EDİTÖR Bismillahirrahmanirrahim Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sordu: Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz? Birisi, "Benim falan vadi dolusu altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm'a daha çok hizmet edeyim diye" dedi. Bir başkası, "Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarfederek dine yararlı olayım diye" dedi. Herkes buna benzer şeyler söyledi. Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer'e sordu: Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verdi: Ben de Muaz, Salim, Ebû Ubuyde gibi müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm'a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye. Kumandanlarından biri bir zafer dönüşü Halife Hz. Ömer'in huzuruna çıktı. Yanında kısa boylu, tıknaz biri bulunuyordu. Hz. Ömer "Bu kim?" diye sordu. Kumandan anlattı: "Efendim bu benim sağ kolumdur. Hangi görevi verdimse başarı ile tamamladı. En gizli haberleri yerine ulaştırdı. Bazen bir orduya bedel hizmet gördü. Zaferlerimi onun sayesinde kazandım diyebilirim." Aradan zaman geçti, aynı kumandan halifenin huzuruna yeniden çıktı. Ama mağlup bir kumandan olarak Halife sordu: Hani sağ kolun nerede? Sormayın ya Ömer, ihanet etti, düşman tarafına geçti. Yıl 5 Sayı 59 Ağustos 2010 Hz. Ömer bu defa konuştu: Allah'tan başka hiç kimseye dayanmamak gerektiğini geçen sefer söyleyecektim vazgeçtim. Bir musibet bin nasihattan yeğdir diye düşündüm.Sa'd Bin Ebi Vakkas anlatıyor: " Uhud savaşında... Bir ara baktım. Abdullah bin Cahş yanıma geldi. Dedi ki: " Şöyle bir kenara çekilsek, ben dua etsem, sen amin desen; sonra istersen sen dua et, ben amin diyeyim olmaz mı?" Ben de davetine icabet ettim ve olur dedim. Bir kenara çekildik. Önce ben dua ettim: " Allah'ım! Bugün benim karşıma güçlü, kuvvetli birini çıkar, onunla çarpışalım, ben onu öldüreyim. Böylece hem en büyük hizmeti yapmış olayım, hem de ganimetini alayım" Abdullah Bin Cahş (ra) bu duaya "amin" dedi. Allah'a yemin olsun istediğim oldu. Sonra Abdullah Bin Cahş (ra) dua etti: " Allah'ım! Bugün benim karşıma güçlü, kuvvetli, zorba birisini çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım. Sonra o beni öldürsün. Bununla yetinmeyip karnımı yarsın. Kulaklarımı, burnumu kessin. Ve ben o halimle huzuruna çıkayım. Sen bana: " Kulum Abdullah! Sana verdiğim azaları ne yaptın? Bunları kim böyle yaptı?" diye sorduğunda ben de: " Ey Rabbim! Emanet olarak verdiğin o azaları yerinde kullanamadım. Haklarını veremedim. Sağlam olarak onlarla senin huzuruna çıkmaktan haya ettim. Bunun için onları senin ve Resul'ünün yolunda harcadım " diyeyim. Sen de bana: " Doğru söyledin " diyesin ve beni affedesin... Bu duaya amin demek içimden hiç gelmedi. Fakat sözleştiğimiz için amin dedim. Vallahi onun duası benimkinden daha hayırlıydı. Vallahi akşama doğru onu gördüm. Burnu ve kulağı bir ipte sallanıyordu." Aynı şehadet ve arzuya sahip olarak yüce huzuruna çıkma ve ebedi huzuruna kavuşma reca ve niyaziyle... içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 59 Ağustos 2010 SAHİBİ Burhan Basın Yayın 4 KUR’AN DA YAHUDİ KARAKTERİNİN 44 RUMELİ’DE SON SARIKLI TASVİRİ Ahmet HALİLOĞLU Kamil ABDULLAHOĞLU Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI 8 Mescidi Aksa Tehlikede Farkında 49 ZAMAN DR. FAİZ KALIN mısınız..? Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR 10 RAMAZAN AYINI İYİ 50 Eski Alimler Yeni İlahiyatçılar Aydın BAŞAR DEĞERLENDİRELİM Mehmet TALU Salih AYDIN 52 ÂŞIKLARIN PEYGAMBER AŞKI Musa KARACA Osman Nuri KARADAYI Aydın BAŞAR GRAFİK TASARIM 16 ORUÇ NEYİ TUTMALI? Burhan Ajans Nihat MORGÜL DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı 20 Bir Ramazan Rüyası Tek Sayı: 6 TL Umut BULUT 56 DÜNYANIN EN KAZANÇLI VE EN İYİ İŞİ Ersan BİLGİN 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro 22 ÖLÇÜ KUR’AN’DIR Abonelik İçin Hesap Numaraları Fuat TÜRKER 61 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Takva Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No 291928 IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 26 HASEN VE SAHİH HADİSLERDEN Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi SEÇMELER (30) Hesap No: 1673–44165588-5002 Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR IBAN TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ 28 Ali Nar: “İlahiyatta Ne Kadar Dini Hatice FURHAN 34 MODERN İSLAM DÜŞÜNCESİNİN FİKRÎ VE TOPLUMSAL TAHRİBATI YAYIN TÜRÜ Dr. Ebubekir SİFİL Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Musa KARACA Röportaj: Aydın BAŞAR Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 66 BURHAN ÇOCUK 68 KİM KAZANDI? www.burhandergisi.com Aylık Süreli Yayın Hasan BAŞAR Deforme Eden Adam Varsa Bilin Ki Hepsi İffetsizdir.” [email protected] BASKI 63 KANIMIZLA SULANAN EMELLER Ramazan Ayını İyi Değerlendirelim Mehmet TALU 10 Bir Ramazan Rüyası 20 Umut BULUT Modern İslam Düşüncesinin, Fikri Ve Toplumsal Tahribatı Dr. Ebubekir SİFİL 34 Rumeli’de Son Sarıklı 44 Ahmet HALİLOĞLU Dünyanın En Kazançlı Ve En İyi İşi 56 Ersan BİLGİN Kanımızla Sulanan Emeller 63 Hasan BAŞAR 68 Kim Kazandı? Hatice FURHAN KUR’AN DA YAHUDİ KARAKTERİNİN TASVİRİ üce Allah’ın tarih süreci içerisinde peygamberleri göndermesindeki gaye ve hikmet, gözleri kapanmış hakikat körü haline gelmiş toplumları aydınlatmak ve onları hakka davet etmektir. Bir topluluk kulluk dairesi içerisinde hayatiyetini sürdürür ve haddi aşarak azgınlaşmazsa, o topluma elçi gönderilmez. Tarihe baktığımızda azgınlaşmış, insani özelliklerini kaybetmiş ve tamamen vahşileşmiş toplumlara peygamberler gönderilmiştir. Nuh (a.s.) puta tapan topluluğu hidayete çağıran bir peygamber olarak gönderildi ve onları gece gündüz demeden hakka davet etti. Ancak onlar her defasında onu reddettiler. Kur’an Bu olayı şöyle anlatır: “(Nuh) Rabb’im dedi, ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim, Benim davetim, onlara kaçışlarını artırmaktan başka bir katkıda bulunmadı.”1 İbrahim (a.s.)ın Nemrutla olan mücadelesi Kur’an da genişçe yer almakta ve davetine karşılık reva görülen cezanın ne kadar insanlık dışı olduğu herkesçe bilinmektdir. Hayatlarını yakından bildiğimiz tüm peygamberlerin karşılaştıkları manzara kısaca bahsettiğimiz yüce iki peygamberin hayatından faklı değildir. Kâinatın Efendisi Efendimiz (s.a.v.)in geldiği Arap toplumun o devirde ne kadar vahşi olduğu ve sa y ı s ı z c a putlarının varlığı da çok iyi bilinmektedir. Y Kamil ABDULLAHOĞLU Bu kalleş topluluk aynı zamanda sınır tanımayan bir güruhtur. Bu Yahudi toplumu azgınlıklarından kendilerine çokça peygamber gönderilmiş bir topluluktur. Ancak bunlar Hz. Musa (a.s.)’a takındıkları anormal tavırları daha fazlası ile diğer peygamberlere takınmışlardır. 4 Ağustos 2010 Kur’an da en çok bahsedilen peygamber Hz. Musa (a.s.) ve kavim olarak da İsrail (Yahudiler) oğullarıdır. Musa (a.s.)ın çokça bahsedilmesi kavmi ile olan mücadelesinin çok fazla olmasından kaynaklanmaktadır. İsrail oğullarından çokça bahsedilmesi, onların çok değerli olmalarından değil, azgın oluşlarından kaynaklanmaktadır. İsrail aslen Yakup (a.s.)ın adıdır. Yakup (a.s.)ın neslinden gelenlere de bu ad verilmiştir. Bu kavmin azgınlığı kardeşleri Yusuf (a.s.)ı öldürmeye teşebbüs etmelerinden ve sonuçta kuyuya atmaları, sonrada köle olarak satarak utanmadan parasını yemelerinden başlamaktadır. Bu kavim çok açık mucizeler görmelerine rağmen Hz. Musa (a.s.)a çeşitli sıkıntılar çıkaran, puta tapan, peygamberlerini öldüren bir güruhtur. Musa (a.s.) Tur-i Sina’ya Yüce Rable kelama gittiğinde, onların başlarına Harun (a.s.)ı bıraktı. Döndüğünde Samiri denilen ve aslen Yahudi olan birinin yapmış olduğu buzağıya onları tapar olarak buldu. Kur’an da olay çok geniş olarak anlatılır: “Seni kavminden çabucak ayrıl(ıp gel)meğe sevk eden nedir? (niçin onları hemen bırakıp geldin) ey Musa?” (dedik). Dedi: Onlar benim arkamdan geliyorlar, Ya Rabb’i razı olasın diye sana çabuk geldim. (Allah): Biz senden sonra kavmini sınadık. Samiri onları saptırdı dedi. “Onlara, böğürmesi olan bir buzağı hey- keli ortaya çıkardı. Dediler ki, bu sizin de tanrınız, Musa’nın da tanrısıdır. Fakat o unuttu (da gitti, Tanrıyı Tur yöresinde arıyor).”2 Yine bir başka olayda şöyle vuku buldu. Musa (a.s.) Yahudileri Firavunun zulmünden kurtardı. Beraberce mısırdan medyene doğru giderken Firavun ordusuyla arkalarından yetişecek oldu. Önlerinde de kızıl deniz vardı. Yahudi toplumu Musa (a.s.)a; Mısırda ne güzel yaşıyorduk. Şimdi Firavun ordusu ile bizi yok edecek dediler. Hâlbuki Yahudiler mısırda köleleştirilmişlerdi. Yani köleliği hürriyete tercih ettiler. Musa (a.s.) Asasını kızıl denize vurdu ve karşıya geçebilecekleri yollar açıldı. Onlar karşıya geçtiler Firavun ve ordusu boğuldu. Bu büyük mucizeyi görmelerine rağmen meyden tarafında yaşayan Amalikalıların öküze taptığını gören Yahudiler Musa (a.s.)a; Bize de bir put yapsan da ona tapsak dediler. Kur’an bu olayı bize şöyle anlatıyor: “İsrail oğullarını denizden geçirdik, kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar: ‘Ey Musa dediler, (bak) bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!’ (Musa) dedi: ‘Siz, gerçekten cahil bir toplumsunuz.”3 Yahudi karakterlerinden bir diğeri de, gerçeklere inanmazlar, tahrif edilen hurafelere inanırlar. Kendi kitapları olan Tevrat’ı tahrif ettikleri gibi, kendi evlatlarından vasıf olarak daha iyi tanıyıp bildikleri Efendimiz (s.a.v.) hakikati getirdiğinde ona şöyle dediler: “Kalbimiz perdelidir, dediler. Hayır, ama inkârlarından dolayı Allah onları lanetlemiştir.”4 Yahudi eşrafından bir kadın zina etmişti. Kendi kitaplarındaki ‘Recm’ cezasını uygulamak istemediler. Daha hafif bir ceza olur ümidiyle Efendimiz (s.a.v.)e geldiler. Efendimiz (s.a.v.) onlara; kendi kitaplarındaki cezanın ne olduğunu sordu onlar ‘Recm’ cezasını inkar ettiler. Efendimiz (s.a.v.)de onların kitaplarını getirterek yalanlarını ortaya çıkardı. Kur’an bu olaya şöyle değinir: “Baksana kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara, aralarında hüküm versin diye Allah’ın kitabına çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar.”5 Bu topluluk anlaşmalara uymazlar. Kendi peygamberleri olan Musa (a.s.)a defalarca söz verdiler, ancak verdikleri sözlerine uymadılar. Allah Azze ve Celle bunlardan söz aldı. O’na da verdikleri sözde durmayarak hemen isyan ettiler. Rabbimiz bir ayette şöyle anlatıyor: “Andolsun Musa, size açık deliller ge- Ağustos 2010 5 tirmişti, sonra onun ardından tuttunuz buzağıya taptınız; siz öyle zalimlersiniz işte! Bir zaman üzerinize tur(dağın)ı kaldırıp sizden kesin söz almıştık: size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin (demiştik). Dinledik ve isyan ettik. dediler…”6 Şu topluma bakın ki, üzerlerine tur dağı kalkıyor ve nerede ise düşecek vaziyette, bu halde söz veriyorlar, tehlike geçer geçmez hemen sözlerini bozarak isyan ediyorlar. Bir başka ayette de: “Sen kendileriyle antlaşma yaptığın halde onlar, hiç çekinmeden, her defa antlaşmalarını bozarlar.”7 “Ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, onlardan bir grup o ahdi bozup atmadı mı? Zaten çokları inanmazlar.”8 O zamanki Yahudilerle bugünküler arasında bu manada ne fark var? Filistinlilerle antlaşmak için yıllardan beri güya masaya oturmak görüntü veren bu lanetliler her defasında verdikleri sözlerini bozmadılar mı? Evet, bunların dedelerinden hiçbir farkı olmadığı gibi keferelikleri bakımından daha da fazlalıkları var. Yani karakter değişmiyor. Bu kalleş topluluk aynı zamanda sınır tanımayan bir güruhtur. Bu Yahudi toplumu azgınlıklarından kendilerine çokça peygamber gönderilmiş bir topluluktur. Ancak bunlar Hz. Musa (a.s.)’a takındıkları anormal tavırları daha fazlası ile diğer peygamberlere takınmışlardır. Hatta Davud (a.s.)a zina iftirasında bulunan bunlardır ve tahrif edilmiş Tevrat’a 6 bu ve benzeri pek çok iğrenç düşünceleri sokuşturmuşlardır.. Süleyman (a.s.)’a ise sihirbaz dediler. Zekeriya ve Yahya (a.s.)’ı öldürdüler. İsa (a.s)’ı da öldüreceklerdi. Ancak Allah Azze ve Celle buna müsaade etmedi. İşte Allah’ın ayetlerini inkâr eden ve peygamberlerini öldüren bu toplumun alçak bir toplum olduğunu Yüce Allah Kur’an da şöyle anlatıyor: “Size eziyetten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar bile, size arkalarını döner kaçarlar, sonra onlara yardım da edilmez. Nerede olsalar onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur. (ezilmeğe mahkûmdurlar) Meğerki Allah’ın ahdine ve insanların ahdine sığınmış olsunlar. Allah’ın gazabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Böyle oldu, çünkü olar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı ve çünkü onlar isyan etmişlerdi, haddi aşıyorlardı.”9 Yüce Rabbimizin alçak ve zelil olarak nitelediği bu toplum, yaklaşık iki bin sekiz yüz yıla varan bir zaman dilimi içerisinde Musa (a.s.) dönemi hariç devlet olamamışlar ve Buhtunnassar adındaki müşrik bir kralın bunları toplu katliama duçar etmesi ve kalanların dünyaya dağılması neticesinde hep alçak ve zelil olarak yaşamışlardır. Son yarım asırdan beri kurdukları terör devletin akıbetinin ne olacağı ise pek parlak olmayacağı ve Buhtunnassar döneminde başlarına gelen durumun tekrar geleceği kaçınılmaz olacaktır. Ağustos 2010 Fesad ve terör çıkarma hususunda hiçbir zaman geri durmazlar. Bu Yahudi toplumu tarih sürecinde bulundukları bölgelerde insanları bozma ve ortamı karıştırma hususunda ellerlinden gelen her şeyi yapmışlardır. Bu topluluk Allah’ın dinini tahrif ettikleri gibi Allah Teâlâ hakkında asla hiç uygun olmayan sözler sarfetmişlerdir. Bunların böyle yapmaları kendi menfaatleriyle çelişen durumları karşısında takındıkları tavırdan kaynaklanmaktadır. Çünkü bu topluluk kendi menfaatlerini her türlü değerin üzerinde tutarlar. Dinde buna dâhildir. Terör, fitne ve fesad çıkarma hususu da böyledir. Kendi menfaatleri oldu mu yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Bugün Filiskinde estirdikleri terör yalnız orada kalmamakta, ilgi alanlarına giren dünyanın her yerinde aynı terörü uygulamaktadırlar. Hatta Filistin’e gelmek istemeyen dünyanın başka yerlerinde bulunan Yahudilere bile aynı terör faaliyetini uygulamaktadırlar. Bakın Yüce Kur’an bunların menfaatperest yapılarını nasıl anlatmakta: “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır, (sıkıdır) dediler.* Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar! Bilakis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir.* Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır. Aralarına, kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yak- mışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.”10 Dünya üzerinde insanlığı bozacak tüm fesat kaynakları bunların kontrolündedir. Kendi toplumları dışında kalanları ahlaken ve her yönden bozmak onlar için mubah sayılmıştır. Bu güruh çok korkak olup özelliklede Allah’tan daha çok Müslümanlardan korkarlar. Korkak insan saldırgan olur. Bu Yahudi toplumu tarihten beri hep güçlünün yanında olmuş garibanları ezmeye çalışmıştır. Savaşmak durumunda kaldıklarında ise göğüs göğse savaşamayıp ancak sağlam kaleler ardında savaşma cesareti gösterebilmişlerdir. Kâinatın Efendisi Efendimiz (s.a.v.)le antlaşmış olmalarına rağmen gizlice Mekkeli müşriklerle birlikte olup Müslümanları arkadan vurmaya çalıştılar. Allah Azze ve Celle onlara fırsat vermedi ve cezalarını gördüler. Onların korkak oluşlarını ve özelliklede Müslümanlardan korktuklarını Kur’an bize şöyle anlatıyor: “ Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya siperler arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanamayan bir topluluktur.”11 Karşılarında ciddi ve cesur Müslüman göremedikleri için böyle davranıyorlar. Bir gün karşılarında ciddi ve yalnızca Allah’tan korkan bir toplulukla karşılaşırlarsa gerçek yüzleri o zaman ortaya çıkacaktır. İnsani yardım gemisinde tekme yiyen İsrail askerinin nasıl ağladığını dünya gördü. Allah bizlere gerçek dini şuur nasıp eylesin. Amin. .................................................................. 1)Nuh, 71/5-6 2)Taha, 20/83,85,88 3)A’raf, 7/138 4)Bakara, 2/88 5)Al-i İmran, 3/23 6)bakara, 2/92-93 7)Enfal, 8/56 8)Bakara, 2/100 9)Al-i İmran, 3/11,112 *Önceden bolluk içerisinde yaşayan ve yaşadıkları yerlerde halkın en zengini olan Yahudiler, Allah’a isyanları yüzünden darlığa ve sıkıntıya düşmüş ve bu sözü Finhas ibni Azura söylemişler ve ayet bundan dolayı nazil olmuştur. (Hak Dini Kur’an Dili- Ayetin tefsiri) *Allah’ın elinin açık olması cömertlikten kinayedir. Hâşâ, yoksa Allah’ın bizim gibi eli kastedilmemektedir. 10)Maide, 64 11)Haşr, 59/13,14 Ağustos 2010 7 Mescidi Aksa Tehlikede 8 Ağustos 2010 Farkında mısınız..? Ağustos 2010 9 RAMAZAN AYINI İYİ DEĞERLENDİRELİM üce ALLAH’ın lütfu ile sağlık ve esenlik içinde, Müslümanlar olarak arınma ve yenilenme bilincimizin tazelendiği, ferdi hayatta dindarlığın, sosyal hayatta huzur, dayanışma ve kaynaşmanın yoğun olarak yaşandığı, manevi derecesi çok yüksek ve kazancı pek büyük olan af, mağrifet ve bereket mevsimi yeni bir Ramazan ayına 11 Ağustos Çarşamba günü kavuşmuş bulunuyoruz, elhamdulillah…Hepimize mübarek olsun! Yüce ALLAH'ın engin rahmet, mağfiret ve bağışlamasının diğer zamanlara göre daha fazla olduğu, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın güzel örneklerinin verildiği Ramazan Ayına bir kez daha erişmenin, sahura kalkarak bu ayın manevi atmosferine girmiş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Y Mehmet TALU Yeni nesil Ramazan ayını bu gidişle eğlence ayı olarak yaşayacağa benziyor. Ermeni ve Rumların icrası “Direkler arası” çılgınlığı 21’inci yüzyılda Müslümanların eliyle geri gelecek. Gidişat bunu gösteriyor. 10 Selman-ı Farisi (R.A.)den rivayete göre, Resûlullah (S.A.V) Efendimiz, Şaban-ı şerifin son günü hutbe okuyarak şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Çok büyük ve mübarek bir ay sizi gölgeledi, gelmesi çok yaklaştı. O, kendisinde bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi bulunan bir aydır. ALLAH Teâlâ, onun orucunu farz, gecesinin kıyamını, Teravih namazının kılınmasını da nafile kıldı. Her kim, onda bir hayırla ALLAH'a yaklaşırsa, nafile bir ibadet yaparsa, diğer aylarda bir farz eda etmiş gibi olur. Onda bir farz işleyen ise, diğer aylarda yetmiş farz eda etmiş gibi olur. O, Ağustos 2010 sabır ayıdır; sabrın karşılığı ise cennettir. O, iyilik ayıdır; o, kendisinde müminin rızkı artan bir aydır. Her kim, onda bir oruçluyu iftar ettirirse, günahlarına mağfiret ve kendisinin cehennemden kurtulmasına vesile olur ve oruçlunun mükafatından bir şey eksiltilmeksizin, iftar ettirene de onun bir misli verilir. Dediler ki: Ya Resûlellah! Hepimiz, oruçluya iftar ettirecek bir şey bulamaz ki… Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V)Efendimiz şöyle buyurdu: ALLAH Teâlâ; bir hurma, bir yudum su veya süt ile oruçluyu iftar ettirene de bu sevabı verir. O, bir aydır ki, başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden azad olmaktır. O ayda her kim kölesinin, işçisinin işini-yükünü hafifletirse,azaltırsa; ALLAH da onu mağfiret eder ve cehennemden azad eder.O halde, onda dört şeyi çokça yapınız. Bunların ikisiyle Rabbinizi razı edersiniz, diğer ikisine de mutlaka muhtaçsınız. Rabbinizi kendisiyle razı edeceğiniz iki şey: La ilahe illALLAH kelime-i tevhidini söylemeniz ve O’na istiğfar etmenizdir. Mutlaka onlarsız duramayacağınız diğer ikisi ise: ALLAH'tan cennet isteyip cehennemden ona sığınmanızdır. O ayda her kim, bir oruçluyu doyurursa; ALLAH Teâlâ da ona, benim Kevser havzımdan öyle bir içirirki, cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” Bu hadis-i şeriften anlaşılıyorki: İnsan Ramazan ayında rahmete giriyor. Yani, şimdi biz ALLAH'ın rahmeti içinde yüzüyoruz elhamdülillâh... Suçluyuz, günahkârız, yüzümüz kara, mâzimiz karanlık... Eksiğimiz kusurumuz çoktur amma, oruç tuta tuta ayın ortasında ALLAH günahları mağfiret ediyor. Ramazanın sonu da cehennemden âzad olmaktır. “Ey kulum, sen ramazanı tuttun, ben seni affeyledim, mağfiret eyledim, cehenneme de atmayacağım; hadi bakalım âzâd oldun!" diyecek ALLAH Teâlâ Hazretleri. Kime? Tabii ki Ramazanı güzel geçirenlere... Rabbimizi râzı edeceğimiz, Rabbimizin rızâsına ereceğimiz iki iş nedir: “La ilahe illALLAH” kelimei tevhidini çokça söylemek. İkincisi de, ikinci olarak yapılması gereken, istiğfar etmektir. Demek ki, bu Ramazan ayında ne yapacağız?.. "Lâ ilâhe illALLAH"ı çok söyleyeceğiz; bir... Estağfirullah'ı çok söyleyeceğiz, ikii.. Kendisinden müstağni kalamayacağımız öteki iki iş: ALLAH'tan cennetini istememiz ve cehennemden ALLAH'a sığınmamızdır. Tamam, bunu da yaparız: "Yâ Rabbi, bizi cennetine dahil eyle!.. Yâ Rabbi bizi cehenneminden âzâd eyle!.." diye de çok dua edeceğiz. Ağustos 2010 İmam Rabbani (K.S.) Hazretleri, mektubatında şöyle buyuruyor: "Bilinmelidir ki, Ramazanı şerif ayı çok büyük bir aydır. Bu ayda, namaz, zikir, sadaka gibi, yapılan her nafile ibadet Ramazanın dışında yapılan bir farzı edaya denktir. Bu ayda bir farz eda eden ise, diğer aylarda yetmiş farz eda etmiş gibidir. Kim bu ayda bir oruçluyu iftar ettiririse, günahları affolur, boynu cehennemden azat olur ve iftar ettirdiği kişinin ecrinden bir şey eksilmeden, bir mislini de iftar ettiren alır. Bu ayda, kölesinin ve işçisinin işini hafifleteni ALLAH Teâlâ affeder ve cehennemden azat eder. Ramazan ayı girdiğinde Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, bütün esirleri salar ve isteyene izin verirdi. Bu ayda hayırlara muvaffak olan kişiye, senenin tamamında Allâh Teâlâ'nın muvaffak kılması refik yani yoldaş olur. Bu ay, huzuru kalp olmaksızın, dağınıklık üzere geçerse bütün sene dağınıklık üzere geçer. O halde bu ayı ganimet bilerek bunda huzuru kalbi kazanmaya çok çalışmak lazımdır. ALLAH Teâlâ, Ramazan ayının gecelerinden herbirinde cehenneme girmeğe layık olmuş kişilerden binlercesini mağfiret eder ve bu ayda cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincire vurulur, rahmet kapıları açılır. İftarı acele yapıp sahuru geç yapmak sünnetlerdendir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, bu hususta çok mübalağa göstermiştir. Çünkü bu hal, ihtiyacı ortaya koymaktan ibarettir ki kulluk makamına da bu yaraşır. Hurma ile iftar etmek de sünnettir. Teravih namazını eda etmek ve bu ayda Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek, sünneti müekkede yani kuvvetli sünnetlerdendir ve çok büyük bereketler kazandırır. ALLAH Teâlâ, bizi Habibi hürmetine muvaffak eylesin. Amin!" ALLAH Teâlâ, bizi böyle bir aydaki hayır ve bereketlere muvaffak kılsın ve bizi en büyük bir nasiple merzuk eylesin. Amin!.. Ramazan-ı şerif ayı, çok büyük bir aydır. Bu ayda: Namaz, zikir, sadaka gibi, yapılan her nafile ibadet, Ramazanın dışında yapılan bir farzı eda etmeğe denktir. Diğer aylardaki iyilik ve ibadetlere bire on, bire yüz sevap sözkonusu olurken, Ramazan ayında durum aynı değil. Onda yapılan tüm iyilik ve ibadetler için bire yedi yüz ve daha fazlasından başlayan sevaplar. Bunun içindir ki zekatlar da, fitreler de diğer bütün ibadetler ve iyilikler de bu ayda daha çok yerini bulur. 