Türkiye’yi bunca konu üzerine
tam konsantre şekilde eğilebilmesi için devlet üstü bir gayrete
sevk ediyor. Turkiye112 “Yer gök
duâ ile” derler ya, Türkiye’yi bu
12
mart 2016
anlamda güçlü kılan, karar özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan
ve bütün güvenlik birimlerimizin hem eğitim, hem de teçhizat
çerçevesinde tam donanımlı
olmalarının yanında, sahip
oldukları îman ve üzerlerine
düşen duâ yağmurları…
Ancak Türkiye, artık söylem
ve eylem planında bütün sahte
müttefiklerinin maskelerini
açıkça, bütün dünyaya ilân ederek indiriyor ve bunu yaparken
asla tereddüt etmiyor.
Geleneksel hâle getirdiği
Muhtarlar Buluşması’nın 20’ncisinde tarihî bir konuşma gerçekleştiren Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan, terör
örgütlerine destek sağlayarak
Türkiye’ye karşı güçlenmelerini doğrudan sağlayan bütün
ülkeleri ve uluslararası teşekkülleri hedefine alarak, bundan
sonraki süreçte Türkiye’nin
tüm meşru müdafaa haklarını
Siyasetin dilini, diplomasinin
imkânlarını, pazarlık gücünü
biz bugüne kadar ihmâl etmedik, bundan sonra da etmeyeceğiz. Ama aslolan ne, biliyor
musunuz? ‘Lâ galibe illallah!’ Bu
düsturu, bu ölçüyü aklımızdan
çıkarmadan yolumuza devam
edeceğiz. ‘Galip olan sadece
Allah’tır!’, bunu bileceğiz!
Karşımızda hiçbir kutsalı,
hiçbir insanî ve ahlâkî ölçüsü
olmayan örgütler var. PKK da
öyle, PYD de öyle, DHKP-C de
öyle, DAEŞ de öyle! Bunların
hepsi aynı! ‘Müttefik’ dediğimiz
ülkelerin dahi PYD’ye sahip
Selçuk Kayıhan // [email protected]
çıktığını görmekten gerçekten
üzüntülüyüm. Avrupa ülkelerinin bir kısmı, uzun süre PKK ve
DHKP-C gibi örgütlere, bunların
paravan kuruluşlarına müsamaha gösterdi, kaynak aktardı.
Hatta tescilli katillerin ellerini
kollarını sallayarak dolaşmalarına dahi izin verdiler. Avrupa
ülkeleri ne zaman ki bu örgütlere el uzatmaya kalktılar, işte
o zaman terörün acı yüzüyle
karşılaştılar. Yolları kapatan,
araçlara zarar veren, güvenlik
güçlerine saldıran örgüt üyeleri,
bu ülkelere yaptıkları yanlışları
gösterdiler. Buradan bir kez
daha ifade ediyorum: Bu iş,
akreple kurbağanın hikâyesi
gibidir. O akrep mutlaka bir gün
onları da sokacaktır. Çünkü
onun karakteri böyledir. ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’
basitliği, müttefikliğe yakışmaz.
Suriye’de yapılan işin adı işte
budur!
Bir terör örgütünü, diğer terör
örgütüyle sırf çıkar çatışması
yaşadığı için desteklemek caizse, öyleyse Suriye’deki kimi
örgütler niçin dışlanıyorlar?
‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ diyorsan, o zaman hepsi
dost! Onlar da DAEŞ’le çatışma
hâlindeler. Niçin onları dışlıyorsunuz? İlkeli olmak lâzım ilkeli!
Burada ilke yok!
Biz teröriste ‘terörist’, terör
örgütüne ‘terör örgütü’ demeyi
ve o şekilde muamele etmeyi
sürdüreceğiz. DAEŞ’le mücadele bahanesiyle bölgeye yerleşip
Suriye halkını çoluk çocuk
demeden katledenlerin gerçek
yüzlerini tüm dünyaya ifşâ
etmeye devam edeceğiz. Dün
Çanakkale’de güç mücadelesi
veren yedi düvel, bugün aynı
işi Suriye’de yapıyor. Mültecîleri
öcü gibi görenlerin, bu sorunun
sebebi olan Esad rejimine kör
ve sağır kalmaları ibret vericidir. Ne diyor Birleşmiş Milletler?
‘Kapınıza dayananları içeri
alın…’ Sen ne işe yarıyorsun?
Unutulmasın ki, mazlûmun
ahı yerde kalmaz, zulüm
payidar olmaz! Allah, bizleri zâlimlerden olmaktan,
zâlimlerin yanında yer almaktan muhafaza eylesin! Rabbim,
bize bu imtihandan yüz akıyla
çıkmayı nasip etsin!”
Cizre’deki terör operasyonu sona erdi
TERÖRLE mücadele kapsamında gerçekleştirilen Cizre’deki operasyonların bitirildiğine dair açıklama, İçişleri Bakanı Efkan Âlâ’dan geldi.
devam edebilmesi ve vatandaşımıza Cizre’ye girdiğinde zarar
gelmemesini sağlayacak tedbirlerin tam olarak alınabilmesi
için sokağa çıkma yasağı biraz
daha devam edecek. Operasyonel faaliyetlerse sona erdi” diye
konuştu.
>> Âlâ, Cizre’de teröristlere
yönelik yapılan operasyonların
bittiğini belirterek, “Cizre’deki
operasyonlar, çok başarılı bir
biçimde sona erdi. Bundan
sonra arama-tarama faaliyetleri
devam edecek” dedi.
Sokağa çıkma yasaklarına
dair de beyanatta bulunan Âlâ,
“Sokağa çıkma yasakları bir
süre daha devam edecek. Tuzaklar ve tuzak planları mevcut.
Bilinmeyen bazı bölgelerde
insanlarımıza zarar verecek
mayınlamalar olabilir. Çukurların kapanması, bariyerlerin
kaldırılması biraz zaman alabilir. Bugün öğle itibariyle teröristler bertaraf edilmiş, alanda
hâkimiyet kurulmuştur. Fakat
arama-tarama faaliyetlerinin
Maalesef bazı şehirleri köstebek yuvalarına çeviren terör
faaliyetleri sebebiyle birden
fazla ilçede tama zamanlı ve
kısmî sokağa çıkma yasakları
devam ettiriliyor. Cizre’de
operasyonlar sona erdirilirken,
Sur’daki arama-tarama faaliyetleri de nihâyete yaklaştı.
Temennimiz, halkımızın huzur
ve güven içinde yaşaması ve bir
an evvel yeniden inşâ edilecek
şehirlerine ve de tabiî ki evlerine, işlerine, okullarına kavuşması yönündedir. Rabbimizden
niyazımız, şer niyetlilere karşı
sabırla cehdeden kardeşlerimize ve onların rahatı için
gözünü budaktan sakınmayan
yiğitlerimize genişlik ve ferahlık
vermesi içindir.
Sabancı suikastı zanlısı yakalandı
AYDIN’ın Söke ilçesindeki otogarda canlı bomba
düzeneği, çeşitli silah ve bombalarla eyleme giden
2 terörist gözaltına alındı.
>> Ancak haklarında yürütülen inceleme ve araştırma,
bu iki kişiden birinin Özdemir
Sabancı suikastı zanlısı ve
DHKP-C militanı olan İsmail
Akkol olduğunu ortaya çıkardı.
Diğer terörist ise, 2014 yılında
Yunanistan’da tutuklanan ve
her türlü girişime rağmen iade
edilmeyen Fadik Adıyaman.
Adıyaman’ın DHKP-C’de kamp
ve örgütlenmeden sorumlu
olduğu iddia ediliyordu.
İstanbul 4. Levent’teki Sabancı Center’de, 1996 yılında
gerçekleştirilen Özdemir Sabancı ile ToyotaSA Genel Müdürü Haluk Görgün ve sekreter
Nilgün Hasefe’nin öldürüldüğü
suikastı düzenleyen 3 kişilik
ekipte bulunan DHKP-C terör
örgütü üyesi İsmail Akkol, 2014
yılı Şubat ayında Atina’da yakalanmıştı. Yunan polisi, Atina’nın
Gizi semtinde 4 Türk vatandaşının kaldığı bir eve baskın
yapmış, operasyonda 18 yıldır
kırmızı bültenle aranan Mustafa Duyar ve Fehriye Erdal’la
birlikte Sabancı suikastını
gerçekleştiren üçüncü kişi olan
İsmail Akkol da yakalanmış,
aynı operasyonda terör örgütünün silahlı kanat sorumlusu ve
gizli lideri olduğu öne sürülen
Hüseyin Fevzi Tekin ile 2013’te
AK Parti Genel Merkezi’ne lav
silahlı yapılan saldırının zanlısı
Murat Korkut ve bir kadın da gözaltına alınmıştı. MİT’in Yunan
polisine yaptığı baskı üzerine
yapılan operasyonda yakala-
nan Türkiye’ye iade edilmemiş,
hatta tahliye edilmişlerdi.
İsmail Akkol’un başına da
Mustafa Duyar gibi bir son gelmemesi için güvenlik birimlerimizin hem gözünü dört açması,
hem de içeride var olabilecek
hainlere fırsat vermemesi şart!
Sabancı suikastı bizi çok önemli
verilere eriştirecek.
mart 2016
13
Türkiye Ajanda
Herk ül’e ya s ak!
yayınlandığı “www.herkul.org”
adlı internet sitesine erişimin
engellenmesine karar verdi.
İSMİ “Cemaat” mensuplarınca çeşitli şekillerde izah edilmeye çalışılsa da hiçbir mantık sahibinin kanmadığı internet sitesi “herkul.org”a erişim yasağı getirildi.
Kararda, söz konusu konuşmalarda örgüt lideri Gülen’in
yönetici ve üyelerine gerçekleştirilecek eylemlerle ilgili mesaj
ve talimat verdiğinin anlaşıldığı,
bu nedenle Savcılık tarafından
soruşturma başlatıldığı ifade
edildi.
Belli ki niyeti saklı bir akl-ı
evvelin koyduğu isimle FETÖ
elebaşısı Fethullah Gülen’e ait
makale, video ve ses kayıtlarının
yayınlandığı, FETÖ’nün en önde
resmî sitelerinden olan herkul.
org’a erişimin yasaklanması,
açıkçası bugüne değin siteyi
takip ederek örgütün çeşitli faaliyetlerini deşifre eden kardeşlerimizi üzecektir. Zira bu fakiri
üzdü. Öyle ya, “Cemaat” diye
bilinen yıllarda çeşitli vesîlelerle
birtakım kodları yakalayan ve
bu minvâlde çeşitli çıkarımları
rahatlıkla yapan herkul.org
takipçileri, doğrudan örgüte
bağlılar gibi hayran hayran yazı
okumuyor, video izlemiyorlardı.
Örgüt içi mesajları kolaylıkla
yakalayabiliyorlardı.
Bundan sonraki süreçte söz
konusu sitenin kapanmasının
paralel yapıyla mücadelede
etkin sonuçlar getirip getirmeyeceğini göreceğiz. Ancak
kimi bürokratları ve bazı milletvekillerini elinde oynatan
paralel yapı bütün Haşhaşîliği
ile saklanıyorken bu hamlenin
mantığını doğrusu algılayabilmiş değilim.
Geçmişte “Herkül değil abiciğim, ‘her kul’ anlamında o!”
diyerek saf saydıkları beyinleri
kafa kola aldıklarını sananlara
kanmayarak söz konusu sitede
yer alan her haber metninin,
her makalenin ve her “Bamteli”
videosunun neler gizlediğini,
“Herkül değil, her kul” diyen abisine/ablasına “Her kulu anladık
da, ne demeye çalıştığını anlamadık! ‘Her kul Cennet’e girer’
lafındaki dinler arası diyalogcu
‘her kul’ mu?” sorusunu soranlar bu işe üzülmüş olabilirler.
Siteyi kapatmak, gizli faaliyetin
kamuoyundan daha da gizlenerek yürütülmesini sağlayabilir.
>> İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar
Bürosu, “5651 Sayılı İnternet
Ortamında Yapılan Yayınların
Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar
14
mart 2016
Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi” hakkındaki
kanun gereğince “www.herkul.
org” adlı internet sitesine erişimin engellenmesine karar
verilmesi için Nöbetçi Sulh
Ceza Hâkimliği’ne başvurdu.
İstanbul 7. Sulh Ceza Hâkimliği,
“FETÖ/PDY örgütü lideri Fetullah Gülen’in” konuşmalarının
Bu alçak örgütle mücadele
kapsamında yürütülen faaliyetlerin acaba ne kadarı faydalı?
Bu soruyu hakîkî mânâda sormalı ve meselenin muhasebesini dosdoğru yapmalıyız!
Selçuk Kayıhan
Şok (!) açıklamalar, şok (!) buluşmalar!
AK Parti’nin yönetim kademesinde bulunup çeşitli bakanlıklarda da
önemli görevler üstlenen isimler Hüseyin Çelik ile Bülent Arınç’ın sırasıyla verdikleri röportajlar ve kaleme aldıkları mektup formatlı makaleler, AK Parti’de bir bölünme mi olacağına dair tartışmalar başlattı siyaset ve medya dünyasında. Tabiî başlığımızda kullandığımız üzere, medya dünyasında “şok” diye nitelenen açıklamalardan ötürü şok olmadık.
Selâm Tevhid’de
Kumpas
Dâvâsı başladı
SELAM Tevhid’de Kumpas Davası kapsamında
firarî sanıklar Fethullah
Gülen ve Emre Uslu ile eski
emniyet müdürleri Yurt Atayün, Ömer Köse ve muvazzaf subayların da aralarında
bulunduğu 55’i tutuklu,
122 kişinin yargılanmasına
başlandı.
İstanbul 14. Ağır Ceza
Mahkemesi’nce yürütülen
duruşmaya Yurt Atayün ve
Ömer Köse’nin de aralarında bulunduğu 52 tutuklu
sanık, başka suçtan tutuklu
Kazım Aksoy, Ertan Erçıktı
ve 6 tutuksuz sanık ile 42
müştekî ve tarafların avukatları katıldı.
>>Açıklamalar ve röportajların ardından AK Parti’de ve AK
Parti hükümetlerinde önemli
unvanlar almış birkaç ismin bir
araya geldiği yansıdı kamuoyuna. Biz tabiî bunlardan ötürü de
şok olmadık.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül, Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir araya
gelmesinin hemen ardından,
söz konusu “şok açıklamaların
ağabeyi” Bülent Arınç’ın evinde
eski bakanlar Hüseyin Çelik,
Sadullah Ergin ve Nihat Ergün’le
buluştu.
Elbette bu isimler yılların
arkadaşlıklarını paylaşıyorlar.
İstedikleri yerlerde, istedikleri
zaman buluşur, görüşür, tatile
bile giderler. Ancak siyasetin
evcilik oyunundan farklı yanları vardır. “Küstüm, oynamıyorum!” dedikten sonra oyun
alanındakilere çelme takmanın,
arkalarından iş çevirmenin
ahlâkı yoktur! Bırakın siyaseti,
çocuk oyunlarında bile bu
ahlâksızlıktan sayılır.
Gül ve eski bakanlar, 3 saati
aşan buluşmanın öncesi ve
sonrasında herhangi bir açıklama yapmadılar. Zira bu buluşma, dostların çay misafirliği idi.
Bir parti kuruluyor olsa büyük
ihtimâl grubun sözcülüğünü
Arınç yapar, hareketin ismini
zikrederdi. Çay içme fasıllarında da yeni parti kurma hazırlıkları yapılabilir elbette, bunun
herhangi bir partiye zarar
vereceği de düşünülemez. Zira
demokratik bir haktır, kullanılabilir. Ancak sütten tereyağı
çıkarmaya çalışmak, az önceki
evcilik oyunu mızıkçılığı misali
bir ahlâksızlıktır.
Zaten nasıl olduysa, bu “Akşama bizdeyiz” misafirliğinin
içeriği basına da yansımış,
misafirlik sırasında Gül’ün
Erdoğan ile görüşmesi konuşulmuş, Arınç’ın açıklamalarına
yönelik oluşan tepkilerle alâkalı
görüşler “masaya yatırılmış”. Bu
buluşmanın ertesi günü Arınç,
bir televizyon programına daha
çıkıp, “Farklı anlamlar yüklememek lâzım. Dün Cumhurbaşkanı ile görüştüler, gündüz
Ankara’daydılar, akşam da ben
davet ettim. Mesele bundan
ibaret. Dostane bir ziyaret. Biz
bu partinin kurucularıyız, iyi
birer AK Partiliyiz, trollerin
troliçelerin ne dediğinin önemi
yok” diyerek konuyu izah etti
ve “Erdoğan’a kırgın mısınız?
Buluşmada bu konu gündeme
geldi mi?” sorusuna da, “Hissi
konulara girmemek lâzım. Ben
cevap verdim, umarım herkes
bu açıklamalardan bir ders
çıkarmıştır. Hükûmetimizi ve
ülke meselelerini görüştük”
yanıtını verdi.
Dostane ziyareti siyasetçiler
yapınca ülke meseleleri ve
hükümet mutlaka konuşulur
zaten. Biz dahi misafirliğe gittiğimizde “N’olacak bu memleketin
hâli?” diye başlamıyor muyuz
muhabbetlere?
İddianamede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan, Başbakan Ahmet
Davutoğlu, bakanlar, MİT
Müsteşarı, üst düzey siyasî
parti temsilcileri, gazeteciler ve kamu görevlilerinin
de aralarında bulunduğu
968 kişinin ismi “müşteki”
sıfatıyla yer alıyor.
MİT tırlarını durduran
komutana ihraç
ADANA’da MİT tırlarının
aranması olayında tutuklanan ve halen cezaevinde
olan dönemin Adana Jandarma Alay Komutanı Kurmay
Albay Özkan Çokay, Türk
Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK)
ihraç edildi. Bu ihanete ortak
olanların hepsinin sonuna
kadar bedel ödemeleri şart!
mart 2016
15
Türkiye Ajanda
FETÖ firarilerine gizli takip
ADALET Bakanlığı, firari FETÖ mensuplarının yakalanmasını kolaylaştıracak bir tasarı hazırladı. Tasarıyla beraber, anlaşma sağlanan ülkelerde Türk kamu görevlileri “gizli soruşturmacı” olarak görevlendirilecekler.
>> Bu tasarıyla, uluslararası
adlî işbirliği alanında taraf
olunan milletlerarası antlaşma
hükümlerinin iç hukukta uygulanmasının kolaylaştırılması
amaçlanıyor.
Tasarıyla birlikte, Türkiye’de
yürütülen bir soruşturma veya
kovuşturma, yabancı bir devletin adlî makamlarına devredilebilecek. Aynı şekilde, yabancı
devlet adlî makamlarınca yürütülen soruşturma ve kovuşturma da Türk adlî makamlarınca
devralınabilecek.
Tasarıda yer alacak bir diğer
düzenleme ise, sınır aşan suçlarda “ortak soruşturma ekibi
kurulması”. Türkiye’de veya
yabancı ülkelerde koordinasyonun zorunlu olduğu sınır aşan
suçların soruşturmalarını yürütmek üzere belirli bir süre için
ortak soruşturma ekipleri kurulacak. Kişinin rızası hâlinde,
hiçbir prosedüre gerek kalmadan ülkesine iadesi sağlanacak.
Uygulama, “basitleştirilmiş
iade” ismiyle anılacak.
Söz konusu tasarıya ahlâklı
ve ilkeli davranma hususları
da eklense iyi olur. Geçmişte
suçları sabit olup dünya devletlerince tanına terör ve suç
örgütlerinin liderleri ve mensupları inatla ülkemize iade
edilmemiş, uyarılara rağmen
bütün ahlâksızlıklarıyla iadesini almamız gereken teröristler
Avrupa’da ellerini kollarını sallayarak dolaşabilmişlerdi. Ama
bir saniye! Hâlâ öyle değil mi?
İki güzel insan, rahmet-i Rahmân’a kavuştu
BEDİÜZZAMAN Said-i Nursî
Hazretlerinin güzîde talebelerinden, Risale-i Nûr’un öz
şâkirdlerinden önce Mehmed
Kırkıncı, hemen ertesinde de
Said Özdemir Hoca’yı rahmet-i
Rahmân’a uğurladık. İki güzel
insan da artlarından hem
kıymetli eserler, hem değerli
talebeler ve ziyadesiyle hoş
birer sadâ bıraktılar. Allah ganî
rahmet eylesin!
16
mart 2016
Bir yiğidin
ardından
BÜYÜK Birlik Hareketi’nin unutulmayacak lideri
Muhsin Yazıcıoğlu’nu, şehadetinin yedinci sene-i devriyesinde rahmet, hürmet ve
hayırla yâd ediyoruz. Allah
rahmet eylesin!
CHP,
Anayasa Uzlaşma
Komisyonu
masasından kalktı
YENİ Anayasa Uzlaşma
Komisyonu, daha üçüncü
toplantısında son buldu.
CHP, “başkanlık sistemi”ne
dair gerçekleştirilecek demokratik tartışma ortamına
tahammül edemeyerek
masadan kalktı. Gerçi kendi
içindeki söylemlere tahammül edemeyen partiden
beklenen performans da
buydu!
Daha geçtiğimiz ay
Komisyon’un kurulduğunu
ve hangi partinin hangi
isimlerle temsil edileceğini
bu sayfalardan zikretmiş,
AK Parti’yi Cemil Çiçek
üzerinden eleştirmiştik
dahi. Ancak daha üçüncü oturumunda dağılan
Komisyon’un “yeniden”,
“demokrat” ve “iş yapacak”
isimlerle şekillendirilmesi
gerekiyor.
Selçuk Kayıhan
Şimdi “cihan”da kayyum “zaman”ı!
BUNDAN yıllar önceydi, Türkiye bütün Avrupa ülkelerini diplomatları aracılığıyla tek tek dolaşarak PKK’nın yazılı ve görsel yayın organlarını
kapattırmak için uğraşıyordu. Tabiî o sıralar örneğin bir MED TV’nin yayının durdurulması için bile Türkiye’den ilginç ödünler bekleyen ne büyük fırsatçılar vardı.
Bir mücahidin
ardından
MİLLÎ Görüş Hareketi’nin
unutulmayacak lideri Prof.
Dr. Necmettin Erbakan’ı,
vefatının beşinci sene-i devriyesinde rahmet, hürmet ve
hayırla yâd ediyoruz. Allah
rahmet eylesin!
>> O yıllar geçti, Türkiye bu
kez Efendimize (sav) hakaret
içerikli karikatürler yayınlanan
ülkelerin liderleriyle bu tür
yayınlar hakkında görüşmelere
girişti. İlginçtir, bu konuda dahi
Türkiye’den karşılık olarak bazı
isteklerde bulunuldu. Batı’nın
acınası hâli de o süreçte daha
belirgin bir manzarayla ortaya
çıkmıştı.
Derken Türkiye Cumhuriyeti
Devleti ve idarecilerinin birtakım medya organlarıyla giriştiği
çatışma, daha aşağılık hâller almaya başladı. Medya üzerinden
kurulu tuzaklar, alçak manşetler, şifreli köşe yazıları, haysiyetsiz fotoğraflamalar, fitneci kırpmalar ve bel altı karikatürlerle
şekillendirildi bu çatışmalar. Ne
kişiliğe saygı, ne aile hukuku, ne
kul hakkı gözetildi medya tarafından. Devlet ve onun millet
tarafından seçilmiş idarecileri,
her gün “hukukun üstünlüğü”
mavrasına sığınanların saldırılarına uğradılar.
Hâlbuki bu ülkede hukukun
üstünlüğü, hukukî boşlukları
en “profesyonel” şekilde değerlendiren hukuk insanlarının
para için her şeyi nasıl becerebileceklerinin altına gizlenmişti.
Üstün olan, alttaydı. Sahte belgeler ve alçak montajlarla üstün
olanın böyle ırzına geçilmeye
kalkışılmıştı.
Derken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “Kırmızı Kitap”
ismini verdiği belgeye bir terör
örgütünün ismi kaydedildi.
Kaydedilmişti kaydedilmesine de, söz konusu örgütün
hizmetkârı olan ne kadar kol
varsa hâlihazırda yürüttükleri
fitne çalışmalarına devam ediyorlardı. Hukukun üstünlüğü
(!) bu sırada yine devreye girdi.
Bu yüzden her şey yine hukuk
içinde kalınarak çözülecekti.
Vaktiyle başka ülkeleri tek tek
gezip terör örgütü propagandası
yapan televizyon ve gazeteleri
kapattıran Türkiye, deşifre ettiği
örgütün televizyon ve gazetelerini bu yüzden bir anda kapatamıyordu. Öyle ya, Türkiye’yi
terör örgütlerine yardım
etmekle suçlayan ve bunun da
ötesinde Biricik Habîbullah’a
(sav) hakaret edenleri övüp bu
ülkede onların yayını salyangoz
niyetiyle satan gazetenin madrabazları yine bu ülkenin hukukçuları tarafından tahliyeye
hak kazanıyorlardı.
Çok mu uzattık? Hızlıca söyleyelim: “Zaman” adlı gazeteye
kayyum atayan devlet, bir terör
propagandacısına daha el koydu. Hemen ardından devamı
geldi ve Cihan Haber Ajansı da
aynı akıbeti yaşadı.
Gazete ve haber ajansının
idarecileri görevlerinden
uzaklaştırıldı. Zaman Gazetesi
Genel Müdürlük binası önünde
kayyum atamasını protesto
etmek isteyenlerle polis arasında gerilim yaşandı. Bu esnada
karşımıza çıkan manzara utanç
vericiydi. Bu ülkeyi İran ya da
Cezayir, ama bilhassa da Suriye
oldurtmamak için canlarını
ve bütün hayatlarını, aile ve
sermayelerini feda edenlerin
bir an olsun yanlarında olmayan ve “Ağaç boyun bükmeli ki
rüzgâr onu kırmasın” şeklindeki
aşağılık deyişin arkasına sığınanların, bir terör örgütünün
yayın organına Türkiye Cumhuriyeti Devleti el koyuyor diye
“canlı kalkan” ayağına yatmaları
hakikaten utanç vericiydi!
F. Gülen’e buradan “hatırlatmalı” bir tavsiyede bulunarak
bitirelim ki, utanç verici bu olaydan kimin utanması gerektiğini
anlatmış olalım:
Siyonist-Haçlı işbirliğinin
verdiği görevi madem yerine
getiremedin, bu işi beceremedin madem, öyleyse çek git şu
âlemden de aynı havayı solumayalım!
mart 2016
17
Ayın Yorumu Dünya
Kosova’dan Tür
çeşidinden darbeye rağmen
biz varız!
“HÜDAVENDİGÂR’IM BENİM
SULTAN MURAD’IMDIR;/ BİL
DÜNYAYA YENİDEN HÜKMETMEK
MURADIMDIR…”
Çokça kullandığım bir sözüm vardır: “İnsana en ağır
gelen davranış biçimi ‘yok
sayılmak’tır!”
Vatikan şemsiyesi altında
toplanan Haçlı sürüleri, bu aziz
milleti ve bu aziz milletin son
devletini yok saydılar. İşin en
kötüsü ise, bizi bize yok saydırdılar! Nasıl mı? “Biz yapamayız…
Biz başaramayız…”
( K O S O VA , 0 7 . 0 3 . 2 0 1 6 )
İsterseniz size çok basit bir
formül vereyim: İçimizdeki
Vatikan uşaklarından birini
karşınıza alın ve konuşun; o
zavallılardaki en büyük özelliğin ABD başta olmak kaydıyla
müthiş bir Batı hayranlığına
sahip olduklarını görürsünüz.
Tahsillilerinin bile…
OSMANLI mîrası Kosova’ya daha önce de gitmiştim. Fakat o gidişlerimizde Bosna üzerinden Kosova’ya uğramıştık. Bu kez bir seri konferans dolayısıyla Kosova’ya doğrudan gittim. Yani doğrudan İstanbulPriştina seferini yapan THY uçağıyla Priştina’ya indim.
>> Uçaktan inip de körüklü
koridora girdiğimizde Türk
mührünü görmek insana ayrı
bir heyecan veriyor. Nasıl Türk
mührünü gördüğümüzü mü soruyorsunuz? Körüklü koridor,
içine girer girmez adeta “Hoş
geldiniz!” der gibi, “Beni Türkler
yaptı” diye haykırıyor.
Evet, biraz daha ilerleyince
iyice anlıyorsunuz ki bu peronu
yapanlar da Türkler...
Aynı şeyi Osmanlı mîrası
bütün ülkelerde zaten görüyor-
18
mart 2016
sunuz. Hani bir zamanlar bir
TV kanalında bir program vardı
“Avrupa’da Türk İzleri” adıyla, o
program ceddimiz Osmanlı’nın
Avrupa’daki izlerini arıyordu.
İçimizdeki bazı nâmertlerin
hayran olduğu Batılıların onca
tahrîbâtına rağmen silemediği o
izlerden muhteşem örnekleri o
programda seyretmiştik. Şimdi
yapılacak yeni bir TV programıyla Avrupa’daki yeni Türk
izlerini görsek iyi olur. Elbette
Avrupa ve Asya’daki Türk izleri-
ni görmeliyiz programda.
Evet, biz varız! Türkiye
Cumhuriyeti olarak Avrupa’da,
Asya’da, Afrika’da, Amerika’da
biz varız. Uzun yıllar bizi içe
kapatanlara rağmen, artık
ülke ve millet olarak dünyanın
her yerinde varız. Uzun yıllar
bizi bize unutturanlara karşı
tarihimizden aldığımız güçle
yeniden ayağa kalktık. Batılıların elbirliği ederek askerimizin
içinde yetiştirdikleri çeteler
vasıtasıyla yaptırdıkları her
Yahudîlere yani Hz. Musa’nın
(as) 40 gün için Tur-u Sînâ’ya gidişinde daha Firavun zulmünden kurtuluşlarının üzerinden
sadece günler geçmişken
Samirî’nin ziynet eşyalarından
îmâl ettiği böğüren buzağıya
tapanlara, Hz. Musa’nın (as)
yerine İsrailoğullarının başında
bıraktığı Hz. Harun’u (as) öldürmeye kalkanlara “asil millet”
diyenlerin olduğunu göreceksiniz.
Evet, Batılıların içimizde
yetiştirdikleri nâmertlerin çok
özel gayretleriyle biz bizi yok
saydık. Tarih boyu insanlığa
insanlık öğretmiş olan bu aziz
milleti, içimizdeki Batılılar, Vatikan şemsiyesi altındaki pisliklere hayran ettiler. Bu yok sayılmanın en doğal sonucu olarak
sınırlarımız içine kapatıldık.
Elimize “Yurtta sulh, cihanda
sulh” sloganını bir bayrak olarak verdiler ve böylece bizim
sınırlarımızın dışına gözlerimizi
kapatmamızı istediler. Tarihî
coğrafyalarımızın yağmalanmasına, ortak tarihimizin yok
edilmesine, muhteşem medeniyet eserlerinin yakılıp yıkılma-
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen // [email protected]
kiye’ye bakmak
sına göz yummamızı istediler.
Fakat genlerimize işleyen
İslâm, bu aziz milleti kendi
hâline bırakmadı, elhamdülillah! Muhteşem tarihî mîrasımız,
muhteşem bir milletin evlatları
olan bizleri kendi hâlimize
bırakmadı, şükürler olsun!
İçimizdeki bazı nâmertlerin
“İsrail şeylerinden izin almamız
gerekir”, “Suriye’de bizim işimiz
ne?” demelerine aldırmadı ve
yapacağını yaptı bu millet. Bugün bütün dünyada her şey bu
aziz milletin evlatlarının lehine
işliyor. Çünkü tarih döndü. Çünkü Halik-ı Zülcelâl, gücü kuvveti
elden ele dolaştıracağını beyân
ediyor. Bu O’nun (cc) sünnetidir
ki, biz müminler buna “Sünnetullah” diyoruz. Bu O’nun (cc)
âdetidir ki, biz müminler buna
“Âdetullah” diyoruz. Kafasını ve
gönlünü Batı’ya tapulayan lâik
dinin müminleri ise buna “tabiat kanunları” diyorlar.
Evet, Allah’ın ezeldeki
takdîrine göre güç ve kuvvet,
iyilik ve güzellik, kavimler ve
milletler arasında elden ele
dolaşacaktır. Ve elhamdülillah,
sıra tekrar bize gelmiştir. Nasıl
mı? İşte şöyle!
muhteşem ifadesiyle, “Zulm ile
âbâd olanın âhiri berbâd olur”.
Ve topyekûn Batı, yani Vatikan
şemsiyesindeki Haçlı sürülerinin âbâd oluşları hep zulüm
iledir. Haçlı sürülerinin zulümsüz bir günleri, bir anları dahi
yoktur. Çünkü onların bedenleri zulüm ile yoğrulmuştur. Vatikan şemsiyesi altında bulunan
bütün Haçlı sürüleri isteseler de
zulmetmeden, yağmalamadan,
başkasının kazancını kendi
hânelerine geçirmeden yaşayamazlar. Zulüm ile yoğrulmuş
olan bedenleri kan ve gözyaşıyla beslenir. Girdikleri yeri tahrip
etmekten, yakıp yıkmaktan,
yağmalamaktan hoşlanırlar.
Oysa bizim milletimizin
tarihinde asla zulüm yoktur!
Bunun en açık ispatı, dört beş
asır hükmettiğimiz coğrafyaların insanlarının kendi dillerini
konuşmalarıdır. Haçlılarsa
bir asır bile kalmadıkları coğrafyalarda kendi kültürlerini
yerleştirmişler, kendi dillerini
konuşur hâle getirmişlerdir.
Âkif’in diliyle söyleyelim bunu:
“Bir zamanlar biz de millet, hem
nasıl milletmişiz,/ Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir, öğretmişiz!/
İnsanlığın bütün ufukları kapkaranlıkken,/ Işık olup fışkırmışız ta karanlığın koynundan!”
ken iç çekişi de ne oluyor?” mu
diyorsunuz?
sürülerinin gizli veya açık sultası altına girmişiz.
Tarihin iç çekişi, bu aziz
milletin şahsında insanlık adınadır. Bu iç çekişin asıl olarak
birkaç nedeni vardır ki ilki, bu
milletin tarihten uzaklaştırılmış
olmasıdır. Yani böyle bir milletin tarihte olmayışıdır tarihe iç
çektiren. Öyle ya, bu milletin tarihte olmadığı yüz yıllık zaman
diliminde insanlık tarihinin
en büyük zulümleri işlenmiş,
insanlık tarihi boyunca ülkeler
ve milletler arasında yapılan
savaşlarda öldürülen insanların çok daha fazlası bu milletin
tarihte olmadığı, hükmünün
geçmediği son asırda öldürülmüştür. İsterseniz tarihe biraz
daha yakından bakın! Cengiz ve
Hülagu Han’ın komutasındaki
Moğolların yaptığı zulümler, bu
milletin içinde olamadığı son
asırda modern Haçlıların yaptığı zulümlerin yanında böcek
ısırması gibi kalır.
Şimdi yeni bir diriliş başladı!
Bu dirilişin en doğal sonucudur
ki, tarihe yürüyoruz. Bir asırdır
bizi bekleyen, insanlığa insanlık
öğrettiğimiz, bir fermânımızla
kralları tutsaklıktan kurtardığımız tarihe…
Allah zalimleri sevmez.” (Ali-i
İmran, 140-141)
Evet, tarih Kâinatın
Efendisi’nin (sav) ve peşinden
gelen Râşit Halifelerin yaşattığı
Saadet Asrı olarak ifade edilen
zaman diliminden bu yana,
bu milletin tarihinden daha
muhteşemine rastlamamıştır.
Tarihin gıptası da, hayranlığı da
bunun içindir.
Nedenlerin ikincisi, bu milletin tarihe dönüşünün gecikmiş
olmasıdır. Evet, bu milletin
tarihe dönüşü gecikmiştir! Bu
gecikmenin asıl nedeni yine
Vatikan şemsiyesi altındaki
Haçlılar olsa da, bu gecikmede
şüphesiz ki kendi rolümüz de
vardır. Birçok konuda dünyadan kopmuş, hayatın dışında
bir hayatı tercih etmişiz. “Dünyanın ahiretin tarlası oluşu”
gerçeğinden uzaklaşmış, yeni
bir şeyler üretmek yerine daha
önce yazılanları şerh etmeyi bilim adamlığı sanmışız, O Güzel
Nebî’nin (sav) kıyamete kadar
geçerli olacak şu muhteşem
sözlerini hiç anlamamışız: “İki
günü bir olan ziyandadır!” “Müslümanın kuvvetlisi, zayıfından
hayırlıdır.” “Veren el, alan elden
üstündür!” “Beşikten mezara
kadar ilim isteyin!” “İlim, kadın
erkek herkese farzdır!” “Ya Rab,
bana eşyanın hakîkatini öğret!”
Evet, Allah (cc) zalimleri
asla sevmez! Bu aziz milletin
“İyi de, bu milletin tarihe
yeniden dönüşünü seyreder-
Biz, bu sözleri anlayan ve bu
sözlerin gereğini yapan Haçlı
“Eğer size (Uhud’da) bir yara
değmiş bulunuyorsa, (Bedir’de)
o kavme de o kadar yara değmiştir.
O günler (öyle günlerdir ki)
biz onları insanlar arasında
(kâh lehlerine, kâh aleyhlerine
olmak üzere elden ele ve nöbetleşe nöbetleşe) döndürür
dururuz.
(Bu da) Allah’ın (ezeldeki)
ilmini îman edenlere açıklaması, içinizden şehitler edinmesi,
müminleri tertemiz yapıp
kâfirleri (murdar ölümle) helâk
etmesi içindir.
Evet, işte şimdi karanlığın
koynundan tekrar ışık olup
fışkırma zamanımız geldi!
Tarih, bu aziz milletin kendine doğru yürüyüşünü seyrediyor. Hayranlıkla, gıptayla, iç
çekerek oluyor bu seyir.
Batı’nın kalbine gümüş birer
hançer gibi saplanan Bosna,
Kosova, Makedonya ve Arnavutluk da bizim tarihe dönüşümüzü bekliyor! İnanın, Vedâ
tepesinde Medînelilerin O Güzel
Nebî’yi bekledikleri gibidir bu
bekleyiş! Çünkü bu aziz millet
o coğrafyalara, o coğrafyaların
insanlarına, o coğrafyalarda
yaşayan ceddimizin mîrası olan
Evlâd-ı Fatihan’a Peygamber
soluğunu götürecek. Bunalmış
insanlara, Haçlı sürülerinin
kararttığı gönüllere Peygamber
ışığını götürecek. İzlerini kaybetmişlere, yollarını şaşırmışlara
Peygamber izini götürecek…
Tarihî coğrafyalarımızın insanları ve elbette bütün insanlık ve de tarih, işte bunun için
bizi bekliyor! Bu bekleyişi boşa
çıkarma hakkımız var mı? Bu
bekleyişi geciktirme hakkımız
var mı? Tarihin bize yüklediği
bu görevden kaçma hakkımız
var mı?
Öyleyse içimizdeki
nâmertlerin olanca namertliklerine, Vatikan uşaklarının
güneşten kaçan yarasalar gibi
İslâm’ın ışığını ve nûrunu götürecek olan bu aziz milletin
tarihî yürüyüşünü engelleme
çabalarına rağmen, tarihî görevimizi yapmak için, haydi el
ele, gönül gönüle bu kutlu yürüyüşü tamamlayalım ve bizi
bekleyen gönüllerle buluşalım,
kucaklaşalım, hâlleşelim, ağlaşalım, hasret giderelim!
Evet, işte Kosova’dan bakınca
ben bunları gördüm. Bu görüşüme katılır mısınız? Öyleyse ne
duruyorsunuz?!
mart 2016
19
Dünya Ajanda
Tabela: “PYD Moskova Temsilciliği”
ALÇAK terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD,
Rusya’nın başkenti Moskova’da temsilcilik açtı.
silcisi Brett McGurk, Kobani’ye
giderek PYD ile görüşmüş, hatta
bölgedeki kaynaklara göre
McGurk’e Fransız ve İngiliz yetkililer de eşlik etmişti. PYD’nin
neler yaptığını, Moskova’da
neler yaşandığını onlardan da
mı duymamışlar acaba?
Suudi Arabistan
uçakları
İncirlik’te
>> PYD temsilciliğinin Rusya
Adalet Bakanlığı’na bağlı bir
sivil toplum kuruluşu statüsünde olacağı kaydedilirken, açılışa
katılan Rusya Kürtleri Ulusal
ve Kültürel Federal Otonomisi
Eş Başkanı Ferhat Patiyev, bu
büronun uygulamada bir büyükelçilik gibi çalışacağını söyledi.
Patiyev, benzer büroların ayrıca
Washington, Berlin ve Paris’te
de açılmasının planlandığını
kaydetti.
Vaktiyle Türkiye, Avrupa’da
diplomatik turlar atıp PKK’ya
dair temsilcilik, yayın organı,
hatta buluşma noktalarının
dahi kapatılmaları için büyük
emekler sarf etmiş, zor da
olsa, Avrupa’nın ikiyüzlülüğü
altında bu tür PKK birimlerini
sonlandırmayı becerebilmişti.
Bol terimlerle süsledikleri bilmem ne menem kuruluşlarının
Eş Başkanı’nın söylediklerini
okuyunca insan tuhaf oluyor ve
diyor ki, “Gelecekte ABD, Almanya ve Fransa’da da açılacak
bu temsilciliklerin ilki Rusya’da
açılıyor ve bunun bir büyükelçilik vazifesi göreceğini söylü-
20
mart 2016
yorlar. Demek ki bu dört ülke,
Suriye’de bir Kürt devleti de
kurmak kaydıyla bölgede yeni
devletçiklerini oluşturacaklar”.
PYD, bütün dünyanın terör
örgütü olarak kabul ettiği
PKK’nın Suriye uzantısı. Böyle
bir büronun Moskova’da örtülü
büyükelçilik işlevi görevi bir
yana, tabelasında “PYD Moskova Temsilciliği” yazması öte
yana… Bize göre bütün plan
deşifre olmuş ve ABD, Rusya,
Almanya ve Fransa, bütün
düşmanlıklarını açığa vurarak,
Kandil’i PKK’nın başına yıkan
Türkiye’ye karşı, “Sen ne yaparsan yap, biz onlara doğrudan
kendi ülkemiz sınırlarında yeni
kamplar iskân ederiz” demiştir.
Nitekim Moskova’daki büroda
asılı aşağılık harita, bu planın en
net göstergesidir.
“Moskova’daki PKK kampının” açılışına giden HDP’lilere
gelince… Onlar hakkında buraya
tek not düşeceğiz: Öyle bir onursuzluk ki, Türk pilotlar Rus’un
tacizci jetini düşürdükten sonra
soluğu Lavrov’un yanında
alanlar, belli ki bu “kampın”
başvurusunu yapmışlar.
Bu arada kutsal müttefikimiz (!) ABD’den de elbette söz
konusu “kamp” ve “kampın
sorumlusunun demeci” hakkında “kısa” bir yorum geldi.
ABD Dışişleri Bakanlığı Basın
Sözcüsü Mark Toner, Rusya’nın
Suriye’de yaptığı operasyonların bu ülkeyi daha beter bir hâle
getirdiğini ve siyasal çözüm
arayışlarını daha da zora soktuğunu söylerken, “Rusya’nın
başkenti Moskova’da PYD’nin
bir ofis açması ve duvarlarında ABD’nin de terörist olarak
kabul ettiği Abdullah Öcalan’ın
fotoğraflarının bulunması, PKK
ile PYD arasında bir bağ olduğunu göstermez mi?” şeklindeki
soruya “Ben bu haberleri görmedim!” cevabını verdi.
Evet, kısa bir yorum: “Ben bu
haberleri görmedim!” Böylesi
durumlar için atalarımızın konuyu tam yerine oturtan sözleri
mevcuttur ya, müstehcenliği bir
yana, bu yorumların sahipleri
anlamazlar. Ama bir saniye!
ABD Başkanı Barack Obama’nın
DAEŞ ile Mücadele Özel Tem-
BİRLEŞMİŞ Milletler
kararı ile DAEŞ’e karşı
gerçekleştirilecek operasyonlar için oluşturulan
koalisyonda yer alan Suudî
Arabistan’ın 4 savaş uçağı,
bu operasyonlara katılmak
üzere Adana’daki İncirlik
Hava Üssü’ne geldi. ABD’nin
öncülüğündeki koalisyonun
bölgeye yönelik hava operasyonları ile Türkiye’nin
sınır güvenliği uçuşlarında
bundan böyle Suudî uçakları da görev yapacak.
5 bin kilometreye kadar
menzili bulunan ve saatte
3 bin kilometre dolayında
hız yapabilen Suudî uçakları, ortalama jetlere göre
havada yakıt ikmâline gerek
kalmadan uçma özelliğine
sahipler. Böylece Türk-ABD
ortak savunma tesisi olan
İncirlik’te, uçakları ile birlikte
koalisyona katılan beşinci
ülke Suudî Arabistan oldu.
Stockholm’de
Türk derneğine saldırı
İSVEÇ’in Stockholm
kentinde bulunan Fittja’daki
Türk Kültür Derneği’nde
meydana gelen bombalı
saldırı sonrasında dernek lokalinde ağır tahribat meydana geldi. Lokalde kimsenin
olmaması, olası can kaybı ve
yaralanmaları önledi.
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
Türkmenler Türkiye’ye geliyor
SURİYE’de Rus uçaklarının bombaladığı köylerinden kaçarak
Hatay’ın Yayladağı sınırındaki Yamadi Kampı’na sığınan Bayırbucak Türkmenleri, çatışmaların bulundukları bölgeye yakınlaşması üzerine kafileler hâlinde Türkiye’ye giriş yapmaya devam
ediyorlar. Türkiye’ye giriş yapan Suriyeli Türkmen ve Arap ailelerin sayısı iki binli sayılara ulaştı.
“Türkiye
bizim
gururumuz!”
PAKİSTAN Ulema
Konseyi Başkanı Hafız
Tahir Eşrefî, “günümüzün
Hâricîleri” olarak nitelendirdiği DAEŞ’in sosyal medya
üzerinden gençlerle irtibat
kurmayı başardığını belirterek, bu örgütle başa çıkabilmek için din adamlarının
sosyal medya üzerinden
halkla bağlantısının kuvvetlendirilmesi gerektiğine
dikkati çekti.
>>Yamadi Kampı’nda bulunan ve çoğunluğunu çocuk,
kadın ve yaşlıların oluşturduğu
sığınmacılar, Yayladağı’nın
Pulluyazı köyündeki sınır noktasında AFAD ekiplerince karşılanıyorlar. Burada biyometrik
kayıt işlemlerinin ardından
ailelerin bir kısmı akrabalarının yanına yerleştirilirken,
Türkiye’de yanına gidecek
yakını bulunmayan diğerleri
ise AFAD’ın Hatay, Gaziantep ve
Şanlıurfa’daki barınma merkezlerine sevk ediliyor.
Suriye’nin Lazkiye kırsalında yer alan Kelez köyü ve
çevresinde ise çatışmalar
yoğunlaştı. Türkmen köyleri,
savaş uçakları, havan ve füzelerle vurulurken, rejim güçleri
de karadan bölgeye girmeye
çalışıyor. Rejim muhaliflerinin
karşılık verdiği noktada şiddetli
çatışmalar yaşanıyor. Suriye
ordusunun, Rus savaş uçaklarının hava desteğiyle Türkiye
sınırında bulunan ve stratejik
öneme sahip olan Lazkiye
kentinin kuzeydoğusundaki
Navara kasabasını aldı.
Suriye’de ne idüğü belirsiz
bir ateşkes sağlanıyor, ancak
yurtlarından edilen insanlar
için hiçbir çözüm üretilmiyor.
Türkiye’nin bu noktada ateşkese dair yürüttüğü politika
önemli. Zira ateşkese rağmen
kardaşlarımızın can vermeye
ve topraklarından göç etmeye
devam ediyorlar. Bu noktada
ateşkese kimin uyup kimin
uymayacağı önemli! Zira
bölgedeki Türkmenleri Esed
güçleri, Rusya, PYD ve DAEŞ
vuruyordu.
Boko Haram
terörü: 85 ölü
NİJERYA’da Boko Haram
terör örgütü militanlarının Borno eyaletine bağlı Maiduguri
kentinde düzenledikleri saldırıda 85 kişi öldü. 50 kişinin de
yaralandığı saldırıda kalabalık
bir grup Boko Haram militanı,
araba ve motosikletlerle geldikleri kasabada evleri ateşe
verdiler. Bu saldırılardan kaçanların arasına dalan 3 kadın
intihar eylemcisi de üzerlerindeki bombaları patlatarak
saldırıya ortak oldular.
Eşrefî, Pakistan’da bu
örgüte desteğin yok denecek kadar zayıf olduğu
değerlendirmesinde bulunurken, medreselerin
DAEŞ propagandasına alet
olacağına inanmadığını
da kaydetti. Eşrefî, dünyada alevlenen mezhep
çatışmalarına ilişkin olarak
Pakistan özelinde bir ŞiîSünnî gerilimi tehdidi bulunmadığını belirterek, “Dış
güçlerin desteğiyle böylesi
bir fesat çıkarmak için hazır
bekleyenler olabilir. Ancak
biz onların emellerini boşa
çıkartacağız” diye konuştu.
Türkiye’nin İslâm dünyasında büyük bir askerî güç
olduğunu belirten Eşrefî,
“Türkiye bizim gururumuz!
Orada meydana gelen terör
olaylarını üzüntüyle karşılıyoruz. Türkiye’yi istikrarsızlığa sürüklemek için bazı
oyunlar oynanıyor. Ancak
Türkiye zayıf olursa, İslâm
âlemi de zayıf olur” şeklinde
konuştu.
mart 2016
21
Dünya Ajanda
Suriye’de Suriye’siz ateşkes
BİR süredir Suriye’de bir ateşkes sağlamaya yönelik çeşitli
çalışmaların yürütüldüğünü biliyoruz.
>>Zulüm beşinci yılına
girerken, ülkede insan bırakmamışken, mazlumlar bombardımanlardan, açlıktan ve hatta
yurtlarından göçerken canlarını vermişken, nihâyet ABD
Dışişleri Bakanı John Kerry, Rus
mevkidaşı Sergey Lavrov’la
gerçekleştirdiği görüşmede,
Suriye’de ateşkesin en kısa
sürede yapılması konusunda
geçici anlaşmanın sağlandığını
belirtti. Ardından BM Güvenlik
Konseyi’nin gerçekleştirdiği
toplantıyla bu karar sonuca
bağlandı.
Beşar Esed’in yönetimde
oldukça Suriye krizinin sonlanmayacağını ifade eden Kerry,
Amman’da gerçekleştirdiği
basın toplantısında, “Defalarca
Esed var olduğu sürece savaşın bitmeyeceğini söyledim.
Suriye’de ateşkes olabilir. Barış,
savaşın sürmesinden daha iyi;
siyasî çözüm, askerî çözümden
daha iyi” dedi.
Şimdi soru şu: Suriye’deki
ateşkes ne kadar Suriye için,
Suriyeli için? Suriye’deki ateşkesi muhatabı Suriye’mi?
Rus’un blöfü bitmez!
arkalarına bile bakmadan geri
döndükleri de böylelikle kolayca aklıma geliyor.
SURİYE’ye girdiği günden bu yana her demeciyle dünyaya kabadayı rolü kesen Rusya, hem
kel, hem fodul hâlleriyle ağzından çıkanı kulakları duymaz şekilde savuruyor.
Ukrayna ile giriştiği ahlâksız
savaş sırasında Avrupa’yı da
karşısına alan Rusya, belli ki
hâlâ o ellerinden düşürmedikleri votkanın etkisinde. Zira
bir Alman gazetesine konuşan Rusya Başbakanı Dimitri
Medvedev’in sözleri, o kel ve
fodul kabadayının hiç akıllanmayacağını resmeder cinsten.
Medvedev, yeni bir dünya
savaşı başlatmaktansa, tüm
güçlerin Suriye’deki savaşı
sona erdirmek için müzakere
masasına oturması gerektiğini
kaydederken bakın şu sözleri
sarf ediyor: “Amerikalılar ve
Arap partnerlerimiz iyi düşünmeli: Kalıcı bir savaş istiyorlar
mı? Böyle bir savaşı çok çabuk
kazanmak mümkün değil. Özellikle de herkesin herkese karşı
savaştığı Arap dünyasında…”
>>Votka şişelerini kafalarına
dikip dikip Grozni girişinde poz
veren Rus askerlerini hatırlıyo-
22
mart 2016
rum da, Dudayev’in, Basayev’in,
Mashedov’un kahraman mücahitleri tekmeyi basınca nasıl
Muhtemel bir büyük savaşta
hangi kartları nerelere oynayacağının kendince hesaplarını
yapmış olan Rusya’ya bizim hatırlatacağımız ise şu: İçki bütün
kötülüklerin anasıdır!
Tecavüzcülere
idam
HİNDİSTAN’ın Batı Bengal
eyaletinde 3 yıl önce 20 yaşındaki üniversite öğrencisine
tecavüz edip öldürdükleri
gerekçesiyle 3 kişi idama, 3 kişi
de müebbet hapis cezasına
mahkum edildi. Aynı davada
yargılanan 2 sanıksa delil yetersizliğinden beraat etti. Temmuz
2013’te, evine döndüğü sırada
tecavüz edilip öldürülen genç
kızın cesedinin atıldığı havuzda köylülerce bulunmasının
ardından eyalette protesto
gösterileri düzenlenmişti. Silahlı veya ahlâkî, hiç fark etmez,
Hindistan, terörün cezasının ne
olduğunu göstermiştir.
Ömer Bekir Sadık
Ruhanî: “Türkiye ile ilişkiler geliştirilmeli!”
SON aylarda Suudî Arabistan ile arasındaki gerginliği tekrar pik yapan İran, iki ülkenin de yanında olması için gayret sarf ettiği
Türkiye hakkında yeni diplomatik süreçler
başlatmak üzere adımlar atıyor.
>>Son olarak İran’ın yeni
Ankara Büyükelçisi olarak
atanan Muhammed İbrahim
Tahiriyan’ı kabul eden İran
Cumhurbaşkanı Hasan Ruhanî,
“Türkiye ile ekonomi, turizm ve
kültürel alanlardaki ilişkilerin
güçlenmesi gerekiyor” diye
konuştu ve İran ile Türkiye
arasındaki ikili ilişkilerin güçlenmesinin büyük önem taşıdığını kaydetti. Ruhanî, bölgesel
sorunların çözümü ve güvenliğin sağlanması için ortak
işbirliğinin gerekli olduğunu da
ifade etti.
İran yönetimi, Suriye sorunu
konusunda ciddî bir anlaşmazlık içinde olduğu Türkiye ile
ilişkilerin geliştirilmesini istediği yönünde güçlü mesajlar
vermek isterken, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhanî, İran’ın
yeni Ankara Büyükelçisi’ni
“olağanüstü ve tam yetkili büyükelçi” unvanıyla Türkiye’ye
gönderdi.
Bu arada, Türkiye’nin
İran’dan aldığı petrol konusunda uluslararası tahkime giderek
ödemiş olduğu standart üzeri
ücretleri İran’dan talep etmesi,
tahkimden olumlu bir netice
alınarak sonuçlandı. İran, ülkemize tazminat ödeyecek.
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı İbrahim Rahimpur, doğalgaz
fiyatları nedeniyle yaşanan
anlaşmazlığın ardından verilen
tahkim kararını kabul ettiklerini
belirterek, “Tahkimin gereğini
daha fazla gaz vererek veya
nakit olarak yerine getirmemiz
lâzım. Sorun yakında çözülecek” dedi.
“Ermenistan, Karabağ’a PKK’yı yerleştiriyor!”
ULUSLARARASI Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Derneği (ASİMDER) Genel Başkanı Göksel
Gülbey, Türkiye’nin PKK’ya karşı son zamanlarda
yaptığı operasyonlardan dolayı terör örgütünün
üs olarak kullandığı Kandil’den, Ermenistan’ın
işgâli altındaki Azerbaycan toprağı Dağlık
Karabağ’a yerleşmeye başladığını söyledi.
>> Terör örgütü PKK’nın
elebaşlarının bölgede sıkıştığını, bu nedenle kendilerini daha
güvende hissettikleri ve eğitim
kamplarının da bulunduğu
Dağlık Karabağ’ı tercih ettikleri-
ni belirten Gülbey, şunları kaydetti: “Ermenistan, işgâl ettiği
Azerbaycan toprağı olan Dağlık
Karabağ bölgesine PKK ve diğer
örgütleri yerleştirerek kendisine avantaj sağlamak istiyor.
Ermeni aileler, çocuklarını o
bölgeye asker olarak göndermiyor. Ayrıca Azerbaycan ordusunun da işgâl altındaki topraklarını geri almak için savaşa hazır
olduğunu bildiği için bu tür
silahlı örgütlerin gücüne ihtiyaç
duyan Ermenistan, Rusya destekli olarak işgâl ettiği toprakları
PKK’nın üs olarak kullanmasına
izin vermiş durumda!”
Rusların 1923-1929 yılları arasında, Dağlık Karabağ bölgesinde “Kızıl Kürdistan Muhtariyeti”
adı altında bir bölge kurarak
Azerbaycan, Ermenistan ve
İran’da yaşayan Kürtlerin de
o bölgeye yerleşmelerini sağladıklarını belirteren Gülbey,
“Tarihten beri Rusya ile Ermenistan, Kafkasya Kürtlerini
amaçları uğruna kullanarak,
kurdurmak istedikleri Kızıl
Kürdistan kartını yeniden PKK
ile oynamak istiyor. Bunun
Kürtlere faydası olmayacağı
gibi, bölge insanlarına da faydası olmayacaktır. Kafkasya
Kürtleri bu oyuna gelmemeliler!
Türkiye ve Azerbaycan da bu
konuda gerekli tedbirleri almalı
ve Rusya ile Ermenistan’ın bu
sinsi oyununa son verdirmeliler” dedi.
“Kerkük’ü federal
bölge ilân ederiz!”
IRAK Türkmen Cephesi
Başkanı Erşad Salihî, “Kürt
siyasî partileri arasında
anlaşmazlık yaşanıyor. Bazı
Kürt partilerinin talebi olan
Irak’ta bağımsız bir Kürt
devleti kurulmasına karşıyız.
Eğer Irak’ta bağımsız bir Kürt
devleti kurulur ve Merkezî
Hükûmet tarafından Türkmen halkı yok sayılmaya
devam edilirse, Kerkük’ü
‘Türkmen Federal Bölgesi’
ilân ederiz. Bu yönde çağrımız olur. Ayrıca Tuzhurmatu
ilçesinin de il olmasını talep
edeceğiz” dedi. Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan
Demokratik Partisi (KDP),
bir bağımsız Kürt devletinin
kurulmasında ısrarcı olduklarını açıklamıştı.
mart 2016
23
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
24
“Putin, IŞİD’den daha tehlikeli!”
A
BD’li kan ve para hortumcusu -diğer
adıyla “spekülatör”- George Soros,
İngiliz The Guardian gazetesinde yayınlanmak üzere kendisinin kaleme
aldığı yazıda, Rusya Devlet Başkanı
Vladimir Putin’in AB için DAEŞ’ten daha büyük bir
tehdit oluşturduğunu belirtti.
mart 2016
hale onu, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’la bir çatışmaya soktu. Bu, iki
tarafında da çıkarlarına zarar verdi.”
