HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi haber KASIM 2014 YIL 8 SAYI 96 12,5 TL www.haberajanda.com.tr DOÇ. DR. SİNAN CANAN Sizin siyasetiniz PROF. DR. TURAN GÜVEN 21. yüzyılda Türkiye’nin önündeki birkaç problem ve çözüm önerileri PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Yeni Türkiye METİN KÜLÜNK Herkes elini taşın altına koymalı! AYTEN ÇALIŞ Başkanlık Sistemi AYŞE YAŞAR UMUTLU “The man versus the state” mi? “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mı? MURAT İLKTER Alman-Sovyet Savaşı: Barbarossa Harekâtı AHMET YOZGAT Galler’deki NATO Zirvesi’nin şifresi ve harita operasyonları Majeste’nin son mesaisi YUSUF KEMAL BOZOK Keltler uyandı... Ang ve Saksonyalılara karşı Braveheart’ın ruhu geri döndü SEYDAHMET KARAMAĞRALI Güneşin dünyayı yakıp kavurduğu günlerde Sıcak-soğuk komplosu PROF. DR. AHMET TAŞĞIN Amerika ve İngiltere’den kalkan kuşlar! Varın selam söyleyin sılaya… CAHİT TUZ Ortadoğu ve Afrika’nın konuştuğu Şii Hilali’ne tepkiler Yayınları Hür Tefekkürün KALESİ ABONELİK Abonelik başvurularızı e-mail, telefon veya faks yoluyla yapabilirsiniz. Tel: 0312. 380 90 92 - 0 533 165 39 82 Faks: 0312. 381 45 65 [email protected] www.kulturajanda.com www.kültürajanda.com haberajanda İçindekiler SAYI: 96 // KASIM 2014 BAŞYAZI DOÇ. DR. SİNAN CANAN Sizin siyasetiniz 6 Her şeyi yeni baştan düşünmek, bir yük, zahmet yahut boş iş değil, Allah’ın tüm inananlara doğrudan emri, kadim bir insanî vazifedir. Her bir davranışımızdaki bilinç düzeyimiz, bu dünyaya yaptığımız katkının düzeyini de belirler. Arada bir durup da kesin bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri sorgulamak hiç de kötü bir fikir değildir aslında. Zira insanı geliştirecek nice fikir tohumu, doğruluğundan kesin emin olduğu yanlışlarında gizlidir. Arama cehdinin hepimize nasip olmasını dilerim... 54 KAPAK / CAHİT TUZ 54 Ortadoğu ve Afrika’nın konuştuğu Şii Hilali’ne tepkiler Şii Hilali’ne Arap dünyasından resmî olarak ilk tepki gösteren kişi Ürdün Kralı Abdullah’tır. Kral Abdullah, 2004’ün Aralık ayında bir televizyon kanalına verdiği demeçte, Sünni Arap ülkelerinin Şii Hilali tarafından kuşatıldığını ifade etmiştir. 22 PROF. DR. TURAN GÜVEN 21. yüzyılda Türkiye’nin önündeki birkaç problem ve çözüm önerileri Devlet aygıtında görevlendirdiği ve bazı yetkilerle donattığı insanları yeniden gözden geçirip liyakate gereken özeni göstermezse, toplumsal desteğin giderek azalacağını söylemek bir kehanet değildir. 25 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Devlet ve meşruiyet Tarifini yapmaya çalıştığım durumlar, toplumlar açısından kaçınılmaz iki farklı olumsuz sorunu ortaya çıkıyor: İlki insanların duyarsızlaşması, ikincisi de legal görünüşlü illegal veya doğrudan illegal yapıların varlıklarına ve faaliyet göstermelerine yol açılması… 26 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN 22 25 26 28 2 kasım 2014 28 Yeni Türkiye “Yeni”, “bugünkünden farklı” anlamında kullanılarak insanımıza heyecan veriyor. Ve insanımız, siyasilerin ve medyanın desteğiyle içi doldurulan Yeni Türkiye kavramını her derde deva olacağı düşüncesiyle bir bekleyiş içine giriyor. METİN KÜLÜNK Herkes elini taşın altına koymalı! Gönüllere hitap ettiğini iddia eden bir yapı, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleriyle neden bu kadar yakın ilgilenir, neden Yargıtay’da var olmak ister? Bir yapı neden bu derecede devletle iç içe olma talebini açığa vurur? 4 EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK 6 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN Sizin siyasetiniz 8 AYIN OLAYI Ya devlet başa, ya kuzgun leşe 10 SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda 14 ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda 18 ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda 22 PROF. DR. TURAN GÜVEN 21. yüzyılda Türkiye’nin önündeki birkaç problem ve cözüm önerileri 25 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Devlet ve meşruiyet 26 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Yeni Türkiye 28 METİN KÜLÜNK Herkes elini taşın altına koymalı! 30 LOKMAN AYVA Yeni Türkiye’nin Bilge Başbakanı 32 AYTEN ÇALIŞ Kutupsuzlaşan dünyada “Yeni Türkiye”ye turbo takviye Başkanlık Sistemi 37 AHMET SAĞLAM Canın çıksın çıkarcı politika! 38 AYŞE YAŞAN UMUTLU “The man versus the state” mi, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mı? 42 SÖYLEŞİ/MUHAMMED İKBAL BAKIRCI DR. CENGİZ YAVİLİOĞLU: “Egemenlik üzerine hiçbir kayıt konulamaz!” 46 MEHMET SERHAT BIÇAK En iğrenç strateji 48 SERVET HOCAOĞULLARI Kader anı: Cemaat mi, Devlet mi? YUSUF KEMAL BOZOK SÖYLEŞİ/ M. İKBAL BAKIRCI Braveheart’ın ruhu geri döndü Dr. Cengiz Yavilioğlu: “Egemenlik üzerine hiçbir kayıt konulamaz!” 74 Kurtçuklar, asaları kemirme işlemini tamamladı, tamamlayacak. Majestik derinlik ve derin cebabireyi Ortadoğu’nun üzerine yıkmaya çalıştıkları yapay 3. Dünya Savaşı da kurtaramayacak gibi duruyor. Yılanın deliğine elini bir kez atıp sokulan Osmanlı’nın torunları ikinci kez sokulmamayı başarırlarsa, insanlık mutlu sona ulaşacak. Bunu geri dönen iki ruh başaracak: Braveheart ve Abdulhamid’in ruhları... SABRİ ÖĞE Başa mı dönüyoruz? MESUT EMRE BALCI Biraz feraset, biraz cesaret KAPAK / CAHİT TUZ Ortadoğu ve Afrika’nın konuştuğu Şii Hilali’ne tepkiler 61 MEHMET FATİH ÖZTARSU Entelektüel görünmek için Kobani şartı 62 SÖYLEŞİ/ATIF ÖZBEY DR. MUHAMMED BAZİYANİ “Sulh içerisinde yaşamak varken neden savaşalım?” 67 CÜNEYT AKAR IŞİD neden bitmiyor? 68 AHMET YOZGAT Galler’deki NATO Zirvesi’nin şifresi ve harita operasyonları Majeste’nin son mesaisi 74 YUSUF KEMAL BOZOK Keltler uyandı... Ang ve Saksonyalılara karşı BRAVEHEART’IN ruhu geri döndü 80 MURAT İLKTER Alman-Sovyet Savaşı: Barbarossa Harekâtı 85 YAHYA KURT Bu meselenin asıl sebebi 86 PROF. DR. AHMET TAŞĞIN Amerika ve İngiltere’den kalkan kuşlar! Varın selam söyleyin sılaya… 92 SEYDAHMET KARAMAĞRALI Güneşin dünyayı yakıp kavurduğu günlerde sıcak-soğuk komplosu 100ORHAN RUFAT KARAGÖL Bay Walser’in kargaları 102NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Denetim hep ikmalde 104PROF. DR. RAMAZAN ERDEM Üniversitelerde bilim adamlığından film adamlığına 106MEHTAP KAYAOĞLU Yönetici ve patronların terapist becerileri eğitimi alması şart! 108DR. NURETTİN ALABAY Teknoloji 112AHMET YOZGAT Karikatür 42 Yol haritamız “üretim” merkezli, yani istihdama dönük olacak. Bunun anlamı, daha nitelikli ve kalifiye genç istihdam demektir. Türkiye, artık mutlak göç veren ülke değil, göç alan ülke konumundadır. Avrupa ve Amerika’dan Türkiye’ye “tersine göç” başlamıştır. Gurbetteki insanlarımız Türkiye’de umut görmekte ve iş imkânı bulmaktadırlar. 50 52 54 30 38 86 32 80 104 LOKMAN AYVA Yeni Türkiye’nin Bilge Başbakanı AYŞE YAŞAR UMUTLU “The man versus the state” mi, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mı? Bu beni çok şaşırttı. Zira Genel Başkan seçileli 60 gün bile olmadan bir kişinin parti içindeki tüm farklı hassasiyetlere bu seviyede ve bu şiddette hitap edebilmiş olması müthiş ve bence çok ciddi bir başarı. 60 gün içinde bu gerçekleşebiliyorsa, birkaç sene sonra kim bilir neler olacak? 30 AYTEN ÇALIŞ Başkanlık Sistemi Kaldı ki, başta ABD olmak üzere Çin ve Rusya gibi gelişmiş ülkelerin anti-demokratik yöntemlerle yönetildiğini söylemek de pek mümkün değil. Yani başkanlık sistemi de parlamenter sistem kadar demokratik bir yönetim modeli. Hatta yer yer, bir başkanın yetkileri bir başbakanın yetkilerinden çok daha sınırlı bile olabiliyor. 32 Hayatta kalmak için yaradılışımıza işlenmiş kodları, savaş psikolojisiyle hareket ederek birbirimize karşı kullanmaktan çekinmediğimizi kabullenmemiz, yani savaş halinden uzak durmayı ilke edinmemiz gerekiyor. 38 MURAT İLKTER Alman-Sovyet Savaşı: Barbarossa Harekâtı Lozan’ı yere göğe sığdıramıyorlar ya hani, Lozan’ın şartlarından biriyle Türkiye’nin, Avrupa kıtasındaki topraklarında, sahile 30 kilometreye kadar hiçbir asker ve kıyı koruma birliği bulundurulmayacağı şartlara bağlandı. İğneada-Boğaz arasında hiçbir askerî tesisin olmamasının sebebi budur. 80 PROF. DR. AHMET TAŞĞIN Amerika ve İngiltere’den kalkan kuşlar! Varın selam söyleyin sılaya… Ülke içinde merak edilen husus, acaba büyük efendilerin icazetiyle ülke yönetimine gelmiş siyaset adamlarının neden başörtüsü yasağı uyguladıklarıdır. Nasıl oldu da kendi yalanlarını böylesine acemice açık ettiler? Yalanlarını açık etmeleri hususunda efendileri kendilerine ne dedi ya da onlardan neden vazgeçtiler? 86 PROF. DR. RAMAZAN ERDEM Üniversitelerde bilim adamlığından film adamlığına Son zamanlarda yerli dinamiklerden, problemlerden hareketle yeni teoriler üretme, yeni modeller ortaya koyma anlamında girişimler olsa da üniversitelerimizdeki genel anlayış bu şekildedir. Yayınladığımız yayınlara uluslararası anlamda ne kadar atıf yapıldığına bakarak ne kadar özgün çalışma yaptığımızı değerlendirebiliriz. 104 kasım 2014 3 haberajanda Editör Sayı: 96/ Kasım 2014 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR GENEL YAYIN YÖNETMENİ İSTİŞARE KURULU ÜYELERİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR TEMSİLCİLİKLER BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ KÜLTÜR AJANDA BASKI Yavuz Selim [email protected] Müzeyyen Selim [email protected] Sinan Canan [email protected] Erkan Oğur [email protected] Nesrin Çaylı [email protected] Ahmet Turgut, Erkan Oğur, Fikri Akyüz, Gülenay Pınarbaşı, Lokman Ayva, Mehmet Şeker, Nesrin Çaylı, Servet Hocaoğulları, Şükriye Çakır, Yavuz Selim Haydar Alp Selim [email protected] Zehra Ulucak [email protected] Bige Canan [email protected] Ahmet Oğuz [email protected] Aykut Koçoğlu [email protected] Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Serkan Selim Dilek Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97 BASKI TARİHİ Kasım 2014 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara Posta Kutusu Maltepe/İstanbul [email protected] Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL, kurum ve kuruluşlar için 300 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 kasım 2014 1306-5742 Abone bildiriminiz için [email protected] e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. Kanımız “Aksa” da Mehmet Serhat Bıçak [email protected] zafer İslam’ın! Y ENİ dilde “kanıksamak” denilen iğreti ile yine imtihan edildiğimiz kesin; zira imtihansız günümüzün olmadığı aşikâr. “Aksa’nın mihrabını postallarıyla çiğnediler” diyor bağıran adam o kanıksadığımız hallerin en zirvesini işaret ettiğini sandığı kelimelerle. “Postal” diyor, “çiğnemek” diyor anlaşılmadığını düşünerek… >> 11 Eylül 2001 gününü hatırlıyorum da tam olarak meselenin ne olduğunu anlamakta zorlanıyorum. Hayır, Dünya Ticaret Merkezi adındaki ikiz kulelere çarptırılan uçaklardan bahsetmiyorum anlamama hezeyanımı dillendirirken; o günden itibaren hangi safta beklendiğini, insanların neye üzüldüğünü, hatta belki fazla sert olacak ama neden zevk aldıklarını anlamlandırmaya çalışıyorum ben. Sosyal medyanın video ayağını oluşturan ağlarda en çok tıklanan görüntülerin “komik videolar” olduğunu biliyor musunuz? Bu soruyu şununla perçinleyelim: “Özellikle komik video arar, izler misiniz?” “Komiklik” ile nitelenen videolarda insanların normal şartlarda asla yapmayacakları, ancak sanki beynin bütün fonksiyonlarının tıkandığı anları denk getirerek ortaya koydukları performansları görürsünüz. Ortada resmen bir acı vardır ve komik diye sıfatlandırıldığı ve kendi başına gelmediği için görüntüye güler izleyenler. Hâlbuki empatik doğal refleks, acı karşısında nörotik bir işaretlemeyle acı hissini tatmayı gerektirecektir. Bu olmuyorsa, kişi refleksini kaybetmiş demektir. Söz konusu komik videoların en çok izlenen ve meşhur olanları ise genellikle başkahramanı çocuk olan videolardır, biliyor musunuz? Bu videolarda çocuğun başına gelmeyen kalmaz. Düşmeler, kalkamamalar, ısırıklar, çarpmalar, istifra halleri derken çocuğa dair ne kadar sıkıntılı an varsa ebeveyni tarafından psikopatça kaydedilip servis edilir. Oysa vicdanî refleks, çocuğun başına gelen acı olay karşısında normal şartlarda ebeveyn telaşı taşımak üzerine programlıdır. “Charlie! That’s really hard” diye ünleyen çocuğun milyonlarca kez tıklanan videosunu biliyor musunuz? Çok komikti(!)… Ebeveynin çocuğuna dahi göstermediği telaşı ne için göstermeli insanlık? Söz konusu insanlığın neden zevk aldığını anlamlandırmaya çalışıyorum ama becermekte zorlanıyorum. Acının işaretlenmesini, empatik duygularla tepki görmeyi, düşene gülmemeyi anlamlandırmaya çalışıyorum en basitinden “Gülme komşuna, gelir başına!” diyen atalar gibi düşünerek... 11 Eylül’de dünyada ağır intikam hissi tutuşturanların bir anın bir zerresi kadar üzüntü hissetmediklerini, zira acının yalnızca araçsallaştırıldığını görüyorum her komik videoda. “Bu zor dönemlerde gülmeye ihtiyaç var” diyenlerin zor günlerinin bir türlü bitmediğini görüyorum iğrenç sırıtışlarla. Adam bağırıyor “Postallarıyla mihrabı çiğnediler!” diye, cevaben “Postallarıyla mı?” diye bir soruyla karşılık vermek düşüyor insanlara. Postallarıyla… 11 Eylül’den beridir Müslümanlara potansiyel terörist dürbünüyle bakılacağını dikte eden dünya, Aksa’ya giren, Ramallah’ta cami yakan Yahudi’ye “yerleşimci” dedirtiyor, bu ülkede kalemi olanlar da aynen böyle söylüyor: “Yahudi yerleşimci…” Müslüman, refleksi kaybettiğinde psikopat bir anne-babadan daha sakin, “komik” diye tabir ettiği videoyu izleyen günümüz normal insanından daha antipatik ve “Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle!” deme cüretindeki acele intikamcılardan daha katil olabilir mi? “Olamaz!” diyorsa mihrabın çiğnenmesi değil, “temiz toprağın” kirli ayaklar taşımasına üzülmeli; “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” diyen gönüllerin İslam için yaşamak ve de İslam için yaşatmak arzusunu “acı acı” hissetmeli… Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar… Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları ve hızlı tren yetkili acentası… Alemara Turizm Seyahat Acentası İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237 E-mail: [email protected] haberajanda Başyazı Sizin siyasetiniz Ç OĞUMUZ, siyaset yahut politikayı “günlük hayatımız içerisinde cereyan eden bazı politik olaylar koleksiyonu” olarak algılamaya eğilimliyizdir. Özellikle güncele boğazına kadar batmış gazetecilerin yoğun olarak gündem belirlediği bir vasattaki bu algı çok da yanlış değildir. Siyasiler bir şeyler söyler, bazı kararlar alınır, kimi zaman krizler ve sürtüşmeler ortaya serilir ve siyaset dışı olan sivil, sıradan insanlar, sıklıkla bunların sonuç ve nedenleri üzerinde konuşur, fikir alışverişi yapar ve üzerinde fazlaca durmadan geçer giderler. >> Bu kadar bizden, sıradan insandan uzak ve etki-yetki alanı dışında bir mesele olarak durmasına rağmen siyaset, fena halde yaşamımızın da içindedir. Birçoğumuz her gün bir vesile 6 kasım 2014 ile siyasete dair bir mevzuda fikir beyan eder, endişe duyar, destek ibraz eder yahut aslını öğrenmek için çeşitli ölçeklerde zaman harcar, “bir tanıdığından” duyduğu “perde arkası” bilgileri anlatmayı seven arkadaşları dikkatle dinlemeyi severiz. Bu sanal iktidar oyunu, sıradan insanın her zaman ilgisini çeker ve bundan böyle de bu gerçek pek değişecek gibi değildir. Desteklediğiniz kişi yahut kurum idealist, hak yemez, adaletin temsilcisi gibi bir algı ile kodlanırken, karşı kampa ait kişi ve kurumlarsa cahillik, aptallık, düşmanlık, hainlik yahut işbirlikçilikle kodlanır. Zihin açısından ileri düzeyde konforlu böyle bir etkiletlendirme sistemi üzerinden bir insan beyni, hemen hemen kendisini hiç kullanmadan/yormadan günlerce ve aylarca “fikir” yürütebilir, bununla orta şiddetli nice tatminler yaşayabilir. Siyaset, aslında insan faaliyetleri arasında oldukça önemli bir yer tutmalıdır, buna bir sözüm yok; zira siyaset, sizin dünyayı nasıl algıladığınız, ona nasıl muamele ettiğiniz, fikrinizi ve yaşamsal zihin kodlarınızı nasıl uygulamaya döktüğünüz yahut dökeceğiniz ile yakından ilgilidir. Fakat bizdeki günlük siyaset anlayışı bunları nadiren içeren bir yapıya sahiptir. Bizler ekseriyetle tanımadığımız, bilmediğimiz, medyadan sürekli ve programlı olarak üzerimize pompalanan insan silüetlerinin “yapıp ettiğini vehmettiğimiz” zanlar üzerinden sanal münakaşa zemininin kaygan yüzeyinde yaşayıp gideriz. Ama siyasetin -aslında ve esasında- yaşamımızı ne kadar şekillendirmiş/ şekillendirmekte olduğunu pek bilmeyiz yahut bilmek istemeyiz. Çoğu insan gibi belki siz de arkadaşlarınızla siyaset konuşmadığınızda yahut gazete köşelerinde, internet sitelerinde siyasete dair bir haber okumadığınız zamanlarda siyasetten Doç. Dr. Sinan Canan [email protected] Aynı çatı inanca, İslam inancına sahip olup da kendi mensup olduğumuz mezhebimizden olmayan insanları doğrudan “öteki” olarak algılamamız, aslında dinî değil, siyasî bir meseledir. Aynı otomatik etiketleme sistemi, cemaatlerden mahallelere kadar inebilir. Bunların tamamının kökeninde ise İslam’ın temel kaynaklarındaki bilgiler değil, geçmiş zamanın siyasî tercih ve ekollerinin etkisi vardır. Bakarsanız hepsi İslam, hepsi Müslümandır; fakat birine göre yekdiğeri şaşkın, sapkın, gafil yahut cahildir. uzak, normal bir hayat yaşadığınızı düşünüyor olabilirsiniz. Ama bu düşünce, aslında fena halde yanıltıcıdır. Bugün, bizzat o sıradan sivil hayatlarımızda yaşarken yaptığımız birçok sıradan faaliyet, geçmişteki siyasî tercihlerin ve baskın fikriyatın şekillendirdiği alışkanlıklardan ibarettir. Giyim kuşamımız, konuştuğumuz dildeki kelimeler, kafamıza taktığımız yahut takmadığımız başlıklar, ceplerimizde gezdirdiğimiz aksesuarlar, bir marş duyduğumuzda gösterdiğimiz tepkiler, sevdiğimiz müzik türleri, beğendiğimiz sanat eserleri gibi birçok “sıradan” insanî davranış kalıbımız, geçmiş dönemlerdeki siyasî karar ve izleklerin günümüzde bize bıraktığı tonlarla boyanmıştır. Hatta dini inançlarımız bile… Siyasî fikri din hiyerarşine dönüştürmenin vebali Aynı çatı inanca, İslam inancına sahip olup da kendi mensup olduğumuz mezhebimizden olmayan insanları doğrudan “öteki” olarak algılamamız, aslında dinî değil, siyasî bir meseledir. Aynı otomatik etiketleme sistemi, cemaatlerden mahallelere kadar inebilir. Bunların tamamının kökeninde ise İslam’ın temel kaynaklarındaki bilgiler değil, geçmiş zamanın siyasî tercih ve ekollerinin etkisi vardır. Bakarsanız hepsi İslam, hepsi Müslümandır; fakat birine göre yekdiğeri şaşkın, sapkın, gafil yahut cahildir. İbadetlerimizde benimsediğimiz usuller, giydiğimiz esvap, tesettür anlayışımız, okuduğumuz virdler gibi argümanların hemen hepsi, siyasî geçmişin izlerini taşırlar. İslam’da mezhepler arasındaki ihtilaflar, aslında temelde değil, siyasî alanda farklılık gösteren anlayışlardan müteşekkildi. Bugün farklı mezhep akımları arasındaki farklılıklar sadece basit içtihat farkları olmanın ötesinde, siyasî bir ayrışma noktasına kadar gelmiş durumdadır. Çok şükür ki bu tip bir yarılma, Hıristiyan dünyasındaki mezhep ayrımcılığı kadar derin bir bölünmeyi netice vermemiş durumda. Fakat yaşadığımız anki uyanıklık düzeyimiz, geleceğin dünyasının “siyasî” duruşlarını da etkileyecek bir potansiyele sahip, aynen bizlerin, geçmişin yükünü taşıdığımız gibi. günlük siyasetle kavga ederiz, ettiriliriz. Bir dönem bu ülkede, hanımların örtünmek amacıyla kullandığı “başörtüsü” bir “siyasî simge” olarak işaretlendi ve kamu kurumlarında, hatta ortalık yerlerde göz çarpması ne pahasına olursa olsun engellenmeye çalışıldı. Karşı argüman, “Hayır! Biz bunu inancımızdan dolayı örtüyoruz” biçiminde ifade edildi ve bu kavga yıllar boyu devam etti. Fakat gerçek daha basitti aslında: Evet, başörtüsü gerçekten de bir siyasî simge idi, aynen başörtüsüzlüğün, tayyör giymenin, yakaya takılan Atatürk rozetinin yahut falanca kulübe/cemaate mensubiyetin birer siyasî simge olması gibi. En açık kanıt ise baş örten kızlarımızın başörtüsünün şeklinden bağlanma biçimine, iğneleme yerlerine ve duruşuna gösterdikleri ileri düzey biçimsel hassasiyetti. Belli bir “şekle” oturtulmayan başörtüsü “olmuyor” idi. Belirlenmiş, kuralları çizilmiş tesettür biçimi, aynen “modern Cumhuriyet kadınları” için mecbur olan esvap gibi mecburdu. Kısacası, uğruna kavga ettiğimiz birçok özelliğimiz, aslında birer mirasyedi misali cebimizde hazır bulduğumuz değer ve davranış kalıplarından ibarettir. Hâlbuki iyi düşünüldüğünde tesettürlü gezmenin teorik olarak milyon çeşidinin mevcut olması lazım gelir. Ama yoktu, “Ya o, ya bu!” şeklindeki tercih zorunluluğu, o dönemin en bariz dayatması olarak aklımızda kaldı. Zira o spesifik örtü biçimi, ne Kur’an’da, ne sünnette tarif edilmişti. Fakat “siyasî geçmiş” içinde inşa edilen kimlik ifadesi, tabiî olarak insanlarda kendisini bu şekilde gösteriyordu. Kelebek gibi uçurur ama arı gibi sokar Bir kavganın terminolojisi, kavgayı anlamak ve belki de sulha erdirmek için en önemli ipuçlarını içerir, ama biz, onlara vakit ayıramayacak kadar Etrafımızdaki insanların ekserisi, ana babadan gördüğü, ailesinden tevarüs ettiği dine, mezhebe, yaşam tarzına bağlı yaşar. Üzerinde düşünülmüş, tercih sonucu irade edilmiş bir tarz-ı hayat, pek rastladığımız bir seçenek değildir. Siyaset biraz daha gevşektir; bazımız ana babasının, ailesinin siyasî eğilimden farklı bir çizgi izler elbette ama bu çizgi, başka sözü geçen, başka öykünülen kişi, grup yahut insanlardan mülhemdir. Bugün bu kör dövüşünü, bu kısır döngüyü kırmaya niyetli insan sayısında şahsen bir artış müşahede ediyorum. Siyaset bayağılaştıkça ve toplumsal hafızayı destekleyen internet arşivleri birikmeye devam ettikçe bu “uyanıklık” halinin artacağına dair bir hüsnüzannım var. Bugün gönülden ve “ciğerden” taraftar olduğumuz siyasî tercihlerin yarın çocuklarımızı ve torunlarımızı nasıl bir dünyada yaşamaya zorlayacağını düşünmeye çalışanların sayısı çok şükür ki artıyor. Elbette halen ekseri türdaşımız, ne için ettiğini bilmeden bir şeylerin kavgasında nefer olmaya can atıyor, hatta belki fırsat buldukça ön saflarda çarpışıyor. Fakat bugünün siyasetinin bugüne etkisinin aslında ne kadar az olduğu, geçmişin siyasî maceralarının bugüne ve bugünün kavgalarının yarına nasıl etki edeceği sanki biraz biraz anlaşılmaya başlanıyor gibi. (İnşallah öyledir!) Her şeyi yeni baştan düşünmek, bir yük, zahmet yahut boş iş değil, Allah’ın tüm inananlara doğrudan emri, kadim bir insanî vazifedir. Her bir davranışımızdaki bilinç düzeyimiz, bu dünyaya yaptığımız katkının düzeyini de belirler. Arada bir durup da kesin bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri sorgulamak hiç de kötü bir fikir değildir aslında. Zira insanı geliştirecek nice fikir tohumu, doğruluğundan kesin emin olduğu yanlışlarında gizlidir. Arama cehdinin hepimize nasip olmasını dilerim... kasım 2014 7 Haber Ajanda AYINOLAYI Ayın Olayı Elbette bu tip düzenlemelerin dezavantajları olacaktır. Ancak dezavantaj, düzenlemenin kendisinden değil, uygulayıcısı olan memurdan kaynaklanır. Eğer memur kötü niyetliyse, uygulama esnasında ortaya çıkan manzara da kötüdür. İhkak-ı hakkın doğması yerine kamunun emanetçisi devletin doğrudan ve adil şekilde hesap görmesini istiyorsak, Başbakan Davutoğlu’nun açıkladığı İç Güvenlik Yasası’nın suç ve suça teşebbüsle mücadele neler ihtiva ettiğini de bilmemiz gerekir. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe K OBANİ ve IŞİD bahanesiyle ülkeye elemli günler yaşatan terörist zihniyet ve elemanları, ulusal güvenlik bahsinin derinlemesine açılmasına vesile oldular. >> Türkiye’de fırsatının yakalandığı her aşamada “Polis devleti oluyoruz!” çığırtkanlığı yapanların karşısına Başbakan Ahmet Davutoğlu öyle bir düzenlemeyle çıktı ki, biz “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” derken, onlar “İşte söylemimizin ispatı!” iştahına kesildiler. 11 Eylül senaryosuyla oynanan İslamofobik manzaraları hepimiz hatırlarız. Avrupa ülkelerinde ve ABD’de, metro istasyonunda öldürülen genci, sokak ortasında tartaklanan sakallıyı, Sniper tipi tüfekle vurulan Müslümanı herkes bilir. Ne ABD, ne de Avrupa ülkelerini polis devlet olmakla itham edenler, Gezi provokasyonu sırasında “Haydi direnin! 40 gün daha böyle devam ederse AB bu hükümeti feshedecek” hezeyanlarıyla idarecisini diktatör ve polisini cani sıfatıyla niteleyip has polis devletlerine demokrasi adına şikâyet etmişlerdi Türkiye’yi. Bir insan herhangi bir eyleme katılırken neden yüzünü örter? Aslında bu sorunun cevabını ve bir zamanlar hakikî bir polis devletiyken şimdi niçin dedikleri gibi bir devlet olmadığımızı açıklayalım. 8 kasım 2014 28 Şubat’ı acıyla yaşayanlar, 28 Şubat’ın acısını yaşayanlar, 28 Şubat’ın acısıyla yoğrulanlar bilirler ki eylem sırasında baş örtmek suçtur, yüz örtmek değil. O kahır günlerde sessiz sedalarıyla arzı değil, arşı inleten beyaz güller, karşılarına çıkan polislerce yerlerde sürükleniyor, hiçbir mala zarar vermez, hiçbir silah, patlayıcı madde veya molotof bulundurmazken coplanıyor, yaka paça gözaltına alınıyorlardı. O beyaz güllere karşı yapılan en incitici hareket de başlarındaki örtünün insaf bilmez, his yoksulu, cani polislerce çekiştirilmesi, hatta yırtılmasıydı. “Polis devleti oluyoruz” çığırtkanları! O günleri, o polisi bilir misiniz siz? Elbette bu tip düzenlemelerin dezavantajları olacaktır. Ancak dezavantaj, düzenlemenin kendisinden değil, uygulayıcısı olan memurdan kaynaklanır. Eğer memur kötü niyetliyse, uygulama esnasında ortaya çıkan manzara da kötüdür. İhkak-ı hakkın doğması yerine kamunun emanetçisi devletin doğrudan ve adil şekilde hesap görmesini istiyorsak, Başbakan Davutoğlu’nun açıkladığı İç Güvenlik Yasası’nın suç ve suça teşebbüsle mücadele neler ihtiva ettiğini de bilmemiz gerekir. Sayın Başbakan’ın bu konudaki açıklamalarına aşağıda yer vereceğiz. Ancak bu noktada bir şerh düşmeliyiz: Yeniden toplanan Akil İnsanlar Heyeti’nin, isim isim gözden geçirilmesi ve sorunlara doğrudan katkı sağlayacak hakikî akillerle donatılması şarttır. Şimdi Başbakan Davutoğlu’nun aktardığı gündemden kısa satırbaşlarına bakalım… “Çözüm Süreci de, Akil İnsanlar da millidir ve bir örneği de yoktur. Bu süreç bittiğinde Türkiye, ayaklarındaki prangalarından kurtulacaktır. Vatandaş, artık mahkemeye gitmeden, bir dilekçe ile soyadını değiştirebilecek. Pasaport alacak olan, bundan sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’ne değil, Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’ne gidecek. Böylece pasaportla yurtdışına çıkan vatandaş potansiyel bir suçluymuş gibi Emniyet kapılarında pasaport ya da ehliyet için beklemeyecek. Nüfus ve ikametgah gibi işlemler e-devlet üzerinden verilecek. Bakanlıklarımızın yeniden Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu yapılandırılması gerek. Hangi bakanlıkta hangi reform gerekliyse o yapılacak. Şiddet işlemek amacıyla yüzünü kapatanlara izin verilmeyecek. Toplantı ve gösteri yapmak isteyen, kendisini gizlemeden yapacak. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yetkilerini arttıracağız. Şu an çok ciddi bir eksiklik var. Her güvenlik birimi elemanı şeffaf olacak. Herhangi istihbarî bir çalışma yapılıyorsa, bunun denetimi yapılacak. Teknik takip gibi konuların denetimi yapılacak. TBMM’de oluşturulan 17 kişilik ekibe rapor sunulacak. Dinlemelerle ilgili rahatsızlığı da ortadan kaldıracağız. Adli bir vaka için yapılan dinlemenin tüm konuşmaları, her partinin yer aldığı ekibe rapor şeklinde verilecek. Her hak ve özgürlük gibi toplantı ve gösteri hakkı da bir haktır, ancak birilerinin hakkını gasp edilerek yapılamaz. “Bu alan benim alanımdır, burada benden başkası olamaz” denilemez. Vatandaş çıkıp da ‘Devlet nerede?’ derse, biz de ‘Devlet de burada, millet de burada!’ diyeceğiz. Şiddete dönüştürülen her türlü eylem suç sayılacak. Molotof kokteyli bir saldırı aracıdır… Silahlı gösteriye katılanlar, 2 buçuk yıldan 4 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanacak. Bundan sonra yakıp yıkanlardan, verdiği zarar tazmin edilecek. Polise 24 saat gözaltı yetkisi veriyoruz, tabiî üst amirin kararı ve denetimiyle. Bonzai ve diğer uyuşturucu işi yapanlar terör muamelesi görecekler. Her biri birer teröristtir. Okul çevrelerine yaklaştırılmışsa bu muamele iki katına çıkacak. Sanal ortamda şiddet dili içeren mesajlar da engellenecek. Kolluğun üst ve araç arama yetkisi tamamıyla hukukî denetime açık şekilde ve tabiî gerekli izin prosedürleri de işlenerek yeni bir düzenlemeye kavuşturulacak. Hiçbir vatandaşımızın üstü, aracı ya da evi rastgele ve keyfî şekilde aranamaz. Çok güçlü bir delili oluşturacak hale dönüşmüşse, bunun için de yargı süreçleri paralelinde işlemek suretiyle izin alındıktan sonra arama yapılabilecek.” *** Bütün bu maddeleri art arda sıraladığımızda polis devleti olmayı akla getirmenin ne büyük bir kasıt taşıdığını görmezden gelemeyiz. Bu kasıt, ülkemizde şimdiye kadar diledikleri gibi at koşturanların eyerlerinin düşmesi ve üzengilerinin dağılmasıyla bozulmuştur. Pasaportu Emniyet’ten Nüfus Müdürlüğü’ne havale ederken “Vatandaşa potansiyel suçlu muamelesi yapılamaz” diyen zihniyetin kamu güvenliğinden başka düşündüğü bir amaç fikir edilemez. Güvenlik, toplumun soluduğu nefestir. Ve bu nefese kastedenin nefesi derhal kesilmelidir. İşte o yüzden denilmiştir: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe…” kasım 2014 9 Türkiye Ajanda En uzun MGK 28 AĞUSTOS 2014 günü Cumhurbaşkanlığı görevini aldığı günden bu yana 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “ilk kez” başkanlık ettiği Milli Güvenlik Kurulu toplantısı gerçekleştirildi. Erdoğan’ın “Yürütmenin başı ve Başkomutan” sıfatlarıyla ilk kez katıldığı MGK’nın önemi de zaten bu nitelikle anlaşılıyor. ülkemizin bu mücadelede uluslararası koalisyon içindeki konumu, Türkiye’ye müzahir gruplar başta olmak üzere, ılımlı muhaliflerin durumu ve yerinden edilen kişilere yönelik insanî yardımlarımız görüşülmüştür. Ayrıca Irak’taki siyasî süreçte son dönemde yaşanan gelişmeler gözden geçirilmiş, ikili ilişkilerin güçlendirilmesi yönündeki irade teyit edilmiştir. Başta Gazze’de sağlanan ateşkes olmak üzere, İsrail-Filistin ihtilafında yaşanan son gelişmeler, Libya ve Yemen’deki mevcut durum ile bölgesel yansımaları kapsamlı biçimde görüşülmüştür. Afganistan’daki başarılı siyasal süreç ve gelişmeler değerlendirilerek Türkiye’nin desteği vurgulanmış, ayrıca Ukrayna ve Tunus seçimleri gözden geçirilmiştir.” >> Nitekim Recep Tayyip Erdoğan, başkanlık ettiği bu ilk MGK’da oluşturulan gündemle gelecek günlerin Türkiye’sinin hassasiyetlerini belirleme noktasında ilk önemli hamleyi gerçekleştirmiş oldu. Öyle ki toplantı, Cumhuriyet tarihindeki “en uzun” Millî Güvenlik Kurulu toplantısı özelliğini de üstlenmiş oldu. Cumhurbaşkanlığı seçiminin Erdoğan’ın zaferiyle bitişinin ardından, Türkiye biliyordu ki 2015 genel seçimlerine dek çok zorlu günlerle karşılaşacak. Söz konusu zor günlerin ilk temsillerinden birine Kobani’deki IŞİD terörünü bahane ederek sokakları savaş alanlarına çeviren terör provokasyonlarıyla şahit olmuşken, özellikle son bir yılda açık bir mücadele içinde bulunulan paralel yapı ve yapıların ihanet hallerinin devamını da esefle takip ediyoruz. İşte özellikle bu iki sürekli konu üzerine toplanan MGK, Kırmızı Kitap’ta birtakım değişikliklere de gitmek üzere toplandı Erdoğan başkanlığında. 10 kasım 2014 Zaten 30 Ekim 2014 Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece yarısında yayınlanan MGK bildirisinde de “iç ve dış legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten yapılanmalar ifadesi kullanılarak” öncelikle paralel yapıyla mücadele konusundaki kararlılık bildirilirken, ikinci olarak da PKK terörüne karşı kamu düzeninin korunmasına yönelik alınacak tedbirlerden bahsedildi. züm Süreci ele alınmış, sürecin oluşturduğu olumlu atmosferi ve huzur ortamını bozmaya yönelik provokatif olaylara karşı kamu düzeni ve güvenliğini koruma konusundaki kararlılık teyit edilmiştir. Yaklaşık 10 saat 20 dakika süren toplantının sonuç bildirgesinde şunlar yer aldı: Suriye’de dördüncü yılını tamamlamak üzere olan çatışma ortamının, ülkemizin ve bölgemizin güvenlik ve istikrarına yönelik yansımaları, bu konudaki bölgesel ve uluslararası yaşanan son gelişmeleri de içerecek şekilde müzakere edilmiştir. “Ülkemizin güvenliği, halkımızın huzuru ve kamu düzenini ilgilendiren hususlar ayrıntılı olarak görüşülmüştür. Bu kapsamda millî güvenliğimizi tehdit eden ve kamu düzenini bozan iç ve dış legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten paralel yapılanmalar ve illegal oluşumlar ile yürütülen mücadelenin kararlılıkla sürdürüleceği vurgulanmıştır. Deniz yetki alanları başta olmak üzere, Ege ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler gözden geçirilmiş, Türkiye’nin kendi kıta sahanlığı içerisinde ve garantör ülke olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ruhsatlandırdığı sahalardaki hak ve menfaatlerinin korunması için gereken her türlü tedbirin önümüzdeki dönemde de kararlılıkla alınacağı belirtilmiştir. Terörle çok boyutlu mücadele kapsamında sürdürülen Çö- Irak ve Suriye’de IŞİD ve diğer terör örgütleriyle mücadele, Az önce değindiğimiz üzere yaklaşık 10 saat 20 dakika süren bu MGK toplantısının en yakın dereceye sahip olanı, meşhur (!) 28 Şubat kararlarının çıktığı ve 28 Şubat 1997’de yapılan tarihî toplantıydı ki yaklaşık 9 saat sürmüştü. Paralel yapı, kendisinin olan medya organlarında boşuna “28 Şubat gibi” deyip durmuyor demek ki (!)… Demirel’den tanıklığa ret BELKİ de herkesin istediği bir şeydi 28 Şubat Davası’nda 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in en azından bir defaya mahsus tanık olarak dinlenmesi. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin baktığı davada müdahil avukatların isteği de bu yöndeydi ve Demirel’e bu konu hakkında mahkeme tarafından çağrıda bulunuldu. Ekim ayı sonunda görülen 67 ve 68’inci duruşmalar öncesinde merak edilen bu durum, Süleyman Demirel’in avukatları tarafından vekâleten cevaplandı. Şaşılmayacak cevap, “çağrıya ret” niteliği taşıyordu. Böylelikle o meşhur kararların alındığı gün Millî Güvenlik Kurulu’na kimin başkanlık ettiği de çok acayip bir hal aldı, zira Mustafa Kalemli o günlerde TBMM Genel Kurul Salonu ile ilgileniyordu (!). Selçuk Kayıhan // [email protected] Türkiye’de “Savcı” dediğin TÜRKİYE’de süregelen korku imparatorluğunun hangi tanımlamalar ve sloganlar altında tertipli biçimde yürütüldüğü bellidir ki bunlardan biri de “hukukun üstünlüğü” garabetidir. “Hukukun üstünlüğü” yargısı, bu ülkede yaşayanların üzerinde fobik bir önyargı sebebidir. >> Zira “hukukun üstünlüğü” fermanıyla gezenler, hakarette, tehditte, saldırıda, aymazlıkta ve dahi hukuk tanımazlıkta had hudut bilmezler. Onların derdi hukukun değil, “hukukçunun üstünlüğü” üzerinedir. Bu safsataya sığınan örnekleri doğrudan göremeyiz. Zira onlar her zaman mağaralara sığınarak yaşayan yarasalardan farksızdırlar. Karanlıkta hareket etmekten hoşlanır, cesaretten yoksun oldukları için gündüz gezinmeyi bilmezler. Sanallığın delikanlılığına yaslanan bu hukukçular, hazinesinden yedikleri devlete amiyane tabirle işkembeden sallamayı da iyi bilir, “Biz bu ülkenin sahipleriyiz, istediğimize söveriz. Bizi hesaba çekecek kim var?” diye düşünürler. Ümraniye Dosyası ile tanınan ve 17 Aralık darbe girişiminin ardından Başbakan olduğu dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ağır hakaret ve ithamlarda bulunan “alelade savcı” Zekeriya Öz de bu hukukçunun üstünlüğü imanına sahip olanlardandı. Ancak Düzce Cumhuriyet Başsavcılığı, Bolu Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz hakkında “17 Aralık soruşturmasını gerekçe göstererek dönemin Başbakanı Erdoğan’a hakaret ve tehditte bulunduğu iddiasıyla” kamu davası açıldığını bildirdi. Başsavcılık’tan yapılan açıklamada şunlar kaydedildi: “Halen Bolu Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapan Zekeriya Öz hakkında, kendisine ait Twitter hesabından 17 Aralık soruşturmasını gerekçe göstererek dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ve tehditte bulunduğu iddiası ile ilgili olarak Düzce Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturma sonucunda Düzce Ağır Ceza Mahkemesi’nde isnat edilen hakaret ve tehdit suçlarından yargılanmak üzere kamu davası, Düzce Cumhuriyet Başsavcısı Akif Celalettin Şimşek imzası ile tanzim edilen iddianame çerçevesinde açılmıştır.” 17 Aralık Komisyonu soruşturmaya başladı İSTANBUL merkezli 17 Aralık soruşturması kapsamında hakkında takipsizlik kararı verilen eski bakanlardan Zafer Çağlayan’ın oğlu Oğuz Kaan Bayraktar, İstanbul Adliyesi’nde çalışmalarına başlayan Meclis Soruşturma Komisyonu’na ifade verdi. >> TBMM’de dört eski bakanla ilgili kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Birimi tarafından yürütülen İstanbul merkezli 17 Aralık soruşturması kapsamında Bayraktar’dan yaklaşık 1 saat süren ifadesini aldı. Bayraktar’ın ifadeye birlikte geldiği avukatı, adliye önünde yaptığı açıklamada müvekkilinin Komisyon çağrısına uyarak adliyeye geldiğini belirtti ve ekledi: “‘Kendisinin bilgisine başvuruldu. Biz de ifade verdik ve akabinde ayrıldık”. Daha sonra aynı soruşturma kapsamında yine hakkında takipsizlik kararı verilenlerden biri olan işadamı ve eski TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ın da komisyon üyeleri tarafından dinlenildiği öğrenildi. 17 Aralık soruşturmasında ismi zikredilen dört eski bakanla ilgili kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu, çalışmalarını 26 Aralık’a kadar sürdürecek ve yapılacak işlemlerin ardından hazırladığı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunacak. kasım 2014 11 Türkiye Ajanda Yeni Büyükelçi Bass TÜRKİYE bir imparatorluğun çöküşünü izlettirme heveslisi olan sefiri uğurlarken, ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi ile de tanıştı. Ehliyete yeni düzenleme SÜRÜCÜ belgelerinin alınması hakkındaki düzenlemelerin ardından, sanırım en çok da her gün trafiğe çıkanları sevindirecek bir uygulamaya geçiliyor. Artık daimî sürücülük yerine sınırlı sürücülük sistemi geliyor. >> ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Özel Kalem Müdürlüğü görevinden ayrılarak yaklaşık bir yıllık kulis geçmişinin ardından Türkiye görevi sevdasına kavuşan eski ABD Tiflis Büyükelçisi John Bass, Başkan Barack Obama’nın kendisini aday göstermesinin üzerine Senato tarafından alındığı uzun mülakatlar sonunda Türkiye’ye geldi ve yeni büyükelçilerin güven mektuplarını sunduğu törende yer aldı. Daha önce Türkiye’ye dair ve Türkiye’de hiçbir görev almayan Bass, sadece Tiflis görevi sebebiyle değil, üzerine yaptığı çalışmalarla da bir Kafkaslar uzmanı. Belki de genellikle Türkiye’deki ABD büyükelçilerinin Ortadoğu üzerine yaptıkları çalışmalar, bu süreçle birlikte biraz Kafkaslara da uzanacaktır. Zira Ortadoğu’da neye dokunsa tarumar eden ABD için Ukrayna ile en belirgin halini alan Rusya çatışması yine Türkiye üzerinden şekillendirilmeye çalışılacaktır. Tüm bunları zaman gösterecek. Türkiye görevine olan iştiyakıyla Türkçe bilmemesine rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşısına Türkçe selamla çıkan Bass, ülkemizdeki bu göreve tam bir kariyer basamağı olarak bakıyor olsa gerek, zira buradan dahi iyi bir referans olabilir mi? Ayrıca Riccardione’ye “Güle güle!” derken, Bass “Hoş geldiniz ama halefiniz gibi hadsiz olmayınız” hatırlatmasını yapalım bu satırlardan. Bu uygulamayla A ve B tipi ehliyet sahiplerinin 10, D ve E tipi ehliyet sahiplerininse 5 yılda bir ehliyetlerini yenilemeleri gerekiyor. Yenileme işlemi için sürücülerin yapılacak sağlık kontrolünden geçmesi gerekiyor. Sağlığı araç kullanmaya müsait olmayan sürücülere yenileme işlemi yapılmayacak. Bu arada otomatik vitesli araç kullanıcılarına B1 adındaki yeni tür ehliyetler verilecek. Böylelikle sürücü kurslarına getirilecek olan otomatik araç kullanma eğitimi ve de bu tür araçlarla imtihana girme imkânı da doğacak. Her nedense bu konuyu “Hanımlara müjde!” şeklinde ilan edenler mevcut; Türkiye’de otomatik araç kullananların ve bu tür araçların satışının ne denli arttığını bu kesim bilmiyor olsa gerek. Ve HSYK tamam, görevler dağıtıldı 1. Daire Başkanlığı’na Halil Koç ve 2. Daire Başkanlığı’na Mehmet Yılmaz seçildi. GEÇTİĞİMİZ ay bütün Türkiye’yi kendisine kilitleyen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu için seçimler yapılmış, seçimle işbaşı yapacak üyeler belirlenmişti. Cumhurbaşkanı’nın atayacağı 4 üye de HSYK’ya gönderildi ve Kurul, vazifeye başladı. Ayrıca 1. Daire Başkanlığı üyeliklerine Kenan İpek, Yakup Ata, Mehmet Durgun, Rasim Aytin, Ömür Topaç ve İsa Çelik, 2. Daire Başkanlığı üyeliklerine Taci Bayhan, Hayriye Şirin Ünsel, Mustafa Kemal Özçelik, Muharrem Özkaya, Ramazan Kaya ve Mahmut Şen seçilirken 3. Daire Başkanlığı üyeliklerine de Şaban Işık, Ömer Kerkez, Kerim Tosun, Aysel Demirel, Ahmet Berberoğlu ve Turgay Ateş getirildi. >> Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu asıl üyeliklerine Rasim Aytin, Muharrem Özkaya, Hayriye Şirin Ünsel ve Aysel Demirel’i seçti. Dört isimden Rasim Aytin HSYK 12 kasım 2014 üyeliğine devam ederken, diğerleri İstanbul ve Ankara Baroları’na bağlı avukatlar olarak ilk kez HSYK’ya girmiş oldular. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı atamaların ardından Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda görev dağılımı da yapıldı. Buna göre Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekilliği ve 3. Daire Başkanlığı’na Metin Yandırmaz, Selçuk Kayıhan Tevhid Selam hakkında takipsizlik ANKARA Cumhuriyet Başsavcılığı, “Tevhid Selam Kudüs Terör Örgütü” üyeliği iddiasıyla yürütülen soruşturmada, bazı Alevi dedelerinin de aralarında bulunduğu 9 kişi hakkında “delil yetersizliğinden ötürü” takipsizlik kararı verdi. >> Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçları Soruşturma Bürosu’nda görevli Cumhuriyet Savcısı Durak Çetin tarafından verilen kararda, İsrail istihbarat servisinden Türkiye’deki İsrail diplomatlarına yönelik terör saldırısı yapılacağına dair ihbarda bulunulması üzerine başlayan soruşturmada, şüphelilerin bu saldırı iddiasıyla ilgili nasıl bir irtibat kurularak soruşturmaya dâhil edildiklerinin ve haklarında iletişimin tespiti, teknik araçlarla izleme işlemleri yapılmasına gerek duyulduğunun belirlenemediği kaydedildi. İşte bizim dikkatimizi çeken nokta da burası oldu! Zira Uğur Mumcu suikastıyla duyduğumuz Tevhid-i Selam adlı örgütü “Selam Tevhid” evrimiyle zikreden yapının neyin peşinde olduğu bu kıstaslarla ortaya çıkıyor. Jandarma atamaları kısmen İçişleri Bakanlığı’nda JANDARMA ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın, askerî görevler dışındaki görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin atama, değerlendirme ve disiplin konularının İçişleri Bakanı ve valilerin yetkilendirilmesi hakkında çalışmalar yapıldığı bildiriliyor. >> İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, bazı basın ve yayın organlarında Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı ile ilgili haber ve değerlendirmelerin yer aldığı hatırlatılırken, kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi bakımından açıklama yapılmasına gerek duyulduğu belirtildi. Açıklamada, “Hazırlanan tasarı taslağında, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın askerî görevleri dışındaki görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin olarak atama, değerlendirme ve disiplin konularında İçişleri Bakanı’nı ve valileri yetkilendiren düzenlemeler yapılmıştır” ifadesi kullanıldı. Bu açıklamaya göre en basit cümlelerle şunu diyebiliriz sanırım: Jandarma ve Sahil Güvenlik, tamamen değil, ancak kısmen İçişleri Bakanlığı’na bağlanıyor. Bu örneğin bulunduğu önemli ülkeleri düşündüğümüzde, tam da kısmî bağlılığın faydalı olacağı aşikârdır. Dosyadaki mevcut delillerden şüphelilerin suç teşkil eden herhangi bir söz veya eylemlerine rastlanılmadığı vurgulanırken, Tevhid Selam-Kudüs terör örgütüne üye olduklarına ve bu terör örgütünün faaliyetleri doğrultusunda suç işlediklerine dair soyut iddialar dışında hiçbir şey yok. Takipsizlik kararı verilerek terör örgütü üyeliği ve yöneticiliği ile ilişkilendirilen EHDAV Başkanı Ali Yeral, Hüseyin Gazi Derneği Başkanı Gülağ Öz, Alevi Dedesi Hüseyin Dedekargınoğlu, Araştırmacı-Yazar Piri Er, Bektaşi Babası Şakir Keçeli, Alevilik Araştırma Merkezi Başkanı Ali Yıldırım, Alevi Dedesi Hüseyin Alagöz, Aresh Gahmani ve Seyed Askar Seyedturabi hakkında kovuşturma yapılmasına yer olmadığı belirtildi. 17 Aralık’tan bu yana sürdürülen “Selam Tevhid” söylemlerinin kök ucunu Anadolu’da değil, Uğur Mumcu’dan beridir Türkiye’yi nasıl abluka altına aldığını gösterme gayretinde olan bürolarda aramak gerekir. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz ÜLKEMİZİ geçmişteki kara günlere geri götürmek isteyen düşmanların hainlerin hedefinde güvenlik kuvvetlerimiz vardı bu ay. Bingöl ve Hakkari’de gerçekleşen iki hain saldırı sonunda iki polisimiz ve üç askerimiz şehadetle tanıştı. Hakkari’deki suikastla ilgili konulan basın yasağına destek verirken, bu yasak sebebiyle haber detayına girmekten imtina ediyoruz. Allah şehitlerimizi Resulü’ne komşu etsin… Vatan sağolsun!.. kasım 2014 13 Dünya Ajanda Ar damarı çatlamıştan arsız baskın! EN son saçtığı vahşetin daha yaraları soğumamışken, İsrail, bu kez de Mescid-i Aksa’da yaptıklarıyla karanlık hislerini konuşturmaktan çekinmedi. Tıpkı üç yerleşimcinin kaybolduğu zamanlarda “Hamas katletti!” bahanesiyle Gazze’ye girdiği gibi, Ekim ayının sonunda, bu kez bir hahama yapılan silahlı saldırıyı mazeret sayarak Aksa’ya bütün girişleri kapattı. Camii içerisinde postallarıyla gezerek göstericileri tartakladı, bu sırada cami içerisindeki Kur’an-ı Kerimler etrafa saçıldı. Bu iğrenç durum, 1967’den beri ilk defa tekrarlanıyor. Demek oluyor ki, son vahşetin ardından İsrail, artık eceli gelmiş gibi cami duvarına pisliyor. Dışarıdaki gerginlik sırasında ise Hıtta Kapısı önünde toplanan Filistinlilerin İsrail askerlerini protestosu vardı. İsrail askerleri bu protestoya da plastik mermi ve ses bombaları kullanarak cevap verdi. Tüm bunlar yaşanırken İsrail Emniyeti’nden yapılan açıklamada şu ifadeler kullanıldı: “Çıkan olaylarda herhangi bir gözaltı ve tutuklama olmadı. Saat 10:00 itibariyle Aksa’nın kapıları tekrar ziyaretçilere açıldı.” >> Batı Kudüs’te aşırı sağcı bir hahamın silahlı saldırı sonucu ağır yaralanmasının ardından İsrail polisi, ikinci bir bildirime kadar Mescid-i Aksa’nın tüm Müslümanlara kapatıldığını duyurdu. Buna göre turistler ve Yahudi yerleşimciler de dâhil olmak üzere hiç kimse Aksa’ya giremeyecekti. Haham ölmemişti, ancak bu yasağın ardından İsrail Emniyet Müdürlüğü Sözcüsü Micky Rosenfeld, kendi Twitter hesabından yaptığı açıklamayla terörle mücadele polisinin Abu Tor’da bir evi kuşattığını ve kendilerine ateş açılması üzerine şüpheliyi vurarak öldürdüğünü ilan etti. Belirttiğimiz üzere İsrail yönetimi, ikinci bir emre kadar turistlere ve Yahudilere dahi Aksa’nın 14 kasım 2014 açılmayacağını açıklamıştı. Ancak bu yasak ilanından sadece beş gün sonra, İsrailli emniyet güçlerinin 100 kadar Yahudi yerleşimciyi Mescid-i Aksa avlusuna Megaribe Kapısı’ndan alması Filistinli Müslümanların tepkisini çekti. Durumu protesto eden Filistinlilerle İsrail askerleri arasında çatışma çıktı. Mescid-i Aksa avlusuna giren 300 İsrail askeri, cami avlusunu savaş alanına çevirerek Filistinlilerin üzerine plastik mermi, ses ve gaz bombalarıyla saldırdı onlarca kişinin yaralanmasına sebep oldu. Ayrıca çatışma esnasında avlu içinde bulunan Kıble Camii’ne sığınan Müslümanları kovalayan İsrail askerleri, Kıble Yani İsrail Emniyeti, İsrail’in yine kendi koyup kendi çiğnediği yasağı gündeme getirmekten kaçınarak yine Filistinlilerin olay çıkarttığını ve bu olaylarda güya şefkatli davranarak her şeye rağmen gözaltı gibi bir durumun yaşanmadığını ifade etti. Ancak onlarca yaralının arasında Anadolu Ajansı ile TRT Türk muhabirlerinin bulunduğu biliniyor. Bütün dünya IŞİD’i, Peşmergeyi, PYD’yi, Kobani’yi ve koalisyon güçlerinin hava saldırılarını konuşurken, bir hahamın derinliği belli dahi olmayan herhangi bir saldırıya uğramasının ardından İsrail’in hangi hesaplar içinde olduğunu görmezden gelmek mümkün olabilir mi? Çin ve Kuzey Kore hakkında “haber alınamayan ülkeler” şeklinde kullanılan nitelemeler ne kadar doğrudur, ancak İsrail için bu sıfat az bile. Zira İsrail, içeriden haber alınamadığı gibi, terör politikası üzerine dizayn edilen yalan haberleriyle sade- ce manüpilasyon oluşturuyor. İsrail’in Mescid-i Aksa’da yaptığı bu hayâsız baskın elbette birçok ülkeden tepki aldı. Ancak Dünya Müslüman Alimler Birliği, Mescid-i Aksa’nın korunması hakkında tüm dünya Müslümanlarına “genel seferberlik” çağrısında bulundu. Birliğin yaptığı bu çağrı elbette samimiyet ve iman kardeşliği üzerine gerçekleştirilmiş bir çağrı. Zira Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin aslında dikkat çekmek istediği nokta farklı. Birlik Başkanı Yusuf el-Karadavi ve Genel Sekreter Ali Karadaği’nin imzasıyla yapılan yazılı açıklamada Müslümanların, İsrail’in Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya yönelik ihlallerine karşı sessiz kalmamaları gerektiği belirtilirken asıl vurgu şu konuya yapılıyor: “Mescid-i Aksa’nın korunup zaman ve mekân olarak ikiye bölünmesini önlemek için tüm Müslümanları seferber olmaya çağırıyoruz!” Peki, Mescid-i Aksa’nın “zaman ve mekân olarak ikiye bölünmesi” ne demek? İsrail Parlamentosu Knesset’te yapılan çalışmalar, Mescid-i Aksa’nın bölünmesi için yürütülen yöntemleri içeriyor. Avlu basma ve ayakkabılarla camiye girmek de bu yöntemlerin manüpilasyon çalışmalarından bir örnek, böylece Müslümanların nabzı ölçülüyor. İsrail yönetimi, bu tip yöntemlerle 1994’te El-Halil’deki İbrahim Camii’ni de Yahudilerle Müslümanlar arasında paylaştırmıştı. Aksa baskınından yalnız iki hafta önce gerçekleşen bir detaydan bahsederek İsrail’in hayvanî hamlelerine ilişkin yorumumuza son verelim. Bilindiği gibi İsrail, 40 yaşın altındaki Müslümanların Mescid-i Aksa’ya girişine izin vermiyor. Cuma namazını Aksa’ya en yakın yerlerde kılmaya çalışan Filistinliler, namazın ardından bu yasağı protesto ediyorlar. İşte baskından tam da iki hafta önceki eylemde, İsrail güvenlik güçlerine ait TOMA’lardan foseptik sıvı sıkıldı. Bunun üzerine daha fazla şey söylemeye gerek var mı? Ömer Bekir Sadık // [email protected] İsveç, Filistin’in bağımsızlığını tanıdı İSVEÇ Dışişleri Bakanlığı, Filistin’i bağımsız bir ülke olarak tanıdıklarını açıkladı. Yeni seçilen merkez-sol hükümetinin gerçekleştirdiği bu hamle, bağımsız Filistin davasına önemli bir destek sağladı. mek istediğini ifade etti. İsveç’in çiçeği burnunda başbakanı ve Sosyal Demokrat Parti lideri Stefan Löfven de Filistin’in bağımsızlığını tanıdıklarını belirterek, “İsrail ile olan sorunlar, uluslararası hukuka uygun olarak iki devletli çözüm ile aşılabilir” dedi. İsveç’in Filistin’i tanıması, bir AB üyesinin böyle bir karar alması bakımından büyük önem taşıyor. İsveç’ten başka Macaristan, Polonya ve Slovakya da Filistin’i tanıyan ülkeler, ancak bunlar, AB üyesi olmadan önce Filistin’i devlet olarak tanımışlardı. >> İsrail ile Filistin arasındaki görüşmelerin yalnız İsrail’i değil, ancak iki devletin de tanınmasıyla gerçekleşeceğine inanan İsceç yönetimi adına konuşan İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallstrom, bir gazeteye verdiği beyanda İsveç hükümetinin müzakere masasında oturacak Filistinlileri destekle- İsveç’in almış olduğu bu karara karşı İsrail’den yanıtsa gecikmedi. İsrail Başbakanı Netanyahu, “İsveç’in Filistin Devleti’ni tanıma kararı tek taraflı bir adımdır. Tek taraflı adımlar geçmişte imzalanan anlaşmalara aykırıdır ve barışı yaklaştırmak yerine uzaklaştırır” dedi. Her nedense Netanyahu’nun açıklamasının ardından iyi ki felsefe ve mantık dersleri aldığıma şükrettim; mutlaka var bir hikmeti... Denge bırakmayacak tehlike İSVİÇRE’de “İsviçre, altınımızı biriktir!” sloganıyla gerçekleştirilecek referandumda sonuç “Evet” çıkarsa, İsviçre Merkez Bankası, 5 yıl içinde bin 600 ton altın satın almak zorunda ka- lacak ve tekrar altın satmasına izin verilmeyerek İsviçre’nin sahip olduğu altının tamamı ülke içinde tutulacak. Ülkenin sahip olduğu altın rezervinin yaklaşık yüzde 70’i ülke içinde, yüzde 20’si ülke dışındaki bankalarda, yüzde 10’u ise Kanada Merkez Bankası’nda tutuluyor. Yani “Evet” ile yurtdışındaki altın rezervleri de ülkeye girecek. İsviçre Halk Partisi (SVP) tarafından sunulan bu teklife İsviçre hükümeti, İsviçre Merkez Bankası ve birçok siyasî parti karşı çıkıyor. Teklifin kabul edilmesi durumunda altın fiyatlarının yükseleceği ve avro-İsviçre frankı kur dengesinin bozulacağından endişe ediliyor. Bangladeş’te idamlar peşi sıra GEÇEN senenin bugünlerinde yine Bangladeş’i ve yine idamı konuşuyorduk. 