11 seller gibi akan kalabalık içinde çocuk arabasıyla bir bebeği gezdiriyordu. O saatte, o sel gibi kalabalık içinde minicik bir yavrunun ne işi var? Seller gibi akan kalabalık içinde rabıtalı giyinmiş bir tek kadın gördüm. Başını koyu renkli bir örtü ile örtmüştü. Sırtında çizgili, koyu renkli bir tünik vardı. Öteki tesettürlülerin kıyafetleri evlere şenlikti. En cırtlak pembeler, en berbat sarılar, maviler, yeşiller, eflâtunlar, kırmızılar, morlar. Karnaval kıyafeti gibi... Yüce İslâm dininde zaruret olmadıkça açık yerlerde herkese göstererek yemek içmek yoktur. Bilhassa Ramazan çarşılarında ve etkinliklerinde ayakta, yürüyerek, herkesin içinde sucuk ekmek, kokoreç, börek, lahmacun yemek terbiyeli ve görgülü Müslümana yakışmaz. Dikkat Ramazan eğlenceleri!... Kimi yerlerde “Ramazan eğlenceleri” yazılı ilanlar, pankartlar çarpıyor gözümüze. Fesübhanellah!. Ramazan ayı, eğlence ayı mıdır? Dindar Müslümanların, bu tuzaklara düşmemeleri gerekir. Geçtiğimiz senelerde Haliç taraflarında bir yerde Ramazan şenliği diye İslâm dininin ve Şeriatının kesinlikle kabul etmediği iğrenç ve rezil eğlenceler tertiplediler. Çıplak karılar, mankenler, çalsın sazlar, oynasın kızlar, berbat bir müzik, ha ha ha, ho ho ho, hi hi hi... Mâlâyâni konuşmalar, fingirdeşmeler... Nargileler fosur fosur içiliyor. Ha Öyle ya, Ramazan var Ramazan var... Ramazan geldi... Orucunu tutacak, akşam namazını kerahet vaktinde yalap şalap, paldır küldür kılacak ve sonra ver elini “Ramazan eğlenceleri ve etkinlikleri”. Gittiği yerde cehennemî çalgılar çalınıyor, birtakım çağdaş kadınlar teganni ediyor. Yatsı ezanı okunuyor, orkestra birkaç dakika susuyor, aman ne dindarlık, ne dindarlık! Böyle Ramazan şenliği olur mu? Bunları tertipleyenleri uyarmak gerekir. Mübarek ve kutsal Ramazan ayında İslâm dininin yasaklamış olduğu çalgılı şarkılı eğlencelere sakın ha… Gitmeyelim, hele açık saçık kadınların teganni ettiği fısk meclislerden bucak bucak kaçalım. Tesettürlü İslâm kadınları ve kızları yüce dinimizin hoşgörmediği, yasak kıldığı mekânlara gidip salına salına gezip tozmasınlar. İslâm kadınının haysiyet ve ismetini korusunlar. Bir Ramazan çarşısında gecenin ilerleyen saatlerinde başı örtülü genç bir hatun, 12 Maalesef Ülkemizde son yıllarda, Ramazan aylarında dozajı her yıl artırılarak işlenen haram zeminler oluşturuluyor. Bu gayrımeşru zeminler Ramazan ayımızı ALLAH’a isyan fırtınasına dönüştürüyor. Ramazan ayına mahsus haramlar icat edilip, bir zümre çılgınca bu haramları “ibadet” telakki edip icra ediyor. Nedir bu haramlar? Bunların bir kısmını şöyle sıralamamız mümkündür: Belediyeler ve bir kaç vakıf iftar çadırları kuruyorlar. Bu çadırlarda iftariyeler verilip sözüm ona “Ramazan etkinlikleri” düzenleniyor. Dinimizin asla tasvip etmediği kişi ve kurumlar, buralarda iftara müteakiben “sevab”ına konserler veriyorlar. Böylesine etkinliklere dini bir heyecan katılarak, gelenek kılıfına da sokularak çürümüş bir dönem eğlence ayı olarak topluma Ramazan aylarında yeniden dayatılıyor. Ramazan ayı yaz mevsimine gelince bu şenlikler karnavala dönüşecek, zaten şimdiden dönüşmüş durumda. “Ramazan etkinlikleri” adı altında işlenen bunca “cinayet”ler farkındaysanız Ramazan ayını idrak etme tarzımızı bozuyor. Ramazan ayı sosyal dayanışmanın tazelenmesi vesilesi olmalıdır. Bugünkü etkinlikler bu ayı yeni alışkanlıkların, bid’atlerin edinildiği bir aya doğru süratle götürüyor. Yeni bir “Ramazan ayı kültürü” ile karşı karşıyayız. Bu Ramazan ayını yaşama tarzımızı dinamitliyor. Bir takım çevreler: Hayırda bulunmak, Yoksullara yardım etmek, Açları doyurmak... gibi vecibeleri amaç olmaktan çıkarıp araç haline getirip gösteriye dönüştürüyor... Bu gidişatın eğlence içerikli olması bozuntuyu maalesef câzibeleştiriyor. Ağustos 2010 Yoksula yardımı ibadet bilenlerin tarzı muhtaçları teşhir etmemektir. Bunun için ecdadımız aşevlerini kuytu yerlere yerleştirirlerdi. Bunu gösteriş amaçlı yapanlar çadırlarını merkezi yerlere kurup, doyurma ve eğlenceyi bir araya getirerek, bu çadırları karnaval çadırları haline soktular. Böylece bu çadırlar tüketici ve eğlendirici cemaati oluşturdular. Yeni nesil Ramazan ayını bu gidişle eğlence ayı olarak yaşayacağa benziyor. Ermeni ve Rumların icrası “Direkler arası” çılgınlığı 21’inci yüzyılda Müslümanların eliyle geri gelecek. Gidişat bunu gösteriyor. Ramazan aylarında cami diplerinde müzik yayını, kadın-erkek camilere giriş izdihamı oluşması ve oluşturulması Ramazan ayına mahsus haramlardan bir diğeridir. Yanlışlıkla icra edilen günümüz Ramazan çadır şenliklerinin getirdiği anlamsız eğlencelerin eski İstanbul azınlıklarının direklerarası eğlenceleriyle anlamdaş olması ne denli üzücüdür. Ramazan neşesini, cami içersinde yaşayan Müslümanlara karşılık, o dönemin İstanbul ekalliyeti denilen Rum, Ermeni ve Yahudi gayrimüslim azınlığı da kendilerini direklerarası tabir edilen eğlenceleriyle avutarak o günün hakim İslam kültürüne ayak uydurmaya çalışmışlardır. İstanbul’un büyük selatin camilerinden birinin avlusuna çadır kurulmuş, içine sahne yapılmış ve mü- barek ayın her gecesinde vur patlasın, çal oynasın. “Ramazan etkinlikleri ve şenlikleri” yapılıyormuş. Ben görmedim, gören bir dostum anlattı; hem öfkelendim, hem üzüldüm, hem de iğrenerek acıdım. Bunu kimler yapıyor? Dinsizler, densizler, donsuzlar değil, sözüm ona Müslümanlar yapıyor. Rezaletin böylesi şimdiye kadar görülmemişti. Kimbilir daha neler göreceğiz... Edebsizliğin adını Ramazan Eğlenceleri koymuşlar. Ramazan eğlence ayı değildir, ibadet ve hayır hasenat ayıdır. İslâm’da eğlenmek yok mudur? Vardır ama dine uygun olmak şartıyla. Sen Ramazan ayı eğlenceleri diyerek kadınerkek herkesi karmakarışık halde bir mekana dolduracaksın ve orada bir sürü fısk ve fücur irtikâb edeceksin, böyle şey olur mu? Başına Ramazan kelimesini getirmekle fısk ve fücurun meşru hale geleceğini mi sanıyorlar? Şehrin merkezî bir yerinde çarşı kurmuşlar, birtakım adamlar, daha doğrusu “adamları” yerleri 9 milyardan alıp 12 milyara devr etmişler ve bu çarşıda Ramazan güpegündüzünde alenen, açıkça oruc bozuyorlar. Bu adamlar İslâm’la, Müslümanlarla alay mı ediyorlar? Bu gibi densizlikleri terbiyeli gayr-i müslimler bile yapmaz. Kırk elli sene öncesini hatırlıyorum, nice gayr-i müslim vatandaşımız, işlettikleri meyhaneleri bir ay kapatırlar, kapısına veya vitrinine “Mübarek Ramazan ayı boyunca dükkanımız kapalıdır” diye bir yafta asarlardı. Şimdiki bazı Ahmetler Mehmetler dünkü Apostollar, Yorgiler, Anastaslar kadar efendi ve vicdanlı değil. Birtakım densizler bundan yüz sene önceki Şehzadebaşı Direklerarası fısk ve fücurlarını “Nostaljik Eski Ramazan Eğlenceleri” diye canlandırmak istiyor. Neymiş o eski eğlenceler? Direkler arasında salaş tiyatrolar varmış. O zaman Müslüman kadınlar sahnelere çıkıp şarkı söyleyemez, göbek atamazmış; Kantocu Şamram’lar, Virgini’ler, Viktorya’lar teganni edermiş, ucuz orkestralar çalarmış, dinden uzaklaşmış tabaka da keyf çatarmış... Bunların kutsal Ramazan ayı ile o zaman da alakası yoktu, bugün de yoktur. Dinin kesin bir şekilde yasak ve haram kılmış olduğu şeylerin “Ramazan Eğlence ve Etkinlikleri” denilerek yapılmasına bir Müslüman olarak itiraz ediyorum. Efendiler! Biraz ciddî, biraz kaliteli olunuz. Fıskın ve fücurun bile kalitelisi olur. Nitekim fahişenin Ağustos 2010 13 Bu hususta sağlam ve sahih hadîs vardır. Ramazan’da ciddî, vasıflı, günahsız etkinlik yapılamaz mı? Niçin yapılmasın? Tabiî ki yapılır. Bir kaç örnek vereyim: 1- Büyük bir meydana Türkiye’nin belli başlı geleneksel millî sanatlarıyla ilgili fuar kurulur; buralarda sanatkârlar veya zenaatkârlar herkesin gözü önünde üretim yaparlar, bunları ucuz fiyatlarla satarlar. 2- Türkiye’nin en meşhur, en nefis, en leziz tatlıları satılır. 3- Nefis börekler satılır. Tatlıcıların vitrinleri Şam’daki tatlıcılar gibi olmalıdır. Şam’a gidenler bilir, insan orada bir tatlıcı dükkanının vitrini önünde lâl ü ebkem kesiliyor, seyredip duruyor... bile kibarı mevcuttur. Bugünkü Ramazan eğlenceleri son derece kalitesiz, bayağı, pespâyedir. Sultanahmet’ten geceleri zaman zaman gökgürültüsü gibi sesler duyulur ve sonra sema aydınlanır, rengârenk ışıklar salkım saçak yere iner. Neymiş, bir takım adamlar maytap eğlenceleri ile zevklenip keyifleniyormuş. Her maytap kimbilir kaç liradır. Memlekette açlıktan kıvranan bunca fakir varken maytaba çuval dolusu para harcanır mı? ALLAH rızası için olmak şartıyla Ramazan çadırları kurulmasına ve buralarda yüzlerce, bazen binlerce fakire yemek yedirilmesine karşı değilim, yapanları tebrik ediyorum. Ancak ihlasa dikkat etmek gerekir, yoksa sevabı olmaz. İhlas ne demektir? Halisiyet, katışıksızlık demektir. Yani ibadet ederken, hayırlı bir iş yaparken sırf, yüzde yüz ALLAH’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak için yapacaksın, araya başka gayeler karıştırmayacaksın. Halk “Bu adam veya kurum ne dindar, ne hayırlıymış desin” diye yapılanlar ihlasa aykırıdır. Böyle hayırlar ve ibadetler yarın Ulu Mahkemede o riyakârların suratına çarpılacaktır ve onlar ALLAH, melekler ve insanlar kendilerine lanet eder oldukları halde yüzüstü sürüklenerek Cehenneme atılacaktır. 14 Yahu sucuk ekmekle, kokoreçle, iyi yıkıyorlar mı?, tantunî kebabıyla Ramazan çarşısı mı olur? Ramazan çarşısında büyük bir çadırda her gece vaazlar, sohbetler, zikirler yapılmalıdır. Öyle turistik, uyduruk âyinler değil... Gerçek şeyh olacak, dervişler gerçek olacak, yatsı namazı kılındıktan sonra usûl ve erkânına göre zikir yapılacak. Kaliteli turistler, yüksek tabaka gelip hayran kalacak... İslâm dini yücedir, hak dindir, medeniyet ve şehir dinidir; bu dinin adını kullanarak, başına Ramazan getirerek hokkabazlık, işporta kültürü, ucuz ve âdi eğlenceler sergilenemez. Kimseyi suçlamıyorum, kural olarak söylüyorum. Ramazan çarşıları ranta, partizanlığa alet edilmemelidir. Dokuz milyara yerler kapatacak, sonra üzerlerine üçer milyar kâr koyarak devredilecek…. Olur mu böyle şey? Ramazan etkinlikleri ve eğlenceleri adı altında çıplak kadınları sahnelere çıkartıp şarkı ve türkü söyleteceksin ve bunu kültürel ve sanatsal faaliyet diye reklam edeceksin. Olmaz olsun, yapanların başında paralansın böyle etkinlikler, eğlenceler! Efendiler! Edeb istiyoruz... Ciddiyet istiyoruz... İz’an ve vicdan istiyoruz... Dine ve Ramazana saygı istiyoruz... Sosyolog ve antropolog gözüyle bakılınca, bir müddetten beri İslâmî kesimde büyük bir bozulma, tefessüh, dejenere olma, çürüme, âdileşme ve bayağılaşma görülmektedir. Bir tekerleme vardır: Delidir, ne yaparsa yeridir... Ağustos 2010 Bazılarına bakıyorsunuz, sanki “Biz İslâmcıyız, biz Belediyeciyiz canımızın istediğini yaparız...” dercesine sorumsuzca hareket ediyorlar. olarak kulluk görevini yerine getirmek isteyenlere ko- Böylelerini uyarıyorum: Ramazan sizi çarpar...“Yapıyoruz, bir şey olmuyor...” Ne zaman çarpacağı belli değildir. Her şeyin bir vakt-i merhunu vardır, o an gelir ve belânızı bulursunuz. insanlık alemi için hidayete vesile olmasını diliyorum. Ahlâka aykırı eğlenceler yapmak istiyorsanız hürriyet var, yaparsınız, ancak bunlara dini, Ramazanı karıştırmayınız. laylıklar sağlamasını, Ramazan ruhunu diğer aylara taşımasını niyaz ediyor, İslam dünyası için hayırlara, Ramazan ayının nefsimiz, ailemiz, milletimiz, ülkemiz ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını, bizleri olgunlaştırmasını ve yüceltmesini Cenab-ı ALLAH'tan niyaz ediyorum. ALLAHım! Bildiğim tüm dillerde sana dua etmek istiyorum. Senin bize öğrettiğin Ramazan çarşıları, etkinlik ve eğlenceleri gayr-i meşru rantlara alet etmemelidir. Ramazan çarşılarındaki dükkanlar, standlar doğrudan doğruya oralarda iş yapacak esnafa verilmelidir, üzerine kâr koyarak devretme rezaletlerine meydan verilmemelidir. tüm şekillerde sana kulluk yapmayı arzuluyorum. Efendimize, ki sevgilindir, sevgilimizdir tüm sevgi dolu sözcükleri adamak istiyorum. Olan biteni, ki malumundur, arz ediyorum: Madden ve manen büyük bir buhran yaşıyoruz. Benliğimizi yitirdik, birliğimizi kaybettik, onu- Her türlü bayağılıktan, âdilikten, mecâzî mânada ucuzluktan, hokkabazlıktan, soytarılıktan uzak kalınmalıdır. Ramazan çarşılarında iftardan önce yenilip içilmemelidir. rumuzu yitirdik. Ey Yüce Rabbim! Şüphesiz varlık senin kudret ellerinde. Dilediğin gibi evirir çevirir, dilediğin şekle Kendilerini çok akıllı, çok kurnaz, çok hinoğlu hin sanan birtakım kişiler, başına Ramazan kelimesini getirmekle fısk ve fücurun meşrulaşamayacağını idrak edemiyorlar mı? sokarsın. Şartları lehimize döndür, bize maddi ve manevi zaferler nasip eyle. ALLAHım! Dünyadaki tüm kardeşlerimize yar- Müslüman ALLAH’tan korkan, halktan utanan kimsedir. Ramazan ibadet, takva, hayır hasenat, tevbe, kendini islah etme ayıdır. Fısk, fücur, isyan, tuğyan, azgınlık ayı değil. dım et, bu mübarek Ramazan hürmetine sıkıntılarımızı gider, bize uyanış, kurtuluş ve diriliş bahşeyle. Ve: "De ki: Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir, itibar eder miydi?" demeyi öğrettin bize, İlle de para kazanmak istiyorlarsa bin türlü meşru veya gayr-i meşru ticaret, sınaat, zenaat, üretim, alım-satım konusu ve sahası vardır. Onlara yönelsinler. İhtar ediyoruz, uyarıyoruz, mukaddesatımızı, Ramazanımızı kâr âleti yapmaktan kaçınsınlar. Çünkü çarpılırlar, belâlarını bulurlar. Ramazan ayının şahsımız, ailemiz, milletimiz, ülkemiz ve bütün insanlık için hayırlar, huzur ve barış getirmesini, bizleri manevi yönden yüceltmesini Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum. bundan cesaret alarak dua ediyoruz, yalvarıyoruz. Sonsuz gücüne secde ediyoruz, af diliyoruz. Af Diliyoruz Yâ Rab!.. Bizlere mübarek kıldığın bu Ramazan ayında “Hüzün Peygamberi”nin, hüzünlü ümmeti olarak af diliyoruz Sen’den Yâ Rab. Bütün varlığımızla, her ne kadar affa layık olmasak da; kabulümüzü intizar ediyoruz, kabule layık olmasak da... ........................................................ Ramazanın ayının gönüllerimize huzur, iftar sofralarımıza bereket, hayatımıza düzen,yaşantımıza samimiyet ve dindarlığımıza yüksek bir seviye getirmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyorum. Milletimizin ve İslam aleminin Ramazanını tebrik ediyor, Yüce ALLAH'tan bu ayın mana ehemmiyetine uygun Ağustos 2010 2)Görülüyor ki; iftarın mükellef sofralar ve ziyafetler şeklinde düzenlenmesi şart değildir. Bir lokma ekmek, bir hurma veya bir yudum su ile de olsa aynı sevabı alır. Yeter ki ikramlar, ALLAH rızası için yapılmış olsun. İftar davetlerinde lüks ve israftan kaçınılmalı ve bu davetlerde fakirlere de yer verilmelidir. 3)İbn-i Huzeyme; Sıyam; 8; No: 1887; 3/191; Beyhekî, Şuabü’l-İman, 3/305,N0:3608 15 ORUÇ NEYİ TUTMALI? ruç ayı Ramazan geldi. Evet, oruç ve açlık ayıdır Ramazan. Bu ayda, aç olmanın, aç kalmanın ne demek olduğunu ve açlık çekenlerin neler hissettiğini bilerek ve düşünerek değil bizzat yaşayarak anlamaya ve hissetmeye çalışırız. Zaten açlık, ancak yaşandığı takdirde tam olarak anlaşılabilecek bir duygudur. Bunun ötesinde Allah için, o emretti diye aç kalmak, zor ve çileli gibi gözüken bu halin bir zevk ve ibadet neşesi içerisinde geçirilmesine vesile olur. Bu yüzden özellikle bu ayda düşkünlere karşı daha bir merhametli, daha yumuşak huylu, çevresinde yaşayan insanlara karşı daha duyarlı ve belki bu yüzden çocuklar dâhil, oruca karşı daha bir istekli ve ısrarcı oluruz. O Nihat MORGÜL [email protected] Oruç, maddi imkânlara bir süreliğine ara verdirerek su gibi, ekmek gibi, sıhhat gibi, sahip olup da göremediğimiz, farkına varmadığımız o ufacık nimetlerin farkına varmamızı sağlar ve hem de yokluk içinde mutlu olunabileceğini bize gösterir. Oruçlu olmak, aç durmak değildir. Öncelikle mübarek aylar ile başlayan bir hazırlık süreci var ki bu insanı ruhen ibadete hazırlıyor. İkinci olarak özellikle ibadete niyet etmek, yani ibadet şuuruyla ve Allah için hareket etmek, nasıl bir karşılık beklediğimiz birini diğerinden ayırıyor. Niyet ile insan sınırlarını belirliyor ve kendi hareketine bir kimlik vermiş oluyor. Bu, önemli bir kurumun girişinde kimlik kontrolü yapmak gibi bir şey. Peygamberimiz bir hadislerinde; “inanarak ve karşılığını Allahtan 16 Ağustos 2010 bekleyerek kim oruç tutarsa geçmiş günahları bağışlanır” buyuruyor. Demek ki önce yaptığımız şeyin gelenek, örf, adet, desinler diye değil bir ibadet olduğuna inanarak ve manevi bir hazla yapmalı, sonra bu ibadetin karşılığında yalnız Allahın rızasını ve memnuniyetini istemeliyiz. Oruç, sınırlarını bilmektir. Oruç ve oruçlunun sınırları vardır. İmsak ile başlar iftar ile sona erer. İmsak ile mümin o ana kadar kendisine meşru ve helal olan birtakım davranışlara karşı kendini tutar, onlardan uzaklaşır. Oruç bize sınırsız hürriyetin olmadığını hatırlatır. Bu açıdan oruçlu kimse başına buyruk yaşayamaz. Sınırlı ve sorumludur. Burada sınırlılık, olumsuz anlamda değildir. Aksine ona ait olanın, hak ve sorumlulukların farkında olmaktır. Oruç, yokluğu hissetmektir. Günümüz insanı mutluluğu maddi zenginlikte aramakta ve her şeyin sahibi olanların huzur ve mutluluğa da sahip olduklarını düşünmektedir. Bu yüzden maddi imkânlardan yoksun olanlar kendini yalnız ve huzursuz hissederken, diğer yandan imkânı olanlar çocuklarının her istediğini alarak onlara mutluluk vereceklerini zannetmektedir. Oysa ‘zevk almak’ ile ‘mutlu olmak’, haz duymak farklıdır. İlki bedenin doyumu ile ilgili iken ikincisi ruhun doyurulması ile alakalıdır. Ruhun huzuru ise maddi imkânlarla değil, manevi duyumlarla mümkün olabilir. Zaten Allah Teala, bir ayeti kerimede de ‘şuna dikkat edin ki kalp- ler ancak Allah’ı anarak mutlu ve huzurlu olabilir’ buyurmaktadır. Batı medeniyeti bedensel ihtiyaçlarını doyurarak zevkin peşinden giderken, İslam medeniyeti, ruhunu doyurarak mutluluğu yakalamanın arayışındadır ve bunu gerçekleştirmiştir. Maddi imkânlar, bedensel zevkler bir müddet sonra alışkanlık yapmakta ve kişiye bıktırıcı gelmektedir. Bunun sonunda kişi farklı ve değişik arayışlara girmekte, çoğu kerede normal yolların dışına çıkarak sapkınlığa varan davranışlar sergileyebilmektedir. Tabi bunun sonu doyumsuzluktur. Doyumsuzluğun akibeti bunalım, huzursuzluktur. Dünyanın en zengin ülkelerinde dünyanın en fazla intihar olaylarının görülmesinin sebebi budur. Her şeyi olup huzuru olmayanların en nihayet akıbeti uçurumdur. İşte oruç, maddi imkânlara bir süreliğine ara verdirerek su gibi, ekmek gibi, sıhhat gibi, sahip olup da göremediğimiz, farkına varmadığımız o ufacık nimetlerin farkına varmamızı sağlar ve hem de yokluk içinde mutlu olunabileceğini bize gösterir. Oruç, iradeli olmaktır. Oruçlu kimse sahur için bir gece yarısı hiç kimse onu görmediği ve zorlamadığı halde uykusunu böler, yatağından kalkar yemeğini yer. O sıra müezzin ‘Allahu ekber’ deyip imsak vaktinin girdiğini haber verir. Oruç tutacak kimse o andan sonra ağzına ne bir lokma yemek ne bir yudum su koyar. Taa akşam vakti girip tekrar müezzin ezanı ile beraber iftarı ilan edinceye kadar bu iradesine sadık kalır. Acıkmasına rağmen yemek yemez, çok istemesine rağmen su içmez ve helalini kendisine yasak bilir. Bu durum insanda iradeyi kuvvetlendirir. Ben istersem yapabilirim öz güveninin oluşmasına yardım eder. Ona kişilik kazandırır. Oruçlunun literatüründe yapamıyorum, beceremiyorum, istiyorum ama olmuyor gibi mazeretler olmaz. Çünkü o, istediği zaman bir şeyi yapabileceğini, en temel ihtiyaçlarını bile gerekirse sınırlayabileceğini oruç sayesinde görmüş ve defalarca bunu oruç tutarak ispat etmiştir. Oruç sayesinde kişi bedeni arzularının esiri olmaz, bedeni onu yönetmez, aksine o, bedenini yönetir. Oruç, paylaşmaktır. Günümüz insanı maalesef gittikçe yalnızlaşmakta ve şehir hayatı da bu yalnızlığı teşvik etmektedir. Modern insan yalnızdır. İslamî anlayıştan beslenen köy hayatında insanlar, değil aynı köyden olanları yan kasabadakileri bile tanır, hal hatır eder, düğün, cenaze gibi önemli günlerine iştirak ederken Ağustos 2010 17 şehir insanı kendi halindedir. Herkes kendi başına kalabalık içinde yalnızdır. Her zaman herkesin yapacağı birçok işi vardır. Hiç kimsenin başkasına ayıracağı zamanı yoktur. Ramazan ve oruç bize diğerini fark ettirir. Onlarla beraber olduğumuzu aynı anda sahur ederek aynı anda oruç açarak beraber teravih kılarak toplumda yalnız olmadığımızı anlarız ve bu bize mutluluk verir. Birçok insanın sahura kalkınca camdan veya balkondan ışıkları yanan evlere bakması, iftar vaktinde telaşla evlerine koşturan insanları seyredip mutlu olması bekli de bu yalnızlık duygusunun bir şekilde kaybolmasındandır. Bu fark ediş iledir ki minibüste iftar ezanı okununca bir beyefendi evine yetiştiremediği sıcak pidesini çıkarıp orucunu açsınlar diye bütün yolculara bölerek ikram ediyor. Komşular birbirlerini ramazanda daha bir içten hatırlıyor. Mahallede oturan ihtiyaç sahipleri araştırılıp bulunuyor. Onlarla sadece ekmeğimizi, çorbamızı değil oruç ve ramazanla beraber ruh beraberliğimizi de paylaşıyor ve nicedir unuttuğumuz insanlık yanımızı ve güzelliklerimizi hatırlıyoruz. Oruç, arınmaktır. İnsan ramazanla beraber Allaha ve onun sınırlarına daha bir dikkat eder, daha bir hürmet eder. Allahın istemediği davranışları yapanlar, hiç olmazsa bu ayda yapmayalım diyerek ara verirler. İçki içenler, haram işleyenler, Ramazanda bu işlerine son verirler. 18 Namaz konusunda gevşek olanlar namazlarına dikkat etmeye, özen göstermeye başlarlar. Lokantalar bakarsınız Ramazanda gündüz kapalıdır. Bazı içkili restoranlar ramazanda işlemez. Kişisel olarak da insanlar giybet-dedikodudan sakınarak dillerine, karşı cinsle ilişkilerine dikkat ederek gözlerine ve iffetlerine, Allahı anarak zihinlerine, namaza devam ederek bedenlerine, zekatı vererek kazançlarına sahip çıkarlar. Ramazan sonunda aklı, fikri, zikri, bedeni ve ruhuyla tertemiz, yepyeni pırıl pırıl bir insan karşımıza çıkar. Çünkü bir Ramazan boyunca aslında biz orucu tutmayız, oruç bizi tutar. Oruç bize sahip çıkar. Bizi eğitir. Bize ruhi güzelliklerimizi hatırlatır. Çevremizde ve insan olarak yapımızda potansiyel olarak kötülükler bulunduğu ve bizim onlara düşme riskimiz devam ettiği müddetçe bizler de oruç tutmaya muhtacız demektir. Yoksa modern hayatın içinde, hırs ve dünyevi tamahın alabildiğine yol aldığı, ahlaki çöküntünün hızla ilerlediği, hırsızlığın arsızlığın yaygınlaştığı bu devirde oruçtan başka insanı dizginleyecek ve onu durduracak, onu ‘tutacak’ daha tesirli bir eylem gözükmüyor. O halde Ramazanda kazandığımız bu hasletler sonrasında da devam etmeli ve ‘oruçlu fert, oruçlu toplum’ olmalı ki yaşanabilir bir dünya olsun. Yoksa hiçbir şeyimiz emniyette olmayacak. Vesselam Ağustos 2010 Muâz ibn Cebel (r.a)’tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v)’i şöyle buyururken işittim: Yüce Allah şöyle buyurdu: Benim rızam için birbirini seven, benim rızam için bir arada oturan, benim rızam için birbirini ziyaret eden ve kendilerini benim rızama adayan kimselere benim muhabbetim vacip oldu.” (Muvatta’, Şa’r 16) Ağustos 2010 19 Bir Ramazan Rüyası ini, modern kültürün tüketebileceği bir meta haline dönüştürmek, onu aslından uzaklaştırmaktır. İslam’a ait kavramları kendi yerinden oynattığınızda, elde kalan İslam’ın kendi değil imitasyon bir taklididir. Her şeyin imitasyonunu yapmayı başardığımız bir toplum içinde imitasyon bir din üretmek o kadar da zor olmasa gerek. D Umut BULUT Zenginlerin evlerde konaklarda otellerde, fakirlerinse belediye iftar çadırlarında misafir edildiği bu kırık toplum İslam toplumu olamaz. Fakiri zenginle aynı sofrada buluşturan İslam, aradaki yakınlaşma ve geçişliliği amaçlar. Buna karşın herkesin kendi siteril sitelerinden banka havalesi ile belediyelere iftar sipariş ettiği bir toplum sorgulanmaya muhtaç bir toplumdur. Böyle bir toplumdan ideal bir toplum çıkmaz... 20 Ramazan gelmeden önce madde ekseninde hummalı bir hazırlığın fazlaca göze batması, oturup yeniden kendimizi ve Müslümanlığımızı sorgulama ihtiyacı hissettiriyor bize. Ramazan Müslümanlığını bir kenara bırakıp müslümanca bir ramazanın nasıl yaşanacağı üzerine ciddi ciddi kafa yormak durumundayız. Manevi anlamda herhangi bir gayret hissedilmezken, maddenin bu kadar belirleyici olmasını anlayabilmiş değilim. Son yıllarda mistik metalleşme dikkatlerimize dokunmaya başladı. Her ramazan eskiden eski ramazanlar anlatılırdı ve bunun artık bayatladığından şikâyetçi olur dururduk. Oysa şimdi daha bambaşka bir ramazan sektörü oluşmaya başladı. Dünyaya saldıran din adamlarının öncülüğünde bütün toplumda arabesk bir din yeniden üretiliyor. Her ramazan aynı adamların aydı kuru bayat üslupla aynı şeyleri anlatması da kendimizi yeniden üretemediğimiz anlamına da geliyor. Kitle iletişim araçlarının bu kadar yaygın ve etkili olması, bu arabeskAğustos 2010 leşmeyi toplumun bütün kılcal damarlarına kadar yayıyor. Topluma nüfuz etme güç ve imkânını elinde tutanların bilinç düzeyinin yükseltilmemiş olması, ileride telafisi imkânsız yanlışlara düşülmesine sebep oluyor. Bu işte tek bir suçlu arama ve günah keçisi ilan etme ucuzluğuna düşecek değiliz, bu toplu bir ortaklık halinde oluşan bir şeydir ve herkes kıyısından köşesinden bulaşıp bir şekilde payını almaktadır. Merhum Nurettin Topçu bazı cami imamları için mihrap artisti tabirini kullanıyordu. Aynı onun gibi de şimdi her ramazan geldiğinde ortalığa ramazan artistleri hakim oluyor. Eskiden sadece camide rastlayabileceğiniz mihrap artistlerine şimdilerde televizyonlarda gazetelerde internet ortamında belediyelerin iftar çadırlarında rastlamak mümkün… Dini tüketilebilen ve rant üreten bir meta haline dönüştürdüğünüzde de rekabet kıyasıya bir hal almaktadır. Televizyonu ile gazetesi ile radyosu ile yardım dernekleri ve aklınıza gelebilecek her türlü imkânla birlikte organize bir durum söz konusudur artık. Hocası müridi müşterisi tüccarı bu ortaklığın içinde bir havuza güç ve imkân toplama gayreti içinde. Adeta her gurup kendi sunağına kurban istiyor. Belli başlı bazı kutsal mekânların kullanımı rantı- nın paylaşımı da guruplar arasında bir güç mücadelesi ve gövde gösterisine sahne oluyor. (Eyüp Sultan Camii) Bu modern şehrin ürettiği din İslam’ın kendisi değil, her bahaneyle fetva dağıtan kişiler ve kurumsal yapılar, olana onay vermenin ötesinde olmasına gerekene de işaret etmeliydi. Zenginlerin evlerde konaklarda otellerde, fakirlerinse belediye iftar çadırlarında misafir edildiği bu kırık toplum İslam toplumu olamaz. Fakiri zenginle aynı sofrada buluşturan İslam, aradaki yakınlaşma ve geçişliliği amaçlar. Buna karşın herkesin kendi siteril sitelerinden banka havalesi ile belediyelere iftar sipariş ettiği bir toplum sorgulanmaya muhtaç bir toplumdur. Böyle bir toplumdan ideal bir toplum çıkmaz. Mekkeli müşriklerin İslam’a en ciddi itirazlar kölelerle ve fakirlerle aynı safta aynı çizgide durmayacaklarına dairdi. Bu günün Türkiye toplumunda bu noktaya yeniden işaret etme ihtiyacımız var. Bu yeni toplumsal yapının iletişim ve sevgi yönünden ciddi zaafları var. Bu yeni yapıda en önemli toplumsal ayaklar topal bırakılmıştır. Kurumsal kimlikler altında zarflarla yardım toplanıyor, banka aracılığı ile yerlerine ulaştırılıyor. Yapılması gereken yardımlar elbette banka aracılığı ile yapılacak, burada anormal bir şey yok diyebilirsiniz. Zorunlu hallerde elbette ki bir takım organizasyonlar mutlaka yapılacak ama işin bir başka yönüne dikkat çekmek de gerekiyor. Yardım yapan kişi kime yardım yaptığını bilmeli önce kendi mahallesindeki fakirleri gözetip sonra uzak diyarlara yardımlar ulaştırılmalı. Kendi burnunun dibinde yoksullar varken adını sanını bilmediği diyarlardaki insanlara gözü kapalı yardım göndermenin ne derece doğru olduğu bir daha düşünülmeye muhtaç bir konudur. İslam’da aslolan zengini fakirle yaklaştırıp kaynaştırmaktır. Yardımlaşma kadar aradaki muhataplık ve sevgi saygı ilişkisini kurmak da önemlidir. Banka havalesiyle belediyeye iftar verdirmek yine de güzel bir şey ama Müslüman hanımların evde yemek pişirip mahallenin yoksullarını ev ortamında misafir etmesi kadar sıcak ve samimi değildir. İslam’ın kurmak istediği toplumsal yapı, modern ilişkilerin tüketebileceği kadar ucuz değildir. Her şeyi kolaya indirgeyen bu modern yaşam biçimine ya direneceğiz ya terslim olacağız… Ağustos 2010 21 ÖLÇÜ KUR’AN’DIR llah'a kavuşacağının ve yaptıklarının karşılığını alacağının bilincinde olan insanla, kimseye hesap vermek zorunda olmadığını zanneden bir insanın davranışları kuşkusuz birbirinden oldukça farklıdır. İçinde Allah sevgisi ve korkusu taşımayan insan her türlü kötülüğü yapabilir, çıkarları nedeniyle ahlaksızlıklara göz yumabilir. Allah'a ve ahiret gününe kesin bir bilgiyle iman eden bir insan ise ahirette hesabını veremeyeceği bir davranışı asla yapamaz. A Fuat TÜRKER [email protected] Günümüz toplumunda hayır işlerinin büyük bir kısmı, dünyada kazanılacak bir karşılık gözetilerek yapılmaktadır. Örneğin bir işadamı, maddi karşılık beklemiyor olsa bile, gazetelerde ve televizyonlarda bu yardım haber olur; zaten amaç da yardımın duyurulmasıdır. Zengin işadamı "sözde" yardım için vakıf kurarken, asıl amacı ödeyeceği verginin düşmesidir. 