konuştuğu Şii Hilali`ne tepkiler

advertisement
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi
haber
KASIM 2014
YIL 8 SAYI 96
12,5 TL www.haberajanda.com.tr
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Sizin siyasetiniz
PROF. DR. TURAN GÜVEN
21. yüzyılda Türkiye’nin
önündeki birkaç problem ve
çözüm önerileri
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Yeni Türkiye
METİN KÜLÜNK
Herkes elini
taşın altına koymalı!
AYTEN ÇALIŞ
Başkanlık Sistemi
AYŞE YAŞAR UMUTLU
“The man versus the state” mi?
“İnsanı yaşat ki
devlet yaşasın” mı?
MURAT İLKTER
Alman-Sovyet Savaşı:
Barbarossa Harekâtı
AHMET YOZGAT
Galler’deki
NATO Zirvesi’nin şifresi
ve harita operasyonları
Majeste’nin son mesaisi
YUSUF KEMAL BOZOK
Keltler uyandı...
Ang ve Saksonyalılara karşı
Braveheart’ın ruhu
geri döndü
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Güneşin dünyayı yakıp
kavurduğu günlerde
Sıcak-soğuk komplosu
PROF. DR. AHMET TAŞĞIN
Amerika ve İngiltere’den
kalkan kuşlar!
Varın selam söyleyin sılaya…
CAHİT TUZ
Ortadoğu ve Afrika’nın
konuştuğu Şii Hilali’ne tepkiler
Yayınları
Hür Tefekkürün
KALESİ
ABONELİK
Abonelik başvurularızı e-mail, telefon veya faks yoluyla yapabilirsiniz.
Tel: 0312. 380 90 92 - 0 533 165 39 82 Faks: 0312. 381 45 65
[email protected]
www.kulturajanda.com
www.kültürajanda.com
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 96 // KASIM 2014
BAŞYAZI
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Sizin siyasetiniz
6
Her şeyi yeni baştan düşünmek, bir yük, zahmet yahut boş iş değil, Allah’ın tüm
inananlara doğrudan emri, kadim bir insanî vazifedir. Her bir davranışımızdaki
bilinç düzeyimiz, bu dünyaya yaptığımız katkının düzeyini de belirler. Arada bir
durup da kesin bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri sorgulamak hiç de kötü bir
fikir değildir aslında. Zira insanı geliştirecek nice fikir tohumu, doğruluğundan
kesin emin olduğu yanlışlarında gizlidir. Arama cehdinin hepimize nasip olmasını
dilerim...
54 KAPAK / CAHİT TUZ
54
Ortadoğu ve Afrika’nın
konuştuğu Şii Hilali’ne tepkiler
Şii Hilali’ne Arap dünyasından
resmî olarak ilk tepki gösteren kişi
Ürdün Kralı Abdullah’tır. Kral Abdullah, 2004’ün Aralık ayında bir
televizyon kanalına verdiği demeçte, Sünni Arap ülkelerinin Şii Hilali tarafından kuşatıldığını ifade etmiştir.
22 PROF. DR. TURAN GÜVEN
21. yüzyılda Türkiye’nin
önündeki birkaç problem ve
çözüm önerileri
Devlet aygıtında görevlendirdiği
ve bazı yetkilerle donattığı insanları yeniden gözden geçirip liyakate
gereken özeni göstermezse, toplumsal desteğin giderek azalacağını söylemek bir kehanet değildir.
25 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Devlet ve meşruiyet
Tarifini yapmaya çalıştığım durumlar, toplumlar açısından kaçınılmaz
iki farklı olumsuz sorunu ortaya çıkıyor: İlki insanların duyarsızlaşması, ikincisi de legal görünüşlü illegal veya doğrudan illegal yapıların
varlıklarına ve faaliyet göstermelerine yol açılması…
26 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
22
25
26
28
2
kasım 2014
28
Yeni Türkiye
“Yeni”, “bugünkünden farklı”
anlamında kullanılarak insanımıza heyecan veriyor. Ve insanımız,
siyasilerin ve medyanın desteğiyle içi doldurulan Yeni Türkiye kavramını her derde deva olacağı düşüncesiyle bir bekleyiş içine giriyor.
METİN KÜLÜNK
Herkes elini taşın altına
koymalı!
Gönüllere hitap ettiğini iddia eden
bir yapı, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleriyle neden
bu kadar yakın ilgilenir, neden
Yargıtay’da var olmak ister? Bir
yapı neden bu derecede devletle
iç içe olma talebini açığa vurur?
4 EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK
6 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Sizin siyasetiniz
8 AYIN OLAYI
Ya devlet başa, ya kuzgun leşe
10 SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
14 ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
18 ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
22 PROF. DR. TURAN GÜVEN
21. yüzyılda Türkiye’nin
önündeki birkaç problem ve
cözüm önerileri
25 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Devlet ve meşruiyet
26 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Yeni Türkiye
28 METİN KÜLÜNK
Herkes elini taşın altına koymalı!
30 LOKMAN AYVA
Yeni Türkiye’nin Bilge Başbakanı
32 AYTEN ÇALIŞ
Kutupsuzlaşan dünyada
“Yeni Türkiye”ye turbo takviye
Başkanlık Sistemi
37 AHMET SAĞLAM
Canın çıksın çıkarcı politika!
38 AYŞE YAŞAN UMUTLU
“The man versus the state” mi,
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mı?
42 SÖYLEŞİ/MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
DR. CENGİZ YAVİLİOĞLU:
“Egemenlik üzerine hiçbir kayıt
konulamaz!”
46 MEHMET SERHAT BIÇAK
En iğrenç strateji
48 SERVET HOCAOĞULLARI
Kader anı: Cemaat mi, Devlet mi?
YUSUF KEMAL BOZOK
SÖYLEŞİ/ M. İKBAL BAKIRCI
Braveheart’ın ruhu geri döndü
Dr. Cengiz Yavilioğlu: “Egemenlik üzerine hiçbir kayıt konulamaz!”
74
Kurtçuklar, asaları kemirme işlemini tamamladı, tamamlayacak.
Majestik derinlik ve derin cebabireyi Ortadoğu’nun üzerine yıkmaya
çalıştıkları yapay 3. Dünya Savaşı da kurtaramayacak gibi duruyor. Yılanın deliğine elini bir
kez atıp sokulan Osmanlı’nın torunları ikinci kez
sokulmamayı başarırlarsa, insanlık mutlu sona
ulaşacak. Bunu geri dönen iki ruh başaracak:
Braveheart ve Abdulhamid’in ruhları...
SABRİ ÖĞE
Başa mı dönüyoruz?
MESUT EMRE BALCI
Biraz feraset, biraz cesaret
KAPAK / CAHİT TUZ
Ortadoğu ve Afrika’nın konuştuğu
Şii Hilali’ne tepkiler
61 MEHMET FATİH ÖZTARSU
Entelektüel görünmek için Kobani şartı
62 SÖYLEŞİ/ATIF ÖZBEY
DR. MUHAMMED BAZİYANİ “Sulh
içerisinde yaşamak varken
neden savaşalım?”
67 CÜNEYT AKAR
IŞİD neden bitmiyor?
68 AHMET YOZGAT
Galler’deki NATO Zirvesi’nin şifresi ve
harita operasyonları
Majeste’nin son mesaisi
74 YUSUF KEMAL BOZOK
Keltler uyandı...
Ang ve Saksonyalılara karşı
BRAVEHEART’IN ruhu geri döndü
80 MURAT İLKTER
Alman-Sovyet Savaşı:
Barbarossa Harekâtı
85 YAHYA KURT
Bu meselenin asıl sebebi
86 PROF. DR. AHMET TAŞĞIN
Amerika ve İngiltere’den kalkan kuşlar!
Varın selam söyleyin sılaya…
92 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Güneşin dünyayı yakıp kavurduğu
günlerde sıcak-soğuk komplosu
100ORHAN RUFAT KARAGÖL
Bay Walser’in kargaları
102NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Denetim hep ikmalde
104PROF. DR. RAMAZAN ERDEM
Üniversitelerde bilim adamlığından
film adamlığına
106MEHTAP KAYAOĞLU
Yönetici ve patronların terapist
becerileri eğitimi alması şart!
108DR. NURETTİN ALABAY
Teknoloji
112AHMET YOZGAT
Karikatür
42
Yol haritamız “üretim” merkezli, yani istihdama dönük
olacak. Bunun anlamı, daha nitelikli ve kalifiye genç
istihdam demektir. Türkiye, artık mutlak
göç veren ülke değil, göç alan ülke
konumundadır. Avrupa ve Amerika’dan
Türkiye’ye “tersine göç” başlamıştır.
Gurbetteki insanlarımız Türkiye’de umut
görmekte ve iş imkânı bulmaktadırlar.
50
52
54
30
38
86
32
80
104
LOKMAN AYVA
Yeni Türkiye’nin Bilge
Başbakanı
AYŞE YAŞAR UMUTLU
“The man versus the state”
mi, “İnsanı yaşat ki devlet
yaşasın” mı?
Bu beni çok şaşırttı. Zira Genel Başkan seçileli 60 gün bile
olmadan bir kişinin parti içindeki tüm farklı hassasiyetlere
bu seviyede ve bu şiddette hitap edebilmiş olması müthiş ve
bence çok ciddi bir başarı. 60
gün içinde bu gerçekleşebiliyorsa, birkaç sene sonra kim bilir neler olacak?
30
AYTEN ÇALIŞ
Başkanlık Sistemi
Kaldı ki, başta ABD olmak üzere Çin ve Rusya gibi gelişmiş ülkelerin anti-demokratik yöntemlerle yönetildiğini söylemek
de pek mümkün değil. Yani
başkanlık sistemi de parlamenter sistem kadar demokratik bir
yönetim modeli. Hatta yer yer,
bir başkanın yetkileri bir başbakanın yetkilerinden çok daha
sınırlı bile olabiliyor.
32
Hayatta kalmak için yaradılışımıza işlenmiş kodları, savaş psikolojisiyle hareket ederek birbirimize karşı kullanmaktan
çekinmediğimizi kabullenmemiz, yani savaş halinden uzak
durmayı ilke edinmemiz gerekiyor.
38
MURAT İLKTER
Alman-Sovyet Savaşı:
Barbarossa Harekâtı
Lozan’ı yere göğe sığdıramıyorlar ya hani, Lozan’ın şartlarından biriyle Türkiye’nin, Avrupa
kıtasındaki topraklarında, sahile 30 kilometreye kadar hiçbir
asker ve kıyı koruma birliği bulundurulmayacağı şartlara bağlandı. İğneada-Boğaz arasında
hiçbir askerî tesisin olmamasının
sebebi budur.
80
PROF. DR. AHMET TAŞĞIN
Amerika ve İngiltere’den
kalkan kuşlar! Varın selam
söyleyin sılaya…
Ülke içinde merak edilen husus,
acaba büyük efendilerin icazetiyle ülke yönetimine gelmiş siyaset
adamlarının neden başörtüsü yasağı uyguladıklarıdır. Nasıl oldu
da kendi yalanlarını böylesine
acemice açık ettiler? Yalanlarını
açık etmeleri hususunda efendileri kendilerine ne dedi ya da onlardan neden vazgeçtiler?
86
PROF. DR. RAMAZAN ERDEM
Üniversitelerde bilim
adamlığından film adamlığına
Son zamanlarda yerli dinamiklerden, problemlerden hareketle yeni
teoriler üretme, yeni modeller ortaya koyma anlamında girişimler
olsa da üniversitelerimizdeki genel
anlayış bu şekildedir. Yayınladığımız yayınlara uluslararası anlamda
ne kadar atıf yapıldığına bakarak
ne kadar özgün çalışma yaptığımızı değerlendirebiliriz.
104
kasım 2014
3
haberajanda
Editör
Sayı: 96/ Kasım 2014
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
İSTİŞARE KURULU ÜYELERİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
TEMSİLCİLİKLER
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
KÜLTÜR AJANDA
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Nesrin Çaylı
[email protected]
Ahmet Turgut, Erkan Oğur,
Fikri Akyüz, Gülenay Pınarbaşı,
Lokman Ayva, Mehmet Şeker,
Nesrin Çaylı, Servet Hocaoğulları,
Şükriye Çakır, Yavuz Selim
Haydar Alp Selim
[email protected]
Zehra Ulucak
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı
Serkan Selim Dilek
Bravadziluk 8/71000 Sarajevo
Bosnia and Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd.
No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97
BASKI TARİHİ
Kasım 2014
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara
Posta Kutusu Maltepe/İstanbul
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL,
kurum ve kuruluşlar için
300 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
kasım 2014
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 381 45 65’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
Kanımız “Aksa” da
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
zafer İslam’ın!
Y
ENİ dilde “kanıksamak” denilen iğreti ile yine imtihan edildiğimiz kesin; zira imtihansız günümüzün olmadığı aşikâr.
“Aksa’nın mihrabını postallarıyla çiğnediler” diyor bağıran
adam o kanıksadığımız hallerin en zirvesini işaret ettiğini
sandığı kelimelerle. “Postal” diyor, “çiğnemek” diyor anlaşılmadığını
düşünerek…
>> 11 Eylül 2001 gününü hatırlıyorum
da tam olarak meselenin ne olduğunu
anlamakta zorlanıyorum. Hayır, Dünya
Ticaret Merkezi adındaki ikiz kulelere
çarptırılan uçaklardan bahsetmiyorum
anlamama hezeyanımı dillendirirken;
o günden itibaren hangi safta beklendiğini, insanların neye üzüldüğünü, hatta
belki fazla sert olacak ama neden zevk
aldıklarını anlamlandırmaya çalışıyorum ben.
Sosyal medyanın video ayağını
oluşturan ağlarda en çok tıklanan görüntülerin “komik videolar” olduğunu
biliyor musunuz? Bu soruyu şununla
perçinleyelim: “Özellikle komik video
arar, izler misiniz?”
“Komiklik” ile nitelenen videolarda
insanların normal şartlarda asla yapmayacakları, ancak sanki beynin bütün
fonksiyonlarının tıkandığı anları denk
getirerek ortaya koydukları performansları görürsünüz. Ortada resmen
bir acı vardır ve komik diye sıfatlandırıldığı ve kendi başına gelmediği için
görüntüye güler izleyenler. Hâlbuki
empatik doğal refleks, acı karşısında
nörotik bir işaretlemeyle acı hissini
tatmayı gerektirecektir. Bu olmuyorsa,
kişi refleksini kaybetmiş demektir.
Söz konusu komik videoların en çok
izlenen ve meşhur olanları ise genellikle başkahramanı çocuk olan videolardır, biliyor musunuz? Bu videolarda
çocuğun başına gelmeyen kalmaz.
Düşmeler, kalkamamalar, ısırıklar, çarpmalar, istifra halleri derken çocuğa dair
ne kadar sıkıntılı an varsa ebeveyni
tarafından psikopatça kaydedilip servis
edilir. Oysa vicdanî refleks, çocuğun
başına gelen acı olay karşısında normal
şartlarda ebeveyn telaşı taşımak üzerine programlıdır. “Charlie! That’s really
hard” diye ünleyen çocuğun milyonlarca kez tıklanan videosunu biliyor
musunuz? Çok komikti(!)…
Ebeveynin çocuğuna dahi göstermediği telaşı ne için göstermeli insanlık?
Söz konusu insanlığın neden zevk
aldığını anlamlandırmaya çalışıyorum
ama becermekte zorlanıyorum. Acının
işaretlenmesini, empatik duygularla
tepki görmeyi, düşene gülmemeyi
anlamlandırmaya çalışıyorum en basitinden “Gülme komşuna, gelir başına!”
diyen atalar gibi düşünerek...
11 Eylül’de dünyada ağır intikam
hissi tutuşturanların bir anın bir zerresi
kadar üzüntü hissetmediklerini, zira
acının yalnızca araçsallaştırıldığını
görüyorum her komik videoda. “Bu
zor dönemlerde gülmeye ihtiyaç var”
diyenlerin zor günlerinin bir türlü bitmediğini görüyorum iğrenç sırıtışlarla.
Adam bağırıyor “Postallarıyla mihrabı
çiğnediler!” diye, cevaben “Postallarıyla
mı?” diye bir soruyla karşılık vermek
düşüyor insanlara.
Postallarıyla… 11 Eylül’den beridir
Müslümanlara potansiyel terörist dürbünüyle bakılacağını dikte eden dünya,
Aksa’ya giren, Ramallah’ta cami yakan
Yahudi’ye “yerleşimci” dedirtiyor, bu
ülkede kalemi olanlar da aynen böyle
söylüyor: “Yahudi yerleşimci…”
Müslüman, refleksi kaybettiğinde
psikopat bir anne-babadan daha sakin,
“komik” diye tabir ettiği videoyu izleyen günümüz normal insanından daha
antipatik ve “Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle!” deme cüretindeki acele intikamcılardan daha katil olabilir mi?
“Olamaz!” diyorsa mihrabın çiğnenmesi değil, “temiz toprağın” kirli ayaklar
taşımasına üzülmeli; “Kanımız aksa da
zafer İslam’ın!” diyen gönüllerin İslam
için yaşamak ve de İslam için yaşatmak
arzusunu “acı acı” hissetmeli…
Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar…
Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları
ve hızlı tren yetkili acentası…
Alemara Turizm Seyahat Acentası
İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara
Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237
E-mail: [email protected]
haberajanda
Başyazı
Sizin siyasetiniz
Ç
OĞUMUZ, siyaset yahut
politikayı “günlük hayatımız
içerisinde cereyan eden bazı
politik olaylar koleksiyonu”
olarak algılamaya eğilimliyizdir. Özellikle güncele boğazına
kadar batmış gazetecilerin
yoğun olarak gündem belirlediği bir vasattaki bu algı çok
da yanlış değildir. Siyasiler bir
şeyler söyler, bazı kararlar alınır, kimi zaman krizler
ve sürtüşmeler ortaya serilir ve siyaset dışı olan sivil,
sıradan insanlar, sıklıkla bunların sonuç ve nedenleri
üzerinde konuşur, fikir alışverişi yapar ve üzerinde
fazlaca durmadan geçer giderler.
>> Bu kadar bizden, sıradan
insandan uzak ve etki-yetki
alanı dışında bir mesele olarak
durmasına rağmen siyaset, fena
halde yaşamımızın da içindedir.
Birçoğumuz her gün bir vesile
6
kasım 2014
ile siyasete dair bir mevzuda
fikir beyan eder, endişe duyar,
destek ibraz eder yahut aslını
öğrenmek için çeşitli ölçeklerde
zaman harcar, “bir tanıdığından”
duyduğu “perde arkası” bilgileri
anlatmayı seven arkadaşları
dikkatle dinlemeyi severiz. Bu
sanal iktidar oyunu, sıradan
insanın her zaman ilgisini çeker
ve bundan böyle de bu gerçek
pek değişecek gibi değildir.
Desteklediğiniz kişi yahut
kurum idealist, hak yemez,
adaletin temsilcisi gibi bir algı ile
kodlanırken, karşı kampa ait kişi
ve kurumlarsa cahillik, aptallık,
düşmanlık, hainlik yahut işbirlikçilikle kodlanır. Zihin açısından
ileri düzeyde konforlu böyle
bir etkiletlendirme sistemi üzerinden bir insan beyni, hemen
hemen kendisini hiç kullanmadan/yormadan günlerce ve
aylarca “fikir” yürütebilir, bununla orta şiddetli nice tatminler
yaşayabilir.
Siyaset, aslında insan faaliyetleri arasında oldukça önemli bir
yer tutmalıdır, buna bir sözüm
yok; zira siyaset, sizin dünyayı
nasıl algıladığınız, ona nasıl
muamele ettiğiniz, fikrinizi ve
yaşamsal zihin kodlarınızı nasıl
uygulamaya döktüğünüz yahut
dökeceğiniz ile yakından ilgilidir.
Fakat bizdeki günlük siyaset anlayışı bunları nadiren içeren bir
yapıya sahiptir. Bizler ekseriyetle
tanımadığımız, bilmediğimiz,
medyadan sürekli ve programlı
olarak üzerimize pompalanan
insan silüetlerinin “yapıp ettiğini
vehmettiğimiz” zanlar üzerinden sanal münakaşa zemininin
kaygan yüzeyinde yaşayıp gideriz. Ama siyasetin -aslında ve
esasında- yaşamımızı ne kadar
şekillendirmiş/ şekillendirmekte
olduğunu pek bilmeyiz yahut
bilmek istemeyiz.
Çoğu insan gibi belki siz de
arkadaşlarınızla siyaset konuşmadığınızda yahut gazete
köşelerinde, internet sitelerinde
siyasete dair bir haber okumadığınız zamanlarda siyasetten
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
Aynı çatı inanca, İslam inancına sahip olup
da kendi mensup olduğumuz mezhebimizden olmayan insanları doğrudan “öteki” olarak algılamamız, aslında dinî değil, siyasî
bir meseledir. Aynı otomatik etiketleme
sistemi, cemaatlerden mahallelere kadar
inebilir. Bunların tamamının kökeninde ise
İslam’ın temel kaynaklarındaki bilgiler değil, geçmiş zamanın siyasî tercih ve ekollerinin etkisi vardır. Bakarsanız hepsi İslam,
hepsi Müslümandır; fakat birine göre yekdiğeri şaşkın, sapkın, gafil yahut cahildir.
uzak, normal bir hayat yaşadığınızı düşünüyor olabilirsiniz.
Ama bu düşünce, aslında fena
halde yanıltıcıdır. Bugün, bizzat
o sıradan sivil hayatlarımızda
yaşarken yaptığımız birçok sıradan faaliyet, geçmişteki siyasî
tercihlerin ve baskın fikriyatın
şekillendirdiği alışkanlıklardan
ibarettir. Giyim kuşamımız, konuştuğumuz dildeki kelimeler,
kafamıza taktığımız yahut takmadığımız başlıklar, ceplerimizde gezdirdiğimiz aksesuarlar, bir
marş duyduğumuzda gösterdiğimiz tepkiler, sevdiğimiz müzik
türleri, beğendiğimiz sanat eserleri gibi birçok “sıradan” insanî
davranış kalıbımız, geçmiş dönemlerdeki siyasî karar ve izleklerin günümüzde bize bıraktığı
tonlarla boyanmıştır. Hatta dini
inançlarımız bile…
Siyasî fikri
din hiyerarşine
dönüştürmenin vebali
Aynı çatı inanca, İslam inancına sahip olup da kendi mensup
olduğumuz mezhebimizden
olmayan insanları doğrudan
“öteki” olarak algılamamız, aslında dinî değil, siyasî bir meseledir.
Aynı otomatik etiketleme sistemi, cemaatlerden mahallelere
kadar inebilir. Bunların tamamının kökeninde ise İslam’ın
temel kaynaklarındaki bilgiler
değil, geçmiş zamanın siyasî
tercih ve ekollerinin etkisi vardır.
Bakarsanız hepsi İslam, hepsi
Müslümandır; fakat birine göre
yekdiğeri şaşkın, sapkın, gafil
yahut cahildir. İbadetlerimizde
benimsediğimiz usuller, giydiğimiz esvap, tesettür anlayışımız,
okuduğumuz virdler gibi argümanların hemen hepsi, siyasî
geçmişin izlerini taşırlar.
İslam’da mezhepler arasındaki ihtilaflar, aslında temelde
değil, siyasî alanda farklılık gösteren anlayışlardan müteşekkildi. Bugün farklı mezhep akımları
arasındaki farklılıklar sadece
basit içtihat farkları olmanın
ötesinde, siyasî bir ayrışma noktasına kadar gelmiş durumdadır.
Çok şükür ki bu tip bir yarılma,
Hıristiyan dünyasındaki mezhep ayrımcılığı kadar derin bir
bölünmeyi netice vermemiş durumda. Fakat yaşadığımız anki
uyanıklık düzeyimiz, geleceğin
dünyasının “siyasî” duruşlarını
da etkileyecek bir potansiyele
sahip, aynen bizlerin, geçmişin
yükünü taşıdığımız gibi.
günlük siyasetle kavga ederiz,
ettiriliriz.
Bir dönem bu ülkede, hanımların örtünmek amacıyla kullandığı “başörtüsü” bir “siyasî simge”
olarak işaretlendi ve kamu
kurumlarında, hatta ortalık yerlerde göz çarpması ne pahasına
olursa olsun engellenmeye çalışıldı. Karşı argüman, “Hayır! Biz
bunu inancımızdan dolayı örtüyoruz” biçiminde ifade edildi ve
bu kavga yıllar boyu devam etti.
Fakat gerçek daha basitti aslında: Evet, başörtüsü gerçekten de
bir siyasî simge idi, aynen başörtüsüzlüğün, tayyör giymenin,
yakaya takılan Atatürk rozetinin
yahut falanca kulübe/cemaate
mensubiyetin birer siyasî simge
olması gibi. En açık kanıt ise baş
örten kızlarımızın başörtüsünün
şeklinden bağlanma biçimine,
iğneleme yerlerine ve duruşuna
gösterdikleri ileri düzey biçimsel
hassasiyetti. Belli bir “şekle” oturtulmayan başörtüsü “olmuyor”
idi. Belirlenmiş, kuralları çizilmiş
tesettür biçimi, aynen “modern
Cumhuriyet kadınları” için mecbur olan esvap gibi mecburdu.
Kısacası, uğruna kavga ettiğimiz birçok özelliğimiz, aslında
birer mirasyedi misali cebimizde
hazır bulduğumuz değer ve davranış kalıplarından ibarettir.
Hâlbuki iyi düşünüldüğünde
tesettürlü gezmenin teorik
olarak milyon çeşidinin mevcut
olması lazım gelir. Ama yoktu,
“Ya o, ya bu!” şeklindeki tercih
zorunluluğu, o dönemin en bariz
dayatması olarak aklımızda
kaldı. Zira o spesifik örtü biçimi,
ne Kur’an’da, ne sünnette tarif
edilmişti. Fakat “siyasî geçmiş”
içinde inşa edilen kimlik ifadesi,
tabiî olarak insanlarda kendisini
bu şekilde gösteriyordu.
Kelebek gibi uçurur
ama arı gibi sokar
Bir kavganın terminolojisi,
kavgayı anlamak ve belki de
sulha erdirmek için en önemli
ipuçlarını içerir, ama biz, onlara vakit ayıramayacak kadar
Etrafımızdaki insanların
ekserisi, ana babadan gördüğü,
ailesinden tevarüs ettiği dine,
mezhebe, yaşam tarzına bağlı
yaşar. Üzerinde düşünülmüş,
tercih sonucu irade edilmiş bir
tarz-ı hayat, pek rastladığımız bir
seçenek değildir. Siyaset biraz
daha gevşektir; bazımız ana
babasının, ailesinin siyasî eğilimden farklı bir çizgi izler elbette
ama bu çizgi, başka sözü geçen,
başka öykünülen kişi, grup yahut insanlardan mülhemdir.
Bugün bu kör dövüşünü, bu
kısır döngüyü kırmaya niyetli
insan sayısında şahsen bir artış
müşahede ediyorum. Siyaset
bayağılaştıkça ve toplumsal
hafızayı destekleyen internet
arşivleri birikmeye devam ettikçe bu “uyanıklık” halinin artacağına dair bir hüsnüzannım var.
Bugün gönülden ve “ciğerden”
taraftar olduğumuz siyasî tercihlerin yarın çocuklarımızı ve
torunlarımızı nasıl bir dünyada
yaşamaya zorlayacağını düşünmeye çalışanların sayısı çok
şükür ki artıyor. Elbette halen
ekseri türdaşımız, ne için ettiğini
bilmeden bir şeylerin kavgasında nefer olmaya can atıyor, hatta
belki fırsat buldukça ön saflarda
çarpışıyor. Fakat bugünün siyasetinin bugüne etkisinin aslında
ne kadar az olduğu, geçmişin
siyasî maceralarının bugüne ve
bugünün kavgalarının yarına
nasıl etki edeceği sanki biraz
biraz anlaşılmaya başlanıyor
gibi. (İnşallah öyledir!)
Her şeyi yeni baştan düşünmek, bir yük, zahmet yahut boş
iş değil, Allah’ın tüm inananlara
doğrudan emri, kadim bir insanî
vazifedir. Her bir davranışımızdaki bilinç düzeyimiz, bu dünyaya yaptığımız katkının düzeyini
de belirler. Arada bir durup da
kesin bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri sorgulamak hiç de
kötü bir fikir değildir aslında.
Zira insanı geliştirecek nice fikir
tohumu, doğruluğundan kesin
emin olduğu yanlışlarında gizlidir. Arama cehdinin hepimize
nasip olmasını dilerim...
kasım 2014
7
Haber Ajanda
AYINOLAYI
Ayın Olayı
Elbette bu tip düzenlemelerin dezavantajları olacaktır. Ancak dezavantaj, düzenlemenin
kendisinden değil, uygulayıcısı olan memurdan kaynaklanır. Eğer memur kötü niyetliyse,
uygulama esnasında ortaya çıkan manzara da kötüdür. İhkak-ı hakkın doğması yerine
kamunun emanetçisi devletin doğrudan ve adil şekilde hesap görmesini istiyorsak, Başbakan Davutoğlu’nun açıkladığı İç Güvenlik Yasası’nın suç ve suça teşebbüsle mücadele
neler ihtiva ettiğini de bilmemiz gerekir.
Ya devlet başa,
ya kuzgun leşe
K
OBANİ ve IŞİD bahanesiyle ülkeye elemli
günler yaşatan terörist zihniyet ve elemanları, ulusal güvenlik bahsinin derinlemesine
açılmasına vesile oldular.
>> Türkiye’de fırsatının yakalandığı her aşamada “Polis devleti
oluyoruz!” çığırtkanlığı yapanların
karşısına Başbakan Ahmet Davutoğlu öyle bir düzenlemeyle çıktı
ki, biz “Ya devlet başa, ya kuzgun
leşe” derken, onlar “İşte söylemimizin ispatı!” iştahına kesildiler.
11 Eylül senaryosuyla oynanan
İslamofobik manzaraları hepimiz
hatırlarız. Avrupa ülkelerinde
ve ABD’de, metro istasyonunda
öldürülen genci, sokak ortasında
tartaklanan sakallıyı, Sniper tipi
tüfekle vurulan Müslümanı herkes bilir. Ne ABD, ne de Avrupa
ülkelerini polis devlet olmakla
itham edenler, Gezi provokasyonu sırasında “Haydi direnin! 40
gün daha böyle devam ederse AB
bu hükümeti feshedecek” hezeyanlarıyla idarecisini diktatör ve
polisini cani sıfatıyla niteleyip has
polis devletlerine demokrasi adına şikâyet etmişlerdi Türkiye’yi.
Bir insan herhangi bir eyleme
katılırken neden yüzünü örter?
Aslında bu sorunun cevabını ve
bir zamanlar hakikî bir polis devletiyken şimdi niçin dedikleri gibi bir
devlet olmadığımızı açıklayalım.
8
kasım 2014
28 Şubat’ı acıyla yaşayanlar,
28 Şubat’ın acısını yaşayanlar,
28 Şubat’ın acısıyla yoğrulanlar
bilirler ki eylem sırasında baş
örtmek suçtur, yüz örtmek değil.
O kahır günlerde sessiz sedalarıyla arzı değil, arşı inleten beyaz
güller, karşılarına çıkan polislerce
yerlerde sürükleniyor, hiçbir mala
zarar vermez, hiçbir silah, patlayıcı madde veya molotof bulundurmazken coplanıyor, yaka paça
gözaltına alınıyorlardı. O beyaz
güllere karşı yapılan en incitici
hareket de başlarındaki örtünün
insaf bilmez, his yoksulu, cani
polislerce çekiştirilmesi, hatta
yırtılmasıydı.
“Polis devleti oluyoruz” çığırtkanları! O günleri, o polisi bilir
misiniz siz?
Elbette bu tip düzenlemelerin
dezavantajları olacaktır. Ancak
dezavantaj, düzenlemenin kendisinden değil, uygulayıcısı olan
memurdan kaynaklanır. Eğer
memur kötü niyetliyse, uygulama
esnasında ortaya çıkan manzara
da kötüdür. İhkak-ı hakkın doğması yerine kamunun emanetçisi
devletin doğrudan ve adil şekilde
hesap görmesini istiyorsak, Başbakan Davutoğlu’nun açıkladığı
İç Güvenlik Yasası’nın suç ve suça
teşebbüsle mücadele neler ihtiva
ettiğini de bilmemiz gerekir.
Sayın Başbakan’ın bu konudaki
açıklamalarına aşağıda yer vereceğiz. Ancak bu noktada bir şerh
düşmeliyiz: Yeniden toplanan
Akil İnsanlar Heyeti’nin, isim isim
gözden geçirilmesi ve sorunlara
doğrudan katkı sağlayacak hakikî
akillerle donatılması şarttır.
Şimdi Başbakan Davutoğlu’nun
aktardığı gündemden kısa satırbaşlarına bakalım…
“Çözüm Süreci de, Akil İnsanlar
da millidir ve bir örneği de yoktur. Bu süreç bittiğinde Türkiye,
ayaklarındaki prangalarından
kurtulacaktır.
Vatandaş, artık mahkemeye
gitmeden, bir dilekçe ile soyadını
değiştirebilecek. Pasaport alacak olan, bundan sonra Emniyet Genel
Müdürlüğü’ne değil, Nüfus
ve Vatandaşlık İşleri Genel
Müdürlüğü’ne gidecek. Böylece
pasaportla yurtdışına çıkan vatandaş potansiyel bir suçluymuş
gibi Emniyet kapılarında pasaport
ya da ehliyet için beklemeyecek.
Nüfus ve ikametgah gibi işlemler
e-devlet üzerinden verilecek.
Bakanlıklarımızın yeniden
Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu
yapılandırılması gerek. Hangi
bakanlıkta hangi reform gerekliyse o yapılacak. Şiddet işlemek
amacıyla yüzünü kapatanlara
izin verilmeyecek. Toplantı
ve gösteri yapmak isteyen,
kendisini gizlemeden yapacak.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün
yetkilerini arttıracağız. Şu an
çok ciddi bir eksiklik var. Her
güvenlik birimi elemanı şeffaf
olacak.
Herhangi istihbarî bir çalışma
yapılıyorsa, bunun denetimi
yapılacak. Teknik takip gibi
konuların denetimi yapılacak.
TBMM’de oluşturulan 17 kişilik
ekibe rapor sunulacak. Dinlemelerle ilgili rahatsızlığı da ortadan
kaldıracağız. Adli bir vaka için
yapılan dinlemenin tüm konuşmaları, her partinin yer aldığı
ekibe rapor şeklinde verilecek.
Her hak ve özgürlük gibi
toplantı ve gösteri hakkı da bir
haktır, ancak birilerinin hakkını
gasp edilerek yapılamaz. “Bu
alan benim alanımdır, burada
benden başkası olamaz” denilemez. Vatandaş çıkıp da ‘Devlet
nerede?’ derse, biz de ‘Devlet de
burada, millet de burada!’ diyeceğiz. Şiddete dönüştürülen her
türlü eylem suç sayılacak. Molotof kokteyli bir saldırı
aracıdır…
Silahlı gösteriye katılanlar, 2
buçuk yıldan 4 yıla kadar hapis
cezasıyla yargılanacak. Bundan
sonra yakıp yıkanlardan, verdiği
zarar tazmin edilecek. Polise 24
saat gözaltı yetkisi veriyoruz, tabiî
üst amirin kararı ve denetimiyle.
Bonzai ve diğer uyuşturucu
işi yapanlar terör muamelesi
görecekler. Her biri birer teröristtir. Okul çevrelerine yaklaştırılmışsa bu muamele iki katına
çıkacak. Sanal ortamda şiddet
dili içeren mesajlar da engellenecek.
Kolluğun üst ve araç arama
yetkisi tamamıyla hukukî denetime açık şekilde ve tabiî gerekli
izin prosedürleri de işlenerek
yeni bir düzenlemeye kavuşturulacak. Hiçbir vatandaşımızın
üstü, aracı ya da evi rastgele ve
keyfî şekilde aranamaz. Çok
güçlü bir delili oluşturacak hale
dönüşmüşse, bunun için de yargı süreçleri paralelinde işlemek
suretiyle izin alındıktan sonra
arama yapılabilecek.”
***
Bütün bu maddeleri art arda
sıraladığımızda polis devleti olmayı akla getirmenin ne büyük
bir kasıt taşıdığını görmezden
gelemeyiz. Bu kasıt, ülkemizde
şimdiye kadar diledikleri gibi
at koşturanların eyerlerinin
düşmesi ve üzengilerinin
dağılmasıyla bozulmuştur.
Pasaportu Emniyet’ten Nüfus
Müdürlüğü’ne havale ederken
“Vatandaşa potansiyel suçlu
muamelesi yapılamaz” diyen
zihniyetin kamu güvenliğinden
başka düşündüğü bir amaç fikir
edilemez.
Güvenlik, toplumun soluduğu nefestir. Ve bu nefese kastedenin nefesi derhal kesilmelidir.
İşte o yüzden denilmiştir: “Ya
devlet başa, ya kuzgun leşe…”
kasım 2014
9
Türkiye Ajanda
En uzun MGK
28 AĞUSTOS 2014 günü Cumhurbaşkanlığı görevini aldığı günden bu yana 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “ilk kez”
başkanlık ettiği Milli Güvenlik Kurulu toplantısı gerçekleştirildi.
Erdoğan’ın “Yürütmenin başı ve Başkomutan” sıfatlarıyla ilk kez katıldığı MGK’nın önemi de zaten bu nitelikle anlaşılıyor.
ülkemizin bu mücadelede
uluslararası koalisyon içindeki
konumu, Türkiye’ye müzahir
gruplar başta olmak üzere,
ılımlı muhaliflerin durumu ve
yerinden edilen kişilere yönelik
insanî yardımlarımız görüşülmüştür. Ayrıca Irak’taki siyasî
süreçte son dönemde yaşanan
gelişmeler gözden geçirilmiş,
ikili ilişkilerin güçlendirilmesi
yönündeki irade teyit edilmiştir.
Başta Gazze’de sağlanan
ateşkes olmak üzere, İsrail-Filistin ihtilafında yaşanan son
gelişmeler, Libya ve Yemen’deki
mevcut durum ile bölgesel
yansımaları kapsamlı biçimde
görüşülmüştür.
Afganistan’daki başarılı siyasal süreç ve gelişmeler değerlendirilerek Türkiye’nin desteği
vurgulanmış, ayrıca Ukrayna ve
Tunus seçimleri gözden geçirilmiştir.”
>> Nitekim Recep Tayyip
Erdoğan, başkanlık ettiği bu ilk
MGK’da oluşturulan gündemle
gelecek günlerin Türkiye’sinin
hassasiyetlerini belirleme
noktasında ilk önemli hamleyi
gerçekleştirmiş oldu. Öyle ki
toplantı, Cumhuriyet tarihindeki “en uzun” Millî Güvenlik
Kurulu toplantısı özelliğini de
üstlenmiş oldu.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin
Erdoğan’ın zaferiyle bitişinin
ardından, Türkiye biliyordu ki
2015 genel seçimlerine dek çok
zorlu günlerle karşılaşacak. Söz
konusu zor günlerin ilk temsillerinden birine Kobani’deki
IŞİD terörünü bahane ederek
sokakları savaş alanlarına çeviren terör provokasyonlarıyla
şahit olmuşken, özellikle son bir
yılda açık bir mücadele içinde
bulunulan paralel yapı ve yapıların ihanet hallerinin devamını
da esefle takip ediyoruz. İşte
özellikle bu iki sürekli konu
üzerine toplanan MGK, Kırmızı
Kitap’ta birtakım değişikliklere
de gitmek üzere toplandı Erdoğan başkanlığında.
10
kasım 2014
Zaten 30 Ekim 2014
Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan
gece yarısında yayınlanan MGK
bildirisinde de “iç ve dış legal
görünüm altında illegal faaliyet
yürüten yapılanmalar ifadesi
kullanılarak” öncelikle paralel
yapıyla mücadele konusundaki
kararlılık bildirilirken, ikinci
olarak da PKK terörüne karşı
kamu düzeninin korunmasına
yönelik alınacak tedbirlerden
bahsedildi.
züm Süreci ele alınmış, sürecin
oluşturduğu olumlu atmosferi
ve huzur ortamını bozmaya yönelik provokatif olaylara karşı
kamu düzeni ve güvenliğini
koruma konusundaki kararlılık
teyit edilmiştir.
Yaklaşık 10 saat 20 dakika
süren toplantının sonuç bildirgesinde şunlar yer aldı:
Suriye’de dördüncü yılını
tamamlamak üzere olan çatışma ortamının, ülkemizin
ve bölgemizin güvenlik ve
istikrarına yönelik yansımaları,
bu konudaki bölgesel ve uluslararası yaşanan son gelişmeleri
de içerecek şekilde müzakere
edilmiştir.
“Ülkemizin güvenliği, halkımızın huzuru ve kamu düzenini ilgilendiren hususlar ayrıntılı olarak görüşülmüştür. Bu
kapsamda millî güvenliğimizi
tehdit eden ve kamu düzenini
bozan iç ve dış legal görünüm
altında illegal faaliyet yürüten
paralel yapılanmalar ve illegal
oluşumlar ile yürütülen mücadelenin kararlılıkla sürdürüleceği vurgulanmıştır.
Deniz yetki alanları başta
olmak üzere, Ege ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler gözden
geçirilmiş, Türkiye’nin kendi
kıta sahanlığı içerisinde ve garantör ülke olarak Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nin ruhsatlandırdığı sahalardaki hak ve
menfaatlerinin korunması için
gereken her türlü tedbirin önümüzdeki dönemde de kararlılıkla alınacağı belirtilmiştir.
Terörle çok boyutlu mücadele kapsamında sürdürülen Çö-
Irak ve Suriye’de IŞİD ve diğer
terör örgütleriyle mücadele,
Az önce değindiğimiz üzere
yaklaşık 10 saat 20 dakika
süren bu MGK toplantısının
en yakın dereceye sahip olanı,
meşhur (!) 28 Şubat kararlarının çıktığı ve 28 Şubat 1997’de
yapılan tarihî toplantıydı ki
yaklaşık 9 saat sürmüştü. Paralel yapı, kendisinin olan medya
organlarında boşuna “28 Şubat
gibi” deyip durmuyor demek
ki (!)…
Demirel’den
tanıklığa ret
BELKİ de herkesin istediği
bir şeydi 28 Şubat Davası’nda
9. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in en azından bir
defaya mahsus tanık olarak
dinlenmesi. Ankara 5. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin baktığı davada
müdahil avukatların isteği de bu
yöndeydi ve Demirel’e bu konu
hakkında mahkeme tarafından
çağrıda bulunuldu. Ekim ayı
sonunda görülen 67 ve 68’inci
duruşmalar öncesinde merak
edilen bu durum, Süleyman
Demirel’in avukatları tarafından
vekâleten cevaplandı. Şaşılmayacak cevap, “çağrıya ret”
niteliği taşıyordu. Böylelikle o
meşhur kararların alındığı gün
Millî Güvenlik Kurulu’na kimin
başkanlık ettiği de çok acayip
bir hal aldı, zira Mustafa Kalemli
o günlerde TBMM Genel Kurul
Salonu ile ilgileniyordu (!).
Selçuk Kayıhan // [email protected]
Türkiye’de “Savcı” dediğin
TÜRKİYE’de süregelen korku imparatorluğunun hangi tanımlamalar
ve sloganlar altında tertipli biçimde yürütüldüğü bellidir ki bunlardan
biri de “hukukun üstünlüğü” garabetidir. “Hukukun üstünlüğü” yargısı, bu ülkede yaşayanların üzerinde fobik bir önyargı sebebidir.
>> Zira “hukukun üstünlüğü”
fermanıyla gezenler, hakarette,
tehditte, saldırıda, aymazlıkta
ve dahi hukuk tanımazlıkta had
hudut bilmezler. Onların derdi
hukukun değil, “hukukçunun
üstünlüğü” üzerinedir.
Bu safsataya sığınan örnekleri doğrudan göremeyiz. Zira
onlar her zaman mağaralara
sığınarak yaşayan yarasalardan
farksızdırlar. Karanlıkta hareket
etmekten hoşlanır, cesaretten
yoksun oldukları için gündüz
gezinmeyi bilmezler. Sanallığın
delikanlılığına yaslanan bu
hukukçular, hazinesinden yedikleri devlete amiyane tabirle
işkembeden sallamayı da iyi
bilir, “Biz bu ülkenin sahipleriyiz, istediğimize söveriz. Bizi
hesaba çekecek kim var?” diye
düşünürler.
Ümraniye Dosyası ile tanınan
ve 17 Aralık darbe girişiminin
ardından Başbakan olduğu
dönemde Cumhurbaşkanı
Erdoğan’a ağır hakaret ve ithamlarda bulunan “alelade savcı”
Zekeriya Öz de bu hukukçunun üstünlüğü imanına sahip
olanlardandı. Ancak Düzce
Cumhuriyet Başsavcılığı, Bolu
Cumhuriyet Savcısı Zekeriya
Öz hakkında “17 Aralık soruşturmasını gerekçe göstererek
dönemin Başbakanı Erdoğan’a
hakaret ve tehditte bulunduğu
iddiasıyla” kamu davası açıldığını bildirdi. Başsavcılık’tan yapılan açıklamada şunlar kaydedildi: “Halen Bolu Cumhuriyet
Savcısı olarak görev yapan Zekeriya Öz hakkında, kendisine
ait Twitter hesabından 17 Aralık
soruşturmasını gerekçe göstererek dönemin Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan’a hakaret ve
tehditte bulunduğu iddiası
ile ilgili olarak Düzce Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen
soruşturma sonucunda Düzce
Ağır Ceza Mahkemesi’nde isnat
edilen hakaret ve tehdit suçlarından yargılanmak üzere kamu
davası, Düzce Cumhuriyet Başsavcısı Akif Celalettin Şimşek
imzası ile tanzim edilen iddianame çerçevesinde açılmıştır.” 17 Aralık Komisyonu soruşturmaya başladı
İSTANBUL merkezli 17 Aralık soruşturması kapsamında hakkında takipsizlik kararı verilen eski bakanlardan Zafer Çağlayan’ın oğlu Oğuz Kaan Bayraktar,
İstanbul Adliyesi’nde çalışmalarına başlayan Meclis
Soruşturma Komisyonu’na ifade verdi.
>> TBMM’de dört eski bakanla ilgili kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu, İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı Terör
ve Örgütlü Suçlar Birimi tarafından yürütülen İstanbul merkezli 17 Aralık soruşturması kapsamında Bayraktar’dan yaklaşık
1 saat süren ifadesini aldı.
Bayraktar’ın ifadeye birlikte
geldiği avukatı, adliye önünde
yaptığı açıklamada müvekkilinin Komisyon çağrısına uyarak
adliyeye geldiğini belirtti ve
ekledi: “‘Kendisinin bilgisine
başvuruldu. Biz de ifade verdik
ve akabinde ayrıldık”.
Daha sonra aynı soruşturma
kapsamında yine hakkında
takipsizlik kararı verilenlerden
biri olan işadamı ve eski TFF
Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ın
da komisyon üyeleri tarafından
dinlenildiği öğrenildi. 17 Aralık
soruşturmasında ismi zikredilen dört eski bakanla ilgili kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu, çalışmalarını 26 Aralık’a
kadar sürdürecek ve yapılacak
işlemlerin ardından hazırladığı raporu Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne sunacak.
kasım 2014
11
Türkiye Ajanda
Yeni Büyükelçi Bass
TÜRKİYE bir imparatorluğun çöküşünü izlettirme heveslisi olan sefiri
uğurlarken, ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi ile de tanıştı.
Ehliyete yeni
düzenleme
SÜRÜCÜ belgelerinin alınması hakkındaki düzenlemelerin
ardından, sanırım en çok da her
gün trafiğe çıkanları sevindirecek bir uygulamaya geçiliyor.
Artık daimî sürücülük yerine
sınırlı sürücülük sistemi geliyor.
>> ABD Dışişleri Bakanı John
Kerry’nin Özel Kalem Müdürlüğü görevinden ayrılarak yaklaşık bir yıllık kulis geçmişinin
ardından Türkiye görevi sevdasına kavuşan eski ABD Tiflis
Büyükelçisi John Bass, Başkan
Barack Obama’nın kendisini
aday göstermesinin üzerine
Senato tarafından alındığı uzun
mülakatlar sonunda Türkiye’ye
geldi ve yeni büyükelçilerin
güven mektuplarını sunduğu
törende yer aldı.
Daha önce Türkiye’ye dair ve
Türkiye’de hiçbir görev almayan Bass, sadece Tiflis görevi
sebebiyle değil, üzerine yaptığı
çalışmalarla da bir Kafkaslar
uzmanı. Belki de genellikle Türkiye’deki ABD büyükelçilerinin
Ortadoğu üzerine yaptıkları
çalışmalar, bu süreçle birlikte
biraz Kafkaslara da uzanacaktır. Zira Ortadoğu’da neye dokunsa tarumar eden ABD için
Ukrayna ile en belirgin halini
alan Rusya çatışması yine Türkiye üzerinden şekillendirilmeye çalışılacaktır. Tüm bunları
zaman gösterecek.
Türkiye görevine olan
iştiyakıyla Türkçe bilmemesine rağmen Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın karşısına Türkçe
selamla çıkan Bass, ülkemizdeki bu göreve tam bir kariyer
basamağı olarak bakıyor olsa
gerek, zira buradan dahi iyi bir
referans olabilir mi?
Ayrıca Riccardione’ye “Güle
güle!” derken, Bass “Hoş geldiniz
ama halefiniz gibi hadsiz olmayınız” hatırlatmasını yapalım bu
satırlardan.
Bu uygulamayla A ve B tipi
ehliyet sahiplerinin 10, D ve E
tipi ehliyet sahiplerininse 5 yılda bir ehliyetlerini yenilemeleri
gerekiyor. Yenileme işlemi için
sürücülerin yapılacak sağlık
kontrolünden geçmesi gerekiyor. Sağlığı araç kullanmaya
müsait olmayan sürücülere
yenileme işlemi yapılmayacak.
Bu arada otomatik vitesli
araç kullanıcılarına B1 adındaki
yeni tür ehliyetler verilecek.
Böylelikle sürücü kurslarına getirilecek olan otomatik araç kullanma eğitimi ve de bu tür araçlarla imtihana girme imkânı da
doğacak. Her nedense bu konuyu “Hanımlara müjde!” şeklinde
ilan edenler mevcut; Türkiye’de
otomatik araç kullananların
ve bu tür araçların satışının ne
denli arttığını bu kesim bilmiyor
olsa gerek.
Ve HSYK tamam, görevler dağıtıldı
1. Daire Başkanlığı’na Halil Koç
ve 2. Daire Başkanlığı’na Mehmet Yılmaz seçildi.
GEÇTİĞİMİZ ay bütün Türkiye’yi kendisine kilitleyen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu için seçimler
yapılmış, seçimle işbaşı yapacak üyeler belirlenmişti.
Cumhurbaşkanı’nın atayacağı 4 üye de HSYK’ya gönderildi ve Kurul, vazifeye başladı.
Ayrıca 1. Daire Başkanlığı üyeliklerine Kenan İpek, Yakup Ata,
Mehmet Durgun, Rasim Aytin,
Ömür Topaç ve İsa Çelik, 2. Daire
Başkanlığı üyeliklerine Taci
Bayhan, Hayriye Şirin Ünsel,
Mustafa Kemal Özçelik, Muharrem Özkaya, Ramazan Kaya ve
Mahmut Şen seçilirken 3. Daire
Başkanlığı üyeliklerine de Şaban
Işık, Ömer Kerkez, Kerim Tosun,
Aysel Demirel, Ahmet Berberoğlu ve Turgay Ateş getirildi.
>> Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, Hâkimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu asıl
üyeliklerine Rasim Aytin, Muharrem Özkaya, Hayriye Şirin
Ünsel ve Aysel Demirel’i seçti.
Dört isimden Rasim Aytin HSYK
12
kasım 2014
üyeliğine devam ederken,
diğerleri İstanbul ve Ankara
Baroları’na bağlı avukatlar
olarak ilk kez HSYK’ya girmiş
oldular.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
yaptığı atamaların ardından
Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu’nda görev dağılımı da
yapıldı. Buna göre Hâkimler
ve Savcılar Yüksek Kurulu
Başkanvekilliği ve 3. Daire
Başkanlığı’na Metin Yandırmaz,
Selçuk Kayıhan
Tevhid Selam hakkında takipsizlik
ANKARA Cumhuriyet Başsavcılığı, “Tevhid Selam Kudüs Terör Örgütü” üyeliği iddiasıyla yürütülen soruşturmada, bazı Alevi dedelerinin
de aralarında bulunduğu 9 kişi hakkında “delil yetersizliğinden ötürü”
takipsizlik kararı verdi.
>> Anayasal Düzene Karşı
İşlenen Suçları Soruşturma
Bürosu’nda görevli Cumhuriyet
Savcısı Durak Çetin tarafından
verilen kararda, İsrail istihbarat
servisinden Türkiye’deki İsrail
diplomatlarına yönelik terör
saldırısı yapılacağına dair
ihbarda bulunulması üzerine
başlayan soruşturmada, şüphelilerin bu saldırı iddiasıyla ilgili
nasıl bir irtibat kurularak soruşturmaya dâhil edildiklerinin
ve haklarında iletişimin tespiti,
teknik araçlarla izleme işlemleri
yapılmasına gerek duyulduğunun belirlenemediği kaydedildi.
İşte bizim dikkatimizi çeken
nokta da burası oldu! Zira Uğur
Mumcu suikastıyla duyduğumuz Tevhid-i Selam adlı örgütü
“Selam Tevhid” evrimiyle zikreden yapının neyin peşinde
olduğu bu kıstaslarla ortaya
çıkıyor.
Jandarma atamaları
kısmen İçişleri Bakanlığı’nda
JANDARMA ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın,
askerî görevler dışındaki görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin atama, değerlendirme ve disiplin konularının İçişleri Bakanı ve valilerin yetkilendirilmesi hakkında çalışmalar yapıldığı bildiriliyor.
>> İçişleri Bakanlığı’ndan
yapılan açıklamada, bazı basın
ve yayın organlarında Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil
Güvenlik Komutanlığı ile ilgili
haber ve değerlendirmelerin
yer aldığı hatırlatılırken, kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi
bakımından açıklama yapılmasına gerek duyulduğu belirtildi.
Açıklamada, “Hazırlanan tasarı
taslağında, Jandarma Genel
Komutanlığı ve Sahil Güvenlik
Komutanlığı’nın askerî görevleri dışındaki görev, yetki
ve sorumluluklarına ilişkin
olarak atama, değerlendirme
ve disiplin konularında İçişleri
Bakanı’nı ve valileri yetkilendiren düzenlemeler yapılmıştır”
ifadesi kullanıldı.
Bu açıklamaya göre en basit
cümlelerle şunu diyebiliriz
sanırım: Jandarma ve Sahil Güvenlik, tamamen değil, ancak
kısmen İçişleri Bakanlığı’na bağlanıyor. Bu örneğin bulunduğu
önemli ülkeleri düşündüğümüzde, tam da kısmî bağlılığın
faydalı olacağı aşikârdır.
Dosyadaki mevcut delillerden şüphelilerin suç teşkil eden
herhangi bir söz veya eylemlerine rastlanılmadığı vurgulanırken, Tevhid Selam-Kudüs terör
örgütüne üye olduklarına ve
bu terör örgütünün faaliyetleri
doğrultusunda suç işlediklerine dair soyut iddialar dışında
hiçbir şey yok.
Takipsizlik kararı verilerek
terör örgütü üyeliği ve yöneticiliği ile ilişkilendirilen EHDAV
Başkanı Ali Yeral, Hüseyin Gazi
Derneği Başkanı Gülağ Öz,
Alevi Dedesi Hüseyin Dedekargınoğlu, Araştırmacı-Yazar
Piri Er, Bektaşi Babası Şakir
Keçeli, Alevilik Araştırma Merkezi Başkanı Ali Yıldırım, Alevi
Dedesi Hüseyin Alagöz, Aresh
Gahmani ve Seyed Askar
Seyedturabi hakkında kovuşturma yapılmasına yer olmadığı belirtildi.
17 Aralık’tan bu yana sürdürülen “Selam Tevhid” söylemlerinin kök ucunu Anadolu’da
değil, Uğur Mumcu’dan beridir
Türkiye’yi nasıl abluka altına aldığını gösterme gayretinde olan
bürolarda aramak gerekir.
Şehitlerimizi
rahmetle anıyoruz
ÜLKEMİZİ geçmişteki kara
günlere geri götürmek isteyen
düşmanların hainlerin hedefinde güvenlik kuvvetlerimiz vardı
bu ay. Bingöl ve Hakkari’de gerçekleşen iki hain saldırı sonunda iki polisimiz ve üç askerimiz
şehadetle tanıştı. Hakkari’deki
suikastla ilgili konulan basın
yasağına destek verirken, bu
yasak sebebiyle haber detayına
girmekten imtina ediyoruz.
Allah şehitlerimizi Resulü’ne
komşu etsin… Vatan sağolsun!..
kasım 2014
13
Dünya Ajanda
Ar damarı çatlamıştan arsız baskın!
EN son saçtığı vahşetin daha yaraları soğumamışken, İsrail, bu kez
de Mescid-i Aksa’da yaptıklarıyla karanlık hislerini konuşturmaktan çekinmedi. Tıpkı üç yerleşimcinin kaybolduğu zamanlarda “Hamas katletti!” bahanesiyle Gazze’ye girdiği gibi, Ekim ayının sonunda, bu kez bir hahama yapılan silahlı saldırıyı mazeret sayarak
Aksa’ya bütün girişleri kapattı.
Camii içerisinde postallarıyla
gezerek göstericileri tartakladı,
bu sırada cami içerisindeki Kur’an-ı Kerimler etrafa saçıldı. Bu iğrenç durum, 1967’den
beri ilk defa tekrarlanıyor.
Demek oluyor ki, son vahşetin
ardından İsrail, artık eceli gelmiş
gibi cami duvarına pisliyor.
Dışarıdaki gerginlik sırasında ise Hıtta Kapısı önünde
toplanan Filistinlilerin İsrail
askerlerini protestosu vardı.
İsrail askerleri bu protestoya da
plastik mermi ve ses bombaları
kullanarak cevap verdi.
Tüm bunlar yaşanırken İsrail
Emniyeti’nden yapılan açıklamada şu ifadeler kullanıldı:
“Çıkan olaylarda herhangi bir
gözaltı ve tutuklama olmadı.
Saat 10:00 itibariyle Aksa’nın kapıları tekrar ziyaretçilere açıldı.”
>> Batı Kudüs’te aşırı sağcı
bir hahamın silahlı saldırı
sonucu ağır yaralanmasının
ardından İsrail polisi, ikinci
bir bildirime kadar Mescid-i
Aksa’nın tüm Müslümanlara
kapatıldığını duyurdu. Buna
göre turistler ve Yahudi yerleşimciler de dâhil olmak üzere
hiç kimse Aksa’ya giremeyecekti. Haham ölmemişti, ancak bu
yasağın ardından İsrail Emniyet
Müdürlüğü Sözcüsü Micky Rosenfeld, kendi Twitter hesabından yaptığı açıklamayla terörle
mücadele polisinin Abu Tor’da
bir evi kuşattığını ve kendilerine
ateş açılması üzerine şüpheliyi
vurarak öldürdüğünü ilan etti.
Belirttiğimiz üzere İsrail yönetimi, ikinci bir emre kadar turistlere ve Yahudilere dahi Aksa’nın
14
kasım 2014
açılmayacağını açıklamıştı.
Ancak bu yasak ilanından sadece beş gün sonra, İsrailli emniyet güçlerinin 100 kadar Yahudi
yerleşimciyi Mescid-i Aksa
avlusuna Megaribe Kapısı’ndan
alması Filistinli Müslümanların
tepkisini çekti.
Durumu protesto eden Filistinlilerle İsrail askerleri arasında
çatışma çıktı. Mescid-i Aksa
avlusuna giren 300 İsrail askeri,
cami avlusunu savaş alanına
çevirerek Filistinlilerin üzerine
plastik mermi, ses ve gaz bombalarıyla saldırdı onlarca kişinin
yaralanmasına sebep oldu.
Ayrıca çatışma esnasında
avlu içinde bulunan Kıble
Camii’ne sığınan Müslümanları
kovalayan İsrail askerleri, Kıble
Yani İsrail Emniyeti, İsrail’in
yine kendi koyup kendi çiğnediği yasağı gündeme getirmekten
kaçınarak yine Filistinlilerin
olay çıkarttığını ve bu olaylarda
güya şefkatli davranarak her
şeye rağmen gözaltı gibi bir
durumun yaşanmadığını ifade
etti. Ancak onlarca yaralının
arasında Anadolu Ajansı ile TRT
Türk muhabirlerinin bulunduğu
biliniyor.
Bütün dünya IŞİD’i, Peşmergeyi, PYD’yi, Kobani’yi ve koalisyon güçlerinin hava saldırılarını
konuşurken, bir hahamın derinliği belli dahi olmayan herhangi bir saldırıya uğramasının
ardından İsrail’in hangi hesaplar
içinde olduğunu görmezden
gelmek mümkün olabilir mi?
Çin ve Kuzey Kore hakkında
“haber alınamayan ülkeler”
şeklinde kullanılan nitelemeler
ne kadar doğrudur, ancak İsrail
için bu sıfat az bile. Zira İsrail,
içeriden haber alınamadığı gibi,
terör politikası üzerine dizayn
edilen yalan haberleriyle sade-
ce manüpilasyon oluşturuyor.
İsrail’in Mescid-i Aksa’da
yaptığı bu hayâsız baskın
elbette birçok ülkeden tepki
aldı. Ancak Dünya Müslüman
Alimler Birliği, Mescid-i Aksa’nın
korunması hakkında tüm
dünya Müslümanlarına “genel
seferberlik” çağrısında bulundu.
Birliğin yaptığı bu çağrı elbette
samimiyet ve iman kardeşliği
üzerine gerçekleştirilmiş bir
çağrı. Zira Dünya Müslüman
Alimler Birliği’nin aslında dikkat
çekmek istediği nokta farklı. Birlik Başkanı Yusuf el-Karadavi ve
Genel Sekreter Ali Karadaği’nin
imzasıyla yapılan yazılı açıklamada Müslümanların, İsrail’in
Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya
yönelik ihlallerine karşı sessiz
kalmamaları gerektiği belirtilirken asıl vurgu şu konuya yapılıyor: “Mescid-i Aksa’nın korunup
zaman ve mekân olarak ikiye
bölünmesini önlemek için tüm
Müslümanları seferber olmaya
çağırıyoruz!”
Peki, Mescid-i Aksa’nın “zaman ve mekân olarak ikiye bölünmesi” ne demek? İsrail Parlamentosu Knesset’te yapılan
çalışmalar, Mescid-i Aksa’nın
bölünmesi için yürütülen yöntemleri içeriyor. Avlu basma ve
ayakkabılarla camiye girmek
de bu yöntemlerin manüpilasyon çalışmalarından bir örnek,
böylece Müslümanların nabzı
ölçülüyor. İsrail yönetimi, bu tip
yöntemlerle 1994’te El-Halil’deki
İbrahim Camii’ni de Yahudilerle
Müslümanlar arasında paylaştırmıştı.
Aksa baskınından yalnız
iki hafta önce gerçekleşen bir
detaydan bahsederek İsrail’in
hayvanî hamlelerine ilişkin
yorumumuza son verelim.
Bilindiği gibi İsrail, 40 yaşın altındaki Müslümanların Mescid-i
Aksa’ya girişine izin vermiyor.
Cuma namazını Aksa’ya en
yakın yerlerde kılmaya çalışan
Filistinliler, namazın ardından
bu yasağı protesto ediyorlar.
İşte baskından tam da iki hafta
önceki eylemde, İsrail güvenlik
güçlerine ait TOMA’lardan foseptik sıvı sıkıldı. Bunun üzerine
daha fazla şey söylemeye gerek
var mı?
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
İsveç, Filistin’in bağımsızlığını tanıdı
İSVEÇ Dışişleri Bakanlığı, Filistin’i bağımsız bir ülke olarak tanıdıklarını
açıkladı. Yeni seçilen merkez-sol hükümetinin gerçekleştirdiği bu hamle, bağımsız Filistin davasına önemli bir destek sağladı.
mek istediğini ifade etti. İsveç’in çiçeği burnunda
başbakanı ve Sosyal Demokrat
Parti lideri Stefan Löfven de
Filistin’in bağımsızlığını tanıdıklarını belirterek, “İsrail ile olan
sorunlar, uluslararası hukuka
uygun olarak iki devletli çözüm ile aşılabilir” dedi. İsveç’in
Filistin’i tanıması, bir AB üyesinin böyle bir karar alması bakımından büyük önem taşıyor.
İsveç’ten başka Macaristan,
Polonya ve Slovakya da Filistin’i
tanıyan ülkeler, ancak bunlar,
AB üyesi olmadan önce Filistin’i
devlet olarak tanımışlardı. >> İsrail ile Filistin arasındaki
görüşmelerin yalnız İsrail’i
değil, ancak iki devletin de
tanınmasıyla gerçekleşeceğine
inanan İsceç yönetimi adına
konuşan İsveç Dışişleri Bakanı
Margot Wallstrom, bir gazeteye
verdiği beyanda İsveç hükümetinin müzakere masasında
oturacak Filistinlileri destekle-
İsveç’in almış olduğu bu
karara karşı İsrail’den yanıtsa
gecikmedi. İsrail Başbakanı
Netanyahu, “İsveç’in Filistin
Devleti’ni tanıma kararı tek
taraflı bir adımdır. Tek taraflı
adımlar geçmişte imzalanan
anlaşmalara aykırıdır ve barışı
yaklaştırmak yerine uzaklaştırır” dedi. Her nedense
Netanyahu’nun açıklamasının
ardından iyi ki felsefe ve mantık
dersleri aldığıma şükrettim;
mutlaka var bir hikmeti...
Denge bırakmayacak tehlike
İSVİÇRE’de “İsviçre, altınımızı biriktir!” sloganıyla gerçekleştirilecek referandumda sonuç
“Evet” çıkarsa, İsviçre Merkez
Bankası, 5 yıl içinde bin 600 ton
altın satın almak zorunda ka-
lacak ve tekrar altın satmasına
izin verilmeyerek İsviçre’nin
sahip olduğu altının tamamı
ülke içinde tutulacak. Ülkenin
sahip olduğu altın rezervinin
yaklaşık yüzde 70’i ülke içinde,
yüzde 20’si ülke dışındaki bankalarda, yüzde 10’u ise Kanada
Merkez Bankası’nda tutuluyor.
Yani “Evet” ile yurtdışındaki altın rezervleri de ülkeye girecek.
İsviçre Halk Partisi (SVP)
tarafından sunulan bu teklife İsviçre hükümeti, İsviçre Merkez
Bankası ve birçok siyasî parti
karşı çıkıyor. Teklifin kabul edilmesi durumunda altın fiyatlarının yükseleceği ve avro-İsviçre
frankı kur dengesinin bozulacağından endişe ediliyor.
Bangladeş’te
idamlar peşi sıra
GEÇEN senenin bugünlerinde yine Bangladeş’i
ve yine idamı konuşuyorduk. 65 yaşındaki Cemaat-i İslamî Genel
Sekreteri Abdulkadir Molla hakkında Bangladeş
Yüksek Mahkemesi’nin
insanlığa karşı suç işlediği
gerekçesiyle verdiği idam
cezasının infazı gerçekleşmiş, tüm dünya Müslümanları ve o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak
üzere bütün Türk diplomat ve de yetkililer duruma sert tepki göstermişlerdi.
>> Neredeyse bir yıl geçti ve
Bangladeş’te yine Cemaat-i
İslamî liderlerinden Motiur
Rahman Nizamî, 43 yıl önceki
iç savaşta savaş suçu işlediği
gerekçesiyle idam cezasına
çarptırıldı. Ayrıca Cemaat-i
İslamî’nin bir başka lider
ismi olan Ğulam Azzam da
mahkûm olarak geçirdiği hayata solunum yetersizliğinden
ötürü 92 yaşında veda etti.
Bangladeş Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, 2009
yılında iktidardaki Avami Ligi
Partisi tarafından 1971’deki
iç savaşta işlenen suçları
araştırmak için kurulmuştu. Bangladeş’in Pakistan’a
karşı başlattığı ve 9 ay süren
bağımsızlık savaşı sırasında
3 milyondan fazla kişi ölmüş, 200 bin kadına tecavüz
edilmişti.
kasım 2014
15
Dünya Ajanda
Peşmerge Suruç’tan geçti
IRAK Kürt Bölgesel Yönetimi tarafından Kobani’ye gönderilen Peşmerge grupları, Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde buluşarak bölgeye intikal etti.
Rohingyalar
Arakan’dan
kaçıyor
MYANMAR’da Müslüman Rohingyalar, hükümetin son dönemde bölgede çok sayıda kişiyi
tutuklaması üzerine ülkenin batısındaki Arakan eyaletinden kaçıyor.
>> Erbil’den Kobani’ye gönderilmek üzere hareket eden ağır
silahlı Peşmerge grupları, Suruç ilçesinin sınır hattındaki
güzergâhı kullanarak daha önce
havayoluyla gelen grupla birleşip Suriye’ye geçti. Peşmerge
konvoyu, Türk polisi ve jandarma ekiplerinin yoğun güvenlik
önlemi altında Mürşitpınar
Sınır Kapısı yakınlarında bekleyen grubun bulunduğu özel
alana girdikten sonra bölgeye
konuşlanırken, Özgür Suriye
Ordusu’ndan 200 eğitimli savaşçı da yine Türkiye üzerinden
aynı bölgeye giriş yaptı.
