HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi NİSAN 2016 YIL 10 SAYI 113 haber 20 TL www.haberajanda.com.tr PROF. DR. TURAN GÜVEN “2023 Vizyonu”, siyaset ve üniversiteler PROF. DR. MAHMUT AYDIN Yeni Türkiye’nin “üniversite kodları” PROF.DR. SEYİT MEHMET ŞEN Tarihe “Hükümet Kadın”dan bakmak MEHMET ŞEKER Casuslar ve yardakçıları, hak ettikleri cezayı almalı! MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Tuzak, Paskalya ve “İspanaklisubörekidis” DOÇ. DR. BÜLENT KARA Cömertlik AYŞE YAŞAR UMUTLU Kavramların evrensellik ve izafilik problemi NESRİN ÇAYLI Zâlimler çalıyor, mazlumlar d-inliyor! S. SERVET HOCAOĞULLARI Canlı bombanın zihin düzeneği HABER AJANDA Üçüz şiddet ve“Terör” Devlet aklının dili ve kavram kullanma yöntemleri AHMET YOZGAT Tasarlanan İkinci Gezi ve Türk Baharı: “Sisi Darbesi Operasyonu” PROF. DR. SERHAT ATABEY Terörle mücadelede yeni konsept ne olmalı? MURAT İLKTER Gayb ZEHRA ULUCAK Afrika’nın yüz karası: Terör örgütleri SABRİ ÖĞE Terörle mücadelenin bir ayağı topal ORHAN MÜCAHİT Büyük İsrail Projesi’nin alçak taşeronları NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Din düşmanlarının sarılmadığı terör yok! CÜNEYT AKAR Bir musibet… LOKMAN AYVA Geçmişten geleceğe köprüler CEMAL CEYLAN Yeni anayasa ve terör ilişkisi SEYDAHMET KARAMAĞRALI Barbarların medenîleşme deneyimleri ve Kral Teodorik’in dramı Yayınları haberajanda İçindekiler SAYI: 113 // NİSAN 2016 KAPAK / AHMET YOZGAT Tasarlanan İkinci Gezi ve Türk Baharı: “Sisi Darbesi Operasyonu” 82 Şu anda, onların ilkbaharda yapılacak olan “İkinci Gezi Kalkışması”nın ilk gününden itibaren, mâsum memleketin her hücresinde “lojistik terör hamalları”nca başlatılacak olan yangını darbe için bir kılıf sayacaklarının, bir çağrı gibi algılayacaklarının ve her olayı adlarına çıkarılmış birer davetiye sayacaklarının yalan olduğunu kim söyleyebilir ki? Zaten İkinci Gezi partisinin amacı da bu! Yani darbe ortamını hazırlama... 6 S. SERVET HOCAOĞULLARI Canlı bombanın zihin düzeneği Kaybedilmiş mücadele refleksi olan canlı bombalar karşısında paniğe kapılmak ve/veya korkmak, kazanılan mücadelede zafiyet göstermek, kaybedilmiş mücadeleyi cesaretlendirmek, canlı bombanın zihin düzeneğini çözememek ve yanlış kabloyu keserek intiharcı ile beraber ölmektir: Türkiye asla yanlış kabloyu kesmeyecektir! 10 MEHMET ŞEKER Casuslar ve yardakçıları, hak ettikleri cezayı almalı! Bu, herhangi bir dâvâ değil. İnsan haklarıyla, özgürlüklerle, gazetecilikle alâkalı bir durum yok ortada. Düpedüz casusluk dâvâsı! O konsoloslar, mahkemeye katılmakla ve acemi casuslarla selfi çektirmek sûretiyle ne yapmış oldular? Bir hareketin birçok anlamı var… 18 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Tuzak, Paskalya ve “İspanaklisubörekidis” Hepsinin ortak noktaları ekonomik açıdan zorluklar içerisinde bulunmaları. Ne tuhaftır ki, bir analist çıkıp da “Yahu bu insanları bu raddede bizden soğutacak ne yaptık, bizde de bir nebze olsun taksir var mıdır acaba?” diye sorgulamıyor. 6 30 PROF. DR. MAHMUT AYDIN 10 18 30 2 38 nisan 2016 38 Yeni Türkiye’nin “üniversite kodları” Toplumunun dinî ve kültürel değerlerini tanımaktan uzak ve onlara yabancılaşmış seçkinci ve elitist akademisyen tipinin “halkın iradesinin hâkim olduğu ve her şeyin halk için yapılmaya çalışıldığı Yeni Türkiye’nin inşâsına hiçbir katkısının ve pozitif etkinliğinin olmayacağı aşikârdır. NESRİN ÇAYLI Zâlimler çalıyor, mazlumlar d-inliyor! Filistin’e yağdırdığı bombaları bir havai fişek gösterisi gibi sınır ötesinden izliyor. Filistin’de neredeyse taş taş üzerinde kalmamış, ülke bir enkaz hâline gelmiş, fakat insan haklarından söz eden bu beş büyük güç, çaldıkları orkestranın güçlü sesiyle Filistinlilerin çığlıklarını bastırıyor. Nerede insan hakları deklarasyonları? 5 6 8 10 12 18 20 24 28 30 34 37 38 44 53 54 56 EDİTÖR M. SERHAT BIÇAK Bir mektup BAŞYAZI SEDAT SERVET HOCAOĞULLARI Canlı bombanın zihin düzeneği AYIN OLAYI Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız! MEHMET ŞEKER Ayın Yorumu - Türkiye / Gecikmiş adalet, adalet değildir! Casuslar ve yardakçıları, hak ettikleri cezayı almalı! SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Ayın Yorumu - Dünya / Tuzak, Paskalya ve “İspanaklisubörekidis” ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda PROF. DR. TURAN GÜVEN “2023 Vizyonu”, siyaset ve üniversiteler PROF. DR. MAHMUT AYDIN Yeni Türkiye’nin “üniversite kodları” PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Tarihe “Hükümet Kadın”dan bakmak DOÇ. DR. BÜLENT KARA Cömertlik NESRİN ÇAYLI Batı orkestrası ve terörist enstrümanlar... Zâlimler çalıyor, mazlumlar d-inliyor! HABER AJANDA Üçüz şiddet ve“Terör”... Devlet aklının dili ve kavram kullanma yöntemleri MESUT EMRE BALCI Terörün diline teslim olmak AYŞE YAŞAR UMUTLU “Terör” kavramı yeniden tanımlanabilir mi? Kavramların evrensellik ve izafilik problemi PROF. DR. SERHAT ATABEY Terörle mücadelede yeni konsept ne olmalı? PROF. DR. TURAN GÜVEN PROF.DR. SEYİT MEHMET ŞEN “2023 Vizyonu”, siyaset ve üniversiteler Tarihe “Hükümet Kadın”dan bakmak 28 Terör, Türkiye’nin bir numaralı problemi olarak öne çıktığı için sivil anayasa, YÖK, üniversiteler, bilim, teknoloji, yüksek teknoloji gibi ülkenin ana meseleleri ikinci plana düşmüş görünmektedir. Devlet, birçok işi aynı anda yapabilen yüksek bir organizasyondur. İşini lâyıkıyla yapan, sorumluluk bilinci yüksek ve ülkesi için her türlü fedakârlığı göze alan kadrolar oldukça, bunu başarmak hiç de zor değildir. 58 MURAT İLKTER Gayp 60 ZEHRA ULUCAK Afrika’nın yüz karası: Terör örgütleri 66 SABRİ ÖĞE Terörle mücadelenin bir ayağı topal 68 ORHAN MÜCAHİT Büyük İsrail Projesi’nin alçak taşeronları 70 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Terörün dini yok! Din düşmanlarının sarılmadığı terör yok! 72 CÜNEYT AKAR Bir musibet… 74 LOKMAN AYVA Geçmişten geleceğe köprüler 76 CEMAL CEYLAN Yeni anayasa ve terör ilişkisi Türkiye neden kilit ülke? 81 MEHMET FATİH ÖZTARSU Rusya bölgedeki nüfûzunu arttırıyor! 82 KAPAK / AHMET YOZGAT Tasarlanan İkinci Gezi ve Türk Baharı: “Sisi Darbesi Operasyonu” 92 SEYDAHMET KARAMAĞRALI Barbarların medenîleşme deneyimleri ve Kral Teodorik’in dramı 96 FURKAN ERGÜL Britanya’nın sıcak gündemi: Seçim, bütçe ve referandum 98 RUKİYE YILDIZ ERDOĞMUŞ Bir çınar devrildi! 101AYŞE MÜZEYYEN TAŞÇI Yetim gülerse, dünya gülecek! 102AYTEKİN ATASOYU Ontolojik kaygıların oluşturduğu kurgusal gerçeklik ve hakîkat korkusu 104YEŞİM TONBAZ Sinema 108SUNGUR İNCİ Kitap Ajanda 112AHMET YOZGAT Karikatür 34 Zaman bakımından hemen yakınımızda olan Cumhuriyet dönemini en iyi bilmemiz gerekirken, iletişimin bu kadar geliştiği, uzaydan yatak odalarının dinlendiği, ahlâk çukurlaşması nedeniyle otel müşterilerinin en mahrem hâllerinin kameraya alındığı bir zaman kesitinde, internetin bu kadar geliştiği ve sosyal medyanın günlük hayatımızı didik didik ettiği bir ortamda Cumhuriyet’in üzerindeki örtüyü bir türlü kaldıramıyoruz. 44 56 66 54 60 76 HABER AJANDA Üçüz şiddet ve“Terör” PROF. DR. SERHAT ATABEY Terörle mücadelede yeni konsept ne olmalı? Devlet aklına, devletlerarası hukuka ve devletlerin gücüne “terör” yakıştırılamaz ve ilgili kılınamaz! Nitekim her ülkede terör saldırıları vardır. “Terörün iyisi kötüsü olmaz! ‘Senin terörün, benim terörüm’ denmemelidir!” ısrarı da bundan kaynaklanmaktadır. Bu doğrudur, ancak hâlâ ortada cevapsız kalan bir soru mevcuttur: Terör nedir, terörist kimdir? 44 AYŞE YAŞAR UMUTLU Kavramların evrensellik ve izafilik problemi Açıkça zehirlenen kadim öğretilerin pazarda alıp satılabilecek birer mülk değil, insanlığın mîrası olduğu unutulmamalıdır. Yeniyi inşâ etmenin bir keyfiyet değil, dikkatli ve ilkeli akıl yürütmeleri gerektirdiği aşikârdır. Velhasıl, bu mânâdaki bir kavram kargaşası da insan zihni için hakîkî bir terörizmdir. 54 Canlı bombalar şehirlerin en kalabalık yerlerinde patlıyorlar. Arkasından onlarca insan ölüyor. Böyle bir noktada şu an yapılan mücadelede geri adım atmak felâket olur. Yazdan bu tarafa ciddî bir temizlik harekâtı yapılıyor. Bunun tavizsiz biçimde sürdürülmesi gerekiyor. Devletin güvenlik güçlerinin dışında hiçbir silahlı unsur kalmamalıdır. 56 ZEHRA ULUCAK Afrika’nın yüz karası: Terör örgütleri Savaşta dahi olsa hâdde tecavüz etmemeyi, kimseye zulmetmemeyi, çocuklara, yaşlılara ve kadınlara asla dokunmamayı, düşmana ait dahi olsa hayvanları telef etmemeyi, meyveli ağaçları kesmemeyi emreden Rahmet Peygamberi’nin ümmeti asla terörist olamaz! 60 SABRİ ÖĞE Terörle mücadelenin bir ayağı topal HDP’li hainler her Allah’ın günü Anayasa’ya, yasalara, devlete ve millete karşı efelenip meydan okurken, iktidar tutturmuş bir “fezleke” türküsü, aylardır boş hamasetle milleti avutmaya çalışıyor. Bir tarafta her gün şehitler verilirken, öbür tarafta hainler terörist taziyesine gidiyor, Hükûmet seyrediyor; hain küstahça terörist cenazesini kutsuyor, Hükûmet yine seyrediyor… 66 CEMAL CEYLAN Yeni anayasa ve terör ilişkisi Asıl soru “Türkiye anayasa yapabilecek mi?” sorusu değil, “Zihinsel köleler tasfiye olacaklar mı?” sorusudur. Yani biz kendi toprağımızdan yerli-millî duygu ve motiflerle yeni bir cam üretimi yapıp sağlıklı bir şekilde soğutup siyasî ve sosyolojik gerginlikleri en alt düzeyde inşâ edebilecek miyiz? 76 nisan 2016 3 Sayı: 113/ Nisan 2016 İMTİYAZ SAHİBİ YAYIN KURULU BAŞKANI AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ YAYINLAR GENEL SANAT YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR TANITIM VE İLETİŞİM KOORDİNATÖRÜ GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ BASKI Yavuz Selim [email protected] Müzeyyen Selim [email protected] Doç. Dr. Sinan Canan [email protected] Nesrin Çaylı [email protected] Erkan Oğur [email protected] Ömer Faruk Arlı [email protected] Mehmet Serhat Bıçak [email protected] A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık [email protected] Bige Canan [email protected] Ahmet Oğuz [email protected] Aykut Koçoğlu [email protected] Aktüelya İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF Serkan Selim Dilek / Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97 BASKI TARİHİ Nisan 2016 İDARİ ADRES Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164. Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 380 44 70 ISSN 1306-5742 Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ABONELİK Yurtiçi bir yıllık (12 sayı) abonelik 240 TL, Kültür Ajanda ve Haber Ajanda dergilerimizin ikisine birlikte abonelik olunursa 80 TL indirimle 200+200=400 TL. Kurum ve kuruluşlar için abonelik 480 TL. Kıbrıs için 280 TL. Avrupa 180 €, Amerika 250 $... HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 nisan 2016 Abone bildiriminiz için [email protected] e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 380 44 70’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. haberajanda Fikir Platformu [email protected] Aşağılık kompleksinden kurtulmak için ne yapmalı? T ÜRKİYE, kuruluş yıllarından tutun da yaşadığı bugünlere değin hep bir mücadele ekseni içinde yer almıştır. İstiklâl Harbi, 2. Dünya Savaşı, Şeflik Dönemi, darbe önceleri ve darbe sonraları, PKK, Hizbullah, EL-Kaide, DAEŞ… Türkiye’nin silahlı ya da silahsız, psikolojik veya ekonomik anlamda her günü mutlaka “bir şeyle mücadele ederek” geçmiştir. >> Öyle ki bu mücadele, sadece ulusal ve/veya uluslararası siyasî zeminlerde verilmemiş, spordan sanata her kulvarda birtakım komploların yürütüldüğüne doğrudan şahit olunmuştur. Ancak bu mücadelelerden en çetini, bu ülkede yaşayan ve bu toprakların değerlerine muhalefet etmeyi kendilerine vazife sayanların varlığıyla olmuştur. Onların şikâyetleri, onların hayâsızlıkları, onların muhalefetleri, onların çığırtkanlıkları, velhâsılıkelâm onların aşağılanmışlık hisleri dinmemiştir, bu gidişle dinmeyecektir de. UEFA Avrupa Kupası Turnuvası’nın çeyrek final karşılaşmalarından evvelki son maçında Fenerbahçe, Portekiz ekibi Braga’yla karşılaştı. Ortada bir hakem kıyımı vardı veya yoktu, zira konumuz o değil, Fenerbahçe’miz maalesef bu turnuvadan elendi. Kamuoyundaki genel kanı, temsilcimize haksızlık yapıldığı yönündeydi. Ancak yukarıda andığımız güruha ait öyle yorumlar ve hatta komplolar vardı ki, hani “Ankara’da patlama… Erdoğan istifa! İstanbul’da patlama… Erdoğan istifa! Paris’te patlama… Erdoğan istifa! Brüksel’de patlama… Erdoğan istifa! Köpeğim mamasını yemiyor… Erdoğan istifa!” ekseninde işlenen bir at gözlüklü muhalefet tavrı mevcut ya ülkemizde, işte buna aynen devam edildi. Doğru ya, hepsini yapan tek bir odak var zaten! Okuduğum bir spor gazetesinde söz konusu maçın hakemine dair bir yorummuş gibi sunulan köşede şöyle bir yorum bulunuyordu: “Ivan Bebek’teki gizli gerçek ortaya çıktı… 1-0 kazandığı maçın rövanşında Braga’ya Avrupa Ligi’nde çeyrek final parolasıyla gitmişti Fenerbahçe. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, düdüğünü bir silah gibi kullanan Hırvat hakem Ivan Bebek, Portekiz temsilcisini büyük bir titizlikle üst tura yükseltti. Bu hamlenin altında ise Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin UEFA’ya, ‘Türkiye’de terör saldırıları artıyor. Fenerbahçe tur atlarsa can güvenliğimizi tehlikeye atmak istemiyoruz’ baskısını yaptı. Bu neden de ortaya koyuyor ki Fenerbahçe, bir dizi sistemli operasyonun kurbanı oldu.” İşin habercilik boyutu bir tarafa, bu toplum üzerinde yerleştirilmeye çalışılan algının bu tür aşağılık kompleksleri üzerinden yürütüleceğine nasıl inanıldığını anlamıyorum. Zira toplumumuzdaki korkusuzluğun, teröre dair bakışın hangi çapta olduğunu da mı göremiyor bu yorumları yapan ve söz konusu aşırı muhalif zihniyeti besleyenler? Avrupa’dan bu kadar haberdar olabiliyorlar da, Fenerbahçe’nin elendiği maçtan sadece on gün sonra İsveç A Millî Futbol Takımı ülkemize gelip nasıl Millî Takımımız ile karşılaşıyor? Haydi bunu geçelim, Avrupa kendini ne kadar güvenli sanıyor da İstanbul ve Türkiye hakkında ileri geri düşünüp çeşitli uluslararası kuruluşlara baskı yapabiliyor? Hatta bunu da geçelim, AB’nin başkenti vurulmuşken UEFA Avrupa Futbol Şampiyonası’nın düzenlenip düzenlenmeyeceğine dair neden bir tek net haberle karşılaşamıyoruz? O hâlde bizim de katılacağımız o turnuva toptan iptal edilsin! Söyleyin kronik muhalifler, bu aşağılık kompleksinden, bu kompleks üzerine ürettiğiniz yalanlardan kurtulmanız için size nasıl yardımcı olabiliriz? Artık bu milletin yakasından düşün! Allah aşkına, siz belâ mısınız?! (Yusuf Ziya Taşkent/Bursa) haberajanda Editör Bir mektup S İMDİ nereye baksak karmaşa, nereye girsek çıkmaz sokak… Yeryüzünü aydınlatan şey de titrek bir floresan gibi. Selâm yok… Ellerimiz gittin gideli birbirine kavuşmaz oldu. En keskin bıçaklara sarılır olduk birbirimiz yerine. Mehmet Serhat Bıçak [email protected] >>Eşkıyayı dağda, bizi ovada bıraktı zaman. Ne dağlarda, ne bağlarda ötüyor bülbül. Ya derdimiz üzerine dert katılacak dert değil ya da gülümüz, âşık olunacak gül değil. Doğru ya, onca şey îcâd ederken gülümüzü de naylondan yapıverdik. Sıkıntımız şu: Kokusunu taklit edemedik! Kuyularda hapsettiğimiz kardeşlerimizi hangi kervancılar buldu da aldı ve biz kaç gömleği parçaladık? Meylederken nefsimizin oyaladıklarına, Senin Yakub ellerini iteledik en uzağa. Aynalı köşklere sığdıramıyoruz bendimizi. Kendimiz viran ediyoruz saraylarımızı. “Gel!” demekten öteye gitmiyor çağırmalarımız. Sebebini sorma, galiba ardını söylemekten korkuyoruz. Çivisi çıkmış nizamın nizamını bozarsın diye sanırım, belki de alışkanlıktan. Zaten bugünlerde misafir de kabul etmiyoruz… Günler geçiyor, aylar geçiyor, yıllar geçiyor, arşınları arşınlayan ayaklarımız hep aynı yerde kalıyor. Bin yıllık serüvenlerin resmini çizdirirken Sen, önümüze konulmuş bir vazonun gölge tonlarını çalışabiliyoruz sadece. Geçmişten geleceğe veya gelecekten geçmişe geçirecek sırat işte biziz! Kıldan ince ve kılıçtan keskin… Geleceğin ve geçmişin bütün hesapları üzerimizdeyken tonlarca yükü omuzlarımızdan atıyor, tutunmaya çalışanlarıysa pervasızca kesiyoruz. Ama yine de kıyıya vuran hiçbir şeyin sorumlusu biz değiliz! Bin örümcek kaplamış göz mağaralarımızı. Ne dışarıdan bizi görebiliyorlar, ne de biz dışarıdakileri. “Örümcek” dedim de, örümcekten korkuyoruz, inanır mısın? Asırlarca câhilin cehâletine, zâlimin zulmüne ağlarını gererken o mübarek, biz o ağları dağıtıyor, örümcek avlıyoruz. Öyle ya, onun ağları yırtılmaya başladığından beri zâlimin zulmü, câhilin hükmü var üstümüzde. Demek ki zulmü biz yapıyoruz! Hesaplar küçük, tartışmalarsa büyük… Savaşların bahanesi, çilesini çektiğin şeyi sabit kılmak için: “Barış”… Peki, en iyi barışı kim sağlayacak, en barışçıl olanı kim temsil edecek? Sen yoksun ya, bu Cennet’ten gelme taşı kim yerine koyacak? Biz hep en zayıf îmana sahip kimseleriz. Elimiz kırık, dilimiz lâl… Kalbimiz zayıf ve hatta neye buğz edeceğini bilmez olmuş. Öyle ya, Sen olmayınca nevrimiz döndü bizim! Özgür olmayı bile beceremiyoruz. Yasalar olmasa, hukukçularımızın üstün (!) meziyetleri olmasa bunun tanımını bile yapamayacağız neredeyse! Hâlbuki Sen insanların yasalar için değil, yasaların insanlar için ol- duğunu vurgulamıştın. Sen yoksun ya, vurguların da ayarları bozuldu! Yine gündüz oluyor ve yine gece geliyor. Vakitsiz kalıyor vakitlerimiz. Vakit bulamıyoruz adâleti sağlayacak teşebbüslere, karıştı mizanımız. O “Bana deymeyen yılan bin yaşasın!” lâfını eden kişi Sana gelip şefaat için yalvardığında çok kimselerin bu lâfla yaşadığını ve bu lâfın nelere mâl olduğunu kendisine iletir misin? Her şeyi geçtik, Sen yoksun ya, Senin derdine müptelâ kaldık! Seni anmak, Seni sevmek, Seni anlamak, Seni anlatmak, Seni özlemek, Sünnetinle yaşamaya çalışmak içimize dert oldu. Şunu bilmek istemesek de biliyoruz: Seni üzdük! Hem de çok üzdük… Senin bir tebessümünü görüp ruhumuzun gülşâna erdiğini bir an olsun hissetmek isterdik hülyâlarda… Elimizi tespihe uzattığımızda doksan dokuz tanenin de avuçlarımızda Senin aşkınla yanıp tutuştuğunu… Birer şahit olmayı ve Âlemlerin Gülü olan Senin kokunu duymayı, hiç değilse Seni gören bir çift gözü görmeyi… Sen yoksun ya, kaşlarımız çatık kaldı; bir tebessüm gönder de gülümsemeyi öğrenelim Tebessümün Sultanı’ndan… Ki Senin vereceğin bir zerrelik sadaka, zengin etsin bizi… - Nisan da geldi, yağmuru da. Her ne kadar Efendimiz Habîbullah-ı Muhammed Mustafa’nın (sav) mübarek doğumunu yâd etmiş olsak da, O’nsuz kalmış her baharın birer sonbahar olacağını yeniden hatırlatmak istedik. - nisan 2016 5 Başyazı BAŞYAZI Haber Ajanda Kaybedilmiş mücadele refleksi olan canlı bombalar karşısında paniğe kapılmak ve/veya korkmak, kazanılan mücadelede zafiyet göstermek, kaybedilmiş mücadeleyi cesaretlendirmek, canlı bombanın zihin düzeneğini çözememek ve yanlış kabloyu keserek intiharcı ile beraber ölmektir: Türkiye asla yanlış kabloyu kesmeyecektir! *** Terör, “canlı bomba” düzeneğini “kaybedilmiş mücadele” üzere kurar! 6 nisan 2016 Sedat Servet Hocaoğulları // [email protected] Canlı bombanın zihin düzeneği T ERÖR, “sivil insanlara yönelik saldırı” ile özdeşleşiyor ve sivil insanlara yönelik canlı bombanın kendini patlatmasıyla birlikte “Teröre karşı hep birlikte!” duyarlılığını “kolektif nefrete” dönüştürüyor. >> Kuşkusuz insanoğlu, “ölüm” ile “uğruna ölünecek değer” arasındaki ince çizgide çoğu zaman “insanlığın sınırını” çizemeyebiliyor. Veya “insan” olmak ve insan kalmak sınırı belirsizleşebiliyor. Nitekim “cinayet”, “savaş suçu”, “soykırım”, “savaş kusuru”, “terör” veya “katliam” gibi farklı kelimelerle tanımlanan ve yaptırımı ve de suçu farklı hukuk dallarına tâbi olan kategoriler geliştirilmiştir. Örneğin bir devletin “savaş kusuru” olarak kabullenebileceği bir “toplu ölüm” gerçeği, müdahil tarafın “soykırım” nitelemesi ısrarı üzerine sonuçlanmayan bir mahkeme olarak politik eşik hâline gelebiliyor. Çünkü olayın tanımı değişirse, hukukî müeyyidesi, sosyal çıktıları ve devletlerarası satrançtaki pozisyonu değişebilecektir. Bir de kutsanan, kahramanlık kabul edilen, övülen ve örnek gösterilen ölümler vardır. Din, dil, ırk, bayrak, vatan, namus, aile ve değer uğruna ölmek... “İnsan zaten ölümlü bir varlıktır; önemli olan, nerede ve nasıl öldüğündür!” sözü ile baş- layan insan-ölüm-kahramanlıkebediyet duygusu denklemi, zamanla “şehit” iltifatıyla zirve yapmaktadır. Bir de öyle bir ölüm şekli vardır ki bu ölüm, “bunalımbilinç”, “kahramanlık-canilik”, “değer-kompleks” ve “kendin olmak-başkasını yok etmek” arasındaki gerilime düşmüş ve bunu aşamamış, çözememiş psikolojinin ölüm pimini çekmesidir: “İntihar”… Terörün başında, sonunda ve tam ortasında duran düzenek, işte bu “intihar” fünyesidir! Bilindiği üzere insanlık tecrübesi ve İslâm düşüncesinde ısrarla “intihar”, ölümlerin en “kabul edilemez” şeklidir. Çünkü insanın, verdiği mücadeleyi kaybetmesinin en büyük işaretidir. Bu kaybın bedeli olarak insanın kendini öldürmesi, inancımızda sadece günah değil, Allah katında tanımlanamaz bir suç kabul edilmektedir. Bu bağlamda “ölüm şekli” ile “ne için ölündüğü” arasındaki “bağ”, aynı zamanda öleni tanımlamak için bir gerekçe, bir delildir. Nitekim “savaş” kültürü içinde, sivillere dokunmadan “askerlerin savaşı” ve “askerlerin ölüm şekilleri”, taraf ülkelerce “kahramanlık” sayılmıştır. Askerin ölüm şeklinin her biri kahramanlık sayılmıştır ki, buna bir askerin canlı bomba olarak düşman saydığı tarafa saldırması da dâhildir. Ancak şekli ve amacı ne olursa olsun, sivil ve mâsum insanlara yönelik her türlü saldırı “suç” sayılmış ve bu tip saldırılar sahiplenilmemişlerdir. Tam da bu noktada, savaş kapsamında ve sürecinde olmadan, sivil insanları öldürmekle sonuçlanan, fakat özünde savaş çıkartmak olan saldırılar “terör” ismiyle tanımlanırlarken, yöntem olarak kullanılan “canlı bomba” eylemlerinin psikolojisi de önemli bir eşiğe işaret eder: “Kaybedilmiş mücadele”… Terör, “canlı bomba” düzeneğini “kaybedilmiş mücadele” üzere kurar! Bu “kaybedilmiş mücadele”, canlı bomba olarak kullanılacak kişinin iç dünyasında kaybettiği yaşamak mücadelesinden, onu kullanan örgütün toplumu ikna edememesi ile sonuçlanan hedef mücadelesine ve üst aklı devreye giren devletlerin diplomatik mücadelelerine kadar “toplam kaybedilmiş mücadeleler” gerginliğinin verdiği “intihar” kararıdır. Bir insan “mâsum insanları” öldürmeye giderken ancak “intihar” psikolojisinde ise sakin ve soğukkanlı davranabilir. Kuşkusuz mâsum insanları zihnen “öldürülebilir” tanımlara sokulsa da, geride kendisine “kahraman” diyeceklerin bile savunamayacakları, içten olumlu tepkiler verseler bile açıkça müdafaa edemeyecekleri bir “anlamdan kopma”, yani “intihar” olacaktır. Dolayısıyla mâsum insanlara yönelik canlı bomba eylemi, tüm düzeni ve düzeneğiyle bir “intihar”dır. Hedeflerin, insanlığın, çözümün intiharı... Ve bu yönteme en fazla “kaybedilmiş mücadele” psikolojisine düşenler başvururlar. Canlı bombacının biyografisi, bağlı göründüğü örgütün ideolojisi ve üst aklın hamlesi arasındaki düzenekte kullanılan tüm aparatlar, birer “kaybedilmiş mücadele” kablosu taşımaktadırlar. Özellikle üst akıl, kaybedilmiş mücadele eşiğinde seyreden kişileri ve grupları kullanmayı iyi bilir ve de bu kişilere, örgütlere veya etnisiteye, “Mücadelenin zaferi için öldürmek şart! Daha çok mâsumun ölmemesi için bazı mâsumların ölümü anlamlıdır” telkini yapar. Kaybedilmiş mücadele refleksi olan canlı bombalar karşısında paniğe kapılmak ve/veya korkmak, kazanılan mücadelede zafiyet göstermek, kaybedilmiş mücadeleyi cesaretlendirmek, canlı bombanın zihin düzeneğini çözememek ve yanlış kabloyu keserek intiharcı ile beraber ölmektir: Türkiye asla yanlış kabloyu kesmeyecektir! Türkiye sadece paket içindeki bomba düzeneğini çözen bomba imha ekibine değil, canlı içindeki bombayı da çözecek canlı bomba imha ekibine sahiptir. Yeter ki kaybedilmiş mücadele refleksi olan her türlü intihar ile mücadele noktasında kendi “kazanılan mücadele” düzeneğini kurabilsin! nisan 2016 7 AYINOLAYI Ayın Olayı Rabbimizden bütün güvenlik birimlerimize îman, sabır ve görüş kuvveti, onları idare eden subaylarımıza ve komiserlerimize de basîret ve ferâset lütfetmesini niyaz ediyoruz. Bu zor günlerin üstesinden hep beraber gelecek, bir olacak, iri olacak, diri olacak; hıyanetle yaşamaya, terörle yaşamaya asla alışmayacağız! Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız! Ü LKEMİZ bölge bölge terörle mücadele verirken, diğer yandan çeşitli şehirlerinde bombalı ve roketatarlı saldırılarla birlikte (en iğrenç saldırı yöntemlerinden biri olan) intihar eylemlerinin de gerçekleştirildiği olaylarla hüzünleniyor. >>Son birkaç ayda başkent Ankara 3 saldırının adresi oldu. Söz konusu saldırılarda onlarca şehit verdik. Eylemleri gerçekleştirenlerse birbirinden farklıydı. Evvelâ tarihî Ankara Garı önünde gerçekleşen saldırının arkasında DAEŞ-PKK ortaklığı olduğu ortaya çıktı. Daha sonra ABD’nin sırf Suriye’deki PKK uzantısı PYD’yi güya ak tutabilmesi için geçmişten bir hayalet örgüt getirildi ve Merasim Sokak’ta bomba yüklü araçla gerçekleştirilen intihar saldırısını TAK isimli bir örgüt sahiplendi. Son olarak Kızılay mevkiindeki Atatürk Bulvarı üzerindeki Güven Park’ın önünde yine bir intihar saldırısı gerçekleştirildi. Saldırı sonucunda 37 şehit verirken, 125 vatandaşımız da yaralandı. Bu saldırının ardından da güya TAK çıktı. Başkentin yanında dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan İstanbul’umuzda da son 8 nisan 2016 bir yılda birkaç farklı eylemle karşılaştık. Bu ABD Konsolosluğu saldırısı, Sultan Ahmet Meydanı’ndaki canlı bomba eylemi, Dolmabahçe saldırıları derken Ankara Güven Park önündeki saldırıdan hemen bir hafta sonra, bu kez İstanbul İstiklâl Caddesi’nde bir intihar eylemi gerçekleşti. Saldırı sonucunda 4 kişi hayatını kaybederken 36 kişi de yaralandı. Eylemi DAEŞ üstlendi. ahlâksız, en vicdansız yollara başvurarak mâsum vatandaşlarımızı hedef almaktadırlar. Ülkemizin bütünlüğüne, halkımızın birlik ve beraberliğine kasteden bu saldırılar, terörle mücadele konusundaki azmimizi asla azaltmamakta, kararlılığımızı daha da arttırmaktadır. Ankara ve İstanbul’daki terör saldırılarına daha Diyarbakır’daki PKK saldırıları eklendi. Bütün bu saldırılara ilişkin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en üst makamından gelen açıklamaysa şöyleydi: Aziz milletimiz, bu hâin saldırılar karşısında her zamankinden çok daha fazla birbirine sarılmakta, teröre, teröriste ve terörün arkasındaki odaklara vakur bir şekilde karşı durarak birliğini perçinlemektedir. Türkiye, millet olarak birbirine kenetlenen kimliğiyle bu zor günleri de elbette geride bırakacaktır! “Türkiye, bölgede yaşanan istikrarsızlık netîcesinde son yıllarda terör saldırılarının hedefi olmaktadır. Terör örgütleri ve onları maşa olarak kullananlar, güvenlik güçleriyle yaptıkları mücadeleleri kaybettikçe en Devletimiz, her türlü terör tehdidi karşısında meşrû müdafaa hakkını kullanmaktan asla vazgeçmeyecektir! Askeriyle, polisiyle, köy korucusuyla tüm güvenlik güçlerimiz, hayatları pahasına, terör örgütleriyle kararlı bir mücadele yürütmektedir. Vatandaşlarımız endişe etmesinler, devletimizin tüm kurumlarının milletimizle işbirliği içinde yürüttüğü terörle mücadele mutlaka başarıyla netîcelenecek, terör dize getirilecektir!” Tabiî Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu en üst makamdan gösterdiği tepki, bugün ülkemizdeki tek meşru muhalif olan MHP’den de kararlı bir destek alarak daha da kuvvet buldu. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, söz konusu terör saldırılarına ilişkin şöyle bir açıklamada bulundu: “Türk milleti yeni bir felâket ve vahşetle karşı karşıyadır. Bu hâin saldırıların detaylarına ulaşılacak, asıl faillerin, kirli niyetlerin ve emri veren mihrakların kimliğiyle beraber bu barbarlığın iç yüzü aydınlatılacaktır. Bu sürecin uzamaması en samimî temennimizdir. Hükûmet bu konuda Haber Ajanda hiçbir zaaf ve ihmâle izin vermemelidir. Türkiye’nin millî güvenliği kırmızı alarm vermektedir. Çünkü aziz milletimiz açıkça saldırı altında, kesif ve kategorik bir husumet çemberindedir. Şunu bir defa herkes bilmelidir ki, hiçbir terör saldırısı Türkiye’yi dize getiremeyecek, teslim alamayacaktır. Bahar aylarıyla birlikte Türkiye’nin baştan ayağa karışacağını iddia eden hıyânet yuvaları rezil olmakla kalmayacaklar, bunun hesabını da vereceklerdir. Türk milleti zalimlerin planlarına, fitnecilerin hesaplarına ve ölüm tacirlerinin projelerine karşı yekvücuttur. Acımız ne kadar büyük olsa da bu karanlık günleri aşabilmek için millî birlik ve huzurumuzun daha fazla provokasyona kurban verilmemesini sağlamakla sorumlu olduğumuz gözlerden uzak tutulmamalıdır. Milletimizi tümden sarsan ve kedere boğan bombalı saldırıları lânetliyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin cinayet şebekeleri, terör ve silah baronları, bölgesel ve küresel vahşet projeleri kanalıyla yıkılamayacağını gür ve güçlü bir iradeyle tekrarlamak istiyorum.” Söz konusu saldırılar tekrar gözden geçirildiğindeyse, Türkiye’nin sadece kaos düşüncesine saplanması isteğinin yanında ekonomik anlamda darbe almasının da niyetlendiği anlaşılıyor. Son Ankara Güven Park saldırısından sonra insanların bırakın parklarda dolaşmayı, alışveriş merkezlerini dahi boşattıklarını görünce terörle hedeflenen ekonomik niyetlerin bir kısmına ulaşıldığını görüyoruz. Ancak bu konu burada da kalmıyor. Zira Ankara’daki son bombalı saldırının ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Azerbaycan ziyaretleri bir kez daha iptal edildi. Ankara’da 17 Şubat 2016 günü Merasim Sokak’ta gerçekleşen saldırı yine Erdoğan’ın Azerbaycan ziyaretine denk gelmiş, o dönemde de bu ziyaret iptal edilmişti. Ancak Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Ankara saldırılarının ardından gösterdiği jestin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in başkanlığında düzenlenecek Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Toplantısı Ankara’da gerçekleştirildi. Şah Deniz 2 Gaz Sahası ve Hazar’ın güneyindeki diğer sahalarda üretilen doğalgazın öncelikle Türkiye’ye, ardından Avrupa’ya taşınmasını amaçlayan Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’nin (TANAP) hızlandırılmasının konuşulduğu YDSİ Toplantısı’nın ABD ve Rusya açısından ne denli büyük endişelerin kaynağı olduğu biliniyor. Rabbimizden bütün güvenlik birimlerimize îman, sabır ve görüş kuvveti, onları idare eden subaylarımıza ve komiserlerimize de basîret ve ferâset lütfetmesini niyaz ediyoruz. Bu zor günlerin üstesinden hep beraber gelecek, bir olacak, iri olacak, diri olacak; hıyanetle yaşamaya, terörle yaşamaya asla alışmayacağız! nisan 2016 9 Ayın Yorumu Türkiye Bu, herhangi bir dâvâ değil. İnsan haklarıyla, özgürlüklerle, gazetecilikle alâkalı bir durum yok ortada. Düpedüz casusluk dâvâsı! O konsoloslar, mahkemeye katılmakla ve acemi casuslarla selfi çektirmek sûretiyle ne yapmış oldular? Bir hareketin birçok anlamı var… Saygısızlık ettiler! Kötü niyetli olduklarını ortaya serdiler! Edepsizlik ettiler! Hâddi aştılar! Düşmanlık sergilediler! Ve bunların hepsini bilmeden, yanlışlıkla, farkında olmadan değil, tam aksine bilerek, isteyerek, taammüden yaptılar! 10 nisan 2016 Gecikmiş adalet, adalet değildir! Casuslar ve yardakçıları, hak ettikleri cezayı almalı! Mehmet Şeker // [email protected] MİT TIR’larının durdurulmasıyla başlayan çarpıcı hikâye, şu satırları klavyede tıkırdadığım gün itibariyle, mahkemede CHP ve HDP milletvekillerinin gövde gösterisi yapması, bazı dost ve müttefik (!) ülke konsoloslarının mahkemeye katılarak yerli casus bozuntularıyla “selfi” adıyla bilinen tarzda fotoğraf çektirmesi ve netîce itibariyle dâvânın “ileri bir tarihe ertelenmesi” ile adeta taçlandı. Haberlerde geçen “İleri bir tarihe ertelendi” ibaresine fenâ hâlde takıldığımı da yeri gelmişken belirteyim. “Geri bir tarihe” ertelenme ihtimâli var mı ki? Her türlü erteleme durumunda zaten ileri bir tarih söz konusudur. Dergi baskıya girerken, o ileri tarih geride kalmış olabilir, o ayrı konu… *** Eski bir şarkıyı hatırlıyorum. Kulaklarımda Adnan Şenses’in haykırışı, “Bırakıp da gitti dost bildiklerim” diye yankılanıyor. Bu defa öyle olmadı; gitmediler, bilakis geldiler. Dost ve müttefik bildiğimiz ülkelerin konsolosları, ülkemizin millî güvenliğini ilgilendiren bir dâvâda misafir sanatçı rolünü üstlendiler. C ASUSLUK dâvâsı giderek ilginç hâllere dönüşme eğiliminde. Her gün bir kademe yukarı çıkıyor. Zaten ilk adımından itibaren son derece ilginçti. Demek ki bizim son nokta sandığımız aşamanın da ilerisi varmış. >> Sekiz yaşındaki bir çocuk “Çok eskiden…” diye bir hatırasını anlatmaya başlar da bizi güldürür ya, bizimki de o hesap. Artık bundan öte rezillik olmaz sanıyoruz. Bir bakıyoruz ki, daha yolun başındaymışlar. Meğer bunlarda numara bitmezmiş. Bu herhangi bir dâvâ değil. İnsan haklarıyla, özgürlüklerle, gazetecilikle alâkalı bir durum yok ortada. Düpedüz casusluk dâvâsı! O konsoloslar, mahkemeye katılmakla ve acemi casuslarla selfi çektirmek sûretiyle ne yapmış oldular? Bir hareketin birçok anlamı var… Saygısızlık ettiler! Kötü niyetli olduklarını ortaya serdiler! Edepsizlik ettiler! Hâddi aştılar! Düşmanlık sergilediler! Ve bunların hepsini bilmeden, yanlışlıkla, farkında olmadan değil, tam aksine bilerek, isteyerek, taammüden yaptılar! Adnan Şenses devam ediyor: “Meydana çıkalı asıl çehreler,/ Aydınlanmaz oldu artık geceler!/ Yalanlar tükendi, indi maskeler,/ Beni benden etti dost bildiklerim…” *** Fırsatını bulsalar, Serengeti düzlüklerinde aç dolaşan bir aslanın impalayı yakalayıp parçaladığı gibi parçalayacaklar. “İmpala” deyince aklına antilop türündeki o zarif hay- van değil de otomobil gelenler için başka bir anlatıma gerek yok. Aynı cümlede geçen aslanı “Tamirci Aslan” diye yazabiliriz. Yahut “Hurdacı Aslan Usta”... Kötü niyetli olduklarını belli eden konsolos beylerin hareketini kınıyoruz. Ve gereğinin yapılmasını yetkililerden istirham ediyoruz. Önemle ve acilen! Gereği nedir? Onu Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan işaret etti: “Başka bir ülkede olsa bir gün bile tutmazlar!” İsterseniz sıkça tekrarlanan örneği burada da zikredelim… 11 Eylül saldırısından sonra ABD’de nasıl güvenlik tedbirlerinin arttırıldığını, devlet yönetiminde ve halkta nasıl bir panik yaşandığını, korkuların paranoya hâline döndüğünü görmüştük. İslâm düşmanlığının nasıl yükseldiğini de… “ElKaide” adlı örgütün peşine nasıl düştüklerini sadece küçük çocuklar hatırlamaz. ABD iki kule verdi, karşılığında iki ülke işgâl etti. Yıkılan iki kulenin yerine daha iyisi inşâ edilebilir. Fakat azgın askerlerin işgâl ettikleri ülkeler baştan sona harap oldu. “Benden sonra tufan!”, ABD’nin düsturu… Bütün dünya öğrendi artık. Örnek dedik, kısa bir özet geçtik. Örnek şu: ABD’de görülen bir El-Kaide dâvâsının görüldüğü mahkemeye, bizim oradaki konsolosumuz, yanına başka ülkelerin konsoloslarından birkaçını alıp gitse ve sanık sandalyesinde yargılanan tiplerle fotoğraf çektirse nasıl bir sonuç beklenir? Ya onları da alır aynı anda içeri atarlar, ömür boyu hapiste tutarlar ya da hemen sınır dışı ederler. Belki de aynı gün sınır dışı etme kararı çıkıp ertesi gün konsoloslar uçağa binmek üzere hava alanına giderken trafik kazasında ölürler, memlekete cenazeleri gelir… Ecel işte! Ne diyeceksin? *** O hâlde biz neden basit bir nota ile rahatsızlığımızı bildirmekten öte bir şey yapmıyoruz? Korktuğumuz için mi? Basite aldığımızdan mı? Yoksa “Olur böyle vak’alar” diye gördüğümüzden mi? Bence D şıkkı… Henüz tam bağımsız olamadık da ondan! Eğer bu ülkeyi yönetenler gerçekten bağımsız olduğumuza inanıyorlarsa, ona göre davransınlar. “İstenmeyen adam” ilân ederek hemen “sınır dışı” kararı alsınlar! Neydi onun gâvurcası? “Persona non grata!” İşte ondan! Onlar uçağa giderken Amerikan taktiği uygulamayalım, yolda kaza yapmasınlar ve tek parça hâlinde paketleyelim. Fakat arkalarından gırnata ile Mehter Marşı çalabiliriz: “Ceddin deden, neslin baban…” “Ey şanlı ordu, ey şanlı asker!” *** Konsoloslar yanlış yaptı da bizimkiler doğru mu davrandılar? CHP ve HDP milletvekillerini kast ediyorum… Vekillerin mahkemede gövde gösterisinde bulunması, çirkefliğe başvurması ve dâvânın görülemeyişine sebep olması netîcesinde hâkimler dâvâyı ertelemek zorunda kaldılar. Bir sonrakinde de aynı rezilliğin yaşanmayacağının garantisi yok üstelik. O yüzden gizli celse, yani kapalı oturum yapılacak hatırladığım kadarıyla. Vekiller alenen suç işlediler. Mahkemeye engel oldular. Adaletin tecellîsini geciktirdiler. Hâlbuki adalette acele davranmak makbuldür. Gecikmiş adalet, adalet değildir! *** Şükür ki halkın büyük çoğunluğu aynı görüşü paylaşıyor. CHP’lilerin bile içinden geçen farklı değil. Bütün CHP’liler o vekiller gibi düşünmüyorlar. Yaptığım kamuoyu anketi (!) sonuçları bunu gösterdi. Bir CHP seçmeni ile sohbet ettik. “Böyle saçmalık olmaz!” diye söze başladı. O konsoloslara gereken tepkinin gösterilmesi gerektiğini söyledi. “Her birini ülkelerine göndermek lâzım!” dedi. Bu toprağın insanından ümit kesilmeyeceğini bir kere daha gördüm de büyük memnuniyet duydum. “Van minut” günü nasıl göğsümüz kabardıysa, o konsolosları sınır dışı ettiğimiz gün de emin olun, Türkiye yine bütün dünyadan takdir toplayacaktır. Her birine “Van’ar minut” demek şart! nisan 2016 11 Türkiye Ajanda ALLAH RAHMET EYLESİN “Âlimler yeryüzünün kandilleridir. Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” Hadis-i Şerif 12 nisan 2016 Selçuk Kayıhan // [email protected] Dr. Emin Acar, Hakk’a yürüdü N E olduğunu bilmez ya, ne için var olduğunu da bilmeyen insan, kendince “güzel” olanı “seçebilme” gayretine düşer. Bunun en ortada olan hâli de Batı kafasının keşfettiği ve maalesef bütün günümüz insanlığının da ayak uydurduğu güzellik yarışmalarıdır. Hâlbuki güzel olan bellidir. Güzel, insanın tâ kendisidir. Ve üstünlük ancak takvâdadır. >> Takvâ sahibi insanlardır “güzel” insanlar. Onlar birer rehber, birer önderdirler. Sulhun ve ıslahın, sabrın ve atılımın ne demek olduğunu, nasıl yaşanacağını ve en önemlisi de nasıl ölüneceğini onlar gösterirler. “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz!” kavlinin sâdığı onlardır zira. Hocamıza ‘Necmeddin Bey’, Turgut Özal’a ‘Turgut Bey’ derdi. İşte o güzellerden biri olan Dr. Emin Acar da sâdığı olduğu yolda rûhunu rahmet-i Rahmân’a teslîm etti! Sohbetinin neresinde ziyaretine gidersem gideyim, bana özel iltifat eder, sohbeti benim üzerime çevirirdi. Ülke ve dünya siyasetini yakından takip ederdi. Gelecekte olması muhtemel olaylara ‘Ramûzü’l-Ehâdis’ kitabından hadîs-i şeriflere dayanarak yorumlar yapar, içimizi ısıtırdı. En çetrefilli olaylara en kolay çözümleri sunar, en karanlık zaman kesitlerinde mutlaka bir ışık gösterirdi. Hiçbir zaman karamsar olduğu bir ânı görmedim. Onu en iyi şekilde tarif edebilecek isimlerden biri olan Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen Hocamızın tarifiyle Dr. Emin Acar Hoca’yı tanıyalım: *** “Kelimenin tam anlamıyla güzel bir insandı. Sûreti de güzeldi, sîreti de... O, Hacı Bayram Şeyhi idi. O, siyasetin Emin Bey’i idi. O, benim Emin Ağabeyim idi. Hacı Bayram elbet güzeldi herkes için. Fakat Emin Ağabeyimle benim için daha da güzeldi. İçinin güzelliği yüzüne aksettiği için, sürekli mütebessim bir çehreye sahipti. Erbakan 1973-1977 döneminde, MSP Milletvekili olarak TBMM’de bulundu. Şu andaki siyasilerin de uğrak yeriydi. Başı sıkışanın da, canı sıkılanın da geldiği ve çâre aradığı bir güzel insandı Dr. Emin Acar Ağabeyim. Suriye konusunda çok iyimserdi. Bütün Haçlı sürülerinin Suriye’de üzerimize geleceğini ve bizim zafere ulaşacağımızı söylerdi. Elbette O Güzel Nebî’nin(sav) bin 400 sene önce yerini de söyleyerek işaret ettiği mübarek sözüne dayanarak… Bu Melheme Savaşı’ydı; yani Kıyamet Savaşı, yani Armageddon… Hıristiyan dünyasının, daha doğrusu ‘küfür’ dünyasının başı Vatikan bu sonucun, yani zaferin Müslümanların olacağını biliyordu. Telâşları, bize alçakça saldırmaları, içimizden uşaklar edinmeleri de bu sonucu değiştirebilmek içindi. Evet, benim ve çok kişinin moral kaynağı olan Dr. Emin Ağabey, Ankara’mızın en renkli sîmasıydı. Sırası geldi ve gitti… Ziyarete gidemediğim zamanlarda bile orada olduğunu bilmek bana güç verirdi. Bakalım yokluğuna nasıl alışacağım… Allah (cc) Dr. Emin Acar Ağabeyime, şehitlerimize ve bütün ölmüşlerimize rahmet eylesin! (Âmin.) ‘Güzel insanlar birer birer gidiyor,/ Hiç tadı tuzu kalmadı bu dünyanın./ Ayrılık rüzgârları estikçe esiyor,/ Hiç tadı tuzu kalmadı bu dünyanın.’” Cenâb-ı Hakk makamını âli, ruhunu şâd eylesin! nisan 2016 13 Türkiye Ajanda Düşmanlık alenî, küstahlık alenî! 17-25 Aralık darbe teşebbüsünün en iğrenç hamlelerinden biriydi MİT tırlarının Adana’da durdurulması olayı. Aslında biz bu cümleyi “MİT tırlarının durdurulması” şeklinde belirtmekten dahi ziyadesiyle bîzarız. lararası oluşumlardan ve uluslararası toplum mekanizmasından koparılacak, nefes alamaz hâle getirilecekti böylelikle. Bir savcı, iki yıl sonra “ilginç” bir şekilde tekrar gündeme getirilen bu haberin ardına düştü ve haberi yapanları tutuklu yargılanmaları talebiyle cezaevine yollattı. Ancak bu haberi yapanlar, İngiliz aklının ortağı bir akılla tahliye alarak salıverildiler. Hatta bu akla tâbi olanlarca birer kahraman gibi karşılandılar. >>Zira MİT kanalını kullandığına göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin saklı tutmak istediği bir işlemin ifşâ edilmesi söz konusu. Bu ifşâ, Suriye topraklarında yaşayan Türkmenlerin katledilmelerini ve yurtlarından sürülmelerini erteledi, ancak engellemedi. Bu ifşâ olmasaydı, Türkmen dağına adeta hapsolmuş, her gün karadan ve havadan vurulan Türkmenlerden değil, Esed canisine karşı daha dik durabilen ve nihâyet muzaffer olan Türkmenlerden bahsedecektik. Haydi bunu geçtik, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Vatikan Devlet Başkanı Papa Francis ile görüşmesinin hemen ardından, Suriye’de konuşlanan herhangi bir Rus askerî birliği dahi daha ortada yokken, Türkiye’de (nasıl oluyorsa) yayın hayatını sürdüren “Cumhuriyet” adlı gazete, Suriyeli Türkmenleri katledecek Rusların önünü açmak ve elini daha da rahatlatmak istercesine, söz konusu MİT tırlarının durdurulması olayını tekrar kamuoyuna taşıyarak Türkiye’nin o tırlarda silah taşıdığına dair haberler yaptı. Bu haberlerde, o tırlarda 14 nisan 2016 gıda ve ilaç yardımı değil, silah taşındığını gösteren fotoğrafların yayınlanması çok ilginçti. Vicdanen rahatlıkla “Alçakça ve hainceydi!” diyebilirim, ancak bu noktada “ilginç” kelimesini kullanmak istiyorum. Zira bu haber-yorumda paylaşacağım gelişmelerin o günlerde kimlerin eliyle gerçekleştirildiğini en nazik biçimiyle “ilginç” kelimesi kaldırabilir. Öyle ya, nasıl kula kaldıramayacağından fazlası yüklenmez, Cumhuriyet gazetesinin işlediği suçu, daha doğrusu ortağı olduğu pisliği de bu kelimeyle “geçiştirmek”, başka kelimelere eziyet etmekten yeğ olacak. Hakkında “DAEŞ” kısaltma adını kullandığımız terör örgütüne dair dergimiz Haber Ajanda’da da yayınlanan birçok analiz ve belgeyle sabittir ki, bu terör örgütünün kurucusu ve tek yönlendiricisi İngiltere’dir. İngiltere eliyle örgütlenen ve İngiliz aklının formatladığı bu örgüte ilişkin dünya kamuoyuna yansıtılmaya çalışılan otomatik algıda, söz konusu örgütün arkasında Türkiye’nin olduğu angaje edildi. 17-25 Aralık darbe teşebbüsünün yan ürünlerinden biri olan bu algıda sözünü ettiğimiz İngiliz aklı gizlenirken, bize karşı işletilen harekâtın kumandası hep bu aklın elindeydi. Suriye’deki zulme sesini tek yükselten ülke olan Türkiye’nin böylesi bir iç kaosla oyalanması, bölgede kuklalarını oynatanların rahatlamalarını sağlayacaktı. Zira Türkiye, kuklacının iplerini birbirine dolaştırmıştı. 17 Aralık 2013 günü gerçekleştirilen polis baskınları kamuoyunda birkaç açgözlünün nefislerine yenik düşmeleri olarak karşılık görebilirdi; zaten dünyada da bir karşılığı olmazdı. Ancak Adana’da durdurulan MİT tırlarının ülkede ve dünyada bulacağı refleks şiddetli olabilirdi. O gün Başbakanlık koltuğunda oturan isim Recep Tayyip Erdoğan’dı. Ve MİT, bu ismin makamına doğrudan bağlıydı. Cumhuriyet gazetesi, yaklaşık iki yıl sonra yaptığı bir haberle Recep Tayyip Erdoğan ve kendisine doğrudan bağlı bir devlet kurumunu terörle ilişkilendirerek özellikle bütün dünyaya şikâyet etme amacını taşıyordu. “Teröre destek veren ülke” damgasını yiyecek Türkiye, içinde yer aldığı bütün ulus- Daha sonra tutuksuz yargılandıkları dava sürecinde tekrar mahkemeye getirildi bu şahıslar. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin takip ettiği davaya, kendilerini doğrudan ilgilendirdiği için bugün Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan ile MİT de müdâhil oldu. Davanın görüleceği Çağlayan Adliyesi’nde, sanık sıfatıyla Cumhuriyet gazetesinin yöneticileri Can Dündar ve Erdem Gül’ü desteklemek için FETÖ’cü, CHP’li ve HDP’li isimler vardı. Ancak bir isim çok dikkat çekiciydi: İngiltere İstanbul Başkonsolosu Leigh Turner… Dündar ile cep telefonu kamerasıyla özçekim yapan Turner’in bu davayı basın özgürlüğünü savunan Avrupa’yı temsilen takip ettiğini belirtmek imkânsız. “Gözlemci” sıfatını aşan bu hareketin ardını düşündüğümüzde ortaya şöyle bir durum çıkıyor: Turner’in şahsında İngiltere diyor ki, “Türkiye IŞİD’e yardım ediyordu! Bu işin yöneticisi, MİT’i görevlendiren Erdoğan’dı”. Öyle ya, Erdoğan ve MİT, Cumhuriyet gazetesini dava eden “davacılar” arasına dâhil olmuşlardı ve onların temsil ettikleri Türkiye’nin karşısında tek başına bir veya birkaç insan olamazdı. Türkiye’nin karşısında, yine kendisi gibi bir “ülke” olmalıydı: İngiltere… Peki, İngiltere böyle sade ve açık bir cümleyi dünyaya ilân edebilir miydi ki Başkonsolosunu bu davaya göndersin? Doğru ya, “delikanlılık” kavramı biz Türkler için geçerli… Peki, söz konusu haberi yapanlar delikanlı mı? Ne kadar Türklerse, o kadar delikanlılar… Selçuk Kayıhan Başbakan Davutoğlu’ndan hodri meydan! BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, son aylarda sürekli ülke gündemini meşgul eden “HDP’li bazı vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına” dair şaşırtıcı bir çıkış yaptı. lık Divanı’nda bulunan 506 fezlekeyi kastederek her bir dosyanın TBMM’de görüşülmesini ve hangi partiden olursa olsun fezlekesi bulunan vekillerin dokunulmazlıklarının düşürülmesini “Hodri meydan!” çıkışıyla istemesi kamuoyunda hoş karşılanmadı. >> Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu’nda konuya dair açıklamada bulunan Başbakan Davutoğlu, “AK Parti de dâhil, gelin, tüm dokunulmazlıkları kaldıralım! Bizim çekinecek, korkacak hiçbir şeyimiz yok” dedi. Kamuoyunda sıklıkla dillendirilen ve büyük bir beklentiye dönüşen “terörle ilişiği olan herkesin vatandaşlıktan çıkarılması” düşüncesi, en azından Türkiye’nin biricik irade merkezi olan TBMM’de devlete meydan okuyan HDP ve bazı CHP mensuplarının dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla tolere edilebilir durumda. Ancak bu ortak kanıya rağmen Başbakan Davutoğlu’nun TBMM Başkan- “Gelin, hep beraber dokunulmazlıkları kaldıralım! Hiçbir parti ayrımı gözetmeden, şu an Meclis’te dosya olarak bekleyen 506 dokunulmazlık fezlekesi var. Hepsini birden devreye sokalım. AK Parti’nin çekinecek hiçbir dosyası yok. Hiç çekinmiyoruz. Madem meydan okudunuz, ben de hodri meydan diyorum! 506 dokunulmazlık fezlekesini de Meclis’e getirmeye hazırız” diyen Davutoğlu, “İşte şimdi göreceğiz, bakalım bu sahte meydan okumalar karşısında nasıl tavır takınacaklar! Ama bu fezlekelerle Meclis’i meşgûl etmemeleri lâzım. Bir celsede, bir oturumda bitirir, geçer gideriz” şeklindeki açıklamasıyla milletin merakla bek- lediği “vatandaşlıktan çıkarma” fikrinin bu süreçte hiçbir zaman düşünülmeyeceğini açıkça dile getirmiş oldu. Başbakan’ın bu çıkışına ise Meclis’te grubu bulunan diğer partilerden hemen yanıt geldi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan “Hodri meydan, hepsini görüşmeye varız!” derken, yine CHP’den Grup Başkanvekili Levent Gök, “Bizim dediğimiz noktaya geldiler” ifadesini kullandı. CHP’li Gök’e paralel bir ifade kullanan MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural “Kürsü hâriç, tümünün kaldırılmasından yanayız” derken, kamuoyunun genel ortak tepkisini MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman dile getirdi: “Hükûmet işi sulandırıyor!” Peki, HDP ne mi dedi? “Biz başından beri zaten dokunulmazlık konusunun partiler için ya da iddia edilen suçlar için ayrı ayrı ele alınmasını doğru bulmuyorduk…” Vallahi hâddimizi aşmaktan imtinâ ederek bir tavsiyede bulunmak isterim kıymetli Başbakanımıza: Her gün şehit veren ve terör denen pislik artık canına tak eden milleti oyalamaya gelmez! Siber saldırılara karşı “Siber Füzyon Merkezi” SAVUNMA Teknolojileri ve Mühendislik AŞ’nin (STM) Ankara’da kuracağı ve dünyada sadece birkaç ülkede bulunan Siber Füzyon Merkezi ile Türkiye, henüz ortaya çıkmamış siber saldırı tehditlerini önceden tespit edebilecek. >> Son dönemde siber güvenlik alanındaki çalışmalarıyla dikkati çeken STM, bu alanda bir ilke imza atmaya hazırlanıyor. STM bu kapsamda, Ankara’da dünyada sadece birkaç ülkede bulunan ve “yeni nesil siber güvenlik merkezi” olarak nitelenen bir “Siber Füzyon Merkezi” kuracak. STM’nin gelecek ay faaliyete geçireceği merkez sayesinde, artık sadece bilinen siber tehditler değil, henüz ortaya çıkartılmamış, gelişmiş karmaşık metotlar kul- lanan yeni tehditler de saldırıdan önce tespit edilebilecek ve karşısında önlem alınabilecek. Siber Füzyon Merkezi’nde sadece siber güvenlik uzmanları değil, büyük veri, veri bilimi, istatistik, matematik, doğal dil işleme, görüntü ve ses işleme gibi farklı disiplinlerden uzmanlar da görev alacak. Her yönüyle ilk olacak bu merkez, siber saldırılara karşı Türkiye’nin önemli gücü olacak. nisan 2016 15 Türkiye Ajanda Yeniden “yeni anayasa” AK PARTİ’nin hazırladığı anayasa mektubu TBMM Başkanlığı’na ulaştı. Söz konusu mektupta AK Parti adına, “Biz anayasa çalışmalarını sürdürmeye hazırız. Anayasa Komisyonu’nun herhangi bir ön şartla sınırlandırılmaması gerektiğine inanıyoruz” denildi. >> Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın gönderdiği anayasa mektubuna verdiği mektuplu cevapta, başkanlık sistemi konusunun görüşülmesini demokrasiden saymayan görgüsüzlükten dem vurularak, “Bu çerçevede sivil, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa yapmak üzere toplanan Komisyon’un herhangi bir ön şart ve dayatmayla sınırlanmadan, her siyasî partinin görüş ve kanaatlerini serbestçe dile getirebildiği, kamuoyunun rahatça fikirlerini aktarabildiği geniş bir özgürlük çerçevesinde çalışmalarını sürdürmesi gerektiğine inanıyoruz. Çalışma usûllerini sınırlamaya yeltenenlerin, tartışma özgürlüğünü kısıtlayanların, kırmızı çizgilerle masaya oturanların özgürlükçü ve sivil bir anayasa yapması mümkün değildir. Özgürlükçü bir tartışma kültürüne sahip olmayanlar, özgürlükçü bir anayasa da yazamazlar. Komisyona ön şart dayatmak, her şeyden önce ilhamını darbe zihniyetinden alan vesayetçi bir tutumdur” ifadeleri kullanıldı. CHP’nin, söz konusu yeni anayasanın içeriği ve niteliği ile ilgili önceliklerini gündeme getirmek yerine, AK Parti’nin muhtemel siyasî sistem önerisine karşıtlık üzerinden tutum geliştirmesini ve bu tutumunu Komisyon’a bir ön şart olarak dayatmasını iyi niyet ve yapıcı siyasetle bağdaştırmadıklarını belirten Başbakan Davutoğlu, Komisyon için “Türkiye’yi Darbe Hukukundan Arındırma Komisyonu” başlığı altında CHP tarafından kurulması önerilen komisyonu reddetti. Boydak Holding’in üst düzey isimleri gözaltında KAYSERİ’de polisin gerçekleştirdiği “FETÖ/PDY” operasyonunda Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak, şirket CEO’su Memduh Boydak, Yönetim Kurulu üyeleri Erol Boydak ve Murat Bozdağ gözaltına alındı. >> Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki Adli Tabipliğe ayrı ayrı getirilerek sağlık kontrolünden geçirilen 4 şüpheli, daha sonra Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’ne götürüldüler ve ifadelerinin alınmasına başlandı. TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi de olan Memduh Boydak, daha önce de Melikşah Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı olarak arsa tahsisi şikâyetleri üzerine gözaltına alınmış ve daha sonra serbest bırakılmıştı. Memduh Boydak ile Mustafa Boydak’ın FETÖ soruşturmaları sırasında çarpraz şekilde attıkları sosyal medya mesajları oldukça tartışılmış, Boydak Grubu’nun Zaman gazetesine tekzip ettirdiği haberlere rağmen FETÖ soruşturmalarına ilişkin atılan tuhaf mesajlar akıllarda soru işaretlerine neden olmuştu. Tam da bu sırada TÜSİAD Yönetimi’ne alınan Memduh Boydak’ın ilişkileriyse oldukça şaşırtıcıydı. 