TÜRK SİYASİ DÜŞÜNCESİ Türklerde Devlet ve Siyaset Kültürü • Türk kültürünün ilk gelişme alanı Altay, Sayan ve Tanrı dağlarının yaylaları olarak kabul edilir. • Bozkır kültürünün hakim olduğu bir göçebe bir yaşam tarzı hakimdir. • M.Ö. 1111 yıllarından, M.Ö. 256 yıllarına kadar yaklaşık 855 yıl Çin’de hüküm sürmüş olan Çu’ların Türklerin ataları olduğu konusunda görüşler bulunmaktadır. • Toplumsal yapı: aile<uruğ<boy<budun<il şeklinde bir yapılanma gösterir • Kışlaklarda özel mülkiyet olmakla beraber yaylalar boyun ortak mülkiyetidir. 2 Türklerde Devlet ve Siyaset Kültürü • Boy, soya bağlı olarak değişen bir bey’in yönetimindedir • Boy içindeki düzen ve disiplinin ve diğer boylarla olan ilişkilerin düzenlenmesinden bey sorumludur • Budun’lar genellikle bir boyun diğer boylara hakim olmasıyla gelişen yapılardır. • Boy ve budunlar birleşerek illeri oluştururlar Türklerde Devlet ve Siyaset Kültürü • İllerin birleşmesiyle devlet oluşur. • Devlet Hakan tarafından idare edilir, genellikle batıya doğru ilerleyen devletin batı yakasına Hakan’ın kardeş veya yakınlarından birisi Merkeze bağlı aynı zamanda otonom bir yönetici olarak atanır. • Meclis: yılda 3 kere beylerin toplanmasıyla oluşan bir kurultay toplanır. Daha sonra Toy olarak da adlandırılan bu meclisin zaman içerisinde fonksiyon, yetki ve sorumlulukları farklılaşsa da birçok Türk devletinde devam ettirilmiştir. (ör: divan, ehli hall vel akd meclisi, divanı-ı saltanat, divanı-ı humayun vb.) • Bu meclisler seçim yoluyla değil daha çok toplumun ileri gelenlerinden oluşan bir yapıdır 4 Türklerde Devlet ve Siyaset Kültürü • Türk töresinde hükümdarlık Açinaoğulları ana soylu olanların hakkı olarak kabul edilmiştir. Ancak Hakan’ın bu yetkiyle kuşanması beyler meclisinin onayına bağlanmıştır. • Boylar aynı zamanda her an toplanmaya hazır askeri birlikler olarak şeklinde örgütlenmiştir. • Bey meclisinin ve merkezi idarenin zayıfladığı dönemlerde bu yerel yapılar otonomi iddiasına girmiş ve devletin parçalanmasına yol açmışlardır 5 Türklerde Devlet ve Siyaset Kültürü • Türkler Çin’de de bir dönem hakim olan Gök dini inancı kanalıyla tek tanrılı bir inanç sistemi benimsemişlerdir. • Örneğin Oğuz Kağan destanında Gök Tanrıya yalvardığını görüyoruz. • İlk Türk uygarlığının Saka/İskitler olduğu ileri sürülmektedir, ilk siyasi örgütlenme olarak da Büyük Hun İmparatorluğu kurulmuştur 6 Türklerde Devlet ve Siyaset Kültürü • Türk siyaset anlayışında Türk hakanı Gök Tanrı tarafından bütün insanlığı idare etmek amacıyla görevlendirilmiş ve kendisine “kut” verilmiş bir hükümdar olarak kabul edilir. Acuncu olarak da adlandırılır. • Burada Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir görevli rolü vardır yoksa görevlinin kendisine Tanrısallık atfedilmemektedir. • Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar tüm yeryüzünün hükümdarı olarak kabul edilir • Hakimiyet sınırsız değildir. Toy ve törenin önemli bir rolü vardır. • Yaratıcı ve düzenleyici ve kudretli Tanrı fikri Türk ve Moğolların yanı sıra, Aborjin, Afrika, Mezopotamya ve Hint