22 Ahlaksızlıkların ve zalimliklerin önemli bir nedeni dünyaya olan tutkulu bağlılıktır. Bu yapıdaki kişiler yoksulluk ve geleceğini garanti altına alamama korkusu içinde yaşarlar. Bu yüzden birçok insan yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, yalancı şahitlik gibi çirkin utanmazlıkları alışkanlık haline getirir. İman sahibi bir insan için ise Allah'ın hoşnutluğu her şeyin üzerindedir. Böyle bir insan Allah'ın hoşnutluğunu yitirebileceği davranışlar sergilemekten şiddetle sakınır. Tek korkusu Rabb’indendir; ne ölüm, ne açlık, ne de başka zorluklar onu Allah’ın dosdoğru yolundan ayıramaz. İçi titreyerek Allah’tan korkan bir insan, içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun Kur’an ahlakından ödün vermez. Bu kişi, hem vicdanlı hem de son derece güvenilir bir Ağustos 2010 insandır. Yalnız olduğunda dahi, Allah'ın kendisini gördüğünü ve işittiğini bildiği için, her zaman doğruyu işaret eden vicdanına uyar, zalimlik yapmaz. Günümüz bireylerinin büyük çoğunluğunun din dışı sürdürdüğü yaşam ise vicdanlarını köreltmiştir. Örneğin otomobiliyle birine çarptıktan sonra kaçan kişi vicdanı körelmiş biridir. Çarpmanın etkisiyle yerde baygın yatan insanı o halde bırakabilmesi ve kaçarak kurtulacağını zannetmesi, bunun açık kanıtıdır. Oysa Allah olayın her anına şahittir; O’nun azabından kaçarak kurtulamayacaktır. Yapılan bütün haksızlıkların, zalimliklerin, vicdansızlıkların karşılığı hesap gününde eksiksiz olarak verilecektir. Kim ihanet ederse, kıyamet günü ihanet ettiğiyle gelir. Sonra her nefis ne kazandıysa, (ona) eksiksiz olarak ödenir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar. Allah'ın rızasına uyan kişi, Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o. (Al-i İmran Suresi, 161-162) Allah korkusu olmayan kimselerin yaptıkları vicdansızlıkları her yerde, yaşamın her anında görmek mümkündür. Allah'ın huzurunda yapayalnız sorgulanacağını düşünmeyen, Allah’ın azabını uzak gören insan kolaylıkla yalan söyleyebilir, masum birine iftira atabilir. Çünkü onun için önemli olan in- Ağustos 2010 sanları ikna etmek ve sözlerine inandırmaktır. Masum birinin zor durumda kalmasına, zorluk yaşamasına sebep olmak, onun vicdanını rahatsız etmez. Oysa iftiranın karşılığını Kur’an şöyle bildirir: Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azab vardır. (Nur Suresi, 11) Allah'ın gizlinin gizlisinden haberdar olduğunun bilincinde olmayan ve Allah’tan korkmayan insan diğer insanlara değer vermez. Restoran veya lokanta mutfaklarında sağlık koşullarına dikkat edilmemesinin, yaşlı insanlara saygı ve ilgi gösterilmemesinin, hastane kapılarında hastaların yeterli ilgiyi göremeyip ölüme terk edilmesinin, aciz insanlara kötü davranılmasının, bir avuç toprak uğruna milyonlarca masumun öldürülmesinin nedeni, insanların içinde Allah korkusunun bulunmamasıdır. Allah’tan içi titreyerek korkan bir insan, her durumda vicdanına uyan ve Kur’an ahlakına uygun davranan insandır. Kur’an, tüm insanlara karşılıksız olarak iyilikte bulunmalarını, insanlara yardım etme- 23 lerini, yaşamı güzelleştirmelerini emreder. Allah’ın sınırları içinde yaşayan insan, Kur’an’ın "Daha çok istekte bulunmak için iyilik yapma." (Müddessir Suresi, 6) buyruğuna uyarak, yaptıklarında dünyevi bir çıkar gözetmez. Yaptıklarından nefsani/dünyevi karşılık beklemeyen insanın tek bir amacı vardır; o da, Rabb’inin kendisinden hoşnut olmasıdır. Çünkü Allah Katında kazanılacak ödül, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Dünyanın en muhteşem evleri, arabaları, giysileri, sanat eserleri, kısacası tüm değerleri cennetteki zenginliğin yanında her zaman eksiktir, kusurludur. Mutluluk, huzur ve eğlencenin gerçek mekanı Kur’an’da bir şölen yeri olarak tarif edilen cennettir. Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın Katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma Suresi, 11) Günümüz toplumunda hayır işlerinin büyük bir kısmı, dünyada kazanılacak bir karşılık gözetilerek yapılmaktadır. Örneğin bir işadamı, maddi karşılık beklemiyor olsa bile, gazetelerde ve televizyonlarda bu yardım haber olur; zaten amaç da yardımın duyurulmasıdır. Zengin işadamı "sözde" yardım için vakıf kurarken, asıl amacı ödeyeceği verginin düşmesidir. Kişi 24 bütün bunlarla gösteriş yapar; böylece toplumda sivrildiğini düşünür. Bu tür çıkar karşılığı yapılan yardımlar, genellikle asıl amacına da ulaşmaz. Onca yardım malzemesi ya ihtiyaca yönelik değildir veya bozuk çıkar. Ya da ulaştığı yerde bu yiyeceklerin dağıtımını sağlayacak bir sistem düşünülmemiştir ve tümü ziyan olur. Başka bir örnek de politika konusunda verilebilir. Seçim öncesi politikacılar genellikle asıl amaçlarının “halka hizmet” olduğunu söylerler. Sözler verir, halkın yanında olacaklarını iddia ederler. Ancak seçim sonrası birçoğunun gerçek amacının ‘makam’ olduğu ortaya çıkar. Kişi örneğin “bakan koltuğu”na oturamadığında, kendi partisine olan sadakati dahi biter. Oysa asıl ‘makam’ dünya hayatındaki değil, “Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi 'onurlu-üstün' bir makama sokarız. “(Nisa Suresi, 31) ayetiyle haber verildiği gibi Allah Katında olandır. Kur’an ölçü alınmaksızın, samimi niyetle yapılmayan hiçbir işte bereket olmaz, hiçbir iş yarar sağlamaz. Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Ağustos 2010 Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara Suresi, 264) Allah’ın sınırlarını gözeterek, samimi bir niyetle, topluma yararlı olmak ve karşılığında yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan işler ise adeta bereket yağmuru getiren bulut gibidir. Allah, insanların samimi niyetlerine binaen her işte bolluk verir, başarıya ulaştırır, kazancı artıracak kapılar açar. Yalnızca Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip- güçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 265) Kur’an’ı kıstas alan mümin günlük yaşamında karşılaştığı seçenekler arasında, Allah'ın hoşnutluğuna en uygun olanı, İslam’ın çıkarları için en yararlı olanını seçmekle sorumludur. Bu seçimi yaparken Kur’an doğrultusunda hareket etmeli ve her zaman doğruyu işaret eden pusula gibi olan vicdanının sesini dinlemelidir. Toplumda, dürüstlüğün insanı kayba uğratacağı gibi gerçek dışı bir inanış yerleşmiştir. İnsanların çoğu küçük yaştan itibaren bu telkinle yetiştirilir. Bu yanlış mantığa sahip pek çok anne baba çocuklarına vicdanlı, dürüst, samimi davranmayı değil, yalnızca kendi çıkarlarını korumayı öğüt verir. Bu onların ‘mantıklı’ hareket etme üzerine kurulu dünya görüşleridir. Mantıklı olmak dünyevi çıkarlar üzerine kuruludur ve bencil olmayı gerektirir. Bu kimselerin bakış açısına göre, vicdanlı davranmak mantıklı değildir. Vicdanı insana sürekli doğruyu gösterir; mantık ise adeta şeytanın silahıdır. Şeytanî bir mantık kullanan kişinin aksine temiz akıl sahibi insan, yaşamında karşılaştığı her olayda vicdanını kullanır. Samimiyetle Allah sevgisini ve Allah korkusunu içinde taşıyan kimse, hem dünyada hem de ahirette sayısız güzelliklere ulaşabilir. Çünkü samimiyet ve yalnızca Allah'ın rızasını umut ederek Ağustos 2010 temiz niyetle hareket etmek, insanın ruhu ve aklı üzerinde çok olumlu etki oluşturur. Samimiyetin kazandırdığı ruh derinliği, cenneti umut etme, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma heyecanı, bunların hepsi inanan insan için ayrı birer zevktir. Samimi olduğu, vicdanının işaret ettiği yola uyduğu için bedensel ve ruhsal açıdan sağlıklıdır. Dünyevi çıkar elde etme hırsı nedeniyle sıkıntı yaşamaz, hayatında Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için çaba göstermenin güzelliği hakimdir. Sonuç Olarak; Kur’an dışı yaşam, ahlaksızlığın yaygınlaşması ve tüm toplumu içine alan bir çürümeye neden olur. Tek bir meyvedeki çürüğün, sepetteki diğer meyvelere de bulaşması gibi; dejenerasyonun farklı bir yüzü ile her an karşılaşabiliriz. İnsanların çevrelerinde güvenebilecekleri çok fazla kişinin olmaması, karşılıksız yardım edecek birinin bulunmaması, sokakta kendilerini güvende hissedememeleri, ihtiyaç duyduklarında adaletin gereği gibi tecelli etmeyeceğini düşünmeleri, din dışı yaşamın sonucu oluşan dejenerasyonun boyutlarının somut örnekleridir. Bu büyük soruna gerçek ve kalıcı çözüm; İslam ahlakının tam anlamıyla yaşanmasıdır. Çözüm, Allah'ın insanlar için seçip beğendiği Kur’an ahlakındadır. Tüm insanları yoktan var eden Yüce Allah, onların en rahat edecekleri, refah, huzur, güven duygusu ve mutluluk içinde yaşayacakları sistemi de yaratmıştır. "Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi, 89) ayetiyle bildirildiği gibi, Kur’an, her konuda insanlara yol gösterici Kitap'tır. İslam ahlakı, hem sorunlara çözüm olacaktır hem de sonsuz merhamet sahibi olan Allah, bu ahlakı yaşayan kullarını dünyada ve ahirette en güzel hayatla ödüllendirecektir. Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle biz muhakkak vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 96-97) 25 HASEN VE SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER (30) Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR 230-Ebu Seleme den nakledilmiştir. O dedi k,i Enese dedim ki; Peygamber takunyalarıyla Namaz kıldı mı? O evet dedi. 23l-Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. Peygamber, meşrik ile mağrıbin arasında kıble vardır dedi. 232-Ya’la b. Ümeyye’den rivayet edilmiştir: O, Ömer b. el- Hattâb’a; “Kâfirlerin sizi bir fitneye düşürmelerinden endişe ederseniz, namazınızı kısaltmanızda sizin için bir günah yoktur” (Nisâ, l0l) ayetini sordum. Ömer dedi ki: “Senin hayret ettiğine ben de hayret ettim de Rasûlullah’a sordum. Bunun üzerine dedi ki: “O, Allah’ın size verdiği bir sadakadır. Onun sadakasını kabul ediniz”. Hadisi Müslim kitabına almıştır. 233-Ebû Zerr’den rivayet edilmiştir. O dedi ki: Rasûlullah bir defasında şöyle buyurdu: “Sizden birisi namaza kalktığında, binek hayvanının eğerinin kaşı kadar (bir karış) bir sütre edinmesi gerekir. Eğer böyle bir sütre bulamazsa, önünden geçen eşek, kadın ve köpek onun namazının huşûunu bozar”. Hadisi Müslim kitabına almıştır. 234-Sehl b. Saîd es-Saîdî’den şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Rasûlullah’ın namazgâhı ile önündeki duvar arasında bir koyun geçecek kadar bir açıklık vardı”. Hadisi Müslim kitabına almıştır. 235-Ebû Hureyre’den Rasûlullah’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Müminlere sıkıntı vermiş olmasaydım, onlara her namaz kılarken misvaklanmayı emrederdim”. Züheyr’in rivayetinde ise “Ümmetime sıkıntı vermeseydim” şeklindedir. Hadisi Müslim kitabına almıştır. 236-Ali’(r.a.)’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber namaz kılmaya kalktığında (diğer bir rivayette namaza başladığı zaman) tekbir alırdı ve sonra şu ayeti okurdu: “Yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a, O’nu tasdik ederek çevirdim, ben müşriklerden değilim. Namazım, orucum, hac ibadetim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir 26 ortağı yoktur. Ben bunu söylemekle emrolundum ve ben Müslümanlardanım. Allahım! Sen meliksin, senden başka ilah yoktur, sen rabbimsin ve ben senin kulunum. Kendime zulmettim, günahlarımı itiraf ediyorum, bütün günahlarımı affet, affeden ancak sensin, kötülükleri benden uzaklaştır, kötülükleri benden ancak sen uzaklaştırabilirsin. Buyur Allah’ım! Mutluluk ve bütün hayırlar senin elindedir, kötülükler senden değildir, ben seninle varım ve sana döneceğim. Sen yücesin, sana tevbe ve istiğfar ediyorum”. Rasulullah rükû’ya gittiğinde şöyle derdi: “Allahım! Sana rükû ettim, sana inandım, sana teslim oldum, kulaklarım, gözlerim, iliklerim, kemiklerim ve sinirlerim sana itaat etti”. Başını doğrultup kıyam yaptığında şöyle derdi: “Allahım! Gökler, yer ve ikisi arası dolusunca ve Senin dilediğin şeyin dolusunca hamd sana mahsustur”. Rasulullah secde yaptığında ise şöyle derdi: “Allahım! Sana secde ettim, sana iman ettim, sana teslim oldum, yüzüm, kulağım onları yaratıp şekillendirene ve onları kendisini dinleme ve görmeye tahsis edene secde etti. En güzel yaratıcı olan Allah, yücedir”. Rasulullah’ın teşehhüd ile selam verme arasındaki son sözü ise şöyleydi: “Allahım! Önceden yaptığım, sonradan yapacağım, gizli olan, açıkça yaptığım günahlarımı affet. Sen o günahlarımı benden daha iyi bilirsin, öne geçiren ve geri bırakan sensin, senden başka ilah yoktur.” Bu hadisi İmam Müslim rivayet etmiştir. İmam Şafiî’nin rivayetinde Rasulullah teşehhüd ile selam arasında şöyle demiştir: “Şer, senden değildir, hidayete kavuşan kimse senin hidayete kavuşturduğun kişidir, ben seninleyim ve sana döneceğim, senin elinden senden başka kurtaracak yoktur, senden başka sığınılacak kimse yoktur, sen yücesin”. 237-Ali (r.a.)’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Sizden biriniz güneş batmadan önce ikindi namazının secdesine kavuşursa namazını tamamlasın, sizden biriniz güneş doğmadan önce sabah namazının secdesine kavuşursa namazını tamamlasın”. Bu hadisi Buhârî eserine almıştır. Ağustos 2010 238-Cündüb el-Kasrî’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kim sabah namazını kılarsa o, Allahın himayesindedir. Allah’ın zimmetinden bir şey istemeyiniz, çünkü kim O’nun zimmetinden bir şey ister de kendisine o ulaşırsa, Allah onu yüzüstü cehennem’e atar”. Hadisi Müslim kitabına almıştır. 239-Ebû Saîd’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber öğle namazının farzının ilk iki rekatında, her rekâtta otuz ayet miktarı okurdu, son iki rekâtında ise on beş ayet miktarı kadar okurdu. İkindi namazının ilk iki rekâtında her rekâtta on beş ayet miktarı okurdu, son iki rekâtında ise bunun yarısı kadar okurdu”. Bu hadisi Müslim kitabına almıştır. istediğinde devesiyle kıbleye dönüp tekbir alır ve sonra devesinin döndüğü tarafa doğru namazını kılardı”. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. 245-İbn Ömer’den nakledilmiştir. O, soğuk ve fırtınalı bir gecede ezan okuduktan sonra şöyle dedi. “Dikkat edin! Namazlarınızı evinizde kılınız. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) soğuk ve yağmurlu gecelerde müezzinin: “Dikkat ediniz! Namazları evlerinizde kılınız!” demesini emrederdi. Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. 240-Cübeyr b. Mut’im’den şöyle dediği rivayet edilmiştir. “Rasûlullah akşam namazında Mürselât ve Tûr surelerini okurdu”. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. 246-Ebû Hureyre’den Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Bir kişi, her namazın peşinde otuz üç defa Subhanellah, otuz üç defa Elhamdu lillah, otuz üç defa da Allahu Ekber der sonra da yüzü tamamlamak üzere La İlahe İllallahu vehdehû lâ şerike leh, Lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu ve huve alâ külli şeyin kadîr” derse bütün günahları denizlerin köpükleri kadar olsa bile affedilir. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 241-İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ümmü’l-fadl, benim Mürselât suresini okuduğumu işitti ve şöyle dedi: Ey oğulcuğum, bu sureyi okumakla, Rasûlullah’tan işittiğim en son akşam namazında bu sureyi okuduğunu bana hatırlattın” dedi. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. 247-İmran b. Husayn’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir. Bende basur hastalığı vardı. Hz. Peygamber’e nasıl namaz kılacağımı sordum. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Namazını ayakta durarak kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak kıl, buna da gücün yetmezse yan yatarak kıl”. Hadisi Buhari rivayet etmiştir. 242-İbn Abbas’tan Rasûlullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Alın, burun, iki el, iki diz ve iki ayaktan oluşan yedi uzuv üzerine secde etmekle emrolundum. Elbiseleri ve saçları bir araya toplamaktan menedilmedim”. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 248-Aişe’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber’e namazda sağa-sola bakmanın durumunu sordum. Hz. Peygamber buyurdu ki: Bu, şeytanın kulun namazından çalmasıdır”. Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. 243-Abdullah b. Mes’ûd’dan şöyle dediği nakledilmiştir. “Rasûlullah ile beraber namaz kıldığımızda şöyle derdik: “Kullarından Allah’a selam olsun, Selam falan falan kişilere de olsun”. Bunun üzerine Rasulullah dedi ki: “Allah’a selam olsun demeyiniz, çünkü Allah’ın kendisi “selam”dır. Fakat şöyle deyiniz: “Sözlü, mali ve bedeni ibadetler Allah’a aittir. Ey Nebi! Selam, Allah’ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun. Selam bizim ve salih kullar üzerine olsun”. Siz bunu dediğiniz zaman göklerdeki veya gökler arasındaki ve yeryüzündeki salih kulların her birine bunlar ulaşır. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Sonra hoşuna giden duayı seçsin ve öyle dua etsin. Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. 244-Enes’ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah yolculuğa çıkıp ta nafile namaz kılmayı Ağustos 2010 249-İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir. Rasûlullah Mekke’de on dokuz gün kaldı ve namazları kısaltılmış olarak kıldı. Biz de on dokuz gün yolculuğa çıktığımızda namazlarımızı kısaltırdık, daha fazla kaldığımızda ise namazlarımızı tam kılardık”. Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. 250-Ebû Saîd’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sizden birisi bir sütreye karşı namaz kıldığında, bir kimse önünden geçmek isterse, ona engel olsun. Israr ederse, onunla mücadele etsin; çünkü o, şeytandır.” Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. 25l-Ebû Hureyre’den Rasûlullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Sizden birisi, biz secedede iken namaza geldiğinde secde edin ve onu rekât saymayın, kim bir rekâta kavuşursa, o namaza kavuşmuş olur”. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. 27 Ali Nar: “İlahiyatta Ne Kadar Dini Deforme Eden Adam Varsa Bilin Ki Hepsi İffetsizdir.” İslam’ın dört temel ahlaki ilkesi denir. bunlara Bunlar fazail-i hikmet, erbea şecaat, iffet, adalet… Bütün faziletler bu dördünün etrafında toplanır. İlk üç fazilet bir insanda varsa o insanda dördüncü fazilet de vardır yani o insan adildir. 28 H Çıkardığınız gazete ve dergilerde “ehli sünnet” inancını savunuyor ve tanıtıyorsunuz. Ehli sünnet ne demektir; isterseniz buradan başlayalım söyleşimize. Röportaj: Aydın BAŞAR vardır, ayatını edebiyatın İslamca’sını yapmaya adamış, İslami Edebiyat Dergisi ve Doğru Yorum Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Muhterem Ali Nar Hoca ile “ehli sünnet” üzerine konuştuk. Burhan Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz. Bir şeye sahip olana, bir sanatı bilene o işin ehli derler. Sünnet ehli demek dinimizi Hz. Peygamber’in sünnetine uygun olarak anlamak ve yaşamaktır. Bunu izah edebilmek için bir benzetme yapalım. Kur’an-ı Kerim bir anayasa gibidir. Onu ilk yorumlayan ve kanun haline getiren Peygamber’in sünnetidir. İkinci defa yorumlayan ve bir nevi tüzük veya yönetmelik haline getiren de ulemanın içtihatları ve ittifaklarıdır. Yani icmayı ümmettir...Bunu bir dünya düzenine benzetirsek anayasa Kur’an, ona uygun çıkarılan kanunlar da Peygamber’in sünnetidir. Hz. Peygamberin hiçbir işi, hiçbir davranışı haşa Kur’an’a ters düşemez. Demek ki ehli sünnet, Kur’an ahkâmını Peygamber’in sünnetine uygun Ağustos 2010 olarak yaşamak; Peygamber nasıl dedi, nasıl anlattı, nasıl uyguladıysa o şekilde uygulamaya çalışmaktır. “Ama bunu kim başarabilir Peygamber’in yaptığı gibi?“ diye sorulabilir. Evet, belki hiç kimse Resulullah’ın yaptığını beceremeyebilir ama öyle yapmaya gayret etmelidir. Özetle; Hz. Peygamber’in Kur’an’ı anladığı gibi anlamak, İslam’ı onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışmak; işte ehli sünnetin gayesi budur. Sıradan insanlar Kur’an’dan bir şey anlayamazlar mı? Kendilerince bir şeyler anlarlar fakat ondan hüküm çıkartamazlar. Mesela Anayasa var şurada; diyor ki; “falan şöyle şöyle olacak.” Sen ona göre hareket edebilir misin? Edemezsin. Ya ne olacak? Meclis bu anayasaya uygun kanun çıkaracak. Bu kanunu da sen doğrudan doğruya tatbik edemez- Ali NAR Kimdir? 1938 yılında Erzurum ili Hasankale ilçesi Issisu köyünde (şimdi Sarıkamış'a bağlı) doğdu. 1949'da Yozgat'ın Karahalli köyüne taşınıp orada yetişti. Erzurum İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra yüksek tahsilini İstanbul’da yaptı. Bu arada Edebiyat’ta Mahir iz’den ve Necip Fazıl’dan İslami ilimlerde Ömer Nasuhi Bilmen ve Ahmet Davutoğlu’ndan feyz aldı. İmam-Hatip Lisesine nakil edildi. Bu dönemde Erzurum İlahiyat Fakültesinde Kelam Asistanlığını kazandığı halde siyasi nedenlerle tayin edilmedi. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde tez yapmak istemişse de yine aynı nedenlerle imtihana alınmadı. 1964’te Diyarbakır İmam-Hatip okulunda öğretmenliğe başladı. İlk şiir ve makalelerini oradaki “Yeni Şark Postası” gazetesinde yayımladı. Bu sırada, sol akımların çok rağbet gördüğü bölgede fikri çatışmalarda hayli öne çıkan Ali Nar Diyarbakır’dan uzaklaştırıldı. Askerlikten sonra Erzincan İmam-Hatip Lisesine tayin edildi. 1973 yılında İzmit (Kocaeli) Fetih” adındaki ilk basılan kitabından sonra “Koro” adlı piyesi ve M.T.T.B /Mili Türk Talebe Birliği’nin açtığı tiyatro yarışmasında birinci olan “Muhtar Kafası” adlı piyesi basılmış ve Türkiye’de yüzden fazla yerde sahnelenmiştir. 1975’te eğitim ve araştırma maksadıyla burslu olarak Irak’a gitmiştir. Musul, Bağdat, Kerbela, Necef, Halep, Şam, Beyrut, Amman, Mekke, Medine, Hayber, Cide gibi şehirleri gezen Ali Nar bu seyahatlerinde gördüklerini “Ortadoğu Günlüğü” diye bir kitapta toplamıştır. 1989,1991,1994,1996’larda İstanbul’ da Dünya İslami Edebiyat Konferanslarını tertipledi. Ve 1997’ de Dünya İslami Edebiyat Birliğinin Türkiye Şubesini kurdu… Milli Gazete, Yeni Devir, Büyük Doğu, Pınar, Mavera, Yeni Sanat, Sedir, Çınar, Tohum, Hilal, İslam, Milli Gençlik, Düşünce, Hakses gibi yayın organlarında yazıları yayımlanan yazar 1986’da “İslami Edebiyat” dergisini kurdu. 