ahmet yozgat - Haber Ajanda

advertisement
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi
NİSAN 2016 YIL 10
SAYI 113
haber
20 TL www.haberajanda.com.tr
PROF. DR. TURAN GÜVEN
“2023 Vizyonu”,
siyaset ve üniversiteler
PROF. DR. MAHMUT AYDIN
Yeni Türkiye’nin
“üniversite kodları”
PROF.DR.
SEYİT MEHMET ŞEN
Tarihe “Hükümet
Kadın”dan bakmak
MEHMET ŞEKER
Casuslar ve yardakçıları,
hak ettikleri cezayı almalı!
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Tuzak, Paskalya ve
“İspanaklisubörekidis”
DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Cömertlik
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Kavramların evrensellik ve
izafilik problemi
NESRİN ÇAYLI
Zâlimler çalıyor,
mazlumlar d-inliyor!
S. SERVET HOCAOĞULLARI
Canlı bombanın
zihin düzeneği
HABER AJANDA
Üçüz şiddet ve“Terör”
Devlet aklının dili ve kavram
kullanma yöntemleri
AHMET YOZGAT
Tasarlanan İkinci Gezi ve Türk Baharı:
“Sisi Darbesi Operasyonu”
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Terörle mücadelede yeni
konsept ne olmalı?
MURAT İLKTER
Gayb
ZEHRA ULUCAK
Afrika’nın yüz karası:
Terör örgütleri
SABRİ ÖĞE
Terörle mücadelenin
bir ayağı topal
ORHAN MÜCAHİT
Büyük İsrail Projesi’nin
alçak taşeronları
NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Din düşmanlarının
sarılmadığı terör yok!
CÜNEYT AKAR
Bir musibet…
LOKMAN AYVA
Geçmişten geleceğe köprüler
CEMAL CEYLAN
Yeni anayasa ve terör ilişkisi
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Barbarların medenîleşme
deneyimleri ve
Kral Teodorik’in dramı
Yayınları
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 113 // NİSAN 2016
KAPAK / AHMET YOZGAT
Tasarlanan İkinci Gezi ve Türk Baharı:
“Sisi Darbesi Operasyonu”
82
Şu anda, onların ilkbaharda yapılacak olan “İkinci Gezi Kalkışması”nın ilk gününden itibaren, mâsum memleketin her hücresinde “lojistik terör hamalları”nca
başlatılacak olan yangını darbe için bir kılıf sayacaklarının, bir çağrı gibi algılayacaklarının ve her olayı adlarına çıkarılmış birer davetiye sayacaklarının yalan
olduğunu kim söyleyebilir ki? Zaten İkinci Gezi partisinin amacı da bu! Yani darbe
ortamını hazırlama...
6 S. SERVET HOCAOĞULLARI
Canlı bombanın zihin düzeneği
Kaybedilmiş mücadele refleksi olan
canlı bombalar karşısında paniğe kapılmak ve/veya korkmak, kazanılan mücadelede zafiyet göstermek, kaybedilmiş mücadeleyi cesaretlendirmek, canlı
bombanın zihin düzeneğini çözememek ve yanlış kabloyu keserek intiharcı
ile beraber ölmektir: Türkiye asla yanlış
kabloyu kesmeyecektir!
10 MEHMET ŞEKER
Casuslar ve yardakçıları, hak
ettikleri cezayı almalı!
Bu, herhangi bir dâvâ değil. İnsan haklarıyla, özgürlüklerle, gazetecilikle
alâkalı bir durum yok ortada. Düpedüz
casusluk dâvâsı! O konsoloslar, mahkemeye katılmakla ve acemi casuslarla selfi çektirmek sûretiyle ne yapmış oldular? Bir hareketin birçok anlamı var…
18 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Tuzak, Paskalya ve
“İspanaklisubörekidis”
Hepsinin ortak noktaları ekonomik açıdan zorluklar içerisinde bulunmaları. Ne
tuhaftır ki, bir analist çıkıp da “Yahu bu
insanları bu raddede bizden soğutacak
ne yaptık, bizde de bir nebze olsun taksir var mıdır acaba?” diye sorgulamıyor.
6
30 PROF. DR. MAHMUT AYDIN
10
18
30
2
38
nisan 2016
38
Yeni Türkiye’nin “üniversite kodları”
Toplumunun dinî ve kültürel değerlerini tanımaktan uzak ve onlara yabancılaşmış seçkinci ve elitist akademisyen tipinin
“halkın iradesinin hâkim olduğu ve her
şeyin halk için yapılmaya çalışıldığı Yeni
Türkiye’nin inşâsına hiçbir katkısının ve
pozitif etkinliğinin olmayacağı aşikârdır.
NESRİN ÇAYLI
Zâlimler çalıyor, mazlumlar
d-inliyor!
Filistin’e yağdırdığı bombaları bir havai
fişek gösterisi gibi sınır ötesinden izliyor. Filistin’de neredeyse taş taş üzerinde kalmamış, ülke bir enkaz hâline gelmiş, fakat insan haklarından söz eden
bu beş büyük güç, çaldıkları orkestranın güçlü sesiyle Filistinlilerin çığlıklarını bastırıyor. Nerede insan hakları deklarasyonları?
5
6
8
10
12
18
20
24
28
30
34
37
38
44
53
54
56
EDİTÖR
M. SERHAT BIÇAK
Bir mektup
BAŞYAZI
SEDAT SERVET HOCAOĞULLARI
Canlı bombanın zihin düzeneği
AYIN OLAYI
Bir olacağız, iri olacağız,
diri olacağız!
MEHMET ŞEKER
Ayın Yorumu - Türkiye / Gecikmiş
adalet, adalet değildir!
Casuslar ve yardakçıları, hak
ettikleri cezayı almalı!
SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Ayın Yorumu - Dünya / Tuzak,
Paskalya ve “İspanaklisubörekidis”
ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
PROF. DR. TURAN GÜVEN
“2023 Vizyonu”, siyaset ve üniversiteler
PROF. DR. MAHMUT AYDIN
Yeni Türkiye’nin “üniversite kodları”
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Tarihe “Hükümet Kadın”dan bakmak
DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Cömertlik
NESRİN ÇAYLI
Batı orkestrası ve terörist
enstrümanlar... Zâlimler çalıyor,
mazlumlar d-inliyor!
HABER AJANDA
Üçüz şiddet ve“Terör”... Devlet aklının
dili ve kavram kullanma yöntemleri
MESUT EMRE BALCI
Terörün diline teslim olmak
AYŞE YAŞAR UMUTLU
“Terör” kavramı yeniden
tanımlanabilir mi? Kavramların
evrensellik ve izafilik problemi
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Terörle mücadelede
yeni konsept ne olmalı?
PROF. DR. TURAN GÜVEN
PROF.DR. SEYİT MEHMET ŞEN
“2023 Vizyonu”, siyaset ve üniversiteler
Tarihe “Hükümet Kadın”dan bakmak
28
Terör, Türkiye’nin bir numaralı problemi olarak öne çıktığı
için sivil anayasa, YÖK, üniversiteler, bilim, teknoloji, yüksek
teknoloji gibi ülkenin ana meseleleri ikinci plana düşmüş
görünmektedir. Devlet, birçok işi aynı anda
yapabilen yüksek bir organizasyondur. İşini
lâyıkıyla yapan, sorumluluk bilinci yüksek
ve ülkesi için her türlü fedakârlığı göze alan
kadrolar oldukça, bunu başarmak hiç de
zor değildir.
58 MURAT İLKTER
Gayp
60 ZEHRA ULUCAK
Afrika’nın yüz karası: Terör örgütleri
66 SABRİ ÖĞE
Terörle mücadelenin bir ayağı topal
68 ORHAN MÜCAHİT
Büyük İsrail Projesi’nin
alçak taşeronları
70 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Terörün dini yok! Din düşmanlarının
sarılmadığı terör yok!
72 CÜNEYT AKAR
Bir musibet…
74 LOKMAN AYVA
Geçmişten geleceğe köprüler
76 CEMAL CEYLAN
Yeni anayasa ve terör ilişkisi
Türkiye neden kilit ülke?
81 MEHMET FATİH ÖZTARSU
Rusya bölgedeki nüfûzunu arttırıyor!
82 KAPAK / AHMET YOZGAT
Tasarlanan İkinci Gezi ve Türk Baharı:
“Sisi Darbesi Operasyonu”
92 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Barbarların medenîleşme deneyimleri
ve Kral Teodorik’in dramı
96 FURKAN ERGÜL
Britanya’nın sıcak gündemi:
Seçim, bütçe ve referandum
98 RUKİYE YILDIZ ERDOĞMUŞ
Bir çınar devrildi!
101AYŞE MÜZEYYEN TAŞÇI
Yetim gülerse, dünya gülecek!
102AYTEKİN ATASOYU
Ontolojik kaygıların oluşturduğu
kurgusal gerçeklik ve hakîkat korkusu
104YEŞİM TONBAZ
Sinema
108SUNGUR İNCİ
Kitap Ajanda
112AHMET YOZGAT
Karikatür
34
Zaman bakımından hemen yakınımızda olan Cumhuriyet dönemini
en iyi bilmemiz gerekirken, iletişimin bu kadar geliştiği, uzaydan
yatak odalarının dinlendiği, ahlâk çukurlaşması nedeniyle otel
müşterilerinin en mahrem hâllerinin kameraya
alındığı bir zaman kesitinde, internetin bu
kadar geliştiği ve sosyal medyanın günlük
hayatımızı didik didik ettiği bir ortamda
Cumhuriyet’in üzerindeki örtüyü bir türlü
kaldıramıyoruz.
44
56
66
54
60
76
HABER AJANDA
Üçüz şiddet ve“Terör”
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Terörle mücadelede yeni
konsept ne olmalı?
Devlet aklına, devletlerarası hukuka ve devletlerin gücüne “terör” yakıştırılamaz ve ilgili kılınamaz! Nitekim her ülkede
terör saldırıları vardır. “Terörün
iyisi kötüsü olmaz! ‘Senin terörün, benim terörüm’ denmemelidir!” ısrarı da bundan kaynaklanmaktadır. Bu doğrudur,
ancak hâlâ ortada cevapsız kalan bir soru mevcuttur: Terör
nedir, terörist kimdir?
44
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Kavramların evrensellik ve
izafilik problemi
Açıkça zehirlenen kadim öğretilerin pazarda alıp satılabilecek birer mülk değil, insanlığın mîrası olduğu unutulmamalıdır. Yeniyi inşâ
etmenin bir keyfiyet değil, dikkatli
ve ilkeli akıl yürütmeleri gerektirdiği aşikârdır. Velhasıl, bu mânâdaki
bir kavram kargaşası da insan zihni için hakîkî bir terörizmdir.
54
Canlı bombalar şehirlerin en kalabalık yerlerinde patlıyorlar. Arkasından onlarca insan ölüyor.
Böyle bir noktada şu an yapılan mücadelede geri adım atmak
felâket olur. Yazdan bu tarafa
ciddî bir temizlik harekâtı yapılıyor. Bunun tavizsiz biçimde sürdürülmesi gerekiyor. Devletin güvenlik güçlerinin dışında hiçbir
silahlı unsur kalmamalıdır.
56
ZEHRA ULUCAK
Afrika’nın yüz karası: Terör
örgütleri
Savaşta dahi olsa hâdde tecavüz
etmemeyi, kimseye zulmetmemeyi, çocuklara, yaşlılara ve kadınlara asla dokunmamayı, düşmana ait dahi olsa hayvanları
telef etmemeyi, meyveli ağaçları kesmemeyi emreden Rahmet
Peygamberi’nin ümmeti asla terörist olamaz!
60
SABRİ ÖĞE
Terörle mücadelenin
bir ayağı topal
HDP’li hainler her Allah’ın günü
Anayasa’ya, yasalara, devlete ve millete karşı efelenip meydan okurken, iktidar tutturmuş
bir “fezleke” türküsü, aylardır
boş hamasetle milleti avutmaya
çalışıyor. Bir tarafta her gün şehitler verilirken, öbür tarafta hainler terörist taziyesine gidiyor,
Hükûmet seyrediyor; hain küstahça terörist cenazesini kutsuyor, Hükûmet yine seyrediyor…
66
CEMAL CEYLAN
Yeni anayasa ve terör ilişkisi
Asıl soru “Türkiye anayasa yapabilecek mi?” sorusu değil, “Zihinsel
köleler tasfiye olacaklar mı?” sorusudur. Yani biz kendi toprağımızdan yerli-millî duygu ve motiflerle
yeni bir cam üretimi yapıp sağlıklı bir şekilde soğutup siyasî ve sosyolojik gerginlikleri en alt düzeyde
inşâ edebilecek miyiz?
76
nisan 2016
3
Sayı: 113/ Nisan 2016
İMTİYAZ SAHİBİ
YAYIN KURULU BAŞKANI
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
YAYINLAR GENEL
SANAT YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
TANITIM VE İLETİŞİM
KOORDİNATÖRÜ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
Nesrin Çaylı
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Ömer Faruk Arlı
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo Bosnia and
Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd.
No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97
BASKI TARİHİ
Nisan 2016
İDARİ ADRES
Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164.
Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 380 44 70
ISSN
1306-5742
Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C.
yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ABONELİK
Yurtiçi bir yıllık (12 sayı) abonelik
240 TL, Kültür Ajanda ve Haber
Ajanda dergilerimizin ikisine
birlikte abonelik olunursa 80 TL
indirimle 200+200=400 TL. Kurum
ve kuruluşlar için abonelik 480 TL.
Kıbrıs için 280 TL. Avrupa 180 €,
Amerika 250 $...
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam
Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
nisan 2016
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 380 44 70’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
haberajanda
Fikir Platformu
[email protected]
Aşağılık kompleksinden
kurtulmak için ne yapmalı?
T
ÜRKİYE, kuruluş yıllarından tutun da yaşadığı bugünlere değin hep bir mücadele
ekseni içinde yer almıştır. İstiklâl Harbi, 2.
Dünya Savaşı, Şeflik Dönemi, darbe önceleri
ve darbe sonraları, PKK, Hizbullah, EL-Kaide, DAEŞ…
Türkiye’nin silahlı ya da silahsız, psikolojik veya ekonomik anlamda her günü mutlaka “bir şeyle mücadele ederek” geçmiştir.
>> Öyle ki bu mücadele, sadece
ulusal ve/veya uluslararası siyasî
zeminlerde verilmemiş, spordan
sanata her kulvarda birtakım komploların yürütüldüğüne doğrudan
şahit olunmuştur. Ancak bu mücadelelerden en çetini, bu ülkede yaşayan ve bu toprakların değerlerine
muhalefet etmeyi kendilerine vazife
sayanların varlığıyla olmuştur. Onların şikâyetleri, onların hayâsızlıkları,
onların muhalefetleri, onların çığırtkanlıkları, velhâsılıkelâm onların
aşağılanmışlık hisleri dinmemiştir,
bu gidişle dinmeyecektir de.
UEFA Avrupa Kupası Turnuvası’nın çeyrek final karşılaşmalarından evvelki son maçında Fenerbahçe, Portekiz ekibi Braga’yla karşılaştı.
Ortada bir hakem kıyımı vardı
veya yoktu, zira konumuz o değil,
Fenerbahçe’miz maalesef bu turnuvadan elendi.
Kamuoyundaki genel kanı, temsilcimize haksızlık yapıldığı yönündeydi. Ancak yukarıda andığımız güruha
ait öyle yorumlar ve hatta komplolar
vardı ki, hani “Ankara’da patlama…
Erdoğan istifa! İstanbul’da patlama…
Erdoğan istifa! Paris’te patlama…
Erdoğan istifa! Brüksel’de patlama…
Erdoğan istifa! Köpeğim mamasını
yemiyor… Erdoğan istifa!” ekseninde
işlenen bir at gözlüklü muhalefet
tavrı mevcut ya ülkemizde, işte buna
aynen devam edildi. Doğru ya, hepsini yapan tek bir odak var zaten!
Okuduğum bir spor gazetesinde
söz konusu maçın hakemine dair
bir yorummuş gibi sunulan köşede
şöyle bir yorum bulunuyordu:
“Ivan Bebek’teki gizli gerçek ortaya
çıktı… 1-0 kazandığı maçın rövanşında Braga’ya Avrupa Ligi’nde çeyrek
final parolasıyla gitmişti Fenerbahçe.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı,
düdüğünü bir silah gibi kullanan
Hırvat hakem Ivan Bebek, Portekiz
temsilcisini büyük bir titizlikle üst
tura yükseltti. Bu hamlenin altında
ise Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin UEFA’ya, ‘Türkiye’de terör saldırıları artıyor. Fenerbahçe tur atlarsa
can güvenliğimizi tehlikeye atmak
istemiyoruz’ baskısını yaptı. Bu
neden de ortaya koyuyor ki Fenerbahçe, bir dizi sistemli operasyonun
kurbanı oldu.”
İşin habercilik boyutu bir tarafa,
bu toplum üzerinde yerleştirilmeye
çalışılan algının bu tür aşağılık kompleksleri üzerinden yürütüleceğine
nasıl inanıldığını anlamıyorum. Zira
toplumumuzdaki korkusuzluğun,
teröre dair bakışın hangi çapta olduğunu da mı göremiyor bu yorumları
yapan ve söz konusu aşırı muhalif
zihniyeti besleyenler?
Avrupa’dan bu kadar haberdar
olabiliyorlar da, Fenerbahçe’nin
elendiği maçtan sadece on gün sonra
İsveç A Millî Futbol Takımı ülkemize
gelip nasıl Millî Takımımız ile karşılaşıyor? Haydi bunu geçelim, Avrupa
kendini ne kadar güvenli sanıyor da
İstanbul ve Türkiye hakkında ileri
geri düşünüp çeşitli uluslararası
kuruluşlara baskı yapabiliyor? Hatta
bunu da geçelim, AB’nin başkenti
vurulmuşken UEFA Avrupa Futbol
Şampiyonası’nın düzenlenip düzenlenmeyeceğine dair neden bir tek net
haberle karşılaşamıyoruz? O hâlde
bizim de katılacağımız o turnuva
toptan iptal edilsin!
Söyleyin kronik muhalifler, bu
aşağılık kompleksinden, bu kompleks üzerine ürettiğiniz yalanlardan
kurtulmanız için size nasıl yardımcı
olabiliriz? Artık bu milletin yakasından düşün! Allah aşkına, siz belâ
mısınız?! (Yusuf Ziya Taşkent/Bursa)
haberajanda
Editör
Bir mektup
S
İMDİ nereye baksak karmaşa, nereye girsek çıkmaz sokak… Yeryüzünü aydınlatan
şey de titrek bir floresan gibi. Selâm yok…
Ellerimiz gittin gideli birbirine kavuşmaz oldu. En
keskin bıçaklara sarılır olduk birbirimiz yerine.
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
>>Eşkıyayı dağda, bizi ovada bıraktı zaman. Ne dağlarda,
ne bağlarda ötüyor bülbül. Ya
derdimiz üzerine dert katılacak dert değil ya da gülümüz,
âşık olunacak gül değil. Doğru
ya, onca şey îcâd ederken
gülümüzü de naylondan yapıverdik. Sıkıntımız şu: Kokusunu taklit edemedik!
Kuyularda hapsettiğimiz
kardeşlerimizi hangi kervancılar buldu da aldı ve biz kaç
gömleği parçaladık? Meylederken nefsimizin oyaladıklarına, Senin Yakub ellerini
iteledik en uzağa. Aynalı köşklere sığdıramıyoruz bendimizi. Kendimiz viran ediyoruz
saraylarımızı.
“Gel!” demekten öteye gitmiyor çağırmalarımız. Sebebini sorma, galiba ardını söylemekten korkuyoruz. Çivisi
çıkmış nizamın nizamını bozarsın diye sanırım, belki de
alışkanlıktan. Zaten bugünlerde misafir de kabul etmiyoruz…
Günler geçiyor, aylar geçiyor, yıllar geçiyor, arşınları arşınlayan ayaklarımız hep aynı
yerde kalıyor. Bin yıllık serüvenlerin resmini çizdirirken
Sen, önümüze konulmuş bir
vazonun gölge tonlarını çalışabiliyoruz sadece. Geçmişten geleceğe veya gelecekten
geçmişe geçirecek sırat işte
biziz! Kıldan ince ve kılıçtan
keskin… Geleceğin ve geçmişin bütün hesapları üzerimizdeyken tonlarca yükü omuzlarımızdan atıyor, tutunmaya
çalışanlarıysa pervasızca kesiyoruz. Ama yine de kıyıya
vuran hiçbir şeyin sorumlusu biz değiliz!
Bin örümcek kaplamış göz
mağaralarımızı. Ne dışarıdan
bizi görebiliyorlar, ne de biz
dışarıdakileri. “Örümcek” dedim de, örümcekten korkuyoruz, inanır mısın? Asırlarca câhilin cehâletine, zâlimin
zulmüne ağlarını gererken
o mübarek, biz o ağları dağıtıyor, örümcek avlıyoruz.
Öyle ya, onun ağları yırtılmaya başladığından beri zâlimin
zulmü, câhilin hükmü var
üstümüzde. Demek ki zulmü
biz yapıyoruz!
Hesaplar küçük, tartışmalarsa büyük… Savaşların bahanesi, çilesini çektiğin şeyi
sabit kılmak için: “Barış”…
Peki, en iyi barışı kim sağlayacak, en barışçıl olanı kim
temsil edecek? Sen yoksun
ya, bu Cennet’ten gelme taşı
kim yerine koyacak?
Biz hep en zayıf îmana sahip kimseleriz. Elimiz kırık,
dilimiz lâl… Kalbimiz zayıf
ve hatta neye buğz edeceğini bilmez olmuş. Öyle ya, Sen
olmayınca nevrimiz döndü
bizim! Özgür olmayı bile beceremiyoruz. Yasalar olmasa, hukukçularımızın üstün
(!) meziyetleri olmasa bunun
tanımını bile yapamayacağız neredeyse! Hâlbuki Sen
insanların yasalar için değil, yasaların insanlar için ol-
duğunu vurgulamıştın. Sen
yoksun ya, vurguların da
ayarları bozuldu!
Yine gündüz oluyor ve
yine gece geliyor. Vakitsiz kalıyor vakitlerimiz. Vakit bulamıyoruz adâleti sağlayacak
teşebbüslere, karıştı mizanımız. O “Bana deymeyen yılan bin yaşasın!” lâfını eden
kişi Sana gelip şefaat için yalvardığında çok kimselerin
bu lâfla yaşadığını ve bu lâfın
nelere mâl olduğunu kendisine iletir misin?
Her şeyi geçtik, Sen yoksun
ya, Senin derdine müptelâ
kaldık! Seni anmak, Seni sevmek, Seni anlamak, Seni anlatmak, Seni özlemek, Sünnetinle yaşamaya çalışmak
içimize dert oldu. Şunu bilmek istemesek de biliyoruz:
Seni üzdük! Hem de çok üzdük… Senin bir tebessümünü
görüp ruhumuzun gülşâna
erdiğini bir an olsun hissetmek isterdik hülyâlarda… Elimizi tespihe uzattığımızda doksan dokuz tanenin de
avuçlarımızda Senin aşkınla
yanıp tutuştuğunu… Birer şahit olmayı ve Âlemlerin Gülü
olan Senin kokunu duymayı,
hiç değilse Seni gören bir çift
gözü görmeyi…
Sen yoksun ya, kaşlarımız çatık kaldı; bir tebessüm gönder de gülümsemeyi öğrenelim Tebessümün
Sultanı’ndan… Ki Senin vereceğin bir zerrelik sadaka, zengin etsin bizi…
- Nisan da geldi, yağmuru
da. Her ne kadar Efendimiz
Habîbullah-ı Muhammed
Mustafa’nın (sav) mübarek
doğumunu yâd etmiş olsak
da, O’nsuz kalmış her baharın
birer sonbahar olacağını yeniden hatırlatmak istedik. -
nisan 2016
5
Başyazı
BAŞYAZI
Haber Ajanda
Kaybedilmiş
mücadele
refleksi olan
canlı bombalar karşısında
paniğe kapılmak ve/veya
korkmak, kazanılan mücadelede zafiyet
göstermek,
kaybedilmiş
mücadeleyi
cesaretlendirmek, canlı
bombanın zihin düzeneğini
çözememek
ve yanlış kabloyu keserek
intiharcı ile beraber ölmektir:
Türkiye asla
yanlış kabloyu
kesmeyecektir!
***
Terör, “canlı
bomba”
düzeneğini
“kaybedilmiş
mücadele”
üzere kurar!
6
nisan 2016
Sedat Servet Hocaoğulları // [email protected]
Canlı bombanın
zihin düzeneği
T
ERÖR, “sivil insanlara yönelik saldırı” ile özdeşleşiyor ve sivil insanlara yönelik canlı bombanın kendini patlatmasıyla birlikte “Teröre karşı hep birlikte!”
duyarlılığını “kolektif nefrete” dönüştürüyor.
>> Kuşkusuz insanoğlu,
“ölüm” ile “uğruna ölünecek
değer” arasındaki ince çizgide
çoğu zaman “insanlığın sınırını”
çizemeyebiliyor. Veya “insan”
olmak ve insan kalmak sınırı
belirsizleşebiliyor. Nitekim “cinayet”, “savaş suçu”, “soykırım”,
“savaş kusuru”, “terör” veya
“katliam” gibi farklı kelimelerle
tanımlanan ve yaptırımı ve de
suçu farklı hukuk dallarına tâbi
olan kategoriler geliştirilmiştir.
Örneğin bir devletin “savaş
kusuru” olarak kabullenebileceği bir “toplu ölüm” gerçeği,
müdahil tarafın “soykırım”
nitelemesi ısrarı üzerine sonuçlanmayan bir mahkeme olarak
politik eşik hâline gelebiliyor.
Çünkü olayın tanımı değişirse,
hukukî müeyyidesi, sosyal çıktıları ve devletlerarası satrançtaki pozisyonu değişebilecektir.
Bir de kutsanan, kahramanlık kabul edilen, övülen ve
örnek gösterilen ölümler vardır. Din, dil, ırk, bayrak, vatan,
namus, aile ve değer uğruna
ölmek...
“İnsan zaten ölümlü bir varlıktır; önemli olan, nerede ve
nasıl öldüğündür!” sözü ile baş-
layan insan-ölüm-kahramanlıkebediyet duygusu denklemi,
zamanla “şehit” iltifatıyla zirve
yapmaktadır.
Bir de öyle bir ölüm şekli
vardır ki bu ölüm, “bunalımbilinç”, “kahramanlık-canilik”,
“değer-kompleks” ve “kendin
olmak-başkasını yok etmek”
arasındaki gerilime düşmüş ve
bunu aşamamış, çözememiş
psikolojinin ölüm pimini çekmesidir: “İntihar”…
Terörün başında, sonunda ve
tam ortasında duran düzenek,
işte bu “intihar” fünyesidir!
Bilindiği üzere insanlık tecrübesi ve İslâm düşüncesinde
ısrarla “intihar”, ölümlerin en
“kabul edilemez” şeklidir. Çünkü insanın, verdiği mücadeleyi
kaybetmesinin en büyük işaretidir. Bu kaybın bedeli olarak
insanın kendini öldürmesi,
inancımızda sadece günah
değil, Allah katında tanımlanamaz bir suç kabul edilmektedir.
Bu bağlamda “ölüm şekli” ile
“ne için ölündüğü” arasındaki
“bağ”, aynı zamanda öleni
tanımlamak için bir gerekçe, bir
delildir. Nitekim “savaş” kültürü
içinde, sivillere dokunmadan
“askerlerin savaşı” ve “askerlerin ölüm şekilleri”, taraf ülkelerce “kahramanlık” sayılmıştır.
Askerin ölüm şeklinin her biri
kahramanlık sayılmıştır ki,
buna bir askerin canlı bomba
olarak düşman saydığı tarafa
saldırması da dâhildir. Ancak
şekli ve amacı ne olursa olsun, sivil ve mâsum insanlara
yönelik her türlü saldırı “suç”
sayılmış ve bu tip saldırılar
sahiplenilmemişlerdir.
Tam da bu noktada, savaş
kapsamında ve sürecinde
olmadan, sivil insanları öldürmekle sonuçlanan, fakat
özünde savaş çıkartmak olan
saldırılar “terör” ismiyle tanımlanırlarken, yöntem olarak
kullanılan “canlı bomba” eylemlerinin psikolojisi de önemli bir
eşiğe işaret eder: “Kaybedilmiş
mücadele”…
Terör, “canlı bomba” düzeneğini “kaybedilmiş mücadele”
üzere kurar!
Bu “kaybedilmiş mücadele”,
canlı bomba olarak kullanılacak kişinin iç dünyasında
kaybettiği yaşamak mücadelesinden, onu kullanan örgütün
toplumu ikna edememesi
ile sonuçlanan hedef mücadelesine ve üst aklı devreye
giren devletlerin diplomatik
mücadelelerine kadar “toplam
kaybedilmiş mücadeleler”
gerginliğinin verdiği “intihar”
kararıdır.
Bir insan “mâsum insanları”
öldürmeye giderken ancak
“intihar” psikolojisinde ise
sakin ve soğukkanlı davranabilir. Kuşkusuz mâsum insanları
zihnen “öldürülebilir” tanımlara sokulsa da, geride kendisine
“kahraman” diyeceklerin bile
savunamayacakları, içten
olumlu tepkiler verseler bile
açıkça müdafaa edemeyecekleri bir “anlamdan kopma”, yani
“intihar” olacaktır.
Dolayısıyla mâsum insanlara
yönelik canlı bomba eylemi,
tüm düzeni ve düzeneğiyle bir
“intihar”dır. Hedeflerin, insanlığın, çözümün intiharı... Ve bu
yönteme en fazla “kaybedilmiş
mücadele” psikolojisine düşenler başvururlar.
Canlı bombacının biyografisi, bağlı göründüğü örgütün
ideolojisi ve üst aklın hamlesi
arasındaki düzenekte kullanılan tüm aparatlar, birer “kaybedilmiş mücadele” kablosu
taşımaktadırlar. Özellikle üst
akıl, kaybedilmiş mücadele
eşiğinde seyreden kişileri ve
grupları kullanmayı iyi bilir ve
de bu kişilere, örgütlere veya
etnisiteye, “Mücadelenin zaferi
için öldürmek şart! Daha çok
mâsumun ölmemesi için bazı
mâsumların ölümü anlamlıdır”
telkini yapar.
Kaybedilmiş mücadele
refleksi olan canlı bombalar
karşısında paniğe kapılmak
ve/veya korkmak, kazanılan
mücadelede zafiyet göstermek,
kaybedilmiş mücadeleyi cesaretlendirmek, canlı bombanın
zihin düzeneğini çözememek
ve yanlış kabloyu keserek
intiharcı ile beraber ölmektir:
Türkiye asla yanlış kabloyu
kesmeyecektir!
Türkiye sadece paket içindeki bomba düzeneğini çözen
bomba imha ekibine değil,
canlı içindeki bombayı da çözecek canlı bomba imha ekibine
sahiptir. Yeter ki kaybedilmiş
mücadele refleksi olan her
türlü intihar ile mücadele noktasında kendi “kazanılan mücadele” düzeneğini kurabilsin!
nisan 2016
7
AYINOLAYI
Ayın Olayı
Rabbimizden bütün güvenlik birimlerimize îman, sabır ve görüş kuvveti, onları
idare eden subaylarımıza ve komiserlerimize de basîret ve ferâset lütfetmesini
niyaz ediyoruz. Bu zor günlerin üstesinden hep beraber gelecek, bir olacak, iri
olacak, diri olacak; hıyanetle yaşamaya, terörle yaşamaya asla alışmayacağız!
Bir olacağız, iri olacağız,
diri olacağız!
Ü
LKEMİZ bölge bölge terörle mücadele verirken, diğer yandan çeşitli şehirlerinde bombalı ve roketatarlı saldırılarla birlikte (en iğrenç saldırı yöntemlerinden biri olan) intihar eylemlerinin de gerçekleştirildiği olaylarla hüzünleniyor.
>>Son birkaç ayda başkent Ankara 3 saldırının
adresi oldu. Söz konusu
saldırılarda onlarca şehit
verdik. Eylemleri gerçekleştirenlerse birbirinden
farklıydı. Evvelâ tarihî
Ankara Garı önünde
gerçekleşen saldırının
arkasında DAEŞ-PKK ortaklığı olduğu ortaya çıktı.
Daha sonra ABD’nin sırf
Suriye’deki PKK uzantısı
PYD’yi güya ak tutabilmesi için geçmişten bir
hayalet örgüt getirildi ve
Merasim Sokak’ta bomba
yüklü araçla gerçekleştirilen intihar saldırısını TAK
isimli bir örgüt sahiplendi.
Son olarak Kızılay mevkiindeki Atatürk Bulvarı
üzerindeki Güven Park’ın
önünde yine bir intihar
saldırısı gerçekleştirildi.
Saldırı sonucunda 37 şehit
verirken, 125 vatandaşımız da yaralandı. Bu saldırının ardından da güya
TAK çıktı.
Başkentin yanında
dünyanın en önemli
şehirlerinden biri olan
İstanbul’umuzda da son
8
nisan 2016
bir yılda birkaç farklı
eylemle karşılaştık.
Bu ABD Konsolosluğu
saldırısı, Sultan Ahmet
Meydanı’ndaki canlı bomba eylemi, Dolmabahçe
saldırıları derken Ankara
Güven Park önündeki
saldırıdan hemen bir
hafta sonra, bu kez İstanbul İstiklâl Caddesi’nde bir
intihar eylemi gerçekleşti.
Saldırı sonucunda 4 kişi
hayatını kaybederken 36
kişi de yaralandı. Eylemi
DAEŞ üstlendi.
ahlâksız, en vicdansız yollara başvurarak mâsum
vatandaşlarımızı hedef
almaktadırlar. Ülkemizin
bütünlüğüne, halkımızın
birlik ve beraberliğine kasteden bu saldırılar, terörle
mücadele konusundaki
azmimizi asla azaltmamakta, kararlılığımızı
daha da arttırmaktadır.
Ankara ve İstanbul’daki
terör saldırılarına daha
Diyarbakır’daki PKK saldırıları eklendi. Bütün bu
saldırılara ilişkin Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin
en üst makamından gelen
açıklamaysa şöyleydi:
Aziz milletimiz, bu hâin
saldırılar karşısında her
zamankinden çok daha
fazla birbirine sarılmakta,
teröre, teröriste ve terörün
arkasındaki odaklara
vakur bir şekilde karşı
durarak birliğini perçinlemektedir. Türkiye, millet
olarak birbirine kenetlenen kimliğiyle bu zor
günleri de elbette geride
bırakacaktır!
“Türkiye, bölgede
yaşanan istikrarsızlık
netîcesinde son yıllarda
terör saldırılarının hedefi
olmaktadır. Terör örgütleri ve onları maşa olarak
kullananlar, güvenlik
güçleriyle yaptıkları mücadeleleri kaybettikçe en
Devletimiz, her türlü
terör tehdidi karşısında
meşrû müdafaa hakkını
kullanmaktan asla vazgeçmeyecektir! Askeriyle,
polisiyle, köy korucusuyla
tüm güvenlik güçlerimiz,
hayatları pahasına, terör
örgütleriyle kararlı bir
mücadele yürütmektedir.
Vatandaşlarımız endişe
etmesinler, devletimizin
tüm kurumlarının milletimizle işbirliği içinde
yürüttüğü terörle mücadele mutlaka başarıyla
netîcelenecek, terör dize
getirilecektir!”
Tabiî Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın bu en üst
makamdan gösterdiği
tepki, bugün ülkemizdeki
tek meşru muhalif olan
MHP’den de kararlı bir
destek alarak daha da
kuvvet buldu. MHP Genel
Başkanı Devlet Bahçeli,
söz konusu terör saldırılarına ilişkin şöyle bir açıklamada bulundu:
“Türk milleti yeni bir
felâket ve vahşetle karşı
karşıyadır. Bu hâin saldırıların detaylarına ulaşılacak, asıl faillerin, kirli
niyetlerin ve emri veren
mihrakların kimliğiyle
beraber bu barbarlığın iç
yüzü aydınlatılacaktır. Bu
sürecin uzamaması en
samimî temennimizdir.
Hükûmet bu konuda
Haber Ajanda
hiçbir zaaf ve ihmâle izin
vermemelidir. Türkiye’nin
millî güvenliği kırmızı alarm
vermektedir. Çünkü aziz milletimiz açıkça saldırı altında,
kesif ve kategorik bir husumet
çemberindedir.
Şunu bir defa herkes bilmelidir ki, hiçbir terör saldırısı
Türkiye’yi dize getiremeyecek,
teslim alamayacaktır. Bahar
aylarıyla birlikte Türkiye’nin
baştan ayağa karışacağını iddia
eden hıyânet yuvaları rezil
olmakla kalmayacaklar, bunun
hesabını da vereceklerdir. Türk
milleti zalimlerin planlarına,
fitnecilerin hesaplarına ve
ölüm tacirlerinin projelerine
karşı yekvücuttur. Acımız ne
kadar büyük olsa da bu karanlık günleri aşabilmek için millî
birlik ve huzurumuzun daha
fazla provokasyona kurban
verilmemesini sağlamakla
sorumlu olduğumuz gözlerden
uzak tutulmamalıdır.
Milletimizi tümden sarsan
ve kedere boğan bombalı
saldırıları lânetliyor, Türkiye
Cumhuriyeti’nin cinayet şebekeleri, terör ve silah baronları,
bölgesel ve küresel vahşet
projeleri kanalıyla yıkılamayacağını gür ve güçlü bir iradeyle
tekrarlamak istiyorum.” Söz konusu saldırılar tekrar
gözden geçirildiğindeyse,
Türkiye’nin sadece kaos düşüncesine saplanması isteğinin
yanında ekonomik anlamda
darbe almasının da niyetlendiği anlaşılıyor. Son Ankara
Güven Park saldırısından sonra
insanların bırakın parklarda
dolaşmayı, alışveriş merkezlerini dahi boşattıklarını görünce
terörle hedeflenen ekonomik
niyetlerin bir kısmına ulaşıldığını görüyoruz. Ancak bu
konu burada da kalmıyor. Zira
Ankara’daki son bombalı saldırının ardından Cumhurbaşkanı
Tayyip Erdoğan’ın Azerbaycan
ziyaretleri bir kez daha iptal
edildi. Ankara’da 17 Şubat 2016
günü Merasim Sokak’ta gerçekleşen saldırı yine Erdoğan’ın
Azerbaycan ziyaretine denk
gelmiş, o dönemde de bu ziyaret iptal edilmişti.
Ancak Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in
Ankara saldırılarının ardından
gösterdiği jestin ardından,
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile
Azerbaycan Cumhurbaşkanı
İlham Aliyev’in başkanlığında
düzenlenecek Yüksek Düzeyli
Stratejik İşbirliği Toplantısı
Ankara’da gerçekleştirildi. Şah
Deniz 2 Gaz Sahası ve Hazar’ın
güneyindeki diğer sahalarda
üretilen doğalgazın öncelikle
Türkiye’ye, ardından Avrupa’ya
taşınmasını amaçlayan Trans
Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı
Projesi’nin (TANAP) hızlandırılmasının konuşulduğu YDSİ
Toplantısı’nın ABD ve Rusya
açısından ne denli büyük
endişelerin kaynağı olduğu
biliniyor.
Rabbimizden bütün güvenlik birimlerimize îman, sabır
ve görüş kuvveti, onları idare
eden subaylarımıza ve komiserlerimize de basîret ve ferâset
lütfetmesini niyaz ediyoruz.
Bu zor günlerin üstesinden
hep beraber gelecek, bir olacak,
iri olacak, diri olacak; hıyanetle
yaşamaya, terörle yaşamaya
asla alışmayacağız!
nisan 2016
9
Ayın Yorumu Türkiye
Bu, herhangi
bir dâvâ değil.
İnsan haklarıyla,
özgürlüklerle, gazetecilikle alâkalı
bir durum yok
ortada. Düpedüz
casusluk dâvâsı! O
konsoloslar, mahkemeye katılmakla ve acemi casuslarla selfi çektirmek sûretiyle ne
yapmış oldular?
Bir hareketin birçok anlamı var…
Saygısızlık ettiler!
Kötü niyetli olduklarını ortaya serdiler! Edepsizlik ettiler! Hâddi aştılar!
Düşmanlık sergilediler! Ve bunların
hepsini bilmeden,
yanlışlıkla, farkında olmadan
değil, tam aksine
bilerek, isteyerek,
taammüden yaptılar!
10
nisan 2016
Gecikmiş adalet, adalet değildir!
Casuslar ve yardakçıları,
hak ettikleri cezayı almalı!
Mehmet Şeker // [email protected]
MİT TIR’larının durdurulmasıyla başlayan çarpıcı hikâye,
şu satırları klavyede tıkırdadığım gün itibariyle, mahkemede
CHP ve HDP milletvekillerinin
gövde gösterisi yapması,
bazı dost ve müttefik (!) ülke
konsoloslarının mahkemeye
katılarak yerli casus bozuntularıyla “selfi” adıyla bilinen
tarzda fotoğraf çektirmesi ve
netîce itibariyle dâvânın “ileri
bir tarihe ertelenmesi” ile adeta
taçlandı.
Haberlerde geçen “İleri bir
tarihe ertelendi” ibaresine
fenâ hâlde takıldığımı da yeri
gelmişken belirteyim. “Geri bir
tarihe” ertelenme ihtimâli var
mı ki? Her türlü erteleme durumunda zaten ileri bir tarih söz
konusudur. Dergi baskıya girerken, o ileri tarih geride kalmış
olabilir, o ayrı konu…
***
Eski bir şarkıyı hatırlıyorum.
Kulaklarımda Adnan Şenses’in
haykırışı, “Bırakıp da gitti dost
bildiklerim” diye yankılanıyor.
Bu defa öyle olmadı; gitmediler, bilakis geldiler. Dost ve
müttefik bildiğimiz ülkelerin
konsolosları, ülkemizin millî
güvenliğini ilgilendiren bir
dâvâda misafir sanatçı rolünü
üstlendiler.
C
ASUSLUK
dâvâsı giderek
ilginç hâllere
dönüşme eğiliminde. Her gün bir kademe yukarı çıkıyor. Zaten
ilk adımından itibaren
son derece ilginçti. Demek ki bizim son nokta
sandığımız aşamanın da
ilerisi varmış.
>> Sekiz yaşındaki bir çocuk “Çok eskiden…” diye bir
hatırasını anlatmaya başlar da
bizi güldürür ya, bizimki de o
hesap. Artık bundan öte rezillik
olmaz sanıyoruz.
Bir bakıyoruz ki, daha yolun
başındaymışlar. Meğer bunlarda numara bitmezmiş.
Bu herhangi bir dâvâ değil.
İnsan haklarıyla, özgürlüklerle,
gazetecilikle alâkalı bir durum
yok ortada. Düpedüz casusluk
dâvâsı! O konsoloslar, mahkemeye katılmakla ve acemi
casuslarla selfi çektirmek
sûretiyle ne yapmış oldular?
Bir hareketin birçok anlamı
var… Saygısızlık ettiler! Kötü
niyetli olduklarını ortaya serdiler! Edepsizlik ettiler! Hâddi
aştılar! Düşmanlık sergilediler!
Ve bunların hepsini bilmeden,
yanlışlıkla, farkında olmadan
değil, tam aksine bilerek, isteyerek, taammüden yaptılar!
Adnan Şenses devam ediyor:
“Meydana çıkalı asıl çehreler,/
Aydınlanmaz oldu artık geceler!/ Yalanlar tükendi, indi maskeler,/ Beni benden etti dost
bildiklerim…”
***
Fırsatını bulsalar, Serengeti
düzlüklerinde aç dolaşan bir
aslanın impalayı yakalayıp parçaladığı gibi parçalayacaklar.
“İmpala” deyince aklına
antilop türündeki o zarif hay-
van değil de otomobil gelenler
için başka bir anlatıma gerek
yok. Aynı cümlede geçen aslanı
“Tamirci Aslan” diye yazabiliriz.
Yahut “Hurdacı Aslan Usta”...
Kötü niyetli olduklarını belli
eden konsolos beylerin hareketini kınıyoruz. Ve gereğinin yapılmasını yetkililerden istirham
ediyoruz. Önemle ve acilen!
Gereği nedir? Onu Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan
işaret etti: “Başka bir ülkede
olsa bir gün bile tutmazlar!”
İsterseniz sıkça tekrarlanan
örneği burada da zikredelim…
11 Eylül saldırısından sonra
ABD’de nasıl güvenlik tedbirlerinin arttırıldığını, devlet
yönetiminde ve halkta nasıl bir
panik yaşandığını, korkuların
paranoya hâline döndüğünü
görmüştük. İslâm düşmanlığının nasıl yükseldiğini de… “ElKaide” adlı örgütün peşine nasıl
düştüklerini sadece küçük
çocuklar hatırlamaz.
ABD iki kule verdi, karşılığında iki ülke işgâl etti. Yıkılan iki
kulenin yerine daha iyisi inşâ
edilebilir. Fakat azgın askerlerin
işgâl ettikleri ülkeler baştan
sona harap oldu. “Benden sonra tufan!”, ABD’nin düsturu…
Bütün dünya öğrendi artık.
Örnek dedik, kısa bir özet
geçtik. Örnek şu: ABD’de görülen bir El-Kaide dâvâsının
görüldüğü mahkemeye, bizim
oradaki konsolosumuz, yanına
başka ülkelerin konsoloslarından birkaçını alıp gitse ve sanık
sandalyesinde yargılanan
tiplerle fotoğraf çektirse nasıl
bir sonuç beklenir?
Ya onları da alır aynı anda
içeri atarlar, ömür boyu hapiste
tutarlar ya da hemen sınır dışı
ederler.
Belki de aynı gün sınır dışı
etme kararı çıkıp ertesi gün
konsoloslar uçağa binmek üzere hava alanına giderken trafik
kazasında ölürler, memlekete
cenazeleri gelir…
Ecel işte! Ne diyeceksin?
***
O hâlde biz neden basit
bir nota ile rahatsızlığımızı
bildirmekten öte bir şey yapmıyoruz? Korktuğumuz için mi?
Basite aldığımızdan mı? Yoksa
“Olur böyle vak’alar” diye gördüğümüzden mi?
Bence D şıkkı… Henüz tam
bağımsız olamadık da ondan!
Eğer bu ülkeyi yönetenler gerçekten bağımsız olduğumuza
inanıyorlarsa, ona göre davransınlar. “İstenmeyen adam” ilân
ederek hemen “sınır dışı” kararı
alsınlar!
Neydi onun gâvurcası? “Persona non grata!” İşte ondan!
Onlar uçağa giderken Amerikan taktiği uygulamayalım,
yolda kaza yapmasınlar ve tek
parça hâlinde paketleyelim.
Fakat arkalarından gırnata ile
Mehter Marşı çalabiliriz: “Ceddin deden, neslin baban…” “Ey
şanlı ordu, ey şanlı asker!”
***
Konsoloslar yanlış yaptı
da bizimkiler doğru mu davrandılar? CHP ve HDP milletvekillerini kast ediyorum…
Vekillerin mahkemede gövde
gösterisinde bulunması, çirkefliğe başvurması ve dâvânın
görülemeyişine sebep olması
netîcesinde hâkimler dâvâyı
ertelemek zorunda kaldılar. Bir
sonrakinde de aynı rezilliğin
yaşanmayacağının garantisi
yok üstelik. O yüzden gizli
celse, yani kapalı oturum yapılacak hatırladığım kadarıyla.
Vekiller alenen suç işlediler.
Mahkemeye engel oldular.
Adaletin tecellîsini geciktirdiler.
Hâlbuki adalette acele davranmak makbuldür. Gecikmiş
adalet, adalet değildir!
***
Şükür ki halkın büyük çoğunluğu aynı görüşü paylaşıyor. CHP’lilerin bile içinden geçen farklı değil. Bütün CHP’liler
o vekiller gibi düşünmüyorlar.
Yaptığım kamuoyu anketi (!)
sonuçları bunu gösterdi.
Bir CHP seçmeni ile sohbet
ettik. “Böyle saçmalık olmaz!”
diye söze başladı. O konsoloslara gereken tepkinin gösterilmesi gerektiğini söyledi. “Her
birini ülkelerine göndermek
lâzım!” dedi.
Bu toprağın insanından ümit
kesilmeyeceğini bir kere daha
gördüm de büyük memnuniyet
duydum. “Van minut” günü
nasıl göğsümüz kabardıysa, o
konsolosları sınır dışı ettiğimiz
gün de emin olun, Türkiye yine
bütün dünyadan takdir toplayacaktır.
Her birine “Van’ar minut”
demek şart!
nisan 2016
11
Türkiye Ajanda
ALLAH RAHMET EYLESİN
“Âlimler yeryüzünün kandilleridir.
Âlimin ölümü, âlemin ölümü
gibidir.” Hadis-i Şerif
12
nisan 2016
Selçuk Kayıhan // [email protected]
Dr. Emin Acar,
Hakk’a yürüdü
N
E olduğunu bilmez ya, ne için var olduğunu da bilmeyen insan, kendince “güzel” olanı “seçebilme” gayretine düşer. Bunun en ortada
olan hâli de Batı kafasının keşfettiği ve maalesef bütün günümüz insanlığının da ayak uydurduğu güzellik yarışmalarıdır. Hâlbuki güzel
olan bellidir. Güzel, insanın tâ kendisidir. Ve üstünlük ancak takvâdadır.
>> Takvâ sahibi insanlardır “güzel” insanlar. Onlar birer rehber,
birer önderdirler. Sulhun ve ıslahın, sabrın ve atılımın ne demek
olduğunu, nasıl yaşanacağını ve
en önemlisi de nasıl ölüneceğini
onlar gösterirler. “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz!” kavlinin
sâdığı onlardır zira.
Hocamıza ‘Necmeddin Bey’,
Turgut Özal’a ‘Turgut Bey’ derdi.
İşte o güzellerden biri olan Dr.
Emin Acar da sâdığı olduğu yolda rûhunu rahmet-i Rahmân’a
teslîm etti!
Sohbetinin neresinde ziyaretine gidersem gideyim, bana
özel iltifat eder, sohbeti benim
üzerime çevirirdi. Ülke ve dünya
siyasetini yakından takip ederdi.
Gelecekte olması muhtemel
olaylara ‘Ramûzü’l-Ehâdis’
kitabından hadîs-i şeriflere dayanarak yorumlar yapar, içimizi
ısıtırdı. En çetrefilli olaylara
en kolay çözümleri sunar, en
karanlık zaman kesitlerinde
mutlaka bir ışık gösterirdi. Hiçbir
zaman karamsar olduğu bir ânı
görmedim.
Onu en iyi şekilde tarif edebilecek isimlerden biri olan Prof.
Dr. Seyit Mehmet Şen Hocamızın
tarifiyle Dr. Emin Acar Hoca’yı
tanıyalım:
***
“Kelimenin tam anlamıyla güzel bir insandı. Sûreti de güzeldi,
sîreti de... O, Hacı Bayram Şeyhi
idi. O, siyasetin Emin Bey’i idi. O,
benim Emin Ağabeyim idi.
Hacı Bayram elbet güzeldi
herkes için. Fakat Emin Ağabeyimle benim için daha da
güzeldi. İçinin güzelliği yüzüne
aksettiği için, sürekli mütebessim bir çehreye sahipti. Erbakan
1973-1977 döneminde, MSP
Milletvekili olarak TBMM’de
bulundu. Şu andaki siyasilerin
de uğrak yeriydi. Başı sıkışanın
da, canı sıkılanın da geldiği ve
çâre aradığı bir güzel insandı Dr.
Emin Acar Ağabeyim.
Suriye konusunda çok iyimserdi. Bütün Haçlı sürülerinin
Suriye’de üzerimize geleceğini
ve bizim zafere ulaşacağımızı söylerdi. Elbette O Güzel
Nebî’nin(sav) bin 400 sene önce
yerini de söyleyerek işaret ettiği
mübarek sözüne dayanarak…
Bu Melheme Savaşı’ydı; yani
Kıyamet Savaşı, yani Armageddon… Hıristiyan dünyasının,
daha doğrusu ‘küfür’ dünyasının
başı Vatikan bu sonucun, yani
zaferin Müslümanların olacağını
biliyordu. Telâşları, bize alçakça
saldırmaları, içimizden uşaklar
edinmeleri de bu sonucu değiştirebilmek içindi.
Evet, benim ve çok kişinin
moral kaynağı olan Dr. Emin
Ağabey, Ankara’mızın en renkli
sîmasıydı. Sırası geldi ve gitti…
Ziyarete gidemediğim zamanlarda bile orada olduğunu bilmek bana güç verirdi. Bakalım
yokluğuna nasıl alışacağım…
Allah (cc) Dr. Emin Acar Ağabeyime, şehitlerimize ve bütün
ölmüşlerimize rahmet eylesin!
(Âmin.)
‘Güzel insanlar birer birer
gidiyor,/ Hiç tadı tuzu kalmadı
bu dünyanın./ Ayrılık rüzgârları
estikçe esiyor,/ Hiç tadı tuzu
kalmadı bu dünyanın.’”
Cenâb-ı Hakk makamını âli,
ruhunu şâd eylesin!
nisan 2016
13
Türkiye Ajanda
Düşmanlık alenî, küstahlık alenî!
17-25 Aralık darbe teşebbüsünün en iğrenç hamlelerinden biriydi MİT
tırlarının Adana’da durdurulması olayı. Aslında biz bu cümleyi “MİT tırlarının durdurulması” şeklinde belirtmekten dahi ziyadesiyle bîzarız.
lararası oluşumlardan ve uluslararası toplum mekanizmasından koparılacak, nefes alamaz
hâle getirilecekti böylelikle.
Bir savcı, iki yıl sonra “ilginç”
bir şekilde tekrar gündeme
getirilen bu haberin ardına
düştü ve haberi yapanları tutuklu yargılanmaları talebiyle
cezaevine yollattı. Ancak bu
haberi yapanlar, İngiliz aklının
ortağı bir akılla tahliye alarak
salıverildiler. Hatta bu akla tâbi
olanlarca birer kahraman gibi
karşılandılar.
>>Zira MİT kanalını kullandığına göre Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin saklı tutmak istediği
bir işlemin ifşâ edilmesi söz
konusu. Bu ifşâ, Suriye topraklarında yaşayan Türkmenlerin
katledilmelerini ve yurtlarından sürülmelerini erteledi, ancak engellemedi. Bu ifşâ olmasaydı, Türkmen dağına adeta
hapsolmuş, her gün karadan ve
havadan vurulan Türkmenlerden değil, Esed canisine karşı
daha dik durabilen ve nihâyet
muzaffer olan Türkmenlerden
bahsedecektik.
Haydi bunu geçtik, Rusya
Devlet Başkanı Vladimir
Putin’in Vatikan Devlet Başkanı
Papa Francis ile görüşmesinin
hemen ardından, Suriye’de
konuşlanan herhangi bir Rus
askerî birliği dahi daha ortada
yokken, Türkiye’de (nasıl oluyorsa) yayın hayatını sürdüren
“Cumhuriyet” adlı gazete, Suriyeli Türkmenleri katledecek
Rusların önünü açmak ve elini
daha da rahatlatmak istercesine, söz konusu MİT tırlarının
durdurulması olayını tekrar kamuoyuna taşıyarak Türkiye’nin
o tırlarda silah taşıdığına dair
haberler yaptı.
Bu haberlerde, o tırlarda
14
nisan 2016
gıda ve ilaç yardımı değil, silah
taşındığını gösteren fotoğrafların yayınlanması çok ilginçti.
Vicdanen rahatlıkla “Alçakça ve
hainceydi!” diyebilirim, ancak
bu noktada “ilginç” kelimesini
kullanmak istiyorum. Zira bu
haber-yorumda paylaşacağım
gelişmelerin o günlerde kimlerin eliyle gerçekleştirildiğini en
nazik biçimiyle “ilginç” kelimesi
kaldırabilir. Öyle ya, nasıl kula
kaldıramayacağından fazlası
yüklenmez, Cumhuriyet gazetesinin işlediği suçu, daha doğrusu ortağı olduğu pisliği de bu
kelimeyle “geçiştirmek”, başka
kelimelere eziyet etmekten yeğ
olacak.
Hakkında “DAEŞ” kısaltma
adını kullandığımız terör örgütüne dair dergimiz Haber
Ajanda’da da yayınlanan birçok
analiz ve belgeyle sabittir ki, bu
terör örgütünün kurucusu ve
tek yönlendiricisi İngiltere’dir.
İngiltere eliyle örgütlenen ve
İngiliz aklının formatladığı bu
örgüte ilişkin dünya kamuoyuna yansıtılmaya çalışılan
otomatik algıda, söz konusu
örgütün arkasında Türkiye’nin
olduğu angaje edildi. 17-25
Aralık darbe teşebbüsünün
yan ürünlerinden biri olan bu
algıda sözünü ettiğimiz İngiliz
aklı gizlenirken, bize karşı işletilen harekâtın kumandası hep
bu aklın elindeydi. Suriye’deki
zulme sesini tek yükselten
ülke olan Türkiye’nin böylesi
bir iç kaosla oyalanması, bölgede kuklalarını oynatanların
rahatlamalarını sağlayacaktı.
Zira Türkiye, kuklacının iplerini
birbirine dolaştırmıştı.
17 Aralık 2013 günü gerçekleştirilen polis baskınları kamuoyunda birkaç açgözlünün
nefislerine yenik düşmeleri
olarak karşılık görebilirdi; zaten
dünyada da bir karşılığı olmazdı. Ancak Adana’da durdurulan
MİT tırlarının ülkede ve dünyada bulacağı refleks şiddetli
olabilirdi. O gün Başbakanlık
koltuğunda oturan isim Recep
Tayyip Erdoğan’dı. Ve MİT, bu
ismin makamına doğrudan
bağlıydı.
Cumhuriyet gazetesi, yaklaşık iki yıl sonra yaptığı bir
haberle Recep Tayyip Erdoğan
ve kendisine doğrudan bağlı
bir devlet kurumunu terörle
ilişkilendirerek özellikle bütün
dünyaya şikâyet etme amacını
taşıyordu. “Teröre destek veren
ülke” damgasını yiyecek Türkiye, içinde yer aldığı bütün ulus-
Daha sonra tutuksuz yargılandıkları dava sürecinde
tekrar mahkemeye getirildi bu
şahıslar. İstanbul 14. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin takip ettiği
davaya, kendilerini doğrudan
ilgilendirdiği için bugün Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip
Erdoğan ile MİT de müdâhil
oldu. Davanın görüleceği Çağlayan Adliyesi’nde, sanık sıfatıyla
Cumhuriyet gazetesinin yöneticileri Can Dündar ve Erdem
Gül’ü desteklemek için FETÖ’cü,
CHP’li ve HDP’li isimler vardı.
Ancak bir isim çok dikkat çekiciydi: İngiltere İstanbul Başkonsolosu Leigh Turner…
Dündar ile cep telefonu
kamerasıyla özçekim yapan
Turner’in bu davayı basın özgürlüğünü savunan Avrupa’yı
temsilen takip ettiğini belirtmek
imkânsız. “Gözlemci” sıfatını
aşan bu hareketin ardını düşündüğümüzde ortaya şöyle bir
durum çıkıyor: Turner’in şahsında İngiltere diyor ki, “Türkiye
IŞİD’e yardım ediyordu! Bu işin
yöneticisi, MİT’i görevlendiren
Erdoğan’dı”. Öyle ya, Erdoğan
ve MİT, Cumhuriyet gazetesini
dava eden “davacılar” arasına
dâhil olmuşlardı ve onların
temsil ettikleri Türkiye’nin karşısında tek başına bir veya birkaç insan olamazdı. Türkiye’nin
karşısında, yine kendisi gibi bir
“ülke” olmalıydı: İngiltere…
Peki, İngiltere böyle sade ve
açık bir cümleyi dünyaya ilân
edebilir miydi ki Başkonsolosunu bu davaya göndersin? Doğru
ya, “delikanlılık” kavramı biz
Türkler için geçerli… Peki, söz
konusu haberi yapanlar delikanlı mı? Ne kadar Türklerse, o
kadar delikanlılar…
Selçuk Kayıhan
Başbakan Davutoğlu’ndan hodri meydan!
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, son aylarda sürekli ülke gündemini meşgul eden “HDP’li bazı vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına” dair şaşırtıcı bir çıkış yaptı.
lık Divanı’nda bulunan 506
fezlekeyi kastederek her bir
dosyanın TBMM’de görüşülmesini ve hangi partiden olursa
olsun fezlekesi bulunan vekillerin dokunulmazlıklarının
düşürülmesini “Hodri meydan!”
çıkışıyla istemesi kamuoyunda
hoş karşılanmadı.
>> Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu’nda
konuya dair açıklamada bulunan Başbakan Davutoğlu, “AK
Parti de dâhil, gelin, tüm dokunulmazlıkları kaldıralım! Bizim
çekinecek, korkacak hiçbir
şeyimiz yok” dedi.
Kamuoyunda sıklıkla dillendirilen ve büyük bir beklentiye
dönüşen “terörle ilişiği olan
herkesin vatandaşlıktan çıkarılması” düşüncesi, en azından
Türkiye’nin biricik irade merkezi olan TBMM’de devlete meydan okuyan HDP ve bazı CHP
mensuplarının dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla tolere
edilebilir durumda. Ancak bu
ortak kanıya rağmen Başbakan
Davutoğlu’nun TBMM Başkan-
“Gelin, hep beraber dokunulmazlıkları kaldıralım! Hiçbir
parti ayrımı gözetmeden, şu an
Meclis’te dosya olarak bekleyen
506 dokunulmazlık fezlekesi
var. Hepsini birden devreye
sokalım. AK Parti’nin çekinecek
hiçbir dosyası yok. Hiç çekinmiyoruz. Madem meydan okudunuz, ben de hodri meydan
diyorum! 506 dokunulmazlık
fezlekesini de Meclis’e getirmeye hazırız” diyen Davutoğlu,
“İşte şimdi göreceğiz, bakalım
bu sahte meydan okumalar
karşısında nasıl tavır takınacaklar! Ama bu fezlekelerle Meclis’i
meşgûl etmemeleri lâzım. Bir
celsede, bir oturumda bitirir,
geçer gideriz” şeklindeki açıklamasıyla milletin merakla bek-
lediği “vatandaşlıktan çıkarma”
fikrinin bu süreçte hiçbir zaman
düşünülmeyeceğini açıkça dile
getirmiş oldu.
Başbakan’ın bu çıkışına ise
Meclis’te grubu bulunan diğer
partilerden hemen yanıt geldi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı
Bülent Tezcan “Hodri meydan,
hepsini görüşmeye varız!”
derken, yine CHP’den Grup
Başkanvekili Levent Gök, “Bizim dediğimiz noktaya geldiler”
ifadesini kullandı. CHP’li Gök’e
paralel bir ifade kullanan MHP
Genel Başkan Yardımcısı Oktay
Vural “Kürsü hâriç, tümünün
kaldırılmasından yanayız” derken, kamuoyunun genel ortak
tepkisini MHP Genel Sekreteri
İsmet Büyükataman dile getirdi:
“Hükûmet işi sulandırıyor!”
Peki, HDP ne mi dedi? “Biz
başından beri zaten dokunulmazlık konusunun partiler için
ya da iddia edilen suçlar için
ayrı ayrı ele alınmasını doğru
bulmuyorduk…”
Vallahi hâddimizi aşmaktan
imtinâ ederek bir tavsiyede
bulunmak isterim kıymetli
Başbakanımıza: Her gün şehit
veren ve terör denen pislik artık
canına tak eden milleti oyalamaya gelmez!
Siber saldırılara karşı “Siber Füzyon Merkezi”
SAVUNMA Teknolojileri ve Mühendislik AŞ’nin
(STM) Ankara’da kuracağı ve dünyada sadece birkaç ülkede bulunan Siber Füzyon Merkezi ile Türkiye, henüz ortaya çıkmamış siber saldırı tehditlerini
önceden tespit edebilecek.
>> Son dönemde siber
güvenlik alanındaki çalışmalarıyla dikkati çeken STM, bu
alanda bir ilke imza atmaya
hazırlanıyor. STM bu kapsamda,
Ankara’da dünyada sadece
birkaç ülkede bulunan ve “yeni
nesil siber güvenlik merkezi”
olarak nitelenen bir “Siber Füzyon Merkezi” kuracak. STM’nin
gelecek ay faaliyete geçireceği
merkez sayesinde, artık sadece
bilinen siber tehditler değil,
henüz ortaya çıkartılmamış,
gelişmiş karmaşık metotlar kul-
lanan yeni tehditler de saldırıdan önce tespit edilebilecek ve
karşısında önlem alınabilecek.
Siber Füzyon Merkezi’nde
sadece siber güvenlik uzmanları değil, büyük veri, veri
bilimi, istatistik, matematik,
doğal dil işleme, görüntü ve
ses işleme gibi farklı disiplinlerden uzmanlar da görev
alacak. Her yönüyle ilk olacak
bu merkez, siber saldırılara
karşı Türkiye’nin önemli gücü
olacak.
nisan 2016
15
Türkiye Ajanda
Yeniden “yeni anayasa”
AK PARTİ’nin hazırladığı anayasa mektubu TBMM Başkanlığı’na ulaştı. Söz konusu mektupta AK Parti adına, “Biz anayasa çalışmalarını sürdürmeye hazırız. Anayasa Komisyonu’nun herhangi
bir ön şartla sınırlandırılmaması gerektiğine inanıyoruz” denildi.
>> Başbakan Ahmet
Davutoğlu’nun, TBMM Başkanı
İsmail Kahraman’ın gönderdiği
anayasa mektubuna verdiği
mektuplu cevapta, başkanlık
sistemi konusunun görüşülmesini demokrasiden saymayan
görgüsüzlükten dem vurularak,
“Bu çerçevede sivil, özgürlükçü
ve demokratik bir anayasa
yapmak üzere toplanan
Komisyon’un herhangi bir ön
şart ve dayatmayla sınırlanmadan, her siyasî partinin görüş ve
kanaatlerini serbestçe dile getirebildiği, kamuoyunun rahatça
fikirlerini aktarabildiği geniş bir
özgürlük çerçevesinde çalışmalarını sürdürmesi gerektiğine
inanıyoruz. Çalışma usûllerini
sınırlamaya yeltenenlerin, tartışma özgürlüğünü kısıtlayanların, kırmızı çizgilerle masaya
oturanların özgürlükçü ve sivil
bir anayasa yapması mümkün
değildir. Özgürlükçü bir tartışma kültürüne sahip olmayanlar, özgürlükçü bir anayasa da
yazamazlar. Komisyona ön şart
dayatmak, her şeyden önce
ilhamını darbe zihniyetinden
alan vesayetçi bir tutumdur”
ifadeleri kullanıldı.