Soros gibi birinin, Rusya’nın mülteci sorununu çözmek için Suriye’de direksiyonu ele
almasına inandığını kim bize inandırabilir?
Soros devam ediyor: “Ancak Putin, AB’nin
dağılmasını hızlandırma şansını gördüğünde
ise bunu havada kaptı. Ortak bir düşmana,
IŞİD’e karşı işbirliğinden konuşarak eylemlerini gizledi. Ukrayna’da Minsk Anlaşması’nı
imzalamış, hükümlülüklerini yerine getirmeyi ise ihmâl etmişti. Burada da aynı yaklaşımı
izledi.”
“İslâm Devleti”, burada “IŞİD (ISIS)” oluveriyor… Sizce Putin, Papa Francis’ten sonra
kimden akıl alıyordur?
Soros’tan notlara devam edelim:
“ABD ve AB liderlerinin, Putin’i davranışlarıyla yargılamaktansa onun sözüne inanmalarını anlamak zor.
Gerçek şu ki, Putin’in Rusya’sı ve AB,
zamana karşı bir yarışa girişmiş durumda.
Sorunsa ‘hangisinin önce çökeceği’ meselesi…
>> Yazı, Batılı liderlerin Putin’e yaklaşımını eleştirerek başlıyor: “ABD ve AB liderleri,
Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Rusya’sının
İslâm Devleti’ne karşı savaşta potansiyel bir
müttefik olduğunu düşünerek acı bir hata
yapıyor.”
Soros, belli ki sadece spekülatörlük yapmıyor, organizatörlük de yapıyor. Bütün
dünyada (sözde olsa da) İslâm’la bağdaşmadığı konusunda hemfikir kalınarak ismi
“DAEŞ” olarak kısaltılan terör örgütünü
“İslâm Devleti” ismiyle özellikle anıyor. Bu
anma, söz konusu örgütün “Adımız bundan
sonra İslâm Devleti’dir” şeklindeki ilânının
ardından elde ettiği bir kabullendirme
başarısı mıdır, yoksa söz konusu örgütü
yönlendirenlerin bu ismi evvelden düşündüklerinin bir göstergesi mi?
Soros, “Putin’in hedefi, AB’nin dağılmasını teşvîk etmektir. Bunun en iyi yolu da
Avrupa’ya akan Suriyeli mültecî selinden geçer” diyor ve ekliyor: “Rusya, Suriye’de bunu
baştan bu şekilde hesaplayarak müdahaleye
girişmedi ve bu düşünceyi sonraya bıraktı.
Putin yetenekli bir taktisyendir. Ancak stratejik düşünen biri değil. Onun Suriye’ye, Avrupa
mültecî krizini ağırlaştırmak için müdahale
ettiğine inanmak için bir neden yok. Doğrusu,
müdahalesi stratejik bir hata. Zira bu müda-
Rusya ekonomisi şu an kötü bir durumda. Ülke 2017’de bir iflas yaşayabilir. Bütçe
açığı, gayrısafî millî hasılanın yüzde 7’si
oranında. Putin’in kendi rejiminin çöküşünün önüne geçmesinin en etkili yolu, kendisinden önce AB’nin çökmesini sağlamaktır.
Altüst olan bir AB, Ukrayna’daki ilhakı
takiben, Rusya’ya karşı devreye soktuğu
yaptırımları sürdüremeyecektir.
AB, bu süreçte aynı anda beş altı krizle
boğuşuyor. Merkel’in çok doğru ifadesiyle
mültecî krizi, AB’yi yıkma potansiyeli taşıyor.”
Sanırım kan ve para hortumcusu multimilyarder George Soros’un yazdıklarından
Rusya’ya uzaktan bir teknik direktör kıvamında verdiği kısa ve öz taktiklerin ileride
ne mânâya geldiklerini kolaylıkla göreceğiz.
Bir İngiliz gazetesinde, İngiltere’nin AB’den
ayrılıp ayrılmamayı onaylamasına son beş
ay kala yayınlanan bu makale, AB’nin ne tür
bir cendereye hapsolduğunu anlatması açısından çok önemli. Kıymetli bir yazarımızın
deyişiyle bu cenderenin “İngo-Judik” bir
isimle tarif bulması mümkün. Yoksa Hazreti
Musa’nın kurtardığı kavim, zulmünden
kurtarıldıkları aileyle yeni bir anlaşma daha
mı imzaladı?
Bitirirken başlıkta yer alan Soros sözüne
tekrar dikkat edelim: “Putin, IŞİD’den daha
tehlikeli!”
Sizce bu söz “IŞİD kötü, ama Putin daha
da kötü” anlamında kullanılan bir cümle mi,
yoksa “İkisi de benim adamım, ama Putin
daha fena!” gibi bir içeriğe mi sahip?
Uluğ Bayındır // [email protected]
T u h a f T ü r k b ay r a ğ ı h a b e rl e r i
medyamız sağ olsun, hiçbir zaman bizi yanıltmıG ARABET
yor. Önce şu habere bir bakalım:
Akit ve Yenişafak’a
yapılan saldırıları kınıyoruz!
Ü
LKEMİZİN iki önemli medya
organı Yenişafak Gazetesi ile
Akit Medya Grubu, Genel Merkez binalarına gerçekleştirilen
eşzamanlı saldırılarla sindirilmeye çalışıldılar. Ancak biliyoruz ki, her ne olursa
olsun, bu ülkede inananları temsil eden
hiçbir sesi susturamayacaklar!
>>“Diyarbakır’ın Sur
ilçesinde PKK’lılara
yönelik operasyonların
yoğun yaşandığı bölgede yer alan Mardinkapı
semtinde bulunan Keçi
Burcu’na, güvenlik
güçleri tarafından dev
Türk bayrağı asıldı.
Bayrak birçok bölgeden görülürken, Keçi
Burcu’na yakın yerlerde
silah ve bomba sesleri
yankılandı.”
Çok şükür, bu vatanın
bir evladı olarak şanlı
ve mukaddes bayrağımızın gölgesinde yetiştik. Bu güzelim bayrağı
görmek, onun varlığı
için yaşamak, yaşatmak
ve yetiştirmek için can
vermekten çekinmeyecek bir milletiz.
Bu girişi maalesef
yanlış anlamaları engellemek için yapmak
zorunda kaldım. Ancak
şunu anlatmalıyım:
Eğer terörle mücadele
ederken yaptığınız tarifi
yaşatmazsanız, teröre
ve teröriste meşruiyet
yüklersiniz. Yani teröre
karşı verdiğiniz silahlı
mücadeleyi “savaşmak”
şeklinde tanımlarsanız,
karşınızdakinin varlığını kabul etmiş olursunuz. Bayrak dikmek,
cephe savaşlarından
kalma bir sembollemedir. Cepheyi alan, kendi
bayrağını diker.
Peki, Türkiye
Cumhuriyeti’nin güvenlik güçleri bir savaşın
içinde midir PKK’ya
karşı? Asla! Memleketi
bir pislikten arındırma
çabasındadır. Nasıl
mikropları gözümüz
görmüyorsa, yani onları isimlendiriyor ama
gözümüzle var kabul
etmiyorsak, PKK’yı
da, onunla yapıldığı
düşünülen savaş söylemini de, hatta “barış”
söylemini de kabul
etmiyoruz. Onun diktiği hiçbir bezi bayrak
kabul etmediğimiz
için, onların tükenmiş
devrimci geleneklerle
dillendirdikleri kurtarılmış bölge lafını da kabul
etmiyoruz.
Memleketin her
köşesinde şanlı ve aziz
bayrağımız dalgalanmaktadır, dalgalanacaktır da biiznillah! Nasıl
Ankara bu memleketin
toprağıysa ve nasıl
Ankara’daki herhangi
bir sağlık ocağının
önünde aziz ve mukaddes bayrağımız dalgalanıyorsa, terörle silahlı
çatışmaya girilmiş yer
vatan toprağıysa, orada
da bu güzelim bayrak
dalgalanır! Ankara’daki
sağlık ocağının önünde
asılı duran bayrağın haberi yapılmıyorsa, Keçi
Burcu’na asılan bayrağın haberi de yapılmaz.
Yapılırsa, meşruiyet için
algı yolları açılır. Yapılırsa, bu topraklarda
algıları şekillendirmek
isteyenler kazanırlar.
Buna fırsat vermeyelim! >> Bayrampaşa Yenidoğan Mahallesi’nde
bulunan Yenişafak Gazetesi binasına sabaha
doğru yüzleri maskeli
kişilerce silahlı ve molotoflu saldırı düzenlendi.
Bina önüne gelen saldırganlar, giriş kapısına
molotof kokteyli atıp
binanın camlarına uzun
namlulu silahla ateş
açtılar. Olayda ölen ya
da yaralanan olmazken,
binada maddî hasar
meydana geldi. Molotof
kokteyli atılan giriş kapısındaki yangın güvenlik görevlisi tarafından
söndürüldü. Ancak ne
Akit idaresi “Uf olduk!”
dedi, ne de kimsecikler
gelip “Yazııık!” diye
tesellî etti.
Bu saldırıyla aynı
vakitlerde, bu kez Yeni
Akit Gazetesi’nin bulunduğu Akit Medya Grubu
binasına saldırı gerçekleştirildi. Küçükçekmece Halkalı Merkez
Mahallesi’nde bulunan
Akit Medya Grubu
binasına gelen yüzleri
maskeli kişiler, binaya
molotoflu ve silahlı
saldırı düzenlendiler.
Binanın arka girişine
gelen saldırganlar, otoparka ve bina önündeki
bir kamyonete molotof
kokteyli atıp binaya
uzun namlulu silahla
ateş açtılar. Saldırganlar
hızla olay yerinden
kaçarak uzaklaşırken,
bina önündeki kamyonette yangın çıktı. Tabiî
Yenişafak için geçerli
olanlar, Akit için de
geçerliydi. Yani ne Akit
idaresi “Uf olduk!” dedi,
ne de kimsecikler gelip
“Yazııık!” diye tesellî etti.
Bir iki gün kadar
konuşulan bu eşzamanlı paralel saldırı,
bizim camianın yine
balık hafızasından çıkıp
gitti. Kanal 24 Yönetim
Kurulu Başkanı Murat
Sancak’a yapılan suikast girişimi ve Star
Gazetesi Genel Merkezi
önüne yerleştirilen
bombayı da bu noktada
hatırlatalım. Hatırlatalım ki, özgür basından
bahsedenler bir yana
dursun, bizim camianın
kenetlenmesi için bir
işe yarasın!
mart 2016
25
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
26
YORUMSUZ!
M
ÜMTAZ’ER Türköne’nin, Zaman gazetesinin
30 Ocak 2016 tarihli baskısında “Demokrasinin
Türkiye Sorunu” başlıklı bir yazısı yayınlandı.
Paralel kalemlerin yazdıklarına sinirsel bir hisle acıyarak yaklaşıyordum ama acımak hissine acır oldum.
Yorumsuz aktaracağım siz nasıl değerlendirdiniz?
>>“ “Başlıktaki ironi durumu özetliyor: ‘Türkiye’nin
demokrasi sorunu’ndan
değil, ‘demokrasinin Türkiye
sorunu’ndan söz ediyoruz.
Demek Türkiye’de deniz
tükenmiş.
Durum o kadar sıra dışı,
o kadar umutsuz ki, sorunu
Türkiye’nin iç dinamiklerinden sıyırıp 2 bin 500 yıllık
demokrasinin birikimine ve
yaşayan evrensel sorun çözme yeteneğine havale ediyoruz. Toplantıya katılanlarda
aynı umutsuzluk sözlere
yansıyor. Her dönemde en
son çare olan mizahı öneren
Murat Belge’nin ‘Bindik bir
alâmete’ meâlindeki ilk
konuşması genel havayı
yansıtıyor.
Bu umutsuzluğun arkasında ise açık bir meydan
okuma var. Bugün 34.’sü toplanan Abant Platformu’nun
başlangıç yıllarından beri
müdavimiyim. Entellektüel
ilgilerimde ve gelişimimde
bu özgür platformun ve ele
aldığı sorunlara getirdiği
perspektiflerin çok önemli
mart 2016
katkıları oldu. Türkiye’nin
kanaat önderi niteliğini
sürdüren entellektüel kuşağının tamamında benzer
etkileri takip edebilirsiniz.
Bu kadar zıt fikirlerin tek bir
çatı altında özgürce ifadesi, Türkiye’nin pek alışık
olmadığı bir zenginliği ve
enerjiyi üretti. Farklı olanı,
uzak olanı halkın sözcülüğünü üstlenen aydınlar, bu
platformun toplantılarında
duyguyu, samimiyeti eliyle
dokunarak, gözlerinin içine
bakarak hissetti. İşin tuhafı,
Murat Belge’nin ‘plesibiter
diktatörlük’ adını verdiği
mevcut yönetimin terazide
ağırlığı olan kadroları da büyük ölçüde bu toplantılarda
ilk defa aradıkları mümbit
toprağı buldular, kendilerini
gösterme fırsatı buldular.
34. toplantıya kadar kimler
geldi, kimler geçti bu platformun toplantılarından? Başlığa yansıyan ironinin
ifade ettiği bir gerçek: Bugünün otokratik yönetimi,
en zayıf olduğu askerî
vesayet yıllarında Abant
Platformu’nu bu bâdireden
geçmek için bir atlama ve
yükselme zemini olarak
kullandı. AK Parti iktidarının
tam merkezinde yer alan
isimlerin biyografilerinde,
Abant Platformu’nun işgâl
ettiği parlak konum, durumu özetlemek için yeterli.
Bu yüzden olsa gerek, Şahin
Alpay, dikeni battığı yerden
çıkartmayı, geçmişle bir
hesaplaşmaya gitmeyi öneriyor. Abant Platformu’nda
geçmişin muhasebesi, gerçekten Türkiye’nin geleceğine giden yolda ayağımıza
dolanacak taşları temizlenmek anlamına gelecek.
Türkiye geçmişte kurumsal bir vesayet düzeni ile
birlikte yaşamak zorunda
kaldı. Bugün bütün yakıcılığı
ile hissettiğimiz otokrasi
sorunları, daha çok kişisel
niteliklerle şekilleniyor.
Kurum değil, kişi hayatınızı belirliyorsa, kader her
şeyi değiştirebilir. Abant
Platformu’na çöken karamsarlığın sebebi de işte bu
farklılık olmalı. Kurumsal bir
vesayete karşı söylenecek
çok söz var; bütün sorunlar
gelip bir kişinin tercihine ve
kararına indirgenince, farklı
olanları bir arada muhalif
dayanışmaya sevk eden
ortak paydalar da işlevselliğini kaybediyor. Bütün ekonomik, sosyal dinamiklerin
yerine tek bir kişinin ağırlığını yerleştirmek insana
gerçekten ağır geliyor.
Öbür taraftan, bu kişisel
ağırlığı en küçük ayrıntılarda
bile hissediyorsunuz. Abant
Platformu’nun bugünkü
toplantısının yapıldığı otelin
ismi, son âna kadar organizatörler tarafından bir sır
gibi saklandı. Sebep, daha
önce tecrübe edildiği üzere
iktidarın devreye girmesi ve
rezervasyonun iptal edilmesi idi. Türkiye’deki baskı ve
yıldırma ortamının fotoğrafını vermek için bu örnek bile
yeterli değil mi?
Bu toplantının yapılmasına itiraz etmiştim. ‘Yıkılmadık, ayaktayız’ mesajı yerine
‘ayı saldırısından kurtulmak
için ölü taklidi yapmak’
arasında bir tercih yapmak
gerekiyordu. Yanılmışım.
Abant Plaftormu’nun işini
yapması, yani farklı olanları bir araya getirmesi,
Türkiye’de aklın ve sağduyunun ayakta kalması için
gerekli. Uzun süre yoğun
bakımda kalan hastanın
tekrar normal hayata başlayabilmesi, reflekslerini, muhakemesini sürdürebilmesi
için bu akla ve canlılığa ihtiyacı var. Ergun Özbudun’un,
Murat Belge’nin, Ali Bulaç’ın,
Baskın Oran’ın, Reha
Çamuroğlu’nun, Ahmet
İnsel’in, Tarık Toros’un, Nazlı
Ilıcak’ın katıldığı, enerjisinden, iddiasından hiçbir şey
kaybetmeden her sorunu
özgürce tartışan Abant
Platformu’nun toplanabildiği bir Türkiye, umutlarını
sürdürüyor demektir. Aydın
olmak da böyle bir şey değil
mi zaten?
Abant Platformu Bolu’da
bu yılki toplantısını yine
farklı düşünceleri, görüşleri
ortak bir zeminde bir araya
getirerek, büyük ve renkli bir
katılımla, eskisinden daha
canlı ve iddialı bir şekilde
bugün gerçekleştirdi. Demek
ki karamsarlığa, umutsuzluğa kapılmanız için bir sebep
yok!”
Uluğ Bayındır
Dikkat, subliminal mesajlar içerir!
G
EÇEN sayılarımızdan birinde, ülkemizin mutaassıp fertlerine hitap ettiğini söyleyerek yayın yapan, ancak yayın
politikasında hiç de böyle bir derdinin olmadığını bilinçli veya bilinçsizce gösteren birkaç televizyon kanalından
bahsetmiş, başına da Kanal 7’yi kondurmuştuk.
Teşekkürler
TRT!
GEÇTİĞİMİZ ay Medya
Ajanda’nın ana metni olarak
girdiğimiz “Kaş yapayım
derken göz çıkartma TRT!”
haberinin hemen ardından,
TRT, yerli ve millî çizgi animasyon yapımlarıyla ilgili
aldığı birtakım kararlarda
esnemeye gitti.
Haber Ajanda’nın 111’inci
sayısında yer alan haberimize
göre “TRT Çocuk’tan başka
yerli yapım yayınlayan bir
başka kanal yok!” demiş ve
kanalın bu özelliğine rağmen
ilginç bir politika güderek
yerli yapımlara dair bazı tuhaf
kısıtlamalar getirdiğine değinmiştik. Bu noktada yabancı
yapımlara herhangi bir oyuncak, kitap ve kırtasiye yasağı
getiremezken ödeneklerine
de hâliyle dokunamayan
TRT’nin, yerli ve millî yapımlar yaparak dünyanın başka
ülke yapımlarıyla rekabete
girecek olan Türk firmalarına
nasıl bir darbe indireceğinden
bahsetmiştik.
Bizle aynı düşüncelere
sahip duyarlı kimselerin de
bu konuda yaptıkları telkinlerin TRT yönetimi üzerinde
etkisi olmuş olacak ki, söz
konusu yanlıştan geri dönülerek hatanın farkına varmanın
erdemini gösterdi TRT.
O gün nasıl eleştirdiysek,
bugün aynı hacimdeki bir
muhabbetle teşekkürlerimiz
sunuyoruz TRT’ye…
Garabet medyanın
“rahatsızlık” kavramıyla imtihanı
A
BD Başkanı Barack
Obama’nın Suriye’deki Özel
Temsilcisi Brett McGurk,
Ayne’l-Arab’ı, yani meşhur
ismiyle Kobani’yi ziyaret etti.
kullandığı ortak başlıkla ne kadar yerli olduğunu da kanıtlamış
oldu. Zira başlıkları
şöyleydi: “Ankara’yı rahatsız eden görüntü!”
Zira Kanal 7, geçmişte ve şimdilerde
özellikle merhum
Kemal Sunal’ın
canlandırdığı “İnek
Şaban” ve benzeri
tiplemeler üzerinden İslâmî kavramlarla alay edildiğine
dair sohbetler eden
kesimin yönettiği ve
seyrettiği kanalların
belki başında geliyordu.
Bu ay da Kanal
7’ye bir dokunuş
gerçekleştireceğiz.
Bu kez konumuz,
“Subliminal mesajlardan çocuklarımızı nasıl koruruz?”
derdini paylaşan
Müslümanlara
subliminal mesajlarla dolu filmlerin
izletilmesi.
2013’ün bir Hollywood yapımı olan
ve prodüktörlüğünü
Disney’in üstlendiği
“Muhteşem ve Kudretli Oz” adlı sinema
filmi, daha gösterime girmeden bütün
dünyada içeriğindeki subliminal mesajlarla duyulmuştu.
Öyle ki, sırf bu filmin üzerine, filmin
gösterime gireceği
haftalarda günlerce
“subliminal mesaj”
konulu televizyon
programları ve
gazete makaleleri
yayınlandı. Kanal
7 ne mi yaptı? İşte
bu filmi yayınladı!
Sinirsel bir tepkiyle
Kanal 7 ekranında
bu filmin yayınlandığını görünce
gülmüşüm.
Matrix üçlemesini yayınlamasını
yine de anlamaya
çalışabilirim. O da
aynı tip mesajlarla
dolu olsa da bir
felsefesi var. Ancak
Oz’un doğrudan çocuklara ve gençlere
hitap ettiği ortada.
Hele Disney yapımlarının her birinde
subliminal mesaj
yığınlarının olduğunu düşününce hem
bu yapım şirketinin,
hem de doğrudan
Oz gibi bir filmin
yayını gerçekten de
negatif tepki çekici.
Hepsini geçtik de,
bütün bu belirttiğimiz konularla ilgili
neredeyse her gün
konuşan kimselerin böyle ilginç bir
yönelim şekliyle
hareket etmeleri
çok ilginç! Daha
büyük dikkat, daha
özverili çaba sarf
etmeleri gerek.
>> Kobani’yi ziyareti
bir şey değil, bir de
PYD ve YPG’lilerle
doğrudan görüşerek
ABD’nin “PYD bizim
müttefikimiz” söylemini resmen (yani “fotoğrafla” da) tescilledi.
Özel Temsilci
McGurk’un YPG’li bir
teröristle çektirdiği
fotoğraf bütün medyamızda yankı buldu.
Ancak medyamızın bir
kısmı bu fotoğrafa dair
Böyle bir başlığı
görünce ister istemez
sordum sesli düşünerek: “Sizi etmedi mi?”
Zira bu görüntüyü
haber aldıktan sonra
küfretmediyseniz,
bu ikiyüzlülüğe sinirlenmediyseniz
veya ABD hakkında
atıp tutmadıysanız,
muhtemelen en nazik
dille “Rahatsız edici
görüntü” şeklinde bir
başlık kullanırdınız.
Böyle bir başlık kullanılsaydı bunu anlayabilirdik. Ancak ifadeye
“Ankara’yı” diyerek
başlayınca söyleminizi
anlayamadık, kaldıramadık.
Karikatürünüz batsın!
PARALEL İhanet
Çetesi’nin ilk göz ağrısı
Zaman gazetesi öyle
bir karikatür yayınladı
ki, bu karikatürü gâvur
yapsa gam değildi vallahi! Meğer ne büyük
haysiyetsizleri beslemişiz koynumuzda!
Kısaca söz konusu
karikatür rezaleti şöyle:
İki zorlu yamaç arasına
bir insan uzanmış ve
köprü görevi görüyor.
Bu şahsın üzerinde
“mülteci” yazılı. Köprü
görevi gören mültecî
şahsın üzerinden Bond
tipi çantasıyla geçen
sırıtık zât da güya
Türkiye. Türkiye’nin
gittiği doğrultudaki
levhanın üzerinde AB
bayrağı var.
Yılan desek eksik,
fare desek eksik, domuz desek bile eksik…
Bunlar hayvandan da
aşağı seviyeye çakılmak için neden böylesi
bir çaba içindeler?
mart 2016
27
haberajanda
Kapak Dosyası
CHP rejim bekçiliğini
toplum içinde, Anayasa
Mahkemesi ise “son
kale” rolünü devlet
içinde yürütmektedir.
Kuşkusuz “derin devlet”
aracılığıyla da CHPAnayasa Mahkemesi
koalisyonu, varlığını AK
Parti iktidarına kadar
sürdürmüştür. AK Parti
iktidarında CHP, “rejim
bekçiliği” iddiasını millî
irade nezdinde “ikna”
edici bir siyasî rolle izah
etmekte güçlük çekince,
CHP zihniyetinde bir
“değişim” başlamıştır.
Henüz bu zihniyet değişimi tamamlanamamıştır. Çünkü eski CHP
direnci, “yeni CHP”ye
yol vermemektedir.
***
28
mart 2016
Vesayetin son kalesi Ana
Devleti “Anayasa” mı korur,
“Anayasa Mahkemesi” mi?
Y
ASALARIN “anası”, toplumun “ana sözleşmesi” ve sözleşmenin taraflarını hukuken
bağlayan “sözleşmenin yasalaşması”, toplamda bir “anayasa” ortaya çıkarır.
>> Yasanın zamanla değişime uygun güncellenmesi,
toplumdaki değişimlerle
sözleşmede bazı değişikliklere gidilmesi ve en önemlisi de anayasanın özellikle
devlet ve toplum arasındaki
“bütünleşik yapı”yı koruması için “anayasada değişiklik”
düşüncesini gündeme getirmektedir.
“Anayasada değişiklik”
ifadesi, gündemi kuşkusuz
sadece “Nasıl bir değişiklik?”
istişaresine çağrıyı değil,
aynı zamanda değişikliğe
karşı çıkan direnç noktalarını da aktifleştirmekte, yani
“mevcudu korumak” refleksine sahip çevreleri hareketlendirmektedir.
Türkiye’de “Anayasa değişikliği” gündemi, genelde
“Rejim elden gidiyor!” direnci ile ertelenmekte, kamuoyu
talebi artınca da askerî darbe
Sedat Servet Hocaoğulları
[email protected]
yasa Mahkemesi (mi?)
ile “rejimi korumak adına geçici el koyma” gerekçesi üzerine
toplumun önüne vesayetstatüko devamı için hazırlanmış anayasalar konulmaktadır.
Bu anayasalara ise “darbe anayasası” denilmektedir.
Darbe anayasaları içinde “en
derin yasalaştırılmış vesayet”
örneği, kuşkusuz 12 Eylül
ürünü 1980 Anayasası’dır. Bu
anayasa, rûhen ve bedenen
varlığını korumaktadır. Üstelik
AK Parti iktidarının büyük
reformlarına ve Anayasa’da
değişiklik referandumuna
rağmen varlığını sürdürmektedir. İlginçtir, bu darbe
anayasasının mimarı olan
Kenan Evren’in kendisini
korumak adına -daha sonra
yargılanmamak için- ürettiği
kanunlar bile aktiftir. Örneğin
Cumhurbaşkanı’nın vatan
hâinliği dışında yargılanamayacağı bu kâbildendir.
Peki, Türkiye’de Anayasa
değişikliği neden bu kadar
zor? Bu zorluğun iki önemli
sebebi var: CHP ve Anayasa
Mahkemesi…
CHP zihniyeti kendisini
“rejimin bekçisi”, Anayasa
Mahkemesi de kendisini
“rejimin son kalesi” olarak
pozisyonlandırmakta ve gerektiğinde her “yasa dışı” yolu
kullanarak (buna darbe çağrısı
dâhildir) “rejim adına” hareket
etmektedir.
CHP rejim bekçiliğini
toplum içinde, Anayasa Mahkemesi ise “son kale” rolünü
devlet içinde yürütmektedir.
Kuşkusuz “derin devlet” aracılığıyla da CHP-Anayasa
Mahkemesi koalisyonu, varlığını AK Parti iktidarına kadar
sürdürmüştür. AK Parti iktidarında CHP, “rejim bekçiliği”
iddiasını millî irade nezdinde
“ikna” edici bir siyasî rolle izah
etmekte güçlük çekince (çünkü rejimin gerçek bekçisi millî
iradedir), CHP zihniyetinde
bir “değişim” başlamıştır. Henüz bu zihniyet değişimi tamamlanamamıştır. Çünkü eski
CHP direnci, “yeni CHP”ye
yol vermemektedir.
AK Parti iktidarı döneminde Anayasa Mahkemesi’nin
“rejimin son kalesi olmak”
iddiası ise çürütülmüştür. Bu
nedenle Türkiye’de “yeni bir
anayasa” ihtiyacı kadar, Anayasa Mahkemesi’nin misyonu
noktasında da bir değişim ve
reforma ihtiyaç vardır.
Anayasa Mahkemesi’nin
“yasaların Anayasa’ya uygunluk denetlemesi” gibi bir “hukuk sağlaması” rolü varken, bu
sınırı aşarak “rejimi korumak”,
“Anayasa’yı yorumlayarak
devletin yönetimine müdâhil
olmak”, “rejim için neyin tehlike olacağına karar vermek”
ve “siyaseti denetlemek” gibi
“eş devlet” rollerini üstlendiği
görülmektedir.
Çok ilginçtir, “Anayasa
Mahkemesi’nin kararları
tartışılamaz, temyîz edilemez ve herkesi bağlar!” gibi
oldukça kendini sağlama
alan bir “korunma” mekanizması da mevcuttur. Anayasa
Mahkemesi’nin “Verdiğim
kararları beğenmiyorsan
Anayasa’yı değiştir!” gibi oldukça mâsum çağrıları bir
türlü sonuç verememektedir.
Çünkü Anayasa değişikliği
içeren birçok yasayı, bu etkinliğin kaybolacağı düşüncesiyle
“Anayasa’da değiştirilmesi dahi
teklif edilemez” etiketli maddelerin “rûhunu anlamak” gerekçesi üzerinden “Anayasa’ya
aykırıdır” kararı ile iptal edebilmektedir.
Özetle, Türkiye’de bir “Anayasa Mahkemesi” eksenli “kurumsal misyon” sorunu vardır
ve ivedî olarak bu sorun çözüme kavuşturulmalıdır. Kuşkusuz Anayasa Mahkemesi’ne
yönelik değişiklik, reform ve
hatta başka bir mahkemenin
ihdâsı hedeflenerek mevcudun
ilgâsı gibi çabalar, evrensel
hukuk disiplinine uyarak
“Anayasa”nın misyonuna
zarar vermeden yapılmak
durumundadır. Yani Anayasa
Mahkemesi’ne yönelik her
“operasyon”, ancak Anayasa
sağlığı için yapılmak durumundadır.
Anayasa Mahkemesi’nin
kendisine yönelik her eleştiriyi
veya operasyonu “Anayasa’ya
saldırı var!” tezvîrâtı ile erte-
Anayasa
Mahkemesi’ni
“rejimin sigortası”
olarak gören ve
gösteren bu yaklaşımdaki sorunu
artık Türkiye el
birliğiyle çözmelidir. Çünkü rejimin
sigortası, toplumun kendisidir;
toplumun “şarteli
atmak” aşaması
ise “Anayasa”,
yani ana şartel
refleksi ile kontrol
altına alınabilir.
Bu bağlamda millî
iradeyi “Meclis”
temsil etmektedir, Anayasa Mahkemesi değil!
***
Türkiye, “boşlukta laflar” krizinden çıkmalıdır.
Bunun için iki şey
devrede olmalıdır:
Otorite boşluğunu gemleyecek
lider ve liderin öncülüğünde sistem
değişimini organize edecek Meclis
iradesi… Biri Sayın Erdoğan’ken,
diğeri de Sayın
Davutoğlu’nun
mümkün kılacağı
bir şeydir. Sanırım
otorite boşluğundan yararlananların son umudu,
Sayın Erdoğan ve
Davutoğlu arasındaki koordinasyonu koparmaktır.
Allah muhafaza
etsin!
mart 2016
29
haberajanda
Kapak Dosyası
leme gayretinden etkilenmemek, kendisinin hasta
olabileceği ve tedavi edilmesi
gerektiğine yönelik tavsiyelere direnç gösteren “Ben hasta
değilim!” psikolojik eşiği gibi,
kişinin/tüzel kişiliğin iyiliği
için çekinmeden gerekli müdahaleyi yapmak zorundayız.
Peki, bu “tedavi” neden AK
Parti tarafından gerçekleştirilemedi? Ayrıca Sayın
Cumhurbaşkanı’nın “Anayasa
Mahkemesi’nin bu kararını
tanımıyor ve saygı duymuyorum!” sözleri ile start verdiği
bir “operasyon” var mı?
“Anayasa” için
“kılıç”lar ne zaman
çekildi?
“Kılıçları çekmek” vurgusu
bir şeye işaret eder: Evrensel
hukuk yöntemleriyle anayasa değişikliği ve Anayasa
Mahkemesi’nde reform
yapma yolları tükenmiştir.
Ya “Eski Türkiye”de olduğu
gibi Anayasa Mahkemesi
siyaseti dizayn etme operasyonu yapacaktır (ki bizce
bu imkân kalmamıştır) veya
iktidarda olan parti, Anayasa Mahkemesi’nde gerekli
değişikliği gerçekleştirmek
durumundadır.
Nitekim Sayın
Cumhurbaşkanı’nın üslûp
olarak eleştirilebilir olan
“Tanımıyor ve saygı duymuyorum!” sözleri, zamanı gelen
operasyona işaret etmektedir.
Kuşkusuz “operasyon” nitelemesinden kasıt, “neşter
vurmak” anlamındadır. Çünkü millî iradenin üstünde
kendini gören, vesayetin son
kalesi olduğuna inanmış bir
tutum içindedir Anayasa
Mahkemesi geleneği.
Bu algı ve tutumun “kı-
30
mart 2016
MİT-Anayasa Mahkemesi-MeclisYargı-Cumhurbaşkanlığı arasındaki
“sistem”, tespih taneleri gibi dağılmıştır. Altını çok net çizerek söyleyebiliriz:
“Yaşanan, yargının siyasallaşması
veya Cumhurbaşkanı’nın ‘tek adam’
arayışı değildir! Sistem bitmiştir! Parlamenter sistem ‘eks’ olmuştur! Adlî tıp
raporundaki ‘ölüm sebebi’ epikrizinin
çok da anlamı yoktur. En fazla ‘ölüme
sebebiyet vermek’ iddiasıyla bazı tutuklama çağrıları yapılabilir; ancak bu
da ortadaki gerçeği değiştirmez: Parlamenter sistem ölmüştür! Parlamenter
sistemin devamından yana olanlar bile
bu gerçekle yüzleşeceklerdir!”
Sedat Servet Hocaoğulları
lıçları çekmek” aşaması
ise, bizzat geçmiş dönem
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç tarafından
hatırlatılmıştır: 24 Kasım
2012 günü Ankara’da, İnsanî
Değerler Derneği 2. Olağan
Genel Kurulu’na konuk
olarak katılan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç,
konuşması sırasında hak
ihlâllerinden bahsederken
şöyle bir beyânda bulunuyor:
“Hak ihlâllerini engellemek hepimizin görevi; idarenin de görevi bu, yasamanın
da görevi bu. Ama en çok
bu görev yargının olsa gerek,
bizlerin olsa gerek. Çünkü
insanların sığınacağı son nokta
bizim kapımız. Biz insanlara
karşı âdil olmazsak, bu rejimin
de, bu düzenin de sigortası
inanın ortadan kalkar! Dün
özgürlüklerin önündeki
sınırlardan şikâyet edenler,
bugün onun bekçisi olma
durumuna lütfen düşmesinler…”
Anayasa Mahkemesi’ni
“rejimin sigortası” olarak gören ve gösteren bu yaklaşımdaki sorunu artık Türkiye el
birliğiyle çözmelidir. Çünkü
rejimin sigortası, toplumun
kendisidir; toplumun “şarteli
atmak” aşaması ise “Anayasa”, yani ana şartel refleksi
ile kontrol altına alınabilir.
Bu bağlamda millî iradeyi
“Meclis” temsil etmektedir,
Anayasa Mahkemesi değil!
Hatırlanacağı üzere her
fırsatta, bazen/bazı Genelkurmay Başkanı, Anayasa
Mahkemesi Başkanı ve
hatta bazen Yargıtay, Danıştay, YÖK Başkanları çıkıp,
“Meclis sadece unsurlardan
bir unsurdur; rejimin tek
temsilcisi Meclis değildir!”
diyerek seçilmiş başbakanları
“tehdit etmek” cüretini gösterebilmişlerdir. Kuşkusuz bu
cüretkârlığın “sağlam halkası”
olarak her zaman Anayasa
Mahkemesi görülmüş ve
gösterilmiştir. Peki, güçlü
olan ve güç gösterisi yapan
“Anayasa Mahkemesi” midir,
yoksa “Anayasa Mahkemesi
üyeleri” mi?
Yakın tarih bize göstermiştir ki, bir “unsur mekanizma” olarak Anayasa
Mahkemesi’nin “tüzel kişilik”
anlamında sorunlu olmasının yanı sıra, bazı üyelerin
Mahkeme’nin gücünden
yararlanmak istediği gerçeği
mevcuttur. Çok dikkatli
bakılırsa, siyasete ve Meclis’e
ayar çekmek isteyen TSK,
YÖK, Anayasa Mahkemesi,
Danıştay veya Yargıtay gibi
kurumların bazı başkanlarının “Cumhurbaşkanı
adayı” hevesi ile makamlarını
değerlendirmek istedikleri
gözlemlenmiştir.
Cumhurbaşkanını
Meclis’in seçme geleneği
sebebiyle bu aday heveslilerinin Meclis’e mobbing
düzenlediğine dair yakın
tarih onlarca örnek uygulama
ile doludur. Abdullah Gül’ün
aday olduğu Meclis seçiminde 367 şartının öne sürüldüğü Anayasa Mahkemesi’nin
rolü, unutulmaması gereken
“katıksız vesayet” örneği olarak hafızalara kazınmıştır.
Peki, neden “Başbakanlık”
değil de “Cumhurbaşkanlığı” heveslileri çok? Ayrıca
Cumhurbaşkanı’nı halkın
seçmesine yönelik düzenleme sonrası halk tarafından
seçilen ilk Cumhurbaşkanı
olarak Sayın Erdoğan’ın
hedefe konularak “çatı darbe
bloğu” tarafından operasyona tâbi tutulması sürecinde
Anayasa Mahkemesi’nin
“müdâhil” sıfatıyla aldığı bir
pozisyon var mı?
Haydi daha açık ve
odaklı birkaç örnekle soruyu pekiştirelim: Anayasa
Mahkemesi’nin “Hak ihlâli
var” kararı ile Can Dündar ve
Erdem Gül’ün bireysel başvurusunu sonuçlandırmasına
karşın Cumhurbaşkanı’nın
gösterdiği tepki, çekilen
kılıçlarda parıldayan hangi
ışığa işaret etmektedir? Yoksa
Anayasa Mahkemesi’nin
bağımsız, objektif ve âdil
kararlarından biri “anlamsızbağlamsız” abartılarak Sayın
Erdoğan tarafından iç politikaya malzeme mi yapılmak
isteniyor?
Can Dündar ve Erdem
Gül hangi iddia ile tutuklu
idiler hatırlayalım: MİT
tırlarını deşifre etmek ve
Cumhurbaşkanı’nın vatan
hâinliği ile suçlanması için
kamuoyu oluşturmak…
Anayasa Mahkemesi ne
demiş oldu? “Bu iddiaları
ortaya atan kişi tutuklu yargılanamaz!” İlginç!
Dikkat edelim cümleye!
“Tutuklanma usûle uygun
değil. Yani mahkeme, hukuku çiğneyerek tutuklu
yargılamaktadır” demiştir
Anayasa Mahkemesi. Gerekçe ne? Yayınlanınca
göreceğiz… “Gazetecilik ve
haber kapsamındadır olup
biten!” denilmiştir kısaca.
Rejimin bekçisi, son kale,
“MİT ve Cumhurbaşkanı’nı
vatan hâinliği ile suçlama”
iddiasıyla tutuklanarak yargılananlar için “Hak ihlâli var!”
demiştir. O zaman soralım:
Anayasa Mahkemesi ile
MİT ilişkisi nedir?
Anayasa
Mahkemesi ve MİT
Can Dündar, MİT
tırlarını deşifre ederek
Cumhurbaşkanı’nı terör
örgütlerine destek vermekle
suçladığı haberlerde ne diyordu? “Türkiye bir hukuk
devleti ise eğer, MİT hukuk
dışı işlere giremez. Yapılan,
MİT’in hukuk dışı işidir
ve ben de gazeteci olarak
bu yasadışı işi deşifre ettim,
vatandaşın bilgi hakkının
önünü açtım...”
Can Dündar “Anayasa
Mahkemesi Başkanı” mıdır
peki? Değil! Fakat Anayasa
Mahkemesi, Can Dündar’ın
izahını “tutuksuz olmak”
için yeterli birey hakkı
olarak gördüğünü kararlaştırıyor. Nitekim Anayasa
Mahkemesi’nin kararı, “Can
Dündar beraat etmelidir”
şeklinde bir karar değildir
zaten; sadece “tutuksuz yargılanma” imkânı vermesidir.
Peki, Can Dündar bu kararı
nasıl yorumlamıştır?
Can Dündar’ın yorumu
ve mesajı şu olmuştur: “Erdoğan, hukuk dışı tutuklanmamızı talîmat verdiği
mahkemelerle sağlamışken,
Anayasa Mahkemesi ise
yasadışı ve talîmatla çalışan
mahkemeye ‘Dur!’ diyerek
Cumhurbaşkanı’na ‘Sen de
dur!’ demiştir…”
İşte Cumhurbaşkanı buna
“Tanımıyor ve saygı duymuyorum!” demiştir. Çünkü
yüzlerce farklı konuda tutuklu yargılanmaları devam
eden insanlar varken, onlarla
ilgili benzer kararlar çıkmamıştır. Hatta yıllarca Balyoz
ve Ergenekon davalarındaki
mart 2016
31
haberajanda
Kapak Dosyası
bireysel başvuruları bile “Tutuksuz yargılanmalıdırlar”
diye sonuca bağlamamıştır. O zaman bir gerçekle
artık Türkiye yüzleşmek
durumundadır: Anayasa
Mahkemesi’nin kararlarına
tabiî ki uyulacaktır; nitekim
mahkemeler de Can Dündar
ve Ergün Gül’ü tutuksuz
yargılanmak üzere serbest bırakmışlardır. Ancak geçmişte
parti kapatma ve başörtüsü
konularındaki ideolojiksiyasî tutum gibi, yine farklı
kanallarda devam ettiği
görülen ideolojik-siyasî pozisyon alma geleneği sürdürülmektedir. O zaman “yeni
anayasa” değişikliği artık bir
varoluş aracı olmuştur!
32
mart 2016
Yeni anayasada Anayasa
Mahkemesi’nin de içerikfonksiyon olarak reforme
edilmesi kaçınılmazdır.
Çünkü Anayasa Mahkemesi, “sınır” tartışmalarının
ortasına düşmüştür. “MİT
ve Cumhurbaşkanı’nı yargılamalıyız!” diyen Can
Dündar’ın kamuoyu oluşturmasını “gazetecilik hakları”
kapsamında değerlendirebilmiştir.
Gerçekten bir krizle karşı
karşıyayız! Peki, krizin tam
adı nedir? MİT-Anayasa
Mahkemesi-MeclisYargı-Cumhurbaşkanlığı
arasındaki “sistem”, tespih
taneleri gibi dağılmıştır.
Altını çok net çizerek
söyleyebiliriz: “Yaşanan,
yargının siyasallaşması veya
Cumhurbaşkanı’nın ‘tek
adam’ arayışı değildir! Sistem
bitmiştir! Parlamenter sistem
‘eks’ olmuştur! Adlî tıp raporundaki ‘ölüm sebebi’ epikrizinin çok da anlamı yoktur.
En fazla ‘ölüme sebebiyet
vermek’ iddiasıyla bazı tutuklama çağrıları yapılabilir,
ancak bu da ortadaki gerçeği
değiştirmez: Parlamenter
sistem ölmüştür! Parlamenter sistemin devamından
yana olanlar bile bu gerçekle
yüzleşeceklerdir!”
Belki ölenin soyu varsa,
artık o sistemin adı ne ise,
onu veliaht tayin ederek
“Neo-Parlamentarizm” eti-
ketli önerilerle devam edilmek istenebilir. Hep birlikte
göreceğiz ki yürümeyecek!
Artık sistem değişimi ve yeni
anayasa şart!
Bu büyük kriz ve sonucu
olan ölüm gerçeğine rağmen, eğer MHP Genel
Başkan Adayı olan Meral
Akşener’in bile en büyük
sermayesi “Erdoğan’ı başkan
yaptırmayacağız!” cümlesiyse,
o zaman bir tehlike (yakın
tehlike değil, yaşanan tehlike) bizi kuşatmıştır. Parlamenter sistemin çökmesi/
ölümü nedeniyle bir “sistem
otoritesi boşluğu”na düşmüştür Türkiye. Sistem otoritesi
boşluğuna düşen bir ülkede
neler olmaz ki?
Sedat Servet Hocaoğulları
Sistem otoritesi
boşluğu ve
başkanlık sistemi
Türkiye henüz “sistemsiz”
değil, ancak artık mevcut
sistemin otorite boşluğu
üreten bir göçüşü var. Artık
bir savcı, “mobbing” olsun
diye, “Nasıl olsa hesabı soran olmaz” diye her türlü
suçlamayı istediğine yönlendirebiliyorsa, her canı
sıkılan yanındakini ispiyonlarsa eğer ve makamına
bakmadan herkes, seçilmiş
Cumhurbaşkanı’na hakaret
edebiliyorsa, o zaman ortada
bir sistem otoritesi boşluğu
var demektir.
Kimse parlamenter sistemin otoritesindeki bu
boşluğun sebebini bir kişiye,
Cumhurbaşkanı’na yükleyemez! Bu özür, kabahatinden
büyük kalır. Çünkü adama
gülerler “Bir sistemi bir kişi
nasıl by-pass edebilir?” diyerek.
Hayır, tam aksine sistemin otorite boşluğuna
işaret eden, yakın tehlikeleri
görme basîreti gösteren ve
tedbir almaya çalışan bir
lider var karşımızda. Çünkü
Sayın Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçiş teklifi,
kendi içinde tutarlı ve kendi
gücünü azaltan bir tekliftir.
Örneğin, eğer bir kişide
dudak hareketiyle paraya ve
yasaya hükmetmek varsa, o
kişiye “diktatör” denir. Oysa
başkanlık sisteminde hem
para, hem de yasa, başkan
da değil, meclisin yetkisindedir. Sayın Erdoğan bugün
1980 Anayasası’nda yer alan
Cumhurbaşkanlığı yetkisine
sahiptir ve başkanlık sistemindeki başkandan çok daha
fazla yetki sahibidir. Yani
sistem değişikliği ile mevcut
gücünden vazgeçecektir.
MİT tırları olayında korumaya çalıştığı, bütün dünya
devletlerinin hakkı olan “örtülü yönetim” kanalıdır. İşini
gücünü bırakıp, hayatının
tek amacı Erdoğan’a hakaret
etmek ve Hükûmet’i devirmek olan güçlerin kullandıkları araçları “Bireysel haktır,
tutuksuz yargılanmaları
gerekir” gibi bir zafiyet algısı
oluşursa, otorite boşluğu
“sistemsizliğe” yol alır.
Eğer “Anayasa Mahkemesi”, oluşan otorite boşluğundan yararlanıp muktedir
rolleri arttırmak gibi bir
güç gösterisine yönelir ve
“Sistemsizliği biz engelleriz!
Gördüğünüz gibi…” gibi
meşhur ve tipik Anayasa
Mahkemesi geleneğini
hortlatmak isterse, o zaman
orada mahkeme aklı değil,
bazı ideolojik ve siyasî hesapları olanların yol haritası
var demektir.
Kendi şahsî kanaatimi
açıkça belirtmek isterim ki,
Anayasa Mahkemesi’nin
Can Dündar için verdiği
kararda oy kullanan üyelerin hiçbirinin ideolojik ve
siyasî hesap içinde olduğuna
inanmıyorum. Anayasa
Mahkemesi’nin eski günlerine dönme hevesini organize
etmek gibi bir riske girdiğini
de düşünmüyorum. Ancak
Anayasa Mahkemesi üyelerinin “sistem otoritesi boşluğu”
tehlikesinin bertaraf edilmesi
için gerekli “kolektif akıl” ve
“sistem basîreti” göstermediğini de düşünüyorum.
Can Dündar olayında
“tutuklulukların devamı” ile
sonuçlanacak karar vermiş olsalardı eğer, “İşte kolektif akıl
ve sistem basîreti!” demeyecektim kendi adıma. Çünkü
mesele bu olayla sınırlı değil.
Mesele, Anayasa Mahkemesi
üyelerinin sistem otorite
boşluğunu okuma ve sistem
değişikliğine yönelik teşvîk
edici rollere direnmeleridir.
“Biz mevcut yasaya göre
karar alıyoruz” deniyorsa
eğer, o zaman bir hatırlatmada bulunalım hepimize:
Uyduğunuz yasaların ruhları
bedenlerinden çekilmiştir!
Ölmüş yasaların gereğini yaparken, hiç olmazsa kamuoyuna, “Mevcut yasa gereği bu
karar alınmıştır. Ancak artık
ölü yasalarla yaşayan hayat
yönetilemez. Meclis’e çağrı
yapıyoruz: Bir an önce sistem
değişimi gerçekleşsin!” şeklinde bir çağrı yapılmalıdır.
Bu çağrı yoksa eğer, verilen kararların gerekçesinde
o zaman biz bir gerçeği
görmüş olacağız: Anayasa
Mahkemesi üyeleri görevlerini mevcut yasaya göre
yapmaktadırlar, ancak birey
birey parlamenter sistemin
devamından yanalar ve kararlarının rûhunda bu niyetin
kanatları çırpmaktadır.
Peki, bu kararlılık özgürlüğün kapsamında değil midir?
Evet, öyledir! Nitekim eski
Cumhurbaşkanımız Sayın
Abdullah Gül de her fırsatta
“Parlamenter sistemin devamından yanayım!” demiştir.
Kendi döneminde seçim
yaparken bu kritere dikkat
etmesi kadar doğal bir şey
olamaz.
Ancak bir şeyi Sayın Gül
hatırlamalı ve sorumluluğunu
kabul etmelidir: Bu ülkede
parlamenter sistemin otorite
boşluğu, bizzat sistemin hayatı ve geleceği okuyamaması
ve demode olmasından kaynaklanır. Sistemin devamından yana olanlar, bu boşluğun
yaşattığı tüm krizlerden tarih
ve vicdan önünde sorumludurlar. Ayrıca bir sistemin
devamını savunanlar, mevcut
krizleri çözümlemek durumundadırlar.
Sayın Erdoğan’ı parlamenter sistemin otorite boşluğunun sebebi göstermesinin iki
basit nedeni olabilir: Acizlik
veya haset…
Acizlik ve hasedin hukukta bir karşılığı yoktur.
Anayasa Mahkemesi’nin de
içinde acizlik ve haset kokan
bireysel başvuruları “hak
kapsamında” görmediğini
ve görmeyeceğini biliyoruz.
Türkiye, acizlik ve haset “çeken” bireysel psikolojilerin
sarmalında yaşanan otorite
boşluğunu örtemez!
Sistem değişikliğini savunup da mevcut otoritenin
boşluğunda yuvarlanan, hayata alternatif sunmayan ve yeni
sistemin neyi nasıl inşâ edeceğini bilmeyen, her fırsatta
sırf Erdoğan’a mesaj vermek
için “Seni başkan yaptıracağız!” diyenlerin de mevcut
otorite boşluğunda “boş” laf
söyledikleri bilinmelidir!
Türkiye, “boşlukta laflar” krizinden çıkmalıdır.
Bunun için iki şey devrede
olmalıdır: Otorite boşluğunu gemleyecek lider ve
liderin öncülüğünde sistem
değişimini organize edecek
Meclis iradesi… Biri Sayın
Erdoğan’ken, diğeri de Sayın
Davutoğlu’nun mümkün kılacağı bir şeydir. Sanırım otorite
boşluğundan yararlananların
son umudu, Sayın Erdoğan ve
Davutoğlu arasındaki koordinasyonu koparmaktır. Allah
muhafaza etsin!
mart 2016
33
haberajanda
Siyaset
AYM kapatılmalıdır!
AYM kapatılmalı, yerine daha sağlıklı bir yüksek mahkeme kurulmalıdır. Başta anlattığımız hikâyedeki
“Şeytan” rolüne soyunan ve koçun
kazığını gevşeten AYM, elbet bir gün
kapatılacak, tarih sayfalarında lâyık
olduğu yeri alacaktır. Demokrasi
düşmanı, halk düşmanı gibi hareket
eden mahkemeyi kapatacak olan
Meclis, ne şanlı bir Meclis’tir! Orada
oy kullanacak olan vekiller, ne şanslı
vekillerdir!
Casus belli!
M
EŞHUR
hikâyedir;
“Bahçedeki
koç” desek ve
bilenlerin bilmeyenlere anlatmasını söyleyip bıraksak,
yazı burada biter ve hiç de
orijinal olmaz.
Daha “Bismillah” derken
yeri geldi; Nasrettin Hocamızı rahmetle yâd edelim ve
34
mart 2016
bu sayfaları boş bırakmayalım. Henüz sözün başındayız. Bilenlere hatırlatacağız,
bilmeyenler de bu vesîle ile
öğrenecekler. Zira herkes bildiğini başkasına öğretmekle
mükellef…
Zengin bir adamın
evinin (köşkünün yahut
malikânesinin de diyebiliriz)
bahçesinde güzel, besili bir
koç vardır. Küçük kuzu iken
almış, besleyip büyütmüştür.
Şeytan devreye girer ve koçun bağlı olduğu kazığı biraz
gevşetir. Sonrasındaki olaylar
çorap söküğü…
Koç, birkaç hamle ile
kazığı yerinden çıkartır. Bahçede sağa sola koşturur. Bir
rivâyete göre köşkün içine
girer ve koca boy aynasıyla
karşılaşır. Her hayvan gibi
aynadaki görüntüyü başka
bir hayvan zanneder. Gerilerek bir tos vurur ve ayna bin
parçaya bölünür.
Şangırtıyı duyan evin
hanımı gelip manzarayı görünce çok sinirlenir. Kâhya
Yahya’ya talimat verir, koçun
kesilmesini emreder. Kâhya
koçu yatırır, keser.
Mehmet Şeker
[email protected]
Akşam “Beyefendi” eve
geldiğinde bahçede koçu
göremeyince “Nerede benim
kınalı koçum?” diye sorar.
Olan biteni anlatırlar. Adam
fena hâlde hiddetlenir. Karısına bir tokat aşk eder. Kadın
dengesini kaybedip yere
düşerken başını taşa vurur ve
orada canını teslim eder.
Kadının ağabeyi durumu
öğrendiği zaman elinde silahla gelir, eniştesini vurur.
Tak, tak! İki kurşunda yere
serer. O da sizlere ömür…
Şeytan kenardan seyretmekte ve kıs kıs gülmekte,
“Ben ne yaptım ki?” demektedir, “Sadece kazığı biraz
gevşettim”…
***
Sözü Anayasa Mahkemesi
kararına getirecek gibi gö-
rünüyor olabilirim. Aslı öyle
değil. AYM kararı bizi buraya getirdi, bu hikâyeyi oradan
hatırladık.
Bugün geldiğimiz noktada
“Hakuna Matata” diyemiyoruz ne yazık ki! Çünkü
taşlar yerinden oynadı. Kazık
gevşetildi. Koç her an aynaya
toslayabilir.
Karar, malûm, Can Dündar ve saz arkadaşının tahliyesiyle ilgili. Konuya uzak
olan biri, “Ne var yani?” diyebilir, “Mahkeme bir karar
verdi diye bu kadar gürültüye
ne lüzum var?”.
Mahkeme kararlarına
saygılı olmak gerekir netîce
itibariyle. Lakin kazın ayağı
öyle değil ve uzaktan bakınca
iyi seçilmez. Biraz daha yakına gelmek gerek.
Gürültü şuradan çıkıyor:
AYM yetkisini aştı. Yürüyen bir dava, görüldüğü
mahkemede henüz sonuca
bağlanmadan devreye girdi.
Üstelik sırada bekleyen yüzlerce dosya bir anda geride
bırakılarak…
“İnsan bazen ister istemez
hayret ediyor”, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü
deyimiyle.
Ve merak ediyor: Bu torpil
nereden geliyor?
***
Anayasa’yı açalım ve bakalım neler yazıyor: “İptal kararları gerekçesi yazılmadan
açıklanamaz. Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun
hükmünde kararnamenin
tamamını veya bir hükmünü
iptal ederken, kanun koyucu
gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde
hüküm tesis edemez.” (Madde 153)
Güzel! Daha güzel kısmı
var: “Herkes, Anayasa’da
güvence altına alınmış temel
hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi
birinin kamu gücü tarafından ihlâl edildiği iddiasıyla
Anayasa Mahkemesi’ne
başvurabilir. Başvuruda
bulunabilmek için olağan
kanun yollarının tüketilmiş
olması şarttır.” (Ek fıkra:
12/9/2010-5982/18 md.)
Bir ek daha: “Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda
inceleme yapılamaz.” (Bu da
5982/18 md.)
mart 2016
35
haberajanda
Siyaset
“Biz hep buradaydık, burada olacağız!” Lakırdı bunlar…
Sloganvâri… Bir yüksek mahkeme başkanına yakışmayacak
türden… Bir futbol fanatiğine yakışabilir, ötesine uymaz. Ayrıca hep burada değildiniz, sonradan çıktınız. Hep kalacağınızın
da garantisi yok! Çirkin bir darbenin ürünüsünüz. Çirkin ve
lânetli bir darbenin… Hep burada olan millettir! Bu hamlenizle
kendi piminizi çekmiş bulunuyorsunuz.
Baktık, bu ifadeleri gördük. Bir edebiyat eseri değil
ama yeterince açık sayılır.
Anayasa Mahkemesi,
Anayasa’dan habersiz olabilir
mi? Sayın Başkan ve değerli
üyeler, mahkemenin kuruluşu ve işleyişiyle ilgili maddeleri okumamış ve hükümleri
bilmiyor olabilirler mi?
Anayasa’yı değiştirmek
istiyoruz ama yenisini kabul
edene kadar uymak zorundayız. 82 tarihli Anayasa’da
AYM ile ilgili bölüm 146
ile 153. maddeler arası. İlgili
dipnotlar dâhil, toplam bin
413 kelime. Okumama, bilmeme gibi bir ihtimâl hiçbir
zaman söz konusu olamaz elbette. Hepsinin ezberindedir.
Kaç paragraflık, kaç satırlık,
kaç karakterlik bir metinden
bahsettiğimizi dahi bilirler.
PC’den rica ettim, benim için
saydı. Boşluklu 10 bin 993
karakter olduğunu söyledi.
Benim üç saniyede öğrendiğimi, AYM üyeleri çok daha
evvelden bilir.
Yürüyen bir dava, henüz
iç hukuk yolları tüketilmeden AYM’ye gidebiliyorsa,
bundan sonra binlerce dava
dosyası aynı adresin yolunu
tutabilir. AYM, yüz binlerce
dosya ile karşılaşabilir. Önüne gelen her davaya bakacak
mı? Bakmaz. Bakamaz.
Çünkü taşınacak diğer davaların torpili yetersiz kalır!
Yerel mahkemenin yetkisi
36
mart 2016
Mehmet Şeker
gasp edildi. Bu bir yargı
darbesidir. AYM, vesayet
organı gibi davranmıştır.
Başsavcı’nın hazırladığı
iddianameyi istemeden, görmeden, içeriğini bilmeden,
suçlamalar hakkında bilgi
sahibi olmadan “hak ihlâli
kararı” vermiştir. Böylece
normal sürecin işlemesini de
zorlaştırmıştır.
