T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ BİLİM DALI TÜRK TARİHİ’NDE SÜRYANİLER (1880-1938) DOKTORA TEZİ HAZIRLAYAN Deniz BAYBURT TEZ DANIŞMANI Prof. Dr. Mustafa TURAN Ankara-2009 ONAY Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne, Deniz Bayburt tarafından hazırlanan “Türk Tarihi’nde Süryaniler (18801938)” baslıklı bu çalısma, …………………….. tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda (oybirligi/oyçoklugu) ile basarılı bulunarak jürimiz tarafından Tarih Anabilim/ Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim dalında doktora tezi olarak kabul edilmiştir. [Unvanı, Adı ve Soyadı] (Baskan) Prof. Dr. Azmi SÜSLÜ [Unvanı, Adı ve Soyadı] Prof. Dr. Mustafa TURAN [Unvanı, Adı ve Soyadı] Prof. Dr. E. Semih YALÇIN [Unvanı, Adı ve Soyadı] Prof. Dr. Necdet HAYTA . [Unvanı, Adı ve Soyadı] Prof. Dr. A. Hikmet EROĞLU ÖNSÖZ Tarih boyunca dinlerin, dillerin ve medeniyetlerin kaynaştığı Mezopotamya coğrafyasının en kadim halklarından biri olan Süryaniler, Hıristiyanlığı kabul etmeleri ile birlikte putperest Aramilerden ayrılarak, Hıristiyanlığı koruma, yayma ve yaşatma uğraşı içerisinde günümüze kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Çok sayıda gayr-i Müslimi bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti’nin kurmuş olduğu “Millet Sistemi” ile yüzyıllar boyu uyum içerisinde yönetilen topluluklardan biri olan Süryaniler, Osmanlı Devleti idaresine girdikleri günden itibaren diğer gayr-i Müslimler gibi barış içerisinde yaşamışlardır. Eski gücünü kaybetmesi ile birlikte Osmanlı Devleti’nin gayr-i Müslim toplulukları bir arada tutma konusundaki başarısı da azalmaya başlamıştır. 19. yüzyılda Avrupalı büyük güçlerin Şark Meselesi yönünde yürüttükleri politikaları Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayr-i Müslim unsurlar üzerinde etkili olmaya başlamış ve Osmanlı Millet Sistemi’nin çözülmesi hızlanmıştır. Osmanlı ülkesinde yaşayan Süryaniler de bu politikaların etkisinde kalan başka bir topluluk olmuştur. Bu çalışmada Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı ve yeni Türk devletinin hayat bulduğu bir dönemde (1880-1938) Süryanilerin durumu ele alınmaya çalışılmıştır. Esasen Ermeniler ve Rumlar kadar tanınmayan Süryanilerin, Osmanlı Devleti idaresinde nasıl yaşadıkları ve bu dönemde ortaya çıkan olaylardaki durumları açıklığa kavuşturulmadan günümüzde ileri sürülen bir takım iddiaların da tarihi gerçeklikten uzak kalacağı muhakkaktır. Bu itibarla zaman sınırlandırması yapmamıza rağmen çok yönlü olan bu meselenin orijinal belgelere ve kaynaklara dayandırılmasına gayret gösterilmiştir. Böyle bir konuda çalışmaya teşvik eden Hocam Prof. Dr. Edip Semih Yalçın’a teşekkür ederim. Tezin hazırlanmasında yardımlarını esirgemeyen Tez Danışmanım Prof. Dr. Mustafa Turan’a teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca tek tek ailemin bütün fertlerine, Mardin’e gitmeme vesile olan Yenigün İnşaat ii Yönetim Kurulu Başkanı Mithat Yenigün’e, Mardin’de yardımlarını esirgemeyen Ramazan Bilen’e, Midyat’ta Süryanilerle ilgili sorduğum her soruya sıkılmadan cevap veren, kilise ve manastırları gezdiren, tezin sosyal hayatla ilgili kısmındaki yanlışları düzelten Aziz Dilmeç’e, benimle konuşmayı kabul eden Mardin Metropoliti Filüksinos Saliba Özmen ve Turabdin Metropoliti Timotheos Samuel Aktaş’a, Genelkurmay Atase Arşivi’nden Albay Ahmet Tetik ve Mehmet Korkmaz’a, Mehmet Sağır şahsında TBMM Kütüphanesi çalışanlarına, Mustafa Vedat Sönmez şahsında Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi çalışanlarına ve tezle ilgili anlattığım her şeyi sabırla dinleyen bu zorlu süreçte sorunlarımı paylaşan bütün arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Deniz Bayburt Ankara, 2009 iii İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ…………………………………………………………………………i İÇİNDEKİLER………………………………………………………………..iii KISALTMALAR……………………………………………………………..vi TABLOLAR…………………………………………………………………vii KAYNAKLAR ve YÖNTEM……………………………………………....viii GİRİŞ…………………………………………………………………………1 BİRİNCİ BÖLÜM OSMANLI DEVLETİ’NDE SÜRYANİLER 1. OSMANLI MİLLET SİSTEMİ ve SÜRYANİLER…………………………………………………….20 2. TANZİMAT FERMANI’NIN İLANINDAN SONRA SÜRYANİLER…………………………………………………….33 3. OSMANLI DEVLETİ’NDE SÜRYANİLERİN NÜFUSU……....42 3.1. 1831 Nüfus Sayımı……………………………………….…44 3.2. 1844 Nüfus Sayımı………………………………………….45 3.3. 1881/1882 ve 1897 Yılına Kadar Olan Sayımlar………45 3.4. 1906 ve 1914 Nüfus Sayımları…………………………...49 4. BATILI DEVLETLERİN SÜRYANİLERLE İLGİLİ PLANLARI………………………………………………………..56 4.1. İngiltere……………………………………………………….62 4.1.1.İngiltere’nin Süryanilerle İlgili Planları…………......62 4.1.2.İngiliz Misyonerlerinin Faaliyetleri……………….....72 4.1.2.1.Bedirhan Bey Vakası ve İngiltere……………...75 4.1.2.2.İngiliz Misyonu’nun Yeniden Kurulması……..83 4.1.2.3. İngiliz Misyonunun Van’daki Faaliyetleri……99 4.1.2.4. İngiliz Misyonunun İmadiye’ye Taşınması....100 4.2.Fransa………………………………………………………..104 4.2.1. Fransa’nın Süryanilerle İlgili Planları…………….104 4.2.2.Fransız Misyonerlerinin Faaliyetleri………………109 4.3. Rusya…………………………………………………….…119 iv 4.3.1. Rusya’nın Süryanilerle İlgili Planları……………..119 4.3.2. Rus Misyonerlerinin Faaliyetleri…………………..125 4.4. Amerika…………………………………………………..131 4.4.1.Amerika’nın Süryanilerle İlgili Planları……………131 4.4.2.Amerikan Misyonerlerinin Faaliyetleri……………134 İKİNCİ BÖLÜM BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ve MİLLİ MÜCADELE DÖNEMLERİNDE SÜRYANİLER 1. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA SÜRYANİLER ve NASTURİ İSYANLARI……………………………………………..150 2. MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ’NDE SÜRYANİLER…………170 2.1. Mondros Mütarekesi’nden Sonra Süryaniler……...170 2.2. Paris Barış ve San Remo Konferansları’nda Süryaniler………………………………………………..180 2.3. Nasturilerin Hakkari Harekatı………………………...186 3. LOZAN BARIŞ KONFERANSI’NDA SÜRYANİLER……....190 3.1. Azınlıklar Meselesi ve Süryaniler…………………....191 3.2. Sınırlar…………………………………………………....205 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN İLK YILLARINDA SÜRYANİLER-NASTURİLER 1. HALİÇ(İSTANBUL) KONFERANSI VE SÜRYANİLER…….214 2. NASTURİ İSYANLARI………………………………………..…219 2.1. Hangediği Olayı……………………………………………220 2.2. Nasturi İsyanına Karşı Alınan Tedbirler……………….222 2.3. Ayaklanmanın Gelişimi ve Bastırılması………………226 3. CEMİYET-İ AKVÂM GÖRÜŞMELERİ VE SÜRYANİLER.....231 4. IRAK YÖNETİMİNDE SÜRYANİLER……………………......240 5. SÜRYANİLERDE SOSYAL HAYAT…………………………245 5.1.Süryani Dili ve Edebiyatı…………………………………245 5.2.Süryanilerde Eğitim ve Yayın Faaliyetleri…….............250 5.3.Süryanilerde İnanç ve İbadet…………..........................268 v 5.4.Süryanilerde Ekonomik ve Toplumsal Hayat…………280 SONUÇ………………………………………………………………….....286 KAYNAKLAR….…………………………………………………………..294 EKLER……………………………………..………………………………324 ÖZET……………………………………….………………………………366 ABSTRACT……………………………….……………………………….368 vi KISALTMALAR a.g.b. : Adı geçen bildiri a.g.e. : Adı geçen eser a.g.m. : Adı geçen makale a.g.t. : Adı geçen tez ATASE : Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Dairesi Başkanlığı BCA. : Başbakanlı Cumhuriyet Arşivi Bkz. : Bakınız BOA. : Başbakanlık Osmanlı Arşivi C. : Cilt Çev. : Çeviren DİA. : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Ed. : Editör Gen. Yay. Yön. : Genel Yayın Yönetmeni H. : Hicri Haz. : Hazırlayan Ks. : Kısım No. : Numara S. : Sayı s. : Sayfa Terc. : Tercüme Vd. : Ve Diğerleri v.d. : Ve Devamı Vol. : Volume Yay. Haz. : Yayına Hazırlayan y.t.y. : Yayın Tarihi Yok y.y. : Yayın Yeri Yok vii TABLOLAR Tablo 1 1881/1882-1893 Yılı Süryani Nüfusunu Gösteren Tablo…………...46 Tablo 2 1895 Yılına Kadarki Nüfusun Dağılımını Gösterir Tablo……………48 Tablo 3 1901 Yılı Diyarbakır Vilayet Salnâmesi’ne Göre Bölge Nüfusu……48 Tablo 4 1900 Yılı Hakkari Sancağı’ndaki Nasturi Miktarını Gösteren Tablo.50 Tablo 5 Ali Emiri’ye Göre 1911 Doğu Vilayetleri Süryani Nüfusu………......50 Tablo 6 1880 yılı Doğu Vilayetleri Nüfusu……………………………………..53 KAYNAKLAR ve YÖNTEM Bu çalışmada faydalanılan kaynakları şu şekilde tasnif etmemiz mümkündür: 1. Arşiv Belgeleri: a. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Osmanlı Devleti’nin ana arşivi niteliğini taşıyan ve çok zengin arşiv belgesi bulunduran Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden de yararlanmaya çalışılmıştır. Buradan alınan belgeleri fonlarına göre şöyle tasnifleyebiliriz: 1. Sadaret Mühimme Kalemi Evrakı 2. Dâhiliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti Evrakı 3. Dâhiliye Nezareti Mektubi Kalemi Evrakı 4. Hariciye Nezareti Mektubi Kalemi Evrakı 5. Dâhiliye ve Hariciye Nezareti İradeleri 6. Meclis-i Vükela Mazbataları 7. Yıldız Esas Evrakı 8. Yıldız Mütenevvi Maruzat Evrakı 9. Yıldız Dâhiliye Nezareti Maruzatı Evrakı 10. Yıldız Komisyonlar Maruzatı 11. Yıldız Parekende Evrak-ı Umum Vilayetler Tahriratı 12. Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait Defterler Yararlanılan bu belgelerin bir bölümü Süryanilerin, Osmanlı Devleti içerisindeki durumları ile ilgilidir. Araştırmamızda Süryani Patriklerine verilen nişan ve taltiflerle ilgili belgelerden örnekler de kullanılmıştır. Belgelerin büyük bölümü ise Süryani-Nasturilerin, Batılı devletlerin göndermiş oldukları misyonerler vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ne karşı almış oldukları tutumla ilgilidir. Bu belgelerde misyonerlerin Süryani-Nasturiler içerisinde ne tür faaliyetlerde bulundukları, bu faaliyetlerden Süryani-Nasturilerin nasıl etkilendiği ve devletin bu faaliyetleri önleme adına ne çeşit tedbirlere başvurduğu anlatılmaktadır. Şüphesiz Osmanlı Arşivi’nde Süryanilerle ilgili belgeler kullanılanlarla sınırlı değildir. İncelenen tarihlerden önceki dönemlerle ilgili ix çok sayıda belge bulunmaktadır. İlgili tarihlere ait başka belgeler de bulunmakla birlikte tezi bir belge yığını haline dönüştürmek yerine örnek teşkil edecek ve iddialarımızı kuvvetlendirecek önemli belgelerin yorumlanarak verilmesi yöntemi tercih edilmiştir. b. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Cumhuriyet Arşivi’nde konumuzla ilgili bulunan belgelerden de yararlanmaya çalışılmıştır. Buradan alınan belgelerin büyük bölümü 1930’lu yıllardan sonra sınırlarımız dışında kalan Süryani-Nasturilerin durumları ve bunların tekrar Türkiye’ye dönmek için yapmış oldukları girişimlerle ilgilidir. c. ATASE (Genelkurmay Askeri Tarih Stratejik Etüt Dairesi Başkanlığı Arşivi) ATASE Arşivi’nin ihtiva ettiği zengin belgelerden konumuzla ilgili olanlarından istifade etmeye çalışılmıştır. Genel koleksiyon başlıkları altında tasnife sunulmuş olan belgelerden Birinci Dünya Harbi ve Türk İstiklal Harbi Koleksiyonları taranarak ilgili belgeler kullanılmıştır. Türk İstiklal Harbi Koleksiyonunda bulunan belgeler Dâhiliye Nezareti, Hariciye Nezareti, 15. Kolordu Kumandanlığı, Erkan-ı Harbiye Riyaseti ve Merkez Ordu Kumandanlığı’na gönderilen yazıları içermektedir. Bu belgelerin bir kısmı Süryani-Nasturilerin bulundukları bölgelerdeki faaliyetlerinden bahsetmekte, bir kısmı da onlara karşı alınan tedbirlerle ilgili bulunmaktadır. İncelenen belgelerin bazılarında da Nasturilerden, Ermeni çetelerinin faaliyetleri anlatılırken bahsedilmektedir. Belgelerde özellikle İngiltere’nin Ermeni ve Süryani-Nasturi çetelerini kullandıkları dile getirilmektedir. Arşivde mükerrer olan belgeler de bulunmaktadır. Ayrıca koleksiyon kataloglarında yer alan belge özetlerinin bazıları belgelerde bulunan bilgilerle örtüşmemektedir. Bu durum göz önünde bulundurularak hareket edilmiştir. Arşivde bulunan konumuzla alakalı bazı belgeler de Askeri Tarih Belgeleri Dergisi’nde yayınlanmıştır1. 1 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Yıl: 31, S. 81, Aralık 1982; Ermeni Belgeleri Özel Sayısı 4, Yıl: 36, S. 36, Nisan 1987. x Birinci Dünya Harbi koleksiyonunda bulunan konumuzla ilgili klasörden ise arşivdeki tasnif çalışmaları nedeniyle istifade edilememiştir. Ayrıca İç İsyanları ihtiva eden koleksiyon da tasnifte olması nedeniyle incelenememiştir. Bu arşivlerde bulunan belgeler dışında Türk Tarih Kurumu’nda bulunan Külliyât-ı Kavânînler de incelenmiştir. Bunlar Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerin Osmanlı Devleti topraklarına katılması sonucunda Osmanlı Devleti’nin bu grupları nasıl idare ettiğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Nitekim bu belgelerin büyük bölümü Süryanilerin bir millet olarak kabul edildikleri tarihe kadar Ermeni Patrikliği’ne bağlanarak idare edildiklerini göstermektedir. Ayrıca Mardin’deki Süryani Kadim Kırklar Kilisesi Arşivi de Osmanlı Devleti’nde Süryanilerin durumu ile ilgili bazı arşiv belgelerini ihtiva etmektedir. Ancak Mardin’de bulunduğumuz dönemde kilise ruhanisi Gabriyel Akyüz’ün yurtdışında olması sebebiyle bu arşive girilememiştir. 2. Yayınlanmış Belgeler ve Raporlar: Cemiyet-i Akvam Musul Raporu, Türkiye ve Irak Hududu Meselesi, 1925: Cemiyet-i Akvam tarafından 30 Eylül 1924 tarihinde oluşturulan komisyonun Musul meselesi ile ilgili olarak hazırlamış olduğu raporlarda bu bölgede yaşayan Süryani-Nasturilerin durumlarıyla ilgili bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca Musul meselesi ile ilgili tarafların tezlerindeki SüryaniNasturilerle ilgili kısımlara yer verilmektedir. Raporun orijinali Osmanlıca olup daha sonraki yıllarda Latin harflerine çevrilerek yayınlanmıştır2. Musul-Kerkük ile İlgili Arşiv Belgeleri, (1525-1919) Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Yayınları, 1993: Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan kitapta Osmanlı Arşivi’nde bulunan bölge ile ilgili çeşitli belgeler yayınlanmıştır. Kitapta bu bölgede yaşayan Süryani Yakubiler ve Süryani Katolikler ile ilgili muhtelif belgelerin yanı sıra İngilizlerin bölgede yapmış oldukları faaliyetlerle ilgili belgeler de mevcuttur. 