Ancak Kobani konusunda
Türkiye’nin kısmî desteğini
alan koalisyon güçlerinin hava
saldırıları sürerken Özgür
Suriye Ordusu’ndan da destek
almaları son derece ilginç bir
manzara oluşturdu. Zira dört
yıldır Esed cinayetlerine maruz
kalan Suriye’nin bu mazlum
kuvveti, dört yıldır uluslararası
toplumdan ve uzanabildikleri
her ülkeden destek bekliyor,
yardım istiyor. Koalisyon güçleriyse, kara harekâtına cesaret
edemediği demde bu mazlum
ABD’den Mısır’a malî destek
ABD Hazine Bakanı Jacob Lew, Mısır’a 200 milyon dolar yardımda bulunacaklarını açıkladı.
>> Lew, temaslarda bulunduğu Kahire’de, Mısır Maliye Bakanı Hani Kadri ile görüşmesinin
ardından düzenlenen basın
toplantısında, ülke ekonomisinin desteklenmesi amacıyla
hükümetler arası çalışmalarda
bulunmak amacıyla Mısır’ı
ziyaret ettiğini ve ülkesinin
“Mısır ekonomisini güçlü bir
şekilde” desteklediğini ifade
etti. Şubat’ta bir “Mısır Ekonomi
16
kasım 2014
Zirvesi” düzenlenmesi planlanıyor.
İşte bütün bunları gördüğünüzde en başa dönüp soruyorsunuz “Boşuna mı Sisi’nin
yaptığına darbe demekten
korktu?” diye. ABD’de yapılan
Senato seçimlerinde Cumhuriyetçilerin Demokratlara karşı
ele aldığı gücü görünce “Mesajı
aldım” diyen Obama’dan da bu
beklenirdi.
kuvvetten Peşmerge’nin yanında yer almasını istiyor. ÖSO ise
bu talep karşısında bir anlamda
Türkiye’nin gözünün içine
bakıyor.
Türkiye’nin güvenli bölge
oluşturma niyetine bütün kararlılığıyla karşı çıkan ABD’nin
ÖSO’ya nasıl mahkûm olduğu
ortada. İlerleyen süreçte bölgeye bu kuvvetten katılacak
binlerce kişi olacak. Bu noktada
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
Fransa ziyaretinde Hollande
ile gerçekleştirdiği görüşmenin
önemi de büyük.
>> Bir haftada 8 bin Rohingyanın Arakan’dan ayrıldığı
belirtilirken, bu sayının 2013
yılı boyunca bölgeden kaçan
Rohingyaların sayısından fazla
olduğu vurgulanıyor. El-Kaide lideri Zevahiri,
yayınlanan bir videoda örgütün Güney Asya yapılanmasını
Myanmar’daki Müslümanlar
için “iyi bir haber” şeklinde
müjdelemiş, Myanmarlı
Müslümanların haksızlık ve
baskıdan kurtulacağını ifade
etmişti. İşte bu açıklama,
Myanmar hükümeti tarafından Rohingyaları hedef alan
operasyonun bahane olarak
kullanılmaya başlandı. Yani
Müslümanlar bilmeli ki, terör
örgütünden dost olmaz.
Küba’da Katolik
kilisesine izin
KÜBA hükümeti, 55 yıl aradan sonra, ülkede bir Katolik
kilisesi inşa edilmesine izin
verdi. Kilisenin finansmanı,
Florida’nın Tampa kentindeki
Katolikler tarafından sağlanacak. 200 kişi kapasiteli kilisenin
inşasına izin verilmesi, Küba ve
Katolik dünyası arasındaki
ilişkilerde yeni bir adım olarak
görülüyor ve Vatikan ile komünist Küba arasındaki ilişkilerin olumlu gittiği şeklinde
yorumlanıyor. 59 Devrimi’nin
ardından Küba Katolik Kilisesi
ve hükümet arasındaki ilişkiler
gergindi.
Ömer Bekir Sadık
Boko Haram saldırılara devam ediyor
NİJERYA’yı bir korku afeti gibi teslim alan Boko Haram terör örgütü,
ülkenin kuzeydoğusundaki Kukawa kentinde yine silahlı bir saldırı
düzenleyerek çok sayıda insanı katletti.
>> Saldırının ardından birçok
kişi bölgeyi terk etmek zorunda
kalırken, saldırganlar karakol,
postane ve birçok evi ateşe verdi. Ayrıca örgüt militanlarının
Lake Chad Basin bölgesinde bir
sağlık merkezi ve petrol şirketi
binasına da saldırdığı belirtildi.
Bu arada aylar önce kaçırılan 200 kadar kız öğrencinin
güvenli bir şekilde evlerine
dönmesi, ayrıca ülkenin kuzeydoğusunda barış ve istikrarın
tesis edilmesi için taraflar arasında görüşmeler devam ederken, Boko Haram’ın 60 kadını
daha kaçırdığı iddia ediliyor.
Tam da ateşkesin sağlanmaya
yaklaşıldığı süreçte böylesi bir
hamlenin gerçekleştirilmesi
endişelerin artmasına sebep
olurken Nijerya üzerinde hangi
tip senaryoların kurgulandığına
dair düşünceleri derinleştiriyor.
Ateşkes ülkenin büyük
bölümünde şüpheyle karşılanırken, Boko Haram militanları
ateşkes ilanından hemen sonra
ülkenin kuzeydoğusundaki Borno eyaletinde iki köye
saldırmış, Damboa şehrini
de ele geçirmeye kalkışmıştı.
Burada çıkan çatışmalarda 28
militan öldürüldü.
Türkiye, Libya’da “Ben buradayım” diyor
CUMHURBAŞKANLIĞI ve Hükümet Kuzey Afrika Özel Temsilcisi sıfatıyla Libya’da temaslarda bulunan AK Parti Ankara Milletvekili Emrullah İşler,
Türkiye’nin, Libya’da çatışan taraflar arasında diyalog
sürecine katkıda bulunmaya hazır olduğunu söyledi.
>> İşler, Tobruk, Misrata ve
Trablus’ta gerçekleştirdikleri
görüşmelerle Libya’daki durumu tespit etmeye çalıştıklarını
ifade ederken şunları söyledi:
“Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Özel Temsilcisi Bernardino Lenon’un başlattığı diyalog
sürecini destekliyor, bu sürecin
daha kapsayıcı şekilde ilerlemesini temenni ediyoruz. Taraflar arasındaki siyasî ve hukukî
görüş ayrılığının da diyalog
yoluyla giderilebileceğini ümit
ediyoruz. Bingazi çevresinde
ve Trablus’un güneyinde meydana gelen son çatışmaları ve
hava saldırılarını endişeyle
karşıladık. Bu konuda uluslararası toplum tarafından yapılan
açıklamaları da destekliyoruz.
Arap Baharı’nın Libya’da da
başarısız olmasını isteyenler
var. İnanıyoruz ki, Libya halkı
buna izin vermeyecektir.”
Libya’da Kaddafi’nin devrilmesine kadar ilerleyen süreçte
Türkiye’nin ne tür başarılı aksiyonlar gösterdiğine tüm dünya
şahit olmuştu. Libya-Türkiye
kardeşliğine dair bu atılımı biz
de can-ı gönülden destekliyoruz.
kasım 2014
17
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
Agos’ta eleştiri ve
özeleştiri iç içe
T
ÜRKİYE Ermenilerine yönelik haberleriyle haftalık olarak yayınlanan Agos
gazetesinin 30 Ekim 2014 tarihli baskısında ilginç bir analiz-haberle karşılaştım. Lora Sarı imzalı çalışmada ilk
uluslararası Ermenice şarkı yarışması
olan Tsovits Tsov’dan bahsedilirken,
yarışmaya katılan iki ayrı parçanın sözleri üzerinden
günümüz Ermenilerinin Türkiye’ye ve kendilerine nasıl
baktıklarını, ancak hangi açılardan bakmaları gerektiğine dair eleştiri ve özeleştirinin bulunduğu pasajlar yer
alıyordu.
Yorumda Amroyan ile Medz Bazar’ın iki
tip Ermeni düşüncesini resmettiği belirtilirken şöyle bir söylem getiriliyor:
“Medz Bazar ‘Ariur Ar Ariur’ adlı şarkıda,
Fransa’da yaşayan Ermeniler arasında
‘yüzde yüz Ermeni’ olmak için gerekli görülen özellikleri hicvediyor. Bu grubun ikincisi
dünyaca ünlü cazcı Tigran Hamasyan
olurken, Hamasyan, grup birinciliğini Ermenistanlı müzisyen Sevak Amroyan’ın son
derece şoven şarkısı ‘Axpers u Es’e kaptırdı.
Amroyan’ın şarkısı milliyetçi, militarist ve
şiddet göndermeli sözlerle dolu. Türk’e karşı
verilecek savaştan, dökülecek asil Ermeni
kanından, bu savaşın kutsallığından ve türlü milliyetçi göndermelerden geçilmeyen
şarkının bu tür bir yarışmada kendine nasıl
yer bulduğu büyük bir merak konusu.
23 Kasım’da Kremlin Sarayı’nda sahne
alacak, büyük çoğunluğun Ermenistan ve
Rusya’dan olduğu görülen 14 finalist arasında yedinci sırada Tigran Hamasyan, 10.
sırada Vomank, Vomank’ın hemen altında
Sevak Amroyan ve 13. sırada Collectif Medz
Bazar var.
>> “Ayrı dünyaların Ermenileri” başlığıyla
verilen analiz-haberde, öncelikle daha
evvel yarışmada bir Azeri müzik türü olan
“muğam”a getirilen yasaktan dem vurularak uygulama “ırkçı” nitelemesiyle sert
şekilde eleştiriliyor. Sevak Amroyan’a ait
olup yarışmanın finaline kalan ve Türklere
karşı açık nefret söylemleri içeren “Axpers u
Es”, yani “Kardeşim ve Ben” adlı parçanınsa
“savaş naraları attığı” ve bu şarkı dolayısıyla
yarışmada bazı şeylerin değişmediği vurgulanıyor.
Daha önce “muğam” konusuna dair yine
Agos tarafından yapılan haber vesilesiyle
söz konusu yasak kaldırılmış, zira İstanbullu olan Vomank adlı grup da bu yasağa
tepkisini dillendirmiş. Yazışmalar sonucunda ise yetkililer, kötü bir niyetleri olmadığını
belirtmişler ama Agos’taki çalışmaya göre
“özrü kabahatinden büyük” bir durum gerçekleşmiş. Zira yarışmada asıl yasaklanmak
istenen türün muğam değil, “rabiz” olduğu
öğrenilmiş. Rabiz ne mi? Muğamla özdeşleştirilerek hor görülen bir Ermeni müzik türü…
Halk oylamalarının çoğu zaman müzikaliteye göre değil, ne kadar ‘dost’unuz olduğuyla doğru orantılı yapıldığının bilincinde
olarak Amroyan’ın finale kalamayacağını,
jürinin böyle şiddet ve ayrımcılık yüklü bir
şarkıya geçit vermeyeceğini tahmin etmiş
olsak da, görüyoruz ki Amroyan, Kremlin’de
‘anavatan’ı geri almak için ‘kanunsuz
Türkler’le kanlı bir savaş vereceğini bağıra
çağıra ilan edecek.
Yine de iyi şeyler de var. En başta,
Amroyan’ın Türkleri topyekûn düşman ilan
eden ve onlara karşı nefret aşılayan kindar
zihniyetinin karşısında ‘Ariur Ar Ariur’ var.
Medz Bazar, Amroyan’ın övüne övüne
bahsettiği ‘cesur Ermeni kanı’ ve nefretiyle,
‘ulu Ermeni ulusu’yla dalgasını geçecek ve
bu ‘değerleri’ zekice yerle bir edecek.
Görünen o ki, Amroyan’ın bu tür bir
şarkıyla yarışmaya katılmasına müsaade
eden yetkililer, bu şarkıyı oylarıyla destekleyenler ve finale kalmasına müsaade eden
jüri üyeleri, ilk uluslararası Ermeni şarkı
yarışmasının adının bu şekilde anılmasına
katkıda bulunmuş oldular. Müziğin milliyetçiliğe kurban edilmesine Türkiye’de çokça
alışığız, ancak aynı hastalıktan Ermenilerin
de mustarip olduğunu görmek gerçekten
üzücü. Bu durumda da bize, aynı şey
Türkiye’de yaşanmış olsa yapacağımız şeyi
yapmak düşüyor. Eleştirmek, susmamak,
kınamak!.. Dileriz ki duyan olur.”
Uluğ Bayındır // [email protected]
Altaylı neyin peşinde?
6
KASIM 2014 tarihli Gazete Haber Türk’te Fatih Altaylı imzasıyla ilginç bir
köşe yazısı yayınlandı. Altaylı’nın neler bildiğini, daha doğrusu yazısında bahsettiği notları kimlerden hangi niyet ve amaçla aldığını, bilgileri veren kaynağın neden bu kadar gizemli bir hava estirdiğini ise çok merak ediyoruz, zira
Altaylı’nın deyişiyle -bizde niçin olmadığını bilmediğimiz- “Yeni Türkiye’de herkese sinen korku ona da sinmiş”. “Üçüncü havalimanının yeri değişecek mi?” şeklindeki soruyu başlığına taşıyan Altaylı’nın yazısı şöyle:
>> “Dün üçüncü havalimanı inşaatının bir
türlü başlamamasıyla
ilgili olarak ‘Gerçekti,
hayal mi oldu?’ başlığıyla yazıp ‘Ne oluyor bu
havalimanı, yapılamayacak mı?’ diye sorunca
Ankara’dan bir eski dost
aradı. Geçmişte de DHMİ
ile ilgili çok önemli bilgiler veren bu eskimeyen
kaynak yine ilginç şeyler
anlattı. Sabah sabah telefonda peş peşe rakamlar
sıralamaya başlayınca
beynim döndü. ‘Şunları
mail atsana’ demek
zorunda kaldım.
Yeni Türkiye’de herkese sinen korku ona
da sinmiş olmalı ki ‘Mail
atmayayım, ne olur, ne
olmaz. Sana mesaj atacağım. Tanımadığın bir
numaradan gelecek, şaşırma. Kendi telefonumdan da atamam’ dedi.
15 dakika sonra veriler
elimdeydi.
Olayın tam kalbinde
bulunan kaynağımın
üçüncü havalimanı
inşaatıyla ilgili verdiği
bilgiler şöyle:
‘Üçüncü havalimanı,
pistler ve terminal alanı,
DHMİ hiçbir çalışma
yapmadan, projesi
olmadan, jeolojik etütleri yapılmadan ihale
edildi. İhaleyi alanlar, bu
konularda hiçbir soru
sormadan ve inceleme
yapmadan bu işe atladılar. Zorluklarla şu anda
yeni yeni karşılaşmaya
başladılar ve çok açık
söyleyeyim, işi yapmaya
hiç de gönüllü değiller.
Aslında gördükleri
zorluk daha hiçbir şey;
asıl bundan sonra görecekleri var ve onlar da
tahmin ediyorlardır diye
düşünüyorum, çünkü
hepsi müteahhit. Altı
tamamıyla balçık olan
bir zeminle daha yeni
yeni karşılaşıyorlar ve
bu zeminde 1 milyar metreküp dolgu yapacaklar.
Aslında dolgu miktarı
1,8 milyar metreküp idi.
Kotları 30 metre aşağıya
çekerek 800 milyon
metreküp avantaj sağladılar ama 1 milyar metreküp de halen korkunç
yüksek bir miktar.
Ayda 40 milyon
metreküp kazı ve dolgu
yapmaları lazım ki 2
senede sadece toprak
işleri bitsin ve inşaata,
beton işlerine başlayabilsinler. Miktarın büyüklüğünü anlaman için
örnek vermek gerekirse,
Atatürk Barajı’ndaki tüm
dolgu miktarı 84,3 milyon metreküptür. Yani
her 2 ayda bir, bir tane
Atatürk Barajı yapmaları
gerekiyor.
Bu firmalar, tecrübeli
firmalar; bunu gördüler
ve hatta havalimanının
yerinin değişmesi için
lobi yapmaya bile başladılar. Aslında bu müteahhit grubu havalimanı
değil, çok büyük, hatta
muazzam bir hafriyat
ihalesi aldı. Krediyi devlet bankalarından alacaklar. Hafriyatı yaparlar;
1,5 milyona yakın ağacı
keser, bir o kadarını da
taşıyabilirlerse taşırlar.
Sonra da işi ve kredi borcunu bize, yani devlete
bırakır giderler.
Daha acayip şeyler
de var. Mesela sorun
bakalım DHMİ Genel
Müdürü’ne, temel atma
töreni yapıldı ama acaba
yer teslimi yapıldı mı?
Kredi bulma süreleri dol-
du mu? DHMİ’nin sözleşmeyi fesih hakkı doğdu
mu? Doğduysa DHMİ’de
bu ihaleyi feshedebilecek babayiğit var mı? Siz
‘İnşaat yok’ demişsiniz,
proje olmadan inşaat
olur mu? Sorun bakalım,
DHMİ tarafından tasdik
edilmiş herhangi bir
proje var mı? Bırakın
tasdik edilmeyi, çizilmiş
bir proje var mı? Bu
büyük tesisin kontrollük
teşkilatı hangi firma? Bu
kadar büyük bir projenin onaylarını yapacak,
kalitesini şartnamede
kontrol edecek bir kontrolör firmayla anlaşıldı
mı? 30 metre düşürülen
kotun maliyeti Hazine’ye
aktarılacakmış; biz yıllardır bu devletin içindeyiz,
kim yapacak bu hesabı
da para Hazine’ye aktarılacak?
Bölgenin rüzgâr
testleri yapılmadan yer
belirlendi. Bir süredir
rüzgâr ölçümleri yapılıyor. Göstermelik bir plan
vardı ya, o plana göre
yapılacak olsa pistler sürekli yan rüzgâr alacak.
Hem de Karadeniz’den
kuvvetli rüzgâr. Bir de
hava sahası meselesi
var. Bu havalimanının
Bulgar hava sahasına
mesafesini ölçün,
inecek uçaklar sürekli
Bulgar hava sahasını
kullanacak. Yaklaşmalar
da, beklemeler de hep
Bulgar hava sahasında
olacak. Buraya dedikleri
gibi 100 milyon yolcu gelecekse, bunları taşıyan
uçakların Bulgaristan’a
ödeyeceği para Bulgarları zengin eder. Bulgarlar,
DHMİ’den çok ciddi para
istiyor.’
Yüzyılın en büyük
projesinde durum bu!
Pek yakında yeri değişirse kimse şaşırmasın.
O da ‘yeni ihale’ demek
aslında. Ama ‘Yeni
Türkiye’de bunu kim
ister bilemiyorum.”
kasım 2014
19
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
Gülerce başka neler biliyor?
A
HMET Hakan Coşkun’un Hürriyet gazetesi için
Hüseyin Gülerce ile yaptığı röportajı merak etmiş,
hatta üzerine bu sayfalarda bazı notlar düşmeye hazırlamıştım kendimi. Ancak İnternethaber.
com’un önemli kalemi Süleyman Özışık bize fırsat bırakmadı
ve ardı ardına patlattı en mühim soruları. 5 Kasım 2014 günü
“Hüseyin Gülerce başka neler biliyor?” başlığıyla yayınlanan
yazıyı sizinle de paylaşalım istedik, buyurunuz…
>> “Fethullah Gülen ‘dava
adamı’ olduğunu bir kez
daha kanıtladı ve 35 yıl cemaatin hizmetinde bulunan
Hüseyin Gülerce’ye dava
açtı. Sebebi, Gülerce’nin
Ahmet Hakan’la yaptığı
söyleşide Cemaat’in yaptığı
yanlışları anlatması.
O söyleşide Gülerce,
Cemaat’in soru hırsızlığında
parmağı olduğuna vurgu
yapıyor, 17 ve 25 Aralık’ta
yapılanlara ‘darbe girişimi’ diyor ve artık yolun
sonuna gelindiğini söylüyor.
Doğrusu hiç kimse böyle bir
dönemde Gülerce’nin yerinde olmak istemez. Ama on-
dan önemli bir durum daha
var ki, hiç kimse böylesi
bir dönemde Gülerce’nin
yaptığını yapmaya cesaret
edemez. Zaten konuştuktan
sonra her iki tarafın da zalimce eleştirilerini almaya
başladı.
savunan hiçbir gazetede
yazmayı düşünmüyorum
ve maddî manevî hiçbir
beklentim yok’ diye özellikle belirtiyor. Gülerce’nin
kopuş hikâyesi nerede
başlıyor, ona dikkat eden
kimse yok.
Cemaat kanadı,
Gülerce’nin davaya ihanet
ettiğini ve belli vaatler karşılığında Hizmet Hareketi’ne
ihanet ettiğini söylüyor. AK
Parti kanadı da Gülerce’nin
korktuğu için AK Parti’ye
yaranmaya çalıştığını ve
makam mevki derdinde
olduğunu iddia ediyor.
Oysa Gülerce, ‘AK Parti’yi
Hâlbuki Hüseyin Gülerce,
dershane tartışmalarının
patladığı dönemde Cemaat’i
savunurken, 17 ve 25 Aralık darbe girişimlerinden
hemen sonra kendisini bir
şeylerin rahatsız ettiğini
açık açık ilan etmişti. Çünkü
devlete ihanet etmek ve
dostlara merhametsizce
arkadan vurmak, erdem
sahibi insanların övünebileceği bir meziyet değil.
Bu özellikler insana güç
kazandırabilir ama şeref
kazandırmaz, aksine şerefsiz yapar. Hüsayin Gülerce bunun
farkında olduğu için harekete geçti. Cemaat’i, kıskacına
düştüğü hülyadan çekip
çıkaracak tek isim Hüseyin
Gülerce’ydi ama kimse
onun sözünü dinlemedi,
aksine dışlandı. Hatta bana
kalırsa, Hüseyin Gülerce,
şahit olduklarının sadece
milyonda birini anlatıyor şu
an. Kendisi konuşmaya başladığında Cemaat’in içinde
büyük çözülmelerin başlayacağını da çok iyi biliyor.
Eski dava arkadaşlarının
kendisine ettiği tüm hakaret
ve saldırılara rağmen henüz
eteğindeki taşları dökmüyor. Çünkü içinde hâlâ bir
şeylerin düzeleceğine dair
bir umut taşıyor.
Gülen’in kendisine dava
açmasından duyduğu bir
endişe yok. Aksine bugün
Gülen’e cevaben yazdığı
mesajında, ‘Hayatımda
kimseye iftira atmadım.
Elimde somut bilgi ve belge
olmadan kimseye isnatta
bulunmadım. Mahkemede
hesaplaşmak en doğrusu.
Milletimiz, devletimiz için
doğru olanın ortaya çıkması
lazım. Söz konusu olan
hakikatin ortaya çıkmasıdır.
Hakikat adına hesaplaşmak
bana ağır gelmez’ diyor. Bu,
büyük bir meydan okumadır. Gülerce’nin söylediği
sözlerin hiçbirinin içi boş
değil, buna adım gibi eminim.
Geçen gün Kanal A’da
konuk olduğum A Politik
programında herkesin
dikkatini çeken bir iddiada
bulunmuştum isim vermeden. ‘17 ve 25 Aralık darbe
girişiminden sonra medyaya yansıyan görüntü ve ses
kayıtları, operasyondan aylar önce Zaman gazetesinin
önemli yazarlarından birine
dinlettirilip izlettirildi. Hatta
kasetleri izleten kişi bu
Uluğ Bayındır
yazara, ‘Yakında bizimkiler
operasyon yapacak’ diyerek
operasyonun sinyalini aylar
öncesinden verdi’ demiştim
o programda. O gün herkes
bu kişinin kim olduğunu
sorup durmuştu. Sanırım
sorunun sahipleri, bekledikleri cevabı almıştır artık.
Kişisel tahminim odur ki,
Gülerce’nin ‘elimde’ dediği
bilgi ve belgelerden biri
budur. Bir köpek, yüzdükten
sonra üzerindeki sulardan
kurtulmak için nasıl silkiniyorsa, Cemaat’in içindeki
paralel güçler de üzerlerindeki suçlardan kurtulmak
için öyle silkeleniyor ama
bu yöntemin onları temize
çıkarması mümkün görünmüyor. Hüseyin Gülerce
de bu yanlışı gördüğü için
konuşma kararı aldı. Aklımız, bazen gözümüzün
önünde yaşananları bile
zar zor kavratıyor. Halisane
duygularla Cemaat’i savunanları tenzih ederek söylemeliyim ki, paralel yapıya
hizmet edenlerden bazıları
tam da bu durumu yaşıyor.
Bozguna uğramış haldeler,
ama hâlâ ‘Yılmadık, yıkılmadık’ diyerek inandırıcılığı
olmayan bir direnişe imza
atıyorlar. Aylardır yazıp çiziyor,
paralel yapının kirli oyunlarını ilahî adaleti gözeterek herkese göstermeye
çalışıyoruz. Buna rağmen
Cemaat’in içinde yer alan
bazı kişiler, ‘Nasıl olur da biz
bir dini cemaat olarak toplumun sadece yüzde 2 veya
3’ünü kendimize inandırabildik? Nasıl olur da halkın
yüzde 52’si bizim hırsız olduğunu iddia ettiklerimize
güvendi de bize güvenmedi?’ diye sorma gereği bile
duymadılar. Galiba onların
sormaya cesaret edemediği
soruların cevabını, Hüseyin
Gülerce mahkeme kanalıyla
ve belgelerle vermeye hazırlanıyor. Ben o günü sabırsızlıkla bekliyorum.
Ve şahit olun, Gülerce’nin
belgeleriyle yapacağı açıklamalar büyük çözülmeleri
de beraberinde getirecek.
Kısacası, ‘yolun sonu görünüyor’!
Yorumsuz*
S
OSYAL medya platformu Twitter, 5 Kasım 2011 günü
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’in
Yeni Akit yazarı Ersoy Dede’ye attığı bir mesajla adeta çalkalandı.
>> Olay şöyle gelişti:
Türkiye’nin önde gelen gıda markalarından Ülker’i de bünyesinde barındıran Yıldız Holding’in,
İngiliz bisküvi markası United
Biscuits’i de bünyesine kattığı
haberi, bu hafta ekonomi gündeminin ilk sıralarında yer aldı. Bu
satın almayla dünyanın üçüncü
büyük bisküvi üreticisi konumuna yükselen Yıldız Holding’in
patronu Murat Ülker, doğal
olarak pek çok tebrik aldı. Murat
Ülker’i sosyal medya üzerinden
tebrik edenler arasında Boyner Holding’in patronu Cem
Boyner de vardı. Boyner, 3 Kasım
günü Murat Ülker’e hitaben “Bravo Ülker’e! United Biscuits süper
hamle! Tebrikler!” mesajını paylaştı. Murat Ülker de bu mesaja
teşekkür ederek karşılık verdi.
Yeni Akit gazetesi yazarı Ersoy
Dede ise bir gün sonra, bu mesajlaşmanın ve Murat Ülker’in
Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul
Özkök’ün bir yazısını önerdiği
daha önceki bir mesajının görüntülerini bir araya getirerek
takipçilerine şöyle bir mesaj attı:
“Bana arkadaşını söyle, sana kim
olduğunu söyleyeyim.”
Cem Boyner, Gezi protestoları
sırasında eylemcilere yönelik
şiddeti eleştirmiş ve Berkin
Elvan’ın cenaze töreninin
yapılacağı gün mağazalarının
olası ilkyardım ihtiyacı için açık
olacağını belirterek Hükümet’e
yakın medya organlarının hedefi
olmuştu. Yine Ertuğrul Özkök
de Hükümet’e yönelik eleştirel
yazıları nedeniyle bu medya
organları tarafından sıklıkla hedefe konuyordu. Yeni Akit yazarı
Ersoy Dede, Murat Ülker’in Cem
Boyner ve Ertuğrul Özkök’le sosyal medya üzerindeki ilişkisini
gündeme getirerek onunla ilgili
bu mesajı attı.
Ancak Murat Ülker, “Twitter
raconu” konusunda da iyi olduğunu gösteren bir yanıt vermekte
gecikmedi. Ülker, Ersoy Dede’nin
mesajından kısa bir süre sonra,
Dede’ye hitaben Twitter’de “Arkadaşım nasılsınız?” yazılı bir mesaj
yayınladı. Bu mesajı esas ilginç
hale getiren ise, sadece 6 ay önce
Ersoy Dede’nin attığı bir başka
Twitter mesajının görüntüsünün
eklenmiş olmasıydı. Ersoy Dede,
6 Mayıs 2014’te, Ülker’in patronu
ile çektirdiği ve oldukça mutlu
göründüğü bir fotoğrafı “Murat
Ülker ile selfie” yazarak takipçileriyle paylaşmıştı. Murat Ülker,
“arkadaşları” nedeniyle kendisini
eleştiren Ersoy Dede’ye bu iletisini, son mesajındaki “arkadaş”
eleştirisiyle birlikte hatırlatıyordu.
*www.radikal.com.tr
kasım 2014
21
haberajanda
Perspektif
Bütün bunlar bir
yana, birey ve toplum olarak iyimseriz,
gelecekten ümitliyiz,
çalıştığımız zaman
yapamayacağımız
şey yok. Ama toplumda bir heyecan eksikliği var. Bana göre,
toplumdaki bu heyecan eksikliği siyaseten güçlü ve hâkim
olup da toplumun
bütün kesimlerini
kucaklama ve onların
yeteneklerinden yararlanma konusunda
isteksiz davranan
Hükümet’in problemidir. Devlet aygıtında görevlendirdiği ve
bazı yetkilerle donattığı insanları yeniden
gözden geçirip liyakate gereken özeni göstermezse, toplumsal
desteğin giderek azalacağını söylemek bir
kehanet değildir.
T
21. yüzyılda Türkiye’nin
önündeki birkaç problem ve
cozum
önerileri
ÜRKİYE, 21’inci yüzyılı sağ salim çıkarmak istiyorsa önünde
duran sosyo-ekonomik ve siyasal sorunları çözmek zorundadır. Eğer bunu yapamazsa, dilimizden düşürmediğimiz ve
çoğumuzun da kulağına hoş gelen o “Yeni Türkiye” kavramının içini boşaltmış olacağız.
>> Hiç şüphe yok ki, bazı sosyo-politik
sorunlar (ayrılıkçı etnik terör gibi) uluslararası uzantılarıyla Türkiye’nin başını
ağrıtmakta ve hatta geleceğini tehdit etmektedir. Kendi irademizle zihniyet dönüşümümüzü gerçekleştirerek temel insan hakları ile ilgili problemlerimizi çözemediğimiz için, onur kırıcı şekilde başka bir medeniyetin dayatmalarına maruz
kaldık. Avrupa Birliği (AB) müktesebatı
ve mevzuatından bahsediyorum... Daha
düne kadar Türkiye’deki karakol ve cezaevlerinde gayriinsanî muameleleri, işkenceleri, ideolojik ve güdümlü yargılamalarla çocukların idam sehpalarına gönderildiklerini konuşuyorduk. Sivil siyaset
22
kasım 2014
kurumu (TBMM), ülkeye asırlık idrak
gecikmeleri yaşatan darbecilere “Dur be!”
diyemiyordu.
Bugün Türkiye’de yaşayan birçok insan,
kendisini AB’nin dayatmalarıyla hizaya
getirilmiş bireyler olarak görüyor. Avrupa
Birliği ile kurulan ilişkiler, kendimize ait
en küçük bir meselenin bile uluslararası
ortama taşınmasına yol açmıştır. Neredeyse aile içi meseleler bile Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınır
hale geldi. Evet, çağımızda alabildiğine
bir şeffaflık var ama bu kadarı da çok
onur kırıcı...
Bilim adamlarımızın ve aydınlarımızın bundan daha fazla utanacağı bir
durum düşünemiyorum. Peki, bizi bu
duruma kimler düşürdü? Bunların, eski
Türkiye’nin eski yöneticileri olduğu
konusunda hiçbir şüphe yoktur. Batı
toplumlarına layık gördükleri insanca
yaşama hakkını her nedense Türk toplumundan hep esirgemişlerdi. Hiç kimse
onlardan hesap sormadı, ama toplumun
vicdanında hepsi itibarsız birer siyasî
mevta haline geldi. Artık geriye dönüşleri
mümkün değil. Siyasî belgesellerde bile
halk, ne adlarını duymak, ne de suretlerini görmek istiyor. Belki de hayatlarında
ilk defa diğer insanlar gibi kendilerinin
de ölümlü varlıklar olduklarını anlamışlardır. Eğer bu eski yöneticiler ülke yönetiminden uzak kalmamış olsalardı, Türk
halkını jandarma korkusu, işkenceler ve
insanlık dışı muamelelerle sindirmeye
devam edeceklerdi. Türkiye’nin temel
problemleri ise çözümsüzlüğe terk edilecekti.
Şimdi ise her türlü eleştiriye rağmen
Prof. Dr. Turan Güven
[email protected]
21’inci yüzyılda Türkiye’nin önünde duran devasa sorunları dar
bir kadroculuk tutkusu ile değil,
toplumun bütün kesimlerini
kapsayan liyakatli ve çalışkan
kadrolarla çözebiliriz.
Türkiye’nin temel sorunlarına
çözüm üretmeye çalışan bir sivil
siyaset kurumu var. Zaten halk bir
değerlendirme yaparken, bugünkü sivil siyasete mutlak anlamda
bir mükemmellik atfetmiyor ama
2000 yılından önceki Türkiye ile
bugünkü Türkiye arasında mukayese yaptığı zaman aradaki büyük
farkı görebiliyor.
21’inci yüzyılın ilk çeyreğindeki yeni Türkiye, 20’nci yüzyıldan
devraldığı sorunlarla uğraşıyor.
Yani bizim için henüz 21’inci yüzyıl başlamış değil. Normal olanı
da budur zaten! Yüzyıllarla ifade
edilen (19. ve 20. yüzyıl gibi) zaman dilimlerine bir anlam yüklenmesi, ancak o zaman dilimlerinin
yaşanmasından sonra mümkün
olabilmiştir. Mesela 21’inci yüzyılın yaşanmış 15 yılı bizim için
anlamlı olabilir ama önümüzdeki
85 yıl bilinmezliklerle doludur. Bu
süre içerisinde hangi olayların yaşanacağını bilmiyoruz. Yoksa insanın yüzyıl ve bin yıl gibi belirlediği zaman dilimleri, deri değiştiren
bir canlı gibi toplumların değişim
süreçlerine de tekabül etmiyor.
Gelecek yüzyıllar yaşanmadığı
müddetçe anlamsız kalıyor. Zamanın sürekliliğine rağmen, onu
dilimlere ayırıp kesikli hale getiren biziz.
Bütün bunlar bir yana, birey ve
toplum olarak iyimseriz, gelecekten ümitliyiz, çalıştığımız zaman
yapamayacağımız şey yok. Ama
toplumda bir heyecan eksikliği
var. Bana göre, toplumdaki bu
heyecan eksikliği siyaseten güçlü ve hâkim olup da toplumun
bütün kesimlerini kucaklama ve
onların yeteneklerinden yararlanma konusunda isteksiz davranan
Hükümet’in problemidir. Devlet
aygıtında görevlendirdiği ve bazı
yetkilerle donattığı insanları yeniden gözden geçirip liyakate gereken özeni göstermezse, toplumsal
desteğin giderek azalacağını söylemek bir kehanet değildir.
21’inci yüzyılda Türkiye’nin
önünde duran devasa sorunları
dar bir kadroculuk tutkusu ile değil, toplumun bütün kesimlerini
kapsayan liyakatli ve çalışkan kad-
rolarla çözebiliriz.
Uyumun üretime
yansıması şart!
Türkiye’nin en temel sorunlarından biri, bilim ve yüksek teknolojide yeterli bir düzeye gelememiş olmasıdır. Yanlış anlaşılmasın,
Türkiye’nin yüksek teknolojiyi
kullanmada ve uyumda bir sorunu
yoktur; sorun, yüksek teknolojiyi
yeterli yoğunlukta üretememesidir. Bir yandan özel sektörde
yüksek teknoloji yatırımları desteklenirken, diğer taraftan da bu
teknolojinin bilimsel altyapısını
güçlendirmek için üniversitelerde
bir heyecan yaratılması gerekiyor.
Üniversiteler, bugünkü yapıları ile
ne içindeki insanlara, ne de topluma heyecan verebiliyorlar. Herkeste bir yılgınlık var.
1980 Darbesi’nin ürünü olarak
ortaya çıkan YÖK, üniversitelerde insanî yaratıcılığı destekleyen
özgür bir akademik ortam oluşturamamıştır. Bugün YÖK ve
üniversiteler, Türkiye’nin geride
kalan karanlık günleri ile hatırlanan iki kurumu haline gelmiştir.
Üniversitelerin “bilim-araştırma
sistemi”ni yeniden yapılandırarak
daha verimli hale getirmek ve
akademik bir heyecan yaratmak
mümkündür.
Öncelikli konulardan biri, yabancı dili bilimin önünde bir engel
olmaktan çıkarıp emperyalizmin
beyinlere vurduğu zinciri kırmak
ve bilimin yolunu açmak olmalıdır. (Bu girişim, bilimde işlevsel olan yabancı dili öğrenmenin
önünde bir engel oluşturmamalıdır.) Bilimin kalitesini yükseltmek için yüksek lisans ve doktora
dereceleri (Ph. D.) titizlikle takip
edilmelidir. Yüksek lisans ve doktora konuları, Bilim ve Teknoloji
Yüksek Kurulu ve TÜBİTAK’ın
belirlediği öncelikli çalışma alanlarından ve ülkenin bilim politikası çerçevesinde tespit edilmelidir.
Bilim ve teknoloji olmadan ülkenin enerji, su, çevre, sağlık, siyaset, toplum ve iktisat konulu hiçbir
sorununu çözemezsiniz. Mesela
insan sağlığını tehdit eden çevre
kasım 2014
23
haberajanda
Perspektif
Emperyalizmin uzun bir süreçte başımıza sardığı bu meseleyi çözmek için sadece vatansever olmak yetmiyor,
aynı zamanda yüksek bir akla ve yüksek düzeyde bir
sorumluluk bilincine sahip olmak gerekiyor.
kaynaklanan sorunlarının çözümü modern
bir devletten beklenen bir uygulama olup,
onlara verilmiş bir lütuf olmayacaktır. Ama
“Kürt Sorunu” dediğimiz zaman işin içine
emperyalistlerin de girdiği bir problem çıkmaktadır karşımıza.
Biz bu meseleyi Türkiye’nin iyi niyetli
Kürtleri ile kardeşlik hukuku içinde çözebiliriz. Ancak CIA, MOSSAD, MI-6
veya AB ve İran’ın güdümünde hareket
eden Kürtlerle çözemeyiz. Yaklaşımımızın
iki önemli temeli olmalıdır: Birincisi, Kürt
kardeşlerimizin bu ülkede insanca yaşamaya, kendi kimliklerinden dolayı psikolojik bir rahatsızlık duymadan eşit vatandaş
olmaya hakları vardır. Bu hak, onlara ne
Hükümet’in, ne de devletin bir lütfudur;
çağımızın geldiği noktada ontolojik bir gerçekliğin tescilidir.
sorunlarına duyarsız kalır ve bu soruna bilimsel yaklaşımlarla çözüm üretemezseniz, ülkede devamlı hastane açmak zorunda kalırsınız. Çevre sorunları arttıkça hastane sayısı da
artmak zorundadır; çünkü insan sağlığındaki
bozulmalarda en büyük pay, çevredeki olumsuzluklardan kaynaklanmaktadır.
Teröre gününü, dünyaya
gücünü göster!
Türkiye’nin 30 yıldan beri gündeminden
düşmeyen en çetrefilli sorunlarından biri de
“ayrılıkçı etnik terör” sorunudur. Bu mesele,
Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir güç olmasının önündeki en büyük engel olarak
görülmektedir. Meselenin başlıca iki boyutu
vardır: Birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin
klasik ulus-devlet yapısından kaynaklanan
boyutu, ikincisi de Türkiye’nin bölgesel ve
küresel bir güç olmasını istemeyen emperyalist devletlerin müdahil olduğu uluslararası boyut... Eğer Türkiye bu meselesini
çözerse, geçekten bölgesel ve küresel bir güç
olma yolunda rüştünü ispatlamış olacaktır. Çünkü büyük problemleri ancak büyük
devletler çözebilir. Bundan dolayı emperyalizmi bir hayat tarzı haline getirmiş olan küresel güçler, Türkiye’nin kendi iradesi ile bu
meseleyi çözmesini engellemektedirler. Onlar Türkiye’yi bütün dünyaya kendi iç mese-
24
kasım 2014
lesini çözemeyen yeteneksiz bir devlet olarak gösterirken, diğer taraftan da İsrail’e yeni
hayat sahası açacak bir iç savaşın planlarını
yapıyorlar. Bu amaçlarına ulaşmak için içeride yetiştirdikleri tüm elemanlarını devreye
sokmaktadırlar. Türkiye’yi istikrarsızlaştırma ve bir iç savaşa hazırlamak için şehirde
Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Cephesi
(DHKP-C) ve dağda Kürdistan İşçi Partisi
(Kürtçe: Partiya Karkerên Kurdistan-PKK)
terör örgütlerini kullanmaktadırlar.
Türkiye bu ağır problemi AK Parti hükümetleriyle çözmek istedi. Hükümet, siyaseten hiçbir iktidarın cesaret edemeyeceği bir
işin altına girdi. Türkiye siyasetinin bu tarihî
döneminde yer alan muhalefet, Hükümet’in
siyasî bir intihara giriştiğini düşünerek olayı
dışarıdan biri gibi acımasızca seyretmeye,
“Başarısız olunursa bize gün doğacak” düşüncesi ile ağzını sulandırmaya başladı. Mesele başlarda “Kardeşlik Projesi”, daha sonra
“Kürt Sorunu” ve nihayet “Çözüm Süreci” gibi
adlarla ele alınarak günümüze kadar geldi.
İlkesel olarak bu ağır meselenin çözümünü destekledim ama baştan beri konunun
“temel insan hakları” bağlamında değil de
“Kürt Sorunu” olarak ele alınmasından rahatsız oldum. Aynı vatan toprağında birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimizin Türkiye
Cumhuriyeti’nin ulus-devlet yapısından
Çözüme müspet bakan Kürt kardeşlerimizin de dikkat etmesi gereken bir nokta
var: Emperyalistlerin taşeron terör örgütü
haline gelmiş PKK’nın gölgesine sığınarak
Türkiye Cumhuriyeti’ne dayatma yapmaya
kalkışmasınlar! Türkiye Cumhuriyeti ise
içerideki beşerî sorunları çözerken klasik bir
ulus-devlet mantığı ve yaklaşımı ile değil,
imparatorluktan küçülmüş bir ulus-devlet
gibi davranarak çözmeye sorunu çalışmalıdır. Ben buna “ulus-devletin imparatorluk
vizyonu” diyorum.
Emperyalizmin uzun bir süreçte başımıza sardığı bu meseleyi çözmek için sadece
vatansever olmak yetmiyor, aynı zamanda
yüksek bir akla ve yüksek düzeyde bir sorumluluk bilincine sahip olmak gerekiyor.
Kimler basit parti çıkarlarını gözeterek bu
meselenin çözülmesine karşı çıkar ve süreci
zehirlemeye çalışırsa, Allah onların iki yakasını bir araya getirmesin!
21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’nin
çözmesi gereken diğer bir problem de 1982
(darbe) Anayasası’nı tarihin çöplüğüne atarak sivil bir anayasa yapmaktır. Eğer sivil
siyaset kurumu sivil bir anayasa yapamazsa, zaten problemlerin büyük bir kısmının
çözümünde tıkanmalar yaşar. Sivil anayasa, taşların yerine oturmasını sağlayacak ve
kaygan bir siyasî zemini daha sağlam hale
getirecektir. Bugünkü Hükümet, toplumun
bütün kesimleriyle siyaseten değil, içten gelen bir samimiyetle kucaklaşmayı gerçekleştirebilirse, sivil anayasa yapacak bir çoğunluğa ulaşabilecektir.
(Not: Türkiye’nin diğer sorunlarını başka bir yazı konusu
yapacağım.)
haberajanda
Analiz
Prof. Dr. Bünyami Ünal
[email protected]
>> Yukarıda tarifi
yapılan hususlarla ilgili
genel bir tartışma bulunmuyor. Tartışmalar, bu
kavramların kabulünden
sonra başlıyor. Devlet
olgusunun hayata geçtiği
tarihten bu yana, tartışmaların ana ekseninin
“iktidar kaynağının ne
olacağı” konusu etrafında
şekillendiğini görüyoruz.
Bu konu ise “meşruiyetin
ölçüsü ve egemenliğin
kullanılış biçimi” tartışmalarını başlatıyor.
Devlet ve meşruiyet
S
İYASÎ sınırları tespit edilmiş, belli bir coğrafî parça
üzerinde yaşayan ve egemenliğe sahip en büyük
siyasî kuruma “devlet”, devletin halkı yönetme
gücüne sahip olan erkine ise “iktidar”, iktidar olmaktan doğan gücün kullanılması “egemenlik” olarak tarif
ediliyor. Toplum düzenini sağlamak ve dışarıdan gelen saldırıları önlemek işi, egemenliği elinde tutan iktidarlarca icra
ediliyor.
vaziyete dönüşüyor ve
milleti oluşturan farklı
toplum kesimleri, ya
icranın başındaki iktidara
-dikkat edin, “yürürlükteki yasalara” demiyorumbiat etmeye zorlanıyor
veya ötekileştirilmeye
mahkûm ediliyor.
O halde “meşruiyet”e
tüm bu tartışmaların
“kilit” kavramı diyebiliriz.
İktidarların dayanak
ve devamlılığının teminatı da bununla ilişkili.
İlgili toplum fertlerinin
başlarında bulunanların
buyruklarına rıza ile boyun eğmelerinin sebebi,
iktidarın meşruiyet kuvvetinden kaynaklanıyor.
Meşruiyetin ne demek
olduğunu anlamaya
çalışırken “geçerli olma,
kanuna uyma, yasak
olmayan” şeklinde tarif
edebiliriz öncelikle. Bu
tanım iktidarlar için de
geçerli ki bir iktidarın
meşru olabilmesi için
hem meşru yoldan iktidara gelmesi, hem de
iktidar süresince oyunun
kuralına uyması gerekli.
İhtiyaca binaen oyunun
kurallarında değişiklik
yapılması gerektiğinde,
bu işin yazılı kurallara
göre yapılması da meşruiyetle ilişkili.
Bu kavramları bir
tarafa bırakıp bahsi geçen
meselenin bizdeki tezahürüne bakalım…
Ülkemizde halk, cari
yasalara uygun biçimde
önüne konulan iktidar
adayı siyasî partilerden
birine, özgür ve bağımsız
biçimde onaylamak
suretiyle kendi adına
milleti yönetme yetkisini
devrediyor. Seçilmeye
ilişkin yazılı şartları sağlayan ve katıldığı yarışı
kazanan parti, yönetmeye dair yazılı şartları
yerine getirerek meşruiyet dâhilinde icraatlarını
hayata geçiriyor. Seçilmiş
iktidarların iktidar erkini
kullanırken meşruiyetlerini, yani cari yasalara
uyup uymadıklarını
denetleyen birtakım
kurumların varlığı ise
sistemin bir diğer olmazsa olmaz parçası…
Özetleyecek olursak,
kuralları yazılı olan
bir oyunda, o kurallar
dâhilinde gerçekleştirilen
seçimlerle bir iktidar
oluşmakta ve ortaya
çıkan iktidar, oyun kuralları içinde kalmak suretiyle halkı yönetmekte,
böylece sistem, iktidarın
oyun kuralları dışına
çıkmasına müsaade
etmemektedir. Kendini
milletine beğendiren iktidar yönetmeye devam
ederken, icraatları beğenilmeyenlerse başka bir
legal iktidar odağıyla yer
değiştiriyor.
Sistemin bir diğer
yasal unsuru “muhalefet
yapma hakkı”… Bu hak,
iktidar dışındaki siyasal
partiler eliyle yürütüldüğü gibi sivil toplum
örgütleri ve basın yoluyla
da hayata geçirilir. Meşru
iktidarlar icraat yapıp
önlerindeki başka bir
seçimde tekrar yönetme
erkini ellerinde tutmak
isterken, diğer yasal
unsurlar da iktidarın icraatını eleştirmek suretiyle
kendi iktidarlarına zemin
hazırlamaya çalışırlar.
Oyunun kuralı bu! Oyun
içinde kalmak isteyen
herkes bu kurallara boyun eğmek zorunda.
İlk bakışta insanın “Her
şey o kadar güzel ki…”
diyesi geliyor, hakikatte
de kâğıt üzerindeki her
şey güzel, lakin kâğıt
üzerinde kaldığı sürece.
Oyunun hayata geçirildiği andan itibaren devreye
insan faktörü de giriyor.
O faktör devreye girince,
kurallar kâğıt üzerinde
kalıp hayata nüfuz edemiyor. Ne oluyor? Zaman
zaman iktidar odağı, bazen de muhalefet cenahı,
yazılı olan kuralları ortadan kaldırma işine tevessül edip oyunun altını
üstüne getiriyor. Ne yapıyorlar? Meşruiyeti “öteki”
üzerinden inşa ediyorlar.
Hele öteki olarak tanımlanmaya çalışılan unsur
“milletin kendisi” veya
parçalarından bir cüz ise,
iş, içinden çıkılmaz bir
Demokratik toplumlarda legal (yasal) muhalefet
etme hakkı, gücü elinde
tutan iktidarlar aracılığıyla öyle olmadık alanlara
sıkıştırılıyor ki aksi iddiada bulunan kesimler, algı
operasyonlarıyla halk
nezdinde devletin bekasını tehdit eden unsurlarmış gibi gösterilebiliyor.
Yasal zeminlerde muhalefet etme veya iktidarın
icraatını denetleme
hakkı elinden alınan
kitlelerse sisteme (yazılı
olan oyun kurallarına)
güvenlerini kaybetmeye
başlıyorlar.
Tarifini yapmaya
çalıştığım durumlar,
toplumlar açısından kaçınılmaz iki farklı olumsuz
sorunu ortaya çıkıyor: İlki
insanların duyarsızlaşması (depolitizasyon) -ki
bu durum dikta eğilimli
iktidarların istediği bir
gelişme-; ikincisi de legal
görünüşlü illegal veya
doğrudan illegal yapıların varlıklarına ve faaliyet
göstermelerine yol açılması… Sonrası? Sen sağ,
ben selamet… Kimin gücü
kime yeter, kim kimi tuş
ederse… Ta ki bir başka
karşılaşmaya kadar…
Karşılaşmanın neticesine göre intikam yeni
güç odağı, memleketin
enerjisini öç duygularıyla heba ediyor. E? E’si
halimiz…
kasım 2014
25
haberajanda
Siyaset
Bir Batı ülkesinde devletin tırını durdurup arayanların ve “Tırın içinde silah var” diyen
ana muhalefet partisi başkanının elini kolunu sallayarak dolaşması mümkün değildir.
Yeni Türkiye
B
AZI sözcükler güzel gibi görünseler de en azından
doğru olmayabilirler. “Yeni Türkiye” kavramı da
böyle… “Yeni”, “bugünkünden farklı” anlamında
kullanılarak insanımıza heyecan veriyor. Ve insanımız, siyasilerin ve medyanın desteğiyle içi doldurulan Yeni Türkiye kavramını her derde deva olacağı
düşüncesiyle bir bekleyiş içine giriyor.
>> Evet, siyasî irade ve medyanın isteği
doğrultusunda bir Yeni Türkiye ile tanışacağız da bu Yeni Türkiye eskisinden güzel
olacak mı? Özellikle sayıları son derece az
olan aydınlarımızın bu konu üzerinde durması gerekir.
Cumhuriyet, Osmanlı düzenine göre “yeni” bir “Türkiye” sundu insanımıza. Fakat hiç
kimse Cumhuriyet’in yeni Türkiye’sinin,
26
kasım 2014
Osmanlı’nın eski Türkiye’sinden daha iyi
olduğunu söyleyemez.
Buradan çıkaracağımız asıl doğru, her
yeninin daha güzel, daha iyi, daha faydalı
olmadığı gerçeğidir. Bu gerçeği, çıkarılan
birçok yasada da, imal edilen birçok eşyada
da, modern olarak önümüze sürülen birçok
oturma mekânında ve hatta park ve şehir
düzenlemelerinde de görebiliriz. Bu bakım-
dan, konuyu yeninin büyüsüne kapılmadan
tartışmak ve böylece iyiyi, güzeli, doğruyu
bulmak zorundayız.
Yeni de, eski de hâkimiyet
meselesi
Yeni Türkiye’nin neler kazandıracağını
ortaya koyabilmek için eski Türkiye’nin ana
hatlarıyla ortaya konulması gerekir. “Eski
Türkiye’nin en büyük özelliği nedir?” diye
soracak olursak verilecek cevap, “Tepeden
inmeci oluşu” şeklinde olacaktır.
Evet, Cumhuriyet kurulalı beri sisteme
eski Türkiyeciler hâkimdir. Üstad Necip
Fazıl’ın diliyle taban, eline fırsat geçtikçe
eski Türkiye’nin çok muhkem surlarında
bazı gedikler açmışsa da hiçbir zaman bu
gedikler, yeni Türkiye sevdalıları için yeterli
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen
[email protected]
olmamış ve surdaki burçlar hep eski Türkiyecilerin elinde kalmıştır.
“Eski Türkiyecilerin elinde olan bu burçlar nelerdir?” mi diyorsunuz? Hemen akla
gelenleri sıralayacak olursak karşımıza şunlar çıkacaktır: Cumhurbaşkanlığı burcu, asker burcu, yargı burcu, finans burcu, medya
burcu, sanat burcu, üniversite burcu, odalar
burcu, bürokrasi burcu ve istihbarat burcu.
Evet, bir Batı projesi olarak kurulan
cumhurî dönemde devleti yönetenler hiçbir zaman tabana dayanmadılar. Daha ilk
Meclis’ten itibaren tehditler, Topal Osman
benzeri tetikçilerle kelle koparmalar, kurgulanmış isyanlar üzerine yapılan katliamlar,
İstiklal Mahkemeleri eliyle hiçbir hukuka
dayanmayan idamlar, hatta Türkiye Büyük
Millet Meclisi koridorlarında milletvekili
infazlarıyla sindirilen ve nefesi kesilen bir
Türkiye…
Bu Türkiye, İkinci Adam zamanında da
aynen devam ettirildi. Konjonktür gereği
demokrasiye geçilmesi ve halkın sesi olan
Demokrat Parti’nin daha kuruluşunu tamamlamadan seçime zorlanması ve tam da
diktatörlüklere uygun olarak dünya tarihinde bir benzeri daha görülmeyecek şekilde
açık oy-gizli tasnif esasına göre yapılan bir
seçim…
Buna rağmen Demokrat Parti’nin güçlü
bir muhalefet partisi olarak TBMM’de yerini alması, tavana karşı ilk ciddi direniştir.
Dört yıl sonra yapılan seçimlerde Demokrat
Parti büyük bir çoğunlukla yönetime gelmiş
olsa ve bunu on yıl süreyle devam ettirmiş
olsa da o en şaşalı döneminde bile Demokrat Parti gerçek bir iktidar olamamıştır. Çünkü o zamanlarda burçların tamamı
CHP’nin elindedir.
Düzenin/sistemin partisi ve sahibi olan
CHP, burçlardaki adamları vasıtasıyla yönetimdeki Demokrat Parti’yi sürekli gözlemiş
ve her zaman yönetimden bir adım önde
olarak sistem üzerindeki hâkimiyetini devam ettirmiştir.
Rahmetli Adnan Menderes’e “İktidar,
ateşten bir gömlekmiş” dedirten, Süleyman
Demirel gibi şeytana pabucu ters giydirecek
kadar şeytanî zekâya sahip bir politikacıyı
canından bezdiren ve nihayet CHP’nin kanadı altına girmeyi tercih ettiren, rahmetli
Turgut Özal’a “idamlık ve bayramlık olarak” üzerinde iki gömlek taşıttıran, rahmetli
Necmeddin Erbakan’a bir yıllık iktidarında
yapmadığı dalavereyi bırakmayan ve 1970
yılı Ocak ayında başlayan partileşme haya-
tında partisini (Milli Nizam, Milli Selamet,
Refah, Fazilet) defalarca kapattıran, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına 2002’den bu
tarafa akla gelmedik tezgâhlar, darbeler ve
komplolar düzenleyen CHP, bütün bunları elinde bulundurduğu burçları vasıtasıyla
yapmıştır.
İktidar gerekli ise,
muktedir olmak hem gerekli
hem yeterli şarttır
Türkiye’nin Yeni Türkiye olabilmesi için
öncelikle bu burçlara halkın iradesiyle seçilenlerin hâkim olması gerekir. Bu mümkün
müdür? Elbette mümkündür! Kolay mıdır?
Çok zordur!
Geriye dönüp baktığımızda, 2002’ye kadar kazanılanlarla birlikte bugün halkın seçtiklerinin elinde kaç burç var dersiniz? AK
Parti yönetiminin burç kazanma yönünde
yaptığı en önemli hamle, “Kötü komşu, insanı ev sahibi yapar” atasözümüz doğrultusunda, Kanadoğlu’nun da yardımıyla cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olmasıdır. Evet, bu çok önemli bir kazanımdır.
Çünkü halkın seçeceği bir Cumhurbaşkanlığı seçimini eski Türkiyecilerin kazanması
mümkün değildir.
Nitekim yapılan seçimlerde çatının üzerine 14 parti çıkarılmasına rağmen seçimi
AK Parti’nin adayı, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan kazanmıştır.
Türkiye’de normalleşme devam edecek
olursa, CHP zihniyetinin ve elbette yandaşlarının Cumhurbaşkanlığı seçimini hiçbir
zaman kazanması mümkün olmayacaktır.
Asker burcu, Hilmi Özkök Paşa’dan itibaren belli bir düzene girmiştir. Fakat son
beyanlarını dikkate aldığımızda, bu burca
tam olarak güvenmenin doğru olmayacağını söylemek durumundayız.
Yargı burcu, 1950 yılına kadar olan süredeki ve 27 Mayıs mahkemelerindeki kadar
kötü olmasa da, -kötülüğün yaygın olması
bakımından- 1961 yılından bu tarafa geçen
53 yıllık sürede yargının bu kadar eski Türkiyecilerin elinde olduğu bir dönem olmamıştır.
Bir Batı ülkesinde devletin tırını durdurup arayanların ve “Tırın içinde silah var”
diyen ana muhalefet partisi başkanının elini
kolunu sallayarak dolaşması mümkün değildir. Gerek tırı durdurup arayanlar, gerekse
ana muhalefet partisinin başkanı, demokratik bir Batı ülkesinde çoktan divan-ı harbe
verilir, hükümlerini giyer ve ölene kadar
hapse mahkûm olurlardı.
Evet, yargı tam anlamıyla eski Türkiyecilerin elindedir ve halkın temsilcilerinin bu
burcu yakın zamanda eski Türkiyecilerin
elinden kurtarması mümkün değildir. Belli
ölçüde mesafe alınmış olsa da finans, medya
ve sanat burcunda hâkimiyet hâlâ eski Türkiyecilerin elindedir.
Sayı bakımından üniversite burcu, halkın
temsilcilerinin elinde gibi görünse de keyfiyet olarak hâlâ eski Türkiyecilerin elinde
bulunmaktadır.
Odalar ve borsalar halkın seçtiklerinin
yanında gibi görünse de esas olarak eski
Türkiyecilerin yanındadırlar. Çünkü finans
dünyası eski Türkiyecidir.
Bürokrasinin tepe noktalarında halkın
temsilcilerinin atadıkları olsa da asıl iş yapma konumunda olanların yeni Türkiyeci olduğunu söyleyemeyiz.
İstihbarat burcunun tepe noktasında yeni
Türkiyeci bir bürokrat olsa da istihbarata
hâkim olması sanırım zaman alacaktır.
Sonuç
Türkiye, hem ülke içindeki burçlarla gözetlenmekte, hem de ülke dışındaki eski
Türkiyecileri destekleyen odaklar tarafından
dikkatle gözlenmekte ve dinlenmektedir.
Bu durumda Yeni Türkiye mümkün müdür? Elbette mümkündür, ancak sanıldığı
kadar kolay değildir. Bunu biraz kolaylaştırmak için yönetimdekilerin yapması gereken
şey, ülkenin nimetlerinden eski Türkiyecileri
de faydalandırmak ve böylece yeni Türkiye
taraftarlarının sayısını arttırmaktır.
Bizlere düşen şey ise, Yeni Türkiye konusunda yönetimdekilere yardımcı olmaktır.
Çünkü eski Türkiye ile kesinlikle güçlü olamaz ve tarihe olan yürüyüşümüzü gerçekleştiremeyiz. Oysa bu yürüyüş fırsatını yakaladık gibi geliyor bana, en azından düş ve
hayal olarak. Ve bu da bana heyecan veriyor.
Size vermiyor mu? Yaşlandınız mı yoksa?
Zira düşünü, hayalini ve heyecanını kaybeden yaşlanmış demektir.
İzine basmakla övündüğümüz o Güzel
Nebi (s.a.v.) hiç yaşlanmadı, bunun içindi Muhammed İkbal’in o Güzel Nebi’ye
(s.a.v.) hitabı: “Ey insanlığa gençlik getiren
Muhammed (s.a.v.)!”
Evet, o Güzel Nebi (s.a.v.) insanlığa
gençlik getirmişti, bunu unutmayalım!
kasım 2014
27
haberajanda
Siyaset
Metin Külünk*
[email protected]
* AK Parti
İstanbul Milletvekili
Gönüllü bir hizmet
hareketi olduğunu iddia eden bir
organizasyonun
Türk Silahlı Kuvvetleri ile doğrudan
ilgilenmesinin
mantığı ne olabilir?
Şimdilerde de bir
STK olduğunu iddia
eden yapının Millî
İstihbarat Teşkilatı
Müsteşarı’nın kim
olacağına dair bu
kadar yakın ilgi göstermesinin anlamı
nedir, neden Emniyet içerisinde kendilerine ait birimler
oluşturma gayreti
içindedir? Gönüllere hitap ettiğini
iddia eden bir yapı,
Hâkim ve Savcılar
Yüksek Kurulu seçimleriyle neden bu
kadar yakın ilgilenir,
neden Yargıtay’da
var olmak ister? Bir
yapı neden bu derecede devletle iç içe
olma talebini açığa
vurur?
28
kasım 2014
Herkes elini
taşın altına koymalı!
Ü
LKEMİZİN üzerinde özellikle durması gereken en önemli sorunlardan biri, “paralel
yapı ile mücadele” sorunudur. Türkiye’deki
muhafazakâr camianın bu yapıyla ciddi anlamda gayret sarf etmesi gereken bir mücadele girişimi olmalıyken, söz konusu muhafazakâr camianın bu noktada bir idrak sıkıntısı çektiği ortadadır.
>> Muhafazakâr camia, söz
konusu yapıyla mücadeleye bu
toprakların sahibi olduğu duygusal çaptaki genetik kodları
esas alarak yaklaşmaktadır. Oysa
bu yapı, milletimizin beka problemidir. Zira paralel yapının giriştiği hamle, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gördüğü en kritik
öneme haiz darbe teşebbüsüdür.
Nitekim bu ülkenin herhangi
bir savcısının, devlet politikasını
sorgulamaya hakkı yoktur, ancak
adaletin tecellisi için uğraşmakla
vazifelidir. Bu ülkede devletin
yürüttüğü bir süreci yine devletin bir savcısı sorguluyor, “Ben
bunun hesabını bu devletin liderinden bile sorarım!” cüretini
yakalayacak bir seviyeye eriştiğini düşünüyorsa, o durakta başka
bir şeyin olduğu apaçıktır.
Türkiye bugüne dek 12 Eylül’ler, 28 Şubat’lar da gördü,
ancak asker üzerinden darbe
yapma döneminin nihayete erdirilmesinin ardından, ülkemiz
ilk kez kamu bürokrasisi ile
sokaktaki elitist bir grubun or-
taklaşa yaptığı bir girişimle karşılaşmıştır. Bu, bize bir yeniçeri
isyanını hatırlatsa da hamamdan çıkıp Çemberlitaş mevkiinde bir grup insanı arkasına
alarak Bab-ı Âli’yi alaşağı etmek
isteyen hamleden daha da ötede
bir durumdur. Çünkü bu sürecin
ön hazırlığının uzun bir zaman
çerçevesinde kurgulandığı ortadadır.
Pembe alanların
sığıntısı: Paralel
yapı
Şu çok önemlidir ki, devlet
hafızası ve AK Parti iktidarı,
paralel yapının sinsi ve kendi
çapınca akıllı tarzdaki devleti
ele geçirme çalışmalarını maalesef fark edememiştir. Bu
olumsuz halin kaynağında ise
“Bunlar, bizim iyi çocuklarımız”
yaklaşımı yatmaktadır. Zira bu
darbeci çete “devleti ele geçirme” hedefini, örneğin dışarıda
adı “Türk okulları”, içeride ise
“muhafazakâr dershaneler” olan
organizasyonlarla ailenin ciğer-
paresi çocuk başlığını kullanarak montajladıkları pembe bir
fotoğrafla gizlemişlerdir.
Belki bu noktada üzüntümüzü maalesef söylemek zorundayız. Zira devlet, düşmanının kim
olduğunu saptama noktasında
ıskalamıştır. Ve AK Parti iktidarı, bu gruba düşündüğümüzden
çok daha fazla pembe alanlar
bırakmış. Bu fırsatları bulan
güçler, AK Parti içerisinde ciddi
stratejik ortaklıklar kurmuş ki
bu ortaklıklara menfaat ilişkilerinden duygusal ilişkilere dek
birçok madde eklenebilir.
Bu güçler, kendilerine güçlü
bir ittifak alanı oluşturmuşlardır.
Bu noktada şunu üzülerek aktarmamız şart: “Paralel yapıyla
mücadelede Devlet Başkanımız
yalnızdır!” 17 Aralık tezgâhına
hâlâ “operasyon” demek dahi
onun bu mücadelesine bir köstektir. Bu tezgâh, hangi yönden
bakılırsa bakılsın bir darbe teşebbüsüdür. Teşebbüstür, zira
nihayete eremeden bozulmuş-
tur. Bu girişimle edilen murat, devleti ele
geçirmektir.
Devlet, hiçbir
organizasyona kendini
teslim edemez
Gönüllü bir hizmet hareketi olduğunu
iddia eden bir organizasyonun Türk Silahlı Kuvvetleri ile doğrudan ilgilenmesinin
mantığı ne olabilir? Şimdilerde de bir STK
olduğunu iddia eden yapının Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı’nın kim olacağına
dair bu kadar yakın ilgi göstermesinin anlamı nedir, neden Emniyet içerisinde kendilerine ait birimler oluşturma gayreti içindedir? Gönüllere hitap ettiğini iddia eden
bir yapı, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu
seçimleriyle neden bu kadar yakın ilgilenir,
neden Yargıtay’da var olmak ister? Bir yapı
neden bu derecede devletle iç içe olma talebini açığa vurur?
Bir yapı düşünün ki, Bank Asya adındaki
bir finans kuruluşunu masum insanların bilezikleriyle, birikimleriyle şov mekânı haline getiriyor ve son bir hamleyle bu kuruluşu
devlete yama yapmaya gayretiyle ekonomiye tuzaklar kuruyor, bütün zararı devlete
yüklemeye kalkışıyor… Hiçbir insaf ve acı-
ma hissine sahip olmayan bu yapı, bilezik ve
birikimlerini hibe ettirdiği masumlara zerre
miskal acımıyor… Yazık!
Dergâhlar, cemaatler, tarikatlar ve diğer
tüm sosyal hareketler toplumumuz ve ülkemiz açısından vazgeçilmez değerlerdir.
Ancak tarihimiz göstermiştir ki, bu tür organizasyonlar devlete katkı sunabilir, ancak
müdahil olmazlar. Devlet de bu organizasyonların hiçbirine, hele özellikle bir tanesine kesinlikle kendisini teslim etmez. Zira
devlet, varlığın bütününe hitap eder. Devlet
eğer bu yapılardan birine kendini teslim
ederse, artık devlet olma kimliğini kaybederek “kabile riyaseti” hüviyetine bürünür.
Paralel yapı, bu coğrafyayı yeniden şekillendirme hevesinde olanların bu topraklar
içerisine sızdırdığı bir Truva atıdır. Bu anlamda 17 Aralık, söz konusu darbeci çeteyi
fikir ve eylem perspektifinde ifşa etmiştir.
Devlet, böylelikle bir fark etme ve yüzleşme
sürecine girmiştir.
Duygusallık: Mücadelede
dezavantajın adı
Paralel yapıya baktığımızda Stalinist izler
görüyoruz. Çünkü tüm süreçleri kontrol etmeyi esas alan ve müdahil olmanın da ötesi-
ne geçerek hâkim olma stratejisi izleyen bir
yapı, ancak Stalinist izler taşır. Devlet, sırf
bu noktadan bakıldığında dahi 17 Aralık
darbesine geçit vermeyerek müthiş bir girişimi bertaraf etmeyi başarmıştır. Ancak bu
başarı, Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında
bir kalıba sahip olmuştur.