uygarlıklarında da görülür 7 Türklerde Devlet ve Siyaset Kültürü • Hükümdarın tüm mutlak otoritesinin temelinde adaletli olmak düsturu hakimdir. • Halkı doyurmak, barındırmak korumak görevleri vardır (İslam’dan sonra şeriatın ve dini korunması gibi görevlerde eklenmiştir) • Bu görevleri yerine getirmeyen yönetici Tanrı tarafından kendisine verilen “kut”u ve halk nazarında meşruiyetini yitirme durumunda kalır. • Dolayısıyla sınırsız bir irade yoktur. • Hükümdarın yerine kimin geçeceği konusunda zaman içerisinde değişik sistemler uygulanmıştır. En yaşlı hanedan ailesinin tahta geçtiği (Senioratus) sistem ile hükümdarın en büyük oğlunun tahta geçtiği (primagenitura) sistemi en yaygın kullanılan sistemler olmuştur. 8 Türklerde Devlet ve Siyaset Kültürü • İslam’la ilk tanışma Emeviler döneminde zaman zaman yaşanan çatışmalarla olmuştur. 750 yılında Emevilerin yerine geçen Abbasilerin Arap olamayan topluluklara karşı daha toleranslı olmaları sonucu Türklerle Araplar arasında yakınlaşmalar başlamıştır. 751 Talas savaşı önemli bir dönüm noktası olmuştur. • Talas savaşından sonra Türk Beylikleri arasında İslam dini hızla yayılmaya başlamış daha sonra Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular ilk Müslüman Türk Devletleri olarak tarihte yerini almıştır. 9 İSLAM SİYASİ DÜŞÜNCESİ • Nasıl bir yönetim biçimi? • Ana kaynaklarda (Kuran ve Sünnet) belirli bir siyasi yönetim tarzı öngörülmemiştir. • Gazzali’nin “kat’iyyat-zanniyat” ayrımı. Kat’iyyat temel prensipleri, zanniyat ise bu prensiplerin zaman içerisinde uygulanmasıyla ortaya çıkan durumları ifade etmektedir. Zanniyat alanı temel prensipler etrafında daha sonra içtihatlarla düzenlemeye açık bırakılmıştır. (Ör. Halifeliğin seçim tarzı, örfi hukuk vb.) • Peygamberden (A.S) sonra halifelik (varislik, emirul müminin, emirullah ve zilullah-i fil ard) yöneticiye göre farklı şekiller almıştır. Bu isimlendirmeler aynı zamanda meşruiyetin kaynağını da göstermektedir. 10 İSLAM SİYASİ DÜŞÜNCESİ • Yönetimde uygulanması gereken temel prensipler belirlenmiştir: – Emanet (emin kişi olma, kişisel çıkar gözetmeme, hesap verebilirlik) – Ehliyet (yönetime ehliyeti olma; “iş ehil olmayanlara verildiğinde kıyameti bekle”) – Adalet (adaletle hüküm verme) – İstişare (gücün sınırlanması) • Devletin temel gayesi insanların dünya ve ahiret mutluluğunu kazanacakları ortamın hazırlanması ve sürdürülmesi ve dinin korunmasıdır • Bu temel ilkeler doğrultusunda iktidar sınırlıdır. Meşru olmayan konularda yöneticilere itaat edilmeyeceği, halifenin temel esaslara aykırı hüküm koyamayacağı, böyle olması durumunda değiştirilebileceğine dair hükümler kabul edilmiştir. 