Nedir normal süreç? Davanın görüldüğü mahkeme
karara bağlayacak, itiraz
üzerine Yargıtay’a götürülecek. En son AYM devreye
girecek…
Yine eskilere gidelim…
Anlaşmazlıklara kadıların
baktığı dönem… Suçlanan
iki kişi, bir tekerleme şeklinde rüşvet teklif ediyor.
O tekerlemeyi unutmuşum
ama Kadı Efendi’nin cevabı
aklımda kalmış: “Ellişerden
yüz… Minder altına diz…
Arka kapıdan cız… Mahkemeyi gördük biz…”
Mesaj alınmıştır. Sanık
minderinde oturanlar söyleneni yapar, kapıdan tüyerler.
Davacı olan kişi de ağzı açık
bakakalır.
***
Gürültünün patırtının
kaynağı olan “iki gazetecinin
tahliyesi” ile ilgili davada rüşvetten söz ediyor değiliz. Çok
basit kaçar. Burada çok daha
vahim bir durum söz konusu!
Ülkenin işleyen hukuk sistemine çomak sokmak, ellişerden yüzü falan çoktan aştı.
Altın olsa bile hikâye…
Başa dönelim!
O gazeteciler neyle suçlanmıştı? Herhangi bir gazetecilik faaliyeti çerçevesinde
görülebilir türden miydi?
Kesinlikle hayır! Olay, en
yalın ifadeyle “casusluk” faaliyeti, devletin gizli bilgilerini
ifşâ etmek ve örgüt üyeliği,
“Türkiye IŞİD’e silah gönderiyor” saçmalığı... Türkiye’yi
Lahey Adalet Divanı’na
götürmek ve yargılatmak
maksadıyla atılan bu iftira
gazete manşetleriyle gerçekleştirildi. Adamlar manşet
atmadı, iftira attılar!
Gazetede öyle yazarken,
mahkemede nasıl ifade verdi
o gazeteci taslakları? “Nereye
gittiğini bilmiyorum. Duyum
aldım…”
Duyumunu sevsinler! Sen
bu duyuma nasıl düştün?
O duyum sana nasıl düştü,
nereden düştü? Hiçbir şey
bilmiyorsan, otur, iki dakika
düşün! Türkiye IŞİD’e silah
gönderir mi? Türkmenlere
giden yardımı nasıl ve hangi
vicdanla çarpıtır da “IŞİD’e
gidiyor” diye velvele yaparsın? Türkmenleri katleden
terör örgütüne yardım gönderecek bir MİT görevlisi
olabileceğini düşünür müsün? Can Dündar, sen ne
ayaksın?!
Çok mu basit oldu bu
ifade? Âvâmî kaçtı, değil mi?
Hiç merak buyurulmasın,
onun seviyesine göre iltifat
sayılır!
***
“Casus belli!” diye bir ifade vardır. Beynelmilel, yani
uluslararası bir ifadedir bu.
Latince kökenli bu terim,
“Kaazus beli” diye okunur ve
“savaş sebebi” anlamına gelir.
Biz Latincesini bir tarafa
bırakalım ve Türkçe okuyalım: “Casus belli!” Hem de
kabak gibi… Ve şimdi serbest bırakıldı!
Yargılama bitmiş değil,
mâsumiyeti ilân edilmiş değil. Ama AYM görüşünü çok
kaba bir şekilde belli ettiği
için akıbetten endişe duymak
durumundayız. Davanın görüldüğü yerel mahkemenin
sağlıklı karar vermesinin de
önüne geçildi çünkü.
Bir hususu daha önemle
belirtmek gerek: Can’la başla
bir alıp veremediğimiz yok.
Özel bir düşmanlığımız
falan olamaz. Kişisel yaklaşmıyoruz. Hâdise tamamen
millî duruşla ilgili…
Can Dündar isterse
âlemin kralı ilan edilsin
AYM tarafından, bizi ilgilendirmiyor; fakat ülkenin
menfaatleri ve hukuka olan
güvenimiz açısından bakarsak, son derece çarpıcı bir
kötü örnek var ortada! Kamu
yararı gözetmesi gereken
bir kurum, düpedüz kamu
zararına sebep olmuştur.
Çirkin ve tehlikeli bir yol
açılmıştır. Neredeyse ülke
aleyhine sahte deliller ve
iftiralarla “casusluk yapmak
sıradanlaştırılmıştır”. Az
daha kahraman ilân edilecek
olan sanıkların efelenmesine
fırsat tanınmıştır. Adı geçen
veya geçmeyen o kişiler de
bu fırsatı iyi kullanarak fazlasıyla küstahlaşmış, tehditler
yağdırmaya başlamışlardır.
Bundan daha vahim tablo
ne olabilir?
***
AYM Başkanı olan zâtın
yapılan eleştirilerden rahatsız
olması da ayrı bir terane!
“Verdiğimiz karar herkesi
ve her kurumu bağlar” diyor.
Tercümesi: “Daha yeni başladık!”
Her şeyden önce eleştirilere tahammülsüzlük, sakat bir
mantığın ürünü!
Mahkeme kararları eleştirilebilir. Her vatandaşın hakkıdır bu. Beğenme ve sessiz
kalma mecburiyeti olamaz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
tepki göstermesine bozulan
AYM Başkanı, çok üstenci
bir yaklaşımla açıklama
yapmasaydı iyi olurdu. Cumhurbaşkanı saksı değildir,
konuşacaktır! Herhangi bir
vatandaşın fikrini beyan
etme imkânı mevcutken,
Cumhurbaşkanı nasıl sessiz
kalabilir? Üstelik devletin temeline dinamit koymak gibi
kararlar söz konusu iken?
“Biz hep buradaydık,
burada olacağız!” Lakırdı
bunlar… Sloganvâri… Bir
yüksek mahkeme başkanına
yakışmayacak türden… Bir
futbol fanatiğine yakışabilir,
ötesine uymaz. Ayrıca hep
burada değildiniz, sonradan
çıktınız. Hep kalacağınızın
da garantisi yok! Çirkin bir
darbenin ürünüsünüz. Çirkin
ve lânetli bir darbenin…
Hep burada olan millettir!
Bu hamlenizle kendi piminizi çekmiş bulunuyorsunuz.
Ne anlama geliyor bu
ifade, hemen açıklayalım:
AYM kapatılmalıdır! AYM
kapatılmalı, yerine daha
sağlıklı bir yüksek mahkeme
kurulmalıdır. Başta anlattığımız hikâyedeki “Şeytan”
rolüne soyunan ve koçun
kazığını gevşeten AYM,
elbet bir gün kapatılacak,
tarih sayfalarında lâyık olduğu yeri alacaktır. Demokrasi
düşmanı, halk düşmanı gibi
hareket eden mahkemeyi
kapatacak olan Meclis, ne
şanlı bir Meclis’tir! Orada oy
kullanacak olan vekiller, ne
şanslı vekillerdir!
mart 2016
37
haberajanda
Analiz
Zeynalov, Can
Dündar tutuklandığında
Abdülhamit
Bilici’nin kendisine destek için
gittiğini ama
bu kayyum
olayında hiçbir
genel yayın
yönetmeninin
kendilerine
gelmediklerini
ifade etmiştir.
Bekledikleri kişilerden bekledikleri desteğin
gelmeyişinde
Nedim Şener’in
“Cemaat
mağdur değil,
mağlûptur”
tespitinin etkili
olduğunu söyleyebiliriz.
38
mart 2016
Hakîkatler “zaman”la
M
ART’ın ilk
haftasında Zaman gazetesine
kayyum atandı
ve 1986’da başlayan 30 yıllık
bir dönem sona ermiş oldu.
Meselenin hukukî yanını
derinlemesine bilmiyoruz.
Yazılanlardan, “paralel devlet
yapılanması” konulu bir adlî
soruşturmanın sürdüğünü ve
gazetenin de bu illegal yapılanmaya destek olacak şekilde kullanıldığına dair kuvvetli deliller
bulunması sebebiyle kayyuma
devredildiğini anlıyoruz.
Mesele hukukî bir süreç
olsa da, son birkaç yıldır
olanlara bakıldığında siyasî
yanının da bulunduğunun
altını çizmek gerekir. Çünkü
konu, son üç dört yılın siyasî
gündeminin hep ilk sıralarında yer almıştır. Bugün
dahi Cumhurbaşkanı’ndan
Başbakan’a, hatta muhalefet
partilerine kadar tüm alanlarda “paralel yapı” tartışması
sıcaklığını korumaktadır.
MHP’deki liderlik mücadelesinde bile “paralel yapılı”
tartışmaların yapıldığına şahit
oluyoruz. Siyasetin dışında,
sivil alandan devletin tüm
kurumlarına kadar konu yine
gündemdedir ve gidişata etki
eden önemli bir parametredir.
Zaman gazetesi, “paralel
yapı”yı anlamamızı kolaylaştıracak ilginç bir arşiv sunar.
Hem gazete üzerinden yapılan
tartışmalar, hem de gazetenin
yayın çizgisi incelemeye değerdir. Bilindiği üzere, gazetenin
tirajı son senelerde çok hızlı
arttı. 2003’lerde 300 binlerde
iken 2013’lerde 1 milyon civarında geziyordu. Gerçekten
okunuyor muydu, yoksa “çok
satan” gazete görünmek için
farklı oyunlar mı vardı, bunlar
da zaman zaman tartışıldı.
Prof. Dr. Serhat Atabey
[email protected]
ortaya çıkar!
Mesela gruba ait dershanelerdeki çocukların deneme
sınavlarına girebilmeleri için
Zaman gazetesine abonelik
şarttı veya hayli avantaj sağlıyordu.
Şunu da belirtmek gerekir
ki, sadece abone olmak değil,
gazeteyi baştan sona okumak
bile Cemaat mensupları için
bir aidiyet göstergesidir. Hüseyin Gülerce’nin, Cemaat’in
daha hususî kesimine gazetede okunacak yazarların
isimlerinin verildiğini ve
kendisinin bu yazarlar arasında olmadığını belirtmesi,
yapının iç içe geçmiş işleyişi
ile ilgili bir bilgi de vermektedir. Cemaat’in muktedir
zamanlarında (bana göre
2003-2013 arasındaki on
yıl) özellikle devletin belli
kurumlarında Cemaat’i
samimî olarak kabul etmese bile sağlayacağı maddî
avantajlar sebebiyle Zaman
gazetesine abone olarak “Biz
de sizdeniz” mesajları vermeye çalışanların da olduğu
söylenebilir.
Tabiî ki o zamanlar “gün,
o gündür” ve Türkiye’nin “en
çok satan” gazetesi olmak
için tüm şartlar uygundur.
Fakat 17-24 Aralık operasyonları kırılma noktasıdır ve
gazete için gerileme dönemi
başlamıştır. Bir süre “Herkes
gemiyi terk ediyor” havası
vermemek ve gazetenin dimdik ayakta olduğunu göstere-
bilmek maksadıyla yine çeşitli oyunlar oynanmıştır. Bu
sayede gazeteler hemen her
yerde görünür hâle gelmiştir.
Hatta gazeteden kaçış yoktur; hiç olmazsa bir ambalaj
kâğıdı olarak karşınıza çıkmaktadır. Aboneliğini iptal
ettirmek isteyenlerin karşılaştığı zorluklar ise tüketici
şikâyetlerine konu olmuştur.
AK Parti iktidarı süresince
gazetenin yayın çizgisine
baktığımızda,10 sene “Tam
destek, hep destek!” şeklinde
bir strateji izlendiğini, 2013
senesinde birkaç aylık “geçiş
ve hazırlık” döneminin arkasından muhalif bir çizgiye
kaydığını, hatta iyice marjinalleştiğini görebiliyoruz.
Son zamanlarda haber veriş
biçimleri, attıkları manşetler
ve tercih edilen resimler, bir
zamanlar çok farklı noktalarda göründükleri Cumhuriyet
ve Sözcü gazeteleri ile aynı
çizgide buluştuklarını gösteriyor. Bu ilginç bir savrulmadır ve farklı yönleriyle analiz
edilmeye değer bir konudur.
“Kayyum atanmasıyla bir
dönem sona erdi” demiştik.
Cuma günü atanan kayyum,
Cumartesi gününün gazetesine müdahale edemedi, gazete
erken basılarak 30 senedir
devam eden dönemin son
manşetini attı. Bu, abonelere
de dağıtılan son gazete oldu.
Pazar günü ise aboneler
Zaman gazetesi yerine yüzü
kanlar içinde başörtülü bir
kadının resminin manşete
taşındığı “Yarına Bakış” adlı
yeni bir gazeteyi ellerine
aldılar. Gazeteye kayyum
atanmasını protesto etmek
amacıyla toplanan kalabalığa
polis müdahale etmiş ve
çıkan arbedede yere düşen
başörtülü bir kadının yüzü
kanlar içinde kalmıştı. Tabiî
ki bu resim başörtülülere
olmadık hakaretler yapan
insanların bile arkasına
sığındıkları bir malzeme
oldu. Güya başörtüsü özgürlüğünün mimarı olan bir
zihniyetin başörtülüleri ne
hâle getirdikleri kamuoyuna
gösterilmeye çalışılıyordu.
Zaman gazetesinin bu
“zor” zamanında, son zamanlarda ağız birliği ettikleri
Cumhuriyet ve Sözcü gibi
gazetelerin haber destekleriyle birlikte yine gazete gibi
bir uçtan diğer uca savrulan
birtakım yazarçizer takımı
(mesela Nazlı Ilıcak) yanlarındaydı. Fakat güvendikleri
dağlara kar yağdığını Today’s
Zaman temsilcisi (yazarı da
olabilir) Mahir Zeynalov’un
attığı Twitter mesajlarından
anlıyoruz.
Zeynalov, Can Dündar
tutuklandığında Abdülhamit
Bilici’nin kendisine destek
için gittiğini ama bu kayyum
olayında hiçbir genel yayın
yönetmeninin kendilerine
gelmediklerini ifade etmiştir.
(Mahir Zeynalov ve Tuncay
Opçin gibi birçok Cemaat
mensubu ise yurtdışında
oldukları (!) için desteklerini
sanal ortamdan vermişlerdir.)
Bekledikleri kişilerden bekledikleri desteğin gelmeyişinde
Nedim Şener’in “Cemaat
mağdur değil, mağlûptur”
tespitinin etkili olduğunu
söyleyebiliriz.
Cemaat mensuplarının da
dillendirdikleri gibi, İslâmî
kesimlerden de Zaman’a
kayyum atanmasına yönelik
herhangi bir tepki ortaya
konulmadı. Yüzü kanlar
içinde kalan başörtülü kadın
ile İslâmî kesimde ajitasyon
yapmayı planladılar. Evet,
görüntü hoş değildi! Başındaki örtüden bağımsız olarak
bir kadının o pozisyona
düşmesi hiç kimsenin kabul
edeceği bir şey değildir. Lakin
konunun “Benim başörtülü
bacım!” denilerek başörtüsü
üzerinden götürülmeye çalışılması, yapının ikiyüzlülüğünün başka bir göstergesidir.
Çünkü insanların zihinlerinde Cemaat’in başörtüsü ile
ilişkisi problemlidir.
28 Şubat sürecindeki
problematik tutumları
dışında, şu anda da kamu
kurumlarında herhangi bir
yasak olmamasına rağmen
“aç-kapa” yöntemini devam
ettiren birçok Cemaat müntesibi vardır. Yani çalışırken
açıp, işyerinden çıkınca
başlarını kapatan kadınların
bunu hangi gerekçe ile yaptıkları, bilmediğimiz hikmeti
(!) dışında izah edilememektedir. Ayrıca gayet mütesettîr
olarak bildiğimiz bir kısım
ablaların bir zaman sonra
karşımıza farklı şekillerde
çıktıklarını görebiliyoruz.
İnsanlar elbette istedikleri
kıyafeti giymekte serbesttirler, ancak toplumda bir simge hâline gelmiş bir konunun
bu derece oyuncak edilmesi,
insanların vicdanını yaralamaktadır. Bundan dolayı da
attıkları manşet ve yaptıkları
ajitasyon, beklenen etkiyi
göstermemiştir.
mart 2016
39
haberajanda
28 Şubat
Orhan Mücahit
[email protected]
Geçtiğimiz ay 28 Şubat’ı bir kez daha hatırladık. 19 yılı geride bıraktık. “Bin yıl sürecek!” dedikleri o karanlık günleri -çok şükür- çabuk
atlattık. Atlatmamız çabuk sürdü, bu güzel! Ancak unutmamız da çabuk
oldu! Özellikle genç kesim o günleri bilmez. O günleri, yaşananları unutmamak, unutturmamak gerekli. Muhafazakâr kesim büyük bir travma
yaşadı. İnsanlar neyin gerçek, neyin yalan olduğunu, kime ve neye inanacaklarını şaşırdılar. İnancımız ve değerlerimiz altüst edildi.
28 Şubat travması
C
UMHURBAŞKANI Recep
Tayyip Erdoğan,
hiç şüphe yok
ki şu an Türk siyasetinin
en güçlü karakteri. Kim ne
derse desin, siyasî başarısı
tartışılmaz!
İlk yıllarda Adnan
Menderes’le kıyaslanıyordu
Erdoğan. Ülke ekonomisi
büyüdükçe ve reformlar bir
bir hayata geçmeye başlayınca Menderes’le kıyaslanma
bitti, Turgut Özal’la kıyaslanmaya başladı. Ancak “Erdoğan” ismi Türkiye ile beraber büyüdükçe, o bütün bu
isimlerin ve kıyaslamaların
üzerine çıktı. Adı artık dünya
liderleri ile beraber anılmaya
başlandı. Tayyip Erdoğan,
bütün o isimleri geride bıraktı. Ancak bu başarısının
arkasında yine o isimler, Adnan Menderes, Turgut Özal,
hocası Necmettin Erbakan
ve hatta Süleyman Demirel
gibi hayatını bu ülkenin siyasetine adamış insanlar var.
Tayyip Erdoğan o isimler
sayesinde nerede, ne zaman,
ne yapılması gerektiğini, aynı
40
mart 2016
zamanda nerede, ne zaman
ve ne yapılmaması gerektiğini çok iyi şekilde öğrendi.
Kendisine ve AK Parti’ye
karşı kurulan sayısız tuzağı
ve engeli bertaraf etmesi,
(önce Allah’ın izni ile) geçmişte o isimlerin yaşanan acı
tecrübelerin sayesindedir.
Post-modern
darbelerden
e-muhtıraya
Erdoğan, Millî Görüş
ekolünden geliyor. Millî
Görüş felsefesi, rahmetli
Erbakan liderliğinde Türk
siyasî hayatının en önemli
dinamiği olan muhafazakâr
siyasetin omurgasını oluşturdu. Ancak Millî Görüşçüler
siyasî hayatları boyunca az
çekmediler vesayetin elinden.
Darbelerle engellendiler. En
son 28 Şubat’ta post-modern
bir darbe yaşadık.
Hatırlayalım: Refah-Yol
hükûmetini içine sindiremeyen çevreler, vesayetle
işbirliği içinde birçok tezgâh
düzenleyerek ve sonunda
orduyu da işin içine katarak
Hükûmet’e karşı harekete
geçtiler. 28 Şubat 1997’deki
MGK’nın tavsiye kararları
(dayatmaları) Hükûmet’e
bildirildi. 4 Mart günü
Başbakan Erbakan, MGK
kararları yumuşatılmazsa imzalamayacağını söyledi. Daha
sonra imzalamak zorunda
kaldı. (Millî Görüşçülerin bir
kısmı, rahmetli Erbakan’ın
sadece 4 maddeye imza
attığını beyan ederler.) 1
Mayıs günü Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “ülkeyi
iç savaşa sürüklediğini” iddia
ederek RP’nin kapatılması
için dava açtı. 18 Haziran
günü Necmettin Erbakan,
Başbakanlık’tan istifa etti.
Erdoğan liderliğindeki AK
Parti de benzer bir sınavdan
geçti.
Hatırlayalım: 2007’de, tıpkı Refah-Yol hükûmeti zamanında kurulan tezgâhların
benzerleri AK Parti içinde
kurulmuştu. Nihâyetinde
dönemin Genelkurmay
Başkanı, 27 Nisan 2007
günü gecenin bir vaktinde
Hükûmet’e muhtıra niteliğinde (e-muhtıra) bir bildiri
yayınlayarak vesayet adına
AK Parti’ye rest çekti. AK
Parti vesayete boyun eğmedi.
Beklenenin aksine, bu muhtıraya sert bir şekilde karşılık
vererek vesayete hâddini
bildirdi.
Millî Görüş
siyasetinin önü hep
tıkanmak istendi
Vesayetin darbeler dışında
başkaca marifetleri de vardı
elbet. Darbe planı tutmadığında çeşitli bahanelerle parti
kapatmayı denerdi. Millî
Görüşçüler iyi bilirler, hatırlayalım:
26 Ocak 1970 günü, rahmetli Necmettin Erbakan
liderliğinde Millî Nizam
Partisi (MNP) kuruldu.
Anayasa Mahkemesi, 20
Mayıs 1971’de, partinin “laik
devlet niteliğinin ve Atatürk
devrimciliğinin korunması
prensiplerine aykırı olduğu”
gerekçesiyle kapatılmasına
karar verdi. 11 Ekim 1972’de,
MNP’nin devamı niteliğinde
Millî Selamet Partisi (MSP)
kuruldu. Necmettin Erbakan
bu partiye sonradan katıldı
ve 1973 yılında Genel Başkan seçildi. 12 Eylül 1980
Darbesi’nde diğer partilerle
beraber kapatıldı. 19 Temmuz 1983’te, Millî Selamet
Partisi’nin devamı niteliğinde Refah Partisi (RP) kuruldu. Siyasî yasaklı olduğu
için Necmettin Erbakan bu
partiye de sonradan katıldı
ve 1987 yılında Genel Başkan seçildi. Refah Partisi de
MNP gibi 16 Ocak 1998’de,
“laik devlet ilkesine aykırı
eylemleri” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatıldı. Bu kapatılmayı
daha önceden hisseden Millî
Görüşçüler, 1997’de Fazilet
Partisi’ni kurmuşlardı. Refah
Partisi’nin kapatılması sonrası partililer, Fazilet Partisi’ne
geçtiler. Fazilet Partisi de
(tıpkı MNP ve Refah Partisi
gibi) Anayasa Mahkemesi tarafından 22 Haziran
2001’de kapatıldı.
Erdoğan liderliğindeki AK
Parti de benzer bir sınavdan
geçti.
Hatırlayalım: Dönemin
Başsavcısı tarafından 2008
yılında “Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı durumuna
geldiği” iddiasıyla kapatma
davası açıldı. Adeta kıl payı
farkla kapatıl(a)madı. Sekiz
sene geçti ama Anayasa
Mahkemesi Başkanı Haşim
Kılıç’ın akşam saatlerine
kadar süren görüşmelerinin
ardından bir basın toplantısı ile açıkladığı o ânı
hiç unutmadım. Anayasa
Mahkemesi’nin aldığı o karar/uyarı Erdoğan’ı durduramadı. Erdoğan liderliğindeki
AK Parti, reformlarına ve
değişime devam etti. Vesaye-
te boyun eğmediği gibi meydan okumaya da devam etti.
28 Şubat’ın
ardından
Geçtiğimiz ay 28 Şubat’ı
bir kez daha hatırladık. 19
yılı geride bıraktık. “Bin yıl
sürecek!” dedikleri o karanlık
günleri -çok şükür- çabuk
atlattık. Atlatmamız çabuk
sürdü, bu güzel! Ancak unutmamız da çabuk oldu! Özellikle genç kesim o günleri
bilmez. O günleri, yaşananları unutmamak, unutturmamak gerekli. Muhafazakâr
kesim büyük bir travma
yaşadı. İnsanlar neyin gerçek,
neyin yalan olduğunu, kime
ve neye inanacaklarını şaşırdılar. İnancımız ve değerlerimiz altüst edildi.
Daha önce birkaç kez
ifade ettim ama bir kez daha
ifade etmekte yarar var:
Türkiye’nin yakın tarihi ders
kitaplarına mutlaka eklenmeli. 28 Şubat’ta Erbakan’ı
bir kez daha rahmetle,
minnetle andık. Hak şerleri
hayreyler, bu şer ve karanlık
günler, hayra vesîle oldu.
Doğru ve yanlışları ile o
süreç yaşanmasa idi, siyaset
hiç bugünkü kadar özgür
yapılamayacaktı. Vesayetle
savaşta 28 Şubat’ın o karanlık günlerinin tecrübelerinden istifade ettik. 28 Şubat
yaşanmasa idi, vesayetin
gölgesi her daim üzerimizde
olacaktı. 28 Şubat yaşanmasa
idi, içimizdeki hainleri, din
tüccarlarını, gerçek aydınları, samimî demokratları ve
hakîkî îman sahiplerini asla
tespit edemeyecektik.
Dönem dönem çeşitli
vesîleler ile inancımız, değerlerimiz ve sadakatimiz
sınanır. İş budur ki, sabretmeyi bilelim ve ihlâsımızı
kaybetmeden gerçeğin peşine
düşelim.
mart 2016
41
haberajanda
Siyaset
Yahu bu Akşener paralelciydi
de sen onu neden milletvekili,
neden TBMM
Başkan Vekili
yaptın? Paralelcilere karşı bugüne kadar hiç
sesin çıkmıyordu, onların kötülüğünü şimdi
mi anladın?
17-25 Aralık’ta,
Cumhurbaşkanlığı seçiminde
onlarla omuz
omuzaydın,
şimdi koltuk
sallanınca mı
aklın başına
geldi?
42
mart 2016
MHP’ye operasyon mu?
S
ON günlerde AK Parti
çevrelerinde neredeyse
hayranlığa varan bir
Devlet Bahçeli sevgisidir gidiyor. Paralelcilerin
MHP Genel Başkanı Devlet
Bahçeli’ye karşı bir darbe teşebbüsünde olduğu şeklindeki
değerlendirmeler, üstelik bu
iddiaların aklı başında, ciddî
bildiğimiz köşe yazarları ve ekran yorumcularından gelmekte
oluşu hayret verici. Söylenen,
Devlet Bey’in son zamanlarda
ülke menfaati için iktidardan
yana olumlu tavırlar içinde
olması sebebiyle anti-Erdoğan
cephesinin husûmetini celp etmiş olduğu, bu sebepten FETÖ
eliyle bu operasyona mâruz
kaldığıdır. FETÖ bu operasyon
hamlesini MHP’de Genel Başkanlık yarışına soyunmuş olan
bu partinin eski milletvekili
Meral Akşener vasıtasıyla gerçekleştirme çabasında imiş…
Hatırlanacağı gibi 7 Haziran
seçimlerinden sonra oluşan
Meclis aritmetiği muvacehesinde
kökü dışarıda bulunan FETÖ’lü
Erdoğan karşıtı şer cephesi, üç
muhalefet partisini bir araya
getirip AK Parti ve Erdoğan’ı
hedef alan bir hükûmet kurmak
için büyük çaba sarf etmiş, ancak
MHP bunlara katılmayarak
oyunlarını bozmuş, heveslerini
kursaklarında bırakmıştı. Bu
tutumu sebebiyle operasyoncuların MHP’ye çok kızmış oldukları elbette doğrudur. Haber
Ajanda’nın Eylül sayısında bu
konuyla ilgili olarak şöyle bir
ifadede bulunmuştum: “Tabiatıyla operasyoncuların, bu aykırı
Sabri Öğe
[email protected]
tutumu dolayısıyla MHP’ye
çok öfkelenmiş ve ‘sicili’ne
bir işaret koymuş olduklarını,
zamanı geldiğinde ona bir
‘iyilik’ (!) düşüneceklerini
tahmin etmek zor değil!”
O süreçte MHP lideri, AK
Parti’nin de her türlü birlikte
hükûmet kurma teklifini de
reddetmek sûretiyle bu tarafın da canını sıkmıştı. Ancak
Bahçeli’nin bu retçi tutumu,
erken seçim ve dolayısıyla da
AK Parti’nin daha da güçlenerek yeniden tek başına
iktidar olması sonucunu doğurmuş olduğundan, Bahçeli
MHP’sinin devamlı olarak
AK Parti’ye destek olduğu
kanaatinin oluşmasına, şer
cephesinin öfkesinin artmasına neden olmuştu.
FETÖ’lü şer cephesinin Devlet Bahçeli’yi
MHP liderliğinden tasfiye
etme arzusu ve teşebbüsü
olabileceğini reddetmek
mümkün olmasa da, bugün
MHP’de Bahçeli’ye karşı
ortaya çıkmış olan hareketi
buna bağlamak mümkün
değildir. Bu hareket bir anda
ortaya çıkmış bir eylem
olmayıp, kökü ta MHP’nin
Ecevit hükûmetinde yer
aldığı 2000’li yılların başlarına kadar uzanır. Sebebi,
Bahçeli’nin bencil, şahsiyetsiz
ve başarısız siyasetidir.
Parti tabanında artarak
devam eden hoşnutsuzluk 1
Kasım seçiminde uğranılan
bozgunla zirveye çıkmış, fokurdayan “tencere”, kapağını
patlatmıştır. Aslında böyle
bir durum bir başka partide
olmuş olsaydı, bu patlama
çok daha önce gerçekleşmiş
olurdu. Ne var ki, MHP’de
lidere karşı var olan saçma
sapan bir itaat kültürü ve
Bahçeli’nin despot yönetimi
bu vetireyi uzatmıştır. Paralelciler şimdi bu fırsattan
istifade etmek isteyebilirler,
ama buna dair ortada inandırıcı bir işaret görünmüyor.
Sayın Meral Akşener’in
paralelci olduğu yolunda ileri
sürülen iddialar pek inandırıcı değil. Öyle olsa dahi,
koskoca MHP’yi paralelcilerin bir Akşener vasıtasıyla ele
geçirmelerini düşünmek akla
ziyandır. MHP bu kadar mı
köksüz, çürük ve zavallı bir
partidir?
Fakat görüyoruz ki, Sayın
Bahçeli de bu iddiaya sarılmış hâlde. MHP liderinin
yüreğine bu defa koltuğu
kaybetme korkusunun iyice
düşmüş olduğu anlaşılıyor.
Ne pahasına olursa olsun,
koltuğu kaptırmamak için
hiçbir ahlâkî ve yasal sınır
tanımaksızın adeta cinnet
derecesinde yaptığı utanç
verici tasfiye işlerine ilaveten,
panik içerisinde şimdi bir de
Sayın Akşener’in Paralelci
olduğu iddiasına sarılıyor.
İnsanda biraz utanma
olur! Sormak lâzım: Yahu bu
Akşener paralelciydi de sen
onu neden milletvekili, neden TBMM Başkan Vekili
yaptın? Paralelcilere karşı
bugüne kadar hiç sesin çıkmıyordu, onların kötülüğünü
şimdi mi anladın? 17-25
Aralık’ta, Cumhurbaşkanlığı
seçiminde onlarla omuz
omuzaydın, şimdi koltuk
sallanınca mı aklın başına
geldi? Ve, ve, ve…
İşin gerçeği şu ki, Devlet
Bahçeli ve etrafındaki kalitesiz oportünist grup, tamamen kendi şahsî rahatları ve
saltanatlarının devamı için
siyaset yapıyorlar. Davaymış,
ülke çıkarıymış, kendi kör
çıkarları söz konusu olduğunda bunların umurunda
bile değil. Bahçeli’nin bir
ailesi, çoluk çocuğu yoktur;
“Partideki saltanat, îtibar
giderse bu insan nerede,
nasıl yaşayacaktır?” düşüncesi
herhâlde budur. Yokluk içinde, kanla, canla, bin bir cefâ
ile meydana getirilmiş olan
bir partinin para ve saltanatı
görünce bu hâllere düşmüş
olması pek hazindir. Yazık,
çok yazık!
Anlayamadıklarım
Suriyeli muhalif güçleri
baştan beri en çok yıpratan
Esed’in uçak ve tankları, ilaveten son zamanlarda Rusların uçak bombardımanları
oldu. Şayet muhaliflerin
elinde etkili uçaksavar ve
tanksavar savunma sistemleri olmuş olsaydı, Esed’in
işi çoktan bitmiş, muhalifler zaferlerini ilân etmiş
olurlardı. Ruslar da perişan
olup tası tarağı toplayarak
gitmek mecbûriyetinde kalırlardı. Türkiye, ÖSO’ya ve
özellikle Türkmenlere silah
desteği vermekte olduğu
hâlde neden uçaksavar ve
tanksavar silahları vermekten
çekinmiştir, çekinmektedir?
Türkiye’nin elindeki uçaksavar silahı imkânı nedir,
bilmiyorum; ama iki kişiyle
kullanılan ve soba borusu
büyüklüğündeki seyyar, kullanımı kolay tanksavar silahından bol miktarda olduğunu biliyoruz. Bunlar, özellikle
şehir içi çatışmalarda yüzde
100’e yakın etkinlik sağlayan
silahlardır.
Suriye meselesinde
Türkiye’nin AB’ye karşı elindeki en önemli kozun sığın-
macılar olduğu aşikârken,
yapılması gereken daha çok
sığınmacının AB’ye gitmesini
sağlamak değil midir? Ama
görüyoruz ki Türkiye, bunun
tam tersini yapıyor ve her gün
AB’ye gitmeye çalışan bir
sürü kaçağı bir sürü masraf
ederek yakalayıp geri getiriyor. Bu da yetmiyor, NATO
ile ortak olarak Ege’de kaçak
sığınmacı avlıyor. Bu adamlar sorunun kökenine inip
Türkiye’ye sığınmacı gelişini
önlemeyi düşünmek yerine,
işin ucuzuna kaçıp üç beş kuruş vererek yükü Türkiye’nin
üstüne yıkmayı istiyorlar.
Onlar isterler; çünkü onlar
yüzsüz, bencil Batı’dır da,
Türkiye’nin tutumunu anlamak mümkün değil!
Kahraman güvenlik güçlerimiz terör mücadelesinde
en çok kaybı el yapımı bombalardan veriyor. Bu bombaların yapımında kullanılan
madde, piyasada bolca satılan
amonyum nitrat gübresidir.
Bu azotlu gübre tarımda
olmazsa olmaz değildir.
Onun yerine patlamayan
amonyum sülfat, diamonyum
fosfat ve üre gibi en az 3 çeşit
daha azotlu gübre vardır.
Devletimiz neden bu nitrat
gübresinin üretim ve satışını
yasaklamıyor?
“Bu konularda devletin
elbette bir bildiği vardır”
şeklindeki bir düşünceye
katılmak istemiyorum. Geçmişte terörist başı, HDP,
PKK ile anlaşma konusunda
“Herhâlde Hükûmet’in, bizim bilmediğimiz bir bildiği
var, yoksa bu kadar net yanlış
yapılamaz” şeklinde düşünmüştük. Netîcede ortaya çıktı
ki, meğer Hükûmet’in bildiği
bir şey yokmuş!
mart 2016
43
haberajanda
Toplum
Batı’yı Batı yapan, bize düşmanlıkları olmuştur. Doğu’ya
düşman olmamış olsalardı,
hiçbir zaman “Batılı olma” duygusunu keşfedemezdiler. Ve bir
“Batı” inşâsı da gerçekleşmezdi.
Batılı olmak, asla bir Doğulu olmamaktır. Batılı olmak,
Doğu’yu var eden, kutsî bir
takım değerlerle Doğu’ya ruh
katan, his dünyasını katman
katman yücelten tüm derin
duygulardan ayrı, yeni duygumatikler inşâ etmektir.
O
NLAR kendilerini yüreklendirmek için şiirler yazdırırdı. Spartalıları yüreklendirmek için ne sözler yazıldı! Elegeia şiirler, İyon lehçesi ile yazılan heyecan
verici, coşku dolu şiirler… Şâirlerin içinde önde gelen
Tyrtaios bir seferinde şöyle diyordu:
>>“Güzeldir ön saflarda düşerek ölmek/ Vatan uğruna dövüşen asil adam için!/ Ama şehrini
ve zengin tarlalarını bırakıp/
Sevgili anasıyla,/ İhtiyar babasıyla,/ Küçük çocukları ve kız
olarak aldığı karısıyla sürünerek/
Dilenmek her şeyden acıdır.
Başvurduğu insanlar ona
düşman olur,/ Mahrûmiyete,
iğrenç yoksulluğa baş eğer,/ Soyunun yüzkarası olur, bozulur
göz alıcı güzelliği./ Yoldaş olur
ona hakaretler ve sefalet./ Böyle
başıboş dolaşan birinin hiçbir
itibarı olmaz,/ ne saygı görür,
ne değer; ona kimse acımaz.
Bu topraklar için cesaretle
dövüşelim, çocuklarımız için/
Ölelim, esirgemeyerek canımızı.
Gençler, haydi dirsek dirseğe
verin, savaşın!/ Ne yüz kızartıcı kaçmaya başvurun, ne korkuya kapılın./ Gayretli olun ve
pekleştirin yüreğinizi,/ Hayata
44
mart 2016
Batı’nın lir
düşkün olmayın er meydanında.
İhtiyarın dizleri dermansızdır,/ Bırakıp kaçmayın onları./
Bir ihtiyarın ak saçları, kır
düşmüş sakalıyla/ Ön saflarda
düşerek,/ Gençlerin önünde
yatması yüz kızartıcıdır./ Kan
içindeki mahrem uzuvlarını
tutarak, çırçıplak/ Toz toprak
içinde cesaretle can verdiğini
görmek çirkin ve utanç vericidir.
Fakat gençlere her şey yakışır,/ Sevimli gençliğin parlak
çiçeğine sahip oldukça;/ Hayattayken erkeklerce seyredilmeye,
kadınlarca sevilmeye değer./ Ön
saflarda düşünce de güzeldir.
Haydi, herkes ilerleyerek iki
ayağıyla/ Dimdik dursun toprağın üstünde, dişleriyle dudağını ısırarak.”
Tyrtaios, Spartalı Elegeia
şâiri… O gün Batı, bugün de
Batı…
Bütün dertleri, duygu
dünyalarında onları harekete geçirecek “gaz” kaybının
olmaması… “Aman ha!
Gazımız biterse şu dünyaya
düşkün insanımızı nasıl harekete geçireceğiz?” endişesi,
korkusu, karabasanı her gece
üzerlerine leş çöküyor. Korkuları büyük Batı’nın. Ben de
keyifle izliyorum…
Batı’yı Batı yapan, bize
düşmanlıkları olmuştur.
Doğu’ya düşman olmamış
olsalardı, hiçbir zaman “Batılı
olma” duygusunu keşfedemezdiler. Ve bir “Batı” inşâsı
da gerçekleşmezdi. Batılı
olmak, asla bir Doğulu olmamaktır. Batılı olmak, Doğu’yu
var eden, kutsî bir takım
değerlerle Doğu’ya ruh katan,
his dünyasını katman katman
yücelten tüm derin duygulardan ayrı, yeni duygumatikler
inşâ etmektir.
Lakin Batı olmak,
Doğu’suz kalmaktır aslında.
Doğu’yu tarih boyunca yüce
tutan, Doğulu insanın kendi
tutku ve heyecanını diri tutmuş olan güçlü kelimeler ve
hisleniştir. “Aşk”, Doğu için
yaratılmış bir değerdir. Aşkı
yok eden “seks” ise, Batı’nın
var oluşunda ürettiği cemiyet
cellâdıdır. Zavallı Batı, “aşk”
dediğinde Doğulu olduğunu
biliyor, demediğinde ise öleceğini!
Sırf bir Batı inşâsı için
kendinin cellâdı toplumlardır bunlar. Geçmiş zaman,
sözünü etmeye gerek var mı
bilmem, ama mâzisinde gençlerini heyecanlandırmak için
ya sefil bir hayatla tehdit eden
ya da biblo değerler icâd edip
coşturmak için gaz veren Batılı mühendisler, özgüven yüklemesi yapmak için mitoloji gibi
araçları kullanmışlardır.
Şimdi bir de Doğu’nun
mâzisine bakalım… Batı için
ne kadar utanç verici bir fark
bu! Doğu’da analar kahraman
doğuruyor. Doğal hayat, kendi kahramanlarının hikâyeleri
ile dolup taşıyor. Değerler
yaşamın bir parçası, büyük
mânâlar günlük hayatın için-
ik sonu
de rutine bağlanmış. Çıldırmasın da ne etsin zavallı Papa
Urban?!
Böylesine büyük bir fark
varken, Batı bugün maskesinin altında cüzzamlı
suratını saklayamaz olmuştur. Doğu’da ateş tarlalarını
izlerken, insanlıktan söz
etme hakkının kalmadığını
utanmadan itiraf edebiliyor.
Akdeniz’de Doğulu bebek
cesetleri, kara bir leke gibi
Batı’nın yüksek insanlık (!)
değerlerinin içi boş laftan öte
hacet olmadığını ifşâ etmiştir.
Her gece yarısı, karanlık loş
bir salonda, mum ışıklarının
titreyen gölgeleri arasında,
birkaç sesi kısık adamın Doğu
dünyası için kötülük getiren
yeni bir plan yaptığına inanırız
biz de. Ne yapalım, bunu hep
yaptılar. Bir planın kurbanı
olmaya alıştık biz. “Evet, şimdi
bizim için ne plan yaptılar?”
diye her sabah merakla bekledik bir Batılı musîbeti.
Oysa devir değişiyor. Görmemiz gerek. Kör gözlere
Rabbimden merhem, ışık,
derman gerek. Kör kalplere
Rabbimden ferâset ve hikmet
Muhammed İkbal Bakırcı
[email protected]
gerek. Evet, devir değişiyor.
Çünkü güneş batıdan doğmaktan vazgeçiyor. Şimdilerde doğudan güneşin doğuşunu izlemek için dünyalılar
muştu tepesine toplanıyor.
Toprağın altı ecdâd dolu;
toprak, ecdâdın mîrasını taşıyor. Zaman, tüm bu mâzinin
saklı tutulduğu kutsal bir
sandık gibi şimdi önümüzde.
Açılası günler yakındır! Doğu
dünyasının ruhu Batı tarafından büyülenmişti. Bugün
İlâhî bir dokunuşla adeta karanlık bir örtü Doğu entelektüellerinin kalplerinden kalktı
ve gönüllerdeki İlâhî bahçe
ışıkla doldu, Cennet’ten
meyveler fark edilir oldu;
gönüller arası bağ kuruluyor,
cemiyetlerin birbirine akan
suları ağır aksak da olsa yön
almaya başladı (günü gelir,
gür bir edâyla akar elbet),
“Gök kubbe bizim kubbemiz;
Hilâl, tüm bu medeniyetin
şerefidir” der olduk bütün bir
Doğu dünyası olarak.
Biz Doğulular, farkındayız
artık, dedektif aramaya gerek
yok, katil Batı’dır!
İşte bu, zavallı Batı’nın lirik
sonudur!
mart 2016
45
HABERA JANDA SÖYLEŞİ
2003 yazında ayrıldım; topluluk, bir
bütün olarak benim
için bütün kredisini
yitirmiş durumdaydı.
Fakat 2010 “Mavi
Marmara” olayına
kadar F. Gülen’in
şahsına olan güvenimi, saygı ve
sevgimi yitirmemeye
çalıştım. Bugünden dönüp geriye
baktığımda, aslında
o 7 senede kendi
kendimi kandırmaya
çalıştığımı görüyorum. Ama herhâlde
F. Gülen’i ve Cemaat’i
aynı anda infaz etmek, benim psikolojimin kaldıramayacağı
bir şeymiş galiba,
o yüzden böyle bir
“kademeli terk” süreci yaşadım.
***
Çok ağır şekilde
küfrettiğimi hatırlıyorum... Geçen
altı sene boyunca
bu sözle sergilediği
iğrençliğin de üzerine tüy diktiği daha
onlarca sözü ve tavrı
oldu. Bu durumda
böyle bir varlıktan
“Fethullah” gibi güzel
bir isimle bahsetmek,
benim Müslüman
vicdanımın yapamayacağı bir şeydir. O
yüzden ona “F.” diyorum, sadece “F”…
46
mart 2016
Said Alpsoy
Mehmet Serhat Bıçak // [email protected]
Araştırmacı-Yazar Said Alpsoy:
“İslâm’ın
dışında
kalan
bir şey, aslında olamayan bir şey demektir!”
S
ORGU ve keşif, insanın kendi düşünsel varlığını ispat açısından çok önemli iki oluş. Sorgu ve keşiften yola çıkınca aklıma
geldi; bir büyüğümden işitmiştim, diyordu ki, “Hayret ve hayâ
îmandandır”. Gerçekten de bu iki haslet, doğuşundan itibaren
insanda gözlemlenen iki önemli özelliği taşır. Hayret de, hayâ
da “merak” düşüncesi üzerinde şekillenir. Biri insanı merak
etmeye yönlendirirken (pozitif bilinç), diğeri ise merak etmeme konusunda
sınırlandırır (negatif bilinç).
>> Hayret ve hayâ, insanın
en temiz özelliklerinden
ikisidir. Şöyle düşünelim:
Hayata yeni yeni adımlar
atmaya başlamış bir çocukta,
gözüyle gördüğü, kulağıyla
duyduğu, burnuyla kokladığı,
diliyle tattığı, eliyle tuttuğu,
ayağıyla bastığı her yeni şey
birer merak çağrısı oluşturur.
Ancak bu öğretilerin kimi
hayreti, kimiyse hayâyı tetikler. En sevimli hayret ve en
tatlı utanma tepkileri çocuklarınki değil midir?
Yaşı ilerledikçe, öğrenmeye
dayalı merak çağrılarında
azalma görülür insanın.
Ancak bunun tersi yönünde
hareket edenler vardır. Bunlar öncü insanlardır. Çünkü
onlar, üzerinde durdukları
hayret ve hayâ ile en başta
belirttiğimiz iki hareketin
sürmesi için dinamometre
vazifesi görürler. Çünkü
onlar, sorgu ve keşfi hayatın
anlamı bellemişlerdir. Hele
bir de bu insanlar İslâm ile
şereflenmişlerse, onların bu
çerçevede kendilerine düstur edindikleri birçok değer
vardır. Onlar, örneğin pek
kıymetli bir hadîs-i kutsî olan
“Ben gizli bir hazineyim, bilinmeyi murâd ederim” sözü-
nün ardından giderler. Çünkü
her sorgu bir keşfi getirecek,
her keşifse Biricik Mukaddes
Hazine’ye vâsıl olma yolunda
adım atmayı sağlayacaktır.
Bu sorgu ve keşif insanları,
sırf Biricik Hazine’ye vâsıl
olabilmek için “İlim, insanın
yitik malıdır, nerede bulursa
almalıdır” hadîs-i şerifinin
ardınca Kur’ân ve Sünnet’in
konuşulduğu ilim meclislerine girerler. Ancak onlar,
girdikleri meclisler içinde de
aynı meziyeti sürdürür, sorgu
ve keşiften caymazlar. Onlar,
bulundukları her yerde yine
hayret ve hayâ makamında
otururlar. Hayretleri arttıkça
o mecliste kalmaya devam
eder, hayâ makamına bir
şey dokunursa oradan çekip
giderler.
Babamla tanıdığım Said
Alpsoy’u bu dizideki kimselerden ayrı tutmayacağım.
Zira o, girdiği ilim meclislerinde buraya kadar bahsetmiş
olduğumuz her tavrı kendisine çizgi edinmiş kıymetli
biri. Kur’ân ve Sünnet’i kendisi için tartışma noktasında
bir hayâ sınırı edinmişken,
girdiği meclisin bu sınırı
aşmaya kalkıştığını gördüğünde durmamış, terk etmiş.
Mecliste bulunduğu sürece
sorgu yeteneğini muhafaza
etmiş.
“F. Gülen” diyerek andığı
çelişkiler insanının başını
çektiği grupsa bu noktada
onu çok yaralamış. Çünkü
oranın bir ilim meclisi olmadığını acı bir süreçle öğrenmiş. Zira söyleşimiz sırasında
sizin de tanık olacağınız
üzere, işleyiş ve söylem noktasında “Cemaat” şeklinde
anılan yapıyı sorgularken “en
baştaki şahsa” karşı yine de
mart 2016
47
HABERA JANDA SÖYLEŞİ
“hayâ” göstermeye çalışmış.
Bu noktada Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın “Bizi kandırmışlar!” şeklindeki çıkışını
Alpsoy şöyle bir özeleştiriyle
perçinliyor: “Kendimi kandırmaya çalışmışım…”
Said Alpsoy’un yaşadığı
bu hâlet-i rûhiyenin birçok
insan tarafından yaşandığını
bizzat kendim yaşadığım için
biliyor ve bu yüzden kendisine olan şahitliğimi arz etmek
istiyorum.
Söyleşimize dair soruları
öz, dolambaçsız ve ihlâsla
cevaplandırdığı için tekrar
kendisine teşekkür ederken,
dinî hayata, ülkemize ve
kendisine nasıl baktığını
rahatlıkla görebileceğiniz
Said Alpsoy söyleşimizi takdirinize sunuyorum…
***
“Hayatî derecede
önemli bir konu bu!”
• Kamuoyu sizi elbette tanıyor ve seviyor ama biraz
kendinizden bahseder
misiniz?
Bismillahirrahmanirrahim… 1965, İzmir-Foça
doğumluyum. Üniversite
eğitimimi yarım bıraktım.
İstanbul’da oturuyor ve yayın
editörlüğüyle iştigâl ediyorum. Çalışmalarım, Gezi
olaylarından bu yana İslâmî
ilimler ve temel İslâmî değerler çerçevesinden yakın
tarih ve Türkiye ile dünyanın
güncel alanlarına döndü…
• Belirtmiş olduğunuz
üzere sizi tanıyanlar da
daha çok İslâmî ilimlerle
alâkadar olduğunuzu biliyorlar, yayınlanmış eserlerinizin bu alanlardaki
çokluğu da dikkat çekici.
48
mart 2016
Kelâmcılar
arasında meşhur olan “Allah, sıfatlarıyla muhat, esmâsıyla malûm, Zât’ında mevcûd-u meçhuldür” tespitinden yola çıktık ve bu dünyada bir insan
için Allah’ı bilmenin en iyi yönteminin O’nun isimlerini
bilmek olacağını düşündük.
Ancak tarihe karşı olan
ilginizden bahsederek
devam edelim dilerseniz?
Deyim yerindeyse, benim
ilk göz ağrım tarihtir. “Tarih”
deyince alan ayrımı yapmakta
zorlanırım, ama en başta
erken dönem Cumhuriyet
tarihi, modern Batı ve dünya
Tarihi ile Osmanlı tarihi gelir.
• Bu alandan söz açılınca,
İslâm ve özellikle de
Osmanlı tarihi üzerine
yaptığınız çalışmaların
dikkat çekici ve kayda değer olduğunu görüyoruz.
Tarih, kendisini bir bütün
olarak ele alınca günümüzü ve geleceği şekillendirmesi noktasında önemli
bir konu. Bu çerçevedeki
çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Ne yazık ki, işaret ettiğiniz
nitelikte bir çalışmaya bilfiil
el atabilmiş değilim. Günlük
gelişmelerin ilham verdiği ya
da zorunlu kıldığı acil nitelikteki projeler gündemimi
fazlasıyla dolduruyor.
Hâlbuki sorunuzda işaret
ettiğiniz yaklaşımı son derece
önemsiyorum. Ve senelerden
beridir aklımın bir yerlerindedir tarihi bütüncül bir yaklaşımla ele almak ve de Kur’ân,
Sünnet ve ikisinden kaynaklanan İslâm âlimlerinin
müktesebatına dayalı İslâmî
bir tarih felsefesi ve tarih
yazım yöntemiyle İslâm
Medeniyeti’ne eskimeyecek
Mehmet Serhat Bıçak
bir katkıda bulunmaya aday,
kelimenin tam anlamıyla “orijinal” çalışmalar yapabilmek.
Hayatî derecede önemli bir
konu bu, ancak şu anki acil
projelerden nasıl fırsat bulabileceğimi bilmiyorum…
“Risâle-i Nûr
temelli yeni bir
bilim felsefesi
çalışması beni
fevkalade
heyecanlandırıyor!”
• İslâmî çalışmalarınız ve
Türkiye’nin yakın geçmişine dair söylemlerinize
baktığımızda Risâle-i
Nûr eserleriyle biçimlenen bir Said Alpsoy
hayatı karşımıza çıkıyor.
Bediüzzaman Said-i
Nursî Hazretlerine olan
muhabbetinize dair neler
söylemek istersiniz?
17 yaş gibi çok erken sayılabilecek bir tarihte, Allah’ın
lütfu saydığım bir kısım
tevâfuklar sonucunda Risâle-i
Nûr ile tanıştım. Ve bu tanışıklık, benim düşünsel yapım
ve İslâmî kimliğim üzerinde
çok net bir etki yaptı.
Fakat kendimi klasik bir
Nurcu olarak kabul etmiyorum. Yani Bediüzzaman’ı iftiharla “Üstad” kabul etmekle
beraber, tespitlerine ve fikirlerine katılmadığım yerler de
vardır. Risâle-i Nurlara yeni
bir bakış açısıyla ve sanki ilk
defa karşılaşılıyormuş gibi
yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum.
Burada çok uzun tutacağı
için müsaadenizle bunlarla
ne demek istediğimin detaylarına girmiyorum. Sadece
“Risâle-i Nûr temelli yeni bir
bilim felsefesi” çalışması beni
fevkalade heyecanlandırıyor.
Ama tabiî bu benim alanım
değil. Ehli olan birileri hakkını vererek gerçekleştirirse,
kendi adıma da, ümmet-i
Muhammed (sav) adına da
çok müteşekkîr kalırım.
“O topluluğu,
ümmet-i
Muhammed için
önemli sanmıştım”
• “Risâle-i Nûr” deyince,
bu güzîde eser üzerinden
Türkiye’de şekillenen
farklı kanalların oluştuğunu da hatırlıyoruz. Bu
noktada siz de Fethullah
Gülen grubunda yer aldınız. Bu gruba girerken
nasıl bir tahayyüle sahiptiniz?
20’li yaşların başında,
son derece heyecanlı ve
saf, İslâm’ın hâkimiyetini,
ümmet-i Muhammed’in
(sav) kendi kimliğini ve
saygınlığını kazanmasının
önemli bir enstrümanı olduğunu zannediyordum. Ve
o yıllarda bu türlü bir zannı
besleyecek tarzda gerçekten
çok fazla argüman içeriyordu
F. Gülen topluluğu…
“Aslında
o 7 senede
kendi kendimi
kandırmaya
çalıştığımı
görüyorum”
• O yıllardan, grup içindeki duruşunuz ve
tavrınızdan bahsetmek
ister misiniz? Gruptan
ayrılışınız hangi sebepler
üzerine gerçekleşti? Neler
yaşadınız?
İlk senelerde, az önce
ifade ettiğim gibi büyük bir
heyecan ve sahiplenme duygusu içinde o topluluğa olan
mensûbiyetimi varlığımın ve
Müslümanlığımın en önemli
sebebi olarak hissediyordum.
Ve maddî-manevî her şeyimle F. Gülen topluluğunun
faaliyetlerine katılmaya çalışıyordum.
1995’ten itibaren başlayan
Diyalog, Açılım Süreci ve
ardından 28 Şubat dönemi
sıralarında takınılan tavır,
bende ilk soru işaretlerini
ve itirazları tetikledi. Bunlar
gittikçe yoğunlaştı.
2003 senesi yazında topluluğun dışarıya gösterdiği
yüzüyle benim görmekte
olduğum gerçeği arasındaki
zıtlık, vicdanımın daha fazlasını kaldıramayacağı bir
noktaya gelmişti. Bu durumu
iki kelimeyle, “manevî dejenerasyon” olarak özetleyebilirim ki, o günden bugüne
ortaya koydukları bütün
yanlışlıkların özü budur.
2003 yazında ayrıldım;
topluluk, bir bütün olarak
benim için bütün kredisini
yitirmiş durumdaydı. Fakat
2010 “Mavi Marmara” olayına kadar F. Gülen’in şahsına
olan güvenimi, saygı ve sevgimi yitirmemeye çalıştım.
Bugünden dönüp geriye
baktığımda, aslında o 7 senede kendi kendimi kandırmaya çalıştığımı görüyorum.
Ama herhâlde F. Gülen’i ve
Cemaat’i aynı anda infaz
etmek, benim psikolojimin
kaldıramayacağı bir şeymiş
galiba, o yüzden böyle bir
“kademeli terk” süreci yaşadım.
“Ona ‘F.’ diyorum,
sadece ‘F’…”
• Fethullah Gülen, sizin
için ne zamandan sonra
“F. Gülen” oldu? Niçin?
Bu isme verdiğiniz unvan
neden “Çelişkiler İnsanı”?
Sorunuzun ilk bölümüne
bir önceki sorunuzda cevap
vermiş oldum aslında. Net
tarih, 1 Haziran 2010 idi;
Wall Street Journal muhabirine, daha “bir gün önce”
yaşanmış olan “Mavi Marmara” olayını kast ederek,
“Otoritelerden (yani ‘İsrail’
demek istiyor) izin alınmadan gidilmemeliydi” sözü…
Çok ağır şekilde küfrettiğimi hatırlıyorum... Geçen
altı sene boyunca bu sözle
sergilediği iğrençliğin de
üzerine tüy diktiği daha onlarca sözü ve tavrı oldu. Bu
durumda böyle bir varlıktan
“Fethullah” gibi güzel bir
isimle bahsetmek, benim
Müslüman vicdanımın yapamayacağı bir şeydir. O yüzden ona “F.” diyorum, sadece
“F”…
“Çelişkiler İnsanı”na gelince… Bence bu varlığın bütün
hayatını en güçlü biçimde
karakterize eden özellik, 180
derecelik dönüşleri… Böyle
olunca, “Çelişkiler İnsanı”
ismi kendiliğinden ortaya
çıkmış oluyor. Tabiî bu, yine
de son derece saygın bir niteleme… O hak ettiği için değil
de, “Allah çirkin sözün açıkça
söylenmesinden hoşlanmaz”
(Nisa,148) âyetine karşı gelmemek ve insanlara duyduğum saygı nedeniyle hâddimi
aşmıyorum. Yoksa “Çelişkiler
İnsanı” yerine başka sıfatları
tercih ederdim...
“Yeni çalışmamda
F. Gülen’in kitaplarındaki maddî bilgi
hatalarının üzerinde duruyorum”
• Şu an meşgûl olduğunuz
mart 2016
49
HABERA JANDA SÖYLEŞİ
İnsana ve topluma ait olup
da İslâm’ın kapsama alanı dışında
kalan hiçbir şey yoktur. Başka bir
ifadeyle, “İslâm’ın dışında kalan
bir şey, aslında olamayan bir şey
demektir”. Böyle olan bir dini dünyanın ve siyasetin dışında nasıl
tutabilirsiniz? Laiklik ve her çeşit
seküler anlayışla nasıl uyumlu
hâle getirmeye çalışabilirsiniz?
çalışmalara dair bilgi
alabilir miyiz?