Paralel yapıyla mücadele noktasında herkesin, Recep Tayyip Erdoğan’ın temposuna
ayak uydurması şarttır! Zira bu mecburiyet,
milletimizin bu topraklardaki bekası açısından muazzam bir ehemmiyet taşımaktadır.
Peki, Devlet Başkanımızın temposuna ayak
uyduruluyor mu? Kusura bakılmasın ama
maalesef hayır! Sebep: Klasik Anadolu duygusallığı…
12 Eylül’ü tekrar hatırlatarak yazımızı nihayete erdirelim… 12 Eylül öncesinin aklı
kimin aklıydı? Köydeki çeşmeden her gün
su içen iki yavruyu birbiriyle kavga ettirenleri hatırlayalım. Türkiye’de anti-Amerikancılık hususunda kimlerin kullanıldığını da
hatırlayalım. Türk solunun önemli bir kolu
kimin dış politika aparatı olarak hizmet etmişti? İşte paralel darbe müteşebbislerinin de
Türkiye’nin aparatı olmadıkları bellidir!
kasım 2014
29
haberajanda
Siyaset
Lokman Ayva
[email protected]
Afyonkarahisar kampından, sohbet ettiğim birçok arkadaşımızın memnun, mutmain ve ümitli döndüğüne şahit oldum. Bu
beni çok şaşırttı. Zira Genel Başkan seçileli
60 gün bile olmadan bir kişinin parti içindeki tüm farklı hassasiyetlere bu seviyede ve
bu şiddette hitap edebilmiş olması müthiş
ve bence çok ciddi bir başarı. 60 gün içinde
bu gerçekleşebiliyorsa, birkaç sene sonra
kim bilir neler olacak?
Yeni Türkiye’nin
Bilge Başbakanı
A
RKADAŞLARLA arabada sohbet ediyorduk, aramızda Başbakanımızın tek nefeste söylenebilecek etiketlerinin olmadığı kanaati oluştu. Hâlbuki Cumhurbaşkanımızın il başkanlığından gelen ve halkta karşılığı
olan etiketleri vardı. Bunların oluşumu, ülke yönetimini bir noktadan yeni bir noktaya getirebilir yahut getirmiş demek olacaktır.
>> Afyonkarahisar kampından, sohbet
ettiğim birçok arkadaşımızın memnun,
mutmain ve ümitli döndüğüne şahit oldum.
Bu beni çok şaşırttı. Zira Genel Başkan seçileli 60 gün bile olmadan bir kişinin parti
içindeki tüm farklı hassasiyetlere bu seviyede ve bu şiddette hitap edebilmiş olması
müthiş ve bence çok ciddi bir başarı. 60 gün
içinde bu gerçekleşebiliyorsa, birkaç sene
sonra kim bilir neler olacak?
“Farklı hassasiyetler” ifadesinden kastım
şu: Bir partide herkesin aynı olması, aynı
30
kasım 2014
duygu ve düşüncelere sahip olması beklenmemelidir. Hani güvenlik politikalarında
meşhur bir tabir vardır ya “Güvercinler ve
şahinler” diye, onun gibi. Cumhurbaşkanımız ile yakın çalışmış arkadaşlarımız, üç
dönem kuralına takılan büyüklerimiz, makro politika stratejisini öneren yahut mikro
uygulama beklentisi olan milletvekillerimiz,
kurucularımız, MKYK üyelerimiz, Kadın
Kollarımız, Gençlik Kollarımız, Bakanlar
Kurulu üyeleri ve icraatlarıyla ilgili önerileri
olan parti yetkililerimiz derken her birinin
kendine özgü hassasiyetler vardır. Bu hassasiyetler arasında ahenk ve denge gözetmek,
gerektiğinde uzlaşma sağlamak öyle kolay
değil.
Bir elmas düşünün…
Denklerin yönetimi, beklentilerin yönetimi anlamına da gelir. Kimi bölgesine yatırım bekler, kimi sonraki dönem
görevinde kalmak, kimi ülkede birtakım
projelerin hayata geçirilmesini, kimi de
saygınlığımızın korunmasını. Bu beklentilerin değişik kombinasyonları da tabiî ki
söz konusu…
İşin bir başka zorluğu ise şu: Bu beklenti
sahipleri AK Parti kurulmadan önce de varlardı ve birtakım duygu, düşünce, değer ve
sıfatlara sahiptiler. Bu kimseleri “Güle güle!”
diyerek etkisiz hale getiremezsiniz. İnsanlar
bir şey olabilmek için AK Parti’de değiller,
iyi bir şeylerin olabilmesine katkı yapmak
için bu partideler. Gel de bu hassasiyetler
arasında dengeyi ve ahengi sağla!..
Hassasiyetler arası bu ahengi temin
edecek kişinin, toplamda birtakım sıradışı
özelliklerinin olması gerekirdi ki bu özelliklerde biri “iyi bir geçmişinin olma gerekliliği”. Başbakanımız iyi bir eğitim, iyi
bir aile ve iş hayatına sahip. Hepimizin iyi
geçmişleri var, fakat toplamda Başbakanımız daha iyi durumda. Şahsım olarak aynı
üniversiteden mezunuz ama kendisi ayrıca
iyi bir liseden de mezun ve aynı zamanda
kendi sahasında oldukça başarılı bir profesör. Bunlara onlarca olumlu başka sıfatlar
da ekleyebilirsiniz.
Tabiî böyle bir geçmişe ve birikime sahip
olabilirsiniz ama çevrenizdeki insanlarla
kibre dayalı yahut özgüvensiz veya belirsiz,
dengesiz, istikrarsız iletişim halindeyseniz
yine hiçbir şeysiniz.
Başbakanımız, Afyonkarahisar toplantılarında çevresindekilerle çok başarılı bir
iletişim halindeydi. Söz ve davranışlarıyla
ortamdakilerin kendilerini değerli hissetmelerini sağlıyordu. Tevazu içindeydi. Tevazuu, birikimini göstermek için adeta bir
mukayese vesilesi rolü oynuyordu.
Bir elmas düşünün ki kabı, içindekiyle
olabildiğince zıt değerde. İçindekinin kıymet vurgusu çok daha fazla ortaya çıkar
elbette. Ayrıca konuşanları tüm varlığıyla ve aksiyona geçecek şekilde dinlemesi
konuşanları motive ediyor ve maskelerin
ötesinde bir sohbet ortamı meydana getiriyordu.
Başbakanımız iyi bir eğitim, iyi bir aile ve iş hayatına sahip. Hepimizin iyi geçmişleri var, fakat toplamda Başbakanımız daha iyi durumda. Şahsım olarak aynı üniversiteden
mezunuz ama kendisi ayrıca iyi bir liseden de mezun ve aynı zamanda kendi sahasında oldukça başarılı bir profesör. Bunlara onlarca olumlu başka sıfatlar da ekleyebilirsiniz.
Evrensel ve millî olmak
Evet, muazzam bir geçmiş ve harika bir
iletişim! Peki, seçim kazanmak için bunlar
yetecek mi? Seçim kazanmak ve kitleleri
peşinden sürükleyebilmek için iyi bir vizyon
da gerekiyor.
Afyonkarahisar toplantılarının temel
istinat noktasını “evrensel ve millî olmak”
ilkesi meydana getiriyordu. Bunun anlamı
şu: “Evrendekileri bilip ülkesini ona göre
konumlandırmak.”
Aslında bu yaklaşım, dünya çapında iddiası olan herkesin anlayış çerçevesidir.
Türkiye’de Başbakanımızın doğrudan etkilediği kişi ve kurumlar, kendilerini her yönden evrendeki diğer karşılıklarıyla karşılaştırmak durumunda ve ona göre kendilerine
hedef koymak zorunda kalırlar.
Mesela Türk Silahlı Kuvvetleri, dünyada-
ki ordularla kendisini her bakımdan karşılaştırır ve ona göre kendine bir hedef koyar.
Şu an itibariyle 2033 hedefi ortaya çıkmış
durumda. Ekonomi yönetimi de bu çalışmaya çoktan başlamış. Ali Babacan, bu işi
uzun süreden beri bu yöntemle götürüyordu
zaten. Üniversite ve belediyelerin bu istikamete sokulduğunu yakın zaman önce gözlemledik. Ancak toplumsal konularda henüz bir istikamet çalışması göremedik. Bu,
zayıf yönetim zihniyetinin varlığından kaynaklanıyor olabilir. Ama mecburî istikamet,
“insanı merkeze oturtan medeniyetimizin
günümüz imkânlarıyla hayata geçirilmesi”
şeklinde özetlenebilir. Bu noktada önerdiğimiz proje ise “Kamu Hizmetlerinde Dördüncü Nesil” adlı proje…
Diğer alanlarla da buna benzer çalışmalar yapıldığına ve dünyadaki etkinliğimizin
yükseldiğine birer birer tanık olacağız. Bu
da önümüzdeki seçimlerin kazanılması an-
lamına gelecektir.
Seçim meydanlarında Başbakanımız nasıl
takdim edilirse edilsin yadırgamam. Yukarıdakileri kasteden şu tip cümleler her halde
uygun olacaktır: “İmam-ı Rabbani’den Ahmet Yesevi’ye, Mevlana’dan Gül Baba’ya
gönül erlerinin varisi; Yusuf Has Hacip,
Nizamü’l-Mülk, İbn Haldunların ilim zincirinin 21. asır halkası; Gazneli Mahmud,
Alparslan, Osman Gazi, Fatih ve Ulubatlı
davasının neferi…” (Kamuoyuna günümüz
başarılarını da kapsayan ifadelerle takdimler
yapılacaktır.)
Yukarıda bahsedilenlerin tümü ve mahremiyeti nedeniyle bahsedilemeyenler de
göstermektedir ki Yeni Türkiye’nin kuruluşu kaçınılmazdır. Liderinden vatandaşına,
Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakan ve diğer
kurum yöneticilerine kadar, her yönüyle
Türkiye’miz yenilenmeye hazırdır ve bu süreç başlamıştır. Hayırlı olsun!
kasım 2014
31
haberajanda
Analiz
Ayrıca “Ama parlamenter
sistemde denetim mekanizması var. Daha demokratik
bir yöntem” fikri de yaygın
bir yanlış kanaat. Zira farklı
denetim mekanizmaları başkanlık modelinde de mevcut.
Kaldı ki, başta ABD olmak
üzere Çin ve Rusya gibi gelişmiş ülkelerin anti-demokratik yöntemlerle yönetildiğini
söylemek de pek mümkün
değil. Yani başkanlık sistemi
de parlamenter sistem kadar
demokratik bir yönetim modeli. Hatta yer yer, bir başkanın yetkileri bir başbakanın
yetkilerinden çok daha sınırlı
bile olabiliyor.
***
Atatürk’ün çok da uzun olmayan bir süreçte yarattığı ve o
şartlara göre ciddî bir sıçrama
sayılan söz konusu açılımlarsa bir tür “başkanlık sistemi”
ile hareket etmesinden kaynaklanmıştır aslında. Zira
kokuşmuş zemine format
atmak adına hiç de yumuşak
sayılamayacak birçok sert
hamle yapılmış ve açıktan
“gücü tek merkezde toplayan
bir başkanlık modeli” uygulanmıştır.
***
Yedek kulübesinde beklemekten ya da saha kenarına
çıkan topları toplamaktan
vazgeçip sahaya inmenin aktif projeleri içinde yer alan bir
Türkiye’nin gerekli emniyet
tedbirlerini almasından daha
tabiî bir şey olamaz. İlerleyen
günlerde sıklıkla gündemimizde olacak başkanlık ya
da yarı başkanlık meselesi
de bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir “takviye
kuvvet”tir. “Bir daha da
Davos’a gelmem!” cümlesinin
ardını “Dünya beşten büyüktür!” çıkışıyla getiren Türkiye,
elbette gerekli altyapı çalışmalarını yapacak, sistemini
bu vites değişimine göre yeniden dizayn edecektir.
32
kasım 2014
Kutupsuzlaşan dünyad
Başkan
“Neden” başkanlık sistemi?
Siyasî bir fantezi mi, reel bir
ihtiyaç mı?
T
ÜRKİYE, zannederiz Erdoğan’ın ciddî ciddî sırtına yükleyip götüreceği düşünülen “Ak
Saray” metaforu üzerinden asıl
gündemimiz olan “başkanlık
sistemi” konusundaki sıcak analizlere hazırlanıyor. Dolayısıyla dönüp dolaşıp yeniden geleceğimiz o temel soruya yakın plan
vermenin demidir artık! “Neden parlamenter
sistem değil de başkanlık sistemi? Bu yeni hatta
geçmemiz niçin gerekli? Siyasî bir fantezi mi,
yoksa zarurî bir ihtiyaç mı bu?”
Tabiî yanıt, belirli bir zaman diliminin
sonunda kopan o zincirleme ve sürpriz (!)
gürültülerle dış politika zemininde harekete
geçirilen bilindik domino taşları ile oldukça
alâkadar. Suriye, Kobani, IŞİD gibi birbirini
tetikleyen bu periyodik sinyaller, Türkiye’ye
verilen hangi mesajın parçaları acaba?
Asırlık kızağı yerinden
oynatmak bedel ister:
Ya “Sıfır hedef, sıfır risk”
diyeceksin, ya fatura
ödeyeceksin
Gitgide kutupsuzlaşan dünyada “başkanlık
ya da yarı başkanlık vizyonu”yla da desteklenen yüksek riskli bir dış politikayla sürekli
vites yükselten Türkiye, birilerine göre intihar
ediyor, bir diğer bakışa göre ise yüz yıllık zincirlerinden kurtulmak ve buz tutmuş o asırlık
kızağı yerinden oynatmak adına çok ciddî bir
efor sarf ediyor. Aynı ülkede, aynı tarihe sahip
insanlar olarak 180 derecelik bir farkla bam-
başka manzaraları seyrediyoruz yani. Her şart
ve koşulda mütemâdiyen pesimist/karamsar
bir tablo çizen ve toplumsal bilinçaltının başat motivasyonu olan “korku”yu “Kaçınılmaz
son!” ana temasıyla “realizm” olarak pompalayan ciddî bir kesim, cümbür cemaat uçurumdan aşağı yuvarlandığımızı düşünüyor
ve ısrarla “Sıfır sorun dendi, sırf sorun çıktı!”
plağını çalıyor.
“Hiçbir problem konjonktürel değil, hepsi sizin suçunuz!” makamında sabitkadem eden
söz konusu cephenin argümanları malum:
“Ritmik diplomasi dediniz, nerede duracağınızı bilemediniz! Esed hemen düşer zannettiniz,
yanlış cephede mevzîlendiniz! Sıfır sorun dediniz, herkesle ters gittiniz! Suriye, Mısır, İran vs.
birçok artı cepheyi kendiniz tetiklediniz!”
Yıllarca Türkiye’yi “Sıfır hedef, sıfır risk!”
diyen sanal bir dış politikaya kilitleyen ve
“Ne olursa olsun, bölgesel ihtilaflarda taraf olmamak gerek!” diyen bilindik cephenin “sıfır
tedavi, sıfır komplikasyon” anlayışına dayalı bu
düz mantığını şu doğal argümanlarla karşılamak da mümkün tabiî: “Neredeyse yüz yıldır,
sindirildiği o kuytu köşede figüran rolünü edâ
eden Türkiye’ye geniş bir diplomasi alanı sağlayarak nicedir kapısı açılmamış ülkelerle köprü
kurmamız mı hata? Yoksa ‘Bu Esed kolay kolay
düşmeyebilir, iyisi mi karşımıza almayalım,
orada yaptığı kıyımı görmezden gelelim ve suya
sabuna dokunmayalım!’ dememiş olmamız mı?
Ve şu an görünür ve görünmez cephelerde kimlerle problem yaşadığımıza da dikkat edilirse,
mevcut problemin komşularla filan değil, ‘bazı
komşular dâhil, nice gizli aktörü pragmatik
organizelerle entegre çalıştırıp kendi iç networkünü işleten, dönemin düvel-i muazzaması’ ile
olduğu açıkça görülür. Şu an bölgede bize biçilen
Ayten Çalış
[email protected]
a “Yeni Türkiye”ye turbo takviye
lık Sistemi
‘figüran’ rolüne rest çekişimizin doğal getirisini
göğüslüyoruz. Zaten bu yola da bu bedeli göze
alarak girdik. ‘Değerli yalnızlık’ meselesi bizim
için hesap edilmemiş bir sürpriz değil, hesap
edilmiş bir risktir…”
Bu cümleler gayet doğal kurulabilir yani.
Ne var ki, görünen fotoğrafı değil, asıl manzarayı seyredebilmek ve mevcut cephelerin
sıcak mutfaklarında yaşanan çetin mücadeleyi bir parça algılayabilmek için detaya
doğru süzülmek farz.
Kolay muhalefetçiler,
“tezgâh”ın arkasına
bakmıyorlar
“Kolay muhalefet” olarak tanımlayabile-
ceğimiz doğal reflekslerle hareket eden ve
manzaranın derinine yakın plan vermeye
pek yanaşmayan bu kesim, asıl gündemlerden biri olan “başkanlık ya da yarı başkanlık
sistemi” için de şu argümanları sıralıyor:
“Doksan küsur yıllık ulus devletin yerini
alacak federal bir yapı kurgulanmaya çalışılıyor. Başkanlık sistemi, küresel efendilerin
kasım 2014
33
haberajanda
Analiz
istediği modeldir zaten. Yönetmek istedikleri
ülkelere hep bu modeli dayatırlar. Geçtiğimiz
yıllarda TÜSİAD’ın önerdiği taslakta geçen
altı maddede de açıkça görüldüğü gibi Türklük
kavramını Anayasa’dan çıkarmak, milliyetçilik olgusunu rafa kaldırmak, uluslararası hukuku ve uluslararası kurumları sisteme hâkim
kılmak, yerel yönetimler için özerklik şartı ile
bölünmenin önünü açmak gibi önlenemez tehditler söz konusu. Dolayısıyla küresel odaklar,
Türkiye’de Atatürk’ün tam bağımsız Türkiye
idealini rafa kaldıracak sessiz ve derinden bir
devrim gerçekleştirmeye hazırlanıyorlar. Bu
tehlikeli değişim, ayrıca Erdoğan gibi otoriter
bir siyasî figüre de tam diktatörlük yolunu açıyor.”
Neredeyse tedavülden kalkmış, fazlasıyla
demode kodlar üzerine inşa edilmiş temel
argümanlar genel hatlarıyla böyle. Bakış,
ideolojik reflekslere ve zamanın gerisinde
kalmış psikolojik manüpilasyonlara dayalı
bir “eski” Türkiye mantığı. Ne var ki, üst per-
34
kasım 2014
deden topluma verilmek istenen bu “klasik”
müziğin arka planı hiç de öyle değil.
Hâdise Türklük ve milliyetçilik mefhumlarını yürürlükten kaldırıp kaldırmamakla
hiçbir alâka taşımadığı gibi, “hesabı güdülen
beklendik verim” açısından da son derece
“millî” bir hamle. İşler, “anti-emperyalist geçinen” ama üzerimize gelen yeni dalgayı hiç
de sağlıklı okuyamayan bu kült mantığın
görmek istediğinden çok farklı. Dahası, içine sığmadığı gömleği iki üç beden genişletmenin hazırlığında olan Türkiye’nin “Bunu
siz istediniz, bize ne!” tarzı mızmız davranış
modelleriyle oyalanacak vakti de yok!
“Emperyalizme panzehir
o gerçek devrimciler”
hangileri acaba?
Baskın emperyal mantığa teslim olmak,
egemen güçlerin elinize verdiği rolü yerine getirmeyi ve asla sınır ihlali yapmamayı
kabul etmek demektir. Davos’a kadar ağırlıklı olarak ekonomik stabilizasyonu baz
alan, Davos sonrası ise bölgede “figüran”
değil, “güçlenen bir aktör” olarak yer alacağını açıktan ilan eden Türkiye, bu manada
Anadolu’nun “Manda ve himâye kabul edilemez!” diyen o tarihî virdini ikrar ettiği
gibi -onun da birkaç tık üzerine çıkarakBatı’nın tehdit haritasındaki o net ve berrak
yerini almıştır.
Geçtiğimiz günlerde Nutuk’tan bir bölüm okuyarak “Yeni Türkiye” ifadesini ilk
kullanan kişinin Gazi Mustafa Kemal Atatürk olduğunu zikreden Cumhurbaşkanı
Erdoğan fotoğrafı, bu tarihî tescilin de bir
ispatıdır aslında. Daha da Türkçesi, birileri
“devrimcilik, anti-emperyalizm, Atatürkçülük,
‘Tam bağımsız Türkiye’ ideali ya da milliyetçilik/ulusalcılık” gibi kavramların lafazanlığını
yaparken, bu rozetleri kullananlar tarafından hiç de beğenilmeyen başka birileri,
söz konusu bu değerlerin içini dolduracak
Ayten Çalış
ve üzerine çıkacak hamlelerin altyapısını
hazırlıyorlar, tıpkı yine aynı kesimin sembol şahsiyetlerinden Nazım Hikmet’e ait
“rüzgâra karşı yürüyen adam” metaforunda
olduğu gibi. Hem de anti-emperyalist geçinen ve ideolojik körlüklerle bindiği dalı
kesmeye kalkan nicesine rağmen…
Neden “parlamenter
sistem” yetersiz kalıyor?
Koalisyon dönemlerinde yaşanan yoğun
enerji kaybı ile tek parti dönemlerinde
alınan ivme ve “atanmışlarla seçilmişler
arasında yaşanan klasik rezonans sorunu”
üzerinden gidildiğinde yaşanan zaman yitimi ortada. Türkiye siyaseti kadar Batı’da
istikrarı kaybeden koalisyon hükümetleri
de örnek buna. Dolayısıyla halktan yetki
almış idarî erkin “bürokratik oligarşi” olarak
ifade edilen kemikleşmiş sorunsala takılmadan ve blokaj yemeden hareket edebilmesi, koalisyon mantığına takılmadan yol
alan “tek başına/güçlü” bir iktidar kadar
önemli. Bu manada parlamenter sistemin
yasama, yürütme ve yargı arasında yaptığı
yetki dağılımı, yol almayı zorlaştıran ciddî
bir engel. Bu, “Parlamenter sistemin eksiği ne?” sorusunun temel yanıtı; zaman ve
enerji kaybı yani.
Ayrıca “Ama parlamenter sistemde denetim
mekanizması var. Daha demokratik bir yöntem” fikri de yaygın bir yanlış kanaat. Zira
farklı denetim mekanizmaları başkanlık
modelinde de mevcut. Kaldı ki, başta ABD
olmak üzere Çin ve Rusya gibi gelişmiş ülkelerin anti-demokratik yöntemlerle yönetildiğini söylemek de pek mümkün değil.
Yani başkanlık sistemi de parlamenter sistem kadar demokratik bir yönetim modeli.
Hatta yer yer, bir başkanın yetkileri bir başbakanın yetkilerinden çok daha sınırlı bile
olabiliyor.
Ve Menderes, Demirel, Özal, AK Parti
dönemleri gibi, Türkiye’ye ivme kazandırmış, gözle görülür bir hareket yaratmış
süreçlerin yasama ve yürütme erklerini ele
geçirmiş modeller üzerinden işlediği düşünülürse, bu zaman dilimlerinin birer “yarı
başkanlık” işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz
aslında. Dolayısıyla yetkileri dağıtmayan ve
mümkün mertebe tek elde toplayan yönetim modellerinin verimi arttırdığı, gelişim
hızını yükselttiği ve uluslararası zeminde de
manevra alanını genişlettiği sabit bir siyasal
veri.
Yeni Türkiye’nin ajandası
ve bir turbo takviye
Kutupsuzlaşan bir dünyanın şekillenişi
ve artık başat bir süper güçten bahsedilemiyor olunuşu, oyunun kurallarını ve stilini de baştanbaşa değiştirdi elbette. Bu yeni
konseptteki bloklar, sabit değil, değişken ve
sürekli “yenilenir” düzeyde. Böylesi hareketli bir zeminde Yeni Türkiye’nin bulunduğu
pozisyonu avantaja çevirme şansı da oldukça yüksek. Ne var ki, bu avantajı oluşturacak
altyapı çalışmaları tamamlanmış olmalı!
Yürütmeyi hızlandıran ve güçlü kılan
başkanlık modeli de bu ciddî hazırlığın bir
parçası durumunda aslında ve belki de en
joker kısmı. Zira parlamenter sisteme göre
sorunlara çok daha hızlı müdahale sağlayan
ve sistemin işleyişinde bir katalizör etkisi
yaratabilen başkanlık modeli, bölgede aktör
devletler arasına girmenin öncü sinyallerini
veren Türkiye için ciddî bir güç transferi; hatırı sayılır bir takviye, bir “turbo etki”
adeta. Türkiye gibi olası genişlemeler yapabilecek ülkelerin bu tarz altyapı sistemlerini
oluşturmak istemesinden daha doğal bir şey
de yok haliyle.
Kaldı ki, gitgide daha da hararet kazanacak bir Ortadoğu zemininde ileride
Türkiye’yi ilhak etmek isteyecek bazı ülkeler
bile çıkabilecekken, enerjiyi tek bir noktada
toplayan “güçlü liderlik” modellemesi ile bu
tarz bir “sigorta”yı tesis etmek istemek gayet
akıllıca ve hatta elzem. Zira hedefler büyüdükçe tehdit büyüyecek, tehdit büyüdükçe
“optimum güç kullanımı” bir seçim değil,
zaruret halini alacak.
Kısacası, yetkileri dağıtarak Ortadoğu’da
güçlü olunamaz, dolayısıyla böylesi bir süreçte başkanlık ya da yarı başkanlık sistemini masaya yatırmak, siyasî bir fantezi değil,
ciddî bir ihtiyaçtır. Parlamenter sistemde
bile beklenilenin üzerinde performans gösteren Erdoğan gibi güçlü bir lider figürü ile
başkanlık modelinin buluşması da ekstra bir
bileşimdir ayrıca.
Gazi Mustafa Kemal
dönemi de Bir tür başkanlık
sistemidir aslında
Ortadoğu’daki yeni hedeften Cumhuriyet tarihine doğru süzülürsek biraz, Gazi
Mustafa Kemal’in uyguladığı “güçlü lider
modeli”nin de bir tür “başkanlık sistemi”
olduğunu görürüz aslında.
Şöyle ki,Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kuruluş felsefesinde kültürel, idarî, ekonomik vs. türden birçok ideal yer almış, ancak
bunlar İmparatorluk’tan yeni rejime geçiş
sürecinde mevcut konjonktür gereği tam
istenen şekilde realize edilememiştir. Örneğin “Manda ve himâye kabul edilemez!” temel
düsturu ile hareket eden Gazi Mustafa Kemal, ülke içindeki son sermayeyi mümkün
mertebe kaçırmamaya ve manevra alanını
genişletmeye çalışırken zarurî sebeplerle
belirlenen “karma ekonomi modeli”nden
doğan birçok problemi de göğüslemek zorunda kalmıştır. Yeni ekonomik modelin
inşası sürecinde birçok tutarsızlık açığa çıkmış, ancak bunlar Osmanlı Bankası türünden hazır zemindeki bazı Osmanlı kurumlarının yarattığı koruyucu etkiyle bir şekilde
tolere edilebilmiştir.
Örneğin Merkez Bankası’nın uzunca
bir müddet sistemde olmaması ve Osmanlı
Bankası’nın etkisini sürdürmesi, bu manada bir sigorta işlevi görmüştür. Tabiî süreç
içinde, başta İngilizler olmak üzere sahadaki
küresel aktörler, sistemdeki açık noktalardan
ve çeşitli kurumlar üzerinden yapıya sızmış
ve kurulmaya çalışılan iç dengeyle oynamışlardır. NATO ve BM türü üyelik süreçlerine
iteklenişimiz de hep bu ince operasyonların
bir getirisidir.
Ana akslarda yaşanan bu Batı tandanslı
değişim ve ciddî kayma ile demokrasinin
parlamenter sistem üzerinden zemine yedirilme çabaları ciddî biçimde hız kesmemize
sebep olmuş ve 2000’li yıllara kadar aynı
turun içinde devr-i daim eden bilindik bir
grafik ortaya çıkmıştır. Kuruluş felsefesindeki ana aksların değişmesi anlamındaki
tehlikeli ve riskli dönemin başlangıcı ise
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Hakk’a
yürümesi olmuş, kapatılan Mason localarının aynı hızla geri açılması gibi “görünür
parametreler” üzerinden de anlaşıldığı gibi
birçok temel ilke süratle dönüşüme uğramıştır.
Atatürk’ün çok da uzun olmayan bir süreçte yarattığı ve o şartlara göre ciddî bir sıçrama sayılan söz konusu açılımlarsa bir tür
“başkanlık sistemi” ile hareket etmesinden
kaynaklanmıştır aslında. Zira kokuşmuş zemine format atmak adına hiç de yumuşak
sayılamayacak birçok sert hamle yapılmış ve
açıktan “gücü tek merkezde toplayan bir başkanlık modeli” uygulanmıştır.
Osmanlı ve Selçuklu bazlı ilerleme grafiğimize bakıldığında 150’şer yıl süren temel
periyotlardan söz edebiliriz. Bu temel veriyi
küresel aktörlerin Kurtuluş Savaşı döneminde bize verdikleri ortalama yüz yıllık
sürecin sonuna doğru geliyor oluşumuzla da
kasım 2014
35
haberajanda
Analiz
Türkiye’nin çıta atlaması mı?” gibi büyük bir
vicdanî sualle de baş başa kalacaklardır şüphesiz.
Yedek kulübesinden
çıkılırsa…
Sonuç olarak, yedek kulübesinde beklemekten ya da saha kenarına çıkan topları
toplamaktan vazgeçip sahaya inmenin aktif projeleri içinde yer alan bir Türkiye’nin
gerekli emniyet tedbirlerini almasından
daha tabiî bir şey olamaz. İlerleyen günlerde
sıklıkla gündemimizde olacak başkanlık ya
da yarı başkanlık meselesi de bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir “takviye
kuvvet”tir. “Bir daha da Davos’a gelmem!”
cümlesinin ardını “Dünya beşten büyüktür!”
çıkışıyla getiren Türkiye, elbette gerekli altyapı çalışmalarını yapacak, sistemini bu vites
değişimine göre yeniden dizayn edecektir.
Tabiî, bu süreçte “eski” Türkiye kodlarına
dayalı o bilindik refleksler yeniden harekete
geçirilecek ve ülkemize bu taze kanı enjekte
etmek isteyenlerin elindeki şişe, yine bambaşka şekillerde gösterilecektir.
birleştirirsek, ciddî bir artı hamleyi, altyapısı
sağlam bir kontra atağı yapılandırmazsak
yoğun bir pres altında ezilebileceğimizi açıkça öngörebiliriz ki, ortalama yüz yıl
olarak belirlenen ve belirli anlaşmalarla ana
hatları çizilen mühlet, farklı müdahale ve sıkıştırmalarla 90’lı yıllara doğru da çekilmiştir aslında. Yeni dönemde bir siyasî fantezi
değil, zarurî bir ihtiyaç olduğunu söyleyebileceğimiz başkanlık sisteminin neden gerekli
olduğuna dair sonunun aslî yanıtı da tam
burada aranmalıdır aslında.
Başkanlık modeli, Türk
idare geleneğine de daha
uygun
Bu tarihî arka plandan sonra yeniden ana
soruya dönersek, ‘Tercihimizi neden parlamenter sistem yerine başkanlık modelinden
yana kullanmamız gerekebilir?” sorusunun
bir farklı yanıtının da Türk idare geleneğinde yatıyor olduğunu görürüz aslında. Zira
devlet yönetme geleneğimiz, güçlü lidere
dayanan, “bireysel erk” odaklı bir gelenek olmuştur daima. Hakeza, Ortadoğu’daki baskın modelin de bu olduğunu söyleyebiliriz
rahatlıkla.
Anadolu, liderini bulduğu zaman ivme
kaydeden bir coğrafya olduğu gibi, yıkılan
Türk devletlerinin perde arkasında da bertaraf edilememiş çok başlılık örnekleri ve
36
kasım 2014
iç kavgalar yatar hep. Dolayısıyla “durumu
idare etme mantığı”ndan “mesafe alma
anlayışı”na doğru yönelmiş “kararlı” bir
Türkiye, kendi aslî kodlarına uygun yönetim
biçimini de bulmalı, en rahat ve fıtrî akacağı
kanala yönelmelidir artık! Bu tabiî arayıştan
daha doğal bir şey olamaz.
İlkesel değil, pragmatik
muhalefet
Bu fıtrî yönelişin bir baskı rejiminin altyapısını oluşturmak olduğunu düşünüp
kuru kuruya muhalefet yürütmekse, olsa
olsa yaklaşık 15 yıl önce “Türkiye’yi İran’a
çevirecekler!” diyen fobik yaklaşımın güncel
bir tezahürü olabilir ve olası enerji kayıplarına yeni kapılar aralayabilir. Yeni sisteme
muhalefet oluşturan ve ilerleyen süreçte bu
itirazı daha da yüksek sesli dile getirecek
olan mevcut cephenin kriptoları noktasında şu da söylenebilir ayrıca: Yapılan itirazlar
“ilkesel” değildirler.
Asıl muhalefet, parlamenter sistemde
bile beklenmedik bir hızla hareket eden
Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle buluşması halinde ortaya çıkabilecek performansın
tasavvurundan kaynaklanmaktadır. Ve bu
tasavvur, hem dış aktörler, hem de içteki
siyasî figürler açısından ciddî bir alan kaybıdır. İçerideki siyasî figürler, tam da bu hassas noktada “Kişisel siyasî çıkarlar mı, yoksa
Bir tercih meselesi: Ya
bildiğimiz yol, ya turbo
sistem
Ancak şu unutulmamalıdır ki, parlamenter sistemden başkanlık ya da yarı başkanlık
sistemine geçip geçmemek, en nihayetinde
bir “tercih” meselesidir. Şüphesiz her iki yolun da kendine göre handikapları ve avantajları vardır. Şayet başkanlık sistemi tercih
edilirse, önemli olan, sistemin sağlıklı kurulup işletilebilmesi olacaktır. Sadece sisteme
geçmiş olmak bir kurtuluş vesilesi olmadığı
gibi, parlamenter sistemde ısrar etmek de
hiçbir garanti niteliği taşımaz.
Ayrıca yeni modellemelerin ABD ve sair
tarzdaki ülkelerden aynen kopyalanması gibi bir zaruret de mevzu bahis değildir,
pekâlâ kendi yapımıza özgü bir tarz da uygulanabilir. Eyalet sistemi olmayan yerlerde
de başkanlık sisteminin uygulanabiliyor olması ise bizim gibi farklı ülkeler açısından
bir çeşitlilik örneği teşkil eder.
Velhasıl, Türkiye yönünü 2023 hedefine
döndüğü tarihî bir dönemde, tarihî bir seçimle baş başadır ve ciddî bir tercih yapacaktır. Ya “En iyi yol, bildiğim yoldur!” deyip risk
almayacak ya da “Ortadoğu’da varlık göstermek güçlü bir liderlikten geçer. Yeniye adım atıyor ve bu jokeri kullanıyorum!” diyerek turbo
sisteme geçişin ilk adımlarını atacaktır.
haberajanda
Siyaset
N
E zaman Türk milleti
manevi değerlerine, birlik
ve beraberliğine karşı
gerçekleştirilen psikolojik
saldırıların önüne geçmek
için birlik ve beraberliği
güçlendirecek girişimlerde bulunsa, Hükümet’in
attığı bu olumlu adımların
sadece siyaseten atıldığını, aslında iktidar kanadının ne Kürtleri, ne de
Ahmet Sağlam
[email protected] Alevileri hiç mi hiç önemsemediğini söyleyen
birileri muhakkak çıkıyor.
Asıl amacın göz boyamak
olduğu düşüncesini yerli
yazarlarımıza gazete
köşelerinde kaleme aldırıyorlar.
Fakat her ne denirse
denilsin, halk gerçeği
görüyor ve tek gerçekçi
vizyon sahibi parti olduğunu düşündüğüm günümüz iktidar partisinin
her ihtiyaç duyduğunda
inanılmaz oy oranlarıyla
yanında yer alarak dosta
düşmana aslında mesaj
veriyor. Peki, halkımızın
bu inanılmaz oy oranlarıyla verdiği mesajın mahiyeti nedir?
Dış politikamızın seyrini ele alalım. Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti,
tamamen içine kapanık
bir politika takip ediyordu.
Bölgede yaşanan en ufak
gelişme dahi kendisini etkileyen ülkemizin bugüne
kadarki yöneticileri “Bana
dokunmayan yılan bin
Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti, tamamen içine kapanık bir politika takip ediyordu.
Bölgede yaşanan en ufak
gelişme dahi kendisini etkileyen ülkemizin bugüne kadarki
yöneticileri “Bana dokunmayan
yılan bin yaşasın” edası ile
hareket ettiklerinden, ülkemiz
bölgesinde hep zayıf görünmüş
ve maalesef fersah fersah kaçılan bu yılanın müdahalesine
maruz kalmıştır. Yılan diye bahsettiğimiz duygusuz ve sadece
çıkar düşünceli sömürgeci güçler, Türkiye’yi hep bu şekilde,
dışarıda yaşanan gelişmelere
karşı duyarsız kalan ülke konumunda tutabilmek için ülkemizin güçlenmesini sekteye
uğratacak darbe ve muhtıralara
defalarca başvurmuşlardır.
Canın çıksın
çıkarcı politika!
PEKİ, bu durumun neresi akıllı dış politika? Hani biz tam bağımsız bir ülke istiyorduk? Hani bunun için gerekirse canımızı bile feda edebilirdik? İşte o yüzden bazı partiler gibi sadece
laf üretmeyerek gerçekçi icraat üretmesini bilen AK Parti hükümetinin millet olarak sonuna kadar yanındayız!
yaşasın” edası ile hareket
ettiklerinden, ülkemiz bölgesinde hep zayıf görünmüş ve maalesef fersah
fersah kaçılan bu yılanın
müdahalesine maruz
kalmıştır. Yılan diye bahsettiğimiz duygusuz ve
sadece çıkar düşünceli sömürgeci güçler, Türkiye’yi
hep bu şekilde, dışarıda
yaşanan gelişmelere karşı
duyarsız kalan ülke konumunda tutabilmek için
ülkemizin güçlenmesini
sekteye uğratacak darbe
ve muhtıralara defalarca
başvurmuşlardır.
Ya “Böyle gelmiş, böyle
gider” diyerek her zamanki vurdumduymaz
edamızla sömürülmeyi
kabullenmiş şekilde
bölgemizde yaşanan gelişmelere duyarsız kalacağız
ya da asıl amacımızı, yani
bölgemizi sömürmek
maksadıyla daha önce
defalarca yaptıkları plan
ve projelerle bölgemizin
kaynaklarını kendi ülkelerine kaçıran ve bugünde
bu planlardan birini daha
hayata geçirmeyi amaçlayan bu sömürgeci güçlerden kurtulacağız.
Bunun yolu, kurtulmak
istediğimiz sömürgeci
güçlerden kuvvet alarak
ülkelerinde baskı rejimleri
kurmuş olanlarla kol kola
yürümek değildir. Peki,
bu konuda İslam ülkelerinden gerekli desteği
alıp sömürgeci güçlere
“Haddini bil!” uyarısında
bulunabilir miyiz?
Bu konuda, “İslam
ülkeleri en az bizim kadar
sömürgeci vampir ülkelerin haksızlıklarından bıktı.
Onlar da artık en az bizim
kadar bu düzenden kurtulmak istiyorlar” desek,
muhtemelen hiç kimse
bu teoriyi gerçekçi bulmayacaktır.
Fakat bugün İran,
ABD’nin IŞİD’le ilgili
teklifine “Esad şartıyla”
diyerek onay veriyor ve
“Esad olmazsa İsrail’in
güvenliği tehlikeye düşer”
açıklamasında bulunuyor.
Peki, İran halkı da gerçekten İsrail’in güvenliğini
bu kadar düşünüyor mu?
Kesinlikle hayır! İsrail’in
alçaklıklarına karşı gösteri
yürüyüşleri ve eylemlerle
beraber en büyük tepkilerden birini İran halkı
gösteriyor.
Mısır, İsrail’in Filistin’e
saldırdığı sırada sınır
kapısını kapatarak İsrail’in
yanında yer alıyor. ABD,
Cumhuriyetçilerin şımarık çocuğu İsrail’in istemediği hiçbir politikaya
imza atmıyor. Peki, Mısır
halkı da İsrail’in bu şekilde
yanında yer alıyor mu?
Kesinlikle hayır!
Suudi Arabistan ve BAE
ülkeleri ise Mısır darbe
yönetiminin Cumhurbaşkanı Sisi’ye sınırsız destek
vererek yanında yer aldıklarını, Ortadoğu’da dış
güçlerce kurulmuş olan bu
yapının bir üyesi olduklarını resmen kabul ediyorlar.
Peki, bu ülkelerin halkları
da İsrail’i destekliyor mu?
Kesinlikle hayır!
İşte o yüzden bazı yazarlarımızın “Aman komşu ülkelerimizin yöneticileriyle aranızı bozmayınız,
iyi tutunuz, yoksa politik
zarara uğrayacağız!”
uyarısı Hükümetimiz için
bir anlam ifade etmiyor.
Çünkü sömürgecilerin bir
dediğini iki etmeyen bu
saksılarla kol kola yürümek, yıllarca daha sömürgecilerin pençelerinde
can çekişmemize neden
olacaktır. Uzun vadede
sömürgeci güçlerin maşası konumundaki bu zalim
yöneticilerin zulmünde
can veren bölge halklarının gelecek çocukları,
bu dönemin Esad veya
Sisi gibi güçleriyle kol
kola yürümenin hesabını
muhakkak gelecek nesillerimizden soracaklardır.
Peki, bu durumun neresi akıllı dış politika? Hani
biz tam bağımsız bir ülke
istiyorduk? Hani bunun
için gerekirse canımızı
bile feda edebilirdik? İşte
o yüzden bazı partiler gibi
sadece laf üretmeyerek
gerçekçi icraat üretmesini
bilen AK Parti hükümetinin millet olarak sonuna
kadar yanındayız!
kasım 2014
37
haberajanda
Siyaset Felsefesi
Ayşe Yaşar Umutlu
[email protected]
Egoizm ve
diğerkâmlığa dair
Batı’nın idrakini
küçümsemeyi maharet biliriz. Aslında Kerbela’dan
başlayıp tarihimizi
yeniden gözden
geçirsek, iddianın
hakikat payını da
görürüz. Savaş psikolojimize bir daha
bakalım, güttüğümüz kan davaları
ve mezhep kavgalarında birbirimize
ettiklerimizle
yüzleşelim. Böylece anlaşılacaktır
ki, savaş halinden
çıkamadığımız
sürece kardeşin
kardeşe edecekleri
de bitmeyecektir.
Hayatta kalmak
için yaradılışımıza
işlenmiş kodları,
savaş psikolojisiyle
hareket ederek
birbirimize karşı
kullanmaktan
çekinmediğimizi
kabullenmemiz,
yani savaş halinden uzak durmayı
ilke edinmemiz
gerekiyor.
38
kasım 2014
“The man ver
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mı?
G
EÇEN sayıdaki yazımızda,
“Türkiye, Ortadoğu’dan hızla
göç alan bir ülke konumuna
gelmişken hakikaten müşfik
bir ‘baba devlet’ olarak minnet
duyulacak bir ülke mi olacak,
yoksa bu kitleler bir süre sonra
burayı da kaçmak zorunda kaldıkları bir başka ‘zulüm’ olarak mı adlandıracaklar”
ve “Toplum ile lider hangi durumlarda çatışır? Birey
neden devlete karşı hale gelir hafızamızı yenilemek
üzere?” şeklinde iki soru sormuştuk.
>> Bu yazıda devlet ile
bireyin sınırlarının neler olduğunu, bu sınırlar olmazsa
hem birey, hem de devletin
nasıl bir kayıp yaşayabileceğini demokrasi anlayışı üzerinden irdeleyeceğiz.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, liberal ülkelerce kurulan demokrasi sisteminde
bireycilik algısının nasıl bir
süreçten geçtiğinin bilinmesi
ciddi bir önem arz etmektedir. Siyaset bilimi literatürümüzde henüz yer almayan
bir hususa da bu bağlamda
açıklık getirmek niyetindeyim. Başlıkta kullandığım ilk
tümce olan “The Man Versus
The State” (Devlete Karşı Birey) öğretisi, Batı’nın
ünlü filozoflarından Herbert
Spencer’in eserlerinden birinin ismidir. Henry Hazlitt’in
deyişiyle bu kitap, “sınırlı
hükümet, serbest piyasa ve
bireyselliğe dair yazılmış en
güçlü ve etkili argümanlardan biridir”. Henüz Türkçe
bir çevirisi yok. Eser, İngiltere tarihinden önemli detayları liberal sistemin prensipleri üzerinden şiddetle
eleştirir.
Bu eser sayesinde İngiltere’nin Sanayi Devrimi ile
geçirdiği dönüşüm ve emperyalizm uygulamaları hakkındaki Batı tarihi bilgimizde bir eksiklik olduğu fark
edilmelidir. Meseleye dair ilk
vurgum şu olacak: Emper-
yalizm sadece gittiği yerdeki
halkları değil, kendi içindeki
nüfustan da özellikle belli bir
kesimi köleleştirmişti. Bu,
oldukça önemli bir veridir.
Bu köleleştirme politikasının nedenleri üzerine pek
çok şey söylenebilir, fakat en
bariz neden, Sanayi Devrimi
sonrasında buharlı gemilerle
dünyaya açılan Britanya’nın,
gidip gördüğü ırklar ve kültürlerin karşısında kendisinin seçilmiş bir ırk ve kültür
olduğuna inanması idi.
Dönemin Hıristiyan din
algısı ise özellikle bu durumu
destekler mahiyette idi. Fakat buna rağmen kendi içerisinde hasta, fakir, yetersiz
yahut göçle gelmiş yoksul ve
acizler de hızla çoğalıyordu.
Bildiğiniz gibi İngiltere’de,
Sanayi Devrimi neticesinde
muazzam bir ekonomik dönüşüm yaşanmıştı. Devrim
sadece ekonomik gelişimi
tetiklememiş, aynı zamanda
siyasî, ekonomik, toplumsal,
ahlakî ve dinî tartışmalara da
hız kazandırmıştı. Öyle ki,
Sanayi Devrimi İngiltere’yi
küçük kasaba, köy ve çiftliklerden büyük kasaba, fabrika
sus the state” mi,
ve şehirlere dönüştürmüştü.
1801’de 16 milyon olan nüfus, 1901 itibari ile 41 milyonun üzerine çıkmıştı İngiltere’de. Kırsal kesimde yaşayan insanlar,
fabrikalarda çalışabilmek için büyük bir hızla şehirlere akın etmekteydi. Erkek, kadın,
çocuk, yoksul halkın büyük çoğunluğu fabrikalarda ve kömür madenlerinde çalışmaya
başladı. Düşük ücretle çalıştırılıp sağlıksız
koşullarda yaşamak zorunda kaldılar. Yoksul
erkekler ve büyük çocukların çoğu fabrika
ve madenlerde çalışırken, kadınlar ve kız çocukları evdeki yıkama, dikme, çimleri biçme
gibi işlerde yahut hizmet işlerinde çalışıyorlardı.
Çalışma evleri1
Emperyalizmin Büyük Britanya’sı, dindar ve güçlü bir muhafazakâr anlayış ve
Hıristiyan ahlak ilkeleri ile çalışma alanını
düzenlediğine inanmaktaydı. Bu yüzden,
içinde düzenli ve çalışkan, Hıristiyan modeline uygun olmayan fakir ve işsiz kesime “fakirlik yasaları” ile sosyal refah ve
toplumsal düzen sağlamayı bir zorunluluk
olarak gördü. Fakat liberal etiğin kurucuları, bu yasaların doğurduğu sonuçları çok
daha büyük bir kölelik olarak tanımladı.
Kadınlar, erkekler ve çocuklar için ayrı
ve büyük binalar olarak kurulan “çalışma
evleri” yahut “ıslahhaneler”, sadece kilitli
kapısı olmayan hapishaneler olarak adlandırıldılar. Yoksul aileler buralarda ayrı kalmak zorundaydılar.
Emperyalizmin
dönüşümüne karşı
üretilen fikir sistemleri
Çalışma evlerinin duvarlarında “Tanrı
iyidir” ve “Tanrı adildir” yazıyordu. Fakat
zorla sağlanmaya çalışılan refah sadece zulme dönüşmüştü. Pek çok yoksul aile parçalanmış, ağır çalışma koşulları insanları
kasım 2014
39
haberajanda
Siyaset Felsefesi
Kadınlar Bölümü2
yaşamdan bezdirmişti. Tüm bu süreçten
sonra liberalizm, bu tür düzenlemelerin de
sosyalizmin köleleştiren sisteminden farksız sonuçlar doğurduğunu ifade eden daha
güçlü bir savunu haline geldi.
Bireyin hayatına zoraki müdahalelerin
ve yasalarla yapılan sosyal düzenlemelerin
ancak bir başka tür kölelik haline geldiğini
düşünenler sisteme şiddetle karşı çıktılar.
İşte liberal sistemin kuruluşunda bu tür
tecrübeleri yaşamış devletlerin “ilkeleri temellendirmek” olarak tanımladığımız süreci
tecrübe ile benimsediklerini de bu nedenle
iddia edebiliriz.
Emperyalizmin dönüşümü içinde sisteme karşı çıkan sesler, din ve sosyal refahın
dayatılmasını reddettiler. Devletin sosyal
alandan elini mümkün olduğunca çekmesini, aşırı yasalaşmadan kaçınmasını, hatta
sürekli kural koyuculukla uğraşan bir devletin iki aslî görevini (ulusal güvenlik ve adil
yönetim) yeterince yerine getiremediğini
belirttiler. Özellikle ulusal güvenliğin bu
tip düzenlemeleri birincil vazife edinmekle
zayıflayacağını hararetle ifade ettiler ve hatta kimileri sarhoş ve serkeşi beslemeye de
dönüşebilen sosyal refah ilkelerinin sadece
devlete değil, toplum ve bireye de zarar vereceğini savundular. Bunlara göre “Şifa acıyla gelir”, çünkü birey, sorumluluklarının ve
yaptıklarının sonuçlarına kendisinin katlanması gerektiğinin bilincine varmalıdır. O, bu
bilinci ancak hayat mücadelesinde kendisine müdahale olmazsa kazanabilir. Fakat bu,
aslında sosyal alanda tamamen bir başıboşluk savunusu yahut acımasızlık değildi. Onlara göre yardımlaşma, toplumda vicdanî ve
gönüllü birliktelikler ile olmalı ve bu türden
işler de gönüllü kuruluşlara bırakılmalıydı.
Tam da bu noktada, özellikle ve ayrıca
40
kasım 2014
Erkekler Bölümü3
şunu vurgulamak gerek: Sosyal yardımlar
devlet eliyle yapıldığı zaman, yardımlaşmaya inanmayan ateist, agnostik yahut başka
bir inancın bireylerinin de zoraki vergilendirmeye tâbi tutulacağı mutlaktı. Bu da bu
vergilerden kaçmaya çalışanların başka bir
toplumsal ve ahlakî yozlaşmaya neden olacağı anlamına geliyordu. Bugünün insanı
için bu söylemler aşırı ütopik gelebilir, fakat Osmanlı döneminde sadaka taşlarının
bahsedilenden çok daha ileri bir gönüllü
hizmeti gerçekleştirdiğini hatırlatmadan
edemeyeceğim. Bu, toplumun içselleştirdiği
ilkelerin pekâlâ kendiliğinden işleyebileceğine mükemmel bir örnektir. Bu hususa
yine başka bir yazıda değinmek üzere konumuza devam edelim.
Bireyin özgürlüğüne
duyulan ihtiyaç
Liberal düşünürler, adalet ve demokrasiye
geçişte sosyal bir gelişimin kendiliğinden
oluşması için bireyin özgür olması gerektiğini vurgular ve toplumun yazılı olmayan
kuralları ile zaten belli bir düzen oluşturabilecek kadar güçlü mekanikleri olduğunu
savunurlar. Sosyal yaşamdaki ihtiyaçların
belirlenmesinde dahi “çok gerekli olanların az gerekli olanlara tercih edilmesi” gibi
ilkelere güvenilmesinin adalet ve düzene
hizmet edebileceğini de savlarlar.
Aşırı yasalaşma ile toplum ihtiyaçlarının
cebren karşılanmasının, işleyebilecek sosyal
gereklilik ve uyum ilkelerinin dahi işlememesine, bilakis bunlara karşı konulmasına
sebep olacağını iddia eden bu düşünürler, toplumun kendi içindeki uyumsuzları
ayıklayabilecek kadar güçlü mekanizmaları
kendisinin işletebilmesi için de devletin bu
alandan mümkün olduğunca uzak durma-
sını belirterek gerçekleşebilecek bir sosyal
gelişim ve ahlaklılığın imkânını savunurlar.
Onlara göre sosyal yaşamda medenî gelişim,
zorunlulukları karşılama basamağından geçerek ilerler.
Liberal düşünürler için her birey, sahip
olduğu yeti ve potansiyel anlamında eşsizdir. Karakteri şekillendiren, insanın aklı
ya da bedensel güçleri değil, “tercih yapma yetisi”dir. İnsanlar, yanılabilir oldukları
için yanlış tercihlerde bulunabilirler. Seçim
serbestliğine sahip olmak önemli riskler
taşımasına rağmen, deneyim kazanma özgürlüğünden yana olmak yine de toplumu
ilerlemeye teşvik eder.
Bireysellik ancak özgürlükle gelişir. Özgürlük ve bireysellik, bu bağlamda adaletin
yapı taşlarıdır. Yine bu minvalde, liberal
anlayışa göre bireyin hak ve talepleri, savaş
psikolojisi halindeki ve zorunlu işbirliğine
dayanarak oluşmuş toplumlarda asla gelişemez. Adalet hissi ve fikri, toplumların dış
düşmanları azalıp içteki işbirliği arttıkça ve
düzen geliştikçe aynı hızla gelişir.
Burada bir başka detayı daha belirtmeliyim. Liberal literatüre göre, bir ülkenin
hükümeti, yasalar ve düzenlemelerle vatandaşını “vatandaşın kendisinden bile” fazla
düşündüğünü iddia eden bir tavır sergiliyor
ise otoriterdir. Doğu medeniyetlerinin genel
eğilimi biat olduğu için, aynı kültürü siyasî
yaşamda da sürdürmeleri, geçen yazımızda
da işaret ettiğimiz gibi kaotik bir duruma
dönüşebiliyor. Bireysel anlamda barışçıl
olan ve bireysellik gelişimini sağlayamamış
kişilerden oluşan toplumların özgürlük mücadeleleri dahi savaşın yok ediciliğinde erir.
Bu, barbarlaşmak ve vahşileşmek, ne istediğini ve ne için mücadele ettiğini bilemez
Çalışma evlerinde demir yolları için yapılan taş kırıcılığı4
hale gelmek ve nihayetinde de Spencer’in
deyişiyle “kötü diktatör ile iyi diktatörü değiştirmekten başka bir şey elde edememek”
demektir.
Öncelemek
Yine liberal demokrasiye göre, özgür eğilimlerle gelişmiş barış halindeki toplumlar,
sanayileşmiş, yani gelişip bireyin hürriyetini
teminat altına almış, böylece hem bireye,
hem de ötekilere saygı duyulan, gönüllü
işbirliklerinin olduğu toplumsal durumlarda gerçekleşir. Çoğunluğun azınlığı zoraki
ve baskılayarak yönetmesi de, azınlığın çoğunluğu zoraki ve baskı ile yönetmesi de
tiranlaşmaktır ve her ikisi de gayriahlakîdir.
Siyasî yönetimlerde keyfî ve baskıcı uygulamalar, yasakladığı büyük suçlardan birçoğunun bizatihi gerçekleşmesine neden olur ki
aslolan, uyuşmazlıkları azaltmaktır.
Dikkat edilmesi gereken bir başka önemli husus ise, egoizm ve diğerkâmlığın birey,
toplum ve devlet ilişkilerinde nasıl anlaşıldığıdır. Özellikle Spencer’e göre egoizm ve
diğerkâmlık, yaşamda eşit derecede önemli
ilkelerdir. Fakat egoizm, bildiğimiz anlamda tek taraflı bir bencilliğe değil, hayatta
kalabilmek için sahip olunan bir içgüdüye
işaret eder. Burada onun kastı, diğerkâmlık
gösterebilmek için egoizmin de bir gereklilik olarak insanda içkin olduğudur. Çünkü
hayatta kalamazsanız, sizin için düşünebileceğiniz bir başkası da olmayacaktır. Çünkü
ölmüşsünüz demektir!
Peki, öteki toplumlarla ilişkilerinde devletin tercihleri bu minvalde nasıl analiz
edilebilir? Bir devlet, kendi sınırları içinde güvenliğini sağlamadan, komşularına
diğerkâmlık ve koşulsuz yardım edebilme
Çocuklar5
kudretine sahip midir, yoksa kendi sınırlarını kaybederek bedel ödeme tehlikesine
düşebilir mi? Gündelik siyasetin bir sorunu
üzerinden bakmak gerekirse, komşu devletlere yardım etmede devletin kendi güvenliğinden emin olması zarurî midir?
“Öncelemek” tabiri, karar almada elzem
bir kritere işaret eder. Bugün için önceliklerinin ne olduğuna karar veremeyen birey,
toplum ya da devlet, sahip olduğu ilkeleri doğru bir şekilde sıralamadıkça hayatî
riskler alır. Özellikle farklı kültürler ya da
toplumlar arasındaki her tür uzlaşma sürecinde kitlelerin bu farkındalığı edinilebilmiş olması gerekir. Aksi takdirde, maalesef
mantıksız ve akıldışı taleplere dönüşmesi
engellenemez. Düşünce sisteminde yaşanılan bu tip hezimetler, siyasî sistemin de
mağlubiyeti ile neticelenir.
Egoizm ve diğerkâmlığa dair Batı’nın idrakini küçümsemeyi maharet biliriz. Aslında Kerbela’dan başlayıp tarihimizi yeniden
gözden geçirsek, iddianın hakikat payını da
görürüz. Savaş psikolojimize bir daha bakalım, güttüğümüz kan davaları ve mezhep
kavgalarında birbirimize ettiklerimizle yüzleşelim. Böylece anlaşılacaktır ki, savaş halinden çıkamadığımız sürece kardeşin kardeşe edecekleri de bitmeyecektir. Hayatta
kalmak için yaratılışımıza işlenmiş kodları,
savaş psikolojisiyle hareket ederek birbirimize karşı kullanmaktan çekinmediğimizi
kabullenmemiz, yani savaş halinden uzak
durmayı ilke edinmemiz gerekiyor.
Bu idrakte bir hakikat varsa, daha fazla
kaçamayız. Kimileri “İki Batı vardır” der,
belki de bizim bilmek ve görmek istemediğimiz bir Batı daha var.
Şimdi, elbette halkın içinde kimilerinin
sarhoş ve serkeş, kimilerininse “çapulcu” olarak tabir ettiği kitlelerin daima var oldukları
bilinir. Fakat bunları tanımlamak o kadar
kolay değildir. Literatürümüzde “çapulcu”
tabirini anarşiste yakıştıransa mütefekkir
Nurettin Topçu’dur. O şöyle der: “Çapulculuk anarşiste yaraşır. Çapulcular, hangi isim
altında olursa olsun çapulcudurlar. Anarşist,
kalpsiz olmak zorundadır; ona ahlak lazım
değildir. İslam’ın yolu ise bu yolun da tam
karşısında ve aksi istikamette bulunur…”6
Fakat tam da bu sözlerin yer aldığı satırların hemen öncesinde Müslümanları analiz eder ki, bence bu tespiti de son derece
önemlidir: “Müslümanlar, Batı ilmi diye
aklın eserini inkâr edecek kadar beyinsiz,
ahlakını birtakım hareketlerin otomatik
tarzda yapılmasına bağlayacak kadar içi boş,
kendinden başka türlü düşünüp yaşayanları
ithamdan başka sermayesi bulunmayan, kin
ile cehaletin bayrağını taşımakla övünecek
kadar zavallı varlıklar değildir.”7
Bu yazı için “Daha fazla söze gerek yok”
diye düşünüyorum. Gelecek yazıda, “insan
ve birey olmak” algımız ile “toplum olmaya
hizmet edişimiz”e dair, bizim kültürümüzden Şeyh Edebali, Ahilik ve benzeri örnekler üzerinden siyaset ve eğitim felsefesine
değineceğiz inşallah.
Şimdilik kalın sağlıcakla…
Dipnotlar
1. http://www.workhouses.org.uk/Abingdon/
2. http://www.victorian-era.org/victorian-era-asylumand-workhouse.html
3. http://en.wikipedia.org/wiki/Workhouse
4. http://www.workhouses.org.uk/vagrants/index.shtml
5. http://en.wikipedia.org/wiki/Workhouse
6. Topçu,Nurettin, İslam ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf, Dergah Yayınları,İstanbul, s. 28
7. A.g.e., s.27, 28
kasım 2014
41
HABERA JANDASÖYLEŞİ
AK Parti Erzurum Milletvekili Dr. Cengiz Yavilioğlu
Hükümet olarak önümüze koyduğumuz
hedeflerimiz var. Geçen
haftalarda bu hedefleri
gerçekleştirmek için Hükümetimiz tarafından
bir yol haritası çıkarıldı.
Yol haritamız “üretim”
merkezli, yani istihdama
dönük olacak. Bunun
anlamı, daha nitelikli ve
kalifiye genç istihdam
demektir. Türkiye, artık
mutlak göç veren ülke
değil, göç alan ülke konumundadır. Avrupa ve
Amerika’dan Türkiye’ye
“tersine göç” başlamıştır. Gurbetteki insanlarımız Türkiye’de umut
görmekte ve iş imkânı
bulmaktadırlar.
42
kasım 2014
“Egemenlik üzerine
hiçbir kayıt konulamaz!”
U
LKE, olarak kritik bir dönemden geçiyoruz. Hemen yanı başımızda şiddet ve kargaşanın çepeçevre sardığı, alev alev yaktığı masum insanlara şahitlik ediyoruz. Yüzyıllardır ateşe verilmek istenen bir coğrafyaya
komşuluk ediyoruz. Bu öyle bir ateş ki, kadını, çocuğu, yaşlıyı ayırt etmeyen cinsten ve namlusu masumlara doğrultulmuş, tetiği gençlik olan karanlık güçlerin elinde silah olmuş bugün.
>> Evet, kritik bir dönemden
geçiyoruz. Bir gençlik enkazına
şahitlik ediyoruz. Sadece yaşadığımız coğrafyada değil, global
düzeyde adeta bir buhranın esiri
olmuş gençlik enkazına tanığız.
Bu öyle kritik bir dönem ki,
ülkemizin birçok alanda gerçekleştirdiği sıçramalar belli çevreleri rahatsız etmiş olacağından,
yönlendirilmeye müsait terörize
edilmiş gençleri kullanarak
bu sıçramaları engellenmeye
çalışanlar, memleketin dört bir
yanına siper kazmış bekliyor ve
zaman zaman ataklarda bulunuyor. Birçok terör örgütünün
kendisine cephane olarak gördüğü genç nüfusumuz, bütün
bu olup bitenler arasında sulhun
ve selametin varlığı ve de de-
Muhammed İkbal Bakırcı
[email protected]
vamlılığı için en ciddi kırılma
noktamızı teşkil ediyor.
Sahipsiz, işsiz, başıbozuk, her
an militanlaştırılabilecek potansiyele sahip bir nüfustan söz
ediyoruz. Ağırlıklı olarak 15-16
yaşlarında olan bu nüfus, son
zamanlarda ülke genelindeki
birçok ilde sokak olaylarında
kullanılmış, anarşinin tüketilen
hammaddesi haline getirilmiştir. Bu elim hadiseler eşliğinde
içinden geçtiğimiz bir dönemde, gençlik politikalarımız
toplumsal katmanların kaderini
çizecek kadar büyük bir öneme
sahip olmuştur.
Medyanın kamuoyuna
sunduğu “gençlik imajı”, gençleri bekâr, sağlıklı, dinamik ve
genelde orta sınıf öğrenciler
olarak göstermektedir. Oysa
hakikat bundan çok farklıdır.
Öğrenci nüfusumuz, 15-24
yaş grubunun yalnızca üçte
birini oluşturmaktadır. Geriye
kalan üçte ikilik büyük parça
ise ülkemizin kaderini etkileme
gücüne sahip, üzerinde ciddi
çalışmaların yapılması gereken
nüfusumuzu teşkil etmektedir.
Çalışan genç nüfusumuz kadar
işsiz gencimiz de mevcuttur.
Gerek çalışan, gerek çalışmayan
gençlerin bir kısmı ebeveynleri
ile yaşarken, bir kısmı ise evli ve
çocukludur. Bu gençlerin kimi
kayıtdışı çalışmaktadır. Gençlerimizin bir kısmı iş ararken,
bir kısmı ise iş bulma ümidini
kaybetmiş durumdadır.
Ülkemizde “görünmeyen
gençlik” tarifi altında bulunan
milyonlarca birey vardır. Bunlar
arasında öğrenimine devam
etmeyen ve çalışma hayatında
olmayan 2,2 milyon civarında
kadın bulunmaktadır. Bununla
beraber 650 bine yakın fiziksel
engelli, 300 bin civarında tüm
ümitlerini kaybetmiş ve iş aramaktan vazgeçmiş genç, 22 bin
çocuk ve genç hükümlü mevcuttur. Bahsi geçen rakamlardan ayrı olarak sokak çocukları
ve sokakta yaşayan gençler, ülke
içinde yerinden olmuş bireyler,
insan ticareti kurbanları gibi
kendilerinden söz edilmeyen
daha niceleri mevcuttur.
Bu karanlık/karartılmış sosyal sorun, maalesef ülke olarak
içinden geçtiğimiz dönemde
en çok dikkat edilmesi gereken
husustur. Gençlik politikamız,
memleketimizin huzur ve güvenliği için bu bağlamda daha
büyük öneme sahiptir.
Yoksulluk ve işsizlik gerekçeleri ile kentsel işgücü piyasasının talep ettiği iş becerilerine
sahip olmadan büyük kentlere
göç etmiş olmak, genç bireyin
hayatta kendine bir yer edinme olasılığını ciddi manada
düşürmektedir. Düşük gelir,
birçok genç için sosyal ve ekonomik yaşamdan soyutlanmaya
sebep olmakta, bireyin yaşam
standartlarını düşürürken, sosyal hareketliliklerini arttırma
imkânı da sunmamaktadır.
Ülkemizde 15-24 yaşlarındaki 12 milyon genç insan, her
gün iş bulmak, bir okuldan mezun olmak, eğitimi terk etmek,
bir kimlik oluşturmak, ana-baba evinden ayrılmak veya kendi
ailesini kurmak gibi yetişkinliğe
geçiş sürecinin zorluklarından
en az biri ile mücadele etmek
durumunda kalmaktadır. Bu 12
milyon kişinin yaklaşık yüzde
30’u öğrencidir, yüzde 30’u
çalışmaktadır. Yüzde 40’ı, yani
5 milyon genç ise ne okullu,
ne de iş güç sahibidir, “atıl”
durumda beklemektedir. Tam
olarak bu kitle, yönlendirilmeye
müsait ve de terörize edilebilirlik istismarı yüksek nüfusu
oluşturmaktadır.
Medeniyet algısı belirginleşmiş, tarihsel derinliği olan
ve ufku geniş münevver neslin
yetiştirilmesi, mevcuttaki gençlik buhranından toplumsal
katmanların kurtarılması ve zamanında Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin gençlik politikalarında meydana gelmiş boşluğu
doldurup istismar etme maksadıyla bu imkânı kullanan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne
“paralel” konumlanmış birtakım
tehlikeli mihraklarla mücadele
edilmesi hususunda büyük
gayretleri olan, entelektüel birikimiyle dikkat çeken isimlerin
başında gelen AK Parti Erzurum Milletvekili Dr. Cengiz
Yavilioğlu, yoğun programına
rağmen bizleri kırmayarak
röportaj talebimizi kabul etti.
Kendisine tekrar şükranlarımızı
sunarken, dünya ölçeğinde
yaşanan gençlik sorunlarını,
ülkemiz ölçeğinde oynanan
kirli oyunları ve bu oyunlarda
tüketilen gençliğimizi içtenlikle
izah eden yorumlarıyla sizleri
baş başa bırakıyoruz.
***
“Bir kişiye tam
dokuz, dokuz kişiye
bir pul” taksimi
değişti
• Öncelikle röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için
teşekkür ediyoruz Sayın
Vekilim…
Ben teşekkür ederim. Yayın
hayatında önemli bir iş görüyorsunuz, problemleri içeriden
değerlendirme gayreti içerisindesiniz. Soruna uluslararası
bilgi donanımıyla yerelden ve
yerli olarak bakmak önemli bir
meziyettir. Bu yöntemin doğru
sonuçlara ulaştırması daha
mümkündür. Kolaylıklar ve
başarılar diliyorum.
• Büyük bir yıkıma, kargaşaya
ve acılara şahitlik ettiğimiz
bir dönemden geçiyoruz.
Yaşadığımız coğrafya
bugün maalesef kan gölüne çevrilmiş durumda.