16 nisan 2016 Provokatör Demirtaş’a halk cevap verdi HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Diyarbakır-Sur’daki operasyonların sona ermesi ve sokağa çıkma yasağının kaldırılması gerekçesiyle Diyarbakır halkına Sur ilçesine yürüme çağrısında bulundu. Ancak bir 6-8 Ekim olayı daha yaşamak istemeyen ve terörden tamamen arınmak isteyen halk bu çağrıya kulak asmadı. Birkaç noktada toplanan toplam 300 kişiden oluşan küçük gruplara ise polis müdahale etti. Selçuk Kayıhan Terörist başından dikkat çeken ifadeler! TERÖR örgütü PKK’nın elebaşlarından Cemil Bayık, verdiği röportajlarda dikkat çekici ifadeler kullandı. >> Elbette Hucûrat Sûresi’nin 6’ıncı âyetini (“Ey îman edenler! Doğru ve mantıklı düşünmeyi terk eden bir fâsık, bir bozguncu, kötü niyetli bir âsi size, hükûmetinize, emniyet güçlerinize, ordunuza önemli bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın. Araştırmadan, ciddî, zarar verici tedbirler almaya kalkarsanız, bilmeden, yanlış bilgilendirme sonucu suçsuz bir kavme, bir topluluğa kötülük yapmış, hoş olmayan bir davranış sergilemiş olabilirsiniz. Sonra yaptıklarınıza pişman olursunuz” dikkate alarak bu ifadeleri bu sayfalara not ediyoruz. Cemil Bayık, PKK’ya yakınlığıyla bilinen Fırat Haber Ajansı’na verdiği mülakatta, “AKP’de şimdi kuruluş felsefesine sahip çıkan bir ekip var. O ekip, Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu’nun yürüttüğü politikaları doğru bulmuyor. O ekip kuruluş felsefesine dönmek Türkiye’den “kazan-kazan” hamlesi CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın gerçekleştirdiği Afrika ziyaretleri, Kara Kıta ile Türkiye arasında yeni bir ekonomi ve kültür dönemi başlatmanın ilk işaretlerini verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bölgedeki ülkelerle siyasî, askerî, ekonomik, ticarî ve kültürel alanlarda tüm bakanların müşterek çalışmalar yapacaklarını açıklarken, kazan-kazan esasına göre bu çalışmaların sürdürüleceğini de aktardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2003’te Afrika’daki büyükelçilik sayısının 12 olduğunu, şu ansa bu rakamın 39’a yükseldiğini hatırlattı ve Türkiye’nin Afrika’daki etkisinin her geçen gün daha da büyüyeceğini belirtti. istiyor. Tayyip Erdoğan, mevcut politikaları ile AKP’yi de, Türkiye’yi de uçuruma sürüklüyor. Bu ekibin hem AKP’yi, hem de Türkiye’yi felâketten kurtarması gerekiyor. Eğer bu ekip demokratik değerlere sahip çıkar, askerî faşist politikalardan vazgeçerse, biz bu çabaları destekleriz” ifadelerini kullandı. Ayrıca Ankara Güvenpark’taki bombalı saldırıdan sadece 4 gün önce İngiliz Times gazetesine konuşan teröristbaşı, artık temel hedeflerinin Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin çöküşü olduğunu söylerken, “Erdoğan bizi yenerse, Türkiye’de demokrasi isteyen herkesi mağlûp edebilir” diyerek dikkatleri daha çekiyor. Bayık, “Onun rüyâlarının gerçeğe dönüşmesinin önündeki en büyük engel biziz. Eğer Erdoğan bizi saf dışı bırakırsa, kazanır... Erdoğan’ı ve AKP’yi devirmek istiyoruz. Erdoğan ve AKP devrilmedikçe, Türkiye asla demokratik bir ülke olamaz!” ifadesini kullanıyor. İdil’de operasyon bitti ŞIRNAK’ın İdil ilçesinde 18 Şubat’ta başlatılan “Özel Harekât Polisi Ersin Yıldırım Operasyonu” tamamlandı. Operasyon süresince 114 terörist etkisiz hâle getirildi. >> İlçede hendeklerin kapatılması, barikatların kaldırılması ve PKK’lıların etkisiz hâle getirilmesi için konulan sokağa çıkma yasağı ile birlikte yaklaşık 4 bin Polis ve Jandarma Özel Harekât timlerinin katıldığı operasyonlarda teröristlerce kurulmuş el yapımı patlayıcılar, bomba imhâ ekipleri tarafından tek tek tespit edilerek etkisiz hâle getirilirken, teröristlerin karargâh gibi kullandıkları Bener Cordon İlkokulu çevresinde 1 buçuk ton el yapımı patlayıcıyla kurulmuş bir tuzak da bulundu. Genelkurmay Başkanlığı, terör örgütü PKK’ya yönelik yürütülen operasyonların devam ettiği İdil’de etkisiz hâle getirilen 19 teröristin arasında “Kendal” kod adlı, telsiz adı “Rojger” olan ve İdil’in Turgut Özal Mahallesi sorumlusu, İdil KCK Sorumlusu “Adnan” kod adlı Abdullah Ecevit, “Nurhak” kod adlı, ismi bilinmeyen ve 12 yıldır kırsalda görev yaptığı belirlenen tecrübeli teröristler, “Rodi” kod adlı Fuat Kaşbaş, “Reşit” kod adlı İdil Orta Alan Sorumlusu’nun da bulunduğunu bildirdi. PKK’ya büyük darbe vurulan operasyonda, sözde liderlerin kullandığı 7 M-16, 11 Kaleşnikof, 2 Kanas keskin nişancı tüfeği ile 2 roketatar da ele geçirildi. Allah devletimizin bütün güvenlik neferlerine yâr ve yardımcı olsun! nisan 2016 17 Ayın Yorumu Dünya Tuzak, Paskalya ve “İspanaklisubörekidis” “E ĞER düşmanı ve kendinizi tanıyorsanız, yüz muharebenin netîcesinden endişe etmeyin. Eğer kendinizi tanıyor fakat düşmanı tanımıyorsanız, kazandığınız her zafer, bir de mağlûbiyet getirecektir. Eğer ne kendinizi, ne de düşmanı tanıyorsanız, her muharebeden mağlûp çıkarsınız!” (Sun Tzu, Harp Sanatı) >> Hepinizin malûmu, Brüksel’de patlamalar oldu. Avrupalı siyasilerde yine bir telaş, pür telaş: “Sınırları kapatalım!” “Terörle alâkası olanları vatandaşlıktan atalım!” “Bu Müslümanlar böyledir işte, doğuştan teröristtirler!” “Bizden neden bu kadar nefret ediyorlar?!” “Ilımlı Müslüman yoktur, Müslüman doğuştan fanatiktir!” Bunlar, televizyon ve radyo kanallarında seyrettiğim, dinlediğim genel kanılar. Bir de daha ırkçı, daha fazla yabancı düşmanlığı güden kanallar var ki, o kanallarda neler işittiğimi 18 nisan 2016 yazmayacağım. Yine de bir örnek olması için şu cümleyi nakledeyim: “Daha alt kültürlerin biz daha üstün kültürlere biat ederek hizmet etmeleri, onlar için bir şereftir!” Mart ayı sayısında da belirtmiş olduğum gibi, aslında bu durum Avrupa için kurulmuş bir tuzak. Avrupa’nın dışındaki üst akıllar, Avrupa’yı kendi sınırları içerisine hapsedip kısıtlıyorlar. Bunu yaparken birbirine bağlı iki etkeni kullanıyorlar. Bunlardan biri Avrupalının ırkçılığı ve yabancı düşmanlığı, diğeri de Avrupa’da yaşayan ve Mehmet Ziya Üsküdarlı // [email protected] azınlık statüsünden çıkmalarına asla izin verilmeyen ezilmiş kitleler. saydı, Fransa bugün bütün Ortadoğu’yu ve petrol bölgelerini eline geçirmiş olurdu. Sınırlarını kontrol etmek her devletin hakkıdır. Fakat burada tehlike dışarıdan gelmiyor; bizzat Avrupalı bu insanlar. Kimi Fransız, kimi Belçika vatandaşı… Hem de Paris’te, Brüksel’de doğma büyüme… Bu çocukların aileleri Müslüman… Yani bir “kusurları” (!) var. Basbayağı Fransız Katolik çocuklar katılıyor DAEŞ’e. Onlara ne demeli?! Türk kökenli vatandaşlarını aşağılayan, tahkir ve tezyif eden, hatta diri diri ev yangınlarında yakan Alman Devleti Avrupa’daki riyasetini Fransa’ya kaptıracağı gün bunları acı acı düşünür mü acaba? Hepsinin ortak noktaları ekonomik açıdan zorluklar içerisinde bulunmaları. Ne tuhaftır ki, bir analist çıkıp da “Yahu bu insanları bu raddede bizden soğutacak ne yaptık, bizde de bir nebze olsun taksir var mıdır acaba?” diye sorgulamıyor. Irkçı partilerin oy oranları arttıkça, bu tuzağı kurmuş olan üst akıllar ellerini ovuşturuyorlar. Avrupa’nın birliğinin sonu pek iyiye gitmiyor. Birlik, şu an tatbikatta Şengen sınırlarını uygulamadan kaldırdı sayılır. Kâğıt üzerinde bir birlik var ama 1980’lerin öncesindeki durumu hatırlatıyor. Garip olan şu ki, bu durum bazı Avrupa devletlerinin işine gelmiyor da değil. Mesela Fransa’nın… Şu an Avrupa’nın liderliğini götüren Almanya’nın bir nüfus sorunu yaşadığını bilmeyen yok. Fransız üst aklı işte bu durumu kendi lehine çevirmek için sabırla fırsat kolluyor. Bir mahalle düşünün, bir kabadayısı var ve siz de bu kabadayının sağ kolu olduğunuzu varsayın. Tüm yükü baştaki kabadayı çekiyor, sonra bir gün yoruluyor, “elden ayaktan çekilip” meydanı size bırakıyor. Fransa’nın durumu işte budur! Herhangi bir nüfus problemi olmadığından dolayı, Almanya’nın “yorulmasını” bekliyor. Vakti gelince liderliği eline alacak. Alacak ama liderlik yapabileceği birliğin o vakit ne hâlde olacağını kestirmek pek kolay değil. Lakin her şekilde Fransa bu durumdan kârlı çıkacak gibi görünüyor. Hatırlarsanız, Kanunî döneminden itibaren İmparatorluğumuza karşı Almanya’yı sürmüş, hem bizi, hem de Almanya’yı “yormayı” bilmiştir. Eğer Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere o kadar güçlü olma- *** Bir Paskalya daha geldi! Hıristiyanların en büyük bayramıdır Paskalya. En büyük bayramlarının Noel olduğu zannedilir, hâlbuki Hz. İsa’nın doğumundan ziyade, ölümü onlar için daha önemlidir. Çünkü Hıristiyanlara göre “resûl” olarak görevini ölümüyle itmam etmiştir. Şimdi buraya ansiklopedik bilgi iktibas edecek değilim. “Paskalya” isminin İbranicedeki “pessah” (geçiş) kelimesinden geldiğini hemen her yerde okuyabilirsiniz. Oysa pek çok bayram ve dinî tatbikat, kadim Mısır medeniyetinden gelmektedir. Paskalya da öyle… Mısır’da bugün halen Kıptîlerin kutladığı Şemmel Nesim Bayramı vardır ki, Paskalya’nın kökenidir. Doğanın bahar aylarına girerken uyanışı, toprağı, suyu, havayı, bitkileri, hayvanları etkiler de insanları etkilemez mi? Orta Asya geleneklerinde de Nevruz olarak önümüze çıkan bu bayram, bugün stratejik bir durum oluşturmuştur. Nevruz hususunda arka planları sağlam Türkî cumhuriyetler ile Nevruz’un esasen kendisine ve Zerdüşt geleneklerine ait olduğunu iddia eden İran, gizli bir yarış içerisindedirler. Türkî cumhuriyetler Rusya’nın etkisi altında bulunmakta, Nevruz kutlamaları Rusya için bir gövde gösterisine dönüşmektedir. İran ise hakîkaten kendi tarihinden gelen Nevruz geleneğinde liderliği kimselere kaptırmaya niyetli değildir. Şahsen ben, Nevruz denen geleneğin kutlanmasını gençlik dönemimde görmeye başlamıştım. Yani Türkiye’de Nevruz filan kutlanmazdı. Olsa olsa bir Hıdırellez filan olurdu kutlanan. O kutlamayı da bildiğim kadarıyla hanımlar yaparlardı. Biraz stratejik düşünecek olursak, Nevruz’u kutlamanın bize getirdiği bazı sıkıntıların da olabileceğini düşünüyorum. Bu hususta ne İran’la, ne de Rusya’yla baş edebiliriz. Oysa Nevruz, aslında sadece kuzey yarımküreyi ilgilendirmektedir. Cihanşümul bir din olan İslâm’da Nevruz’un yeri yoktur. Bir düşünsenize, dünyanın en büyük Müslüman nüfusuna sahip Endonezya için Nevruz, kış başlangıcıdır. Adamlar bunun nesini kutlasınlar?! Türkiye eğer 2023 hedeflerine bir liderlik yerleştiriyorsa, bu türlü İslâm âlemi dışında kalan gelenekleri kutlamadan evvel bir defa daha düşünmelidir. Buna “Anadolu İslâm’ı” adı altında her türlü uygulamayı ve tasavvufu da ilave ederek dikkat çekmek isterim! Ramazan’ın ve Ramazan Bayramı’nın başlangıç tarihlerinde dahi ümmetin diğer memleketlerinden ayrı düşmekteyiz. Kandilleri ve yeni uygulanmaya başlanan “Cuma gecesi selaları”nı da unutmayalım! Liderliğe soyunan ülke geniş göğüslü olmalıdır; İslâm gibi cihanşümul bir din konusunda sadece halkın isteklerini işitmenin mahsurları olabilir ve Türkiye, ümmet içerisinde yalnızlaşabilir. Bunları biraz da Paskalya hususunda hissettiğim kıskançlık sebebiyle yazıyorum. Ortodoks ve Katolik âlemi Noel hususunda değil ama Paskalya konusunda anlaşıp fikir ve uygulama birliğine geçtiler. Artık Jülyen ve Gregoryen takvimlerine göre ayrı ayrı kutlamıyorlar. Eğer birileri sizi liderlik yolundan çevirmek istiyorsa dikkat etmeniz gerekebilir. Nevruz sadece kuzey yarımkürede ve güçlü rakiplerinizin olduğu bir mıntıkada kaimdir. İslâm ise cihanşümuldur. *** Rahmetli babamın iki gözlüğü vardı; biri uzak, biri yakın. Şimdilerde “progresif” diyorlar, bir gözlükle hem uzağı, hem de yakını görmek mümkün oluyor. Bu kardeşinizin de gözleri babasına çekmiş; uzak da lâzım, yakın da… Progresif gözlüklerin başlangıç zamanında bir defa kullanmaya teşebbüs ettim, bir gün içerisinde sekiz defa yere düştüm. O günden bu güne mercekler pek gelişmişmiş, artık pek rahat edebilecekmişim… Evvelâ göz doktorundan randevuyu aldık. Bu arada gözlükçülere de girip girip fiyat alıyorum. Öğrendiğim rakamlara, ben talebeyken kullanılmış ikinci el araba satın alınırdı. Geçenlerde bir skandal patlak verdi, meğer Fransız gözlükçüler çerçeveleri ve camları Çin’den ithal ederlermiş. Ederler ya, ne var bunda? Şu var: Herifler 85 sente mal ettikleri gözlükleri burada 89 avrodan pazarlıyorlar yahu! Hele benim muhtaç olduğum progresiflerdeki kâr marjları yüz misli! 4 buçuk avroya maliyeti olan gözlük, 500 ila 1300 avroya kadar gidiyor. “Bundan bize ne!” demeyin, bildiğim kadarıyla Türkiye’deki bizim gözlükçüler gözlükleri Avrupa’dan ithal ediyorlar. Bir kâr da onlar koyuyor mu üzerine? Ne bereketli işmiş bu gözlükçülük, yanlış yollarda koşturup durmuşuz! *** Mahallede bir Yunan bakkalı var; geçenlerde önünden geçiyorum, bana laf attı. Beyaz peynir Yunanmış, zeytin Yunanmış, kahve Yunanmış… Vitrinde böreğe benzer tuhaf bir şey duruyor, “Bu ne bre?” diye sordum, “İspanaklisubörekidis” diye cevap verdi. Musakka olmuş “musakkas”, dolma olmuş “dolmades”… 1976’da Londra’da bizim döneri “döneris” diye satıyorlardı, sonradan adını “gyros” olarak değiştirdiler. Ama “İspanaklisubörekidis” için hayli zahmet çekmiş çocuklar, varsın yesinler bari! Bilvesîle bir anekdotla bitireyim: İranlı İstanbul’a gelmiş, girmiş bir lokantaya, iki ayrı çeşit yaprak sarmasını görünce şaşırmış, hikmetini suâl etmiş, “Bu etli sarmadır, buna da yalancı dolma denir” diye izah etmişler. “Dolmanın yalancısı nasıl olur?” diye merak ettiğinden ısmarlamış. Tabağındaki sarmayı çatalıyla bölmüş, bakmış ki içinde pirinç var. İranlıların pirinç ile olan muhabbetleri malûm, çağırmış garsonu, “Madem bunda hile yok, neden yalancı deyip yaprağın içine gizlersiniz?” demiş. Sıhhat ve sürûr içerisinde idrâk edeceğimiz nice güzel baharlar diliyorum… nisan 2016 19 Dünya Ajanda “Sarajevo, divno mjesto!” AVRUPA’da yaşanan birtakım bombalı eylemlerin ardından medyaya düşen görüntülerde, söz konusu saldırılarda zarar gören ve feryatlarla sağa sola kaçışan insanlar gösteriliyordu. yerinde terörü kınama ve terörün zarar verdiği ülkeye destek olma adına o ülkenin bayrağı gönderlere çekildi. Hatta bazıları kendi ülke bayraklarını yarıya dahi indirdiler. Ancak ne göndere çekilen bayrak Türk bayrağı oldu, ne de hatırına bayraklarını yarıya indirdikleri ülke Türkiye. Elbette kadim kardaşımız Azerbaycan bütün jestlerini gösterdi. Bayraklarını yarıya indirdi, gönderlerine bayrağımızı çekti, hatta Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev çıkıp geldi. Ancak ikiyüzlü Avrupa’nın kendi coğrafyasından bir örnek daha etkili olacaktı. Öyle ya, hiçbir yetkinlikleri olmadığı hâlde AB’ye tam üyelik sağladıkları gecekondu tipi ülkelerin kendilerine uşaklık edeceklerini bilen Avrupa derebeyi ülkeleri, “Biz de AB üyeliğine adayız, Brüksel’deki saldırıyı da kınıyoruz; ancak özümüzü, kardeşlerimizi umursamazlıktan da gelemeyiz!” özetiyle sunulabilecek bir tepkiyle karşılaştılar. Özü ve kardeşliği taze tutan ilk unsur “ortak hafıza” olunca, Türk bayrağının “Saraybosna’nın hafızası”nda resmedilmesi Avrupa için ne müthiş oldu, değil mi? Saraybosna Belediyesi’nin aldığı kararın ardından yapılan bu jest, Dino Merlin’in o temiz ezgilerinden birini anımsatıp dilimden düşürüverdi. Diyordu ki, “Sarayevo, güzel şehir!/ Sensiz bile seninim…/ Sizin oğlunuz bile değil bunlar!/ Ve seninleyim…” >> Terör gibi bir alçaklığın mâsum insanları ne büyük ıstıraplara düşürdüğünün yanında, maalesef Türkiye’nin bu alçaklıkla mücadelesini ancak köstekleriyle köstekleyen Avrupa’nın ikiyüzlülüğü de geldi aklıma. Ancak aklıma gelenler sadece bunlar değildi. O insanların feryat figan içinde sağa sola kaçışları, canavar Avrupa’nın canavar hislerle izlediği BosnaHersek’i de getirdi aklıma. Zira bugün terörle insanlarını yeni bir algıdan geçiren Avrupa isimli canavarın çok uzak olmayan tarihlerde ve yanı başında gerçekleşen Boşnak soykırımını nasıl izlediğini hatırladım. Doğru ya, hiç aklımdan çıkmıyor! 20 nisan 2016 His yoksulu caniler nişancı tüfekleriyle adeta avlarken Müslümanları, Avrupa’nın sesini duymamak için kulaklarını, durumu görmemek için gözlerini kapattığı Bosna’da kaçılacak an dahi bulunamıyordu. Feryat ederek kaçışan insanlar yoktu sokaklarda, zira işkence kamplarında toplanıyorlardı. İnsanlıktan çıkmış ve hayvandan daha aşağıya inmiş bu deyyusluğun hakkından gelmek yerine kendisini de bulmasını hiç düşünmedi Avrupa. Belki de bunu bekledi… Tam da bu hislere kapılıp Türkiye’nin hem doğrudan bazı devletlere, hem bu devletlerin beslediklerini özellikle şu sıralarda saklamadıkları terör örgütlerine, hem de içerideki maşalara karşı yürüttüğü mücadelede yalnız kaldığını düşünürken, Rabbim ziyadesiyle bir güzellik gösterdi bu kuluna. Bütün dünya Avrupa’daki terör saldırılarına karşı ağız ve aksiyon birliği edip Türkiye’de yaşananları günübirlik kınamalarla geçiştirirken, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın son burcu Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da, Saraybosna Belediyesi’nin aldığı kararla, “Saraybosna’nın hafızası” diye bilinen Vijecnica Kütüphanesi’nin üzerine ışıklandırmalarla asil bayrağımız resmedildi. Aslında dünyanın birçok Evet, Saraybosna bizimle, biz onunla… Ve uzakta olsak da, o bizim, biz onunuz… Terörün alçaklığı karşısında Bosna’da bayraklar yarıya “indirilmedi”. Terörün alçaklığı karşısında Bosna’da ikiyüzlü kınamalar da yapılmadı. Ancak bu alçaklık karşısında “hafıza” hatırlatıldı. Bu hafıza yalnız tarihe dair değildi tabiî. Bosna, ne olduğumuza dair hafızanın da kodlarını sundu bu tepkiyle. Doğru ya, “Bilge” bir sözlük vardı ellerinde kalan… “Malcolm X, İslâm âleminde herhangi bir ırkçı duygunun bulunmayışını nükteli bir şekilde ‘renk körlüğü’ olarak tanımlar. Müslümanlar rengi değil, insanı görürler.” (Aliya İzzetbegoviç) Ömer Bekir Sadık // [email protected] “Belhum adâl” mi dediniz? İran, PYD’ye “MÜLTECİ Krizi” adıyla Avrupa’yı saran buhranın gerçekten de bir kriz olduğunu düşünmüyordum. Zira daha evvel bu konuya dair yansıttığımız notlara bakınca meselenin sebepleri ve sonuçlarıyla bir “Kavimler Göçü” tekrarı gibi algılanabileceğini dahi belirttiğimi hatırlıyorum. gönderdi füze rampası aortunda baloncuklar oluşmuş. Bu yüzden kriz geçiriyormuş… >>Ancak nereden bilebilirdim ki Avrupa’nın gerçekten aklını kaçırdığını ve manzarayı görünce zihin ve histen yoksun hareketler yapacağını? UEFA Şampiyonlar Ligi Çeyrek Final karşılaşmaları öncesi son eleme turu maçlarından biri olan Atletico Madrid-PSV Eindhoven karşılaşması öncesindeki mide bulandırıcı görüntüler, tahmin edemediğim bu krizin delillerini sundu bana. Meğer Avrupa gerçekten bir mülteci krizi yaşıyormuş. Meğer Avrupa’nın bu sorunu düşünmekten beyin damarları tıkanmış. Meğer Avrupa’nın bu meseleyi dert edine edine Sözünü ettiğimiz maç öncesinde PSV Eindhoven’in Hollandalı taraftarları, toplandıkları meydanda bulunan Suriyeli mültecilerle tuhaf bir şekilde alay ettikleri zannıyla iğrenç hareketlerde bulundular. Doğrusu onlar bu hareketleri yapınca, çocuğu “Belhum adâl nedir anne/baba?” diye soran ebeveyn için de gösterilecek somut bir adres ortaya çıkmış oldu. Suriyelilerin üzerlerine bozuk para atan Hollandalılar, asıl alay edilenin kendileri olacaklarını unuttular. Doğru ya, Hollanda’da uyuşturucu madde kullanımı ve satışı yasal… Aman Hollandalı (Batılı)! Uyuşunca unutur, unutunca ölürsün… Hizbullah, terör örgütü ilân edildi KÖRFEZ İşbirliği Konseyi tarafından yayımlanan yazılı açıklamada, Lübnan merkezli Hizbullah yönetiminin tüm elebaşlarına bağlı ve örgütün kendisinden doğan diğer tüm örgütler “terör örgütü” kapsamına alındılar. KİK Genel Sekreteri Abdullatif bin Raşid ez-Zeyanî bu kararın, Hizbullah’ın saldırgan eylemlerini sürdürerek Körfez ülkelerinin gençlerini kendi savaşçısı yapması, terör eylemleri, silah kaçakçılığı, fitne ve kaos için kışkırtması, bununla da Körfez ülkelerinin egemenliğini, güvenliğini ve istikrarını hedeflemesi nedeniyle alındığını ifade etti. Hizbullah militanlarının Suriye, Yemen ve Irak’ta yaptığı terör eylemleri ve provokasyonların ahlâkî ve de hukukî değer ve ilkelerle bağdaşmadığı ulusal güvenlik için tehdit oluşturduğu şeklinde değerlendirdiğini kaydetti. İRAN, Suriye’de PKK’yı aktif olarak kullanıp maddî ve lojistik destek vermeye devam ediyor. >> İstihbarat ve güvenlik birimleri, “Cevad” adındaki bir İranlı komutanın, PKK’nın Suriye yapılanması PYD güdümlü Suriye Demokratik Güçleri Komutanı Sipan Hemo ile özel bir görüşme gerçekleştirdiği bilgisine ulaştı. Bilgiye göre İranlı general, Hemo’ya 3 buçuk milyon dolar para ile füze rampası verdi. ABD’li yetkililerin “ateşkes süreci” kapsamında Suriye’de bulunan İran güdümlü yabancı savaşçıların çekilmeye başladığını açıklamasına karşın İran’ın ülkedeki asker ve gerilla tipi savaşçı sayısını arttırdığı, Devrim Muhafızları’nın Lübnan, Irak, İran ve Afganistan gibi ülkelerden savaşmaları için Suriye’ye getirdiği binlerce militana bin 200 kişi daha ekleyerek Halep’e konuşlandırdığı bilgisi verildi. Bu noktada İran, Rusya’nın Suriye’den çekilmesine ilişkin olarak konunun somut anlamda net bir gerçeklik göstermediğini savunuyor ve Suriye topraklarından net ve tamamen çekilmenin bölgede oluşacak yeni düzlemde zafiyet getireceğini belirtiyor. nisan 2016 21 Dünya Ajanda Barzanî: “Kürt Devleti kurulacak!” HER fırsatta Türkiye ile ilişkilerini sağlamlaştırmaya gayret ederek ABD’nin PKK-PYD ayrımına dahi eleştirilerini arz edip “PKK da, PYD de aynı” söylemini yineleyen Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzanî, Ortadoğu’daki mevcut sınırları yeniden düşünmenin zamanının geldiğini ve Kürtlerin bir devletinin olması gerektiğini tekrar dillendirdi. Mısır’da 7 idam kararı MISIR’da Askerî Ceza Mahkemesi’nin 7 darbe karşıtı hakkında verilen idam cezasını onadığı belirtildi. >>Irak topraklarında gelecekte bir Sünnistan kurulması ihtimâli bulunduğunu belirten Barzanî, Suriye’de de rejimin barışçıl isyana şiddetle yanıt vermesinin mezhep hatları boyunca ülkeyi böldüğünü belirtti ve artık Suriye’nin birleşmesinin çok zor olduğunu öne sürdü. Barzanî, söz konusu beyanlarına yüz yıllık bir izahla şöyle bir ek yaptı: “Kürtlere gelince… 1923 tarihinde yapılan Lozan Antlaşması’ndan bu yana bağımsızlığı hayâl ediyor. Söz konusu antlaşmada Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalanlardan Kürtlere bir devlet sağlanması taahhüdüne uyulmadı!” Kendi Kürt devleti vizyonunun yalnız Iraklı Kürtleri kapsadığını söyleyen Barzanî, ABD’nin Iraklı Kürtlerin bağımsızlığına destek vermediğinin hatırlatılması üzerine, “ABD bize karşı hareket etmez, karşı çıkmazsa, çok minnettar kalırız” diye ekledi. 22 nisan 2016 lantısında soruları yanıtlayan Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko, Rusya tarafından hapiste tutulan Ukraynalı pilot ve milletvekili için Cumhurbaşkanı sıfatıyla anayasal hakkını kullanarak Moskova yönetimi ile değişim yapmaya hazır olduklarını söyledi. Yunan vekil AP’den kovuldu Sanırım Barzanî’nin bu söylemleri üzerine sayfalar dolusu analiz yapılabilir. Bizse burada kilit birkaç cümlesini alıntılayarak tarihe not düşüyoruz. Ukrayna değişim yapmaya hazır TÜRKİYE Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Cumhurbaşkanımız Erdoğan ile Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko’nun baş başa görüşmesi ve Türkiye-Ukrayna Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey Oturumu gerçekleşti. Görüşme sonrası yapılan ortak basın top- Mahkemede, dosyaları daha önce idam konusunda görüş alınmak üzere müftülüğe gönderilen ve 3’ü gıyabında yargılanan 7 kişi hakkında idam cezası verildiği kaydedildi. Sanıklardan 2’si gıyabî olmak üzere 5’i hakkında müebbet, 2 gıyabî sanık hakkında 15 yıl, 2 sanık hakkında da 3 yıl hapis cezası verildiği ifade edildi. Karara itiraz yolunun açık olduğu kaydedildi. AVRUPA Parlamentosu’ndaki konuşması sırasında Türklere hakaret eden aşırı sağcı Yunan milletvekili salondan atıldı. Bu tür ifadelerin kabul edilemeyeceğini söyleyen Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, vekil hakkında iç soruşturma başlatacağını aktardı. Ömer Bekir Sadık Belçika’da Paris tipi eş zamanlı terör saldırıları AB ve Belçika’nın başkenti Brüksel’de art arda düzenlenen bombalı saldırılarda toplam 34 kişi yaşamını yitirdi. üst seviyeye çıkarıldı. “Kuzeyin Gök Gürültüsü” Söz konusu patlamalar, Paris’teki eşzamanlı saldırıların faillerinden Salah Abdelselam’ın Brüksel’de yakalanmasıyla ilişkilendiriliyor. Zira Abdelselam, bu patlamalardan sadece üç gün önce yakalanmıştı. >> Brüksel Zaventem Havalimanı’ndaki iki patlamada 14, Brüksel metrosundaki patlamadaysa ise 20 kişi can verirken, 170 kişi de yaralandı. Saldırıyı DAEŞ üstlendi. Havalimanındaki saldırının intihar saldırısı olduğu ortaya çıkarken, saldırganın patlamadan önce silahla çevreye ateş açtığı da öğrenildi. Havalima- nında ayrıca patlamamış bir intihar yeleği de bulundu. Yine Zaventem Havalimanı’nda meydana gelen ikiz patlamanın ardından, Avrupa Birliği’ne ait kurumların bulunduğu bölgeye yakın Maelbeek Metro İstasyonu’nda da bir patlama meydana geldi. Patlamaların meydana gelmesinin ardından ülkede terör alarmı en PYD federasyon ilân etti, 45 aşiret ayaklandı Brüksel’deki patlamaların failleriyle ilgili olarak Türkiye adına konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Biz yakalamış ve sınır dışı ederek Belçika’ya bildirmiştik” şeklindeki açıklaması ise söz konusu saldırıların ardından birçok tartışmayı peşinden getirdi. Erdoğan’ın açıklamalarına hiçbir cevap veremeyen Belçika hükûmeti, Belçika İçişleri Bakanı’nın bu sözler üzerine istifasıyla bir kez daha sarsıldı. Geçmiş olsun Belçika! Saldırıyı kınıyoruz… ler. Şanlıurfa’da gerçekleşen toplantıda, PYD’nin ilân ettiği sözde “Kuzey Suriye Federasyonu”nun Suriye halkına ihânet olduğu ve kararın bu ilânın kesinlikle tanınmayacağı ifade edildi ve Ceyş Aşair el-Şarkiyye ordusunun terör örgütü PYD bitirilene kadar dağıtılmaması konusunda mutabakata varıldı. Bu arada Suriye’de muhalif birliklerin, Halep’in kuzeyinde oluşturulması öngörülen güvenli bölgede DAEŞ’e büyük bir operasyon düzenlediği de bildirildi. TERÖR örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD, ABD yardımlarıyla ele geçirdiği bölgelerde federasyon ilân etti. Ancak bu gelişme, Suriye’deki aşiretleri ayağa kaldırdı. Şanlıurfa’da bir araya gelen 45 aşiretin lideri, PYD’ye karşı “Ceyş Aşair el-Şarkiyye” adıyla bir ordu kurulmasını kararlaştırdı. Halep, Deir ez-Zor, Rakka ve Haseke’nin önde gelen aşiretlerinin reisleri, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Genelkurmay Başkanı Tuğgeneral Ahmet Berri’nin de katıldığı bir toplantıda bir araya geldi- Azez-Cerablus-Mari hattında oluşturulması öngörülen güvenli bölgeye düzenlenen operasyonda Mregel köyünün kontrolü DAEŞ’ten alındı. Operasyona Sultan Murat Tugayı, Mutasım Tugayı, Feylak eş-Şam Tugayı, Sukur el-Cebel Tugayı, 99. Tümen, Ahrar Suriye ve Liva Hamza adlı gibi tugaylar katıldı. Muhalif birlikler daha önce de Karaköprü, Havar Kilis, Dudyan, Tukli ve Barağid köyünün kontrolünü terör örgütü DAEŞ’ten almaya muvaffak olmuşlardı. SUUDÎ Arabistan’ın başını çektiği “Kuzeyin Gök Gürültüsü” ismiyle düzenlenen askerî tatbikata Müslümanların yönettiği 20 ülkeden askerî birlikler katıldı. “Bölge tarihinin en büyük askerî tatbikatı” olarak nitelendirilen tatbikat için söz konusu 20 ülkenin yanı sıra El-Cezire Kalkanı Gücü’nden birlikler de yer aldı. Suudî Arabistan’ın kuzeyindeki Hafer el-Batın iline bağlı Kral Halid Askerî Bölgesi’nde yapılan tatbikat, ülke sayısının fazlalığı, gelişmiş teknoloji ürünü silahların kullanılması, hava savunma sistemleri ve deniz kuvvetlerinin de iştirâkiyle bu zamana kadar gerçekleştirilmiş en büyük tatbikat olma özelliğini taşıyor. Vatandaş kılıklı teröristlerden bir kundaklama daha! BATI Şeria’da geçtiğimiz Temmuz ayında Filistinli Devabişe Ailesinin evini kundaklayan Yahudî teröristler, saldırının en önemli tanığına ait evi de kundakladılar. Geçtiğimiz yıl evi ateşe verilen Devabişe Ailesinin kundaktaki bebekleri katledilmişti. nisan 2016 23 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 24 Müdafaanın makulü mantığından bellidir! Y AYIN hayatına yeni giren şey her neyse, hâliyle temiz bir hevesle en yeniyi takip etmeye koyuluyor insan. Karar gazetesi de medyamızın en taze soluklarından biri olunca, daha matbudan evvel internet ortamında sunulan ilk hâliyle nasıl izler taşıdığına dair merak uyandırmıştı. Basılacağı güne kadar her gün sayfasına bir kez de olsa girdiğim Karar’ın bu süreçte önemli ve mutlaka not etmeye değer yorum ve haberleri oldu. nisan 2016 Ancak Karar hakkında güzel temennilerde bulunsam da daha bir ayını yeni doldurmuşken, Medya Ajanda’nın maalesef hicivli sayfalarında konu edinmek üzere bir yazıya yer vererek mutfak ve yazar kadrosuna bir tür nazarlık takmak istiyorum. 5 Şubat 2016 günü “Bülent Ağabey” başlıklı makalesinde Karar yazarı Elif Çakır, CNN Türk’te Taha Akyol’un konuğu olarak verdiği röportajdan dolayı eleştirilen eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı müdafaa etmek istemiş. Doğru, vefâ çok önemli! Ancak… Dilerseniz önce yazıyı beraber okuyalım… “Benim Bülent Arınç’a ‘ağabey’ dememe kızıp, hop oturup hop kalkacak arkadaşlar, sakin olun, derin bir nefes alın, hepiniz yerlerinize oturun ve arkanıza yaslanın! Don’t panic! Biz Bülent Arınç’a ‘ağabey’ demeyi de, Arınç’ın ağabeyimiz olduğunu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan öğrendik. Eminim, Cumhurbaşkanı Erdoğan an itibariyle Bülent Arınç’la karşılaşsın, yine ‘Bülent Ağabey’ diyerek sitem edecektir. Arınç hepimizin ‘ağabeyi’ değil miydi? Ne oldu? Dün söyleyemediği neyi söyledi de ‘Ağabey’ makamından ‘Cübbeli Bülo’ seviyesine indirilip akıl almaz, vicdan kabul etmez hakaretlere maruz bırakıldı, infaz koltuğuna oturtuldu? >>Farklı birkaç gazete ve hatta medya grubunun başında yer almış önemli isimlerin bir araya geldiği ve medyadaki seviyesizliğe dair düştükleri notla başladıkları gazetenin ülkemiz yazın hayatına hayırlı olmasını diliyorum. Bülent Arınç yolda bulunmuş değil, bilakis Erdoğan’ın yola beraber çıktığı dava arkadaşıdır. Konjonktürel fayda gördüğü, yola eklemlenmiş bir kişi değil, bilakis o yolun sonunun ne olduğunun öngörülemediği zor yıllarda yola revan olmuş birisidir. Millî Nizam döneminden bu yana bu davanın ceremesini, çilesini, cefasını fazlasıyla çekmiş birisidir. ‘Cübbeli Bülo’nun kim olduğunu bilmem, bir kartvizit mi gösterildi, anlamadım; ama Bülent Arınç ‘cübbe’sini mağdurların, mazlumların hakkını savunmak için dün de giydi, bugün de giyer, yarın da giyecektir. Bunun kararını troller ve trolleşmiş kafalar değil, kendisi verecektir. O malum güruh ‘Elini tutan mı var, giy cübbeni!’ diyerek onu aşağılamak maksadıyla söyleyebilir de… Bülent Arınç cübbesini giyecekse, hukuksuzluk garabetinin karşısında durmak için giyecektir. Uluğ Bayındır // [email protected] Giymelidir de… Bu benim şahsi kanaatim. Kendisiyle bir gün görüşürsem eğer şunları söyleyeceğim: ‘Sizin de Hükûmet’te olduğunuz dönemde paralel yapı direkt sizin hükûmetinizi hedefleyen bir darbe girişiminde bulundu… 17-25 Aralık darbesini size anlatmam abesle iştigâl olur elbette. Evet, bu, 28 Şubat darbecilerinden daha aşağılık bir darbe girişimiydi. Paralel yapıyla sonuna kadar hukukî zeminde mücadele edilmeli. Sizin 17 Aralık darbe girişiminin ertesi günü ve sonrasında bu yapıya dair yaptığınız sert açıklamalara dayanarak aynı kanaatte olduğumuzu düşünüyorum. Yine sizin söylediğiniz gibi, durum ne olursa olsun, ‘Hukuk içinde kalmaya mecburuz’! Paralel örgütle hukukî zeminde sonuna kadar, hiç acımadan mücadele edilmesi gerekmektedir. Ancak bu dâvâ yürütülürken mağduriyetler yaratılmamalıdır. Hükûmetiniz daha ilk günden itibaren paralel örgütün elebaşlarıyla ‘cemaat görünümlü’ bu örgüte destek vermekten başka hiçbir günahı olmayan halkı hassasiyetle ayırdığını deklare etti. Defalarca kez, her ortamda, her platformda... Ama şimdi öyle görünüyor ki, geçmişte Ergenekon dâvâlarında olduğu gibi ‘Koy sepete!’ mantığı içerisinde suçlu ve mâsum ayrımı yapılmıyor ya da paralel örgüt dâvâsında tâli yollara sapılıyor. Süreç, mağdurlar doğuruyor. Dün Ergenekon dâvâlarında ‘Tâli yola sapılıyor’ dediğimizde adımız ‘Ergenekoncu’ya çıkıyordu, bugün akıldan, izandan yoksun bir şekilde ‘kripto paralel’e. Siz bu dâvânın salahiyeti açısından, sadece Cemaat’e destek vermekten öteye bir günahı olmayan mâsumlara yönelik dâvâlarda ‘mâsumlar için’ cübbenizi giyiniz!’ Mevzuya dönecek olursak... Deniliyor ki, ‘Ama Bülent Arınç CNN Türk’e çıkıp konuştu’. Diyorum ki, ‘El-hak haklısınız! CNN Türk’e çıkıp konuştu’. Gönül isterdi ki daha makul bir televizyona çıkıp konuşsaydı… Ama keşke çıkabilseydi, değil mi? Davet edilseydi, eminim CNN Türk’te ne konuştuysa, noktasına virgülüne dokunmadan aynısını konuşurdu. ‘Konuşamazdı’ diye iddia eden var mı aranızda? Deniliyor ki, ‘Ama dün konuşmuyordu, bugün partiden ayrılınca konuşuyor’. Vallahi çarpılırsınız arkadaşlar, bütün medya arşivi ortada! Girin Google’ye, ‘Bülent Arınç sert açıklamalar’ yazın… Bırakın 13 yıllık AK Parti hükûmetlerinin iktidarını, size Refah Partisi kongrelerinden Fazilet Partisi’ne kadar eleştirdiği, kafa tuttuğu her şey, tüm açıklamaları gelecektir. Bir örnek: 2000 yılı 14 Mayıs’ında, Fazilet Partisi kongresinde konuşmuş, yuhalanmış. Gençlere yönelik tespiti ise enteresan olduğu kadar bir kelime değişikliğiyle günümüze de uyarlanabilecek türden: “Biz millî gençlik yetiştirmek için yola çıktık, ortaya tamtamcı gençlik çıktı.” Alın, bu sözü günümüze uyarlayın, bakalım ortaya ne çıkacak: “Dindar gençlik yetişsin istedik, trol gençlik oluştu” mu? Arınç’a hakaret eden arkadaşlarımız 14 Mayıs 2000 tarihindeki Fazilet Partisi kongresinin, AK Parti ve Erdoğan’ın liderliğinin yolunu açtığını biliyorlardır sanırım. ‘Sen kimsin Arınç?!’ diyenler geçmişe ‘kısa’ bir yolculuk yaparlarsa, onun kim olduğunu gayet iyi öğreneceklerdir. Devam edelim… Hükûmet sözcülüğü, Başbakan Yardımcılığı yaptığı dönemde hükûmetinin sevmediği politikalarını eleştiren, doğru bulmadığı hususlarda arıza çıkartan Bülent Arınç değil miydi? Ve yine neredeyse ayda bir kez kabîne sonrası açıklamaları krize dönüşen? ‘Bizim Başbakanımız yiğit adamdır, merttir’ diyen de Arınç’tı, ‘Ben sizin kâtibiniz değilim, benim de söyleyeceklerim var. Bu partiyi birlikte kurduk, yanlış gördüğümü söylerim’ diyerek maraza çıkartan da Arınç’tı. Deniliyor ki, ‘Ama mâsum değiller, onlar küskünler, kesin bir hareketlilik olacak, parti kuracaklar, bu açıklamalar boşuna değil’. Diyorum ki, ‘Ben parti kurmalarını istemem. Kuracakları partinin bir karşılığının olacağına da inanmıyorum. Böyle bir ihtiyaç yok’. Ama… Arkadaşlar, ne mahzuru var? Tek parti döneminde mi yaşıyoruz? AK Parti’den ayrılıp farklı bir siyasî oluşum içine girmelerinde nasıl bir sorun var? Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1993 yılında Ahmet Altan ve Neşe Düzel’in sunduğu Dinamit programında, ‘Fazilet Partisi bir siyasî partidir, İslâm değil, elbette eleştirebilir!’ demişti. Ben de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözünden yola çıkarak diyorum ki, ‘AK Parti bir din değil; kutsallığı, dokunulmazlığı yok. AK Parti’den ayrılıp bir parti kurulması da AK Parti’ye şirk falan değildir’. Dahası, ne üç ay öncesinde yüzde 49 buçuk oy almış bir partiyi Bülent Arınç’ın eleştirmesi partiyi yerle yeksan eder, ne de Arınç’ın eleştirileri bu ülkenin yüzde 52 oyunu alarak Cumhurbaşkanlığı’na seçilmiş Erdoğan’a zarar verir. Dolayısıyla ‘Yetişin komşular, Erdoğan’a ihanet ediyorlar!’ yaygarası koparmanın bir lüzumu yok! Size bir şey söyleyeyim mi? ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan kırmızı çizgimiz’ diye ortalığı velveleye verenlerden ziyade, eminim ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bülent Arınç’ın kırmızı çizgisidir. Bülent Arınç’ın CNN Türk’te yaptığı konuşmalara itirazlarım, eleştirilerim vardı. Ancak o kadar çok hakarete mâruz kaldı ki… Bu kadar trol saldırının olduğu bir ortamda ‘Bülent Ağabey’in yanında yer almanın daha doğru olduğuna inanıyorum. Hamiş: Medyadaki genç arkadaşlara değil, ancak AK Parti’de siyaset yapan genç arkadaşlara, vakitleri olursa Orson Welles’in ‘I know what it is to be young’ şarkısını dinlemelerini tavsiye ederim. Keyifle dinleyeceklerdir. Der ki Welles şarkısında, ‘Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum,/ Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmezsin’. Özetle, bir gün hepiniz yaşlanacaksınız. Bu gidişle size de ‘Çekil git!’ diye bağıracak gençler olacaktır.” Elif Çakır’ın makalesi böyleydi. Onun bu yazısına karşılık yukarıda bıraktığımız “Ancak…” ibaresinden devamla naif bir hikâyeyi Kur’ân’dan birkaç âyetle (Yûsuf, 10-20) hatırlatarak bu konuyu noktalayacağım. “10. Onlardan biri, ‘Yûsuf’u öldürmeyin, eğer mutlaka yapacaksanız onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın (götürsün)’ dedi. 11. Dediler ki, ‘Ey babamız! Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun? Oysa biz onun iyiliğini istemekteyiz. 12. Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin (içsin), oynasın. Biz onu mutlaka koruruz’. 13. (Babaları) Dedi ki, ‘Onu götürmeniz beni mutlaka üzer. Siz ondan habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım’. 14. Dediler ki, ‘Hakîkaten biz (kuvvetli) bir topluluk olduğumuz hâlde eğer onu kurt yerse, o zaman biz gerçekten âciz kimseler sayılırız’. 15. Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman Biz, Yûsuf’a, ‘Andolsun ki sen onların bu işlerini, onlar (işin) farkına varmadan kendilerine haber vereceksin’ diye vahyettik. 16. Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler. 17. ‘Ey babamız!’ dediler, ‘Biz yarışmak üzere uzaklaştık; Yûsuf’u eşyamızın yanında bırakmıştık. (Ne yazık ki) onu kurt yemiş! Fakat biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın’. 18. Gömleğinin üstünde sahte bir kan ile geldiler. (Yakub) dedi ki, ‘Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi. Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında (bana) yardım edecek olan ancak Allah’tır’. 19. Bir kervan geldi ve sucularını (kuyuya) gönderdiler, o da (gidip) kovasını saldı, (Yûsuf’u görünce) ‘Müjde, işte bir oğlan!’ dedi. Onu bir ticaret malı olarak sakladılar. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. 20. (Kafile Mısır’a vardığında) onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar. Onlar zaten ona değer vermemişlerdi.” nisan 2016 25 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 26 MAYA SAĞLAM OLUNCA… B İLDİĞİNİZ üzere bazı zamanlar bu sayfalarda “Yiğidi öldür, hakkını yeme!” türünden paylaşımlarda da bulunuyorum. Sürekli tenkitle işin sürmesi mümkün değil. Medya dünyasında güzel işler, güzel davranışlar gördüğümüzde hakkını vermenin gayretine düşüyorum. Buna dair sayfalarımızda türlü örneklerimiz mevcut. >> İşte bu örneklerden birini daha sunacağım size! Malûmunuz, bizim mahallenin eli kalem tutan kıymetli yazarlarından Hakan Albayrak, TRT Diyanet TV’de sunucuyorumcu olarak katıldığı “Neden?” adlı programda değerli mütefekkir-yazar Yusuf Kaplan ile bir tartışmaya girmiş, daha sonra programdan ve hatta birkaç bahaneyle de Genel Yayın Yönetmeni olduğu gazeteden ayrılmıştı. Tabiî Albayrak yine boş durmadı, bir gazete daha çıkardı. Müstakil Gazete Başyazarı Hakan Albayrak, dış politikaya yönelik eleştirilerini benimsemediği Yusuf Kaplan’ı hedef alan tepkilere karşı şöyle bir yazı kaleme aldı: “Mütefekkir-yazar Yusuf Kaplan, Diyanet TV’deki ‘Neden?’ programında Hükûmet’in dış siyasetini, nisan 2016 bilhassa Suriye meselesinde alınan tavrı ve Avrupa Birliği ile ilişkilerin ‘dondurulmasını’ çok ağır ifadelerle tenkit etti. Tenkitlerine katılmıyorum. Kimse katılmak mecburiyetinde değil. Elbette itirazlar yükselecek, cevaplar verilecek. ‘Batırdılar memleketi’, ‘manyak’, ‘jöleli’ gibi kelimelerin geçtiği o tenkitlere, kendi sertlikleri ve nahoşlukları ile mütenasip karşılıkların verilmesi de tabiîdir. Bununla beraber, İslâm medeniyetinin ihyâsı için çırpınan ve en çok bu yönüyle tanınan Yusuf Kaplan gibi bir münevverimizi, hiç şüphesiz ümmetin maslahatının öyle gerektirdiğini zannettiği için dile getirdiği tenkitlerinden ötürü paralelci, İngiliz ajanı, mason, hain vs. ilân etmek, aklı başında olan hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmese gerek. Bunu yapanla- rın (güya Erdoğan’a bağlılıklarından ötürü yapanların) akılları başlarında değil! Yusuf Kaplan mezkûr programda, ‘komşularla sıfır sorun’ siyasetinin ‘romantik’liğinden bahisle açtığı dış siyaset faslında, adını koyalım, Başbakan Ahmet Davutoğlu’na yüklendi. (Neyse ki hiç kimse Davutoğlu’nu korumak adına Yusuf Kaplan’a ‘kahpe düşman’ yaftası yapıştırmaya kalkmadı.) Hedefinde Cumhurbaşkanı Erdoğan yoktu. ‘Açtı ağzını, yumdu gözünü’ vaziyetindeyken, Erdoğan’ın yanına yakıştıramadığı bir danışmana da kazara ‘dokundurdu’, ama daha ileriye gitmedi. Gidebilirdi de… En kritik anlarda Erdoğan’ı cansiperâne savunan Yusuf Kaplan’a da mı çok görecekler bunu? El-cevap: Hem de nasıl! Erdoğan’ın danışmanını menfî bir cümlede zikretmiş olması bile Yusuf Kaplan’ın insafsızca tahkir ve tezyif edilmesine, korkunç iftiralara uğramasına yetti maalesef. Twitter veya Facebook’ta Yusuf Kaplan’ı, güya Erdoğan’ı müdafaa maksadıyla ‘paralelci’, ‘hain’, ‘ajan’, ‘mason’ gibi ithamlarla adeta linç eden gençlerin yaptığı şey, Erdoğan’ı Bağdadî Grubu mantalitesiyle savunmaktır. Erdoğan böyle bir müdafaayı, böyle bir dâvâ arkadaşlığını, böyle bir ‘Reis’ fedailiğini şiddetle reddetmelidir. Tekfirci bir akımla karşı karşıyayız adeta. ‘Adeta’sı fazla. Tekfirci bir akım bu. En ufak bir görüş ayrılığını bile îman-küfür meselesi yapan asosyal gençlerden geçilmiyor ‘Reisçi’ sosyal medya hesaplarında. Erdoğan’ın bu hususta bir şeyler söylemesini, çok sert şeyler söylemesini, ‘trol’ diye anılan bu gençlere adam akıllı bir ‘ayar’ vermesini, dilimizden düşürmediğimiz aziz medeniyetimize yakışmayan bu korkunç furyayı durdurmasını daha ne kadar bekleyeceğiz? ‘Beni bu şekilde savunanlardan berîyim. Din kardeşlerimize ve dâvâ arkadaşlarımıza güya benim hatırım için ahlâksızca sövüp sayanlar, en ufak bir görüş ayrılığında hemen ajanlıkla, hainlikle, hatta İslâm’a ihanetle suçlayanlar ya bu yıkıcı tavırdan derhâl vazgeçerler veya asıl ben onları hain ilân ederim!’ diye gürlese… Ben Erdoğan’ın yerinde olsaydım, bana sataşan düşmanlarıma dâvâ açmaktan ziyade, benim adıma Yusuf Kaplan gibi kardeşlerime hakaret eden sözde dostlarımla uğraşırdım. Ayıptır, günahtır, yeter!” Uluğ Bayındır Zarrab tutuklandı, garabet medya coştu! 17 -25 Aralık darbe teşebbüsü sürecinde sıkça ismini duyduğumuz Reza Zarrab, ABD’de, ABD’yi ekonomik zarara uğrattığı gerekçesiyle tutuklandı. Peki, bu olayın üzerine bizim garabet medya takımı ne mi yaptı? Doğru ya, siz benden daha iyi biliyorsunuz… >> Ancak bizim garabet tayfanın elemanları, İngiliz ve Amerikan menşeli medyanın “siyasî” ve “Erdoğan düşmanlığı taşıyan” yorumlarını kendi edindikleri vaka notları gibi sundukça arıza verdiler. Zira ABD’yi ekonomik zarara uğratmakla suçlanan birinin ABD’de tutuklanmasının, bu ülkenin azıcık geçmişine gidildiğinde nasıl yorumlandığını şu küçük örnekle aktarabiliriz: “Cem Uzan ABD’yi dolandırmış. Helal olsun adama!” Her neyse, biz İngiltere’de yayınlanan Independent gazetesinin bu konudaki yorumuna bakalım da bizim garabet tayfanın ne anlatmaya çalıştığını görelim: “Tutuklama kararı, Erdoğan’ın yakın çevresine kadar ulaşan ve kurduğu partinin itibarını sorgulatan yolsuzluk suçlamalarını tekrar gündeme getirdi. Bu gelişme, zaten gergin olan Türkiye-ABD ilişkilerini daha da aşağı çekebilir. Dâvâya bakan savcı Preet Bharara, Zarrab’ın Amerikan yargısı önüne çıkacağını Twitter hesabı üzerinden duyurunca bir gecede sosyal medya fenomenine dönüştü. Bu olay Erdoğan’ın uykularını kaçıracak!” Independent’in yorumuna karşılık, bu gelişmeleri takip eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uykusunda dahi okuyacağı mısraları biz buraya not edelim madem: “Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin,/ Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten!” (Namık Kemâl) Bu medya, kimin medyası? ÜLKEMİZ hava sahasına girerek hâdlerini aşan Rus jetlerinden birinin düşürülmesi üzerine dünya gündeminde aylardır süren bir tartışmanın fitili ateşlenmişti. Düşürülen jetten paraşütle atlayarak kurtulan Rus pilotlardan biri, Türkmen dağı çevresindeki bir bölgede yakalanmış ve yine aynı bölgede bombaladığı Türkmenlerce öldürülmüştü. Bu konuya dair ilk açıklama, Türkiye’ye hemen birkaç kilometre ötede yaşandığı için sıcağı sıcağına bir şekilde Türkmen milislerden gelmişti. “Burası ikinci Çanakkale!” sözüyle o günlerde reflekslerimizi yeniden titreten Alparslan Çelik, söz konusu pilotu kendisinin öldürdüğünü belirtmişti. Daha sonra Çelik, sırf bu beyânı yüzünden kimi zaman Suriye, kimi zaman da Türkiye’de ulusal ve uluslararası medya tarafından görüntülenmiş, adeta Rus istihbaratına ihbar edilmişti. Ben de Medya Ajanda sayfalarında bu tip haberlere yer vermiş ve eleştirmiştim. Ancak bu haberlerden daha alçakçasının yapılacağını tahmin edemezdim. Zira İzmir’de tutuklandığı yönünde hakkında haberler servis edilen Çelik’in Rus kuvvetlerine iade edilmesinin Türkiye-Rusya arasındaki gerginliği ortadan kaldıracağını ve her şeyin unutulacağını belirten haber ve yorumları görünce öfkeden delirecek gibi oldum. Alçaklık edeceksiniz gidin, başka yerde oynayın! Burada hıyanete yer yok! Neye inanalım? İ SRAİL’in meşhur gazetesi Haaretz, Ankara Güven Park’ta gerçekleşen saldırının ardından şöyle bir haber yayınladı: “ABD’li yetkililer, Türk yetkilileri Suriye’de ateşkesi bozmamaları yönünde uyarmak amacıyla aradılar!” >>Bu kısa nottan yola çıkarak aklınız allak bullak olmuş olabilir. Belki kendi yaşadığımı buraya yansıtıyor da olabilirim. Ancak Paris’e gittikleri gibi bir tesellîye gelmeseler de ABD’li “yetkililerin” hangi patavatsızlıkla bize böyle bir uyarıda bulunma cüretini gösterdiklerini düşünürken, bütün bu düşünce girdabının içinde “Size fâsıklardan bir haber geldiğinde” şeklinde başlayan âyeti de hatırladım. Fakat o da bir yanaydı, zira ABD’nin PYD ve YPG’yi nasıl açıkça desteklediğini ve ülkemize karşı koruduğunu da her vatandaşımız gibi ben de biliyordum. Haberde, “Ankara’da meydana gelen terör saldırısının ardından, Türkiye’nin Suriye’deki saldırılarına devam etmesinden endişe ediliyor. Bu durum, Pazartesi günü Cenevre’deki Suriye görüşmeleri zamanında ateşkesin bozulmasına yol açabilir” ifadesine yer verilirken, yine habere göre Haaretz’e konuşan “üst düzey bir Türk yetkili”, saldırının ardından ABD ile Türkiye arasında yoğun telefon trafiği yaşandığını ve ABD’lilerin Türkiye’ye “Suriye’de ateşkesi bozmayın” dediklerini aktarıyor, bu telefon görüşmeleriyle ilgili olarak da, “ABD, Türkiye ateşkese uyduğu sürece Cenevre’ye Kürtlerin katılmasına karşı çıkmaya hâlâ hazır görünüyor” yorumu yapılıyor. Bunları okuyunca insan soruyor: “Neye inanalım?” nisan 2016 27 haberajanda Perspektif Türkiye’nin bugüne kadar olan kazanımlarını yerle bir etmek ve eski âcizlik günlerine döndürmek isteyen küresel güçler, terörü azdırarak Türkiye’nin güçlenmesine engel olmaya çalışmaktadırlar. Terör, Türkiye’nin bir numaralı problemi olarak öne çıktığı için sivil anayasa, YÖK, üniversiteler, bilim, teknoloji, yüksek teknoloji gibi ülkenin ana meseleleri ikinci plana düşmüş görünmektedir. Devlet, birçok işi aynı anda yapabilen yüksek bir organizasyondur. İşini lâyıkıyla yapan, sorumluluk bilinci yüksek ve ülkesi için her türlü fedakârlığı göze alan kadrolar oldukça, bunu başarmak hiç de zor değildir. 