CHP’nin, söz konusu yeni
anayasanın içeriği ve niteliği
ile ilgili önceliklerini gündeme
getirmek yerine, AK Parti’nin
muhtemel siyasî sistem önerisine karşıtlık üzerinden tutum
geliştirmesini ve bu tutumunu
Komisyon’a bir ön şart olarak
dayatmasını iyi niyet ve yapıcı
siyasetle bağdaştırmadıklarını
belirten Başbakan Davutoğlu,
Komisyon için “Türkiye’yi
Darbe Hukukundan Arındırma
Komisyonu” başlığı altında CHP
tarafından kurulması önerilen
komisyonu reddetti.
Boydak Holding’in üst düzey isimleri gözaltında
KAYSERİ’de polisin gerçekleştirdiği “FETÖ/PDY” operasyonunda Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak, şirket CEO’su Memduh Boydak, Yönetim Kurulu üyeleri Erol Boydak ve Murat Bozdağ gözaltına alındı.
>> Kayseri Eğitim ve Araştırma
Hastanesi’ndeki Adli Tabipliğe
ayrı ayrı getirilerek sağlık kontrolünden geçirilen 4 şüpheli, daha
sonra Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’ne götürüldüler ve ifadelerinin alınmasına başlandı.
TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi
de olan Memduh Boydak, daha
önce de Melikşah Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanı olarak
arsa tahsisi şikâyetleri üzerine
gözaltına alınmış ve daha sonra
serbest bırakılmıştı. Memduh
Boydak ile Mustafa Boydak’ın
FETÖ soruşturmaları sırasında
çarpraz şekilde attıkları sosyal
medya mesajları oldukça tartışılmış, Boydak Grubu’nun Zaman
gazetesine tekzip ettirdiği haberlere rağmen FETÖ soruşturmalarına ilişkin atılan tuhaf mesajlar
akıllarda soru işaretlerine neden
olmuştu. Tam da bu sırada TÜSİAD Yönetimi’ne alınan Memduh
Boydak’ın ilişkileriyse oldukça
şaşırtıcıydı.
16
nisan 2016
Provokatör
Demirtaş’a
halk cevap verdi
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş,
Diyarbakır-Sur’daki operasyonların sona ermesi
ve sokağa çıkma yasağının
kaldırılması gerekçesiyle Diyarbakır halkına Sur ilçesine
yürüme çağrısında bulundu.
Ancak bir 6-8 Ekim olayı
daha yaşamak istemeyen ve
terörden tamamen arınmak
isteyen halk bu çağrıya kulak asmadı. Birkaç noktada
toplanan toplam 300 kişiden oluşan küçük gruplara
ise polis müdahale etti.
Selçuk Kayıhan
Terörist başından dikkat çeken ifadeler!
TERÖR örgütü PKK’nın elebaşlarından Cemil Bayık, verdiği
röportajlarda dikkat çekici ifadeler kullandı.
>> Elbette Hucûrat Sûresi’nin
6’ıncı âyetini (“Ey îman edenler!
Doğru ve mantıklı düşünmeyi
terk eden bir fâsık, bir bozguncu, kötü niyetli bir âsi size,
hükûmetinize, emniyet güçlerinize, ordunuza önemli bir haber
getirirse, doğruluğunu araştırın.
Araştırmadan, ciddî, zarar verici tedbirler almaya kalkarsanız,
bilmeden, yanlış bilgilendirme
sonucu suçsuz bir kavme, bir
topluluğa kötülük yapmış, hoş
olmayan bir davranış sergilemiş
olabilirsiniz. Sonra yaptıklarınıza pişman olursunuz” dikkate
alarak bu ifadeleri bu sayfalara
not ediyoruz.
Cemil Bayık, PKK’ya yakınlığıyla bilinen Fırat Haber
Ajansı’na verdiği mülakatta,
“AKP’de şimdi kuruluş felsefesine sahip çıkan bir ekip var.
O ekip, Tayyip Erdoğan ve
Davutoğlu’nun yürüttüğü politikaları doğru bulmuyor. O ekip
kuruluş felsefesine dönmek
Türkiye’den
“kazan-kazan” hamlesi
CUMHURBAŞKANI
Recep Tayyip Erdoğan’ın
gerçekleştirdiği Afrika
ziyaretleri,
Kara Kıta ile
Türkiye arasında yeni bir
ekonomi ve
kültür dönemi başlatmanın
ilk işaretlerini verdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan,
bölgedeki ülkelerle siyasî,
askerî, ekonomik, ticarî ve
kültürel alanlarda tüm bakanların müşterek çalışmalar yapacaklarını açıklarken,
kazan-kazan esasına göre bu
çalışmaların sürdürüleceğini
de aktardı. Cumhurbaşkanı
Erdoğan, 2003’te Afrika’daki
büyükelçilik sayısının 12 olduğunu, şu ansa bu rakamın
39’a yükseldiğini hatırlattı ve
Türkiye’nin Afrika’daki etkisinin her geçen gün daha da
büyüyeceğini belirtti.
istiyor. Tayyip Erdoğan, mevcut politikaları ile AKP’yi de,
Türkiye’yi de uçuruma sürüklüyor. Bu ekibin hem AKP’yi, hem
de Türkiye’yi felâketten kurtarması gerekiyor. Eğer bu ekip
demokratik değerlere sahip
çıkar, askerî faşist politikalardan vazgeçerse, biz bu çabaları
destekleriz” ifadelerini kullandı.
Ayrıca Ankara Güvenpark’taki bombalı saldırıdan sadece 4
gün önce İngiliz Times gazetesine konuşan teröristbaşı, artık
temel hedeflerinin Türkiye
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan ve iktidardaki Adalet
ve Kalkınma Partisi’nin çöküşü
olduğunu söylerken, “Erdoğan
bizi yenerse, Türkiye’de demokrasi isteyen herkesi mağlûp edebilir” diyerek dikkatleri daha çekiyor. Bayık, “Onun rüyâlarının
gerçeğe dönüşmesinin önündeki en büyük engel biziz. Eğer
Erdoğan bizi saf dışı bırakırsa,
kazanır... Erdoğan’ı ve AKP’yi
devirmek istiyoruz. Erdoğan
ve AKP devrilmedikçe, Türkiye
asla demokratik bir ülke olamaz!” ifadesini kullanıyor.
İdil’de operasyon bitti
ŞIRNAK’ın İdil ilçesinde 18 Şubat’ta başlatılan “Özel Harekât Polisi Ersin Yıldırım Operasyonu” tamamlandı. Operasyon süresince 114
terörist etkisiz hâle getirildi.
>> İlçede hendeklerin
kapatılması, barikatların
kaldırılması ve PKK’lıların
etkisiz hâle getirilmesi için
konulan sokağa çıkma yasağı
ile birlikte yaklaşık 4 bin Polis
ve Jandarma Özel Harekât
timlerinin katıldığı operasyonlarda teröristlerce kurulmuş
el yapımı patlayıcılar, bomba
imhâ ekipleri tarafından tek tek
tespit edilerek etkisiz hâle getirilirken, teröristlerin karargâh
gibi kullandıkları Bener Cordon
İlkokulu çevresinde 1 buçuk ton
el yapımı patlayıcıyla kurulmuş
bir tuzak da bulundu. Genelkurmay Başkanlığı,
terör örgütü PKK’ya yönelik yürütülen operasyonların devam
ettiği İdil’de etkisiz hâle getirilen
19 teröristin arasında “Kendal”
kod adlı, telsiz adı “Rojger” olan
ve İdil’in Turgut Özal Mahallesi
sorumlusu, İdil KCK Sorumlusu “Adnan” kod adlı Abdullah
Ecevit, “Nurhak” kod adlı, ismi
bilinmeyen ve 12 yıldır kırsalda
görev yaptığı belirlenen tecrübeli teröristler, “Rodi” kod adlı
Fuat Kaşbaş, “Reşit” kod adlı İdil
Orta Alan Sorumlusu’nun da
bulunduğunu bildirdi.
PKK’ya büyük darbe vurulan
operasyonda, sözde liderlerin
kullandığı 7 M-16, 11 Kaleşnikof,
2 Kanas keskin nişancı tüfeği ile
2 roketatar da ele geçirildi.
Allah devletimizin bütün
güvenlik neferlerine yâr ve
yardımcı olsun!
nisan 2016
17
Ayın Yorumu Dünya
Tuzak,
Paskalya ve
“İspanaklisubörekidis”
“E
ĞER düşmanı ve kendinizi tanıyorsanız, yüz muharebenin
netîcesinden endişe etmeyin. Eğer
kendinizi tanıyor fakat düşmanı
tanımıyorsanız, kazandığınız her zafer, bir de
mağlûbiyet getirecektir. Eğer ne kendinizi, ne de
düşmanı tanıyorsanız, her muharebeden mağlûp
çıkarsınız!” (Sun Tzu, Harp Sanatı)
>> Hepinizin malûmu,
Brüksel’de patlamalar oldu. Avrupalı siyasilerde yine bir telaş,
pür telaş: “Sınırları kapatalım!”
“Terörle alâkası olanları vatandaşlıktan atalım!” “Bu Müslümanlar böyledir işte, doğuştan
teröristtirler!” “Bizden neden bu
kadar nefret ediyorlar?!” “Ilımlı
Müslüman yoktur, Müslüman
doğuştan fanatiktir!”
Bunlar, televizyon ve radyo
kanallarında seyrettiğim, dinlediğim genel kanılar. Bir de
daha ırkçı, daha fazla yabancı
düşmanlığı güden kanallar var
ki, o kanallarda neler işittiğimi
18
nisan 2016
yazmayacağım. Yine de bir
örnek olması için şu cümleyi
nakledeyim: “Daha alt kültürlerin biz daha üstün kültürlere
biat ederek hizmet etmeleri,
onlar için bir şereftir!”
Mart ayı sayısında da belirtmiş olduğum gibi, aslında bu
durum Avrupa için kurulmuş
bir tuzak. Avrupa’nın dışındaki
üst akıllar, Avrupa’yı kendi sınırları içerisine hapsedip kısıtlıyorlar. Bunu yaparken birbirine
bağlı iki etkeni kullanıyorlar.
Bunlardan biri Avrupalının
ırkçılığı ve yabancı düşmanlığı,
diğeri de Avrupa’da yaşayan ve
Mehmet Ziya Üsküdarlı // [email protected]
azınlık statüsünden çıkmalarına asla izin verilmeyen ezilmiş
kitleler.
saydı, Fransa bugün bütün
Ortadoğu’yu ve petrol bölgelerini eline geçirmiş olurdu.
Sınırlarını kontrol etmek her
devletin hakkıdır. Fakat burada
tehlike dışarıdan gelmiyor; bizzat Avrupalı bu insanlar. Kimi
Fransız, kimi Belçika vatandaşı… Hem de Paris’te, Brüksel’de
doğma büyüme… Bu çocukların
aileleri Müslüman… Yani bir
“kusurları” (!) var. Basbayağı
Fransız Katolik çocuklar katılıyor DAEŞ’e. Onlara ne demeli?!
Türk kökenli vatandaşlarını aşağılayan, tahkir ve
tezyif eden, hatta diri diri ev
yangınlarında yakan Alman
Devleti Avrupa’daki riyasetini
Fransa’ya kaptıracağı gün bunları acı acı düşünür mü acaba?
Hepsinin ortak noktaları
ekonomik açıdan zorluklar içerisinde bulunmaları. Ne tuhaftır
ki, bir analist çıkıp da “Yahu bu
insanları bu raddede bizden
soğutacak ne yaptık, bizde de
bir nebze olsun taksir var mıdır
acaba?” diye sorgulamıyor.
Irkçı partilerin oy oranları
arttıkça, bu tuzağı kurmuş olan
üst akıllar ellerini ovuşturuyorlar.
Avrupa’nın birliğinin sonu
pek iyiye gitmiyor. Birlik, şu an
tatbikatta Şengen sınırlarını
uygulamadan kaldırdı sayılır.
Kâğıt üzerinde bir birlik var
ama 1980’lerin öncesindeki
durumu hatırlatıyor.
Garip olan şu ki, bu durum
bazı Avrupa devletlerinin işine
gelmiyor da değil. Mesela Fransa’nın… Şu an Avrupa’nın liderliğini götüren
Almanya’nın bir nüfus sorunu
yaşadığını bilmeyen yok.
Fransız üst aklı işte bu durumu
kendi lehine çevirmek için sabırla fırsat kolluyor. Bir mahalle
düşünün, bir kabadayısı var ve
siz de bu kabadayının sağ kolu
olduğunuzu varsayın. Tüm
yükü baştaki kabadayı çekiyor,
sonra bir gün yoruluyor, “elden
ayaktan çekilip” meydanı size
bırakıyor. Fransa’nın durumu
işte budur! Herhangi bir nüfus
problemi olmadığından dolayı,
Almanya’nın “yorulmasını”
bekliyor. Vakti gelince liderliği
eline alacak. Alacak ama liderlik yapabileceği birliğin o vakit
ne hâlde olacağını kestirmek
pek kolay değil. Lakin her şekilde Fransa bu durumdan kârlı
çıkacak gibi görünüyor.
Hatırlarsanız, Kanunî döneminden itibaren İmparatorluğumuza karşı Almanya’yı
sürmüş, hem bizi, hem de
Almanya’yı “yormayı” bilmiştir.
Eğer Birinci Dünya Savaşı’nda
İngiltere o kadar güçlü olma-
***
Bir Paskalya daha geldi!
Hıristiyanların en büyük
bayramıdır Paskalya. En büyük
bayramlarının Noel olduğu
zannedilir, hâlbuki Hz. İsa’nın
doğumundan ziyade, ölümü
onlar için daha önemlidir. Çünkü Hıristiyanlara göre “resûl”
olarak görevini ölümüyle itmam etmiştir.
Şimdi buraya ansiklopedik
bilgi iktibas edecek değilim.
“Paskalya” isminin İbranicedeki
“pessah” (geçiş) kelimesinden
geldiğini hemen her yerde
okuyabilirsiniz. Oysa pek çok
bayram ve dinî tatbikat, kadim
Mısır medeniyetinden gelmektedir. Paskalya da öyle…
Mısır’da bugün halen
Kıptîlerin kutladığı Şemmel Nesim Bayramı vardır ki,
Paskalya’nın kökenidir. Doğanın bahar aylarına girerken
uyanışı, toprağı, suyu, havayı,
bitkileri, hayvanları etkiler de
insanları etkilemez mi?
Orta Asya geleneklerinde de
Nevruz olarak önümüze çıkan
bu bayram, bugün stratejik bir
durum oluşturmuştur. Nevruz
hususunda arka planları sağlam Türkî cumhuriyetler ile
Nevruz’un esasen kendisine
ve Zerdüşt geleneklerine ait
olduğunu iddia eden İran,
gizli bir yarış içerisindedirler.
Türkî cumhuriyetler Rusya’nın
etkisi altında bulunmakta,
Nevruz kutlamaları Rusya için
bir gövde gösterisine dönüşmektedir. İran ise hakîkaten
kendi tarihinden gelen Nevruz
geleneğinde liderliği kimselere
kaptırmaya niyetli değildir.
Şahsen ben, Nevruz denen
geleneğin kutlanmasını gençlik
dönemimde görmeye başlamıştım. Yani Türkiye’de Nevruz
filan kutlanmazdı. Olsa olsa bir
Hıdırellez filan olurdu kutlanan. O kutlamayı da bildiğim
kadarıyla hanımlar yaparlardı.
Biraz stratejik düşünecek
olursak, Nevruz’u kutlamanın
bize getirdiği bazı sıkıntıların
da olabileceğini düşünüyorum.
Bu hususta ne İran’la, ne de
Rusya’yla baş edebiliriz. Oysa
Nevruz, aslında sadece kuzey
yarımküreyi ilgilendirmektedir. Cihanşümul bir din olan
İslâm’da Nevruz’un yeri yoktur.
Bir düşünsenize, dünyanın en
büyük Müslüman nüfusuna sahip Endonezya için Nevruz, kış
başlangıcıdır. Adamlar bunun
nesini kutlasınlar?!
Türkiye eğer 2023 hedeflerine bir liderlik yerleştiriyorsa, bu
türlü İslâm âlemi dışında kalan
gelenekleri kutlamadan evvel
bir defa daha düşünmelidir.
Buna “Anadolu İslâm’ı” adı altında her türlü uygulamayı ve tasavvufu da ilave ederek dikkat
çekmek isterim! Ramazan’ın ve
Ramazan Bayramı’nın başlangıç tarihlerinde dahi ümmetin
diğer memleketlerinden ayrı
düşmekteyiz. Kandilleri ve yeni
uygulanmaya başlanan “Cuma
gecesi selaları”nı da unutmayalım! Liderliğe soyunan ülke
geniş göğüslü olmalıdır; İslâm
gibi cihanşümul bir din konusunda sadece halkın isteklerini
işitmenin mahsurları olabilir
ve Türkiye, ümmet içerisinde
yalnızlaşabilir.
Bunları biraz da Paskalya
hususunda hissettiğim kıskançlık sebebiyle yazıyorum.
Ortodoks ve Katolik âlemi Noel
hususunda değil ama Paskalya
konusunda anlaşıp fikir ve uygulama birliğine geçtiler. Artık
Jülyen ve Gregoryen takvimlerine göre ayrı ayrı kutlamıyorlar. Eğer birileri sizi liderlik
yolundan çevirmek istiyorsa
dikkat etmeniz gerekebilir. Nevruz sadece kuzey yarımkürede
ve güçlü rakiplerinizin olduğu
bir mıntıkada kaimdir. İslâm ise
cihanşümuldur.
***
Rahmetli babamın iki gözlüğü vardı; biri uzak, biri yakın.
Şimdilerde “progresif” diyorlar,
bir gözlükle hem uzağı, hem
de yakını görmek mümkün
oluyor. Bu kardeşinizin de gözleri babasına çekmiş; uzak da
lâzım, yakın da… Progresif gözlüklerin başlangıç zamanında
bir defa kullanmaya teşebbüs
ettim, bir gün içerisinde sekiz
defa yere düştüm. O günden bu
güne mercekler pek gelişmişmiş, artık pek rahat edebilecekmişim…
Evvelâ göz doktorundan
randevuyu aldık. Bu arada
gözlükçülere de girip girip fiyat
alıyorum. Öğrendiğim rakamlara, ben talebeyken kullanılmış
ikinci el araba satın alınırdı.
Geçenlerde bir skandal patlak
verdi, meğer Fransız gözlükçüler çerçeveleri ve camları
Çin’den ithal ederlermiş.
Ederler ya, ne var bunda?
Şu var: Herifler 85 sente mal
ettikleri gözlükleri burada 89
avrodan pazarlıyorlar yahu!
Hele benim muhtaç olduğum progresiflerdeki kâr marjları yüz misli! 4 buçuk avroya
maliyeti olan gözlük, 500 ila
1300 avroya kadar gidiyor.
“Bundan bize ne!” demeyin,
bildiğim kadarıyla Türkiye’deki
bizim gözlükçüler gözlükleri
Avrupa’dan ithal ediyorlar.
Bir kâr da onlar koyuyor mu
üzerine?
Ne bereketli işmiş bu gözlükçülük, yanlış yollarda koşturup
durmuşuz!
***
Mahallede bir Yunan bakkalı var; geçenlerde önünden
geçiyorum, bana laf attı. Beyaz
peynir Yunanmış, zeytin Yunanmış, kahve Yunanmış… Vitrinde böreğe benzer tuhaf bir
şey duruyor, “Bu ne bre?” diye
sordum, “İspanaklisubörekidis”
diye cevap verdi.
Musakka olmuş “musakkas”,
dolma olmuş “dolmades”…
1976’da Londra’da bizim döneri
“döneris” diye satıyorlardı,
sonradan adını “gyros” olarak
değiştirdiler. Ama “İspanaklisubörekidis” için hayli zahmet
çekmiş çocuklar, varsın yesinler bari!
Bilvesîle bir anekdotla bitireyim: İranlı İstanbul’a gelmiş,
girmiş bir lokantaya, iki ayrı
çeşit yaprak sarmasını görünce
şaşırmış, hikmetini suâl etmiş,
“Bu etli sarmadır, buna da yalancı dolma denir” diye izah
etmişler. “Dolmanın yalancısı
nasıl olur?” diye merak ettiğinden ısmarlamış. Tabağındaki
sarmayı çatalıyla bölmüş, bakmış ki içinde pirinç var. İranlıların pirinç ile olan muhabbetleri malûm, çağırmış garsonu,
“Madem bunda hile yok, neden
yalancı deyip yaprağın içine
gizlersiniz?” demiş.
Sıhhat ve sürûr içerisinde
idrâk edeceğimiz nice güzel
baharlar diliyorum…
nisan 2016
19
Dünya Ajanda
“Sarajevo, divno mjesto!”
AVRUPA’da yaşanan birtakım bombalı eylemlerin ardından medyaya düşen görüntülerde, söz konusu saldırılarda zarar gören ve feryatlarla sağa sola kaçışan insanlar gösteriliyordu.
yerinde terörü kınama ve terörün zarar verdiği ülkeye destek
olma adına o ülkenin bayrağı
gönderlere çekildi. Hatta bazıları kendi ülke bayraklarını
yarıya dahi indirdiler. Ancak ne
göndere çekilen bayrak Türk
bayrağı oldu, ne de hatırına
bayraklarını yarıya indirdikleri
ülke Türkiye.
Elbette kadim kardaşımız
Azerbaycan bütün jestlerini
gösterdi. Bayraklarını yarıya
indirdi, gönderlerine bayrağımızı çekti, hatta Azerbaycan
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev
çıkıp geldi. Ancak ikiyüzlü
Avrupa’nın kendi coğrafyasından bir örnek daha etkili
olacaktı. Öyle ya, hiçbir yetkinlikleri olmadığı hâlde AB’ye tam
üyelik sağladıkları gecekondu
tipi ülkelerin kendilerine uşaklık edeceklerini bilen Avrupa
derebeyi ülkeleri, “Biz de AB
üyeliğine adayız, Brüksel’deki
saldırıyı da kınıyoruz; ancak
özümüzü, kardeşlerimizi umursamazlıktan da gelemeyiz!” özetiyle sunulabilecek bir tepkiyle
karşılaştılar. Özü ve kardeşliği
taze tutan ilk unsur “ortak hafıza” olunca, Türk bayrağının
“Saraybosna’nın hafızası”nda
resmedilmesi Avrupa için ne
müthiş oldu, değil mi?
Saraybosna Belediyesi’nin
aldığı kararın ardından yapılan
bu jest, Dino Merlin’in o temiz
ezgilerinden birini anımsatıp
dilimden düşürüverdi. Diyordu
ki, “Sarayevo, güzel şehir!/ Sensiz bile seninim…/ Sizin oğlunuz
bile değil bunlar!/ Ve seninleyim…”
>> Terör gibi bir alçaklığın
mâsum insanları ne büyük
ıstıraplara düşürdüğünün yanında, maalesef Türkiye’nin bu
alçaklıkla mücadelesini ancak
köstekleriyle köstekleyen
Avrupa’nın ikiyüzlülüğü de
geldi aklıma.
Ancak aklıma gelenler sadece bunlar değildi. O insanların
feryat figan içinde sağa sola
kaçışları, canavar Avrupa’nın
canavar hislerle izlediği BosnaHersek’i de getirdi aklıma. Zira
bugün terörle insanlarını yeni
bir algıdan geçiren Avrupa
isimli canavarın çok uzak olmayan tarihlerde ve yanı başında
gerçekleşen Boşnak soykırımını
nasıl izlediğini hatırladım. Doğru ya, hiç aklımdan çıkmıyor!
20
nisan 2016
His yoksulu caniler nişancı
tüfekleriyle adeta avlarken
Müslümanları, Avrupa’nın
sesini duymamak için kulaklarını, durumu görmemek için
gözlerini kapattığı Bosna’da
kaçılacak an dahi bulunamıyordu. Feryat ederek kaçışan
insanlar yoktu sokaklarda, zira
işkence kamplarında toplanıyorlardı. İnsanlıktan çıkmış ve
hayvandan daha aşağıya inmiş
bu deyyusluğun hakkından
gelmek yerine kendisini de bulmasını hiç düşünmedi Avrupa.
Belki de bunu bekledi…
Tam da bu hislere kapılıp
Türkiye’nin hem doğrudan bazı
devletlere, hem bu devletlerin
beslediklerini özellikle şu
sıralarda saklamadıkları terör
örgütlerine, hem de içerideki
maşalara karşı yürüttüğü mücadelede yalnız kaldığını düşünürken, Rabbim ziyadesiyle bir
güzellik gösterdi bu kuluna.
Bütün dünya Avrupa’daki
terör saldırılarına karşı ağız ve
aksiyon birliği edip Türkiye’de
yaşananları günübirlik kınamalarla geçiştirirken, Dîn-i
Mübîn-i İslâm’ın son burcu
Bosna-Hersek’in başkenti
Saraybosna’da, Saraybosna
Belediyesi’nin aldığı kararla,
“Saraybosna’nın hafızası” diye bilinen Vijecnica
Kütüphanesi’nin üzerine ışıklandırmalarla asil bayrağımız
resmedildi.
Aslında dünyanın birçok
Evet, Saraybosna bizimle, biz
onunla… Ve uzakta olsak da, o
bizim, biz onunuz…
Terörün alçaklığı karşısında
Bosna’da bayraklar yarıya
“indirilmedi”. Terörün alçaklığı
karşısında Bosna’da ikiyüzlü
kınamalar da yapılmadı. Ancak
bu alçaklık karşısında “hafıza”
hatırlatıldı. Bu hafıza yalnız
tarihe dair değildi tabiî. Bosna,
ne olduğumuza dair hafızanın
da kodlarını sundu bu tepkiyle.
Doğru ya, “Bilge” bir sözlük
vardı ellerinde kalan…
“Malcolm X, İslâm âleminde
herhangi bir ırkçı duygunun bulunmayışını nükteli bir şekilde
‘renk körlüğü’ olarak tanımlar.
Müslümanlar rengi değil, insanı
görürler.” (Aliya İzzetbegoviç)
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
“Belhum adâl” mi dediniz?
İran, PYD’ye
“MÜLTECİ Krizi” adıyla Avrupa’yı saran buhranın gerçekten
de bir kriz olduğunu düşünmüyordum. Zira daha evvel bu konuya dair yansıttığımız notlara bakınca meselenin sebepleri ve
sonuçlarıyla bir “Kavimler Göçü” tekrarı gibi algılanabileceğini
dahi belirttiğimi hatırlıyorum.
gönderdi
füze rampası
aortunda baloncuklar oluşmuş.
Bu yüzden kriz geçiriyormuş…
>>Ancak nereden bilebilirdim ki Avrupa’nın gerçekten
aklını kaçırdığını ve manzarayı
görünce zihin ve histen yoksun
hareketler yapacağını?
UEFA Şampiyonlar Ligi Çeyrek Final karşılaşmaları öncesi
son eleme turu maçlarından
biri olan Atletico Madrid-PSV
Eindhoven karşılaşması öncesindeki mide bulandırıcı
görüntüler, tahmin edemediğim bu krizin delillerini sundu
bana. Meğer Avrupa gerçekten
bir mülteci krizi yaşıyormuş.
Meğer Avrupa’nın bu sorunu
düşünmekten beyin damarları
tıkanmış. Meğer Avrupa’nın
bu meseleyi dert edine edine
Sözünü ettiğimiz maç öncesinde PSV Eindhoven’in Hollandalı taraftarları, toplandıkları
meydanda bulunan Suriyeli
mültecilerle tuhaf bir şekilde
alay ettikleri zannıyla iğrenç
hareketlerde bulundular. Doğrusu onlar bu hareketleri yapınca, çocuğu “Belhum adâl nedir
anne/baba?” diye soran ebeveyn için de gösterilecek somut
bir adres ortaya çıkmış oldu.
Suriyelilerin üzerlerine bozuk para atan Hollandalılar, asıl
alay edilenin kendileri olacaklarını unuttular. Doğru ya,
Hollanda’da uyuşturucu madde
kullanımı ve satışı yasal…
Aman Hollandalı (Batılı)!
Uyuşunca unutur, unutunca
ölürsün…
Hizbullah, terör örgütü ilân edildi
KÖRFEZ İşbirliği Konseyi
tarafından yayımlanan yazılı
açıklamada, Lübnan merkezli
Hizbullah yönetiminin tüm
elebaşlarına bağlı ve örgütün
kendisinden doğan diğer tüm
örgütler “terör örgütü” kapsamına alındılar.
KİK Genel Sekreteri Abdullatif bin Raşid ez-Zeyanî bu
kararın, Hizbullah’ın saldırgan eylemlerini sürdürerek
Körfez ülkelerinin gençlerini
kendi savaşçısı yapması, terör
eylemleri, silah kaçakçılığı,
fitne ve kaos için kışkırtması,
bununla da Körfez ülkelerinin
egemenliğini, güvenliğini ve
istikrarını hedeflemesi nedeniyle alındığını ifade etti. Hizbullah
militanlarının Suriye, Yemen ve
Irak’ta yaptığı terör eylemleri ve
provokasyonların ahlâkî ve de
hukukî değer ve ilkelerle bağdaşmadığı ulusal güvenlik için
tehdit oluşturduğu şeklinde
değerlendirdiğini kaydetti.
İRAN, Suriye’de
PKK’yı aktif olarak
kullanıp maddî ve lojistik destek vermeye
devam ediyor.
>> İstihbarat ve güvenlik
birimleri, “Cevad” adındaki bir İranlı komutanın,
PKK’nın Suriye yapılanması
PYD güdümlü Suriye Demokratik Güçleri Komutanı
Sipan Hemo ile özel bir
görüşme gerçekleştirdiği
bilgisine ulaştı. Bilgiye göre
İranlı general, Hemo’ya 3
buçuk milyon dolar para ile
füze rampası verdi.
ABD’li yetkililerin “ateşkes süreci” kapsamında
Suriye’de bulunan İran
güdümlü yabancı savaşçıların çekilmeye başladığını
açıklamasına karşın İran’ın
ülkedeki asker ve gerilla tipi
savaşçı sayısını arttırdığı,
Devrim Muhafızları’nın
Lübnan, Irak, İran ve Afganistan gibi ülkelerden
savaşmaları için Suriye’ye
getirdiği binlerce militana
bin 200 kişi daha ekleyerek
Halep’e konuşlandırdığı
bilgisi verildi.
Bu noktada İran,
Rusya’nın Suriye’den çekilmesine ilişkin olarak konunun somut anlamda net bir
gerçeklik göstermediğini savunuyor ve Suriye topraklarından net ve tamamen
çekilmenin bölgede oluşacak yeni düzlemde zafiyet
getireceğini belirtiyor.
nisan 2016
21
Dünya Ajanda
Barzanî: “Kürt Devleti kurulacak!”
HER fırsatta Türkiye ile ilişkilerini sağlamlaştırmaya gayret ederek ABD’nin PKK-PYD ayrımına dahi eleştirilerini arz edip “PKK
da, PYD de aynı” söylemini yineleyen Irak Kürt Bölgesel Yönetimi
Başkanı Mesud Barzanî, Ortadoğu’daki mevcut sınırları yeniden
düşünmenin zamanının geldiğini ve Kürtlerin bir devletinin olması gerektiğini tekrar dillendirdi.
Mısır’da
7 idam kararı
MISIR’da Askerî Ceza
Mahkemesi’nin 7 darbe karşıtı hakkında verilen idam
cezasını onadığı belirtildi.
>>Irak topraklarında gelecekte bir Sünnistan kurulması
ihtimâli bulunduğunu belirten
Barzanî, Suriye’de de rejimin
barışçıl isyana şiddetle yanıt
vermesinin mezhep hatları
boyunca ülkeyi böldüğünü
belirtti ve artık Suriye’nin birleşmesinin çok zor olduğunu öne
sürdü.
Barzanî, söz konusu beyanlarına yüz yıllık bir izahla şöyle
bir ek yaptı: “Kürtlere gelince…
1923 tarihinde yapılan Lozan
Antlaşması’ndan bu yana
bağımsızlığı hayâl ediyor. Söz
konusu antlaşmada Osmanlı
İmparatorluğu’ndan geri kalanlardan Kürtlere bir devlet
sağlanması taahhüdüne uyulmadı!”
Kendi Kürt devleti vizyonunun yalnız Iraklı Kürtleri
kapsadığını söyleyen Barzanî,
ABD’nin Iraklı Kürtlerin bağımsızlığına destek vermediğinin
hatırlatılması üzerine, “ABD bize
karşı hareket etmez, karşı çıkmazsa, çok minnettar kalırız”
diye ekledi.
22
nisan 2016
lantısında soruları yanıtlayan
Ukrayna Devlet Başkanı Petro
Poroşenko, Rusya tarafından
hapiste tutulan Ukraynalı pilot
ve milletvekili için Cumhurbaşkanı sıfatıyla anayasal hakkını
kullanarak Moskova yönetimi
ile değişim yapmaya hazır
olduklarını söyledi.
Yunan vekil
AP’den kovuldu
Sanırım Barzanî’nin bu söylemleri üzerine sayfalar dolusu
analiz yapılabilir. Bizse burada
kilit birkaç cümlesini alıntılayarak tarihe not düşüyoruz.
Ukrayna değişim yapmaya hazır
TÜRKİYE Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde
Cumhurbaşkanımız Erdoğan ile
Ukrayna Devlet Başkanı Petro
Poroşenko’nun baş başa görüşmesi ve Türkiye-Ukrayna Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey
Oturumu gerçekleşti. Görüşme
sonrası yapılan ortak basın top-
Mahkemede, dosyaları
daha önce idam konusunda
görüş alınmak üzere müftülüğe gönderilen ve 3’ü
gıyabında yargılanan 7 kişi
hakkında idam cezası verildiği kaydedildi. Sanıklardan
2’si gıyabî olmak üzere 5’i
hakkında müebbet, 2 gıyabî
sanık hakkında 15 yıl, 2 sanık hakkında da 3 yıl hapis
cezası verildiği ifade edildi.
Karara itiraz yolunun açık
olduğu kaydedildi.
AVRUPA Parlamentosu’ndaki konuşması sırasında Türklere hakaret eden
aşırı sağcı Yunan milletvekili salondan atıldı. Bu tür
ifadelerin kabul edilemeyeceğini söyleyen Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin
Schulz, vekil hakkında iç
soruşturma başlatacağını
aktardı.
Ömer Bekir Sadık
Belçika’da Paris tipi eş zamanlı terör saldırıları
AB ve Belçika’nın başkenti Brüksel’de art arda düzenlenen bombalı saldırılarda toplam 34 kişi yaşamını yitirdi.
üst seviyeye çıkarıldı.
“Kuzeyin Gök
Gürültüsü”
Söz konusu patlamalar,
Paris’teki eşzamanlı saldırıların faillerinden Salah
Abdelselam’ın Brüksel’de yakalanmasıyla ilişkilendiriliyor.
Zira Abdelselam, bu patlamalardan sadece üç gün önce
yakalanmıştı.
>> Brüksel Zaventem
Havalimanı’ndaki iki patlamada 14, Brüksel metrosundaki
patlamadaysa ise 20 kişi can
verirken, 170 kişi de yaralandı.
Saldırıyı DAEŞ üstlendi.
Havalimanındaki saldırının
intihar saldırısı olduğu ortaya
çıkarken, saldırganın patlamadan önce silahla çevreye ateş
açtığı da öğrenildi. Havalima-
nında ayrıca patlamamış bir
intihar yeleği de bulundu.
Yine Zaventem
Havalimanı’nda meydana gelen ikiz patlamanın ardından,
Avrupa Birliği’ne ait kurumların
bulunduğu bölgeye yakın Maelbeek Metro İstasyonu’nda da
bir patlama meydana geldi. Patlamaların meydana gelmesinin
ardından ülkede terör alarmı en
PYD federasyon ilân etti,
45 aşiret ayaklandı
Brüksel’deki patlamaların
failleriyle ilgili olarak Türkiye
adına konuşan Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın “Biz yakalamış ve
sınır dışı ederek Belçika’ya
bildirmiştik” şeklindeki açıklaması ise söz konusu saldırıların
ardından birçok tartışmayı
peşinden getirdi. Erdoğan’ın
açıklamalarına hiçbir cevap
veremeyen Belçika hükûmeti,
Belçika İçişleri Bakanı’nın bu
sözler üzerine istifasıyla bir kez
daha sarsıldı.
Geçmiş olsun Belçika! Saldırıyı kınıyoruz…
ler. Şanlıurfa’da gerçekleşen
toplantıda, PYD’nin ilân
ettiği sözde “Kuzey Suriye
Federasyonu”nun Suriye halkına ihânet olduğu ve kararın
bu ilânın kesinlikle tanınmayacağı ifade edildi ve Ceyş Aşair
el-Şarkiyye ordusunun terör
örgütü PYD bitirilene kadar
dağıtılmaması konusunda
mutabakata varıldı.
Bu arada Suriye’de muhalif
birliklerin, Halep’in kuzeyinde
oluşturulması öngörülen güvenli bölgede DAEŞ’e büyük
bir operasyon düzenlediği de
bildirildi.
TERÖR örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD, ABD yardımlarıyla
ele geçirdiği bölgelerde federasyon ilân etti. Ancak bu gelişme,
Suriye’deki aşiretleri ayağa
kaldırdı. Şanlıurfa’da bir araya
gelen 45 aşiretin lideri, PYD’ye
karşı “Ceyş Aşair el-Şarkiyye”
adıyla bir ordu kurulmasını
kararlaştırdı. Halep, Deir ez-Zor, Rakka
ve Haseke’nin önde gelen
aşiretlerinin reisleri, Özgür
Suriye Ordusu (ÖSO) Genelkurmay Başkanı Tuğgeneral
Ahmet Berri’nin de katıldığı
bir toplantıda bir araya geldi-
Azez-Cerablus-Mari hattında oluşturulması öngörülen
güvenli bölgeye düzenlenen
operasyonda Mregel köyünün
kontrolü DAEŞ’ten alındı. Operasyona Sultan Murat Tugayı,
Mutasım Tugayı, Feylak eş-Şam
Tugayı, Sukur el-Cebel Tugayı,
99. Tümen, Ahrar Suriye ve Liva
Hamza adlı gibi tugaylar katıldı.
Muhalif birlikler daha önce de
Karaköprü, Havar Kilis, Dudyan,
Tukli ve Barağid köyünün kontrolünü terör örgütü DAEŞ’ten
almaya muvaffak olmuşlardı.
SUUDÎ Arabistan’ın başını çektiği “Kuzeyin Gök Gürültüsü” ismiyle düzenlenen
askerî tatbikata Müslümanların yönettiği 20 ülkeden
askerî birlikler katıldı.
“Bölge tarihinin en büyük askerî tatbikatı” olarak
nitelendirilen tatbikat için
söz konusu 20 ülkenin
yanı sıra El-Cezire Kalkanı
Gücü’nden birlikler de yer
aldı. Suudî Arabistan’ın
kuzeyindeki Hafer el-Batın
iline bağlı Kral Halid Askerî
Bölgesi’nde yapılan tatbikat, ülke sayısının fazlalığı,
gelişmiş teknoloji ürünü
silahların kullanılması,
hava savunma sistemleri
ve deniz kuvvetlerinin de
iştirâkiyle bu zamana kadar
gerçekleştirilmiş en büyük
tatbikat olma özelliğini
taşıyor.
Vatandaş kılıklı
teröristlerden
bir kundaklama daha!
BATI Şeria’da geçtiğimiz
Temmuz ayında Filistinli
Devabişe Ailesinin evini
kundaklayan Yahudî teröristler, saldırının en önemli
tanığına ait evi de kundakladılar. Geçtiğimiz yıl evi
ateşe verilen Devabişe Ailesinin kundaktaki bebekleri
katledilmişti.
nisan 2016
23
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
24
Müdafaanın makulü
mantığından bellidir!
Y
AYIN hayatına yeni giren şey her neyse,
hâliyle temiz bir hevesle en yeniyi takip etmeye koyuluyor insan. Karar gazetesi de
medyamızın en taze soluklarından biri olunca, daha matbudan evvel internet ortamında sunulan
ilk hâliyle nasıl izler taşıdığına dair merak uyandırmıştı.
Basılacağı güne kadar her gün sayfasına bir kez de olsa
girdiğim Karar’ın bu süreçte önemli ve mutlaka not etmeye değer yorum ve haberleri oldu.
nisan 2016
Ancak Karar hakkında güzel temennilerde bulunsam da daha bir ayını yeni
doldurmuşken, Medya Ajanda’nın maalesef hicivli sayfalarında konu edinmek
üzere bir yazıya yer vererek mutfak ve
yazar kadrosuna bir tür nazarlık takmak
istiyorum.
5 Şubat 2016 günü “Bülent Ağabey” başlıklı makalesinde Karar yazarı Elif Çakır,
CNN Türk’te Taha Akyol’un konuğu olarak
verdiği röportajdan dolayı eleştirilen eski
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı müdafaa etmek istemiş. Doğru, vefâ çok önemli!
Ancak…
Dilerseniz önce yazıyı beraber okuyalım…
“Benim Bülent Arınç’a ‘ağabey’ dememe
kızıp, hop oturup hop kalkacak arkadaşlar,
sakin olun, derin bir nefes alın, hepiniz
yerlerinize oturun ve arkanıza yaslanın!
Don’t panic!
Biz Bülent Arınç’a ‘ağabey’ demeyi de,
Arınç’ın ağabeyimiz olduğunu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan öğrendik. Eminim,
Cumhurbaşkanı Erdoğan an itibariyle
Bülent Arınç’la karşılaşsın, yine ‘Bülent
Ağabey’ diyerek sitem edecektir.
Arınç hepimizin ‘ağabeyi’ değil miydi? Ne oldu? Dün söyleyemediği neyi
söyledi de ‘Ağabey’ makamından ‘Cübbeli
Bülo’ seviyesine indirilip akıl almaz, vicdan
kabul etmez hakaretlere maruz bırakıldı,
infaz koltuğuna oturtuldu?
>>Farklı birkaç gazete ve hatta medya
grubunun başında yer almış önemli isimlerin bir araya geldiği ve medyadaki seviyesizliğe dair düştükleri notla başladıkları
gazetenin ülkemiz yazın hayatına hayırlı
olmasını diliyorum.
Bülent Arınç yolda bulunmuş değil,
bilakis Erdoğan’ın yola beraber çıktığı
dava arkadaşıdır. Konjonktürel fayda
gördüğü, yola eklemlenmiş bir kişi değil,
bilakis o yolun sonunun ne olduğunun
öngörülemediği zor yıllarda yola revan
olmuş birisidir. Millî Nizam döneminden
bu yana bu davanın ceremesini, çilesini,
cefasını fazlasıyla çekmiş birisidir. ‘Cübbeli
Bülo’nun kim olduğunu bilmem, bir kartvizit mi gösterildi, anlamadım; ama Bülent
Arınç ‘cübbe’sini mağdurların, mazlumların hakkını savunmak için dün de giydi,
bugün de giyer, yarın da giyecektir. Bunun
kararını troller ve trolleşmiş kafalar değil,
kendisi verecektir. O malum güruh ‘Elini tutan mı var, giy
cübbeni!’ diyerek onu aşağılamak maksadıyla söyleyebilir de… Bülent Arınç cübbesini giyecekse, hukuksuzluk garabetinin
karşısında durmak için giyecektir.
Uluğ Bayındır // [email protected]
Giymelidir de… Bu benim
şahsi kanaatim. Kendisiyle bir gün görüşürsem eğer şunları söyleyeceğim:
‘Sizin de Hükûmet’te olduğunuz dönemde paralel yapı
direkt sizin hükûmetinizi hedefleyen bir darbe girişiminde
bulundu… 17-25 Aralık darbesini
size anlatmam abesle iştigâl
olur elbette. Evet, bu, 28 Şubat
darbecilerinden daha aşağılık
bir darbe girişimiydi. Paralel
yapıyla sonuna kadar hukukî
zeminde mücadele edilmeli. Sizin 17 Aralık darbe girişiminin
ertesi günü ve sonrasında bu
yapıya dair yaptığınız sert
açıklamalara dayanarak aynı
kanaatte olduğumuzu düşünüyorum.
Yine sizin söylediğiniz gibi,
durum ne olursa olsun, ‘Hukuk
içinde kalmaya mecburuz’!
Paralel örgütle hukukî zeminde
sonuna kadar, hiç acımadan
mücadele edilmesi gerekmektedir. Ancak bu dâvâ yürütülürken mağduriyetler yaratılmamalıdır. Hükûmetiniz daha ilk
günden itibaren paralel örgütün
elebaşlarıyla ‘cemaat görünümlü’ bu örgüte destek vermekten
başka hiçbir günahı olmayan
halkı hassasiyetle ayırdığını
deklare etti. Defalarca kez, her
ortamda, her platformda... Ama
şimdi öyle görünüyor ki, geçmişte Ergenekon dâvâlarında
olduğu gibi ‘Koy sepete!’ mantığı
içerisinde suçlu ve mâsum
ayrımı yapılmıyor ya da paralel
örgüt dâvâsında tâli yollara
sapılıyor. Süreç, mağdurlar
doğuruyor. Dün Ergenekon dâvâlarında
‘Tâli yola sapılıyor’ dediğimizde
adımız ‘Ergenekoncu’ya çıkıyordu, bugün akıldan, izandan
yoksun bir şekilde ‘kripto
paralel’e. Siz bu dâvânın salahiyeti açısından, sadece Cemaat’e
destek vermekten öteye bir
günahı olmayan mâsumlara
yönelik dâvâlarda ‘mâsumlar
için’ cübbenizi giyiniz!’ Mevzuya dönecek olursak... Deniliyor ki, ‘Ama Bülent
Arınç CNN Türk’e çıkıp konuştu’. Diyorum ki, ‘El-hak haklısınız! CNN Türk’e çıkıp konuştu’.
Gönül isterdi ki daha makul bir
televizyona çıkıp konuşsaydı…
Ama keşke çıkabilseydi, değil
mi? Davet edilseydi, eminim
CNN Türk’te ne konuştuysa,
noktasına virgülüne dokunmadan aynısını konuşurdu. ‘Konuşamazdı’ diye iddia eden var mı
aranızda?
Deniliyor ki, ‘Ama dün konuşmuyordu, bugün partiden ayrılınca konuşuyor’. Vallahi çarpılırsınız arkadaşlar, bütün medya
arşivi ortada! Girin Google’ye,
‘Bülent Arınç sert açıklamalar’
yazın… Bırakın 13 yıllık AK Parti
hükûmetlerinin iktidarını, size
Refah Partisi kongrelerinden
Fazilet Partisi’ne kadar eleştirdiği, kafa tuttuğu her şey, tüm
açıklamaları gelecektir. Bir örnek: 2000 yılı 14
Mayıs’ında, Fazilet Partisi kongresinde konuşmuş, yuhalanmış.
Gençlere yönelik tespiti ise
enteresan olduğu kadar bir
kelime değişikliğiyle günümüze
de uyarlanabilecek türden: “Biz
millî gençlik yetiştirmek için
yola çıktık, ortaya tamtamcı
gençlik çıktı.” Alın, bu sözü
günümüze uyarlayın, bakalım
ortaya ne çıkacak: “Dindar gençlik yetişsin istedik, trol gençlik
oluştu” mu?
Arınç’a hakaret eden arkadaşlarımız 14 Mayıs 2000
tarihindeki Fazilet Partisi kongresinin, AK Parti ve Erdoğan’ın
liderliğinin yolunu açtığını
biliyorlardır sanırım. ‘Sen kimsin Arınç?!’ diyenler geçmişe
‘kısa’ bir yolculuk yaparlarsa,
onun kim olduğunu gayet iyi
öğreneceklerdir. Devam edelim… Hükûmet
sözcülüğü, Başbakan Yardımcılığı yaptığı dönemde
hükûmetinin sevmediği politikalarını eleştiren, doğru bulmadığı hususlarda arıza çıkartan
Bülent Arınç değil miydi? Ve
yine neredeyse ayda bir kez
kabîne sonrası açıklamaları
krize dönüşen? ‘Bizim Başbakanımız yiğit
adamdır, merttir’ diyen de
Arınç’tı, ‘Ben sizin kâtibiniz değilim, benim de söyleyeceklerim
var. Bu partiyi birlikte kurduk,
yanlış gördüğümü söylerim’
diyerek maraza çıkartan da
Arınç’tı.
Deniliyor ki, ‘Ama mâsum
değiller, onlar küskünler, kesin
bir hareketlilik olacak, parti kuracaklar, bu açıklamalar boşuna
değil’. Diyorum ki, ‘Ben parti
kurmalarını istemem. Kuracakları partinin bir karşılığının olacağına da inanmıyorum. Böyle
bir ihtiyaç yok’. Ama… Arkadaşlar, ne mahzuru var? Tek parti
döneminde mi yaşıyoruz? AK
Parti’den ayrılıp farklı bir siyasî
oluşum içine girmelerinde nasıl
bir sorun var? Cumhurbaşkanı Erdoğan,
1993 yılında Ahmet Altan ve
Neşe Düzel’in sunduğu Dinamit
programında, ‘Fazilet Partisi bir
siyasî partidir, İslâm değil, elbette eleştirebilir!’ demişti. Ben
de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
bu sözünden yola çıkarak diyorum ki, ‘AK Parti bir din değil;
kutsallığı, dokunulmazlığı yok.
AK Parti’den ayrılıp bir parti
kurulması da AK Parti’ye şirk
falan değildir’. Dahası, ne üç ay öncesinde
yüzde 49 buçuk oy almış bir
partiyi Bülent Arınç’ın eleştirmesi partiyi yerle yeksan eder,
ne de Arınç’ın eleştirileri bu
ülkenin yüzde 52 oyunu alarak
Cumhurbaşkanlığı’na seçilmiş
Erdoğan’a zarar verir. Dolayısıyla ‘Yetişin komşular, Erdoğan’a
ihanet ediyorlar!’ yaygarası
koparmanın bir lüzumu yok! Size bir şey söyleyeyim
mi? ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan
kırmızı çizgimiz’ diye ortalığı
velveleye verenlerden ziyade,
eminim ki Cumhurbaşkanı
Erdoğan, Bülent Arınç’ın kırmızı
çizgisidir.
Bülent Arınç’ın CNN Türk’te
yaptığı konuşmalara itirazlarım, eleştirilerim vardı. Ancak
o kadar çok hakarete mâruz
kaldı ki… Bu kadar trol saldırının
olduğu bir ortamda ‘Bülent
Ağabey’in yanında yer almanın
daha doğru olduğuna inanıyorum. Hamiş: Medyadaki genç arkadaşlara değil, ancak AK Parti’de
siyaset yapan genç arkadaşlara,
vakitleri olursa Orson Welles’in
‘I know what it is to be young’
şarkısını dinlemelerini tavsiye
ederim. Keyifle dinleyeceklerdir. Der ki Welles şarkısında,
‘Ben genç olmanın ne olduğunu
biliyorum,/ Fakat sen yaşlılığın
ne olduğunu bilmezsin’.
Özetle, bir gün hepiniz yaşlanacaksınız. Bu gidişle size de
‘Çekil git!’ diye bağıracak gençler
olacaktır.”
Elif Çakır’ın makalesi böyleydi. Onun bu yazısına karşılık
yukarıda bıraktığımız “Ancak…”
ibaresinden devamla naif bir
hikâyeyi Kur’ân’dan birkaç
âyetle (Yûsuf, 10-20) hatırlatarak
bu konuyu noktalayacağım.
“10. Onlardan biri, ‘Yûsuf’u
öldürmeyin, eğer mutlaka yapacaksanız onu kuyunun dibine
atın da geçen kervanlardan biri
onu alsın (götürsün)’ dedi.
11. Dediler ki, ‘Ey babamız!
Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?
Oysa biz onun iyiliğini istemekteyiz.
12. Yarın onu bizimle beraber
(kıra) gönder de bol bol yesin
(içsin), oynasın. Biz onu mutlaka koruruz’.
13. (Babaları) Dedi ki, ‘Onu
götürmeniz beni mutlaka üzer.
Siz ondan habersizken onu bir
kurdun yemesinden korkarım’.
14. Dediler ki, ‘Hakîkaten biz
(kuvvetli) bir topluluk olduğumuz hâlde eğer onu kurt yerse,
o zaman biz gerçekten âciz
kimseler sayılırız’.
15. Onu götürüp de kuyunun
dibine atmaya ittifakla karar
verdikleri zaman Biz, Yûsuf’a,
‘Andolsun ki sen onların bu
işlerini, onlar (işin) farkına varmadan kendilerine haber vereceksin’ diye vahyettik.
16. Akşamleyin ağlayarak
babalarına geldiler.
17. ‘Ey babamız!’ dediler, ‘Biz
yarışmak üzere uzaklaştık;
Yûsuf’u eşyamızın yanında
bırakmıştık. (Ne yazık ki) onu
kurt yemiş! Fakat biz doğru
söyleyenler olsak da sen bize
inanmazsın’.
18. Gömleğinin üstünde sahte
bir kan ile geldiler. (Yakub) dedi
ki, ‘Bilakis nefisleriniz size (kötü)
bir işi güzel gösterdi. Artık (bana
düşen) hakkıyla sabretmektir.
Anlattığınız karşısında (bana)
yardım edecek olan ancak
Allah’tır’.
19. Bir kervan geldi ve sucularını (kuyuya) gönderdiler, o da
(gidip) kovasını saldı, (Yûsuf’u
görünce) ‘Müjde, işte bir oğlan!’
dedi. Onu bir ticaret malı olarak
sakladılar. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir.
20. (Kafile Mısır’a vardığında)
onu değersiz bir pahaya, sayılı
birkaç dirheme sattılar. Onlar
zaten ona değer vermemişlerdi.”
nisan 2016
25
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
26
MAYA SAĞLAM OLUNCA…
B
İLDİĞİNİZ üzere bazı zamanlar bu sayfalarda
“Yiğidi öldür, hakkını yeme!” türünden paylaşımlarda da bulunuyorum. Sürekli tenkitle işin
sürmesi mümkün değil. Medya dünyasında güzel işler, güzel davranışlar gördüğümüzde hakkını vermenin gayretine düşüyorum. Buna dair sayfalarımızda
türlü örneklerimiz mevcut.
>> İşte bu örneklerden
birini daha sunacağım size!
Malûmunuz, bizim mahallenin eli kalem tutan
kıymetli yazarlarından
Hakan Albayrak, TRT
Diyanet TV’de sunucuyorumcu olarak katıldığı
“Neden?” adlı programda
değerli mütefekkir-yazar
Yusuf Kaplan ile bir tartışmaya girmiş, daha sonra
programdan ve hatta birkaç
bahaneyle de Genel Yayın
Yönetmeni olduğu gazeteden ayrılmıştı. Tabiî Albayrak yine boş durmadı, bir
gazete daha çıkardı. Müstakil Gazete Başyazarı Hakan
Albayrak, dış politikaya
yönelik eleştirilerini benimsemediği Yusuf Kaplan’ı
hedef alan tepkilere karşı
şöyle bir yazı kaleme aldı:
“Mütefekkir-yazar Yusuf
Kaplan, Diyanet TV’deki
‘Neden?’ programında
Hükûmet’in dış siyasetini,
nisan 2016
bilhassa Suriye meselesinde alınan tavrı ve
Avrupa Birliği ile ilişkilerin
‘dondurulmasını’ çok ağır
ifadelerle tenkit etti. Tenkitlerine katılmıyorum. Kimse
katılmak mecburiyetinde
değil. Elbette itirazlar yükselecek, cevaplar verilecek.
‘Batırdılar memleketi’, ‘manyak’, ‘jöleli’ gibi kelimelerin
geçtiği o tenkitlere, kendi
sertlikleri ve nahoşlukları
ile mütenasip karşılıkların
verilmesi de tabiîdir.
Bununla beraber, İslâm
medeniyetinin ihyâsı için
çırpınan ve en çok bu yönüyle tanınan Yusuf Kaplan
gibi bir münevverimizi, hiç
şüphesiz ümmetin maslahatının öyle gerektirdiğini
zannettiği için dile getirdiği
tenkitlerinden ötürü paralelci, İngiliz ajanı, mason,
hain vs. ilân etmek, aklı
başında olan hiç kimsenin
aklının ucundan bile geçmese gerek. Bunu yapanla-
rın (güya Erdoğan’a bağlılıklarından ötürü yapanların)
akılları başlarında değil!
Yusuf Kaplan mezkûr
programda, ‘komşularla
sıfır sorun’ siyasetinin
‘romantik’liğinden bahisle
açtığı dış siyaset faslında,
adını koyalım, Başbakan
Ahmet Davutoğlu’na yüklendi. (Neyse ki hiç kimse
Davutoğlu’nu korumak
adına Yusuf Kaplan’a ‘kahpe
düşman’ yaftası yapıştırmaya kalkmadı.) Hedefinde
Cumhurbaşkanı Erdoğan
yoktu. ‘Açtı ağzını, yumdu
gözünü’ vaziyetindeyken,
Erdoğan’ın yanına yakıştıramadığı bir danışmana da
kazara ‘dokundurdu’, ama
daha ileriye gitmedi. Gidebilirdi de…
En kritik anlarda
Erdoğan’ı cansiperâne
savunan Yusuf Kaplan’a da
mı çok görecekler bunu?
El-cevap: Hem de nasıl!
Erdoğan’ın danışmanını
menfî bir cümlede zikretmiş
olması bile Yusuf Kaplan’ın
insafsızca tahkir ve tezyif
edilmesine, korkunç iftiralara uğramasına yetti
maalesef.
Twitter veya Facebook’ta
Yusuf Kaplan’ı, güya
Erdoğan’ı müdafaa maksadıyla ‘paralelci’, ‘hain’, ‘ajan’,
‘mason’ gibi ithamlarla
adeta linç eden gençlerin yaptığı şey, Erdoğan’ı
Bağdadî Grubu mantalitesiyle savunmaktır. Erdoğan
böyle bir müdafaayı, böyle
bir dâvâ arkadaşlığını, böyle
bir ‘Reis’ fedailiğini şiddetle
reddetmelidir.
Tekfirci bir akımla karşı
karşıyayız adeta. ‘Adeta’sı
fazla. Tekfirci bir akım bu.
En ufak bir görüş ayrılığını
bile îman-küfür meselesi
yapan asosyal gençlerden
geçilmiyor ‘Reisçi’ sosyal
medya hesaplarında.
Erdoğan’ın bu hususta bir
şeyler söylemesini, çok sert
şeyler söylemesini, ‘trol’
diye anılan bu gençlere
adam akıllı bir ‘ayar’ vermesini, dilimizden düşürmediğimiz aziz medeniyetimize
yakışmayan bu korkunç
furyayı durdurmasını daha
ne kadar bekleyeceğiz?
‘Beni bu şekilde savunanlardan berîyim. Din
kardeşlerimize ve dâvâ
arkadaşlarımıza güya benim hatırım için ahlâksızca
sövüp sayanlar, en ufak bir
görüş ayrılığında hemen
ajanlıkla, hainlikle, hatta
İslâm’a ihanetle suçlayanlar
ya bu yıkıcı tavırdan derhâl
vazgeçerler veya asıl ben
onları hain ilân ederim!’
diye gürlese…
Ben Erdoğan’ın yerinde
olsaydım, bana sataşan düşmanlarıma dâvâ açmaktan
ziyade, benim adıma Yusuf
Kaplan gibi kardeşlerime
hakaret eden sözde dostlarımla uğraşırdım.
Ayıptır, günahtır, yeter!” Uluğ Bayındır
Zarrab tutuklandı, garabet medya coştu!
17
-25 Aralık darbe teşebbüsü sürecinde sıkça ismini
duyduğumuz Reza Zarrab, ABD’de, ABD’yi ekonomik
zarara uğrattığı gerekçesiyle tutuklandı. Peki, bu olayın üzerine bizim garabet medya takımı ne mi yaptı?
Doğru ya, siz benden daha iyi biliyorsunuz…
>> Ancak bizim garabet tayfanın elemanları,
İngiliz ve Amerikan menşeli medyanın “siyasî”
ve “Erdoğan düşmanlığı
taşıyan” yorumlarını
kendi edindikleri vaka
notları gibi sundukça
arıza verdiler. Zira ABD’yi
ekonomik zarara uğratmakla suçlanan birinin
ABD’de tutuklanmasının, bu ülkenin azıcık
geçmişine gidildiğinde
nasıl yorumlandığını şu
küçük örnekle aktarabiliriz: “Cem Uzan ABD’yi
dolandırmış. Helal olsun
adama!”
Her neyse, biz
İngiltere’de yayınlanan
Independent gazetesinin bu konudaki
yorumuna bakalım da
bizim garabet tayfanın
ne anlatmaya çalıştığını
görelim: “Tutuklama
kararı, Erdoğan’ın yakın
çevresine kadar ulaşan
ve kurduğu partinin
itibarını sorgulatan
yolsuzluk suçlamalarını
tekrar gündeme getirdi.
Bu gelişme, zaten gergin
olan Türkiye-ABD ilişkilerini daha da aşağı
çekebilir. Dâvâya bakan
savcı Preet Bharara,
Zarrab’ın Amerikan
yargısı önüne çıkacağını
Twitter hesabı üzerinden duyurunca bir
gecede sosyal medya
fenomenine dönüştü.
Bu olay Erdoğan’ın uykularını kaçıracak!”
Independent’in
yorumuna karşılık,
bu gelişmeleri takip
eden Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın uykusunda
dahi okuyacağı mısraları biz buraya not edelim
madem: “Felek her türlü
esbâb-ı cefasın toplasın
gelsin,/ Dönersem kahbeyim millet yolunda
bir azimetten!” (Namık
Kemâl)
Bu medya, kimin medyası?
ÜLKEMİZ hava sahasına girerek hâdlerini
aşan Rus jetlerinden
birinin düşürülmesi
üzerine dünya gündeminde aylardır süren
bir tartışmanın fitili
ateşlenmişti. Düşürülen
jetten paraşütle atlayarak kurtulan Rus pilotlardan biri, Türkmen
dağı çevresindeki bir
bölgede yakalanmış ve
yine aynı bölgede bombaladığı Türkmenlerce
öldürülmüştü.
Bu konuya dair ilk
açıklama, Türkiye’ye
hemen birkaç kilometre
ötede yaşandığı için
sıcağı sıcağına bir şekilde Türkmen milislerden
gelmişti. “Burası ikinci
Çanakkale!” sözüyle o
günlerde reflekslerimizi
yeniden titreten Alparslan Çelik, söz konusu
pilotu kendisinin öldürdüğünü belirtmişti.
Daha sonra Çelik, sırf
bu beyânı yüzünden
kimi zaman Suriye, kimi
zaman da Türkiye’de
ulusal ve uluslararası
medya tarafından
görüntülenmiş, adeta
Rus istihbaratına ihbar
edilmişti. Ben de Medya
Ajanda sayfalarında bu
tip haberlere yer vermiş
ve eleştirmiştim. Ancak
bu haberlerden daha
alçakçasının yapılacağını tahmin edemezdim.
Zira İzmir’de tutuklandığı yönünde hakkında
haberler servis edilen
Çelik’in Rus kuvvetlerine iade edilmesinin
Türkiye-Rusya arasındaki gerginliği ortadan kaldıracağını ve her şeyin
unutulacağını belirten
haber ve yorumları görünce öfkeden delirecek
gibi oldum.
Alçaklık edeceksiniz
gidin, başka yerde oynayın! Burada hıyanete
yer yok!
Neye inanalım?
İ
SRAİL’in meşhur gazetesi Haaretz, Ankara Güven Park’ta gerçekleşen saldırının ardından şöyle bir haber yayınladı: “ABD’li yetkililer, Türk yetkilileri Suriye’de ateşkesi bozmamaları yönünde uyarmak
amacıyla aradılar!”
>>Bu kısa nottan
yola çıkarak aklınız allak bullak olmuş olabilir. Belki kendi yaşadığımı buraya yansıtıyor
da olabilirim. Ancak
Paris’e gittikleri gibi bir
tesellîye gelmeseler
de ABD’li “yetkililerin”
hangi patavatsızlıkla
bize böyle bir uyarıda
bulunma cüretini gösterdiklerini düşünürken, bütün bu düşünce
girdabının içinde “Size
fâsıklardan bir haber
geldiğinde” şeklinde
başlayan âyeti de hatırladım. Fakat o da bir
yanaydı, zira ABD’nin
PYD ve YPG’yi nasıl
açıkça desteklediğini
ve ülkemize karşı
koruduğunu da her
vatandaşımız gibi ben
de biliyordum.
Haberde, “Ankara’da
meydana gelen terör
saldırısının ardından,
Türkiye’nin Suriye’deki
saldırılarına devam
etmesinden endişe ediliyor. Bu durum, Pazartesi günü Cenevre’deki
Suriye görüşmeleri
zamanında ateşkesin
bozulmasına yol açabilir” ifadesine yer verilirken, yine habere göre
Haaretz’e konuşan “üst
düzey bir Türk yetkili”,
saldırının ardından
ABD ile Türkiye arasında yoğun telefon
trafiği yaşandığını ve
ABD’lilerin Türkiye’ye
“Suriye’de ateşkesi
bozmayın” dediklerini
aktarıyor, bu telefon
görüşmeleriyle ilgili
olarak da, “ABD, Türkiye ateşkese uyduğu
sürece Cenevre’ye
Kürtlerin katılmasına
karşı çıkmaya hâlâ hazır görünüyor” yorumu
yapılıyor.
Bunları okuyunca
insan soruyor: “Neye
inanalım?”
nisan 2016
27
haberajanda
Perspektif
Türkiye’nin
bugüne kadar
olan kazanımlarını yerle
bir etmek ve
eski âcizlik
günlerine
döndürmek
isteyen küresel güçler, terörü azdırarak
Türkiye’nin
güçlenmesine
engel olmaya
çalışmaktadırlar. Terör,
Türkiye’nin
bir numaralı
problemi olarak öne çıktığı
için sivil anayasa, YÖK,
üniversiteler,
bilim, teknoloji, yüksek
teknoloji gibi
ülkenin ana
meseleleri
ikinci plana
düşmüş görünmektedir.
Devlet, birçok
işi aynı anda
yapabilen
yüksek bir
organizasyondur. İşini
lâyıkıyla yapan, sorumluluk bilinci yüksek ve ülkesi
için her türlü
fedakârlığı
göze alan kadrolar oldukça,
bunu başarmak hiç de zor
değildir.
28
nisan 2016
“2023 VİZYONU”,
siyaset ve üniversiteler
E
ĞER Türkiye’de yaşayan bir insan önyargılı, partizan ve ideolojik saplantılı değilse,
2002 yılından günümüze kadar gelen süreçte Türkiye’deki değişikliği görmezlikten
gelemez. Burada vurgulamak istediğim şey, Türkiye’nin konjonktürel sürüklenmesi ile bir yerlere gelmesi değil, kendi iradesi ile kendi kararlarını alıp bir yerlere gelmesi ve geleceğe yönelik bir yol haritası çizmesidir. Bu gerçeği görmek için illa da milletvekili,
bakan, siyasetçi ve bilim adamı olmak gerekmiyor; insaflı, vicdanlı, nesnel (objektif) ve biraz
da hayatın içinde olmak gerekiyor.