65 yaşındaki Cemaat-i İslamî Genel Sekreteri Abdulkadir Molla hakkında Bangladeş Yüksek Mahkemesi’nin insanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle verdiği idam cezasının infazı gerçekleşmiş, tüm dünya Müslümanları ve o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere bütün Türk diplomat ve de yetkililer duruma sert tepki göstermişlerdi. >> Neredeyse bir yıl geçti ve Bangladeş’te yine Cemaat-i İslamî liderlerinden Motiur Rahman Nizamî, 43 yıl önceki iç savaşta savaş suçu işlediği gerekçesiyle idam cezasına çarptırıldı. Ayrıca Cemaat-i İslamî’nin bir başka lider ismi olan Ğulam Azzam da mahkûm olarak geçirdiği hayata solunum yetersizliğinden ötürü 92 yaşında veda etti. Bangladeş Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, 2009 yılında iktidardaki Avami Ligi Partisi tarafından 1971’deki iç savaşta işlenen suçları araştırmak için kurulmuştu. Bangladeş’in Pakistan’a karşı başlattığı ve 9 ay süren bağımsızlık savaşı sırasında 3 milyondan fazla kişi ölmüş, 200 bin kadına tecavüz edilmişti. kasım 2014 15 Dünya Ajanda Peşmerge Suruç’tan geçti IRAK Kürt Bölgesel Yönetimi tarafından Kobani’ye gönderilen Peşmerge grupları, Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde buluşarak bölgeye intikal etti. Rohingyalar Arakan’dan kaçıyor MYANMAR’da Müslüman Rohingyalar, hükümetin son dönemde bölgede çok sayıda kişiyi tutuklaması üzerine ülkenin batısındaki Arakan eyaletinden kaçıyor. >> Erbil’den Kobani’ye gönderilmek üzere hareket eden ağır silahlı Peşmerge grupları, Suruç ilçesinin sınır hattındaki güzergâhı kullanarak daha önce havayoluyla gelen grupla birleşip Suriye’ye geçti. Peşmerge konvoyu, Türk polisi ve jandarma ekiplerinin yoğun güvenlik önlemi altında Mürşitpınar Sınır Kapısı yakınlarında bekleyen grubun bulunduğu özel alana girdikten sonra bölgeye konuşlanırken, Özgür Suriye Ordusu’ndan 200 eğitimli savaşçı da yine Türkiye üzerinden aynı bölgeye giriş yaptı. Ancak Kobani konusunda Türkiye’nin kısmî desteğini alan koalisyon güçlerinin hava saldırıları sürerken Özgür Suriye Ordusu’ndan da destek almaları son derece ilginç bir manzara oluşturdu. Zira dört yıldır Esed cinayetlerine maruz kalan Suriye’nin bu mazlum kuvveti, dört yıldır uluslararası toplumdan ve uzanabildikleri her ülkeden destek bekliyor, yardım istiyor. Koalisyon güçleriyse, kara harekâtına cesaret edemediği demde bu mazlum ABD’den Mısır’a malî destek ABD Hazine Bakanı Jacob Lew, Mısır’a 200 milyon dolar yardımda bulunacaklarını açıkladı. >> Lew, temaslarda bulunduğu Kahire’de, Mısır Maliye Bakanı Hani Kadri ile görüşmesinin ardından düzenlenen basın toplantısında, ülke ekonomisinin desteklenmesi amacıyla hükümetler arası çalışmalarda bulunmak amacıyla Mısır’ı ziyaret ettiğini ve ülkesinin “Mısır ekonomisini güçlü bir şekilde” desteklediğini ifade etti. Şubat’ta bir “Mısır Ekonomi 16 kasım 2014 Zirvesi” düzenlenmesi planlanıyor. İşte bütün bunları gördüğünüzde en başa dönüp soruyorsunuz “Boşuna mı Sisi’nin yaptığına darbe demekten korktu?” diye. ABD’de yapılan Senato seçimlerinde Cumhuriyetçilerin Demokratlara karşı ele aldığı gücü görünce “Mesajı aldım” diyen Obama’dan da bu beklenirdi. kuvvetten Peşmerge’nin yanında yer almasını istiyor. ÖSO ise bu talep karşısında bir anlamda Türkiye’nin gözünün içine bakıyor. Türkiye’nin güvenli bölge oluşturma niyetine bütün kararlılığıyla karşı çıkan ABD’nin ÖSO’ya nasıl mahkûm olduğu ortada. İlerleyen süreçte bölgeye bu kuvvetten katılacak binlerce kişi olacak. Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransa ziyaretinde Hollande ile gerçekleştirdiği görüşmenin önemi de büyük. >> Bir haftada 8 bin Rohingyanın Arakan’dan ayrıldığı belirtilirken, bu sayının 2013 yılı boyunca bölgeden kaçan Rohingyaların sayısından fazla olduğu vurgulanıyor. El-Kaide lideri Zevahiri, yayınlanan bir videoda örgütün Güney Asya yapılanmasını Myanmar’daki Müslümanlar için “iyi bir haber” şeklinde müjdelemiş, Myanmarlı Müslümanların haksızlık ve baskıdan kurtulacağını ifade etmişti. İşte bu açıklama, Myanmar hükümeti tarafından Rohingyaları hedef alan operasyonun bahane olarak kullanılmaya başlandı. Yani Müslümanlar bilmeli ki, terör örgütünden dost olmaz. Küba’da Katolik kilisesine izin KÜBA hükümeti, 55 yıl aradan sonra, ülkede bir Katolik kilisesi inşa edilmesine izin verdi. Kilisenin finansmanı, Florida’nın Tampa kentindeki Katolikler tarafından sağlanacak. 200 kişi kapasiteli kilisenin inşasına izin verilmesi, Küba ve Katolik dünyası arasındaki ilişkilerde yeni bir adım olarak görülüyor ve Vatikan ile komünist Küba arasındaki ilişkilerin olumlu gittiği şeklinde yorumlanıyor. 59 Devrimi’nin ardından Küba Katolik Kilisesi ve hükümet arasındaki ilişkiler gergindi. Ömer Bekir Sadık Boko Haram saldırılara devam ediyor NİJERYA’yı bir korku afeti gibi teslim alan Boko Haram terör örgütü, ülkenin kuzeydoğusundaki Kukawa kentinde yine silahlı bir saldırı düzenleyerek çok sayıda insanı katletti. >> Saldırının ardından birçok kişi bölgeyi terk etmek zorunda kalırken, saldırganlar karakol, postane ve birçok evi ateşe verdi. Ayrıca örgüt militanlarının Lake Chad Basin bölgesinde bir sağlık merkezi ve petrol şirketi binasına da saldırdığı belirtildi. Bu arada aylar önce kaçırılan 200 kadar kız öğrencinin güvenli bir şekilde evlerine dönmesi, ayrıca ülkenin kuzeydoğusunda barış ve istikrarın tesis edilmesi için taraflar arasında görüşmeler devam ederken, Boko Haram’ın 60 kadını daha kaçırdığı iddia ediliyor. Tam da ateşkesin sağlanmaya yaklaşıldığı süreçte böylesi bir hamlenin gerçekleştirilmesi endişelerin artmasına sebep olurken Nijerya üzerinde hangi tip senaryoların kurgulandığına dair düşünceleri derinleştiriyor. Ateşkes ülkenin büyük bölümünde şüpheyle karşılanırken, Boko Haram militanları ateşkes ilanından hemen sonra ülkenin kuzeydoğusundaki Borno eyaletinde iki köye saldırmış, Damboa şehrini de ele geçirmeye kalkışmıştı. Burada çıkan çatışmalarda 28 militan öldürüldü. Türkiye, Libya’da “Ben buradayım” diyor CUMHURBAŞKANLIĞI ve Hükümet Kuzey Afrika Özel Temsilcisi sıfatıyla Libya’da temaslarda bulunan AK Parti Ankara Milletvekili Emrullah İşler, Türkiye’nin, Libya’da çatışan taraflar arasında diyalog sürecine katkıda bulunmaya hazır olduğunu söyledi. >> İşler, Tobruk, Misrata ve Trablus’ta gerçekleştirdikleri görüşmelerle Libya’daki durumu tespit etmeye çalıştıklarını ifade ederken şunları söyledi: “Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Özel Temsilcisi Bernardino Lenon’un başlattığı diyalog sürecini destekliyor, bu sürecin daha kapsayıcı şekilde ilerlemesini temenni ediyoruz. Taraflar arasındaki siyasî ve hukukî görüş ayrılığının da diyalog yoluyla giderilebileceğini ümit ediyoruz. Bingazi çevresinde ve Trablus’un güneyinde meydana gelen son çatışmaları ve hava saldırılarını endişeyle karşıladık. Bu konuda uluslararası toplum tarafından yapılan açıklamaları da destekliyoruz. Arap Baharı’nın Libya’da da başarısız olmasını isteyenler var. İnanıyoruz ki, Libya halkı buna izin vermeyecektir.” Libya’da Kaddafi’nin devrilmesine kadar ilerleyen süreçte Türkiye’nin ne tür başarılı aksiyonlar gösterdiğine tüm dünya şahit olmuştu. Libya-Türkiye kardeşliğine dair bu atılımı biz de can-ı gönülden destekliyoruz. kasım 2014 17 MEDYA AJANDA Medya Ajanda Agos’ta eleştiri ve özeleştiri iç içe T ÜRKİYE Ermenilerine yönelik haberleriyle haftalık olarak yayınlanan Agos gazetesinin 30 Ekim 2014 tarihli baskısında ilginç bir analiz-haberle karşılaştım. Lora Sarı imzalı çalışmada ilk uluslararası Ermenice şarkı yarışması olan Tsovits Tsov’dan bahsedilirken, yarışmaya katılan iki ayrı parçanın sözleri üzerinden günümüz Ermenilerinin Türkiye’ye ve kendilerine nasıl baktıklarını, ancak hangi açılardan bakmaları gerektiğine dair eleştiri ve özeleştirinin bulunduğu pasajlar yer alıyordu. Yorumda Amroyan ile Medz Bazar’ın iki tip Ermeni düşüncesini resmettiği belirtilirken şöyle bir söylem getiriliyor: “Medz Bazar ‘Ariur Ar Ariur’ adlı şarkıda, Fransa’da yaşayan Ermeniler arasında ‘yüzde yüz Ermeni’ olmak için gerekli görülen özellikleri hicvediyor. Bu grubun ikincisi dünyaca ünlü cazcı Tigran Hamasyan olurken, Hamasyan, grup birinciliğini Ermenistanlı müzisyen Sevak Amroyan’ın son derece şoven şarkısı ‘Axpers u Es’e kaptırdı. Amroyan’ın şarkısı milliyetçi, militarist ve şiddet göndermeli sözlerle dolu. Türk’e karşı verilecek savaştan, dökülecek asil Ermeni kanından, bu savaşın kutsallığından ve türlü milliyetçi göndermelerden geçilmeyen şarkının bu tür bir yarışmada kendine nasıl yer bulduğu büyük bir merak konusu. 23 Kasım’da Kremlin Sarayı’nda sahne alacak, büyük çoğunluğun Ermenistan ve Rusya’dan olduğu görülen 14 finalist arasında yedinci sırada Tigran Hamasyan, 10. sırada Vomank, Vomank’ın hemen altında Sevak Amroyan ve 13. sırada Collectif Medz Bazar var. >> “Ayrı dünyaların Ermenileri” başlığıyla verilen analiz-haberde, öncelikle daha evvel yarışmada bir Azeri müzik türü olan “muğam”a getirilen yasaktan dem vurularak uygulama “ırkçı” nitelemesiyle sert şekilde eleştiriliyor. Sevak Amroyan’a ait olup yarışmanın finaline kalan ve Türklere karşı açık nefret söylemleri içeren “Axpers u Es”, yani “Kardeşim ve Ben” adlı parçanınsa “savaş naraları attığı” ve bu şarkı dolayısıyla yarışmada bazı şeylerin değişmediği vurgulanıyor. Daha önce “muğam” konusuna dair yine Agos tarafından yapılan haber vesilesiyle söz konusu yasak kaldırılmış, zira İstanbullu olan Vomank adlı grup da bu yasağa tepkisini dillendirmiş. Yazışmalar sonucunda ise yetkililer, kötü bir niyetleri olmadığını belirtmişler ama Agos’taki çalışmaya göre “özrü kabahatinden büyük” bir durum gerçekleşmiş. Zira yarışmada asıl yasaklanmak istenen türün muğam değil, “rabiz” olduğu öğrenilmiş. Rabiz ne mi? Muğamla özdeşleştirilerek hor görülen bir Ermeni müzik türü… Halk oylamalarının çoğu zaman müzikaliteye göre değil, ne kadar ‘dost’unuz olduğuyla doğru orantılı yapıldığının bilincinde olarak Amroyan’ın finale kalamayacağını, jürinin böyle şiddet ve ayrımcılık yüklü bir şarkıya geçit vermeyeceğini tahmin etmiş olsak da, görüyoruz ki Amroyan, Kremlin’de ‘anavatan’ı geri almak için ‘kanunsuz Türkler’le kanlı bir savaş vereceğini bağıra çağıra ilan edecek. Yine de iyi şeyler de var. En başta, Amroyan’ın Türkleri topyekûn düşman ilan eden ve onlara karşı nefret aşılayan kindar zihniyetinin karşısında ‘Ariur Ar Ariur’ var. Medz Bazar, Amroyan’ın övüne övüne bahsettiği ‘cesur Ermeni kanı’ ve nefretiyle, ‘ulu Ermeni ulusu’yla dalgasını geçecek ve bu ‘değerleri’ zekice yerle bir edecek. Görünen o ki, Amroyan’ın bu tür bir şarkıyla yarışmaya katılmasına müsaade eden yetkililer, bu şarkıyı oylarıyla destekleyenler ve finale kalmasına müsaade eden jüri üyeleri, ilk uluslararası Ermeni şarkı yarışmasının adının bu şekilde anılmasına katkıda bulunmuş oldular. Müziğin milliyetçiliğe kurban edilmesine Türkiye’de çokça alışığız, ancak aynı hastalıktan Ermenilerin de mustarip olduğunu görmek gerçekten üzücü. Bu durumda da bize, aynı şey Türkiye’de yaşanmış olsa yapacağımız şeyi yapmak düşüyor. Eleştirmek, susmamak, kınamak!.. Dileriz ki duyan olur.” Uluğ Bayındır // [email protected] Altaylı neyin peşinde? 6 KASIM 2014 tarihli Gazete Haber Türk’te Fatih Altaylı imzasıyla ilginç bir köşe yazısı yayınlandı. Altaylı’nın neler bildiğini, daha doğrusu yazısında bahsettiği notları kimlerden hangi niyet ve amaçla aldığını, bilgileri veren kaynağın neden bu kadar gizemli bir hava estirdiğini ise çok merak ediyoruz, zira Altaylı’nın deyişiyle -bizde niçin olmadığını bilmediğimiz- “Yeni Türkiye’de herkese sinen korku ona da sinmiş”. “Üçüncü havalimanının yeri değişecek mi?” şeklindeki soruyu başlığına taşıyan Altaylı’nın yazısı şöyle: >> “Dün üçüncü havalimanı inşaatının bir türlü başlamamasıyla ilgili olarak ‘Gerçekti, hayal mi oldu?’ başlığıyla yazıp ‘Ne oluyor bu havalimanı, yapılamayacak mı?’ diye sorunca Ankara’dan bir eski dost aradı. Geçmişte de DHMİ ile ilgili çok önemli bilgiler veren bu eskimeyen kaynak yine ilginç şeyler anlattı. Sabah sabah telefonda peş peşe rakamlar sıralamaya başlayınca beynim döndü. ‘Şunları mail atsana’ demek zorunda kaldım. Yeni Türkiye’de herkese sinen korku ona da sinmiş olmalı ki ‘Mail atmayayım, ne olur, ne olmaz. Sana mesaj atacağım. Tanımadığın bir numaradan gelecek, şaşırma. Kendi telefonumdan da atamam’ dedi. 15 dakika sonra veriler elimdeydi. Olayın tam kalbinde bulunan kaynağımın üçüncü havalimanı inşaatıyla ilgili verdiği bilgiler şöyle: ‘Üçüncü havalimanı, pistler ve terminal alanı, DHMİ hiçbir çalışma yapmadan, projesi olmadan, jeolojik etütleri yapılmadan ihale edildi. İhaleyi alanlar, bu konularda hiçbir soru sormadan ve inceleme yapmadan bu işe atladılar. Zorluklarla şu anda yeni yeni karşılaşmaya başladılar ve çok açık söyleyeyim, işi yapmaya hiç de gönüllü değiller. Aslında gördükleri zorluk daha hiçbir şey; asıl bundan sonra görecekleri var ve onlar da tahmin ediyorlardır diye düşünüyorum, çünkü hepsi müteahhit. Altı tamamıyla balçık olan bir zeminle daha yeni yeni karşılaşıyorlar ve bu zeminde 1 milyar metreküp dolgu yapacaklar. Aslında dolgu miktarı 1,8 milyar metreküp idi. Kotları 30 metre aşağıya çekerek 800 milyon metreküp avantaj sağladılar ama 1 milyar metreküp de halen korkunç yüksek bir miktar. Ayda 40 milyon metreküp kazı ve dolgu yapmaları lazım ki 2 senede sadece toprak işleri bitsin ve inşaata, beton işlerine başlayabilsinler. Miktarın büyüklüğünü anlaman için örnek vermek gerekirse, Atatürk Barajı’ndaki tüm dolgu miktarı 84,3 milyon metreküptür. Yani her 2 ayda bir, bir tane Atatürk Barajı yapmaları gerekiyor. Bu firmalar, tecrübeli firmalar; bunu gördüler ve hatta havalimanının yerinin değişmesi için lobi yapmaya bile başladılar. Aslında bu müteahhit grubu havalimanı değil, çok büyük, hatta muazzam bir hafriyat ihalesi aldı. Krediyi devlet bankalarından alacaklar. Hafriyatı yaparlar; 1,5 milyona yakın ağacı keser, bir o kadarını da taşıyabilirlerse taşırlar. Sonra da işi ve kredi borcunu bize, yani devlete bırakır giderler. Daha acayip şeyler de var. Mesela sorun bakalım DHMİ Genel Müdürü’ne, temel atma töreni yapıldı ama acaba yer teslimi yapıldı mı? Kredi bulma süreleri dol- du mu? DHMİ’nin sözleşmeyi fesih hakkı doğdu mu? Doğduysa DHMİ’de bu ihaleyi feshedebilecek babayiğit var mı? Siz ‘İnşaat yok’ demişsiniz, proje olmadan inşaat olur mu? Sorun bakalım, DHMİ tarafından tasdik edilmiş herhangi bir proje var mı? Bırakın tasdik edilmeyi, çizilmiş bir proje var mı? Bu büyük tesisin kontrollük teşkilatı hangi firma? Bu kadar büyük bir projenin onaylarını yapacak, kalitesini şartnamede kontrol edecek bir kontrolör firmayla anlaşıldı mı? 30 metre düşürülen kotun maliyeti Hazine’ye aktarılacakmış; biz yıllardır bu devletin içindeyiz, kim yapacak bu hesabı da para Hazine’ye aktarılacak? Bölgenin rüzgâr testleri yapılmadan yer belirlendi. Bir süredir rüzgâr ölçümleri yapılıyor. Göstermelik bir plan vardı ya, o plana göre yapılacak olsa pistler sürekli yan rüzgâr alacak. Hem de Karadeniz’den kuvvetli rüzgâr. Bir de hava sahası meselesi var. Bu havalimanının Bulgar hava sahasına mesafesini ölçün, inecek uçaklar sürekli Bulgar hava sahasını kullanacak. Yaklaşmalar da, beklemeler de hep Bulgar hava sahasında olacak. Buraya dedikleri gibi 100 milyon yolcu gelecekse, bunları taşıyan uçakların Bulgaristan’a ödeyeceği para Bulgarları zengin eder. Bulgarlar, DHMİ’den çok ciddi para istiyor.’ Yüzyılın en büyük projesinde durum bu! Pek yakında yeri değişirse kimse şaşırmasın. O da ‘yeni ihale’ demek aslında. Ama ‘Yeni Türkiye’de bunu kim ister bilemiyorum.” kasım 2014 19 MEDYA AJANDA Medya Ajanda Gülerce başka neler biliyor? A HMET Hakan Coşkun’un Hürriyet gazetesi için Hüseyin Gülerce ile yaptığı röportajı merak etmiş, hatta üzerine bu sayfalarda bazı notlar düşmeye hazırlamıştım kendimi. Ancak İnternethaber. com’un önemli kalemi Süleyman Özışık bize fırsat bırakmadı ve ardı ardına patlattı en mühim soruları. 5 Kasım 2014 günü “Hüseyin Gülerce başka neler biliyor?” başlığıyla yayınlanan yazıyı sizinle de paylaşalım istedik, buyurunuz… >> “Fethullah Gülen ‘dava adamı’ olduğunu bir kez daha kanıtladı ve 35 yıl cemaatin hizmetinde bulunan Hüseyin Gülerce’ye dava açtı. Sebebi, Gülerce’nin Ahmet Hakan’la yaptığı söyleşide Cemaat’in yaptığı yanlışları anlatması. O söyleşide Gülerce, Cemaat’in soru hırsızlığında parmağı olduğuna vurgu yapıyor, 17 ve 25 Aralık’ta yapılanlara ‘darbe girişimi’ diyor ve artık yolun sonuna gelindiğini söylüyor. Doğrusu hiç kimse böyle bir dönemde Gülerce’nin yerinde olmak istemez. Ama on- dan önemli bir durum daha var ki, hiç kimse böylesi bir dönemde Gülerce’nin yaptığını yapmaya cesaret edemez. Zaten konuştuktan sonra her iki tarafın da zalimce eleştirilerini almaya başladı. savunan hiçbir gazetede yazmayı düşünmüyorum ve maddî manevî hiçbir beklentim yok’ diye özellikle belirtiyor. Gülerce’nin kopuş hikâyesi nerede başlıyor, ona dikkat eden kimse yok. Cemaat kanadı, Gülerce’nin davaya ihanet ettiğini ve belli vaatler karşılığında Hizmet Hareketi’ne ihanet ettiğini söylüyor. AK Parti kanadı da Gülerce’nin korktuğu için AK Parti’ye yaranmaya çalıştığını ve makam mevki derdinde olduğunu iddia ediyor. Oysa Gülerce, ‘AK Parti’yi Hâlbuki Hüseyin Gülerce, dershane tartışmalarının patladığı dönemde Cemaat’i savunurken, 17 ve 25 Aralık darbe girişimlerinden hemen sonra kendisini bir şeylerin rahatsız ettiğini açık açık ilan etmişti. Çünkü devlete ihanet etmek ve dostlara merhametsizce arkadan vurmak, erdem sahibi insanların övünebileceği bir meziyet değil. Bu özellikler insana güç kazandırabilir ama şeref kazandırmaz, aksine şerefsiz yapar. Hüsayin Gülerce bunun farkında olduğu için harekete geçti. Cemaat’i, kıskacına düştüğü hülyadan çekip çıkaracak tek isim Hüseyin Gülerce’ydi ama kimse onun sözünü dinlemedi, aksine dışlandı. Hatta bana kalırsa, Hüseyin Gülerce, şahit olduklarının sadece milyonda birini anlatıyor şu an. Kendisi konuşmaya başladığında Cemaat’in içinde büyük çözülmelerin başlayacağını da çok iyi biliyor. Eski dava arkadaşlarının kendisine ettiği tüm hakaret ve saldırılara rağmen henüz eteğindeki taşları dökmüyor. Çünkü içinde hâlâ bir şeylerin düzeleceğine dair bir umut taşıyor. Gülen’in kendisine dava açmasından duyduğu bir endişe yok. Aksine bugün Gülen’e cevaben yazdığı mesajında, ‘Hayatımda kimseye iftira atmadım. Elimde somut bilgi ve belge olmadan kimseye isnatta bulunmadım. Mahkemede hesaplaşmak en doğrusu. Milletimiz, devletimiz için doğru olanın ortaya çıkması lazım. Söz konusu olan hakikatin ortaya çıkmasıdır. Hakikat adına hesaplaşmak bana ağır gelmez’ diyor. Bu, büyük bir meydan okumadır. Gülerce’nin söylediği sözlerin hiçbirinin içi boş değil, buna adım gibi eminim. Geçen gün Kanal A’da konuk olduğum A Politik programında herkesin dikkatini çeken bir iddiada bulunmuştum isim vermeden. ‘17 ve 25 Aralık darbe girişiminden sonra medyaya yansıyan görüntü ve ses kayıtları, operasyondan aylar önce Zaman gazetesinin önemli yazarlarından birine dinlettirilip izlettirildi. Hatta kasetleri izleten kişi bu Uluğ Bayındır yazara, ‘Yakında bizimkiler operasyon yapacak’ diyerek operasyonun sinyalini aylar öncesinden verdi’ demiştim o programda. O gün herkes bu kişinin kim olduğunu sorup durmuştu. Sanırım sorunun sahipleri, bekledikleri cevabı almıştır artık. Kişisel tahminim odur ki, Gülerce’nin ‘elimde’ dediği bilgi ve belgelerden biri budur. Bir köpek, yüzdükten sonra üzerindeki sulardan kurtulmak için nasıl silkiniyorsa, Cemaat’in içindeki paralel güçler de üzerlerindeki suçlardan kurtulmak için öyle silkeleniyor ama bu yöntemin onları temize çıkarması mümkün görünmüyor. Hüseyin Gülerce de bu yanlışı gördüğü için konuşma kararı aldı. Aklımız, bazen gözümüzün önünde yaşananları bile zar zor kavratıyor. Halisane duygularla Cemaat’i savunanları tenzih ederek söylemeliyim ki, paralel yapıya hizmet edenlerden bazıları tam da bu durumu yaşıyor. Bozguna uğramış haldeler, ama hâlâ ‘Yılmadık, yıkılmadık’ diyerek inandırıcılığı olmayan bir direnişe imza atıyorlar. Aylardır yazıp çiziyor, paralel yapının kirli oyunlarını ilahî adaleti gözeterek herkese göstermeye çalışıyoruz. Buna rağmen Cemaat’in içinde yer alan bazı kişiler, ‘Nasıl olur da biz bir dini cemaat olarak toplumun sadece yüzde 2 veya 3’ünü kendimize inandırabildik? Nasıl olur da halkın yüzde 52’si bizim hırsız olduğunu iddia ettiklerimize güvendi de bize güvenmedi?’ diye sorma gereği bile duymadılar. Galiba onların sormaya cesaret edemediği soruların cevabını, Hüseyin Gülerce mahkeme kanalıyla ve belgelerle vermeye hazırlanıyor. Ben o günü sabırsızlıkla bekliyorum. Ve şahit olun, Gülerce’nin belgeleriyle yapacağı açıklamalar büyük çözülmeleri de beraberinde getirecek. Kısacası, ‘yolun sonu görünüyor’! Yorumsuz* S OSYAL medya platformu Twitter, 5 Kasım 2011 günü Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’in Yeni Akit yazarı Ersoy Dede’ye attığı bir mesajla adeta çalkalandı. >> Olay şöyle gelişti: Türkiye’nin önde gelen gıda markalarından Ülker’i de bünyesinde barındıran Yıldız Holding’in, İngiliz bisküvi markası United Biscuits’i de bünyesine kattığı haberi, bu hafta ekonomi gündeminin ilk sıralarında yer aldı. Bu satın almayla dünyanın üçüncü büyük bisküvi üreticisi konumuna yükselen Yıldız Holding’in patronu Murat Ülker, doğal olarak pek çok tebrik aldı. Murat Ülker’i sosyal medya üzerinden tebrik edenler arasında Boyner Holding’in patronu Cem Boyner de vardı. Boyner, 3 Kasım günü Murat Ülker’e hitaben “Bravo Ülker’e! United Biscuits süper hamle! Tebrikler!” mesajını paylaştı. Murat Ülker de bu mesaja teşekkür ederek karşılık verdi. Yeni Akit gazetesi yazarı Ersoy Dede ise bir gün sonra, bu mesajlaşmanın ve Murat Ülker’in Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök’ün bir yazısını önerdiği daha önceki bir mesajının görüntülerini bir araya getirerek takipçilerine şöyle bir mesaj attı: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Cem Boyner, Gezi protestoları sırasında eylemcilere yönelik şiddeti eleştirmiş ve Berkin Elvan’ın cenaze töreninin yapılacağı gün mağazalarının olası ilkyardım ihtiyacı için açık olacağını belirterek Hükümet’e yakın medya organlarının hedefi olmuştu. Yine Ertuğrul Özkök de Hükümet’e yönelik eleştirel yazıları nedeniyle bu medya organları tarafından sıklıkla hedefe konuyordu. Yeni Akit yazarı Ersoy Dede, Murat Ülker’in Cem Boyner ve Ertuğrul Özkök’le sosyal medya üzerindeki ilişkisini gündeme getirerek onunla ilgili bu mesajı attı. Ancak Murat Ülker, “Twitter raconu” konusunda da iyi olduğunu gösteren bir yanıt vermekte gecikmedi. Ülker, Ersoy Dede’nin mesajından kısa bir süre sonra, Dede’ye hitaben Twitter’de “Arkadaşım nasılsınız?” yazılı bir mesaj yayınladı. Bu mesajı esas ilginç hale getiren ise, sadece 6 ay önce Ersoy Dede’nin attığı bir başka Twitter mesajının görüntüsünün eklenmiş olmasıydı. Ersoy Dede, 6 Mayıs 2014’te, Ülker’in patronu ile çektirdiği ve oldukça mutlu göründüğü bir fotoğrafı “Murat Ülker ile selfie” yazarak takipçileriyle paylaşmıştı. Murat Ülker, “arkadaşları” nedeniyle kendisini eleştiren Ersoy Dede’ye bu iletisini, son mesajındaki “arkadaş” eleştirisiyle birlikte hatırlatıyordu. *www.radikal.com.tr kasım 2014 21 haberajanda Perspektif Bütün bunlar bir yana, birey ve toplum olarak iyimseriz, gelecekten ümitliyiz, çalıştığımız zaman yapamayacağımız şey yok. Ama toplumda bir heyecan eksikliği var. Bana göre, toplumdaki bu heyecan eksikliği siyaseten güçlü ve hâkim olup da toplumun bütün kesimlerini kucaklama ve onların yeteneklerinden yararlanma konusunda isteksiz davranan Hükümet’in problemidir. Devlet aygıtında görevlendirdiği ve bazı yetkilerle donattığı insanları yeniden gözden geçirip liyakate gereken özeni göstermezse, toplumsal desteğin giderek azalacağını söylemek bir kehanet değildir. T 21. yüzyılda Türkiye’nin önündeki birkaç problem ve cozum önerileri ÜRKİYE, 21’inci yüzyılı sağ salim çıkarmak istiyorsa önünde duran sosyo-ekonomik ve siyasal sorunları çözmek zorundadır. Eğer bunu yapamazsa, dilimizden düşürmediğimiz ve çoğumuzun da kulağına hoş gelen o “Yeni Türkiye” kavramının içini boşaltmış olacağız. >> Hiç şüphe yok ki, bazı sosyo-politik sorunlar (ayrılıkçı etnik terör gibi) uluslararası uzantılarıyla Türkiye’nin başını ağrıtmakta ve hatta geleceğini tehdit etmektedir. Kendi irademizle zihniyet dönüşümümüzü gerçekleştirerek temel insan hakları ile ilgili problemlerimizi çözemediğimiz için, onur kırıcı şekilde başka bir medeniyetin dayatmalarına maruz kaldık. Avrupa Birliği (AB) müktesebatı ve mevzuatından bahsediyorum... Daha düne kadar Türkiye’deki karakol ve cezaevlerinde gayriinsanî muameleleri, işkenceleri, ideolojik ve güdümlü yargılamalarla çocukların idam sehpalarına gönderildiklerini konuşuyorduk. Sivil siyaset 22 kasım 2014 kurumu (TBMM), ülkeye asırlık idrak gecikmeleri yaşatan darbecilere “Dur be!” diyemiyordu. Bugün Türkiye’de yaşayan birçok insan, kendisini AB’nin dayatmalarıyla hizaya getirilmiş bireyler olarak görüyor. Avrupa Birliği ile kurulan ilişkiler, kendimize ait en küçük bir meselenin bile uluslararası ortama taşınmasına yol açmıştır. Neredeyse aile içi meseleler bile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınır hale geldi. Evet, çağımızda alabildiğine bir şeffaflık var ama bu kadarı da çok onur kırıcı... Bilim adamlarımızın ve aydınlarımızın bundan daha fazla utanacağı bir durum düşünemiyorum. Peki, bizi bu duruma kimler düşürdü? Bunların, eski Türkiye’nin eski yöneticileri olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Batı toplumlarına layık gördükleri insanca yaşama hakkını her nedense Türk toplumundan hep esirgemişlerdi. Hiç kimse onlardan hesap sormadı, ama toplumun vicdanında hepsi itibarsız birer siyasî mevta haline geldi. Artık geriye dönüşleri mümkün değil. Siyasî belgesellerde bile halk, ne adlarını duymak, ne de suretlerini görmek istiyor. Belki de hayatlarında ilk defa diğer insanlar gibi kendilerinin de ölümlü varlıklar olduklarını anlamışlardır. Eğer bu eski yöneticiler ülke yönetiminden uzak kalmamış olsalardı, Türk halkını jandarma korkusu, işkenceler ve insanlık dışı muamelelerle sindirmeye devam edeceklerdi. Türkiye’nin temel problemleri ise çözümsüzlüğe terk edilecekti. Şimdi ise her türlü eleştiriye rağmen Prof. Dr. Turan Güven [email protected] 21’inci yüzyılda Türkiye’nin önünde duran devasa sorunları dar bir kadroculuk tutkusu ile değil, toplumun bütün kesimlerini kapsayan liyakatli ve çalışkan kadrolarla çözebiliriz. Türkiye’nin temel sorunlarına çözüm üretmeye çalışan bir sivil siyaset kurumu var. Zaten halk bir değerlendirme yaparken, bugünkü sivil siyasete mutlak anlamda bir mükemmellik atfetmiyor ama 2000 yılından önceki Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında mukayese yaptığı zaman aradaki büyük farkı görebiliyor. 21’inci yüzyılın ilk çeyreğindeki yeni Türkiye, 20’nci yüzyıldan devraldığı sorunlarla uğraşıyor. Yani bizim için henüz 21’inci yüzyıl başlamış değil. Normal olanı da budur zaten! Yüzyıllarla ifade edilen (19. ve 20. yüzyıl gibi) zaman dilimlerine bir anlam yüklenmesi, ancak o zaman dilimlerinin yaşanmasından sonra mümkün olabilmiştir. Mesela 21’inci yüzyılın yaşanmış 15 yılı bizim için anlamlı olabilir ama önümüzdeki 85 yıl bilinmezliklerle doludur. Bu süre içerisinde hangi olayların yaşanacağını bilmiyoruz. Yoksa insanın yüzyıl ve bin yıl gibi belirlediği zaman dilimleri, deri değiştiren bir canlı gibi toplumların değişim süreçlerine de tekabül etmiyor. Gelecek yüzyıllar yaşanmadığı müddetçe anlamsız kalıyor. Zamanın sürekliliğine rağmen, onu dilimlere ayırıp kesikli hale getiren biziz. Bütün bunlar bir yana, birey ve toplum olarak iyimseriz, gelecekten ümitliyiz, çalıştığımız zaman yapamayacağımız şey yok. Ama toplumda bir heyecan eksikliği var. Bana göre, toplumdaki bu heyecan eksikliği siyaseten güçlü ve hâkim olup da toplumun bütün kesimlerini kucaklama ve onların yeteneklerinden yararlanma konusunda isteksiz davranan Hükümet’in problemidir. Devlet aygıtında görevlendirdiği ve bazı yetkilerle donattığı insanları yeniden gözden geçirip liyakate gereken özeni göstermezse, toplumsal desteğin giderek azalacağını söylemek bir kehanet değildir. 21’inci yüzyılda Türkiye’nin önünde duran devasa sorunları dar bir kadroculuk tutkusu ile değil, toplumun bütün kesimlerini kapsayan liyakatli ve çalışkan kad- rolarla çözebiliriz. Uyumun üretime yansıması şart! Türkiye’nin en temel sorunlarından biri, bilim ve yüksek teknolojide yeterli bir düzeye gelememiş olmasıdır. Yanlış anlaşılmasın, Türkiye’nin yüksek teknolojiyi kullanmada ve uyumda bir sorunu yoktur; sorun, yüksek teknolojiyi yeterli yoğunlukta üretememesidir. Bir yandan özel sektörde yüksek teknoloji yatırımları desteklenirken, diğer taraftan da bu teknolojinin bilimsel altyapısını güçlendirmek için üniversitelerde bir heyecan yaratılması gerekiyor. Üniversiteler, bugünkü yapıları ile ne içindeki insanlara, ne de topluma heyecan verebiliyorlar. Herkeste bir yılgınlık var. 1980 Darbesi’nin ürünü olarak ortaya çıkan YÖK, üniversitelerde insanî yaratıcılığı destekleyen özgür bir akademik ortam oluşturamamıştır. Bugün YÖK ve üniversiteler, Türkiye’nin geride kalan karanlık günleri ile hatırlanan iki kurumu haline gelmiştir. Üniversitelerin “bilim-araştırma sistemi”ni yeniden yapılandırarak daha verimli hale getirmek ve akademik bir heyecan yaratmak mümkündür. Öncelikli konulardan biri, yabancı dili bilimin önünde bir engel olmaktan çıkarıp emperyalizmin beyinlere vurduğu zinciri kırmak ve bilimin yolunu açmak olmalıdır. (Bu girişim, bilimde işlevsel olan yabancı dili öğrenmenin önünde bir engel oluşturmamalıdır.) Bilimin kalitesini yükseltmek için yüksek lisans ve doktora dereceleri (Ph. D.) titizlikle takip edilmelidir. Yüksek lisans ve doktora konuları, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu ve TÜBİTAK’ın belirlediği öncelikli çalışma alanlarından ve ülkenin bilim politikası çerçevesinde tespit edilmelidir. Bilim ve teknoloji olmadan ülkenin enerji, su, çevre, sağlık, siyaset, toplum ve iktisat konulu hiçbir sorununu çözemezsiniz. Mesela insan sağlığını tehdit eden çevre kasım 2014 23 haberajanda Perspektif Emperyalizmin uzun bir süreçte başımıza sardığı bu meseleyi çözmek için sadece vatansever olmak yetmiyor, aynı zamanda yüksek bir akla ve yüksek düzeyde bir sorumluluk bilincine sahip olmak gerekiyor. kaynaklanan sorunlarının çözümü modern bir devletten beklenen bir uygulama olup, onlara verilmiş bir lütuf olmayacaktır. Ama “Kürt Sorunu” dediğimiz zaman işin içine emperyalistlerin de girdiği bir problem çıkmaktadır karşımıza. Biz bu meseleyi Türkiye’nin iyi niyetli Kürtleri ile kardeşlik hukuku içinde çözebiliriz. Ancak CIA, MOSSAD, MI-6 veya AB ve İran’ın güdümünde hareket eden Kürtlerle çözemeyiz. Yaklaşımımızın iki önemli temeli olmalıdır: Birincisi, Kürt kardeşlerimizin bu ülkede insanca yaşamaya, kendi kimliklerinden dolayı psikolojik bir rahatsızlık duymadan eşit vatandaş olmaya hakları vardır. Bu hak, onlara ne Hükümet’in, ne de devletin bir lütfudur; çağımızın geldiği noktada ontolojik bir gerçekliğin tescilidir. sorunlarına duyarsız kalır ve bu soruna bilimsel yaklaşımlarla çözüm üretemezseniz, ülkede devamlı hastane açmak zorunda kalırsınız. Çevre sorunları arttıkça hastane sayısı da artmak zorundadır; çünkü insan sağlığındaki bozulmalarda en büyük pay, çevredeki olumsuzluklardan kaynaklanmaktadır. Teröre gününü, dünyaya gücünü göster! Türkiye’nin 30 yıldan beri gündeminden düşmeyen en çetrefilli sorunlarından biri de “ayrılıkçı etnik terör” sorunudur. Bu mesele, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir güç olmasının önündeki en büyük engel olarak görülmektedir. Meselenin başlıca iki boyutu vardır: Birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin klasik ulus-devlet yapısından kaynaklanan boyutu, ikincisi de Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir güç olmasını istemeyen emperyalist devletlerin müdahil olduğu uluslararası boyut... Eğer Türkiye bu meselesini çözerse, geçekten bölgesel ve küresel bir güç olma yolunda rüştünü ispatlamış olacaktır. Çünkü büyük problemleri ancak büyük devletler çözebilir. Bundan dolayı emperyalizmi bir hayat tarzı haline getirmiş olan küresel güçler, Türkiye’nin kendi iradesi ile bu meseleyi çözmesini engellemektedirler. Onlar Türkiye’yi bütün dünyaya kendi iç mese- 24 kasım 2014 lesini çözemeyen yeteneksiz bir devlet olarak gösterirken, diğer taraftan da İsrail’e yeni hayat sahası açacak bir iç savaşın planlarını yapıyorlar. Bu amaçlarına ulaşmak için içeride yetiştirdikleri tüm elemanlarını devreye sokmaktadırlar. Türkiye’yi istikrarsızlaştırma ve bir iç savaşa hazırlamak için şehirde Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (DHKP-C) ve dağda Kürdistan İşçi Partisi (Kürtçe: Partiya Karkerên Kurdistan-PKK) terör örgütlerini kullanmaktadırlar. Türkiye bu ağır problemi AK Parti hükümetleriyle çözmek istedi. Hükümet, siyaseten hiçbir iktidarın cesaret edemeyeceği bir işin altına girdi. Türkiye siyasetinin bu tarihî döneminde yer alan muhalefet, Hükümet’in siyasî bir intihara giriştiğini düşünerek olayı dışarıdan biri gibi acımasızca seyretmeye, “Başarısız olunursa bize gün doğacak” düşüncesi ile ağzını sulandırmaya başladı. Mesele başlarda “Kardeşlik Projesi”, daha sonra “Kürt Sorunu” ve nihayet “Çözüm Süreci” gibi adlarla ele alınarak günümüze kadar geldi. İlkesel olarak bu ağır meselenin çözümünü destekledim ama baştan beri konunun “temel insan hakları” bağlamında değil de “Kürt Sorunu” olarak ele alınmasından rahatsız oldum. Aynı vatan toprağında birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimizin Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet yapısından Çözüme müspet bakan Kürt kardeşlerimizin de dikkat etmesi gereken bir nokta var: Emperyalistlerin taşeron terör örgütü haline gelmiş PKK’nın gölgesine sığınarak Türkiye Cumhuriyeti’ne dayatma yapmaya kalkışmasınlar! Türkiye Cumhuriyeti ise içerideki beşerî sorunları çözerken klasik bir ulus-devlet mantığı ve yaklaşımı ile değil, imparatorluktan küçülmüş bir ulus-devlet gibi davranarak çözmeye sorunu çalışmalıdır. Ben buna “ulus-devletin imparatorluk vizyonu” diyorum. Emperyalizmin uzun bir süreçte başımıza sardığı bu meseleyi çözmek için sadece vatansever olmak yetmiyor, aynı zamanda yüksek bir akla ve yüksek düzeyde bir sorumluluk bilincine sahip olmak gerekiyor. Kimler basit parti çıkarlarını gözeterek bu meselenin çözülmesine karşı çıkar ve süreci zehirlemeye çalışırsa, Allah onların iki yakasını bir araya getirmesin! 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’nin çözmesi gereken diğer bir problem de 1982 (darbe) Anayasası’nı tarihin çöplüğüne atarak sivil bir anayasa yapmaktır. Eğer sivil siyaset kurumu sivil bir anayasa yapamazsa, zaten problemlerin büyük bir kısmının çözümünde tıkanmalar yaşar. Sivil anayasa, taşların yerine oturmasını sağlayacak ve kaygan bir siyasî zemini daha sağlam hale getirecektir. Bugünkü Hükümet, toplumun bütün kesimleriyle siyaseten değil, içten gelen bir samimiyetle kucaklaşmayı gerçekleştirebilirse, sivil anayasa yapacak bir çoğunluğa ulaşabilecektir. (Not: Türkiye’nin diğer sorunlarını başka bir yazı konusu yapacağım.) haberajanda Analiz Prof. Dr. Bünyami Ünal [email protected] >> Yukarıda tarifi yapılan hususlarla ilgili genel bir tartışma bulunmuyor. Tartışmalar, bu kavramların kabulünden sonra başlıyor. Devlet olgusunun hayata geçtiği tarihten bu yana, tartışmaların ana ekseninin “iktidar kaynağının ne olacağı” konusu etrafında şekillendiğini görüyoruz. Bu konu ise “meşruiyetin ölçüsü ve egemenliğin kullanılış biçimi” tartışmalarını başlatıyor. Devlet ve meşruiyet S İYASÎ sınırları tespit edilmiş, belli bir coğrafî parça üzerinde yaşayan ve egemenliğe sahip en büyük siyasî kuruma “devlet”, devletin halkı yönetme gücüne sahip olan erkine ise “iktidar”, iktidar olmaktan doğan gücün kullanılması “egemenlik” olarak tarif ediliyor. Toplum düzenini sağlamak ve dışarıdan gelen saldırıları önlemek işi, egemenliği elinde tutan iktidarlarca icra ediliyor. vaziyete dönüşüyor ve milleti oluşturan farklı toplum kesimleri, ya icranın başındaki iktidara -dikkat edin, “yürürlükteki yasalara” demiyorumbiat etmeye zorlanıyor veya ötekileştirilmeye mahkûm ediliyor. O halde “meşruiyet”e tüm bu tartışmaların “kilit” kavramı diyebiliriz. İktidarların dayanak ve devamlılığının teminatı da bununla ilişkili. İlgili toplum fertlerinin başlarında bulunanların buyruklarına rıza ile boyun eğmelerinin sebebi, iktidarın meşruiyet kuvvetinden kaynaklanıyor. Meşruiyetin ne demek olduğunu anlamaya çalışırken “geçerli olma, kanuna uyma, yasak olmayan” şeklinde tarif edebiliriz öncelikle. Bu tanım iktidarlar için de geçerli ki bir iktidarın meşru olabilmesi için hem meşru yoldan iktidara gelmesi, hem de iktidar süresince oyunun kuralına uyması gerekli. İhtiyaca binaen oyunun kurallarında değişiklik yapılması gerektiğinde, bu işin yazılı kurallara göre yapılması da meşruiyetle ilişkili. Bu kavramları bir tarafa bırakıp bahsi geçen meselenin bizdeki tezahürüne bakalım… Ülkemizde halk, cari yasalara uygun biçimde önüne konulan iktidar adayı siyasî partilerden birine, özgür ve bağımsız biçimde onaylamak suretiyle kendi adına milleti yönetme yetkisini devrediyor. Seçilmeye ilişkin yazılı şartları sağlayan ve katıldığı yarışı kazanan parti, yönetmeye dair yazılı şartları yerine getirerek meşruiyet dâhilinde icraatlarını hayata geçiriyor. Seçilmiş iktidarların iktidar erkini kullanırken meşruiyetlerini, yani cari yasalara uyup uymadıklarını denetleyen birtakım kurumların varlığı ise sistemin bir diğer olmazsa olmaz parçası… Özetleyecek olursak, kuralları yazılı olan bir oyunda, o kurallar dâhilinde gerçekleştirilen seçimlerle bir iktidar oluşmakta ve ortaya çıkan iktidar, oyun kuralları içinde kalmak suretiyle halkı yönetmekte, böylece sistem, iktidarın oyun kuralları dışına çıkmasına müsaade etmemektedir. Kendini milletine beğendiren iktidar yönetmeye devam ederken, icraatları beğenilmeyenlerse başka bir legal iktidar odağıyla yer değiştiriyor. Sistemin bir diğer yasal unsuru “muhalefet yapma hakkı”… Bu hak, iktidar dışındaki siyasal partiler eliyle yürütüldüğü gibi sivil toplum örgütleri ve basın yoluyla da hayata geçirilir. Meşru iktidarlar icraat yapıp önlerindeki başka bir seçimde tekrar yönetme erkini ellerinde tutmak isterken, diğer yasal unsurlar da iktidarın icraatını eleştirmek suretiyle kendi iktidarlarına zemin hazırlamaya çalışırlar. Oyunun kuralı bu! Oyun içinde kalmak isteyen herkes bu kurallara boyun eğmek zorunda. İlk bakışta insanın “Her şey o kadar güzel ki…” diyesi geliyor, hakikatte de kâğıt üzerindeki her şey güzel, lakin kâğıt üzerinde kaldığı sürece. Oyunun hayata geçirildiği andan itibaren devreye insan faktörü de giriyor. O faktör devreye girince, kurallar kâğıt üzerinde kalıp hayata nüfuz edemiyor. Ne oluyor? Zaman zaman iktidar odağı, bazen de muhalefet cenahı, yazılı olan kuralları ortadan kaldırma işine tevessül edip oyunun altını üstüne getiriyor. Ne yapıyorlar? Meşruiyeti “öteki” üzerinden inşa ediyorlar. Hele öteki olarak tanımlanmaya çalışılan unsur “milletin kendisi” veya parçalarından bir cüz ise, iş, içinden çıkılmaz bir Demokratik toplumlarda legal (yasal) muhalefet etme hakkı, gücü elinde tutan iktidarlar aracılığıyla öyle olmadık alanlara sıkıştırılıyor ki aksi iddiada bulunan kesimler, algı operasyonlarıyla halk nezdinde devletin bekasını tehdit eden unsurlarmış gibi gösterilebiliyor. Yasal zeminlerde muhalefet etme veya iktidarın icraatını denetleme hakkı elinden alınan kitlelerse sisteme (yazılı olan oyun kurallarına) güvenlerini kaybetmeye başlıyorlar. Tarifini yapmaya çalıştığım durumlar, toplumlar açısından kaçınılmaz iki farklı olumsuz sorunu ortaya çıkıyor: İlki insanların duyarsızlaşması (depolitizasyon) -ki bu durum dikta eğilimli iktidarların istediği bir gelişme-; ikincisi de legal görünüşlü illegal veya doğrudan illegal yapıların varlıklarına ve faaliyet göstermelerine yol açılması… Sonrası? Sen sağ, ben selamet… Kimin gücü kime yeter, kim kimi tuş ederse… Ta ki bir başka karşılaşmaya kadar… Karşılaşmanın neticesine göre intikam yeni güç odağı, memleketin enerjisini öç duygularıyla heba ediyor. E? E’si halimiz… kasım 2014 25 haberajanda Siyaset Bir Batı ülkesinde devletin tırını durdurup arayanların ve “Tırın içinde silah var” diyen ana muhalefet partisi başkanının elini kolunu sallayarak dolaşması mümkün değildir. Yeni Türkiye B AZI sözcükler güzel gibi görünseler de en azından doğru olmayabilirler. “Yeni Türkiye” kavramı da böyle… “Yeni”, “bugünkünden farklı” anlamında kullanılarak insanımıza heyecan veriyor. Ve insanımız, siyasilerin ve medyanın desteğiyle içi doldurulan Yeni Türkiye kavramını her derde deva olacağı düşüncesiyle bir bekleyiş içine giriyor. >> Evet, siyasî irade ve medyanın isteği doğrultusunda bir Yeni Türkiye ile tanışacağız da bu Yeni Türkiye eskisinden güzel olacak mı? Özellikle sayıları son derece az olan aydınlarımızın bu konu üzerinde durması gerekir. Cumhuriyet, Osmanlı düzenine göre “yeni” bir “Türkiye” sundu insanımıza. Fakat hiç kimse Cumhuriyet’in yeni Türkiye’sinin, 26 kasım 2014 Osmanlı’nın eski Türkiye’sinden daha iyi olduğunu söyleyemez. Buradan çıkaracağımız asıl doğru, her yeninin daha güzel, daha iyi, daha faydalı olmadığı gerçeğidir. Bu gerçeği, çıkarılan birçok yasada da, imal edilen birçok eşyada da, modern olarak önümüze sürülen birçok oturma mekânında ve hatta park ve şehir düzenlemelerinde de görebiliriz. Bu bakım- dan, konuyu yeninin büyüsüne kapılmadan tartışmak ve böylece iyiyi, güzeli, doğruyu bulmak zorundayız. Yeni de, eski de hâkimiyet meselesi Yeni Türkiye’nin neler kazandıracağını ortaya koyabilmek için eski Türkiye’nin ana hatlarıyla ortaya konulması gerekir. “Eski Türkiye’nin en büyük özelliği nedir?” diye soracak olursak verilecek cevap, “Tepeden inmeci oluşu” şeklinde olacaktır. Evet, Cumhuriyet kurulalı beri sisteme eski Türkiyeciler hâkimdir. Üstad Necip Fazıl’ın diliyle taban, eline fırsat geçtikçe eski Türkiye’nin çok muhkem surlarında bazı gedikler açmışsa da hiçbir zaman bu gedikler, yeni Türkiye sevdalıları için yeterli Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen [email protected] olmamış ve surdaki burçlar hep eski Türkiyecilerin elinde kalmıştır. “Eski Türkiyecilerin elinde olan bu burçlar nelerdir?” mi diyorsunuz? Hemen akla gelenleri sıralayacak olursak karşımıza şunlar çıkacaktır: Cumhurbaşkanlığı burcu, asker burcu, yargı burcu, finans burcu, medya burcu, sanat burcu, üniversite burcu, odalar burcu, bürokrasi burcu ve istihbarat burcu. Evet, bir Batı projesi olarak kurulan cumhurî dönemde devleti yönetenler hiçbir zaman tabana dayanmadılar. Daha ilk Meclis’ten itibaren tehditler, Topal Osman benzeri tetikçilerle kelle koparmalar, kurgulanmış isyanlar üzerine yapılan katliamlar, İstiklal Mahkemeleri eliyle hiçbir hukuka dayanmayan idamlar, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi koridorlarında milletvekili infazlarıyla sindirilen ve nefesi kesilen bir Türkiye… Bu Türkiye, İkinci Adam zamanında da aynen devam ettirildi. Konjonktür gereği demokrasiye geçilmesi ve halkın sesi olan Demokrat Parti’nin daha kuruluşunu tamamlamadan seçime zorlanması ve tam da diktatörlüklere uygun olarak dünya tarihinde bir benzeri daha görülmeyecek şekilde açık oy-gizli tasnif esasına göre yapılan bir seçim… Buna rağmen Demokrat Parti’nin güçlü bir muhalefet partisi olarak TBMM’de yerini alması, tavana karşı ilk ciddi direniştir. Dört yıl sonra yapılan seçimlerde Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla yönetime gelmiş olsa ve bunu on yıl süreyle devam ettirmiş olsa da o en şaşalı döneminde bile Demokrat Parti gerçek bir iktidar olamamıştır. Çünkü o zamanlarda burçların tamamı CHP’nin elindedir. Düzenin/sistemin partisi ve sahibi olan CHP, burçlardaki adamları vasıtasıyla yönetimdeki Demokrat Parti’yi sürekli gözlemiş ve her zaman yönetimden bir adım önde olarak sistem üzerindeki hâkimiyetini devam ettirmiştir. Rahmetli Adnan Menderes’e “İktidar, ateşten bir gömlekmiş” dedirten, Süleyman Demirel gibi şeytana pabucu ters giydirecek kadar şeytanî zekâya sahip bir politikacıyı canından bezdiren ve nihayet CHP’nin kanadı altına girmeyi tercih ettiren, rahmetli Turgut Özal’a “idamlık ve bayramlık olarak” üzerinde iki gömlek taşıttıran, rahmetli Necmeddin Erbakan’a bir yıllık iktidarında yapmadığı dalavereyi bırakmayan ve 1970 yılı Ocak ayında başlayan partileşme haya- tında partisini (Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet) defalarca kapattıran, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına 2002’den bu tarafa akla gelmedik tezgâhlar, darbeler ve komplolar düzenleyen CHP, bütün bunları elinde bulundurduğu burçları vasıtasıyla yapmıştır. İktidar gerekli ise, muktedir olmak hem gerekli hem yeterli şarttır Türkiye’nin Yeni Türkiye olabilmesi için öncelikle bu burçlara halkın iradesiyle seçilenlerin hâkim olması gerekir. Bu mümkün müdür? Elbette mümkündür! Kolay mıdır? Çok zordur! Geriye dönüp baktığımızda, 2002’ye kadar kazanılanlarla birlikte bugün halkın seçtiklerinin elinde kaç burç var dersiniz? AK Parti yönetiminin burç kazanma yönünde yaptığı en önemli hamle, “Kötü komşu, insanı ev sahibi yapar” atasözümüz doğrultusunda, Kanadoğlu’nun da yardımıyla cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olmasıdır. Evet, bu çok önemli bir kazanımdır. Çünkü halkın seçeceği bir Cumhurbaşkanlığı seçimini eski Türkiyecilerin kazanması mümkün değildir. Nitekim yapılan seçimlerde çatının üzerine 14 parti çıkarılmasına rağmen seçimi AK Parti’nin adayı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kazanmıştır. Türkiye’de normalleşme devam edecek olursa, CHP zihniyetinin ve elbette yandaşlarının Cumhurbaşkanlığı seçimini hiçbir zaman kazanması mümkün olmayacaktır. Asker burcu, Hilmi Özkök Paşa’dan itibaren belli bir düzene girmiştir. Fakat son beyanlarını dikkate aldığımızda, bu burca tam olarak güvenmenin doğru olmayacağını söylemek durumundayız. Yargı burcu, 1950 yılına kadar olan süredeki ve 27 Mayıs mahkemelerindeki kadar kötü olmasa da, -kötülüğün yaygın olması bakımından- 1961 yılından bu tarafa geçen 53 yıllık sürede yargının bu kadar eski Türkiyecilerin elinde olduğu bir dönem olmamıştır. Bir Batı ülkesinde devletin tırını durdurup arayanların ve “Tırın içinde silah var” diyen ana muhalefet partisi başkanının elini kolunu sallayarak dolaşması mümkün değildir. Gerek tırı durdurup arayanlar, gerekse ana muhalefet partisinin başkanı, demokratik bir Batı ülkesinde çoktan divan-ı harbe verilir, hükümlerini giyer ve ölene kadar hapse mahkûm olurlardı. Evet, yargı tam anlamıyla eski Türkiyecilerin elindedir ve halkın temsilcilerinin bu burcu yakın zamanda eski Türkiyecilerin elinden kurtarması mümkün değildir. Belli ölçüde mesafe alınmış olsa da finans, medya ve sanat burcunda hâkimiyet hâlâ eski Türkiyecilerin elindedir. Sayı bakımından üniversite burcu, halkın temsilcilerinin elinde gibi görünse de keyfiyet olarak hâlâ eski Türkiyecilerin elinde bulunmaktadır. Odalar ve borsalar halkın seçtiklerinin yanında gibi görünse de esas olarak eski Türkiyecilerin yanındadırlar. Çünkü finans dünyası eski Türkiyecidir. Bürokrasinin tepe noktalarında halkın temsilcilerinin atadıkları olsa da asıl iş yapma konumunda olanların yeni Türkiyeci olduğunu söyleyemeyiz. İstihbarat burcunun tepe noktasında yeni Türkiyeci bir bürokrat olsa da istihbarata hâkim olması sanırım zaman alacaktır. Sonuç Türkiye, hem ülke içindeki burçlarla gözetlenmekte, hem de ülke dışındaki eski Türkiyecileri destekleyen odaklar tarafından dikkatle gözlenmekte ve dinlenmektedir. Bu durumda Yeni Türkiye mümkün müdür? Elbette mümkündür, ancak sanıldığı kadar kolay değildir. Bunu biraz kolaylaştırmak için yönetimdekilerin yapması gereken şey, ülkenin nimetlerinden eski Türkiyecileri de faydalandırmak ve böylece yeni Türkiye taraftarlarının sayısını arttırmaktır. Bizlere düşen şey ise, Yeni Türkiye konusunda yönetimdekilere yardımcı olmaktır. Çünkü eski Türkiye ile kesinlikle güçlü olamaz ve tarihe olan yürüyüşümüzü gerçekleştiremeyiz. Oysa bu yürüyüş fırsatını yakaladık gibi geliyor bana, en azından düş ve hayal olarak. Ve bu da bana heyecan veriyor. Size vermiyor mu? Yaşlandınız mı yoksa? Zira düşünü, hayalini ve heyecanını kaybeden yaşlanmış demektir. İzine basmakla övündüğümüz o Güzel Nebi (s.a.v.) hiç yaşlanmadı, bunun içindi Muhammed İkbal’in o Güzel Nebi’ye (s.a.v.) hitabı: “Ey insanlığa gençlik getiren Muhammed (s.a.v.)!” Evet, o Güzel Nebi (s.a.v.) insanlığa gençlik getirmişti, bunu unutmayalım! kasım 2014 27 haberajanda Siyaset Metin Külünk* [email protected] * AK Parti İstanbul Milletvekili Gönüllü bir hizmet hareketi olduğunu iddia eden bir organizasyonun Türk Silahlı Kuvvetleri ile doğrudan ilgilenmesinin mantığı ne olabilir? Şimdilerde de bir STK olduğunu iddia eden yapının Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı’nın kim olacağına dair bu kadar yakın ilgi göstermesinin anlamı nedir, neden Emniyet içerisinde kendilerine ait birimler oluşturma gayreti içindedir? Gönüllere hitap ettiğini iddia eden bir yapı, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleriyle neden bu kadar yakın ilgilenir, neden Yargıtay’da var olmak ister? Bir yapı neden bu derecede devletle iç içe olma talebini açığa vurur? 28 kasım 2014 Herkes elini taşın altına koymalı! Ü LKEMİZİN üzerinde özellikle durması gereken en önemli sorunlardan biri, “paralel yapı ile mücadele” sorunudur. Türkiye’deki muhafazakâr camianın bu yapıyla ciddi anlamda gayret sarf etmesi gereken bir mücadele girişimi olmalıyken, söz konusu muhafazakâr camianın bu noktada bir idrak sıkıntısı çektiği ortadadır. >> Muhafazakâr camia, söz konusu yapıyla mücadeleye bu toprakların sahibi olduğu duygusal çaptaki genetik kodları esas alarak yaklaşmaktadır. Oysa bu yapı, milletimizin beka problemidir. Zira paralel yapının giriştiği hamle, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gördüğü en kritik öneme haiz darbe teşebbüsüdür. Nitekim bu ülkenin herhangi bir savcısının, devlet politikasını sorgulamaya hakkı yoktur, ancak adaletin tecellisi için uğraşmakla vazifelidir. Bu ülkede devletin yürüttüğü bir süreci yine devletin bir savcısı sorguluyor, “Ben bunun hesabını bu devletin liderinden bile sorarım!” cüretini yakalayacak bir seviyeye eriştiğini düşünüyorsa, o durakta başka bir şeyin olduğu apaçıktır. Türkiye bugüne dek 12 Eylül’ler, 28 Şubat’lar da gördü, ancak asker üzerinden darbe yapma döneminin nihayete erdirilmesinin ardından, ülkemiz ilk kez kamu bürokrasisi ile sokaktaki elitist bir grubun or- taklaşa yaptığı bir girişimle karşılaşmıştır. Bu, bize bir yeniçeri isyanını hatırlatsa da hamamdan çıkıp Çemberlitaş mevkiinde bir grup insanı arkasına alarak Bab-ı Âli’yi alaşağı etmek isteyen hamleden daha da ötede bir durumdur. Çünkü bu sürecin ön hazırlığının uzun bir zaman çerçevesinde kurgulandığı ortadadır. Pembe alanların sığıntısı: Paralel yapı Şu çok önemlidir ki, devlet hafızası ve AK Parti iktidarı, paralel yapının sinsi ve kendi çapınca akıllı tarzdaki devleti ele geçirme çalışmalarını maalesef fark edememiştir. Bu olumsuz halin kaynağında ise “Bunlar, bizim iyi çocuklarımız” yaklaşımı yatmaktadır. Zira bu darbeci çete “devleti ele geçirme” hedefini, örneğin dışarıda adı “Türk okulları”, içeride ise “muhafazakâr dershaneler” olan organizasyonlarla ailenin ciğer- paresi çocuk başlığını kullanarak montajladıkları pembe bir fotoğrafla gizlemişlerdir. Belki bu noktada üzüntümüzü maalesef söylemek zorundayız. Zira devlet, düşmanının kim olduğunu saptama noktasında ıskalamıştır. Ve AK Parti iktidarı, bu gruba düşündüğümüzden çok daha fazla pembe alanlar bırakmış. Bu fırsatları bulan güçler, AK Parti içerisinde ciddi stratejik ortaklıklar kurmuş ki bu ortaklıklara menfaat ilişkilerinden duygusal ilişkilere dek birçok madde eklenebilir. Bu güçler, kendilerine güçlü bir ittifak alanı oluşturmuşlardır. Bu noktada şunu üzülerek aktarmamız şart: “Paralel yapıyla mücadelede Devlet Başkanımız yalnızdır!” 