Ortadoğu gençlerini belli
bir yönde hareketlendirip
kargaşa ortamını hazırlayan
karanlık güçler, küresel
oyun kurucular, her gün bir
yenisini icat etmekteler. Bu
medeniyet coğrafyasında
kaybettiklerimizin paha
biçilmez olduğunu biliyor,
üzülüyoruz. Bu coğrafyada
yaşananlara nereden bakmalı, bu olup bitenleri nasıl
değerlendirmeliyiz?
Birkaç soruyla meselenin
anlaşılmasını kolaylaştırabiliriz. Dünyada gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerin son
otuz yıllık ekonomik gelişme
seyirleri nasıldır? Gelecek 2030 yılda dünya dengeleri nasıl
değişecektir? Gelişmekte olan
ülkeler, hangi alanlarda gelişmiş
ülkeleri tehdit ediyorlar? BM,
IMF, IBRD gibi örgütler aracılığıyla oluşturulan ve gelişmiş
ülkelerin oyun kurucu olarak
rol aldıkları dünyanın yerleşik
düzenine kimler, hangi gerekçelerle itiraz ediyorlar?
Ortadoğu’da yaşanan olaylarla bu soruların cevapları
arasında nasıl bir neden-sonuç
ilişkisi kurulabilir? Büyük
oranda figüranlarının gençler
olduğu IŞİD, Suriye, Irak, daha
kümulatif olarak Arap Baharı
ve Kışı ve son olarak Kobani
meselelerini anlayabilmek için
yukarıda sıraladığımız sorulara
doğru cevap vermek gerekir.
Çünkü Ortadoğu’da Filistin’in
de içerisinde bulunduğu meselelerin tamamının bu cevaplarla
bağlantısı bulunmaktadır.
Dünya GSMH’sinden ilk
defa 2013 yılında binde altılık
bir oranda, gelişmekte olan
ülkeler, gelişmiş ülkelerden
daha fazla pay aldı. Yani gelişmekte olan ülkeler, dünya
GSMH’sinden yüzde 50,06
pay alırken gelişmiş ülkeler
yüzde 49,04 pay alabildi. Bu
oran, 1982 yılında “yüzde 83
gelişmiş ülkeler, yüzde 17 gelişmekte olan ülkeler” şeklindeydi.
Gelecek 20-30 yıl içerisinde
gelişmekte olan ülkeler lehine
daha ciddi bir değişim olacağı
beklenmektedir.
İçerisinde Türkiye, Brezilya,
Çin, Hindistan, Rusya, Endonezya ve Malezya’nın da
bulunduğu bu gelişmekte olan
ülkeler, nüfus, teknoloji, pazar
büyüklüğü, ticaret hacmi, kendi
para birimleriyle ticaret yapma
kapasitesi, yeni ticarî ve askerî
anlaşmalar, uluslararası yeni örgütler gibi hususlarda gelişmiş
ülkeleri tehdit etmektedirler.
kasım 2014
43
HABERA JANDASÖYLEŞİ
gençler problemlerini şiddetle
çözecektir. Yani şiddeti bir çözüm aracı olarak kullanacaktır.
Türkiye kendi medeniyet
dünyasına dönmez ve meselelerine oradan bakmazsa gençlerin
mana dünyası paramparça
olacak, teknolojik gelişimini
sağlayamazsa Batı’nın teknoloji
üzerinden yarattığı sömürüye
mahkûm olacaktır. Türkiye
kendi sanat ve edebiyatını
mana kökleriyle buluşturamazsa Batı’nın kutsallarıyla
yetişecek, mesela kendi futbol
ve futbolcusunu yetiştirip geliştiremezse gençlerin idolleri
Batılı futbolcular olacaktır.
Bu tehditler, gelişmiş ülkelerin
hem ekonomik, hem de askerî
nüfuz alanlarını daraltmaktadır.
Diğer taraftan BM, IMF ve
IBRD gibi örgütler, gelişmekte
olan ülkeler tarafından ciddi
manada eleştirilmektedir. Eleştirilerin temelinde bu örgütlerin
temsiliyet problemi olduğu,
dünyanın kriz bölgelerine yaklaşımlarının adaletsiz olduğu
ve azınlık gelişmiş ülkeler grubunun çıkarlarını temsil ettiği
gerçekleri bulunmaktadır.
Ortadoğu’da ve Arap
Baharı’nın yaşandığı bölgelerdeki olaylara gelişmiş Batılı
ülkelerin daraltılan ekonomik,
siyasî ve askerî alanlarını koruma ve genişletme refleksleri
olarak bakmak daha doğru
olacaktır. Zira askerî ürünlerin
-savaş mallarının- pazarlarının
genişletilmesinin hangi ülke
ekonomilerini rahatlattığı, hangilerinin pazarlarını ise daralttığı önemli bir veri olmaktadır.
Türkiye’nin gelişmesinin
engellenmek istenmesi de bu
anlayıştan bağımsız düşünülemez. Çünkü bölgede yaşanan
çatışmalar ve ortaya çıkan kaos,
Türkiye’nin hem bölgedeki si-
44
kasım 2014
yasal, hem de ekonomik gücünü zayıflatmaktadır. Türkiye’nin
en fazla ihracat yaptığı ikinci
bölge, en fazla petrol ithal ettiği
birinci bölge olan Irak ve Suriye
ateş altındadır.
Yaşanan sorunlar ekonomiyle
sınırlı değildir. IŞİD ve Kobani
nedeniyle Türkiye’de ciddi siyasal ve sosyal sorunlar yaşanmakta, buralar gerekçe gösterilerek
toplumun bir kısmı terörize
edilmektedir. Gençler, bu olayların hem kullanılanı, hem de
zarar göreni durumundadır.
Türkiye, tarihinde ilk defa
bu kadar güçlü bir şekilde
dünyada temsil edilmekte,
bölgesinde başta olmak üzere hemen her yerde dikkate
alınmaktadır. 2002 yılından
itibaren hemen her alanda
sağlanan başarılar bu sonucu
doğurmuştur. Türkiye’nin
gelişmekte olan ülkeler arasında hatırı sayılır bir pozisyonda
bulunması, her açıdan dünyanın egemenlerini ve oyun kurucularını rahatsız etmektedir.
Bu nedenle Türkiye’nin içinde
ve yanı başında meydana gelen
olaylara bu perspektiften de
bakmak faydalı olacaktır.
Nesil yetiştirmek,
sadece devletin
üstleneceği bir
mesele değil
• Güneydoğu başta olmak
üzere birçok ilimizde
meydana gelen sokak olaylarında, 15-16 yaşlarındaki
çocuklar ve gençler terör
örgütü yandaşlarınca kullanılıyor. Nasıl bir gençlik
politikası planlanmalı ki, ne
o çocuklar terörün tuzağına
düşsün, ne de o aldanmış
gençler bu tuzaklarda zayi
olsun?
Türkiye, 2002 yılından beri
“millî” politikalar geliştiriyor.
Başarısı da buradan kaynaklanıyor. Halkın desteğinin artarak
devam etmesinin en büyük
gerekçesi de bu.
Meseleyi daraltmamak gerekir. Mesele, Türkiye’nin kendi
medeniyet kökleriyle büyümesi,
gelişmesi meselesidir. Ancak
bu gerçekleşebilirse, gençlik
sorunu da çözülebilir. Mesela,
Türkiye ekonomik gelişmesini
üretim merkezli sağlayamaz ise
işsizlik büyüyecek, işsiz gençlerin sayısı artacaktır. Türkiye,
ileri demokrasiye geçemezse,
Türkiye dini toplumsal alanda yaşamazsa, din de gençler
için bir fantezi olarak kalacaktır.
Tabiî bunları artırmak mümkün… Dolayısıyla gençlerin
hâlihazırdaki durumu futboldaki skora benziyor. Oynanan
oyunun kalite ve kurgusunu,
futbol altyapısını konuşmadan
skoru konuşmak doğru değil.
Bu meseleyi sadece bir ahlak
ve din meselesi olarak görmek
de ciddi bir yanlışlık olur.
Mesele, bunlar kadar ekonomik, siyasal ve sosyal içerikleri
bünyesinde taşımaktadır. Bu
nedenle meseleyi Milli Eğitim
Bakanlığı’nın, Gençlik ve Spor
Bakanlığı’nın veya Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın sorumluluğuna bırakamayız.
Ancak burada sivil toplum
kuruluşlarına bir başlık açmak
istiyorum: STK’lar, toplumun
bütün kesimlerinin birlikte,
barış içerisinde ve karşılıklı
haklara riayet ederek yaşayabilmelerinin alt zeminini oluşturabilecek yapılar olmalıdırlar. Yani
STK’lar, hukuk devleti olmanın
kabulünü ve ruhunu oluşturmalı, hükümeti, siyasal partileri
ve devleti, vatandaşların eşitliği
üzerinden hak ve özgürlüklerin
kurallı kullanımına zorlamalı,
farklılıklara saygılı ama toplumu
ve gençleri olabildiğince ortak
şuura çekebilen bir anlayışı
yaymalıdırlar. Tabiî ki farklılıklarımız vardır, ama ortaklıklarımızın daha fazla olduğunu
Muhammed İkbal Bakırcı
düşünüyorum. Terör eylemlerinin kısa vadeli çözümü, kanaatimce farklılıkların kabulü ve
ortaklıklarımızın yaşanması ile
mümkün olacaktır. Gençlerimizi buna inandırmalıyız.
“Artık has dairenin
sahibi, halkın
kendisidir”
• Okul, yurt ve dershaneleri
ile ön plana çıkan, toplumsal
katmanlarda kendine yer
edinmiş, istismar edilmek
üzere güven ortamını elde
etmiş ve devletin içinde birtakım köşe başlarına mevzilenmiş bir yapı var malumunuz. 17-25 Aralık’ta darbe
girişiminde bulunan, “Paralel Örgüt” diye adlandırılan
bu yapılanma hakkındaki
görüşleriniz nelerdir?
Bu soruya şu tespitle başlamak istiyorum: Bilindiği gibi
Türkiye’nin modernleşme
sürecinde halk, edilgen, terbiye
edilmesi ve eğitilmesi gereken
bir kesim olarak görüldü ve
devletin dışında tutuldu. Özellikle muhafazakâr düşünce ve
yaşam biçimine sahip kesimler
devletten, üniversitelerden, sanattan, ticaretten, askeriyeden ve
yargıdan uzak tutulmaya çalışıldı. Aslında benzer uygulamalar,
“azınlık beyaz seçkinler” tarafından bazen Aleviler, solcular,
ülkücüler ve Kürtler için de yapıldı. Yani bu uygulamalar, “has
dairenin” dışındaki her kesim
için dönem dönem ve ihtiyaca
göre gerçekleştirildi. Bu kesimler, devletin ve yukarıda sayılan
alanların dışında tutuldular.
Bu haksız, aşağılayıcı ve
ötekileştirici devlet anlayışı,
doğal olarak dışarıda kalanları
birtakım arayışlara zorladı. Bu
nedenden dolayı “has dairenin”
dışında kalan bazı yapılar, belirledikleri yöntemlerle “gizli
ve tedbirli” bir şekilde yargı,
üniversite, askeriye ve emniyet
gibi yerlere girmeye, sızmaya
çalıştılar. Burada, yöntemin
neden kaynaklandığını ve nasıl
sonuçlandığını anlatmaya çalı-
şıyorum. Dışarıda kalan yapılar,
zamanla devlette olabilmek
adına “gizli ve tedbirli olmak”
gibi alışkanlıklar edindiler.
2002 yılından sonra AK
Parti iktidarları, has dairede
bulunan kesimlerle ciddi mücadele etti ve bahsettiğim alanları
önemli derecede halka açtı.
Ama alışkanlıkları yok etmek
kolay değil.
Konunun başına dönersek,
sorun, başlangıçta halka güvensizlik, hukuk tanımazlık,
adaletsizlik, ötekileştirme sorunu
olarak görülmelidir. Ama sonrasında mesele, yeni bir “has daire
sakinleri” meselesine dönüştürülmek istenmiştir. Hâlbuki artık devletin, halkın her kesimine
eşit şekilde açık olduğu, gücün
ve iktidarın tek sahibinin halk
olduğu bilinmelidir. “Kurtarılması gereken makam” düşüncesinden vazgeçilmelidir.
Gençlerimiz artık şuna inanmalıdırlar: “Egemenlik üzerine
hiçbir kayıt konulamaz.” Kim
olursa olsun, ister muhafazakâr,
ister solcu, ister sağcı veya
ulusalcı, kimse halkın iradesini
yok sayamaz. Dünyada uğruna
mücadele edilmesi gereken
en önemli değerlerden biri de
budur. Buna her gencin inanması gerekir.
Paralel mesele dediğiniz de
bundan başka bir şey değildir.
Halkın seçtiği bir hükümeti
yok etmek amacıyla eylemde
bulunmak “darbe”dir. 17-25
Aralık operasyonları da bu
nedenle gerçek bir darbedir.
Hoşuma veya hoşumuza gitmeyebilir, ama halkın seçtiği bir
iktidarı halkın iradesi dışında
kimse alaşağı edemez. Gerekçesi her ne olursa olsun, böyle
bir şey yapıldığı takdirde, darbe
yapılmış olur. İktidarları değiştirmenin yolu, seçimlerden,
sandıktan başka bir şey değildir.
“Türkiye,
artık mutlak göç
veren ülke değil,
göç alan ülke
konumundadır…”
• “Demografik fırsat penceresi” diye tarif edilen bir
dönemden geçmekteyiz.
Böyle dönemlerde nüfus
dağılımının büyük parçasını
genç nüfus oluşturur. Ülkeler, böyle zamanları fırsat
olarak görür. 2002 yılından
sonra bu fark edildi ve değerlendirildi. İşgücü performansının artmasıyla ve AK
Parti İktidarlarının verimli
istihdam politikalarıyla 12
yıldır aralıksız devam eden
büyük bir sıçrama yaşamaktayız. Son olarak, gençliğimizin söz konusu böyle bir
dönemde istihdam edilmesi
hususunda görüşleriniz
nelerdir?
Türkiye’de 2002 yılından beri
çok önemli iyileşmeler yaşandı.
Bunlardan biri de ekonomik
iyileşmelerdir. Bilindiği gibi
siyasal istikrar üzerine kurulu
makroekonomik göstergeler
olan faiz, enflasyon, borç yükü
ve bütçe dengesi gibi göstergelerde muazzam iyileşmeler
oldu. İnsanımızın kendine olan
güveni arttı. Bu güven artışı
ekonomiye de yansıdı.
Ama hâlâ yapmamız gereken
işler mevcut. Her şeyden önce
ekonomiyi üretim sektörü üzerine oturtmamız gerekiyor. Yani
imalat sektörünün GSMH
içerisindeki payını arttırmamız
lazım. Tasarruflarımızı arttırmamız gerekli ki yatırımlarımızı borçlanarak değil de kendi
sermayemizle yapabilelim. İleri
teknolojili ürünlerin üretimini
mutlaka gerçekleştirmemiz
gerekiyor. Bunun için de ARGE yatırımlarımızı artırmalıyız. Cari açığımızın en önemli
iki nedeninden biri, “ara malı”
ithalatıdır. Artan ihracatımız
için gerekli olan ara malını
yurtiçinde üretebilmeliyiz.
Bütün bunlar, bizim öncelikli
çalışma alanlarımız. AR-GE
yatırımları 2002 öncesine göre
arttı, ama hâlâ yeterli değil.
Tasarruflarımızı arttırmak için
yeni enstrümanlar geliştirdik,
çalışmalarımız devam ediyor.
Fakat bütün bunların yanında, biz biliyoruz ki en büyük
sermaye, “sosyal sermaye”
dediğimiz insandır, yani gençlerimizdir. Yine herkes biliyor
ki ekonomide, yukarıda bahsettiğimiz alanlarda yaşanacak
iyileşmeler genç nüfusumuzun
da kalitesini arttıracak ve daha
nitelikli işlerde istihdam edilmelerini sağlayacaktır. Maalesef
hiçbir devletin elinde olmadığı
gibi, bizim elimizde de sihirli
bir değnek yok. İyileşmeler için
biraz sabır lazım.
Hükümet olarak önümüze
koyduğumuz hedeflerimiz var.
Geçen haftalarda bu hedefleri
gerçekleştirmek için Hükümetimiz tarafından bir yol haritası
çıkarıldı. Yol haritamız “üretim”
merkezli, yani istihdama dönük
olacak. Bunun anlamı, daha nitelikli ve kalifiye genç istihdam
demektir. Türkiye, artık mutlak
göç veren ülke değil, göç alan
ülke konumundadır. Avrupa ve
Amerika’dan Türkiye’ye “tersine
göç” başlamıştır. Gurbetteki
insanlarımız Türkiye’de umut
görmekte ve iş imkânı bulmaktadırlar.
Türkiye, gelişen ekonomiler
arasında olan bir ülkedir. Kişi
başına geliri ve GSMH’si
sürekli artmaktadır. 2002’ye
göre daha fazla yabancı yatırımcı Türkiye’ye gelmektedir.
Bölgenin en istikrarlı ülkesi
Türkiye’dir. İşsizlik oranları
Batılı ülkelerden çok daha
iyidir. Etrafımızdaki yangına,
Suriye ve Irak’tan gelen ciddi
göçlere rağmen ekonomide kriz
yaşanmamıştır.
Gençlerimiz için de gelecek,
bir umut olmalıdır. Bunun
her türlü göstergesine sahibiz.
İstikrarlı bir hükümetimiz ve
istikrarlı bir ekonomimiz mevcut. AK Parti hükümetlerinin
bütün hedefleri gençler üzerine
kurulu. Genç nüfus, bizim en
önemli kaynağımız.
• Sayın Vekilim, söyleşi için
teşekkür ederiz.
kasım 2014
45
haberajanda
Analiz
En iğrenç strateji
İ
LK defa Esat Kabaklı’dan
işitmiştim muhteşem
bir beste eşliğindeki “Dilek” ve “Hüküm” isimli
şiirleri. Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu’nun Alperenler Destanı adlı eserinin en
önemli nazımlarından ikisidir Dilek
ile Hüküm. Dilek’te, adı üzerinde
bir isteme, hatta yakarma vardır,
Hüküm’de ise Türk devlet aklına
atıfla derin nasihatler.
>> Destan Şairi Gençosmanoğlu’nun söz konusu Alperenler Destanı
adlı eseri şöyle başlar: “Şol gökleri kaldıranın,/ Donatarak dolduranın,/ ‘Ol!’
deyince olduranın/ Doksan dokuz adı
ile…”
Bu dörtlük, eserin başka hiçbir yerinde yer almaz lakin uyum olarak Dilek
ile Hüküm’e baş ilavesidir. Destan Hocası, bu dörtlükle en muazzam hissiyat
üzere bir Besmele çeker.
“Dayadım sana belimi,/ Kudretinle tut elimi;/ Yoğuram ana dilimi/
Anamın ak sütü ile” şeklinde başlayan
Dilek’in ardından yer alan Hüküm şu
öğütlerle doludur: “Dedem Korkut der
ki, ‘Evet,/ Vardır düğün dernek, davet./
Fakat Oğuzlarda devlet/ Olmaz dedikodu ile./ Pis sularda kir arınmaz,/ Sisli
günde yol görünmez./ Düşman üstüne
yürünmez/ Casus ile, cadı ile./ Kuşa
misal can dediğin,/ Suya misal kan dediğin;/ Bilenir iman dediğin/ Ataların
yâdı ile./ Er odur ki ün salası,/ Kına
girmeye palası./ Oğul hey! Bozkurt balası/ Büyütülmez dadı ile’.”
Ben bu öğüdü, Kabaklı’dan ilk dinlediğim günden bugüne, sanki bütün
devlet ilkelerimiz bu sözler üzerine
yazılmış gibi kendime şiar edindim.
Hüküm’de geçen öğütlerin tamamı,
devlet konusu ile alakadar birçok konuda çözümlemeler çıkarma noktasında
bana önemli bir yol haritası olmuştur.
Öyle ya, IŞİD konusunda havsala tı-
Önümüzde, kendilerini kullananlar tarafından değil,
saf ve masum aileleri tarafından “Bizim elimizde yetişti” veya “O bizim kahraman babamız”
şeklinde sahiplenilen ve hakikî devletleri “Evladım!” diyerek bağrına bastığında bütün düşmanları deşifre edecek insanlar var. Nasıl askerî hiyerarşide komutanın emrini yerine getirmek
zorundaki asker varsa, kalbine yerleştirilen kilidin kodlarını yaban ellere sunmuş ve maalesef
vatana hizmet ettiği zannına sahip insanlar mevcut.
46
kasım 2014
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
kanıklığı gösteren kimselere dahi bu öğüdü
tekrarlayarak karşılık vermiş, devlet geleneğinin ne demek olduğunu ve söz konusu
gelenek sebebiyle neden hiçbir Türk devletinin terör gibi bir maşa kullanmayacağını
açıklamıştım.
En nihayetinde Gençosmanoğlu’nun dizeleri ne vahiy, ne de tarihî kimliklerin aktardığı doğrudan sözlerdi. Ancak Güzeller
Güzeli Habibullah’ın (s.a.v.), kendisine geldiğinde “Beni bu ayet ihtiyarlattı” şeklinde
şerh düştüğü Kur’an-ı Mübin’in o muazzam ifadesi olan “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” düsturunun üzerine inşa edilmiş
ve bu mizandan zerre şaşmamış bu dizeler
bütünü, benim için hem manevî, hem tarihî,
hem de ananevî bir kurallar bütünü halini
aldı.
Nizamiye ile Alamut’a
bakarken…
Selçuklu Devleti tarihi, bilinç açısından
günümüz düşünce kabiliyetine uzak, kabiliyetimizin de uzanmak derdinde olmadığı
bir döneme sahiptir. Hatta bu ulaşma ve
dolayısıyla ibret alma konusundaki iştahsızlık, Selçuklu çerçevesine bir de gizem katar.
Ondan bahisle konuşulan şeyler -amiyane
tabirle- gözümüze sokulsa dahi ya göremeyiz ya da görmezden geliriz.
Bu manada karşımıza çıkan en önemli ve gündeme en yakın örnek, Selçuklu ve Haşhaşi çatışmasıdır. Haşhaşilerin
karşısında Selçuklu’yu temsilen yer alan
Nizamü’l-Mülk’ün kim olduğu, yazdığı
Siyasetname’yi nasıl hazırladığı, Siyasetname içerisinde kullandığı anlatımları hangi
hikâyelerle simgeleştirdiğini anlamak ve gelecek çerçevesinde hazırlıklar yapmak yerine
Nizamü’l-Mülk şahsına yaslanan gizemlerde tıkanır, Haşhaşi maddesinde Alamut’un
cennet bahçelerinde haşhaş tüketen fedailere merak salarız.
Ne ilginç bir tevafuktur ki, Nizamü’lMülk’ün Farisî olduğuna dair belirtilen
iddialarla günümüz paralel yapısının Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibine İrancı sıfatı/
iftirasıyla yaklaştığını görmekteyiz. Ancak dedik ya “devlet geleneği”, Nizamü’lMülk’ten bahisle Siyasetname’yi, dolayısıyla
devlet aklının hangi çekirdek kurgu içinde
teşkilatlandırıldığını yakalayamadığımızda
Haşhaşi’nin odamıza kadar girip başucumuza dayadığı bıçağı görünce “Bunlar her
yerdeler!” endişesiyle uyuyamaz oluruz.
Nizamü’l-Mülk, Nizamiye Medreseleri
namıyla bilinen eğitim yuvalarında bilge
yetiştirme cehdine sahip bir devlet adamı
idi. O, bu medreselerde düşman içerisine
sızmak üzere değil, milletine din, bilim,
sanat, iktisat ve siyaset gibi temel hizmet
alanlarında keşifler yapacak, idare sunacak
ve ebed müddet ilkeyi sürdürecek bilgeler
olmaları inancıyla bir tür bağışıklık sistemi
planlıyordu.
Nizamü’l-Mülk’ün karşısına yerleştirilen
karakter olan Hasan Sabbah ve Nizamiye Medreseleri’nin karşısına dikilen Alamut’unsa kurgu ve uygulama sahası başkaydı. Bildikçe inanmanın karşısında inandığını bilme şuurunu (!) yerleştiren Sabbah ve
Alamut, bilge karşısında dai ve fedai olarak
tanımlanan ters iki tip kodluyordu. Dailik
ve fedailik, günümüz casusluk ve suikast
yöntem ve stratejilerine yeni boyutlar getirmiş, basit surette tanımlanabilecek bu iki
tampon kuruma kompleks bir beden giydirmiştir.
Casusluk doktrini
Casusluk üzerine kurulu diyalektik, devletin doğrudan kendi yetiştirdiği, kendi büyüttüğü, bir anlamda devletin eline doğan
insanların işlenmesi stratejisine bağlıdır.
Yani genellikle casus, ana ve babası olmayan,
dolayısıyla devletin ana ve de babası olduğu,
devletin büyütüp yetiştirdiği kimselerden
yetiştirilir. Bu tarzı tüm dünya ülkelerinde
görmek mümkündür.
Devlet bu sayede, doğrudan kendisine
inanan ve kaba bir deyişle kaybedecek hiçbir şeyi olmayan evladını, kendisine karşı
tehlike oluşturabilecek unsurların merkezlerine sızdırır. Genel anlamda çekirdek bir
aileye mensup olmayan fert, büyük ailenin
arkasında durduğunu bilir. Ancak bu ferdin
deşifre olması da söz konusudur. Böyle bir
durumda kaybedecek bir şeyi olmayan bu
ferdin devletten tek beklentisi kalır. Ferdin
deşifresi, devletin deşifresine perde olacaksa, o halde “Vatan sağolsun!” ilkesi devreye
girer.
Haşhaşi ekolün bütün değerlerini inşa
ettiği temel inançtır. Bu temelin göstermiş
olduğu ilk doktrinse “ana babayı, eşi dostu,
yâri yareni terk etmek”tir. Bu noktada potansiyel ferde sunulan vurgu şu yöndedir:
“Peygamber’in yanında yer almak uğruna
babasıyla, kardeşiyle, ailesiyle savaşan sahabeler vardı…”
Bu vurgu, gerektiği anda ana babasını,
ailesini, eşini ve hatta çocuğunu bırakacak
ferde “Sen ancak benimle var olabilirsin!”
çağrısı yapar. Bu çağrı, bilinçaltında yer alan
en kilitli çekmecelere saklanır ki başkaları
bu kilidi kıramasın. Hâlbuki çocuğu Hazreti Peygamber’e yaklaşıp da huzuru bulduğu
için diğer mensupları da Müslüman olan
onlarca aile vardır ki bunlar içindeki ilk akla
geleni Ammar bin Yasir’in ailesidir. Zira
aile, İslam’ın da ilk şehitlerini veren ailedir.
Haşhaşi sistem, herhangi bir devletin casus yetiştirme adına doğrudan masrafa girmediği en kompleks sistemdir. Bu sistemle
bir devlet, herhangi bir maşa veya bir taşeron üzerinden kolaylıkla düşmanı olan devlet içerisinde sızıntıdan daha büyük aralıklar
bulabilir. Kısaca “Devletler ajan yetiştirirler
ve bunu genellikle kimsesiz kalmış vatandaşları üzerine kurgularlar” demiştik ya,
işte paralel yapıyla görünen oyun da casus
yetiştirme taktiklerinin en iğrencidir. Zira
yetiştirilen casus ferdin devlet tarafından
savunulmasına gerek yoktur. Zira oratda
deşifre endişesi duyan bir devlet yoktur. O
casus fert, kendisini doğuran ana, büyüten
baba, yanında olan eş ve çocuklarıyla bir yapay vicdan fanusunda korunaklı bir seviyeye
zaten getirilmiştir.
Devlet, can özünden bir
Besmele çekmeli
Gençosmanoğlu’nun “Pis sularda kir
arınmaz,/ Sisli günde yol görünmez./ Düşman üstüne yürünmez/ Casus ile, cadı ile”
deyişindeki ders, bize Türk devlet geleneğinde kirden arınma konusunda pis sudan,
yolu temiz görmek için sisli günden kaçınmak gerektiğini öğretir. Ve özellikle Türkün
yalınkılıç at sırtında korkusuzca düşman
üzerine ilerlerken casustan ve cadıdan nasıl
imtina ettiğini de hatırlatır.
Önümüzde, kendilerini kullananlar tarafından değil, saf ve masum aileleri tarafından “Bizim elimizde yetişti” veya “O bizim
kahraman babamız” şeklinde sahiplenilen
ve hakikî devletleri “Evladım!” diyerek bağrına bastığında bütün düşmanları deşifre
edecek insanlar var. Nasıl askerî hiyerarşide
komutanın emrini yerine getirmek zorundaki asker varsa, kalbine yerleştirilen kilidin
kodlarını yaban ellere sunmuş ve maalesef
vatana hizmet ettiği zannına sahip insanlar mevcut. Bu iğrenç tezgâhı bozmak için
devlet, bu insanlara ancak Rahman, Rahim,
Kadir ve Rezzak olan Allah’ın kulu olduklarını, merhamet ve rızkın ancak Allah’ın
kudretinde olduğunu hatırlatarak yumruğunu masaya vurmalıdır. O yüzden devlet
de Mülkün Sahibi’ne dayayıp belini, çekmelidir Besmelesi’ni…
kasım 2014
47
haberajanda
Analiz
Örneğin döner sermayesi onlarca saraydan daha fazla olan
ama etrafı çamurdan
yapılmış “sade” binalarda organize edilen
“rant”, cemaat elinde
olduğu için “bereketlendirilmiş” ihsandır.
Fakat devlete ait bir
“saray” ise, israftan
önce bütün varlığı
ile zulüm ve tasallut
binasıdır. Oysa bir cemaatin devlete yüzü
dönük reflekslerinden
daha ele verici olanı,
diğer cemaatlere karşı
olan yaklaşımında
gizlidir: “Müslümansa ‘kâfir’ diyemeyiz,
ancak bizden değilse
destekleyemeyiz…”
***
Halkın iradesini
cahilliğe ve iman zayıflığına veren bazı
cemaatlerin sahip
olduğu “Biz hakikati
temsil ediyoruz; bize
uzaklığına göre kişi,
toplum veya devlet
‘sapmış’tır!” çapındaki
anlayış, aslında bir
tekrarı anlatır bize ve
geleceğe: “Bir güç savaşını ‘barışın savaşa
direnişi’ diye sunmak
sahtekârlıktır.”
48
kasım 2014
Cemaatin
fedakârlığı,
devletin ise “zorunlu” sada-
kati imgelediği ileri sürüldüğünden, tartışmalarda devlet,
gücünden aldığı haklar (dolayısıyla hukuk) gerekçesiyle
genelde “haklı” ilan edilir.
Tüm bunlar, öğretilmiş bir
cümlenin şerhleridir: Devlet’in
doğasında güç, cemaatin doğasında hikmet vardır. Hatta
bu öğretilmiş cümle ile kurulu
disiplinler ve ülkeler vardır.
Servet Hocaoğulları
[email protected]
B
İRBİRİNİ tamamlayan, bir bütünün parçası olan unsurlar, zamanla
(“Zaman” ile) seçenek kılınabilirler. Ve birini tercihe zorlanan toplum için bu ayrışma/ayrılma, sadece “karar” aşaması olarak geçici
bir eşik kılınabilir. Dolayısıyla bu eşiği aşmak noktasında alınan karar, diğer seçeneği inkâr anlamına gelmez.
Örneğin bir ilahiyat meselesi, bir İslamî
soru(n) olarak, “İslamî esas ve uygulamalar
noktasında İslamî/meşru olan bir yönetime/
devlete karşı bir ‘cemaat’ darbe, isyan, muhalefet, karşı hareket içine girerse”, Müslümanlar kendi aralarında “Devlet mi, cemaat
mi?” diye bir tartışmaya girerler mi?
Aslında böylesi bir tartışma içine düşüldüğünde, devlet algısı cemaat kültürüne
nispetle hem daha karışık, hem de “güç” zemini sebebiyle “olağan şüpheli” konumuna
çekilir ve gönül “cemaat”i kollar. Bu, şunu
betimler: Cemaatin yüzü, “masum yüzlü”
dür. (Siz bunu, “Cemaat ‘nur’ yüzlüdür” diye
de tercüme edebilirsiniz.)
Günümüzde cemaat ile “sivil”, devlet
ile “resmî” algı ilişkisi, aslında ikiyüzlü bir
madalyon etkisi yapar. Madalyonun öndeki resmi devlet, içerideki (kalbe daha yakın
olanı) ise cemaat resmi ile doludur. Devlet
ile iman arasındaki “mesafe”, çoğu zaman
cemaat safında yer almakla anlamlandırılır.
Cemaatin fedakârlığı, devletin ise “zorunlu” sadakati imgelediği ileri sürüldüğünden, tartışmalarda devlet, gücünden aldığı
haklar (dolayısıyla hukuk) gerekçesiyle genelde “haklı” ilan edilir. Tüm bunlar, öğre-
tilmiş bir cümlenin şerhleridir: Devlet’in
doğasında güç, cemaatin doğasında hikmet
vardır. Hatta bu öğretilmiş cümle ile kurulu
disiplinler ve ülkeler vardır.
“Asr-ı Saadet döneminde, özellikle de ilk
dört Halife döneminde acaba güç zeminindeki yönetimi ve hikmet zeminindeki
cemaati kimler temsil ediyordu?” diye bir
soru sorsak, sanırım Müslümanların ezici
çoğunluğu bu dönemi “devlet ile cemaatin
özdeş olduğu dönem” olarak niteleyecektir.
Hatta Ebuzer (r.a.) gibi örneklemelerde bile
“Ashabdır, hakkı vardır!” özel kanunu ile
devlet-cemaat düzleştirmeleri yapılacaktır.
Devlet-cemaat ayrımının moderne ait
bir algı hastalığı olduğu iddiası da ayrı bir
tartışma sebebidir. Ancak “bilinç” katmanlarının en altında “Cemaat ‘iyi’ye yakındır” sloganı vardır. Bu sloganın 17 Aralık
operasyonundan bu yana kullanım şekline
baktığımızda ilginç bir algı yönetimi tekniği ile karşılaşılmaktadır: “İyi olan cemaatte
olduğu için, cemaatten izinsiz kullanılan ve
önünde ‘ak’ yazan her ne var ise ‘şüphe’ içerdiğinden, aslında o şey ‘sahte’dir.”
Örneğin döner sermayesi onlarca saraydan
daha fazla olan ama etrafı çamurdan yapılmış
“sade” binalarda organize edilen “rant”, cemaat elinde olduğu için “bereketlendirilmiş”
ihsandır. Fakat devlete ait bir “saray” ise, israftan önce bütün varlığı ile zulüm ve tasallut binasıdır. Oysa bir cemaatin devlete yüzü
dönük reflekslerinden daha ele verici olanı,
diğer cemaatlere karşı olan yaklaşımında gizlidir: “Müslümansa ‘kâfir’ diyemeyiz, ancak
bizden değilse destekleyemeyiz…”
Yani “bağlantısız kardeşlik” kültürüne sahip çabaların kendini kutsayan törenleri ile
gücün şarkısı olan devlet törenleri arasındaki anlam ikizliği, aslında bu noktada bir gerçeği bize haykırıyor: Sivil güç ile resmî gücün
doğası aynıdır.
Yalnız sivil güç, “nur yüzlü”, yani Anadolu algısındaki “Yüzünde nur var” vurgusunu
taşırken, devlet yüzü, yani resmî güç, “zor
gülümseyen asık yüzü” imgeliyor.
Yalnız iki ayrı yüzün elleriyle yaptıkları
arasındaki benzerlik bir tesadüf değildir.
Çünkü insan güce taliptir -ama sivil, ama
resmî yüzle elde edilsin-. “Devlet mi, cemaat mi?” ikilemi “doğal” olmayan bir ikilem
olsa da halk tarih boyunca tercihini “devlet”
ile somutlaştırmıştır. Çünkü halk, iradesini
orada güçlendirmektedir.
Halkın iradesini cahilliğe ve iman zayıflığına veren bazı cemaatlerin sahip olduğu
“Biz hakikati temsil ediyoruz; bize uzaklığına göre kişi, toplum veya devlet ‘sapmış’tır!”
çapındaki anlayış, aslında bir tekrarı anlatır
bize ve geleceğe: “Bir güç savaşını ‘barışın savaşa direnişi’ diye sunmak sahtekârlıktır.”
kasım 2014
49
haberajanda
Strateji
Başa mı dön
“K
OBANİ, ABD için stratejik öneme sahip bir yer
değildir. Koskoca Musul ve Irak’ın diğer yerleri
değil de neden ille Kobani? Halep’te, Hama ve
Humus’ta oluk oluk kan akarken kılını kıpırdatmayan ABD’nin Kobani hassasiyetinin sebebi
nedir?” diye soruyor Sayın Cumhurbaşkanı. ABD hiç oralı olmuyor,
duymazdan geliyor; Türkiye’nin itirazına rağmen müttefikinin düşmanı olan terörist örgüte destek sağlıyor.
>> O kadarla da kalmıyor, Türkiye’nin
IŞİD’e yardım ettiği yalanını yayıyor, en yüksek resmî ağızlardan bunu dillendiriyor. Yani
açıkça, Türkiye’ye düşmanca bir tavır içine
giriyor. NATO müttefiki ve “stratejik ortak”
iki devletin dünya kamuoyu önünde aleni bir
şekilde karşı karşıya gelmesi pek alışılmış bir
şey değil.
ABD’nin Türkiye’yi hiçe saymaktan da
öte, ülkemize adeta düşman muamelesi
yapmasının çok önemli bir sebebi olmalıdır.
Cumhurbaşkanı “Oyun içinde oyun var” diyerek karşı tarafın hesabını bildiğini ima ediyor, konumu gereği daha fazla şey söylemiyor,
sadece “Onların bir hesabı varsa bizim de
bir hesabımız var” demekle yetiniyor. Nedir
ABD’nin derdi ve hesabı? Cumhurbaşkanı
bunu teşhis edebilmiş midir? Medyamızda
yazan ve konuşan fikir insanlarında bu soruya doyurucu bir cevap bulamıyoruz, insanların kafası karışık.
Türkiye’ye açılan düşman
cephe: Kobani
Naçiz kanaatime göre, hiç şüphe edilmemelidir ki bu oyunun arka planında İsrail
vardır. Her nasıl olduysa, İsrail’in Başkan
Obama’yı adamakıllı kucağına oturttuğunu
görüyoruz. Bu işin içinde Almanya, İngiltere
ve İran’ın da destekçi olarak mevcut olduğu anlaşılıyor. Bir operasyonun çoğu zaman
birden fazla hedefi olabilir, ancak daima bir
ana hedefi mevcuttur. Senaryosu müştereken
İsrail ile ABD’ye ait olduğu anlaşılan “IŞİD
50
kasım 2014
operasyonu”nun ana hedefinin Türkiye, ana
enstrümanının da Kobani olduğu artık şüphe götürmeyecek derecede anlaşılmış bulunuyor. Yani şunu net olarak ortaya koyalım:
Kobani, Türkiye’ye karşı açılmış bir cephedir.
ABD’nin uygulamaya koyduğu plana göre
“Türkiye’nin desteklediği” IŞİD terör örgütü, Kürt nüfusla meskun Kobani’ye saldırınca yöre halkı kitle halinde Türkiye’ye iltica
edecek, bununla beraber Türkiye’nin “IŞİD’i
desteklemiş olması” (!) yüzünden Kürt vatandaşlarımız devlete karşı tepki gösterecek
ve bu suretle Türkiye’nin çok ağır ekonomik,
siyasî ve sosyal bir sorunla istikrarsızlaştırılması sağlanmış olacaktı.
Düşman işini biliyor ve Türkiye’nin iki yumuşak karnı olan Kürt sorunu ile sığınmacı
problemine atış yapıyor. Şayet uygulama bu
çerçeve ile sınırlı kalmış olsaydı, düşmanın
hevesi yine de kursağında kalmış olacaktı.
Ülkemizin, onların sandığından çok daha
güçlü ve dirençli olduğu ortaya çıktı. Devletimiz, 200 bin kişilik bir sığınmacı kitlesini
gayet soğukkanlı ve mükemmel bir organizasyonla iki gün gibi kısa bir sürede sorunsuz
olarak kucaklamayı başardı. Bölgedeki Kürt
vatandaşlarımızdan da onların beklediği gibi
hiçbir kalkışma olmadı. Ne var ki düşman, her
an bir joker gibi kullanılmaya teşne PKK terör
örgütü ve onun siyasî uzantısını devreye sokarak ülkemizin istikrarına esaslı bir darbe indirmeye muvaffak oldu. 6-7 Ekim olayları, asla
bölge halkının bir reaksiyonu değil, söz konusu örgütün planlı bir eşkıyalık hareketidir.
Büyük oyunun yeni
safhası mı?
Peki, ABD ve ortaklarının zoru nedir,
ne istiyorlar? Bu sorunun cevabını geçen
sayıdaki yazımda, İsrail’in Akdeniz’de bulduğu söylenen gaz rezervinin, Rum gazıyla
beraber Batı’ya taşınmasında Türkiye’nin
Güney Gaz Koridoru rekabetinden kurtulma gayretine ve ABD’nin öteden beri
rahatsızlık duyduğu Kuzey Irak enerji
kaynaklarıyla olan ilgisini kesme isteğine
bağlamıştım. Bu kanaatimi halen muhafaza ediyorum ama anlaşılıyor ki işin boyutu çok daha büyük. Bunu, PKK ve siyasî
uzantısının değişen tavır ve artan cüretinden anlıyoruz. Demek ki Kandil’e bazı vaatlerde bulunulmuştur.
Peki, bu vaatler ne olabilir? Elbette Suriye’dekilerle beraber bir bağımsız Kürdistan
kurma vaadinden bahsedebiliriz. Ancak
6-7 Ekim kalkışmasına Öcalan tarafından
fren yaptırıldığı görüldü. Öcalan’ın bunu
yapmaktaki gayesi nedir? Kandil ile aralarında hedefte mi, yoksa metotta mı farklılık vardır? Bu soruların cevabını bilmiyoruz, çünkü Öcalan’ın Çözüm Süreci’nde
samimi olup olmadığından veya iyi polis
rolü çevirip çevirmediğinden emin değiliz. HDP’nin kaypak ve zikzaklı tavrına
bakınca, hepsinin kalleş bir oyun içinde
olduğu anlaşılıyor.
Peki, “Şanlı Kobani savunması” ne kadar
sürecek? ABD’nin PKK’ya yapmış olduğuna
inandığım vaatte samimi olduğunu düşünüyorum. Bölgede tasarlanan harita değişikliği
için Irak ve Suriye’den sonra sıra herhalde
Türkiye’ye gelmiş oluyor. Saldırılarına devam
edeceklerdir. Ellerindeki en büyük koz Kobani olduğuna göre, bu kozu sonuna kadar
sömürebilmek için Kobani savaşının bitmemesi, yani taraflardan hiçbirinin kesin zafer
kazanmaması gerekiyor. Görüldüğü kadarıyla taraflardan biri biraz üstünlük sağlar gibi
olduğunda, hemen bir şekilde müdahale edilip denge sağlanıyor.
üyoruz?
PKK, devleti oyuna
mı getirdi?
Netice olarak gelecek günler,
PKK/KCK’ya karşı çetin bir mücadeleye gebe görünüyor. Tekrar
başa dönülmüştür. Ancak Çözüm
Süreci öncesine göre tarafların pozisyonlarına baktığımızda, bölücülerin bu defa çok daha iyi durumda
olduğu görülüyor. Eskiden terörist
dağda idi, şimdi ise hem dağda,
hem de bölgenin tamamında ve
çok da etkin durumdadır. Demek
ki Çözüm Süreci onların lehine işlemiş; PKK, “Artık şehit cenazeleri
gelmiyor” ifadesini bir afyon gibi
kullanarak, onun karşılığında bölgenin kamu yönetimini ele geçirmiş. Bu gerçeği Başbakanlık Başmüşaviri Etyen Mahcupyan’dan da
duyuyoruz. Onlar için “şehirlerdeki
kamu düzenini elde bulundurmak,
Gabar dağını elde bulundurmaktan
elbette çok daha değerlidir”. Örgüt,
iki yıllık “cenaze açığını” nasıl olsa
kısa zamanda telafi edebilecektir.
Nitekim iki günde kırkın üstünde
katliam gerçekleştirdi. Başbakan,
bölgede kamu düzeninin sağlanmasını HDP’den, yani PKK’dan
talep ediyor. Bir devlet için bu ne
feci bir durumdur!
Bu duruma nasıl gelindi? “Aman
Çözüm Süreci zarar görmesin!” düşüncesiyle PKK’nın bölgedeki inanılmaz eylemlerine “Provokasyona
gelmeyeceğiz” deyip göz yumularak,
her defasında “Çözüm Sürecinden
asla vazgeçmeyeceğiz” beyanlarıyla
örgüte koz ve cesaret verilerek talihsiz bölge halkı örgütün kucağına
teslim edildi.
Bu endişe verici gelişmeler bir
günde olmadı. Bu durumu endişe
ile izliyor idiysek, “Herhalde bizim
Sabri Öğe
[email protected]
bilmediğimiz, Hükümet’in bildiği
bir şey var” şeklinde düşünüyorduk.
Görüyoruz ki hiç de öyle bir şey
yokmuş. Sayın Başbakan’ın “PKK
olmasa da biz, Çözüm Süreci’ni
halkımızla beraber sonuna kadar
götüreceğiz” gibi acayip beyanına
bakınca, Hükümet’in ne yapacağını
bilmez bir halde olduğu anlaşılıyor.
Biz yanlış mı biliyoruz, Çözüm
Süreci Hükümet’le örgüt arasındaki pazarlık değil miydi? Sorumluluk elbette Hükümet’indir, ancak
Öcalan’ı barış meleği gibi gösteren,
PKK’nın eylemlerini ve HDP’nin
söylemlerini görmezlik ve duymazlıktan gelen, ikiyüzlü HDP’lilerin
sahte bir gülücüğü karşısında kendinden geçip onları aklama yarışına
giren “beri taraf ”ın akıldane köşe
yazarları da çok vebal altındadırlar.
Paralel değil,
yerleşmiş yapı
Durum vahimdir! PKK’nın en
önemli hedefi, bölgede kendi düzenini kurmaktı. Şimdi “kendi anlayışına göre bir kamusal düzen kurdu.
Alt - üst mahkemeler, vergi sistemi
veya asayiş birimleri, bu düzenin
temel birimleri olarak hizmet veriyor. Dolayısıyla bugün Hükümet’in
sorunu, Çözüm Süre-ci’nde adım
atıp atmamak değil, bölgede ikinci
bir siyasî otoriteye razı olup olmama sorunudur (1)”. PKK tarafı ise
bu kazanımlarından asla vazgeçmek
istemeyecektir ki kurmuş olduğu
otoritenin devlet tarafından kabulünü istemektedir. Peki, bu mümkün mü?
Dipnot
(1) Orhan Miroğlu, Kamu Düzeni ve PKK, Star Gazetesi, 2 Kasım
2014, s. 14.
kasım 2014
51
haberajanda
Aksa
Mesut Emre Balcı
[email protected]
Peki, biz
neredeydik?
Hz. Ömer, Selahaddin Eyyubi
ve Yavuz’un
emaneti
Kudüs’e karşı
Müslüman dünyayı üzülmekten öteye geçiremeyen neydi?
Neydi bizlere
her zulüm hadisesinde birkaç
bela okuma ve
birkaç duayla
koca Kudüs’ü
geçiştiren? İsrail zulmetmiyor
ve bu zulüm
televizyon
ekranlarından
evlerimize yansımıyor olsa
bize Kudüs’ü hiç
mi hiç hatırlatmayacak olan
bu uykunun
sebebi neydi?
52
kasım 2014
Biraz feraset,
biraz cesaret
2
1 AĞUSTOS 1969 tarihinde Avustralyalı Michael Rohan, Mescid-i
Aksa’yı yakmaya kalkıştı. Dünya Müslümanlarından gelmesi muhtemel büyük tepki İsrail tarafında korku oluşturmuştu. Ancak beklenen
olmadı, birkaç cılız sesten öteye gidemedi “etrafı mübarek kılınmış”
olan mescidi ortadan kaldırmaya yönelik bu şizofrence harekete karşı
tepkiler.
>> Açıkcası bu durum şaşırtmıştı İsrail’i. Yıllar
geçti, hükümetler değişti, değişmeyen tek şey ölüm,
yıkım ve zulüm oldu. Meydanı boş bulanlar her geçen gün biraz daha zorladılar sabırları, biraz daha
vurdular zulümlerini âlem-i İslam’ın umursamaz
yüzüne. Evrensel hukuk, insan hakları, eşitlik zırvalarını dillerine pelesenk eden hayâsız Batı’yı da
arkalarına alıp kalp ve yüzlerindeki kiri dünyanın
kucağına dökmeye devam ettiler.
Peki, biz neredeydik? Hz. Ömer, Selahaddin
Eyyubi ve Yavuz’un emaneti Kudüs’e karşı Müslüman dünyayı üzülmekten öteye geçiremeyen neydi?
Neydi bizlere her zulüm hadisesinde birkaç bela
okuma ve birkaç duayla koca Kudüs’ü geçiştiren? İsrail zulmetmiyor ve bu zulüm televizyon ekranlarından evlerimize yansımıyor olsa bize Kudüs’ü hiç mi
hiç hatırlatmayacak olan bu uykunun sebebi neydi?
Bize bizden gayrı dost yok (!)
Önce savaşlar sonrasında ülkeler arasına çizilen sınırlar zihinlere kazındı. Evet, toprağı sıksan
şüheda fışkıracak kadar uğruna şehit verdiğimiz
vatanımızı aziz bildik, ama yeryüzünün geri kalanına yabancılaştık. Yıllarca aynı kültürde olup
birlikte yaşadığımız ve kaybedeli daha yüz yıl dahi
olmamış Musul ve Halep’i bile yedi yabancı yer
gibi gördük. Çünkü bize öğretilen buydu. Böyle
okumuş, böyle görmüştük. İçerisinde onlarca etnik kültürü barındırmış ve yüzyıllar boyunca dünyaya hâkim olmuş, insan odaklı cihanşümul bir
anlayıştan aynı dili konuşmadığı herkesi kendine
düşman bilen kısır bir yaklaşıma evrildik.
Sonra düşmanlarımızı (!) tanımaya başladık. Bizim bizden başka dostumuz yoktu. “Biz” ise, topraklarımızı çevreleyen sınırlarda yaşayanlardan ibaretti. Buna rağmen Batı’yla aramızda çok ilginç bir
ilişki vardı. Daha dün bütün silah gücüyle kapımıza
dayanmış, topraklarımıza göz dikmiş olanların, bugün yaşam tarzlarıyla aramızda olmaları bizim için
problem olmamaya başladı. Onlar gibi giyinmek,
eğlenmek ve yaşamak, bizim için en büyük hayat
standardı oluvermişti bir anda. Çünkü onlar medeniydi. Yazık ki, hem de yazık!
Medeniyetin çocukları kültür yozlaşmasında sınırları aşmış, kimsenin birbirine güvenmediği coğrafyadan medeniyet öğreniyordu. Bir bakıma onlar
da bizim düşmanımızdı ama o kadar da değildi.
Çünkü medeni insanlardı en nihayetinde. Ama
Araplar yok mu, ah o Araplar, ah o İslam dünyası?! Bizi sırtımızdan vurmuşlardı. Bütün bu algı
operasyonlarıyla artık materyalist mantık üzerine
inşa edilmiş maddeci Batı, bize ruhun güzellikleri
üzerine bina olmuş İslam medeniyetinden çok daha
yakındı.
“Otoriter modernlik” dönemiyle birlikte toplum
hayatı gittikçe sekülerleşmeye, dine bakışımız ise
yalnızca ritüellerden ibaret olmaya başladı. İslam
her defasında canlı ve hayatın her anına dokunan
bir anlayışı vurgularken, camilere sıkışmış/sıkıştırılmış Müslümanlığımız bize büyük mefkûrelerimizi
unutturdu. Dünya hayatının hızı ve karmaşası içerisinde boğulurken, zamanla temel İslamî kaideleri
yerine getirmeyi bile çok büyük marifet bildik. İbadetlerimizi yaptık ama ötesine karışmadık, ötesini düşünmedik, düşünemedik.
“Zalimi
asla sevemem” derken…
Kur’an bir İslam ümmetinden bahsederken,
biz bırak ümmet birlikteliğini, cemaat şuurunu
dahi oluşturamadık. Aynı olduğumuz yüzlerce
değerimiz varken, kapı komşumuza, camideki
saf arkadaşımıza dahi yeri geldi farklılıklar üzerinden yaklaştık. Nerede kaldı Kudüs? Nerede
kaldı Aksa? Kendi içimizde dahi yabancılaştık
ve Batı’ya ait bir hastalık olan bireyselleşmenin
toplumumuzun damarlarına zerk olunmasını
çaresizce izledik.
“Eğer dikkat etmezseniz, medya, mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur” diyordu Malcolm X. İşte en
büyük darbeyi de burada yedik. Batı dünyası,
önce Müslüman dünyanın özgüvenin kırdı
ve sonra kendisi nasıl istiyorsa öyle düşünmemizi sağlayabileceği sistemin ağlarını
ördü dört bir yanımıza. Kâinatın Sahibi’nin
direkt hitabına muhatap olduğunu unutan
İslam dünyası, maddeci ve seküler Batı’nın
hiçbir ruh temeline dayanmayan dünyevî
hayalleriyle yaşar oldu. Bu medeniyetten
daha güçlü oldukları için değil, algılarımızı
yönetebilecek mekanizmaları oluşturabildik-
leri için istediklerini hatırlatıp, istediklerini
unutturdular bizlere.
Bu esnada Müslümana yakışan feraseti sahiplenerek meseleleri Hak nazarıyla değerlendiremezken, hep birlikte bu oyuna gelip
yalnızca bize gösterilenle yetindik, uyanık
olamadık. Oysa yine Malcolm X’in ifadesiyle “bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek
uyanık yeter” idi. Biz o uyanıklara dahi çoğu
zaman bakmamızı istedikleri pencereden
baktık. Dünyanın değişmez hâkiminin Batı
olduğu haberlerden sinema filmlerine kadar
o kadar işlendi ki aklımıza, bu yargıyla yatar,
bu yargıyla kalkar olduk. Dolayısıyla mücadele etmeye ihtiyaç bile duymadan, heyecanlı
duygularımızı tarif dahi etmeden, belleğimize kazınmış bu ifadeyle olduğumuz yerde
kalmayı tercih ettik.
İsrail, 1948 yılında bağımsızlığını ilan
ettiği günden beri işgalci ve sınır tanımaz
politikalarına devam ediyor. Ancak dünyanın bu kadim coğrafyasında yaşanan işgal
hareketine rağmen, dünya bu problemi “Filistin Sorunu” olarak konuşuyor ve tartışıyor.
Sanki problem, hiçbir hakları olmadığı halde
bu topraklara gelip yerleşen ve o coğrafyada
yaşayan insanların haklarını hiçe saymış Siyonist zihniyete karşı mücadele eden Filistinlilerde imiş gibi biz dahi çoğu zaman bu
hataya düşüyoruz. Onlar buralara “Ortadoğu” dediler diye biz de öyle diyoruz.
İşte Kudüs ve cümle İslam topraklarının
kurtuluşunun en büyük çıkış noktası, her şeyden öte bir zihinsel devrimle mümkündür!
Kendisine gösterilenle yetinmeyen, kendisine öğretilene boyun eğmeyen, Hakk’ın sözünü bütün kulların sözlerinden üstün gören
ve O istemedikçe hiçbir şeyin olmayacağına
yeniden iman eden bir anlayış, ancak özelde
Kudüs, genelde İslam dünyasının geleceğini aydınlatacaktır. Eğer biz yüz yıl boyunca
Mescid-i Aksa’yı Fatih, Hacı Bayram-ı Veli
veya Ulu Camii’den farklı görmeyecek bir
ruhla büyümüş olsaydık, bugünkü barbarlar,
miracın ev sahibi mescide girmeye cesaret
göstebilirler miydi?
Yazık ki sesi fazla çıkanın haklı olduğu bir
dünyada yaşıyoruz. Hiçbir insanî temeli olmamasına rağmen bütün dünyayı zulümlerine
ikna etmiş, aykırı mekanizmaları medya ve siyaset gücüyle pasifize etmiş batıl güruha karşı
Hakk’ı temsil etmenin özgüveniyle “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın! Eğer
inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz” sırrına iman ederek ayağa kalkma vaktidir!
Dünyaya medeniyet öğretmiş bir neslin
devamı olarak ihtiyacımız olan her şeye zaten sahibiz. Sadece bakış açımızı değiştirmek
ve farkına varmak zorundayız. Fazla söze
gerek yok, Hacı Bayram’da alınacak tekbirin
secdesine Mescid-i Aksa’da varmak zor değil. Biraz feraset, biraz cesaret…
kasım 2014
53
haberajanda
Kapak
Gerek Beni Sadr’ın sözleri, gerek el-Kardavi’nin
açıklamaları ve gerekse
Uluslararası Âlimler
Birliği’nin raporu analiz
edildiğinde, “Şii Hilali” kavramı somut bir
şekil almaktadır. Tüm
bu verilere göre İran’ın
İslam dünyasına hâkim
olma projesi olarak ifade edebileceğimiz “Şii
Hilali”’nin temel olarak
iki amaç doğrultusunda
işlev gördüğünü söylememiz mümkündür:
“Pers İmparatorluğu’nun
sınırları hayali” ve “Sünni İslam dünyasında Şii
mezhebini (itikadını)
hâkim kılmak”...
***
İran Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi
(DMTK) Başkanı Haşimi
Rafsancani’nin özeleştiri niteliğindeki “Şiiler
arasında Peygamberimizin sahabesine lanet
ediliyor olması, IŞİD gibi
yapıların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır”
ve “Birbirinizle çekişmeyin, yoksa gücünüz
gider” (Enfal Suresi, 46)
ayetine vurgu yaparak
ifade ettiği “Biz Şiiler, bu
uyarıyı görmezden gelerek İkinci Halife Ömer
başta olmak üzere sahabeye lanetle Şii-Sünni
ihtilaflarını arttırdık.
Hatta bazıları bu törenleri ibadet maksadıyla
yerine getirir oldu”1
sözleri gerek Müslüman
Âlimler Birliği heyetinin
raporundaki tespitleri
teyit etmesinde, gerekse İran’ın yürüttüğü
mezhepçi politikalarının
54
kasım 2014
Cahit Tuz
[email protected]
doğurduğu sonuçları
göstermesi bakımından
oldukça manidardır.
***
Beni Sadr2, 16 Ocak
2000’de katıldığı ElCezire’nin “özel konuk”
programında, sunucu
Sami Kelib’in sorularını
yanıtlarken Ayetullah
Humeyni’nin “Şii Hilali”
projesinden bahsetti.3
Program sunucusu
Kelib’in, “Humeyni,
komşu Arap ve Körfez ülkeleri ile ilişkiler
konusunda sizinle hiç
konuştu mu? İmam
Humeyni’nin bölgeye
İran devrimi gibi bir
askerî müdahale düşüncesi var mıydı?”
şeklindeki sorularına
Beni Sadr şöyle cevap
vermekteydi: “Bu konuda benimle bir şey
konuşmadı. Ancak
Humeyni’nin başka
fikirleri vardı… Humeyni, kıyı İslam dünyasında ‘Şii Hilali’ni hâkim
kılmak istiyordu. Onun
düşüncesindeki Şii
Hilali, İran’da başlayıp
Irak, Suriye ve Lübnan’ı
kapsamaktaydı.”
***
Sudan hükümetinin, ülkedeki İran kültür merkezlerinin Şiilik propagandası yaptığı gerekçesiyle 72 saat içinde
kapatılması için talimat
verdiğini bildirmesi4,
gerek İran’ın yürüttüğü
faaliyetlerden duyulan
rahatsızlığı, gerekse faaliyetlerin icra edildiği
coğrafyanın genişliğini
göstermesi bakımından
son derece önemlidir.
Ortadoğu ve Afrika’nın konuştuğu
Sİİ HİLALİ’NE
TEPKILER
“Ş
İİ Hilali”6 söylemi, son dönemlerde sıkça tartışılan gündem maddelerinden biri haline geldi. Gerek Arap dünyası ve gerekse ülkemizde konuyla alakalı birçok kalem,
yazılarında bu konuyu işledi. İran’ın, dış politikasında
“araçsalcılık yöntemi” olarak kullandığı “Şii Hilali”, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere Kuzey Afrika ve diğer
Afrika ülkeleri tarafından tepkiyle karşılanıyor. Bu tepkilere geçmeden evvel, Şii
Hilali’nin ne demek olduğuna bakmakta yarar olacağı kanaatindeyim.
>> Ülkemizde şu ana kadar “Şii Hilali” kavramını ortaya atan ilk kişinin, 2004’te verdiği bir
demeç sebebiyle Ürdün Kralı Abdullah olduğu
bilinmektedir. Ancak bu kanı doğru değildir.
Zira bunu ilk söyleyen, 1979 devriminden sonra
İran’ın ilk Cumhurbaşkanı seçilen Ebu’l Hasan
Beni Sadr’dır.
Beni Sadr, 16 Ocak 2000’de katıldığı El-
Cezire’nin “özel ziyaret” programında, sunucu
Sami Kelib’in sorularını yanıtlarken Ayetullah
Humeyni’nin “Şii Hilali” projesinden bahsetti.
Program sunucusu Kelib’in, “Humeyni komşu
Arap ve Körfez ülkeleri ile ilişkiler konusunda
sizinle hiç konuştu mu? İmam Humeyni’nin
bölgeye İran devrimi gibi bir askerî müdahale düşüncesi var mıydı?” şeklindeki sorularına
kasım 2014
55
haberajanda
Kapak
Şii Hilali’ne Arap dünyasından resmî olarak ilk tepki gösteren kişi
Ürdün Kralı Abdullah’tır. Kral Abdullah, 2004’ün Aralık ayında bir
televizyon kanalına verdiği demeçte, Sünni Arap ülkelerinin Şii Hilali
tarafından kuşatıldığını ifade etmiştir. Kral’a göre hilal, İran’dan başlamakta ve son dönemde Şii hâkimiyetinin oluştuğu Irak’ı kapsayarak
Alevi elitlerin yönettiği Suriye üzerinden Şii nüfusunun giderek arttığı Lübnan’a devam etmektedir.5 Kral Abdullah’ın sözleri ile yukarıda
beyan ettiğimiz Beni Sadr’ın açıklamalarının paralellik göstermesi son
derece önemlidir.
Beni Sadr şöyle cevap vermekteydi: “Bu
konuda benimle bir şey konuşmadı. Ancak
Humeyni’nin başka fikirleri vardı… Humeyni, kıyı İslam dünyasında ‘Şii Hilali’ni
hâkim kılmak istiyordu. Onun düşüncesindeki Şii Hilali, İran’da başlayıp Irak, Suriye
ve Lübnan’ı kapsamaktaydı.” Beni Sadr, bu
konuşmasını şöyle tamamlıyordu: “İran bu
bölgeye hâkim olduktan sonra bölge pet-
56
kasım 2014
rolünü ve Fars (İran) Körfezi’ni kullanarak
tüm İslam dünyasına hâkim olacaktı.”7
Bu sözlerden anlaşılacağı üzere, “Şii Hilali” söylemi 2004’ten önce, hem de bir dönem
İran’ın en yetkili ağzı olan biri tarafından
ifade edilmişti. Bu sözün Humeyni tarafından zikredilmesi ise “Şii Hilali” kavramının
çok daha önceye ait bir fikrin ürünü olduğu-
na da işaret etmektedir.
Özellikle Arap Baharı süreciyle birlikte
bölgede yaşanan hadiselere İran’ın gösterdiği tepki ve izlediği politikalar, “Şii Hilali”
söylemi üzerinde sürdürülen tartışmaları
yeniden alevlendirdi. ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle Bağdat’ı adeta bir vilayeti haline
getiren İran, Suriye’de uyguladığı politikalarıyla Arap coğrafyasında ciddi bir endişe
yaratmıştır. Tahran, bir yandan Esed yönetiminin tüm zulüm ve katliamlarına bilfiil
destek verirken, diğer yandan da nüfuz alanını genişletme gayretindedir.
Nitekim en son olarak, İran’ın desteğini alan Husiler, Yemen’in başkenti San’a’yı
işgal etmişlerdir. “Şii Hilali” ile kastedilen coğrafî sınırın Yemen’den başlayıp
Lübnan’a kadar uzanan alan olduğu görüşünü düşündüğümüzde, İran’ın adım adım
hilali gerçekleştirmeye doğru ilerlediğini
Cahit Tuz
söylememiz mümkündür.
Yine bu minvalde Sudan hükümetinin,
ülkedeki İran kültür merkezlerinin Şiilik
propagandası yaptığı gerekçesiyle 72 saat
içinde kapatılması için talimat verdiğini bildirmesi8, gerek İran’ın yürüttüğü faaliyetlerden duyulan rahatsızlığı, gerekse faaliyetlerin icra edildiği coğrafyanın genişliğini göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Şii Hilali’ne Ortadoğu’dan
tepkiler
Şii Hilali’ne Arap dünyasından resmî
olarak ilk tepki gösteren kişi Ürdün Kralı
Abdullah’tır. Kral Abdullah, 2004’ün Aralık ayında bir televizyon kanalına verdiği
demeçte, Sünni Arap ülkelerinin Şii Hilali tarafından kuşatıldığını ifade etmiştir.
Kral’a göre hilal, İran’dan başlamakta ve
son dönemde Şii hâkimiyetinin oluştuğu
Irak’ı kapsayarak Alevi elitlerin
yönettiği Suriye üzerinden Şii nüfusunun giderek arttığı Lübnan’a devam
etmektedir.9 Kral Abdullah’ın sözleri ile
yukarıda beyan ettiğimiz Beni Sadr’ın açıklamalarının paralellik göstermesi son derece
önemlidir.
Kral Abdullah, yine aynı yılın sonlarında Washington Post gazetesine verdiği bir
mülakatta, seçimler yoluyla Şiilerin Irak’ta
yönetimi ele geçirmeleri bağlamında Şii
Hilali’nin yükselişi ile ilgili kaygılarını dile
getirmiştir.10
Şüphesiz İran’ın devrim ihracı yaparak
bölgedeki nüfuzunun artmasında en çok
endişe duyan da Körfez ülkeleridir. Zira
Batı’yla ittifak halinde olan bu ülkeler, İran’ın bölgedeki faaliyetleri neticesinde yine
Batı’yla sorun yaşama endişesini de taşımaktadırlar.
Suudi Arabistan, bu endişeyi taşıyan ülkelerin başında gelmektedir. Özellikle ülkedeki yüzde 6’lık Şii
nüfusun, petrol bölgesi olan İhsa’da bulunması, Suud yönetiminin endişesini daha
da arttırmaktadır. Bu nedenle Riyad, her
fırsatta endişesini dile getirmektedir. Nitekim Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud
el-Faysal, Dış İlişkiler Komisyonu’ndaki
konuşmasında İran’ın bölgedeki faaliyetlerinden duyduğu endişesini dile getirmiş ve
İran’ı Irak’ın içişlerine karışmakla suçlayarak şöyle demiştir: “Washington ve Riyad,
Irak Kuveyt’ten çıkarıldıktan sonra İran’ı
Irak’ın dışında tutmak için birlikte savaştı.
Şimdi ise bütün ülkeyi sebepsiz yere İran’a
veriyoruz.”11
Körfez ülkeleri, İran’ın bölgedeki mezhepsel faaliyetleri ile birlikte nükleer programından da rahatsızlık duymakta ve söz
kasım 2014
57
haberajanda
Kapak
Suudi Arabistan Dış işleri Bakanı Suud el-Faysal, Dış ilişkiler
komisyonundaki konuşmasında İran’ın bölgedeki faaliyetlerinden duyduğu endişesini dile getirmiş ve İran’ı Irak’ın içişlerine
karışmakla suçlayarak şöyle demiştir: “Washington ve Riyad,
Irak Kuveyt’ten çıkarıldıktan sonra İran’ı Irak’ın dışında tutmak
için birlikte savaştı. Şimdi ise bütün ülkeyi sebepsiz yere İran’a
veriyoruz.”
konusu faaliyetleri bölge için tehdit olarak
değerlendirmektedir. 2010 yılının 4-5 Ekim
tarihlerinde, Suudi Arabistan’da “Körfez
Ülkeleri ve Dünya” konulu bir sempozyum
düzenlendi. Körfez Araştırmalar Merkezi
tarafından düzenlenen sempozyuma katılan
Körfez ülkeleri yetkilileri tarafından İran’ın
bölge ile ilgili girişimleri çerçevesinde yürüttüğü mezhepsel faaliyetler ve bölgeyi
kontrol etme isteğinin Körfez ülkeleri için
bir tehdit oluşturduğu ifade edildi.12
Sempozyumda bir konuşma yapan Suudi Arabistan Genel İstihbarat Başkanı
Mükrim Abdulaziz, yaptığı konuşmasında
“İran’ın tehditlerine karşılık bundan sonrası
için yapmamız gereken, Körfez ülkelerinin
güvenliğini garanti altına alacak yeni stratejiler arayışına girmektir”13. Abdulaziz, bu
ifadeleri kullanarak hem rahatsızlığını dile
getirmiş, hem de karşı tedbirler alınacağının
da işaretlerini vermiştir.