>> Eski ve Yeni
Türkiye arasındaki
farkı sadece dünya
konjonktürünün kaçınılmaz bir sonucu gibi
göstermeye çalışan
muhalefet, gûyâ sivil
siyasetin aldığı mesafeyi değersizleştirdiğini sanıyor. Oysa bunu
yaparak gelecekten
umutsuzluğunu açığa
vurduğunun ve kendi
ayağına kurşun sıktığının farkında bile değil.
Eski Türkiye ile Yeni
Türkiye arasındaki en
önemli fark, kapalı
toplumdan açık topluma geçişin yarattığı
değişikliklerdir. Bunu
görememek, siyasî
miyopluktan başka bir
şey değildir.
Gerçekten de 2002
öncesinin Türkiye’si
kendi içine kapanmış,
problemlerini dünya
sisteminden soyutlayarak çözmeye çalışan bir
ülke durumundaydı. Ne
yazık ki, hiçbir problem
ne görmezden gelinerek, ne de halının altına
süpürülerek çözülebilir.
Şimdi ise küresel düzeyde düşünen ve problemlerini dünya sistemi
bağlamında ele alarak
çözmeye çalışan bir
Türkiye’de yaşıyoruz.
Elbette post-modern
çağda 15 yıl hiç de az
Prof. Dr. Turan Güven
[email protected]
bir zaman dilimi değildir.
Yani demek istiyorum ki, bu
zamana çok daha büyük işler
sığdırılabilirdi; ama yönetilmesi giderek zorlaşan bir
Türkiye’de gelinen noktayı
da küçümsememek lâzım.
Köhnemiş yerleşik sistemin
alışkanlıkları devam ederken
küresel terör saldırılarına,
komşularımızdaki iç savaş
ve siyasal istikrarsızlıkların
doğurduğu göç dalgasına,
millî konularda muhalefetin
ortaya koyduğu duyarsızlığa
ve içerideki aydın ihânetine
rağmen Türkiye hâlâ “Bölgede ben de varım!” diyebiliyorsa, buna da şükretmeliyiz.
Hem şükretmeli, hem de çok
çalışmalıyız ki elde ettiğimiz
nîmetleri kaybetmeyelim.
Son 15 yılda gelen
Cumhuriyet hükûmetleri,
Türkiye’de siyasal istikrarın devamını sağlayarak
sivil siyasette bir devrim
yarattı. Geçmişte devlet
memurlarının maaşını ödeme, bütçe yapma, petrol ve
doğalgaz ithâlâtı gibi rutin
işler için kurulan günübirlik
hükûmetlerin yerine, artık
seçimi zamanında yapan
ve geleceği planlayabilen
hükûmetler kuruluyor. Bunun en güzel örneği, 2012 yılında Türk milletinin önüne
konulan “2023 Vizyonu”dur.
“Siyaset, toplum, dünya” ana
başlıkları ile yazılmış bu siyaset belgesi, Türkiye’nin yakın
geleceği için gerçekçi bir yol
haritasıdır. Milletimize bir
ufuk/hedef göstermiş ve az
da olsa bir heyecan vermiştir.
Evvelâ liyâkat!
Hiç şüphe yok ki bu belge,
kutsal bir metin değildir.
Toplumun çeşitli kesimle-
ri tarafından eleştirilmesi
gayet normaldir. Mesela
böyle önemli bir belgeyi
ortaya koyan Cumhuriyet
hükûmetlerinin YÖK, üniversiteler, bilim, teknoloji ve
yüksek teknoloji konularında
ne düşündükleri ve hangi hedefleri gerçekleştirmek istedikleri yeterince açık değildir.
Eğer Türkiye 2023’ü siyasal
tarihimizde önemli bir dönemeç olarak görüyorsa –ki
öyledir-, bu konuları atlayarak yoluna devam edemez!
Türkiye’nin bugüne kadar
olan kazanımlarını yerle bir
etmek ve eski âcizlik günlerine döndürmek isteyen küresel güçler, terörü azdırarak
Türkiye’nin güçlenmesine
engel olmaya çalışmaktadırlar. Terör, Türkiye’nin bir
numaralı problemi olarak
öne çıktığı için sivil anayasa,
YÖK, üniversiteler, bilim,
teknoloji, yüksek teknoloji
gibi ülkenin ana meseleleri
ikinci plana düşmüş görünmektedir. Devlet, birçok işi
aynı anda yapabilen yüksek
bir organizasyondur. İşini
lâyıkıyla yapan, sorumluluk
bilinci yüksek ve ülkesi için
her türlü fedakârlığı göze
alan kadrolar oldukça, bunu
başarmak hiç de zor değildir.
Her nedense Türkiye, bugüne kadar liyâkatli, ahlâklı,
çalışkan ve fedakâr kadroları
keşfedip devlet hizmetine
sokmada yeterli başarıyı
gösteremedi. Eğer 78 milyonluk bir ülkede yetenekli
ve liyâkat sahibi insanlar
bulunamıyorsa, arayanlarda
bir problem var demektir.
İnsanlara lâyık olmadıkları
makamlar ve hak etmedikleri unvanlar verilerek büyük
haksızlık ve adâletsizliklere
kapı açılmaktadır.
Görebildiğim kadarıyla
AK Parti hükûmetleri, yükseköğretim, bilim, teknoloji
ve inovasyonla ilgili bazı
önemli icraatlar yaptılar.
Bunlar arasında AR-GE
bütçesinin büyütülmesine
ciddî bir destek verilmesi,
öğretim ve araştırmada kalite
sorunu olsa da her vilâyete
bir üniversite açılması, vakıf
üniversitelerinin açılışlarıyla
ilgili kolaylaştırmalar sağlanması ve uygulanabilir projelere “Küçük ve Orta Ölçekli
İşletmeleri Geliştirme İdaresi
Başkanlığı” (KOSGEB) tarafından destekler verilmesini
sayabiliriz. Ancak bütün
bunlar, AR-GE personelinin
esas kaynağını oluşturan ve
Türkiye’nin önünü açacak
olan üniversiteleri atâletten
kurtarmaya, bir heyecan dalgası oluşturmaya yetmedi.
rak AK Parti hükûmetlerinin
kurumsal anlamda üniversitelerden fazla bir beklentilerinin olmadığını biliyorum.
Hatta üniversiteleri “yok”
saydıklarını bile söyleyebilirim. Akademiyadan biri
olarak, ben de vıcık vıcık
politize olmuş ve ideolojik
kamplaşmaların üssü hâline
gelmiş bir üniversiteye saygı
duyamam. Akademiyanın
siyasî ve askerî otoritelere
bağlılık ritüelleri yapması
ve onlar tarafından yönlendirilmesi hiçbir zaman
tasvip görmemiştir. Bugün
akademiyada ideolojik
saplantılı bir sürü öğretim
üyesi, unvanlarının arkasına
sığınarak hepimizin gözleri
önünde yaşanan gerçekleri
tersyüz edebiliyor ve gerçeğin
anlaşılmasını zorlaştırıyorsa,
böyle bir kurumun kendisini
sorgulaması gerekir.
Bugün akademiyanın dışarıya verdiği görüntüye baka-
Son 15 yılda çözümsüzlüğe terk edilmiş sosyal, siyasal
ve ekonomik problemlerin
üzerine büyük bir kararlılıkla
yürünmüştür. Taşların yerine
oturduğunu ve bütün sorunların çözüldüğünü söylemek
için vakit çok erkendir. Görebildiğim kadarıyla eğitim,
bilim ve teknoloji konusunda
yapılacak daha çok iş var!
Bugün statükoyu bozarak
yeni bir düzen kurulmasına
ve bir heyecan dalgası yaratılmasına ihtiyaç vardır. Başta
YÖK’ün yeni bir statüye
kavuşturulması, üniversiteleri
atâlet ve verimsizliğe sürükleyen sebeplerin ortadan
kaldırılması gerekmektedir.
Sivil anayasa çalışmasından önce, üniversitelerde
zihniyet ve yapısal açıdan
köklü bir değişim yaratacak
Yükseköğretim’i düzenleyen yeni yasa çalışmasına
şimdiden başlamak lâzım.
Üniversiteleri verimsizliğe
ve lüzumsuz iç çekişmelere
sürükleyen, öğretim üyelerinin büyük zaman kaybetmelerine sebep olan rektörlük
seçimlerine âcilen bir çözüm
üretilmesi gerekmektedir.
Elbette üniversitelerimizde
çok değerli ve çalışkan bilim
adamlarımız vardır. Bilim
politikaları tartışmalarında
ve savunma sanayiinde onların fikirlerinden, bilimsel
birikimlerinden ve çalışmalarından yararlanmak gerekir.
Bazı grupların bugün akademiyaya hâkim olduklarını ve
ülke için hayırlı olacak her
işin önüne takoz olmaktan
başka bir şey yapmadıklarını
görüyoruz.
nisan 2016
29
haberajanda
Akademi
Toplumunun dinî ve
kültürel değerlerini tanımaktan uzak ve onlara
yabancılaşmış seçkinci
ve elitist akademisyen
tipinin “halkın iradesinin
hâkim olduğu ve her şeyin halk için yapılmaya
çalışıldığı Yeni Türkiye’nin
inşâsına hiçbir katkısının
ve pozitif etkinliğinin
olmayacağı aşikârdır. Bu
nedenle tahsil seviyesine
ve seçkinciliğe güvenerek
“topluma ayar vermeye
çalışan” akademisyenler
ya yaşadıkları toplumu
tanıma zahmetinde bulunarak bu tutumlarını terk
edecek ya da kendi fildişi
kulelerinde yaşamaya
devam edeceklerdir!
30
nisan 2016
Yeni Türkiye’nin
S
AYIN Cumhurbaşkanımız’ın 10 Ağustos 2014’te halkın oylarıyla seçilmesi, Türkiye’de artık yeni bir dönemin başladığının habercisiydi.
“Yeni Türkiye” söylemi ile ifade edilen bu yeni dönem, Türkiye’de dış
politikadan ekonomiye, sosyal politikalardan eğitime, tüm alanlarda
köklü yapısal değişikliklere gidileceğinin de işaretiydi.
>> Eski Türkiye’nin
en belirgin özelliği olan
seçkinciliğin ve elitizmin
yerini, artık halkın iradesinin hâkim olduğu ve her
şeyin halk için yapılmaya
çalışıldığı Yeni Türkiye’de
üniversitelerin de “seçkinci bakış açılarını” terk
etmesi ve varlık nedenleri
olan toplumu merkeze
almaları gerekliliği doğmuştur. Üniversitelerde bu
zihniyet dönüşümünün
gerçekleştirilebilmesi
Prof. Dr. Mahmut Aydın
[email protected]
“üniversite kodları”
için en üst biriminden, yani
rektörlükten en alt birimine,
yani anabilim dalı başkanlıklarına kadar yeni bir zihinsel
formata ihtiyaç vardır.
Bu yazının amacı, bilgiyi
üretme, öğretme, sunma ve
yayma şeklinde dört temel
fonksiyonu olan üniversitelerin Yeni Türkiye’de nasıl bir
işleve sahip olmaları gerektiği konusunu “üniversitelerin
yönetimsel, kurumsal, kayırmacılık ve akademik seçkincilik sorunu” bağlamında ele
almaktır.
Yönetim sorunu
Üniversitelerin yönetimsel
sorunları bağlamında gündeme gelen ilk soru, en üst idareci konumundaki rektörün
nasıl bir profile sahip olması
gerektiği hususudur.
Darbe anayasasının ürünü,
merkeziyetçi YÖK yapılanmasının ve onun üniversitelerdeki uzantısı olan ve tüm
yetkileri elinde bulunduran,
profil olarak genellikle “Her
şeyi bilirim ve yaptığım her
şey de doğrudur!” mantığıyla üniversiteleri yöneten
rektör anlayışının bugüne
kadar getirdikleri ortadadır.
Yeni Türkiye’de bu anlayışa
uygun bir zemin söz konusu
değildir. Bunun için elbette
özgürlükleri azamî ölçüde
genişleten yeni bir anayasaya
ve bu yeni anayasa çerçevesinde hazırlanacak esnek
bir yükseköğretim yasasına
ihtiyaç vardır.
Bu konuda hem yasa
yapıcılar, hem de konunun
uzmanları çalışmalarını sürdürseler de, Haziran 2016’da
21 üniversitede gerçekleştirilecek rektörlük seçimlerinin
ve akabinde gerçekleştirilecek
olan rektör atamalarının
büyük olasılıkla mevcut yasal
düzenleme bağlamında yapılacak olmasından hareketle
Yeni Türkiye’nin ideal üniversite yönetiminin nasıl olması
gerektiği sorusundan ziyade,
mevcut şartlar altında üniversite yönetimlerinin hangi
kodlar üzerinde oluşurlarsa
Yeni Türkiye’nin inşâsında
daha etkin ve yapıcı rol oynayacakları hususu üzerinde
durulmalıdır.
Yeni Türkiye’nin inşâsında
öncü rol oynayacak, iyi yetişmiş ve donanımlı genç nesillere ihtiyaç olduğu izahtan
vârestedir. Ancak bu nesillerin vesâyet odaklarından
kurtularak yönetim sorununu
aşmış ve tüm enerjisini eğitim, araştırma ve AR-GE’ye
tahsis etmiş üniversitelerce
yetiştirilmesi mümkündür.
Sadece bu olgusal gerçeklik bile Yeni Türkiye’nin
yeni rektör profilinin Eski
Türkiye’den farklı olması
gerektiğini kendiliğinden
ortaya koymaktadır.
Peki, üniversitelerde yapılan rektörlük seçim süreçleri
nasıl işliyor?
Bu süreçlerde “Nasıl bir
rektör?” sorusundan ziyade, “Kim rektör olsun?” ya
da “Hangi grubun adayı
rektör olsun?” şeklinde bir
olgudan hareket edildiğini
görmekteyiz. Hâlbuki genelde tüm dünyada, özelde ise
ülkemizde, yükseköğretim
alanında önemli değişimlerin
yaşandığı dikkate alındığında, üniversitelerin en üst
idarecileri olan rektörlerin
yaşanan değişime liderlik
etme kabiliyetine sahip olmaları ve yöneticisi oldukları
üniversitelerin kurullarına
başkanlık etmeleri, birimleri
denetleyip onlara rehberlik
etmeleri ve böylece üniversitelerin stratejik hedeflerini
gerçekleştirmelerini sağlamaları gerekmektedir.
Üniversitelerde yaşanan
rektörlük seçimi süreçlerinde
vesâyetçi Eski Türkiye’nin
bir alışkanlığı olan “Kim
rektör olsun?” sorusu yerine
vesâyetçi anlayışın tarihin
çöp sepetine atıldığı Yeni
Türkiye’de “Nasıl bir rektör
olmalı?” sorusunun yüksek
sesle dillendirilmesinin daha
doğru olacağı muhakkaktır.
Çünkü topluma yön veren
ve sosyal değişimin unsurları
olan üniversiteler, liderin
çizmiş olduğu vizyona ulaşabilmek için konmuş ilkeleri
ve kuralları uygulayan yöneticilere değil, vizyon ortaya
koyan liderlere ihtiyaç duymaktadırlar.
Bilindiği üzere mevcut uygulamaya göre üniversitelerde “rektör adayı belirleme seçimleri” ve de bunun üzerine
belirlenen adaylar arasından
atama yapılmaktadır. Ancak
atanan rektörün “herkesin
rektörü” olamaması ve bunun
sonucunda da üniversitelerin
iyi yönetilememesinin en
temel nedeni, yönetimlerin
bir şekilde kendi egolarının,
çıkar gruplarının veya “legâl
görümlü illegâl” oluşumların
etkisinde kalmasıdır. Bu
süreçte rektörlere düşen görev, kendilerinden beklenen
misyonun farkında olarak
Yeni Türkiye’nin “aydınlık
kadrolarını” yetiştirecek
irade ve idarî ehliyete sahip
olmalarıdır. Buna göre rektör olarak atanacak öğretim
üyesinin, idarî beceri ve
kurumsal liderlik yeteneği
yanında, yönettiği üniversiteyi gizli gündemi olan illegâl
oluşumlardan temizleyebilecek sağlam bir irade ve kararlı bir duruş sahibi olması
nisan 2016
31
haberajanda
Akademi
Haziran 2016’da 21
üniversitede gerçekleştirilecek rektörlük
seçimlerinin ve akabinde gerçekleştirilecek olan rektör
atamalarının büyük
olasılıkla mevcut
yasal düzenleme
bağlamında yapılacak
olmasından hareketle
Yeni Türkiye’nin ideal
üniversite yönetiminin
nasıl olması gerektiği
sorusundan ziyade,
mevcut şartlar altında
üniversite yönetimlerinin hangi kodlar üzerinde oluşurlarsa Yeni
Türkiye’nin inşâsında
daha etkin ve yapıcı rol
oynayacakları hususu
üzerinde durulmalıdır.
da gerekmektedir. Çünkü
irade gösteremeyen, inisiyatif
kullanamayan, risk alamayan
ve aldığı kararların arkasında
duramayan bir rektörün,
değil çıkar ve menfaat gruplarını bertaraf etmesi, tam
tersine, onların hizmetine
girmesi kaçınılmaz olacaktır.
Yeni Türkiye’nin “yeni
zihniyeti”nin kurucu kurumu
olması gereken üniversiteler,
böylece Eski Türkiye heveslilerinin kalesi olmaya devam
edeceklerdir.
Kurumsallaşma
sorunu
Yönetim sorunun ardından inşâ ve gelişim sürecini
sürdüren Türk yükseköğretiminin karşı karşıya olduğu
temel sorunlardan bir diğeri
de kurumsallaşmadır.
İş akışı bağlamında yapı
ve süreçler oluşturularak kişi
32
nisan 2016
odaklılığın en asgarî düzeye
indirgenmesini ifade eden
kurumsallaşmanın temel
amacı, sistemin kişilere
bağımlılığının ortadan kaldırılarak kurumsal işleyiş
yöntemlerinin geliştirilmesi
ve bunun sonucunda da yönetim sürecinin sorumluların
şahsî tercih ve seçimlerinden
bağımsız biçimde işlemesi ve
yönetsel sürekliliğinin temin
edilmesidir.
Kurumsallaşma, ancak açık
ve seçik bir şekilde tanımlanmış iş ve görev tanımları,
kurallar, yönergeler, iş akışları, temel ilkeler, yetki ve
sorumluluklarla, verilen yetki
ve sorumluluğu taşıyabilecek
liyâkatli kişiler ve nihâyet
istişâre ile alınmış kararlarla
sağlanabilir. İfade ettiğimiz
bu ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilecek bir kurumsallaşma, hem sistemin sürekli
biçimde değişim ve gelişime
açık bir hâle getirilmesini
ve yönetsel öğrenmeyi sağlar,
hem de her bir çalışanın
sisteme gönüllülük esası çerçevesinde etkin bir katılımcılık anlayışıyla dâhil olmasını
temin eder.
Öte yandan gelişen akademik kurumsal değerler,
bir taraftan mensupların bir
aidiyet duygusu ile kurumsal
bünyede sosyalleşebilmesine imkân sağlarken, diğer
taraftan özgün bir örgüt
kültürü üretilmesine de katkı
sunarlar. Dahası kurumsallaşma, akademik birimler
arasında sosyo-kültürel
uyumu arttırıcı bir etki/katkı
sunacağından, hem kurum
içerisinde görev ve sorumluluk alanlarında yaşanması
kaçınılmaz olan çatışmaların
ortadan kaldırılmasında,
hem de yetki yoğunlaş-
masından dolayı ortaya
çıkabilecek muhtemel kötü
yönetim pratiklerinin önüne
geçilmesinde pozitif bir etki
sağlar.
Kısaca kurumsallaşma,
hem kaynak kullanımında
etkinliğin, hem de yüksek
sinerjinin önünü açacak en
önemli dinamik olarak görülmelidir.
Fakat burada bir ince hususun altını çizmek gerekir:
Kurumsallaşma, “mevzuat
merkezli olmak” değildir.
Eğer böyle algılanır ise, o
zaman bir arpa boyu yol
alınması mümkün olmaz.
Kurumsallaşmanın “mevzuat
merkezli değil”, “insan merkezli” bir yönetim anlayışı
ile gerçekleştirilmesi gerekir.
Nitekim kurumsallaşma vizyonunun öngördüğü temel
ölçütlerden biri de bu “insan
merkezliliğin” en önemli
Prof. Dr. Mahmut Aydın
göstergesi olan “esneklik”tir. Esneklik, hem kurumsal
yapının çevresel gelişmelere
hızlı biçimde uyum kapasitesini ve kabiliyetini arttırır,
hem de mevzuatın yanı sıra
yaşama yön veren etik ve
kültürel değerlerle “suçun”
yanı sıra ayıp ve günah gibi
kavramların da varlığını bizlere hatırlatır. Bunları dikkate
almadan, sadece “yasal-yasal
değil” ayrımı ile iş yapmak
doğru olmaz. Zira yasaların
her şeyi bütünüyle öngörmesini beklemek, baştan
yapılmış hata olur. Bu nedenle, artık ülkemizde hâkim
kılınması gereken anlayışın,
Sayın Cumhurbaşkanımız’ın
da çeşitli konuşmalarında
öne çıkardığı “insan merkezli
yönetim” olduğuna inanmaktayız. Dolayısıyla kurumsallaşma sürecinde “mevzuattan
önce zihniyet sorununu çözmek”, insan merkezli kurumsallaşma planları geliştirmek
ve bunları hayata geçirmek,
üniversiteler özelinde rektörlerin öncelikli politikaları
olmalıdır.
Kayırmacılık
sorunu
“Belli bir birey, küme,
düşünce ya da uygulamayı
bir başkasıyla karşılaştırıp
aralarında bir seçim yapmak
gerektiğinde nesnellikten
uzaklaşıp yan tutma” anlamına gelen kayırmacılık,
etrafımızda genel olarak
akraba, eş dost, cemaat, tarikat, hemşehri veya yandaş
kayırmacılığı şeklinde tezahür eden ciddi bir toplumsal
sorundur. Çünkü kayırmacılık, bunu yapanı adâletten
tamamen uzaklaştırmakta ve
sonuçta da hem bireysel, hem
de kamusal ahlâkı erozyona
uğratmaktadır.
Toplumları çöküntüye
götüren kayırmacılık illetinin yansımaları ne yazık
ki akademik alanda da tüm
varlığıyla kendini göstermektedir! Bu çerçevede
üniversitelerde kayırmacılık, gerek idarî görevlerde,
gerekse akademik ilerleme
süreçlerinde egemen olması
gereken hak etme, lâyık
olma, ehliyet sahibi olma,
yaraşır olma gibi değerleri
ifade eden “liyâkat” ilkesini
ortadan kaldırmaktadır. Bu
durum, kayırılan kişileri hak
edilmeyen, dolayısıyla hakkı
verilemeyecek olan konumlara talip olmaya sevk ederek
hem etik sınırları zorlayan
bir davranış kültürü üretmekte, hem de âdil olmayan
ayırımcılıklara yol açarak
adâlet ilkesini yerle bir etmektedir.
Kayırmacı ilişkiler “dikey
ve hiyerarşik” bir ilişkisellik
üzerine kuruludur. Kayırılan
kişi veya kişiler kayırana
karşı diyet ödeme ve minnet
duyma hissiyatı içinde olacağından, bu durum kamu
hizmetlerinin yürütülmesinde hem kurumsal rasyonaliteyi ortadan kaldırmakta,
hem de kamu hizmetlerine
giriş ve hizmet sunumunda
eşitsizliğe yol açarak adâlet ve
toplumsal güven duygusunu
zedelemektedir.
Ehliyet sahibi olarak lâyık
olma çabası yerine emek
vermeksizin erişme kolaycılığına yol açan kayırmacılık,
sadece toplumsal bir hastalık
ve bir ahlâk sorunu değil,
aynı zamanda emeğin ve alın
terinin kutsiyetini zedeleyerek toplumsal tembelliğe de
yol açmaktadır. Akraba, eş
dost, dünya görüşü, cemaat
ya da tarikat asabiyeti ile
himâye etme kültürü üreten
kayırmacılık, toplumda derin
bir güvensizlik hissi oluşturmakta; kolektif çıkar ilişkileri
üzerinden üretilen bu patolojik yapılar, toplumsal çoğulculuğun dayanmış olduğu
kültürel dinamikleri de yok
etmektedir.
Siyasal ve bürokratik sistemin işleyişinin rasyonel zeminini tüketen kayırmacılık
sorunu, kamu hizmetinin yürütülmesinde etkinlik, yerindelik ve güvenilirlik ilkelerini
de erozyona uğratmakta, çalışma barışını zedelemekte
ve iş verimini düşürmektedir.
Şu hâlde toplumsal güvenin
yeniden tesisi ancak kamu
yönetiminde liyâkat ilkesinin
devreye sokularak kurumsal
aidiyet duygusunun pekiştirilmesiyle mümkün olacaktır.
Akademik
seçkincilik sorunu
Modern bilim, bilimsellik,
nesnellik, rasyonellik, evrensellik gibi kavramlarla ilintili
olarak tanımlanan akademisyen veya akademisyenlik,
maalesef ülkemizde geniş
halk kitlelerinden mümkün
mertebe uzakta kalmayı
tercih etme, deyim yerindeyse “fildişi kulede yaşamak”
anlamında algılanan oldukça
steril bir kavramdır. Bu açıdan bakıldığında akademisyenlik, bir bakıma “akademik
seçkincilik” ve “kültürel
elitizm” anlamına gelmekte
ve bu anlam çerçevesinde de
akademisyen, kendini yaşadığı toplumdan soyutlayarak
kendi halkına yabancılaşmaktadır.
Bilindiği üzere ülkemizdeki bilim paradigması 19.
yüzyıl Batı dünyasındaki
pozitivizm ve materyalizme
özentiyle oluşturulmuştur.
Bu olgu dikkate alındığında, akademik seçkincilik
ve elitizmin temelde din,
dindarlık ve muhafazakârlık
karşıtlığıyla tezâhür ettiği ve
“Beyaz Türklük” kavramında
ifadesini bulduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında
“Beyaz Türklük”le özdeşleşen marjinal Eski Türkiye
akademisyenlerinin bazı
tipik davranış kodlarının
seçimlerden istemedikleri
bir sonuç çıktığında kendi
halkını tahkîr etmeyi marifet
bilmek, meşrûiyetini halktan
almış olan iktidarı devirmek
için her türlü tertibe gönüllü
olarak iştirak etmek, fikir ve
düşünce özgürlüğü söylemine sığınarak kendi devletini
uluslararası güçlere jurnallemek ve hatta devleti katil ilân
eden bildiriler kaleme almak
sûretiyle âdetâ terör destekçiliği yapmak gibi faaliyetler
olduğu rahatlıkla görülebilir.
Toplumunun dinî ve kültürel değerlerini tanımaktan
uzak ve onlara yabancılaşmış
seçkinci ve elitist akademisyen tipinin “halkın iradesinin
hâkim olduğu ve her şeyin
halk için yapılmaya çalışıldığı
Yeni Türkiye’nin inşâsına
hiçbir katkısının ve pozitif
etkinliğinin olmayacağı
aşikârdır. Bu nedenle tahsil
seviyesine ve seçkinciliğe
güvenerek “topluma ayar vermeye çalışan” akademisyenler
ya yaşadıkları toplumu tanıma zahmetinde bulunarak bu
tutumlarını terk edecek ya da
kendi fildişi kulelerinde yaşamaya devam edeceklerdir!
nisan 2016
33
haberajanda
Analiz
Bugün
Osmanlı tarihinin 6 asrını
biliyoruz da
1900’lü yılların başından
itibaren olanları bilmiyoruz. Çünkü
bilmemiz
istenmiyor.
Bunun içindir
ki, zaman
bakımından
hemen yakınımızda olan
Cumhuriyet
dönemini en
iyi bilmemiz
gerekirken,
iletişimin bu
kadar geliştiği, uzaydan
yatak odalarının dinlendiği, ahlâk
çukurlaşması
nedeniyle otel
müşterilerinin
en mahrem
hâllerinin kameraya alındığı bir zaman
kesitinde,
internetin bu
kadar geliştiği ve sosyal
medyanın
günlük hayatımızı didik
didik ettiği
bir ortamda
Cumhuriyet’in
üzerindeki
örtüyü bir
türlü kaldıramıyoruz.
34
nisan 2016
Tarihe “Hüküme
B
U millet, üçü halen üzerinde yaşadığımız topraklarda olmak üzere, tarih
boyu 16 büyük devlet kurmuştur. Kimi tarihçilerin ifadelerine göre, Cumhurbaşkanlığı Forsu’nda yer alan bu 16 devletin beş adedi cihan devletidir.
Ve yine tarihçilerin ifadelerine göre, tarih boyu sadece beş millet cihan devleti kurmuştur. Bu milletlerden üç tanesi birer kez, bir millet iki kez, bu aziz
milletse tam beş kez cihan devleti, yani çok yaygın söyleyişle beş “imparatorluk” kurmuş,
dünyada sözü geçen emperyal güç olmuştur.
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen
[email protected]
t Kadın”dan bakmak
>> Bu arada yeri gelmişken
mutlaka belirtmek zorundayız
ki, bu millet emperyal güç
olmasına rağmen tarihinin
hiçbir döneminde emperyalist
olmamış, emperyalistlerin sömürüye ve elbette zulme dayalı siyasetlerini hiçbir zaman
uygulamamış, hâkim oldukları toprakların zenginliğini ve
halklarının kazançlarını sömürmek ve kendi ülkesine taşımak yerine kendi ülkesinin
zenginliğini hâkim olduğu
topraklara taşımış, hükmettiği
o topraklarda asırlara meydan
okuyan ve medeniyetinin
izlerini taşıyan, insanlığının
mührü olan muhteşem eserler
bırakmıştır.
Yine söylemek zorundayız
ki, bu millet tarihin hiçbir
döneminde nüfusa dayalı
bir hâkimiyet kurmamış,
zekâsının ve devlet yönetme
gücünün becerisiyle, çok az
nüfusla ülkeleri ve milletleri
asırlarca hâkimiyeti altında
tutmasını bilmiştir. Bu, insanlık tarihinde Allah’ın bu
millete lütfen verdiği bir özellik ve elbette muhteşem bir
güzelliktir. Bu aziz milletin bu
muhteşem özelliğidir ki, gittiği yerin insanlarının yaşayışına
ve inanışına karışmamış; bu
yönetim anlayışının sonucudur
ki, hükmettiği topraklarda
ciddî bir kalkışma olmadan
4-5 asır kalmasını bilmiştir.
Bütün bunlar ve elbette
fazlası bu milleti büyük yapmıştır. Yoksa hiçbir millet,
sadece silaha veya paraya
dayalı gücüyle büyük millet
olamaz. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin, Çin’in,
Rusya’nın, İngiltere’nin,
Almanya’nın, Japonya’nın
veya bir başka ülkenin o kadar
teknolojik üstünlüğüne ve
parasal gücüne rağmen büyük
millet olmadıkları gibi…
Bu arada bir şey daha söylemek durumundayım: Tarih
döndü, suyun akışı değişti;
talih kuşu artık bu milletin
başına konma hazırlığı yapıyor. Kur’ân’ın “Güç ve kuvvet
elden ele dolaşır” ifadesinin
gölgesi üzerimize düştü. Şimdi bunun hazırlığını yapma
zamanındayız!
Bütün hazırlığımız, gücün
elimize geçmesinden sonra,
bu gücü ne kadar süre elimizde tutabileceğimizin hesabı
üzerinde olmalı. Çünkü gücün gerçek sahibi olan Allah
(cc), onu diğer milletlerden
aldığı gibi, bizden de alır,
bir başka millete verir. Bu
bakımdan yapılacak şey, gücü
ne kadar uzun süre elimizde
tutabileceğimizin hesabı olmalıdır. Bunun için yapılacak
en önemli ve de öncelikli şey,
bize verilecek olan gücü uzun
süre elde tutacak olan nesillerin yetiştirilmesidir. Buna
“insanın inşâsı” diyorum.
Evet, bundan sonra bütün
mesaimizi, insanımızı inşâ
etmeye ayırmalıyız. Bilelim ki
bizim medeniyetimizin şafağı
sökmek üzere ve bu muhteşem medeniyet, kendisine
uygun bir neslin omuzları
üzerinde yükselecektir. Buna
“medeniyetimizin insanı”
diyorum. Ve işin gerçek yönünü gözler önüne sermek için
de “Allah’ın istediği insan”
diyorum.
Evet, işte önümüzdeki
zaman kesitinde bu millet,
medeniyetinin insanını, yani
Allah’ın istediği insanı inşâ
etmekle uğraşacaktır. Bunu
yapabilecek midir? Elbette!
Ve bu insan, yani medeniyetimizin insanı, önce terminolojileri yerli yerine oturtacaktır.
Bilinen tarihî bir gerçektir
ki, medeniyetler yıkılırken
terminolojiler gider, kavramlar karışır. Medeniyetler
gelirken terminolojiler gelir,
kavramlar yerli yerine oturur
ve bunun en doğal sonucu
olarak insanlar birbirlerini
daha iyi anlar, böyle bir ortamda insanlar arasında kavga
biter, barış ve kardeşlik daha
kolay sağlanır, muhteşem bir
huzur ortamı oluşur.
İşte şimdi bu zaman kesitinin arifesindeyiz!
Öyleyse şimdi tarihe Hükü-
met Kadın’dan bakabiliriz! (Bu
bakıştan Hükümet Kadın’ın
hiç haberi olmasa da…)
Bilmek istiyorum!
Bir bilinen tarih vardır, bir
de bilinmeyen. Bir yaşanan
fakat yazılmayan tarih vardır,
bir de hiç yaşanmadığı hâlde
yazılan tarih. Bir tarihin görünen yüzü vardır, bir de tarihin
hiç görünmeyen yüzü…
Bu ikilemleri istediğimiz
kadar çoğaltabiliriz. Sonuç
olarak şunu görürüz: Tarih
konusunda bildiklerimiz,
egemen güçlerin bilmemizi
istedikleri kadardır.
Örneğin biz bugün Osmanlı tarihinin 6 asrını
biliyoruz da 1900’lü yılların
başından itibaren olanları
bilmiyoruz. Çünkü bilmemiz
istenmiyor. Bunun içindir ki,
zaman bakımından hemen
yakınımızda olan Cumhuriyet
dönemini en iyi bilmemiz
gerekirken, iletişimin bu kadar geliştiği, uzaydan yatak
odalarının dinlendiği, ahlâk
çukurlaşması nedeniyle otel
müşterilerinin en mahrem
hâllerinin kameraya alındığı
bir zaman kesitinde, internetin bu kadar geliştiği ve sosyal
medyanın günlük hayatımızı
didik didik ettiği bir ortamda
Cumhuriyet’in üzerindeki örtüyü bir türlü kaldıramıyoruz.
Dîvan şâirlerinin, zülnisan 2016
35
haberajanda
Analiz
lerin de, “Ne mutlu” Türklerin
de, “Ne mutlu” Kürtlerin de,
Pakradunîlerin de, Yassıada
Mahkemeleri’nin de, Lozan’ın
da, İstiklâl Mahkemeleri’nin
de, Vatikan uşaklarının da ve
daha akla gelmeyen nice şeyin
de üzerindeki kat kat örtüler
kalkacak. Anadolu insanının
o muhteşem ifadesiyle “takke
düşüp kel görünecek”. El mi
yaman, bey mi yaman, anlaşılacak!
fünün bir telini gördükleri
sevdiklerine ciltler dolusu
şiirler yazdıkları gibi, bizler
de Cumhuriyet döneminin
üstüne örtülen kalın örtünün
ucundan bucağından görülen
kimi uzuvlarına ciltler dolusu
kitaplar yazıyoruz. Bunun
için şöyle yazmışım bir zamanlar tarihimi örten alçaklar
için: “Gökte eleğim sağma
rengârenk/ Ve geleceğin en
karası gözlerime perde…/
Sen ey tarihçi geçinen p…/
Hani ben, hani benim tarihim nerede?/ Ve geleceğin en
karası gözlerime perde…”
Evet, İslâmî tesettüre
düşman olunan bir zaman
diliminde, Cumhuriyet tarihi
atlas kumaşlardan yapılmış
olan kat kat giysiler içinde tesettüre bürünmüş olarak karşımıza çıkartılıyor. Ne gizleniyor? Neden gizleniyor? Kimden korkularak gizleniyor?
Egemen güç, Cumhuriyet’in
ilâhları mı? Yoksa egemen
güç, Cumhuriyet’in ilâhlarını
ilâhlaştırıp bu millete hediye
edenler mi?
Bunu bile bilmiyoruz!
Egemen güç de, Cumhuriyet de, elimizi attığımız zaman ortaya çıkmayacak kadar
36
nisan 2016
örtülerle gizli. Tıpkı matruşka
bebek gibi… Gördüğümüz
her bebeği kaldırdığımızda
yeni bir bebekle karşılaşıyoruz. Bunun sonu olmayacak
mı? Elbette olacak! Nereden
mi biliyorum? Öncelikle biraz
önce yazdığım âyetten: “Eğer
siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da
(müşrikler de Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi
veya kötü) günleri insanlar
arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi
ya da kötü günler gösteririz,
bazen öbürüne.) Allah, sizden
îman edenleri ayırt etmek,
sizden şahitler edinmek için
böyle yapar. Allah zalimleri
sevmez.” (Âli İmran, 140)
İkincisi de daha dün denecek kadar önce ülkemizdeki
egemen gücün söylediğinden:
“28 Şubat bin yıl sürecek!”
Ve yine matruşka bebek
görünümündeki egemen
gücün “Muhtar bile olamaz!”
dediğinin yıllarca Başbakanlık
yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı oluşundan…
Evet, bir gün tarihin de,
Cumhuriyet’in de, egemen
güçlerin de, egemen güçlerin
emrindeki gölge egemen güç-
Kimileri tarihin en derin
dehlizlerine kaçmak isteyecek, fakat kaçamayacaklar.
Kimileri ilâhsız, kimileri
peygambersiz kalacaklar. O
Güzel Nebî’nin Öğretisini
bırakıp bin 200 yıldır İslâm’ın
bayraktarlığını yapan bu aziz
millete, Hz. İsa’nın öğretilerine çağıranların yüzüne o
dehşetli günde Hz. Muhammed de (sav), Hz. İsa (as) da
bakmayacak.
Elbette bütün bunların bir
kısmı bu dünyada olacak ve
bunları dünya gözüyle göreceğiz. Bir kısmını ise o dehşetli
günde, mü’minler olarak O
Güzel Nebî’nin sancağı altında göreceğiz. Bilelim ki, her
gelecek yakındır!
Zekiye Midyat
kimdir?
Çoğumuz Hükümet
Kadın’ı Demet Akbağ’ın
oynadığı bir filmle tanıdık.
Hükümet Kadın, yani asıl
ismiyle Zekiye Midyat, 1956
yılında Belediye Başkanı iken
kocasının trafik kazasında
ölümü üzerine yapılan seçimle Belediye Başkanı olan bir
Anadolu kadını. Yeni alfabeye
göre okuma yazma bilmese
de aslında Kur’ân harfleriyle
okuyabilen zeki bir insan…
Kocasının ölümü üzerine
geniş aile içinde birkaç kişi
Belediye Başkanı olmayı
gönülden geçirir. Fakat iyi
bir insan olup ölen Belediye
Başkanı’nın sevenleri, çekirdek aileden birinin bu görece
gelmesini isterler. Ölen başkanın büyük oğlu İstanbul’da
hukuk okumaktadır. İkinci
oğul olan Ziver Bey’in yaşı
20’dir ki bu, görevi almasına
imkân vermemektedir. Bu
durumda iş Zekiye Kadın’a
düşer. Fakat Zekiye Kadın
okuma yazma bilmemektedir.
Ziver Bey’in bana anlattıklarına göre, ilçenin ileri gelenlerinden birinin sözü şudur:
“Annen zeki kadındır, seçime
daha 45 gün var, bu sürede bir
şeyler öğrenir. Zaten Kur’ân
harflerini de biliyor, onun için
çok da zor olmaz!”
Ve ailenin taziye zamanlarında kahvesini yapan bir çalışanı, Zekiye Kadın’a okuma
yazma öğretmekle görevlendirilir. Zekiye Kadın’ın imzası,
“Z” harfinin üzerine yukarıdan
aşağıya çekilen iki çizgidir.
Zekiye Kadın bağımsız
olarak seçime girer ve kazanır. Dört yıl süreyle Belediye
Başkanlığı yapar, 27 Mayıs
Darbesi’yle Başkanlık’tan
alınır. Oğlu Ziver Bey, 19631977 arasında üç dönem
ve 1984-1989 arasında bir
dönem olmak üzere tam dört
dönem Belediye Başkanlığı
yapar.
Bütün bunları niye mi
anlattım? Ziver Bey’in ifadesiyle, “Filmde annemin ismi
ve okuma yazma bilmemesi
dışında hepsi yalan!” demesi
üzerine…
Demek tarihimiz de böyle
yazılıyor!
Not: Ziver Bey’le Kızılay’daki bir mağazada tanıştım ve
tam üç saat sohbet ettik.
haberajanda
Analiz
T
Doç. Dr. Bülent Kara
[email protected]
ÜRKİYE’DE çoğunluğun
katılmacı demokrasi
üzerine hemfikir olmasına rağmen, “örgütlü azınlığın”, bölücü akımların
çağdışı olmasını bir tarafa
bırakarak demokrasi
söylemleri ile yeniden
fikir hayatımıza bu tortuları bina etmeleri, sanki
siyasal hayatımıza sosyal
farklılıkların cömertliği
gibi yansıması, gözden
kaçırılmaması gereken bir
realitedir.
Cömertlik
ANADOLU, Atatürk’ten aldığı mîrası yumruklarıyla eze
eze çevreci demokratlara kabul ettirmelidir. Çünkü demokrasi nasıl kendini yok edenlere cömert davranmıyorsa,
Anadolu dip dalgası da kendini ve felsefesini yok etmeye
çalışanlara cömert davranamaz, bundan sonra da davranmayacaktır. Yeni bir gün, yeni bir umut, yeni bir heyecan ile
yola devam kararı verenler! “Güneş ufuktan şimdi doğar,
yürüyelim arkadaşlar!”
Farklılıkların zenginlik
gibi yutturulmaya çalışılması, aslında kafaların
arkasındaki ikinci/gizli
planları olanların sıkça
kullandığı bir argümandır.
Bu savlardan hareketle demokrasi ve Cumhuriyet’i
hedef almaları ise boşuna
değildir.
Demokrasinin
nîmetlerinden yararlanarak demokrasi havarisi
kesilenlerin hangi kesimden olduklarına bakmak
gerekir. Bu konuda yakın
zamanımızda ve yanı
başımızda gelişen ve
henüz belleğimizde taze
yerini koruyan Irak’ı
unutmamak gerekir. Şöyle
ki, ABD, Irak’a demokrasi
getirmek için geldiğini
söylüyordu, peki gerçekte
durum böyle mi? Bırakın
demokrasiyi, ülkeyi yok
ediyor!
İnsanların ve kentlerin
katledildikleri yerlere
demokrasi, “insanları
yok ederek” gelemez.
Ülkemizde de aynı metot
kullanılarak demokrasi
geliştirilmeye çalışılıyor.
Kesin dille bilinmelidir ki,
demokrasi kendini yok
edecek akımlara izin verecek kadar cömert değildir.
Çünkü demokrasinin de
öz savunma hakkı vardır
ve bunu kullanmak zorundadır. AB sürecinde,
özellikle sivil toplum
tartışmalarında çoğulcu
ve katılımcı söylemler
dile getirilerek hâkimiyet
ilişkisinin olmadığı ve
daha çok hakem ilişkilerinin esas alındığı bir düzen
savunulmaktadır.
Hakem ilişkilerini savunanlar, bu olguyu demokrasinin nîmetlerinden
kabul ederek çevrenin
merkeze başkaldırıcısı
olarak değerlendirmek-
tedirler. Sanırım çevreyi
de ABD-AB-Rusya kabul
etmektedirler ki, bu çevreler ne derlerse, aynısını
tekrarlamak durumunda
kalıyorlar. Şûra söylemleri
de son dönemde boşuna
sloganlaşmamıştır. Şûra,
önceden sınırlanmış bir
ideolojinin ürünüdür.
Demokrasi ise mutlak
değil, görelidir. Demokrat
insan olmadan demokrasi
kurulamaz. Demokrasi,
gerçek demokratların
kuracağı ve geliştireceği
bir sistemdir.
Anadolu’nun gerçeğinde ise Horasan Erenlerinden ve Tanrı dağından
icâzet almayanlar ile
Ankara’yı merkez kabul
etmeyenlerin demokrasiyi yerleşke yapacağı
tartışmalıdır. Azınlık ve
ümmet figüranlığını aktörlük sayanlar ve kendilerini böyle ifade edenler,
hangi dağda ne ararlarsa
arasınlar, Anadolu insanı
burayı yurt edinirken çok
dağ aşmış ve fethetmiştir.
Figüranların biat ettikleri
dağları da yok edecek güç
ve kudrettedir Anadolu
insanı. Toynbee’nin “Toplumlar enerjilerini nereye
harcıyorlar?” şeklindeki
sorusunun Türkiye’deki
cevabı kuşkusuz “Birbirlerini yiyerek!” şeklinde
olabilir.
Bu gerçekler ışığında
“kut”ların, kurultayını
değerlendirecek olursak;
kurultay, birbirlerini
yiyenlerin görüntüsü
gibi kamuoyunda gösterilse de, gerçekler bu
görüntüden farklıdır. Bu
bağlamda son Anadolu
kurultayında tüm eksikliklerine rağmen icâzeti
Ankara’dan alanların
demokratik başarı kazanmaları, içinden geçtiğimiz
çevreci anlayışa bir tokat
gibi gelmiş olmalıdır.
Atatürkçü ve laik Cumhuriyetçiler, sorunsal üzerinde yeniden bir toplu
değerlendirme yaparak
gerçek Kuvây-ı Milliye’nin
oluşturduğu “kut”, gerekirse Anadolu’nun her karışına kanla yazılmalıdır.
Anadolu, Atatürk’ten
aldığı mîrası yumruklarıyla eze eze çevreci demokratlara kabul ettirmelidir.
Çünkü demokrasi nasıl
kendini yok edenlere
cömert davranmıyorsa,
Anadolu dip dalgası da
kendini ve felsefesini yok
etmeye çalışanlara cömert davranamaz, bundan sonra da davranmayacaktır. Yeni bir gün, yeni
bir umut, yeni bir heyecan
ile yola devam kararı
verenler! “Güneş ufuktan
şimdi doğar, yürüyelim
arkadaşlar!”
nisan 2016
37
haberajanda
Terör
Bu öyle bir orkestra
ki, birbirlerinin maddî
ve mânevî tüm ihtiyaçlarında birleşerek çok sesli bir biçimde aynı terâneyi
söyleyebiliyorlar.
Amerika’nın tüm markaları Çin’de üretilirken, Çin’in ucuz işçi
ve insan gücünden de
ABD istifade sağlıyor,
Çin’e yaptığı bu destekle Çin ekonomisi
güçleniyor ve bu güç,
Doğu Türkistan’da
Uygur Türklerine işkence uygulayıp Müslümanların yeryüzünde nüfuslarını
azaltma operasyonunun altyapısını oluşturuyor.
***
İsrail’in “beş güç”
arasında adı geçmemesinin sebebi, haritalarda gördüğümüz bir küçük toprak
parçasından ibaret
olmayıp, uzamazkısalmaz, her ne hikmetse neredeyse sabitlenmiş Yahudî
nüfusu ile dünyanın
dört bir yerinde, insanın temel ihtiyaç
ürünlerini markalaştırarak hemen hemen her eve ya şampuan, ya deterjan, ya
tohum, ya giyim kuşamla giriyor. Filistin’e
yağdırdığı bombaları
bir havai fişek gösterisi gibi sınır ötesinden
izliyor. Filistin’de neredeyse taş taş üze-
38
nisan 2016
Batı orkestrası ve terörist enstrümanlar
ZÂLİMLER ÇALIYOR, MAZLUMLAR
D-İNLİYOR!
D
ÜNYA, artık insanlık tragedyasını icrâ
eden ve her koltuktan izlenebilen bir
sahne. Son yüzyılın teknoloji atılımlarıyla genişleyen ve kabul gören küreselleşme ile dünya, kültürlerin, fikirlerin,
ürünlerin ve entrikaların paylaşıldığı, savaşların film fragmanı gibi tepkisizce izlendiği bir sahne hâline getirildi.
>> Dünya küreselleşirken küresel güç tâbir edilen ülkeler, yeraltı kaynakları, enerji ve kıymetli
madenlere sahip coğrafyaları sömürme, sömüremiyorsa göz dikip yerle bir
etme, edemiyorsa yönetimlerine müdahalede bulunma, bulunamıyorsa stratejik planlarını devreye
sokarak iç savaşlara, terör
belâsına bulaştırma hakkını ve yetkisini kendilerinde
buluyorlar. Küresel güçlerin işte bu imtiyazlı tercihleriyle yazılmış senaryoları
dünya sahnesine uyarlanıyor ve insanlık bu tragedyanın bir parçası olarak rol değil, sahici yaşam
hikâyesi içinde yerini alıyor.
Şefi değişken, kapitalizmin
hâkimiyetinde, menfaatperest bir orkestra kurulmuş.
Zâlimler çalıyor, mazlumlar d-inliyor!
Bu öyle bir orkestra ki,
sahne ve gösteri sanatlarının tüm püf noktalarını biliyor, icrâ ediyor, zengin kadrosu ile bütüncül
Nesrin Çaylı
[email protected]
rinde kalmamış, ülke
bir enkaz hâline gelmiş, fakat insan haklarından söz eden bu
beş büyük güç, çaldıkları orkestranın güçlü sesiyle Filistinlilerin
çığlıklarını bastırıyor.
Nerede insan hakları
deklarasyonları? Sahi,
çok merak içindeyim!
AHİM’e hak talebi ile
başvuran Hıristiyan,
Yahudî, Budist, Pagan
davacılar var mıdır?
***
Olmadı mı? Şarkıları tutmadı mı? Bu defa
bir başka makamda
besteleniyor tragedyalar. 1945’de Hiroşima,
Nagazaki’ye ABD’nin
attığı Uranyum-235
tipi atom bombası “Küçük Oğlan” (Little Boy),
140 bin insanın ölümüne ve iki kentin yerle bir olmasına sebep
oluyor.
***
bir armoniyi dünyaya servis ediyor. Bu orkestrada
yer alan enstrümanlarla özgürlük, barış ve demokrasi
notalarından mülhem şarkıları icrâ eden sanatçıları (!) da kazanıyor, orkestradan çıkan armoniyi dâvâ
ve inançtan yoksun şekilde eğlence ve dünyaperest
duygularla dinleyenler de.
Maddî kaygılarla ve üstünlük kurma çabası ile yaşayanları, dünyayı cennet eyleme çabası olanları,
uhrevî gâyelerden yoksunlaşmışları büyüleyen bu orkestra, köklü bir geçmişe
sahip. Fakat materyalizmin
tuzağına düşmekten imtinâ
eden, madde kadar mânâya
da ehemmiyet veren, dün-
yaya halîfe olarak geldiğine
inanan ve ukbâ sonsuzluğuna talip olanları etkisi altına alamıyor.
Öldürmek
yasaktır!
Bu orkestra her nereye ulaştırırsa sesini, orası yerle bir oluyor. Orada
çocuklar ölüyor, köprü-
İşte Türkiye, böyle icrâ edilen armonilere kulak tıkayan
bir ülke! Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya
beşten büyüktür!” ifadeleriyle küresel güç
tâbir edilen ülkelere
karşı geliştirdiği ezber
bozucu üslûp ile şefi
değişken bu orkestrada yer almak, icrâ edilen çok sesli ihtiras
melodilerine kulak kesilmek yerine, kendi
türküsünü söyleyince
olanlar oluyor.
nisan 2016
39
haberajanda
Terör
ler yıkılıyor, gök kubbe ağlıyor. Çünkü bu orkestranın
ana enstrümanları demokrasi ve barış notaları ile bestelenmiş sonatlarını icrâ ederlerken kan ile besleniyorlar.
Çünkü kan, para ediyor! Silahlar satılıyor, organ mafyaları kuruluyor, uyuşturucu
pazarları oluşturuluyor, insan
ticareti yapılıyor. Bu seciyesiz
alışveriş alanlarında güç toplarken, kan akıtanların havzasına petrol akıyor, para ve
altın doluyor, toprakları genişliyor.
“Öldürmek yasaktır! Dolayısıyla tüm katiller cezalandırılır. Tabiî çok sayıda
ve trampet sesleri eşliğinde öldürmedikleri sürece” der
Voltarie. İşte ölüm, küresel
güçlerden oluşan enstrümanlardan oluşmuş bu orkestranın eğlenceli şamatası ile
legâlleşiveriyor!
Bu orkestranın gürültülü sonatları eşliğinde masum insanlar ölüyor. Ölürken avuçlarında birkaç dolar,
hayâllerinde bir New York
hülyâsı… Bu orkestranın şarkılarına aldanmayanlar da
ölüyor, fakat bir Amerikan
rüyâsı değil onların düşlerini
süsleyen, onlar şehâdet şerbetini yudumlamanın ayrıcalığı
ile trompetlerin, bass gitarların sesini değil, İlâhî bir ezgiyi dinliyorlar. Çünkü onlar
şehit oluyorlar!
İşte Türkiye, böyle icrâ edi-
ABD, 10 yıl süren Vietnam (1973) hezîmetinin ardından 30 yıl sonra Irak’a
giriyor. 2011 yılında bu başarısızlığını da kabullenip Irak’tan çıkıyor; ancak
artık Irak, tarihi ile bağ kurabileceği kültürel kodlarından koparılmış, talan
edilmiş, darmadağın bir hâle gelmiş oluyor.
len armonilere kulak tıkayan
bir ülke! Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan’ın
“Dünya beşten büyüktür!”
ifadeleriyle küresel güç tâbir
edilen ülkelere karşı geliştirdiği ezber bozucu üslûp ile
şefi değişken bu orkestrada yer almak, icrâ edilen çok
sesli ihtiras melodilerine kulak kesilmek yerine, kendi
türküsünü söyleyince olanlar oluyor.
Tam burada, yüzyıllardır Müslüman coğrafyaları
gözlerine kestirip her hakkı
mahfuz bir cüretkârlıkla sınırlarına farklı metotlara dayanan dünyaya hâkim olma,
daha fazla toprak, daha fazla imtiyaz, daha fazla kazanç
ve daha fazla güç edinimini
tüm erdem ve etik kurallarını
hiçe saymayı prensip hâline
getirmiş küresel güçlerin bu
orkestra içinde nasıl yer aldığına bir bakalım, “barış ve
özgürlük” adı ile servis ettikleri sömürmeyi, öldürmeyi,
hak ve hürriyetlere tecavüz
etmeyi legâl hâle getirme sanatını, bestelediği antlaşmalar, yasalar, komisyonlar, birlikler, kurum ve kuruluşlarla
icrâ eden şarkılarını Müslümanlara söylemekte ısrarlı bu
orkestranın enstrüman virtüözlerini takdîm edelim.
Malûmunuzdur ki büyük
orkestralar, dört ana enstrüman grubundan oluşurlar.
Tahta nefesliler, bakır nefesliler, vurmalılar, yaylılar…
Varın siz karar
verin; kim nefesli,
kim vurmalı, kim
yaylı?!
Dünyaya, özellikle de sahip oldukları zenginliklerin
ya farkına varamamış yahut
40
nisan 2016
işleme imkânı bulamamış
coğrafyalara ücretsiz siyasî
stratejik bestelerini sunan
bu orkestrada aktif dört ana
grubu temsil eden enstrümanları bana göre BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip olan ABD, Rusya,
Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Krallık (İngiltere) ve
Fransa oluşturuyor. Bir de alt
enstrümanlar var ki, onlarda bu beş büyük güç olarak
ifade edilen ülkelerin kurup,
besleyip, büyütüp İslâm coğrafyalarına musallat ettiği terör örgütleri. Fakat önce bu
ana grup enstrümanlarına tarih üzerinden bir bakalım.
Bu beş güç, dört ana
grup enstrümanı yetilerine göre kullanmakta oldukça mâhir doğrusu. Üstelikte bu mahâretleri bugünün
imkânlarından hâsıl olmuş
değil. Tam bin yıllık bir geçmiş ve bin yıllık bir hazımsızlığın şekil değiştirmiş metotlarıyla devam edegelen bir
mahâret bu. Aslına bakarsanız, Avrupalı Katolik Hıristiyanların bu istikrarlı din
merkezli (İsevizim ve Musevizim) dünyaya hâkimiyet
kurma isteklerindeki istikrar
takdire şâyân!
Tarihî hafızamızı küçük
hatırlatmalarla tazeleyelim
önce.
Malûmunuzdur ki, Avrupalı Katolik Hıristiyanlarının İspanya ve Portekiz’den
Müslümanların atılması için
oluşturdukları “Reconquista/Yeniden Fetih” hareketi, 9.
yüzyılda İspanya ve Sicilya’da
hâkimiyet kurmuş Müslümanları yeryüzünden silmeyi hedeflemiş ve tâ ki 1071
Malazgirt Savaşı’nın Büyük
Selçuklu Sultanı Alparslan’ın
Nesrin Çaylı
zaferiyle sonuçlanmasına kadar sürmüştü dünyalarını
Müslümanlardan arındırma
çabaları.
Ve derken 1299’da, küçük
bir obadan koca bir imparatorluk doğup da üç kıtaya
hâkim oluverince, Hıristiyan
dünyanın garezi de büyümüş,
hırsı da bilenmiş, plânları da
şekil değiştirmiş. Tabiî bunların da yanında farklı yöntem ve strateji geliştirme melekeleri de yükselmiş.
ABD, 10 yıl süren Vietnam (1973) hezîmetinin ardından 30 yıl sonra Irak’a
giriyor. 2011 yılında bu başarısızlığını da kabullenip
Irak’tan çıkıyor; ancak artık
Irak, tarihi ile bağ kurabileceği kültürel kodlarından koparılmış, talan edilmiş, darmadağın bir hâle gelmiş oluyor.
Avrupa Jeopolitik
Stratejileri’nin 7 Ocak 2014
tarihli “Büyük Güçlerin Denetimi” adlı raporunda Türkiye 7,7 puan ile 15. sırada
yer bulurken, ABD ise tam
puan ile birinci sırada yerini
alıyor. İşte o malûm orkestra
böyle melodiler fısıldıyor ve
fısıldatıyor dünyaya ve dilden
dile dolaşan popüler şarkılar besteliyor. Madem birinci güç idi, bunca hezîmet yerine “Neden ABD’nin sevinç
naraları atacakları zaferlerine şahit olmuyoruz?” sorusunu, mânevî değerleri sömürülmüş, tanrısı para, ibadeti
tüketim olanlar soramıyorlar. “Bu nasıl büyük güç böyle?!” diye soranların başına da
gelmedik kalmıyor. Çünkü o
malûm orkestranın enstrümanı çok, sesi güçlü ve bu tür
sorular işitilmesin diye durmadan çalıp söylüyor.
İşte o orkestradan bir baş-
ka beste, bir başka hezîmet
hikâyesi ve bir başka barış şarkısı daha! Sovyetler Birliği, Afganlı mücahitler ile 9 yıl savaşıyor ve
bugünün Rusya’sı o gün 15
bine yakın asker kaybediyor.
Hezîmetinin farkında, fakat
ilginç bir şey oluyor: ABD,
Afganistan’ı silah yardımı ile
destekliyor ve orkestra tüm
dünyaya insanlık şarkılarını söylerken Afganistan’ın
afyon tarlaları el değiştiriveriyor. Çünkü uyuşturucu ticareti iyi para getiriyor.
Bu sadece maddî bir kazanç
ABD için. Bir de ABD yardımını onaylayan ve onaylamayan Afganlılar arasına armonik bir fitne sokmuş
oluyor: Danışıklı dövüş 1!
Bir ülkeye direkt savaş açmaktan daha avantajlı olanı,
o ülkeyi iç savaşa sürüklemek.
Böl, parçala ve seyret! Daha
ne olsun?! Orkestranın şarkısı
hit parça oluveriyor ve ABD,
kendi kendini Hollywood yapımı filmlerinde alkışlayarak
dünyaya da alkışlatıyor.
Artık zırhlar kuşanıp elde
kılıç kalkan, sonrasında tüfek
dipçik sınırlara dayanma zamanı geride kaldığından, hani
başta belirttiğimiz küreselleşmenin diliyle, başka yöntemlere başvurmaları gerekliliğinden hâsıl olan bir ihtiyaçla işte
o muhteşem orkestraları, çok
önceden besteledikleri ve fakat
yastık altında sakladıkları şarkılarını bünyelerine yeni kattıkları enstrümanlarla çalıyor.
Bu enstrümanların toplam
adı: “Terör”… Hemen hemen tüm çalgıcılarının isminde “İslâm” kelimesi markalaştırılmış. (Lütfen 60. sayfadaki
Zehra Ulucak’ın yazısını okuyunuz...)
Al gülüm, ver
gülüm!
Bu öyle bir orkestra ki, birbirlerinin maddî ve mânevî
tüm ihtiyaçlarında birleşerek çok sesli bir biçimde
aynı terâneyi söyleyebiliyorlar. Amerika’nın tüm markaları Çin’de üretilirken, Çin’in
ucuz işçi ve insan gücünden de ABD istifade sağlıyor, Çin’e yaptığı bu destekle Çin ekonomisi güçleniyor
ve bu güç, Doğu Türkistan’da
Uygur Türklerine işkence uygulayıp Müslümanların yeryüzünde nüfuslarını azaltma
operasyonunun altyapısını oluşturuyor: Danışıklı dövüş 2!
Fransa kültür asimilasyonu için sembol ve imge çalışmalarını yaparken, İngiltere paranın nabzını tutuyor.
Rusya’ya gelince, ABD’nin
maşası hükmünde varlık göstererek, delinmesi gereken
hava ihlâlleri, geçilmesi gereken sınırlar, bölünmesi gereken Türk Cumhuriyetleri ondan soruluyor. Kendi diline
dokunmazken, Türk Cumhuriyetlerindeyse dil ve kültür devrimleri oluşturuyor.
İsrail’in bu beş güç arasında adı geçmemesinin sebebi, haritalarda gördüğümüz
bir küçük toprak parçasından ibaret olmayıp, uzamazkısalmaz, her ne hikmetse
neredeyse sabitlenmiş Yahudî
nüfusu ile dünyanın dört bir
yerinde, insanın temel ihtiyaç ürünlerini markalaştırarak hemen hemen her eve ya
şampuan, ya deterjan, ya tohum, ya giyim kuşamla giriyor. Filistin’e yağdırdığı bombaları bir havai fişek gösterisi
gibi sınır ötesinden izliyor.
Filistin’de neredeyse taş taş
üzerinde kalmamış, ülke bir
enkaz hâline gelmiş, fakat insan haklarından söz eden bu
beş büyük güç, çaldıkları orkestranın güçlü sesiyle Filistinlilerin çığlıklarını bastırıyor. Nerede insan hakları
deklarasyonları? Sahi, çok
merak içindeyim! AHİM’e
hak talebi ile başvuran Hıristiyan, Yahudî, Budist, Pagan
dâvâcılar var mıdır? Danışıklı dövüş 3!
Rusya, ABD’nin düşmanı
değil, rakibi olmanın avantajlarını enerji üzerinden yaşarken; Amerika ise bir yandan
diktatör komünist rejim baskısı altında ezilen Rus halkına kapitalist tüketim stratejisini pompalıyor, tüketim ve
alım gücünü körüklüyor, diğer taraftan da petrolün varil fiyatlarını bir yükseltip bir
indirerek Rus halkının alım
gücü üzerinde psikolojik baskı ve denge problemi oluşturuyor. Öte yandan Rusya’nın
Suriye’ye girmek için bahane arayışının ve ardından çekiliyormuş gibi yapışının ardında da bu orkestranın bir
başka bestesi çalıyor. (Lütfen
Ahmet Yozgat’ın 82. sayfadaki
yazısını okuyunuz...)
Görüldüğü gibi bu orkestra aynı notaları farklı enstrümanlar ile çalarak dünyanın kulağına barış şarkıları
fısıldamaya devam ederken,
İslâm coğrafyaları ise siyasî,
kültürel, ekonomik baskılarla
ya talan ediliyor, ya kendi içine hapsediliyor yahut “Parçala, yönet, yok et!” yöntemine
mâruz kalıyor.
Yazının başında “şefi değişken” olarak tanımladığım
bu orkestranın görünmez
ve fakat yetkisi kutsal, etkisi stratejik üstünlük barındınisan 2016
41
haberajanda
Terör
ran bir şefi değil, iki şefi var
ve onlar vardiyalı olarak yönetiyor bu orkestrayı. Kim
onlar? Dini menfaat ve erk
aracı olarak kullanmayı meslek edinmiş Hıristiyanlar ve
Yahudîler; nâm-ı diğer ABD
ve İsrail… Sahip oldukları
her ne var ise, hepsinin temelinde “insan”a ezâ yatan, hangi üstünlüğü elde etmişlerse
mazlum canı, mazlum âhı almış bu iki büyük şef, dünyaya
artistik yönetimleriyle konser
vermeye devam ediyor.
Soykırım soysuzları
Paris’te, Bürüksel’de patlayan bir bombayla bu orkestra daha çılgın parçaları daha
yüksek perdeden çalıyor, ancak Bosna-Hersek’te Müslüman soykırımını Sırplar
sahnelerken 21. yüzyılın yüz
karası olmaktan imtinâ etmiyorlar. Türkiye’nin başına Lozan ve Sevr Antlaşması
ile ördükleri çorabın benzerini Dayton Antlaşması ile
Bosna’nın başına örüyorlar. Fakat bu pratiği bu yüzyılda değil, çok öncelerden
edinmiş onlar. Tarih kitaplarının arasında sıkışıp kalmış
bir hoyrat şarkısı var bu orkestranın. Bizse, onların eski
şarkılarını dinleme gayretini yitirdiğimizden mi, yoksa
kendi türkümüzü söylemeye
âşinâ olduğumuzdan mıdır
bilinmez, bu yüzyılda söyledikleri şarkıları şaşkınlıkla
dinliyoruz. Onlar varoluşlarını besleyen her türlü stratejik
parçayı çok önceden bestelemişler hâlbuki. Biz yeni yeni
işitiyoruz.
İşte onlardan biri!
“19. yüzyılda beyaz tacirleri
Çin’e tonlarca afyon gönderiyorlardı. 1840’larda Çin’de
42
nisan 2016
o kadar çok afyon bağımlısı vardı ki Çin hükûmeti, 20
bin afyon kasasını yakma kararı aldı. Bunun üzerine Çin’e
karşı harp ilân edildi (Birinci
Afyon Savaşı). Çin, Nanking
Barış Anlaşması’nda, yok
edilen afyon için İngiltere’ye
tazminat ödemeye, limanlarını İngiliz tacirlere açmaya ve Hong Kong’u teslime
zorlandı. Anlaşmayla bağlanmış olan Çin, ithâlat vergilerini indirmek zorunda kaldı.