17 Aralık tezgâhına hâlâ “operasyon” demek dahi onun bu mücadelesine bir köstektir. Bu tezgâh, hangi yönden bakılırsa bakılsın bir darbe teşebbüsüdür. Teşebbüstür, zira nihayete eremeden bozulmuş- tur. Bu girişimle edilen murat, devleti ele geçirmektir. Devlet, hiçbir organizasyona kendini teslim edemez Gönüllü bir hizmet hareketi olduğunu iddia eden bir organizasyonun Türk Silahlı Kuvvetleri ile doğrudan ilgilenmesinin mantığı ne olabilir? Şimdilerde de bir STK olduğunu iddia eden yapının Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı’nın kim olacağına dair bu kadar yakın ilgi göstermesinin anlamı nedir, neden Emniyet içerisinde kendilerine ait birimler oluşturma gayreti içindedir? Gönüllere hitap ettiğini iddia eden bir yapı, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleriyle neden bu kadar yakın ilgilenir, neden Yargıtay’da var olmak ister? Bir yapı neden bu derecede devletle iç içe olma talebini açığa vurur? Bir yapı düşünün ki, Bank Asya adındaki bir finans kuruluşunu masum insanların bilezikleriyle, birikimleriyle şov mekânı haline getiriyor ve son bir hamleyle bu kuruluşu devlete yama yapmaya gayretiyle ekonomiye tuzaklar kuruyor, bütün zararı devlete yüklemeye kalkışıyor… Hiçbir insaf ve acı- ma hissine sahip olmayan bu yapı, bilezik ve birikimlerini hibe ettirdiği masumlara zerre miskal acımıyor… Yazık! Dergâhlar, cemaatler, tarikatlar ve diğer tüm sosyal hareketler toplumumuz ve ülkemiz açısından vazgeçilmez değerlerdir. Ancak tarihimiz göstermiştir ki, bu tür organizasyonlar devlete katkı sunabilir, ancak müdahil olmazlar. Devlet de bu organizasyonların hiçbirine, hele özellikle bir tanesine kesinlikle kendisini teslim etmez. Zira devlet, varlığın bütününe hitap eder. Devlet eğer bu yapılardan birine kendini teslim ederse, artık devlet olma kimliğini kaybederek “kabile riyaseti” hüviyetine bürünür. Paralel yapı, bu coğrafyayı yeniden şekillendirme hevesinde olanların bu topraklar içerisine sızdırdığı bir Truva atıdır. Bu anlamda 17 Aralık, söz konusu darbeci çeteyi fikir ve eylem perspektifinde ifşa etmiştir. Devlet, böylelikle bir fark etme ve yüzleşme sürecine girmiştir. Duygusallık: Mücadelede dezavantajın adı Paralel yapıya baktığımızda Stalinist izler görüyoruz. Çünkü tüm süreçleri kontrol etmeyi esas alan ve müdahil olmanın da ötesi- ne geçerek hâkim olma stratejisi izleyen bir yapı, ancak Stalinist izler taşır. Devlet, sırf bu noktadan bakıldığında dahi 17 Aralık darbesine geçit vermeyerek müthiş bir girişimi bertaraf etmeyi başarmıştır. Ancak bu başarı, Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında bir kalıba sahip olmuştur. Paralel yapıyla mücadele noktasında herkesin, Recep Tayyip Erdoğan’ın temposuna ayak uydurması şarttır! Zira bu mecburiyet, milletimizin bu topraklardaki bekası açısından muazzam bir ehemmiyet taşımaktadır. Peki, Devlet Başkanımızın temposuna ayak uyduruluyor mu? Kusura bakılmasın ama maalesef hayır! Sebep: Klasik Anadolu duygusallığı… 12 Eylül’ü tekrar hatırlatarak yazımızı nihayete erdirelim… 12 Eylül öncesinin aklı kimin aklıydı? Köydeki çeşmeden her gün su içen iki yavruyu birbiriyle kavga ettirenleri hatırlayalım. Türkiye’de anti-Amerikancılık hususunda kimlerin kullanıldığını da hatırlayalım. Türk solunun önemli bir kolu kimin dış politika aparatı olarak hizmet etmişti? İşte paralel darbe müteşebbislerinin de Türkiye’nin aparatı olmadıkları bellidir! kasım 2014 29 haberajanda Siyaset Lokman Ayva [email protected] Afyonkarahisar kampından, sohbet ettiğim birçok arkadaşımızın memnun, mutmain ve ümitli döndüğüne şahit oldum. Bu beni çok şaşırttı. Zira Genel Başkan seçileli 60 gün bile olmadan bir kişinin parti içindeki tüm farklı hassasiyetlere bu seviyede ve bu şiddette hitap edebilmiş olması müthiş ve bence çok ciddi bir başarı. 60 gün içinde bu gerçekleşebiliyorsa, birkaç sene sonra kim bilir neler olacak? Yeni Türkiye’nin Bilge Başbakanı A RKADAŞLARLA arabada sohbet ediyorduk, aramızda Başbakanımızın tek nefeste söylenebilecek etiketlerinin olmadığı kanaati oluştu. Hâlbuki Cumhurbaşkanımızın il başkanlığından gelen ve halkta karşılığı olan etiketleri vardı. Bunların oluşumu, ülke yönetimini bir noktadan yeni bir noktaya getirebilir yahut getirmiş demek olacaktır. >> Afyonkarahisar kampından, sohbet ettiğim birçok arkadaşımızın memnun, mutmain ve ümitli döndüğüne şahit oldum. Bu beni çok şaşırttı. Zira Genel Başkan seçileli 60 gün bile olmadan bir kişinin parti içindeki tüm farklı hassasiyetlere bu seviyede ve bu şiddette hitap edebilmiş olması müthiş ve bence çok ciddi bir başarı. 60 gün içinde bu gerçekleşebiliyorsa, birkaç sene sonra kim bilir neler olacak? “Farklı hassasiyetler” ifadesinden kastım şu: Bir partide herkesin aynı olması, aynı 30 kasım 2014 duygu ve düşüncelere sahip olması beklenmemelidir. Hani güvenlik politikalarında meşhur bir tabir vardır ya “Güvercinler ve şahinler” diye, onun gibi. Cumhurbaşkanımız ile yakın çalışmış arkadaşlarımız, üç dönem kuralına takılan büyüklerimiz, makro politika stratejisini öneren yahut mikro uygulama beklentisi olan milletvekillerimiz, kurucularımız, MKYK üyelerimiz, Kadın Kollarımız, Gençlik Kollarımız, Bakanlar Kurulu üyeleri ve icraatlarıyla ilgili önerileri olan parti yetkililerimiz derken her birinin kendine özgü hassasiyetler vardır. Bu hassasiyetler arasında ahenk ve denge gözetmek, gerektiğinde uzlaşma sağlamak öyle kolay değil. Bir elmas düşünün… Denklerin yönetimi, beklentilerin yönetimi anlamına da gelir. Kimi bölgesine yatırım bekler, kimi sonraki dönem görevinde kalmak, kimi ülkede birtakım projelerin hayata geçirilmesini, kimi de saygınlığımızın korunmasını. Bu beklentilerin değişik kombinasyonları da tabiî ki söz konusu… İşin bir başka zorluğu ise şu: Bu beklenti sahipleri AK Parti kurulmadan önce de varlardı ve birtakım duygu, düşünce, değer ve sıfatlara sahiptiler. Bu kimseleri “Güle güle!” diyerek etkisiz hale getiremezsiniz. İnsanlar bir şey olabilmek için AK Parti’de değiller, iyi bir şeylerin olabilmesine katkı yapmak için bu partideler. Gel de bu hassasiyetler arasında dengeyi ve ahengi sağla!.. Hassasiyetler arası bu ahengi temin edecek kişinin, toplamda birtakım sıradışı özelliklerinin olması gerekirdi ki bu özelliklerde biri “iyi bir geçmişinin olma gerekliliği”. Başbakanımız iyi bir eğitim, iyi bir aile ve iş hayatına sahip. Hepimizin iyi geçmişleri var, fakat toplamda Başbakanımız daha iyi durumda. Şahsım olarak aynı üniversiteden mezunuz ama kendisi ayrıca iyi bir liseden de mezun ve aynı zamanda kendi sahasında oldukça başarılı bir profesör. Bunlara onlarca olumlu başka sıfatlar da ekleyebilirsiniz. Tabiî böyle bir geçmişe ve birikime sahip olabilirsiniz ama çevrenizdeki insanlarla kibre dayalı yahut özgüvensiz veya belirsiz, dengesiz, istikrarsız iletişim halindeyseniz yine hiçbir şeysiniz. Başbakanımız, Afyonkarahisar toplantılarında çevresindekilerle çok başarılı bir iletişim halindeydi. Söz ve davranışlarıyla ortamdakilerin kendilerini değerli hissetmelerini sağlıyordu. Tevazu içindeydi. Tevazuu, birikimini göstermek için adeta bir mukayese vesilesi rolü oynuyordu. Bir elmas düşünün ki kabı, içindekiyle olabildiğince zıt değerde. İçindekinin kıymet vurgusu çok daha fazla ortaya çıkar elbette. Ayrıca konuşanları tüm varlığıyla ve aksiyona geçecek şekilde dinlemesi konuşanları motive ediyor ve maskelerin ötesinde bir sohbet ortamı meydana getiriyordu. Başbakanımız iyi bir eğitim, iyi bir aile ve iş hayatına sahip. Hepimizin iyi geçmişleri var, fakat toplamda Başbakanımız daha iyi durumda. Şahsım olarak aynı üniversiteden mezunuz ama kendisi ayrıca iyi bir liseden de mezun ve aynı zamanda kendi sahasında oldukça başarılı bir profesör. Bunlara onlarca olumlu başka sıfatlar da ekleyebilirsiniz. Evrensel ve millî olmak Evet, muazzam bir geçmiş ve harika bir iletişim! Peki, seçim kazanmak için bunlar yetecek mi? Seçim kazanmak ve kitleleri peşinden sürükleyebilmek için iyi bir vizyon da gerekiyor. Afyonkarahisar toplantılarının temel istinat noktasını “evrensel ve millî olmak” ilkesi meydana getiriyordu. Bunun anlamı şu: “Evrendekileri bilip ülkesini ona göre konumlandırmak.” Aslında bu yaklaşım, dünya çapında iddiası olan herkesin anlayış çerçevesidir. Türkiye’de Başbakanımızın doğrudan etkilediği kişi ve kurumlar, kendilerini her yönden evrendeki diğer karşılıklarıyla karşılaştırmak durumunda ve ona göre kendilerine hedef koymak zorunda kalırlar. Mesela Türk Silahlı Kuvvetleri, dünyada- ki ordularla kendisini her bakımdan karşılaştırır ve ona göre kendine bir hedef koyar. Şu an itibariyle 2033 hedefi ortaya çıkmış durumda. Ekonomi yönetimi de bu çalışmaya çoktan başlamış. Ali Babacan, bu işi uzun süreden beri bu yöntemle götürüyordu zaten. Üniversite ve belediyelerin bu istikamete sokulduğunu yakın zaman önce gözlemledik. Ancak toplumsal konularda henüz bir istikamet çalışması göremedik. Bu, zayıf yönetim zihniyetinin varlığından kaynaklanıyor olabilir. Ama mecburî istikamet, “insanı merkeze oturtan medeniyetimizin günümüz imkânlarıyla hayata geçirilmesi” şeklinde özetlenebilir. Bu noktada önerdiğimiz proje ise “Kamu Hizmetlerinde Dördüncü Nesil” adlı proje… Diğer alanlarla da buna benzer çalışmalar yapıldığına ve dünyadaki etkinliğimizin yükseldiğine birer birer tanık olacağız. Bu da önümüzdeki seçimlerin kazanılması an- lamına gelecektir. Seçim meydanlarında Başbakanımız nasıl takdim edilirse edilsin yadırgamam. Yukarıdakileri kasteden şu tip cümleler her halde uygun olacaktır: “İmam-ı Rabbani’den Ahmet Yesevi’ye, Mevlana’dan Gül Baba’ya gönül erlerinin varisi; Yusuf Has Hacip, Nizamü’l-Mülk, İbn Haldunların ilim zincirinin 21. asır halkası; Gazneli Mahmud, Alparslan, Osman Gazi, Fatih ve Ulubatlı davasının neferi…” (Kamuoyuna günümüz başarılarını da kapsayan ifadelerle takdimler yapılacaktır.) Yukarıda bahsedilenlerin tümü ve mahremiyeti nedeniyle bahsedilemeyenler de göstermektedir ki Yeni Türkiye’nin kuruluşu kaçınılmazdır. Liderinden vatandaşına, Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakan ve diğer kurum yöneticilerine kadar, her yönüyle Türkiye’miz yenilenmeye hazırdır ve bu süreç başlamıştır. Hayırlı olsun! kasım 2014 31 haberajanda Analiz Ayrıca “Ama parlamenter sistemde denetim mekanizması var. Daha demokratik bir yöntem” fikri de yaygın bir yanlış kanaat. Zira farklı denetim mekanizmaları başkanlık modelinde de mevcut. Kaldı ki, başta ABD olmak üzere Çin ve Rusya gibi gelişmiş ülkelerin anti-demokratik yöntemlerle yönetildiğini söylemek de pek mümkün değil. Yani başkanlık sistemi de parlamenter sistem kadar demokratik bir yönetim modeli. Hatta yer yer, bir başkanın yetkileri bir başbakanın yetkilerinden çok daha sınırlı bile olabiliyor. *** Atatürk’ün çok da uzun olmayan bir süreçte yarattığı ve o şartlara göre ciddî bir sıçrama sayılan söz konusu açılımlarsa bir tür “başkanlık sistemi” ile hareket etmesinden kaynaklanmıştır aslında. Zira kokuşmuş zemine format atmak adına hiç de yumuşak sayılamayacak birçok sert hamle yapılmış ve açıktan “gücü tek merkezde toplayan bir başkanlık modeli” uygulanmıştır. *** Yedek kulübesinde beklemekten ya da saha kenarına çıkan topları toplamaktan vazgeçip sahaya inmenin aktif projeleri içinde yer alan bir Türkiye’nin gerekli emniyet tedbirlerini almasından daha tabiî bir şey olamaz. İlerleyen günlerde sıklıkla gündemimizde olacak başkanlık ya da yarı başkanlık meselesi de bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir “takviye kuvvet”tir. “Bir daha da Davos’a gelmem!” cümlesinin ardını “Dünya beşten büyüktür!” çıkışıyla getiren Türkiye, elbette gerekli altyapı çalışmalarını yapacak, sistemini bu vites değişimine göre yeniden dizayn edecektir. 32 kasım 2014 Kutupsuzlaşan dünyad Başkan “Neden” başkanlık sistemi? Siyasî bir fantezi mi, reel bir ihtiyaç mı? T ÜRKİYE, zannederiz Erdoğan’ın ciddî ciddî sırtına yükleyip götüreceği düşünülen “Ak Saray” metaforu üzerinden asıl gündemimiz olan “başkanlık sistemi” konusundaki sıcak analizlere hazırlanıyor. Dolayısıyla dönüp dolaşıp yeniden geleceğimiz o temel soruya yakın plan vermenin demidir artık! “Neden parlamenter sistem değil de başkanlık sistemi? Bu yeni hatta geçmemiz niçin gerekli? Siyasî bir fantezi mi, yoksa zarurî bir ihtiyaç mı bu?” Tabiî yanıt, belirli bir zaman diliminin sonunda kopan o zincirleme ve sürpriz (!) gürültülerle dış politika zemininde harekete geçirilen bilindik domino taşları ile oldukça alâkadar. Suriye, Kobani, IŞİD gibi birbirini tetikleyen bu periyodik sinyaller, Türkiye’ye verilen hangi mesajın parçaları acaba? Asırlık kızağı yerinden oynatmak bedel ister: Ya “Sıfır hedef, sıfır risk” diyeceksin, ya fatura ödeyeceksin Gitgide kutupsuzlaşan dünyada “başkanlık ya da yarı başkanlık vizyonu”yla da desteklenen yüksek riskli bir dış politikayla sürekli vites yükselten Türkiye, birilerine göre intihar ediyor, bir diğer bakışa göre ise yüz yıllık zincirlerinden kurtulmak ve buz tutmuş o asırlık kızağı yerinden oynatmak adına çok ciddî bir efor sarf ediyor. Aynı ülkede, aynı tarihe sahip insanlar olarak 180 derecelik bir farkla bam- başka manzaraları seyrediyoruz yani. Her şart ve koşulda mütemâdiyen pesimist/karamsar bir tablo çizen ve toplumsal bilinçaltının başat motivasyonu olan “korku”yu “Kaçınılmaz son!” ana temasıyla “realizm” olarak pompalayan ciddî bir kesim, cümbür cemaat uçurumdan aşağı yuvarlandığımızı düşünüyor ve ısrarla “Sıfır sorun dendi, sırf sorun çıktı!” plağını çalıyor. “Hiçbir problem konjonktürel değil, hepsi sizin suçunuz!” makamında sabitkadem eden söz konusu cephenin argümanları malum: “Ritmik diplomasi dediniz, nerede duracağınızı bilemediniz! Esed hemen düşer zannettiniz, yanlış cephede mevzîlendiniz! Sıfır sorun dediniz, herkesle ters gittiniz! Suriye, Mısır, İran vs. birçok artı cepheyi kendiniz tetiklediniz!” Yıllarca Türkiye’yi “Sıfır hedef, sıfır risk!” diyen sanal bir dış politikaya kilitleyen ve “Ne olursa olsun, bölgesel ihtilaflarda taraf olmamak gerek!” diyen bilindik cephenin “sıfır tedavi, sıfır komplikasyon” anlayışına dayalı bu düz mantığını şu doğal argümanlarla karşılamak da mümkün tabiî: “Neredeyse yüz yıldır, sindirildiği o kuytu köşede figüran rolünü edâ eden Türkiye’ye geniş bir diplomasi alanı sağlayarak nicedir kapısı açılmamış ülkelerle köprü kurmamız mı hata? Yoksa ‘Bu Esed kolay kolay düşmeyebilir, iyisi mi karşımıza almayalım, orada yaptığı kıyımı görmezden gelelim ve suya sabuna dokunmayalım!’ dememiş olmamız mı? Ve şu an görünür ve görünmez cephelerde kimlerle problem yaşadığımıza da dikkat edilirse, mevcut problemin komşularla filan değil, ‘bazı komşular dâhil, nice gizli aktörü pragmatik organizelerle entegre çalıştırıp kendi iç networkünü işleten, dönemin düvel-i muazzaması’ ile olduğu açıkça görülür. Şu an bölgede bize biçilen Ayten Çalış [email protected] a “Yeni Türkiye”ye turbo takviye lık Sistemi ‘figüran’ rolüne rest çekişimizin doğal getirisini göğüslüyoruz. Zaten bu yola da bu bedeli göze alarak girdik. ‘Değerli yalnızlık’ meselesi bizim için hesap edilmemiş bir sürpriz değil, hesap edilmiş bir risktir…” Bu cümleler gayet doğal kurulabilir yani. Ne var ki, görünen fotoğrafı değil, asıl manzarayı seyredebilmek ve mevcut cephelerin sıcak mutfaklarında yaşanan çetin mücadeleyi bir parça algılayabilmek için detaya doğru süzülmek farz. Kolay muhalefetçiler, “tezgâh”ın arkasına bakmıyorlar “Kolay muhalefet” olarak tanımlayabile- ceğimiz doğal reflekslerle hareket eden ve manzaranın derinine yakın plan vermeye pek yanaşmayan bu kesim, asıl gündemlerden biri olan “başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi” için de şu argümanları sıralıyor: “Doksan küsur yıllık ulus devletin yerini alacak federal bir yapı kurgulanmaya çalışılıyor. Başkanlık sistemi, küresel efendilerin kasım 2014 33 haberajanda Analiz istediği modeldir zaten. Yönetmek istedikleri ülkelere hep bu modeli dayatırlar. Geçtiğimiz yıllarda TÜSİAD’ın önerdiği taslakta geçen altı maddede de açıkça görüldüğü gibi Türklük kavramını Anayasa’dan çıkarmak, milliyetçilik olgusunu rafa kaldırmak, uluslararası hukuku ve uluslararası kurumları sisteme hâkim kılmak, yerel yönetimler için özerklik şartı ile bölünmenin önünü açmak gibi önlenemez tehditler söz konusu. Dolayısıyla küresel odaklar, Türkiye’de Atatürk’ün tam bağımsız Türkiye idealini rafa kaldıracak sessiz ve derinden bir devrim gerçekleştirmeye hazırlanıyorlar. Bu tehlikeli değişim, ayrıca Erdoğan gibi otoriter bir siyasî figüre de tam diktatörlük yolunu açıyor.” Neredeyse tedavülden kalkmış, fazlasıyla demode kodlar üzerine inşa edilmiş temel argümanlar genel hatlarıyla böyle. Bakış, ideolojik reflekslere ve zamanın gerisinde kalmış psikolojik manüpilasyonlara dayalı bir “eski” Türkiye mantığı. Ne var ki, üst per- 34 kasım 2014 deden topluma verilmek istenen bu “klasik” müziğin arka planı hiç de öyle değil. Hâdise Türklük ve milliyetçilik mefhumlarını yürürlükten kaldırıp kaldırmamakla hiçbir alâka taşımadığı gibi, “hesabı güdülen beklendik verim” açısından da son derece “millî” bir hamle. İşler, “anti-emperyalist geçinen” ama üzerimize gelen yeni dalgayı hiç de sağlıklı okuyamayan bu kült mantığın görmek istediğinden çok farklı. Dahası, içine sığmadığı gömleği iki üç beden genişletmenin hazırlığında olan Türkiye’nin “Bunu siz istediniz, bize ne!” tarzı mızmız davranış modelleriyle oyalanacak vakti de yok! “Emperyalizme panzehir o gerçek devrimciler” hangileri acaba? Baskın emperyal mantığa teslim olmak, egemen güçlerin elinize verdiği rolü yerine getirmeyi ve asla sınır ihlali yapmamayı kabul etmek demektir. Davos’a kadar ağırlıklı olarak ekonomik stabilizasyonu baz alan, Davos sonrası ise bölgede “figüran” değil, “güçlenen bir aktör” olarak yer alacağını açıktan ilan eden Türkiye, bu manada Anadolu’nun “Manda ve himâye kabul edilemez!” diyen o tarihî virdini ikrar ettiği gibi -onun da birkaç tık üzerine çıkarakBatı’nın tehdit haritasındaki o net ve berrak yerini almıştır. Geçtiğimiz günlerde Nutuk’tan bir bölüm okuyarak “Yeni Türkiye” ifadesini ilk kullanan kişinin Gazi Mustafa Kemal Atatürk olduğunu zikreden Cumhurbaşkanı Erdoğan fotoğrafı, bu tarihî tescilin de bir ispatıdır aslında. Daha da Türkçesi, birileri “devrimcilik, anti-emperyalizm, Atatürkçülük, ‘Tam bağımsız Türkiye’ ideali ya da milliyetçilik/ulusalcılık” gibi kavramların lafazanlığını yaparken, bu rozetleri kullananlar tarafından hiç de beğenilmeyen başka birileri, söz konusu bu değerlerin içini dolduracak Ayten Çalış ve üzerine çıkacak hamlelerin altyapısını hazırlıyorlar, tıpkı yine aynı kesimin sembol şahsiyetlerinden Nazım Hikmet’e ait “rüzgâra karşı yürüyen adam” metaforunda olduğu gibi. Hem de anti-emperyalist geçinen ve ideolojik körlüklerle bindiği dalı kesmeye kalkan nicesine rağmen… Neden “parlamenter sistem” yetersiz kalıyor? Koalisyon dönemlerinde yaşanan yoğun enerji kaybı ile tek parti dönemlerinde alınan ivme ve “atanmışlarla seçilmişler arasında yaşanan klasik rezonans sorunu” üzerinden gidildiğinde yaşanan zaman yitimi ortada. Türkiye siyaseti kadar Batı’da istikrarı kaybeden koalisyon hükümetleri de örnek buna. Dolayısıyla halktan yetki almış idarî erkin “bürokratik oligarşi” olarak ifade edilen kemikleşmiş sorunsala takılmadan ve blokaj yemeden hareket edebilmesi, koalisyon mantığına takılmadan yol alan “tek başına/güçlü” bir iktidar kadar önemli. Bu manada parlamenter sistemin yasama, yürütme ve yargı arasında yaptığı yetki dağılımı, yol almayı zorlaştıran ciddî bir engel. Bu, “Parlamenter sistemin eksiği ne?” sorusunun temel yanıtı; zaman ve enerji kaybı yani. Ayrıca “Ama parlamenter sistemde denetim mekanizması var. Daha demokratik bir yöntem” fikri de yaygın bir yanlış kanaat. Zira farklı denetim mekanizmaları başkanlık modelinde de mevcut. Kaldı ki, başta ABD olmak üzere Çin ve Rusya gibi gelişmiş ülkelerin anti-demokratik yöntemlerle yönetildiğini söylemek de pek mümkün değil. Yani başkanlık sistemi de parlamenter sistem kadar demokratik bir yönetim modeli. Hatta yer yer, bir başkanın yetkileri bir başbakanın yetkilerinden çok daha sınırlı bile olabiliyor. Ve Menderes, Demirel, Özal, AK Parti dönemleri gibi, Türkiye’ye ivme kazandırmış, gözle görülür bir hareket yaratmış süreçlerin yasama ve yürütme erklerini ele geçirmiş modeller üzerinden işlediği düşünülürse, bu zaman dilimlerinin birer “yarı başkanlık” işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz aslında. Dolayısıyla yetkileri dağıtmayan ve mümkün mertebe tek elde toplayan yönetim modellerinin verimi arttırdığı, gelişim hızını yükselttiği ve uluslararası zeminde de manevra alanını genişlettiği sabit bir siyasal veri. Yeni Türkiye’nin ajandası ve bir turbo takviye Kutupsuzlaşan bir dünyanın şekillenişi ve artık başat bir süper güçten bahsedilemiyor olunuşu, oyunun kurallarını ve stilini de baştanbaşa değiştirdi elbette. Bu yeni konseptteki bloklar, sabit değil, değişken ve sürekli “yenilenir” düzeyde. Böylesi hareketli bir zeminde Yeni Türkiye’nin bulunduğu pozisyonu avantaja çevirme şansı da oldukça yüksek. Ne var ki, bu avantajı oluşturacak altyapı çalışmaları tamamlanmış olmalı! Yürütmeyi hızlandıran ve güçlü kılan başkanlık modeli de bu ciddî hazırlığın bir parçası durumunda aslında ve belki de en joker kısmı. Zira parlamenter sisteme göre sorunlara çok daha hızlı müdahale sağlayan ve sistemin işleyişinde bir katalizör etkisi yaratabilen başkanlık modeli, bölgede aktör devletler arasına girmenin öncü sinyallerini veren Türkiye için ciddî bir güç transferi; hatırı sayılır bir takviye, bir “turbo etki” adeta. Türkiye gibi olası genişlemeler yapabilecek ülkelerin bu tarz altyapı sistemlerini oluşturmak istemesinden daha doğal bir şey de yok haliyle. Kaldı ki, gitgide daha da hararet kazanacak bir Ortadoğu zemininde ileride Türkiye’yi ilhak etmek isteyecek bazı ülkeler bile çıkabilecekken, enerjiyi tek bir noktada toplayan “güçlü liderlik” modellemesi ile bu tarz bir “sigorta”yı tesis etmek istemek gayet akıllıca ve hatta elzem. Zira hedefler büyüdükçe tehdit büyüyecek, tehdit büyüdükçe “optimum güç kullanımı” bir seçim değil, zaruret halini alacak. Kısacası, yetkileri dağıtarak Ortadoğu’da güçlü olunamaz, dolayısıyla böylesi bir süreçte başkanlık ya da yarı başkanlık sistemini masaya yatırmak, siyasî bir fantezi değil, ciddî bir ihtiyaçtır. Parlamenter sistemde bile beklenilenin üzerinde performans gösteren Erdoğan gibi güçlü bir lider figürü ile başkanlık modelinin buluşması da ekstra bir bileşimdir ayrıca. Gazi Mustafa Kemal dönemi de Bir tür başkanlık sistemidir aslında Ortadoğu’daki yeni hedeften Cumhuriyet tarihine doğru süzülürsek biraz, Gazi Mustafa Kemal’in uyguladığı “güçlü lider modeli”nin de bir tür “başkanlık sistemi” olduğunu görürüz aslında. Şöyle ki,Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesinde kültürel, idarî, ekonomik vs. türden birçok ideal yer almış, ancak bunlar İmparatorluk’tan yeni rejime geçiş sürecinde mevcut konjonktür gereği tam istenen şekilde realize edilememiştir. Örneğin “Manda ve himâye kabul edilemez!” temel düsturu ile hareket eden Gazi Mustafa Kemal, ülke içindeki son sermayeyi mümkün mertebe kaçırmamaya ve manevra alanını genişletmeye çalışırken zarurî sebeplerle belirlenen “karma ekonomi modeli”nden doğan birçok problemi de göğüslemek zorunda kalmıştır. Yeni ekonomik modelin inşası sürecinde birçok tutarsızlık açığa çıkmış, ancak bunlar Osmanlı Bankası türünden hazır zemindeki bazı Osmanlı kurumlarının yarattığı koruyucu etkiyle bir şekilde tolere edilebilmiştir. Örneğin Merkez Bankası’nın uzunca bir müddet sistemde olmaması ve Osmanlı Bankası’nın etkisini sürdürmesi, bu manada bir sigorta işlevi görmüştür. Tabiî süreç içinde, başta İngilizler olmak üzere sahadaki küresel aktörler, sistemdeki açık noktalardan ve çeşitli kurumlar üzerinden yapıya sızmış ve kurulmaya çalışılan iç dengeyle oynamışlardır. NATO ve BM türü üyelik süreçlerine iteklenişimiz de hep bu ince operasyonların bir getirisidir. Ana akslarda yaşanan bu Batı tandanslı değişim ve ciddî kayma ile demokrasinin parlamenter sistem üzerinden zemine yedirilme çabaları ciddî biçimde hız kesmemize sebep olmuş ve 2000’li yıllara kadar aynı turun içinde devr-i daim eden bilindik bir grafik ortaya çıkmıştır. Kuruluş felsefesindeki ana aksların değişmesi anlamındaki tehlikeli ve riskli dönemin başlangıcı ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Hakk’a yürümesi olmuş, kapatılan Mason localarının aynı hızla geri açılması gibi “görünür parametreler” üzerinden de anlaşıldığı gibi birçok temel ilke süratle dönüşüme uğramıştır. Atatürk’ün çok da uzun olmayan bir süreçte yarattığı ve o şartlara göre ciddî bir sıçrama sayılan söz konusu açılımlarsa bir tür “başkanlık sistemi” ile hareket etmesinden kaynaklanmıştır aslında. Zira kokuşmuş zemine format atmak adına hiç de yumuşak sayılamayacak birçok sert hamle yapılmış ve açıktan “gücü tek merkezde toplayan bir başkanlık modeli” uygulanmıştır. Osmanlı ve Selçuklu bazlı ilerleme grafiğimize bakıldığında 150’şer yıl süren temel periyotlardan söz edebiliriz. Bu temel veriyi küresel aktörlerin Kurtuluş Savaşı döneminde bize verdikleri ortalama yüz yıllık sürecin sonuna doğru geliyor oluşumuzla da kasım 2014 35 haberajanda Analiz Türkiye’nin çıta atlaması mı?” gibi büyük bir vicdanî sualle de baş başa kalacaklardır şüphesiz. Yedek kulübesinden çıkılırsa… Sonuç olarak, yedek kulübesinde beklemekten ya da saha kenarına çıkan topları toplamaktan vazgeçip sahaya inmenin aktif projeleri içinde yer alan bir Türkiye’nin gerekli emniyet tedbirlerini almasından daha tabiî bir şey olamaz. İlerleyen günlerde sıklıkla gündemimizde olacak başkanlık ya da yarı başkanlık meselesi de bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir “takviye kuvvet”tir. “Bir daha da Davos’a gelmem!” cümlesinin ardını “Dünya beşten büyüktür!” çıkışıyla getiren Türkiye, elbette gerekli altyapı çalışmalarını yapacak, sistemini bu vites değişimine göre yeniden dizayn edecektir. Tabiî, bu süreçte “eski” Türkiye kodlarına dayalı o bilindik refleksler yeniden harekete geçirilecek ve ülkemize bu taze kanı enjekte etmek isteyenlerin elindeki şişe, yine bambaşka şekillerde gösterilecektir. birleştirirsek, ciddî bir artı hamleyi, altyapısı sağlam bir kontra atağı yapılandırmazsak yoğun bir pres altında ezilebileceğimizi açıkça öngörebiliriz ki, ortalama yüz yıl olarak belirlenen ve belirli anlaşmalarla ana hatları çizilen mühlet, farklı müdahale ve sıkıştırmalarla 90’lı yıllara doğru da çekilmiştir aslında. Yeni dönemde bir siyasî fantezi değil, zarurî bir ihtiyaç olduğunu söyleyebileceğimiz başkanlık sisteminin neden gerekli olduğuna dair sonunun aslî yanıtı da tam burada aranmalıdır aslında. Başkanlık modeli, Türk idare geleneğine de daha uygun Bu tarihî arka plandan sonra yeniden ana soruya dönersek, ‘Tercihimizi neden parlamenter sistem yerine başkanlık modelinden yana kullanmamız gerekebilir?” sorusunun bir farklı yanıtının da Türk idare geleneğinde yatıyor olduğunu görürüz aslında. Zira devlet yönetme geleneğimiz, güçlü lidere dayanan, “bireysel erk” odaklı bir gelenek olmuştur daima. Hakeza, Ortadoğu’daki baskın modelin de bu olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Anadolu, liderini bulduğu zaman ivme kaydeden bir coğrafya olduğu gibi, yıkılan Türk devletlerinin perde arkasında da bertaraf edilememiş çok başlılık örnekleri ve 36 kasım 2014 iç kavgalar yatar hep. Dolayısıyla “durumu idare etme mantığı”ndan “mesafe alma anlayışı”na doğru yönelmiş “kararlı” bir Türkiye, kendi aslî kodlarına uygun yönetim biçimini de bulmalı, en rahat ve fıtrî akacağı kanala yönelmelidir artık! Bu tabiî arayıştan daha doğal bir şey olamaz. İlkesel değil, pragmatik muhalefet Bu fıtrî yönelişin bir baskı rejiminin altyapısını oluşturmak olduğunu düşünüp kuru kuruya muhalefet yürütmekse, olsa olsa yaklaşık 15 yıl önce “Türkiye’yi İran’a çevirecekler!” diyen fobik yaklaşımın güncel bir tezahürü olabilir ve olası enerji kayıplarına yeni kapılar aralayabilir. Yeni sisteme muhalefet oluşturan ve ilerleyen süreçte bu itirazı daha da yüksek sesli dile getirecek olan mevcut cephenin kriptoları noktasında şu da söylenebilir ayrıca: Yapılan itirazlar “ilkesel” değildirler. Asıl muhalefet, parlamenter sistemde bile beklenmedik bir hızla hareket eden Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle buluşması halinde ortaya çıkabilecek performansın tasavvurundan kaynaklanmaktadır. Ve bu tasavvur, hem dış aktörler, hem de içteki siyasî figürler açısından ciddî bir alan kaybıdır. İçerideki siyasî figürler, tam da bu hassas noktada “Kişisel siyasî çıkarlar mı, yoksa Bir tercih meselesi: Ya bildiğimiz yol, ya turbo sistem Ancak şu unutulmamalıdır ki, parlamenter sistemden başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçip geçmemek, en nihayetinde bir “tercih” meselesidir. Şüphesiz her iki yolun da kendine göre handikapları ve avantajları vardır. Şayet başkanlık sistemi tercih edilirse, önemli olan, sistemin sağlıklı kurulup işletilebilmesi olacaktır. Sadece sisteme geçmiş olmak bir kurtuluş vesilesi olmadığı gibi, parlamenter sistemde ısrar etmek de hiçbir garanti niteliği taşımaz. Ayrıca yeni modellemelerin ABD ve sair tarzdaki ülkelerden aynen kopyalanması gibi bir zaruret de mevzu bahis değildir, pekâlâ kendi yapımıza özgü bir tarz da uygulanabilir. Eyalet sistemi olmayan yerlerde de başkanlık sisteminin uygulanabiliyor olması ise bizim gibi farklı ülkeler açısından bir çeşitlilik örneği teşkil eder. Velhasıl, Türkiye yönünü 2023 hedefine döndüğü tarihî bir dönemde, tarihî bir seçimle baş başadır ve ciddî bir tercih yapacaktır. Ya “En iyi yol, bildiğim yoldur!” deyip risk almayacak ya da “Ortadoğu’da varlık göstermek güçlü bir liderlikten geçer. Yeniye adım atıyor ve bu jokeri kullanıyorum!” diyerek turbo sisteme geçişin ilk adımlarını atacaktır. haberajanda Siyaset N E zaman Türk milleti manevi değerlerine, birlik ve beraberliğine karşı gerçekleştirilen psikolojik saldırıların önüne geçmek için birlik ve beraberliği güçlendirecek girişimlerde bulunsa, Hükümet’in attığı bu olumlu adımların sadece siyaseten atıldığını, aslında iktidar kanadının ne Kürtleri, ne de Ahmet Sağlam [email protected] Alevileri hiç mi hiç önemsemediğini söyleyen birileri muhakkak çıkıyor. Asıl amacın göz boyamak olduğu düşüncesini yerli yazarlarımıza gazete köşelerinde kaleme aldırıyorlar. Fakat her ne denirse denilsin, halk gerçeği görüyor ve tek gerçekçi vizyon sahibi parti olduğunu düşündüğüm günümüz iktidar partisinin her ihtiyaç duyduğunda inanılmaz oy oranlarıyla yanında yer alarak dosta düşmana aslında mesaj veriyor. Peki, halkımızın bu inanılmaz oy oranlarıyla verdiği mesajın mahiyeti nedir? Dış politikamızın seyrini ele alalım. Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti, tamamen içine kapanık bir politika takip ediyordu. Bölgede yaşanan en ufak gelişme dahi kendisini etkileyen ülkemizin bugüne kadarki yöneticileri “Bana dokunmayan yılan bin Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti, tamamen içine kapanık bir politika takip ediyordu. Bölgede yaşanan en ufak gelişme dahi kendisini etkileyen ülkemizin bugüne kadarki yöneticileri “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” edası ile hareket ettiklerinden, ülkemiz bölgesinde hep zayıf görünmüş ve maalesef fersah fersah kaçılan bu yılanın müdahalesine maruz kalmıştır. Yılan diye bahsettiğimiz duygusuz ve sadece çıkar düşünceli sömürgeci güçler, Türkiye’yi hep bu şekilde, dışarıda yaşanan gelişmelere karşı duyarsız kalan ülke konumunda tutabilmek için ülkemizin güçlenmesini sekteye uğratacak darbe ve muhtıralara defalarca başvurmuşlardır. Canın çıksın çıkarcı politika! PEKİ, bu durumun neresi akıllı dış politika? Hani biz tam bağımsız bir ülke istiyorduk? Hani bunun için gerekirse canımızı bile feda edebilirdik? İşte o yüzden bazı partiler gibi sadece laf üretmeyerek gerçekçi icraat üretmesini bilen AK Parti hükümetinin millet olarak sonuna kadar yanındayız! yaşasın” edası ile hareket ettiklerinden, ülkemiz bölgesinde hep zayıf görünmüş ve maalesef fersah fersah kaçılan bu yılanın müdahalesine maruz kalmıştır. Yılan diye bahsettiğimiz duygusuz ve sadece çıkar düşünceli sömürgeci güçler, Türkiye’yi hep bu şekilde, dışarıda yaşanan gelişmelere karşı duyarsız kalan ülke konumunda tutabilmek için ülkemizin güçlenmesini sekteye uğratacak darbe ve muhtıralara defalarca başvurmuşlardır. Ya “Böyle gelmiş, böyle gider” diyerek her zamanki vurdumduymaz edamızla sömürülmeyi kabullenmiş şekilde bölgemizde yaşanan gelişmelere duyarsız kalacağız ya da asıl amacımızı, yani bölgemizi sömürmek maksadıyla daha önce defalarca yaptıkları plan ve projelerle bölgemizin kaynaklarını kendi ülkelerine kaçıran ve bugünde bu planlardan birini daha hayata geçirmeyi amaçlayan bu sömürgeci güçlerden kurtulacağız. Bunun yolu, kurtulmak istediğimiz sömürgeci güçlerden kuvvet alarak ülkelerinde baskı rejimleri kurmuş olanlarla kol kola yürümek değildir. Peki, bu konuda İslam ülkelerinden gerekli desteği alıp sömürgeci güçlere “Haddini bil!” uyarısında bulunabilir miyiz? Bu konuda, “İslam ülkeleri en az bizim kadar sömürgeci vampir ülkelerin haksızlıklarından bıktı. Onlar da artık en az bizim kadar bu düzenden kurtulmak istiyorlar” desek, muhtemelen hiç kimse bu teoriyi gerçekçi bulmayacaktır. Fakat bugün İran, ABD’nin IŞİD’le ilgili teklifine “Esad şartıyla” diyerek onay veriyor ve “Esad olmazsa İsrail’in güvenliği tehlikeye düşer” açıklamasında bulunuyor. Peki, İran halkı da gerçekten İsrail’in güvenliğini bu kadar düşünüyor mu? Kesinlikle hayır! İsrail’in alçaklıklarına karşı gösteri yürüyüşleri ve eylemlerle beraber en büyük tepkilerden birini İran halkı gösteriyor. Mısır, İsrail’in Filistin’e saldırdığı sırada sınır kapısını kapatarak İsrail’in yanında yer alıyor. ABD, Cumhuriyetçilerin şımarık çocuğu İsrail’in istemediği hiçbir politikaya imza atmıyor. Peki, Mısır halkı da İsrail’in bu şekilde yanında yer alıyor mu? Kesinlikle hayır! Suudi Arabistan ve BAE ülkeleri ise Mısır darbe yönetiminin Cumhurbaşkanı Sisi’ye sınırsız destek vererek yanında yer aldıklarını, Ortadoğu’da dış güçlerce kurulmuş olan bu yapının bir üyesi olduklarını resmen kabul ediyorlar. Peki, bu ülkelerin halkları da İsrail’i destekliyor mu? Kesinlikle hayır! İşte o yüzden bazı yazarlarımızın “Aman komşu ülkelerimizin yöneticileriyle aranızı bozmayınız, iyi tutunuz, yoksa politik zarara uğrayacağız!” uyarısı Hükümetimiz için bir anlam ifade etmiyor. Çünkü sömürgecilerin bir dediğini iki etmeyen bu saksılarla kol kola yürümek, yıllarca daha sömürgecilerin pençelerinde can çekişmemize neden olacaktır. Uzun vadede sömürgeci güçlerin maşası konumundaki bu zalim yöneticilerin zulmünde can veren bölge halklarının gelecek çocukları, bu dönemin Esad veya Sisi gibi güçleriyle kol kola yürümenin hesabını muhakkak gelecek nesillerimizden soracaklardır. Peki, bu durumun neresi akıllı dış politika? Hani biz tam bağımsız bir ülke istiyorduk? Hani bunun için gerekirse canımızı bile feda edebilirdik? İşte o yüzden bazı partiler gibi sadece laf üretmeyerek gerçekçi icraat üretmesini bilen AK Parti hükümetinin millet olarak sonuna kadar yanındayız! kasım 2014 37 haberajanda Siyaset Felsefesi Ayşe Yaşar Umutlu [email protected] Egoizm ve diğerkâmlığa dair Batı’nın idrakini küçümsemeyi maharet biliriz. Aslında Kerbela’dan başlayıp tarihimizi yeniden gözden geçirsek, iddianın hakikat payını da görürüz. Savaş psikolojimize bir daha bakalım, güttüğümüz kan davaları ve mezhep kavgalarında birbirimize ettiklerimizle yüzleşelim. Böylece anlaşılacaktır ki, savaş halinden çıkamadığımız sürece kardeşin kardeşe edecekleri de bitmeyecektir. Hayatta kalmak için yaradılışımıza işlenmiş kodları, savaş psikolojisiyle hareket ederek birbirimize karşı kullanmaktan çekinmediğimizi kabullenmemiz, yani savaş halinden uzak durmayı ilke edinmemiz gerekiyor. 38 kasım 2014 “The man ver “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mı? G EÇEN sayıdaki yazımızda, “Türkiye, Ortadoğu’dan hızla göç alan bir ülke konumuna gelmişken hakikaten müşfik bir ‘baba devlet’ olarak minnet duyulacak bir ülke mi olacak, yoksa bu kitleler bir süre sonra burayı da kaçmak zorunda kaldıkları bir başka ‘zulüm’ olarak mı adlandıracaklar” ve “Toplum ile lider hangi durumlarda çatışır? Birey neden devlete karşı hale gelir hafızamızı yenilemek üzere?” şeklinde iki soru sormuştuk. >> Bu yazıda devlet ile bireyin sınırlarının neler olduğunu, bu sınırlar olmazsa hem birey, hem de devletin nasıl bir kayıp yaşayabileceğini demokrasi anlayışı üzerinden irdeleyeceğiz. Öncelikle belirtmek gerekir ki, liberal ülkelerce kurulan demokrasi sisteminde bireycilik algısının nasıl bir süreçten geçtiğinin bilinmesi ciddi bir önem arz etmektedir. Siyaset bilimi literatürümüzde henüz yer almayan bir hususa da bu bağlamda açıklık getirmek niyetindeyim. Başlıkta kullandığım ilk tümce olan “The Man Versus The State” (Devlete Karşı Birey) öğretisi, Batı’nın ünlü filozoflarından Herbert Spencer’in eserlerinden birinin ismidir. Henry Hazlitt’in deyişiyle bu kitap, “sınırlı hükümet, serbest piyasa ve bireyselliğe dair yazılmış en güçlü ve etkili argümanlardan biridir”. Henüz Türkçe bir çevirisi yok. Eser, İngiltere tarihinden önemli detayları liberal sistemin prensipleri üzerinden şiddetle eleştirir. Bu eser sayesinde İngiltere’nin Sanayi Devrimi ile geçirdiği dönüşüm ve emperyalizm uygulamaları hakkındaki Batı tarihi bilgimizde bir eksiklik olduğu fark edilmelidir. Meseleye dair ilk vurgum şu olacak: Emper- yalizm sadece gittiği yerdeki halkları değil, kendi içindeki nüfustan da özellikle belli bir kesimi köleleştirmişti. Bu, oldukça önemli bir veridir. Bu köleleştirme politikasının nedenleri üzerine pek çok şey söylenebilir, fakat en bariz neden, Sanayi Devrimi sonrasında buharlı gemilerle dünyaya açılan Britanya’nın, gidip gördüğü ırklar ve kültürlerin karşısında kendisinin seçilmiş bir ırk ve kültür olduğuna inanması idi. Dönemin Hıristiyan din algısı ise özellikle bu durumu destekler mahiyette idi. Fakat buna rağmen kendi içerisinde hasta, fakir, yetersiz yahut göçle gelmiş yoksul ve acizler de hızla çoğalıyordu. Bildiğiniz gibi İngiltere’de, Sanayi Devrimi neticesinde muazzam bir ekonomik dönüşüm yaşanmıştı. Devrim sadece ekonomik gelişimi tetiklememiş, aynı zamanda siyasî, ekonomik, toplumsal, ahlakî ve dinî tartışmalara da hız kazandırmıştı. Öyle ki, Sanayi Devrimi İngiltere’yi küçük kasaba, köy ve çiftliklerden büyük kasaba, fabrika sus the state” mi, ve şehirlere dönüştürmüştü. 1801’de 16 milyon olan nüfus, 1901 itibari ile 41 milyonun üzerine çıkmıştı İngiltere’de. Kırsal kesimde yaşayan insanlar, fabrikalarda çalışabilmek için büyük bir hızla şehirlere akın etmekteydi. Erkek, kadın, çocuk, yoksul halkın büyük çoğunluğu fabrikalarda ve kömür madenlerinde çalışmaya başladı. Düşük ücretle çalıştırılıp sağlıksız koşullarda yaşamak zorunda kaldılar. Yoksul erkekler ve büyük çocukların çoğu fabrika ve madenlerde çalışırken, kadınlar ve kız çocukları evdeki yıkama, dikme, çimleri biçme gibi işlerde yahut hizmet işlerinde çalışıyorlardı. Çalışma evleri1 Emperyalizmin Büyük Britanya’sı, dindar ve güçlü bir muhafazakâr anlayış ve Hıristiyan ahlak ilkeleri ile çalışma alanını düzenlediğine inanmaktaydı. Bu yüzden, içinde düzenli ve çalışkan, Hıristiyan modeline uygun olmayan fakir ve işsiz kesime “fakirlik yasaları” ile sosyal refah ve toplumsal düzen sağlamayı bir zorunluluk olarak gördü. Fakat liberal etiğin kurucuları, bu yasaların doğurduğu sonuçları çok daha büyük bir kölelik olarak tanımladı. Kadınlar, erkekler ve çocuklar için ayrı ve büyük binalar olarak kurulan “çalışma evleri” yahut “ıslahhaneler”, sadece kilitli kapısı olmayan hapishaneler olarak adlandırıldılar. Yoksul aileler buralarda ayrı kalmak zorundaydılar. Emperyalizmin dönüşümüne karşı üretilen fikir sistemleri Çalışma evlerinin duvarlarında “Tanrı iyidir” ve “Tanrı adildir” yazıyordu. Fakat zorla sağlanmaya çalışılan refah sadece zulme dönüşmüştü. Pek çok yoksul aile parçalanmış, ağır çalışma koşulları insanları kasım 2014 39 haberajanda Siyaset Felsefesi Kadınlar Bölümü2 yaşamdan bezdirmişti. Tüm bu süreçten sonra liberalizm, bu tür düzenlemelerin de sosyalizmin köleleştiren sisteminden farksız sonuçlar doğurduğunu ifade eden daha güçlü bir savunu haline geldi. Bireyin hayatına zoraki müdahalelerin ve yasalarla yapılan sosyal düzenlemelerin ancak bir başka tür kölelik haline geldiğini düşünenler sisteme şiddetle karşı çıktılar. İşte liberal sistemin kuruluşunda bu tür tecrübeleri yaşamış devletlerin “ilkeleri temellendirmek” olarak tanımladığımız süreci tecrübe ile benimsediklerini de bu nedenle iddia edebiliriz. Emperyalizmin dönüşümü içinde sisteme karşı çıkan sesler, din ve sosyal refahın dayatılmasını reddettiler. Devletin sosyal alandan elini mümkün olduğunca çekmesini, aşırı yasalaşmadan kaçınmasını, hatta sürekli kural koyuculukla uğraşan bir devletin iki aslî görevini (ulusal güvenlik ve adil yönetim) yeterince yerine getiremediğini belirttiler. Özellikle ulusal güvenliğin bu tip düzenlemeleri birincil vazife edinmekle zayıflayacağını hararetle ifade ettiler ve hatta kimileri sarhoş ve serkeşi beslemeye de dönüşebilen sosyal refah ilkelerinin sadece devlete değil, toplum ve bireye de zarar vereceğini savundular. Bunlara göre “Şifa acıyla gelir”, çünkü birey, sorumluluklarının ve yaptıklarının sonuçlarına kendisinin katlanması gerektiğinin bilincine varmalıdır. O, bu bilinci ancak hayat mücadelesinde kendisine müdahale olmazsa kazanabilir. Fakat bu, aslında sosyal alanda tamamen bir başıboşluk savunusu yahut acımasızlık değildi. Onlara göre yardımlaşma, toplumda vicdanî ve gönüllü birliktelikler ile olmalı ve bu türden işler de gönüllü kuruluşlara bırakılmalıydı. Tam da bu noktada, özellikle ve ayrıca 40 kasım 2014 Erkekler Bölümü3 şunu vurgulamak gerek: Sosyal yardımlar devlet eliyle yapıldığı zaman, yardımlaşmaya inanmayan ateist, agnostik yahut başka bir inancın bireylerinin de zoraki vergilendirmeye tâbi tutulacağı mutlaktı. Bu da bu vergilerden kaçmaya çalışanların başka bir toplumsal ve ahlakî yozlaşmaya neden olacağı anlamına geliyordu. Bugünün insanı için bu söylemler aşırı ütopik gelebilir, fakat Osmanlı döneminde sadaka taşlarının bahsedilenden çok daha ileri bir gönüllü hizmeti gerçekleştirdiğini hatırlatmadan edemeyeceğim. Bu, toplumun içselleştirdiği ilkelerin pekâlâ kendiliğinden işleyebileceğine mükemmel bir örnektir. Bu hususa yine başka bir yazıda değinmek üzere konumuza devam edelim. Bireyin özgürlüğüne duyulan ihtiyaç Liberal düşünürler, adalet ve demokrasiye geçişte sosyal bir gelişimin kendiliğinden oluşması için bireyin özgür olması gerektiğini vurgular ve toplumun yazılı olmayan kuralları ile zaten belli bir düzen oluşturabilecek kadar güçlü mekanikleri olduğunu savunurlar. Sosyal yaşamdaki ihtiyaçların belirlenmesinde dahi “çok gerekli olanların az gerekli olanlara tercih edilmesi” gibi ilkelere güvenilmesinin adalet ve düzene hizmet edebileceğini de savlarlar. Aşırı yasalaşma ile toplum ihtiyaçlarının cebren karşılanmasının, işleyebilecek sosyal gereklilik ve uyum ilkelerinin dahi işlememesine, bilakis bunlara karşı konulmasına sebep olacağını iddia eden bu düşünürler, toplumun kendi içindeki uyumsuzları ayıklayabilecek kadar güçlü mekanizmaları kendisinin işletebilmesi için de devletin bu alandan mümkün olduğunca uzak durma- sını belirterek gerçekleşebilecek bir sosyal gelişim ve ahlaklılığın imkânını savunurlar. Onlara göre sosyal yaşamda medenî gelişim, zorunlulukları karşılama basamağından geçerek ilerler. Liberal düşünürler için her birey, sahip olduğu yeti ve potansiyel anlamında eşsizdir. Karakteri şekillendiren, insanın aklı ya da bedensel güçleri değil, “tercih yapma yetisi”dir. İnsanlar, yanılabilir oldukları için yanlış tercihlerde bulunabilirler. Seçim serbestliğine sahip olmak önemli riskler taşımasına rağmen, deneyim kazanma özgürlüğünden yana olmak yine de toplumu ilerlemeye teşvik eder. Bireysellik ancak özgürlükle gelişir. Özgürlük ve bireysellik, bu bağlamda adaletin yapı taşlarıdır. Yine bu minvalde, liberal anlayışa göre bireyin hak ve talepleri, savaş psikolojisi halindeki ve zorunlu işbirliğine dayanarak oluşmuş toplumlarda asla gelişemez. Adalet hissi ve fikri, toplumların dış düşmanları azalıp içteki işbirliği arttıkça ve düzen geliştikçe aynı hızla gelişir. Burada bir başka detayı daha belirtmeliyim. Liberal literatüre göre, bir ülkenin hükümeti, yasalar ve düzenlemelerle vatandaşını “vatandaşın kendisinden bile” fazla düşündüğünü iddia eden bir tavır sergiliyor ise otoriterdir. Doğu medeniyetlerinin genel eğilimi biat olduğu için, aynı kültürü siyasî yaşamda da sürdürmeleri, geçen yazımızda da işaret ettiğimiz gibi kaotik bir duruma dönüşebiliyor. Bireysel anlamda barışçıl olan ve bireysellik gelişimini sağlayamamış kişilerden oluşan toplumların özgürlük mücadeleleri dahi savaşın yok ediciliğinde erir. Bu, barbarlaşmak ve vahşileşmek, ne istediğini ve ne için mücadele ettiğini bilemez Çalışma evlerinde demir yolları için yapılan taş kırıcılığı4 hale gelmek ve nihayetinde de Spencer’in deyişiyle “kötü diktatör ile iyi diktatörü değiştirmekten başka bir şey elde edememek” demektir. Öncelemek Yine liberal demokrasiye göre, özgür eğilimlerle gelişmiş barış halindeki toplumlar, sanayileşmiş, yani gelişip bireyin hürriyetini teminat altına almış, böylece hem bireye, hem de ötekilere saygı duyulan, gönüllü işbirliklerinin olduğu toplumsal durumlarda gerçekleşir. Çoğunluğun azınlığı zoraki ve baskılayarak yönetmesi de, azınlığın çoğunluğu zoraki ve baskı ile yönetmesi de tiranlaşmaktır ve her ikisi de gayriahlakîdir. Siyasî yönetimlerde keyfî ve baskıcı uygulamalar, yasakladığı büyük suçlardan birçoğunun bizatihi gerçekleşmesine neden olur ki aslolan, uyuşmazlıkları azaltmaktır. Dikkat edilmesi gereken bir başka önemli husus ise, egoizm ve diğerkâmlığın birey, toplum ve devlet ilişkilerinde nasıl anlaşıldığıdır. Özellikle Spencer’e göre egoizm ve diğerkâmlık, yaşamda eşit derecede önemli ilkelerdir. Fakat egoizm, bildiğimiz anlamda tek taraflı bir bencilliğe değil, hayatta kalabilmek için sahip olunan bir içgüdüye işaret eder. Burada onun kastı, diğerkâmlık gösterebilmek için egoizmin de bir gereklilik olarak insanda içkin olduğudur. Çünkü hayatta kalamazsanız, sizin için düşünebileceğiniz bir başkası da olmayacaktır. Çünkü ölmüşsünüz demektir! Peki, öteki toplumlarla ilişkilerinde devletin tercihleri bu minvalde nasıl analiz edilebilir? Bir devlet, kendi sınırları içinde güvenliğini sağlamadan, komşularına diğerkâmlık ve koşulsuz yardım edebilme Çocuklar5 kudretine sahip midir, yoksa kendi sınırlarını kaybederek bedel ödeme tehlikesine düşebilir mi? Gündelik siyasetin bir sorunu üzerinden bakmak gerekirse, komşu devletlere yardım etmede devletin kendi güvenliğinden emin olması zarurî midir? “Öncelemek” tabiri, karar almada elzem bir kritere işaret eder. Bugün için önceliklerinin ne olduğuna karar veremeyen birey, toplum ya da devlet, sahip olduğu ilkeleri doğru bir şekilde sıralamadıkça hayatî riskler alır. Özellikle farklı kültürler ya da toplumlar arasındaki her tür uzlaşma sürecinde kitlelerin bu farkındalığı edinilebilmiş olması gerekir. Aksi takdirde, maalesef mantıksız ve akıldışı taleplere dönüşmesi engellenemez. Düşünce sisteminde yaşanılan bu tip hezimetler, siyasî sistemin de mağlubiyeti ile neticelenir. Egoizm ve diğerkâmlığa dair Batı’nın idrakini küçümsemeyi maharet biliriz. Aslında Kerbela’dan başlayıp tarihimizi yeniden gözden geçirsek, iddianın hakikat payını da görürüz. Savaş psikolojimize bir daha bakalım, güttüğümüz kan davaları ve mezhep kavgalarında birbirimize ettiklerimizle yüzleşelim. Böylece anlaşılacaktır ki, savaş halinden çıkamadığımız sürece kardeşin kardeşe edecekleri de bitmeyecektir. Hayatta kalmak için yaratılışımıza işlenmiş kodları, savaş psikolojisiyle hareket ederek birbirimize karşı kullanmaktan çekinmediğimizi kabullenmemiz, yani savaş halinden uzak durmayı ilke edinmemiz gerekiyor. Bu idrakte bir hakikat varsa, daha fazla kaçamayız. Kimileri “İki Batı vardır” der, belki de bizim bilmek ve görmek istemediğimiz bir Batı daha var. Şimdi, elbette halkın içinde kimilerinin sarhoş ve serkeş, kimilerininse “çapulcu” olarak tabir ettiği kitlelerin daima var oldukları bilinir. Fakat bunları tanımlamak o kadar kolay değildir. Literatürümüzde “çapulcu” tabirini anarşiste yakıştıransa mütefekkir Nurettin Topçu’dur. O şöyle der: “Çapulculuk anarşiste yaraşır. Çapulcular, hangi isim altında olursa olsun çapulcudurlar. Anarşist, kalpsiz olmak zorundadır; ona ahlak lazım değildir. İslam’ın yolu ise bu yolun da tam karşısında ve aksi istikamette bulunur…”6 Fakat tam da bu sözlerin yer aldığı satırların hemen öncesinde Müslümanları analiz eder ki, bence bu tespiti de son derece önemlidir: “Müslümanlar, Batı ilmi diye aklın eserini inkâr edecek kadar beyinsiz, ahlakını birtakım hareketlerin otomatik tarzda yapılmasına bağlayacak kadar içi boş, kendinden başka türlü düşünüp yaşayanları ithamdan başka sermayesi bulunmayan, kin ile cehaletin bayrağını taşımakla övünecek kadar zavallı varlıklar değildir.”7 Bu yazı için “Daha fazla söze gerek yok” diye düşünüyorum. Gelecek yazıda, “insan ve birey olmak” algımız ile “toplum olmaya hizmet edişimiz”e dair, bizim kültürümüzden Şeyh Edebali, Ahilik ve benzeri örnekler üzerinden siyaset ve eğitim felsefesine değineceğiz inşallah. Şimdilik kalın sağlıcakla… Dipnotlar 1. http://www.workhouses.org.uk/Abingdon/ 2. http://www.victorian-era.org/victorian-era-asylumand-workhouse.html 3. http://en.wikipedia.org/wiki/Workhouse 4. http://www.workhouses.org.uk/vagrants/index.shtml 5. http://en.wikipedia.org/wiki/Workhouse 6. Topçu,Nurettin, İslam ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf, Dergah Yayınları,İstanbul, s. 28 7. A.g.e., s.27, 28 kasım 2014 41 HABERA JANDASÖYLEŞİ AK Parti Erzurum Milletvekili Dr. Cengiz Yavilioğlu Hükümet olarak önümüze koyduğumuz hedeflerimiz var. Geçen haftalarda bu hedefleri gerçekleştirmek için Hükümetimiz tarafından bir yol haritası çıkarıldı. Yol haritamız “üretim” merkezli, yani istihdama dönük olacak. Bunun anlamı, daha nitelikli ve kalifiye genç istihdam demektir. Türkiye, artık mutlak göç veren ülke değil, göç alan ülke konumundadır. Avrupa ve Amerika’dan Türkiye’ye “tersine göç” başlamıştır. Gurbetteki insanlarımız Türkiye’de umut görmekte ve iş imkânı bulmaktadırlar. 