2 Milletler Cemiyeti Belgelerinden Musul-Kerkük Sorunu ve Kürdistan’ın Paylaşımı, 30 Eylül 1924 Tarihinde Oluşturulan Komisyonun Raporu, 2. Baskı, İstanbul, Med Yayıncılık, 1991. xi Osmanlı Devleti’nde Süryani Kilisesi, Osmanlı Padişahları Tarafından Süryani Kilisesi’nin Ruhani Liderlerine Gönderilen Fermanlar, Haz. Gabriyel Akyüz, Mardin, y.y., 2001: Mardin Süryani Kadim Kırklar Kilisesi Arşivi’nde bulunan belgelerin yayınlandığı kitapta Süryani Kilisesi ruhanilerine gönderilen çeşitli fermanlardan örnekler bulunmaktadır. Ayrıca Süryanilerin Osmanlı Devleti’nde nasıl idare edildikleri ile ilgili belgeler de mevcuttur. Lozan Telgrafları, Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış Konferansı, Haz. Bilal Şimşir, C. I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1990: Lozan Konferansı sırasında yapılan yazışmalarla ilgili belgeler bulunmaktadır. Azınlıklar meselesi tartışılırken gündeme gelen bazı konularla ilgili yazışmalar da bulunmaktadır. Özellikle bu belgeler konumuzla ilgili olması bakımından kullanılmıştır. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, Haz. Seha Meray, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1970: Kitap iki takımdan oluşmaktadır. Birinci takım üç cilt, ikinci takım ise iki cilt halindedir. Lozan Konferansı’nda gündeme getirilen bütün konuların tutanaklarını bulmak mümkündür. 3. Hatıralar: Çalışmamızda istifade edilen hatıralardan biri Rıza Nur’un Hayat ve Hatıratım adlı çalışmasının III. cildi3 olmuştur. Bu çalışmada Lozan Konferansı İle ilgili bilgiler bulunmaktadır. Azınlıklar meselesi ile ilgili tartışmalar esnasında Türk tarafının görüşleri ve bu oturumlarda yapılan konuşmalarla ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bilgiler Lozan Konferansı ile ilgili farklı kaynaklarla karşılaştırılarak kullanılmıştır. Ayrıca W. A. Wigram4, Oswald H. Parry5 ve William Francis Ainshworth’un6 yazmış oldukları eserlere de bakılmış ancak adı geçen 3 Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. III, İstanbul, Altındağ, 1968. Wigram W. A., Wigram Edgar T. A., İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul, Avesta Yayınları, 2004. 5 Oswald H. Parry, Six Months ın The Syrian Monastery, Landon Horaca Cox, 1895. 4 xii misyonerlerin bazı konuları taraflı düşüncelerle yazmış oldukları göz önünde tutularak yararlanılırken dikkat edilmiştir. 4. Süreli Yayınlar: Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye, İkdam, İleri, Yenigün gibi gazetelerin ilgili tarihlerinden özellikle Nasturi isyanları ile ilgili bölümde yararlanılmıştır. Günümüz gazeteleri de taranarak konumuzla ilgili olan haber veya makaleler okunmuş, gerekli görülenler değerlendirilmiş ve bir fikir vermesi açısından yararlanılmıştır. Gazeteler dışında Belleten, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Askeri Tarih Bülteni, OTAM, Tarih ve Toplum, Akademik Araştırmalar Dergisi, Toplumsal Tarih, Birikim, Aksiyon, Tempo vs. dergilerde de konumuzla ilgili yayınlanmış olan makalelerden yararlanılmıştır. Ayrıca Süryani cemaatinin yayınlamakta olduğu İdem, Kurkmo, Heto gibi dergilerden de yeri geldiğinde istifade edilmiştir. 5. Resmi Yayınlar: Süryanilerin Osmanlı Devleti içerisindeki durumları ile ilgili olarak Devlet Salnameleri taranmış ve sıklıkla kullanılmıştır. Ayrıca ulaşılabilen Vilayet Salnamelerine de başta nüfus meselesi olmak üzere çeşitli konularda bilgi almak açısından başvurulmuştur. TBMM’deki oturumlarda özellikler Nasturi isyanları ile ilgili olarak gündeme gelen meseleler TBMM Zabıt Ceridelerinden alınarak kullanılmaya çalışılmıştır. 6. Araştırmalar: Yapılan literatür çalışmalarında Türkiye’de konu ile ilgili olarak yazılmış eserlerin sayıca az olduğu gerçeği ile karşılaşılmıştır. Mevcut eserler ise çoğunlukla meseleyi ilahiyat açısından ya da sosyal ve kültürel olarak ele alan çalışmalardır. Üniversitelerde bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar da çok 6 William Franchis Ainshworth, Travels and Researches in Asia Minor, Vol. II, Landon, John W. Parker West Strand, 1842. xiii fazla olmamakla birlikte yine yukarıda zikredilen açılardan yaklaşılarak yapılmıştır. Araştırma konumuzu kapsayan tarihlerden çok öncesi ile ilgili olmakla birlikte Süryanilerin kökenleri ve Antakya Süryani Kilisesi’nin kuruluşu ve tarihi ile ilgili bilgi vermesi açısından detaylı olarak yararlanılan çalışma Mehmet Çelik’in Süryani Tarihi7 adlı eseri olmuştur. Konuya yine aynı açıdan yaklaşan başka bir eser de Kadir Albayrak’ın Keldaniler ve Nasturiler8 adlı çalışmasıdır. Bu çalışmalar bize Süryanilerin genel tarihi ile ilgili bilgiler vermesi açısından önemli çalışmalardır. Osmanlı Devleti’nde yaşayan Süryanilerin durumlarını anlatan çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu anlamda İbrahim Özcoşar’ın Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat 19. Yüzyılda Mardin Süryanileri9 adlı çalışması büyük bir boşluğu doldurur mahiyettedir. Bunun yanı sıra IV cilt halinde Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi ve Canan Seyfeli tarafından hazırlanan Süryaniler ve Süryanilik10 adlı eser de Süryaniler konusunda Türkiye’nin akademik birikimini bir araya toplayarak daha önce yayınlanmış makale ve bildirileri kapsayacak şekilde hazırlanmış bir çalışmadır. Bu çalışmada Osmanlı Devleti içerisinde Süryanilerin durumlarının yanı sıra sosyal, kültürel ve dini durumlarına da açıklık getirilmeye çalışılmıştır. Yine Bilal Şimşir’in İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (18561880)11 adlı çalışmasını da burada zikretmek yerinde olacaktır. Ermenilerle ilgili olmasına rağmen Süryanilerle ilgili kısımları da bulunmakta ve bu bilgiler İngiliz arşiv belgelerinden faydalanılarak verilmektedir. 7 Mehmet Çelik, Süryani Tarihi (I), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1996. Kadir Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, Vadi Yayınları, 1997. 9 İbrahim Özcoşar, Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat, 19 Yüzyılda Mardin Süryanileri, İstanbul, Beyan Yayınları, 2008. 10 Süryaniler ve Süryanilik, C. I-IV, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, Ankara, Orient Yayınları, 2005. 11 Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (1856-1880), Ankara, Bilgi Yayınevi, 1986. 8 xiv Süryaniler üzerindeki misyonerlik faaliyetleri ile ilgili olarak Selahattin Satılmış’ın “XIX. Yüzyılda Nesturiler ve İngiliz Misyonerlik Faaliyetleri”12 adlı makalesinden de istifade edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı dönemiyle ilgili kaynak sayısı da oldukça azdır. Bu dönemle ilgili olarak Salahi R. Sonyel’in İngiliz arşivlerinden yararlanarak yazmış olduğu The Assyrians of Turkey Vıctıms of Major Power Policy13 adlı çalışması son derece önemlidir. Bu çalışmada Süryanilerin kim oldukları kısaca anlatıldıktan sonra Osmanlı Devleti’ndeki durumları, onlar üzerindeki misyonerlik faaliyetleri, Rus ve İngilizlerin faaliyetleri, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki olaylar anlatılmaktadır. Amerikan ve İngiliz Arşivlerinden yararlanılarak yapılan bir diğer çalışma da Bülent Özdemir’in Süryanilerin Dünü Bugünü I. Dünya Savaşı’nda Süryaniler14 adlı çalışmasıdır. Bu çalışmada tarihsel süreç içerisinde Süryanilerin durumları anlatılmış ve özellikle Birinci Dünya Savaşı ve sonrası ile ilgili olaylara yer verilmiştir. ATASE Arşivi’nde ulaşamadığımız bazı belgelerden yola çıkarak yazılmış olan İsrafil Kurtcephe’nin “Birinci Dünya Savaşı’nda Bir Süryani Ayaklanması”15 adlı makalesi de son derece önemlidir. Süryani-Nasturi isyanları ile ilgili olarak Reşat Hallı’nın Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938)16 adlı çalışması ATASE Arşivi’nde ayaklanmalarla ilgili koleksiyonun tasnifte olması sebebiyle yararlanılamaması göz önünde bulundurulacak olursa çalışmamız adına önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Bu çalışmada ayaklanmanın çıkışı ve bastırılması sırasında orduların durumu ve alınan tedbirlerle ilgili ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Yine Nasturilerle ilgili olarak yapılan çalışmalardan biri de 12 Selahattin Satılmış, “ XIX. Yüzyılda Nesturiler ve İngiliz Misyonerlik Faaliyetleri”, Belleten, C. LXXI, Ağustos 2007. 13 Salahi R. Sonyel, The Assyrians of Turkey Vıctım of Major Powe Policy, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2001. 14 Bülent Özdemir, Süryanilerin Dünü Bugünü, I. Dünya Savaşı’nda Süryaniler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2008. 15 İsrafil Kurtcephe, “Birinci Dünya Savaşı’nda Bir Süryani Ayaklanması”, OTAM, S. 4, 1993. 16 Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1972. xv Yonca Anzerlioğlu’nun Nasturîler17 adlı eseridir. Bu çalışmada da Nasturiliğin ne olduğu, Osmanlı Dönemi’nde Nasturilerin yaşamları, Nasturiler üzerindeki misyonerlik faaliyetleri anlatıldıktan sonra Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında gerçekleşen Nasturi ayaklanmalarına yer verilmiştir. Bu çalışmalar dışında Gabriyel Akyüz’ün Tüm Yönleriyle Süryaniler18, Yakup Bilge’nin Geçmişten Günümüze Süryaniler19, Mehmet Şimşek’in Süryaniler ve Diyarbakır20, Mim Kemal Öke’nin Musul Meselesi Kronolojisi21, Hacer Yıldırım Foggo’nun Nesturiler, 1843-1846 Nesturi Katliamı22 ve John S. Guest’in Yezidilerin Tarihi23 adlı kitaplarından da oldukça fazla istifade edilmiştir. Çalışmamızın sınırlandırılması meselesine gelecek olursak;1880 yılında İngiltere başta olmak üzere Batılı büyük devletler tarafından Berlin Antlaşması’nda ortaya konulan Ermeni ıslahatı talebinin yanı sıra Süryaniler için de ıslahat talebinde bulunulması Osmanlı Devleti’nde yaşayan Süryaniler için de politikalar yürütüldüğünü göstermektedir. Bu sebeple çalışmanın 1880 yılında başlatılması uygun görülmüştür. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesini müteakip Milli Mücadele döneminde de galip devletlerin bir takım politikalar yürüttükleri ve Süryanileri ayrılmaya tahrik ettikleri bilinmektedir. Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ve Cumhuriyet’in ilanından sonraki dönemde Süryanilerin durumu göz önünde bulundurularak büyük devletlerin gerek Osmanlı Devleti gerekse Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile ilgili politikalarını izlemek mümkün olacaktır. Lozan Barış Antlaşması’nda çözülemeyen Musul meselesi ile ilgili bir konu olması itibariyle bu tarihten sonra yaşanan gelişmeler bir anlamda Süryanilerin de geleceğini belirleyecektir. 1932 yılında Irak Devleti’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olmasından sonra Irak topraklarında kalan 17 Yonca Anzerlioğlu, Nasturîler, Ankara, Tamga Yayıncılık, 2000. Gabriyel Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, Mardin, Kırklar Kilisesi Yayınları, 2005. 19 Yakup Bilge, Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul, Zvi-Geyik Yayınları, 2001. 20 Mehmet Şimşek, Süryaniler ve Diyarbakır, İstanbul, Chivi Yazıları, 2003. 21 Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1987. 22 Hacer Yıldırım Foggo, Nesturiler, 1843-1846 Nesturi Katliamı, İstanbul, Chiviyazıları, 2002. 23 John S. Guest, Yezidilerin Tarihi, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul, Avesta Yayınları, 2001. 18 xvi Süryanilerin Türkiye’den herhangi bir talepleri kalmamış ise de özellikle Batılı devletlerin Türkiye politikalarını açıklamak bakımından çalışmanın 1938 yılına kadar getirilmesinin uygun olacağı düşünülmüştür. Nitekim gerek Türkiye’de gerekse Irak coğrafyasında kalan Süryanilerle ilgili politikalardan vazgeçilmeyecek ve bu politikalar günümüze kadar değişik şekillerde karşımıza çıkacaktır. Çalışmamızda zaman sınırlaması yapılmasına rağmen konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu dönemle sınırlı kalınmayarak zaman zaman önceki ya da sonraki tarihlere de yer verilmiştir. Ayrıca çalışmamızın ismi her ne kadar Süryaniler olarak seçilmişse de çıkış noktası olarak aynı kökenden gelmesine rağmen yapılan konsiller neticesinde Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi’nden ayrılan Nasturiler de aynı başlık altında incelenmiş, literatürde bilinen isimlendirmeye sadık kalınmıştır. Yapılan incelemeler neticesinde literatürde ki birçok çalışmanın da Süryani geleneğinden gelen farklı etnisitelerde ki grupları birlikte telakki ederek hepsini Süryani başlığı altında ele aldıkları tespit edilmiştir. Hatta bazı kaynaklarda bu grupların hepsi Asurlu olarak isimlendirilmişlerdir. Bu isimlendirmede şüphesiz Batılı devletlerin farklı etnisitelerdeki grupları tek bir millet çatısı altında birleştirmeye çalışmalarının etkisi bulunmaktadır. Efes Konsili’nde ayrılmalarına rağmen Nasturiler de bu grup içerisinde ele alınmıştır. Çalışmamızda aynı yolu takip edilmiştir. Yukarıda değerlendirdiğimiz kaynaklardan faydalanarak yazmaya çalıştığımız tezimiz üç bölümden oluşmaktadır. Birinci Bölüm’de; Osmanlı Devleti’nde yaşayan Süryanilerin durumuna yer verilmiş bu yapılırken de Tanzimat Fermanı’nın ilanı öncesi ve sonrası esas alınmıştır. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başlaması ile birlikte Batılı devletlerin emperyalist amaçlarını gerçekleştirmek için özellikle misyonerler vasıtasıyla Süryaniler üzerinde ne gibi faaliyetlerde bulundukları anlatılmaya çalışılmıştır. İkinci Bölüm’de; Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele Dönemleri’nde Süryanilerin durumları ele alınmıştır. Bunun yanı sıra Pariş Barış Konferansı, San Remo Konferansı ve Lozan Konferansı sırasında Süryanilerle ilgili gündeme gelen meseleler de bu bölümde yer almaktadır. xvii Üçüncü Bölüm’de ise Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra meydana gelen gelişmeler, Musul meselesinin çözümü esnasında SüryaniNasturilerin nasıl kullanılmaya çalışıldıkları ve bu gelişmelere bağlı olarak çıkan Nasturi isyanları anlatılmıştır. Ayrıca Süryanilerin sosyal hayatlarına da bu bölümde kısaca yer verilmiştir. Şüphesiz bu çalışma Süryani tarihinin bir dökümü niteliğinde değildir. Burada Osmanlı Devleti sınırları içerisinde diğer gayr-i Müslim gruplar gibi dinlerine ve özel hukuklarına karışılmaksızın huzurlu bir şekilde yaşayan Süryanilerin Batılı devletlerin kışkırtmaları neticesinde onların emperyalist politikalarına alet olarak Osmanlı Devleti’ne nasıl isyan ettiklerini ve bu isyanlar neticesinde nasıl felakete sürüklenip inandıkları Batılı devletler tarafından nasıl kaderlerine terk edildikleri anlatılmaya çalışılmıştır. GİRİŞ Mezopotamya adı verilen Fırat ve Dicle Nehirleri arasındaki coğrafya, tarihin en eski devirlerinden beri çok sayıda din ve ırkın ortaya çıktığı bir bölge olma özelliğini taşır. Sümer, Asur, Aram, Elam, Akad, Keldani gibi kavimlerin büyük bir çoğunluğu bu bölgede yaşamlarını sürdürmüşlerdir1. İşte kökenleri eski Mezopotamya kavimlerine dayanan ve Hıristiyanlığı kabul etmeden önce bilinen bir kavim olan Süryaniler Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra da karşımıza çıkmaktadır. Süryani tabirinin menşei hakkında çok farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu değerlendirmelere göz attığımızda karşımıza önemli bir nokta çıkmaktadır. 19. yüzyıldan itibaren Süryanilerin din merkezli bir toplumdan milliyetçilik merkezli bir topluma kayış sürecinde muhafazakâr olarak nitelendirebileceğimiz kesim ile milliyetçi kesim arasındaki bazı görüş ayrılıkları bu değerlendirmeleri de etkilemiştir2. Süryani isminin nereden geldiği konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bunlardan en yaygınları şöyledir; Patrik III. Yakup’a göre Süryani ismi Pers Kralı Keyhüsrev’den (Kyrus; Syrus ve Sirus) gelmektedir3. Suriyeli ve Süryani adları, Suriye coğrafyasında yaşayan halka verilen isimdir4. Suriye adı; burayı ele geçiren Kilikos’un kardeşi Suros’dan gelmektedir ki Süryani adı da Suros’tan türetilmiştir5. 1 Kadir Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, Vadi Yayınları, 1997, s. 32-33. İbrahim Özcoşar, Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat, 19. Yüzyılda Mardin Süryanileri, Ankara, Beyan Yayınları, 2008, s. 21. 3 Keyhüsrev, Babil’i ele geçirince burada bulunan Yahudileri tutsaklıktan kurtararak Filistin’e göndermiştir. Bu nedenle Yahudiler Keyhüsrev’i bir kurtarıcı olarak görmeye başlamışlardır. Daha sonra Hz İsa’nın Hıristiyanlığı yaydığı dönemlerde de İsa’ya inanan Yahudiler onu bir kurtarıcı olarak görüp Keyhüsrev’e benzetmişlerdir. İşte bu nedenle Hz İsa’ya inanan halka Surin (Süryani) denmeye başlanmıştır. Ancak bazı araştırmacılar bu görüşü tarihsel dayanaktan uzak olduğu gerekçesiyle reddetmektedirler. Bu araştırmacılara göre; Keyhüsrev sadece küçük bir grup sürgünü Filistin’e göndermiştir. O, Yahudi ileri gelenleri arasında ün kazanmış olsa da yoksul halkın onu bir kurtarıcı olarak görmesi imkansızdır. Oysa Hz İsa’ya inananların çoğu yoksul halktı. Bu durumda da halkın Hz İsa ve Keyhüsrev’i birbirlerine benzetmek için hiçbir neden bulunmamaktadır. Yakup Bilge, Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul, Zvi-Geyik Yayınları, 2001, s. 23-24. 4 Mehmet Şimşek, Süryaniler ve Diyarbakır, İstanbul, Chiviyazıları, 2003, s. 23. 5 Mehmet Çelik, Süryani Tarihi (I), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1996, s. 15. 2 2 Diğer bir görüşe göre; Süryani sözcüğü Lübnan’ın güney sahillerinde bulunan “Sur” (Try; Süryanice’de Sur) Şehri’nden gelmektedir. Hz İsa’nın havarileri bu şehirden olduğu için halk bunlara önceleri “Suriin” demiş daha sonra bu adlandırma “Surin’e” dönüşmüştür. Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı dönemde de onlara inanan halka da Surin (Süryani) denilmeye başlanmıştır. Sur şehri ile ilgili bir diğer görüş de Yunanlıların bölgede ticarete başladıklarında burada yaşayanlara şehrin isminden dolayı Süryani dedikleri yönündedir6. Başka bir görüşe göre; Yunanlılar, Asurluların ülkesine sözcüğün sonuna bir “y” harfi ekleyerek Asurya diyorlardı. Halkı nitelemek için de kelimenin sonuna “yan” eki getiren Yunanlılar, yukarı Mezopotamya halkını “Asuryan” olarak adlandırmaya başladılar. Bu kelimeler daha sonra Mezopotamya’da yaşayan halkın diline de girdi fakat Aramca konuşan halk arasında o dilin kurallarına göre bazı değişikliklere uğradı. Yunanca’da kelimenin sonuna eklenen “yan” eki Aramca ‘da Y (Yuth) ve A (Olaf) “yo” eki şeklini aldı ve “Asuryan” tabiri “Asuroyo” şeklinde telaffuz edilmeye başlandı. Tarihsel süreç içinde bu defa kelimenin başındaki “A (Olaf)” harfi düşerek kelime “Suroyo” (Süryani) şeklini almıştır7. Bunlardan başka Süryani adının MÖ 1400-1500 yılları arasında Mezopotamya’da hüküm sürüp Antakya şehrini inşa eden Arami Kralı Sürrüs’ün adından kaynaklandığına dair bilgiler de mevcuttur8. Hangi görüş kabul edilirse edilsin Süryani-Hıristiyan kavramı ile bu milletin etno-dinsel yapısı anlatılmaya çalışılmıştır9. Süryani adının nereden kaynaklandığı konusunda olduğu gibi Süryanilerin menşei konusunda da çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu durum sadece araştırmacıların değil Süryanilerin kendi aralarında da görüş ayrılıklarının doğmasına sebep olmaktadır10. 6 Bilge, a.g.e., s. 24-25. Bilge, a.g.e., s. 28-29. 8 Özcoşar, a.g.e., s. 23; Şimşek, a.g.e., s. 23. 9 Şimşek, a.g.e., s. 24. 10 Özcoşar, a.g.e., s. 24. 7 3 Süryani halkının menşei ile ilgili olarak üç farklı görüş ileri sürülmektedir. Bunlardan birincisi; Süryanilerin Arami ırkına mensup oldukları yönündeki görüştür. Buna göre Süryaniler, Hz Nuh’un Sam, Ham ve Yafes adındaki üç oğlundan Sam’ın oğlu Aram’dan türemişlerdir11. Aramilerin bir kısmı Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra putperestlikte kalan Aramilerden ayırt edilmek için “Süryani” adını almışlardır12. Yani başka bir ifadeyle Süryani kelimesi, Mesihi/Nasrani kelimesinin eşanlamlısı olarak kullanılmaya başlanmıştır13. Bu görüş dini görüş olarak nitelendirilebilir. İkinci görüş; Süryanilerin Hz İsa’dan sonra Hıristiyanlığı kabul eden Asurlular olduğu yönündedir. Bu görüşün savunucularına göre; aynı coğrafyada yaşayan halklar Hıristiyanlık çatısı altında kaynaşmışlar ve Süryani adında bir ulus meydana getirmişlerdir14. Bu görüşün temelinde Süryanilerden siyasi bir toplum yaratma çabası yatmaktadır. Üçüncü görüş ise; Süryanilerin İsa’dan önceki Mezopotamya halklarının devamı olduklarını savunan görüştür. Bu görüş; onları tek bir halka bağlamak yerine, tüm Mezopotamya halklarının kültürel temeline dayanan ve Helenistik uygarlığı da özümseyerek ortaya çıkmış bir sentez olarak niteler. Bu görüş ilk iki görüşün eksikliklerini gidermek adına ortaya çıkmış sentezci bir görüştür15. 11 Milattan 2347 yıl önce Hz. Nuh’un tufan gemisi Cizre yöresindeki Cudi (Kardo) ya da Ararat Dağı’nın tepesinde karaya oturmuştur. Gemide insan olarak bulunan Hz. Nuh ve ailesinden oluşan sekiz kişilik grup karaya çıkarak Temnet (Süryanice’de sekiz anlamında) adında bir köy kurmuşlardır. Hz. Nuh dünyayı oğulları arasında paylaştırmıştır. Filistin, Suriye, Mezopotamya, Asur, Sümer, Babil ve Hicaz ülkeleri Sam’ın payına düşmüştür. Bu nedenle buralarda yaşayanlara Samiler denilmektedir. Aziz Günel, Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır, Oya Matbaası, 1970, s. 29-30. Bülent Özdemir ise Süryanilerin kökeninin Sam’ın ikinci oğlu Ashur tarafından kurulan devlete dayandığını ve Assyria’nın Yunanca Ashur’un ülkesi anlamına geldiğini, tamamen semitik bir halk olan Asurluların aynı bölgede Sümerler, Akadlar ve Babiller olarak da hüküm sürdüklerini, üç büyük dinin peygamberlerinin soy itibariyle dayandığı Hz. İbrahim’in de bir Süryani olduğunu yazmaktadır. Bülent Özdemir, Süryanilerin Dünü Bugünü, I. Dünya Savaşı’nda Süryaniler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2008, s. 12. 12 Günel, a.g.e., s. 30; B.Murat Öztemir, Yezidiler ve Süryaniler, İstanbul, Ekin Yayınları, 1988, s. 34. 13 Kadir Albayrak, “Günümüzde Türkiye’deki Keldani Kilisesi”, Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 29. 14 Özcoşar, a.g.e., s. 25. 15 Nihat Durak, “Süryani Ortodoks Kilisesi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 190. Yaygın olarak kabul edilen bu üç görüşten başka bazı yazarlar, Aramilerin Sami değil Turani olduklarını, dolayısıyla Süryanilerin ırk ve menşe olarak Türk olduklarını savunmaktadırlar. Bu yazarlardan Mehlika Aktok Kaşgarlı, antik Mezopotamya’da yaşamış olan toplumları “Azianik” ve “Semit” olarak ikiye ayırır. Azianik toplumlar 4 Bu görüşlerin hangisinin doğru olduğu konusunda tartışmalar olmakla birlikte kesin olarak diyebiliriz ki, Süryaniler eski Mezopotamya kültürünü taşıyan bir halktır. Süryaniler, tarih boyunca birçok kez isim değiştirmişler, Subariler, Akadlar, Babilliler, Asurlular, Kenaniler, Amuriler, Aramiler, Keldaniler, Fenikeliler, Tedmurlular ve Abgarlar gibi isimleri kullanmışlardır. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra da tüm bu isimleri Hıristiyanlık potasında eriten Süryaniler, tüm dünyada bu isimle anılmaya başlamışlardır. Süryani Kilisesi’nin Antakya Patriği Moran Mor İgnatius I. Zekka Ivas da, 1992 yılında bütün dünyadaki Süryanilere gönderdiği mesajında; Süryani sözcüğünün yukarıda belirtilen isimlerin süzmesi olduğunu ifade etmiştir16. Bu farklı görüşlerin sonucunda Süryanilerin menşei ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapabiliriz. Süryanilerin kökenlerinin dayandırıldığı Asuri ve Arami halkları birbirlerine komşu coğrafyalarda yaşamış, aynı kökten gelen bir dili kullanmış akraba halklardır. İşte bu halklar Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra Antakya Süryani Kilisesi bünyesinde toplanmışlar ve 19. yüzyıla kadar dini bir cemaat olarak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Batılı Devletlerin bu yüzyıldan itibaren yoğunlaşan emperyalist politikaları bu cemaati de etkilemiştir. Batılı Devletler, Süryanilerin aralarındaki teolojik ayrılıkları gideremeyeceklerini anladıkları anda aynı ırktan geldikleri görüşünü ortaya atarak milliyetçilik fikri altında onları politik bir güç olarak kullanmaya çalışmışlardır. Ancak onların bu çabalarına karşılık Süryanilerin menşei konusu Süryaniler arasında ciddi bir tartışma konusu olmuş ve bu durum Süryaniler için en önemli birleştirici unsur olan kilisenin etkinliğini yavaş yavaş yitirmeye başlaması sonucunu doğurmuştur17. Orta Asya kökenlidir; Semit toplumlar ise Ortadoğu menşelidir. Kalde, Elam, Asur gibi toplumlar Semit toplumlardır. Semit toplumlar günümüzde Yahudi ve Arap toplumlarının atalarıdır. Bunların bir grubuna da Aramaik toplumlar adı verilmektedir. Ülkemizin belirli yörelerine yerleşmiş olan Süryani topluluğu da Türko-Semitlerdir. Bunlar Türklerden ayrı bir millet değil Türki bir cemaat özelliği göstermektedir. Süryanilerin yoğun olarak bulunduğu bölgelerde araştırma yapan yazar, onların renk, boy ve karakterleri yönünden standart Türk yapısından farklı olmadıkları sonucuna varmıştır. Mithat Sertoğlu, Süryani Türklerinin Siyasi ve İçtimai Tarihi, İstanbul, Baha Matbaası, 1974, s. 84; Mehlika Aktok Kaşgarlı, Mardin Yöresi Halkından Türko-Semitler, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991, s. 7-8. 16 Gabriyel Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, Mardin, Kırklar Kilisesi Yayınları, 2005, s. 16. 17 Özcoşar, a.g.e., s. 26-27. 5 Süryanilerin menşei ile ilgili bu görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa dini açıdan incelendiğinde Süryanilerin başlangıçta tek bir kilise çatısı altında toplanmış olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Hıristiyanlığın gerek siyasi gerekse dini problemlerin sonucu olarak yaşamış olduğu akide problemleri Süryani Kilisesi’nde ayrılıklar ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu kiliseler arasındaki farklılıkların anlaşılabilmesi için Hz İsa’dan sonraki dönemin, Antakya Süryani Kilisesi’nin kuruluşu ve teolojik tartışmalar sürecinin kısaca özetlenmesi yerinde olacaktır. Günümüzde dünyanın her yerinde mensupları bulunan ve aslında tek Tanrılı olmakla birlikte daha sonra üçlemeye yer vermiş olan Hıristiyanlık, Hz İsa zamanında yeni bir din olarak ortaya çıkmamıştır. Hz İsa da havarileri de aslında Yahudi geleneğine bağlıydılar. Hz İsa’nın aslında yeni bir din kurmak gibi bir niyeti yoktu. Ancak olayların gelişimi ve Pavlus’un misyon çalışmaları neticesinde bir süre sonra Hıristiyanlık adı altında yepyeni bir din ortaya çıkmıştır18. İşte Hıristiyanlığın yayılma sürecinde Antakya önemli bir yer işgal etmektedir. Kudüs’teki misyon çalışmaları devam ederken Antakya’da bazı kimselerin Hıristiyanlığı kabul ettiği haberi gelir. Bunun üzerine Yakup, Barnabas’ı Antakya’ya gönderir. Barnabas buradaki durumun çok elverişli olduğunu görünce Hıristiyan olduktan sonra can güvenliği nedeniyle Tarsus’a çekilmiş olan Pavlus’u da Antakya’ya getirir. Birlikte yürüttükleri çalışma sonucunda cemaatin sayısı giderek artmaya başlar ve ilk defa burada İsa’ya inananlar tarafından, kendilerine “gentile” denen halktan ayrılmak için Hıristiyan (Mesihi) adı kullanılır19. Ancak burada yaşayan Hıristiyanlara daha sonra Süryani adı verilecektir. Nitekim Antakya’nın III. Patriği Mor İgnatius’un, 107 yılında Romalılara yazdığı bir mektupta, Antakya’daki kiliseye Süryani 18 Çelik, a.g.e., s. 22. “Ve kendisi Tarsus’a Saul’u aramaya gitti ve onu bulunca Antakya’ya getirdi. Ve vaki oldu ki bütün bir yıl kilise bir arada toplandılar ve çok kimselere öğrettiler ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağrılması önce Antakya’da oldu.”, Resullerin İşleri, XI/25-26”, Kitabı Mukaddes; İbrahim Sümer, I.