28 nisan 2016 “2023 VİZYONU”, siyaset ve üniversiteler E ĞER Türkiye’de yaşayan bir insan önyargılı, partizan ve ideolojik saplantılı değilse, 2002 yılından günümüze kadar gelen süreçte Türkiye’deki değişikliği görmezlikten gelemez. Burada vurgulamak istediğim şey, Türkiye’nin konjonktürel sürüklenmesi ile bir yerlere gelmesi değil, kendi iradesi ile kendi kararlarını alıp bir yerlere gelmesi ve geleceğe yönelik bir yol haritası çizmesidir. Bu gerçeği görmek için illa da milletvekili, bakan, siyasetçi ve bilim adamı olmak gerekmiyor; insaflı, vicdanlı, nesnel (objektif) ve biraz da hayatın içinde olmak gerekiyor. >> Eski ve Yeni Türkiye arasındaki farkı sadece dünya konjonktürünün kaçınılmaz bir sonucu gibi göstermeye çalışan muhalefet, gûyâ sivil siyasetin aldığı mesafeyi değersizleştirdiğini sanıyor. Oysa bunu yaparak gelecekten umutsuzluğunu açığa vurduğunun ve kendi ayağına kurşun sıktığının farkında bile değil. Eski Türkiye ile Yeni Türkiye arasındaki en önemli fark, kapalı toplumdan açık topluma geçişin yarattığı değişikliklerdir. Bunu görememek, siyasî miyopluktan başka bir şey değildir. Gerçekten de 2002 öncesinin Türkiye’si kendi içine kapanmış, problemlerini dünya sisteminden soyutlayarak çözmeye çalışan bir ülke durumundaydı. Ne yazık ki, hiçbir problem ne görmezden gelinerek, ne de halının altına süpürülerek çözülebilir. Şimdi ise küresel düzeyde düşünen ve problemlerini dünya sistemi bağlamında ele alarak çözmeye çalışan bir Türkiye’de yaşıyoruz. Elbette post-modern çağda 15 yıl hiç de az Prof. Dr. Turan Güven [email protected] bir zaman dilimi değildir. Yani demek istiyorum ki, bu zamana çok daha büyük işler sığdırılabilirdi; ama yönetilmesi giderek zorlaşan bir Türkiye’de gelinen noktayı da küçümsememek lâzım. Köhnemiş yerleşik sistemin alışkanlıkları devam ederken küresel terör saldırılarına, komşularımızdaki iç savaş ve siyasal istikrarsızlıkların doğurduğu göç dalgasına, millî konularda muhalefetin ortaya koyduğu duyarsızlığa ve içerideki aydın ihânetine rağmen Türkiye hâlâ “Bölgede ben de varım!” diyebiliyorsa, buna da şükretmeliyiz. Hem şükretmeli, hem de çok çalışmalıyız ki elde ettiğimiz nîmetleri kaybetmeyelim. Son 15 yılda gelen Cumhuriyet hükûmetleri, Türkiye’de siyasal istikrarın devamını sağlayarak sivil siyasette bir devrim yarattı. Geçmişte devlet memurlarının maaşını ödeme, bütçe yapma, petrol ve doğalgaz ithâlâtı gibi rutin işler için kurulan günübirlik hükûmetlerin yerine, artık seçimi zamanında yapan ve geleceği planlayabilen hükûmetler kuruluyor. Bunun en güzel örneği, 2012 yılında Türk milletinin önüne konulan “2023 Vizyonu”dur. “Siyaset, toplum, dünya” ana başlıkları ile yazılmış bu siyaset belgesi, Türkiye’nin yakın geleceği için gerçekçi bir yol haritasıdır. Milletimize bir ufuk/hedef göstermiş ve az da olsa bir heyecan vermiştir. Evvelâ liyâkat! Hiç şüphe yok ki bu belge, kutsal bir metin değildir. Toplumun çeşitli kesimle- ri tarafından eleştirilmesi gayet normaldir. Mesela böyle önemli bir belgeyi ortaya koyan Cumhuriyet hükûmetlerinin YÖK, üniversiteler, bilim, teknoloji ve yüksek teknoloji konularında ne düşündükleri ve hangi hedefleri gerçekleştirmek istedikleri yeterince açık değildir. Eğer Türkiye 2023’ü siyasal tarihimizde önemli bir dönemeç olarak görüyorsa –ki öyledir-, bu konuları atlayarak yoluna devam edemez! Türkiye’nin bugüne kadar olan kazanımlarını yerle bir etmek ve eski âcizlik günlerine döndürmek isteyen küresel güçler, terörü azdırarak Türkiye’nin güçlenmesine engel olmaya çalışmaktadırlar. Terör, Türkiye’nin bir numaralı problemi olarak öne çıktığı için sivil anayasa, YÖK, üniversiteler, bilim, teknoloji, yüksek teknoloji gibi ülkenin ana meseleleri ikinci plana düşmüş görünmektedir. Devlet, birçok işi aynı anda yapabilen yüksek bir organizasyondur. İşini lâyıkıyla yapan, sorumluluk bilinci yüksek ve ülkesi için her türlü fedakârlığı göze alan kadrolar oldukça, bunu başarmak hiç de zor değildir. Her nedense Türkiye, bugüne kadar liyâkatli, ahlâklı, çalışkan ve fedakâr kadroları keşfedip devlet hizmetine sokmada yeterli başarıyı gösteremedi. Eğer 78 milyonluk bir ülkede yetenekli ve liyâkat sahibi insanlar bulunamıyorsa, arayanlarda bir problem var demektir. İnsanlara lâyık olmadıkları makamlar ve hak etmedikleri unvanlar verilerek büyük haksızlık ve adâletsizliklere kapı açılmaktadır. Görebildiğim kadarıyla AK Parti hükûmetleri, yükseköğretim, bilim, teknoloji ve inovasyonla ilgili bazı önemli icraatlar yaptılar. Bunlar arasında AR-GE bütçesinin büyütülmesine ciddî bir destek verilmesi, öğretim ve araştırmada kalite sorunu olsa da her vilâyete bir üniversite açılması, vakıf üniversitelerinin açılışlarıyla ilgili kolaylaştırmalar sağlanması ve uygulanabilir projelere “Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme İdaresi Başkanlığı” (KOSGEB) tarafından destekler verilmesini sayabiliriz. Ancak bütün bunlar, AR-GE personelinin esas kaynağını oluşturan ve Türkiye’nin önünü açacak olan üniversiteleri atâletten kurtarmaya, bir heyecan dalgası oluşturmaya yetmedi. rak AK Parti hükûmetlerinin kurumsal anlamda üniversitelerden fazla bir beklentilerinin olmadığını biliyorum. Hatta üniversiteleri “yok” saydıklarını bile söyleyebilirim. Akademiyadan biri olarak, ben de vıcık vıcık politize olmuş ve ideolojik kamplaşmaların üssü hâline gelmiş bir üniversiteye saygı duyamam. Akademiyanın siyasî ve askerî otoritelere bağlılık ritüelleri yapması ve onlar tarafından yönlendirilmesi hiçbir zaman tasvip görmemiştir. Bugün akademiyada ideolojik saplantılı bir sürü öğretim üyesi, unvanlarının arkasına sığınarak hepimizin gözleri önünde yaşanan gerçekleri tersyüz edebiliyor ve gerçeğin anlaşılmasını zorlaştırıyorsa, böyle bir kurumun kendisini sorgulaması gerekir. Bugün akademiyanın dışarıya verdiği görüntüye baka- Son 15 yılda çözümsüzlüğe terk edilmiş sosyal, siyasal ve ekonomik problemlerin üzerine büyük bir kararlılıkla yürünmüştür. Taşların yerine oturduğunu ve bütün sorunların çözüldüğünü söylemek için vakit çok erkendir. Görebildiğim kadarıyla eğitim, bilim ve teknoloji konusunda yapılacak daha çok iş var! Bugün statükoyu bozarak yeni bir düzen kurulmasına ve bir heyecan dalgası yaratılmasına ihtiyaç vardır. Başta YÖK’ün yeni bir statüye kavuşturulması, üniversiteleri atâlet ve verimsizliğe sürükleyen sebeplerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Sivil anayasa çalışmasından önce, üniversitelerde zihniyet ve yapısal açıdan köklü bir değişim yaratacak Yükseköğretim’i düzenleyen yeni yasa çalışmasına şimdiden başlamak lâzım. Üniversiteleri verimsizliğe ve lüzumsuz iç çekişmelere sürükleyen, öğretim üyelerinin büyük zaman kaybetmelerine sebep olan rektörlük seçimlerine âcilen bir çözüm üretilmesi gerekmektedir. Elbette üniversitelerimizde çok değerli ve çalışkan bilim adamlarımız vardır. Bilim politikaları tartışmalarında ve savunma sanayiinde onların fikirlerinden, bilimsel birikimlerinden ve çalışmalarından yararlanmak gerekir. Bazı grupların bugün akademiyaya hâkim olduklarını ve ülke için hayırlı olacak her işin önüne takoz olmaktan başka bir şey yapmadıklarını görüyoruz. nisan 2016 29 haberajanda Akademi Toplumunun dinî ve kültürel değerlerini tanımaktan uzak ve onlara yabancılaşmış seçkinci ve elitist akademisyen tipinin “halkın iradesinin hâkim olduğu ve her şeyin halk için yapılmaya çalışıldığı Yeni Türkiye’nin inşâsına hiçbir katkısının ve pozitif etkinliğinin olmayacağı aşikârdır. Bu nedenle tahsil seviyesine ve seçkinciliğe güvenerek “topluma ayar vermeye çalışan” akademisyenler ya yaşadıkları toplumu tanıma zahmetinde bulunarak bu tutumlarını terk edecek ya da kendi fildişi kulelerinde yaşamaya devam edeceklerdir! 30 nisan 2016 Yeni Türkiye’nin S AYIN Cumhurbaşkanımız’ın 10 Ağustos 2014’te halkın oylarıyla seçilmesi, Türkiye’de artık yeni bir dönemin başladığının habercisiydi. “Yeni Türkiye” söylemi ile ifade edilen bu yeni dönem, Türkiye’de dış politikadan ekonomiye, sosyal politikalardan eğitime, tüm alanlarda köklü yapısal değişikliklere gidileceğinin de işaretiydi. >> Eski Türkiye’nin en belirgin özelliği olan seçkinciliğin ve elitizmin yerini, artık halkın iradesinin hâkim olduğu ve her şeyin halk için yapılmaya çalışıldığı Yeni Türkiye’de üniversitelerin de “seçkinci bakış açılarını” terk etmesi ve varlık nedenleri olan toplumu merkeze almaları gerekliliği doğmuştur. Üniversitelerde bu zihniyet dönüşümünün gerçekleştirilebilmesi Prof. Dr. Mahmut Aydın [email protected] “üniversite kodları” için en üst biriminden, yani rektörlükten en alt birimine, yani anabilim dalı başkanlıklarına kadar yeni bir zihinsel formata ihtiyaç vardır. Bu yazının amacı, bilgiyi üretme, öğretme, sunma ve yayma şeklinde dört temel fonksiyonu olan üniversitelerin Yeni Türkiye’de nasıl bir işleve sahip olmaları gerektiği konusunu “üniversitelerin yönetimsel, kurumsal, kayırmacılık ve akademik seçkincilik sorunu” bağlamında ele almaktır. Yönetim sorunu Üniversitelerin yönetimsel sorunları bağlamında gündeme gelen ilk soru, en üst idareci konumundaki rektörün nasıl bir profile sahip olması gerektiği hususudur. Darbe anayasasının ürünü, merkeziyetçi YÖK yapılanmasının ve onun üniversitelerdeki uzantısı olan ve tüm yetkileri elinde bulunduran, profil olarak genellikle “Her şeyi bilirim ve yaptığım her şey de doğrudur!” mantığıyla üniversiteleri yöneten rektör anlayışının bugüne kadar getirdikleri ortadadır. Yeni Türkiye’de bu anlayışa uygun bir zemin söz konusu değildir. Bunun için elbette özgürlükleri azamî ölçüde genişleten yeni bir anayasaya ve bu yeni anayasa çerçevesinde hazırlanacak esnek bir yükseköğretim yasasına ihtiyaç vardır. Bu konuda hem yasa yapıcılar, hem de konunun uzmanları çalışmalarını sürdürseler de, Haziran 2016’da 21 üniversitede gerçekleştirilecek rektörlük seçimlerinin ve akabinde gerçekleştirilecek olan rektör atamalarının büyük olasılıkla mevcut yasal düzenleme bağlamında yapılacak olmasından hareketle Yeni Türkiye’nin ideal üniversite yönetiminin nasıl olması gerektiği sorusundan ziyade, mevcut şartlar altında üniversite yönetimlerinin hangi kodlar üzerinde oluşurlarsa Yeni Türkiye’nin inşâsında daha etkin ve yapıcı rol oynayacakları hususu üzerinde durulmalıdır. Yeni Türkiye’nin inşâsında öncü rol oynayacak, iyi yetişmiş ve donanımlı genç nesillere ihtiyaç olduğu izahtan vârestedir. Ancak bu nesillerin vesâyet odaklarından kurtularak yönetim sorununu aşmış ve tüm enerjisini eğitim, araştırma ve AR-GE’ye tahsis etmiş üniversitelerce yetiştirilmesi mümkündür. Sadece bu olgusal gerçeklik bile Yeni Türkiye’nin yeni rektör profilinin Eski Türkiye’den farklı olması gerektiğini kendiliğinden ortaya koymaktadır. Peki, üniversitelerde yapılan rektörlük seçim süreçleri nasıl işliyor? Bu süreçlerde “Nasıl bir rektör?” sorusundan ziyade, “Kim rektör olsun?” ya da “Hangi grubun adayı rektör olsun?” şeklinde bir olgudan hareket edildiğini görmekteyiz. Hâlbuki genelde tüm dünyada, özelde ise ülkemizde, yükseköğretim alanında önemli değişimlerin yaşandığı dikkate alındığında, üniversitelerin en üst idarecileri olan rektörlerin yaşanan değişime liderlik etme kabiliyetine sahip olmaları ve yöneticisi oldukları üniversitelerin kurullarına başkanlık etmeleri, birimleri denetleyip onlara rehberlik etmeleri ve böylece üniversitelerin stratejik hedeflerini gerçekleştirmelerini sağlamaları gerekmektedir. Üniversitelerde yaşanan rektörlük seçimi süreçlerinde vesâyetçi Eski Türkiye’nin bir alışkanlığı olan “Kim rektör olsun?” sorusu yerine vesâyetçi anlayışın tarihin çöp sepetine atıldığı Yeni Türkiye’de “Nasıl bir rektör olmalı?” sorusunun yüksek sesle dillendirilmesinin daha doğru olacağı muhakkaktır. Çünkü topluma yön veren ve sosyal değişimin unsurları olan üniversiteler, liderin çizmiş olduğu vizyona ulaşabilmek için konmuş ilkeleri ve kuralları uygulayan yöneticilere değil, vizyon ortaya koyan liderlere ihtiyaç duymaktadırlar. Bilindiği üzere mevcut uygulamaya göre üniversitelerde “rektör adayı belirleme seçimleri” ve de bunun üzerine belirlenen adaylar arasından atama yapılmaktadır. Ancak atanan rektörün “herkesin rektörü” olamaması ve bunun sonucunda da üniversitelerin iyi yönetilememesinin en temel nedeni, yönetimlerin bir şekilde kendi egolarının, çıkar gruplarının veya “legâl görümlü illegâl” oluşumların etkisinde kalmasıdır. Bu süreçte rektörlere düşen görev, kendilerinden beklenen misyonun farkında olarak Yeni Türkiye’nin “aydınlık kadrolarını” yetiştirecek irade ve idarî ehliyete sahip olmalarıdır. Buna göre rektör olarak atanacak öğretim üyesinin, idarî beceri ve kurumsal liderlik yeteneği yanında, yönettiği üniversiteyi gizli gündemi olan illegâl oluşumlardan temizleyebilecek sağlam bir irade ve kararlı bir duruş sahibi olması nisan 2016 31 haberajanda Akademi Haziran 2016’da 21 üniversitede gerçekleştirilecek rektörlük seçimlerinin ve akabinde gerçekleştirilecek olan rektör atamalarının büyük olasılıkla mevcut yasal düzenleme bağlamında yapılacak olmasından hareketle Yeni Türkiye’nin ideal üniversite yönetiminin nasıl olması gerektiği sorusundan ziyade, mevcut şartlar altında üniversite yönetimlerinin hangi kodlar üzerinde oluşurlarsa Yeni Türkiye’nin inşâsında daha etkin ve yapıcı rol oynayacakları hususu üzerinde durulmalıdır. da gerekmektedir. Çünkü irade gösteremeyen, inisiyatif kullanamayan, risk alamayan ve aldığı kararların arkasında duramayan bir rektörün, değil çıkar ve menfaat gruplarını bertaraf etmesi, tam tersine, onların hizmetine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Yeni Türkiye’nin “yeni zihniyeti”nin kurucu kurumu olması gereken üniversiteler, böylece Eski Türkiye heveslilerinin kalesi olmaya devam edeceklerdir. Kurumsallaşma sorunu Yönetim sorunun ardından inşâ ve gelişim sürecini sürdüren Türk yükseköğretiminin karşı karşıya olduğu temel sorunlardan bir diğeri de kurumsallaşmadır. İş akışı bağlamında yapı ve süreçler oluşturularak kişi 32 nisan 2016 odaklılığın en asgarî düzeye indirgenmesini ifade eden kurumsallaşmanın temel amacı, sistemin kişilere bağımlılığının ortadan kaldırılarak kurumsal işleyiş yöntemlerinin geliştirilmesi ve bunun sonucunda da yönetim sürecinin sorumluların şahsî tercih ve seçimlerinden bağımsız biçimde işlemesi ve yönetsel sürekliliğinin temin edilmesidir. Kurumsallaşma, ancak açık ve seçik bir şekilde tanımlanmış iş ve görev tanımları, kurallar, yönergeler, iş akışları, temel ilkeler, yetki ve sorumluluklarla, verilen yetki ve sorumluluğu taşıyabilecek liyâkatli kişiler ve nihâyet istişâre ile alınmış kararlarla sağlanabilir. İfade ettiğimiz bu ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilecek bir kurumsallaşma, hem sistemin sürekli biçimde değişim ve gelişime açık bir hâle getirilmesini ve yönetsel öğrenmeyi sağlar, hem de her bir çalışanın sisteme gönüllülük esası çerçevesinde etkin bir katılımcılık anlayışıyla dâhil olmasını temin eder. Öte yandan gelişen akademik kurumsal değerler, bir taraftan mensupların bir aidiyet duygusu ile kurumsal bünyede sosyalleşebilmesine imkân sağlarken, diğer taraftan özgün bir örgüt kültürü üretilmesine de katkı sunarlar. Dahası kurumsallaşma, akademik birimler arasında sosyo-kültürel uyumu arttırıcı bir etki/katkı sunacağından, hem kurum içerisinde görev ve sorumluluk alanlarında yaşanması kaçınılmaz olan çatışmaların ortadan kaldırılmasında, hem de yetki yoğunlaş- masından dolayı ortaya çıkabilecek muhtemel kötü yönetim pratiklerinin önüne geçilmesinde pozitif bir etki sağlar. Kısaca kurumsallaşma, hem kaynak kullanımında etkinliğin, hem de yüksek sinerjinin önünü açacak en önemli dinamik olarak görülmelidir. Fakat burada bir ince hususun altını çizmek gerekir: Kurumsallaşma, “mevzuat merkezli olmak” değildir. Eğer böyle algılanır ise, o zaman bir arpa boyu yol alınması mümkün olmaz. Kurumsallaşmanın “mevzuat merkezli değil”, “insan merkezli” bir yönetim anlayışı ile gerçekleştirilmesi gerekir. Nitekim kurumsallaşma vizyonunun öngördüğü temel ölçütlerden biri de bu “insan merkezliliğin” en önemli Prof. Dr. Mahmut Aydın göstergesi olan “esneklik”tir. Esneklik, hem kurumsal yapının çevresel gelişmelere hızlı biçimde uyum kapasitesini ve kabiliyetini arttırır, hem de mevzuatın yanı sıra yaşama yön veren etik ve kültürel değerlerle “suçun” yanı sıra ayıp ve günah gibi kavramların da varlığını bizlere hatırlatır. Bunları dikkate almadan, sadece “yasal-yasal değil” ayrımı ile iş yapmak doğru olmaz. Zira yasaların her şeyi bütünüyle öngörmesini beklemek, baştan yapılmış hata olur. Bu nedenle, artık ülkemizde hâkim kılınması gereken anlayışın, Sayın Cumhurbaşkanımız’ın da çeşitli konuşmalarında öne çıkardığı “insan merkezli yönetim” olduğuna inanmaktayız. Dolayısıyla kurumsallaşma sürecinde “mevzuattan önce zihniyet sorununu çözmek”, insan merkezli kurumsallaşma planları geliştirmek ve bunları hayata geçirmek, üniversiteler özelinde rektörlerin öncelikli politikaları olmalıdır. Kayırmacılık sorunu “Belli bir birey, küme, düşünce ya da uygulamayı bir başkasıyla karşılaştırıp aralarında bir seçim yapmak gerektiğinde nesnellikten uzaklaşıp yan tutma” anlamına gelen kayırmacılık, etrafımızda genel olarak akraba, eş dost, cemaat, tarikat, hemşehri veya yandaş kayırmacılığı şeklinde tezahür eden ciddi bir toplumsal sorundur. Çünkü kayırmacılık, bunu yapanı adâletten tamamen uzaklaştırmakta ve sonuçta da hem bireysel, hem de kamusal ahlâkı erozyona uğratmaktadır. Toplumları çöküntüye götüren kayırmacılık illetinin yansımaları ne yazık ki akademik alanda da tüm varlığıyla kendini göstermektedir! Bu çerçevede üniversitelerde kayırmacılık, gerek idarî görevlerde, gerekse akademik ilerleme süreçlerinde egemen olması gereken hak etme, lâyık olma, ehliyet sahibi olma, yaraşır olma gibi değerleri ifade eden “liyâkat” ilkesini ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, kayırılan kişileri hak edilmeyen, dolayısıyla hakkı verilemeyecek olan konumlara talip olmaya sevk ederek hem etik sınırları zorlayan bir davranış kültürü üretmekte, hem de âdil olmayan ayırımcılıklara yol açarak adâlet ilkesini yerle bir etmektedir. Kayırmacı ilişkiler “dikey ve hiyerarşik” bir ilişkisellik üzerine kuruludur. Kayırılan kişi veya kişiler kayırana karşı diyet ödeme ve minnet duyma hissiyatı içinde olacağından, bu durum kamu hizmetlerinin yürütülmesinde hem kurumsal rasyonaliteyi ortadan kaldırmakta, hem de kamu hizmetlerine giriş ve hizmet sunumunda eşitsizliğe yol açarak adâlet ve toplumsal güven duygusunu zedelemektedir. Ehliyet sahibi olarak lâyık olma çabası yerine emek vermeksizin erişme kolaycılığına yol açan kayırmacılık, sadece toplumsal bir hastalık ve bir ahlâk sorunu değil, aynı zamanda emeğin ve alın terinin kutsiyetini zedeleyerek toplumsal tembelliğe de yol açmaktadır. Akraba, eş dost, dünya görüşü, cemaat ya da tarikat asabiyeti ile himâye etme kültürü üreten kayırmacılık, toplumda derin bir güvensizlik hissi oluşturmakta; kolektif çıkar ilişkileri üzerinden üretilen bu patolojik yapılar, toplumsal çoğulculuğun dayanmış olduğu kültürel dinamikleri de yok etmektedir. Siyasal ve bürokratik sistemin işleyişinin rasyonel zeminini tüketen kayırmacılık sorunu, kamu hizmetinin yürütülmesinde etkinlik, yerindelik ve güvenilirlik ilkelerini de erozyona uğratmakta, çalışma barışını zedelemekte ve iş verimini düşürmektedir. Şu hâlde toplumsal güvenin yeniden tesisi ancak kamu yönetiminde liyâkat ilkesinin devreye sokularak kurumsal aidiyet duygusunun pekiştirilmesiyle mümkün olacaktır. Akademik seçkincilik sorunu Modern bilim, bilimsellik, nesnellik, rasyonellik, evrensellik gibi kavramlarla ilintili olarak tanımlanan akademisyen veya akademisyenlik, maalesef ülkemizde geniş halk kitlelerinden mümkün mertebe uzakta kalmayı tercih etme, deyim yerindeyse “fildişi kulede yaşamak” anlamında algılanan oldukça steril bir kavramdır. Bu açıdan bakıldığında akademisyenlik, bir bakıma “akademik seçkincilik” ve “kültürel elitizm” anlamına gelmekte ve bu anlam çerçevesinde de akademisyen, kendini yaşadığı toplumdan soyutlayarak kendi halkına yabancılaşmaktadır. Bilindiği üzere ülkemizdeki bilim paradigması 19. yüzyıl Batı dünyasındaki pozitivizm ve materyalizme özentiyle oluşturulmuştur. Bu olgu dikkate alındığında, akademik seçkincilik ve elitizmin temelde din, dindarlık ve muhafazakârlık karşıtlığıyla tezâhür ettiği ve “Beyaz Türklük” kavramında ifadesini bulduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında “Beyaz Türklük”le özdeşleşen marjinal Eski Türkiye akademisyenlerinin bazı tipik davranış kodlarının seçimlerden istemedikleri bir sonuç çıktığında kendi halkını tahkîr etmeyi marifet bilmek, meşrûiyetini halktan almış olan iktidarı devirmek için her türlü tertibe gönüllü olarak iştirak etmek, fikir ve düşünce özgürlüğü söylemine sığınarak kendi devletini uluslararası güçlere jurnallemek ve hatta devleti katil ilân eden bildiriler kaleme almak sûretiyle âdetâ terör destekçiliği yapmak gibi faaliyetler olduğu rahatlıkla görülebilir. Toplumunun dinî ve kültürel değerlerini tanımaktan uzak ve onlara yabancılaşmış seçkinci ve elitist akademisyen tipinin “halkın iradesinin hâkim olduğu ve her şeyin halk için yapılmaya çalışıldığı Yeni Türkiye’nin inşâsına hiçbir katkısının ve pozitif etkinliğinin olmayacağı aşikârdır. Bu nedenle tahsil seviyesine ve seçkinciliğe güvenerek “topluma ayar vermeye çalışan” akademisyenler ya yaşadıkları toplumu tanıma zahmetinde bulunarak bu tutumlarını terk edecek ya da kendi fildişi kulelerinde yaşamaya devam edeceklerdir! nisan 2016 33 haberajanda Analiz Bugün Osmanlı tarihinin 6 asrını biliyoruz da 1900’lü yılların başından itibaren olanları bilmiyoruz. Çünkü bilmemiz istenmiyor. Bunun içindir ki, zaman bakımından hemen yakınımızda olan Cumhuriyet dönemini en iyi bilmemiz gerekirken, iletişimin bu kadar geliştiği, uzaydan yatak odalarının dinlendiği, ahlâk çukurlaşması nedeniyle otel müşterilerinin en mahrem hâllerinin kameraya alındığı bir zaman kesitinde, internetin bu kadar geliştiği ve sosyal medyanın günlük hayatımızı didik didik ettiği bir ortamda Cumhuriyet’in üzerindeki örtüyü bir türlü kaldıramıyoruz. 34 nisan 2016 Tarihe “Hüküme B U millet, üçü halen üzerinde yaşadığımız topraklarda olmak üzere, tarih boyu 16 büyük devlet kurmuştur. Kimi tarihçilerin ifadelerine göre, Cumhurbaşkanlığı Forsu’nda yer alan bu 16 devletin beş adedi cihan devletidir. Ve yine tarihçilerin ifadelerine göre, tarih boyu sadece beş millet cihan devleti kurmuştur. Bu milletlerden üç tanesi birer kez, bir millet iki kez, bu aziz milletse tam beş kez cihan devleti, yani çok yaygın söyleyişle beş “imparatorluk” kurmuş, dünyada sözü geçen emperyal güç olmuştur. Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen [email protected] t Kadın”dan bakmak >> Bu arada yeri gelmişken mutlaka belirtmek zorundayız ki, bu millet emperyal güç olmasına rağmen tarihinin hiçbir döneminde emperyalist olmamış, emperyalistlerin sömürüye ve elbette zulme dayalı siyasetlerini hiçbir zaman uygulamamış, hâkim oldukları toprakların zenginliğini ve halklarının kazançlarını sömürmek ve kendi ülkesine taşımak yerine kendi ülkesinin zenginliğini hâkim olduğu topraklara taşımış, hükmettiği o topraklarda asırlara meydan okuyan ve medeniyetinin izlerini taşıyan, insanlığının mührü olan muhteşem eserler bırakmıştır. Yine söylemek zorundayız ki, bu millet tarihin hiçbir döneminde nüfusa dayalı bir hâkimiyet kurmamış, zekâsının ve devlet yönetme gücünün becerisiyle, çok az nüfusla ülkeleri ve milletleri asırlarca hâkimiyeti altında tutmasını bilmiştir. Bu, insanlık tarihinde Allah’ın bu millete lütfen verdiği bir özellik ve elbette muhteşem bir güzelliktir. Bu aziz milletin bu muhteşem özelliğidir ki, gittiği yerin insanlarının yaşayışına ve inanışına karışmamış; bu yönetim anlayışının sonucudur ki, hükmettiği topraklarda ciddî bir kalkışma olmadan 4-5 asır kalmasını bilmiştir. Bütün bunlar ve elbette fazlası bu milleti büyük yapmıştır. Yoksa hiçbir millet, sadece silaha veya paraya dayalı gücüyle büyük millet olamaz. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin, Çin’in, Rusya’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın, Japonya’nın veya bir başka ülkenin o kadar teknolojik üstünlüğüne ve parasal gücüne rağmen büyük millet olmadıkları gibi… Bu arada bir şey daha söylemek durumundayım: Tarih döndü, suyun akışı değişti; talih kuşu artık bu milletin başına konma hazırlığı yapıyor. Kur’ân’ın “Güç ve kuvvet elden ele dolaşır” ifadesinin gölgesi üzerimize düştü. Şimdi bunun hazırlığını yapma zamanındayız! Bütün hazırlığımız, gücün elimize geçmesinden sonra, bu gücü ne kadar süre elimizde tutabileceğimizin hesabı üzerinde olmalı. Çünkü gücün gerçek sahibi olan Allah (cc), onu diğer milletlerden aldığı gibi, bizden de alır, bir başka millete verir. Bu bakımdan yapılacak şey, gücü ne kadar uzun süre elimizde tutabileceğimizin hesabı olmalıdır. Bunun için yapılacak en önemli ve de öncelikli şey, bize verilecek olan gücü uzun süre elde tutacak olan nesillerin yetiştirilmesidir. Buna “insanın inşâsı” diyorum. Evet, bundan sonra bütün mesaimizi, insanımızı inşâ etmeye ayırmalıyız. Bilelim ki bizim medeniyetimizin şafağı sökmek üzere ve bu muhteşem medeniyet, kendisine uygun bir neslin omuzları üzerinde yükselecektir. Buna “medeniyetimizin insanı” diyorum. Ve işin gerçek yönünü gözler önüne sermek için de “Allah’ın istediği insan” diyorum. Evet, işte önümüzdeki zaman kesitinde bu millet, medeniyetinin insanını, yani Allah’ın istediği insanı inşâ etmekle uğraşacaktır. Bunu yapabilecek midir? Elbette! Ve bu insan, yani medeniyetimizin insanı, önce terminolojileri yerli yerine oturtacaktır. Bilinen tarihî bir gerçektir ki, medeniyetler yıkılırken terminolojiler gider, kavramlar karışır. Medeniyetler gelirken terminolojiler gelir, kavramlar yerli yerine oturur ve bunun en doğal sonucu olarak insanlar birbirlerini daha iyi anlar, böyle bir ortamda insanlar arasında kavga biter, barış ve kardeşlik daha kolay sağlanır, muhteşem bir huzur ortamı oluşur. İşte şimdi bu zaman kesitinin arifesindeyiz! Öyleyse şimdi tarihe Hükü- met Kadın’dan bakabiliriz! (Bu bakıştan Hükümet Kadın’ın hiç haberi olmasa da…) Bilmek istiyorum! Bir bilinen tarih vardır, bir de bilinmeyen. Bir yaşanan fakat yazılmayan tarih vardır, bir de hiç yaşanmadığı hâlde yazılan tarih. Bir tarihin görünen yüzü vardır, bir de tarihin hiç görünmeyen yüzü… Bu ikilemleri istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Sonuç olarak şunu görürüz: Tarih konusunda bildiklerimiz, egemen güçlerin bilmemizi istedikleri kadardır. Örneğin biz bugün Osmanlı tarihinin 6 asrını biliyoruz da 1900’lü yılların başından itibaren olanları bilmiyoruz. Çünkü bilmemiz istenmiyor. Bunun içindir ki, zaman bakımından hemen yakınımızda olan Cumhuriyet dönemini en iyi bilmemiz gerekirken, iletişimin bu kadar geliştiği, uzaydan yatak odalarının dinlendiği, ahlâk çukurlaşması nedeniyle otel müşterilerinin en mahrem hâllerinin kameraya alındığı bir zaman kesitinde, internetin bu kadar geliştiği ve sosyal medyanın günlük hayatımızı didik didik ettiği bir ortamda Cumhuriyet’in üzerindeki örtüyü bir türlü kaldıramıyoruz. Dîvan şâirlerinin, zülnisan 2016 35 haberajanda Analiz lerin de, “Ne mutlu” Türklerin de, “Ne mutlu” Kürtlerin de, Pakradunîlerin de, Yassıada Mahkemeleri’nin de, Lozan’ın da, İstiklâl Mahkemeleri’nin de, Vatikan uşaklarının da ve daha akla gelmeyen nice şeyin de üzerindeki kat kat örtüler kalkacak. Anadolu insanının o muhteşem ifadesiyle “takke düşüp kel görünecek”. El mi yaman, bey mi yaman, anlaşılacak! fünün bir telini gördükleri sevdiklerine ciltler dolusu şiirler yazdıkları gibi, bizler de Cumhuriyet döneminin üstüne örtülen kalın örtünün ucundan bucağından görülen kimi uzuvlarına ciltler dolusu kitaplar yazıyoruz. Bunun için şöyle yazmışım bir zamanlar tarihimi örten alçaklar için: “Gökte eleğim sağma rengârenk/ Ve geleceğin en karası gözlerime perde…/ Sen ey tarihçi geçinen p…/ Hani ben, hani benim tarihim nerede?/ Ve geleceğin en karası gözlerime perde…” Evet, İslâmî tesettüre düşman olunan bir zaman diliminde, Cumhuriyet tarihi atlas kumaşlardan yapılmış olan kat kat giysiler içinde tesettüre bürünmüş olarak karşımıza çıkartılıyor. Ne gizleniyor? Neden gizleniyor? Kimden korkularak gizleniyor? Egemen güç, Cumhuriyet’in ilâhları mı? Yoksa egemen güç, Cumhuriyet’in ilâhlarını ilâhlaştırıp bu millete hediye edenler mi? Bunu bile bilmiyoruz! Egemen güç de, Cumhuriyet de, elimizi attığımız zaman ortaya çıkmayacak kadar 36 nisan 2016 örtülerle gizli. Tıpkı matruşka bebek gibi… Gördüğümüz her bebeği kaldırdığımızda yeni bir bebekle karşılaşıyoruz. Bunun sonu olmayacak mı? Elbette olacak! Nereden mi biliyorum? Öncelikle biraz önce yazdığım âyetten: “Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (müşrikler de Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden îman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah zalimleri sevmez.” (Âli İmran, 140) İkincisi de daha dün denecek kadar önce ülkemizdeki egemen gücün söylediğinden: “28 Şubat bin yıl sürecek!” Ve yine matruşka bebek görünümündeki egemen gücün “Muhtar bile olamaz!” dediğinin yıllarca Başbakanlık yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı oluşundan… Evet, bir gün tarihin de, Cumhuriyet’in de, egemen güçlerin de, egemen güçlerin emrindeki gölge egemen güç- Kimileri tarihin en derin dehlizlerine kaçmak isteyecek, fakat kaçamayacaklar. Kimileri ilâhsız, kimileri peygambersiz kalacaklar. O Güzel Nebî’nin Öğretisini bırakıp bin 200 yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapan bu aziz millete, Hz. İsa’nın öğretilerine çağıranların yüzüne o dehşetli günde Hz. Muhammed de (sav), Hz. İsa (as) da bakmayacak. Elbette bütün bunların bir kısmı bu dünyada olacak ve bunları dünya gözüyle göreceğiz. Bir kısmını ise o dehşetli günde, mü’minler olarak O Güzel Nebî’nin sancağı altında göreceğiz. Bilelim ki, her gelecek yakındır! Zekiye Midyat kimdir? Çoğumuz Hükümet Kadın’ı Demet Akbağ’ın oynadığı bir filmle tanıdık. Hükümet Kadın, yani asıl ismiyle Zekiye Midyat, 1956 yılında Belediye Başkanı iken kocasının trafik kazasında ölümü üzerine yapılan seçimle Belediye Başkanı olan bir Anadolu kadını. Yeni alfabeye göre okuma yazma bilmese de aslında Kur’ân harfleriyle okuyabilen zeki bir insan… Kocasının ölümü üzerine geniş aile içinde birkaç kişi Belediye Başkanı olmayı gönülden geçirir. Fakat iyi bir insan olup ölen Belediye Başkanı’nın sevenleri, çekirdek aileden birinin bu görece gelmesini isterler. Ölen başkanın büyük oğlu İstanbul’da hukuk okumaktadır. İkinci oğul olan Ziver Bey’in yaşı 20’dir ki bu, görevi almasına imkân vermemektedir. Bu durumda iş Zekiye Kadın’a düşer. Fakat Zekiye Kadın okuma yazma bilmemektedir. Ziver Bey’in bana anlattıklarına göre, ilçenin ileri gelenlerinden birinin sözü şudur: “Annen zeki kadındır, seçime daha 45 gün var, bu sürede bir şeyler öğrenir. Zaten Kur’ân harflerini de biliyor, onun için çok da zor olmaz!” Ve ailenin taziye zamanlarında kahvesini yapan bir çalışanı, Zekiye Kadın’a okuma yazma öğretmekle görevlendirilir. Zekiye Kadın’ın imzası, “Z” harfinin üzerine yukarıdan aşağıya çekilen iki çizgidir. Zekiye Kadın bağımsız olarak seçime girer ve kazanır. Dört yıl süreyle Belediye Başkanlığı yapar, 27 Mayıs Darbesi’yle Başkanlık’tan alınır. Oğlu Ziver Bey, 19631977 arasında üç dönem ve 1984-1989 arasında bir dönem olmak üzere tam dört dönem Belediye Başkanlığı yapar. Bütün bunları niye mi anlattım? Ziver Bey’in ifadesiyle, “Filmde annemin ismi ve okuma yazma bilmemesi dışında hepsi yalan!” demesi üzerine… Demek tarihimiz de böyle yazılıyor! Not: Ziver Bey’le Kızılay’daki bir mağazada tanıştım ve tam üç saat sohbet ettik. haberajanda Analiz T Doç. Dr. Bülent Kara [email protected] ÜRKİYE’DE çoğunluğun katılmacı demokrasi üzerine hemfikir olmasına rağmen, “örgütlü azınlığın”, bölücü akımların çağdışı olmasını bir tarafa bırakarak demokrasi söylemleri ile yeniden fikir hayatımıza bu tortuları bina etmeleri, sanki siyasal hayatımıza sosyal farklılıkların cömertliği gibi yansıması, gözden kaçırılmaması gereken bir realitedir. Cömertlik ANADOLU, Atatürk’ten aldığı mîrası yumruklarıyla eze eze çevreci demokratlara kabul ettirmelidir. Çünkü demokrasi nasıl kendini yok edenlere cömert davranmıyorsa, Anadolu dip dalgası da kendini ve felsefesini yok etmeye çalışanlara cömert davranamaz, bundan sonra da davranmayacaktır. Yeni bir gün, yeni bir umut, yeni bir heyecan ile yola devam kararı verenler! “Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar!” Farklılıkların zenginlik gibi yutturulmaya çalışılması, aslında kafaların arkasındaki ikinci/gizli planları olanların sıkça kullandığı bir argümandır. Bu savlardan hareketle demokrasi ve Cumhuriyet’i hedef almaları ise boşuna değildir. Demokrasinin nîmetlerinden yararlanarak demokrasi havarisi kesilenlerin hangi kesimden olduklarına bakmak gerekir. Bu konuda yakın zamanımızda ve yanı başımızda gelişen ve henüz belleğimizde taze yerini koruyan Irak’ı unutmamak gerekir. Şöyle ki, ABD, Irak’a demokrasi getirmek için geldiğini söylüyordu, peki gerçekte durum böyle mi? Bırakın demokrasiyi, ülkeyi yok ediyor! İnsanların ve kentlerin katledildikleri yerlere demokrasi, “insanları yok ederek” gelemez. Ülkemizde de aynı metot kullanılarak demokrasi geliştirilmeye çalışılıyor. Kesin dille bilinmelidir ki, demokrasi kendini yok edecek akımlara izin verecek kadar cömert değildir. Çünkü demokrasinin de öz savunma hakkı vardır ve bunu kullanmak zorundadır. AB sürecinde, özellikle sivil toplum tartışmalarında çoğulcu ve katılımcı söylemler dile getirilerek hâkimiyet ilişkisinin olmadığı ve daha çok hakem ilişkilerinin esas alındığı bir düzen savunulmaktadır. Hakem ilişkilerini savunanlar, bu olguyu demokrasinin nîmetlerinden kabul ederek çevrenin merkeze başkaldırıcısı olarak değerlendirmek- tedirler. Sanırım çevreyi de ABD-AB-Rusya kabul etmektedirler ki, bu çevreler ne derlerse, aynısını tekrarlamak durumunda kalıyorlar. Şûra söylemleri de son dönemde boşuna sloganlaşmamıştır. Şûra, önceden sınırlanmış bir ideolojinin ürünüdür. Demokrasi ise mutlak değil, görelidir. Demokrat insan olmadan demokrasi kurulamaz. Demokrasi, gerçek demokratların kuracağı ve geliştireceği bir sistemdir. Anadolu’nun gerçeğinde ise Horasan Erenlerinden ve Tanrı dağından icâzet almayanlar ile Ankara’yı merkez kabul etmeyenlerin demokrasiyi yerleşke yapacağı tartışmalıdır. Azınlık ve ümmet figüranlığını aktörlük sayanlar ve kendilerini böyle ifade edenler, hangi dağda ne ararlarsa arasınlar, Anadolu insanı burayı yurt edinirken çok dağ aşmış ve fethetmiştir. Figüranların biat ettikleri dağları da yok edecek güç ve kudrettedir Anadolu insanı. Toynbee’nin “Toplumlar enerjilerini nereye harcıyorlar?” şeklindeki sorusunun Türkiye’deki cevabı kuşkusuz “Birbirlerini yiyerek!” şeklinde olabilir. Bu gerçekler ışığında “kut”ların, kurultayını değerlendirecek olursak; kurultay, birbirlerini yiyenlerin görüntüsü gibi kamuoyunda gösterilse de, gerçekler bu görüntüden farklıdır. Bu bağlamda son Anadolu kurultayında tüm eksikliklerine rağmen icâzeti Ankara’dan alanların demokratik başarı kazanmaları, içinden geçtiğimiz çevreci anlayışa bir tokat gibi gelmiş olmalıdır. Atatürkçü ve laik Cumhuriyetçiler, sorunsal üzerinde yeniden bir toplu değerlendirme yaparak gerçek Kuvây-ı Milliye’nin oluşturduğu “kut”, gerekirse Anadolu’nun her karışına kanla yazılmalıdır. Anadolu, Atatürk’ten aldığı mîrası yumruklarıyla eze eze çevreci demokratlara kabul ettirmelidir. Çünkü demokrasi nasıl kendini yok edenlere cömert davranmıyorsa, Anadolu dip dalgası da kendini ve felsefesini yok etmeye çalışanlara cömert davranamaz, bundan sonra da davranmayacaktır. Yeni bir gün, yeni bir umut, yeni bir heyecan ile yola devam kararı verenler! “Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar!” nisan 2016 37 haberajanda Terör Bu öyle bir orkestra ki, birbirlerinin maddî ve mânevî tüm ihtiyaçlarında birleşerek çok sesli bir biçimde aynı terâneyi söyleyebiliyorlar. Amerika’nın tüm markaları Çin’de üretilirken, Çin’in ucuz işçi ve insan gücünden de ABD istifade sağlıyor, Çin’e yaptığı bu destekle Çin ekonomisi güçleniyor ve bu güç, Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine işkence uygulayıp Müslümanların yeryüzünde nüfuslarını azaltma operasyonunun altyapısını oluşturuyor. *** İsrail’in “beş güç” arasında adı geçmemesinin sebebi, haritalarda gördüğümüz bir küçük toprak parçasından ibaret olmayıp, uzamazkısalmaz, her ne hikmetse neredeyse sabitlenmiş Yahudî nüfusu ile dünyanın dört bir yerinde, insanın temel ihtiyaç ürünlerini markalaştırarak hemen hemen her eve ya şampuan, ya deterjan, ya tohum, ya giyim kuşamla giriyor. Filistin’e yağdırdığı bombaları bir havai fişek gösterisi gibi sınır ötesinden izliyor. Filistin’de neredeyse taş taş üze- 38 nisan 2016 Batı orkestrası ve terörist enstrümanlar ZÂLİMLER ÇALIYOR, MAZLUMLAR D-İNLİYOR! D ÜNYA, artık insanlık tragedyasını icrâ eden ve her koltuktan izlenebilen bir sahne. Son yüzyılın teknoloji atılımlarıyla genişleyen ve kabul gören küreselleşme ile dünya, kültürlerin, fikirlerin, ürünlerin ve entrikaların paylaşıldığı, savaşların film fragmanı gibi tepkisizce izlendiği bir sahne hâline getirildi. >> Dünya küreselleşirken küresel güç tâbir edilen ülkeler, yeraltı kaynakları, enerji ve kıymetli madenlere sahip coğrafyaları sömürme, sömüremiyorsa göz dikip yerle bir etme, edemiyorsa yönetimlerine müdahalede bulunma, bulunamıyorsa stratejik planlarını devreye sokarak iç savaşlara, terör belâsına bulaştırma hakkını ve yetkisini kendilerinde buluyorlar. Küresel güçlerin işte bu imtiyazlı tercihleriyle yazılmış senaryoları dünya sahnesine uyarlanıyor ve insanlık bu tragedyanın bir parçası olarak rol değil, sahici yaşam hikâyesi içinde yerini alıyor. Şefi değişken, kapitalizmin hâkimiyetinde, menfaatperest bir orkestra kurulmuş. Zâlimler çalıyor, mazlumlar d-inliyor! Bu öyle bir orkestra ki, sahne ve gösteri sanatlarının tüm püf noktalarını biliyor, icrâ ediyor, zengin kadrosu ile bütüncül Nesrin Çaylı [email protected] rinde kalmamış, ülke bir enkaz hâline gelmiş, fakat insan haklarından söz eden bu beş büyük güç, çaldıkları orkestranın güçlü sesiyle Filistinlilerin çığlıklarını bastırıyor. Nerede insan hakları deklarasyonları? Sahi, çok merak içindeyim! AHİM’e hak talebi ile başvuran Hıristiyan, Yahudî, Budist, Pagan davacılar var mıdır? *** Olmadı mı? Şarkıları tutmadı mı? Bu defa bir başka makamda besteleniyor tragedyalar. 1945’de Hiroşima, Nagazaki’ye ABD’nin attığı Uranyum-235 tipi atom bombası “Küçük Oğlan” (Little Boy), 140 bin insanın ölümüne ve iki kentin yerle bir olmasına sebep oluyor. *** bir armoniyi dünyaya servis ediyor. Bu orkestrada yer alan enstrümanlarla özgürlük, barış ve demokrasi notalarından mülhem şarkıları icrâ eden sanatçıları (!) da kazanıyor, orkestradan çıkan armoniyi dâvâ ve inançtan yoksun şekilde eğlence ve dünyaperest duygularla dinleyenler de. Maddî kaygılarla ve üstünlük kurma çabası ile yaşayanları, dünyayı cennet eyleme çabası olanları, uhrevî gâyelerden yoksunlaşmışları büyüleyen bu orkestra, köklü bir geçmişe sahip. Fakat materyalizmin tuzağına düşmekten imtinâ eden, madde kadar mânâya da ehemmiyet veren, dün- yaya halîfe olarak geldiğine inanan ve ukbâ sonsuzluğuna talip olanları etkisi altına alamıyor. Öldürmek yasaktır! Bu orkestra her nereye ulaştırırsa sesini, orası yerle bir oluyor. Orada çocuklar ölüyor, köprü- İşte Türkiye, böyle icrâ edilen armonilere kulak tıkayan bir ülke! Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür!” ifadeleriyle küresel güç tâbir edilen ülkelere karşı geliştirdiği ezber bozucu üslûp ile şefi değişken bu orkestrada yer almak, icrâ edilen çok sesli ihtiras melodilerine kulak kesilmek yerine, kendi türküsünü söyleyince olanlar oluyor. nisan 2016 39 haberajanda Terör ler yıkılıyor, gök kubbe ağlıyor. Çünkü bu orkestranın ana enstrümanları demokrasi ve barış notaları ile bestelenmiş sonatlarını icrâ ederlerken kan ile besleniyorlar. Çünkü kan, para ediyor! Silahlar satılıyor, organ mafyaları kuruluyor, uyuşturucu pazarları oluşturuluyor, insan ticareti yapılıyor. Bu seciyesiz alışveriş alanlarında güç toplarken, kan akıtanların havzasına petrol akıyor, para ve altın doluyor, toprakları genişliyor. “Öldürmek yasaktır! Dolayısıyla tüm katiller cezalandırılır. Tabiî çok sayıda ve trampet sesleri eşliğinde öldürmedikleri sürece” der Voltarie. İşte ölüm, küresel güçlerden oluşan enstrümanlardan oluşmuş bu orkestranın eğlenceli şamatası ile legâlleşiveriyor! Bu orkestranın gürültülü sonatları eşliğinde masum insanlar ölüyor. Ölürken avuçlarında birkaç dolar, hayâllerinde bir New York hülyâsı… Bu orkestranın şarkılarına aldanmayanlar da ölüyor, fakat bir Amerikan rüyâsı değil onların düşlerini süsleyen, onlar şehâdet şerbetini yudumlamanın ayrıcalığı ile trompetlerin, bass gitarların sesini değil, İlâhî bir ezgiyi dinliyorlar. Çünkü onlar şehit oluyorlar! İşte Türkiye, böyle icrâ edi- ABD, 10 yıl süren Vietnam (1973) hezîmetinin ardından 30 yıl sonra Irak’a giriyor. 2011 yılında bu başarısızlığını da kabullenip Irak’tan çıkıyor; ancak artık Irak, tarihi ile bağ kurabileceği kültürel kodlarından koparılmış, talan edilmiş, darmadağın bir hâle gelmiş oluyor. len armonilere kulak tıkayan bir ülke! Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür!” ifadeleriyle küresel güç tâbir edilen ülkelere karşı geliştirdiği ezber bozucu üslûp ile şefi değişken bu orkestrada yer almak, icrâ edilen çok sesli ihtiras melodilerine kulak kesilmek yerine, kendi türküsünü söyleyince olanlar oluyor. Tam burada, yüzyıllardır Müslüman coğrafyaları gözlerine kestirip her hakkı mahfuz bir cüretkârlıkla sınırlarına farklı metotlara dayanan dünyaya hâkim olma, daha fazla toprak, daha fazla imtiyaz, daha fazla kazanç ve daha fazla güç edinimini tüm erdem ve etik kurallarını hiçe saymayı prensip hâline getirmiş küresel güçlerin bu orkestra içinde nasıl yer aldığına bir bakalım, “barış ve özgürlük” adı ile servis ettikleri sömürmeyi, öldürmeyi, hak ve hürriyetlere tecavüz etmeyi legâl hâle getirme sanatını, bestelediği antlaşmalar, yasalar, komisyonlar, birlikler, kurum ve kuruluşlarla icrâ eden şarkılarını Müslümanlara söylemekte ısrarlı bu orkestranın enstrüman virtüözlerini takdîm edelim. Malûmunuzdur ki büyük orkestralar, dört ana enstrüman grubundan oluşurlar. Tahta nefesliler, bakır nefesliler, vurmalılar, yaylılar… Varın siz karar verin; kim nefesli, kim vurmalı, kim yaylı?! Dünyaya, özellikle de sahip oldukları zenginliklerin ya farkına varamamış yahut 40 nisan 2016 işleme imkânı bulamamış coğrafyalara ücretsiz siyasî stratejik bestelerini sunan bu orkestrada aktif dört ana grubu temsil eden enstrümanları bana göre BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip olan ABD, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Krallık (İngiltere) ve Fransa oluşturuyor. Bir de alt enstrümanlar var ki, onlarda bu beş büyük güç olarak ifade edilen ülkelerin kurup, besleyip, büyütüp İslâm coğrafyalarına musallat ettiği terör örgütleri. Fakat önce bu ana grup enstrümanlarına tarih üzerinden bir bakalım. Bu beş güç, dört ana grup enstrümanı yetilerine göre kullanmakta oldukça mâhir doğrusu. Üstelikte bu mahâretleri bugünün imkânlarından hâsıl olmuş değil. Tam bin yıllık bir geçmiş ve bin yıllık bir hazımsızlığın şekil değiştirmiş metotlarıyla devam edegelen bir mahâret bu. Aslına bakarsanız, Avrupalı Katolik Hıristiyanların bu istikrarlı din merkezli (İsevizim ve Musevizim) dünyaya hâkimiyet kurma isteklerindeki istikrar takdire şâyân! Tarihî hafızamızı küçük hatırlatmalarla tazeleyelim önce. Malûmunuzdur ki, Avrupalı Katolik Hıristiyanlarının İspanya ve Portekiz’den Müslümanların atılması için oluşturdukları “Reconquista/Yeniden Fetih” hareketi, 9. yüzyılda İspanya ve Sicilya’da hâkimiyet kurmuş Müslümanları yeryüzünden silmeyi hedeflemiş ve tâ ki 1071 Malazgirt Savaşı’nın Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Nesrin Çaylı zaferiyle sonuçlanmasına kadar sürmüştü dünyalarını Müslümanlardan arındırma çabaları. Ve derken 1299’da, küçük bir obadan koca bir imparatorluk doğup da üç kıtaya hâkim oluverince, Hıristiyan dünyanın garezi de büyümüş, hırsı da bilenmiş, plânları da şekil değiştirmiş. Tabiî bunların da yanında farklı yöntem ve strateji geliştirme melekeleri de yükselmiş. ABD, 10 yıl süren Vietnam (1973) hezîmetinin ardından 30 yıl sonra Irak’a giriyor. 2011 yılında bu başarısızlığını da kabullenip Irak’tan çıkıyor; ancak artık Irak, tarihi ile bağ kurabileceği kültürel kodlarından koparılmış, talan edilmiş, darmadağın bir hâle gelmiş oluyor. Avrupa Jeopolitik Stratejileri’nin 7 Ocak 2014 tarihli “Büyük Güçlerin Denetimi” adlı raporunda Türkiye 7,7 puan ile 15. sırada yer bulurken, ABD ise tam puan ile birinci sırada yerini alıyor. İşte o malûm orkestra böyle melodiler fısıldıyor ve fısıldatıyor dünyaya ve dilden dile dolaşan popüler şarkılar besteliyor. Madem birinci güç idi, bunca hezîmet yerine “Neden ABD’nin sevinç naraları atacakları zaferlerine şahit olmuyoruz?” sorusunu, mânevî değerleri sömürülmüş, tanrısı para, ibadeti tüketim olanlar soramıyorlar. “Bu nasıl büyük güç böyle?!” diye soranların başına da gelmedik kalmıyor. Çünkü o malûm orkestranın enstrümanı çok, sesi güçlü ve bu tür sorular işitilmesin diye durmadan çalıp söylüyor. İşte o orkestradan bir baş- ka beste, bir başka hezîmet hikâyesi ve bir başka barış şarkısı daha! Sovyetler Birliği, Afganlı mücahitler ile 9 yıl savaşıyor ve bugünün Rusya’sı o gün 15 bine yakın asker kaybediyor. Hezîmetinin farkında, fakat ilginç bir şey oluyor: ABD, Afganistan’ı silah yardımı ile destekliyor ve orkestra tüm dünyaya insanlık şarkılarını söylerken Afganistan’ın afyon tarlaları el değiştiriveriyor. Çünkü uyuşturucu ticareti iyi para getiriyor. Bu sadece maddî bir kazanç ABD için. Bir de ABD yardımını onaylayan ve onaylamayan Afganlılar arasına armonik bir fitne sokmuş oluyor: Danışıklı dövüş 1! Bir ülkeye direkt savaş açmaktan daha avantajlı olanı, o ülkeyi iç savaşa sürüklemek. Böl, parçala ve seyret! Daha ne olsun?! Orkestranın şarkısı hit parça oluveriyor ve ABD, kendi kendini Hollywood yapımı filmlerinde alkışlayarak dünyaya da alkışlatıyor. Artık zırhlar kuşanıp elde kılıç kalkan, sonrasında tüfek dipçik sınırlara dayanma zamanı geride kaldığından, hani başta belirttiğimiz küreselleşmenin diliyle, başka yöntemlere başvurmaları gerekliliğinden hâsıl olan bir ihtiyaçla işte o muhteşem orkestraları, çok önceden besteledikleri ve fakat yastık altında sakladıkları şarkılarını bünyelerine yeni kattıkları enstrümanlarla çalıyor. Bu enstrümanların toplam adı: “Terör”… Hemen hemen tüm çalgıcılarının isminde “İslâm” kelimesi markalaştırılmış. (Lütfen 60. sayfadaki Zehra Ulucak’ın yazısını okuyunuz...) Al gülüm, ver gülüm! Bu öyle bir orkestra ki, birbirlerinin maddî ve mânevî tüm ihtiyaçlarında birleşerek çok sesli bir biçimde aynı terâneyi söyleyebiliyorlar. Amerika’nın tüm markaları Çin’de üretilirken, Çin’in ucuz işçi ve insan gücünden de ABD istifade sağlıyor, Çin’e yaptığı bu destekle Çin ekonomisi güçleniyor ve bu güç, Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine işkence uygulayıp Müslümanların yeryüzünde nüfuslarını azaltma operasyonunun altyapısını oluşturuyor: Danışıklı dövüş 2! Fransa kültür asimilasyonu için sembol ve imge çalışmalarını yaparken, İngiltere paranın nabzını tutuyor. Rusya’ya gelince, ABD’nin maşası hükmünde varlık göstererek, delinmesi gereken hava ihlâlleri, geçilmesi gereken sınırlar, bölünmesi gereken Türk Cumhuriyetleri ondan soruluyor. Kendi diline dokunmazken, Türk Cumhuriyetlerindeyse dil ve kültür devrimleri oluşturuyor. İsrail’in bu beş güç arasında adı geçmemesinin sebebi, haritalarda gördüğümüz bir küçük toprak parçasından ibaret olmayıp, uzamazkısalmaz, her ne hikmetse neredeyse sabitlenmiş Yahudî nüfusu ile dünyanın dört bir yerinde, insanın temel ihtiyaç ürünlerini markalaştırarak hemen hemen her eve ya şampuan, ya deterjan, ya tohum, ya giyim kuşamla giriyor. Filistin’e yağdırdığı bombaları bir havai fişek gösterisi gibi sınır ötesinden izliyor. Filistin’de neredeyse taş taş üzerinde kalmamış, ülke bir enkaz hâline gelmiş, fakat insan haklarından söz eden bu beş büyük güç, çaldıkları orkestranın güçlü sesiyle Filistinlilerin çığlıklarını bastırıyor. Nerede insan hakları deklarasyonları? Sahi, çok merak içindeyim! AHİM’e hak talebi ile başvuran Hıristiyan, Yahudî, Budist, Pagan dâvâcılar var mıdır? Danışıklı dövüş 3! Rusya, ABD’nin düşmanı değil, rakibi olmanın avantajlarını enerji üzerinden yaşarken; Amerika ise bir yandan diktatör komünist rejim baskısı altında ezilen Rus halkına kapitalist tüketim stratejisini pompalıyor, tüketim ve alım gücünü körüklüyor, diğer taraftan da petrolün varil fiyatlarını bir yükseltip bir indirerek Rus halkının alım gücü üzerinde psikolojik baskı ve denge problemi oluşturuyor. Öte yandan Rusya’nın Suriye’ye girmek için bahane arayışının ve ardından çekiliyormuş gibi yapışının ardında da bu orkestranın bir başka bestesi çalıyor. (Lütfen Ahmet Yozgat’ın 82. sayfadaki yazısını okuyunuz...) Görüldüğü gibi bu orkestra aynı notaları farklı enstrümanlar ile çalarak dünyanın kulağına barış şarkıları fısıldamaya devam ederken, İslâm coğrafyaları ise siyasî, kültürel, ekonomik baskılarla ya talan ediliyor, ya kendi içine hapsediliyor yahut “Parçala, yönet, yok et!” yöntemine mâruz kalıyor. Yazının başında “şefi değişken” olarak tanımladığım bu orkestranın görünmez ve fakat yetkisi kutsal, etkisi stratejik üstünlük barındınisan 2016 41 haberajanda Terör ran bir şefi değil, iki şefi var ve onlar vardiyalı olarak yönetiyor bu orkestrayı. Kim onlar? Dini menfaat ve erk aracı olarak kullanmayı meslek edinmiş Hıristiyanlar ve Yahudîler; nâm-ı diğer ABD ve İsrail… Sahip oldukları her ne var ise, hepsinin temelinde “insan”a ezâ yatan, hangi üstünlüğü elde etmişlerse mazlum canı, mazlum âhı almış bu iki büyük şef, dünyaya artistik yönetimleriyle konser vermeye devam ediyor. Soykırım soysuzları Paris’te, Bürüksel’de patlayan bir bombayla bu orkestra daha çılgın parçaları daha yüksek perdeden çalıyor, ancak Bosna-Hersek’te Müslüman soykırımını Sırplar sahnelerken 21. yüzyılın yüz karası olmaktan imtinâ etmiyorlar. Türkiye’nin başına Lozan ve Sevr Antlaşması ile ördükleri çorabın benzerini Dayton Antlaşması ile Bosna’nın başına örüyorlar. Fakat bu pratiği bu yüzyılda değil, çok öncelerden edinmiş onlar. Tarih kitaplarının arasında sıkışıp kalmış bir hoyrat şarkısı var bu orkestranın. Bizse, onların eski şarkılarını dinleme gayretini yitirdiğimizden mi, yoksa kendi türkümüzü söylemeye âşinâ olduğumuzdan mıdır bilinmez, bu yüzyılda söyledikleri şarkıları şaşkınlıkla dinliyoruz. Onlar varoluşlarını besleyen her türlü stratejik parçayı çok önceden bestelemişler hâlbuki. Biz yeni yeni işitiyoruz. İşte onlardan biri! “19. yüzyılda beyaz tacirleri Çin’e tonlarca afyon gönderiyorlardı. 