42 kasım 2014 “Egemenlik üzerine hiçbir kayıt konulamaz!” U LKE, olarak kritik bir dönemden geçiyoruz. Hemen yanı başımızda şiddet ve kargaşanın çepeçevre sardığı, alev alev yaktığı masum insanlara şahitlik ediyoruz. Yüzyıllardır ateşe verilmek istenen bir coğrafyaya komşuluk ediyoruz. Bu öyle bir ateş ki, kadını, çocuğu, yaşlıyı ayırt etmeyen cinsten ve namlusu masumlara doğrultulmuş, tetiği gençlik olan karanlık güçlerin elinde silah olmuş bugün. >> Evet, kritik bir dönemden geçiyoruz. Bir gençlik enkazına şahitlik ediyoruz. Sadece yaşadığımız coğrafyada değil, global düzeyde adeta bir buhranın esiri olmuş gençlik enkazına tanığız. Bu öyle kritik bir dönem ki, ülkemizin birçok alanda gerçekleştirdiği sıçramalar belli çevreleri rahatsız etmiş olacağından, yönlendirilmeye müsait terörize edilmiş gençleri kullanarak bu sıçramaları engellenmeye çalışanlar, memleketin dört bir yanına siper kazmış bekliyor ve zaman zaman ataklarda bulunuyor. Birçok terör örgütünün kendisine cephane olarak gördüğü genç nüfusumuz, bütün bu olup bitenler arasında sulhun ve selametin varlığı ve de de- Muhammed İkbal Bakırcı [email protected] vamlılığı için en ciddi kırılma noktamızı teşkil ediyor. Sahipsiz, işsiz, başıbozuk, her an militanlaştırılabilecek potansiyele sahip bir nüfustan söz ediyoruz. Ağırlıklı olarak 15-16 yaşlarında olan bu nüfus, son zamanlarda ülke genelindeki birçok ilde sokak olaylarında kullanılmış, anarşinin tüketilen hammaddesi haline getirilmiştir. Bu elim hadiseler eşliğinde içinden geçtiğimiz bir dönemde, gençlik politikalarımız toplumsal katmanların kaderini çizecek kadar büyük bir öneme sahip olmuştur. Medyanın kamuoyuna sunduğu “gençlik imajı”, gençleri bekâr, sağlıklı, dinamik ve genelde orta sınıf öğrenciler olarak göstermektedir. Oysa hakikat bundan çok farklıdır. Öğrenci nüfusumuz, 15-24 yaş grubunun yalnızca üçte birini oluşturmaktadır. Geriye kalan üçte ikilik büyük parça ise ülkemizin kaderini etkileme gücüne sahip, üzerinde ciddi çalışmaların yapılması gereken nüfusumuzu teşkil etmektedir. Çalışan genç nüfusumuz kadar işsiz gencimiz de mevcuttur. Gerek çalışan, gerek çalışmayan gençlerin bir kısmı ebeveynleri ile yaşarken, bir kısmı ise evli ve çocukludur. Bu gençlerin kimi kayıtdışı çalışmaktadır. Gençlerimizin bir kısmı iş ararken, bir kısmı ise iş bulma ümidini kaybetmiş durumdadır. Ülkemizde “görünmeyen gençlik” tarifi altında bulunan milyonlarca birey vardır. Bunlar arasında öğrenimine devam etmeyen ve çalışma hayatında olmayan 2,2 milyon civarında kadın bulunmaktadır. Bununla beraber 650 bine yakın fiziksel engelli, 300 bin civarında tüm ümitlerini kaybetmiş ve iş aramaktan vazgeçmiş genç, 22 bin çocuk ve genç hükümlü mevcuttur. Bahsi geçen rakamlardan ayrı olarak sokak çocukları ve sokakta yaşayan gençler, ülke içinde yerinden olmuş bireyler, insan ticareti kurbanları gibi kendilerinden söz edilmeyen daha niceleri mevcuttur. Bu karanlık/karartılmış sosyal sorun, maalesef ülke olarak içinden geçtiğimiz dönemde en çok dikkat edilmesi gereken husustur. Gençlik politikamız, memleketimizin huzur ve güvenliği için bu bağlamda daha büyük öneme sahiptir. Yoksulluk ve işsizlik gerekçeleri ile kentsel işgücü piyasasının talep ettiği iş becerilerine sahip olmadan büyük kentlere göç etmiş olmak, genç bireyin hayatta kendine bir yer edinme olasılığını ciddi manada düşürmektedir. Düşük gelir, birçok genç için sosyal ve ekonomik yaşamdan soyutlanmaya sebep olmakta, bireyin yaşam standartlarını düşürürken, sosyal hareketliliklerini arttırma imkânı da sunmamaktadır. Ülkemizde 15-24 yaşlarındaki 12 milyon genç insan, her gün iş bulmak, bir okuldan mezun olmak, eğitimi terk etmek, bir kimlik oluşturmak, ana-baba evinden ayrılmak veya kendi ailesini kurmak gibi yetişkinliğe geçiş sürecinin zorluklarından en az biri ile mücadele etmek durumunda kalmaktadır. Bu 12 milyon kişinin yaklaşık yüzde 30’u öğrencidir, yüzde 30’u çalışmaktadır. Yüzde 40’ı, yani 5 milyon genç ise ne okullu, ne de iş güç sahibidir, “atıl” durumda beklemektedir. Tam olarak bu kitle, yönlendirilmeye müsait ve de terörize edilebilirlik istismarı yüksek nüfusu oluşturmaktadır. Medeniyet algısı belirginleşmiş, tarihsel derinliği olan ve ufku geniş münevver neslin yetiştirilmesi, mevcuttaki gençlik buhranından toplumsal katmanların kurtarılması ve zamanında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gençlik politikalarında meydana gelmiş boşluğu doldurup istismar etme maksadıyla bu imkânı kullanan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne “paralel” konumlanmış birtakım tehlikeli mihraklarla mücadele edilmesi hususunda büyük gayretleri olan, entelektüel birikimiyle dikkat çeken isimlerin başında gelen AK Parti Erzurum Milletvekili Dr. Cengiz Yavilioğlu, yoğun programına rağmen bizleri kırmayarak röportaj talebimizi kabul etti. Kendisine tekrar şükranlarımızı sunarken, dünya ölçeğinde yaşanan gençlik sorunlarını, ülkemiz ölçeğinde oynanan kirli oyunları ve bu oyunlarda tüketilen gençliğimizi içtenlikle izah eden yorumlarıyla sizleri baş başa bırakıyoruz. *** “Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul” taksimi değişti • Öncelikle röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz Sayın Vekilim… Ben teşekkür ederim. Yayın hayatında önemli bir iş görüyorsunuz, problemleri içeriden değerlendirme gayreti içerisindesiniz. Soruna uluslararası bilgi donanımıyla yerelden ve yerli olarak bakmak önemli bir meziyettir. Bu yöntemin doğru sonuçlara ulaştırması daha mümkündür. Kolaylıklar ve başarılar diliyorum. • Büyük bir yıkıma, kargaşaya ve acılara şahitlik ettiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Yaşadığımız coğrafya bugün maalesef kan gölüne çevrilmiş durumda. Ortadoğu gençlerini belli bir yönde hareketlendirip kargaşa ortamını hazırlayan karanlık güçler, küresel oyun kurucular, her gün bir yenisini icat etmekteler. Bu medeniyet coğrafyasında kaybettiklerimizin paha biçilmez olduğunu biliyor, üzülüyoruz. Bu coğrafyada yaşananlara nereden bakmalı, bu olup bitenleri nasıl değerlendirmeliyiz? Birkaç soruyla meselenin anlaşılmasını kolaylaştırabiliriz. Dünyada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin son otuz yıllık ekonomik gelişme seyirleri nasıldır? Gelecek 2030 yılda dünya dengeleri nasıl değişecektir? Gelişmekte olan ülkeler, hangi alanlarda gelişmiş ülkeleri tehdit ediyorlar? BM, IMF, IBRD gibi örgütler aracılığıyla oluşturulan ve gelişmiş ülkelerin oyun kurucu olarak rol aldıkları dünyanın yerleşik düzenine kimler, hangi gerekçelerle itiraz ediyorlar? Ortadoğu’da yaşanan olaylarla bu soruların cevapları arasında nasıl bir neden-sonuç ilişkisi kurulabilir? Büyük oranda figüranlarının gençler olduğu IŞİD, Suriye, Irak, daha kümulatif olarak Arap Baharı ve Kışı ve son olarak Kobani meselelerini anlayabilmek için yukarıda sıraladığımız sorulara doğru cevap vermek gerekir. Çünkü Ortadoğu’da Filistin’in de içerisinde bulunduğu meselelerin tamamının bu cevaplarla bağlantısı bulunmaktadır. Dünya GSMH’sinden ilk defa 2013 yılında binde altılık bir oranda, gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerden daha fazla pay aldı. Yani gelişmekte olan ülkeler, dünya GSMH’sinden yüzde 50,06 pay alırken gelişmiş ülkeler yüzde 49,04 pay alabildi. Bu oran, 1982 yılında “yüzde 83 gelişmiş ülkeler, yüzde 17 gelişmekte olan ülkeler” şeklindeydi. Gelecek 20-30 yıl içerisinde gelişmekte olan ülkeler lehine daha ciddi bir değişim olacağı beklenmektedir. İçerisinde Türkiye, Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya, Endonezya ve Malezya’nın da bulunduğu bu gelişmekte olan ülkeler, nüfus, teknoloji, pazar büyüklüğü, ticaret hacmi, kendi para birimleriyle ticaret yapma kapasitesi, yeni ticarî ve askerî anlaşmalar, uluslararası yeni örgütler gibi hususlarda gelişmiş ülkeleri tehdit etmektedirler. kasım 2014 43 HABERA JANDASÖYLEŞİ gençler problemlerini şiddetle çözecektir. Yani şiddeti bir çözüm aracı olarak kullanacaktır. Türkiye kendi medeniyet dünyasına dönmez ve meselelerine oradan bakmazsa gençlerin mana dünyası paramparça olacak, teknolojik gelişimini sağlayamazsa Batı’nın teknoloji üzerinden yarattığı sömürüye mahkûm olacaktır. Türkiye kendi sanat ve edebiyatını mana kökleriyle buluşturamazsa Batı’nın kutsallarıyla yetişecek, mesela kendi futbol ve futbolcusunu yetiştirip geliştiremezse gençlerin idolleri Batılı futbolcular olacaktır. Bu tehditler, gelişmiş ülkelerin hem ekonomik, hem de askerî nüfuz alanlarını daraltmaktadır. Diğer taraftan BM, IMF ve IBRD gibi örgütler, gelişmekte olan ülkeler tarafından ciddi manada eleştirilmektedir. Eleştirilerin temelinde bu örgütlerin temsiliyet problemi olduğu, dünyanın kriz bölgelerine yaklaşımlarının adaletsiz olduğu ve azınlık gelişmiş ülkeler grubunun çıkarlarını temsil ettiği gerçekleri bulunmaktadır. Ortadoğu’da ve Arap Baharı’nın yaşandığı bölgelerdeki olaylara gelişmiş Batılı ülkelerin daraltılan ekonomik, siyasî ve askerî alanlarını koruma ve genişletme refleksleri olarak bakmak daha doğru olacaktır. Zira askerî ürünlerin -savaş mallarının- pazarlarının genişletilmesinin hangi ülke ekonomilerini rahatlattığı, hangilerinin pazarlarını ise daralttığı önemli bir veri olmaktadır. Türkiye’nin gelişmesinin engellenmek istenmesi de bu anlayıştan bağımsız düşünülemez. Çünkü bölgede yaşanan çatışmalar ve ortaya çıkan kaos, Türkiye’nin hem bölgedeki si- 44 kasım 2014 yasal, hem de ekonomik gücünü zayıflatmaktadır. Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ikinci bölge, en fazla petrol ithal ettiği birinci bölge olan Irak ve Suriye ateş altındadır. Yaşanan sorunlar ekonomiyle sınırlı değildir. IŞİD ve Kobani nedeniyle Türkiye’de ciddi siyasal ve sosyal sorunlar yaşanmakta, buralar gerekçe gösterilerek toplumun bir kısmı terörize edilmektedir. Gençler, bu olayların hem kullanılanı, hem de zarar göreni durumundadır. Türkiye, tarihinde ilk defa bu kadar güçlü bir şekilde dünyada temsil edilmekte, bölgesinde başta olmak üzere hemen her yerde dikkate alınmaktadır. 2002 yılından itibaren hemen her alanda sağlanan başarılar bu sonucu doğurmuştur. Türkiye’nin gelişmekte olan ülkeler arasında hatırı sayılır bir pozisyonda bulunması, her açıdan dünyanın egemenlerini ve oyun kurucularını rahatsız etmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin içinde ve yanı başında meydana gelen olaylara bu perspektiften de bakmak faydalı olacaktır. Nesil yetiştirmek, sadece devletin üstleneceği bir mesele değil • Güneydoğu başta olmak üzere birçok ilimizde meydana gelen sokak olaylarında, 15-16 yaşlarındaki çocuklar ve gençler terör örgütü yandaşlarınca kullanılıyor. Nasıl bir gençlik politikası planlanmalı ki, ne o çocuklar terörün tuzağına düşsün, ne de o aldanmış gençler bu tuzaklarda zayi olsun? Türkiye, 2002 yılından beri “millî” politikalar geliştiriyor. Başarısı da buradan kaynaklanıyor. Halkın desteğinin artarak devam etmesinin en büyük gerekçesi de bu. Meseleyi daraltmamak gerekir. Mesele, Türkiye’nin kendi medeniyet kökleriyle büyümesi, gelişmesi meselesidir. Ancak bu gerçekleşebilirse, gençlik sorunu da çözülebilir. Mesela, Türkiye ekonomik gelişmesini üretim merkezli sağlayamaz ise işsizlik büyüyecek, işsiz gençlerin sayısı artacaktır. Türkiye, ileri demokrasiye geçemezse, Türkiye dini toplumsal alanda yaşamazsa, din de gençler için bir fantezi olarak kalacaktır. Tabiî bunları artırmak mümkün… Dolayısıyla gençlerin hâlihazırdaki durumu futboldaki skora benziyor. Oynanan oyunun kalite ve kurgusunu, futbol altyapısını konuşmadan skoru konuşmak doğru değil. Bu meseleyi sadece bir ahlak ve din meselesi olarak görmek de ciddi bir yanlışlık olur. Mesele, bunlar kadar ekonomik, siyasal ve sosyal içerikleri bünyesinde taşımaktadır. Bu nedenle meseleyi Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın veya Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sorumluluğuna bırakamayız. Ancak burada sivil toplum kuruluşlarına bir başlık açmak istiyorum: STK’lar, toplumun bütün kesimlerinin birlikte, barış içerisinde ve karşılıklı haklara riayet ederek yaşayabilmelerinin alt zeminini oluşturabilecek yapılar olmalıdırlar. Yani STK’lar, hukuk devleti olmanın kabulünü ve ruhunu oluşturmalı, hükümeti, siyasal partileri ve devleti, vatandaşların eşitliği üzerinden hak ve özgürlüklerin kurallı kullanımına zorlamalı, farklılıklara saygılı ama toplumu ve gençleri olabildiğince ortak şuura çekebilen bir anlayışı yaymalıdırlar. Tabiî ki farklılıklarımız vardır, ama ortaklıklarımızın daha fazla olduğunu Muhammed İkbal Bakırcı düşünüyorum. Terör eylemlerinin kısa vadeli çözümü, kanaatimce farklılıkların kabulü ve ortaklıklarımızın yaşanması ile mümkün olacaktır. Gençlerimizi buna inandırmalıyız. “Artık has dairenin sahibi, halkın kendisidir” • Okul, yurt ve dershaneleri ile ön plana çıkan, toplumsal katmanlarda kendine yer edinmiş, istismar edilmek üzere güven ortamını elde etmiş ve devletin içinde birtakım köşe başlarına mevzilenmiş bir yapı var malumunuz. 17-25 Aralık’ta darbe girişiminde bulunan, “Paralel Örgüt” diye adlandırılan bu yapılanma hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Bu soruya şu tespitle başlamak istiyorum: Bilindiği gibi Türkiye’nin modernleşme sürecinde halk, edilgen, terbiye edilmesi ve eğitilmesi gereken bir kesim olarak görüldü ve devletin dışında tutuldu. Özellikle muhafazakâr düşünce ve yaşam biçimine sahip kesimler devletten, üniversitelerden, sanattan, ticaretten, askeriyeden ve yargıdan uzak tutulmaya çalışıldı. Aslında benzer uygulamalar, “azınlık beyaz seçkinler” tarafından bazen Aleviler, solcular, ülkücüler ve Kürtler için de yapıldı. Yani bu uygulamalar, “has dairenin” dışındaki her kesim için dönem dönem ve ihtiyaca göre gerçekleştirildi. Bu kesimler, devletin ve yukarıda sayılan alanların dışında tutuldular. Bu haksız, aşağılayıcı ve ötekileştirici devlet anlayışı, doğal olarak dışarıda kalanları birtakım arayışlara zorladı. Bu nedenden dolayı “has dairenin” dışında kalan bazı yapılar, belirledikleri yöntemlerle “gizli ve tedbirli” bir şekilde yargı, üniversite, askeriye ve emniyet gibi yerlere girmeye, sızmaya çalıştılar. Burada, yöntemin neden kaynaklandığını ve nasıl sonuçlandığını anlatmaya çalı- şıyorum. Dışarıda kalan yapılar, zamanla devlette olabilmek adına “gizli ve tedbirli olmak” gibi alışkanlıklar edindiler. 2002 yılından sonra AK Parti iktidarları, has dairede bulunan kesimlerle ciddi mücadele etti ve bahsettiğim alanları önemli derecede halka açtı. Ama alışkanlıkları yok etmek kolay değil. Konunun başına dönersek, sorun, başlangıçta halka güvensizlik, hukuk tanımazlık, adaletsizlik, ötekileştirme sorunu olarak görülmelidir. Ama sonrasında mesele, yeni bir “has daire sakinleri” meselesine dönüştürülmek istenmiştir. Hâlbuki artık devletin, halkın her kesimine eşit şekilde açık olduğu, gücün ve iktidarın tek sahibinin halk olduğu bilinmelidir. “Kurtarılması gereken makam” düşüncesinden vazgeçilmelidir. Gençlerimiz artık şuna inanmalıdırlar: “Egemenlik üzerine hiçbir kayıt konulamaz.” Kim olursa olsun, ister muhafazakâr, ister solcu, ister sağcı veya ulusalcı, kimse halkın iradesini yok sayamaz. Dünyada uğruna mücadele edilmesi gereken en önemli değerlerden biri de budur. Buna her gencin inanması gerekir. Paralel mesele dediğiniz de bundan başka bir şey değildir. Halkın seçtiği bir hükümeti yok etmek amacıyla eylemde bulunmak “darbe”dir. 17-25 Aralık operasyonları da bu nedenle gerçek bir darbedir. Hoşuma veya hoşumuza gitmeyebilir, ama halkın seçtiği bir iktidarı halkın iradesi dışında kimse alaşağı edemez. Gerekçesi her ne olursa olsun, böyle bir şey yapıldığı takdirde, darbe yapılmış olur. İktidarları değiştirmenin yolu, seçimlerden, sandıktan başka bir şey değildir. “Türkiye, artık mutlak göç veren ülke değil, göç alan ülke konumundadır…” • “Demografik fırsat penceresi” diye tarif edilen bir dönemden geçmekteyiz. Böyle dönemlerde nüfus dağılımının büyük parçasını genç nüfus oluşturur. Ülkeler, böyle zamanları fırsat olarak görür. 2002 yılından sonra bu fark edildi ve değerlendirildi. İşgücü performansının artmasıyla ve AK Parti İktidarlarının verimli istihdam politikalarıyla 12 yıldır aralıksız devam eden büyük bir sıçrama yaşamaktayız. Son olarak, gençliğimizin söz konusu böyle bir dönemde istihdam edilmesi hususunda görüşleriniz nelerdir? Türkiye’de 2002 yılından beri çok önemli iyileşmeler yaşandı. Bunlardan biri de ekonomik iyileşmelerdir. Bilindiği gibi siyasal istikrar üzerine kurulu makroekonomik göstergeler olan faiz, enflasyon, borç yükü ve bütçe dengesi gibi göstergelerde muazzam iyileşmeler oldu. İnsanımızın kendine olan güveni arttı. Bu güven artışı ekonomiye de yansıdı. Ama hâlâ yapmamız gereken işler mevcut. Her şeyden önce ekonomiyi üretim sektörü üzerine oturtmamız gerekiyor. Yani imalat sektörünün GSMH içerisindeki payını arttırmamız lazım. Tasarruflarımızı arttırmamız gerekli ki yatırımlarımızı borçlanarak değil de kendi sermayemizle yapabilelim. İleri teknolojili ürünlerin üretimini mutlaka gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bunun için de ARGE yatırımlarımızı artırmalıyız. Cari açığımızın en önemli iki nedeninden biri, “ara malı” ithalatıdır. Artan ihracatımız için gerekli olan ara malını yurtiçinde üretebilmeliyiz. Bütün bunlar, bizim öncelikli çalışma alanlarımız. AR-GE yatırımları 2002 öncesine göre arttı, ama hâlâ yeterli değil. Tasarruflarımızı arttırmak için yeni enstrümanlar geliştirdik, çalışmalarımız devam ediyor. Fakat bütün bunların yanında, biz biliyoruz ki en büyük sermaye, “sosyal sermaye” dediğimiz insandır, yani gençlerimizdir. Yine herkes biliyor ki ekonomide, yukarıda bahsettiğimiz alanlarda yaşanacak iyileşmeler genç nüfusumuzun da kalitesini arttıracak ve daha nitelikli işlerde istihdam edilmelerini sağlayacaktır. Maalesef hiçbir devletin elinde olmadığı gibi, bizim elimizde de sihirli bir değnek yok. İyileşmeler için biraz sabır lazım. Hükümet olarak önümüze koyduğumuz hedeflerimiz var. Geçen haftalarda bu hedefleri gerçekleştirmek için Hükümetimiz tarafından bir yol haritası çıkarıldı. Yol haritamız “üretim” merkezli, yani istihdama dönük olacak. Bunun anlamı, daha nitelikli ve kalifiye genç istihdam demektir. Türkiye, artık mutlak göç veren ülke değil, göç alan ülke konumundadır. Avrupa ve Amerika’dan Türkiye’ye “tersine göç” başlamıştır. Gurbetteki insanlarımız Türkiye’de umut görmekte ve iş imkânı bulmaktadırlar. Türkiye, gelişen ekonomiler arasında olan bir ülkedir. Kişi başına geliri ve GSMH’si sürekli artmaktadır. 2002’ye göre daha fazla yabancı yatırımcı Türkiye’ye gelmektedir. Bölgenin en istikrarlı ülkesi Türkiye’dir. İşsizlik oranları Batılı ülkelerden çok daha iyidir. Etrafımızdaki yangına, Suriye ve Irak’tan gelen ciddi göçlere rağmen ekonomide kriz yaşanmamıştır. Gençlerimiz için de gelecek, bir umut olmalıdır. Bunun her türlü göstergesine sahibiz. İstikrarlı bir hükümetimiz ve istikrarlı bir ekonomimiz mevcut. AK Parti hükümetlerinin bütün hedefleri gençler üzerine kurulu. Genç nüfus, bizim en önemli kaynağımız. • Sayın Vekilim, söyleşi için teşekkür ederiz. kasım 2014 45 haberajanda Analiz En iğrenç strateji İ LK defa Esat Kabaklı’dan işitmiştim muhteşem bir beste eşliğindeki “Dilek” ve “Hüküm” isimli şiirleri. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Alperenler Destanı adlı eserinin en önemli nazımlarından ikisidir Dilek ile Hüküm. Dilek’te, adı üzerinde bir isteme, hatta yakarma vardır, Hüküm’de ise Türk devlet aklına atıfla derin nasihatler. >> Destan Şairi Gençosmanoğlu’nun söz konusu Alperenler Destanı adlı eseri şöyle başlar: “Şol gökleri kaldıranın,/ Donatarak dolduranın,/ ‘Ol!’ deyince olduranın/ Doksan dokuz adı ile…” Bu dörtlük, eserin başka hiçbir yerinde yer almaz lakin uyum olarak Dilek ile Hüküm’e baş ilavesidir. Destan Hocası, bu dörtlükle en muazzam hissiyat üzere bir Besmele çeker. “Dayadım sana belimi,/ Kudretinle tut elimi;/ Yoğuram ana dilimi/ Anamın ak sütü ile” şeklinde başlayan Dilek’in ardından yer alan Hüküm şu öğütlerle doludur: “Dedem Korkut der ki, ‘Evet,/ Vardır düğün dernek, davet./ Fakat Oğuzlarda devlet/ Olmaz dedikodu ile./ Pis sularda kir arınmaz,/ Sisli günde yol görünmez./ Düşman üstüne yürünmez/ Casus ile, cadı ile./ Kuşa misal can dediğin,/ Suya misal kan dediğin;/ Bilenir iman dediğin/ Ataların yâdı ile./ Er odur ki ün salası,/ Kına girmeye palası./ Oğul hey! Bozkurt balası/ Büyütülmez dadı ile’.” Ben bu öğüdü, Kabaklı’dan ilk dinlediğim günden bugüne, sanki bütün devlet ilkelerimiz bu sözler üzerine yazılmış gibi kendime şiar edindim. Hüküm’de geçen öğütlerin tamamı, devlet konusu ile alakadar birçok konuda çözümlemeler çıkarma noktasında bana önemli bir yol haritası olmuştur. Öyle ya, IŞİD konusunda havsala tı- Önümüzde, kendilerini kullananlar tarafından değil, saf ve masum aileleri tarafından “Bizim elimizde yetişti” veya “O bizim kahraman babamız” şeklinde sahiplenilen ve hakikî devletleri “Evladım!” diyerek bağrına bastığında bütün düşmanları deşifre edecek insanlar var. Nasıl askerî hiyerarşide komutanın emrini yerine getirmek zorundaki asker varsa, kalbine yerleştirilen kilidin kodlarını yaban ellere sunmuş ve maalesef vatana hizmet ettiği zannına sahip insanlar mevcut. 46 kasım 2014 Mehmet Serhat Bıçak [email protected] kanıklığı gösteren kimselere dahi bu öğüdü tekrarlayarak karşılık vermiş, devlet geleneğinin ne demek olduğunu ve söz konusu gelenek sebebiyle neden hiçbir Türk devletinin terör gibi bir maşa kullanmayacağını açıklamıştım. En nihayetinde Gençosmanoğlu’nun dizeleri ne vahiy, ne de tarihî kimliklerin aktardığı doğrudan sözlerdi. Ancak Güzeller Güzeli Habibullah’ın (s.a.v.), kendisine geldiğinde “Beni bu ayet ihtiyarlattı” şeklinde şerh düştüğü Kur’an-ı Mübin’in o muazzam ifadesi olan “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” düsturunun üzerine inşa edilmiş ve bu mizandan zerre şaşmamış bu dizeler bütünü, benim için hem manevî, hem tarihî, hem de ananevî bir kurallar bütünü halini aldı. Nizamiye ile Alamut’a bakarken… Selçuklu Devleti tarihi, bilinç açısından günümüz düşünce kabiliyetine uzak, kabiliyetimizin de uzanmak derdinde olmadığı bir döneme sahiptir. Hatta bu ulaşma ve dolayısıyla ibret alma konusundaki iştahsızlık, Selçuklu çerçevesine bir de gizem katar. Ondan bahisle konuşulan şeyler -amiyane tabirle- gözümüze sokulsa dahi ya göremeyiz ya da görmezden geliriz. Bu manada karşımıza çıkan en önemli ve gündeme en yakın örnek, Selçuklu ve Haşhaşi çatışmasıdır. Haşhaşilerin karşısında Selçuklu’yu temsilen yer alan Nizamü’l-Mülk’ün kim olduğu, yazdığı Siyasetname’yi nasıl hazırladığı, Siyasetname içerisinde kullandığı anlatımları hangi hikâyelerle simgeleştirdiğini anlamak ve gelecek çerçevesinde hazırlıklar yapmak yerine Nizamü’l-Mülk şahsına yaslanan gizemlerde tıkanır, Haşhaşi maddesinde Alamut’un cennet bahçelerinde haşhaş tüketen fedailere merak salarız. Ne ilginç bir tevafuktur ki, Nizamü’lMülk’ün Farisî olduğuna dair belirtilen iddialarla günümüz paralel yapısının Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibine İrancı sıfatı/ iftirasıyla yaklaştığını görmekteyiz. Ancak dedik ya “devlet geleneği”, Nizamü’lMülk’ten bahisle Siyasetname’yi, dolayısıyla devlet aklının hangi çekirdek kurgu içinde teşkilatlandırıldığını yakalayamadığımızda Haşhaşi’nin odamıza kadar girip başucumuza dayadığı bıçağı görünce “Bunlar her yerdeler!” endişesiyle uyuyamaz oluruz. Nizamü’l-Mülk, Nizamiye Medreseleri namıyla bilinen eğitim yuvalarında bilge yetiştirme cehdine sahip bir devlet adamı idi. O, bu medreselerde düşman içerisine sızmak üzere değil, milletine din, bilim, sanat, iktisat ve siyaset gibi temel hizmet alanlarında keşifler yapacak, idare sunacak ve ebed müddet ilkeyi sürdürecek bilgeler olmaları inancıyla bir tür bağışıklık sistemi planlıyordu. Nizamü’l-Mülk’ün karşısına yerleştirilen karakter olan Hasan Sabbah ve Nizamiye Medreseleri’nin karşısına dikilen Alamut’unsa kurgu ve uygulama sahası başkaydı. Bildikçe inanmanın karşısında inandığını bilme şuurunu (!) yerleştiren Sabbah ve Alamut, bilge karşısında dai ve fedai olarak tanımlanan ters iki tip kodluyordu. Dailik ve fedailik, günümüz casusluk ve suikast yöntem ve stratejilerine yeni boyutlar getirmiş, basit surette tanımlanabilecek bu iki tampon kuruma kompleks bir beden giydirmiştir. Casusluk doktrini Casusluk üzerine kurulu diyalektik, devletin doğrudan kendi yetiştirdiği, kendi büyüttüğü, bir anlamda devletin eline doğan insanların işlenmesi stratejisine bağlıdır. Yani genellikle casus, ana ve babası olmayan, dolayısıyla devletin ana ve de babası olduğu, devletin büyütüp yetiştirdiği kimselerden yetiştirilir. Bu tarzı tüm dünya ülkelerinde görmek mümkündür. Devlet bu sayede, doğrudan kendisine inanan ve kaba bir deyişle kaybedecek hiçbir şeyi olmayan evladını, kendisine karşı tehlike oluşturabilecek unsurların merkezlerine sızdırır. Genel anlamda çekirdek bir aileye mensup olmayan fert, büyük ailenin arkasında durduğunu bilir. Ancak bu ferdin deşifre olması da söz konusudur. Böyle bir durumda kaybedecek bir şeyi olmayan bu ferdin devletten tek beklentisi kalır. Ferdin deşifresi, devletin deşifresine perde olacaksa, o halde “Vatan sağolsun!” ilkesi devreye girer. Haşhaşi ekolün bütün değerlerini inşa ettiği temel inançtır. Bu temelin göstermiş olduğu ilk doktrinse “ana babayı, eşi dostu, yâri yareni terk etmek”tir. Bu noktada potansiyel ferde sunulan vurgu şu yöndedir: “Peygamber’in yanında yer almak uğruna babasıyla, kardeşiyle, ailesiyle savaşan sahabeler vardı…” Bu vurgu, gerektiği anda ana babasını, ailesini, eşini ve hatta çocuğunu bırakacak ferde “Sen ancak benimle var olabilirsin!” çağrısı yapar. Bu çağrı, bilinçaltında yer alan en kilitli çekmecelere saklanır ki başkaları bu kilidi kıramasın. Hâlbuki çocuğu Hazreti Peygamber’e yaklaşıp da huzuru bulduğu için diğer mensupları da Müslüman olan onlarca aile vardır ki bunlar içindeki ilk akla geleni Ammar bin Yasir’in ailesidir. Zira aile, İslam’ın da ilk şehitlerini veren ailedir. Haşhaşi sistem, herhangi bir devletin casus yetiştirme adına doğrudan masrafa girmediği en kompleks sistemdir. Bu sistemle bir devlet, herhangi bir maşa veya bir taşeron üzerinden kolaylıkla düşmanı olan devlet içerisinde sızıntıdan daha büyük aralıklar bulabilir. Kısaca “Devletler ajan yetiştirirler ve bunu genellikle kimsesiz kalmış vatandaşları üzerine kurgularlar” demiştik ya, işte paralel yapıyla görünen oyun da casus yetiştirme taktiklerinin en iğrencidir. Zira yetiştirilen casus ferdin devlet tarafından savunulmasına gerek yoktur. Zira oratda deşifre endişesi duyan bir devlet yoktur. O casus fert, kendisini doğuran ana, büyüten baba, yanında olan eş ve çocuklarıyla bir yapay vicdan fanusunda korunaklı bir seviyeye zaten getirilmiştir. Devlet, can özünden bir Besmele çekmeli Gençosmanoğlu’nun “Pis sularda kir arınmaz,/ Sisli günde yol görünmez./ Düşman üstüne yürünmez/ Casus ile, cadı ile” deyişindeki ders, bize Türk devlet geleneğinde kirden arınma konusunda pis sudan, yolu temiz görmek için sisli günden kaçınmak gerektiğini öğretir. Ve özellikle Türkün yalınkılıç at sırtında korkusuzca düşman üzerine ilerlerken casustan ve cadıdan nasıl imtina ettiğini de hatırlatır. Önümüzde, kendilerini kullananlar tarafından değil, saf ve masum aileleri tarafından “Bizim elimizde yetişti” veya “O bizim kahraman babamız” şeklinde sahiplenilen ve hakikî devletleri “Evladım!” diyerek bağrına bastığında bütün düşmanları deşifre edecek insanlar var. Nasıl askerî hiyerarşide komutanın emrini yerine getirmek zorundaki asker varsa, kalbine yerleştirilen kilidin kodlarını yaban ellere sunmuş ve maalesef vatana hizmet ettiği zannına sahip insanlar mevcut. Bu iğrenç tezgâhı bozmak için devlet, bu insanlara ancak Rahman, Rahim, Kadir ve Rezzak olan Allah’ın kulu olduklarını, merhamet ve rızkın ancak Allah’ın kudretinde olduğunu hatırlatarak yumruğunu masaya vurmalıdır. O yüzden devlet de Mülkün Sahibi’ne dayayıp belini, çekmelidir Besmelesi’ni… kasım 2014 47 haberajanda Analiz Örneğin döner sermayesi onlarca saraydan daha fazla olan ama etrafı çamurdan yapılmış “sade” binalarda organize edilen “rant”, cemaat elinde olduğu için “bereketlendirilmiş” ihsandır. Fakat devlete ait bir “saray” ise, israftan önce bütün varlığı ile zulüm ve tasallut binasıdır. Oysa bir cemaatin devlete yüzü dönük reflekslerinden daha ele verici olanı, diğer cemaatlere karşı olan yaklaşımında gizlidir: “Müslümansa ‘kâfir’ diyemeyiz, ancak bizden değilse destekleyemeyiz…” *** Halkın iradesini cahilliğe ve iman zayıflığına veren bazı cemaatlerin sahip olduğu “Biz hakikati temsil ediyoruz; bize uzaklığına göre kişi, toplum veya devlet ‘sapmış’tır!” çapındaki anlayış, aslında bir tekrarı anlatır bize ve geleceğe: “Bir güç savaşını ‘barışın savaşa direnişi’ diye sunmak sahtekârlıktır.” 48 kasım 2014 Cemaatin fedakârlığı, devletin ise “zorunlu” sada- kati imgelediği ileri sürüldüğünden, tartışmalarda devlet, gücünden aldığı haklar (dolayısıyla hukuk) gerekçesiyle genelde “haklı” ilan edilir. Tüm bunlar, öğretilmiş bir cümlenin şerhleridir: Devlet’in doğasında güç, cemaatin doğasında hikmet vardır. Hatta bu öğretilmiş cümle ile kurulu disiplinler ve ülkeler vardır. Servet Hocaoğulları [email protected] B İRBİRİNİ tamamlayan, bir bütünün parçası olan unsurlar, zamanla (“Zaman” ile) seçenek kılınabilirler. Ve birini tercihe zorlanan toplum için bu ayrışma/ayrılma, sadece “karar” aşaması olarak geçici bir eşik kılınabilir. Dolayısıyla bu eşiği aşmak noktasında alınan karar, diğer seçeneği inkâr anlamına gelmez. Örneğin bir ilahiyat meselesi, bir İslamî soru(n) olarak, “İslamî esas ve uygulamalar noktasında İslamî/meşru olan bir yönetime/ devlete karşı bir ‘cemaat’ darbe, isyan, muhalefet, karşı hareket içine girerse”, Müslümanlar kendi aralarında “Devlet mi, cemaat mi?” diye bir tartışmaya girerler mi? Aslında böylesi bir tartışma içine düşüldüğünde, devlet algısı cemaat kültürüne nispetle hem daha karışık, hem de “güç” zemini sebebiyle “olağan şüpheli” konumuna çekilir ve gönül “cemaat”i kollar. Bu, şunu betimler: Cemaatin yüzü, “masum yüzlü” dür. (Siz bunu, “Cemaat ‘nur’ yüzlüdür” diye de tercüme edebilirsiniz.) Günümüzde cemaat ile “sivil”, devlet ile “resmî” algı ilişkisi, aslında ikiyüzlü bir madalyon etkisi yapar. Madalyonun öndeki resmi devlet, içerideki (kalbe daha yakın olanı) ise cemaat resmi ile doludur. Devlet ile iman arasındaki “mesafe”, çoğu zaman cemaat safında yer almakla anlamlandırılır. Cemaatin fedakârlığı, devletin ise “zorunlu” sadakati imgelediği ileri sürüldüğünden, tartışmalarda devlet, gücünden aldığı haklar (dolayısıyla hukuk) gerekçesiyle genelde “haklı” ilan edilir. Tüm bunlar, öğre- tilmiş bir cümlenin şerhleridir: Devlet’in doğasında güç, cemaatin doğasında hikmet vardır. Hatta bu öğretilmiş cümle ile kurulu disiplinler ve ülkeler vardır. “Asr-ı Saadet döneminde, özellikle de ilk dört Halife döneminde acaba güç zeminindeki yönetimi ve hikmet zeminindeki cemaati kimler temsil ediyordu?” diye bir soru sorsak, sanırım Müslümanların ezici çoğunluğu bu dönemi “devlet ile cemaatin özdeş olduğu dönem” olarak niteleyecektir. Hatta Ebuzer (r.a.) gibi örneklemelerde bile “Ashabdır, hakkı vardır!” özel kanunu ile devlet-cemaat düzleştirmeleri yapılacaktır. Devlet-cemaat ayrımının moderne ait bir algı hastalığı olduğu iddiası da ayrı bir tartışma sebebidir. Ancak “bilinç” katmanlarının en altında “Cemaat ‘iyi’ye yakındır” sloganı vardır. Bu sloganın 17 Aralık operasyonundan bu yana kullanım şekline baktığımızda ilginç bir algı yönetimi tekniği ile karşılaşılmaktadır: “İyi olan cemaatte olduğu için, cemaatten izinsiz kullanılan ve önünde ‘ak’ yazan her ne var ise ‘şüphe’ içerdiğinden, aslında o şey ‘sahte’dir.” Örneğin döner sermayesi onlarca saraydan daha fazla olan ama etrafı çamurdan yapılmış “sade” binalarda organize edilen “rant”, cemaat elinde olduğu için “bereketlendirilmiş” ihsandır. Fakat devlete ait bir “saray” ise, israftan önce bütün varlığı ile zulüm ve tasallut binasıdır. Oysa bir cemaatin devlete yüzü dönük reflekslerinden daha ele verici olanı, diğer cemaatlere karşı olan yaklaşımında gizlidir: “Müslümansa ‘kâfir’ diyemeyiz, ancak bizden değilse destekleyemeyiz…” Yani “bağlantısız kardeşlik” kültürüne sahip çabaların kendini kutsayan törenleri ile gücün şarkısı olan devlet törenleri arasındaki anlam ikizliği, aslında bu noktada bir gerçeği bize haykırıyor: Sivil güç ile resmî gücün doğası aynıdır. Yalnız sivil güç, “nur yüzlü”, yani Anadolu algısındaki “Yüzünde nur var” vurgusunu taşırken, devlet yüzü, yani resmî güç, “zor gülümseyen asık yüzü” imgeliyor. Yalnız iki ayrı yüzün elleriyle yaptıkları arasındaki benzerlik bir tesadüf değildir. Çünkü insan güce taliptir -ama sivil, ama resmî yüzle elde edilsin-. “Devlet mi, cemaat mi?” ikilemi “doğal” olmayan bir ikilem olsa da halk tarih boyunca tercihini “devlet” ile somutlaştırmıştır. Çünkü halk, iradesini orada güçlendirmektedir. Halkın iradesini cahilliğe ve iman zayıflığına veren bazı cemaatlerin sahip olduğu “Biz hakikati temsil ediyoruz; bize uzaklığına göre kişi, toplum veya devlet ‘sapmış’tır!” çapındaki anlayış, aslında bir tekrarı anlatır bize ve geleceğe: “Bir güç savaşını ‘barışın savaşa direnişi’ diye sunmak sahtekârlıktır.” kasım 2014 49 haberajanda Strateji Başa mı dön “K OBANİ, ABD için stratejik öneme sahip bir yer değildir. Koskoca Musul ve Irak’ın diğer yerleri değil de neden ille Kobani? Halep’te, Hama ve Humus’ta oluk oluk kan akarken kılını kıpırdatmayan ABD’nin Kobani hassasiyetinin sebebi nedir?” diye soruyor Sayın Cumhurbaşkanı. ABD hiç oralı olmuyor, duymazdan geliyor; Türkiye’nin itirazına rağmen müttefikinin düşmanı olan terörist örgüte destek sağlıyor. >> O kadarla da kalmıyor, Türkiye’nin IŞİD’e yardım ettiği yalanını yayıyor, en yüksek resmî ağızlardan bunu dillendiriyor. Yani açıkça, Türkiye’ye düşmanca bir tavır içine giriyor. NATO müttefiki ve “stratejik ortak” iki devletin dünya kamuoyu önünde aleni bir şekilde karşı karşıya gelmesi pek alışılmış bir şey değil. ABD’nin Türkiye’yi hiçe saymaktan da öte, ülkemize adeta düşman muamelesi yapmasının çok önemli bir sebebi olmalıdır. Cumhurbaşkanı “Oyun içinde oyun var” diyerek karşı tarafın hesabını bildiğini ima ediyor, konumu gereği daha fazla şey söylemiyor, sadece “Onların bir hesabı varsa bizim de bir hesabımız var” demekle yetiniyor. Nedir ABD’nin derdi ve hesabı? Cumhurbaşkanı bunu teşhis edebilmiş midir? Medyamızda yazan ve konuşan fikir insanlarında bu soruya doyurucu bir cevap bulamıyoruz, insanların kafası karışık. Türkiye’ye açılan düşman cephe: Kobani Naçiz kanaatime göre, hiç şüphe edilmemelidir ki bu oyunun arka planında İsrail vardır. Her nasıl olduysa, İsrail’in Başkan Obama’yı adamakıllı kucağına oturttuğunu görüyoruz. Bu işin içinde Almanya, İngiltere ve İran’ın da destekçi olarak mevcut olduğu anlaşılıyor. Bir operasyonun çoğu zaman birden fazla hedefi olabilir, ancak daima bir ana hedefi mevcuttur. Senaryosu müştereken İsrail ile ABD’ye ait olduğu anlaşılan “IŞİD 50 kasım 2014 operasyonu”nun ana hedefinin Türkiye, ana enstrümanının da Kobani olduğu artık şüphe götürmeyecek derecede anlaşılmış bulunuyor. Yani şunu net olarak ortaya koyalım: Kobani, Türkiye’ye karşı açılmış bir cephedir. ABD’nin uygulamaya koyduğu plana göre “Türkiye’nin desteklediği” IŞİD terör örgütü, Kürt nüfusla meskun Kobani’ye saldırınca yöre halkı kitle halinde Türkiye’ye iltica edecek, bununla beraber Türkiye’nin “IŞİD’i desteklemiş olması” (!) yüzünden Kürt vatandaşlarımız devlete karşı tepki gösterecek ve bu suretle Türkiye’nin çok ağır ekonomik, siyasî ve sosyal bir sorunla istikrarsızlaştırılması sağlanmış olacaktı. Düşman işini biliyor ve Türkiye’nin iki yumuşak karnı olan Kürt sorunu ile sığınmacı problemine atış yapıyor. Şayet uygulama bu çerçeve ile sınırlı kalmış olsaydı, düşmanın hevesi yine de kursağında kalmış olacaktı. Ülkemizin, onların sandığından çok daha güçlü ve dirençli olduğu ortaya çıktı. Devletimiz, 200 bin kişilik bir sığınmacı kitlesini gayet soğukkanlı ve mükemmel bir organizasyonla iki gün gibi kısa bir sürede sorunsuz olarak kucaklamayı başardı. Bölgedeki Kürt vatandaşlarımızdan da onların beklediği gibi hiçbir kalkışma olmadı. Ne var ki düşman, her an bir joker gibi kullanılmaya teşne PKK terör örgütü ve onun siyasî uzantısını devreye sokarak ülkemizin istikrarına esaslı bir darbe indirmeye muvaffak oldu. 6-7 Ekim olayları, asla bölge halkının bir reaksiyonu değil, söz konusu örgütün planlı bir eşkıyalık hareketidir. Büyük oyunun yeni safhası mı? Peki, ABD ve ortaklarının zoru nedir, ne istiyorlar? Bu sorunun cevabını geçen sayıdaki yazımda, İsrail’in Akdeniz’de bulduğu söylenen gaz rezervinin, Rum gazıyla beraber Batı’ya taşınmasında Türkiye’nin Güney Gaz Koridoru rekabetinden kurtulma gayretine ve ABD’nin öteden beri rahatsızlık duyduğu Kuzey Irak enerji kaynaklarıyla olan ilgisini kesme isteğine bağlamıştım. Bu kanaatimi halen muhafaza ediyorum ama anlaşılıyor ki işin boyutu çok daha büyük. Bunu, PKK ve siyasî uzantısının değişen tavır ve artan cüretinden anlıyoruz. Demek ki Kandil’e bazı vaatlerde bulunulmuştur. Peki, bu vaatler ne olabilir? Elbette Suriye’dekilerle beraber bir bağımsız Kürdistan kurma vaadinden bahsedebiliriz. Ancak 6-7 Ekim kalkışmasına Öcalan tarafından fren yaptırıldığı görüldü. Öcalan’ın bunu yapmaktaki gayesi nedir? Kandil ile aralarında hedefte mi, yoksa metotta mı farklılık vardır? Bu soruların cevabını bilmiyoruz, çünkü Öcalan’ın Çözüm Süreci’nde samimi olup olmadığından veya iyi polis rolü çevirip çevirmediğinden emin değiliz. HDP’nin kaypak ve zikzaklı tavrına bakınca, hepsinin kalleş bir oyun içinde olduğu anlaşılıyor. Peki, “Şanlı Kobani savunması” ne kadar sürecek? ABD’nin PKK’ya yapmış olduğuna inandığım vaatte samimi olduğunu düşünüyorum. Bölgede tasarlanan harita değişikliği için Irak ve Suriye’den sonra sıra herhalde Türkiye’ye gelmiş oluyor. Saldırılarına devam edeceklerdir. Ellerindeki en büyük koz Kobani olduğuna göre, bu kozu sonuna kadar sömürebilmek için Kobani savaşının bitmemesi, yani taraflardan hiçbirinin kesin zafer kazanmaması gerekiyor. Görüldüğü kadarıyla taraflardan biri biraz üstünlük sağlar gibi olduğunda, hemen bir şekilde müdahale edilip denge sağlanıyor. üyoruz? PKK, devleti oyuna mı getirdi? Netice olarak gelecek günler, PKK/KCK’ya karşı çetin bir mücadeleye gebe görünüyor. Tekrar başa dönülmüştür. Ancak Çözüm Süreci öncesine göre tarafların pozisyonlarına baktığımızda, bölücülerin bu defa çok daha iyi durumda olduğu görülüyor. Eskiden terörist dağda idi, şimdi ise hem dağda, hem de bölgenin tamamında ve çok da etkin durumdadır. Demek ki Çözüm Süreci onların lehine işlemiş; PKK, “Artık şehit cenazeleri gelmiyor” ifadesini bir afyon gibi kullanarak, onun karşılığında bölgenin kamu yönetimini ele geçirmiş. Bu gerçeği Başbakanlık Başmüşaviri Etyen Mahcupyan’dan da duyuyoruz. Onlar için “şehirlerdeki kamu düzenini elde bulundurmak, Gabar dağını elde bulundurmaktan elbette çok daha değerlidir”. Örgüt, iki yıllık “cenaze açığını” nasıl olsa kısa zamanda telafi edebilecektir. Nitekim iki günde kırkın üstünde katliam gerçekleştirdi. Başbakan, bölgede kamu düzeninin sağlanmasını HDP’den, yani PKK’dan talep ediyor. Bir devlet için bu ne feci bir durumdur! Bu duruma nasıl gelindi? “Aman Çözüm Süreci zarar görmesin!” düşüncesiyle PKK’nın bölgedeki inanılmaz eylemlerine “Provokasyona gelmeyeceğiz” deyip göz yumularak, her defasında “Çözüm Sürecinden asla vazgeçmeyeceğiz” beyanlarıyla örgüte koz ve cesaret verilerek talihsiz bölge halkı örgütün kucağına teslim edildi. Bu endişe verici gelişmeler bir günde olmadı. Bu durumu endişe ile izliyor idiysek, “Herhalde bizim Sabri Öğe [email protected] bilmediğimiz, Hükümet’in bildiği bir şey var” şeklinde düşünüyorduk. Görüyoruz ki hiç de öyle bir şey yokmuş. Sayın Başbakan’ın “PKK olmasa da biz, Çözüm Süreci’ni halkımızla beraber sonuna kadar götüreceğiz” gibi acayip beyanına bakınca, Hükümet’in ne yapacağını bilmez bir halde olduğu anlaşılıyor. Biz yanlış mı biliyoruz, Çözüm Süreci Hükümet’le örgüt arasındaki pazarlık değil miydi? Sorumluluk elbette Hükümet’indir, ancak Öcalan’ı barış meleği gibi gösteren, PKK’nın eylemlerini ve HDP’nin söylemlerini görmezlik ve duymazlıktan gelen, ikiyüzlü HDP’lilerin sahte bir gülücüğü karşısında kendinden geçip onları aklama yarışına giren “beri taraf ”ın akıldane köşe yazarları da çok vebal altındadırlar. Paralel değil, yerleşmiş yapı Durum vahimdir! PKK’nın en önemli hedefi, bölgede kendi düzenini kurmaktı. Şimdi “kendi anlayışına göre bir kamusal düzen kurdu. Alt - üst mahkemeler, vergi sistemi veya asayiş birimleri, bu düzenin temel birimleri olarak hizmet veriyor. Dolayısıyla bugün Hükümet’in sorunu, Çözüm Süre-ci’nde adım atıp atmamak değil, bölgede ikinci bir siyasî otoriteye razı olup olmama sorunudur (1)”. PKK tarafı ise bu kazanımlarından asla vazgeçmek istemeyecektir ki kurmuş olduğu otoritenin devlet tarafından kabulünü istemektedir. Peki, bu mümkün mü? Dipnot (1) Orhan Miroğlu, Kamu Düzeni ve PKK, Star Gazetesi, 2 Kasım 2014, s. 14. kasım 2014 51 haberajanda Aksa Mesut Emre Balcı [email protected] Peki, biz neredeydik? Hz. Ömer, Selahaddin Eyyubi ve Yavuz’un emaneti Kudüs’e karşı Müslüman dünyayı üzülmekten öteye geçiremeyen neydi? Neydi bizlere her zulüm hadisesinde birkaç bela okuma ve birkaç duayla koca Kudüs’ü geçiştiren? İsrail zulmetmiyor ve bu zulüm televizyon ekranlarından evlerimize yansımıyor olsa bize Kudüs’ü hiç mi hiç hatırlatmayacak olan bu uykunun sebebi neydi? 52 kasım 2014 Biraz feraset, biraz cesaret 2 1 AĞUSTOS 1969 tarihinde Avustralyalı Michael Rohan, Mescid-i Aksa’yı yakmaya kalkıştı. Dünya Müslümanlarından gelmesi muhtemel büyük tepki İsrail tarafında korku oluşturmuştu. Ancak beklenen olmadı, birkaç cılız sesten öteye gidemedi “etrafı mübarek kılınmış” olan mescidi ortadan kaldırmaya yönelik bu şizofrence harekete karşı tepkiler. >> Açıkcası bu durum şaşırtmıştı İsrail’i. Yıllar geçti, hükümetler değişti, değişmeyen tek şey ölüm, yıkım ve zulüm oldu. Meydanı boş bulanlar her geçen gün biraz daha zorladılar sabırları, biraz daha vurdular zulümlerini âlem-i İslam’ın umursamaz yüzüne. Evrensel hukuk, insan hakları, eşitlik zırvalarını dillerine pelesenk eden hayâsız Batı’yı da arkalarına alıp kalp ve yüzlerindeki kiri dünyanın kucağına dökmeye devam ettiler. Peki, biz neredeydik? Hz. Ömer, Selahaddin Eyyubi ve Yavuz’un emaneti Kudüs’e karşı Müslüman dünyayı üzülmekten öteye geçiremeyen neydi? Neydi bizlere her zulüm hadisesinde birkaç bela okuma ve birkaç duayla koca Kudüs’ü geçiştiren? İsrail zulmetmiyor ve bu zulüm televizyon ekranlarından evlerimize yansımıyor olsa bize Kudüs’ü hiç mi hiç hatırlatmayacak olan bu uykunun sebebi neydi? Bize bizden gayrı dost yok (!) Önce savaşlar sonrasında ülkeler arasına çizilen sınırlar zihinlere kazındı. Evet, toprağı sıksan şüheda fışkıracak kadar uğruna şehit verdiğimiz vatanımızı aziz bildik, ama yeryüzünün geri kalanına yabancılaştık. Yıllarca aynı kültürde olup birlikte yaşadığımız ve kaybedeli daha yüz yıl dahi olmamış Musul ve Halep’i bile yedi yabancı yer gibi gördük. Çünkü bize öğretilen buydu. Böyle okumuş, böyle görmüştük. İçerisinde onlarca etnik kültürü barındırmış ve yüzyıllar boyunca dünyaya hâkim olmuş, insan odaklı cihanşümul bir anlayıştan aynı dili konuşmadığı herkesi kendine düşman bilen kısır bir yaklaşıma evrildik. Sonra düşmanlarımızı (!) tanımaya başladık. Bizim bizden başka dostumuz yoktu. “Biz” ise, topraklarımızı çevreleyen sınırlarda yaşayanlardan ibaretti. Buna rağmen Batı’yla aramızda çok ilginç bir ilişki vardı. Daha dün bütün silah gücüyle kapımıza dayanmış, topraklarımıza göz dikmiş olanların, bugün yaşam tarzlarıyla aramızda olmaları bizim için problem olmamaya başladı. Onlar gibi giyinmek, eğlenmek ve yaşamak, bizim için en büyük hayat standardı oluvermişti bir anda. Çünkü onlar medeniydi. Yazık ki, hem de yazık! Medeniyetin çocukları kültür yozlaşmasında sınırları aşmış, kimsenin birbirine güvenmediği coğrafyadan medeniyet öğreniyordu. Bir bakıma onlar da bizim düşmanımızdı ama o kadar da değildi. Çünkü medeni insanlardı en nihayetinde. Ama Araplar yok mu, ah o Araplar, ah o İslam dünyası?! Bizi sırtımızdan vurmuşlardı. Bütün bu algı operasyonlarıyla artık materyalist mantık üzerine inşa edilmiş maddeci Batı, bize ruhun güzellikleri üzerine bina olmuş İslam medeniyetinden çok daha yakındı. “Otoriter modernlik” dönemiyle birlikte toplum hayatı gittikçe sekülerleşmeye, dine bakışımız ise yalnızca ritüellerden ibaret olmaya başladı. İslam her defasında canlı ve hayatın her anına dokunan bir anlayışı vurgularken, camilere sıkışmış/sıkıştırılmış Müslümanlığımız bize büyük mefkûrelerimizi unutturdu. Dünya hayatının hızı ve karmaşası içerisinde boğulurken, zamanla temel İslamî kaideleri yerine getirmeyi bile çok büyük marifet bildik. İbadetlerimizi yaptık ama ötesine karışmadık, ötesini düşünmedik, düşünemedik. “Zalimi asla sevemem” derken… Kur’an bir İslam ümmetinden bahsederken, biz bırak ümmet birlikteliğini, cemaat şuurunu dahi oluşturamadık. Aynı olduğumuz yüzlerce değerimiz varken, kapı komşumuza, camideki saf arkadaşımıza dahi yeri geldi farklılıklar üzerinden yaklaştık. Nerede kaldı Kudüs? Nerede kaldı Aksa? Kendi içimizde dahi yabancılaştık ve Batı’ya ait bir hastalık olan bireyselleşmenin toplumumuzun damarlarına zerk olunmasını çaresizce izledik. “Eğer dikkat etmezseniz, medya, mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur” diyordu Malcolm X. İşte en büyük darbeyi de burada yedik. Batı dünyası, önce Müslüman dünyanın özgüvenin kırdı ve sonra kendisi nasıl istiyorsa öyle düşünmemizi sağlayabileceği sistemin ağlarını ördü dört bir yanımıza. Kâinatın Sahibi’nin direkt hitabına muhatap olduğunu unutan İslam dünyası, maddeci ve seküler Batı’nın hiçbir ruh temeline dayanmayan dünyevî hayalleriyle yaşar oldu. Bu medeniyetten daha güçlü oldukları için değil, algılarımızı yönetebilecek mekanizmaları oluşturabildik- leri için istediklerini hatırlatıp, istediklerini unutturdular bizlere. Bu esnada Müslümana yakışan feraseti sahiplenerek meseleleri Hak nazarıyla değerlendiremezken, hep birlikte bu oyuna gelip yalnızca bize gösterilenle yetindik, uyanık olamadık. Oysa yine Malcolm X’in ifadesiyle “bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter” idi. Biz o uyanıklara dahi çoğu zaman bakmamızı istedikleri pencereden baktık. Dünyanın değişmez hâkiminin Batı olduğu haberlerden sinema filmlerine kadar o kadar işlendi ki aklımıza, bu yargıyla yatar, bu yargıyla kalkar olduk. Dolayısıyla mücadele etmeye ihtiyaç bile duymadan, heyecanlı duygularımızı tarif dahi etmeden, belleğimize kazınmış bu ifadeyle olduğumuz yerde kalmayı tercih ettik. İsrail, 1948 yılında bağımsızlığını ilan ettiği günden beri işgalci ve sınır tanımaz politikalarına devam ediyor. Ancak dünyanın bu kadim coğrafyasında yaşanan işgal hareketine rağmen, dünya bu problemi “Filistin Sorunu” olarak konuşuyor ve tartışıyor. Sanki problem, hiçbir hakları olmadığı halde bu topraklara gelip yerleşen ve o coğrafyada yaşayan insanların haklarını hiçe saymış Siyonist zihniyete karşı mücadele eden Filistinlilerde imiş gibi biz dahi çoğu zaman bu hataya düşüyoruz. Onlar buralara “Ortadoğu” dediler diye biz de öyle diyoruz. İşte Kudüs ve cümle İslam topraklarının kurtuluşunun en büyük çıkış noktası, her şeyden öte bir zihinsel devrimle mümkündür! Kendisine gösterilenle yetinmeyen, kendisine öğretilene boyun eğmeyen, Hakk’ın sözünü bütün kulların sözlerinden üstün gören ve O istemedikçe hiçbir şeyin olmayacağına yeniden iman eden bir anlayış, ancak özelde Kudüs, genelde İslam dünyasının geleceğini aydınlatacaktır. Eğer biz yüz yıl boyunca Mescid-i Aksa’yı Fatih, Hacı Bayram-ı Veli veya Ulu Camii’den farklı görmeyecek bir ruhla büyümüş olsaydık, bugünkü barbarlar, miracın ev sahibi mescide girmeye cesaret göstebilirler miydi? Yazık ki sesi fazla çıkanın haklı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hiçbir insanî temeli olmamasına rağmen bütün dünyayı zulümlerine ikna etmiş, aykırı mekanizmaları medya ve siyaset gücüyle pasifize etmiş batıl güruha karşı Hakk’ı temsil etmenin özgüveniyle “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın! Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz” sırrına iman ederek ayağa kalkma vaktidir! Dünyaya medeniyet öğretmiş bir neslin devamı olarak ihtiyacımız olan her şeye zaten sahibiz. Sadece bakış açımızı değiştirmek ve farkına varmak zorundayız. Fazla söze gerek yok, Hacı Bayram’da alınacak tekbirin secdesine Mescid-i Aksa’da varmak zor değil. Biraz feraset, biraz cesaret… kasım 2014 53 haberajanda Kapak Gerek Beni Sadr’ın sözleri, gerek el-Kardavi’nin açıklamaları ve gerekse Uluslararası Âlimler Birliği’nin raporu analiz edildiğinde, “Şii Hilali” kavramı somut bir şekil almaktadır. Tüm bu verilere göre İran’ın İslam dünyasına hâkim olma projesi olarak ifade edebileceğimiz “Şii Hilali”’nin temel olarak iki amaç doğrultusunda işlev gördüğünü söylememiz mümkündür: “Pers İmparatorluğu’nun sınırları hayali” ve “Sünni İslam dünyasında Şii mezhebini (itikadını) hâkim kılmak”... *** İran Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi (DMTK) Başkanı Haşimi Rafsancani’nin özeleştiri niteliğindeki “Şiiler arasında Peygamberimizin sahabesine lanet ediliyor olması, IŞİD gibi yapıların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır” ve “Birbirinizle çekişmeyin, yoksa gücünüz gider” (Enfal Suresi, 46) ayetine vurgu yaparak ifade ettiği “Biz Şiiler, bu uyarıyı görmezden gelerek İkinci Halife Ömer başta olmak üzere sahabeye lanetle Şii-Sünni ihtilaflarını arttırdık. Hatta bazıları bu törenleri ibadet maksadıyla yerine getirir oldu”1 sözleri gerek Müslüman Âlimler Birliği heyetinin raporundaki tespitleri teyit etmesinde, gerekse İran’ın yürüttüğü mezhepçi politikalarının 54 kasım 2014 Cahit Tuz [email protected] doğurduğu sonuçları göstermesi bakımından oldukça manidardır. *** Beni Sadr2, 16 Ocak 2000’de katıldığı ElCezire’nin “özel konuk” programında, sunucu Sami Kelib’in sorularını yanıtlarken Ayetullah Humeyni’nin “Şii Hilali” projesinden bahsetti.3 Program sunucusu Kelib’in, “Humeyni, komşu Arap ve Körfez ülkeleri ile ilişkiler konusunda sizinle hiç konuştu mu? İmam Humeyni’nin bölgeye İran devrimi gibi bir askerî müdahale düşüncesi var mıydı?” şeklindeki sorularına Beni Sadr şöyle cevap vermekteydi: “Bu konuda benimle bir şey konuşmadı. Ancak Humeyni’nin başka fikirleri vardı… Humeyni, kıyı İslam dünyasında ‘Şii Hilali’ni hâkim kılmak istiyordu. Onun düşüncesindeki Şii Hilali, İran’da başlayıp Irak, Suriye ve Lübnan’ı kapsamaktaydı.” *** Sudan hükümetinin, ülkedeki İran kültür merkezlerinin Şiilik propagandası yaptığı gerekçesiyle 72 saat içinde kapatılması için talimat verdiğini bildirmesi4, gerek İran’ın yürüttüğü faaliyetlerden duyulan rahatsızlığı, gerekse faaliyetlerin icra edildiği coğrafyanın genişliğini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Ortadoğu ve Afrika’nın konuştuğu Sİİ HİLALİ’NE TEPKILER “Ş İİ Hilali”6 söylemi, son dönemlerde sıkça tartışılan gündem maddelerinden biri haline geldi. Gerek Arap dünyası ve gerekse ülkemizde konuyla alakalı birçok kalem, yazılarında bu konuyu işledi. İran’ın, dış politikasında “araçsalcılık yöntemi” olarak kullandığı “Şii Hilali”, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere Kuzey Afrika ve diğer Afrika ülkeleri tarafından tepkiyle karşılanıyor. Bu tepkilere geçmeden evvel, Şii Hilali’nin ne demek olduğuna bakmakta yarar olacağı kanaatindeyim. >> Ülkemizde şu ana kadar “Şii Hilali” kavramını ortaya atan ilk kişinin, 2004’te verdiği bir demeç sebebiyle Ürdün Kralı Abdullah olduğu bilinmektedir. Ancak bu kanı doğru değildir. Zira bunu ilk söyleyen, 1979 devriminden sonra İran’ın ilk Cumhurbaşkanı seçilen Ebu’l Hasan Beni Sadr’dır. Beni Sadr, 16 Ocak 2000’de katıldığı El- Cezire’nin “özel ziyaret” programında, sunucu Sami Kelib’in sorularını yanıtlarken Ayetullah Humeyni’nin “Şii Hilali” projesinden bahsetti. Program sunucusu Kelib’in, “Humeyni komşu Arap ve Körfez ülkeleri ile ilişkiler konusunda sizinle hiç konuştu mu? İmam Humeyni’nin bölgeye İran devrimi gibi bir askerî müdahale düşüncesi var mıydı?” şeklindeki sorularına kasım 2014 55 haberajanda Kapak Şii Hilali’ne Arap dünyasından resmî olarak ilk tepki gösteren kişi Ürdün Kralı Abdullah’tır. Kral Abdullah, 2004’ün Aralık ayında bir televizyon kanalına verdiği demeçte, Sünni Arap ülkelerinin Şii Hilali tarafından kuşatıldığını ifade etmiştir. Kral’a göre hilal, İran’dan başlamakta ve son dönemde Şii hâkimiyetinin oluştuğu Irak’ı kapsayarak Alevi elitlerin yönettiği Suriye üzerinden Şii nüfusunun giderek arttığı Lübnan’a devam etmektedir.5 Kral Abdullah’ın sözleri ile yukarıda beyan ettiğimiz Beni Sadr’ın açıklamalarının paralellik göstermesi son derece önemlidir. Beni Sadr şöyle cevap vermekteydi: “Bu konuda benimle bir şey konuşmadı. Ancak Humeyni’nin başka fikirleri vardı… Humeyni, kıyı İslam dünyasında ‘Şii Hilali’ni hâkim kılmak istiyordu. Onun düşüncesindeki Şii Hilali, İran’da başlayıp Irak, Suriye ve Lübnan’ı kapsamaktaydı.” Beni Sadr, bu konuşmasını şöyle tamamlıyordu: “İran bu bölgeye hâkim olduktan sonra bölge pet- 56 kasım 2014 rolünü ve Fars (İran) Körfezi’ni kullanarak tüm İslam dünyasına hâkim olacaktı.”7 Bu sözlerden anlaşılacağı üzere, “Şii Hilali” söylemi 2004’ten önce, hem de bir dönem İran’ın en yetkili ağzı olan biri tarafından ifade edilmişti. Bu sözün Humeyni tarafından zikredilmesi ise “Şii Hilali” kavramının çok daha önceye ait bir fikrin ürünü olduğu- na da işaret etmektedir. Özellikle Arap Baharı süreciyle birlikte bölgede yaşanan hadiselere İran’ın gösterdiği tepki ve izlediği politikalar, “Şii Hilali” söylemi üzerinde sürdürülen tartışmaları yeniden alevlendirdi. ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle Bağdat’ı adeta bir vilayeti haline getiren İran, Suriye’de uyguladığı politikalarıyla Arap coğrafyasında ciddi bir endişe yaratmıştır. Tahran, bir yandan Esed yönetiminin tüm zulüm ve katliamlarına bilfiil destek verirken, diğer yandan da nüfuz alanını genişletme gayretindedir. Nitekim en son olarak, İran’ın desteğini alan Husiler, Yemen’in başkenti San’a’yı işgal etmişlerdir. “Şii Hilali” ile kastedilen coğrafî sınırın Yemen’den başlayıp Lübnan’a kadar uzanan alan olduğu görüşünü düşündüğümüzde, İran’ın adım adım hilali gerçekleştirmeye doğru ilerlediğini Cahit Tuz söylememiz mümkündür. Yine bu minvalde Sudan hükümetinin, ülkedeki İran kültür merkezlerinin Şiilik propagandası yaptığı gerekçesiyle 72 saat içinde kapatılması için talimat verdiğini bildirmesi8, gerek İran’ın yürüttüğü faaliyetlerden duyulan rahatsızlığı, gerekse faaliyetlerin icra edildiği coğrafyanın genişliğini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Şii Hilali’ne Ortadoğu’dan tepkiler Şii Hilali’ne Arap dünyasından resmî olarak ilk tepki gösteren kişi Ürdün Kralı Abdullah’tır. Kral Abdullah, 2004’ün Aralık ayında bir televizyon kanalına verdiği demeçte, Sünni Arap ülkelerinin Şii Hilali tarafından kuşatıldığını ifade etmiştir. Kral’a göre hilal, İran’dan başlamakta ve son dönemde Şii hâkimiyetinin oluştuğu Irak’ı kapsayarak Alevi elitlerin yönettiği Suriye üzerinden Şii nüfusunun giderek arttığı Lübnan’a devam etmektedir.9 Kral Abdullah’ın sözleri ile yukarıda beyan ettiğimiz Beni Sadr’ın açıklamalarının paralellik göstermesi son derece önemlidir. Kral Abdullah, yine aynı yılın sonlarında Washington Post gazetesine verdiği bir mülakatta, seçimler yoluyla Şiilerin Irak’ta yönetimi ele geçirmeleri bağlamında Şii Hilali’nin yükselişi ile ilgili kaygılarını dile getirmiştir.10 Şüphesiz İran’ın devrim ihracı yaparak bölgedeki nüfuzunun artmasında en çok endişe duyan da Körfez ülkeleridir. Zira Batı’yla ittifak halinde olan bu ülkeler, İran’ın bölgedeki faaliyetleri neticesinde yine Batı’yla sorun yaşama endişesini de taşımaktadırlar. Suudi Arabistan, bu endişeyi taşıyan ülkelerin başında gelmektedir. Özellikle ülkedeki yüzde 6’lık Şii nüfusun, petrol bölgesi olan İhsa’da bulunması, Suud yönetiminin endişesini daha da arttırmaktadır. Bu nedenle Riyad, her fırsatta endişesini dile getirmektedir. Nitekim Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal, Dış İlişkiler Komisyonu’ndaki konuşmasında İran’ın bölgedeki faaliyetlerinden duyduğu endişesini dile getirmiş ve İran’ı Irak’ın içişlerine karışmakla suçlayarak şöyle demiştir: “Washington ve Riyad, Irak Kuveyt’ten çıkarıldıktan sonra İran’ı Irak’ın dışında tutmak için birlikte savaştı. Şimdi ise bütün ülkeyi sebepsiz yere İran’a veriyoruz.”11 Körfez ülkeleri, İran’ın bölgedeki mezhepsel faaliyetleri ile birlikte nükleer programından da rahatsızlık duymakta ve söz kasım 2014 57 haberajanda Kapak Suudi Arabistan Dış işleri Bakanı Suud el-Faysal, Dış ilişkiler komisyonundaki konuşmasında İran’ın bölgedeki faaliyetlerinden duyduğu endişesini dile getirmiş ve İran’ı Irak’ın içişlerine karışmakla suçlayarak şöyle demiştir: “Washington ve Riyad, Irak Kuveyt’ten çıkarıldıktan sonra İran’ı Irak’ın dışında tutmak için birlikte savaştı. Şimdi ise bütün ülkeyi sebepsiz yere İran’a veriyoruz.” konusu faaliyetleri bölge için tehdit olarak değerlendirmektedir. 