“İran Dosyası”
İran’ın Arap dünyasında icra etmeye çalıştığı faaliyetlere yönelik farklı kalemler tarafından yazılan pek çok yazı yayınlanmıştır.
Söz konusu yazılar bir incelemeye tâbi tutulduğunda, ekseriyetinin de yürütülen faaliyetleri tehlike olarak algıladığı ve İran’ın
Şiileştirme politikalarının bir parçası olarak
görüldüğü neticesine varılmaktadır. Öyle ki,
İran’ın yürüttüğü faaliyetleri içeren yazılar,
kategorize edilmek suretiyle sistematik bir
şekilde dosyalanarak farklı sitelerde yayınlanmaktadır.
Bu bağlamda el-Beyyine.net14 adlı web
sitesinin çalışması son derece önem arz
etmektedir. Site, İran’ın faaliyetlerini “İran
Dosyası” başlığıyla yayınlamaktadır. Söz
konusu dosyada 17 farklı kategoriye tasnif
edilmiş 3134 makale yer almaktadır.
İçtima, siyaset, din, askeriye ve ekonomi
gibi kategorilerin yanı sıra, İran’ın “Arap
dünyası ve komşu ülkeleriyle olan ilişkileri”
başlıklarıyla tasnif edilen dosyalarda yer alan
makaleler, pek çok farklı ülkeden yazar, akademisyen ve araştırmacı tarafından kaleme
alınmıştır. Elbette yazıların tamamına burada yer vermemiz mümkün değildir, ancak
meseleyi somutlaştırmak adına birkaç yazının başlığını paylaşmakta yarar görüyorum:
“İran’ın İslam dünyasına nüfuzu ve İranArap ilişkilerinin geleceğine etkisi hususunda tarihî uyarılar!”15 “İran’ın mezhepçilik
58
kasım 2014
Cahit Tuz
faaliyetleri Arap evlerine kadar girdi. Ya
sonra?”16 “İran’ın nüfuzu nereye kadar?”17
“İran, aynı zamanda işgalci bir ülkedir.”18
“Ey Ezher Şeyhi! İran’ın niyeti iyi değil.”19
“13 adımda İran’ı nasıl durdurabiliriz?”20
Kaleme alınan bu tür yazılar için seçilen söz konusu bu başlıklar üzerine imal-i
fikir yaptığımızda, Arap dünyasında İran’a
yönelik duyulan endişe daha da belirgin bir
görüntü sergilemektedir. İran’a yönelik duyulan bu rahatsızlığın en açık şekilde ifade
edildiği bu yazılarda, İran’ın gizli dosyalara
sahip olduğu vurgusu yapılmaktadır.
Ancak tüm bunlara rağmen İran’ın bölgedeki nüfuzu ve ağırlığı devam etmektedir.
Zira İran, bölgede son derece iyi ve işleyen güçlü bir kapasiteye sahiptir. Özellikle
Suriye’de uyguladığı politikalara rağmen
bölgedeki nüfuzunu koruyabilmesini de
sahip olduğu bu dinamik güç kapasitesiyle
açıklamamız mümkündür.
Hilale Afrika ülkelerinden
tepkiler
İran’ın devrim ihracı olarak nitelendirilen faaliyetleri çerçevesinde tepki gösteren
ülkelerden biri de Mısır’dır. Mısır’ın devrik
Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, 8 Nisan
2006’da el-Arabiyye televizyonuna verdiği
bir demeçte tepkisini şöyle dile getirmiştir:
“Bütün bu ülkelerde (bölgede) önemli oranda Şii vardır. Ve Şiiler, genellikle yaşadıkları
ülkelere değil, İran’a sadıktırlar ve kendilerini oraya bağlı hissetmektedirler.”21
Son olarak Mısır Eğitim ve Öğretim
Bakanı Dr. Cemal el-Arabi, yayımladığı
kararla ülkede Şiiliğin yayılması şüphesinin
bulunduğu tüm okulları kapsayacak geniş
çerçeveli bir araştırma yapılması ve bu tehlikenin kapsamının belirlenmesi için emir
verdiğini duyurmuştur. Bakan, meselenin
öyle lanse edildiği gibi basit bir mesele olmadığını, aksine Şiileştirmenin son derece
ciddi bir tehlike taşıdığını, Mısır’ın birçok
grup tarafından hedef alındığını da belirtmiştir.22
Gerek Mısır Eski Başkanı Mübarek ve
gerekse Eğitim Bakanı’nın açıklamaları
analiz edildiğinde, yine İran menşeli faaliyetlerin tehlike olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.
Kuşkusuz İran’ın faaliyetlerine en sert
tepki Fas’tan gelmiştir. 5 Mart 2007’de
Fas Dışişleri Bakanı, yaptığı açıklamalarda
İran’ın bölgede yürüttüğü mezhepsel faaliyetlerin bölge için tehlike olarak değerlendirildiğini ifade ederek, ülkesinin İran’la
tüm diplomasi ilişkilerinin kesildiğini ve
İran büyükelçisinin ülkesine gönderilmesi
kararı alındığını duyurdu.23
Fas’ın böyle bir karar alması son derece
önemlidir, zira bir ülkenin başka bir ülke
ile diplomasi ilişkilerinin kesmesi, büyük
bir sorunun da varlığına işaret etmektedir.
Söz konusu tehlikeyi “İran’ın Şiileştirme
politikası” olarak değerlendiren Bakan, aynı
zamanda bölgede faal olarak sürdürülen etkinliklerin var olduğunu da göstermektedir.
Ülkede hâlâ İran Büyükelçisi bulunmamaktadır.
İran’a tepki gösteren ülkelerden biri de
Sudan’dır. Sudan’da yürüttüğü faaliyetlerle
adeta ülkeyi bir “Afrika üssü” haline getiren
İran’a yöneltilen tepkiler, ülkedeki Selefi
gruplardan gelmiştir. Bu gruplar tepkilerini,
düzenledikleri konferans ve sempozyumların yanı sıra, hükümete baskı kurarak da dile
getirmişlerdir.
İran’ın faaliyetler konusunda Sudan
hükümetine yapılan baskılar Müslüman
Âlimler Birliği’nin de desteğiyle 17 Aralık
2006’da neticesini vermiş ve Sudan hükümetinin aldığı kararla Hartum’da faaliyet
sürdüren İran Kültür Merkezi’nin kapatılmasına karar verilmiştir. Ancak en net tepki,
geçtiğimiz Eylül ayında Sudan hükümetinin, ülkedeki İran kültür merkezlerinin
Şiilik propagandası yaptığı gerekçesiyle 72
saat içinde kapatılması için talimat verdiğini
bildirmesiyle olmuştur.24
Sudan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yusuf
el-Kardofani tarafından yapılan açıklamada,
ülkede faaliyet gösteren İran kültür merkezlerinin, faaliyet alanlarının dışına çıkarak
Sudan’ın kültürel güvenliğine zarar verildiği
ve bu merkezlerin artık birer tehdit ofisi haline geldiği vurgulanmıştır. Nitekim verilen
bu karar, ülkede büyük bir memnuniyetle
karşılanmış ve İslam Fıkıh Akademisi’nce
yapılan açıklamada “Sudan hükümetinin,
ülkede faaliyet gösteren İran kültür merkezlerini kapatma kararı alması son derece
önemli ve yerinde bir karardır. Bu merkezler vasıtasıyla ülkedeki gençlere ve halka Şii
inancının yayılması için faaliyet yürütülüyordu” ifadelerine yer verilmiştir.
Sünni ulemanın Şii Hilali
tepkisi
Müslüman Âlimler Birliği Başkanı Şeyh
Yusuf el-Kardavi, bir televizyon programına
verdiği demecinde “İran’ın geçmişteki Pers
ve Kisra İmparatorluğu’nu kurma tamahları, rüyaları ve arzuları var. Farsçılık, Şiilik ve
taassubun birleşimi, bu meselenin motivasyonudur” ifadelerini kullanarak bu konuya
dikkat çekmiştir.
El-Kardavi, daha önce de Mısır’ın elMısriyyun gazetesine bu yönde bir demeç
daha vermişti. Kuşkusuz bu açıklamaların
Müslüman Âlimler Birliği Başkanı olan ve
Sünni İslam dünyasında son derece muteber bir konuma sahip olan el-Kardavi tarafından yapılmasının büyük önemi ve anlamı
var. Zira o, siyasî bir ideolojik çıkara göre
değil, Sünni Müslüman dünyası âlimleri
adına konuşmaktadır.
Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği, 2010 yılında, İran’ın Afrika ülkelerinde
sürdürdüğü faaliyetleri incelemek üzere 40
kişilik uzman bir heyeti bölgeye gönderdi.25
Heyetin uzun araştırmaları sonucunda hazırladığı 752 sayfalık rapor da el-Kardavi’nin
yukarıda zikredilen sözlerini teyit etmektedir. 32 Afrika ülkesini kapsayan araştırma,
dört ana başlıkta şöyle ele alınmıştır: “Batı
Afrika Ülkeleri: Benin, Burkina Faso, Siera Lenou, Togo, Gambiya, Nijerya, Nijer,
Gana, Gine, Liberya, Mali, Moritanya, Fildişi Sahilleri, Gine Bisaou, Senegal”, “Orta
Afrika Ülkeleri: Çad, Gabun, Kamerun,
Kongo”, “Doğu Afrika Ülkeleri: Sudan,
Uganda, Cibuti, Somali, Kenya, Tanzanya,
Mozambik, Komoro Adaları, Etiyopya” ve
“Kuzey Afrika Ülkeleri: Mısır, Cezayir, Fas,
Tunus”.
“Afrika’da Şiileştirme” -İran’ın Şiilik faaliyetleri kastedilmekte- başlığını taşıyan
rapor, geniş bir saha çalışması olup önemli
tespitlerde bulunmaktadır. Raporun sonuç
kısmında, İran’ın bu bölgede “Büyük Elçilik
ve Konsolosluklar”, “İslamî Eğitim Merkezleri”, “Araştırma Kurumları”, “Kültür ve
Eğitim Merkezleri” ve de “cami, dernek ve
yardım kuruluşları” aracılığıyla Şiilik propagandası yaptığı, yine bölgede son yıllar
itibariyle Şiiliğin arttığı ve Artışın en çok
Nijerya’da (3,5 Milyondan 10 milyona) olduğu tespiti de yer almaktadır.
Raporda ayrıca, İran’ın bölgede yürüttüğü
faaliyetlerin bilinçli yapıldığı ve İslam dünyasını Şiileştirme hedefinde olduğu ifade
edilerek, bunun gelecekte İslam dünyasında
mezhep çatışmaları doğuracağı neticesine
kasım 2014
59
haberajanda
Kapak
sözlerine bakmakta yarar olacaktır: “Cüretle
diyorum ki, günümüzdeki milyonlarca İran
halkı, Resulullah dönemi Hicaz (Mekke)
halkından daha üstündür. Ve aynı zamanda
İran halkı, Hz. Ömer dönemi Irak’taki Kufe
halkından da daha üstündür.”29
Kuşkusuz İran’ın faaliyetlerine en sert tepki Fas’tan gelmiştir. 5
Mart 2007’de Fas Dışişleri Bakanı, yaptığı açıklamalarda İran’ın bölgede yürüttüğü mezhepsel faaliyetlerin bölge için tehlike olarak değerlendirildiğini ifade ederek, ülkesinin İran’la tüm diplomasi ilişkilerinin
kesildiğini ve İran büyükelçisinin ülkesine gönderilmesi kararı alındığını duyurdu.
varıldığı açıklanmıştır.26
Tam da bu noktada, İran Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi (DMTK) Başkanı
Haşimi Rafsancani’nin özeleştiri niteliğindeki “Şiiler arasında Peygamberimizin sahabesine lanet ediliyor olması, IŞİD gibi yapıların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır”
ve “Birbirinizle çekişmeyin, yoksa gücünüz
gider” (Enfal Suresi, 46) ayetine vurgu yaparak ifade ettiği “Biz Şiiler, bu uyarıyı görmezden gelerek İkinci Halife Ömer başta
olmak üzere sahabeye lanetle Şii-Sünni ihtilaflarını arttırdık. Hatta bazıları bu törenleri ibadet maksadıyla yerine getirir oldu”27
sözleri gerek Müslüman Âlimler Birliği
heyetinin raporundaki tespitleri teyit etmesinde, gerekse İran’ın yürüttüğü mezhepçi
politikalarının doğurduğu sonuçları göstermesi bakımından oldukça manidardır.
Gerek Beni Sadr’ın sözleri, gerek elKardavi’nin açıklamaları ve gerekse Uluslararası Âlimler Birliği’nin raporu analiz
edildiğinde, “Şii Hilali” kavramı somut
bir şekil almaktadır. Tüm bu verilere göre
İran’ın İslam dünyasına hâkim olma projesi
olarak ifade edebileceğimiz “Şii Hilali”’nin
temel olarak iki amaç doğrultusunda işlev
60
kasım 2014
gördüğünü söylememiz mümkündür: “Pers
İmparatorluğu’nun sınırları hayali” ve “Sünni İslam dünyasında Şii mezhebini (itikadını) hâkim kılmak”.
İran’a yönelik gösterilen tepkilerin detaylarına indiğimizde de bu tepkilerin söz konusu amaçlara yönelik olduğu anlaşılacaktır.
Netice itibariyle İran’a gösterilen tepkiler
bir hakikati ifade etmektedir. Bunun adına
ister “Şii Hilali”, ister “Devrim ihracı” yahut
ister “Araçsalcılık Politikası” adını verelim,
İran’ın gerek Ortadoğu ve gerekse Afrika
ülkelerinde halkları rahatsız eden faaliyetler
sürdürdüğü bir gerçektir.
Nitekim İran’ın bu faaliyetleri, Şiiliğin
siyasî bir faktör olarak ortaya çıktığı ve
Ortadoğu’nun geleceğinin Sünni-Şii mücadelesi sonucunda belirleneceği tezinin
ortaya atılmasına neden olmuş ve son dönemlerdeki gelişmeler dikkate alındığında
bu tezin gittikçe güçlendiği de görülmüştür.
Bu tezi savunanlardan biri olan Juan Cole,
bu faaliyetlerin İran devriminin ikinci aşaması olduğunu savunmaktadır.28
Belki de İran’ın İslam dünyasındaki faaliyetlerini anlamak için Humeyni’nin şu
Notlar
1. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/418060-rafsancaniden-oz-elestiri
2. İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı (4 Şubat
1980-21 Haziran 1981). İslamcı çizgiye yakın bir
liberal olan Beni Sadr, yönetim içinde başlayan çekişmelerin, liberal kanadın tasfiyesiyle noktalanmasıyla
makamını kaybetti. Cumhurbaşkanı Ebu’l-Hasan Beni
Sadr, 21 Haziran 1981’de Meclis kararıyla azledilerek
ülkeden ayrılmak zorunda kaldı ve Fransa’ya yerleşti.
3. http://www.elaph.com/ElaphWeb/
NewsPapers/2006/8/170494.
htm?sectionarchive=NewsPapers ve http://www.
islamhouse.com/395792/ar/ar/books/%D8%AD%D8%
B2%D8%A8_%D8%A7%D9%84%D9%84%D9%87_%
D8%AA%D8%AD%D8%AA_%D8%A7%D9%84%D9%
85%D8%AC%D9%87%D8%B1
4. http://www.trtturk.com/haber/sudan-dan-iran-a-72saat-sure-82631.html
5. İran Şii Hilali ve Arap Baharı, Doç. Dr Atilla Sandıklı,
Emin Salihi, BİLGESAM, Rapor No:35 S.5, İstanbul,
2011
6. “Şii Hilali” söylemi her ne kadar İranlı yetkililer tarafından kabul edilmese de İran’ın dış politikası iyice analiz
edildiğinde söz konusu söylemin numunelerine rastlamak mümkündür. Nitekim yazımızda da söz konusu
numunelerin İslam coğrafyasında yarattığı rahatsızlık
ele alınmıştır.
7. “Mercek altındaki Hizbullah”, Ali Hüseyin Bakir, 2007,
S.16 http://www.islamhouse.com/395792/ar/ar/books
/%D8%AD%D8%B2%D8%A8_%D8%A7%D9%84%D9
%84%D9%87_%D8%AA%D8%AD%D8%AA_%D8%A7
%D9%84%D9%85%D8%AC%D9%87%D8%B1
8. http://www.trtturk.com/haber/sudan-dan-iran-a-72saat-sure-82631.html
9. İran Şii Hilali ve Arap Baharı, Doç. Dr Atilla Sandıklı,
Emin Salihi, BİLGESAM, Rapor No:35 S.5, İstanbul,
2011
10. Bayram Sinkaya, Şii Eksenli Tartışmalar ve İran, Avrasya dosyası 2007, cilt 13, sayı 3, S.42
11. “A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraq
War.” Current History. Ocak 20-26 2006. S.24
12. Fuad Fehavi, Körfez Ülkeleri Yeni İttifaklar Arıyor.
13. Fuad Fehavi, Körfez Ülkeleri Yeni İttifaklar Arıyor.
14. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Catego
ry&id=2&lang=
15. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printab
le&id=1930&lang=
16. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl
e&id=25247&lang=
17. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl
e&id=22766&lang=
18. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl
e&id=22656&lang=
19. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl
e&id=16524&lang=
20. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl
e&id=14909&lang=
21. “Iraqi Civil War Threatens Region Mubarek Says,” ABC
News Online, 9 Nisan 2006
22. http://irananaliz.wordpress.com/2012/01/03/misiregitim-bakanisiilestirmeye-musade-edilmeyecek/
23. http://www.horytna.net/Articles/details.
aspx?AID=12925
24. http://www.trtturk.com/haber/sudan-dan-iran-a-72saat-sure-82631.html
25. http://alrased.net/main/articles.aspx?selected_article_no=3659
26. http://www.alrased.net/site/topics/view/2191
27. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/418060-rafsancaniden-oz-elestiri
28. Juan Cole A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of
the Iraq War.” Current History, cilt, 105, no: 693,
Ocak 2006, S.20-27
29. http://www.alakhbar.info/20086-0--FF-C--F-.html
haberajanda
Strateji
>> Bu buluşmalarda
ev sahibi ülke, asla kendi
sorunlarını tartışmaya
açmaz. Çünkü omurgalı
durup dışarıya sağlam
görüntü vermenin onurlu
bir iş olduğunu bilir. Zaten
bu sayede bizim her türlü
meselemize burunlarını
sokma cesaretini gösterirler. Onlar Fransalı, Almanyalı, İspanyalı, İtalyalı ya
Mehmet Fatih Öztarsu
[email protected] da Yunanistanlı değildir
ama bizimkiler Türkiyelidir. Sıradan bir vatandaşımızın bile duyduğunda
öfkeleneceği küstahça
yorumları büyük bir naiflikle onaylar ve aslında
Türkiye’nin ne kadar berbat bir memleket olduğu
imajını oluşturmak için
canla başla çalışırlar.
Bir başka konu Kürt meselesidir. Bu, Batı’da Türkiye aleyhine konuşulan
en tatlı konulardan biridir,
bu işten çok ekmek yenir.
Bizim çakma aydınlar da
savunma psikolojisini
Atatürk Havalimanı’nda
bırakmış bir halde ülkemize yönelik aşağılamaları sevinçle karşılarlar.
Yapılan sunumlarda
Türkiye’nin doğuya ilgisizliğini göstermek için en
ücra köylerden çekilmiş
fotoğraflar “Diyarbakır
şehir merkezi” olarak
gösterilir, bizimkilerin sesi
çıkmaz. PKK tarafından
katledilen vatandaşlarımız ise asla anılmaz,
fakat dağdaki teröristlerin
yaşam koşullarından
duyulan üzüntüler hassasiyetle dile getirilir.
Bizimkilere gaz verilir
ki bu sefer de Türk milletinin ne kadar geçimsiz
ve hoşgörüsüz olduğunu
dile getirmeye başlarlar.
Şu sıralar moda olduğu
üzere, Sünni-Alevi konuları da apayrı bir zevk verir
taraflara.
Kürt meselesi elbette
Ermeni meselesine kapı
aralayacaktır. Çünkü
bizim çakma aydınımız,
gözü yaşlı bir halde
Ermenilere duyduğu
merhameti ispatlamaya
çalışır. Onun için rakamların önemi yoktur, bu
konuda bilgisi de yoktur.
“Barbar bir milletmişiz,
özür diliyorum” pişmanlığı
sürekli kendisini gösterir.
24 Nisan günü Bayezid
Entelektüel görünmek için
Kobani şartı
T
ÜRKİYE’DE entelektüel görünmenin belli başlı
şartları vardır. Evvela Amerika’nın mutlaka ziyaret edilmesi gerekir. Eğer imkânlar el vermiyorsa
herhangi bir Avrupa ülkesi de yeterli gelebilir. Bu
ülkelere gidildiğinde “Türk entelektüeli” olarak karşılanan
suni aydınlar, o ülkeden ayrılırken “Türkiyeli entelektüel”
olarak uğurlanırlar. Çünkü bu kıymetli aydınlar, oralarda
katıldıkları toplantı, konferans ve bilumum buluşmalarda
büyük bir iştahla Türkiye’nin her türlü sorununu gündeme
getirir ve nihayetinde Türk kavramının da çakma bir olgu
olduğunu zevkle tartışmaya açarlar.
Meydanı’nda yapılan
anma gösterilerinden
fotoğraflar sunar daha
inandırıcı olmak için.
Orada kendi soydaşını
dahi katleden çetecilerin,
teröristlerin resimlerinin
yanına gül koyduğunu
söylemeyi ihmal etmez.
Zaten onların Osmanlı’daki en başarılı teröristler
olup padişah suikastından halk katliamlarına
kadar yaptıklarından
haberleri yoktur. Kazara
bilinçli bir aydın ASALA
ve Karabağ’dan bahsetse,
“E adamlar ne yapsın? Acı
içindeki halk böylece intikam alamaz mı?” diyerek
onurlu duruş gösterilir.
Entel görünmenin temel sütunları memlekete
dönünce sağlamlaştırılır.
Çünkü Batı böyle bir beklenti içindedir. Popüler olmak ve bu işlerden ekmek
yemek için omurgasızlığın
devam ettirilmesi şarttır.
Bunun yansımalarını
hepimiz görüyoruz.
Artık biz de kendimizden şüphe eder hale
geldik. “Acaba bu kadar
aşağılık bir millet miyiz?”
sorusunu kendimize
sordurmayı başardılar.
Hatta Kobani meselesinde
de bunu gördük. Yabancı
basını takip edenler, ne
kadar mide bulandırıcı bir
süreçten geçtiğimizi daha
iyi anlamışlardır.
İşler o hale geldi ki,
Kobani ile Karabağ’ı karşılaştıran sözler ortaya çıktı.
Daha önce bu güruhun
Azerbaycan’ın adını ağızlarına aldığı görülmemişti,
gayet ilginç duruyormuş.
Bunların diğer Türk
devletleriyle alakalarının
olmadığını biliyoruz. Bu
yüzden böylesi bir süreçte
yapılan karşılaştırma çok
ilginçti.
Bir siyasetçi, aynı
olayların Azerbaycan’da
olması ve Türklerin sınıra
yığılması durumunda da
devletin Kobani’deki gibi
bir tutum gösterip göster-
meyeceğini sordu. Burada, zorlama bir şekilde
ironi yapılmaya çalışıldı ki
yakın tarihi pek bilmediği
ortaya çıktı. Çünkü aynı
olaylar Azerbaycan’da
olunca, bizden yürekli
gönüllüler Ermeni işgaline karşı savaşmak için
Karabağ’a gidip bizzat
düşmana karşı savaştılar.
Kobani için böylesi bir delikanlılıkta bulunan olmadı. Çığırtkanlar Türkiye’de
vatandaş kanı dökmeyi
ve kamu malını tahrip
etmeyi daha delikanlıca
buldular.
Bir başka ironi de
Türkiye’nin Kobani’ye yardım etmemesi ile ilgiliydi.
Güya Türkiye, Ermenilere
yaptığı gibi Kürtlere de
soykırımcı politika izliyormuş. 1915 ile Kobani’yi karşılaştıran algı operasyonuyla Türkiye’den yardım
istemek ne kadar samimi
ve akıllıca görünüyor
bilinmez. Bundan sonra
çakma aydınlar, çalışmalarına aynen devam etmek ve Batı’ya olan samimiyetlerini göstermek için
Kobani’yi de listelerine
ekleyecekler. Şimdilik bu
konuda saçma karşılaştırmalar yapsalar da yakın
vadede Türkiye’yi dara
sokacak girişimler için
bu konu ballandırılarak
tartışılacak ve aleyhimize
kullanılacak yeni bir koz
olarak uluslararası platformdaki yerini alacak. 24
Nisan’da da 1915 ile Kobani
karşılaştırmalarını sıkça
duyacağız.
kasım 2014
61
HABERA JANDASÖYLEŞİ
IŞİD’in altyapısını oluşturan en önemli etken,
hiç şüphesiz ki Nuri
el-Maliki’nin Sünnilere
karşı hukuksuz tutumları, yani zulmü oldu.
Sünni Araplar geniş bir
toplum, uzun süredir
bu yanlış tutumların
son bulmasını bekliyorlardı Nuri el-Maliki’den.
Ramada, Amara,
Felluce, Bağdat, Tikrit
ve diğer şehirlerdeki
Sünnilerin gerçekleştirdiği tüm barışçıl
yürüyüşler, Irak silahlı
kuvvetleri tarafından
Nuri el-Maliki’nin
talimatıyla şiddetle
bastırılıyor, Sünnilere
zulmediyorlardı. Sivil
insanlar öldürülüyordu.
***
Bana göre üniter, yani
bir tek Irak Devleti
yok, ayrılmış bir Irak
ortada. Mesela IŞİD,
Irak’ın sülüsünü kontrolünde tutuyor. Yahut
Irak Kürdistan Bölgesi,
Türkmen ve Kürt topraklarına hükmediyor
ve Irak Anayasası’nın
140. maddesine binaen silahlı güçler oluşturulabiliyor; ABD her
türlü silah veriyor ve
ayrıca Kürdistan Bölgesi petrol satışı yapabiliyor, kendisine özgü
bayrağı, devlet başkanı
ve parlamentosu var.
***
IŞİD’in Kürt bölgelerine
saldırısı karşısında
PKK ciddi bir direnç
gösterdi Özerk Sincar
Bölgesi’nde, muhacirlere ciddi anlamda
yardımcı oldular. Fakat
PKK’nın Kandil’deki
varlığına ilaveten
Sincar’da da kalması
Kürdistan yönetimine ciddi bir sorun
62
kasım 2014
“Sulh içerisinde yaşamak varken
neden savaşalım?”
I
RAK, IŞİD ile daha da kaynayan bir kazan haline geldi. Bir Şia diktatoryasına gitme eşiğindeyken, aldığı baskılar sonucunda görevi bırakmak zorunda kalan Nuri el-Maliki’nin ardından yeni Irak Merkezî
Hükümeti’nin önünde kan, ölüm, stres, çatışma ve ihtimalinden dahi
korkulan bir iç savaş gündemi var. Peki, Irak’ta yaşanan gelişmelere rağmen bir istikrar sağlanabilir mi? Irak’ın bütünlüğü korunabilir mi, yoksa
bölünme muhakkak mı?
Atıf Özbey
[email protected]
>> Irak Islah ve Kalkınma
Partisi Genel Başkanı Dr.
Muhammed Baziyani ile bu
sorunları konuşurken, özellikle Irak’tan bakan bir gözle
Kürtler için bölgenin ve ille de
Türkiye’nin nasıl göründüğüne
dair analizler dinledik. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun
“Stratejik Derinlik” adlı kitabı
üzerine “Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ adlı kitabını çok
defa okudum, bölgedeki tüm
sorunların çözüm reçetelerini
sunuyor kitabında” şeklinde
yaptığı yorum ülkemiz dış politikasının İslam coğrafyasında
nasıl algılandığına dair önemli
bir ipucu verirken, İslam ve
Osmanlı şemsiyesine yaptığı
atıflar dikkatimizi celbediyor.
Birinci yaşını doldurmuş
olan Irak Islah ve Kalkınma
Partisi Genel Başkanı Sayın
Baziyani’nin açıklamalarına
birlikte şahit olalım.
***
“Etnik ve
mezhepsel siyaset,
ülkemiz için faydalı
değil”
• Öncelikle Islah ve Kalkınma Partisi’ni neden ve ne
zaman kurduğunuzu öğrenebilir miyiz?
Islah ve Kalkınma Partisi’ni
bir yıl önce kurarak hem bölge
parlamentosu, hem de federal parlamento seçimlerine
girdik. Partimizin kurucuları
arasında çok sayıda akademisyen siyasetçi var. Geçmiş
dönemlerdeki Kürdistan hükümetlerinde görev yapan eski
bakanlar da bizimle birlikteler.
Partiye paralel olarak, bize
yakın yedi sivil toplum örgütü
de kurulmuş durumda. Biz
bu partiyi Kürt toplumunun
sosyal, siyasal ve ekonomik
anlamda ıslah edilmesi ve yine
ekonomik olarak kalkınmış bir
toplum seviyesine gelmesi için
oluşturduk.
• Irak Kürdistan’ında, başta
Barzani’nin Kürdistan
Demokratik Partisi olmak
üzere birçok siyasî parti var.
Bu partilerle hareket etmek
yerine yeni parti kurma
ihtiyacı nereden doğdu?
Kürdistan’da çok sayıda laik,
liberal, İslamcı ve milliyetçi
parti var. Arkadaşlarımızla bu
partiyi Irak geneli ve bütünlüğü için kurduk. Etnik ve mezhepsel siyaseti ülkemiz için
faydalı görmüyorduk.
“Nuri el-Maliki,
IŞİD’in ortaya çıkış
sebeplerinden
biridir”
• Son günlerde ortaya çıkan
IŞİD konusunda toplumumuz çok hassas; Irak’ı
neredeyse işgal durumu söz
konusu idi…
Doğrusu şu Irak-Şam İslam
Devleti (IŞİD), Musul ve
etrafını işgal ettiğinde zaten
Kürdistan hududuna varmış
oldu. Irak Kürdistan Bölgesi
yetkilileri saldırıların bize
yöneleceğini tahmin etmiyorlardı. Çünki IŞİD’in başlangıçtaki hedefi Şiiler ve Şii
bölgelerdir.
• IŞİD’in medyada neşredilen fotoğrafı şu: Çocuk,
yaşlı, Şii ve Sünni Müslüman veya gayrimüslim
herkesi katlediyor…
Şu an bölgemizde bir savaş
var ve savaş olduğunda tabiî
olarak göç olayları yaşanır.
Birinci Körfez Harbi’nde olduğu gibi, Irak Kürdistan’ında
milyonlarca Kürt, Türkiye
ve İran hudutlarına göç etti.
Irak silahlı kuvvetleri ile daha
önce Irak-Şam İslam Devleti
arasında şiddetli çatışmalar
yaşandı, dolayısıyla ölümler
gerçekleşiyor.
• IŞİD katliam gerçekleştiriyor mu? Bunu lütfen
açık ve net şekilde cevaplar
mısınız?
Medyanın naklettiği ve sık
sık gündeme getirdiği olaylar
göç sırasında yaşanıyor. Binlerce çocuk Sincar dağlarına
yürüyor ve bu sırada bu hadiseler maalesef gerçekleşiyor.
• IŞİD’i kim destekliyor?
IŞİD’in altyapısını oluşturan
en önemli etken, hiç şüphesiz
ki Nuri el-Maliki’nin Sünnilere karşı hukuksuz tutumları,
yani zulmü oldu. Sünni Araplar geniş bir toplum, uzun
süredir bu yanlış tutumların
son bulmasını bekliyorlardı
Nuri el-Maliki’den. Ramada, Amara, Felluce, Bağdat,
Tikrit ve diğer şehirlerdeki
Sünnilerin gerçekleştirdiği
tüm barışçıl yürüyüşler, Irak
silahlı kuvvetleri tarafından
Nuri el-Maliki’nin talimatıyla
şiddetle bastırılıyor, Sünnilere
zulmediyorlardı. Sivil insanlar
öldürülüyordu.
“ABD, artık Sünni
ve Şii Kürtlerin
iştirak etmediği
hükümetin istikrarlı
ve demokratik
olamayacağını
kabul etti”
• Ancak Nuri el-Maliki’nin
katı Şii mezhepçiliği yaptığı ve Sünnilere karşı zulmettiği söylenmiyor…
Evet, halen Sünni toplumdan 200 bin insan hapishanelerde. Cumhurbaşkanı
Yardımcısı Tarık el-Haşimi
Irak’tayken sık sık bu insanları
hapishanelerde ziyaret ederdi.
Bunlar gençler, mazlum ve
fakirler…
• ABD Irak’tan çıkar çıkmaz, Nuri el-Maliki, Tarık
el-Haşimi’yi tutuklamak
istedi…
Sünnilerle ilgili ciddi bir
proje vardı. 2005’te ABD
kuvvetleri Irak’tan çıkınca yeni
oluşturdu. Zira bu
varlık, Mesut Barzani
yönetimine gölge
düşürüyor.
***
1991’de, Türkiye’de,
Kürt bölgelerinde
gezdiğimiz Zanab’ın
harap halde olduğunu görürdük, şimdi
gerçekten durum çok
farklı. Bu kirli savaş
bitmiş, Türklerin,
Kürtlerin veya Arapların çocukları ölmüyor. Davutoğlu’nun
“Stratejik Derinlik”
adlı kitabını çok defa
okudum, bölgedeki
tüm sorunların
çözüm reçetelerini
sunuyor kitabında.
Tüm bu ülkeler ve
bölgeler Osmanlı’nın
şemsiyesi altında,
güvenlik ve refah
içerisinde herkes hür
yaşıyordu. İnsanlar
bölgelerinde tamamen serbesttiler, tüm
toplumu birleştiren
İslam’dı.
***
Kürdistan’da çok
sayıda laik, liberal,
İslamcı ve milliyetçi
parti var. Arkadaşlarımızla bu partiyi Irak
geneli ve bütünlüğü
için kurduk. Etnik ve
mezhepsel siyaseti
ülkemiz için faydalı
görmüyorduk.
***
Halen Sünni toplumdan 200 bin insan
hapishanelerde. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el-Haşimi
Irak’tayken sık sık bu
insanları hapishanelerde ziyaret ederdi.
Bunlar gençler, mazlum ve fakirler…
kasım 2014
63
HABERA JANDASÖYLEŞİ
İran’ın konumu çok önemliydi. Aşrı uçta olan bazı şahsiyetlerle görüşüyor, mesela
Kasım Süleyman’a bölünmeyi ve Sünni Araplarla Kürtlere karşı savaşmayı öneriyordu.
Irak hükümeti oluştu. Sünniler, bu birinci merhalede siyasî
oluşumun içinde yer almadılar.
Ancak Sünni grubun içinden
Tarık el-Haşimi seçimlere
girdi ve 10 milletvekili çıkardı.
Böylece Başbakan Nuri elMaliki’nin birinci hedefi oldu.
• Şu an Nuri el-Maliki yok,
kendisine Başbakanlık
bıraktırıldı. Ancak o,
giderayak Kürt kökenli
yeni Cumhurbaşkanı Fuat
Masum’a da saldırdı. Bun-
64
kasım 2014
dan sonra Tarık el-Haşimi
Irak’a tekrar döner mi?
Sünni Araplar şimdi biraz
canlandılar, İstanbul’da ulemanın da katıldığı bir toplantı
yaptılar. ABD artık kabul ediyor ki, Sünni ve Şii Kürtlerin
iştirak etmediği bir hükümetin
istikrarlı ve demokratik olması
mümkün değil. Nitekim Nuri
el-Maliki iki dönem seçildi ve
8 yıl hükmetti. Ancak yanlış
politikalarından dolayı istikrarı
sağlayamadı. Milli Savunma,
Milli Güvenlik ve İçişleri Bakanlıklarını kendisi yapıyordu,
milletvekillerinin önemli bir
kısmını da kendisi atamıştı.
“İran, Sünni
Araplarla Kürtlere
karşı savaşmayı
öneriyordu”
• Şii yönetimin başarılı olamayışının ana sebebi nedir?
Şii yönetim katı mezhepçilik
yaptı. Silahlı kuvvetlerin üst
yönetiminin hemen hemen
hepsi Şii idi.
• Bu hususta İran’dan destek
aldılar mı?
İran’ın konumu çok önemliydi. Aşrı uçta olan bazı
şahsiyetlerle görüşüyor, mesela
Kasım Süleyman’a bölünmeyi
ve Sünni Araplarla Kürtlere
karşı savaşmayı öneriyordu.
• Bunlar Beşar Esed ile işbirliği içerisinde miydiler?
Hiç şüphesiz medyada ve de
ekonomik ve askerî alanlarda
işbirliği yaptılar.
• Tüm bu tecrübelerden
sonra bu hatalarından vazgeçerler mi?
Bu perspektiften vazgeçme-
Atıf Özbey
leri zor, ancak Irak halkının
geneli bu sığ görüşten ve dar
kapıdan Irak yönetiminin
kurtulması için ciddi baskı
yapıyor. Bu konuda çok hassas
olan çok sayıda Iraklı önemli
şahsiyet var. Ekonomistler
ve sosyologlar bu hükümetin
çok başarısız olduğunu ortaya
koydular. Irak İslam Cumhuriyeti de çok yeni, hükümetin
tüm taraflarının eşit ve adil bir
temsil ile kurulması konusunda gereken baskılar yapıldı.
Katılımın şeklî değil, sahih
olması lazım.
“Her şey çok kanlı
bir mezhep savaşına
dönüşebilir”
• IŞİD’in elinde kimyasal
silahlar var mı?
Bu ihtimalin uzak olduğunu
düşünmüyorum. Zira normal
bir örgüt değil, içlerinde her
konuda uzman kişiler var ve
her türlü silah üretebilecek
altyapıya sahipler.
• ABD’nin IŞİD’i desteklediği söyleniyordu, ancak
IŞİD’i vurdu. Burada bir
tezat var…
Irak-Şam İslam Devleti’nin
İran tarafından kurulduğu
iddia edildi. Yine Suriye rejiminin desteklediği de söylendi.
ABD tarafından Şii âleme
bir ders vermek amacıyla desteklendiği de ifade edilmişti.
Irak yönetimini adeta İran’ın
bir parçası yapma yolundaki
gayretlerini durdurmak için
IŞİD’in desteklendiği de söylenmişti. Ancak bütün bunlar
birer söylenti…
Bağdat’a yakın bir şehir
olan Diyala’yı da kontrolleri
altına aldıklarına göre İran’a da
yaklaşmış durumdalar. Öyleyse
İran için de tehdit başlamıştır.
Ben bir siyasetçi ve bir araştırmacı olarak bu söylemlerin
hemen peşinden “Bu iddialar
doğrudur!” diyemem. Şimdi
Şiileri ve Kürtleri de vurmaya
başladılar. Daha doğrusu IŞİD,
kendisine biat etmeyen herkesi
vuruyor. Liderleri Ebubekir
el-Bağdadi’ye kesin bağlılık
istiyorlar. Şu an IŞİD, Irak’ın
sülüsünü işgal altında tutuyor.
Petrole, Irak’ın en büyük barajı
olan Musul Barajı’na ve madenlere hükmediyorlar.
• Irak Federal Hükümeti
istikrarı sağlarsa IŞİD yeni
bir adım atabilir mi, Federal Hükümet ile diyaloğa
girer mi?
Bu konuyla ilgili yaptığımız
araştırmalar var, tüm ihtimalleri değerlendiriyoruz. Birincisi, durum mezhep savaşına,
hem de çok kanlı bir savaşa
dönüşebilir. Bu, en tehlikeli
ve kötü olanıdır. Parti olarak,
dediğim gibi tüm senaryoları
tetkik ediyoruz. Bu senaryo
tüm Bağdat ve çevresine yayılır. Sünni yerleşim yerlerinden
Şii bölgelere saldırılar başlar.
Kerkük, Şii Türkmenler ve
Telafer’e şu anda bu saldırılar
yapılıyor. Şii bölgelerde bombalama faaliyetleri de başlayabilir. Hareketlerine bakıldığında Bağdat’a girmek istedikleri
çok net ortada; Kürt bölgelerinden çekiliyorlar, ancak tabiî
ki ABD ve Peşmerge güçlerin
bunda büyük bir etkisi var.
• Peşmerge güçler tek başlarına IŞİD’e karşı yeterli
geldiler mi? ABD’den destek istediler…
Mesut Barzani dedi ki,
“ABD’nin en yeni silahları
IŞİD’in elindedir. Çünkü
ABD, Irak ordusuna bunları
vermişti. Şimdi hepsi IŞİD’in
elinde ve yarım milyon doları ihtiva eden bankalar da
IŞİD’in elinde. Musul’daki
tüm bankalar, Telafer ve Musul’daki tüm petrol yatakları
kontrollerinde. Günlük olarak
sattıkları petrolden yine günde
10 milyon dolar kazanıyorlar”.
“Üniter bir Irak’tan
zaten söz edilemiyor”
• ABD’nin bölgeye düzenlediği operasyonları siyasî
bir parti olarak onayladınız
mı?
Biz, yeni kurulmuş olan bir
parti olarak durumu tetkik
ediyoruz dikkatle. Mezhepsel
savaş devam ediyor ve Sünnilerin arasında bu savaşın
yayılma ihtimali var. Sünniler
arasında Nakşibendiler var,
Irak İslam Partisi, Cemaat-i
İslamiye ve şimdi de IŞİD var,
bu tablo korkutucu!
• Kimileri hep Irak’ın toprak
bütünlüğünden bahsederler, gerçekten Irak Devleti,
üniter bir Irak var mı?
Ben 1998’de bu konuyla
ilgili bir araştırma yaptım.
Araştırma merkezimizin neşrettiği dergide de yayınlanmıştı. Bana göre üniter, yani bir
tek Irak Devleti yok, ayrılmış
bir Irak ortada. Mesela IŞİD,
Irak’ın sülüsünü kontrolünde
tutuyor. Yahut Irak Kürdistan
Bölgesi, Türkmen ve Kürt
topraklarına hükmediyor ve
Irak Anayasası’nın 140. maddesine binaen silahlı güçler
oluşturulabiliyor; ABD her
türlü silah veriyor ve ayrıca
Kürdistan Bölgesi petrol satışı
yapabiliyor, kendisine özgü
bayrağı, devlet başkanı ve parlamentosu var.
“Irak üçe
bölünecek!”
• Petrolü Türkiye üzerinden
satıyor tabiî, Irak Merkezî
Hükümeti’nden herhangi
bir izin istemeden yapıyor…
Benim görüşüm, yani hem
siyasî bir partinin başkanı,
hem de bir araştırmacı olarak
şahsî görüşüm şu: Kürdistan,
bağımsızlığına kavuşmuş
durumda ve AK Parti hükümetinin buna karşı çıkmaması
lazım. Çünkü AK Parti’nin
bir 2023 hedefi ve bölgenin
büyük ülkesi olma stratejisi
var, dolayısıyla insan hak ve
özgürlüklerine geniş bir önem
vermek durumunda.
Irak Kürdistan Hükümeti,
ılımlı bir hükümet ve de ekonomik, sosyal ve siyasal yönde
çok derin bir stratejiye sahip.
Kürdistan halkı Sünnidir;
Sünni Araplarla birlikte hareket edecek olursa, şüphesiz
ki Türkiye’nin bölge politikası
da bununla kesişir. Kürtlerin
başkentinin Diyarbakır yerine
Erbil olması, Türkiye’nin hoş
karşılayacağı bir durumdur.
Siyasî stresi açısından Şii
halkını dengelemenin yolu
şudur: Güçlü bir Kürdistan’a
ihtiyaç var. Türkiye’de, buna bu
anlamda katılan birçok araştırmacı var. Şu an tam bir halk
savaşı ve mezhep çatışmasının
olduğu ortada. Bu çatışmalarla
Irak üçe bölünmüş olacak
maalesef…
• PKK IŞİD’e karşı Peşmerge güçlerini destekledi.
Irak Kürdistan topraklarının muhafazası sırasında
bu destek Kürtlere faydalı
oldu mu? Kürt toplumu bu
desteği nasıl değerlendiriyor?
IŞİD’in Kürt bölgelerine
saldırısı karşısında PKK ciddi
bir direnç gösterdi Özerk Sincar Bölgesi’nde, muhacirlere
ciddi anlamda yardımcı oldular. Fakat PKK’nın Kandil’deki
varlığına ilaveten Sincar’da da
kalması Kürdistan yönetimine
ciddi bir sorun oluşturdu. Zira
bu varlık, Mesut Barzani yönetimine gölge düşürüyor.
“Türkiye, Kürt
sorununu çözmek
istiyor”
• İki yıldan beridir Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti,
Kürt sorununu çözmek için
büyük bir gayretin içinde
kasım 2014
65
HABERA JANDASÖYLEŞİ
“AK Parti gerçekten çok ılımlı ve
olumlu bir siyaset
takip ediyor”
• Türkiye’nin Kürt bölgelerinde ekonomik kalkınmaya yönelik hamlelerini
de müşahede ediyorsunuzdur…
Siyasî stresi açısından Şii halkını dengelemenin yolu şudur: Güçlü bir Kürdistan’a
ihtiyaç var. Türkiye’de, buna bu anlamda katılan birçok araştırmacı var. Şu an tam
bir halk savaşı ve mezhep çatışmasının olduğu ortada. Bu çatışmalarla Irak üçe
bölünmüş olacak maalesef…
ve bu çerçevede İmralı’daki
Öcalan ile görüşmeler
yapılıyor. Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde yasal
çerçeve oluşturuldu ve
şimdi direkt olarak resmî ve
şeffaf bir şekilde Kandil’le
görüşmeler yapılacak.
HDP isimli Kürt siyasal
hareketiyle de sürekli görüşmeler yapılıyor…
AK Parti’nin kurucuları
2002’den itibaren bu ülkeyi
yönetiyorlar. Bu arkadaşlar,
Erbakan Hoca’nın talebeleri.
Hoca bu konuda çok hassastı,
Kürt sorunu konusunda benimle zaman zaman istişare
yaptılar, ben de kendilerini
hep bu konuda cesaretlendirdim.
66
kasım 2014
• AK Parti hükümeti de
sizinle bu konuda irtibat
halinde sanırım…
Beni 2003’ten itibaren
Türkiye’ye davet ettiler. Gerek
Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü, gerekse Irak
Kürdistan’ı konusundaki
ilişkilerin geliştirilmesi üzerine görüşlerimizi aldılar…
“Kürdistan” kelimesi Atatürk
tarafından kullanılmış, Çünkü
Kürt sorununu çözmek istiyorlardı…
• PKK’lı yetkililer de size
bu konunun çözümü için
danışıyorlar mı? Zira tekrar
eylemlere başladılar…
Ben basın yayın organlarına
zaman zaman konuk oluyo-
rum ve elimden gelen tüm
tavsiyelerde bulunuyorum.
Artık sulh yoluyla hükümet
bu sorunu çözmek istiyor, bu
konuda Öcalan’ın tavrı çok
iyi. Ancak PKK’nın tavrı biraz
muhalif…
Sulh yoluyla çözüm herkesin
faydasınadır, Türkiye’nin güvenliği için önemlidir ve PKK
ile Türkiye’deki Kürt toplumunun da faydasınadır. Savaştan
kimse kazançlı çıkmamıştır,
çıkmaz da. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Ey Kureyş!
Neden bizimle savaşıyorsunuz?
Aramızda İslam hakemdir,
sulh içerisinde yaşamak varken
neden savaşalım?” diye buyuruyor.
1991’de, Türkiye’de, Kürt
bölgelerinde gezdiğimiz
Zanab’ın harap halde olduğunu görürdük, şimdi gerçekten
durum çok farklı. Bu kirli
savaş bitmiş, Türklerin, Kürtlerin veya Arapların çocukları ölmüyor. Davutoğlu’nun
“Stratejik Derinlik” adlı kitabını çok defa okudum, bölgedeki tüm sorunların çözüm
reçetelerini sunuyor kitabında.
Tüm bu ülkeler ve bölgeler
Osmanlı’nın şemsiyesi altında,
güvenlik ve refah içerisinde
herkes hür yaşıyordu. İnsanlar
bölgelerinde tamamen serbesttiler, tüm toplumu birleştiren İslam’dı.
Kürtlere nasihatim şudur:
Şu anda elde ettikleri kazanımlar son derece önemli,
bunları barış yoluyla elde
ettiler, silahla değil. AK Parti
gerçekten çok ılımlı ve olumlu
bir siyaset takip ediyor, buradan Sayın Erdoğan’ı tekrar
tebrik ediyorum.
Ayrıca Sayın Erdoğan
beklenilmeyen bir oranda oy
alarak ilk turda seçildi, Kürtlerden de çok iyi bir destek
aldı. Tüm muhalefet partileri
dahi oyların yarısını alamadı,
kendilerinden aday olmayı
göze alamadılar. Kürtler de
büyük bir cesaretle seçimlerde
aday gösterdiler, güçlü bir
programla seçmene gittiler ve
önemli bir destek aldılar…
• Sayın Genel Başkan, bu
güzel söyleşi tekrar teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
haberajanda
Strateji
Cüneyt Akar
[email protected]
>> Türkiye sınırına
komşuluğu ve akrabalık
ilişkilerinden öte pek bir
anlam taşımayan ve Kobani üzerinden oynanan
savaş oyunları, al takke
ver külâh devam ediyor.
ABD uçaklarla bombalıyor,
Peşmerge ve ÖSO desteği
ile YPG direniyor, ufacık bir
kasabanın hâkimiyeti bir o
yana, bir bu yana geçip duruyor. IŞİD, sözde stratejik
bir önem yüklediği bölgeye çatışmaları sıkıştırarak
hem Türkiye’yi meselenin
içinde tutuyor, hem de
uluslararası güçlerin
“mücadele komedisi”nin
birkaç sezon daha devam
etmesinin altyapısını
hazırlıyor.
IŞİD neden bitmiyor?
S
URİYE’deki Esed belası uluslararası reytingini
kaybettikten sonra, IŞİD uzunca bir süre liste başı
olmuştu. İslam’a vurma sevdasıyla haber değeri yükselen IŞİD’in, aslında İslam’la hiçbir ilgisinin
olmadığı, hatta İngiliz-ABD ortak yapımı bir terör örgütü
olduğu izleniminden midir bilinmez, bir önceki aya kıyasla
dünya gündemini daha az işgal ettiğini gördük.
ABD’nin, kendisi için bir
itibar meselesi olmaktan
ötesinde anlam ifade
etmeyen Irak’taki güvenlik
ve yönetim zafiyetinden
dolayı IŞİD’le uğraşıyor gibi
görünmesi ise, çözüme
çare olmaktan çok uzak
görünüyor. Zira herkes
biliyor ve görüyor ki IŞİD,
siyasetten kaybettiği
desteğe rağmen ekonomik, lojistik, teçhizat, silah
ve mühimmat açısından
her geçen gün biraz daha
güçleniyor.
Türkiye göçmenlerle
uğraşadursun, onları
beslesin, iş imkânı sağlasın, eğitim ve sağlık
hizmeti versin, bunlar
kimin umurunda ki?
Herkes ellerini ovuşturup
seyrediyor Suriye’deki iç
savaşın Türkiye’ye verdiği
ekonomik ve sosyal zararları, muhalefetin Suriye
üzerinden hükümeti zayıf
düşürme çabalarını. Buna
rağmen Hükümet, Osmanlı geleneğinden vazgeçmiyor ve Erdoğan’ın
sözleriyle “insanî sebeplerle” Suriyeli göçmenlere
kapılarını açık tutuyor.
Bu arada, Beyaz
Saray’dan yapılan açıklamaların bir kısmı, ABD’nin
de Türkiye’nin aylardır
anlatmaya çalıştığı önlem
paketine hak vermeye
başladığını gösteriyor.
Anlamak ve kabul etmek,
uygulama için yeterli
olmayabilir tabiî; şimdilik
Obama ve Biden ayrı
tellerden çalmaya devam
ediyor. Yani ABD, stratejik
ortağı Türkiye ile ilgili bir
ortak akıl oluşturabilmiş
değil. Belki de “iyi polis-kötü polis”i oynuyorlar.
Türkiye büyüdükçe
önümüze koyulan engeller de büyüyor. Türkiye
Cumhuriyeti, AK Parti’nin
orta vadeli hedefi olan 100.
yılına doğru ilerlerken,
bu hedefi henüz kavrayamamış ve ulaşılmaz
gören iç siyasetteki düşük
profilli muhalefetin aksine,
yurtdışındaki senaristleri
çoktan korku sardı bile.
Bu korku ittifakı, hem
Hükümet’i devirmenin,
hem de Türkiye’nin ekonomik ve siyasi itibarını
yerlerde süründüğü günlere çekmenin yollarını
arıyor.
AK Parti’nin kuruluş
aşamasında neredeyse
tüm dünyadan destek
gören Erdoğan’ın önlenemez yükselişini fark eden
Avrupa, henüz 2004’te
Rum Kesimi’ni adanın tek
temsilcisiymiş gibi AB’ye
alarak Türkiye’nin Avrupa
ekonomisinde söz sahibi
olmasının önüne geçmişti
bile. Devamında da siyaset
mühendislikleri ile -özellikle AİHM’yi kullanaraksürekli olarak devleti suçlu
pozisyonda tutup geri
kalmış demokrasi vurgusunda ısrarcı oldu. Yakın
tarihte savaş suçu işlemiş
devletler, Türkiye’ye insan
hakları dersleri vermeye
başladılar. Bu üçüncü
dünya ülkesi muameleleri
de bizi yolumuzdan döndüremedi ve direndik.
Komşularla sıfır sorun
politikasıyla bölgede
söz sahibi olmak isteyen
Hükümet, sunî sorunlarla boğuşmaya ve bir
anda tüm komşularıyla
dostluğunu kaybetmeye
başladı, “One minute!” ve
“Mavi Marmara” krizleri
ile dünya ekonomisini
yöneten baronları kızdırdı.
Her biri oya gibi işlenmiş
ince planlarla Türkiye’yi
dünyadan koparmaya
çalışanlar, bizi uzak coğ-
rafyalardaki işbirliklerine
ittiler. Türkiye, kendisini
rakip olarak görmeyen
ülkeler tarafından dost ve
partner kabul edildi.
Bütün oyunlara rağmen
“tehlike” (!) göz göre göre
büyüyordu. Ekonomik
büyüme, siyasî istikrar ve
Erdoğan faktörü önlenemez hâle gelmişti. Artık
yapılması gereken, hem
içeriden, hem dışarıdan
topyekûn bir saldırıydı. Ve
yeni senaryolar devreye
sokuldu. Gezi eylemleri, 17
Aralık operasyonu, Cumhurbaşkanlığı seçimleri,
Kobani eylemleri, Rum
Kesimi ve Yunanistan’ın
kışkırtmaları, Lozan’la
başlayan emeller ve
mahkûm politikalardan
kurtuluşumuz…
Sonraki sayımızda
oynanan diğer oyunları,
sonuçlarını ve Lozan’da
yazılan talihimizin değişmesini yazmaya devam
edeceğim.
kasım 2014
67
haberajanda
Strateji
Majeste’nin mesaiye çağrılması
ve onun da çağrıya olumlu yanıt
vermesinin ardında Rusya’nın
Kırım’ı işgal ve
ilhak ederek
Tötonik planı doğrudan ihlali var.
Yoksa Kiev Gezi’sinde Almanistler başarılı olmuş
olsa ve Moskova
bir iki protesto beyanatıyla yetinseydi MI6 uykuya
devam edecek, su
yüzüne çıkmayacak, NATO Zirvesi
yapılmayacak
ve Majeste son
mesaisine başlamayacak yahut
da “3. Dünya
Savaşı” Avrupa
evinin kapısını
çalıp “Geldim,
beni daha fazla
ihmal etmeyin!”
demeyecekti.
***
Birdenbire NATO
Zirvesi Galler’de
açıldı; lordlar,
Majeste’nin evinde bir araya geldi.
Yaklaşık 70 seneden beri İngiltere
ilk defa doğrudan doğruya ve
kendi ülkesinde
bir uluslararası
toplantıya ev sahipliği yapıyordu,
hem de Londra’da
değil, Windsor
Hanedanı’nın
öz vatanı,
Majeste’nin kendi
başkentinde.
68
kasım 2014
Galler’deki NATO Zirvesi’nin
Majeste’nin
Ahmet Yozgat
[email protected]
şifresi ve harita operasyonları
son mesaisi
G
ÖZÜMÜZ gönlümüz
yıllardan beri Ortadoğu’daydı. Zira “cihanşümul
çalkalanma”nın haritası
önümüzde duruyor. Dünyanın diğer bölgelerinde
olan olaylar çerez kabilinden sayılıyor ve kamuoyu
Mısır’la yatıyor, Suriye’yle kalkıyor. Gündemin
çok sık değiştiğinden söz edilmesine rağmen
o değişen gündem aynı arazide at koşturuyor...
Koşturuyor-du… Fakat birdenbire eksen değişti
ve milat, Eylül ayı ortasında gerçekleştirilen
NATO Zirvesi oldu. Peki, “Zirve” neden “milat”?
>> Her şeyden önce merkezi
Brüksel’de bulunan Kuzey Atlantik Paktı, bu sefer sürpriz yaptı ve
Birleşik Krallık’ta toplandı, hem de
Galler -iç devletinin- Prensliği’nin
başkentinde. Toplantının adresinin
Galler olması sandığınızdan daha da
mühim bir gelişmeydi. Zira İngiltere,
sömürgelerinden fiilî olarak çekilme
kararı alarak bir konsept değişikliğine gitmişti. Birinci Dünya Harbi’nin
21 sene gibi kısa bir süre sonra arkasından gelen “ikinci harbin” ilk
hamledeki vurgunundan kurtulamayıp başkent Londra dâhil ülkenin
tamamı yer ile yeksan olunca bir kez
daha sarsıldı.
Bu beklenmedik hezimetin acısıyla “Majeste’nin devleti”, siyasî konseptini ikiye katladı ve sıradan bir
“dünya garibanı” imış gibi kabuğuna
çekildi. Tam da İngiliz soğukkanlılığına uygun bir sinme… Majeste, İkinci Savaş’ın akabinde dünya
meseleleriyle ilgilendiğini hiç belli
etmedi, hatta Londra’nın bu “kendi
halinde”liğine bakan birçok yorumcu, onu iddialarından vazgeçmiş ve
“fukaralaşmış” bir şövalye eskisi sanmaya başlamıştı Don Kişot gibi.
kasım 2014
69
haberajanda
Strateji
İNGİLİZ’İ YENİDEN VE DOĞRUDAN DÜNYA SİYASETİNE SOKAN NATO ZİRVESİ GALLER’DE YAPILDI. BİZZAT BİRLEŞİK KRALLIK’IN EL KOYDUĞU
ZİRVEDE YENİ KONSEPT KUZEY ATLANTİK’LE
SINIRLI KALMADI; TEŞKİLATIN ELİ UZATILDI VE
ORTADOĞU’YA DA MÜDAHALE KARARI ALINDI.
HATTA TÜM DÜNYA BU PAKTIN GÖRÜŞ ALANI
DÂHİLİNE GİRDİ. NİCE ZAMANDAN BERİ NATO
AFGANİSTAN’DAYDI ZATEN, DAHA ÖNCE DE
KOSOVA’DA HAREKÂT YAPMIŞTI. BİR BAKIMA ONLAR PALYATİF ALIŞTIRMA VE ISINMA ATAKLARIYDI, ŞİMDİ İSE MEDLEK HALİNE GELİYOR. ÇÜNKÜ
BU YÜZYILIN ORTASINDAN İTİBAREN BİR “WORLD
ARMY”, YANİ DÜNYA ORDUSU DÜŞÜNÜLÜYOR VE
DÜŞÜNÜLEN BU ORDUNUN ÇEKİRDEĞİNİN TOPRAĞA ATILMA ZAMANI GELDİ ANLAŞILAN.
70
kasım 2014
Başrole rücû
Aslında durum hiç de öyle değildi ve
yukarıda dediğimiz gibi bu “suskun hal”
dermansızlıktan değil, sadece yeni bir
“İngiliz ve İngiltere imajı”nın gereğiydi.
Dünyada hedef tahtasına konulmamak
için Birleşik Krallık, derin İngiltere’yi
Amerika’ya taşımış ve Majeste’nin ülkesinin tüm İngiliz vatandaşlarının haklarını
koruma görevini Washington’a vermiş,
hatta “President”i bu işle “görevlendirmiş”
idi. Buckingham Sarayı’nın sakini ise hep
derinde, arkada ve gölgedeydi. Bu arada
eski “güneş batmayan imparatorluk” dominantlığından da hiçbir şey kaybetmiş
değildi. Aslında daha güçlüydü, sadece o
gücü saklıyordu.
Ahmet Yozgat
Ve geldik bugüne… Birdenbire NATO
Zirvesi Galler’de açıldı; lordlar, Majeste’nin
evinde bir araya geldi. Yaklaşık 70 seneden
beri İngiltere ilk defa doğrudan doğruya ve
kendi ülkesinde bir uluslararası toplantıya
ev sahipliği yapıyordu, hem de Londra’da
değil, Windsor Hanedanı’nın öz vatanı,
Majeste’nin kendi başkentinde.
Bütün bunlar sembolik değeri çok yüksek şeylerdi ve ne olmuşsa olmuş, Majeste
nihayet “Worldfilm”de “starring” olmaya
karar vermişti. Yeniden dünya oyunundaki
“co-starring” pozisyonundan, hatta “figürasyon” imasından vazgeçiyor ve senaryo yönetimine doğrudan katılma kararı alıyordu. Bu
gelişme, İngiltere tarihi açısından bir devir
değişikliğinin işaretiydi ve Majeste, dünya
beylerini ayağına getirerek bunu açık açık
ilan ediyordu. Ayrıca eski aksiyon dolu seyirlerin startı veriliyordu. Neden?
ABD’ye nota:
“Büyüğün geldi!”
Zirve ile ilan tahtasına asılan ferman,
Majeste’nin doğrudan katılma kararı aldığı
“Neo-Avrupa devri”nin kıtada “Almanya ve
Koleigeleri”nin karar veremeyeceği ölçüde
büyük ve köklü değişikliklerin olacağının
habercisi olarak önemli. Belli ki bu değişim
için eski kıtanın ihtiyaç duyduğu güç ABD
ve “muhtaç olunan gücün patronu” Birleşik
Krallık…
Anlaşılan o ki, Kıta Avrupa’sı Tötonlarının, Avrupa’nın geleceğine dair -başta coğrafik olmak üzere- hukukî statüyle ilgili
şümullü planının hayata geçirilmesi hususunda Washington “No!” dedi. Zira bu sebeple Almo-Frans Avrupa’sı Big Boss, yani
Majeste’ye giderek yardım istedi ve bu arzuları geri çevrilmedi. Majeste, yapabileceği en
büyük sembolizmi hayata geçirdi; olaya bizzat el koyarak “20. yüzyıl siyasî konsepti”ni
bozup NATO’yu evinde toplantıya çağırma
kararı aldı. Sonuç malum…
İngiliz’i yeniden ve doğrudan dünya siyasetine sokan NATO Zirvesi Galler’de
yapıldı. Bizzat Birleşik Krallık’ın el koyduğu zirvede yeni konsept Kuzey Atlantik’le
sınırlı kalmadı; teşkilatın eli uzatıldı ve
Ortadoğu’ya da müdahale kararı alındı.
Hatta tüm dünya bu paktın görüş alanı dâhiline girdi. Nice zamandan beri
NATO Afganistan’daydı zaten, daha önce
de Kosova’da harekât yapmıştı. Bir bakıma
onlar palyatif alıştırma ve ısınma ataklarıydı, şimdi ise medlek haline geliyor. Çünkü
bu yüzyılın ortasından itibaren bir “World
Army”, yani Dünya Ordusu düşünülüyor
ve düşünülen bu ordunun çekirdeğinin toprağa atılma zamanı geldi anlaşılan. Toprağı
“Galler” ve Başkomutan ise Galler’in Efendisi olacak doğal olarak. İşte o komutan yeniden topladı ekibi tıpkı Hollywood filmlerinde olduğu üzere.
Alma mazlumun ahını!..
Galler Zirvesi ile bir bakıma değiştirilen yol değil, makas gibi görünüyor. Ancak
önümüzdeki zaman içinde bu değişikliğin
sadece yol ve makas olmadığı, aynı zamanda
“yön” olduğu da müşahade edilecek. Zira yukarıda söylendiği üzere “Büyük Patron” duruma bizzat el koymuş durumda. Galler’de
“atanmış” patronun ikinci pozisyonu izale
edildi. Anlaşılan o ki, yukarıda sözü edilen 1. ve 2. Dünya Savaşı sonunda iki kere
konsept değiştiren Majeste, durumdan çok
memnun olmamışa benziyor ve Galler Zirvesi ile üçüncü değişimi -ilk ikisinin ortasında bir yerde silkinip tekrar- başlatıyor
“Nerede kalmıştık?” der gibi. Peki neden?
Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan Batılı
Tötonların amacı, Ortadoğu’da, daha doğrusu Osmanlı üzerinde bir “harita operasyonu”
yapmaktı. Eğer savaşı Almanlar kazansaydı,
onlar da kendi haritalarını uygulayacaktı, lakin kazanamadılar. Zafere ulaşan İngilizler
ve partneri Fransa, Sykes-Pickot cetvelleriyle çizilmiş harita şablonunu Osmanlı’nın
cenazesi üzerine uyguladı ve tek vücudu paramparça edip birçok suni solucan boğumu
şekline getirdi.
“Alma mazlumun ahını!” der ya Anadolu
Halkı, “harita bereketi” ile ümmetin ahını
alan Tötonlar, kazandıkları savaşın keyfini
çıkaramadan “suni devletçikler”e birer “bekçi kral” tayin edip apar topar çekildi ve evlerine döndüler. Çünkü “ah”, bizzat kendilerini vurma emareleri göstermeye başlamıştı.
Yani Avrupa haritası değişmek üzereydi.
Nasıl mı?
1917 Ekim Devrimi’yle Rusya’da yeni bir
sistem komünizm ile kurulmuş, o zamanki
adıyla Bolşevikler, sahipleri Ortadoğu’da
ölü soyuculuğu yapmakla meşgul olan
Avrupa’ya göz dikmiş ve harita operasyonu
başlatmıştı. Avrupa Tötonlarının icat ettiği
silah, şimdi bir başka elde şekillenmiş ve
mucidini nişanlamıştı. İşte bu sebeple kaçar
gibi gittiler bahtsız Osmanlı’nın kimselere
yâr olmayacak arazisinden ilk harbin muzaffer orduları “evlerini kurtarmak” üzere.
Demek ki bir başkasının evine göz diker
ve onu parçalamak üzere kendi evinizden
uzaklaşırsanız, başkaları da aynı iştahı sizin
eviniz için duyuyormuş. Yani “İtme elin kapısını el ucuyla, iterler kapını omuz gücüyle”
imiş. İngiltere’nin başı taçlı Majestesi bunu
anladığında ilk konsept değişikliğini uygulamaya koymuştu. Bu konseptin gereği olarak sömürgelerini uzaktan idareye başladı.
“Uzaktan” dediğimiz de Londra’dan idareydi. Yani Majeste, bundan böyle evi terk
etmeyecekti.
“New Concept” doğruydu, ancak açık
kapıları olduğu zamanla belirlendi. Bu kapılardan biri, yazının başında söylediğimiz
“ikinci savaş” hezimetiydi. Küçük bir adada
temerküz edilmiş “imparatorluk beyni”ni
Hitler diye bir deli çıkıp topyekûn yok edebiliyordu ki etti de. Majeste, konseptin açık
kapısını ise “imparatorluk aklı ve gücü”nü
Amerika’ya taşıyarak kapattı. Ancak sadece
“zannetti”.
İmparatorluk aklı ve gücü Atlantik ötesindeki uzak kıtaya taşındıktan sonra ortaya çıkan “zayıf İngiltere” sanrısı, “Majestik
konsept”in ikinci arka kapısını açmıştı. Birdenbire bu açık kendini belli etti ve Birleşik
Krallık’ı oluşturan parçalardan biri “ayrıbaş”
çekti ve referanduma giderek bağımsızlık
istedi. Zamanlama manidar, değil mi?
Töton haritacıları, birinci icraatlarının sonunda yaşadıkları “harita sendromu”nu tam
yüzyıl sonra yeniden yaşıyorlar. Yani Körfez
Savaşları ile bir tür 3. Dünya Harbi başlatıp Osmanlı bakiyesi üzerinde “neo-harita
operasyonu”na kaldıkları yerden devam
kararı aldıklarında o baştaki “ah” uyandı ve
yine tuttu. Ona bağlı olarak, yüzyıl evvel olduğu üzere evden tehlike sinyalleri gelmeye
başladı. İşte, Scotland’daki plebisitin şifresi
buydu ve bu, uyarıcı bir sinyaldi. Daha önce
kulakları alışkanlığından bu sinyali alan
Tötonlar, apar topar “ev”e döndüler ve “ev
reisi”nin hanesinde NATO Zirvesi’ni yaptılar. Zira İskoçya’da basılan düğme, tüm Avrupa’daki çanları çalmaya başlatmıştı. Peki,
çanlar kimin için çalıyordu?
Bu çanlar herkes için çalıyordu. İlk başta
da birinci “ev çatlağı” İngiltere için bitmiyor, hatta daha yeni başlıyor. Ya İskoçya’nın
ardından Kuzey İrlanda’nın da bir yerleri
kalkarsa? Hatta Birleşik Krallık’ın diğer
parçaları da aynı “hastalığa” yakalanır ve
“freedom” isterse? Yandı gülüm keten helva!