1840’larda Çin’de 42 nisan 2016 o kadar çok afyon bağımlısı vardı ki Çin hükûmeti, 20 bin afyon kasasını yakma kararı aldı. Bunun üzerine Çin’e karşı harp ilân edildi (Birinci Afyon Savaşı). Çin, Nanking Barış Anlaşması’nda, yok edilen afyon için İngiltere’ye tazminat ödemeye, limanlarını İngiliz tacirlere açmaya ve Hong Kong’u teslime zorlandı. Anlaşmayla bağlanmış olan Çin, ithâlat vergilerini indirmek zorunda kaldı. Böylece ucuz İngiliz malları Çin pazarına akın etti ve Çin’in sanayi gelişimini neredeyse tamamen durdurdu...” Sömürdüğü koloniler ve böylesi yaptırımlarla varlığına varlık katan İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in 42 ülke’nin banknotunda resmi yer alıyor. Çünkü bir sebep oluşturarak orkestralarına yüksek volümlü bir parça icrâ ettirip gürültü patırtı arasında imtiyazlarını genişletme mahâretleri bugünde kalmıyor, yüzyıl ötesine uzanıyor. Her yol mubah Olmadı mı? Şarkıları tutmadı mı? Bu defa bir başka makamda besteleniyor tragedyalar. 1945’te Hiroşima, Nagazaki’ye ABD’nin attığı Uranyum-235 tipi atom bombası “Küçük Oğlan” (Little Boy), 140 bin insanın ölümüne ve iki kentin yerle bir olmasına sebep oluyor. Yine mi olmadı? Hangi ülkeyi konser salonu olarak seçmişlerse, o ülkeye yeni şefler atayarak darbeler yapıyorlar. Askerler, tanklar, panzerler eşlik ediyor onlara. Yetinemediler mi? İsminde “İslâm” geçen yahut İslâmî referanslara sahip olup bir zamanlar kendi enstrümanları ile besteledikleri terör örgütlerinin (El-Kaide, Hizbullah) üstleneceği intihar saldırıları düzenliyorlar. Hedefleri para ve güç olunca, her şeyin mubah kılındığı bu orkestrayla öyle etkileyici şarkılar söylüyorlar ki kendi insanlarına dinletip hayattan vazgeçecek, hatta ölecek (öldürülecek) kadar mest ediyorlar: Danışıklı dövüş 4! Amerika’nın İkiz Kule’lerinin yerinde yeller esiyor şimdi. Fakat 11 Eylül 2001 yılından bugüne, onlar kendi besteledikleri ve de kendi insanlarını ölümüne mest etmeyi göze alacak kadar güçlü bir trajediyi sahneliyorlar. (Lütfen 10. sayfadaki Mehmet Şeker’in yazısını okuyunuz...) Türkiye, Mehter Takımı ile kendi marşını söylüyor İnsanlar evlerindeki koltuklarda oturmuş hâlde dünya sahnesine uyarlanmış bu tragedyaları izleyedursun, orkestranın dört ana grup dediğimiz enstrümanları olan ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti, insan emeğini, enerjisini ve coğrafyaların yeraltı kaynaklarını ve madenleri, koloni ülkelerini kullanarak ve sömürerek varlıklarına varlık katıyorlar. Emtia borsası, finans merkezleri, Siyonist ideaları, stratejik istihbarat örgütleri (CIA, MOSSAD, MI6) ile sınır tanımadan hayatlarımızın içine kadar sirayet ediyor güçleri. Fakat Türkiye ne oturup izlemede, ne de o orkestra içinde bir enstrüman olma eğiliminde! Onun mâzisinde dünyayı inleten Mehter Takımı, şimdi ise kalplerde terennüm edilen marşları var. Çünkü son 10 yılda Türkiye, kulakları sağır edercesine söylediği nağmeleri dillere dolayan orkestrayı, onların umduğu biçimde kâle almıyor. Çünkü E. Gladstone’nin, “Ahlâk bakımından yanlış olan bir şey, politika açısından da doğru olmaz” sözündeki erdemi, “Bir siyasetçi gelecek seçimi, bir devlet adamı ise gelecek kuşağı düşünür” diyen James F. Clarke’nin değindiği prensibi tavrında ve kararlarında seyrettiğimiz bir Cumhurbaşkanı’na sahip bu ülke! Çünkü bir dâvâ ve bir inanç uğruna çıkılmışsa bir makama, onun mes’ûliyetini önce Vahy-i İlâhî’den devşiren, sonra Sünnetullah ile kuşanan ve ardından Hz. Ömer’in adâletini kalbinde taşıyan Recep Tayyip Erdoğan gibi bir lidere sahip bu ülke! Ancak dünya sahnesinde konser vermeye müptelâ olmuş, paraya ve güce meftûn güçlerin hoşuna gitmiyor bu portre. Hoşlanmayınca ne yapıyorlar? Eğitimsiz, değerlendirme kabiliyetine sahip olamayan, sorunlu, kendisini ispatlama kaygısında olan, paraya muhtaç ve kaybedecek bir şeyi olmayan insanları bir enstrüman gibi allayıp pullayıp orkestralarına ekliyorlar. Göze çarpmayan, gerektiğinde ortalıktan kaybolabilen (saklayanları sağ olsun), bir ülke, bir millet veya bir toprak tescili bulunmayan alt enstrümanlarını, uyguladığı politikadan hoş- lanmadığı bu ülkelere gönderiyorlar. İşte o enstrümanlar, yani malûm terör örgütleri söylüyor bu defa bir başka perdeden güçlerin öğütledikleri parçayı. Sur, harâbeye dönüyor! Sokak çalgıcısı teröristler Taşeron enstrümanlar canla başla icrâ ediyorlar aldıkları bu görevi. Cana göz dikiyorlar, mala göz dikiyorlar… Caddelerimize kan, evlerimize ağıtlar sıçrıyor. Maksatları yönetim otoritesini zayıflatmak, halkı tedirgin etmek, silah satışlarıyla tâbi oldukları büyük güçlerin zenginliğine zenginlik katmak… Başarıyorlar da… Ölüm öncesi muhteşem bir başarı bu! Ölüm sonrası sorumluluğundan azâde bir zenginlik… Sadece büyük ülkelerin başkentlerinde kâğıtlara not düşülmüş bestelerle konser vermiyor bu orkestra. Türkiye gibi başı dik, mücadelesinden emin, kendilerine pek teveccüh etmeyen ülkelerin meydanlarında, sokaklarında, ücretsiz halk konserleri (!) veriyorlar. Her bir nakaratta onlarca insanın kalbi duruyor. Otobüs durakları, sokak başları kana bulanıyor. Anaların yüreği dağlanıyor. Onlar bu ağıtlardan, feryatlardan ilham alıyorlar. O büyük orkestranın bir suçu yok(!), tüm bunları sokak çalgıcıları yapıyor. Gûyâ... Hangi ülkenin sokağına bağdaş kurup vurmalı çalgılarını kurmuşlarsa, o ülkenin topraklarının küçülmesini, sınırlarının daraltılmasını hedefliyorlar. Geniş alanda yitip gitmesin sesle- ri diye… O ülkenin etrafını ateş çemberi ile kuşatıyorlar sesleri yankılansın, halk onlara hayran kalsın da yeni ve kendileriyle bağ kurmayan, dünya insanının dünya ve ukbâ saâdeti için ilâhiler söyleyen yeni bir orkestra doğmasın diye. Hayranlarını kaybetmek, onların ölümleri demek çünkü. Parayla oynuyorlar; finansal istikrasızlık onların kutularına daha çok para atılmasını sağlıyor. O enstrümanlar dün ASALA, ETA, IRA idi, bugün PKK, PYD, IŞİD, DHKP-C ve diğerleri… (Ve lütfen, 44. sayfadaki Haber Ajanda imzasıyla yayınlanan dosyamızı okuyunuz...) Daha da mı yetinemediler? Legâlleştirilmiş, dağdan şehre indirilmiş enstrümanlarına kravat takıp demokrasi şarkılarıyla başköşeye uğurluyorlar: HDP… Yüzyıllardır çalışıyor ve çalıyorlar. Onları dinlemeye teşne çok hayranları var bir kere bileti kesilmiş, konser salonuna alınmış olmanın rehâvetiyle… Aslında varlığı bir markadan ibaret olan ve algıları yönetme kabiliyetiyle büyükleştirilmiş küresel güçlerin âkıbeti pek parlak görünmüyor. Mahatma Gandhi’nin şu ifadelerine bir bakalım ve sonra da büyük güçleri zamana bırakalım: “Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz siyaset, vicdanı sollayan eğlence, çalışmadan zenginlik, bilgili ama karaktersiz insanlar, ahlâktan yoksun bir iş dünyası, insan sevgisini alt plâna itmiş bilim ve özveriden yoksun bir din anlayışı.” Tüm bu olup bitenler ara- Yazının başında “şefi değişken” olarak tanımladığım bu orkestranın görünmez ve fakat yetkisi kutsal, etkisi stratejik üstünlük barındıran bir şefi değil, iki şefi var ve onlar vardiyalı olarak yönetiyor bu orkestrayı. Kim onlar? Dini menfaat ve erk aracı olarak kullanmayı meslek edinmiş Hıristiyanlar ve Yahudîler; nâm-ı diğer ABD ve İsrail… sında, etrafı ateş çemberi ile sarılmasına rağmen kendi marşını söylüyor Türkiye: “Sen böyle yürürken tuğla sancakla,/ İslâm zaferleri geliyor akla!” Düşlerinde örsler çalıyor yürekleri hoplatan. 21. yüzyılda kan emici, vahşeti içselleştirmiş Batı’nın modernitesine karşılık, Medîne’sini inşâ etmek için çalışıyor. “Minâreler süngü, kubbeler miğfer;/ Camiler kışlamız, mü’minler asker…/ Bu İlâhî ordu dinimi bekler:/ Allahu Ekber! Allahu Ekber!” gibi dizeleri olan güfteler biriktiriyor tüm dünyanın dinleyeceği besteler yapmak için. Kararlı, başı dik ve inanç- la kendi menkıbesini yazıyor tarihe. Sâfî kulaklara değil, kalplerin ve ruhların beslendiği bir dâvânın ilâhisi olup yükseliyor onların sesi arşa. Büyük küresel güçlerin şimdilerde dünyevî her bir şeye güçleri yetse bile, Rabbin helâk edişine güç yetiremeyeceklerini biliyor bu vakur ve dirâyetli Türkiye’de Rabbine mutî ve mazlumun derdine düşmüş olanlar ve de yüreklerinde Bosna’nın, Filistin’in, Suriye’nin, Kafkasya’nın, Doğu Türkistan’ın, Afganistan’ın, Arakan’ın, Çeçenistan’ın yarasını hissedip onlarla birlikte kanayanlar… nisan 2016 43 HABERA JANDA DOSYA: TERÖR Bugün dünyada, başta NATO ve BM olmak üzere uluslararası tüm blokların ortak kararı şudur: “Egemenlik hakkı, toprak bütünlüğü demektir!” Devletlerin hayat zinciri ve büyük kubbe şiârını tehdit eden ve “yeni tehlike” olarak isimlendirilebilecek olan bir “yeni durum” söz konusudur: Terör! *** Bir kilit soru daha: Terör tanımı ilk defa ne zaman uluslararası bir tarif hâlini aldı? *** Devlet aklına, devletlerarası hukuka ve devletlerin gücüne “terör” yakıştırılamaz ve ilgili kılınamaz! Nitekim her ülkede terör saldırıları vardır. “Terörün iyisi kötüsü olmaz! ‘Senin terörün, benim terörüm’ denmemelidir!” ısrarı da bundan kaynaklanmaktadır. Bu doğrudur, ancak hâlâ ortada cevapsız kalan bir soru mevcuttur: Terör nedir, terörist kimdir? *** “Üçüz şiddet” dediğimiz ve ayrıştırılması zor olan, hattâ üçüz etkisi yaptığı için olay mahallinde üçünden hangisi olursa olsun “Aynı kişiydi!” teşhisi konulan eylem türlerinin ayrıştırılması bir zorunluluktur. Devlet, “Üçüz Ailesini lânetliyoruz! Üçüz Ailesini ininde yok edeceğim!” deyip şov yaparak üçünü de “aynı” göremez. Dolayısıyla mücadelesini de “tek ve toptan” yapamaz! Bu, devletin acze düşüşünü ve sonunu hazırlar! *** Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Egemenlik riskte!” iddiasıyla özgürlüğü kısıtladığı yönündeki propagandanın gerçeği yansıtmadığı doğru ve usûle uygun şekilde ortaya konulmalı ve “özgürlük” adı altındaki “egemenliği riske eden çabalara” da müsaade edilmeyeceği kararı gösterilmelidir. Belki Sayın Erdoğan ve Hükûmet bu noktada duyarlı olabilir; ancak duyarlılık, kitle psikolojisiyle de onaylanmalıdır. Bu açıdan kamuyla iletişim geliştirilmelidir. Üçüz şiddet ve “TERÖR” Devlet aklının dili ve kavram kullanma yöntemleri 44 nisan 2016 H AYAT zinciri, kişi-ailetoplum-devlet aşamalarında gelişen ve korunan “bütünleşik akıl ve toplam duygusallık” ile var olur. Varoluş ise tersten okunduğunda, her bir aşama bir öncekinin “altında toplanan birer kubbe” görevi görür. Yani “devlet” toplumun kubbesi, “toplum” ailenin kubbesi ve “aile” de kişinin/bireyin kubbesi işlevini görür. Hatta betimlemeli bir tablo yaparsak eğer, her bir kubbede gök kubbe gibi gündüz-gece, güneş-yıldız görünür/izlenir. Nitekim “kubbenin çöküşü” kaygısı veya endişesi neyse, devletin, toplumun, ailenin ve bireyin çöküşü de aynı psikoloji ile karşılanır ve bu bağlamda uyarılar, tedbirler ve savunmalar gelişir. HABER AJANDA >> Hayat zincirinin her bir halkasının birer “sağlam halka” olması ise tüm aşamalarda “ortak akletme” ve “bütünleşik duygu” ile mümkündür. Ortak akletmenin en önemli “kuvvetlendiren iksiri” “kavramlar”, bütünleşik duygunun can suyu ise “birlik(te yürümek) hayâli”dir. Bu bağlamda kavramlar, kişi-aile-toplum-devlet hayat zincirinde aynı kelimeler ve/ veya sembollerle kullanılırken, her bir aşamada kelimenin taşıdığı anlamın sorumlulukları da farklılaşmaktadır. Bir başka ifade ile kavramlar, sadece anlamları ile değil, anlamın getirdiği yükümlülüklerle de var olurlar. Bu yükümlülüklerse hayat zincirinde görev dağılımı ve yetki sınırları getirmektedirler. Bunun en çarpıcı ve en berraklaştırıcı örneği, “öz- gürlük” kavramının anlamyükümlülük betimlemesidir: Birinin özgürlüğünün başladığı yerde diğerinin özgürlüğü sınırlanır! Kişinin özgürlüğünü ailenin özgürlüğü sınırlar; ailenin özgürlüğünü toplum, toplumun da devlet... Devlenisan 2016 45 HABERA JANDA DOSYA: TERÖR Terörün ekseni, sosyo-ekonomik veya jeopolitikten önce sosyal psikolojiye dayalı olarak birey ve toplumun bilinçaltına yerleşmeyi hedefler. O nedenle terör, sosyo-ekonomik, jeopolitik ve siyasal hedefler için psikolojik altyapılar hazırlar. tin sınırını da “anayasa” çizer. Anayasa ise her bir kişinin/ bireyin onayladığı bir unsur olmak durumundadır ki, hayat zinciri, “barış boynu”na takılan bir gerdanlık olabilsin. Zaten barış boynuna takılacak borcumuz da bu gerdanlıktır. Fakat hayat zincirinin halkalarının zayıfladığı ve koptuğu dönemler vardır. Bu dönemlerin analizleri yapıl- 46 nisan 2016 dığında, halkayı sağlam kılan unsurların eksikliği/yıpranması söz konusudur. Özellikle kavramların kullanımında ve birlik gerekçelerinde “Kelime aynı, ancak anlamın sorumlulukları farklı!” tepkisi ile “Birleştiren unsur aynı, fakat kastedilen hedef farklı!” tepkisi var olabilmektedir. İşte hayat zincirinin kopma ve dağılma sürecine biz “kaos” diyoruz. Kaos ile so- nuçlanacak halkalara ve/veya kubbeye yönelik saldırılara da “savaş”... Çok ilginçtir, savaş her zaman “barış” için reddedilir. Fakat kaçınılmaz savaşlarda da “hayat zincirinin bekçileri” diyebileceğimiz kahramanlık yüceltilir ve ölen kahramanlar, hayat zincirinin armağanları olarak geleceğe taşınır. Savaş eşiğinde ve süre- cinde kontrolü eline alan güç, kuşkusuz devlettir ve devletin savaşta iki aslî görevi vardır: Hayat zincirini korumak ve savaş sonrasında kalıcı olması için devletin “en büyük kubbe” olarak bilinmesini sağlamak… İnsanlık, savaş tecrübesi ile “hayat zincirini korumak” adına bir “savaş hukukuinsan hakları” kültürü inşâ etmiş ve taraf devletleri uluslararası sözleşmelerde denetlemiştir. Bir de devletlerin “en büyük kubbe” hakkını HABER AJANDA garanti altına alan “egemenlik hakkı” vazetmiştir. “Egemenlik hakkı” hayat zincirinde “yeni kişi-yeni aile-yeni toplum-yeni devlet” talebine dönmediği sürece, “Egemenlik hakkı, toprak bütünlüğü ile somutlaşır” cümlesindeki form yürürlüğe konulmaktadır. Ancak ne zamanki “yeni (…)” süreci “büyük değişim-kaçınılmaz devrim” eşiğine gelirse, o zaman söz konusu “egemenlik hakkı” ifadesi, toprak bütünlüğü formu yerine “demokratik yönetim” adı altında geliştirilecek “yeni ülke” ile değiştirilmektedir. Bugün dünyada, başta NATO ve BM olmak üzere uluslararası tüm blokların ortak kararı şudur: “Egemenlik hakkı, toprak bütünlüğü demektir!” Devletlerin hayat zinciri ve büyük kubbe şiârını tehdit eden ve “yeni tehlike” olarak isimlendirilebilecek olan bir “yeni durum” söz konusudur: Terör! İnsanlık müktesebatı “savaş” ile kaim iken, savaş kültürü/geleneği içinde olmayan bir “yeni saldırı türü” olarak “terör” var olmuştur. Bu noktada “Terör bir modern sorundur!” demek mümkün. Terörün modernliğin bir ürünü mü, yoksa modernlik listesi içinde yer bulan bir “yeni” mi olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak kesin olan bir şey var: İnsanlık, “yeni kavram” hâline getirilmiş bir olgu ile karşı karşıyadır. Peki, terör nedir? Terör için özellikle “kavram hâline getirilmiş” şeklinde tanım bulan bir etiket koyduk. Çünkü terör, bir “savaş taktiği” olmaktan çok (yani teknik bir askerî saldırı türü olmaktan öte), bir “politik zihniyet” ve “egemenlik değişimi aracı” özelliği taşımaktadır. Bu noktaya belirli aşamaları kat ederek gelmiştir. Bu aşamalar tespit edilmediği sürece “terör ile mücadele” etiketiyle yapılanların çoğu “inine girilemeyen, ovada av” ölçeğinde kalacaktır. Terörün kozası Terörün “hücre” hâli veya “larva” aşaması, hatta “ilk aşama” denilecek basamağı şudur: a) “Adresi belli olmamalıdır” yerine başka bir veya birkaç adres konulsa da, gerçekte adresin belli olmadığı kanısını güçlü kılacak şekilde karmaşık bir yapı veya gizliliğe büründürülmüştür. b) “Olayın ölçeği, eylemin kendisi değil, sonuçları, yani dalgalanması ile ilgilidir.” Yani olaya değil, olayın sonuçlarına, başlatacağı veya bitireceği süreçlere bakılmalıdır. c) “Bilinçaltını hedef alır.” Terörün ekseni, sosyoekonomik veya jeopolitikten önce sosyal psikolojiye dayalı olarak birey ve toplumun bilinçaltına yerleşmeyi hedefler. O nedenle terör, sosyo-ekonomik, jeopolitik ve siyasal hedefler için psikolojik altyapılar hazırlar. Bu üç özelliğe dikkat edilerek şu anahtar soru sorulmalıdır: Bu üç özellik, hayat zincirinde hangi halkayı kuluçka olarak kullanabilir? Veya bu üç özelliği hangi halka koordine edebilir? Bu iki peş peşe soruya tereddütsüz cevap vermeliyiz: “Devlet!” O zaman şu gerçekle yüzleşmek durumundayız: Terörü ancak devletler sonlandırabilir. Ve terör, ancak devletler tarafından var edilip kullanılabilir! Bu bir paradoks olarak görülebilir. Oysa devletlerin geliştirdiği “yeni savaş taktiği” olarak incelendiğinde şu tespit rahatlıkla yapılabilir: Terör, devletlerin var ettiği, fakat “kontrolden çıkan güç” olarak sahibini de yok eden “laboratuvar ürünü” bir deneydir. Eğer paradoks için bir detay delil bulmak zorunda kalacaksak, o zaman şu balistik sonucu kullanabiliriz: Terörün bilindik bir adresi olmadığından, bir terör saldırısının faili olarak bir devleti bulmak mümkün değildir! Ancak yukarıda zikrettiğimiz üç özelliğin izi sürülüp “muhtemel devlet” dikkate alınarak tedbir alınabilir. Peki, bu canavar ne zaman var edildi? Kurucu devletleri belli mi? Laboratuvarın adresi biliniyor mu? Bugün kesinleşmiş sonuçların mevcudiyetini “Laboratuvar adresi: Ortadoğu… Zaman: İkinci Dünya Savaşı sonrası… Muhtemel devletler: Ortadoğu’da hesabı olan devletler...” listesi içinde gösterebiliriz. Bir kilit soru daha: Terör tanımı ilk defa ne zaman uluslararası bir tarif hâlini aldı? Bizim cevabımız şöyle: “ABD’deki 11 Eylül saldırısından sonra… Yani canavarın hafızasındaki ‘sahipler listesi’ne yöneldiği gün…” Terör kelimesinin kökenindeki “korkudan titremeyi sağlayan şiddet” ve “dış güçlerin düşmanlık derecesi” gibi iç politika propagandası için malzeme özelliği Fransız Devrimi’nden bu yana sözlükte yer alsa da, “terör” kavramının “uluslararası hukuk” nezdinde “küresel ve endüstriyel tarif ” zamanı, İkiz Kuleler’e yönelik saldırının tarihi olan 11 Eylül saldırısının gerçekleştiği zamandır. Çünkü o dönemin ABD Başkanı Bush tarafından çocuğun bile anlayacağı bir terör tanımı yapılmıştır: “Amerika’dan yana iseniz, barıştan yana; Amerika’nın yanında değilseniz, terör safındasınız!” Dikkat edersek Bush, “Terörü kınamak yetmez!” diyor; hatta “Terörle mücadele etmeniz de bir yere kadar! Önemli olan şu: ABD’ye saldırıldığı zaman ABD’nin yanında, ABD’nin saldıracağı hedefe karşı birlikte saldıracak mısınız?” diyor. Oysa uluslararası sözleşmeye göre bir ülkeye yönelik saldırı durumunda, o ülke NATO üyesi ise, zaten NATO üyesi diğer devletler o ülkeyi korumak için şartlara uygun destek vermek ve saldıran tarafa yönelik operasyonları, saldırıya uğrayan ülkenin “egemenlik hakkını kullanmak” olarak kabul etmektedir. Fakat Bush başka bir şey, hatta bir “yeni dil” kullanmaktadır: “Her devlet kendisi için tehdit gördüğü bir unsuru ‘terör’ kapsamına nisan 2016 47 HABERA JANDA DOSYA: TERÖR alabilir. ABD’nin desteğini istiyorsanız önce ABD’nin yanında savaşın ki sizin de ‘terör’ ilân ettiğiniz adresleri biz de ‘terörist’ ilân edelim!” Bush’un bu tanımı ve teklifi/tehdidi bir “gelenek/ alışkanlık” oluşturmuştur: “NATO ve BM de by-pass edilebilir!” Nitekim 11 Eylül’e kadar NATO ve BM üzerinden yürütülen savaş-egemenlik hamleleri, artık NATO ve BM’ye rağmen operasyon kanallarını açmıştır. Böylelikle “terör” gerekçesi, devletlere “gizli tünel” imkânı vermiştir. Öyle ki, otuz yıl içinde adeta bütün devletler Ortadoğu’ya NATO ve BM’ye rağmen “hücum” etmişlerdir. Her ülke Ortadoğu’ya aynı cümleyi/gerekçeyi kullanarak saldırmıştır: “Terörün ini Ortadoğu’dur! Ve ininde kurutmazsak, terör, 11 Eylül olaylarında olduğu gibi Ortadoğu sınırlarını aşıp bizim ülkeye de gelecektir…” Hatta Avrupa, ABD ve Rusya’nın yer aldığı bölgelerdeki birçok saldırının bizzat söz konusu ülkeler tarafından organize edildiği, böylelikle “Ya! Gördünüz işte! Biz onun için Ortadoğu’ya gitmeliyiz” gerekçesi için koordine edildiği iddiaları bile yapılabildi. Ve dünya Ortadoğu’da… Konu: Terör avı! Peki ya Ortadoğu ile bin yıllık geçmişi olan Türkiye? Türkiye ve terör serencâmı nerede başladı? Türkiye’nin tutumu ne oldu? Türkiye de Ortadoğu’ya terör avı için çıktı mı? Suriye İç Savaşı, Türkiye için avın izini sürerken kendini içinde bulduğu 48 nisan 2016 bir terör ormanı mı oldu? Sahi, PKK terör örgütü mü idi? Ve Türkiye’de, son bir yılda artan canlı bomba olayları Türkiye’ye hangi mesajı veriyor? Mesaj veren devletler hangileri? Canlı bomba bir iz midir? Yahut bir devlete işaret eder mi? Canlı bomba bir devlete işaret etmez, edemez! Çünkü canlı bomba, tam aksine bir “delil karartma” eylemi, gerçek katili gizleme hamlesi, başka devletlere işaret etme provokasyonudur. Nitekim dünyada bir devletin bir başka devleti terör yapmakla veya teröre destek vermekle suçladığı ve NATO ile BM’yi o devlete karşı göreve çağırdığı veya ilgili devleti terörle suçlayıp ispatladığı tek bir örnek dahi yoktur! Çünkü terör, ancak bir örgütle ilişkilendirilebilir, bir devletle değil! Neden? Nedeni çok basit! Devlet aklına, devletlerarası hukuka ve devletlerin gücüne “terör” yakıştırılamaz ve ilgili kılınamaz! Nitekim her ülkede terör saldırıları vardır. “Terörün iyisi kötüsü olmaz! ‘Senin terörün, benim terörüm’ denmemelidir!” ısrarı da bundan kaynaklanmaktadır. Bu doğrudur, ancak hâlâ ortada cevapsız kalan bir soru mevcuttur: Terör nedir, terörist kimdir? Son yıllarda Türkiye’de yaşanan canlı bomba olayları, PKK saldırıları ve 17 Aralık operasyonunun öncü kuvveti Gülencilerin “terör örgütü” suçlaması ile tasfiyeleri süreci devam ederken, Cumhurbaş- kanımız Sayın Erdoğan’ın “Terörü yeniden tanımlamalıyız!” şeklindeki vurgusu, “cevapsız soru”ya vurgudur. Üstelik bizzat kendisi terör örgütlerine destek vermekle suçlanıp Hükûmet’in devrilmesi sonrası vatan hainliği ile yargılanması noktasında operasyonlara maruz kalmıştır. Türkiye ile ABD arasında “PYD terör örgütü müdür?” sorusuna aranan cevabın anlaşmazlıkla sonuçlanması ve ABD’nin “PKK terör örgütüdür, ancak PYD değildir” ısrarı, artık zamanı gelen bir aşamayı pekiştirmektedir: Terör-devlet ilişkisi uluslararası ölçekte masaya yatırılacak aşamaya gelmiştir ve terörün “herkesin işine gelen” özelliği, artık herkese zarar vermektedir! Canlı bomba eylemlerinin hep bir örgütle bağlantılı olarak ortaya konulması, fakat o örgütlerin devletlerle ilişkilerinin birer “kayıt dışı görüşme” konusu yapılması, artık “Mızrak çuvala sığmıyor” görüntüsü vermektedir. O zaman tüm cesaretimizle bir soruyu/sorunu ortaya koyup netîcelendirmek durumundayız: Ortadoğu bir “teröristan” yatağı hâline getirilmiş ve Ortadoğu üzerinde maddî-manevî hesapları olan devletlerin bu örgütlerle perde arkası ilişkileri bilinse de hiçbir terör eylemi bir devletle ilişkilendirilemiyorsa, Türkiye bu karma-karmakarışık komşu bölgede ne yapıyor? Gülencilerin, Ergenekoncuların, PKK’nin birbirinden farklı birer örgüt olarak aynı yerde durup Hükûmet’e sal- dırmalarında ve perde arkasında birlikte hareket ettikleri devletlerin himâyesinde Türkiye’ye ve özelde Sayın Erdoğan’a yönelik “Türkiye de Ortadoğu’daki terör örgütleriyle temas kurmak ve eylemlerin arkasındaki gizli özne devlet olmak” ile suçlamalarında haklı olabilirler mi? Gerçi hiçbir ülkede kendi devletini bu tarzda suçlayarak hükûmete operasyon yapan zihniyetlere pek rastlanmaz ve de muhalefet partilerinin de eşlik ettiği gibi, her terör saldırısından sonra birlik ve dirlik içinde teröre karşı durmaktan çok hükûmeti yıpratmak ve suçlamak gayreti de diğer devletlerdeki partilerin muhalefet anlayışında pek yoktur. Bu nedenle ilginç bir blok oluşmuş görünse de hepimizin aklında ve kalbinde bir şüphe kalmaması için cesaretle sorumuzu yineleyebiliriz: “Türkiye terör konusunu nasıl çözümlüyor ve onlarca devletin Ortadoğu’daki terör taktiğine karşılık nasıl bir strateji geliştiriyor?” Türkiye terör kuşatmasında! Konunun bu kritik bölümünde dikkatlerin dağılmaması için öncül önermelerimizi hatırlayalım: “Adresi belli olmayan, başka adres göstermek için delil bırakan ve sonuçları takip eden” şiddet içerikli olarak egemenliğe karşı yapılan saldırıya “terör” diyoruz. Ancak ABD’deki 11 Eylül sonrasında “adresi belli olan, delilleri tek adresi gösteren ve sonuçları kendi egemenliğini kurmak” olan HABER AJANDA şiddet hareketleri de “terör” kapsamına alındılar. Fakat bu kapsamdaki liste konusunda bir mutabakat sağlanamadığı için her ülkenin kendi terör listesi farklı oldu. Bazı ülkelerin ortak listeleri olsa da anlaşmazlık konusu olan çok örgüt var. Örneğin İsrail’e göre Hamas terör örgütüdür, fakat Türkiye’ye göre değil. PYD, Türkiye’ye göre terör örgütüdür, ABD’ye göre değil… Bir de Türkiye’nin 12 Eylül İhtilâli’nden kalma bir “terör” tanımı ve kapsamı var ki, işte bu, “terör” kelimesini anlam ve bağlamından koparmayı göze alarak, “Şiddet içermese de devlete-hükümete yönelik tüm operasyonlar terör kapsamındadır” gibi oldukça “kullanışlı ve çok yönlü biçen bir mekanizma” görevi görmektedir. Ve bu, “Anayasa” sorununun önemli çıktılarından biridir. Nitekim hükûmete yönelik operasyon ve devleti yönetme hamlesi olan Ergenekon-Balyoz örgütlenmesi de, Gülencilerin operasyonu da terör örgütü” kapsamında tanımlanarak tasfiye edilmektedir. Hatta bir ironidir ki Gülenciler, Ergenekon-Balyoz örgütlenmesinin terör kapsamında tasfiyesine destek vermiş, hatta koordinatörlük görevi üstlenmişlerdir. Gün geldi, aynı kapsamın içinde şimdi tasfiye edilmekteler. O zaman Sayın Erdoğan’ın “Terörü yeniden tanımlamalıyız!” çağrısının iki yönü var ki birincisi, uluslararası yönüdür. İkincisi, devletlere karşı “Terör tanımı ve listesinde artık tüm fark- Gülencilerin Hükûmet’i devirme ve devleti paralelden yönetme fiili sabittir ve gereği yapılmalıdır. Ancak bu, üçüz şiddetten sadece biridir ki bu, bildiğimiz “terör” ile mücadele yöntemiyle yok edilemeyecek üçüzden başka biridir. lılıkları bitirelim!” çağrısının yapılmasıdır. “Bir de “yeni anayasa” kapsamında mevcut kanunlarımızı uluslararası tanıma uygun olmak kaydıyla netleştirelim!” düşüncesi mevcuttur. Tabiî içe dönük bu çağrıdaki mesajın sonunda, başta Gülenciler olmak üzere “şiddet” kullanmayan, fakat hükûmeti devirmek ve devleti yasadışı yollarla yönetmek suçlarını işleyenlerin ayrı bir hukukî tanım içinde mi gösterilecekleri, yoksa “silahsız terör örgütü” tanımı geliştirilip mevcut yasalar genişletilerek mi yargılanacakları konusu henüz netleştirilmiş değildir. Çünkü “silahsız terör” ifadesinin içerik ve sınırlarını hukuk kurallarına uygun şekilde yasalaştırmak oldukça zor bir iştir. Demokrasi, özgürlük, eşitlik, girişimcilik, örgütlenme hakkı gibi temel haklar kapsamında olan ve ulusla- rarası sözleşmelerle çerçevelenmiş mevcut uygulama ve kültüre zarar vermeden bu konuyu netleştirmek önemli bir “mesele”dir ve Türkiye için bu şekilde kalacaktır. ristin rehin aldığı sivile zarar vermeden operasyonu sonlandırmak gibi ince ve zekice hamleler gerektirir. Peki, bu inceliği ve zekâyı Türkiye nasıl gösterecektir? Özellikle hukuk devleti ve demokratik kültür içinde bu konu, sonu gelmez tartışmalar oluşturacaktır. Peki, gerçekten silah kullanmayan, fakat devletin varlığına, ülkenin egemenliğine kasteden örgütler, diller, eylemler yok mudur? Vardır! Ancak bunlarla mücadelenin yol ve yordamı, birebir şekilde terör örgütleriyle mücadele ile aynı-eşit olamaz. Çünkü bu, teröristi öldürürken, terö- “Üçüz şiddet” dediğimiz ve ayrıştırılması zor olan, hatta üçüz etkisi yaptığı için olay mahallinde üçünden hangisi olursa olsun “Aynı kişiydi” teşhisi konulan eylem türlerinin ayrıştırılması bir zorunluluktur. Devlet, “Üçüz Ailesini lânetliyoruz! Üçüz Ailesini yok edeceğim!” deyip üçünü de “aynı” göremez. Dolayısıyla mücadelesini de Kuşkusuz “silahsız terör” ifadesinin içini “silah kullanmış olmasa da terör örgütüne üyelik veya teröre destek özelliği taşıyan söylem, tutum ve pozisyon alış” ile doldurmayı denemek mümkündür. Ancak bu da o kadar kolay olmayacaktır. Türkiye, terörle mücadelede bize göre birbirine benzer ve birbirini besleyen fakat her biriyle mücadele türü farklı olması gereken “üçüz şiddet” diyebileceğimiz üç saldırıyı karıştırmadan ve katıştırmadan sürdürmelidir: Terörle mücadele, egemenlik mücadelesi ve eylem/canlı bomba… nisan 2016 49 HABERA JANDA DOSYA: TERÖR Terörle mücadelede “uluslararası mutabakat” şarttır ve Türkiye, terörle direkt-dolaylı ilişkisi olmayan ülke temizliğinde kalarak diğer ülkelere öncülük etmelidir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “tek ve toptan” yapamaz! Bu, devletin acze düşüşünü ve sonunu hazırlar! Hatta bu üçüz şiddete “aynı ailenin bireyleri” diye ayrım yapmaksızın, birinin eyleminden diğerini sorumlu tutamaz. Her biriyle de mücadelenin yolu farklıdır, cezaları da farklı olmak durumundadır. Tabiî güçlü, büyük ve adil bir devlet ise… Türkiye, güçlü, büyük ve adil bir devlet olma yolunda mesafe almaktadır. Türkiye hem terör, hem egemenlik, 50 nisan 2016 hem de eylem/canlı bomba kuşatması altındadır! Elinden geldiği kadar “üçüz şiddet” ile ayrı ayrı ilgilenmeye çalışmaktadır. Ancak bu mücadelede zorlanmaktadır. Çünkü üçüz şiddetin izini sürerken ve üçüzler birbirlerini suçlarlarken, maalesef mücadelede ihtiyaç duyduğu destek ve motivasyonu almakta zorlanmaktadır. Çünkü Devleti, Hükûmet’i ve Erdoğan’ı suçlayan bir muhalefet siyaseti mevcuttur; Erdoğan’ı sevmemekten kaynaklanan geniş bir “nefret bloğu”, bu mücadeleyi güçleştiren tutumlar göstermektedir. Fakat tüm bunlara rağmen Türkiye, bu üçüz şiddet sarmalından çıkmak durumundadır. Türkiye, üçüz şiddetin bataklığını kurutmak için üç ayrı bataklıkta farklı yöntemlerle çalışmak durumundadır; kat’î sûrette hepsini de “terör” çuvalına doldurup boğacağını düşünmemelidir. Çünkü üçünü de “terörle mücadele” silahıyla yok edemezsiniz. Terörü yok eden silah, ancak teröristi öldürür. Fakat egemenliğe kasteden şiddet ve eylem/canlı bombayı öldüren silah ve mermi başkadır. Bu, tıpkı bir vampirin ancak gümüş kurşunla vurulması gibidir. Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve özelde Cumhurun Başkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu ve devlet kurumları üçüz şiddetle mücadelede ayrı yöntemler ve silahlar kullanarak mı mücadele ediyorlar? Sonuç alabiliyorlar mı? HABER AJANDA Ortak kanaat odur ki, devlet üçüz şiddetle, her biri için ayrı mücadele yönteminin farkındadır ve uygulamaktadır. Suriye odaklı ve PKK eksenli terörle mücadeleyi, Güneydoğu Anadolu’daki operasyonlarda görüldüğü üzere -sivil kayba dikkat ederek- yürütmektedir ve bu noktada başarılıdır da. Egemenlik noktasında, başta Gülenciler olmak üzere “çatı darbe bloğa” karşı mücadelede mesafe alınmaktadır. Ancak zamana ihtiyaç vardır. Ve ancak asıl önemlisi şu: Bu üçüz şiddet türünden biri olan dokuyu “silahsız terör” gibi çok âfâkî bir soyutlama ile değil de doğru tanımlamalar üzere ve yasal düzenlemesi yeni anayasa ile pekiştirilmiş hukukî bir düzenleme içinde tanımlamak durumunda. Her ne kadar 12 Eylül Darbesi ile sağlanmış, 12 Eylül Anayasası ile korunmuş, Kenan Evren’i “yargılanamaz” kılan ve egemenliğe kastetmese de her türlü muhalif düşünceyi rahatlıkla “Terör kapsamındadır!” genişliğine imkân veren mevcut “esnek yasallık” da yeni anayasa ile düzeltilmelidir. Çünkü “şiddetin” tanım ve sınırı soyutlamalarla genişletilirse, kimin ne zaman hangi şiddetten yargılanacağı belli olmayan darbeler ülkesi eski Türkiye’ye dönülmüş olur. Nitekim Ergenekon’da muvazzaf bir Genelkurmay Başkanı bile “ömür boyu müebbet hapis” almış ve hakkındaki karar onanmış, tekrar yargılama ile ancak beraat edebilmiştir. Şimdi de 17 Aralık Hükûmet’i devirme operasyonunun faillerin- den olup mahkûm olanların ne zaman beraat ettirilecek konjonktüre sahip olacakları, ucu açık şekilde soyutlama kanalında ilerlemektedir. Gülencilerin Hükûmet’i devirme ve devleti paralelden yönetme fiili sabittir ve gereği yapılmalıdır. Ancak bu, üçüz şiddetten sadece biridir ki bu, bildiğimiz “terör” ile mücadele yöntemiyle yok edilemeyecek üçüzden başka biridir. Evet, bugün farklı olan bu tehlike, ancak mevcut “terör yasaları” kapsamına alınınca baş edilebilmekte ve tasfiye edilebilmektedir. Fakat bu, sadece bugün için bir örgütü tasfiyeye yarasa da o zihniyeti öldürmeye yetmez! Bir başka zamanda bir başka örgütlenme aynı kanala girer. Burada bir uyarıda bulunmak durumdayız: Üçüz şiddetten biri olan eylem/canlı bomba ile mücadele noktasında devletin bir yöntemi var olabilir. Ancak bu noktada bir zayıflık, bir belirsizlik izlenimi var. Daha doğrusu, millî iradenin bilinçli desteğine yönelik olarak “Bize güvenin!” repliği dışında bir strateji, dil ve koordinasyon gözlemlenemiyor. “Eylem/canlı bomba” ifadesini de yeri gelmişken netleştirelim… “Canlı” mı, “bomba” mı patlıyor? Az önceki ifadelerimizden kastettiğimiz şey, “Devlet canlı bomba eylemlerini neden engelleyemiyor veya neden birçok bombacı yakalansa bile eylem sayısı azal- mıyor? Bir istihbarat zaafımı var?” düşüncesi değildir. Kastımızdaki nüans ve incelik, “bir canlının mâsum insanları öldürmeyi göze alabilecek şekilde canileşmesi noktasında, bu canlıları Türkiye’deki vatandaşlar arasından seçebilen, örgütleyebilen ve hedef gösteren terör örgütlerinin Türkiye’deki hangi boşluktan, politikasızlıktan veya zaaftan yararlandıklarına ilişkin gözlem ve çözümlemeler” yönündedir. Türkiye, “alçak, hain, cani” suçlamalarını tekrar ederek ve kendi ülkesine ve insanına kasteden katilin ruhunu lânetleyerek bu üçüz şiddetin üçüncüsünü yok edemez. “Canlı bomba olan kişinin psikolojisi, ailesi, şartları, ideolojisi analiz edilsin” tespitiyle sınırlı bir hatırlatma yapmıyoruz sadece; her canlı bomba olayı ile başlayan medya psikolojisi, halk refleksi, terörle mücadele bilinci, muhalefet-iktidar dili noktasında gelişen psikoloji ve tutumları analiz ederek hayat zinciri-egemenlik denklemini çözümleme niyetindeyiz. Çünkü SünnîAlevi, Türk-Kürt, sağcısolcu, ulusalcı-şeriatçı gibi üçüz şiddetin üçüncü kişisini veya kişiliğini yaşatan bir iklim hep var. Ve “Hükûmet’i yıpratmak” ve de “sevmediğini zarara uğramış görmek” arzusu gibi hastalıklı durum ve duruşlar hiç bitmemektedir. Nitekim üçüz şiddetten birini gören diğer kardeşler eylemle suçlanmaktadırlar. Örneğin olay ideolojik bir çatışmayken, birbirini sevmeyen iki taraf birbirini “terörist” nitelemesiyle ispiyonlayabilmektedir. Veya gerçek teröristler “Özgürlük peşinde! Egemenlik hakkı da konuşulmalıdır” gibi söylemlerle saklanabilmektedir. Bu üçüz etkisini kullananlar çoğalmaktadır. Sonuç Terör, egemenliğe saldırı ve eylem/canlı bomba gibi üçüz şiddetle mücadele ederken, her birine özgü yöntem ve birer hukuk geliştirmek durumundayız. Bir devlet, sırf millî iradenin hissettiği “Ölsünler!” duygusunu okşamak için “Hepsi bir!” deyip istediğini yapamaz. Çünkü çözüm olmayacaktır. Bu noktada, terörle mücadelede “uluslararası mutabakat” şarttır ve Türkiye, terörle direkt-dolaylı ilişkisi olmayan ülke temizliğinde kalarak diğer ülkelere öncülük etmelidir. Bu çerçevede de terör ini olan Suriye politikasında taraf olan tüm devletlerle sadece “Esed” değil, tüm terör örgütlerinden temizlenmiş Suriye noktasında kararlı olmalıdır. Çünkü görülen o ki, ülkeler çekildiğinde terör ini olarak varlığını sürdüren ve “hatta terör üssü Suriye” formatında bir ülke bırakmaya niyetliler. Özellikle coğrafî olarak Ortadoğu’ya uzak ülkelerin pozisyon alışları bu yönde bir manzara da vermektedir. Türkiye ise büyük ve akıllı bir strateji ile özellikle de Avrupa’ya şu gerçeği gösterebilmiştir: “Terör ini Suriye demek, dev göç dalgasının Avrupa’ya ulaşması demektir. Göçün içinde üçüz şiddet de beraberinde gelir!” nisan 2016 51 HABERA JANDA DOSYA: TERÖR nasıl davranması gerektiğine yönelik bilinçlendirme ve eğitim verilmesi önemlidir. Özellikle genç kuşakların bilinci bu noktada açık tutulmalıdır. Patlayan yere doğru koşmak, olay sonrası hemen “sevmediğini suçlu göstermek”, “gizliliği olan süreçleri deşifre etmeyi marifet bilmek” ve -en üzücü olanı da- “birlik ve dirlik gerektiren günlerde iktidar/rant devşirmek” gibi kötü alışkanlıklardan kurtulmamız gerekmektedir. Avrupa hem göç dalgasının durması için Türkiye’ye maddî destek vermekte, hem de olası üçüz şiddetin taşınmaması için Suriye’nin terör ini olmasına müsaade edecek hamlelere hazır olduğunu söylemektedir. Tabiî bu, AB ile Türkiye’yi stratejik ortaklığa itmektedir. Özellikle AB müzakereleri noktasındaki mesafe ve soğukluk azalabilir bu süreçte. Türkiye ile AB arasındaki bu kaçınılmaz yakınlaşma, kuşkusuz iki önemli adresi rahatsız ediyor: ABD ve Rusya... Kuşkusuz ABD ve Rusya, terör inlerinden çok da memnun değiller; ancak inlere girmek noktasında her zaman karar mercii ve patron olmayı elden bırakmak istemezler. ABD ve Rusya’nın sürekli Ortadoğu’yu silahlandırmalarının perde arkası, bu gücü elde tutma çabasından ibarettir. Dolayısıyla Türkiye, Suriye’nin bedelini ödemekte; ancak AB için terörle mücadelede “baraj-dalgakıran” rolüne doğru ilerlemektedir. Nite- 52 nisan 2016 kim özellikle DAEŞ terör örgütünün Sultan Ahmet Meydanı’ndaki Alman turist otobüsüne ve İstiklâl Caddesi’ndeki turist kafilesine saldırması, bu yakınlaşmayı tehdit etmek istemesindendir. Türkiye, terörle mücadelede doğru yöntem ve doğru karar üzeredir. Egemenliğe saldırı ile mücadelede Türkiye, “özgürlük talebi” ile “egemenliğe kast etmek” fiilini çok net ayırmalı ve göstermelidir. İnsanların özgürlük kapsamındaki taleplerini “Egemenliği tehdit eden potansiyel tehlike!” yaftasıyla yok etmemeli veya geciktirmemelidir. Çünkü insan, gerçekten hakkı yendiğinde ve/veya özgürlüğü kısıtlandığında gerilir ve zamanla güvensizlik içinde saldırganlaşır. Ancak hak ve özgürlükler verilse bile hak ve özgürlükle ilgilenmeyen, her koşulda bilinçaltında ve hedefinde “egemenlik talebi” olan ideolojiler ve örgütlenmeler vardır. Bu ideolojiler ve örgütler, egemenlik hedeflerini “hak ve özgürlükler hareketi” etiketiyle örtmek isterler. Uyanık olmak gerekir! Ancak “Kim haklı özgürlük talebinde? Kim bu maske altında egemenlik peşinde?” sorularının cevapları ayırt edilebilmeli ve millet-devlet dayanışması da bu fark üzere yapılanmalıdır. Olaylara bu ayırım üzerinden bakmak ve tutum geliştirmek önemlidir. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Egemenlik riskte!” iddiasıyla özgürlüğü kısıtladığı yönündeki propagandanın gerçeği yansıtmadığı doğru ve usûle uygun şekilde ortaya konulmalı ve “özgürlük” adı altındaki “egemenliği riske eden çabalara” da müsaade edilmeyeceği kararı gösterilmelidir. Belki Sayın Erdoğan ve Hükûmet bu noktada duyarlı olabilir; ancak duyarlılık, kitle psikolojisiyle de onaylanmalıdır. Bu açıdan kamuyla iletişim geliştirilmelidir. Eylem/canlı bomba ile mücadelede, doğrusu her vatandaşın olaylar karşısında Düşmanlarımız kendi vatandaşlarını canlı bomba yapsalar suçlu belli olacağı için, bizim vatandaşlarımızı kullanıyorlar! Olay sonrası gidip bizim vatandaşımızı kullanan bu devletlere kendi hükûmetimizi ve devletimizi suçlayarak ispiyonluyor ve tuhaf isteklerle destek bekliyorlarsa ispiyoncular, diğer devletler bizim devletin acizliğine değil, ispiyonlayanların yüzlerine içlerinden tükürüyorlardır. Çünkü hiçbir devlet, diğer bir devletin yüzüne tükürmez! Devletlerin böyle bir geleneği vardır. Kendi devletlerinin yüzüne tüküren ahmaklarsa her zaman tarihte var olmuşlardır. Çünkü üçüz şiddet, varlığını bu insanların varlığına borçludur. Türkiye üçüz şiddet sarmalından çıkacak inşallah! Fakat üçüz şiddetin cenazesine katılacak ve şiddetin tabutuna örtülü beze yüzlerine sürecek hainler her zaman olacaktır. Çünkü onların hayat ve hayâ zincirleri kopmuştur! haberajanda Terör Mesut Emre Balcı [email protected] >> Suriye’de sadece bölge için değil, tüm dünya için bir kangren hâline gelen iç savaş, her gün bombalanan şehirler, ölen mâsum siviller, evlerinden ve yurtlarından göç etmek zorunda kalan binlerce insan ve bu insanların Avrupa kapılarında gördükleri muamele, bu can sıkıcı tablonun yalnızca görünen yüzü. Türkiye’nin kesinlikle “Bana ne?!” diyemeyeceği, sırtını dönemeyeceği bir meseledir Suriye meselesi. Hem sınır komşumuz olması, hem o bölgede yıllarca devam eden akrabalık ilişkileri, ticarî ilişkiler ve daha birçok sebeple Türkiye’nin Suriye meselesinde siyaseten ya da insanî olarak umarsız davranması kesinlikle beklenemez. Terörün diline teslim olmak T ÜRKİYE, yakın tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor. İçeride ve dışarıda yaşanan birçok gelişme ülkemizin birlik ve dirliğini her geçen gün biraz daha tehdit ederken, milletimiz bu büyük cendereyi de atlatacak güce sahip olduğunu tüm dünyaya gösteriyor. Devlet, bir yandan sınır güvenliği ve mültecîler özelinde uluslararası arenada Suriye meselesiyle hemhâlken, bir taraftan da ülkenin güneydoğusunda devlet içinde devlet olmaya çalışan PKK ile amansız bir mücadeleye girmiş durumda. Çözüm Süreci boyunca sürecin bütün risklerine ve her türlü provokasyona rağmen insanî bütün hakları Kürt halkına iade etmek, bunu yaparken terörü de sınır dışına göndermek üzere çıkılan yolun sonunda belki de terörün can damarını kesmeye ramak kalmışken yeniden başlayan olaylar, iç güvenlik konusunu en üst seviyede tekrar gündeme getirdi. Sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan müdahale süreci, terör örgütünü şehirlerden silip süpürmeyi amaçlıyor. Elbette PKK’nın süreci bozan faaliyetler göstermesinde Suriye’deki gelişmelerin de payı yüksek. PYD ve YPG gibi örgütlerin uluslararası camiadan aldıkları destekle Suriye’de rejimin öngördüğü şekilde alan kazanması, ülkemiz sınırları içinde bulunan PKK yapılanmasına da cesaret kazandırmışa benziyor. Suriye meselesi dünyanın farklı güçlerinin hesaplaşma alanına dönüşmüşken, sınırının yanı başındaki yangına duyarsız kalmak istemeyen Türkiye’ye bir hâd bildirme operasyonu yapılıyor. tür!” diyerek beş ülkenin, dünyanın geri kalanını tahakkümü altına adlığı bir ortamda bu adâletsizliği yüzlerine çarpabilen bir Türkiye var. Dünyanın neresinde olursa olsun, her terör eylemi, verdiği kayıpla birlikte birtakım mesajlar içerir. Başkent Ankara’da kısa süre içerisinde gerçekleştirilen bu eylemler, birilerinin Türkiye’ye çeşitli mesajlar vermeye çalıştığının apaçık göstergesidir. Bir taraftan Avrupa Birliği ile temas sürecini vakarlı bir şekilde devam ettirirken, diğer taraftan Ortadoğu’da yaşanan ve belki de geleceğin haritasını belirleyecek olan gelişmelere kayıtsız kalmayan bir Türkiye var. Savaşın en acı yüzünü, katliamları, insanlık dışı durumları, savaş suçlarını uluslararası arenaya taşıma gayretinde olan ve bunu yaparken Suriye’deki zulümden kaçan mazlumlara karşı Ensar görevini üstlenen bir Türkiye var. Bugün artık sadece kendi iç meseleleriyle uğraşan, kendi sınırlarına hapsolmuş bir politika güden bir Türkiye yok. Dünyanın farklı yerlerinde yaşanan gelişmeleri yakından takip ederek gerekli noktalarda müdahil olan bir Türkiye var. En önemlisi de, dünyanın hâkim güçlerine karşı söylem geliştirebilen ve “Dünya beşten büyük- Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde, eğer birileri bize hâddimizi bildirmeye çalışıyorsa, onlara hâddimizin aslında daha fazlası olduğunu ispat etmek durumundayız. Bir taraftan yaşanan terör olaylarının arkasındaki bağlantıları ve iç güvenlikle alâkalı zafiyet tartışmalarını en üst mertebede değerlendirerek gerekli önlemleri alırken, diğer taraftan da bizi getirmek istedikleri hizaya gelmeyeceğimizi haykırarak üzerimize kurulmaya çalışılan psikolojik baskıyı kabul etmediğimizi göstermek zorundayız! Evet, belki gücünün kaynağında sömürülmüş insan ve topraklar bulunan dünyanın şu anki süper güçleri (!) gibi imkânlara sahip değiliz. Ama ne bu güçlerin, ne de bunların piyonları hükmündeki örgütlerin istedikleri gibi hizaya sokabilecekleri üçüncü dünya ülkelerinden biri değiliz. Vermeye çalıştıkları dersleri almayacağız! Bizi getirmeye çalıştıkları hizaya gelmeyeceğiz! Terörün derin diline teslim olmayacağız! nisan 2016 53 haberajanda Siyaset Felsefesi “Terör” kavramı yeniden tanımlanabilir mi? Kavramların evrensellik ve İZAFİLİK PROBLEMİ B İR kavramın içeriğini belirlemek kişiye, millete, coğrafyaya göre değişebilir mi? Değişmeli mi? Yoksa kavramların tanım ve içerikleri, evrensel bir kabul biçiminde zaten mevcut mu? Yeniden tanımlanabilir yönleri var mı? >> Bu yazıda kavram analizinden ziyade, kavramların ve değerlerin içeriklerini belirleme konusunda nasıl bir tavır belirlendiğine dair insanlık düşünce tarihinden bir özet vermeyi amaçlıyorum. İnsanlık tarihinin “Evet, kavramlar değişir” diyen ünlü relativistleri, bunu aslında insancıl bir tavırla destekliyor görünüyorlardı. Kölelik kurumunu insanların ürettiklerini, esasen Tanrıların koyduk- ları kanunların bir netîcesi olmadığını savunuyorlardı. Yani “Mutlak ve değişmez bir yasa değildir” diyorlardı. Fakat bu, daha iyi bir düzen telakkîsini temellendirmek için kullandıkları relativist (göreceli) tavrı retorik (hi- tabet) ustalığı ile yapmayı bir ticarete dönüştürmüşlerdi. Dönemin Atina’sında hak ve kanunlara dilediği gibi şekil vermek isteyenlere nasıl hitabetlerini güçlendirip diledikleri kavramlara güç kazandırabileceklerini öğreterek para kazanıyorlardı. Böylece ahlâkın izafileştirildiği bir durumun doğurduğu toplum manzarası ise dili güçlü kullanan sahtekârların, diledikleri kavrama diledikleri mânâyı verebilecekleri ve değerlerin üzerinde söz cambazlığı ile oynayabilecekleri bir toplum olacaktı. İşte tam bu noktada relativist sofistlere karşı Sokrates’in itirazı yer aldı! Değerler objektif ve evrensel olmaz ise, ahlâkın inşâ edilemeyeceğini savundu o. Mutlak iyi ve erdemli bir toplum inşâ edilemeyeceği için kavram karmaşası ile değerlerin kaotik hâle geldiği bir yerde mutlu bir düzen de mümkün olmayacaktı. Çağımızda da relativistlerle evrenselciler arasındaki tartışma devam etmektedir. Sokrates gibi evrensel ahlâk savunucuları, iyi ile kötünün bilgisinin, insanın sahip olduğu yetiler içinde mündemiç olduğunu düşünürler. Dolayısıyla öyle çok değişken kavramlar ve değerler yoktur. İnsan doğasında iyi ve kötünün bilgisi mevcuttur. Yani zaten var olan bir hakîkattir ki, yapılması gereken sadece açığa çıkarılmasıdır. Sokrates gibi Aristo, Ortaçağ Hıristiyan filozofları, Farâbî, Gazâlî vb. İslâm filozofları bu grupta yer alırlar. Sofistler, pek çok emprist, modern antropologlar ve 54 nisan 2016 Ayşe Yaşar Umutlu [email protected] Nietzche gibi Nihilistlerse relativist ve izafi ahlâkçılardır. Böylece nesnel, evrensel ve mutlak değerler konusunda bizim medeniyetimizin âlimlerinin genellikle hemfikir olduğunu izah etmiş olduk. Fakat bu mutlakıyet ve izafilik yaklaşımına Farâbî bir uzlaştırma sağlamıştır. Farâbî, kişinin çevresinin etkisiyle mutlak ilkelerin yanında bir izafiyet hâlini de dikkate alır. Örneğin cömertlik, bir mutlak değerdir. Ancak kişi kendi çevresel koşullarından müstağni bir varlık olmadığı için, koşullarını ve çevresel şartlarını dikkate alarak bu erdeme, yani mutlak değere uygun hareket etmekle ahlâklanır. Ahlâkın mutlaklığı ve izafiliği meselesinde kısa ve genel tasnif bu şekilde yapılabilir. Fakat medeniyetlerin tavırları bu konuda dönemsel farklılıklar arz etmiştir. Aslında özellikle modern ve seküler pozitivist dönemden bu zamana kadar kavramlar, ilkeler ve değerler konusundaki ölçülerde dominant ve egemen olan Batı’dır. Evrensellik iddiasında bulunduğu özgürlük ve eşitlik gibi kavramlarda “kendi medeniyeti ve ötekiler” söz konusu olduğunda izafiyet tavrını yeğler. Terör ve terörist tanımlamasında da ortaya konulan her fikir, cüretkâr ve çıkarcı olduğu kadar, her kavramı tanımlamayı Batı’ya has kılmak, üstün bir medeniyet dehasının nişânesiymiş gibi kabul edilme eğilimi baskındır. Öteki medeniyetlerin tanıma yapabilecekleri katkı, hurafe ve cehaletin ürünü muamelesine müstehak görülür. Böylelikle diğer medeniyetler için bu muamele yahut politika, onların otoritesini ve etkisini kabul etmemek, kayda değer bütün önermelerini yok saymak demek olacaktır. Sözün burasında Sokrates’e yeniden dönelim… Kavramların içerikleri ve değerler bağlamında verdiği mücadelenin adâlete doğru bir temel oluşturmak kaygısının bir sonucu olduğunu söylemiştik. Pek çok insanın iktidara itaat etmediği, zamanının yönetimini yıkmakla yargılanıp idam edildiği şeklinde yüzeysel bir bilgi ile tanıdığı Sokrates, aslında yasalara ve devlete itaati savunur. Çünkü ona göre, yaşamayı kabul ettiğiniz ve sizin de kabul edildiğiniz yerde, aslında başından oranın kurallarına uyacağınızı da kabul etmişsinizdir. Eğer yaşadığınız yerde uygun olmadığını düşündüğünüz uygulamalar, bir başka deyişle haksızlıklar varsa, Sokrates’e göre ancak ikna ederek düzeltme yolunu tercih edebilirsiniz. Dolayısıyla aslında Sokrates, sonuca odaklı bir tavırla olası haksızlıkları ikna yolu ile düzelterek daha büyük bir haksızlık olan adâletsizliği yok etmeyi hedeflemiştir. Böyle bir analiz üzerinden Sokrates’i günümüzün literatürü ile “muhafazakâr” olarak niteleyebilenler olabilir. Kanaatimce o sadece bir sivil itaatsizlik örneğidir; mamafih muhafazakârlığın babası kabul edilen Edmund Burke gibi Sokrates de eminim ki muhafazakârlığı kabul etmeyecektir. Mealen “Kadim öğretileri ve ilkeleri yıkarak, kavramları doğru ve yerinde içeriklerle kullanmadan inşâ edilecek her yeni düzen, as- lında düzensizliktir” demek, muhafazakârlık değil, “ilkeli olmak”tır. Belki Edmund Burke benzetmesine itiraz edenler çıkabilir, ama felsefecilerin hemen hepsinin Sokrates’in felsefesindeki yaklaşımını koruduğunu söyleyebilirim. Yeri gelmişken, medyanın güçlü kalemlerinden birinin geçenlerde ifade ettiği bir iddia olarak, “felsefecilerin bağnaz, tutucu vb.” oldukları iddiasını da bu vesîle ile reddediyorum. Felsefecilere doğru kavramla muamele edilecek olursa, kısaca “tutucu” değil, Sokrates gibi “ilkeli”dirler. Dolaylı bir anlatımla izah etmeye gayret ettiğim şudur ki, “terör” kavramı “yeniden anlaşılabilir”. Kavramlarla diledikleri gibi oynayan kişi, kurum, ülke ve tüm çıkar mihraklarına hatırlatılabilir. İnsanlığın hemfikir olduğu biçimde ve coğrafyaya, kişiye, zamana göre değişmeyen mutlak anlamı öncelikle belirlidir. Terörün “yıldırma, cana kıyma ve malı yıkma, korkutma, tedhiş” olarak genel kabul görmüş bir tanımı vardır. Şiddete dayanan haksız bir hak talep etme biçiminde coğrafya ve ülkeye göre farklı biçimlerde reaksiyon uygulanabilir. Bu nedenle hükûmet ya da kurum veya kuruluşlar için tartışmalı hâle gelebilen kavram, akademik ya da uluslararası platformlarda da fikir çatışmalarına sebep olabiliyorsa bunun nedeni, izah ettiğimiz yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır. Her hâlükârda siyasal, dinî veya ekonomik bazda çeşitli gayeler için sivillere ya da resmî mercîlere yönelik her tür yıldırma ve korkutmaya yönelik şiddet içeren eylemler, terörizm kapsamında incelenmişlerdir. Her çeşit gücü ve yetkiyi orantısız biçimde ve ortak faydaya hizmet etmeyen, adâletsiz uygulamalara alet edinen, savaş etiği ve insan hakları ihlâline dönüşen hükûmet uygulamalarının terör kapsamına dâhil edilip edilemeyeceği kesinlikle tartışmalıdır. Mesele savunma nitelikli uygulamaları da indirgemecilikle terör kapsamına dâhil etmek olduğunda, bu sadece sofistçe ve relativistçe bir politika izlemektir. Takipçilerini hitabet ustalığı ile ikna edebilir, lakin kavramların mutlak anlamı değişmez, sadece terörizmin kapsam ve etkisini sahtekârlıkla bir süre daha uzatmış olurlar. Anarşinin kurumlarını tesis eden, terörizmin ideolojik okullarını açanlar iddialarını ifade ederlerken, gerekçeleri aklıselim, inandırıcı ve muteber anlamda görünür kılabilirler. Yerinde bir değerlendirme yapabilmek için tereddüt edilmesi gereken, ortadan kaldırmaya meylettikleri kabuller ve davranış biçimlerinin adâlet tesis edip etmediğidir. Açıkça zehirlenen kadim öğretilerin pazarda alıp satılabilecek birer mülk değil, insanlığın mîrası olduğu unutulmamalıdır. Yeniyi inşâ etmenin bir keyfiyet değil, dikkatli ve ilkeli akıl yürütmeleri gerektirdiği aşikârdır. Velhasıl, bu mânâdaki bir kavram kargaşası da insan zihni için hakîkî bir terörizmdir. nisan 2016 55 haberajanda Terör Terörle mücadelede yeni k Ç ÖZÜM Süreci ile birlikte durağan bir dönemden sonra Türkiye’de PKK terörü geçen Haziran’dan bu yana tekrar arttı. Önceleri daha çok dağlarda gördüğümüz teröristler, bir orduda bulunabilecek mühimmatlarla şehirlere indiler. Çözüm Süreci ile başlayan sükûnet döneminde teröristlerin aslında böyle bir zamana hazırlık yaptıkları, örgütlendikleri ve şehirlerin belli bölgelerine cephanelik yığdıkları anlaşılmaktadır. >> Son zamanlarda her gün şehit haberleriyle sarsılıyoruz. Canlı bombalar şehirlerin en kalabalık yerlerinde patlıyorlar. Arkasından onlarca insan ölüyor. Böyle bir noktada şu an yapılan mücadelede geri adım atmak felâket olur. Yazdan bu tarafa ciddî bir temizlik harekâtı yapılıyor. Bunun tavizsiz biçimde sürdürülmesi gerekiyor. Devletin güvenlik güçlerinin dışında hiçbir silahlı unsur kalmamalıdır. Aksi hâlde devletin varlığı tartışmalı hâle gelir. 