Böylece ucuz İngiliz malları Çin pazarına akın etti ve
Çin’in sanayi gelişimini neredeyse tamamen durdurdu...”
Sömürdüğü koloniler ve
böylesi yaptırımlarla varlığına varlık katan İngiltere
Kraliçesi II. Elizabeth’in 42
ülke’nin banknotunda resmi
yer alıyor. Çünkü bir sebep
oluşturarak orkestralarına
yüksek volümlü bir parça icrâ
ettirip gürültü patırtı arasında imtiyazlarını genişletme
mahâretleri bugünde kalmıyor, yüzyıl ötesine uzanıyor.
Her yol mubah
Olmadı mı? Şarkıları tutmadı mı? Bu defa bir başka
makamda besteleniyor tragedyalar. 1945’te Hiroşima,
Nagazaki’ye ABD’nin attığı Uranyum-235 tipi atom
bombası “Küçük Oğlan”
(Little Boy), 140 bin insanın
ölümüne ve iki kentin yerle
bir olmasına sebep oluyor.
Yine mi olmadı? Hangi ülkeyi konser salonu olarak seçmişlerse, o ülkeye yeni
şefler atayarak darbeler yapıyorlar. Askerler, tanklar, panzerler eşlik ediyor onlara.
Yetinemediler mi? İsminde “İslâm” geçen yahut İslâmî
referanslara sahip olup bir
zamanlar kendi enstrümanları ile besteledikleri terör örgütlerinin (El-Kaide, Hizbullah) üstleneceği intihar
saldırıları düzenliyorlar. Hedefleri para ve güç olunca,
her şeyin mubah kılındığı bu
orkestrayla öyle etkileyici şarkılar söylüyorlar ki kendi insanlarına dinletip hayattan
vazgeçecek, hatta ölecek (öldürülecek) kadar mest ediyorlar: Danışıklı dövüş 4!
Amerika’nın İkiz
Kule’lerinin yerinde yeller
esiyor şimdi. Fakat 11 Eylül
2001 yılından bugüne, onlar kendi besteledikleri ve de
kendi insanlarını ölümüne
mest etmeyi göze alacak kadar güçlü bir trajediyi sahneliyorlar. (Lütfen 10. sayfadaki
Mehmet Şeker’in yazısını okuyunuz...)
Türkiye, Mehter
Takımı ile kendi
marşını söylüyor
İnsanlar evlerindeki koltuklarda oturmuş hâlde dünya sahnesine uyarlanmış bu
tragedyaları izleyedursun, orkestranın dört ana grup dediğimiz enstrümanları olan
ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti, insan emeğini, enerjisini
ve coğrafyaların yeraltı kaynaklarını ve madenleri, koloni ülkelerini kullanarak ve
sömürerek varlıklarına varlık katıyorlar. Emtia borsası, finans merkezleri, Siyonist
ideaları, stratejik istihbarat
örgütleri (CIA, MOSSAD,
MI6) ile sınır tanımadan hayatlarımızın içine kadar sirayet ediyor güçleri.
Fakat Türkiye ne oturup izlemede, ne de o orkestra içinde bir enstrüman olma
eğiliminde! Onun mâzisinde
dünyayı inleten Mehter Takımı, şimdi ise kalplerde terennüm edilen marşları var.
Çünkü son 10 yılda Türkiye, kulakları sağır edercesine söylediği nağmeleri dillere dolayan orkestrayı, onların
umduğu biçimde kâle almıyor. Çünkü E. Gladstone’nin,
“Ahlâk bakımından yanlış
olan bir şey, politika açısından da doğru olmaz” sözündeki erdemi, “Bir siyasetçi gelecek seçimi, bir devlet adamı
ise gelecek kuşağı düşünür”
diyen James F. Clarke’nin değindiği prensibi tavrında ve
kararlarında seyrettiğimiz bir
Cumhurbaşkanı’na sahip bu
ülke!
Çünkü bir dâvâ ve bir
inanç uğruna çıkılmışsa bir
makama, onun mes’ûliyetini
önce Vahy-i İlâhî’den devşiren, sonra Sünnetullah ile
kuşanan ve ardından Hz.
Ömer’in adâletini kalbinde taşıyan Recep Tayyip Erdoğan gibi bir lidere sahip
bu ülke!
Ancak dünya sahnesinde
konser vermeye müptelâ olmuş, paraya ve güce meftûn
güçlerin hoşuna gitmiyor bu
portre. Hoşlanmayınca ne
yapıyorlar? Eğitimsiz, değerlendirme kabiliyetine sahip olamayan, sorunlu, kendisini ispatlama kaygısında
olan, paraya muhtaç ve kaybedecek bir şeyi olmayan insanları bir enstrüman gibi
allayıp pullayıp orkestralarına ekliyorlar. Göze çarpmayan, gerektiğinde ortalıktan
kaybolabilen (saklayanları
sağ olsun), bir ülke, bir millet
veya bir toprak tescili bulunmayan alt enstrümanlarını,
uyguladığı politikadan hoş-
lanmadığı bu ülkelere gönderiyorlar. İşte o enstrümanlar,
yani malûm terör örgütleri söylüyor bu defa bir başka perdeden güçlerin öğütledikleri parçayı. Sur, harâbeye
dönüyor!
Sokak çalgıcısı
teröristler
Taşeron enstrümanlar canla başla icrâ ediyorlar aldıkları bu görevi. Cana göz dikiyorlar, mala göz dikiyorlar…
Caddelerimize kan, evlerimize ağıtlar sıçrıyor. Maksatları yönetim otoritesini zayıflatmak, halkı tedirgin etmek,
silah satışlarıyla tâbi oldukları büyük güçlerin zenginliğine zenginlik katmak…
Başarıyorlar da… Ölüm öncesi muhteşem bir başarı bu!
Ölüm sonrası sorumluluğundan azâde bir zenginlik…
Sadece büyük ülkelerin
başkentlerinde kâğıtlara not
düşülmüş bestelerle konser
vermiyor bu orkestra. Türkiye gibi başı dik, mücadelesinden emin, kendilerine pek
teveccüh etmeyen ülkelerin
meydanlarında, sokaklarında, ücretsiz halk konserleri (!)
veriyorlar. Her bir nakaratta
onlarca insanın kalbi duruyor. Otobüs durakları, sokak
başları kana bulanıyor. Anaların yüreği dağlanıyor. Onlar
bu ağıtlardan, feryatlardan ilham alıyorlar.
O büyük orkestranın bir
suçu yok(!), tüm bunları sokak çalgıcıları yapıyor.
Gûyâ... Hangi ülkenin sokağına bağdaş kurup vurmalı çalgılarını kurmuşlarsa, o
ülkenin topraklarının küçülmesini, sınırlarının daraltılmasını hedefliyorlar. Geniş
alanda yitip gitmesin sesle-
ri diye… O ülkenin etrafını ateş çemberi ile kuşatıyorlar sesleri yankılansın, halk
onlara hayran kalsın da yeni
ve kendileriyle bağ kurmayan, dünya insanının dünya
ve ukbâ saâdeti için ilâhiler
söyleyen yeni bir orkestra
doğmasın diye. Hayranlarını
kaybetmek, onların ölümleri demek çünkü. Parayla oynuyorlar; finansal istikrasızlık
onların kutularına daha çok
para atılmasını sağlıyor. O
enstrümanlar dün ASALA,
ETA, IRA idi, bugün PKK,
PYD, IŞİD, DHKP-C ve
diğerleri… (Ve lütfen, 44. sayfadaki Haber Ajanda imzasıyla yayınlanan dosyamızı okuyunuz...)
Daha da mı yetinemediler?
Legâlleştirilmiş, dağdan şehre indirilmiş enstrümanlarına
kravat takıp demokrasi şarkılarıyla başköşeye uğurluyorlar: HDP…
Yüzyıllardır çalışıyor ve
çalıyorlar. Onları dinlemeye teşne çok hayranları var
bir kere bileti kesilmiş, konser salonuna alınmış olmanın
rehâvetiyle…
Aslında varlığı bir markadan ibaret olan ve algıları yönetme kabiliyetiyle büyükleştirilmiş küresel güçlerin
âkıbeti pek parlak görünmüyor. Mahatma Gandhi’nin
şu ifadelerine bir bakalım ve
sonra da büyük güçleri zamana bırakalım: “Bizi yok
edecekler şunlardır: İlkesiz
siyaset, vicdanı sollayan eğlence, çalışmadan zenginlik, bilgili ama karaktersiz insanlar, ahlâktan yoksun bir
iş dünyası, insan sevgisini alt
plâna itmiş bilim ve özveriden yoksun bir din anlayışı.”
Tüm bu olup bitenler ara-
Yazının başında “şefi değişken” olarak
tanımladığım bu orkestranın görünmez
ve fakat yetkisi kutsal, etkisi stratejik
üstünlük barındıran bir şefi değil, iki şefi
var ve onlar vardiyalı olarak yönetiyor
bu orkestrayı. Kim onlar? Dini menfaat
ve erk aracı olarak kullanmayı meslek
edinmiş Hıristiyanlar ve Yahudîler;
nâm-ı diğer ABD ve İsrail…
sında, etrafı ateş çemberi ile
sarılmasına rağmen kendi marşını söylüyor Türkiye: “Sen böyle yürürken tuğla
sancakla,/ İslâm zaferleri geliyor akla!”
Düşlerinde örsler çalıyor
yürekleri hoplatan. 21. yüzyılda kan emici, vahşeti içselleştirmiş Batı’nın modernitesine karşılık, Medîne’sini
inşâ etmek için çalışıyor.
“Minâreler süngü, kubbeler
miğfer;/ Camiler kışlamız,
mü’minler asker…/ Bu İlâhî
ordu dinimi bekler:/ Allahu
Ekber! Allahu Ekber!” gibi
dizeleri olan güfteler biriktiriyor tüm dünyanın dinleyeceği besteler yapmak için.
Kararlı, başı dik ve inanç-
la kendi menkıbesini yazıyor
tarihe. Sâfî kulaklara değil,
kalplerin ve ruhların beslendiği bir dâvânın ilâhisi olup
yükseliyor onların sesi arşa.
Büyük küresel güçlerin
şimdilerde dünyevî her bir
şeye güçleri yetse bile, Rabbin helâk edişine güç yetiremeyeceklerini biliyor bu vakur ve dirâyetli Türkiye’de
Rabbine mutî ve mazlumun
derdine düşmüş olanlar ve
de yüreklerinde Bosna’nın,
Filistin’in, Suriye’nin,
Kafkasya’nın, Doğu
Türkistan’ın, Afganistan’ın,
Arakan’ın, Çeçenistan’ın yarasını hissedip onlarla birlikte kanayanlar…
nisan 2016
43
HABERA JANDA DOSYA: TERÖR
Bugün dünyada, başta NATO ve BM
olmak üzere uluslararası tüm blokların
ortak kararı şudur: “Egemenlik hakkı,
toprak bütünlüğü demektir!” Devletlerin
hayat zinciri ve büyük kubbe şiârını tehdit eden ve “yeni tehlike” olarak isimlendirilebilecek olan bir “yeni durum” söz
konusudur: Terör!
***
Bir kilit soru daha: Terör tanımı ilk
defa ne zaman uluslararası bir tarif
hâlini aldı?
***
Devlet aklına, devletlerarası hukuka ve
devletlerin gücüne “terör” yakıştırılamaz ve ilgili kılınamaz! Nitekim her ülkede terör saldırıları vardır. “Terörün iyisi
kötüsü olmaz! ‘Senin terörün, benim terörüm’ denmemelidir!” ısrarı da bundan
kaynaklanmaktadır. Bu doğrudur, ancak
hâlâ ortada cevapsız kalan bir soru mevcuttur: Terör nedir, terörist kimdir?
***
“Üçüz şiddet” dediğimiz ve ayrıştırılması zor olan, hattâ üçüz etkisi yaptığı
için olay mahallinde üçünden hangisi
olursa olsun “Aynı kişiydi!” teşhisi konulan eylem türlerinin ayrıştırılması
bir zorunluluktur. Devlet, “Üçüz Ailesini
lânetliyoruz! Üçüz Ailesini ininde yok
edeceğim!” deyip şov yaparak üçünü de
“aynı” göremez. Dolayısıyla mücadelesini de “tek ve toptan” yapamaz! Bu, devletin acze düşüşünü ve sonunu hazırlar!
***
Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
“Egemenlik riskte!” iddiasıyla özgürlüğü
kısıtladığı yönündeki propagandanın
gerçeği yansıtmadığı doğru ve usûle uygun şekilde ortaya konulmalı ve “özgürlük” adı altındaki “egemenliği riske eden
çabalara” da müsaade edilmeyeceği kararı gösterilmelidir. Belki Sayın Erdoğan
ve Hükûmet bu noktada duyarlı olabilir;
ancak duyarlılık, kitle psikolojisiyle de
onaylanmalıdır. Bu açıdan kamuyla iletişim geliştirilmelidir.
Üçüz şiddet ve
“TERÖR”
Devlet aklının dili ve kavram kullanma yöntemleri
44
nisan 2016
H
AYAT zinciri,
kişi-ailetoplum-devlet
aşamalarında
gelişen ve
korunan “bütünleşik akıl ve
toplam duygusallık” ile var
olur. Varoluş ise tersten okunduğunda, her
bir aşama bir öncekinin “altında toplanan
birer kubbe” görevi görür. Yani “devlet” toplumun kubbesi, “toplum” ailenin kubbesi
ve “aile” de kişinin/bireyin kubbesi işlevini
görür. Hatta betimlemeli bir tablo yaparsak eğer, her bir kubbede gök kubbe gibi
gündüz-gece, güneş-yıldız görünür/izlenir.
Nitekim “kubbenin çöküşü” kaygısı veya
endişesi neyse, devletin, toplumun, ailenin
ve bireyin çöküşü de aynı psikoloji ile karşılanır ve bu bağlamda uyarılar, tedbirler ve
savunmalar gelişir.
HABER AJANDA
>> Hayat zincirinin her
bir halkasının birer “sağlam halka” olması ise tüm
aşamalarda “ortak akletme”
ve “bütünleşik duygu” ile
mümkündür. Ortak akletmenin en önemli “kuvvetlendiren iksiri” “kavramlar”,
bütünleşik duygunun can
suyu ise “birlik(te yürümek)
hayâli”dir.
Bu bağlamda kavramlar,
kişi-aile-toplum-devlet hayat
zincirinde aynı kelimeler ve/
veya sembollerle kullanılırken, her bir aşamada kelimenin taşıdığı anlamın sorumlulukları da farklılaşmaktadır.
Bir başka ifade ile kavramlar,
sadece anlamları ile değil,
anlamın getirdiği yükümlülüklerle de var olurlar.
Bu yükümlülüklerse hayat
zincirinde görev dağılımı ve
yetki sınırları getirmektedirler. Bunun en çarpıcı ve en
berraklaştırıcı örneği, “öz-
gürlük” kavramının anlamyükümlülük betimlemesidir:
Birinin özgürlüğünün başladığı yerde diğerinin özgürlüğü
sınırlanır!
Kişinin özgürlüğünü
ailenin özgürlüğü sınırlar;
ailenin özgürlüğünü toplum,
toplumun da devlet... Devlenisan 2016
45
HABERA JANDA DOSYA: TERÖR
Terörün ekseni, sosyo-ekonomik veya jeopolitikten önce sosyal psikolojiye dayalı olarak birey ve toplumun bilinçaltına yerleşmeyi
hedefler. O nedenle terör, sosyo-ekonomik, jeopolitik ve siyasal hedefler için psikolojik altyapılar hazırlar.
tin sınırını da “anayasa” çizer.
Anayasa ise her bir kişinin/
bireyin onayladığı bir unsur
olmak durumundadır ki,
hayat zinciri, “barış boynu”na
takılan bir gerdanlık olabilsin. Zaten barış boynuna
takılacak borcumuz da bu
gerdanlıktır.
Fakat hayat zincirinin
halkalarının zayıfladığı ve
koptuğu dönemler vardır. Bu
dönemlerin analizleri yapıl-
46
nisan 2016
dığında, halkayı sağlam kılan
unsurların eksikliği/yıpranması söz konusudur. Özellikle kavramların kullanımında
ve birlik gerekçelerinde
“Kelime aynı, ancak anlamın
sorumlulukları farklı!” tepkisi
ile “Birleştiren unsur aynı,
fakat kastedilen hedef farklı!”
tepkisi var olabilmektedir.
İşte hayat zincirinin kopma ve dağılma sürecine biz
“kaos” diyoruz. Kaos ile so-
nuçlanacak halkalara ve/veya
kubbeye yönelik saldırılara
da “savaş”...
Çok ilginçtir, savaş her
zaman “barış” için reddedilir.
Fakat kaçınılmaz savaşlarda
da “hayat zincirinin bekçileri”
diyebileceğimiz kahramanlık
yüceltilir ve ölen kahramanlar,
hayat zincirinin armağanları
olarak geleceğe taşınır.
Savaş eşiğinde ve süre-
cinde kontrolü eline alan
güç, kuşkusuz devlettir ve
devletin savaşta iki aslî görevi vardır: Hayat zincirini
korumak ve savaş sonrasında
kalıcı olması için devletin “en
büyük kubbe” olarak bilinmesini sağlamak…
İnsanlık, savaş tecrübesi
ile “hayat zincirini korumak”
adına bir “savaş hukukuinsan hakları” kültürü inşâ
etmiş ve taraf devletleri uluslararası sözleşmelerde denetlemiştir. Bir de devletlerin
“en büyük kubbe” hakkını
HABER AJANDA
garanti altına alan “egemenlik hakkı” vazetmiştir.
“Egemenlik hakkı” hayat
zincirinde “yeni kişi-yeni
aile-yeni toplum-yeni devlet”
talebine dönmediği sürece,
“Egemenlik hakkı, toprak
bütünlüğü ile somutlaşır”
cümlesindeki form yürürlüğe
konulmaktadır. Ancak ne
zamanki “yeni (…)” süreci
“büyük değişim-kaçınılmaz
devrim” eşiğine gelirse, o zaman söz konusu “egemenlik
hakkı” ifadesi, toprak bütünlüğü formu yerine “demokratik yönetim” adı altında
geliştirilecek “yeni ülke” ile
değiştirilmektedir.
Bugün dünyada, başta
NATO ve BM olmak üzere
uluslararası tüm blokların
ortak kararı şudur: “Egemenlik hakkı, toprak bütünlüğü demektir!” Devletlerin
hayat zinciri ve büyük kubbe
şiârını tehdit eden ve “yeni
tehlike” olarak isimlendirilebilecek olan bir “yeni durum”
söz konusudur: Terör!
İnsanlık müktesebatı “savaş” ile kaim iken, savaş kültürü/geleneği içinde olmayan
bir “yeni saldırı türü” olarak
“terör” var olmuştur. Bu
noktada “Terör bir modern
sorundur!” demek mümkün.
Terörün modernliğin bir
ürünü mü, yoksa modernlik
listesi içinde yer bulan bir
“yeni” mi olduğu ayrı bir
tartışma konusudur. Ancak
kesin olan bir şey var: İnsanlık, “yeni kavram” hâline
getirilmiş bir olgu ile karşı
karşıyadır.
Peki, terör nedir?
Terör için özellikle
“kavram hâline getirilmiş”
şeklinde tanım bulan bir
etiket koyduk. Çünkü terör,
bir “savaş taktiği” olmaktan
çok (yani teknik bir askerî
saldırı türü olmaktan öte),
bir “politik zihniyet” ve
“egemenlik değişimi aracı”
özelliği taşımaktadır. Bu
noktaya belirli aşamaları kat
ederek gelmiştir. Bu aşamalar tespit edilmediği sürece
“terör ile mücadele” etiketiyle
yapılanların çoğu “inine girilemeyen, ovada av” ölçeğinde
kalacaktır.
Terörün kozası
Terörün “hücre” hâli veya
“larva” aşaması, hatta “ilk
aşama” denilecek basamağı
şudur:
a) “Adresi belli olmamalıdır” yerine başka bir veya
birkaç adres konulsa da, gerçekte adresin belli olmadığı
kanısını güçlü kılacak şekilde
karmaşık bir yapı veya gizliliğe büründürülmüştür.
b) “Olayın ölçeği, eylemin
kendisi değil, sonuçları, yani
dalgalanması ile ilgilidir.”
Yani olaya değil, olayın sonuçlarına, başlatacağı veya
bitireceği süreçlere bakılmalıdır.
c) “Bilinçaltını hedef alır.”
Terörün ekseni, sosyoekonomik veya jeopolitikten
önce sosyal psikolojiye dayalı
olarak birey ve toplumun
bilinçaltına yerleşmeyi
hedefler. O nedenle terör,
sosyo-ekonomik, jeopolitik
ve siyasal hedefler için psikolojik altyapılar hazırlar.
Bu üç özelliğe dikkat edilerek şu anahtar soru sorulmalıdır: Bu üç özellik, hayat
zincirinde hangi halkayı
kuluçka olarak kullanabilir?
Veya bu üç özelliği hangi
halka koordine edebilir?
Bu iki peş peşe soruya
tereddütsüz cevap vermeliyiz:
“Devlet!”
O zaman şu gerçekle
yüzleşmek durumundayız:
Terörü ancak devletler sonlandırabilir. Ve terör, ancak
devletler tarafından var edilip
kullanılabilir!
Bu bir paradoks olarak
görülebilir. Oysa devletlerin
geliştirdiği “yeni savaş taktiği” olarak incelendiğinde şu
tespit rahatlıkla yapılabilir:
Terör, devletlerin var ettiği,
fakat “kontrolden çıkan güç”
olarak sahibini de yok eden
“laboratuvar ürünü” bir deneydir.
Eğer paradoks için bir
detay delil bulmak zorunda
kalacaksak, o zaman şu balistik sonucu kullanabiliriz:
Terörün bilindik bir adresi
olmadığından, bir terör saldırısının faili olarak bir devleti
bulmak mümkün değildir!
Ancak yukarıda zikrettiğimiz üç özelliğin izi sürülüp
“muhtemel devlet” dikkate
alınarak tedbir alınabilir.
Peki, bu canavar ne zaman
var edildi? Kurucu devletleri
belli mi? Laboratuvarın adresi biliniyor mu?
Bugün kesinleşmiş sonuçların mevcudiyetini “Laboratuvar adresi: Ortadoğu…
Zaman: İkinci Dünya Savaşı
sonrası… Muhtemel devletler: Ortadoğu’da hesabı
olan devletler...” listesi içinde
gösterebiliriz.
Bir kilit soru daha: Terör
tanımı ilk defa ne zaman
uluslararası bir tarif hâlini
aldı?
Bizim cevabımız şöyle:
“ABD’deki 11 Eylül saldırısından sonra… Yani canavarın hafızasındaki ‘sahipler
listesi’ne yöneldiği gün…”
Terör kelimesinin kökenindeki “korkudan titremeyi
sağlayan şiddet” ve “dış
güçlerin düşmanlık derecesi”
gibi iç politika propagandası
için malzeme özelliği Fransız Devrimi’nden bu yana
sözlükte yer alsa da, “terör”
kavramının “uluslararası
hukuk” nezdinde “küresel
ve endüstriyel tarif ” zamanı,
İkiz Kuleler’e yönelik saldırının tarihi olan 11 Eylül
saldırısının gerçekleştiği
zamandır. Çünkü o dönemin
ABD Başkanı Bush tarafından çocuğun bile anlayacağı
bir terör tanımı yapılmıştır:
“Amerika’dan yana iseniz,
barıştan yana; Amerika’nın
yanında değilseniz, terör
safındasınız!”
Dikkat edersek Bush, “Terörü kınamak yetmez!” diyor;
hatta “Terörle mücadele
etmeniz de bir yere kadar!
Önemli olan şu: ABD’ye
saldırıldığı zaman ABD’nin
yanında, ABD’nin saldıracağı hedefe karşı birlikte saldıracak mısınız?” diyor.
Oysa uluslararası sözleşmeye göre bir ülkeye yönelik
saldırı durumunda, o ülke
NATO üyesi ise, zaten
NATO üyesi diğer devletler
o ülkeyi korumak için şartlara uygun destek vermek ve
saldıran tarafa yönelik operasyonları, saldırıya uğrayan
ülkenin “egemenlik hakkını
kullanmak” olarak kabul
etmektedir. Fakat Bush başka bir şey, hatta bir “yeni dil”
kullanmaktadır: “Her devlet
kendisi için tehdit gördüğü
bir unsuru ‘terör’ kapsamına
nisan 2016
47
HABERA JANDA DOSYA: TERÖR
alabilir. ABD’nin desteğini
istiyorsanız önce ABD’nin
yanında savaşın ki sizin de
‘terör’ ilân ettiğiniz adresleri
biz de ‘terörist’ ilân edelim!”
Bush’un bu tanımı ve
teklifi/tehdidi bir “gelenek/
alışkanlık” oluşturmuştur:
“NATO ve BM de by-pass
edilebilir!”
Nitekim 11 Eylül’e kadar
NATO ve BM üzerinden
yürütülen savaş-egemenlik
hamleleri, artık NATO ve
BM’ye rağmen operasyon
kanallarını açmıştır. Böylelikle “terör” gerekçesi, devletlere
“gizli tünel” imkânı vermiştir.
Öyle ki, otuz yıl içinde adeta
bütün devletler Ortadoğu’ya
NATO ve BM’ye rağmen
“hücum” etmişlerdir. Her
ülke Ortadoğu’ya aynı cümleyi/gerekçeyi kullanarak
saldırmıştır: “Terörün ini
Ortadoğu’dur! Ve ininde
kurutmazsak, terör, 11 Eylül
olaylarında olduğu gibi Ortadoğu sınırlarını aşıp bizim
ülkeye de gelecektir…”
Hatta Avrupa, ABD ve
Rusya’nın yer aldığı bölgelerdeki birçok saldırının bizzat
söz konusu ülkeler tarafından organize edildiği, böylelikle “Ya! Gördünüz işte!
Biz onun için Ortadoğu’ya
gitmeliyiz” gerekçesi için
koordine edildiği iddiaları
bile yapılabildi. Ve dünya
Ortadoğu’da… Konu: Terör
avı!
Peki ya Ortadoğu ile bin
yıllık geçmişi olan Türkiye?
Türkiye ve terör serencâmı
nerede başladı? Türkiye’nin
tutumu ne oldu? Türkiye de
Ortadoğu’ya terör avı için
çıktı mı? Suriye İç Savaşı,
Türkiye için avın izini sürerken kendini içinde bulduğu
48
nisan 2016
bir terör ormanı mı oldu?
Sahi, PKK terör örgütü mü
idi? Ve Türkiye’de, son bir
yılda artan canlı bomba olayları Türkiye’ye hangi mesajı
veriyor? Mesaj veren devletler hangileri?
Canlı bomba bir
iz midir? Yahut bir
devlete işaret eder
mi?
Canlı bomba bir devlete
işaret etmez, edemez! Çünkü
canlı bomba, tam aksine bir
“delil karartma” eylemi, gerçek katili gizleme hamlesi,
başka devletlere işaret etme
provokasyonudur. Nitekim
dünyada bir devletin bir
başka devleti terör yapmakla
veya teröre destek vermekle suçladığı ve NATO ile
BM’yi o devlete karşı göreve
çağırdığı veya ilgili devleti
terörle suçlayıp ispatladığı
tek bir örnek dahi yoktur!
Çünkü terör, ancak bir örgütle ilişkilendirilebilir, bir
devletle değil! Neden?
Nedeni çok basit! Devlet
aklına, devletlerarası hukuka
ve devletlerin gücüne “terör” yakıştırılamaz ve ilgili
kılınamaz! Nitekim her ülkede terör saldırıları vardır.
“Terörün iyisi kötüsü olmaz!
‘Senin terörün, benim terörüm’ denmemelidir!” ısrarı da
bundan kaynaklanmaktadır.
Bu doğrudur, ancak hâlâ
ortada cevapsız kalan bir
soru mevcuttur: Terör nedir,
terörist kimdir?
Son yıllarda Türkiye’de
yaşanan canlı bomba olayları,
PKK saldırıları ve 17 Aralık
operasyonunun öncü kuvveti
Gülencilerin “terör örgütü”
suçlaması ile tasfiyeleri süreci
devam ederken, Cumhurbaş-
kanımız Sayın Erdoğan’ın
“Terörü yeniden tanımlamalıyız!” şeklindeki vurgusu,
“cevapsız soru”ya vurgudur.
Üstelik bizzat kendisi terör
örgütlerine destek vermekle
suçlanıp Hükûmet’in devrilmesi sonrası vatan hainliği
ile yargılanması noktasında
operasyonlara maruz kalmıştır.
Türkiye ile ABD arasında
“PYD terör örgütü müdür?”
sorusuna aranan cevabın
anlaşmazlıkla sonuçlanması
ve ABD’nin “PKK terör
örgütüdür, ancak PYD değildir” ısrarı, artık zamanı gelen
bir aşamayı pekiştirmektedir:
Terör-devlet ilişkisi uluslararası ölçekte masaya yatırılacak aşamaya gelmiştir ve
terörün “herkesin işine gelen”
özelliği, artık herkese zarar
vermektedir!
Canlı bomba eylemlerinin
hep bir örgütle bağlantılı
olarak ortaya konulması,
fakat o örgütlerin devletlerle
ilişkilerinin birer “kayıt dışı
görüşme” konusu yapılması,
artık “Mızrak çuvala sığmıyor” görüntüsü vermektedir.
O zaman tüm cesaretimizle
bir soruyu/sorunu ortaya
koyup netîcelendirmek
durumundayız: Ortadoğu
bir “teröristan” yatağı hâline
getirilmiş ve Ortadoğu
üzerinde maddî-manevî
hesapları olan devletlerin bu
örgütlerle perde arkası ilişkileri bilinse de hiçbir terör
eylemi bir devletle ilişkilendirilemiyorsa, Türkiye bu
karma-karmakarışık komşu
bölgede ne yapıyor?
Gülencilerin, Ergenekoncuların, PKK’nin birbirinden
farklı birer örgüt olarak aynı
yerde durup Hükûmet’e sal-
dırmalarında ve perde arkasında birlikte hareket ettikleri devletlerin himâyesinde
Türkiye’ye ve özelde Sayın
Erdoğan’a yönelik “Türkiye
de Ortadoğu’daki terör örgütleriyle temas kurmak ve
eylemlerin arkasındaki gizli
özne devlet olmak” ile suçlamalarında haklı olabilirler
mi?
Gerçi hiçbir ülkede kendi
devletini bu tarzda suçlayarak hükûmete operasyon
yapan zihniyetlere pek
rastlanmaz ve de muhalefet
partilerinin de eşlik ettiği
gibi, her terör saldırısından
sonra birlik ve dirlik içinde teröre karşı durmaktan
çok hükûmeti yıpratmak
ve suçlamak gayreti de diğer devletlerdeki partilerin
muhalefet anlayışında pek
yoktur. Bu nedenle ilginç
bir blok oluşmuş görünse
de hepimizin aklında ve
kalbinde bir şüphe kalmaması için cesaretle sorumuzu
yineleyebiliriz: “Türkiye terör
konusunu nasıl çözümlüyor ve
onlarca devletin Ortadoğu’daki
terör taktiğine karşılık nasıl bir
strateji geliştiriyor?”
Türkiye terör
kuşatmasında!
Konunun bu kritik bölümünde dikkatlerin dağılmaması için öncül önermelerimizi hatırlayalım: “Adresi
belli olmayan, başka adres
göstermek için delil bırakan
ve sonuçları takip eden” şiddet içerikli olarak egemenliğe
karşı yapılan saldırıya “terör”
diyoruz. Ancak ABD’deki
11 Eylül sonrasında “adresi
belli olan, delilleri tek adresi
gösteren ve sonuçları kendi
egemenliğini kurmak” olan
HABER AJANDA
şiddet hareketleri de “terör”
kapsamına alındılar. Fakat bu
kapsamdaki liste konusunda
bir mutabakat sağlanamadığı
için her ülkenin kendi terör
listesi farklı oldu. Bazı ülkelerin ortak listeleri olsa da
anlaşmazlık konusu olan çok
örgüt var. Örneğin İsrail’e
göre Hamas terör örgütüdür,
fakat Türkiye’ye göre değil.
PYD, Türkiye’ye göre terör
örgütüdür, ABD’ye göre
değil…
Bir de Türkiye’nin 12
Eylül İhtilâli’nden kalma
bir “terör” tanımı ve kapsamı var ki, işte bu, “terör”
kelimesini anlam ve bağlamından koparmayı göze
alarak, “Şiddet içermese
de devlete-hükümete yönelik tüm operasyonlar
terör kapsamındadır” gibi
oldukça “kullanışlı ve çok
yönlü biçen bir mekanizma”
görevi görmektedir. Ve bu,
“Anayasa” sorununun önemli
çıktılarından biridir. Nitekim
hükûmete yönelik operasyon
ve devleti yönetme hamlesi
olan Ergenekon-Balyoz örgütlenmesi de, Gülencilerin
operasyonu da terör örgütü”
kapsamında tanımlanarak
tasfiye edilmektedir. Hatta
bir ironidir ki Gülenciler,
Ergenekon-Balyoz örgütlenmesinin terör kapsamında
tasfiyesine destek vermiş,
hatta koordinatörlük görevi
üstlenmişlerdir. Gün geldi,
aynı kapsamın içinde şimdi
tasfiye edilmekteler.
O zaman Sayın
Erdoğan’ın “Terörü yeniden
tanımlamalıyız!” çağrısının
iki yönü var ki birincisi,
uluslararası yönüdür. İkincisi,
devletlere karşı “Terör tanımı
ve listesinde artık tüm fark-
Gülencilerin Hükûmet’i devirme ve devleti paralelden yönetme fiili sabittir ve gereği yapılmalıdır. Ancak bu, üçüz şiddetten sadece
biridir ki bu, bildiğimiz “terör” ile mücadele yöntemiyle yok edilemeyecek üçüzden başka biridir.
lılıkları bitirelim!” çağrısının
yapılmasıdır. “Bir de “yeni
anayasa” kapsamında mevcut
kanunlarımızı uluslararası
tanıma uygun olmak kaydıyla netleştirelim!” düşüncesi
mevcuttur.
Tabiî içe dönük bu çağrıdaki mesajın sonunda,
başta Gülenciler olmak
üzere “şiddet” kullanmayan,
fakat hükûmeti devirmek
ve devleti yasadışı yollarla
yönetmek suçlarını işleyenlerin ayrı bir hukukî tanım
içinde mi gösterilecekleri,
yoksa “silahsız terör örgütü”
tanımı geliştirilip mevcut
yasalar genişletilerek mi yargılanacakları konusu henüz
netleştirilmiş değildir. Çünkü
“silahsız terör” ifadesinin
içerik ve sınırlarını hukuk
kurallarına uygun şekilde
yasalaştırmak oldukça zor bir
iştir. Demokrasi, özgürlük,
eşitlik, girişimcilik, örgütlenme hakkı gibi temel haklar
kapsamında olan ve ulusla-
rarası sözleşmelerle çerçevelenmiş mevcut uygulama ve
kültüre zarar vermeden bu
konuyu netleştirmek önemli
bir “mesele”dir ve Türkiye
için bu şekilde kalacaktır.
ristin rehin aldığı sivile zarar
vermeden operasyonu sonlandırmak gibi ince ve zekice
hamleler gerektirir. Peki, bu
inceliği ve zekâyı Türkiye
nasıl gösterecektir?
Özellikle hukuk devleti
ve demokratik kültür içinde
bu konu, sonu gelmez tartışmalar oluşturacaktır. Peki,
gerçekten silah kullanmayan,
fakat devletin varlığına,
ülkenin egemenliğine kasteden örgütler, diller, eylemler
yok mudur? Vardır! Ancak
bunlarla mücadelenin yol
ve yordamı, birebir şekilde
terör örgütleriyle mücadele
ile aynı-eşit olamaz. Çünkü
bu, teröristi öldürürken, terö-
“Üçüz şiddet” dediğimiz ve
ayrıştırılması zor olan, hatta
üçüz etkisi yaptığı için olay
mahallinde üçünden hangisi
olursa olsun “Aynı kişiydi” teşhisi konulan eylem
türlerinin ayrıştırılması bir
zorunluluktur. Devlet, “Üçüz
Ailesini lânetliyoruz! Üçüz
Ailesini yok edeceğim!” deyip üçünü de “aynı” göremez.
Dolayısıyla mücadelesini de
Kuşkusuz “silahsız terör”
ifadesinin içini “silah kullanmış olmasa da terör örgütüne
üyelik veya teröre destek
özelliği taşıyan söylem,
tutum ve pozisyon alış” ile
doldurmayı denemek mümkündür. Ancak bu da o kadar
kolay olmayacaktır.
Türkiye, terörle mücadelede bize göre birbirine benzer
ve birbirini besleyen fakat
her biriyle mücadele türü
farklı olması gereken “üçüz
şiddet” diyebileceğimiz üç
saldırıyı karıştırmadan ve
katıştırmadan sürdürmelidir:
Terörle mücadele, egemenlik
mücadelesi ve eylem/canlı
bomba…
nisan 2016
49
HABERA JANDA DOSYA: TERÖR
Terörle mücadelede “uluslararası mutabakat”
şarttır ve Türkiye, terörle direkt-dolaylı ilişkisi
olmayan ülke temizliğinde kalarak diğer ülkelere
öncülük etmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan
“tek ve toptan” yapamaz! Bu,
devletin acze düşüşünü ve
sonunu hazırlar!
Hatta bu üçüz şiddete
“aynı ailenin bireyleri” diye
ayrım yapmaksızın, birinin
eyleminden diğerini sorumlu
tutamaz. Her biriyle de mücadelenin yolu farklıdır, cezaları da farklı olmak durumundadır. Tabiî güçlü, büyük
ve adil bir devlet ise…
Türkiye, güçlü, büyük ve
adil bir devlet olma yolunda
mesafe almaktadır. Türkiye
hem terör, hem egemenlik,
50
nisan 2016
hem de eylem/canlı bomba
kuşatması altındadır! Elinden
geldiği kadar “üçüz şiddet”
ile ayrı ayrı ilgilenmeye çalışmaktadır. Ancak bu mücadelede zorlanmaktadır. Çünkü
üçüz şiddetin izini sürerken
ve üçüzler birbirlerini suçlarlarken, maalesef mücadelede
ihtiyaç duyduğu destek ve
motivasyonu almakta zorlanmaktadır. Çünkü Devleti,
Hükûmet’i ve Erdoğan’ı
suçlayan bir muhalefet siyaseti mevcuttur; Erdoğan’ı
sevmemekten kaynaklanan
geniş bir “nefret bloğu”, bu
mücadeleyi güçleştiren tutumlar göstermektedir.
Fakat tüm bunlara rağmen
Türkiye, bu üçüz şiddet sarmalından çıkmak durumundadır. Türkiye, üçüz şiddetin
bataklığını kurutmak için
üç ayrı bataklıkta farklı yöntemlerle çalışmak durumundadır; kat’î sûrette hepsini
de “terör” çuvalına doldurup
boğacağını düşünmemelidir.
Çünkü üçünü de “terörle
mücadele” silahıyla yok edemezsiniz. Terörü yok eden
silah, ancak teröristi öldürür.
Fakat egemenliğe kasteden
şiddet ve eylem/canlı bombayı öldüren silah ve mermi
başkadır. Bu, tıpkı bir vampirin ancak gümüş kurşunla
vurulması gibidir.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti ve özelde Cumhurun
Başkanı Erdoğan, Başbakan
Davutoğlu ve devlet kurumları üçüz şiddetle mücadelede ayrı yöntemler ve silahlar
kullanarak mı mücadele
ediyorlar? Sonuç alabiliyorlar
mı?
HABER AJANDA
Ortak kanaat odur ki, devlet üçüz şiddetle, her biri için
ayrı mücadele yönteminin
farkındadır ve uygulamaktadır. Suriye odaklı ve PKK
eksenli terörle mücadeleyi,
Güneydoğu Anadolu’daki
operasyonlarda görüldüğü
üzere -sivil kayba dikkat
ederek- yürütmektedir ve
bu noktada başarılıdır da.
Egemenlik noktasında, başta
Gülenciler olmak üzere “çatı
darbe bloğa” karşı mücadelede mesafe alınmaktadır.
Ancak zamana ihtiyaç vardır.
Ve ancak asıl önemlisi şu:
Bu üçüz şiddet türünden
biri olan dokuyu “silahsız
terör” gibi çok âfâkî bir soyutlama ile değil de doğru
tanımlamalar üzere ve yasal
düzenlemesi yeni anayasa ile
pekiştirilmiş hukukî bir düzenleme içinde tanımlamak
durumunda.
Her ne kadar 12 Eylül
Darbesi ile sağlanmış, 12
Eylül Anayasası ile korunmuş, Kenan Evren’i “yargılanamaz” kılan ve egemenliğe kastetmese de her türlü
muhalif düşünceyi rahatlıkla
“Terör kapsamındadır!” genişliğine imkân veren mevcut “esnek yasallık” da yeni
anayasa ile düzeltilmelidir.
Çünkü “şiddetin” tanım ve
sınırı soyutlamalarla genişletilirse, kimin ne zaman
hangi şiddetten yargılanacağı
belli olmayan darbeler ülkesi
eski Türkiye’ye dönülmüş
olur. Nitekim Ergenekon’da
muvazzaf bir Genelkurmay
Başkanı bile “ömür boyu
müebbet hapis” almış ve
hakkındaki karar onanmış,
tekrar yargılama ile ancak
beraat edebilmiştir. Şimdi de
17 Aralık Hükûmet’i devirme operasyonunun faillerin-
den olup mahkûm olanların
ne zaman beraat ettirilecek
konjonktüre sahip olacakları,
ucu açık şekilde soyutlama
kanalında ilerlemektedir.
Gülencilerin Hükûmet’i
devirme ve devleti paralelden
yönetme fiili sabittir ve gereği yapılmalıdır. Ancak bu,
üçüz şiddetten sadece biridir
ki bu, bildiğimiz “terör” ile
mücadele yöntemiyle yok
edilemeyecek üçüzden başka
biridir.
Evet, bugün farklı olan bu
tehlike, ancak mevcut “terör
yasaları” kapsamına alınınca
baş edilebilmekte ve tasfiye
edilebilmektedir. Fakat bu,
sadece bugün için bir örgütü
tasfiyeye yarasa da o zihniyeti
öldürmeye yetmez! Bir başka
zamanda bir başka örgütlenme aynı kanala girer.
Burada bir uyarıda bulunmak durumdayız: Üçüz şiddetten biri olan eylem/canlı
bomba ile mücadele noktasında devletin bir yöntemi
var olabilir. Ancak bu noktada bir zayıflık, bir belirsizlik
izlenimi var. Daha doğrusu,
millî iradenin bilinçli desteğine yönelik olarak “Bize
güvenin!” repliği dışında bir
strateji, dil ve koordinasyon
gözlemlenemiyor.
“Eylem/canlı bomba”
ifadesini de yeri gelmişken
netleştirelim…
“Canlı” mı,
“bomba” mı
patlıyor?
Az önceki ifadelerimizden
kastettiğimiz şey, “Devlet
canlı bomba eylemlerini
neden engelleyemiyor veya
neden birçok bombacı yakalansa bile eylem sayısı azal-
mıyor? Bir istihbarat zaafımı
var?” düşüncesi değildir. Kastımızdaki nüans ve incelik,
“bir canlının mâsum insanları öldürmeyi göze alabilecek
şekilde canileşmesi noktasında, bu canlıları Türkiye’deki
vatandaşlar arasından seçebilen, örgütleyebilen ve hedef
gösteren terör örgütlerinin
Türkiye’deki hangi boşluktan,
politikasızlıktan veya zaaftan yararlandıklarına ilişkin
gözlem ve çözümlemeler”
yönündedir.
Türkiye, “alçak, hain, cani”
suçlamalarını tekrar ederek
ve kendi ülkesine ve insanına kasteden katilin ruhunu
lânetleyerek bu üçüz şiddetin
üçüncüsünü yok edemez.
“Canlı bomba olan kişinin
psikolojisi, ailesi, şartları,
ideolojisi analiz edilsin” tespitiyle sınırlı bir hatırlatma
yapmıyoruz sadece; her
canlı bomba olayı ile başlayan medya psikolojisi, halk
refleksi, terörle mücadele
bilinci, muhalefet-iktidar dili
noktasında gelişen psikoloji
ve tutumları analiz ederek
hayat zinciri-egemenlik
denklemini çözümleme
niyetindeyiz. Çünkü SünnîAlevi, Türk-Kürt, sağcısolcu, ulusalcı-şeriatçı gibi
üçüz şiddetin üçüncü kişisini
veya kişiliğini yaşatan bir iklim hep var. Ve “Hükûmet’i
yıpratmak” ve de “sevmediğini zarara uğramış görmek”
arzusu gibi hastalıklı durum
ve duruşlar hiç bitmemektedir.
Nitekim üçüz şiddetten
birini gören diğer kardeşler
eylemle suçlanmaktadırlar. Örneğin olay ideolojik
bir çatışmayken, birbirini
sevmeyen iki taraf birbirini
“terörist” nitelemesiyle ispiyonlayabilmektedir. Veya
gerçek teröristler “Özgürlük
peşinde! Egemenlik hakkı
da konuşulmalıdır” gibi söylemlerle saklanabilmektedir.
Bu üçüz etkisini kullananlar
çoğalmaktadır.
Sonuç
Terör, egemenliğe saldırı
ve eylem/canlı bomba gibi
üçüz şiddetle mücadele ederken, her birine özgü yöntem
ve birer hukuk geliştirmek
durumundayız. Bir devlet,
sırf millî iradenin hissettiği
“Ölsünler!” duygusunu okşamak için “Hepsi bir!” deyip
istediğini yapamaz. Çünkü
çözüm olmayacaktır.
Bu noktada, terörle mücadelede “uluslararası mutabakat” şarttır ve Türkiye,
terörle direkt-dolaylı ilişkisi
olmayan ülke temizliğinde
kalarak diğer ülkelere öncülük etmelidir. Bu çerçevede
de terör ini olan Suriye
politikasında taraf olan tüm
devletlerle sadece “Esed”
değil, tüm terör örgütlerinden temizlenmiş Suriye
noktasında kararlı olmalıdır.
Çünkü görülen o ki, ülkeler
çekildiğinde terör ini olarak
varlığını sürdüren ve “hatta
terör üssü Suriye” formatında
bir ülke bırakmaya niyetliler. Özellikle coğrafî olarak
Ortadoğu’ya uzak ülkelerin
pozisyon alışları bu yönde bir
manzara da vermektedir.
Türkiye ise büyük ve akıllı
bir strateji ile özellikle de
Avrupa’ya şu gerçeği gösterebilmiştir: “Terör ini Suriye
demek, dev göç dalgasının
Avrupa’ya ulaşması demektir.
Göçün içinde üçüz şiddet de
beraberinde gelir!”
nisan 2016
51
HABERA JANDA DOSYA: TERÖR
nasıl davranması gerektiğine
yönelik bilinçlendirme ve
eğitim verilmesi önemlidir.
Özellikle genç kuşakların
bilinci bu noktada açık tutulmalıdır.
Patlayan yere doğru koşmak, olay sonrası hemen
“sevmediğini suçlu göstermek”, “gizliliği olan süreçleri deşifre etmeyi marifet
bilmek” ve -en üzücü olanı
da- “birlik ve dirlik gerektiren günlerde iktidar/rant
devşirmek” gibi kötü alışkanlıklardan kurtulmamız
gerekmektedir.
Avrupa hem göç dalgasının durması için Türkiye’ye
maddî destek vermekte, hem
de olası üçüz şiddetin taşınmaması için Suriye’nin terör
ini olmasına müsaade edecek
hamlelere hazır olduğunu
söylemektedir. Tabiî bu, AB
ile Türkiye’yi stratejik ortaklığa itmektedir. Özellikle AB
müzakereleri noktasındaki
mesafe ve soğukluk azalabilir
bu süreçte. Türkiye ile AB
arasındaki bu kaçınılmaz
yakınlaşma, kuşkusuz iki
önemli adresi rahatsız ediyor:
ABD ve Rusya...
Kuşkusuz ABD ve Rusya, terör inlerinden çok da
memnun değiller; ancak
inlere girmek noktasında her
zaman karar mercii ve patron
olmayı elden bırakmak istemezler. ABD ve Rusya’nın
sürekli Ortadoğu’yu silahlandırmalarının perde
arkası, bu gücü elde tutma
çabasından ibarettir. Dolayısıyla Türkiye, Suriye’nin
bedelini ödemekte; ancak
AB için terörle mücadelede
“baraj-dalgakıran” rolüne
doğru ilerlemektedir. Nite-
52
nisan 2016
kim özellikle DAEŞ terör
örgütünün Sultan Ahmet
Meydanı’ndaki Alman
turist otobüsüne ve İstiklâl
Caddesi’ndeki turist kafilesine saldırması, bu yakınlaşmayı tehdit etmek istemesindendir. Türkiye, terörle
mücadelede doğru yöntem
ve doğru karar üzeredir.
Egemenliğe saldırı ile mücadelede Türkiye, “özgürlük
talebi” ile “egemenliğe kast
etmek” fiilini çok net ayırmalı ve göstermelidir. İnsanların
özgürlük kapsamındaki
taleplerini “Egemenliği tehdit eden potansiyel tehlike!”
yaftasıyla yok etmemeli veya
geciktirmemelidir. Çünkü
insan, gerçekten hakkı yendiğinde ve/veya özgürlüğü
kısıtlandığında gerilir ve
zamanla güvensizlik içinde
saldırganlaşır. Ancak hak ve
özgürlükler verilse bile hak
ve özgürlükle ilgilenmeyen,
her koşulda bilinçaltında ve
hedefinde “egemenlik talebi”
olan ideolojiler ve örgütlenmeler vardır. Bu ideolojiler
ve örgütler, egemenlik hedeflerini “hak ve özgürlükler
hareketi” etiketiyle örtmek
isterler. Uyanık olmak gerekir!
Ancak “Kim haklı özgürlük talebinde? Kim bu maske
altında egemenlik peşinde?”
sorularının cevapları ayırt
edilebilmeli ve millet-devlet
dayanışması da bu fark üzere
yapılanmalıdır. Olaylara bu
ayırım üzerinden bakmak ve
tutum geliştirmek önemlidir.
Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Egemenlik
riskte!” iddiasıyla özgürlüğü
kısıtladığı yönündeki propagandanın gerçeği yansıtmadığı doğru ve usûle uygun
şekilde ortaya konulmalı ve
“özgürlük” adı altındaki “egemenliği riske eden çabalara”
da müsaade edilmeyeceği
kararı gösterilmelidir. Belki
Sayın Erdoğan ve Hükûmet
bu noktada duyarlı olabilir;
ancak duyarlılık, kitle psikolojisiyle de onaylanmalıdır.
Bu açıdan kamuyla iletişim
geliştirilmelidir.
Eylem/canlı bomba ile
mücadelede, doğrusu her
vatandaşın olaylar karşısında
Düşmanlarımız kendi
vatandaşlarını canlı bomba
yapsalar suçlu belli olacağı
için, bizim vatandaşlarımızı
kullanıyorlar!
Olay sonrası gidip bizim vatandaşımızı kullanan bu devletlere kendi
hükûmetimizi ve devletimizi
suçlayarak ispiyonluyor ve
tuhaf isteklerle destek bekliyorlarsa ispiyoncular, diğer
devletler bizim devletin acizliğine değil, ispiyonlayanların
yüzlerine içlerinden tükürüyorlardır. Çünkü hiçbir devlet, diğer bir devletin yüzüne
tükürmez! Devletlerin böyle
bir geleneği vardır. Kendi
devletlerinin yüzüne tüküren
ahmaklarsa her zaman tarihte var olmuşlardır. Çünkü
üçüz şiddet, varlığını bu insanların varlığına borçludur.
Türkiye üçüz şiddet sarmalından çıkacak inşallah!
Fakat üçüz şiddetin cenazesine katılacak ve şiddetin
tabutuna örtülü beze yüzlerine sürecek hainler her zaman
olacaktır. Çünkü onların
hayat ve hayâ zincirleri kopmuştur!
haberajanda
Terör
Mesut Emre Balcı
[email protected]
>> Suriye’de sadece
bölge için değil, tüm
dünya için bir kangren
hâline gelen iç savaş, her
gün bombalanan şehirler,
ölen mâsum siviller, evlerinden ve yurtlarından
göç etmek zorunda kalan
binlerce insan ve bu insanların Avrupa kapılarında gördükleri muamele,
bu can sıkıcı tablonun
yalnızca görünen yüzü.
Türkiye’nin kesinlikle
“Bana ne?!” diyemeyeceği,
sırtını dönemeyeceği bir
meseledir Suriye meselesi. Hem sınır komşumuz
olması, hem o bölgede
yıllarca devam eden
akrabalık ilişkileri, ticarî
ilişkiler ve daha birçok
sebeple Türkiye’nin Suriye meselesinde siyaseten
ya da insanî olarak umarsız davranması kesinlikle
beklenemez.
Terörün diline
teslim olmak
T
ÜRKİYE, yakın tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden
birini yaşıyor. İçeride ve dışarıda yaşanan birçok gelişme ülkemizin birlik ve dirliğini her geçen gün biraz
daha tehdit ederken, milletimiz bu büyük cendereyi
de atlatacak güce sahip olduğunu tüm dünyaya gösteriyor.
Devlet, bir yandan sınır
güvenliği ve mültecîler
özelinde uluslararası arenada Suriye meselesiyle
hemhâlken, bir taraftan da
ülkenin güneydoğusunda
devlet içinde devlet olmaya çalışan PKK ile amansız bir mücadeleye girmiş
durumda.
Çözüm Süreci boyunca
sürecin bütün risklerine
ve her türlü provokasyona rağmen insanî bütün
hakları Kürt halkına iade
etmek, bunu yaparken
terörü de sınır dışına
göndermek üzere çıkılan
yolun sonunda belki de
terörün can damarını kesmeye ramak kalmışken
yeniden başlayan olaylar,
iç güvenlik konusunu en
üst seviyede tekrar gündeme getirdi. Sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan
müdahale süreci, terör
örgütünü şehirlerden silip
süpürmeyi amaçlıyor.
Elbette PKK’nın süreci
bozan faaliyetler göstermesinde Suriye’deki gelişmelerin de payı yüksek.
PYD ve YPG gibi örgütlerin
uluslararası camiadan aldıkları destekle Suriye’de
rejimin öngördüğü şekilde
alan kazanması, ülkemiz
sınırları içinde bulunan
PKK yapılanmasına da
cesaret kazandırmışa
benziyor.
Suriye meselesi dünyanın farklı güçlerinin
hesaplaşma alanına
dönüşmüşken, sınırının
yanı başındaki yangına
duyarsız kalmak istemeyen Türkiye’ye bir hâd
bildirme operasyonu
yapılıyor.
tür!” diyerek beş ülkenin,
dünyanın geri kalanını tahakkümü altına adlığı bir
ortamda bu adâletsizliği
yüzlerine çarpabilen bir
Türkiye var.
Dünyanın neresinde
olursa olsun, her terör
eylemi, verdiği kayıpla
birlikte birtakım mesajlar
içerir. Başkent Ankara’da
kısa süre içerisinde gerçekleştirilen bu eylemler,
birilerinin Türkiye’ye
çeşitli mesajlar vermeye
çalıştığının apaçık göstergesidir.
Bir taraftan Avrupa
Birliği ile temas sürecini
vakarlı bir şekilde devam
ettirirken, diğer taraftan
Ortadoğu’da yaşanan ve
belki de geleceğin haritasını belirleyecek olan gelişmelere kayıtsız kalmayan
bir Türkiye var. Savaşın en
acı yüzünü, katliamları,
insanlık dışı durumları, savaş suçlarını uluslararası
arenaya taşıma gayretinde olan ve bunu yaparken
Suriye’deki zulümden
kaçan mazlumlara karşı
Ensar görevini üstlenen
bir Türkiye var.
Bugün artık sadece
kendi iç meseleleriyle
uğraşan, kendi sınırlarına
hapsolmuş bir politika
güden bir Türkiye yok.
Dünyanın farklı yerlerinde yaşanan gelişmeleri
yakından takip ederek
gerekli noktalarda müdahil olan bir Türkiye var.
En önemlisi de, dünyanın
hâkim güçlerine karşı
söylem geliştirebilen ve
“Dünya beşten büyük-
Tüm bunları bir arada
düşündüğümüzde, eğer
birileri bize hâddimizi
bildirmeye çalışıyorsa,
onlara hâddimizin aslında
daha fazlası olduğunu ispat etmek durumundayız.
Bir taraftan yaşanan terör
olaylarının arkasındaki
bağlantıları ve iç güvenlikle alâkalı zafiyet tartışmalarını en üst mertebede
değerlendirerek gerekli
önlemleri alırken, diğer
taraftan da bizi getirmek
istedikleri hizaya gelmeyeceğimizi haykırarak
üzerimize kurulmaya
çalışılan psikolojik baskıyı
kabul etmediğimizi göstermek zorundayız!
Evet, belki gücünün
kaynağında sömürülmüş insan ve topraklar
bulunan dünyanın şu
anki süper güçleri (!) gibi
imkânlara sahip değiliz.
Ama ne bu güçlerin, ne
de bunların piyonları
hükmündeki örgütlerin
istedikleri gibi hizaya
sokabilecekleri üçüncü
dünya ülkelerinden biri
değiliz. Vermeye çalıştıkları dersleri almayacağız!
Bizi getirmeye çalıştıkları
hizaya gelmeyeceğiz! Terörün derin diline teslim
olmayacağız!
nisan 2016
53
haberajanda
Siyaset Felsefesi
“Terör” kavramı yeniden tanımlanabilir mi?
Kavramların evrensellik ve
İZAFİLİK
PROBLEMİ
B
İR kavramın içeriğini belirlemek kişiye, millete, coğrafyaya göre
değişebilir mi? Değişmeli mi? Yoksa kavramların tanım ve içerikleri, evrensel bir kabul biçiminde zaten mevcut mu? Yeniden tanımlanabilir yönleri var mı?
>> Bu yazıda kavram
analizinden ziyade, kavramların ve değerlerin
içeriklerini belirleme
konusunda nasıl bir tavır
belirlendiğine dair insanlık
düşünce tarihinden bir özet
vermeyi amaçlıyorum.
İnsanlık tarihinin “Evet,
kavramlar değişir” diyen
ünlü relativistleri, bunu
aslında insancıl bir tavırla
destekliyor görünüyorlardı. Kölelik kurumunu
insanların ürettiklerini,
esasen Tanrıların koyduk-
ları kanunların bir netîcesi
olmadığını savunuyorlardı.
Yani “Mutlak ve değişmez
bir yasa değildir” diyorlardı.
Fakat bu, daha iyi bir düzen
telakkîsini temellendirmek
için kullandıkları relativist
(göreceli) tavrı retorik (hi-
tabet) ustalığı ile yapmayı bir
ticarete dönüştürmüşlerdi.
Dönemin Atina’sında hak ve
kanunlara dilediği gibi şekil
vermek isteyenlere nasıl hitabetlerini güçlendirip diledikleri kavramlara güç kazandırabileceklerini öğreterek
para kazanıyorlardı. Böylece
ahlâkın izafileştirildiği bir
durumun doğurduğu toplum
manzarası ise dili güçlü kullanan sahtekârların, diledikleri
kavrama diledikleri mânâyı
verebilecekleri ve değerlerin
üzerinde söz cambazlığı ile
oynayabilecekleri bir toplum
olacaktı.
İşte tam bu noktada relativist sofistlere karşı Sokrates’in
itirazı yer aldı! Değerler
objektif ve evrensel olmaz
ise, ahlâkın inşâ edilemeyeceğini savundu o. Mutlak iyi
ve erdemli bir toplum inşâ
edilemeyeceği için kavram
karmaşası ile değerlerin
kaotik hâle geldiği bir yerde
mutlu bir düzen de mümkün
olmayacaktı.
Çağımızda da relativistlerle evrenselciler arasındaki
tartışma devam etmektedir.
Sokrates gibi evrensel ahlâk
savunucuları, iyi ile kötünün
bilgisinin, insanın sahip
olduğu yetiler içinde mündemiç olduğunu düşünürler.
Dolayısıyla öyle çok değişken
kavramlar ve değerler yoktur.
İnsan doğasında iyi ve kötünün bilgisi mevcuttur. Yani
zaten var olan bir hakîkattir
ki, yapılması gereken sadece
açığa çıkarılmasıdır. Sokrates
gibi Aristo, Ortaçağ Hıristiyan filozofları, Farâbî, Gazâlî
vb. İslâm filozofları bu grupta
yer alırlar.
Sofistler, pek çok emprist,
modern antropologlar ve
54
nisan 2016
Ayşe Yaşar Umutlu
[email protected]
Nietzche gibi Nihilistlerse
relativist ve izafi ahlâkçılardır.
Böylece nesnel, evrensel ve
mutlak değerler konusunda bizim medeniyetimizin
âlimlerinin genellikle hemfikir olduğunu izah etmiş
olduk. Fakat bu mutlakıyet ve
izafilik yaklaşımına Farâbî bir
uzlaştırma sağlamıştır. Farâbî,
kişinin çevresinin etkisiyle
mutlak ilkelerin yanında bir
izafiyet hâlini de dikkate alır.
Örneğin cömertlik, bir mutlak değerdir. Ancak kişi kendi
çevresel koşullarından müstağni bir varlık olmadığı için,
koşullarını ve çevresel şartlarını dikkate alarak bu erdeme,
yani mutlak değere uygun
hareket etmekle ahlâklanır.
Ahlâkın mutlaklığı ve izafiliği
meselesinde kısa ve genel
tasnif bu şekilde yapılabilir.
Fakat medeniyetlerin
tavırları bu konuda dönemsel farklılıklar arz etmiştir.
Aslında özellikle modern ve
seküler pozitivist dönemden
bu zamana kadar kavramlar,
ilkeler ve değerler konusundaki ölçülerde dominant
ve egemen olan Batı’dır.
Evrensellik iddiasında bulunduğu özgürlük ve eşitlik
gibi kavramlarda “kendi
medeniyeti ve ötekiler” söz
konusu olduğunda izafiyet
tavrını yeğler. Terör ve terörist
tanımlamasında da ortaya
konulan her fikir, cüretkâr ve
çıkarcı olduğu kadar, her kavramı tanımlamayı Batı’ya has
kılmak, üstün bir medeniyet
dehasının nişânesiymiş gibi
kabul edilme eğilimi baskındır. Öteki medeniyetlerin
tanıma yapabilecekleri katkı,
hurafe ve cehaletin ürünü
muamelesine müstehak görülür. Böylelikle diğer medeniyetler için bu muamele yahut
politika, onların otoritesini ve
etkisini kabul etmemek, kayda değer bütün önermelerini
yok saymak demek olacaktır.
Sözün burasında Sokrates’e
yeniden dönelim…
Kavramların içerikleri ve
değerler bağlamında verdiği
mücadelenin adâlete doğru
bir temel oluşturmak kaygısının bir sonucu olduğunu
söylemiştik. Pek çok insanın
iktidara itaat etmediği, zamanının yönetimini yıkmakla
yargılanıp idam edildiği
şeklinde yüzeysel bir bilgi
ile tanıdığı Sokrates, aslında
yasalara ve devlete itaati savunur. Çünkü ona göre, yaşamayı kabul ettiğiniz ve sizin
de kabul edildiğiniz yerde,
aslında başından oranın kurallarına uyacağınızı da kabul
etmişsinizdir. Eğer yaşadığınız yerde uygun olmadığını
düşündüğünüz uygulamalar,
bir başka deyişle haksızlıklar
varsa, Sokrates’e göre ancak ikna ederek düzeltme
yolunu tercih edebilirsiniz.
Dolayısıyla aslında Sokrates,
sonuca odaklı bir tavırla olası
haksızlıkları ikna yolu ile
düzelterek daha büyük bir
haksızlık olan adâletsizliği
yok etmeyi hedeflemiştir.
Böyle bir analiz üzerinden
Sokrates’i günümüzün literatürü ile “muhafazakâr”
olarak niteleyebilenler olabilir.
Kanaatimce o sadece bir sivil
itaatsizlik örneğidir; mamafih muhafazakârlığın babası
kabul edilen Edmund Burke
gibi Sokrates de eminim ki
muhafazakârlığı kabul etmeyecektir. Mealen “Kadim
öğretileri ve ilkeleri yıkarak,
kavramları doğru ve yerinde
içeriklerle kullanmadan inşâ
edilecek her yeni düzen, as-
lında düzensizliktir” demek,
muhafazakârlık değil, “ilkeli
olmak”tır. Belki Edmund
Burke benzetmesine itiraz
edenler çıkabilir, ama felsefecilerin hemen hepsinin
Sokrates’in felsefesindeki
yaklaşımını koruduğunu
söyleyebilirim.
Yeri gelmişken, medyanın
güçlü kalemlerinden birinin
geçenlerde ifade ettiği bir
iddia olarak, “felsefecilerin
bağnaz, tutucu vb.” oldukları iddiasını da bu vesîle ile
reddediyorum. Felsefecilere
doğru kavramla muamele
edilecek olursa, kısaca “tutucu” değil, Sokrates gibi
“ilkeli”dirler.
Dolaylı bir anlatımla izah
etmeye gayret ettiğim şudur
ki, “terör” kavramı “yeniden
anlaşılabilir”. Kavramlarla
diledikleri gibi oynayan kişi,
kurum, ülke ve tüm çıkar
mihraklarına hatırlatılabilir.
İnsanlığın hemfikir olduğu
biçimde ve coğrafyaya, kişiye,
zamana göre değişmeyen
mutlak anlamı öncelikle belirlidir.
Terörün “yıldırma, cana
kıyma ve malı yıkma, korkutma, tedhiş” olarak genel kabul
görmüş bir tanımı vardır.
Şiddete dayanan haksız bir
hak talep etme biçiminde
coğrafya ve ülkeye göre farklı
biçimlerde reaksiyon uygulanabilir. Bu nedenle hükûmet
ya da kurum veya kuruluşlar
için tartışmalı hâle gelebilen
kavram, akademik ya da
uluslararası platformlarda
da fikir çatışmalarına sebep
olabiliyorsa bunun nedeni,
izah ettiğimiz yaklaşımlardan
kaynaklanmaktadır.