2010 yılının 4-5 Ekim tarihlerinde, Suudi Arabistan’da “Körfez Ülkeleri ve Dünya” konulu bir sempozyum düzenlendi. Körfez Araştırmalar Merkezi tarafından düzenlenen sempozyuma katılan Körfez ülkeleri yetkilileri tarafından İran’ın bölge ile ilgili girişimleri çerçevesinde yürüttüğü mezhepsel faaliyetler ve bölgeyi kontrol etme isteğinin Körfez ülkeleri için bir tehdit oluşturduğu ifade edildi.12 Sempozyumda bir konuşma yapan Suudi Arabistan Genel İstihbarat Başkanı Mükrim Abdulaziz, yaptığı konuşmasında “İran’ın tehditlerine karşılık bundan sonrası için yapmamız gereken, Körfez ülkelerinin güvenliğini garanti altına alacak yeni stratejiler arayışına girmektir”13. Abdulaziz, bu ifadeleri kullanarak hem rahatsızlığını dile getirmiş, hem de karşı tedbirler alınacağının da işaretlerini vermiştir. “İran Dosyası” İran’ın Arap dünyasında icra etmeye çalıştığı faaliyetlere yönelik farklı kalemler tarafından yazılan pek çok yazı yayınlanmıştır. Söz konusu yazılar bir incelemeye tâbi tutulduğunda, ekseriyetinin de yürütülen faaliyetleri tehlike olarak algıladığı ve İran’ın Şiileştirme politikalarının bir parçası olarak görüldüğü neticesine varılmaktadır. Öyle ki, İran’ın yürüttüğü faaliyetleri içeren yazılar, kategorize edilmek suretiyle sistematik bir şekilde dosyalanarak farklı sitelerde yayınlanmaktadır. Bu bağlamda el-Beyyine.net14 adlı web sitesinin çalışması son derece önem arz etmektedir. Site, İran’ın faaliyetlerini “İran Dosyası” başlığıyla yayınlamaktadır. Söz konusu dosyada 17 farklı kategoriye tasnif edilmiş 3134 makale yer almaktadır. İçtima, siyaset, din, askeriye ve ekonomi gibi kategorilerin yanı sıra, İran’ın “Arap dünyası ve komşu ülkeleriyle olan ilişkileri” başlıklarıyla tasnif edilen dosyalarda yer alan makaleler, pek çok farklı ülkeden yazar, akademisyen ve araştırmacı tarafından kaleme alınmıştır. Elbette yazıların tamamına burada yer vermemiz mümkün değildir, ancak meseleyi somutlaştırmak adına birkaç yazının başlığını paylaşmakta yarar görüyorum: “İran’ın İslam dünyasına nüfuzu ve İranArap ilişkilerinin geleceğine etkisi hususunda tarihî uyarılar!”15 “İran’ın mezhepçilik 58 kasım 2014 Cahit Tuz faaliyetleri Arap evlerine kadar girdi. Ya sonra?”16 “İran’ın nüfuzu nereye kadar?”17 “İran, aynı zamanda işgalci bir ülkedir.”18 “Ey Ezher Şeyhi! İran’ın niyeti iyi değil.”19 “13 adımda İran’ı nasıl durdurabiliriz?”20 Kaleme alınan bu tür yazılar için seçilen söz konusu bu başlıklar üzerine imal-i fikir yaptığımızda, Arap dünyasında İran’a yönelik duyulan endişe daha da belirgin bir görüntü sergilemektedir. İran’a yönelik duyulan bu rahatsızlığın en açık şekilde ifade edildiği bu yazılarda, İran’ın gizli dosyalara sahip olduğu vurgusu yapılmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen İran’ın bölgedeki nüfuzu ve ağırlığı devam etmektedir. Zira İran, bölgede son derece iyi ve işleyen güçlü bir kapasiteye sahiptir. Özellikle Suriye’de uyguladığı politikalara rağmen bölgedeki nüfuzunu koruyabilmesini de sahip olduğu bu dinamik güç kapasitesiyle açıklamamız mümkündür. Hilale Afrika ülkelerinden tepkiler İran’ın devrim ihracı olarak nitelendirilen faaliyetleri çerçevesinde tepki gösteren ülkelerden biri de Mısır’dır. Mısır’ın devrik Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, 8 Nisan 2006’da el-Arabiyye televizyonuna verdiği bir demeçte tepkisini şöyle dile getirmiştir: “Bütün bu ülkelerde (bölgede) önemli oranda Şii vardır. Ve Şiiler, genellikle yaşadıkları ülkelere değil, İran’a sadıktırlar ve kendilerini oraya bağlı hissetmektedirler.”21 Son olarak Mısır Eğitim ve Öğretim Bakanı Dr. Cemal el-Arabi, yayımladığı kararla ülkede Şiiliğin yayılması şüphesinin bulunduğu tüm okulları kapsayacak geniş çerçeveli bir araştırma yapılması ve bu tehlikenin kapsamının belirlenmesi için emir verdiğini duyurmuştur. Bakan, meselenin öyle lanse edildiği gibi basit bir mesele olmadığını, aksine Şiileştirmenin son derece ciddi bir tehlike taşıdığını, Mısır’ın birçok grup tarafından hedef alındığını da belirtmiştir.22 Gerek Mısır Eski Başkanı Mübarek ve gerekse Eğitim Bakanı’nın açıklamaları analiz edildiğinde, yine İran menşeli faaliyetlerin tehlike olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Kuşkusuz İran’ın faaliyetlerine en sert tepki Fas’tan gelmiştir. 5 Mart 2007’de Fas Dışişleri Bakanı, yaptığı açıklamalarda İran’ın bölgede yürüttüğü mezhepsel faaliyetlerin bölge için tehlike olarak değerlendirildiğini ifade ederek, ülkesinin İran’la tüm diplomasi ilişkilerinin kesildiğini ve İran büyükelçisinin ülkesine gönderilmesi kararı alındığını duyurdu.23 Fas’ın böyle bir karar alması son derece önemlidir, zira bir ülkenin başka bir ülke ile diplomasi ilişkilerinin kesmesi, büyük bir sorunun da varlığına işaret etmektedir. Söz konusu tehlikeyi “İran’ın Şiileştirme politikası” olarak değerlendiren Bakan, aynı zamanda bölgede faal olarak sürdürülen etkinliklerin var olduğunu da göstermektedir. Ülkede hâlâ İran Büyükelçisi bulunmamaktadır. İran’a tepki gösteren ülkelerden biri de Sudan’dır. Sudan’da yürüttüğü faaliyetlerle adeta ülkeyi bir “Afrika üssü” haline getiren İran’a yöneltilen tepkiler, ülkedeki Selefi gruplardan gelmiştir. Bu gruplar tepkilerini, düzenledikleri konferans ve sempozyumların yanı sıra, hükümete baskı kurarak da dile getirmişlerdir. İran’ın faaliyetler konusunda Sudan hükümetine yapılan baskılar Müslüman Âlimler Birliği’nin de desteğiyle 17 Aralık 2006’da neticesini vermiş ve Sudan hükümetinin aldığı kararla Hartum’da faaliyet sürdüren İran Kültür Merkezi’nin kapatılmasına karar verilmiştir. Ancak en net tepki, geçtiğimiz Eylül ayında Sudan hükümetinin, ülkedeki İran kültür merkezlerinin Şiilik propagandası yaptığı gerekçesiyle 72 saat içinde kapatılması için talimat verdiğini bildirmesiyle olmuştur.24 Sudan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yusuf el-Kardofani tarafından yapılan açıklamada, ülkede faaliyet gösteren İran kültür merkezlerinin, faaliyet alanlarının dışına çıkarak Sudan’ın kültürel güvenliğine zarar verildiği ve bu merkezlerin artık birer tehdit ofisi haline geldiği vurgulanmıştır. Nitekim verilen bu karar, ülkede büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve İslam Fıkıh Akademisi’nce yapılan açıklamada “Sudan hükümetinin, ülkede faaliyet gösteren İran kültür merkezlerini kapatma kararı alması son derece önemli ve yerinde bir karardır. Bu merkezler vasıtasıyla ülkedeki gençlere ve halka Şii inancının yayılması için faaliyet yürütülüyordu” ifadelerine yer verilmiştir. Sünni ulemanın Şii Hilali tepkisi Müslüman Âlimler Birliği Başkanı Şeyh Yusuf el-Kardavi, bir televizyon programına verdiği demecinde “İran’ın geçmişteki Pers ve Kisra İmparatorluğu’nu kurma tamahları, rüyaları ve arzuları var. Farsçılık, Şiilik ve taassubun birleşimi, bu meselenin motivasyonudur” ifadelerini kullanarak bu konuya dikkat çekmiştir. El-Kardavi, daha önce de Mısır’ın elMısriyyun gazetesine bu yönde bir demeç daha vermişti. Kuşkusuz bu açıklamaların Müslüman Âlimler Birliği Başkanı olan ve Sünni İslam dünyasında son derece muteber bir konuma sahip olan el-Kardavi tarafından yapılmasının büyük önemi ve anlamı var. Zira o, siyasî bir ideolojik çıkara göre değil, Sünni Müslüman dünyası âlimleri adına konuşmaktadır. Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği, 2010 yılında, İran’ın Afrika ülkelerinde sürdürdüğü faaliyetleri incelemek üzere 40 kişilik uzman bir heyeti bölgeye gönderdi.25 Heyetin uzun araştırmaları sonucunda hazırladığı 752 sayfalık rapor da el-Kardavi’nin yukarıda zikredilen sözlerini teyit etmektedir. 32 Afrika ülkesini kapsayan araştırma, dört ana başlıkta şöyle ele alınmıştır: “Batı Afrika Ülkeleri: Benin, Burkina Faso, Siera Lenou, Togo, Gambiya, Nijerya, Nijer, Gana, Gine, Liberya, Mali, Moritanya, Fildişi Sahilleri, Gine Bisaou, Senegal”, “Orta Afrika Ülkeleri: Çad, Gabun, Kamerun, Kongo”, “Doğu Afrika Ülkeleri: Sudan, Uganda, Cibuti, Somali, Kenya, Tanzanya, Mozambik, Komoro Adaları, Etiyopya” ve “Kuzey Afrika Ülkeleri: Mısır, Cezayir, Fas, Tunus”. “Afrika’da Şiileştirme” -İran’ın Şiilik faaliyetleri kastedilmekte- başlığını taşıyan rapor, geniş bir saha çalışması olup önemli tespitlerde bulunmaktadır. Raporun sonuç kısmında, İran’ın bu bölgede “Büyük Elçilik ve Konsolosluklar”, “İslamî Eğitim Merkezleri”, “Araştırma Kurumları”, “Kültür ve Eğitim Merkezleri” ve de “cami, dernek ve yardım kuruluşları” aracılığıyla Şiilik propagandası yaptığı, yine bölgede son yıllar itibariyle Şiiliğin arttığı ve Artışın en çok Nijerya’da (3,5 Milyondan 10 milyona) olduğu tespiti de yer almaktadır. Raporda ayrıca, İran’ın bölgede yürüttüğü faaliyetlerin bilinçli yapıldığı ve İslam dünyasını Şiileştirme hedefinde olduğu ifade edilerek, bunun gelecekte İslam dünyasında mezhep çatışmaları doğuracağı neticesine kasım 2014 59 haberajanda Kapak sözlerine bakmakta yarar olacaktır: “Cüretle diyorum ki, günümüzdeki milyonlarca İran halkı, Resulullah dönemi Hicaz (Mekke) halkından daha üstündür. Ve aynı zamanda İran halkı, Hz. Ömer dönemi Irak’taki Kufe halkından da daha üstündür.”29 Kuşkusuz İran’ın faaliyetlerine en sert tepki Fas’tan gelmiştir. 5 Mart 2007’de Fas Dışişleri Bakanı, yaptığı açıklamalarda İran’ın bölgede yürüttüğü mezhepsel faaliyetlerin bölge için tehlike olarak değerlendirildiğini ifade ederek, ülkesinin İran’la tüm diplomasi ilişkilerinin kesildiğini ve İran büyükelçisinin ülkesine gönderilmesi kararı alındığını duyurdu. varıldığı açıklanmıştır.26 Tam da bu noktada, İran Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi (DMTK) Başkanı Haşimi Rafsancani’nin özeleştiri niteliğindeki “Şiiler arasında Peygamberimizin sahabesine lanet ediliyor olması, IŞİD gibi yapıların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır” ve “Birbirinizle çekişmeyin, yoksa gücünüz gider” (Enfal Suresi, 46) ayetine vurgu yaparak ifade ettiği “Biz Şiiler, bu uyarıyı görmezden gelerek İkinci Halife Ömer başta olmak üzere sahabeye lanetle Şii-Sünni ihtilaflarını arttırdık. Hatta bazıları bu törenleri ibadet maksadıyla yerine getirir oldu”27 sözleri gerek Müslüman Âlimler Birliği heyetinin raporundaki tespitleri teyit etmesinde, gerekse İran’ın yürüttüğü mezhepçi politikalarının doğurduğu sonuçları göstermesi bakımından oldukça manidardır. Gerek Beni Sadr’ın sözleri, gerek elKardavi’nin açıklamaları ve gerekse Uluslararası Âlimler Birliği’nin raporu analiz edildiğinde, “Şii Hilali” kavramı somut bir şekil almaktadır. Tüm bu verilere göre İran’ın İslam dünyasına hâkim olma projesi olarak ifade edebileceğimiz “Şii Hilali”’nin temel olarak iki amaç doğrultusunda işlev 60 kasım 2014 gördüğünü söylememiz mümkündür: “Pers İmparatorluğu’nun sınırları hayali” ve “Sünni İslam dünyasında Şii mezhebini (itikadını) hâkim kılmak”. İran’a yönelik gösterilen tepkilerin detaylarına indiğimizde de bu tepkilerin söz konusu amaçlara yönelik olduğu anlaşılacaktır. Netice itibariyle İran’a gösterilen tepkiler bir hakikati ifade etmektedir. Bunun adına ister “Şii Hilali”, ister “Devrim ihracı” yahut ister “Araçsalcılık Politikası” adını verelim, İran’ın gerek Ortadoğu ve gerekse Afrika ülkelerinde halkları rahatsız eden faaliyetler sürdürdüğü bir gerçektir. Nitekim İran’ın bu faaliyetleri, Şiiliğin siyasî bir faktör olarak ortaya çıktığı ve Ortadoğu’nun geleceğinin Sünni-Şii mücadelesi sonucunda belirleneceği tezinin ortaya atılmasına neden olmuş ve son dönemlerdeki gelişmeler dikkate alındığında bu tezin gittikçe güçlendiği de görülmüştür. Bu tezi savunanlardan biri olan Juan Cole, bu faaliyetlerin İran devriminin ikinci aşaması olduğunu savunmaktadır.28 Belki de İran’ın İslam dünyasındaki faaliyetlerini anlamak için Humeyni’nin şu Notlar 1. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/418060-rafsancaniden-oz-elestiri 2. İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı (4 Şubat 1980-21 Haziran 1981). İslamcı çizgiye yakın bir liberal olan Beni Sadr, yönetim içinde başlayan çekişmelerin, liberal kanadın tasfiyesiyle noktalanmasıyla makamını kaybetti. Cumhurbaşkanı Ebu’l-Hasan Beni Sadr, 21 Haziran 1981’de Meclis kararıyla azledilerek ülkeden ayrılmak zorunda kaldı ve Fransa’ya yerleşti. 3. http://www.elaph.com/ElaphWeb/ NewsPapers/2006/8/170494. htm?sectionarchive=NewsPapers ve http://www. islamhouse.com/395792/ar/ar/books/%D8%AD%D8% B2%D8%A8_%D8%A7%D9%84%D9%84%D9%87_% D8%AA%D8%AD%D8%AA_%D8%A7%D9%84%D9% 85%D8%AC%D9%87%D8%B1 4. http://www.trtturk.com/haber/sudan-dan-iran-a-72saat-sure-82631.html 5. İran Şii Hilali ve Arap Baharı, Doç. Dr Atilla Sandıklı, Emin Salihi, BİLGESAM, Rapor No:35 S.5, İstanbul, 2011 6. “Şii Hilali” söylemi her ne kadar İranlı yetkililer tarafından kabul edilmese de İran’ın dış politikası iyice analiz edildiğinde söz konusu söylemin numunelerine rastlamak mümkündür. Nitekim yazımızda da söz konusu numunelerin İslam coğrafyasında yarattığı rahatsızlık ele alınmıştır. 7. “Mercek altındaki Hizbullah”, Ali Hüseyin Bakir, 2007, S.16 http://www.islamhouse.com/395792/ar/ar/books /%D8%AD%D8%B2%D8%A8_%D8%A7%D9%84%D9 %84%D9%87_%D8%AA%D8%AD%D8%AA_%D8%A7 %D9%84%D9%85%D8%AC%D9%87%D8%B1 8. http://www.trtturk.com/haber/sudan-dan-iran-a-72saat-sure-82631.html 9. İran Şii Hilali ve Arap Baharı, Doç. Dr Atilla Sandıklı, Emin Salihi, BİLGESAM, Rapor No:35 S.5, İstanbul, 2011 10. Bayram Sinkaya, Şii Eksenli Tartışmalar ve İran, Avrasya dosyası 2007, cilt 13, sayı 3, S.42 11. “A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraq War.” Current History. Ocak 20-26 2006. S.24 12. Fuad Fehavi, Körfez Ülkeleri Yeni İttifaklar Arıyor. 13. Fuad Fehavi, Körfez Ülkeleri Yeni İttifaklar Arıyor. 14. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Catego ry&id=2&lang= 15. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printab le&id=1930&lang= 16. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl e&id=25247&lang= 17. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl e&id=22766&lang= 18. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl e&id=22656&lang= 19. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl e&id=16524&lang= 20. http://www.albainah.net/Index.aspx?function=Printabl e&id=14909&lang= 21. “Iraqi Civil War Threatens Region Mubarek Says,” ABC News Online, 9 Nisan 2006 22. http://irananaliz.wordpress.com/2012/01/03/misiregitim-bakanisiilestirmeye-musade-edilmeyecek/ 23. http://www.horytna.net/Articles/details. aspx?AID=12925 24. http://www.trtturk.com/haber/sudan-dan-iran-a-72saat-sure-82631.html 25. http://alrased.net/main/articles.aspx?selected_article_no=3659 26. http://www.alrased.net/site/topics/view/2191 27. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/418060-rafsancaniden-oz-elestiri 28. Juan Cole A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraq War.” Current History, cilt, 105, no: 693, Ocak 2006, S.20-27 29. http://www.alakhbar.info/20086-0--FF-C--F-.html haberajanda Strateji >> Bu buluşmalarda ev sahibi ülke, asla kendi sorunlarını tartışmaya açmaz. Çünkü omurgalı durup dışarıya sağlam görüntü vermenin onurlu bir iş olduğunu bilir. Zaten bu sayede bizim her türlü meselemize burunlarını sokma cesaretini gösterirler. Onlar Fransalı, Almanyalı, İspanyalı, İtalyalı ya Mehmet Fatih Öztarsu [email protected] da Yunanistanlı değildir ama bizimkiler Türkiyelidir. Sıradan bir vatandaşımızın bile duyduğunda öfkeleneceği küstahça yorumları büyük bir naiflikle onaylar ve aslında Türkiye’nin ne kadar berbat bir memleket olduğu imajını oluşturmak için canla başla çalışırlar. Bir başka konu Kürt meselesidir. Bu, Batı’da Türkiye aleyhine konuşulan en tatlı konulardan biridir, bu işten çok ekmek yenir. Bizim çakma aydınlar da savunma psikolojisini Atatürk Havalimanı’nda bırakmış bir halde ülkemize yönelik aşağılamaları sevinçle karşılarlar. Yapılan sunumlarda Türkiye’nin doğuya ilgisizliğini göstermek için en ücra köylerden çekilmiş fotoğraflar “Diyarbakır şehir merkezi” olarak gösterilir, bizimkilerin sesi çıkmaz. PKK tarafından katledilen vatandaşlarımız ise asla anılmaz, fakat dağdaki teröristlerin yaşam koşullarından duyulan üzüntüler hassasiyetle dile getirilir. Bizimkilere gaz verilir ki bu sefer de Türk milletinin ne kadar geçimsiz ve hoşgörüsüz olduğunu dile getirmeye başlarlar. Şu sıralar moda olduğu üzere, Sünni-Alevi konuları da apayrı bir zevk verir taraflara. Kürt meselesi elbette Ermeni meselesine kapı aralayacaktır. Çünkü bizim çakma aydınımız, gözü yaşlı bir halde Ermenilere duyduğu merhameti ispatlamaya çalışır. Onun için rakamların önemi yoktur, bu konuda bilgisi de yoktur. “Barbar bir milletmişiz, özür diliyorum” pişmanlığı sürekli kendisini gösterir. 24 Nisan günü Bayezid Entelektüel görünmek için Kobani şartı T ÜRKİYE’DE entelektüel görünmenin belli başlı şartları vardır. Evvela Amerika’nın mutlaka ziyaret edilmesi gerekir. Eğer imkânlar el vermiyorsa herhangi bir Avrupa ülkesi de yeterli gelebilir. Bu ülkelere gidildiğinde “Türk entelektüeli” olarak karşılanan suni aydınlar, o ülkeden ayrılırken “Türkiyeli entelektüel” olarak uğurlanırlar. Çünkü bu kıymetli aydınlar, oralarda katıldıkları toplantı, konferans ve bilumum buluşmalarda büyük bir iştahla Türkiye’nin her türlü sorununu gündeme getirir ve nihayetinde Türk kavramının da çakma bir olgu olduğunu zevkle tartışmaya açarlar. Meydanı’nda yapılan anma gösterilerinden fotoğraflar sunar daha inandırıcı olmak için. Orada kendi soydaşını dahi katleden çetecilerin, teröristlerin resimlerinin yanına gül koyduğunu söylemeyi ihmal etmez. Zaten onların Osmanlı’daki en başarılı teröristler olup padişah suikastından halk katliamlarına kadar yaptıklarından haberleri yoktur. Kazara bilinçli bir aydın ASALA ve Karabağ’dan bahsetse, “E adamlar ne yapsın? Acı içindeki halk böylece intikam alamaz mı?” diyerek onurlu duruş gösterilir. Entel görünmenin temel sütunları memlekete dönünce sağlamlaştırılır. Çünkü Batı böyle bir beklenti içindedir. Popüler olmak ve bu işlerden ekmek yemek için omurgasızlığın devam ettirilmesi şarttır. Bunun yansımalarını hepimiz görüyoruz. Artık biz de kendimizden şüphe eder hale geldik. “Acaba bu kadar aşağılık bir millet miyiz?” sorusunu kendimize sordurmayı başardılar. Hatta Kobani meselesinde de bunu gördük. Yabancı basını takip edenler, ne kadar mide bulandırıcı bir süreçten geçtiğimizi daha iyi anlamışlardır. İşler o hale geldi ki, Kobani ile Karabağ’ı karşılaştıran sözler ortaya çıktı. Daha önce bu güruhun Azerbaycan’ın adını ağızlarına aldığı görülmemişti, gayet ilginç duruyormuş. Bunların diğer Türk devletleriyle alakalarının olmadığını biliyoruz. Bu yüzden böylesi bir süreçte yapılan karşılaştırma çok ilginçti. Bir siyasetçi, aynı olayların Azerbaycan’da olması ve Türklerin sınıra yığılması durumunda da devletin Kobani’deki gibi bir tutum gösterip göster- meyeceğini sordu. Burada, zorlama bir şekilde ironi yapılmaya çalışıldı ki yakın tarihi pek bilmediği ortaya çıktı. Çünkü aynı olaylar Azerbaycan’da olunca, bizden yürekli gönüllüler Ermeni işgaline karşı savaşmak için Karabağ’a gidip bizzat düşmana karşı savaştılar. Kobani için böylesi bir delikanlılıkta bulunan olmadı. Çığırtkanlar Türkiye’de vatandaş kanı dökmeyi ve kamu malını tahrip etmeyi daha delikanlıca buldular. Bir başka ironi de Türkiye’nin Kobani’ye yardım etmemesi ile ilgiliydi. Güya Türkiye, Ermenilere yaptığı gibi Kürtlere de soykırımcı politika izliyormuş. 1915 ile Kobani’yi karşılaştıran algı operasyonuyla Türkiye’den yardım istemek ne kadar samimi ve akıllıca görünüyor bilinmez. Bundan sonra çakma aydınlar, çalışmalarına aynen devam etmek ve Batı’ya olan samimiyetlerini göstermek için Kobani’yi de listelerine ekleyecekler. Şimdilik bu konuda saçma karşılaştırmalar yapsalar da yakın vadede Türkiye’yi dara sokacak girişimler için bu konu ballandırılarak tartışılacak ve aleyhimize kullanılacak yeni bir koz olarak uluslararası platformdaki yerini alacak. 24 Nisan’da da 1915 ile Kobani karşılaştırmalarını sıkça duyacağız. kasım 2014 61 HABERA JANDASÖYLEŞİ IŞİD’in altyapısını oluşturan en önemli etken, hiç şüphesiz ki Nuri el-Maliki’nin Sünnilere karşı hukuksuz tutumları, yani zulmü oldu. Sünni Araplar geniş bir toplum, uzun süredir bu yanlış tutumların son bulmasını bekliyorlardı Nuri el-Maliki’den. Ramada, Amara, Felluce, Bağdat, Tikrit ve diğer şehirlerdeki Sünnilerin gerçekleştirdiği tüm barışçıl yürüyüşler, Irak silahlı kuvvetleri tarafından Nuri el-Maliki’nin talimatıyla şiddetle bastırılıyor, Sünnilere zulmediyorlardı. Sivil insanlar öldürülüyordu. *** Bana göre üniter, yani bir tek Irak Devleti yok, ayrılmış bir Irak ortada. Mesela IŞİD, Irak’ın sülüsünü kontrolünde tutuyor. Yahut Irak Kürdistan Bölgesi, Türkmen ve Kürt topraklarına hükmediyor ve Irak Anayasası’nın 140. maddesine binaen silahlı güçler oluşturulabiliyor; ABD her türlü silah veriyor ve ayrıca Kürdistan Bölgesi petrol satışı yapabiliyor, kendisine özgü bayrağı, devlet başkanı ve parlamentosu var. *** IŞİD’in Kürt bölgelerine saldırısı karşısında PKK ciddi bir direnç gösterdi Özerk Sincar Bölgesi’nde, muhacirlere ciddi anlamda yardımcı oldular. Fakat PKK’nın Kandil’deki varlığına ilaveten Sincar’da da kalması Kürdistan yönetimine ciddi bir sorun 62 kasım 2014 “Sulh içerisinde yaşamak varken neden savaşalım?” I RAK, IŞİD ile daha da kaynayan bir kazan haline geldi. Bir Şia diktatoryasına gitme eşiğindeyken, aldığı baskılar sonucunda görevi bırakmak zorunda kalan Nuri el-Maliki’nin ardından yeni Irak Merkezî Hükümeti’nin önünde kan, ölüm, stres, çatışma ve ihtimalinden dahi korkulan bir iç savaş gündemi var. Peki, Irak’ta yaşanan gelişmelere rağmen bir istikrar sağlanabilir mi? Irak’ın bütünlüğü korunabilir mi, yoksa bölünme muhakkak mı? Atıf Özbey [email protected] >> Irak Islah ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Dr. Muhammed Baziyani ile bu sorunları konuşurken, özellikle Irak’tan bakan bir gözle Kürtler için bölgenin ve ille de Türkiye’nin nasıl göründüğüne dair analizler dinledik. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabı üzerine “Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ adlı kitabını çok defa okudum, bölgedeki tüm sorunların çözüm reçetelerini sunuyor kitabında” şeklinde yaptığı yorum ülkemiz dış politikasının İslam coğrafyasında nasıl algılandığına dair önemli bir ipucu verirken, İslam ve Osmanlı şemsiyesine yaptığı atıflar dikkatimizi celbediyor. Birinci yaşını doldurmuş olan Irak Islah ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Sayın Baziyani’nin açıklamalarına birlikte şahit olalım. *** “Etnik ve mezhepsel siyaset, ülkemiz için faydalı değil” • Öncelikle Islah ve Kalkınma Partisi’ni neden ve ne zaman kurduğunuzu öğrenebilir miyiz? Islah ve Kalkınma Partisi’ni bir yıl önce kurarak hem bölge parlamentosu, hem de federal parlamento seçimlerine girdik. Partimizin kurucuları arasında çok sayıda akademisyen siyasetçi var. Geçmiş dönemlerdeki Kürdistan hükümetlerinde görev yapan eski bakanlar da bizimle birlikteler. Partiye paralel olarak, bize yakın yedi sivil toplum örgütü de kurulmuş durumda. Biz bu partiyi Kürt toplumunun sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda ıslah edilmesi ve yine ekonomik olarak kalkınmış bir toplum seviyesine gelmesi için oluşturduk. • Irak Kürdistan’ında, başta Barzani’nin Kürdistan Demokratik Partisi olmak üzere birçok siyasî parti var. Bu partilerle hareket etmek yerine yeni parti kurma ihtiyacı nereden doğdu? Kürdistan’da çok sayıda laik, liberal, İslamcı ve milliyetçi parti var. Arkadaşlarımızla bu partiyi Irak geneli ve bütünlüğü için kurduk. Etnik ve mezhepsel siyaseti ülkemiz için faydalı görmüyorduk. “Nuri el-Maliki, IŞİD’in ortaya çıkış sebeplerinden biridir” • Son günlerde ortaya çıkan IŞİD konusunda toplumumuz çok hassas; Irak’ı neredeyse işgal durumu söz konusu idi… Doğrusu şu Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD), Musul ve etrafını işgal ettiğinde zaten Kürdistan hududuna varmış oldu. Irak Kürdistan Bölgesi yetkilileri saldırıların bize yöneleceğini tahmin etmiyorlardı. Çünki IŞİD’in başlangıçtaki hedefi Şiiler ve Şii bölgelerdir. • IŞİD’in medyada neşredilen fotoğrafı şu: Çocuk, yaşlı, Şii ve Sünni Müslüman veya gayrimüslim herkesi katlediyor… Şu an bölgemizde bir savaş var ve savaş olduğunda tabiî olarak göç olayları yaşanır. Birinci Körfez Harbi’nde olduğu gibi, Irak Kürdistan’ında milyonlarca Kürt, Türkiye ve İran hudutlarına göç etti. Irak silahlı kuvvetleri ile daha önce Irak-Şam İslam Devleti arasında şiddetli çatışmalar yaşandı, dolayısıyla ölümler gerçekleşiyor. • IŞİD katliam gerçekleştiriyor mu? Bunu lütfen açık ve net şekilde cevaplar mısınız? Medyanın naklettiği ve sık sık gündeme getirdiği olaylar göç sırasında yaşanıyor. Binlerce çocuk Sincar dağlarına yürüyor ve bu sırada bu hadiseler maalesef gerçekleşiyor. • IŞİD’i kim destekliyor? IŞİD’in altyapısını oluşturan en önemli etken, hiç şüphesiz ki Nuri el-Maliki’nin Sünnilere karşı hukuksuz tutumları, yani zulmü oldu. Sünni Araplar geniş bir toplum, uzun süredir bu yanlış tutumların son bulmasını bekliyorlardı Nuri el-Maliki’den. Ramada, Amara, Felluce, Bağdat, Tikrit ve diğer şehirlerdeki Sünnilerin gerçekleştirdiği tüm barışçıl yürüyüşler, Irak silahlı kuvvetleri tarafından Nuri el-Maliki’nin talimatıyla şiddetle bastırılıyor, Sünnilere zulmediyorlardı. Sivil insanlar öldürülüyordu. “ABD, artık Sünni ve Şii Kürtlerin iştirak etmediği hükümetin istikrarlı ve demokratik olamayacağını kabul etti” • Ancak Nuri el-Maliki’nin katı Şii mezhepçiliği yaptığı ve Sünnilere karşı zulmettiği söylenmiyor… Evet, halen Sünni toplumdan 200 bin insan hapishanelerde. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el-Haşimi Irak’tayken sık sık bu insanları hapishanelerde ziyaret ederdi. Bunlar gençler, mazlum ve fakirler… • ABD Irak’tan çıkar çıkmaz, Nuri el-Maliki, Tarık el-Haşimi’yi tutuklamak istedi… Sünnilerle ilgili ciddi bir proje vardı. 2005’te ABD kuvvetleri Irak’tan çıkınca yeni oluşturdu. Zira bu varlık, Mesut Barzani yönetimine gölge düşürüyor. *** 1991’de, Türkiye’de, Kürt bölgelerinde gezdiğimiz Zanab’ın harap halde olduğunu görürdük, şimdi gerçekten durum çok farklı. Bu kirli savaş bitmiş, Türklerin, Kürtlerin veya Arapların çocukları ölmüyor. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabını çok defa okudum, bölgedeki tüm sorunların çözüm reçetelerini sunuyor kitabında. Tüm bu ülkeler ve bölgeler Osmanlı’nın şemsiyesi altında, güvenlik ve refah içerisinde herkes hür yaşıyordu. İnsanlar bölgelerinde tamamen serbesttiler, tüm toplumu birleştiren İslam’dı. *** Kürdistan’da çok sayıda laik, liberal, İslamcı ve milliyetçi parti var. Arkadaşlarımızla bu partiyi Irak geneli ve bütünlüğü için kurduk. Etnik ve mezhepsel siyaseti ülkemiz için faydalı görmüyorduk. *** Halen Sünni toplumdan 200 bin insan hapishanelerde. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el-Haşimi Irak’tayken sık sık bu insanları hapishanelerde ziyaret ederdi. Bunlar gençler, mazlum ve fakirler… kasım 2014 63 HABERA JANDASÖYLEŞİ İran’ın konumu çok önemliydi. Aşrı uçta olan bazı şahsiyetlerle görüşüyor, mesela Kasım Süleyman’a bölünmeyi ve Sünni Araplarla Kürtlere karşı savaşmayı öneriyordu. Irak hükümeti oluştu. Sünniler, bu birinci merhalede siyasî oluşumun içinde yer almadılar. Ancak Sünni grubun içinden Tarık el-Haşimi seçimlere girdi ve 10 milletvekili çıkardı. Böylece Başbakan Nuri elMaliki’nin birinci hedefi oldu. • Şu an Nuri el-Maliki yok, kendisine Başbakanlık bıraktırıldı. Ancak o, giderayak Kürt kökenli yeni Cumhurbaşkanı Fuat Masum’a da saldırdı. Bun- 64 kasım 2014 dan sonra Tarık el-Haşimi Irak’a tekrar döner mi? Sünni Araplar şimdi biraz canlandılar, İstanbul’da ulemanın da katıldığı bir toplantı yaptılar. ABD artık kabul ediyor ki, Sünni ve Şii Kürtlerin iştirak etmediği bir hükümetin istikrarlı ve demokratik olması mümkün değil. Nitekim Nuri el-Maliki iki dönem seçildi ve 8 yıl hükmetti. Ancak yanlış politikalarından dolayı istikrarı sağlayamadı. Milli Savunma, Milli Güvenlik ve İçişleri Bakanlıklarını kendisi yapıyordu, milletvekillerinin önemli bir kısmını da kendisi atamıştı. “İran, Sünni Araplarla Kürtlere karşı savaşmayı öneriyordu” • Şii yönetimin başarılı olamayışının ana sebebi nedir? Şii yönetim katı mezhepçilik yaptı. Silahlı kuvvetlerin üst yönetiminin hemen hemen hepsi Şii idi. • Bu hususta İran’dan destek aldılar mı? İran’ın konumu çok önemliydi. Aşrı uçta olan bazı şahsiyetlerle görüşüyor, mesela Kasım Süleyman’a bölünmeyi ve Sünni Araplarla Kürtlere karşı savaşmayı öneriyordu. • Bunlar Beşar Esed ile işbirliği içerisinde miydiler? Hiç şüphesiz medyada ve de ekonomik ve askerî alanlarda işbirliği yaptılar. • Tüm bu tecrübelerden sonra bu hatalarından vazgeçerler mi? Bu perspektiften vazgeçme- Atıf Özbey leri zor, ancak Irak halkının geneli bu sığ görüşten ve dar kapıdan Irak yönetiminin kurtulması için ciddi baskı yapıyor. Bu konuda çok hassas olan çok sayıda Iraklı önemli şahsiyet var. Ekonomistler ve sosyologlar bu hükümetin çok başarısız olduğunu ortaya koydular. Irak İslam Cumhuriyeti de çok yeni, hükümetin tüm taraflarının eşit ve adil bir temsil ile kurulması konusunda gereken baskılar yapıldı. Katılımın şeklî değil, sahih olması lazım. “Her şey çok kanlı bir mezhep savaşına dönüşebilir” • IŞİD’in elinde kimyasal silahlar var mı? Bu ihtimalin uzak olduğunu düşünmüyorum. Zira normal bir örgüt değil, içlerinde her konuda uzman kişiler var ve her türlü silah üretebilecek altyapıya sahipler. • ABD’nin IŞİD’i desteklediği söyleniyordu, ancak IŞİD’i vurdu. Burada bir tezat var… Irak-Şam İslam Devleti’nin İran tarafından kurulduğu iddia edildi. Yine Suriye rejiminin desteklediği de söylendi. ABD tarafından Şii âleme bir ders vermek amacıyla desteklendiği de ifade edilmişti. Irak yönetimini adeta İran’ın bir parçası yapma yolundaki gayretlerini durdurmak için IŞİD’in desteklendiği de söylenmişti. Ancak bütün bunlar birer söylenti… Bağdat’a yakın bir şehir olan Diyala’yı da kontrolleri altına aldıklarına göre İran’a da yaklaşmış durumdalar. Öyleyse İran için de tehdit başlamıştır. Ben bir siyasetçi ve bir araştırmacı olarak bu söylemlerin hemen peşinden “Bu iddialar doğrudur!” diyemem. Şimdi Şiileri ve Kürtleri de vurmaya başladılar. Daha doğrusu IŞİD, kendisine biat etmeyen herkesi vuruyor. Liderleri Ebubekir el-Bağdadi’ye kesin bağlılık istiyorlar. Şu an IŞİD, Irak’ın sülüsünü işgal altında tutuyor. Petrole, Irak’ın en büyük barajı olan Musul Barajı’na ve madenlere hükmediyorlar. • Irak Federal Hükümeti istikrarı sağlarsa IŞİD yeni bir adım atabilir mi, Federal Hükümet ile diyaloğa girer mi? Bu konuyla ilgili yaptığımız araştırmalar var, tüm ihtimalleri değerlendiriyoruz. Birincisi, durum mezhep savaşına, hem de çok kanlı bir savaşa dönüşebilir. Bu, en tehlikeli ve kötü olanıdır. Parti olarak, dediğim gibi tüm senaryoları tetkik ediyoruz. Bu senaryo tüm Bağdat ve çevresine yayılır. Sünni yerleşim yerlerinden Şii bölgelere saldırılar başlar. Kerkük, Şii Türkmenler ve Telafer’e şu anda bu saldırılar yapılıyor. Şii bölgelerde bombalama faaliyetleri de başlayabilir. Hareketlerine bakıldığında Bağdat’a girmek istedikleri çok net ortada; Kürt bölgelerinden çekiliyorlar, ancak tabiî ki ABD ve Peşmerge güçlerin bunda büyük bir etkisi var. • Peşmerge güçler tek başlarına IŞİD’e karşı yeterli geldiler mi? ABD’den destek istediler… Mesut Barzani dedi ki, “ABD’nin en yeni silahları IŞİD’in elindedir. Çünkü ABD, Irak ordusuna bunları vermişti. Şimdi hepsi IŞİD’in elinde ve yarım milyon doları ihtiva eden bankalar da IŞİD’in elinde. Musul’daki tüm bankalar, Telafer ve Musul’daki tüm petrol yatakları kontrollerinde. Günlük olarak sattıkları petrolden yine günde 10 milyon dolar kazanıyorlar”. “Üniter bir Irak’tan zaten söz edilemiyor” • ABD’nin bölgeye düzenlediği operasyonları siyasî bir parti olarak onayladınız mı? Biz, yeni kurulmuş olan bir parti olarak durumu tetkik ediyoruz dikkatle. Mezhepsel savaş devam ediyor ve Sünnilerin arasında bu savaşın yayılma ihtimali var. Sünniler arasında Nakşibendiler var, Irak İslam Partisi, Cemaat-i İslamiye ve şimdi de IŞİD var, bu tablo korkutucu! • Kimileri hep Irak’ın toprak bütünlüğünden bahsederler, gerçekten Irak Devleti, üniter bir Irak var mı? Ben 1998’de bu konuyla ilgili bir araştırma yaptım. Araştırma merkezimizin neşrettiği dergide de yayınlanmıştı. Bana göre üniter, yani bir tek Irak Devleti yok, ayrılmış bir Irak ortada. Mesela IŞİD, Irak’ın sülüsünü kontrolünde tutuyor. Yahut Irak Kürdistan Bölgesi, Türkmen ve Kürt topraklarına hükmediyor ve Irak Anayasası’nın 140. maddesine binaen silahlı güçler oluşturulabiliyor; ABD her türlü silah veriyor ve ayrıca Kürdistan Bölgesi petrol satışı yapabiliyor, kendisine özgü bayrağı, devlet başkanı ve parlamentosu var. “Irak üçe bölünecek!” • Petrolü Türkiye üzerinden satıyor tabiî, Irak Merkezî Hükümeti’nden herhangi bir izin istemeden yapıyor… Benim görüşüm, yani hem siyasî bir partinin başkanı, hem de bir araştırmacı olarak şahsî görüşüm şu: Kürdistan, bağımsızlığına kavuşmuş durumda ve AK Parti hükümetinin buna karşı çıkmaması lazım. Çünkü AK Parti’nin bir 2023 hedefi ve bölgenin büyük ülkesi olma stratejisi var, dolayısıyla insan hak ve özgürlüklerine geniş bir önem vermek durumunda. Irak Kürdistan Hükümeti, ılımlı bir hükümet ve de ekonomik, sosyal ve siyasal yönde çok derin bir stratejiye sahip. Kürdistan halkı Sünnidir; Sünni Araplarla birlikte hareket edecek olursa, şüphesiz ki Türkiye’nin bölge politikası da bununla kesişir. Kürtlerin başkentinin Diyarbakır yerine Erbil olması, Türkiye’nin hoş karşılayacağı bir durumdur. Siyasî stresi açısından Şii halkını dengelemenin yolu şudur: Güçlü bir Kürdistan’a ihtiyaç var. Türkiye’de, buna bu anlamda katılan birçok araştırmacı var. Şu an tam bir halk savaşı ve mezhep çatışmasının olduğu ortada. Bu çatışmalarla Irak üçe bölünmüş olacak maalesef… • PKK IŞİD’e karşı Peşmerge güçlerini destekledi. Irak Kürdistan topraklarının muhafazası sırasında bu destek Kürtlere faydalı oldu mu? Kürt toplumu bu desteği nasıl değerlendiriyor? IŞİD’in Kürt bölgelerine saldırısı karşısında PKK ciddi bir direnç gösterdi Özerk Sincar Bölgesi’nde, muhacirlere ciddi anlamda yardımcı oldular. Fakat PKK’nın Kandil’deki varlığına ilaveten Sincar’da da kalması Kürdistan yönetimine ciddi bir sorun oluşturdu. Zira bu varlık, Mesut Barzani yönetimine gölge düşürüyor. “Türkiye, Kürt sorununu çözmek istiyor” • İki yıldan beridir Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Kürt sorununu çözmek için büyük bir gayretin içinde kasım 2014 65 HABERA JANDASÖYLEŞİ “AK Parti gerçekten çok ılımlı ve olumlu bir siyaset takip ediyor” • Türkiye’nin Kürt bölgelerinde ekonomik kalkınmaya yönelik hamlelerini de müşahede ediyorsunuzdur… Siyasî stresi açısından Şii halkını dengelemenin yolu şudur: Güçlü bir Kürdistan’a ihtiyaç var. Türkiye’de, buna bu anlamda katılan birçok araştırmacı var. Şu an tam bir halk savaşı ve mezhep çatışmasının olduğu ortada. Bu çatışmalarla Irak üçe bölünmüş olacak maalesef… ve bu çerçevede İmralı’daki Öcalan ile görüşmeler yapılıyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yasal çerçeve oluşturuldu ve şimdi direkt olarak resmî ve şeffaf bir şekilde Kandil’le görüşmeler yapılacak. HDP isimli Kürt siyasal hareketiyle de sürekli görüşmeler yapılıyor… AK Parti’nin kurucuları 2002’den itibaren bu ülkeyi yönetiyorlar. Bu arkadaşlar, Erbakan Hoca’nın talebeleri. Hoca bu konuda çok hassastı, Kürt sorunu konusunda benimle zaman zaman istişare yaptılar, ben de kendilerini hep bu konuda cesaretlendirdim. 66 kasım 2014 • AK Parti hükümeti de sizinle bu konuda irtibat halinde sanırım… Beni 2003’ten itibaren Türkiye’ye davet ettiler. Gerek Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü, gerekse Irak Kürdistan’ı konusundaki ilişkilerin geliştirilmesi üzerine görüşlerimizi aldılar… “Kürdistan” kelimesi Atatürk tarafından kullanılmış, Çünkü Kürt sorununu çözmek istiyorlardı… • PKK’lı yetkililer de size bu konunun çözümü için danışıyorlar mı? Zira tekrar eylemlere başladılar… Ben basın yayın organlarına zaman zaman konuk oluyo- rum ve elimden gelen tüm tavsiyelerde bulunuyorum. Artık sulh yoluyla hükümet bu sorunu çözmek istiyor, bu konuda Öcalan’ın tavrı çok iyi. Ancak PKK’nın tavrı biraz muhalif… Sulh yoluyla çözüm herkesin faydasınadır, Türkiye’nin güvenliği için önemlidir ve PKK ile Türkiye’deki Kürt toplumunun da faydasınadır. Savaştan kimse kazançlı çıkmamıştır, çıkmaz da. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Ey Kureyş! Neden bizimle savaşıyorsunuz? Aramızda İslam hakemdir, sulh içerisinde yaşamak varken neden savaşalım?” diye buyuruyor. 1991’de, Türkiye’de, Kürt bölgelerinde gezdiğimiz Zanab’ın harap halde olduğunu görürdük, şimdi gerçekten durum çok farklı. Bu kirli savaş bitmiş, Türklerin, Kürtlerin veya Arapların çocukları ölmüyor. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabını çok defa okudum, bölgedeki tüm sorunların çözüm reçetelerini sunuyor kitabında. Tüm bu ülkeler ve bölgeler Osmanlı’nın şemsiyesi altında, güvenlik ve refah içerisinde herkes hür yaşıyordu. İnsanlar bölgelerinde tamamen serbesttiler, tüm toplumu birleştiren İslam’dı. Kürtlere nasihatim şudur: Şu anda elde ettikleri kazanımlar son derece önemli, bunları barış yoluyla elde ettiler, silahla değil. AK Parti gerçekten çok ılımlı ve olumlu bir siyaset takip ediyor, buradan Sayın Erdoğan’ı tekrar tebrik ediyorum. Ayrıca Sayın Erdoğan beklenilmeyen bir oranda oy alarak ilk turda seçildi, Kürtlerden de çok iyi bir destek aldı. Tüm muhalefet partileri dahi oyların yarısını alamadı, kendilerinden aday olmayı göze alamadılar. Kürtler de büyük bir cesaretle seçimlerde aday gösterdiler, güçlü bir programla seçmene gittiler ve önemli bir destek aldılar… • Sayın Genel Başkan, bu güzel söyleşi tekrar teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. haberajanda Strateji Cüneyt Akar [email protected] >> Türkiye sınırına komşuluğu ve akrabalık ilişkilerinden öte pek bir anlam taşımayan ve Kobani üzerinden oynanan savaş oyunları, al takke ver külâh devam ediyor. ABD uçaklarla bombalıyor, Peşmerge ve ÖSO desteği ile YPG direniyor, ufacık bir kasabanın hâkimiyeti bir o yana, bir bu yana geçip duruyor. IŞİD, sözde stratejik bir önem yüklediği bölgeye çatışmaları sıkıştırarak hem Türkiye’yi meselenin içinde tutuyor, hem de uluslararası güçlerin “mücadele komedisi”nin birkaç sezon daha devam etmesinin altyapısını hazırlıyor. IŞİD neden bitmiyor? S URİYE’deki Esed belası uluslararası reytingini kaybettikten sonra, IŞİD uzunca bir süre liste başı olmuştu. İslam’a vurma sevdasıyla haber değeri yükselen IŞİD’in, aslında İslam’la hiçbir ilgisinin olmadığı, hatta İngiliz-ABD ortak yapımı bir terör örgütü olduğu izleniminden midir bilinmez, bir önceki aya kıyasla dünya gündemini daha az işgal ettiğini gördük. ABD’nin, kendisi için bir itibar meselesi olmaktan ötesinde anlam ifade etmeyen Irak’taki güvenlik ve yönetim zafiyetinden dolayı IŞİD’le uğraşıyor gibi görünmesi ise, çözüme çare olmaktan çok uzak görünüyor. Zira herkes biliyor ve görüyor ki IŞİD, siyasetten kaybettiği desteğe rağmen ekonomik, lojistik, teçhizat, silah ve mühimmat açısından her geçen gün biraz daha güçleniyor. Türkiye göçmenlerle uğraşadursun, onları beslesin, iş imkânı sağlasın, eğitim ve sağlık hizmeti versin, bunlar kimin umurunda ki? Herkes ellerini ovuşturup seyrediyor Suriye’deki iç savaşın Türkiye’ye verdiği ekonomik ve sosyal zararları, muhalefetin Suriye üzerinden hükümeti zayıf düşürme çabalarını. Buna rağmen Hükümet, Osmanlı geleneğinden vazgeçmiyor ve Erdoğan’ın sözleriyle “insanî sebeplerle” Suriyeli göçmenlere kapılarını açık tutuyor. Bu arada, Beyaz Saray’dan yapılan açıklamaların bir kısmı, ABD’nin de Türkiye’nin aylardır anlatmaya çalıştığı önlem paketine hak vermeye başladığını gösteriyor. Anlamak ve kabul etmek, uygulama için yeterli olmayabilir tabiî; şimdilik Obama ve Biden ayrı tellerden çalmaya devam ediyor. Yani ABD, stratejik ortağı Türkiye ile ilgili bir ortak akıl oluşturabilmiş değil. Belki de “iyi polis-kötü polis”i oynuyorlar. Türkiye büyüdükçe önümüze koyulan engeller de büyüyor. Türkiye Cumhuriyeti, AK Parti’nin orta vadeli hedefi olan 100. yılına doğru ilerlerken, bu hedefi henüz kavrayamamış ve ulaşılmaz gören iç siyasetteki düşük profilli muhalefetin aksine, yurtdışındaki senaristleri çoktan korku sardı bile. Bu korku ittifakı, hem Hükümet’i devirmenin, hem de Türkiye’nin ekonomik ve siyasi itibarını yerlerde süründüğü günlere çekmenin yollarını arıyor. AK Parti’nin kuruluş aşamasında neredeyse tüm dünyadan destek gören Erdoğan’ın önlenemez yükselişini fark eden Avrupa, henüz 2004’te Rum Kesimi’ni adanın tek temsilcisiymiş gibi AB’ye alarak Türkiye’nin Avrupa ekonomisinde söz sahibi olmasının önüne geçmişti bile. Devamında da siyaset mühendislikleri ile -özellikle AİHM’yi kullanaraksürekli olarak devleti suçlu pozisyonda tutup geri kalmış demokrasi vurgusunda ısrarcı oldu. Yakın tarihte savaş suçu işlemiş devletler, Türkiye’ye insan hakları dersleri vermeye başladılar. Bu üçüncü dünya ülkesi muameleleri de bizi yolumuzdan döndüremedi ve direndik. Komşularla sıfır sorun politikasıyla bölgede söz sahibi olmak isteyen Hükümet, sunî sorunlarla boğuşmaya ve bir anda tüm komşularıyla dostluğunu kaybetmeye başladı, “One minute!” ve “Mavi Marmara” krizleri ile dünya ekonomisini yöneten baronları kızdırdı. Her biri oya gibi işlenmiş ince planlarla Türkiye’yi dünyadan koparmaya çalışanlar, bizi uzak coğ- rafyalardaki işbirliklerine ittiler. Türkiye, kendisini rakip olarak görmeyen ülkeler tarafından dost ve partner kabul edildi. Bütün oyunlara rağmen “tehlike” (!) göz göre göre büyüyordu. Ekonomik büyüme, siyasî istikrar ve Erdoğan faktörü önlenemez hâle gelmişti. Artık yapılması gereken, hem içeriden, hem dışarıdan topyekûn bir saldırıydı. Ve yeni senaryolar devreye sokuldu. Gezi eylemleri, 17 Aralık operasyonu, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Kobani eylemleri, Rum Kesimi ve Yunanistan’ın kışkırtmaları, Lozan’la başlayan emeller ve mahkûm politikalardan kurtuluşumuz… Sonraki sayımızda oynanan diğer oyunları, sonuçlarını ve Lozan’da yazılan talihimizin değişmesini yazmaya devam edeceğim. kasım 2014 67 haberajanda Strateji Majeste’nin mesaiye çağrılması ve onun da çağrıya olumlu yanıt vermesinin ardında Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhak ederek Tötonik planı doğrudan ihlali var. Yoksa Kiev Gezi’sinde Almanistler başarılı olmuş olsa ve Moskova bir iki protesto beyanatıyla yetinseydi MI6 uykuya devam edecek, su yüzüne çıkmayacak, NATO Zirvesi yapılmayacak ve Majeste son mesaisine başlamayacak yahut da “3. Dünya Savaşı” Avrupa evinin kapısını çalıp “Geldim, beni daha fazla ihmal etmeyin!” demeyecekti. *** Birdenbire NATO Zirvesi Galler’de açıldı; lordlar, Majeste’nin evinde bir araya geldi. Yaklaşık 70 seneden beri İngiltere ilk defa doğrudan doğruya ve kendi ülkesinde bir uluslararası toplantıya ev sahipliği yapıyordu, hem de Londra’da değil, Windsor Hanedanı’nın öz vatanı, Majeste’nin kendi başkentinde. 68 kasım 2014 Galler’deki NATO Zirvesi’nin Majeste’nin Ahmet Yozgat [email protected] şifresi ve harita operasyonları son mesaisi G ÖZÜMÜZ gönlümüz yıllardan beri Ortadoğu’daydı. Zira “cihanşümul çalkalanma”nın haritası önümüzde duruyor. Dünyanın diğer bölgelerinde olan olaylar çerez kabilinden sayılıyor ve kamuoyu Mısır’la yatıyor, Suriye’yle kalkıyor. Gündemin çok sık değiştiğinden söz edilmesine rağmen o değişen gündem aynı arazide at koşturuyor... Koşturuyor-du… Fakat birdenbire eksen değişti ve milat, Eylül ayı ortasında gerçekleştirilen NATO Zirvesi oldu. Peki, “Zirve” neden “milat”? >> Her şeyden önce merkezi Brüksel’de bulunan Kuzey Atlantik Paktı, bu sefer sürpriz yaptı ve Birleşik Krallık’ta toplandı, hem de Galler -iç devletinin- Prensliği’nin başkentinde. Toplantının adresinin Galler olması sandığınızdan daha da mühim bir gelişmeydi. Zira İngiltere, sömürgelerinden fiilî olarak çekilme kararı alarak bir konsept değişikliğine gitmişti. Birinci Dünya Harbi’nin 21 sene gibi kısa bir süre sonra arkasından gelen “ikinci harbin” ilk hamledeki vurgunundan kurtulamayıp başkent Londra dâhil ülkenin tamamı yer ile yeksan olunca bir kez daha sarsıldı. Bu beklenmedik hezimetin acısıyla “Majeste’nin devleti”, siyasî konseptini ikiye katladı ve sıradan bir “dünya garibanı” imış gibi kabuğuna çekildi. Tam da İngiliz soğukkanlılığına uygun bir sinme… Majeste, İkinci Savaş’ın akabinde dünya meseleleriyle ilgilendiğini hiç belli etmedi, hatta Londra’nın bu “kendi halinde”liğine bakan birçok yorumcu, onu iddialarından vazgeçmiş ve “fukaralaşmış” bir şövalye eskisi sanmaya başlamıştı Don Kişot gibi. kasım 2014 69 haberajanda Strateji İNGİLİZ’İ YENİDEN VE DOĞRUDAN DÜNYA SİYASETİNE SOKAN NATO ZİRVESİ GALLER’DE YAPILDI. BİZZAT BİRLEŞİK KRALLIK’IN EL KOYDUĞU ZİRVEDE YENİ KONSEPT KUZEY ATLANTİK’LE SINIRLI KALMADI; TEŞKİLATIN ELİ UZATILDI VE ORTADOĞU’YA DA MÜDAHALE KARARI ALINDI. HATTA TÜM DÜNYA BU PAKTIN GÖRÜŞ ALANI DÂHİLİNE GİRDİ. NİCE ZAMANDAN BERİ NATO AFGANİSTAN’DAYDI ZATEN, DAHA ÖNCE DE KOSOVA’DA HAREKÂT YAPMIŞTI. BİR BAKIMA ONLAR PALYATİF ALIŞTIRMA VE ISINMA ATAKLARIYDI, ŞİMDİ İSE MEDLEK HALİNE GELİYOR. ÇÜNKÜ BU YÜZYILIN ORTASINDAN İTİBAREN BİR “WORLD ARMY”, YANİ DÜNYA ORDUSU DÜŞÜNÜLÜYOR VE DÜŞÜNÜLEN BU ORDUNUN ÇEKİRDEĞİNİN TOPRAĞA ATILMA ZAMANI GELDİ ANLAŞILAN. 70 kasım 2014 Başrole rücû Aslında durum hiç de öyle değildi ve yukarıda dediğimiz gibi bu “suskun hal” dermansızlıktan değil, sadece yeni bir “İngiliz ve İngiltere imajı”nın gereğiydi. Dünyada hedef tahtasına konulmamak için Birleşik Krallık, derin İngiltere’yi Amerika’ya taşımış ve Majeste’nin ülkesinin tüm İngiliz vatandaşlarının haklarını koruma görevini Washington’a vermiş, hatta “President”i bu işle “görevlendirmiş” idi. Buckingham Sarayı’nın sakini ise hep derinde, arkada ve gölgedeydi. Bu arada eski “güneş batmayan imparatorluk” dominantlığından da hiçbir şey kaybetmiş değildi. Aslında daha güçlüydü, sadece o gücü saklıyordu. Ahmet Yozgat Ve geldik bugüne… Birdenbire NATO Zirvesi Galler’de açıldı; lordlar, Majeste’nin evinde bir araya geldi. Yaklaşık 70 seneden beri İngiltere ilk defa doğrudan doğruya ve kendi ülkesinde bir uluslararası toplantıya ev sahipliği yapıyordu, hem de Londra’da değil, Windsor Hanedanı’nın öz vatanı, Majeste’nin kendi başkentinde. Bütün bunlar sembolik değeri çok yüksek şeylerdi ve ne olmuşsa olmuş, Majeste nihayet “Worldfilm”de “starring” olmaya karar vermişti. Yeniden dünya oyunundaki “co-starring” pozisyonundan, hatta “figürasyon” imasından vazgeçiyor ve senaryo yönetimine doğrudan katılma kararı alıyordu. Bu gelişme, İngiltere tarihi açısından bir devir değişikliğinin işaretiydi ve Majeste, dünya beylerini ayağına getirerek bunu açık açık ilan ediyordu. Ayrıca eski aksiyon dolu seyirlerin startı veriliyordu. Neden? ABD’ye nota: “Büyüğün geldi!” Zirve ile ilan tahtasına asılan ferman, Majeste’nin doğrudan katılma kararı aldığı “Neo-Avrupa devri”nin kıtada “Almanya ve Koleigeleri”nin karar veremeyeceği ölçüde büyük ve köklü değişikliklerin olacağının habercisi olarak önemli. Belli ki bu değişim için eski kıtanın ihtiyaç duyduğu güç ABD ve “muhtaç olunan gücün patronu” Birleşik Krallık… Anlaşılan o ki, Kıta Avrupa’sı Tötonlarının, Avrupa’nın geleceğine dair -başta coğrafik olmak üzere- hukukî statüyle ilgili şümullü planının hayata geçirilmesi hususunda Washington “No!” dedi. Zira bu sebeple Almo-Frans Avrupa’sı Big Boss, yani Majeste’ye giderek yardım istedi ve bu arzuları geri çevrilmedi. Majeste, yapabileceği en büyük sembolizmi hayata geçirdi; olaya bizzat el koyarak “20. yüzyıl siyasî konsepti”ni bozup NATO’yu evinde toplantıya çağırma kararı aldı. Sonuç malum… İngiliz’i yeniden ve doğrudan dünya siyasetine sokan NATO Zirvesi Galler’de yapıldı. Bizzat Birleşik Krallık’ın el koyduğu zirvede yeni konsept Kuzey Atlantik’le sınırlı kalmadı; teşkilatın eli uzatıldı ve Ortadoğu’ya da müdahale kararı alındı. Hatta tüm dünya bu paktın görüş alanı dâhiline girdi. Nice zamandan beri NATO Afganistan’daydı zaten, daha önce de Kosova’da harekât yapmıştı. Bir bakıma onlar palyatif alıştırma ve ısınma ataklarıydı, şimdi ise medlek haline geliyor. Çünkü bu yüzyılın ortasından itibaren bir “World Army”, yani Dünya Ordusu düşünülüyor ve düşünülen bu ordunun çekirdeğinin toprağa atılma zamanı geldi anlaşılan. Toprağı “Galler” ve Başkomutan ise Galler’in Efendisi olacak doğal olarak. İşte o komutan yeniden topladı ekibi tıpkı Hollywood filmlerinde olduğu üzere. Alma mazlumun ahını!.. Galler Zirvesi ile bir bakıma değiştirilen yol değil, makas gibi görünüyor. Ancak önümüzdeki zaman içinde bu değişikliğin sadece yol ve makas olmadığı, aynı zamanda “yön” olduğu da müşahade edilecek. Zira yukarıda söylendiği üzere “Büyük Patron” duruma bizzat el koymuş durumda. Galler’de “atanmış” patronun ikinci pozisyonu izale edildi. Anlaşılan o ki, yukarıda sözü edilen 1. ve 2. Dünya Savaşı sonunda iki kere konsept değiştiren Majeste, durumdan çok memnun olmamışa benziyor ve Galler Zirvesi ile üçüncü değişimi -ilk ikisinin ortasında bir yerde silkinip tekrar- başlatıyor “Nerede kalmıştık?” der gibi. Peki neden? Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan Batılı Tötonların amacı, Ortadoğu’da, daha doğrusu Osmanlı üzerinde bir “harita operasyonu” yapmaktı. Eğer savaşı Almanlar kazansaydı, onlar da kendi haritalarını uygulayacaktı, lakin kazanamadılar. Zafere ulaşan İngilizler ve partneri Fransa, Sykes-Pickot cetvelleriyle çizilmiş harita şablonunu Osmanlı’nın cenazesi üzerine uyguladı ve tek vücudu paramparça edip birçok suni solucan boğumu şekline getirdi. “Alma mazlumun ahını!” der ya Anadolu Halkı, “harita bereketi” ile ümmetin ahını alan Tötonlar, kazandıkları savaşın keyfini çıkaramadan “suni devletçikler”e birer “bekçi kral” tayin edip apar topar çekildi ve evlerine döndüler. Çünkü “ah”, bizzat kendilerini vurma emareleri göstermeye başlamıştı. Yani Avrupa haritası değişmek üzereydi. Nasıl mı? 1917 Ekim Devrimi’yle Rusya’da yeni bir sistem komünizm ile kurulmuş, o zamanki adıyla Bolşevikler, sahipleri Ortadoğu’da ölü soyuculuğu yapmakla meşgul olan Avrupa’ya göz dikmiş ve harita operasyonu başlatmıştı. Avrupa Tötonlarının icat ettiği silah, şimdi bir başka elde şekillenmiş ve mucidini nişanlamıştı. İşte bu sebeple kaçar gibi gittiler bahtsız Osmanlı’nın kimselere yâr olmayacak arazisinden ilk harbin muzaffer orduları “evlerini kurtarmak” üzere. Demek ki bir başkasının evine göz diker ve onu parçalamak üzere kendi evinizden uzaklaşırsanız, başkaları da aynı iştahı sizin eviniz için duyuyormuş. Yani “İtme elin kapısını el ucuyla, iterler kapını omuz gücüyle” imiş. İngiltere’nin başı taçlı Majestesi bunu anladığında ilk konsept değişikliğini uygulamaya koymuştu. Bu konseptin gereği olarak sömürgelerini uzaktan idareye başladı. “Uzaktan” dediğimiz de Londra’dan idareydi. Yani Majeste, bundan böyle evi terk etmeyecekti. “New Concept” doğruydu, ancak açık kapıları olduğu zamanla belirlendi. Bu kapılardan biri, yazının başında söylediğimiz “ikinci savaş” hezimetiydi. Küçük bir adada temerküz edilmiş “imparatorluk beyni”ni Hitler diye bir deli çıkıp topyekûn yok edebiliyordu ki etti de. Majeste, konseptin açık kapısını ise “imparatorluk aklı ve gücü”nü Amerika’ya taşıyarak kapattı. Ancak sadece “zannetti”. İmparatorluk aklı ve gücü Atlantik ötesindeki uzak kıtaya taşındıktan sonra ortaya çıkan “zayıf İngiltere” sanrısı, “Majestik konsept”in ikinci arka kapısını açmıştı. Birdenbire bu açık kendini belli etti ve Birleşik Krallık’ı oluşturan parçalardan biri “ayrıbaş” çekti ve referanduma giderek bağımsızlık istedi. Zamanlama manidar, değil mi? Töton haritacıları, birinci icraatlarının sonunda yaşadıkları “harita sendromu”nu tam yüzyıl sonra yeniden yaşıyorlar. Yani Körfez Savaşları ile bir tür 3. Dünya Harbi başlatıp Osmanlı bakiyesi üzerinde “neo-harita operasyonu”na kaldıkları yerden devam kararı aldıklarında o baştaki “ah” uyandı ve yine tuttu. Ona bağlı olarak, yüzyıl evvel olduğu üzere evden tehlike sinyalleri gelmeye başladı. İşte, Scotland’daki plebisitin şifresi buydu ve bu, uyarıcı bir sinyaldi. Daha önce kulakları alışkanlığından bu sinyali alan Tötonlar, apar topar “ev”e döndüler ve “ev reisi”nin hanesinde NATO Zirvesi’ni yaptılar. Zira İskoçya’da basılan düğme, tüm Avrupa’daki çanları çalmaya başlatmıştı. Peki, çanlar kimin için çalıyordu? Bu çanlar herkes için çalıyordu. İlk başta da birinci “ev çatlağı” İngiltere için bitmiyor, hatta daha yeni başlıyor. Ya İskoçya’nın ardından Kuzey İrlanda’nın da bir yerleri kalkarsa? Hatta Birleşik Krallık’ın diğer parçaları da aynı “hastalığa” yakalanır ve “freedom” isterse? Yandı gülüm keten helva! “Ah” bu, daha bitmedi… United Kingdom’da tutan “Ortadoğu ahı”nın Kıta Avrupa’sına sıçraması anlık bir mesele, sırada İspanya var: Katalanlar ve Basklar, idareyi yıllardan beri zorlayıp durmuyorlar mı? kasım 2014 71 haberajanda Strateji Belçika zaten üç parça: Valonlar, Felemenkler ve Fransızca konuşan Felemenkler’in Brüksel’i… Bu halklar, birbirlerine kıl ipiyle bağlı yaşıyorlar yıllardan beri. İtalya’nın zengin Kuzey’i ve yoksul Güney’i çekişip duruyor. Zengin Kuzey, fukara Güney’den ayrılmak için kıyameti koparıyor. Sicilya ise bir başka âlem; kendi içinde bir tür derin ve paralel devlet olan “Mafialand”ını kurmuş zaten. Hülasa, eğer paslı palanga koparsa, Avrupa’daki hiçbir ülke kurtulamaz bu “mitoz bölünme”den. Federal Almanya bile… Bavyera’da yaşayanlar bilir, Münih’in giriş kapısında bugün dahi “Bayern Devleti’ne hoş geldiniz” yazıyor. Diğer federal devletçikleri saymıyoruz dahi. İsviçre’de dahi Kantonlar, bağımsız devlet statüsünde yaşıyor günümüzde. Kısacası “birer kalbur yılan yavrusu”nun üzerinde oturan Avrupa devletleri, başta Birleşik Krallık olmak üzere kapıyı çalan “yüz yıllık harita travması”nın yeniden nüksettiğini görmüş durumda. Apar topar bir araya gelmelerinin nedeni işte budur! Bu noktada görmedikleri, daha doğrusu domuzluklarından görmek istemedikleri bir şey var ki, o da hastalığın önce beyinlerinde, sonra evlerinde nüksetmiş olduğu. Beyinlerinde “Ortadoğu’yu haritalama” isteği hortladığında, bu hastalık evlerinde de ortaya çıkıyor. Yani “mazlumun ahı” harekete geçiyor. Eğer “Batılı harita canavarları” dünya, özellikle Ortadoğu üzerinde harita operasyonları yapmaktan vazgeçip “öksüz ümmet ve mazlum insanlığı” kendi haline bırakırsa kendileri de rahat edecekler, ne Scotland “İlle de freedom!” diyecek, ne Kuzey İrlandalılar, ne Katalanlar, ne Basklar, ne Volanlar, ne bilmem neler; kimse “patlıcan delisi” olup “ayrıbaş” çekmeyecek, herkes “büyük ev”in bereketli imkânlarından faydalanmaya devam edecek. 3. Dünya Savaşı hazırlığı: Majeste, Abdulhamid gibi yapmaya kalkışır ama… Aslında bu yazıyı fakir, “Kıtanın kendi içindeki ‘ufaklıklar’ın başkaldırma ihtimaline karşı önlem almak üzere işbaşı yaptı” anlamında yazmış değil, mesainin nihaî hedefi başka. Evet, mesele “Almo-Frans”la ilintili… Kıta Avrupa’sının iki Tötonik ikizi, yani Almanya ve Fransa, deveyi pire yapmak ve işleri ellerine yüzlerine bulaştırmalarıyla, hülasa beceriksizlikleriyle meşhurdurlar. Lakin bu ikizler için, “Kendi bünyelerindeki çatlakları sıvayla kapatamazlar” demiyo- 72 kasım 2014 TEMELDE NUSEYRİ SALTANATININ ZEMİNİNDE YÜZ YIL EVVELİNİN HARİTACI DİPLOMATI “MÖSYÖ PİCKOT” VAR. RUSYA’SI, ÇİN’İ GÖRECELİ BİR KAYIRMACA… YOKSA BUGÜN PARİS “DÜŞ!” DESE, DAMASCUSLU TİRAN GÜNEŞ GÖRMÜŞ KAR GİBİ ERİYECEK. BU NEDENLE FAKİR YILLARDAN BERİ “SURİYE SORUNUNU NE AMERİKA, NE İNGİLTERE ÇÖZEBİLİR. ORANIN EFENDİSİ FRANSA’DIR. KONUNUN PARİS’LE KONUŞULMASI GEREKİR” DİYE HAYKIRIYOR. Ahmet Yozgat rum. Katalan, Bask, Sicilya, Valon, Felemenk ve bunlar gibi ufak tefek meseleler ev içi üvey evlatların yaramazlıklarıdır ve birer het höt ile sus pus olurlar. Almo-Frans bunu yapacak güç ve otoriteye sahiptir. Öyleyse? Efendim, onların sıkıntısı uluslararası mevzularda ortaya çıkıyor. Anımsayınız, eski Yugoslav problemini yıllarca çözememiş, ellerine yüzlerine bulaştırmışlardı. Sonunda Kosova konusunda NATO’yu göreve çağırmak zorunda kalmış ve ancak ABD müdahalesiyle çözebilmişlerdi. Şu an “Almanların başkanlığındaki” Kıta Avrupa’sının en büyük sorunu Ukrayna. Ve tabiî Suriye-Lübnan var tezgâhta. Dikkat ediniz, “Ortadoğu ya da Irak” demiyor, “Suriye-Lübnan” diyorum! Neden? Çünkü bu iki devlet, “Made in Mösyö” etiketiyle bir başka kıtada, Almo-Frans şirketinin görev alanına girmeyen Asya kıtasında yer alıyor ve her gün biraz daha çıkmaza giriyor. Ukrayna ise şirketin kendi sahasında ve görev alanında. Sorunun diğer tarafı da “dünyanın balinalarından” biri olan Rusya. Almo-Frans adlı avcının boyunu aşan bir büyüklük var karşısında. Bu “büyük sorun” ikizlerin tek başlarına aşabilecekleri bir şey değil. Baksanıza Berlin-Paris hattı Kiev’de düğmeye basıp “Ukrayna Gezi’si”ni başlattığında, Moskova protesto ya da nota vermek tarzındaki mıymıntı devletlerin “Dostlar iş başında görsün” kabilinden çıkışıyla vakit kaybetmedi. Putin, çekti kanlı potini, yaptı Deli Pedro’luğunu ve asrî bir Korkunç İvan gibi girdi Ukrayna’nın doğusuna ve Kırım’ı ilhak etti. Yetmedi, Ukrayna’da, Rus nüfusun yoğun olduğu bölgelerde ameliyata devam kararı aldı. Bu durumda “Gezi atından” inen Almo-Frans, Tötonik planlarını daha fazla uygulanamaz şekle getirmeden geri çekildi. lerin nedeni, işte bu “gizli paylaşım”. Biliyorsunuz bu Töton milleti, dünyayı daha evvel iki kere paylaşmaya kalkışmışlardı, fakat her iki paylaşım da birer dünya savaşına neden olmuş, 1. ve 2. Cihan Harplerini yaşatmıştı. Her iki vuruşma da milyonlarca can kaybına neden olmuş, hususiyetle Hitler delisinin başı çektiği ikinci kalkışma, Avrupa kıtasını, yani Tötonik evi baştanbaşa cehenneme çevirmiş, yakıp yıkmıştı. Şimdi üçüncü “paylaşım savaşı”nın sath-ı mailinde çırpınıyor dünya. Fakir buna “3. Dünya Savaşı” demiş ve konuyla ilgili bir makale kaleme almıştı. Akabinde Vatikanlı Papa Francius de yaşananları “Parçalı Dünya Savaşı” şeklinde sıfatlandırmış, fakir de konuyu bu açıdan bir kez daha yazmıştı. Neyse… Anlaşılan o ki Tötonlar, yeterince akıllanmışlar ki 3. Dünya Savaşı’nı “noname” olarak ve doğrudan kendileri katılmadan “piyonlara yaptırıyorlar”. İşte bu paylaşımın kararlaştırıldığı antlaşmanın adıdır “Tötonik Plan” ya da “Tötonik Yalta Planı”! Yeni Yalta Antlaşması’na göre Fransa, Almanya ile müttefik olarak “Avrupa evi”nin sahibi sayılıyor; Ortadoğu da İngiltere’ye satılarak Majeste’nin şahsî mülkü olarak tescilleniyor. Ancak terekede sorunlar var! İş boyunu aşmıştı ve ihale artık Majeste’likti. Bu yüzden Buckingham Sarayı’nın altın kapısı çalındı. Peki, niçin Majeste ve Buckingham’ın kapısı? Zira Majeste’nin “malzemesi büyük”… Yani Londra, elinin altında en büyük balinayı tutuyor: “ABD”… Avrupa’nın doğu bölgesi ya Rusya balinasına ait ya da onun arka bahçesi. Ukrayna ve Belarus, hatta Kafkasya gibi… Biliyor musunuz, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve etraflarındaki muhtariyetler de Avrupa müktesebatından sayılıyor. Şimdilik Rusya Federasyonu’nun, Ural dağlarının batısında kalan kısmını saymıyorum kafanızı karıştırmamak için. O karışıklığı bir başka makalede yaşatacağım size ve şimdilik şu kadarını ifşa edeyim ki asıl “poturna” orada kopacak, hem de mevcut savaşın “noname” özelliği ortadan kalkarak, küresel kaosa, fakirden ve Papa Hazretleri’nden başka kimsenin söylemeye cesaret edemediği “3. Dünya Savaşı” etiketi yapıştırılarak. Hem de ya yarın ya da yarından da yakın çıkacak bu savaş 2025’e kadar sürecek… Şu Tötonik plandan dühûl edelim bu paragrafa… Girdiğimiz 21. yüzyıl itibariyle Tötonların üç atlısı, yani İngiliz, Alman ve Fransız amcazadeler, dünyayı iki miras arazisi olarak paylaşmış durumdalar. Şu an gerek Ortadoğu ve gerek Kuzey Karadeniz sahasında, hatta Kuzey Afrika’da yaşanmış veya yaşanmakta olan uluslararası problem- Kısaca Majeste’nin mesaiye çağrılması ve onun da çağrıya olumlu yanıt vermesinin ardında Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhak ederek Tötonik planı doğrudan ihlali var. Yoksa Kiev Gezi’sinde Almanistler başarılı olmuş olsa ve Moskova bir iki protesto beyanatıyla yetinseydi MI6 uykuya devam edecek, su yüzüne çıkmayacak, NATO Zirvesi yapılmayacak ve Majeste son mesaisine Hakikatte ABD, Londra’nın gorili ve Rusya’yı durduracak tek güç. Dönelim asıl konuya… başlamayacak yahut da “3. Dünya Savaşı” Avrupa evinin kapısını çalıp “Geldim, beni daha fazla ihmal etmeyin!” demeyecekti. Suriye-Lübnan adresinin gizemi Madem yukarıda sözünü ettik, şu “Suriye-Lübnan” meselesini de yazalım. Denildiği gibi birinci “Sykes - Pickot” paylaşımında Ortadoğu’nun iki fakir ülkesi Fransızlara düşmüştü -tabiî bir de hâlâ bizde “emanet olarak” duran Hatay Devleti-. 21. asrın Sykes-Pickot’ları, toptancı bir yaklaşımla Avrupa’yı Almo-Frans’ın payına, karşılık olarak da Ortadoğu’yu İngo-Amerikana yazmışlar. Ancak Paris, Avrupa sorunu çözülmeden Pickot’un Suriye-Lübnan (“Hatay”ı yazmaya kalemim varmıyor) bölgesinden elini çekmiyor, çekme niyetinde de değil. Büyük abi Almanya’nın desteğiyle bölgedeki “Paris ruhu”nu canlı tutuyor Fransa ve malum-u âliniz, oradaki sorun Nuseyriyan Esad tiranı, yani “Mösyö’nün kapıkulu”… Kapıkulu, Damascus’tan elini çekmiyor ve Beşşar soykasına hukukî suni solunum vermeye devam ediliyor. Temelde Nuseyri saltanatının zemininde yüz yıl evvelinin haritacı diplomatı “Mösyö Pickot” var. Rusya’sı, Çin’i göreceli bir kayırmaca… Yoksa bugün Paris “Düş!” dese, Damascuslu Tiran güneş görmüş kar gibi eriyecek. Bu nedenle fakir yıllardan beri “Suriye sorununu ne Amerika, ne İngiltere çözebilir. Oranın efendisi Fransa’dır. Konunun Paris’le konuşulması gerekir” diye haykırıyor. Biliyorsunuz, şu sıralarda IŞİD sorununun aşılması hususunda Suriye’de Amerikan uçaklarına eşlik eden ikinci güç Fransa. Majeste’nin İngiltere’si Suriye’de değil, Irak üzerinde filoya dâhil olacağını açıkladı, yani kendi bölgesinde sorti yapacak -Suriye tabelalı “Fransa toprağı”na girmiyor-. Hülasa, Suriye ile Ukrayna problemi birbirinin “kan kardeşi”. Aslında kan kardeşlerinin üçüncüsü Türkiye, bu nedenle fakir “Ukrayna’nın Gezi’si” diye yazdı yukarıda ve yıllarca evvel. (Suriye olayları başladığında “Suriye’nin 28 Şubat’ı” başlıklı bir makale kaleme almıştım. Fikrim değişmedi.) “Üçüncü kan kardeş”in serencamı da bu makalenin boyutunu aşmakta. Bu sebeple onu bir başka yazıya havale ediyor ve her şeyin doğrusunu “El-Âlim bilir” diyerek bitiriyorum yazıyı. kasım 2014 73 haberajanda Strateji Cesur Yürek’in ruhu sadece Majeste’nin ülkesine “kayış attırmakla” kalmayacak tabiî, zalimlikte Londra’yla yarışan diğer Tötonik üs olan Avrupa’nın da ipi koptu kopacak. Baksanıza Katalanlar, Basklar, Sicilyalılar, Normanyanlar, Bavyeralılar yeni devletlerinin planlarını uygulamaya sokmak üzereler. Küçük kıtanın dört bir yanı kıpır kıpır kaynıyor. Kurtçuklar, asaları kemirme işlemini tamamladı, tamamlayacak. Majestik derinlik ve derin cebabireyi Ortadoğu’nun üzerine yıkmaya çalıştıkları yapay 3. Dünya Savaşı da kurtaramayacak gibi duruyor. Yılanın deliğine elini bir kez atıp sokulan Osmanlı’nın torunları ikinci kez sokulmamayı başarırlarsa, insanlık mutlu sona ulaşacak. Bunu geri dönen iki ruh başaracak: Braveheart ve Abdulhamid’in ruhları... 74 kasım 2014 Keltler uyandı. . Ang ve Saksonyalılara karşı BRAVEHEART’IN RUHU GERİ DÖNDÜ H ENÜZ Kavimler Göçü’nün tarih sayfalarına düşmediği devirde Keltler vardı, hem de Büyük Britanya adasının sadece kuzey ucunda değil, tamamında. Adanın tümü “Celticland” idi. Adı ne Büyük Britanya, ne de İngiltere’ydi. O yüzyıllarda diğer Avrupa kavimleri gibi Keltler de pagandı, kendilerine has bir putperestlik yaşıyorlardı. inancından sapmıştı. Aradan geçen bir buçuk milenyumluk zaman dilimi, medeniyet ve medenî teknolojik değişimi sebebiyle “Musa şeriatı”nı yetersiz kılmıştı. Bu durumda yeni bir başlangıç şart olmuş ve ilahî planda süreç başlamıştı. Lahutî muradın gereği olarak yeni dönemin inancının adı İsevilik, peygamberi ise İsa idi. >> Çok sonraları, takipçilerinin doğumunu ikinci zamanın başlangıcı yaptığı Filistinli İsa dünyaya geldi. 30 yaş öncesinde ilk vahyi almadan önce bir “mucize çocuk” olduğu bilinen Meryem oğlu Mesih, Roma İmparatorluğu’nun Palestin eyaletinde mukim bir İsrailoğlu idi. Lakin 30 yaşına geldiğinde hem içinden çıktığı Yahudi toplumunun, hem topraklarında oturduğu Roma’nın teolojik ve sosyolojik temellerini sarsacak bir “iç değişim” yaşayarak ancak üç yıl süre- Hazreti İsa’nın, aldığı ilk vahyin ilahî kaynağının imanî şifresi olarak “La ilahe illallah” dediği an, yani “şifre söz”ün arz atmosferinde işitilmesi, “negatif merkez”in faaliyetinin de başlangıcı oldu. Nice zamandan beri Hazreti Süleyman’ın ardından kazandığı Buhtunnasır ve Nabukadnazer zaferlerinin üzerine yatmakta olan “tetikçi virüs” uyandı, “organik computer”lerin arter kablolarında daha hızlı bir şekilde akmaya başladı tıpkı “kanın damarlarda dolaşması” gibi. cek olan bir nübüvvet serüvenine başladı. Ruhullah’ın miladından bin 600 yıl evvel Mısır’ı şereflendiren Musa’nın “Torah”ıyla insanlığa seslenen “Ahad Rab”, yeni bir “enbiya” devri başlatmayı murat etmişti. Musa’nın kendisinden sonra gelen ve şahsî şeriatıyla görev yapan onca peygambere rağmen ne İsrailoğulları lanetlerinden kurtulabilmiş, ne de -Palestin ve Mısır dâhil- neredeyse dünyanın yarısına sahip olan Roma pagan Yusuf Kemal Bozok [email protected] kasım 2014 75 haberajanda Strateji Gide gide daha da yaklaşıyordu nefislere zulmün zirvesine. O zirvede Gayretullah’a ilk dokunansa Pompei şehri ahalisi olmuştu, vurgunu da onlar yedi. Pompei, coğrafî konum olarak Roma’nın başşehri Roma’dan bir adım ötedeydi. Bu nedenle Roma’da Pompei’den daha temiz değildi ve tıpkı diğer Latinyanlar gibi gübrelikteydi. Onun sarkacı da Gayretullah eteğinde sallanıyordu, ha dokundu, ha dokunacaktı… EZOTERİK İNSANLARIN ARAZİSİNİ KAT ETMİŞ GÖÇMEN TÖTONLARIN BEYİNLERİ, BU ZORLU YOLCULUĞUN ETKİSİYLE KISMEN SİLİNMİŞTİ. BU YALINKATLIĞI YAŞADIKLARI SIRADA “VURDUĞU YERDEN SES GETİREN” ATİLLA BUDUNUYLA TEMAS ETMİŞLERDİ. ORTA ASYA GÖÇERLERİNİN BEYNİ İSE BEYAZ BİR SAYFAYI ANDIRAN ÇOCUK SAFLIĞINDAYDI. TÖTONLAR, YILLAR SONRA ORTA AVRUPA’YA İNDİKLERİNDE, PEŞLERİNDEKİ ORTA ASYALILARA BENZEMİŞLERDİ. BU SEBEPLE BAŞ DÜŞMANLARI ATİLLA’YA HAYRANLIKLARINI “DEJBENG”LERİNİN İKİ TELLİ SAZLARIYLA “NEBELUNGEN DESTANI”NDA DİLE GETİRİYORLARDI. ŞİMDİ TÖTONLARIN KARŞILARINDA “MEGALOMAN ROMA” VARDI VE “JÜPİTER’İN KULLARI”, KENDİLERİYLE ATİLLA HUNLARINI AYNI KAVRAMLA ETİKETLİYORDU: “BARBARLAR”. Teolojik sinyal “La ilahe illallah”, hem “Hak”, hem “batıl” için uyarıcıydı. İsa ile birlikte iki kutup da aynı anda aktif oldu ve ezelî mücadele bir kez daha başladı. Şimdiye kadar bu hep böyle olmuştu, hem de yaklaşık 120 bin kez. Ne yazık ki, uzun vadede mücadeleyi negatif kutup kazanmış, pozitif kutbu kendi içinde absorbasyona tâbi tutarak bir kere daha değiştirmiş, terkibi bozuk bir imana evirerek yok etmişti. Ya bu kez? O devirde coğrafyaya “Tanrı Mitra” hâkimdi ve Mitraizmin sınırları, neşet ettiği Hindistan’dan başlıyor, Manş Denizi’ne kadar zihinleri ezoterize ediyordu. Pers Mitraizmi İran’a, Roma Mitraizmi İran’ın batısına hâkimdi ve bu iki GDO’lu iman, kendilerini besleyen Hint Mitraizminden farklı karakterlere sahip olmasına rağmen “gnostik dayanışma” ile birbirini reddetmiyor ve Hermetik platformda beraber hareket edi- 76 kasım 2014 yordu. Onların ortak kavgası, benzeşlerine “120 bin kez yenilenene” karşıydı. Belki bu hormonlu inancın ismi 120 bin kez değişmişti, lakin teolojik kavganın muhtevası ve düşmanın “Ahad” kimliği değişmemiş, aynı kalmıştı. Miladı milat yapan olağanüstü olay, yani “kocasız bir kadından doğum”, sadece “Musavari Şakül”ü şaşmış Yahudi toplumunun okunu bir kez daha düzeltmek için olmamıştı tabiî. Doğumun nihaî hedefinde Palestin mülkünün bir parçası olduğu Roma coğrafyasının eğrilen istikametini doğrultmak da vardı. 79 yılında “menfi final”e erişerek bir kısmı Etna’nın külleri altında gazab-ı İlahînin toplu mezarına gömülen Roma halkı, artan zenginliğiyle birlikte Mitraizmin soyut şaşkınlığından adım adım uzaklaşarak paganizmin “taş gibi” sapkınlığına gömülmüştü. Miladın 33. yılına girilirken İsacılık henüz üç yaşındaydı ve ilk önce istikamet vermek istediği Musevi toplumunun ihanetine uğrayarak inancın “hilkatten yetim” olan Peygamber’i çarmıha çivilenmişti. Hain Judas firesiyle on bire inen Havariyun, “lanetli toplumun adam olmasının imkânsızlığı” hususunda kararını kesinleştirmişti. Varılan nokta, “Palestin’den adam çıkmaz!” kesinliğindeydi. Bu sebeple İlahî tebliği Roma’ya çevirdiler. “Kutsal Kâse”yi de yanlarına alıp bir kısmı Anadolu, diğer yarısı Güney Fransa üstünden harekete geçtiler. Pompei gazabının etkisinin ruhlar üzerindeki zelzelesi, Havariyun’un işini kolaylaştıracaktı. Onca debdebesi ve gücüne rağmen Roma paganizmi zelzele vurgunuydu ve panik halindeki ruhlar Apollon’dan kaçıyorlardı. Şaşkınların aradıkları ise sakin bir ruh sığınağı, bir damla lahutî iksirdi. Zira dudakları susuzluktan alev alev yangın yerine dönmüş gibiydi. İşte o an sunuldu onlara “Kutsal Kâse”deki iksir! İçtiler kana kana… Roma başkenti, aristokrasisi ve onların yakın çevresini oluşturan ve burjuvazinin “zevk ve haz dünyası”na uyuşmadığı için bu çevrede pek rağbet görmemiş ancak imparatorluğun merkezden uzak derbeder bölgelerinde mer’i olan “bir hırka, bir lokmacı”, yani ezoterik/gnostik Mitraizm, Havariyun’un lahutî iksirini başkentten başlayarak zelzele vurgunu Sezar aristokrasisine, Latin burjuvazisine ve rejimden otlanan eşrafına sunduğu anda kendisine biçilen coğrafyadan kara bir yılan gibi doğruldu. Şimdi ezelî kavganın bir kez daha mevsimi kapıya dayanmıştı. Bunun üzerine Mitraizm ve Havariyun İsacılığı arasında hem Anadolu, hem Roma arazisinde ölümcül bir kavga başlamıştı. Bu kavga, ezelî iki inanç sisteminin toslaşmasıydı. Bu toslaşmanın sesi, arzda yaklaşık 120 bininci kez yankılanmaya başlamıştı ve birkaç yüz yıl berdevamdı… BRAVEHEART’IN RUHU Yusuf Kemal Bozok “Düşmanına benze ve damarlarına sız!” Roma arazisindeki Hak-batıl mücadelesinin ilk raundunu Orta Avrupa dolaylarında Havariyun anlayışı kazandı. Bölgeden Arius diye bir adam çıktı, Havariyun inancından kendi adıyla bir başka imanın temelini attı: “Ariusçuluk”. Dinler tarihi uzmanlarının bazılarının “monoteist/tek tanrıcı”, bazılarının “politeist” olarak izaha çalıştığı Ariusçuluğun üzerinde henüz bir fikir birliği oluşmuş olmaması durumu, tartışmalı zeminde tutulmaya devam etmektedir. “Ancak” deyip şahsî izahımızı yapmaya çalışalım… Arius, bizzat Havariyun veya onları gören ya da görenleri görenlerle teması sebebiyle “özgün” İsacılığa oldukça yakın bir imanın temellerini atmış olmalı. O sırada Kavimler Göçü nedeniyle Hindistan’dan yola çıkmış olan Tötonlar, Avrupa’nın kuzeydoğusundan giriş yapmışlardı. Somutlaşmış ilahlarını anayurt Hintland’da bırakıp inandıklarının imajıyla uzun bir yol kat eden Töton grupları, boydan boya Hint ve İran’ın coğrafyasına hâkim durumdaki Mitracılığı nefeslene nefeslene geçmişlerdi. Akabinde Kafkas geçidinden girilen Karadeniz’in kuzeyindeki İskitya vardı ve bu coğrafya, ezoterik imanıyla ünlüydü. Ezoterik insanların arazisini kat etmiş göçmen Tötonların beyinleri, bu zorlu yolculuğun etkisiyle kısmen silinmişti. Bu yalınkatlığı yaşadıkları sırada “vurduğu yerden ses getiren” Atilla budunuyla temas etmişlerdi. Orta Asya göçerlerinin beyni ise beyaz bir sayfayı andıran çocuk saflığındaydı. Tötonlar, yıllar sonra Orta Avrupa’ya indiklerinde, peşlerindeki Orta Asyalılara benzemişlerdi. Bu sebeple baş düşmanları Atilla’ya hayranlıklarını “dejbeng”lerinin iki telli sazlarıyla “Nebelungen Destanı”nda dile getiriyorlardı. Şimdi Tötonların karşılarında “Megaloman Roma” vardı ve “Jüpiter’in kulları”, kendileriyle Atilla Hunlarını aynı kavramla etiketliyordu: “Barbarlar”. (Hatta daha kötüsü, “dinsiz vahşiler/ Godlos Kanaken”.) “Dinsiz vahşiler” yakıştırmasından rahatsız olarak kendilerince kötü bir anlam çıkaran Tötonlar, izansız kompleksle barbarlıktan kurtulmak için bir yol aramaya başladılar. Hint kıtasından başlayan ve Orta Avrupa’da sonlanan uzun ve yorucu yolcu- luk esnasında körelen inanma ihtiyaçlarını karşılamak için “yeni bir tanrı şehveti” duydular ruh köklerinde. İşte Arius ile temasları bu şekilde oldu. Kısa bir süre içerisinde tüm Tötonlar Ariusçuydu artık. Bundan böyle Roma mütekebbirleri, kendilerine “dinsiz barbarlar” diyemeyeceklerdi. Her ne kadar babayiğitliği karşısında şapka çıkarsalar ve adına destanlar dizseler de Hunlardan onlara neydi ki? Hiç! Pekâlâ dinsiz barbar yakıştırması Atilla’nın üzerinde kalabilirdi, elhak yakışırdı da. Orta Asyalılar hem barbar, hem de dinsizdiler. Bu sırada Roma’da yıllarca imparatorluğun çevresinde dolanan “lokmacı-hırkacı” Mitra, nihayet Pompei gazabını yaşayan başkent ve yakın çevresine de sızmış ve kardeş Jüpiter dininin yerini almışken, kuzeyden sarkan Arius vurgunuyla sarsılmaktan kurtulamamıştı. Bu Ariusçuluk da nereden çıkmıştı şimdi? Özü “trinity/teslis” olan Mitracılık, “tek tanrısı”yla kendisinin “üç tanrısı”na meydan okuyan yeni düşmandan hiç hoşlanmamıştı. Böyle durumlarda uyguladığı ve 120 bin kez başarılı olduğu “S planı”nın parşömenlerini tozlu raflardan indirip masaya serdi: Mitracı rahipler, meymenetlerini değiştirip dini bütün Arius keşişleri kimliğiyle Ariusçuluğa “sızacaklardı”. Zira ucu binlerce yıl öncesine uzanan “S” planının özü, “Düşmanına benze ve damarlarına sız!” şeklinde özetlenebilirdi. Ve Ariusçuluktan önce “Havariyunculuğun” içine sızıp “Augustinusçuluğu” formatladılar. Jupiter dininin taş tanrılarını Milano Piskoposu Ambrosius’un en sadık ve zeki öğrencisi Augustinus’un öğretisinde “Christ”ik azizler şekline sokup Roma halkını kolayca Augustinusçu yaptılar. Sonra Augustinus misyonerleri, tebdil-i kıyafet edip Ariusçuların arasına sızdılar. Bu durakta her iki taraf da İsa Mesih’e inanıyordu. Aradaki fark, Ariusçuluğun İseviliği monoteist, Augustinusçuluğun ise politeistti. Aradaki farkı “sızıntı rahipleri”nin saygın dindarlığı izale etti ve Arius bu dünyadan göçtükten sonra takipçileri, farkında olmadan tek tanrılarını üçlemişlerdi. Sorun yoktu gayrı! Medeniyet getiren lejyonlar (!) Burada bir evvele dönelim… Ariusçuluğun bidayetinde yeni dinin tebliğcileri olan heyecanlı ozanlar, Avrupa’nın dört bir yanına dağılmış ve bunlardan bir kısmı, komşu adalara geçmişlerdi. Bu adaların en büyüğü ise Britanya’ydı. Orada da misyoner ozanlar, Ariusçu ilahiler söyleyerek mazlumları kurtarmaya gelmiş veya gelecek olan Mesih’ten söz ede ede seyahat ediyorlardı. Elbette Roma lejyonları, Britanya’ya Ariusçulardan çok önce gelmişlerdi. Adanın eski halkı Keltlerdi. Kendi kabile inançları ve yoksulluklarıyla mutlu bir hayat sürdüregelen Keltler, adalarını istila eden davetsiz misafir lejyonerlerden hiç hoşlanmamışlardı. Zira “burnu bulut çizen Roma kalantorları”, bu ilkel Kelt ülkesine medeniyet götürme iddiasındaydılar ve kendilerini istilacı değil, “medenileştirici” olarak görüyorlardı. Bu, Tanrı Jüpiter’in kendilerine tevdi ettiği kutsal bir vazifeydi. O gün Keltya’da yaşananlar ve lejyon anlayışı, günümüzde Batılı emperyalistlerin, kendilerince ilkel buldukları ülkelere “demokrasi” götürme seferleri düzenlemelerinin kökeninin nereye kadar uzandığını göstermesi bakımından manidardır. Ancak ilkeli medenileştirmek o kadar da kolay değildi. Latin planı doğrultusunda “medenileşmek istemeyen” Keltler kuzeye çekilirken, Romalı lejyonlar onları adım adım takip etmişlerdi. Sonunda “cimri ilkeller” varıp yüksek dağlara dayandılar. Kelt mazlumları, Buz denizi ile Roma cebabiresi arasındaki bu yüksek ve karlı dağlara sığınmaktan başka bir çare bulamadı ve buz vadilerinde izlerini kaybettirdiler. Keltlerin adı artık İskoç, sığındıkları dağlar da “Highland” (Yüksek Ülke) idi. Bundan böyle derin ve saklı vadilerde gayda çalıp kendi dertlerine ağlama devri başlamıştı onlar için. İşte bu yıllarda ulaştı onların yüksek ülkesine Ariusçu derviş ozanlar. Önerdikleri, gelmesi çok yakın olan mazlumlar için Kurtarıcı Mesih idi. Kulağa hoş gelen bir sesti bu ve çok sürmemişti ki İskoç gaydaları “Mesih/Kurtarıcı ilahileri” çalmaya başladı. Ancak onların Mesih’inin bir diğer adı da “Braveheart” (Cesur Yürek) idi. Adada bunlar olurken, kıtada “Augustinus rahipleri projesi” başarılı olmuş ve “teslis”, Ariusçuluğa sızarak tevhidi üçlemişti artık. Tanrı tahtında “Baba-Oğul-Kutsal Ruh” oturuyordu tıpkı “Mitra, eşi ve oğlu”, hatta tıpkı “Osiris, İsis ve Horus” misali. “Sızma planı” bir kez daha başarılı olmuş kasım 2014 77 haberajanda Strateji ve “dönüştürücü zafer” 120 bin emsalinin arasındaki yerini almıştı. Lucifer bir bayram daha katmıştı “Ölüler Kitabı” emvanterine. Bununla birlikte barbarlar medenileşmiş ve Romalı-Töton ayrımı kalkmıştı. Şimdilerde savaşçı Tötonlar, Roma ordusunda birer birer askere alınıyordu. Roma ordusunun Britanya lejyonu, Tötonların Ang ve Sakson kabilelerinden müteşekkildi. Yani Highlanders, artık Anglo-Saksonlarla yüz yüzeydi. Onların Aslan Yürekli Richard’larının “vasal”ı olarak yaşayacaklardı dağlarında İskoç Kralları -ya da beklenen kurtarıcı Cesur Yürek’in oğulları-. *** Şimdi günümüzden 307 yıl evveline gidiyoruz… Angels ya da Anglo-Sakson kavramını oluşturan Angların “terre”si, yani toprağı veya ülkesi anlamındaki England’ın veya Türkçe söylenişiyle İngiltere’nin kralı olan “Uzun Bacaklı” lakaplı Edward’ın tahtta olduğu yıldı 1280. Ta baştan beri saltanata kafa tutan “cimri İskoçlara” canı sıkılan Uzun Bacaklı, nihayet harekete geçmişti. Başlattığı askerî harekâtla kısa sürede İskoçya’nın epey bir bölümünü işgal etti ve İskoç kralcıklarına önünde diz çöktürdü. Bu arada Kelt klanlarından birinin liderliğini yapan Wallace ailesinin ileri gelenlerini de öldürmüştü. Wallace Beyi’nin oğlu William, yurtdışında yaşayan amcasının yanındaydı ve orada yetişmişti. İngiltere Kralı’nın topraklarını işgal ettiğini, babası ve ağabeyini öldürdüğünü duyunca ülkesine döndü. Sahipsiz kalan klanının başına geçti. Amacı mücadele değil, çiftinde çubuğunda bir bey olarak bağlılarını bir arada tutmaktı. Lakin bunu başaramadı ve kaçınılmaz belaya bulaştı. Uzun Bacaklı’nın askerleriyle zoraki bir mücadeleye girişti Wallace. Sadık adamlarıyla sırt sırta verip çevredeki bazı İngiliz garnizonlarını dağıttı, hatta bir kaleyi kralın elinden aldı. Onun kahramanlıkları İskoç halkına cesaret vermişti. Bu cesaretle ülkenin kuzeyi ayaklandı. Bu ayaklanmada genel istek üzerine William Wallace, İskoç ordusunun başına geçerek yapılan Stirling Savaşı’nda İngilizleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Lakin savaşın büyüğü arkadaydı. Adı tarihe Falkirk Savaşı olarak geçen bu karşılaşmada ne yazık ki İskoç soyluları Wallace’ye ihanet ettiler ve bu ölüm kalım kavgasının kaybına sebep oldular. 78 kasım 2014 Artık lakabı Braveheart (Cesur Yürek) olan William tutsaktı. Londra’ya götürülen Cesur Yürek, orada yargılandı ve şehrin meydanında işkenceyle idam edildi. Cesur Yürek’in idamından iki yıl sonra, Kral Uzun Bacaklı Edward da öldü. Ancak onun, Cesur Yürek’in ülkesindeki haksız işgali süregeldi ta zamanımıza kadar. İskoç Mesih’inin ruhu Vakit erişti, nihayet “İllallah!” dedi İskoç klanları ve “zamanın Uzun Bacaklı ya da Uzun Elli’si” sayılan Kraliçe’den özgürlüklerini istedi. Eylül 2004’te yapılan referandumda kurtuluşa “6” kaldı. Yüzde 55’e karşı 45’lik oy oranıyla nihaî hedefe ramak kaldı. Majeste, olmaz iki vaat ve yalvar yakarla zor çevirdi adını cimriye çıkardığı Yüksek Ülke’nin kilt etek giyinen dağlılarını. Bu, birinci raunttu. Ancak bunun arkası kesilmeyecek ve kanaatimizce 2025 tarihine varmadan dünya haritasında yeni bir devlet daha doğacak: “Keltland”. Maalesef müstakbel ülkenin adını “Keltland” şeklinde ve yarı İngilizce olarak yazdık, zira zavallı Keltler anadillerini unutalı yüzyıllar oldu. Onlar da diğer sömürgeler gibi İngilizce tekellüm ediyorlar. Vakit erişti, İskoç Mesih’i Breavheart’ın önce ruhu geldi ve Buckhingam Sarayı’nın kapısını tam 45 kere vurdu. Bu neden önemli? “Haşa!” deyip nahoş bir cümleyle gireyim konunun bu bölümüne… İnsanların kaderini Yaratan yazıyorsa, milletlerin kaderine de MI6’nın derin mahfellerinin soğukkanlı kâtipleri hâkim. Ta bu kadar! Siz Ortadoğu’da Amerika ya da diğerleri mi var sanıyorsunuz? Amerika bir illüzyon, Majeste’nin kendisinin hedef olmaktan çıkarmak için dünyanın gözüne dayadığı bir sahte imaj… Washington’un bir tür başbakanı olan Presidentlerinin bağlı olduğu Kral ya da Kraliçe, Londra’da oturuyor tıpkı Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Afrika ve diğer Commanwelt ülkeleri gibi. Soğukkanlı bir sürüngen gibi derin dünya eliyle insanlığa yön veren Majeste, ortağı Siyonistlerle her zaman sarı saman altında akmaya devam ediyor. Sözünü ettiğimiz bu yönetim “adaletle” olsa bir şey diyeceğimiz yok. Lakin her şey daha çok fitne, daha fazla fesat… Tüm planlar bunun üzerine kurulu. O halde insanlığın derhal bu “kalp ve kötü kader yazıcıları”ndan kurtulması gerekiyor. Peki, nasıl? “Nasıl?”, zor bir soru. Bunun gerçekleşmesinin tek yolu, canavarın elini kolunu budamak değil, beynini dağıtmak. İşte İskoçya’ya yüzyıllar sonra dönen Cesur Yürek’in ruhu bunu başaracak! Anlatılır ki, Hz. Süleyman cinlere hükmeder ve onları ağır işlerini yaptırmakta kullanırmış. Davutoğlu, son işini yaptırıyormuş dumansız ateş amelelerine ve bu yapılan, onun, babasından vasiyet olarak devraldığı dinin en büyük eseri “Salamon Mabedi” imiş; inşaat kan ter içinde ilerliyormuş yıllardan beri. Cinler yorgun ve bıkkın halde “Şu Süleyman’dan bir kurtulsak…” diyorlarmış. Lakin öyle korkuyorlarmış ki Cihangir Peygamber Kral’dan, bırakın kurtulmayı, tuvalet yalanıyla kaytaramıyorlarmış bile, gece gündüz demeden harıl harıl ter döküyor ve ünlü mabedi inşa etmeye devam ediyorlarmış. Çoğu zaman Süleyman Aleyhisselam da inşaat sahasındaymış; kendisi için kurulmuş kameriyenin gölgesinde, asasına dayanmış, amelelerini izliyormuş. Cinler, üzerlerindeki gözlerin korkusuyla ha bire koşuşturuyorlarmış ter içinde. Kıssa bu ya, aradan tam yüz yıl geçmiş, Süleyman son ziyaretini uzattıkça uzatmış ve sabit bakışlarla cinlerin çalışmasını izlemiş, izlemiş… Ve bir an gelmiş, elindeki asa unufak olmuş. Peygamber Kral olduğu yere yığılıp kalmış. Cinler bir süre daha çalışmaya devam etmişler. Bu arada korku dolu gözlerle “Patron”un ayağa kalkacağı anı bekliyorlarmış. Lakin aradan epey zaman geçmesine rağmen Süleyman’dan ses seda yokmuş. Cinnilerden bir ifrit, korka korka kameriyeye yaklaşmış. O zaman anlamış Hazret’in öldüğünü. Bu değilmiş ifriti çırpındıran, meğer Peygamber ruhunu teslim edeli onlarca sene olmamış mı?! Onu ayakta tutan şey ise elindeki asaymış. Ancak asaya giren bir kurtçuk, ağaç dalını yıllardan beri kemirmekteymiş. Sonunda içi boşalan asa, üzerindeki yükü taşıyamayacak hale gelince paramparça olmuş. Buna bağlı olarak Süleyman Peygamber’in cesedi, ayakta duracak destekten yoksun kaldığı için yere yuvarlanmış. Bu arada zavallı cinler de yıllarını “Patron yaşıyor” zannıyla korku içinde geçirmiş ve ölümüne çalışmaya devam etmişler… Gelelim kıssadan hisseye… BRAVEHEART’IN RUHU Yusuf Kemal Bozok Yukarıdaki hikâyedeki Peygamber ile fitnenin karanlık gücü Majeste ve avanesini benzetme densizliğinden Rahman’a sığınırım. Ancak Majeste’yi ayakta tutan asa da çürümüş durumda ve “İskoç kurtçuğu” son ısırığı yapmaya hazırlanıyor. Son ısırık, Keltlerin kurtuluşuna vesile olacak. Nemrut’u kulağına kaçan sinek nasıl yok ettiyse, Majeste’yi de beynindeki “cimri kurtçuk” bitirecek, hem de önümüzdeki 10 yılın içinde. Bunu çoktan hak etmişti, ancak kısmet bu yüzyılın ilk çeyreğineymiş. Hayırlısı… E Majeste Hazretleri, bu gidişin bir finali olacaktı elbette! Peygamberler diyarı Ortadoğu’yu ve dünyanın dört bir yanını cadı kazanına döndürmenin bir sonu ve bedeli olacaktı mutlaka, yoksa bu zulüm nereye kadar? Zalimin eli “Gayretullah”a ha dokundu, ha dokunacak… Hoş geldin Cesur Yürek’in ruhu! Bitmedi… Cesur Yürek’in ruhu sadece Majeste’nin ülkesine “kayış attırmakla” kalmayacak tabiî, zalimlikte Londra’yla yarışan diğer Tötonik üs olan Avrupa’nın da ipi koptu kopacak. Baksanıza Katalanlar, Basklar, Sicilyalılar, Normanyanlar, Bavyeralılar yeni devletlerinin planlarını uygulamaya sokmak üzereler. Küçük kıtanın dört bir yanı kıpır kıpır kaynıyor. Kurtçuklar, asaları kemirme işlemini tamamladı, tamamlayacak. Majestik derinlik ve derin cebabireyi Ortadoğu’nun üzerine yıkmaya çalıştıkları yapay 3. Dünya Savaşı da kurtaramayacak gibi duruyor. Yılanın deliğine elini bir kez atıp sokulan Osmanlı’nın torunları ikinci kez sokulmamayı başarırlarsa, insanlık mutlu sona ulaşacak. Bunu geri dönen iki ruh başaracak: Braveheart ve Abdulhamid’in ruhları... Son söz “Bizim köyün bilgeleri” demişler ki vakti zamanında, “İtme elin kapısın el ucuyla, iterler kapını omuz gücüyle”. Harika bir söz değil mi? Ey Tötonik tiranlar! Bu söz sizin için söylenmiş sanki. Siz derin yapılarınızda Ortadoğu haritalarını “kırpıp kırpıp yıldız yaparken”, kendi haritalarınız paramparça olacak haberiniz yok. Zaten olmasın da... Siz bilmezsiniz, ancak biz biliriz Ebu Cehil diye bir benzerinizin kendi kazdığı kuyuya düştüğünü. Ölüm de bir kör kuyuda yakala- ARİUSÇULUKTAN ÖNCE “HAVARİYUNCULUĞUN” İÇİNE SIZIP “AUGUSTİNUSÇULUĞU” FORMATLADILAR. JUPİTER DİNİNİN TAŞ TANRILARINI MİLANO PİSKOPOSU AMBROSİUS’UN EN SADIK VE ZEKİ ÖĞRENCİSİ AUGUSTİNUS’UN ÖĞRETİSİNDE “CHRİST”İK AZİZLER ŞEKLİNE SOKUP ROMA HALKINI KOLAYCA AUGUSTİNUSÇU YAPTILAR. SONRA AUGUSTİNUS MİSYONERLERİ, TEBDİL-İ KIYAFET EDİP ARİUSÇULARIN ARASINA SIZDILAR. BU DURAKTA HER İKİ TARAF DA İSA MESİH’E İNANIYORDU. ARADAKİ FARK, ARİUSÇULUĞUN İSEVİLİĞİ MONOTEİST, AUGUSTİNUSÇULUĞUN İSE POLİTEİSTTİ. ARADAKİ FARKI “SIZINTI RAHİPLERİ”NİN SAYGIN DİNDARLIĞI İZALE ETTİ VE ARİUS BU DÜNYADAN GÖÇTÜKTEN SONRA TAKİPÇİLERİ, FARKINDA OLMADAN TEK TANRILARINI ÜÇLEMİŞLERDİ. mıştı o karanlık eşdeşinizi, Bedir kuyusunda. Efendiler Efendisi o kör kuyuya eğilip seslenmişti: “Şimdi anladınız mı gerçeği?” Galiba has arkadaş Ömer merak etmiş olacak ki, “Seni duyarlar mı ya Resulallah?”şeklinde sormuştu. Aldığı cevap deh- şet vericiydi: “Sizden daha acı şekilde… Sağlıklarında duyamayacakları kadar…” Galiba “kalbi mühürlenmiş” cebabire, kendisine ne söylenirse söylensin sağlığında duymuyor. Zira onları cehennem bekliyor! (Allahualem!) kasım 2014 79 haberajanda Strataji Bugün Alman futbol takımına “Panzerler” deniyorsa, bunda Guderian’ın Leopar tanklarının manevra ve atış kabiliyetinin becerisine atıfta bulunuluyor. Almanya olmasa, bugün AB diye bir beraberlikten kim söz edebilir? Bizim burada esas sormamız gereken soru aslında şu: Bu adamlar neden son on yıldır Türkiye ile uğraşıyorlar? Neden medya dünyasından, özellikle Doğan Grubu ile içli dışlı kendilerine ortaklar arıyorlar? Neden Güneydoğu Anadolu’da ajanları cirit atıyor? Neden Gezi olayları sırasında rol çalıyorlar? Neden Türkiye’yi AB’ye kabul etmemek için bin dereden su getiriyorlar? (Ve en önemlisi:) Müslümanlardan neden bu denli nefret etmeye başladılar? 80 kasım 2014 ALMAN-SOVYET Barbarossa Ha S AVAŞ dediğiniz “Ha!” deyince olmuyor, önce olgunlaşıyor, sonra pişiyor, sonra da oturup hep birlikte afiyetle yiyoruz. İçinde yaşayanlar elbette “dünya savaşı” tanımlamaları yapmıyor, bunu her şey olup bittikten sonra, yıkımların şiddetine göre tarihçiler belirliyor. SAVAŞI rekâtı Murat İlkter [email protected] >> Savaşların “kelebek etkisi”, dünyanın her tarafında açlık, yokluk, sefalet ve göçlere sebebiyet veriyor. Savaşlardan korunmak istiyorsak, işte bu yıkım zamanlarını tekrar tekrar incelemek ve buna göre önlemler almak elzem oluyor. Benim ana tezim şu: Dünyada barışa ve hakça paylaşıma yol açacak nesiller yetiştirmedikçe bu barbarlıklar son bulacak gibi görünmüyor. Son yüzyıla bakılırsa insanlık iyice merhametini kaybetti. Sadece II. Harb-i Umumiye’nin melhamesi 40-50 milyon, mecruf olanların ise sayısı meçhul. Bu öyle bir azgınlık ve doymazlık ki, birinci ile ikinci arasında geçen süre sadece 21 yıl. Garip olansa birincinin kaybedenleri ile ikincinin kazananları hemen hemen aynı. Demek ki idealleri belirleyenlerden biri de tarihî hafıza. Bu öyle bir hafıza ki, sürekli canlı tutulmaya çalışılır ve vuruşun zamanı kollanır. Zamanlama sebepler üretilerek gerçekleştirilirken işgale dair meşruiyetler üretilir. Çünkü tarih, aynı zamanda mağlupları haksız kılar, kaybedenlerin haline kimse bakmaz. Bugün ABD Irak’ı işgal ederken, ölümleri bırakın, Arap yarımadasında 1 buçuk milyon dul kalmış kadının fahişelik yapmasına ya da Suriye’den göç eden 5 milyona yakın insan evladına insan hakları havarisi kesilmişler bakıyorlar mı? Onlar sadece göçleri durdurmanın hesabıyla uğraşıyor, Afrika kıtasından kalkıp iki dilim ekmek peşinde döküntü teknelere doldurulan bu insanları Ege, Akdeniz, Karadeniz ve Adriyatik’te denize dökmenin yollarını arıyorlar. Cidal, sadece ekonomik, siyasî ve fizikî sınırları değiştirmiyor görüldüğü gibi. Hafızalara ricat I. Harb-i Umumiye bitişinde dört imparatorluk yıkılmıştı. Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Rusya tası tarağı tarih sahnesinden büyük bedeller ödeyerek topladılar. Tabiî yıkılmakla kalsalar iyi, toprak kayıplarının yanında gecekondu devletleri de ortalığı kapladı. O coğrafyalar hâlâ birer mücadele sahası ve sanki sonsuza kadar da böyle sürecek gibi görünüyor. Bunları düşünürken kafamı kurcalayan bazı sorular oldu. Osmanlı, Mondros ve Sevr ile kıskaca tıkıldı, ordusu lağvedildi ve dünya kadar toprak kaybetmenin yanında ağır savaş tazminatlarına uğradı ki bunları ancak 1950’lerde bitirebildik. Lozan’ı yere göğe sığdıramıyorlar ya hani, Lozan’ın şartlarından biriyle Türkiye’nin, Avrupa kıtasındaki topraklarında, sahile 30 kilometreye kadar hiçbir asker ve kıyı koruma birliği bulundurulmayacağı şartlara bağlandı. İğneada-Boğaz arasında hiçbir askerî tesisin olmamasının sebebi budur. Üçüncü havaalanı projesine İngiltere ve Almanya’nın çemkirmesinin sebebi de sanırım anlaşılmıştır. Bunun yanında, Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlılardan kazandığımız savaş tazminatlarını da alamadığımız gibi, Irak’taki petrol gelirlerimizden de “gıdım” yararlanamadık. Borcuna sadık, güvenilir devlet olmanın bedeli böyle bir şey olsa gerek. Bismarck’tan Weimar’a İşte o Almanya da aynı şekilde kıskaca alındı. Savaşı bizden altı ay sonra bırakıp antlaşmaya mecbur kaldılar. 10 Ocak 1920’de, Fransa’da, bir vagonda imzalanan bu anlaşmanın adı, Versay Barış Antlaşması idi. Almanların ihanet olarak gördükleri bu antlaşmanın sonuçları en az bizimki kadar ağırdı. Almanya savaşın dışında olan Danimarka’ya bile toprak kaybederken, kendisinden koparılarak kurulan Çekoslavakya ve Polonya gibi iki devletle tanıştı. Almanya, Avusturya ile birleşmemeyi de vaat ediyordu. Aynı zamanda donanmasını itilaf kuvvetlerine teslim ediyordu. Yalnız Germenler, bu zokayı yutacak kadar saf değildiler. Ne yaptılar ettiler, bir yolunu buldular ve İtalya’nın Rapallo kasabasında Bolşeviklerle oturup şu kararı aldılar: “Savaş tazminatları ödenmeyecek. Rusya ile Almanya ekonomik, ticarî ve diplomatik bir beraberlik içinde hareket edecek, savaşın pürüzlerini gidermenin yolları bulunacak.” Savaş öncesi Rusya Sovyetler, savaş öncesi tüm büyük devletlerin yaptığı gibi önce iç düşmanları ayıklamakla işe başladı. Ne kadar hinterlandı varsa, “devlet düşmanı” saydıklarının hemen hepsini vagonlara doldurup Sibirya’ya sürgüne gönderdi. Biz bu sürgünün sadece Kırım Tatarlarına yapılan kısmını biliriz. Hâlbuki 1941 yılının 13 Haziran’ında, yani savaş başlamadan dokuz gün önce sınır güvenliği için özel olarak görevlendirilmiş Sovyet Güvenlik Örgütü tarafından Baltık bölgesinden 15 bin Estonyalı, 15 bin 600 Letonyalı ve 32 bin 600 Litvanyalıyı sürgün ettiler. Bugün bu milletlerin ayrı birer devleti var ise ve AB’ye alınmak için kıvranıyorlarsa, hafızalarında hâlâ bu sürgünün izlerini taşımalarındandır. Polonya da aynen bunlar gibidir, Çek ve Slovaklar da. kasım 2014 81 haberajanda Strataji Skoda fabrikasını biz çarpık bacaklı kamyonetlerinden biliriz. Almanların Çekler üzerindeki etkisi o kadar fazladır ki, Hitler, “Ruslara artık silah satmayacaksınız” dediğinde anında yerine getirmişlerdir. Skoda fabrikası, işe en önce silah üretmekle başlamıştır. Bugün ise dünyada birçok kişi Volkswagen-Skoda ortaklığının ürettiği arabalara binmektedir. Çarlık Rusya’sı, 1917’de Bolşevik İhtilali ile yıkıldığında neler olmuştu? Bize öğretilen ancak şu kadardır: “İhtilal olunca Rusya savaştan çekildi, biz de bunu fırsat bilerek Kafkaslara elimizi kolumuzu sallayarak indik. Kars, Batum, Ardahan, hatta Bakü’yü bundan dolayı ele geçirdik.” Hâlbuki Rus askerleri cepheleri boşaltmış, ortada ne bir otorite, ne de bir kumanda merkezi kalmıştı. Beyaz Ruslar ile Bolşevikler birbirini yemeye başlamış (1917-1922), iç savaş çıkmıştı. Bolşevik İhtilali, ilk Lenin’in memleketinde patladı. Petersburg tam bir işçi kentiydi. Bolşevikler Moskova’yı ele geçirdiklerinde ancak Rusya’nın altıda birine sahiptiler ve Çarlık ordusu da burunlarının dibindeydi. Stalin de işte bu politik cephe komiserlerinden biriydi, sonunda tüm Rusya’ya hâkim oldu; vesayeti yaratan ordu olduğu için de mücadele hiç bitmedi. Sovyet siste- minin bu denli istihbarat ve istibdada yatkın olmasının sebeplerinden biri de budur. Stalin’in tarım kolektivizmi nedeniyle büyük çiftlikler ortadan kalkmış olduğundan yeterince tarım yapılamıyordu. Rusya açtı, Almanya’da ise 6 milyon işsiz sistemi zorluyordu. Bu anlaşma şartları içinde askeri anlaşmalar var mıydı bilinmez, bugüne kadar ortaya çıkmadı. Lenin’in kankası olan Karl Ratek, Kızıl Ordu ile o zamanlar Alman ordusunun adı olan “Reichswehr” arasında imzalanan Rapallo Anlaşması’nın mimarı olarak tarihe geçti. İvanlar bizdeki gelişmeyi (!) görmüş olmalılar ki, yeniden organize ettikleri ordularını Alman subaylarının denetimine geçirterek çok kötü olan savaş endüstrilerini Almanların yardımı ile kurmanın hesaplarını yapıyorlardı. Hesap tuttu, hatta anlaşma o kadar ileriye vardı ki Almanya’daki askerî okullarda Alman ve Rus subayları, üstatlarının savaş taktiklerini birlikte öğreniyorlardı. Reichwehr’in Versay Antlaşması ile Almanya’da yapılması yasaklanan silahlara ve bu silahlara ait eğitim yapabilmek için uygulama alanlarına ihtiyacı vardı. İşte bu esasa dayalı olarak Kızıl Ordu ile Reichwehr arasında bir sıra “gizli” anlaşma imzalandı. Peki, bu kadar malzeme nereden sağlandı? İnanmayacaksınız ama hepsi Baltık Lozan’ı yere göğe sığdıramıyorlar ya hani, Lozan’ın şartlarından biriyle Türkiye’nin, Avrupa kıtasındaki topraklarında, sahile 30 kilometreye kadar hiçbir asker ve kıyı koruma birliği bulundurulmayacağı şartlara bağlandı. İğneada-Boğaz arasında hiçbir askerî tesisin olmamasının sebebi budur. Üçüncü havaalanı projesine İngiltere ve Almanya’nın çemkirmesinin sebebi de sanırım anlaşılmıştır. Denizi’nden yelkenlilerle taşındı. Bu özel programlarda uçaklar, tanklar, uçak bombaları ile kimyasal savaş malzemelerinden başka denizaltı gibi, Versay Antlaşması’na göre Almanya’da üretilmesi yasaklanmış bütün silahların üretilmesi amaçlanıyordu. Kızıl Ordu’nun kulisteki büyük oyunlarını yazmakta üstat olan Amerikalı Geofrey Bailey, “Komplocular ve Rusya” adlı kitabında bu konuda bakın neler söylüyor: “1924 yılında, Moskova’nın ön şehri olan Fili’deki Junkers fabrikası, tümü metalden yüzlerce uçak yapmıştır. Leningrad-Tula ile Salatoust’daki Çarlık fabrikaları onarılıp modernize edilerek her yıl 300 bin ton mermi ile bomba, Trotzak’daki (bugün Krasnogwardeisk) Bersol fabrikasında zehirli gazlar, Leningrad ile Nikolajew tersanelerinde ise denizaltılar ve zırhlılar tezgâhlanarak denize indiriliyordu.” 1926 yılında Alman ordusunun bütçesinin neredeyse üçte biri kadar (150 milyon) Reich Mark’ın üstünde bir para ile silah ve cephane almak için USSR’nin kasaları dolduruluyor ve dünyanın bundan zerre haberi olmuyordu. Yasaklanan savaş malzemelerinin üretilmesi, işin sadece bir yönüydü. Bir de bunların eğitimi, denenmesi ve ortak silahlı kuvvetlerin operasyon yapması gerekiyordu. Sovyetler Birliği adeta Reichwehr’in bir deneme alanı haline gelmişti. 1922-1930 yılları arasında yeniden kurulan Sovyet savaş endüstrisi de artık tıkır tıkır çalışmaya başlamıştı ki Almanya’da Hitler iktidara geldi… Stalin’in artık bu ittifakı sürdürmeye niyeti olmadığı gibi, Sovyet ordusu içinde örgütlenmiş bir komita, iktidara darbe yapmanın zamanını kollamaya başlamıştı. Bu komita, Rusya’yı Almanlara peşkeş çekmekle suçlanıyordu. Başında ise Ordu Politik Komiseri Gamarnik ile Genelkurmay Başkanı Tuhaçevski vardı. Başaramadılar… Başaramadılar ve buna istinaden Stalin, dünyanın en gaddar adamlarından biri haline geldi. Öyle bir katliama başlandı ki, generallerin yüzde 90’ını, albayların yüzde 80’ini, beş mareşalin üçünü, 17 ordu komutanının 13’ünü, 57 kolordu komutanını,110 tümen komutanıyla 220 tugay komutanını ve bazı kaynaklara göre 30, bazı kaynaklara göre de 35 bin subayı müfrezeler tarafından enselerinden kurşunlayarak infaz etti. Bu olaydan tam 20 yıl sonra Nikita Kuruşçef, bizdeki Balkan Savaşı öncesi alaylı 82 kasım 2014 subayların tasfiyesi gibi Tuhaşevski Temizleme Hareketi’ni Kızıl Ordu’nun ilk yenilgi sebebi olarak açıklarken, aynı zamanda Almanlarla yapılan antlaşmalarda yapılan tahrifatları ortaya sererek Genelkurmay Başkanı’na iade-i itibarda bulunuyordu. Stalin, 1939 yılında, Hitler’in Polonya’ya saldırısından tam üç ay sonra, küçücük bir devlet olan Finlere saldırdığında başına geleceklerden habersizdi. 200 binlik Fin ordusu, 700 bin kişilik Bolşevik ordusunu komuta kademesinin beceriksizliğinden dolayı hallaç pamuğu gibi attı. Bir Rus generali, bu mağlubiyeti “Kazandığımız toprak, ancak ölülerimizi gömmeye yetecek kadardı” diye tanımlıyordu. Barbarossa Harekâtı Almanlar da zaten buna güveniyordu. 3 milyon 200 bin kişilik Alman ordusu, üç kuvvete ayrılarak Kuzey Buz Denizi’nden Karadeniz’e kadar bin 600 kilometrelik bir cepheye yayıldı. Merkez ordusu Polonya önünde mevzilendi ve tam Brest Litovsk önünden başlayıp 2 bin 100 kilometre kat ederek Moskova’yı alacaktı. Kuzey ordusu tam Leningrad karşısında, Güney ordusu ise Ukrayna ile birlikte Donetsk havzasından Stalingrad’a yürüyecekti. Harekât planı “yıldırım”, ağırlık merkezi ise ilk planda Smolenks. Karşılarında 4 milyon 7 bin Rus olacaktı. (Hitler o kadar askerî doktrin okumuş, “Konvansiyonel savaşta taarruz edenin sayısı, savunana karşı üçte bir oranında olmalıdır” kuralını nedense unutmuş, Alman ordusu, savaş 1944 yılında sona erdiğinde ordusunun ancak üçte birini geri götürebilmiştir. Rusya ise bitmek tükenmez bilmez insan kaynaklarını askerî güce çevirerek millet-i müsellah tanımına giriyordu.) Rus ordusu yeterince silah, mühimmat ve cephaneden yoksun olduğu gibi, kendilerinin kurduğu tezgâhla komuta ve idareden yoksun bir Rusya tahayyül ediyorlardı. Gerçekten öyle miydi peki? Rusya’nın bitmek bilmeyen insan kaynakları ve inatçı savaşçıları karşısında Almanlar göz diktikleri tahıl ambarlarını, Kafkas petrollerini, Donetsk kömür madenlerini, birçok sanayi ve askerî anlamdaki stratejik noktayı ele geçirdikleri halde neden durmamışlardı? Almanlar kazanacaklarından emindiler. Rusya’nın politik kalbi olan Moskova’yı ele geçirmek demek, hem ideolojilerinin yayılması, hem de komünizmin durdurulmasıyla sonsuz bir güce sahip olmak demekti. Böy- Stalin, 1939 yılında, Hitler’in Polonya’ya saldırısından tam üç ay sonra, küçücük bir devlet olan Finlere saldırdığında başına geleceklerden habersizdi. 200 binlik Fin ordusu, 700 bin kişilik Bolşevik ordusunu komuta kademesinin beceriksizliğinden dolayı hallaç pamuğu gibi attı. Bir Rus generali, bu mağlubiyeti “Kazandığımız toprak, ancak ölülerimizi gömmeye yetecek kadardı” diye tanımlıyordu. lece Batı cephesini de besleyebileceklerinin hesabını yapmışlardı, öyle olmadı. General Kar (!), hani şu bizim her kış tepemize yağan, onları tir tir titreterek oldukları yere mıhladı. Kaderin garip cilvesi ki, Almanlar kendi elleriyle inşa ettikleri Rus savaş endüstrisinin ürettiği T-26 hafif, Leningrad’daki Kolpiner fabrikasında üretilen geniş paletli, kar kış dinlemeyen 60 tonluk KW-1 ve KW-2’lere karşı artık hiçbir şey yapamıyordu. İşin içine bir de üşümek bilmeyen ve Sibirya’dan getirdikleri Şaboraviak’ları katınca Almanların işi bitti. Velhasıl… Savaşları okumak, insana ayrı bir heyecan veriyor. Veriyor da savaşların böyle hikâye edilecek kadar edebî bir yanı yok. Kobani’deki savaşı da artık bu gözlerle izliyorum. II. Harb-i Umumiye’nin Almanya’sı nasıl klasik saldırı konsepti olan “yıldırım harekâtları” ile Fransa’nın düzgün şoselerinden saldırıya geçip ülkeyi gafil avladıysa, IŞİD de Musul’u ve saldırdığı tüm bölgeleri bu konseptle avladı. Ne zaman ki iklim şartları Almanların aleyhine değişti, direnç merkezleri geliştikçe cepheleşmeye yol açtı ve ardından da ricat başladı. Sonunda ilk atılan yumruğun etkisi geçer geçmez, rakipler birleşip gereğini yaptı Leningrad önlerinde karşılarına çıkan İngiliz tankları gibi. Hitler bu stratejileri bilmez mi? Hitler bu stratejileri bilir, hem de tüm kurmay subayları bilir. Askerî doktrin der ki, “İki cephede aynı anda savaşma. Cepheyi mümkün olduğunca dar tut, taarruz ağırlık noktasını doğru belirle ve içerideki muhaliflerden emin olmadığın sürece savaşa kalkışma. Düşmanı mümkün olduğunca tek merkezde toplamaya zorla ve topyekûn imha et! Komutanlarını harekât planlarının içinde tutarken, her türlü durumu göz önüne al ve onları plan içerisinde inisiyatif sahibi kıl! Meşruiyeti arttırmak için yanına mutlaka başka bir devlet al; hiçbir devlet veya ordu her yerde güçlü değildir, bunu sakın unutma! Savaşmak zorunda kalana kadar sabret, yenilemeyecek ordu yoktur. Yeter ki stratejini gerçekler üzerine kur, birliklerine taşıyamayacak ve kaldıramayacakları görevler yükleme!” Savaştan çıkan Almanya Cümlenin devamı belli sanırım, hep sorulagelen şu durum: “Savaştan çıktığı halde, Almanya bu kadar kısa sürede nasıl bu seviyeye geldi?” Cevabı aslında belli; birinci savaştan çıkalı henüz 21 sene olmadan ikinci savaşta dünyanın en büyük ordusu ve en güçlü devletlerinden biri nasıl olduysa öyle… kasım 2014 83 haberajanda Strataji Devlet-millet beraberliği, disiplin ve mühendislik altyapısının sağlam oluşu bu sürekliliği kadim kılmaktadır. Düşünün ki, Almanya’da yapılması yasak olan, Rusya steplerinde yapılabiliyor. Rusya’nın buradaki katkısı “sadece taş ve toprak”. Lipeztk’te o gün için dünyanın en modern ve gelişmiş hava üssünü kuruyor, ilk avcı bombardıman uçakları olan Jabo’ları üretiyorlar. Ardından bugün için F-16, 18 veya F-117 Stealt uçaklarının muadili olarak sayılabilecek Stuka’ların altyapısı oluşturuluyor. Kazan’da zırhlı birliklerin eğitimlerini yaptırıyorlar. Bugün Alman futbol takımına “Panzerler” deniyorsa, bunda Guderian’ın Leopar tanklarının manevra ve atış kabiliyetinin becerisine atıfta bulunuluyor. Almanya olmasa, bugün AB diye bir beraberlikten kim söz edebilir? Bizim burada esas sormamız gereken soru aslında şu: Bu adamlar neden son on yıldır Türkiye ile uğraşıyorlar? Neden medya dünyasından, özellikle Doğan Grubu ile içli dışlı kendilerine ortaklar arıyorlar? Neden Güneydoğu Anadolu’da ajanları cirit atıyor? Neden Gezi olayları sırasında rol çalıyorlar? Neden Türkiye’yi AB’ye kabul etmemek için bin dereden su getiriyorlar? (Ve en önemlisi:) Müslümanlardan neden bu denli nefret etmeye başladılar? NOTLAR Not 1: Barbarossa adı nereden geliyor? “Kızıl Sakal” demek değil öncelikle; III. Haçlı Seferi’ne (1179-1181) katılan ve Silifke dolaylarında Göksu’dan geçerken boğulan Almanya Kralı Friedrich Barbarossa’nın adından… Not 2: Ruslar bu savaşta o güne kadar denenmemiş silahlar ürettiler. Almanların alev toplarına karşı onların buldukları silah, hepimizin yakından tanıdığı Molotolf kokteylidir. Yakın savunma silahı olarak tanımlanan bu silah, milislerin tanklara karşı çaresizlikten başvurduğu, yapımı kolay bir silah olarak hâlâ kullanılmaktadır. Not 3: Yine Ruslar, o günkü koşullarda Almanların “Stalin Orgu”, Rusların ise “Katyuşa” dedikleri bir roketatar icat etmişlerdi. Seri halde gönderilen bu roketler havada patlıyor ve özellikle taarruza geçen piyadelere şarapnel etkisi yapıyordu. Bu silahı da anmamak olmazdı. Not 4: Klasik askerî stratejik doktrinlerin üç üstadı vardır ve bunlar, kurmay subay yetiştirmekte ders olarak okutulur: Moltke, Clausewist ve Ludendorff. Fakat günümüzde savaş konseptleri değişmiş olup, konvansiyonel savaş yapanlara karşı artık daha çok terörizm veya gerilla savaşı uygulanmaktadır. Bunun iki üstadı da Lawrence ve Mao’dur. Dolayısıyla bugünün savaş stratejilerini anlamak ve karşı koyma yöntemleri oluşturmak istiyorsak, bunların hepsini birlikte değerlendirmek gerekir. Almanya Başbakanı Angela Merkel 84 kasım 2014 Kaynak Çöpte bulunmuş bu kitap, Paul Carell’e aittir; “1945 Alman-Sovyet Savaşı: Barbarossa Harekâtı”. (1974 ikinci basım, 1. cilt. -İkinci cildi elinizde varsa okumak isterim.