56 nisan 2016 >> Kürt siyasî hareketinin (parti olarak sürekli isim değişiklikleri söz konusu olmakla birlikte bugünlerde HDP) Gezi olayları sırasında ulusal-sol çizgideki bazı mihrakların desteği ve sırf iktidar partisi düşmanlığı üzerinden strateji üreten bir kısım yazarçizer takımının yaptığı PR kampanyaları ile parlatılması ve arkasından gelen seçim zaferleri, teröristler için de farklı bir fırsat demekti. Siyasetle birlikte terörün artık ortadan kalkacağını, herkesin demokratik yollarla, parti kanalıyla, milletvekili seçilenler aracılığıyla haklarını arayacaklarını, sorunların çözüm yerinin TBMM olacağını düşünenler fenâ hâlde yanıldılar. Çünkü son birkaç senelik zaman zarfında görüldü ki, terör siyaset içinde erimemiş, tam aksine siyaset daha çok terörize olmuştur. Yani PKK HDP’ye yaklaşmamış, HDP PKK’ya yanaşmıştır. Son zamanlardaki hâl ve hareketlerinden anlaşılmaktadır ki HDP, bir Türkiye partisi filan değil, PKK’yı şehirlere, Ankara’ya, İstanbul’a, Moskova’ya taşıyan taşeron bir örgüttür. Şehirlerin belli bölgelerinde güvenlik güçleri eşkıya ile mücadele ederken ve her gün şehit haberleri gelirken, HDP’nin eski ya da yeni milletvekilleri ile belediye başkanları teröristlere açıkça Prof. Dr. Serhat Atabey [email protected] onsept ne olmalı? destek vermekten çekinmemişlerdir. Onları koruma, sıkışanları kurtarma, ölenlerine sahip çıkma gibi girişimlerle ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır. Hatta milletle alay edercesine, bir milletvekili onlarca mâsum insanın ölümüne sebep olan canlı bombanın cenazesine bile taziyeye gidebilmiştir. Bütün bunlar, ağızlarındaki “barış, demokrasi, halkların kardeşliği” gibi kelimelerin hepsinin milleti oyalamak için dillendirilen birer masal olduğunu göstermektedir. Artık bu yaşananlardan sonra HDP ile PKK’nın ayrı değerlendirilmesi mümkün görünmemektedir. Belki ülkemizin birlik ve bütünlüğü için umutlanmamız gereken nokta, yıllarca terörün kıskacında kalmış bölge halkının hem HDP’nin, hem de PKK’nın gerçek yüzünü görmüş ve onlara olan duygusal yakınlığını azaltmış olmasıdır. Özellikle son aylarda yapılan temizlik harekâtlarında güvenlik güçlerinin daha önce olmadığı kadar bölge halkından destek gördüğü, ortaya çıkan manzaradan HDP-PKK’yı sorumlu tuttuğu anlaşılmaktadır. Teröre Suriye etkisi Türkiye’de terör olaylarının tırmanmasında Suriye’deki karışıklıkların da etkisi bü- yüktür. PKK’nın uzantılarının yanında nereden çıktığı belli olmayan birçok terör örgütü, uluslararası menfaat çevrelerinin maşaları olarak görevlerini ifâ etmektedir. Sınır ihlâli yapan Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesinin ardından, Rusya daha açık bir şekilde Suriye üzerinden Türkiye’yi hedef alan hamleler yapmıştır. Suriye’de rejim güçleri ve YPG desteklenmiş, Bayırbucak Türkmenleri ve Türkiye’nin desteklediği muhalif güçler Rus uçaklarının bombardımanlarına mâruz kalmışlardır. İlginçtir ki, kendini Rusya’nın karşısındaymış gibi gösteren ABD de YPG’yi destekleyerek Türkiye’nin tepkisini çekmiştir. Netîce îtibariyle Suriye’den Türkiye’ye mültecî akını devam etmektedir. Suriye’de yanan ateş Türkiye’ye de sıçramakta, canlı bombalar patlamakta ve onlarca insanımız can vermektedir. Ayrıca Türkiye’nin PKK ile ilişkilendirdiği YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde bir kanton bölge oluşturma gayretleri de devam etmektedir. Terörle mücadelede konunun uluslararası yönü, özellikle Suriye boyutu önemli bir değişkendir. Türkiye, içeriden PKK ve destekçisi HDP ile dışarıdan -özellikle Suriye üzerinden- birçok devletle mücadele ederken, ilginç bir şekilde bazı fitne fesat odakları da “Ülkede kaos ve karmaşa ortamı olsun da nasıl olursa olsun!” mantığı ile hareket ederek ihânetin dibine vurmaktadırlar. Bu kesim için temel mesele, Devlet ve Hükûmet’i zayıf düşürmekten ibarettir. Dışarıdan yönlendirmeye ve kullanılmaya müsait bu kişiler, devletin sırlarını fâş etmekten zevk almakta, bir Rus gazetesine kendi ülkesini terörist devlet olarak nitelemekte bir beis görmemektedir. Kimi gazeteci, kimi din adamı kisvesi altında, kimi ifade özgürlüğü bahanesi, kimi hak ve hürriyet bahanesiyle ama hepsi ülkede bir kaos ve karmaşa ortamı oluşturabilmek adına çalışmaktadır. İçeriden ve dışarıdan bu denli kuşatılmaya çalışılan bir vasatta terörle mücadele etmek o kadar kolay olmasa gerek. Terörle mücadelede yeni konsepti yukarıda bahsettiğimiz konular çerçevesinden şekillendirmek gerekir. Dışarıda Suriye/Irak, Rusya, İran, ABD ve diğer ülkeler, içeride HDP-PKK, ihânet şebekeleri… Son zamanlarda her gün şehit haberleriyle sarsılıyoruz. Canlı bombalar şehirlerin en kalabalık yerlerinde patlıyorlar. Arkasından onlarca insan ölüyor. Böyle bir noktada şu an yapılan mücadelede geri adım atmak felâket olur. Yazdan bu tarafa ciddî bir temizlik harekâtı yapılıyor. Bunun tavizsiz biçimde sürdürülmesi gerekiyor. Devletin güvenlik güçlerinin dışında hiçbir silahlı unsur kalmamalıdır. Aksi hâlde devletin varlığı tartışmalı hâle gelir. Bunun yanında özellikle HDP içinde (CHP içinde de var) teröristlere dolaylı ya da direkt destek veren kim varsa, salladıkları tehditlere bakılmadan gerekli işlemler yapılarak cezalandırılmalıdır. Bunların maskeleri düşmüş, kendilerine verilen onca fırsatı ülkemiz aleyhine kullanmalarından iyi niyetli olmadıkları anlaşılmıştır. Ayrıca çeşitli günler bahane edilerek toplanan kalabalıkların teröre flamalı, posterli, sazlı sözlü destek vermelerinin de önüne geçilmelidir. Özellikle üniversitelerde bu tür gösteriler terör örgütlerine lojistik zemin ve psikolojik motivasyon sağlamaktadır. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde zorbalıkla, silahla, tehditle hak aranmaz, aranmasına da izin verilmez. Vandallık yapan, güvenlik güçlerine saldıran, bayrak indiren, elinde silahla gösteri yapan, gizlenmek için maske takan, kadın kılığına giren (etek giyen) kişilere Almanya’da, ABD’de ya da dünyanın herhangi bir gelişmiş ülkesinde ne yapılıyorsa, Türkiye’de de aynısı yapılmalıdır. İnsan hak ve hürriyetlerinin sağlanabilmesi için öncelikle kamu düzeninin tesis edilmesi gerekir. Çünkü kamu düzenini bozarak hak ve hürriyet mücadelesi verilmez. Hâsılı, teröre ve destekçilerine yönelik topyekûn bir mücadele verilmeli ve öncekilerden farklı olarak daha sert, kararlı, tavizsiz bir strateji izlenmelidir. nisan 2016 57 haberajanda Analiz GAYB B AŞKA türlü asla iktidara gelemeyecekleri için “Demokrasi, mazlumların rejimi” demiştik. Ortadoğu halkları geleceklerini demokrasi ile taçlandırıp huzûra kavuşacak, nihâyet tüm dünyaya barış gelecekti. Tunus’la başladı, dalga dalga her tarafa sirâyet etti. “Yeni bir Fransız İhtilâli geliyor!” dedik. >> Batı gidişattan ürktü ve gereğini yaptı, devrilenin yerine geleni de yıktı. Ben buna “demokrasi tehdidi” diyorum. Müslüman Müslümanı kırarken, emperyalistlerse “Bu darbedir!” diyemeden işlerine gelenin yanında saf tutmaya başladılar. Her şey Mısır’da fâş oldu. İlk kez halkın tercihi ile iktidara gelen İhvan ve onun lideri, “Sisi” denen askerî bir diktatör tarafından hâl edildi. Mursî’nin Türkiye ile güç birliğine gidişi ve ardından İsrail’e posta koyuşu tüm Arap Baharı’nı tersine çevirdi. İktidarı devralanlar da tekrar Enver Sedat dönemine yelken açtılar. O âna kadar “Arap Baharı” denen tuzağı emînim ben dâhil birçok kimse bu coğ- 58 nisan 2016 rafyanın zaferi olarak telakkî ediyordu. Artık İsrail’in suyunun ısındığını, güç birliği içinde gerçek düşmana karşı kader birliği yapılacağını sanıyorduk. Meğer koca bir ütopyaymış! Meğer bu coğrafya hâlâ o tekâmülden yoksunmuş! Bu nasıl sanrıysa, meydanlara toplanan halka baktıkça “Mazlumlar devlete tırmanıyor” diyorduk. Bütün emâreler bu minvâldeydi. Tırmanıyorlardı da… Demek ki bu tırmanış aynen bizim gibi, “İktidar olabilirsiniz ama muktedir olamazsınız” biçimindeydi. Sadece isimler değişmiş. Diktatörlerin devrilmesi hiçbir mânâ ifade etmiyormuş. Güç ve iktidar ideallerden yoksunmuş; devletse halka tekâbül etmiyormuş. Gezi olaylarında aynı tezgâh bize de kuruldu, ama öyle bir millî irade tecellî etti ki halkın basîreti yıkımın önüne geçti. Yoksa şimdi darmadağındık! Libya dağıldı, Yemen dağıldı. Lübnan, Mısır, Irak çok uzun yıllar belini toplayamaz hâle geldi. Hele Suriye, adeta kan gölüne döndü, ülkenin yarısı mültecî oldu. İran-Irak Savaşı’nda “İkisi de kaybetsin” diyorlardı ya, adamların arzusu gerçekleşti. Suriye’de her şeyin tersine zuhûr etmesi kartların tekrar dağıtılmasına, safların değişmesine, sıranın kendisine geleceğini gören tüm bölgesel aktörleri de tek tek Suriye’ye indirdi. Bir araya gelmesi söz konusu dahi olmayanlar, alenî bir şekilde ittifaklar oluşturdular. Taşeronlar değişmeye başladı. Zira anlaşıldı ki, Ortadoğu’da sınırlar tekrar çiziliyordu. Gizli gizli DAEŞ’le işbirliği yapan mı ararsın, terör örgütlerini meşrulaştırmaya çalışan mı, silah denemeleri yapan mı, askerini kamufle edip cepheye süren mi, sınır ihlâlleriyle sabır reflekslerini ölçen mi? Sahaya inilmediği müddetçe her gün okuma değiştirmek zorunda kaldığımız bir Suriye izlemeye başladık. Sonunda “Ne var, ne yok?” diye sorulduğunda tozutan bilgisayara döndük. Suriye’nin allak bullak olmasından sonra tehlike sinyalleri Suudî Arabistan ve Türkiye için çalmaya başlayınca, Auguste Comte’nin ta Murat İlkter [email protected] 19. yüzyıl ortalarında hedef gösterdiği gibi sıranın Rusya ve İran’a gelmeye başladığını hissetmeye başladım. Çoğu kişi olaya Sykes-Picott’tan bakarken, ben teolojik ve kültürel ontolojiden, dolayısıyla “medeniyetler savaşı” zâviyesinden bakıyordum. Tarih boyunca bu coğrafya direnç merkezi oldu. Türkiye, Rusya ve İran’ı hallettiniz mi, dünyada artık Batı’ya karşı koyacak başka bir güç bulamazsınız. Sosyal değişimin stratejilere de yansıması kaçınılmazdır. Adamlar gerçekten derin düşünüyorlar ve en az yüz yıllık projeler hedefliyorlar. Basîret göstermek ve ona göre önlemler almak bu yüzden elzem. Eldeki verilere bakarak, bu metnin geleceğe yazılmasını istedim. Sesi soluğu çıkmayan iki devlet gözümüzden kaçmıyor: İlki İsrail… Soteye yatarak her şeyi perde arkasından dikizliyor. Diğerine gelince… “Bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiş demektir” Kızılderili atasözünde olduğu gibi, bu kargaşanın arkasında İngiliz parmağı olduğu, iş nihâyete erdikten sonra “tutulmuş, pişirilmiş, kılçığından ayıklanmış” en leziz tarafının Kraliçe’ye servis edileceği aşikârdır. Bu işin stratejik merkezinde İngiliz bürokrasisi oturuyor. Yüz yıl önce buraları cetvelle çizen akıl, yüz yıl sonra bundan imtinâ edecek değil ya! Talanın devamı tüm bölgedeki buhranı arttıracak. Bu işten en kârlı çıkanlarsa savaşı kendi topraklarından ırak tutan denizaşırı ülkeler olacaklardır. Suriye fizikî olarak bölünmese de kantonlara ayrılacak, Dürzîler ve Kürtler bir tarafta, DAEŞ başka bir tarafta mevki bulacaktır. Sosyal yapılar homojenleşecek, bu üç bölgenin kesişme hatları sorunlu bölgeler olarak ayrılacak, eğer yoldan çıkan olursa bu hatlar tekrar cepheleşecektir. Her daim dış müdahalelere açık alanlar olarak sabitlenecektir bu. “Böl, parçala, yönet”, bilinen en basit metot olmasına rağmen en iş gören stratejidir. Kime ne vaat edildi? Kimlerin başına çorap örüleceği ve kimlere ne vaat edildiğine bakalım biraz da… 1-Kürtlere yurtluk, başarabilirse devlet... ABD Basın Sözcüsü Kirby, “PYD’ye otonomi veya devlet verileceği iddiası gerçek dışıdır” dese de konumlar sürekli değiştiğinden ötürü hâlâ bu ihtimâl mevcuttur. 2-İsrail’e Golan’ın tapusu… Bölünen Suriye netîcesinde İsrail’in kuzeyi tamamen emniyete alınacak, gücü zayıflayan Suriye saldırılara daha açık hâle gelecektir. Amerika ile anlaşan İran da Hizbullah’ı İsrail’e tehdit olmaktan çıkaracaktır. 3-İran, Irak ve Yemen’deki hâkimiyetini Suriye ile devam ettirip yayılmacı politikasını sürdürerek ülkesinin mezhepsel ve siyasî gücünü artıracaktır. 4-Rusya, İvanlarla başlayıp Petro ile devam eden “sıcak denizlere inme stratejisini” gerçekleştirerek eğer Bayırbucak’ı da düşürebilirse Türkiye ile komşu olacak, Ortadoğu’daki enerji havzalarını Kürtler eliyle garanti altına alıp kontrol etmeye başlayacaktır. Petrolün kontrolü ve fiyatlandırılmasında daha çok söz sahibi olarak ve ambargoları kırarak Batı’yı parmağında oynatmaya başlayacaktır. 5-Amerika, taşeronu Suudî Arabistan eliyle hem muhalifleri, hem de müdâhanesi olan PYD’ye destekle Kürtleri müstemleke hâline dönüştürerek Irak ve Suriye hattındaki tüm petrol istasyonlarına sahip olacaktır. 6-Oluşan bu jeopolitik boşluklarda kurulacak olan yeni müstemlekelerin asla terâkkîsine müsaade edilmeyeceği gibi, bağlı oldukları emperyalist ülkelerin siyasî, iktisadî ve içtimâî birliğinden sapan her milliyetçi hareketin yenisi ile değiştirileceği ve eskisinin yok edileceği muhakkaktır. Merkezî otoriteler zayıflayacağı için buralar ham eşya sahaları olarak kalacak, bölgeden ancak istidrât yoluyla bahsedilecektir. Gelelim Türkiye’ye… Türkiye’nin uzun zamandır menkûb edilmeye çalışıldığı âşikâr. Fakat kim ne derse desin, Türkiye şu an itibarıyla Suriye’nin en az yüzde 20’sini kontrol etmekte ve içeride de arkayı emniyete aldığından Kürt sorununu da Suriye’ye intikâl ettirmeye çalışmaktadır. Kürtler bölgede bir güç sahibi olacaklarsa, bunun yolunun Kuzey Irak’ın yaptığı gibi Ankara’dan geçtiğini önünde sonunda anlayacaklardır. Sanırım AB, Türkiye’nin istikrârının Batı’nın da huzûru olduğunu anlamıştır. Sokakta dilenen Suriyeliyi silaha dönüştüren Türkiye, Merkel’in bile tahtını sallayıp neredeyse tüm Batı’yı tehdit ederek AB için gerekliliğini ortaya koyma becerisini göstermiştir. 6 milyar avro mültecî yardımını garanti altına alıp Haziran 2016 ile birlikte AB’ye vizesiz girişin yolunu açmıştır. Esed devrildikten sonra Suriye’nin yeniden inşâsında en büyük payı alacağı muhtemel olup, Suriye’nin kuzeyinde yeni şehirler kurulmasına öncülük ederek kültürel ve fizikî entegrasyonu da sağlayacaktır. Bunlar müspet taraflar, elbette bir de işin menfî tarafı var! Gelenler eğer geri dönmeyeceklerse, Müslüman olmalarının müspet bir tarafı olacağını sanmıyorum. Sosyal doku bozulacağı için Türkiye’nin yeni bir etnik sorun ile karşı karşıya kalması muhtemeldir. Zira Türkiye’ye gelen 2 buçuk milyon mültecînin en az 1 buçuk milyonu burada kalacak. Bu da yaklaşık 30 sene sonra Türkiye’nin siyasal, kültürel ve yeni bir etnik sorun ile karşı karşıya kalmasına sebep olacaktır. Velhasıl bu tedrisatla en az üç kuşak geçmeden asimilasyon gerçekleşmeyecek, belki de Marksist Kürtler gibi tam bir baş belâsı olacaklardır. Son söz: “Sana gaybdan sorarlarsa de ki, ‘O Allah’ın ilmindedir’.” Menkûb olmak: Gözden düşürmek... Müdâhane: Yardakçı, dalkavuk... İstidrâden: Söz gelimi, başka bir meseleyi anlatıvermek sûretiyle. nisan 2016 59 haberajanda Dosya: Afrika ve Terör Zengin yeraltı kaynakları dolayısıyla pek çok çıkar grubunun hedefinde olan Afrika topraklarındaki cihadist örgütlenmeler, faaliyet alanlarını Afrika halkının mahrum kaldığı bu kaynaklara doğru yöneltmektedirler. *** BM Yaptırım İzleme Heyeti’nin 9 Mart’ta BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu yıllık rapora göre, Libya dışından yabancı savaşçıları da bünyesine katmaya devam eden DAEŞ’in Libya’daki varlığını ve kontrol ettiği toprakları arttırdığı belirtildi. Raporda ayrıca, DAEŞ’in kendisini, ülkeyi dış müdahaleden koruyacak tek güç olarak göstermeye çalıştığı ve halkın desteğini kazanabilmek için milliyetçi bir söylem ile propaganda yaptığı da belirtiliyor. 60 nisan 2016 Afrika’nın yüz karası: O RTADOĞU’daki gelişmelerin yanı sıra, son yıllarda haberlerde sıkça rastladığımız bir diğer mesele de Afrika’da hızla yayılan ve İslâm’ı maske olarak kullanan, ancak benimsedikleri ideolojiyle İslâm ile uzaktan yakından ilgisi olmayan terör örgütleri. >> Afrika’yı mesken tutan örgütlerin geçmişine bakacak olursak, karşımıza “cihat” yaptıklarını söyleyerek 1980’lerin başında Afganistan’a Sovyet askerleriyle savaşmaya giden Afrikalı askerleri görürüz. Kendisini “mücahit” olarak adlandıran bu cihatçılardan bazıları, 1990’ların başından itibaren Usame bin Ladin ile Sudan’a gitmişlerdi. Sudan’ın yanı sıra Kuzey Afrika ülkelerinde de hükûmetle mücadeleye giren bazı hizip gruplar, devlete karşı üstünlük sağlayamamışlardı. El-Kaide’nin 11 Eylül saldırıları başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde ABD’ye karşı düzenlediği eylemlerle şemsiyesi altındaki cihadist örgütlerin adları yavaş yavaş duyulmaya başlamıştı. El-Kaide’nin teknik ve malî imkânlarından istifade eden bazı örgütler, zamanla kendi aralarında fikir ayrılıklarına düşmüşlerdi. Özellikle Afrika’daki yapılanmalar, kıtanın farklı yaşam koşulları nedeniyle kendi çıkarları doğrultusunda sadece ABD’yi değil, Batılı işbirlikçilerini, yerel hükûmetleri ve dahi farklı inanç guruplarını hedef almışlardı.1 Olaya diğer bir açıdan bakacak olursak, bu sefer karşımıza sömürgeci güçler tarafından ezilmiş ve ötekileştirilmiş Müslüman halk çıkar. Yıllarca teknolojik imkânlardan mahrum yaşayan halkın dünyadaki gelişmelerden habersiz olması yıllarca sömürgecilerin işine gelmiş, ancak son yıllarda iletişim imkânlarının gitgide artmasıyla halk bilinçlenmeye ve içinde bulunduğu duruma tepki göstermeye başlamıştır. Bazı Müslüman gençlerse halkın yıllar boyu mâruz kaldığı dışlanmışlığın öfkesini şiddet yanlısı gruplara katılarak göstermektedir. Öfkelerini katıldıkları radikal örgütler vâsıtasıyla dışa vuran gençler, diğer bir yandan düştükleri şiddet tuzağının esiri olmaktadırlar. Bir grup radikal tarafından gerçekleştirilen terör eylemleriyse Müslüman toplumların ilerlemesini her daim sekteye uğratmaktadır.2 Zengin yeraltı kaynakları dolayısıyla pek çok çıkar grubunun hedefinde olan Afrika topraklarındaki cihadist örgütlenmeler, faaliyet alanlarını Afrika halkının mahrum kaldığı bu kaynaklara doğru yöneltmektedirler. Eko Avrasya Akademik Kurul Üyesi Huriye Yıldırım, kaleme aldığı bir yazısında konuyu şu şekilde özetlemektedir: “Yakın zaman önce BM, zengin petrol rezervlerine sahip Darfur’da uzun yıllar süren iç savaşın ardından cihadist teröristlere karşı uluslararası toplumu uyarmıştır. Diğer taraftan zengin uranyum, altın ve bakır gibi kıymetli yeraltı madenlerine sahip Mali, birkaç yıl önce çeşitli grupların savaş alanı hâline gelmiştir. Libya Savaşı’ndan ağır silahlarla Mali’ye dönen ayrılıkçı Tuaregler ile diğer radikal gruplar, Bamako hükûmetine karşı ülkenin kuzeyinde bağımsızlık savaşına girişmişlerdir. Bu güçlerle mücadelede etkisiz kalan Malili yöneticiler Fransa’dan yardım istemiş, buna karşın Ocak 2013’te Fransa önderliğindeki koalisyon güçleri, Serval Operasyonu’nda cihadist terör örgütlerine karşı büyük bir müdahale gerçekleştirmiştir. Zehra Ulucak [email protected] : Terör örgütleri Son yıllarda uluslararası medyada sık sık yaptığı büyük katliamlar ve kaçırdığı insanlarla gündeme gelen Boko Haram ise, Nijerya ve çevresindeki yeraltı kaynakları açısından zengin ülkelerde etkindir.” El-Kaide’nin, hem liderlerinin saklanmasına olanak sağlayan, hem de faaliyetlerinin daha geniş kitlelere yayılması için uygun zemine sahip olan Afrika kıtasında radikal örgütlere teknik ve malî destek sağladığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Son zamanlarda Afrika haberlerinde sıkça adına rastladığımız terörist grupla- rın, bölgede etkinliğini arttıran DAEŞ terör örgütünün imkânlarından istifade etmek için örgütle bağlarını güçlendirdiğini görüyoruz. Öte yandan ekonomik alandaki başarısızlıklarının ve kabile savaşlarının Afrika’daki hükûmetlerin terör örgütleriyle mücadelesinin önünü kestiğini belirtmeliyiz. Nitekim Nijerya’da etkin faaliyet yürüten Boko Haram terör örgütüyle mücadelede yeterince yol alınamamasının temel sebebi “ekonomik yetersizlikler”dir. Somali’de Eş-Şebab terör örgütünün gitgide güçlenmesinin nedenini ise ülkede nisan 2016 61 haberajanda Dosya: Afrika ve Terör uzun yıllardır süren iç savaşa bağlamak mümkün. Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılmasına etnik ve dinsel ayrımcılığın tetiklediği iç savaşın yol açtığını görüyoruz.3 Terör örgütlerinin kendilerine yeni genişleme alanı bulduğu Afrika’da kimi ülkeler terörle mücadele konusunda güvenlik anlaşmaları imzalasalar da DAEŞ ve El-Kaide kıtada hâkimiyet kurma yarışına girmiş durumda. Anadolu Ajansı’nda yer alan bir haberde, Cezayirli gazeteci Bualem Fevzi’nin, “Benim görüşüme göre Afrika kıtası, Selefi eğilimli örgütler açısından yeni bir genişleme alanı. Bakir ve doğal zenginlikleri, devletlerinin ise ekonomik ve sınırlarını koruma açısından zayıf olması sebebiyle de DAEŞ ve El-Kaide arasında bölgede bir rekabet söz konusu. Uluslararası bir örgüt olan El-Kaide’nin Usame bin Ladin döneminde Nairobi ve Darusselam’da saldırılar düzenlemesi, örgütün Afrika’ya açıldığını gösteriyor. DAEŞ ise güçlü propaganda sayesinde daha önce El-Kaide’nin olduğu bölgelerde kısa sürede varlık gösterdi” ifadelerine yer verildi. Cezayirli akademisyen Bin Tayyib Muhammed’in açıklamasına yer verilen haberde, iki örgüt arasındaki mücadelede DAEŞ’in hilâfet kavramını kullandığı, El-Kaide’nin ise DAEŞ’in günlük uygulamalarındaki hataları ön plana çıkartarak bir mücadele taktiği yürüttüğü ifade edildi. Aynı haberde görüşlerine yer verilen Cezayir ordusundan emekli subay Bin Celul Muhsin ise, DAEŞ’in, Afrika’nın 10’dan fazla ülkesinde yerel örgütler ya da doğrudan biatlı örgütler şeklinde varlık gösterdiğini ve DAEŞ’e tâbi olan örgütlerin en önemlilerinin Libya’da petrol sahalarına hâkim olduğunu vurguladı. Cezayir’deki Mağrip ElKaide’sinden bir grubun, 2014’ün Eylül ayında örgütten ayrılarak DAEŞ’e bağlandığını ve Boko Haram’ın da 2014’ün sonunda DAEŞ’e katıldığını hatırlatan Muhsin’in, “Şubat 2015’te Mali, Nijer ve Cezayir’de etkin olan Murabitun grubu El-Kaide’den ayrıldı. Tabiî Mısır’da DAEŞ’e biat eden Beyt el-Makdis (Sina Vilayeti) örgütünü de unutmamak gerekir. Daha sonra DAEŞ bu örgütlerin çoğunun biatını kabul etti. Böylece DAEŞ, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus, Nijerya, Nijer ve Mali olmak üzere 7 Afrika ülkesinde aktif silahlı grup olarak nüfûz elde etti. Sudan, Moritanya ve Fas’ta ise uyuyan hücreler şeklinde örgütlendi” açıklaması yer aldı.4 DAEŞ’i desteklediklerini 2013 yılında duyuran radikal Savaşta dahi olsa hâdde tecavüz etmemeyi, kimseye zulmetmemeyi, çocuklara, yaşlılara ve kadınlara asla dokunmamayı, düşmana ait dahi olsa hayvanları telef etmemeyi, meyveli ağaçları kesmemeyi emreden Rahmet Peygamberi’nin ümmeti asla terörist olamaz! Hz. Peygamber’in ümmeti gariptir, fakirdir, devrimcidir, lakin terörist değildir! “İslâm” adı altında terör eylemi düzenleyenler de bizden değildir! gruplar, Tunus’ta birçok terör saldırısı düzenlediler. Herhangi bir örgüt bünyesinde yer almayan radikal grupların “uyuyan hücreler” şeklinde faaliyet gösterdikleri biliniyor. Bu hücrelerde El-Kaide’ye bağlı olan Ukba bin Nafi Tugayı’ndan DAEŞ saflarına geçmek isteyen savaşçılar bulunuyor. “Muammer Kaddafi’nin devrilmesinden sonra çıkan iç savaştan ve siyasî istikrarsızlıktan kurtulamayan Libya, Kuzey Afrika’daki terör örgütlerinin yıllardır merkezi olan Cezayir’in yerini almış durumda. Kuzey Afrika’daki gücünü arttırmak isteyen DAEŞ için Libya kritik öneme sahip. Libya’nın aşiretlerden oluşan yapısı ve her grubun kendi silahlı gücünün olması, DAEŞ’in işini daha da kolaylaştıran unsurlar arasında yer alıyor. Kaddafi dönemindeki yıllık 40 milyar dolar petrol geliri, çok sayıda silah deposunun varlığı ve Avrupa’ya yapılan insan kaçakçılığının merkezinde olması, Libya’yı DAEŞ’in Kuzey Afrika’daki öncelikli hedefi yapıyor. Irak’ta Saddam Hüseyin dönemindeki bazı askerî liderlerin ve istihbarat yöneticilerinin şu an DAEŞ bünyesinde olduğu gibi, Libya’da da Kaddafi dönemindeki bazı istihbarat ve askerî yetkililerin DAEŞ’e destek verdiği iddia ediliyor.”5 AA’da yer alan bir başka haberde, BM Yaptırım İzleme Heyeti’nin 9 Mart’ta BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu yıllık rapora göre, Libya dışından yabancı savaşçıları da bünyesine katmaya devam eden DAEŞ’in Libya’daki 62 nisan 2016 Zehra Ulucak varlığını ve kontrol ettiği toprakları arttırdığı belirtildi. Raporda ayrıca, DAEŞ’in kendisini, ülkeyi dış müdahaleden koruyacak tek güç olarak göstermeye çalıştığı ve halkın desteğini kazanabilmek için milliyetçi bir söylem ile propaganda yaptığı da belirtiliyor. Tunus İçişleri Bakanlığı Sözcüsü tarafından 2016’nın ilk günlerinde yapılan resmî açıklamaya göre, çoğunluğu DAEŞ saflarında olmak üzere 6 bin civarında Tunus vatandaşının terör örgütleri bünyesinde savaştığı belirlendi. Sadece 2014 yılında 2 bin 400 Tunuslunun El-Kaide ve DAEŞ saflarında savaşmak üzere Irak ve Suriye’ye gittiği ve aynı yıl içinde 376 kişinin de savaş bölgelerinden Tunus’a döndüğü, ülkenin resmî makamları tarafından açıklandı. Terör örgütü DAEŞ, Tunus’ta da kanlı saldırılar düzenledi. 18 Mart 2015’te Bardo Müzesi’ne düzenlenen saldırıda 20’si turist olan 23 kişi öldü, 47 kişi yaralandı. 26 Haziran 2015’te Susa kasabası sahilinde düzenlenen saldırıda 39 kişi öldü. Son olarak Libya sınırındaki Bingirdan ilçesinde, 6 Mart 2016’da düzenlenen saldırıda 18’i asker ve 35’i DAEŞ militanı olmak üzere toplam 53 kişi yaşamını yitirdi. DAEŞ’in şimdiye kadar herhangi bir saldırı düzenlemediği Fas, Kuzey Afrika’da DAEŞ’e yönelik en fazla terör operasyonunun gerçekleştiği ülke. Fas’ta son 8 ayda yaklaşık bin kişi terör örgütüne üye olmak suçundan tutuklandı. Rabat hükûmeti tarafından yapılan resmî açıklamaya göre, 719’u DAEŞ saflarında olmak üzere bin 505 Fas vatandaşı terör örgütleri bünyesinde yer alıyor ve bu rakam her geçen gün artıyor. Güvenlik raporlarına göre Sudan’ın Darfur bölgesinde toplanan bazı radikal gruplar da Boko Haram ve Libya’daki milis güçlerle temas hâlinde bulunuyorlar. El-Kaide örgütünün kendi içinde, 2009-2011 yılları arasında şiddetli çekişmeler yaşanmış, Arap Baharı ülkelerinde yaşanan devrimci demokratik değişim dalgası ile örgüt yok olmanın eşiğine gelmişti. El-Kaide lideri Usame bin Ladin’in Mayıs 2011’de Amerikan Özel Güçleri tarafından Pakistan’da öldürülmesi, örgütün bittiği iddialarını güçlendirmişti. Ancak bazı totaliter rejimlerin çökmesine, cihatçı Selefilik ve ElKaide karşıtı rejimlerin de zayıflamasına yol açan Arap devrimlerine destek veren El-Kaide, ideolojisini Arap bölgesinde yoğunlaşan bölgesel cihatçı ağlar üzerinden yaymaya devam ediyor.6 El-Kaide Somali, Libya, Cezayir, Mali, Nijer ve Moritanya olmak üzere Afrika’da hâlihazırda altı ülkede faaliyet gösteriyor. Tüm Afrika’da El-Kaide bağlantılı 35 yavru örgüt olduğu biliniyor. Afrika’da faaliyet gösteren terör örgütleri İslâm adını kullanarak yaptıkları terör eylemlerini İslâm’a mâl eden örgütler, İslâm imajına büyük zarar veriyorlar. Uluslararası kamuoyunda “İslâm terör dinidir” algısı oluşturmaya çalışan örgütlerden bazılarından kısaca bahsedecek olursak, isimlerini ve niteliklerini şöyle sıralayabiliriz: Boko Haram Adı yerel dilde “Batılı tarzda eğitim yasaktır” anlamına gelen Boko Haram, 160 milyonluk nüfusuyla Afrika’nın en büyük ülkesi olan Nijerya’da 2000’li yılların başından beri faaliyet gösteriyor. Birkaç yıldır Nijerya’nın Borno eyaletinde faaliyet gösteren “Boko Haram” silahlı terör örgütü, Kamerun’un Uç Kuzey ve Çad gölü havzasına doğru genişlemiş durumda. Örgüt Çad’da ve Nijer’in güneydoğusunda neredeyse her gün saldırılar düzenliyor. Baskın veya intihar eylemi şeklinde yapılan bu saldırılar, 2015 yaz döneminde başkenti Encemine’ye de ulaştı. Mart 2015’te DAEŞ’e biat eden örgüt, Kamerun, Nijer, Nijerya ve Çad ordularıyla savaşıyor. Resmî açıklamalara göre Boko Haram militanları, son iki yıl içinde 10 binden fazla kişiyi öldürdüler. Kuzey Afrika’nın hâricinde, kıtanın diğer bölgelerindeki DAEŞ varlığının en fazla olduğu ülke Nijerya. Eş-Şebab Tam adı “Hareket eşŞebab el-Mücahidin” (Mücahit Gençlik Hareketi) olan Eş-Şebab örgütü, Etiyopya’nın Somali’yi işgâl etmesinin ardından 2006 yılında kuruldu. Kenya’nın kuzeydoğusundaki Garissa kentindeki Garissa Üniversitesi kampüsünde geçen yıl 148 kişinin ölümüne sebep olan saldırıyı üstlenen örgüt, ülkedeki terör eylemlerinden sorumlu tutuluyor. Örgüt genel olarak DAEŞ’e karşı olsa da, liderlerinden olan Abdulkadir el-Mü’min, Ekim 2015’te DAEŞ’e bağlılığını ilân etti ve Eş-Şebab Sözcüsü, el-Mü’min’in kendileriyle bir bağlantısı kalmadığını açıkladı. Somali yerel basını, ElKaide bağlantılı Eş-Şebab ile örgütten ayrılarak DAEŞ’e katıldığını duyuran bir grup arasında çıkan çatışmalar sonucu grubun dağıldığını, ancak Eş-Şebab içerisinde halen DAEŞ sempatizanlarının olduğunu aktardı. Eş-Şebab’ın Ocak ayında, Somali’nin Gedo bölgesinde, Afrika Birliği Somali Misyonu (AMISOM) bünyesinde yer alan Kenya güçlerinin karargâhına patlayıcı yüklü araçla düzenlediği saldırıda 50 Kenya askeri öldürülmüştü. Kenya polisinin verilerine göre ülkede 2012 ve 2014 yılları arasında düzenlenen terör saldırıları sırasında toplam 312 kişi yaşamını yitirdi, 799 kişi yaralandı. El-Murabitun Özellikle Mali başta olmak üzere Sahel bölgesinde, 2013 yılında Batı Afrika Tevhid ve Cihad Hareketi’yle Kanla İmza Atanlar Tugayı örgütünün birleşmesiyle ortaya çıkan El-Murabitun örgütü, El-Kaide’ye bağlılığını ilân etmişti. Üyelerinden bazınisan 2016 63 haberajanda Dosya: Afrika ve Terör ları DAEŞ’e biat ettiğini açıklayınca, örgüt DAEŞ ve El-Kaide destekçileri olarak ikiye bölünmüştü. Bu grubun üyelerinin bir kısmı kendisini “İslâmî Mağrib El-Kaidesi” adı altında tanıtıyor. Mali’de silahlı bir grup, 20 Kasım’da Bamako’daki Radisson Otel’e baskın düzenlemiş, 170 kişiyi rehin almıştı. Rehinelerden 130’u Fransız ve ABD destekli Mali emniyet birimlerince düzenlenen operasyonla, onlarcası da kendi çabalarıyla kurtulurken, bazıları da teröristlerce serbest bırakılmışlardı. Olayın ardından 10 günlük yas ilân edilmişti. Rehine krizinde 14’ü yabancı uyruklu olan 22 kişi hayatını kaybetmişti. Saldırıyı El-Kaide bağlantılı El-Murabitun örgütü ile Macina Kurtuluş Cephesi üstlenmişti. Kuzey Batı Afrika’da faaliyet gösteren El-Murabitun (Mağrib El-Kaidesi) örgütü yayımladığı bildiride, bölgedeki bütün savaşçı grupları tek çatı altında toplamaya çağırmıştı. Örgüt bildirisinde El-Kaide’ye bağlılığını yinelerken, terör örgütü DAEŞ’e de “Müslümanlara verdiği zararlardan dolayı Allah’a tövbe etme” çağrısı yapmıştı. İslâmî Mağrip El-Kaidesi Mali’nin kuzeybatısındaki Timbuktu kentinde çok sayıda kaçırma ve cinayetten sorumlu tutulan grup, direkt El-Kaide bağlantılı ve Cezayir, Moritanya ve Batı Sahra’da faaliyet gösteriyor. İslâmî Mağrip ElKaidesi’nin geçmişine bakacak olursak, Cezayir’de, 1994’te Silahlı İslâmî Grup 64 nisan 2016 (GIA) ile başlayan yerel örgütlenmenin meyvesi olduğunu görürüz. GIA, 1998’de Selefi Davet ve Savaş Cemaati (GSPC) adını almış ve Sahil ve de Sahra Emirliği Şubesi’nin yayılmasıyla 2011’de Libya’daki iç savaş sonunda Muammer Kaddafi rejiminin devrilmesine destek vermiştir. El-Kaide militanlarından Cezayirli Muhtar Belmuhtar tarafından 2013’te kurulan, Sahra çölü ve Batı Afrika merkezli İslâmî Mağrip ElKaidesi’nin liderleri daha çok Cezayir ve Moritanya doğumlu olsalar da, örgüt, aralarında Burkina Faso ve Gana’nın da bulunduğu Batı Afrika ülkelerinden toplanan militanlarla Mali’de güçlenmiştir.7 Burkina Faso’nun başkenti Ouagadougou’daki Splendid Oteli ve otelin lokantasına bu yılın başında düzenlenen ve 18 farklı ülkeden 30 kişinin öldüğü saldırıyı İslâmî Mağrip El-Kaidesi üstlenmişti. Tuareg ve Müttefikleri Öz Savunma Grubu (GATIA) Mali’de hükûmet yanlısı gruplar arasındaki GATIA, Mayıs 2014’teki savaş sırasında kuruldu. Grup, muhalif bazı Tuareg liderleri tarafından “etnik milis” olarak adlandırılıyor. Mali’de darbe gerçekleştiren Tuareg kabilesi, amacının Mali’yi İslâmî kuralları uygulayan bir şeriat ülkesi hâline getirmek olduğunu açıklamıştı. Libya’da Kaddafi rejiminin devrilmesinin ardından Mali’ye geri dönen Tuareg kabilesi üyelerinin başlattığı isyan ve karışıklık ülkede hâlâ devam ediyor. Ensar El-Şeriat Mali’nin kuzeyinde faaliyet gösteren Ensar El-Şeriat örgütü, 2012’teki Tuareg isyanında da yer almıştır. Silahlarının büyük bir bölümü El-Kaide destekli olup, Yemen, Libya, Cezayir ve Mısır gibi Kuzey Afrika ülkelerinden gelmektedir. Selefiye mensubu ve cihat yanlısı bir silahlı örgüttür. Örgüt, 2015’te Bingazi’ye giren DAEŞ üyelerini büyük bir coşkuyla karşılamış, Doğu Libya’da da birçok cihatçı grup Bağdadî’ye bağlılıklarını ilân etmiştir. Ensaruddin Mali’de radikal gruplardan İslâmî Mağrib El-Kaidesi’nin en önemli yandaşı olarak bilinen Ensaruddin’in çoğunluğu Tuareglerden oluşuyor. Ocak 2012’de kurulan grup, Fransız ve BM güçlerini hedef alıyor. Kuzeyde pusu kurmak ve yollara mayın döşemekten sorumlu tutuluyor. Diğer yandan Mali’de İslâmcı ve Ulusalcı Tuaregler arasında da çatışmalar yaşanıyor. El-Kaide’nin Kuzey Afrika kolu olan İslâmî Mağrip El-Kaidesi ile koordinasyon içinde olan Ensaruddin Hareketi, bu senenin başında Azavad’ın Özgürlüğü için Millî Hareket (MNLA) ismindeki ayrılıkçı Tuareg grubunu hedef almıştı. MNLA, 2012 yılında Mali’nin kuzeyinin ele geçirildiği savaşta Ensaruddin ve El-Kaide ile birlikte çalışıyordu.8 Sina Vilâyeti Arap Baharı sonrası Ensar Beyt el-Makdis ismiyle ortaya çıkan örgüt, 2011 yılından itibaren Sina yarımadasının neredeyse tamamında etkin olmuştur. 2014 yılının sonunda DAEŞ’e biat ettiğini duyurduktan sonra adını “Sina Vilâyeti” olarak değiştiren silahlı örgüt, güvenlik güçlerine, önemli altyapı ve turistik tesislere yönelik saldırılar düzenlemektedir. Mısır ordusu ve polisi, bu örgütü ortadan kaldırmak için Aralık 2013’ten bu yana geniş çaplı bir operasyon yürütüyor. Hilâfetin Askerleri Cezayir’de, 90’lı yıllarda iktidara gelen “İslâmî Selamet Cephesi” isimli partinin darbeyle devrilmesinin ardından ülkedeki silahlı militanların sayısı artmıştır. Cezayir’de uzun yıllardır faaliyet gösteren ve ElKaide’nin Kuzey Afrika kolu olan Mağrib El-Kaidesi’nin merkezinin bu ülkede olduğu tahmin ediliyor. DAEŞ’in hilâfet ilan etmesinin ardından Cezayir’deki El-Kaide’den ayrılan bir grup, 2014’ün Eylül ayında “Hilâfetin Askerleri” isimli örgütü kurdu. “Cezayir bölgesini” temsil etmek üzere DAEŞ’e biat ettiğini duyuran bu örgüt, ismini ilk olarak kaçırdığı Fransa vatandaşı Herve Gourdel’i infaz ederek duyurdu. Cezayir hükûmeti, Aralık 2014’te düzenlenen bir operasyonda Hilâfetin Askerleri isimli grubun lideri ve 30 üyesinin öldürülmesinin ardından DAEŞ’in Cezayir’deki var- Zehra Ulucak lığının sona erdiğini açıklamıştı. Ancak örgütün Cezayir topraklarında hâlâ “gizli hücreleri” bulunduğu tahmin ediliyor. Azavad Hareketleri Koordinasyonu (CMA) Mali’de hükûmet karşıtı gruplar arasında bulunan ayrılıkçı CMA grubu, ülkenin kuzeyindeki Azavad, Timbuktu, Gao ve Kidal bölgelerinin özerkliğini talep ediyor. Grubun lideri İyad elGali, bir ses kaydında, Haziran 2015’te imzalanan barış anlaşmasını reddederek Fransa’ya karşı mücadeleye devam edilmesi çağrısında bulundu. İyad el-Gali, İslâmî Mağrib El-Kaidesi’nin en önemli yandaşı olarak biliniyor. Batı Afrika Birlik ve Cihat Hareketi (MUJAO) MUJAO 2012’de kuruldu. Mali ve Nijer sınırı ile Gao ve Kidal kentleri arasındaki Tilemsi bölgesinde etkili olan grup, uyuşturucu kaçakçılığı yapmakla suçlanıyor. Ruanda’nın Kurtuluşu Demokratik Güçleri (FDLR) Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin doğusunda faaliyet gösteren FDLR’ye yönelik Sokola-2 operasyonu düzenleniyor. Kivu bölgesinde 20 yılı aşkın süredir etkili olan grubun Tutsilere yapılan soykırımdan sonra Demokratik Kongo’ya göç eden Ruandalı Hutu ayrılıkçılarının haklarını savunduğu iddia ediliyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Sylvestre Mudacumura başta olmak üzere FDLR’nin katliamlar nedeniyle sorumlu tutulan bazı liderleri hakkında tutuklama emri bulunuyor. Ruanda’da, 1994’te 4 ayda yüz binlerce Tutsiyi öldüren Hutu milisler, bu yılbaşında yeni bir katliama imza atmış, DRC’nin doğusundaki Miriki köyündeki evleri basarak 18 kişiyi pala ve tüfeklerle öldürmüşlerdi.9 DAEŞ kan kaybı yaşıyor Anadolu Ajansı’nın haberine göre Suriye ve Irak’ta, Arap Baharı sonrası başlayan çatışmalarda bir anda büyüyen ve bölgedeki siyasî ve askerî dengeleri değiştiren DAEŞ’in son aylarda gerileme dönemine geçtiği belirtiliyor. ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin destek verdiği Irak ve Suriye’deki muhalif gruplar, DAEŞ’in kontrol ettiği bölgeleri ele geçirmeye başladılar. ABD merkezli araştırma şirketi IHS’nin bu hafta yayımladığı raporda, DAEŞ’in son 14 ay içinde Suriye ve Irak’ta kontrol ettiği toprakların yüzde 22’sini kaybettiğini açıkladı. Bu toprak kaybının yüzde 8’lik kısmının son 3 ayda yaşandığı belirtildi. Raporda yer alan bilgilere göre DAEŞ, büyük bölümü petrol kaynaklı olan gelirlerinin yüzde 40’ını da yitirdi. İslâm barış dinidir “Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz doğruluk (rüşd), sapıklıktan apaçık ayrılmıştır” (Bakara, 256) âyeti mucîbince insanlar üzerinde fikrî olarak dahi baskı kurulmasını yasaklayan İslâm dininde, şiddet dâhil, her türlü bozgunculuk yasaklanmıştır. Savaşta dahi olsa hâdde tecavüz etmemeyi, kimseye zulmetmemeyi, çocuklara, yaşlılara ve kadınlara asla dokunmamayı, düşmana ait dahi olsa hayvanları telef etmemeyi, meyveli ağaçları kesmemeyi emreden Rahmet Peygamberi’nin ümmeti asla terörist olamaz! Hz. Peygamber’in ümmeti gariptir, fakirdir, devrimcidir, lakin terörist değildir! “İslâm” adı altında terör eylemi düzenleyenler de bizden değildir! Vesselâm… Dipnotlar 1. Huriye Yıldırım (EkoAvrasya Akademik Kurul Üyesi), “Cihadist Tehditin Afrika Boyutu” (13.02.2016) 2. “Boko Haram: İslâm’ın Afrika’daki düşmanı”, 14 Mayıs 2014 AL JAZEERA 3. Gözde Demirel , “Radikal İslâm Afrika’da neden yükseliyor?”, 5 Temmuz 2012 Perşembe NTV 4. Abdel Razek Abdallah, Said İbicioğlu, “Afrika’da terör örgütlerinin nüfuz mücadelesi”, AA, 5. (18 Şubat 2016) 6. Nuray Tunçay, “Kuzey Afrika’da DAEŞ varlığı”, AA (19.03.2016) 7. Hasan Ebu Haniye, “El Kaide ve yeniden ortaya çıkışı”. Al Jazeere Türk (20.09.2013) 8. Mali’de otel basan örgüt: El Murabitun. RADİKAL. (22/11/2015) 9. “Mali’de İslâmcı ve Ulusalcı Tuaregler arasında gerilim artıyor”, http://www. incanews.net 10. Gülbahar Sayım, “Afrika’daki silahlı gruplar bölgenin geleceğini tehdit ediyor”, AA (12 Mart 2016) nisan 2016 65 haberajanda Analiz HDP’li hainler her Allah’ın günü Anayasa’ya, yasalara, devlete ve millete karşı efelenip meydan okurken, iktidar tutturmuş bir “fezleke” türküsü, aylardır boş hamasetle milleti avutmaya çalışıyor. Bir tarafta her gün şehitler verilirken, öbür tarafta hainler terörist taziyesine gidiyor, Hükûmet seyrediyor; hain küstahça terörist cenazesini kutsuyor, Hükûmet yine seyrediyor… Terörle mücadelenin bir AYAĞI TOPAL A NKARA Kızılay’daki patlamanın hemen ardından bir TV kanalında yorum yapan bir gazeteci “Terörle yaşamaya alışmalıyız” şeklinde bir ifade kullanmıştı da bu ifadesinden dolayı epeyce tepki almıştı. İfade, maksadı itibariyle yanlış değildi. Çünkü bu saldırı, dâhilî kaynaklı ve münferit olmayıp, kendi isteklerini dikte etmek isteyen malûm emperyalist güçlerin ülkemize karşı başlattığı sistemli saldırının bir parçasıydı. 66 nisan 2016 Sabri Öğe [email protected] >> Gazeteci kardeşimizin söylediği, terör karşısında yılgınlığa düşmeden, emperyalizme karşı direnen devletimizin sonuna kadar arkasında azimle durma inancının ifadesiydi. Başta ABD olmak üzere bu emperyalist devletlerin ülkemizle olan sorununu, CHP hâriç, milletimizin hemen her ferdi artık biliyor. Geçmişte, muhtaç hâle getirerek kendi çıkarları için emirler vermeye alışmış oldukları devletimizin son yıllardaki doğruluşunu ve bağımsız hareket etme iradesini hazmedemeyen bu hegemonlar, ülkemizi yeniden “hizaya getirmeye” çalışıyorlar. NATO müttefikimiz ABD, hiçbir ahlâkî kaygı taşımaksızın, gözümüzün içine baka baka, kendi terörist listesine aldığı PKK’yı üzerimize saldırtıyor. Bölge siyasetinde bunlarla ters düşmemek acaba mümkün değil midir? Bunların hiçbiri bölgemizin devleti değildir. Hepsi uzaklardan gelip bizim coğrafyamıza hükmetmek, İsrail’in âmâline hizmet etmek maksadıyla kahir ekseriyeti Müslüman olan bu toprakların insanlarını birbirine kırdırıp kalanını köle hâline getirmek için çeşit çeşit oyunlar oynuyorlar. Bölgede en çok söz hakkı bulunan Türkiye’yi bu işlere asla karıştırmak istemiyor, buna mukabil de devletimizi kendi süflî oyunlarında kullanmak istiyorlar. Dolayısıyla bunlarla uzlaşmanın mümkün olacak bir tarafı bulunmuyor. Irak ve Suriye’yi ortadan kaldırdılar, Mısır’ı adeta zincire vurdular, son olarak İran’ı da istedikleri hizaya getirdiler. İran, aslında tarihî olarak İslam dünyasına karşı Batı’nın Doğu’daki müttefiki olduğu için zaten baştan itibaren karşı saftaki yerini almıştı. Onlar için yegâne rahatsızlık kaynağı olarak İran’ın İsrail karşıtlığını da böylece izale etmiş oldular. Şimdi son kale Türkiye’dir. Hedefleri, “asi” Türkiye’yi de boğmak ve cehennem hâline getirdikleri bölgemizi kendi açılarından “dikensiz gül bahçesi” yapıp üzerinde istedikleri operasyonu rahatça yapabilmektir. Şimdi devletimizin önünde iki seçenek bulunuyor: Ya bu zalimlere boyun eğip köleliğe razı olmak ya da bedelini ödeyerek direnmek! Türkiye’nin direnmekten başka çaresi bulunmuyor. Başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere, Hükûmetimizin kararı ve tavrı bu yöndedir. Bir hafta kadar önce Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın, iki ABD diplomatının münasebetsiz bir yazısına cevaben yaptığı açıklama ile devletimizin kararlılığını en üst noktadan bir kere daha ilân etti. Ancak karşımızdakiler dünyanın süper güçleridir. Uzun yıllardır ilk defa iki süper güç olan ABD ve Rusya, devletimize karşı ittifak etmiş bulunuyorlar. Kullandıkları en etkin enstrümanlarsa PKK ve FETÖ terör örgütleridir. Şimdi Türkiye için en önemli ve öncelikli konu, bunlarla etkin bir mücadele ve özellikle de PKK’nın artık kökünün iyice kazınmasıdır. Hain ihanetinde, Hükûmet seyrediyor! “En iyi müdafaa, hücumdur” şeklinde, askerlikte genel bir kural vardır. Bir başka kural da, saldırının topyekûn ve baskın şeklinde olmasıdır. Savaşın en önemli unsurlarından olan psikolojik üstünlük bu şekilde elde edilir. PKK’nın üzerine, devletin ilgili bütün unsurlarının içinde bulunduğu senkronize bir baskın harekâtıyla gidilmesi gerekirdi. Temmuz 2015 tarihinden itibaren askerî alanda mükemmel bir hamle ve operasyon yapılmasına mukabil, öbür tarafta onu destekleyen ne hukukî, ne de siyasî anlamda bugüne kadar yaprak kımıldamadı, psikolojik üstünlük de sağlanamadı. Bu kadar ilkellik ve amatörlük bir devlete yakışmıyor. Askerî alandaki bozgunlarına rağmen PKK, mücadeleyi devletimizden çok daha bilimsel olarak yürütüyor; HDP vasıtasıyla açıkça meydan okuyarak psikolojik üstünlüğü elinde tutmaya çalışıyor, bu sayede direnmeye devam ediyor. Şayet psikolojik üstünlük tam olarak devlet tarafında olmuş olsaydı, muhtemelen teröristlerin pek çoğu teslim olmak zorunda kalacaklardı. Bu olumsuzluğun sebebinin, Hükûmetin beceriksizliği ve pısırıklığı olduğu açıkça görülüyor. Her şeyden önce, görevi münhasıran PKK ile mücadeleyi yönetmek ve kurumlar arasındaki eşgüdümü sağlamak olan bir ana karargâhın olması gerekirdi. Aynı şey, FETÖ ile mücadele için de geçerlidir. Arada bir Başbakan’ın başkanlığında terör toplantısı yapmakla bu işler yürümez. Bir defa, bu mücadelenin konvansiyonel hukuk ve yargı sistemi ile yapılamayacağı kavranmalı ve ona göre süratle yeni yasalar çıkarılmalı ve uygulamaya konulmalıdır. AK Parti iktidarının Meclis’teki sayısına, bu mânâda MHP her türlü desteği vereceğini taahhüt ettiğine göre, Anayasa dâhil, her türlü yasayı çıkarılabilme imkânı mevcutken Hükûmet’in bu miskin hâli vatandaşı çileden çıkarıyor. HDP’li hainler her Allah’ın günü Anayasa’ya, yasalara, devlete ve millete karşı efelenip meydan okurken, iktidar tutturmuş bir “fezleke” türküsü, aylardır boş hamasetle milleti avutmaya çalışıyor. Bir tarafta her gün şehitler verilirken, öbür tarafta hainler terörist taziyesine gidiyor, Hükûmet seyrediyor; hain küstahça terörist cenazesini kutsuyor, Hükûmet yine seyrediyor… Bu durumun savaşan güvenlik güçlerimizin morallerinin ve milletimizin uzun vadeli direnme azminin üzerine yapacağı olumsuz tesirin hesap edilemeyişini anlamak mümkün olmuyor. Milletimiz böyle bir idareye asla lâyık değildir ve tahammülü de kalmamıştır! Sayın Cumhurbaşkanı bizleri bir “seferberliğe” çağırıyor! Seferberlikten kastedilen, bizden istenen nedir? Bizler vatandaş olarak devletimiz ne istedi de vermedik? Canımız dâhil, her şeyimizi gönlümüzle vermeye hazırız! Sayın Cumhurbaşkanımız önce Hükûmet’i omuzundan tutup iyice sarsmalıdır! nisan 2016 67 haberajanda Analiz Büyük İsrail Projesi’nin alçak taşeronları NE PKK, ne DAEŞ, ne bir başka kanlı örgüt, ne paralel devlet, ne vesayetçi rejim, ne de bir başka güç bu milleti (Allah’ın izni ile) asla dize getiremez! >> Çok değil, sadece bir asır önce bütün güçleriyle kendisine saldıran yedi düvel bâtıl ittifakını sadece göğüslerindeki îman ve vatan sevgisiyle dize getirmiş bu büyük milleti, şimdi bir avuç alçak çapulcunun dize getireceğini düşünmek, en hafif tabir ile aptallıktır. Bugün “şimdilik” Anadolu coğrafyasına sıkıştırılmış olsa da bu ruh, yeniden filizleneceği o saadetli günler emin olun yakındır. Ümmetin öksüz kaldığı şu günlerde son umudu ve son kalesi şüphesiz yine bu topraklar ve yine bu millettir. Büyük mütefekkir Cemil Meriç’in dediği gibi, “Önce kaybolan hafızamızı yeniden inşâ etmek zorundayız! Kimiz, neyiz, nasıl bir tarihin çocuklarıyız”… Aslımıza, özümüze dönmemiz gerek. Önce dilimizi kaybettik, sonra ümmet bilinci ve şuurumuzu elimizden aldılar. En sonunda tarihimizi ve kültürümüzü bitirmek için çalışıyorlar. Osmanlı’yı inkâr edip “Biz Cumhuriyet’in çocuklarıyız” diye ortaya çıkmış, aslı astarı, kim oldukları muamma bir “ara nesil” çöreklendi başımıza. Vesayetçi bir sistemle elimizi kolumuzu bağladılar. Gözlerimizi kapatıp kulaklarımızı tıkadılar. Yalan yanlış bir tarih üretip bizi sınırlarımız içine hapsettiler. Hapsettiler ki, bu millet 100 yıl önce cetvelle çizilen sınırları dışına çıkamasın. Çıkamasın ki, önce Ortadoğu’yu ve Arapları rahatça bölüp parçalasınlar, sonra sıra bu topraklara gelsin. Gelsin ki, Büyük İsrail kurulduğunda sesimizi çıkaramayalım… Büyük İsrail Projesi 34 yıl önce, henüz Ortadoğu bu kadar karışmamışken, ortalık bu denli kan gölüne dönmemişken, Araplar bu kadar bölünüp parçalanmamışken, vahşet bu kadar alenî şekilde işlenmiyorken, kıyamete bu kadar yaklaşılmamışken, 1982 yılında, “1980’lerde İsrail İçin Bir Strateji” adlı bir makale kaleme alan İsrailli siyasetçi Oded Yinon’un yazdıklarına beraber göz atalım. “Bugün insanlık tarihinde yeni bir çağın ilk aşamalarını yaşamaktayız. Bu tarih, daha önceki tarihe hiç benzememektedir ve özellikleri de bugüne kadar bildiklerimizden tamamen farklıdır. Bu yüzden bir taraftan bu tarihî dönemi meydana getiren merkezî gelişmeleri anlamamız ve öte taraftan bu yeni duruma uygun bir dünya bakışı ve operasyonel bir stratejiye ihtiyacımız bulunmaktadır. Yahudî Devleti’nin varlığı, refahı ve sebatı, içişleri ve dışişlerinde yeni bir çerçeveye adapte olmasına bağlı olacaktır…” Arap dünyası kâğıttan bir kule gibidir “Müslüman Arap dünyası, yabancılar tarafından sakinlerinin istek ve talepleri göz önüne alınmadan yapılmış geçici bir kâğıttan kule gibidir. 