11 OSMANLI'DA DEVLET ANLAYIŞI •Osmanlı Devleti'nde hükümranlık anlayışı, İslam hukukuna ve eski Türk geleneklerine dayanıyordu. •Osmanlı hükümdarları yasama, yürütme, yargı yetkilerini kendilerinde toplamışlardı. •Bununla birlikte ‘totaliter’ bir rejimden bahsedemeyiz. (Şer’i hükümler, örf, divan, Şeyh-ül İslam vb. mekanizmalarla sınırlandırılmıştı) •Başlangıçta "Ülke, hanedan üyelerinin ortak malıdır." anlayışı geçerliydi, l. Murat’tan itibaren "Ülke, hükümdar ve oğullarının malıdır." anlayışı geçerlilik kazandı. •Bu anlayış, taht mücadelelerini devam ettirmiş ve devletin bazı dönemlerde zayıflamasına yol açmıştır. OSMANLI'DA DEVLET ANLAYIŞI • Fatih Sultan Mehmet, taht mücadelelerinin önlenmesi amacıyla bir kanunname düzenleyerek padişaha kardeşlerini öldürtme hak ve yetkisi verdi. • Merkeziyetçi yapıyı güçlendiren bu kanunname aynı zamanda veraset sistemindeki ilk ciddi düzenleme olmuştur. • Bu düzenleme I. Ahmet (1603-17) döneminde iptal edilmiştir. • Osmanlı devlet yöneticileri, kuruluştan I. Murat dönemine kadar bey ve gazi unvanlarını kullandılar. I. Murat ile beraber Hüdavendigar, sultan, padişah, han gibi unvanlarda kullanılmaya başlandı. • Şehzadeler küçük yaşlarda sancaklara gönderilir, askerlik ve yönetim alanlarında yetiştirilirlerdi. Şehzadelerin yanında "Lala" adı verilen tecrübeli bir devlet adamı görev yapardı TIMAR SİSTEMİ Devlete ekonomik, siyasi ve askeri anlamda önemli katkılar sağlayan tımar sisteminde 17. Yy. önemli bozulmalar yaşanmaya başladı. Tımarların hak eden kişilere değil de rüşvet karşılığında başkalarına verilmesi sistemin bozulmasında temel etkendir. Merkezi otoritenin zayıfladığı bu dönemde tımar dağıtımındaki adaletsizlikler birçok tımar sahibinin diriliğini kaybetmesine neden oldu. Tımarlarını kaybeden pek çok dirlik sahibi ayaklanmalar çıkarmış ve Celali ayaklanmalarına sebep olmuştur. Siyasi Tımar sistemi sayesinde ülkenin en uç bölgelerine dahi devlet otoritesi ulaştırılıyorken tımar sisteminin bozulmasıyla bu asayiş ve otorite ortamı da yok oldu. Celali ayaklanmaları (1519-1659) çıktı. Ekonomik Tımar sisteminin uygulanamaz hâle gelmesi üretimi azaltmıştır. Azalan üretim nedeniyle devlet, halktan yeterince vergi toplayamamıştır. Askeri Sistem sayesinde hazineden para çıkmadan hazır bir ordu kuruluyordu. Sipahi sisteminin bozulmasıyla devlet, ücretli asker almak zorunda kaldı Sosyal Devletin koyduğu ağır vergileri karşılayamayan köylüler topraklarını terk ederek göç etmiştir. Böylece devlet işsizlik ve göç gibi yeni bir sosyal problemle karşı karşıya kalmıştır. İLTİZAM VE MUKATAA SİSTEMİ Fatih Sultan Mehmet döneminde tımar dışında kalan bölgelerin vergilerini toplamak için getirilen bir düzendir. Bir bölgenin kanunla belirlenmiş vergisini toplayıp hazineye yatırma işlemidir. İhale ile belirlenen sistemde vergi kaynağı araziye mukataa, ihale sistemine iltizam, bu işi yapan kişilere de mültezim denir. Mültezimler iltizam olarak aldıkları bölgenin vergilerini devlete peşin öder sonra da gidip o bölgedeki vergiler kendisi toplardı .Devlet hem vergiyi toplamak için kendisi uğraşmaz hem de peşinen gelir elde ederdi Ancak uygulamanın kötüye kullanılması sonucu mültezimi o bölgenin yöneticisi durumuna getirdi. Verdiği miktardan fazla vergi toplaması, vergi toplama esnasında halka zulmetmesi gibi uygulamalar neticesinde de iç göçler yaşanmış ve üretimde düşüşler yaşanmıştır. Tımar ve İltizam sistemlerine Tanzimat fermanıyla bu sisteme son verilmiştir. OSMANLI’DA