Her hâlükârda siyasal, dinî
veya ekonomik bazda çeşitli
gayeler için sivillere ya da
resmî mercîlere yönelik her
tür yıldırma ve korkutmaya
yönelik şiddet içeren eylemler, terörizm kapsamında
incelenmişlerdir. Her çeşit
gücü ve yetkiyi orantısız
biçimde ve ortak faydaya
hizmet etmeyen, adâletsiz uygulamalara alet edinen, savaş
etiği ve insan hakları ihlâline
dönüşen hükûmet uygulamalarının terör kapsamına dâhil
edilip edilemeyeceği kesinlikle tartışmalıdır.
Mesele savunma nitelikli
uygulamaları da indirgemecilikle terör kapsamına dâhil
etmek olduğunda, bu sadece
sofistçe ve relativistçe bir
politika izlemektir. Takipçilerini hitabet ustalığı ile ikna
edebilir, lakin kavramların
mutlak anlamı değişmez,
sadece terörizmin kapsam ve
etkisini sahtekârlıkla bir süre
daha uzatmış olurlar.
Anarşinin kurumlarını
tesis eden, terörizmin ideolojik okullarını açanlar
iddialarını ifade ederlerken,
gerekçeleri aklıselim, inandırıcı ve muteber anlamda
görünür kılabilirler. Yerinde
bir değerlendirme yapabilmek için tereddüt edilmesi
gereken, ortadan kaldırmaya
meylettikleri kabuller ve
davranış biçimlerinin adâlet
tesis edip etmediğidir. Açıkça
zehirlenen kadim öğretilerin
pazarda alıp satılabilecek
birer mülk değil, insanlığın
mîrası olduğu unutulmamalıdır. Yeniyi inşâ etmenin
bir keyfiyet değil, dikkatli ve
ilkeli akıl yürütmeleri gerektirdiği aşikârdır. Velhasıl, bu
mânâdaki bir kavram kargaşası da insan zihni için hakîkî
bir terörizmdir.
nisan 2016
55
haberajanda
Terör
Terörle mücadelede yeni k
Ç
ÖZÜM Süreci ile birlikte durağan bir dönemden sonra Türkiye’de PKK
terörü geçen Haziran’dan bu yana tekrar arttı. Önceleri daha çok dağlarda gördüğümüz teröristler, bir orduda bulunabilecek mühimmatlarla şehirlere indiler. Çözüm Süreci ile başlayan sükûnet döneminde teröristlerin aslında böyle bir zamana hazırlık yaptıkları, örgütlendikleri
ve şehirlerin belli bölgelerine cephanelik yığdıkları anlaşılmaktadır. >>
Son zamanlarda her
gün şehit haberleriyle sarsılıyoruz. Canlı
bombalar şehirlerin
en kalabalık yerlerinde patlıyorlar. Arkasından onlarca insan
ölüyor. Böyle bir
noktada şu an yapılan mücadelede geri
adım atmak felâket
olur. Yazdan bu tarafa ciddî bir temizlik
harekâtı yapılıyor.
Bunun tavizsiz biçimde sürdürülmesi
gerekiyor. Devletin
güvenlik güçlerinin
dışında hiçbir silahlı
unsur kalmamalıdır.
Aksi hâlde devletin
varlığı tartışmalı
hâle gelir.
56
nisan 2016
>> Kürt siyasî hareketinin
(parti olarak sürekli isim
değişiklikleri söz konusu
olmakla birlikte bugünlerde
HDP) Gezi olayları sırasında
ulusal-sol çizgideki bazı mihrakların desteği ve sırf iktidar
partisi düşmanlığı üzerinden
strateji üreten bir kısım yazarçizer takımının yaptığı PR
kampanyaları ile parlatılması
ve arkasından gelen seçim zaferleri, teröristler için de farklı
bir fırsat demekti. Siyasetle
birlikte terörün artık ortadan
kalkacağını, herkesin demokratik yollarla, parti kanalıyla,
milletvekili seçilenler aracılığıyla haklarını arayacaklarını,
sorunların çözüm yerinin
TBMM olacağını düşünenler
fenâ hâlde yanıldılar. Çünkü
son birkaç senelik zaman zarfında görüldü ki, terör siyaset
içinde erimemiş, tam aksine
siyaset daha çok terörize
olmuştur. Yani PKK HDP’ye
yaklaşmamış, HDP PKK’ya
yanaşmıştır.
Son zamanlardaki hâl ve
hareketlerinden anlaşılmaktadır ki HDP, bir Türkiye
partisi filan değil, PKK’yı şehirlere, Ankara’ya, İstanbul’a,
Moskova’ya taşıyan taşeron
bir örgüttür.
Şehirlerin belli bölgelerinde güvenlik güçleri eşkıya
ile mücadele ederken ve her
gün şehit haberleri gelirken,
HDP’nin eski ya da yeni
milletvekilleri ile belediye
başkanları teröristlere açıkça
Prof. Dr. Serhat Atabey
[email protected]
onsept ne olmalı?
destek vermekten çekinmemişlerdir. Onları koruma, sıkışanları kurtarma, ölenlerine
sahip çıkma gibi girişimlerle
ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır. Hatta
milletle alay edercesine, bir
milletvekili onlarca mâsum
insanın ölümüne sebep olan
canlı bombanın cenazesine
bile taziyeye gidebilmiştir.
Bütün bunlar, ağızlarındaki
“barış, demokrasi, halkların
kardeşliği” gibi kelimelerin
hepsinin milleti oyalamak
için dillendirilen birer masal
olduğunu göstermektedir.
Artık bu yaşananlardan
sonra HDP ile PKK’nın ayrı
değerlendirilmesi mümkün
görünmemektedir. Belki ülkemizin birlik ve bütünlüğü
için umutlanmamız gereken
nokta, yıllarca terörün kıskacında kalmış bölge halkının
hem HDP’nin, hem de
PKK’nın gerçek yüzünü görmüş ve onlara olan duygusal
yakınlığını azaltmış olmasıdır. Özellikle son aylarda yapılan temizlik harekâtlarında
güvenlik güçlerinin daha
önce olmadığı kadar bölge
halkından destek gördüğü,
ortaya çıkan manzaradan
HDP-PKK’yı sorumlu tuttuğu anlaşılmaktadır.
Teröre Suriye etkisi
Türkiye’de terör olaylarının
tırmanmasında Suriye’deki
karışıklıkların da etkisi bü-
yüktür. PKK’nın uzantılarının yanında nereden çıktığı
belli olmayan birçok terör
örgütü, uluslararası menfaat
çevrelerinin maşaları olarak
görevlerini ifâ etmektedir.
Sınır ihlâli yapan Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesinin ardından, Rusya
daha açık bir şekilde Suriye
üzerinden Türkiye’yi hedef
alan hamleler yapmıştır.
Suriye’de rejim güçleri
ve YPG desteklenmiş, Bayırbucak Türkmenleri ve
Türkiye’nin desteklediği
muhalif güçler Rus uçaklarının bombardımanlarına
mâruz kalmışlardır. İlginçtir
ki, kendini Rusya’nın karşısındaymış gibi gösteren
ABD de YPG’yi destekleyerek Türkiye’nin tepkisini
çekmiştir. Netîce îtibariyle
Suriye’den Türkiye’ye
mültecî akını devam etmektedir. Suriye’de yanan ateş
Türkiye’ye de sıçramakta,
canlı bombalar patlamakta ve
onlarca insanımız can vermektedir. Ayrıca Türkiye’nin
PKK ile ilişkilendirdiği
YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde bir kanton bölge oluşturma gayretleri de devam
etmektedir. Terörle mücadelede konunun uluslararası
yönü, özellikle Suriye boyutu
önemli bir değişkendir.
Türkiye, içeriden PKK ve
destekçisi HDP ile dışarıdan
-özellikle Suriye üzerinden-
birçok devletle mücadele
ederken, ilginç bir şekilde
bazı fitne fesat odakları da
“Ülkede kaos ve karmaşa ortamı olsun da nasıl olursa olsun!”
mantığı ile hareket ederek
ihânetin dibine vurmaktadırlar. Bu kesim için temel
mesele, Devlet ve Hükûmet’i
zayıf düşürmekten ibarettir.
Dışarıdan yönlendirmeye
ve kullanılmaya müsait bu
kişiler, devletin sırlarını fâş
etmekten zevk almakta, bir
Rus gazetesine kendi ülkesini terörist devlet olarak
nitelemekte bir beis görmemektedir.
Kimi gazeteci, kimi din
adamı kisvesi altında, kimi
ifade özgürlüğü bahanesi,
kimi hak ve hürriyet bahanesiyle ama hepsi ülkede bir
kaos ve karmaşa ortamı oluşturabilmek adına çalışmaktadır. İçeriden ve dışarıdan
bu denli kuşatılmaya çalışılan
bir vasatta terörle mücadele
etmek o kadar kolay olmasa
gerek.
Terörle mücadelede yeni
konsepti yukarıda bahsettiğimiz konular çerçevesinden
şekillendirmek gerekir. Dışarıda Suriye/Irak, Rusya,
İran, ABD ve diğer ülkeler,
içeride HDP-PKK, ihânet
şebekeleri…
Son zamanlarda her gün
şehit haberleriyle sarsılıyoruz.
Canlı bombalar şehirlerin en
kalabalık yerlerinde patlıyorlar. Arkasından onlarca insan
ölüyor. Böyle bir noktada
şu an yapılan mücadelede
geri adım atmak felâket olur.
Yazdan bu tarafa ciddî bir
temizlik harekâtı yapılıyor.
Bunun tavizsiz biçimde
sürdürülmesi gerekiyor.
Devletin güvenlik güçlerinin
dışında hiçbir silahlı unsur
kalmamalıdır. Aksi hâlde
devletin varlığı tartışmalı
hâle gelir. Bunun yanında
özellikle HDP içinde (CHP
içinde de var) teröristlere
dolaylı ya da direkt destek
veren kim varsa, salladıkları
tehditlere bakılmadan gerekli
işlemler yapılarak cezalandırılmalıdır. Bunların maskeleri
düşmüş, kendilerine verilen
onca fırsatı ülkemiz aleyhine
kullanmalarından iyi niyetli
olmadıkları anlaşılmıştır.
Ayrıca çeşitli günler bahane edilerek toplanan kalabalıkların teröre flamalı, posterli, sazlı sözlü destek vermelerinin de önüne geçilmelidir.
Özellikle üniversitelerde bu
tür gösteriler terör örgütlerine
lojistik zemin ve psikolojik
motivasyon sağlamaktadır.
Dünyanın hiçbir gelişmiş
ülkesinde zorbalıkla, silahla,
tehditle hak aranmaz, aranmasına da izin verilmez. Vandallık yapan, güvenlik güçlerine saldıran, bayrak indiren,
elinde silahla gösteri yapan,
gizlenmek için maske takan,
kadın kılığına giren (etek
giyen) kişilere Almanya’da,
ABD’de ya da dünyanın herhangi bir gelişmiş ülkesinde
ne yapılıyorsa, Türkiye’de de
aynısı yapılmalıdır.
İnsan hak ve hürriyetlerinin sağlanabilmesi için
öncelikle kamu düzeninin
tesis edilmesi gerekir. Çünkü kamu düzenini bozarak
hak ve hürriyet mücadelesi
verilmez.
Hâsılı, teröre ve destekçilerine yönelik topyekûn
bir mücadele verilmeli ve
öncekilerden farklı olarak
daha sert, kararlı, tavizsiz bir
strateji izlenmelidir.
nisan 2016
57
haberajanda
Analiz
GAYB
B
AŞKA türlü asla iktidara gelemeyecekleri
için “Demokrasi, mazlumların rejimi”
demiştik. Ortadoğu halkları geleceklerini
demokrasi ile taçlandırıp huzûra
kavuşacak, nihâyet tüm dünyaya barış
gelecekti. Tunus’la başladı, dalga dalga her tarafa
sirâyet etti. “Yeni bir Fransız İhtilâli geliyor!” dedik.
>> Batı gidişattan ürktü ve
gereğini yaptı, devrilenin yerine geleni de yıktı. Ben buna
“demokrasi tehdidi” diyorum.
Müslüman Müslümanı kırarken, emperyalistlerse “Bu
darbedir!” diyemeden işlerine
gelenin yanında saf tutmaya
başladılar.
Her şey Mısır’da fâş oldu.
İlk kez halkın tercihi ile
iktidara gelen İhvan ve onun
lideri, “Sisi” denen askerî bir
diktatör tarafından hâl edildi.
Mursî’nin Türkiye ile güç
birliğine gidişi ve ardından
İsrail’e posta koyuşu tüm
Arap Baharı’nı tersine çevirdi. İktidarı devralanlar da
tekrar Enver Sedat dönemine yelken açtılar.
O âna kadar “Arap Baharı”
denen tuzağı emînim ben
dâhil birçok kimse bu coğ-
58
nisan 2016
rafyanın zaferi olarak telakkî
ediyordu. Artık İsrail’in suyunun ısındığını, güç birliği
içinde gerçek düşmana karşı
kader birliği yapılacağını
sanıyorduk. Meğer koca
bir ütopyaymış! Meğer bu
coğrafya hâlâ o tekâmülden
yoksunmuş!
Bu nasıl sanrıysa, meydanlara toplanan halka
baktıkça “Mazlumlar devlete
tırmanıyor” diyorduk. Bütün
emâreler bu minvâldeydi.
Tırmanıyorlardı da… Demek ki bu tırmanış aynen bizim gibi, “İktidar olabilirsiniz
ama muktedir olamazsınız”
biçimindeydi.
Sadece isimler değişmiş.
Diktatörlerin devrilmesi hiçbir mânâ ifade etmiyormuş.
Güç ve iktidar ideallerden
yoksunmuş; devletse halka
tekâbül etmiyormuş. Gezi
olaylarında aynı tezgâh bize
de kuruldu, ama öyle bir
millî irade tecellî etti ki halkın basîreti yıkımın önüne
geçti. Yoksa şimdi darmadağındık!
Libya dağıldı, Yemen dağıldı. Lübnan, Mısır, Irak çok
uzun yıllar belini toplayamaz
hâle geldi. Hele Suriye, adeta
kan gölüne döndü, ülkenin
yarısı mültecî oldu. İran-Irak
Savaşı’nda “İkisi de kaybetsin” diyorlardı ya, adamların
arzusu gerçekleşti.
Suriye’de her şeyin tersine
zuhûr etmesi kartların tekrar
dağıtılmasına, safların değişmesine, sıranın kendisine geleceğini gören tüm bölgesel
aktörleri de tek tek Suriye’ye
indirdi. Bir araya gelmesi
söz konusu dahi olmayanlar,
alenî bir şekilde ittifaklar
oluşturdular. Taşeronlar
değişmeye başladı. Zira anlaşıldı ki, Ortadoğu’da sınırlar
tekrar çiziliyordu.
Gizli gizli DAEŞ’le işbirliği yapan mı ararsın, terör
örgütlerini meşrulaştırmaya
çalışan mı, silah denemeleri
yapan mı, askerini kamufle
edip cepheye süren mi, sınır
ihlâlleriyle sabır reflekslerini
ölçen mi? Sahaya inilmediği
müddetçe her gün okuma
değiştirmek zorunda kaldığımız bir Suriye izlemeye
başladık. Sonunda “Ne var,
ne yok?” diye sorulduğunda
tozutan bilgisayara döndük.
Suriye’nin allak bullak
olmasından sonra tehlike
sinyalleri Suudî Arabistan ve
Türkiye için çalmaya başlayınca, Auguste Comte’nin ta
Murat İlkter
[email protected]
19. yüzyıl ortalarında hedef
gösterdiği gibi sıranın Rusya
ve İran’a gelmeye başladığını
hissetmeye başladım. Çoğu
kişi olaya Sykes-Picott’tan
bakarken, ben teolojik ve
kültürel ontolojiden, dolayısıyla “medeniyetler savaşı”
zâviyesinden bakıyordum.
Tarih boyunca bu coğrafya
direnç merkezi oldu. Türkiye,
Rusya ve İran’ı hallettiniz
mi, dünyada artık Batı’ya
karşı koyacak başka bir güç
bulamazsınız. Sosyal değişimin stratejilere de yansıması
kaçınılmazdır. Adamlar gerçekten derin düşünüyorlar ve
en az yüz yıllık projeler hedefliyorlar. Basîret göstermek
ve ona göre önlemler almak
bu yüzden elzem. Eldeki
verilere bakarak, bu metnin
geleceğe yazılmasını istedim.
Sesi soluğu çıkmayan iki
devlet gözümüzden kaçmıyor: İlki İsrail… Soteye yatarak her şeyi perde arkasından
dikizliyor. Diğerine gelince…
“Bir nehirde iki balık
kavga ediyorsa, oradan uzun
bacaklı bir İngiliz geçmiş
demektir” Kızılderili atasözünde olduğu gibi, bu
kargaşanın arkasında İngiliz
parmağı olduğu, iş nihâyete
erdikten sonra “tutulmuş,
pişirilmiş, kılçığından ayıklanmış” en leziz tarafının
Kraliçe’ye servis edileceği
aşikârdır. Bu işin stratejik
merkezinde İngiliz bürokrasisi oturuyor. Yüz yıl önce
buraları cetvelle çizen akıl,
yüz yıl sonra bundan imtinâ
edecek değil ya!
Talanın devamı tüm bölgedeki buhranı arttıracak.
Bu işten en kârlı çıkanlarsa
savaşı kendi topraklarından
ırak tutan denizaşırı ülkeler
olacaklardır. Suriye fizikî olarak bölünmese de kantonlara
ayrılacak, Dürzîler ve Kürtler
bir tarafta, DAEŞ başka bir
tarafta mevki bulacaktır.
Sosyal yapılar homojenleşecek, bu üç bölgenin kesişme
hatları sorunlu bölgeler
olarak ayrılacak, eğer yoldan
çıkan olursa bu hatlar tekrar
cepheleşecektir. Her daim
dış müdahalelere açık alanlar
olarak sabitlenecektir bu.
“Böl, parçala, yönet”, bilinen
en basit metot olmasına rağmen en iş gören stratejidir.
Kime ne vaat edildi?
Kimlerin başına çorap
örüleceği ve kimlere ne vaat
edildiğine bakalım biraz da…
1-Kürtlere yurtluk, başarabilirse devlet... ABD Basın
Sözcüsü Kirby, “PYD’ye
otonomi veya devlet verileceği iddiası gerçek dışıdır” dese
de konumlar sürekli değiştiğinden ötürü hâlâ bu ihtimâl
mevcuttur.
2-İsrail’e Golan’ın tapusu… Bölünen Suriye
netîcesinde İsrail’in kuzeyi
tamamen emniyete alınacak,
gücü zayıflayan Suriye saldırılara daha açık hâle gelecektir. Amerika ile anlaşan İran
da Hizbullah’ı İsrail’e tehdit
olmaktan çıkaracaktır.
3-İran, Irak ve Yemen’deki
hâkimiyetini Suriye ile devam ettirip yayılmacı politikasını sürdürerek ülkesinin
mezhepsel ve siyasî gücünü
artıracaktır.
4-Rusya, İvanlarla başlayıp Petro ile devam eden
“sıcak denizlere inme stratejisini” gerçekleştirerek eğer
Bayırbucak’ı da düşürebilirse
Türkiye ile komşu olacak,
Ortadoğu’daki enerji havzalarını Kürtler eliyle garanti
altına alıp kontrol etmeye
başlayacaktır. Petrolün kontrolü ve fiyatlandırılmasında
daha çok söz sahibi olarak ve
ambargoları kırarak Batı’yı
parmağında oynatmaya başlayacaktır.
5-Amerika, taşeronu
Suudî Arabistan eliyle
hem muhalifleri, hem de
müdâhanesi olan PYD’ye
destekle Kürtleri müstemleke hâline dönüştürerek Irak
ve Suriye hattındaki tüm
petrol istasyonlarına sahip
olacaktır.
6-Oluşan bu jeopolitik
boşluklarda kurulacak olan
yeni müstemlekelerin asla
terâkkîsine müsaade edilmeyeceği gibi, bağlı oldukları
emperyalist ülkelerin siyasî,
iktisadî ve içtimâî birliğinden
sapan her milliyetçi hareketin yenisi ile değiştirileceği
ve eskisinin yok edileceği
muhakkaktır.
Merkezî otoriteler zayıflayacağı için buralar ham eşya
sahaları olarak kalacak, bölgeden ancak istidrât yoluyla
bahsedilecektir.
Gelelim Türkiye’ye…
Türkiye’nin uzun zamandır
menkûb edilmeye çalışıldığı
âşikâr. Fakat kim ne derse
desin, Türkiye şu an itibarıyla Suriye’nin en az yüzde
20’sini kontrol etmekte ve
içeride de arkayı emniyete
aldığından Kürt sorununu
da Suriye’ye intikâl ettirmeye çalışmaktadır. Kürtler
bölgede bir güç sahibi olacaklarsa, bunun yolunun
Kuzey Irak’ın yaptığı gibi
Ankara’dan geçtiğini önünde
sonunda anlayacaklardır.
Sanırım AB, Türkiye’nin
istikrârının Batı’nın da
huzûru olduğunu anlamıştır.
Sokakta dilenen Suriyeliyi
silaha dönüştüren Türkiye,
Merkel’in bile tahtını sallayıp
neredeyse tüm Batı’yı tehdit
ederek AB için gerekliliğini
ortaya koyma becerisini
göstermiştir. 6 milyar avro
mültecî yardımını garanti
altına alıp Haziran 2016 ile
birlikte AB’ye vizesiz girişin
yolunu açmıştır. Esed devrildikten sonra Suriye’nin
yeniden inşâsında en büyük
payı alacağı muhtemel olup,
Suriye’nin kuzeyinde yeni
şehirler kurulmasına öncülük
ederek kültürel ve fizikî entegrasyonu da sağlayacaktır.
Bunlar müspet taraflar,
elbette bir de işin menfî
tarafı var! Gelenler eğer geri
dönmeyeceklerse, Müslüman olmalarının müspet bir
tarafı olacağını sanmıyorum.
Sosyal doku bozulacağı için
Türkiye’nin yeni bir etnik sorun ile karşı karşıya kalması
muhtemeldir. Zira Türkiye’ye
gelen 2 buçuk milyon
mültecînin en az 1 buçuk
milyonu burada kalacak. Bu
da yaklaşık 30 sene sonra
Türkiye’nin siyasal, kültürel
ve yeni bir etnik sorun ile
karşı karşıya kalmasına sebep
olacaktır.
Velhasıl bu tedrisatla en az
üç kuşak geçmeden asimilasyon gerçekleşmeyecek, belki
de Marksist Kürtler gibi tam
bir baş belâsı olacaklardır.
Son söz: “Sana gaybdan
sorarlarsa de ki, ‘O Allah’ın
ilmindedir’.”
Menkûb olmak: Gözden düşürmek...
Müdâhane: Yardakçı, dalkavuk... İstidrâden:
Söz gelimi, başka bir meseleyi anlatıvermek sûretiyle.
nisan 2016
59
haberajanda
Dosya: Afrika ve Terör
Zengin yeraltı
kaynakları dolayısıyla pek çok
çıkar grubunun
hedefinde olan
Afrika topraklarındaki cihadist
örgütlenmeler,
faaliyet alanlarını Afrika halkının mahrum
kaldığı bu kaynaklara doğru
yöneltmektedirler.
***
BM Yaptırım İzleme Heyeti’nin
9 Mart’ta
BM Güvenlik
Konseyi’ne sunduğu yıllık rapora göre, Libya
dışından yabancı savaşçıları da bünyesine
katmaya devam
eden DAEŞ’in
Libya’daki varlığını ve kontrol
ettiği toprakları
arttırdığı belirtildi. Raporda
ayrıca, DAEŞ’in
kendisini, ülkeyi dış müdahaleden koruyacak tek güç olarak göstermeye
çalıştığı ve
halkın desteğini
kazanabilmek
için milliyetçi
bir söylem ile
propaganda
yaptığı da belirtiliyor.
60
nisan 2016
Afrika’nın yüz karası:
O
RTADOĞU’daki gelişmelerin yanı sıra, son yıllarda haberlerde sıkça rastladığımız bir diğer mesele de Afrika’da hızla yayılan ve İslâm’ı maske olarak
kullanan, ancak benimsedikleri ideolojiyle İslâm ile uzaktan yakından ilgisi
olmayan terör örgütleri.
>> Afrika’yı mesken tutan
örgütlerin geçmişine bakacak
olursak, karşımıza “cihat” yaptıklarını söyleyerek 1980’lerin
başında Afganistan’a Sovyet
askerleriyle savaşmaya giden
Afrikalı askerleri görürüz.
Kendisini “mücahit” olarak
adlandıran bu cihatçılardan
bazıları, 1990’ların başından
itibaren Usame bin Ladin ile
Sudan’a gitmişlerdi. Sudan’ın
yanı sıra Kuzey Afrika ülkelerinde de hükûmetle mücadeleye giren bazı hizip gruplar,
devlete karşı üstünlük sağlayamamışlardı. El-Kaide’nin 11
Eylül saldırıları başta olmak
üzere dünyanın çeşitli yerlerinde ABD’ye karşı düzenlediği
eylemlerle şemsiyesi altındaki
cihadist örgütlerin adları yavaş
yavaş duyulmaya başlamıştı.
El-Kaide’nin teknik ve
malî imkânlarından istifade
eden bazı örgütler, zamanla
kendi aralarında fikir ayrılıklarına düşmüşlerdi. Özellikle
Afrika’daki yapılanmalar,
kıtanın farklı yaşam koşulları nedeniyle kendi çıkarları
doğrultusunda sadece ABD’yi
değil, Batılı işbirlikçilerini,
yerel hükûmetleri ve dahi farklı
inanç guruplarını hedef almışlardı.1
Olaya diğer bir açıdan bakacak olursak, bu sefer karşımıza
sömürgeci güçler tarafından
ezilmiş ve ötekileştirilmiş Müslüman halk çıkar.
Yıllarca teknolojik
imkânlardan mahrum yaşayan
halkın dünyadaki gelişmelerden habersiz olması yıllarca
sömürgecilerin işine gelmiş,
ancak son yıllarda iletişim
imkânlarının gitgide artmasıyla
halk bilinçlenmeye ve içinde
bulunduğu duruma tepki göstermeye başlamıştır.
Bazı Müslüman gençlerse
halkın yıllar boyu mâruz kaldığı dışlanmışlığın öfkesini
şiddet yanlısı gruplara katılarak
göstermektedir. Öfkelerini
katıldıkları radikal örgütler
vâsıtasıyla dışa vuran gençler,
diğer bir yandan düştükleri şiddet tuzağının esiri olmaktadırlar. Bir grup radikal tarafından
gerçekleştirilen terör eylemleriyse Müslüman toplumların
ilerlemesini her daim sekteye
uğratmaktadır.2
Zengin yeraltı kaynakları dolayısıyla pek çok çıkar
grubunun hedefinde olan
Afrika topraklarındaki cihadist
örgütlenmeler, faaliyet alanlarını Afrika halkının mahrum
kaldığı bu kaynaklara doğru
yöneltmektedirler. Eko Avrasya
Akademik Kurul Üyesi Huriye
Yıldırım, kaleme aldığı bir
yazısında konuyu şu şekilde
özetlemektedir:
“Yakın zaman önce BM,
zengin petrol rezervlerine sahip
Darfur’da uzun yıllar süren iç
savaşın ardından cihadist teröristlere karşı uluslararası toplumu
uyarmıştır. Diğer taraftan zengin
uranyum, altın ve bakır gibi
kıymetli yeraltı madenlerine sahip
Mali, birkaç yıl önce çeşitli grupların savaş alanı hâline gelmiştir.
Libya Savaşı’ndan ağır silahlarla Mali’ye dönen ayrılıkçı
Tuaregler ile diğer radikal gruplar, Bamako hükûmetine karşı
ülkenin kuzeyinde bağımsızlık
savaşına girişmişlerdir. Bu güçlerle mücadelede etkisiz kalan
Malili yöneticiler Fransa’dan
yardım istemiş, buna karşın
Ocak 2013’te Fransa önderliğindeki koalisyon güçleri, Serval
Operasyonu’nda cihadist terör
örgütlerine karşı büyük bir müdahale gerçekleştirmiştir.
Zehra Ulucak
[email protected]
: Terör örgütleri
Son yıllarda uluslararası
medyada sık sık yaptığı büyük
katliamlar ve kaçırdığı insanlarla gündeme gelen Boko Haram ise, Nijerya ve çevresindeki yeraltı kaynakları açısından
zengin ülkelerde etkindir.”
El-Kaide’nin, hem liderlerinin saklanmasına olanak
sağlayan, hem de faaliyetlerinin daha geniş kitlelere
yayılması için uygun zemine
sahip olan Afrika kıtasında
radikal örgütlere teknik ve
malî destek sağladığı herkes
tarafından bilinen bir gerçek.
Son zamanlarda Afrika
haberlerinde sıkça adına
rastladığımız terörist grupla-
rın, bölgede etkinliğini arttıran DAEŞ terör örgütünün
imkânlarından istifade etmek
için örgütle bağlarını güçlendirdiğini görüyoruz.
Öte yandan ekonomik
alandaki başarısızlıklarının ve kabile savaşlarının
Afrika’daki hükûmetlerin
terör örgütleriyle mücadelesinin önünü kestiğini belirtmeliyiz. Nitekim Nijerya’da
etkin faaliyet yürüten Boko
Haram terör örgütüyle
mücadelede yeterince yol
alınamamasının temel sebebi
“ekonomik yetersizlikler”dir.
Somali’de Eş-Şebab terör
örgütünün gitgide güçlenmesinin nedenini ise ülkede
nisan 2016
61
haberajanda
Dosya: Afrika ve Terör
uzun yıllardır süren iç savaşa
bağlamak mümkün. Güney
Sudan’ın Sudan’dan ayrılmasına etnik ve dinsel ayrımcılığın tetiklediği iç savaşın yol
açtığını görüyoruz.3
Terör örgütlerinin kendilerine yeni genişleme alanı bulduğu Afrika’da kimi ülkeler
terörle mücadele konusunda
güvenlik anlaşmaları imzalasalar da DAEŞ ve El-Kaide
kıtada hâkimiyet kurma yarışına girmiş durumda.
Anadolu Ajansı’nda yer
alan bir haberde, Cezayirli
gazeteci Bualem Fevzi’nin,
“Benim görüşüme göre Afrika
kıtası, Selefi eğilimli örgütler
açısından yeni bir genişleme
alanı. Bakir ve doğal zenginlikleri, devletlerinin ise ekonomik ve sınırlarını koruma
açısından zayıf olması sebebiyle
de DAEŞ ve El-Kaide arasında bölgede bir rekabet söz
konusu. Uluslararası bir örgüt
olan El-Kaide’nin Usame bin
Ladin döneminde Nairobi ve
Darusselam’da saldırılar düzenlemesi, örgütün Afrika’ya
açıldığını gösteriyor. DAEŞ
ise güçlü propaganda sayesinde daha önce El-Kaide’nin
olduğu bölgelerde kısa sürede
varlık gösterdi” ifadelerine yer
verildi.
Cezayirli akademisyen
Bin Tayyib Muhammed’in
açıklamasına yer verilen
haberde, iki örgüt arasındaki mücadelede DAEŞ’in
hilâfet kavramını kullandığı,
El-Kaide’nin ise DAEŞ’in
günlük uygulamalarındaki
hataları ön plana çıkartarak
bir mücadele taktiği yürüttüğü ifade edildi.
Aynı haberde görüşlerine
yer verilen Cezayir ordusundan emekli subay Bin
Celul Muhsin ise, DAEŞ’in,
Afrika’nın 10’dan fazla
ülkesinde yerel örgütler ya
da doğrudan biatlı örgütler
şeklinde varlık gösterdiğini
ve DAEŞ’e tâbi olan örgütlerin en önemlilerinin Libya’da
petrol sahalarına hâkim olduğunu vurguladı.
Cezayir’deki Mağrip ElKaide’sinden bir grubun,
2014’ün Eylül ayında örgütten ayrılarak DAEŞ’e bağlandığını ve Boko Haram’ın
da 2014’ün sonunda DAEŞ’e
katıldığını hatırlatan
Muhsin’in, “Şubat 2015’te
Mali, Nijer ve Cezayir’de
etkin olan Murabitun grubu
El-Kaide’den ayrıldı. Tabiî
Mısır’da DAEŞ’e biat eden
Beyt el-Makdis (Sina Vilayeti) örgütünü de unutmamak
gerekir. Daha sonra DAEŞ
bu örgütlerin çoğunun biatını
kabul etti. Böylece DAEŞ,
Mısır, Libya, Cezayir, Tunus,
Nijerya, Nijer ve Mali olmak
üzere 7 Afrika ülkesinde aktif silahlı grup olarak nüfûz
elde etti. Sudan, Moritanya
ve Fas’ta ise uyuyan hücreler
şeklinde örgütlendi” açıklaması yer aldı.4
DAEŞ’i desteklediklerini
2013 yılında duyuran radikal
Savaşta dahi olsa hâdde tecavüz etmemeyi, kimseye zulmetmemeyi, çocuklara,
yaşlılara ve kadınlara asla dokunmamayı, düşmana ait dahi olsa hayvanları telef
etmemeyi, meyveli ağaçları kesmemeyi emreden Rahmet Peygamberi’nin ümmeti
asla terörist olamaz! Hz. Peygamber’in ümmeti gariptir, fakirdir, devrimcidir, lakin
terörist değildir! “İslâm” adı altında terör eylemi düzenleyenler de bizden değildir!
gruplar, Tunus’ta birçok terör
saldırısı düzenlediler. Herhangi bir örgüt bünyesinde
yer almayan radikal grupların
“uyuyan hücreler” şeklinde
faaliyet gösterdikleri biliniyor.
Bu hücrelerde El-Kaide’ye
bağlı olan Ukba bin Nafi
Tugayı’ndan DAEŞ saflarına
geçmek isteyen savaşçılar
bulunuyor.
“Muammer Kaddafi’nin
devrilmesinden sonra çıkan
iç savaştan ve siyasî istikrarsızlıktan kurtulamayan
Libya, Kuzey Afrika’daki terör
örgütlerinin yıllardır merkezi
olan Cezayir’in yerini almış
durumda. Kuzey Afrika’daki
gücünü arttırmak isteyen
DAEŞ için Libya kritik öneme
sahip. Libya’nın aşiretlerden
oluşan yapısı ve her grubun
kendi silahlı gücünün olması,
DAEŞ’in işini daha da kolaylaştıran unsurlar arasında yer
alıyor.
Kaddafi dönemindeki
yıllık 40 milyar dolar petrol
geliri, çok sayıda silah deposunun varlığı ve Avrupa’ya
yapılan insan kaçakçılığının
merkezinde olması, Libya’yı
DAEŞ’in Kuzey Afrika’daki
öncelikli hedefi yapıyor. Irak’ta
Saddam Hüseyin dönemindeki bazı askerî liderlerin ve
istihbarat yöneticilerinin şu an
DAEŞ bünyesinde olduğu gibi,
Libya’da da Kaddafi dönemindeki bazı istihbarat ve askerî
yetkililerin DAEŞ’e destek
verdiği iddia ediliyor.”5
AA’da yer alan bir başka
haberde, BM Yaptırım İzleme Heyeti’nin 9 Mart’ta BM
Güvenlik Konseyi’ne sunduğu yıllık rapora göre, Libya
dışından yabancı savaşçıları
da bünyesine katmaya devam
eden DAEŞ’in Libya’daki
62
nisan 2016
Zehra Ulucak
varlığını ve kontrol ettiği
toprakları arttırdığı belirtildi.
Raporda ayrıca, DAEŞ’in
kendisini, ülkeyi dış müdahaleden koruyacak tek güç
olarak göstermeye çalıştığı ve
halkın desteğini kazanabilmek için milliyetçi bir söylem ile propaganda yaptığı
da belirtiliyor.
Tunus İçişleri Bakanlığı
Sözcüsü tarafından 2016’nın
ilk günlerinde yapılan resmî
açıklamaya göre, çoğunluğu
DAEŞ saflarında olmak
üzere 6 bin civarında Tunus
vatandaşının terör örgütleri
bünyesinde savaştığı belirlendi. Sadece 2014 yılında 2 bin
400 Tunuslunun El-Kaide ve
DAEŞ saflarında savaşmak
üzere Irak ve Suriye’ye gittiği
ve aynı yıl içinde 376 kişinin de savaş bölgelerinden
Tunus’a döndüğü, ülkenin
resmî makamları tarafından
açıklandı.
Terör örgütü DAEŞ,
Tunus’ta da kanlı saldırılar
düzenledi. 18 Mart 2015’te
Bardo Müzesi’ne düzenlenen
saldırıda 20’si turist olan 23
kişi öldü, 47 kişi yaralandı.
26 Haziran 2015’te Susa
kasabası sahilinde düzenlenen saldırıda 39 kişi öldü.
Son olarak Libya sınırındaki
Bingirdan ilçesinde, 6 Mart
2016’da düzenlenen saldırıda 18’i asker ve 35’i DAEŞ
militanı olmak üzere toplam
53 kişi yaşamını yitirdi.
DAEŞ’in şimdiye kadar
herhangi bir saldırı düzenlemediği Fas, Kuzey
Afrika’da DAEŞ’e yönelik en
fazla terör operasyonunun
gerçekleştiği ülke. Fas’ta
son 8 ayda yaklaşık bin kişi
terör örgütüne üye olmak
suçundan tutuklandı. Rabat
hükûmeti tarafından yapılan
resmî açıklamaya göre, 719’u
DAEŞ saflarında olmak
üzere bin 505 Fas vatandaşı
terör örgütleri bünyesinde
yer alıyor ve bu rakam her
geçen gün artıyor.
Güvenlik raporlarına göre
Sudan’ın Darfur bölgesinde toplanan bazı radikal
gruplar da Boko Haram ve
Libya’daki milis güçlerle
temas hâlinde bulunuyorlar.
El-Kaide örgütünün kendi
içinde, 2009-2011 yılları
arasında şiddetli çekişmeler
yaşanmış, Arap Baharı ülkelerinde yaşanan devrimci
demokratik değişim dalgası ile örgüt yok olmanın
eşiğine gelmişti. El-Kaide
lideri Usame bin Ladin’in
Mayıs 2011’de Amerikan
Özel Güçleri tarafından
Pakistan’da öldürülmesi,
örgütün bittiği iddialarını
güçlendirmişti. Ancak bazı
totaliter rejimlerin çökmesine, cihatçı Selefilik ve ElKaide karşıtı rejimlerin de
zayıflamasına yol açan Arap
devrimlerine destek veren
El-Kaide, ideolojisini Arap
bölgesinde yoğunlaşan bölgesel cihatçı ağlar üzerinden
yaymaya devam ediyor.6
El-Kaide Somali, Libya,
Cezayir, Mali, Nijer ve Moritanya olmak üzere Afrika’da
hâlihazırda altı ülkede faaliyet gösteriyor. Tüm Afrika’da
El-Kaide bağlantılı 35 yavru
örgüt olduğu biliniyor.
Afrika’da faaliyet
gösteren terör
örgütleri
İslâm adını kullanarak
yaptıkları terör eylemlerini
İslâm’a mâl eden örgütler,
İslâm imajına büyük zarar
veriyorlar. Uluslararası kamuoyunda “İslâm terör dinidir”
algısı oluşturmaya çalışan
örgütlerden bazılarından
kısaca bahsedecek olursak,
isimlerini ve niteliklerini
şöyle sıralayabiliriz:
Boko Haram
Adı yerel dilde “Batılı
tarzda eğitim yasaktır” anlamına gelen Boko Haram,
160 milyonluk nüfusuyla
Afrika’nın en büyük ülkesi
olan Nijerya’da 2000’li yılların başından beri faaliyet
gösteriyor.
Birkaç yıldır Nijerya’nın
Borno eyaletinde faaliyet gösteren “Boko Haram” silahlı terör örgütü,
Kamerun’un Uç Kuzey ve
Çad gölü havzasına doğru
genişlemiş durumda. Örgüt
Çad’da ve Nijer’in güneydoğusunda neredeyse her
gün saldırılar düzenliyor.
Baskın veya intihar eylemi
şeklinde yapılan bu saldırılar,
2015 yaz döneminde başkenti Encemine’ye de ulaştı.
Mart 2015’te DAEŞ’e biat
eden örgüt, Kamerun, Nijer,
Nijerya ve Çad ordularıyla
savaşıyor.
Resmî açıklamalara göre
Boko Haram militanları,
son iki yıl içinde 10 binden
fazla kişiyi öldürdüler. Kuzey
Afrika’nın hâricinde, kıtanın
diğer bölgelerindeki DAEŞ
varlığının en fazla olduğu
ülke Nijerya.
Eş-Şebab
Tam adı “Hareket eşŞebab el-Mücahidin” (Mücahit Gençlik Hareketi)
olan Eş-Şebab örgütü,
Etiyopya’nın Somali’yi işgâl
etmesinin ardından 2006
yılında kuruldu.
Kenya’nın kuzeydoğusundaki Garissa kentindeki
Garissa Üniversitesi kampüsünde geçen yıl 148 kişinin
ölümüne sebep olan saldırıyı
üstlenen örgüt, ülkedeki
terör eylemlerinden sorumlu
tutuluyor. Örgüt genel olarak
DAEŞ’e karşı olsa da, liderlerinden olan Abdulkadir
el-Mü’min, Ekim 2015’te
DAEŞ’e bağlılığını ilân
etti ve Eş-Şebab Sözcüsü,
el-Mü’min’in kendileriyle
bir bağlantısı kalmadığını
açıkladı.
Somali yerel basını, ElKaide bağlantılı Eş-Şebab ile
örgütten ayrılarak DAEŞ’e
katıldığını duyuran bir grup
arasında çıkan çatışmalar
sonucu grubun dağıldığını,
ancak Eş-Şebab içerisinde
halen DAEŞ sempatizanlarının olduğunu aktardı.
Eş-Şebab’ın Ocak ayında,
Somali’nin Gedo bölgesinde,
Afrika Birliği Somali Misyonu (AMISOM) bünyesinde
yer alan Kenya güçlerinin
karargâhına patlayıcı yüklü
araçla düzenlediği saldırıda
50 Kenya askeri öldürülmüştü. Kenya polisinin verilerine
göre ülkede 2012 ve 2014
yılları arasında düzenlenen
terör saldırıları sırasında toplam 312 kişi yaşamını yitirdi,
799 kişi yaralandı.
El-Murabitun
Özellikle Mali başta olmak
üzere Sahel bölgesinde, 2013
yılında Batı Afrika Tevhid
ve Cihad Hareketi’yle Kanla
İmza Atanlar Tugayı örgütünün birleşmesiyle ortaya
çıkan El-Murabitun örgütü,
El-Kaide’ye bağlılığını ilân
etmişti. Üyelerinden bazınisan 2016
63
haberajanda
Dosya: Afrika ve Terör
ları DAEŞ’e biat ettiğini
açıklayınca, örgüt DAEŞ ve
El-Kaide destekçileri olarak
ikiye bölünmüştü. Bu grubun
üyelerinin bir kısmı kendisini
“İslâmî Mağrib El-Kaidesi”
adı altında tanıtıyor.
Mali’de silahlı bir grup, 20
Kasım’da Bamako’daki Radisson Otel’e baskın düzenlemiş, 170 kişiyi rehin almıştı.
Rehinelerden 130’u Fransız
ve ABD destekli Mali emniyet birimlerince düzenlenen
operasyonla, onlarcası da
kendi çabalarıyla kurtulurken, bazıları da teröristlerce
serbest bırakılmışlardı. Olayın ardından 10 günlük yas
ilân edilmişti. Rehine krizinde 14’ü yabancı uyruklu olan
22 kişi hayatını kaybetmişti.
Saldırıyı El-Kaide bağlantılı
El-Murabitun örgütü ile
Macina Kurtuluş Cephesi
üstlenmişti.
Kuzey Batı Afrika’da faaliyet gösteren El-Murabitun
(Mağrib El-Kaidesi) örgütü
yayımladığı bildiride, bölgedeki bütün savaşçı grupları
tek çatı altında toplamaya
çağırmıştı. Örgüt bildirisinde
El-Kaide’ye bağlılığını yinelerken, terör örgütü DAEŞ’e
de “Müslümanlara verdiği
zararlardan dolayı Allah’a
tövbe etme” çağrısı yapmıştı.
İslâmî Mağrip El-Kaidesi
Mali’nin kuzeybatısındaki
Timbuktu kentinde çok
sayıda kaçırma ve cinayetten
sorumlu tutulan grup, direkt El-Kaide bağlantılı ve
Cezayir, Moritanya ve Batı
Sahra’da faaliyet gösteriyor.
İslâmî Mağrip ElKaidesi’nin geçmişine bakacak olursak, Cezayir’de,
1994’te Silahlı İslâmî Grup
64
nisan 2016
(GIA) ile başlayan yerel
örgütlenmenin meyvesi
olduğunu görürüz. GIA,
1998’de Selefi Davet ve Savaş
Cemaati (GSPC) adını almış
ve Sahil ve de Sahra Emirliği Şubesi’nin yayılmasıyla
2011’de Libya’daki iç savaş
sonunda Muammer Kaddafi
rejiminin devrilmesine destek vermiştir.
El-Kaide militanlarından
Cezayirli Muhtar Belmuhtar
tarafından 2013’te kurulan,
Sahra çölü ve Batı Afrika
merkezli İslâmî Mağrip ElKaidesi’nin liderleri daha
çok Cezayir ve Moritanya
doğumlu olsalar da, örgüt,
aralarında Burkina Faso ve
Gana’nın da bulunduğu Batı
Afrika ülkelerinden toplanan
militanlarla Mali’de güçlenmiştir.7
Burkina Faso’nun başkenti
Ouagadougou’daki Splendid
Oteli ve otelin lokantasına
bu yılın başında düzenlenen
ve 18 farklı ülkeden 30 kişinin öldüğü saldırıyı İslâmî
Mağrip El-Kaidesi üstlenmişti.
Tuareg ve Müttefikleri Öz
Savunma Grubu (GATIA)
Mali’de hükûmet yanlısı
gruplar arasındaki GATIA,
Mayıs 2014’teki savaş sırasında kuruldu. Grup, muhalif
bazı Tuareg liderleri tarafından “etnik milis” olarak
adlandırılıyor.
Mali’de darbe gerçekleştiren Tuareg kabilesi, amacının Mali’yi İslâmî kuralları
uygulayan bir şeriat ülkesi
hâline getirmek olduğunu
açıklamıştı. Libya’da Kaddafi
rejiminin devrilmesinin ardından Mali’ye geri dönen
Tuareg kabilesi üyelerinin
başlattığı isyan ve karışıklık
ülkede hâlâ devam ediyor.
Ensar El-Şeriat
Mali’nin kuzeyinde faaliyet gösteren Ensar El-Şeriat
örgütü, 2012’teki Tuareg
isyanında da yer almıştır. Silahlarının büyük bir bölümü
El-Kaide destekli olup, Yemen, Libya, Cezayir ve Mısır
gibi Kuzey Afrika ülkelerinden gelmektedir. Selefiye
mensubu ve cihat yanlısı bir
silahlı örgüttür.
Örgüt, 2015’te Bingazi’ye
giren DAEŞ üyelerini büyük
bir coşkuyla karşılamış, Doğu
Libya’da da birçok cihatçı
grup Bağdadî’ye bağlılıklarını
ilân etmiştir.
Ensaruddin
Mali’de radikal gruplardan İslâmî Mağrib
El-Kaidesi’nin en önemli
yandaşı olarak bilinen
Ensaruddin’in çoğunluğu
Tuareglerden oluşuyor. Ocak
2012’de kurulan grup, Fransız ve BM güçlerini hedef
alıyor. Kuzeyde pusu kurmak
ve yollara mayın döşemekten
sorumlu tutuluyor.
Diğer yandan Mali’de
İslâmcı ve Ulusalcı Tuaregler arasında da çatışmalar
yaşanıyor. El-Kaide’nin
Kuzey Afrika kolu olan
İslâmî Mağrip El-Kaidesi
ile koordinasyon içinde olan
Ensaruddin Hareketi, bu
senenin başında Azavad’ın
Özgürlüğü için Millî Hareket (MNLA) ismindeki
ayrılıkçı Tuareg grubunu
hedef almıştı. MNLA, 2012
yılında Mali’nin kuzeyinin
ele geçirildiği savaşta Ensaruddin ve El-Kaide ile birlikte çalışıyordu.8
Sina Vilâyeti
Arap Baharı sonrası Ensar
Beyt el-Makdis ismiyle ortaya çıkan örgüt, 2011 yılından
itibaren Sina yarımadasının
neredeyse tamamında etkin
olmuştur. 2014 yılının sonunda DAEŞ’e biat ettiğini
duyurduktan sonra adını
“Sina Vilâyeti” olarak değiştiren silahlı örgüt, güvenlik
güçlerine, önemli altyapı
ve turistik tesislere yönelik
saldırılar düzenlemektedir.
Mısır ordusu ve polisi, bu
örgütü ortadan kaldırmak
için Aralık 2013’ten bu yana
geniş çaplı bir operasyon
yürütüyor.
Hilâfetin Askerleri
Cezayir’de, 90’lı yıllarda
iktidara gelen “İslâmî Selamet Cephesi” isimli partinin
darbeyle devrilmesinin
ardından ülkedeki silahlı
militanların sayısı artmıştır.
Cezayir’de uzun yıllardır
faaliyet gösteren ve ElKaide’nin Kuzey Afrika kolu
olan Mağrib El-Kaidesi’nin
merkezinin bu ülkede olduğu
tahmin ediliyor.
DAEŞ’in hilâfet ilan
etmesinin ardından
Cezayir’deki El-Kaide’den
ayrılan bir grup, 2014’ün
Eylül ayında “Hilâfetin Askerleri” isimli örgütü kurdu.
“Cezayir bölgesini” temsil etmek üzere DAEŞ’e biat ettiğini duyuran bu örgüt, ismini
ilk olarak kaçırdığı Fransa
vatandaşı Herve Gourdel’i
infaz ederek duyurdu. Cezayir hükûmeti, Aralık 2014’te
düzenlenen bir operasyonda
Hilâfetin Askerleri isimli
grubun lideri ve 30 üyesinin
öldürülmesinin ardından
DAEŞ’in Cezayir’deki var-
Zehra Ulucak
lığının sona erdiğini açıklamıştı. Ancak örgütün Cezayir topraklarında hâlâ “gizli
hücreleri” bulunduğu tahmin
ediliyor.
Azavad Hareketleri Koordinasyonu (CMA)
Mali’de hükûmet karşıtı
gruplar arasında bulunan
ayrılıkçı CMA grubu, ülkenin kuzeyindeki Azavad,
Timbuktu, Gao ve Kidal
bölgelerinin özerkliğini talep
ediyor.
Grubun lideri İyad elGali, bir ses kaydında,
Haziran 2015’te imzalanan
barış anlaşmasını reddederek
Fransa’ya karşı mücadeleye
devam edilmesi çağrısında
bulundu. İyad el-Gali, İslâmî
Mağrib El-Kaidesi’nin en
önemli yandaşı olarak biliniyor.
Batı Afrika Birlik ve Cihat
Hareketi (MUJAO)
MUJAO 2012’de kuruldu.
Mali ve Nijer sınırı ile Gao
ve Kidal kentleri arasındaki
Tilemsi bölgesinde etkili
olan grup, uyuşturucu kaçakçılığı yapmakla suçlanıyor.
Ruanda’nın Kurtuluşu
Demokratik Güçleri (FDLR)
Demokratik Kongo
Cumhuriyeti’nin doğusunda
faaliyet gösteren FDLR’ye
yönelik Sokola-2 operasyonu
düzenleniyor. Kivu bölgesinde 20 yılı aşkın süredir
etkili olan grubun Tutsilere
yapılan soykırımdan sonra
Demokratik Kongo’ya göç
eden Ruandalı Hutu ayrılıkçılarının haklarını savunduğu iddia ediliyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin
Sylvestre Mudacumura başta
olmak üzere FDLR’nin
katliamlar nedeniyle sorumlu tutulan bazı liderleri
hakkında tutuklama emri
bulunuyor.​
Ruanda’da, 1994’te 4 ayda
yüz binlerce Tutsiyi öldüren
Hutu milisler, bu yılbaşında
yeni bir katliama imza atmış,
DRC’nin doğusundaki Miriki köyündeki evleri basarak
18 kişiyi pala ve tüfeklerle
öldürmüşlerdi.9
DAEŞ kan kaybı
yaşıyor
Anadolu Ajansı’nın haberine göre Suriye ve Irak’ta,
Arap Baharı sonrası başlayan
çatışmalarda bir anda büyüyen ve bölgedeki siyasî ve
askerî dengeleri değiştiren
DAEŞ’in son aylarda gerileme dönemine geçtiği belirtiliyor. ABD öncülüğündeki
koalisyon güçlerinin destek
verdiği Irak ve Suriye’deki
muhalif gruplar, DAEŞ’in
kontrol ettiği bölgeleri ele
geçirmeye başladılar.
ABD merkezli araştırma
şirketi IHS’nin bu hafta yayımladığı raporda, DAEŞ’in
son 14 ay içinde Suriye
ve Irak’ta kontrol ettiği
toprakların yüzde 22’sini
kaybettiğini açıkladı. Bu
toprak kaybının yüzde 8’lik
kısmının son 3 ayda yaşandığı belirtildi. Raporda yer alan
bilgilere göre DAEŞ, büyük
bölümü petrol kaynaklı olan
gelirlerinin yüzde 40’ını da
yitirdi.
İslâm barış dinidir
“Dinde zorlama (ve baskı)
yoktur. Şüphesiz doğruluk
(rüşd), sapıklıktan apaçık
ayrılmıştır” (Bakara, 256)
âyeti mucîbince insanlar
üzerinde fikrî olarak dahi
baskı kurulmasını yasaklayan
İslâm dininde, şiddet dâhil,
her türlü bozgunculuk yasaklanmıştır.
Savaşta dahi olsa hâdde
tecavüz etmemeyi, kimseye
zulmetmemeyi, çocuklara,
yaşlılara ve kadınlara asla
dokunmamayı, düşmana ait
dahi olsa hayvanları telef
etmemeyi, meyveli ağaçları
kesmemeyi emreden Rahmet
Peygamberi’nin ümmeti
asla terörist olamaz! Hz.
Peygamber’in ümmeti gariptir, fakirdir, devrimcidir, lakin
terörist değildir! “İslâm” adı
altında terör eylemi düzenleyenler de bizden değildir!
Vesselâm…
Dipnotlar
1. Huriye Yıldırım (EkoAvrasya Akademik
Kurul Üyesi), “Cihadist Tehditin Afrika
Boyutu” (13.02.2016)
2. “Boko Haram: İslâm’ın Afrika’daki düşmanı”, 14 Mayıs 2014 AL JAZEERA
3. Gözde Demirel , “Radikal İslâm Afrika’da
neden yükseliyor?”, 5 Temmuz 2012
Perşembe NTV
4. Abdel Razek Abdallah, Said İbicioğlu,
“Afrika’da terör örgütlerinin nüfuz
mücadelesi”, AA,
5. (18 Şubat 2016)
6. Nuray Tunçay, “Kuzey Afrika’da DAEŞ
varlığı”, AA (19.03.2016)
7. Hasan Ebu Haniye, “El Kaide ve yeniden ortaya çıkışı”. Al Jazeere Türk
(20.09.2013)
8. Mali’de otel basan örgüt: El Murabitun.
RADİKAL. (22/11/2015)
9. “Mali’de İslâmcı ve Ulusalcı Tuaregler
arasında gerilim artıyor”, http://www.
incanews.net
10. Gülbahar Sayım, “Afrika’daki silahlı gruplar bölgenin geleceğini tehdit ediyor”,
AA (12 Mart 2016)
nisan 2016
65
haberajanda
Analiz
HDP’li
hainler her
Allah’ın günü
Anayasa’ya, yasalara, devlete
ve millete karşı
efelenip meydan okurken, iktidar tutturmuş
bir “fezleke” türküsü, aylardır
boş hamasetle
milleti avutmaya çalışıyor.
Bir tarafta her
gün şehitler
verilirken,
öbür tarafta
hainler terörist
taziyesine gidiyor, Hükûmet
seyrediyor;
hain küstahça
terörist cenazesini kutsuyor,
Hükûmet yine
seyrediyor…
Terörle mücadelenin bir
AYAĞI TOPAL
A
NKARA Kızılay’daki patlamanın hemen ardından bir TV kanalında yorum yapan bir gazeteci
“Terörle yaşamaya alışmalıyız” şeklinde bir ifade
kullanmıştı da bu ifadesinden dolayı epeyce tepki
almıştı. İfade, maksadı itibariyle yanlış değildi. Çünkü bu saldırı, dâhilî kaynaklı ve münferit olmayıp, kendi isteklerini dikte
etmek isteyen malûm emperyalist güçlerin ülkemize karşı
başlattığı sistemli saldırının bir parçasıydı.
66
nisan 2016
Sabri Öğe
[email protected]
>> Gazeteci kardeşimizin
söylediği, terör karşısında
yılgınlığa düşmeden, emperyalizme karşı direnen
devletimizin sonuna kadar
arkasında azimle durma
inancının ifadesiydi.
Başta ABD olmak üzere
bu emperyalist devletlerin
ülkemizle olan sorununu,
CHP hâriç, milletimizin
hemen her ferdi artık biliyor. Geçmişte, muhtaç hâle
getirerek kendi çıkarları
için emirler vermeye alışmış oldukları devletimizin
son yıllardaki doğruluşunu
ve bağımsız hareket etme
iradesini hazmedemeyen bu
hegemonlar, ülkemizi yeniden “hizaya getirmeye” çalışıyorlar. NATO müttefikimiz
ABD, hiçbir ahlâkî kaygı
taşımaksızın, gözümüzün
içine baka baka, kendi terörist listesine aldığı PKK’yı
üzerimize saldırtıyor.
Bölge siyasetinde bunlarla
ters düşmemek acaba mümkün değil midir? Bunların
hiçbiri bölgemizin devleti
değildir. Hepsi uzaklardan
gelip bizim coğrafyamıza
hükmetmek, İsrail’in âmâline
hizmet etmek maksadıyla
kahir ekseriyeti Müslüman
olan bu toprakların insanlarını birbirine kırdırıp kalanını
köle hâline getirmek için
çeşit çeşit oyunlar oynuyorlar.
Bölgede en çok söz hakkı
bulunan Türkiye’yi bu işlere
asla karıştırmak istemiyor,
buna mukabil de devletimizi kendi süflî oyunlarında
kullanmak istiyorlar. Dolayısıyla bunlarla uzlaşmanın
mümkün olacak bir tarafı
bulunmuyor.
Irak ve Suriye’yi ortadan
kaldırdılar, Mısır’ı adeta
zincire vurdular, son olarak
İran’ı da istedikleri hizaya
getirdiler. İran, aslında tarihî
olarak İslam dünyasına karşı
Batı’nın Doğu’daki müttefiki
olduğu için zaten baştan
itibaren karşı saftaki yerini
almıştı. Onlar için yegâne
rahatsızlık kaynağı olarak
İran’ın İsrail karşıtlığını da
böylece izale etmiş oldular.
Şimdi son kale Türkiye’dir.
Hedefleri, “asi” Türkiye’yi de
boğmak ve cehennem hâline
getirdikleri bölgemizi kendi
açılarından “dikensiz gül
bahçesi” yapıp üzerinde istedikleri operasyonu rahatça
yapabilmektir. Şimdi devletimizin önünde iki seçenek
bulunuyor: Ya bu zalimlere
boyun eğip köleliğe razı olmak ya da bedelini ödeyerek
direnmek!
Türkiye’nin direnmekten
başka çaresi bulunmuyor. Başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere,
Hükûmetimizin kararı ve
tavrı bu yöndedir. Bir hafta
kadar önce Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim
Kalın, iki ABD diplomatının
münasebetsiz bir yazısına
cevaben yaptığı açıklama ile
devletimizin kararlılığını en
üst noktadan bir kere daha
ilân etti.
Ancak karşımızdakiler
dünyanın süper güçleridir.
Uzun yıllardır ilk defa iki süper güç olan ABD ve Rusya,
devletimize karşı ittifak etmiş bulunuyorlar. Kullandıkları en etkin enstrümanlarsa
PKK ve FETÖ terör örgütleridir. Şimdi Türkiye için
en önemli ve öncelikli konu,
bunlarla etkin bir mücadele
ve özellikle de PKK’nın artık
kökünün iyice kazınmasıdır.
Hain ihanetinde,
Hükûmet seyrediyor!
“En iyi müdafaa, hücumdur” şeklinde, askerlikte genel bir kural vardır. Bir başka
kural da, saldırının topyekûn
ve baskın şeklinde olmasıdır.
Savaşın en önemli unsurlarından olan psikolojik üstünlük bu şekilde elde edilir.
PKK’nın üzerine, devletin
ilgili bütün unsurlarının içinde bulunduğu senkronize bir
baskın harekâtıyla gidilmesi
gerekirdi. Temmuz 2015
tarihinden itibaren askerî
alanda mükemmel bir hamle
ve operasyon yapılmasına
mukabil, öbür tarafta onu
destekleyen ne hukukî, ne de
siyasî anlamda bugüne kadar
yaprak kımıldamadı, psikolojik üstünlük de sağlanamadı.
Bu kadar ilkellik ve amatörlük bir devlete yakışmıyor.
Askerî alandaki bozgunlarına rağmen PKK, mücadeleyi devletimizden çok daha
bilimsel olarak yürütüyor;
HDP vasıtasıyla açıkça
meydan okuyarak psikolojik
üstünlüğü elinde tutmaya
çalışıyor, bu sayede direnmeye
devam ediyor. Şayet psikolojik üstünlük tam olarak devlet
tarafında olmuş olsaydı,
muhtemelen teröristlerin pek
çoğu teslim olmak zorunda
kalacaklardı. Bu olumsuzluğun sebebinin, Hükûmetin
beceriksizliği ve pısırıklığı
olduğu açıkça görülüyor.
Her şeyden önce, görevi
münhasıran PKK ile mücadeleyi yönetmek ve kurumlar
arasındaki eşgüdümü sağlamak olan bir ana karargâhın
olması gerekirdi. Aynı şey,
FETÖ ile mücadele için
de geçerlidir. Arada bir
Başbakan’ın başkanlığında
terör toplantısı yapmakla bu
işler yürümez. Bir defa, bu
mücadelenin konvansiyonel
hukuk ve yargı sistemi ile
yapılamayacağı kavranmalı
ve ona göre süratle yeni yasalar çıkarılmalı ve uygulamaya
konulmalıdır. AK Parti iktidarının Meclis’teki sayısına,
bu mânâda MHP her türlü
desteği vereceğini taahhüt
ettiğine göre, Anayasa dâhil,
her türlü yasayı çıkarılabilme imkânı mevcutken
Hükûmet’in bu miskin hâli
vatandaşı çileden çıkarıyor.
HDP’li hainler her
Allah’ın günü Anayasa’ya,
yasalara, devlete ve millete
karşı efelenip meydan okurken, iktidar tutturmuş bir
“fezleke” türküsü, aylardır boş
hamasetle milleti avutmaya
çalışıyor. Bir tarafta her gün
şehitler verilirken, öbür tarafta hainler terörist taziyesine
gidiyor, Hükûmet seyrediyor;
hain küstahça terörist cenazesini kutsuyor, Hükûmet
yine seyrediyor…
Bu durumun savaşan
güvenlik güçlerimizin morallerinin ve milletimizin uzun
vadeli direnme azminin üzerine yapacağı olumsuz tesirin
hesap edilemeyişini anlamak
mümkün olmuyor.
Milletimiz böyle bir idareye asla lâyık değildir ve
tahammülü de kalmamıştır!
Sayın Cumhurbaşkanı bizleri
bir “seferberliğe” çağırıyor!
Seferberlikten kastedilen,
bizden istenen nedir? Bizler
vatandaş olarak devletimiz
ne istedi de vermedik? Canımız dâhil, her şeyimizi
gönlümüzle vermeye hazırız!
Sayın Cumhurbaşkanımız
önce Hükûmet’i omuzundan
tutup iyice sarsmalıdır!
nisan 2016
67
haberajanda
Analiz
Büyük İsrail Projesi’nin
alçak taşeronları
NE
PKK, ne DAEŞ, ne bir başka kanlı örgüt, ne paralel devlet, ne vesayetçi rejim, ne de bir başka güç bu milleti
(Allah’ın izni ile) asla dize getiremez!
>> Çok değil, sadece bir
asır önce bütün güçleriyle
kendisine saldıran yedi düvel
bâtıl ittifakını sadece göğüslerindeki îman ve vatan sevgisiyle dize getirmiş bu büyük
milleti, şimdi bir avuç alçak
çapulcunun dize getireceğini
düşünmek, en hafif tabir ile
aptallıktır. Bugün “şimdilik”
Anadolu coğrafyasına sıkıştırılmış olsa da bu ruh, yeniden
filizleneceği o saadetli günler
emin olun yakındır.
Ümmetin öksüz kaldığı
şu günlerde son umudu ve
son kalesi şüphesiz yine bu
topraklar ve yine bu millettir.
Büyük mütefekkir Cemil
Meriç’in dediği gibi, “Önce
kaybolan hafızamızı yeniden
inşâ etmek zorundayız! Kimiz, neyiz, nasıl bir tarihin
çocuklarıyız”… Aslımıza,
özümüze dönmemiz gerek.
Önce dilimizi kaybettik,
sonra ümmet bilinci ve şuurumuzu elimizden aldılar.
En sonunda tarihimizi ve
kültürümüzü bitirmek için
çalışıyorlar. Osmanlı’yı inkâr
edip “Biz Cumhuriyet’in
çocuklarıyız” diye ortaya çıkmış, aslı astarı, kim oldukları
muamma bir “ara nesil” çöreklendi başımıza. Vesayetçi
bir sistemle elimizi kolumuzu
bağladılar. Gözlerimizi kapatıp kulaklarımızı tıkadılar.
Yalan yanlış bir tarih üretip
bizi sınırlarımız içine hapsettiler. Hapsettiler ki, bu millet
100 yıl önce cetvelle çizilen
sınırları dışına çıkamasın. Çıkamasın ki, önce Ortadoğu’yu
ve Arapları rahatça bölüp
parçalasınlar, sonra sıra bu
topraklara gelsin. Gelsin ki,
Büyük İsrail kurulduğunda
sesimizi çıkaramayalım…
Büyük İsrail
Projesi
34 yıl önce, henüz Ortadoğu bu kadar karışmamışken,
ortalık bu denli kan gölüne
dönmemişken, Araplar bu
kadar bölünüp parçalanmamışken, vahşet bu kadar alenî
şekilde işlenmiyorken, kıyamete bu kadar yaklaşılmamışken, 1982 yılında, “1980’lerde
İsrail İçin Bir Strateji” adlı bir
makale kaleme alan İsrailli
siyasetçi Oded Yinon’un yazdıklarına beraber göz atalım.