Allah izin verirse, ilk
bitecek olan çalışmamda
F. Gülen’in kitaplarındaki
maddî bilgi hatalarıyla ilgili
bir kitap üzerinde duruyorum. Şu anki görüntüye göre
ondan sonra da erken dönem
Cumhuriyet tarihiyle ilgili
bir çalışma sırada bekliyor…
“Kâinat Allah’ı
öğretmek, insan da
O’nu (cc) öğrenmek
için yaratıldı”
• “Allah’ı Bilmek” ismiyle
kurduğunuz internet
sitesinde O’nu (cc) özellikle de Güzel İsimleriyle
okumanın ve anlamanın
gereğinden ve değerinden
bahsediyorsunuz. Bununla neyi hedefliyorsunuz?
Kelâmcılar arasında meşhur olan “Allah, sıfatlarıyla
muhat, esmâsıyla malûm,
Zât’ında mevcûd-u meçhuldür” tespitinden yola çıktık
ve bu dünyada bir insan
için Allah’ı bilmenin en iyi
yönteminin O’nun isimlerini
bilmek olacağını düşündük.
Allah’ı bilmenin önem
ve gereğinden bahsetmeye ise lüzum yok. Zâriyat
Sûresi’nin 56. âyetinde bu iş
50
mart 2016
yaratılış sebebi olarak zikredilmiş. Yani kâinat Allah’ı
öğretmek için, insan da O’nu
(cc) öğrenmek için yaratıldı.
“Kullanışlı aptallar
ile satılmış alçaklar”
• Günümüzde “Kur’ân’daki
İslâm” ya da “hadislerin
tahrifi” şeklinde sunulan
birtakım tartışmalar var.
Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yaklaşımı savunanlar
ikiye ayrılıyor: Kullanışlı
aptallar ile satılmış alçaklar…
“Kullanışlı aptallar”, ciddî
bir İslâm altyapısına sahip
olmayıp da bu söylemi ağızdan dolma bir biçimde benimsemiş, neyin ne olduğunu bilmeyen, kendisine göre
orijinal laflar söyleyip dikkat
çekmeye çalışan ve genellikle
kişilik bozuklukları olan bazı
tiplerdir.
“Satılmış alçaklar”a gelince… Bunlar, ilâhiyat eğitimi
almış, dolayısıyla haklarında
diğer grup gibi cehalet mazeretini düşünemeyeceğimiz
insanlar. Bunların maksatları,
ahiretlerini dünyaları karşılığında satarak bir yerlere
gelmek…
Bu nitelemeler bazı insanlara ağır gelebilir, ama ben bu
noktada çok soğukkanlıyım.
Bu kadar ağır konuşmamın
sebebi ise, İslâmî ilimlerden
ve özellikle “Hadis Usûlü”
ve “Hadis Tarihi” denilen
disiplinlerden biraz nasibi
olan bir kimsenin “Hadisler uydurulmuştur, Sünnet
yoktur, İslâm’ın temeli sadece Kur’ân’dan ibarettir”
demesinin imkânsız olduğu
gerçeğidir.
Bu projenin geçmişi 19.
Mehmet Serhat Bıçak
yüzyılda Hindistan’ın (bugünkü Pakistan ve Bangladeş
ile beraber) İngiliz sömürgesi olduğu döneme uzanır.
Amaç ise İslâm’ı hadis ve
Sünnet’in temsil ettiği pratiğinden soyutlayıp, birey ve
toplum için düşünce ve inanç
biçiminin yanı sıra, bir yaşam
biçimi de olmasını ortadan
kaldırmak, yani İslâm’ı formel olarak bugünkü Hıristiyanlığa dönüştürüp dünyanın
dışına atmaktır.
Şimdi zannederim ki
“kullanışlı aptal” ile “satılmış
alçak” nitelemelerim daha iyi
anlaşılmış olur.
“CHP’nin
iktidar olması,
500 hidrojen
bombasının
patlamasından
daha yıkıcı olur!”
• Özellikle CHP (CHF) ve
Gezi olayları üzerine durduğunuz çalışmalarınız
oldu. Biraz bahsetmeniz
mümkün mü?
CHP, 1950’den bu yana
girdiği hiçbir seçimi kazanıp
tek başına iktidar olamadı.
Çünkü seçimsiz olarak ve
süngü zoruyla CHP’nin tek
başına iktidar olduğu 25
senedeki marifetleri insanlar
tarafından biliniyor, hatırlanıyordu.
Fakat zaman geçiyor, nesiller değişiyor. Ve yeni gelenler, doğal olarak CHP’nin
gerçekte ne demek olduğunu
kendi tecrübelerine dayalı
bir biçimde bilmiyorlar. Bu
da, başka şartlar da bir araya
geldiğinde -Allah korusunCHP’nin kazara da olsa tek
başına iktidar olabilmesi
riskini doğuruyor. Böyle bir
olay ise, tahrip potansiyeli
olarak Türkiye’nin üzerinde aynı anda 500 hidrojen
bombasının patlamasından
daha yıkıcı olur.
Düşünebiliyor musunuz
CHP’nin tek başına 4 yıl
boyunca ülkeyi yönettiğini?
İşte memleketin ve milletin böyle bir felaketle karşı
karşıya gelmemesi için yeni
yetişen nesillere CHP’nin
“öğretilmesi” gerekiyor! Ben
de o yüzden bu konu üzerinde çalışarak büyük bir vatanî
görev yerine getirdiğimi
düşünüyorum.
Gezi’ye gelince… Uluslararası Haçlı-Siyonist ittifakı,
Haziran 2013’ten itibaren
Recep Tayyip Erdoğan’ın
şahsında Türkiye’yi ve
Türkiye’nin şahsında
ümmet-i Muhammed’i (sav)
hedef aldı. Gezi’nin tarihsel
anlamı kısaca bu! Ayağa
kalkıp onların bu dünyada
da saltanatlarını yerle bir
edeceğimiz ve İslâm’ı bir
kez daha bütün dünyada
hâkim-i mutlak kılacağımız
korkusu… İşte bu tespit
bana “Gezi Komplosu”nu
yazdırdı!
“İnsana ve
topluma ait olup da
İslâm’ın kapsama
alanı dışında kalan
hiçbir şey yoktur”
• Kanal A ekranlarında
yayınlanan “Büyük
Komplolar” programıyla
Türkiye’nin kuruluşundan günümüze siyasî arka
planlarını analiz ederken,
“Dindarlar siyasetle uğraşmazlar” algısını yıkmak için yoğun çaba sarf
ediyorsunuz. Bu algı üzerine konuşalım mı? Bu
algı üzerinde F. Gülen’in
katkısı hangi çaptadır?
Çok önemli bir noktaya
temas etmiş oldunuz!
Dinin ve dünyanın,
İslâm’ın ve siyasetin ayrı
şeyler olduğu ve birbirlerine
karıştırılmamaları gerektiği
algısı, bugün ve yakın gelecekte en hızlı ve en öncelikli
bir biçimde yıkılması gereken bir “şeytanın sağ taraftan
yaklaşma” taktiğidir. Doğruları maddeleyerek gidelim:
Birincisi… Kitap ve
Sünnet’te kavramsal olarak
din-dünya değil, dünyaahiret ayrımı vardır ki bu,
konumuzla ilgisi olmayan
çok farklı şeyleri kast eder.
İkincisi… Kur’ân, dünya,
toplum ve siyasetle dopdoludur. Demirel’in, 1990’ların
sonunda Cumhurbaşkanı
iken “Kur’ân’da 230 tane
sorunlu âyet var” sözüyle
kast ettiği de bu durumdur!
-Şu sıralar muhtemelen
Münker ve Nekir ile bu
sorunlu âyetlerin ve bunların
nasıl sorunlu olduğunun
mütalaasını yapıyordur(!). Ve
herhâlde ulaşacağı sonuçları
muhakeme-i Kübra’da mahşer halkına anlatacaktır(!).Üçüncüsü… Efendimiz
(sav) hem Peygamber, hem
devlet başkanı, hem Din
vazıı ve hem de devlet kurucusu idi.
Ve dördüncüsü… Kur’ân
ve Sünnet temelli İslâm
dini, bir kişinin yemeğe nasıl
başlayacağından bir ülkenin
siyasî ve ekonomik düzenini
belirleyen temel ilkelerin
neler olması gerektiğine
kadar her şeyi kapsamına
almıştır. İnsana ve topluma
ait olup da İslâm’ın kapsama
alanı dışında kalan hiçbir şey
yoktur. Başka bir ifadeyle,
“İslâm’ın dışında kalan bir
şey, aslında olamayan bir şey
demektir”. Böyle olan bir
dini dünyanın ve siyasetin
dışında nasıl tutabilirsiniz?
Laiklik ve her çeşit seküler
anlayışla nasıl uyumlu hâle
getirmeye çalışabilirsiniz?
Esasen bu mesele, ciltler
dolusu kitap yazdırmayı gerektirecek hacme ve öneme
sahip, şimdilik şöyle toparlamış olayım:
Ümmet-i Muhammed’in
(sav) hedefi üç şey olmalıdır:
“Kelimetullah’ı âlî, İslâm’ı
hâkim, Şeriat’ı âmir kılmak…”
F. Gülen ve topluluğunun
bu konudaki gayretlerine
gelince, tahmin edeceğiniz
gibi… Bakara Sûresi’nin 85.
âyetine yok muamelesi yaparak entelektüel anlamda da
kendilerini perişanlıktan rezillik çukurlarına yuvarlayan
“Kur’ân’da devletten bahseden hiçbir âyet yok ki” gibi
zavallı argümanlarla Haçlı
ve Siyonist patronlarının bir
taşeronu olarak yüklendikleri
“İslâm’ı Protestanlaştırma”
misyonlarına devam ediyorlar.
Bu konuda ne kadar etkili olduklarına gelince…
17 Aralık 2013’ten bu yana
geçen süreçteki çöküşleri,
bu soruya bir cevap verebilir.
Bundan sonrasına gelince,
Allah-u âlem bi’s-sevap…
Allah, Dinini koruyacaktır!
Duâmız şu: Resûl’ünün (sav)
ümmetini de bu gibi sapıklıklardan muhafaza buyursun…
• Bu güzel ve öz dolu
söyleşi için çok teşekkür
ederim Hocam…
Ben teşekkür ederim...
mart 2016
51
haberajanda
Kripto
Onun sembolize ettiği tanrı,
Firavun dinine
adını vermiş olan
“Osiris”… Hıristiyanlık teslisizminin kök hücresi
olarak “Ra” dini,
Mısır’a üç temel
tanrı sunmuştu:
Kocası Osiris,
karısı İsis ve oğlu
Horus… Tanrıça
İsis, Osiris’in eşi
olmadan önce
kız kardeşiydi. At
Meydanı’ndaki
Dikilitaş, Osiris’in
erkeklik organı…
Varın, gerisini siz
düşünün!
***
İşte bu sebeplerle İngo-Judik
şirket, Fransa’yı
Almanya’dan
koparıp kendi
kampına çekmek
zorundaydı. Nice
zamandır bunun
için Paris’i iknaya
çalışıyordu. Bu çalışma, Rus’un bölgeye inişiyle ikna
boyutundan çıktı
ve bir zorunluluk
hâlini aldı. Ne pahasına olursa olsun Paris, Berlin’i
bırakıp Londra’yla
beraber hareket
etmeliydi, tıpkı
daha önceki dünya harplerinde olduğu gibi. İşte bu
sebeple Paris’te
üst üste patlatıldı
bombalar ve 30
küsur kişi katledildi.
***
52
mart 2016
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
At Meydanı’nda küresel kapışma
Alman Çeşmesi’ndeki kan
B
İZANSLILAR Hipodrom, Osmanlılarsa konu edindiğimiz yere “At
Meydanı” diyorlardı. Hipodrom veya
At Meydanı, bir bakıma siyaset meydanıydı her iki devlet zamanında da.
Gerek Bizans, gerekse Osmanlı’nın
devlet işleyişinin günlük siyaseti
orada şekillenirdi. İsyanlar, idamlar, Osmanlı’nın son
günlerinde yapılan mitingler bu alanda yapılmaktaydı.
Sonra Cumhuriyet kuruldu ve meydan, siyasetten elini
eteğini çekerek dünya gezginlerinin uğrak yeri oldu.
Daha önceki bir
yazımızda, “Garip
bir şekilde, sürekli
gerileyen Bayırbucaklı savaşçılardan ve “Ha düştü,
ha düşecek!”
denilen Türkmen
dağından farklı
haberler gelmeye
başladı, farkında
mısınız? Yani Alman Tornadoları
İncirlik’e indikten
sonra Abdülhamit
Birlikleri şaha
kalkmış gibi İran
ve Esad güçlerini
geri püskürttüler.
Rus uçakları boş
dağları bombalar
hâle geldi. Niçin?
Yoksa Alman-Türk
ittifâkı Türkmen
dağından başlayarak Suriye’nin kaderiyle oynamaya
mı başladı? Suriye planlanandan
bir başka noktaya
mı evrilmekte?
Bu soruların cevabı yok henüz.
Zira ortada resmiyet kazanmış
bir Türk-Cermen
ittifâkı da yok”
diye yazmıştık o
günlerin vaziyet-i
umûmiyesini
tespit için. Ancak
doğruydu yazdıklarımız, çünkü
ortada henüz bir
Sultan Ahmet
olayı bulunmamaktaydı.
mart 2016
53
haberajanda
Kripto
Ayasofya ve Sultan Ahmet Camii ile Topkapı ve
İbrahim Paşa Saraylarının
mimarî harikalarıyla çevrili
olan alana günümüzde “Sultan Ahmet Meydanı” denmekte. Yukarıda değinildi ya,
meydanın geçmişi Yeniçerilerin “İstemezük!” nidâlarıyla
kazan kaldırışlarına şahit olagelmiş. Neredeyse 1453’ten
itibaren Aksaray’daki “orta
koğuşları”ndan kalkan “devşirme kapıkulları”, çelik gaddarelerini kuşanıp isli hoşaf
kazanlarını başlarının üzerine kaldırarak kopuşuyorlardı
At Meydanı’na tarihin fulû
sayfalarında.
Ağızlarında “İstemezük!” naralarıyla Laleli’den
Divanyolu’na doğru akarken
ahali yan sokaklara sapıyor,
esnafsa dükkânlarını kapatıp
birer köşeye siniyorlardı korkularından. Zira ne zaman
İslambol semalarında bir
“İstemezük!” vaveylası kopsa,
Devlet-i Âliyye’nin tepesine
kan düşüyordu. Tarih boyunca devşirme dönmelerinin
“kelle şehveti” onlarca kez
taşmış ve ricâlin başını yemeden sükûnete ermemişti.
Hatta türbesi Sultan Ahmet
Camii’nin yanında sessiz
sedasız kanlı meydanı süzen
İkinci Osman var ya, en iyi
o bilirdi gaddarenin acısını. Gerçi onu katlederken
dönmeler gaddare kılıncı
kullanmamış, Hanedan
mensûbunun kanını akıtmama geleneğine uyarak yay
kirişi kullanmışlardı. Fakat
olsun, ha gaddare, ha kiriş!
İkisinin de vazifesi kelle
koparmak değil mi?
Böylece devşirme taifesinin meydan patırtısı, kirişten
çok gaddare kullanarak bir
kanlı sayfanın daha yazılması işlemini tamamlamıştı
tarihin altı yüz yıllık evresinde. Hele bir “Vak’ay-ı
Vakvakiye” vardı ki bu meydanın tarihçesinde evlere
şenlik! Alman Çeşmesi’ne
on adımlık mesafedeki anıt
çınarın dili olsa da dallarında
sallandırılanların hikâyelerini
anlatsa…
Meydanın güney cephesinde mâsumiyetin timsali
Sultan Ahmet yükselmekte.
Altı minaresinden aynı anda
altı kez okunan ezanlarını
memleket semasına salıyor
nazlı nazlı, İstanbul’a rahmet
olsun, sakinlerinin üzerine
yağsın diye. Osmanlı medeniyetinin şâheseri sayılan
Mavi Cami, padişahlar içerisinde en merhametlisi sayılan Birinci Ahmet Han’ın
eseri.
Bugünlerde bir televizyonda gösterilen Muhteşem Yüzyıl dizisinin
“Ahmet”inden söz ediyoruz.
Daha açığı, “Kösem’in
kocası”ndan… O Ahmet
Han ki, merhameti nedeniyle
Fatih Kanunnâmesi’ni değiştirmiş ve şehzade katliamı
yönetmeliğine son vermişti.
Bu yüzden katledilmedi
küçük kardeşi Mustafa. O
Mustafa, iki ayrı zamanda iki
kez sultan oldu Osmanlı’ya.
Lakin her iki saltanat süresi
de aylarla sınırlı kaldı. Zira
ölüm korkusu içerisinde
geçen bir yaşam, zavallı şehzadenin ruh sağlığını altüst
etmişti.
Sultan Ahmet Camii’nin
tam karşısında olup meydanın kuzeyini tutan yapı,
“İbrahim Paşa Sarayı” adıyla
biliniyor. Sarayın sahibi olan
İbrahim Paşa da yabancımız değil. O da Muhteşem
Yüzyıl’ın bir önceki dönemi
olarak izlenen Hürrem’in
Pargalısı… Devrin Sultanı
Kanunî’nin güçlü veziri…
Tarihler onu “Damat” diye
de sıfatlıyor, “Makbûl” diye
de. Fakat ilk başlarda Pargalı
İbrahim’in “Makbûl” olan sıfatı, boğdurulmasından sonra
“Maktûl”e dönüşmüştü. Ve
Pargalı’nın, Sultan Ahmet
Meydanı’nın kuzeyinde yer
tutan ünlü sarayının duvarına
kanı bulaşmıştı.
Meydanın ortasında yer
alan Alman Çeşmesi’nin on
adım doğusunda da bir anıt
yükselmekte. Hatta iki anıt
da diyebiliriz. Biri meydana
girenlerin ilk gözüne çarpan
meşhur Mısır obeliski: “Dikilitaş”... Asıl vatanı Mısır
ve asıl sahibi de firavunlar
olan bu dört köşeli taşın ucu
bir piramit şeklinde son bulmakta. Piramidin yüzeyinde
tek göz yok, ama bu, onun
mâsumiyetinin işareti sayılmasın ha! Zira o tek göz “taşın gövdesinde”! O tek gözün
altında da, üstünde de diğer
hiyeroglif şifreleri kazınmış.
Roma döneminde Mısır’dan
getirilip o devirde dünyanın
merkezi sayılan Nova Roma,
yani Konstantinopolis’in
meydanına dikilen bu taşın
Ezoterik işaretlerle bezeli
Gnostik mesajlar içerdiği
bilinmekte ehlince.
Mısır obeliskinin yanında
54
mart 2016
Seydahmet Karamağralı
da yarısı, hatta üçte ikisi kırılmış belli belirsiz bir başka
sütun yükselmekte. “Yılanlı
Sütun” olarak bilinen bu kırık
anıt da Gnostizm ve Yılan
Tanrı’nın toprak zeminden
aşağıya yerleştirilmiş gizemli
işareti olarak duruyor orada.
Yapıldığı yer Antik Yunan,
dikildiği yerse “Delphi Apollon Tapınağı”… Daha sonra
“Konstantin’in kenti”ne
taşınmış Roma imparatorları
tarafından.
Tekrar Dikilitaş’a dönelim…
Onun sembolize ettiği
tanrı, Firavun dinine adını vermiş olan “Osiris”…
Hıristiyanlık teslisizminin
kök hücresi olarak “Ra”
dini, Mısır’a üç temel tanrı
sunmuştu: Kocası Osiris,
karısı İsis ve oğlu Horus…
Tanrıça İsis, Osiris’in eşi
olmadan önce kız kardeşiydi.
At Meydanı’ndaki Dikilitaş,
Osiris’in erkeklik organı…
Varın, gerisini siz düşünün!
Yeniçerilerin “At Meydanı” dediği ve isyan alanı
olarak bilinen bu parkın
ortasında yer alan Alman
Çeşmesi nasıl ki Almanları remzediyorsa, Mısırlı
Dikilitaş da Gnostik yapısı
itibariyle Kabala’nın sahibi
olan Yahudîlikle akraba ve
tabiî tepesindeki piramit ve
gövdesindeki göz nedeniyle
İllimünati’nin de parmak
izi olarak duruyor orada.
Osiris’in erkeklik organının
en ilintili olduğu günümüz
devleti de İsrail tabiî ki. Buradan hareketle İngo-Judik
ortaklık ve devamla Masonik
Amerika notunu da düşmüş
olalım Dikilitaş’taki patlamaya dair yazılan bu makalenin
satırları arasına.
Meydandaki diğer iki yapı
Osmanlı’ya ait: Sultan Ahmet Camii ve İbrahim Paşa
Sarayı… Yabancılar tarafından “Blue” sıfatlamasıyla
ünlü olan cami Osmanlı’nın
mâsumiyetini, yani 1453’ten
öncesini remzederken,
İbrahim Paşa Sarayı ise
Osmanlı’nın kirlenmişliğini
ve devletin “devşirmeler
dönemi” ve o dönemin kanlı
tarihini sembolize etmekte.
Hay Allah, konunun zeminini genişletince Alman
Çeşmesi’nin tarihçesini unutacaktık az kalsın!
Meydanın ortasında bir
mimarî eser olarak duran
çeşmenin büyüklüğü, her ne
kadar yüz adım doğusunda ve Topkapı Sarayı’nın
girişinde yer alan Üçüncü
Ahmet Çeşmesi gibi naif
bir ruha sahip olmasa da
bir başka padişaha hediye
edilecek kadar, bunu inkâr
etmemek lâzım. Bu çeşme,
adını da hediye eden ulustan,
yani Almanlardan almakta
ve yüz yıl evvelinin Alman
mimarlarının Batı penceresinden Doğu’ya bakışını
yansıtmakta. Bir nevi Şarkiyatçı somutluğu...
Çeşme, 1898’de İstanbul’u
ziyaret eden Alman Prusyalı
Hohenzollern İmparatoru
İkinci Wilhelm’in Türk Hakanı Abdülhamit’e hediyesi
olarak kaynağında yapılmıştı,
yani Almanya da. Alman
mimarlarınca yapılan çeşmenin parçaları daha sonra
sandıklar içinde getirilmiş ve
Sultan Ahmet Meydanı’nda,
yine Alman ustalar tarafından inşâ edilmişti. Adı artık
“Alman Çeşmesi” idi. Ve
gide gide ünlenen ve tarihî
bir kimlik kazanan çeşme,
o yıllardan beri oturtulduğu
parkın ortasında nazlı nazlı
su akıtıyor, ziyaretçilerinin
gönlünü hoş ediyordu.
Ancak Alman Çeşmesi,
2016’nın ilk ayında kan
akıttı. Artık onun pirinç
musluklarından kim su içer,
kim elini yüzünü yıkayarak
serinler, bilmem…
Alman
Çeşmesi’nden Alman
tövbesine
“E bu kadar tarih yeter!”
diyor ve geçiyoruz At Meydanı patlamasının analizine…
DAEŞ terör örgütü
mensûbu olduğu anlaşılan
bir Suriyelinin kendini patlattığı ve kendisiyle birlikte
11 insanın ölümüne, bir o
kadar insanın da yaralanmasına sebep olduğu kanlı
saldırıdan söz ediyoruz. Bu
saldırıda ilginç olan, ölenlerin ve yaralıların neredeyse
tamamına yakınının “Alman”
olması! Yani kurbanlar, ünlü
çeşmeyi yapanlarla aynı ırkın
ahfadı. Dolayısıyla saldırı, iki
milleti birden hedef alması
hasebiyle bir ilk... Yani olayın
planlayıcıları, daha evvelki
benzerlerinde rastlanmayan
bir yolla iki milleti birden
yaraladı, iki millete aynı
zarfla mesaj yolladılar. Yani
tabir caiz değil, fakat bir taşla
iki kuş vurdular. Peki, niçin
böyle oldu?
Bizim “Alman Çeşmesi
katliamı” demeyi yeğlediğimiz “Sultan Ahmet’teki terör
saldırısı”nın analizine, yakın
tarihlerde gerçekleştirilen
iki grup DAEŞ tedhişine
göz atarak başlamak uygun
olacak kanaatini taşıyoruz.
Bu saldırılardan birinci seri
Türkiye’de, ikinci seri ise
Fransa’da gerçekleştirilmişti ve hepsinin altında
da DAEŞ imzası vardı.
Türkiye saldırılarının ilki 7
Haziran seçimine iki gün
kala Diyarbakır’da, ikincisi
ise 1 Kasım seçimlerinden
bir hafta kadar önce Ankara
Garı önünde yapılmıştı.
Arada bir de Suruç patlaması
vardı tabiî.
Bu saldırılar, “Gezi olayları” isimli meşhur başkaldırının devamı niteliğindeydi;
üzerindeyse Alman derin
devletinin eli olan BND
servisinin ajanlarının parmak izlerinin olduğu iddiası vardı. Denildiğine göre
olayların derin Almanya
ile ilintisinin ispatını Gar
Soruşturması’nın arkasında
somut delilleriyle ortaya
koydu Türk Devleti. Zaten
Gezi’den beri şüpheleri vardı,
lakin seri patlamaların öncekilerinde ya parmak izleri
ciddiyetle takip edilmemiş
ya da izler, kimliğini ayan
beyan ortaya koyacak kesafette bırakılmamıştı. Ama
Gar Soruşturması Türkiye’ye,
“İşte yakalandın Şansölye!
Kuyruğun elimde” dedirtti.
Hatta devlet ilk kez bu kadar
kararlı şekilde “Yaktım seni
şimdi!” noktasındaydı.
Türk yetkililer, cadı kazanının kaynayan zehrini
soğutmayarak çelik gibi
bir refleksle harekete geçtiler. İşte o zaman fark etti
devlet elinde tuttuğu bombanın ne kadar tahripkâr
olduğunu. DAEŞ’lilerin
dinamit lokumlarına karşılık Türkiye’nin elinde bir
“biyonükleer” bomba bolluğu
vardı; hem de üç milyona
yaklaşan sayıda…
mart 2016
55
haberajanda
Kripto
Meydanın ortasında yer alan Alman Çeşmesi’nin on adım doğusunda
da bir anıt yükselmekte. Hatta iki anıt da diyebiliriz. Biri meydana
girenlerin ilk gözüne çarpan meşhur Mısır obeliski: “Dikilitaş”... Asıl
vatanı Mısır ve asıl sahibi de firavunlar olan bu dört köşeli taşın ucu
bir piramit şeklinde son bulmakta.
Sonuçta Almanya,
Türkiye’yi karşısına değil,
yanına almalıydı. Hatta gerekirse Avrupa Birliği’nin asil
bir üyesi olarak…
Sadece “göçmen gücü”
nedeniyle değil, Almanya’nın
Türk gücünü anlamasının
yanında, zaman içinde
başka saikler de Berlin’in,
Ankara’ya muhtaç olduğunu
perçinleyecekti. Dost olarak
değil, müttefîk olarak…
***
Geçelim meselenin o yanına…
Evet, Suriyeli göçmenlerden söz ediyoruz. Doğrusu ya
devlet, “muhacir” ilân ettiği
bu mazlumları birer silah olarak kullanmayı asla istemezdi,
lakin çaresizdi. Ülke ve millet
üzerinde operasyon üstüne
operasyon yapan bu zalimleri
durdurabilecek başka bir yaptırıma sahip değildi. Devletin
zinde derinliklerinde “Gafûr
bizi affetsin!” dendi ve muhaciranın kulağına Almanya’nın
sığınmacı göçmen alacağı
fısıldandı. Ve bu fısıltının
ardından on binlerce Suriyeli,
yayan yapıldak Trakya’ya
dayandı. Daha küçük gruplar
da parti parti Yunan adalarına yollandı. Yani biyonükleer
bombalar Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Macaristan
ve Avusturya’nın hudut
boylarında patır patır patlamaya başladığında, Almanlar
anladılar Türkiye’nin elindeki
gücü.
Yaratan, külfet gibi ülkeye
yığılan garip gurebânın ne
56
mart 2016
büyük bir nîmet olduğunu
Türklere, ne büyük bir felâket
olduğunu da başta Almanlar
olmak üzere tüm Avrupa’ya
göstermiş oluyordu böylece;
hem de bir hafta gibi kısa bir
zaman içerisinde...
Bu sonuç karşısında etekleri tutuşan Alman Şansölyesi Merkel Hanım’ın beyni
dumura uğradı. Nihâyet nasıl
bir ateşle oynadığını anlamıştı. Apar topar Ankara’ya
geldi ve “Devlet-i Âliyye”nin
önünde diz çöküp teslîm
oldu. O esnada günah çıkartıp suçlarını itiraf etmiş
olmalı Alman Fraus’u. Hatta
peyderpey yapmayı tasarladığı melânetlerin planlarını
da yırtarak “Ben ettim, siz
etmeyin!” dediğini ve oracıkta nasuh tövbesi yaptığını
da zannediyorum. Artık bir
zamanların burnundan kıl
aldırmayan Dişi Kayseri
bizimkilere, “Ne isterseniz
yapmaya hazırım!” demiş
olmalı. Devamla, “Biz zaten
oldum olası severiz Turkei’ı”
bile demiştir…
Türkiye ne isteyecekti
Almanya’dan? AB ile ilgili
birtakım düzenlemeler, vize
meselesi ve mültecilerin
külfetini paylaşma... İstekler
ânında onaylandı ve bir hafta
içinde mülteciler cihetinde her şey sütliman oldu.
Trakya’da ve daha ötedeki
Balkan yarımadasında ne
mülteci kaldı, ne de kaçak.
Nihâyet Avrupa rahatladı.
Bu arada, Türkiye gibi
Almanya da Suriye kaçkınlarının ne müthiş bir güce
sahip olduğunu fark etmişti.
Pekâlâ bu gücü Almanya da
kendi düşmanlarına karşı
kullanabilirdi; hem de Ankara gibi blöf merhametiyle
değil, Hitler acımasızlığıyla...
Ancak Almanların bilmediği
bir şey vardı: Göçmenlerin
sadece Türkiye’nin “Haydi!”
demesiyle harekete geçebilir
olması ve korkunç bir silâha
dönüşmesi…
Efendim, girişte sözünü
ettik Alman Çeşmesi patlamasının ikinci bir seri patlamayla ilintisi olabileceğini.
Mevzubahis o patlamalar
serisinin adresi Fransa olarak
karşımıza çıkmakta. Bu patlamalardan birincisi Charlie
Hebdo olayı, diğeri de daha
yakınlarda gerçekleştirilen
Paris patlamaları…
Fakiri takip etme lütfunda bulunan kardeşlerimiz
biliyorlar, o patlamaların
arkasında bulunan gücün
İngiltere olduğuna, daha
doğrusu İngo-Judik ortaklığın el izlerinin bulunduğuna
dair bir inancım var. Değişik
zamanlardaki konuşma ve
yazmalarımda, patlamalarda
MOSSAD ve MI6’nın parmak izlerinin bulunduğuna
değinmiş ve argümanlarımı
ortaya koymuştum. Neticede
bu patlamaların asıl mesajının Almanlara verildiğini
de eklemiştim. Hatta Paris
patlamalarının akabinde,
“Almanya’nın sırası ne zaman?” diye sormuştum.
O hâlde soralım: İngoJudik ortaklığın DAEŞ eliyle
yaptığı Charlie Hebdo ve
Seydahmet Karamağralı
Paris saldırılarının amacı
neydi? Birinci amaç, Almanya patronajındaki Avrupa’nın
kendi içine büzülmesi ve
başta Ortadoğu olmak üzere
dünya meselelerinden el etek
çekmesiydi. Böylece fetret
fevrinin son dönemecinde
İngiliz-Yahudî operasyonlarının rahat rahat yapılması
sağlanacaktı. Hemen ekleyelim, bu husustaki başarı,
hesapta olmayan Rusya’nın
Suriye operasyonuyla tam
mânâsıyla sağlanamadı.
Bu düzlemde “İngoJudik-Amerikano” ittifakı,
Rusya’nın da dâhil olmasıyla
kontrolden çıkma işaretleri
veren Suriye operasyonunda
Fransa’ya ihtiyaç duydu. Zira
Birinci Dünya Savaşı sonunda varılan antlaşmalar gereği
Suriye, Paris’in mülkiyetindeydi. Bölgeyle ilgili ilk ve
son söz, Fransız’ın sözüydü.
Yani Elize Sarayı dışında hiç
kimse bir başkasına, “Kardeşim, senin Suriye’de ne
işin var?” diyemezdi, hakkı
değildi. Buna şu an Suriye’de
bulunan Amerika da, Rusya
da, İran da ve bu devletlerin
dışındaki tüm örgütler de
dâhildi. Ve bunların alayı
“arazi işgâlcisi” idi. Zorba
bir yaklaşımla orada kaçak
gecekondu inşâ ediyorlardı.
Fakat Fransa herkese sorabilirdi “Arazimde ne işiniz
var?” diye. Sormakla kalmaz,
uluslararası kuruluşlarda
hakkını arayabilirdi. Daha da
ötesi, dönem sonunda oluşturulacak statüde Fransa’nın
imzası yoksa tüm belgeler
sahte sayılırdı.
İşte bu sebeplerle İngoJudik şirket, Fransa’yı
Almanya’dan koparıp kendi
kampına çekmek zorundaydı. Nice zamandır bunun
için Paris’i iknaya çalışıyordu.
Bu çalışma, Rus’un bölgeye
inişiyle ikna boyutundan
çıktı ve bir zorunluluk hâlini
aldı. Ne pahasına olursa
olsun Paris, Berlin’i bırakıp
Londra’yla beraber hareket
etmeliydi, tıpkı daha önceki
dünya harplerinde olduğu
gibi. İşte bu sebeple Paris’te
üst üste patlatıldı bombalar
ve 30 küsur kişi katledildi.
Bu arada Paris’in kulağına,
“Bak, Berlin seni koruyamıyor. Londra’yla birlik olsan
böyle mi olurdu?” diye fısıldandı. Hatta içine büzüşmüş,
Suriye üzerindeki ülke maliki
hakkından vazgeçmiş olan
Fransa’ya o hakkı kullanma
yolu da açılıyordu. İşte bu
yüzden Fransa, Almanya’dan
koptu ve İngiltere’yle el sıkışıp ülkesini DAEŞ terörüne
karşı garantiye aldı. Bununla
kalmadı, hakkını kullanmak
için Suriye’ye hareket etti.
“Şu an Fransız Mirage uçakları, Kıbrıs Rum kesimindeki
İngiliz Askerî Üssü’ne yığınak yapmakta” diyelim de
anlayın gayrı!
Bu olan bitenin
nihâyetinde, Almanya tek
başına kalakaldı. Ortaksız, müttefîksiz ve eli kolu
bağlı hâlde... Bu durum,
Almanya’nın savaşı baştan
kaybettiği anlamına gelmekteydi. Lakin Alman ırkı öyle
hırslı ve inatçı bir genetiğe
sahipti ki, ölse de yenilgiyi
asla kabul etmezdi. Hatta
bu azimli insanlar topluluğu
küllerinden yeniden doğma
becerisine sahipti. İşte Ukrayna hezîmeti sonrasında
bitiş noktasındaki Almanya
yeniden ayağa kalktı ve
Türkiye’yi hatırladı. Ne yapmak gerekirdi? Tıpkı Birinci
Cihan Harbi’nde olduğu gibi
İmparator Abdülhamit ile
Kayzer Wilhelm el sıkışır,
Alman Çeşmesi bir daha
kurulur ve ortak tastan su
içilirdi…
Türkmensavunması
Bu arada “Abdülhamit”
demişken, Suriye’ye kısa bir
uçuş yapıp Hatay’ın güney
ucundaki Türkmen dağlarına
bir nazar etmek lâzım. Bilindiği gibi bölge, Bayırbucak
Türkmenlerinin bin yıllık
yurdu olarak kayıtlı resmî yazılarda. Bilindiği gibi Bayırbucaklılar, güney cihetinden
Esedgillerin Nusayrî bölgesiyle komşu durumundalar.
Sevr Antlaşması’na göre kıyı
şeridinde kurulması düşünülmüş olan Devlet-i Aleviyye,
Bayırbucak bölgesinin bir
bölümünü de kapsamaktaydı
ve Hatay Cumhuriyeti’ne
dayanmaktaydı.
Rusya lideri Putin çıldırıp
DAEŞ’le mücadele bahanesiyle bölgeye indiğinde
Esad’a, “Suriye olaylarının
sonu geldi! Zaten Ocak
2016’da masa kurulacak,
görüşmelere geçilecek. Bu
sebeple sen ülkenin bütünlüğünden vazgeç, gücünü
Devlet-i Türkiye hududuna
teksif et ve Lübnan-Hatay
arasındaki şeridi tutmaya
bak! Zira sana ancak bura
verilir. Bu konuda hem savaşta, hem de barış görüşmelerinde arkandayım” dedi.
Bu saatten sonra Nusayrî
Hanedanlığı için yapılacak
en akıllıca iş de buydu. Ve
Esad, Rus teklifine canla
başla sarıldı. Bu hususta
İran’ı ikna etmek de zor olmadı. Böylece Rusya, İran ve
Suriye askerî işbirliği bölgede
operasyonlara başladı. Operasyon arazisi şeridin kuzey
kesiminde yer alıyordu; yani
Samandağı’mızın hemen
altında. Zira orada Türkmen
Sünnîler mukimdi.
Rusların havadan, İran ve
Esad güçlerinin karadan yürüttüğü operasyonun kendi
köklerini kazımak amacında
olduğunu anlayan Türkmen
gençler “Ya Allah!” dediler ve
ailelerini Hatay sınırındaki
kamplara yerleştirip geri
döndüler ve birlikler hâlinde
bölgeye dağıldılar. Tarihî bir
şuurla bu birliklere “Abdülhamit Tugayı” ve “Sultan
Murad Alayı” gibi isimler
koyarak hem Anadolu halkının gönlünü, hem de atalarının ruhunu sevindirdiler.
Türkiye, bölgenin sakin zamanından beri Bayırbucaklı
soydaşlarına yardım etmeyi
boyun borcu bellemişti. Sivil
yardım kuruluşları yanında
Devlet de bölgedeydi ve her
türlü yardımı ulaştırıyordu.
Hatta hakîkati açıklamaktan
da çekinmeyelim; çünkü
zaman, gizli kaçak iş yapmayı çoktan geçti. Devlet, MİT
aracılığıyla kardeş Türkmenlere stratejik malzeme dolu
tırlar dizmekten de geri durmuyordu yollara. Ancak ülke
içindeki bir takım işbirlikçi
odaklar durumu tespit etti ve
sonunda Adana’da o tırların
yolunu keserek yardımları
deşifre etti. Dünya, “Tırlar
silah dolu!” iddiası nedeniyle
ayağa kalktı ve dost düşman
herkes Ankara’yı suçlamaya
başladı. Ne yazık ki bu sebeple yardımlar tavsadı.
İşte bu tavsamanın ardından, Rusya, İran ve Esad
rejimi askerlerince Türkmen
dağı operasyonları başlamış
mart 2016
57
haberajanda
Kripto
Almanya… Almanya o
sırada vahşi ormanın kıyısındaydı…
İşte bu tavsamanın ardından, Rusya, İran ve Esad rejimi
askerlerince Türkmen dağı operasyonları başlamış oldu.
İlkel rejim uçaklarının yapamadığını modern Rus uçakları
yaptı ve Türkmen birlikleri ilk defa yüzde 100 hedef olarak
vurulmaya başladı.
oldu. İlkel rejim uçaklarının
yapamadığını modern Rus
uçakları yaptı ve Türkmen
birlikleri ilk defa yüzde 100
hedef olarak vurulmaya başladı. Türkmen birlikleri canla
başla savunuyorlardı yurtlarını, ancak durum oldukça
ciddî idi. Rus uçakları en son
teknolojiyle donatılı silahlarını kullanıyorlardı. Tabiî
aynı silahlar, kara harekâtını
yapmakta olan rejim askerlerine de verilmişti. İran
zaten teknolojikti. Ve bu
nedenlerle bölge neredeyse
elden çıkma noktasına geldi.
Türkiye çaresizlik içinde
kıvranırken, iş vardı dayandı
sınır ihlâllerine. Rus pilotlar
fütursuzca Hatay vilâyetinin
üzerinde dolaşmaya başladılar. Ankara nazikçe uyardı
Moskova’yı. Hatta o sırada
bir toplantı nedeniyle bir
araya gelen iki ülkenin başkanlarının buluşmasında da
58
mart 2016
konu edildi sınır ihlâlleri.
Rus yetkililer her defasında
“Yanlışlık oldu” diyerek durumu savsaklamaya çalıştılar,
ancak alışkanlıklarından da
bir türlü kurtulamadılar. Sonunda Türkiye’nin burasına
geldi ve nihâyet Türk pilotlar
da üzerlerinde dolaşan Rus
uçaklarından birini vurmak
zorunda kaldılar. Bu sonuçla
durum daha da elektriklenmiş oldu.
Kısacası o günlerde sıkıntı
üstüne sıkıntı eklenmekteydi.
Bir yandan kızışan Türkmen
operasyonları, diğer yandan
Güneydoğu Anadolu alev
alev yanarken, Türkiye bir
atraksiyon yapma gereğini
duydu ve Başika kampındaki
askerî varlığını arttırma gayesiyle Musul’a takviye birlik
gönderdi.
Bölgeye tüm devletler
zaviyesinden “Ben de geldim
DAEŞ’i vurmaya!” diyerek
elini kolunu sallaya sallaya
dalma serbestliğine rağmen
Ankara, “Başika hurucunda”
hiç beklemediği bir tepkiyle
karşılaştı. Araziye giren sadece Türkiye’ymiş gibi, başta
Bağdat yönetimi olmak üzere İran, Amerika ve birçok
ülkeden tepkiler yağmaya
başladı. Anlaşılan en büyük
tepki, Irak’ın derin maliki
olan İngiltere’den sâdır olmuş olmalı ki TSK Birliği,
girdiği gibi çıkmak zorunda
kaldı. Gerçi söz konusu
askerlerin geri çekilmediği, Kuzey Irak’taki değişik
adreslere dağıtıldığı söylenmekteyse de bu, sıkıntı üstüne gelen bir başka sıkıntıydı.
Hülâsâ, Türkiye gerçekten
yalnız kalmıştı.
Hatırlayınız, uluslararası
arenada bir başka yalnız
kalan devlet kimdi? Yukarıda söylendiği gibi tabiî ki
elinden Fransa çekilip alınan
Sözünü ettiğimiz iki yalnız
ülke “Türkiye ve Almanya”,
sanki saklı bir el tarafından
birbirlerinin yanına itilmişlerdi. Kader ortaklığı bu olsa
gerekti. Ankara ve Berlin’in
zoraki ittifâkının tek çıkış
yolu olduğunun farkına ilk
varan Almanya oldu. Zannediyorum, bu farkındalık üzerine iki ülkenin en mahrem
konularını görüşmekle görevli yetkilileri, gizli bir masa
etrafında bir araya gelmiş ve
meseleyi etraflıca görüşmüş
olmalılar. Bunu nereden mi
anlıyoruz? Başta Erdoğan
olmak üzere AK Parti iktidarının canına kastetmiş
olan Doğan medyasının son
zamanlardaki yumuşamasından… Zira Doğan’ın ortağının Alman tröstlerinden biri
olduğu saklı gizli değil.
Asıl işaretse başka! Rum
kesimindeki İngiliz Askerî
Üssü’ne Fransız Mirage
uçakları inerken, Alman Tornado tayyareleri de İncirlik’i
mesken yapmaya başlamıştı.
Tabiî gerekçe hazırdı: “Efendim, biz de DAEŞ’i vurmaya
geldik!”
Sonunda kervana katılıp
DAEŞ’i vurmaya geldiğini
ilân eden Almanlar, herhâlde
çoban çomağıyla yapacak
değillerdi ya işlerini, elbette
silahları ve teçhizatları, dijital
savaş malzemeleri, Dronları,
Heronları ve askerî uzmanları vardı. Peki, Almanların
DAEŞ üzerinde operasyon
yaptıklarına dair bir bilgi ve
bulgu olmadığına göre ne
yapmaktalar, hangi görevle
meşgûller şu an? İncirlik’te
yan gelip yatmadıklarına
Seydahmet Karamağralı
göre, bu soruların cevaplarının tespiti gerekmekte.
Daha önceki bir yazımızda, “Garip bir şekilde, sürekli
gerileyen Bayırbucaklı savaşçılardan ve “Ha düştü, ha
düşecek!” denilen Türkmen
dağından farklı haberler
gelmeye başladı, farkında mısınız? Yani Alman Tornadoları İncirlik’e indikten sonra
Abdülhamit Birlikleri şaha
kalkmış gibi İran ve Esad
güçlerini geri püskürttüler.
Rus uçakları boş dağları
bombalar hâle geldi. Niçin?
Yoksa Alman-Türk ittifâkı
Türkmen dağından başlayarak Suriye’nin kaderiyle
oynamaya mı başladı? Suriye
planlanandan bir başka noktaya mı evrilmekte? Bu soruların cevabı yok henüz. Zira
ortada resmiyet kazanmış
bir Türk-Cermen ittifâkı da
yok” diye yazmıştık o günlerin vaziyet-i umûmiyesini
tespit için. Ancak doğruydu
yazdıklarımız, çünkü ortada
henüz bir Sultan Ahmet
olayı bulunmamaktaydı.
Alman-Türk yakınlaşmasını orada bırakalım…
büküklüğünü de ekleyince,
Erdoğan’ın içinden çıktığı
toplumun nasıl düğünmesi
gerekmekteydi? Doğal olarak İsrail ve Yahudîlikten
nefret etmek için başka bir
sebebe gerek kalmamaktaydı.
Derken, bu zeminin üzerine
orantısız Gazze savaşları
gelip oturdu bölgeye. Artık
Türkiye’nin gündeminde
Gazze önemli bir satırbaşıydı. Dindar Hamas’ın siyasî
üstünlük sağladığı kıyı bölgesine, Erdoğan ve arkadaşlarının yakınlık duymasından
daha doğal bir şey yoktu.
Zira dindarlık, AK Parti ve
Hamas insanlarının ortak
paydasıydı.
Ve Davos’ta karşılaştı Erdoğan, İsrail’in
Cumhurbaşkanı’yla. O
günlerde İsrail, sahilde top
oynayan çocuklara kadar
vurmuştu insanları. Bu
yüzden Erdoğan’ın canı
burnundaydı. Doğal olarak
açtı ağzını, yumdu gözünü ve
Yahudî Cumhurbaşkanı’nın
ne çocuk katilliğini koydu, ne
katliamseverliğini. Bu arada
kendisini susturmak isteyen
toplantı moderatörünü de
“One minute!” diyerek yerine
oturttu. Sonra da kalktı, salonu terk etti...
O günden sonra İsrail ile
Türkiye’nin yıldızı hiç barışmadı. Hatta iki ülke birbirlerinden daha da uzaklaştılar.
Çünkü husûmet “One minute!” ile başlamış, “alçak koltuk
hâdisesi” ile devam etmiş ve
“Mavi Marmara baskını” ile
zirve yapmıştı. Öyle ki, iki
taraf da “Erdoğan olduğu
sürece bu işin olamayacağı ve
tarafların bir araya gelemeyeceği” hususunda hemfikirdi.
Lakin…
Çok geçmedi, “Asla bir
araya gelmez ve zinhar
barışmazlar!” denen Türk
ve İsrail tarafının gizli görüşmeler yaptıkları ortaya
çıktı. Derken iki tarafın
yetkilileri, kamuoyu önünde sıcak mesajlar vermeye
başladılar birbirlerine karşı.
Öyle ki, iki tarafın uzmanları
ve ticaret erbabı, bu arada
Doğu Akdeniz’de bulunan ve
Türkiye’nin en az elli yılını
karşılayacak olan doğalgazın Anadolu’ya ve oradan
Avrupa’ya götürülmesinin
kârından söz ediyor ve dostluğun gereğine vurgu yaparak ortamı hazırlıyorlardı.
Hem böylece İran ve bilhassa
Rusya ile olan husûmetle
birlikte ortaya çıkacak nahoş
durumlar da izale edilmiş
olacaktı. Kötü mü? Ne güzel,
Rusya ile İran’a olan gaz
bağımlılığı İsrail eliyle sonlandırılacaktı! Bundan âlâ ne
olabilirdi ki?
Peki, bütün bunlar ne
zaman oluyordu? Tabiî ki
Ankara Garı patlamasından
sonra, Merkel’in Ankara’ya
gelişi esnasında… Tabiî
ki Davutoğlu’nun Avrupa
Birliği ile yaptığı bereketli
görüşmeler sırasında… Tabii
ki Tornado uçakları İncirlik’e
indiğinde... Bu bağlamda
bütün bu olup biten şeylerin
okumaları hiç de tesadüflerden söz ettirmiyordu
insana. Her adım bilinçli ve
bir amaca mâtuftu. Gayet
tabiî Türkiye, İsrail ve -garip
gelecek ama- hem de Almanya açısından… Lakin şu
hususta hiç kuşkumuz yok:
Alacakaranlık mahfillerde,
İsrail’le gizli
görüşmeler
Şimdi olan bitene bir
başka zaviyeden bakalım ve
görelim o zaviye ne gösterecek…
Pimi çektiren elin Moskova’da oturduğu iddiasına dayanak
olarak yorumcular, şu an Rusya’nın Türkiye ve Almanya
ile arasının bozuk olduğunu tekrar ederek, “Putin, her iki
düşmanına ortak mesaj yolladı” noktasına ulaşmaktalar.
Erdoğan’ın içinden çıktığı
toplumun kültürel kodları
Yahudîlerle, hele hele İsrail’le
barışık bir kişiliğe işaret etmemektedir malûm-u âliniz.
Bu kodların üzerine “o ünlü
Güney ülkesinde” kırılan yumurtaların sayısının kırk bini
aştığını, Filistin’in bir kaşık
suda boğulmak istendiğini,
Mescid-i Aksâ’nın boynunun
mart 2016
59
haberajanda
Kripto
başkalarını kullanmak üzere
derin planlar kurmayan tek
ülke Türkiye! Çünkü yalınkat
bir kişilik sahibi olmasıyla
ünlü Türk’ün her düşünce ve
eylemi adalet üzere… Tarihler bunun örnekleriyle dolu.
Ve tabiîdir ki, bu mübarek
coğrafyanın insanı ve devletine de ancak hak ve hukuk
yakışır.
Rusya’nın derin
Türk korkusu
Son iki paragrafta anlatılanlardan çıkartılacak olan
fikir, gerek Almanya’nın,
gerekse İsrail’in istediği,
“Türkiye’yi kendi yanında”
demiyoruz, “Güdümünde
görmek”... İşte bu nedenle
birbirlerinden Ankara’yı kapmaya, Türklerin “akıldânesi”
olmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Yeri gelmişken hemen not
edelim: Yahudî açısından
düşman ulus Cermenlerdir.
Çoğunluk Yahudîlerin 2.
Dünya Savaşı öncesinde
ırklarına Holokost (soykırım)
uygulayan Almanya’yı sevmeleri mümkün değil. İsrail
cephesinde şeytan, Berlin’de
oturmakta olan Hitler ve
kılık değiştirmiş benzerleridir.
Benzerleridir de, “Cermenler
açısından vaziyet ne?” denilecek olursa, tabiî ki onlar için
de Yahudî, iblisin ta kendisidir. Peki, “Bu iki milletin
ikisinin birden kendilerine
yakın buldukları bir millet
bulunmakta mı?” sorusunun
cevabı var mı? Var elbette!
Cevap tek: “O millet Türklerdir!” Tarih bunun örnekleriyle
dolu. İşte bu iki sebepten
ötürü ne Tel Aviv, ne de
Berlin, Ankara’yı birbirlerine
kaptırmak istemez. Bunun
60
mart 2016
için ne lâzımsa yapabilirler.
Geldik sözün burasında, “Eyi de aga, At
Meydanı’ndaki bombayı kim
patlattı?” sorusunu sormaya.
Sorunun en net cevabı,
“Bombayı DAEŞ militanı
olma ihtimâli olan Suriyeli
bir mülteci patlattı” şeklindedir. Lakin bu tespit muammayı çözmez. Zira terörist
sadece bir maşaydı, biri bunu
tuttu ve At Meydanı’na
yolladı. Kim o hâlde gizli
azmettirici?
Olayın olduğu günden itibaren televizyon yorumcuları
durum tespiti yapmaya ve
olan biteni her açıdan irdelemeye çalışmakta, çeşitli analizler yapmaktalar. Üç aşağı,
beş yukarı birbirine benzeyen
bu analizler, yorumcuların
henüz derinliklere inemediğini ve azmettiriciyi tespit
uğraşında zorlandıklarını
göstermekte. Çoğunlukla
Rusya üzerinde duranlar var;
ona bağlı olarak İran da işaret edilmekte. Ve tabiî bu iki
devletin müttefîki Esad’ın da
adı geçiyor bu anlatımlarda.
Denildiğine göre teröristin
Suriye Muhaberat’ının elemanı olduğu tespit edilmiş;
bu tespit derin ilişkiyi deşifre
etmekte...
Hemen bir ara paragraf
girelim şu “Muhaberat ajanı”
tamlamasıyla ilgili olarak…
Ülkemizin mâsum misafirlerini tenzih ederek
söylemeliyiz ki, 1970’ten beri,
yani Baba Hafız Esad’dan bu
yana Muhaberat’a eleman
görevi yapmamış Suriyeli
var mı? Yoktur tabiî! Nuseyriyan Hanedan, söz konusu
zalim rejiminin kalıcılığını
ancak böyle sağlayageldi.
Bu zaman zarfında her Su-
riyelinin yolu mutlaka bir
şekilde Muhaberat’ın sorgu
ve işkence odalarına uğradı.
Tüm ülke sorgulandı ve
basit insanlar bile teşkîlata
muhbirlik yapmaya zorlandı.
Öyle ki, eli kanlı Nusayrî
rejimi kardeşi kardeşe, oğulu babaya, karıyı kocaya,
komşuyu komşuya, amiri
memura ajanlık yaptırmasıyla ünlü bir zalim yönetim
biçimiydi. Benzeri, Stalin
zamanı Rusya’sında yaşanmıştı. Zaten Esedyanların
arkasında da bidayetten beri
Moskova vardı. Bu sebeple
At Meydanı’nı patlatan
terörist de doğal olarak
Muhaberat’ın kontrolü altında olacaktı. Bu nedenle
geçiyoruz bu argümanı…
Pimi çektiren elin
Moskova’da oturduğu iddiasına dayanak olarak
yorumcular, şu an Rusya’nın
Türkiye ve Almanya ile
arasının bozuk olduğunu
tekrar ederek, “Putin, her iki
düşmanına ortak mesaj yolladı” noktasına ulaşmaktalar.
Ancak biz bu fikirde değiliz.
Putin’in söz konusu bu iki
ülkeye gizli mesaj göndermesi gerekmez. Ya da bu olay
üzerinden gönderilen gizli
bir mesaja yönelmez. Zira
Rusya, Almanya ile Ukrayna
üzerinden açık açık savaştı,
Kırım’ı ilhâk etti, Ukrayna’yı
ikiye böldü. Durmadı,
Ukrayna’nın devamı olarak
Suriye’ye geldi, açık açık savaşa girdi. Hatta daha da ileri
götürelim, kurmaya çalıştığı,
Sevr’den kalma “Devlet-i
Aleviyye” şeridini Esad için
değil, doğrudan doğruya
kendisi için oluşturmanın
gayreti içinde ve tıpkı Kırım
gibi orayı da adı konulmamış
bir ilhâk beklemekte...
Avrupa Birliği’nin ikinci
üyesi durumundaki Fransa’ya
ait bir arazi parçası olan
Suriye’de Esad’ı kullanarak
kendisine bir “Aleviye Devleti” inşa etmekte olan Putin
ve Rusya’nın saklısı gizlisi yok
ki… Eğer bu iki devletten
biri, yani Rusya ve Almanya
birbirlerine gizli mesaj verme ihtiyacı duysalardı, At
Meydanı’nda ölenler Rus
vatandaşları olurdu, Alman
değil. Olay da İstanbul’da değil, Antalya’da cereyan ederdi.
Putin’in Türkiye’ye gizli
mesaj yolladığı fikrine gelince… Bu da dayanaksız!
Çünkü Putin, hayata geçirdiği yaptırımlarla zaten
verdi Ankara’ya mesajını.
Hatta hâlâ veriyor düşürülen
uçağına rağmen yenisini
uçurma densizliğini göstere
göstere... Eğer terör yoluyla
bir mesaj verme ihtiyacı
duymuş olsaydı Moskovalı
Neo-Çar Putin, bu iş için
At Meydanı’nı seçmez, Güneydoğu Anadolu’da çalışırdı
doğrudan doğruya. Zira bu
bölgeyi teröre boğanlar, “Tekeden süt sağa bilir miyiz?”
fırsatçılığıyla o günlerde
Moskova’ya koşup “Aman
bize yardım et!” dileğinde
bulundular. O günlerde fakir
bu ziyaretin sonuçsuz kalacağını, “Rusya, PKK üzerinden Türkiye’ye saldırmanın
bir bumerang etkisiyle dönüp kendini vuracağını bilir.
Eğer PKK bizim yumuşak
karnımızsa, bu kısmîdir.
Çünkü Türkiye’ye tavır söz
konusu olunca, Rusya’nın
değil karnı, her tarafı yumuşak sayılır. Çünkü Çar
ülkesi, bir Rus ülkesi olduğu
kadar, aynı zamanda bir Türk
diyârı da sayılır. Ankara’nın
desteğinin arkalarında oldu-
Seydahmet Karamağralı
ğunu hisseden Federasyon
içerisindeki Türk unsurları
ve akraba topluluklarının
yapamayacağı şey yoktur
o coğrafyada. Bırakın onu
bunu, ‘Çeçen kardeşlerimiz
MİT’in bir işaretine bakarlar, hatta bakmaktalar’
dense yeridir! Biliyorsunuz,
şehit yiğidimiz Dudayev’in
aslanları burada, İstanbul’da
devam ettirmekteler hayatlarını” şeklindeki cümlelerle
belirtmiştik.
Bu arada söz konusu
Çeçen kardeşlerimizin zaman zaman Rus ajanları
tarafından suikasta kurban
gittiklerine de şahit olunmakta. İşte bu nedenlerden
ötürü Rusya, Türkiye’ye karşı
direkt terör uygulamaz, uygulamaktan korkar. En fazla
Kuzey Suriye’deki PYD’lilere
destek sağlar, onu da zaten
yapmakta…
Sonuç
Kanaatimiz odur ki, tarihler bizim (Sultan Ahmet
Patlaması demeye gönlümüz
elvermediği için) “At Meydanı olayı” diyegeldiğimiz
bu patlama için ya “Alman
Çeşmesi katliamı” ya da
“Dikilitaş katliamı” diye yazacaklar. Buradan hareketle,
eğer bu vaka bir Alman
Çeşmesi patlaması ise, olayın
arkasında bizzat Almanya
ve BND ajanlarının parmak
izi var demektir. Yok, bu bir
Dikilitaş patlamasıysa, arkasında İsrail ve MOSSAD
bulunmaktadır.
Hemen araya not düşelim: Eğer olayın müsebbibi
MOSSAD ise, bilinmelidir
ki fakirin “fitnenin kuyusu”
biçiminde yaftaladığı MI6
adlı İngiliz gizli servisinden
Unutulmaması gereken husus şudur ki, Türkiye’nin bir daha 1. Dünya Harbi yaşamaya mecâli yoktur. Zira bu, “son savaş”! Ve bu
son savaştan Türkler mutlaka muzaffer olarak çıkmak zorunda! Çünkü bu mübarek millet, bir dünya mağlûbiyeti daha kaldıracak
durumda değil. Öyle bir sonda elden kaçan sadece zafer değil, Anadolu’nun kendisi olur.
habersiz kuş uçmaz. MOSSAD ve CIA, Majeste’nin
entelijans servisinin tetikçileri gibi çalışan iki kuruluştur.