“Ah” bu, daha bitmedi… United Kingdom’da tutan “Ortadoğu ahı”nın Kıta Avrupa’sına sıçraması anlık bir mesele, sırada
İspanya var: Katalanlar ve Basklar, idareyi
yıllardan beri zorlayıp durmuyorlar mı?
kasım 2014
71
haberajanda
Strateji
Belçika zaten üç parça: Valonlar, Felemenkler ve Fransızca konuşan Felemenkler’in
Brüksel’i… Bu halklar, birbirlerine kıl ipiyle bağlı yaşıyorlar yıllardan beri. İtalya’nın
zengin Kuzey’i ve yoksul Güney’i çekişip
duruyor. Zengin Kuzey, fukara Güney’den
ayrılmak için kıyameti koparıyor. Sicilya ise
bir başka âlem; kendi içinde bir tür derin ve
paralel devlet olan “Mafialand”ını kurmuş
zaten.
Hülasa, eğer paslı palanga koparsa, Avrupa’daki hiçbir ülke kurtulamaz bu “mitoz bölünme”den. Federal Almanya bile…
Bavyera’da yaşayanlar bilir, Münih’in giriş
kapısında bugün dahi “Bayern Devleti’ne
hoş geldiniz” yazıyor. Diğer federal devletçikleri saymıyoruz dahi. İsviçre’de dahi
Kantonlar, bağımsız devlet statüsünde yaşıyor günümüzde.
Kısacası “birer kalbur yılan yavrusu”nun
üzerinde oturan Avrupa devletleri, başta
Birleşik Krallık olmak üzere kapıyı çalan
“yüz yıllık harita travması”nın yeniden nüksettiğini görmüş durumda. Apar topar bir
araya gelmelerinin nedeni işte budur!
Bu noktada görmedikleri, daha doğrusu
domuzluklarından görmek istemedikleri bir
şey var ki, o da hastalığın önce beyinlerinde,
sonra evlerinde nüksetmiş olduğu. Beyinlerinde “Ortadoğu’yu haritalama” isteği hortladığında, bu hastalık evlerinde de ortaya çıkıyor. Yani “mazlumun ahı” harekete geçiyor.
Eğer “Batılı harita canavarları” dünya, özellikle Ortadoğu üzerinde harita operasyonları
yapmaktan vazgeçip “öksüz ümmet ve mazlum insanlığı” kendi haline bırakırsa kendileri
de rahat edecekler, ne Scotland “İlle de freedom!” diyecek, ne Kuzey İrlandalılar, ne Katalanlar, ne Basklar, ne Volanlar, ne bilmem
neler; kimse “patlıcan delisi” olup “ayrıbaş”
çekmeyecek, herkes “büyük ev”in bereketli
imkânlarından faydalanmaya devam edecek.
3. Dünya Savaşı hazırlığı:
Majeste, Abdulhamid gibi
yapmaya kalkışır ama…
Aslında bu yazıyı fakir, “Kıtanın kendi
içindeki ‘ufaklıklar’ın başkaldırma ihtimaline
karşı önlem almak üzere işbaşı yaptı” anlamında yazmış değil, mesainin nihaî hedefi
başka. Evet, mesele “Almo-Frans”la ilintili…
Kıta Avrupa’sının iki Tötonik ikizi, yani
Almanya ve Fransa, deveyi pire yapmak ve
işleri ellerine yüzlerine bulaştırmalarıyla,
hülasa beceriksizlikleriyle meşhurdurlar.
Lakin bu ikizler için, “Kendi bünyelerindeki
çatlakları sıvayla kapatamazlar” demiyo-
72
kasım 2014
TEMELDE NUSEYRİ SALTANATININ
ZEMİNİNDE YÜZ
YIL EVVELİNİN HARİTACI DİPLOMATI
“MÖSYÖ PİCKOT”
VAR. RUSYA’SI, ÇİN’İ
GÖRECELİ BİR KAYIRMACA… YOKSA
BUGÜN PARİS “DÜŞ!”
DESE, DAMASCUSLU
TİRAN GÜNEŞ GÖRMÜŞ KAR GİBİ ERİYECEK. BU NEDENLE
FAKİR YILLARDAN
BERİ “SURİYE SORUNUNU NE AMERİKA,
NE İNGİLTERE ÇÖZEBİLİR. ORANIN EFENDİSİ FRANSA’DIR.
KONUNUN PARİS’LE
KONUŞULMASI GEREKİR” DİYE HAYKIRIYOR.
Ahmet Yozgat
rum. Katalan, Bask, Sicilya, Valon, Felemenk ve bunlar gibi ufak tefek meseleler ev
içi üvey evlatların yaramazlıklarıdır ve birer
het höt ile sus pus olurlar. Almo-Frans bunu
yapacak güç ve otoriteye sahiptir. Öyleyse?
Efendim, onların sıkıntısı uluslararası
mevzularda ortaya çıkıyor. Anımsayınız,
eski Yugoslav problemini yıllarca çözememiş, ellerine yüzlerine bulaştırmışlardı. Sonunda Kosova konusunda NATO’yu göreve çağırmak zorunda kalmış ve ancak ABD
müdahalesiyle çözebilmişlerdi.
Şu an “Almanların başkanlığındaki” Kıta
Avrupa’sının en büyük sorunu Ukrayna.
Ve tabiî Suriye-Lübnan var tezgâhta. Dikkat ediniz, “Ortadoğu ya da Irak” demiyor,
“Suriye-Lübnan” diyorum! Neden? Çünkü
bu iki devlet, “Made in Mösyö” etiketiyle
bir başka kıtada, Almo-Frans şirketinin
görev alanına girmeyen Asya kıtasında yer
alıyor ve her gün biraz daha çıkmaza giriyor. Ukrayna ise şirketin kendi sahasında
ve görev alanında. Sorunun diğer tarafı da
“dünyanın balinalarından” biri olan Rusya.
Almo-Frans adlı avcının boyunu aşan bir
büyüklük var karşısında. Bu “büyük sorun”
ikizlerin tek başlarına aşabilecekleri bir şey
değil. Baksanıza Berlin-Paris hattı Kiev’de
düğmeye basıp “Ukrayna Gezi’si”ni başlattığında, Moskova protesto ya da nota
vermek tarzındaki mıymıntı devletlerin
“Dostlar iş başında görsün” kabilinden çıkışıyla vakit kaybetmedi. Putin, çekti kanlı potini, yaptı Deli Pedro’luğunu ve asrî
bir Korkunç İvan gibi girdi Ukrayna’nın
doğusuna ve Kırım’ı ilhak etti. Yetmedi,
Ukrayna’da, Rus nüfusun yoğun olduğu
bölgelerde ameliyata devam kararı aldı. Bu
durumda “Gezi atından” inen Almo-Frans,
Tötonik planlarını daha fazla uygulanamaz
şekle getirmeden geri çekildi.
lerin nedeni, işte bu “gizli paylaşım”. Biliyorsunuz bu Töton milleti, dünyayı daha evvel
iki kere paylaşmaya kalkışmışlardı, fakat her
iki paylaşım da birer dünya savaşına neden
olmuş, 1. ve 2. Cihan Harplerini yaşatmıştı.
Her iki vuruşma da milyonlarca can kaybına neden olmuş, hususiyetle Hitler delisinin
başı çektiği ikinci kalkışma, Avrupa kıtasını,
yani Tötonik evi baştanbaşa cehenneme çevirmiş, yakıp yıkmıştı.
Şimdi üçüncü “paylaşım savaşı”nın sath-ı
mailinde çırpınıyor dünya. Fakir buna “3.
Dünya Savaşı” demiş ve konuyla ilgili bir
makale kaleme almıştı. Akabinde Vatikanlı
Papa Francius de yaşananları “Parçalı Dünya Savaşı” şeklinde sıfatlandırmış, fakir de
konuyu bu açıdan bir kez daha yazmıştı.
Neyse… Anlaşılan o ki Tötonlar, yeterince
akıllanmışlar ki 3. Dünya Savaşı’nı “noname”
olarak ve doğrudan kendileri katılmadan
“piyonlara yaptırıyorlar”. İşte bu paylaşımın
kararlaştırıldığı antlaşmanın adıdır “Tötonik
Plan” ya da “Tötonik Yalta Planı”!
Yeni Yalta Antlaşması’na göre Fransa, Almanya ile müttefik olarak “Avrupa evi”nin
sahibi sayılıyor; Ortadoğu da İngiltere’ye
satılarak Majeste’nin şahsî mülkü olarak
tescilleniyor. Ancak terekede sorunlar var!
İş boyunu aşmıştı ve ihale artık Majeste’likti. Bu yüzden Buckingham Sarayı’nın
altın kapısı çalındı. Peki, niçin Majeste ve
Buckingham’ın kapısı? Zira Majeste’nin
“malzemesi büyük”… Yani Londra, elinin
altında en büyük balinayı tutuyor: “ABD”…
Avrupa’nın doğu bölgesi ya Rusya balinasına ait ya da onun arka bahçesi. Ukrayna ve
Belarus, hatta Kafkasya gibi… Biliyor musunuz, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan
ve etraflarındaki muhtariyetler de Avrupa
müktesebatından sayılıyor. Şimdilik Rusya
Federasyonu’nun, Ural dağlarının batısında
kalan kısmını saymıyorum kafanızı karıştırmamak için. O karışıklığı bir başka makalede yaşatacağım size ve şimdilik şu kadarını
ifşa edeyim ki asıl “poturna” orada kopacak,
hem de mevcut savaşın “noname” özelliği
ortadan kalkarak, küresel kaosa, fakirden ve
Papa Hazretleri’nden başka kimsenin söylemeye cesaret edemediği “3. Dünya Savaşı”
etiketi yapıştırılarak. Hem de ya yarın ya da
yarından da yakın çıkacak bu savaş 2025’e
kadar sürecek…
Şu Tötonik plandan dühûl edelim bu
paragrafa… Girdiğimiz 21. yüzyıl itibariyle Tötonların üç atlısı, yani İngiliz, Alman
ve Fransız amcazadeler, dünyayı iki miras
arazisi olarak paylaşmış durumdalar. Şu an
gerek Ortadoğu ve gerek Kuzey Karadeniz
sahasında, hatta Kuzey Afrika’da yaşanmış
veya yaşanmakta olan uluslararası problem-
Kısaca Majeste’nin mesaiye çağrılması
ve onun da çağrıya olumlu yanıt vermesinin ardında Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhak
ederek Tötonik planı doğrudan ihlali var.
Yoksa Kiev Gezi’sinde Almanistler başarılı olmuş olsa ve Moskova bir iki protesto
beyanatıyla yetinseydi MI6 uykuya devam
edecek, su yüzüne çıkmayacak, NATO Zirvesi yapılmayacak ve Majeste son mesaisine
Hakikatte ABD, Londra’nın gorili ve
Rusya’yı durduracak tek güç.
Dönelim asıl konuya…
başlamayacak yahut da “3. Dünya Savaşı”
Avrupa evinin kapısını çalıp “Geldim, beni
daha fazla ihmal etmeyin!” demeyecekti.
Suriye-Lübnan
adresinin gizemi
Madem yukarıda sözünü ettik, şu “Suriye-Lübnan” meselesini de yazalım.
Denildiği gibi birinci “Sykes - Pickot”
paylaşımında Ortadoğu’nun iki fakir ülkesi Fransızlara düşmüştü -tabiî bir de hâlâ
bizde “emanet olarak” duran Hatay Devleti-. 21. asrın Sykes-Pickot’ları, toptancı
bir yaklaşımla Avrupa’yı Almo-Frans’ın
payına, karşılık olarak da Ortadoğu’yu
İngo-Amerikana yazmışlar. Ancak Paris,
Avrupa sorunu çözülmeden Pickot’un
Suriye-Lübnan (“Hatay”ı yazmaya kalemim varmıyor) bölgesinden elini çekmiyor, çekme niyetinde de değil. Büyük abi
Almanya’nın desteğiyle bölgedeki “Paris
ruhu”nu canlı tutuyor Fransa ve malum-u
âliniz, oradaki sorun Nuseyriyan Esad tiranı, yani “Mösyö’nün kapıkulu”… Kapıkulu, Damascus’tan elini çekmiyor ve Beşşar
soykasına hukukî suni solunum vermeye
devam ediliyor.
Temelde Nuseyri saltanatının zemininde
yüz yıl evvelinin haritacı diplomatı “Mösyö
Pickot” var. Rusya’sı, Çin’i göreceli bir kayırmaca… Yoksa bugün Paris “Düş!” dese,
Damascuslu Tiran güneş görmüş kar gibi
eriyecek. Bu nedenle fakir yıllardan beri
“Suriye sorununu ne Amerika, ne İngiltere
çözebilir. Oranın efendisi Fransa’dır. Konunun Paris’le konuşulması gerekir” diye
haykırıyor.
Biliyorsunuz, şu sıralarda IŞİD sorununun aşılması hususunda Suriye’de Amerikan uçaklarına eşlik eden ikinci güç Fransa.
Majeste’nin İngiltere’si Suriye’de değil, Irak
üzerinde filoya dâhil olacağını açıkladı, yani
kendi bölgesinde sorti yapacak -Suriye tabelalı “Fransa toprağı”na girmiyor-.
Hülasa, Suriye ile Ukrayna problemi birbirinin “kan kardeşi”. Aslında kan kardeşlerinin üçüncüsü Türkiye, bu nedenle fakir
“Ukrayna’nın Gezi’si” diye yazdı yukarıda ve
yıllarca evvel. (Suriye olayları başladığında
“Suriye’nin 28 Şubat’ı” başlıklı bir makale
kaleme almıştım. Fikrim değişmedi.)
“Üçüncü kan kardeş”in serencamı da bu
makalenin boyutunu aşmakta. Bu sebeple
onu bir başka yazıya havale ediyor ve her
şeyin doğrusunu “El-Âlim bilir” diyerek bitiriyorum yazıyı.
kasım 2014
73
haberajanda
Strateji
Cesur Yürek’in
ruhu sadece
Majeste’nin ülkesine “kayış attırmakla” kalmayacak tabiî, zalimlikte Londra’yla yarışan diğer Tötonik
üs olan Avrupa’nın
da ipi koptu kopacak. Baksanıza
Katalanlar, Basklar, Sicilyalılar,
Normanyanlar,
Bavyeralılar yeni
devletlerinin planlarını uygulamaya
sokmak üzereler.
Küçük kıtanın
dört bir yanı kıpır
kıpır kaynıyor.
Kurtçuklar, asaları
kemirme işlemini
tamamladı, tamamlayacak. Majestik derinlik ve
derin cebabireyi
Ortadoğu’nun üzerine yıkmaya çalıştıkları yapay 3.
Dünya Savaşı da
kurtaramayacak
gibi duruyor. Yılanın deliğine elini
bir kez atıp sokulan Osmanlı’nın
torunları ikinci kez
sokulmamayı başarırlarsa, insanlık
mutlu sona ulaşacak. Bunu geri dönen iki ruh başaracak: Braveheart
ve Abdulhamid’in
ruhları...
74
kasım 2014
Keltler uyandı. . Ang ve Saksonyalılara karşı
BRAVEHEART’IN RUHU
GERİ DÖNDÜ
H
ENÜZ Kavimler Göçü’nün tarih sayfalarına düşmediği devirde Keltler vardı, hem de Büyük Britanya adasının
sadece kuzey ucunda değil, tamamında. Adanın tümü “Celticland” idi. Adı
ne Büyük Britanya, ne de İngiltere’ydi.
O yüzyıllarda diğer Avrupa kavimleri
gibi Keltler de pagandı, kendilerine
has bir putperestlik yaşıyorlardı.
inancından sapmıştı. Aradan geçen bir buçuk milenyumluk zaman dilimi, medeniyet ve medenî
teknolojik değişimi sebebiyle
“Musa şeriatı”nı yetersiz kılmıştı.
Bu durumda yeni bir başlangıç
şart olmuş ve ilahî planda süreç
başlamıştı. Lahutî muradın gereği olarak yeni dönemin inancının
adı İsevilik, peygamberi ise İsa idi.
>> Çok sonraları, takipçilerinin doğumunu ikinci zamanın
başlangıcı yaptığı Filistinli İsa
dünyaya geldi. 30 yaş öncesinde ilk vahyi almadan önce bir
“mucize çocuk” olduğu bilinen
Meryem oğlu Mesih, Roma
İmparatorluğu’nun Palestin eyaletinde mukim bir İsrailoğlu idi.
Lakin 30 yaşına geldiğinde hem
içinden çıktığı Yahudi toplumunun, hem topraklarında oturduğu
Roma’nın teolojik ve sosyolojik
temellerini sarsacak bir “iç değişim” yaşayarak ancak üç yıl süre-
Hazreti İsa’nın, aldığı ilk vahyin ilahî kaynağının imanî şifresi
olarak “La ilahe illallah” dediği an,
yani “şifre söz”ün arz atmosferinde işitilmesi, “negatif merkez”in
faaliyetinin de başlangıcı oldu.
Nice zamandan beri Hazreti
Süleyman’ın ardından kazandığı
Buhtunnasır ve Nabukadnazer
zaferlerinin üzerine yatmakta
olan “tetikçi virüs” uyandı, “organik computer”lerin arter kablolarında daha hızlı bir şekilde akmaya başladı tıpkı “kanın damarlarda
dolaşması” gibi.
cek olan bir nübüvvet serüvenine
başladı.
Ruhullah’ın miladından bin
600 yıl evvel Mısır’ı şereflendiren
Musa’nın “Torah”ıyla insanlığa
seslenen “Ahad Rab”, yeni bir “enbiya” devri başlatmayı murat etmişti. Musa’nın kendisinden sonra gelen ve şahsî şeriatıyla görev
yapan onca peygambere rağmen
ne İsrailoğulları lanetlerinden
kurtulabilmiş, ne de -Palestin ve
Mısır dâhil- neredeyse dünyanın
yarısına sahip olan Roma pagan
Yusuf Kemal Bozok
[email protected]
kasım 2014
75
haberajanda
Strateji
Gide gide daha da yaklaşıyordu nefislere
zulmün zirvesine. O zirvede Gayretullah’a
ilk dokunansa Pompei şehri ahalisi olmuştu, vurgunu da onlar yedi. Pompei, coğrafî
konum olarak Roma’nın başşehri Roma’dan
bir adım ötedeydi. Bu nedenle Roma’da
Pompei’den daha temiz değildi ve tıpkı diğer Latinyanlar gibi gübrelikteydi. Onun
sarkacı da Gayretullah eteğinde sallanıyordu, ha dokundu, ha dokunacaktı…
EZOTERİK İNSANLARIN ARAZİSİNİ KAT ETMİŞ GÖÇMEN TÖTONLARIN
BEYİNLERİ, BU ZORLU YOLCULUĞUN ETKİSİYLE KISMEN SİLİNMİŞTİ. BU
YALINKATLIĞI YAŞADIKLARI SIRADA “VURDUĞU YERDEN SES GETİREN”
ATİLLA BUDUNUYLA TEMAS ETMİŞLERDİ. ORTA ASYA GÖÇERLERİNİN
BEYNİ İSE BEYAZ BİR SAYFAYI ANDIRAN ÇOCUK SAFLIĞINDAYDI. TÖTONLAR, YILLAR SONRA ORTA AVRUPA’YA İNDİKLERİNDE, PEŞLERİNDEKİ
ORTA ASYALILARA BENZEMİŞLERDİ. BU SEBEPLE BAŞ DÜŞMANLARI
ATİLLA’YA HAYRANLIKLARINI “DEJBENG”LERİNİN İKİ TELLİ SAZLARIYLA
“NEBELUNGEN DESTANI”NDA DİLE GETİRİYORLARDI. ŞİMDİ TÖTONLARIN
KARŞILARINDA “MEGALOMAN ROMA” VARDI VE “JÜPİTER’İN KULLARI”,
KENDİLERİYLE ATİLLA HUNLARINI AYNI KAVRAMLA ETİKETLİYORDU:
“BARBARLAR”.
Teolojik sinyal “La ilahe illallah”, hem
“Hak”, hem “batıl” için uyarıcıydı. İsa ile
birlikte iki kutup da aynı anda aktif oldu ve
ezelî mücadele bir kez daha başladı. Şimdiye kadar bu hep böyle olmuştu, hem de yaklaşık 120 bin kez. Ne yazık ki, uzun vadede
mücadeleyi negatif kutup kazanmış, pozitif
kutbu kendi içinde absorbasyona tâbi tutarak bir kere daha değiştirmiş, terkibi bozuk
bir imana evirerek yok etmişti. Ya bu kez?
O devirde coğrafyaya “Tanrı Mitra”
hâkimdi ve Mitraizmin sınırları, neşet ettiği
Hindistan’dan başlıyor, Manş Denizi’ne kadar zihinleri ezoterize ediyordu. Pers Mitraizmi İran’a, Roma Mitraizmi İran’ın batısına hâkimdi ve bu iki GDO’lu iman, kendilerini besleyen Hint Mitraizminden farklı
karakterlere sahip olmasına rağmen “gnostik dayanışma” ile birbirini reddetmiyor ve
Hermetik platformda beraber hareket edi-
76
kasım 2014
yordu. Onların ortak kavgası, benzeşlerine
“120 bin kez yenilenene” karşıydı. Belki bu
hormonlu inancın ismi 120 bin kez değişmişti, lakin teolojik kavganın muhtevası ve
düşmanın “Ahad” kimliği değişmemiş, aynı
kalmıştı.
Miladı milat yapan olağanüstü olay, yani
“kocasız bir kadından doğum”, sadece “Musavari Şakül”ü şaşmış Yahudi toplumunun
okunu bir kez daha düzeltmek için olmamıştı tabiî. Doğumun nihaî hedefinde Palestin mülkünün bir parçası olduğu Roma
coğrafyasının eğrilen istikametini doğrultmak da vardı. 79 yılında “menfi final”e
erişerek bir kısmı Etna’nın külleri altında
gazab-ı İlahînin toplu mezarına gömülen
Roma halkı, artan zenginliğiyle birlikte
Mitraizmin soyut şaşkınlığından adım adım
uzaklaşarak paganizmin “taş gibi” sapkınlığına gömülmüştü.
Miladın 33. yılına girilirken İsacılık henüz üç yaşındaydı ve ilk önce istikamet vermek istediği Musevi toplumunun ihanetine
uğrayarak inancın “hilkatten yetim” olan
Peygamber’i çarmıha çivilenmişti. Hain Judas firesiyle on bire inen Havariyun, “lanetli
toplumun adam olmasının imkânsızlığı”
hususunda kararını kesinleştirmişti. Varılan
nokta, “Palestin’den adam çıkmaz!” kesinliğindeydi.
Bu sebeple İlahî tebliği Roma’ya çevirdiler. “Kutsal Kâse”yi de yanlarına alıp bir
kısmı Anadolu, diğer yarısı Güney Fransa
üstünden harekete geçtiler. Pompei gazabının etkisinin ruhlar üzerindeki zelzelesi,
Havariyun’un işini kolaylaştıracaktı. Onca
debdebesi ve gücüne rağmen Roma paganizmi zelzele vurgunuydu ve panik halindeki ruhlar Apollon’dan kaçıyorlardı. Şaşkınların aradıkları ise sakin bir ruh sığınağı,
bir damla lahutî iksirdi. Zira dudakları susuzluktan alev alev yangın yerine dönmüş
gibiydi. İşte o an sunuldu onlara “Kutsal
Kâse”deki iksir! İçtiler kana kana…
Roma başkenti, aristokrasisi ve onların
yakın çevresini oluşturan ve burjuvazinin
“zevk ve haz dünyası”na uyuşmadığı için
bu çevrede pek rağbet görmemiş ancak
imparatorluğun merkezden uzak derbeder bölgelerinde mer’i olan “bir hırka, bir
lokmacı”, yani ezoterik/gnostik Mitraizm,
Havariyun’un lahutî iksirini başkentten başlayarak zelzele vurgunu Sezar aristokrasisine, Latin burjuvazisine ve rejimden otlanan
eşrafına sunduğu anda kendisine biçilen
coğrafyadan kara bir yılan gibi doğruldu.
Şimdi ezelî kavganın bir kez daha mevsimi
kapıya dayanmıştı. Bunun üzerine Mitraizm ve Havariyun İsacılığı arasında hem
Anadolu, hem Roma arazisinde ölümcül bir
kavga başlamıştı. Bu kavga, ezelî iki inanç
sisteminin toslaşmasıydı. Bu toslaşmanın
sesi, arzda yaklaşık 120 bininci kez yankılanmaya başlamıştı ve birkaç yüz yıl berdevamdı…
BRAVEHEART’IN RUHU
Yusuf Kemal Bozok
“Düşmanına benze ve
damarlarına sız!”
Roma arazisindeki Hak-batıl mücadelesinin ilk raundunu Orta Avrupa dolaylarında Havariyun anlayışı kazandı. Bölgeden
Arius diye bir adam çıktı, Havariyun inancından kendi adıyla bir başka imanın temelini attı: “Ariusçuluk”.
Dinler tarihi uzmanlarının bazılarının
“monoteist/tek tanrıcı”, bazılarının “politeist” olarak izaha çalıştığı Ariusçuluğun üzerinde henüz bir fikir birliği oluşmuş olmaması durumu, tartışmalı zeminde tutulmaya
devam etmektedir. “Ancak” deyip şahsî izahımızı yapmaya çalışalım…
Arius, bizzat Havariyun veya onları gören
ya da görenleri görenlerle teması sebebiyle
“özgün” İsacılığa oldukça yakın bir imanın
temellerini atmış olmalı. O sırada Kavimler
Göçü nedeniyle Hindistan’dan yola çıkmış
olan Tötonlar, Avrupa’nın kuzeydoğusundan giriş yapmışlardı. Somutlaşmış ilahlarını anayurt Hintland’da bırakıp inandıklarının imajıyla uzun bir yol kat eden Töton grupları, boydan boya Hint ve İran’ın
coğrafyasına hâkim durumdaki Mitracılığı
nefeslene nefeslene geçmişlerdi. Akabinde
Kafkas geçidinden girilen Karadeniz’in kuzeyindeki İskitya vardı ve bu coğrafya, ezoterik imanıyla ünlüydü.
Ezoterik insanların arazisini kat etmiş
göçmen Tötonların beyinleri, bu zorlu
yolculuğun etkisiyle kısmen silinmişti. Bu
yalınkatlığı yaşadıkları sırada “vurduğu
yerden ses getiren” Atilla budunuyla temas
etmişlerdi. Orta Asya göçerlerinin beyni
ise beyaz bir sayfayı andıran çocuk saflığındaydı. Tötonlar, yıllar sonra Orta Avrupa’ya
indiklerinde, peşlerindeki Orta Asyalılara
benzemişlerdi. Bu sebeple baş düşmanları
Atilla’ya hayranlıklarını “dejbeng”lerinin
iki telli sazlarıyla “Nebelungen Destanı”nda
dile getiriyorlardı. Şimdi Tötonların karşılarında “Megaloman Roma” vardı ve
“Jüpiter’in kulları”, kendileriyle Atilla Hunlarını aynı kavramla etiketliyordu: “Barbarlar”. (Hatta daha kötüsü, “dinsiz vahşiler/
Godlos Kanaken”.)
“Dinsiz vahşiler” yakıştırmasından rahatsız olarak kendilerince kötü bir anlam
çıkaran Tötonlar, izansız kompleksle barbarlıktan kurtulmak için bir yol aramaya
başladılar. Hint kıtasından başlayan ve Orta
Avrupa’da sonlanan uzun ve yorucu yolcu-
luk esnasında körelen inanma ihtiyaçlarını
karşılamak için “yeni bir tanrı şehveti” duydular ruh köklerinde. İşte Arius ile temasları
bu şekilde oldu. Kısa bir süre içerisinde tüm
Tötonlar Ariusçuydu artık. Bundan böyle
Roma mütekebbirleri, kendilerine “dinsiz
barbarlar” diyemeyeceklerdi. Her ne kadar
babayiğitliği karşısında şapka çıkarsalar ve
adına destanlar dizseler de Hunlardan onlara neydi ki? Hiç! Pekâlâ dinsiz barbar yakıştırması Atilla’nın üzerinde kalabilirdi, elhak yakışırdı da. Orta Asyalılar hem barbar,
hem de dinsizdiler.
Bu sırada Roma’da yıllarca imparatorluğun çevresinde dolanan “lokmacı-hırkacı”
Mitra, nihayet Pompei gazabını yaşayan
başkent ve yakın çevresine de sızmış ve kardeş Jüpiter dininin yerini almışken, kuzeyden sarkan Arius vurgunuyla sarsılmaktan
kurtulamamıştı. Bu Ariusçuluk da nereden
çıkmıştı şimdi? Özü “trinity/teslis” olan
Mitracılık, “tek tanrısı”yla kendisinin “üç
tanrısı”na meydan okuyan yeni düşmandan hiç hoşlanmamıştı. Böyle durumlarda
uyguladığı ve 120 bin kez başarılı olduğu
“S planı”nın parşömenlerini tozlu raflardan
indirip masaya serdi: Mitracı rahipler, meymenetlerini değiştirip dini bütün Arius keşişleri kimliğiyle Ariusçuluğa “sızacaklardı”.
Zira ucu binlerce yıl öncesine uzanan “S”
planının özü, “Düşmanına benze ve damarlarına sız!” şeklinde özetlenebilirdi.
Ve Ariusçuluktan önce “Havariyunculuğun” içine sızıp “Augustinusçuluğu” formatladılar. Jupiter dininin taş tanrılarını
Milano Piskoposu Ambrosius’un en sadık
ve zeki öğrencisi Augustinus’un öğretisinde
“Christ”ik azizler şekline sokup Roma halkını kolayca Augustinusçu yaptılar. Sonra
Augustinus misyonerleri, tebdil-i kıyafet
edip Ariusçuların arasına sızdılar. Bu durakta her iki taraf da İsa Mesih’e inanıyordu.
Aradaki fark, Ariusçuluğun İseviliği monoteist, Augustinusçuluğun ise politeistti.
Aradaki farkı “sızıntı rahipleri”nin saygın
dindarlığı izale etti ve Arius bu dünyadan
göçtükten sonra takipçileri, farkında olmadan tek tanrılarını üçlemişlerdi. Sorun yoktu gayrı!
Medeniyet
getiren lejyonlar (!)
Burada bir evvele dönelim…
Ariusçuluğun bidayetinde yeni dinin tebliğcileri olan heyecanlı ozanlar, Avrupa’nın
dört bir yanına dağılmış ve bunlardan bir
kısmı, komşu adalara geçmişlerdi. Bu adaların en büyüğü ise Britanya’ydı. Orada da
misyoner ozanlar, Ariusçu ilahiler söyleyerek mazlumları kurtarmaya gelmiş veya
gelecek olan Mesih’ten söz ede ede seyahat
ediyorlardı.
Elbette Roma lejyonları, Britanya’ya Ariusçulardan çok önce gelmişlerdi. Adanın
eski halkı Keltlerdi. Kendi kabile inançları
ve yoksulluklarıyla mutlu bir hayat sürdüregelen Keltler, adalarını istila eden davetsiz
misafir lejyonerlerden hiç hoşlanmamışlardı. Zira “burnu bulut çizen Roma kalantorları”, bu ilkel Kelt ülkesine medeniyet götürme iddiasındaydılar ve kendilerini istilacı
değil, “medenileştirici” olarak görüyorlardı.
Bu, Tanrı Jüpiter’in kendilerine tevdi ettiği
kutsal bir vazifeydi.
O gün Keltya’da yaşananlar ve lejyon
anlayışı, günümüzde Batılı emperyalistlerin, kendilerince ilkel buldukları ülkelere
“demokrasi” götürme seferleri düzenlemelerinin kökeninin nereye kadar uzandığını
göstermesi bakımından manidardır.
Ancak ilkeli medenileştirmek o kadar da
kolay değildi. Latin planı doğrultusunda
“medenileşmek istemeyen” Keltler kuzeye
çekilirken, Romalı lejyonlar onları adım
adım takip etmişlerdi. Sonunda “cimri ilkeller” varıp yüksek dağlara dayandılar. Kelt
mazlumları, Buz denizi ile Roma cebabiresi
arasındaki bu yüksek ve karlı dağlara sığınmaktan başka bir çare bulamadı ve buz
vadilerinde izlerini kaybettirdiler. Keltlerin
adı artık İskoç, sığındıkları dağlar da “Highland” (Yüksek Ülke) idi. Bundan böyle derin ve saklı vadilerde gayda çalıp kendi dertlerine ağlama devri başlamıştı onlar için.
İşte bu yıllarda ulaştı onların yüksek ülkesine Ariusçu derviş ozanlar. Önerdikleri,
gelmesi çok yakın olan mazlumlar için Kurtarıcı Mesih idi. Kulağa hoş gelen bir sesti bu ve çok sürmemişti ki İskoç gaydaları
“Mesih/Kurtarıcı ilahileri” çalmaya başladı.
Ancak onların Mesih’inin bir diğer adı da
“Braveheart” (Cesur Yürek) idi.
Adada bunlar olurken, kıtada “Augustinus rahipleri projesi” başarılı olmuş ve “teslis”, Ariusçuluğa sızarak tevhidi üçlemişti
artık. Tanrı tahtında “Baba-Oğul-Kutsal
Ruh” oturuyordu tıpkı “Mitra, eşi ve oğlu”,
hatta tıpkı “Osiris, İsis ve Horus” misali.
“Sızma planı” bir kez daha başarılı olmuş
kasım 2014
77
haberajanda
Strateji
ve “dönüştürücü zafer” 120 bin emsalinin
arasındaki yerini almıştı. Lucifer bir bayram
daha katmıştı “Ölüler Kitabı” emvanterine.
Bununla birlikte barbarlar medenileşmiş ve
Romalı-Töton ayrımı kalkmıştı. Şimdilerde savaşçı Tötonlar, Roma ordusunda birer
birer askere alınıyordu. Roma ordusunun
Britanya lejyonu, Tötonların Ang ve Sakson
kabilelerinden müteşekkildi. Yani Highlanders, artık Anglo-Saksonlarla yüz yüzeydi. Onların Aslan Yürekli Richard’larının
“vasal”ı olarak yaşayacaklardı dağlarında İskoç Kralları -ya da beklenen kurtarıcı Cesur
Yürek’in oğulları-.
***
Şimdi günümüzden 307 yıl evveline gidiyoruz…
Angels ya da Anglo-Sakson kavramını
oluşturan Angların “terre”si, yani toprağı
veya ülkesi anlamındaki England’ın veya
Türkçe söylenişiyle İngiltere’nin kralı olan
“Uzun Bacaklı” lakaplı Edward’ın tahtta
olduğu yıldı 1280. Ta baştan beri saltanata kafa tutan “cimri İskoçlara” canı sıkılan
Uzun Bacaklı, nihayet harekete geçmişti. Başlattığı askerî harekâtla kısa sürede
İskoçya’nın epey bir bölümünü işgal etti ve
İskoç kralcıklarına önünde diz çöktürdü. Bu
arada Kelt klanlarından birinin liderliğini
yapan Wallace ailesinin ileri gelenlerini de
öldürmüştü.
Wallace Beyi’nin oğlu William, yurtdışında yaşayan amcasının yanındaydı ve orada yetişmişti. İngiltere Kralı’nın topraklarını
işgal ettiğini, babası ve ağabeyini öldürdüğünü duyunca ülkesine döndü. Sahipsiz kalan klanının başına geçti. Amacı mücadele
değil, çiftinde çubuğunda bir bey olarak
bağlılarını bir arada tutmaktı. Lakin bunu
başaramadı ve kaçınılmaz belaya bulaştı.
Uzun Bacaklı’nın askerleriyle zoraki bir
mücadeleye girişti Wallace. Sadık adamlarıyla sırt sırta verip çevredeki bazı İngiliz garnizonlarını dağıttı, hatta bir kaleyi
kralın elinden aldı. Onun kahramanlıkları
İskoç halkına cesaret vermişti. Bu cesaretle
ülkenin kuzeyi ayaklandı. Bu ayaklanmada
genel istek üzerine William Wallace, İskoç
ordusunun başına geçerek yapılan Stirling Savaşı’nda İngilizleri ağır bir yenilgiye
uğrattı. Lakin savaşın büyüğü arkadaydı.
Adı tarihe Falkirk Savaşı olarak geçen bu
karşılaşmada ne yazık ki İskoç soyluları
Wallace’ye ihanet ettiler ve bu ölüm kalım
kavgasının kaybına sebep oldular.
78
kasım 2014
Artık lakabı Braveheart (Cesur Yürek)
olan William tutsaktı. Londra’ya götürülen Cesur Yürek, orada yargılandı ve şehrin
meydanında işkenceyle idam edildi.
Cesur Yürek’in idamından iki yıl sonra,
Kral Uzun Bacaklı Edward da öldü. Ancak
onun, Cesur Yürek’in ülkesindeki haksız işgali süregeldi ta zamanımıza kadar.
İskoç Mesih’inin ruhu
Vakit erişti, nihayet “İllallah!” dedi İskoç
klanları ve “zamanın Uzun Bacaklı ya da
Uzun Elli’si” sayılan Kraliçe’den özgürlüklerini istedi. Eylül 2004’te yapılan referandumda kurtuluşa “6” kaldı. Yüzde 55’e karşı
45’lik oy oranıyla nihaî hedefe ramak kaldı.
Majeste, olmaz iki vaat ve yalvar yakarla
zor çevirdi adını cimriye çıkardığı Yüksek
Ülke’nin kilt etek giyinen dağlılarını. Bu,
birinci raunttu. Ancak bunun arkası kesilmeyecek ve kanaatimizce 2025 tarihine
varmadan dünya haritasında yeni bir devlet
daha doğacak: “Keltland”. Maalesef müstakbel ülkenin adını “Keltland” şeklinde
ve yarı İngilizce olarak yazdık, zira zavallı
Keltler anadillerini unutalı yüzyıllar oldu.
Onlar da diğer sömürgeler gibi İngilizce tekellüm ediyorlar.
Vakit erişti, İskoç Mesih’i Breavheart’ın
önce ruhu geldi ve Buckhingam Sarayı’nın
kapısını tam 45 kere vurdu. Bu neden
önemli?
“Haşa!” deyip nahoş bir cümleyle gireyim
konunun bu bölümüne…
İnsanların kaderini Yaratan yazıyorsa, milletlerin kaderine de MI6’nın derin
mahfellerinin soğukkanlı kâtipleri hâkim.
Ta bu kadar! Siz Ortadoğu’da Amerika ya
da diğerleri mi var sanıyorsunuz? Amerika
bir illüzyon, Majeste’nin kendisinin hedef
olmaktan çıkarmak için dünyanın gözüne
dayadığı bir sahte imaj… Washington’un
bir tür başbakanı olan Presidentlerinin
bağlı olduğu Kral ya da Kraliçe, Londra’da
oturuyor tıpkı Kanada, Avusturalya, Yeni
Zelanda, Güney Afrika ve diğer Commanwelt ülkeleri gibi. Soğukkanlı bir sürüngen
gibi derin dünya eliyle insanlığa yön veren
Majeste, ortağı Siyonistlerle her zaman sarı
saman altında akmaya devam ediyor. Sözünü ettiğimiz bu yönetim “adaletle” olsa bir
şey diyeceğimiz yok. Lakin her şey daha çok
fitne, daha fazla fesat… Tüm planlar bunun
üzerine kurulu.
O halde insanlığın derhal bu “kalp ve
kötü kader yazıcıları”ndan kurtulması gerekiyor. Peki, nasıl?
“Nasıl?”, zor bir soru. Bunun gerçekleşmesinin tek yolu, canavarın elini kolunu budamak değil, beynini dağıtmak. İşte
İskoçya’ya yüzyıllar sonra dönen Cesur
Yürek’in ruhu bunu başaracak!
Anlatılır ki, Hz. Süleyman cinlere hükmeder ve onları ağır işlerini yaptırmakta
kullanırmış. Davutoğlu, son işini yaptırıyormuş dumansız ateş amelelerine ve bu
yapılan, onun, babasından vasiyet olarak
devraldığı dinin en büyük eseri “Salamon
Mabedi” imiş; inşaat kan ter içinde ilerliyormuş yıllardan beri. Cinler yorgun ve bıkkın
halde “Şu Süleyman’dan bir kurtulsak…”
diyorlarmış. Lakin öyle korkuyorlarmış ki
Cihangir Peygamber Kral’dan, bırakın kurtulmayı, tuvalet yalanıyla kaytaramıyorlarmış bile, gece gündüz demeden harıl harıl
ter döküyor ve ünlü mabedi inşa etmeye devam ediyorlarmış. Çoğu zaman Süleyman
Aleyhisselam da inşaat sahasındaymış; kendisi için kurulmuş kameriyenin gölgesinde,
asasına dayanmış, amelelerini izliyormuş.
Cinler, üzerlerindeki gözlerin korkusuyla ha
bire koşuşturuyorlarmış ter içinde.
Kıssa bu ya, aradan tam yüz yıl geçmiş,
Süleyman son ziyaretini uzattıkça uzatmış
ve sabit bakışlarla cinlerin çalışmasını izlemiş, izlemiş… Ve bir an gelmiş, elindeki asa
unufak olmuş. Peygamber Kral olduğu yere
yığılıp kalmış. Cinler bir süre daha çalışmaya devam etmişler. Bu arada korku dolu
gözlerle “Patron”un ayağa kalkacağı anı
bekliyorlarmış. Lakin aradan epey zaman
geçmesine rağmen Süleyman’dan ses seda
yokmuş. Cinnilerden bir ifrit, korka korka
kameriyeye yaklaşmış. O zaman anlamış
Hazret’in öldüğünü. Bu değilmiş ifriti çırpındıran, meğer Peygamber ruhunu teslim
edeli onlarca sene olmamış mı?!
Onu ayakta tutan şey ise elindeki asaymış.
Ancak asaya giren bir kurtçuk, ağaç dalını
yıllardan beri kemirmekteymiş. Sonunda
içi boşalan asa, üzerindeki yükü taşıyamayacak hale gelince paramparça olmuş. Buna
bağlı olarak Süleyman Peygamber’in cesedi,
ayakta duracak destekten yoksun kaldığı
için yere yuvarlanmış. Bu arada zavallı cinler
de yıllarını “Patron yaşıyor” zannıyla korku
içinde geçirmiş ve ölümüne çalışmaya devam etmişler…
Gelelim kıssadan hisseye…
BRAVEHEART’IN RUHU
Yusuf Kemal Bozok
Yukarıdaki hikâyedeki Peygamber ile
fitnenin karanlık gücü Majeste ve avanesini benzetme densizliğinden Rahman’a
sığınırım. Ancak Majeste’yi ayakta tutan
asa da çürümüş durumda ve “İskoç kurtçuğu” son ısırığı yapmaya hazırlanıyor. Son
ısırık, Keltlerin kurtuluşuna vesile olacak.
Nemrut’u kulağına kaçan sinek nasıl yok
ettiyse, Majeste’yi de beynindeki “cimri
kurtçuk” bitirecek, hem de önümüzdeki 10
yılın içinde. Bunu çoktan hak etmişti, ancak kısmet bu yüzyılın ilk çeyreğineymiş.
Hayırlısı…
E Majeste Hazretleri, bu gidişin bir finali olacaktı elbette! Peygamberler diyarı
Ortadoğu’yu ve dünyanın dört bir yanını
cadı kazanına döndürmenin bir sonu ve
bedeli olacaktı mutlaka, yoksa bu zulüm
nereye kadar? Zalimin eli “Gayretullah”a ha
dokundu, ha dokunacak…
Hoş geldin
Cesur Yürek’in ruhu!
Bitmedi… Cesur Yürek’in ruhu sadece
Majeste’nin ülkesine “kayış attırmakla” kalmayacak tabiî, zalimlikte Londra’yla yarışan
diğer Tötonik üs olan Avrupa’nın da ipi
koptu kopacak. Baksanıza Katalanlar, Basklar, Sicilyalılar, Normanyanlar, Bavyeralılar
yeni devletlerinin planlarını uygulamaya
sokmak üzereler. Küçük kıtanın dört bir
yanı kıpır kıpır kaynıyor. Kurtçuklar, asaları
kemirme işlemini tamamladı, tamamlayacak. Majestik derinlik ve derin cebabireyi
Ortadoğu’nun üzerine yıkmaya çalıştıkları
yapay 3. Dünya Savaşı da kurtaramayacak
gibi duruyor. Yılanın deliğine elini bir kez
atıp sokulan Osmanlı’nın torunları ikinci
kez sokulmamayı başarırlarsa, insanlık mutlu sona ulaşacak. Bunu geri dönen iki ruh
başaracak: Braveheart ve Abdulhamid’in
ruhları...
Son söz
“Bizim köyün bilgeleri” demişler ki vakti zamanında, “İtme elin kapısın el ucuyla,
iterler kapını omuz gücüyle”. Harika bir söz
değil mi? Ey Tötonik tiranlar! Bu söz sizin
için söylenmiş sanki. Siz derin yapılarınızda
Ortadoğu haritalarını “kırpıp kırpıp yıldız
yaparken”, kendi haritalarınız paramparça
olacak haberiniz yok. Zaten olmasın da...
Siz bilmezsiniz, ancak biz biliriz Ebu Cehil
diye bir benzerinizin kendi kazdığı kuyuya
düştüğünü. Ölüm de bir kör kuyuda yakala-
ARİUSÇULUKTAN ÖNCE “HAVARİYUNCULUĞUN” İÇİNE SIZIP “AUGUSTİNUSÇULUĞU” FORMATLADILAR. JUPİTER DİNİNİN TAŞ TANRILARINI
MİLANO PİSKOPOSU AMBROSİUS’UN EN SADIK VE ZEKİ ÖĞRENCİSİ
AUGUSTİNUS’UN ÖĞRETİSİNDE “CHRİST”İK AZİZLER ŞEKLİNE SOKUP
ROMA HALKINI KOLAYCA AUGUSTİNUSÇU YAPTILAR. SONRA AUGUSTİNUS MİSYONERLERİ, TEBDİL-İ KIYAFET EDİP ARİUSÇULARIN ARASINA
SIZDILAR. BU DURAKTA HER İKİ TARAF DA İSA MESİH’E İNANIYORDU.
ARADAKİ FARK, ARİUSÇULUĞUN İSEVİLİĞİ MONOTEİST, AUGUSTİNUSÇULUĞUN İSE POLİTEİSTTİ. ARADAKİ FARKI “SIZINTI RAHİPLERİ”NİN SAYGIN
DİNDARLIĞI İZALE ETTİ VE ARİUS BU DÜNYADAN GÖÇTÜKTEN SONRA
TAKİPÇİLERİ, FARKINDA OLMADAN TEK TANRILARINI ÜÇLEMİŞLERDİ.
mıştı o karanlık eşdeşinizi, Bedir kuyusunda.
Efendiler Efendisi o kör kuyuya eğilip
seslenmişti: “Şimdi anladınız mı gerçeği?”
Galiba has arkadaş Ömer merak etmiş
olacak ki, “Seni duyarlar mı ya Resulallah?”şeklinde sormuştu. Aldığı cevap deh-
şet vericiydi: “Sizden daha acı şekilde…
Sağlıklarında duyamayacakları kadar…”
Galiba “kalbi mühürlenmiş” cebabire,
kendisine ne söylenirse söylensin sağlığında duymuyor. Zira onları cehennem bekliyor! (Allahualem!)
kasım 2014
79
haberajanda
Strataji
Bugün Alman futbol
takımına
“Panzerler”
deniyorsa, bunda
Guderian’ın
Leopar tanklarının manevra
ve atış kabiliyetinin becerisine atıfta
bulunuluyor.
Almanya olmasa, bugün
AB diye bir
beraberlikten
kim söz edebilir? Bizim
burada esas
sormamız
gereken soru
aslında şu: Bu
adamlar neden son on yıldır Türkiye ile
uğraşıyorlar?
Neden medya
dünyasından,
özellikle Doğan Grubu ile
içli dışlı kendilerine ortaklar
arıyorlar? Neden Güneydoğu Anadolu’da
ajanları cirit
atıyor? Neden
Gezi olayları
sırasında rol
çalıyorlar? Neden Türkiye’yi
AB’ye kabul
etmemek için
bin dereden su
getiriyorlar?
(Ve en önemlisi:) Müslümanlardan
neden bu denli
nefret etmeye
başladılar?
80
kasım 2014
ALMAN-SOVYET
Barbarossa Ha
S
AVAŞ dediğiniz “Ha!” deyince olmuyor, önce
olgunlaşıyor, sonra pişiyor, sonra da oturup
hep birlikte afiyetle yiyoruz. İçinde yaşayanlar
elbette “dünya savaşı” tanımlamaları yapmıyor, bunu her şey olup bittikten sonra, yıkımların şiddetine göre tarihçiler belirliyor.
SAVAŞI
rekâtı
Murat İlkter
[email protected]
>> Savaşların “kelebek etkisi”, dünyanın
her tarafında açlık, yokluk, sefalet ve göçlere
sebebiyet veriyor. Savaşlardan korunmak istiyorsak, işte bu yıkım zamanlarını tekrar tekrar incelemek ve buna göre önlemler almak
elzem oluyor. Benim ana tezim şu: Dünyada
barışa ve hakça paylaşıma yol açacak nesiller
yetiştirmedikçe bu barbarlıklar son bulacak
gibi görünmüyor.
Son yüzyıla bakılırsa insanlık iyice
merhametini kaybetti. Sadece II. Harb-i
Umumiye’nin melhamesi 40-50 milyon,
mecruf olanların ise sayısı meçhul. Bu öyle
bir azgınlık ve doymazlık ki, birinci ile ikinci arasında geçen süre sadece 21 yıl. Garip
olansa birincinin kaybedenleri ile ikincinin
kazananları hemen hemen aynı. Demek ki
idealleri belirleyenlerden biri de tarihî hafıza.
Bu öyle bir hafıza ki, sürekli canlı tutulmaya
çalışılır ve vuruşun zamanı kollanır. Zamanlama sebepler üretilerek gerçekleştirilirken
işgale dair meşruiyetler üretilir. Çünkü tarih,
aynı zamanda mağlupları haksız kılar, kaybedenlerin haline kimse bakmaz.
Bugün ABD Irak’ı işgal ederken, ölümleri
bırakın, Arap yarımadasında 1 buçuk milyon
dul kalmış kadının fahişelik yapmasına ya da
Suriye’den göç eden 5 milyona yakın insan
evladına insan hakları havarisi kesilmişler
bakıyorlar mı? Onlar sadece göçleri durdurmanın hesabıyla uğraşıyor, Afrika kıtasından
kalkıp iki dilim ekmek peşinde döküntü teknelere doldurulan bu insanları Ege, Akdeniz,
Karadeniz ve Adriyatik’te denize dökmenin
yollarını arıyorlar. Cidal, sadece ekonomik,
siyasî ve fizikî sınırları değiştirmiyor görüldüğü gibi.
Hafızalara ricat
I. Harb-i Umumiye bitişinde dört imparatorluk yıkılmıştı. Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Rusya tası tarağı tarih
sahnesinden büyük bedeller ödeyerek topladılar. Tabiî yıkılmakla kalsalar iyi, toprak
kayıplarının yanında gecekondu devletleri de
ortalığı kapladı. O coğrafyalar hâlâ birer mücadele sahası ve sanki sonsuza kadar da böyle
sürecek gibi görünüyor.
Bunları düşünürken kafamı kurcalayan
bazı sorular oldu. Osmanlı, Mondros ve Sevr
ile kıskaca tıkıldı, ordusu lağvedildi ve dünya
kadar toprak kaybetmenin yanında ağır savaş tazminatlarına uğradı ki bunları ancak
1950’lerde bitirebildik. Lozan’ı yere göğe
sığdıramıyorlar ya hani, Lozan’ın şartlarından biriyle Türkiye’nin, Avrupa kıtasındaki
topraklarında, sahile 30 kilometreye kadar
hiçbir asker ve kıyı koruma birliği bulundurulmayacağı şartlara bağlandı. İğneada-Boğaz arasında hiçbir askerî tesisin olmamasının sebebi budur. Üçüncü havaalanı projesine
İngiltere ve Almanya’nın çemkirmesinin sebebi de sanırım anlaşılmıştır.
Bunun yanında, Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlılardan kazandığımız savaş tazminatlarını da alamadığımız gibi, Irak’taki petrol
gelirlerimizden de “gıdım” yararlanamadık.
Borcuna sadık, güvenilir devlet olmanın bedeli böyle bir şey olsa gerek.
Bismarck’tan Weimar’a
İşte o Almanya da aynı şekilde kıskaca
alındı. Savaşı bizden altı ay sonra bırakıp antlaşmaya mecbur kaldılar. 10 Ocak 1920’de,
Fransa’da, bir vagonda imzalanan bu anlaşmanın adı, Versay Barış Antlaşması idi. Almanların ihanet olarak gördükleri bu antlaşmanın sonuçları en az bizimki kadar ağırdı.
Almanya savaşın dışında olan Danimarka’ya
bile toprak kaybederken, kendisinden koparılarak kurulan Çekoslavakya ve Polonya gibi
iki devletle tanıştı. Almanya, Avusturya ile
birleşmemeyi de vaat ediyordu. Aynı zamanda donanmasını itilaf kuvvetlerine teslim
ediyordu.
Yalnız Germenler, bu zokayı yutacak kadar saf değildiler. Ne yaptılar ettiler, bir yolunu buldular ve İtalya’nın Rapallo kasabasında Bolşeviklerle oturup şu kararı aldılar:
“Savaş tazminatları ödenmeyecek. Rusya ile
Almanya ekonomik, ticarî ve diplomatik bir
beraberlik içinde hareket edecek, savaşın pürüzlerini gidermenin yolları bulunacak.”
Savaş öncesi Rusya
Sovyetler, savaş öncesi tüm büyük devletlerin yaptığı gibi önce iç düşmanları ayıklamakla işe başladı. Ne kadar hinterlandı varsa,
“devlet düşmanı” saydıklarının hemen hepsini vagonlara doldurup Sibirya’ya sürgüne
gönderdi.
Biz bu sürgünün sadece Kırım Tatarlarına
yapılan kısmını biliriz. Hâlbuki 1941 yılının
13 Haziran’ında, yani savaş başlamadan dokuz gün önce sınır güvenliği için özel olarak
görevlendirilmiş Sovyet Güvenlik Örgütü
tarafından Baltık bölgesinden 15 bin Estonyalı, 15 bin 600 Letonyalı ve 32 bin 600 Litvanyalıyı sürgün ettiler. Bugün bu milletlerin
ayrı birer devleti var ise ve AB’ye alınmak
için kıvranıyorlarsa, hafızalarında hâlâ bu
sürgünün izlerini taşımalarındandır. Polonya
da aynen bunlar gibidir, Çek ve Slovaklar da.
kasım 2014
81
haberajanda
Strataji
Skoda fabrikasını biz çarpık bacaklı kamyonetlerinden biliriz. Almanların Çekler
üzerindeki etkisi o kadar fazladır ki, Hitler,
“Ruslara artık silah satmayacaksınız” dediğinde anında yerine getirmişlerdir. Skoda
fabrikası, işe en önce silah üretmekle başlamıştır. Bugün ise dünyada birçok kişi Volkswagen-Skoda ortaklığının ürettiği arabalara binmektedir.
Çarlık Rusya’sı,
1917’de Bolşevik İhtilali ile
yıkıldığında neler olmuştu?
Bize öğretilen ancak şu kadardır: “İhtilal
olunca Rusya savaştan çekildi, biz de bunu
fırsat bilerek Kafkaslara elimizi kolumuzu
sallayarak indik. Kars, Batum, Ardahan,
hatta Bakü’yü bundan dolayı ele geçirdik.”
Hâlbuki Rus askerleri cepheleri boşaltmış,
ortada ne bir otorite, ne de bir kumanda
merkezi kalmıştı. Beyaz Ruslar ile Bolşevikler birbirini yemeye başlamış (1917-1922),
iç savaş çıkmıştı.
Bolşevik İhtilali, ilk Lenin’in memleketinde patladı. Petersburg tam bir işçi kentiydi. Bolşevikler Moskova’yı ele geçirdiklerinde ancak Rusya’nın altıda birine sahiptiler
ve Çarlık ordusu da burunlarının dibindeydi. Stalin de işte bu politik cephe komiserlerinden biriydi, sonunda tüm Rusya’ya
hâkim oldu; vesayeti yaratan ordu olduğu
için de mücadele hiç bitmedi. Sovyet siste-
minin bu denli istihbarat ve istibdada yatkın
olmasının sebeplerinden biri de budur.
Stalin’in tarım kolektivizmi nedeniyle
büyük çiftlikler ortadan kalkmış olduğundan yeterince tarım yapılamıyordu. Rusya
açtı, Almanya’da ise 6 milyon işsiz sistemi
zorluyordu.
Bu anlaşma şartları içinde askeri anlaşmalar var mıydı bilinmez, bugüne kadar
ortaya çıkmadı. Lenin’in kankası olan Karl
Ratek, Kızıl Ordu ile o zamanlar Alman
ordusunun adı olan “Reichswehr” arasında
imzalanan Rapallo Anlaşması’nın mimarı
olarak tarihe geçti.
İvanlar bizdeki gelişmeyi (!) görmüş olmalılar ki, yeniden organize ettikleri ordularını Alman subaylarının denetimine geçirterek çok kötü olan savaş endüstrilerini
Almanların yardımı ile kurmanın hesaplarını yapıyorlardı. Hesap tuttu, hatta anlaşma
o kadar ileriye vardı ki Almanya’daki askerî
okullarda Alman ve Rus subayları, üstatlarının savaş taktiklerini birlikte öğreniyorlardı.
Reichwehr’in Versay Antlaşması ile
Almanya’da yapılması yasaklanan silahlara
ve bu silahlara ait eğitim yapabilmek için
uygulama alanlarına ihtiyacı vardı. İşte bu
esasa dayalı olarak Kızıl Ordu ile Reichwehr arasında bir sıra “gizli” anlaşma imzalandı. Peki, bu kadar malzeme nereden sağlandı? İnanmayacaksınız ama hepsi Baltık
Lozan’ı yere göğe sığdıramıyorlar ya hani, Lozan’ın şartlarından biriyle Türkiye’nin, Avrupa kıtasındaki topraklarında, sahile 30
kilometreye kadar hiçbir asker ve kıyı koruma birliği bulundurulmayacağı şartlara bağlandı. İğneada-Boğaz arasında hiçbir askerî tesisin
olmamasının sebebi budur. Üçüncü havaalanı projesine İngiltere ve
Almanya’nın çemkirmesinin sebebi de sanırım anlaşılmıştır.
Denizi’nden yelkenlilerle taşındı. Bu özel
programlarda uçaklar, tanklar, uçak bombaları ile kimyasal savaş malzemelerinden başka denizaltı gibi, Versay Antlaşması’na göre
Almanya’da üretilmesi yasaklanmış bütün
silahların üretilmesi amaçlanıyordu.
Kızıl Ordu’nun kulisteki büyük oyunlarını yazmakta üstat olan Amerikalı Geofrey
Bailey, “Komplocular ve Rusya” adlı kitabında bu konuda bakın neler söylüyor: “1924
yılında, Moskova’nın ön şehri olan Fili’deki
Junkers fabrikası, tümü metalden yüzlerce
uçak yapmıştır. Leningrad-Tula ile Salatoust’daki Çarlık fabrikaları onarılıp modernize edilerek her yıl 300 bin ton mermi ile
bomba, Trotzak’daki (bugün Krasnogwardeisk) Bersol fabrikasında zehirli gazlar,
Leningrad ile Nikolajew tersanelerinde ise
denizaltılar ve zırhlılar tezgâhlanarak denize
indiriliyordu.”
1926 yılında Alman ordusunun bütçesinin neredeyse üçte biri kadar (150 milyon)
Reich Mark’ın üstünde bir para ile silah ve
cephane almak için USSR’nin kasaları dolduruluyor ve dünyanın bundan zerre haberi
olmuyordu.
Yasaklanan savaş malzemelerinin üretilmesi, işin sadece bir yönüydü. Bir de bunların eğitimi, denenmesi ve ortak silahlı
kuvvetlerin operasyon yapması gerekiyordu.
Sovyetler Birliği adeta Reichwehr’in bir
deneme alanı haline gelmişti. 1922-1930
yılları arasında yeniden kurulan Sovyet savaş endüstrisi de artık tıkır tıkır çalışmaya
başlamıştı ki Almanya’da Hitler iktidara
geldi…
Stalin’in artık bu ittifakı sürdürmeye niyeti olmadığı gibi, Sovyet ordusu içinde örgütlenmiş bir komita, iktidara darbe yapmanın
zamanını kollamaya başlamıştı. Bu komita,
Rusya’yı Almanlara peşkeş çekmekle suçlanıyordu. Başında ise Ordu Politik Komiseri
Gamarnik ile Genelkurmay Başkanı Tuhaçevski vardı. Başaramadılar…
Başaramadılar ve buna istinaden Stalin, dünyanın en gaddar adamlarından biri
haline geldi. Öyle bir katliama başlandı ki,
generallerin yüzde 90’ını, albayların yüzde
80’ini, beş mareşalin üçünü, 17 ordu komutanının 13’ünü, 57 kolordu komutanını,110
tümen komutanıyla 220 tugay komutanını
ve bazı kaynaklara göre 30, bazı kaynaklara
göre de 35 bin subayı müfrezeler tarafından
enselerinden kurşunlayarak infaz etti.
Bu olaydan tam 20 yıl sonra Nikita Kuruşçef, bizdeki Balkan Savaşı öncesi alaylı
82
kasım 2014
subayların tasfiyesi gibi Tuhaşevski Temizleme Hareketi’ni Kızıl Ordu’nun ilk yenilgi sebebi olarak açıklarken, aynı zamanda
Almanlarla yapılan antlaşmalarda yapılan
tahrifatları ortaya sererek Genelkurmay
Başkanı’na iade-i itibarda bulunuyordu.
Stalin, 1939 yılında, Hitler’in Polonya’ya
saldırısından tam üç ay sonra, küçücük bir
devlet olan Finlere saldırdığında başına geleceklerden habersizdi. 200 binlik Fin ordusu, 700 bin kişilik Bolşevik ordusunu komuta kademesinin beceriksizliğinden dolayı
hallaç pamuğu gibi attı. Bir Rus generali, bu
mağlubiyeti “Kazandığımız toprak, ancak
ölülerimizi gömmeye yetecek kadardı” diye
tanımlıyordu.
Barbarossa Harekâtı
Almanlar da zaten buna güveniyordu. 3
milyon 200 bin kişilik Alman ordusu, üç
kuvvete ayrılarak Kuzey Buz Denizi’nden
Karadeniz’e kadar bin 600 kilometrelik bir
cepheye yayıldı. Merkez ordusu Polonya
önünde mevzilendi ve tam Brest Litovsk
önünden başlayıp 2 bin 100 kilometre kat
ederek Moskova’yı alacaktı.
Kuzey ordusu tam Leningrad karşısında,
Güney ordusu ise Ukrayna ile birlikte Donetsk havzasından Stalingrad’a yürüyecekti.
Harekât planı “yıldırım”, ağırlık merkezi ise
ilk planda Smolenks. Karşılarında 4 milyon
7 bin Rus olacaktı. (Hitler o kadar askerî
doktrin okumuş, “Konvansiyonel savaşta taarruz edenin sayısı, savunana karşı üçte bir
oranında olmalıdır” kuralını nedense unutmuş, Alman ordusu, savaş 1944 yılında sona
erdiğinde ordusunun ancak üçte birini geri
götürebilmiştir. Rusya ise bitmek tükenmez
bilmez insan kaynaklarını askerî güce çevirerek millet-i müsellah tanımına giriyordu.)
Rus ordusu yeterince silah, mühimmat ve
cephaneden yoksun olduğu gibi, kendilerinin kurduğu tezgâhla komuta ve idareden
yoksun bir Rusya tahayyül ediyorlardı. Gerçekten öyle miydi peki? Rusya’nın bitmek
bilmeyen insan kaynakları ve inatçı savaşçıları karşısında Almanlar göz diktikleri tahıl
ambarlarını, Kafkas petrollerini, Donetsk
kömür madenlerini, birçok sanayi ve askerî
anlamdaki stratejik noktayı ele geçirdikleri
halde neden durmamışlardı?
Almanlar kazanacaklarından emindiler.
Rusya’nın politik kalbi olan Moskova’yı ele
geçirmek demek, hem ideolojilerinin yayılması, hem de komünizmin durdurulmasıyla
sonsuz bir güce sahip olmak demekti. Böy-
Stalin, 1939 yılında, Hitler’in Polonya’ya saldırısından tam üç ay
sonra, küçücük bir devlet olan Finlere saldırdığında başına geleceklerden habersizdi. 200 binlik Fin ordusu, 700 bin kişilik Bolşevik ordusunu komuta kademesinin beceriksizliğinden dolayı hallaç pamuğu
gibi attı. Bir Rus generali, bu mağlubiyeti “Kazandığımız toprak, ancak
ölülerimizi gömmeye yetecek kadardı” diye tanımlıyordu.
lece Batı cephesini de besleyebileceklerinin
hesabını yapmışlardı, öyle olmadı. General
Kar (!), hani şu bizim her kış tepemize yağan, onları tir tir titreterek oldukları yere
mıhladı. Kaderin garip cilvesi ki, Almanlar kendi elleriyle inşa ettikleri Rus savaş
endüstrisinin ürettiği T-26 hafif, Leningrad’daki Kolpiner fabrikasında üretilen
geniş paletli, kar kış dinlemeyen 60 tonluk
KW-1 ve KW-2’lere karşı artık hiçbir şey
yapamıyordu. İşin içine bir de üşümek bilmeyen ve Sibirya’dan getirdikleri Şaboraviak’ları katınca Almanların işi bitti.
Velhasıl…
Savaşları okumak, insana ayrı bir heyecan veriyor. Veriyor da savaşların böyle
hikâye edilecek kadar edebî bir yanı yok.
Kobani’deki savaşı da artık bu gözlerle izliyorum. II. Harb-i Umumiye’nin Almanya’sı
nasıl klasik saldırı konsepti olan “yıldırım
harekâtları” ile Fransa’nın düzgün şoselerinden saldırıya geçip ülkeyi gafil avladıysa,
IŞİD de Musul’u ve saldırdığı tüm bölgeleri bu konseptle avladı. Ne zaman ki iklim
şartları Almanların aleyhine değişti, direnç
merkezleri geliştikçe cepheleşmeye yol açtı
ve ardından da ricat başladı. Sonunda ilk
atılan yumruğun etkisi geçer geçmez, rakipler birleşip gereğini yaptı Leningrad önlerinde karşılarına çıkan İngiliz tankları gibi.
Hitler bu stratejileri
bilmez mi?
Hitler bu stratejileri bilir, hem de tüm
kurmay subayları bilir. Askerî doktrin der
ki, “İki cephede aynı anda savaşma. Cepheyi
mümkün olduğunca dar tut, taarruz ağırlık
noktasını doğru belirle ve içerideki muhaliflerden emin olmadığın sürece savaşa kalkışma. Düşmanı mümkün olduğunca tek merkezde toplamaya zorla ve topyekûn imha et!
Komutanlarını harekât planlarının içinde
tutarken, her türlü durumu göz önüne al
ve onları plan içerisinde inisiyatif sahibi
kıl! Meşruiyeti arttırmak için yanına mutlaka başka bir devlet al; hiçbir devlet veya
ordu her yerde güçlü değildir, bunu sakın
unutma! Savaşmak zorunda kalana kadar
sabret, yenilemeyecek ordu yoktur. Yeter ki
stratejini gerçekler üzerine kur, birliklerine
taşıyamayacak ve kaldıramayacakları görevler yükleme!”
Savaştan çıkan Almanya
Cümlenin devamı belli sanırım, hep sorulagelen şu durum: “Savaştan çıktığı halde, Almanya bu kadar kısa sürede nasıl bu
seviyeye geldi?” Cevabı aslında belli; birinci
savaştan çıkalı henüz 21 sene olmadan ikinci savaşta dünyanın en büyük ordusu ve en
güçlü devletlerinden biri nasıl olduysa öyle…
kasım 2014
83
haberajanda
Strataji
Devlet-millet beraberliği, disiplin ve
mühendislik altyapısının sağlam oluşu bu
sürekliliği kadim kılmaktadır. Düşünün ki,
Almanya’da yapılması yasak olan, Rusya
steplerinde yapılabiliyor. Rusya’nın buradaki katkısı “sadece taş ve toprak”. Lipeztk’te
o gün için dünyanın en modern ve gelişmiş
hava üssünü kuruyor, ilk avcı bombardıman
uçakları olan Jabo’ları üretiyorlar. Ardından bugün için F-16, 18 veya F-117 Stealt uçaklarının muadili olarak sayılabilecek
Stuka’ların altyapısı oluşturuluyor. Kazan’da
zırhlı birliklerin eğitimlerini yaptırıyorlar.
Bugün Alman futbol takımına “Panzerler” deniyorsa, bunda Guderian’ın Leopar
tanklarının manevra ve atış kabiliyetinin becerisine atıfta bulunuluyor. Almanya olmasa, bugün AB diye bir beraberlikten kim söz
edebilir? Bizim burada esas sormamız gereken soru aslında şu: Bu adamlar neden son
on yıldır Türkiye ile uğraşıyorlar? Neden
medya dünyasından, özellikle Doğan Grubu ile içli dışlı kendilerine ortaklar arıyorlar?