1920’lerde Fransa ve İngiltere tarafından gelişigüzel bir şekilde, hepsi azınlıkların ve birbirine düşman olan etnik grupların kombinasyonundan oluşan 19 bölgeye bölünmüştür. Bu sayede günümüzde tüm Arap Müslüman devlet- 68 nisan 2016 Orhan Mücahit [email protected] ler etnik sosyal çöküş içerisindedirler ve bir kısmında şimdiden iç savaş başlamıştır...” Körfez ülkeleri ve Suudî Arabistan “Körfez ve Suudî Arabistan’daki dengeler içinde sadece petrol olan bir kumdan ev üstüne inşâ edilmiştir. Kuveyt’te Kuveytliler, nüfusun sadece yüzde 25’ini oluşturmaktadır. Bahreyn’de Şiîler çoğunluktadır, ancak güç onlarda değildir. Birleşik Arap Emirlikleri’nde Şiîler yine çoğunlukta olmasına rağmen Sünnîler yönetimdedir. Amman ve Kuzey Yemen için de aynı şey geçerlidir. Marksist Güney Yemen’de bile önemli bir miktarda Şiî azınlık bulunmaktadır. Suudî Arabistan’da nüfusun yarısı yabancıdır, Mısırlı ve Yemenlidir ama Suudî bir azınlık gücü elinde tutmaktadır…” (Bugün Yemen’deki savaşın tohumları çok eskiden atılmış.) Alevî, Sünnî, Şiî mücadelesi “Bütün bu ülkelerin göreceli olarak güçlü orduları vardır. Fakat aslında bu durum da bir problem yaratmaktadır. Suriye ordusu bugün çoğunlukla Sünnîdir, ancak subaylar Alevîdir. Irak ordusu, Sünnî kumandanlara sahip Şiî bir ordudur. Bu, uzun vadede çok önemlidir ve bu sebeple uzun süre ordunun sadakatini korumak mümkün olamayacaktır. Sadece tek ortak payda olan İsrail’e olan düşmanlıkları konusunda anlaşabilirler ve bugünlerde bu bile yeterli değildir. Araplar gibi, bölünmüş olsalar da diğer Müslüman devletler de benzer bir durumla karşı karşıyadırlar. İran nüfusunun yarısı Farsça konuşan bir gruptan oluşur ve diğer yarısı da etnik olarak Türk bir gruptur. Türkiye’nin nüfusu Türk Sünnî Müslüman bir çoğunluk (yüzde 50 civarı) ve iki büyük azınlıktan oluşur: 12 milyon Şiî Alevî ve 6 milyon Sünnî Kürt…” (Mezhep çatışmalarını körükleyen eli görebiliyoruz.) Afganistan, Pakistan, Fas, Hindistan, Somali “Afganistan’da 5 milyon Şiî, nüfusun üçte birini oluşturur. Sünnî Pakistan’da 15 milyon Şiî, devletin varlığını tehdit etmektedir. Fas’tan Hindistan’a ve Somali’den Türkiye’ye uzanan ulusal etnik azınlık resmi, istikrarın yokluğuna ve tüm bölgenin hızlı bir şekilde dejenere olmasına işaret eder. Bu tablo ekonomik tabloya eklendiğinde, tüm bölgenin nasıl ciddî problemlere karşı koyamayacak kâğıttan bir kule şeklinde inşâ edildiğini görebiliriz…” (Afganistan ve Somali’deki iç savaşın senaryosu önceden yazılmış.) Suriye, Irak ve Lübnan “Suriye, temelde Lübnan’dan çok farklı değildir; sadece güçlü bir askerî rejim tarafından idare ediliyor olması farkını taşır. Ancak bugünlerde Sünnî çoğunluk ve yönetimdeki Şiî Alevî azınlık (nüfusun sadece yüzde 12’si) arasında yaşanan gerçek iç savaş, içerideki problemlerin göstergesidir. Irak, çoğunluğun Şiî ve yönetimdeki azınlığın Sünnî olmasına rağmen, özünde komşularından hiç farklı değildir: Nüfusun yüzde 65’i politik konularda söz sahibi değildir, yüzde 20’lik elit bir zümre tüm gücü elinde tutmaktadır. Buna ek olarak Kuzey’de büyük bir Kürt azınlık vardır ve yönetimdeki rejimin kuvveti, ordu ve petrol gelirleri olmasa idi Irak’ın gelecekteki durumu, Lübnan’ın geçmişteki ve Suriye’nin bugünkü durumundan hiç de farklı olmazdı. Suriye, etnik ve dinî yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şiî Alevî bir eyalet, Halep bölgesinde Sünnî bir eyalet, Şam’da kuzey komşusuna düşman olan bir diğer Sünnî eyalet olacak ve Dürzîler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da, Kuzey Ürdün’de başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır. Bir taraftan petrol zengini olsa da diğer taraftan parçalanmış bir ülke olan Irak’ın, İsrail’in hedeflerine aday olması garantidir. Bizim için Irak’ın feshi, Suriye’nin feshinden bile daha önemlidir. Irak, Suriye’den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail’in en büyük tehdidi, Irak’ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkân vermeden çökmesine sebep olacaktır. Araplar arasındaki her türlü çatışma, kısa vadede bize yardımcı olur ve de Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi, önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması için yolu kısaltır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi, Irak’ta da etnik/ dinî bazda bölgelere bölünme mümkündür. Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat, Musul ve güneydeki Şiî bölgeler, Sünnî ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır…” (Suriye ve Irak’ın bugün değil, aslında yıllar önce parçalandığı görülüyor.) Özetle bugün Ortadoğu ve Afrika’yı kan gölüne çeviren iç savaşların tamamında, mezhep kavgalarının temelinde, kardeşi kardeşe düşman eden anlaşmazlıkların içinde, hemen hemen tüm terörist örgütlerin arkasında aynı elin ve tek bir planın olduğu anlaşılmalıdır. PKK, YPG, PYD, El-Kaide, Boko Haram, DAEŞ ve bunlar gibi onlarca alçak taşeron örgütün asıl amacı, Büyük İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Ümmetin uyanması ve uyandırılması, bu hain planların bertaraf edilmesi için en mühim ve en önemli görevimiz, kıyamete kadar sürecek olan hak ile bâtılın savaşında hakkın yanında olmaktır. Başbakan Davutoğlu, Meclis’teki son konuşmasında bütün bu şer cephesine ve o taşeron örgütlere en net mesajı verdi: “Çanakkale’de Seyit Onbaşılar nasıl eğilmedilerse, Allah şahit olsun, Meclis şahit olsun, biz de eğilmedik, eğilmiyoruz, eğilmeyeceğiz! Yılmadık, yılmıyoruz, yılmayacağız! Korkmadık, korkmuyoruz, korkmayacağız! Ayaktayız, ayakta olacağız! Dim dik olacağız! Kıyamete kadar bu milletin istikbâlini korumaya canımız pahasına ve her daim seferber olacağız! Allah milletimizi, devletimizi bâkî eylesin!” (Âmin.) nisan 2016 69 haberajanda Analiz Demem o ki, içimizdeki yabancılar, kendilerini yabancı hissettikleri ölçüde kıymetli hissedebilenler, bu ülkenin gerçekleri, hayâlleri, geçmişi ve bugünü ile kavgalı olmaya devam edecekler. Ya biz ne yapacağız? Onlara karşı yıllarca afyon gibi azar azar, sindire sindire sunulan, sulandırılıp mahiyetinden edilen “hoşgörü” mü duyacağız? Kimse kusura bakmasın, her türlü kıymetlime, değerime her gün küfredeceksiniz ve ben hoş göreceğim, öyle mi? 70 nisan 2016 Terörün dini yok! DİN DÜŞMANLARININ sarılmadığı terör yok! Y ERLİ olan her şeye dair hissettiği eziklik ve kendini fersah fersah uzak tutma çabası içinde olanlar ve millî olan her kavram tüylerini diken diken ederken, onlara göre “Batılı” her şeyi huşû içinde karşılayanların tam olarak anlaşılabilmesi için üniversitelerde kürsü açılması gerektiği kanaatindeyim artık. Sözgelimi, çok üzgünler Erdoğan gibi bir gericiden (!) bir türlü kurtulamadıkları için… ABD ve o çok öykündükleri, ismini telaffuz ederken dahi neredeyse orgazm olacakları ülkelerde yükselen ırkçılık, yabancıların hayatını zorlaştırmak üzere bizim Bedevî kıssalarından çok iyi bildiğimiz asırlar öncesinin ilkelliğinin hortlaması nasıl bir karşıtlık oluşturuyor içlerinde? Yoksa ezikliklerinin aşmışlığı öyle çok ki, bunu da o tiksindikleri değerler üzerinden okuyup suçlunun ve kaçınılmaz sebebin bunlar Nadire Çamlı Yıldırım [email protected] olduğuna mı inandırıyorlar kendilerini? Bir anda Charlie, bir anda Fransa veya Belçika olabilmelerine baksak, sanacağız ki hissiyatı en yüksek insan örneği karşımızda. Hani ya Sur, hani Ankara ya da Sultan Ahmet? Yok! O zaman devreye klonlandıkları sistemin uyaranları giriyor ve başlıyor bir aklama, bir insanî gösterme, bir “Gencecik insan nasıl bu hâle geldi?!” cümleleri. Bir bombacının, intihar bombacısının zarar verme niyetinin olmadığını dahi yazmış çok akıllı görünen bir beyefendi(!)… Haklı değil miyim bunlara özel bir kürsü olması gerektiği dileğimde? Benim havsalam almıyor artık bu kadar saçmalamayı. Ne yaptığı, ne kadar para kazandığı beni hiç ilgilendirmeyen bir adam, haksız kazanç elde ettiği iddiaları ile değil, ABD’yi zarara uğrattığı bahanesi ile tutuklanıyor. Adam ABD’nin kendi uyguladığı ambargoyu kendi adamları ve şirketleri eli ile deldiği herkesçe bilinen dönemde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ve Türkiye’ye para kazandırarak iş yapıyor. “ABD zarara uğruyor” diye, üstelik şimdi ambargo yok iken tutuklanıyor ve bizdeki hevesliler zil takıp oynuyor. Medyatik savcının binlerce hayranı, takipçisi oluyor. Niye? Erdoğan’ı (bu ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanı’ndan bahsediyoruz) üç saat takip edip mesaj verdi diye… Bu nasıl bir midesizlik, bu nasıl bir acizlik, bu nasıl bir köksüzlük, hakîkaten anlamıyorum! Kendi seçkinci duruşları sorgulandı Erdoğan geldi geleli ya, sadece bunu bile hazmedemediler hâlâ. Demokrasiden anladıkları, kendi beyaz sınıflarına tayin ettikleri birkaç adamın seçilebilme ihtimâli, ötesi yok! Bu dünyaya dair anlamlı gördükleri tek şey, sözde özgürlük adına bütün dinî, Rahmânî ve kutsal olanın çarpıtılması, yok edilmesi… Tutundukları dalların nereye uzandığı görünüyor apaçık, ancak o dalın ötesinin onları asla tutmayacağını bir onlar göremiyorlar. Bu ülkede anlamlı ve olumlu bir şey olduğunda höykürüp gerçeği nasıl çarpıtacaklarının kaygısına düşenler de bunlar, ülkemin onlarca yılını alan PKK’yı sempatik gösterme adına yırtınanlar da. Baksanıza, bombacının dahi savunucusu oldular. Ama sadece vatanıma, değerlerime zarar veren biri varsa onlar savunmada, aklamada, alkıştalar. Gerçekten nasıl bir psikolojinin insanı terörün kucağına düşürdüğünü anlamaya çalışmıyorlar. İnsanın insanlığını yitirmesiyle ilgilendikleri yok. Zira onlarda da insanlığın kıymet-i harbiyesi yok. Varsa yoksa bu coğrafyanın kıtalar ötesinde çağdaş (!) akımları, görüntüleri ve efendileri… Herkesi ve her şeyi aklamak üzere seferber olabilen bu zihniyet, söz konusu Türkiye olduğunda, hele de Sayın Erdoğan ve onun şahsında temsil ettiği değerler olduğunda karalama fabrikasına dönüşüyor. İran ile yapılan ticaretin bu ülkenin gelir hanesine yazıldığını da, Türk bankalarının milyon- larca dolar işlemin işlemcisi olmasının bizim için ne kadarlık kazanca dönüştüğünün de farkında değilmiş gibi davranabiliyorlar. Çünkü sevgili dostları kârlarından taviz vermek istemezler. Çünkü Türk bankalarının kazanması, doğrudan ABD bankalarının azalan işlemi demek oluyor. Aylar öncesinin Halkbank operasyonu, ABD’nin bu çok hesaplı tutuklama olayı ile daha da anlamlı hâle gelmiyor mu sizce de? Bu dünya düzeni, her şeyin kontrol edilebildiği bir hesap sistemine dayanıyor. Kontrol edilebilirliği ölçüsünde işlerine yarıyor her bir argüman. Kontrol imkânı olmayanlarsa tek tek elimine edilmeye çalışıyor. Üç yıldır yoğunlaşan, ama aslında on yıllık bir mâzisi olan siyasî dayatmalara ve alternatif diye hâlâ kakalanmaya çalışılan figürlere bakınca kontrolsüzlüğün onlar için sistemin imhâsı gibi algılandığını anlamak zor değil. Demem o ki, içimizdeki yabancılar, kendilerini yabancı hissettikleri ölçüde kıymetli hissedebilenler, bu ülkenin gerçekleri, hayâlleri, geçmişi ve bugünü ile kavgalı olmaya devam edecekler. Ya biz ne yapacağız? Onlara karşı yıllarca afyon gibi azar azar, sindire sindire sunulan, sulandırılıp mahiyetinden edilen “hoşgörü” mü duyacağız? Kimse kusura bakmasın, her türlü kıymetlime, değerime her gün küfredeceksiniz ve ben hoş göreceğim, öyle mi? Bunca boş ve nâhoş oluşunuzu “hoş” görmek değil, lâyık olduğunuz şekilde “hor” göreceğim. Zarar gören ancak sizden biri olduğunda beliren sözde insanlığınızı, terör İslâm’a yahut Müslümanlara yöneldiğinde neredeyse zil takıp oynayacak kadar kaybettiğiniz insanlığınızı bütün öfkemle ve hisseden kalbimle lânetliyorum! Cehaletiniz, edepsizliğiniz, kızarmak bilmeyen yüzsüzlüğünüz için esef duyuyorum! Sizler gibi olmadığım, Belçika yahut Fransa’nın görüntüleri Ankara’mınki kadar canımı yaktığı için, insan olabildiğim için şükrediyorum! Dehşetle bakan bir çocuğun gözleri, kıyılara vurmuş cesetleri din ve renk bırakmadan yakıyor göğsümü ya, böyle çaresiz, üzgün ve öfkeli kalmaktan da utanıyorum sizin alçaklığınızdan utandığım kadar! Bir gün terörü sadece terör olduğu için öfkenizle, insanlığınız ile buluşur ise, o zaman buyurunuz soframıza. Yoksa ilelebet gidiniz hayâl ülkelerinize, lâyık olduğunuz standartlar ve sözde sonsuz demokrasi ve özgürlük orada! Belki biraz huzur verir yokluğunuz bu güzel ülkeme… İlk sözü son edeyim, zira yolumuz da ayrıdır başından beri, hayâllerimiz de: Ben bu ülkenin dünyaya insanlığı örneklediği bu günlerin ötesinde, dünyanın huzuru için son sözü söyleyebilecek kadar güçlendiği günlerin özleminde; sizlerse sadece Erdoğan’sız, İHL’siz günlerin hedefinde… Ufkunuz da kendiniz kadar basit ve ucuz! Var mı gerisi? İlla-lillah… “Sizin dininiz size, benim dinim bana…” nisan 2016 71 haberajanda Analiz Bir musibet… M ÜSLÜMAN ülkelerde patlayan bombaları kürsülere çıkıp alçak sesle eleştiren Hıristiyan dünyası, sesi yakından duyup kan kokusunu teneffüs ettiklerindeyse teröre karşı destek yarışına giriyorlar. >> Paris’teki patlamaların ardından taziye için Fransa’ya koşan liderleri hepimiz hatırlıyoruz. AB’nin kalbi Brüksel’i kana bulayan eylemlerin ardından da başta İngiltere ve Fransa derin üzüntülerini şık sembollerle Belçika’ya ilettiler. Bunda elbette bir beis yok. Ne var ki, bizim kendi kendimize sorup hayıflandığımız soruyu The Independent kendi sayfalarına taşıyınca biraz hoşnut olduk. Gönderine Belçika 72 nisan 2016 bayrağını çekip yarıya indiren İngiltere ile Eyfel’i Belçika bayrağı renkleriyle ışıklandıran Fransa’ya bir İngiliz gazetesi tarafından hesap sorulması anlamlıydı: “Taksim ve Ankara’daki patlamaların ardından neden aynı hassasiyeti göstermediniz?” Öyleyse diyeceğimiz odur ki, hak arama mücadelesi dışındaki tüm kanlı eylemler, lânetlenesi terör eylemleridir. Dünyanın neresinde olursa olsun, aynı tepkiyi görmelidirler. Terör, sana dokunmayacak yılan değildir. Besler ya da görmezden gelip bin yıl yaşamasını istersen, bir gün mutlaka zehrini tadarsın! Önce Paris, sonra da Brüksel’de terörün acı yüzünü tadan Batı’nın acısını biz de paylaşıyoruz. Charlie Hebdo’da dinimize düşman olanların teröre kurban gitmesine nasıl sevinmediysek, İstiklâl’deki İsrail’liye de, Brüksel’deki ABD’liye de sevinmedik. Ama bu katliamların artık Batı dünyasının gözünün açılmasına hizmet etmesi gibi bir beklentimiz var. Atalarımızın bir kez daha haklı çıkmasını bekliyor ve “Bir musibet, bin nasihatten iyidir” diyoruz. Yazıma “Müslüman ülkelerde” ifadesiyle başladım. Bu ifadeyi en iyi dolduran ülkeyse tabiî ki Türkiye. Evet, Anayasa’ya göre devlet “din”siz olabilir. Ancak bu topraklarda yaşayanların azamî müştereği hâlâ Müslümanlık. Bu ortak özelliğimizi kimsenin yok etmesi mümkün değil belki, ama bunu yok saymaya çalışanların politikalarıyla yaşadı nesiller. Önce dil, sonra din engel Cüneyt Akar [email protected] sayıldı gelişmeye. “Müslüman, demokrat olamazmış” gibi bir algı oluşturuldu. Vatandaşlık bağı dindaşlığın önüne geçirildi. Ne oldu, iyi mi oldu sizce? Bugün nüfusu 20 milyonu bulan Kürt vatandaşlarının en az yarısı ayrılıkçı PKK’yı destekliyorsa, “millet” tanımının vatandaşlıktan başka vasıflara dayandırılması gerekmez mi sizce de? Karşımızda bir Hıristiyan birliği var. Adına “Avrupa Birliği” dedikleri sözde siyasî ve ekonomik birliğe biz de girmeye çalışıyoruz. Biz işin ekonomik tarafıyla ilgileniyoruz belki, ama AB’nin derdi hâlâ bizim dinimiz. AİHM’ye göre kimlik kartlarımızda bile “Dini: İslâm” yazması sakıncalı. Zira dinin birleştirici özelliğini onlar bizden daha iyi biliyor ve korkuyorlar. İşin acı tarafı, bunu bizden daha iyi bilen bir hükûmetin sırf ekonomik ve sözde demokratik sebeplerle AB’ye giriş çabasına dinî sembollerimizi kurban etmesidir. Anadolu ve Ortadoğu Müslümanlarına karşı yapılan tüm Haçlı seferlerinin Türk devletleri tarafından karşılanmış ve hiçbir zaman tam başarıya ulaşılamamış olması, aynı Haçlı birliğinin, Anadolu Müslümanlarının dinini unutturma çabaları çok anlaşılabilir bir taktik aslında. Acaba bizim bu oyuna geliyor gibi görünmemiz de bizim akıllı hamlemiz mi? Önce serbest dolaşım, sonra para birliği derken Avrupa’ya iliklerine kadar işleyeceğimiz yeni bir fetih hareketi mi geliyor? Umarım öyle olur... Brüksel bombaları patla- madan önce, özellikle Fransa ve Belçika büyük bir teyakkuz hâlindeydi aslında. Paris saldırılarının sorumlusunun Brüksel’de yakalanmasının ardında bu kaçınılmazdı. IŞİD’e en çok militan veren iki ülkenin bu intikam saldırılarını önleyebilmesi beklenirdi. Bizim muhaliflerin, Ankara ve İstanbul katliamlarının ardından istihbarat birimlerimizi yerden yere vurup Alman istihbaratını göklere çıkardığını düşünüce, gelişmiş bir ülke istihbaratının bu kadar aciz olmaması gerekirdi. Avrupa’nın göbeğinde bizce en iyi korunması gereken alanlardan biri olan havalimanına en az üç canlı bombanın elini kolunu sallaya sallaya girmiş olması izaha muhtaç değil mi sizce de? AK Parti ve Erdoğan düşmanı bir mesai arkadaşımla aramızda geçen bu konudaki diyalog aynen şöyle gelişti: (İstiklâl saldırısının ardından, “Bu MİT devletin değil, Erdoğan’ın MİT’i. Almanya okullarını, konsolosluklarını kapatıyor, istihbaratını almış… Bizim ş…sizler bir bombacıya mânî olamıyor.” demişti. İtiraf etmeliyim ki, Brüksel’i bahane edip biraz tuzak bir üslûpla girdim konuya.) Ben: “Ya anlaşılır gibi değil! Adamlar havaalanına bombayla girmiş, patlatmış kendini…” Arkadaşım: “Hakikaten ha… Ama canlı bomba bu, nasıl bulacaksın ki? Kalabalık bir organizasyon olsa neyse... Canlı bombanın önüne geçmek çok zor!” Ben: “E daha birkaç gün önce İstanbul’daki canlı bombayı patlamadan bulamadılar diye MİT’e verip veriştirmiştin ya?” (Kısa bir sessizlikten sonra) Arkadaşım: “İyi ama Almanlar almış istihbaratı, sana vermişler, kendilerini de korumaya almışlar. Sen niye bizi koruyamıyorsun kardeşim?!” Ben: “Ah be kardeşim! Almanya üç tane binayı kapatıp çalışanlara, öğrencilere izin verdi. Biz ne yapsaydık ya? İstiklâl’i, Taksim’i, İstanbul’u mu kapatsaydık? Binlerce okulu, yüzlerce resmî daireyi mi tatil etseydik? Ya da İstanbul’da sokağa çıkma yasağı mı ilân etseydik? Diyelim ki yaptık, ertesi gün, daha ertesi gün nereyi kapatacaktık?” Hür olmak Hükûmet düşmanlığı bazılarının gözünü kör etmiş ve tedavileri de mümkün değil. Dolayısıyla onlara söyleyecek fazla şey yok. Ama daha ılımlı muhaliflerin terör konusunda yapılabileceklerin maalesef sınırlı olduğunu anlamaları için de bir şans olabilir Brüksel saldırıları. Terör örgütleri kâh devletler tarafından, kâh silah tüccarları tarafından desteklenmeden yaşayamazlar. Biliyoruz ki, bu tür destekleri her zaman bulacaklar. Bundan korunmaksa menzilden çıkmak ya da destekçilerinin düşmanlıklarından kurtulmakla mümkün. (Belki bugün tasmalarından kurtulmuş, kontrol dışı kalmış olabilirler ama başımızın iki büyük belâsı) PKK ve IŞİD’in de Avrupalı müttefiklerimiz tarafından kuru- lup yönetildiğini biliyoruz. Onları yok etsek de yenileri çıkacak ve Ortadoğu bataklığının bizim tarafımızdan kurutulmasına mâni olmaya çalışacaklar. Bizi zayıf tutmak birinci vazifeleri. Bizim birinci vazifemizse dik durmak, bir ve diri olmak… Bir ve diri olmanın en kolay ve en doğru yolunun İslâm’ı ayakta tutmaktan geçtiği kanısındayım. Adının başında “Hıristiyan” olan partileriyle ülkelerini yönetmekten, meclislerinde ve mahkemelerinde İncil’e el basmaktan, nikâh törenlerini kiliselerde yapmaktan utanmayan Haçlı zihniyetinin karşısında Müslüman olduğunu söylemekten çekinerek durulmaz. Tarihin en büyük Haçlı seferlerinin karşısında İslâm’ın sancağını taşımadan başarılı olunmaz. Lozan’da kaybettiklerimizi geri almadan, Müslüman ülkelerin liderliğini yapmadan bize huzur yok! Bunları yapmanın yolu da yeni anayasadan geçer. Özümüze en yakın yönetim modeli olan başkanlık sistemini zorlamalıyız. O zaman İslâm Birliği’ne doğru daha kolay yol alırız. O zaman İslâm Ordusu’nun adından bile ürken Rusların yanına daha nicelerini ekleriz. O zaman ABD’nin jandarmalığının, İngiltere’nin strateji uzmanlığının, Çin’in üretim kurnazlığının önüne geçebiliriz. O zaman Viyana’nın kapısından dönen atalarımızın yarım bıraktığı fethi, fikrî ve dinî anlamda tamamlayabiliriz. O zaman gerçek anlamda “hür” olabiliriz! nisan 2016 73 haberajanda Toplum Rastlantıya bakın ki, projelerin temel atma törenlerinde Gezi olayları, bitmesine doğru da tüm yurtta terör olayları gerçekleşiyor. Burnumuzun dibindeki Suriye minderinde de yedi düvel güreşe tutuşmuş. Güya Rusya uçağı yanlışlıkla bizim sınırlardan içeri girmiş. Bunca uyarıyı da nasılsa duymuyor, görmüyor?! Dostumuz ABD, PYD’yi desteklediğini açıkça ilân ediyor. “PYD” ne mi? Hani şu “PKK” dediğimiz terör örgütü var ya, işte o! 74 nisan 2016 Geçmi ş ten gel e ce R İVÂYET odur ki, yerel seçimlerde CHP’li Muğla Belediye Başkan Adayı şöyle demiş: “AK Partililer 3. köprü ve 3. havalimanı afişlerini asmışlar; İstanbul’a yapılan köprü ve havalimanının Muğla’yla nasıl bir alâkası var?” >> Ne alâkası var, biliyor musunuz? İstanbul’un Fethi’nin Türkiye’nin veya dünyanın herhangi bir yeriyle alâkası olduğu kadar alâkası var. 1453’te fethedilen yer, çevresi “sur” denilen taştan kalın duvarlarla çevrili, birkaç bin kilometrelik bir araziydi. İşte oranın fethi bir çağı kapadı ve bir çağı açtı! O günden sonra dünyada bir medeniyet bitti, başka bir medeniyet başladı. 2013 yılında, Gezi olaylarının gündemi yoğunlukla işgâl ettiği günlerdi, aradan 3 yıl geçti ve o gün engellenmeye çalışılan projelerin açılışları başlıyor artık. Önce Yavuz Sultan Selim Köprüsü… Öyle bir köprü ki, dünyadaki birçok ilki bünyesinde barındırıyor. 70’li yıllarda ilk köprü, aradan 15 yıl Lokman Ayva [email protected] ğe köprüler geçtikten sonra ikinci köprü ve 30 yıl daha geçti de ancak ağırlıklarımızdan kurtulup 3. köprü, Marmaray, Yalova ve Boğaz’ın altına tünel gibi devâsâ projeleri gerçekleştiriyoruz. 3. havalimanı, yurtiçinde hızlı trenler, Bakü-TiflisKars Demiryolu Hattı… Sizce Bakü ilk istasyon, Kars da son istasyon mudur, ne dersiniz? Bu tren yolu PekinLondra Hattı olmasın?! Rastlantıya bakın ki, projelerin temel atma törenlerinde Gezi olayları, bitmesine doğru da tüm yurtta terör olayları gerçekleşiyor. Burnumuzun dibindeki Suriye minderinde de yedi düvel güreşe tutuşmuş. Güya Rusya uçağı yanlışlıkla bizim sınırlardan içeri girmiş. Bunca uyarıyı da nasılsa duymuyor, görmüyor?! Dostumuz ABD, PYD’yi desteklediğini açıkça ilân ediyor. “PYD” ne mi? Hani şu “PKK” dediğimiz terör örgütü var ya, işte o! Yaşı müsait olanlar hatırlarlar, ABD Kuzey Irak’a Çekiç Güç göndermişti ve tesadüfen aynı tarihlerde Türkiye’de PKK’nın karıştığı terör olayları artmıştı. Avrupa Birliği, tecrübeli olduğundan mı, yoksa coğrafî olarak yakın olduğundan mı, sanki geleceği görmüş gibi hareket ediyor. Bir sorunun çözümü için tarihte ilk defa Almanya, Türkiye’nin kapısını çalıyor. Ortak güvenlik toplantıları yapılıyor. Göçmen krizinin çözümünde Türkiye’ye destek olmaya çalışıyor. Onu bunu bırakın, Avrupa’ya vizesiz girebilmemizi kabul ediyor. Anlıyorlar ki, Türkiye’nin insanı Avrupa’ya kalmak, yerleşmek için asla gitmez! Oradakiler bile geri dönüyorlar. AB-Türkiye arası müzakerelerde fasıllar bir bir açılıyor. İki yakayı değil, bütün dünyayı birbirine bağlayan köprü Ülkemizde ne gibi sorunlar olduğunu hele bir hatırlamaya çalışın! Başörtüsü sorunu, laik-laik değil tartışmaları, meslek liseleri kavgaları, “İrticâ hortladı!” teraneleri… Biraz daha evvelki yıllara bakarsak sağ-sol, komünizm, faşizm, askerî darbeler, koalisyonlar, “Sen şunu yaptın, ben bunu yaptım. Sen kararı imzalamadın, ben imzaladım” tartışmaları… Buradan bakınca çok bayıcı şeyler! Artık son bir eskimiş sorunumuz kaldı: Terör! Onun da beli kırıldı artık. Şu an süpürme hareketi yapılıyor. Bu dönem 1453 gibi mi olacak? Bu, tamamen sana, bana ve ona bağlı! Eğer Fatih İstanbul’u fethettikten sonra büyük medeniyet çalışmalarını başlatmasaydı, âlimler, evliyalar, askerler, tüccarlar, çiftçiler, meslek erbapları olmasaydı, fetih de basit bir savaş, “toprak alıp verme” gibi olurdu. İstanbul da elimizde bu kadar uzun süre kalamazdı. Şimdi kazık soru şu: “Bu dönemde ben ne yapıyorum?” Topyekûn bir gelişme, ilerleme, iyileşme gerçekleştirmemiz lâzım. İlk önce düşüncelerimiz, sözlerimiz, el-yüz-göz ifadelerimiz kesinlikle menfî bir hava yaymamalı! İnsanlara ümitsizlik, şevksizlik, cesaretsizlik kaynağı veya sebebi olmamalıyız! Hatta yenilik, doğruluk, iyilik, hakîkat hususlarında insanlara cesaret vermeli, akıllarına yeni fikirler getirmeliyiz! Tüm bunları yaparken hedefimiz ne olmalı? Derdimiz birilerinden üstün olmak mı? Galibiyet mi elde etmek istiyoruz? Tüm dünyayı yönetmek mi istiyoruz? Tüm insanlar bize köle olsun, biz ne dersek o mu olsun? Tümüne hayır! Bizim medeniyetimiz insanın doğallığını, yaratılışının gereği olan tüm özelliklerini yaşayabileceği, erdemli bir hayata erişebileceği bir dünya düzenini doğru bulur. O zaman insanca yaşamak varken başka türlü yaşamaya ne gerek var? İnsanlara en çok yakışan güzel ahlâklı, erdemli, hak ve hakîkate saygılı yaşamak varken tersi bir hayatı niçin savunalım, öyle yaşamak için neden gayret edelim ki? Bu köprüler, havaalanları, hızlı trenler, boru hatları, ülkeler arası tren yolları sadece bulunduğu şehirlerin hudutlarıyla sınırlı etkilere sahip değiller elbette. Bunlar uzanıp giden yollar, yollardaki tabelalar gibi bizim ne yöne, hangi istikamete gideceğimizi gösterirler. Yavuz Sultan Selim Köprüsü dünya ölçeğinde özelliklere sahipse, bizim de kendi dünyamızda o ölçekte, dünya ölçeğinde düşünceler geliştirmemizi gerektirir. Ülkemizde böyle şeyler olurken bizler de onlara paralel gelişme göstermezsek bu neye benzer, biliyor musunuz? Kaplıca suyuna havuz yapıp soyunma odaları yapmamış bir tesise... Kaplıca havuzundan çıkar, ortalıkta çıplak çıplak dolaşırız. Hâlbuki bize yakışan, sadece giyinme odalarını değil, fizik tedavisinden masörüne, tahlil laboratuvarlarından eczanesine, lokantasına, maden suyu satılan mekânlarına kadar her şeyi dört dörtlük yapmaktır. Gönlüm diyor ki, “Bu köprüler sadece AsyaAvrupa’yı bağlamasın, sizinle benim gönlümü, hepimizin gönlüyle mazlum kişilerin, mazlum toplumların gönlünü, geçmişle geleceği de bağlasın! Bu köprülerden sadece arabalar, insanlar geçmesin, sevgi geçsin, muhabbet aksın, bilgi aksın, medeniyetler geçsin! Derenin öte tarafında beklediklerini köprüden gelirken görüp sevinen çocuklar, gençler, hastalar, sevgililer, bakkallar, asker anne-babaları ve niceleri gibi yürekleri sevinçle dolsun!”. Ne güzel olur, değil mi? nisan 2016 75 haberajanda Siyaset Türkiye siyasî geleceğini garantiye almak için millet olarak topyekûn bir karar vermelidir. Yerli ve millî bir sistem inşâ edip yeni bir anayasa yapacak mıyız, yoksa küresel sistemin ve egemen güçlerin Türkiye’ye biçtikleri rolü oynamaya razı mı olacağız? *** Asıl soru “Türkiye anayasa yapabilecek mi?” sorusu değil, “Zihinsel köleler tasfiye olacaklar mı?” sorusudur. Yani biz kendi toprağımızdan yerli-millî duygu ve motiflerle yeni bir cam üretimi yapıp sağlıklı bir şekilde soğutup siyasî ve sosyolojik gerginlikleri en alt düzeyde inşâ edebilecek miyiz? 76 nisan 2016 YENİ ANAYASA VE TERÖR İLİŞKİSİ Türkiye neden kilit ülke? T ÜRKİYE, küresel ve bölgesel güç merkezlerinin ihtiyaç duyduğu, fakat kendi iradesiyle etkin olmasını istemediği bir devlet durumunda. Son 10 yıllık gelişme ve siyasî irade ile Türkiye, kendisini yeni bir güç merkezi olarak görmeye başladı; bu iddianın gereğini yerine getirmek için bazı yeteneklerini geri kazanmaya çalışıyor. Büyük devlet olma hafızasını kaybetmeyen, ancak büyük devlet olmanın gereklerini yerine getirmek için içerideki enerjinin dışarıya yöneltilebilmesi gerekmekte. İçeride devlet anlayışı ve siyasî iddiayı sahiplenen bir kamuoyu üretmeden dışarıda yapmak istediklerinizi icra edecek kamusal insan kaynağı ve zihinsel kapasiteye ulaşmak mümkün değil. >> Türkiye üzerinde ve bölgede hesabı olan devletlerin siyasî güç üretme ve etki alanını genişletme konularında birbirlerini rakip veya hasım görmeleri, devletlerin varoluş felsefesi ve iddiası gereği anlaşılabilir bir durum. Devletlerin etki gücünü yaymak için kullandıkları siyasî, ekonomik ve askerî diplomasinin yanında bir de insanî diplomasi kapasitesi vardır. Siyasî güç merkezi inşâ etme iddiasında olan devletlerin tüm insanlığa hitap eden, tüm dünyaya ve tüm toplumlara ilettiği bir ülkü, idea ve vicdanî diplo- masi kanalları vardır. Zulümlere, acılara, mazlumlara, açlığa, katliamlara, teröre, tabiata ve hayvanlara zarar verenlere karşı bir duruşu vardır devletlerin. Kalpten kalbe, gönülden gönle yürüyen sadece siyasî, ticarî ve askerî çıkarların değil, insanlık vicdanının da bir Cemal Ceylan [email protected] faktör olarak kabul edildiği bir “insanî diplomasi” kanalı vardır. İşte Türkiye, ürettiği siyasî ve insanî diplomasi kanalı iddiası ile eylemlerini çatıştırmadan sürdürebilmektedir. Dünyanın kayıp vicdanı olmuştur Türkiye; vicdanlara seslenen, tüm dünyaya ve küresel sisteme uyarı veren bir diplomasi dili üretmeyi başarmıştır. Türkiye, sadece çıkarı olan bölgelerle ve kendinden kabul ettiği toplumlarla ilgilenip diğer bölgelerin ve toplumların yaşadıkları zulümlere sessiz kalmamıştır. İşine gelmeyeni görmezden gelen devlet anlayışına itiraz eden bir ses olmuştur Türkiye. Suriyeli mültecîlerle kendilerini rahatsız ettiği için ilgilenen Batılı devletler sistemine Türkiye şunu öğretti: “Sadece insan oldukları için ilgilenmek zorundayız!” Türkiye, Suriyeli mültecilere Arap, Kürt, Yezidî, Müslüman veya Hıristiyan demeden, sadece insan oldukları için kucak açıp dertlendi. Türkiye 100 yıl önce “dondurulan” büyük bir coğrafyada, buzların erimesi ve zorlama siyasî sınırların toplumların arasındaki insanî ilişkileri ortadan kaldırmadığını ispatlamakta. Kendisini tarif edenlere itiraz ettiği için, kendisi olmaya çalıştığı için, kendi siyasî tarihi ve kültürel genetiğine uygun hareket etmek istediği için Türkiye’den birileri rahatsız oluyor. Yüz yıldır birbirine karşı düşman edilmeye çalışılan Ortadoğulu halklara “Tekrar birlikte yaşayabiliriz!” mesajı verdiği için Türkiye rahatsız edici. Teslim olmayan ve teslim alınamayan bir ülke Türkiye. Birileri Anadolu için “Türklerin elinde kalabilir ama Türklerin idaresinde kalmamalı” diyor. Ne yaman çelişki! Sultan Abdülhamit Han, 33 sene önemli bir güç merkezi olan Osmanlı Devleti’ni kendisine ve coğrafyasına yönelen tehditleri diğer güç merkezleriyle dengeleyerek zaman kazanmıştır. Sultan Abdülhamit Han böylesi siyasî denge oyunlarıyla kazandığı zamanı ve potansiyeli nerede kullanmıştır? Asıl mesele, elinizdeki potansiyel enerji kaynağını ve zamanı ne için kullandığınızdır. Tabiî ki akıllı bir devlet adamı olarak dönemin şartlarını zorlayarak eğitim, sağlık, idarî reform, askerî hazırlık (mesela Çanakkale Boğazı’ndaki tahkîmat), askerî, ticarî ve sivil ulaşım için kara ve demiryolu ile altyapı yatırımları yapmıştır. Tüm bunları, devletini bir adım sonraki tehditlere hazırlamak ve dirençli hâle gelmesini sağlamak için yapmıştır. Tüm bunları yaparken “Kızıl Sultan”, “Diktatör” vs. suçlamaları ile iç ve dış politik saldırı ve tacizlere, suikast girişimlerine ve ayaklanmalara karşı direnmiştir. Ama ihânet içeriden olunca teslim olmuştur sırf “kardeş kanı” dökülmesin diye. O teslim oluş, kimilerince çok eleştirilmiş ve tartışılmıştır. Şimdi aynı şeyi Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a yapıyor, onu devletin başından uzaklaştırmak istiyor ve idamla, ölümle, hapisle, savaşla, terörle, ihânetle her fırsatta tehdit ediyorlar. AK Parti hükûmetleri ile Recep Tayyip Erdoğan lidernisan 2016 77 haberajanda Siyaset maz! Menderes’i darbeyle görevden alıp katlederek milletle dalga geçenlere bir daha fırsat vermeyecek, aynı hatayı millet olarak bir daha yapmayacağız!”. Dün “Terörle mücadele etmiyorsunuz” diyenler, bugün teröristlerin cenazesine gidip taziye çadırlarına destek veriyorlar. Dün “Pensilvanya ile berabersiniz, bunlar devleti ele geçirecek!” diyenler, bugün paralel devlet yapılanması ile beraber bedduâ seansları ve kanlı terör eylemlerinden medet umuyorlar. Hangisi? Bağımsızlık mı, müstemleke mi? Dün “Yüzde 35 oy ile TBMM’de yüzde 65 temsil oranı demokratik değil” diyenler, bugün yüzde 50 ile milletin seçtiği siyasî iradeye her gün iftira ve hakaret yağdırıyorlar. Dün darbe anayasası ile gelen apoletli Cumhurbaşkanlarına güzelleme yapanlar, bugün milletin yüzde 52 ile bizzat seçtiği bir Cumhurbaşkanı’na her gün hakaret etmeyi marifet sayıyorlar. liğindeki Türkiye, büyük bir altyapı hamlesine girişti ve ülkeyi gerçek potansiyeline uygun yönetmeyi başardı. Recep Tayyip Erdoğan, milletine özgüven aşıladı, bir başarı hikâyesi hediye etti. Sosyal ve siyasal restorasyon yapmak istedi, terörü çözmek ve kardeşliği inşâ etmenin gayretine düştü. Devlette çok başlılığa karşı mücadele etti, derin devlet, bürokratik oligarşi ve paralel devlet yapılanmasına ve de gayrımillî 78 nisan 2016 ihânet çetelerine savaş açtı. Ezilen ve sömürülen mazlumlara umut oldu, ancak bazılarına göre “Dünya beşten büyüktür!” diyerek büyük günah işledi. “Yapma!” dediler, yaptı; “Dur!” dediler, dinlemedi. “One minute!” diyerek tüm küresel sistemin sinir merkezlerini tetikledi. Küresel güç merkezleri ve oyun kurucular, içeriden ve dışarıdan tüm devşirdikleri ve işbir- likçileri ile bir oldular ve her yönden saldırdılar. Gezi’de denediler, 17-25 Aralık’ta denediler, 6-8 Ekim Kobani kalkışmasında denediler, başaramadılar. Çünkü her seferinde millet bunların cevabını verdi ve devletinin yanında dimdik durdu. 30 Mart’ta, 10 Ağustos’ta, 7 Haziran ve 1 Kasım’da, her seferinde millet dedi ki, “Millî irade provokasyonla, yalan dolanla teslim alına- Dün “Yüzde 35 oy ile TBMM’de yüzde 65 temsil oranı demokratik değil” diyenler, bugün yüzde 50 ile milletin seçtiği siyasî iradeye her gün iftira ve hakaret yağdırıyorlar. Dün darbe anayasası ile gelen apoletli Cumhurbaşkanlarına güzelleme yapanlar, bugün milletin yüzde 52 ile bizzat seçtiği bir Cumhurbaşkanı’na her gün hakaret etmeyi marifet sayıyorlar. Milletin sevindiği her şeye üzülen, milletin üzüldüğü her şeye sevinen, millete yabancı, yerli ve millî duygulardan uzak bir muhalefet anlayışı ile ülkeyi terör, anarşi ve kaos ortamı yaratmak için bizzat uğraşan bazı sözde siyasetçiler var. Dün Atatürk’ü, Millî Mücadele’yi, Cumhuriyet ve bağımsızlığı dilinden düşürmeyenler, bugün alenen Türkiye’ye karşı Rusya’nın, İran’ın, Esed’in, İsrail’in yanında saf tutmakta ve utanıp Cemal Ceylan sıkılmadan milletin tüm değerlerine ve devlete küfretmektedirler. Paris ve Brüksel için üzülenler, Ankara ve İstanbul için neredeyse sevinmekte, buradan bir siyaset devşirmeyi muhalefet saymaktadırlar. Milletin acısını ve terör eylemlerini devlete karşı savaş açmak için fırsata çeviren ve yabancı ülke ve odaklarla işbirliği içinde Türkiye’ye hainlik etmekte olanları milletimiz, siyasî tarih ve insanlık vicdanı affetmeyecektir! Bu çerçevede vurgulamak istediğim şudur ki, Türkiye artık siyasî geleceğini garantiye almak için millet olarak topyekûn bir karar vermelidir. Yerli ve millî bir sistem inşâ edip yeni bir anayasa yapacak mıyız, yoksa küresel sistemin ve egemen güçlerin Türkiye’ye biçtikleri rolü oynamaya razı mı olacağız? Vatan toprağı her gün şehit kanı ile sulanırken, bu ülke şehitlerine topraktan cam yapar ki sabır ve kararlılıkla bu ateşten yeni bir anayasa ile çıkılmalıdır. Şehitlerimizin mübarek kanıyla sulanan bu vatan toprağında milletin huzur ve barış içinde yaşaması için yapılan millî sözleşmedir “anayasa”. Anayasa, bir milletin ortak eseridir. Milleti bir arada tutacak kadar sağlam olmalıdır. Anayasa, işte o şehitlerin şehadetlerinin vücut bulmasıdır! Anayasa, uğruna şehit olunan ve ilelebet yaşayacak bir vatanı anlatır. İthal anayasalardan çok çekti bu millet. Yüz yıl önce Sykes-Picott ile ortaya çıkarılan Ortadoğu siyasî haritası, kırılması için tuzaklanmış cam eşya gibidir. Sosyal ve siyasî gerginlikler, tarihî ve coğrafî hatlara rağmen doğal olmayan bir desen ve kalıba uydurulup, gerginlikleri giderilmeden hızlı soğumaya tâbi tutulup bir cam eşya gibi kırılgan olarak imâl edilmişlerdir. “Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmaz” diyenler, neyi nasıl tuzakladıklarını biliyorlar anlaşılan. “Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmaz” demek, “Bir ucunu ısıtırsak diğer ucundan tepki verir” demektir. Oyunu kuran, adını da koymuş ve “diplomasi” demiş. Dış politika bazı önemli cümleler üzerinden anlaşılır. Mesela “Camdan bir evde oturuyorsanız, komşunuzun evine taş atmamalısınız” diyenler, önce sizi camdan bir eve mahkûm ederken, sonra da “Sakın sağa sola sataşma, senin evin de zarar görür!” demekteler. Türkiye, son yüzyılın hızlı soğutulmuş coğrafyasının tam ortasında bulunmaktadır. Sosyal ve siyasal olarak dondurulmuş olan bu coğrafyada ülkeler ve milletler, 1. Dünya Savaşı sonrasında dondurulan ve kırılganlıkları devam eden doğal olmayan bir siyasî haritaya sahiptirler. Sınırları, hafızaları ve tarihi dondurdular ama kalpleri ve ruhları donduramadılar. Bir insanı köleleştirmek ile esir almak arasındaki fark şudur: Köleleştirilenler, ruhlarını teslim etmişlerdir; sahiplerinin karşısında olmayı ve kendi iradelerini kullanmayı asla düşünmezler, hayâl bile edemezler. Baştan kaybetmişlerdir, çünkü asla kazanabileceklerini hayâl edemezler. Yani savaşmayı bilmezler. Esir tutulan ise öyle değildir. Esir alınmış, tutuklanmış, zincire vurulmuş olabilir ama kimliğini ve iddialarını kaybetmemiştir. Ruhunu teslim etmemiş ve ilk fırsatta savaşmaya odaklanmıştır. Bir esir kişi önünde sonunda ya ölür ya da özgür kalır. Ama asla köleleştirilemez! Dondurulmuş olan bu büyük coğrafyayı, köleleştirdikleri sadık adamları ile bugüne kadar yönetmişlerdir. Milyonlarca insan, köleleri eliyle yönettikleri devlet gibi davranan müstemlekelerde yaşamak zorunda kalmıştır. Bugün globalleşme ve küresel iletişim araçları hızla siyasî dondurucuların devre dışı kalmasına sebep olmuş ve toplumların bilgiye ulaşması ile farkındalıkları yükselmiştir. Siyaseten dondurulmuş düzen ile 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı coğrafyasındaki Müslüman halkların ve toplumların hafızalarını, tarihlerini dondurucularda tutanlar, artık aynı oyun ile yüz yıl daha yönetemeyeceklerini gördüler. Osmanlı coğrafyasında kurulan devletlerin genetiği ile oynanmış, yerli ve millî olmayan devlet kurguları ile dayatılan sistemler kurmuşlardır. Görünürde adı cumhuriyet, krallık, emirlik, sultanlık vs. olmuş, ama kimse kendi kendini tarif edememiştir. Birileri Osmanlı coğrafyasının dağılmış ve dağıtılmış hâlini tarif etmiştir. 1. Dünya Savaşı’nın galip devletleri, büyük bir coğrafyada siyasî bir dizayn yapmışlardır. “Sen şusun, sen busun! Şu dostun, bu ise değil! Adın şu, milliyetin bu, sınırların burası, bayrağın şöyle!” demiş, dahası yönetim şeklini, tarihini, dilini, kılık kıyafetini ve derken her şeyini tarif etmeye kalkmıştır. Ve kısmen de başarmış, yüz yılı böylece geçirmiştir. Daha cesur Türkiye! 3 Kasım 2002 sonrası gazete manşetlerinin “Anadolu İhtilâli” diyerek aktardığı siyasî ve ekonomik istikrar dönemi ile başlayan kalkınma ve uyanış hamlesi, sadece Türkiye’deki sosyopolitik ortama etki etmedi. Türkiye’de iktidarı kullanmasına müsaade edilen karar verme yeteneği kısıtlanmış, geçmişi, tarihi ve kimliği unutturulmuş olan kölelerin yerine “esir tutulanlar” iktidarı kullanmak istedikleri için bugün hedefteler. Türkiye’nin yeni anayasa yapması, sadece Türkiye’nin anayasa yapması anlamına gelmiyor. Kaybedilecek olan sadece Türkiye olsaydı da son derece önemli bir kayıp olurdu ki mesele, Türkiye’den daha büyük bir mesele! Koca bir coğrafyanın uyanması, sorgulaması, tartışması, “Ben de yapabilirim!” demesi anlamına geliyor bu. Türkiye başarırsa, özgün bir model olursa ve dünyanın yüzüne “Dünya beşten büyüktür!” diye bağırmaya devam ederse, sonunda herkes başaracaktır. Esir tutulanlar özgürleşecek, köleler eliyle yönetmek mümkün olmayacaktır. nisan 2016 79 haberajanda Siyaset İşte “tarihin ruhu” özgür kaldı, tüm sömürülen dünyada ve mazlum coğrafyalarda! Şimdi Osmanlı coğrafyasında dolanıp siyasî dondurucuları devre dışı bırakıyor! İşte bu yüzden Türkiye’de “yeni anayasa” dediğimiz gündem, sadece Türkiye’yi ilgilendiren ve sadece Türkiye’nin kendisini nasıl yöneteceğine karar vereceği bir konu değildir. Türkiye’nin yapacağı yeni anayasa, yeni bir norm üretmek, yeni bir referans yaratmak, yeni bir kaynak sistem yazılımı gerçekleştirmek ve bir kurucu akıl inşâ etmek demektir. Bu da insanlığa, dünyaya ve tüm küresel siyasî ve ticarî sisteme yeni bir aklın eklenmesi demektir. Mesele, sadece masadakilerin Türkiye ile paylaşılması meselesi değil, masanın yeniden oluşması meselesidir. Yeni dünya sisteminde insana bakışın adı konulacaktır. Bugüne kadar kurgulanan kararı veren seçkinler, 80 nisan 2016 köleleştirdikleri ile esir aldıkları dünyayı yönetmeye devam edebilecekler mi? Mesele de budur! Küresel sermaye ve üst aklın istediği, yönetenlerin zihinsel olarak köleleştirilenlerden olmasıdır. Onlar için arada bir yöneticinin değişmesinde bir sorun yoktur; seçimle, darbeyle, komployla ya da kasetle, şantajla değişimin bir önemi yok, yerine gelenin zihinsel olarak köleleştirilenlerden olup olmadığı önemli. Şimdi buradan hareketle asıl soru “Türkiye anayasa yapabilecek mi?” sorusu değil, “Zihinsel köleler tasfiye olacaklar mı?” sorusudur. Yani biz kendi toprağımızdan yerli-millî duygu ve motiflerle yeni bir cam üretimi yapıp sağlıklı bir şekilde soğutup siyasî ve sosyolojik gerginlikleri en alt düzeyde inşâ edebilecek miyiz? Cam üretimi esas olarak dört kademede incelebilir. 1. Eritme: Yüksek sıcaklıkta hammadde eritilir ve şekil vermeye hazır olur. Siyasî tartışmalar ve ortaya çıkan enerji, mevcut sistemi eritip şekil vermeye müsait hâle getirecektir. 2. Şekil verme: Bu işlem, ihtiyaca göre erimiş cam ile yapılır. Yani her rengi ve talebi üzerinde taşıyacak motif ve zenginlik, azamî uzlaşı ile elde edilir. 3. Tavlama: En önemli bölümdür! Gerginlikleri azaltmak üzere bütün camların tavlanması gerekir. Tavlama işlemi başlıca iki kademeden oluşur. Cam malzeme önce iç gerilmelerin giderilmesi için belirli bir kritik sıcaklığın üzerindeki sıcaklıkta bir süre bekletilir. Daha sonra cam malzeme yavaş bir hızla oda sıcaklığına kadar soğutulur. Tavlama kanallarında ısıtma ve soğutma sürelerinin çok iyi ayarlanmış olması gerekir. Yani yeni anayasanın tavlanması, 1980’de başlayan ve son 8 yıldır hızlanan anayasa tartışmalarıdır. 4. Bitirme işlemi: Refe- randum… Cam işçiliğinde en önemli husus fırınlamadır! Kırılganlığı azaltmak için camın iyice ısıtıldıktan sonra yavaş yavaş homojen bir şekilde soğuması gerekir. Eğer uygun bir şekilde cam soğutulmaz ve iç kesimle yüzey kesimleri arasında ısı farkı oluşursa, bu soğutma başarısız olur ve iç dokularda gerginlikler oluşur, cam bütünlüğünü koruyamaz ve gerginlikler kırılganlığı arttırır. Referandum, mümkün olan en iyi katılım ve yüksek oran ile kabul edilmelidir. Bu işlemden sonra umarız ki yeni anayasamız huzur ve barışı tesis etme imkânı ve ortamını sağlayacaktır. “Ya istiklâl, ya ölüm!” diyen bir neslin evlatları, “Ya Rusya, ya İran!” diyen bir muhalefet çizgisine sıkışıp teslimiyete razı olmayacaklardır. Asla böyle olmayacaktır! Çünkü bizim İstiklâl Marşımız “Korkma!” diye başlıyor ve de korkusuz ve inançlı bir milletin neleri başardığını anlatıyor. haberajanda Kafkasya Ş UBAT ayında Rusya’nın Güney Askerî Bölge’de gerçekleştirdiği dev askerî tatbikat, bölgede yeni gelişmeler olacağı yönünde beklenti ve endişeler oluşturdu. Kafkasya, Karadeniz ve Hazar hattının denetimini konu alan bu tatbikatta 8 bin 500 asker, 200 savaş uçağı, 50 savaş gemisi ve bine yakın farklı askerî araç yer aldı. Türkiye’de analistlerin Mehmet Fatih Öztarsu [email protected] yakın zamana kadar Türk kökenli olduğunu belirterek gururlandıkları Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun verdiği anî tatbikat emriyle başlayan gövde gösterisi, Suriye meselesi başta olmak üzere çeşitli bölgesel gelişmelerle ilgili verdiği açık bir mesaj. Rusya bölgedeki nüfûzunu arttırıyor! PETROL fiyatlarından dolayı yaşadığı sorunlarla Azerbaycan’ın askerî bütçe kısıtlamasına gittiği, ABD’nin Gürcistan’ı Rusya etkisinden korumak için yardım artırımı yaptığı, Tiflis yetkililerinin NATO’ya bölgede ciddî güvenlik tedbirleri alınması çağrısı yaptığı ve aynı zamanda Rusya’yla enerji işbirliğini oluşturmaya çalıştığı bu süreç dikkatle izlenmelidir. Türkiye dışındaki aktörlerin uzun vadeli planlar yaptığı bölge için Ankara’nın ihtiyatlı olması gerekir. Bilgisayarda yer alan basit bir strateji oyununda dahi bu tür hamlelerin nereye varacağı en baştan bellidir. Yakın zamanda Abhazya’da gerçekleştirdiği askerî tatbikatlarla bölgedeki hareketliliği arttıran ve eleştirilere hedef olan Rusya’nın şu sıralar Kırım’ı silahlandırdığı ve burayı ileri karakol hâline getirdiği de medyamızda yer alan önemli endişelerden. Rusya bu dönemde hem propaganda faaliyetleri, hem de gövde gösterisini bir arada yürüterek bölgedeki nüfûzunu arttırma ve korku oluşturma yoluna gidiyor. Rusya’daki komünist, liberal ve milliyetçi isimlerin tek vücut hâlinde büyük katkı sağladığı propaganda çalışmalarının son örneğini ise Kars ve Moskova Antlaşmaları ile ilgili dedikodular oluşturuyor. Türkiye’nin doğu sınırlarını içeren antlaşmaların iptal edilmesi için girişimde bulunulması gerektiğini belirten Rus siyasiler, Gürcistan ve Ermenistan’ın aklını karıştırmış durumdalar. Bunun reel politikaya aykırı olduğunu belirtenler dışında, aslında Türkiye’nin doğu sınırının Gürcistan ve Ermenistan lehine değişmesi gerektiğini söyleyenler de sahneye çıktı. Buradaki amaç, esasında şimdiye kadar tartışılmamış konuları yavaş yavaş tartışmaya açık hâle getirmekten ibaret. “Neden olmasın?” fikrini oturtarak Kafkasya’daki milliyetçi ve yayılmacı düşünceyi Türkiye ve Batı karşıtlığı üzerinden biçimlendirmek gibi kurnaz bir hamleyle karşı karşıyayız. Bunun uzun vadede Rusya’ya katkısı büyüktür. Batı’daki Ermeni diasporasının da Rusya’nın bu hamlelerine destek verdiğini görüyoruz. Horizon Weekly ve Asbarez gibi yayın organları tam da bu zamanda ilginç haberler ve makaleler yayınlamaya başladılar. Horizon Weekly’de yayınlanan Wayne Madsen imzalı bir yazıda, Türkiye’nin Nahçıvan ve Gürcistan’da askerî üs kuracağı, Ankara’nın Ermenistan’ı kapana sıkıştırmayı ve bölgedeki Rus menfaatlerini ortadan kaldırmayı hedeflediği belirtiliyor. Türkiye’nin Afrika’da ve Arap ülkele- rinde benzer girişimlerde bulunarak özellikle Hıristiyan varlığına karşı aşırı İslâmcılığı yaymayı istediği vurgulanıyor ve Kafkasya’da da din savaşı başlatacağı endişesi oluşturuluyor. Bir başka haberde ise, Rusya’daki Cavaheti Ermeni diasporasının Türkiye’ye karşı acil önlem alınması yönünde yaptığı çağrılar yer alıyor. Gerçeklikten uzak bu yayınların böylesi kriz zamanlarında ne türlü gelişmelere yol açtığının örnekleri çoktur. Hiçbir hedefe ulaşmasa da çeşitli ülkelerde korku havasının oluşması bile yeterli olabiliyor. Önemli olan, askerî güç gösterileriyle birlikte bu tür yayınların tüm dünyaya pazarlanmasıdır. Akıllarda oluşan soru işaretleri, ülke politikalarının şekillenmesine etki gös- teriyor. Bu yüzden yakın zamanda Kafkasya’nın Rusya’ya iyi niyet mesajlarında artış göreceğiz. Petrol fiyatlarından dolayı yaşadığı sorunlarla Azerbaycan’ın askerî bütçe kısıtlamasına gittiği, ABD’nin Gürcistan’ı Rusya etkisinden korumak için yardım artırımı yaptığı, Tiflis yetkililerinin NATO’ya bölgede ciddî güvenlik tedbirleri alınması çağrısı yaptığı ve aynı zamanda Rusya’yla enerji işbirliğini oluşturmaya çalıştığı bu süreç dikkatle izlenmelidir. Türkiye dışındaki aktörlerin uzun vadeli planlar yaptığı bölge için Ankara’nın ihtiyatlı olması gerekir. Bilgisayarda yer alan basit bir strateji oyununda dahi bu tür hamlelerin nereye varacağı en baştan bellidir. nisan 2016 81 haberajanda Kapak Dosyası O Almanlar ki, başta İngilizler, sonra Fransızlar ve tabiî Ukrayna’dan şamarını yediği Ruslar ve diğer Batılılarca “terk edilmişlik sendromu”na dûçâr bir hâlde Türkiye tarafından müttefik olarak kabul edilmek dileğiyle Ankara’nın kapısını aşındırmaktalar. Kapı eşiğindeki Şansölye, ittifak hususunda dökmedik dil bırakmıyor vermediği taviz bırakmadığı gibi... *** Her ne kadar üzerlerinden bir ameliyat, yani Ergenekon Operasyonu geçmiş olsa da, o iflah olmaz Halaskaran İttihatçıları hâlâ yarı canlı hâldeler! O cihette bir avuç da olsa eski darbeci, pusuya yatmış olarak fırsat beklemekte. Bu saklı veya gizli bir şey değil. Hatta hemen söyleyelim ki, darbe planlamaktan yargılanan ve uzunca bir süre zindanda yatan bilindik Ergenekon grubu da ortalığa salıverildi zaten. Bunu da hemen kaydedeyim ki, o günlerde -ismini hatırlayamadığım- bir darbeci, en kısa zamanda “zindan”dan çıkacaklarını ve işte o zaman ortalığın kan gölüne çevrileceğini bağırıyordu ortalık yerde! Şu söz ona ait meâlen de olsa: “Çocuklarına bile acımayacağız!” Ta bu kadar! *** 82 nisan 2016 Tasarlanan İkinci Gezi ve Türk Baharı: “SİSİ DARBESİ OPERASYONU” A RTIK biliyorsunuz bizim Adil’in dükkânını. Geleneksel bir “mahalle meclisi” gibi çalışan işlek bir esnaf mekânından söz ediyoruz. Üstelik bir soba ve sobasının üzerinde altı çizilmiş kestanelere de sahip. E tek eksik nedir dersiniz? Tabiî ki mahallede mukim mütekait taifesi… Maşallah, o dediğinizden bizde istenmeyecek kadar bol; esnaf mekânlarında “emekli filozoflardan” geçilmiyor. İşte o gruplardan biri de bizim Adil’in müdavimi! >> Adil, yolumun üzerinde, gelip geçerken uğramadan edemiyorum. Geçenlerde yine uğradım, baktım ki taife tam tekmil. Aralarında Emniyet’ten emekli Kamil Ağabey de var. Beni görünce sevindi, zira hakkımda bilmesi gereken her şeyi bilmekte. Üstelik sorularına, istediğine yakın cevaplar ürettiğimin de farkına varanlardan. Bu sebeple ne zaman karşılaşsak hemen yanı başında yer açar ve başlar “E hoca” diye ve ardından “Ne olacak bu memleketin hâli?” şeklinde ekler. Yine aynı seremoniden geçtik ve Kamil Ağabey sordu soracağını: “E hoca! Şu sözü edilmekte olan İkinci Gezi olaylarının hazırlıklarının yapılmakta olduğu herkesin malûmu. 