HUKUK • Devletin temel aldığı iki hukuk sistemi vardı: Şer’i Hukuk ve Örfi Hukuk • Şer’i hukuk: İslam inancına göre düzenlenmiş kurallardı. Gerek ceza gerekse vergi konuları devletin sınırları içerisinde yaşayan tüm Müslüman halka ayrım gözetmeksizin uygulanırdı. • Örfi hukuk ise şer’i hukuk kuralarına uymak kaydıyla eski Türk geleneklerinden gelen ve fethedilen yerlerdeki devam eden kurallardan oluşurdu. • Padişahların çıkarttığı kanunnamelerde örfi ve şeri hukuk hükümleri beraber kullanılırdı. • Örfi Hukukun Temelleri: • Türk gelenekleri • Bizans gelenek ve yasaları • İran, Çin , Cengiz yasaları • Tanzimat'la beraber modern anlamda kanunlaştırma faaliyetleri görülmüştür. Fransız ve İtalyan kanunlarından istifade edilerek ticaret, arazi ve ceza kanunlarında düzenlemeler yapılmıştır. • İkili bir mahkeme sistemi: Şer’i ve Nizamiye mahkemeleri. Osmanlı Son Dönemi • 19. yüzyılda modern Türkiye'nin doğuşunun ilk evresi olarak kabul edilecek dönemin en önemli özelliği Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa’nın artan nüfuzu ve bunun Osmanlı Devleti ve toplumunda yol açtığı tepkilerdir. • Avrupa’nın nüfuzu, üç farklı ama birbirine etkisi olan alanda ortaya çıkmıştı: – Osmanlı ekonomisinin gittikçe bü yük bir bölümünün kapitalist dünya sisteminin bir parçası haline gelmesi – Avrupa’nın büyük güçlerinin artan siyasal nüfuzu -ki bu siyasal nüfuz kendini, hem Avrupa’da bir savaşa yol açmadan Osmanlı İmparaiorluğu’nu parçalama girişimlerinde hem de onu ayrı bir siyasal varlık olarak muhafaza ederek ona egemen olma girişimlerinde açığa vurmaktaydı – milliyetçilik, liberalizm, laiklik ve pozitivizm gibi Avrupa ideolojilerinin etkisi 17 Osmanlı Son Dönemi • Avrupa’nın artan nüfuzunun bu üç biçimi kolayca ayırt edilemez şekilde birbirine geçmiş ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilemişti. • Bu durum, Osmanlıların Avrupa’nın bu meydan okuyuşuna karşı göstermiş olduğu tepki için de geçerlidir. • 19. yüzyılda bu tepki içerisinde iki çizginin varlığı ayırt edilebilir: – Merkezi devlet ve onun hizmetindekilerin devlet aygıtını güçlendirme ve ülke yönetimini merkezileştirme girişimleri, – İmparatorluk halkının farklı kesimlerinin İmparatorluğun maruz kaldığı baskılara olan tepkileri oluşturmuştur. Farklı kesimlerin bu tepkileri 19. yüzyıl boyunca giderek Sultanın Hıristiyan ve Müslüman tebaası arasında bir yol ayrımına yol açmıştı. 18 • Fransız devrimi ve sonrasında Avrupa toplumunda yaşanan gelişmeler Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine geçişle sonuçlanacak dönem için bir referans noktası olarak alınabilir. • Osmanlı’nın kapitalist dünya sistemiyle ekonomik bütünleşmesi 18. yüzyıl sonlarında önemli ölçüde artmış ve 19, yüzyılın ilk çeyreğinde hız kazanmış, Napolyon savaşları Osmanlı imparatorluğunun Avrupa siyaseti ve diplomasisine artan şekilde katılmasına yol açmış ve milliyetçiliğin ve liberalizmin devrimci düşünceleri ilk kez Yakın Doğu’ya ulaşmıştı, Önemli Dönemler • Fransız devrimi savaşlarından sonuna kadar ki dönem: 1830’ların – Balkan