26 Sayı çıkan dergi,1994’te kesintiye uğradıysa da bugün hale yayın hayatını sürdürmektedir. Son olarak “Doğru Yorum” isminde aylık bir gazete çıkardı… Yazarın bu güne kadar 40 tane kitabı yayımlanmıştır Ağustos 2010 29 sin. Sen derken icracı bir kurumdan bahsediyorum yani bir bakanlık gibi… O halde ne olacak? Bakanlıkla ilgili yönetmelik çıkarılacak. O yönetmelik kanunlara uygun olacak, o kanunlar da anayasaya uygun olacak… Ne için bunlara gerek var? Anayasayı tatbik edebilmek için. Demek ki Kur’an’ı anlayıp tatbik edebilmek için de sünnete ve icamayı ümmete ihtiyaç vardır. Günümüzde birçokları bu konuda hiçbir eğitim almadığı halde Kur’an mealine bakarak içtihat denemeleri yapıyor. Siz ne dersiniz? Hiç kimse Kur’an’dan doğrudan doğruya hüküm çıkaramaz. Hatta müçtehitler bile doğrudan doğruya Kur’an’dan hüküm çıkaramaz. Bizim bu ilahiyatçı aklı evvellerimiz tutturmuş; “Efendim Hz Aişe bile içtihat yapmıştır. Biz neden yapmayalım?” Şunun söylediği lafa bakın? Hz Aişe sizden bir kere kat kat yetkilidir bu konuda… Siz onunla kendinizi nasıl kıyaslarsınız? Ama Hz Aişe içtihat yapmamıştır ki… Ya ne yapmıştır? Hz. Peygamber’den nakil yapmıştır. Diyorlardı ki; “Ey valide şu mesele nasıl halledilir?” O da; “Ben Resulullah’tan şöyle duydum” diyor ve cevabını veriyordu. Kadınlarla ilgili durumlar vardır; özellikle bu konuları naklediyordu. Mehmet Akif ’in; “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söy- 30 letmeliyiz İslam’ı” dizesini bu tür kimselerden çok dinliyoruz? Akif burada ne demek istemiştir? Mehmet Akif’i saptırıp yanlış yorumluyorlar. Akif; “doğrudan doğruya Kur’an’dan hüküm çıkaralım mı” demiştir? Veya “zamanın içtihatlarının hiçbirini nazara almayın, icmayı ümmeti bırakın, bakın ayete hüküm çıkarın” mı demiştir? Hayır, Akif bu dizesinde böyle bir şey söylemek istememiştir. Akif demek istemiştir ki; her yeni gün düşünce gelişiyor, ilim gelişiyor, teknoloji gelişiyor; bu gelişmeler neticesinde her çağın insanına İslam’ı idrak ettirebilmemiz lazımdır. Akif “her şey değişiyor o halde İslam’ı da değiştirelim” demek istemiyor. “Asrın insanının anlayacağı şekilde İslam’ı anlatalım” demek istiyor. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı” derken de Akif bunu ne zaman söylüyor; bunu dikkate alalım. Cumhuriyet döneminde.. Yani ilhamı Avrupa’dan veya batının falan düşüncesinden değil İslam’ın kendisinden alalım demek istiyor. Çünkü o dönemde batıcılık yaygındı. O buna karşı İslam düşüncesini terennüm ediyor. Ama bizim sahte ilahiyat müçtehitleri bunu da işlerine geldiği gibi anlıyorlar. Tabi Kur’an’dan alacaksın ilhamı, başka nereden alacaksın? Ama sen bir kere Kur’an’ı idrak edemiyorsun ki… Onu idrak edebilmen için sünnete ve icamayı ümmete ihtiyacın var. İşte ehli sünnet demek bu hassasiyeti göstermektir. Ağustos 2010 Sadece Kur’an’a göre İslam yaşanabilir mi? Hayır asla yaşanamaz. Din kitapla sünnetin bütününden çıkacak hükümlere uyularak yaşanır. Eğer sünnet dikkate alınmazsa bir namaz konusunu bile halledemeyiz. Mesela ulema Kur’an ve sünnete bakarak beş vakit namaz konusunda ittifak etmiştir. Kur’an namaz vakitlerini “bir sabah, iki öğle” diye sıralamaz. Evet bu doğrudur, ama çeşitli ayetlerde her bir vakte ayrı ayrı işaret edilmiştir. Burada bizim sormamız gerek soru şudur. Kur’an’ı en güzel kim anlar? Tabi ki Peygamber anlar. O halde ne yapmıştır Peygamber? Beş vakit namaz kılmıştır. İşte gördüğünüz gibi mesele hallolmuştur. Adamın biri çıkmış “kadın erkek aynı safta namaz kılar” diyor. “Kur’an’da kadın ve erkeğin namazı nerede nasıl kılacağına dair bir hüküm yoktur” diyor. “Kur’an’da yoksa olmaz” deyip kestirip atıyor. Oysa Hz. Peygamber’in hayatına baktığınızda bir sefer bile kadınlarla bir arada namaz kılmadığını görüyorsunuz. Bunun için ilmihal kitapları; bir kadınla bir erkek yan yana namaz kılarsa ikisinin de namazı fasid olur diyor. Hatta onların sağında solunda ve arkasında önünde birer erkek olursa, onların da namazları fasid olur diyor. Bütün bu meseleler sünnete başvurularak çözüme kavuşuyor değil mi? Tabi.. Şimdi gelin sünnete bakalım, Hz Peygamber’in hayatında bu konuyla ilgili neler var? Bir sahabi anlatıyor. İnsanların ihtiyaç içinde olduğu bir dönemde Resulullah mescitte nasihat etti; “Muhtaçlara yardım edin” dedi. Sonra Bilal-i Habeşi çıktı eteğini tuttu ve herkes gönlünden ne geçiyorsa sadakalarını oraya attılar. Sonra Resulullah aleyhisselatü ve selam kadınların bölümüne gitti. Orada da nasihat ettikten sonra aynı şeklide para toplanıldı. Hatta bazı kadınlar bileziklerini, altınlarını bağışladılar. Bu olaydan anlaşılıyor ki mescitte kadınların yeri başka erkelerin yeri başkadır. Başka bir rivayette bir sahabi şöyle anlatıyor: “Çocukken kadınların en ön safında yüzünü açan güzel bir kadın vardı onu görebilmek için arka safa kaçardık.” Şimdi sahabiyi ayıplamaya gerek yok, o bir dönemki yaptığı çocukluğu anlatıyor. Ama burada önemli bir şey söylüyor. Demek ki kadınlar o zaman arka safta yer alıyorlar. İlmihal kitaplarında çocukların erkeklerin arkasındaki saflarda durması gerektiği yazıyor. Bunun mantığı da burada ortaya çıkıyor galiba… Evet çünkü arka safa geçen çocuklar, erkekler ve kadınların arasında bir duvar gibi oluyorlar… Bunun için Hz. Peygamber; “Erkekler için en hayırlı saf ön saftır, kadınlar için ise en hayırlı saf arka saftır” buyuruyor. Başka bir hadis-i şerifte de buyrulur ki; “Bir kadın için en hayırlı namaz evinde kıldığı namazdır.” Bir rivayete göre; “evinin en ücra köşesinde kıldığı namazdır.” Günümüzdeki Müslümanlar ehli sünnet çizgisinden sapmış mıdır? Günümüzde ehli sünnetten çok sapmalar var. Bunun nedeni başta eğitimsizliktir. Yani halkın bu meseleyi bilememesidir… Son zamanlarda sistematik bir şekilde saptırma var… Yani sapmadan daha çok saptırma söz konusu. Bunun temeline inecek olursak şunları söylememiz gerekir. Cumhuriyet dönemi ile birlikte bir takım düzenlemeler, kısıtlamalar, dayatmalar söz konusu oldu. “Türkçe ezan, Türkçe Kur’an” gibi safsatalar yayılmaya çalışıldı. Bütün bunlara halk iltifat etmedi. Netice de Türkiye Cumhuriyeti devrim ve inkılap- Ağustos 2010 31 larıyla dinde hiçbir şeyi değiştirememiştir. Cumhuriyet şunu değiştirdi diyen varsa söylesin. Benim bu konuda yazılmış bir kitabın var; “Anadolu Müslüman’ının direniş günlüğü” diye… Bu kitabımda o dönemdeki dayatmalara karşı Anadolu halkının direnişini anlattım… Hakikaten bir direniş gösterebildi mi Müslümanlar? Biz bu direnişi gösterdik ki 1950’de ezan tekrar aslına döndü. Sana bir şey anlatayım. 1935’te Türkçe namaz kılınsın diye bir emir veriyorlar. İmam “Tanrı uludur” diye başlangıç tekbirini getirince arkasında kimse kalmıyor, bir bir dökülüyorlar. İşte bu bir dirençtir. Bunu gören yetkililer “bu meseleyi zamana bırakın” diye emir veriyorlar. Zaman ne zaman? Bayar zamanı? Celal Bayar’a soruyorlar; “İmam Hatip Mektebi açıyorsun, Kur’an kursu açıyorsun, nereye gidiyor bu iş?” O da “merak etmeyin biz meseleyi mihraptan halledeceğiz” diyor. Çünkü mesele mihrapta biteceğini kavramıştır. Mihraptaki adam şayet getirilen yenilikleri, prensipleri hoş karşılarsa cemaat de hoş karşılayacak ve kendiliğinden kabullenecektir. Hoş karşılamadığı zaman yapılan devrimler halkta makes bulmayacaktır. Yani bu millet hocaya itibar eden bir millettir. Kore savaşında teğmen olan birisinden dinlemiştim; Bir bayram namazı kılacağız 32 Komutanlar bağırıyor çağırıyor, düzgün saf düzeni alın, sıraya geçin falan diyor fakat kimse dinlemiyor. Tabur imamı alıp mikrofonu “Muhterem Müslümanlar safları düzgün tutun, yerinize oturun” deyince bunu duyan askerler anında bulundukları yere oturuyorlar. Demek ki bu millet hocaya itibar ediyor. Bu güzel bir şey ama felaketimiz de yine aynı sebepten… Kırılma noktası mı diyorlar fay hattı mı diyorlar; meselenin düğüm noktası işte burası. Elhamdülillah hocaya itibar etmek güzel bir şey… Peki ama ya o mihraptaki adam melunsa? O zaman ne olacak? Mihraptan halletmenin ne demek olduğunu anlıyor musunuz? Mihraptaki derken ilahiyattan yetişmiş sahte hocanın dine ne derece zarar vereceğini anlatmak istiyorum. Ama her ilahiyattan çıkan da sapıtır demek istemiyorum. Namazı üç vakte indiren, Cumanın son sünnetini kaldıran. “İslam’da el kesme yoktur. Birden fazla kadınla evlenilmez” diyenlerin zararını anlatıyorum. Onlar bu tür şeyleri söylemekle Avrupalı ve yerli gavurlara yaranmaya çalışıyorlar. Sahte ilahiyatçı dediğiniz bu kimseler kötü niyetle mi dini saptırıyorlar? Aralarında iyi niyetli olanlar var, adamlar saf saf bunları söylüyor... Belki ahmaklığından yapıAğustos 2010 yor böyle… Kavrayışı yok… Hoca sınıfının çeşitli kategorileri var. Bilmeyip cahil olan var. Bilip de ortama uyan var. Kimisi de şeytan gibi biliyor ama bilmez gibi davranıyor. Veya meşhur olma gayreti ile aykırı laflar ediyorlar. Bir de eski ulemadan olup da yanlışlara ses çıkarmayanlar var. Bizim çevremizde ehli sünnete yardımcı olması gereken ilim sahibi olan adamlar var. Onlar parasıyla malıyla değil sadece ilmiyle yardımcı olacaklar. Biliyorsunuz bir gazete çıkartıyoruz, Onlardan yazı istiyoruz, “ya bilmem ne” falan diye bahaneler üretiyor. “E bir röportaj yapalım da sorularımızı cevaplayın” diyoruz. Ona da yanaşmıyor. Adeta kaçıyor bizden. Neden bu adam böyle yapıyor? Ya ihmalkârlığından böyle yapıyor ya da itibar kaybından korkuyor. Bir yere gittiğinde “hoca efendi hoş geldin” demezler diye çekiniyor. Günümüzde dini sistematik bozmanın misalleri nelerdir? Mesela, Diyanet “Dinin dilini yenilemek” diye bir program yaptı. Dinin dilini yenilemek; ne demekmiş bu? Yani farz, vacip, sünnet, haram, kafir, münafık, müşrik, mülhit gibi terimler değişmeli diyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Oldu bile… İki gün önce Hürriyet gazetesi manşetten verdi haberi; Artık gavurlara gayrimüslim demeyecekmişiz… Ne denecekmiş? “Başka inanç grupları” diyecekmişiz. Bir zamanlar hukuk kitaplarının dilini değiştirmeye kalkmışlardı. Hakim değil yargıç olsun falan diyorlardı… Şimdi de bunun gibi din diliyle oynamak istiyorlar. “Farz”a ödev veya vazife diyecek, “haram”a yasak falan diyecek… Oysa “haram” yerine “yasak” dediğiniz zaman bunun din kaynaklı bir yasak olup olmadığı anlaşılmaz. Bir insan da yasak koyabilir, devlet de yasak koyabilir… Haram denince bu yasağı kimin koyduğu gayet net belli olur, öbür türlü ise belli olmaz. Yani dinin dilini değiştirmek demek onu anlaşılmaz hale getirmek demektir. Mesela Amene Resulü’nün sonunda “alel gavmil kafirin” ayetini okuyoruz. Bunu meal yaparken “kafirlere karşı bizi koru” değil de “başka inanç gruplarına karşı bizi koru” mı diyecekler? Dini konularda yeteri kadar bilgisi olmayan kimselerin bu tür konularda da bir Ağustos 2010 fikri olamıyor. Normal vatandaş kime inanacağını şaşırıyor. Bu durumda normal vatandaş ne yapsın? Ehli sünnet alimlerini tanıyıp onların kitaplarından faydalanacak. Son bir asırda ehli sünneti savunan alimleri bilhassa bilecek. Ehli sünneti savunan kimselere ehli sünnet alimi denir. Biz bunlardan elli küsur tanesini tespit ettik. 26 tanesinin özgeçmişine ulaştık. Bir o kadarınınkine ise ulaşmaya çalışıyoruz. Tespir ettiklerimizi Mehmet Şevket Eygi Bey’e verdik, o kitap halinde neşredecek… Son Şeyhulislam Sabri Efendi’den tutun Zahidî Kevseri’ye kadar alimlerimizi tanıttık. Kimler var mesela; Abdulhakim Arvasi, Süleyman Hilmi Efendi, Mehmet Zahit Koktu, Ahmet Davudoğlu, Halil Gönenç, Sadrettin Yüksel, Enver Baytan… Bunlar ehli sünneti savunan insanlar. Ehli sünnet konusunda daha geniş bilgi için, içinde benim de uzun bir makalemin olduğu “Ehli sünneti savunma” adlı kitaba bakabilirsiniz. Bu kitap Bedir yayınlarından çıktı. Dinimizi gerçek alimlerden öğrenmediğimiz takdirde sahte ilahiyatçıların tuzaklarına düşmek işten bile değildir. Sahte ilahiyatçıların dini deforme etme sebebi sizce nedir? İslam’ın dört temel ahlaki ilkesi vardır, bunlara fazail-i erbea denir. Bunlar hikmet, şecaat, iffet, adalet… Bütün faziletler bu dördünün etrafında toplanır. İlk üç fazilet bir insanda varsa o insanda dördüncü fazilet de vardır yani o insan adildir. Hikmet; hadiseleri ve insanları tam anlamıyla yani aslına uygun olarak tanıma gücü ve gayretidir. Hem yetenektir, hem gayrettir, hem güçtür… Şecaat; cesur olmaktır, tehevvür değil yani saldırma değil, hakkı yerinde, çekinmeden, olduğu gibi söyleme yürekliliğidir. Ve savunmak ve yaşamaktır. İffet; Afif olmak yani namuslu, şerefli olmaktır. İffetsizlik demek de şehvet, para, şöhret ve makam düşkünlüğüdür. Bir insan para düşkünü ise para için, kadın düşkünü ise kadın için, makam düşkünü ise makam için her şeyini harcar ve bütün değerlerinden vazgeçer. İlahiyatta ne kadar dini deforme eden adam varsa bilin ki hepsi iffetsizdir. Bu saydıklarımdan birisine düşkünlüğü vardır. 33 MODERN İSLAM DÜŞÜNCESİNİN FİKRÎ VE TOPLUMSAL TAHRİBATI Dr. Ebubekir SİFİL "İslam" ile "Müslümanlık"ı birbirinden ayırmak mümkün müdür? Eğer "İslam" olarak "orada öylece" duran, ama işin içine beşer unsurunun girmesiyle birlikte pratiğe farklı "Müslümanlıklar" olarak yansıması normal olan bir olgudan bahsediyorsak, bizi bir "ümmet" kıldığını söyleyen bu dinin, birlikteliğimizi nasıl sağlayacağı sorusuna da cevap verilmeli değil midir ve bu "Müslümanlıklar"dan hangisi ilahî iradeyi yansıtmaktadır? 34 "Dinin sekülerleştirilmesi" veya "dinî bir çözülme" olarak nitelendirilmesinin pek de yanlış olmayacağını düşündüğümüz Modern İslam Düşüncesi kendisini orijinal bir yaklaşım olarak takdim etse de, varlık sebebi ve en temel karakteri olan tepkisellik, onu sanıldığından daha belirsiz ve kaygan zeminlerde hareket etmeye itmektedir. Buna bir de hareketin literal yapısındaki heterojenite ve argümanlarınının kendisini isbat etmiş bir metodolojiden yoksunluğu vakıası eklenince, ortaya kelimenin tam anlamıyla bir "karmaşa" çıkmaktadır. Hemen bu noktada, İslam Modernizmi'nden bahis açıldığında mutlaka hatırda tutulması gereken bir hususu vurgu¬lamamız gerekiyor. İslam dünyasında Modernist çalışmalara kuşbakışı baktığımızda görünen manzara şudur: Aslında ortada bütünlük arz eden, sistemini kurmuş, altyapısını ve üstyapısını oluturmuş ve kendi literatürünü geliştirmiş yeknesak bir "İslam Modernizmi" yoktur. Görünen, sadece belli "sloganlar"ı benimsemekten başka ortak bir tarafı bulunmayan Modernistler topluluğudur. Ağustos 2010 Bunun içindir ki, Modern İslam Düşüncesi'nin yapısını tahlil etmeyi hedefleyen hemen bütün çalışmalarda yapılan, İslam Modernistleri'nin belli konulardaki görüş ve düşüncelerini alt alta koyup sıralamaktan ibarettir. Başka türlü olması mümkün de değildir. Çünkü "geleneğin sorgulanması", "aklın otoritesi", "dinde kolaylık", "değişimin belirleyici kılınması" ve "ilerlemecilik" gibi şemsiye kavramlar altında serdedilen görüşler, detaylara inildikçe farklılaşmakta ve giderek birbiriyle uzlaşmaz tavırlar sergilendiği dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, Modern İslam Düşüncesi dendiğinde ne anlaşılması gerektiği konusunda yanlışlara düşülmemesi için, sorun ya sadece bu şemsiye kavramlar etrafında irdelenmeli, ya da tek tek modernistlerin görüşleri ele alınmalıdır. Burada muhtemel yanlış anlamalara ve istismarlara meydan vermemek için birer cümleyle de olsa bu kavramlara değinmeden geçmenin bir eksiklik olacağını düşünüyoruz. Zira Modern İslam Düşüncesi için vazgeçilmez olan bu kavramların, ayet ve hadislerle, hatta Mecelle kaideleriyle desteklenmeye çalışıldığı görülmektedir. Hatta İslam Tarihi'nde ilk defa, Hanbelî mezhebine mensup olduğu söylenen ve İslam Uleması tarafından ağır ithamlarla suçlanmış bulunan[1] Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tara- fından, "Maslahat ile nass ve icma çatışırsa maslahat esas alınır" şeklinde fıkhî bir üslupla formüle edilen şey[2] de aslında aynı yaklaşımdır. Sondan başlayacak olursak; "İlerlemecilik" ve "değişimin belirleyici kılınması", diğerlerine göre Modern zamanlara aidiyeti hakkında daha kesin şeyler söylememizi mümkün kılan hususlardır. Bizim bu kavramlara itirazımız, bizatihi anlattıkları olgulara değil, onlara yüklenen fonksiyon ve temsil ettikleri dünya görüşü noktasındadır. Zira kuşkusuz değişimi ve ilerlemeyi besleyen pek çok faktör ve bunların felsefî, kültürel, sosyal ve tarihsel bir arkaplanı vardır. Bunlar tahlil edilmeden, bunlara bugünkü şeklini veren unsurların kritiği yapılmadan bunlara ne karşı çıkmak, ne de bunları olduğu gibi kabul etmek doğru değildir. Hele değişim ve ilerlemenin, her şeyi, hatta dini bile (ahkâmı, hedefleri ve topluma vaziyet ediş biçimi noktasında) belirleyen, değiştiren ve şekillendiren hususlar olarak algılanması, kanaatimize göre Müslümanlar'ın karşı karşıya bulunduğu en tehlikeli fikrî badirelerden birisidir. "Dinde kolaylık" ilkesi ile bizzat Kur'an ve Sünnet'te ifadesini bulmuş olan "kolaylık"ın kastedilmediğine dikkat edilmelidir. Dinin sâbitelerinden, Zarûrât-ı Diniyye'den ve kesin nasslarla sabit olmuş hususlardan, herhangi bir kişi, kurum ya da toplum adına "feragatte bulunulması" söz konusu olamaz. Bütün zaman ve mekânları düzenlemek için gönderilmiş olan bu din Allah'ındır ve O'nun iradesi Kur'an ve Sünnet'te nasıl ifade edilmişse öyle yaşanacaktır. Bunun ötesinde Mecelle'de "Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz", "Âdet muhakkemdir", "Nâs'ın isti'mâli bir hüccettir ki, ânınla amel olunur"... gibi kaidelere dayandırılan "kolaylık" ilkesi, ancak kesin nasslarla belirtilmemiş ve Müslümanlar'ın tercihine bırakılmış olan meşru seçenekler hakkında işletilebilir. "Aklın otoritesi"ne gelince, burada çerçevesini ve hareket alanını vahyin belirlediği aklın değil, "felsefî aklın", yani Rasyonalite'nin kastedildiği açıktır. Felsefe'yi öteden beri uğraştıran "aklın otoritesinin ve yetkisinin sınırları" konusu Batı'da bile o denli istismar edilmiştir ki, iş sonunda Paul Feyerabend'e "Akla Veda" dedirtecek noktalara gelmiştir. Öyleyse akıl, vahyin hizmetine verildiği oranda gerçek fonksi¬yonuna kavuşacak ve İlahî İrade'nin istekleri doğrultusunda icra-i faaliyet edecektir. Ağustos 2010 35 akıl, ibadetin kendisiyle yerine getirildiği fiillerin bizzat kendisine, şartlarına, vakitlerine ve mekânlarına götürmez. Çünkü şayet akıl bunlara götürecek olsaydı, bu da tıpkı aklın diğer aklî gerekliliklere ki bunların sebepleri mevcut olduğu zaman mükelleflerin bunlar karşısındaki durumları muhtelif olmaz delaleti gibi olurdu. (...) Akıl, abdestsiz kılınan namazın ibadet olmadığına ve abdestli kılınan namazın ibadet olduğuna nasıl delalet edebilir? Oysa her iki durumda da "boyun eğme ve itaat" durumu aynen mevcuttur! Keza Kurban Bayramı günü oruç tutmanın ibadet olmadığına ve fakat bu günden önce tutulan orucun ibadet olduğuna; aynı şekilde farz olan zekâtın, havl müddeti dolmadan [malın elde edildiği andan itibaren üzerinden bir yıl geçmeden] önce verilmesinin ibadet olmadığına ve fakat havl müddetinden sonra verilmesinin ibadet olduğuna; bu ödemenin, başkalarına değil de belli (durumdaki) insanlara verilmesinin gerekli olduğuna nasıl delalet eder? İşte bu durum, ibadetlerle ilgili bu yöne akliyyatın herhangi bir surette dahli olmadığını açıklamaktadır."[4] "Akılcılık" ilkesi ve akla yüklenen fonksiyon, bizdeki ilk rasyonalistler olarak değerlendirilen Mu'tezile tarafından bile Modernistler'in tavrına göre nisbeten daha makul bir çerçevede kendisini göstermiştir.[3] Özellikle aşağıda bir kaç örneğini zikredeceğimiz Modernist tavır göz önüne alındığında gerek bu konuda, gerekse Sünnet'in fonksiyonu konusunda Mu'tezile, Modern İslam Düşüncesi'nin kimi mümessilleri yanında gerçekten daha anlaşılabilir ve makul bir çizgidedir. Önde gelen Mu'tezilî alimlerden Kadı Abdülcebbâr, diyalektik yöntemle kaleme aldığı "el-Muğnî" adlı ünlü eserinde, "Sem'î [Vahiyle bildirilen] Maslahatların Durumunun Aklî İstidlal İle Bilinmesinin Caiz [Mümkün] Olmadığı Hakkındadır" diyerek açtığı bir fasılda ki bu başlık bile oldukça dikkat çekicidir şöyle demektedir: Mu'tezile'nin sem'iyyât [vahiyle bildirilen hususlar] konusunda burada kısaca örneklemeye çalıştığımız tavrıyla Modernistler'in aynı konudaki tavrı arasında nasıl bir fark bulunduğunu biraz daha net bir biçimde ortaya koymak için bir de Modernistler'in en azından bir kısmının yaklaşımına bakalım: "(...) İlk şekliyle Muhammed Abduh tarafından ortaya atılan bu iddia, Muhammed İkbal tarafından felsefî bir terminoloji ile yeniden ifade edildi. Buna göre Kur'an'ın son vahiy ve Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gerçeği, insanlığın gelişmesi açısından oldukça anlamlıdır. Bu demektir ki, insan öyle bir olgunluk seviyesine çıkmıştır ki, artık onun hazır vahyin yardımına ihtiyacı yoktur. İnsan, kendi ahlakî ve fikrî kurtuluş kaderini kendisi çizebilir..."[5] "Eğer denirse ki: "Aklî delil, tıpkı ni'meti verene şükrün gerekli olduğuna delalet ettiği gibi, en büyük ni'met vericiye [Allah Teala'ya] ibadetin de gerekli olduğuna delalet eder. (...) Peygamberlerin getirdiği [tebliğ ettiği] bütün bu fiillerde (Yaratıcı'ya) "boyun eğme ve tezellül" vardır. Şu halde aklın, bunların [ibadetlerin] ahkâmına da götürmesi ve bu alanda peygamberlerden müstağni olunması icabeder." Bu pasajda modern insanın, İlahî irade ve vahyin egemenliği karşısında istiklalini ilan etmesi, Kur'an'ın tabiriyle "tuğyân"ı, oldukça çarpıcı biçimde dile getirilmektedir. Tablo oldukça nettir: Eğer "gelenek", dini yozlaştırmış, Kur'an ve Sünnet'i yanlış okumuşsa(!) Modernistler daha kötüsünü yapmışlar, onu buharlaştırarak tamamen fonksiyonsuz hale getirmiş ve bu suretle hayatın dışına itmişlerdir! "Buna cevaben şöyle denir: "Akıl, senin dediğin gibi Allah Teala'ya şükre ve kulluğa götürür. Ancak Zihinsel ve teorik düzlemde önümüzde duran bütün bu olumsuzluklar, Modern İslam Düşüncesi'nin 36 Ağustos 2010 pratiğe intikal ve sorun çözme kabiliyeti hakkında da bizlere hatırı sayılır ipuçları vermektedir. Esasen günümüzde, ülkemiz de dahil olmak üzere İslam Dünyası'nda yaşanan sıkıntı ve bunalımlar, pratikten hareketle teori hakkında pek çok şey söylenmesini mümkün kılmaktadır. Ancak gündemlere ağırlığını koyan konjonktürel gelişmeler, bütün bu sıkıntı ve bunalımların temelinde, İslam'ın şu veya bu görünüm ve başlık altında modernizasyonu operasyonlarının yattığı gerçeğinin çoğu zaman gözden kaçırılması sonucunu doğurmaktadır. Sorunun pratik boyutuna geçmeden önce, Modern İslam Düşüncesi'nin, pratiğe sadece karmaşa ve çözülme îsal eden teorik stratejisi hakkında kısa bir irdelemesini yapmamız uygun olacaktır. Modern İslam Düşüncesi'nin en bariz vasfının "tepkisellik" olduğunu söyledik. Bu tez, ilk bakışta tartışmalı görünebilir. Ancak İslam Dünyası'nda bu yaklaşımın temsilcileri olarak öne çıkan isimlerin çalışmalarına baktığımız zaman, orijinal bir duruştan ziyade, "yanlış bulma" gayretinin daha baskın bir tavır olarak belirdiğini müşahede ediyoruz. Bir başka deyişle, bizdeki Modernist yaklaşımın, geçmiş ulemanın nadiren metodolojik, ama ağırlıklı olarak tikel konulara ilişkin söylediklerinin ve yazdıklarını, çoğu zaman enteresan bir şekilde yine "klasik" olarak adlandırılan eser ve kişilere dayanarak yanlışlamaya çalıştığını görmekteyiz. Burada bindörtyüz yıllık koca bir ilim ve kültür birikiminden bahsediyoruz. Bu devasa yapı içerisinde yelpazenin her iki ucunu temsil eden yaklaşımların bulunması, hatta bunun da ötesinde söz gelimi aynı ekole mensup insanların birbirine uymayan görüşler serdetmiş olması tabiidir. İslam "geleneği", kendi içinde geliştirdiği "tahkik" ve "tenkit" mekanizmalarının sağladığı devinim ile zaten kendisini sürekli olarak yenilemiş ve canlı tutmuştur. Dolayısıyla Modernist İslam ya da İslam Modernizmi adına ortaya konan bu türden çalışmalar "geleneğin toptan eleştirisi" gibi başlıklar altında sunulmayı hiç de hak etmemektedir. İslam Dünyası'nda bugün görülen iç karartıcı manzara, her alanda yaşanan problemler ve Batı dünyası ile kıyasladığımızda ortaya çıkan fark, Modernistler tarafından –tezlerinin temel hareket noktası olmak üzere– kestirmeden "gelenek"in omuzlarına yıkılıvermiş ve Modern zamanlarda bireysel ve topAğustos 2010 lumsal planda din ile aramızdaki mesafenin sebepleri sorgulanmadan, "ihlas", "takva", "amel-i salih" ve benzeri ölçüler konusunda Ümmet'in fertlerinin sergilediği olumsuz manzara üzerinde durulmadan din anlayışının yeni bir bakışla yeniden oluşturulması, dinin yeniden tanımlanması ve yorumlanması gibi telafisi mümkün olmayan bir hata işlenmiştir. "Madem ki Batı'dan geri kaldık, öyleyse dinin tarihte ortaya çıkmış olan tezahürü ile dinin bizzat kendisi birbirinden ayrılmalı ve dine yeni bir yorum getirilerek tarihteki tezahüründen farklı bir din görüntüsü ortaya konmalıdır" şeklinde ifade edebileceğimiz öldürücü mantık, ne yazık ki şu ana kadar ciddi biçimde mercek altına alınabilmiş değildir. Burada hayatî soru şudur: İslam gibi son ve ekmel bir din, özünden bir şey kaybetmeden ve tahrife uğramadan tarihin farklı dilimlerinde farklı görüntüler sergileyebilir mi? Dinin doğası buna elverir yapıda mıdır? Bu soruyu, içeriğini daha bir netleştirmek için şöyle de sorabiliriz: Allah'ın iradesi farklı zamanlarda farklı neticeler doğuracak şekilde tecelli eder mi? Eğer bu soruya "evet" diyebiliyorsak ardından şu soru gelecektir: Eğer tarih içindeki tecelli biçimi doğru ve ilahî iradeye uygun ise bugün niçin yanlış olsun ve eğer tarih içindeki tecelli doğru ise bu, İlahî İrade'nin bugünü öngöremeyecek kadar sınırlı 37 "Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz, sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz."[7] Burada önemle altı çizilmesi gereken bir diğer nokta da, Modernist çalışmaların, teorik planda önemli ölçüde Batı'daki İslamiyât çalışmalarından intihallelerle payandalandırıldığı gerçeğidir. Bu tesbitin İslam Modernistleri'ni hayli rahatsız ettiğini biliyoruz. Ancak bu sadece bizim şahsî bir tespitimiz olmayıp, yandaş ya da karşıt hemen herkesin paylaştığı bir hakikattir. Hatta Modern İslam Düşüncesi'nin bayraktarlarından olan ve düşünce sistemini önemli ölçüde sözünü ettiğimiz çalışmalarla beslediğini gördüğümüz Fazlur Rahman bile bu gerçeği açıkça dile getirmekte bir sakınca görmemiştir. olduğu sonucunu doğurmaz mı? Bugün din adına tarihteki tezahür ile taban tabana zıt bir sonuç ortaya çıkması normal kabul edilebilir mi? Bütün bu sorular bizi şu temel tesbite götürmektedir: Modern İslam Düşüncesi için aslolan "murad-ı ilahî" değildir. Bu düşünce için aslolan, beşer taleplerine azami ölçüde cevap veren bir hayat tarzını yakalayabilmek için dinden ne kadar istifade edilebileceğidir. Tam bu noktada şu ilahî ikaz ile yüz yüze bulunduğumuzu fark etmeliyiz: "Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken o sizin için hayırlı olur; bir şeyi de sevdiğiniz halde o da sizin için şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz."[6] Hz. Ali(r.a.)'nin şu hikmetli sözü de bu noktayı dikkatlerimize sunmaktadır: "İnsanların, dünya işlerini yoluna koymak amacıyla dinlerinden terk ettikleri her nokta için Allah onların başına, düzeltmek istedikleri o işten daha zararlısını getirir." Keza, Abdülmelik b. Mervân'a şöyle hitabeden şair de aynı hikmeti yakalamıştır: 38 O şöyle der: "İslamî gelişmelerin ilk safhaları ile daha sonraki safhaları arasındaki bu fark bize açıkça görünmektedir. Oryantalistlerin çok büyük katkılarda bulundukları bu büyük tarihsel keşif, artık bu dört ilkeyle Kur'an, Sünnet, İçtihad ve İcma ilkeleriyle– ilgili geleneksel ortaçağ teorisinin arkasına gizlenemez."[8] Ne var ki, usulüyle, füruuyla, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf vd. sistemleriyle İslam Kültür ve İrfanı'nı bir bütün olarak toptan karşısına almak ve eleştiriye tabi tutmak gibi devasa bir iddiayı sahiplenen İslam Modernistleri'nin, bunu nasıl yapacaklarına ilişkin kabul edilebilir herhangi bir sistemi henüz geliştirememiş olmaları düşündürücüdür. İşte bu sistemsizliktir ki, İslam Modernizmi'ni genel olarak yukarıda değindiğimiz ve ortaya konan örneklerin tatmin edicilikten son derece uzak olması sebebiyle ciddiye alınma şansını şu ana kadar yakalayamamış bulunan "yanlış bulma" çizgisinin ötesine geçememeye mahkûm etmektedir. Konuyu biraz daha açmak için Çağdaş İslam Modernistleri'nin yukarıda üzerinde bir parça durduğumuz en temel iki kurum olan Kur'an ve Sünnet hakkındaki görüş ve yaklaşımlarını kısaca ele alabiliriz. En genel anlamıyla Kur'an'ın ihtiva ettiği normatif hükümler bizlere bugün ne ifade etmektedir? Bu en temel soruya bile İslam Modernistleri'nin ortak bir cevabı yoktur. Ortada, "Kur'an'ın ruhu" olarak ifade edilen ve bizzat doğasında belirsizlik bulunan Ağustos 2010 bir kavram dolaşmaktadır. Bu ruhun nasıl tanımlanması gerektiği, metodolojik olarak neyi ifade ettiği, somut olaylar için önerilen çözümlere nasıl tetabuk edeceği ve varılan çözümün hangi somut verilere göre test edileceği, Kur'an'ın, sorunları tahlil etmede ve çözmede nasıl bir yaklaşım izlediği... gibi sorular bu bağlamda cevap beklemektedir. Hatta daha da ileri giderek şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Özellikle ülkemizde bu sorular Modernistler'in gündeminde dahi yoktur. İşte size kaygan bir zemin! Aklınıza yatmayan, canınızı sıkan, "bana göre şu istikamette olması daha uygun olurdu" dediğiniz her hüküm için "Kur'an'ın ruhu"nu devreye sokup istediğiniz sonucu elde edebilirsiniz. Hatta "Kur'an'ın ruhu"nu, yine bizzat Kur'an'da yer alan emir ve hükümlerin karşısına bile dikebilirsiniz. Çünkü yapmanız gereken, "nassların sultası"ndan kurtulup, "nassların gölgesi"ne girmektir. Bunu gerçekleştirdiğiniz zaman önünüzde sonsuz bir hareket alanı buluyorsunuz. Bu söylediklerimizi abartılı bulabilecekler için, iki ayrı zaman dilimine ait birkaç çarpıcı iktibas sunalım: 1- "Ey kardeş! Bil ki, insanlardan kimi, Allah'a, nebileri, resulleri, imamları ve vasileri ile yahut Allah'ın velileri ve salih kulları ile, ya da mukarreb melekleri ile ve onların kendilerine, mescit ve meşhedlerine ta'zim göstermek suretiyle; kendilerine, fiillerine, amellerine, vasiyetlerine ve bu yolda açtık- ları çığırlara uymak suretiyle yaklaşır. İmkânları, iktidanın nefislerinde tahakkuku ve çabalarının ulaştığı noktalar nisbetinde bu yolda yürürler. "Allah'ı hakkıyla tanıyan kimselere gelince, bunlar, kendilerinden başkasıyla ona tevessül etmezler. İşte bu, Ehl-i Ma'ârif'in mertebesidir ki bunlar Allah'ın velileridir. "Anlayışı, ma'rifeti ve hakikati noksan olan kimseler için ise, Allah'ın peygamberlerinden başka Allah'a götürecek bir yol yoktur. Allah'ın peygamberleri konusunda anlayışı ve ma'rifeti noksan olan kimselere gelince, bunları Allah'a götürecek tek yol, peygamberlerin halifelerinden ve vasilerinden olan imamlar ile Allah'ın salih kullarıdır. Bunları yeterince anlayıp tanıyamayan kimseler için, bunların yollarına uymak, açtıkları çığırlarda yürümek ve tavsiyeleriyle amel etmekten, onların mescid ve meşhedlerine gitmekten, onlara benzetilerek yapılan resimlerin yanında onların ayetlerini hatırlamak ve putlar vasıtasıyla onların hallerine vakıf olmak için dua etmek, namaz kılıp oruç tutmak ve kabirlerinin başında istiğfar edip bağışlanma ve rahmet istemekten ve Allah'tan, kendisine yakınlık talep etmek maksadıyla buna benzer şeyler yapmaktan başka yol yoktur. "Bil ki, her halukârda eşyadan herhangi bir şeye kulluk eden ve herhangi bir kimse vasıtasıyla Allah'a yaklaşan kimsenin durumu, herhangi bir dinî inanca sahip olmayan ve (böylece) Allah'a yaklaşmayan kimseden elbette daha iyidir. (...) "Sonra bil ki, böyle [herhangi bir dinî inanca sahip olmayan] kimselerin durumu, putlara tapanların durumundan her halukârda daha kötüdür. Çünkü putlara tapanlar, bir şeyi din edinmişlerdir, (onunla) Allah'a yakınlaşır, Allah'tan korkar ve O'na rücu ederler...."[9] Bu ifadeler, h. 4. asırda Basra'da gizli bir cemiyet halinde kurulmuş bulunan ve "hiç bir inanç, kanaat ve mezhebe taassup derecesinde bağlanmamayı, her din, inanç ve felsefeden, kendilerine güzel ve yararlı gelen noktaları almayı" ilke edinmiş olan İhvan-ı Safa'ya aittir.[10] 2- "Mekkeliler'in baskısı altında ve amcası Ebu Talib'in özellikle rica etmesi üzerine, ayrıca diğer taraftan yeni dinin birçok aileye getirdiği zorluklar muvacehesinde onun [Hz. Peygamber (s.a.v.)'in] duygulu, hassas ve içten gelen şefkat ve acıma hissi, Ağustos 2010 39 Bu alıntıyı yapan Sıddıkî burada şunları söyler: "Esas zorluk, Hintli bir milliyetçi olan Ubeydullah Sindî'nin, Hinduizm ile İslam'ı bağdaştırmaya çalışmasındadır. Gerçekten kendisi, karşıt dinî gruplar arasına, vahiy yolu ile gelmiş dinler tarafından konulmuş engelleri ezebilecek bir "insanlık dini"ne, ya da evrensel dine inananlardandır." İslam Modernistleri'nin en azından bir kısmının– görüşleri de böyle. uzlaşmaya yanaşmasındaki hikmeti anlaşılır hale getirmektedir. (...)[11] "Mekkeliler [Hz. Peygamber (s.a.v.)'e] uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı akidelerde Peygamber ile müzakere yapmak istediler. Eğer (Hz.) Muhammed onların tanrılarını, insan ve tanrı arasında aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da müslüman olabileceklerdi. Tekrar diriliş konusunda uzlaşma olamazdı. Aracı tanrılar konusunda ise İslamî gelenek şunları söylüyor: Habeşistan'a göç zamanında oluşum halindeki müslüman toplum büyük sıkıntılar içinde iken peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53. sureden uzlaşmaya (tavize) işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. (...) "Birçok günümüz müslümanı (Hz.) Muhammed'in bu tür sözler sarf ettiği rivayetini reddeder; fakat Kur'an'ın ışığında olaya bakacak olursak, bu pekâla mümkün de olabilir..."[12] 3- "Peygamberlik melekesi tüm insanlara aittir. (...) Bir peygamberin vahiy yoluyla aldığı öğretileri, daha düşük bir seviyede tabiî idrakleri vasıtasıyla bir hakîm [bilge] tarafından da öğretilir. Çinli kâhinler yüksek manevî kavramları, Yunan felsefesi, İran düşüncesi, Hintli azizlerin asil fikirleri ile Hristiyanlık ve İslam'ın öğretileri arasında temel bir çelişki yoktur."[13] 40 İmdi, başka herhangi bir ilke ve bağlayıcı esas tanımaksızın, sadece "Kur'an'ın ruhu"ndan hareketle insanların nerelere varabildikleri konusunda daha net bir kanaat edinmek ve yukarıda söylediklerimizin abartı olmadığını anlamak kolaylaşacaktır sanıyoruz. Bu aslında bize şöyle bir tesbit yapma imkânı da bahşediyor: Adı ne olursa olsun, "sapma", her zaman "sapma"dır ve Modernizm, ismi dışında tarihten tamamen kopuk ve "yeni" bir şey değildir. Geçmişte de "Modernistler" vardı ve "Modernizm", dönemsel bir olguyu değil, niteliksel bir durumu anlatmaktadır. O halde sadece "İslam Modernistleri" ya da daha kısa olarak "Modernistler" olarak bahsettiğimiz çizgiyi "Çağdaş İslam Modernistleri" ya da "Çağdaş Modernistler" olarak anmak yanlış olmayacaktır. Çağdaş Modernistler'den, Kur'an'ın epistemolojik açıdan nerede durduğu konusunda da alabildiğine renkli görüşlerle karşılaşıyoruz. Kimi, tıpkı Tevrat ve İnciller'e yapıldığı gibi, Tarihsel Tenkit ve Metin Tenkidi yöntemlerinin Kur'an'a da uygulanması gerektiğini ve mesela bunun bir açılımı olarak Kur'an'daki kıssaların, "üslupları gereği, ne mutlak anlamda doğrulanabilir, ne de yanlışlanabilir" olduğunu söylerken,[14] kimi de bu tarz hükümler ihtiva eden ayetleri, zorlama tevillerle "yumuşatma"ya çabalamaktadır.[15] Bunlardan daha önemlisi, vahyin mahiyeti ve niteliği konusundaki tartışmalardır. Vahyin lafzî boyutunun Hz. Peygamber (s.a.v.)'de şekillendiği görüşünden tutunuz, –yukarıda bahsi geçen– meşhur "Garanik" saçmalığının da vahiy kaynaklı olduğu tezine kadar aklen ve ilmen kabul edilemez bir yığın iddia, İslam Modernistleri tarafından gündeme getirilerek tartışma konusu yapılabilmiştir.[16] Sünnet hakkındaki yaklaşım da farklı bir manzara arz etmemektedir ve esasen Kur'an hakkında yukarıda iktibas edilen görüşleri fütursuzca Ağustos 2010 sergileyenlerin Sünnet hakkında daha "rahat" hareket etmelerinde şaşılacak bir taraf yoktur. Bilindiği gibi hemen her ortamda Sünnet'in ölçü mü, yoksa örnek mi olduğu sorusuyla formüle edilen bağlayıcılık tartışması ile birlikte gündeme getirilen, "Hadislerin yazıya geçiriliş süreci" hakkındaki şüpheler, bu bağlamda Modernistler'in temel hareket alanlarını oluşturmaktadır.[17] Sünnet'i sadece bir "örnek" olarak gören yaklaşımın, klasik tabiriyle "Sünnet'in hücciyyeti" konusundaki Kur'an ayetleri konusunda ciddiye alınabilecek savunmalar yapmaktansa, ya tartışmanın zeminini Sünnet verilerinin tesbiti konusuna kaydırdıkları, ya da söz konusu ayetler hakkında zorlama tevillere gitmeyi tercih ettikleri görülmektedir. Sünnet verilerinin tesbiti meselesindeki itirazların ise, metodolojik olarak "klasik" diye nitelendirilen yaklaşımı aşmak şöyle dursun, tek tek somut konular hakkında bile ikna edici deliller sunmaktan uzak olduğu dikkat çekmektedir. Modernistler'in, İslam'ın temel kaynakları hakkında ortaya attıkları ve hepimizin bildiği bu ve benzeri şüpheler, sonunda "Gayrimüslim bile olsa, bir millet ne zaman reform yolunda bir adım atmışsa, bu, İslam yolunda atılmış bir adımdır"[18] demeye kadar gitmiştir. Kur'an ve Sünnet hakkında burada kısaca değinmeye çalıştığımız bu yaklaşım –ki İcma ve Kıyas ile diğer Şer'î deliller de bu tartışmalardan nasibini almaktadır–, Kelamî ve Fıkhî mezhepler, Tasavvuf ve diğer İslamî kurumlar konusunda da alabildiğine renkli görüşler sergilemektedir. Ancak burada bu hususları ayrıntılarıyla ele alma imkânına sahip değiliz. Kısacası adına "gelenek" dedikleri mevhum bir düşman ile mücadele, Çağdaş Modernistler'in tavırlarının kristalleştiği noktadır. Bunu yaparken düşüncelerini oturttukları zemin, hümansentrik [insan merkezli] yaklaşımdır. Yeni görüntüsüyle Modern zamanlara ait bu yaklaşımın dine bakışı, "çağın yükselen değerleri ile çatışmayan" bir müslüman tipi öngörmektedir. Şayet din, bu değerlerden biri veya birkaçı ile çatışan teklifler içeriyorsa, "her şey gibi din de insan içindir" formülünün size bahşettiği geniş yorum yetkisi içinde bu teklifleri yorumlayıverir ve sorunu çözersiniz. Ağustos 2010 Ana hatlarıyla çerçevesini çizmeye çalıştığımız bu teori pratiğe nasıl yansımakta ve ne gibi tesirler icra etmektedir? Kısaca bir de buna bakalım: Her şeyden önce Hristiyanlığın Batı'da geçirdiği tecrübeye paralel olarak din hakkında söz söyleme yetkisini kitlelere yayma ve Kur'an'ı herkes için bir "başucu kitabı" haline dönüştürme çabaları, Kur'an'ı bütün kayıt ve şartlardan azade olarak anlayıp yorumlama ve dinin sâbiteleri hakkında bile uluorta konuşma yetkisini elinde bulundurduğuna inanan fertlerin zuhur etmesine yol açmıştır. Bu anlayış, Allah'ın indirdiği hükümler hakkında, Kur'an'a "aracısız olarak" başvuran insan sayısınca yorum ve kanaatin ortalıkta dolaşması sonucunu doğurmuştur. Yüce Allah (c.c.)'ın, Kur'an'da, mü'minler için örnek olduğunu belirttiği ve pek çok ayette "kendisine itaat edilmesini", "emrine uyulmasını", "verdiği hükümlerin hiçbir sıkıntı duymadan kabul edilmesini" emir buyurduğu Hz. Peygamber ve O'nun mübarek Sünneti'nin, adeta hayatın dışına itilmek ve "Peygambersiz bir İslam" oluşturulmak istenmesi de dikkati çeken bir diğer noktadır. Oysa Kur'an ve Sünnet'in nasıl anlaşılması gerektiği konusunda, uygulamaları Modernistler tarafından her fırsatta referans olarak kullanılan Hz. Ömer (r.a.)'in bile[19] bu türlü bir yorum serbestisine taraftar olmak şöyle dursun, böyle bir anlayış karşısında en sert ve "katı" tedbirler almaktan geri durmadığını görüyoruz. O, müteşabih ayetler i diline dolayarak, her ortamda bu meseleyi gündeme getiren Subeyğ isimli Irak'lı birisini yara bere içinde kalana kadar hurma dalından yaptığı sopayla dövmüş, sonra yaraları iyileşince tekrar dövmüş ve bunu birkaç kez tekrarlamış, en sonunda da kendisini Irak'a sürgün ederek, orada bulunan Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'ye, onu insanlardan tecrit etmesini yazmıştır.[20] Gerek Hulefa-i Raşidun'un, gerekse ileri gelen diğer sahabe ile onlardan sonraki otoritelerin bu noktadaki tavırları hakkında temel Hadis kaynaklarında ve ilgili diğer çalışmalarda bol miktarda örnek bulmak mümkün olduğu için burada bu noktayı daha fazla uzatarak ayrıntılandırmayı gereksiz görüyoruz... Yine bu yaklaşımın pratik yansımalarından bir başka örneği, şöyle bir paradoksta kendisini ortaya koymaktadır: Son zamanlarda Çağdaş Modernistler tarafından sık sık gündeme getirilen "dinler arası di- 41 kurallarıyla belirsizleştiği, netliğini kaybettiği tehlikeli bir noktaya doğru çekilmeye çalışıldığını işaret etmektedir. Ne gariptir ki, insanları, hatta farklı etnisite ve coğrafyalara mensup insanları bir araya getiren, getirmesi gereken "din" olgusu, ne yazık ki en onmaz ihtilaf mekanizması olarak işlev görür hale getirilmiş bulunmaktadır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, en temel sâbiteleri hakkında bile her zeminde uluorta yorumların yapıldığı bir kurum, artık insanları bir arada tutma işlevini nasıl yerine getirebilir? Son yıllarda gündeme sokulan ve hakkında pek çok şeyin yazılıp söylendiğini müşahede ettiğimiz "Türk Müslümanlığı", "Arap-Emevî Müslümanlığı" gibi ayrımlar, dinin yerine getirmesi gereken fonksiyonun nasıl tam tersine döndürülmeye çalışıldığının en bariz örneğidir.[22] yalog", "Ehl-i Kitab'ın da ebedî kurtuluşa ulaşacağı" gibi meseleler, yine Çağdaş Modernistler tarafından "Kur'an merkezli bir hoşgörü" zemininde açıklanmakta ve Kur'anî bir tavır olarak takdim edilmektedir. (İhvan-ı Safa'nın görüşlerini hatırlayınız.) Oysa aynı çevreler, "gelenek"[21] söz konusu olduğunda birden bütün hoşgörülerini yitirmekte ve bu "amansız düşman" karşısında en hasmane tavrı sergilemektedirler. Bütün bunların toplumu getirdiği nokta, özellikle son yıllarda ülkemizde yoğun olarak yaşanan gelişmelerde de kendisini açıkça ifade ettiğini gördüğümüz bir muhasamadır. Toplumun değişik kesimlerinin karşı karşıya getirildiği bu dönemde, bir kesimin "Allah'ın emri" ve hatta "insan hakkı" olduğunu söyleyerek talep ettiği kimi hususlar, bir başka kesim tarafından "Gericilik", "Arap İslamı" ve "Demokrasi istismarı" damgalarıyla bastırılmaya çalışılmaktadır. Ortada birden fazla İslam dolaşmakta ve bu "İslamlar", toplumumuzu, Hristiyan Batı'da yüzyıllardır varlığını etkin biçimde sürdüren mezhepler arası çatışmanın oluşturduğu kaos ortamına doğru sürüklemektedir. İslam'ın Modernist yorumlarının bu oyunda başrol oynamadığını kim iddia edebilir? Örnek olarak zikrettiğimiz bu pratikler, toplumun, "din" mefhumunun ihtiva ettiği bütün kurum ve 42 "İslam" ile "Müslümanlık"ı birbirinden ayırmak mümkün müdür? Eğer "İslam" olarak "orada öylece" duran, ama işin içine beşer unsurunun girmesiyle birlikte pratiğe farklı "Müslümanlıklar" olarak yansıması normal olan bir olgudan bahsediyorsak, bizi bir "ümmet" kıldığını söyleyen bu dinin, birlikteliğimizi nasıl sağlayacağı sorusuna da cevap verilmeli değil midir ve bu "Müslümanlıklar"dan hangisi ilahî iradeyi yansıtmaktadır? Burada temel bir tesbit yapmamız gerekiyor: "Türk Müslümanlığı" tabiri neyi anlatmaktadır? Bu tabirden, Türkler'in Müslümanlığı kabul edişinden itibaren tarih boyunca benimsenen İslam anlayışını mı, yoksa günümüzde Türk Dünyası'nda gördüğümüz Müslümanlığı mı anlamalıyız? Eğer bunlardan ilki kastediliyorsa, Türkler'in tarih boyunca kabul ettiği ve uyguladığı İslam anlayışının diğer kavimlerin İslam anlayışından farklı olmadığı aşikârdır. Fars kökenli Ebû Hanîfe ile Arap kökenli iki talebesi Muhammed b. el-Hasan ile Ebû Yusuf'un, ya da Buhara'lı Muhammed b. İsmail el-Buhârî ile Benu Kuşeyr kabilesine mensup saf Arap Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî'nin, Müslümanlık anlayışı arasında bir fark bulunduğu söylenebilir mi? Eğer söz konusu ayrım, günümüz Türk Dünyası'nın İslam anlayışını vurguluyorsa, Çin'den Balkanlar'a kadar geniş bir coğrafyayı kuşatmış bulunan Türk topluluklarından hangisinin İslam anlayışıdır bu? Ağustos 2010 Sonuç olarak geriye bir tek şık kalmaktadır: "Türk Müslümanlığı" tabiri ile anlatılmak istenen, aslında "Türkiye Cumhuriyeti Müslümanlığı"dır. Bu, doğrudan doğruya resmî ideolojinin öngördüğü "ahkâm ayetlerinin ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in uygulamaya yönelik Sünneti'nin artık geçersiz olduğuna inanan, din adına, sonradan ortaya çıkmış bir takım bid'atlerle amel etmeyi yeterli sayan, kalbi temiz, yaptığı hataları ve işlediği günahları bile iyi niyetle işleyen, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, kendisine lütfen bahşedilenle yetinen, amelsiz, talepsiz tatlı su Müslümanı"dır. yoksa kötü mü olduğu konusunda aklın ancak icmalî olarak hüküm verebileceğini, mesele hakkındaki tafsilî hükmün ise sem'î delille bilineceğini söyler. Bkz. Kadı Abdülcebbâr, "elMuğnî", XV, 117. Yine Mu'tezilî alimlerden Ebu'l-Hüseyin el-Basrî de, eşya hakkındaki "ma'lu¬mât"ı, yalnız akılla bilinenler, yalnız Şeriat ile bilinenler ve her ikisiyle bilinenler" şeklinde üçlü bir tasnife tabi tutarak ele alır. Onun, burada bizim için önemli olan bir tesbitine işaret etmekle yetineceğiz: "... Sadece Şeriat ile bili¬nenlere gelince bunlar, hakkında aklî bir delil bulunmayıp, sem'î [vahyî] delil bulunan hususlardır; Şer'î maslahatlar ve mefsedetler gibi..." (Bkz. "el-Mu'temed", II, 327-9.) [4] "el-Muğnî", XV, 27-8. [5] Fazlur Rahman, "İslam", 307-8. [6] 2/el-Bakara, 216. [7] Hz. Ali (r.a.)'nin sözü ve bu şiir için bkz. el-Kevserî, "Makâlât", 115. [8] "Islamic Methodology in History", (Preface), 5. [9] "Resâilu İhvâni's-Safâ ve Hullâni'l-Vefâ", III, 483 vd. [10] İhvan-ı Safa'nın Allah ve alem hakkındaki görüşleri ile bu grup hakkında ülkemizde ve yurtdışında yapılmış çalışmaları muhtevi bibliyografya için bkz. Dr. Enver Uysal, "İhvân-ı Safe Felsefesinde Tanrı ve Alem", MÜİFV Yayınları, İstanbul-1998. [11] Fazlur Rahman, "Ana Konularıyla Kur'an", 190. [12] Fazlur Rahman'ın, "Allah'ın Elçisi ve Mesajı" adıyla tercüme edilen makaleleri, 34-5. [13] Mazhe- Eğer bu tesbit yanlış ise, Türk Müslümanlığı tezini ortaya atan ve savunan Çağdaş Modernistler'e buradan açık bir çağrıda bulunmak istiyoruz: ruddîn Sıddıkî, "Modern Reformist Thought In The Muslim World", 56. Bu kitap "İslam Dünyasında Modernist Düşünce" adıyla tercüme edilmiş ve Dergâh Yayınları tarafından yayımlanmıştır (İstanbul-1990). (Ubeydullah Sindî'ye ait olan bu düşünceler, Sıddıkî tarafından, Muhammed Server'in "Maulana Ubaidulla Sindhi Halat-e-Zindagi, Ta'limat aur Siyasi Afkar" adlı eserinden (98) alınmıştır.) [14] Dr. Tahsin Görgün, IV. Kur'an Haftası Kur'an Antep'li Bedruddin el-Aynî, Sivas'lı Kemaluddin İbnu'l-Humâm, Tokat'lı Mustafa Sabri Efendi, Düzce'li Muhammed Zâhid el-Kevserî, Elmalı'lı Muhammed Hamdi Yazır gibi alimlerin temsil ettiği Türk Müslümanlığı'nda buluşmaya ne dersiniz? ------------------------------------------------------------------[1] Biyografisi için bkz. İbn Receb, "ez-Zeyl alâ Tabakâti'l-Hanâbile", IV, 366-70; İbn Hacer, "ed-Düreru'l-Kâmine", II, 154-7; İbnu'l-İmâd, "Şezerâtu'z-Zeheb", VIII, 71-3. [2] et-Tûfî, İmam en-Nevevî'nin "el-Erba'ûn"u üzerine yazdığı şerhte, "İslam'da zarar vermek ve zararla Sempozyumu'nda sunulan, "Kur'an Kıssalarının Mahiyeti (Neliği) Üzerine" başlıklı tebliğinde bu k¬nuda geniş bilgi vermektedir. Bkz. "Kur'an Kıssalarının Anlam Ve Değeri", 19 vd. [15] Mesela Prof. Dr. Y. Nuri Öztürk, hırsızın elinin kesilmesini öngören 5/el-Mâide, 38 ayeti hakkında şunları söylemektedir: "Geleneksel kabul ve uygulamaların dışında Kur'an'ın beyanını esas alarak bakarsak şu sonuca varılabilir: El kesmenin icrasında kanatıp işaretleyerek bırakmakla, eli kesip atmak arasında bir tercihi, yaşanan zaman ve mekâna göre kamu otoritesi belirleyecektir. Bu iki şıktan birini tek yol olarak alıp her devre uygulamaya kalkmanın Kur'an'ın ruhuna uygun olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Uygulamanın Asrısaadet'te bazı el kesme örnekleri sunması yine, o devre göre yapılmış bir yorumdur. Yorum mukabele etmek yoktur" şeklindeki hadisi şerhederken bu konu üzerinde durmuştur. Bkz. ancak kendi zamanını bağlar." (Bkz. "Kur'an'daki İslam", 679-80.) [16] Fazlur Rahman'ın "Kitâbu't-Ta'yîn fî Şerhi'l-Erba'în", 234-80. Burada, sözünü ettiğimiz hadisi şerhederken, bu konulardaki görüşleri için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamıza önce Maslahat'ı –tıpkı bugün Modernistler'in değişik ifadeler kullanarak yaptıkları gibi Yüce ikinci cildine bakılabilir. [17] Yaygın kanaatin aksine Hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Allah'ın kendi hakkı olarak öngördüğü maslahatlar –ki bunlar "İbadetler"dir– ve mahluka- sağlığında yazıya geçirilmediği iddiası, Modern zamanların bir "keşfi" değildir. Bişr el-Merîsî tın menfaatini öngördüğü maslahatlar –bunlar da âdât (muamelât)'dır– olarak ikiye ayırır. (v. 218 veya 219. Biyografisi için bkz. el-Hatîbu'l-Bağdâdî, "Târîhu Bağdâd", VII, 61-70; Müteakiben Maslahat ilkesinin, nass ve icma ile çeliştiği zaman bu iki delile takdim [tercih] ez-Zehebî, "Mîzânu'l-İ'tidâl", I, 322-3) de aynı iddiada bulunmuş, hatta Osman b. Sa'îd ed- edilmesini, Maslahat'ın bunları "devre dışı bırak¬ması ve geçersiz kılması" olarak değil, bun- Dârimî (v. 282. Bu zat, "Sünenu'd-Dârimî" adlı eserin sahibi meşhur Ebû Muhammad Ab- ları "tah¬sis ve beyan etmesi" olarak anlamak gerektiğini belirtir; ardından da Maslahat'a dullah b. Abdirrahman ed-Dârimî (v. 255) ile karıştırılmamalıdır), "Nakzu'd-Dârimî" diye niçin bu derecede itibar edilmesi gerektiği tezini Kitap, Sünnet, İcma ve akıl yürütme (Nazar) bilinen ve "Reddu'l-İmâm ed-Dârimî Osmân b. Sa'îd alâ Bişr el-Merîsî el-Anîd" adıyla neş- yoluyla, bunlardan çıkardığı delillerle temellendirmeye çalışır. Ancak ilerleyen sayfalarda redilmiş bulunan (Beyrut-1358) kitabında (127) Bişr el-Merîsî'nin bu iddiasına özel bir bab İcma'ın hüccet olduğunu gösterdiği söylenen delilleri sıralar ve bunları çürütmeye çalışır ve ayırarak kendisine cevap vermiştir. Ancak Bişr el-Merîsî, hadislerin yazıya geçirilmeye baş- bunu, İcma ilkesini kötülemek veya yıkmak için yapmadığını söyler. Ona göre ibadetler vb. landığı tarih olarak Hz. Osman (r.a.)'