2013’te Devletimiz, bu girişimin ilkini bertaraf etmişti. Ancak bu sefer netîce ciddî! Bu konuda ne olur, nasıl olur, doğrusu tehlike ne kadar büyük- tür, bilemiyorum. Zira kestirmek zor! Sosyal medya, ünlü bir kısım ve sahibi ülke sınırları içerisinde olmayan basın, bu hususta yeterince bilgili ‘bir kısım halk’, bu sefer bir şeyler olacağının memnuniyeti içerisinde netîceyi beklemekte. Ve olup bitecekler düzleminde yeterince bilinç oluşturamamış olduğunu belli eden geniş yığınlar dahi kokuyu aldılar, onlar da hazır kıta hâlindeler. Hâlihazırda ‘Hasta Adam’ ayağa kalkmayı Ahmet Yozgat [email protected] Şu anda, onların ilkbaharda yapılacak olan “İkinci Gezi Kalkışması”nın ilk gününden itibaren, mâsum memleketin her hücresinde “lojistik terör hamalları”nca başlatılacak olan yangını darbe için bir kılıf sayacaklarının, bir çağrı gibi algılayacaklarının ve her olayı adlarına çıkarılmış birer davetiye sayacaklarının yalan olduğunu kim söyleyebilir ki? Zaten İkinci Gezi partisinin amacı da bu! Yani darbe ortamını hazırlama... nisan 2016 83 haberajanda Kapak Dosyası Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 84 nisan 2016 Ahmet Yozgat [email protected] Sonunda, sonuç belirleyebilen boyutlu bir toplumsal kalkışmaya yerli işbirlikçilerinin gücünün yetmeyeceğini anlayan derin BND, durum ve pozisyon değiştirdi ve o günden beri yaramaz ellerini kalleş patlamalarla kana bulamaya devam etti. Bu tür patlamaların en sonuncusunu ülke, İstanbul Sultan Ahmet Meydanı’nda yaşadı. Sözü edilen mahfilin varlığından kuşkulanmasına rağmen Diyarbakır ve Suruç patlamalarını atlayan Türkiye kriminolojisi, gerek Ankara Garı patlaması, gerekse İstanbul patlamasında sözü edilen gizli servisin parmak izlerini su götürmez bir şekilde keşfetti. bu sefer becerebilecek gibi görünüyor. Ancak iç kanama korkusu içinde. Kısacası sana sorayım: Bu tehlike hangi boyutta? Ve Devletimiz kalkışmayı geçen seferki gibi bertaraf edebilir mi?” Ve Kamil Ağabey’in ardından, müzmin muhaliflerden olan Sabri Bey devreye dâhil oldu. O da kendi yorumunu eklemeyi unutmadı doğal olarak. Dedi ki Sabri Bey, “Efendim, ben Gezi tarzı bir eyleme kalkışacaklarını zannetmiyorum. Zira 2013 Gezi’sinde bir şey beceremediler. Zaten halkımız da uyandı artık. Bu sebeple ikinci bir Gezi yapmak boşa masraf olur onlar için. Ben bundan sonra Gezi’yle yapamadıklarını hukuk yoluyla yapmaya çalışacaklarını, hukukî yönden AK Parti’nin üstüne geleceklerini düşünüyorum. Geçenlerde olan AYM ve Can Dündar olayı daha başlangıç! Bundan sonra ellerinde buna benzer ne varsa kullanıp Hükûmet’i devirmeye çalışacakları kanaatindeyim”. Sabri Bey’e, yine Adil’in yerinin horantasından saydığımız Cengiz Kardeş kısa bir ekle katılarak dedi ki, “Sözü edilen uğursuz operasyonlar Birinci Gezi’deki gibi olacak diye bir şey yok abiler! Ancak zaten kendileri bundan sonraki her hareketlerini İkinci Gezi olarak değerlendiriyorlar. Kannatim bu yönde!”. Cengiz’in ardından bir sessizlik oldu. Sonra bana döndü mekânın müdavimleri. Anlaşılmıştı, şimdi söz sırası bizdeydi! Konuşmamıza, “Evvelâ bir itirazımızı dinlendirelim” diye girdim ve devam ettim… Konuşmalar arasında ülkemizle ilgili olarak yakıştırılan “Hasta Adam” tamlamasına pek çok insan gibi benim de katılmam mümkün değildi. Zaten bu “tarihî” yakıştırma Türkiye için değil, Osmanlı için yapılmıştı. Osmanlı Devleti’nin de son zamanı için… Zamanın Rus Çarı Nikola tarafından yakıştırılmıştı. 1800’lerin ortasına yakındı bu söylemin dillendirildiği vakit. Yani İkinci Mahmut döneminin sonu, hatta belki de Abdülmecit zamanı... Türk düşmanlığıyla sabıkalı Rus Çarı Nikola, Petersburg Sarayı’ndaki bir baloda, ihtimâldir ki votkayla çakır keyifken İngiliz elçisine, “Hasta Adam” hâline gelen Osmanlı’yı paylaşmayı teklif etmişti. Lakin bu teklif, Londra tarafından ciddîye alınmadı. Ancak “Hasta Adam” yakıştırması kabul gördü ve ondan sonrası için Avrupalılar, Osmanlı’ya “Hasta Adam” demeye devam ettiler. Sürecin sonunda Hasta Adam ölmedi, lakin bu yakıştırmayı yapan Batılılar bir olup onu öldürdüler. Hakk’ın hikmeti işte, artık ölü olan o Hasta Adam’ın küllerinden yeni bir evlât doğdu: Türkiye Cumhuriyeti… Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren babasına yakıştırılan Hasta Adam sıfatını kısmen taşımaya devam etti. Ancak her hastalık gibi -eğer öldüren Allah öldürmüyorsa- Cumhuriyet’in kronik illeti de yavaş yavaş bünyesinden sıyrıldı ve bir süreden beri babasından mîras semptomlar taşımakta olan “Hasta Adam”ın evlâdı, akut yatağından doğruldu ve ayağa kalktı. Fakat “Adam”ı hasta olarak görmeye alışmış olan Batılılar, onun akut hastalığından kurtulup ayağa kalkmasından rahatsız olmakta gecikmediler. İşte ayan beyan görülmekte ki, nice zamandan beri eski rakipleri, hatta düşmanları, “Hasta Adam”ın oğlunu da klinik bir vaka hâline getirmek ve kronik olarak “ebed müddet” hastalandırmak için ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar! Bu iş için değişik adreslerde konuşlanmış olan on, hatta yüz binlerce uğursuz laboratuvarda durmadan yeni virüsler, acer mikroplar ve neo-basiller üreterek bu “naif evlâdın” bünyesine bulaştırmaya devam edegidiyorlar. Hülâsâ o virüslerden biri, 2013 yılında etkisini ülkenin teninde duyurduğu ve canında yaşattığı “Gezi olayları mikrobu”ydu. Mazlum halk olayları yaşadı ve gördü. Neyse ki her şeye rağmen bünye sağlammış, kendini korumayı becerdi ve saldırıyı bertaraf etti. Peki, bu mikrop hangi laboratuvarda üretilmişti? O yıldan beri fakir, çeşitli platformlarda Gezi olaylarının arkasında Alman derin devletini gördüğünü defaatle yazmış, anlatmış ve halkımıza duyurmaya çalışmıştı. Doğal olarak sözünü edegeldiğimiz aynı mahfil, “BND Gezi’si”nin sonrasında da boş durmadı ve melanetine devam etti. Bu arada pek çok şey denedi; üst üste bindirilen operasyonlar, manipüle edilmeye çalışılan seçimler, karıştırılan üniversite ameliyeleri, hatta suikast tezgâhları ve daha neler neler… Sonunda, sonuç belirleyebilen boyutlu bir toplumsal kalkışmaya yerli işbirlikçilerinin gücünün yetmeyeceğini anlayan derin BND, durum ve pozisyon değiştirdi ve o günden beri yaramaz ellerini kalleş patlamalarla kana bulamaya devam etti. Bu tür patlamaların en sonuncusunu nisan 2016 85 haberajanda Kapak Dosyası ülke, İstanbul Sultan Ahmet Meydanı’nda yaşadı. Sözü edilen mahfilin varlığından kuşkulanmasına rağmen Diyarbakır ve Suruç patlamalarını atlayan Türkiye kriminolojisi, gerek Ankara Garı patlaması, gerekse İstanbul patlamasında sözü edilen gizli servisin parmak izlerini su götürmez bir şekilde keşfetti. Bu keşiften öfkeyle doğrulan Devlet, kabul edilmesi mümkün olmayan bu melanetin arkasındaki Cermenik güce karşı -her ne pahasına olursa olsun- lâzım geleni yapmaya karar vermişti. Peki, neydi lâzım gelen ve nasıl yapılacaktı? Ülkenin üstünde büyük bir yük gibi duran ve de bu sanıyla bazı siyasetçilerimizin karşı çıktığı Suriyeli muhacir kardeşlerimizin ne denli bir nîmet olduklarını en azından teorik olarak anlamakta gecikmeyen devlet ricâli, zannımca konuyla ilgili olarak çok düşündü. Lakin zaman, durulup düşünülecek bir durumda değildi. Karar verildi ve basıldı düğmeye: Devlet muhacirleri gizli bir kulak fısıldamasıyla Avrupa’ya doğru yönlendirdiğinde, işin pratiği hayata geçirilmiş ve teori doğrulanmıştı. Hem de tahmin edilenin on fersah ötesinde... Türklerin tâ 1871’den beri bir türlü önünde diz çöktüremediği Tötonların en mavi kanlı ve Ari ırklı Nazist gücü, “Majestik Biraderler”inin “nan”a muhtaç ve zavallı hâle getirdikleri Suriyeli muhacirlerin önünde diz çöktü. Yüce Allah’ın gücüne bakın! O burnundan kıl aldırmayan “Şarlken’in torunları”, şimdi- 86 nisan 2016 lerde dizüstü durmaya devam ediyorlar… “Muhacir Operasyonu”nun arkasından Türkiye, Almanya’yı şaşkın bir ördek misali koşa koşa Ankara’ya getiren “biyo-gücün” ne denli büyük bir boyuta sahip olduğunu, Şansölye Merkel’in o anki hâlini görünce anladı. Dedik ya, daha düne kadar burnundan kıl aldırmayan Doğu Alman Ajanı Merkel Hanım, kanatları yok olmuş hâliyle bir tür yolunmuş tavuk gibiydi. Ve Yüce Mevlâ, Töton şövalyelerini karşımızda umutsuzca ellerini ovuştururken görmeyi de kısmet etmişti ya Devletimiz ve idarecilerine, daha ne istenirdi ki?! Onlar ki, bizim Son İmparatorluğumuzun yıkılmasına sebep olmuşlardı, şimdi onların son imparatorluklarının ipi de bizim elimizdeydi. Var olsundu Suriyeli Muhacirlerimiz! Aslında ülke, elindeki gücü o zaman, Merkel’i karşısında sulta dururken anlamıştı. Ve o güç, fakirin kardeşlerimize verdiği isimle “biyo-nükleer bomba” idi. Ki bu bomba sadece Almanya’yı değil, tüm dünya lordlarını dize getirmek için yeter de artardı bile. O bomba hâlâ elimizde! Üstelik dediğimiz gibi, sadece Almanya için değil, tüm dünya için kullanabileceğimiz bir nitelikte, başımızın üzerinde taç gibi duruyor. Evet, şimdilerde Almanya’nın durumu bu noktada ve Türkiye’ye karşı yapabileceği hiçbir şeyi kalmamış durumda; çaresiz, eli muhtaç... Hatta o Almanlar ki, başta İngilizler, sonra Fransızlar ve tabiî Ukrayna’dan şamarını yediği Ruslar ve diğer Batılılarca “terk edilmişlik sendromu”na dûçâr bir hâlde Türkiye tarafından müttefik olarak kabul edilmek dileğiyle Ankara’nın kapısını aşındırmaktalar. Kapı eşiğindeki Şansölye, ittifak hususunda dökmedik dil bırakmıyor vermediği taviz bırakmadığı gibi... Şimdi gelelim asıl konuya! Bu nedenlerle, bundan sonra Almanya patentli ikinci bir Gezi olayının tezgâhlanacağı kanaatinde değiliz. Ancak şurayı hemen ekleyelim: Artık “Gezi” sırf bir park olmaktan çıkmış ve tüm dünya tarafından neredeyse kutsanan bir marka hâlini almış durumda. Almanların terk ettiği ve bu nedenle ortada sahipsiz kalmış böylesi bir markayı kullanmak isteyeceklerin çıkmaması olası değildi, olmadı da... Her ne kadar Gezi’yi markalaştıran ilk sahip BND idiyse de, bu markanın içini dolduranlar, mezhebî tercihlerinin ne olduğunu bildiğimiz bir grup Türk vatandaşıydı. Hâşâ! Düzeltelim: Markanın maşaları, sözünü ettiğimiz vatandaşlarımız da değil, onların arasından çıkmış ve Almanya’nın menfaatini Türkiye’nin menfaatine tercih etmiş bir avuç şaşkındı. Bunların eski Marksist, 1980 Bavyera ilticâcısı bir grup Alman yardakçısı olduğunu herkes bilmekte. Bu şaşkınların üzerlerinde taşımaya devam ettikleri söz konusu mezhebi BND tavsiyesi doğrultusunda ve de kendi kıt akıllarınca dönüştürerek bir başka biçime evirdiklerinin farkında olmayan yok. Bu farkında olan gruba Müslüman Alevî kardeşlerimiz de dâhil... Tabiî bunlara “Bakranist” adı verilen derin bir kripto taifesini de eklemlemeden geçmemek lâzım. Hatta işin başında bu tayfanın (yani “Pakratunîler” de denilen bidayetin Yahudî, sonranın Ermeni, daha sonranın Zazası olan) “dönme kriptolar” olduğu çoktan deşifre edildi. Tekrar dönelim o “şaşkınlara”… Onlar, bugün hâlâ bulundukları düzlemde, yani “romantik Gezi nostaljisi”nde konuşlanmışlıklarını devam ettiriyorlar. Buna bağlı olarak tam “Oldu!” dedikleri anda kaybettikleri Gezi’nin rövanşını almak üzere sırtlarını dünyaya dönmüş şekilde, arkalarına binecek “bir süvari” bekliyorlar. Hatta beklemiyor, aramaya devam ediyorlar. Sonunda bu hâin ata binecek bir “uyanık süvari” çıktı ortaya. Bu süvari, Birinci Gezi’nin arkasından ülkenin bünyesine atılan 17-25 virüsünün üreticisi olan diğer Tötonik grup. Olayın vâki olduğu zamanda tabiî ki bu grubun ve bu grubun yerli işbirlikçisinin elinde kendi iştahlı müşterileri vardı. O işbirlikçiler ve maşaları da onca îkaza rağmen hâlâ bulundukları düzlemde bir “Halaskaran” çıkmasını beklemeye devam etmekteler. 2016’nın hızla yaklaşmakta olan ilkbaharını bir başka patırtının sahnesi yapmak isteyen mevzubahis diğer Töton grubun jandarması durumundaki devasa güç, bugün itibariyle başarılı bir organi- Ahmet Yozgat [email protected] Türkiye, Almanya’yı şaşkın bir ördek misali koşa koşa Ankara’ya getiren “biyo-gücün” ne denli büyük bir boyuta sahip olduğunu, Şansölye Merkel’in o anki hâlini görünce anladı. Dedik ya, daha düne kadar burnundan kıl aldırmayan Doğu Alman Ajanı Merkel Hanım, kanatları yok olmuş hâliyle bir tür yolunmuş tavuk gibiydi. zasyonla aynı yolun yolcusu olan bu grupları birleştirmiş durumda. Yani un tamam, şeker hazır, helva yoğurucusu da kolları çemremiş bir hâlde alestâ beklemekte. Tek lâzım olan zaman, tek eksik helva leğeni… Leğen de uzakta değil, az ötede; yani Türkiye coğrafyası… E bu durumda “helvacı birader”, ilkbaharla birlikte başlatılması düşünülen “Türk Baharı”na hazır bir marka olarak, hemen arkasında ve elinin altında bulunan “Gezi damgası”nı vurarak şanlı bir zaferin peşine düşmüş durumda. Sözü döndürüp dolaştırmadan özetlemek gerekirse, “İkinci Gezi” olarak nitelendirilen 2016 ilkbaharındaki hurûç hareketinin aklı, tarafımızdan “Amerikan NeoConileri” olarak görülüyor. Bu durakta Conilerin ellerinde bulunan üç temel güçten söz edilebilir. Bunlardan ilk ikisi “yerli işbirlikçiler” ve üçüncüsü de Kuzey Suriye’de Türkiye’ye karşı kullanılmaya başlanmış olan terör örgütü “PYD”. Yerli işbirlikçilerden birincisi, 17-25’in ezoterik klanı... İkincisine gelince, onu bu yazının sonunda açıklamak üzere şimdilik saklı tutuyoruz! Şimdilik sadece reklâmları izliyoruz! Sözü döndürüp dolaştırmadan özetlemek gerekirse, “İkinci Gezi” olarak nitelendirilen 2016 ilkbaharındaki hurûç hareketinin aklı, tarafımızdan “Amerikan Neo-Conileri” olarak görülüyor. Bu durakta Conilerin ellerinde bulunan üç temel güçten söz edilebilir. Neo-Coniler, “Gezi mezi” diyerek yukarıda verdiğimiz yandaşlarına Almanlardan arta kalan, Bavyera’da mukim “Ali’siz Alevîler”i ve onlara destek veren yurtiçindeki mezhepsel ve mezhep dışı “Beyaz” ve bazı “kriptik” unsurları katmak istiyorlar. Hatta kattılar bile… Bitmedi, şu an beyni İran tarafından ele geçirilmiş olan kandil PKK’sı ve onun uzantısı durumunda olan Acemî siyasetçiler de koroya dâhiller. İlaveten DAEŞ vurkaççılarını da sos olarak eklemekte bir mahzur bulunmuyor. Ve bir de bütün bunlara fiilî olarak değil de şifahî olarak destek veren bu toprağın şaşkın şabalak insanları ve de zaman şaşmasından mustarip kimi siyasetçileri var. Onlar da Neo-Gezi kalkışmasının nisan 2016 87 haberajanda Kapak Dosyası kaldırım taşları olarak yer tutuyor panoramada. Tıpkı 1908’de Selanik’ten kalkıp darbe maksadıyla İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nu meydana getiren Rumeli artıkları gibi... Yeni zaman Rumeli Hareketçileri, şimdilerde yaklaşan bahara doğru parmak hesabıyla gün sayı- yorlar. Aslında gün saydıkları da yok, hareket başlamış durumda: Güneydoğu’da, Rojova’da, Ankara Garı’nda, Sultan Ahmet Meydanı’nda, Ankara Kızılay Meydanı’nda iki kere patlatılan araçlarla… Ancak gün sayar gibi yapıp ikinci kere parlatacakları Gezi markasının PR çalışmasını yapıyorlar. Yani şu an reklâm aşamasındayız. Bu süreçten sonra da asıl harekâtı Mayıs ayında hayata geçirecekler! Şeytan uşağının ecel eroinmanlığı ve beklenen altın vuruş Gayet tabiî, bu arada sözü edilen ve bu “(Korsan) Hareket Ordusu” faillerinin hedef tahtasına koydukları koskoca bir devlet ve devâsâ bir milletin de eli armut toplamıyor herhâlde! Artık milletinin hizmetinde olan Devletimiz, bütün bunların hesabını derinliklerde ve geniş ma- Gayet tabiî, bu arada sözü edilen ve bu “(Korsan) Hareket Ordusu” faillerinin hedef tahtasına koydukları koskoca bir devlet ve devâsâ bir milletin de eli armut toplamıyor herhâlde! Artık milletinin hizmetinde olan Devletimiz, bütün bunların hesabını derinliklerde ve geniş masalar çevresinde yapmakta. Yaklaşmakta olan sorun farklı senaryolar çerçevesinde değerlendirilip lâzım gelen tedbirler alınıyor olsa gerek doğal olarak. Ve biz diyoruz ki, “Mübarek milletimiz müsterih olsun, zira korkacak bir şey yok!”. Mısır’daki o planı yapan ve uygulayanlar, şu an Türkiye’deki “Sisi Darbe Planı”nı da hayata geçirmek üzere kıpır kıpırlar! 88 nisan 2016 Ahmet Yozgat [email protected] salar çevresinde yapmakta. Yaklaşmakta olan sorun farklı senaryolar çerçevesinde değerlendirilip lâzım gelen tedbirler alınıyor olsa gerek doğal olarak. Ve biz diyoruz ki, “Mübarek milletimiz müsterih olsun, zira korkacak bir şey yok!”. Yukarıda saklı tuttuğumuz unsur hâriç, onun dışındaki Hareket Ordusu’nun (!) şaşkın Rumelilileri, Devletin elinin kiri mesabesinde birer bulaşık! Halkın yaslandığı resmî güç bir musluğun altında yıkar elini ve kirini de kanalizasyona göndermeyi bilir. Kalkışmanın nihâyetinde kir ve musluk ölçüsünde bir sonucun gerçekleşeceğini Devletin bilmesi gibi uğursuz planı yapanlar da biliyorlar; hem de domuz gibi... O hâlde neden?.. Her şeyden önce bu şeytanî unsurların ülkemize ve milletimize rahat yüzü göstermemek gibi bir kutsî amaçları var. Onlar bunun için her daim düşünüyor ve her zaman dilimi muvacehesinde planlar yapıyorlar. Ve bu planlarının başarılı olup olmayacağına bakmadan, millet ve ülke hayatına dâhil ederek millî imkânların boş yere harcanmasını ve Anadolu insanının huzursuz olmasını sağlıyorlar. Zira onların kandan beslenmek, krizden doymak ve ölümlerden sarhoş olmak gibi bir “ecel eroinmanlıkları” var. Ve gayet tabiî onlar, her huruç hareketini birer “altın vuruş” olarak planlamaktalar. İşte onların altın vuruşlarının sonuncusu da bu aylarda! Adamlar bunu da saklamıyorlar zaten, çeşitli şekillerde açık açık dile getiriyorlar. Bunu özellikle yapıyorlar ki, ülke içerisindeki huzursuzluk artsın, korku yayılsın ve umut kesilsin. “Çocuklarına bile acımayacağız!” Şimdi gelelim yukarıda saklı tuttuğumuz ve yazının sonunda açıklayacağımızı söylediğimiz gizli saklı unsura! Sözünü ettiğimiz bu unsur, eşleştirmek gibi olmasın ama ülke çapındaki kriz ortamının “Gayretullah”a dokunduğu ânı kollayan “darbe yapıcıları”... Her ne kadar üzerlerinden bir ameliyat, yani Ergenekon Operasyonu geçmiş olsa da, o iflah olmaz Halaskaran İttihatçıları hâlâ yarı canlı hâldeler! O cihette bir avuç da olsa eski darbeci, pusuya yatmış olarak fırsat beklemekte. Bu saklı veya gizli bir şey değil. Hatta hemen söyleyelim ki, darbe planlamaktan yargılanan ve uzunca bir süre zindanda yatan bilindik Ergenekon grubu da ortalığa salıverildi zaten. Bunu da hemen kaydedeyim ki, o günlerde (ismini hatırlayamadığım) bir darbeci, en kısa zamanda “zindan”dan çıkacaklarını ve işte o zaman ortalığın kan gölüne çevrileceğini bağırıyordu ortalık yerde! Şu söz ona ait meâlen de olsa: “Çocuklarına bile acımayacağız!” Ta bu kadar! Devam edelim… Her ne kadar salıverilen veya saklanmış Ergenekon artıkları muvazzaf olarak orduda yeri almıyor olsalar bile, biz sivillerin anlayamayacağı bir şekilde onlar, her daim muvazzaf olarak görürler kendilerini. Ve haksız yere yattıklarına inandıkları beş yıla uzayan mahpusluk hayatlarının intikamını almak üzere direnmeye devam ediyorlar. Bunların, yani muvazzaf olmayanların önemli olmadıklarını düşünelim haydi, ancak operasyon sırasında gözden kaçmış olan ve halen ordu saflarında vazifeye devam eden bir grup eski darbecinin varlığını unutmamak gerekiyor! Sözü edilen “pusu ehli”nin şu an “muvazzaf emeklilik”lerini yaşayan Ergenekoncularla irtibat hâlinde olduklarını söylemek için senede sepete ihtiyaç yok. Zira onlar birbirleriyle arkadaş, hatta aile dostu darbedarlar. Yani bir zamanlar çeşitli vesilelerle karanlık odalarda, kara masalar etrafında bir araya gelmiş ve darbe planlamasında ortak hareket etmiş olan kader kardeşleri... Şu anda, onların ilkbaharda yapılacak olan “İkinci Gezi Kalkışması”nın ilk gününden itibaren, mâsum memleketin her hücresinde “lojistik terör hamalları”nca başlatılacak olan yangını darbe için bir kılıf sayacaklarının, bir çağrı gibi algılayacaklarının ve her olayı adlarına çıkarılmış birer davetiye sayacaklarının yalan olduğunu kim söyleyebilir ki? Zaten İkinci Gezi partisinin amacı da bu! Yani darbe ortamını hazırlama... Ardından gelsin müzmin darbeci gürûh ya da “Madanoğlu takipçileri”! 12 Eylül 1980’i bilenler biliyor; 70’li yıllar boyunca on yıl devam eden süreç içerisinde, bir plan dâhilinde, belli bir merkezden üretilen huzursuz ortam örneklerini bu millet her gün canında duya duya yaşadı. Ve sonunda o hâle geldi ki, neredeyse halkımızın tamamı “Artık ne olacaksa olsun!” deme durumunda kaldı. Zaten ortamı müsait duruma getirenlerle darbeyi hazırlayanlar, aynı mahfilin müdavimleriydi. Bu nedenle kulaklarını kırk, gözlerini kırk bin açmış bekliyorlardı bu bunalmışlık ifadesini. Milletin “Ne olacaksa olsun!” dediği anda da yapacaklarını yaptılar zaten. Geride ne terör ortamı, ne hükûmet, ne de siyaset kaldı. Öyle ya, sivil hayat da zannedildiği gibi sakin yaşantısına devam edemedi. “Efendim, artık darbe zamanı geçti! Bu devirde kimsenin darbe yapmaya niyeti de yok, gücü de” demek, devekuşu gibi kafayı kuma gömmekten başka bir anlam ifade etmez. Hemen söyleyelim: Unutmayınız ki darbelerin zamanı yoktur! Darbeler tarihi başından günümüze kadar bunlarla doludur. Darbe, îcâb ettiğinde asla kaçırılmaz fırsattır ve her zaman yapılır yapılacak olan. Zaten bundan sonra da yapılacağı kesin! Hâddizâtında, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz müstakbel “İkinci Gezi Kalkışması”nın da bir darbe olduğunu biz “Birinci Gezi”den biliyoruz. “Olmaz!” denilen askerî darbenin nasıl olabildiğini daha dün yaşadı dünya. 21. yüzyılda da darbe yapılacanisan 2016 89 haberajanda Kapak Dosyası ğının çok başarılı bir örneği, parmağını gözümüze soka soka duruyor karşımızda! Evet, anladığınız gibi Mısır’dan söz ediyoruz! Tunus’tan başlayan Arap Baharı kalkışmaları Libya’yı ezip geçmiş ve varıp Mısır’a dayanmıştı. Ve “bahar güzergâhı”, “Olmaz!” denilen bir darbeyle, yani “Sisi Darbesi” ile Kahire’de durduruldu. Burada belinin ortasına vurulan devâsâ bir baltayla ikiye ayrıldı. Birinci bölümün sonu, Mısır’daki darbeydi. O darbe ki, hâlâ iş başında ve elini kana bulamayı sürdürmekte. Başta Batılılar olmak üzere birçok Doğulu işbirlikçi de o darbeye “darbe” bile diyemediler, diyemiyorlar. Tabiî ki Mısır’da yaşanan ve yaşatılanlar bal gibi darbeydi ve “Yapılamaz!” denildiği bir anda başarıyla yapıldı. Beş seneden beri zavallı Mısır halkının ensesinde boza pişirmeye devam eden bu darbe döneminin ne zamana kadar uzayacağına ise bu planı yapanlar, kendi keyiflerine göre karar vereceklerdir. İşte Mısır’daki o planı yapan ve uygulayanlar, şu an Türkiye’deki “Sisi Darbe Planı”nı da hayata geçirmek üzere kıpır kıpırlar! Tunus’ta başlayan Arap Baharı eğer spontane bir şey olsaydı, yolculuğuna devam edip İsrail’i geçecek, Suriye’ye gelecek ve Esed rejimini alaşağı ederek uzunca bir demokrasi şeridinin nihâî noktasını koyacaktı. Zaten Türkiye de içeriden şeride eklemlenerek Akdeniz’i çevreleyen bir barışmanın baş tacı olacaktı. Ancak spontane bir şey gibi başlayan bu ayaklanmanın arkasında derin bir planın varlığı Mısır’da ortaya çıktı Sisi Darbesi ile. Buna rağmen “bahar yürüyüşü” yolculuğunu sürdürdü ve Sina yarımadasından Suriye’ye atladı. Artık bahar, bahar olmaktan çıkmış ve bir “uğursuz sonbahar”a dönüşmüştü. Bu sonbaharın Türkiye üzerinden kış ayazına evrilerek İstanbul’a kadar gitmesi, oradan da Ukrayna’ya geçmesi planlanıyordu. Daha çok Hatay etrafında kilitlenen Birinci Gezi darbesinin amacı buydu. Fakat Türkiye, Hükûmet’i ve milletiyle azgın sele bend oldu ve bu uğursuz yürüyüşü durdurdu. İşte o günden beri “Arap Baharı” diye başlayan, Suriye’den sonra “Türk Baharı” olması düşünülen uğursuz plan, kapımızın öte tarafında, Samandağ’ın alt ucunda, yani Türkmen dağı eşiğinde bekliyor! Bu arada beş yıl geçti ki, bu beş yıl içerisinde bir sürü açık ve gizli darbe denemesi yapıldı. Şükür ki hiçbiri başarılı olamadı! Sonunda ehlince anlaşıldı: “Bahar tipi darbeler” ile Türkiye’yi çökertmenin imkânı yok! Bu durumda yapılacak en iyi iş, eski usûle dönmek ve 1960’tan başlayıp her on senede bir tekrar edilen askerî darbelerin sonuncusunu bir “Türkiye Sisi”si eliyle hayata geçirmek şeklinde görülüyor darbecilerin penceresinden bakınca. Bu noktada onlar da böyle düşünüyor olabilirler. Zira koku öyle... İşte bu itibarla, bu ilkbaharla birlikte “İkinci Gezi” diye başlatılacak olan hareketlenmeler, ülke genelinde yukarıda da söylendiği gibi bir darbe ortamı hazırlayacak ve belki de 1960 Darbesi’nin kirli hatırasına hürmeten darbeciler, mübarek milletin bağrına 27 Mayıs’ta “son darbe”lerini bir sefer daha vurmuş olacaklar. Peki, bu “son darbe”ye Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Hükûmet ve milletiyle “Evet!” der mi? Zaten problem de bu! Bu problem, hem Türk Devleti, hem de darbe planlayıcılarının masasında cevaplanmamış bir soru olarak duruyor. Ancak bu soruya mâtuf bir öngörü olarak tarafımızdan bir paragraflık cevap vermek gerekirse -ki gerekir-, şunları kayda geçirmekte yarar var: Üzerinden 21. yüzyılın alacakaranlığı geçmiş olan mübarek milletimiz, 2000 yılı itibariyle uyutulduğu yüzyıllara baliğ uzun uykusundan Yüce Allah’ın izniyle uyanmış durumda. Hem de yüzde 52 oranında… Öyle Bu yazıyı okuyan arkadaş! Sen kendi içinden bir Yeltsin çıkartabilir misin? Sor kendine! “Evet!” diyorsan eğer, yaz başını bekle ve bu arada kendi kendine “Yeltsin kahramanlığı eğitimi” vermenin zikrini yap! 90 nisan 2016 zannediyoruz ki, en azından bu yüzde 52’nin her ne pahasına olursa olsun, yeni bir uykuya yatmaya niyeti olmasa gerek! Tabiî ki her şeyin doğrusunu Âlim olan Allah biliyor! Yıl 1990... Yaşı yetenler hatırlayacaklar... Son Sovyet Çarı Gorbaçov, miadını doldurduğu için derin patronların emriyle 2. Rus İmparatorluğu Sovyetleri çökertmek üzere harekete geçti. Bu operasyonun adı “Glasnost ve Perestroyka” idi. Yani “Rönesans-Reform” gibi bir şey… Ve imparatorluk bir yıl içinde çöktü; imparatorluğun parçaları da birer Ahmet Yozgat [email protected] birer bağımsızlık ilân ederek birlikten ayrıldılar. Geride, bugünkü Rusya Federasyonu coğrafyası kaldı. Çöken birliğin yerini dolduramayan Federasyon nedeniyle oluşan boş arada, devletin malî yapısı da anlamsız kaldı. Olmayan devlet, maaşları ödeyemez hâle geldi. Buna itiraz edense, o zamanlar dünyanın en büyük silahlı gücü olan Kızıl Ordu oldu. Onun itirazı “darbe” şeklinde kendini gösterdi. Askerler kışlalarından çıkıp Moskova’yı teslim aldılar. Kızıl Kremlin Meydanı’na tanklar yığıldı. Devlet yeniden komünizm sistemine dönme sancıları yaşamaya başladı. Yani bu nokta, “patron”un çuvalladığı andı! Çuvalı yırtansa “Yeltsin” adında bir adam oldu. Daha sonra adı “ayyaş ve tacizci”ye çıkarak şerefi beş paralık edilecek olan Yeltsin, o günlerde bir kahramandı. Arkasına bir grup anti-komünist muhalifi alarak Kızıl Meydan’a yürüdü. Tankın üzerine çıkıp ateşli bir konuşma yaptı. Bunun üzerine -başta muhalif arkadaşları olmak üzere- meydana toplanan herkes tankların üzerine çıkıp darbeyi anlamsız kıldılar. Ordu tekrar kışlasına çekilerek canını zor kurtardı. Böylece Kızıl Ordu’nun ilk ve son darbe girişimi, o günlerde “kahraman” Yeltsin sayesinde akim kaldı. Ve komünizm, bir daha dirilmemek üzere öldürüldü. Rusya üçüncü imparatorluğunu kurdu; tabiî yeni çarın adı da Yeltsin’di. Ta Putin gelene kadar öyle kaldı… Şimdi soralım: Bu ilkbaharda “Türk Baharı” gelir, ülke sathına yayılır ve bir sabah o bahar bir “Sisi Darbesi”ne dönerse, ülkeden bir Yeltsin çıkar mı? Bu değil asıl soru, şu: Bu yazıyı okuyan arkadaş! Sen kendi içinden bir Yeltsin çıkartabilir misin? Sor kendine! “Evet!” diyorsan eğer, yaz başını bekle ve bu arada kendi kendine “Yeltsin kahramanlığı eğitimi” vermenin zikrini yap! Sonsöz: İnşallah sana ihtiyaç kalmaz da aklından darbe geçirenler kendi başlarını yerler! (Âmin.) Üzerinden 21. yüzyılın alacakaranlığı geçmiş olan mübarek milletimiz, 2000 yılı itibariyle uyutulduğu yüzyıllara baliğ uzun uykusundan Yüce Allah’ın izniyle uyanmış durumda. Hem de yüzde 52 oranında… Öyle zannediyoruz ki, en azından bu yüzde 52’nin her ne pahasına olursa olsun, yeni bir uykuya yatmaya niyeti olmasa gerek! Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu nisan 2016 91 haberajanda Derin Dünya Cumhuriyet yüzyılının ortasından sonra da çok partili demokratik hayatla birlikte yolculuk sürdü. “Şu an geldiğimiz durakta dönüp arkamıza bakalım, ne görmekteyiz Romalılaşmış bir Got kavmi, Romalaşmış bir Got ülkesi ve Kral Tozidorik’lerden başka?” diyesim geliyor, lakin demeye yüreğim dayanmıyor. Sizin dayanıyor mu? “Dayanmıyor!” diyen ses versin, bakalım kaç kişiyiz! Barbarların medenîleşme deneyimleri ve Kral Teodorik’in dramı A LMAN halk efsanelerinin işlemiş olduğu başlıca karakterlerden ikisi çok önemliydi. Bunlardan biri Orta Asya Hunları Kağanı Attila, diğeri de İndo-Cermen Hindistanlısı Gotlar Kralı Teodorik (Tozidorik) idi. >> Teodorik, hayatı boyunca Hindistan göçmenliği ve Avrupa yerliliğinin çelişmelerinin etkisinde kalmış bir hâlet-i rûhiye ile kral oldu. Çocuk yaştan itibaren komşu imparatorluk Bizans’ın rutubetli saraylarında yetişmişti. Zira Bizans imparatorları, Teodorik’in Ostrogotlarını kendi topraklarına kabul ettikten sonra kralın oğlunu rehine olarak istemişlerdi. İşte o rehin Prens Teodorik’ti! Genç Prens, Konstantinopolis’te geçen yıllar içinde, zoraki misafiri olduğu Bizans uygarlığına hayran olmuştu. Nitekim yeniden kendi halkı arasına döndüğünde taşlar ve işlemelerle süslü Bizans giysileri giyiyor, saçını Bizans usulüyle kısa kestirmeye devam ediyordu. Doğal olarak şatafatlı saraylarda yaşama alışkanlığını da sürdürüyordu 92 nisan 2016 bir yandan. Yani sofrasında Konstantin’in şehrinde alıştığı karışımlı yemeklere devam ediyordu. Fakat Teodorik, Bizans uygarlığını ne denli severse sevsin, Tötonların Ostrogot kolundan bir Hindistanlı olduğunu da unutmamıştı. Daha özel bir deyişle, “soylu Germenliğini” hiçbir zaman inkâr etmiyordu. Ancak yine de çift kişilik taşımaktaydı içinde ve dışında. Bunalımları bundandı biraz da… Babası öldükten sonra kral olan Teodorik, kimi kez Bizans ordusunda Bizanslılarla bir arada, kimi kez de kendi ordusuyla Bizans’a karşı savaştı. İşte ikilemin yansıması böyle göstermekteydi kendisini! Aslında onun Bizans’a olan düşmanlığı ve dostluğu, kendi kendisiyle savaşması ve sevişmesinden başka bir şey değildi. Ve böyle tezatlarla dolu bir hayatı yaşamak hiç de mutluluk verici değildi. Bizans İmparatoru Zenone, Bizans’ı Teodorik’in ordusundan korumak için bir plan kurdu. Genç Teodorik’e İtalya yarımadasını ele geçirme fikrini aşıladı. O sırada bütün İtalya, bir başka barbarın, yani Odoakr’ın elindeydi. İtalya’yı Odoakr’dan kurtarmak, Teodorik için çok çekici bir fikirdi. Hemen ordusunun başına geçerek İtalya’ya doğru yola çıktı. İtalya yolunda ilerlemekte olan Teodorik’in ordusu, atlılardan ve yayalardan meydana geliyordu. Katana koşulu arabalar ağırlıkları taşıyordu. Ağırlıksa hususiyetle yiyecek ve içecekti. Bu nedenle barbarların keyfine diyecek yoktu. Çoğu zaman çakırkeyif olan askerler, yol boyunca şarkılar söylüyor, zaman zaman savaş nâraları atıyorlardı. Onların yaklaştığını gören Romalılar, kurt görmüş tilkiler misali Çizme’nin içine içine kaçışıyorlardı. Aslında Tozidorik’in ordusu düzenli bir manzara göstermiyordu. Orta Asya çıkışlı “onarlı militarik sistem” onlardan oldukça uzaktı. Tek tip urba da söz konusu değildi. Ancak yine de askerlerin başında miğfer yerine ayı, kurt, çakal ve hatta aslan kafaları vardı. Omuzlarına da birer ayı postu atmışlardı. Bu meymenet onları “kurt adamlar”a benzetmiş, birer yabânî hayvan kükremesini andıran nâralarıyla birleşmesiyle Romalılara kaçmaktan başka yapacak bir şey bırakmamıştı. Daha savaş yerine gelmeden sağa sola atılan oklar, kayalara doğru savrulan mızraklar, savaşçı Tötonları büsbütün heyecanlandırıyor, savaş güçlerini arttırıyordu. “Buna rağmen Teodorik’in amacını gerçekleştirip İtalya’yı ele geçirmesi yıllarını aldı” diye yazmakta tarihçiler. Fakat Barbar Kral sonunda isteğini gerçekleştirmişti. Yarımadayı egemenliği altına aldığında, hasret kaldığı mutluluğu yakaladığını sandı. Fakat amacın gerçekleşmesiyle birlikte Teodorik’in en acı dramı da başlamış oldu. Muktedir olamamış iktidar ibreti Kral, Roma’ya hâkim olunca, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği Bizans’ı hatırladı. Burası öteki Bizans’tı ve Seydahmet Karamağralı [email protected] Teodorik, burada rehin değil, sahipti. İki şey yapabilirdi: Ya tüm Roma’yı yakıp yıkar ve bu arazide kendi barbar krallığını kurabilir ya da bütün bunları yapmaz, lakin yine de kendi krallığını hayata geçirebilirdi. İkincisini tercih etti. Fakat o zaman anladı ki, İtalya’yı ele geçirmek yetmiyor. Asıl sorun, ele geçirilen topraklardaki uygarlığın sürdürülmesi. Oysa Teodorik’in savaşçıları, sâdık danışmanları, arkadaşları arasında herhangi bir İtalyan kentini kısa bir süre için bile olsa yönetecek bilgi ve güçte kimse yoktu. Ne yapmak lâzımdı o hâlde? İçinde bulunduğu duruma bir çözüm yolu bulabilmek isteyen Teodorik’in aldığı karara göre, savaşı kazanmış olanlar, yani Gotlar, Yeni Roma Devleti’nin koruyuculuğunu yapacak, öteki düşmanlara karşı devleti koruyacaklardı. Buna karşılık, coğrafyanın bereketli topraklarından yararlanacaklardı. Ülkenin yönetimi ise yine Romalılar tarafından yürütülecekti. Çünkü el sanatlarını ve ticareti sürdürebilecek, mermerlerle süslü kentleri yönetebilecek nitelikte kişiler sadece Romalılar arasında vardı. Ostrogotların bu işlerin altından kalkması söz konusu olamazdı. Bu karardan sonra Teodorik, Ravenna’da Bizanslı mimarlara yaptırdığı bir saraya yerleşti. Romalılar gibi giyinmeye başladı. Romalı bakanlarla işbirliği yapıyordu artık. Mozaik ve mermer sütunlarla süslü sarayından ülkeyi yöneten Teodorik, kendi halkının güvenini yavaş yavaş yitirmeye başladı. Ostrogotlar, krallarının kendilerine ihânet ettiği kanısındaydılar. Romalılar ise kendilerini yönetmek için yine onların yardımına muhtaç olan bu düşman Kral’a fazla güven beslemiyorlardı. Öyle ki, Teodorik ortada yapayalnız kalmıştı. Fakat en büyük hayâl kırıklığına din alanında rastladı Teodorik. O, bütün ulusuyla birlikte Ari dinini kabul etmişti. Bu dinin Roma dini olduğunu sanıyordu. Gerçi bu dini Bizans da kabullenmişti ama Tötonlar için Bizans, “Roma” demekti. Tötonlar daha birçok yüzyıl boyunca Bizanslıları “Romalılar” diye adlandıracaklardı. Teodorik, Romalılarla aynı dini kabul etmiş olduğunu sandığı hâlde, Roma Kilisesi ve başındaki Papa, kabul ettikleri dinin kendi dinlerine aykırı olduğunu ileri sürüyorlardı. nisan 2016 93 haberajanda Derin Dünya Kilise ile aralarında çıkan bu anlaşmazlığı Teodorik barışçıl bir yoldan çözümleyemedi. Sonunda sabrı tükendi ve barbarca davranmaya karar verdi: Romalı bakanlarını ve Papa’yı öldürttü. Bundan kısa süre sonra Teodorik de çok geçmeden hayata gözlerini yumdu. öncelikleri yoktu, kazandıkları askerî zaferin karşılığında kendilerine toprak verilmişti sadece. Buna karşılık yönetime, ticaret hayatına, el işçiliğine katılamıyorlardı. Bunun nedeni de bu saydığımız faaliyetleri yerine getirecek güç ve niteliklerden yoksun oluşlarıydı. Bu faaliyetleri bir araya gelmişler, bunun dışında toplu davranışlardan kaçınmışlardı. Bu alışkanlıkları yine devam ediyordu. Ama büyük şehrin taşıdığı anlam artık değişmişti. Yenilgiye uğrayan düşmanın yaşam biçimi ve şehirlerinin çekiciliği Tötonlar için de önem kazanmaya başlamıştı. garlığını korumak olduğu için, yanı başlarındaki uygarlığın içine katılamıyor, bu uygarlıkla kaynaşamıyorlardı. Durumdan soylu Gotlar da memnun değillerdi. Sayıları pek fazla olmayan soylular, eskiden kralların danışma kurullarını meydana getiriyor, Kral’la az çok işbirliği yapıyorlardı. Oysa Kral’ın artık Romalı danışmanları vardı. Sarayda yaşıyordu Kral. Soyluların Krallarıyla ilişkilerinin kesilmesine karşılık elde ettikleri tek kazanç, toprak sahibi olmaları ve “saray” diye adlandırılabilecek güzel yerlerde yaşamalarıydı. Eski geleneklere göre krallar gibi tanrıların da torunları sayılan Töton soyluları, şimdi Latince öğrenmek zorundaydılar. Çünkü Latince, sarayda ve resmî dairelerde kullanılan resmî dildi. Öte yandan soylular Roma hukukunu ve yönetim kurallarını da öğrenmek zorunda kalıyorlardı. Hem dostlarını kaybetmiş, hem de düşmanlarının sevgisini kazanamamıştı. İşte İtalya’yı ele geçiren Teodorik’in dramının ana çizgileri bunlardı! Hemen belirtelim ki, İtalya’yı ele geçiren bütün Got kavimleri hemen hemen aynı durumla karşılaşmışlar, aynı dramı yaşamışlardır; istilâcıların gerçekte hiçbir 94 nisan 2016 yapmayı içlerinden istiyor, fakat altından kalkamayacaklarını bildiklerinden denemeye bile girişmiyorlardı. Eski Tötonlar şehir hayatını sevmezlerdi. Şehirlere öteden beri yağma edilecek bir av gözüyle bakmışlardı. Dağınık olarak yaşamayı tercih etmişlerdi. Çok önemli ortak sorunlar ortaya çıkınca, bunları tartışıp çözümlemek için Paova düzlüğü ya da Drava ve Sava vadilerinde konaklamış olan askerî birlikler oldukça sıkıntılı bir yaşantı sürdürüyorlardı. Çünkü Teodorik, Roma uygarlığını yaşatmayı amaç edinmiş olduğundan savaşlardan kaçınıyor, böylece askerleri savaşma zevkini tadamıyorlardı. Öte yandan askerlerin görevi Roma uy- Romalı memurların yanında yetişen Got memurlarına gelince… Onlar durumlarından o kadar şikâyetçi değillerdi. Ülkenin çeşitli kentlerine dağılmış olan bu memurlar, yeni bir soylu sınıf meydana getiriyorlardı. Ne var ki, bu memurların da şikâyetçi oldukları konular yok değildi. Çünkü Romalıların geleneklerine uymak ve idarenin özelliklerini benimsemek uzaktan sanıldığı kadar zevkli bir iş değildi. Bu konulara bütün ayrıntılarıyla ayak uydurmaya kalkacak bir kimsenin yeni alışkanlıkları yadırgaması sık sık rastlanan bir olaydı. Bu sınıftaki his, birdenbire zenginliğe kavuşmuş fakir bir kimsenin, Seydahmet Karamağralı zaman zaman eski basit yaşantısına duyduğu özleme benzer bir özlemle eski günlerine, eski yaşam koşullarına karşı bir sevgi beslemesini andırıyordu. Romalı olmak, daha doğrusu Romalılaşmak hiç de kolay bir şey değildi. Hele Bizans saraylarında yetişmiş Teodorik gibi bu yeni hayata büyük bir hızla ayak uydurmak büsbütün zordu. Teodorik, imparatorların yüzyıllardır ihmâl etmiş ve çeşitli barbar akınlarının zaman zaman büyük zararlar vermiş oldukları İtalya’da Roma ile ilgili her şeyi yeniden canlandırmak istiyordu. Eski anıtları onarıyor, pandomima, sirk oyunları gibi eski oyunları canlandırıyor, Roma hukukundan esinlenerek yeni hukuk kuralları, yeni kanunlar çıkartıyordu. Teodorik’in Romalı bakanı Cassidoro’nun düzenlediği eğitim programını uygulayan okullar açılıyordu ülkenin her yerinde. Bu eğitim programı bütün Ortaçağ boyunca uygulanacaktı. Söz konusu eğitim programı ilk üç yıl dilbilgisi, söz bilgisi, diyalektik öğretimini öngörüyor, son dört yılda da aritmetik, müzik, geometri, astronomi üzerinde yürütülüyordu. Fakat bütün bu çabalara rağmen İtalya’nın durumu hiç de parlak değildi. Kentlerde nüfus azalmış, bütün alanlarda bir gerileme başlamıştı. Eski yapılar ve anıtların çoğu bakımsızdı. Sokaklarda dolaşan halk da değişmişti. Özgür Gotlar kısa pelerin kullanıyorlardı. Bunlar el işleri ve ufak çapta ticaret yaparak geçiniyorlardı. Romalılar ise başlıklı giysi giyiyorlar, durumu daha iyi olanlar süslü Bizans giysilerini tercih ediyorlardı. Biz çok Teodorik gördük! Yazının ana konusu sona erdi. Şimdi sırada, kıssadan hisse çıkarmak var! O hâlde burada durup sormak gerekiyor: Bunca uzun bir yazıyı niçin yazdık ve dostlarımıza niçin arz ettik? Tabiî ki bunun bir sebebi olmalı! Sözü edilen dosyanın içerisinde yer alan İndoTötonik Gotlara dair yazdığımız hikâyede sözü geçen Kral Tozidorik’le aynı anda Avrupa’ya inen bir Orta Asyalı kavim ve dolayısıyla o kavmin bir lideri vardı. Orta Asyalı kavmin adı “Avrupa Hunları” olarak geçiyor tarihte. Tabiî ki ünlü kralları da “Attila” ya da Türkçe söylenişi ile “Atlıhan”… Burada sizden istediğimiz şey, yazıda adı geçen Gotlar yerine “Avrupa Hunları”, Kral Tozidorik’in yerine de “Attila” yazmanız olacak. Zaten çağdaş ve aşağı yukarı aynı hikâyeyi yaşamış olan bu iki kavim ve kralın adlarının yerlerini değiştirmenin sonucunda yazıda hiçbir değişiklik olmadığını göreceksiniz. Yine yazının sonunda Attila oğullarının zaman içerisinde Romalılaşarak özünden başka bir mezhebe evrildiğine de şahit olacaksınız. Eğer ölmemiş ve yaşamış olsaydı Atilla da tıpkı Tozidorik gibi çadırdan çıkıp mermer saray hayatına geçecek, sofrasında Romalı yemekleri yiyecek, urbaları Romalıların giysilerine benzeyecekti. Bunun ardından o da Romalılar gibi düşünüp Romalılar gibi konuşmaya başlayacaktı. Neyse ki erken ölümü nedeniyle Attila böyle bir sondan kurtuldu. Ama ondan sonra tahta geçen oğulları, Roma bataklığının kıyısına saplanıp kaldılar. Attila’nın oğulları da babalarının ölümünün hemen akabinde, tıpkı Got Kralı Tozidorik gibi saplandıkları bataklıkta, kendilerinden başkası olma serüvenini günbegün yaşadılar ve imparatorluklarının pörsüyen bir balon misali erimesine, tarihe gömülmesine katkı sağladılar. Neyse ki onlardaki Orta Asyalı genetiği, Hindistanlı olanlardan daha sağlammış ki, hiç olmazsa Avrupa’nın yutucu bataklığında tümden kaybolup gitmedi ve yarım yamalak da olsa kendi adlarını taşıyan bir devletin sahibi oldular. Elde kalan sadece bu! Evet, Orta Asya menşeli Macaristan’dan söz ediyoruz! Bugünlerde dahi Macaristan, Avrupa’nın ortasında ayrı bir devlet, Macarlar da bu devletin özgür vatandaşları gibi duruyorlar. Oysa genetiklerinde taşıdıkları Orta Asyalılık ve Türklük ya da Türk akrabalığının izine rastlamak mümkün değil. Evet, onlar artık bir Avrupalı ve inançları da Hıristiyanlığın en katı hâli olarak bilinen Katolik mezhebi. Yani Roma’nın inancındalar. İndo-Cermenlerin bugün yaşamakta olan kolu Allemanlar ve Anglo-Saksonlar gibi Protestan bile değiller. Yazıdan çıkartılacak dersler hususunda çok uzaklara gitmeyelim. Gotlar ve krallarıyla ilgili hikâyenin o bölümlerine bu sefer de Osmanlı yazalım, ne dersiniz? Tabiî ki “Osmanlı” derken, devletin Batılılaşma yoluna girdiği İkinci Mahmut ve sonrasından söz ediyoruz. Hatta daha keskin bir tarih vermek gerekirse, Batıcılık hareketinin resmen başladığı 1839 tarihini baz almaktayız. Padişah Abdülmecid Han’ın başlattığı bu serüven, Tanzimat ve Islahat’la vardı dayandı Meşrûtiyet’e. Tabiî bu bir ivme hareketiydi ve orada kalmadı, devam etti ve İkinci Meşrûtiyet’ten Cumhuriyet’e evrildi. Cumhuriyet yüzyılının ortasından sonra da çok partili demokratik hayatla birlikte yolculuk sürdü. “Şu an geldiğimiz durakta dönüp arkamıza bakalım, ne görmekteyiz Romalılaşmış bir Got kavmi, Romalaşmış bir Got ülkesi ve Kral Tozidorik’lerden başka?” diyesim geliyor, lakin demeye yüreğim dayanmıyor. Sizin dayanıyor mu? “Dayanmıyor!” diyen ses versin, bakalım kaç kişiyiz. “Bilmiyoruz” demeyin, biliyoruz! En son sayımda yüzde 52 çıkmıştık, hatırladınız mı? Bugünlerde oranın arttığını haber veriyor konunun uzmanları; tabiî bu artışın sürdüğünü de… O hâlde endişe etmeye ve korkmaya mahâl yok! Biz asla Romanlaşmayacağız, ülkemiz asla Romalaşmayacak ve krallarımız da bundan sonra Tozidorikleşmeyecekler zinhar! nisan 2016 95 haberajanda İngiltere Johnson’a göre Britanya da Kanada gibi sınırlarını korurken Avrupa Birliği ile serbest ticaret antlaşmaları yapabilir. Britanya’nın Birlik’ten ayrılması, ona göre ülkenin çıkarına olacak. Britanya’nın artık ABD, Çin veya gelişmekte olan dünya ekonomileriyle ticaret antlaşması yaparken Brüksel’den vize almaya ihtiyaç duymayacak olması Johnson’a göre bir avantaj. Britanya’nın sıcak gündemi Seçim, bütçe ve referandum B RİTANYA 5 Mayıs yerel seçimlerine doğru ilerliyor. Bu seçimlerle binlerce meclis üyesinin yanı sıra Londra, Liverpool, Bristol ve Salford şehirlerinin belediye başkanları da belirlenecek. Bu seçimlerle beraber ülkenin en önemli gündem maddesini hiç kuşkusuz 23 Haziran’da yapılacak AB Referandumu kampanyaları oluşturuyor. Daha önceden Downing Sokağı 10 numarada bir dönem daha kalmayacağını açıklayan Başbakan David Cameron, 2020’den sonra -Downing Sokağı’ndan taşınsa bileparlamentoda kalabileceğinin sinyallerini verdi. Londra Belediye Başkanı Boris Johnson ise AB Referandumu konusundaki tercihini açıkladı. Seçmenleri açıkça “Hayır” demeye teşvik eden Johnson’un önerisi ise ilginç: “Kanada modeli”… 96 nisan 2016 Johnson’a göre Britanya da Kanada gibi sınırlarını korurken Avrupa Birliği ile serbest ticaret antlaşmaları yapabilir. Britanya’nın Birlik’ten ayrılması, ona göre ülkenin çıkarına olacak. Britanya’nın artık ABD, Çin veya gelişmekte olan dünya ekonomileriyle ticaret antlaşması yaparken Brüksel’den vize almaya ihtiyaç duymayacak olması Johnson’a göre bir avantaj. Maliye Bakanı Osbourne’nin Johnson’a verdiği cevap ise oldukça net: “Ben Kanada olmamızı değil, Büyük Britanya olmamızı istiyorum. En sonunda bu bir siyasî oyun değil. Bu ülkenin 50 yıldır yüzleştiği en büyük karar! Bu karardan etkilenecek tek nesil biz olmayacağız -biz siyaset sahnesinden çoktan çekilmiş olacağız-, Sunderland’daki otomobil işçisi, Galler’deki çiftçi, Bournemouth’taki banka çağrı merkezi çalışanı olacak. Onların geleceği açık ve angaje edilmiş bir Britanya’ya bağlı…” AB Referandumu’nun Cameron/Osbourne kanadı ile Johnson kanadı arasındaki çatışmayı iyice su yüzüne çıkardığı söylemek mümkün. Cameron ve Osbourne’nin iktidarda kalabilme umutları, Krallık halkının referandum sorusuna “Evet” demesine bağlı. Referandumun sonucunda “Hayır” çıktığı takdirde Cameron’un istifa edip etmeyeceği belirsiz olsa da Cameron ve Osbourne ekibinin çok fazla kan kaybedeceğini söyleyebiliriz. II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar 21 Maliye Bakanının görev yaptığını görmekteyiz. Bunlardan sadece 4’ü Başbakanlık koltuğuna oturmayı başarmış. İşçi Partili eski Maliye Bakanları Jim Callaghan ve Gordon Brown, Downing Sokağı 10 numarada oturmayı başarırken, Harold Macmillan ve John Major ise bu başarıyı sağlayan Muhafazakâr Maliye Bakanları oldular. Fakat 7 yıl Başbakanlık yapan Major dışındaki diğer üç Başbakanın görev sürelerinin çok uzun olmadığını belirtmeliyiz (1 ile 3 yıl arası). 2016 Bütçesi 2016 yılının bütçe planı geçtiğimiz günlerde açıklandı. Maliye Bakanı Osbourne yeni bütçeyi şu şekilde anlatıyor: “Vergilerde kesinti yapıyoruz; bu sayede çalışan insanlar kazandıkları paranın daha büyük kısmını ellerinde tutabilecekler. Hane halkı bütçelerini ve küçük firmaları desteklemek için akaryakıt vergisini donduruyoruz. Eğitime ve okullara ayrılan bütçe arttırılacak. Gelecek nesillerin tasarruf yapmasına yardım etmek için hayat boyu ISA’yı (Individual Savings Account-Bireysel Tasarruf Hesabı) tanıtıyoruz. Küçük işyerleri için vergi kesintileri yapıyoruz.” Furkan Ergül [email protected] Konuşmadan sonra Osbourne’ye Muhafazakâr vekillerden bol bol tebrik gelse de, daha ilk günlerden bütçeyle ilgili yoğun eleştiriler de gelmeye başladı. Resolution Foundation adlı düşünce kuruluşu tarafından yapılan analize göre Osbourne’nin yeni bütçe planının fakirlere zarar vereceği ve zenginlere yarayacağı öngörülüyor. Ayrıca yeni düzenlemeyle beraber şekerli içeceklere de içeceğin içinde kullanılan şeker miktarıyla orantılı olarak ek vergi getiriliyor. Bu vergi, hükûmet tarafından obeziteyle mücadele için küçük de olsa önemli bir adım olarak görülüyor. Eski bakanın itirafları 2010-2015 yılları arasında görevde bulunan Muhafazakâr-Liberal Demokrat koalisyon hükûmeti bakanlarından David Laws tarafından yayımlanan “Koalisyon: MuhafazakarLiberal Demokrat Koalisyon Hükûmetinin İçeriden Hikâyesi” adlı kitap büyük yankı uyandırdı. 2012-2015 yılları arasında bakanlık yapan Yeovil’in eski Liberal Demokrat vekili Laws, 22 Mart’ta raflarda yerini alan kitabında ilginç iddialarda bulunuyor. Laws’a göre Cameron’un AB Referandumu’na gitme kararı, partisinin Avrupa şüphecisi olan sağ kanadını yatıştırmak için kullandığı bir taktikten ibaret. Ayrıca Laws, Cameron ve Osbourne’yi “güç delisi” olarak tanımlıyor, 10 numarada kalabilmek için her şeyi yapacaklarını söylüyor ve Cameron’un “Boris Johnson benim işime göz dikti” dediğini de belirterek Başbakan’ın, Johnson’un partide liderlik yarışına girip onu koltuğundan edeceğinden korktuğunu belirtiyor. 