- IV. Yüzyıllarda Süryani Kilisesi Tarihi ve Bazı Dini Edebi Metinler, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa, 1996, s. 40-41, 46; Çelik, a.g.e., s. 5152. 19 6 adını verdiği görülmektedir20. Bu nedenle Antakya’nın Hıristiyanlık tarihinde önemli bir yeri vardır ki Roma ve İskenderiye ile birlikte üç büyük merkezden biri belki de birincisidir. Kudüs’teki kilise sadece Yahudi asıllıları bünyesinde barındırırken, Antakya her ırk ve cinsten insanı bağrında toplayan bir kilise görünümündeydi21. Ancak bir süre sonra özellikle Yahudi kökenli Hıristiyanlarla putperestlikten Hıristiyanlığa geçen halk arasında bazı konularda görüş ayrılıkları çıkmaya başladı22. Bunun üzerine girişimleri sonuç vermeyen Kudüs Kilisesi, bölgeye Aziz Petrus’u yolladı. Petrus’un, bazı kaynaklara göre 37 bazılarına göre de 43 yılında Antakya’ya gelip Antakya Kürsüsü’nü kurduğu söyleniyorsa da, 51 yılında23 tarihin ilk Hıristiyan konsili olan Kudüs Havariler Konsili sonrasına kadar burada düzenli bir kiliseden söz etmek mümkün değildir24. Özellikle Pavlus’un yapmış olduğu bazı çalışmalar cemaat arasında ayrılıklara neden olmuştur. Çünkü Pavlus Yahudi geleneklerinin Hıristiyanlığı yeni kabul edenlere tatbik edilemeyeceğini, bunun İsa’nın geliş gayesi ile terslik arz edeceğini savunuyordu25. Yakup başkanlığında Kudüs’te oluşturulan ilk toplantıda bu mesele yatıştırılmasına rağmen, daha sonra başından beri kendisini destekleyen Barnabas’la Pavlus arasında sebebi bilinmeyen bir ayrılık yaşanmış ve onlar misyon faaliyetlerini farklı farklı bölgelere giderek devam ettirmişlerdir. Böylece Hıristiyanlık, iki yönde gelişme göstermiştir26. 20 Sümer, a.g.t., s. 46. Mehmet Çelik, “Tarihte Türk-Süryani İlişkileri”, Yeni Türkiye, Türkoloji ve Türk Tarihi Araştırmaları Özel Sayısı II, Yıl: 8, S. 44, Mart-Nisan 2002, s. 34. 21 22 Anlaşmazlık, yeni dinin pagan dünyaya takdim edilirken, ortaya çıktığı coğrafyanın renkleriyle mi yoksa yepyeni farklı bir karakterde mi sunulacağı noktasında kilitlenmekteydi. Kendisi iyi eğitimli bir Yahudi hahamı ve esasen havari de olmayan Pavlus, Grek dünyasında Hıristiyanlığı yayabilmek için Yahudi hukukundan vazgeçilmesi ve bağımsız yeni bir Hıristiyan geleneği oluşturulması gerektiğini savunmaya başlamış, Yahudi şeriatının yeni Hıristiyan olan putperestlere uygulanamayacağı kanaati ile Kudüs cemaati reisi Yakup’a karşı çıkmıştır. Fakat Kudüs’te kalan esas Hıristiyan çekirdek kadro Yahudi değerlerinin muhafazasını savunuyordu. Bu gelişmeler Yahudi-Hıristiyan cemaatten ayrı, putperest kökenli Pavlus Hıristiyanlığı da denilebilecek bir cemaatin ilk sinyalleridir. Turhan Kaçar, “Ebioniteler’den Arius’a: Eskiçağ Doğu Hıristiyanlığında İsa Teolojisi Tartışmaları”, A.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XLIV, Sayı: 2, 2003, s. 189-190; Canan Seyfeli, İstanbul Ermeni Patrikliği, Ankara, Aziz Andaç Yayınları, 2005, s. 7. 23 Bazı kaynaklarda bu tarih 52 olarak verilmektedir. 24 Durak, a.g.m., s. 191. 25 Sümer, a.g.t., s. 31. 26 Seyfeli, a.g.e., s. 7. 7 Bu olaydan sonra, 52 yılında yeniden Antakya’ya gelen Petrus 60 yılına kadar burada kalmıştır27. Bu nedenle Antakya Kilisesi’nin kuruluşu Aziz Petrus’a dayandırılmaktadır28. Petrus bölgeden ayrılırken putperest kökenlilerle Yahudi kökenlilere ayrı başkanlar atamıştır29. Kudüs’ün 70 yılında Titus tarafından yakılıp yıkılması ve buradaki cemaatin Ürdün yakınlarındaki Pella’ya göç etmesi Antakya’nın Hıristiyan dünyasının önderi konumuna gelmesine yol açmıştır30. Bu tarihten sonra misyon faaliyetlerinin merkezi artık Antakya oluyordu. İşte Antakya’nın bir episkoposluk merkezi haline gelerek “Suriye Episkoposluğu” unvanının kullanılmaya başlanması da bu döneme rastlamaktadır31. Suriye, Lübnan, Mezopotamya ve Anadolu’da yürütülen misyon çalışmaları Antakya Süryani Kilisesi’ne bölge kiliseleri arasında üstün bir konum kazandırmıştı. 3. yüzyılın sonunda Antakya Kilisesi Suriye, Fenike, Arap Vilayetleri, Filistin, Kilikya, Kapadokya Kıbrıs, Mezopotamya ve İran toprakları üzerinde 12 metropolitlik ve 137 piskoposluğu yönetmektedir32. Yapılan bu çalışmalar çok geçmeden Roma İmparatorluğu’nun da dikkatini çekecek ve Süryaniler baskı ve zulüm dolu günler geçireceklerdir. Her ne kadar Hıristiyanlık ilk dönemlerinde Roma İmparatorluğu’nda hoşgörü ile karşılanmışsa da 2. yüzyıldan itibaren bu durum değişmeye başlamıştır33. 27 Çelik, a.g.e., s. 52. Bilge, a.g.e., s. 74. 29 Durak, a.g.m., s. 191. 30 Çelik, a.g.e., s. 53. 31 A. J. Maclean, “Syrian Christians”, Encyclopedia of Religion and Ethics, Ed. James Hasting, Vol. XII, Newyork, Charles Scribner’s Sons, 1955, s. 168; Bilge, a.g.e., s. 75. 32 Çelik, a.g.e., s. 61-63. 33 Mehmet Çelik, Ortadoğu Mozaiği Süryaniler-Nasturiler, Elazığ, Fırat Üniversitesi Yayınları, 1996, s. 23. Başlangıçta Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı Yahudiliğin bir mezhebi olarak algıladı. Çünkü onlar yukarıda da belirtildiği gibi Musa şeriatına göre hareket etmekte ve havralara gitmekteydiler. Daha sonra meydana gelen baskıların sebebi, Hıristiyan inancının imparatorun yetkilerine sekte vurmaya başlaması olabilir. Çünkü bu din evrensel bir nitelik kazanmaya başlamıştı, bütün dünyaya yayılacağını, Mesih’in kısa süre sonra geleceğini, inananlar dışında herkesin yok olacağını, bir devletin egemenliğinin değil bir dinin egemenliğinin kabul edileceğini ve bu dinin diğer dinleri yok edeceğini savunuyordu. Bu söylemlerin tesiri devletin mevcut düzenini bozmaya yeteceğinden hoşgörü ortamı biranda yerini zulme bırakmıştır. Çelik, Süryani…, s. 65; Çelik, a.g.m., s. 35; Çelik, Ortadoğu..., s. 24. 28 8 Yapılan zulümler o kadar ağır olmuştur ki bu dönem “Zulüm ve Şehitlik Çağı” olarak anılmıştır. Bu dönem 313 yılında İmparator Konstantin tarafından Milano Fermanı’nın yayınlanmasına kadar devam etmiştir34. Bu ferman ile herkes istediği dinin buyruklarını yerine getirmekte özgür olacaktı. Hıristiyanlık inancının serbest bırakılması ile birlikte bu defa da teolojik tartışmaların başladığını görmekteyiz. Hıristiyanlık her şeyden önce İsa Mesih anlayışı üzerine temellenen bir inanca sahip olduğu için İsa’nın şahsiyeti ile ilgili meseleler ilk dönemlerden itibaren sürekli tartışma konusu olmuş, bu tartışmalar da farklı görüşlerin doğmasına neden olmuştur. Özellikle 4. yüzyılda konuşulan konular, daha sonraki dönemlerde ana kilisenin parçalanması sonucunu doğurmuş ve 5. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar meydana gelen ayrılmalar bu müstakil kiliselerin oluşumuna neden olmuştur35. 2. yüzyıldan itibaren Baba, Oğul ve Ruhü’l Kudüs ile ilgili olarak ortaya atılan farklı görüşler, bazen Babayı ön plana çıkarmakta bazen de Oğul ve Ruhü’l Kudüs’ün varlığını yücelterek Baba’nın birliğini tehlikeye düşürmekteydi36. Tüm bu tartışmalara şüphesiz Antakya Kilisesi de seyirci kalmamıştır. İsa’nın erken dönemlerden itibaren Tanrı’nın enkarnasyonu37 olarak kabul edilmesi, onun yeryüzünde yaşarken bedene bürünmesi dolayısıyla insani özelliğinin mi yoksa ilahi özelliğinin mi ağır bastığı tartışmasını gündeme getirmiş ve bu tartışmaların sonunda 3. yüzyıla gelindiğinde Hıristiyan dünyasında İsa’nın şahsiyeti ile ilgili birtakım popüler görüşler ortaya çıkmıştır38. 34 Özcoşar, a.g.e., s. 29. Seyfeli, a.g.e., s. 12. 36 Çelik, Süryani…, s. 81. 37 Enkarnasyon, esas itibariyle ulûhiyetin tezahûrat dünyasına girmesi, sonra Allah’ın insan şeklinde peyda olması, hulûl demektir. Yani Allah’ın Hz İsa şekline girmesi demektir. Hıristiyanlığın temel inanışlarından biridir.Bu doktrine göre insan o kadar suçludur ki, yalnız Allah tarafından kurtarılabilir ama bu kurtuluş bir insan tarafından icra edilebilir. Bunun için İsa’da hem ilahi hem de insani tabiatın mevcut olması insanların kurtulması için şarttır. Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1955, s. 226; Mehmet Taplamacıoğlu, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Ankara, Güneş Matbaacılık, 1966, s. 187. (120. dipnot) 38 Bu görüşlerden ilki Oğulu Babaya tâbi kılan ve ikinci dereceye koyan “Subordionist” akımdır ki bu görüşü savunanlar; İsa’da ilahlık unsurunun bulunmadığı sadece insanlık unsurunun bulunduğu fikrini 35 9 Bu farklı görüşler sonraki dönemlerde tartışmaların alevlenmesinde büyük rol oynamışlardır. Her ne kadar ilk temsilcileri zamanında aforoz edilmişlerse de kendilerinden sonra gelen din adamlarının fikirlerine örnek teşkil etmişlerdir. Bu ilk dönemlerdeki ilahiyat tartışmaları kiliselerde ve tabii Antakya Kilisesi’nde bir bölünmeye sebep olmamıştır. Ancak tüm bunlara rağmen ortaya atılan ve savunulan görüşler ilerleyen zamanda çok ciddi kristolojik çarpışmaların doğmasına zemin hazırlamıştır. İşte bu kristolojik çarpışmaları sonlandırmak adına çeşitli konsiller düzenlenmiştir. Bu bağlamda 325 yılında İznik Konsili toplanmıştır. Bu konsilde Arius ve Athanasius’un birbirlerine zıt görüşleri tartışılmış39 ve sonuçta konsil Athanasius’un formülünü onaylamış, Arius’un mezhebini mahkûm ederek Arius ve taraftarlarını da aforoz etmiştir. Konsil İznik İnanç Bildirgesi adı altında kabul ettiği Credo (Amentü - İman İkarı) ile ilk kez resmi bir itikatname saptamıştır40. kabul etmişlerdir. Mehmet Aydın, “Hıristiyanlık”, DİA, C. XXVII, Ankara, 2002, s. 347. İkinci görüş, öğretilerinin temelinde Yahudi aleyhtarlığı olan Sinoplu Marcion’un başını çektiği “Marcionist” görüştür ki bu görüş Eski Ahid Tanrısıyla Yeni Ahid Tanrısı arasında ayrım olduğunu savunuyordu. Konuyla ilgili geniş bilgi için Bkz. Şinasi Gündüz, “Sinoplu Marcion’un Gnostik Teolojisi”, Hoşgörü Yılı ve İnanç Turizminde Göller Bölgesi Sempozyumu, Isparta, 2001, s. 131147; Bülent Şenay, “Merkuniyye”, DİA, C. XXIX, Ankara, 2002, s. 207-208; H.Dermot Mcdonald, “Markion”, Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel Sel, Levent Kınran, Gn.Yay.Yön. M. Ali Şimşek, İstanbul, Yeni Yaşam Yayınları, 2004, s. 106-107. Diğer görüş ise; Monarşianizm görüşüdür. Bu görüş savunucuları iki gruba ayrılır. Şekilci Monarşistler’in görüşüne göre, tek bir ilahi varlık kendini “Baba”, “Oğul” ve “Kutsal Ruh” olarak göstermiştir ve teslis diye de bilinen bu üçlü isim ilahi aktivitenin geçici tezahürlerinden başka bir şey değildir. Dinamik Monarşistler ise; İsa’nın ezeli olmayıp yaratılmış ve Tanrı’nın cisimlenmiş şekli olmayıp ilahi gücü Tanrı’dan almış insan olduğunu savunuyorlardı. Abdülvahid Vafi, “Hıristiyan İnancının Teslise Dönüşmesi ve Teslisin İlk Kaynakları”, Çev. Hidayet Işık, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 6, 1996, s. 387; Kaçar, a.g.m., s. 194. 39 Athanasius ve Arius Kelâmın doğasını farklı şekilde algılıyorlardı. Athanasius’a göre İsâ’da beden alan Kelâm, yani Tanrı Sözü, ezeliydi, yaratılmamıştı ve baştan beri Tanrıyla birlikte idi. Arius’a göre ise Tanrı Kelâmı ezeli değildi, Tanrı tarafından, evren yaratılmadan önce ama zaman içinde yaratılmıştı. Arius’un görüşleri ve İznik Konsili ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Rowan Williams, “Athanasius and the Arian Crisis”, The First Christian Theologians, Ed. G. R. Evans, United Kingdom, Blackwell Publishing, 2004, s. 157-167; Mustafa Sinanoğlu, “İznik Konsili”, DİA, C. XXIII, Ankara, 2002, s. 549-551; Çelik, Süryani…, 107-123; Kaçar, a.g.m., s. 200-204; Sümer, a.g.t., s. 55-57. 40 “Göğün ve yerin, görünen ve görünmeyen kainatın yaratıcısı, kadir-i mutlak tek bir Baba Tanrı’ya; Tanrı’nın biricik Oğlu, tek bir Rab İsa Mesih’e, yegane doğrulmuş babanın özünden (homoousios) doğmuş, Tanrı’dan Tanrı, nurdan nur, gerçek Tanrı’dan gerçek Tanrı olduğuna, tevlid edildiğine, yaratılmadığına, baba ile aynı tabiatta olduğuna, gökte ve yerde bulunan her şeyin onun vasıtasıyla yaratıldığına, biz insanlar ve bizim kurtuluşumuz için semadan indiğine, bedenleştiğine ve insan olduğuna, ıstırap çektiğine, üçüncü gün mezardan dirildiğine ve göğe yükseldiğine, ölüleri ve dirileri yargılamak üzere geri geleceğine ve kutsal ruha inanırız. Tanrı’nın Oğlunun ezeli olmadığını, doğmadan önce varolmadığını, yoktan veya babadan farklı öz ve tabiatta olduğunu, onun değişim ya da dönüşüme açık yaratılmış olduğunu söyleyenler ekümenik kilise tarafından aforoz 10 Konsilde kabul edilen inanç ilkeleri, ilahiyat tartışmalarına son vereceği yerde daha da şiddetlenmesine ve Hıristiyan dünyasının parçalanmasına yol açmıştır. Oğul’un Baba ile aynı özden olması ve Baba’nın Oğul’da canlandığının kabulü, “İsa’da insani ve Tanrısal özler arasındaki ilişki” sorununu ortaya çıkarmış bu sorun da kiliseleri 5. ve 6. yüzyılda altüst etmiştir41. İznik Konsili’nden sonraki dönemde devam eden karışıklıklar bir yandan kiliseleri yıpratırken bir yandan devletin iç düzenini bozmuştur. Kısa zaman aralıkları ile iş başına gelen imparatorlar bazen Ariusçuları bazen de Arius karşıtlarını destekleyip sürgün ve baskılarla mevcut sorunu çözmeye çalışmışlardır. Ancak bu tutum durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramamıştır42. Bu dönemde Antakya Süryani Kilisesi zaman zaman Ariusçuların zaman zaman da karşıtlarının eline geçmiştir. İznik İtikatnamesi ile kabul edilen Teslis dogmasına karşı gösterilen tepkiler, Arius’un ölümünden sonra da devam etmiş ve uknumların mahiyeti üzerinde çok çetin tartışmalara sebep olmuştur43. Bu bağlamda İstanbul patriklik makamını işgal eden Makedonius’un ortaya attığı görüşler bir anda tartışmalara sebebiyet verdi44. Bu yeni görüş 381 yılında İstanbul Konsili’nin toplanmasına neden olmuş ve konsilde Makedonius’un görüşleri aforoz edilerek Kutsal Ruh’un Tanrı’nın ruhu ile aynı olduğu görüşü İznik İtikatnamesi’ne eklenmiştir45. 