ın şehid edildiği dönemi göstermektedir. Burada bir nok- konularda İcma'a riayet gereklidir. Bununla birlikte "İslam'da zarar vermek ve zararla mu- taya dikkat çekmek yerinde olacaktır: Hadislerin gerek yazıya geçiriliş sürecinde, gerekse nakil kabele etmek yoktur" hadisinden çıkan "Maslahat'a riayet" prensibi, gerek ilke olarak ve ge- bağlamında işin içine beşer unsuru girmiş olması dolayısıyla şüpheden ari olmadığını, do- rekse dayanak olarak İcma'dan daha kuvvetlidir. O, İcma hakkında söylediği şeyleri de layısıyla amele konu edilemeyeceklerini söyleyenler, bu yaklaşımlarına özellikle Hanefî usul- bunu ortaya koymak için yapmıştır! Daha sonra et-Tûfî, Sünnet'te de Maslahat'a riayet ve cülerin, "haber-i vahid" kategorisine giren hadislerin ilim gerektirmediği yolundaki ifadelerini Maslahat sebebiyle nasslar'ın terki ilkesinin bulunduğunu birkaç örnek vererek ortaya koy- de dayanak olarak göstermektedirler. Oysa bunu söyleyen usulcüler –ki bunun da belli is- maya ve –yukarıda işaret ettiğimiz– İbadât-Mu'amelât ayrımını temellendirmeye çalışır ve tisnaları vardır–, bu tür hadislerin –ilim gerektirmeseler bile– "amel" gerektirdiği noktasında bu konuda ileri sürdüğü aklî delillerle tezini isphatlamaya gayret ederek bu konudaki söz- görüş birliği içindedirler. Hatta Mu'tezile'ye mensup usulcüler bile bu konuda Modernist- lerini nihayetlendirir. et-Tûfî'nin, söz konusu hadis üzerinde dururken Maslahat hakkında ler'den daha makul bir çizgidedir. Onlar arasında, haber-i vahidlerin belli özellikleri haiz söyle¬diklerinin tam bir tercümesini ve bunların kritiğini ileride –inşâallah– kaleme alaca- olanlarının ilim bildireceği görüşünde olanlar bile mevcuttur. Bkz. Kadı Abdülcebbâr, a.g.e., ğımız ayrıntılı bir çalışmaya bırakarak bu konuyu burada nokta¬lıyoruz. Bu konuda ken- XV, 342 vd. [18] Mazheruddin Sıddıkî, a.g.e.; 108 Dr. Halife Abdülhakîm'e ait olan bu söz- disine yapılan itirazlar için bkz. Muhammed Zâhid el-Kevserî, "Makâlâtu'l-Kevserî", 331; ler, Sıddıkî tarafından onun "Fikr-e-Iqbal" adlı kitabından (239) alınmıştır. [19] Bu konu hak- Muhammed Ebu Zehra, "İmam Mâlik", 376. [3] Aslında aklın fonksiyonu ve yetkisinin sı- kında detaylı bilgi ve tartışmalar için yukarıda zikrettiğimiz çalışmamıza bakılabilir. [20] nırları konusunda –yaygın kanaatin aksine– Mu'tezile, aklın mutlak hakim ve belirleyici ol- ed-Dârimî, "es-Sünen", Mukaddime, 19. [21] "İslam geleneği" tabiri, tarihsel bir realite ola- duğunu benimseyen bir tavır sergilememiştir. Onlar da tıpkı Ehl-i Sünnet gibi mutlak hakimin rak bir ucunda Zahirîler'in, diğer ucunda Mu'tezile'nin yer aldığı oldukça geniş bir yelpazeyi Yüce Allah olduğunu söylemektedirler. Ancak onların Ehl-i Sünnet'ten ayrıldığı nokta şöyle anlatması gerekirken, ilgi çekici biçimde çoğunlukla sadece Ehl-i Sünnet kastedilerek kul- özetlenebilir: Bir şeyin Şeriat tarafından emredilmiş ya da nehyedilmiş olması dikkate alın- lanılmaktadır. [22]Böyle bir ayrım yapıldıktan sonra, "İslam tekdir, ama Müslümanlık bir- maksızın, akıl bu şeyin ahkâmını ve iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu bilebilir. Şeriat de aklın den fazla şekilde tezahür edebilir" türünden, en hafif tabiriyle "gülünç" yorumların dikkate bu konudaki tesbitini tekit etmektedir. Bir diğer nokta da şudur: Mu'tezile, bir şeyin iyi mi alınmaya değer hiçbir tarafının bulunmadığını düşünüyoruz. Ağustos 2010 43 RUMELİ’DE SON SARIKLI Ahmet HALİLOĞLU O arkada gözü yaşlı bir cemaat bıraktı.Gök kubbede bıraktığı bir hoş Müftülerin, hocaların sarıkları ne renkte olur? Hepiniz beyaz dediniz değil mi? Peki hiç rengi kandan ötürü kırmızıya dönmüş sarık gördünüz mü? Bendeniz maalesef küçüklüğümde gördüm. Fatihalarınıza muhtaç babam eve Türkiye Gazetesi alırdı. Bir sabah gazeteyi bakkaldan alıp; manşette İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Aga’nın ve Batı Trakyalı Türklerin dövülerek hastanelik edildiklerini ve Edirne’ye getirildiklerini okuduğumda eve gelene kadar sokakta ağladığımı unutamıyorum. Sedyeye yatırılan bir alim ve hemen yanında Hocaefendi’nin akan kanından fesinin rengi gibi kırmızıya dönmüş bir sarık…İskeçe Müftüsü; Rumeli’nin son sarıklısı Mehmet Emin Aga Hocaefendi’nin sarığı… seda ise nicelerini imrendirecek cinsten. Yoklukla, acıyla, hapisle geçen acılı ama güzel bir ömür ile amel defterini mühürledi. Makamı cennet olsun. Allah bizleri de Hocaefendi gibi korkmayan, yılmayan, vazgeçmeyen imanı kavi, ruhu metin kullarından eylesin. 44 İskeçe; Gümülcine, Drama, Kavala, Serez…1371 yılında tanışırlar Osmanlı ile. Osmanlı Toprağı unvanını Erzurum’dan, Konya’dan, Diyarbakır’dan önce alır İskeçe. Anadolu’dan akın akın Yörükler göç eder bölgeye. Bir yandan Türkleştirirler, öte yandan İslamlaştırırlar. Yörükler dağına ovasına, tepesine deresine İslam mührünü kazırlar, Türk damgasını vururlar. Beş asır huzurla geçer… Ama ne var ki 1900’ler ile yeryüzüne kara bir bulut çöker.Kara buluttan yağan katAğustos 2010 ran karası elem yağmurlarından nasibi en çok Osmanlı Toprakları alır. Balkan Savaşları ile ecdat yadigarı diyarlar bir bir elden çıkar. Plevne’deki diriliş destanını Yanya yazar. Şumnu’daki katliamın eşi benzeri Avrethisar’da yaşanır. Avrethisar’da bir camiye doldurulan yüzlerce Müslüman diri diri yakılır. İskeçe de elem yağmurlarından payını alır. 1912’de önce Bulgarlar işgal eder. İşgal ile birlikte Balkanlar’da gelsin katliamlar, sürgünler, tecavüzler..Dile kolay ama üç asırdır Rumeli toprağı Osmanlı’nın ardından alışmıştır böyle canavarlıklara. Ama Batı Trakya şaşırtır işgalcilerini. Sultan Abdulhamid yadigarı Teşkilat-ı Mahsusa’dan gelenlerin yardımıyla Batı Trakya Geçici Hükümetini kurarlar. Otuz bin kişilik bir ordu teşekkür ettirirler.. Ay yıldızlı yeşil, siyah ve beyazdan oluşan bayrakları vardır artık. Bayraktaki siyah Rumeli’deki zulmü, yeşil İslamı ay yıldız ise Türklüğü simgeler. Ne var ki yetmiş gün geçmeden İttihad ve Terakki’nin üç isminden Cemal Paşa’nın gayretleri (!) ile bu devlet feshedilir. Ah Cemal Paşa ah. Bizim tarihimiz işte böyle acı olaylar ile doludur. Balkan Savaşlarında Selanik’i tek kurşun atmadan teslim etmedik mi? Neden mi savaşmadık? Kimbilir… Ordusu, adliyesi, pulu hatta İstiklal Marşı bile olan bu müstakil devlet lağv edildikten sonra bölgeyi tekrar Bulgarlar işgal eder. 1920’de ise Batı Trakya Yunanlılara bırakılır. Bu sefer Batı Trakya Müdafai Hukuk Cemiyeti kurulur. Cemiyet kah Yunanlılara baskınlar verir, kah akınlar düzenler. Ankara’da bölgenin Yunanistan’a bırakılması eğilimine karşılık olarak Türkiye’ye bir de muhtıra verirler. Muhtırada en ilginç olan ise şu cümlelerdir : “Batı Trakya'nın geleceği halkının oyuna başvurarak belirlenmelidir. Bu bölgede Koşukavak, Eğridere, Kırcaali, Sarı Şaban kazalarında Türk'ten başka bir unsur yoktur. Gümülcine, İskeçe, Ahiçelebi, Drama, Kavala, Nevrekop'da da yüzde seksenden fazla yoğun bir Türk çoğunluğu vardır.” Lozan yok mu Lozan? Ben Lozan’a dair bir şey demeyeyim de siz en iyisi Kadir Mısıroğlu Hoca’nın Lozan Zafermi Hezimetmi isimli kitabından okuyun. Lozan da bölge Yunanistan’a bırakılır. İskeçe ve Gümülcine dışındaki Türkler nüfus mübadelesine tabi tutulurlar. İskeçe ve Gümülcine ise Rumeli’den hazin göçe şahit olurlar. Preveze’den, Yanya’dan, Langaza’dan, Selanik’ten, yüz binlerce müslümanın anavatana hazin dönüşlerini görür. Rumeli’nin kadim ve kutlu mirasının bir parçası olarak 3 Eylül 1931 yılında İskeçe’ye bağlı Şahin Köyünde dünyaya gelir Mehmet Emin Aga. Babası Mustafa Hilmi Efendi de hocadır. İlim meclisinde açar gözlerini dünyaya. Emekleme esnasında babasının kitapları ile tanışır. Medrese eğitimine başladığı esnada İkinci Dünya Savaşı patlak verir ve bölgeyi bu sefer Bulgarlar işgal ederler. Bulgarların çekilmesi ile Yunan İç Savaşı çıkar. Hocaefendi; mecbur köyüne döner, tahsiline bulabildiği bir hocadan devam eder. 1945 yılında hafızlığını tamamlar. Ahirette hafızlara giydirilecek tacı 14 yaşındayken kazanır. Türkiye’de dine diyanete ait her ne varsa yasaklandığı bir devre de Osmanlı Usulü medrese eğitimi almak, hele de Yunanistan’da. Hele de İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen iç savaşta… Her babayiğidin harcı değildir ama nice isimsiz kahraman gibi Hocaefendi de zoru başarır. Zamanın İskeçe Müftüsü Sabri Efendi’de okur.. Gurbet; ama ilim için kadim Ehl-i Sünnet geleneğinin bir mirasıdır; Selef Alimlerinin güzel adetidir. Bu adete Hocaefendi’de uyar. Hoş gidebileceği pek yer yoktur. İstanbul’da ho- Ağustos 2010 45 Bu küçük medrese sınırın öte yakasında çoktan unutulan bir ders programını takip eder. Kah Birgivi’nin Avamili okunur kah Mülteka’ya bakılır. Mülteka gibi fıkıh kitabı bulunmaz. Ne de olsa müellifi Fatih Camii’nin dersiamıdır, imam hatibidir. İmam dediysek canım şimdi adı beyaz kendisi envai renk olan imamlardan değil. Hazreti Fatih’in vakıf şartıdır; camisine imam atanacak şahıs kırk sene ikindi namazının gayri müekked olan ilk sünnetini terk etmemiş olacaktır. Eh böylesi bir alimin; İbrahim-i Halebi’nin yazdığı Mülteka’ya vakıf olan talebelerde Şahinköy’de şahin kesilirler. Ne de olsa serde evlad-ı fatihanlık vardır. calar medreselerine giremezler. Anadolu’da ki pek çok medrese ya saman deposudur ya baykuşlara ev. Hoş gitmek istese de Yunanistan’dan çıkmak hele de bir Türk’ün çıkması hele hele ilim için çıkması imkansız gibidir. Çıksa da geri dönemez. İskeçe Müftüsü Sabri Hocaefendi’nin vefatı ile de Gümülcine’ye geçer. Hafız Ali Reşad Hocaefendi’nin özel ders halkasına katılır. 1954 yılında tahsilini tamamlar ve icazetini alır. Artık O da İnsanlığın Efendisine ulaşan alimler silsilene dahil olmuştur. Ehl-i Sünnetin insanlığı aydınlatan nurani bir kandili, rabbani bir güneşidir. Doğduğu köye Şahin Köye geri döner Anadolu’da asırlarca nasara yensuru seslerinin yükseldiği, fıkhın hadisin kelamın müzakere edildiği medreseler yıkılırken Yunanistan’da medrese açmak ne büyük bir iştir. Üstelikte kadim bir mirasın temsilcisi bir mektep. Mehmet Emin Hocaefendi’den bin sene evvel; Bağdat’ta Büyük Selçuklunun Büyük Veziri Nizamül Mülk’ün; Hüccetül İslam İmam-ı Gazzali’nin dersiamlığında tesis ettiği Ehl-i Sünnet medreselerinin bir numunesi, bir temsilcisi olan Şahinköy medrese de Hocaefendi’nin dile kolay yirmi beş senesi geçer. 46 Altı asır Tuna; Şahinköylü talebelerin dedelerinin cezbeleri ile titremiştir. Tuna dedesinden titrer de Atina bu ücra köydeki talebelerden titremez mi ? Atina’daki Albaylar Cuntasını ürkütür Şahin Köylü talebeler. Hocaefendi hakkında 1968’de dava açılır. Tutuklanır ve bir tek Türk’ün bile kalmadığı Drama’da hapsedilir. Sebep aramayın canım Hocaefendi’nin gözünün üstünde kaşı vardır. Ama bu sefer Albaylar biraz insaflıdır; Hocaefendi’nin suçu söylenir : Talebeye Türklük bilinci aşılamak. Komedinin dik alası; çünkü İskeçe’nin taşları Türk’tür; kökü Türk’tür ne aşısı. Ama kurt kuzuyu yiyecek ya…Mazeret olsun. Söylemeye dilleri varmaz ama Hocaefendi’nin talebe ve Müslümanlar üzerinde bıraktığı tesir ürkütmüştür Onları. Hapisten sonra İskeçe Müftülüğünde katip olarak göreve başlar. İki sene sonra da Müftü Yardımcılığına getirilir. Artık o müftülükten toplum liderliğine giden basamakları tırmanmaya başlamıştır. Kıbrıs Barış Harekatından sonra Batı Trakya’daki Türklerin durumu daha da zorlaşır. Vakıf mallarına el konulur; Müslümanlar Yunan Anayasası’nın 19. maddesi gerekçe gösterilerek vatandaşlıktan atılır. Mehmet Emin Hocaefendi kapı kapı dolaşır. Ama nafile. Türkiye’de kapılar yüzüne kapanır. Ne de olsa sarıklı bir hocadır. Bizim basına hoca ne lazım? Hele de böylesi Osmanlı bakiyyesi bir Hocanın mücadelesine bizim gazeteler destek verir mi hiç? İmkansızlıklar içinde çırpınır Hocaefendi. Camileri tamir ettirmekten tutunda zorla gasp edilen vakıf mallarını kurtarmak için elinden gelenin fazlasını yapar. Ağustos 2010 Hocalıktan Agalıga Rumeli’nde Aga; toplumsal önderlere sözü dinlenen büyüklere verilen ünvandır. Öyle bol keseden herkese Aga denmez. Aga anlaşmazlıkları bitirir, fakirleri evlendirir, yetimlere kucak açar. Rumeli’nde birisine aga deniyorsa bilin ki kelimenin tam anlamıyla agadır. İskeçeliler; faziletli Hocaefendilerine bir de Aga’lık sıfatını layık görürler. Mehmet Emin Hocaefendi artık Mehmet Emin Aga’dır. İskeçe’de akan gözyaşlarını silen bir mücahittir. 1990 yılı İskeçe için dönüm noktasıdır. 29 Ocak’ta masum gösteriye kan bulaşır. Hocaefendi muhtelif yerlerinden şişlenerek öldürülmek istenir. Çıkan olaylar karşısında Hocaefendi’nin babası ve İskeçe Müftüsü Mustafa Hilmi Efendi vefat eder. Babasının makamına Mehmet Emin Hocaefendi getirilmek istenir. Hocaefendi reddeder. Sebebi mi? Layık değilim der. Aynen İmam-ı Azam gibi. Abbasi Halifesi koca devletin baş kadılığını teklif ettiğinde İmam-ı Azam da Mehmet Emin Hocaefendi gibi layık değilim demişti ya. İşte Mehmet Emin Aga da aynı sebeple reddeder makamı. Dava adamına makam ne lazım? Kudsi davanı en edna ferdi olmak adanmış ruhlar için kafidir. Ama toplumundan gelen istekleri kıramaz. Geçici olarak vekalet etmeyi kabul eder. Bir şartı vardır: 1920’deki anlaşma da İskeçeliler müftülerini kendi oyları ile seçeceklerdir. Ama bir süre sonra Yunanistan; Gümülcine’ye 1920 anlaşmasına aykırı olarak müftü atayınca Hocaefendi protesto etmek için istifa eder. Evine inzivaya çekilir. Ama 17 Ağustos 1990’da İskeçeliler camilere seçim sandıklarını koyarlar. 120 cami’de yapılan seçimle Hocaefendi Müftü seçilir. Vazifeye başlar. Vazifesi uzun sürmez; sadece altı gün. Böylesine bir direniş abidesini Yunanlılar vazifede bırakırlar mı? 23 Ağustos 1990 günü Yunan Polisi Müfülük Binasını basar. Hocaefendi “ Seçimle geldim seçimle giderim” dese de dinleyen çıkmaz. Yunanistan demokrasinin beşiği derler ya felsefeciler; külliyen yalan. Alın size demokrasi. Yaşı atmışı bulmuş bir Hocaefendiyi yirmi polis yaka paça dışarı sürükler. Sürüklemekle kalmazlar resmen döverler. Avrupa Birliği üyesi Yunanistan’da olur bunlar. İnsan hakları, demokrasi, evrensel ilkeler falan laftadır; Müslümanlar için hiç birisi geçerli değildir. Bakın seçimle gelen iki dini lidere iki farklı dine mensup iki farklı milletin tavrı şudur: İstanbul’daki Rumların 1949’da Fener Rum Patriği seçtiği Athenagoras; Türkiye vatandaşı olmamasına rağmen bir gecede vatandaş yapılıyordu. Üstelik Türkiye’de dine en sert tutumun olduğu devrede. Aradan kırk sene geçiyor; Batı Trakyalılar müftülerini seçiyorlar ama sonuç… İşte iki dinin ve iki milletin farkı… Mehmet Emin Hocaefendi’nin ağır yaralanarak Müftülükten uzaklaştırılması Batı Trakya’da şok etkisi yapar. Resmi makamlar bu hareketin Müslümanları yıldıracağını hesaplarlar. Ama iş tam tersi olur. Beklenmedik gerçekleşir İskeçe’de. Televizyonsuz, radyosuz bir toplum; gönül çağrısı ile davet edilirler İskeçe Meydanına. En uzak köyler bile akar İskeçe’ye. Kimi yaya gelir, kimisi traktör römorkunda kimisi at arabasıyla. Beli bükük, iki elinde bastonu ile zor yürüyen ak sakallı kocalar, siyah feraceli beyaz yaşmakları ile nur çehreli nineler, ellerinin kınası ile genç kızlar doldurur İskeçe Meydanını. Şok üzerine şok yaşanır Yunanistan’da. Gönül daveti tutmuştur. Ama karşı tarafın Ağustos 2010 47 Hocaefendi yargılanır ve baştan belli olan karar sadece hakime onaylatılır ; On ay hapis. Hocaefendi’yi hapisle cezalandıracaklarını zannedenler; Müslümanları tanımamaktadır. Çünkü Müslümanlara göre hapis; Hazreti Yusuf as’ın mekanıdır, Mevla Teala ile baş başa kalacakları bir halvethanedir. 6,5 ay bir tek müslümanın olmadığı Larissa kentinde tutuklu kalır. Hapiste mide kanaması geçirir ve mecburen tahliye edilir. Geri kalan cezası affedildi zannetmeyin hemen; kalan 3,5 ay para cezasına çevrilir ve Hocaefendi’den tahsil edilir. fanatikleri boş durur mu? Masum kalabalığa sert tepki verirler. Başta polisler olmak üzere masum halkın üzerine insafsızca saldırırlar. Çoğunluğu kadın ve çocuk onlarca kişi yaralanır. Beli büyük ninelerin kar gibi beyaz yaşmakları, yüreği yaralı dedelerin ak sakallı kızıla boyanır. Üstelik yaralıları hastaneler de kabul etmez. Çaresiz sınır apar topar geçilir ve Edirne’ye getirilirler. Yunan Makamları olayları bastırdık derken Batı Trakyalılar yeni bir şok dalgasına sebep olurlar. Camileri kapatırlar. Öyle ya Allah Resulü yeryüzünü mescit kılmamış mıydı? Mescitler Dırar Mescidine dönecekse; Medine’deki Abdullah bin Übeyy’in mescidi gibi fitne ve nifak tohumları saçacaksa varsın kapalı olsun denir ve camiler kapanır. Tam 45 gün sürer bu durum. Berat Kandili yaklaşınca camilerin kapalı kalmasına dayanamaz Hocaefendi; açtırır mescitleri. Bir de kandil mesajı yayınlar, imzasını “ Seçilmiş İskeçe Müftüsü” diye atar. Vay efendim senmisin bu ünvanı kullanan? Hemen dava açılır Hocaefendi hakkında. Dava formalitedir, sonucu baştan bellidir. Medeniyetin beşiği denilen Yunanistan’da hukuksuzluk olur mu hiç? 48 Davalar davaları getirir. Yüzlerce yıl ile yargılanır. Mahkemeler Hocaefendi’ye toplamda seksen ay hapis cezası verirler. Mahkeme süreci ayrı bir safhadır. Hocaefendi’ye eziyet olması için duruşmalar yüzlerce kilometre uzaklıktaki şehirlerde yapılır. Mahkeme için bir tek müslümanın olmadığı şehre giden Hocaefendi’yi çirkin protestolar bekler. Gönül adamı davasından vazgeçer mi? Hocaefendi düşmanlık bile göstermez; sadece acır. Hak ve hakikatten uzak; ruhları kararmış bu zavallılara kızamaz bile. 25 Nisan 2003 Cuma günü Hocaefendi Cami’de sabah namazını kıldıktan sonra evine dönerken sokakta saldırıya uğrar. Kalbi kara, ruhu kalbinden de kara saldırgan Hocaefendi’yi ağır yaralar. Başına aldığı darbelerle beyin kanaması geçirir. Uzun müddet İstanbul’da tedavi görür. Tedavi sonrası gene İskeçe’ye döner. Ama davadan vazgeçmez. 9 Eylül 2006 Cumartesi günü sabah evinde karaciğer yetmezliği nedeniyleEr-Refikül Ala’ya en yüce dostuna kavuşur. Ertesi gün İskeçe’de; mahşeri bir kalabalık ile sırlanır. O arkada gözü yaşlı bir cemaat bıraktı.Gök kubbede bıraktığı bir hoş seda ise nicelerini imrendirecek cinsten. Yoklukla, acıyla, hapisle geçen acılı ama güzel bir ömür ile amel defterini mühürledi. Makamı cennet olsun. Allah bizleri de Hocaefendi gibi korkmayan, yılmayan, vazgeçmeyen imanı kavi, ruhu metin kullarından eylesin. Rumeli’nin son sarıklısının ruhu için el-fatiha.! Ağustos 2010 ZAMAN NEDİR ZAMAN NEDİR? AN MI, ÖNCELİK Mİ, SONRALIK MI? DÜN MÜ, BUGÜN MÜ, ŞİMDİ Mİ? SIRLARI ORTAYA KOYAN. VARLIĞIN ÖNCESİ SONRASI, BEYNİ ZONKLATAN SORU, EZELDE HEPSİ DOLU, EBEDİ ORTAYA KOYAN. KADERİN KAZASI ,FELEKLER ÖTESİ, KANUNA ODAKLANMIŞ HEPSİ, İMTİHANDIR ESAS ÖGESİ, VARLIĞI ORTAYA KOYAN. IRAĞI YAKIN, YAKINI IRAK BİR ANDA KUDÜS’E VARDI BURAK, BERZAH MI? ORASI DURAK, ÖTESİNİ ORTAYA KOYAN. ZAMAN VE MEKÂN ELBİSESİ, CİBRİL’İ DURDURUR MÜNTEHASI, BİRDİR BU İŞİN ESASI, HERŞEYİ ORTAYA KOYAN. DR. FAİZ KALIN Ağustos 2010 49 Eski Alimler Yeni İlahiyatçılar ski alimlerimizin metotlarının günümüz sorunlarına çözüm bulmakta kifayetsiz kaldığı görüşü bugün ilahiyat çevrelerinde çok dillendirilen bir tezdir. Güya eski alimlerimize kıymet vermeliymişiz, onlardan bir ölçüde faydalanmalıymışız ama meselelere yaklaşırken onların çözümleri ile yetinmemeli ve günümüz problemlerine güncel çözümler bulmalıymışız. Bu şirin düşüncelerin masumiyetine inananlar, sekülerizm virüsünün ne kadar sinsi bir virüs olduğunun farkında olmayanlardır. Oysa sekülerizm kendi zehrini bal kasesinde sunmayı ve bunu birtakım ilahiyatçılara tatlı tatlı içirmeyi çok iyi bilmektedir. E Aydın BAŞAR Müslümanların yaşantılarına baktığımızda ecnebilerle olan benzerlikleri daha kolay fark ediyoruz. Bu benzerliğin sonu sizce hayra alamet midir? Bu benzerlik bizi nereye götürür acaba? 50 Şunu peşin olarak söyleyelim ki; eski alimlerimizin kitaplarının bugünün sorunlarını çözemediği düşüncesi kesinlikle yanlıştır. Sadece İmam-ı Gazali’nin Ihyayy-ı Ulumuddin’i veya İmam Rabbani’nin Mektubat’ını okuyanlar bile yüz yıllar önce yazılmış bu kitapların hâlâ tazeliğini koruduğunu müşahede ederler. Şartlar değişmiştir, insanlar değişmiştir fakat insanî zaaflar değişmediğinden dolayı dünün sorunları ile bugünün sorunları arasında çok da fazla fark yoktur. Günahlar kimlik değiştirmiştir fakat temelindeki zaaflar aynı zaaflarıdır. Hz Adem’den beri insanların karşılaştıkları sorunlar birbirine aslında çok benzemektedir. Misalen “morgıc” diye yeni bir şey çıkartılmıştır fakat faizin her türlüsüAğustos 2010 nün haram olduğu bilgisi her zaman elimizin altında olan bir bilgidir. Hadis kitaplarını okuduğumuzda 1400 yıl önceki sorunların tıpkı yaşadıklarımıza benzediğini çok daha iyi anlıyor ve Peygamberimizin o gün söylediği çözümlerin bugüne nasıl da mutabık olduğunu çok daha iyi müşahede ediyoruz. Bu tespiti yapmadığımız takdirde sünnetin sadece sınırlı bir dönemin sorunlarını çözdüğünü söyleme gafletine düşmek işten bile değildir. Tıpkı bunun gibi sünnete ittiba yolunu benimsemiş eski alimlerimizin kitapları da yalnızca kendi dönemlerinin meselelerini değil bugünün meselelerini çözmekte de oldukça mahirdir. Hatta onların kitaplarının bugünkülerden çok daha üstün ve kaliteli kitaplar olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dinde yenilik hevesiyle veya reddiyeci bir mantıkla yazılmış ciddiyetsiz kitaplar değillerdir. Onları beğenmeyenler, sağlam meyve ve sebzelerin yanında çürük domateslerini satamayacaklarını bilen pazarcılara benzerler. Eski kitapların kıymetli oluşunun en önemli nedenlerinden birisi de ıhlas ve takva ile yazılmış olmalarıdır. Bunu bir benzetme ile anlatmaya çalışırsak, eski ve tarihi camilerle yeni yapılmış camileri kıyaslayabiliriz. Eski camilerdeki huzur ve sükunet havasını yenilerinde bulmak çok zordur. Çünkü eski camileri yapan işçilerden yaptıran padişaha kadar hepsi takva ölçülerinde yaşamışlardır. Ayrıca bugünkü gibi faiz her alanı kuşatmadığından bu camilerin sermayesinde faiz kırıntıları yoktur. Oysa bugün faizin bulaşmadığı bir alan kalmamıştır. Bu durumda elbette takvayla yapılan camilerin fetvayla yapılanlardan farklı olması normaldir. Bunun gibi takva ile yazılan kitapla, takvasız yazılan kitapların da farkı vardır. Eski alimlerimiz sekülerizmin en büyük düşmanı olan “takva”yı bir hayat tarzına dönüştürmüş kimselerdir. Dünyevileşmenin hayata egemen kılınabilmesi için dünyevi mantıkla dini yorumlamayan gerçek alimlerin bertaraf edilmesi gerekir. Bunun için onların kitaplarının ve yorumlarının da günümüz sorunlarına çözüm bulamadığı iddia edilir. Onlar çözüm bulamadığına göre; Yaşar Nuri Öztürk ve Zekeriya Beyaz mutlaka bir çözüm bulacaktır!.. Evet ilahiyatçılar bu isimlerden ibaret değildir belki ama şunu da unutmamak gerekir ki bugün din adına sesi en fazla çıkanlar, izzetli duruş sergileyebilen alimler değil, magazinsel yönü kuvvetli ilahiyatçılardır. Burada sormamız gereken birkaç soru daha vardır. İslam’ın entelektüel alandaki temsilcileri gerçekten, İslam’ın derdiyle dertlenmiş bilinçli mütefekkirler midir? Günümüzde “ilahiyatçı” dediğimiz Ağustos 2010 zaman akla gelen ilk isimler kimlerdir? Akademik çalışmalarıyla takdir toplayan ve aynı zamanda İslam’ı olduğu gibi anlatan istikamet ehli değerli hocalar mı? Yoksa magazin programı formatındaki ana haber bültenlerinde sıkça rastladığımız sevimli ilahiyatçılar mı? İlmiyle amil olan, sözleri ile, duruşlarıyla İslam’ın izzetini yansıtan ve asla eğilip bükülmeyen alimlerimiz ve bir çok değerli hocalarımız elbette bugün de vardır. Fakat biz onlara toplumumuzun gerekli ilgiyi gösterdiğini maalesef söyleyemiyoruz. Bizler Müslümanlar olarak “Allah’a teslimiyet” düşüncesine arkamızı döndüğümüzden beri adeta modern anlayışların birer bayraktarı olduk. Peki ya bu modern anlayışların bizi nereye doğru sürüklediğinin farkında mıyız? Modernitenin bir gereği sürekli değişken bir yapı arzetmesidir. Bu yapıda doğruların da sürekli değiştiği iddiası savunulur. Yani Yüce Allah’ın tek doğrusunun yerinde, zamana ve mekana –hatta çıkarlara ve konjonktüre göre- değişen birçok doğrular vardır. Bugün bir Müslüman’ın düşünce yapısına baktığımızda onu falanca ecnebiden ayırmakta güçlük çekiyoruz. Televizyonu okul olan bir toplumdan bunun dışında ne beklenebilir ki? Müslümanların yaşantılarına baktığımızda ise ecnebilerle olan benzerlikleri daha kolay fark ediyoruz. Bu benzerliğin sonu sizce hayra alamet midir? Bu benzerlik bizi nereye götürür acaba? Allah’ı yönetimden ve hukuk alanından soyutlayan Batı dünyası bugün bu düşüncesinin mikrobunu her tarafa bulaştırmıştır. Dünya gemisinin modernite bataklığına saplandığını bile bile bu geminin içindeki biz Müslümanların kafamızı duvarlara vurarak “Biz nereye gidiyoruz?” deme zamanı hâlâ gelmemiş midir? Daha ne zamana kadar batı taklitçisi yenilikçilerin modern söylemlerinin peşine takılacağız? Eski alimlerin takva ile yazılmış eserlerini bırakıp yeni söylemlere inanmak mıdır çözüm? Açıkçası bırakın bu tip ilahiyatçıları, bize sağlam olarak sunulanların bile yeteri kadar sağlam olmadıklarını düşünüyorum. Bu dönemde sağlam kalmayı başarabilmiş az sayıdaki hocalarımızın ise eski alimlerimizin sözlerine ittiba edenler olduğuna inanıyorum. İslam’ın izzetini temsil edemeyen ve lafını eğip bükerek söyleyen ilahiyatçıları ve onlara katılmadığı halde bir cevap vermekte aciz kalan -yarım ağızla karnından konuşan- adamları gördükçe söyledikleri sözün arkasında dik duran ve lafının pehlivanı olan eski alimlerimizin yerinin kolay kolay dolmayacağını daha iyi anlıyorum. 