Bu üçlü fitneyandaki beyin
MI6’dır; onun kirli işlerini de
MOSSAD ve CIA ajanları
yapar.
Burada duralım ve tekrar
yukarıya dönelim: “Ya İsrail,
ya Almanya” dendi, ille de
biri söylenecekse, son söz
ve nihâî cevap, bu patlamanın planlayıcısının Alman
BND’si olduğu kanaatindeyiz. Bu itibarla hemen
not edelim: Türkiye’nin iki
mağdur taraftan biri olarak
ve “misafirini koruyamamış
ev sahibi” kimyasıyla alelacele
“Türk-Cermen biraderliği”ni
ilân etmesinin doğru olmadığı fikrini taşımaktayız. Türk
İstihbaratı, “Ankara Garı
olayında gösterdiği titizlik”
ve “Alman kuşkusu”nu bu
olayda da elden bırakmamalı
ve kılı kırk değil, kırk bin
kere yarmalı ve de dostun
düşmana karıştığı, herkesin
birbirinin kuyusunu kazma
planlarıyla dolaştığı bu fulû
ortamda kimseyi kardeş
ilân etmeden durmalı, salt
hakîkate ulaşmalı. Türk
aceleciliğiyle misafirlerimizi
koruyamamanın verdiği
mahcûbiyet ve her şeye
rağmen mağdurun yanında
olma babayiğitliği Ankara’yı
yanlış kararlar almaya ve sonu
mağlûbiyetle bitecek ittifak
ve ona bağlı olarak kapı dışında beklemekte olan savaşlara sokmaya götürmemeli.
Unutulmaması gereken
husus şudur ki, Türkiye’nin
bir daha 1. Dünya Harbi
yaşamaya mecâli yoktur. Zira
bu, “son savaş”! Ve bu son
savaştan Türkler mutlaka
muzaffer olarak çıkmak zorunda! Çünkü bu mübarek
millet, bir dünya mağlûbiyeti
daha kaldıracak durumda
değil. Öyle bir sonda elden
kaçan sadece zafer değil,
Anadolu’nun kendisi olur.
Geride Orta Asya’ya kaçacak
insan dahi kalmaz.
Hafazanallah, ileriki
zamanlarda tarih Türkleri,
Anadolu’nun yuttuğu Hattiler, Hititler, Lidyalılar, Urartular gibi milletlerin listesine
eklemek durumunda kalır ki
bu, sadece Anadolu halkının
değil, tüm dünya mazlumlarının sonu olur.
mart 2016
61
haberajanda
Bir Mektup
>> İstiklâl Şâirimiz
Mehmed Âkif, bu mısraları yedi iklime meydan
okuyarak canları pahasına Çanakkale destanını
yazan kahraman ecdadımıza ithâfen yazmıştı
bundan 100 yıl önce.
Kaderin garip bir cilvesidir ki, aynı mısralar vatan
uğruna hayatı hiçe sayan
yiğitlerde bugün yeniden
hayat buldu. Bir avuç
yiğit, destansı bir mücadele ile dünyaya meydan
okurcasına savunuyorlar
vatanlarını. Adını bu
yiğitlerden alan “Türkmen
dağı” gibi dimdik duruyorlar zalimlerin karşısında. Ellerindeki kısıtlı
imkânlarla şer ittifakına
karşı îmanlarından aldıkları güçle mücadeleye
devam ediyorlar. Sultan
Alparslan’dan aldıkları
vazifelerini hakkıyla îfâ
ediyorlar.
Bir taraftan ihtiraslarını
dizginlemeyi bilmeyen
ajan artığı Putin’in liderliğindeki Rusya sivil, çocuk,
kadın ayrımı yapmadan
Türkmen dağına bomba
yağdırıyor, bütün gücüyle
oradaki direnişi kırmak
için savaş kanunlarını
bile ihlâl ederek her türlü
yolu deneyerek saldırıyor.
Bir taraftan iktidarı için
vatanını ateş çemberine
çevirmekten çekinmeyen,
kendi vatandaşlarına
katliam uygulayan, halkını yerinden yurdundan
eden şizofren katil Esed’in
başını çektiği terör rejimi
kiralık katilleri ve kimyasal silahları ile ölüm kusuyor. Bir taraftan İslâm’a
zarar vermek için îcâd
edilmiş, dünyanın baş
belâsı olan terör örgütü
DAEŞ tüm gücüyle abanıyor. Bir taraftan, mevcut
şartlardan faydalanarak
kendini dünya kamuoyunda sempatik ve legal
bir örgüt olarak göstermeye çalışan PKK uzantısı
PYD, paralı askerleri ile
sırtını dayadığı, her türlü
desteği ve himâyeyi gördüğü ABD ve Avrupa’nın
silah ve lojistik desteğiyle
terörünü yürütüyor. Bir
taraftan İslâm dünyasının
fitnebaşısı İran, her türlü
fitne ve desiseyle ve ille
de mezhepçiliği kullanarak İslâm dünyasında
kapanması mümkün
olmayan yaralar açmak
62
mart 2016
Yahya Kurt
[email protected]
Türkmen dağının
kahraman evlatlarına...
“Ş
U Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?/
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi/ Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya;/
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya?”
için yükleniyor.
Tıpkı dün Çanakkale’de
olduğu gibi, bugün de yedi
düvel birden Türkmen
dağına saldırıyor. İslâm’ın
sancağını indirmek,
İslâm’ın kalesini yıkmak
için hepsi. Tüm bu saldırılara rağmen bir avuç
inanmış kahramansa
Türkmen dağını savunuyor. Hayatları pahasına,
her türlü zorluğa ve
imkânsızlığa rağmen
mücadele ediyorlar. Ellerindeki derme çatma silahlarla füzelere, tanklara,
savaş uçaklarına meydan
okuyorlar. Yokluk içinde,
îmanın ve azmin destanını yazıyorlar. Niçin, biliyor
musunuz? İslâm’ın son
kalesi Türkiye’ye bir şey
olmasın diye... Peki, biz ne
yapıyoruz?
Orada olanlara karşı
gözlerimizi kapatıyor,
kulaklarımızı tıkıyor,
dilimizi susturuyor,
elimizi ve ayağımızı
bağlıyoruz. Sonra da tüm
bunların üstüne kalbimizi
ve vicdanımızı öldürüp
yaşadığımızı zannederek
nefes alıp vermeye devam
ediyoruz. Hatta içimizden
öyle hainler çıkıyor ki,
oraya gidecek yardımlara,
desteklere engel olarak
hainlikte çığır açıyorlar.
İşte bu yiğitler, bizim bu
vurdumduymazlığımıza,
modern dünyanın tüm
insan hakları masallarına,
rol kesmede değme artistlere taş çıkaran insan
hakları savunucularına,
kerli ferli siyasetçilerin ve
bürokratların göstermelik
barış çabalarına, terörizmle mücadele ettiği
yalanıyla katliam yapan
terör devletlerine karşı
asla yılmadan ve yıkılmadan, vatan için, millet
için, İslâm için mücadele
etmeye devam ediyorlar!
Türkmen dağının bu kahraman yiğitlerine selâm
olsun!
Ey İslâm dünyası! Ey
Türk milleti! Ey gönlünde
hakîkat olanlar! Ey insaniyetini, vicdanını kaybetmeyenler, kendinize
geliniz ve uyanık olunuz;
gaflet uykusundan uyanıp
“neme lâzımcılık”tan kurtulunuz, üzerinizdeki ölü
toprağını atınız ve ayağa
kalkınız!
Dün âlem-i İslâm’ın
son kalesi olan Türkiye’yi
yıkmak için Çanakkale’yi
geçmeye çalışanlar, bugün aynı hedef ve gaye
uğruna Türkmen dağına
saldırıyorlar. Biliyorlar ki,
Anadolu düşerse zaferleri
kesindir. Ama bilsinler ki
zafer, her zaman Allah’a
inanlarındır.
Son söz ise Rusya’ya…
Bre Moskof kâfiri! Çanakkale geçilmediği için tarihe gömülen Rus Çarlığı’nı
unutmuş olmalısın ki,
Rusya Federasyonu’nu da
Türkmen dağında tarihe
gömdürmek istiyorsun…
haberajanda
28 Şubat
>> Bu süreç içerisinde
toplumsal hafızanın korunması ve onun gelecek
nesillere kirletilmeden
aktarılması, bir milletin
sahip olduğu en önemli
mîrasıdır.
Bu bağlamda bir toplumun hafızasını kirleten,
siyasal ve sosyal dinamikleri güvensizleştiren, bireylerin kimlik ve aidiyet
arayışına sebep olan en
büyük hareket “darbeler”
Fatma Şura Bahsi
[email protected] olmuştur. Bu yazımızda da
Türk siyasî tarihinin hafızasında en son yer edinen,
siyasal ve sosyal anlamda
uzun vadeli değişim ve
dönüşümlere sebep olan,
bugünlerde 18. yılını kara
bir leke olarak dimağımızda andığımız 28 Şubat
post-modern darbesini
analiz edeceğiz.
Türkiye’nin siyasî
tarihinde 28 Şubat olayı,
1997 yılında Refah-Yol
hükûmetinin yıkılmasına
yol açan muhtırayı ve siyasetin, askerî bürokrasinin
ağırlıklı olduğu siyaset dışı
güçler tarafından yeniden
biçimlendirilmesini ifade
etmektedir. 28 Şubat süreci ise, bu tarihte yapılan
MGK toplantısından çıkan
bildiriyle başlayan (yani
sivil görünümlü) askerî
idarenin devam ettiğini
vurgulamak için kullanılmıştır.
28 Şubat 1997 günü
MGK’da alınmış olan
kararlar, Türk siyasî tarihinde önemli bir kırılmaya
yol açmıştır. Ağır bir demokrasi darbesi olan 28
Şubat darbesi, toplumun
birçok kesimini ve sahip
oldukları değer yargılarını hedef almıştır. Adeta
toplumda ötekileştirme
ve etiketleme durumu söz
konusu olmuştur. Dolayısıyla da bu darbenin en
ağır maliyeti toplumun
hafızasında ve sosyolojikpsikolojik yapısında etkisini göstermiştir.
Darbelere alışık olan
Türkiye Cumhuriyeti
siyasî iradesinin hareket
alanı bir kez daha daraltılmış oldu bu darbeyle. Halk
her darbede olduğu gibi
yine son derece yoğun
ve kapsamlı bir askerî
müdahalenin ağır ellerini
üzerinde hissetmiştir. 28
Şubat, Türkiye’nin siyasal
28 Şubat: Kirletilmiş
toplum hafızası
B
İR varlık olarak toplum, kendisini oluşturan bireylerden daha dinamik ve uzun ömürlüdür. Dolayısıyla toplum, sadece içinde bulunulan zamanı değil, geçmiş ve gelecek tarihi içerisinde barındıran
daimî bir süreçtir.
kültürü ve iktidar dengelerinde çok ciddî değişimler
oluşturmuştur. Öyle ki, ilk
defa bir darbe sonrasında
darbe ile siyasete ve sivil
hayata yönelik müdahalenin “gerekirse bin yıl süreceğinden” bahsedilmiştir.
Bu korkunç iddia, 28
Şubat’ı diğer darbelerden
ayıran en önemli özelliklerinden biri olarak kabul
edilmiştir.
Bununla birlikte 28 Şubat doğrudan siyasete ve
topluma müdahale etmiş
olmasına karşın, darbenin
ana aktörleri perde arkasında kalmayı başarmış ve
araç olarak siyasî aktörleri
kullanmıştır. Dolayısıyla
da darbe süreci devam
ederken, asıl aktörler
yıpranmamış ve aksine
ötekileştirilen bireyler ve
toplumsal yapıda güven
zedelenmiştir. Diğer darbeler kendilerini meşrû
kılacak bir gerekçeyle
siyasete ve sivil hayata
müdahale ederlerken, 28
Şubat ise “irtica” kurgusu
ile darbeyi meşrû kılmaya
çalışmıştır. Darbeciler, irtica kurgusu ile adeta sivil
hayata topyekûn bir savaş
bakış açısıyla yaklaşmışlar
ve sivil hayatın hak ve
hürriyetlerine müdahale
etmişlerdir.
28 Şubat, meşrûiyetini
medyayı başarılı bir şekilde kullanarak elde etmeye
çalışmıştır. Bununla birlikte 28 Şubat’a güç veren
faktörler sadece iç unsurlar değildir. Dış etken ve
aktörler de 28 Şubat’ın
başarılı kılınmasında
etkili olmuştur. Batı’nın
İslâm’ı esas alan düşman
tanımlamaları, 28 Şubat’ın
siyasete ve topluma irticayı yok etme gerekçesiyle
müdahale etmesi için
imkân sağlamıştır.
Sonuç olarak, 28
Şubat’ın failleri siyasette
meşrûluğun kaynağının
toplum olduğunu reddetmişlerdir. Bu bağlamda
onlara göre meşrûluğun
kaynağı “halkın iradesi
değil, resmî ideoloji”dir.
Bu amaçla darbeciler,
toplumu militarize etmek
istemişler ve dogmatik bir hareket olarak
Türkiye’nin karmaşık ve
önemli sorunlarını emirkomuta yoluyla çözmeye
çalışmışlardır. Türk siyasî
hayatına ortaya çıkışı ve
işleyişi bakımından farklı
bir darbe olarak giren 28
Şubat, ülkemizde ve bölgemizde birçok dengenin ve
denge taşının değişmesine
neden olmuştur. Sadece
siyasî mekanizmaları
değil, sosyal ve iktisadî
mekanizmaları da uzun
vadede etkilemiş, toplumun hafızasında utanç
olarak yer edinmiş bir
ötekileştirme hareketi
olmuştur.
Bu darbenin bin yıl süreceğine dair söylemlere
rağmen demokrasi karşısında vesayet düzeni ağır
bir yara almıştır. İnşâsına
tanıklık ettiğimiz ve toplum hafızasını kirleten
28 Şubat post-modern
darbe sürecinde, tarihsel
süreç içerisindeki menfî
kazanımları ile güçlenerek toplumsal hafızanın
yeniden inşâ edildiği
görülmektedir. Demokrasi
ve özgürlük esaslı yapılanmalarla bu kazanımların
güçlenmesini ve gelecek
nesillere kirletilmemiş
bir hafıza bırakabilmeyi
temennî ediyorum.
mart 2016
63
haberajanda
Dosya
Diğer Cermen organizasyonu olan AvusturyaMacaristan veliahdının Saraybosna’da bir Sırp
terörist tarafından öldürülmesiyle başlayan savaş eğer Avrupa’da sürerse, bu hengâme Alman
Birliği’nin sonu olacağı gibi, BND’nin A ve B planlarının asla uygulanamayacağı gibi bir sonuçla
da karşı karşıya bırakacaktı hırslı Cermenleri. Bu
sebeple bir an önce savaş Almanya’dan uzaklaştırılmalı ve ilk hedef olan Osmanlı toprakları
üzerinde sürdürülmeliydi. Böylece savaşın zararı
Türkler üzerine silkilir, Almanya ise sonuçta
mağlup olsa da bir miktar para kaybeder, ülkesi
yerli yerinde durur, B planı için harekete geçebilecek gücünü muhafaza ederdi.
Dünya siyasetini belirleyici ana kavramlar:
GALIPLER VE
MAĞLUPLAR
Y
AZIYA fizik kapısından girelim ve bir fizikî sistem hayâl edelim. Mesela, önümüzde bir garip işleyiş durmakta olsun. Varsayalım ki bu teşkilat, irili ufaklı onlarca, hatta iki yüz kadar
kasnak, çark ve büyüklü küçüklü aksamdan oluşsun. Çarklar
arasında miller, millerin başında volanlar, volanlardan kasnaklara ulaşan kayışlar, kolonlar ve zincirler… Diyelim ki bu
girift yapı kendi kendine çalışıp durmakta. Peki, bu çok devinimli işleyişi döndüren sistem nedir ve nasıl çalışmaktadır?
>> Elbette bu komplike
rölativiteyi sevgili fiziğin şaşmaz kuralları belirlemekte.
Ancak tek başına değil! Tabiî
ki kimyanın enerjisiyle çark,
kasnak ve volanların matematik devinimi ve geometrisinin biçimselliğiyle... Ve
gayet tabiî her şeyden evvel
insanın kararı ve startıyla…
Peki, ne dersiniz, bu
örneğe neden gereksinim
duyduk?
Cevabı birazdan kendiniz
vereceksiniz, bu itibarla biz
gelelim insanın en eski, en
64
mart 2016
çaplı, en komplike organizasyonuna, yani “devlet
aygıtı”na.
Mevzubahis aygıt nasıl
işlemekte? Aygıtlar arası
işleyişte kural nedir? En
önemlisi, değişik boyutlardaki irili ufaklı iki yüz devletin
aralarında yürüyen işleyişin
evvel ve ahir unsurları ve de
bu sistematiğin belirleyenleri
nelerdir? Bunlar gibi pek çok
sorunun varıp dayanacağı
cevapsa, üzerine bir makale
kuracak kadar önemli midir?
Elbette! O hâlde geçelim
konuya…
Kendisine bu devasa coğrafyanın bir kıyısında yer
bulan herhangi bir millet,
ister istemez dünya aygıtının
da bir çarkı oluveriyor. Artık
o, organizasyon dışıyken
başıbozuk bir toplum olarak
yaşadığı özgür hâlini gerilerde bırakarak bir disiplin
ortamına girmiş durumda.
Yani aklına estiği gibi hareket edemez, zira aynı anda
bir oyuna da dâhil olmuş
hâlde. Devletlerarası çoklu
bir tahtırevan oyununa... E
oyun da kuralıyla oynanır,
değil mi?
İşte bu oyuna dâhil olma
işine, “devletler hukuku”
denilen tek bir ipe dizilmiş
olan “akik taşlarının” yerde
yuvarlanmaktan vazgeçip
yukarı sıçraması ve kendisini
“devletlerarası ipe” bağlaması
örneğini verebiliriz. Ki böylece oluşan bu devasa gerdanlık, bir sıra içinde ve birbirini
takip eden benzeşlerin uyumunun estetiği içinde biçimlenmiş çokluğun tekliğinin
tekniğine tâbi olma hâlidir.
Yani tek başınıza ve bağımsızsınız, lakin size benzeyen
diğerlerinin müsaadesi bağlamında bir duruş sergilemek
durumundasınız. Bununla
birlikte, çok matematikli bir
işlemin de kuşatması altında…
İşte devletin bu denklem
bereketi içerisinde pozisyonunu belirleme ameliyesine
“uluslararası siyaset” deniyor.
Bu siyaset ki, “ince iğneyle
Turgay Alkan
[email protected]
kuyu kazmak” dikkati isteyen
bir millî bilgelik ve dikkat
gerektiriyor. Ve tabiî “kılı
kırk yarma” mesleğini özümsemeyi de istiyor muhatabından. Zor iş yani!
Hukukun
hukuksuzluğu
işletmesi
Her millet, kaderin kendine çizdiği yol üzerinde bir
devlete sahip olabilir. Lakin
her millet, sahip olduğu devlet gemisini “sahil-i selamete
ulaştırma” becerisini gösteremez. Zaten devletler üstü bir
“ulu devlet” diyebileceğimiz
imparatorluklar da buradan
doğarlar ezelde. Yani devlet
becerisi olamayan uluslar, bir
diğer organizasyonun besini
olur ve onu obezleştirirler.
Belki de bu obez yapının
adıdır “imparatorluk”.
Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan
Elbette bir ulusun kendi
işleyişine ve özel kurumuna
sahip olması, arzu edilen bir
durumdur. Hatta özlem…
“Millî ideal” diyerek daha
da kutsayabiliriz bu arzuyu;
ancak devlet olmak, aynı
zamanda “kurtlar sofrası”na
talip olmaktır. O sofrada
“yiyen” olunduğu gibi, “yenilen” olmak da sıradan bir
durumdur. Bu itibarla her
ne kadar ilişkiler bir disiplin
içerisinde, “devletlerarası
hukuk” adı verilen yazısız
anlaşmalarla yürürse de,
yürünen yolun zemininde
adaletli bir stabilizasyondan
söz etmek mümkün değildir.
Zira söz konusu hukuk, her
daim kaygan bir düzlemde
rota tayin etmek zorunda
kalabilir. Hem de onca uluslararası kurum ve kuruluşa
rağmen...
Aslında adına “devletleramart 2016
65
haberajanda
Dosya
Elbette
galip ve mağlubu belirleyecek
olan şey savaştır. Her zaman aralığında yapılan
savaşlarla katman namzetleri belli olunca, tarafların oturduğu masada bir taraf dikte eder,
diğer taraf da kabul. Ve imzalar atılır, tuğraları
çeker nişancılar. O, bir A4 ebadındaki metin,
yeni bir savaşa kadar tek geçerli kontrattır. Üstelik sadece iki tarafı bağlamaz; dünyanın tüm
devletleri nazarında da galip galiptir, mağlup da
mağlup. Haydi kır kırabilirsen kader prangasını!
rası organizasyonlar” denilen
bu kurum ve kuruluşlar da
“toplu-birlik” bir kararın
neticeleri sayılmazlar. Bunlar,
en rahatsız edici tarifle, birilerinin etrafını ihata ettiği
toplama kampları sayılsalar
yeridir. Tabiî Birleşmiş Milletler teşkilatı başta olmak
üzere IMF, Dünya Bankası,
derecelendirme kuruluşları,
UNICEF ve benzerlerinden
söz ediliyor bu paragrafta.
“Hemen hemen her devlete bir ve benzer sandalyeler
ayrılmış olan bu organizasyonlarda bu ‘bir ve benzerliğe’
rağmen hukuksuzluk diz
boyudur” dense yalan olmaz.
Buralarda alınan kararlar,
“hukukun hukuksuzluğu”na
verilebilecek örneklerle doludur. Neden ama?
Malûm-u âliniz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyleye
söyleye dilinde tüy bitiren bir
BM gerçekliği yaşanagitmekte. İşaret edilen o gerçeklik,
balığın kokmuş başı sayılsa
yakışır. Ve ona bağlı olarak
kokuşmuşluğun ta kuyruğa
kadar devam edip gitmekte
olduğunu gören görüyor
zaten. Neydi o darb-ı mesel?
“Dünya beşten büyüktür!”,
değil mi? İşte o beş, mahşerin
beş atlısıdır! Sanki göreviymişçesine kozmosu mahşere
66
mart 2016
Turgay Alkan
çevirir ve cehennem eder
insanlığın hayatını…
Peki, kimdir söz konusu beş atlı? Nereden çıkıp
gelmişlerdir? Neden herkes onların ağzına bakar?
En önemlisi de, onlara bu
hakkı kim vermiştir? Nasıl
verilmişse verilmiş olsun, bu
gayriadil hakkı ellerinden
almanın ve hukukî bir ortam
oluşturmanın imkânı yok
mudur? Soru çok, daha da
arttırılabilir.
İşte bu noktada karşımıza
iki kavram çıkmakta başlıkta
denildiği gibi: “Galipler ve
mağluplar”…
Dikte ve kabul
kontratı
Gelin, son söyleyeceğimizi
bölümün başında söyleyelim: Bugün dünyanın varıp
dayandığı bir bataklığın
balçığında debelenen insanlık dramını hep beraber
yaşamakta yaşlı gezegen ve
sakinleri. Dehşetengiz yutuculuktan sadece balçığın
ortasında kalanlar değil,
bataklığın kenarındakiler,
uzağındakiler, hülâsa herkes
etkilenmekte. Yahu nedir
bunun sebebi?
İşte bu durumun tek müsebbibi galipler ve mağluplar
ayrımı ve bu ayırımın özünde barındırdığı kaçınılmaz
son! Tarihin başından beri
milletler ve onların disipliner
organizasyonları iki katmanda değerlendirilmekte: “Süzerenler ve vassallar”… Vaziyetin vahametini açık etmek
için tarifleri değiştirelim:
“Senyörler ve serfler”… Son
olarak ve anlatıma açıklık
kazandırmak için “galipler
ve mağluplar” diyelim bu iki
tabakaya ve noktalayalım.
Elbette galip ve mağlubu
belirleyecek olan şey savaştır.
Her zaman aralığında yapılan savaşlarla katman namzetleri belli olunca, tarafların
oturduğu masada bir taraf
dikte eder, diğer taraf da
kabul. Ve imzalar atılır, tuğraları çeker nişancılar. O, bir
A4 ebadındaki metin, yeni
bir savaşa kadar tek geçerli
kontrattır. Üstelik sadece iki
tarafı bağlamaz; dünyanın
tüm devletleri nazarında
da galip galiptir, mağlup da
mağlup. Haydi kır kırabilirsen kader prangasını!
Kurtuluş yok mu?
İşte biz, böyle bir paslı
pranganın esiriyiz tam doksan seneden beri! Galipler
ve mağluplar kümelerindeki
yerimizi belirleyen savaş,
Birinci Cihan Harbi’ydi ve
biliyorsunuz ki, maalesef
Osmanlı’nın yenilgisiyle
sonuçlanmıştı. Söz konusu
savaşın sonunda senyörlere
karşı serf durumuna düşmüş
İstanbul idaresi, masaya başı
yerde oturmuştu zoraki olarak. Üç masa başı: Mondros,
Sevr ve Lozan… Bu masalarda kimin süzeren, kimin
vassal olduğu belirlendi ve
herkes kendi konumunu
onayladı. Kendi dışında
verilen bir kararla Osmanlı
Devleti, yirmide bir mesabesine küçültüldü ve başta
İngiltere olmak üzere Fransa
ve İtalya’nın vassalı durumuna geldi. Vassalın yeni adı
“Türkiye Cumhuriyeti”ydi.
Tarihçiler ve tarih sözlükleri “vassal” terimini şöyle
açıklamaktalar: “Peyk, uydu,
büyük devletin nüfuzunda
olan küçük idare”… Bir nevi
“sömürge” de denilebilir vas-
sal yaftası vurulmuş ülkeye.
Yani oldukça onur kırıcı bir
unvan herkes için, bilhassa
Türkiye için...
Türk insanının ve tabiî
devletinin, her ne kadar bağımsızlık iddiası olursa olsun,
ne kadar kendi yönetimini
kendisinin yaptığını sanırsa
sansın, sonuç değişmiyor:
Sen bir vassalsın! Vassalın
en yalın tarifi de yukarıda
yapıldı. Ne yazık ki, Birinci
Cihan Harbi’ni yenik olarak bitirmiş ve kendisinin
tarifinin yapılması için karşı
kampta olanların kurduğu
masaya oturtulmuş tüm Osmanlı kalıntıları gibi Türkiye
de mağluplardan bir mağlup.
1918’den beri, 97 senedir mi?
Evet! Peki, ne zaman kurtulacaklardır mağluplar bu yaftadan? Yok mu bunun da bir
kuralı, kaidesi? Var tabiî… Ta
ki yeniden bir savaşta galip
oluncaya kadar mağluplardan sayılmaya devam!
Kurtuluşun bir yolu yok
mu? Yeni bir savaş oluncaya
ve o savaşta yer alıncaya,
mücadeleden başı dik olarak
çıkıncaya kadar hayır!
Çaresiz dans
Şimdi gidelim 1920’lere
ve Osmanlı arazisi üzerinde
oluşturulan “vassal devletler”
ile “serf idarelere”… Bakalım
hukukları nasıl belirlenmiş
ve istikametleri nereye yönlendirilmiş.
1914’te Almanya ve İngiltere ile yandaşları arasında
patlak veren Cihan Harbi’ne,
ertesi yıl Osmanlı Devleti
de dâhil oldu. İttifak Devletleri kampının kurucu
lideri Almanya’nın müttefiki
olarak… O zamanlar İttifak
içinde yer almak çok kötü
bir tercihti, ancak Osmanlılar için başka yapacak bir
şey yoktu. Zira İngiliz’in
başını çektiği İtilaf Devletleri kampının kapısı defaatle
çalınmış, Osmanlı paşaları
eşikten döndürülmüşlerdi.
O düzlemde yapılacak olan
bir diğer şey gibi görünse
de, İstanbul için “savaşa
girmemek” namümkündü.
Zira İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya, “Hasta Adam”
dedikleri Osmanlı’yı yatağında boğma kararı almış
ve gizli anlaşmalarla sonucu
belirlemişlerdi. Bu durumda
paşalar, kaçınılmaz olarak
Almanya’nın yanında savaşa
mecbur edildiler. Çare yok ki
Osmanlı, ölüm kalım savaşına ya da kurtlarla yapacağı
dansa İttifak’ta girecekti.
Yukarıda da denildiği
üzere, hükümetteki İttihat
ve Terakki diplomatları,
İngiliz’in kapısını defaatle
çalmış ve onlarla ortaklık
yapmak istemişlerdi. Ancak
Majeste, diplomatlara tek
açık kapı göstererek “Gidin
Almanya’ya!” deyip müttefikimizi işaret etmişti. Zaten
Almanya’nın da en büyük
arzusu buydu.
Alman oyunu: Bir
Majeste hilesi
Neden en büyük arzu?
Almanya’nın arzusunun büyüklüğünün iki nedeni vardı.
Birincisi… 1870’de Alman
Birliği’ni kuran Prusyalı
diplomat Otto Von Bismark,
yüz yıl evvel kolonizasyon
çağını başlatan AngloSakson biraderleri ve onların
ardından Franklar, Osmanlı
ve Rus imparatorluk arazilerinin dışında kalan dünyayı
kendilerine bağlamışlardı.
mart 2016
67
haberajanda
Dosya
Nitekim öyle oldu ve savaş, Osmanlı’nın üzerine bir
Alman oldubittisiyle çırpıldı.
Memalik, bir baştan öbür
başa yangın yerine döndü.
Alman subaylarının komutasındaki Türk ordusu yedi cephede yedi düvele karşı verdiği
savaşta kırıldı, Osmanlı’nın
insanî gücü ve toprakları yok
oldu. Güya yenilen Almanlardı, ama haritadan silinen
Türkiye Osmanlı’sıydı. Bu
sonuç Almanların umurunda
değildi; Alman askerî varlığı,
“Geçmiş olsun!” bile demeden Anadolu’dan ayrıldı ve
Cermen ayısı hafif yaralarıyla
Bavyera ormanlarına geri
dönüp işine baktı.
Tarihler yazıyor: “İngiltere Mısır komiseri McMohan ile Sykes-Pickot
cetvelcilerinin çizdiği geometri içerisinde Memalik-i Osmanî paylaşımında uzun ve gizli
görüşmeler yapıldı. İngiltere, Fransa ve İtalya diplomatları sert tartışmalar sonunda
anlaştılar.” Ve yağlı parçanın Majeste’ye aitliğini de vurguluyorlar elbette. Fransa, Haçlı
seferlerinden beri kendi kutsal toprağı saydığı Levanten bölgesini ve Suriye’yi aldı. İtalya,
1911’de işgal ettiği Libya’nın üstüne konan ve o zamanki adı Habeşistan olan Etiyopya’ya
razı oldu. Geri kalan hâliyle tüm El-Cezire, Irak ve Mısır’sa Londra’nın torbasına konuldu.
Zaten Prens Bismark, bu yarışta geç kalan Alman şehir
devletlerinin birleşmesini bu
sebeple sağlamıştı; yoksa onların birleşeceği yoktu. Elli
yıl önce Zolferayn planıyla
bir nevi Cermenik gümrük
birliğini gerçekleştiren şehir
senyörleri bu işten kazançlı
çıkmış ve siyasî birliğin dünyaya uzanmasıyla kazançlarının artacağına inanmışlardı.
Zira Prusya Prensi Bismark
onlara iki plan sunuyordu:
A planı, Osmanlı arazilerini ele geçirmek; B planı
ise Romanof Rusya’sını iç
etmekti. Yani o an dünya
yüzeyindeki üç emperyal
68
mart 2016
organizasyonun sonu kararlaştırılmıştı. Eğer Cermenler
elini çabuk tutmazlarsa,
Osmanlı Türkiye’sinin İngiltere tarafından yutulması
kaçınılmazdı. Zira Rusya
ve Fransa’yı yanına alan
Majeste, yüzyıla Waterloo
Savaşı’nın izdüşümünde
savaşla girecek ve 20. yüzyılı
kendi paradigmasına göre
dayatacaktı.
İkincisi… Diğer Cermen organizasyonu olan
Avusturya-Macaristan
veliahdının Saraybosna’da
bir Sırp terörist tarafından
öldürülmesiyle başlayan
savaş eğer Avrupa’da sürerse, bu hengâme Alman
Birliği’nin sonu olacağı gibi,
BND’nin A ve B planlarının
asla uygulanamayacağı gibi
bir sonuçla da karşı karşıya
bırakacaktı hırslı Cermenleri.
Bu sebeple bir an önce savaş
Almanya’dan uzaklaştırılmalı
ve ilk hedef olan Osmanlı
toprakları üzerinde sürdürülmeliydi. Böylece savaşın
zararı Türkler üzerine silkilir,
Almanya ise sonuçta mağlup olsa da bir miktar para
kaybeder, ülkesi yerli yerinde
durur, B planı için harekete
geçebilecek gücünü muhafaza ederdi.
Bu arada kaos içindeki
Osmanlı’nın yönetimi beklemekteydi İstanbul’u; hem de
dört yıl sonra gelmesi muhtemel işgal askerlerinin silahlarının gölgesinde yaşamaya
şimdiden alıştırma yapar
gibi… İkinci Abdülhamit’in
hâlli neticesinde, ayak sesleri
duyulan savaş öncesinde tam
bir türbülans hâli yaşayan yönetim düalist yapısını altüst
etmiş, sadaret sultanlığa, sultanlıksa etkisiz bir elemana
dönüşmüştü. Bununla birlikte sadaret de illegaliteden bir
süre önce çıkmış olacakken,
henüz legaliteyi içine sindirememiş bir partinin, yani İttihat ve Terakki’nin uhdesine
verilmişti.
İttihatçı paşaların hepsi,
hususiyetle ilk üçü (Talat,
Enver ve Cemal), üç ayrı baş
hâlinde çılgın işler yapmaya
koyulmuşlardı. 30 yıl süren
ve tarihçilerin “Son İmparator” diye nitelendirdiği
İkinci Abdülhamit’in nev-i
şahsına münhasır “başkanlık
sistemi”nin uzattığı ömrüne
Turgay Alkan
rağmen ülke, beş yıl içinde
çok başlı bir dragon gibi
ölüme düçâr olmuştu. Ancak
o dragonun can çekişmesi
bile dört yıl aldı.
Tarihler yazıyor: “İngiltere
Mısır komiseri McMohan
ile Sykes-Pickot cetvelcilerinin çizdiği geometri içerisinde Memalik-i Osmanî
paylaşımında uzun ve gizli
görüşmeler yapıldı. İngiltere,
Fransa ve İtalya diplomatları sert tartışmalar sonunda
anlaştılar.” Ve yağlı parçanın
Majeste’ye aitliğini de vurguluyorlar elbette. Fransa, Haçlı
seferlerinden beri kendi kutsal toprağı saydığı Levanten
bölgesini ve Suriye’yi aldı.
İtalya, 1911’de işgal ettiği
Libya’nın üstüne konan ve o
zamanki adı Habeşistan olan
Etiyopya’ya razı oldu. Geri
kalan hâliyle tüm El-Cezire,
Irak ve Mısır’sa Londra’nın
torbasına konuldu.
İmparatorluğun periferisinin üleşilmesinin akabinde hep beraber geldiler
Anadolu’ya. Savaştan sonraki asıl sıkıntı burada çıktı.
Zira kimsenin “dünyanın
kalbi”nden vazgeçmeye niyeti yoktu. En kıymetli alan
olarak Marmara Boğazları,
zannedilenin aksine kolay
bir müzakereyle sonuçlandı. Hep beraber İstanbul’u
işgal ettiler ve orada ortak
bir idare kurdular. İşgale
Anadolu’nun güneyinden
başlandı ve üçü ayrı yerden yarımadaya girdiler.
Muğla’dan Hakkari’ye kadar
olan bölgenin doğusu İngiliz,
batısı İtalyan, ortası Fransız
askerleri tarafından çiğnendi.
Ege’ye serpilmiş olan 12 ada
İtalyanlara bırakıldı. İngiltere, Hakkari, Siirt, Şırnak ve
Mardin’in yan ısıra (ve ilerleyen zaman içinde) Samsun,
Merzifon gibi lokal alanları
da işgal etmeye başladı. Bu
gidişle anlaşmaları zorlaşacak
ve belki savaşın ikinci kısmını kendi aralarında, Anadolu
yarımadasında devam ettireceklerdi.
Lakin etmediler. Çünkü
1917’de Rusya’da gerçekleştirilen Ekim devrimiyle
Rus coğrafyasında iktidara
gelen Bolşevikler Avrupa’ya
göz dikmiş ve Baltık bölgesi,
Polonya başta olmak üzere
Doğu ve Orta Avrupa üzerindeki gizli emellerini açık
etmişlerdi. Bu sebeple üçlü
Bermuda şeytanları, “Avrupa evi”ni kurtarmak adına
Osmanlı arazisi üzerindeki
operasyonlarını durdurup
bölgeyi yüz yıllığına uyutarak
apar topar “ev”e döndüler.
Bu dönüş, onları 2. Cihan
Harbi’nin eşiğine bıraktı.
Troyka Ortadoğu ve
Anadolu’dan çekilmeden
önce, Sykes-Pickot ülkelerinin başına yüzer yıllığına
“vassal idareciler” atamayı
unutmadı tabiî. Bu minvalden olmak üzere Türkiye’yle
de Lozan’ı imzaladılar. Ki o
da yüzyıllık bir idare anlaşmasıydı ve antlaşma metninde olsun ya da olmasın,
sadece 1923-2023 arasını
kapsıyordu.
Türkiye üzerinde, Lozan’da
sözü edilmeyen bir anlaşma daha vardı. Bu gizli
protokolü İngiltere, Fransa
ve İtalya kendi aralarında
yapmışlardı. Bu bir yönetim
ortaklığı sirküsüydü. İşte
yönetsel anlamda ülkenin
yüz yılına damgasını vuran
bu sirkülerin izahı için uzun
bir girizgâh yapmak zorunda
kaldık. Zira meselenin öncesine vâkıf olmadan, sonrasında oluşan yönetim ve yönetim sektörlerini anlamanın,
hatta yakın Türkiye tarihinin
kodlarının künhüne ermenin
olanağı yoktu.
Bölüşüm
Bundan sonrasına şu cümleyle başlamak gerekiyor:
Üçlü ittifak, yani Birinci
Savaş’tan başları dik olarak
çıkmış olan İngiliz, Fransız ve İtalyanlar bu savaşın
galibiydiler ve karşılarında
yenik duruma düşmüş olan
devletlerin unvanı artık
“mağluplar” olarak söylenegidecekti. Yenikler üzerinde
muzafferlerin tam bir yaptırım hakkı bulunmaktaydı.
Zaten devleti, devlet yapısını
ve hatta idareci ailelerini
onlar belirleyecek, iç ve dış
politika onlara mugayir bir
karakter arz edemeyecek,
devlet rotası onların cetvelleriyle çizilecekti. Ve hatta bu
kurallara uymayan yönetici
sınıfın tasfiyesi de onlar eliyle, gerekirse en kanlı şekilde
yapılabilecekti. Yazının yukarısında “Ne zamana kadar?”
diye sormuş ve cevaben “Yeni
bir dünya ölçeğindeki savaşa
kadar” demiştik ya, işte galibiyet böyle bir şeydi!
Birinci Bölüşüm Harbi’nin
galipleri, başta Ortadoğu olmak üzere Osmanlı’nın topraklarını, yalnız Anadolu’nun
zamanını bölüştüler.
Lozan’da imzalanan ve tarihe
mâl olan ünlü antlaşmanın
en son ve gizli maddesinde
yer alan veya almayan, lakin
gizli protokollerde varlığına
emin olduğumuz “İş bu
mukavele yüz yıllıktır” ifadesiydi bölüştüren kuralın
kök bulduğu nokta. Yüz yıllık
zamanda galip biraderlere
düşen paylarsa onar yıllıktı.
Ve bölüşüm, İngiltereFransa-İtalya sıralamasıyla
uygulanacaktı. Her ülke,
kendisine düşen on yıllık süre
içerisinde Ankara’da söz sahibiydi artık. Buna bağlı olarak
kendi “dostlarını” belirleyecek
ve onları iktidara getirecekti.
Bu dostlara “işbirlikçiler”
demekte de hiçbir mahsur
yoktu.
Ya yüz yıl sonra?
Bu sorunun cevabı fiiliyatta mer’i bugün. Ortadoğu
ve etrafında olup bitenlerin
şifresini okuyanlar, sorunun
cevabını da bulmuş olmaktalar. İmparatorluğun resmen Batı aksına oturduğu,
1839’dan beri ülke aydınlarının, idarecilerinin, gelecek
vadedenlerin hangi devlete
yakın durdukları planlı ve
de programlı bir çalışmaydı.
Bu çalışma, Rusya dâhil tüm
Batılılarca yapılmış ve her
devlet, İstanbul’daki “kendi
adamı”nı belirlemişti.
1923’e gelindiğinde, ricalin
göbek bağları belliydi. Sadece Alman bağlıları Cihan
Harbi’nde etkisiz hâle getirilmişlerdi. Bir de Rus işbirlikçileri artık yoktular, zira
onlar kendi başlarının derdinin peşindelerdi. İngilizler,
Fransızlar ve İtalyanlar, daha
önceki ilişkilerinden yola
çıkarak ortaklık yapacakları
işbirlikçi aileleri belirlemiş
ve onları her otuz yılda bir,
on yıllığına iktidara taşıyacak
yollara kendi taşlarını döşemeye başlamışlardı.
Galibin kontrolü
İlk on yılını İngiliz dostu
olarak geçirdi yeni devlet.
mart 2016
69
haberajanda
Dosya
Aralığı ise 1923-1933’tü.
Başta Mustafa Kemal Paşa
vardı ve ekip, İngiliz Büyükelçisi ile yakın çalışmayı
tercih etmişti. Buna rağmen
Kemal Paşa, kendi çabasıyla
güçlenmiş ve pasif bir ortak
olmanın ötesine geçmişti.
O, çevresini sağlamlaştırmış
güçlü bir Cumhurreisi idi.
Aynı zamanda ordudaki
mareşalliği de sürüyordu;
yani TSK’dan da maaş alan
bir muvazzaftı. Ordunun
yarısına Fevzi Çakmak eliyle
hâkimdi. Kalan yarı ise “gizli
protokolcüler” eliyle diğer
kampta konuşlandırılmışlardı. O kampa “İkinci Adam”
İnönü damgasını vurmaktaydı.
TSK’daki bu damar günümüze kadar korundu. Zira
“onarlı yönetim sistemi”ni
devam ettirecek olan başat
yapılanma, bu damarlaşma
hareketiydi. Ve bu damarlaşmış yapı, günümüzden
yüz sene önce yaşanmış olan
Birinci Savaş’ın gayriadil
hukukunu korumak üzere
kurgulanmıştı. Kimler tarafından mı? Elbette yüz yıl
evvelinin galiplerince!
Galipler, galibiyetlerini ve
karşı tarafın mağlubiyetini
gizli bir sistemle korumaya
devam ediyorlardı. Elbette
açık yanları da vardı bu korumanın. Söz konusu açık
argümanlar, yazının baş
bölümünde sözünü ettiğimiz
“devletlerarası kurum ve kuruluşlar” idi. O kurum ve kuruluşlar, bağırta bağırta kabul
ettiriyordu “beşin dünyadan
büyük olduğunu”. İstersen
Cumhurbaşkanı makamından itiraz et, duyan kim?
Amaç ne?
70
mart 2016
milletiyle için için kaynıyor,
hatta taşıyor. Bu kaynama
ve taşma nereye götürecekti
dünyayı ve insanlığı? Elbette
saygın bir yeninden yapılanmaya ve eşit, adil ve de hür
devletler cennetine. Kısaca,
galiplerin ve mağlup sayılanların olmadığı, dayatmaların
olmadığı bir devletler hukukuna…
İşte bunu çok gördüler!
Dünün mağluplarına bir kez daha mağlubiyet ta-
zeletecek ve galipler kendilerini resetleyecekler. Kurulacak
yeni düzen ve uygulanacak devletlerarası hukukta geçer
ölçü, yenilenmiş hâliyle yine galipler ve mağluplar olacak.
Bu plana göre dünün galipleri, illa bugün de galipler düzleminde olmak niyetindeler. Dünün mağlupları değişebilir;
tekraren mağlubiyet cezasına çarptırılanlar olduğu gibi,
mağlupken galipler safına çıkanlar da bulunabilir.
Tabiî her şeye rağmen
geçen zaman yaraları tamir
etmekte ve mağlupların
mağlubiyeti anbean aşınmakta. Mesela, günümüz
Türkiye’si kesinlikle yüz yıl
evvelinin ülkesi değil artık.
Yüz yıl evvel diz çökmüş ve
mağlup olmuş olan Osmanlı
İmparatorluğu da artık yok.
Bugün onun yerinde otuz
küsur devlet yaşamakta.
Hemen hepsinin durumu
iyi; petrolleri ve sanayileri
mevcut. Yani sorsanız hiçbiri
“mağluplar kategorisinde
olmak” istemez. Zaten istemiyorlar da… Başta Türkiye
olmak üzere her devlet,
kerameti kendinden menkul
bir kararla üç beş süzerenin
döşüne yapıştırdığı “mağlup”
etiketini söküp atmak, öz
benliğine kavuşmak ve yeniden dirilmek istiyor. İstemekle kalmıyor, devleti ve
Yüz yıl öncesinin galipleri,
mağlubiyet gömleğini yırtıp
atma noktasındaki mazlum milletleri gerisin geri
götürmek ve yüzyıl evvelki
mağlubiyet noktasından hayata yeniden başlatmak için
cadı kazanını kaynattılar. Bu
kazan, 1975’ten beri için için
kaynayageldi, şu ansa taşıp
etrafını haşlama noktasında.
Neden? Zira bu hengâmenin
sebebi şu: Dünün mağluplarına bir kez daha mağlubiyet tazeletecek ve galipler
kendilerini resetleyecekler.
Kurulacak yeni düzen ve
uygulanacak devletlerarası
hukukta geçer ölçü, yenilenmiş hâliyle yine galipler ve
mağluplar olacak. Bu plana
göre dünün galipleri, illa
bugün de galipler düzleminde olmak niyetindeler. Dünün mağlupları değişebilir;
tekraren mağlubiyet cezasına
çarptırılanlar olduğu gibi,
mağlupken galipler safına
çıkanlar da bulunabilir. Bunu
belirleyecek olanlar da yine
dünün muzaffer ulusları, yani
Batı medeniyetinin AngloSakson lordları…
İstenen bu!
Peki, bu fırsatı tekrar yakalayabilirler mi dünün galipleri? Maalesef birçok noktada
yakaladılar bile…
haberajanda
Siyaset
Ahmet Fidan
[email protected]
>> MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hapse tıkmak
için teşebbüste bulundular. Kendi deyimleri ile
“Dönemin Başbakanı”nı
hasta yatağında kelepçeleyerek hapse atma
üzerine kurdukları darbe
planları tutmadı.
Son bir yıl içinde “Hizmet” etiketli olaylar hızla
gelişti; terörle atbaşı gelişmeye de devam etmekte.
Yıl içinde iki önemli seçim
oldu. Seçimlerin gâlibi
ve mağlûbu belliydi. 7
Haziran 2015 ve hemen
arkasından 1 Kasım 2015
tarihlerinde yapılan seçimler öncesinde halkın
oylarının kendilerinde
olduğu vehmini pompaladılar ve tam bir siyasî
parti gibi hareket ettiler.
Seçim sonuçları kendilerinin halk nezdinde hiçbir
îtibarlarının olmadığını
ispatladı. Bir şey daha ortaya çıktı: Destek verdikleri siyasî kadrolar hezîmete
uğradılar.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde öncekilerden
farklı pek çok ilk gerçekleşti. Cumhurbaşkanlığı
seçimi, beraberinde
tarihin sayfalarında farklı
yönleriyle kayda geçti.
Cumhuriyet tarihinde
millet, kendi öz iradesi ile
cumhura baş seçti. Seçimin en güçlü adayı Sayın
Recep Tayyip Erdoğan’ın
parti içinde adaylığının
önünü kesmek için plan
yapıldı ve uygulamaya
koyuldu. Sayın Abdullah
Gül’ün öne çıkarılması
için tüm güçlerini seferber
ettiler, netîce alamadılar.
Türkiye’nin ebedî ve
ezelî muhalif partisi ile
öteki partileri alt alta,
üst üste, yan yana cem
ettiler, bir araya getirerek
“çatı adayı” çıkardılar.
“Hizmet” etiketli grup,
partilerden daha çok çatı
adayını seçtirmek için
olağanüstü çaba gösterdi.
Sağduyu gâlip geldi ve
Cumhuriyet tarihinde ilk
kez, millet hür iradesi ile
Cumhurbaşkanı’nı Köşk’e
çıkardı.
Peş peşe gelen iki büyük seçimden ağır yenilgi
ile çıkan “Hizmet” (!),
uslanmadı, payına düşen
dersi almadı. Halkın hür
iradesi ile seçilmiş bulu-
Hizmetten hezimete son viraj: Zaman,
kayyum idaresinde
B
İRAZ sümük, biraz gözyaşı karıştırarak din aldılar, din sattılar; “Hizmet” etiketi ile Cennet’ten
arsa pazarladılar. 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde
Hükûmet’e karşı darbe teşebbüsüne giriştiklerinde gerçek niyetleri ve gerçek yüzleri ortaya çıktı.
nan Cumhurbaşkanı’na
karşı içte ve dışta kampanyalar tezgâhladı.
Cumhurbaşkanlığı ve
devlet aleyhinde tezgâh
kurarken “güney komşu”
ile işbirliğini sürdürdü.
Söz konusu işbirliği o
derece net ve berrak
şekilde görüntü vermektedir ki, Müslümanların
haremgâhı Mescid-i
Aksa’yı kirleten Yahudî
köpekleri için tek bir
kelime dahi aleyhte haber
ve görüş bildirmediler.
24 saat-365 gün, ülke
aleyhinde kesintisiz
husûmet ve kinlerini
sürdürmek için her tür
fırsatı ganimet bilerek
ellerindeki gazete, dergi
ve televizyonları tepe
tepe kullanmaya devam
ettiler. Yahudî Devleti’nin
emelleri doğrultusunda
şer güçleri ile işbirliği
yaptılar, yapmaya da
devam ediyorlar. Yerinde,
yerli işbirlikçilerin maşası
oluyorlar. İslâm’a ve kutsal
değerlere düşmanlıkta
Cumhuriyet gazetesi ile
yarışıyorlar. Bazı konularda onu bile solladılar.
Siyaseten CHP’yi bile
geride bıraktılar.
Tüm eylem ve işlemleri
ile bir başkaldırı içindeydiler. Müesses nizâma
karşı sürdürdükleri başkaldırı için karanlık ve
gölge adamlar icâd edip
arkasına düşerek sokak
gösterilerine başladılar.
Aynı kesim, 28 Şubat karabasan döneminde Müslümanlara yönelik baskı ve
zulümlerde varlıklarını
hiç ama hiç hissettirmediler! Hatta çok övündükleri
okulların anahtarlarını
vermeye kalktılar.
Düzmece haberlerle
kamuoyu oluşturmak için
her türlü yalana ve habere başvurdular ki buna
devam ediyorlar. Son
olarak “Saman”a kayyum
tayinini engellemek için
Saman gazetesinin önünde toplandılar, canlı yayınlarla şov yaptılar. İşledikleri suçlardan aklanmak
yerine, suçlarının üstünü
örtmek için yeni tezgâhlar
kurdular.
Saman gazetesinin
kayyuma devri, geç
kalmış ama isabetli bir
hukukî işlemdir. Konuyla
ilgili olarak ABD Ankara
Büyükelçisi’nin rahatsızlığını ifade eden beyânı
bile olayın doğruluğunu
göstermektedir.
Özellikle son bir yıldan
beri teröre karşı verilen mücadelede güvenlik güçlerinin elde ettikleri başarıyı
gölgelemek ve karalamak
için özellikle “hezimet” tarafından yapılan hiçbir yayın,
basın özgürlüğü değil,
vatan hâinliğinden başka
bir adla anılamaz!
Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği gibi, söz
konusu kesim bu tür planları yapacak ne zekâ, ne de
kabiliyete sahiptir. Birileri
planı yapıyor ve bunları
taşeron olarak kullanıyor.
Suçluluk psikolojisi ile
sergiledikleri davranışları,
hizmeti hezîmete dönüşmüştür. Çünkü gerçek
kimlikleri yerine karanlık
yüzü ile kendilerine yön
veren bir kişinin aptalca
sözlerine kanarak gerçekleştirdikleri sokak eylemi
ile tam bir hezîmete uğramışlardır.
Evet, Hizmet Hareketi
(!), son iki yıl içindeki
tavır ve yaptıkları ile
tam bir hezimete uğramıştır. Hezîmet Hareketi,
geldiği noktada gerçeği
kabullenmek yerine yeni
hezîmetlere yelken açmaktadır.
mart 2016
71
haberajanda
Uyanma Vakti
Tarihî hakîkatle yüzleşme noktası:
Türkler devlet kurmayı bilmezler!
K
ONUYA garip bir iddiayla girelim: Bu mübarek milletin
devleti yoktur. Yani Bozkırlı Türkler, devlet nedir bilmezler! “Devlet nasıl kurulur, nasıl idare edilir?” gibi soruların cevabı da bulunmamakta Türklerin zihnî ardiyesinde. Neden mi? Zira bu milletin tüm bildiği, sadece
imparatorluklar kurmaya yöneliktir. Yani başucu binlerce yıl evveline
giden müktesebat, yani birikim yalnızca “ulu devlet” üstüne…
>> İçinde “devlet” denilen,
onca coğrafî vilayeti ve sosyal
tebaa barındıran devletler
üstü bir organizasyondan söz
ediyoruz “ulu devlet” derken.
Veya “Ya neyi bilir bu Bozkır
halkı?” sorusunun cevabı olarak sadece “imparatorluk”...
İşte hakîkat orada duru-
yor! Hatırlayınız, belki de
tarihin en güzel mektubunda ne diyordu Muhteşem
Süleyman? Fransızların ana
kraliçesi şahsında bizzat
Fransa’nın ve ona benzer
onca krallığın tepesindeki
“Avrupa Mavikanlı”larına
“Ben ki”, evet, “Ben ki” diye-
rek başlıyor ve bugün devlet
adını alan onlarca coğrafî
bölgeyi saydıktan sonra bu
sayılanlardan katbekat fazla
diyârın sultanı olan “Selim
Han oğlu Süleyman” olduğunu belirtiyordu. İşte budur
bu mübarek milletin bildiği
devlet anlayışı, yani “cihan
padişahlığı”, “acun kağanlığı”!
Kendi müktesebatı dışındaki bölgelere de ad koyuyordu Süleyman Han ünlü
mektubunda. Ve oğlu Kral
Fransuva’nın komşu Kral
Şarlken’in elinden kurtarması için ricada bulunan Fransız
anneye hatırlatıyor, ne olduğunu “Sen ki” diye başlayıp
“Frenk vilayetinin hâkimi
Fransuva’sın”
diye bitiriyordu.
İşte bu mübarek Bozkırlılar için “Devleti ve devlet
kurmayı bilmezler” derken
bu ölçüye vurgu yapıyoruz.
Zira Türk’ün gözünde devlet,
vilayetten ibaret bir iç bölgedir. Ve oraları da valiler yönetir zaten, sultanlar değil.
Konuşulmayan bir
Türk
devleti: Sakalar
Aslında Bozkırlı savaşçılar,
tarihte sadece bir devlet ya
da ulu devlet kurdular. O
da tarihin alacakaranlık bir
diliminde gerçekleşti ve unutulup gitti. Yani o devletin
kurucuları, devletin kuruluşuyla ilgili olarak en ufak bir
kayıt tutmadılar. Şifâen dahi
olsa, kendilerinden sonra
“devlet serüveni”ne devam
etmesi mukadder evlatlarına
72
mart 2016
Ahmet Yozgat
[email protected]
devletin nasıl kurulacağı
hususunda en ufak bir bilgi
vermediler. Onlardan evlatlara küçük bir öğüt, minik
bir tarif de ulaşmadı. Çünkü
bir başka devlete/ulu devlete
ihtiyaç duyacakları kanaatini
de taşımıyorlardı.
İşte bu nedenle Türkler,
devlet kurmayı hiçbir zaman
bilemediler, doğrudan doğruya imparatorluk kurdular!
Onu da sadece bir kere ve
bidayette...
O bir defalığına gerçekleşen bidayetin hikâyesine
bir göz atmak gerek. Bu
durumda Bozkırlının devlet
serüveni de önü ve sonuyla
ortaya
konulmuş olur.
Günümüz Rusya
Federasyonu’nu merkeze
alan, periferisi geniş bir
coğrafyada devletini kuran
Saka boyu süvarilerinin tarih
sahnesine çıkışları M.Ö.
sekizinci yüzyıl. Ancak tarihler bu devletin ilk 250 yılında
ne olduğu ve ne bittiğine dair
en ufak bir kayıt düşmemiş.
Lakin onlardan bahsetmiş
tabiî. Bu bahis, 250 yıl sonra
açılmış;
belki de daha çok…
Ancak konunun bilgisini
verenler Batılı tarihçiler olduğu için, onlar bu konuyu
sınırlı tutmuşlar sanki “250
yıl” diyerek. Oysa geriye doğru işleyen 250 yıl, Bozkırı ve
Bozkırın evvelini anlatmaya
kâfi gelmemekte. Bizzat bir
çağdaş Bozkırlı tarihçinin
herhangi bir araştırması yok
ki gerçek ortaya döküle…
Dönelim
tekrar Sakalara…
Tarihçilerin kalemleri işlemeye başladığında, takvimler
M.Ö. 650 yılını göstermekteydi. Organizasyonun adıysa
artık “Saka Devleti” değil,
“Saka İmparatorluğu” idi.
Yani başında da kendisine
“Acun Kağanı” unvanı takılmış bir hükümdar vardı: Alp
Er Tunga…
Acun Kağanı Tunga’yı
ve ondan sonrasını, başta
Heredot olmak üzere Yunan
tarihçileriyle beraber Persiyan şâirler kaleme almışlardı.
Ancak ne Sakalara “Saka”
diyorlardı, ne de imparatorluğa “Saka İmparatorluğu”.
Onların devletinin adı artık
“Skitia” ya da “İskitya” idi.
Kendileri
de “İskitler”...
Persepolisli kalem erbâbı
Firdevsî de Sakaları “İskitler”
diye yazan biriydi. Ve ne
yazık ki bu Persiyan şâirin
Sakalar ya da İskitler üzerine
yazdıklarının çoğu hilaf-ı
hakikatti. İnsanlar bunların
yalan olduğunu ancak yakın
bir tarihte öğrendiler üstelik.