5. yüzyılda doğu kilisesi iki teolojik ekole sahipti. Birincisi İskenderiye ekolü ki Yeni Eflatuncu felsefenin temelleri üzerine bina edilmiş olup, İsa’nın Mark Edwards, “The First Council of Nicea”, The Cambridge History of Christianity, Vol. I, Ed. Margaret M. Mitchel, Frances M. Young, Cambridge, University Press, 2006, s. 561 edilecektir.” 41 Çelik, Süryani…, s. 121. Çelik, Süryani…, s. 131. 43 Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 1998, s. 101. 44 Makedonius, İsa’nın ne Tanrı ne de Tanrı’nın oğlu olduğunu dolayısıyla onunla aynı özden olamayacağını savunuyordu. O ayrıca Kutsal Ruh’un ulûhiyetine karşı çıkmış ve resmi Hıristiyanlığın kabul ettiği Kutsal Ruh’un ulûhiyetine inanmanın zorunlu olmadığını söyleyerek onun yaratılmış olduğunu iddia etmiştir. Çelik, Süryani…, s. 134; Aydın, a.g.e., s. 101. 45 Aydın, a.g.e., s. 102. “Babadan gelen, Baba ve Oğulla beraber tapınılan ve yüceltilen diriltici hayat kaynağı Rab-Kutsal Ruha inanıyoruz. O ki, Peygamberler ve Resuller vasıtasıyla kutsal, toplumsal ve elçisel tek bir kiliseye muhatab olmuştur. Günahların bağışlanması için tek bir vaftizi kabul ediyoruz. Ölülerin dirilişini ve gelecek yaşamdaki yeni ebedi hayatı bekliyoruz.” Akyüz, a.g.e., s. 183. 42 11 şahsında cesetlenmiş bir Tanrı’dan bahsederek İsa’nın Tanrısal tabiatı üzerinde ısrar ediyordu. İkinci ekol ise Antakya ekolüydü. Bu ekol eski Grek tesiriyle Aristo mantık ve felsefesinin temelleri üzerine kurulmuştu. Bu ekol İsa’nın insan tabiatı üzerinde duruyordu. İskenderiye ekolü İsa’nın şahsiyetindeki birlik üzerinde durmuş, iki tabiatın ayrılığını inkâr etmiştir. Antakya ekolü ise, İsa’nın tabiatındaki ayrılık üzerinde ısrar ederek İsa’nın şahsiyeti ile kelimenin ayrılığını ispata yönelmiştir. İşte bu iki karşıt görüşten doğunun iki büyük itizali doğacaktır: Monofisitizm ve Nastorianizm 46. Toplanan bu konsiller itizallerin son bulmasına yetmemişti. İstanbul Piskoposu Nastorius Hıristiyanlığı’nın tarafından parçalanmasına ortaya atılan yeni neden olacaktır. görüş Doğu Nastorius İncil’i yorumlayarak, “Tanrı’nın vücud, ilim ve hayat sıfatlarını içinde barındıran tek bir varlık olduğunu savundu. Bu sıfatlar bizzat Tanrı’nın kendisi olmadığı gibi zatına ilave edilmiş de değildi. Nastorius, ilmi; konuşma ve söz olarak yorumlayarak Tanrı’nın söylemekteydi” 47 mürekkeb bir varlık değil basit olduğunu . Ona göre; İsa’da biri beşeri diğeri ilahi olmak üzere iki doğa vardır. Diofizitçilik de denen bu görüşe göre, İsa beşeri tabiatıyla tam insan, ilahi tabiatıyla da tam bir ilahtır. Bu iki tabiat İsa’da müstakil olarak bulunmakta önce veya sonra birleşme söz konusu olmamaktadır48. Meryem ise, gövdelenen kelamı değil, insan olan ve tanrısallıkla ilgisi olmayan İsa’yı doğurmuştur. Bu yüzden Meryem’e Theotokos (Tanrı annesi) denemez, o yalnız İsa’nın anasıdır (Christotokos). Yani İsa’nın insaniyetinin annesidir, ulûhiyet tabiatının değil. O Tanrı taşıyıcısı ya da Tanrı annesi olamaz49. Nastorius’un görüşlerinin kısa zamanda ülkenin pek çok yerine yayılarak İskenderiye’de de yandaşlar bulması dönemin İskenderiye Piskoposu Cyrill’in tepkisine neden oldu. Çünkü İskenderiye’nin, içinde tanrısal ve insani tabiatın birleştiği “Tanrı-insan” doktrini Nastorius’un bu 46 Aydın, a.g.e., s. 102. Albayrak, a.g.e., s. 74. 48 Mehmet Aydın, “Hıristiyanlıkta Teslis Doktrini ve Hıristiyan İ’tizalleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, C. V, 1982, s. 151. 49 Çelik, Süryani…, s. 151; Aydın, “Hıristiyanlıkta...”, s. 151. 47 12 görüşlerine oldukça zıttı50. Nastorius’un muhalifleri onu, Tanrı’nın doğduğunu, öldüğünü ve tekrar yükseldiğini iddia etmekle suçluyordu51. En önemli muhaliflerinden olan Cyrill de Nastorius’u İsa’yı iki şahsa ayırıp, Meryem’in insan olan İsa’nın mı yoksa Tanrı İsa’nın mı anası olduğu sorusunu ortaya atmakla suçlamaktaydı52. Ona göre önce Kelime vücud bulmuş daha sonra da İsa’nın şahsında cisimlenmişti53. Ayrıca Roma’da bir konsil düzenleyen Papa Celestine de “Tanrı’nın doğuşunu ve Meryem’in Tanrı anası unvanını inkâr eden” bu yeni doktrini “Rafizi” olarak kabul ederek Nastorius’a cephe almıştı54. Bu iki din adamının faaliyetleri sonucu kilise kavgalarına bir son vermek isteyen İmparator II.Theodosius 431 yılında Efes’te üçüncü Ekümenik Konsili topladı. Bu konsilde, İznik ve İstanbul Konsillerinde kabul edilen İsa Mesih’in Baba ile aynı özden oluşu görüşü onaylanarak “Katolik Credosu” kabul edildi. İsa’nın doğaları konusunda çıkan tartışmalar “İsa’da iki tabiat (Hypostatiquement) birleşmiş, insaniyet ve ulûhiyet tek bir uknum olmuştur” şeklinde kararlaştırıldı55. Ayrıca ilk iki konsilde söz konusu edilmeyen Meryem’e de bu konsilde resmen “Theotokos- Tanrı Anası” unvanı verildi ve ona “İnsan Anası” diyenler aforoz edildi56. Nastorius da görevinden alınarak sürgüne gönderildi. Nastorius’un fikirlerini devam ettiren Nasturiler, Bizans İmparatorluğu dışındaki Nsibis’e (Nusaybin) gelerek orada inançlarını yaymak için bir dinsel eğitim merkezi kurdular57. Urfa Piskoposluğu’na Hiba atanınca, Nasturiler, 50 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, s. 54. 51 Religion in the Middle East, s. 525. 52 Süleyman Hayrullah Çetin, “Türkiye’de Nasturi Hareketleri (1830-1926)”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1988, s. 2. 53 G. R. Evans, “Eutyches, Nestorius and Chalcedon”, The First Christian Theologians, Ed. G. R. Evans, United Kigdom, Blackwell Publishing, 2004, s. 244. 54 Evans, a.g.m., s. 244. 55 Aydın, “Hıristiyanlıkta...”, s. 152. 56 Çelik, Süryani…, s. 165. Nasturiler başlangıçta İsa’da beşeri ve ilahi iki ayrı tabiatın varlığını ileri sürdükleri için aforoz edilmişlerdi. Bununla birlikte daha sonra Nastorius’un görüşünden saparak İsa’daki Lâhût (Ulûhiyet) ve Nâsût’un (İnsaniyet) karışık olduğu fikrini savundular. Aydın, “Hıristiyanlıkta....”, s. 153. 57 Erol Sever, Asur Tarihi, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1993, s. 171. 13 Urfa’daki İlahiyat Okulu’nun canlandırmışlardır58. Hatta Nasturi eğilimleri ağır basan Hiba’nın59 önderliğinde Urfa İlahiyat Okulu’nun yeniden canlandığını ve bu yeni hareketin propaganda merkezi haline geldiğini görmekteyiz60. 441 yılına gelindiğinde Antakya mıntıkasında yönetimin Nastorius yanlılarına geçmesi İskenderiye ve Roma Kiliselerini endişelendirmiştir. İstanbul Kilisesi içinde bu sırada şiddetlenen teolojik tartışmalar yeni bir ekümenik konsil toplanmasına doğru gidiyordu61. Birinci Efes Konsili’nden sonra Nasturiliğe karşı baş gösteren tepkiler sonucunda doğan fakat tamamıyla zıt bir istikamette gelişen yeni bir cereyan ortaya çıkmıştı. Bu yeni cereyan, İsa’da iki tabiat yerine monophisite bir karakter görüyordu62. İsa’nın ilahi tabiatının üstünlüğüne inanan İskenderiye Piskoposu Cyrill ve onun taraftarları ile daha sonra İskenderiye Kilisesi’nin İstanbul temsilcisi Eutyches, İsa’da insani tabiatın okyanusta bir damla şarabın kaybolması gibi ilahi tabiat içinde kaybolduğu böylece İsa’da yalnız bir ilahi tabiatın mevcut olduğu neticesine vardılar63. İşte bu doktrine “Monofizitizm” bu görüşü savunanlar da “Monofizit” adı verilmiştir64. Monofizitlikle Ortodoks Hıristiyanlık arasındaki ilk çatışma İstanbul Patriği Flavian’ın Eutyches’i sapık olarak mahkûm etmesi ile başladı65. Papa I. Leon da neşrettiği meşhur Tomusunda (Bildiri) İstanbul Patriği ile aynı düşüncede olduğunu belirtmişti. Ancak Eutyches ve İskenderiye Patriği Dioskorus’un çalışmaları sonucunda 449 yılında tarihte Efes Haydutlar Konsili (Latrocinium)66 olarak bilinen İkinci Efes Konsili toplanmış ve bu konsil sonucunda monofizit inanç kabul edilmiştir. Konsil sonrasında İsa’da iki doğa 58 Çelik, Süryani…, s. 171. Kazım Sarıkavak, “Urfa-Harran Okulları ve Süryaniler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 93. 60 Joseph Molitor, Kildaniler ve Doğu Süryani Kilisesi, Çev. Erol Sever, İstanbul, Yaba yayınları, 2004, s. 17. 61 Çelik, Süryani…, s. 173. 62 Aydın, Müslümanların..., s. 104. 63 David F. Wrıght, “Konseyler ve İnanç Bildirgeleri”, Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel Sel Levent Kınran, Gn.Yay.Yön. M. Ali Şimşek, İstanbul 2004, s. 185; Aydın, “Hıristiyanlıkta...”, s. 154. 64 A.A. Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Çev. Arif Müfid Mansel, Ankara, Maarif Matbaası, 1943, s. 123. 65 Francis Dvornik, Konsiller Tarihi İznik’ten II. Vatikan’a, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990, s. 15. 66 Mark Edwards, “Synods and Councils”, The Cambridge History and Christianity, Ed. Winrich Löhr, Fred Norris, Augustine Casidey, Vol. II, Cambridge, University Press, 2007, s. 378. 59 14 bulunduğunu savunan tüm piskoposlar aforoz edilirken67, İskenderiye Kilisesi tüm doğunun fiili önderliğini eline geçirmiş oluyordu68. Ancak bu konsil de kilisedeki çatışmalara son vermemiştir. Monofizitler konsilden galip çıkmışlardı ama yeni İmparator Marcian ve karısı durumu kabullenememişlerdi. Marcian, 451 yılında Kalkedon’da (Kadıköy)69 IV. umumi konsilin toplanmasına karar verdi. Kadıköy Konsili deyim yerindeyse kaş yapayım derken göz çıkardı70. Konsil sonucunda Efes Konsili kararları mahkûm ve Dioskorus aforoz edildi. İman ilkeleri açısından monofizitliği reddeden ve Roma’daki Papa’nın görüşlerine uygun gelen, görünüşte uzlaştırıcı yeni bir dini formül bulundu71. Bu formül kendine bir bakıma bu iki zıt doktrin arasında bir yer buluyordu72. Kadıköy Konsili’nin ilginç yanı şudur ki; bir yandan Cyrill’i övüp öğretisini mahkûm ederken diğer taraftan diofizitizmi destekleyip Nastorius’u cezalandırmıştır73. Tüm itizallerin kaynağı olarak değerlendirilen İskenderiye Kilisesi ise bu konsil ile mahkûm edilmiş oluyordu. Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi’nin günümüz Patriği İğnatius I. Zekka Ivas, Bu konuda, “Kadıköy Konsili, sağlam imanı değiştirdikten ve İsa’ya ittihattan sonra iki tabiatlı diyen Nastorius’un sapıklıklarını destekledikten, tek olan kurtarıcıyı ikiye ayırdıktan sonra, toplayıcı kiliseyi ikiye bölerek, kilisenin evlatlarını birleştirmek yerine parça parça ederek dağıldı. İşte bu andan itibaren, ayrılıklar, husûmet beslemeler gruplar arasında yayıldı. Günümüzde bile bu ayrılıktan meydana gelen sıkıntılı işler devam etmektedir.” yorumunu yapmaktadır74. Kadıköy 67 Çelik, Süryani…, s. 190. İskenderiye Kilisesi’nin bu başarısını sindiremeyen Papa I. Leon, II. Efes Konsili’nin zaaf noktalarını ortaya çıkarıp, kendisini destekleyen episkoposları etrafında toplayarak, 449 yılında Roma’da bir sinod toplamış ve bu sinodda Dioskorus aforoz edilerek, Efes’de aforoz edilmiş tüm din adamlarının rütbeleri iade edilmiştir. Bunun üzerine Dioskorus’da İskenderiye’de bir toplantı tertip ederek, Leon’u aforoz eden bir karar yayınlamıştır. Nihat Durak, Süryaniler Açısından 451 Kadıköy Konsili, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1993, s. 11. 69 MÖ 685’de Boğaz’ın girişinde Kadıköy’ün olduğu yerde “Megariens”ler tarafından tesis edilen şehir. 70 Çelik, Ortadoğu..., s. 54. 71 Vasiliev, a.g.e., s. 130. 72 Durak, a.g.t., s. 45. 73 S.Aziz Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Çev. Nurettin Hiçyılmaz, İstanbul, Düz Yayınları, 2005, s. 200. 74 Durak, a.g.t., s. 46. 68 15 Konsili kararları siyasi bir öneme de sahiptir. Konsilin doğu kiliselerini zayıflatan kararlar alması uzun süreden beri güçten düşürülmeye çalışılan doğu kiliselerinin büyük tepkisi ile karşılaştı. Devletin ülkede dini birliği sağlamak için başvurduğu şiddet sonucunda da monofizit düşüncenin yandaşları arasında güçlenen ulusçuluk duygusu doğu halklarının ayrı ve özerk kiliseler kurmalarına sebep olmuştur ki konsilin en önemli sonuçlarından biridir75. Yani bu tarihe kadar aynı inancı paylaşmakta olan bu dört elçisel merkez Katolik ve Ortodoks olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. İstanbul ve Roma merkezleri “evrensel” anlamına gelen Katolik adını alırken, Antakya ve İskenderiye ise “gerçek inanç” anlamına gelen Ortodoks adını kullanmışlardır76. Kadıköy Konsili’nde aforoz edilen monofizit görüş taraftarları ise, konsil sonrası çeşitli tarihlerde konsili ve kararlarını kabul etmediklerini yerel konsillerinde ilan etmişlerdir. Bağımsız Süryani, Ermeni, Kıptî77 ve Habeş Kiliseleri de bu görüşü benimseyen kiliselerdir78. Antakya Süryani Kilisesi İznik Konsili’ne kadar Hıristiyan dünyasının en eski kilisesi olma şerefini ve manevi üstünlük niteliğini korumuşken 451 yılından itibaren Bizans’ın din kisvesi altında yürüttüğü sindirme ve yok etme politikası sonucu baskı altına alınmaya çalışılmış ve çok acımasız kırımlara maruz kalmıştır. Bu kilisenin hedef alınmasının en büyük nedenlerinden birisi konumu itibariyle stratejik bir noktada bulunmalarıdır. Süryanilerin Bizans ile Pers İmparatorluğu’nun güç gösterisinde bulundukları bir alanda yaşıyor olmaları onların hedef olmalarına neden olmuştur79. Kadıköy Konsili sonrasında devam eden isyanlar neticesinde İmparator Zenon 482 yılında “Henetikon”u yani “Birlik Yasası”nı neşretmiştir. Bu yasa ile hem Nastorius hem Eutyches aforoz edilmekle birlikte, “tek doğa” “çift doğa” deyimlerinin telaffuzundan olduğu gibi Ortodoks görüş ya da 75 Şimşek, a.g.e., s. 71. Akyüz, a.g.e., s. 185. 