2013 yılında yapılan bir kabine toplantısında Muhafazakâr Partili Dışişleri Bakanı Philip Hammond’un, Shengen vizesinin Britanya için de geçerli olmasına yönelik yaptığı teklife Cameron’un “yarı esprili bir dille” verdiği cevabı şöyle aktarıyor Laws: “Eğer bu ifade bir gazetenin ön sayfasında kendine yer bulursa, bundan sorumlu olan kişiyi kovarım.” Kitapta Liberal Demokratların eski lideri Nick Clegg ve halen Adalet Bakanlığı görevini yürütmekte olan Michael Gove hakkında da iddialar bulunuyor. Clegg ve Gove, bu konu hakkında yorum yapmayacaklarını açıkladılar. Osbourne ise kendisi- ne Laws’ın kitabında yer alan Johnson iddiasıyla ilgili sorulan soruyu, “Boris Johnson’un hükûmette görev almaya meraklı olduğunu keşfetmenin insanlık tarihindeki en büyük ifşâ olduğunu düşünmüyorum” diyerek yanıtladı. AB Referandumu Referanduma yaklaşık 3 aylık bir süre var. Liberal Demokratların, İşçi Partisi’nin ve Muhafazakârların “Evet” kampanyaları son hızıyla devam ediyor. Büyük partiler arasından açıkça “Hayır” kampanyası yapan tek parti UKIP. Yeşiller Partisi ise referandum çalışmalarına Britanya’nın AB’de kalmasını “sesli ve gururlu” bir şekilde destekleyeceğini söyleyerek başladı. Partinin tek parlamento üyesi Caroline Lucas, “Hızla değişen bir dünyada büyük işleri ve finansı kontrol etmek ve insanların -hem işte, hem de tüketici olarak- haklarının korunmasını sağlamak için uluslararası kurallara ihtiyacımız var. Ayrıca AB bize bütün bir kıtada yaşama, eğitim görme, çalışma ve emekli olma özgürlüğü sağlıyor. AB, çevreyi korumamıza da yardımcı oluyor. Sadece Avrupalı komşularımızla birlikte çalışarak iklim değişikliğinin üstesinden gelebilir, vahşi yaşamı koruyabilir ve kirliliği azaltabiliriz. AB kuralları sayesinde sahillerimiz daha temiz ve en kirli santrallerimiz kapalı” diye konuştu. Son olarak Ankara’da, 17 Şubat’ta askerî araçlara saldırı düzenleyen canlı bombanın posterleri altında yürüyen Yeşiller Partisi lideri Natalie Bennett’i kınadığımı da söylemeliyim. Bennett’in Yeşiller Partisi gibi çevreci ve sol libertaryen bir partinin duruşuyla taban tabana zıt olan bu yürüyüşe katılmasının hiçbir mantıklı gerekçesi olamaz! nisan 2016 97 haberajanda İki Güzele Mektup Bir çınar devrildi! 27 ŞUBAT 2011 günü bir çınar devrildi köklerinden nice filizler vererek... Ülkesi için çalışan, dâvâsının önüne Firavunvâri cibilliyeti olanların diken koyduğu, bu dikenlerle bedeninin yıpranmasının rağmına, manevî eforu hep tavan yapan, kutlu koşucunun önüne çekilen setlerden biri olan meşum 28 Şubat’ın arefesinde yine milletine mesaj vererek gitti… >> Ne büyük bir ışık mahfuzmuş sadrında ki, İslâm şuuru ile aydınlanan o güneşvâri düşünce yürüyüşünü karanlık nefesler boğmak istedikçe, senden kopan yıldız parçaları aydınlatmakta bu ülkenin gökyüzünü! Ne kadar sağlammış akiden ki, o kadar yıpratmalarına karşı bir adım geri gitmedin! Ne askerî baskılar, ne darbeler, ne sorgular, ne cezâlar… En ufak tâvizi vermeden, dâvâ uğruna kararlıca, ısrarla, azimle yürüdün iki tarafı dikenli olan çetin yolda. O dâvâ ki, ona hizmet edeni kutlu kılan, adının Ahmet, Mehmet veya Erbakan olmasının ehemmiyeti olmadan dâvâ ile yoğrulan, dâvânın ağırlığını ve sorumluluğunu omuzlarında aşkla taşıyan, onun için horlanan neferlerden oldun. Bugün camilerimiz açıksa, senin bunda payın büyük. 98 nisan 2016 Hani yurtdışına gitmiştin de, düşmanların bile kan gövdeyi götürünce senden medet ummuşlardı, geri çağırmışlardı… Hani seni siyasî yasakla (pîr-i fâni olduğuna bakmadan) evine kapatmışlardı da, sen o vakûr ve mütevekkil halinle “Selâm” demiş, geçmiştin… Hani o günlerde sana sürekli saldırıyorlardı, Cuma’dan çıkarken basın görevlisi seni incitmişti de, sen o mütebessim çehrenle “Cuman mübârek olsun kızım!” demiştin… Hani sana kendini bilmezler hakaret etmişlerdi de sen, “Benim için dâvâ önemli, şahsım değil!” demiştin… Nasıl bir yürek, nasıl bir îmanmış ki, sınırlar ötesinden, bütün İslâm coğrafyasından sana selâmlar geliyordu. Hani bir zamanlar Türkiye’den giden Hacılar “Ene min Türkiya” dedik- lerinde “Erbakan, Erbakan” diye dünyanın dört bir tarafından gelen Hacılar Türkleri kucaklıyorlardı. Bu milletin dinine saldıranlara, bu ümmeti horlayanlara karşı sen bir baba şefkati ile hep siper oluyordun. Sadece bu milletin mi, tüm dünyadaki ümmet-i Muhammed’in hâmisi, bu dinin hâdimi oldun. “Kayıp milyonlar” diye yakana yapışanlar da biliyorlardı ki, sen dünyanın her yerindeki zor durumda olan kardeşlerin için gayrıresmî harcama yapmış, BosnaHersek ve Afganistan’daki mü’min kardeşlere roket fabrikası açmıştın. Onların korkusu, bütün dünyaya İslâm’ın yayılacak olması idi; o yüzden sana bu kadar ezâ veriyorlardı. Ne sağlam bir kökün varmış ki, baltalar vuruldukça yeni şıvgınlar veriyordun! Kökünden uzanan o yem- yeşil dalları uzaktan izliyor, gizlilerde sarılıyordun evlatlarına. Zira Firavun kılıklılar seni o kadar karalıyorlardı ki, evlatların incinmesinler diye kurda kendini feda eden koyun gibi kuzularını düşünüyor, onları uzaktan uzağa seviyordun. Kökün öyle sağlamdı ki, İlâhî bir can suyu dolaşıyordu damarlarında. O su ile her bir dalın farklı çiçekler açıyordu yediverenler gibi. Sakalların kesildiği, dinsizliğin moda olduğu demlerde şanlı nişan gibi takke takıp mûnis bir edâ ile secde secde güller ektin gönüllere. Selâm sana Hocam selâm! Resûlullah’a selâm söyle, “Ben geldim” de, “Ama arkamda Sana âşık talebeler bırakarak geldim” de! “Gözüm arkada değil Ya Resûlallah, bu dâvâya feda olacak nice mücahitler yetiştirdim de geldim” de! Hani âlimleri topladın diye seni telin edenlerin kem sözlerinden çekinmemiştin ya, şimdi ehl-i kuburun âlimleri de seni orada ağırlayacaktır… Hani postalların nârası yeri göğü inlettiğinde “Kur’ân’ı susturamazsınız!” diye Davûdî bir sayha atmıştın ya, şimdi Davut Rukiye Yıldız [email protected] Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan Aleyhisselâm senin sâlânı okuyacaktır… Sana inançlarına bağlılığın yüzünden dünyayı dar edenler bile şimdi senin güzel amellerini, hâlis niyetini, güzel işlerini, parlak zekânı kabul ettiler. Düşmanların bile senin gibi bir cevheri parçalamak istedikleri için nedâmet duyduklarını itiraf ediyorlar. Kutlu dâvâ için yaşadın; bütün millet şâhit ki sen şahittin (şehittin)! Sen rükû rükû eğildin, secde secde yerlere kapandın, ama Allah düşmanlarının karşısında Merhum Muhsin Yazıcıoğlu dimdik durup kalplerine Hz. Hamza gibi korku saldın. O yüzden senin ihtiyarlamış hâlinden bile korkuyorlardı. Senin işaret parmağın hep ufukları gösterdi, başparmağın İ’lây-ı Kelîmetullah’ı anlattı, yumruğun ehl-i küffâra meydan okudu. Biliyor musun Hocam, Beytullah’ta, 60 ülkede ve hemen hemen memleketin bütün illerinde gıyâbî namazın kılındı. Biz İbnu’l-Vakt olmayı bilemezken, sen Ebu’l-Vakt oldun. Hocam! Ayrılık acısı yakıyor içimizi, başparmağınla Allah lâfzı çizerek havaya, o efendice tavrınla söze başlamanı, elini kalbine bastırarak tevâzu ile halkı selâmlayışını, “Milli Görüş, Adil Düzen” diyerek el sallamalarını özleyeceğiz. Elinle işaret ederek kalplerimize sağlam bir mühür gibi bastığın Lâfzatullah simgeni, en zor günlerde hak dâvâ için verdiğin mücadeleleri unutmayacağız! Ah Hocam, bizi öksüz bıraktın! Biz seni Allah için seviyorduk, dâvâ adamı olduğun için seviyorduk. Aynı düşünce ile Mehmed Âkif ’i sevdik, aynı duygularla Necip Fazıl’ı sevdik, aynı duygularla Numan Bey’i sevdik, aynı duygularla Muhsin Başkan’ı sevdik, Recep Tayyip Erdoğan’ı sevdik, Süleyman Hilmi Tunahan’ı, Said-i Nursî’yi, Mahmud Es’ad Coşan’ı, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu’nu, Mahmud Ustaosmanoğlu’nu ve daha nicelerini sevdik. Biz halk olarak bu dine, İslâm’a hizmet edeni severiz. Seni çok yordular Hocam, güle güle git, Refreflerde dinlenme vaktindir! İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun. nisan 2016 99 haberajanda İki Güzele Mektup Dağ, dağa kavuştu! “O LAMAZ!” denilenler oldu, hiç beklenmedik bir anda dağ, dağa kavuştu; kaderin muğlâk çizgileri kabardı, alenî oldu. Keş dağı koca bir yüreğe, koca bir dağa mihmandar oldu. Anadolu’nun bağrından büyüyen çınar, bir dağ başına bayrak oldu. Yâre vefâlı, itaatkâr, mütevazı… Ağyâra vakur, heybetli… Muhsin Başkan, Anadolu’ya âşık, yurdunu “yâr” edinenlerdendi. >> İnsanlar ortalama 60-70 yıllık ömürlerine ne sığdırırlar, neler yaparlar? Çocukluk, gençlik, eğitim dönemi çıkınca oldukça kısıtlı bir zaman dilimi kalıyor geriye. Yeme, içme, uyku… Kimileri sadece birer makine, fizyolojik bir kalıp gibi, fizikî ihtiyaçları yerine getirerek silik bir siluet olarak yaşar, silik bir siluet olarak ölürler. Ama kimileri de vardır, varlıkları bulunduğu topluluğa bir lütuf, yaptıklarıysa ülkelerinin tarihinin akışını etkileyen birer nefes olur. İşte Muhsin Başkan, yaşantısı ve yaptıklarıyla bu ülkenin bir dönemine imza atmış, belli çentikler kazımıştır. İnandığı değerler için, insanoğlunun en zayıf ama en kıymetli noktası olan “canıyla imtihan olmuş”, bir kere dahi makas değiştirmemiştir. Az bir şey midir canına kıymıklar battıktan sonra kalkıp korkmadan dikenlere saldırmak? Ne için? İnandığı mefkûremefhum-dâvâ için… İşte “Bir canım var, o da millete feda!” sözünü fiiliyata dökebilmek… Az bir şey midir bedeninde çektiği işkencelerin meşum izleri silinmeden “Tankınızın üzerine çıkarım” diyebilmek? Az bir şey midir tabutluklara konulup, tırnaklarını kerpetenlerle çektirip yaralarını güneşte kurutmaya 100 nisan 2016 çalıştığı günlerin akabinde ölümün nefesini ensesinde hissettiği hâlde, acılarını unutmadan “Millete yönelen tanka selâm durmam” diyebilmek? Basit soruşturmalardan sonra değil “Dâvâ!” demek, eski arkadaşlarının semtine dahi uğramayan ürkekler ortada cirit atarken, îman kuvvetiyle deklanşörlerin en ön safına takılabilmek… Böyle hâlis, böyle kavî yürek az geliyor yeryüzünün keşmekeş dolu kirli cidârına! Böyle yiğit, böyle civanmert az geliyor kaygan zeminlerde gezinen nefsin dizginini eline alıp tarihin tehlikeli zamanlarına güzel nişan bırakabilen! Böyle dağ gibi heybetli, kararlı yürekleri, zeki ve ferâsetli beyinleri, bükülmeyen çelik bilekleri bize hep çok gördüler. Aynı Resûlullah’ın üstün vasıfları karşısında kinlerinden tırnaklarını ısıran, “Neden bizim soyumuzdan gelemedi? Bizim gibi düşünmüyorsa bu dünya ona dar olmalı!” diyerek işkence yapanlar gibi oldular. Tuzak kurmak, işkence etmek, hile yapmak hep onlar gibi düşünenlerin şiârı oldu. Gizli iş çevirmek, istenmeyeni bir şekilde susturmaya kalkmak hep onların sığınakları oldu. Dağlar kirli nefeslerle erimez; görünen kadar görünmeyen kısmı da vardır ve oradan insanlığın ruhuna hitap etmeye devam ederler. Öldükçe ürer, ezildikçe kükrer, kesildiği yerden yeni şıvgınlar biter. Sonra dağ yamaçları lâlezâr olur, gülşen olur, nice Muhsinler bu millete “Başkan” olur. Dağlar devrilmez, içlerinden lâvlar aksa da hep dik, hep sağlam olurlar. Cansız görünseler de dünyaya denge olur, eteklerindekilere gölge olurlar. Zirveleri kar boran olsa da, bu onların yüceliğinin emâresi, güçlerinin nişânesi olur. Dağlar sadece Ferhat gibi âşıkların karşısında erirler; söz konusu düşman olunca, oldukça sert, oldukça heybetli olur da geçit vermezler. Ve burçlarına bayrak dikilir, onlar mânen hiç ölmezler. Muhsin Başkan… Yüreği çatal, tek kişilik ordu… Ebu Zer gibi tek, Ömer gibi mertti… Düğün mü, bayram mı? Bu kalabalık ne, nedir bu mahşerî akın? Bir yiğit, bir yiğit gidiyor dünyadan ukbâya! Ben kadın hâlimle çıksaydım dağlara, ellerimle temizleyip siper olsaydım yağan kara... Beş bin insan değil, beş milyon çıksaydı… Her bir adıma, her bir otun başına… Ey yiğit, ey aslan, uğurlar ola, rahat uyu bargâhında! Sen, ey yiğit! “İstiklâl Marşı” dedin, “Kur’ân-ı Kerîm” dedin… İnsanlık şahit ki, bunun için mücadele verdin! Şimdi ebedî bekçilik yapmak üzere marşın yazıldığı yere gittin. Kim diyor “Gömüldü” diye, bizim ölülerimiz diridir, bizleri yöneten ölülerimizdir. İstiklâl Marşı’na gönül verdin, şimdi onun başını bekleyen nöbetçisin. Onu ruhlara okumak üzere görevlendirildin. Ölümünün sene-i devriyesinde rahmetle anıyoruz. Ruhu şâd olsun! (Âmin.) haberajanda Toplum Ayşe Müzeyyen Taşçı [email protected] E TRAFINIZDA kanadı kırık kuşlar gibi savrulup duran yetimlerimizi hiç fark ettiniz mi? Hani Peygamber’in (as) Kendi yetimliği üzerinden kutsiyet atfettiği emanetlerimizi? “Kim kendi yetimini ve bir başkasının yetimini himâye ederse, Cennet’te Bize yakındır” diyerek yetimliğin acınası değil, bilakis rütbe kazandıracak bir kutsiyete sahip oluğuna dikkat çeken Abdullah’ın yetimi Hz. Muhammed (as) böyle buyurmuştu. Yetim gülerse, dünya gülecek! YERYÜZÜNDE her gün tam 10 bin çocuk yetim kalıyor! 24 saat içinde 6 bin çocuk, insan tacirleri tarafından kaçırılıyor! Yılda 2 buçuk milyon çocuk satılıyor! 300 bin çocuk, boylarından büyük silahlarla cepheye sürülüyor! 100 milyon çocuk sokaklarda yaşıyor! 200 milyon çocuk, bu şartlar altında ve himâyesiz hâlde kaderlerine terk edilirken, aynı dünya tarafından 2 buçuk trilyonluk bir bütçe sadece silahlanmaya ayrılıyor. Coğrafyalarımızda anne ve babasını kaybetmiş 200 milyon yetim çocuğun var olduğunu unutmamak gerek! Savaş, işgâl, doğal afet ve çeşitli sebeplerden dolayı yetim kalan çocuklar, pek çok tehlike ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Yeryüzünde her gün tam 10 bin çocuk yetim kalıyor! 24 saat içinde 6 bin çocuk, insan tacirleri tarafından kaçırılıyor! Yılda 2 buçuk milyon çocuk satılıyor! 300 bin çocuk, boylarından büyük silahlarla cepheye sürülüyor! 100 milyon çocuk sokaklarda yaşıyor! 200 milyon çocuk, bu şartlar altında ve himâyesiz hâlde kaderlerine terk edilirken, aynı dünya tarafından 2 buçuk trilyonluk bir bütçe sadece silahlanmaya ayrılıyor. Özellikle misyoner teşkilatların, organ mafyası, fuhuş mafyası ve suç örgütlerinin tehdidi altındaki bu çocuklar ümmete emanettirler ve istikbâlde yaşayacakları her türlü olumsuzluğun vebali her birimizin omuzlarındadır. Son yıllarda özellikle İHH’nın öncülüğünde coğrafyalarımızdaki yetimlerin tespiti ve himâye edilmelerine yönelik pek çok STK faaliyet göstermeye başladı. İHH düzenli sponsorluk sistemi ile 80 bin yetime ulaşarak onların aylık giderlerini karşılarken, herhangi bir yakını bulunmayan yetimler için farklı coğrafyalarda 30’un üzerinde yetimhanede kutsal emanetlerimizi himâye ediyor. Yine geçtiğimiz yıl Millî Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapan İHH, başlatılan “Her sınıfın bir yetim kardeşi var” kampanyası ile okullarda yaptığı faaliyetlerle hem yetim algısını oluşturmak, hem de himâye edilecek yetim sayısını yükseltmeyi amaç edinmektedir. Bir başka sevindirici gelişme ise, İslâm dünyasının İHH’nın teklifi üzerine bundan böyle her Ramazan ayının 15. gününü Yetim Günü olarak kutlama kararı alması oldu. Kanaatim o dur ki, büyükten küçüğe her bir fert yetimler konusunda bilinçlendirildiğinde, israfa giden yaşamlarımızda yetimlere bir yer açılacak, bireysel ve toplumsal yaşamımıza bereket gelecektir. Bundan dolayıdır ki, yoğun faaliyet ağı ile gündemlerimize taşınan İHH, yeryüzündeki yetimlerin himâyesi ve eğitimi için yapmakta olduğu faaliyetlere dikkat çekmek maksadı ile 16-31 Mart tarihleri arasını “Yetim Dayanışma Günleri” etkinliğine ayırmıştır. Bizler de gerek Ramazan ayının 15. gününe atfedilen Yetim Günü ve gerekse Mart ayında faaliyetlerin yoğunlaştığı Yetim Dayanışma Günleri vesîlesi ile yetimlerimizi günlük yaşamlarımızın kaygıları arasına katmalı ve 200 milyon yetimin tamamına sahip çıkmak üzere gayret göstermeliyiz. Biz sahip çıkmaz isek şayet, adları “yetim” ve hep ümmetin boynu bükükleri olarak kalacaklar! nisan 2016 101 haberajanda Toplum Ontolojik kaygıların oluşturduğu kur K İTLE iletişim araçlarındaki gelişmeler ve bu gelişmelerin iletişim sahasına olan etkisi diğer teknolojik gelişmelerle bütünleştiğinde, toplumda bireyselleşme giderek artıyor. Bunun sonucunda ise yalnızlaşma doğuyor. Yalnızlık, bireyin korkularını ortaya çıkarıyor. Bu durum diğer toplumsal sorunlarla birleşince, korkuların sarmalladığı bir toplumsal yapı ortaya çıkıyor. >> Öğrencilerimiz okul korkusu yaşıyor. “Yapamazsam…”, “Bilemezsem…”, “Arkadaşlarım gülerse…”, “Öğretmenim kızarsa…”, “Hocam dalga geçerse…” diye korkuları var öğrencilerimizin. Gençlerimizin de kokuları var. Çok sayıda gencimiz gelecek korkusu taşıyor. Eğitim hayatları sonucunda bu korkuları yenip bir şekilde iş hayatına atılabilmiş olanlar Bilmedikleri bir şey var! Toplumun ferâseti, o hormonlu düşüncelere kanmayacak kadar geniş. Bu gerçeği bilmeleri, belki hakîkat korkularını yenmelerine de yardımcı olur. 102 nisan 2016 iş ve ev arasına sıkışıp bir tür sosyal fobiye tutulabiliyorlar. İnsanlar kalabalıklara karışmaktan, onların içerisinde bulunmaktan korkabiliyorlar. Bunların yanı sıra, bazılarımız karşı cinsle arkadaşlık kurmaktan, onlarla vakit geçirmekten korkuyor. Âşık olanlarımız kendini ifade edememe korkusu yaşıyorlar. Kendini ifade edebilenler, reddedilme korkusu içindeler. Kendini ifade edip aşklarına karşılık bulmuş olanlarsa terkedilme korkusu ile baş başa kalabiliyorlar. Bunları aşıp mutlu bir yuva kurmuş olanlar, ilerleyen yaşlarda cinsel korkular yaşayabiliyor. Tüm bunları aşıp normal bir birey olarak yaşamlarını sürdürmeyi başaranların da korkuları yok değil. Gençliklerini kaybetme korkusu ile insanlar, kazandıklarını ölçüsüzce kozmetik ürünlerine ve estetik operasyonlara harcayabiliyorlar. Altmışlı yaşlardan sonra insanları yaşlanma korkusu sarıyor. İnsanlar hayatlarının bu demlerinde geriye dönüp hayatın muhasebesini yapıyorlar. Bu muhasebe sonunda önünde koca bir hiç görenler, hayatı anlamlı yaşayamadığını düşünenler ölüm korkusu yaşayabiliyorlar. Korkularımız bunlarla sınırlı değil. Artık küresel bir boyut hâline gelmiş olan terör, toplumsal korkularımızın başında geliyor. Yani fiziksel güvenliğimizden dolayı korkular yaşayabiliyoruz. Mültecî krizi ile birlikte Batı dünyasını yabancı korkusu sarmış durumda. Örnekleri çoğaltabiliriz, fakat hangi örneği verirsek verelim, tüm örnekler bize “korku” dediğimiz olgunun güvenlikle ilgili olduğu gerçeğine götürür. Güvenlik ise nefes alma, beslenme, uyuma vb. fizyonomik gereksinimler dışında insanın en çok ihtiyaç duyduğu gereksinimdir. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi de buna işaret eder. Güvenliği tesis etmeden, güvenliği inşâ etmeden ne bireysel, ne de toplumsal olarak hiçbir şeyi tesis edemez, hiçbir şeyi teminat altına alamazsınız. Yapmak istediğiniz şeyleri de inşâ edemezsiniz. İnsanlar bu korkuları unutabilmek, korkularından kaçabilmek, kendilerini Aytekin Atasoyu [email protected] gusal gerçeklik ve hakîkat korkusu güvende hissedebilmek için çeşitli çareler arıyorlar. Kimileri korkularını unutabilmek için oyun ve eğlenceye yönelebiliyor. Azımsanmayacak sayıda kişi, kendini ne kadar çok oyun ve eğlenceye vurursa, o kadar korkularından uzak olacağına, kendini güvende hissedeceğine inanıyor. Kimileri ise korkularından emin olabilmek için dine ve dinî ritüellere yönelebiliyor. Kimileri de Uzakdoğu kökenli yoga ve “Feng Shui” denilen psikolojik deşarj yöntemlerine başvuruyorlar. Kimileri ise alkole yönelebiliyor. Çok az kişi ise psikolojik destek almak için psikologlar ve psikiyatristlerin kapısını aşındırıyor. Bu yöntemlerin bazıları gerçekten işe yarayabiliyorken, bazıları sadece korkulardan kaçmak anlamına geliyor. Hâlbuki korkularla yüzleşebilsek, onları kontrol altına alabildiğimizi görürüz. Kurgusal gerçeklere inanmayın! Bu korkuların dışında, insanın önünde yenmekte zorlandığı bir başka korku var. O korkunun adı ise “hakikat/ gerçeklik korkusu”dur. Aidiyetlerimiz, inançlarımız ve değerlerimiz bizim bir olguyu kabul veya reddetme noktasında en temel belirleyenimizdir. Aidiyetlere, inançlara ve değerlere ters düşen olgular gerçek bile olsalar, ontolojik kaygılardan dolayı insanlar bunları reddetme eğilimine girerler. Çünkü hakîkatin kendisi insanın benliğine yüklediği anlama ters düşerse benlik anlamsızlaşır. Hakîkat bu durumdaki bireyi kuşattığında, bireyin daha önce yaşamadığı bir korku baş göstermeye başlar. Çünkü hakikat, bu durumdaki bireyin aidiyetlerini, değerlerini, hatta ve hatta kişilik ve kimliğini oluşturan hemen her şeyi hallaç pamuğu gibi dağıtır. Bu durumla karşı karşıya kalan çoğu insan, aidiyetlerindeki anlamsızlaşma, değerlerindeki tersine dönmüşlük, kişilik ve kimliğindeki negatif aşınma ve dağılmadan dolayı hakîkate karşı tavır almaya başlar. Bu durumda kişi, aidiyetlerinin, değerlerinin, kişilik ve kimliğinin ona dayattığı kurgusal gerçekliğe sarılmaya çalışır. Bu korkunun ontolojik temelli olması bireyin hakîkat karşısında yaşadığı korkuyu o kadar büyütür ki, birey hakîkate çok acımasız bir şekilde saldırmaya başlar. Birey bu durumda hakîkati yermek, onu gözden düşürmek ve gerçeğin dayattığı hakîkati dış dünyaya öcü gibi göstermek için her şeyi yapar. Bunu yaparken bir yandan da sahip olduğu aidiyetlerin, inandığı değerlerin, kişilik ve kimliğinin kendisine dayattığı kurgusal gerçeği, sahte insan hakları savunuculuğu, sözde düşünce özgürlüğü, sanal insan hakları savunuculuğu vb. şeylerle süsleyerek hormonlu hâle getirmeye çalışır. Böylece hakîkati boğabileceğini ve içine düştüğü korku ikliminden uzaklaşabileceğini düşünür. Bunun için de inandığı kurgusal gerçeği idealize eden sahte kahramanlık hikâyeleri uydurur. O kurgusal gerçeği besleyen medya içeriklerini izler. O sahte gerçeği besleyen yayınları okur. Motivasyonunu arttırmak için kurgusal gerçeği benimsemiş insanlarla oturup kalkmaya başlar. Ona gerçeği hatırlatacak kişilerden uzak durur. Ona gerçeği gösterecek ortamlardan kendini yalıtır. Yaşadığı hakîkat korkusunu bastırabilmek için kendi gibi kurgusal gerçekliğin peşinden koşanlarla arkadaşlık, dostluk kurar. Hatta yaşadığı korkunun şiddetine bağlı olarak kurgusal gerçekliğin birey ve toplumlar tarafından kabul edilmesi için o kurgusal gerçekliğin militanlığına bile soyunabilir. Ama hakîkat her şeyin üstündedir. Öyle olması gerekir. Bu yüzden hakîkate ulaşmak istiyorsak, onun peşinden koşmak durumundayız. Bunun için aidiyetlerimizin esiri olmadan, değerlerimizi dogmatize etmeden, kişilik ve kimliklerimize kusursuzluk atfetmeden meseleleri ele almak durumundayız. Böyle yaparsak hakîkate ulaşmamız kolay olur. Aksi halde esiri olduğumuz aidiyetler, dogmatize ettiğimiz değerler ve kusursuz gördüğümüz kimlik ve kişiliğimizin ortaya çıkardığı kıskaçta hakîkati benliğimize kurban etmiş oluruz. Toplumsal ve siyasal arenada cereyan eden olaylara da bu minvalde bakmak gerekiyor. Nasıl ki hakîkat korkusu yaşayanlar gerçeği yermek, onu gözden düşürmek ve gerçeğin dayattığı hakîkati dış dünyaya öcü gibi göstermek için her şeyi yapıyorlarsa, siyasal arenada hakîkat korkusu yaşayanlar da hakîkati temsil edenleri yermek, onları topluma öcü gibi sunmak için her şeyi yapabiliyorlar. Kendi düşüncelerini ise tıpkı hakîkat korkusu yaşayanların yaptığı gibi sözde düşünce özgürlüğü, sahte insan hakları savunuculuğu, sanal barış ve demokrasi istekleri gibi şeylerle süsleyerek hormonlu hale getirip topluma sunmaya çalışıyorlar. Ama bilmedikleri bir şey var! Toplumun ferâseti, o hormonlu düşüncelere kanmayacak kadar geniş. Bu gerçeği bilmeleri, belki hakîkat korkularını yenmelerine de yardımcı olur. nisan 2016 103 SINEMA haberajanda SİNEMA Ülkemizde belgesel filmlerinin iltifat görmesi pek alışık olmadığımız bir şey olduğundan, “Ah Yalan Dünyada” belgeselinin az sayıda salonda da olsa vizyonda olması, ayrıca takdir edilesi bir gayret. Belgeseli izleyip de salondan ağlayarak çıkanların her biri ortak bir cümlede buluşuyor: “Onu yeterince tanımamışız!” Merhum Neşet Ertaş 104 nisan 2016 Yeşim Tonbaz // [email protected] ŞU YALAN DÜNYADA BİR “İNSANLIK” HAZİNESİ: NESET ERTAS B U toprakların şiirinde, hikâyesinde, sazında ve sözünde hep bir derviş sezgisi, bir Hoca Nasreddin fıkrası, bir Dedem Korkut nasihati iz bırakmıştır. Gün gelip de sinemanın perdelerde yansıdığı vakitlere dayandığında, tüm bu birikimin ardı ardına sıralanması, birer birer perdeden akması beklenir, el-hak. Bir süzgeçten geçirip, arıtıp, damıtıp başucumuza koyduğumuz irfânî bilgilerle beslenecek bir 7. sanat umudu şuracıkta dururken, geleneği bir ilaç gibi üzerinde taşıyan niceleri şu bîçare dönemin mahdumlarına şifa olmak için bir vesîle de aramaktadır. Şimdi bir Neşet Ertaş, uçuşup duran hakîkati anlamlı, incelikli ve çoğu zaman dokunaklı bir yumak yapıp sırça köşklerimize yuvarlayan bir söz üstadı göçüp gidince bu âlemden, en büyük üzgünlük kendimizedir. Onu tanıyan, ona kulak veren yahut onunla bir arpa boyu olsun yol almış olan bilir ki, o Bozkırın son tezenesidir. Anadolu irfânını taşımaktan ziyade, “Gölgeye girenin gölgesi olmaz!” diyerek bizzat bu irfânla yoğrulan Neşet Ertaş’la ilgili kitaplar yazıldı, belgeseller çekildi. Onu tanıyanlar her fırsatta ondan aldıklarını aktarabilmenin telaşını taşıdılar tanımayanlara. Son olarak geçtiğimiz günlerde vizyona giren, Atalay Taşdiken ve Hacı Mehmet Duranoğlu’nun yönettiği “Ah Yalan Dünyada” belgeseli, Neşet Ertaş’ta mündemiç olan o derin dünyayı, o irfânî duyguyu paylaşabilmenin yollarını arıyor. Şu yalan dünyanın bir tek “insan”ını seven, hangi din, ırk ve fikirden olursa olsun, bir ve tek olmanın gönül harcını sazıyla ve sözüyle sevenlerine mîras bırakan Neşet Ertaş’ı bu anlamlı belgeselle bir nebze olsun hayatımıza almak mümkün. Filmin yönetmenlerinden Atalay Taşdiken’e göre “Ah Yalan Dünyada”nın diğer belgesellerden farkı, otobiyografik bir belgesel olmaktan ziyade, bazı anıları üzerinden Neşet Ertaş’ın insanî kimliğini, hayata bakışını, derviş tutumunu ve asıl önemli olanı da bugün çok ihtiyacımız olan “ayırmak değil, bir etmekle” ilgili hayat felsefesini anlatmaya çalışmak... “Ben Neşet’in bugüne örnek olabilecek bir deryâ olduğunu az çok biliyordum, fakat belgesel çalışmasına girdiğimizde hayranlığım başka bir boyut kazandı” diyen Taşdiken, Ertaş’ın binlerce yıldan damıtılan bir kültürün GÜLCAN TEZCAN GAZETECİ N EŞET Ertaş öyle bir deryâ ki, bu çalışmaların her biri onu yeniden sevmemize vesîle oluyor. Belgesel, Ertaş’ın gönül dünyasının kapılarını aralıyor. Her ne kadar tanıtım bülteninde ve belgesele konuşan kimi isimler “Ertaş’ın felsefesi” diye ifade etseler de, belgesele yansıyan anılar ve Büyük Usta’nın sözleri, aslında Anadolu irfânının Neşet Ertaş’ta nasıl ete kemiğe büründüğünü gözler önüne seriyor. Babasının dizi dibinde öğrendiği âşıklık geleneğini son nefesine kadar sürdüren Büyük Usta, alın teriyle kazanmadığı tek kuruşa el uzatmayan, Almanya’da olduğu yıllar boyunca onlarca firmanın kendinden habersiz olarak bastığı ve çoğalttığı albümlerinden doğan hakları konusunda bile sessiz kalmayı seçen, sazını ve sözünü aşkla söyleyen bir memleket âşığı... Öyle kanaatkârdır ki, kendisine sunulan mükellef bir sofra karşısında bile “Bulgur pilavı yok mu?” diye soracak kadar tok gözlüdür. Hayatı hep zorluklar içinde geçer. Sağlık sorunları sebebiyle gittiği Almanya’da geçmişe göre daha iyi bir hayat yaşar ama orada da sanatına, dinleyenlerine, memleketine hasrettir. Komşuları rahatsız olduğu için evinde bile saz çalamaz. Gazetecilik yaptığı yıllarda bir haber için Almanya’ya giden yönetmen Reis Çelik, tesadüfen Ertaş’ı bulur ve haber yapar. Böylece yeniden hatırlanır. Aslında hiç unutulmaz Büyük Usta. Türküleri her daim dilden dile dolaşır. Kimlik ve aidiyeti konusunda hiç konuşmaz. Sadece “Ayrım yapan, kendini ayırır” der. Bu ifade bile onun, toplumun her kesimi tarafından neden bu kadar büyük bir muhabbetle kucaklandığının özeti gibidir. O kendini hiçbir zaman yaşadığı toplumdan ayrı tutmaz. Dinleyenlerine sevgisi ve saygısı, her konserinde mutlaka tekrarladığı ‘Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hizmetçisiyim” cümlesinde somutlaşır. Taşdiken ve Duranoğlu’nun titiz bir çalışma sonucu ortaya çıkardığı belgesel, Neşet Ertaş’ı sevenlerin yüreğini titrecek bir yapım. Şimdi sıra belki de belgeselleri ve kitaplarına sinema filmlerini eklemekte! nisan 2016 105 haberajanda Sinema Yönetmen Atalay Taşdiken son temsilcisi olduğu kanaatinde. Bunda elbette coğrafya etkisi de büyük. Medeniyetler beşiğinden neşet edip hiçbir tedrisattan geçmeden, ümmî duyguları kaybetmeden çağlayan bir kaynağın son eşiği o. Bu kaynağa erişebilmenin son demlerini yakalamış bir yönetmen olarak daha önce “Kız Kardeşim Mommo” ve “Meryem” filmlerinde de Neşet Baba’dan temalar kullandığını da ekliyor Taşdiken: “Daha önce tanışamamış olsam da, Meryem filmindeki Abdal Haydar karakterini Neşet Ertaş’ın oynamasını hayâl ederek yazmıştım. Fakat rahatsızdı ve oynayamadı. Benim Neşet’le olan ilişkim, bir gönül bağı idi. Aynı toprağın çocuğuyduk ve ona hayranlık duyuyordum. Yeni de değil bu. Belgeseli de bunun bir görev olduğunu düşünerek yaptım. Dünyaya ve dünya malına son derece mesafeli, iyilik yapmayı ve onu da göstermeden yapmayı asıl iyilik olarak salık veren Neşet Ertaş, sevginin ve sevmenin derin hissiyatını birer mihenk taşı olarak her sözüne ekler ve ‘Allah sevmediği kulunu yaratmaz’ der Ertaş. O kadar derin bir şey ki bu, etrafımızda kamplaştığımız, en ufak bir farklılıktan dolayı birbirimizden nefret noktasına geldiğimiz bu zamanda belgesel çalışması ile kendimde muhasebe ettiğim çok şey oldu.” Ülkemizde belgesel filmlerinin iltifat görmesi pek alışık olmadığımız bir şey olduğundan, “Ah Yalan Dünyada” belgeselinin az sayıda salonda da olsa vizyonda olması, ayrıca takdir edilesi bir gayret. Belgeseli izleyip de salondan ağlayarak çıkanların her biri ortak bir cümlede buluşuyor: “Onu yeterince tanımamışız!” Hayattayken UNESCO’nun “Yaşayan İnsan Hazinesi” olarak ilân ettiği Neşet Ertaş’ı tanımanın yolunu arayan ve belgeseli izleyen gazeteci ve tiyatrocu arkadaşlarımızdan, belgeselin kendilerinde bıraktığı izlerin peşine düştük. 106 nisan 2016 AYŞE ŞAHİNBOY DOĞAN Kulis Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni “B OZKIRIN Tezenesi” diyerek sahiplenilen, Anadolu irfânını sanatına yansıtan, bu dünyadan ebedî âleme göçse bile unutulmayacak olan bir ustayı anlatıyor “Ah Yalan Dünyada”. Atalay Taşdiken ve Hacı Mehmet Duranoğlu yönetmenliğinde, bir belgeselden daha fazlasını izliyoruz aslında. Neşet Ertaş’ın fikrî altyapısını anılar, hatıralar ve kendi demeçlerinden derlenen görüntülerle öğrenmiş oluyoruz. İrfan kültürünün Ertaş’taki edep yansımasını, hayatı boyunca yaşadığı sıkıntıları, tevazuun bir sanatçıda nasıl asil durduğuna şahitlik ediyoruz. Belgesel için seçilen isimler, konuşmaların akışı ve kurgu, bu anlamda izleyene Neşet Usta’nın samimiyetini de yansıtıyor. Bütününe baktığımız zaman belgesel, bizi Ertaş’la kısa bir seyahate çıkartıyor. “Saygısızlık olmazsa ceketimi çıkartabilir miyim?” diye soruyor onu dinlemeye gelmiş yüzlerce hayranına. İnsanın insana kıymet vermediği bir dönemde Ertaş’ın bu hassasiyetlerini gözlerimiz dolarak izliyoruz. “Ayıran, kendini ayırır” diyor başka bir konuşmasında, “birlik” çağrısının nasıl yapılması gerektiğini öğretiyor bize. Kullanılan fotoğraflar, kayıtlar ve belgesele konuşan isimlerin anlattıklarıyla “Ah Yalan Dünyada”, Neşet Ertaş gibi usta bir sanatçıyı anlamaya başlamak ve tanımak için önemli bir çalışma. Yeşim Tonbaz Bu toprağın sinemasının zamanı geldi! T ŞİMDİ sinemacılarımızın vazîfesi daha ağır! Eski bahaneler kalmadı artık. Ne yasaklar var, ne de imkânsızlıklar. Cep telefonuyla bile film çekilebilen şu zamanda kimsenin bahanesi kalmadı. Batı’nın teknolojisinin alınacağı en verimli alan da sinema olsa gerek. OPRAK, insanoğlunun özü; sanatın da… İnsandan, coğrafyadan ve somut her şeyden uzaklaştırılarak tarif edilmeye çalışılsa da sanat, -tıpkı insan gibitopraktan gelir. Nereye gideceğini henüz bilemesek de, insanoğlunun varlığıyla sınır koyduğumuz âlemimizin ömründen fazlası olacağını sanmam. İnsandan daha fazla olmayan sanatın ihsânı ise sinema olsa gerek. En genç, en pahalı ve en şımarığı diyebiliriz. Üretimi en zor olmasına rağmen tüketimi ve kolay olanı aynı zamanda… Tam da insanoğlunun modern çelişkileri gibi! İşte sırf bu sebepten ötürü dahi sinema, insana mahkûm ve insandan mütevellittir! İnsanın toprağı, sinema sanatının bayrağıdır. Bir sinema eserinin nerede neşet ettiği, nasıl doğduğu, nasıl değerlendirildiği gibi birçok sorunun cevabı toprağa bağlıdır. Yaratan’ın mükemmel tasarımı olan insanoğlunun acziyeti misali, sinemanın anlaşılırlığı ve icrâsı da çok basit ve çok zordur. Anadolu toprağının dünya kültür mîrasına katkısını düşününce, sinemamızın kekremsi tadına üzülmeden edemiyorum. Kıtalara, âlemlere referans olan mümbit yapısına rağmen “Türk sineması” denen şeyin bir türlü olgunlaşamaması, son 150 yılımıza damga vuran inkâr politikaları ve ışık hızıyla geçilen kültürel duraklara bağlı. İklim kuşaklarının kaydığı, toprağın yapısının değiştiği bir zamanda sanatın norm ve form yapılarının değişmemesi düşünülemez. Sanat odur ki, insan ve toprak ile birlikte olgunlaşır. 10 yıl öncesine kadar geçmişiyle dargın, toprağına karşı kibirli tavır sergileyen sanatkârların elinde prematüre bir şekilde hayatını sürdüren sinemamız (90 yıllık tarihindeki önemli bazı dönemeçleri ve isimleri yok saymıyorum, fakat büyük resimden söz ediyorum), artık yeni seslerin ve sözlerin arenasına doğru yol alıyor. Öyle bir paradoks yaşıyoruz ki, “yenilik” dediğimiz şey, esasında asırlar ile biriken ve çok önceleri keşfedebileceğimiz özümüzden başkası değil. “Bu toprağın sineması” deyince aklıma Metin Erksan gelir. Ömer Lütfi Akad, Ahmet Uluçay gelir. Sinemamızın simgesi olarak gösterilenlerin birçoğu gelmez. Zira onlar ithal toprak kullanırlar. Ait olduğu topraklardan ayağını kaldırmayanın dünyaya yabancı olduğu iddiası, tam da bu minvalde safsatadan ibarettir. En evrensel kaide insan değil mi? İnsan, evren değil mi? O hâlde insanı anlatan, insanımızı anlatan, insanımızın toprağıyla bağına odaklanan sanat eserlerinin yerelliğinden bahsetmek de ne oluyor? Şimdi sinemacılarımızın vazîfesi daha ağır! Eski bahaneler kalmadı artık. Ne yasaklar var, ne de imkânsızlıklar. Cep telefonuyla bile film çekilebilen şu zamanda kimsenin bahanesi kalmadı. Batı’nın teknolojisinin alınacağı en verimli alan da sinema olsa gerek. Teknolojinin doğduğu yere, toprağa doğru... Toprağımız, yani özümüz… Yani artık yeni şeyler söyleyecek olmamızın membaı… Ve geçmiş ile gelecek arasındaki köprüyü ayakta tutacak, zamanın ruhunu doğru okuyup doğru dille insanımıza ulaşacak olan sinemaya burada en ağır yük düşüyor. Bu toprağın sinemasını yapmanın zamanıdır! nisan 2016 107 KITAP AJANDA Kitap Ajanda 108 Dorman’ın çalışmasına harfiyen katılmasak da, bu çalışmanın geleneksel din algısı üzerine önemli bir karşılaştırma kitabı olduğunu belirtebiliriz. Bir müteşâbihat sorunu: “Allah’a Öğretilen Din” S ON zamanlarda televizyon ekranlarında çokça karşılaştığımız genç bir akademisyen olan Dr. Emre Dorman, sadece İslâm dünyasının değil, apaçık düşmanı şeytan tarafından tarih boyunca aldatılan insanın hangi yollara başvurarak din olarak yaşanması emredilenin yerine yaşadıklarını nasıl din edindiğini ve de edindiği dinleri hangi cüretkâr kılıflara sararak Allah’a karşı bir “sahte hikmetler mekanizması” geliştirdiğini irdeliyor. nisan 2016 Sungur İnci // [email protected] >> Dinî konularda neredeyse her kafadan bir ses çıkıyor ve Allah’tan öğrenilmesi gereken din, Allah’a öğretilmeye kalkılıyor. Allah tarafından indirilen dini O’na öğretmeye kalkanlara şöyle söyleniyor Kur’ân’da: “Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah gökte ne var, yerde ne var, hepsini bilir. Allah her şeyi çok iyi bilmektedir.” (Hucûrat, 16) Yine bir başka âyette bu konu üzerinde şöyle duruluyor: “De ki, ‘Allah’ın göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?’.” (Yûnus, 18) Peygamberimiz bizlere Kur’ân aracılığıyla, “Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum” (En’am, 50) ve “Sizi sadece vahiy ile uyarıyorum” (Enbiya, 45) diyor hesap günü “Rabbim, gerçekten benim toplumum bu Kur’ân’ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar” (Furkan, 30) diyerek ümmetinden şikâyet edeceğini bildiriyor. Buna rağmen Kur’ân’dan bihâber olup âyetlerini içlerine sindiremeyenler, bu uyarılara ve “İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz. Hâl böyleyken Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi hadîse (söze) inanıyorlar” (Casiye, 6) gibi âyetlere rağmen “hadis” başlığı altında Dinimiz ve Peygamberimiz hakkında Kur’ân’a uygun olmayan birçok rivâyette bulundular ve bu rivâyetlerle Allah’ın indirmiş olduğu dinden uzak, yeni bir din uydurdular. Elbette her dönemde olduğu gibi tek kaynak olarak Kur’ân’ı gösterip sırf uydurma hadisler üzerinden ilerleyerek Habîbullah-ı Muhammed Mustafa’yı (sav) itibarsız kılmaya yeltenen bedbahtlar olmuştur. Ancak onların güçleri hakîkatleri karalamaya asla yetmeyecektir. Dorman’ın çalışmasına harfiyen katılmasak da, bu çalışmanın geleneksel din algısı üzerine önemli bir karşılaştırma kitabı olduğunu belirtebiliriz. Son Sultan Osmanlı İmparatorluğu’nun Sanremo’da Ölümü Riccardo Mandelli “E ĞER Sanremo Devlet Arşivi’nde bir tomar rastgele derlenmiş adlî belge ile birlikte 6 santim 35 milimetrelik kullanılmış bir mermi içeren mavi zarfı bulmamış olsaydım, bu kitap biraz zor yazılırdı. Belgelerdeki soruşturmanın konusu, 14 Mart 1924 tarihinde, Villa Nobel’de, kafatasına söz konusu mermi saplanmış hâlde bulunan Sultan Vahdeddin’in özel doktoru Reşad Paşa’nın ölümüydü.” (Riccardo Mandelli) >> 20 Mayıs 1923’te, Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Sultanı Vahdeddin, geçici bir süre yaşayacağına inandığı Sanremo’ya geldi. Kalbinde hep günün birinde vatanına sultan olarak, muzaffer bir şekilde dönme umudu vardı. Üç yıl boyunca hep bu umutla yaşadı. Fakat fakr u zaruret, maiyyetindeki casuslar, kumar batağına saplanmış acımasız yardımcılar ve sürekli başları derde giren akrabalar peşini bırakmadı. Ve bir gün beyninde bir kurşunla bulunan depresif doktoru Reşad Paşa... Bu bir intihar mıydı, yoksa cinayet mi? Peki, Doktor Reşad’dan sonra sıra kime gelecekti? Etrafındaki cinayet çemberi daralarak Son Sultan’ı da mı içine alacaktı? Sultan Vahdeddin, Osmanlı topraklarını nasıl terk etti? Mustafa Kemal Paşa’nın, Sultan Vahdeddin’in yanındaki casusları kimlerdi? Sultan Vahdeddin, Mussolini ile neden görüştü? Mussolini’nin Türkiye’yle ilgili planları neydi? İtalyan polisi Sultan Vahdeddin’in her adımını neden izliyordu, ne gibi raporlar tutmuşlardı? Sultan Vahdeddin’in özel doktoru Reşad Paşa’nın ölümünün ardındaki sır perdesi neydi? Sultan Vahdeddin zehirlendi mi? İtalyan polisi bu anî ölümle ilgili kimlerden şüpheleniyordu? Sultan Vahdeddin’den sonra Osmanlı Hanedanı’nın başına gelen acı olaylar ve bir bir dağılan hanedan üyeleri… Bu ve buna benzer birçok sorunun cevabı, Riccardo Mandelli’nin İtalyan Devlet Arşivi, Dışişleri Bakanlığı Arşivi ve Sanremo Belediyesi Arşivi’ne girerek Son Sultan Vahdeddin’in son 3 yılını araştırıp yazdığı bu kitapta bulacaksınız. İsrail ve Yahuda Krallıkları Tarihi Şeyma Ay Arçın TEK bir atadan Birleşik Krallık’a ve sonrasında iki farklı devlet hâlinde Asur ve Babil istilâsına kadar politik yaşamına devam eden İsrail halkının en eski tarihleri, dinî bir anlam içermesi bakımından oldukça ilgi çekicidir. Şu bir gerçektir ki, adı geçen krallıklar, uygarlık tarihine aynı bölgedeki diğer devletler gibi damga vuran yenilikler bırakmasalar da bugün hâlâ isimlerini andığımız halkın erken dönemlerini oluşturmaları sebebiyle dikkate değerdir. nisan 2016 109 Kitap Ajanda TÜRK PAPA Ümit Doğan ATATÜRK, Papa Eftim için “Bu memlekete bir ordu kadar yardım etti” ve “Papa Eftim benden daha Türk’tür” sözünü neden kullandı? Papa Eftim’in “Ben, Türkoğlu Türküm” diyerek Yunan İşgâl Kuvvetleri’nin karşısında durmasının sebebi nedir? Papa Eftim, Anadolu’nun Rumlaştırılması karşısında hangi tedbirleri aldı? Karadeniz bölgesinde başlayan Pontus isyanının İç Anadolu’ya sıçramasını nasıl önledi? Meşhur Keskin Beyannamesi ile dünya kamuoyuna hangi mesajı vermişti? Atatürk, Papa Eftim’le ne görüştü, ondan ne istedi? Papa Eftim’in kurduğu Türk Ortodoks Patrikhanesi ile Fener Rum Patrikhanesi neden ters düşmüşlerdir? Papa Eftim’in, kendisine bağlı kiliselere Türkçe ibadet şartı getirmesinin sebebi nedir? Kıbrıs meselesinde Makarios’u neden afaroz etti? Atatürk’ün “fesat ve hıyânet” ocağı dediği Fener Rum Patrikhanesi’ne hangi hükûmetler ne gibi tavizler vermişlerdir? ABD destekli Athenagoras, apar topar Türk vatandaşlığına geçirilerek nasıl Fener Rum Patriği yapıldı? Adnan Menderes neden Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret ederek Athenagoras’a niçin övgü dolu sözler sarf etmişti? Papa Eftim ve Alparslan Türkeş arasındaki yakın ilişkinin 110 nisan 2016 sebebi neydi? Turgut Özal döneminde Fener Rum Patrikhanesi’ne ne gibi tavizler verilmişti? Ekümeniklik meselesi nedir? İstanbul’da “Vatikan” gibi din esaslı bir şehir devleti mi kurulmak isteniyor? Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin adı Ergenekon Davası’na nasıl karıştı? Papa Eftim’in akrabalarının Ergenekon sürecinde akıbetleri ne oldu? DOĞU’NUN KAYIP KİTAPLARI Ahmet Dinç İNSANOĞLUNU kitapla tanıştıran Doğu’nun bu konudaki öncülüğü yakın çağlara kadar sürdü. Doğu’nun kaybolan kitapları bile, Batı’da üç yüzyıl öncesine kadar yazılmış tüm kitaplardan daha fazlaydı. Bu iddiayı ispatlayabilmek için aykırı bir bakışla Doğu’nun kayıp kitaplarının ve o kitaplarda bugünün bilim ve medeniyetine yapılan eşsiz katkının izini sürdük. Batı medeniyetinin köşe taşı olmuş isimlerinin yazdığı kitapların ve yaptıkları bilimsel buluşların altında çoğunlukla Doğuluların yazdığı bugün kaybolmuş kitaplar bulunduğunu teslim etmek gerekir. Kendi alanında dünyada bir ilki oluşturan bu çalışmanın en önemli amaçlarından biri de, kayıp kitapların derli toplu bir listesini ortaya koyup bulunmalarına katkı sağlamaktır. Dinamik Çözümleme İTHAFLAR Samiha Ayverdi Muhammet Fatih Şahin AKŞEMSETTİN padişah olsaydı, İstanbul fethedilebilir miydi? Her hükûmet döneminde zenginleşen iş adamlarına karşı tavrımız ne olmalı? Mehmetçik Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya’ya giderken ne hissetti? Çöl Kaplanı Medîne’yi İngilizlere karşı nasıl savundu? Türkiye ne zaman köprü ülke konumundan merkez ülke konumuna geçti? Soğuk Savaş yıllarının ülkemize yansıması nasıl oldu? Paranın icadından günümüze kadar geçen sürede insanın hangi duyguları neyi beraberinde getirdi? Kimin basit bir cemaat mensubu olduğunu, kimin paralel yapının bir üyesi olduğunu nasıl anlayacağız? Tarihteki sıcak savaşlarda ve günümüzdeki soğuk savaşlarda lider mi daha önemlidir, ordu mu? Türkiye’nin en kanlı darbe girişimini Kenan Evren mi gerçekleştirdi, Talat Aydemir mi? Ülke olarak adâlet satürasyonumuzu yükseltmek için neler yapmalıyız? İşte bunun ve daha birçok sorunun cevabını bulacağınız “Dinamik Çözümleme”, gündemimizde olan veya olmayan birçok soruyu özgün bir biçimde ele alıyor ve soruları geniş bakış açısıyla yorumluyor. Tarihî ve siyasî konulardan oluşan bu kitap, akıcı üslûbuyla da dikkat çekiyor. Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü Oral Sander PHOENİX, Grek ve Mısır mitolojisinde beş yüz yıl yaşadıktan sonra kendini ateşe atan ve külleri arasından yeniden doğup sonsuza dek var olan bir kuştur. O kadar yaşadıktan sonra bu intiharı neden kendisine lâyık gördüğü pek belirli değilse de, aynı kalıp içinde uzun süre yaşamanın yaratabileceği sıkıntı, bu konuya dair bir neden olarak düşünülebilir. Hele külleri arasından başka bir kuş olarak yeniden yeryüzüne dönmesi ve sonsuza dek yaşama isteği dikkate alınırsa, bu açıklama akla yakın görünmektedir. Phoenix’in Türkçede tam bir karşılığı yok. Her türlü doğaüstü yeteneğe sahip ve çoğumuzun yakından tanıdığı “Anka kuşu”nun Phoenix ile ilişkilendirilmesi yanlış olmasa gerek. SAMİHA Ayverdi’nin elli yılı aşan yazı hayatı boyunca yakın dost ve akrabaları ile devrin mühim edebiyatçılarına imzaladığı kitaplardaki ithafları üç sene süren bir çalışma sonunda toplayarak 2002 yılında, çok az sayıda basılmıştı. Satışa arz edilmeyen ilk baskının ardından geçen on dört yıl zarfında çok sayıda yeni ithaf bulunuyordu. Bu durumda daha geniş kitlelere ulaşacak ilaveli bir ikinci baskı yapmak lüzûmu hissedilmiş ve böylece her biri ayrı değer taşıyan ithafların hemen tamamı okuyucuyla buluşturulmuş. Bu çalışma, Samiha Ayverdi’nin yazdıkları ile kendisine yazılanlar ve ithaf edilen eserler olmak üzere iki kısımdan müteşekkil. Çoğu birkaç satırı geçmeyen, fakat büyük kısmı önemli mânâlar ihtivâ eden bu ithaflar, gerek yazarın eserlerinin, gerekse hayat görüşünün anlaşılmasında mühim ipuçları teşkil etmekte. Zamanın edebiyat ve kültür muhitinde isim yapmış şahsiyetlerin kendisine yazdıkları ifadelerse, onun hakkında yazılanlar cümlesinden mühim bir bölüm sayılabilir. Sungur İnci R A F T A K İ L E R SÂD’IN SADR’INDA Necmettin Şahinler “S U azizdir, insanı yükseltir.” “Su” ile Allah’ın “Azîz” ismi arasında çok anlamlı bir ilişki/ örtüşme vardır. Azîz, Allah’ın güzel isimlerinden biridir ve “Yüceler yücesi, kadri ve kıymeti her türlü idrâkin ötesinde kalan” demektir. İrfânî dilde su, hayatın/dirilişin/ilmin, kısaca “Hayy” oluşun remzidir. >> Su nasıl hayatın/ dirilişin kaynağıysa, “Vahiy” de tıpkı onun gibi kalplerin hayatı ve dirilişidir. Bu nedenle Allah, Kur’ân’da vahyin/âyetlerin işlevini anlatırken “su/yağmur” benzetmesini kullanır. Hz. Peygamber de bu gerçeği, “Allah’ın Benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim bol yağmura benzer” sözüyle açıklamıştır. Anlaşılıyor ki, Kur’ân’dan/vahiyden/ âyetlerden uzak kalmak, insanın zihnini, kalbini, bedenini susuz bırakmak demektir. İrfânî yaklaşım, Kur’ân’da geçen “Yağmur sonrası güzel beldenin bitkisi/ürünü bolca çıkar” âyetini yorumlarken, “güzel belde/verimli ülke” anlamında kullanılan “beledü’t-tayyib” ifâdesini mü’minin kalbi olarak tanımlamıştır. Bu da bize Kur’ân’dan kopmuş bir insânın/kalbin çölleşeceğini ve vahye uygun bir düşünceyi/ hayatı yeniden kuramayacağını vurgulamaktadır. Bu yüzden olacak ki Hz. Peygamber, muhteşem bir duâ örneğinde şöyle söylemiştir: “Ey Rabbim! Kalbimi su ile temizle/ arındır ve Kur’ân’ı/ vahyi kalbimin baharı kıl!” Allah, Kur’ân’ın sıfatlarından birini bize “Azîz” olarak vermiştir. Bu kitabı yaşamlarının ekseni yapanları Allah “zelîl” olmaktan çıkarıp “Azîz” kılar. Evren her gün/ an değişmektedir. Hiçbirimiz sabah güneşin doğuşuyla batışı arasında aynı yerde değiliz. İkbâl’in deyişiyle, “Sadece yolcular değil, yollar da yürümektedir”; öyleyse değişen/genişleyen âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber’in diliyle bize ulaşmış olan Kur’ân’a da her gün güneşin doğuşuyla yeniden bakmalıyız. Onun hayat verici, diriltici yağmurundan kendi çağımıza yeni nefesler/baharlar sunmalıyız. Dedem Abdülhamid Han Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu S ÜRGÜN yıllarından tam 50 yıl sonra, 1974 yılında ilk kez bir Osmanlı Şehzadesi Türkiye’ye geri dönebilmiştir. Bahsi geçen şehzade, bugünkü Hanedan Ailesi Reisi Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu Efendi’nin babası Harun Abdülkerim Osmanoğlu Efendi’dir. >> Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu Efendi, sürgünden sonra Türkiye’de doğan ilk Osmanlı Şehzadesidir. İstanbul’un ve İslâm’ın yıkılmaz kalelerinden Fatih semtinde, 1979 tarihinde doğmuştur. İlköğretim, ortaöğretim ve lise yıllarında yanlış anlatılmak amacı ile yazılan yalan tarihin üzücü yanını en çok yaşayan da Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu ne acıdır ki... Tarih öğretmenleri tarafından yalan tarihi benimsemediği için kötü notlarla cezalandırılmak istenmiştir. Okul hayatı sonrasında 10 yıl gazetecilik mesleğiyle iştigâl ederken, 3 yıl gibi bir sürede ulusal kanallardan birinde çalışmıştır. Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu Efendi, Osmanlı Devleti’nin 34. Padişahı, Serdâr-ı Hakan, Cennet Mekân, Sultan İkinci Abdülhamid Han Hazretleri’nin 3. kuşak torunu olan Hanedan Ailesi Reisi Harun Abdülkerim Osmanoğlu Efendi’nin oğlu ve Cennet Mekân Sultan İkinci Abdülhamid Han Hazretleri’nin 4. kuşak torunudur. Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu, vatanı ve milleti için hayırlı işler yapmak arzusundan “Millet-i Aliyye Birliği” adı altında sosyal ve kültürel faaliyetler yürüten bir derneğin onursal başkanlığını yürütmektedir. SEREBRO Selim Önengüt SELİM Önengüt, birçok bilimsel deneyde ve televizyon programında psikokinetik yeteneklerini sergilemiş, bu konuda yurtdışında en saygın kurumlarda eğitim almıştır. Telepati ve psikokinezi konusunda Türkiye’deki en donanımlı otoritelerin başında gelmektedir. Serebro’da sinir sistemi ve beynin genel bir tanıtımından başlanarak hafıza teknikleri, hafızayı güçlendirme, kişilik analizi, kişilik okuma teknikleri anlatılarak beyni ve hafızayı güçlendirecek çok önemli ipuçları verilmektedir. Sonrasında bu tekniklerin telepatik ve psikokinetik kullanımları ile ilgili bilgiler verilmektedir. Sonsuzluğu görmek için perspektifinizi açık tutmanız yararınıza olacaktır. Sizi bir zaman makinesi aracılığıyla Ortaçağ’da bir zaman dilimine yollayabilseydik ve o devirde yaşayan insanlara, “Ben gelecekten geliyorum, bizler göklerde uçak denilen bir vasıtayla uçabilmeyi başardık” deseydiniz, o insanların çoğu size ya deli ya da cadı gözüyle bakardı. Tabiî ki bunun nedeni, o zaman dilimindeki insanların perspektiflerinin yeteri kadar açık olmaması olurdu. Dolayısıyla her zaman ileri görüşlü ve “Acaba?” sorusunu sorabilen bir yapıda olmak, bizlere çok şey katacaktır. nisan 2016 111 haberajanda Karikatür 112 nisan 2016 Ahmet Yozgat - [email protected] Büyük hedefler sağlam destek ister. Kurulduğumuz günden beri büyük hayaller kuran, büyük başarıların peşinden koşan, Türkiye için çalışan esnafın, KOBİ’nin, sanayicinin en büyük destekçisiyiz. Tam 78 yıldır Üreten Türkiye’nin Bankası olmaktan gurur duyuyoruz. halkbank.com.tr