Hatta çoğu gerçek dışı olan
Firdevsî yazılarından, bu
coğrafyanın insanları İslâm
adına iyimser bir söylence de
çıkarmışlardı. Firdevsî’nin
dediğine göre Tunga, bir
tunga, yani kahraman bir
bahadır değil, bir afrasiyab,
yani bir yeraltı şeytanıydı. Bu
yeraltı şeytanının arkasında
da Step Albızlarından oluşan
bir şeytanlar ordusu vardı.
Bu “insanlık dışı ordu” İran
diyârına indiğinde, onu ünlü
Acemî Komutan Zaloğlu
Rüstem karşıladı ve atmadığı
kötek kalmadı Bozkır Albızlarına…
İşte hilaf-ı hakîkat olan
söylem bu! Oysa gerçeğin
onun dediği gibi olmadığını
ve Alp Er Tunga’nın Bozkırlı süvarilerinin İran yaylasını
yukarıdan aşağıya doğru
tepelemiş, Zaloğlu’nun
anasından emdiği sütü bur-
nundan getirmiş ve vurup
Ortadoğu’ya çıkmış olduğunu öğreniyoruz. Mısır’a
gittiği iddiası da var. Ancak
mezarının Filistin’de olduğunu yazmakta tarihler.
Büyük
yalan!
Sakalar gibi, adını bile başkalarının koyduğu “Kun” ya
da “Hun” organizasyonu ile
ilgili olarak düşülen ilk kayıt,
bir dünya imparatoru ya da
kendi deyişleriyle “Acun Kağanı” olan Metehan’ın babası
Teoman Han’la ilgiliydi. O
baba da bir imparatordu
haâddizâtında.
Ondan evvel de imparatorlar olmalıydı, ancak
Mete’nin imparatorluğundan bahseden Çin tarihçileri,
Milat evvelinde 220 yılının
öncesini karartmışlardı.
Anlaşılan o ki, sonrasını da
mecburiyetten yazdılar. Hem
de bu Bozkırlı devlete ve
onun imparatorlarına sahte
adlar
koyarak…
Yani ne Hun İmparatorluğu “Hiyong Nu” idi, ne de
İmparator Mete “Maotun”.
Hatta “Mete” adı bile yalan!
Onu da Türkiye tarihçileri
uydurdu.
16 yıldız tamam,
diğerleri
nerede?
Yazının burasında, “Cumhurbaşkanlığı Forsu”nun
önünde durup bakmanızı
tavsiye ederim. Kırmızı zemin üzerine işlenmiş olan
ay etrafında 16 yıldız... Yıldızlardan her biri, Türklerin
tarih boyunca kurdukları ulu
kağanlıkları ve imparatorlukları remzetmekteymiş.
Öyle değil mi? Aslında bu
forsta 16’dan daha fazla
yıldız olması gerek, lakin
biz bile karartmaktan çekinmemişiz yıldızları. Neyse,
geçelim
bu mevzuu…
Hepinizin bildiği gibi 16
yıldız, Türklerin 16 imparatorluğunu ifade etmekte.
Peki ya devletler, onlar nerede, hangi forsta? Ya da var
mı onları sembolize eden
bir başka fors? Yok! Neden?
Efendim onları, yani Türklerin tarih içinde kurdukları
devletleri saymıyoruz ki…
Ya da öyle bir kurum yok
hâddizâtında… Sizin devlet
dediğiniz, imparatorluktan
imparatorluğa geçerken
arada oluşan sunî yapılardan
başka bir şey değil. Daha
doğrusu eskiyen imparatorluğu yenileyecek olan
zinde ailenin belirlenmesi
esnasında yaşanan ara bölge
yapılanmaları...
Sonuç?
Efendim, işin özü şu: Bir
önceki imparatorluğun başında bulunan yorgun aile,
yani eski hanedanlık alandan
çekilir ve onun yerine zinde
bir aile gelip oturur, eskiyi
lağveder ve kendi hanedanlığını tescil ettirir. Kime? Tabiî
ki ulusun aksakallılarından
oluşan
Kingeş Meclisi’ne…
Özet olarak söylemek
gerekirse, işte bizim imparatorluklarımızın ya da imparatorluğumuzun kuruluş
hikâyesi böyle net, kısacık ve
kesin bir şey!
Küçük yetinmeyi
öğretme organizasyonu: Mankurtlaştırma
Tarihin alacakaranlığına
bakıldığında görülen manzara şöyle: Milat evvelinde
başlayan mübarek savaşçıların imparatorluk koşusu,
mart 2016
73
haberajanda
Uyanma Vakti
16 durakta yenilene yenilene
sürdü geldi günümüze kadar.
Ve Osmanlı, son imparatorluk olarak son sınıra, yani
Viyana’ya
varıp dayandı.
On altıyla aritmetiğe
havale edilen imparatorluk
paradigması ya da gelenek
nasıldı? Yukarıda denildiği
gibi yorulan hanedanlık,
bayrağı zinde bir aileye teslim edecek ve millet yeni bir
hanedanlıkla devletin diğer
kompartımanına geçecek,
imparatorluk treni yürüyüp
gidecek…
İşte paradigma böyleydi
ve ta bidayette, kutlu bir ata
eliyle koyulmuştu! “Kutlu
atanın devlet vasiyeti” denilebilecek gelenek, tam on
altı kere elden ele devredilerek yürüdü geldi. Yüz yıl
evvelinde de yeni bir devir
teslimle yürüyegidecekti. On
altı numaralı Osmanlı’dan
ve Osmanlı’nın sonundan,
ondan sonrakinden, yani “17”
numaradan
söz ediyoruz…
Lakin olmadı! Yorgun
hanedanlığın son temsilcisi
Vahdettin Han bayrağı bıraktı ve başkenti terk etti.
İşte “Bozkır töresi”, tam
adıyla “Oğuzhan’ın devlet
töresi” denilen ezelî kanun
burada ilk kez işlemedi.
Oyunu Mustafa Kemal
bozdu.
Hayır, bozmadı! Onun
eliyle bozmak istediler. Kim
mi? Tabiî ki Son Mübarek
İmparatorluğu çökertenler…
O zamanki adıyla “yedi
düvel”… Biraz fulü, biraz
karartılmış, üstü örtülmüş bir
kavram olarak “yedi düvel”,
elbette bir tarihî ve coğrafî
gerçek değil, kimliksiz bir
kavram. O hâlde nedir bu
yedi düvel, kimlerden oluşur?
74
mart 2016
Biz onlara Aryanlar ve Tötonlar gibi adlar koyageldik.
Daha açık bir adres vermek
gerekirse, “İngo-Judik ortaklık” demek gerekmekte. Yani
İngiliz ve Yahudi koalisyonu…
Tabiî söz konusu Son
İmparatorluğun çöküşü,
İngo-Judik’e diğer Tötonik
biraderlerin, yani Fransız ve
Almanların omuz vermesiyle
oldu.
Yüz yılı deviren Birinci
Dünya Savaşı’nda ya da Son
İmparatorluğun paylaşım
harbinde Aryanlar, Mübarek
İmparatorluk’un bedenini
yok ettiler. Peki, rûhunu
öldürebildiler mi? Ama
unuttunuz galiba, ruh ölmez
ki… Ona bağlı olarak töre
de zinhar bitirilemez!
Ne dendi yukarıda?
“Türkler devlet kurmayı
bilmezler!” O hâlde “Türkiye
Cumhuriyeti Devleti” demenin bir anlamı yok! Nedir
o hâlde ortadaki gerçeklik?
Bir illüzyon… Bu mübarek
millete, “Bakın, siz de küçük
ebatta bir devlet kurmayı biliyormuşsunuz” diyerek rûhu
Anadolu coğrafyasında ya-
şayan imparatorluk töresinin
karartılması
operasyonu…
Bilindiği üzere bu operasyon, yüz yıla yakın bir süredir devam edegelmekte. Ve
bu hain plan, imparatorluktan başka kurum veya kuruluşa yabancı bu mübarek
millet ile devlet ölçeğindeki
minyatür yapılandırmayı birbirine ısındırmak için canla
başla uğraşarak yolculuğuna
devam etmekte. Üstelik “imparatorluk” kavramının kötülüklerini saya döke ikinci
bir işlev de görmekte.
Mevzubahis planın yüzyıllık yolculuğu içerisinde kısmî
bir başarıdan söz etmek
mümkün. Bu ölçekteki başarı
dahi planın lordlarını sevindirebilir. Lakin yine de “sadece imparatorluk kurabilir
milletin” üzülmesi için de bir
sebep yok. Çünkü yukarıda
denildi gibi, “bir imparatorluktan diğerine geçerken bir
fetret devri oluşur ve bu devirde küçük küçük ara organizasyonlar kurulur”. Böylece
yeni hanedan adayları da
ortaya çıkmış olurlar. Adaylar, fetret yıllarında gardlarını
alır ve ardından imparatorluk
kurucuları olarak “bizim
toprağın uşakları” kendi aralarında mücadeleye başlarlar.
Bu cümledeki “bizim uşaklar”
nitelemesini “aday şehzadeler”
ya da “namzet prensler” diye
okumak gerekirse durumun
daha da netleşeceği kanaatindeyiz.
Ve hemen örnekleyelim:
Yıl 1402... İran üzerinde,
sözü edilen tarihten yaklaşık
otuz yıl önce ortaya çıkmış
olan bir diğer Türk imparatorluğunun hükümdarı Timur ile tam 303 yıldan beri
var olan Osmanlı’nın o günkü hükümdarı Sultan Yıldırım Bayezid, “Âlemlerde tek
Tanrı, yeryüzünde tek hakan”
kuralı gereği “Ya devlet başa,
ya kuzgun leşe!”, kısacası “Ya
sen, ya ben!” durağına gelmişlerdi netîcede. Ve her ikisi
de haklıydı. Zira yukarıdan
beri “dünya sultanlığı”ndan
söz edegelmiyor muyuz?
Her iki taraf için de hesap
bundan başkası olamazdı. Bu nedenle karşılaşma
ve vuruşma da kaderin ta
kendisiydi. Zaten onlar da
mektuplarında, “Dünya iki
hükümdara az, bir hükümda-
Ahmet Yozgat
ra çok!” diye yazmaktaydılar.
Denildiği gibi, bu îtibarla
“er meydanı”nda harp kaçınılmazdı. Lakin bu öyle bir
harpti ki, asla pisipisine değil,
tabiî ki töre gereği bir kader
karşılaşması
idi.
Ve karşılaştılar Yıldırım Han’la Timur Emir
Ankara’nın Çubuk ovasında.
İki tarafın çarpışması şiddetli ve yıldırım gibi hızlı
oldu, savaşın nihâyetinde
Yıldırım yenildi. Kural açık
ve netti: “Yenen, yenilenin
tüm mülküne el koyar!” Bu
paradigma gereği Osmanlı
ülkesi bir çırpıda Timur’un
eline geçti. Söylenecek söz
yoktu, zira töre işlemiş ve
gereken olmuştu. Bu andan
itibaren Timur’un Boğaz’ı
geçip başkent Edirne’ye
oturması gerekmemekteydi. Ve bu arada Yıldırım’ın
yarım bıraktığı “İstanbul
Muhasarası”nı tamamlaması,
ordusuyla birlikte “Ne güzel
asker, ne güzel komutan!”
olması
gerekmekteydi.
Ne düşündüyse bilinmez
ama bunu yapmadı. İnanın
Timur Şah bunu yapmış
olsaydı, Bozkırlı halk için
hiçbir şey değişmeyecekti.
Şimdilerde bu mülkün talebeleri, tarih derslerinde “Biz
Timurlular” diye övünmeye
devam edeceklerdi Osmanlı
olmakta
övündükleri gibi.
Ancak yukarıda denildiği
üzere, Timur bunu yapmadı.
Bir daha soralım: Neden?
Galiba başkent olarak
Horasan bölgesini, devletinin anayurdu olarak da İran
coğrafyasını seçmiş olan
Timur, “cihan kağanlığı”
rûhuna sahip değildi. Bunu,
Anadolu’ya girince bir kanadında Hıristiyan Sırplar başta
olmak üzere diğer ekallî
unsurları barındıran Osmanlı
ordusunu ve ordunun teknolojik parametrelerini teşhis
edince anladı. Ve kimin ne
kadar hakkı olduğunu da…
Ve geri döndü, İran’daki yerel
devletini bıraktığı yerden
idareye
koyuldu.
Gelin görün ki, kısa kaderinde öyle bir cezaya çarptırıldı ki Timur ve Timurlular,
kurucu kağanın ölümünden
tam yüz yıl sonra evlatları
elinde çarçur olan devlet,
1500 yılında yok olup gitti.
Yani hepi topu 130 yıllık
bir varoluştan söz ediyoruz.
Dememiz o ki, Timur ve
sulbü, küllerinden yeniden
var olma becerisine sahip
değillerdi. İşte bu bilgisizlik
törede yoktu veya töre böylesini reddediyordu! Yani
töre, “Öldüğünüzde külleriniz yeniden doğursun sizi!”
şartını imparatorluk kurucusu olmak için olmazsa olmaz
bir genelgeçer olarak ta baştan koymuştu. Zira devletin
devamı ve devamlılığı esastı
gelenekte.
Peki, Osmanlılar ne yaptılar? Savaşın hemen ardından
Sultan Bayezid’in tüm oğulları sahaya çıktı ve İmparatorluğu küçük devletçikler
hâlinde bölüşüp her biri bir
ücrada ülkeyi idare etmeye
kalktılar. Lakin onların her
birinde Timur’da olmayan
şey, yani imparator rûhu varmış ki, küçük devletlerinin
başında rahat rahat hüküm
sürmek varken savaş meydanlarında birbirlerini yediler
ve yok olup gittiler. Geride en
güçlü olan şehzade kalmıştı:
Çelebi
Mehmed Han…
Lakabı her ne kadar “Çelebi” olsa da, imparatorluk
kurucu ruh en yoğun şekilde
onun yüreğinde ve beyninde
varmış ki 12 yıllık fetret
devrini noktaladı ve imparatorluğunu tekraren kurdu.
Onun şahsında imparator
rûhu gereğini yapmış, yaptırtmış ve ulu koşu kaldığı
yerden
devam etmişti.
Teorimize bu örnekle
şu katkıyı yapmayı murâd
ediyoruz: 1402’de yıkılan
İmparatorluk üzerinde,
Timur başta olmak üzere
Yıldırım’ın şehzadeleri Süleyman, İsa, Musa ve Mehmed, hatta daha sonra ortaya
çıkan ve “Düzmece” lakabıyla yaftalanan Mustafa, geniş
spektrumlu bir operasyon
deruhte ettiler. Hiç çekinmeden devâsâ İmparatorluk
bedenini parçalayarak her
biri birer devlet veya devletçik oluşturdular.
Peki, bu devlet ya da
devletçikleri gerçekten birer
devlet organizasyonu saymak
mümkün mü? Zinhar! Zaten
ömürleri on iki yıldı ve kısa
bir süre yaşayıp tamamlandılar. Çünkü o yapılar devlet
ya da beylik değillerdi, yeni
imparatorluğun şekillenmesinde rol alacak “kurucu
baba”nın belirlenmesi için
baba namzetlerine tahsis
edilen birer savaş alanı ya
da er meydanıydı. Alanlar
vazifelerini deruhte edince
sahiplerine mezar oldular; bu
arada oluşturulan minyatür
idareler de solup gittiler.
Sonunda hiç itirazsız birlik
oluştu.
Son
söz
Osmanlı’dan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’ne kurucular, idareciler ve tabiî ki millet, bir fet-
ret yapılandırması diye bakar
ve geçici bir durak olarak
değerlendirebilirlerse, “devlet
treni”nin burada ilelebet durmayacağını görürler. Yani bu
devlet öteki alana geçer. Yani
“on yedinci imparatorluğa”...
Zaten
öyle olacak!
Geldiğimiz gün îtibâriyle,
aradan geçen doksan küsur
yıllık Türkiye macerasına
dönüp bakılınca görülecektir
ki, elde avuçta eme yarar bir
başarıdan söz etmenin imkânı
bulunmamakta. Soralım
hemen: Niçin peki? Ta başta
dendi ya “Türkler devlet kuramazlar!”
diye, işte onun için!
Ancak her zaman ya da on
beş kere olduğu üzere başarı
arkadan gelecektir. Kurulmakta zorlanılan devletler
bir süre sonra imparatorluğa
evrildiğinde ruh patlar, bedenler zelzele geçirir. Değil
generaller ve paşalar, bu mübarek milletin çobanları bile
birer
mareşal kesilirler.
Bugünlerde işte bu sancıları yaşamakta tüm coğrafya
Anadolu’suyla, Ortadoğu’suyla, Balkanları, Kafkas-ya’sı ve
Kuzey-Güney
Afrika’sıyla!
Anadolu milleti ise çekirdeğin üzerinde oturuyor.
Doksan küsur yıllık kuluçka
uykusu ha bitti, ha bitecek!
Çekirdek çatladığında dünya bir bing bang ile daha
sarsılacak ve âlem yeniden
kurulacak! Unutmayın, Yüce
Hayy-u
Kayyûm bizimle!
On yedinci imparatorluk ve onun sahibi olacağı
son medeniyetin güneşinin
doğuşunu izliyorsunuz. O
hâlde ey ehl-i vatan, uyan ve
yüksek yerlere çık! Zira güneş en iyi şekliyle zirvelerden
izlenir…
mart 2016
75
haberajanda
Analiz
Türkiye’nin istikbâldeki haritası
Nüfûz imparatorlukları
Ancak bu yeni yapılanma
bununla sınırlı kalacak gibi
durmamakta. Anladığımız
o ki, oluşturulacak bu
birleşik devletlerin her bir
parçası içerisinde de benzeri bir operasyon planlanmakta. Yani alt her devlet,
yeniden bir parçalanmaya
tâbi tutularak kantonlara
dönüştürülecek. Ve böylece
dünya bir kantonlar yüzyılına girerek yeni harita
biçimini ortaya koyacak.
76
mart 2016
M
AHALLEDE
bir esnaf
arkadaşımız
var. Yok, berber değil,
bir yorgancı. Başı cıvıl
cıvıl kaynayan bir esnaf
bizim Adil. Mahallenin
akıllısı, delisi günde bir
yol uğramadan geçmiyor
Adil’in şu günlerde kömür
sobasıyla ısıtılan küçük
dükkânına. “Dükkân” dediysem, bildiğiniz “mahalle meclisi” yani… Ortam
meclisvâri olunca, hâliyle
siyasî tartışmalar ve fikir
alışverişleri de oluyor.
Fakir de orada bulunuyor
bazen.
Yusuf Kemal Bozok
[email protected]
>> Yine birkaç gün önce
şöyle bir uğradım “sobalı
meclis”e biraz da ısınmak
maksadıyla. Baktım, bizim
Demir de orada. Sever beni
Demir, hatta “Ağabey” diye
hitap eder ve fikirlerime
îtibâr eder. Hazır beni yakalamışken boş salmadı sevgili Demir ve son günlerde
kafasına takılan bir soruyu
cevaplatmadan bırakmadı
mübarek. Dedi ki, “Kuzey
Irak’taki Kürtler Türkiye’ye
katılmak istiyorlarmış, bu
doğru mu? Kuzey Irak toprakları Türkiye’nin olacakmış, inanalım mı?”.
Sevgili Demir’ciğimin
haritamızı büyütmeye çok
hevesli olduğunu ve böyle
bir hususu bulmuşken beni
sağmadan bırakmayacağını
bildiğim için oturdum yanı
başına ve başladım…
Hemen burada, sözün başında söylemeliyim ki, Kuzey
Irak’ın Türkiye’ye katılması,
şu an ilişkiler ne kesafetteyse
o kadarla sınırlı bir durum
sayılır kanaatimizce. Evet,
Kuzey Iraklı halk, Türkiye ile
birleşmek isteyebilir. Hatta
Kuzey Irak idaresinin de
böyle bir arzu taşıdığını söylemek mümkün. Ancak bu
bir anlam ifade etmez. Zira
dünyanın lordları, bundan
sonra oraları için ne planlamışlarsa halkların ve idarelerin bu planın dışına çıkmalarının imkânı yok gibidir.
Hatırlarsanız o bölgeler,
yüz sene evvel Osmanlı’nın
birer vilayeti, hatta kazası
ölçüsündeki yerlerdi. Ancak hiç istemediği hâlde
Osmanlı Devleti, 1914
yılının ortalarında kendini
Birinci Dünya Savaşı’nın
içinde buldu. Tabiî hiç arzu
etmediği şekilde de savaştan
mağlup olarak çıktı. Bunun
neticesinde o bölgeyi formatlama işini, savaşı galip
olarak bitiren devletlerin iki
dudağı arasına terk etmek
zorunda kaldı. Onların iki
dudağından biri Sykes, diğeri
de Pickott’tu. Bu iki diplomat, gönülleri nasıl istiyorsa
önlerine konan ülkeyi masa
başında, ellerinde cetvelleri
ve makasları olduğu hâlde
paramparça ettiler.
Bu ameliyattan önce o
bölgede ne bir Suriye vardı,
ne bir Irak, ne de bir Ürdün.
Ama hepsi oldu. Ve aradan
yüz sene geçti, şimdi Suriyeliler, Ürdünlüler ve Iraklılar,
zaman içinde doğal bir görünüme bürünmüş olan sunî
devletlerinin peşine düştüler
parçalansın ya da parçalanmasın arzuları doğrultusunda. Bunun gibi, dünya yeni
bir döneme girmiş durumda
ve şimdilerde oralarda bir
savaş yaşanmakta. Tabiî ki bu
savaşın sonunda yeni galipler
ve mağlûplar çıkacak ortaya.
Dolayısıyla galip çıkanlar,
yeni Ortadoğu’nun da yeni
planlayıcıları ya da yapıştırıcıları olacaklar. Lakin
bununla birlikte bir gelecek
dünya öngörüsü yaparak
bölgeye bir projeksiyon tutmak niyetinde ve böylece
Demir’in kafasındaki soru
işaretlerini de izale edeceğimizi ummaktayız.
Sykes-Picott
bitmiyor!
Evvelâ değineceğimiz
konu şu: Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra klasik
toprak kazanımları devri
kapandı. Ve bununla beraber
“nüfûz imparatorlukları”
Rusya, kendi
bölgesinde yaptığı bu
atraksiyonlardan keyif almış olacak ki, bir
benzerini Ortadoğu’da
tekrarlamak niyetiyle Suriye’ye girdi.
Şimdilerde orada ve
operasyonuna devam
etmekte. Temel itibariyle Rusya’nın Suriye’de
yapmak istediği şey “bir
sınır değiştirme operasyonu değildir”. Her
ne kadar tartışmalı hâle
gelse de Putin, mevcut
rejime destek olmak
üzere orada bulunmakta; hem de Esed’in davetlisi olarak…
konsepti başladı. Bu îtibarla
dünya devletleri, 1944’te o
zamanki mevcut sınırların
değişmemesi hususunda
anlaştılar. Ondan beri sınırlar
değişmedi. Çekoslovakya’nın
iki halkının kendi aralarında
anlaşarak ayrılmasını ve iki
ayrı devlet olmasını atlayarak
söylersek, Rusya’nın önce
Gürcistan, ardından Ukrayna/Kırım operasyonlarına
kadar…
Bu arada Rusya, bu
operasyonları uluslararası
anlaşmaları ve devletlerarası
hukuku çiğneyerek yaptı. Bu
nedenle dünya tarafından bu
hareketi hoşnutlukla karşılanmadı. Fakat baskın, basanın olduğuyla kaldı. Ya da
kaldığı da belli değil henüz.
Gelelim Ortadoğu’ya…
Rusya, kendi bölgesinde
yaptığı bu atraksiyonlardan
keyif almış olacak ki, bir
benzerini Ortadoğu’da tekrarlamak niyetiyle Suriye’ye
mart 2016
77
haberajanda
Analiz
Bu hususta kanaatimiz odur ki,
“Sykes-Pickott bitmiyor”! Yani mevcut sınırlar
korunuyor, korunacak da. Fakat şimdilerde olan biten, eski sınırların içinde bir operasyon biçiminde kendini yazdırmakta. Tıpkı Çekoslovakya’da uygulandığı ve kısmen Rusya’nın Gürcistan’a yaptığı gibi bir
durumla karşı karşıyayız. Yani bu operasyonların sonunda Suriye, Suriye olarak kalacak. Fakat içerisinde
beş ayrı bölge oluşturulacak! Bir nevi Suriye, ABD’ye benzetilerek “Suriye Birleşik Devletleri” hâline getirilecek. Hakeza Irak’ın durumu da budur. Yani korunan, Sykes-Pickott sınırları içerisinde bir “Irak Birleşik
Devletleri”nden söz etmek mümkün.
girdi. Şimdilerde orada ve
operasyonuna devam etmekte. Temel itibariyle Rusya’nın
Suriye’de yapmak istediği
şey “bir sınır değiştirme
operasyonu değildir”. Her ne
kadar tartışmalı hâle gelse
de Putin, mevcut rejime
destek olmak üzere orada
78
mart 2016
bulunmakta; hem de Esed’in
davetlisi olarak…
Ortak operasyonun amacı,
“Esed’in etki sahasını Suriye
coğrafyasında genişletmek”
şeklinde okunmalı. Zira operasyonu bu amaçla yapıyor
olduğu açık. Bu operasyon,
bugüne münhasır olduğu
gibi, bundan sonra Suriye
için kurulacak masada hem
Esed’in, hem de kendisinin
söz hakkı elde etmesine dönük bir taraf da taşımakta.
Ancak bununla birlikte son
zamanlarda Sykes-Picott
Anlaşması sıkça tekrar
edilmekte ve sorulmakta:
“Sykes-Pickot bitiyor mu?”
Bu hususta kanaatimiz
odur ki, “Sykes-Pickott
bitmiyor”! Yani mevcut sınırlar korunuyor, korunacak
da. Fakat şimdilerde olan
biten, eski sınırların içinde
bir operasyon biçiminde
kendini yazdırmakta. Tıpkı
Yusuf Kemal Bozok
Çekoslovakya’da uygulandığı ve kısmen Rusya’nın
Gürcistan’a yaptığı gibi bir
durumla karşı karşıyayız. Yani
bu operasyonların sonunda
Suriye, Suriye olarak kalacak.
Fakat içerisinde beş ayrı
bölge oluşturulacak! Bir nevi
Suriye, ABD’ye benzetilerek
“Suriye Birleşik Devletleri”
hâline getirilecek. Hakeza
Irak’ın durumu da budur.
Yani korunan, Sykes-Pickott
sınırları içerisinde bir “Irak
Birleşik Devletleri”nden
söz etmek mümkün. Bunun
dışında, Ortadoğu ile ilgili
planlanan başka birleşik
devletler de olmalı. Bunlar
“Arabistan Birleşik Devletleri”, “Mısır Birleşik Devletleri”
şeklinde sıralanabilir.
Dönelim yukarıdaki
soruya ve Kuzey Irak meselesine… Irak’ın bugünkü
ölçüsünden yola çıkarak
söylemek gerekirse, ülke
parçalanmıyor! Yani Körfez
Savaşlarından beri yapılan
ameliyatlarla Irak’tan ayrı
ayrı devletler çıkartılmıyor.
Her ne kadar Mesut Barzanî
2016 yılında “Kuzey Irak’ın
bağımsızlığını oylayacak bir
referandum yapacağız!” dese
de… Barzanî bu dediğini
yapamaz, yapsa da yaptığı ile
kalır. Görünen o ki, Irak’ta
üç bölge oluşturulacak. Yani
federatif bir yapı şeklinde
üç devlet formatlanacak. Ve
bölgenin adı “Irak Birleşik
Arap Devletleri” şekline
dönüştürülecek.
Ancak bu yeni yapılanma
bununla sınırlı kalacak gibi
durmamakta. Anladığımız o
ki, oluşturulacak bu birleşik
devletlerin her bir parçası
içerisinde de benzeri bir
operasyon planlanmakta.
Yani alt her devlet, yeniden
bir parçalanmaya tâbi tutularak kantonlara dönüştürülecek. Ve böylece dünya bir
kantonlar yüzyılına girerek
yeni harita biçimini ortaya
koyacak.
Bundan çıkardığımız
sonuç şudur: Dünyanın
yönetsel yöntemi için kadim Yunan’a gidip oradan
kopya çekecek. Daha açık bir
tarifle, bölgenin gelecek resminde “site/şehir devletleri”
ortaya çıkacak.
Şimdi gelelim asıl soruya:
“Kuzey Irak, Türkiye’ye mi
bağlanıyor?” Bu soru için
en üstte verdiğimiz cümleyi
tekrar edelim: “Kuzey Irak’ın
Türkiye’ye bağlanması ölçüsü
bu kadar… Yani Türkiye’nin
nüfûz alanı içerisinde bir
Irak parçası”... Bu örnek,
bundan sonra kurulacak olan
Irak Birleşik Devletleri’nde
bir mustra olarak karşımıza
çıkmakta. Yani söz konusu
birleşik devletlerin sınırları
olabildiğince gevşek tutulacak gibi bir kanaat taşımaktayız.
Her ne kadar alt devletler,
federalizm içerisinde bir
merkezî otoriteye, yani bir
başkente bağlı olacaksa da,
bunun sadece idarî anlamda
bir bağlanmaktan ötede anlam taşımayacağını görmek,
olası Irak Federal Devleti’nin
kuzey parçası olarak -bizim
tabirimizle- “Barzaniyye
Devleti” resmen Bağdat’a
bağlı; ancak onun dışında
ve sivil ölçüler içerisinde
Türkiye’nin nüfûz dairesine
dâhil olan bir yapı olarak
varlığını devam ettirecek.
Öyle ki, bu iki devlet arasında, bugün Türkiye-Gürcistan
kontağında ve tabiî Türkiye-
Kuzey Kıbrıs evliliğinde
yaşanmakta olan pasaportsuz
geçiş ölçüsünde bir ilişkiden
söz edilirse de yanlış söylenmiş olamaz. Pasaportsuz
geçiş, bu iki bölge arasında
(yani Türkiye ve Kuzey Irak
irtibatında) gayrıresmî bir
yakınlaşma sağlayarak, birlikte, tek organizasyonun iki
eş parçası gibi bir görüntü
arz edebilir. Ancak bunun bir
mahzuru yoktur. Hatta aynı
paranın geçerli olduğu, aynı
sivil hayatın ve toplumsal
kültürün kendisini var ettiği
bu topraklar, birbirlerinin
devamı gibi bir özellik de arz
edebilir. Bu da Irak Birleşik
Devletleri hakîkatini ortadan
kaldırmaz.
Devam edelim manzaranın güzel tarifine... Bu
yapılaşmada her iki tarafın
vatandaşları, birbirlerinin
ülkelerinde tıpkı diğer vatandaşlar gibi yatırım yapabilir,
ticarî faaliyette bulunabilir,
eğitim imkânlarından yararlanabilir. Ve bunun gibi
birtakım başka başka birlikte
olma ameliyesini dahi yaşayabilirler. Ama Bağdat yine
Bağdat’tır, Erbil yine Erbil,
Ankara da Ankara…
Kuzey Irak’ta yaşanan
Türkiye-Kuzey Irak ilişkisinin tarifinden yola çıkarak
Güney Irak’la da İran’ın
yakınlaşmasından söz edebiliriz. Yine bunlar gibi benzeri
bir coğrafî manzaradan söz
edebileceğimiz Suriye Birleşik Devletleri’nin “Halep
Devleti” bölgesinin Türkiye
ile yakın ilişki kuracağı da
buradan bakınca gördüğümüz bir başka olgu olarak
karşımıza çıkmakta. Ve yine
bunun gibi, Suriye Birleşik
Devletleri’nin “Şam Bölgesi”,
komşusu Ürdün’le; “Suriye
Bölgesi” ise Lübnan’la yakınlaşacak olabilir. Ve belki
planlanan olası bir Aleviyye
Bölgesi’nin de muhtemel
Dürziyye vilayetinin yakınlaşma noktasında Lübnan’ı
tercih edebileceğinden bahsetmekte bir mahzur yoktur.
Hemen ekleyelim: Sözünü
ettiğimiz Devlet-i Aleviyye
ile ilgili olarak bir başka
tahmin de Hatay üzerinden
Türkiye’nin tercih tahtasında olduğudur. Yani şu an
Türkiye’nin neredeyse kanlı
bıçaklı olduğu bir rejim olarak “Esedyan oligarşisi”yle
masaya oturup “Dostluğumuzun neresinde kalmıştık?” demesini de mümkün
görmekteyiz. Bütün bunlar
için biçtiğimiz tarih sonu da
2025’tir, uzak değil!
Sonuç
Türkiye’nin güneyinde,
Suriye ve Irak’ta denenen bu
yöntem eğer barışçı ve insanî
bir performans gösterebilirse,
dünyanın diğer bölgeleri için
de örnek teşkîl edeceğini
söylememiz mümkün. Bu tür
bölünmeler ve yakınlaşmaların özü ticarete dayandığı
için, insanlar arasındaki ilişkinin şekli de pragmatist bir
doğru üzerinde gelişecek ve
bu sebeple olası sınır savaşlarının imkânı kalmayacak.
Burada çizdiğimiz panorama, bir anlamda dünyanın
gelecek resmi sayılabilir. Resmin tanzimi, teorik olarak
yerinde ve son derece uygun
bir öngörüdür. “Ancak pratiğin nasıl olacağını, uygulama
hayata geçtiğinde görmek
mümkün hâle gelecek” demek daha doğru bir yaklaşım
olacaktır.
mart 2016
79
haberajanda
Analiz
Eurostat’ın
2014’ten itibaren
başlayan verilerine
göre, AB ülkelerine
yapılan 625 binden
fazla sığınma başvurusundan 203
bininin adresi olan
Almanya, en çok
sığınma başvurusu
alan ülke oldu. Bu
başvurulardan 48
binine olumlu yanıt
veren Almanya,
2015’in ikinci çeyreğinde yaklaşık 81 bin
başvuruyla AB içinde
yapılan sığınma başvurularının yüzde
38’ini aldı. Bunlardan
46 binini işleme alan
ülke, yaklaşık 19
binine de (yüzde 43)
olumlu cevap verdi.
***
Son seçimlerde
göçe karşı tavır alan
İsveç Sosyal Demokrat Partisi, oylarını
ikiye katladı. Eskiden
yüzde 5 olan oy oranı
yüzde 20’lere kadar
yükseldi. Bazı bölgelerdeki konut sıkıntısı, küçük belediyelerin yükü kaldıramaması ve göçmenler
arasında yoğunlaşan
işsizlik gibi unsurlar,
sorunların devam
etmesinin bir sonucu
olarak görülüyor.
Siyaset her ne kadar
sığınmacıları topluma
entegre etmeye çabalasa da, gerek İsveç
toplumunda, gerekse
siyasette bölünmüşlük söz konusu oldu.1
80
mart 2016
Almanya ve İsveç mültecî poli
karşılaştırmalı ince
Ayşe Yaşar Umutlu
[email protected]
tikalarının
lemesi
B
M Mültecîler
Yüksek
Komiserliği’nin rakamlarına göre bugün
dünya, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonraki
en büyük mültecî krizi
ile karşı karşıya kalmış
durumdadır.
>> Ortadoğu’da Arap
Baharı’nın Tunus dışındaki
bütün ülkelerde hızla yayılması ve müteakiben Yemen,
Libya ve Suriye gibi ülkelerde meydana gelen iç savaşlar
netîcesinde yeni mültecî
akınları meydana çıktı.
Yalnız Suriye’den 4 milyon
insan, ülkesini terk etmek
zorunda kaldı. 4 milyon
sayısı, Türkiye’deki 1 milyon
805 bin 255, Irak’taki 249
bin 726, Ürdün’deki 629 bin
128, Mısır’daki 132 bin 375
Lübnan’daki 1 milyon 172
bin 753 ve Kuzey Afrika’da
diğer yerlerdeki 24 bin 55
Suriyeli mültecîyi kapsıyor.
Bu sayıya Avrupa’daki 270
binden fazla sığınma başvuru
sahibi Suriyeli ve bölgeden
üçüncü ülkelere yerleştirilmiş
olan binlerce Suriyeli ise
dâhil değil.2
Tüm bunların yanında,
Arap Devrimi başlamadan
önce iç savaşa sürüklenmiş
Irak, Afganistan ve Eritre
gibi ülkelerden gelen insanlar
da hesaba katıldığı zaman
mültecî sorunu tarih boyunca karşılaşılmamış boyutlara
ulaştı. Durum böyleyken,
Avrupa ülkelerinin topraklarına aldıkları mültecîlere
yönelik politikaları da
çeşitlilik arz etmektedir.
Bilindiği gibi göçmenler
üzerine yapılan incelemelerin
ana temalarından biri, göçmenlerin siyasal haklardan
ve kaynaklardan yoksun
olmalarıdır. Pek çok ülkede
göçmenlerin gündemindeki
ilk sorun, “resmî haklardan
mahrumiyet”tir. Bu nedenle
sunulan hakların uygulamada ne derece eşitliği garanti
ettiği, haklarını kullanabilmek için hangi imkânlara
sahip oldukları gibi sorunlar,
göçmen araştırmalarının
öncelikli inceleme konusu
yapılmayan, lakin son derece
önemli sorunlarıdır.
Avrupa ülkeleri içinde en
fazla mültecî başvurusunun
yapıldığı Almanya ile ikinci
sıradaki İsveç’in incelendiği
bu yazıda bu genel çerçeveye
dayanarak bir karşılaştırma
yapmak hedeflenmektedir.
Almanya modeli
Eurostat’ın 2014’ten itibaren başlayan verilerine göre,
AB ülkelerine yapılan 625
binden fazla sığınma başvurusundan 203 bininin adresi
olan Almanya, en çok sığınma başvurusu alan ülke oldu.
Bu başvurulardan 48 binine
olumlu yanıt veren Almanya,
2015’in ikinci çeyreğinde
yaklaşık 81 bin başvuruyla
AB içinde yapılan sığınma
başvurularının yüzde 38’ini
aldı. Bunlardan 46 binini
işleme alan ülke, yaklaşık 19
binine de (yüzde 43) olumlu
cevap verdi.
Almanya, NasyonelSosyalist geçmişinin İkinci
Dünya Savaşı’nın sonuçlarının ardından bir telâfi
niteliğiyle savaş sonrasında
Sovyet Rusya yönetimindeki
Doğu Avrupa’dan kaçan
yaklaşık 13 milyon insana
kapılarını açmıştı. 1992’de ise
dağılan Yugoslavya’dan kaçan
yaklaşık 438 bin sığınmacıyı
kabul ederek tarihindeki
en büyük mültecî alımını
gerçekleştirmişti.3 Almanya
ve İsveç’in bu denli büyük bir
mültecî krizindeki yük paylaşımında olumlu örnekleri
oluşturduğu genel kabuldür.4
Lakin kimilerince AB’nin
tedbirli ve çekimser lideri
olarak tanımlanan Almanya, AB’nin en önde gelen
ülkesi olduğundan mültecî
krizinde de ön plana çıktı.
Macaristan sınırında ve diğer
Balkan ülkelerinde meydana
çıkan dramatik görüntülerin
Alman kamuoyunu harekete
geçirmesi, Almanya’nın politikalarını yeniden gözden
geçirmesine neden oldu.
Böylece Dublin Anlaşması
geçici olarak askıya alınarak
Macaristan’daki mültecîlere
Almanya kapıları açıldı. Bu
durumun, Almanya’nın açık
kapı politikası uyguladığı
ile ilgili bir algı yaratması
üzerine Macaristan dışındaki
çok daha fazla sayıda mültecî
de Almanya’ya yönelince, bu
durumu düzeltmek isteyen
Alman hükûmeti ve diğer
Avrupa ülkeleri Shcengen
Anlaşması’nı askıya alarak
geçici sınır kontrollerini
başlattılar.5
Hâlbuki bu olaylar yaşanmadan birkaç ay önce
Almanya Başbakanı Merkel, katıldığı bir televizyon
programında ailesiyle beraber dört yıldır Almanya’da
oturma izni bekleyen ve
eğer oturma izni alamazlarsa Lübnan’daki mültecî
kampına geri gönderileceklerini ifade eden Filistinli
bir kıza verdiği cevapla
gündeme gelmişti. Küçük
kıza Almanya’nın her gelene
ilticâ hakkını veremeyeceğini, böyle yaparsa herkesin
Almanya’ya gelmek isteyeceğini söylemekteydi Merkel. 6
Merkel’in katıldığı televizyon programından bir süre
önce Macaristan-Sırbistan
sınırına 4 metre yüksekliğinde dikenli tel çekmeyi
planladığını açıklamasına da
mart 2016
81
haberajanda
Analiz
Alman kamuoyu herhangi
bir yorumda bulunmamıştı.
Hatta bunun Avrupa sınırlarının korunması ve dolayısıyla da Almanya’nın sınırlarının korunmasına hizmet
edecek bir uygulama olarak
görüldüğü anlaşılıyor.
Bir sonraki hamlede
Almanya, 12 Şubat 2015
tarihinde MacaristanSırbistan sınırını korumak
için yirmi polisini bu ülkede
görevlendirmişti.7
Tüm bu durumların Merkel için siyasî bir maliyet ve
farklı tepkiler doğurması
kaçınılmazdı. Netîcede
ülke içinde sert tartışmalar
meydana geldi. CDU’ya
yakın bir parti olarak bilinen
Hıristiyan Sosyal Birliği
(CSU) Genel Başkanı Horst
Seehofer, Merkel’i sert sözlerle eleştirdi.8 Tam da eleştirilerin yoğunlaştığı dönemde,
Mültecî Dairesi Başkanı
Manfred Schmidt, görevinden istifa etti. Onun istifası,
Alman hükûmetinin mültecî
politikalarına bir tepki olduğu yönünde muhalefetteki
Yeşiller Partisi tarafından
iddia olundu.
CSU Başkanı ve aynı
zamanda Bavyera Eyaleti
Başbakanı Horst Seehofer, “sığınmacı akınının
kontrollü ve sınırlı olması
gerektiği düşüncesine sahip
olduklarını” açıkladı. Bu
siyasî tartışmalar, AB gibi
Almanya’nın da mültecî krizine hazırlıksız yakalanmış
olduğunu çok açık bir şekilde
ortaya koymaktadır. Bu savı
güçlendiren diğer olgular ise
Almanya’nın ülkeye giren
sığınmacı sayısını tam olarak
tespit etmekte zorlanması ve
alelacele yeni bir ilticâ yasası-
82
mart 2016
nı yürürlüğe koymak zorunda kalmış olmasıdır. 9
Ülke sınırlarında “transit
bölgeler” oluşturulması ve
ilticâ başvuruları reddedilen
mültecîlerin derhâl ülkeden
çıkarılmaları şeklindeki
düzenlemelerin temelini
oluşturduğu yeni ilticâ yasasının yürürlüğe girmesi,
Almanya’nın mültecîlerle
ilgili kayıtsız şartsız bir “açık
kapı” siyaseti takip ettiği
düşüncesinin bir yanılgı
olduğunu göstermektedir.
Almanya, böyle bir politikayı
sadece Macaristan’a kadar
gelen mültecîlere karşı kısa
bir süre için izledi.
Buna rağmen Almanya,
“kapasitelerinin dolduğu”
gerekçesiyle güçlü eleştiriler
aldığı mültecî politikası ve
siyasetine son verme çabasına girişerek “kapılarını
sığınmacılara en fazla açan
Avrupa ülkesi” konumundan
hızla bir geri dönüş yaptı.
24 Ekim 2015’te yürürlüğe
giren yeni ilticâ yasasının
bir an önce bu sorundan
kurtulmak amacını taşıyan
bir yasa olduğu gayet açıktır.
Yasaya göre sığınmacıların
ülkeye girişlerine izin vermeden ilticâ başvurularının
sonuçlarını beklemeleri ve
eğer başvuruları olumsuz
sonuçlanırsa ülkeye ayak basmadan geriye gönderilmeleri
amaçlanmaktadır.10
Almanya’da sığınmacılarla
ilgili konularda aktif bir
STK olan Pro Asyl de, ilticâ
başvuruları reddedilen sığınmacıların sınır dışı edilene
kadar geçen zaman içinde
Alman Devleti’nden nakdî
ve aynî yardım alamayacaklarını belirten maddenin
Anayasa’ya aykırı olduğunu
savunmaktadır. Pro Asyl,
yeni yasaya karşı açılacak
davaları destekleyeceğini
duyurduğu bir basın açıklamasında, sığınmacıların ilk
kabul merkezlerinde 6 aya
kadar beklemek zorunda
bırakılacak olmalarının kabul
edilemez olduğunu söyleyerek durumu eleştirdi.11
Alman Sosyal Demokrat
Partisi (SPD) mensubu ve
Entegrasyondan Sorumlu
Bakan Aydan Özoğuz, planlanan transit bölgelerin “bir
çeşit hapishane” görevi göreceğini ve bunu uygulamanın pratik olarak mümkün
olmadığı gibi insanî olarak
da düşünülemez olduğunu vurguladı.12 Bütün bu
eleştirilere rağmen Merkel
hükûmetinin mültecî sorununu çözmek amacıyla bu
uygulamaya devam etmesinin temelinde, ülke içindeki
muhalefeti yatıştırma ve
kamuoyunda var olan Merkel aleyhtarlığını dağıtma
isteği olarak yorumlanabilir.
Fakat Almanya’daki siyasî
gelişmeler, Merkel’in bu
hedefine ulaşamadığını göstermektedir.
İsveç modeli
İsveç’e yapılan başvuru
sayısı ise yaklaşık 81 bin.
İsveç, özellikle sahipsiz
mültecî çocukları kabul
etme konusunda büyük bir
hoşgörü gösteriyor. İsveç’e
her hafta yaklaşık 700 kadar
sahipsiz mültecî çocuğun
geldiği ifade ediliyor. İsveç
hükûmeti, göçmenlerin
mümkün olduğunca hızlı bir
şekilde istihdam piyasasına
dâhil edilmesini hedefliyor. Vatandaşlık ve eşitlik
temelindeki politikasında
eğitim de oldukça kapsamlı
seçenekler sunmakta. İsveç,
uzunca bir süre uyguladığı
mültecî politikaları konusunda Avrupa ülkeleri içinde
kendisiyle gurur duyduğu bir
noktada bulunduğu iddiasında oldu.13
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde benimsenen
kapsayıcı göç rejimi çerçevesinde “denizen” statüsü,
Nordik ülke vatandaşlarını
takiben diğer yabancı vatandaşlara da tanınmış ve
formel haklar bakımından
yabancı ve yerli vatandaşlar
arasındaki farklar minimuma indirilmiştir. Bununla
birlikte göçmenlerin emek
piyasasından siyasal katılıma
farklı alanlardaki konumları,
İsveç toplumunda eşitlik
ideolojisiyle eşitsizlik deneyimi arasındaki mesafenin
göçmenler açısından zaman
içinde genişlediğini iddia
ediyordu.14
Dünya Ekonomik
Forumu’nun küresel rekabet
raporuna göre İsveç, “dünyanın en üretken ve rekabet
düzeyi en yüksek ekonomilerinden birine sahip” kabul
edildi. İsveç’in temel eğitim
politikası, tüm vatandaşların
kaynaklara ulaşmasını sağlayarak onlara fırsat eşitliği
sunmak olarak belirlenmiştir.
15
Nihâî hedef, vatandaşları
için gelir dağılımının bireylerin toplumsal kimliğiyle
ilintili olmasını engellemek,
aynı düzeyde alınan diplomaların eşdeğer olmasını ve
her vatandaşın her düzeyde
becerilerini yenileme fırsatına sahip olmasını sağlamaktır. Bu hedef doğrultusunda
mültecîlere de özel dil kursları, ülke ile ilgili bilgiler,
Ayşe Yaşar Umutlu
mesleğe hazırlayıcı kurs ve
staj programları sunuluyor.16
Fakat nihâî durumda İsveç
modelinin sınıra dayandığından söz ediliyor. Çünkü
İsveç‘te etnik köken anlamında büyük bir çeşitlilik
doğması bazı kesimlerde
rahatsızlığa neden oldu. Kimileri “İsveç bununla artık
başa çıkamaz” dese de İsveç
eski Başbakanı Reinfeldt bu
durumu, “İsveç‘te göçmenler
nesiller boyu topluma büyük
bir çeşitlilik kazandırdılar.
Bunun geleceğe yatırım niteliğinde olduğu kanısındayım.
70’lerden beri olan şu ki,
eskiden iş piyasasına dâhil
olması pek kolay olmayan
nesiller buraya geldi. Zorluğun sebebi, iş piyasasının
eskisine nazaran çok daha
karmaşık hâle gelmiş olması.
Yeni gelen göçmenlerin çoğunun eğitim düzeyi oldukça
düşüktü. Ben ise günümüzde
bunu çözdüğümüzü tekrar
ediyorum. Örneğin okullarda İngilizce ders saatlerini
arttırabiliriz, çünkü onlara
ihtiyacımız var. Yaşlanan bir
nüfusa sahibiz, İsveç doğumlu gençlerin sayısı yeterli değil. Bu nedenle İsveç’i ayağa
kaldırmak ve refah seviyesini
korumamızı sağlamak için
fazladan insana ihtiyacımız
var” diyerek açıklamıştı.17
Yine de son seçimlerde
göçe karşı tavır alan İsveç
Sosyal Demokrat Partisi oylarını ikiye katladı. Eskiden
yüzde 5 olan oy oranı yüzde
20’lere kadar yükseldi. Bazı
bölgelerdeki konut sıkıntısı,
küçük belediyelerin yükü
kaldıramaması ve göçmenler
arasında yoğunlaşan işsizlik
gibi unsurlar, sorunların
devam etmesinin bir sonucu
olarak görülüyor. Siyaset her
Avrupa ülkeleri, siyasî düşünce, etnik, din, milliyet ve belirli bir sosyal gruba
mensubiyetten kaynaklanan çatışmalardan dolayı kendi ülkelerini terk etmek
zorunda kalanların sosyo-politik, kamusal ve ekonomik durumunu yeterince
dikkate almadan yürüttükleri politikalarda kaotik sorunlarla karşı karşıya
kaldılar. Mültecî ve ilticâ sorununu bir göçmen sorununa indirgediler. Bunun
sonucu olarak da mültecîlerin ülkelerini terk etme nedenlerini göz ardı etmenin
bedeli, kamusal alanda hem kendi vatandaşının, hem de mültecîlerin yönetiminde yeni problemlere farklı çözümler üretmekse bir yeterlilik geliştiremedi.
ne kadar sığınmacıları topluma entegre etmeye çabalasa
da, gerek İsveç toplumunda,
gerekse siyasette bölünmüşlük söz konusu oldu.18
Nihâyet 12 Kasım 2015’e
gelindiğinde, İsveç artık
kapılarını kapatmak zorunda
olduğunu açıkladı. Ülkenin
mültecî politikası, Avrupa
Birliği sınırlarına çekilme
kararı aldı. İsveç Başbakanı
Stefan Löfven, Nisan ayından itibaren mültecîlerin
çoğunluğunun sadece geçici
mart 2016
83
haberajanda
Analiz
yerleşim hakkı alabileceklerini söyledi. Kimlik kontrolleri, her tür taşımacılık
ve ailelerin getirilmesi ile
ilgili düzenlemelerin yeniden
büyük bir dikkatle sınırlandırılacağını ekledi. Başbakan, böylece İsveç kanunları
aşamalı bir biçimde gelen
mültecîlerin diğer Avrupa
ülkelerini tercih etmeleri
yönünde düzenlenmeye
alınmış oldu. Durumun bu
hâle gelmesinde Avrupa
Birliği’nin yeterince destek
olmamasının etkili olduğunu
da ifade etti.
Bu açıklamadan iki hafta
öncesine kadar mültecî politikası, sınır kontrollerinin
imkânsız hâle gelmesine sebep olduğu şeklinde yorumlanıyordu. Haftada 10 bin
kişilik mültecî sayısının resmî
görevlilerce 190 bine çıkabileceğine dair tahminlere konu
olması, katı bir düzenlemenin
84
mart 2016
kaçınılmaz olduğunu ortaya
çıkaran önemli bir iddia. Sayı
yükseldikçe, mültecîlere yatak
bulmanın dahi zorlaşması
ve sokaklarda yatmaları gibi
netîcelere dönüşebileceği ve
bunun kabul edilemez olduğu
ifade edildi.
Değişiklikler açıklandıktan
sonra Sosyal Demokratların
koalisyon ortağı ve İsveç’in
mültecî dostu partisi olarak
görülen Yeşiller Partisi Başkanı Asa Romson gözyaşlarını tutamadı ve “Bu korkunç
bir karar!” diyerek hayatın
mültecîler için artık daha da
zorlaşacağına dair yorumlarda bulundu.
İsveç Merkezî Sağ Blok
lideri Anna Kinberg Batra
ise, yeni ölçü ve sınırlamaların yeterli olmadığını, çok
daha katı bir düzenlemeye
ihtiyaç olduğunu söyledi ve
“İsveç’in tahammül edilmesi
imkânsız mevcut durumu
düzene sokmak için harekete
geçmesi gerekiyor!” dedi.
İsveç Sağcı Demokratları
ise, hükûmetin parti taleplerinin sadece çok azını yerine
getirdiğini ifade etti. Birleşmiş Milletler Stokholm Ofisi
ise “insanlığın öldüğü son
istasyon” olarak yorumlandı.19
Son dönem göçmen politikalarını değerlendiren Slavoj
Zizek, “Sosyal Demokratların içinden çıkan günümüzün Barsillachs’ları bize,
‘Kendimize Afrikalı ve Doğu
Avrupalı sporcuları, Asyalı
doktorları, Hindistanlı yazılımcıları alkışlamak için izin
veriyoruz. Kimseyi öldürmek
veya pogrom düzenlemek
istemiyoruz. Ancak aynı zamanda vahşî göçmen karşıtı
hareketin tahmin edilemez
eylemlerini durdurmanın en
iyi yolunun makul ve ılımlı
bir göçmen karşıtlığı örgütlemekten geçtiğini düşünü-
yoruz” ifadesini kullanırken,
“Bir bireyin komşusunu
zehrinden arındırması vizyonu, doğrudan barbarlıktan
‘insancıl görünen bir barbarlığa’ geçişe işaret ediyor.
Hıristiyanların komşusuna
sevgi göstermesinden pagan
dönemde barbar ‘ötekilere’
karşı kendi kavmimize kıyak
geçmemize geri döndüğümüzü gösteriyor. Kendisini
Hıristiyan değerleri korumak
adı altında gizlese bile, kendi
varlığı Hıristiyan tarihine
yönelik en büyük tehdit”20
diyordu.
Özellikle son birkaç on
yılda, İsveç’te göçmenlerle
yerli vatandaş arasında giderek derinleşen bir toplumsal
eşitsizlik olduğu zaten tartışılmaktaydı. Ayrımcılık,
işsizlik ve emek piyasasının
etnik olarak ayrışması, 1990’lı
yıllardan bu yana göçmenler
için mevcut bir realite du-
Ayşe Yaşar Umutlu
rumunda görülüyordu. Öte
yandan ülkedeki hâkim ideolojik kabullerin, göçmenlerle
kendi vatandaşı arasındaki
eşitsizliğin, göçmenlerin
sahip oldukları toplumsal
kaynakların sınırlılığı ve toplumsal yaşama katılmalarını
güçleştiren engellerin aşılması konuları tartışılmakta
idi. Yine Zizek’in (2007)
“liberal çok kültürcülüğün
temel ideolojik operasyonu”
olarak tanımladığı “politikanın kültürleştirilmesi”
kavramı, İsveç’te 1980’li
yılların sonundan başlayarak
bilhassa göçmenleri yakından
ilgilendiren konuların tartışılmasına damgasını vurmuş
durumdaydı.21
Sonuç
İsveç’in mültecî politikaları, AB ülkeleri arasında
sığınmacılara yaklaşımı açısından Almanya’ya nazaran
biraz daha farklı bir örnek
sunsa da, gelinen noktada
ise birlikte hareket etmek
zorunda kaldılar. Almanya,
2015 yılı îtibari ile 9 milyon
600 bin mültecî nüfusuyla
Avrupa’da kişi başına düşen
en fazla mültecî sayısına
sahip ülke olarak görülmektedir. 2015 sonuna kadar en
az 800 bin sığınma başvurusu
kabul edeceğini açıklayan
Almanya’dan sonra Avrupa’da
en fazla sığınmacının başvurduğu ülke olan İsveç’e
2014 yılında 81 bin 300 ilticâ
başvurusu yapıldığı, bunlardan 30 bin 600’ünün kabul
edildiği görülüyor. Nihâî
kararlarda Avrupa’da en fazla
mültecîyi kabul eden iki ülke
durumunda olan Almanya
ve İsveç, mültecî yükünün
AB üyesi ülkeler arasında
eşit bir şekilde dağıtılma-
sını sağlamak için Dublin
Anlaşması’nın değiştirilmesi
gerektiği konusunda anlaşmaya vardı.
Fakat mültecîlerin toplumsal konumlarına yönelik
değerlendirmelerde ise,
mültecî politikalarına göre
bu ülkelerin demokrasi ve
eşitlik hedefiyle çelişen birtakım fiilî durumlar tespit
edildiği görülüyor. İsveç’in
ideal Nordik modellerden
biri olarak tanımlanan sosyal
refah uygulamaları ve cömert göçmen politikalarıyla
toplumsal eşitliği göçmen
nüfusu da kapsayacak şekilde
genişletmeyi başaran bir ülke
olduğu iddiası, son mültecî
politikaları ile başarısızlığa
doğru sürüklendi. Kendi
vatandaşı bir yana, son dönemde yapılan araştırmalar,
bu tablonun ülkede yaşayan
göçmenler açısından gerçeği
yansıtmaktan hızla uzaklaştığını ortaya koyuyor.
Avrupa ülkeleri, siyasî
düşünce, etnik, din, milliyet
ve belirli bir sosyal gruba
mensubiyetten kaynaklanan
çatışmalardan dolayı kendi
ülkelerini terk etmek zorunda kalanların sosyo-politik,
kamusal ve ekonomik durumunu yeterince dikkate
almadan yürüttükleri politikalarda kaotik sorunlarla
karşı karşıya kaldılar. Mültecî
ve ilticâ sorununu bir göçmen sorununa indirgediler.
Bunun sonucu olarak da
mültecîlerin ülkelerini terk
etme nedenlerini göz ardı
etmenin bedeli, kamusal
alanda hem kendi vatandaşının, hem de mültecîlerin
yönetiminde yeni problemlere farklı çözümler üretmekse
bir yeterlilik geliştiremedi.