Neden Güneydoğu Anadolu’da ajanları cirit atıyor? Neden Gezi olayları sırasında rol
çalıyorlar? Neden Türkiye’yi AB’ye kabul
etmemek için bin dereden su getiriyorlar?
(Ve en önemlisi:) Müslümanlardan neden
bu denli nefret etmeye başladılar?
NOTLAR
Not 1: Barbarossa adı nereden geliyor? “Kızıl Sakal”
demek değil öncelikle; III. Haçlı Seferi’ne (1179-1181)
katılan ve Silifke dolaylarında Göksu’dan geçerken boğulan Almanya Kralı Friedrich Barbarossa’nın adından…
Not 2: Ruslar bu savaşta o güne kadar denenmemiş
silahlar ürettiler. Almanların alev toplarına karşı onların
buldukları silah, hepimizin yakından tanıdığı Molotolf
kokteylidir. Yakın savunma silahı olarak tanımlanan bu
silah, milislerin tanklara karşı çaresizlikten başvurduğu,
yapımı kolay bir silah olarak hâlâ kullanılmaktadır.
Not 3: Yine Ruslar, o günkü koşullarda Almanların “Stalin Orgu”, Rusların ise “Katyuşa” dedikleri bir roketatar
icat etmişlerdi. Seri halde gönderilen bu roketler havada
patlıyor ve özellikle taarruza geçen piyadelere şarapnel
etkisi yapıyordu. Bu silahı da anmamak olmazdı.
Not 4: Klasik askerî stratejik doktrinlerin üç üstadı
vardır ve bunlar, kurmay subay yetiştirmekte ders olarak okutulur: Moltke, Clausewist ve Ludendorff. Fakat
günümüzde savaş konseptleri değişmiş olup, konvansiyonel savaş yapanlara karşı artık daha çok terörizm
veya gerilla savaşı uygulanmaktadır. Bunun iki üstadı
da Lawrence ve Mao’dur. Dolayısıyla bugünün savaş
stratejilerini anlamak ve karşı koyma yöntemleri oluşturmak istiyorsak, bunların hepsini birlikte değerlendirmek gerekir.
Almanya Başbakanı Angela Merkel
84
kasım 2014
Kaynak
Çöpte bulunmuş bu kitap, Paul Carell’e aittir; “1945 Alman-Sovyet Savaşı: Barbarossa Harekâtı”. (1974 ikinci
basım, 1. cilt. -İkinci cildi elinizde varsa okumak isterim.-)
haberajanda
Analiz
Yahya Kurt
[email protected]
M
ESCİD-İ AKSA… Kader-i
İlahiyenin ismiyle müsemma kıldığı mahzun
ve garip mabet... Aksa “en
uzak, en son, nihayet” gibi
anlamlara geliyor. Müslümanların bugün Mescid-i
Aksa ile ilgili fikri, ruhî ve
fiilî hal-i nazarı dikkate
alındığında bu isimlendirme bir başka hüzün kaynağı oluyor.
Mescid-i Aksa, Kâinatın
Efendisi’nin “Ümmeti!
Ümmeti!” diye başını ilk
secdeye koyduğunda yöneldiği mukaddes mabet,
âlem-i İslam’ın ilk kıblegâhı,
Mu’cize-i Mi’rac’ın basamağı ve mukaddimesi, Allah’ın
Kur’an-ı Kerim’de çevresini
mübarek kıldığı mukaddes
mekân, Hz. Süleyman’ın
emaneti, Hz. Meryem’in
sığınağı, ecdadın mirası…
İşte bizim için bu
anlamları ifade eden bu
mukaddes mabedi, Akif’in
“Değmesin mabedimin
göğsüne namahrem
eli” diye ifade ettiği yeri
namahremin postalları
çiğnedi. Kutsallarımız
ayaklar altına alındı. Ve
Mescid-i Aksa ile birlikte
tüm Müslümanların
onuru ve vicdanı da o postallar altında ezildi. Peki,
İsrail denen terör devleti
neden böyle bir eylemde
bulundu? Bu cesareti
nereden aldı? Bu cüreti
kendinde nasıl buldu?
Aslında bunun birkaç
nedeni var. Birincisi, ataların söylediği o meşhur sözde: “Eceli gelen köpek cami
avlusuna pisler.” Fakat
meseleyi sadece bu söze
indirgemek, işin kolayına
kaçmak olur. Yahudi milleti gibi her şeyi planlayan,
asla başıboş ve rastgele bir
iş yapmayan bir milletin
Mescid-i Aksa’ya durup
dururken saldırmayacağını herkes bilir. O halde
asıl amaç ne? İsrail neden
böyle bir eylemde bulunma ihtiyacı hissetti?
Asıl amaç, Müslümanların kutsalları üzerinden
Müslümanları kışkırtıp
ortalığı karıştırmak, bu
karışıklık ve karmaşa
üzerinden IŞİD ile dünya
kamuoyunda oluşan
sözde “İslamî terör” algısını kendi lehine kullanmak, bu algı ile Filistin’in
özgürlüğü için mücadele
Bu meselenin
asıl sebebi…
ŞU BİR GERÇEK Kİ, Müslümanlar birbirinin kanını dökmeye ve parçalara bölünmeye devam ettikçe, iktisadî ve siyasî
meselelerde güçlü olmadıkça ve Müslümanlar için bir şey
yapmak isteyen insanlara engel olmayı sürdürdükçe Müslümanın iç savaş hali değişmeyecek; Mescid-i Aksa yine mahzun, yine mahkûm, yine garip olacak, biz Müslümanlara da
kala kala zillet kalacak!
eden oluşumları dünya
kamuoyu nezdinde terörist olarak algılatmak ve
de Filistin özgürlük mücadelesini itibarsızlaştırarak
vahşetlerine kılıf bulmak.
Diğer bir nokta ise
şu: “Özgür” Filistin’in
dünyada daha yüksek
sesle dillendirilmesi ve
özellikle Avrupalı devletler tarafından tanınması,
İsrail’in dengesini bozdu,
bu bir gerçek. Bu husus,
İsrail’in kontrolsüz saldırılarının altında yatan bir
başka neden.
Dünya siyasetini takip
eden herkes bilir ki, ABD
her zaman İsrail’in hamisi
olmuş ve İsrail her ne
yaparsa yapsın, ABD bunu
bir şekilde İsrail lehine
çevirmek için yoğun çaba
harcamıştır. Özellikle de
Amerika’da Cumhuriyetçilerin son dönemdeki
yükselişi İsrail’in iştahını
kabartıyor ve azgınlaştıkça azgınlaşıyor. Bu da
İsrail’in bu kadar fütursuz-
ca hareket etmesinin bir
diğer nedeni.
Fakat İsrail’in bu denli
ölçüsüz, başına buyruk,
hukuka muhalif ve bütün
kutsalları hiçe sayarak
davranmasının en büyük
nedeni, İslam dünyasının
içinde bulunduğu malum
durum. Müslümanlar gerek
bölgede, gerekse dünyada
büyük bir nüfusa sahip
olsalar da maalesef yeterli
bir nüfuza sahip değiller.
Başta İsrail’in yanı başındaki Müslüman devletleri
olmak üzere, dünyanın
hemen her yerinde Müslümanlar birbiriyle savaşıyor.
Buna bir de ekonomi,
ticaret, medya ve teknoloji
gibi hemen her alandaki
yeterli düzeye erişilememe
sorunu eklenince, İsrail
kafasına eseni, estiği gibi
yapıyor. İstediği yerlere
yeni yerleşim yerleri açıyor,
istediği bölgeye ambargo
uygulayıp bir açık hava
hapishanesine dönüştürüyor, istediği anda sivil
veya çocuk fark etmeksizin
bomba yağdırıyor, istediğini sorgusuz sualsiz tutukluyor ve istediği anda, tüm
dünyanın gözü önünde
“Müslümanların mescidi”ni
postallarıyla çiğniyor,
Kitabını yerlere atıyor, silah
kullanıyor, ateş açıyor…
İsrail bunları yaparken
Müslümanlar da boş durmuyor. Onlar da ellerine
birer silah alıp namluları
birbirlerine doğrultuyor
ve tetiğe basıyorlar. Müslüman coğrafya yine kan
gölü…
Şu bir gerçek ki, Müslümanlar birbirinin kanını
dökmeye ve parçalara bölünmeye devam ettikçe,
iktisadî ve siyasî meselelerde güçlü olmadıkça ve
Müslümanlar için bir şey
yapmak isteyen insanlara
engel olmayı sürdürdükçe
Müslümanın iç savaş hali
değişmeyecek; Mescid-i
Aksa yine mahzun, yine
mahkûm, yine garip olacak, biz Müslümanlara da
kala kala zillet kalacak!
kasım 2014
85
haberajanda
Toplum
Meşruiyetlerini
muhafazakârlık ve mağduriyet üzerinden kamusal alana
döndüren ve giderek de sayıları artan bu kişilerin ortak
noktası, yurtdışında eğitim
ve diploma almış olmalarıdır.
Aldıkları eğitim ve diplomanın ülkenin en tepesinde sağladığı imtiyazlı yer, çalıştıkları
konu ve araştırma alanlarının
ülkelerinin lehine olmamasıyla paraleldir. Hemen hiçbiri
yabancı ülkelerde yaptıkları
çalışmaları burada yayınlama
ya da yazma ve de konuşma
zaman diliminde değildir.
Çünkü ürettikleri veya hizmet ettikleri epistemin sahibi
ya da varlık alanı yurtdışıdır.
Bunun için, onların yaptıkları
her faaliyetin bir epistem olması münasebetiyle, bu epistem varlık alanına geri döner
ve huzura erer. Aksi durumda
bu epistem, başka bir varlık
alanı olan kendi ülkesinde
hastalıklara neden olur.
***
Mağduriyetin oluşturduğu
hissiyat, ağlayan ve belirsiz
bir yerlerde bırakılan, kendine yer bulamayan bir alan
oluşturmuştu. Bu durum
önce kendilerine imkân
sunulan, ardından da bu
imkânların her türlü pazarlığa açıldığı, alanların daraltıldığı bir süreci başlattı. Bütün
bu işlerin peşinde koşan ve
süreci kovalayan şebeke
istediğine de büyük oranda
ulaştı. Başörtü ve türban arasında gidip gelen politikalar,
doğrudan homojen gördüğü
alanı ikiye böldü ve kendi
içerisinde çatışan yeni bir
alan daha oluşmasına hizmet
etti. Böylece dış müdahalelerle mağduriyet yaşayanlar,
başörtü ve türban gerilimi
içerisinde, kendi içlerinde
yeni bir sıkıntılı süreci başlatmış oldular.
86
kasım 2014
Amerika ve İngil
Varın selam
Prof. Dr. Ahmet Taşğın
[email protected]
tere’den kalkan kuşlar!
söyleyin sılaya…
T
ÜRKİYE siyasî çevrelerinin yakın zamanda ihtiyaç duyduğu uluslararası tecrübesi olan ve dil bilen kadrolarından
oluşturulan istihdamın giderek artan katkısı göz doldurmaktadır. Uzun süreden beri uluslararası ilişkiler çerçevesinde eksikliği hissedilen insan kaynağı, ivedi ve etkili bir
şekilde ikmal edilmiş ve daha ileri bir noktada konunun parçaları ve ihtisas alanları dahi oluşturulmaya başlanmış görünmektedir.
>> İktidar çevrelerinin kadro ihtiyacının yanı sıra, öteden beri ülkede estirilen köşe kapmacalar içerisinde “türban” ile “başörtüsü” arasında gidip gelen
siyasî, kültürel, sosyal ve dinî oyunların
savurduğu azımsanamayacak bir kuşak
oluştu. Bu kuşak, gerisi ve ilerisi olmayan, “bin yıl etkisi sürecek” bir formatla
biçimlendirildi veya buna çabalandı. Bu
itelemenin sonucu dağılan zihin ve ruh
dünyalarının kurtuluşu olarak birçok
kişi yurtdışına eğitim görmeye gitti veya
gönderildi.
Yurtdışına gönderilip devletin ve
milletin sunduğu imkân ve emanet ettiği itimat ile her türlü pazarlığa oturan
kişiler, kendi ve ülke menfaatleri için
ellerinden geleni yaptılar. Giderek hızlanan, artan ve kabaran listeler içerisinde ülkenin umudunu, beklentilerini ve
cesaretini arttıracak proje ve çalışmalara
imza atacak evlatlarını beklediler ve halen de bekliyorlar. Amerika ve Avrupa
eğitim elçileri, kendi ülkelerinin acilen
çözüm bekleyen problemlerine farklı yön ve yerlerden gayret edip çözüm
üretecek çabaya girişecekler. Onlar da
hemen kollarını sıvayıp yüklendikleri
ülke gündeminin ağırlığı ile gittikleri
üniversitelerde büyük mesai harcamaya
başlamakta gecikmediler.
Konuya buradan başlama gayesi,
yurtdışı eğitimi ve burada eğitim almış
adamların kamu talebi, birbirleriyle dayanışması, ürettikleri politika, sundukları katkı, çözüm önerileri ve ülkenin
daralan alan ya da alanlarına ilişkin çabaları her vakit radyo, televizyon ve gazetelerdeki yazı, konuşma ve görüntülerle tekrarlanmasını ortaya koymaktır.
Saraydaki mümin,
“sepet” içinde geleni
tasdik eder
Her geçen gün kamuoyu, sürekli yenilenerek emniyet ve güven havzasında
tutulmakta mutlu, huzurlu ve müreffeh
günleri tamamlamaktadır. Meşruiyetlerini muhafazakârlık ve mağduriyet üzerinden kamusal alana döndüren ve giderek de sayıları artan bu kişilerin ortak
noktası, yurtdışında eğitim ve diploma
almış olmalarıdır. Aldıkları eğitim ve
diplomanın ülkenin en tepesinde sağladığı imtiyazlı yer, çalıştıkları konu ve
araştırma alanlarının ülkelerinin lehine
olmamasıyla paraleldir. Hemen hiçbiri
yabancı ülkelerde yaptıkları çalışmaları burada yayınlama ya da yazma ve
de konuşma zaman diliminde değildir.
Çünkü ürettikleri veya hizmet ettikleri
epistemin sahibi ya da varlık alanı yurtdışıdır. Bunun için, onların yaptıkları
kasım 2014
87
haberajanda
Toplum
Ülke içinde merak edilen husus, acaba büyük efendilerin icazetiyle ülke
yönetimine gelmiş siyaset adamlarının neden başörtüsü yasağı uyguladıklarıdır. Nasıl oldu da kendi yalanlarını böylesine acemice açık ettiler? Yalanlarını açık etmeleri hususunda efendileri kendilerine ne dedi
ya da onlardan neden vazgeçtiler? Bunların kendi ülkelerinde canilere
dönüşmelerine nasıl izin verdiler? Yoksa onlardan istenen bu muydu?
her faaliyetin bir epistem olması münasebetiyle, bu epistem varlık alanına geri döner
ve huzura erer. Aksi durumda bu epistem,
başka bir varlık alanı olan kendi ülkesinde
hastalıklara neden olur. Osmanlı’dan bu
yana bunun yüzlerce örneği görülmüş ve
şimdilerde kamunun ideolojik bütün aygıtlarını kontrol eden çevreler, varlık alanı ve
hastalık konusunda göz boyamakta ve hikmet sahibi kamuoyundan bunu kaçırmaktadır. Bilmeliler ki varlığın sahibi Rahman’dır
ve saraydaki mümin, “sepet” içinde geleni
tasdik etmektedir.
Doğal olarak müstemleke yeni bir formatla üzerinde hak sahibi olduğu coğraf-
88
kasım 2014
yayı yönlendirmek ve şekillendirmektedir.
Hem de bugün, üzerinde yaşadığı toprakların insanına her türlü ortamı hazırlayıp
kabul ettirerek ve sonucunu da elli yıl sonrasında anlaşılmak üzere kurgulamaktadır.
Ülke siyasî yapısının ve siyaset adamlarının
duyduğu ihtiyaç ile dünyaya bütün güçleriyle hücum edenlerin zafiyetleri üzerine
kurulu bir programa maruz kalmaktadır. Bu
topraklarda yaşayan insanlar, kendilerinin
de yaratıldığı toprağı hatırlatan ve Allah’a
kulluğun dışında bir amacı olmayanların
çocuklarıdırlar. Nefislerinin ve şeytanlarının
peşine düşen adamlar, hem yaratıldıkları
toprak, hem de ruhlarını üfleyene karşı va-
roluşsal bir meseleyle karşı karşıyadırlar.
Bu iki husus, Türkiye’nin Osmanlı’dan
devraldığı bir programın parçasına dönüşmüştür. Bunun için gelişmiş ülkelerde eğitim macerasının bir parçası, daha geniş bir
alanın dilimleri olarak hizmet görmektedir.
Yurtdışına giden veya gönderilen kişilerin
hangi çerçevede ve nasıl gönderildikleri
hususu her daim tartışıldı ve yine de tartışılmaya devam edecektir. Çünkü yurtdışına gönderilme gerekçeleri ile geri dönüşün
sağladığı donanım arasında bir türlü kapanmayan, kimi zaman da giderek mesafesi
açılan tuhaf, belirsiz ve anlaşılmaz bir boşluk
oluşmaktadır. Ya da gönderilme gerekçeleri,
bir ideal olarak gönderenlerin kendilerini
kutsadığı ve kutsanmayı arzuladıkları bir
söylem olarak iş görürken, giden veya geri
dönenlerin haline ilişkin bir amacı bulunmamaktadır.
Bir başka açıklama yolu da haddizatında
bütün bunların hepsi bir yalan ve yalana
inanmanın oluşturduğu bir gerçekle herkes
avunmakta ve umutlanmaktadır. Doğal ola-
Prof. Dr. Ahmet Taşğın
rak sonu gelmeyen hazırlıklar, söylevler, sürekli yeni gidenler ve gelenler etrafında ciddi
bir hareketlilik sağlanmaktadır.
Kendi yalanlarını açık
eden acemiler
Bir diğer husus ise türban ve başörtüsü
etrafında şekillenmektedir. Mağduriyetin
oluşturduğu hissiyat, ağlayan ve belirsiz
bir yerlerde bırakılan, kendine yer bulamayan bir alan oluşturmuştu. Bu durum önce
kendilerine imkân sunulan, ardından da bu
imkânların her türlü pazarlığa açıldığı, alanların daraltıldığı bir süreci başlattı. Bütün
bu işlerin peşinde koşan ve süreci kovalayan
şebeke istediğine de büyük oranda ulaştı.
Başörtü ve türban arasında gidip gelen politikalar, doğrudan homojen gördüğü alanı
ikiye böldü ve kendi içerisinde çatışan yeni
bir alan daha oluşmasına hizmet etti. Böylece dış müdahalelerle mağduriyet yaşayanlar,
başörtü ve türban gerilimi içerisinde, kendi
içlerinde yeni bir sıkıntılı süreci başlatmış
oldular. Bunun sonucunda da kendilerinin
kaotik durumu, ülkenin varoluşsal kurgusuna paralel hale geldi ve sisteme eklenme
hususunda bu yeni çevreler sıkıntı duymadan bütünleşti.
Yurtdışı tecrübesiyle yurda dönen yeni
figürler, ülke içinde hemen her alanda görünür, konuşur oldular. Ciddi, güvenilir ve
hızlı bir görüntü sunan bu kadrolar, ülkenin her meselesini konuşmaları ve hareketleriyle tüm alanları şantiyeye çevirmekte
gecikmediler. Günlük tıraşları, Amerikan
tarzı saçları, dar koyu renk takım elbise ve
rugan, ucu sivri, parlak derili ayakkabılarıyla daralan, tıkanan sisteme muhteşem
denecek şekilde nefes aldırdılar. Ellerinden düşürmedikleri elektronik cihazların
uluslararası alakaları, Gordon bağı misali
sürekli gıdalanmalarına ve beslenmelerine
fayda sağlarken, her türlü iletişim ve bağıntıyı da kurmaya devam ettirmelerinde hizadaşlarından da ileride olmalarını sağladı.
Yani hem hareketli ve hızlı giderken etkili
olmakla kalmadılar, bir yandan da dünya
ve içinde olup bitenden anında haberdar
olmayı sürdürmeye ve takip etmeye devam
ettiler.
Her hal ve şartta bu durumu daim kılan,
sistemin can simitleri arasında yer alan dinamik bu kadro, kendilerinin övüldüğü ve
övenlerinin dahi övdüğü bir sistem içerisinde, hiç kimseye faydası olmayan mala-
yaniyi kutsallaştırdılar.
Her önemli toplantının mikrofon arkasındaki geniş kadroyu oluşturan bu seçkinler, tekme de dâhil, her türlü donamına sahiptirler. Geri plandaki sahne ile mikrofon
arasında asıl olanın yanını yöresini dolduran
bu seçkinler, kamuoyunun asıl olana duyulan güveni pekiştirme ve ciddiye alınma
kısmında büyük bir pay sahibidirler. Ellerindeki teknolojik teçhizatın sesten arındırılmış alanlardaki konuşmaları dahi dışarıya
taşıracak güce sahip olduğu özgüven ve emniyetini taşısalar da kendilerine verilen rol,
uluslararası tecrübe ve dil bilmeleri üzerine
inşa edilmektedir.
Bu görüntüye günaşırı muhatap olan kamuoyunun ablak ablak baktığı, taratoryaya
hâlâ bir anlam vermeye çalıştığı karışmış
kafalar, idrak yollarında yaşanan tıkanma
karşısında sessizliklerini korumaktadırlar.
Ülke içinde merak edilen husus, acaba büyük efendilerin icazetiyle ülke yönetimine
gelmiş siyaset adamlarının neden başörtüsü
yasağı uyguladıklarıdır. Nasıl oldu da kendi
yalanlarını böylesine acemice açık ettiler?
Yalanlarını açık etmeleri hususunda efendileri kendilerine ne dedi ya da onlardan neden vazgeçtiler? Bunların kendi ülkelerinde
canilere dönüşmelerine nasıl izin verdiler?
Yoksa onlardan istenen bu muydu?
Hani bunlar özgürlükçü, insan haklarına
saygılı, birçok yalanın oluşturduğu muhkem bir kulenin parçaları ve adamlarıydılar?
Doğrudan müstemlekenin kolluk kuvvetleri
olarak görev yaptıklarına göre, müstemleke
bunların ellerinden kaçırdıklarını da yine
kendi bünyelerinde ikinci perde için mi korumaktadır? Böylece yeni bir perde, diğeri
bitmeden hazır hale gelmektedir. Ülkenin
kaçırdığı, baskı altında tuttuğu çevreler, yeni
bir sürecin destgâhından geçmeye başladılar.
Bu program, büyük ülkelerin yeni bir şekille bu aktörleri kendi ülkeleri için hazır hale
getirdikleri ve kendilerinin de usta oldukları
bir programdır. Fakat kendi ülkelerinden
kaçırılma gerekçeleri ile sığındıkları ülkelerin aynı merkez olduğu başka bir formatta
hazırlandıklarını, kendilerinde olanla yeni
programın uyumunu anlayamadılar. Hatta
bütün bu olup biteni kendilerine, yani ayrıcalıklı, önemli ve vazgeçilmez olduklarına
saydılar. Dahası, uzun süre bunu kendileri
tarafından büyük bir zafer ve başarı hikâyesi
olarak büyük salonlarda, büyük gazete ve
televizyon ekranlarında anlatıp kamuoyunu
da buna ikna etmeye çalıştılar.
Her biri bütün dünyayı kendi ölçeğinde
elinin altında tutan efendiler, ülkelerinde bin bir türlü mazeret ile rahatsız edilip
yerinden edilenlere merhamet kanatlarını
şefkatle açtığında soluklandıkları alan öyle
geniş, öyle ferah ki oksijen fazlalığı neredeyse ölümlerine neden olacaktı. Artık yalancı cennette, kısa zaman içinde ülkelerinde
yaşadıkları sıkıntıları unutup kendileri için
rehabilite edildikleri ortamın keyfini sürmeye hazır hale geldiler. Bu saatten itibaren
ülkeleri için büyük söylevlere hazırlanmakta
gecikmemeleri ve fazla zamanları da olmadığına göre bir an evvel çalışmaya başladılar.
Efendiler, önce beklentileri olup yarınlarına güvenle hareket etmek isteyen bu
yeniler için işleyen programı kendileri için
tekraren ama muhatapları için yeniymiş
hissiyle işletmeye devam ettiler. Programa
göre yeniler, müstemlekenin her türlü haline
perestiş gösterecek manevi bir ortam oluşturdular. Bu ortam, efendi veya oyun kurucu ile kesinlikle karşılaşmayacak, kendi gibi
taşınan “kargo” ile aynı ortamı paylaşacaktı.
Bu sosyal ortamın dışında akademik
çevrenin oluşturulup kurulmasına gelince,
müstemlekenin sorunlarına, işleyişine ve
ruhuna ilişkin bir konu çalışmak neredeyse
imkânsızdır. Yeniler, efendileri tarafından
kendi ülkelerinin eğitimli yöneticileri olacak
ve müstemlekeye her türlü alanda hizmet
edecek şekilde programlandılar. Buna göre
kadrolarına, yani bu yenilere kendi ülkelerinin herhangi bir sorununu çalıştırdılar ve
güncel bilgiyi Amerika ve İngiltere’ye taşımalarını istediler. İlgili ülkeler, bu insanlara verdikleri diploma karşısında yüksek
miktarda para alıp ülke ekonomisine katkı
sunmakta, hem de maliyeti yüksek bilgileri düşük maliyetle ülkesine taşımaktadırlar.
Kaldı ki çalıştırdıkları sorunu deryada bir
inci misali aramak, bulmak ve bağlantıları
oluşturmak, Türkiye’de büyük adam olmak
isteyenler için imkânsızdır. Çünkü geri dönüşün yerini koruyup kullanmak gibi bir
yükümlülüğü de hasarsız kurmaları gerekir
ve buna da büyük bir itina ve ihtimam göstermektedirler.
Bunun için kendi ülkelerinin bir meselesini efendilerin istediği şekilde çalışmaktan
başka şansları bulunmamaktadır. Çalıştıkları konu, aynı zamanda geri kalan ömürlerinde elde edecekleri hizmetin de sağlıklı
yürümesinin güvencesi olmasının ötesinde,
kasım 2014
89
haberajanda
Toplum
olaysız geçiştirilmesini de sağlamaktadır.
Çalışılan konuların neredeyse tamamına yakını Türkiye’de yayınlanacak düzeyde
değildir ve yayınlansa bile Türkiye, siyasî,
iktisadî, sosyal, dinî ve akademik çevreler açısından çok saçma bir yerde duracaktır. Kendi
ülkelerinin beklentileri ve sorunlarına yönelik araştırma ve eğitim yapmak üzere gidenler, kendi ülkelerinin sorunlarından uzak bir
yerde, neyin parçasına dönüştüklerini unutup
ülkenin geleceğine ilişkin bilgiyi efendilerine
taşıyıp paylaşmakta hevesli ve acelecidirler.
Müstemlekeye şuursuz
hizmet
Hâlbuki milletin onlara verdiği imkân,
yine onlara duyulan güvenle ilgiliydi ve
ülkelerinin sorunlarına yönelik müstemlekenin ne yaptığı, nasıl yaptığı hususunda
çalışmaları gerekirdi. Bunu yapmadıkları
için de kendi ülkelerinde yayınlanacak ya da
yayınlayacak bağlantıyı kurmak ve bulmak
güç görünmektedir. Nasılsa gövdeleri burada, ruhları ya da akademik çalışmaları ise
müstemleke topraklarında olduğuna göre,
kendi ülkeleri için neyi, nasıl, kimin için yapacaklardı ki? Parçanın bütün içerisindeki
yeri, karşılığı ve anlamı üzerine bilgi sahibi
olmadığına ve meselenin kendisi için bir
epistem ifade ettiğine ve varoluşsal bir so-
Bu yeni seçkinler, kendilerine verilen imkân karşısında fazlalıklar ve çıkıntıları törpülemek ve iç etmek konusunda yetkin ve usta kılındılar. Bunun gereği olarak rendeleme ve perdahlama ustası olarak muhafazakâr
ve dindar çevrelerde dolaşarak ellerinden gelen uyum, asimilasyon ve
uyuşturucunun her türlüsünü uzmanlıkları nispetinde yerine getirdiler.
Yukarıdan aşağıya bürokrasinin tamamına yayılan bu kadrolar, köylü,
poturlu, yüzlerini güneş yakmış adamlar olarak niteledikleri kişileri de
bir bir bürokrasiden kesmeye, uzaklaştırmaya ve yaklaştırmamaya gayret ettiler ve büyük ölçüde bunu da başardılar.
run olmadığına göre, her türlü uyuşmaya ve
kibarlığa, iş bitiriciliğe açık ve terbiyelenmiş
kıvamdadırlar.
Ayrıca çalıştıkları konular itibariyle ve
kendilerine ince ayarlı tevdi edilen görevler münasebetiyle sorumluluk üstlenenler,
aldıkları görevlerin hemen tamamında da
eğitimleri boyunca çalıştıkları konularla ilişkisiz alanlarda hizmet görmeye başladılar ve
devam ettiler.
Ülke daha derinden işleri biçimli bir şekilde devam ettiren İngiliz seçkinlerine öykünenlerle İngiliz askerî gücü olarak hareket
eden Amerikan seçkinleri arasında iki ana
damar üzerinde şekillenmektedir. Giderek
bütün alanların gönüllü teslim edildiği bir
sürece girildiğini görmek gerekir. Ülkede giderek incelen iç çatışmanın merkezinde var
olan iki anlayış, müstemlekenin beklentileri
ve ayarları doğrultusunda gitmesi ve gitmediği durumda da müdahalesi nedeniyledir.
Yeni seçkinler
Bu yeni seçkinler, kendilerine verilen
imkân karşısında fazlalıklar ve çıkıntıları
törpülemek ve iç etmek konusunda yetkin ve usta kılındılar. Bunun gereği olarak
rendeleme ve perdahlama ustası olarak
muhafazakâr ve dindar çevrelerde dolaşarak ellerinden gelen uyum, asimilasyon ve
uyuşturucunun her türlüsünü uzmanlıkları
nispetinde yerine getirdiler. Yukarıdan aşağıya bürokrasinin tamamına yayılan bu kadrolar, köylü, poturlu, yüzlerini güneş yakmış
adamlar olarak niteledikleri kişileri de bir
bir bürokrasiden kesmeye, uzaklaştırmaya
ve yaklaştırmamaya gayret ettiler ve büyük
ölçüde bunu da başardılar. Artık ülkenin
önemli kurumlarında İngiltere ve Amerika
uzantılı adamların doğal asabiyeti var ve giderek bu yarık büyümekte.
Merak edilen bir başka soru da şudur:
Acaba siyasî üst kadro, bu kadar yabancı
ülke diplomalı adamın kendi etraflarında
oluşu hakkında ne düşünmektedir?
Özellikle siyasî üst kadroların Harlem
İngilizcesi bildiği söylenen bu adamlara
duyduğu ihtiyaç ve bu ihtiyacın süreç içerisinde kazandığı anlam ve eriştiği yer üzerinde neler düşünülüp konuşulduğu da bir
merak konusudur. Doğrusu bu husus veya
soru, kamuoyunun acilen cevap ya da adım
atılmasını beklediği, umduğu ve dilediği
seçkin başlıklar arasında yer almaktadır. Bu
90
kasım 2014
Prof. Dr. Ahmet Taşğın
kadroların ülke için nasıl ve nereden bir fayda sağladıkları üzerinde yeniden kafa yorulması zorunludur. Aldıkları diplomanın sağladığı saygınlık ve bu saygınlık nedeniyle bu
işin oluşan ve yer tutan piyasası giderek ülke
içinde rekabetten öte ahlaksızlığa doğru
kaymıştır. Diploma almakla kalmayıp itibar
sağladıkları ne varsa hepsini kendilerinden
aşağı gördükleri yerliler için kullanmakta ve
bu aşağılamalarda paydaşlar olarak da “Ergenekon” ve “paralel” diye adlandırdıklarından oluşturulmaktadırlar.
Yine ortak yönleri arasında en önemli sözlerinin örneklerini de Amerika veya
İngiltere’den muhataplarına yöneltmekle beraber, kendilerini de aynı zamanda
aşağılayarak vermektedirler. Kendilerini
aşağılamanın sağladığı manevi haz, inanılması güç bir rahatlık ve güven duygusu sağlamaktadır. Çünkü büyük ülkelerin
programı, yeni ve hesabı olmayan (yani din
gününü yalanlayan) bir ahlak kazandırmış
ve efendiler ile istimlak edilen topraklar
arasında kendilerine her zaman ve her yere
geçiş yapabilecekleri bir teknik ve taktiği de
belletmiştir. Bundan dolayı efendilerinin
verdikleri karşısında borçlu olduklarından
dolayı borçlarına karşılık her şeyi kamuda
tepe tepe kullanıp istifade etmektedirler.
Artık müstemleke, kendisi ile istimlak ettiği
arasında bu yenileri yerleştirmiştir. Maalesef
yerliler bunlarla muhatap olduklarından,
oyunu görmelerine ve bilmelerine rağmen
oyunun sahibiyle bir türlü karşılaşma şansı
yakalayamamaktadır.
İktidarın dikkat etmesi
gereken
Siyasî iktidar, kendisi için katkı sağlayacağını düşündüğü bu kadroların ruhları ve
hareketlerinin bu ara alanı oluşturduğunu her zaman hatırında tutmalıdır. Bu ara
kadro iki katmanlı ya da çift ruhlu olduğu
için, en ufak bir gaflette kendilerine efendilik yapacak çizgiye hemencecik geliverirler.
Ülkenin bu son günlerde yaşadığı tartışmalar göstermektedir ki bu kadrolar çoktan ilk
yerlerine yenisini eklediler ve tabiatlarında
bulunan diğer yüzlerini de göstermeye başladılar. Yani ikinci ruhlarına da korkusuzca
yer açmış ve bir tanesiyle hareket ettikleri
ruhlarının ikizini de aktif hale getirdiler.
Artık siyaset ve iktidar açısından mücadele
iki boyutlu sürmelidir. Bunlardan bir tanesi
olarak yanında duran, istihdam edilmiş ve
kendilerine uygun kadrolar oluşturulmuş
adamlar, çift ruhlu olmanın gereği olarak
aynı zamanda bir başka yerle olan irtibatını
da otomatik olarak başlatmışlardır.
İkincisinin birinci adam olarak düşünülmesi çok acı sonuçlar doğuracaktır ve maalesef ikinci adamın reakte olma süreci başlamış ve formül tamamlanmıştır. Bu süreçte
halen birinci adamla yol yürürken diğerini
görmeleri gecikmeyecektir. Şimdi esas
oyuncuya ilişkin kimi zaman belli belirsiz
aradan çıkan sesler, bu adamlar olduğu sürece boğulacak ve kaybolacaktır. Bu seslerin
bir kısmı, milletin emanetiyle yurtdışına giden ve Allah’a kulluktan başka derdi olmayan adamlardan gelmektedir ki gelmeye de
devam edecektir. Lakin büyük bir şebekenin
suyundan içenler, zehirlendiklerinden ötürü
kendileri gibi olmayanları çok hızlı devre
dışı bırakmaya devam edeceklerdir.
Hâlbuki üzerinde uzman olup diploma
konularını dahi ülkelerinde yayınlayamayanlar, uzmanlıklarıyla alakalı olmayan
dünya kadar kadroda istihdam edildiklerine göre nasıl bir katkı sunacakları hem
beklenmekte, hem de merak edilmektedir.
Bütün bunlardan da öte, aldıkları diplomalarını sağlayan araştırma konuları da
dâhil, Türkiye’de kendileri için karşılanacak
hangi alan bulunmaktadır ve hangi alanda
istihdam edileceklerdir? Doğrusunu söylemek gerekirse, büyük bir kısmı için Türkiye
gündemi, kamu idaresi, akademik alanlar da
dâhil istihdam edilecek bir alan ve imkân
bulunmamaktadır. Ülke kendi içinde bağımsız bir politika üretecek ve yönetecekken
buna ihtiyaç duyulan adamlar beklenmektedir.
Günümüzde en kritik kadroları işgal
edenlerdense ülkenin bağımsız politika
üretmesi ve menfaatlerine uygun hareket
etmesi, tutum belirlemesi beklenmemelidir. Çünkü bu kadroların bu meseleler için
müktesepleri yok veya uygun değil. Çünkü
çalıştıkları konuların parça oluşu, hemen
hiçbir konuda derinlemesine ve uzun soluklu çalışmalarının bulunmaması, faydacı ve
dönüştürücü olmaları, ülkenin giderek artan
ve derinleşen meseleleri için onları kifayetsiz kılmaktadır. Öyle ki, yabancı diplomalı
bu yerli kadrolar, iktidarın ilk yıllarında ihtiyaç duyup getirdiği taşımalı kadroları dahi
gölgede bıraktıklarına göre üzerinde bir kez
daha durulmalı ve dikkatlice faaliyetleri de
takip edilmelidir.
Hususlar arasında dillendirilmesi gere-
kenlerden bir tanesi de şudur: Beklenen
ve arzulanan, sorunların çözümü odağında
hazırlanan plan ve program dâhilinde sonuçlanmadığına göre, bütün bunlar neye
hizmet etmekte veya ne anlama gelmektedir? Yani iktidar öteden beri şu nedenlerden
ötürü, beklenen alanlara ilişkin gönderilen
adamları bulunmasına karşın, bunlardan
hangisi kendi uhdesinde istihdam edilmektedir? Başörtü ve türban arasında sıkışıp kalan örnekte olduğu gibi, yurtdışına çıkanlar
arasında meydana gelen ayrışma, buradan
fırsat yakalayanlar için bulunması zor bir
hazine sunmaktadır.
Dün itibariyle ülkenin bir kesimine konan kota, diğerlerine talihe dönüştüğünde romantik bir ses tonuyla mağduriyetin
tezgâha taşındığı pazar hemen kurulup gidiş ve yurtdışında varoluş anlamında, bir şekilde katakulliye getirilip geçiştirilmektedir.
Artık kim böyle açık alana karşı durabilir?
Hangi ülke, vatan, millet, din veya namus
için gitmek ve hareket etmenin bir başka
yol olduğu konuşulabilir veya savunulabilir?
Ülkenin gündemi ve programı, seyre göre
belirlenmiş kitleler halinde başarıya doğru
gitmektedir.
Gidişat için beklenti ve heyecanın yüksek olduğu adamların geri dönüşleri de aynı
ölçekte gerçekleşmektedir. Fakat hangi gerekçelerle gönderildikleri veya bunlardan
hangisinin karşılandığını ve ne kadar faydalı
olduğu konusunda müsellem bir zatın bilgisine ihtiyaç duyulmaktadır. Döndüklerinde
diplomaları ve çalıştıkları konular itibariyle
istihdamları arasındaki bağlantısızlık göz
önüne alındığında, baştan sona birbirini
anlamsızlık ve kaos ile zorlayan süreçte bu
kişiler şimdi neye hizmet etmektedirler? Bu
sorunun mutlak cevabının tez elden bulunması, verilmesi ve buna göre yeni bir program yapılması gerekir. Aksi halde, iktidarın
üzerinde şekillendiği önemli ayaklardan biri
de bir vehim ve reklam üzerine kuruludur.
Birbirlerini her türlü elektronik ortamda
öven ve her türlü projede destekleyen, hatta geçtikleri yollarda “yavaş” gelenler için
de söyleyecekleri çok şey olan bu kadrolar,
yaptıkları ve yapacakları, onların, resmî ideolojinin görsel bütün referanslarıyla kamusal alanda hareket edip kulaklarının işittiği,
gözlerinin gördüğü ve ellerinin uzandığı her
şeyi talep etmektedirler.
Son söz: Amerika ve İngiltere’den dönen
kuşlar! Sılaya selam söyleyin…
kasım 2014
91
haberajanda
Dosya
Sürecin daha başında buldular gidecekleri adresi. Bu
adres, hâlihazırdaki
sakinleri de “kiracı”
olarak algılanan ve
de son felaketin ve
felaketzedelerin
göçünün üzerinden
950 küsur yıl geçmiş
durumdaki Anadolu.
Anadolu, en uygun
ikamet adresi…
***
Yeni kolonizatörler
meşum planla ilgili
olarak suskunluklarını koruyorlar,
ancak aralarından
çıkan “bazı boşboğazlar” arada bir
boş bulunup plana
dair ipucu çıtlatıyorlar: “Türkler Orta
Asya’ya!”
***
Öyle anlaşılıyor ki
Anadolu’dan kiracı
Türklerin tahliyesi süreci 2071’e
kadar sürecek ve
Alparslan’ın Malazgirt kapısından
girişinin bininci
yılında ülke topraklarından eski kiracıların atılması işlemi
tamamlanacak.
Son zamanlardaki
konuşmalarında
Erdoğan’ın sık sık
“2071 vizyonu”ndan
bahsetmesi boşuna
değil. Anlaşılan, o da
“tahliye süreci”ne
karşı “vizyon” üretiyor.
***
Kalan elli yıl içerisinde her ne pahasına
olursa olsun “kiracı
Türkleri” Anadolu
evinden çıkarmak ve
92
kasım 2014
Güneşin dünyayı yakıp
kavurduğu günlerde
SICAK-SOĞUK
KOMPLOSU
B
U yazının yazıldığı günlerde gökyüzünün akça
pakça gelini “sarı sıcak” yüzünü sonuna kadar
açmıştı, hem de tek kuruşluk “yüz görümlüğü”
istemeden, meccani. Resmî tarih Temmuz’u gösterirken Arabî aylardan Ramazan’dı ve inananlar
oruçluydu. Doğrusu sıcak ile orucun birbirinden
çok hoşlandığını söylemek abesle iştigal olur, fakir de söylemiyor zaten. İman bu, ne sıcak dinler,
ne soğuk; tutacağını tutar, bırakacağını bırakır...
>> Her ne kadar bizde oruç yaz aylarına 30 küsur yılda bir gelirse de mesela
Arabistan’da bu aralık 36’da 36 yıldır.
Yani oralarda her oruç yaz sıcaklarında
tutulur. Bunun gibi, İskandinav ülkelerinin kuzey bölgelerinde de hep kışın
tutulan oruçtan bahsedebiliriz. Bu durumda insan sormadan edemiyor: Acaba kim şanslı? Sıcağa mahkûm Arap
mı, soğuk hapishanesindeki Viking mi,
yoksa her ayın iklim özelliği farklı olan
“Ekinoks kuşağı” evlatları olan bizler
mi?
Aslında sarı tükenmezimi elime aldığımda muradım bir oruç yazısı yazmak
değildi, lakin sıcak başıma vurdu galiba
ve Arabistan’dan girdik, Oslo’dan çıktık.
Ha Oslo deyince… Neyse karıştırmayalım Oslo’yu mosloyu da asıl konuya
dönelim.
Yaşı müsait olanlar hatırlayacaklardır, günümüzden yaklaşık 20 sene evvel
bir “Uluslararası Habitat Konferansı” toplanmıştı, hem de yurdumuzda.
İstanbul’da, Taksim dolaylarındaydı
galiba... Habitat kavramını ilk o za-
man duymuştuk ve o toplantıda çevre
konularıyla ilgili olarak birçok karar
alınmıştı. Daha sonra çevreye duyarlı
hâle gelen ülkeler, Japonya’da da toplandı, Kyoto’da. Ve toplantının sonunda
bir protokol kayda geçirilerek adına da
“Kyoto Protokolü” denildi. Bu metin,
bir çevre ve atmosfer disiplini getiriyor,
bu hususta ulusları daha duyarlı olmaya
çağırıyordu. Türkiye dâhil birçok devlet,
söz konusu protokolü imzaladı, ABD
hariç. Kyoto Protokolü’nün akıllarda
bıraktığı en büyük iz, atmosferdeki
“ozon yırtığı” idi. Böylece konu, dünya
gündemine gelmiş oldu ve tartışılmaya
başlandı.
Ozon tabakası neden
incelir?
Biz ilk önce “ozon”un ne olduğuna
bir bakalım. Trioksijen olarak da adlandırılan ozon, aslında gökyüzüne mavi
rengi veren gazdır. Ana maddesi oksijen olan “mavi gaz”, atmosferin alt katmanlarında yıldırım çakması esnasında
ortaya çıkmakta ve depolanmayan tek
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
“eski yurt” olan Orta
Asya’ya sürgün etmek
için elinden gelen her
şeyi yapmaya devam
edeceği anlaşılan
Batı emperyalizmine
karşı yapılacak ilk iş,
“sürgün planı”ndan
artık bizim de haberdar olduğumuzu
duyurmak olmalı. Ve
“müttefik numaralarını yemeyeceğimizi” de
onlara karşı açık açık
konuşmalıyız. Zira ok
yaydan çıkmış durumda...
***
Ülkemiz Gezi galibiyetiyle Kıta Avrupa’sının, 17 Aralık’la
da Ada Avrupa’sı ve
Amerika’nın nüfuz
sahasından çıktı ve
1839’dan beri ilk defa
“bağımsız” oldu. Lakin
bağımsız kalmak için
yeterli güce sahip değiliz. Bu durumda “global güçler”den biriyle
anlaşıp ortak siyaset
üretmek zorundayız.
***
Bu arada, düşünüyorum da, birkaç
ay önce Japonya’ya
gidip nükleer santral
antlaşması yapan ve
“2071 vizyonu”ndan
söz açan Erdoğan,
kısrak başını koçbaşına çevirdi ve bir
nevi “Vatan Ortaklığı
Sözleşmesi”ne parmak mı bastı yoksa?
Eğer basmışsa, bunun
tahminî haberini vermek fakire düşmüş
demektir. Yok, eğer
henüz basmadıysa,
basması gerektiği tavsiyesi de bu kalemden
çıkmış oluyor.
kasım 2014
93
haberajanda
Dosya
atmosfer ürünü olarak kayda geçmekte.
Bunun nedeni, ozonun zamanla tekrar ana
maddesi olan oksijene rücu etmesidir. “O3”
simgesiyle kısaltılan ozon gazı, atmosferde
0,4 oranındadır ve bu oranın 0,12’yi aşması,
“sağlığa yararlı” kabul edilmektedir.
Sağlık demişken… Derin cerrahi yaraların tedavisinde işe yarayan ozonun bilinçsiz
kullanımının başta karaciğer olmak üzere,
çeşitli organlar üzerinde yan etkisi görüldüğünü de söylemeden geçmemek lazım.
Yazının burasında şu hususa dikkat çekmek
gerekiyor kanısındayım: Son zamanlarda,
çeşitli TV kanallarında pompalanan ozon
ve ozon yağı konusunda halkımız, popüler
olma sevdasında olmayan sorumlu kimya-
94
kasım 2014
gerler tarafından aydınlatılmalı. Bu noktada hemen aklıma gelen soruyu da sorayım:
Ozonun yağı mı olur? Yoksa sızma zeytinyağının aslında 10 lira olan kilosuna rağmen
gramını bu miktara satmanın bir yolu mu
ozon yağı etiketi? Neyse…
Bu paragrafta asıl söyleyeceğimse ozon
gazının birinci işleviydi. Bu işlev mavi gazın,
dünyayı güneşten gelen mor ötesi radyasyona karşı bir kalkan ya da şemsiye gibi korumasıdır. Adına ultraviyole de denilen bu
ışınların insan sağlığı açısından son derece
zararlı olduğu biliniyor. Ölümcül ultraradyasyonu filtre eden ozon gazı tabakasına
“ozonosfer” adı veriliyor ve bu katman, stratosferin üst kısmında yer tutuyor. Yeryüzün-
den yüksekliği 50 ila 80 kilometre arası olan
gök bölgesinde bulunan ozonosfer tabakasında bir yırtık ya da delikten söz etmek
yanlış. “Ozon tabakası delindi” cümlesiyle
halk arasında yaygınlaşan olay aslında bir
incelmeyi işaret etmektedir. İşte bu incelme
sebebiyle üç değişik kategoriye ayrılan ultraviyole şuaları filtreleme zafiyetine uğrar ve
yeryüzüne ulaşır.
Peki, ozon tabakası neden incelir? Artık
bu incelmeyi bazı gazların yaptığı biliniyor.
Atmosferde bulunmaması gereken bu kimyasal gazların başında da ünlü “kloroflorokarbon” geliyor. Buzdolaplarında kullanıldığı herkes tarafından bilinen, hatta “buzdolabı gazı” diye ünlenen bu kimyasal, ayrıca
Seydahmet Karamağralı
klimalarda, köpük üretiminde, parfüm ve
deodorantlarda hayat sahası buluyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz Kyoto Protokolü, kısaca CFC olarak bilinen gazın kullanımını
yasaklamasıyla ünlüydü. CFC’nin dışında,
yangın söndürme cihazlarında işe yarayan
balonlar ile tarım sektöründe böcek ilâcı
olarak kullanılan metilbromid de ozonu
incelten diğer kimyasallar olarak karşımıza
çıkıyor.
Çeşitli sağlık problemlerine neden olan
ozon incelmesi, 1970’lerin sonundan başlayarak günümüze kadar uzanan kırk yıla
yakın bir zaman diliminde de süregelmekte.
Söz konusu incelme en çok kutuplar üzerinde ve ilkbahar mevsimlerinde gözleniyor.
Oysa bu hususta bilinen bir başka gerçek
var ki o da ekvatora yakın kuşakların daha
büyük bir risk altında olduğu. Bunun nedeni, ekvator bölgesinde ultraviyole şualarının
daha kısa bir mesafe kat ederek arza ulaşması ve dolayısıyla filtreleme işlemi süresinin bu düzlemde daha azalmasıdır. Buna
rağmen yırtık riskinin ekvatorda değil de
kutuplarda ortaya çıkması ise akıllara başka
şeyler getirmekte doğal olarak.
Uluslararası bir dedikoduya göre, Kyoto
ve Montreal Protokolleri’ni parafe etmekte
çekimser kalan ABD’nin, Alaska bölgesindeki gizli bir üste birtakım deneyler yaptığı
ve “HAARP Projesi” olarak adlandırılan bu
gizli çalışma esnasında gerçekleştirilen deneylerin ozonu incelttiği ihtimali düşünülüyor. Konu oldukça gizli ve dünya kamuoyu
“The HAARP Project” hakkında derinlikli
bir bilgiye sahip değil.
Küresel ısınma
Ozon incelmesi, cilt kanserleri ve katarakt gibi sağlık sorunlarının sebebi olması
yanında bir başka küresel sonucun da nedeni olarak biliniyor: Isınma… İşte bu makalenin asıl konusu da küresel ısınma ve onun
ikiz kardeşi olan global soğuma...
Küresel ısınmanın birinci nedeni, sera
gazları olarak bilinen su buharı, karbondioksit, metan, ozon ve diğer atmosfer kimyasallarının varlığıdır. Bu gazların yeryüzüne
etkisi de “sera” olarak bilinmektedir. Malum
olduğu üzere sera, sıcak, yani güneşi bol
bölgelerdeki üzeri cam veya plastikle örtülü
sebze meyve bahçelerinin ismidir. İnsanlar
bu sayede kışın bile yaz sebzeleri yiyebilmektedir. “Yani bu durumda, kışın ortasında
domates ve patlıcan satabilen manavların ve
onları satın alıp lezzetli yemekler yapan halkın yatıp kalkıp serayı ve seracılığı icat eden
bahçıvanlara teşekkür etmesi gerekir” dersek
yalan söylemiş olmayız.
Bir seranın altında, kışın soğuklarında
dahi domates üretebilmenin sırrı basittir
aslında. Şeffaf plastik ve cam çatı örtüsü,
güneş ışıklarını geçirme özelliğine sahiptir.
Böylece bir kapalı mekân olan seraya güneş
kolayca girerek toprağı ve içerideki havayı
ısıtır. Gün ışığını içeriye geçiren örtü, içeride oluşan sıcaklığın dışarı çıkmasını önleyen örtüdür aynı zamanda. Böylece mekâna
hapsolan sıcaklık, dışarıda kış yaşanırken
içeride ılıman bir bahar -hatta yaz- ikliminin oluşmasına neden olur. Bu iklimde toprağa atılan tohumların çatlamaktan başka
yapacağı bir şey kalmaz.
Burada durup soralım: Bu seranın altına
tohumla birlikte bir kalıp buz konulmuş
olsa ne olur? Cevap: Buz erir.
Şimdi düşünelim… Tıpkı Antalya seralarında olduğu gibi atmosferin üzerine bir
plastik örtü çekilebilse sonuç ne olurdu?
Bunun cevabı da kolay: Bütün dünya devasa bir seraya dönüşürdü. İşte böyle bir atmosfer örtüsü var aslında. Bu örtü sebebiyle
de iklim uzmanları bir “sera etkisi”nden
söz edebiliyorlar. Haddizatında sera etkisi,
dünyadaki hayatın ana gerekçelerinden biri
ve yeni ortaya çıkmış bir durum da değil.
Dünya yüzeyinde hayatın başladığı andan
beri bir sera etkisi mevcut. Zaten bu etki,
gece ile gündüz arasındaki sıcaklık dengesini kurduğu ve dünya yüzeyini eksi 170 derecelik uzay soğuğundan ve güneşin yakıcı
etkisinden koruduğu için arz, hayata uygun
bir döşek haline geldi.
Kapı komşumuz ayda dünya giysileriyle
yaşadığını varsaydığımız bir insanın durumu nasıl olurdu, biliyor musunuz? Güneş
üzerine doğduğu anda cayır cayır yanarak
ölür ya da güneşin battığı ilk saniyeler içerisinde bir kalıp buz şekline dönüşerek “Lailaheillallah!” diyecek zamanı bile bulamazdı.
Kızılötesi ısı ve karbon
salınımı
Devam edelim bir örnekle. Uzaydan gelen
kıllı bir yaratık olarak oluşturulmuş Alf ’in
ismini kullanarak hayatımıza giren ısıtıcının geçmişi birkaç yıllık olsa da etkisi geniş
oldu. Söz konusu ısıtıcıyı klasik benzerlerinden ayıran şey, “infrared teknolojisi”ni
kullanıyor olması idi ki doğruydu. “Kızılötesi” şeklinde dilimize aktarılan “infraruj”
ya da “infrared” teknolojisi kullanılarak
üretilmiş olan yeni nesil ısıtıcılar, klasik benzerleri gibi önce ortamdaki havayı ısıtarak
insanların üşümesini engelliyor değil. Infrared ısıtıcılar, açıldıktan yarım dakika sonra
neredeyse enerjilerinin tamamına yakınını
ışın şeklinde insanın ya da eşyanın üzerine
yönlendiriyor. Aradaki havayı ısıtarak vakit
kaybetmeden insan vücuduna ya da eşyaya boca olan fotonlar, çarptıkları yerde ışın
özelliğini kaybedip ısı enerjisine dönüşüyor.
Sonuç: “Oh kemiklerimiz ısındı!”
Güneşin dünyayı ısıtması da tıpkı “moda
ısıtıcılar” örneğindeki gibi oluyor. Güneşten
ayrılan ışık enerjisi, çantasındaki ısı enerjisinin dirhemini araya vermeden, sekiz dakikalık süre içerisinde uzayı geçiyor ve atmosfere geliyor. Şeffaf atmosfer örtüsünü tıpkı
Antalya seralarında olduğu gibi çok az bir
kasım 2014
95
haberajanda
Dosya
ısı kaybıyla geçiyor, aradaki 80 kilometreyi
kat ediyor ve gündüz gözüyle dünyamıza
çarparak toprağın ve toprak yüzeyindeki
canlıların ısınmasını sağlıyor. Sert zeminde
ısı enerjisine dönüşen ışık, sıcaklık olarak
yavaş yavaş etrafa yayılarak aşağıdan yukarı
doğru havayı da ısıtıyor ve ortam yaşanılır
bir odaya dönüşüyor. Tabiî bitevi oluşumunu sürdüren bu sıcaklık, yukarı doğru hareketine devam ediyor. Hareket halindeki
bu sıcaklığın amacı, geri yansıyıp uzayın
mutlak soğukluğunda soğutularak yok olmak, ancak atmosferin üst katmanlarındaki
-plastik örtü örneğinde olduğu gibi- bir kalkanla tutuluyor ve araya hapsediliyor.
Yukarıda işaret edildiği gibi bu koruyucu
kalkan karbondioksit, su buharı ve metan
benzeri gazlardan dokunmuş çadır örtüsü
durumda, yani sera gibi. Eğer dünya yüzeyinde bu sera tabakası olmamış olsaydı,
gündüzleri güneş ışığındaki sürekli akış nedeniyle yüzey belli bir sıcaklıkta tutulur, ancak güneşin kabuğuna çekilmesiyle birlikte
hızla gündüz emdiği ısıyı kaybeden denizler
sabaha kalmadan donar ve karalardaki hayat
çekilmez olurdu.
Madem dünyanın serası bu kadar faydalı,
o hâlde nereden çıktı bu küresel ısınma?
Nevi şahsına münhasır bir canlı sayılabilecek olan dünya, binlerce yıldan beri kendi
sera örtüsünü oluşturacak ya da onu uygun
kalınlıkta tutacak özelliğe sahipti. Böylece
yüzeydeki hayatı derinden etkileyecek herhangi bir sorun oluşmuyordu. 1800’lerin
başında Batı medeniyetinin dünyayı delip
kömüre ulaşması her şeyin başlangıcı oldu.
Böylece özü karbon olan kömürün yakılmasıyla ortaya çıkan karbondioksit, sera örtüsündeki gaz miktarını arttırdı. Bu artışla
birlikte artan sera kalınlığı, dünyaya yeten
battaniyeyi yorgana dönüştürdü. Bu dönüşüm, yatak içindeki sıcaklığın yükselmesine neden oldu. Klimatologlar tarafından
1800’ün başından beri düzenli olarak yapılan ölçümler üzerinde yapılan araştırmalar,
o zamandan beri dünyadaki sıcaklığın sürekli arttığını teyit etmekte.
Mesela 1850 ile 1900 arasındaki elli yıl
içinde dünyanın ısısı 0,75 derece. Yani neredeyse bir derece artış göstermiş. Peki, bu
artışın 1980’den beri iki katına çıktığını biliyor musunuz?
1800’le birlikte sera katmanına kömür
yakarak yapay katkı sağlayan insanoğlu,
1900’le birlikte bir başka fosil yakıtı daha
soktu karbon envanterine. Çok sevdiğimiz,
96
kasım 2014
neredeyse içesimiz gelen “petrol”den söz
ediyorum. 1901 yılında Amerikalı Ford’un
üreterek doğaya saldığı petrol içen dört tekerli canavar -yani otomobil- sayısı günümüzde milyara dayanmış olsa gerek ve bu
canavarlar havayı karbon ön adlı gazlarla
“süslemeye” devam ediyor, üstelik gün be
gün artan bir hız ve miktarda.
Kısacası, üstümüzdeki sera örtüsü her
geçen gün daha da kalınlaşıyor ve buna
bağlı olarak sıcaklık artıyor. Bitmedi… Artan sıcakla birlikte denizler ve karalardaki
buharlaşma fazlalaşıyor, atmosferdeki su
buharı miktarı trilyonlara tecavüz ediyor.
Dolayısıyla insanın müdahalesiyle doğa da
“Kafayı bozmuş” durumda. Daha evvelki
çağlarda, üzerindeki çatı örtüsünü “durum
muvacehesinde” tabiî bir şamandıra vasıtasıyla inceltip kalınlaştıran “natürel nizam”
bozulmuş durumda. Biz bir yandan, dünya
bir yandan, çatıdaki kiremitlerin üzerine bir
kat daha ve bir kat daha döşemeyi sürdürüyoruz.
Peki, sebep olduğumuz bu sıcaklık artışının sonucu nasıl olacak, nereye varacak?
Buzulların erimesi her
şeyiyle felaket mi demek?
2001 yılında açıklanan Birleşmiş Milletler Çevre Raporu’na göre 21. yüzyılda
hava sıcaklığının 1,5 ile 5,5 derece artacağı
öngörülmekte. Bu artışın dünya hayatına
yansıması mühim, zira arz yüzeyinde artan
sıcaklığın etkisi elle tutulacak kadar bariz.
Etkinin görüldüğü yerlerin başında ise kutuplarda “İlahî el” tarafından depolanmış
“buz kıtaları” geliyor. Kutup kıtalarındaki
buz kütleleri, her gün Anadolu vilayetlerinni sahip olduğu yüzölçümünde eriyerek su
oluyor ve okyanuslara karışıyor. Eğer erime
bu minvalde devam ederse, yukarıda sözü
edilen rapora göre bu yüzyıl içerisinde denizlerin 1 metreye yakın bir ölçüyle yükseleceği öngörülüyor.
Yine de bu iyimser bir tahmin doğrultusunda konuyla alakadar olan bazı kaynaklar,
bu yükselmenin birkaç metreye ulaşacağını
dillendirmekten çekinmiyorlar. Bundan
böyle seviyenin yılda 0,5 santimetreyi bulacağını söyleyenler de var. Eğer bu tahmin doğruysa, yüz yıllık süre içerisinde 50
santimetre garanti, ondan sonrasına Allah
Kerim…
Deniz seviyesinin yükselmesinin insanoğlunun hayatına birçok adanın sular altında kalması, bütün sahilleri su basması,
hatta deniz suyunun kıtaların içlerine kadar
sokulup alçak arazileri kaplaması şeklinde yansıması söz konusu. Bununla birlikte
birçok nehre yürüyen tuzlu suyun içme sularını “içmeme suları” şekline getireceği de
varsayımlar arasında. Doğal olarak, ulaşılan
bu sonucun neden olacağı başka başka durumlar da ortaya çıkacak ve en başta bu gelişmelerden tarım alanları etkilenecek gibi
görünüyor. Bu etkinin mevcut ürün rekoltesini düşürmesi olasılığı var. Lakin “Rekolte
düşmesi özellikle kutuplara yakın bölgelerde tersine yaşanacak” diyenler de yok değil,
zira şu an buzulların altındaki adalar ve kıta
parçaları gün yüzüne çıkacağı için yeni ve
verimli alanlar kazanılacak. Yani bunun gibi,
küresel ısınmanın daha başka yararlarının
da olacağı hesaplanıyor. Mesela ortaya çıkan
türedi alanlar, yalnızca tarım arazisi olarak
kullanılmayacak tabiî, yeni maden ve petrol
Seydahmet Karamağralı
yataklarına da sahiplik yapacaklar.
Tahminler o yönde ki, dünya yüzeyindeki
mevcut maden ve petrol rezervinin yüzde
30 kadarının şu andaki buzul bölgelerinde
olduğu hesapları yapılıyor. Özellikle Alaska
ve Grönland bölgeleri bu manada bereketli
alanlar olarak işaretlenmiş durumda. Yani
ABD, Kanada, Hollanda ve Danimarka
yaşadı!..
Küresel ısınmanın bir yararını da çöller
üzerinde görebileceğimizi sanıyoruz. Zira
artan su buharı miktarı yağmur bulutu olup
çöllerin üzerine yağış olarak çökerse, gelecekte yemyeşil bir sahra çölü görmek mümkün. Bunun gibi Ortadoğu çöllerinin de
bitki örtüsünün değişmesi öngörülebilir. Bu
yıllarda Arabistan’a düşen yağış miktarının
da arttığını TV haberlerinde izliyoruz.
Bu durakta kısa bir paragraf kadar yuka-
rı gidelim ve ABD’nin Alaska eyaletindeki
HAARP Projesi uygulamasına işaret ederek
soralım: Yoksa Sam Amca kuzeyde Alaska,
güneyde Antarktika ve çevresindeki zenginliğe ulaşmak için küresel ısınmayı göze
mi aldı? Alır mı alır, bu husustaki sabıkaları
sayılamayacak kadar çok…
Küresel donma
Aslında iklim üzerine sözü edilen iki
komplo var: Birincisi, yukarıda anlatılan küresel ısınma; diğeri de bunun tam tersi olan
bir başka durum ki ismi de “küresel donma”.
Şimdi gelelim bu “küresel donma” meselesine. Bir başka ismi de Atlantik olan
Atlas Okyanusu’nda, adına bizim “Kuzey
Akıntısı” dediğimiz, “Golf Stream” ismiyle
de coğrafya kitaplarında birkaç cümleyle
yer tutan ve lise sıralarından hatırladığı-
mız bir su hareketi var. Bu hareket, “Kuzey
Atlantik Akıntısı”nın bir parçası olarak
Meksika Körfezi’nden başlıyor ve Kuzeybatı Avrupa’ya kadar devam ediyor. Ekvator
bölgesinde ısınan sulardan beslenen Golf
Stream, bünyesine kattığı sıcak suyu, çıkış
noktasında, saatte 6 kilometrelik bir hızla
yukarı doğru harekete geçiriyor. İlerleyen
bölgelerde saatteki hızı 2 kilometreye düşen
Golf Stream’ın debisini, yani saniyede geçirdiği su miktarını soracak olursanız, az buz
bir rakamla karşılaşmazsınız: Ortalama 30
milyon metreküp.
Kuzey Akıntısı’nın en önemli özelliği,
güneyin sıcak suyunu Kuzeybatı Avrupa’ya
taşıyarak bölgeyi ısıtmak ve yaşanabilir şekle
getirmek. Akıntı çift taraflı olduğu için Buz
Denizi etrafındaki soğuk suyu güney denizlerine taşımak da onun vazifesi. Böylece ekvator bölgesinin sıcak sularını serinletmek
kasım 2014
97
haberajanda
Dosya
de ona düşüyor.
Kuzey Akıntısı’ndan en çok yararlanan
yerse Britanya Adası, yani İngiltere. Sibirya
ile aynı enlemde yer alan Majeste’nin ülkesi,
Golf Stream sayesinde ılıman bir iklime sahip olmakla kalmıyor, enlemdaşı Sibirya’da
soğukluk eksi 70’lere ulaşırken Galler’in
çukur bölgelerinde limon başta olmak üzere
narenciye meyvelerine de ev sahipliği yapıyor. Hatta bölgedeki bostanlarda bazı astropik bitkilere bile rastlamak mümkün.
Bölgede durum bu!.. Yani Golf Stream
aktığı sürece sorun yok. Lakin gün gelir de
bir sebepten dolayı akıntı durursa ne olacak? Böyle bir sonuç mümkün görünüyor
mu? Evet! Şöyle ki, kuzey denizlerinde buz,
güney ve orta denizlerin üzerinde güneş
olduğu sürece Golf Stream akmaya devam
edecek, zira bu akıntının dinamiği soğuk-
98
kasım 2014
sıcak bölgelerinin birbirini dengeleme
“içgüdüsü”. Şimdi geliyoruz zurnanın son
dütlemesine… Ya küresel ısınma neticesinde buzullar erir de kuzey denizlerindeki su
sıcaklığı artarsa ne olacak? Olacağı şu: Kuzey ve güney denizlerindeki ısı oranı birbirine yaklaştığı için “dengeleme devridaimi”
duracak ve Golf Stream tarihe karışacak.
Kuzeybatı Avrupa’daki ılıman iklim yavaş
yavaş aynı enlem üzerindeki Sibirya’yla
benzeşecek ve derken doğu ve batıya, yani
Sibirya Avrupa’ya yürüyerek bölgeyi soğutacak, doğal olarak da başta İngilizler olmak
üzere İskandinav Vikinglerinin huzurunu
berhava edecek. Doğudan gelen soğuk hava
dalgası, Avrupa’nın kuzeyini Macar ovalarına kadar kar altına gömecek. İşte bunun
adı da “küresel donma” olacak ve “iklimoloji”
disiplinindeki yerini alacak.
Nuh Tufanı’nı tekrar
okuyalım mı?
Geçelim konunun bir başka boyutuna
ki bu boyut, bizi ve ülkemizi doğrudan ilgilendirmesi hasebiyle önemli. Zaten bu
makalenin yazılış gayesi de bundan sonra
okuyacaklarınızın halkımız tarafından bilinmesi…
Fakir yukarıda size, iklimoloji muhtevasında iki “kıyamet senaryosu” verdi, artık
hangisini beğenirseniz… Bendeniz her
ikisini de beğenmiyorum, zira her iki durumda da kıyametin ucu maalesef ülkemize
dokunacak. Şöyle ki, ister “küresel ısınma”
isterse “donma” olsun, her iki durumda da
Avrasya kıtasının iki yakasındaki iki ada ve
ada üzerindeki iki devlet ya sular altında, ya
Seydahmet Karamağralı
buzlar altında kalacak ki kaçınılmaz olarak
varılacak son da bu gibi duruyor. Bu durumda adaların halkları yakın bir gelecekte yok
olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar. Ne
yazık ki gidişat o yöne doğru... “Bu iki kıta
neresi?” mi dediniz? İngiltere ve Japonya…
Güya insanlar Türk tarihine göz attığında, benzeri bir iklim felaketini onların
atalarının da yaşadığından haberdar oluyor.
“Türkler Anadolu’ya nasıl göçtü?” sorusunun cevabı içinde küresel bir felaket olduğu
söyleniyor. Denildiğine göre yüzyıllar önce
Orta Asya’yı kırıp geçiren ve kalıntıları
Baykal, Balkaş ve Aral (hatta Hazar) gölleri olan iç denizin kuruması ve arazinin
Gobi çölüne dönüşmesi sonunda sürüleri perişan olan Türk atalar anayurtlarını
terk etmek zorunda kaldılar. O çağlarda,
böyle bir durumda felaketzedelerin gidecekleri tek bir yerin varlığı söz konusuydu
ve orası da sadece Anadolu’ydu. Zira bazı
kaynaklarda Nuhoğulları olarak adlandırılan “Bozkır süvarileri”nin babası Yafes ve
onun babası olan Nuh Peygamber’in (a.s.)
gemisinin kalıntıları, bir miras işareti olarak
halen Cudi’de duruyordu. Evi yanan ve yıkılan her evlat gibi onlar da “Baba Evi”ne
geri döndüler. Neredeyse boş denecek kadar
ıssız olan Nuh Evi’ne yerleştiler. Ancak süvariler, Nuh’un Baba Evi”nde kalıcı olacak
değillerdi ya, kendi evlerindeki ayarlar fabrika kodlamasına dönünce onlar da göçü
geri çevireceklerdi -ya da çevirmeliydiler-.