77 Mısır’ın Monofizit Hıristiyanlarına verilen isim. 78 Olivier Clément, “Ortodoks Mezhebi”, Din Fenomeni, Ed. Jean Chevalier, Çev, Mehmet Aydın, Konya, Tekin Kitapevi, 1993, s. 203; Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983, s. 33; Religion in The Middle East, s. 350-351. 79 Şimşek, a.g.e., s. 72. 76 16 monofizitizm lehine herhangi bir zorlayıcı ifadeden de kaçınılıyordu80. Ancak bu da soruna bir çözüm getirememiştir. İmparator Justinian zamanında Süryaniler aleyhine çok ağır bir ferman yayınlanmıştır. Çıkan ayaklanmalar çok şiddetli şekilde bastırılmıştır. Bu olaylardan sonra artık tek doğa yanlısı Antakya ve İskenderiye Kiliseleri tamamen çökmüş mensupları da çeşitli yerlere saklanmak zorunda kalmışlardır81. Bu ortamda Yakup Baradaeus82’un ortaya çıkması durumu değiştirecektir. Onun Evrensel Piskopos olarak takdis edilmesi tabiri caizse Süryani Kilisesi’ni yeniden diriltmiştir. İşte Kadıköy yanlılarının Süryani Kilisesi’ne “Yakubi Kilisesi”, mensuplarına da “Yakubîler” yakıştırmasını yapmalarının sebebi Mor Yakup’tan dolayıdır83. Mor Yakup’un tükenmekte olan Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi’ni diriltip eski canlılığına kavuşturduğu bir gerçektir. Ancak o, kilisenin kurucusu değildir. Bu nedenle Süryani Kilisesi bu adlandırmayı şiddetle reddeder. Süryaniler Mor Yakup’tan yüzlerce yıl önce de vardı sonra da var olmuştur. Onun için Süryaniler Yakubi değil, Yakup bir Süryanidir demek daha doğru olacaktır. Bu tabirlerin birbiri yerine kullanılması ya da karıştırılması tarihi bir yanlıştır84. Yine Kadıköy yanlıları ve Şark bilimcileri, Süryani Ortodoks Kilisesi’ni Monofizitlikle suçlamaktadırlar. Oysa bu görüş kilise tarafından aforoz edilen Eutyches’in akidesini akla getirdiği için Süryaniler tarafından kabul edilmez. Süryani Kilisesi sadece Ortodokstur85. İtikadi ve siyasi açıdan çok önemli sonuçlar doğurmuş olan Kadıköy Konsili’nin kiliselerin bölünmesine sebebiyet verdiğini söylemiştik. Bu bağlamda Kadıköy Konsili kararlarını bir tasnif sebebi olarak almak 80 Ramazan Işık, Maruni Kilisesi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2003, s. 42. 81 Çelik, a.g.m., s. 38-39. 82 Bazı kaynaklarda Barados, Baraday, Burdhono şeklinde de kullanılmaktadır. 83 Françoise Micheau, “Copts, Melkites, Nestorians and Jacobites”, The Cambridge History of Christianity, Vol. V, Ed. Margaret M. Mıtchell, Frances M. Young, Cambridge, University Press, 2006, s. 377. 84 Kenan Altınışık, “Tarih ve Toplum Dergisi’nde Yayınlanan “Süryaniler” Yazısına Cevap”, Tarih ve Toplum, C. 40, Sayı. 240, Aralık 2003, s. 53. 85 Durak, a.g.t., s. 66-67. 17 mümkündür. Yani Süryani geleneğine bağlı kiliseler Kadıköy Konsili kararlarına bağlı olanlar ve olmayanlar olarak iki grupta incelenebilir. Bu tasnife göre; Kadıköy Konsili kararlarına bağlı olmayan kiliseler; Süryani Ortodoks Kilisesi, Nasturi Kilisesi ve Maruni Kilisesi olurken, Keldani Kilisesi, Süryani Katolik Kilisesi ve Melkit Kilisesi86 Kadıköy Konsili kararlarına bağlı olan kiliseler olarak kabul edilmişlerdir. Ayrıca bu grupları Batı ve Doğu Süryanileri olarak ayırmak da mümkündür. Bu kiliselerden başka 19. yüzyıldan itibaren Protestan misyonerlerinin faaliyetleri sonucu ortaya çıkan Süryani Protestan Kilisesi de bulunmaktadır. Burada bir kavram karmaşası karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Süryani denildiğinde bazen Keldani, bazen Nasturi bazen de Asuri ya da bunun tam tersi olarak Keldani ya da Nasturi denildiğinde diğerleri kastedilmekte ya da anlaşılmaktadır. Bu durumdan araştırmacılardan öte bu gruplara mensup kişiler de şikâyetçidirler. Sonuçta tüm bu gruplar aynı ırk ve aynı dinden olmalarına rağmen farklı mezheplere bölünmüşlerdir. Ancak bu da tartışma yaratmaktadır. Çünkü Nasturi toplumu haricindeki diğer adlandırmalar Hıristiyanlıktan önce de kullanılmaktaydı. Bu durumda bu gruplardan birini ön plana çıkarmak için yapılan tüm açıklama ve iddialar diğer gruplar için de geçerli olacaktır. Olaya ırki açıdan değil de Hıristiyanlık nokta-i nazarından baktığımız zaman sorun azalmakla birlikte tam olarak çözüme kavuşturulamamaktadır. Grupların dini inançları açıklanarak bakıldığında Hz İsa ve Meryem’e bakış açılarından kaynaklanan ayrılıkların ayrı ayrı mezhepler olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Ancak bu durum liturjik uygulamalarda çok da fazla farklılıklara sebep olmamaktadır87. Süryaniler yaşadıkları coğrafyaya hâkim olan Bizans İmparatorluğu ve Sasanilerden dönem dönem çok büyük baskı ve zulüm görmüşlerdir. Süryaniler, Bizans İmparatorluğu’nun dini görüşünden farklı bir Hıristiyanlık inancına sahip olduklarından heretik sayılarak katliamlara uğramışlardır. Bazı Bizans İmparatorları döneminde imparatorun düşüncelerinden kaynaklanan 86 87 Melkit Kilisesi Kadıköy Konsili sonrasında Roma’ya bağlanmıştır. Albayrak, a.g.e., s. 70-71. 18 dönemsel bir rahatlık yaşadılarsa da genel olarak baskı ortamı her zaman devam etmiştir. İslam fetihleriyle birlikte Suriye ve Mısır ile birlikte Sasanilerin elinde bulunan topraklar Müslümanların eline geçmiştir. Bu fetihler sonucunda bu topraklarda yaşayan Hıristiyan cemaatler dolayısıyla Süryaniler ve Nasturiler de İslam idaresi altında toplanmışlardır. Yine bu fetihler sonucunda yıllardır Bizans ve Sasani Devletleri’nden zulüm gören Hıristiyanlar daha rahat bir hayata kavuşmuşlardır. Birçok kaynakta da Hıristiyanların bu fetihler sırasında eski devletlerinin zulmünden kurtulabilmek için Müslümanlara direnmedikleri yönünde bilgiler mevcuttur. Dört Halife, Emevi ve Abbasi dönemlerinde Süryaniler Müslümanlardan saygı görmüşlerdir. Türklerin Anadolu topraklarına ilk gelişlerinde de burada yaşayan Süryanilerle ilişkileri oldukça olumlu seyretmiştir. Kimsenin dinine ve inancına karışmayan Türklerin fetihleri Süryaniler arasında sevinçle karşılanmıştır diyebiliriz88. Selçuklular ve Anadolu Beylikleri dönemlerinde İslam Hukuku’na göre yönetilen Süryanilerin Osmanlı Devleti dönemindeki statüleri de değişmemiştir. Kudüs’ün Yavuz Sultan Selim’in fethi ile Osmanlı topraklarına katılması sonucu bölgede yaşayan Süryaniler de Osmanlı idaresi altına girmişlerdir. Osmanlı Devleti fetihler sonucu çok sayıda din ve ırktan halkı bünyesinde toplamaya başlamıştır. İşte bu farklı din ve ırklara mensup halkları etnik kökenlerine bakılmaksızın gruplandırarak birey olmaktan ziyade cemaat üyesi vasfıyla yönetmek prensibine dayanan millet sistemi ile tıpkı Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerde olduğu gibi Süryaniler de bu sistemin bir üyesi olarak refah içerisinde yaşamışlardır. İslam’ın zimmet hukukuna dayanan yönetim anlayışı sayesinde ayin ve ibadetlerini özgürce icra etme, kendi dini liderlerini seçme, kiliselerini faal tutabilme yani özetle dini konularda tamamen özgür olma imtiyazlarını ellerinde bulunduran Süryaniler, İslamlaştırma politikasıyla 88 Osman Turan,Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, C.I, İstanbul, Turan Neşriyat, 1969, s. 203-204. 19 karşı karşıya kalmamışlar, tıpkı diğer cemaatler gibi baskıya maruz kalmadan hayatlarını devam ettirmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin giderek zayıflaması Batılı Devletlerin Osmanlı topraklarını paylaşma isteklerini yoğunlaştırmıştır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren doğunun zengin hammadde kaynakları Batılı Devletlerin emperyalist emellerini su yüzüne çıkarmıştır. Başta petrol olmak üzere zengin hammadde kaynaklarına sahip toprakların sömürgeleştirilmesi arzusu Osmanlı topraklarında Batılı Devletlerin birbirleriyle olan yarışını da beraberinde getirmiştir. Batılı Devletlerin emperyalist politikalarını gerçekleştirilebilmek için Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimleri kullandıklarını söylemek yanlış olmaz. Bunu yaparken kullandıkları en önemli kaynak da şüphesiz misyonerler olmuştur. Batılı Devletler, gönderdikleri misyonerler vasıtasıyla gayr-i Müslim topluluklar içerisinde bir ulus bilinci yaratmaya çalışmışlar bunda da başarılı olmuşlardır. Misyonerler dini konularda oldukça cahil buldukları cemaatleri eğitmek maksadıyla hareket ediyormuş gibi görünerek onlar arasında ayaklanma fikirleri oluşturmaya çalışmışlardır. Bu çalışmalardan Süryaniler de etkilenmişlerdir. Katolik misyonerlerin faaliyetleri sonucu pek çok Süryani Katolik olurken Protestan misyonerlerinin faaliyetleri de Protestan Süryani grubunun oluşması ile sonuçlanmıştır. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girince devlet bünyesindeki Hıristiyan azınlıklar, emperyalist devletlerin vaatlerine inanarak Osmanlı Devleti aleyhine ayaklanmış ve savaşmışlardır. Bu bağlamda bağlı bulundukları devlete karşı ayaklanan Süryaniler de savaş sonunda emperyalist devletlerin uğrayacaklardır. vaatlerinin tutulmaması ile hayal kırıklığına BİRİNCİ BÖLÜM OSMANLI DEVLETİ’NDE SÜRYANİLER 1. OSMANLI MİLLET SİSTEMİ ve SÜRYANİLER Bilindiği gibi Osmanlı Devleti bir Türk-İslam devletidir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan azınlıkların ve bu azınlıklardan biri olan Süryanilerin hukuki durumlarını daha iyi anlayabilmek için İslamiyet’in gayr-i Müslimler üzerindeki uygulamalarının bilinmesi gerekmektedir. İslam hukukunda “gayr-i Müslim” tabiri, İslamiyet’i din olarak kabul etmeyenler için kullanılır. Hz Muhammed’in Medine’ye hicreti ile birlikte İslam toplumu içinde Müslüman olmayanların durumunun ne olacağı sorunu ortaya çıkmıştı. İslam dini kendi hâkimiyeti altındaki tüm insanları mutlaka Müslüman olacaktır şeklinde algılamamıştır. Dinin tebliğine rağmen İslam’a girmeyen ama İslami yönetim altında kalmayı tercih eden gayr-i Müslimler de bir tebaa gibi düşünülmüş onlarla ilgili pek çok ayrıntılı hüküm konulmuştur1. İşte Hz. Muhammed’in Müslüman olmayanlarla yapmış olduğu anlaşmalar bu hükümlerin esasını teşkil etmiştir2. Buradan yola çıkan İslam kamu hukukuna göre de halk vatandaşlık hak ve ödevi olan Müslümanlar ile siyasi haklar ve tabi oldukları hukuk kuralları açısından onlardan farklı olan zımmîler olarak ikiye ayrılır. Zımmîler, İslam devleti tarafından ‘Zimmet’3 adı verilen bir anlaşmaya dayanarak korunan toplulukları oluştururlar. Şu halde diyebiliriz ki kendi dinlerini değiştirmeden İslam devletinin koruması altına girmeyi kabul 1 Ali Şafak, “Mukayeseli Hukuk Açısından Azınlık Haklarına Bir Bakış ve Ermeni Katolik Patrikliği ile İlgili Bir Fermanın Değerlendirilmesi”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı II, S. 38, MartNisan 2001, s. 653. 2 Hüseyin Gazi Yurdaydın, “İslam Devletinde Müslüman Olmayanların Durumu”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXVII, 1985, s. 97; Levent Ürer, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, İstanbul, Derin Yayınları, 2003, s. 116. 3 “Zimme”, himaye (koruma), sahip çıkma, koruma mecburiyeti, birinin emniyetini taahhüt etmek, kendileri ile sözleşilmiş ve yemin edilmiş kavim ve topluluk gibi manalara gelir. Bir fıkıh terimi olarak zimmet de; Müslüman cemaatin, İslam’ın üstünlüğünü tanımak şartıyla diğer ilahi dinlerin üyelerine bahşettiği dostluk ve korumayı içeren süresiz bir tür sözleşmeyi ifade etmektedir. Cevdet Küçük, “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 208; Ürer, a.g.e., s. 118; T.Tankut Soykan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimler Klasik Dönem Osmanlı Hukukunda Gayrimüslimlerin Hukuki Statüsü, İstanbul, 2000, s. 68. 21 eden ehl-i kitap kişilere zımmî denilmektedir4. İslam devleti içten ve dıştan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı zimmîleri korumayı, onların can, mal, ırz ve namusları ile dini hayatlarını ve mabetlerini emniyet altına almayı Allah adına taahhüt etmekteydi5. Tebaası oldukları İslam devletinin teminatı altında olan zimmîler, buna karşılık devleti yönetenlerin buyruklarına ve yasa hükümlerine uymak zorundadır. Zimmîler sahip oldukları ve ekip biçtikleri toprak üzerinden haraç, çalışacak durumda olan her yetişkin erkek birey için de kişi başına cizye denilen bir vergi ödeyeceklerdir. Buna karşılık askerlik hizmetinden muaf olacak6 ve kamu düzenini ilgilendiren konularda İslam hukuk kurallarına tabii olurken, özel hukuk açısından yani aile, miras, sosyal ve bir kısım ticaret hukuku konularında da kendi topluluklarının hukukuna bağlı kalacaklardı7. Kendi topraklarında başka din mensuplarına da geniş hayat hakkı tanıyan İslam hukukunun bu temel anlayışı tarih boyunca değişmeyen bir esas olarak varlığını Osmanlılara kadar sürdürmüştür. 