“Bugün insanlık tarihinde
yeni bir çağın ilk aşamalarını
yaşamaktayız. Bu tarih, daha
önceki tarihe hiç benzememektedir ve özellikleri de bugüne kadar bildiklerimizden
tamamen farklıdır. Bu yüzden
bir taraftan bu tarihî dönemi
meydana getiren merkezî
gelişmeleri anlamamız ve öte
taraftan bu yeni duruma uygun bir dünya bakışı ve operasyonel bir stratejiye ihtiyacımız bulunmaktadır. Yahudî
Devleti’nin varlığı, refahı ve
sebatı, içişleri ve dışişlerinde
yeni bir çerçeveye adapte
olmasına bağlı olacaktır…”
Arap dünyası
kâğıttan bir kule
gibidir
“Müslüman Arap dünyası,
yabancılar tarafından sakinlerinin istek ve talepleri göz
önüne alınmadan yapılmış
geçici bir kâğıttan kule gibidir.
1920’lerde Fransa ve İngiltere tarafından gelişigüzel bir
şekilde, hepsi azınlıkların ve
birbirine düşman olan etnik
grupların kombinasyonundan
oluşan 19 bölgeye bölünmüştür. Bu sayede günümüzde
tüm Arap Müslüman devlet-
68
nisan 2016
Orhan Mücahit
[email protected]
ler etnik sosyal çöküş içerisindedirler ve bir kısmında şimdiden iç savaş başlamıştır...”
Körfez ülkeleri ve
Suudî Arabistan
“Körfez ve Suudî
Arabistan’daki dengeler
içinde sadece petrol olan bir
kumdan ev üstüne inşâ edilmiştir. Kuveyt’te Kuveytliler,
nüfusun sadece yüzde 25’ini
oluşturmaktadır. Bahreyn’de
Şiîler çoğunluktadır, ancak
güç onlarda değildir. Birleşik
Arap Emirlikleri’nde Şiîler
yine çoğunlukta olmasına
rağmen Sünnîler yönetimdedir. Amman ve Kuzey Yemen
için de aynı şey geçerlidir.
Marksist Güney Yemen’de
bile önemli bir miktarda Şiî
azınlık bulunmaktadır. Suudî
Arabistan’da nüfusun yarısı
yabancıdır, Mısırlı ve Yemenlidir ama Suudî bir azınlık
gücü elinde tutmaktadır…”
(Bugün Yemen’deki savaşın
tohumları çok eskiden atılmış.)
Alevî, Sünnî, Şiî
mücadelesi
“Bütün bu ülkelerin göreceli olarak güçlü orduları vardır. Fakat aslında bu durum
da bir problem yaratmaktadır.
Suriye ordusu bugün çoğunlukla Sünnîdir, ancak subaylar
Alevîdir. Irak ordusu, Sünnî
kumandanlara sahip Şiî bir
ordudur. Bu, uzun vadede
çok önemlidir ve bu sebeple
uzun süre ordunun sadakatini
korumak mümkün olamayacaktır. Sadece tek ortak payda
olan İsrail’e olan düşmanlıkları konusunda anlaşabilirler
ve bugünlerde bu bile yeterli
değildir.
Araplar gibi, bölünmüş
olsalar da diğer Müslüman
devletler de benzer bir durumla karşı karşıyadırlar.
İran nüfusunun yarısı Farsça
konuşan bir gruptan oluşur
ve diğer yarısı da etnik olarak
Türk bir gruptur. Türkiye’nin
nüfusu Türk Sünnî Müslüman bir çoğunluk (yüzde 50
civarı) ve iki büyük azınlıktan
oluşur: 12 milyon Şiî Alevî
ve 6 milyon Sünnî Kürt…”
(Mezhep çatışmalarını körükleyen eli görebiliyoruz.)
Afganistan,
Pakistan, Fas,
Hindistan, Somali
“Afganistan’da 5 milyon
Şiî, nüfusun üçte birini oluşturur. Sünnî Pakistan’da 15
milyon Şiî, devletin varlığını
tehdit etmektedir. Fas’tan
Hindistan’a ve Somali’den
Türkiye’ye uzanan ulusal
etnik azınlık resmi, istikrarın
yokluğuna ve tüm bölgenin
hızlı bir şekilde dejenere
olmasına işaret eder. Bu
tablo ekonomik tabloya
eklendiğinde, tüm bölgenin
nasıl ciddî problemlere karşı
koyamayacak kâğıttan bir
kule şeklinde inşâ edildiğini
görebiliriz…” (Afganistan ve
Somali’deki iç savaşın senaryosu
önceden yazılmış.)
Suriye, Irak ve
Lübnan
“Suriye, temelde
Lübnan’dan çok farklı değildir; sadece güçlü bir askerî
rejim tarafından idare ediliyor
olması farkını taşır. Ancak
bugünlerde Sünnî çoğunluk
ve yönetimdeki Şiî Alevî
azınlık (nüfusun sadece yüzde
12’si) arasında yaşanan gerçek
iç savaş, içerideki problemlerin göstergesidir.
Irak, çoğunluğun Şiî ve
yönetimdeki azınlığın Sünnî
olmasına rağmen, özünde
komşularından hiç farklı
değildir: Nüfusun yüzde 65’i
politik konularda söz sahibi
değildir, yüzde 20’lik elit
bir zümre tüm gücü elinde
tutmaktadır. Buna ek olarak
Kuzey’de büyük bir Kürt
azınlık vardır ve yönetimdeki
rejimin kuvveti, ordu ve petrol
gelirleri olmasa idi Irak’ın gelecekteki durumu, Lübnan’ın
geçmişteki ve Suriye’nin
bugünkü durumundan hiç de
farklı olmazdı.
Suriye, etnik ve dinî yapısına istinaden tıpkı bugün
Lübnan’da olduğu gibi birkaç
eyalete bölünecek ve kıyıda
Şiî Alevî bir eyalet, Halep
bölgesinde Sünnî bir eyalet,
Şam’da kuzey komşusuna
düşman olan bir diğer Sünnî
eyalet olacak ve Dürzîler de
belki bize ait olan Golan’da,
mutlaka Havran’da, Kuzey
Ürdün’de başka eyaletler
kuracaklardır. Bu gelişmeler
uzun vadede barış ve güvenlik
için garantör olacaktır ve bu
hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır.
Bir taraftan petrol zengini olsa da diğer taraftan
parçalanmış bir ülke olan
Irak’ın, İsrail’in hedeflerine
aday olması garantidir. Bizim
için Irak’ın feshi, Suriye’nin
feshinden bile daha önemlidir. Irak, Suriye’den daha
güçlüdür. Kısa vadede İsrail’in
en büyük tehdidi, Irak’ın
gücüdür. Bir Irak-İran savaşı
Irak’ı parçalayacak ve bize
karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkân
vermeden çökmesine sebep
olacaktır.
Araplar arasındaki her türlü çatışma, kısa vadede bize
yardımcı olur ve de Suriye
ve Lübnan’da olduğu gibi,
önemli bir hedef olan Irak’ın
parçalanması için yolu kısaltır.
Osmanlı döneminde Suriye’de
olduğu gibi, Irak’ta da etnik/
dinî bazda bölgelere bölünme
mümkündür. Üç büyük şehir
etrafında üç (veya daha fazla)
eyalet var olacaktır: Basra,
Bağdat, Musul ve güneydeki
Şiî bölgeler, Sünnî ve Kürt
kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının
kutuplaşmayı derinleştirmesi
olasıdır…” (Suriye ve Irak’ın
bugün değil, aslında yıllar önce
parçalandığı görülüyor.)
Özetle bugün Ortadoğu ve
Afrika’yı kan gölüne çeviren
iç savaşların tamamında,
mezhep kavgalarının temelinde, kardeşi kardeşe düşman
eden anlaşmazlıkların içinde,
hemen hemen tüm terörist
örgütlerin arkasında aynı
elin ve tek bir planın olduğu
anlaşılmalıdır. PKK, YPG,
PYD, El-Kaide, Boko Haram, DAEŞ ve bunlar gibi
onlarca alçak taşeron örgütün asıl amacı, Büyük İsrail
Devleti’nin kurulmasıdır.
Ümmetin uyanması ve
uyandırılması, bu hain planların bertaraf edilmesi için en
mühim ve en önemli görevimiz, kıyamete kadar sürecek
olan hak ile bâtılın savaşında
hakkın yanında olmaktır. Başbakan Davutoğlu, Meclis’teki
son konuşmasında bütün bu
şer cephesine ve o taşeron
örgütlere en net mesajı verdi:
“Çanakkale’de Seyit Onbaşılar
nasıl eğilmedilerse, Allah şahit
olsun, Meclis şahit olsun, biz de
eğilmedik, eğilmiyoruz, eğilmeyeceğiz! Yılmadık, yılmıyoruz,
yılmayacağız! Korkmadık,
korkmuyoruz, korkmayacağız!
Ayaktayız, ayakta olacağız!
Dim dik olacağız! Kıyamete
kadar bu milletin istikbâlini
korumaya canımız pahasına
ve her daim seferber olacağız!
Allah milletimizi, devletimizi
bâkî eylesin!” (Âmin.)
nisan 2016
69
haberajanda
Analiz
Demem o ki, içimizdeki yabancılar, kendilerini yabancı hissettikleri
ölçüde kıymetli
hissedebilenler,
bu ülkenin gerçekleri, hayâlleri, geçmişi ve bugünü
ile kavgalı olmaya
devam edecekler.
Ya biz ne yapacağız? Onlara karşı
yıllarca afyon gibi
azar azar, sindire
sindire sunulan,
sulandırılıp mahiyetinden edilen
“hoşgörü” mü
duyacağız? Kimse
kusura bakmasın,
her türlü kıymetlime, değerime her
gün küfredeceksiniz ve ben hoş göreceğim, öyle mi?
70
nisan 2016
Terörün dini yok!
DİN DÜŞMANLARININ
sarılmadığı terör yok!
Y
ERLİ olan her şeye dair hissettiği eziklik ve kendini fersah fersah uzak tutma
çabası içinde olanlar ve millî olan her kavram tüylerini diken diken ederken,
onlara göre “Batılı” her şeyi huşû içinde karşılayanların tam olarak anlaşılabilmesi için üniversitelerde kürsü açılması gerektiği kanaatindeyim artık.
Sözgelimi, çok üzgünler
Erdoğan gibi bir gericiden
(!) bir türlü kurtulamadıkları
için… ABD ve o çok öykündükleri, ismini telaffuz ederken dahi neredeyse orgazm
olacakları ülkelerde yükselen
ırkçılık, yabancıların hayatını
zorlaştırmak üzere bizim
Bedevî kıssalarından çok iyi
bildiğimiz asırlar öncesinin
ilkelliğinin hortlaması nasıl
bir karşıtlık oluşturuyor içlerinde? Yoksa ezikliklerinin
aşmışlığı öyle çok ki, bunu
da o tiksindikleri değerler
üzerinden okuyup suçlunun
ve kaçınılmaz sebebin bunlar
Nadire Çamlı Yıldırım
[email protected]
olduğuna mı inandırıyorlar
kendilerini?
Bir anda Charlie, bir anda
Fransa veya Belçika olabilmelerine baksak, sanacağız
ki hissiyatı en yüksek insan
örneği karşımızda. Hani
ya Sur, hani Ankara ya da
Sultan Ahmet? Yok! O zaman devreye klonlandıkları
sistemin uyaranları giriyor ve
başlıyor bir aklama, bir insanî
gösterme, bir “Gencecik
insan nasıl bu hâle geldi?!”
cümleleri. Bir bombacının,
intihar bombacısının zarar
verme niyetinin olmadığını
dahi yazmış çok akıllı görünen bir beyefendi(!)…
Haklı değil miyim bunlara
özel bir kürsü olması gerektiği dileğimde? Benim havsalam almıyor artık bu kadar
saçmalamayı. Ne yaptığı, ne
kadar para kazandığı beni
hiç ilgilendirmeyen bir adam,
haksız kazanç elde ettiği iddiaları ile değil, ABD’yi zarara uğrattığı bahanesi ile tutuklanıyor. Adam ABD’nin
kendi uyguladığı ambargoyu
kendi adamları ve şirketleri
eli ile deldiği herkesçe bilinen dönemde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ve
Türkiye’ye para kazandırarak
iş yapıyor. “ABD zarara
uğruyor” diye, üstelik şimdi
ambargo yok iken tutuklanıyor ve bizdeki hevesliler
zil takıp oynuyor. Medyatik
savcının binlerce hayranı, takipçisi oluyor. Niye?
Erdoğan’ı (bu ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanı’ndan
bahsediyoruz) üç saat takip
edip mesaj verdi diye…
Bu nasıl bir midesizlik, bu
nasıl bir acizlik, bu nasıl bir
köksüzlük, hakîkaten anlamıyorum! Kendi seçkinci
duruşları sorgulandı Erdoğan
geldi geleli ya, sadece bunu
bile hazmedemediler hâlâ.
Demokrasiden anladıkları,
kendi beyaz sınıflarına tayin
ettikleri birkaç adamın seçilebilme ihtimâli, ötesi yok! Bu
dünyaya dair anlamlı gördükleri tek şey, sözde özgürlük
adına bütün dinî, Rahmânî
ve kutsal olanın çarpıtılması,
yok edilmesi… Tutundukları
dalların nereye uzandığı görünüyor apaçık, ancak o dalın
ötesinin onları asla tutmayacağını bir onlar göremiyorlar.
Bu ülkede anlamlı ve
olumlu bir şey olduğunda höykürüp gerçeği nasıl
çarpıtacaklarının kaygısına
düşenler de bunlar, ülkemin
onlarca yılını alan PKK’yı
sempatik gösterme adına
yırtınanlar da. Baksanıza,
bombacının dahi savunucusu
oldular. Ama sadece vatanıma, değerlerime zarar veren
biri varsa onlar savunmada,
aklamada, alkıştalar. Gerçekten nasıl bir psikolojinin
insanı terörün kucağına
düşürdüğünü anlamaya çalışmıyorlar. İnsanın insanlığını
yitirmesiyle ilgilendikleri
yok. Zira onlarda da insanlığın kıymet-i harbiyesi yok.
Varsa yoksa bu coğrafyanın
kıtalar ötesinde çağdaş (!)
akımları, görüntüleri ve efendileri…
Herkesi ve her şeyi aklamak üzere seferber olabilen
bu zihniyet, söz konusu
Türkiye olduğunda, hele de
Sayın Erdoğan ve onun şahsında temsil ettiği değerler
olduğunda karalama fabrikasına dönüşüyor. İran ile
yapılan ticaretin bu ülkenin
gelir hanesine yazıldığını da,
Türk bankalarının milyon-
larca dolar işlemin işlemcisi
olmasının bizim için ne
kadarlık kazanca dönüştüğünün de farkında değilmiş
gibi davranabiliyorlar. Çünkü
sevgili dostları kârlarından
taviz vermek istemezler.
Çünkü Türk bankalarının
kazanması, doğrudan ABD
bankalarının azalan işlemi
demek oluyor. Aylar öncesinin Halkbank operasyonu,
ABD’nin bu çok hesaplı
tutuklama olayı ile daha da
anlamlı hâle gelmiyor mu
sizce de?
Bu dünya düzeni, her şeyin
kontrol edilebildiği bir hesap
sistemine dayanıyor. Kontrol
edilebilirliği ölçüsünde işlerine yarıyor her bir argüman.
Kontrol imkânı olmayanlarsa
tek tek elimine edilmeye
çalışıyor. Üç yıldır yoğunlaşan, ama aslında on yıllık bir
mâzisi olan siyasî dayatmalara ve alternatif diye hâlâ
kakalanmaya çalışılan figürlere bakınca kontrolsüzlüğün
onlar için sistemin imhâsı
gibi algılandığını anlamak
zor değil.
Demem o ki, içimizdeki
yabancılar, kendilerini yabancı hissettikleri ölçüde kıymetli hissedebilenler, bu ülkenin
gerçekleri, hayâlleri, geçmişi
ve bugünü ile kavgalı olmaya devam edecekler. Ya biz
ne yapacağız? Onlara karşı
yıllarca afyon gibi azar azar,
sindire sindire sunulan, sulandırılıp mahiyetinden edilen
“hoşgörü” mü duyacağız?
Kimse kusura bakmasın, her
türlü kıymetlime, değerime
her gün küfredeceksiniz ve
ben hoş göreceğim, öyle mi?
Bunca boş ve nâhoş oluşunuzu “hoş” görmek değil,
lâyık olduğunuz şekilde “hor”
göreceğim. Zarar gören ancak sizden biri olduğunda
beliren sözde insanlığınızı,
terör İslâm’a yahut Müslümanlara yöneldiğinde
neredeyse zil takıp oynayacak
kadar kaybettiğiniz insanlığınızı bütün öfkemle ve hisseden kalbimle lânetliyorum!
Cehaletiniz, edepsizliğiniz,
kızarmak bilmeyen yüzsüzlüğünüz için esef duyuyorum!
Sizler gibi olmadığım,
Belçika yahut Fransa’nın
görüntüleri Ankara’mınki
kadar canımı yaktığı için,
insan olabildiğim için şükrediyorum! Dehşetle bakan
bir çocuğun gözleri, kıyılara
vurmuş cesetleri din ve renk
bırakmadan yakıyor göğsümü ya, böyle çaresiz, üzgün
ve öfkeli kalmaktan da utanıyorum sizin alçaklığınızdan
utandığım kadar!
Bir gün terörü sadece
terör olduğu için öfkenizle,
insanlığınız ile buluşur ise, o
zaman buyurunuz soframıza.
Yoksa ilelebet gidiniz hayâl
ülkelerinize, lâyık olduğunuz
standartlar ve sözde sonsuz
demokrasi ve özgürlük orada! Belki biraz huzur verir
yokluğunuz bu güzel ülkeme…
İlk sözü son edeyim, zira
yolumuz da ayrıdır başından
beri, hayâllerimiz de: Ben
bu ülkenin dünyaya insanlığı örneklediği bu günlerin
ötesinde, dünyanın huzuru
için son sözü söyleyebilecek
kadar güçlendiği günlerin
özleminde; sizlerse sadece
Erdoğan’sız, İHL’siz günlerin
hedefinde… Ufkunuz da
kendiniz kadar basit ve ucuz!
Var mı gerisi? İlla-lillah…
“Sizin dininiz size, benim
dinim bana…”
nisan 2016
71
haberajanda
Analiz
Bir musibet…
M
ÜSLÜMAN ülkelerde patlayan bombaları kürsülere çıkıp alçak
sesle eleştiren Hıristiyan dünyası, sesi yakından duyup kan
kokusunu teneffüs ettiklerindeyse teröre karşı destek yarışına
giriyorlar.
>> Paris’teki patlamaların
ardından taziye için Fransa’ya
koşan liderleri hepimiz
hatırlıyoruz. AB’nin kalbi
Brüksel’i kana bulayan eylemlerin ardından da başta
İngiltere ve Fransa derin
üzüntülerini şık sembollerle
Belçika’ya ilettiler. Bunda
elbette bir beis yok. Ne var ki,
bizim kendi kendimize sorup
hayıflandığımız soruyu The
Independent kendi sayfalarına taşıyınca biraz hoşnut
olduk. Gönderine Belçika
72
nisan 2016
bayrağını çekip yarıya indiren
İngiltere ile Eyfel’i Belçika
bayrağı renkleriyle ışıklandıran Fransa’ya bir İngiliz
gazetesi tarafından hesap sorulması anlamlıydı: “Taksim
ve Ankara’daki patlamaların
ardından neden aynı hassasiyeti göstermediniz?”
Öyleyse diyeceğimiz odur
ki, hak arama mücadelesi
dışındaki tüm kanlı eylemler,
lânetlenesi terör eylemleridir. Dünyanın neresinde
olursa olsun, aynı tepkiyi
görmelidirler. Terör, sana
dokunmayacak yılan değildir. Besler ya da görmezden
gelip bin yıl yaşamasını istersen, bir gün mutlaka zehrini
tadarsın! Önce Paris, sonra
da Brüksel’de terörün acı
yüzünü tadan Batı’nın acısını
biz de paylaşıyoruz. Charlie
Hebdo’da dinimize düşman
olanların teröre kurban gitmesine nasıl sevinmediysek,
İstiklâl’deki İsrail’liye de,
Brüksel’deki ABD’liye de sevinmedik. Ama bu katliamların artık Batı dünyasının
gözünün açılmasına hizmet
etmesi gibi bir beklentimiz
var. Atalarımızın bir kez
daha haklı çıkmasını bekliyor
ve “Bir musibet, bin nasihatten
iyidir” diyoruz.
Yazıma “Müslüman ülkelerde” ifadesiyle başladım.
Bu ifadeyi en iyi dolduran
ülkeyse tabiî ki Türkiye.
Evet, Anayasa’ya göre devlet
“din”siz olabilir. Ancak bu
topraklarda yaşayanların
azamî müştereği hâlâ Müslümanlık. Bu ortak özelliğimizi
kimsenin yok etmesi mümkün değil belki, ama bunu
yok saymaya çalışanların
politikalarıyla yaşadı nesiller.
Önce dil, sonra din engel
Cüneyt Akar
[email protected]
sayıldı gelişmeye. “Müslüman, demokrat olamazmış”
gibi bir algı oluşturuldu.
Vatandaşlık bağı dindaşlığın
önüne geçirildi. Ne oldu,
iyi mi oldu sizce? Bugün
nüfusu 20 milyonu bulan
Kürt vatandaşlarının en az
yarısı ayrılıkçı PKK’yı destekliyorsa, “millet” tanımının
vatandaşlıktan başka vasıflara
dayandırılması gerekmez mi
sizce de?
Karşımızda bir Hıristiyan
birliği var. Adına “Avrupa
Birliği” dedikleri sözde siyasî
ve ekonomik birliğe biz de
girmeye çalışıyoruz. Biz işin
ekonomik tarafıyla ilgileniyoruz belki, ama AB’nin
derdi hâlâ bizim dinimiz.
AİHM’ye göre kimlik kartlarımızda bile “Dini: İslâm”
yazması sakıncalı. Zira dinin
birleştirici özelliğini onlar
bizden daha iyi biliyor ve
korkuyorlar. İşin acı tarafı,
bunu bizden daha iyi bilen
bir hükûmetin sırf ekonomik
ve sözde demokratik sebeplerle AB’ye giriş çabasına dinî
sembollerimizi kurban etmesidir. Anadolu ve Ortadoğu
Müslümanlarına karşı yapılan
tüm Haçlı seferlerinin Türk
devletleri tarafından karşılanmış ve hiçbir zaman tam
başarıya ulaşılamamış olması,
aynı Haçlı birliğinin, Anadolu Müslümanlarının dinini
unutturma çabaları çok anlaşılabilir bir taktik aslında.
Acaba bizim bu oyuna
geliyor gibi görünmemiz de
bizim akıllı hamlemiz mi?
Önce serbest dolaşım, sonra
para birliği derken Avrupa’ya
iliklerine kadar işleyeceğimiz
yeni bir fetih hareketi mi
geliyor? Umarım öyle olur...
Brüksel bombaları patla-
madan önce, özellikle Fransa
ve Belçika büyük bir teyakkuz hâlindeydi aslında. Paris
saldırılarının sorumlusunun
Brüksel’de yakalanmasının
ardında bu kaçınılmazdı.
IŞİD’e en çok militan veren iki ülkenin bu intikam
saldırılarını önleyebilmesi
beklenirdi. Bizim muhaliflerin, Ankara ve İstanbul katliamlarının ardından istihbarat
birimlerimizi yerden yere
vurup Alman istihbaratını
göklere çıkardığını düşünüce,
gelişmiş bir ülke istihbaratının bu kadar aciz olmaması
gerekirdi. Avrupa’nın göbeğinde bizce en iyi korunması
gereken alanlardan biri olan
havalimanına en az üç canlı
bombanın elini kolunu sallaya sallaya girmiş olması izaha
muhtaç değil mi sizce de?
AK Parti ve Erdoğan düşmanı bir mesai arkadaşımla
aramızda geçen bu konudaki
diyalog aynen şöyle gelişti:
(İstiklâl saldırısının ardından, “Bu MİT devletin değil,
Erdoğan’ın MİT’i. Almanya
okullarını, konsolosluklarını kapatıyor, istihbaratını
almış… Bizim ş…sizler bir
bombacıya mânî olamıyor.”
demişti. İtiraf etmeliyim ki,
Brüksel’i bahane edip biraz
tuzak bir üslûpla girdim
konuya.)
Ben: “Ya anlaşılır gibi
değil! Adamlar havaalanına
bombayla girmiş, patlatmış
kendini…”
Arkadaşım: “Hakikaten
ha… Ama canlı bomba bu,
nasıl bulacaksın ki? Kalabalık
bir organizasyon olsa neyse...
Canlı bombanın önüne geçmek çok zor!”
Ben: “E daha birkaç gün
önce İstanbul’daki canlı
bombayı patlamadan bulamadılar diye MİT’e verip
veriştirmiştin ya?”
(Kısa bir sessizlikten sonra)
Arkadaşım: “İyi ama Almanlar almış istihbaratı, sana
vermişler, kendilerini de korumaya almışlar. Sen niye bizi
koruyamıyorsun kardeşim?!”
Ben: “Ah be kardeşim! Almanya üç tane binayı kapatıp
çalışanlara, öğrencilere izin
verdi. Biz ne yapsaydık ya?
İstiklâl’i, Taksim’i, İstanbul’u
mu kapatsaydık? Binlerce
okulu, yüzlerce resmî daireyi mi tatil etseydik? Ya da
İstanbul’da sokağa çıkma
yasağı mı ilân etseydik? Diyelim ki yaptık, ertesi gün,
daha ertesi gün nereyi kapatacaktık?”
Hür olmak
Hükûmet düşmanlığı
bazılarının gözünü kör etmiş
ve tedavileri de mümkün
değil. Dolayısıyla onlara söyleyecek fazla şey yok. Ama
daha ılımlı muhaliflerin terör
konusunda yapılabileceklerin
maalesef sınırlı olduğunu
anlamaları için de bir şans
olabilir Brüksel saldırıları.
Terör örgütleri kâh devletler tarafından, kâh silah
tüccarları tarafından desteklenmeden yaşayamazlar.
Biliyoruz ki, bu tür destekleri
her zaman bulacaklar. Bundan korunmaksa menzilden
çıkmak ya da destekçilerinin
düşmanlıklarından kurtulmakla mümkün. (Belki
bugün tasmalarından kurtulmuş, kontrol dışı kalmış
olabilirler ama başımızın
iki büyük belâsı) PKK ve
IŞİD’in de Avrupalı müttefiklerimiz tarafından kuru-
lup yönetildiğini biliyoruz.
Onları yok etsek de yenileri
çıkacak ve Ortadoğu bataklığının bizim tarafımızdan
kurutulmasına mâni olmaya
çalışacaklar. Bizi zayıf tutmak birinci vazifeleri.
Bizim birinci vazifemizse
dik durmak, bir ve diri olmak…
Bir ve diri olmanın en
kolay ve en doğru yolunun
İslâm’ı ayakta tutmaktan
geçtiği kanısındayım. Adının başında “Hıristiyan”
olan partileriyle ülkelerini
yönetmekten, meclislerinde
ve mahkemelerinde İncil’e el
basmaktan, nikâh törenlerini
kiliselerde yapmaktan utanmayan Haçlı zihniyetinin
karşısında Müslüman olduğunu söylemekten çekinerek
durulmaz. Tarihin en büyük
Haçlı seferlerinin karşısında
İslâm’ın sancağını taşımadan
başarılı olunmaz. Lozan’da
kaybettiklerimizi geri almadan, Müslüman ülkelerin
liderliğini yapmadan bize
huzur yok!
Bunları yapmanın yolu da
yeni anayasadan geçer. Özümüze en yakın yönetim modeli olan başkanlık sistemini
zorlamalıyız. O zaman İslâm
Birliği’ne doğru daha kolay
yol alırız. O zaman İslâm
Ordusu’nun adından bile
ürken Rusların yanına daha
nicelerini ekleriz. O zaman
ABD’nin jandarmalığının,
İngiltere’nin strateji uzmanlığının, Çin’in üretim kurnazlığının önüne geçebiliriz. O
zaman Viyana’nın kapısından
dönen atalarımızın yarım
bıraktığı fethi, fikrî ve dinî
anlamda tamamlayabiliriz. O
zaman gerçek anlamda “hür”
olabiliriz!
nisan 2016
73
haberajanda
Toplum
Rastlantıya bakın
ki, projelerin temel
atma törenlerinde
Gezi olayları, bitmesine doğru da tüm
yurtta terör olayları
gerçekleşiyor. Burnumuzun dibindeki
Suriye minderinde
de yedi düvel güreşe
tutuşmuş. Güya Rusya uçağı yanlışlıkla
bizim sınırlardan
içeri girmiş. Bunca
uyarıyı da nasılsa
duymuyor, görmüyor?! Dostumuz ABD,
PYD’yi desteklediğini
açıkça ilân ediyor.
“PYD” ne mi? Hani şu
“PKK” dediğimiz terör
örgütü var ya, işte o!
74
nisan 2016
Geçmi
ş
ten
gel
e
ce
R
İVÂYET odur ki, yerel seçimlerde CHP’li Muğla Belediye Başkan
Adayı şöyle demiş: “AK Partililer 3. köprü ve 3. havalimanı afişlerini
asmışlar; İstanbul’a yapılan köprü ve havalimanının Muğla’yla nasıl
bir alâkası var?”
>> Ne alâkası var, biliyor
musunuz? İstanbul’un
Fethi’nin Türkiye’nin
veya dünyanın herhangi
bir yeriyle alâkası olduğu
kadar alâkası var. 1453’te
fethedilen yer, çevresi “sur”
denilen taştan kalın duvarlarla çevrili, birkaç bin
kilometrelik bir araziydi.
İşte oranın fethi bir çağı
kapadı ve bir çağı açtı! O
günden sonra dünyada bir
medeniyet bitti, başka bir
medeniyet başladı.
2013 yılında, Gezi olaylarının gündemi yoğunlukla işgâl ettiği günlerdi,
aradan 3 yıl geçti ve o gün
engellenmeye çalışılan
projelerin açılışları başlıyor
artık. Önce Yavuz Sultan
Selim Köprüsü… Öyle
bir köprü ki, dünyadaki
birçok ilki bünyesinde
barındırıyor. 70’li yıllarda
ilk köprü, aradan 15 yıl
Lokman Ayva
[email protected]
ğe köprüler
geçtikten sonra ikinci köprü
ve 30 yıl daha geçti de ancak
ağırlıklarımızdan kurtulup
3. köprü, Marmaray, Yalova
ve Boğaz’ın altına tünel gibi
devâsâ projeleri gerçekleştiriyoruz.
3. havalimanı, yurtiçinde
hızlı trenler, Bakü-TiflisKars Demiryolu Hattı…
Sizce Bakü ilk istasyon, Kars
da son istasyon mudur, ne
dersiniz? Bu tren yolu PekinLondra Hattı olmasın?!
Rastlantıya bakın ki, projelerin temel atma törenlerinde
Gezi olayları, bitmesine
doğru da tüm yurtta terör
olayları gerçekleşiyor. Burnumuzun dibindeki Suriye
minderinde de yedi düvel
güreşe tutuşmuş. Güya Rusya uçağı yanlışlıkla bizim sınırlardan içeri girmiş. Bunca
uyarıyı da nasılsa duymuyor,
görmüyor?! Dostumuz ABD,
PYD’yi desteklediğini açıkça
ilân ediyor. “PYD” ne mi?
Hani şu “PKK” dediğimiz
terör örgütü var ya, işte o!
Yaşı müsait olanlar hatırlarlar, ABD Kuzey Irak’a
Çekiç Güç göndermişti ve
tesadüfen aynı tarihlerde
Türkiye’de PKK’nın karıştığı
terör olayları artmıştı.
Avrupa Birliği, tecrübeli olduğundan mı, yoksa
coğrafî olarak yakın olduğundan mı, sanki geleceği
görmüş gibi hareket ediyor.
Bir sorunun çözümü için
tarihte ilk defa Almanya,
Türkiye’nin kapısını çalıyor.
Ortak güvenlik toplantıları
yapılıyor. Göçmen krizinin
çözümünde Türkiye’ye destek olmaya çalışıyor. Onu
bunu bırakın, Avrupa’ya
vizesiz girebilmemizi kabul ediyor. Anlıyorlar ki,
Türkiye’nin insanı Avrupa’ya
kalmak, yerleşmek için asla
gitmez! Oradakiler bile geri
dönüyorlar. AB-Türkiye arası
müzakerelerde fasıllar bir bir
açılıyor.
İki yakayı değil,
bütün dünyayı
birbirine bağlayan
köprü
Ülkemizde ne gibi sorunlar olduğunu hele bir
hatırlamaya çalışın! Başörtüsü sorunu, laik-laik değil
tartışmaları, meslek liseleri
kavgaları, “İrticâ hortladı!”
teraneleri… Biraz daha evvelki yıllara bakarsak sağ-sol,
komünizm, faşizm, askerî
darbeler, koalisyonlar, “Sen
şunu yaptın, ben bunu yaptım. Sen kararı imzalamadın,
ben imzaladım” tartışmaları… Buradan bakınca çok
bayıcı şeyler!
Artık son bir eskimiş sorunumuz kaldı: Terör! Onun
da beli kırıldı artık. Şu an
süpürme hareketi yapılıyor.
Bu dönem 1453 gibi mi
olacak? Bu, tamamen sana,
bana ve ona bağlı! Eğer Fatih
İstanbul’u fethettikten sonra
büyük medeniyet çalışmalarını başlatmasaydı, âlimler,
evliyalar, askerler, tüccarlar,
çiftçiler, meslek erbapları
olmasaydı, fetih de basit bir
savaş, “toprak alıp verme” gibi
olurdu. İstanbul da elimizde
bu kadar uzun süre kalamazdı. Şimdi kazık soru şu: “Bu
dönemde ben ne yapıyorum?”
Topyekûn bir gelişme,
ilerleme, iyileşme gerçekleştirmemiz lâzım. İlk önce
düşüncelerimiz, sözlerimiz,
el-yüz-göz ifadelerimiz kesinlikle menfî bir hava yaymamalı! İnsanlara ümitsizlik,
şevksizlik, cesaretsizlik kaynağı veya sebebi olmamalıyız!
Hatta yenilik, doğruluk, iyilik,
hakîkat hususlarında insanlara cesaret vermeli, akıllarına
yeni fikirler getirmeliyiz!
Tüm bunları yaparken
hedefimiz ne olmalı? Derdimiz birilerinden üstün olmak
mı? Galibiyet mi elde etmek
istiyoruz? Tüm dünyayı yönetmek mi istiyoruz? Tüm
insanlar bize köle olsun, biz
ne dersek o mu olsun? Tümüne hayır!
Bizim medeniyetimiz
insanın doğallığını, yaratılışının gereği olan tüm özelliklerini yaşayabileceği, erdemli
bir hayata erişebileceği bir
dünya düzenini doğru bulur.
O zaman insanca yaşamak
varken başka türlü yaşamaya
ne gerek var? İnsanlara en
çok yakışan güzel ahlâklı,
erdemli, hak ve hakîkate saygılı yaşamak varken tersi bir
hayatı niçin savunalım, öyle
yaşamak için neden gayret
edelim ki?
Bu köprüler, havaalanları,
hızlı trenler, boru hatları,
ülkeler arası tren yolları sadece bulunduğu şehirlerin
hudutlarıyla sınırlı etkilere
sahip değiller elbette. Bunlar
uzanıp giden yollar, yollardaki tabelalar gibi bizim ne
yöne, hangi istikamete gideceğimizi gösterirler.
Yavuz Sultan Selim Köprüsü dünya ölçeğinde özelliklere sahipse, bizim de kendi
dünyamızda o ölçekte, dünya
ölçeğinde düşünceler geliştirmemizi gerektirir. Ülkemizde
böyle şeyler olurken bizler de
onlara paralel gelişme göstermezsek bu neye benzer, biliyor musunuz? Kaplıca suyuna
havuz yapıp soyunma odaları
yapmamış bir tesise... Kaplıca
havuzundan çıkar, ortalıkta çıplak çıplak dolaşırız.
Hâlbuki bize yakışan, sadece
giyinme odalarını değil, fizik
tedavisinden masörüne, tahlil
laboratuvarlarından eczanesine, lokantasına, maden suyu
satılan mekânlarına kadar her
şeyi dört dörtlük yapmaktır.
Gönlüm diyor ki, “Bu
köprüler sadece AsyaAvrupa’yı bağlamasın, sizinle
benim gönlümü, hepimizin
gönlüyle mazlum kişilerin,
mazlum toplumların gönlünü, geçmişle geleceği de bağlasın! Bu köprülerden sadece
arabalar, insanlar geçmesin,
sevgi geçsin, muhabbet aksın,
bilgi aksın, medeniyetler
geçsin! Derenin öte tarafında beklediklerini köprüden
gelirken görüp sevinen
çocuklar, gençler, hastalar,
sevgililer, bakkallar, asker
anne-babaları ve niceleri gibi
yürekleri sevinçle dolsun!”.
Ne güzel olur, değil mi?
nisan 2016
75
haberajanda
Siyaset
Türkiye siyasî geleceğini garantiye almak için
millet olarak topyekûn
bir karar vermelidir. Yerli ve millî bir sistem inşâ
edip yeni bir anayasa
yapacak mıyız, yoksa
küresel sistemin ve egemen güçlerin Türkiye’ye
biçtikleri rolü oynamaya
razı mı olacağız?
***
Asıl soru “Türkiye anayasa yapabilecek mi?”
sorusu değil, “Zihinsel
köleler tasfiye olacaklar
mı?” sorusudur. Yani biz
kendi toprağımızdan
yerli-millî duygu ve
motiflerle yeni bir cam
üretimi yapıp sağlıklı bir
şekilde soğutup siyasî
ve sosyolojik gerginlikleri en alt düzeyde inşâ
edebilecek miyiz?
76
nisan 2016
YENİ ANAYASA VE TERÖR İLİŞKİSİ
Türkiye neden kilit ülke?
T
ÜRKİYE, küresel ve bölgesel güç merkezlerinin ihtiyaç duyduğu, fakat kendi iradesiyle etkin olmasını istemediği bir devlet durumunda.
Son 10 yıllık gelişme ve siyasî irade ile Türkiye, kendisini yeni bir güç
merkezi olarak görmeye başladı; bu iddianın gereğini yerine getirmek
için bazı yeteneklerini geri kazanmaya çalışıyor. Büyük devlet olma
hafızasını kaybetmeyen, ancak büyük devlet olmanın gereklerini yerine getirmek
için içerideki enerjinin dışarıya yöneltilebilmesi gerekmekte. İçeride devlet anlayışı
ve siyasî iddiayı sahiplenen bir kamuoyu üretmeden dışarıda yapmak istediklerinizi
icra edecek kamusal insan kaynağı ve zihinsel kapasiteye ulaşmak mümkün değil.
>> Türkiye üzerinde ve
bölgede hesabı olan devletlerin siyasî güç üretme
ve etki alanını genişletme
konularında birbirlerini
rakip veya hasım görmeleri,
devletlerin varoluş felsefesi
ve iddiası gereği anlaşılabilir
bir durum.
Devletlerin etki gücünü
yaymak için kullandıkları
siyasî, ekonomik ve askerî
diplomasinin yanında bir de
insanî diplomasi kapasitesi
vardır. Siyasî güç merkezi
inşâ etme iddiasında olan
devletlerin tüm insanlığa
hitap eden, tüm dünyaya ve
tüm toplumlara ilettiği bir
ülkü, idea ve vicdanî diplo-
masi kanalları vardır. Zulümlere, acılara, mazlumlara,
açlığa, katliamlara, teröre,
tabiata ve hayvanlara zarar
verenlere karşı bir duruşu
vardır devletlerin. Kalpten
kalbe, gönülden gönle yürüyen sadece siyasî, ticarî
ve askerî çıkarların değil,
insanlık vicdanının da bir
Cemal Ceylan
[email protected]
faktör olarak kabul edildiği
bir “insanî diplomasi” kanalı
vardır.
İşte Türkiye, ürettiği siyasî
ve insanî diplomasi kanalı
iddiası ile eylemlerini çatıştırmadan sürdürebilmektedir.
Dünyanın kayıp vicdanı
olmuştur Türkiye; vicdanlara
seslenen, tüm dünyaya ve
küresel sisteme uyarı veren
bir diplomasi dili üretmeyi
başarmıştır.
Türkiye, sadece çıkarı olan
bölgelerle ve kendinden kabul ettiği toplumlarla ilgilenip diğer bölgelerin ve toplumların yaşadıkları zulümlere sessiz kalmamıştır. İşine
gelmeyeni görmezden gelen
devlet anlayışına itiraz eden
bir ses olmuştur Türkiye.
Suriyeli mültecîlerle kendilerini rahatsız ettiği için
ilgilenen Batılı devletler sistemine Türkiye şunu öğretti:
“Sadece insan oldukları için
ilgilenmek zorundayız!”
Türkiye, Suriyeli mültecilere Arap, Kürt, Yezidî,
Müslüman veya Hıristiyan
demeden, sadece insan
oldukları için kucak açıp
dertlendi. Türkiye 100 yıl
önce “dondurulan” büyük bir
coğrafyada, buzların erimesi
ve zorlama siyasî sınırların
toplumların arasındaki insanî
ilişkileri ortadan kaldırmadığını ispatlamakta.
Kendisini tarif edenlere itiraz ettiği için, kendisi olmaya
çalıştığı için, kendi siyasî
tarihi ve kültürel genetiğine
uygun hareket etmek istediği
için Türkiye’den birileri rahatsız oluyor. Yüz yıldır birbirine karşı düşman edilmeye
çalışılan Ortadoğulu halklara
“Tekrar birlikte yaşayabiliriz!”
mesajı verdiği için Türkiye
rahatsız edici.
Teslim olmayan ve teslim
alınamayan bir ülke Türkiye. Birileri Anadolu için
“Türklerin elinde kalabilir
ama Türklerin idaresinde
kalmamalı” diyor. Ne yaman
çelişki!
Sultan Abdülhamit Han,
33 sene önemli bir güç merkezi olan Osmanlı Devleti’ni
kendisine ve coğrafyasına
yönelen tehditleri diğer güç
merkezleriyle dengeleyerek
zaman kazanmıştır. Sultan
Abdülhamit Han böylesi
siyasî denge oyunlarıyla kazandığı zamanı ve potansiyeli
nerede kullanmıştır? Asıl
mesele, elinizdeki potansiyel
enerji kaynağını ve zamanı
ne için kullandığınızdır. Tabiî
ki akıllı bir devlet adamı olarak dönemin şartlarını zorlayarak eğitim, sağlık, idarî
reform, askerî hazırlık (mesela Çanakkale Boğazı’ndaki
tahkîmat), askerî, ticarî ve
sivil ulaşım için kara ve demiryolu ile altyapı yatırımları
yapmıştır. Tüm bunları, devletini bir adım sonraki tehditlere hazırlamak ve dirençli
hâle gelmesini sağlamak için
yapmıştır. Tüm bunları yaparken “Kızıl Sultan”, “Diktatör” vs. suçlamaları ile iç ve
dış politik saldırı ve tacizlere,
suikast girişimlerine ve ayaklanmalara karşı direnmiştir.
Ama ihânet içeriden olunca
teslim olmuştur sırf “kardeş
kanı” dökülmesin diye. O
teslim oluş, kimilerince çok
eleştirilmiş ve tartışılmıştır.
Şimdi aynı şeyi Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip
Erdoğan’a yapıyor, onu devletin başından uzaklaştırmak
istiyor ve idamla, ölümle, hapisle, savaşla, terörle, ihânetle
her fırsatta tehdit ediyorlar.
AK Parti hükûmetleri ile
Recep Tayyip Erdoğan lidernisan 2016
77
haberajanda
Siyaset
maz! Menderes’i darbeyle
görevden alıp katlederek
milletle dalga geçenlere bir
daha fırsat vermeyecek, aynı
hatayı millet olarak bir daha
yapmayacağız!”.
Dün “Terörle mücadele
etmiyorsunuz” diyenler,
bugün teröristlerin cenazesine gidip taziye çadırlarına
destek veriyorlar. Dün
“Pensilvanya ile berabersiniz,
bunlar devleti ele geçirecek!”
diyenler, bugün paralel devlet yapılanması ile beraber
bedduâ seansları ve kanlı
terör eylemlerinden medet
umuyorlar.
Hangisi?
Bağımsızlık mı,
müstemleke mi?
Dün “Yüzde 35 oy ile TBMM’de yüzde 65 temsil oranı demokratik değil” diyenler, bugün yüzde 50 ile milletin seçtiği siyasî iradeye her gün iftira ve
hakaret yağdırıyorlar. Dün darbe anayasası ile gelen apoletli Cumhurbaşkanlarına güzelleme yapanlar, bugün milletin yüzde 52 ile bizzat seçtiği bir
Cumhurbaşkanı’na her gün hakaret etmeyi marifet sayıyorlar.
liğindeki Türkiye, büyük bir
altyapı hamlesine girişti ve
ülkeyi gerçek potansiyeline
uygun yönetmeyi başardı.
Recep Tayyip Erdoğan,
milletine özgüven aşıladı, bir
başarı hikâyesi hediye etti.
Sosyal ve siyasal restorasyon
yapmak istedi, terörü çözmek
ve kardeşliği inşâ etmenin
gayretine düştü. Devlette
çok başlılığa karşı mücadele
etti, derin devlet, bürokratik
oligarşi ve paralel devlet yapılanmasına ve de gayrımillî
78
nisan 2016
ihânet çetelerine savaş açtı.
Ezilen ve sömürülen mazlumlara umut oldu, ancak
bazılarına göre “Dünya beşten büyüktür!” diyerek büyük
günah işledi.
“Yapma!” dediler, yaptı;
“Dur!” dediler, dinlemedi.
“One minute!” diyerek tüm
küresel sistemin sinir merkezlerini tetikledi. Küresel
güç merkezleri ve oyun kurucular, içeriden ve dışarıdan
tüm devşirdikleri ve işbir-
likçileri ile bir oldular ve her
yönden saldırdılar. Gezi’de
denediler, 17-25 Aralık’ta
denediler, 6-8 Ekim Kobani
kalkışmasında denediler,
başaramadılar. Çünkü her
seferinde millet bunların
cevabını verdi ve devletinin
yanında dimdik durdu.
30 Mart’ta, 10 Ağustos’ta,
7 Haziran ve 1 Kasım’da,
her seferinde millet dedi ki,
“Millî irade provokasyonla,
yalan dolanla teslim alına-
Dün “Yüzde 35 oy ile
TBMM’de yüzde 65 temsil
oranı demokratik değil” diyenler, bugün yüzde 50 ile
milletin seçtiği siyasî iradeye
her gün iftira ve hakaret
yağdırıyorlar. Dün darbe
anayasası ile gelen apoletli
Cumhurbaşkanlarına güzelleme yapanlar, bugün milletin yüzde 52 ile bizzat seçtiği
bir Cumhurbaşkanı’na her
gün hakaret etmeyi marifet
sayıyorlar.
Milletin sevindiği her şeye
üzülen, milletin üzüldüğü her
şeye sevinen, millete yabancı,
yerli ve millî duygulardan
uzak bir muhalefet anlayışı
ile ülkeyi terör, anarşi ve kaos
ortamı yaratmak için bizzat
uğraşan bazı sözde siyasetçiler var. Dün Atatürk’ü, Millî
Mücadele’yi, Cumhuriyet
ve bağımsızlığı dilinden düşürmeyenler, bugün alenen
Türkiye’ye karşı Rusya’nın,
İran’ın, Esed’in, İsrail’in yanında saf tutmakta ve utanıp
Cemal Ceylan
sıkılmadan milletin tüm
değerlerine ve devlete küfretmektedirler.
Paris ve Brüksel için üzülenler, Ankara ve İstanbul
için neredeyse sevinmekte,
buradan bir siyaset devşirmeyi muhalefet saymaktadırlar.
Milletin acısını ve terör eylemlerini devlete karşı savaş
açmak için fırsata çeviren
ve yabancı ülke ve odaklarla
işbirliği içinde Türkiye’ye hainlik etmekte olanları milletimiz, siyasî tarih ve insanlık
vicdanı affetmeyecektir!
Bu çerçevede vurgulamak
istediğim şudur ki, Türkiye
artık siyasî geleceğini garantiye almak için millet olarak
topyekûn bir karar vermelidir. Yerli ve millî bir sistem
inşâ edip yeni bir anayasa
yapacak mıyız, yoksa küresel
sistemin ve egemen güçlerin
Türkiye’ye biçtikleri rolü
oynamaya razı mı olacağız?
Vatan toprağı her gün
şehit kanı ile sulanırken, bu
ülke şehitlerine topraktan
cam yapar ki sabır ve kararlılıkla bu ateşten yeni bir
anayasa ile çıkılmalıdır. Şehitlerimizin mübarek kanıyla
sulanan bu vatan toprağında
milletin huzur ve barış
içinde yaşaması için yapılan
millî sözleşmedir “anayasa”.
Anayasa, bir milletin ortak
eseridir. Milleti bir arada
tutacak kadar sağlam olmalıdır. Anayasa, işte o şehitlerin
şehadetlerinin vücut bulmasıdır! Anayasa, uğruna şehit
olunan ve ilelebet yaşayacak
bir vatanı anlatır.
İthal anayasalardan çok
çekti bu millet. Yüz yıl önce
Sykes-Picott ile ortaya çıkarılan Ortadoğu siyasî haritası,
kırılması için tuzaklanmış
cam eşya gibidir. Sosyal ve
siyasî gerginlikler, tarihî ve
coğrafî hatlara rağmen doğal
olmayan bir desen ve kalıba
uydurulup, gerginlikleri giderilmeden hızlı soğumaya
tâbi tutulup bir cam eşya gibi
kırılgan olarak imâl edilmişlerdir.
“Mısır’sız savaş, Suriye’siz
barış olmaz” diyenler, neyi
nasıl tuzakladıklarını biliyorlar anlaşılan. “Mısır’sız
savaş, Suriye’siz barış olmaz”
demek, “Bir ucunu ısıtırsak
diğer ucundan tepki verir”
demektir. Oyunu kuran, adını da koymuş ve “diplomasi”
demiş.
Dış politika bazı önemli
cümleler üzerinden anlaşılır.
Mesela “Camdan bir evde
oturuyorsanız, komşunuzun
evine taş atmamalısınız”
diyenler, önce sizi camdan bir
eve mahkûm ederken, sonra
da “Sakın sağa sola sataşma,
senin evin de zarar görür!”
demekteler.
Türkiye, son yüzyılın hızlı
soğutulmuş coğrafyasının
tam ortasında bulunmaktadır. Sosyal ve siyasal olarak
dondurulmuş olan bu coğrafyada ülkeler ve milletler,
1. Dünya Savaşı sonrasında
dondurulan ve kırılganlıkları
devam eden doğal olmayan
bir siyasî haritaya sahiptirler.
Sınırları, hafızaları ve tarihi
dondurdular ama kalpleri ve
ruhları donduramadılar.
Bir insanı köleleştirmek
ile esir almak arasındaki
fark şudur: Köleleştirilenler,
ruhlarını teslim etmişlerdir; sahiplerinin karşısında
olmayı ve kendi iradelerini
kullanmayı asla düşünmezler,
hayâl bile edemezler. Baştan
kaybetmişlerdir, çünkü asla
kazanabileceklerini hayâl
edemezler. Yani savaşmayı
bilmezler.
Esir tutulan ise öyle değildir. Esir alınmış, tutuklanmış,
zincire vurulmuş olabilir ama
kimliğini ve iddialarını kaybetmemiştir. Ruhunu teslim
etmemiş ve ilk fırsatta savaşmaya odaklanmıştır. Bir esir
kişi önünde sonunda ya ölür
ya da özgür kalır. Ama asla
köleleştirilemez!
Dondurulmuş olan bu
büyük coğrafyayı, köleleştirdikleri sadık adamları ile
bugüne kadar yönetmişlerdir.
Milyonlarca insan, köleleri
eliyle yönettikleri devlet gibi
davranan müstemlekelerde
yaşamak zorunda kalmıştır.
Bugün globalleşme ve
küresel iletişim araçları
hızla siyasî dondurucuların
devre dışı kalmasına sebep
olmuş ve toplumların bilgiye
ulaşması ile farkındalıkları
yükselmiştir. Siyaseten dondurulmuş düzen ile 1. Dünya
Savaşı sonrasında Osmanlı
coğrafyasındaki Müslüman
halkların ve toplumların hafızalarını, tarihlerini dondurucularda tutanlar, artık aynı
oyun ile yüz yıl daha yönetemeyeceklerini gördüler.
Osmanlı coğrafyasında
kurulan devletlerin genetiği
ile oynanmış, yerli ve millî
olmayan devlet kurguları
ile dayatılan sistemler kurmuşlardır. Görünürde adı
cumhuriyet, krallık, emirlik,
sultanlık vs. olmuş, ama
kimse kendi kendini tarif
edememiştir. Birileri Osmanlı coğrafyasının dağılmış
ve dağıtılmış hâlini tarif
etmiştir.
1. Dünya Savaşı’nın
galip devletleri, büyük bir
coğrafyada siyasî bir dizayn
yapmışlardır. “Sen şusun,
sen busun! Şu dostun, bu ise
değil! Adın şu, milliyetin bu,
sınırların burası, bayrağın
şöyle!” demiş, dahası yönetim
şeklini, tarihini, dilini, kılık
kıyafetini ve derken her şeyini tarif etmeye kalkmıştır. Ve
kısmen de başarmış, yüz yılı
böylece geçirmiştir.
Daha cesur
Türkiye!
3 Kasım 2002 sonrası gazete manşetlerinin “Anadolu
İhtilâli” diyerek aktardığı
siyasî ve ekonomik istikrar
dönemi ile başlayan kalkınma ve uyanış hamlesi,
sadece Türkiye’deki sosyopolitik ortama etki etmedi.
Türkiye’de iktidarı kullanmasına müsaade edilen karar
verme yeteneği kısıtlanmış,
geçmişi, tarihi ve kimliği
unutturulmuş olan kölelerin
yerine “esir tutulanlar” iktidarı kullanmak istedikleri için
bugün hedefteler.
Türkiye’nin yeni anayasa
yapması, sadece Türkiye’nin
anayasa yapması anlamına
gelmiyor. Kaybedilecek olan
sadece Türkiye olsaydı da
son derece önemli bir kayıp
olurdu ki mesele, Türkiye’den
daha büyük bir mesele! Koca
bir coğrafyanın uyanması,
sorgulaması, tartışması, “Ben
de yapabilirim!” demesi anlamına geliyor bu. Türkiye
başarırsa, özgün bir model
olursa ve dünyanın yüzüne
“Dünya beşten büyüktür!”
diye bağırmaya devam ederse,
sonunda herkes başaracaktır.
Esir tutulanlar özgürleşecek, köleler eliyle yönetmek
mümkün olmayacaktır.
nisan 2016
79
haberajanda
Siyaset
İşte “tarihin ruhu” özgür
kaldı, tüm sömürülen dünyada ve mazlum coğrafyalarda!
Şimdi Osmanlı coğrafyasında dolanıp siyasî dondurucuları devre dışı bırakıyor!
İşte bu yüzden Türkiye’de
“yeni anayasa” dediğimiz
gündem, sadece Türkiye’yi
ilgilendiren ve sadece
Türkiye’nin kendisini nasıl
yöneteceğine karar vereceği
bir konu değildir. Türkiye’nin
yapacağı yeni anayasa, yeni
bir norm üretmek, yeni bir
referans yaratmak, yeni bir
kaynak sistem yazılımı gerçekleştirmek ve bir kurucu
akıl inşâ etmek demektir. Bu
da insanlığa, dünyaya ve tüm
küresel siyasî ve ticarî sisteme yeni bir aklın eklenmesi
demektir. Mesele, sadece
masadakilerin Türkiye ile
paylaşılması meselesi değil,
masanın yeniden oluşması
meselesidir.
Yeni dünya sisteminde
insana bakışın adı konulacaktır. Bugüne kadar kurgulanan kararı veren seçkinler,
80
nisan 2016
köleleştirdikleri ile esir aldıkları dünyayı yönetmeye
devam edebilecekler mi?
Mesele de budur! Küresel
sermaye ve üst aklın istediği,
yönetenlerin zihinsel olarak
köleleştirilenlerden olmasıdır.
Onlar için arada bir yöneticinin değişmesinde bir sorun
yoktur; seçimle, darbeyle,
komployla ya da kasetle,
şantajla değişimin bir önemi
yok, yerine gelenin zihinsel
olarak köleleştirilenlerden
olup olmadığı önemli.
Şimdi buradan hareketle
asıl soru “Türkiye anayasa
yapabilecek mi?” sorusu değil,
“Zihinsel köleler tasfiye olacaklar mı?” sorusudur. Yani
biz kendi toprağımızdan
yerli-millî duygu ve motiflerle yeni bir cam üretimi yapıp
sağlıklı bir şekilde soğutup
siyasî ve sosyolojik gerginlikleri en alt düzeyde inşâ
edebilecek miyiz?
Cam üretimi esas olarak
dört kademede incelebilir.
1. Eritme: Yüksek sıcaklıkta hammadde eritilir ve şekil
vermeye hazır olur. Siyasî
tartışmalar ve ortaya çıkan
enerji, mevcut sistemi eritip
şekil vermeye müsait hâle
getirecektir.
2. Şekil verme: Bu işlem,
ihtiyaca göre erimiş cam ile
yapılır. Yani her rengi ve talebi üzerinde taşıyacak motif
ve zenginlik, azamî uzlaşı ile
elde edilir.
3. Tavlama: En önemli bölümdür! Gerginlikleri azaltmak üzere bütün camların
tavlanması gerekir. Tavlama
işlemi başlıca iki kademeden
oluşur. Cam malzeme önce iç
gerilmelerin giderilmesi için
belirli bir kritik sıcaklığın
üzerindeki sıcaklıkta bir süre
bekletilir. Daha sonra cam
malzeme yavaş bir hızla oda
sıcaklığına kadar soğutulur.
Tavlama kanallarında ısıtma
ve soğutma sürelerinin çok
iyi ayarlanmış olması gerekir.
Yani yeni anayasanın tavlanması, 1980’de başlayan ve
son 8 yıldır hızlanan anayasa
tartışmalarıdır.
4. Bitirme işlemi: Refe-
randum… Cam işçiliğinde
en önemli husus fırınlamadır! Kırılganlığı azaltmak
için camın iyice ısıtıldıktan
sonra yavaş yavaş homojen
bir şekilde soğuması gerekir.
Eğer uygun bir şekilde cam
soğutulmaz ve iç kesimle
yüzey kesimleri arasında ısı
farkı oluşursa, bu soğutma
başarısız olur ve iç dokularda gerginlikler oluşur, cam
bütünlüğünü koruyamaz ve
gerginlikler kırılganlığı arttırır. Referandum, mümkün
olan en iyi katılım ve yüksek
oran ile kabul edilmelidir.
Bu işlemden sonra umarız
ki yeni anayasamız huzur ve
barışı tesis etme imkânı ve
ortamını sağlayacaktır.
“Ya istiklâl, ya ölüm!” diyen
bir neslin evlatları, “Ya Rusya, ya İran!” diyen bir muhalefet çizgisine sıkışıp teslimiyete razı olmayacaklardır.
Asla böyle olmayacaktır!
Çünkü bizim İstiklâl Marşımız “Korkma!” diye başlıyor
ve de korkusuz ve inançlı bir
milletin neleri başardığını
anlatıyor.
haberajanda
Kafkasya
Ş
UBAT ayında Rusya’nın
Güney Askerî Bölge’de
gerçekleştirdiği dev askerî
tatbikat, bölgede yeni
gelişmeler olacağı yönünde beklenti ve endişeler
oluşturdu. Kafkasya, Karadeniz ve Hazar hattının
denetimini konu alan bu
tatbikatta 8 bin 500 asker,
200 savaş uçağı, 50 savaş
gemisi ve bine yakın farklı
askerî araç yer aldı.
Türkiye’de analistlerin
Mehmet Fatih Öztarsu
[email protected] yakın zamana kadar Türk
kökenli olduğunu belirterek gururlandıkları Rusya
Savunma Bakanı Sergey
Şoygu’nun verdiği anî
tatbikat emriyle başlayan
gövde gösterisi, Suriye
meselesi başta olmak
üzere çeşitli bölgesel
gelişmelerle ilgili verdiği
açık bir mesaj.
Rusya bölgedeki
nüfûzunu arttırıyor!
PETROL fiyatlarından dolayı yaşadığı sorunlarla Azerbaycan’ın askerî bütçe kısıtlamasına gittiği, ABD’nin Gürcistan’ı
Rusya etkisinden korumak için yardım artırımı yaptığı, Tiflis
yetkililerinin NATO’ya bölgede ciddî güvenlik tedbirleri alınması çağrısı yaptığı ve aynı zamanda Rusya’yla enerji işbirliğini oluşturmaya çalıştığı bu süreç dikkatle izlenmelidir. Türkiye dışındaki aktörlerin uzun vadeli planlar yaptığı bölge
için Ankara’nın ihtiyatlı olması gerekir. Bilgisayarda yer alan
basit bir strateji oyununda dahi bu tür hamlelerin nereye varacağı en baştan bellidir.
Yakın zamanda
Abhazya’da gerçekleştirdiği askerî tatbikatlarla
bölgedeki hareketliliği arttıran ve eleştirilere hedef
olan Rusya’nın şu sıralar
Kırım’ı silahlandırdığı ve
burayı ileri karakol hâline
getirdiği de medyamızda
yer alan önemli endişelerden.
Rusya bu dönemde
hem propaganda faaliyetleri, hem de gövde gösterisini bir arada yürüterek
bölgedeki nüfûzunu arttırma ve korku oluşturma
yoluna gidiyor. Rusya’daki
komünist, liberal ve milliyetçi isimlerin tek vücut
hâlinde büyük katkı sağladığı propaganda çalışmalarının son örneğini ise
Kars ve Moskova Antlaşmaları ile ilgili dedikodular oluşturuyor.
Türkiye’nin doğu
sınırlarını içeren antlaşmaların iptal edilmesi için
girişimde bulunulması
gerektiğini belirten Rus
siyasiler, Gürcistan ve
Ermenistan’ın aklını
karıştırmış durumdalar.
Bunun reel politikaya
aykırı olduğunu belirtenler dışında, aslında
Türkiye’nin doğu sınırının
Gürcistan ve Ermenistan
lehine değişmesi gerektiğini söyleyenler de sahneye çıktı. Buradaki amaç,
esasında şimdiye kadar
tartışılmamış konuları yavaş yavaş tartışmaya açık
hâle getirmekten ibaret.
“Neden olmasın?” fikrini
oturtarak Kafkasya’daki
milliyetçi ve yayılmacı
düşünceyi Türkiye ve
Batı karşıtlığı üzerinden
biçimlendirmek gibi
kurnaz bir hamleyle karşı
karşıyayız. Bunun uzun
vadede Rusya’ya katkısı
büyüktür.
Batı’daki Ermeni diasporasının da Rusya’nın bu
hamlelerine destek verdiğini görüyoruz. Horizon
Weekly ve Asbarez gibi
yayın organları tam da bu
zamanda ilginç haberler
ve makaleler yayınlamaya başladılar. Horizon
Weekly’de yayınlanan
Wayne Madsen imzalı bir
yazıda, Türkiye’nin Nahçıvan ve Gürcistan’da askerî
üs kuracağı, Ankara’nın
Ermenistan’ı kapana
sıkıştırmayı ve bölgedeki
Rus menfaatlerini ortadan
kaldırmayı hedeflediği
belirtiliyor. Türkiye’nin
Afrika’da ve Arap ülkele-
rinde benzer girişimlerde
bulunarak özellikle
Hıristiyan varlığına karşı
aşırı İslâmcılığı yaymayı
istediği vurgulanıyor ve
Kafkasya’da da din savaşı
başlatacağı endişesi
oluşturuluyor. Bir başka
haberde ise, Rusya’daki
Cavaheti Ermeni diasporasının Türkiye’ye
karşı acil önlem alınması
yönünde yaptığı çağrılar
yer alıyor.
Gerçeklikten uzak bu
yayınların böylesi kriz
zamanlarında ne türlü
gelişmelere yol açtığının
örnekleri çoktur. Hiçbir
hedefe ulaşmasa da çeşitli
ülkelerde korku havasının
oluşması bile yeterli olabiliyor. Önemli olan, askerî
güç gösterileriyle birlikte
bu tür yayınların tüm
dünyaya pazarlanmasıdır.
Akıllarda oluşan soru işaretleri, ülke politikalarının
şekillenmesine etki gös-
teriyor. Bu yüzden yakın
zamanda Kafkasya’nın
Rusya’ya iyi niyet mesajlarında artış göreceğiz.
Petrol fiyatlarından
dolayı yaşadığı sorunlarla
Azerbaycan’ın askerî
bütçe kısıtlamasına gittiği, ABD’nin Gürcistan’ı
Rusya etkisinden korumak için yardım artırımı
yaptığı, Tiflis yetkililerinin
NATO’ya bölgede ciddî güvenlik tedbirleri alınması
çağrısı yaptığı ve aynı
zamanda Rusya’yla enerji
işbirliğini oluşturmaya
çalıştığı bu süreç dikkatle
izlenmelidir. Türkiye
dışındaki aktörlerin uzun
vadeli planlar yaptığı
bölge için Ankara’nın
ihtiyatlı olması gerekir.
Bilgisayarda yer alan
basit bir strateji oyununda
dahi bu tür hamlelerin
nereye varacağı en baştan
bellidir.
nisan 2016
81
haberajanda
Kapak Dosyası
O Almanlar ki, başta
İngilizler, sonra Fransızlar ve tabiî Ukrayna’dan
şamarını yediği Ruslar
ve diğer Batılılarca “terk
edilmişlik sendromu”na
dûçâr bir hâlde Türkiye
tarafından müttefik
olarak kabul edilmek
dileğiyle Ankara’nın kapısını aşındırmaktalar.
Kapı eşiğindeki Şansölye, ittifak hususunda
dökmedik dil bırakmıyor vermediği taviz
bırakmadığı gibi...
***
Her ne kadar üzerlerinden bir ameliyat,
yani Ergenekon Operasyonu geçmiş olsa da, o
iflah olmaz Halaskaran
İttihatçıları hâlâ yarı
canlı hâldeler! O cihette
bir avuç da olsa eski
darbeci, pusuya yatmış
olarak fırsat beklemekte. Bu saklı veya gizli bir
şey değil. Hatta hemen
söyleyelim ki, darbe
planlamaktan yargılanan ve uzunca bir süre
zindanda yatan bilindik
Ergenekon grubu da ortalığa salıverildi zaten.
Bunu da hemen kaydedeyim ki, o günlerde
-ismini hatırlayamadığım- bir darbeci, en kısa
zamanda “zindan”dan
çıkacaklarını ve işte o
zaman ortalığın kan
gölüne çevrileceğini bağırıyordu ortalık yerde!
Şu söz ona ait meâlen
de olsa: “Çocuklarına
bile acımayacağız!” Ta
bu kadar!