51 ÂŞIKLARIN PEYGAMBER AŞKI ültür atlasımızda her devirde varlıklarını hissettiren âşıklarımız gerek dini gerekse edebi geleneğimizde önemli bir yere sahip olmuşlardır. Hayatın her türlü haline şiirler terennüm eden âşıklar en güzel şiirlerini ise ilahi aşk ve peygamber sevgisi üzerine yazmışlardır. Halkın hissiyat ve heyecanının sözcüsü olmuş ve Peygamber Efendimize “Dilber”, “Şâh-ı Hûban” “Efendim” gibi ifadelerle hitap ederek muhabbetlerini dile getirmişlerdir. K Osman Nuri KARADAYI [email protected] Her türlü tahiyyât ü teâlî sana mahsûs Her medh ü sitâyiş sana lâyıktır Efendim Etmiş seni Hak nâm-ı Muhammed ile tevsîm Kadr ü şerefin cümleye fâiktir Efendim 52 Tasavvufî düşüncede Hz. Peygamberi sevmek, bütün varlıklar için doğal bir zorunluluktur. Onu sevmemek, yaradılış kanunlarına aykırı, mutluluğu baltalayıcı bir tutum olur. Çünkü varlıkta bir seçilme, süzülme, ayıklanma olayı vardır. Bu olay cansız varlıklardan başlayarak insana hatta melekler âlemine kadar uzanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in “ıstıfa” diye ifade ettiği bu keyfiyet zirve noktasında Hz. Muhammed’i ortaya çıkarmıştır. Son peygamberin adlarından birinin Mustafa olması bu yüzdendir. Bütün varlıklar, kendilerinin kemalini temsil eden nebilere, özellikle de son peygamber Muhammed Mustafa’ya hürmet ve sevgiyle doludurlar.1 Ruhsatî’nin bu ıstıfa keyfiyetine atıfta bulunarak Mustafa kafiyesiyle yazdığı şu şiiri bir aşığın diliyle Peygamber sevgisini en güzel şekilde anlatan şiirlerdendir: Ağustos 2010 Serde tacım kalpte ruhum tende canım Mustafa Kalmadı tende mecalim ey cananım Mustafa Ruyum siyah, destim boş, nasıl varam dîvâna ben Hakk’a yarar amelim yok gevherkânım Mustafa Tali’im tecrübe kıldım baht-ı siyah kareyim Kesmedim hergiz gümanım Şem’îne pervaneyim Ruhsat’ım haşrolanda değme böyle yanayım Tek dilde ezberim olsun nam ü şanım Mustafa Bir Mevlânâ aşığı olan Konyalı Âşık Şem’î ümmet-i Muhammed’in O’nu sevmesinden ziyade “Yalnız ben miyim sana hayran, Bâr-i Hüdâ bile seni kendine dost eyledi” diyerek O’na olan sevgisini şöyle dile getirir: Yalnız ben miyim hayran-ı sergerdan sana Mâr u mur vahş u tuyur bay u geda sevdi seni Haddi mi sevmemek seni bu abd-i âciz Şem’î’ya İntisab itmek murâdı ya Resûl-i Kibriyâ Cümleden evvel yarattı rûh-i pâkin Hazreta Kendine yâr eyledi Bâr-i Hüdâ sevdi seni Yozgatlı Fennî, Peygamber Efendimizin her türlü saygıya, yüceltmeye, övgüye lâyık olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine Muhammed adını vermekle, onun şânını ve şerefini herkesten üstün tuttuğunu şöyle dile getirmektedir: Her türlü tahiyyât ü teâlî sana mahsûs Her medh ü sitâyiş sana lâyıktır Efendim Etmiş seni Hak nâm-ı Muhammed ile tevsîm Kadr ü şerefin cümleye fâiktir Efendim Tasavvufî düşüncede Hz. Peygamber’e sevgi, ilâhî aşkın hem başı, hem sonudur. Bu sevginin ikmali de O’nu sevgiyi kolaylaştıran şeyleri, kişileri sevmekle gerçekleşir. Bundan dolayı Allah marifeti ve aşkı yanında Peygamber ve Sahâbe sevgisi de âşıkların şiirlerinin temel örgüsü içinde sıkça yer almaktadır.2 Hazret-i Peygamber’i “Dilber” olarak tavsif eden Sümmanî o kutlu nebi’ye olan sevgisini şöyle dile getirmektedir: Derdime dermansın sevdiğim dilber Koyma melül, mahzun, biçare beni. Yoktur dü cihanda sen gibi dilber Meylim müştak etme ağyare beni. Saadet tacısın ey Nûr-u Server, Damadın şehriyar saki-i yaver. Yoktur bir taksimde böyle bir yaver, Kaydeyle deftere fukara beni. Âşık Sümmanî bu çok sevdiği dilberi bir başka şiirinde cismi dünyada olmasa da ismi dünyada olan, esrarı kaybolsa da lezzeti hala taze olan; Mevlâ’sına kul, kullara seyyid olarak tavsif etmekte ve gerçek peygamber tasavvurunu da böylece dile getirmektedir: İsmi dünyadadır, cismidir nihân Rasûlullah hem sağ hem dahi meyyit Gulam kul demektir, idrak et hay can Mevlâ’sına kuldur, kullara seyyid. O resul karada, semâda sertaç Her seher semâyı kılmakta Miraç Bu cümle kâinat hep O’na muhtaç Esrârı nihandır, lezzeti cedid Hz. Muhammed’e aşk derecesinde bağlı olan Âşık Şem’î sevgilisinden ayrı düşüp gurbetin esiri olan bir maşuk edasıyla ne kadar aciz, teşne ve müştak-ı dil olduğunu şöyle dile getirir: Elim al varayım pirim alilem Ya Rasulallah Esir-i gurbetim zâr u zelilem Ya Rasulallah Pınarlar oldu peyda hasretinle dağ-ı dillerde İki çeşmim verir yaş selsebilem Ya Rasulallah Bulur sıhhat vücûdum nuş idersem Kevser-i vaslın Ağustos 2010 53 Acuzem teşneyem müştak-ı dilem ya Rasulallah Nasibim var ise görmek ne yüzle ben varam bilmem Yüzü kara günahkâram hacilem Ya Rasulallah Bir başka şiirinde kalbindeki bu aşktan dolayı dîvâne olduğunu, peygamber aşkının derdine derman olduğunu şöyle dile getirmektedir: Koyup da bab-ı lütfun ben kime yalvarayım şahım Reva kıl hacetim şahım halilem ya Rasulallah Seni görmekliğe candan ziyade armağanım yok Tehi destim kamu yüzden melilem ya Rasulallah Kulun Şem’î gedayı koyma lütfet zar-ı zulmette Uyandır nûr-i aşkınla fitilim ya Rasulallah Dîvâneyim aşkınla değil elde iradem Uslanmaya yok elde bir imkânım efendim İslam düşüncesi, aşkın Allah’a bağlandığı son noktada Son Peygamber’i sevmeyi öngörür. O yüzden peygamber sevgisi aynı zamanda ilahî aşkın da bir parçasıdır. Mecâzî aşk, mürşîdlere bağlılık ve hürmet merhalelerinden geçen ilâhî aşk ehl-i beyt’in sevgisini de elde ettikten sonra Hz. Peygamber’e aşk makamına ulaşır ve oradan Cenâb-ı Mutlak’a bağlanır.3 İlahi aşkı çokça işleyen âşıklarımız Hz. Peygamber’e duydukları aşkı da çok güzel bir şekilde dile getirmişlerdir. Hz. Muhammed’i aşk derecesinde seven âşıklarımızdan bir olan Seyranî Lemyezel’in aşkının nûrunun Muhammed vesilesiyle kalb-i sûzânında nasıl parladığını şöyle dile getirmektedir: Hak Muhammed’de, Muhammed nûr-u imanımdadır Nûr-u imanım fitili şem-i irfanımdadır Şem-i irfanımda parlar nûr u zât-ı lemyezel Şûle-i kandil-i aşkım kalb-i suzanımdadır 54 Her derde deva olmaya var sende liyakat Aşkın bilirim derdime dermanım efendim Kalbimde karar eyledi nakş-ı hayalin Gülşendeki güller gibi handanım efendim Seyranî’ye ver varını var yok değil asla Ey Vacib-i Mevcudu Kerem-Kânım efendim İlahi aşka ulaşmada bir basamak olan Hz. Peygamberi sevme, başlangıçta O’na tam uyma (ittiba) şeklinde ortaya çıkar. Sonra ise istiğrak ve fena (Allah’ın iradesinde yok olmak) halinde görülür. Tasavvufun genel kabulüne göre ilahî aşk, ilkin, Hz. Peygamberin davranışlarını ısrarlı bir şekilde taklide dayanır. Bu taklit benliğe ilahî sırların kapılarını açar. Ve böylece taklit yaratıcılığa ulaşır; yani ibâdet, aşk ve birlik halini alır. Birlik gerçekleştiğinde görülür ki Allah’ı sevmekle Son Peygamberi sevmek aynı şeydir.4 “Elif” ve “Mim” harflerini simgesel bir dille “Allah” ve “Muhammed” olarak şiirine yerleştiren Ağustos 2010 Bayburtlu Celalî aşk ocağında her ne zaman Allah dese dilinin dönüp Muhammed dediğini söylemektedir: Lam elif dersinde aşk ocağında Ben elif dedikçe dilim döndü mim Yed-i kalem kılmış kudret bağında Kalemi mim imlası mim pendi mim Çoktan âşık oldum ben bu dilbere İsmin kitap ettim aldım ezbere İstedim Celalî yazam deftere Ülkesi mim durağı mim kendi mim XIX. yüzyıl âşıkları içerisinde Ruhsatî, Şem’î, Sümmânî ve Yozgatlı Fennî’nin Hz. Peygamber’e özel bir sevgi besledikleri ve bu sevgilerini şiirlerinde sıkça dile getirdikleri görülmektedir. Bunlardan Yozgatlı Muhammed Said Fennî, “Resulullah’ın Ravza-i pakını görmeden ölecek olursa, vücûdundan arta kalan kemiklerin kıyamete kadar eyvah” diye dövüneceğini söylüyor. Bütün arzusunun Ravza’nın eşiğine varıp Hicaz topraklarına yüz sürmek ve böylece şu dünyadan murad almak olduğunu ifade ediyor ve günahkâr Fennî’yi lütufkâr kapısından ayırmamasını talep ederek şunları söylüyor: Eğer görmezden evvel can verirsem Ravza-i pâki Mezarımda der ecza-yi izâmım haşredek eyvah Felekte ölmeden bir kâm alaydım asitânından Süreydim rûyumu hâk-i Hicaz’a ah Efendim ah Kulun Fennî-i pür-cürmü ayırma bab-ı lutfundan Dahilek ya Ebe’l-Kasım, dahilek ya Resulallah Âşık Şem’î’nin hali ise çok daha başkadır. Onun yakarışları, şefaat istemesi, özleyip araması oldukça samimi ve içten bir dille şiirlerine dökülmüştür. Şem’i’ye göre kulun O’nu medhetmesi eksik olacağı için kabahattir, zira Kur’ân O’nu mahbûb-u Mevlâ olarak vasfetmiştir: Günahım boydan aşkındır begayet Ya Rasulallâh Meğer senden ola lütf-i inâyet Ya Rasulallâh Seni Kur’ân ile vasfetti Hakk mahbûb-u Mevlâ’nın Kulun methetmesi küllü kabahat Ya Rasulallâh Ümidim kesmezem ben rahmetenlil-âleminsin sen Şefaat bahrine olmaz nihâyet Ya Rasulallâh İzin ver ağlasın dîvâna varsın cürmünü affit Ağustos 2010 Yakıp kül olmadan aşk-ı harâret Ya Rasulallâh Eğer dirsen ki derdimend Şem’î eğlen civârımda Bana teslim-i rûh itmek saadet Ya Rasulallâh Sevgi, her ne kadar içte yaşanan bir keyfiyet olsa da insan dışa vurmadan edemiyor. Şimdiye kadar yazılan hiçbir şiir gönüllerde yaşananı tam olarak ifade edememiştir. Peygamber Efendimize yazılan şiirler de bu yönüyle eksiktir. O’nun sevgisi her zaman daha başkadır. İşte bu noktada şiirinin eksikliğinin farkında olan Erzurumlu Emrah muhteşem bir edep içerisinde Rasulüllah’a Şâh-ı Hûban (sevgililerin şahı) olarak hitap ederek şöyle nokta koymaktadır: Bizlere cevretme ey Şâh-ı Hûban Hazer kıl ateş-i sûzanımızdan Ne denli eylesek aşkımız pinhan Bellidir nâle-i efgânımızdan ............................................... 1)Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf, M.Ü. İlahiyat Fak. Yay., (Genişletilmiş 3. bsakı), İstanbul 1989, s.411. 2)Cengiz Gündoğdu, “Âşık Sümmanî’de Aşkın Metafiziği”, Tasavvuf Dergisi, yıl:8, sayı:18, Ankara 2007, s.146. 3)Öztürk, a.g.e., s. 405, 409 . 4)Öztürk, a.g.e., s.416. 55 DÜNYANIN EN KAZANÇLI VE EN İYİ İŞİ ir kimseyi gerçekten sarsacak imtihan, âilesi, malı, çocuğu ve komşusuyla ilgili olarak yaşayacağı imtihanlardır. Bu imtihanlarda işleyeceği hatalara oruç, namaz, sadaka ve emr-i bil-ma rûf ve nehy-i ani l-münker (iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak) kefaret olur." Huzeyfe İbn Yemân(ra) Hz. Ömer in de olduğu bir mecliste Allah Rasûlü’nün böyle buyurduğunu rivâyet ediyor. B Ersan BİLGİN “Din; toplum hayatında sanat, Bir insanın âilesi, gerçek bir imtihan meydanıdır. Bu imtihanda insan çok şeyler de kazanabilir, çok şeyler de kaybedebilir. Fitne kelimesi de daha çok kaybetme ihtimali olan imtihanlar için kullanılır. ticaret, siyaset, ekonomi, eğitim, yönetim gibi ayrı bir meslek, ayrı bir kategori değildir. Din bir ölçüdür. Din bir ışıktır. Bütün bu kategorilere yön veren eskimeyen bir ölçü, hayatın bütün alanlarını aydınlatan hiç sönmeyen bir ışıktır. 56 Allah Rasûlü(sav) bu hadisiyle zorlu bir imtihan alanına dikkat çektiği gibi, imtihanda işlenebilecek hataları telafi edebilecek, onları örtebilecek, silebilecek amellere de dikkat çekmiştir. Bu amellerin her biri kişiyi olgunlaştıracak, şahsiyetini güçlendirecek, cemiyete faydalar getirecek amellerdir. İnsan kendisini de, içinde yaşadığı âilesini de korumak zorundadır, cemiyetle hayra doğru adım atmak için azim ve gayret içinde olmalıdır. Ferdin kurtuluşu, cemiyetin kurtuluşundan geçmektedir, bir noktada. Ağustos 2010 Zikr-i Hakîm de; “Ey iman edenler kendinizi ve âilenizi cehennem ateşinden koruyun…”(Tahrim, 66/ 6) buyurulur. Bu, üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir ikaz, bir buyruktur. İnsanı sarsan ve ikaz eden bir ayet... Bizlere yaratılış güzelliği ve sayısız nimet bahşedilmiştir. Bizden istenen, bizi yaratanı ve sonsuz nimetlerle donatanı tanımak, hayatı O’nun huzuruna çıkıp hesabını verecek şekilde ve şuurda yaşamaktır. Bu şuurda yaşanınca dünya hayatı da güzeldir, emniyetlidir, huzurludur. Dolayısıyla Rabbimiz bizden iki cihan saadetini elde edecek güzellikte ve dürüstlükte bir hayat seyri istemektedir. Zikr-i Hakîm’de cennet ehlinin cennetteki hali tasvir edilirken gönüllere ümit ve sürur veren bir inceliğe dikkat çekilir ve şöyle buyrulur: “İman edenler ve gönüllerinde iman nuru taşıyarak onların yolundan yürüyen nesilleri var ya, işte biz onların zürriyetinden gelen bu insanları da onlara katarız. Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmeyiz. Her insan, kazandıkları karşılığı rehindir.”(Tûr, 52/ 21) Bu âyeti kerîmede, cennet nimetlerinin, mü’min gönüllerin kendi neslinden gelen ve gönlünde iman nûru taşıyan insanlarla bir araya gelmesiyle daha da kemal bulacağı, bununla sevince sevinç, coşkuya coşku katılacağı dile getirilir. Demekki nesiller çok önemli. Ayrıca hayırlı bir neslin, asırlar sonra da İslâm’a gönül vererek, hizmet ederek hak yolda yürümeye devamı için anne ve babaların zemin hazırlamasına teşvik vardır… Bu büyük bir sorumluluktur. Bu onların ecirlerini çoğaltacak, âilesiyle cennette buluşma saadeti yaşatacaktır. Bu farklı bir nimettir. Dünya hayatında gerçek saadet nasıl âile ve dostlarla elde edilirse, ebedî alemde de bir araya geliş, aynı lütfa eriş saadete saadet ekleyecektir. Eşya zıddıyla daha iyi tanınır. Hüsran, kazancın zıddıdır. Şu âyet-i kerîme de aynı mânâyı diğer bir açıdan tamamlamakta, vurgulamak istediğimiz manânın daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır: “De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de âilelerini hüsrana sürüklemiş olanlardır. Bilesiniz ki kesin, açık ve net hüsran işte bu hüsrandır.” (Zümer, 39/ 15) Evet, gerçek saadet, cennette bir insanın âilesi ve gelecek nesillerle bir araya gelişiyle kemal bulduğu gibi, insanı binlerce kere kahretmesi, pişmanlıkla kıvrandırması gereken zarar ve hüsran da kişinin âilesiyle ile birlikte hüsrana sürüklenişi, ebedî azabın pençesinde birlikte kıvranışıdır. "Paylaşılan sevinçler çoğalır, acılar azalır" denilir; ancak ebedî hayattaki acıyı paylaşma, azabın tesirini azaltmayan, aksine çoğaltan, katlayan bir paylaşmadır. Bu beraberlik sevinç hissettirmeyen bir beraberliktir, Allah muhafaza. Âilenin ve gelecek nesillerin hüsranına ve sonunda azaba sürüklenişine zemin hazırlayanın acı ve ızdırabı şüphesiz daha dehşetli olacaktır… Bilinen bir gerçeği tekrar hatırlatıyoruz: Dünya hayatından sonraki pişmanlık faydasız bir pişmanlıktır... Bu sebeple kendimize ve nesillerimize sahip çıkalım. Onlara din duygusunu, din şuurunu, “din hayattır, din hayat içindir” şuurunu ve din coşkusunu verelim, bunun üzerine kafa yoralım. Çocuklarımızı ve gençlerimizi yaz kurslarına, yaz etkinliklerine gönderelim. Dini ve ahlaki gelişimlerine katkıda bulunalım. Böylece dünyanın en kazançlı ve en iyi işini yapmış olalım, evet dünyanın en kazançlı ve en iyi işi… ÖNCE SEVGİ VE İLGİ BERABERİNDE BİLGİ VE DAVRANIŞ Eğitimde özellikle de yaz kursları ve yaz etkinliklerimizde öğretmek değil sevdirmek prensibinden yola çıkılmalıdır. Bunu “önce sevgi ve ilgi, berabe- Ağustos 2010 57 rinde bilgi ve doğru davranış” olarak formülleştirebiliriz. Seven ilgi duyar, ilgi duyan öğrenir ve sevdiği şeyin yoluna baş koyar. Bir Müslüman’ın Kur’an-Kerim’e ve Sünnet’e (İslam'a) karşı vazifesini şöyle özetleyebiliriz; Sevmek, benimsemek Okumak Okuduğunu Anlamak Anladığını Uygulamak Örnek Olmak Uyguladıklarını Başkalarına Öğretmek… İslam Dinimiz’in; İman ve İnanç boyutu… Sevgi ve Coşku boyutu… Bilgi ve İlim boyutu… Estetik boyutu… birlikte ele alınmalı ve gençlerimize birlikte verilmelidir. “Din, hayatın her alanına yayılan bir sevgi ve coşku ile yaşanır. Sevgi ve coşkudan yoksun kuru bilgi, sahibine sadece yüktür. Manevî ve ahlakî güzelliklerden mahrum, sadece şekilden ibaret olan din anlayışı eksik ve yetersizdir. Böyle bir din anlayışı İlahî rızaya ve Allah Rasûlü’nün Sünnetine, hayat çizgisine uygun değildir. özelliğiyle topluma rehberlik yapmaktadır. Eğitimin yazı-kışı olmadığı gibi din ve dünya diye ayırmakta yanlıştır. Din dünyadır, dünya dindir…” (H. İbrahim Kutlay) İslam’ın imani, ahlaki, iktisadi, sosyal ve siyasi prensipleriyle bir hayat nizamı olduğunu, İslam’ın bütün emirleriyle bir bütün olduğunu, din-dünya ayrımının olmadığını, din hayattır bilincini, şuurlu Müslüman olmak gerektiğini gençlerimize sevgiyle öğretmeliyiz. Şu üç hususu asla unutmamalı ve kafamıza kazımalıyız: 1. İslamsız saadet olmaz. Ferdin ve toplumun huzur ve saadeti Kur’an ve Sünnet’ten geçer. 2. Şuurlu Müslüman olmalıyız. Şuurlu Müslüman; sorumluluğunun bilincinde olan kimsedir. 3. İman, ibadet, ahlak, muamelat esaslarının yanı sıra Cihad farzı asla ihmal edilmemeli, Cihad farzı bilinmeli ve yaşanmalıdır. Cihad; fıtrata yapılan müdahalelerle mücadele etmektir. İslam ile insan arasındaki engelleri kaldırmaktır. Cihad; iyinin, güzelin, doğrunun, faydalının, Yaz aylarındaki din eğitiminden istenen verimliliğin elde edilebilmesi için bu eğitim, teorik ders ve seminer yükü azaltılmış, pratik uygulamalarla donatılmış, manevî ve ahlakî eğitim ağırlıklı, kısa dönem yaz çalışmaları şeklinde olmalıdır.” “Din; toplum hayatında sanat, ticaret, siyaset, ekonomi, eğitim, yönetim gibi ayrı bir meslek, ayrı bir kategori değildir. Din bir ölçüdür. Din bir ışıktır. Bütün bu kategorilere yön veren eskimeyen bir ölçü, hayatın bütün alanlarını aydınlatan hiç sönmeyen bir ışıktır. Din topluma ruh veren, canlılık veren, hayata dinamizm kazandıran en önemli unsurdur. Din hayattır, yaşam biçimidir. Toplumun birlik ve beraberliği, huzur ve mutluluğu konusunda en önemli faktör dindir. Din; psikolojik, sosyolojik, fizyolojik, ekonomik, ahlakî, hukûkî, edebî ve benzeri pek çok alanla ilgili ilkeler ve prensipler ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, dinî olan veya olmayan şeyler ayrımı asla doğru değildir. Din her konuda yol gösterici ve yönlendirici 58 Ağustos 2010 adaletin ve hakkın fert, toplum ve her alanda hakim kılınması için takatımızın sonuna kadar çalışmaktır. “Dini Eğitim” Yok, Eğitim Vardır… diyen D. Ali Taşçı Hocamız çok önemli bir hakikatı hatırlatıyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Kimi aileler çocuklarını sokağa salacaklar, kimileri de yavrularına “dini eğitim” verebilmek için onları Kur’an kurslarına göndereceklerdir. Aslında eğitim bir bütündür, öyle olmalıdır. Eğitim, eğitim ise onun yazı kışı yoktur. Eğitim, yine eğitim ise, onun “dini-dünyevi” diye ikiye ayrılan bir yapısı yoktur ve olamaz. Bir tohumu toprağa atarsınız… Ortada bir tohum vardır, tohumla birlikte toprak ve toprakta türlü türlü mineraller vardır. Susuz hayat olamaz, su imdada yetişir. Hava zaten her anı ve yanı kuşatır. Güneş ışığı olmadan olmaz. Bir tohumun ağaca durup meyve verebilmesi için nelerin harekete geçmesi gerekiyor değil mi? Ama hiçbiri arasında kavga yoktur, her biri kendine düşen görevi eksiksizce yerine getirmektedir. Öyle olmazsa zaten tohum, ağaç olmaz. Bakıyoruz yaz gelince birçok aileye büyük bir telaş kaplıyor, haklı olarak. Neden? “Çocuğuma din eğitimini nasıl verebilirim? “Gerçekten ‘din eğitimi’ diye bir eğitim var mıdır? Tohumun ağaç olma serüveninde toprak, su, hava, ateş(güneş) bir araya geldiler ve kendi üzerlerine düşen görevi yaparak tohumun ağaç olmasını sağladılar. Bu dört unsur “toprak eğitimi, hava, su, güneş eğitimi” diye bir ayrıma gittiler mi? Gitselerdi, tohum ağaç olabilir miydi? “Dini eğitim” tabiri yanlıştır ve tehlikeli bir tanımlamadır. Eğitim bir bütündür, onun dünyevisi-uhrevisi olmaz… Eğitim, fıtrat tohumunu hayata hazırlamaktır. Bu tohum (insan) hayata hazır hale gelmişse, onun ticareti, cinsel hayatı, gezip tozması yani hayat algısının tümü bir eğitim içindedir. Tadı nasıl elmadan ayıramıyorsak, Allah’ı ondan nasıl ayıracaksınız? Böyle bir güç var mıdır? O zaman bu çatışmadan kim zararlı çıkacaktır? Ne demektir “din eğitimi?” “Allah camide söz sahibi, ama başka yerde değil” mi demektir? “Allah, namaza karışır ama ticarete, cinsel hayata yani yaşamın dünyaya dönük yüzüne karışmaz” mı demektir? Bu ne biçim ilahtır ki, her şeye gücü yetmez! (Haşa) Eğitimse eğitimdir. Değilse, ne ise odur. Eğitilmiş insan, yaratılış gerçeğini kavramış, fıtratıyla tanışmış Ağustos 2010 bir insandır. Bu gerçek anlaşılmadıkça daha havanda çok su döveceğiz demektir. “Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir.” Bu yaz çocuklarımıza kendilerini tanıtıcı bir çaba içinde olalım; ama kışların da yazların da onları büyüten mevsimler olduğunu unutmadan. Eğitim, ruh madenini bir kuyumcu gibi işleme sanatıdır. Sarraf olmayana çocuğunuzu zinhar teslim etmeyin.” Her bir öğretmeniz ve yardımcı kardeşlerimiz; İmanıyla, ahlakıyla, ibadetiyle, ilmiyle, şuuruyla, ihlasıyla ve heyecanıyla örnek-numune birer müslümandır. Daima güleryüzlü ve tatlı dillidir, kızmaz ve bağırmaz. Doğruyu ve başarıyı ödüllendirir, yanlışı ve başarısızlığı ıslah eder. Yaz Etkinliklerinde görev alan hocalarımıza ve kardeşlerimize bazı tavsiyelerimiz şunlardır: •Samimi ve gayretli olunuz. Dünyanın en önemli işini yaptığınızı asla unutmayınız. •Ders alanlarını mümkün olduğu kadar değiştirin. Açık havada yapmaya gayret edin. •Dersi örneklerle işleyin •Dinin hayatın tamamını kapsadığını ve dinin bir bütün olduğunu öğrencilerinize anlatınız •Her şeyi sevgi merkezli yapın. Kendinizi, arkadaşlarını ve dinimizi sevdiriniz. •Her şeye rağmen mutlu olmaya, güleryüzlü olmaya gayret ediniz. •Öğrencilerinizi herşeye rağmen mutlu etmeye çalışınız •Ortamı süsleyin. İlk gelişte öğrencilerinize hoş geldiniz diyerek kapıda karşılayınız •Ve yarını heyecanla bekleyiniz, öğrenci sizin heyecanınızla heyecanlansın. •Oyunlar oynayın. Kaynaşma amaçlı programlar düzenleyin •Yaz bittikten sonra kışın bir araya gelin •Öğrenciyi diri tutun. •Sabrı bırakmayın. •Aşk ve heyecan dolu olun •Sizler Fatih yetiştireceksiniz… 59 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Takva Bil ki irfân sahiplerinin dertleri, iç alemlerinde ve fikirlerinde gizlenmiştir. Onların iç alemlerini, Allah’ın heybetinin ürpertisinden doğan rüzgar hareketlendirir. Kalplerinde ki hüzün yangınlarının alevi, kalbin üzerinde ki gaflet ve unutkanlığın samanlarını yakar, kül eder. Ağlamanın Dereceleri: Ağlamanın beş derecesi vardır; *Adem (as)’ın ağlayışı gibi hayâdan ötürü ağlamak *Davut (as)’ın ağlayışı gibi hatadan ötürü ağlamak *Yahya (as)’ın ağlayışı gibi korkudan ötürü ağlamak *Yakup (as)’ın ağlayışı gibi kapıdan ötürü ağlamak *Peygamberlerin çoğunun ağlayışı gibi heybetten ötürü ağlamak Bu manâ şu ayet-i kerimede görülmektedir. “Onlara, çok merhametli olan Allah’ın ayetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.”1 Yukarı da zikredilen ağlamaların dışında bir başka bir başka ağlayış daha vardır. Bu, Şuayb (as) gibi muhabbet ve şevkten ötürü ağlamaktır. Şuayb (as)’ın gözleri ağlayarak kör olmuş ve sonra , Allah tarafından yeniden açılmıştı. Bu durum, üç defa tekrar edilmiş ve nihayetinde Allah Teâlâ Şuayb (as)’a şöyle vahyetmiştir: “Cehennem korkusundan ağlıyorsan, seni cehennemden emin kıldım? Cennet için ağlıyorsan, cenneti sana nasip ettim” bunun üzerine Şuayb (as) şöyle yalvarmıştır: “Hayır, ya Rabbi! Seni görme arzusundan ağlıyorum” Bu sefer ikinci bir vahiy gelmişti: “Bir topluluğun içinden bir kul, Allah korkusundan ağlarsa, Allah onun ağlaması sebebiyle o topluluğa merhamet eder.” Rabia Hatun şöyle anlatıyor: On sene Allah korkusundan, on sene Allah’ı ümid ederek, on sene de O’na kavuşmak arzusuyla durmadan ağladım.” Hak yolcularından biri, Rabia Hatun’un şöyle anlatır: “Bir gün, Rabia Hatun’un evine gittim. O esnada secdeye varmıştı. Başını secdeden kaldırıncaya kadar yanında oturdum. Nihayet secdeden 60 Ağustos 2010 kalkınca bir de baktım ki secde ettiği yerde göz yaşından bir su birikintisi oluşmuş. Kendisine selam verdim, selamımı aldı, bana ne istediğimi sordu. Ziyaretine geldiğimi beyan ettim. Tekrar ağlamaya başladı ve şöyle dedi: “Gözümün nuru! Bana lazım olan sensin! Seni tanıyan kimsenin, senden gayrisiyle nasıl ilgilendiğine şaşarım!” Atâ’bin Sülemi (ra), çoğu zaman ağlayarak şöyle derdi: “Allah’ım! Senden ayrı olursam, senden başkasıyla olursam, senin ülkende yabancı olursam, senin kullarının arasında yalnız olursam bana merhamet eyle. Bu âciz hâlimle karşında durduğum için beni bağışla!!” Âşıkların Emeli Fudayl bin İyaz (ra) anlatır: “Bir seferinde Kabe’yi tavaf ederken aniden rengi sarı, vücudu zayıf bir adam gördüm. Ağlayarak kendi kendine mırıldanıyordu. Yanına yaklaştığımda, şu sözleri işittim: “Allah’ım! Seni sevenlerin kalbi, sana yaklaşıyor. Âriflerin kalbi, seninle rahat ediyor. Âşıklarının ümidini boşa çıkarma!” sonra gaipten şöyle bir ses duydum: “Ey Allah’ın velisi! Sözlerinle yedi kat semayı ağlattın. Sus, ağlama! İstediğin artık senindir.” Rivayete göre Adem (as) cennetten yeryüzüne indiği zaman gözyaşlarının düştüğü yerden ot bitecek kadar ağladı. Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti:2 “Bu ağlayışının sebebi cennetten kovulmandır. Emrimi terk etmeden ötürü ağlaman nerede?” Bu hitabın ardından Adem (as9 ihlas kelimesine sığındı ve “lâ ilâhe illâ ente sübhâneke” dedi. Bu manayı şu ayet-i kerimeden de anlayabiliriz: “Bu durum devam ederken Adem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tövbe etti” Zünnûn (ra) anlatır: Bir gün Mekke’de ârifler gibi ağlayan bir adama rastladım. Hemen yanına yaklaştım ve ona “Bir sevgilin var mı? Diye sordum. Evet cevabını verince, sevgilisinin kendisine yakın mı, uzak mı olduğunu sordum. Yakının da olduğunu söyleyince, sevgisinin karşılıklı mı yoksa tek taraflı mı olduğunu sordum. Adam, sevgisinin karşılıklı olduğunu söyleyince “sübhânallah! Öyleyse niye ağlıyorsun? Diye sorunca şöyle cevap verdi: “Yakınlık ve sevgisine karşılık bulmanın verdiği ızdırabın, uzaklık ve tek taraflı sevmenin ızdırabından fazla olduğunu bilmezmisin?” Anlatıldığına göre Rabia Hatun (ra) Basra’da bir sokaktan geçerken, üzerine bir oluktan sular damladı. Rabia (ra), bunun üzerine ne olduğunu sorunca, civarda ki insanlar Hasan-ı Basri hazretlerinin gözyaşları olduğunu söylediler. Bunun üzerine Rabia (ra) “Gidip Hasan’a söyleyin, Allah sevgisinden gözyaşları arşa ulaşıncaya kadar ağlarsa, yine de az gelir!” dedi. ................................................................. 1)Meryem 2)Bakara (2)/37 Ağustos 2010 61 KANIMIZLA SULANAN EMELLER asrettin Hoca bir gün saz çalmaya karar vermiş almış sazı eline başlamış çalmaya. Saz çalarken hiç elini oynatmıyormuş. Bu durum yanındakilerin dikkatini çekmiş: “Hocam siz saz çalarken hiç elinizi oynatmıyorsunuz, hep sabit tutuyorsunuz. Oysa başkaları çalarken sağa sola hareket ettiriyorlar.” Demişler. Nasrettin Hoca da onlara şöyle demiş: “Onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar.” N Hasan BAŞAR Dostlukta aşırı gitme, kim bilir belki o dostun bir gün düşmanın olur, düşmanlıkta da aşırı gitme, kim bilir belki o düşmanın bir gün dostun olur. Son 200 yıllık siyasi ve sosyal hayatımız incelendiğinde hep bir arayış içerisinde olduğumuz görülecektir. Bozulan sosyal ve siyasal hayatımızı nasıl düzeltiriz arayışı. Hayatımızı nasıl düzeltiriz arayışı içerisindeyiz ama niye bozulduğunun sebebini araştırmayız. Sebeplerden ziyade sonuçları üzerinde duruyoruz. Oysa doğru teşhis konulmadan tedaviye başlanılmaz. Bence sorunların ortaya çıkmasının sebebi gerçek İslamiyet’ten uzaklaşmadır. İslamiyet’ten uzaklaştıkça sorunlar yumağı daha da arttı. Çözüm için aranan İslamiyet dışı her arayış sorunları çözmek yerine daha da karmaşık hale getirdi. Ağustos 2010 Evet, sorunların çözümü için yapılan bütün aramaların sonucu da İslamiyet’e çıkar. Bir gün mutlaka herkes bu noktada buluşacaktır. Din mükemmeldir. Eğer bir yerde hata varsa bu dinin kendisinde değil bizdedir. Sorun bizim İslamiyet’in özünden uzaklaşmamızdır. Bazı aydınlarımızın söylediği gibi din sorunların kaynağı değildir. Bizler kurtuluşun reçetesi gerçek İslamiyet dedikçe dinci ve örümcek kafalı gibi yaftalar yedik. Kasıtlı olarak ortaya atılan bu dinci kelimesini şahsım adına doğru bulmuyorum. Bizler dinci değil müslümanız. Dinci tabiri İslamiyet’i politik bir öğeye dönüştürüyor. Bir ideolojiye indirgiyor. Oysa İslamiyet her şeyin üstündedir. Diğer dinlerin, izmlerin, “ci cu” eki eklenmiş kavramların üzerindedir. Onların seviyesine indirgemek İslamiyet’in evrenselliğine ve kavrayıcılığına zarar verir. İslamiyet bir dindir ve herkes için gereklidir. Hiçbir zaman başka din, fikir ve izimler İslamiyet’le boy ölçüşemez. Bu durum bize zarar vermek isteyenler tarafından da çok iyi bilindiği için işe önce İslamiyet’i özünden uzaklaştırmayla başlamışlardır. Özünden uzaklaştırılmış bir İslamiyet dış etkilere daha açıktır. İnsanlarda kullanılmaya ve kandırılmaya daha müsaittir. Beyinler ve irade başkalarının ipoteği altına girer. Olayları ve durumları sorgulamaz. Mantıksal değil duygusaldır. Mantık olmayınca analizler derinlemesine yapılamaz. Bütün bunların sonucu fikri ve zihni alt yapımız iyice sığlaştı. İslamiyet’ten uzaklaştıkça düşünce derinliğimizi de kaybettik. Bunun doğal sonucu da birbirimizden uzaklaştık ve kendimize sahte kaleler( dinci, milliyetçi, sosyalist, komünist kaleler) kurduk. Herkes kendi kalesine çekildi. Her kale kendi kahramanını yarattı. Savaşlar bu kahramanlar üzerinden yürütüldü. Bu kahramanların her söylediği doğru kabul edildi, sorgulanmadılar. Bizlerden her anlamda tam itaat istendi ve gerçekleştirildi de. Kendi kahramanlarımızı sevgilisinin kusurlarını göremeyen genç delikanlılar gibi gördük. Onlar kusursuz mükemmel kişilerdi ve asla yanılmazlardı. Bizim dışımızdaki diğerleri ise haindir. Yani bizim için hayat siyah Ağustos 2010 beyazdır. Birbirimizi beşer olarak göremez olduk. İnsani yönlerimiz hep görmezlikten gelindi. Çoğu zaman kafamızdaki imajlar belirledi ilişkilerimizi. Bu imajlar bizi o kadar sarıp sarmalamıştır ki öyle olduğuna inandığımız insanların imajının dışında bir davranış sergilediğinde şaşırırız. Solcu olarak bildiğimiz bir insanın oruç tuttuğunu öğrendiğimiz de mesela. Biz birbirimizi bize çizilen profilleri ile tanıdık. Takdir edersiniz ki çizilen bu profiller kin ve düşmanlık üzerine kurulmuştur. Bizleri birbirimize karşı ön yargılarla donatmıştır. İlk defa bir komünistle karşılaşan köylü Mehmet Emmi; “ Aaa! Bu da bizim gibi insanmış ya laa.” tepkisini vermesini başka neyle izah edeceğiz. Bu istisnasız her kes için geçerlidir. Bir solcunun Müslümanları örümcek kafalı olarak nitelemesi aynı mantığın ürünüdür. Bu örümcek kafalı imajının içini istediğiniz gibi kötü imajlarla doldurabilirsiniz. İster sağcı olsun, ister solcu olsun isterse dinci olsun, hepimiz bir şeye inandık. Ucube garabet kişiler vatanımızı elde etmek için çalışıyorlar. Ülke elden gidiyor. Ülke elden gidiyor bizim dışımızda da bu ülkeyi kimse kurtaramaz. Bizlerin görevi ne olursa olsun onlara engel olmaktır. Peki, kimdi düşman? Bu ülkeyi kimlerden kurtarıyorduk? Bu sorunun cevabı daha acı ya. Düşman bu memleketin çocukları. Yani hepimiz. Hepimiz bu memleketi birbirimizden kurtarmaya çalışıyorduk. Üstelik bunun için birbirimizi öldürmekten bile çekinmiyorduk. Çünkü biz birbirimizin düşmanıydık. Öyle olduğuna öyle inandırıldık ki. Bu memleketin üzerine karanlık ve kirli emelleri olanlar emellerini gerçekleştirmek için bizi birbirimize düşürmekten bile geri durmadılar. Ama biz bunların farkında değildik. İyi niyetle vatan, millet veya din için çalışıyorduk. Onların emellerine giden yol bu memleketin masum, saf Anadolu insanının kanı ile sulanmıştır. Yaşadığımız acı tecrübeler bizleri olgunlaştırdı. Artık duygusal değil mantıksalız. Bir anda gaza gelip birbirimizin boğazına yapışmıyoruz. 63 Bazılarının kirli oyunlarına alet olduğumuz yeter, inşallah bundan sonra olmayacağız. Beyinlerimiz ve duygularımız kimsenin ipoteği altında değil. Allahın bize bahşetmiş olduğu aklımızı esaretten kurtardık. Kullandığımız dil savaş ve kin dili değil Mevlana’nın torunlarının dili yani sevgi ve hoşgörü dilidir. Çok şükür sevgi dili hayatımıza egemen olmaya başladı. Bizler Mevlana’nın torunlarıyız. Bizim ruhumuza ilmek ilmek hoşgörü işlenmiştir. Kinin, nefretin bizim aramızda yeri yoktur. Kini, nefreti bu topraklara ekmek isteyenler şunu unutmasın ki başaramayacaklar. Çünkü bizim mayamızı İslamiyet yoğurdu. Bizler yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü. Bizim sevgimiz karşılıksız ve umarsız. Artık farklılıklarımızı değil, ortak yönlerimizi ortaya çıkarıyoruz. Birbirimizi sevmesek dahi birbirimize saygı duymayı öğrendik. Daha önce oynanan kirli oyunlar tekrar tekrar deneniyor ama tutmuyor. Kardeşkanı dökmeye yönelik her faaliyet bu faaliyeti gerçekleştirmek isteyenlerin gerçek niyetlerini ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramıyor. O karanlık günlere tekrar dönmemek için daha dikkatli olmalıyız. Sevgiyi yaşatmak, barışı yaşatmak emek ister, sabır ister, özveri ister. 64 İlişkilerimizi ölçülü ve dengeli bir zemine oturtmalıyız. Karşılaştığımızda yüzlerimizin kızarmasına sebep olacak davranış ve konuşmalardan sakınmalıyız Ne güzel söylemiş Allah’(cc)ın aslanı Hz Ali(ra); Dostlukta aşırı gitme, kim bilir belki o dostun bir gün düşmanın olur, düşmanlıkta da aşırı gitme, kim bilir belki o düşmanın bir gün dostun olur. Diyalog yollarını açık tutmalıyız. Bunun için üslubumuza, söylemlerimize dikkat etmeliyiz. Mesela; birilerini çok çabuk kâfir ilan etmemeliyiz. Vatan haini yaftasını hemen yapıştırmamalıyız. Bu üslup düşünceleri daha fazla kemikleştirir. Kavgayla şiddetle sorunları çözemeyiz. Ne güzel demiş Yunus Emre Sözü bilen kişinin, Yüzünü ak ede bir söz Sözü pişirip diyenin, İşini sağ ede bir söz Söz Söz Söz Yağ ola kese savaşı, ola kestire başı ola ağulu aşı, ile bal ede bir söz Kişi bile söz demini, Demeye sözün kemini Bu cihan cehennemini, Sekiz cennet ede bir söz Ağustos 2010 Ebu Hureyre (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu ümmetten bir Yahudi yada Hıristiyan beni işitip sonra da benimle gönderilene iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim, İman 240 (153; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/317, 350) Temmuz 2010 65 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] Ölçülü Olmak Ölçülü olmak deyince benim aklıma karınca ile ağustos böceğinin hikâyesi gelir. Hikâyeyi hatırladınız mı? İsterseniz beraber hatırlayalım. Bir varmış bir yokmuş bir ormanda ağustos böceği ve karınca varmış. Karınca yazın durmadan yuvasına yiyecek taşırmış. Ama ağustos böceği çok tembelmiş. Karınca bir gün yine böyle yiyecek bulmaya çıkmış. O sırada ağustos böceği ağacın kenarında tatlı tatlı öterken karınca: “ Ağustos böceği nasılsın” demiş. Oda “ iyiyim iyiyim ” demiş. Karınca: “ Ağustos böceği sen hiç bu sene yiyecek toplamamışsın galiba” demiş. Ağustos böceği gülerek: “Amaaaan karınca boş ver yiyeceği. Yaz günü rahatına baksana” demiş. Ama karınca onun bu tavrına çok üzülmüş. Onu önemsememiş ve evine gitmiş. Kış iyice yaklaşmış. Ağustos böceği de yiyeceksiz kaldığı için karıncadan biraz yiyecek ala bilirim düşüncesiyle karıncanın evine gitmiş. Karıncaya dönerek: “Karınca kardeş bana biraz yiyecek vere bilir misin?” demiş. Ama karınca ona yazın kendisi yiyecek toplarken onun ağacın kenarında tembel tembel oturduğunu hatırlatıp yiyecek vermemiş ve kapıyı hızlıca yüzüne kapatmış. Ağustos böceği yazın çalışmadığının hatasını anlamış. Bir daha böyle hata yapmayacağına kendine söz vermiş. Arkadaşlar bizde ağustos böceği gibi sonradan pişman olacağımız hatalar yapıyor muyuz? Zamanımızı ölçülü kullana biliyor muyuz? Yoksa ölçüsüzce zamanımızı israf mı ediyoruz? Mesela çalışıp da derslerimizde başarılı olabilecekken veya iyi bir şekilde kur’an okumayı öğrenebilecekken zamanımızı televizyon izleyerek, sınırsız oyunlar oynayarak mı geçiriyoruz? Okulların da tatil olmasıyla boş zamanımız çok oluyor. İbadetlerimizi eksiksiz yapabiliyoruz mu? Namazlarımızı kılabiliyor muyuz? Bu soruları kendimize soralım eğer ağustos böceği gibi tembellik etmiyorsanız sizi tebrik ediyorum. Ama, ağustos böceği gibi tembellik yapıyorsanız bir an önce bu tembelliği bırakmalısınız. Çünkü; peygamber efendimiz (s.a.v): “ meşguliyet gelmeden boş zamanın kıymetini bilin.” Buyurmaktadır. Zaman su gibi akıp geçmektedir. Tatilin nasıl geçtiğini anlamayız. Ağustos böceği gibi sonradan pişman olmamak için lütfen zamanımızı nasıl geçirdiğimizi düşünelim. Günümüzü planlayalım ibadet zamanı, dinlenme zamanı, oynama zamanı, gezme zamanı diye. Planlı ve verimli bir tatil geçirmeniz temennisiyle. Yer Çekimi Küçük Rıza okuldan gelmiş ve okulda öğrendiklerini heyecanla babası Temel’e anlatmaya başlamış: — Baba, biliyor musun yerçekimi kanunu olmasa şimdi hepimiz havada uçuyorduk! — Vay canına, dedi Temel. — Peki ne zaman kabul edilmiş bu kanun? 66 Ağustos 2010 BİLMECE GÜLÜCÜK 1234- Nar tanesi nur tanesi bu dünyanın bir tanesi? Doksan dokuz cemaat iki müezzin bir imam? Hasretleri kavuşturur, dargınları barıştırır? Kar ve yağmuru yağdırır, O estirir rüzgârları Allah’ın izniyle yapar, Elbette bütün bunları 5- Bir ufacık mil taşı, dolanır dağı taşı CEVAPLAR: 1- Kâbe 2- Tesbih 3- Bayram 4- Mikâil (a.s) 5- Göz BİLGİ DAĞARCIĞI Kur'an Okumanın Adabı 1. Euzu besmele ile başlamak. 2. Abdestli okumak. Abdestimiz yoksa kur’an’a dokunmadan veya ezberden okumak 3. Mümkünse oturarak okumak. Ancak ayakta, yürüyerek, yatarak, arabada okumanın da bir sakıncası yoktur, üstelik bunun farklı bir güzelliği de vardır. 4. Sesimizi güzelleştirerek, gülmekten ve laubali hareketlerden kaçınarak okumak. 5. Tecvid kurallarına uyarak, harf, hareke ve mahreçlere dikkat ederek okumalı. 6. Kuran okuma sona erince “Sadakallahül azim” (Yüce Allah doğru söyledi, tasdik ediyorum) demek. 7. Okuma bitince Kur'an'ı açık tutmamak, yüksek bir yere koymak. 8. Günde en az bir sayfa kur’an okumak. 9. Kur’an-ı acele etmeden yavaş harflerin mahreçlerine dikkat ederek tane tane okumak. 10. Kur’ân-ı en saygılı bir eda ile, saygı dolu bir hisle ve en saygılı olduğu bir ruh hâleti içinde okumaya çalışmalıdır. Çünkü her sözün kıymeti onu söyleyenin kıymeti nispetindedir. Kur’an-ı Kerim bütün âlemlerin yaratıcısı ve bütün kemal sıfatlarla muttasıf olan Cenab-ı Hakk’ın kelamı olduğuna göre, Onu okuyan kimse bunun şuurunda olmalıdır. KUR’AN-I KERiM Fatihayla başlar, Nas ile biter, Kurtuluş Kur’an-ı Kerimde dostlar! ... İslam’ın erleri yolunda gider, Kurtuluş Kur’an-ı Kerimde dostlar! Yüz on dört süreyle şifa dağıtır, Muhammet ehline sefa dağıtır, Kulların hepsine vefa dağıtır Kurtuluş Kur’an-ı Kerimde dostlar! Ağustos 2010 Yasin süresidir kalbi Kuranın, Lokman süresiyse şifası canın, Hayatı huzurla dolar insanın, Kurtuluş Kur’an-ı Kerimde dostlar! 67 KİM KAZANDI? orlu ve çok çetin geçen ve inananların çok yara aldığı,Rasulullah ın amcasının Şehidlerin seyyidi olarak rabbine kavuştuğu Uhud savaşı nın üzerinden henüz dört ay kadar bir zaman geçmişti ki, Necid' bölgesinden, Ebû Berâ adında,kavminin seyyidi ve aynı zamanda lideri olan bir adam,Medine'ye gelerek Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i ziyaret etti. Ebû Berâ Âmiroğulları kabilesindendi.. Gelirken beraberinde bazı hediyeler de getirmişti. Bu hediyeleri Resûlullah'a takdim ettiği zaman, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: Z Hatice FURHAN Gözümüzde büyüttüğümüz dünyalık kazanımlarımızı,kayıplarımızı gözden geçirip,fani olan değil baki kalacak kazanımlar için gayret etmeye çalışmalıyız. “Ben müşriklerin hediyesini kabul etmem. Hediyeni kabul etmemi istiyorsan, önce müslüman ol.” buyurdu. Sonra da İslâm dinini Ebû Berâ'ya anlattı. Anlatılanları dikkatle dinleyen Ebû Berâ, müslüman olmadı ancak anlatılanlara ilgisiz de kalmadı. Ebû Berâ: “Yâ Muhammed! Anlattığın şeyler, pek güzel ve şerefli şeylerdir.Hepsi mutlaka doğru olan hakikat olan 68 Ağustos 2010 şeylerdir.Ancak ben burada tek başımayım. Benim kavmim kalabalıktır ve onlar arasında benim sözüm geçerlidir.. Eğer yanıma arkadaşlarından birkaç kişi verirsen, onlar getirdiğin ve bana anlattığın bu şerefli dini kavmime anlatırlar ve kavmim sana tâbi olur iman ederler dedi. Ebû Berâ'nın teklifini dinleyen Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bu tekliften şüphelenmişti. Bu şüphesini Ebû Berâ'ya da anlattı: “Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından endişe ederim.Onlara bir zarar verilmesinden korkarım.” dedi. Ebû Berâ: “Yâ Muhammed! Göndereceğin öğreticiler için,tebliğciler için sakın Necid halkından endişe etme.İçin rahat olsun. Onlar , benim himayem altındadır. Benim himayem altında oldukları sürece onlara kimse dokunamaz,Zarar veremez. Onları gönder ki, kavmime,bir an önce dininize davet etsinler.” Resûlullah'ın endişesi devam etmesine rağmen, yine de konu İslâm'ı tebliğ olunca, başka seçenek kalmıyordu. Resûlullah, Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir bin Tufeyl'e bir mektup yazdı. Âmir bin Tufeyl, Ebû Berâ'nın vekili idi.Kavminin yönetimini üstleniyordu. Resûlullah talimat verdi, Münzir b. Amr başkanlığında bir heyet hazırlandı. Bir rivayette yetmiş kişi, bir başka rivayette de kırk kişi oldukları yazılıdır. Ebû Berâ, Medine den ayrılmış ve henüz tebliğ heyeti Necid e varma dan, o varmıştı bile. Kavmine durumu anlattı.Ve Medine den bir öğretici heyeti geleceğini haber verdi. Tebliğ heyeti de uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Bi'rimaûn'e su kuyusunun bulunduğu bölgeye geldiler. Bu kuyunun yanında mola verip, biraz dinlenmeye karar verdiler. O sırada tebliğ heyetinin geleceğini bilen, Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir b. Tufeyl, ,etrafına topladığı, kalabalık bir grupla, hain bir plan hazırlamış ve Bi'rimaûne kuyusunun yakınına kadar gelmişti. Kuyu nun yanında oturuyor,bir taraftan da söyleniyordu.-Bize gelip yeni dini anlatacaklarmış.Ne olmuş ki bizim dinimize.Atalarımızın dininden kopabileceğimizi ummak ne büyük ahmaklık.Ve bu ahmaklara da gereken cezayı vermek boynumun borcudur. Başlarına gelecek olandan habersiz, Maune kuyusuna ulaşan ve istirahat eden müminler, yakınlarında, tebliğle görevli oldukları kavimden bir grup olduğundan haberdar oldular., içlerinden birini topluluğa göndererek, Resûlullah'ın mektubunu onlara vermeyi kararlaştırdılar. Haram bin milhan, arkadaşlarına hitaben, "Önce ben gideyim, siz burada saklanın. Eğer beni dinler ve sözlerime kulak verirlerse, siz de gelirsiniz. Yok, eğer bana birşey yaparlarsa, siz kaçar kurtulursunuz" dedi. Onlar da teklifini kabul ettiler. Haram bin. Milhân, Âmir b. Tufeyl'in yanına vardı, kendilerine verilmek üzere Efendimiz s.a.v. tarafından yazılan mektubu Amir e Ağustos 2010 69 uzattı. Eli bir süre öylece havada kaldı Haram bin Milhan ın.Sonra uzanıp mektubu aldi Amir ve öfkeyle yırtıp yere attı.Ve hemen Haram bin Milhan ın arkasında ,Amir bin Tufeyl den gelecek bir işaret bekleyen Cebbar ,beklediği işaretle harekete geçti. Ve tam da arkasından Haram Bin Milhan ın,tamda hainlere yakışan bir şekilde,tam da en vahşice bir hareketle sapladı mızrağı sahabenin sırtına. Arkadan giren hançerin ucu göğsünden çıkmıştı.Ve Haram ın kanı fışkırıyordu bedeninden.Tam da tüm kanını kaybettiği anda.canını vereceği anda öyle bir laf etti ki Haram bin Milhan,donakaldı tüm hainler,ama en çokta mızrağı tutan elin sahibi.Ve bu söz, katilininn tüm hayatının değişmesine ebedi saadeti kazanmasına neden oldu. Haram bin Milhan tüm kanını kaybederken,canını vermek üzereyken öyle bir laf etti ki donakaldı tüm hainler.En çokta katili donakaldı.Mubarek sahabenin ağzından dökülen son cümlesi şöyle idi. KAZANDIM VALLAHİ BEN KAZANDIM.KABENİN RABBİNE YEMİN OLSUN Kİ KAZANDIM. Böylecer Haram bin Milhân'ı orada şehit ettiler. Ardından adamlarına Bi'rimaûne kuyusunun yanında bulunan 70 70 diğer mü'minleri kuşatma emrini verdi. Mü'minleri kuşattılar. Müşrikler adeta, kana susamıştı; İSLAM’ı tebliğden başka niyetleri olmayan, bu güzide ashabı.bu mazlumları katletmeye, kararlı idiler. Artık başka çarenin olmadığını gören mü'minler de kılıçlarını çektiler ve kanlarının son damlasına kadar çarpışarak, şehit olmaya and içtiler. Çarpışmaya başlamadan önce hep birlikte şu duayı yaptılar: “Ey Rabbimiz! Vaziyetimizi Resûlüne haber verecek senden başka kimsemiz yok. Resûlüne ve kavmimize haberimizi ulaştır ki, biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden hoşnut oldu, bizi de hoşnut kıldı.” Habir olan Allah c.c.bu sevgili,mücahid kullarının isteğini yerine getirdi. Cebrail Aleyhisselâm durumu anında Peygamberimize bildirdi. Haberi alır almaz Peygamberimiz de bir hutbe verip, durumu ashabına bildirdi: Ağustos 2010 “Kardeşleriniz, müşriklerle karşılaştılar. Kahramnca cihad ettiler., mızraklarla delik deşik oldular.Kardeşlerinizden herbiri rabbine kavuştu, hepsi şehit oldu.” Resûlullah, onların selâmlarına bizzat mukabelede bulundu. Üzüntüsü çok büyüktü, aynı günün sabah namazında, ikinci rekatta rükûdan doğrulduğu zaman katillere beddua etti. Onlar yıldızdı Efednimizin tabiri ile.Onlara tabi olanda kurtulurdu.? Onlar Resûlullah'ın arkadaşlarıdır. Onlar Resûlullah'ı dünya gözü ile görmüş, ona iman etmişlerdir. Onlar Rablerine kullukta en yüce makamı yakalamışlardır. Ve onları yıldız yapan şey ise:Allah c.c. ve Rasulünün emirlerine gösterdikleri sadakat idi.Tüm dünya karşılarına çıksa gene de itatten dönmezlerdi. İslâm'ı tebliğ için yola koyuluyorlar. Tek bir gaye var: İslâm'ı tebliğ etmek. Onlara pusu kurulmuş.Önlerinde ölüm var.Başka çıkar yol yok. Ya dinlerinden vazgeçecekler, düşmana teslim olacaklar ya da çarpışarak şehit düşecekler. Onlar ikinci yolu tercih ediyorlar; her biri çarpışarak şehit oluyor. Bi'rimaûn'e kuyusundan su yerine kan akıyoradeta. Hep birlikte elleri havada yalvarmaktalar Alemlerin Rabbine “Ey Rabbimiz! Durumumuzu Resûlü'ne bildir! ” işte iman, işte ihlas ve işte teslimiyet!.. İçinde bulunduğumuz İslâm dini nimeti bize kolay ulaşmadı. İslâm dini kıyamete kadar var olsun diye bu güzide sahabeler az mücadele vermediler. Bi'rimaûn'e şehitlerinin dahi üzerimizde hakları vardır.Tüm şehitlerin hakkı vardır.İslam ı öğrenmekle,yaşamakla ve tebliğ etmekle en az onlar kadar mükellefiz. Haram bin Milhan ın katili anlatıyor. Cebbâr b. Sülmâ anlatıyor. “Bi'rimaûne günü ben o adamın tam sırtından mızrağımı sapladım! Mızrağımın o adamın göğsünden çıktığını gördüm.Tam o anda ağzından şu sözler döküldü: “ Vallahi kazandım!” Kendi kendime şu soruyu sordum: Adamı öldürdüm, acaba ne kazandı? Tüm kanını, canını kaybeden biri ne kazanabilir ki?Kazanan ben, kaybedense o…” Cebbâr b. Sülmâ anlatmaya devam ediyor: “Mızrağımı çıkardım. . Öldürdüğüm adamın “vallahi kazandım” sözü kulaklarımda çınlıyordu.Bu olaydan sonra Medine ye gittim gizlice.Orda sordum ,öldürdüğüm adam ne demek istedi diye. -“O öldürdüğün adam, “cenneti kazandım” demek istiyordu.”dediler.Herşeyini kaybettiğin anda,herşeyi kazanmak,işte asıl kazanç bu dedim ve müslüman oldum. Bi'rimaûn'e katliamından iki sahabî kurtulmuştu. Bunlar da kurtulduklarına pişman vaziyette idiler. Arkadaşları, makamların en güzelini kazanmıştı,hayırda birbiri ile yarışan sahabeler bu Ağustos 2010 71 Peygamberimiz'e olan-bitenleri nakletti ve son olarak da gelirken yolda Âmiroğullarından iki kişiyi öldürdüğünü haber verdi. Çoğu hem Bedr'de hem de Uhud'da kahramanca dövüşen,mücadele eden Suffe'nin bu hem kılıç, hem kalem ehli, hain bir bir saldırı sonucu bu dünyaya veda etmiş,rablerine kavuşmuışlardı.Ama kim kazandı? Şüphesiz ki canını teslim ederken ,tüm kanını kaybederken,Haram bin Milhan'ın kavuştuğu şehidliği kastederek "ben kazandım" dediği gibi neticede mü'minler kazandılar; Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in sözünü dinleyenler,hayatlarını Allah c.c. ve Rasulü ne adayanlar kazandı. Teslimiyetin en zirve noktalarından bir nokta. Öyle bir iman, öyle bir ihlâs ki, canını şehadet nimetinden asla mahrum kalmka istemiyorlardı. erdi. Onlar da son nefeslerini verinceye kadar savaştılar. Bu son iki kişiden biri Münzir b. Amr'dı. Müşriklerin onun üzerine öyle bir saldırdılar ki, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz onun için: “Ölüme koşan kişi” buyurdu. veriyor; can derdi yok. Onun tek derdi var: Rabbini razı etmek. “Vallahi kazandım” diyecek kadar hem kalp gözü açık, hem de ihlâsı ve imanı büyük. İhlâs ve imanın zirve noktasına çıkıldığında sebepler birer birer ortadan kalkıyor. Mevlâ'mızın güzel sıfatları ortaya Resûlullah, katliamlara çok üzülmüşlerdi. Sabah namazından sonra katillere beddua ettiler. Ve bunu bir ay müddetle beş vakit namazlarında tekrarladılar. Efendimiz, hain kabilelerin isimlerini sayarak şöyle yalvarıyorlardı: çıkıyor. İşte, biraz sonra son nefesini verecek olan bir güzide insan nereleri görebiliyor. Daha henüz ruhunu teslim etmeden, Rabbinin ona ikram ettiği makamı dünya bakışı ile görüyor. Gördüğü manzara karşısında kendini tutamayıp, -Ey Allahım! Onların senelerini Yusuf Peygamberinki gibi yokluk, kuraklık ve fakirlik seneleri yap. Allahım bu kabileleri sana havale ediyorum. Çünkü onlar sana ve Resûlüne isyan ettiler. haykırıyor: “Vallahi kazandım!” Bize düşen de gözümüzde büyüttüğümüz dünyalık kazanımlarımızı,kayıplarımızı gözden geçirip,fani olan değil baki kalacak kazanımlar için gayret etmeye ça- Hakikaten çok geçmeden o bölgede kuraklık ve bu kuraklığa olarak da yokluk başladı; sular çekildi ve ürün namına bir şey kalmadı. Âmr bin Ümeyye, Medine'ye vardığında Sevgili 72 lışmalıyız inşallah. Fİ EMANİLLAH Ağustos 2010