600 yıllık tarihi boyunca Osmanlı Devleti yirmiye yakın din ve mezhep grubunu ve bir o kadar da etnik grubu yönetmiştir8. Tanzimat öncesi dönemdeki sistemin oluşum süreci Osmanlı Devleti’nin büyüme ve genişleme dönemiyle yakından ilgilidir9. Tanzimat’a kadar geçen dönemde ara sıra ufak değişiklikler olmakla birlikte genelde devletin izlediği politika bütün gayr-i Müslimler için aynıydı. Bu temel politika fethedilen bölgelerdeki gayr-i Müslim unsurların fetih öncesindeki durumlarının aynen korunması ilkesidir10. Ancak Osmanlı yenileşme hareketlerinin merkezinde duran Tanzimat Fermanı ile gayr-i 4 Gülnihal Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1996, s. 7-8. 5 Küçük, a.g.m., s. 208. 6 Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bazı Sorunlar ve Günümüze Yansımaları, Ankara, MEB Yayınları, 2002, s. 8. 7 Küçük, a.g.m., s. 209. 8 Ercan, a.g.e., s. 11 9 Canan Seyfeli, “Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin İdari Yapısı: Süryani Kadim Kilisesi Örneği”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 253. 10 Canan Seyfeli, “Osmanlı Devlet Salnamelerinde Süryaniler (1847-1918)”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 50. 22 Müslimlerin idare sistemi yeniden yapılanmış çıkartılan nizamnamelerle birlikte yeni bir biçim kazanmaya başlamıştır11. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin gayr-i Müslimler için izlediği politika iki dönemde incelenebilir; Klasik Dönem ve Nizamnameler Dönemi (Millet Sistemi). Klasik dönemde Osmanlı topraklarında Müslümanlığın dışında üç değişik din vardı. Bunlar Museviler, Sabiiler ve Hıristiyanlardı12. Sabiiler’in sayısı yok denecek kadar azdı. Diğer iki gruptan en kalabalık olanlar Hıristiyanlardı. Museviler ise sayıca Hıristiyanlardan az olmalarına rağmen ekonomik alanda etkinlikleri oldukça fazlaydı. Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimler için iki çeşit sınıflandırma yapmak mümkündür. I. Din ve Mezhep Bakımından: A. Hıristiyanlar 1. Katolikler a. Latinler (Doğuda bazı bölgelerde çok küçük gruplar halinde bulunan bu topluluklar, ayin ve ibadetlerini Latince yaptıkları için bu isimle anılırlar) b. Katolik Ermeniler c. Katolik Gürcüler d. Katolik Süryaniler e. Keldaniler f. Maruniler g. Katolik Kıptiler h. Katolik Rumlar 2. Katolik Olmayanlar a. Ortodokslar (Pavlaki, Thondraki, Selikian ve Bogomiller dahil) b. Gregoryenler c. Nasturiler (Doğu Süryanileri) d. Yakubi-Süryaniler (Batı Süryanileri- Süryani Kadimler) e. Melkitler 11 12 Seyfeli, “Osmanlı Devleti’nde…”, s. 253. Ehl-i kitap dinden sayılan Mecusiler Osmanlı Devleti sınırları içinde hiç yaşamamışlardır. 23 B. Museviler 1. Rabbaniler 2. Karailer 3. Samiriler C. Sabiiler II. Etnik Bakımdan: A. Rumlar B. Yunanlılar C. Bulgarlar D. Sırplar E. Hırvatlar F. Karadağlılar G. Bosnalılar (Osmanlı yönetimine girdikten sonra İslamiyet’i kabul etmeye başladılar. Müslüman Bosnalılara Türkçe’de Boşnak denir.) H. Arnavutlar(Osmanlı yönetimine girdikten sonra %70 kadarı Müslüman oldu.) I. Romenler İ.Türkler (Gagavuzlar/Gökoğuzlar) J. Macarlar K. Çingeneler (Osmanlı yönetiminde çingenelerin yarıya yakını müslüman oldu.) L. Ermeniler M. Gürcüler (%30’a yakını Müslüman oldu.) N. Süryaniler O. Keldaniler P. Araplar (Maruni, Melkit ve diğer Hıristiyan Arap Grupları) R. Kıptiler (Mısır’ın Araplar’dan önceki yerli halkı) S. Habeşler (Bir kısmı Hıristiyan bir kısmı Müslümandır.) T. Polonyalılar 24 U. Yahudiler13 İşte özünde İslam’ın Zimmî Hukuku’na dayanan, Osmanlı idaresi altında yaşayan çeşitli ırk, din ve mezheplere mensup toplulukların etnik kökenlerine bakılmaksızın mezhep ya da dinlerine göre gruplandırıldığı bu sisteme Millet Sistemi denilmektedir. Yani Osmanlı Devleti zimmîleri birer birey olarak değil, bir cemaatin üyesi olarak muhatap almış, bu ayrımı da örneğin; Türk, Bulgar, Arap ya da Rum olarak değil Hıristiyan, Yahudi vs. olarak yapmıştır14. Bu sistemde her dini grubun en yüksek rütbeli din adamlarından biri, kendi cemaatleri tarafından o grubun şefi olarak seçilir ve kendi topluluğunu düzenlemek ve yönetmekle görevlendirilirdi. Bu yetki de devletin verdiği beratlar sayesinde olurdu. Böylece bu gruplar kendilerine tanınan haklar çerçevesinde, Osmanlı egemenliğinde ama devlet içinde devlet gibi kendi din, hukuk, gelenek ve eğitim sistemlerini baskı görmeden uygulayabilmişlerdir15. Cemaat liderleri yalnızca dini otoriteyi değil, aynı zamanda idari otoriteyi de temsil ettikleri için kendilerine Millet Başı denilmiş ve yönetimlerindeki cemaatten hükümete karşı sorumlu olmuşlardır. Bu sistemin yararlarından biri tasnif sayesinde toplumların hüviyetlerini belirleyebilmektir16. Ayrıca tek tek bireyleri değil cemaatleri muhatap alan bu sistemle toplumu yönetmek daha kolay ve akıllıcaydı17. Millet sisteminin bir diğer fonksiyonu da gayr-i Müslimlerin politik ve ekonomik sisteme katılmalarını sağlaması idi18. Osmanlı Devleti’nin gayr-i Müslimlere tanıdığı haklar oldukça ayrıntılı olmakla birlikte tamamen başka bir çalışmanın konusu olabilir. Biz şu 13 Yavuz Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukuki Durumları, Ankara, Turhan Kitabevi, 2001, s. 52-53. 14 Gül Akyılmaz, “Tanzimat’tan Önce ve Sonra Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerim Hukuki Statüsü”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı II, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 671-672. 15 Bozkurt, a.g.e., s. 10. 16 Bozkurt, a.g.e., s. 10. 17 Nuri Adıyeke, “Islahat Fermanı Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi ve Gayrimüslimlerin Yaşantılarına Dair”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 256. 18 Ali Güler, XX. Yüzyıl Başlarının Askeri ve Stratejik Dengeleri İçinde Türkiye’deki Gayrimüslimler (Sosyo-Ekonomik Durum Analizi), Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1996, s. 9. 25 kadarını söyleyebiliriz ki Osmanlı topraklarında yaşayan farklı etnik kökenden gelen farklı din ve mezheplere mensup bütün gruplar, İslam Hukuku’nun gayr-i Müslimlerle ilgili hükümleri ile birlikte zaman zaman çıkarılan örfi hükümlerin de sağladığı bir düzen içinde yıllarca yaşadılar. Başlangıçta klasik İslami hoşgörü şeklinde kendini gösteren bu uyum Fatih Sultan Mehmet döneminde gayr-i Müslimlere verilen haklarla hukuki bir zemin kazanmıştır. İstanbul’un fethinden sonra, Gennadios Scholarias’ın Ortodoks Patriği atanması ve Ortodokslara geniş özerklik verilmesi daha sonra Ermeni ve Yahudiler için de benzer özerkliklerin sağlanması ile başlayan19 bu hukukileşme zeminiyle gayr-i Müslimler, Osmanlı topraklarının neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, hangi ırka mensup olurlarsa olsunlar, inançlarına göre gruplandırılmışlar ve yönetim merkezi İstanbul’da olan bir milletin üyesi olarak Osmanlı siyasi ve idari sistemine bağlanmışlardır20. Gerçekten de Osmanlı Devleti çağdaşları arasında başka dinlere mensup olanlara en müsamahalı davranan devletti21. Roma İmparatorluğu yönetiminde Yahudiler’in ve Hıristiyanların, Orta Çağda Avrupa’da Yahudiler ve İspanyol Müslümanlarının (Endülüs Emevi Devleti) Katolik Hıristiyanlar’dan zulümler gördüğü, İspanya’da engizisyon vahşetinin had safhada bulunduğu, Kromvel’in askerlerinin İrlandalı Katolikleri katlettiği, Fransa Kralı’nın emri ile Protestanlar’ın yok edilmeye çalışıldığı bir dönemde22 farklı mezheplere bağlı dindaşlarına bile tahammül edemeyerek her türlü zulmü reva gören Hıristiyanların durumu23 göz önüne alınacak olursa, dinlerinden dolayı baskı ve zulüm gören gayr-i Müslimlere her zaman 19 Bilal Eryılmaz, “Osmanlı Devleti’nde Farklılıklara ve Hoşgörüye Kavramsal Bir Yaklaşım”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 236. 20 İbrahim Özcoşar, “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi ve Süryani Kadimler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 210. 21 Ziya Kazıcı, “Osmanlılarda Hoşgörü”, Türkler, C.X, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 223. 22 Halit Ertuğrul, Azınlık ve Yabancı Okullar Türk Toplumuna Etkisi, İstanbul, Nesil Basım Yayın, 1998, s. 44. 23 M. Hidayet Vahapoğlu, “Yönetim ve Azınlıklara Bakış Açısından Osmanlı Devleti”, Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı, C. VIII, S. 22, 1996, s. 43. 26 kucak açan Osmanlı Devleti’nin din ve vicdan hürriyeti konusunda ne kadar ileride olduğu anlaşılır. Osmanlı Devleti uygulamada din ve vicdan hürriyeti açısından oldukça istikrarlı görüntü çizerken, gayr-i Müslimlerin ayin ve ibadetlerini serbestçe icra edebilmelerine elverişli bir nitelik taşır. Osmanlı Devleti her şeyden önce bir İslamlaştırma politikası gütmemiştir. Din işlerinde serbest olan gayr-i Müslimler çoğunluğu Müslüman olan bölgelerde bile Müslümanları rahatsız etmeden ibadetlerini yerine getirebilmişlerdir. Gayr-i Müslimlerin ibadet yerlerinin ve dinsel başkanların durumu verilen fermanlarla belirtilmiştir. Buna göre ibadet yerlerinin bütünüyle bir dokunulmazlığı vardı. Kiliseler ve ruhban sınıfı her türlü tecavüze karşı korunmaktaydı. Devlet kilise ve havraların iç yapısına karışmadığı24 gibi vakıflara ve mezarlıklara da kimsenin karışamayacağını belirten çeşitli güvenceler vermişti. Devlet her zaman zimmîlere ait ibadet yerlerine yapılan saldırıya ve suçluları da Müslüman ya da gayr-i Müslim diye ayırmaksızın cezalandırmıştır. Gayr-i Müslimlerin dinsel başkanlarının durumunun da fermanlarla belirlendiğini söylemiştik. Arşiv belgelerinden de anlaşılacağı gibi; dinsel başkanlar özellikle patrikler tam anlamıyla bağımsız idiler. Ancak bu bağımsızlık kilise örgütü ve kendi toplumları için de geçerliydi. Patrik kilise içinde metropolit, piskopos ve diğer din adamlarının atanması veya görevden alınmasında tamamen serbestti. Yalnız bu atama devlet tarafından biçimsel olarak onaylanırdı. Patrik ataması da devlet tarafından yapılırdı. Ancak, atanacak patrik kendi toplumları tarafından seçilir, seçme işine devlet karışmazdı. Yalnızca görevden alma işi kiliseye danışılmadan da yapılabilirdi. Devlet ve ülke aleyhinde davranışlar ve toplumunu iyi yönetememe görevden almak için geçerli sebeplerdi25. Gayr-i Müslimlerin yüksek sesle ve etrafı rahatsız edecek şekilde olmamak kaydıyla ayinlerini serbestçe icra edebilecekleri birçok hükümde 24 25 Ercan, Osmanlı Yönetiminde...., s. 233. Ercan, Osmanlı Yönetiminde...., s. 236-237. 27 ifade edilmektedir. Ayrıca kutsal saydıkları günlerde kutlamalarını rahatlıkla yaparlar ve bu durum Müslümanlarca son derece normal karşılanırdı26. Osmanlı Devleti, diğer bazı alanlarda olduğu gibi eğitim sahasında da gayr-i Müslimleri serbest bırakmıştır. Devlet önceleri eğitimi, din ve mezhep imtiyazlarının bir parçası olarak kabul etmiştir. Gayr-i Müslim milletler nasıl mabetlerini kendileri idare ediyorlarsa mekteplerini de yine kendi cemaat teşkilatları vasıtasıyla kurup işletmekteydiler. Her cemaatin, kilise, havra ve benzer mabetlerinin yanında, bunlara bağlı birer mektebi bulunmaktadır. Gayr-i Müslim milletlerin idare ettiği okullar, tamamen müstakil bir niteliğe sahipti. Gayr-i Müslimler bu cemaat okullarında milli dillerinde eğitim yapmakta ve ders programlarını diledikleri gibi düzenleyebilmekteydiler. Devlet bu okulları önceleri hiç denetlememiş ya da denetlemeye lüzum görmemiştir. Gayr-i Müslimler, din ve mezhep sahasında olduğu gibi eğitim alanında da özerk bir statü içinde hareket etme imkânına sahip kılınmışlardır. Cemaat okulları zamanla gayr-i Müslimlerin kendi tarih ve kültürlerinin öğretildiği, bağımsızlık fikirlerinin aşılandığı ve hatta milli istiklalleri uğrunda yabancı devletlerin siyasetlerine alet oldukları kurumlar haline gelmişlerdir27. Gayr-i Müslimler aile hukuku açısından kendi dini hukuklarına göre muamele görüyorlardı. Ortaçağ Avrupası’nda olduğu gibi hukuk kuralları, sınıflara ya da milletlere göre farklı şekilde tatbik edilmiyordu. Bugün için özel hukuka giren bütün meseleler Osmanlı Devleti’nde dini işlerden sayılmış ve verilen beratlarla yetki tamamen ruhani liderlere bırakılmıştı. Gayr-i Müslimlerin aile hukukuna ilişkin meselelerden doğan davaları patrikhanelerde kurulan heyetler tarafından görülmüştür28. Osmanlı Devleti’nin fethettiği bölgelerde oturan gayr-i Müslimler İslam Hukuku’na uygun olarak vergilendirilirdi. Gayr-i Müslim denince ilk akla gelen vergi türü ise; cizye ve haraçtır. Cizye Müslüman olmayan erkeklerin, askerlik 26 M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek, İstanbul, Klasik Yayınları, 2004, s. 316. 27 Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul, Risale Yayınları, 1990, s. 166-167. 28 Bozkurt, a.g.e., s. 14. 