***
82
nisan 2016
Tasarlanan İkinci Gezi ve Türk Baharı:
“SİSİ DARBESİ
OPERASYONU”
A
RTIK biliyorsunuz bizim Adil’in dükkânını. Geleneksel bir
“mahalle meclisi” gibi çalışan işlek bir esnaf mekânından
söz ediyoruz. Üstelik bir soba ve sobasının üzerinde altı
çizilmiş kestanelere de sahip. E tek eksik nedir dersiniz?
Tabiî ki mahallede mukim mütekait taifesi… Maşallah, o
dediğinizden bizde istenmeyecek kadar bol; esnaf mekânlarında “emekli
filozoflardan” geçilmiyor. İşte o gruplardan biri de bizim Adil’in müdavimi!
>> Adil, yolumun
üzerinde, gelip geçerken
uğramadan edemiyorum. Geçenlerde yine
uğradım, baktım ki taife
tam tekmil. Aralarında
Emniyet’ten emekli
Kamil Ağabey de var.
Beni görünce sevindi,
zira hakkımda bilmesi
gereken her şeyi bilmekte. Üstelik sorularına,
istediğine yakın cevaplar
ürettiğimin de farkına
varanlardan. Bu sebeple
ne zaman karşılaşsak
hemen yanı başında yer
açar ve başlar “E hoca”
diye ve ardından “Ne
olacak bu memleketin
hâli?” şeklinde ekler. Yine
aynı seremoniden geçtik
ve Kamil Ağabey sordu
soracağını:
“E hoca! Şu sözü edilmekte olan İkinci Gezi
olaylarının hazırlıklarının
yapılmakta olduğu herkesin malûmu. 2013’te
Devletimiz, bu girişimin
ilkini bertaraf etmişti.
Ancak bu sefer netîce
ciddî! Bu konuda ne
olur, nasıl olur, doğrusu
tehlike ne kadar büyük-
tür, bilemiyorum. Zira
kestirmek zor! Sosyal
medya, ünlü bir kısım
ve sahibi ülke sınırları
içerisinde olmayan basın,
bu hususta yeterince
bilgili ‘bir kısım halk’, bu
sefer bir şeyler olacağının
memnuniyeti içerisinde
netîceyi beklemekte. Ve
olup bitecekler düzleminde yeterince bilinç
oluşturamamış olduğunu
belli eden geniş yığınlar
dahi kokuyu aldılar, onlar
da hazır kıta hâlindeler.
Hâlihazırda ‘Hasta
Adam’ ayağa kalkmayı
Ahmet Yozgat
[email protected]
Şu anda, onların ilkbaharda
yapılacak olan “İkinci Gezi
Kalkışması”nın ilk gününden
itibaren, mâsum memleketin
her hücresinde “lojistik terör
hamalları”nca başlatılacak
olan yangını darbe için bir
kılıf sayacaklarının, bir çağrı
gibi algılayacaklarının ve her
olayı adlarına çıkarılmış birer
davetiye sayacaklarının
yalan olduğunu kim söyleyebilir ki? Zaten İkinci Gezi
partisinin amacı da bu! Yani
darbe ortamını hazırlama...
nisan 2016
83
haberajanda
Kapak Dosyası
Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan
84
nisan 2016
Ahmet Yozgat
[email protected]
Sonunda, sonuç belirleyebilen boyutlu bir toplumsal kalkışmaya yerli işbirlikçilerinin gücünün yetmeyeceğini anlayan derin BND, durum ve pozisyon değiştirdi ve o günden beri yaramaz ellerini kalleş patlamalarla kana bulamaya devam etti. Bu tür patlamaların en sonuncusunu ülke, İstanbul Sultan Ahmet
Meydanı’nda yaşadı. Sözü edilen mahfilin varlığından kuşkulanmasına rağmen Diyarbakır ve Suruç
patlamalarını atlayan Türkiye kriminolojisi, gerek Ankara Garı patlaması, gerekse İstanbul patlamasında sözü edilen gizli servisin parmak izlerini su götürmez bir şekilde keşfetti.
bu sefer becerebilecek gibi
görünüyor. Ancak iç kanama
korkusu içinde. Kısacası sana
sorayım: Bu tehlike hangi
boyutta? Ve Devletimiz
kalkışmayı geçen seferki gibi
bertaraf edebilir mi?”
Ve Kamil Ağabey’in ardından, müzmin muhaliflerden
olan Sabri Bey devreye dâhil
oldu. O da kendi yorumunu
eklemeyi unutmadı doğal
olarak. Dedi ki Sabri Bey,
“Efendim, ben Gezi tarzı
bir eyleme kalkışacaklarını
zannetmiyorum. Zira 2013
Gezi’sinde bir şey beceremediler. Zaten halkımız
da uyandı artık. Bu sebeple
ikinci bir Gezi yapmak
boşa masraf olur onlar için.
Ben bundan sonra Gezi’yle
yapamadıklarını hukuk
yoluyla yapmaya çalışacaklarını, hukukî yönden AK
Parti’nin üstüne geleceklerini
düşünüyorum. Geçenlerde
olan AYM ve Can Dündar
olayı daha başlangıç! Bundan
sonra ellerinde buna benzer
ne varsa kullanıp Hükûmet’i
devirmeye çalışacakları kanaatindeyim”.
Sabri Bey’e, yine Adil’in
yerinin horantasından saydığımız Cengiz Kardeş kısa bir
ekle katılarak dedi ki, “Sözü
edilen uğursuz operasyonlar
Birinci Gezi’deki gibi olacak
diye bir şey yok abiler! Ancak
zaten kendileri bundan sonraki her hareketlerini İkinci
Gezi olarak değerlendiriyorlar. Kannatim bu yönde!”.
Cengiz’in ardından bir
sessizlik oldu. Sonra bana
döndü mekânın müdavimleri. Anlaşılmıştı, şimdi söz
sırası bizdeydi!
Konuşmamıza, “Evvelâ
bir itirazımızı dinlendirelim” diye girdim ve devam
ettim…
Konuşmalar arasında ülkemizle ilgili olarak yakıştırılan
“Hasta Adam” tamlamasına
pek çok insan gibi benim de
katılmam mümkün değildi.
Zaten bu “tarihî” yakıştırma
Türkiye için değil, Osmanlı
için yapılmıştı. Osmanlı
Devleti’nin de son zamanı
için… Zamanın Rus Çarı
Nikola tarafından yakıştırılmıştı. 1800’lerin ortasına
yakındı bu söylemin dillendirildiği vakit. Yani İkinci
Mahmut döneminin sonu,
hatta belki de Abdülmecit
zamanı... Türk düşmanlığıyla
sabıkalı Rus Çarı Nikola,
Petersburg Sarayı’ndaki bir
baloda, ihtimâldir ki votkayla
çakır keyifken İngiliz elçisine, “Hasta Adam” hâline
gelen Osmanlı’yı paylaşmayı
teklif etmişti. Lakin bu teklif,
Londra tarafından ciddîye
alınmadı. Ancak “Hasta
Adam” yakıştırması kabul
gördü ve ondan sonrası için
Avrupalılar, Osmanlı’ya
“Hasta Adam” demeye devam ettiler.
Sürecin sonunda Hasta
Adam ölmedi, lakin bu yakıştırmayı yapan Batılılar bir
olup onu öldürdüler. Hakk’ın
hikmeti işte, artık ölü olan o
Hasta Adam’ın küllerinden
yeni bir evlât doğdu: Türkiye
Cumhuriyeti…
Türkiye Cumhuriyeti,
kuruluşundan itibaren babasına yakıştırılan Hasta Adam
sıfatını kısmen taşımaya devam etti. Ancak her hastalık
gibi -eğer öldüren Allah öldürmüyorsa- Cumhuriyet’in
kronik illeti de yavaş yavaş
bünyesinden sıyrıldı ve bir
süreden beri babasından
mîras semptomlar taşımakta
olan “Hasta Adam”ın evlâdı,
akut yatağından doğruldu ve
ayağa kalktı.
Fakat “Adam”ı hasta olarak
görmeye alışmış olan Batılılar, onun akut hastalığından
kurtulup ayağa kalkmasından
rahatsız olmakta gecikmediler. İşte ayan beyan görülmekte ki, nice zamandan beri
eski rakipleri, hatta düşmanları, “Hasta Adam”ın oğlunu
da klinik bir vaka hâline
getirmek ve kronik olarak
“ebed müddet” hastalandırmak için ellerinden geleni
arkalarına koymuyorlar! Bu
iş için değişik adreslerde
konuşlanmış olan on, hatta
yüz binlerce uğursuz laboratuvarda durmadan yeni
virüsler, acer mikroplar ve
neo-basiller üreterek bu “naif
evlâdın” bünyesine bulaştırmaya devam edegidiyorlar.
Hülâsâ o virüslerden biri,
2013 yılında etkisini ülkenin
teninde duyurduğu ve canında yaşattığı “Gezi olayları
mikrobu”ydu. Mazlum halk
olayları yaşadı ve gördü.
Neyse ki her şeye rağmen
bünye sağlammış, kendini
korumayı becerdi ve saldırıyı
bertaraf etti. Peki, bu mikrop
hangi laboratuvarda üretilmişti?
O yıldan beri fakir, çeşitli
platformlarda Gezi olaylarının arkasında Alman derin
devletini gördüğünü defaatle
yazmış, anlatmış ve halkımıza duyurmaya çalışmıştı.
Doğal olarak sözünü edegeldiğimiz aynı mahfil, “BND
Gezi’si”nin sonrasında da
boş durmadı ve melanetine
devam etti. Bu arada pek çok
şey denedi; üst üste bindirilen operasyonlar, manipüle
edilmeye çalışılan seçimler,
karıştırılan üniversite ameliyeleri, hatta suikast tezgâhları
ve daha neler neler…
Sonunda, sonuç belirleyebilen boyutlu bir toplumsal
kalkışmaya yerli işbirlikçilerinin gücünün yetmeyeceğini
anlayan derin BND, durum
ve pozisyon değiştirdi ve o
günden beri yaramaz ellerini kalleş patlamalarla kana
bulamaya devam etti. Bu tür
patlamaların en sonuncusunu
nisan 2016
85
haberajanda
Kapak Dosyası
ülke, İstanbul Sultan Ahmet
Meydanı’nda yaşadı. Sözü
edilen mahfilin varlığından
kuşkulanmasına rağmen
Diyarbakır ve Suruç patlamalarını atlayan Türkiye
kriminolojisi, gerek Ankara
Garı patlaması, gerekse
İstanbul patlamasında sözü
edilen gizli servisin parmak
izlerini su götürmez bir şekilde keşfetti. Bu keşiften öfkeyle doğrulan Devlet, kabul
edilmesi mümkün olmayan
bu melanetin arkasındaki
Cermenik güce karşı -her ne
pahasına olursa olsun- lâzım
geleni yapmaya karar vermişti. Peki, neydi lâzım gelen ve
nasıl yapılacaktı?
Ülkenin üstünde büyük
bir yük gibi duran ve de bu
sanıyla bazı siyasetçilerimizin
karşı çıktığı Suriyeli muhacir
kardeşlerimizin ne denli bir
nîmet olduklarını en azından
teorik olarak anlamakta gecikmeyen devlet ricâli, zannımca konuyla ilgili olarak
çok düşündü. Lakin zaman,
durulup düşünülecek bir durumda değildi. Karar verildi
ve basıldı düğmeye: Devlet
muhacirleri gizli bir kulak
fısıldamasıyla Avrupa’ya
doğru yönlendirdiğinde, işin
pratiği hayata geçirilmiş ve
teori doğrulanmıştı. Hem de
tahmin edilenin on fersah
ötesinde...
Türklerin tâ 1871’den beri
bir türlü önünde diz çöktüremediği Tötonların en mavi
kanlı ve Ari ırklı Nazist gücü,
“Majestik Biraderler”inin
“nan”a muhtaç ve zavallı hâle
getirdikleri Suriyeli muhacirlerin önünde diz çöktü.
Yüce Allah’ın gücüne bakın!
O burnundan kıl aldırmayan
“Şarlken’in torunları”, şimdi-
86
nisan 2016
lerde dizüstü durmaya devam
ediyorlar…
“Muhacir Operasyonu”nun
arkasından Türkiye, Almanya’yı şaşkın bir ördek misali
koşa koşa Ankara’ya getiren
“biyo-gücün” ne denli büyük
bir boyuta sahip olduğunu,
Şansölye Merkel’in o anki
hâlini görünce anladı. Dedik
ya, daha düne kadar burnundan kıl aldırmayan Doğu
Alman Ajanı Merkel Hanım,
kanatları yok olmuş hâliyle
bir tür yolunmuş tavuk gibiydi. Ve Yüce Mevlâ, Töton şövalyelerini karşımızda umutsuzca ellerini ovuştururken
görmeyi de kısmet etmişti ya
Devletimiz ve idarecilerine,
daha ne istenirdi ki?!
Onlar ki, bizim Son İmparatorluğumuzun yıkılmasına
sebep olmuşlardı, şimdi onların son imparatorluklarının
ipi de bizim elimizdeydi. Var
olsundu Suriyeli Muhacirlerimiz!
Aslında ülke, elindeki gücü
o zaman, Merkel’i karşısında
sulta dururken anlamıştı. Ve
o güç, fakirin kardeşlerimize
verdiği isimle “biyo-nükleer
bomba” idi. Ki bu bomba
sadece Almanya’yı değil,
tüm dünya lordlarını dize
getirmek için yeter de artardı
bile. O bomba hâlâ elimizde!
Üstelik dediğimiz gibi, sadece Almanya için değil, tüm
dünya için kullanabileceğimiz bir nitelikte, başımızın
üzerinde taç gibi duruyor.
Evet, şimdilerde
Almanya’nın durumu bu
noktada ve Türkiye’ye karşı yapabileceği hiçbir şeyi
kalmamış durumda; çaresiz,
eli muhtaç... Hatta o Almanlar ki, başta İngilizler,
sonra Fransızlar ve tabiî
Ukrayna’dan şamarını yediği
Ruslar ve diğer Batılılarca
“terk edilmişlik sendromu”na
dûçâr bir hâlde Türkiye tarafından müttefik olarak kabul
edilmek dileğiyle Ankara’nın
kapısını aşındırmaktalar.
Kapı eşiğindeki Şansölye,
ittifak hususunda dökmedik
dil bırakmıyor vermediği
taviz bırakmadığı gibi...
Şimdi gelelim asıl konuya!
Bu nedenlerle, bundan
sonra Almanya patentli
ikinci bir Gezi olayının
tezgâhlanacağı kanaatinde
değiliz. Ancak şurayı hemen
ekleyelim: Artık “Gezi” sırf
bir park olmaktan çıkmış
ve tüm dünya tarafından
neredeyse kutsanan bir marka hâlini almış durumda.
Almanların terk ettiği ve
bu nedenle ortada sahipsiz
kalmış böylesi bir markayı
kullanmak isteyeceklerin çıkmaması olası değildi, olmadı
da... Her ne kadar Gezi’yi
markalaştıran ilk sahip BND
idiyse de, bu markanın içini
dolduranlar, mezhebî tercihlerinin ne olduğunu bildiğimiz bir grup Türk vatandaşıydı. Hâşâ! Düzeltelim:
Markanın maşaları, sözünü
ettiğimiz vatandaşlarımız da
değil, onların arasından çıkmış ve Almanya’nın menfaatini Türkiye’nin menfaatine
tercih etmiş bir avuç şaşkındı.
Bunların eski Marksist,
1980 Bavyera ilticâcısı bir
grup Alman yardakçısı olduğunu herkes bilmekte. Bu şaşkınların üzerlerinde taşımaya
devam ettikleri söz konusu
mezhebi BND tavsiyesi doğrultusunda ve de kendi kıt
akıllarınca dönüştürerek bir
başka biçime evirdiklerinin
farkında olmayan yok. Bu farkında olan gruba Müslüman
Alevî kardeşlerimiz de dâhil...
Tabiî bunlara “Bakranist”
adı verilen derin bir kripto
taifesini de eklemlemeden
geçmemek lâzım. Hatta işin
başında bu tayfanın (yani
“Pakratunîler” de denilen
bidayetin Yahudî, sonranın
Ermeni, daha sonranın Zazası olan) “dönme kriptolar”
olduğu çoktan deşifre edildi.
Tekrar dönelim o “şaşkınlara”…
Onlar, bugün hâlâ bulundukları düzlemde, yani
“romantik Gezi nostaljisi”nde
konuşlanmışlıklarını devam
ettiriyorlar. Buna bağlı olarak
tam “Oldu!” dedikleri anda
kaybettikleri Gezi’nin rövanşını almak üzere sırtlarını
dünyaya dönmüş şekilde,
arkalarına binecek “bir süvari”
bekliyorlar. Hatta beklemiyor,
aramaya devam ediyorlar.
Sonunda bu hâin ata binecek bir “uyanık süvari” çıktı
ortaya. Bu süvari, Birinci
Gezi’nin arkasından ülkenin
bünyesine atılan 17-25 virüsünün üreticisi olan diğer
Tötonik grup. Olayın vâki
olduğu zamanda tabiî ki bu
grubun ve bu grubun yerli
işbirlikçisinin elinde kendi
iştahlı müşterileri vardı. O
işbirlikçiler ve maşaları da
onca îkaza rağmen hâlâ
bulundukları düzlemde bir
“Halaskaran” çıkmasını beklemeye devam etmekteler.
2016’nın hızla yaklaşmakta
olan ilkbaharını bir başka
patırtının sahnesi yapmak
isteyen mevzubahis diğer Töton grubun jandarması durumundaki devasa güç, bugün
itibariyle başarılı bir organi-
Ahmet Yozgat
[email protected]
Türkiye, Almanya’yı şaşkın bir ördek misali koşa koşa Ankara’ya
getiren “biyo-gücün” ne denli büyük bir boyuta sahip olduğunu,
Şansölye Merkel’in o anki hâlini görünce anladı. Dedik ya, daha
düne kadar burnundan kıl aldırmayan Doğu Alman Ajanı Merkel
Hanım, kanatları yok olmuş hâliyle bir tür yolunmuş tavuk gibiydi.
zasyonla aynı yolun yolcusu
olan bu grupları birleştirmiş
durumda. Yani un tamam,
şeker hazır, helva yoğurucusu
da kolları çemremiş bir hâlde
alestâ beklemekte. Tek lâzım
olan zaman, tek eksik helva
leğeni… Leğen de uzakta
değil, az ötede; yani Türkiye
coğrafyası…
E bu durumda “helvacı
birader”, ilkbaharla birlikte
başlatılması düşünülen “Türk
Baharı”na hazır bir marka
olarak, hemen arkasında ve
elinin altında bulunan “Gezi
damgası”nı vurarak şanlı bir
zaferin peşine düşmüş durumda.
Sözü döndürüp dolaştırmadan özetlemek gerekirse,
“İkinci Gezi” olarak nitelendirilen 2016 ilkbaharındaki
hurûç hareketinin aklı, tarafımızdan “Amerikan NeoConileri” olarak görülüyor.
Bu durakta Conilerin ellerinde bulunan üç temel güçten
söz edilebilir. Bunlardan ilk
ikisi “yerli işbirlikçiler” ve
üçüncüsü de Kuzey Suriye’de
Türkiye’ye karşı kullanılmaya
başlanmış olan terör örgütü
“PYD”. Yerli işbirlikçilerden
birincisi, 17-25’in ezoterik
klanı... İkincisine gelince,
onu bu yazının sonunda
açıklamak üzere şimdilik
saklı tutuyoruz!
Şimdilik sadece
reklâmları izliyoruz!
Sözü döndürüp dolaştırmadan özetlemek gerekirse, “İkinci Gezi” olarak nitelendirilen 2016
ilkbaharındaki hurûç hareketinin aklı, tarafımızdan “Amerikan Neo-Conileri” olarak görülüyor. Bu durakta Conilerin ellerinde bulunan üç
temel güçten söz edilebilir.
Neo-Coniler, “Gezi mezi”
diyerek yukarıda verdiğimiz
yandaşlarına Almanlardan
arta kalan, Bavyera’da mukim
“Ali’siz Alevîler”i ve onlara
destek veren yurtiçindeki
mezhepsel ve mezhep dışı
“Beyaz” ve bazı “kriptik”
unsurları katmak istiyorlar.
Hatta kattılar bile…
Bitmedi, şu an beyni İran
tarafından ele geçirilmiş olan
kandil PKK’sı ve onun uzantısı durumunda olan Acemî
siyasetçiler de koroya dâhiller.
İlaveten DAEŞ vurkaççılarını da sos olarak eklemekte
bir mahzur bulunmuyor. Ve
bir de bütün bunlara fiilî
olarak değil de şifahî olarak
destek veren bu toprağın
şaşkın şabalak insanları ve de
zaman şaşmasından mustarip
kimi siyasetçileri var. Onlar
da Neo-Gezi kalkışmasının
nisan 2016
87
haberajanda
Kapak Dosyası
kaldırım taşları olarak yer
tutuyor panoramada. Tıpkı
1908’de Selanik’ten kalkıp
darbe maksadıyla İstanbul’a
gelen Hareket Ordusu’nu
meydana getiren Rumeli
artıkları gibi... Yeni zaman
Rumeli Hareketçileri, şimdilerde yaklaşan bahara doğru
parmak hesabıyla gün sayı-
yorlar. Aslında gün saydıkları da yok, hareket başlamış
durumda: Güneydoğu’da,
Rojova’da, Ankara Garı’nda,
Sultan Ahmet Meydanı’nda,
Ankara Kızılay Meydanı’nda
iki kere patlatılan araçlarla…
Ancak gün sayar gibi yapıp
ikinci kere parlatacakları Gezi
markasının PR çalışmasını
yapıyorlar. Yani şu an reklâm
aşamasındayız. Bu süreçten
sonra da asıl harekâtı Mayıs
ayında hayata geçirecekler!
Şeytan uşağının
ecel eroinmanlığı
ve beklenen altın
vuruş
Gayet tabiî, bu arada sözü
edilen ve bu “(Korsan) Hareket Ordusu” faillerinin hedef
tahtasına koydukları koskoca
bir devlet ve devâsâ bir milletin de eli armut toplamıyor
herhâlde! Artık milletinin
hizmetinde olan Devletimiz,
bütün bunların hesabını
derinliklerde ve geniş ma-
Gayet tabiî, bu arada sözü edilen ve bu “(Korsan) Hareket Ordusu” faillerinin hedef tahtasına koydukları
koskoca bir devlet ve devâsâ bir milletin de eli armut toplamıyor herhâlde! Artık milletinin hizmetinde
olan Devletimiz, bütün bunların hesabını derinliklerde ve geniş masalar çevresinde yapmakta. Yaklaşmakta olan sorun farklı senaryolar çerçevesinde değerlendirilip lâzım gelen tedbirler alınıyor olsa gerek
doğal olarak. Ve biz diyoruz ki, “Mübarek milletimiz müsterih olsun, zira korkacak bir şey yok!”.
Mısır’daki o planı yapan
ve uygulayanlar, şu an
Türkiye’deki “Sisi Darbe
Planı”nı da hayata geçirmek üzere kıpır kıpırlar!
88
nisan 2016
Ahmet Yozgat
[email protected]
salar çevresinde yapmakta.
Yaklaşmakta olan sorun
farklı senaryolar çerçevesinde
değerlendirilip lâzım gelen
tedbirler alınıyor olsa gerek
doğal olarak. Ve biz diyoruz
ki, “Mübarek milletimiz
müsterih olsun, zira korkacak
bir şey yok!”.
Yukarıda saklı tuttuğumuz
unsur hâriç, onun dışındaki
Hareket Ordusu’nun (!)
şaşkın Rumelilileri, Devletin
elinin kiri mesabesinde birer
bulaşık! Halkın yaslandığı
resmî güç bir musluğun altında yıkar elini ve kirini de
kanalizasyona göndermeyi
bilir.
Kalkışmanın nihâyetinde
kir ve musluk ölçüsünde bir
sonucun gerçekleşeceğini
Devletin bilmesi gibi uğursuz planı yapanlar da biliyorlar; hem de domuz gibi... O
hâlde neden?..
Her şeyden önce bu
şeytanî unsurların ülkemize
ve milletimize rahat yüzü
göstermemek gibi bir kutsî
amaçları var. Onlar bunun
için her daim düşünüyor ve
her zaman dilimi muvacehesinde planlar yapıyorlar. Ve
bu planlarının başarılı olup
olmayacağına bakmadan,
millet ve ülke hayatına dâhil
ederek millî imkânların boş
yere harcanmasını ve Anadolu insanının huzursuz olmasını sağlıyorlar. Zira onların
kandan beslenmek, krizden
doymak ve ölümlerden
sarhoş olmak gibi bir “ecel
eroinmanlıkları” var.
Ve gayet tabiî onlar, her
huruç hareketini birer “altın
vuruş” olarak planlamaktalar.
İşte onların altın vuruşlarının
sonuncusu da bu aylarda!
Adamlar bunu da saklamıyorlar zaten, çeşitli şekillerde
açık açık dile getiriyorlar.
Bunu özellikle yapıyorlar ki,
ülke içerisindeki huzursuzluk
artsın, korku yayılsın ve umut
kesilsin.
“Çocuklarına bile
acımayacağız!”
Şimdi gelelim yukarıda
saklı tuttuğumuz ve yazının
sonunda açıklayacağımızı
söylediğimiz gizli saklı unsura!
Sözünü ettiğimiz bu unsur,
eşleştirmek gibi olmasın ama
ülke çapındaki kriz ortamının “Gayretullah”a dokunduğu ânı kollayan “darbe
yapıcıları”...
Her ne kadar üzerlerinden
bir ameliyat, yani Ergenekon
Operasyonu geçmiş olsa da,
o iflah olmaz Halaskaran
İttihatçıları hâlâ yarı canlı
hâldeler! O cihette bir avuç
da olsa eski darbeci, pusuya
yatmış olarak fırsat beklemekte. Bu saklı veya gizli
bir şey değil. Hatta hemen
söyleyelim ki, darbe planlamaktan yargılanan ve uzunca
bir süre zindanda yatan
bilindik Ergenekon grubu
da ortalığa salıverildi zaten.
Bunu da hemen kaydedeyim
ki, o günlerde (ismini hatırlayamadığım) bir darbeci, en
kısa zamanda “zindan”dan
çıkacaklarını ve işte o zaman
ortalığın kan gölüne çevrileceğini bağırıyordu ortalık
yerde! Şu söz ona ait meâlen
de olsa: “Çocuklarına bile
acımayacağız!” Ta bu kadar!
Devam edelim…
Her ne kadar salıverilen
veya saklanmış Ergenekon
artıkları muvazzaf olarak
orduda yeri almıyor olsalar
bile, biz sivillerin anlayamayacağı bir şekilde onlar, her
daim muvazzaf olarak görürler kendilerini. Ve haksız
yere yattıklarına inandıkları
beş yıla uzayan mahpusluk
hayatlarının intikamını
almak üzere direnmeye
devam ediyorlar. Bunların,
yani muvazzaf olmayanların
önemli olmadıklarını düşünelim haydi, ancak operasyon
sırasında gözden kaçmış
olan ve halen ordu saflarında vazifeye devam eden bir
grup eski darbecinin varlığını
unutmamak gerekiyor! Sözü
edilen “pusu ehli”nin şu an
“muvazzaf emeklilik”lerini
yaşayan Ergenekoncularla
irtibat hâlinde olduklarını
söylemek için senede sepete
ihtiyaç yok. Zira onlar birbirleriyle arkadaş, hatta aile
dostu darbedarlar. Yani bir
zamanlar çeşitli vesilelerle
karanlık odalarda, kara masalar etrafında bir araya gelmiş
ve darbe planlamasında ortak
hareket etmiş olan kader
kardeşleri...
Şu anda, onların ilkbaharda yapılacak olan “İkinci
Gezi Kalkışması”nın ilk
gününden itibaren, mâsum
memleketin her hücresinde
“lojistik terör hamalları”nca
başlatılacak olan yangını
darbe için bir kılıf sayacaklarının, bir çağrı gibi algılayacaklarının ve her olayı adlarına çıkarılmış birer davetiye
sayacaklarının yalan olduğunu kim söyleyebilir ki? Zaten
İkinci Gezi partisinin amacı
da bu! Yani darbe ortamını
hazırlama...
Ardından gelsin müzmin
darbeci gürûh ya da “Madanoğlu takipçileri”!
12 Eylül 1980’i bilenler
biliyor; 70’li yıllar boyunca
on yıl devam eden süreç
içerisinde, bir plan dâhilinde,
belli bir merkezden üretilen
huzursuz ortam örneklerini
bu millet her gün canında
duya duya yaşadı. Ve sonunda o hâle geldi ki, neredeyse
halkımızın tamamı “Artık ne
olacaksa olsun!” deme durumunda kaldı. Zaten ortamı
müsait duruma getirenlerle
darbeyi hazırlayanlar, aynı
mahfilin müdavimleriydi.
Bu nedenle kulaklarını kırk,
gözlerini kırk bin açmış
bekliyorlardı bu bunalmışlık
ifadesini. Milletin “Ne olacaksa olsun!” dediği anda da
yapacaklarını yaptılar zaten.
Geride ne terör ortamı, ne
hükûmet, ne de siyaset kaldı.
Öyle ya, sivil hayat da zannedildiği gibi sakin yaşantısına
devam edemedi.
“Efendim, artık darbe
zamanı geçti! Bu devirde
kimsenin darbe yapmaya
niyeti de yok, gücü de” demek, devekuşu gibi kafayı
kuma gömmekten başka bir
anlam ifade etmez. Hemen
söyleyelim: Unutmayınız ki
darbelerin zamanı yoktur!
Darbeler tarihi başından günümüze kadar bunlarla doludur. Darbe, îcâb ettiğinde
asla kaçırılmaz fırsattır ve her
zaman yapılır yapılacak olan.
Zaten bundan sonra da yapılacağı kesin! Hâddizâtında,
yukarıdan beri sözünü ettiğimiz müstakbel “İkinci
Gezi Kalkışması”nın da bir
darbe olduğunu biz “Birinci
Gezi”den biliyoruz.
“Olmaz!” denilen askerî
darbenin nasıl olabildiğini
daha dün yaşadı dünya. 21.
yüzyılda da darbe yapılacanisan 2016
89
haberajanda
Kapak Dosyası
ğının çok başarılı bir örneği,
parmağını gözümüze soka
soka duruyor karşımızda!
Evet, anladığınız gibi
Mısır’dan söz ediyoruz!
Tunus’tan başlayan Arap
Baharı kalkışmaları Libya’yı
ezip geçmiş ve varıp Mısır’a
dayanmıştı. Ve “bahar
güzergâhı”, “Olmaz!” denilen
bir darbeyle, yani “Sisi Darbesi” ile Kahire’de durduruldu. Burada belinin ortasına
vurulan devâsâ bir baltayla
ikiye ayrıldı. Birinci bölümün
sonu, Mısır’daki darbeydi. O
darbe ki, hâlâ iş başında ve
elini kana bulamayı sürdürmekte. Başta Batılılar olmak
üzere birçok Doğulu işbirlikçi de o darbeye “darbe” bile
diyemediler, diyemiyorlar.
Tabiî ki Mısır’da yaşanan
ve yaşatılanlar bal gibi darbeydi ve “Yapılamaz!” denildiği bir anda başarıyla yapıldı.
Beş seneden beri zavallı Mısır halkının ensesinde boza
pişirmeye devam eden bu
darbe döneminin ne zamana
kadar uzayacağına ise bu planı yapanlar, kendi keyiflerine
göre karar vereceklerdir.
İşte Mısır’daki o planı
yapan ve uygulayanlar, şu
an Türkiye’deki “Sisi Darbe
Planı”nı da hayata geçirmek
üzere kıpır kıpırlar!
Tunus’ta başlayan Arap
Baharı eğer spontane bir
şey olsaydı, yolculuğuna
devam edip İsrail’i geçecek,
Suriye’ye gelecek ve Esed rejimini alaşağı ederek uzunca
bir demokrasi şeridinin nihâî
noktasını koyacaktı. Zaten
Türkiye de içeriden şeride
eklemlenerek Akdeniz’i çevreleyen bir barışmanın baş
tacı olacaktı. Ancak spontane
bir şey gibi başlayan bu ayaklanmanın arkasında derin bir
planın varlığı Mısır’da ortaya
çıktı Sisi Darbesi ile.
Buna rağmen “bahar yürüyüşü” yolculuğunu sürdürdü
ve Sina yarımadasından
Suriye’ye atladı. Artık bahar,
bahar olmaktan çıkmış ve
bir “uğursuz sonbahar”a
dönüşmüştü. Bu sonbaharın Türkiye üzerinden kış
ayazına evrilerek İstanbul’a
kadar gitmesi, oradan da
Ukrayna’ya geçmesi planlanıyordu. Daha çok Hatay etrafında kilitlenen Birinci Gezi
darbesinin amacı buydu.
Fakat Türkiye, Hükûmet’i
ve milletiyle azgın sele bend
oldu ve bu uğursuz yürüyüşü
durdurdu. İşte o günden beri
“Arap Baharı” diye başlayan, Suriye’den sonra “Türk
Baharı” olması düşünülen
uğursuz plan, kapımızın öte
tarafında, Samandağ’ın alt
ucunda, yani Türkmen dağı
eşiğinde bekliyor!
Bu arada beş yıl geçti ki,
bu beş yıl içerisinde bir sürü
açık ve gizli darbe denemesi
yapıldı. Şükür ki hiçbiri
başarılı olamadı! Sonunda
ehlince anlaşıldı: “Bahar tipi
darbeler” ile Türkiye’yi çökertmenin imkânı yok!
Bu durumda yapılacak en
iyi iş, eski usûle dönmek ve
1960’tan başlayıp her on senede bir tekrar edilen askerî
darbelerin sonuncusunu bir
“Türkiye Sisi”si eliyle hayata
geçirmek şeklinde görülüyor
darbecilerin penceresinden
bakınca. Bu noktada onlar da
böyle düşünüyor olabilirler.
Zira koku öyle...
İşte bu itibarla, bu ilkbaharla birlikte “İkinci Gezi”
diye başlatılacak olan hareketlenmeler, ülke genelinde
yukarıda da söylendiği gibi
bir darbe ortamı hazırlayacak
ve belki de 1960 Darbesi’nin
kirli hatırasına hürmeten
darbeciler, mübarek milletin
bağrına 27 Mayıs’ta “son
darbe”lerini bir sefer daha
vurmuş olacaklar.
Peki, bu “son darbe”ye
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Hükûmet ve milletiyle
“Evet!” der mi?
Zaten problem de bu! Bu
problem, hem Türk Devleti,
hem de darbe planlayıcılarının masasında cevaplanmamış bir soru olarak duruyor.
Ancak bu soruya mâtuf bir
öngörü olarak tarafımızdan
bir paragraflık cevap vermek
gerekirse -ki gerekir-, şunları
kayda geçirmekte yarar var:
Üzerinden 21. yüzyılın
alacakaranlığı geçmiş olan
mübarek milletimiz, 2000
yılı itibariyle uyutulduğu
yüzyıllara baliğ uzun uykusundan Yüce Allah’ın izniyle
uyanmış durumda. Hem de
yüzde 52 oranında… Öyle
Bu yazıyı okuyan arkadaş! Sen kendi içinden bir Yeltsin çıkartabilir misin?
Sor kendine! “Evet!” diyorsan eğer, yaz başını bekle ve bu arada kendi kendine “Yeltsin kahramanlığı eğitimi” vermenin zikrini yap!
90
nisan 2016
zannediyoruz ki, en azından
bu yüzde 52’nin her ne pahasına olursa olsun, yeni bir
uykuya yatmaya niyeti olmasa gerek!
Tabiî ki her şeyin doğrusunu Âlim olan Allah biliyor!
Yıl 1990... Yaşı yetenler
hatırlayacaklar... Son Sovyet
Çarı Gorbaçov, miadını doldurduğu için derin
patronların emriyle 2. Rus
İmparatorluğu Sovyetleri
çökertmek üzere harekete
geçti. Bu operasyonun adı
“Glasnost ve Perestroyka” idi.
Yani “Rönesans-Reform” gibi
bir şey… Ve imparatorluk
bir yıl içinde çöktü; imparatorluğun parçaları da birer
Ahmet Yozgat
[email protected]
birer bağımsızlık ilân ederek
birlikten ayrıldılar. Geride,
bugünkü Rusya Federasyonu
coğrafyası kaldı.
Çöken birliğin yerini
dolduramayan Federasyon
nedeniyle oluşan boş arada,
devletin malî yapısı da anlamsız kaldı. Olmayan devlet, maaşları ödeyemez hâle
geldi. Buna itiraz edense, o
zamanlar dünyanın en büyük
silahlı gücü olan Kızıl Ordu
oldu. Onun itirazı “darbe”
şeklinde kendini gösterdi.
Askerler kışlalarından çıkıp
Moskova’yı teslim aldılar.
Kızıl Kremlin Meydanı’na
tanklar yığıldı. Devlet yeniden komünizm sistemine
dönme sancıları yaşamaya
başladı. Yani bu nokta,
“patron”un çuvalladığı andı!
Çuvalı yırtansa “Yeltsin”
adında bir adam oldu. Daha
sonra adı “ayyaş ve tacizci”ye
çıkarak şerefi beş paralık edilecek olan Yeltsin, o günlerde
bir kahramandı. Arkasına
bir grup anti-komünist muhalifi alarak Kızıl Meydan’a
yürüdü. Tankın üzerine çıkıp
ateşli bir konuşma yaptı.
Bunun üzerine -başta muhalif arkadaşları olmak üzere- meydana toplanan herkes
tankların üzerine çıkıp darbeyi anlamsız kıldılar. Ordu
tekrar kışlasına çekilerek
canını zor kurtardı. Böylece
Kızıl Ordu’nun ilk ve son
darbe girişimi, o günlerde
“kahraman” Yeltsin sayesinde
akim kaldı. Ve komünizm,
bir daha dirilmemek üzere
öldürüldü. Rusya üçüncü
imparatorluğunu kurdu; tabiî
yeni çarın adı da Yeltsin’di.
Ta Putin gelene kadar öyle
kaldı…
Şimdi soralım: Bu ilkbaharda “Türk Baharı”
gelir, ülke sathına yayılır ve
bir sabah o bahar bir “Sisi
Darbesi”ne dönerse, ülkeden
bir Yeltsin çıkar mı?
Bu değil asıl soru, şu: Bu
yazıyı okuyan arkadaş! Sen
kendi içinden bir Yeltsin
çıkartabilir misin? Sor kendine! “Evet!” diyorsan eğer,
yaz başını bekle ve bu arada
kendi kendine “Yeltsin kahramanlığı eğitimi” vermenin
zikrini yap!
Sonsöz: İnşallah sana ihtiyaç kalmaz da aklından darbe geçirenler kendi başlarını
yerler! (Âmin.)
Üzerinden 21. yüzyılın alacakaranlığı geçmiş olan mübarek milletimiz, 2000 yılı
itibariyle uyutulduğu yüzyıllara baliğ uzun uykusundan Yüce Allah’ın izniyle uyanmış
durumda. Hem de yüzde 52 oranında… Öyle zannediyoruz ki, en azından bu yüzde
52’nin her ne pahasına olursa olsun, yeni bir uykuya yatmaya niyeti olmasa gerek!
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu
nisan 2016
91
haberajanda
Derin Dünya
Cumhuriyet yüzyılının ortasından sonra da çok partili demokratik hayatla birlikte yolculuk sürdü. “Şu an geldiğimiz durakta dönüp arkamıza bakalım, ne
görmekteyiz Romalılaşmış bir Got kavmi, Romalaşmış bir Got ülkesi ve Kral
Tozidorik’lerden başka?” diyesim geliyor, lakin demeye yüreğim dayanmıyor. Sizin dayanıyor mu? “Dayanmıyor!” diyen ses versin, bakalım kaç kişiyiz!
Barbarların medenîleşme deneyimleri ve
Kral Teodorik’in dramı
A
LMAN halk efsanelerinin işlemiş olduğu başlıca karakterlerden ikisi çok önemliydi. Bunlardan biri Orta Asya Hunları
Kağanı Attila, diğeri de İndo-Cermen Hindistanlısı Gotlar Kralı Teodorik (Tozidorik) idi.
>> Teodorik, hayatı boyunca Hindistan göçmenliği ve
Avrupa yerliliğinin çelişmelerinin etkisinde kalmış bir
hâlet-i rûhiye ile kral oldu.
Çocuk yaştan itibaren komşu
imparatorluk Bizans’ın rutubetli saraylarında yetişmişti.
Zira Bizans imparatorları,
Teodorik’in Ostrogotlarını
kendi topraklarına kabul
ettikten sonra kralın oğlunu
rehine olarak istemişlerdi.
İşte o rehin Prens Teodorik’ti!
Genç Prens, Konstantinopolis’te geçen yıllar içinde,
zoraki misafiri olduğu Bizans
uygarlığına hayran olmuştu.
Nitekim yeniden kendi halkı
arasına döndüğünde taşlar
ve işlemelerle süslü Bizans
giysileri giyiyor, saçını Bizans
usulüyle kısa kestirmeye devam ediyordu. Doğal olarak
şatafatlı saraylarda yaşama
alışkanlığını da sürdürüyordu
92
nisan 2016
bir yandan. Yani sofrasında
Konstantin’in şehrinde alıştığı karışımlı yemeklere devam
ediyordu.
Fakat Teodorik, Bizans
uygarlığını ne denli severse
sevsin, Tötonların Ostrogot
kolundan bir Hindistanlı
olduğunu da unutmamıştı.
Daha özel bir deyişle, “soylu
Germenliğini” hiçbir zaman
inkâr etmiyordu. Ancak yine
de çift kişilik taşımaktaydı
içinde ve dışında. Bunalımları bundandı biraz da…
Babası öldükten sonra kral
olan Teodorik, kimi kez Bizans ordusunda Bizanslılarla
bir arada, kimi kez de kendi
ordusuyla Bizans’a karşı savaştı. İşte ikilemin yansıması
böyle göstermekteydi kendisini! Aslında onun Bizans’a
olan düşmanlığı ve dostluğu,
kendi kendisiyle savaşması ve
sevişmesinden başka bir şey
değildi. Ve böyle tezatlarla
dolu bir hayatı yaşamak hiç
de mutluluk verici değildi.
Bizans İmparatoru Zenone, Bizans’ı Teodorik’in
ordusundan korumak için bir
plan kurdu. Genç Teodorik’e
İtalya yarımadasını ele geçirme fikrini aşıladı. O sırada
bütün İtalya, bir başka barbarın, yani Odoakr’ın elindeydi.
İtalya’yı Odoakr’dan kurtarmak, Teodorik için çok çekici
bir fikirdi. Hemen ordusunun başına geçerek İtalya’ya
doğru yola çıktı.
İtalya yolunda ilerlemekte
olan Teodorik’in ordusu, atlılardan ve yayalardan meydana geliyordu. Katana koşulu
arabalar ağırlıkları taşıyordu.
Ağırlıksa hususiyetle yiyecek ve içecekti. Bu nedenle
barbarların keyfine diyecek
yoktu. Çoğu zaman çakırkeyif olan askerler, yol boyunca
şarkılar söylüyor, zaman zaman savaş nâraları atıyorlardı. Onların yaklaştığını gören
Romalılar, kurt görmüş tilkiler misali Çizme’nin içine
içine kaçışıyorlardı.
Aslında Tozidorik’in ordusu düzenli bir manzara
göstermiyordu. Orta Asya çıkışlı “onarlı militarik sistem”
onlardan oldukça uzaktı.
Tek tip urba da söz konusu
değildi. Ancak yine de askerlerin başında miğfer yerine
ayı, kurt, çakal ve hatta aslan
kafaları vardı. Omuzlarına
da birer ayı postu atmışlardı.
Bu meymenet onları “kurt
adamlar”a benzetmiş, birer
yabânî hayvan kükremesini
andıran nâralarıyla birleşmesiyle Romalılara kaçmaktan
başka yapacak bir şey bırakmamıştı. Daha savaş yerine
gelmeden sağa sola atılan oklar, kayalara doğru savrulan
mızraklar, savaşçı Tötonları
büsbütün heyecanlandırıyor,
savaş güçlerini arttırıyordu.
“Buna rağmen Teodorik’in
amacını gerçekleştirip
İtalya’yı ele geçirmesi yıllarını aldı” diye yazmakta
tarihçiler. Fakat Barbar Kral
sonunda isteğini gerçekleştirmişti. Yarımadayı egemenliği altına aldığında, hasret
kaldığı mutluluğu yakaladığını sandı. Fakat amacın
gerçekleşmesiyle birlikte
Teodorik’in en acı dramı da
başlamış oldu.
Muktedir olamamış
iktidar ibreti
Kral, Roma’ya hâkim olunca, çocukluğunu ve gençliğini
geçirdiği Bizans’ı hatırladı.
Burası öteki Bizans’tı ve
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
Teodorik, burada rehin değil,
sahipti. İki şey yapabilirdi: Ya
tüm Roma’yı yakıp yıkar ve
bu arazide kendi barbar krallığını kurabilir ya da bütün
bunları yapmaz, lakin yine
de kendi krallığını hayata
geçirebilirdi. İkincisini tercih
etti. Fakat o zaman anladı ki,
İtalya’yı ele geçirmek yetmiyor. Asıl sorun, ele geçirilen
topraklardaki uygarlığın
sürdürülmesi.
Oysa Teodorik’in savaşçıları, sâdık danışmanları,
arkadaşları arasında herhangi
bir İtalyan kentini kısa bir
süre için bile olsa yönetecek
bilgi ve güçte kimse yoktu.
Ne yapmak lâzımdı o hâlde?
İçinde bulunduğu duruma
bir çözüm yolu bulabilmek
isteyen Teodorik’in aldığı
karara göre, savaşı kazanmış
olanlar, yani Gotlar, Yeni
Roma Devleti’nin koruyuculuğunu yapacak, öteki
düşmanlara karşı devleti
koruyacaklardı. Buna karşılık, coğrafyanın bereketli
topraklarından yararlanacaklardı. Ülkenin yönetimi ise
yine Romalılar tarafından
yürütülecekti. Çünkü el
sanatlarını ve ticareti sürdürebilecek, mermerlerle süslü
kentleri yönetebilecek nitelikte kişiler sadece Romalılar
arasında vardı. Ostrogotların
bu işlerin altından kalkması
söz konusu olamazdı.
Bu karardan sonra Teodorik, Ravenna’da Bizanslı
mimarlara yaptırdığı bir saraya yerleşti. Romalılar gibi
giyinmeye başladı. Romalı
bakanlarla işbirliği yapıyordu
artık. Mozaik ve mermer
sütunlarla süslü sarayından
ülkeyi yöneten Teodorik,
kendi halkının güvenini
yavaş yavaş yitirmeye başladı. Ostrogotlar, krallarının
kendilerine ihânet ettiği
kanısındaydılar. Romalılar
ise kendilerini yönetmek için
yine onların yardımına muhtaç olan bu düşman Kral’a
fazla güven beslemiyorlardı.
Öyle ki, Teodorik ortada
yapayalnız kalmıştı.
Fakat en büyük hayâl kırıklığına din alanında rastladı
Teodorik. O, bütün ulusuyla
birlikte Ari dinini kabul
etmişti. Bu dinin Roma dini
olduğunu sanıyordu. Gerçi
bu dini Bizans da kabullenmişti ama Tötonlar için
Bizans, “Roma” demekti.
Tötonlar daha birçok yüzyıl
boyunca Bizanslıları “Romalılar” diye adlandıracaklardı.
Teodorik, Romalılarla aynı
dini kabul etmiş olduğunu
sandığı hâlde, Roma Kilisesi
ve başındaki Papa, kabul
ettikleri dinin kendi dinlerine aykırı olduğunu ileri
sürüyorlardı.
nisan 2016
93
haberajanda
Derin Dünya
Kilise ile aralarında çıkan
bu anlaşmazlığı Teodorik
barışçıl bir yoldan çözümleyemedi. Sonunda sabrı
tükendi ve barbarca davranmaya karar verdi: Romalı bakanlarını ve Papa’yı öldürttü.
Bundan kısa süre sonra
Teodorik de çok geçmeden
hayata gözlerini yumdu.
öncelikleri yoktu, kazandıkları askerî zaferin karşılığında
kendilerine toprak verilmişti
sadece. Buna karşılık yönetime, ticaret hayatına, el işçiliğine katılamıyorlardı. Bunun
nedeni de bu saydığımız
faaliyetleri yerine getirecek
güç ve niteliklerden yoksun
oluşlarıydı. Bu faaliyetleri
bir araya gelmişler, bunun
dışında toplu davranışlardan
kaçınmışlardı. Bu alışkanlıkları yine devam ediyordu.
Ama büyük şehrin taşıdığı
anlam artık değişmişti. Yenilgiye uğrayan düşmanın
yaşam biçimi ve şehirlerinin
çekiciliği Tötonlar için de
önem kazanmaya başlamıştı.
garlığını korumak olduğu
için, yanı başlarındaki uygarlığın içine katılamıyor, bu
uygarlıkla kaynaşamıyorlardı.
Durumdan soylu Gotlar da
memnun değillerdi. Sayıları
pek fazla olmayan soylular,
eskiden kralların danışma
kurullarını meydana getiriyor, Kral’la az çok işbirliği
yapıyorlardı. Oysa Kral’ın
artık Romalı danışmanları
vardı. Sarayda yaşıyordu Kral.
Soyluların Krallarıyla ilişkilerinin kesilmesine karşılık
elde ettikleri tek kazanç, toprak sahibi olmaları ve “saray”
diye adlandırılabilecek güzel
yerlerde yaşamalarıydı.
Eski geleneklere göre krallar gibi tanrıların da torunları
sayılan Töton soyluları, şimdi
Latince öğrenmek zorundaydılar. Çünkü Latince, sarayda
ve resmî dairelerde kullanılan
resmî dildi. Öte yandan
soylular Roma hukukunu ve
yönetim kurallarını da öğrenmek zorunda kalıyorlardı.
Hem dostlarını kaybetmiş,
hem de düşmanlarının
sevgisini kazanamamıştı.
İşte İtalya’yı ele geçiren
Teodorik’in dramının ana
çizgileri bunlardı!
Hemen belirtelim ki,
İtalya’yı ele geçiren bütün
Got kavimleri hemen hemen
aynı durumla karşılaşmışlar,
aynı dramı yaşamışlardır;
istilâcıların gerçekte hiçbir
94
nisan 2016
yapmayı içlerinden istiyor,
fakat altından kalkamayacaklarını bildiklerinden denemeye bile girişmiyorlardı.
Eski Tötonlar şehir hayatını sevmezlerdi. Şehirlere öteden beri yağma edilecek bir
av gözüyle bakmışlardı. Dağınık olarak yaşamayı tercih
etmişlerdi. Çok önemli ortak
sorunlar ortaya çıkınca, bunları tartışıp çözümlemek için
Paova düzlüğü ya da
Drava ve Sava vadilerinde
konaklamış olan askerî
birlikler oldukça sıkıntılı
bir yaşantı sürdürüyorlardı.
Çünkü Teodorik, Roma
uygarlığını yaşatmayı amaç
edinmiş olduğundan savaşlardan kaçınıyor, böylece
askerleri savaşma zevkini
tadamıyorlardı. Öte yandan
askerlerin görevi Roma uy-
Romalı memurların yanında yetişen Got memurlarına
gelince… Onlar durumlarından o kadar şikâyetçi
değillerdi. Ülkenin çeşitli
kentlerine dağılmış olan bu
memurlar, yeni bir soylu sınıf
meydana getiriyorlardı. Ne
var ki, bu memurların da
şikâyetçi oldukları konular
yok değildi. Çünkü Romalıların geleneklerine uymak
ve idarenin özelliklerini benimsemek uzaktan sanıldığı
kadar zevkli bir iş değildi. Bu
konulara bütün ayrıntılarıyla
ayak uydurmaya kalkacak bir
kimsenin yeni alışkanlıkları
yadırgaması sık sık rastlanan
bir olaydı. Bu sınıftaki his,
birdenbire zenginliğe kavuşmuş fakir bir kimsenin,
Seydahmet Karamağralı
zaman zaman eski basit
yaşantısına duyduğu özleme
benzer bir özlemle eski günlerine, eski yaşam koşullarına
karşı bir sevgi beslemesini
andırıyordu.
Romalı olmak, daha doğrusu Romalılaşmak hiç de
kolay bir şey değildi. Hele
Bizans saraylarında yetişmiş Teodorik gibi bu yeni
hayata büyük bir hızla ayak
uydurmak büsbütün zordu.
Teodorik, imparatorların
yüzyıllardır ihmâl etmiş ve
çeşitli barbar akınlarının
zaman zaman büyük zararlar
vermiş oldukları İtalya’da
Roma ile ilgili her şeyi yeniden canlandırmak istiyordu.
Eski anıtları onarıyor, pandomima, sirk oyunları gibi
eski oyunları canlandırıyor,
Roma hukukundan esinlenerek yeni hukuk kuralları,
yeni kanunlar çıkartıyordu.
Teodorik’in Romalı bakanı
Cassidoro’nun düzenlediği
eğitim programını uygulayan
okullar açılıyordu ülkenin
her yerinde. Bu eğitim programı bütün Ortaçağ boyunca
uygulanacaktı. Söz konusu
eğitim programı ilk üç yıl
dilbilgisi, söz bilgisi, diyalektik öğretimini öngörüyor,
son dört yılda da aritmetik,
müzik, geometri, astronomi
üzerinde yürütülüyordu.
Fakat bütün bu çabalara
rağmen İtalya’nın durumu hiç de parlak değildi.
Kentlerde nüfus azalmış,
bütün alanlarda bir gerileme
başlamıştı. Eski yapılar ve
anıtların çoğu bakımsızdı.
Sokaklarda dolaşan halk da
değişmişti. Özgür Gotlar
kısa pelerin kullanıyorlardı.
Bunlar el işleri ve ufak çapta
ticaret yaparak geçiniyorlardı.
Romalılar ise başlıklı giysi
giyiyorlar, durumu daha iyi
olanlar süslü Bizans giysilerini tercih ediyorlardı.
Biz çok Teodorik
gördük!
Yazının ana konusu sona
erdi. Şimdi sırada, kıssadan
hisse çıkarmak var!
O hâlde burada durup
sormak gerekiyor: Bunca
uzun bir yazıyı niçin yazdık
ve dostlarımıza niçin arz
ettik? Tabiî ki bunun bir
sebebi olmalı!
Sözü edilen dosyanın
içerisinde yer alan İndoTötonik Gotlara dair yazdığımız hikâyede sözü geçen
Kral Tozidorik’le aynı anda
Avrupa’ya inen bir Orta
Asyalı kavim ve dolayısıyla o
kavmin bir lideri vardı. Orta
Asyalı kavmin adı “Avrupa
Hunları” olarak geçiyor tarihte. Tabiî ki ünlü kralları
da “Attila” ya da Türkçe söylenişi ile “Atlıhan”…
Burada sizden istediğimiz
şey, yazıda adı geçen Gotlar
yerine “Avrupa Hunları”,
Kral Tozidorik’in yerine de
“Attila” yazmanız olacak.
Zaten çağdaş ve aşağı yukarı aynı hikâyeyi yaşamış
olan bu iki kavim ve kralın
adlarının yerlerini değiştirmenin sonucunda yazıda
hiçbir değişiklik olmadığını
göreceksiniz. Yine yazının
sonunda Attila oğullarının
zaman içerisinde Romalılaşarak özünden başka bir
mezhebe evrildiğine de şahit
olacaksınız. Eğer ölmemiş
ve yaşamış olsaydı Atilla da
tıpkı Tozidorik gibi çadırdan
çıkıp mermer saray hayatına
geçecek, sofrasında Romalı
yemekleri yiyecek, urbaları
Romalıların giysilerine benzeyecekti. Bunun ardından o
da Romalılar gibi düşünüp
Romalılar gibi konuşmaya
başlayacaktı. Neyse ki erken
ölümü nedeniyle Attila böyle
bir sondan kurtuldu.
Ama ondan sonra tahta
geçen oğulları, Roma bataklığının kıyısına saplanıp
kaldılar. Attila’nın oğulları
da babalarının ölümünün
hemen akabinde, tıpkı
Got Kralı Tozidorik gibi
saplandıkları bataklıkta,
kendilerinden başkası olma
serüvenini günbegün yaşadılar ve imparatorluklarının
pörsüyen bir balon misali
erimesine, tarihe gömülmesine katkı sağladılar.
Neyse ki onlardaki Orta
Asyalı genetiği, Hindistanlı
olanlardan daha sağlammış
ki, hiç olmazsa Avrupa’nın
yutucu bataklığında tümden
kaybolup gitmedi ve yarım
yamalak da olsa kendi adlarını taşıyan bir devletin
sahibi oldular. Elde kalan
sadece bu!
Evet, Orta Asya menşeli
Macaristan’dan söz ediyoruz!
Bugünlerde dahi Macaristan, Avrupa’nın ortasında
ayrı bir devlet, Macarlar da
bu devletin özgür vatandaşları gibi duruyorlar. Oysa
genetiklerinde taşıdıkları
Orta Asyalılık ve Türklük ya
da Türk akrabalığının izine
rastlamak mümkün değil.
Evet, onlar artık bir Avrupalı ve inançları da Hıristiyanlığın en katı hâli olarak
bilinen Katolik mezhebi.
Yani Roma’nın inancındalar.
İndo-Cermenlerin bugün
yaşamakta olan kolu Allemanlar ve Anglo-Saksonlar
gibi Protestan bile değiller.
Yazıdan çıkartılacak
dersler hususunda çok uzaklara gitmeyelim. Gotlar ve
krallarıyla ilgili hikâyenin o
bölümlerine bu sefer de Osmanlı yazalım, ne dersiniz?
Tabiî ki “Osmanlı” derken,
devletin Batılılaşma yoluna
girdiği İkinci Mahmut ve
sonrasından söz ediyoruz.
Hatta daha keskin bir tarih
vermek gerekirse, Batıcılık
hareketinin resmen başladığı
1839 tarihini baz almaktayız.
Padişah Abdülmecid Han’ın
başlattığı bu serüven, Tanzimat ve Islahat’la vardı dayandı Meşrûtiyet’e. Tabiî bu
bir ivme hareketiydi ve orada
kalmadı, devam etti ve İkinci
Meşrûtiyet’ten Cumhuriyet’e
evrildi.
Cumhuriyet yüzyılının
ortasından sonra da çok
partili demokratik hayatla
birlikte yolculuk sürdü. “Şu
an geldiğimiz durakta dönüp arkamıza bakalım, ne
görmekteyiz Romalılaşmış
bir Got kavmi, Romalaşmış bir Got ülkesi ve Kral
Tozidorik’lerden başka?”
diyesim geliyor, lakin demeye
yüreğim dayanmıyor. Sizin
dayanıyor mu? “Dayanmıyor!” diyen ses versin, bakalım kaç kişiyiz.
“Bilmiyoruz” demeyin,
biliyoruz! En son sayımda
yüzde 52 çıkmıştık, hatırladınız mı? Bugünlerde oranın arttığını haber veriyor
konunun uzmanları; tabiî
bu artışın sürdüğünü de…
O hâlde endişe etmeye ve
korkmaya mahâl yok! Biz
asla Romanlaşmayacağız, ülkemiz asla Romalaşmayacak
ve krallarımız da bundan
sonra Tozidorikleşmeyecekler zinhar!
nisan 2016
95
haberajanda
İngiltere
Johnson’a göre Britanya da Kanada gibi sınırlarını korurken Avrupa Birliği ile serbest ticaret antlaşmaları yapabilir. Britanya’nın Birlik’ten ayrılması, ona göre ülkenin çıkarına olacak. Britanya’nın artık ABD,
Çin veya gelişmekte olan dünya ekonomileriyle ticaret antlaşması yaparken Brüksel’den vize almaya ihtiyaç duymayacak olması Johnson’a göre bir avantaj.
Britanya’nın sıcak gündemi
Seçim, bütçe ve referandum
B
RİTANYA 5
Mayıs yerel
seçimlerine
doğru ilerliyor.
Bu seçimlerle
binlerce meclis üyesinin
yanı sıra Londra, Liverpool,
Bristol ve Salford şehirlerinin belediye başkanları da
belirlenecek. Bu seçimlerle
beraber ülkenin en önemli
gündem maddesini hiç kuşkusuz 23 Haziran’da yapılacak AB Referandumu kampanyaları oluşturuyor. Daha
önceden Downing Sokağı 10
numarada bir dönem daha
kalmayacağını açıklayan
Başbakan David Cameron,
2020’den sonra -Downing
Sokağı’ndan taşınsa bileparlamentoda kalabileceğinin sinyallerini verdi.
Londra Belediye Başkanı
Boris Johnson ise AB Referandumu konusundaki
tercihini açıkladı. Seçmenleri
açıkça “Hayır” demeye teşvik
eden Johnson’un önerisi ise
ilginç: “Kanada modeli”…
96
nisan 2016
Johnson’a göre Britanya da
Kanada gibi sınırlarını korurken Avrupa Birliği ile serbest
ticaret antlaşmaları yapabilir.
Britanya’nın Birlik’ten ayrılması, ona göre ülkenin çıkarına olacak. Britanya’nın artık
ABD, Çin veya gelişmekte
olan dünya ekonomileriyle
ticaret antlaşması yaparken
Brüksel’den vize almaya
ihtiyaç duymayacak olması
Johnson’a göre bir avantaj.
Maliye Bakanı Osbourne’nin
Johnson’a verdiği cevap ise
oldukça net: “Ben Kanada olmamızı değil, Büyük Britanya olmamızı istiyorum. En
sonunda bu bir siyasî oyun
değil. Bu ülkenin 50 yıldır
yüzleştiği en büyük karar! Bu
karardan etkilenecek tek nesil
biz olmayacağız -biz siyaset
sahnesinden çoktan çekilmiş
olacağız-, Sunderland’daki
otomobil işçisi, Galler’deki
çiftçi, Bournemouth’taki
banka çağrı merkezi çalışanı
olacak. Onların geleceği
açık ve angaje edilmiş bir
Britanya’ya bağlı…”
AB Referandumu’nun
Cameron/Osbourne kanadı
ile Johnson kanadı arasındaki çatışmayı iyice su yüzüne
çıkardığı söylemek mümkün.
Cameron ve Osbourne’nin
iktidarda kalabilme umutları,
Krallık halkının referandum
sorusuna “Evet” demesine bağlı. Referandumun
sonucunda “Hayır” çıktığı
takdirde Cameron’un istifa
edip etmeyeceği belirsiz olsa
da Cameron ve Osbourne
ekibinin çok fazla kan kaybedeceğini söyleyebiliriz.
II. Dünya Savaşı’ndan
günümüze kadar 21 Maliye
Bakanının görev yaptığını
görmekteyiz. Bunlardan sadece 4’ü Başbakanlık koltuğuna oturmayı başarmış. İşçi
Partili eski Maliye Bakanları
Jim Callaghan ve Gordon
Brown, Downing Sokağı 10
numarada oturmayı başarırken, Harold Macmillan ve
John Major ise bu başarıyı
sağlayan Muhafazakâr Maliye Bakanları oldular. Fakat 7
yıl Başbakanlık yapan Major
dışındaki diğer üç Başbakanın görev sürelerinin çok
uzun olmadığını belirtmeliyiz (1 ile 3 yıl arası).
2016 Bütçesi
2016 yılının bütçe planı
geçtiğimiz günlerde açıklandı.
Maliye Bakanı Osbourne yeni
bütçeyi şu şekilde anlatıyor:
“Vergilerde kesinti yapıyoruz; bu sayede çalışan
insanlar kazandıkları paranın
daha büyük kısmını ellerinde
tutabilecekler. Hane halkı
bütçelerini ve küçük firmaları desteklemek için akaryakıt
vergisini donduruyoruz.
Eğitime ve okullara ayrılan
bütçe arttırılacak. Gelecek
nesillerin tasarruf yapmasına
yardım etmek için hayat
boyu ISA’yı (Individual
Savings Account-Bireysel
Tasarruf Hesabı) tanıtıyoruz.
Küçük işyerleri için vergi
kesintileri yapıyoruz.”
Furkan Ergül
[email protected]
Konuşmadan sonra
Osbourne’ye Muhafazakâr
vekillerden bol bol tebrik
gelse de, daha ilk günlerden
bütçeyle ilgili yoğun eleştiriler de gelmeye başladı.
Resolution Foundation adlı
düşünce kuruluşu tarafından yapılan analize göre
Osbourne’nin yeni bütçe
planının fakirlere zarar vereceği ve zenginlere yarayacağı
öngörülüyor. Ayrıca yeni
düzenlemeyle beraber şekerli
içeceklere de içeceğin içinde
kullanılan şeker miktarıyla
orantılı olarak ek vergi getiriliyor. Bu vergi, hükûmet tarafından obeziteyle mücadele
için küçük de olsa önemli bir
adım olarak görülüyor.
Eski bakanın
itirafları
2010-2015 yılları arasında görevde bulunan
Muhafazakâr-Liberal Demokrat koalisyon hükûmeti
bakanlarından David Laws
tarafından yayımlanan
“Koalisyon: MuhafazakarLiberal Demokrat Koalisyon
Hükûmetinin İçeriden
Hikâyesi” adlı kitap büyük
yankı uyandırdı. 2012-2015
yılları arasında bakanlık
yapan Yeovil’in eski Liberal
Demokrat vekili Laws, 22
Mart’ta raflarda yerini alan
kitabında ilginç iddialarda
bulunuyor.
Laws’a göre Cameron’un
AB Referandumu’na gitme
kararı, partisinin Avrupa
şüphecisi olan sağ kanadını
yatıştırmak için kullandığı bir taktikten ibaret.
Ayrıca Laws, Cameron ve
Osbourne’yi “güç delisi”
olarak tanımlıyor, 10 numarada kalabilmek için her
şeyi yapacaklarını söylüyor
ve Cameron’un “Boris
Johnson benim işime göz
dikti” dediğini de belirterek
Başbakan’ın, Johnson’un
partide liderlik yarışına girip
onu koltuğundan edeceğinden korktuğunu belirtiyor.
2013 yılında yapılan
bir kabine toplantısında
Muhafazakâr Partili Dışişleri
Bakanı Philip Hammond’un,
Shengen vizesinin Britanya
için de geçerli olmasına yönelik yaptığı teklife
Cameron’un “yarı esprili bir
dille” verdiği cevabı şöyle aktarıyor Laws: “Eğer bu ifade
bir gazetenin ön sayfasında
kendine yer bulursa, bundan
sorumlu olan kişiyi kovarım.”
Kitapta Liberal Demokratların eski lideri Nick Clegg ve
halen Adalet Bakanlığı görevini yürütmekte olan Michael
Gove hakkında da iddialar
bulunuyor. Clegg ve Gove, bu
konu hakkında yorum yapmayacaklarını açıkladılar.