eyaletlerinin dünya ekonomisiyle artan bütünleşmesine ve Rum tüccarların başat bir etken olarak ortaya çıkışlarına; – Osmanlı İmparatorluğu nun İngiliz ve Rus siyasetleriyle çok daha fazla içli dışlı olmasına; – ilk milliyetçilik hareketlerinin ortaya çıkışına; – Batı kalıbında ilk ciddi ıslahat girişimlerine sahne olmuştu. • 1830’ların sonlarından 1870’lerin ortalarına kadar olan dönem. Uluslararası açıdan İngiltere’nin ekonomik ve siyasal hegemonya kurmuş olduğu bu dönemin özellikleri şunlardı: – 1838’de serbest ticaret rejiminin dayatılmasından sonra İmparatorlukla yapılan ticaret ve verilen borçlardaki hızlı artış; – imparatorluğun bekası için İngiliz ve Fransızların destek vermesi; – 1839 Tanzimat Fermanı'yla başlayarak hukuk, eğitim, maliye alanlarında ve devlet kurumlarında süre giden ve (en azından kâğıt üzerinde) geniş kapsamlı olan ıslahatlar; – bürokrasinin iktidar merkezi olarak sarayın yerini alması, – Osmanlı meşrutiyet hareketinin başlaması ve Hıristiyanların ayrıcalıklı konumlarına karşı bir Müslüman tepkisinin başlaması 18. Yüzyıl Sonunda Osmanlı İmparatorluğu • Osmanlı imparatorluğu 18. yüzyıl sonlarında, Fransız Devrimi’nin neden olacağı şiddetli büyük değişikliklerin hemen öncesinde, aşağı yukarı şu bölgelerden oluşuyordu: – Balkanlar (bugünün, daha doğrusu dünün Yugoslavya’sı, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’nın büyük kısımları), – Anadolu (bugünkü Türkiye) – Arap dünyasının çoğu (bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan’ın bazı kısımları, Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir), • Topraklarının büyük bir kısmında padişahın gerçek gücü önemsizdi, bazı bölgelerde ise (Kuzey Afrika, Arap yarımadası) hemen hemen yoktu. İmparatorluğun nüfusu • İmparatorluğun nüfusuna ilişkin güvenilir tahminler yoktur, ama genellikle, 25 milyon kadar olduğu tahmin ediliyor. • Avrupa nüfusunun çok yüksek oranda bir büyüme gösterdiği bir zamanda, Osmanlı İmparatorluğu için 19. yüzyıl boyunca hem ekonomik hem de askerî açıdan başlıca mahzurlardan birini oluşturacaktı • Osmanlı nüfusunun yüzde 15 civarının, 10.000 ya da daha fazla nüfuslu kentlerde yaşamasına karşın, nüfusun yüzde 85 kadarı kırsal alanlarda yaşıyordu. • Gerek nüfus yoğunluğunda ve gerek kentleşme derecesinde büyük bölgesel farklılıklar vardı. Balkanlar en yoğun nüfusa sahip bölgeydi. • İmparatorluğun nüfusu 17. ve 18. yüzyıllarda azalmaktaydı, • Bu azalma ve bunun sonucu olan çok düşük nüfus yoğunluğu, klâsik Malthus nazariyesinin nüfusu engellemiş olduğunu belirttiği savaş, açlık ve hastalıkların ürünüydü. • Savaşlar ve özellikle merkezî denetim eksikliğiyle kamu düzeninin muhafazasındaki eksikliğin sonucu olan küçük çaplı iç çatışmalar, tarımsal üretim sürecinde ve iletişimde kesintilere yol açıyordu. Bunun ardından ortaya çıkan kıtlık, halkı, bir kıtlığın sonrasında genellikle zayıf düşmüş kişileri etkisi altına alan salgın hastalıklara maruz bırakıyordu. • İmparatorluğun Asya eyaletlerinde nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman'dı (bilhassa Türkler, Araplar