-) haberajanda Analiz Yahya Kurt [email protected] M ESCİD-İ AKSA… Kader-i İlahiyenin ismiyle müsemma kıldığı mahzun ve garip mabet... Aksa “en uzak, en son, nihayet” gibi anlamlara geliyor. Müslümanların bugün Mescid-i Aksa ile ilgili fikri, ruhî ve fiilî hal-i nazarı dikkate alındığında bu isimlendirme bir başka hüzün kaynağı oluyor. Mescid-i Aksa, Kâinatın Efendisi’nin “Ümmeti! Ümmeti!” diye başını ilk secdeye koyduğunda yöneldiği mukaddes mabet, âlem-i İslam’ın ilk kıblegâhı, Mu’cize-i Mi’rac’ın basamağı ve mukaddimesi, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de çevresini mübarek kıldığı mukaddes mekân, Hz. Süleyman’ın emaneti, Hz. Meryem’in sığınağı, ecdadın mirası… İşte bizim için bu anlamları ifade eden bu mukaddes mabedi, Akif’in “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” diye ifade ettiği yeri namahremin postalları çiğnedi. Kutsallarımız ayaklar altına alındı. Ve Mescid-i Aksa ile birlikte tüm Müslümanların onuru ve vicdanı da o postallar altında ezildi. Peki, İsrail denen terör devleti neden böyle bir eylemde bulundu? Bu cesareti nereden aldı? Bu cüreti kendinde nasıl buldu? Aslında bunun birkaç nedeni var. Birincisi, ataların söylediği o meşhur sözde: “Eceli gelen köpek cami avlusuna pisler.” Fakat meseleyi sadece bu söze indirgemek, işin kolayına kaçmak olur. Yahudi milleti gibi her şeyi planlayan, asla başıboş ve rastgele bir iş yapmayan bir milletin Mescid-i Aksa’ya durup dururken saldırmayacağını herkes bilir. O halde asıl amaç ne? İsrail neden böyle bir eylemde bulunma ihtiyacı hissetti? Asıl amaç, Müslümanların kutsalları üzerinden Müslümanları kışkırtıp ortalığı karıştırmak, bu karışıklık ve karmaşa üzerinden IŞİD ile dünya kamuoyunda oluşan sözde “İslamî terör” algısını kendi lehine kullanmak, bu algı ile Filistin’in özgürlüğü için mücadele Bu meselenin asıl sebebi… ŞU BİR GERÇEK Kİ, Müslümanlar birbirinin kanını dökmeye ve parçalara bölünmeye devam ettikçe, iktisadî ve siyasî meselelerde güçlü olmadıkça ve Müslümanlar için bir şey yapmak isteyen insanlara engel olmayı sürdürdükçe Müslümanın iç savaş hali değişmeyecek; Mescid-i Aksa yine mahzun, yine mahkûm, yine garip olacak, biz Müslümanlara da kala kala zillet kalacak! eden oluşumları dünya kamuoyu nezdinde terörist olarak algılatmak ve de Filistin özgürlük mücadelesini itibarsızlaştırarak vahşetlerine kılıf bulmak. Diğer bir nokta ise şu: “Özgür” Filistin’in dünyada daha yüksek sesle dillendirilmesi ve özellikle Avrupalı devletler tarafından tanınması, İsrail’in dengesini bozdu, bu bir gerçek. Bu husus, İsrail’in kontrolsüz saldırılarının altında yatan bir başka neden. Dünya siyasetini takip eden herkes bilir ki, ABD her zaman İsrail’in hamisi olmuş ve İsrail her ne yaparsa yapsın, ABD bunu bir şekilde İsrail lehine çevirmek için yoğun çaba harcamıştır. Özellikle de Amerika’da Cumhuriyetçilerin son dönemdeki yükselişi İsrail’in iştahını kabartıyor ve azgınlaştıkça azgınlaşıyor. Bu da İsrail’in bu kadar fütursuz- ca hareket etmesinin bir diğer nedeni. Fakat İsrail’in bu denli ölçüsüz, başına buyruk, hukuka muhalif ve bütün kutsalları hiçe sayarak davranmasının en büyük nedeni, İslam dünyasının içinde bulunduğu malum durum. Müslümanlar gerek bölgede, gerekse dünyada büyük bir nüfusa sahip olsalar da maalesef yeterli bir nüfuza sahip değiller. Başta İsrail’in yanı başındaki Müslüman devletleri olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde Müslümanlar birbiriyle savaşıyor. Buna bir de ekonomi, ticaret, medya ve teknoloji gibi hemen her alandaki yeterli düzeye erişilememe sorunu eklenince, İsrail kafasına eseni, estiği gibi yapıyor. İstediği yerlere yeni yerleşim yerleri açıyor, istediği bölgeye ambargo uygulayıp bir açık hava hapishanesine dönüştürüyor, istediği anda sivil veya çocuk fark etmeksizin bomba yağdırıyor, istediğini sorgusuz sualsiz tutukluyor ve istediği anda, tüm dünyanın gözü önünde “Müslümanların mescidi”ni postallarıyla çiğniyor, Kitabını yerlere atıyor, silah kullanıyor, ateş açıyor… İsrail bunları yaparken Müslümanlar da boş durmuyor. Onlar da ellerine birer silah alıp namluları birbirlerine doğrultuyor ve tetiğe basıyorlar. Müslüman coğrafya yine kan gölü… Şu bir gerçek ki, Müslümanlar birbirinin kanını dökmeye ve parçalara bölünmeye devam ettikçe, iktisadî ve siyasî meselelerde güçlü olmadıkça ve Müslümanlar için bir şey yapmak isteyen insanlara engel olmayı sürdürdükçe Müslümanın iç savaş hali değişmeyecek; Mescid-i Aksa yine mahzun, yine mahkûm, yine garip olacak, biz Müslümanlara da kala kala zillet kalacak! kasım 2014 85 haberajanda Toplum Meşruiyetlerini muhafazakârlık ve mağduriyet üzerinden kamusal alana döndüren ve giderek de sayıları artan bu kişilerin ortak noktası, yurtdışında eğitim ve diploma almış olmalarıdır. Aldıkları eğitim ve diplomanın ülkenin en tepesinde sağladığı imtiyazlı yer, çalıştıkları konu ve araştırma alanlarının ülkelerinin lehine olmamasıyla paraleldir. Hemen hiçbiri yabancı ülkelerde yaptıkları çalışmaları burada yayınlama ya da yazma ve de konuşma zaman diliminde değildir. Çünkü ürettikleri veya hizmet ettikleri epistemin sahibi ya da varlık alanı yurtdışıdır. Bunun için, onların yaptıkları her faaliyetin bir epistem olması münasebetiyle, bu epistem varlık alanına geri döner ve huzura erer. Aksi durumda bu epistem, başka bir varlık alanı olan kendi ülkesinde hastalıklara neden olur. *** Mağduriyetin oluşturduğu hissiyat, ağlayan ve belirsiz bir yerlerde bırakılan, kendine yer bulamayan bir alan oluşturmuştu. Bu durum önce kendilerine imkân sunulan, ardından da bu imkânların her türlü pazarlığa açıldığı, alanların daraltıldığı bir süreci başlattı. Bütün bu işlerin peşinde koşan ve süreci kovalayan şebeke istediğine de büyük oranda ulaştı. Başörtü ve türban arasında gidip gelen politikalar, doğrudan homojen gördüğü alanı ikiye böldü ve kendi içerisinde çatışan yeni bir alan daha oluşmasına hizmet etti. Böylece dış müdahalelerle mağduriyet yaşayanlar, başörtü ve türban gerilimi içerisinde, kendi içlerinde yeni bir sıkıntılı süreci başlatmış oldular. 86 kasım 2014 Amerika ve İngil Varın selam Prof. Dr. Ahmet Taşğın [email protected] tere’den kalkan kuşlar! söyleyin sılaya… T ÜRKİYE siyasî çevrelerinin yakın zamanda ihtiyaç duyduğu uluslararası tecrübesi olan ve dil bilen kadrolarından oluşturulan istihdamın giderek artan katkısı göz doldurmaktadır. Uzun süreden beri uluslararası ilişkiler çerçevesinde eksikliği hissedilen insan kaynağı, ivedi ve etkili bir şekilde ikmal edilmiş ve daha ileri bir noktada konunun parçaları ve ihtisas alanları dahi oluşturulmaya başlanmış görünmektedir. >> İktidar çevrelerinin kadro ihtiyacının yanı sıra, öteden beri ülkede estirilen köşe kapmacalar içerisinde “türban” ile “başörtüsü” arasında gidip gelen siyasî, kültürel, sosyal ve dinî oyunların savurduğu azımsanamayacak bir kuşak oluştu. Bu kuşak, gerisi ve ilerisi olmayan, “bin yıl etkisi sürecek” bir formatla biçimlendirildi veya buna çabalandı. Bu itelemenin sonucu dağılan zihin ve ruh dünyalarının kurtuluşu olarak birçok kişi yurtdışına eğitim görmeye gitti veya gönderildi. Yurtdışına gönderilip devletin ve milletin sunduğu imkân ve emanet ettiği itimat ile her türlü pazarlığa oturan kişiler, kendi ve ülke menfaatleri için ellerinden geleni yaptılar. Giderek hızlanan, artan ve kabaran listeler içerisinde ülkenin umudunu, beklentilerini ve cesaretini arttıracak proje ve çalışmalara imza atacak evlatlarını beklediler ve halen de bekliyorlar. Amerika ve Avrupa eğitim elçileri, kendi ülkelerinin acilen çözüm bekleyen problemlerine farklı yön ve yerlerden gayret edip çözüm üretecek çabaya girişecekler. Onlar da hemen kollarını sıvayıp yüklendikleri ülke gündeminin ağırlığı ile gittikleri üniversitelerde büyük mesai harcamaya başlamakta gecikmediler. Konuya buradan başlama gayesi, yurtdışı eğitimi ve burada eğitim almış adamların kamu talebi, birbirleriyle dayanışması, ürettikleri politika, sundukları katkı, çözüm önerileri ve ülkenin daralan alan ya da alanlarına ilişkin çabaları her vakit radyo, televizyon ve gazetelerdeki yazı, konuşma ve görüntülerle tekrarlanmasını ortaya koymaktır. Saraydaki mümin, “sepet” içinde geleni tasdik eder Her geçen gün kamuoyu, sürekli yenilenerek emniyet ve güven havzasında tutulmakta mutlu, huzurlu ve müreffeh günleri tamamlamaktadır. Meşruiyetlerini muhafazakârlık ve mağduriyet üzerinden kamusal alana döndüren ve giderek de sayıları artan bu kişilerin ortak noktası, yurtdışında eğitim ve diploma almış olmalarıdır. Aldıkları eğitim ve diplomanın ülkenin en tepesinde sağladığı imtiyazlı yer, çalıştıkları konu ve araştırma alanlarının ülkelerinin lehine olmamasıyla paraleldir. Hemen hiçbiri yabancı ülkelerde yaptıkları çalışmaları burada yayınlama ya da yazma ve de konuşma zaman diliminde değildir. Çünkü ürettikleri veya hizmet ettikleri epistemin sahibi ya da varlık alanı yurtdışıdır. Bunun için, onların yaptıkları kasım 2014 87 haberajanda Toplum Ülke içinde merak edilen husus, acaba büyük efendilerin icazetiyle ülke yönetimine gelmiş siyaset adamlarının neden başörtüsü yasağı uyguladıklarıdır. Nasıl oldu da kendi yalanlarını böylesine acemice açık ettiler? Yalanlarını açık etmeleri hususunda efendileri kendilerine ne dedi ya da onlardan neden vazgeçtiler? Bunların kendi ülkelerinde canilere dönüşmelerine nasıl izin verdiler? Yoksa onlardan istenen bu muydu? her faaliyetin bir epistem olması münasebetiyle, bu epistem varlık alanına geri döner ve huzura erer. Aksi durumda bu epistem, başka bir varlık alanı olan kendi ülkesinde hastalıklara neden olur. Osmanlı’dan bu yana bunun yüzlerce örneği görülmüş ve şimdilerde kamunun ideolojik bütün aygıtlarını kontrol eden çevreler, varlık alanı ve hastalık konusunda göz boyamakta ve hikmet sahibi kamuoyundan bunu kaçırmaktadır. Bilmeliler ki varlığın sahibi Rahman’dır ve saraydaki mümin, “sepet” içinde geleni tasdik etmektedir. Doğal olarak müstemleke yeni bir formatla üzerinde hak sahibi olduğu coğraf- 88 kasım 2014 yayı yönlendirmek ve şekillendirmektedir. Hem de bugün, üzerinde yaşadığı toprakların insanına her türlü ortamı hazırlayıp kabul ettirerek ve sonucunu da elli yıl sonrasında anlaşılmak üzere kurgulamaktadır. Ülke siyasî yapısının ve siyaset adamlarının duyduğu ihtiyaç ile dünyaya bütün güçleriyle hücum edenlerin zafiyetleri üzerine kurulu bir programa maruz kalmaktadır. Bu topraklarda yaşayan insanlar, kendilerinin de yaratıldığı toprağı hatırlatan ve Allah’a kulluğun dışında bir amacı olmayanların çocuklarıdırlar. Nefislerinin ve şeytanlarının peşine düşen adamlar, hem yaratıldıkları toprak, hem de ruhlarını üfleyene karşı va- roluşsal bir meseleyle karşı karşıyadırlar. Bu iki husus, Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı bir programın parçasına dönüşmüştür. Bunun için gelişmiş ülkelerde eğitim macerasının bir parçası, daha geniş bir alanın dilimleri olarak hizmet görmektedir. Yurtdışına giden veya gönderilen kişilerin hangi çerçevede ve nasıl gönderildikleri hususu her daim tartışıldı ve yine de tartışılmaya devam edecektir. Çünkü yurtdışına gönderilme gerekçeleri ile geri dönüşün sağladığı donanım arasında bir türlü kapanmayan, kimi zaman da giderek mesafesi açılan tuhaf, belirsiz ve anlaşılmaz bir boşluk oluşmaktadır. Ya da gönderilme gerekçeleri, bir ideal olarak gönderenlerin kendilerini kutsadığı ve kutsanmayı arzuladıkları bir söylem olarak iş görürken, giden veya geri dönenlerin haline ilişkin bir amacı bulunmamaktadır. Bir başka açıklama yolu da haddizatında bütün bunların hepsi bir yalan ve yalana inanmanın oluşturduğu bir gerçekle herkes avunmakta ve umutlanmaktadır. Doğal ola- Prof. Dr. Ahmet Taşğın rak sonu gelmeyen hazırlıklar, söylevler, sürekli yeni gidenler ve gelenler etrafında ciddi bir hareketlilik sağlanmaktadır. Kendi yalanlarını açık eden acemiler Bir diğer husus ise türban ve başörtüsü etrafında şekillenmektedir. Mağduriyetin oluşturduğu hissiyat, ağlayan ve belirsiz bir yerlerde bırakılan, kendine yer bulamayan bir alan oluşturmuştu. Bu durum önce kendilerine imkân sunulan, ardından da bu imkânların her türlü pazarlığa açıldığı, alanların daraltıldığı bir süreci başlattı. Bütün bu işlerin peşinde koşan ve süreci kovalayan şebeke istediğine de büyük oranda ulaştı. Başörtü ve türban arasında gidip gelen politikalar, doğrudan homojen gördüğü alanı ikiye böldü ve kendi içerisinde çatışan yeni bir alan daha oluşmasına hizmet etti. Böylece dış müdahalelerle mağduriyet yaşayanlar, başörtü ve türban gerilimi içerisinde, kendi içlerinde yeni bir sıkıntılı süreci başlatmış oldular. Bunun sonucunda da kendilerinin kaotik durumu, ülkenin varoluşsal kurgusuna paralel hale geldi ve sisteme eklenme hususunda bu yeni çevreler sıkıntı duymadan bütünleşti. Yurtdışı tecrübesiyle yurda dönen yeni figürler, ülke içinde hemen her alanda görünür, konuşur oldular. Ciddi, güvenilir ve hızlı bir görüntü sunan bu kadrolar, ülkenin her meselesini konuşmaları ve hareketleriyle tüm alanları şantiyeye çevirmekte gecikmediler. Günlük tıraşları, Amerikan tarzı saçları, dar koyu renk takım elbise ve rugan, ucu sivri, parlak derili ayakkabılarıyla daralan, tıkanan sisteme muhteşem denecek şekilde nefes aldırdılar. Ellerinden düşürmedikleri elektronik cihazların uluslararası alakaları, Gordon bağı misali sürekli gıdalanmalarına ve beslenmelerine fayda sağlarken, her türlü iletişim ve bağıntıyı da kurmaya devam ettirmelerinde hizadaşlarından da ileride olmalarını sağladı. Yani hem hareketli ve hızlı giderken etkili olmakla kalmadılar, bir yandan da dünya ve içinde olup bitenden anında haberdar olmayı sürdürmeye ve takip etmeye devam ettiler. Her hal ve şartta bu durumu daim kılan, sistemin can simitleri arasında yer alan dinamik bu kadro, kendilerinin övüldüğü ve övenlerinin dahi övdüğü bir sistem içerisinde, hiç kimseye faydası olmayan mala- yaniyi kutsallaştırdılar. Her önemli toplantının mikrofon arkasındaki geniş kadroyu oluşturan bu seçkinler, tekme de dâhil, her türlü donamına sahiptirler. Geri plandaki sahne ile mikrofon arasında asıl olanın yanını yöresini dolduran bu seçkinler, kamuoyunun asıl olana duyulan güveni pekiştirme ve ciddiye alınma kısmında büyük bir pay sahibidirler. Ellerindeki teknolojik teçhizatın sesten arındırılmış alanlardaki konuşmaları dahi dışarıya taşıracak güce sahip olduğu özgüven ve emniyetini taşısalar da kendilerine verilen rol, uluslararası tecrübe ve dil bilmeleri üzerine inşa edilmektedir. Bu görüntüye günaşırı muhatap olan kamuoyunun ablak ablak baktığı, taratoryaya hâlâ bir anlam vermeye çalıştığı karışmış kafalar, idrak yollarında yaşanan tıkanma karşısında sessizliklerini korumaktadırlar. Ülke içinde merak edilen husus, acaba büyük efendilerin icazetiyle ülke yönetimine gelmiş siyaset adamlarının neden başörtüsü yasağı uyguladıklarıdır. Nasıl oldu da kendi yalanlarını böylesine acemice açık ettiler? Yalanlarını açık etmeleri hususunda efendileri kendilerine ne dedi ya da onlardan neden vazgeçtiler? Bunların kendi ülkelerinde canilere dönüşmelerine nasıl izin verdiler? Yoksa onlardan istenen bu muydu? Hani bunlar özgürlükçü, insan haklarına saygılı, birçok yalanın oluşturduğu muhkem bir kulenin parçaları ve adamlarıydılar? Doğrudan müstemlekenin kolluk kuvvetleri olarak görev yaptıklarına göre, müstemleke bunların ellerinden kaçırdıklarını da yine kendi bünyelerinde ikinci perde için mi korumaktadır? Böylece yeni bir perde, diğeri bitmeden hazır hale gelmektedir. Ülkenin kaçırdığı, baskı altında tuttuğu çevreler, yeni bir sürecin destgâhından geçmeye başladılar. Bu program, büyük ülkelerin yeni bir şekille bu aktörleri kendi ülkeleri için hazır hale getirdikleri ve kendilerinin de usta oldukları bir programdır. Fakat kendi ülkelerinden kaçırılma gerekçeleri ile sığındıkları ülkelerin aynı merkez olduğu başka bir formatta hazırlandıklarını, kendilerinde olanla yeni programın uyumunu anlayamadılar. Hatta bütün bu olup biteni kendilerine, yani ayrıcalıklı, önemli ve vazgeçilmez olduklarına saydılar. Dahası, uzun süre bunu kendileri tarafından büyük bir zafer ve başarı hikâyesi olarak büyük salonlarda, büyük gazete ve televizyon ekranlarında anlatıp kamuoyunu da buna ikna etmeye çalıştılar. Her biri bütün dünyayı kendi ölçeğinde elinin altında tutan efendiler, ülkelerinde bin bir türlü mazeret ile rahatsız edilip yerinden edilenlere merhamet kanatlarını şefkatle açtığında soluklandıkları alan öyle geniş, öyle ferah ki oksijen fazlalığı neredeyse ölümlerine neden olacaktı. Artık yalancı cennette, kısa zaman içinde ülkelerinde yaşadıkları sıkıntıları unutup kendileri için rehabilite edildikleri ortamın keyfini sürmeye hazır hale geldiler. Bu saatten itibaren ülkeleri için büyük söylevlere hazırlanmakta gecikmemeleri ve fazla zamanları da olmadığına göre bir an evvel çalışmaya başladılar. Efendiler, önce beklentileri olup yarınlarına güvenle hareket etmek isteyen bu yeniler için işleyen programı kendileri için tekraren ama muhatapları için yeniymiş hissiyle işletmeye devam ettiler. Programa göre yeniler, müstemlekenin her türlü haline perestiş gösterecek manevi bir ortam oluşturdular. Bu ortam, efendi veya oyun kurucu ile kesinlikle karşılaşmayacak, kendi gibi taşınan “kargo” ile aynı ortamı paylaşacaktı. Bu sosyal ortamın dışında akademik çevrenin oluşturulup kurulmasına gelince, müstemlekenin sorunlarına, işleyişine ve ruhuna ilişkin bir konu çalışmak neredeyse imkânsızdır. Yeniler, efendileri tarafından kendi ülkelerinin eğitimli yöneticileri olacak ve müstemlekeye her türlü alanda hizmet edecek şekilde programlandılar. Buna göre kadrolarına, yani bu yenilere kendi ülkelerinin herhangi bir sorununu çalıştırdılar ve güncel bilgiyi Amerika ve İngiltere’ye taşımalarını istediler. İlgili ülkeler, bu insanlara verdikleri diploma karşısında yüksek miktarda para alıp ülke ekonomisine katkı sunmakta, hem de maliyeti yüksek bilgileri düşük maliyetle ülkesine taşımaktadırlar. Kaldı ki çalıştırdıkları sorunu deryada bir inci misali aramak, bulmak ve bağlantıları oluşturmak, Türkiye’de büyük adam olmak isteyenler için imkânsızdır. Çünkü geri dönüşün yerini koruyup kullanmak gibi bir yükümlülüğü de hasarsız kurmaları gerekir ve buna da büyük bir itina ve ihtimam göstermektedirler. Bunun için kendi ülkelerinin bir meselesini efendilerin istediği şekilde çalışmaktan başka şansları bulunmamaktadır. Çalıştıkları konu, aynı zamanda geri kalan ömürlerinde elde edecekleri hizmetin de sağlıklı yürümesinin güvencesi olmasının ötesinde, kasım 2014 89 haberajanda Toplum olaysız geçiştirilmesini de sağlamaktadır. Çalışılan konuların neredeyse tamamına yakını Türkiye’de yayınlanacak düzeyde değildir ve yayınlansa bile Türkiye, siyasî, iktisadî, sosyal, dinî ve akademik çevreler açısından çok saçma bir yerde duracaktır. Kendi ülkelerinin beklentileri ve sorunlarına yönelik araştırma ve eğitim yapmak üzere gidenler, kendi ülkelerinin sorunlarından uzak bir yerde, neyin parçasına dönüştüklerini unutup ülkenin geleceğine ilişkin bilgiyi efendilerine taşıyıp paylaşmakta hevesli ve acelecidirler. Müstemlekeye şuursuz hizmet Hâlbuki milletin onlara verdiği imkân, yine onlara duyulan güvenle ilgiliydi ve ülkelerinin sorunlarına yönelik müstemlekenin ne yaptığı, nasıl yaptığı hususunda çalışmaları gerekirdi. Bunu yapmadıkları için de kendi ülkelerinde yayınlanacak ya da yayınlayacak bağlantıyı kurmak ve bulmak güç görünmektedir. Nasılsa gövdeleri burada, ruhları ya da akademik çalışmaları ise müstemleke topraklarında olduğuna göre, kendi ülkeleri için neyi, nasıl, kimin için yapacaklardı ki? Parçanın bütün içerisindeki yeri, karşılığı ve anlamı üzerine bilgi sahibi olmadığına ve meselenin kendisi için bir epistem ifade ettiğine ve varoluşsal bir so- Bu yeni seçkinler, kendilerine verilen imkân karşısında fazlalıklar ve çıkıntıları törpülemek ve iç etmek konusunda yetkin ve usta kılındılar. Bunun gereği olarak rendeleme ve perdahlama ustası olarak muhafazakâr ve dindar çevrelerde dolaşarak ellerinden gelen uyum, asimilasyon ve uyuşturucunun her türlüsünü uzmanlıkları nispetinde yerine getirdiler. Yukarıdan aşağıya bürokrasinin tamamına yayılan bu kadrolar, köylü, poturlu, yüzlerini güneş yakmış adamlar olarak niteledikleri kişileri de bir bir bürokrasiden kesmeye, uzaklaştırmaya ve yaklaştırmamaya gayret ettiler ve büyük ölçüde bunu da başardılar. run olmadığına göre, her türlü uyuşmaya ve kibarlığa, iş bitiriciliğe açık ve terbiyelenmiş kıvamdadırlar. Ayrıca çalıştıkları konular itibariyle ve kendilerine ince ayarlı tevdi edilen görevler münasebetiyle sorumluluk üstlenenler, aldıkları görevlerin hemen tamamında da eğitimleri boyunca çalıştıkları konularla ilişkisiz alanlarda hizmet görmeye başladılar ve devam ettiler. Ülke daha derinden işleri biçimli bir şekilde devam ettiren İngiliz seçkinlerine öykünenlerle İngiliz askerî gücü olarak hareket eden Amerikan seçkinleri arasında iki ana damar üzerinde şekillenmektedir. Giderek bütün alanların gönüllü teslim edildiği bir sürece girildiğini görmek gerekir. Ülkede giderek incelen iç çatışmanın merkezinde var olan iki anlayış, müstemlekenin beklentileri ve ayarları doğrultusunda gitmesi ve gitmediği durumda da müdahalesi nedeniyledir. Yeni seçkinler Bu yeni seçkinler, kendilerine verilen imkân karşısında fazlalıklar ve çıkıntıları törpülemek ve iç etmek konusunda yetkin ve usta kılındılar. Bunun gereği olarak rendeleme ve perdahlama ustası olarak muhafazakâr ve dindar çevrelerde dolaşarak ellerinden gelen uyum, asimilasyon ve uyuşturucunun her türlüsünü uzmanlıkları nispetinde yerine getirdiler. Yukarıdan aşağıya bürokrasinin tamamına yayılan bu kadrolar, köylü, poturlu, yüzlerini güneş yakmış adamlar olarak niteledikleri kişileri de bir bir bürokrasiden kesmeye, uzaklaştırmaya ve yaklaştırmamaya gayret ettiler ve büyük ölçüde bunu da başardılar. Artık ülkenin önemli kurumlarında İngiltere ve Amerika uzantılı adamların doğal asabiyeti var ve giderek bu yarık büyümekte. Merak edilen bir başka soru da şudur: Acaba siyasî üst kadro, bu kadar yabancı ülke diplomalı adamın kendi etraflarında oluşu hakkında ne düşünmektedir? Özellikle siyasî üst kadroların Harlem İngilizcesi bildiği söylenen bu adamlara duyduğu ihtiyaç ve bu ihtiyacın süreç içerisinde kazandığı anlam ve eriştiği yer üzerinde neler düşünülüp konuşulduğu da bir merak konusudur. Doğrusu bu husus veya soru, kamuoyunun acilen cevap ya da adım atılmasını beklediği, umduğu ve dilediği seçkin başlıklar arasında yer almaktadır. Bu 90 kasım 2014 Prof. Dr. Ahmet Taşğın kadroların ülke için nasıl ve nereden bir fayda sağladıkları üzerinde yeniden kafa yorulması zorunludur. Aldıkları diplomanın sağladığı saygınlık ve bu saygınlık nedeniyle bu işin oluşan ve yer tutan piyasası giderek ülke içinde rekabetten öte ahlaksızlığa doğru kaymıştır. Diploma almakla kalmayıp itibar sağladıkları ne varsa hepsini kendilerinden aşağı gördükleri yerliler için kullanmakta ve bu aşağılamalarda paydaşlar olarak da “Ergenekon” ve “paralel” diye adlandırdıklarından oluşturulmaktadırlar. Yine ortak yönleri arasında en önemli sözlerinin örneklerini de Amerika veya İngiltere’den muhataplarına yöneltmekle beraber, kendilerini de aynı zamanda aşağılayarak vermektedirler. Kendilerini aşağılamanın sağladığı manevi haz, inanılması güç bir rahatlık ve güven duygusu sağlamaktadır. Çünkü büyük ülkelerin programı, yeni ve hesabı olmayan (yani din gününü yalanlayan) bir ahlak kazandırmış ve efendiler ile istimlak edilen topraklar arasında kendilerine her zaman ve her yere geçiş yapabilecekleri bir teknik ve taktiği de belletmiştir. Bundan dolayı efendilerinin verdikleri karşısında borçlu olduklarından dolayı borçlarına karşılık her şeyi kamuda tepe tepe kullanıp istifade etmektedirler. Artık müstemleke, kendisi ile istimlak ettiği arasında bu yenileri yerleştirmiştir. Maalesef yerliler bunlarla muhatap olduklarından, oyunu görmelerine ve bilmelerine rağmen oyunun sahibiyle bir türlü karşılaşma şansı yakalayamamaktadır. İktidarın dikkat etmesi gereken Siyasî iktidar, kendisi için katkı sağlayacağını düşündüğü bu kadroların ruhları ve hareketlerinin bu ara alanı oluşturduğunu her zaman hatırında tutmalıdır. Bu ara kadro iki katmanlı ya da çift ruhlu olduğu için, en ufak bir gaflette kendilerine efendilik yapacak çizgiye hemencecik geliverirler. Ülkenin bu son günlerde yaşadığı tartışmalar göstermektedir ki bu kadrolar çoktan ilk yerlerine yenisini eklediler ve tabiatlarında bulunan diğer yüzlerini de göstermeye başladılar. Yani ikinci ruhlarına da korkusuzca yer açmış ve bir tanesiyle hareket ettikleri ruhlarının ikizini de aktif hale getirdiler. Artık siyaset ve iktidar açısından mücadele iki boyutlu sürmelidir. Bunlardan bir tanesi olarak yanında duran, istihdam edilmiş ve kendilerine uygun kadrolar oluşturulmuş adamlar, çift ruhlu olmanın gereği olarak aynı zamanda bir başka yerle olan irtibatını da otomatik olarak başlatmışlardır. İkincisinin birinci adam olarak düşünülmesi çok acı sonuçlar doğuracaktır ve maalesef ikinci adamın reakte olma süreci başlamış ve formül tamamlanmıştır. Bu süreçte halen birinci adamla yol yürürken diğerini görmeleri gecikmeyecektir. Şimdi esas oyuncuya ilişkin kimi zaman belli belirsiz aradan çıkan sesler, bu adamlar olduğu sürece boğulacak ve kaybolacaktır. Bu seslerin bir kısmı, milletin emanetiyle yurtdışına giden ve Allah’a kulluktan başka derdi olmayan adamlardan gelmektedir ki gelmeye de devam edecektir. Lakin büyük bir şebekenin suyundan içenler, zehirlendiklerinden ötürü kendileri gibi olmayanları çok hızlı devre dışı bırakmaya devam edeceklerdir. Hâlbuki üzerinde uzman olup diploma konularını dahi ülkelerinde yayınlayamayanlar, uzmanlıklarıyla alakalı olmayan dünya kadar kadroda istihdam edildiklerine göre nasıl bir katkı sunacakları hem beklenmekte, hem de merak edilmektedir. Bütün bunlardan da öte, aldıkları diplomalarını sağlayan araştırma konuları da dâhil, Türkiye’de kendileri için karşılanacak hangi alan bulunmaktadır ve hangi alanda istihdam edileceklerdir? Doğrusunu söylemek gerekirse, büyük bir kısmı için Türkiye gündemi, kamu idaresi, akademik alanlar da dâhil istihdam edilecek bir alan ve imkân bulunmamaktadır. Ülke kendi içinde bağımsız bir politika üretecek ve yönetecekken buna ihtiyaç duyulan adamlar beklenmektedir. Günümüzde en kritik kadroları işgal edenlerdense ülkenin bağımsız politika üretmesi ve menfaatlerine uygun hareket etmesi, tutum belirlemesi beklenmemelidir. Çünkü bu kadroların bu meseleler için müktesepleri yok veya uygun değil. Çünkü çalıştıkları konuların parça oluşu, hemen hiçbir konuda derinlemesine ve uzun soluklu çalışmalarının bulunmaması, faydacı ve dönüştürücü olmaları, ülkenin giderek artan ve derinleşen meseleleri için onları kifayetsiz kılmaktadır. Öyle ki, yabancı diplomalı bu yerli kadrolar, iktidarın ilk yıllarında ihtiyaç duyup getirdiği taşımalı kadroları dahi gölgede bıraktıklarına göre üzerinde bir kez daha durulmalı ve dikkatlice faaliyetleri de takip edilmelidir. Hususlar arasında dillendirilmesi gere- kenlerden bir tanesi de şudur: Beklenen ve arzulanan, sorunların çözümü odağında hazırlanan plan ve program dâhilinde sonuçlanmadığına göre, bütün bunlar neye hizmet etmekte veya ne anlama gelmektedir? Yani iktidar öteden beri şu nedenlerden ötürü, beklenen alanlara ilişkin gönderilen adamları bulunmasına karşın, bunlardan hangisi kendi uhdesinde istihdam edilmektedir? Başörtü ve türban arasında sıkışıp kalan örnekte olduğu gibi, yurtdışına çıkanlar arasında meydana gelen ayrışma, buradan fırsat yakalayanlar için bulunması zor bir hazine sunmaktadır. Dün itibariyle ülkenin bir kesimine konan kota, diğerlerine talihe dönüştüğünde romantik bir ses tonuyla mağduriyetin tezgâha taşındığı pazar hemen kurulup gidiş ve yurtdışında varoluş anlamında, bir şekilde katakulliye getirilip geçiştirilmektedir. Artık kim böyle açık alana karşı durabilir? Hangi ülke, vatan, millet, din veya namus için gitmek ve hareket etmenin bir başka yol olduğu konuşulabilir veya savunulabilir? Ülkenin gündemi ve programı, seyre göre belirlenmiş kitleler halinde başarıya doğru gitmektedir. Gidişat için beklenti ve heyecanın yüksek olduğu adamların geri dönüşleri de aynı ölçekte gerçekleşmektedir. Fakat hangi gerekçelerle gönderildikleri veya bunlardan hangisinin karşılandığını ve ne kadar faydalı olduğu konusunda müsellem bir zatın bilgisine ihtiyaç duyulmaktadır. Döndüklerinde diplomaları ve çalıştıkları konular itibariyle istihdamları arasındaki bağlantısızlık göz önüne alındığında, baştan sona birbirini anlamsızlık ve kaos ile zorlayan süreçte bu kişiler şimdi neye hizmet etmektedirler? Bu sorunun mutlak cevabının tez elden bulunması, verilmesi ve buna göre yeni bir program yapılması gerekir. Aksi halde, iktidarın üzerinde şekillendiği önemli ayaklardan biri de bir vehim ve reklam üzerine kuruludur. Birbirlerini her türlü elektronik ortamda öven ve her türlü projede destekleyen, hatta geçtikleri yollarda “yavaş” gelenler için de söyleyecekleri çok şey olan bu kadrolar, yaptıkları ve yapacakları, onların, resmî ideolojinin görsel bütün referanslarıyla kamusal alanda hareket edip kulaklarının işittiği, gözlerinin gördüğü ve ellerinin uzandığı her şeyi talep etmektedirler. Son söz: Amerika ve İngiltere’den dönen kuşlar! Sılaya selam söyleyin… kasım 2014 91 haberajanda Dosya Sürecin daha başında buldular gidecekleri adresi. Bu adres, hâlihazırdaki sakinleri de “kiracı” olarak algılanan ve de son felaketin ve felaketzedelerin göçünün üzerinden 950 küsur yıl geçmiş durumdaki Anadolu. Anadolu, en uygun ikamet adresi… *** Yeni kolonizatörler meşum planla ilgili olarak suskunluklarını koruyorlar, ancak aralarından çıkan “bazı boşboğazlar” arada bir boş bulunup plana dair ipucu çıtlatıyorlar: “Türkler Orta Asya’ya!” *** Öyle anlaşılıyor ki Anadolu’dan kiracı Türklerin tahliyesi süreci 2071’e kadar sürecek ve Alparslan’ın Malazgirt kapısından girişinin bininci yılında ülke topraklarından eski kiracıların atılması işlemi tamamlanacak. Son zamanlardaki konuşmalarında Erdoğan’ın sık sık “2071 vizyonu”ndan bahsetmesi boşuna değil. Anlaşılan, o da “tahliye süreci”ne karşı “vizyon” üretiyor. *** Kalan elli yıl içerisinde her ne pahasına olursa olsun “kiracı Türkleri” Anadolu evinden çıkarmak ve 92 kasım 2014 Güneşin dünyayı yakıp kavurduğu günlerde SICAK-SOĞUK KOMPLOSU B U yazının yazıldığı günlerde gökyüzünün akça pakça gelini “sarı sıcak” yüzünü sonuna kadar açmıştı, hem de tek kuruşluk “yüz görümlüğü” istemeden, meccani. Resmî tarih Temmuz’u gösterirken Arabî aylardan Ramazan’dı ve inananlar oruçluydu. Doğrusu sıcak ile orucun birbirinden çok hoşlandığını söylemek abesle iştigal olur, fakir de söylemiyor zaten. İman bu, ne sıcak dinler, ne soğuk; tutacağını tutar, bırakacağını bırakır... >> Her ne kadar bizde oruç yaz aylarına 30 küsur yılda bir gelirse de mesela Arabistan’da bu aralık 36’da 36 yıldır. Yani oralarda her oruç yaz sıcaklarında tutulur. Bunun gibi, İskandinav ülkelerinin kuzey bölgelerinde de hep kışın tutulan oruçtan bahsedebiliriz. Bu durumda insan sormadan edemiyor: Acaba kim şanslı? Sıcağa mahkûm Arap mı, soğuk hapishanesindeki Viking mi, yoksa her ayın iklim özelliği farklı olan “Ekinoks kuşağı” evlatları olan bizler mi? Aslında sarı tükenmezimi elime aldığımda muradım bir oruç yazısı yazmak değildi, lakin sıcak başıma vurdu galiba ve Arabistan’dan girdik, Oslo’dan çıktık. Ha Oslo deyince… Neyse karıştırmayalım Oslo’yu mosloyu da asıl konuya dönelim. Yaşı müsait olanlar hatırlayacaklardır, günümüzden yaklaşık 20 sene evvel bir “Uluslararası Habitat Konferansı” toplanmıştı, hem de yurdumuzda. İstanbul’da, Taksim dolaylarındaydı galiba... Habitat kavramını ilk o za- man duymuştuk ve o toplantıda çevre konularıyla ilgili olarak birçok karar alınmıştı. Daha sonra çevreye duyarlı hâle gelen ülkeler, Japonya’da da toplandı, Kyoto’da. Ve toplantının sonunda bir protokol kayda geçirilerek adına da “Kyoto Protokolü” denildi. Bu metin, bir çevre ve atmosfer disiplini getiriyor, bu hususta ulusları daha duyarlı olmaya çağırıyordu. Türkiye dâhil birçok devlet, söz konusu protokolü imzaladı, ABD hariç. Kyoto Protokolü’nün akıllarda bıraktığı en büyük iz, atmosferdeki “ozon yırtığı” idi. Böylece konu, dünya gündemine gelmiş oldu ve tartışılmaya başlandı. Ozon tabakası neden incelir? Biz ilk önce “ozon”un ne olduğuna bir bakalım. Trioksijen olarak da adlandırılan ozon, aslında gökyüzüne mavi rengi veren gazdır. Ana maddesi oksijen olan “mavi gaz”, atmosferin alt katmanlarında yıldırım çakması esnasında ortaya çıkmakta ve depolanmayan tek Seydahmet Karamağralı [email protected] “eski yurt” olan Orta Asya’ya sürgün etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya devam edeceği anlaşılan Batı emperyalizmine karşı yapılacak ilk iş, “sürgün planı”ndan artık bizim de haberdar olduğumuzu duyurmak olmalı. Ve “müttefik numaralarını yemeyeceğimizi” de onlara karşı açık açık konuşmalıyız. Zira ok yaydan çıkmış durumda... *** Ülkemiz Gezi galibiyetiyle Kıta Avrupa’sının, 17 Aralık’la da Ada Avrupa’sı ve Amerika’nın nüfuz sahasından çıktı ve 1839’dan beri ilk defa “bağımsız” oldu. Lakin bağımsız kalmak için yeterli güce sahip değiliz. Bu durumda “global güçler”den biriyle anlaşıp ortak siyaset üretmek zorundayız. *** Bu arada, düşünüyorum da, birkaç ay önce Japonya’ya gidip nükleer santral antlaşması yapan ve “2071 vizyonu”ndan söz açan Erdoğan, kısrak başını koçbaşına çevirdi ve bir nevi “Vatan Ortaklığı Sözleşmesi”ne parmak mı bastı yoksa? Eğer basmışsa, bunun tahminî haberini vermek fakire düşmüş demektir. Yok, eğer henüz basmadıysa, basması gerektiği tavsiyesi de bu kalemden çıkmış oluyor. kasım 2014 93 haberajanda Dosya atmosfer ürünü olarak kayda geçmekte. Bunun nedeni, ozonun zamanla tekrar ana maddesi olan oksijene rücu etmesidir. “O3” simgesiyle kısaltılan ozon gazı, atmosferde 0,4 oranındadır ve bu oranın 0,12’yi aşması, “sağlığa yararlı” kabul edilmektedir. Sağlık demişken… Derin cerrahi yaraların tedavisinde işe yarayan ozonun bilinçsiz kullanımının başta karaciğer olmak üzere, çeşitli organlar üzerinde yan etkisi görüldüğünü de söylemeden geçmemek lazım. Yazının burasında şu hususa dikkat çekmek gerekiyor kanısındayım: Son zamanlarda, çeşitli TV kanallarında pompalanan ozon ve ozon yağı konusunda halkımız, popüler olma sevdasında olmayan sorumlu kimya- 94 kasım 2014 gerler tarafından aydınlatılmalı. Bu noktada hemen aklıma gelen soruyu da sorayım: Ozonun yağı mı olur? Yoksa sızma zeytinyağının aslında 10 lira olan kilosuna rağmen gramını bu miktara satmanın bir yolu mu ozon yağı etiketi? Neyse… Bu paragrafta asıl söyleyeceğimse ozon gazının birinci işleviydi. Bu işlev mavi gazın, dünyayı güneşten gelen mor ötesi radyasyona karşı bir kalkan ya da şemsiye gibi korumasıdır. Adına ultraviyole de denilen bu ışınların insan sağlığı açısından son derece zararlı olduğu biliniyor. Ölümcül ultraradyasyonu filtre eden ozon gazı tabakasına “ozonosfer” adı veriliyor ve bu katman, stratosferin üst kısmında yer tutuyor. Yeryüzün- den yüksekliği 50 ila 80 kilometre arası olan gök bölgesinde bulunan ozonosfer tabakasında bir yırtık ya da delikten söz etmek yanlış. “Ozon tabakası delindi” cümlesiyle halk arasında yaygınlaşan olay aslında bir incelmeyi işaret etmektedir. İşte bu incelme sebebiyle üç değişik kategoriye ayrılan ultraviyole şuaları filtreleme zafiyetine uğrar ve yeryüzüne ulaşır. Peki, ozon tabakası neden incelir? Artık bu incelmeyi bazı gazların yaptığı biliniyor. Atmosferde bulunmaması gereken bu kimyasal gazların başında da ünlü “kloroflorokarbon” geliyor. Buzdolaplarında kullanıldığı herkes tarafından bilinen, hatta “buzdolabı gazı” diye ünlenen bu kimyasal, ayrıca Seydahmet Karamağralı klimalarda, köpük üretiminde, parfüm ve deodorantlarda hayat sahası buluyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz Kyoto Protokolü, kısaca CFC olarak bilinen gazın kullanımını yasaklamasıyla ünlüydü. CFC’nin dışında, yangın söndürme cihazlarında işe yarayan balonlar ile tarım sektöründe böcek ilâcı olarak kullanılan metilbromid de ozonu incelten diğer kimyasallar olarak karşımıza çıkıyor. Çeşitli sağlık problemlerine neden olan ozon incelmesi, 1970’lerin sonundan başlayarak günümüze kadar uzanan kırk yıla yakın bir zaman diliminde de süregelmekte. Söz konusu incelme en çok kutuplar üzerinde ve ilkbahar mevsimlerinde gözleniyor. Oysa bu hususta bilinen bir başka gerçek var ki o da ekvatora yakın kuşakların daha büyük bir risk altında olduğu. Bunun nedeni, ekvator bölgesinde ultraviyole şualarının daha kısa bir mesafe kat ederek arza ulaşması ve dolayısıyla filtreleme işlemi süresinin bu düzlemde daha azalmasıdır. Buna rağmen yırtık riskinin ekvatorda değil de kutuplarda ortaya çıkması ise akıllara başka şeyler getirmekte doğal olarak. Uluslararası bir dedikoduya göre, Kyoto ve Montreal Protokolleri’ni parafe etmekte çekimser kalan ABD’nin, Alaska bölgesindeki gizli bir üste birtakım deneyler yaptığı ve “HAARP Projesi” olarak adlandırılan bu gizli çalışma esnasında gerçekleştirilen deneylerin ozonu incelttiği ihtimali düşünülüyor. Konu oldukça gizli ve dünya kamuoyu “The HAARP Project” hakkında derinlikli bir bilgiye sahip değil. Küresel ısınma Ozon incelmesi, cilt kanserleri ve katarakt gibi sağlık sorunlarının sebebi olması yanında bir başka küresel sonucun da nedeni olarak biliniyor: Isınma… İşte bu makalenin asıl konusu da küresel ısınma ve onun ikiz kardeşi olan global soğuma... Küresel ısınmanın birinci nedeni, sera gazları olarak bilinen su buharı, karbondioksit, metan, ozon ve diğer atmosfer kimyasallarının varlığıdır. Bu gazların yeryüzüne etkisi de “sera” olarak bilinmektedir. Malum olduğu üzere sera, sıcak, yani güneşi bol bölgelerdeki üzeri cam veya plastikle örtülü sebze meyve bahçelerinin ismidir. İnsanlar bu sayede kışın bile yaz sebzeleri yiyebilmektedir. “Yani bu durumda, kışın ortasında domates ve patlıcan satabilen manavların ve onları satın alıp lezzetli yemekler yapan halkın yatıp kalkıp serayı ve seracılığı icat eden bahçıvanlara teşekkür etmesi gerekir” dersek yalan söylemiş olmayız. Bir seranın altında, kışın soğuklarında dahi domates üretebilmenin sırrı basittir aslında. Şeffaf plastik ve cam çatı örtüsü, güneş ışıklarını geçirme özelliğine sahiptir. Böylece bir kapalı mekân olan seraya güneş kolayca girerek toprağı ve içerideki havayı ısıtır. Gün ışığını içeriye geçiren örtü, içeride oluşan sıcaklığın dışarı çıkmasını önleyen örtüdür aynı zamanda. Böylece mekâna hapsolan sıcaklık, dışarıda kış yaşanırken içeride ılıman bir bahar -hatta yaz- ikliminin oluşmasına neden olur. Bu iklimde toprağa atılan tohumların çatlamaktan başka yapacağı bir şey kalmaz. Burada durup soralım: Bu seranın altına tohumla birlikte bir kalıp buz konulmuş olsa ne olur? Cevap: Buz erir. Şimdi düşünelim… Tıpkı Antalya seralarında olduğu gibi atmosferin üzerine bir plastik örtü çekilebilse sonuç ne olurdu? Bunun cevabı da kolay: Bütün dünya devasa bir seraya dönüşürdü. İşte böyle bir atmosfer örtüsü var aslında. Bu örtü sebebiyle de iklim uzmanları bir “sera etkisi”nden söz edebiliyorlar. Haddizatında sera etkisi, dünyadaki hayatın ana gerekçelerinden biri ve yeni ortaya çıkmış bir durum da değil. Dünya yüzeyinde hayatın başladığı andan beri bir sera etkisi mevcut. Zaten bu etki, gece ile gündüz arasındaki sıcaklık dengesini kurduğu ve dünya yüzeyini eksi 170 derecelik uzay soğuğundan ve güneşin yakıcı etkisinden koruduğu için arz, hayata uygun bir döşek haline geldi. Kapı komşumuz ayda dünya giysileriyle yaşadığını varsaydığımız bir insanın durumu nasıl olurdu, biliyor musunuz? Güneş üzerine doğduğu anda cayır cayır yanarak ölür ya da güneşin battığı ilk saniyeler içerisinde bir kalıp buz şekline dönüşerek “Lailaheillallah!” diyecek zamanı bile bulamazdı. Kızılötesi ısı ve karbon salınımı Devam edelim bir örnekle. Uzaydan gelen kıllı bir yaratık olarak oluşturulmuş Alf ’in ismini kullanarak hayatımıza giren ısıtıcının geçmişi birkaç yıllık olsa da etkisi geniş oldu. Söz konusu ısıtıcıyı klasik benzerlerinden ayıran şey, “infrared teknolojisi”ni kullanıyor olması idi ki doğruydu. “Kızılötesi” şeklinde dilimize aktarılan “infraruj” ya da “infrared” teknolojisi kullanılarak üretilmiş olan yeni nesil ısıtıcılar, klasik benzerleri gibi önce ortamdaki havayı ısıtarak insanların üşümesini engelliyor değil. Infrared ısıtıcılar, açıldıktan yarım dakika sonra neredeyse enerjilerinin tamamına yakınını ışın şeklinde insanın ya da eşyanın üzerine yönlendiriyor. Aradaki havayı ısıtarak vakit kaybetmeden insan vücuduna ya da eşyaya boca olan fotonlar, çarptıkları yerde ışın özelliğini kaybedip ısı enerjisine dönüşüyor. Sonuç: “Oh kemiklerimiz ısındı!” Güneşin dünyayı ısıtması da tıpkı “moda ısıtıcılar” örneğindeki gibi oluyor. Güneşten ayrılan ışık enerjisi, çantasındaki ısı enerjisinin dirhemini araya vermeden, sekiz dakikalık süre içerisinde uzayı geçiyor ve atmosfere geliyor. Şeffaf atmosfer örtüsünü tıpkı Antalya seralarında olduğu gibi çok az bir kasım 2014 95 haberajanda Dosya ısı kaybıyla geçiyor, aradaki 80 kilometreyi kat ediyor ve gündüz gözüyle dünyamıza çarparak toprağın ve toprak yüzeyindeki canlıların ısınmasını sağlıyor. Sert zeminde ısı enerjisine dönüşen ışık, sıcaklık olarak yavaş yavaş etrafa yayılarak aşağıdan yukarı doğru havayı da ısıtıyor ve ortam yaşanılır bir odaya dönüşüyor. Tabiî bitevi oluşumunu sürdüren bu sıcaklık, yukarı doğru hareketine devam ediyor. Hareket halindeki bu sıcaklığın amacı, geri yansıyıp uzayın mutlak soğukluğunda soğutularak yok olmak, ancak atmosferin üst katmanlarındaki -plastik örtü örneğinde olduğu gibi- bir kalkanla tutuluyor ve araya hapsediliyor. Yukarıda işaret edildiği gibi bu koruyucu kalkan karbondioksit, su buharı ve metan benzeri gazlardan dokunmuş çadır örtüsü durumda, yani sera gibi. Eğer dünya yüzeyinde bu sera tabakası olmamış olsaydı, gündüzleri güneş ışığındaki sürekli akış nedeniyle yüzey belli bir sıcaklıkta tutulur, ancak güneşin kabuğuna çekilmesiyle birlikte hızla gündüz emdiği ısıyı kaybeden denizler sabaha kalmadan donar ve karalardaki hayat çekilmez olurdu. Madem dünyanın serası bu kadar faydalı, o hâlde nereden çıktı bu küresel ısınma? Nevi şahsına münhasır bir canlı sayılabilecek olan dünya, binlerce yıldan beri kendi sera örtüsünü oluşturacak ya da onu uygun kalınlıkta tutacak özelliğe sahipti. Böylece yüzeydeki hayatı derinden etkileyecek herhangi bir sorun oluşmuyordu. 1800’lerin başında Batı medeniyetinin dünyayı delip kömüre ulaşması her şeyin başlangıcı oldu. Böylece özü karbon olan kömürün yakılmasıyla ortaya çıkan karbondioksit, sera örtüsündeki gaz miktarını arttırdı. Bu artışla birlikte artan sera kalınlığı, dünyaya yeten battaniyeyi yorgana dönüştürdü. Bu dönüşüm, yatak içindeki sıcaklığın yükselmesine neden oldu. Klimatologlar tarafından 1800’ün başından beri düzenli olarak yapılan ölçümler üzerinde yapılan araştırmalar, o zamandan beri dünyadaki sıcaklığın sürekli arttığını teyit etmekte. Mesela 1850 ile 1900 arasındaki elli yıl içinde dünyanın ısısı 0,75 derece. Yani neredeyse bir derece artış göstermiş. Peki, bu artışın 1980’den beri iki katına çıktığını biliyor musunuz? 1800’le birlikte sera katmanına kömür yakarak yapay katkı sağlayan insanoğlu, 1900’le birlikte bir başka fosil yakıtı daha soktu karbon envanterine. Çok sevdiğimiz, 96 kasım 2014 neredeyse içesimiz gelen “petrol”den söz ediyorum. 1901 yılında Amerikalı Ford’un üreterek doğaya saldığı petrol içen dört tekerli canavar -yani otomobil- sayısı günümüzde milyara dayanmış olsa gerek ve bu canavarlar havayı karbon ön adlı gazlarla “süslemeye” devam ediyor, üstelik gün be gün artan bir hız ve miktarda. Kısacası, üstümüzdeki sera örtüsü her geçen gün daha da kalınlaşıyor ve buna bağlı olarak sıcaklık artıyor. Bitmedi… Artan sıcakla birlikte denizler ve karalardaki buharlaşma fazlalaşıyor, atmosferdeki su buharı miktarı trilyonlara tecavüz ediyor. Dolayısıyla insanın müdahalesiyle doğa da “Kafayı bozmuş” durumda. Daha evvelki çağlarda, üzerindeki çatı örtüsünü “durum muvacehesinde” tabiî bir şamandıra vasıtasıyla inceltip kalınlaştıran “natürel nizam” bozulmuş durumda. Biz bir yandan, dünya bir yandan, çatıdaki kiremitlerin üzerine bir kat daha ve bir kat daha döşemeyi sürdürüyoruz. Peki, sebep olduğumuz bu sıcaklık artışının sonucu nasıl olacak, nereye varacak? Buzulların erimesi her şeyiyle felaket mi demek? 2001 yılında açıklanan Birleşmiş Milletler Çevre Raporu’na göre 21. yüzyılda hava sıcaklığının 1,5 ile 5,5 derece artacağı öngörülmekte. Bu artışın dünya hayatına yansıması mühim, zira arz yüzeyinde artan sıcaklığın etkisi elle tutulacak kadar bariz. Etkinin görüldüğü yerlerin başında ise kutuplarda “İlahî el” tarafından depolanmış “buz kıtaları” geliyor. Kutup kıtalarındaki buz kütleleri, her gün Anadolu vilayetlerinni sahip olduğu yüzölçümünde eriyerek su oluyor ve okyanuslara karışıyor. Eğer erime bu minvalde devam ederse, yukarıda sözü edilen rapora göre bu yüzyıl içerisinde denizlerin 1 metreye yakın bir ölçüyle yükseleceği öngörülüyor. Yine de bu iyimser bir tahmin doğrultusunda konuyla alakadar olan bazı kaynaklar, bu yükselmenin birkaç metreye ulaşacağını dillendirmekten çekinmiyorlar. Bundan böyle seviyenin yılda 0,5 santimetreyi bulacağını söyleyenler de var. Eğer bu tahmin doğruysa, yüz yıllık süre içerisinde 50 santimetre garanti, ondan sonrasına Allah Kerim… Deniz seviyesinin yükselmesinin insanoğlunun hayatına birçok adanın sular altında kalması, bütün sahilleri su basması, hatta deniz suyunun kıtaların içlerine kadar sokulup alçak arazileri kaplaması şeklinde yansıması söz konusu. Bununla birlikte birçok nehre yürüyen tuzlu suyun içme sularını “içmeme suları” şekline getireceği de varsayımlar arasında. Doğal olarak, ulaşılan bu sonucun neden olacağı başka başka durumlar da ortaya çıkacak ve en başta bu gelişmelerden tarım alanları etkilenecek gibi görünüyor. Bu etkinin mevcut ürün rekoltesini düşürmesi olasılığı var. Lakin “Rekolte düşmesi özellikle kutuplara yakın bölgelerde tersine yaşanacak” diyenler de yok değil, zira şu an buzulların altındaki adalar ve kıta parçaları gün yüzüne çıkacağı için yeni ve verimli alanlar kazanılacak. Yani bunun gibi, küresel ısınmanın daha başka yararlarının da olacağı hesaplanıyor. Mesela ortaya çıkan türedi alanlar, yalnızca tarım arazisi olarak kullanılmayacak tabiî, yeni maden ve petrol Seydahmet Karamağralı yataklarına da sahiplik yapacaklar. Tahminler o yönde ki, dünya yüzeyindeki mevcut maden ve petrol rezervinin yüzde 30 kadarının şu andaki buzul bölgelerinde olduğu hesapları yapılıyor. Özellikle Alaska ve Grönland bölgeleri bu manada bereketli alanlar olarak işaretlenmiş durumda. Yani ABD, Kanada, Hollanda ve Danimarka yaşadı!.. Küresel ısınmanın bir yararını da çöller üzerinde görebileceğimizi sanıyoruz. Zira artan su buharı miktarı yağmur bulutu olup çöllerin üzerine yağış olarak çökerse, gelecekte yemyeşil bir sahra çölü görmek mümkün. Bunun gibi Ortadoğu çöllerinin de bitki örtüsünün değişmesi öngörülebilir. Bu yıllarda Arabistan’a düşen yağış miktarının da arttığını TV haberlerinde izliyoruz. Bu durakta kısa bir paragraf kadar yuka- rı gidelim ve ABD’nin Alaska eyaletindeki HAARP Projesi uygulamasına işaret ederek soralım: Yoksa Sam Amca kuzeyde Alaska, güneyde Antarktika ve çevresindeki zenginliğe ulaşmak için küresel ısınmayı göze mi aldı? Alır mı alır, bu husustaki sabıkaları sayılamayacak kadar çok… Küresel donma Aslında iklim üzerine sözü edilen iki komplo var: Birincisi, yukarıda anlatılan küresel ısınma; diğeri de bunun tam tersi olan bir başka durum ki ismi de “küresel donma”. Şimdi gelelim bu “küresel donma” meselesine. Bir başka ismi de Atlantik olan Atlas Okyanusu’nda, adına bizim “Kuzey Akıntısı” dediğimiz, “Golf Stream” ismiyle de coğrafya kitaplarında birkaç cümleyle yer tutan ve lise sıralarından hatırladığı- mız bir su hareketi var. Bu hareket, “Kuzey Atlantik Akıntısı”nın bir parçası olarak Meksika Körfezi’nden başlıyor ve Kuzeybatı Avrupa’ya kadar devam ediyor. Ekvator bölgesinde ısınan sulardan beslenen Golf Stream, bünyesine kattığı sıcak suyu, çıkış noktasında, saatte 6 kilometrelik bir hızla yukarı doğru harekete geçiriyor. İlerleyen bölgelerde saatteki hızı 2 kilometreye düşen Golf Stream’ın debisini, yani saniyede geçirdiği su miktarını soracak olursanız, az buz bir rakamla karşılaşmazsınız: Ortalama 30 milyon metreküp. Kuzey Akıntısı’nın en önemli özelliği, güneyin sıcak suyunu Kuzeybatı Avrupa’ya taşıyarak bölgeyi ısıtmak ve yaşanabilir şekle getirmek. Akıntı çift taraflı olduğu için Buz Denizi etrafındaki soğuk suyu güney denizlerine taşımak da onun vazifesi. Böylece ekvator bölgesinin sıcak sularını serinletmek kasım 2014 97 haberajanda Dosya de ona düşüyor. Kuzey Akıntısı’ndan en çok yararlanan yerse Britanya Adası, yani İngiltere. Sibirya ile aynı enlemde yer alan Majeste’nin ülkesi, Golf Stream sayesinde ılıman bir iklime sahip olmakla kalmıyor, enlemdaşı Sibirya’da soğukluk eksi 70’lere ulaşırken Galler’in çukur bölgelerinde limon başta olmak üzere narenciye meyvelerine de ev sahipliği yapıyor. Hatta bölgedeki bostanlarda bazı astropik bitkilere bile rastlamak mümkün. Bölgede durum bu!.. Yani Golf Stream aktığı sürece sorun yok. Lakin gün gelir de bir sebepten dolayı akıntı durursa ne olacak? Böyle bir sonuç mümkün görünüyor mu? Evet! Şöyle ki, kuzey denizlerinde buz, güney ve orta denizlerin üzerinde güneş olduğu sürece Golf Stream akmaya devam edecek, zira bu akıntının dinamiği soğuk- 98 kasım 2014 sıcak bölgelerinin birbirini dengeleme “içgüdüsü”. Şimdi geliyoruz zurnanın son dütlemesine… Ya küresel ısınma neticesinde buzullar erir de kuzey denizlerindeki su sıcaklığı artarsa ne olacak? Olacağı şu: Kuzey ve güney denizlerindeki ısı oranı birbirine yaklaştığı için “dengeleme devridaimi” duracak ve Golf Stream tarihe karışacak. Kuzeybatı Avrupa’daki ılıman iklim yavaş yavaş aynı enlem üzerindeki Sibirya’yla benzeşecek ve derken doğu ve batıya, yani Sibirya Avrupa’ya yürüyerek bölgeyi soğutacak, doğal olarak da başta İngilizler olmak üzere İskandinav Vikinglerinin huzurunu berhava edecek. Doğudan gelen soğuk hava dalgası, Avrupa’nın kuzeyini Macar ovalarına kadar kar altına gömecek. İşte bunun adı da “küresel donma” olacak ve “iklimoloji” disiplinindeki yerini alacak. Nuh Tufanı’nı tekrar okuyalım mı? Geçelim konunun bir başka boyutuna ki bu boyut, bizi ve ülkemizi doğrudan ilgilendirmesi hasebiyle önemli. Zaten bu makalenin yazılış gayesi de bundan sonra okuyacaklarınızın halkımız tarafından bilinmesi… Fakir yukarıda size, iklimoloji muhtevasında iki “kıyamet senaryosu” verdi, artık hangisini beğenirseniz… Bendeniz her ikisini de beğenmiyorum, zira her iki durumda da kıyametin ucu maalesef ülkemize dokunacak. Şöyle ki, ister “küresel ısınma” isterse “donma” olsun, her iki durumda da Avrasya kıtasının iki yakasındaki iki ada ve ada üzerindeki iki devlet ya sular altında, ya Seydahmet Karamağralı buzlar altında kalacak ki kaçınılmaz olarak varılacak son da bu gibi duruyor. Bu durumda adaların halkları yakın bir gelecekte yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar. Ne yazık ki gidişat o yöne doğru... “Bu iki kıta neresi?” mi dediniz? İngiltere ve Japonya… Güya insanlar Türk tarihine göz attığında, benzeri bir iklim felaketini onların atalarının da yaşadığından haberdar oluyor. “Türkler Anadolu’ya nasıl göçtü?” sorusunun cevabı içinde küresel bir felaket olduğu söyleniyor. Denildiğine göre yüzyıllar önce Orta Asya’yı kırıp geçiren ve kalıntıları Baykal, Balkaş ve Aral (hatta Hazar) gölleri olan iç denizin kuruması ve arazinin Gobi çölüne dönüşmesi sonunda sürüleri perişan olan Türk atalar anayurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. O çağlarda, böyle bir durumda felaketzedelerin gidecekleri tek bir yerin varlığı söz konusuydu ve orası da sadece Anadolu’ydu. Zira bazı kaynaklarda Nuhoğulları olarak adlandırılan “Bozkır süvarileri”nin babası Yafes ve onun babası olan Nuh Peygamber’in (a.s.) gemisinin kalıntıları, bir miras işareti olarak halen Cudi’de duruyordu. Evi yanan ve yıkılan her evlat gibi onlar da “Baba Evi”ne geri döndüler. Neredeyse boş denecek kadar ıssız olan Nuh Evi’ne yerleştiler. Ancak süvariler, Nuh’un Baba Evi”nde kalıcı olacak değillerdi ya, kendi evlerindeki ayarlar fabrika kodlamasına dönünce onlar da göçü geri çevireceklerdi -ya da çevirmeliydiler-. Zira Anadolu, onların olduğu kadar Nuh’un diğer oğullarının da baba eviydi. Gün gelir onlar da benzer bir felakete duçar olabilir ve “başlarını sokabilecekleri” bir eve muhtaç olabilirlerdi. Bir global afette onların da aklına ilk gelecek yer tabiî ki Anadolu olacaktı. Bir bakıma