Dipnotlar
1. http://danimarkahaber.dk/siginmacigozuyle-avrupa-en-iyi-isvec-en-kotuhollanda/ , (2015 )
2. http://www.unhcr.org/turkey/home.
php?content=648
3. http://tr.euronews.com/2015/12/10/
eurostat-ab-de-ilticâ-talebiyle-ilgiliverileri-acikladi/; http://tr.euronews.
com/2015/12/09/almanya-damulteci-sayisi-rekor-kirdi/; Bektaş, Eda,
“Almanya’nın Sığınmacı Politikası”, Ataum
Bülten, Kasım 2015, http://pols.bilkent.
edu.tr/people/sites/default/files/edabektas/files/download.pdf;
4. http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/
disarida-birakilanlar-uluslararasitoplum-tarafindan-terkedilen-suriyelimulteciler643.pdf
5. http://www.theguardian.com/world/2016/
jan/25/refugee-crisis-schengen-areascheme-brink-amsterdam-talks; http://
www.independent.co.uk/news/world/europe/germany-says-schengen-in-dangerafter-denmark-and-sweden-impose-newborder-controls-a6795956.html
6. http://mondoweiss.net/2015/07/
palestinian-telling-welcome; http://
www.theguardian.com/world/2015/
jul/16/angela-merkel-comforts-teenagepalestinian-asylum-seeker-germany
7. http://www.euractiv.com/sections/
global-europe/german-police-sent-serbiahungary-border-stem-kosovo-exodus312095
8. http://www.euractiv.com/sections/justicehome-affairs/bavaria-premier-criticisesmerkel-and-austria-over-migrant-crisis
9. http://www.dw.com/en/new-germanasylum-law-will-slow-down-process/a18785551; http://www.theguardian.
com/world/video/2016/jan/29/angelamerkel-outlines-new-rules-on-refugees-ingermany-video
10. Blay, Sam, Zimmermann, Andreas, “Recent
Changes in German Refugee Law: A
Critical Assessment” -- American Journal
of International Law, 4/94 http://www.
lectlaw.com/files/int07.htm
11. http://www.dw.com/en/pro-asyl-germanyhas-to-do-more/a-17705854; http://
www.proasyl.de/en/about-us/workinggroup-pro-asyl/
12. http://www.mintpressnews.com/germanpolitical-crisis-over-inhumane-refugeeprisons/210314/
13. http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/sweden/11992479/HowSweden-the-most-open-country-in-theworld-was-overwhelmed-by-migrants.html
14. Kalaylıoğlu, Mahir ( 2009 ), “İsveçte
Göçmen Politikası, Üyelik Hakları ve Göçmenlerin Siyasal Katılımı: Yasal Kurumsal
Çerçeve ve Kimi Sonuçlar”, Toplum ve
Bilim Dergisi, 2009, syf. 115
15. http://tr.euronews.com/2013/10/15/
isvec-basbakani-reinfeldt-gocmenlertopluma-cesitlilik-kazandirdi/
16. http://www.aljazeera.com/indepth/
features/2013/11/swedenrefugee-policy-sets-high-standard2013112485613526863.html
17. http://tr.euronews.com/2013/10/15/
isvec-basbakani-reinfeldt-gocmenlertopluma-cesitlilik-kazandirdi/
18. http://danimarkahaber.dk/siginmacigozuyle-avrupa-en-iyi-isvec-en-kotuhollanda/ , (2015 )
19. http://www.theguardian.com/
world/2015/nov/24/sweden-asylumseekers-refugees-policy-reversal
20. http://www.lrb.co.uk/v36/n09/slavojzizek/barbarism-with-a-human-face
21. Kalaylıoğlu, Mahir, “İsveçte Göçmen
Politikası, Üyelik Hakları ve Göçmenlerin
Siyasal Katılımı: Yasal Kurumsal Çerçeve
ve Kimi Sonuçlar”, Toplum ve Bilim Dergisi,
2009, syf. 115
Kaynakça
Bayraklı, Enes, Kazım, Keskin, Türkiye, Almanya ve AB Üçgeninde Mültecî Krizi, SETA/
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları
Vakfı, Kasım 2015, sayı: 143
Kalaylıoğlu, Mahir, “İsveçte Göçmen Politikası,
Üyelik Hakları ve Göçmenlerin Siyasal
Katılımı: Yasal Kurumsal Çerçeve ve Kimi
Sonuçlar”, Toplum ve Bilim Dergisi, 2009,
syf. 115
Çetin, Hanife, “Avrupa’nın Değişmeyen Göçmen Politikası ve Değişen Dünya”, http://
www.turksam.org/tr/makale-detay/473avrupa-nin-degismeyen-gocmenpolitikasi-ve-degisen-dunya
Kilimci, Songül, “Göç, Uyum Yasaları,
Entegrasyon”, http://tasam.org/
Files/Icerik/File/goc_uyum_yasalari_entegrasyon_2f8935b1-f3d5-41c69cbb-2ce99eb86ee7.pdf
Keles, Janroj, “Avrupa Ülkelerinin Mültecî ve İltica Politikaları”, Middlesex University, UK,
Kasım, 2015 https://www.researchgate.
net/publication/275658947_Avrupa_Ulkelerinin_Multeci_ve_İlticâ_Politikalari
Zizek, Slavoj, “ Barbarism with a human face”,
http://www.lrb.co.uk/v36/n09/slavojzizek/barbarism-with-a-human-face
İsveç Mültecî Bürosu, Göçmenlik Yasal Düzenlemeleri, http://www.migrationsverket.
se/English/Private-individuals/Protectionand-asylum-in-Sweden/Applying-forasylum/Asylum-regulations.html
Avrupa İstatistik Ofisi, http://ec.europa.eu/
eurostat
İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi, http://
www.igamder.org/
BM Mültecîler Yüksek Komiserliği, http://www.
unhcr.org/turkey/home.php
Migrant Integration Policy Index 2015, MIPEX
Göç ve Entegrasyon Politikaları Göstergeleri- 2015 ( Yeni Entegrasyon Politikaları:
Kim yararlanıyor?), http://eu.bilgi.edu.
tr/tr/news/migrant-integration-policyindex-2015-mipex-goc-v/
European Stability Initiative, Merkel Planı, 4
October 2015 http://www.esiweb.org/
index.php?lang=tr&id=156&document_
ID=171, http://www.esiweb.org/pdf/
ESI%20-%20Merkel%20Plani%20-%20
4%20Ekim%202015.pdf
Uluslar arası Af Örgütü Ltd, http://amnesty.
org.tr/uploads/Docs/disarida-birakilanlaruluslararasi-toplum-tarafindanterkedilen-suriyeli-multeciler643.pdf
http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/
europe/sweden/11992479/HowSweden-the-most-open-country-in-theworld-was-overwhelmed-by-migrants.
html
http://www.aljazeera.com/indepth/
features/2013/11/swedenrefugee-policy-sets-high-standard2013112485613526863.html
http://foreignpolicy.com/2015/11/24/
swedish-official-hates-her-new-refugeepolicy-so-much-she-is-literally-cryingabout-it/
http://www.rt.com/news/321132-swedenrefugees-deport-ikea/
http://www.haberisvec.com/haber/7954gundem-isvec-ve-almanyadan-multecilericin-onemli-adim.html
http://www.zerohedge.com/news/2015-1130/sweden-no-apartments-no-jobs-noshopping-without-gun
mart 2016
85
haberajanda
Toplum
Geleneksel yapılara karşı özgürleşen
insan, diğer yandan da
kendi dışında kalan her
şeye karşı duyarsızlaştı.
Ötekileştirme, ötekini bir
güvenlik tehdidi olarak
görme ve nihâyetinde
ötekini yıkma, yok etme
ve ötekini kendi içinde
kargaşaya düşürerek
kendinden uzak tutma, bu
duyarsızlığın en görünen
sonuçlarıdır.
Vizyonumuzu büyütürken dünyamızı
ve insanlığımızı küçülten bir kavram:
Modernizm
“M
ODERN” kavramı, modern toplum, modern insan veya modern yaşam gibi en yeni olana entegre olmuş olanı ifade eden
bir sıfatı; modernite, modernizmin gelişim süreci içerisindeki
siyasal, kültürel, toplumsal veya bilimsel gelişim ve dönüşüm
süreçlerini gösteren bir dönemi; modernleşme, modernizmin gelişim süreci içerisinde ortaya çıkan siyasal, bilimsel, sosyal ve kültürel dinamizmi; modernizm ise tüm
bunların sanat, siyaset, toplum, bilim, kültür ve hayatın diğer alanlarına dair ortaya
çıkardığı ideolojik durumu ifade eder.
>> Modernizm ortaya
çıkarken, toplumsal ilişkilerde farklılaşma, akılcılaşma,
bireyselleşme gibi olguları
da beraberinde getirdi. Modernizm, modern bir toplum
86
mart 2016
ortaya çıkarırken, gelişen
iletişim teknolojilerine bağlı
olarak yeni iletişim biçimleri
ortaya çıkardı. Önceleri insanlar dar bir coğrafî alanda
birbirleri ile çok sıkı ilişkiler
kurarlarken, aralarında oluşan bağlar da çok sıkı bir
şekilde kendini gösteriyordu.
Fakat kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte insanlar artık hiç gitmedikleri
coğrafyalardaki insanlarla
ilişkiler kurmaya başladılar.
Bu şekilde ortaya çıkan ilişkiler, öncekiler gibi sıkı bağlar oluşturmaktan uzaktır.
Çünkü ortaya çıkan ilişkiler
çok hızlı, çok mesafeli, çok
sosyal olmayan bir biçim ve
sosyal olmayan bir ortamda
gerçekleştiğinden, bu ilişki biçimi, insanın ihtiyaç
duyduğu gerçek sosyal ilişki
biçiminden uzaktır. Yani
modern toplumlarda insanlar arasında ilişki ve bağlar
kurmak kolaydır. Fakat bu
bağlar çok sıkı olmadığından, kurulan bağların kopması da aynı kolaylıktadır.
Modernizm
hedonizmi besliyor
Ortaya çıkan bu modern
ilişki biçimi, yapay, mesafeli
ve gerçek bir sosyal ilişkiden
uzak, geniş çaplı, mesafeli,
Aytekin Atasoyu
[email protected]
büyük ölçekli, değişken ve
serbest, ama istikrardan uzak
bir yapıya sahip olarak kendini gösterdi. Tüm bunlara
bağlı olarak modern toplumlarda dayanışma, samimiyetten uzak ve çıkar odaklı
organik olmayan mekanik
bir hâl aldı. Çıkar odaklı kurulan ilişki biçimleri rekabeti
ortaya çıkardı. Bu durum,
bireylerin birbiri arasındaki
bağımlıkları azalttı. Bağlılıkların azalması ise bireyselliği
doğurdu. Önceleri birey ortak ya da toplumsal faydanın
emrindeyken, modernizmle
bireysel faydayı öne çıkardı.
Yani egoizm, toplumsal ve
ortak faydanın önüne geçmiş
oldu. Narsisizmi doğuran bu
durum, başka yıkıcılıkları da
beraberinde getirdi.
Modernizmin ortaya
çıkardığı bireyselleşme ve
bu akımın ortaya çıkardığı,
adına da “birey” dediğimiz
insan tipi, hem düşünce
biçimlerinde, hem de karar
alma mekanizmalarında
belirli bir geleneği takip
etmekten, geleneksel yapıda
önemli işlevler gören aile vb.
yapılarla istişare etmekten
uzak durarak kendi kendine
karar almayı, ideallerle çerçevelenmiş bir yaşam sürmek
yerine kendine heyecan veren bir yaşamı tercih etmeyi,
kanaat etmekten uzak bir
şekilde her şeye sahip olmayı
isteyen bir yaşamı, toplumsal
ve kolektif gelişme yerine
kişisel olarak gelişmeyi öne
alan bir yaşam felsefesini
öncüllemeyi ve olabildiğince
her şeyden haz almayı amaç
edinmiş bir hedonizmi tercih
eder hâle geldi. Modern birey, geleneksel yapılara karşı
özgürleşmiştir. Fakat bu, ona
daha fazla güvenli bir yaşam
sunmamıştır.
Modern insan,
sanılanın aksine,
kendini güvende
hissetmiyor!
Bireyselleşmeyi sağlayan
modernizm, bireye geleneksel toplumsal yapılardan
bağımsız bir şekilde hareket
etme imkânı sunarken, bireyi
kendi doğasına, hedonizme,
pragmatizme ve oportünizme bağımlı hâle getirdi. Yani
geleneksel yapılar ve bunun
doğurduğu toplumsal yapılara karşı bireyi özgür kılan
modernizm, bireyi daha soyut gibi görünse de geleneksel yapıdan daha geniş çaplı
bir başka yapının bağımlısı
hâline getirdi. Kendini beğenmişliğin, çıkarcılığın, hedonizmin ve süflî duyguların
yanı sıra modernizmin inşâ
ettiği küresel toplum yapılarının bağımlısı hâline gelen
birey, modernizmin ortaya
çıkardığı küresel toplumsal
yapılar ve sözünü ettiğimiz
diğer bağımlılıklara göre
roller geliştirmiş, “gerçek
insanî benlik”ten uzaklaşmış
bir tipolojiye bürünmüştür.
Modernizm süreci içerisinde geleneksel yapılar ve
geleneksel düşünceye karşı
özgürleşen bireyin kendini
daha fazla güvende hissedeceği düşünülüyordu. Fakat
gelinen son noktada durumun hiç de sanıldığı gibi
olmadığı görüldü. Çünkü
bireyselleşme, yalnızlaşmayı da beraberinde getirdi.
Önceleri geleneksel yapılara
entegre olan insan, içsel ve
dışsal tehlikelere karşı sığınabileceği bir limana sahipti.
Fakat modernizmle birlikte
birey, bu yapıların çoğunu
reddettiğinden ötürü güvenli
limanlardan yoksun oldu.
Geleneksel yapılara karşı
özgürleşen insan, diğer yandan da kendi dışında kalan
her şeye karşı duyarsızlaştı.
Ötekileştirme, ötekini bir
güvenlik tehdidi olarak görme ve nihâyetinde ötekini
yıkma, yok etme ve ötekini
kendi içinde kargaşaya düşürerek kendinden uzak tutma,
bu duyarsızlığın en görünen
sonuçlarıdır.
Modern bireyler özgürleştikçe daha fazla güvenlik
kaygısı duymaya, daha fazla
güvenlik kaygısı duydukça
kendi dışındakini ötekileştirmeye, kendi dışındakini
ötekileştirdikçe kendini
daha güvende hissetmek için
ötekini yok etmeye, ötekini yıkmaya, ötekini kendi
içinde kargaşaya düşürerek
kendinden uzak tutmaya,
kendi ve kendi gibi olanların
yaşamlarını ise olabildiğince
konforlu hâle getirmeye başladı. Bunun içinde ötekinin
kendi içinde çıkardığı kargaşayı fırsat bilerek, ötekine
kendini kurtarıcı olarak göstererek, öteki gördüğünün
elinde ne varsa alıp kendi
nâmı ve hesabına kullandı.
Bu sonuçlardan dolayı
geleneksel yapılara karşı
özgürleşen modern birey,
bireycilik anlayışını uzun zaman devam ettiremeyecektir.
Modernizmin en büyük
sonuçlarından biri olan bireyciliğin pozitif etkilerinin
önüne geçecek olan yıkıcı
etkiler, bir zaman sonra modern bireyi “Ben değil, biz!”
anlayışına yöneltecektir.
Modernizmin negatif etki-
leri, bireyselleşmenin doğuracağı negatif etkilerle sınırlı
değildir. Örnekleri çoğaltmak
mümkündür. Mesela bugün
modernizm, ortaya çıkardığı
yeni iletişim teknolojileri ile
iletişim olanaklarını genişletti. Bugün hiç uğramadığımız,
daha önce hiç görmediğimiz,
yaşam deneyimimizin hiç
olmadığı coğrafyalardaki
insanlarla iletişim kurabiliyoruz. Bu bizim vizyonumuzu
büyütürken, diğer yandan da
dünyamızı küçültüyor. Çünkü vizyonumuz büyüdükçe,
dünyaya dair gerçekliğimiz
de büyüyor. Fakat bu gerçekliği yönetmek için hepimiz
evlere, hatta evlere bile değil,
odalarımıza, odalarımızda
bulunan bilgisayarlara kapanıyoruz. Bu gerçekliği
buradan yönetmeye çalışıyoruz. Bilgisayarımız bir anda
dünyamız olup çıkıyor. Odalarımız bugün hem banka,
hem işletme, hem ofis, hem
de okul olabiliyorlar.
Bütün bu tespitleri aktarma ve sonuçları ortaya
koymadaki amacım ne modernizmi Deccâlleştirmek,
ne modern olanı Frankenstein olarak sunmak,
ne moderniteyi öcü gibi
göstermek, ne de modern
insanı insanlıktan çıkmış
vahşî bir yaratık olarak
betimlemektir. Bir durum
tespiti olarak aktardığım ve
sonuçlarını ortaya koymaya
çalıştığım modernizmin
negatif sonuçlarının, bugün
dünyada yaşanan siyasal ya
da sosyal olumsuzlukların
nedenlerinden biri olduğunu göstermektir. Yoksa hiç
şüphesiz, modernizm belli
ölçüleri ile insanlığa büyük
faydalar sağlamıştır.
mart 2016
87
haberajanda
Akıl Fikir İşleri
>>İnsan hayatının
süresi belli olmayan çizgisi eğer altmışa dayanırsa,
bunun yirmisi uykuya
düşülür, yirmisi gençliğe
sayılır. Diğer yirmi de iş
hayatına hîbe edilir. Bunlardan artakalan kısımlar
cebe koyulur ve pazara
çıkılır. Bir bölümü fasa
fiso/beyhude/malayani
tezgâhlarda harcanır.
Hatırı sayılır bir dilimi
trafik canavarı tarafından
dişlenir. Her evde bulunan
kara kutuları da unutmamak gerek… Onlar da çok
önemli zamanlarınıza göz
diker ve sizi bu konuda
çok bonkör kılar. Sonuncusu gerçekten önemlidir;
zira vaktinizi nakde
çevirir ve çoluğunuzdan
çocuğunuzdan çıkarmak
üzere yeni uyku sistemleri
îcâd edip ömrünüzden
ömür çalar. Bunları dile
getirerek birlikte düşünmüş olduk; işe yarayıp
yaramadığı konusu, düşüncelerinizin sıhhatiyle
ilgili bir mesele…
Şimdi… “Bey Amca, sen
bana ne anlatıyorsun?
Senin sosyal sigorta güvencen var. Evet ya, torun
torbaya da karışmışsın,
doğru! Geçen yıl aldığın
evi elbette hatırlıyorum,
daha az önce söyledin ya…
Yaş kaçtı amcacığım özürle? Yetmiş… Hım, Allah
uzun ömürler versin!” (Az
önce yazılmaya niyetlenilen bir hikâyenin belirli bir
kısmı…)
Yetiştiğim semt, kahvehanesi çok bol bir yerdi.
Gençken bilardo oynamak için arkadaşlarla
farklı farklı kahvehanelere
giderdik. İzbe masalarda,
sigara dumanlarının arasında okey oynayan orta
yaş üstü insanlar çarpardı
gözüme. Bir dönem o
kadar çok alışmıştık ki
bilardoya, hemen her gün
gider olmuştuk bu kahvehanelere. Her Allah’ın
günü aynı masada,
aynı yerde görürdüm o
adamları okey oynarken.
Aradan aylar geçti, bilardo
hevesi uçup gitti bizden.
O muhitten taşındık. Yıllar
geçti, bir gün eski arkadaşlarla buluşmak üzere
yetiştiğim semte gittim.
Beklerken bir çay içmek
için o kahvehaneye girdim. Gördüğüm şey beni
88
mart 2016
Orhan Rufat Karagöl
[email protected]
Siyah gözlüklü
tavşanlar
“D
ÜŞÜNMEK büyük bir eylemdir” dedi düşçü,
“Hayâl kurmak da öyle… Hayal kuramayanlar, kurma kolu olurlar. Hayâlperestlik çok
farklı bir konu… Bak, yaz aklına, putperestlikten hatırla!” (Yazılmayan bir hikâyenin belirsiz bir kısmı...)
şok etmişti: Aynı adamlar,
epey yaşlanmış ve aynı
masada okey oynuyorlardı…
İnsanın hayattaki tek
sermayesi, hayatının kendisidir. Kişinin hayat algısı
yaşamındaki tercihlerini
belirlerken, sıralamayı
her zaman kendileri için
en önemli konulardan
başlayarak yapar insanlar.
2000’li yılların başında,
o dönemlerin meşhur bir
televizyon programını
hazırlıyordum. Programın
yapımcı ve sunucusu
ile Pakistan’daydık. Artı
elli küsur derece sıcakta
Lahor sokaklarını arşınlıyorduk. Parkta gördüğümüz bir sokak müzisyeni
yan yatmış, bir ağacın
gölgesinde dinleniyordu.
Programın yapımcısı,
mihmandarımıza, “Parası
ne ise verelim de anons
çekerken enstrümanı ile
bize müzik yapsın” dedi.
Bu istek kendisine söylendiğinde çok hafifçe yerinden doğruldu ve yarım
ağızla şöyle dedi: “Sadece
canım istediği zaman
çalarım!” Zamanını, kendisi için o an önemli olan ne
ise, o yönde değerlendiriyordu çünkü.
Peki, kaçımız zamanını
doğru kullanıp hayatını
istediği gibi yaşıyor? Daha
önemlisi şu: Kaçımızın hayatı kendi hayatı? Kaçımız
kendimiz oluyor, kendimizi yaşıyoruz? Bir Rus
atasözü der ki, “Birden çok
tavşanın peşinden koşan,
hiçbirini yakalayamaz”.
Acaba yer değiştirmiş
olabilir miyiz? Gözüne far
tutulan tavşanlar olabilir
miyiz mesela?
Dünyanın en büyük üç
sıradağ grubunun birleştiği noktada, Himalayalar,
Hindukuş ve Karakurum
dağlarının zirvelerinde, 5
bin 100 metrede bir gece
yarısı kahve içiyordum…
Bildiğiniz her şeyden çok
uzak ve fakat yine de
toprağa bir o kadar yakın…
“Dönüp dolaşıp aynı yere
varıyorsa insan” dedim
içimden, “Ya kaybetmiştir,
ya derviş”.
Son beş yılda, dünyanın çevresinde yaklaşık
olarak iki buçuk tur attım.
Yüzlerce değişik meşrep
insanla tanıştım. Onlara
ulaşmasam, öylece hayatlarına devam edecek,
varlıklarından bîhaber
olacağım insanlar…
Hepsinin bir hayat algısı
vardı. Doğu’daki daha
kolay mutlu oluyordu,
Batı’daki çok daha zor.
Bazen en batıdakine en
doğuda rastlıyordum.
Kâfiristan’da Amerikalı bir
gençle tanışmıştım mesela. Londra’da 30 sterlinlik
çorap alan Keşmirli de gördüm… Bu arada Keşmir’de
peynir tenekesini kesip
birleştirerek kendine ev
yapan insanlar var…
Diyeceğim o ki, akla
geldiğinde “Sahibinden”
dilenerek istediğimiz ve
sonrasında hunharca
katlettiğimiz şu zaman konusunu toplum olarak ele
alma vakti çoktan geldi.
Zihinleri kör eden, onları
uyutan, onlara zehir enjekte eden, onların en kıymetli varlığı olan zamanlarını çalan hırsızları yok
etmenin vakti geldi artık!
Müsamahasızca hem de…
Herhangi bir açıklama
gereği duymadan…
haberajanda
Strateji
>> İyi ama her şey
Rusya’nın lehine işleyip
Suriye’de dilediği gibi at
koştururken ve sıcak denizlere ulaşma hedefine
belki de tarihinde ilk defa
bu kadar yakınken, ne
oldu da böyle bir ateşkese
razı oldu Ruslar?
Cüneyt Akar
[email protected]
Bu sayfalarda daha
önce yazdığım gibi,
Rusya ve Türkiye’nin bir
savaşta karşı taraflarda
olmalarının sonucu, yeni
bir dünya savaşıdır. Bu
ister Rusya-Türkiye savaşı
olsun, isterse de taraf oldukları bir savaşta askerî
güçlerini kullanıyor olsunlar, sonucu aynı olacaktır.
Rusya ile yaşadığımız
uçak krizinde Rusların
sadece seslerini yükseltmeleri ve ekonomik yaptırımlardan medet ummaları da bu yüzdendi. Rusya
yeni bir dünya savaşını
kaldırabilecek durumda
olsa asla gözünü kırpmaz
ve Türkiye’ye bir askerî
misillemede bulunurdu.
Ancak NATO kalkanı bu
konuda Rusların hareket
kabiliyetini sınırlandırdı.
Suriye’de ise işler daha
kolaydı kendileri adına.
“Dünyayı titreten” bir avuç
IŞİD militanına karşı uluslararası koalisyonla aynı
hedefleri vuruyormuş
gibi görünerek uzun süre
herkesi kandırdılar. Ne
zaman ki Türkmenler ve
ılımlı muhalifleri açık açık
hedef almaya başladılar,
olayın şekli değişiverdi.
Zira Türkiye’nin bu konudaki hassasiyeti, Suriye’ye
olası bir Türk askerî
müdahalesini gündeme
getirmeye başlamıştı. Hele
ki bu müdahale İslâm
Ordusu vasıtasıyla dillendirilince, Rusya’da çanlar
çalmaya başladı.
Rusya, ateşkes
ilânından önce dünya
savaşı korkusunu belki de
ilk defa resmî ağızlardan
ifade etmiş oldu. Bu korkusunda haklı olduğunu
da gayet iyi biliyoruz.
Zira Müslüman ülkeler
Osmanlı’dan sonra ilk defa
ortak bir harekât iradesi
gösterme kararı aldılar.
ABD’nin Suudîlere yönelik
pasif kalma eleştirisinin
ardından, Suudî Arabistan
uçakları koalisyon güçlerine fiilî destek vermeye
başlamıştı. Ancak önce-
Rusya’nın korkusu
R
USYA, anî bir kararla Suriye’de ateşkese onay
verdi. Evet, IŞİD ve “terörist gruplar” istisnasını anlaşma dışı tutarak, herkesi bir “acaba”ya
sevk etti belki; ama ne olursa olsun, prensip
olarak elbette ateşkes iyidir.
sinde, 15 Aralık 2015’te
kurulan İslâm Ordusu
meselesi var ki asıl caydırıcılık burada yatıyor!
lerinden birini geçiren
Rusya’nın daha fazlasına
gücünün yetmeyeceğini
artık herkes biliyor.
Erdoğan’ın Aralık sonundaki Umre ziyaretinde
şekillenen harekât fikri,
Rusya ve Esed’in pervasız
ilerleyişi üzerine bir plana
dönüştü. Ve bu plan, çeşitli vasıtalarla dünyaya ilân
edildi. Rusya ve Esed katliamlarına devam eder ve
Sünnî halka eziyet etmeyi
sürdürürse, İslâm Ordusu,
Suriye’ye kara operasyonu yapacaktı. “Yapacaktı”
diyorum, çünkü şimdilik
bu harekât rafa kalkmış
görünüyor. Eğer ateşkes
amacına ulaşır, kan ve zulüm durursa buna gerek
kalmayacak.
Burada İran faktörü
de atlanmamalı bence.
Suriye’deki savaşa verdiği
direkt askerî desteği geri
çekerek büyük bir savaş
istemediğini belli etmiş
oldu. Ambargoların bir
kısmından daha yeni
kurtulmuşken, Batı’yı
karşısına almama akıllılığını göstermeye başladılar
sanki. Dolayısıyla İran’ın
geri adım atması da Rusya
açısından bir fren vazifesi
görmüş oldu.
Buna rağmen İslâm
Ordusu’na destek veren
ülkelerin katıldığı bir tatbikatla düşmana gözdağı
vermeyi de ihmâl etmedi
Müslüman ülkeler. Hâl
böyle olunca, Rusya’nın
geri adım atmaktan başka
çaresi olamazdı. Tarihinin
en kötü ekonomik dönem-
Tabiî ki böylesi iyi de
oldu! Zira 3. Dünya Savaşı,
özellikle bölge ülkelerine çok büyük bir kayıp
getirecekti. Bu kaybı en
çok yaşayacak ülkeler de
-savaşı kimin kazandığına
bakılmaksızın- Türkiye,
Rusya, İran ve kısmen
de Irak olacaktı. Bir süreliğine de olsa bu risk
ihtimâllerini düşünmekten kurtulduğumuz için
mutlu olmalıyız diye
düşünüyorum.
Artık içeride de
birilerinin anlaması
gereken bir şey var.
Özellikle “Suriye’den bize
ne?!” diyenler de anlamalı
ki, PYD’nin sınırımızda
kimlerle işbirliği yaptığını,
hâin planlarını ve gerçek
kimliklerini dünya kamuoyuna ilân ettiğimizde,
Ankara’da onlarca canımızı nasıl aldıkları herkesin
malûmu. Suriye’de rejim
muhalifi iken artık rejim
destekçisi olduklarını da
gayet iyi biliyoruz. Suriye
topraklarındaki hedeflerinden birinin de Türkmenler olduğunu koyun
bir kenara ve şimdi gene
sorun bakalım: “Suriye’de
işimiz ne?”
Suriye’de daha çok
işimiz var!
Davutoğlu’nun İslâm
Ordusu kurulmasına
rağmen “Araplara nasıl
güveneceğiz?” sorusunun
içini de bir başka sayıda
doldururuz inşallah.
mart 2016
89
haberajanda
Ortadoğu
İran’ın, kendisine has bir Kürt
politikası vardır. Ve İran, Kürtlere
dair bu politikasını çok ilginç bir
işbirliği içinde sessiz sedâsız işletebilmektedir. Zira bu perspektiften bakıldığında Türkiye, Irak ve
Suriye’yi düşünüyor ve İran’daki
PJAK’ı (PKK’nın İran uzantısı)
suskun bulduğunuzda durumu
olağan karşılayamıyorsunuz.
Peki, PJAK niçin suskun? Kafasını
kaldıran her Kürt’ün idam edildiği
İran’da, PJAK hiç sesini çıkarmıyor!
***
İran, Türkiye’nin güneyini
kuşatma operasyonunda küresel birtakım güçlerle işbirliği
yapmaktadır. Özellikle P5+1 ile
T
yapılan görüşmeler sürecinden
sonra İran, millî duygularını ortadan kaldırmış, millî gururunu yok
etmiştir. Peki, millî gururunu yok
etme pahasına işbirliğine girişen
İran, yaptığı bu fedakârlık (!) karşısında ne almıştır?
Acaba Türkiye’nin güneyinden
Akdeniz’e çıkan hat için mi söz
kesilmiştir? İslâm dünyasını
kristalleştirme noktasında son
derece önemli bir eşik olan Şia
Hilâli’ne mi kavuşmuştur? Acaba
İslâm dünyasını ittifak için değil,
ayrılıklar için tahkîm edecek rolü
İran’a mı vermişlerdir? Türkiye’yi
sıkıştırma rolünü mü satın almıştır? Akdeniz’de Suriye üzerinden
Türkiye’yi dengeleyecek ağırlıklar İran’a mı verilmiştir?
ARİHÎ anlamda değerlendirdiğimizde,
İran’ın yeryüzündeki önemli devlet
geleneklerinden birine sahip olduğunu
görürüz. Öyle ki bu durum, içinde bulunduğumuz coğrafyanın yadsınamaz
bir gerçeğidir. Sahip oldukları idealler,
Pers tarihinden gelen iddiaları mevcuttur.
90
mart 2016
>> Günümüzde İran, sahip olduğu Pers iddialarını
Şia mezhebi üzerine kurduğu eksende güncelleyerek
yeni bir devlet temeline oturtmuştur. Yani bu noktada İran, tarihî çerçevede dinî anlamda değişiklikler
yaşamış görünse de ideallerinden vazgeçmemiştir.
Söz konusu Pers iddialarına göz attığımızda, bu
iddialar arasında Akdeniz’de etkin olma ve bir şe-
Metin Külünk
[email protected]
kilde bu bölgede hükmünü
koruma gayesinin bulunduğunu görürüz. Her ne kadar
Pers çerçevesinde düşünülse
de, İran’ın Şia üzerinden
İslâm dünyası üzerinde geliştirdiği ve teşkilatlandırdığı
liderlik iddiaları mevcuttur.
İran, kendi kimliğini kullanarak batıya/Batı’ya doğru
çıkmak istemektedir. Yine
tarih perspektifinden bak-
tığımızda İran’ın Anadolu
toprakları üzerinden batıya/
Batı’ya doğru gerçekleştirdiği yürüyüşü her ne kadar
Yavuz Sultan Selim ile durdurulmuş görünse de, onun
bu doğrultudaki söz konusu
yürüyüşünün gerçekten de
durduğunu söyleyemeyiz.
Zira şunu unutmayalım ki,
Kutsal Roma’nın en ciddî
müttefîki İran’dır. Persler
sadece şunu görmüşlerdir:
“Türklerle tekrar kavga etmek anlamlı değildir!”
Bu fikirdeki Pers anlayışı,
yaptığı tespiti şöyle bir soruyla yönlendirir: “Öyleyse
Türklerle kavga etmeksizin,
kendi iddialarımızdan da
vazgeçmeksizin varlığımızı
sürdürmek için ne yapmalıyız?”
Bu soruya aranan cevap,
Suriye’de bulunmuştur!
İran en dar çeperde kendini korumak istemekte,
tarihini ve iddialarını biçimlendirme konusunda aradığı
cevabı bulduğu topraklar olan
Suriye’yi ve bu ülkede yaşatılmaya çalışılan rejim anlayışını
da bu sebeple kollamaya
gayret göstermektedir. Suriye,
Akdeniz’e yaklaşma anlamart 2016
91
haberajanda
Ortadoğu
neyinden Akdeniz’e çıkan
hat için mi söz kesilmiştir?
İslâm dünyasını kristalleştirme noktasında son derece
önemli bir eşik olan Şia
Hilâli’ne mi kavuşmuştur?
Acaba İslâm dünyasını ittifak için değil, ayrılıklar için
tahkîm edecek rolü İran’a
mı vermişlerdir? Türkiye’yi
sıkıştırma rolünü mü satın
almıştır? Akdeniz’de Suriye
üzerinden Türkiye’yi dengeleyecek ağırlıklar İran’a mı
verilmiştir?
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani
(sağda), 21.02.2016 tarihinde başkent
Tahran’a resmi ziyarette bulunan Rusya
Savunma Bakanı Sergey Şoygu’yu (solda)
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti.
İran, Türkiye ile beraber
yol almak, Türkiye ile beraber hareket etmek zorundadır. Zira şu an izlediği strateji kendisine ileri vadede büyük
zararlar getireceği gibi, Türkiye’nin altını oymaya giriştiği bu tür müdahaleler,
zor zamanlarında yanında olan bir ülkeye yaptığı büyük bir ayıptır!
mında en önemli noktadır.
Ancak İran, kendine açacağı
yolda yalnız Suriye’yle kalmamış, Saddam’ın devrilmesinden sonra şekillendirilen
Bağdat’ta da kendi ihale
edindiği yolları kurmayı başarmıştır.
İran, İslâm dünyasındaki
bütün Şia geleneğinin sahibi
olarak görmüştür kendisini.
Bu bir Büyük İran iddiasıdır!
Küresel ölçekteki dışlanmışlığını ise, İslâm dünyası üzerinde küresel sistemle çatışan
bir imajla formatlayarak,
içeride birlik ve beraberliğini tesisle kendilerine has
bir mazlûmiyet üretmiştir.
“Dünya bize karşı!” şeklindeki slogan etrafında kurulu
propagandasını, içerideki
egemenlik alanını güçlen-
92
mart 2016
dirmek ve sahip olduğu Pers
iddialarını hep sıkı ve diri
tutmak için yürütmüştür.
PJAK’tan ses yok!
Bunların yanında İran’ın,
kendisine has bir Kürt politikası vardır. Ve İran, Kürtlere
dair bu politikasını çok ilginç
bir işbirliği içinde sessiz
sedâsız işletebilmektedir. Zira
bu perspektiften bakıldığında
Türkiye, Irak ve Suriye’yi düşünüyor ve İran’daki PJAK’ı
(PKK’nın İran uzantısı) suskun bulduğunuzda durumu
olağan karşılayamıyorsunuz.
Peki, PJAK niçin suskun?
Kafasını kaldıran her Kürt’ün
idam edildiği İran’da, PJAK
hiç sesini çıkarmıyor!
İran’ın Kuzey Irak’a dair
iddialarını da buradan
hareketle düşünmemiz gerekmektedir. Irak’taki Şia
tandanslı Merkezî Yönetimi
Türkiye’ye karşı dolduran,
Merkezî Yönetimi kendi
siyasetinin bir parçası hâline
getiren İran’ın istediği bellidir: Türkiye’nin güneyinde
hâkimiyeti ele geçirmek!
İran, Türkiye’nin güneyini
kuşatma operasyonunda küresel birtakım güçlerle işbirliği yapmaktadır. Özellikle
P5+1 ile yapılan görüşmeler
sürecinden sonra İran, millî
duygularını ortadan kaldırmış, millî gururunu yok
etmiştir. Peki, millî gururunu
yok etme pahasına işbirliğine girişen İran, yaptığı bu
fedakârlık (!) karşısında ne
almıştır?
Acaba Türkiye’nin gü-
Bu soruların hepsi sorulmak zorundadır! Ve bu soruların cevaplarının hepsini
zaman içerisinde yaşayarak
elde edeceğiz.
Söz konusu Pers iddialarını yaşatmaya çalışan bir
devletle karşı karşıyayız.
İran’ın bir İslâm Cumhuriyeti olması, bu Pers iddialarını görmezlikten gelme
hakkını bize vermez! Karşımızda batıya/Batı’ya doğru
yürümek isteyen bir İran
var. İran, Türkiye’yle kavga
etmek istemiyor, ancak yaşadığı topraklara da sıkışmak
istemiyor. Zira İran’a Basra
Körfezi yetmemektedir.
Kendi topraklarına sıkışmak
istemeyen İran’ın yukarıdan,
yani kuzeyden çıkma şansı
yoktur. Çünkü kuzeyi kapalıdır. Doğusuna gitmesi ise
İran’a fayda sağlamaz. İşte bu
sebepten, yani ne doğusuna,
ne de kuzeyine gidemeyeceğinden dolayı batıya gitmek
zorundadır İran!
Anadolu toprakları, İran’ın
önünde adeta bir bariyerdir.
Ancak bizim bu noktada
konuya daha hâkim olmamız gerekmektedir. Zira İran
ülkemizin güneyine oynarken, bizim de onun oynadığı
Metin Külünk
oyunda kullanılan piyonları
ve bu piyonların hareketlerini saptamamız gerekir. Düşünelim ki, eğer Çaldıran’da
zafer ecdadımızdan yana
olmasaydı, Anadolu’da Yavuz çizgisinde bir devlet
bulunmayacaktı. Şimdi bu
ihtimâlle birlikte bugünün
gerçeğine endekslenelim.
İran, nasıl geçmişte Anadolu
topraklarında kendisine râm
ettikleriyle Devlet-i Âlî’yi
zorladıysa, şimdi de PKK
üzerinden ülkemizi zorlama
peşindedir.
Bütün bunlar bir yana,
İran, kendi içinde de beşinci
kol faaliyetleri yürütmektedir. Özellikle ülkemizdeki
kardeşlerimize yönelik
özel çabalarının olduğunu,
Türkiye’nin temel duruşunu örselemeye yönelik
çalışmalara destek verdiğini,
Almanya’dan Caferî imamları ve ülkemizdeki birtakım
dedeleri Kum kentine götürüp kendi iddiaları doğrultusunda bir birliktelik inşâ
etmek için gayret gösterdiğini bilmekteyiz. Peki, tüm
bu gayretler niçin? Kusura
bakmasınlar, bu gayretlerin
hiçbiri İslâm için değil…
Bu gayretlerin hepsi, Şia
anlayışı içerisine sıkıştırılmış
İranizmin realize edilmesi
için atılmış adımlardır!
Zor zaman
dostuna İran ayıbı!
İran ile Rusya, Suriye’de
çirkin yüzlerini dışa vurdular. O topraklarda rahmet-i
Rahmân’a kavuşan her insanın kanı Rusya ve İran’ın
eline bulaşmıştır. Bu 400 bin
insanın yanında, ülkemizde
çeşitli terör eylemlerini organize eden veya destekleyen
Rusya ve İran’ın, şehitlerimizin ve bu tür olaylarda can
veren bütün vatandaşlarımızın katlinde payı bulunmaktadır. Buna dair işaretler
artık çok açıktır!
Elbette Türkiye-İran ilişkileri göz önüne alındığında,
çeşitli ortak paydalarımızdan
söz etmemiz mümkün. Ve
İran, kendisine Türkiye’den
daha iyi bir dost da bulamaz.
Öyle ya, kendisine en zor
zamanlarında destek olan,
bu desteğe Brezilya gibi
önemli etkin devletleri de
ekleyen Türkiye’nin içişlerine
bu denli müdâhil olmak,
İran için daha sonra altından
kalkamayacağı yükler edinmek demektir.
İran, Türkiye ile beraber yol
almak, Türkiye ile beraber hareket etmek zorundadır. Zira
şu an izlediği strateji kendisine ileri vadede büyük zararlar
getireceği gibi, Türkiye’nin
altını oymaya giriştiği bu tür
müdahaleler, zor zamanlarında yanında olan bir ülkeye
yaptığı büyük bir ayıptır!
Tabiî burada bahsini
ettiğimiz İran’ı, anlayış
çerçevesinde bütünüyle
yargılayamayız. Zira İran’da
Türkiye’nin varlığını önemseyen, Türkiye ile birlikteliği
daha değerli gören bir toplum da mevcuttur. Ancak bu
İran aklı şu an örselenmiş
durumdadır. Bugün İran’a
egemen olan akılsa, küresel
para oligarklarıyla yan yana
yürüyen, kendi halkına millî
gururundan vazgeçtiğini ilân
etmekten imtinâ etmeyen
anlayıştadır.
Konu İran olup da bugünkü olayları analiz edince,
gelişmelerin toplumumuz
tarafından daha dikkatle
okunmasını ve bu yüzden
Çaldıran ve Mercidabık Savaşlarına yeniden bakılmasını tavsiye ederim. Yavuz’un
bu bölge üzerinde kurduğu
sosyo-psikolojik sistemi
tekrar tekrar okumak, süreci
çözümlememizde daha faydalı olacaktır.
Erdoğan’a olan
teveccühten en çok
İran rahatsız!
P5+1 görüşmeleri sonuçlanıp da yaptırımların
kaldırılmasına dair rapor
yayımlandıktan hemen sonra
İran Cumhurbaşkanı Hasan
Ruhanî’nin soluğunu aldığı
ülke Vatikan olmuştur. Bu
noktada yine tarihe bakıyoruz ki, sıkıştığı anda Batı’nın
imdadına yetişenin her
zaman İran olduğunu görüyoruz. Osmanlı’nın her Batı
seferi, İran’ın Osmanlı’yı hep
arkasından çekiştirmesiyle
sekteye uğramıştır. Aradan
500 yıl geçse de, söz konusu
model yine aynı biçimiyle
uygulanmaktadır.
Bütün bu tespitler bir
araya getirildiğinde, İran’ın
günümüze dair Türkiye’ye
karşı tutumu, bu konu üzerinde daha çok durmamızı
zorunlu hâle getirmektedir.
İran’ın “İslâm Cumhuriyeti”
niteliği üzerinden Türkiye’de
de zemin bulan meşruiyet
çalışmaları bu çerçevede
dikkat çekicidir.
İran’la tabiî ki kavga
etmeyelim, ancak İran’ın,
dostluğun hakkını verme
noktasında tek taraflı duruşunu kabul etmemiz de
şüphesiz mümkün değildir.
Türkiye’deki dindar duygusallığı üzerinden yürütülen
İran İslâm Cumhuriyeti
halkası yerine, Türkiye’yi
kuşatma noktasında küresel
oligarklarla ittifak içerisindeki İran’ı görmeliyiz.
İran’ın kendi içerisinde
sahip olduğu birtakım sıkıntılar mevcut. İran Türklere,
Kürtlere ve Sünnîlere zulmetmektedir. Olması gerekense şudur: Yavuz’un kurduğu doğal diyalektiğin 500
yıl sonra güncellenmesi…
Bu güncelleme, ancak
Misâk-ı Millî sınırlarına
sahip Türkiye tarafından gerçekleştirilebilecektir. Dolayısıyla bu güncellemeye muhtaç olan İran, güncellemeyi
gerçekleştirecek Türkiye’ye
de muhtaç olduğu için Türkiye üzerine oynadığı oyunlardan vazgeçmelidir!
İran’ın DAEŞ diye bir
derdi yoktur, PKK diye de
bir derdi yoktur. İsrail-İran
çatışması da sübjektiftir.
Çünkü bu çatışma, söz
konusu iki ülke üzerinden
halkta meşruiyet aramanın sadece bir aracıdır. Bu
anlamda Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip
Erdoğan’ın İslâm coğrafyalarında bunca büyük teveccühe
mazhar olmasından hoşnut
olmayan ülke de İran’dır.
İran basınında Sayın Cumhurbaşkanımıza ve ailesine
yapılan saldırılar, söz konusu
rahatsızlığın dışavurumudur.
Yaptırımların kalkmasının
ardından Ruhanî’nin soluğu
neden Vatikan’da aldığını,
Viyana’da neyin karşılığı
olarak nükleer çalışmaları
Batı’nın istediği seviyeye
çekme kararının alındığını
merak ediyoruz. Ancak çok
değil, zaman içerisinde bütün bu soruların cevapları bir
bir ortaya çıkacak!
mart 2016
93
haberajanda
Kafkasya
Kafkasya İran’ın dö
İran’ın bölge-
deki hızlı faaliyetleri öncelikle
Rusya’nın tepkisini
çekebilir. Çünkü
İran-Ermenistan
enerji işbirliğinde
dahi Rusya pek çok
kısıtlamanın yapılmasını sağlamıştır.
Gürcistan’la ilişkiler
de buna benzer
olumsuz yaklaşımlara sahne olmuştur.
İran’ın bölge ülkeleriyle sahip olduğu
sorunlar Rusya için
önemlidir. Ancak
yine de İran’ın burada var olması,
dengeler açısından
gereklidir.
94
mart 2016
nüşüne hazır!
İ
RAN’a uygulanan ekonomik yaptırımların kalkmasıyla Tahran, hızlı
bir şekilde Batı’yla ekonomik ilişkilerini arttırmaya başladı. Buna paralel olarak bölgedeki etkinliğini de güçlendirmeyi hedefleyen İran’ın
Güney Kafkasya’daki yeni siyaseti merak ediliyor.
>> Kafkasya’da şimdiye
kadar özellikle ABD baskılarından dolayı istediği
etkin konuma ulaşamayan
İran, önümüzdeki süreçte
daha rahat hareket edecektir.
Bölgede Türkiye’nin faal
olmasından duyduğu endişe
ve Rusya’nın baskın pozisyonuna karşı oynayabileceği
yeni kartları mevcuttur.
Ocak ayında Avrupa ile
önemli ticarî görüşmeler
yapan Tahran, bu süreçte
Kafkasya’dan olumlu mesajlar
aldı. Azerbaycan, Gürcistan
ve Ermenistan yetkilileri
ekonomik yaptırımların kalkmasından duydukları memnuniyeti dile getirirken, yeni
dönemde İran’la ilişkilerin
güçlendirilmesi çağrısında da
bulundular.
İran’ın Azerbaycan’la ilişkileri şimdiye kadar inişli çıkışlı
olmuş, zaman zaman askerî
gerilimler de yaşanmıştır.
Özellikle Bakü’nün Batı’yla
olan sıkı ilişkileri, Hazar
Denizi’nin paylaşımı sorunu
ve İran-Ermenistan ilişkileri
bu gerilimlerde büyük rol
oynamıştır. Buna rağmen ikili
ticarî ilişkiler ve enerji işbirli-
ği ayrı tutulmuştur.
Yaptırımların ardından
Bakü’den gelen açıklamayla,
İran’la feribot seferlerinin güçlendirilmesi ve bu
güzergâhın verimli hâle
getirilmesi gündeme geldi.
Buna ek olarak, Azerbaycan’ı
önemli bir istasyon hâline
getirecek olan Kuzey-Güney
Ulaşım Koridoru bünyesinde
İran’la olan hatların 2016 yılı
içerisinde bitirilmesi çağrısı
yapıldı.
Enerji konusunda ise
şimdiye kadar ambargo yüzünden çok önemli projeleri
kaçıran İran, yeni dönemde
enerji projelerine aktif katılım
gösterebilir.
Ermenistan
alternatif rota
olabilir
Ermenistan ise İran için
hem bölgesel dengeleri ölçme, hem de alternatif koridor
olma özelliğine sahip bir ülke
olarak görülmüştür. Hem
bölgesel izolasyona tâbi tutulması, hem de Rusya’nın
vazgeçilmez bir partneri
olması dolayısıyla İran’ı kur-
tarıcı bir aktör olarak gören
Erivan da bu konuda oldukça
aktif davranmaya çalışıyor.
İki ülke ticarî hacmi İran
için fazla önem taşımasa da,
Ermenistan’ı kuzeye açılma
sahası ve burayı Türkiye gibi
aktörlerin etkinliğini azaltan
bir yer olarak görmesi pek
çok ekonomik, ulaştırma ve
enerji projelerinin hızlandırılmasını sağlamıştır. Yaptırımların kaldırılmasından sonra
iki ülke liderleri arasında
yapılan görüşmede “İran
Körfezi ile Karadeniz arasında bağlantının kurulması ve
ekonomik akışın sağlanması”
olarak ifade edilen sözler, yeni
dönem beklentilerini iyi bir
şekilde yansıtıyor.
Bölgedeki bir diğer önemli
ortak olan Gürcistan ise,
yaptırımların kaldırılmasından duyulan memnuniyeti ve
işbirliğine yönelik beklentilerini resmî olarak duyurdu.
Şimdiye kadar GürcistanABD ilişkilerinden dolayı
bu ülkeyle istenilen seviyede
ilişki kuramayan İran,
Gürcistan’ı enerji ve ulaşım
projeleri için önemli bir geçiş
noktası olarak görüyor.
Mehmet Fatih Öztarsu
[email protected]
2008 Rusya-Gürcistan
Savaşı sonrasında bu ülkenin
toprak bütünlüğünü tanıma
konusunda hassasiyet gösterilmiştir İran tarafından.
Tiflis’in Washington’dan
gelen baskılarla İranlı işadamlarının banka hesaplarını
dondurma girişimleri gibi
olaylar büyütülmemiştir
örneğin. Rusya’yla sorunlu
olan Gürcistan da farklı bir
rota olarak İran’ın bölgedeki
faaliyetlerini önemli bulmaktadır. Hâlihazırda Ermenistan üzerinden Gürcistan’a
doğalgaz ulaştırmaya çalışan
İran, bu güzergâh üzerinden
alternatif yollar oluşturmaya
çalışmaktadır.
İran’ın bölgedeki hızlı faaliyetleri öncelikle Rusya’nın
tepkisini çekebilir. Çünkü
İran-Ermenistan enerji işbirliğinde dahi Rusya pek
çok kısıtlamanın yapılmasını
sağlamıştır. Gürcistan’la ilişkiler de buna benzer olumsuz
yaklaşımlara sahne olmuştur.
İran’ın bölge ülkeleriyle sahip
olduğu sorunlar Rusya için
önemlidir. Ancak yine de
İran’ın burada var olması,
dengeler açısından gereklidir.
Öte yandan İran, burada
hem kültürel havzası olarak
gördüğü Azerbaycan’la, hem
de stratejik ortak olarak kabul
ettiği Ermenistan’la belli bir
pragmatik siyaset çerçevesinde temas kurmaktadır.
Kısıtlamaların kalkmasıyla
bölgedeki üç başkentin de
Tahran’a yönelik iyi niyet
temennîlerinde bulunması ve
mevcut işbirliğinin güçlendirilmesi talebi önem taşımaktadır. Şimdiye dek ambargodan dolayı önemli tecrübeler
edinen Tahran’ın, yeni dönemde “İran Körfezi’nden
Karadeniz’e” uzanan bir hat
için bölgede daha fazla aktif
olacağı düşünülüyor.
mart 2016
95
haberajanda
İngiltere
>> Britanya’nın ve
bütün bir Avrupa’nın
kaderini belirleyecek
referandum, 23 Haziran
2016’da gerçekleşecek.
Yani ister “Evet”, ister
“Hayır”ı savunsun, bütün
partilerin yaklaşık 4 aylık
bir kampanya süresi var.
40 yıl sonra yeniden
AB referandumuna
doğru
S
EÇİMLERDEN uzun bir süre önce,
“Eğer 2015 seçimlerinde Muhafazakâr
Parti tek başına iktidara gelirse, en geç
2017’de Avrupa Birliği referandumu
yapılacak” diyen David Cameron, 20 Şubat
günü gerçekleşen Bakanlar Kurulu toplantısı
sonrasında yaptığı basın açıklamasıyla referandumun kesin tarihini açıkladı.
96
mart 2016
Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nin o zamanki adı olan Avrupa
Ekonomik Topluluğu’na
(AET) 1973 yılında
Muhafazakâr Başbakan
Edward Heath döneminde girmişti. 1974 seçimleriyle iktidara gelen İşçi
Partili Başbakan Harold
Wilson, AET’de kalıp
kalmamaya halkın karar
vermesi gerektiğini öne
sürerek ülkeyi referanduma götürmüş, fakat açık
bir şekilde AET’de kalmayı desteklemişti. Yine
de parti bu konuda kendi
içerisinde bölünmüş, 33
kişilik İşçi Partisi kabinesinden toplam 7 bakan
Topluluk’tan ayrılmayı
savunurken, Tony Benn
ve ileride parti lideri de
olacak Michael Foot
gibi partinin sol kanadından olan politikacılar
Topluluk’tan çıkılması
gerektiğini savunmuştu.
Muhafazakâr Parti
lideri ve geleceğin Başbakanı Margaret Thatcher
ve günümüzdeki Liberal
Demokratların atası
olan Liberal Parti’nin
lideri Jeremy Thorpe de
AET’de kalmayı tıpkı Wilson gibi açıkça
desteklemişti. Katılım
oranının yaklaşık yüzde
65 olduğu referandumda
seçmenlerin yaklaşık yüz-
de 67’si AET’ye “Evet”
demiş ve Krallık, AET’de
kalmaya devam etmişti.
Aradan 40 yıldan uzun
bir süre geçtikten sonra Britanyalılar bu kez
Birlik’te kalıp kalmamayı
23 Haziran’da yeniden
oylayacaklar.
Britanya’nın
istekleri
Parti lideri Başbakan David Cameron,
hükûmetin Brüksel’den
isteklerini 5 maddede
şöyle özetliyor:
• Ulusal parlamentoların
istemedikleri AB yasalarının engellemesini
sağlayacak bir “kırmızı
kart” sistemi.
• AB göçmenlerine tanınan karşılıksız ayrıcalıklara son verilmesi.
• Britanyalı vergi yükümlülerinin parasının,
Eurozone’nin kurtarılması için harcanmaması.
• Britanya’nın pound
kullanmaya devam edip
avroya geçmeyeceğini
ve Britanya’nın para
birimine Avrupa’da hak
ettiği değerin verileceğine dair güvence.
• Britanya’nın “Avrupa
Süper Devleti”nin
(European Superstate)
parçası olmaması.
Cameron’a göre Brüksel bu istekleri kabul ettiği takdirde Britanya’nın
Birlik’ten ayrılması
için hiçbir sebep yok.
Hükûmetin resmî görüşünün Birlik’te kalmak
yönünde olduğunu söyleyen Cameron, yaptığı
açıklamada Birlik’ten
Furkan Ergül
[email protected]
ayrılmanın Britanya’nın güvenliğini tehdit edebileceğini
de söyledi.
İktidar partisi, Avrupa
Birliği meselesinde iki ayrı
gruba ayrılmış durumda.
Kabinenin öne çıkan bakanlarının çoğu Cameron’dan
yana. Bunlar arasında İçişleri
Bakanı Theresa May, Dışişleri Bakanı Philip Hammond
ve Maliye Bakanı George
Osbourne de var. Fakat
partinin bazı ağır topları,
ülkenin AB’den ayrılmasını
destekliyorlar. Kabinedeki 6
bakan, Adalet Bakanı Michael Gove, aynı zamanda
partinin eski lideri de olan
Iain Duncan Smith, Chris
Grayling, Theresa Villiers,
John Whittingdale ve Priti
Patel bunların arasında sayılabilir. Bu satırlar kaleme
alınırken, seçmenler arasında
popülaritesi yüksek olan
Londra Belediye Başkanı
Boris Johnson kararını hâlâ
vermemiş durumda ve eğer
Brexit’ten (ülkenin Birlik’ten
çıkmasından) yana taraf
alırsa, bunun Cameron için
küçük çaplı bir yenilgi olacağını söyleyebiliriz.
Cameron, en yakınlarından olan Adalet Bakanı
Michael Gove’nin Birlik’ten
ayrılmayı savunmasını şu
şekilde değerlendiriyor:
“Michael benim en yakın
ve en eski arkadaşlarımdan
biridir. Britanya’nın Avrupa
Birliği’ni bırakmasını yaklaşık 30 yıldır istiyor. Ülkemizin geleceği hakkında bu
kadar hayatî önem taşıyan bir
karar karşısında yanı tarafta
yer almayacağımız için hayâl
kırıklığına uğradım. Hayâl
kırıklığına uğradım ama
şaşırmadım.”
Referandumun sonucu
sadece Avrupa ve Britanya
içindeki dengeleri değil,
Muhafazakâr Parti’nin içerisindeki dengeleri de değiştirme potansiyeli taşıyor. Sonucun “Hayır” çıkması hâlinde
Cameron’dan sonra parti
lideri olması beklenen isimler
arasında olan partinin ağır
toplarından George Osbourne için liderlik yolunun kapanması olası. Bir diğer lider
adayı olan Boris Johnson’un
“Hayır” kanadında yer alması
durumunda referandumun
sonucu da “Hayır” çıkarsa, bu
durumun Londra Belediye
Başkanı’nın elini bir hayli
güçlendireceğini söylemek
yanlış olmaz.
Muhalefetin
görüşü
UKIP, açık bir şekilde
Britanya’nın AB’den ayrılmasını savunuyor. Liberal
Demokratlarsa Birlik’te
kalmayı açık bir şekilde destekliyorlar. İşçi Partisi’nde ise
Kate Hoey ve Frank Field
gibi önemli bazı isimlerin
Birlik’ten çıkılmasını istemesine rağmen Birlik’te kalınmasını isteyenlerin çoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz.
İşçi Partisi’nden eski İçişleri Bakanı Alan Johnson,
Cameron’un Brüksel ile son
günlerde yaptığı görüşmeleri
“tiyatro” olarak değerlendirirken, İşçi Partisi lideri Jeremy
Corbyn ise “Cameron’un
Birlik’le yaptığı pazarlıklardaki önceliği, Muhafazakâr
Parti içindeki muhaliflerini
yatıştırmak” diyerek bu görüşü desteklemekte. Corbyn’e
göre İşçi Partisi’nin Birlik’te
kalmayı desteklemesinin
sebebi, -Cameron’un ve
Muhafazakârlarınkinden
farklı olarak- Britanya’nın
Birlik üyesi olması sayesinde
ülkeye yatırım getirmesi
ve Britanyalı emekçileri ve
tüketicileri koruması gibi
sebepler.
İşçi Partisi’nin AB içinde
yapılmasını istediği reformun
öncelikleri farklı. Corbyn,
David Cameron’un AB ile
yaptığı pazarlıkları ülkenin
ihtiyacı olan gerçek değişikliklerin yapılması fırsatının
kaçırılması olarak görüyor.