ve Kürtler), ayrıca önemli miktarda Hıristiyan ve Musevi azınlık topluluklar vardı. • Balkanlar’da ise çoğunluk, Hıristiyan’dı (Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar), ayrıca önemli miktarda Müslüman azınlık topluluklar vardı (Boşnaklar, en çok Arnavutlar, Türkler ve Pomaklar, yani Müslüman Bulgarlar) • İmparatorluk, en azından kuramsal olarak, dinsel hukuk esasına göre yönetilen bir İslâm imparatorluğu olduğundan, nüfus içerisindeki bu dinsel bölünmeler önemliydi. • Şer’i hukuk kuramsal olarak, İmparatorlukta en yüksek seviyede hüküm sürüyordu, ama fiiliyatla ise 18. yüzyılda, aile ve mülkiyet hukuku meselelerinin dışına çıkamamıştı. • Kamu hukuku, özellikle de ceza hukuku, sultanların “örf” ya da “kanun” denilen laik fermanlarına dayandırılmıştı. • Gayr-ı Müslim cemaatlerin başat bir İslâm toplumu içerisinde barındırılması sorunlara yol açıyordu. • Daha önceki İslâm devletlerinde de olduğu gibi, Hıristiyan ve Musevi toplukları kendilerine zimmi statüsü verilerek topluma dahil edilmişlerdi. • Bunun anlamı, özel bir vergi ödemelerinin karşılığında, Müslüman devletin içinde dinlerini değiştirmeye zorlanmaksızın ama ikinci sınıf tebaa olarak yaşamlarını sürdürmelerine izin verilmiş olması demekti. • Zimmî (gayr-ı müslim) cemaatler, kendi işlerinin yönetiminde bir miktar özerklikten yararlanıyor ve devlet temsilcileri ile olan işlerinde kendi dinî önderleri tarafından temsil ediliyorlardı • • • • • • • İmparatorlukta ikamet eden Hıristiyanlar, şeriat gereğince “aman"dan yararlanıyor, elçileri ve konsolosları tarafından temsil ediliyorlardı. Elçiler ve konsoloslar, sırf göçmen topluluğunun mensuplarına ilişkin konularla meşgul olurken bir ölçüde özerkliğe sahiptiler. Bu haklar, “kapitülasyonlarda” belirtilmişti. Esasen bunlar, padişah tarafından dost devletlerin tebaasına bahşedilmiş ihtiyari ayrıcalıklardı, ancak 18, yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki güç dengesinin değişmesiyle birlikte, kapitülasyonlar sözleşme statüsü kazanmışlardı. Dahası, 18. ve özellikle de 19. yüzyılda gitgide daha çok yerel Hıristiyan’a (Rum ve Ermenilere), berat edinme yoluyla bir yabancı gücün tebaası olma statüsü verilmişti Bu kişiler, o güçlerin kapitülasyonlarına tâbi olmuşlar ve Avrupalı güçlerin kuvvetlenmesiyle birlikte sultanın Müslüman tebaası üstünde giderek artan bir üstünlük kazanmışlardı. Ayrıca özellikle Balkanlarda yabancı güçlerin tabiyetine geçenlerin sayısının artması nedeniyle de yabancı güçlerin nüfuzu daha fazla çoğalmıştı. • İmparatorluğun yerli nüfusunun Müslüman çoğunluğu da tek parça değildi. • Büyük çoğunluk, İslâmiyet’in Sünni yorumuna mensuptu ve Osmanlı Devleti kendi resmî ideolojisine göre, geleneksel İslâm'ın dünyadaki koruyucusu idi. • Resmî olarak Osmanlı Devleti, sapkın (heterodoks) Müslümanlara, Hıristiyanlara olduğundan çok daha sert bir çatışma içindeydi. • Uygulamada ise önemli Şii (heterodoks) azınlıklar Osmanlı hükümet makamlarından müsamaha görerek Balkanlar, Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’da yaşıyorlardı.