Nuh’un ülkesi, hiç kimsenin yurdu ve herkesin vatanı sayılmalıydı. Fakat yukarıdaki varsayımı tehdit eden bir gerçeklik var: Vaktiyle Orta Asya kuraklığından kaçan babanın torunları, yani bizler, geri dönmedik ve halen burada, yani dede yurdundayız. Ne olacak şimdi?! Anadolu: Geleceğin ikametgâh adresi Gelelim bugüne… Olası bir küresel ısınma ya da donma, Nuh’un oğullarından bir kısmının anavatanını da tehdit ediyor. Peki, onlar nereye göçecekler? İngilizler ve Japonlar, şimdi bile okyanusu devasa bir duvarla tutan Hollandalılar, onlarla aynı düzlemdeki Belçikalılar, Lüksemburglular, hatta Almanlar için yeni vatan arayışı başlayalı on- larca yıl oldu. Sürecin daha başında buldular gidecekleri adresi. Bu adres, hâlihazırdaki sakinleri de “kiracı” olarak algılanan ve de son felaketin ve felaketzedelerin göçünün üzerinden 950 küsur yıl geçmiş durumdaki Anadolu. Anadolu, en uygun ikamet adresi… Durum bu ve bu varsayımı herkes biliyor, ama sadece biz bilmiyoruz, ne yazık! Tehlikedekiler, kafalarındaki planı uygulama sahasına koymuş olarak yıllardan beri Anadolu’da koloniler kuruyorlar. Avrupalı müstakbel felaketzedeler, Anadolu sahillerini parsellemiş durumdalar. “Turistik tatil köyü” adı altında kalın duvarlarla korumaya aldıkları “Minyatür Cumhurköy”lerini kuralı az zaman olmadı. İlliyet hakkı iddiasında bulunmaya da ramak kaldı. Cumhurköylerini kuranlar arasında dünün Nataşaları bile var. “Neo Citizen”lerimiz, okulları, işletmeleri ve kiliseleriyle kendi vatanlarını aratmayan gettolarında “Mehmetçiğin” güvenli koruması altında geleceğe hazırlanıyorlar. Global felaket paylaşımında Japonlara İç Anadolu Bölgesi düşmüş görünüyor. Bu yüzden Japon prensi, parasını şahsî hazinelerinden karşılayarak Kapadokya bölgesinde kazılar yaptırıyor. Zaman zaman ülkemize gelerek sırtına döşü ayyıldızlı kırmızı tişörtünü çekip “vatan teftişi” yapıyor. Yeni kolonizatörler meşum planla ilgili olarak suskunluklarını koruyorlar, ancak aralarından çıkan “bazı boşboğazlar” arada bir boş bulunup plana dair ipucu çıtlatıyorlar: “Türkler Orta Asya’ya!” Neden 2071 vizyonu? Öyle anlaşılıyor ki Anadolu’dan kiracı Türklerin tahliyesi süreci 2071’e kadar sürecek ve Alparslan’ın Malazgirt kapısından girişinin bininci yılında ülke topraklarından eski kiracıların atılması işlemi tamamlanacak. Son zamanlardaki konuşmalarında Erdoğan’ın sık sık “2071 vizyonu”ndan bahsetmesi boşuna değil. Anlaşılan, o da “tahliye süreci”ne karşı “vizyon” üretiyor. Kalan elli yıl içerisinde her ne pahasına olursa olsun “kiracı Türkleri” Anadolu evinden çıkarmak ve “eski yurt” olan Orta Asya’ya sürgün etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya devam edeceği anlaşılan Batı emperyalizmine karşı yapılacak ilk iş, “sürgün planı”ndan artık bizim de haberdar olduğumuzu duyurmak olmalı. Ve “müttefik numaralarını yemeyeceğimizi” de onlara karşı açık açık konuşmalıyız. Zira ok yaydan çıkmış durumda... Bin yılın sonunda felaketimiz gibi duran “Anadolu misafirliğimizi” kalıcı hâle getirmenin en kestirme yolu, yine Anadolu’nun kendisidir. Uzak Asya’dan gelip bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan bu ülkeyi bir “koçbaşı” gibi kullanmak elimizdedir. Şöyle: Anadolu’ya talip dört “güruh” görünüyor ki bunlar, “Ada Avrupa’sı” -yani İngiltere- ve “Kıta Avrupa’sı” -yani Almanya, Hollanda, Belçika ve diğerleri- ile bu ikiliye bir de ezeli düsturu sıcak denizlere inmek olan Rusya eklemliyken sonuncusu da Japonya… Başta saydığımız dörtlüden birini tercih eder görünmek durumundayız. Bilen biliyor ya, bir yıldan bu yana bir iddiayı dillendiriyorum: Ülkemiz Gezi galibiyetiyle Kıta Avrupa’sının, 17 Aralık’la da Ada Avrupa’sı ve Amerika’nın nüfuz sahasından çıktı ve 1839’dan beri ilk defa “bağımsız” oldu. Lakin bağımsız kalmak için yeterli güce sahip değiliz. Bu durumda “global güçler”den biriyle anlaşıp ortak siyaset üretmek zorundayız. Bu anlaşma esnasında masada koçbaşı olarak Anadolu’nun bulunması elzem. Eğer böyle bir anlaşma yapılacaksa, seçeneklerin sonuncusundan, yani Japonya’dan başlanması yararımıza. Zira bu antlaşmanın temelleri Abdülhamit Han zamanında Ertuğrul Fırkateyni paşalarınca atılmıştı. Yani görüşmeler kaldığı yerden devam etmeli ve Türkiye bir felaket anında Japon halkına Anadolu’nun kapılarını açmayı garanti etmelidir. Zaten görüşmeler bu garantiyle birlikte sonlanırsa antlaşma parafe edilir. Dolayısıyla Ada ve Kıta Avrupa’sıyla görüşmeye gerek duyulmayabilir de. Türkiye’nin “göçmen garantisi”ne karşı istediği tek şeyse “nükleer güç” olmaktır. Zira ancak o zaman ülkemiz bağımsız, dokunulmaz ve Anadolu’nun misafiri değil de gerçek ev sahibi olur. Bu arada, düşünüyorum da, birkaç ay önce Japonya’ya gidip nükleer santral antlaşması yapan ve “2071 vizyonu”ndan söz açan Erdoğan, kısrak başını koçbaşına çevirdi ve bir nevi “Vatan Ortaklığı Sözleşmesi”ne parmak mı bastı yoksa? Eğer basmışsa, bunun tahminî haberini vermek fakire düşmüş demektir. Yok, eğer henüz basmadıysa, basması gerektiği tavsiyesi de bu kalemden çıkmış oluyor. Her şeyi bilen ve “Ol”durana şükür... kasım 2014 99 haberajanda Toplum Sahi bu toplumun aydınları nerede? Yeri geldiğinde “Neden hâlâ herhangi bir yerde, yoldan hasbelkader çevirdiğimiz yüz kişinin seksenine futbol, magazin vs. dışında bir soru yöneltemiyoruz?” diyorsunuz. Sonra kameranızı gözünün içine sokup sorduğunuz soruya yanlış cevap veren adamın görüntülerini yayınlarken sözlerinin arkasına gülme efekti koyuyorsunuz İlber Bey’in reklamındaki gülüşmeler gibi... Bay Walser’in kargaları “B UGÜNLERDE güneşin doğumundan batımına kadar yaşananlar, geçmiş zamanlarda doğumdan ölüme kadar yaşananlardan daha çok” diyordu Bay Walser(1). İnsanın sinirlerini zıplatacak derecede sakinliği ve beraberinde gelen sükûnetinin perdelediği hıncı, öfkeyi, penceresinin önünde uçuşup duran kargaların gaklamalarında işitiyordu. Çünkü o, insanları kargaya çeviriyordu. Karşısında öfkelenen ve sinirden kendini kaybeden kişiler üzerinde kullanabiliyordu bu gücünü. >> Dönüştürdüğü her insana daha sonra üzülüyordu da. Ancak onların karga olarak kalmaları, hayata insan olarak devam etmelerinden çok daha uygundu Bay Walser’e göre. Haksız mı Walser? Mesela provokasyon olarak adlandırılan, aslında düpedüz terör eylemi olan şu olayları kargalar yapabilir miydi sizce? Bir karga, eline otomatik silah alıp birini öldürebilir mi hiç? Molotof atıp otobüs yakan veya ilköğretim okuluna saldıran karga sürüleri düşünebilir misiniz? Karga bu, gaklar. Fakat kuş beyinli insanlar için aynı şeyleri söylemek elbette mümkün değil. İnsan bedeninde vücut bulmuş bir kuş beynine ne anlatabilirsiniz? “Yakıp yıkma! Öldürme! Bu yaptıkların yanlış!” mı diyeceksiniz? Ne kadar yırtınırsanız yırtının, bir kuşa “insan olmayı” öğretemezsiniz. Bağırıp çağırmanın da faydası olmaz. O halde ne olacak? Eğer Bay Walser gibi yetenekleriniz yoksa ve bir kuş beyinliyi aslına çeviremiyorsanız haddini de bildiremeyecek değilsiniz ya! Bizim Walser’imizin sabrı çok yüksek ve merhamet sahibi, yoksa devleti Walser olan nice toplumlar görmüşüzdür ki “özgürlük” naraları atan kargalardan geçilmez… Bugün sokaklarda terör estiren şu yığınları savunanlara sormak gerek: Öncelikle onlardan 100 kasım 2014 farkınız var mı? Zira adam öldürmeyi, hakka tecavüz etmeyi, yakıp yıkmayı adet edinen bu güruhu perde arkasından savunmaktasınız. İkinci olarak siz, hak, hukuk ve adalete hangi geçmiş dönemde bugünkünden fazla sahip oldunuz da içinde bulunduğumuz bu önemli süreci baltalıyorsunuz? Birbirini kardeş olarak belleyen insanların arasına nifak tohumları ekerken kimin adına hareket ettiğinizi düşünüyorsunuz? Hangi hakla toplumda bir “etnik alerji” oluşturmaya çalışıyorsunuz? Pis bir cikleti aranızda ağızdan ağza dolaştırıyor, karşı olduğunuzu iddia ettiğiniz şeyin mislini, ekmeğini yediğiniz, suyunu içtiğiniz topraklarda yapıyorsunuz. Siz kimi temsil ediyorsunuz? Hiç mi bir aydınınız, entelektüeliniz yok çıkıp doğruları haykırmaya cesareti olan? Sapsız bıçak Sahi bu toplumun aydınları nerede? Yeri geldiğinde “Neden hâlâ herhangi bir yerde, yoldan hasbelkader çevirdiğimiz yüz kişinin seksenine futbol, magazin vs. dışında bir soru yöneltemiyoruz?” diyorsunuz. Sonra kameranızı gözünün içine sokup sorduğunuz soruya yanlış cevap veren adamın görüntülerini yayınlarken sözlerinin arkasına gülme efekti koyuyorsunuz İlber Bey’in reklamındaki gülüşmeler gibi. Orhan Rufat Karagöl [email protected] Yani aslında siz doğrusunu biliyor ve topluma ayna mı tutuyorsunuz? Bunu mu anlamalıyız? Siz doğrusunu biliyor olsanız, kendinize bağımladığınız o adam yanlış cevap verir mi sorduğunuz soruya? Aslında kendinize ayna tutmuş oldunuz, gördünüz mü? “Yeni Türkiye” söylemi boşuna değil; uykusundan uyandırılan bir toplumun üzerinden mahmurluğu atması ve önce uykudayken neler kaçırdığını görmesi gerek. Çok şükür ki bu safhaları geride bıraktık karanlık bir çağdan aydınlık bir çağa adım atılması gibi. Bir de yenilgilerinin hıncını, her türlü kargaşayı fırsat bilip ondan nemalanmaya çalışarak çıkartmaya yeltenen şu pehlivan adayları ve kucaktan kucağa dolaşan maskeli sırtlanlar olmasa... Uyananı ve uykusunda pek çok şey kaçırmış olanı bir daha uyutamazsınız, anlayın artık! Ah Bay Walser ah! Hayatta bazı konular vardır ki sapsız bıçağa benzer, ne tarafından tutarsanız tutun, bir yerinden acıtır, kanatır. Ona dokunmayı göze almak bir ön kabul gerektirir. Bu toplumun en büyük sorunu haline dönüşmüş konularını bıçak misali avuçlayan, onu sımsıkı kavrayan iradeye karşı duyarsız ve daima eleştirel bir tavır sergilemek yerine, o bıçağı tutan kola kuvvet vermek bu toplumu şahlandıracaktır. Bu kuvvetin belkemiği aydınlardır, sanatçılardır, bilim adamlarıdır. öteye geçebilmelidir. Siyaset, zamanı geldiğinde, sadece bulunduğu ortamdaki insanlara karşı üstünlük gösterisi için ezberlenilmiş cümlelerden ibaret bir konu değil, söz sahibi olabilmek için kullanılan en büyük enstrüman olmadır hayatlarında. Oy vermekle hiçbir iş tamamlanmaz, oy sadece yol açar. Artık dünya politikasını yakından takip etmelidir bu toplumun insanları, çok okumalı, tarihi bilmelidir -kendi tarihi kadar dünya tarihini de-. Başlayan değişim ve uyanışa nefer olmalıdır her bir fert. Nasıl ki talep gösterip eğrisi ve doğrusuyla kendi tarihini anlatmaya çalışan bir dizinin haftalık bütçesini on küsur milyon dolarlara çıkartıyorsa, tüm mahremiyetini aşıp evine giren medyanın neler sunacağını da yine kendi belirlemelidir. Toplumun büyük kesimini oluşturan gençlere sanat, bilim ve bol bol hayal aşılamalıdır hayalperestlikle karıştırılmadan. Tüm bunlar hepimizin, Yeni Türkiye’nin ortak kaygısı olmalıdır. Bu saydıklarımızın tamamını tek başlarına kadınlar başarabilir. Türk toplumunda kadının geleceğe ait belirleyici rolü tartışılamaz kanaatimce. Çünkü bizde -yeni nesil kuralları değiştirmeye başlasa da- erkek akşam eve gelir, biraz çocukla oynar ve keyfine bakar. O çocuğa asıl eğitimi anne verir, beslenme alışkanlığına kadar. Tebessümümü mazur görün, toplum olarak biraz göbekli oluşumuzun nedenini ben analarımızın hamur işlerine bağlarım. Kadının toplum içinde böylesine önemli bir rolü sırtlanıyor olması, (bu yükü hafifletmek gereğiyle birlikte) yeni oluşumlarda onlara tanınacak hakların genişliğiyle de doğru orantılı olmasındandır. “Ortadoğu Orta Dünya’ya dönmüş, sen neler anlatıyorsun?” diyenleri duyar gibiyim... Öyle demeyin, insanı konuşmadan hiçbir yere varılamaz, özellikle de Türkleri. Kendi milletine yabancı olan bir kafa, yabancı bir toplumu veya yabancı olayları nasıl çözsün? Efendim toparlayacak olursak, huzuru bozanlarla Bay Walser ilgilenir, kimse kaygılanmasın; asıl mesele, “oluşumun” tamamlanması ve “uyanık” olmakta sırlı… (1) Bay Walser’in Kargaları / Wolfgang Hildesheimer Kaygısı insanlık olmayan hangi sözüm ona aydının erdeminden söz edilebilir ki? Yanlışı pek çok insan kavrayabilir, ancak bu sadece tespit olur. Bir aydın sadece tespitte bulunmamalıdır, onun farkı yol açmak, konuştuğunda/yazdığında toplumu doğruya motive etmektir. Onun farkı, insanı bilgiye acıktırmasıdır. Marjinal olmak, aydın olmak değildir; aydın insan toplumu kaosa sürüklemez, toplumun değerlerini hiçe saymazlık edemez. Aydın düşündürür; düşünmek en büyük eylemdir. Düşünen toplum daima zinde ve tetiktedir. Doğruları çok çabuk kavrar, yanlışları kendiliğinden terk eder. Uyku “göz”ün en büyük iksiridir… Ortak kaygılar O bıçağı tutan el her şeye muktedir değildir, olması da beklenemez. O ele kuvvet veren bir güce ihtiyaç duyulduğu gibi bir göze de ihtiyaç vardır. Onun bir kulağı, burnu, ağzı ve hayalleri de olmalıdır. Bir vücudun yekpare ve senkron hareket ediyor oluşu gibi, hepsi birbiriyle uyum içinde bulunmalıdır. Yeni Türkiye’nin fertleri artık tespitten kasım 2014 101 haberajanda Siyaset Ermenek, yine acı bir ironi ile teorinin pratiğe yansımasını gösterdi bize. İhtiyaçlarını gidermek için dahi mola veremeyen işçilerin öğle molası da yoktu. 1015 dakika içinde hızlıca yedikleri yemeği kendileri getirmek ve hemen işe dönmek zorundaydılar. Çünkü çalışma saatlerinin azalması, bir işletme için kârın azalması demekti. Fazladan verilen her kuruş, daha fazlası ile geri alınmalıydı ve bunun için de yemekten, yoldan, iş ekipmanından, iş güvenliği de dâhil harcanacak her kalemden vazgeçilmesi gerekiyordu. 102 kasım 2014 Denetim hep ikmalde “S OMA son olsun!” mesajları sosyal medyada kol gezerken, sonrasında konuşulanlarla, atılmaya çalışılan adımlarla, bir parça sağlanan haklarla sevinirken gördük ki, aslında bir adım bile yol alamamışız iş güvenliğinde. >> Ermenek’te yaşanan facia, oldukça büyük doğal bir afet. Birilerinin paranoyasını depreştirmesi, zihinlerde yaşanan travmanın boyutunu göstermesi açısından önemli olsa da söz konusu “yerin altı” olduğunda bütün olasılıkların üzerinde gerçekleşebiliyor yazık ki felaketler. “Takdir!” deyip yutkunamayacağımız ihmallerin büyüklüğü ise vicdanlarımızın küçülüşünden. Soma’da yaşanan felaket hepimizi yaralayacak kadar büyüktü. Kolay değil 301 canı tek bir madende yitirmemiz. Hâlâ bütün kardeşlerimizin cesetlerine ulaşılamayan Ermenek’te de sonuç yalnız 18 işçinin kaybı değildi, vicdanların yok oluşunun, kanunların iş güvenliğini sağlamada yeterli olmadığının apaçık ispatı oldu. İş güvenliği konusunda nerede olduğumuzu bir kez daha gösterdi hepimize. Ama her konuda olduğu gibi, bu konuda da yalnızca felaketlerin ardından yaşadığımız yoğun acıda, gördüğümüz gerçeklerle tamamen yüzleşmek yerine unutmayı tercih ediyoruz. Hayat güzel, gündem yoğun, düşünmek zor, ancak önlem almak ise üst düzey bir sorumluluk ister. Oysa kaçamayacağımız bir sınırdayız artık. Yasama iradesi Soma’nın ardından gecikmiş de olsa bazı tedbirleri arttırmış, çalışma saatlerinden bedeline dek düzenlemelerde olumlu değişiklikler yapmış idi Ermenek öncesinde. Ermenek, yine acı bir ironi ile teorinin pratiğe yansımasını gösterdi bize. İhtiyaçlarını gidermek için dahi mola veremeyen işçilerin öğle molası da yoktu. 10-15 dakika içinde hızlıca yedikleri yemeği kendileri getirmek ve hemen işe dönmek zorundaydılar. Çünkü çalışma saatlerinin azalması, bir işletme için kârın azalması demekti. Fazladan verilen her kuruş, daha fazlası ile geri alınmalıydı ve bunun için de yemekten, yoldan, iş ekipmanından, iş güvenliği de dâhil harcanacak her kalemden vazgeçilmesi gerekiyordu. İş güvenliği “eğitimi” (!) Olayların ardından ortaya konan tabloya çok iyi bakılmalı: Önceden haberli teftiş zamanları, işletmelerin bütününün incelenmesi değil de kısmen gösterilmesi, hazırlıkların o güne mahsus olarak olabildiğince eksiksiz yapılması ve sair… Çünkü denetimlerde neyin öncelikli olduğu, işin içinde azıcık olan herkesin malumudur. Bugün kanun zoruyla düşük risk grubundaki kurumlarda yapılan iş sağlığı ve güvenliği konulu eğitimlere bakınız ki zorunluluktan imza atmak üzere gelmiş işçiler bir yanda, daha zorunlu olarak ücretini alacağı için orada bulunan, anlatmaktan ziyade üç beş slaytla sözde eğitimi veren bir uzmandan başkasını görmeyeceksiniz. Nadire Çamlı Yıldırım [email protected] Bizzat kamu kurumlarında dışarıdan hizmet alımı yoluyla çalıştırılan işçiler de aynı durumda. Güvenlik önlemlerinin hayat kurtarıcı olduğu, ölümle burun buruna çalışılan tehlikeli iş gruplarında da manzaranın değişmediğini düşünürseniz, kanunî zorunlulukların nasıl kolayca halledilebildiğini görürsünüz. Hatırlayalım: Soma’nın üç merhumunu işe girdiklerinin hemen ertesinde, eğitim tutanaklarında imzaları olduğu halde kaybetmedik mi? Mevcut sorunların çözümüne yönelik ciddi bir çalışma var ama göz ardı edilen gerçekler de. Teori-pratik uyuşmazlığının giderilmesi gerekiyor en başta. Bütün ihtimallerin düşünüldüğü eylem planlarının hayata geçirilmesi, her şeye rağmen önlenemeyen kazalar karşısında ise sorumluların kaçabileceği bütün kanunî boşlukların doldurulması gerekiyor. Yedi yıldır mahkeme kararı ile hak ettiği tazminatı alamayan kaza mağdurlarının haberleri ihbar kabul edilmeli. Yedi yıl boyunca yakın akrabaları üzerinden şirketler kurup faaliyetine devam eden ama işçisine tazminat ödemekten köşe bucak kaçan insanların ekonomik hareketlerini mevcut teknoloji imkânları ile takip etmek ve bu suiistimalleri kanunlarla önlemek mümkün olmalı. Konunun gerektirdiği bütün yönler, uzmanlarınca ele alınarak çok daha kapsamlı çözümler sunulmalı ki açıklanan revizyonda yer alan yaptırımlar gerçekten uygulanabilsin. Bunun önüne geçilmediği takdirde ne ihaleye girme yasağının bir anlamı kalır, ne diğer cezaların. İşçi suiistimali maalesef hayatımızın en olağan karşılanan ve kanıksadığımız konularından. Sosyal güvencesi olmadan işçi çalıştırmak, utanılası bir durum değil hâlâ çoğu kişi için. Güvence bedelinin, alınan maaşın çok çok altında yatırılması ise olmazsa olmaz. “Meslek kodu sistemi” ile her çalışanın asgarî ücretle çalışıyor gibi görünmesini engelleyecek olan SGK’da bir yıldır konu ile ilgili atılmış adım ve sonuçlarınsa ne olduğu açıklanmış değil. Bunlar çok önemli konular ama yalnız hayat kalitesini, standardı etkileyen sorunlar. İş güvenliğinde kaliteden söz edemiyorsunuz kaybedilen hayatlar olduğunda. Denetim sorunu, maalesef pek çok aşamada kişilerin inisiyatifine terk edilmiş gibi görünüyor. Yıllar önce açtığımız işyerinde ruhsat ala- bilmek için günlerce uğraştığımı hatırlarım, üstelik yapacağımız işin yönetmeliği gereği beş kişiden fazla olan eğitimler için yer temini sureti ile çalışacağımız halde. Oysa araya hatırlı isimler konulduğunda çok daha kritik mekânlar için kuralların nasıl esnetildiğine şahit olanlarınız çoktur sanıyorum. Ermenek’teki göçüğün ardından, sonradan Sayın Bakan yalanlasa da ona ithaf edilen “İş yerini kapatıyorsunuz; araya elli kişi giriyor açtırmak için” sözleri hepimizin, her gün farklı derecelerde rastladığı kuralsızlığın en net ifadesidir. Devlet adına bir kurumu denetleyen kişi, işyeri sahibi ile kol kola ve yemeklerde görüşme yapıyorsa buna engel olunmalı. Çay içmenin bile gerekirse hoş görülmediği bir etik ortaya konulmalı. Yoksa bunca sorunun, maaşını işverenden alan iş güvenliği uzmanlarınca çözülmesi mümkün değil. Uzun vadede hedef, farkındalığın yaşama, insana ve haklarına verilen önemin içselleştirilmesi yönünde olmalıdır. Ama henüz bu aşamada değilsek, kalbi ile yapmayana kanun zoru ve korku salınarak sorumluluklarını yapmak zorunda kalmalarını sağlamak olmalı başarmamız gereken ilk şey. kasım 2014 103 haberajanda Akademi Dünyada “üniversite” kavramının içinin boşaltılması, bizim gibi bilgi üretiminde merkez değil de uydu konumundaki ülkelerde daha da trajikomik hale geliyor. Furedi’nin şikâyetçi olduğu konunun özeti şu: Üniversitelerde, işin bizatihi kendisiyle uğraşılmaktan duyulan entelektüel tatmin yerine ne kadar fayda sağlayacağı, ne kadar para kazandıracağı daha öne çıkmaya başladı. Bizdeki durumun vahameti, anlam kaybına uğramış bir uğraşının bir kez daha anlamsızlaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Özünü kaybeden üniversite kavramı, bizde adeta kabuğundan da kemirilmeye başlanmıştır. Üniversitelerde bilim adam Ü NİVERSİTELERİN gittikçe düşen itibar ve imajı, içindeki insanların kişiliklerinden bağımsız değildir. Kapitalizmin ne varsa hepsini bir “şey”e dönüştürerek kullanışlı meta haline getirmesi düşüncesinden üniversiteler de nasibini aldı. Bilimsel çalışmalar bir entelektüel faaliyet olmaktan çıkıp bir kazanç vesilesi, bilim adamlığı da bir profesyonel meslek haline geldi. >> Birçok üniversite çalışanı, yaptığı işle olan ilişkisini kazandığı para çerçevesinde şekillendirdi. Kurumsal olarak üniversitelerin başarıları ne kadar para kazandıklarıyla ölçülür hale geldi. Bu konu ile ilgili olarak İngiltere Kent Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Frank Furedi’nin Türkçeye “Nereye Gitti Bu Entelektüeller?” şeklinde çevrilen kitabı okunmaya değer. Dünyada “üniversite” kavramının içinin boşaltılması, bizim gibi bilgi üretiminde merkez değil de uydu konumundaki ülkelerde daha da trajikomik hale geliyor. Furedi’nin 104 kasım 2014 şikâyetçi olduğu konunun özeti şu: Üniversitelerde, işin bizatihi kendisiyle uğraşılmaktan duyulan entelektüel tatmin yerine ne kadar fayda sağlayacağı, ne kadar para kazandıracağı daha öne çıkmaya başladı. Bizdeki durumun vahameti, anlam kaybına uğramış bir uğraşının bir kez daha anlamsızlaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Özünü kaybeden üniversite kavramı, bizde adeta kabuğundan da kemirilmeye başlanmıştır. Bir üniversite çalışanından (akademisyenden) ne beklenir? Bir öğretim elemanı için bilgi üretmesi ve bunu öğretmesi temel fa- aliyettir. Bunun içinde tez, bildiri, makale, kitap, ders vb. konular akla gelmektedir. Peki, üniversitelerde bu ana uğraş konuları içinde sulandırılmayanı var mıdır? İstisnalar olmakla birlikte, “Yaptığımız işin hakkı veriliyor” diyebiliyor muyuz? Türkiye’de, yaptığı bilimsel faaliyetlerden zevk alan, heyecan duyan, yaptığı araştırmanın sonucunu merak eden ve arkasından yeni araştırmalar planlayan öğretim elemanları gittikçe azalmaktadır. Temel amaç ise puan toplama, asgarî şartları sağlama, yayın sayısını arttırma, unvan alma ve terfi etme şeklinden kendini göstermektedir. Hal böyle olunca, bilimsel aktiviteler bir an önce yapılıp bitirilmesi gereken bir araç haline dönüşmektedir. Manzara kapkara Yeterli puan alındığında, artık sefa sürme zamanı gelmekte, yeni bir çalışma planlama ihtiyacı ise ortadan kalkmaktadır. Bu noktada, daha önceki yazımızda değindiğimiz Prof. Dr. Ramazan Erdem [email protected] lığından film adamlığına mektir. Görünürde anket, veri, analiz, makale ve tez vardır ama bilimsel bilgi yoktur. Birçok üniversite çalışanı neyi neden yaptığını bilmeden bir sürü makale yazmakta, ancak bunlar bilim dünyası için bir değer ifade etmemektedir. Laurence J. Peter’in Peter’in Reçeteleri adlı kitabında J. Frank Dobie’den alıntıladığı “Çoğu doktora tezi, kemik kalıntılarının bir mezardan ötekine taşınması gibidir” sözü, bizim ülkemizde daha anlamlı hale gelmektedir. Batı’nın mezardan mezara naklettiği kemikleri başka bir mezara daha nakletmekten başka bir şey yapmıyoruz. Yaptığımız birçok yayının niteliği derinlikten yoksun; amaç, kapsam ve yöntem eksiklikleri bir tarafa, ortaya çıkan bulgular bilgi kirliliği oluşturmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Özellikle sosyal bilimlerde kavramsallaştırma, model geliştirme, teori ortaya atma yeteneklerimiz oldukça zayıf. Daha çok, “Batı bir kavram ortaya atsın da onu Türkiye’de tartışalım” diye bekliyoruz. Bu açıdan merkez ülkelerin (ABD, Kanada, Kuzey Avrupa gibi) üniversiteleri, dergileri ve bunların arkasındaki entelektüel güçler belirleyici oluyorlar. Türkiye’deki merkez konumunda olan üniversiteler (İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerdekiler daha çok kapsamda düşünülebilir) Batı’yı, taşra üniversiteleri de Türkiye’deki büyük üniversiteleri takip ediyorlar. Böylelikle üniversitelerin çoğunda “taklidin taklidi” bilgiler üretilmektedir. sisteme giriş konusu önemlidir. Üniversitelere çalışmak için gelenlerin amacı okumak, araştırmak, hak ve hakikat peşinde koşmak olmayınca ortaya böyle bir manzara çıkmaktadır. Bugün kamuoyunda, aldıkları unvanların etkisiyle caka satanların yaptıkları bilimsel çalışmaları bir mercek altına aldığınızda bu iddialarımız daha da anlaşılır olmaktadır. Bu satırların yazarı, kendisinin de böyle bir sistemin içinde olduğunun ve kirlenmeden bir şekilde nasibini aldığının farkındadır. Sadece bir disiplin (tarih) üzerinden giderek Ali Birinci’nin yazdığı Tarihin Kara Kitabı adlı eser, bu konuda çok ilginç örnekler sunmaktadır. Konuyu ahlakî bir problem olarak irdeleyen, bilimsel çalışmalarda çeşitli ahlaksızlıkların nasıl yapıldığını anlatan bu kitap, Türkiye’deki bilim adamlarının hal-i pürmelâlini gözler önüne sermektedir. Benzer çalışmaların diğer alanlarda da yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. İntihal problemini çözmeden, Türkiye’de gerçek anlamda bilimsel çalışma beklemek zordur. Herkes bir yerlerden bilgi aşırarak gerekli puanları alabiliyorsa, neden emek harcayarak bilgi üretsin ki? Bir sürü bilgi, çeşitli çalma yöntemleri ve çaldığını da saklama metotları var. Bir de bunların ortaya çıkması durumunda caydırıcı bir yaptırım mevcut değil. İntihal yaptıkları ayan beyan ortada olan birçok insanın ortalarda dolaştığına, kimsenin bundan rahatsız olmadığına şahit oluyoruz. Bu tür durumlar karşısında tepkisiz kalmamız, aynı sistemin ürünü olduğumuzdan olsa gerek, “Ya bizim de bir açığımız varsa?” endişesinden kaynaklanabilir. Böyle bir durumda yapılması gereken, bir başlangıç yaparak “bundan sonraki” çalışmaları intihalden temizlemektir. “-mış” gibi yapmak Üniversitelerdeki diğer bir sorun da bilimsel çalışma yapmak değil, yapar gibi görün- Son zamanlarda yerli dinamiklerden, problemlerden hareketle yeni teoriler üretme, yeni modeller ortaya koyma anlamında girişimler olsa da üniversitelerimizdeki genel anlayış bu şekildedir. Yayınladığımız yayınlara uluslararası anlamda ne kadar atıf yapıldığına bakarak ne kadar özgün çalışma yaptığımızı değerlendirebiliriz. Nitelikli çalışma yapamamaya hayli mazeret bulabiliriz. Ders yükleri, bu konuda ilk etapta akla gelen gerekçelerden biridir. Bir sonraki yazımızda dersler ve işleyişleri ile ilgili de bir değerlendirme yapacağız ama hiçbir gerekçe, üniversite çalışanını bilimsel uğraştan alıkoymaya bahane olmamalıdır. Bilim adamlığını bir kazanç kapısı görmekten öte hayat felsefesi haline getirdiğimizde ve bilimsel faaliyetlerimizi unvan almak için değil, “Beşikten mezara kadar ilim tahsil etmek” misyonu çerçevesinde yaptığımızda, sırf bir yayın yapmış olmak için değil, yaptığımız çalışmaların ruhuna nüfuz ettiğimizde ve de bu çalışmalara hak ve hakikat arayışı çerçevesinde kendimizi verdiğimizde aslî görevimize dönmüş olacağız. kasım 2014 105 haberajanda Psikoloji Yönetici ve patronların Mehtap Kayaoğlu [email protected] İş hayatının standart koşturma- calarının dışında, yeni bir düşünce ve yaşam alanı açma kapasitesini içinde barındırmalı insan ve yeni yaşam alanlarını açabileceği etkin araçları edinebilmeli. Ayrıca iş ortamındaki karmaşayı öğrenme fırsatına dönüştürmeyi başarabilmeli, bulunduğu iş kademesine göre karşılaştığı sorunları aktarmalı, bu aktarmayı yaparken hem duygularını doğru şekilde anlamalı, hem anlaşılır dille karşı tarafa iletmeli, hem ilettiği bilginin anlaşılır olduğundan emin olacağı yöntemlerle söylemeli, hem de yapıcı karşılık alabileceği aktarımı gerçekleştirmeli. terapist becerileri eğitimi alması şart! S ON derece sakin görünümlü halimin ötesinde, nerede ve ne kadar çılgın fikir varsa aklıma geliyor. İşte onlardan sonuncusu! Devlet adamlarına ve yüksek kademede görev yapan yöneticilere koçluk becerileri eğitimi verilmesi gerekir... 106 kasım 2014 Neden mi? Gayet açık bir cevabı var. Söz konumuz olan insanlar, insanlarla çalışıyorlar. Eğer dışarıya yansıttıkları tutumlar hırpalayıcıysa, iyi niyetli olmalarının hiçbir önemi veya insan yönetme becerileri bizi irrite ediyorsa anlayışlı oldukları söyleminin karşılığı yok zihnimizde. Açık ve net söyledim sanırım… Yıllardır yaşam becerileri ve terapist becerisinde birey olma eğitimi veriyoruz. Başlangıçta bu eğitimi almaya hevesli görünen kişiler, öğretmenler ve eğitimciler oldu. Zaman içinde halkın her kesiminden insan eğitimleri almak için başvuruldu. Ardından bu eğitimlere en fazla yöneticilerin ihtiyacı olduğunu düşündük. Belediye başkanları, başkanlıklardaki müdürler, bakanlar, üst düzey yöneticiler, CEO’lar, valiler, kaymakamlar... Üst düzey yönetici denildiğinde aklınıza kimler geliyorsa biz de onları düşündük. Zira insanla uğraşmak, insanın sorunlarıyla ilgilenmek, birinin hakkını diğerine karşı korumaya yönelik işlerde mesai harcamak, kişinin kendisini inanılmaz şekilde yıpratıyor ve başlangıçta enerjik, motivasyonu yüksek kimseler olarak çalışan insanlar, zaman içinde yanan bir mumun çevresine ışık verirken kendisini tüketmesi gibi erimeye başlıyor. Terapist becerisi eğitimleri, mumla aydınlanma devresinden çıkıp led aydınlatma sistemine geçiş bence. Erimenize ve etrafınızı kirletmenize gerek yok! Kendi kendisini şarj eden ışıklandırma sistemi olmanızın zamanı geldi de geçiyor bile. Terapist becerileri eğitimlerinin ana amacı, kişinin meslek hayatında karşılaşacağı insan ilişkileri odaklı sorunlarla kolay başa çıkması için profesyonel yöntemler öğrenmesini içerir. Eğer terapistseniz, insanların sorununu dinleye dinleye sorunlu bir tip olup çıkma hakkınız yoktur. Terapist becerileri eğitimleri, bulunduğunuz yönetim biriminde sıkıntılarla baş etmeye çalışırken kendi iç mutluluğunuzu ve iç dengenizi kaybetmemenize yardım edecek yöntemleri aklınızın cebinde bulmanızı gerektirir. Bu tarz eğitimler, meslek kalite standartlarının geliştirilmesi, yapılan iş ve işin sonuçları açısından fark oluşturma yeteneğinin geliştirilmesi, kişinin özel yaşamı ve iş yaşamına dair iyileşmeye dönük fark oluşturulması amaçlarına hizmet etmektedir. Herkese liderlik yapmaya çalışırken kendisine liderlik yapamayan insan sayısı azımsanmayacak kadar çok Eğitim sonunda meslekî olarak gelişmek isteyen kişiler, yetkin ve profesyonel insan ilişkileri bilgi birikimine sahip olarak, sosyal ilişkilerine yeni bir halka eklemenin verdiği keyfi de yaşayacaktır. Alınan her yeni bilgi, kişiyi geliştirir, düşünce sistemini olgunlaştırır. Şirketlerde çalışan ve danışmanlık ya da yöneticilik görevlerini üstlenen kişiler, liderlik ve iletişim becerilerini arttıracak bilgilere ulaşır. Kişisel gelişimine yönelik deneyim edinmek isteyen kimselerse yaşam pratiklerine adapte edebilecekleri teknik bilgilere sahip olurlar. İş ve yönetim sektörü, günümüz Türkiye’sinde farklı bir boyuta taşındı. Günümüz yöneticisi, artık terapist becerisinde etkileşimi öğrenmeli. İnsanlar artık hem kendi hayatları, hem de başkalarının hayatında fark yaratabileceği donanıma sahip olmak zorunda ve günlük hayatlarındaki iletişim becerilerinin gelişmesine, kaliteli ilişkiler kurulmasına yardımcı olmalıdırlar. Yaşama karşı direnç içinde değil, yaşam ile birlikte senkronize farkındalık geliştirerek yaşamaya mecbur insanlar. 2. Her yaşantının tecrübe olduğunu bilmek gerekir. Önemli olan, olumlu veya olumsuz durumlara açıklık getirmek, gereksiz yargıdan ve engelleyici yorumdan uzak durabilmeyi başarmaktır. İş ve yönetim sektörü, günümüz Türkiye’sinde farklı bir boyuta taşındı. Günümüz yöneticisi, artık terapist becerisinde etkileşimi öğrenmeli. İş hayatının standart koşturmacalarının dışında, yeni bir düşünce ve yaşam alanı açma kapasitesini içinde barındırmalı insan ve yeni yaşam alanlarını açabileceği etkin araçları edinebilmeli. Ayrıca iş ortamındaki karmaşayı öğrenme fırsatına dönüştürmeyi başarabilmeli, bulunduğu iş kademesine göre karşılaştığı sorunları aktarmalı, bu aktarmayı yaparken hem duygularını doğru şekilde anlamalı, hem anlaşılır dille karşı tarafa iletmeli, hem ilettiği bilginin anlaşılır olduğundan emin olacağı yöntemlerle söylemeli, hem de yapıcı karşılık alabileceği aktarımı gerçekleştirmeli. Endişelenmeyin, zor değil! Farkındalığı yüksek, iç dinamikleri sağlam yöneticiler olabilmeniz için bazı olmazsa olmazlarınızı sıralamakta fayda var: 1. Şartlar ne olursa olsun, içinde bulunduğunuz durumun aslında dört boyutlu olduğunu unutmayın. Size göre negatif olduğunu düşündüğünüz bir durum düşünün. İlk bakışta olumsuz görünmesine rağmen kendi içinde olumlu bir yan beslediğini keşfedeceksiniz. Bunun yanında, sizin için olumlu olduğunu düşündüğünüz bir durumla karşılaştığınızda, olumlu durumun bir yanıyla olumsuzluk içerdiğini de hissedeceksiniz. Örneklemek gerekirse, sigaranın sağlığa zararlı olduğunu biliyorsunuz, içti- ğinizde sigara içmekten hoşlanan yanınız mutlu olurken sağlığınıza zarar veren kısmı üzülecektir. “Sağlığa zararlı” diye içmediğinizde ise, içmeyen yanınız mutlu olurken sigara içmekten haz alan yanınız üzülecektir. Dolayısıyla tam anlamıyla doğru tercih diye bir durum yoktur, yaşanan sonuçların algılanma biçimi ve olaylara yüklenen anlamlar vardır. 3. Her durumu çözmeye çalışan kişi olmak yerine çalışma arkadaşlarımızı çözüm arayışına teşvik edebilen bir yönetmen olmak gerekir. Zira çevremizi harekete geçirmek daha ekonomiktir. Harekete geçen sadece sizseniz, çözüm de sizsiniz. Oysa çevrenizi harekete geçirdiğinizde, çalışma arkadaşı sayınız kadar çözümünüzün olduğunu göreceksiniz. 4. Bağlantı kurma, değer verme, hedef belirleme, güçlükleri aşma, önemli projeler oluşturma, opsiyonları araştırma, hareket planları ve strateji oluşturma, durdurma ve açıklık getirme konularında kendinizi geliştirmelisiniz. 5. Çevrenizde güven iklimi oluşturabilmelisiniz. 6. Duruş ve senkronizasyonun önemini hatırlamalısınız. Yapıcı tutumunuz ve özgüveninizle dikkat çekmelisiniz. 7. “Ön kabuller” ile “sınırlayıcı inanışlar” arasındaki ince çizgiyi ayırt edebilmelisiniz. 8. “Şimdiki durum” analiziniz ile “varılacak yer” analiziniz arasında doğru geçişi yapabilmelisiniz. 9. Açık hedeflerinizin yanında saklı hedeflerinizin olduğunu da unutmamalısınız. Açık hedefler için uğraşırken saklı hedeflerden olmamaya gayret etmelisiniz. 10. Çalışma arkadaşlarınızı olası olumsuz durumların kaygı alanından etki alanına geçirebilmeyi başarabilmelisiniz. Söylediğim gibi, zor değil... Sevgiler... kasım 2014 107 haberajanda Teknoloji Teknoloji devi Google, otomobil sektöründe yeni bir devrin kapılarını açıyor. Devrim gibi bir buluşa imza atam şirket, şoförsüz araba ürettiğini açıkladı. Daha önce geliştirdiği kendi kendine giden arabada köklü değişikliklere giden Google’nin, araçlarında “dur” ve “git” düğmesi olacak, direksiyon ve pedallar ise yer almayacak. Araçta bütün işi algılayıcılar yapıyor. Otomobil teknolojileri At arabasından uçan otomobile “O TOMOBİL” kelimesi, Türkçeye Yunanca αὐτός (autós, “kendi”) ve Latince mobilis (“hareket eden”) sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulan ve başka bir hayvan ya da araç tarafından itilmek ya da çekilmek yerine “kendi kendine hareket eden araç” anlamına gelen Fransızca “automobile” kelimesinden geçmiştir. >> Tekerleğin icadı M.Ö. 3000 yılına kadar uzanmaktadır. Sonraki yıllarda ise Hititlerin savaş aracı olarak geliştirdikleri atlı arabalarda kullanıldığı bilinmektedir. Otomobilin icadına kadar geçen sürede ise insanların yanı sıra atlar, öküzler ve köpekler tarafından çekilerek yürütülen ve insan ve yük taşımacılığında kullanılan modelleri de mevcuttur. 19. yüzyıla gelindiğinde, pek çok buluşun ana enerji kaynağı olan buhar makinesinin icadı, ardından da içten yanmalı motorlarda petrol ürünlerinin kullanılmaya başlanması, otomobil teknolojisinin de gelişmesinin başlangıcı olmuştur. Ancak otomobil tek bir kişi tarafından icad edilmemiştir, zira dünya üzerinde pek çok kişi tarafından farklı modeller geliştirilmiş, bu alanda yüz binlerce patent alınmıştır. 108 kasım 2014 Günümüzde hayatın vazgeçilmez bir parçası ve aslî bir ihtiyaç olan otomobilin icad edilmesi, tek başına kullanımı için yeterli değildir. Onun yürütülebileceği yolların yapılması, diğer otomobillerle ve yayalarla ilişkilerinin düzenlenmesi, park ve çevre düzenlemelerinin yapılması ve altyapıların yapılması gerekmekteydi. Geçmişte ve günümüzde güç göstergesi olarak kullanılan otomobil, ulaşımda bir çığır açtı ve insanlarda derin sosyal değişikliklere neden oldu. Mesafeler arası ekonomik ve kültürel ilişkilerin gelişmesini kolaylaştırdı. Yaygınlaştıkça insan ve yük taşımacılığı ucuzladı. Bu sayede insanların daha önce gidemedikleri yerlere gidebilmeleri ve diğer insanlarla iletişim kurmaları kültürel değişimler de meydana getirmiştir. Günümüzdeki bazı otomobil markalarını üreten fabrikaların kuruluş yılları 1876’dan 2005’e kadar farklılık göstermektedir: Alfa Romeo 1910, Audi 1899, BMW 1913, BMC 1964, Citroen 1919, Chrysler 1925, Dacia 1966, Daihatsu 1907, Daewoo 1967, Ferrari 1898, Fiat 1899, Ford 1903, Honda 1948, Hyundai 1967, Jeep 1941, Lada 1966, Lamborghini 1963, Mazda 2005, Mercedes 1876, Opel 1863, Porsche 1947, RolssRoyce 1904, Saab 1907, Skoda 1895, Subaru 1917, Toyota 1937, Volkswagen 1963, Volvo 1927… Türkiye’de otomobil tarihi Pek çok devlet, otomobil ve motor üretimini stratejik görmüş ve yıllar öncesinden üretime başlamış, tüm dünya pazarlarına sunmuştur. Ancak bu markalar arasında Dr. Nurettin Alabay [email protected] Türkiye’nin bir markası yer almamaktadır. Türkiye 1951 yılında dönemin Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel’in talimatıyla başladığı ve 1953 yılında tamamladığı projeyle kendi markası olan Devrim adındaki otomobili geliştirmiş, ancak o yıllarda seri üretime geçilememiştir. 1966 yılında Koç Grubu, bir İngiliz firmasına tasarımını yaptırdığı Anadol markasıyla Ford’a ait şase ve motorlar kullanarak 1975 yılına kadar üretim yapmıştır. Günümüzde devletin TÜBİTAK üzerinden yaptığı destek ve teşviklerle yeniden bir Türk otomobili üretilmesi gündemde ve muhtemelen de elektrikli olacak. Türkiye’nin elektrikli ilk yerli otomobilinin 2017’de yollarda olacağı planlanıyor. “Begler” isimli otomobilde, Türkiye’nin ilk yerli otomobili olan Devrim’den çizgiler de bulunuyor. Otomobil kullanımı ile çevre kirlenmesi, yenilenemeyen enerji kaynaklarının hızla tüketilmesi, trafik kazaları sonucu ölümlerin artması, bireyselleşmenin ve obezitenin artması, yaşam biçimlerinin değişmesi gibi pek çok çevresel ve sosyal değişimler gerçekleşmiştir. Otomobilin gelişimi 1769 yılında buharlı otomobil üretilirken, 19. yüzyılın başından itibaren petrol ürünlerinin kullanımıyla motorin (mazot) kullanan otomobiller üretilmiş, 2. Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda ağır kış şartlarında (eksi 20 derecede) mazotun donmasıyla yeni arayışlara girildi. Hızlı bir şekilde eksi 45 dereceye kadar dayanıklı benzinli motor kullanan otomobiller üretildi. Günümüze kadar ilerleyen yıllarda LPG gazı kullanan otomobiller, elektrikli otomobiller, suyla ve onun bileşiminin ayrıştırılmasıyla meydana gelen hidrojen enerjisiyle çalışan otomobiller ve bunların birkaçını birlikte kullanan hibrid otomobiller geliştirildi. Bu süreçteki en büyük etken, fosil yakıtlarının dünya üzerinde hızla tükenmesidir. Otomobillerdeki en önemli gelişmeler ise kuşkusuz motorda olmuştur. 1800’lü yılların başlarında ilk buharlı motorlar en fazla saatte 10 kilometre hız yapabiliyordu ve adına buharlı fayton denilmekteydi. 1881’e gelindiğinde ise 15 beygir gücüne ve saatte 63 kilometre hıza ulaşmıştı. Motorda asıl gelişme, 1860’lara gelindiğinde elektrik ile ateşlenen ve su ile soğutulan ilk içten yanmalı motor icat edildiğinde olmuştur. 1872’de petrol kullanan bir karbüratör icat edilmiştir. Yine aynı yıllarda 4 zamanlı motor kullanılmaya başlanmıştır. Benzin kullanan ve sağlıklı çalışan ilk otomobil, 1884 yılında Karl Benz tarafından geliştirilen Benz Patent Motorwagen olmuştur. 1901 yılında benzin pompasının kullanılmaya başlanmasının ardından, otomobil lastiği de bulunmuştur. Babaları bisiklet fren pabucu üreticisi olan Édouard ve André Michelin Kardeşler, ilk otomobil lastiğini icat ederler. Fren ve direksiyon sistemindeki gelişmelerle bugünküne benzer ilk otomobil ise 20. yüzyılın başlarında tasarlanabilmiştir. Günümüze kadar geçen yıllarda ise motor beygir gücü ve hızı yüksek, daha az yakıt tüketen otomobiller üretilmeye başlanmıştır. Otomobil üretimi arttıkça altyapı çalışmaları, trafik işlerinin planlanması ve yönetimi, yeterli sayıda trafik polisi ve ışıklarının hazırlanması vb. birçok iş ve işlem ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce şoförlerin belli bir eğitimden geçirilmesi önem kazanmıştır. “Şoför” kelimesi, Fransızca da “ateşçi“ anlamına gelen “chauffeur” kelimesinden gelmektedir. İlk otomobil buharlı bir arabaydı ve topları taşımak için kullanılmıştı. Bu nedenle “ateşçi” anlamına gelen bu kelime, sonraki yıllarda da “sürücü” anlamında kullanıldı. Otomobil teknolojileri halen geliştirilmeye devam etmektedir. Son icat ise 2014 yılında icat edilen uçan otomobil olmuştur. Şimdi otomobil teknolojilerinin kronolojik gelişim seyrini aktararak kimlerin hangi katkıları sunduğunu görelim. Otomobil teknolojilerinin kısa kronolojisi 1680-Çalışabilen, ancak kullanışlı olmayan ilk içten yanmalı motor, Hollandalı Christiaan Huygens’in yaptığı barutun yanması ile çalışan pistonlu makine oldu. 1698-İngiliz Thomas Javery, ilk buharlı makinayı yaptı. 1787-Oliver Evans, Amerika’da yolcu taşıyan araç yaptı. 1794-İngiliz mühendis Robert Street, terementin ve hava karışımını bir alevle ateşleyerek çalışabilecek bir motor projesi yaptı. 1796-Murdock, katı yakıtlardan hava gazı elde etmeyi başardı. 1801- Richard Threvithick, İngiltere’de yolcu taşıyan araç yaptı. 1824-Sonradan içten yanmalı makinelerin özellikle dizel motorlarının temel ilkeleri, genç bir Fransız mühendisi Sadi Carnot tarafından belirlendi. 1830-Saatte 15-20 kilometre hızla giden, buharla çalışan, 14 yolcu taşıyabilen yolcu otobüsleri imal edildi. 1860-İngiliz Parlamentosu bütün arabaların iki sürücüsü ve önünde gündüz kırmızı bayrak, gece kırmızı fener bulunmasını şart koşan kanun çıkardı. Bu kanun, motor gelişim hızını biraz durdurmuştu, 1896 yılında kaldırıldı. 1860-İlk petrol kuyularının kazıldığı yıllarda hava gazı ile çalışan, ticarî bakımdan elverişli ilk motor, Belçikalı mühendis Jean Joseph Etienne Lenoir tarafından yapıldı. 1862-Fransız mühendis Alphonse Eugene Beau de Rochas, 4 zamanlı çevrimin esaslarını ortaya koydu. 1867-Alman mühendis Nicholaus August Otto ve Eugen Langen, Rochas’ın bulduğu prensipleri pratiğe çevirerek 4 zamanlı çevrime sahip motoru yaptılar. 1875-Viyanalı Siegfried Marcus, geliştirdiği motorla Viyana sokaklarında saatte 12 kilometre hızla gezerken halkın panik yaşamasına sebep olduğu birkaç kaza yaptı. 1876-Nikolaus August Otto, uzun yıllardan beri sürdürülen “güç kaynağı” arayışına son vererek ilk 4 zamanlı gaz motorunu üretti ve 1877’de yaptığı bu motorun patentini Amerika’dan aldı. 1769-İngiliz James Watt, uzun süreli çalışan buharlı makinayı yaptı. 1878-İngiliz mühendis Dugal Clerk, 2 zaman esasına göre çalışan ilk motoru buldu. 1785-Richard Threvithick, dişli transmisyon kullanarak arabasına 150 kilometre yol yaptırdı. 1886-Alman Karl Benz, saatte 14 buçuk kilometre hız yapabilen satış amaçlı ilk arabayı üretti. Bu, at kullanılmadan kendiliğinden hareket edebilen anlamına gelen “automobile” kavramının ortaya atılmasından 1769-Kendi kendine hareket eden ilk araç, İsveçli mühendis ve topçu yüzbaşı Fardier Nicolas Joseph Cugnot tarafından geliştirildi. 1880- George Brayton, Amerika’da benzin yakıtlı motor yaptı. kasım 2014 109 haberajanda Teknoloji sonra ilk otomobilin doğumu olmuştur. 1890-Herbert Akroyd Stuart, bir kaza sonucunda kızgın bir yere değen gaz yağının hava ile karışarak yandığını gördü. Bu olaydan etkilenerek yaptığı deneylerle motorunu geliştirdi ve patentini aldı. 1890-Alman mühendis Capitaine, Akroyd’un motoruna benzeyen bir motorun patentini aldı. Bu motorlar yarım dizel (kızgın kafalı) motorların esasını oluşturdu. 1893- İlk otomobillerin çoğu dişlileri olmadığı için yokuş çıkamıyordu. Benz Victoria, önce durup sonra geriye doğru inmeye başlıyordu. Bu arabada bir deri kayışı küçük bir kasnağa bindiren bir kol kullanılmıştı ki bu düzenek, tekerleklerin daha yavaş dönmesini ve yüksek manivela gücünün arabayı yokuş yukarı tırmandırmasını sağlıyordu. 1892 ila 1897 yılları arası-Münih Yüksek Teknik Okulu mühendislerinden Rudolf Diesel, buhar motorlarına uyguladığı birtakım mekanik değişiklikler sonrası performanstan yüzde 10 kazanç sağladı. Sonraki yıllarda yaptığı çalışmalarla motordaki teknik verim yüzde 24’e kadar yükseldi. Bugüne kadar bu motorlar üzerinde birçok değişiklik yapılmasına karşın Rudolf Dizel’in koyduğu esaslar değişmediğinden, bu motorlara “Dizel motor” adı verilmiştir. 1893-Amerika’nın ilk başarılı otomobili “Duryea”, J. Franck ve Charles Edgar Duryea tarafından yapılmıştır. Bir rivayete göre ilk karbüratörü Charles Duryea’nın karısının lavanta püskürtme şişesinden ilham alarak yaptığı söylenir. Hâlbuki Mayback, karbüratörü bu tarihten çok daha önce bulmuştu. 1894-Dünyadaki ilk resmî otomobil yarışı, 22 Temmuz günü düzenlenmiş ve Paris-Roven arasında 50 kilometrelik bir mesafeyi kapsayan yarışta 19 otomobil mücadele etmişti. Yarışı Le Petit Journal Gazetesi organize etmiş ve sporcular saatte 18 kilometre gibi “baş döndürücü” bir sürat ortalamasıyla yarışmışlardı. İlerleyen yıllarda, otomobil sporlarında farklı branşlar gelişmiş ve ilk pist yarışı 1898’de, Periqueeux’te düzenlenmişti. 1898-Fransa Otomobil Kulübü (AFC), Paris’teki Les Tuiliers’in güneşli bahçelerinde ilk otomobil fuarını organize etmiştir. Fuara 269 firma katılmıştır. 1902-İstenildiğinde benzinli, istenildiğinde elektrik motoruyla ilerleyebilen ilk aracı o gün 27 yaşındaki Ferdinand Porsche yaptı ve 1902 yılında “Mixte-Wagen” adını verdiği bu aracı tanıttı. Viyanalı bir fayton üreticisi olan Ludwig Lohner ile birlikte çalışan Porsche, 4 silindirli bir Daimler motoruna aküler, bir jeneratör ve elektrik motorları ekledi. Bu haliyle Mixte benzinli motor, stop edildiğinde bile akülerin çalıştırdığı elektrikli motorla ilerlemeye devam edilebiliyordu. İlk hibrid otomobil MixteWagen’dir. 1902-MAN fabrikalarında, Alman deniz kuvvetlerindeki gemilerde kullanılmak üzere dizel motorları yapılmaya başlandı. 1903-Fransız Gustave Liebau ilk emniyet kemerini tasarladı ve patentini aldı. GÜNÜMÜZDE DEVLETİN TÜBİTAK ÜZERİNDEN YAPTIĞI DESTEK VE TEŞVİKLERLE YENİDEN BİR TÜRK OTOMOBİLİ ÜRETİLMESİ GÜNDEMDE VE MUHTEMELEN DE ELEKTRİKLİ OLACAK. TÜRKİYE’NİN ELEKTRİKLİ İLK YERLİ OTOMOBİLİNİN 2017’DE YOLLARDA OLACAĞI PLANLANIYOR. “BEGLER” İSİMLİ OTOMOBİLDE, TÜRKİYE’NİN İLK YERLİ OTOMOBİLİ OLAN DEVRİM’DEN ÇİZGİLER DE BULUNUYOR. 110 kasım 2014 Dr. Nurettin Alabay 1904-Kısa adı FIA olan Uluslararası Otomobil Federasyonu’nun kurulmasıyla otomobil sporlarının gelişimi daha da hızlandı. Merkezi Paris’te bulunan FIA, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 90’ın üzerinde ülkenin 100’den fazla otomobil kulübü ve birliklerini bünyesinde toplamakta ve 50 milyonun üzerinde sürücüyü temsil etmektedir. 1905-İsveçli mühendis Alfred Büchi, egzoz gazlarından yararlanarak çalışan bir türbin vasıtasıyla dört silindirli bir motora aşırı hava yüklemeyi başardı. 1905-İlk 4WS ve 4WD sistemi Latil marka traktöre uygulandı. 1905-İlk tampon takılan araç, İngiltere’nin Kilburn kentindeki Simms Manufacturing Co. tesislerinde üretilen 20 HP gücündeki Simms-Welback marka araçtır. Aynı yıl tamponun patentinin F. R. Simms tarafından alınmasına karşın fikir yeni değildi. 1897 yılında Moravya’daki İmperial Nesseldorf vagon fabrikasında yapılan Çek malı Prasident marka otomobilin önüne tampon konulmuş, ancak Viyana yakınlarında yapılan denemelerde ilk 10 milden sonra düştüğü için bir daha takılmamıştır. 1908-ABD’li Henry Ford, “T Modeli” adındaki ilk seri üretim otomobili yaptı. İlk üretim bandı fikrinin de babası olan Ford, 1913’te, günde 1000 araba üretebiliyordu. 1912-İki zamanlı ve 12000 BG’de ilk yüksek güçlü dizel motoru yapıldı. 1918-İngiltere’de Royal Aircraft Establishment fabrikaları mekanik püskürtmeli dizel yakıt sistemini geliştirdi. Böylece yüksek devirli dizel motorları oluşturularak hafif taşıtlarda kullanılmasına zemin hazırlandı. 1919-Avrupa’nın ilk seri üretim otomobili Type A, Citroen tarafından piyasaya verildi. Citroen, aynı yıl dünyada ilk organize satış sonrası hizmetleri yapılandırdı. 1920-Voisin firması, hidrolik olarak çalışan ABS’nin atası üzerine çalışmalar yaptı. “Frenlemenin tekerlekleri kitlemesini önleyici donanımı” tanımıyla da Almanya’da 671925 numarasıyla ilk patentini aldı. 1923-Dünyada otomobil yarışları düzenlenmeye başlandığı dönemde, Anadolu’da sadece “at arabası” yapılabiliyordu. Bu nedenle ülkemizde otomobil sporunun başlangıcı Batı Avrupa’dan çok sonra oldu. Türkiye’de otomobilcilik, 1923 yılında, o günkü ismi Türk Seyyahin Cemiyeti olan Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun (TTOK) kurulmasıyla resmî kimliğine kavuştu. 1924-Citroen, dünyanın ilk çelik karasörlü otomobili B10’u üretti. 1924-MAN ‘ın ürettiği bir kamyon, direkt enjeksiyonlu dizel bir motoru kullanan ilk vasıta oldu. 1934-Citroen, seri olarak önden çekişli araç üretmeye başladı. 1938-Citroen, hidropnömatik süspansiyon sistemini icat etti. 1938-İsviçreli kamyon üreticisi Saurer, ilk turbo motorlu kamyonu üretti. 1938-GM tasarımcısı Harley Earl, ilk elektrikli cam sistemini Buick Y’ye monte etti. 1950-FIA Formula 1 Dünya Şampiyonası olarak kabul edilen ilk Formula 1 yarışı, 13 Mayıs 1950’de, Silverstone’da yapılan İngiltere Grand Prix’idir. 1954-Döner pistonlu motor ( RotaryWankel motoru), Felix Wankel tarafından geliştirilmiş bir motor türüdür. Bu motorda silindir, geometrik elips biçimi şeklindedir. Bu motorun çalışma prensibi, yakıt odasına sahip blok içinde, üçgen şeklinde bir döner pistonun dönerek silindir içinde değişik yakıt hacimleri ve sıkıştırma oranları meydana getirmesidir kısaca. 1957-İlk hız sabitleyicisi (cruis control) Imperial marka araçta kullanıldı. 1958-İsveç’teki Volvo fabrikasında mühendis olan Nils Bohlin, üç noktalı emniyet kemeri olarak bilinen sistemin patentini aldı. 1962-İlk seri üretim olan turbo motorlu otomobil Chevrolet Corvair Monza tanıtıldı. Daha sonra bu modeli Oldsmobile F85 Jetfire takip etti. 1963-Wankel motoru ilk kez NSU Spider marka araçta kullanıldı. 1967-İngiliz otomobil firması Jensen, ilk ABS’yi otomobillerine uyguladı. 1973-Avrupa’da seri olarak turbo motorla üretilen ilk otomobil BMW 2002 oldu. 1978-Modern ilk ABS sistemi, BMW 7 serisi ve Mercedes S serisinde uygulandı. 1984-Turbo üreticisi Garrett, “Intercooler” adını verdiği bir turbo soğutucusu geliş- tirdi. Bu sayede türbine giren hava soğutularak turbonun performansı arttırıldı. 1986-Çift turbo takılan ilk araç, Porsche 959 oldu. 1987-Bosch, ilk üretici olarak ABS sisteminin daha gelişmişi olan ASR sistemini piyasaya sürdü. 1993-Fiat Croma TdiD, değişken geometrili turboyla donatılan ilk otomobil oldu. Sistem düşük motor devirlerinde turbonun verimini önemli oranda arttırıyordu. 1995-Bosch, 1995 yılında FDR sistemini aktif sürüş emniyetini sağlamak üzere üretime aldı. Özellikle virajlarda ve ani yol değişikliklerinde FDR sistemi, yıldırım hızı ile motor, şanzıman ve frene müdahale ederek aracın savrulmasını önler. 2004-Çift turbo takılan ilk seri üretim dizel motorlu otomobil, BMW 535d oldu. 2005-Mercedes, üç turbolu v6 dizel motorla donatılmış konsepti Vision SLK 320 CDI’yı Cenevre otomobil fuarında tanıttı. Ve yıl 2014… Fransız motor üreticisi MDI’nın geliştirdiği 800 cc’lik 25 beygir (HP) güç üretip saatte 110 kilometre hız yapan CityCat adlı hava motoru; 2,65/1,62/1,64 metrelik ebatlarıyla tam bir şehir otomobili olan ve 550 kilogram ağırlığa sahip CityCat 550 ile hava ve benzin hibrit otomobilin prototipini tanıttı. Teknoloji devi Google, otomobil sektöründe yeni bir devrin kapılarını açıyor. Devrim gibi bir buluşa imza atam şirket, şoförsüz araba ürettiğini açıkladı. Daha önce geliştirdiği kendi kendine giden arabada köklü değişikliklere giden Google’nin, araçlarında “dur” ve “git” düğmesi olacak, direksiyon ve pedallar ise yer almayacak. Araçta bütün işi algılayıcılar yapıyor. Ayrıca Slovakyalı bir ekip, 30 yıllık bir çalışma sonunda, katlanabilen kanatları sayesinde uçan bir otomobil geliştirdi. “Aeromobil” adı verilen araç, havada ve karada kullanılabiliyor. Saatteki hızı 160 kilometre olan Aeromobil’in taşımacılık alanında çığır açabileceği belirtiliyor. 30 yıllık bir çalışmanın ürünü olan aracın özellikle kısa mesafelerde uçaklara olan bağımlılığı azaltması bekleniyor. kasım 2014 111 Ahmet Yozgat - [email protected] haberajanda Karikatür 112 kasım 2014 Bir y aylıketimin mas r af ı ₺90 Bir yetime de “siz” sahip çıkın www.cansuyu.org.tr ANKARA 0312 473 44 77 İSTANBUL 0212 521 65 65 İZMİR 0232 264 44 45 BURSA 0224 223 06 06 KONYA 0332 236 15 05