Osbourne ise kendisi-
ne Laws’ın kitabında yer
alan Johnson iddiasıyla
ilgili sorulan soruyu, “Boris
Johnson’un hükûmette görev
almaya meraklı olduğunu
keşfetmenin insanlık tarihindeki en büyük ifşâ olduğunu
düşünmüyorum” diyerek
yanıtladı.
AB Referandumu
Referanduma yaklaşık 3
aylık bir süre var. Liberal Demokratların, İşçi Partisi’nin
ve Muhafazakârların “Evet”
kampanyaları son hızıyla
devam ediyor. Büyük partiler
arasından açıkça “Hayır”
kampanyası yapan tek parti
UKIP.
Yeşiller Partisi ise referandum çalışmalarına
Britanya’nın AB’de kalmasını
“sesli ve gururlu” bir şekilde
destekleyeceğini söyleyerek
başladı. Partinin tek parlamento üyesi Caroline Lucas,
“Hızla değişen bir dünyada
büyük işleri ve finansı kontrol etmek ve insanların -hem
işte, hem de tüketici olarak- haklarının korunmasını
sağlamak için uluslararası
kurallara ihtiyacımız var.
Ayrıca AB bize bütün bir
kıtada yaşama, eğitim görme,
çalışma ve emekli olma özgürlüğü sağlıyor. AB, çevreyi
korumamıza da yardımcı
oluyor. Sadece Avrupalı
komşularımızla birlikte çalışarak iklim değişikliğinin
üstesinden gelebilir, vahşi
yaşamı koruyabilir ve kirliliği
azaltabiliriz. AB kuralları
sayesinde sahillerimiz daha
temiz ve en kirli santrallerimiz kapalı” diye konuştu.
Son olarak Ankara’da, 17
Şubat’ta askerî araçlara saldırı
düzenleyen canlı bombanın
posterleri altında yürüyen
Yeşiller Partisi lideri Natalie
Bennett’i kınadığımı da söylemeliyim. Bennett’in Yeşiller
Partisi gibi çevreci ve sol
libertaryen bir partinin duruşuyla taban tabana zıt olan bu
yürüyüşe katılmasının hiçbir
mantıklı gerekçesi olamaz!
nisan 2016
97
haberajanda
İki Güzele Mektup
Bir çınar devrildi!
27
ŞUBAT 2011 günü bir çınar devrildi köklerinden
nice filizler vererek... Ülkesi için çalışan, dâvâsının
önüne Firavunvâri cibilliyeti olanların diken
koyduğu, bu dikenlerle bedeninin yıpranmasının
rağmına, manevî eforu hep tavan yapan, kutlu
koşucunun önüne çekilen setlerden biri olan meşum 28 Şubat’ın arefesinde yine milletine mesaj vererek gitti…
>> Ne büyük bir ışık
mahfuzmuş sadrında ki,
İslâm şuuru ile aydınlanan o
güneşvâri düşünce yürüyüşünü karanlık nefesler boğmak
istedikçe, senden kopan
yıldız parçaları aydınlatmakta bu ülkenin gökyüzünü!
Ne kadar sağlammış
akiden ki, o kadar yıpratmalarına karşı bir adım geri
gitmedin! Ne askerî baskılar,
ne darbeler, ne sorgular, ne
cezâlar… En ufak tâvizi vermeden, dâvâ uğruna kararlıca, ısrarla, azimle yürüdün
iki tarafı dikenli olan çetin
yolda. O dâvâ ki, ona hizmet
edeni kutlu kılan, adının
Ahmet, Mehmet veya Erbakan olmasının ehemmiyeti
olmadan dâvâ ile yoğrulan,
dâvânın ağırlığını ve sorumluluğunu omuzlarında aşkla
taşıyan, onun için horlanan
neferlerden oldun.
Bugün camilerimiz açıksa,
senin bunda payın büyük.
98
nisan 2016
Hani yurtdışına gitmiştin
de, düşmanların bile kan
gövdeyi götürünce senden
medet ummuşlardı, geri
çağırmışlardı… Hani seni
siyasî yasakla (pîr-i fâni
olduğuna bakmadan) evine kapatmışlardı da, sen o
vakûr ve mütevekkil halinle
“Selâm” demiş, geçmiştin…
Hani o günlerde sana sürekli saldırıyorlardı, Cuma’dan
çıkarken basın görevlisi seni
incitmişti de, sen o mütebessim çehrenle “Cuman
mübârek olsun kızım!” demiştin… Hani sana kendini
bilmezler hakaret etmişlerdi
de sen, “Benim için dâvâ
önemli, şahsım değil!” demiştin…
Nasıl bir yürek, nasıl bir
îmanmış ki, sınırlar ötesinden, bütün İslâm coğrafyasından sana selâmlar
geliyordu. Hani bir zamanlar
Türkiye’den giden Hacılar
“Ene min Türkiya” dedik-
lerinde “Erbakan, Erbakan”
diye dünyanın dört bir tarafından gelen Hacılar Türkleri
kucaklıyorlardı. Bu milletin
dinine saldıranlara, bu ümmeti horlayanlara karşı sen
bir baba şefkati ile hep siper
oluyordun. Sadece bu milletin
mi, tüm dünyadaki ümmet-i
Muhammed’in hâmisi, bu
dinin hâdimi oldun.
“Kayıp milyonlar” diye
yakana yapışanlar da biliyorlardı ki, sen dünyanın her
yerindeki zor durumda olan
kardeşlerin için gayrıresmî
harcama yapmış, BosnaHersek ve Afganistan’daki
mü’min kardeşlere roket
fabrikası açmıştın. Onların
korkusu, bütün dünyaya
İslâm’ın yayılacak olması idi;
o yüzden sana bu kadar ezâ
veriyorlardı.
Ne sağlam bir kökün varmış ki, baltalar vuruldukça
yeni şıvgınlar veriyordun!
Kökünden uzanan o yem-
yeşil dalları uzaktan izliyor,
gizlilerde sarılıyordun evlatlarına. Zira Firavun kılıklılar
seni o kadar karalıyorlardı
ki, evlatların incinmesinler
diye kurda kendini feda eden
koyun gibi kuzularını düşünüyor, onları uzaktan uzağa
seviyordun.
Kökün öyle sağlamdı ki,
İlâhî bir can suyu dolaşıyordu damarlarında. O su ile
her bir dalın farklı çiçekler
açıyordu yediverenler gibi.
Sakalların kesildiği, dinsizliğin moda olduğu demlerde
şanlı nişan gibi takke takıp
mûnis bir edâ ile secde secde
güller ektin gönüllere.
Selâm sana Hocam selâm!
Resûlullah’a selâm söyle,
“Ben geldim” de, “Ama
arkamda Sana âşık talebeler bırakarak geldim” de!
“Gözüm arkada değil Ya
Resûlallah, bu dâvâya feda
olacak nice mücahitler yetiştirdim de geldim” de!
Hani âlimleri topladın
diye seni telin edenlerin kem
sözlerinden çekinmemiştin
ya, şimdi ehl-i kuburun
âlimleri de seni orada ağırlayacaktır… Hani postalların
nârası yeri göğü inlettiğinde
“Kur’ân’ı susturamazsınız!” diye Davûdî bir sayha
atmıştın ya, şimdi Davut
Rukiye Yıldız
[email protected]
Merhum Prof. Dr.
Necmettin Erbakan
Aleyhisselâm senin sâlânı
okuyacaktır…
Sana inançlarına bağlılığın
yüzünden dünyayı dar edenler bile şimdi senin güzel
amellerini, hâlis niyetini,
güzel işlerini, parlak zekânı
kabul ettiler. Düşmanların
bile senin gibi bir cevheri
parçalamak istedikleri için
nedâmet duyduklarını itiraf
ediyorlar.
Kutlu dâvâ için yaşadın;
bütün millet şâhit ki sen
şahittin (şehittin)! Sen rükû
rükû eğildin, secde secde
yerlere kapandın, ama Allah
düşmanlarının karşısında
Merhum
Muhsin Yazıcıoğlu
dimdik durup kalplerine Hz.
Hamza gibi korku saldın. O
yüzden senin ihtiyarlamış
hâlinden bile korkuyorlardı.
Senin işaret parmağın hep
ufukları gösterdi, başparmağın İ’lây-ı Kelîmetullah’ı
anlattı, yumruğun ehl-i
küffâra meydan okudu.
Biliyor musun Hocam,
Beytullah’ta, 60 ülkede ve
hemen hemen memleketin
bütün illerinde gıyâbî namazın kılındı. Biz İbnu’l-Vakt
olmayı bilemezken, sen
Ebu’l-Vakt oldun.
Hocam! Ayrılık acısı yakıyor içimizi, başparmağınla
Allah lâfzı çizerek havaya, o
efendice tavrınla söze başlamanı, elini kalbine bastırarak
tevâzu ile halkı selâmlayışını,
“Milli Görüş, Adil Düzen”
diyerek el sallamalarını özleyeceğiz.
Elinle işaret ederek kalplerimize sağlam bir mühür
gibi bastığın Lâfzatullah
simgeni, en zor günlerde hak
dâvâ için verdiğin mücadeleleri unutmayacağız!
Ah Hocam, bizi öksüz
bıraktın! Biz seni Allah için
seviyorduk, dâvâ adamı olduğun için seviyorduk. Aynı
düşünce ile Mehmed Âkif ’i
sevdik, aynı duygularla Necip Fazıl’ı sevdik, aynı duygularla Numan Bey’i sevdik,
aynı duygularla Muhsin
Başkan’ı sevdik, Recep Tayyip Erdoğan’ı sevdik, Süleyman Hilmi Tunahan’ı, Said-i
Nursî’yi, Mahmud Es’ad
Coşan’ı, Mahmud Sâmi
Ramazanoğlu’nu, Mahmud
Ustaosmanoğlu’nu ve daha
nicelerini sevdik. Biz halk
olarak bu dine, İslâm’a hizmet edeni severiz.
Seni çok yordular Hocam,
güle güle git, Refreflerde
dinlenme vaktindir!
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi
râciun.
nisan 2016
99
haberajanda
İki Güzele Mektup
Dağ, dağa kavuştu!
“O
LAMAZ!” denilenler oldu, hiç beklenmedik bir anda dağ, dağa kavuştu; kaderin muğlâk çizgileri kabardı, alenî oldu.
Keş dağı koca bir yüreğe, koca bir dağa
mihmandar oldu. Anadolu’nun bağrından büyüyen
çınar, bir dağ başına bayrak oldu. Yâre vefâlı, itaatkâr,
mütevazı… Ağyâra vakur, heybetli… Muhsin Başkan,
Anadolu’ya âşık, yurdunu “yâr” edinenlerdendi.
>> İnsanlar ortalama 60-70
yıllık ömürlerine ne sığdırırlar,
neler yaparlar? Çocukluk, gençlik, eğitim dönemi çıkınca oldukça kısıtlı bir zaman dilimi kalıyor
geriye. Yeme, içme, uyku…
Kimileri sadece birer makine,
fizyolojik bir kalıp gibi, fizikî ihtiyaçları yerine getirerek silik bir
siluet olarak yaşar, silik bir siluet
olarak ölürler. Ama kimileri
de vardır, varlıkları bulunduğu
topluluğa bir lütuf, yaptıklarıysa ülkelerinin tarihinin akışını
etkileyen birer nefes olur. İşte
Muhsin Başkan, yaşantısı ve
yaptıklarıyla bu ülkenin bir dönemine imza atmış, belli çentikler kazımıştır. İnandığı değerler
için, insanoğlunun en zayıf ama
en kıymetli noktası olan “canıyla imtihan olmuş”, bir kere dahi
makas değiştirmemiştir.
Az bir şey midir canına kıymıklar battıktan sonra kalkıp
korkmadan dikenlere saldırmak? Ne için? İnandığı mefkûremefhum-dâvâ için… İşte “Bir
canım var, o da millete feda!”
sözünü fiiliyata dökebilmek… Az
bir şey midir bedeninde çektiği işkencelerin meşum izleri
silinmeden “Tankınızın üzerine
çıkarım” diyebilmek? Az bir şey
midir tabutluklara konulup, tırnaklarını kerpetenlerle çektirip
yaralarını güneşte kurutmaya
100
nisan 2016
çalıştığı günlerin akabinde ölümün nefesini ensesinde hissettiği hâlde, acılarını unutmadan
“Millete yönelen tanka selâm
durmam” diyebilmek?
Basit soruşturmalardan
sonra değil “Dâvâ!” demek, eski
arkadaşlarının semtine dahi
uğramayan ürkekler ortada
cirit atarken, îman kuvvetiyle
deklanşörlerin en ön safına
takılabilmek…
Böyle hâlis, böyle kavî yürek
az geliyor yeryüzünün keşmekeş dolu kirli cidârına! Böyle
yiğit, böyle civanmert az geliyor
kaygan zeminlerde gezinen
nefsin dizginini eline alıp tarihin
tehlikeli zamanlarına güzel nişan
bırakabilen!
Böyle dağ gibi heybetli, kararlı
yürekleri, zeki ve ferâsetli beyinleri, bükülmeyen çelik bilekleri bize hep çok gördüler.
Aynı Resûlullah’ın üstün
vasıfları karşısında kinlerinden tırnaklarını ısıran, “Neden
bizim soyumuzdan gelemedi?
Bizim gibi düşünmüyorsa bu
dünya ona dar olmalı!” diyerek
işkence yapanlar gibi oldular.
Tuzak kurmak, işkence etmek,
hile yapmak hep onlar gibi
düşünenlerin şiârı oldu. Gizli iş
çevirmek, istenmeyeni bir şekilde susturmaya kalkmak hep
onların sığınakları oldu.
Dağlar kirli nefeslerle erimez;
görünen kadar görünmeyen
kısmı da vardır ve oradan insanlığın ruhuna hitap etmeye
devam ederler. Öldükçe ürer,
ezildikçe kükrer, kesildiği yerden
yeni şıvgınlar biter. Sonra dağ
yamaçları lâlezâr olur, gülşen
olur, nice Muhsinler bu millete
“Başkan” olur.
Dağlar devrilmez, içlerinden
lâvlar aksa da hep dik, hep sağlam olurlar. Cansız görünseler
de dünyaya denge olur, eteklerindekilere gölge olurlar. Zirveleri kar boran olsa da, bu onların
yüceliğinin emâresi, güçlerinin
nişânesi olur.
Dağlar sadece Ferhat gibi
âşıkların karşısında erirler; söz
konusu düşman olunca, oldukça
sert, oldukça heybetli olur da
geçit vermezler. Ve burçlarına
bayrak dikilir, onlar mânen hiç
ölmezler.
Muhsin Başkan… Yüreği çatal,
tek kişilik ordu… Ebu Zer gibi
tek, Ömer gibi mertti… Düğün
mü, bayram mı? Bu kalabalık
ne, nedir bu mahşerî akın? Bir
yiğit, bir yiğit gidiyor dünyadan
ukbâya!
Ben kadın hâlimle çıksaydım
dağlara, ellerimle temizleyip
siper olsaydım yağan kara...
Beş bin insan değil, beş milyon
çıksaydı… Her bir adıma, her bir
otun başına…
Ey yiğit, ey aslan, uğurlar ola,
rahat uyu bargâhında!
Sen, ey yiğit! “İstiklâl Marşı”
dedin, “Kur’ân-ı Kerîm” dedin…
İnsanlık şahit ki, bunun için mücadele verdin! Şimdi ebedî bekçilik yapmak üzere marşın yazıldığı
yere gittin. Kim diyor “Gömüldü”
diye, bizim ölülerimiz diridir,
bizleri yöneten ölülerimizdir.
İstiklâl Marşı’na gönül verdin,
şimdi onun başını bekleyen
nöbetçisin. Onu ruhlara okumak
üzere görevlendirildin. Ölümünün sene-i devriyesinde rahmetle anıyoruz.
Ruhu şâd olsun! (Âmin.)
haberajanda
Toplum
Ayşe Müzeyyen Taşçı
[email protected]
E
TRAFINIZDA kanadı kırık
kuşlar gibi savrulup duran
yetimlerimizi hiç fark ettiniz mi? Hani Peygamber’in
(as) Kendi yetimliği üzerinden kutsiyet atfettiği
emanetlerimizi?
“Kim kendi yetimini ve
bir başkasının yetimini
himâye ederse, Cennet’te
Bize yakındır” diyerek yetimliğin acınası değil, bilakis rütbe kazandıracak bir
kutsiyete sahip oluğuna
dikkat çeken Abdullah’ın
yetimi Hz. Muhammed
(as) böyle buyurmuştu.
Yetim gülerse,
dünya gülecek!
YERYÜZÜNDE her gün tam 10 bin çocuk yetim kalıyor! 24
saat içinde 6 bin çocuk, insan tacirleri tarafından kaçırılıyor!
Yılda 2 buçuk milyon çocuk satılıyor! 300 bin çocuk, boylarından büyük silahlarla cepheye sürülüyor! 100 milyon çocuk
sokaklarda yaşıyor! 200 milyon çocuk, bu şartlar altında ve
himâyesiz hâlde kaderlerine terk edilirken, aynı dünya tarafından 2 buçuk trilyonluk bir bütçe sadece silahlanmaya ayrılıyor.
Coğrafyalarımızda
anne ve babasını kaybetmiş 200 milyon yetim
çocuğun var olduğunu
unutmamak gerek!
Savaş, işgâl, doğal afet
ve çeşitli sebeplerden dolayı yetim kalan çocuklar,
pek çok tehlike ile karşı
karşıya kalmaktadırlar.
Yeryüzünde her gün
tam 10 bin çocuk yetim
kalıyor! 24 saat içinde 6
bin çocuk, insan tacirleri
tarafından kaçırılıyor! Yılda 2 buçuk milyon çocuk
satılıyor! 300 bin çocuk,
boylarından büyük silahlarla cepheye sürülüyor!
100 milyon çocuk sokaklarda yaşıyor! 200 milyon
çocuk, bu şartlar altında
ve himâyesiz hâlde kaderlerine terk edilirken, aynı
dünya tarafından 2 buçuk
trilyonluk bir bütçe sadece silahlanmaya ayrılıyor.
Özellikle misyoner
teşkilatların, organ mafyası, fuhuş mafyası ve suç
örgütlerinin tehdidi altındaki bu çocuklar ümmete
emanettirler ve istikbâlde
yaşayacakları her türlü
olumsuzluğun vebali her
birimizin omuzlarındadır.
Son yıllarda özellikle
İHH’nın öncülüğünde
coğrafyalarımızdaki yetimlerin tespiti ve himâye
edilmelerine yönelik pek
çok STK faaliyet göstermeye başladı. İHH düzenli
sponsorluk sistemi ile 80
bin yetime ulaşarak onların aylık giderlerini karşılarken, herhangi bir yakını
bulunmayan yetimler için
farklı coğrafyalarda 30’un
üzerinde yetimhanede
kutsal emanetlerimizi
himâye ediyor.
Yine geçtiğimiz yıl
Millî Eğitim Bakanlığı ile
işbirliği yapan İHH, başlatılan “Her sınıfın bir yetim
kardeşi var” kampanyası
ile okullarda yaptığı
faaliyetlerle hem yetim
algısını oluşturmak, hem
de himâye edilecek yetim
sayısını yükseltmeyi
amaç edinmektedir.
Bir başka sevindirici gelişme ise, İslâm dünyasının
İHH’nın teklifi üzerine bundan böyle her Ramazan
ayının 15. gününü Yetim
Günü olarak kutlama
kararı alması oldu.
Kanaatim o dur ki,
büyükten küçüğe her bir
fert yetimler konusunda
bilinçlendirildiğinde, israfa giden yaşamlarımızda
yetimlere bir yer açılacak,
bireysel ve toplumsal
yaşamımıza bereket
gelecektir.
Bundan dolayıdır ki,
yoğun faaliyet ağı ile gündemlerimize taşınan İHH,
yeryüzündeki yetimlerin
himâyesi ve eğitimi için
yapmakta olduğu faaliyetlere dikkat çekmek maksadı
ile 16-31 Mart tarihleri arasını
“Yetim Dayanışma Günleri”
etkinliğine ayırmıştır. Bizler de gerek Ramazan ayının 15. gününe
atfedilen Yetim Günü
ve gerekse Mart ayında
faaliyetlerin yoğunlaştığı
Yetim Dayanışma Günleri
vesîlesi ile yetimlerimizi
günlük yaşamlarımızın
kaygıları arasına katmalı
ve 200 milyon yetimin
tamamına sahip çıkmak
üzere gayret göstermeliyiz.
Biz sahip çıkmaz isek
şayet, adları “yetim” ve
hep ümmetin boynu bükükleri olarak kalacaklar!
nisan 2016
101
haberajanda
Toplum
Ontolojik kaygıların oluşturduğu kur
K
İTLE iletişim araçlarındaki gelişmeler ve bu gelişmelerin iletişim sahasına olan etkisi diğer teknolojik gelişmelerle bütünleştiğinde, toplumda bireyselleşme giderek artıyor. Bunun sonucunda ise yalnızlaşma doğuyor.
Yalnızlık, bireyin korkularını ortaya çıkarıyor. Bu durum diğer toplumsal
sorunlarla birleşince, korkuların sarmalladığı bir toplumsal yapı ortaya çıkıyor.
>> Öğrencilerimiz okul
korkusu yaşıyor. “Yapamazsam…”, “Bilemezsem…”,
“Arkadaşlarım gülerse…”,
“Öğretmenim kızarsa…”,
“Hocam dalga geçerse…”
diye korkuları var öğrencilerimizin.
Gençlerimizin de kokuları
var. Çok sayıda gencimiz
gelecek korkusu taşıyor. Eğitim hayatları sonucunda bu
korkuları yenip bir şekilde iş
hayatına atılabilmiş olanlar
Bilmedikleri bir
şey var! Toplumun
ferâseti, o hormonlu
düşüncelere kanmayacak kadar geniş.
Bu gerçeği bilmeleri,
belki hakîkat korkularını yenmelerine de
yardımcı olur.
102
nisan 2016
iş ve ev arasına sıkışıp bir tür
sosyal fobiye tutulabiliyorlar.
İnsanlar kalabalıklara karışmaktan, onların içerisinde
bulunmaktan korkabiliyorlar.
Bunların yanı sıra, bazılarımız karşı cinsle arkadaşlık
kurmaktan, onlarla vakit
geçirmekten korkuyor. Âşık
olanlarımız kendini ifade
edememe korkusu yaşıyorlar.
Kendini ifade edebilenler,
reddedilme korkusu içindeler.
Kendini ifade edip aşklarına
karşılık bulmuş olanlarsa terkedilme korkusu ile baş başa
kalabiliyorlar. Bunları aşıp
mutlu bir yuva kurmuş olanlar, ilerleyen yaşlarda cinsel
korkular yaşayabiliyor.
Tüm bunları aşıp normal
bir birey olarak yaşamlarını
sürdürmeyi başaranların da
korkuları yok değil. Gençliklerini kaybetme korkusu
ile insanlar, kazandıklarını
ölçüsüzce kozmetik ürünlerine ve estetik operasyonlara
harcayabiliyorlar. Altmışlı
yaşlardan sonra insanları
yaşlanma korkusu sarıyor.
İnsanlar hayatlarının bu
demlerinde geriye dönüp
hayatın muhasebesini yapıyorlar. Bu muhasebe sonunda
önünde koca bir hiç görenler,
hayatı anlamlı yaşayamadığını düşünenler ölüm korkusu
yaşayabiliyorlar.
Korkularımız bunlarla
sınırlı değil. Artık küresel bir
boyut hâline gelmiş olan terör, toplumsal korkularımızın
başında geliyor. Yani fiziksel
güvenliğimizden dolayı
korkular yaşayabiliyoruz.
Mültecî krizi ile birlikte Batı
dünyasını yabancı korkusu
sarmış durumda.
Örnekleri çoğaltabiliriz,
fakat hangi örneği verirsek
verelim, tüm örnekler bize
“korku” dediğimiz olgunun
güvenlikle ilgili olduğu gerçeğine götürür. Güvenlik ise
nefes alma, beslenme, uyuma
vb. fizyonomik gereksinimler
dışında insanın en çok ihtiyaç duyduğu gereksinimdir.
Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi de buna işaret eder.
Güvenliği tesis etmeden,
güvenliği inşâ etmeden ne
bireysel, ne de toplumsal olarak hiçbir şeyi tesis edemez,
hiçbir şeyi teminat altına alamazsınız. Yapmak istediğiniz
şeyleri de inşâ edemezsiniz.
İnsanlar bu korkuları
unutabilmek, korkularından
kaçabilmek, kendilerini
Aytekin Atasoyu
[email protected]
gusal gerçeklik ve hakîkat korkusu
güvende hissedebilmek için
çeşitli çareler arıyorlar. Kimileri korkularını unutabilmek
için oyun ve eğlenceye yönelebiliyor. Azımsanmayacak
sayıda kişi, kendini ne kadar
çok oyun ve eğlenceye vurursa, o kadar korkularından
uzak olacağına, kendini güvende hissedeceğine inanıyor.
Kimileri ise korkularından
emin olabilmek için dine ve
dinî ritüellere yönelebiliyor.
Kimileri de Uzakdoğu kökenli yoga ve “Feng Shui”
denilen psikolojik deşarj
yöntemlerine başvuruyorlar.
Kimileri ise alkole yönelebiliyor. Çok az kişi ise psikolojik
destek almak için psikologlar
ve psikiyatristlerin kapısını
aşındırıyor.
Bu yöntemlerin bazıları
gerçekten işe yarayabiliyorken, bazıları sadece korkulardan kaçmak anlamına
geliyor. Hâlbuki korkularla
yüzleşebilsek, onları kontrol
altına alabildiğimizi görürüz.
Kurgusal gerçeklere
inanmayın!
Bu korkuların dışında, insanın önünde yenmekte zorlandığı bir başka korku var.
O korkunun adı ise “hakikat/
gerçeklik korkusu”dur.
Aidiyetlerimiz, inançlarımız ve değerlerimiz bizim
bir olguyu kabul veya reddetme noktasında en temel
belirleyenimizdir. Aidiyetlere,
inançlara ve değerlere ters
düşen olgular gerçek bile
olsalar, ontolojik kaygılardan dolayı insanlar bunları
reddetme eğilimine girerler.
Çünkü hakîkatin kendisi
insanın benliğine yüklediği
anlama ters düşerse benlik
anlamsızlaşır. Hakîkat bu durumdaki bireyi kuşattığında,
bireyin daha önce yaşamadığı
bir korku baş göstermeye
başlar.
Çünkü hakikat, bu durumdaki bireyin aidiyetlerini,
değerlerini, hatta ve hatta
kişilik ve kimliğini oluşturan
hemen her şeyi hallaç pamuğu gibi dağıtır. Bu durumla
karşı karşıya kalan çoğu
insan, aidiyetlerindeki anlamsızlaşma, değerlerindeki
tersine dönmüşlük, kişilik ve
kimliğindeki negatif aşınma ve dağılmadan dolayı
hakîkate karşı tavır almaya
başlar. Bu durumda kişi,
aidiyetlerinin, değerlerinin,
kişilik ve kimliğinin ona
dayattığı kurgusal gerçekliğe
sarılmaya çalışır. Bu korkunun ontolojik temelli olması
bireyin hakîkat karşısında
yaşadığı korkuyu o kadar
büyütür ki, birey hakîkate
çok acımasız bir şekilde saldırmaya başlar.
Birey bu durumda hakîkati
yermek, onu gözden düşürmek ve gerçeğin dayattığı
hakîkati dış dünyaya öcü gibi
göstermek için her şeyi yapar.
Bunu yaparken bir yandan
da sahip olduğu aidiyetlerin,
inandığı değerlerin, kişilik ve
kimliğinin kendisine dayattığı kurgusal gerçeği, sahte
insan hakları savunuculuğu,
sözde düşünce özgürlüğü,
sanal insan hakları savunuculuğu vb. şeylerle süsleyerek
hormonlu hâle getirmeye
çalışır. Böylece hakîkati boğabileceğini ve içine düştüğü
korku ikliminden uzaklaşabileceğini düşünür. Bunun için
de inandığı kurgusal gerçeği
idealize eden sahte kahramanlık hikâyeleri uydurur.
O kurgusal gerçeği besleyen
medya içeriklerini izler. O
sahte gerçeği besleyen yayınları okur. Motivasyonunu
arttırmak için kurgusal gerçeği benimsemiş insanlarla
oturup kalkmaya başlar. Ona
gerçeği hatırlatacak kişilerden uzak durur. Ona gerçeği
gösterecek ortamlardan kendini yalıtır. Yaşadığı hakîkat
korkusunu bastırabilmek için
kendi gibi kurgusal gerçekliğin peşinden koşanlarla arkadaşlık, dostluk kurar. Hatta
yaşadığı korkunun şiddetine
bağlı olarak kurgusal gerçekliğin birey ve toplumlar tarafından kabul edilmesi için o
kurgusal gerçekliğin militanlığına bile soyunabilir.
Ama hakîkat her şeyin üstündedir. Öyle olması gerekir.
Bu yüzden hakîkate ulaşmak
istiyorsak, onun peşinden
koşmak durumundayız.
Bunun için aidiyetlerimizin
esiri olmadan, değerlerimizi
dogmatize etmeden, kişilik
ve kimliklerimize kusursuzluk atfetmeden meseleleri ele
almak durumundayız. Böyle
yaparsak hakîkate ulaşmamız
kolay olur. Aksi halde esiri
olduğumuz aidiyetler, dogmatize ettiğimiz değerler ve
kusursuz gördüğümüz kimlik
ve kişiliğimizin ortaya çıkardığı kıskaçta hakîkati benliğimize kurban etmiş oluruz.
Toplumsal ve siyasal arenada cereyan eden olaylara
da bu minvalde bakmak
gerekiyor. Nasıl ki hakîkat
korkusu yaşayanlar gerçeği
yermek, onu gözden düşürmek ve gerçeğin dayattığı
hakîkati dış dünyaya öcü
gibi göstermek için her şeyi
yapıyorlarsa, siyasal arenada
hakîkat korkusu yaşayanlar
da hakîkati temsil edenleri
yermek, onları topluma öcü
gibi sunmak için her şeyi
yapabiliyorlar. Kendi düşüncelerini ise tıpkı hakîkat
korkusu yaşayanların yaptığı
gibi sözde düşünce özgürlüğü, sahte insan hakları
savunuculuğu, sanal barış
ve demokrasi istekleri gibi
şeylerle süsleyerek hormonlu
hale getirip topluma sunmaya çalışıyorlar.
Ama bilmedikleri bir şey
var! Toplumun ferâseti, o
hormonlu düşüncelere kanmayacak kadar geniş. Bu gerçeği bilmeleri, belki hakîkat
korkularını yenmelerine de
yardımcı olur.
nisan 2016
103
SINEMA
haberajanda SİNEMA
Ülkemizde belgesel
filmlerinin iltifat
görmesi pek alışık
olmadığımız bir şey
olduğundan, “Ah Yalan
Dünyada” belgeselinin
az sayıda salonda da
olsa vizyonda olması,
ayrıca takdir edilesi bir
gayret. Belgeseli izleyip de salondan ağlayarak çıkanların her
biri ortak bir cümlede
buluşuyor: “Onu yeterince tanımamışız!”
Merhum
Neşet Ertaş
104
nisan 2016
Yeşim Tonbaz // [email protected]
ŞU YALAN DÜNYADA
BİR “İNSANLIK” HAZİNESİ:
NESET
ERTAS
B
U toprakların şiirinde,
hikâyesinde, sazında
ve sözünde hep bir
derviş sezgisi, bir Hoca
Nasreddin fıkrası, bir
Dedem Korkut nasihati
iz bırakmıştır. Gün gelip
de sinemanın perdelerde yansıdığı vakitlere dayandığında, tüm bu
birikimin ardı ardına sıralanması, birer birer
perdeden akması beklenir, el-hak. Bir süzgeçten geçirip, arıtıp, damıtıp başucumuza
koyduğumuz irfânî bilgilerle beslenecek bir
7. sanat umudu şuracıkta dururken, geleneği
bir ilaç gibi üzerinde taşıyan niceleri şu bîçare
dönemin mahdumlarına şifa olmak için bir
vesîle de aramaktadır.
Şimdi bir Neşet Ertaş, uçuşup duran
hakîkati anlamlı, incelikli ve çoğu zaman
dokunaklı bir yumak yapıp sırça köşklerimize
yuvarlayan bir söz üstadı göçüp gidince bu
âlemden, en büyük üzgünlük kendimizedir.
Onu tanıyan, ona kulak veren yahut onunla
bir arpa boyu olsun yol almış olan bilir ki, o
Bozkırın son tezenesidir.
Anadolu irfânını taşımaktan ziyade, “Gölgeye girenin gölgesi olmaz!” diyerek bizzat
bu irfânla yoğrulan Neşet Ertaş’la ilgili kitaplar yazıldı, belgeseller çekildi. Onu tanıyanlar
her fırsatta ondan aldıklarını aktarabilmenin
telaşını taşıdılar tanımayanlara. Son olarak
geçtiğimiz günlerde vizyona giren, Atalay
Taşdiken ve Hacı Mehmet Duranoğlu’nun
yönettiği “Ah Yalan Dünyada” belgeseli, Neşet Ertaş’ta mündemiç olan o derin dünyayı,
o irfânî duyguyu paylaşabilmenin yollarını
arıyor. Şu yalan dünyanın bir tek “insan”ını
seven, hangi din, ırk ve fikirden olursa olsun,
bir ve tek olmanın gönül harcını sazıyla ve
sözüyle sevenlerine mîras bırakan Neşet
Ertaş’ı bu anlamlı belgeselle bir nebze olsun
hayatımıza almak mümkün.
Filmin yönetmenlerinden Atalay
Taşdiken’e göre “Ah Yalan Dünyada”nın diğer
belgesellerden farkı, otobiyografik bir belgesel olmaktan ziyade, bazı anıları üzerinden
Neşet Ertaş’ın insanî kimliğini, hayata bakışını, derviş tutumunu ve asıl önemli olanı da
bugün çok ihtiyacımız olan “ayırmak değil,
bir etmekle” ilgili hayat felsefesini anlatmaya
çalışmak...
“Ben Neşet’in bugüne örnek olabilecek
bir deryâ olduğunu az çok biliyordum, fakat
belgesel çalışmasına girdiğimizde hayranlığım başka bir boyut kazandı” diyen Taşdiken,
Ertaş’ın binlerce yıldan damıtılan bir kültürün
GÜLCAN TEZCAN
GAZETECİ
N
EŞET Ertaş öyle bir
deryâ ki, bu çalışmaların her biri onu
yeniden sevmemize vesîle
oluyor. Belgesel, Ertaş’ın
gönül dünyasının kapılarını
aralıyor. Her ne kadar tanıtım bülteninde ve belgesele
konuşan kimi isimler “Ertaş’ın
felsefesi” diye ifade etseler de, belgesele yansıyan anılar ve Büyük Usta’nın
sözleri, aslında Anadolu irfânının
Neşet Ertaş’ta nasıl ete kemiğe büründüğünü gözler önüne seriyor.
Babasının dizi dibinde öğrendiği
âşıklık geleneğini son nefesine kadar
sürdüren Büyük Usta, alın teriyle kazanmadığı tek kuruşa el uzatmayan,
Almanya’da olduğu yıllar boyunca
onlarca firmanın kendinden habersiz
olarak bastığı ve çoğalttığı albümlerinden doğan hakları konusunda bile
sessiz kalmayı seçen, sazını ve sözünü
aşkla söyleyen bir memleket âşığı...
Öyle kanaatkârdır ki, kendisine
sunulan mükellef bir sofra karşısında
bile “Bulgur pilavı yok mu?” diye soracak kadar tok gözlüdür. Hayatı hep
zorluklar içinde geçer. Sağlık sorunları
sebebiyle gittiği Almanya’da geçmişe
göre daha iyi bir hayat yaşar ama orada da sanatına, dinleyenlerine, memleketine hasrettir. Komşuları rahatsız
olduğu için evinde bile saz çalamaz.
Gazetecilik yaptığı yıllarda bir haber için Almanya’ya giden yönetmen
Reis Çelik, tesadüfen Ertaş’ı bulur ve
haber yapar. Böylece yeniden hatırlanır. Aslında hiç unutulmaz Büyük
Usta. Türküleri her daim dilden dile
dolaşır. Kimlik ve aidiyeti konusunda
hiç konuşmaz. Sadece “Ayrım yapan,
kendini ayırır” der. Bu ifade bile onun,
toplumun her kesimi tarafından neden
bu kadar büyük bir muhabbetle kucaklandığının özeti gibidir. O kendini
hiçbir zaman yaşadığı toplumdan
ayrı tutmaz. Dinleyenlerine sevgisi ve
saygısı, her konserinde mutlaka tekrarladığı ‘Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hizmetçisiyim” cümlesinde
somutlaşır.
Taşdiken ve Duranoğlu’nun titiz bir
çalışma sonucu ortaya çıkardığı belgesel, Neşet Ertaş’ı sevenlerin yüreğini titrecek bir yapım. Şimdi sıra belki
de belgeselleri ve kitaplarına sinema
filmlerini eklemekte!
nisan 2016
105
haberajanda Sinema
Yönetmen
Atalay Taşdiken
son temsilcisi olduğu kanaatinde. Bunda elbette coğrafya etkisi de büyük. Medeniyetler beşiğinden neşet edip hiçbir tedrisattan
geçmeden, ümmî duyguları kaybetmeden
çağlayan bir kaynağın son eşiği o.
Bu kaynağa erişebilmenin son demlerini
yakalamış bir yönetmen olarak daha önce
“Kız Kardeşim Mommo” ve “Meryem” filmlerinde de Neşet Baba’dan temalar kullandığını
da ekliyor Taşdiken:
“Daha önce tanışamamış olsam da, Meryem filmindeki Abdal Haydar karakterini
Neşet Ertaş’ın oynamasını hayâl ederek
yazmıştım. Fakat rahatsızdı ve oynayamadı.
Benim Neşet’le olan ilişkim, bir gönül bağı idi.
Aynı toprağın çocuğuyduk ve ona hayranlık
duyuyordum. Yeni de değil bu. Belgeseli de
bunun bir görev olduğunu düşünerek yaptım.
Dünyaya ve dünya malına son derece mesafeli, iyilik yapmayı ve onu da göstermeden
yapmayı asıl iyilik olarak salık veren Neşet
Ertaş, sevginin ve sevmenin derin hissiyatını
birer mihenk taşı olarak her sözüne ekler
ve ‘Allah sevmediği kulunu yaratmaz’ der
Ertaş. O kadar derin bir şey ki bu, etrafımızda
kamplaştığımız, en ufak bir farklılıktan dolayı
birbirimizden nefret noktasına geldiğimiz
bu zamanda belgesel çalışması ile kendimde
muhasebe ettiğim çok şey oldu.”
Ülkemizde belgesel filmlerinin iltifat
görmesi pek alışık olmadığımız bir şey olduğundan, “Ah Yalan Dünyada” belgeselinin
az sayıda salonda da olsa vizyonda olması,
ayrıca takdir edilesi bir gayret. Belgeseli izleyip de salondan ağlayarak çıkanların her biri
ortak bir cümlede buluşuyor: “Onu yeterince
tanımamışız!”
Hayattayken UNESCO’nun “Yaşayan İnsan
Hazinesi” olarak ilân ettiği Neşet Ertaş’ı
tanımanın yolunu arayan ve belgeseli izleyen
gazeteci ve tiyatrocu arkadaşlarımızdan,
belgeselin kendilerinde bıraktığı izlerin peşine düştük.
106
nisan 2016
AYŞE ŞAHİNBOY DOĞAN
Kulis Tiyatro Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
“B
OZKIRIN Tezenesi” diyerek sahiplenilen, Anadolu
irfânını sanatına yansıtan, bu
dünyadan ebedî âleme göçse
bile unutulmayacak olan bir
ustayı anlatıyor “Ah Yalan
Dünyada”. Atalay Taşdiken
ve Hacı Mehmet Duranoğlu
yönetmenliğinde, bir belgeselden
daha fazlasını izliyoruz aslında. Neşet
Ertaş’ın fikrî altyapısını anılar, hatıralar ve kendi demeçlerinden derlenen
görüntülerle öğrenmiş oluyoruz. İrfan
kültürünün Ertaş’taki edep yansımasını, hayatı boyunca yaşadığı sıkıntıları, tevazuun bir sanatçıda nasıl asil
durduğuna şahitlik ediyoruz.
Belgesel için seçilen isimler, konuşmaların akışı ve kurgu, bu anlamda
izleyene Neşet Usta’nın samimiyetini
de yansıtıyor. Bütününe baktığımız
zaman belgesel, bizi Ertaş’la kısa bir
seyahate çıkartıyor. “Saygısızlık olmazsa ceketimi çıkartabilir miyim?”
diye soruyor onu dinlemeye gelmiş
yüzlerce hayranına. İnsanın insana kıymet vermediği bir dönemde
Ertaş’ın bu hassasiyetlerini gözlerimiz
dolarak izliyoruz. “Ayıran, kendini
ayırır” diyor başka bir konuşmasında, “birlik” çağrısının nasıl yapılması
gerektiğini öğretiyor bize.
Kullanılan fotoğraflar, kayıtlar ve
belgesele konuşan isimlerin anlattıklarıyla “Ah Yalan Dünyada”, Neşet
Ertaş gibi usta bir sanatçıyı anlamaya
başlamak ve tanımak için önemli bir
çalışma.
Yeşim Tonbaz
Bu toprağın
sinemasının zamanı geldi!
T
ŞİMDİ sinemacılarımızın vazîfesi
daha ağır! Eski
bahaneler kalmadı artık. Ne
yasaklar var, ne de
imkânsızlıklar. Cep
telefonuyla bile
film çekilebilen şu
zamanda kimsenin
bahanesi kalmadı.
Batı’nın teknolojisinin alınacağı en
verimli alan da sinema olsa gerek.
OPRAK, insanoğlunun
özü; sanatın
da… İnsandan,
coğrafyadan
ve somut her
şeyden uzaklaştırılarak tarif
edilmeye çalışılsa da sanat,
-tıpkı insan gibitopraktan gelir.
Nereye gideceğini
henüz bilemesek
de, insanoğlunun varlığıyla sınır koyduğumuz
âlemimizin ömründen
fazlası olacağını sanmam.
İnsandan daha fazla
olmayan sanatın ihsânı
ise sinema olsa gerek.
En genç, en pahalı ve
en şımarığı diyebiliriz.
Üretimi en zor olmasına
rağmen tüketimi ve kolay
olanı aynı zamanda… Tam
da insanoğlunun modern
çelişkileri gibi! İşte sırf
bu sebepten ötürü dahi
sinema, insana mahkûm
ve insandan mütevellittir!
İnsanın toprağı, sinema
sanatının bayrağıdır. Bir
sinema eserinin nerede
neşet ettiği, nasıl doğduğu, nasıl değerlendirildiği gibi birçok sorunun
cevabı toprağa bağlıdır.
Yaratan’ın mükemmel tasarımı olan insanoğlunun
acziyeti misali, sinemanın
anlaşılırlığı ve icrâsı da
çok basit ve çok zordur.
Anadolu toprağının
dünya kültür mîrasına
katkısını düşününce,
sinemamızın kekremsi
tadına üzülmeden edemiyorum. Kıtalara, âlemlere
referans olan mümbit
yapısına rağmen “Türk
sineması” denen şeyin bir
türlü olgunlaşamaması,
son 150 yılımıza damga
vuran inkâr politikaları ve
ışık hızıyla geçilen kültürel duraklara bağlı.
İklim kuşaklarının
kaydığı, toprağın yapısının
değiştiği bir zamanda
sanatın norm ve form
yapılarının değişmemesi
düşünülemez. Sanat
odur ki, insan ve toprak
ile birlikte olgunlaşır.
10 yıl öncesine kadar
geçmişiyle dargın, toprağına karşı kibirli tavır
sergileyen sanatkârların
elinde prematüre bir
şekilde hayatını sürdüren sinemamız (90 yıllık
tarihindeki önemli bazı
dönemeçleri ve isimleri
yok saymıyorum, fakat
büyük resimden söz ediyorum), artık yeni seslerin ve sözlerin arenasına
doğru yol alıyor. Öyle bir
paradoks yaşıyoruz ki,
“yenilik” dediğimiz şey,
esasında asırlar ile biriken
ve çok önceleri keşfedebileceğimiz özümüzden
başkası değil.
“Bu toprağın sineması”
deyince aklıma Metin
Erksan gelir. Ömer Lütfi
Akad, Ahmet Uluçay gelir.
Sinemamızın simgesi
olarak gösterilenlerin
birçoğu gelmez. Zira onlar
ithal toprak kullanırlar.
Ait olduğu topraklardan
ayağını kaldırmayanın
dünyaya yabancı olduğu
iddiası, tam da bu minvalde safsatadan ibarettir.
En evrensel kaide insan
değil mi? İnsan, evren
değil mi? O hâlde insanı
anlatan, insanımızı anlatan, insanımızın toprağıyla
bağına odaklanan sanat
eserlerinin yerelliğinden
bahsetmek de ne oluyor?
Şimdi sinemacılarımızın vazîfesi daha ağır! Eski
bahaneler kalmadı artık.
Ne yasaklar var, ne de
imkânsızlıklar. Cep telefonuyla bile film çekilebilen şu zamanda kimsenin
bahanesi kalmadı. Batı’nın
teknolojisinin alınacağı
en verimli alan da sinema
olsa gerek. Teknolojinin
doğduğu yere, toprağa
doğru...
Toprağımız, yani
özümüz… Yani artık
yeni şeyler söyleyecek
olmamızın membaı… Ve
geçmiş ile gelecek arasındaki köprüyü ayakta
tutacak, zamanın ruhunu
doğru okuyup doğru dille
insanımıza ulaşacak olan
sinemaya burada en ağır
yük düşüyor. Bu toprağın
sinemasını yapmanın
zamanıdır!
nisan 2016
107
KITAP AJANDA
Kitap Ajanda
108
Dorman’ın çalışmasına harfiyen katılmasak da, bu çalışmanın geleneksel din
algısı üzerine önemli bir karşılaştırma kitabı olduğunu belirtebiliriz.
Bir müteşâbihat sorunu:
“Allah’a Öğretilen Din”
S
ON zamanlarda televizyon ekranlarında çokça karşılaştığımız genç bir
akademisyen olan Dr. Emre Dorman, sadece İslâm dünyasının değil,
apaçık düşmanı şeytan tarafından tarih boyunca aldatılan insanın hangi
yollara başvurarak din olarak yaşanması emredilenin yerine yaşadıklarını
nasıl din edindiğini ve de edindiği dinleri hangi cüretkâr kılıflara sararak
Allah’a karşı bir “sahte hikmetler mekanizması” geliştirdiğini irdeliyor.
nisan 2016
Sungur İnci // [email protected]
>> Dinî konularda neredeyse her kafadan bir ses çıkıyor
ve Allah’tan öğrenilmesi gereken din, Allah’a öğretilmeye
kalkılıyor. Allah tarafından
indirilen dini O’na öğretmeye
kalkanlara şöyle söyleniyor
Kur’ân’da: “Siz Allah’a dininizi
mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah
gökte ne var, yerde ne var,
hepsini bilir. Allah her şeyi çok
iyi bilmektedir.” (Hucûrat, 16)
Yine bir başka âyette bu
konu üzerinde şöyle duruluyor: “De ki, ‘Allah’ın göklerde
ve yerde bilmediği bir şeyi mi
Allah’a haber veriyorsunuz?’.”
(Yûnus, 18)
Peygamberimiz bizlere
Kur’ân aracılığıyla, “Ben
sadece bana vahyolunana
uyuyorum” (En’am, 50) ve “Sizi
sadece vahiy ile uyarıyorum”
(Enbiya, 45) diyor hesap günü
“Rabbim, gerçekten benim toplumum bu Kur’ân’ı terkedilmiş
(bir kitap) olarak bıraktılar”
(Furkan, 30) diyerek ümmetinden şikâyet edeceğini bildiriyor. Buna rağmen Kur’ân’dan
bihâber olup âyetlerini
içlerine sindiremeyenler,
bu uyarılara ve “İşte bunlar
Allah’ın âyetleridir ki, onları
sana hak olarak okuyoruz. Hâl
böyleyken Allah’tan ve O’nun
âyetlerinden sonra hangi
hadîse (söze) inanıyorlar” (Casiye, 6) gibi âyetlere rağmen
“hadis” başlığı altında Dinimiz
ve Peygamberimiz hakkında
Kur’ân’a uygun olmayan birçok rivâyette bulundular ve bu
rivâyetlerle Allah’ın indirmiş
olduğu dinden uzak, yeni bir
din uydurdular.
Elbette her dönemde
olduğu gibi tek kaynak
olarak Kur’ân’ı gösterip
sırf uydurma hadisler
üzerinden ilerleyerek
Habîbullah-ı Muhammed Mustafa’yı
(sav) itibarsız kılmaya
yeltenen bedbahtlar
olmuştur. Ancak
onların güçleri
hakîkatleri
karalamaya
asla yetmeyecektir.
Dorman’ın
çalışmasına harfiyen katılmasak da,
bu çalışmanın geleneksel
din algısı üzerine önemli bir
karşılaştırma kitabı olduğunu
belirtebiliriz.
Son Sultan
Osmanlı İmparatorluğu’nun
Sanremo’da Ölümü
Riccardo Mandelli
“E
ĞER Sanremo Devlet
Arşivi’nde bir tomar rastgele
derlenmiş adlî belge ile birlikte 6 santim 35 milimetrelik kullanılmış bir
mermi içeren mavi zarfı bulmamış olsaydım, bu kitap biraz zor yazılırdı. Belgelerdeki soruşturmanın konusu, 14 Mart 1924
tarihinde, Villa Nobel’de, kafatasına söz
konusu mermi saplanmış hâlde bulunan
Sultan Vahdeddin’in özel doktoru Reşad
Paşa’nın ölümüydü.” (Riccardo Mandelli)
>> 20 Mayıs
1923’te, Osmanlı
İmparatorluğu’nun
Son Sultanı Vahdeddin, geçici bir
süre yaşayacağına
inandığı Sanremo’ya
geldi. Kalbinde hep
günün birinde vatanına sultan olarak,
muzaffer bir şekilde
dönme umudu vardı.
Üç yıl boyunca hep
bu umutla yaşadı.
Fakat fakr u zaruret,
maiyyetindeki casuslar, kumar batağına
saplanmış acımasız
yardımcılar ve sürekli
başları derde giren
akrabalar peşini bırakmadı. Ve bir gün
beyninde bir kurşunla
bulunan depresif doktoru Reşad Paşa... Bu
bir intihar mıydı, yoksa cinayet mi? Peki,
Doktor Reşad’dan
sonra sıra kime gelecekti? Etrafındaki
cinayet çemberi daralarak Son Sultan’ı da
mı içine alacaktı? Sultan Vahdeddin,
Osmanlı topraklarını
nasıl terk etti? Mustafa Kemal Paşa’nın,
Sultan Vahdeddin’in
yanındaki casusları
kimlerdi? Sultan
Vahdeddin, Mussolini ile neden görüştü? Mussolini’nin
Türkiye’yle ilgili
planları neydi? İtalyan polisi Sultan
Vahdeddin’in her
adımını neden izliyordu, ne gibi raporlar tutmuşlardı?
Sultan Vahdeddin’in
özel doktoru Reşad
Paşa’nın ölümünün
ardındaki sır perdesi
neydi? Sultan Vahdeddin zehirlendi mi?
İtalyan polisi bu anî
ölümle ilgili kimlerden
şüpheleniyordu? Sultan Vahdeddin’den
sonra Osmanlı
Hanedanı’nın başına
gelen acı olaylar ve
bir bir dağılan hanedan üyeleri…
Bu ve buna benzer birçok sorunun
cevabı, Riccardo
Mandelli’nin İtalyan
Devlet Arşivi, Dışişleri Bakanlığı Arşivi ve
Sanremo Belediyesi
Arşivi’ne girerek Son
Sultan Vahdeddin’in
son 3 yılını araştırıp
yazdığı bu kitapta
bulacaksınız.
İsrail ve Yahuda Krallıkları Tarihi
Şeyma Ay Arçın
TEK bir atadan Birleşik Krallık’a ve sonrasında
iki farklı
devlet
hâlinde
Asur
ve Babil
istilâsına kadar politik
yaşamına devam
eden İsrail halkının en
eski tarihleri, dinî bir
anlam içermesi bakımından oldukça ilgi
çekicidir. Şu bir gerçektir ki, adı geçen
krallıklar, uygarlık
tarihine aynı bölgedeki diğer devletler gibi
damga vuran yenilikler bırakmasalar da
bugün hâlâ isimlerini
andığımız halkın erken
dönemlerini oluşturmaları sebebiyle
dikkate değerdir.
nisan 2016
109
Kitap Ajanda
TÜRK PAPA
Ümit Doğan
ATATÜRK,
Papa Eftim için
“Bu memlekete bir ordu
kadar yardım
etti” ve “Papa
Eftim benden
daha Türk’tür”
sözünü neden
kullandı? Papa Eftim’in
“Ben, Türkoğlu Türküm” diyerek Yunan
İşgâl Kuvvetleri’nin
karşısında durmasının
sebebi nedir?
Papa Eftim,
Anadolu’nun Rumlaştırılması karşısında
hangi tedbirleri aldı?
Karadeniz bölgesinde
başlayan Pontus isyanının İç Anadolu’ya
sıçramasını nasıl önledi? Meşhur Keskin
Beyannamesi ile dünya
kamuoyuna hangi
mesajı vermişti?
Atatürk, Papa
Eftim’le ne görüştü,
ondan ne istedi? Papa
Eftim’in kurduğu Türk
Ortodoks Patrikhanesi
ile Fener Rum Patrikhanesi neden ters
düşmüşlerdir? Papa
Eftim’in, kendisine bağlı
kiliselere Türkçe ibadet
şartı getirmesinin sebebi nedir? Kıbrıs meselesinde Makarios’u
neden afaroz etti?
Atatürk’ün “fesat
ve hıyânet” ocağı
dediği Fener Rum
Patrikhanesi’ne hangi
hükûmetler ne gibi
tavizler vermişlerdir?
ABD destekli Athenagoras, apar topar
Türk vatandaşlığına
geçirilerek nasıl Fener
Rum Patriği yapıldı?
Adnan Menderes
neden Fener Rum
Patrikhanesi’ni ziyaret
ederek Athenagoras’a
niçin övgü dolu sözler
sarf etmişti?
Papa Eftim ve Alparslan Türkeş arasındaki yakın ilişkinin
110
nisan 2016
sebebi neydi?
Turgut Özal
döneminde
Fener Rum
Patrikhanesi’ne
ne gibi tavizler verilmişti?
Ekümeniklik
meselesi nedir?
İstanbul’da “Vatikan”
gibi din esaslı bir şehir
devleti mi kurulmak isteniyor? Türk Ortodoks
Patrikhanesi’nin adı
Ergenekon Davası’na
nasıl karıştı? Papa
Eftim’in akrabalarının
Ergenekon sürecinde
akıbetleri ne oldu?
DOĞU’NUN KAYIP
KİTAPLARI
Ahmet Dinç
İNSANOĞLUNU kitapla
tanıştıran Doğu’nun bu
konudaki öncülüğü yakın çağlara kadar sürdü.
Doğu’nun kaybolan kitapları bile, Batı’da üç yüzyıl
öncesine kadar yazılmış
tüm kitaplardan daha
fazlaydı.
Bu iddiayı ispatlayabilmek için aykırı bir bakışla
Doğu’nun kayıp kitaplarının ve o
kitaplarda
bugünün
bilim ve
medeniyetine yapılan eşsiz
katkının
izini sürdük. Batı medeniyetinin köşe taşı olmuş
isimlerinin yazdığı kitapların ve yaptıkları bilimsel
buluşların altında çoğunlukla Doğuluların yazdığı
bugün kaybolmuş kitaplar
bulunduğunu teslim
etmek gerekir.
Kendi alanında dünyada bir ilki oluşturan
bu çalışmanın en önemli
amaçlarından biri de,
kayıp kitapların derli toplu
bir listesini ortaya koyup
bulunmalarına katkı
sağlamaktır.
Dinamik Çözümleme
İTHAFLAR
Samiha Ayverdi
Muhammet Fatih Şahin
AKŞEMSETTİN padişah olsaydı, İstanbul
fethedilebilir miydi? Her
hükûmet döneminde
zenginleşen iş adamlarına karşı tavrımız
ne olmalı? Mehmetçik
Birinci Dünya Savaşı’nda
Galiçya’ya giderken ne
hissetti? Çöl Kaplanı
Medîne’yi İngilizlere karşı
nasıl savundu? Türkiye
ne zaman köprü ülke konumundan merkez ülke
konumuna geçti?
Soğuk Savaş yıllarının
ülkemize yansıması nasıl
oldu? Paranın icadından
günümüze kadar geçen
sürede insanın hangi
duyguları neyi beraberinde getirdi? Kimin basit
bir cemaat mensubu
olduğunu, kimin paralel
yapının bir üyesi olduğunu nasıl anlayacağız?
Tarihteki sıcak savaşlarda ve günümüzdeki
soğuk savaşlarda lider
mi daha önemlidir, ordu
mu? Türkiye’nin en kanlı
darbe girişimini Kenan
Evren mi gerçekleştirdi,
Talat Aydemir mi? Ülke
olarak adâlet satürasyonumuzu yükseltmek için
neler yapmalıyız?
İşte bunun ve daha
birçok sorunun cevabını
bulacağınız “Dinamik
Çözümleme”, gündemimizde olan veya olmayan
birçok soruyu özgün bir
biçimde ele alıyor ve soruları geniş bakış açısıyla
yorumluyor. Tarihî ve
siyasî konulardan oluşan
bu kitap, akıcı üslûbuyla
da dikkat çekiyor.
Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü
Oral Sander
PHOENİX, Grek ve Mısır
mitolojisinde beş yüz yıl
yaşadıktan sonra kendini ateşe atan ve külleri
arasından yeniden doğup
sonsuza dek var olan bir
kuştur. O kadar yaşadıktan sonra bu intiharı
neden kendisine lâyık
gördüğü
pek belirli
değilse
de, aynı
kalıp içinde uzun
süre yaşamanın
yaratabileceği sıkıntı, bu
konuya dair bir neden
olarak düşünülebilir. Hele
külleri arasından başka bir
kuş olarak yeniden yeryüzüne dönmesi ve sonsuza
dek yaşama isteği dikkate
alınırsa, bu açıklama akla
yakın görünmektedir.
Phoenix’in Türkçede tam
bir karşılığı yok. Her türlü
doğaüstü yeteneğe sahip
ve çoğumuzun yakından
tanıdığı “Anka kuşu”nun
Phoenix ile ilişkilendirilmesi yanlış olmasa gerek.
SAMİHA
Ayverdi’nin
elli yılı
aşan yazı
hayatı
boyunca
yakın dost ve akrabaları ile devrin mühim
edebiyatçılarına imzaladığı kitaplardaki
ithafları üç sene süren
bir çalışma sonunda toplayarak 2002
yılında, çok az sayıda
basılmıştı. Satışa arz
edilmeyen ilk baskının
ardından geçen on dört
yıl zarfında çok sayıda
yeni ithaf bulunuyordu. Bu durumda daha
geniş kitlelere ulaşacak ilaveli bir ikinci
baskı yapmak lüzûmu
hissedilmiş ve böylece
her biri ayrı değer taşıyan ithafların hemen
tamamı okuyucuyla
buluşturulmuş.
Bu çalışma, Samiha
Ayverdi’nin yazdıkları
ile kendisine yazılanlar ve ithaf edilen
eserler olmak üzere
iki kısımdan müteşekkil. Çoğu birkaç
satırı geçmeyen, fakat
büyük kısmı önemli mânâlar ihtivâ eden
bu ithaflar, gerek yazarın eserlerinin, gerekse hayat görüşünün
anlaşılmasında mühim
ipuçları teşkil etmekte.
Zamanın edebiyat ve
kültür muhitinde isim
yapmış şahsiyetlerin
kendisine yazdıkları ifadelerse, onun
hakkında yazılanlar
cümlesinden mühim
bir bölüm sayılabilir.
Sungur İnci
R A F T A K İ L E R
SÂD’IN SADR’INDA
Necmettin Şahinler
“S
U azizdir, insanı yükseltir.”
“Su” ile Allah’ın “Azîz” ismi
arasında çok anlamlı bir ilişki/
örtüşme vardır. Azîz, Allah’ın
güzel isimlerinden biridir ve “Yüceler yücesi,
kadri ve kıymeti her türlü idrâkin ötesinde
kalan” demektir. İrfânî dilde su, hayatın/dirilişin/ilmin, kısaca “Hayy” oluşun remzidir.
>> Su nasıl hayatın/
dirilişin kaynağıysa,
“Vahiy” de tıpkı onun
gibi kalplerin hayatı
ve dirilişidir. Bu nedenle Allah, Kur’ân’da
vahyin/âyetlerin
işlevini anlatırken
“su/yağmur” benzetmesini kullanır.
Hz. Peygamber de
bu gerçeği, “Allah’ın
Benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim
bol yağmura benzer”
sözüyle açıklamıştır.
Anlaşılıyor ki,
Kur’ân’dan/vahiyden/
âyetlerden uzak kalmak, insanın zihnini,
kalbini, bedenini susuz
bırakmak demektir. İrfânî yaklaşım,
Kur’ân’da geçen “Yağmur sonrası güzel
beldenin bitkisi/ürünü
bolca çıkar” âyetini
yorumlarken, “güzel
belde/verimli ülke”
anlamında kullanılan
“beledü’t-tayyib”
ifâdesini mü’minin
kalbi olarak tanımlamıştır. Bu da bize
Kur’ân’dan kopmuş
bir insânın/kalbin
çölleşeceğini ve vahye
uygun bir düşünceyi/
hayatı yeniden kuramayacağını vurgulamaktadır. Bu yüzden
olacak ki Hz. Peygamber, muhteşem bir duâ
örneğinde şöyle söylemiştir: “Ey Rabbim!
Kalbimi su ile temizle/
arındır ve Kur’ân’ı/
vahyi kalbimin baharı
kıl!”
Allah, Kur’ân’ın
sıfatlarından birini bize
“Azîz” olarak vermiştir. Bu kitabı yaşamlarının ekseni yapanları
Allah “zelîl” olmaktan
çıkarıp “Azîz” kılar.
Evren her gün/
an değişmektedir.
Hiçbirimiz sabah güneşin doğuşuyla batışı
arasında aynı yerde
değiliz. İkbâl’in deyişiyle, “Sadece yolcular
değil, yollar da yürümektedir”; öyleyse
değişen/genişleyen
âlemlere rahmet olan
Hz. Peygamber’in
diliyle bize ulaşmış
olan Kur’ân’a da her
gün güneşin doğuşuyla yeniden bakmalıyız.
Onun hayat verici,
diriltici yağmurundan
kendi çağımıza yeni
nefesler/baharlar
sunmalıyız.
Dedem Abdülhamid Han Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu
S
ÜRGÜN yıllarından tam 50 yıl sonra,
1974 yılında ilk kez bir Osmanlı Şehzadesi Türkiye’ye geri dönebilmiştir.
Bahsi geçen şehzade, bugünkü Hanedan Ailesi Reisi Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu Efendi’nin babası
Harun Abdülkerim Osmanoğlu Efendi’dir.
>> Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu
Efendi, sürgünden sonra
Türkiye’de doğan ilk
Osmanlı Şehzadesidir.
İstanbul’un ve İslâm’ın yıkılmaz kalelerinden Fatih
semtinde, 1979 tarihinde
doğmuştur.
İlköğretim, ortaöğretim ve lise
yıllarında
yanlış anlatılmak
amacı ile
yazılan yalan tarihin üzücü yanını
en çok yaşayan da Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu ne acıdır
ki... Tarih öğretmenleri
tarafından yalan tarihi
benimsemediği için kötü
notlarla cezalandırılmak
istenmiştir. Okul hayatı
sonrasında 10 yıl gazetecilik mesleğiyle iştigâl
ederken, 3 yıl gibi bir
sürede ulusal kanallardan
birinde çalışmıştır.
Şehzade Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu Efendi, Osmanlı
Devleti’nin 34. Padişahı, Serdâr-ı Hakan,
Cennet Mekân, Sultan
İkinci Abdülhamid Han
Hazretleri’nin 3. kuşak torunu olan Hanedan Ailesi
Reisi Harun Abdülkerim
Osmanoğlu Efendi’nin
oğlu ve Cennet Mekân
Sultan İkinci Abdülhamid
Han Hazretleri’nin 4.
kuşak torunudur.
Şehzade Abdülhamid
Kayıhan Osmanoğlu, vatanı ve milleti için hayırlı
işler yapmak arzusundan
“Millet-i Aliyye Birliği” adı
altında sosyal ve kültürel
faaliyetler yürüten bir
derneğin onursal başkanlığını yürütmektedir.
SEREBRO
Selim Önengüt
SELİM
Önengüt,
birçok
bilimsel
deneyde ve
televizyon
programında psikokinetik
yeteneklerini sergilemiş,
bu konuda yurtdışında
en saygın kurumlarda
eğitim almıştır. Telepati
ve psikokinezi konusunda Türkiye’deki en
donanımlı otoritelerin
başında gelmektedir.
Serebro’da sinir sistemi ve beynin genel bir
tanıtımından başlanarak
hafıza teknikleri, hafızayı
güçlendirme, kişilik analizi, kişilik okuma teknikleri anlatılarak beyni
ve hafızayı güçlendirecek
çok önemli ipuçları verilmektedir. Sonrasında bu
tekniklerin telepatik ve
psikokinetik kullanımları
ile ilgili bilgiler verilmektedir. Sonsuzluğu görmek için perspektifinizi
açık tutmanız yararınıza
olacaktır.
Sizi bir zaman
makinesi aracılığıyla
Ortaçağ’da bir zaman
dilimine yollayabilseydik
ve o devirde yaşayan
insanlara, “Ben gelecekten geliyorum, bizler
göklerde uçak denilen
bir vasıtayla uçabilmeyi
başardık” deseydiniz, o
insanların çoğu size ya
deli ya da cadı gözüyle
bakardı. Tabiî ki bunun
nedeni, o zaman dilimindeki insanların perspektiflerinin yeteri kadar
açık olmaması olurdu.
Dolayısıyla her zaman
ileri görüşlü ve “Acaba?”
sorusunu sorabilen bir
yapıda olmak, bizlere
çok şey katacaktır.
nisan 2016
111
haberajanda
Karikatür
112
nisan 2016
Ahmet Yozgat - [email protected]
Büyük hedefler
sağlam destek ister.
Kurulduğumuz günden beri büyük hayaller kuran,
büyük başarıların peşinden koşan, Türkiye için çalışan
esnafın, KOBİ’nin, sanayicinin en büyük destekçisiyiz.
Tam 78 yıldır Üreten Türkiye’nin Bankası olmaktan
gurur duyuyoruz.
halkbank.com.tr
Download