Liberal Demokratların
lideri Tim Farron, Avrupa
Birliği’nin mükemmel olduğunu asla düşünmediğini,
Birlik’in daha demokratik
bir hâle gelmesi gerektiğini
söylüyor. Ancak ona göre bu,
Britanya’nın Birlik’ten ayrılması için bir bahane olmamalı. Ona göre Birlik’ten
ayrıldığı takdirde Britanya,
iklim değişikliği, fakirlik ve
terörle mücadele gibi konularda güç kaybedecek.
Anketler ne diyor?
Anketlere bakıldığında
Britanya seçmenleri arasında
Avrupa Birliği’ne “Evet”
diyenlerin çoğunlukta olduğu
görülmekte. Ipsos Mori tarafından Şubat ayında yapılan
bir kamuoyu yoklamasına
göre Birlik’te kalmak isteyen
Britanyalıların oranı yüzde
51’ken, Birlik’ten ayrılmak
gerektiğini savunanların
oranı ise yüzde 36.
Lord Ashcroft tarafından
AB üyesi 28 ülkede 28 bin
720 kişiyle yapılan başka bir
ankete göre ise Avrupalılar,
Britanya’nın Birlik’te kalmasını istiyorlar. Britanya’nın
AB’de kalmasını isteyenlerin
oranı yaklaşık yüzde 60. Bu
oran İrlanda’da yüzde 72 ile
en fazlayken, Hollanda’da
yüzde 49 ile en az.
Britanya’nın Birlik’ten ayrılmasını isteyenlerin oranı ise
yüzde 24 ile Lüksemburg’da
en fazlayken, bu oranın en
az olduğu ülke ise yüzde 4
ile Romanya. Almanya Başbakanı Angela Merkel de
parlamentonun alt kanadı
Bundestag’da yaptığı konuşmada Britanya’nın çekincelerini paylaştıklarını ve Birlik’in
kısa zamanda Britanya ile
anlaşmaya varacağını umduğunu söyledi. Birlik’in
içindeki en güçlü ülkelerden biri olan Almanya’nın
Başbakan’ından bu sözleri
duymak şaşırtıcı değil elbette.
Brüksel’in Krallık’ı AB içerisinde tutmak için elinden
geleni yapacağı ortada.
Cameron’un son günlerde
Brüksel ile yaptığı pazarlıklar
gerçekten tiyatro muydu,
yoksa hükûmet istediklerini
elde edebilecek mi, yakında göreceğiz. Hükûmetin
istekleri Brüksel tarafından
kabul edildiği takdirde, “Hayır” kampanyası yapan parti
ve politikacıların işlerinin
zorlaşacağını söyleyebiliriz.
23 Haziran’da yapılacak olan
AB referandumunun 1975
AET referandumu ve 2011
seçim sistemi (Alternative
Vote) referandumundan
sonra Britanya tarihindeki
–Krallık genelinde yapılanüçüncü referandum olacağını
da belirtelim.
Dipnot
*Ipsos Mori’nin yoklaması: https://
www.ipsos-mori.com/researchpublications/researcharchive/3700/
Little-change-in-publics-viewstowards-Europe-in-last-month-publicstill-expects-remain-to-win.aspx
Lord Ashcroft’un yoklaması: https://
twitter.com/LordAshcroft/status/699887777962283008
mart 2016
97
haberajanda
Fransa Mektubu
Mehmet Ziya Üsküdarlı
[email protected]
Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika’daki sömürgelerinden
kovuldular. Oradan gelen paracıklar da suyunu çekmeye başladı.
Bu kovuldukları eski sömürge ülkelerine şimdi biz girmeye başladık. Bu bizim için önemli olduğu kadar, Afrika için de çok önemli.
Yıllardır sömürülerek açlık, hastalık ve sefalete terkedilen koskoca bir kıtayı ayağa kaldıracak, canlandıracak, tedavi edecek
elemanlarımız ve gönüllülerimiz Afrika’da iş başında. Sayın
Cumhurbaşkanımızın Fildişi Sahili’ne yapmış olduğu seyahat,
bu kurtarma planının güzelce işlediğini gösteren işaretlerden
sadece bir tanesi.
Sezar, Oskar, Deniz, Meryem,
kadın askerler
H
EMEN belirteyim… Bu
Deniz, o “Deniz” değil. Bu,
Sezar’ın Deniz’i… “Mustang” filminin yönetmeni…
Mustang filmiyle “Sezar”
ödülünü aldı. Ödülünü eline
alınca, mükemmel bir Fransızcayla derhal siyasete başladı. Serbest bırakılan gazetecileri kastederek, “Türkiye’de
her hâkim, hükümetin bir
piyonu değildir” deyiverdi.
Deniz Gamze Ergüven,
hukukçu değil, sanatçı…
Ama diplomat çocuğu…
Yani ailesi iyi yetiştirmiş!
UNESCO ve OECD’de
büyükelçilik yapmış olan
babası ona muhtemelen iyi
98
mart 2016
bir hukuk bilgisi verip, vatanına ve milletine yararlı evlat
olması için büyük bir özen
göstermiştir muhakkak!
Bizim hukukçuların içerisinde de sanatçı ruha sahip
olanların icra ettikleri bir sanat dalı vardır elbette. Kimisi
resim yapıyor olabilir, bazısı
fotoğraf sanatıyla uğraşır…
Türk Sanat Musikisi’ne
gönül vermiş olan pek çok
bürokratımız vardır. İçinde
hukuk sevgisi taşıyan bir
sanatçı(!) “Sezar” töreninin
yapıldığı Şatle Tiyatrosu’nda
ödülünü alırken neden biraz
hukuk icra etmesin!? Ayrıca
büyükelçi olan babası o “neden” sorusuna daha iyi cevap
verebilir. Neyse… Sezar’ın
hakkı Sezar’a ait, Oskar’a
değil…
Film, Oskar’a Fransa’yı
temsilen katıldı. Prodüksiyon Fransız olunca, film
de Fransız oluyor hâliyle.
Deniz hanım da Fransız
zaten. Fransız Deniz hanım,
Türkiye’de çekmiş olduğu
Fransız Mustang filmiyle,
Fransa’da, Fransız sinema
ödülü olan “Sezar”ı aldı. Fakat aksilik bu ya, Fransız Deniz hanım, Fransız Mustang
filmiyle Amerika’da Oskar’a
layık görülmedi.
2016 yılı Oskar ödülünü
“Spotlight” adında bir Amerikan filmi kazandı. Film,
Katolik kilisesinde istismara
maruz kalan çocukları konu
alıyor.
Vatikan’a bir mesaj daha…
İlk mesajı, Donald amca
(Trump) verdi. Amerikan
derin devleti, yeni başkanlık
döneminde Katolik Avrupa
ile ilişkilerinin biraz soğuyacağına dair işaretler veriyor.
Bu mesajlar hep soğuma
işte, sevgili okuyucular… Oskar töreni esnasında konuşma yapan Kris Rok, siyahbeyaz ırk ayrımına hararetle
değindi. Amerika’da ırkçılık
yapmak yasa dışı. Caydırıcı
cezaları var. Avrupa’da bu
türlü yasalar olsa bile caydırıcı en ufak bir yaptırım yok.
Fransa’da ya da Almanya’da
size ırkçılık yapıldığını
gelin de güvenlik güçlerine
anlatın! Ben de bundan bir
film yapayım, acaba ödülü
nereden alırız?!
Oyunları kuran Atlantik
ötesi üst akıllar, Avrupa’nın
geleceğini oldukça kısıtladılar. İslâmofobi ile başlayıp,
yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla devam eden hareketlere bir de mülteci sorunu
eklenince, Avrupa kendisini,
kendi sınırlarının içerisine
adeta hapsetmiş oldu.
Bu durumu gören Alman
üst akılları, Merkel’e, “Bu
mülteciler Almanya için bir
şanstır” dedirttirdiyse de,
Alman seçmeninin kulakları
bu türlü söylemlere fena
hâlde tıkalı.
Fransa seçmeni de aynı
durumda… Fransız üst
akılları, hükümetlerine istedikleri kadar yabancı kökenli
bakan tayin ettirsin, Fransız
seçmen, yabancıya olan
nefretini seçimlerde gösteriyor. Avrupa, 21. yüzyılda,
eski ihtişamına veda ediyor.
Artık Jül Sezar stratejisi -bu
Sezar’ın sinemayla ilgisi yok21. yüzyılda işlemiyor.
Kışlanın duvar ve kapısını
iyice sağlamlaştırıp, zaman
zaman kışlanın dışında
operasyonlar yapıp, kışlaya
dönme stratejisi geçerliliğini yitirdi. Artık kışlanın
kapısı zorlanıyor… O kapı,
dışarıdan gelen baskı ve
itme kuvvetine mukavemet
edemez hâle getirildi.
Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika’daki
sömürgelerinden kovuldular.
Oradan gelen paracıklar da
suyunu çekmeye başladı. Bu
kovuldukları eski sömürge
ülkelerine şimdi biz girmeye başladık. Bu bizim için
önemli olduğu kadar, Afrika
için de çok önemli. Yıllardır
sömürülerek açlık, hastalık
ve sefalete terkedilen koskoca bir kıtayı ayağa kaldıracak,
canlandıracak, tedavi edecek
elemanlarımız ve gönüllülerimiz Afrika’da iş başında.
Sayın Cumhurbaşkanımızın
Fildişi Sahili’ne yapmış
olduğu seyahat, bu kurtarma
planının güzelce işlediğini
gösteren işaretlerden sadece
bir tanesi.
mart 2016
99
haberajanda
Fransa Mektubu
.
Myriam El Khomri
Sömürge parası olmayınca
maddî sıkıntı baş gösteriyor.
Sömürmeye alışan, tenbelliğe de alışıyor. Ekonomik
sıkıntı nedeniyle Fransa’nın
araç lastikleri üreten meşhur
Mişlen lastik fabrikası satılığa çıkarıldı. Bir Amerikalı iş
adamı fabrikayı satın almak
istedi. Fizibilite çalışmaları
yaptırıp, raporu eline alınca
vaz geçti. “Fransız işçisinin
bir günlük çalışma randımanı, Amerikan işçisinin
çalışma randımanının sadece
3 saatine bedeldir” diye
elindeki raporu gazetecilere
okuyan Amerikalı iş adamı,
başkan Fransua Holland
tarafından şiddetle kınandı.
Aynı iş adamı, kendi
ülkesinin dışişleri bakanlığıyla ve diplomatlara ödenen
maaşlarla ilgili bir rapor da
hazırlattı. Raporun sonucu
çok çarpıcı! 21. yüzyıldaki
teknolojik imkânların varlığı
karşısında, dışişleri bakanlığının bugünkü varlığını
sorgulayan olumsuz bir
sonuç çıktı bu rapordan.
Öyle ya, artık hiç bir
devletin plenipotansiyel
büyükelçi tayin etmesine
100
mart 2016
Mısır’ın durumu kötü Bu “kötü” durum
sadece iktisâdî vs değil. Mısır halkı artık eskisi gibi
değil. Son derece gergin ve sinirli… Gayet belirgin
bir yabancı düşmanlığı başlamış. Hele biz Türklere
oldukça dikkatle yaklaşıyor, potansiyel düşman
muamelesi yapıyorlar. Pasaport polisinden sokaktaki
trafik polisine, havayolları görevlisinden havalimanları güvenlikçilerine ya da herhangi bir görevliye
kadar herkes gayet nemrut bir tavır içerisinde.
gerek kalmadı. Artık Kanuni
devrinde olduğu gibi bir ulak
Payitaht’tan Paris’e haftalarca
at sürüp, haber ulaştırmıyor.
Devlet başkanları kırk türlü
teknolojik imkânlara sahip
olarak birbirleriyle iletişim
kurabiliyorlar.
Büyükelçi dediğin, bizim
Anadolu’da kız istemek için
gönderilen “minnetçilerden”
daha az etkili bir hâle geldi.
Oysa diplomatların devlete
olan maliyeti çok büyük.
Kestirme bir deyimle büyükelçi aslında “büyük masraf ”
kapısı. Getirisi de maliyeti
kurtarmıyor.
Fakat değinmek istediğimiz esas nokta bu değil.
Fransız iş yasasının, Fransız
işçisinin ruhuna hitab ederek
çalışma randımanını 3 saate
indirgeyebilmiş olması…
Fransız üst aklı bu yasanın
değişmesi gerektiğine karar
verdi. Verdi de, kim değiştirecek!? Kıyamet kopar
maazallah!
Aslen “beyaz Fransız”
olmayan bir çalışma bakanı
tayin ediliverdi! Myriam
El Khomri… Myriam,
yani Meryem, 18 Şubat
1978 Rabat-Fas doğumlu.
Meryem Hanım, iş yasasını,
uluslararası rekabete uyum
gösterebilecek bir şekilde
değiştirdi. Bu yasa parlamentodan şöyle ya da böyle
geçecek. Üst akıl, Meryem’i
bu yolda feda ediyor… Böyle
bir yasanın tasarımcısını
Fransız seçmen giyotine
götürür de, kanına mendilini
bandırır maazallah. Kral 16.
Lui’nin de başı kesilir kesilmez, yaklaşık 4000 kişinin
itişip kakışarak mendillerini
kralın kanına bandırmak için
izdiham yarattığını yazıyor
tarihçiler.
Özetle bu yasa için Fas
asıllı, “beyaz” olmayan bir
Fransız seçildi. Yasa parlamentodan geçer, Meryem de
siyasete veda eder muhtemelen…
Geçtiğimiz yılın Aralık
ayının sonuna doğru Ortadoğu seyahatine çıkmıştım.
İlk durağım Mısır idi. Sinai
de dahil olmak üzere yine
birçok yerinde dolaştım.
Mısır’ı ayrıntılı olarak bir
başka yazımda ele alacağım.
Fakat özetle şunu belirteyim
ki, Mısır’ın durumu kötü. Bu
“kötü” durum sadece iktisâdî
vs değil. Mısır halkı artık
eskisi gibi değil. Son derece
gergin ve sinirli… Gayet belirgin bir yabancı düşmanlığı
başlamış. Hele biz Türklere
oldukça dikkatle yaklaşıyor,
potansiyel düşman muamelesi yapıyorlar. Pasaport
polisinden sokaktaki trafik
polisine, havayolları görevlisinden havalimanları güvenlikçilerine ya da herhangi bir
görevliye kadar herkes gayet
nemrut bir tavır içerisinde.
Mısır’da demokratik
yöntemlerle seçilen Muhammed Mursi iktidarda olsa,
Mısır’ın muhtaç olduğu dış
yardım kesiliyor. Bu durum
ise -ismi lazım değil- bir
komşusuna yarıyor. Askerî
hükümet iktidarda olunca
dış yardım muslukları açılıyor. Fakat bu durum dahi
“ismi lazım olmayan” komşuya yarıyor. Ya kırk katır, ya
kırk satır… Mısır’ın özetle
hâl-i pür melâli budur. Biz
sadece durumu aktarıyoruz,
bize zeval olmaya…
Kahire’den Beyrut’a geçer
geçmez durum aniden değişti… Beyrut Havalimanı’nda
pasaport kontrolü için hanım
subaylar görevlendirilmişler.
Yabancı olduğum hâlde
yabancılar için ayrılan
kuyruk uzayınca, bir hanım
subay beni Lübnan vatandaşlarına ayrılmış olan
noktaya davet etti. Açık
karamela rengindeki esmer
teni, simsiyah kocaman
Mehmet Ziya Üsküdarlı
gözleri ve pırıl pırıl bembeyaz dişleriyle “Lübnan’a hoş
geldiniz!” diyerek mührü
vurdu pasaportuma.
Beyrut cadde ve sokakları
tam teçhizatlı asker kaynıyor. Bu askerlerin neredeyse yarısı bayan. Genç,
güzel, endamlı hanımların,
üniformalı olarak otomatik
silahlarla gezinmesini yadırgadıysam da, hoşuma gitti
doğrusu. Dikkat edildiklerini
anlayınca tatlı tatlı gülümsüyorlar. Ne yazık ki fotoğraf
çekmeme izin vermediler.
Yoksa sizlerle muhakkak
paylaşırdım.
Beyrut’ta hatırı sayılır
derecede Iraklı ikâmet
ediyor. Pek yüksek dereceli
bir tanıdığın vermiş olduğu
yılbaşı partisinde Erbil şehrinin ileri gelenleriyle Erbil
Havayolları’nın sahipleri de
mevcuttu. Hepsinin ağzında
sigara böreği cesametinde bir
puro, önlerindeyse şişelerle
“blekleybıl” bulunuyordu.
Son derece maharetle yapılan çeşitli gösteri ve programlar geceye renk kattı.
Beyrut’u Kahire’ye tekrar
dönmek için terkederken,
havalimanındaki bu defa
başka bir hanım subay, yine
ayni zerafetle gülümseyerek, “Şeref verdiniz, tekrar
bekleriz!” diyerek uğurladı.
“Muhakkak geleceğim!”
diyerek tebessümle karşılık
verdim; hem içimden, hem
dışımdan…
Yazımı mutad olduğu üzere Ziya Paşa’nın iki beyitiyle
bitirirken, hepinize sıhhat
ve sürur içerisinde bir bahar
başlangıcı dilerim.
“Ben anladığım çarh ise
bu çarh-ı çep-endâz,/ Yahşi
görünür sûreti ammâ ki
yamândır.
Benzer felek ol çenber-i
fânûs-ı hayâle,/ Kim nakş-ı
temâsîli serîü’l-cereyândır.”
mart 2016
101
haberajanda
Arabistan Mektubu
Cidde’de sosyal yaşamda erkekler ve kadınlar arasında keskin bir
ayrım söz konusu. Restoranlarda,
kafelerde, hastane bekleme salonlarında… Bu ülkede bekâr olarak yaşamak, birçok imkândan
uzak kalmak demek. Örneğin eski
şehir merkezinde düzenlenen
festivallere bekâr olarak giremezsiniz. Restoranlarda bekârlara kıyıda köşede yerler ayrılmıştır.
***
Cidde’de hayat iklime göre şekillenmiş. İnsanlar güne çok erken,
sabah namazından hemen sonra
başlar. Öğlene kadar çalışılır, sonra paydos verilir, tâ ki ikindiye kadar... İkindi sonrası başlayan hayat gecenin ilerleyen saatlerine
kadar devam eder. Hafta sonları
ise parklar ve sahil sabah namazına kadar insan cıvıltısı ile doludur.
Namaz vakitlerinde tüm alış veriş mekânları kapandığı ve hayat
durduğu için yapılan tüm planlar
namaz vakitlerine göre yapılır.
102
mart 2016
Kızıldeniz’in
C
İDDE... Kızıldeniz’in dalgalarını kendisine cömertçe
emanet ettiği, Mekke’ye en yakın sahillerin sahibi olan
şehir… Güneşin kendisini en bâkir haliyle her akşam
emanet ettiği güzellik… Suudi Arabistan’ın en çok nüfusuna sahip şehirlerinden birisi olan bu beldede kadim
Arap kültürüne hâkim numune evler, eski kapalı çarşı, şehrin hemen her yerine dağılmış görkemli müstakil malikâneler,
büyüleyici, Arapça ismiyle devvar denilen dönemeçlere konmuş oldukça estetik heykeller, yağmursuz bir kente haiz alt yapı sorunu, çok
fazla göçmen çalışmasından mütevellit çarpık kentleşme ve Arap ülkelerinin alâmet-i farikası palmiyeler ve hurma ağaçları mevcut…
gelini: Cidde
Emine Şûle Demirtaş
[email protected]
mart 2016
103
haberajanda
Arabistan Mektubu
Cidde merkezde modern binalar...
>> Büyük tutku, gezmek…
En güzeli ise gezdiğin yerler hakkında yazmak. Lakin benim için durum bu sefer farklı… Geziyor olmanın
yanında bir süredir içinde
ikâmet ettiğimiz bu kenti anlatıyor olmak ayrı bir keyif…
Bir görev gerekliliği ile geldiğimiz bu kent, hayatımızdaki değişikliklerin en büyük parçasıydı... Yaşantının,
dinî kurallar ve iklime ait geliştirilmiş yaşam biçimleriyle
idame ettirildiği bu topraklarda zorlu bir alışma süreci bizi bekliyordu… Nitekim
gelmemizin akabindeki ilk
bir kaç ayı bu radikal farklılığa ayak uydurmaya çalışmakla geçirdik. Şeriatla yönetilen bir ülkede yaşamaya
başlamak, hayatımızdaki değişikliklerin en zorlu kısmını oluşturdu. Yine de ortak
bir din bağının geliştirdiği
şekillenme ve kaynağını yine
104
mart 2016
bundan alarak oluşmuş gelenekler, alışma sürecini kolaylaştıracak benzerlikler
sunuyordu bizlere. Zamanla kent bizi, biz kenti içimize aldık ve Türkiye’de iken
özlediğimiz, bir şekilde “bir
yerimiz”le ait olabildiğimiz
bir yer oldu Cidde. Birçok
detayıyla, bilmediğiniz yönleriyle hem bir gezgini, hem
bir sakini olduğum, bu bakış açısıyla anlatacağım, anlatmayla bitiremeyeceğim bu
şehir…
Cidde’de olmak, her yerin
camii olduğu bir kentte evinizden, -sadece ezanı değilnamazın içinde okunan sureleri de duymak demek…
Her biri ses ve kıraat harikası imamların arkasında, hiç
bitmesini istemeyeceğiniz
namazları kılmak demek...
Kendisini tamamen ezan vakitleri ve namaza göre şekillendirmiş bir kentte, her va-
kit namazında hayatınızın en
kalabalık cemaatini bulmanız demek.
Alışveriş merkezinde, işlek
bir caddede, ticaretin yoğun
olduğu, “souq” denen çarşılarda tüm kepenklerin kapanması ve çoluk çocuk, genç
ihtiyar akın akın namaza koşulması demek. İlk kıraatte okunan şu ayetle Rabbinizin sesine kulak vermeniz
demek.
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve
zekât vermekten alıkoyamadığı
insanlardır. Onlar, kalplerin ve
gözlerin allak bullak olduğu bir
günden korkarlar.” (Nur:37)
Cidde ayrıca sokaklarında,
alışveriş merkezlerinde, bankalarda ve hatta devlet kurumlarında ihrama bürünmüş insanları görebileceğiniz
bir yer. Cuma gününün resmî
tatil olduğu şehirde özellik-
le Perşembe gecesi, sahip oldukları tek boş vakti umreyle
değerlendirmek isteyen işçileri görürsünüz sokaklarda.
“Bab Mekke” adı verilen duraktan Harem-i Şerif ’e taksi
dolmuşla ulaşmak mümkün.
İklim “gece yaşamak” diye
bir kavramı yerleştirmiş şehre… İster istemez şehirde zaman geçirdikçe bu kavramın
hakkını veriyor, siz de zaman içinde bir Ciddeli oluyorsunuz ve tüm gece ışıl ışıl
ve hareketli bir kentin izlerini sürüp, sabahlara kadar sürecek dost meclislerinin içinde kendinizi buluyorsunuz.
Kışları bahar olan bir şehir.
Mevsimi “sıcak” ve “çok sıcak” olmak kaydıyla ikiye ayrılan...
Sosyal hayat
Her milletten insanların bir arada yaşamaya alışkın oldukları bir ülke Arabis-
Emine Şûle Demirtaş
tan. Cidde de konumu gereği
fazla iş gücü ve ticaret olanağı barından bir kent. Bu yüzden alt gelir grubu çalışanlarından, üst gelir grubuna
uzanan expatlara kadar çok
fazla insan profili var…
Etiyopya, Sri Lanka, Endonezya, Filipinler, Bangladeş, Pakistan gibi düşük
gelirli ülke vatandaşları, iş
gücünün çoğunluğunu oluşturuyor. Arabistan genelinde hizmet alma kültürü çok
yaygın olduğundan –genelde- her evde, bakıcısından,
yardımcısına, şoföründen
bahçıvanına bir hizmetli ordusu var. Farklı milletler, iş
gücünde hiyerarşiye göre çalışıyor. Bangladeşliler en düşük hizmet grubunda çalışırken, Pakistanlılar taksicilik
gibi meslekleri, Filipinliler
garsonluk, hemşirelik ve Suriye ve Mısırlılar da mühendislik ve doktorluk gibi işleri
yapıyorlar. Tabii ki Avrupalı
ve Amerikalı beyaz yakalı ve
çoğu proje bazlı, kendi ülkelerinde alamayacakları kadar
yüksek ücretlerle çalışan yabancılar da çoğunlukta.
Arapçaya hâkim Hataylılar
Cidde’deki Türk nüfusunun
ekseriyetini oluşturuyor. Bu
sebepten tüm iş kollarında bir
Türk ile karşılaşmanız mümkün… Türk Mahallesi, Türk
Lokantası, Türk Kasabı, Türk
Bakkalı, Türk Berberi şehrin hemen hemen her yerinde
bulunan ortak noktalar…
yaşamak, birçok imkândan
uzak kalmak demek. Örneğin eski şehir merkezinde
düzenlenen festivallere bekâr
olarak giremezsiniz. Restoranlarda bekârlara kıyıda köşede yerler ayrılmıştır. Ancak
Suudi Arabistan’ın diğer şehirlerine göre bu ayrım daha
yumuşamış durumda. Bunda
yabancı nüfusun etkisi büyük.
Sanılanın aksine Cidde’de,
kadınların başörtüsü takma zorunluluğu yok. Ancak
tüm vücudu örten ve “abaya”
adı verilen kıyafetin giyilmesi bir zorunluluk. Yine burada, siyah rengin hâkim olduğu diğer şehirlerin aksine
rengârenk, farklı desenlerle süslü, tarz abayalarla kadınlar birbirleri ile şıklık yarışında. Kadınların araba
süremediği şehirde özel şoför yaygın bir uygulama. Şehir efsanelerinde anlatılanların aksine kadınlar taksilerle
güvenli bir şekilde yolculuk edebiliyor. Ancak kadından sosyal hayatta kendisini
mümkün olduğu kadar açığa
vurmaması bekleniyor.
Tüm İslâm ülkelerinde olduğu gibi Ramazan ayının Cidde’de ayrı bir tadı var.
Ramazan ayında tüm camiler birer aşevine dönüşüyor.
Neredeyse her köşe başında bulunan camilerin dışına
sofralar kuruluyor; her gün
mahalleden bir zengin, mahalledeki hizmetliler, kapıcılar, şoförler için iftar veriyor... Menüde genellikle
ortak bir yemek kültürü olan
pilav üstü et oluyor… Namazın halkın hayatında bu
kadar yer tuttuğu bir kentte Teravih namazı da apayrı
güzelliklerden birisi. Hemen
herkes cemaatle bu namazı edâ ediyor. İnsanların bir
kısmı iftardan sonra teravih
için Kâbe’nin yolunu tutuyor
ve bu şehirde Mekke yönüne
doğru yığılmış bir trafiğe neden oluyor. Ramazanın son
on günü ise gece vakti insanlar gece namazı için dahi camilerde toplanıyor. Cami hoparlörlerinden sesli yayın
yapıldığı için bunu duymamanıza ve uyanmamamıza
imkân yok…
Cidde’de hayat iklime göre
şekillenmiş. İnsanlar güne
çok erken, sabah namazından
hemen sonra başlar. Öğlene
kadar çalışılır, sonra paydos
verilir, tâ ki ikindiye kadar...
İkindi sonrası başlayan hayat gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam eder. Hafta sonları ise parklar ve sahil
sabah namazına kadar insan cıvıltısı ile doludur. Namaz vakitlerinde tüm alış veriş mekânları kapandığı ve
hayat durduğu için yapılan
tüm planlar namaz vakitlerine göre yapılır. Eğer kendinize buna alıştıramamışsanız,
restoranda masaya oturduktan sonra sipariş bile vermek
için 45 dakika beklemeniz
gerekebilir.
Mekke’nin kapısı
Ve o kulağa en güzel gelen,
insanın ruhunu büyüleyen
bu belirtili isim tamlaması…
Evet… Bir şehir düşünün ki
trafik tabelalarında o kutlu, siyah küpün resmi olsun
ve onları takip ettiğinizde -az
sonra- oraya ulaşabileceğini-
Cidde ayrıca sokaklarında, alışveriş merkezlerinde, bankalarda ve hatta devlet kurumlarında ihrama bürünmüş insanları görebileceğiniz bir yer. (Eskinin
izlerini taşıyan bir sokak...)
Cidde’de sosyal yaşamda
erkekler ve kadınlar arasında
keskin bir ayrım söz konusu.
Restoranlarda, kafelerde, hastane bekleme salonlarında…
Aslında aileler ve bekârlar
arasında demek daha gerçekçi. Bu ülkede bekâr olarak
mart 2016
105
haberajanda
Arabistan Mektubu
Cidde Beyaz Camii...
Tüm İslâm ül-
kelerinde olduğu
gibi Ramazan ayının
Cidde’de ayrı bir tadı
var. Ramazan ayında tüm camiler birer
aşevine dönüşüyor.
Neredeyse her köşe
başında bulunan camilerin dışına sofralar kuruluyor; her gün
mahalleden bir zengin, mahalledeki hizmetliler, kapıcılar,
şoförler için iftar veriyor... Menüde genellikle ortak bir yemek
kültürü olan pilav
üstü et oluyor… Namazın halkın hayatında bu kadar yer tuttuğu bir kentte Teravih
namazı da apayrı güzelliklerden birisi.
106
mart 2016
zi size fısıldasın. Ya da o görkemli yeşil kubbe ile sizi son
ve rahmet peygamberinin
kucağına götürsün… Şehir
dünyanın merkezine sadece 90 km uzaklıkta… Bakınca trafik sorunu olmayan
akıcı bir yoldan en fazla 45
dakika mesafe ile ulaşabileceğiniz bir yerde… Bu kadar
yakın bir yerde olmasına rağmen mukimleri için hiç rutine bağlanmamış bir kutsallık
bu. Herkesin her zaman adını duymaktan, gitmekten, yakınında olmaktan muazzam
bir mutluluk duyduğu yakınlık bu…
Evet... Mekke’nin kapısı ve her gün o kapıdan geçmek için maddî, manevî meşakkati göze alarak yığınlar
hâlinde gelen Hacı adayları var bu topraklarda, bu yüzden semalarında sürekli inişe
hazırlanan uçaklar seyir halindedir. Muazzam bir hareketlilik… Her dakika, her
an dünyanın her yerinden,
her gelir grubundan sayısız
insan şehre giriş yapıyor ve
Mekke’ye geçiyor. Bu trafiğe
hali hazırda zor yetiştiği için
turist vizesi yok ülkeye. Zaten şeriat kurallarıyla yönetildiği için de turizm ülkede
yok denecek kadar az. Tabii
inanç turizminden bahsetmiyoruz…
Bir ilk... Hz
Havva’nın beldesi…
Rivâyetlere göre Hazreti Âdem ile Hazreti Havva,
cennetten çıkarılıp yeryüzüne
getirildiklerinde, ikisi de ayrı
ayrı yerlere gönderildi. İhtimal ki Hazreti Âdem Serendip Adası’na, Hazreti Havva
validemiz de Cidde’ye indirildi. Cidde, Arapçada “büyük anne” manasındadır, dolayısıyla kentin ismi Hazreti
Havva’dan mirastır ve bugün
de o adla anılmaktadır. Yine
rivâyetlere göre Hazreti Havva validemizin kabr-i şerifi
de Cidde’dedir. Efsane gün batımı
Kent uzun bir sahile sahip. Turizme açık olmadığı için kirlenmemiş ve bulanmamış sular sizi etkiliyor.
Kızıldeniz’in efsanevî güzelliği zaten anlatılamaz… Sahilden birkaç metre ötede bile görülebilecek balık
ve mercan çeşitliliği oldukça büyüleyici. Açık deniz tarafından batan güneş, kendisini uçsuz maviliğin içine
bırakıyor. Sahil şeridi – korniş - bu görsel şöleni izlemeye gelen halkla dolu. Nargile,
arap kahvesi, yerlere serdikleri büyük halılar sabahlara kadar sürecek bir sahil pikniği-
Emine Şûle Demirtaş
nin habercisi. Kışı bahar olan
bu kent nargile dumanına
Ümmügülsüm ezgilerini karıştırmış, palmiye gölgesinde
demlemiş kadim bir kültürün iskelesi.
Liman... Kimler
geldi geçti…
Asırlar boyu deniz yoluyla Hacca, Umreye gelenleri karşılayan sahil. Bu ulaşım
ambiyansı ile birlikte yerleşmiş ticaret kültürü geçmişten bugüne Cidde’yi sayılı
liman kentlerinden biri yapıyor. Bu tarihi ve uhrevî ulaşım mekânı, yerini modern
ve teknolojik çağın unsurlarıyla birlikte ciddi bir ticarî
ağa bırakmış vaziyette…
Cidde İslâm Limanı ( Jeddah
Islamic Port) bugün, stratejik
konumu gereği dünyanın en
iyi ve yoğun limanları arasında yerini alıyor.
Kadim Cidde: Bir
Arap mimarisi imzası
“Beled” adıyla anılan semt,
eski ve eşsiz işçilikli evleriyle bugün bir alışveriş-ticaret
muhitinin ortasında yaşam
savaşı veriyor. Yazın 50 dereceyi bulan sıcaklıkla baş etmek için denizden çıkarılan
mercan taşlarıyla yapılmış
evler, balkon, kapı ve pencerelerinin ahşap işçilikleri ile
göz dolduruyor. Arap gelenek ve kültürü mimariyi de
bu yönde geliştirmiş. Pencerelerin mahrem hayata yakışır şekilde içeriyi göstermemesi, kapıların dahi haremlik
ve selamlık kısımlarının olması bunun delili. İklim, çatısız evleri vermiş eski Cidde evlerine… Evlerin en üst
katındaki teraslar serin havaları sayılı gün yaşayan Cidde için cennet niteliğinde…
Hâlâ daha ayakta durmaya
çabalayan bu eski evler, Arap
kültürünün günümüze gelen
en ciddi somut örnekleri niteliğinde.
Mekke, Cidde’nin
kapısı... Ya Cidde’nin
kapıları?
Her gezginin, gezmeyi seven her insanın gittiği şehirlerde gözlerine takılan
veya gözlerinin aradığı ayrıcalıklı bir nokta vardır. Ben
kapılara vurgunum. Özellikle eski evlerin eski kapılarına... Bu yaşanmışlık ruhumuzu derinden etkileyen, bu
ince, bu zarif insan ruhunun
sunduğu detaylar bizi bizden alan. Cidde’de bu beklentide olan ben gibiler için
bulunmaz bir membaa. Evlerin en hassas detayı ahşap
işçiliği malûm. Kapılar da
bu zevkten nasibini oldukça almış.
Kapılar genelde Yemen işçiliğiyle yapılmış. Dünyanın belki de en güzel kapılarından bir tanesine Cidde’de
rastladım. Sağ üst köşede
Kur’an’ın latif bir ayeti kapıya nazireyle işlenmiş… Talak
Suresi 2.3 ayetler mükemmel
bir el işçiliğiyle kapıyı taçlandırmış.
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar, Onu
hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır. Allah’a dayanıp güvenene Allah kâfidir.” (Talak,
65/2-3).
Fıskiye
Kral Fahd’ın anısına yaptırılan dünyanın en büyük fıskiyesi büyük ilgi odağı kentte. Cidde sahil kordonu boyunca ve şehrin birçok
yerinden izlenebilen fıskiye, görüldüğü sahil boyunca
özellikle hafta sonları kendisini izlemeye gelen insanlarla dolup taşıyor. Yapılan ışıklandırmalarla doyumsuz bir
manzara sunan fıskiyenin
pompaları, çok güçlü motorlarla çalışıyor. Pompaların
metrelerce fırlattığı su bulutunun yüksekliği, Paris'teki
Eyfel Kulesi'ni dahi geçiyor.
Fıskiye, 3 büyük pompadan
saniyede 625 litre su fırlatarak Cenevre Leman gölü fıskiyesine fark atıyor.
Devvar
(dönemeçler)
Cidde’de trafik akışı U dönüşleri ve dönemeçler üzerine kurulu. Bu yüzden oldukça çok fazla dönemeci
olan kentte -ki kendileri devvar diyor- harika heykeller
bu yuvarlakları süslemiş. Burası sanıldığının aksine insan
figürlü olmasa da çok fazla
heykel kullanılmış bir şehir.
Parklar, yol kenarları da çok
ilginç desenleri olan heykellerle süslenmiş.
Bir simge:
Yüzen camii
Umre ziyaretine gelen
Müslümanların kısa bir turun parçası olarak ziyaret ettikleri bir cami Rahmet Camii, ya da diğer isimleri ile
Yüzen Camii, Hz. Fatma
Camii... Kızıldeniz’in üzerinde namaz kılma hissini yaşatıyor. Ziyaretçiler arasında
özellikle Malezyalı umreciler
çoğunlukta. Suudların “Bu
caminin diğer camilerden
farklı bir kutsallığı yok” uyarılarına rağmen buraya özel
bir mânâ atfediyorlar.
Plajlar
Şehrin güneyinde ve kuzeyinde halka açık plajlar var.
Mevsimi daimi yaz olan bu
şehir için sürekli bir hareketlilik daim bu plajlarda. Plajlar, özellikle düşük gelir grubuna ait halkın girdiği açık
plajlar ve şeriat kurallarının
uygulanmadığı, şehirdeki yabancıların hayat tarzına göre
yapılandırılmış, yüksek ücretle girilen özel plajlar olarak
ikiye ayrılmış vaziyette.
Bu oldukça keskin bir ayırım. Zira bazı özel plajlara
Suudi halk veya başörtülüler
kabul edilmiyor. İçeride kendi özgürlük alanlarını kurmuşlar.
Mühim detay: Namaz arabaları
Cidde’de en çok sevdiğim
detay... Başka bir Müslüman
ülkede örneği var mı bilmiyorum. Namaz arabaları…
Sahil boyunca rastlayacağınız bu arabalar “Ne için var?”
diye sorarsanız, tüm halka,
çocuğun ve kadınların çok
olduğu sahil alanlarında yine
eşsiz bir namazı kıldırmak
için var… Bunun için kasasında tüm donanım mevcut.
Ezan okunduğu an duruyor, içinden bir müezzin, bir
imam iniyor… Kasadan seccadeler, ses sistemi ve gereken diğer ekipmanlar çıkarılıyor ve ortam açık bir camii
haline getiriliyor… Hatta bazılarının üzerinde LCD ekran dahi mevcut Kâbe’den
naklen yayın yapan…
Cidde tüm güzellikleriyle insanın hayatının bir döneminde bulunulması gereken bir kent… Yolumuzu bir
şekilde bu beldeye düşüren
Allah’a hamd olsun.
mart 2016
107
KITAP AJANDA
Kitap Ajanda
108
Şehadetinin 7’inci yılında Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nu, her şeyinden vazgeçerek can verenleri hürmetle yâd ediyor, ruhlarının her an şâd olması ve Peygamber Bahçesi’ndeki misafirliklerinin daim
sürmesi dileği üzerine niyazda bulunuyoruz.
Delikanlı duruşu anlamak için
“Kurt Bakışı”
B
UNDAN yıllar önce elime aldığım
bir kitapta, Türkiye’nin yakın tarihinin önemli bir siyasî kanadına
dair hatıralarla pekiştirilmiş önemli verilerle karşılaşmıştım. Kitabı okudukça,
hatıralarda yer alan aktörlerin her hareketini gözlerimin önünde canlandırıyor, hatta
sarf ettikleri sözleri sanki bir enerji toplayıcı
cihazım varmış da evrende kaybolmayan o
cümleleri doğrudan kendi kulağımla
duyuyormuş gibi hissediyordum.
mart 2016
Sungur İnci // [email protected]
“Her masal genellikle ‘Bir varmış, bir yokmuş’ diye başlar ve devam
eder. Gerçek hayattan çok farklıdır onlar. Dinleyenleri bambaşka
bir âleme götürür, değişik bir dünyaların insanları ile tanıştırırlar.
Bu kitabı okurken de aynısı olacak. Bambaşka bir âleme doğru yol
alacak, Kurt Bakışı’nda inanılması güç olaylar dizisi ile karşılaşacaksınız. Çok değişik duygular içine gireceksiniz. Okuduklarınız masal
gibi gelecek. Sonunda siz de ‘Bir varmış, bir yokmuş’ diyeceksiniz…”
>> Sonlarına doğru yaklaştıkça, roman türünde olmadığı için
sanırım, sözünü ettiğim hatıraların ve o günlere dair verilerin
bitmemesi için adeta duâ ediyor, bazen kimi daha çok ilgimi
çeken sayfalara tekrar dönerek
okumuş olduğum cümleleri
tekrar okuyordum.
şen çatışmalar, bugünün gençlerince bilinmiyorlar. Bilinenlerse
sinema filmleriyle televizyon
dizilerinde anlatılanlardan
ibaret. “Kim daha yakışıklı ve
daha âşık bakıyorsa sevgilisine,
o muhakkak haklıdır” algısıyla
yönlendiriliyor yakın tarihimizi
dahi bilmeyen gençlerimiz.
Gazeteci-yazar Emin
Pazarcı’ya ait bu kitabın
adı “Kurt Bakışı” idi. Emin
Pazarcı’nın siyasî geçmişi, düşünsel arka planı ve aile çerçevesinde 1960-1980 yılları arasında birebir şahit olunanların
“Kurt Bakışı”nı daha isminden
itibaren ne kadar etkileyebileceğini takdir edersiniz; ancak bu
kitabın bir yakın dönem hatıratı
olması açısından ülkemizin
gelecek neslini oluşturacak
her düşünceye sahip gençler
tarafından okunması elzem
bana göre.
Babamdan dinleyip de annemden şahit olduğum “Kurt
Bakışı”nı tecrübe edince, ne sinema filmleri, ne de televizyon
dizileri etkileyebilmişti beni. Ve
Emin Pazarcı’nın aktardığı her
satır, masal kahramanlarına
taş çıkartacak yüreklere sahip
insanları bu yüzden gözümün
önünde daha da rahat canlandırmama, onların seslerini
30-40 yıl sonradan da olsa
işitmeme sebep olmuştu.
22 bölümden oluşan Kurt Bakışı, Emin Pazarcı’nın önsözüne
iliştirdiği şu cümlelerle başlıyor:
“Her masal genellikle ‘Bir
varmış, bir yokmuş’ diye başlar
ve devam eder. Gerçek hayattan
çok farklıdır onlar. Dinleyenleri
bambaşka bir âleme götürür,
değişik bir dünyaların insanları
ile tanıştırırlar. Bu kitabı okurken
de aynısı olacak. Bambaşka bir
âleme doğru yol alacak, Kurt
Bakışı’nda inanılması güç olaylar
dizisi ile karşılaşacaksınız. Çok
değişik duygular içine gireceksiniz. Okuduklarınız masal gibi gelecek. Sonunda siz de ‘Bir varmış,
bir yokmuş’ diyeceksiniz…”
Yaşanmış olayları, failleri
ve şahitlerinin ağızlarından
dinlediğiniz gibi hatırlayabilir
misiniz? Hatırlayıp da anlattığınız her şey ya eksik kalır ya
da abartılarla donatılır. Ülkemizde yaşanan 1980 Askerî
Darbesi’nin öncesinde gerçekle-
Kitaptan bazı anıları şöyle
bir hatırlatsak, elinize alıp “Ne
olmuştu acaba?” diye kendi
kendinize meraklanacağınıza
emînim!
Alparslan Türkeş’in “Ektim
onları” dediği, Deniz Gezmiş ve
arkadaşlarıydı… ODTÜ operasyonunun içinde MİT Komünist
Masası vardı… Solcular Selahattin Arpacı yerine komiserin
üzerine şarjörlerini boşalttılar...
Yazıcıoğlu hızla içeri girdi, silahını çekip bağırdı: “Yere yatın
lan!”… “İki rekât namaz kıl” dediler, Linç Osman’ı cezaevinde
infaz ettiler… Mamak Askerî
Cezaevi’nin duvarları kâğıt gibi
yırtıldı… Başkentin işgâl edileceğini düşünen CHP’li bakanlar
Ankara’yı ter ettiler… Kola
dağıtan asker, “Afiyet olsun,
arkadaşlarınızı astık” dediğinde
Ülkücülerle Solcular ilk defa birlikte ağlıyorlardı… Kenan Evren,
Hukuk Başmüşaviri Tümgeneral Muzaffer Başkaynak’ı çağırdı
ve “Türkeş’i serbest bırakın!”
dedi…
Kitabı okudukça buraya
aktardığım birkaç küçük cümlenin hangi olaylar üzerine ortaya
çıktığını veya hangi olayları
doğurduğunu merak edecek
ve o yılların gençliğini, yitirilen
değerleri, bıyığı henüz terlemeye başlamışken can verenleri,
canlarından geçenleri düşünüp
hayıflanacaksınız.
Şimdileri ve şimdikileri gördükçe üzüldüğümüz kesin! Ancak bugünlere nasıl gelindiğini
ve masal kahramanlarından da
kahraman olan yiğitlerin hatırını yâd edip onların samimiyetleri ve hatta şehadetleri üzerine
kuracağımız Yeni Türkiye’yi
tahayyül ettikçe diri kalacağız!
Emin Pazarcı’nın Kurt Bakışı, hani o bitirim tayfalarının
dillerine pelesenk olmuş delikanlılığın kitabının editöryal bir
derlemesi haddizatında. Yani o
kitabı aramaya, kimin yazdığını
sormaya gerek yok, her satırıyla
ortada!
Buna rağmen Pazarcı,
sitemkâr bir not düşüyor:
“Okurken o dönemi bütün çıplaklığıyla siz de yaşayacak, belki
bir süre etkisinde kalacaksınız.
Bütün bunları çevrenizle paylaşacak, dostlarınızla tartışmalar
yaşayacaksınız… Nihâyet siz de
unutacaksınız! Yaşanmış masallar sizin için de çok gerilerde
kalacak ve sadece ‘Bir varmış, bir
yokmuş’ diyeceksiniz…”
Şehadetinin 7’inci yılında
Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nu,
her şeyinden vazgeçerek can
verenleri hürmetle yâd ediyor,
ruhlarının her an şâd olması ve
Peygamber Bahçesi’ndeki misafirliklerinin daim sürmesi dileği
üzerine niyazda bulunuyoruz.
Unutmamak, unutturmamak
ve unutulmamak üzere…
mart 2016
109
Kitap Ajanda
TÜRK ALEVÎLİĞİNİN İNŞÂSI:
ORYANTALİZM, TARİHÇİLİK,
Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu: Yeni
Bir
Yorum
DİN YAZIMI Andrew C.S. Peacock MİLLİYETÇİLİK VE
“A
ÇOCUK
Markus Dressler
LMANYA’da halen Bayreuth Üniversitesi Din Bilimleri bölümü öğretim üyesi,
din tarihi, Türkiye’de din politikaları ve
özellikle Alevîlik üzerine çalışmaları
olan Doç. Markus Dressler bu kitabında, Alevîler ve
Alevîlik üzerine hâkim ve süregelen bilgi kalıplarını ‘tarihselleştirme’ amacını güdüyor.
II. Abdülhamid dönemindeki Osmanlı
belgelerinde rastlanır
ki, bu da bugünkü
modern Alevîliğin
çağrıştırdığı kavramları içermekten çok
uzaktı.
>>Yazara göre
Alevîliğin ve
Alevîlerin ‘heteredoks’
ama Müslüman olarak
Türk kültürü içinde ve
bu kültürün bir öğesi görülmesi çok eski
bir olgu değildir. Bu
olguya kaynaklık eden
bilgi, Osmanlı’nın son
yılları ile Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk
yıllarında çerçevesi
çizilen, dinî ve etnik
farklılıklara ilişkin
yeni söylemlerin ortaya çıkması ve hepsinden önemlisi Türk
ulus-devletinin temellerinin atılmasıyla
yaratılmıştır.
‘Alevî’ terimi eski
İslâmî metinlerde
yer alırken, ‘Alevîlik’
terimine ancak
110
mart 2016
Özellikle küçültücü
ve sapkın bir tanımlama olarak bugün de
kullanılan Kızılbaşlık
ve bazı belgelerde
Alevî topluluklarından ‘Alevî cemiyet-i
fesâdiyesi’ diye söz
edilmesi, bu erken
dönemin anlayışını da
karakterize etmektedir. Ancak daha sonra
Türk milliyetçiliğinin
ulus-devlet inşâsında
ihtiyaç duyduğu bilgi oluşturulurken,
Alevîlik, Sünnîlikten
sapmış ama özünde heteredoks Türk
Müslümanlığı ile Türk
kültür öğelerini barındıran bir oluşum olarak tanımlanmıştır.
Dressler’in bu
kitabı, Alevî kimliği
ile Alevîlerin Türk
milliyetçi siyasetine
malzeme olmasının
ilk dönemlerini ele
alıyor. Özellikle Fuad
Köprülü’nün İslâm içi
farklılıkları kavramsallaştırma tezleri,
tarih yazımı, sosyoloji
ve ulus inşâsı arasındaki bağlar, bu
anlamda Köprülü ile
Ziya Gökalp arasındaki
‘simbiyotik ilişki’ ve
Türk Tarih Tezi’nden
din yazımına uzanan
geniş çerçeve, esere
farklı bir içerik kazandırıyor.
Alevî çalışmaları
alanındaki ilk ‘eleştirel
soy kütüğü’ olan ‘Türk
Alevîliğinin İnşâsı’,
din çalışmaları alanında sıkça kullanılan
Batılı kavramların, Batı
dışında dinî toplulukların temsili, akademik
açıdan incelenmesi ve
devlet katındaki yönetimi açısından yarattığı etkilere dair önemli
bir araştırma ortaya
koymaktadır. Dressler,
Türkiye’deki ‘Alevîlik’
çalışmaları için yeni
bir standart belirlerken, aynı zamanda din
çalışmalarının metodolojisine de çok büyük bir katkı sunmaktadır.” (Prof. Dr. Ahmet
T. Karamustafa, Maryland Üniversitesi)
BATI Avrasya Bozkırlarından çıkıp İran, Irak ve
Anadolu’yu fethederek
Ortaçağ İslâm dünyasının
en büyük
imparatorluklarından
birini kuran
Selçuklu
Türklerinin
ilk dönemlerini ele
alan bu
eser, Türk ve İslâm tarihinin bu önemli sayfasıyla
ilgili olarak bir Batı dilinde yayımlanmış ender
çalışmalardan biridir ve
bu büyük göçebe imparatorluğunun doğuşuna
ilişkin yeni bir bakış açısı
sunmaktadır.
Selçukluların belki
en önemli ama en az
anlaşılmış dönemi, Batı
Avrasya Bozkırlarında
göçebe yaşam süren bir
boydan büyük bir İslâm
İmparatorluğu’na dönüşme süreçleridir. Bu
kuruluş dönemi üzerine
yoğunlaşan Andrew C.S.
Peacock, daha önce pek
kullanılmamış kaynakları (Gürcüce, Ermenice,
Arapça, Farsça vb.) da ele
alarak bu can alıcı süreç
içinde Selçukluların göçebe ve Bozkır geçmişlerinin bugüne kadar düşünüldüğünden çok daha
önemli bir rol oynadığını
ortaya koymaktadır.
Ortadoğu’da yerleşik düzende yaşayan
halkların bu istilalardan
nasıl etkilendiklerini ve
bölgenin demografik
yapısının kalıcı biçimde
değişmesine neden olan
ilk Türk yerleşimlerini
de irdeleyen “Selçuklu
Devleti’nin Kuruluşu”,
bu bağlamda Ortadoğu
tarihine farklı bir açıdan
ışık tutmaktadır.
KUMANDALI
EBEVEYNLER
Ç. Tuğba Dortluoğlu
“BU kitabı yazmamın
en büyük nedeni yine çocuklar. Onlardan sürekli
yeni şeyler öğreniyorum.
Umarım hayat boyu
da öğrenmeye devam
ederim.
Bu kitaba ‘Çocuk
Kumandalı Ebeveynler’
dememin nedeni, yetişkinlerin çocuk yetiştirirken iyi niyetle yaptıkları
hataların çocuklar tarafından çok iyi gözlenip
kullanılması ile ilgili.
Kitabımın dili oldukça
yalın olup, örneklerle
zenginleştirilmiştir.
Akademik platform
halka indirgenmedikçe,
bilgi de işlevsel olmuyor
maalesef. Dilerim bu
eser, gelecek nesillerin
daha sağlıklı yetişmesi
için faydalı olur.
Unutmayalım, çocuklar bu dünyaya tertemiz
olarak geliyor ve sizlerden ne görüyorlarsa
onları yansıtıyorlar. Lütfen yaşadığınız her krizi,
ebeveynliğinizi sorgulama fırsatı olarak görün.
Çünkü en iyi öğretmen
çocuklarınızdır. Dilerim
ki bu kitap, muhteşem
ebeveynler olmanız için
size ışık tutar.” (Uzman
Psikolog Çağla Tuğba
Dortluoğlu)
Sungur İnci
R A F T A K İ L E R
MALCOLM X
M
Alex Haley ALCOLM X’in hikâyesi,
sadece bir şahsın veya
bir ailenin değil, tüm Siyahların, hatta Siyahlara
yaptıkları ile hâlâ gündemden çıkmayan bir yönetimin küçük ölçekli
ama derinlikli hikâyesidir.
>>Bazılarının
“Amerika’yı titreten
adam”, bazılarının
“Amerika’da bir isyan
çıkarabilecek veya bir
isyanı bastırabilecek
tek adam” dedikleri
bir büyük mücadele
adamının ibret ve acılarla dolu bu hikâyesi,
engellenemeyen bir
özgürlük savaşının, ne
pahasına olursa olsun
hakîkate ulaşma yoluna adanmış yenilmez
bir iradenin, insanlık
onurunun, insan dirayet ve haysiyetinin
yansımasıdır.
Bu hikâye aynı zamanda, yeryüzünün her
bölgesinde yaptıkları
ile tüm insanlığın “yüz
karası” hâline gelmiş,
buna rağmen kendi
tarihindeki ve kendi
vicdanındaki “kara”yı
görmeden, vatandaşlarından bir kısmının
“kara”lığına takmış
süper paranoyak bir
gücün, köle ticaretinden bu yana yaptıklarından hiç pişman
olmadığının ve başına
gelenlerden hiç ders
almadığının içeriden
yapılmış gözlemlere
dayalı bir belgesidir.
Ölenin değil, öldürenin kaybettiği bir
hikâye bu. Şehitlerin
öldükten sonra da
destansı hikâyeleriyle
mücadeleye devam
ettiklerini gösteren
bu kitap, bizi önemli
bir insanla tanıştırıyor. Çünkü Malcolm’u
anlamak, insanlığı
anlamaktır.
Tasavvuf Düşüncesi Mahmud Erol Kılıç
“ALLAH’A giden
en güzel yol, Allah’ın
mazhar-ı tâmmı olan
insandan geçer.”
“‘Ben insanı yarattım
ve ona kendi rûhumdan
üfledim’ diyorsa Allah,
kul ile Rabbi arasında çok
yakın, çok sıcak, birebir
ilişki vardır” diyor
Mahmud
Erol Kılıç
Tasavvuf
Düşüncesi’nde.
İçimizden
sadece
seçilmişlerin yaşayabileceği bir derûnî tecrübeden bahsetmiyor.
Başlangıcı kendini bilmek
ve nihâyeti Rabbini
bulmak olan bu dikey
yolculuğa yaratılmış her
“can”ın talip olabileceğini
anlatıyor.
Yurtiçinde ve dışında
sunduğu seminerler ve
makalelerden oluşan bu
eserde yazar, sosyolojik
Müslümanlıktan hakîkî
kulluğa, felsefe-tasavvuf
ilişkisinden gayb problemlerine, insan, kâinat,
aşk ve hayata dair geniş
bir yelpazede ele aldığı
bütün meseleleri İslâm
âriflerinin âyetler, hadisler
ve kendi derûnî tecrübelerine dayanarak oluşturdukları İslâm tasavvufu
penceresinden ele alıyor.
Bu kitap, modern
zamanların kimlik bunalımından nasibini almış,
kendini kendi referanslarıyla tanımlayamayan
günümüz Müslümanına
özüne yerleştirilmiş olan
İlâhî cevheri, kalbinden
Rabbine ulaşan yol haritasının merhalelerini ve
“Dost kokusu”nu hatırlatıyor. Bilme, akletme
melekesinin asıl merkezi
olan kalbe işaret ederek
yitirdiği kimliğini orada
bulacağını müjdeliyor.
Hz. Ali’nin dediği gibi,
“Devâsı kendindedir
insanın”…
TEŞKÎLAT-I MAHSUSA // Philip H. Stoddard
“DURMADAN çalıştım… Bu işe gönül vermiştim, mantık ne derse
desin! Hiçbir zaman
filozof yahut siyasetçi
olmadım ve bu işten iyi
dostlar, yara izleri, kalça
çıkığı, birkaç madalya
ve memleket için çok iyi
dövüştüğümü bilmenin
verdiği tatmin dışında
hiçbir şey
elde etmedim…
Ben bir
Osmanlıydım.
Türkçe
konuşan
bir Osmanlı… Dağıstan
hayâli kuran bir Çerkes
milliyetçisi veya bir Arap
yahut Rum değildim…
İçimizden kimsenin
kaybedecek bir şeyi yoktu. Davamızın haklı olduğuna ve çalışmalarımızın
mühim olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu göz
ardı etmeye meyyâldik.
Hiç değilse harbin sonunda etrafımızdaki
dünya çökmeden ufak
tefek birkaç zafer daha
kazanabilirdik…” (Kuşçubaşı Eşref)
ÇANAKKALE
MAHŞERİ
Mehmed Niyazi
ÇANAKKALE Mahşeri, “cihânın yedi
iklîminden” Türk’ün azîz
topraklarına “kaynayan
bir kum
gibi” sökün
edip gelmiş,
Türk’ü
tarihten
ve hatta
beşeriyet
hafızasından söküp
atmaya ahdetmiş düşman karşısında, Türk’ün
“göğsündeki kat kat
îmanla” ve kanının her
damlasıyla verdiği cevabın destanıdır.
Çanakkale Mahşeri, asırlardır Anadolu
coğrafyasında çalınan
mayanın bozulmayacağının, en sağlam
istihkâmın vatanını
namus bilenlerin pâk
yürekleri olduğunun,
“rükû” hâricinde cihâna
nizam vermiş başların
asla eğilmeyeceğinin
destanıdır.
Mehmed Niyazi’nin
1998 yılında yayınlandığı
ve ilk günden bu yana
büyük bir ilgiyle okunan romanı, Çanakkale
Muharebeleri’nin en gerçekçi anlatıldığı eserlerin
başında geliyor.
Bir muharebede
tek bir neferin bile ne
kadar önemli olduğu
malûmdur. Çanakkale
Mahşeri romanını da
bu hakîkatin adeta bir
tezâhürü olarak kaleme
alan Mehmed Niyazi, Çanakkale siperlerindeki
en üst rütbelilerden en
düşük rütbelilere kadar
bizleri sayısız kahramanın dünyasında gezdirir.
Çanakkale Mahşeri’nin
kahramanları öyle bir
rûh iklîminin insanlarıdır
ki, efsanelerde anlatılanlardan daha efsanevî,
tarih kitaplarında anlatılanlardan ise daha
gerçektirler.
mart 2016
111
haberajanda
Karikatür
112
mart 2016
Ahmet Yozgat - [email protected]
Download