Zira Anadolu, onların olduğu kadar Nuh’un
diğer oğullarının da baba eviydi. Gün gelir
onlar da benzer bir felakete duçar olabilir
ve “başlarını sokabilecekleri” bir eve muhtaç
olabilirlerdi. Bir global afette onların da aklına ilk gelecek yer tabiî ki Anadolu olacaktı. Bir bakıma Nuh’un ülkesi, hiç kimsenin
yurdu ve herkesin vatanı sayılmalıydı.
Fakat yukarıdaki varsayımı tehdit eden
bir gerçeklik var: Vaktiyle Orta Asya kuraklığından kaçan babanın torunları, yani
bizler, geri dönmedik ve halen burada, yani
dede yurdundayız. Ne olacak şimdi?!
Anadolu: Geleceğin
ikametgâh adresi
Gelelim bugüne… Olası bir küresel ısınma ya da donma, Nuh’un oğullarından bir
kısmının anavatanını da tehdit ediyor. Peki,
onlar nereye göçecekler? İngilizler ve Japonlar, şimdi bile okyanusu devasa bir duvarla
tutan Hollandalılar, onlarla aynı düzlemdeki Belçikalılar, Lüksemburglular, hatta Almanlar için yeni vatan arayışı başlayalı on-
larca yıl oldu. Sürecin daha başında buldular
gidecekleri adresi. Bu adres, hâlihazırdaki
sakinleri de “kiracı” olarak algılanan ve de
son felaketin ve felaketzedelerin göçünün
üzerinden 950 küsur yıl geçmiş durumdaki
Anadolu. Anadolu, en uygun ikamet adresi…
Durum bu ve bu varsayımı herkes biliyor, ama sadece biz bilmiyoruz, ne yazık!
Tehlikedekiler, kafalarındaki planı uygulama sahasına koymuş olarak yıllardan beri
Anadolu’da koloniler kuruyorlar. Avrupalı
müstakbel felaketzedeler, Anadolu sahillerini parsellemiş durumdalar. “Turistik tatil
köyü” adı altında kalın duvarlarla korumaya
aldıkları “Minyatür Cumhurköy”lerini kuralı az zaman olmadı. İlliyet hakkı iddiasında bulunmaya da ramak kaldı.
Cumhurköylerini kuranlar
arasında dünün Nataşaları bile var. “Neo
Citizen”lerimiz, okulları, işletmeleri ve kiliseleriyle kendi vatanlarını aratmayan gettolarında “Mehmetçiğin” güvenli koruması
altında geleceğe hazırlanıyorlar.
Global felaket paylaşımında Japonlara
İç Anadolu Bölgesi düşmüş görünüyor. Bu
yüzden Japon prensi, parasını şahsî hazinelerinden karşılayarak Kapadokya bölgesinde
kazılar yaptırıyor. Zaman zaman ülkemize
gelerek sırtına döşü ayyıldızlı kırmızı tişörtünü çekip “vatan teftişi” yapıyor.
Yeni kolonizatörler meşum planla ilgili olarak suskunluklarını koruyorlar, ancak
aralarından çıkan “bazı boşboğazlar” arada
bir boş bulunup plana dair ipucu çıtlatıyorlar: “Türkler Orta Asya’ya!”
Neden 2071 vizyonu?
Öyle anlaşılıyor ki Anadolu’dan kiracı
Türklerin tahliyesi süreci 2071’e kadar sürecek ve Alparslan’ın Malazgirt kapısından
girişinin bininci yılında ülke topraklarından
eski kiracıların atılması işlemi tamamlanacak. Son zamanlardaki konuşmalarında
Erdoğan’ın sık sık “2071 vizyonu”ndan
bahsetmesi boşuna değil. Anlaşılan, o da
“tahliye süreci”ne karşı “vizyon” üretiyor.
Kalan elli yıl içerisinde her ne pahasına olursa olsun “kiracı Türkleri” Anadolu
evinden çıkarmak ve “eski yurt” olan Orta
Asya’ya sürgün etmek için elinden gelen
her şeyi yapmaya devam edeceği anlaşılan
Batı emperyalizmine karşı yapılacak ilk iş,
“sürgün planı”ndan artık bizim de haberdar
olduğumuzu duyurmak olmalı. Ve “müttefik numaralarını yemeyeceğimizi” de onlara
karşı açık açık konuşmalıyız. Zira ok yaydan
çıkmış durumda...
Bin yılın sonunda felaketimiz gibi duran
“Anadolu misafirliğimizi” kalıcı hâle getirmenin en kestirme yolu, yine Anadolu’nun
kendisidir. Uzak Asya’dan gelip bir kısrak
başı gibi Akdeniz’e uzanan bu ülkeyi bir
“koçbaşı” gibi kullanmak elimizdedir. Şöyle:
Anadolu’ya talip dört “güruh” görünüyor ki
bunlar, “Ada Avrupa’sı” -yani İngiltere- ve
“Kıta Avrupa’sı” -yani Almanya, Hollanda,
Belçika ve diğerleri- ile bu ikiliye bir de ezeli düsturu sıcak denizlere inmek olan Rusya
eklemliyken sonuncusu da Japonya… Başta
saydığımız dörtlüden birini tercih eder görünmek durumundayız.
Bilen biliyor ya, bir yıldan bu yana bir
iddiayı dillendiriyorum: Ülkemiz Gezi galibiyetiyle Kıta Avrupa’sının, 17 Aralık’la
da Ada Avrupa’sı ve Amerika’nın nüfuz
sahasından çıktı ve 1839’dan beri ilk defa
“bağımsız” oldu. Lakin bağımsız kalmak
için yeterli güce sahip değiliz. Bu durumda
“global güçler”den biriyle anlaşıp ortak siyaset üretmek zorundayız. Bu anlaşma esnasında masada koçbaşı olarak Anadolu’nun
bulunması elzem. Eğer böyle bir anlaşma
yapılacaksa, seçeneklerin sonuncusundan,
yani Japonya’dan başlanması yararımıza.
Zira bu antlaşmanın temelleri Abdülhamit
Han zamanında Ertuğrul Fırkateyni paşalarınca atılmıştı. Yani görüşmeler kaldığı
yerden devam etmeli ve Türkiye bir felaket
anında Japon halkına Anadolu’nun kapılarını açmayı garanti etmelidir.
Zaten görüşmeler bu garantiyle birlikte
sonlanırsa antlaşma parafe edilir. Dolayısıyla Ada ve Kıta Avrupa’sıyla görüşmeye
gerek duyulmayabilir de.
Türkiye’nin “göçmen garantisi”ne karşı istediği tek şeyse “nükleer güç” olmaktır.
Zira ancak o zaman ülkemiz bağımsız, dokunulmaz ve Anadolu’nun misafiri değil de
gerçek ev sahibi olur.
Bu arada, düşünüyorum da, birkaç ay önce
Japonya’ya gidip nükleer santral antlaşması
yapan ve “2071 vizyonu”ndan söz açan Erdoğan, kısrak başını koçbaşına çevirdi ve bir
nevi “Vatan Ortaklığı Sözleşmesi”ne parmak mı bastı yoksa? Eğer basmışsa, bunun
tahminî haberini vermek fakire düşmüş demektir. Yok, eğer henüz basmadıysa, basması gerektiği tavsiyesi de bu kalemden çıkmış
oluyor.
Her şeyi bilen ve “Ol”durana şükür...
kasım 2014
99
haberajanda
Toplum
Sahi bu toplumun aydınları
nerede? Yeri geldiğinde “Neden hâlâ
herhangi bir yerde,
yoldan hasbelkader çevirdiğimiz
yüz kişinin seksenine futbol, magazin vs. dışında bir
soru yöneltemiyoruz?” diyorsunuz.
Sonra kameranızı
gözünün içine
sokup sorduğunuz
soruya yanlış cevap veren adamın
görüntülerini
yayınlarken sözlerinin arkasına
gülme efekti koyuyorsunuz İlber
Bey’in reklamındaki gülüşmeler gibi...
Bay Walser’in
kargaları
“B
UGÜNLERDE güneşin doğumundan batımına kadar yaşananlar, geçmiş zamanlarda doğumdan ölüme kadar yaşananlardan daha çok” diyordu Bay Walser(1). İnsanın sinirlerini zıplatacak derecede sakinliği ve beraberinde gelen sükûnetinin
perdelediği hıncı, öfkeyi, penceresinin önünde uçuşup duran
kargaların gaklamalarında işitiyordu. Çünkü o, insanları kargaya çeviriyordu. Karşısında öfkelenen ve sinirden kendini kaybeden kişiler üzerinde
kullanabiliyordu bu gücünü.
>> Dönüştürdüğü her insana daha sonra üzülüyordu da. Ancak onların karga olarak kalmaları, hayata insan olarak devam etmelerinden
çok daha uygundu Bay Walser’e göre.
Haksız mı Walser? Mesela provokasyon olarak adlandırılan, aslında düpedüz terör eylemi
olan şu olayları kargalar yapabilir miydi sizce?
Bir karga, eline otomatik silah alıp birini öldürebilir mi hiç? Molotof atıp otobüs yakan veya
ilköğretim okuluna saldıran karga sürüleri düşünebilir misiniz? Karga bu, gaklar. Fakat kuş beyinli insanlar için aynı şeyleri söylemek elbette
mümkün değil.
İnsan bedeninde vücut bulmuş bir kuş beynine ne anlatabilirsiniz? “Yakıp yıkma! Öldürme!
Bu yaptıkların yanlış!” mı diyeceksiniz? Ne kadar yırtınırsanız yırtının, bir kuşa “insan olmayı”
öğretemezsiniz. Bağırıp çağırmanın da faydası
olmaz. O halde ne olacak? Eğer Bay Walser gibi
yetenekleriniz yoksa ve bir kuş beyinliyi aslına
çeviremiyorsanız haddini de bildiremeyecek değilsiniz ya! Bizim Walser’imizin sabrı çok yüksek ve merhamet sahibi, yoksa devleti Walser
olan nice toplumlar görmüşüzdür ki “özgürlük”
naraları atan kargalardan geçilmez…
Bugün sokaklarda terör estiren şu yığınları
savunanlara sormak gerek: Öncelikle onlardan
100
kasım 2014
farkınız var mı? Zira adam öldürmeyi, hakka tecavüz etmeyi, yakıp yıkmayı adet edinen bu güruhu perde arkasından savunmaktasınız. İkinci
olarak siz, hak, hukuk ve adalete hangi geçmiş
dönemde bugünkünden fazla sahip oldunuz
da içinde bulunduğumuz bu önemli süreci baltalıyorsunuz? Birbirini kardeş olarak belleyen
insanların arasına nifak tohumları ekerken kimin adına hareket ettiğinizi düşünüyorsunuz?
Hangi hakla toplumda bir “etnik alerji” oluşturmaya çalışıyorsunuz? Pis bir cikleti aranızda ağızdan ağza dolaştırıyor, karşı olduğunuzu
iddia ettiğiniz şeyin mislini, ekmeğini yediğiniz,
suyunu içtiğiniz topraklarda yapıyorsunuz. Siz
kimi temsil ediyorsunuz? Hiç mi bir aydınınız,
entelektüeliniz yok çıkıp doğruları haykırmaya
cesareti olan?
Sapsız bıçak
Sahi bu toplumun aydınları nerede? Yeri geldiğinde “Neden hâlâ herhangi bir yerde, yoldan
hasbelkader çevirdiğimiz yüz kişinin seksenine
futbol, magazin vs. dışında bir soru yöneltemiyoruz?” diyorsunuz. Sonra kameranızı gözünün
içine sokup sorduğunuz soruya yanlış cevap
veren adamın görüntülerini yayınlarken sözlerinin arkasına gülme efekti koyuyorsunuz İlber
Bey’in reklamındaki gülüşmeler gibi.
Orhan Rufat Karagöl
[email protected]
Yani aslında siz doğrusunu biliyor ve topluma ayna mı tutuyorsunuz? Bunu mu anlamalıyız? Siz doğrusunu biliyor olsanız, kendinize bağımladığınız o adam yanlış cevap
verir mi sorduğunuz soruya? Aslında kendinize ayna tutmuş oldunuz, gördünüz mü?
“Yeni Türkiye” söylemi boşuna değil; uykusundan uyandırılan bir toplumun üzerinden mahmurluğu atması ve önce uykudayken neler kaçırdığını görmesi gerek. Çok
şükür ki bu safhaları geride bıraktık karanlık
bir çağdan aydınlık bir çağa adım atılması
gibi. Bir de yenilgilerinin hıncını, her türlü
kargaşayı fırsat bilip ondan nemalanmaya
çalışarak çıkartmaya yeltenen şu pehlivan
adayları ve kucaktan kucağa dolaşan maskeli sırtlanlar olmasa... Uyananı ve uykusunda
pek çok şey kaçırmış olanı bir daha uyutamazsınız, anlayın artık!
Ah Bay Walser ah!
Hayatta bazı konular vardır ki sapsız bıçağa benzer, ne tarafından tutarsanız tutun,
bir yerinden acıtır, kanatır. Ona dokunmayı göze almak bir ön kabul gerektirir. Bu
toplumun en büyük sorunu haline dönüşmüş konularını bıçak misali avuçlayan, onu
sımsıkı kavrayan iradeye karşı duyarsız ve
daima eleştirel bir tavır sergilemek yerine, o
bıçağı tutan kola kuvvet vermek bu toplumu şahlandıracaktır. Bu kuvvetin belkemiği
aydınlardır, sanatçılardır, bilim adamlarıdır.
öteye geçebilmelidir. Siyaset, zamanı geldiğinde, sadece bulunduğu ortamdaki insanlara karşı üstünlük gösterisi için ezberlenilmiş cümlelerden ibaret bir konu değil, söz
sahibi olabilmek için kullanılan en büyük
enstrüman olmadır hayatlarında.
Oy vermekle hiçbir iş tamamlanmaz, oy
sadece yol açar. Artık dünya politikasını
yakından takip etmelidir bu toplumun insanları, çok okumalı, tarihi bilmelidir -kendi
tarihi kadar dünya tarihini de-. Başlayan
değişim ve uyanışa nefer olmalıdır her bir
fert. Nasıl ki talep gösterip eğrisi ve doğrusuyla kendi tarihini anlatmaya çalışan bir
dizinin haftalık bütçesini on küsur milyon
dolarlara çıkartıyorsa, tüm mahremiyetini
aşıp evine giren medyanın neler sunacağını
da yine kendi belirlemelidir. Toplumun büyük kesimini oluşturan gençlere sanat, bilim
ve bol bol hayal aşılamalıdır hayalperestlikle
karıştırılmadan.
Tüm bunlar hepimizin, Yeni Türkiye’nin
ortak kaygısı olmalıdır. Bu saydıklarımızın
tamamını tek başlarına kadınlar başarabilir.
Türk toplumunda kadının geleceğe ait belirleyici rolü tartışılamaz kanaatimce. Çünkü
bizde -yeni nesil kuralları değiştirmeye başlasa da- erkek akşam eve gelir, biraz çocukla
oynar ve keyfine bakar. O çocuğa asıl eğitimi
anne verir, beslenme alışkanlığına kadar.
Tebessümümü mazur görün, toplum
olarak biraz göbekli oluşumuzun nedenini
ben analarımızın hamur işlerine bağlarım.
Kadının toplum içinde böylesine önemli bir
rolü sırtlanıyor olması, (bu yükü hafifletmek
gereğiyle birlikte) yeni oluşumlarda onlara
tanınacak hakların genişliğiyle de doğru
orantılı olmasındandır.
“Ortadoğu Orta Dünya’ya dönmüş, sen
neler anlatıyorsun?” diyenleri duyar gibiyim... Öyle demeyin, insanı konuşmadan
hiçbir yere varılamaz, özellikle de Türkleri.
Kendi milletine yabancı olan bir kafa, yabancı bir toplumu veya yabancı olayları nasıl
çözsün?
Efendim toparlayacak olursak, huzuru
bozanlarla Bay Walser ilgilenir, kimse kaygılanmasın; asıl mesele, “oluşumun” tamamlanması ve “uyanık” olmakta sırlı…
(1) Bay Walser’in Kargaları / Wolfgang Hildesheimer
Kaygısı insanlık olmayan hangi sözüm
ona aydının erdeminden söz edilebilir ki?
Yanlışı pek çok insan kavrayabilir, ancak bu
sadece tespit olur. Bir aydın sadece tespitte
bulunmamalıdır, onun farkı yol açmak, konuştuğunda/yazdığında toplumu doğruya
motive etmektir. Onun farkı, insanı bilgiye
acıktırmasıdır. Marjinal olmak, aydın olmak
değildir; aydın insan toplumu kaosa sürüklemez, toplumun değerlerini hiçe saymazlık
edemez. Aydın düşündürür; düşünmek en
büyük eylemdir. Düşünen toplum daima
zinde ve tetiktedir. Doğruları çok çabuk
kavrar, yanlışları kendiliğinden terk eder.
Uyku “göz”ün en büyük iksiridir…
Ortak kaygılar
O bıçağı tutan el her şeye muktedir değildir, olması da beklenemez. O ele kuvvet veren bir güce ihtiyaç duyulduğu gibi bir göze
de ihtiyaç vardır. Onun bir kulağı, burnu,
ağzı ve hayalleri de olmalıdır. Bir vücudun
yekpare ve senkron hareket ediyor oluşu
gibi, hepsi birbiriyle uyum içinde bulunmalıdır. Yeni Türkiye’nin fertleri artık tespitten
kasım 2014
101
haberajanda
Siyaset
Ermenek,
yine acı bir
ironi ile teorinin pratiğe yansımasını gösterdi bize.
İhtiyaçlarını
gidermek
için dahi
mola veremeyen işçilerin öğle
molası da
yoktu. 1015 dakika
içinde hızlıca yedikleri yemeği
kendileri
getirmek
ve hemen
işe dönmek
zorundaydılar. Çünkü
çalışma
saatlerinin
azalması,
bir işletme
için kârın
azalması
demekti.
Fazladan
verilen her
kuruş, daha
fazlası ile
geri alınmalıydı ve
bunun için
de yemekten, yoldan,
iş ekipmanından, iş
güvenliği
de dâhil
harcanacak
her kalemden vazgeçilmesi gerekiyordu.
102
kasım 2014
Denetim hep
ikmalde
“S
OMA son olsun!” mesajları sosyal medyada kol gezerken, sonrasında konuşulanlarla, atılmaya çalışılan adımlarla,
bir parça sağlanan haklarla sevinirken
gördük ki, aslında bir adım bile yol alamamışız iş güvenliğinde.
>> Ermenek’te yaşanan facia,
oldukça büyük doğal bir afet. Birilerinin paranoyasını depreştirmesi, zihinlerde yaşanan travmanın
boyutunu göstermesi açısından
önemli olsa da söz konusu “yerin
altı” olduğunda bütün olasılıkların üzerinde gerçekleşebiliyor
yazık ki felaketler. “Takdir!” deyip
yutkunamayacağımız ihmallerin
büyüklüğü ise vicdanlarımızın
küçülüşünden.
Soma’da yaşanan felaket hepimizi yaralayacak kadar büyüktü.
Kolay değil 301 canı tek bir madende yitirmemiz. Hâlâ bütün
kardeşlerimizin cesetlerine ulaşılamayan Ermenek’te de sonuç
yalnız 18 işçinin kaybı değildi, vicdanların yok oluşunun, kanunların iş güvenliğini sağlamada yeterli olmadığının apaçık ispatı oldu.
İş güvenliği konusunda nerede
olduğumuzu bir kez daha gösterdi
hepimize. Ama her konuda olduğu gibi, bu konuda da yalnızca
felaketlerin ardından yaşadığımız
yoğun acıda, gördüğümüz gerçeklerle tamamen yüzleşmek yerine
unutmayı tercih ediyoruz. Hayat
güzel, gündem yoğun, düşünmek
zor, ancak önlem almak ise üst
düzey bir sorumluluk ister.
Oysa kaçamayacağımız bir
sınırdayız artık. Yasama iradesi
Soma’nın ardından gecikmiş de
olsa bazı tedbirleri arttırmış, çalışma saatlerinden bedeline dek düzenlemelerde olumlu değişiklikler
yapmış idi Ermenek öncesinde.
Ermenek, yine acı bir ironi ile
teorinin pratiğe yansımasını gösterdi bize. İhtiyaçlarını gidermek
için dahi mola veremeyen işçilerin
öğle molası da yoktu. 10-15 dakika içinde hızlıca yedikleri yemeği
kendileri getirmek ve hemen işe
dönmek zorundaydılar. Çünkü
çalışma saatlerinin azalması, bir
işletme için kârın azalması demekti. Fazladan verilen her kuruş,
daha fazlası ile geri alınmalıydı ve
bunun için de yemekten, yoldan,
iş ekipmanından, iş güvenliği de
dâhil harcanacak her kalemden
vazgeçilmesi gerekiyordu.
İş güvenliği
“eğitimi” (!)
Olayların ardından ortaya konan tabloya çok iyi bakılmalı:
Önceden haberli teftiş zamanları,
işletmelerin bütününün incelenmesi değil de kısmen gösterilmesi,
hazırlıkların o güne mahsus olarak
olabildiğince eksiksiz yapılması ve
sair… Çünkü denetimlerde neyin öncelikli olduğu, işin içinde
azıcık olan herkesin malumudur.
Bugün kanun zoruyla düşük risk
grubundaki kurumlarda yapılan
iş sağlığı ve güvenliği konulu eğitimlere bakınız ki zorunluluktan
imza atmak üzere gelmiş işçiler
bir yanda, daha zorunlu olarak ücretini alacağı için orada bulunan,
anlatmaktan ziyade üç beş slaytla
sözde eğitimi veren bir uzmandan
başkasını görmeyeceksiniz.
Nadire Çamlı Yıldırım
[email protected]
Bizzat kamu kurumlarında dışarıdan
hizmet alımı yoluyla çalıştırılan işçiler de
aynı durumda. Güvenlik önlemlerinin hayat kurtarıcı olduğu, ölümle burun buruna
çalışılan tehlikeli iş gruplarında da manzaranın değişmediğini düşünürseniz, kanunî
zorunlulukların nasıl kolayca halledilebildiğini görürsünüz. Hatırlayalım: Soma’nın
üç merhumunu işe girdiklerinin hemen
ertesinde, eğitim tutanaklarında imzaları
olduğu halde kaybetmedik mi?
Mevcut sorunların çözümüne yönelik
ciddi bir çalışma var ama göz ardı edilen
gerçekler de. Teori-pratik uyuşmazlığının
giderilmesi gerekiyor en başta. Bütün ihtimallerin düşünüldüğü eylem planlarının
hayata geçirilmesi, her şeye rağmen önlenemeyen kazalar karşısında ise sorumluların kaçabileceği bütün kanunî boşlukların
doldurulması gerekiyor. Yedi yıldır mahkeme kararı ile hak ettiği tazminatı alamayan
kaza mağdurlarının haberleri ihbar kabul
edilmeli. Yedi yıl boyunca yakın akrabaları
üzerinden şirketler kurup faaliyetine devam
eden ama işçisine tazminat ödemekten köşe
bucak kaçan insanların ekonomik hareketlerini mevcut teknoloji imkânları ile takip
etmek ve bu suiistimalleri kanunlarla önlemek mümkün olmalı.
Konunun gerektirdiği bütün yönler, uzmanlarınca ele alınarak çok daha kapsamlı
çözümler sunulmalı ki açıklanan revizyonda
yer alan yaptırımlar gerçekten uygulanabilsin. Bunun önüne geçilmediği takdirde ne
ihaleye girme yasağının bir anlamı kalır, ne
diğer cezaların.
İşçi suiistimali maalesef hayatımızın en
olağan karşılanan ve kanıksadığımız konularından. Sosyal güvencesi olmadan işçi
çalıştırmak, utanılası bir durum değil hâlâ
çoğu kişi için. Güvence bedelinin, alınan
maaşın çok çok altında yatırılması ise olmazsa olmaz. “Meslek kodu sistemi” ile her
çalışanın asgarî ücretle çalışıyor gibi görünmesini engelleyecek olan SGK’da bir yıldır
konu ile ilgili atılmış adım ve sonuçlarınsa
ne olduğu açıklanmış değil.
Bunlar çok önemli konular ama yalnız hayat kalitesini, standardı etkileyen sorunlar. İş
güvenliğinde kaliteden söz edemiyorsunuz
kaybedilen hayatlar olduğunda. Denetim
sorunu, maalesef pek çok aşamada kişilerin inisiyatifine terk edilmiş gibi görünüyor.
Yıllar önce açtığımız işyerinde ruhsat ala-
bilmek için günlerce uğraştığımı hatırlarım,
üstelik yapacağımız işin yönetmeliği gereği
beş kişiden fazla olan eğitimler için yer temini sureti ile çalışacağımız halde. Oysa araya
hatırlı isimler konulduğunda çok daha kritik
mekânlar için kuralların nasıl esnetildiğine
şahit olanlarınız çoktur sanıyorum.
Ermenek’teki göçüğün ardından, sonradan Sayın Bakan yalanlasa da ona ithaf
edilen “İş yerini kapatıyorsunuz; araya elli
kişi giriyor açtırmak için” sözleri hepimizin,
her gün farklı derecelerde rastladığı kuralsızlığın en net ifadesidir. Devlet adına bir
kurumu denetleyen kişi, işyeri sahibi ile kol
kola ve yemeklerde görüşme yapıyorsa buna
engel olunmalı. Çay içmenin bile gerekirse
hoş görülmediği bir etik ortaya konulmalı.
Yoksa bunca sorunun, maaşını işverenden
alan iş güvenliği uzmanlarınca çözülmesi
mümkün değil.
Uzun vadede hedef, farkındalığın yaşama,
insana ve haklarına verilen önemin içselleştirilmesi yönünde olmalıdır. Ama henüz bu
aşamada değilsek, kalbi ile yapmayana kanun zoru ve korku salınarak sorumluluklarını yapmak zorunda kalmalarını sağlamak
olmalı başarmamız gereken ilk şey.
kasım 2014
103
haberajanda
Akademi
Dünyada “üniversite” kavramının
içinin boşaltılması,
bizim gibi bilgi üretiminde merkez değil
de uydu konumundaki ülkelerde daha
da trajikomik hale
geliyor. Furedi’nin
şikâyetçi olduğu
konunun özeti şu:
Üniversitelerde, işin
bizatihi kendisiyle
uğraşılmaktan duyulan entelektüel
tatmin yerine ne
kadar fayda sağlayacağı, ne kadar
para kazandıracağı
daha öne çıkmaya
başladı. Bizdeki durumun vahameti,
anlam kaybına uğramış bir uğraşının
bir kez daha anlamsızlaştırılmasından
kaynaklanmaktadır.
Özünü kaybeden
üniversite kavramı,
bizde adeta kabuğundan da kemirilmeye başlanmıştır.
Üniversitelerde bilim adam
Ü
NİVERSİTELERİN gittikçe düşen itibar ve imajı, içindeki
insanların kişiliklerinden bağımsız değildir. Kapitalizmin
ne varsa hepsini bir “şey”e dönüştürerek kullanışlı meta
haline getirmesi düşüncesinden üniversiteler de nasibini
aldı. Bilimsel çalışmalar bir entelektüel faaliyet olmaktan
çıkıp bir kazanç vesilesi, bilim adamlığı da bir profesyonel
meslek haline geldi.
>> Birçok üniversite çalışanı, yaptığı işle
olan ilişkisini kazandığı para çerçevesinde
şekillendirdi. Kurumsal olarak üniversitelerin
başarıları ne kadar para kazandıklarıyla ölçülür hale geldi. Bu konu ile ilgili olarak İngiltere Kent Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden
Frank Furedi’nin Türkçeye “Nereye Gitti
Bu Entelektüeller?” şeklinde çevrilen kitabı
okunmaya değer.
Dünyada “üniversite” kavramının içinin
boşaltılması, bizim gibi bilgi üretiminde
merkez değil de uydu konumundaki ülkelerde daha da trajikomik hale geliyor. Furedi’nin
104
kasım 2014
şikâyetçi olduğu konunun özeti şu: Üniversitelerde, işin bizatihi kendisiyle uğraşılmaktan
duyulan entelektüel tatmin yerine ne kadar
fayda sağlayacağı, ne kadar para kazandıracağı daha öne çıkmaya başladı. Bizdeki durumun vahameti, anlam kaybına uğramış bir
uğraşının bir kez daha anlamsızlaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Özünü kaybeden
üniversite kavramı, bizde adeta kabuğundan
da kemirilmeye başlanmıştır.
Bir üniversite çalışanından (akademisyenden) ne beklenir? Bir öğretim elemanı için
bilgi üretmesi ve bunu öğretmesi temel fa-
aliyettir. Bunun içinde tez, bildiri, makale,
kitap, ders vb. konular akla gelmektedir. Peki,
üniversitelerde bu ana uğraş konuları içinde
sulandırılmayanı var mıdır? İstisnalar olmakla birlikte, “Yaptığımız işin hakkı veriliyor”
diyebiliyor muyuz?
Türkiye’de, yaptığı bilimsel faaliyetlerden
zevk alan, heyecan duyan, yaptığı araştırmanın sonucunu merak eden ve arkasından yeni
araştırmalar planlayan öğretim elemanları
gittikçe azalmaktadır. Temel amaç ise puan
toplama, asgarî şartları sağlama, yayın sayısını
arttırma, unvan alma ve terfi etme şeklinden
kendini göstermektedir. Hal böyle olunca,
bilimsel aktiviteler bir an önce yapılıp bitirilmesi gereken bir araç haline dönüşmektedir.
Manzara kapkara
Yeterli puan alındığında, artık sefa sürme
zamanı gelmekte, yeni bir çalışma planlama
ihtiyacı ise ortadan kalkmaktadır. Bu noktada, daha önceki yazımızda değindiğimiz
Prof. Dr. Ramazan Erdem
[email protected]
lığından film adamlığına
mektir. Görünürde anket, veri, analiz, makale
ve tez vardır ama bilimsel bilgi yoktur. Birçok üniversite çalışanı neyi neden yaptığını
bilmeden bir sürü makale yazmakta, ancak
bunlar bilim dünyası için bir değer ifade etmemektedir.
Laurence J. Peter’in Peter’in Reçeteleri adlı
kitabında J. Frank Dobie’den alıntıladığı
“Çoğu doktora tezi, kemik kalıntılarının bir
mezardan ötekine taşınması gibidir” sözü, bizim ülkemizde daha anlamlı hale gelmektedir. Batı’nın mezardan mezara naklettiği kemikleri başka bir mezara daha nakletmekten
başka bir şey yapmıyoruz. Yaptığımız birçok
yayının niteliği derinlikten yoksun; amaç,
kapsam ve yöntem eksiklikleri bir tarafa, ortaya çıkan bulgular bilgi kirliliği oluşturmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Özellikle sosyal bilimlerde kavramsallaştırma, model geliştirme, teori ortaya atma yeteneklerimiz oldukça zayıf. Daha çok, “Batı
bir kavram ortaya atsın da onu Türkiye’de
tartışalım” diye bekliyoruz. Bu açıdan merkez ülkelerin (ABD, Kanada, Kuzey Avrupa gibi) üniversiteleri, dergileri ve bunların
arkasındaki entelektüel güçler belirleyici
oluyorlar. Türkiye’deki merkez konumunda
olan üniversiteler (İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerdekiler daha çok kapsamda düşünülebilir) Batı’yı, taşra üniversiteleri de Türkiye’deki büyük üniversiteleri takip ediyorlar.
Böylelikle üniversitelerin çoğunda “taklidin
taklidi” bilgiler üretilmektedir.
sisteme giriş konusu önemlidir. Üniversitelere çalışmak için gelenlerin amacı okumak,
araştırmak, hak ve hakikat peşinde koşmak
olmayınca ortaya böyle bir manzara çıkmaktadır.
Bugün kamuoyunda, aldıkları unvanların
etkisiyle caka satanların yaptıkları bilimsel
çalışmaları bir mercek altına aldığınızda bu
iddialarımız daha da anlaşılır olmaktadır.
Bu satırların yazarı, kendisinin de böyle bir
sistemin içinde olduğunun ve kirlenmeden
bir şekilde nasibini aldığının farkındadır.
Sadece bir disiplin (tarih) üzerinden giderek
Ali Birinci’nin yazdığı Tarihin Kara Kitabı adlı eser, bu konuda çok ilginç örnekler
sunmaktadır. Konuyu ahlakî bir problem
olarak irdeleyen, bilimsel çalışmalarda çeşitli
ahlaksızlıkların nasıl yapıldığını anlatan bu
kitap, Türkiye’deki bilim adamlarının hal-i
pürmelâlini gözler önüne sermektedir. Benzer çalışmaların diğer alanlarda da yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
İntihal problemini çözmeden, Türkiye’de
gerçek anlamda bilimsel çalışma beklemek
zordur. Herkes bir yerlerden bilgi aşırarak
gerekli puanları alabiliyorsa, neden emek harcayarak bilgi üretsin ki? Bir sürü bilgi, çeşitli
çalma yöntemleri ve çaldığını da saklama metotları var. Bir de bunların ortaya çıkması durumunda caydırıcı bir yaptırım mevcut değil.
İntihal yaptıkları ayan beyan ortada olan
birçok insanın ortalarda dolaştığına, kimsenin bundan rahatsız olmadığına şahit oluyoruz. Bu tür durumlar karşısında tepkisiz kalmamız, aynı sistemin ürünü olduğumuzdan
olsa gerek, “Ya bizim de bir açığımız varsa?”
endişesinden kaynaklanabilir. Böyle bir durumda yapılması gereken, bir başlangıç yaparak “bundan sonraki” çalışmaları intihalden
temizlemektir.
“-mış” gibi yapmak
Üniversitelerdeki diğer bir sorun da bilimsel çalışma yapmak değil, yapar gibi görün-
Son zamanlarda yerli dinamiklerden, problemlerden hareketle yeni teoriler üretme, yeni
modeller ortaya koyma anlamında girişimler
olsa da üniversitelerimizdeki genel anlayış
bu şekildedir. Yayınladığımız yayınlara uluslararası anlamda ne kadar atıf yapıldığına
bakarak ne kadar özgün çalışma yaptığımızı
değerlendirebiliriz.
Nitelikli çalışma yapamamaya hayli mazeret bulabiliriz. Ders yükleri, bu konuda
ilk etapta akla gelen gerekçelerden biridir.
Bir sonraki yazımızda dersler ve işleyişleri
ile ilgili de bir değerlendirme yapacağız ama
hiçbir gerekçe, üniversite çalışanını bilimsel
uğraştan alıkoymaya bahane olmamalıdır.
Bilim adamlığını bir kazanç kapısı görmekten öte hayat felsefesi haline getirdiğimizde
ve bilimsel faaliyetlerimizi unvan almak için
değil, “Beşikten mezara kadar ilim tahsil etmek” misyonu çerçevesinde yaptığımızda, sırf
bir yayın yapmış olmak için değil, yaptığımız
çalışmaların ruhuna nüfuz ettiğimizde ve de
bu çalışmalara hak ve hakikat arayışı çerçevesinde kendimizi verdiğimizde aslî görevimize dönmüş olacağız.
kasım 2014
105
haberajanda
Psikoloji
Yönetici ve patronların
Mehtap Kayaoğlu
[email protected]
İş hayatının standart koşturma-
calarının dışında, yeni bir düşünce
ve yaşam alanı açma kapasitesini
içinde barındırmalı insan ve yeni
yaşam alanlarını açabileceği etkin
araçları edinebilmeli. Ayrıca iş
ortamındaki karmaşayı öğrenme
fırsatına dönüştürmeyi başarabilmeli, bulunduğu iş kademesine göre
karşılaştığı sorunları aktarmalı, bu
aktarmayı yaparken hem duygularını doğru şekilde anlamalı, hem anlaşılır dille karşı tarafa iletmeli, hem
ilettiği bilginin anlaşılır olduğundan
emin olacağı yöntemlerle söylemeli, hem de yapıcı karşılık alabileceği
aktarımı gerçekleştirmeli.
terapist
becerileri eğitimi alması şart!
S
ON derece sakin
görünümlü halimin
ötesinde, nerede ve
ne kadar çılgın fikir
varsa aklıma geliyor. İşte onlardan sonuncusu!
Devlet adamlarına ve yüksek
kademede görev yapan yöneticilere koçluk becerileri eğitimi
verilmesi gerekir...
106
kasım 2014
Neden mi? Gayet açık bir cevabı var.
Söz konumuz olan insanlar, insanlarla
çalışıyorlar. Eğer dışarıya yansıttıkları tutumlar hırpalayıcıysa, iyi niyetli olmalarının
hiçbir önemi veya insan yönetme becerileri
bizi irrite ediyorsa anlayışlı oldukları söyleminin karşılığı yok zihnimizde. Açık ve net
söyledim sanırım…
Yıllardır yaşam becerileri ve terapist becerisinde birey olma eğitimi veriyoruz. Başlangıçta bu eğitimi almaya hevesli görünen
kişiler, öğretmenler ve eğitimciler oldu. Zaman içinde halkın her kesiminden insan
eğitimleri almak için başvuruldu. Ardından
bu eğitimlere en fazla yöneticilerin ihtiyacı
olduğunu düşündük. Belediye başkanları,
başkanlıklardaki müdürler, bakanlar, üst düzey yöneticiler, CEO’lar, valiler, kaymakamlar... Üst düzey yönetici denildiğinde aklınıza kimler geliyorsa biz de onları düşündük.
Zira insanla uğraşmak, insanın sorunlarıyla
ilgilenmek, birinin hakkını diğerine karşı
korumaya yönelik işlerde mesai harcamak,
kişinin kendisini inanılmaz şekilde yıpratıyor
ve başlangıçta enerjik, motivasyonu yüksek
kimseler olarak çalışan insanlar, zaman içinde yanan bir mumun çevresine ışık verirken
kendisini tüketmesi gibi erimeye başlıyor.
Terapist becerisi eğitimleri, mumla aydınlanma devresinden çıkıp led aydınlatma
sistemine geçiş bence. Erimenize ve etrafınızı kirletmenize gerek yok! Kendi kendisini şarj eden ışıklandırma sistemi olmanızın
zamanı geldi de geçiyor bile.
Terapist becerileri eğitimlerinin ana amacı, kişinin meslek hayatında karşılaşacağı
insan ilişkileri odaklı sorunlarla kolay başa
çıkması için profesyonel yöntemler öğrenmesini içerir. Eğer terapistseniz, insanların
sorununu dinleye dinleye sorunlu bir tip
olup çıkma hakkınız yoktur. Terapist becerileri eğitimleri, bulunduğunuz yönetim
biriminde sıkıntılarla baş etmeye çalışırken
kendi iç mutluluğunuzu ve iç dengenizi
kaybetmemenize yardım edecek yöntemleri
aklınızın cebinde bulmanızı gerektirir.
Bu tarz eğitimler, meslek kalite standartlarının geliştirilmesi, yapılan iş ve işin
sonuçları açısından fark oluşturma yeteneğinin geliştirilmesi, kişinin özel yaşamı ve iş
yaşamına dair iyileşmeye dönük fark oluşturulması amaçlarına hizmet etmektedir.
Herkese liderlik yapmaya
çalışırken kendisine liderlik
yapamayan insan sayısı
azımsanmayacak kadar çok
Eğitim sonunda meslekî olarak gelişmek
isteyen kişiler, yetkin ve profesyonel insan
ilişkileri bilgi birikimine sahip olarak, sosyal
ilişkilerine yeni bir halka eklemenin verdiği
keyfi de yaşayacaktır. Alınan her yeni bilgi,
kişiyi geliştirir, düşünce sistemini olgunlaştırır. Şirketlerde çalışan ve danışmanlık ya
da yöneticilik görevlerini üstlenen kişiler,
liderlik ve iletişim becerilerini arttıracak
bilgilere ulaşır. Kişisel gelişimine yönelik
deneyim edinmek isteyen kimselerse yaşam
pratiklerine adapte edebilecekleri teknik
bilgilere sahip olurlar.
İş ve yönetim sektörü, günümüz
Türkiye’sinde farklı bir boyuta taşındı. Günümüz yöneticisi, artık
terapist becerisinde etkileşimi öğrenmeli.
İnsanlar artık hem kendi hayatları, hem
de başkalarının hayatında fark yaratabileceği donanıma sahip olmak zorunda ve
günlük hayatlarındaki iletişim becerilerinin
gelişmesine, kaliteli ilişkiler kurulmasına
yardımcı olmalıdırlar. Yaşama karşı direnç
içinde değil, yaşam ile birlikte senkronize
farkındalık geliştirerek yaşamaya mecbur
insanlar.
2. Her yaşantının tecrübe olduğunu bilmek gerekir. Önemli olan, olumlu veya
olumsuz durumlara açıklık getirmek, gereksiz yargıdan ve engelleyici yorumdan uzak
durabilmeyi başarmaktır.
İş ve yönetim sektörü, günümüz Türkiye’sinde farklı bir boyuta taşındı. Günümüz
yöneticisi, artık terapist becerisinde etkileşimi öğrenmeli.
İş hayatının standart koşturmacalarının
dışında, yeni bir düşünce ve yaşam alanı
açma kapasitesini içinde barındırmalı insan
ve yeni yaşam alanlarını açabileceği etkin
araçları edinebilmeli. Ayrıca iş ortamındaki
karmaşayı öğrenme fırsatına dönüştürmeyi başarabilmeli, bulunduğu iş kademesine göre karşılaştığı sorunları aktarmalı, bu
aktarmayı yaparken hem duygularını doğru
şekilde anlamalı, hem anlaşılır dille karşı
tarafa iletmeli, hem ilettiği bilginin anlaşılır olduğundan emin olacağı yöntemlerle
söylemeli, hem de yapıcı karşılık alabileceği
aktarımı gerçekleştirmeli.
Endişelenmeyin, zor değil!
Farkındalığı yüksek, iç dinamikleri sağlam yöneticiler olabilmeniz için bazı olmazsa olmazlarınızı sıralamakta fayda var:
1. Şartlar ne olursa olsun, içinde bulunduğunuz durumun aslında dört boyutlu
olduğunu unutmayın. Size göre negatif olduğunu düşündüğünüz bir durum düşünün.
İlk bakışta olumsuz görünmesine rağmen
kendi içinde olumlu bir yan beslediğini
keşfedeceksiniz. Bunun yanında, sizin için
olumlu olduğunu düşündüğünüz bir durumla karşılaştığınızda, olumlu durumun
bir yanıyla olumsuzluk içerdiğini de hissedeceksiniz. Örneklemek gerekirse, sigaranın
sağlığa zararlı olduğunu biliyorsunuz, içti-
ğinizde sigara içmekten hoşlanan yanınız
mutlu olurken sağlığınıza zarar veren kısmı
üzülecektir. “Sağlığa zararlı” diye içmediğinizde ise, içmeyen yanınız mutlu olurken sigara içmekten haz alan yanınız üzülecektir.
Dolayısıyla tam anlamıyla doğru tercih diye
bir durum yoktur, yaşanan sonuçların algılanma biçimi ve olaylara yüklenen anlamlar
vardır.
3. Her durumu çözmeye çalışan kişi olmak yerine çalışma arkadaşlarımızı çözüm
arayışına teşvik edebilen bir yönetmen olmak gerekir. Zira çevremizi harekete geçirmek daha ekonomiktir. Harekete geçen
sadece sizseniz, çözüm de sizsiniz. Oysa
çevrenizi harekete geçirdiğinizde, çalışma
arkadaşı sayınız kadar çözümünüzün olduğunu göreceksiniz.
4. Bağlantı kurma, değer verme, hedef
belirleme, güçlükleri aşma, önemli projeler
oluşturma, opsiyonları araştırma, hareket
planları ve strateji oluşturma, durdurma ve
açıklık getirme konularında kendinizi geliştirmelisiniz.
5. Çevrenizde güven iklimi oluşturabilmelisiniz.
6. Duruş ve senkronizasyonun önemini
hatırlamalısınız. Yapıcı tutumunuz ve özgüveninizle dikkat çekmelisiniz.
7. “Ön kabuller” ile “sınırlayıcı inanışlar”
arasındaki ince çizgiyi ayırt edebilmelisiniz.
8. “Şimdiki durum” analiziniz ile “varılacak yer” analiziniz arasında doğru geçişi
yapabilmelisiniz.
9. Açık hedeflerinizin yanında saklı hedeflerinizin olduğunu da unutmamalısınız.
Açık hedefler için uğraşırken saklı hedeflerden olmamaya gayret etmelisiniz.
10. Çalışma arkadaşlarınızı olası olumsuz
durumların kaygı alanından etki alanına geçirebilmeyi başarabilmelisiniz.
Söylediğim gibi, zor değil... Sevgiler...
kasım 2014
107
haberajanda
Teknoloji
Teknoloji devi Google,
otomobil sektöründe yeni
bir devrin kapılarını açıyor. Devrim gibi bir buluşa
imza atam şirket, şoförsüz
araba ürettiğini açıkladı.
Daha önce geliştirdiği kendi kendine giden arabada
köklü değişikliklere giden
Google’nin, araçlarında “dur”
ve “git” düğmesi olacak, direksiyon ve pedallar ise yer
almayacak. Araçta bütün işi
algılayıcılar yapıyor.
Otomobil teknolojileri
At arabasından
uçan otomobile
“O
TOMOBİL” kelimesi, Türkçeye Yunanca αὐτός (autós,
“kendi”) ve Latince mobilis (“hareket eden”) sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulan ve başka bir hayvan
ya da araç tarafından itilmek ya da çekilmek yerine
“kendi kendine hareket eden araç” anlamına gelen Fransızca “automobile” kelimesinden geçmiştir.
>> Tekerleğin icadı M.Ö. 3000 yılına
kadar uzanmaktadır. Sonraki yıllarda ise
Hititlerin savaş aracı olarak geliştirdikleri
atlı arabalarda kullanıldığı bilinmektedir.
Otomobilin icadına kadar geçen sürede ise
insanların yanı sıra atlar, öküzler ve köpekler
tarafından çekilerek yürütülen ve insan ve
yük taşımacılığında kullanılan modelleri de
mevcuttur.
19. yüzyıla gelindiğinde, pek çok buluşun
ana enerji kaynağı olan buhar makinesinin
icadı, ardından da içten yanmalı motorlarda
petrol ürünlerinin kullanılmaya başlanması, otomobil teknolojisinin de gelişmesinin
başlangıcı olmuştur. Ancak otomobil tek bir
kişi tarafından icad edilmemiştir, zira dünya
üzerinde pek çok kişi tarafından farklı modeller geliştirilmiş, bu alanda yüz binlerce
patent alınmıştır.
108
kasım 2014
Günümüzde hayatın vazgeçilmez bir
parçası ve aslî bir ihtiyaç olan otomobilin
icad edilmesi, tek başına kullanımı için yeterli değildir. Onun yürütülebileceği yolların
yapılması, diğer otomobillerle ve yayalarla
ilişkilerinin düzenlenmesi, park ve çevre
düzenlemelerinin yapılması ve altyapıların
yapılması gerekmekteydi.
Geçmişte ve günümüzde güç göstergesi
olarak kullanılan otomobil, ulaşımda bir çığır açtı ve insanlarda derin sosyal değişikliklere neden oldu. Mesafeler arası ekonomik
ve kültürel ilişkilerin gelişmesini kolaylaştırdı. Yaygınlaştıkça insan ve yük taşımacılığı
ucuzladı. Bu sayede insanların daha önce
gidemedikleri yerlere gidebilmeleri ve diğer
insanlarla iletişim kurmaları kültürel değişimler de meydana getirmiştir.
Günümüzdeki bazı otomobil markalarını
üreten fabrikaların kuruluş yılları 1876’dan
2005’e kadar farklılık göstermektedir: Alfa
Romeo 1910, Audi 1899, BMW 1913,
BMC 1964, Citroen 1919, Chrysler 1925,
Dacia 1966, Daihatsu 1907, Daewoo 1967,
Ferrari 1898, Fiat 1899, Ford 1903, Honda
1948, Hyundai 1967, Jeep 1941, Lada 1966,
Lamborghini 1963, Mazda 2005, Mercedes
1876, Opel 1863, Porsche 1947, RolssRoyce 1904, Saab 1907, Skoda 1895, Subaru
1917, Toyota 1937, Volkswagen 1963, Volvo 1927…
Türkiye’de otomobil tarihi
Pek çok devlet, otomobil ve motor üretimini stratejik görmüş ve yıllar öncesinden
üretime başlamış, tüm dünya pazarlarına
sunmuştur. Ancak bu markalar arasında
Dr. Nurettin Alabay
[email protected]
Türkiye’nin bir markası yer almamaktadır.
Türkiye 1951 yılında dönemin Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel’in talimatıyla
başladığı ve 1953 yılında tamamladığı projeyle kendi markası olan Devrim adındaki
otomobili geliştirmiş, ancak o yıllarda seri
üretime geçilememiştir.
1966 yılında Koç Grubu, bir İngiliz firmasına tasarımını yaptırdığı Anadol markasıyla Ford’a ait şase ve motorlar kullanarak
1975 yılına kadar üretim yapmıştır.
Günümüzde devletin TÜBİTAK üzerinden yaptığı destek ve teşviklerle yeniden
bir Türk otomobili üretilmesi gündemde ve muhtemelen de elektrikli olacak.
Türkiye’nin elektrikli ilk yerli otomobilinin
2017’de yollarda olacağı planlanıyor. “Begler” isimli otomobilde, Türkiye’nin ilk yerli
otomobili olan Devrim’den çizgiler de bulunuyor.
Otomobil kullanımı ile çevre kirlenmesi,
yenilenemeyen enerji kaynaklarının hızla
tüketilmesi, trafik kazaları sonucu ölümlerin artması, bireyselleşmenin ve obezitenin
artması, yaşam biçimlerinin değişmesi gibi
pek çok çevresel ve sosyal değişimler gerçekleşmiştir.
Otomobilin gelişimi
1769 yılında buharlı otomobil üretilirken, 19. yüzyılın başından itibaren petrol
ürünlerinin kullanımıyla motorin (mazot)
kullanan otomobiller üretilmiş, 2. Dünya
Savaşı’nın yaşandığı yıllarda ağır kış şartlarında (eksi 20 derecede) mazotun donmasıyla yeni arayışlara girildi. Hızlı bir şekilde
eksi 45 dereceye kadar dayanıklı benzinli
motor kullanan otomobiller üretildi. Günümüze kadar ilerleyen yıllarda LPG gazı
kullanan otomobiller, elektrikli otomobiller,
suyla ve onun bileşiminin ayrıştırılmasıyla
meydana gelen hidrojen enerjisiyle çalışan
otomobiller ve bunların birkaçını birlikte
kullanan hibrid otomobiller geliştirildi. Bu
süreçteki en büyük etken, fosil yakıtlarının
dünya üzerinde hızla tükenmesidir.
Otomobillerdeki en önemli gelişmeler ise
kuşkusuz motorda olmuştur. 1800’lü yılların başlarında ilk buharlı motorlar en fazla saatte 10 kilometre hız yapabiliyordu ve
adına buharlı fayton denilmekteydi. 1881’e
gelindiğinde ise 15 beygir gücüne ve saatte
63 kilometre hıza ulaşmıştı. Motorda asıl
gelişme, 1860’lara gelindiğinde elektrik ile
ateşlenen ve su ile soğutulan ilk içten yanmalı motor icat edildiğinde olmuştur.
1872’de petrol kullanan bir karbüratör
icat edilmiştir. Yine aynı yıllarda 4 zamanlı motor kullanılmaya başlanmıştır. Benzin
kullanan ve sağlıklı çalışan ilk otomobil,
1884 yılında Karl Benz tarafından geliştirilen Benz Patent Motorwagen olmuştur.
1901 yılında benzin pompasının kullanılmaya başlanmasının ardından, otomobil
lastiği de bulunmuştur. Babaları bisiklet fren
pabucu üreticisi olan Édouard ve André
Michelin Kardeşler, ilk otomobil lastiğini
icat ederler.
Fren ve direksiyon sistemindeki gelişmelerle bugünküne benzer ilk otomobil ise
20. yüzyılın başlarında tasarlanabilmiştir.
Günümüze kadar geçen yıllarda ise motor
beygir gücü ve hızı yüksek, daha az yakıt tüketen otomobiller üretilmeye başlanmıştır.
Otomobil üretimi arttıkça altyapı çalışmaları, trafik işlerinin planlanması ve yönetimi,
yeterli sayıda trafik polisi ve ışıklarının hazırlanması vb. birçok iş ve işlem ortaya çıkmıştır.
Her şeyden önce şoförlerin belli bir eğitimden geçirilmesi önem kazanmıştır. “Şoför”
kelimesi, Fransızca da “ateşçi“ anlamına
gelen “chauffeur” kelimesinden gelmektedir.
İlk otomobil buharlı bir arabaydı ve topları
taşımak için kullanılmıştı. Bu nedenle “ateşçi”
anlamına gelen bu kelime, sonraki yıllarda da
“sürücü” anlamında kullanıldı.
Otomobil teknolojileri halen geliştirilmeye devam etmektedir. Son icat ise 2014
yılında icat edilen uçan otomobil olmuştur.
Şimdi otomobil teknolojilerinin kronolojik gelişim seyrini aktararak kimlerin hangi
katkıları sunduğunu görelim.
Otomobil teknolojilerinin
kısa kronolojisi
1680-Çalışabilen, ancak kullanışlı olmayan ilk içten yanmalı motor, Hollandalı
Christiaan Huygens’in yaptığı barutun yanması ile çalışan pistonlu makine oldu.
1698-İngiliz Thomas Javery, ilk buharlı
makinayı yaptı.
1787-Oliver Evans, Amerika’da yolcu taşıyan araç yaptı.
1794-İngiliz mühendis Robert Street, terementin ve hava karışımını bir alevle ateşleyerek çalışabilecek bir motor projesi yaptı.
1796-Murdock, katı yakıtlardan hava
gazı elde etmeyi başardı.
1801- Richard Threvithick, İngiltere’de
yolcu taşıyan araç yaptı.
1824-Sonradan içten yanmalı makinelerin özellikle dizel motorlarının temel ilkeleri, genç bir Fransız mühendisi Sadi Carnot
tarafından belirlendi.
1830-Saatte 15-20 kilometre hızla giden,
buharla çalışan, 14 yolcu taşıyabilen yolcu
otobüsleri imal edildi.
1860-İngiliz Parlamentosu bütün arabaların iki sürücüsü ve önünde gündüz kırmızı
bayrak, gece kırmızı fener bulunmasını şart
koşan kanun çıkardı. Bu kanun, motor gelişim hızını biraz durdurmuştu, 1896 yılında
kaldırıldı.
1860-İlk petrol kuyularının kazıldığı yıllarda hava gazı ile çalışan, ticarî bakımdan
elverişli ilk motor, Belçikalı mühendis Jean
Joseph Etienne Lenoir tarafından yapıldı.
1862-Fransız mühendis Alphonse Eugene Beau de Rochas, 4 zamanlı çevrimin
esaslarını ortaya koydu.
1867-Alman mühendis Nicholaus August Otto ve Eugen Langen, Rochas’ın bulduğu prensipleri pratiğe çevirerek 4 zamanlı
çevrime sahip motoru yaptılar.
1875-Viyanalı Siegfried Marcus, geliştirdiği motorla Viyana sokaklarında saatte 12
kilometre hızla gezerken halkın panik yaşamasına sebep olduğu birkaç kaza yaptı.
1876-Nikolaus August Otto, uzun yıllardan beri sürdürülen “güç kaynağı” arayışına
son vererek ilk 4 zamanlı gaz motorunu
üretti ve 1877’de yaptığı bu motorun patentini Amerika’dan aldı.
1769-İngiliz James Watt, uzun süreli çalışan buharlı makinayı yaptı.
1878-İngiliz mühendis Dugal Clerk, 2
zaman esasına göre çalışan ilk motoru buldu.
1785-Richard Threvithick, dişli transmisyon kullanarak arabasına 150 kilometre yol
yaptırdı.
1886-Alman Karl Benz, saatte 14 buçuk
kilometre hız yapabilen satış amaçlı ilk arabayı üretti. Bu, at kullanılmadan kendiliğinden hareket edebilen anlamına gelen “automobile” kavramının ortaya atılmasından
1769-Kendi kendine hareket eden ilk
araç, İsveçli mühendis ve topçu yüzbaşı
Fardier Nicolas Joseph Cugnot tarafından
geliştirildi.
1880- George Brayton, Amerika’da benzin yakıtlı motor yaptı.
kasım 2014
109
haberajanda
Teknoloji
sonra ilk otomobilin doğumu olmuştur.
1890-Herbert Akroyd Stuart, bir kaza
sonucunda kızgın bir yere değen gaz yağının hava ile karışarak yandığını gördü. Bu
olaydan etkilenerek yaptığı deneylerle motorunu geliştirdi ve patentini aldı.
1890-Alman mühendis Capitaine, Akroyd’un motoruna benzeyen bir motorun
patentini aldı. Bu motorlar yarım dizel (kızgın kafalı) motorların esasını oluşturdu.
1893- İlk otomobillerin çoğu dişlileri olmadığı için yokuş çıkamıyordu. Benz Victoria, önce durup sonra geriye doğru inmeye
başlıyordu. Bu arabada bir deri kayışı küçük
bir kasnağa bindiren bir kol kullanılmıştı ki
bu düzenek, tekerleklerin daha yavaş dönmesini ve yüksek manivela gücünün arabayı
yokuş yukarı tırmandırmasını sağlıyordu.
1892 ila 1897 yılları arası-Münih Yüksek
Teknik Okulu mühendislerinden Rudolf
Diesel, buhar motorlarına uyguladığı birtakım mekanik değişiklikler sonrası performanstan yüzde 10 kazanç sağladı. Sonraki
yıllarda yaptığı çalışmalarla motordaki teknik verim yüzde 24’e kadar yükseldi. Bugüne kadar bu motorlar üzerinde birçok değişiklik yapılmasına karşın Rudolf Dizel’in
koyduğu esaslar değişmediğinden, bu motorlara “Dizel motor” adı verilmiştir.
1893-Amerika’nın ilk başarılı otomobili
“Duryea”, J. Franck ve Charles Edgar Duryea tarafından yapılmıştır. Bir rivayete göre
ilk karbüratörü Charles Duryea’nın karısının lavanta püskürtme şişesinden ilham
alarak yaptığı söylenir. Hâlbuki Mayback,
karbüratörü bu tarihten çok daha önce bulmuştu.
1894-Dünyadaki ilk resmî otomobil
yarışı, 22 Temmuz günü düzenlenmiş ve
Paris-Roven arasında 50 kilometrelik bir
mesafeyi kapsayan yarışta 19 otomobil
mücadele etmişti. Yarışı Le Petit Journal
Gazetesi organize etmiş ve sporcular saatte 18 kilometre gibi “baş döndürücü” bir
sürat ortalamasıyla yarışmışlardı. İlerleyen yıllarda, otomobil sporlarında farklı
branşlar gelişmiş ve ilk pist yarışı 1898’de,
Periqueeux’te düzenlenmişti.
1898-Fransa Otomobil Kulübü (AFC),
Paris’teki Les Tuiliers’in güneşli bahçelerinde ilk otomobil fuarını organize etmiştir.
Fuara 269 firma katılmıştır.
1902-İstenildiğinde benzinli, istenildiğinde elektrik motoruyla ilerleyebilen ilk
aracı o gün 27 yaşındaki Ferdinand Porsche
yaptı ve 1902 yılında “Mixte-Wagen” adını
verdiği bu aracı tanıttı. Viyanalı bir fayton
üreticisi olan Ludwig Lohner ile birlikte çalışan Porsche, 4 silindirli bir Daimler
motoruna aküler, bir jeneratör ve elektrik
motorları ekledi. Bu haliyle Mixte benzinli
motor, stop edildiğinde bile akülerin çalıştırdığı elektrikli motorla ilerlemeye devam
edilebiliyordu. İlk hibrid otomobil MixteWagen’dir.
1902-MAN fabrikalarında, Alman deniz
kuvvetlerindeki gemilerde kullanılmak üzere dizel motorları yapılmaya başlandı.
1903-Fransız Gustave Liebau ilk emniyet kemerini tasarladı ve patentini aldı.
GÜNÜMÜZDE DEVLETİN TÜBİTAK ÜZERİNDEN YAPTIĞI DESTEK VE TEŞVİKLERLE YENİDEN BİR TÜRK OTOMOBİLİ ÜRETİLMESİ GÜNDEMDE VE MUHTEMELEN DE ELEKTRİKLİ OLACAK. TÜRKİYE’NİN ELEKTRİKLİ İLK YERLİ OTOMOBİLİNİN
2017’DE YOLLARDA OLACAĞI PLANLANIYOR. “BEGLER” İSİMLİ OTOMOBİLDE, TÜRKİYE’NİN İLK YERLİ OTOMOBİLİ OLAN
DEVRİM’DEN ÇİZGİLER DE BULUNUYOR.
110
kasım 2014
Dr. Nurettin Alabay
1904-Kısa adı FIA olan Uluslararası
Otomobil Federasyonu’nun kurulmasıyla otomobil sporlarının gelişimi daha da
hızlandı. Merkezi Paris’te bulunan FIA,
aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 90’ın
üzerinde ülkenin 100’den fazla otomobil
kulübü ve birliklerini bünyesinde toplamakta ve 50 milyonun üzerinde sürücüyü temsil
etmektedir.
1905-İsveçli mühendis Alfred Büchi,
egzoz gazlarından yararlanarak çalışan bir
türbin vasıtasıyla dört silindirli bir motora
aşırı hava yüklemeyi başardı.
1905-İlk 4WS ve 4WD sistemi Latil
marka traktöre uygulandı.
1905-İlk tampon takılan araç, İngiltere’nin Kilburn kentindeki Simms Manufacturing Co. tesislerinde üretilen 20 HP gücündeki Simms-Welback marka araçtır. Aynı
yıl tamponun patentinin F. R. Simms tarafından alınmasına karşın fikir yeni değildi.
1897 yılında Moravya’daki İmperial Nesseldorf vagon fabrikasında yapılan Çek malı
Prasident marka otomobilin önüne tampon
konulmuş, ancak Viyana yakınlarında yapılan denemelerde ilk 10 milden sonra düştüğü için bir daha takılmamıştır.
1908-ABD’li Henry Ford, “T Modeli”
adındaki ilk seri üretim otomobili yaptı. İlk
üretim bandı fikrinin de babası olan Ford,
1913’te, günde 1000 araba üretebiliyordu.
1912-İki zamanlı ve 12000 BG’de ilk
yüksek güçlü dizel motoru yapıldı.
1918-İngiltere’de Royal Aircraft Establishment fabrikaları mekanik püskürtmeli dizel yakıt sistemini geliştirdi. Böylece
yüksek devirli dizel motorları oluşturularak
hafif taşıtlarda kullanılmasına zemin hazırlandı.
1919-Avrupa’nın ilk seri üretim otomobili Type A, Citroen tarafından piyasaya verildi. Citroen, aynı yıl dünyada ilk organize
satış sonrası hizmetleri yapılandırdı.
1920-Voisin firması, hidrolik olarak çalışan ABS’nin atası üzerine çalışmalar yaptı.
“Frenlemenin tekerlekleri kitlemesini önleyici donanımı” tanımıyla da Almanya’da
671925 numarasıyla ilk patentini aldı.
1923-Dünyada otomobil yarışları düzenlenmeye başlandığı dönemde, Anadolu’da
sadece “at arabası” yapılabiliyordu. Bu nedenle ülkemizde otomobil sporunun başlangıcı Batı Avrupa’dan çok sonra oldu.
Türkiye’de otomobilcilik, 1923 yılında, o
günkü ismi Türk Seyyahin Cemiyeti olan
Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun
(TTOK) kurulmasıyla resmî kimliğine kavuştu.
1924-Citroen, dünyanın ilk çelik karasörlü otomobili B10’u üretti.
1924-MAN ‘ın ürettiği bir kamyon, direkt enjeksiyonlu dizel bir motoru kullanan
ilk vasıta oldu.
1934-Citroen, seri olarak önden çekişli
araç üretmeye başladı.
1938-Citroen, hidropnömatik süspansiyon sistemini icat etti.
1938-İsviçreli kamyon üreticisi Saurer, ilk
turbo motorlu kamyonu üretti.
1938-GM tasarımcısı Harley Earl, ilk
elektrikli cam sistemini Buick Y’ye monte
etti.
1950-FIA Formula 1 Dünya Şampiyonası olarak kabul edilen ilk Formula 1 yarışı,
13 Mayıs 1950’de, Silverstone’da yapılan İngiltere Grand Prix’idir.
1954-Döner pistonlu motor ( RotaryWankel motoru), Felix Wankel tarafından
geliştirilmiş bir motor türüdür. Bu motorda
silindir, geometrik elips biçimi şeklindedir.
Bu motorun çalışma prensibi, yakıt odasına
sahip blok içinde, üçgen şeklinde bir döner
pistonun dönerek silindir içinde değişik yakıt hacimleri ve sıkıştırma oranları meydana
getirmesidir kısaca.
1957-İlk hız sabitleyicisi (cruis control)
Imperial marka araçta kullanıldı.
1958-İsveç’teki Volvo fabrikasında mühendis olan Nils Bohlin, üç noktalı emniyet kemeri olarak bilinen sistemin patentini
aldı.
1962-İlk seri üretim olan turbo motorlu
otomobil Chevrolet Corvair Monza tanıtıldı. Daha sonra bu modeli Oldsmobile F85
Jetfire takip etti.
1963-Wankel motoru ilk kez NSU Spider marka araçta kullanıldı.
1967-İngiliz otomobil firması Jensen, ilk
ABS’yi otomobillerine uyguladı.
1973-Avrupa’da seri olarak turbo motorla
üretilen ilk otomobil BMW 2002 oldu.
1978-Modern ilk ABS sistemi, BMW 7
serisi ve Mercedes S serisinde uygulandı.
1984-Turbo üreticisi Garrett, “Intercooler” adını verdiği bir turbo soğutucusu geliş-
tirdi. Bu sayede türbine giren hava soğutularak turbonun performansı arttırıldı.
1986-Çift turbo takılan ilk araç, Porsche
959 oldu.
1987-Bosch, ilk üretici olarak ABS sisteminin daha gelişmişi olan ASR sistemini
piyasaya sürdü.
1993-Fiat Croma TdiD, değişken geometrili turboyla donatılan ilk otomobil oldu.
Sistem düşük motor devirlerinde turbonun
verimini önemli oranda arttırıyordu.
1995-Bosch, 1995 yılında FDR sistemini
aktif sürüş emniyetini sağlamak üzere üretime aldı. Özellikle virajlarda ve ani yol değişikliklerinde FDR sistemi, yıldırım hızı ile
motor, şanzıman ve frene müdahale ederek
aracın savrulmasını önler.
2004-Çift turbo takılan ilk seri üretim
dizel motorlu otomobil, BMW 535d oldu.
2005-Mercedes, üç turbolu v6 dizel motorla donatılmış konsepti Vision SLK 320
CDI’yı Cenevre otomobil fuarında tanıttı.
Ve yıl 2014…
Fransız motor üreticisi MDI’nın geliştirdiği 800 cc’lik 25 beygir (HP) güç üretip saatte 110 kilometre hız yapan CityCat
adlı hava motoru; 2,65/1,62/1,64 metrelik
ebatlarıyla tam bir şehir otomobili olan ve
550 kilogram ağırlığa sahip CityCat 550 ile
hava ve benzin hibrit otomobilin prototipini
tanıttı.
Teknoloji devi Google, otomobil sektöründe yeni bir devrin kapılarını açıyor. Devrim gibi bir buluşa imza atam şirket, şoförsüz araba ürettiğini açıkladı. Daha önce geliştirdiği kendi kendine giden arabada köklü
değişikliklere giden Google’nin, araçlarında
“dur” ve “git” düğmesi olacak, direksiyon ve
pedallar ise yer almayacak. Araçta bütün işi
algılayıcılar yapıyor.
Ayrıca Slovakyalı bir ekip, 30 yıllık bir
çalışma sonunda, katlanabilen kanatları
sayesinde uçan bir otomobil geliştirdi. “Aeromobil” adı verilen araç, havada ve karada
kullanılabiliyor. Saatteki hızı 160 kilometre
olan Aeromobil’in taşımacılık alanında çığır
açabileceği belirtiliyor. 30 yıllık bir çalışmanın ürünü olan aracın özellikle kısa mesafelerde uçaklara olan bağımlılığı azaltması
bekleniyor.
kasım 2014
111
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
112
kasım 2014
Bir
y
aylıketimin
mas
r af ı
₺90
Bir yetime de
“siz” sahip çıkın
www.cansuyu.org.tr
ANKARA
0312 473 44 77
İSTANBUL
0212 521 65 65
İZMİR
0232 264 44 45
BURSA
0224 223 06 06
KONYA
0332 236 15 05
Download