28 çağına gelmiş olanlarından alınan bir vergidir29. Bu vergiyi veren gayr-i Müslimler askerlik hizmetinden muaf olurlardı. Haraç ise, zımmi toprak sahiplerinin fetihten önceki topraklarından yararlanmayı sürdürebilmek için toprak (harac-ı muvazzafa) ve ürün (harac-ı mukaseme) üzerinden ayni olarak alınan vergiydi. Müslümanlardan alınan öşür ve resm-i dönüm vergisinin karşılığıydı30. Cizye, haraç ve bağlantıları dışında Müslüman olmayan halk Müslümanlarla aynı vergileri öderlerdi31. İslam’ın “Dinde zorlama yoktur” prensibi ile Osmanlı Devleti, gayr-i Müslim vatandaşlarının rahatça yaşamalarına imkân tanımıştır. Millet Sistemi ise devletin güçlü olduğu dönemlerde başarılı olurken devlet zayıfladıkça yıkılmada etkili olan sebepler arasına girecek ve millet sözcüğü anlam değiştirerek bugünkü anlamına dönüşecektir32. Millet Sistemi içerisinde Süryanilerin konumuna bakacak olursak; Süryanilerin idari konumlarından bahsedebilecek iki önemli tarih ve mekân karşımıza çıkmaktadır. İlki İstanbul’un fethi ve buradaki gayr-i Müslimlerin idaresinin düzenlenerek yeni imtiyazların tanınması, ikincisi ise Kudüs’ün fethiyle beraber burada gerçekleştirilen uygulamadır. Doğrusu Süryanilerin idari yapılarının belirsiz olduğu dönem İstanbul’un fethiyle başlamakta ve Kudüs’ün fethiyle daha belirgin hale gelmektedir. Fetih öncesi İstanbul’da Süryanilerin ve bunlara bağlı kiliselerin varlığı bilinmekle beraber yüksek bir ruhani lider ve kuruma rastlanmamaktadır. Fetihten sonra da durumun aynen korunduğu görülmektedir. Bu nedenle İstanbul’un fethinden sonra Süryaniler, Osmanlı hâkimiyetinde sivil idaresinde Osmanlı hükümetine bağlı, ruhani idaresinde serbestti ancak 29 Cizye ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Boris Christoff Nedkoff, “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye (Baş Vergisi)”, Belleten, C. VIII, S. 32, 1944, s. 599-630. 30 Bozkurt, a.g.e., s. 26. 31 Gayr-i Müslimlerin ödedikleri vergilerle ilgili olarak Bkz. Yavuz Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Ödedikleri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, Belleten, C. LV, S. 213, 1991, s. 371-391; Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi, İstanbul, Erenler Matbaası, 1977. 32 Bozkurt, a.g.e., s. 10-11. 29 bütün bu ilişkilerini sürdürebilmek için bağımsız bir kilise merkezine sahip değildi. Süryanilerin idari yapılarının belirginlik kazanabileceği uygulama Yavuz’un Kudüs’ü fethiyle (1516) gerçekleşmiştir. Burada Halife Ömer’in fethinden sonra düzene girmiş bir yapı söz konusudur. Bu yapının Osmanlı Dönemi’nde de geçerli olduğuna dair işaretler vardır. Yavuz Sultan Selim tarafından Rum ve Ermeni Patriklerine verilen fermanlarda bu uygulamaya atıfta bulunulmuştur33. Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü fethinden sonra Kudüs Ermeni Patriği Sarkis’e verdiği 9 Kasım 1517 tarihli fermanla Süryaniler, Habeş ve Kıptîlerle birlikte Ermeni Patrikliği’ne bağlanmıştır34. Ancak bu bağlılık, Rum ve Ermeniler arasında tartışma konusu olmuştur. Yavuz Sultan Selim’in Sarkis ile birlikte Kudüs Rum Patriği Attalia’ya da vermiş olduğu ferman, iki patriklik arasında anlaşmazlığa sebep olmuştur. 1517 (H. 923) tarihli, Rumların Kudüs-i Şerif’te haiz oldukları imtiyazat-ı kadimelerini müeyyid ferman-ı âli de; Gürcü, Habeş ve Süryanilerin Rum patriğince idare edileceği ve diğer milletlerin Rumlara müdahale etmemesi bilgisi bulunmaktadır35. Bu noktada bir çelişkiyle karşı karşıya kalmaktayız ki bu da, Süryanilerin adı geçen diğer milletlerle beraber, o dönemde kime tâbi olduğudur. Sonraki yıllara ait belgelere baktığımızda, Yavuz’un Sarkis’e verdiği fermandaki hususların teyit edildiği ve Süryanilerin Ermenilere yamak olduğu görülmektedir. Örneğin; 1521 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 927) tarihli Kanuni Sultan Süleyman tarafından verilen nişan-ı âlişân, Yavuz Sultan Selim’in 1517 (H. 923) tarihli nişan-ı hümâyununu teyit etmektedir36. 1526/1527 (H. 33 Seyfeli, “Osmanlı Devleti’nde…”, s. 255-260. 9 Kasım 1517 tarihli ferman suretinin tam metni için Bkz.: Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988, s. 33-34; Külliyat-ı Kavanin; C. I, No. 2599, H. 923. 35 Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 3995, 1517 (H. 923). 36 Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 2600, 1521 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 927). 34 30 933) tarihli belgede ise yalnızca Habeş, Kıptî ve Gürcü taifesi Rum Patrikliği’ne tâbi gösterilmiştir37. 1556 (H. Muharrem 964) tarihli Kanuni Sultan Süleyman’a ait bir fermandan38 da anlaşıldığı üzere Kanuni Sultan Süleyman döneminde de tıpkı Yavuz Sultan Selim zamanında olduğu gibi Süryaniler Ermenilere tâbidir. Ancak iki patriklik arasındaki tartışmalar bu dönemle sınırlı kalmamaktadır. 1639 (H. 1048) tarihinde Kudüs Ermeni Patriği, Sarkis’e verilen fermanın kendilerine sağladığı haklardan yola çıkarak Habeş, Kıptî ve Süryani milletlerinin kendilerine tâbi olduğuna dair bir fermanı Sultan Murad Han’dan almıştır39. Aynı şekilde, Rum Patriği de 1657 (H. 1067) yılında benzer bir ferman elde etmiştir40. 1697 (H. 1108) yılına gelindiğinde Habeş, Kıptî ve Süryanilerin Ermeni Patrikliği’ne tâbi olduklarını gösteren ve yukarıda da belirttiğimiz 1639 (H. 1048) tarihli fermanı teyit eden yeni bir ferman-ı âlinin verildiğini görmekteyiz41. Rumların Ermeni Patrikhanesi’ne bağlı kiliselere müdahalesi daha sonraki tarihlerde de devam etmiştir. Hıristiyan kiliseleri arasında kuruldukları günden bu yana çeşitli nedenlerden kaynaklanan sürekli mücadeleler özellikle kutsal yerler konusunda karşımıza çıkmaktadır. İmparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde Yavuz ve Kanuni’nin fermanlarıyla belirlenen çözüm yollarına uyarak hiçbir sorun çıkartmayan kiliseler arasındaki tartışma, daha sonraki yıllarda güç gösterisine dönüşmüştür42. İki Patriklik arasında Habeş, Kıptî ve Süryani milletlerine hâkim olma yarışı, Sultan I. Mahmud Dönemi’nde de devam etmiştir43. Ancak daha 37 Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 3996, Aralık/Ocak 1526/27 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 933). Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 2601, 1556/57 (H. Evail-i Muharrem 964); Ercan; Kudüs..., s. 34-37. 39 Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 3997, 1639 (H. Evasıt-ı Şevval 1048). 40 Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 3998, 1657 (H. Evahir-i Rebiülahir 1067). 41 Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. Yok, 1697 (H. Evasıt-ı Recep 1108). 42 Ercan, Kudüs..., s. 20-21. 43 1733 (H. Evasıt-ı Muharrem 1146) tarihli bir ferman da; yukarıda da bahsedilen 1657 (H. 1067) tarihli fermana atıfta bulunularak, bu tarihten sonra Ermenilerin sahte belgeler düzenleyerek adı geçen milletleri kendi üzerlerine almaya çalıştıkları belirtilmiştir. 1733 (Evasıt-ı Muharrem 1146) tarihli ferman sureti için Bkz. Ercan; Kudüs..., s. 22-23. 1734 (H. Şaban 1146) tarihli bir belgede ise tam tersi olarak, Habeş, Kıptî ve Süryanilerin Sultan Selim’in Kudüs’ü fethinden sonra vermiş olduğu ferman gereğince ve daha sonra Sultan Süleyman Han ve Sultan Ahmet Han tarafından verilen 38 31 sonraki yıllarda örneğin, 1758 (H. 1171) tarihli hatt-ı hümayunda da; Habeş, Süryani ve Kıptî milletlerinde Rumların alakası olmadığı ve bunların kadimden Ermenilere yamak oldukları belirtilmektedir44. Arşivlerde Süryanilerin Ermenilere tabi bulunduğunu gösteren birçok belge mevcuttur. Ancak bu belgelerin yanı sıra bir kısım belgeden de bütün Süryanilerin bu genelleme içine alınamayacağı sonucu çıkarılmaktadır. Şöyle ki; 1663/1664 (H. 1074) tarihli Halep, Van, Mardin ve Diyarbakır kadılarına hitaben yazılan hatt-ı humayuna göre, bu bölgedeki Süryani Patriği doğrudan padişaha müracaat etmiştir. 1729 (H. 1141) tarihli bir başka belgede de yine doğrudan başkente başvuran Süryani Patriği, kendilerine ait manastırlara bölgedeki bir kısım şeyhlerin saldırılarının önlenmesi talebinde bulunmuştur45. Buradan anladığımız kadarıyla, Halep, Van Mardin ve Diyarbakır çevresinde oturan Süryaniler Ermenilere tabi olmayıp, ayrı bir patriğe sahipti ve bu patrik de aracısız olarak Bab-ı Âli ile ilişki kurmaktaydı. Kudüs Ermeni Patriği’nin daha önceki tarihlere ait beratlarında Süryanilerin Ermenilere tabi olduğu konusunda yer alan ifadeler bu noktada karışıklığa sebebiyet veriyor gibi görünse de mesele aslında gayet açıktır. Kudüs Ermeni Patriği sadece kendi yetki alanındaki Süryaniler üzerinde söz sahibi olup bu bölgenin dışında kalan Süryaniler bu patriğin yetki alanı içinde değildir. Ayrıca bu bölgede oturan Süryaniler o tarihlerde İstanbul Ermeni Patriği’nin yetki alanı içinde de değillerdir46. fermanlarda, Ermenilere yamak oldukları belirtilmiş olmasına rağmen, Rumların kendilerine tâbi olan Gürcü, Sırp ve Rus milletleri ile yetinmeyerek adı geçen milletleri de kendilerine bağlamaya çalıştıkları ve çeşitli tarihlerde hilelerle sahte beratlar aldıkları fakat Habeş, Kıptî ve Süryani milletlerinin Ermenilere tâbi olduğu ve Rumların bu milletler üzerinde hiçbir tasarrufu olamayacağı açıkça belirtilmiştir. Külliyat-ı Kavanin; C. II, No. 2910, 1734 (H. 20 Şaban 1146). Buna karşılık olarak başka belgelerde de Süryaniler Rumlara tabi gösterilmişlerdir. Bkz. Gabriyel Akyüz, Osmanlı Devleti’nde Süryani Kilisesi, Osmanlı Padişahları Tarafından Süryani Kilisesi’nin Ruhani Liderlerine Gönderilen Fermanlar, Mardin, y.y., 2001, Belge No. 50, 53, 55, s. 59, 62, 64. 44 Külliyat-ı Kavanin, C. II, No. 2606, 1758 (H. 22 Cemaziyelahir 1171). 45 Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 2792, Aralık/Ocak 1663/64 (H. 28 Cemaziyelahir 1074); Külliyat-ı Kavanin; C. II, No. 2796, 1729 (H. 24 Şevval 1141). 46 Kenanoğlu, a.g.e., s. 111. 32 1782 (H. 1196) tarihli başka bir belgede ise Kudüs Süryanileri Kudüs Ermeni Patrikliği’ne tabi olurken, Mardin ve çevresindeki Süryaniler de İstanbul Ermeni Patrikhanesine bağlanmışlardır47. Süryani Kilisesi patrikleri de diğer milletlerin patrikleri gibi ruhani anlamda bağımsız fakat halkının sivil işlerinde Bab-ı Âli’ye karşı sorumluydu. Süryani Patriği patriklik seçimlerinin yapılabilmesi, azil ve tayin işleri, kilise ve manastırların tamir ve onarımı gibi işlerde Ermeni Patriği aracılığı ile Bab-ı Âli’ye isteğini bildirebiliyordu. Ermeni patrikleri Süryanilerin ayin ve usullerine müdahale edemiyordu48. Yani Süryanilerin Ermeni Kilisesi’ne resmi anlamda bağlılıkları kendi cemaat işlerinde hiçbir anlam ifade etmezken sadece merkezi otorite ile ilgili olan işlerinde etkili olmuştur49. Süryani Katoliklere gelince; onların durumu Katoliklerin ayrı bir millet olarak kabul edildiği 1830 tarihinden sonra belirlenebilir. Gayr-i Müslim Cemaatlere ait defterlerden Süryani Kadim Yakubi Defteri’nden anladığımız kadarıyla Kadim Süryaniler 1835 yılında ikiye ayrılmış ve Süryani Kadimler, Yakubi Süryaniler ve Katolik Süryaniler de sadece Süryaniler olarak anılmaya başlamışlardır50. Diyebiliriz ki Tanzimat öncesi dönemde Süryani Kadimler için geçerli olan durum Katolik Süryaniler için de aynen geçerliydi ve bunlar da işlerini Ermeni Patrikliği aracılığı ile çözmekteydiler. Doğu Süryani Kilisesi şeklinde de isimlendirilen Nasturilerin ise Osmanlı idari yapısı içerisindeki konumları çok açık değildir. Nasturilerin yaşadığı bölgeler Osmanlı hâkimiyetine girdikten kısa bir süre sonra Nasturilerin dağlık sınır bölgesinde gözden uzak olmaları onların Millet Sistemi içerisinde yer alacak gücü göstermelerine engel olmuştur. Osmanlı belgeleri de Nasturilerin Osmanlı millet sistemi teşkilatlanmadıklarını ortaya içerisinde bağımsız koymaktadır51. bir Gayr-i millet Müslim olarak Cemaat Defterleri’nden de Nasturilerin patriklik olarak değil marhasalık şeklinde 47 Külliyat-ı Kavanin, C. II, No. 2955, 1782 (H. 8 Ramazan 1196). Seyfeli, “Osmanlı Devleti’nde…”, s. 262. 49 Özcoşar, a.g.e., s. 62. 50 BOA, Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait 15 Numaralı Defter 1251-1329; Seyfeli, “Osmanlı Devlet Salname…”, s. 84. 51 Özcoşar, a.g.e., s. 115. 48 33 yönetildiğini anlamaktayız52. 1825 tarihli bir berattan alınan bilgilere göre de Nasturiler, Süryanilerin Yakubiye koluna bağlı gösterilmişlerdir53. Bu bilgi Nasturilerin de Yakubi Süryaniler kanalı ile Ermeni Patrikliği’ne bağlı olduğu izlenimini vermekteyse de kesin bir hüküm vermemize olanak yoktur. Ayrıca devlet salnamelerinde diğer bütün cemaatlere ait bilgi bulunmasına karşılık Nasturiler hakkında bilgi olmaması onların durumlarını öğrenmemizi zorlaştırmaktadır. Wigram, Osmanlı Padişahı’nın Koçanis’de oturan Nasturi Patriği’ni “Koçanis’in Lordu” olarak tanımladığını belirtmektedir54. Bu bilgiye bakılacak olursa Osmanlı Devleti zaten Nasturileri bir millet olarak değil bir aşiret olarak değerlendirmiş olabilir. Diyebiliriz ki Süryaniler de Osmanlı topraklarında tıpkı diğer etnik gruplardan ve dinlerden olanlar gibi huzur ortamı içerisinde yaşamışlardır. İnanç ve ibadetlerine karışılmadığı gibi özel hukuklarında da serbest bırakılmışlardır. Sadece devletle olan ilişkilerini bir bölge haricinde Ermeni Patrikliği aracılığı ile gerçekleştirmişlerdir. 2. TANZİMAT FERMANI’NIN İLANINDA SONRA SÜRYANİLER Osmanlı Devletindeki gayr-i Müslimler, 19. yüzyıla kadar, devletin kendilerine tanıdığı haklardan ve mevcut hayat tarzından şikâyet etmeden yaşamlarını devam ettirirlerken Fransız İhtilali ile yoğunluk kazanan milliyetçilik, demokrasi ve bağımsızlık hareketlerinin de etkisiyle uzun süre gölgesinde yaşadıkları devlet içerisinde huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardır. 19. yüzyılda kendi durumlarını sağlamlaştırarak iktisadi güçlerini artıran Batılı devletler ise, sömürgeci politikalara ağırlık vererek, o zamanın batısı karşısında en güçlü devlet olan Osmanlı Devleti’ni özellikle içteki gayr-i Müslimleri kullanmak suretiyle yıkmaya çalışmışlardır. Askeri, idari ve iktisadi gücü zayıflamış Osmanlı Devleti de bir taraftan iç olayların, 52 Yonca Anzerlioğlu, Nasturîler, Ankara, Tamga Yayıncılık, 2000, s. 37-38. İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, s. 116. (102.dipnot) 54 W. A. Wigram, The Assyrians and The Their Neighbours, London, G. Bell&Sons, 1929, s. 170. 53 34 diğer taraftan da dış baskıların etkisiyle, geleneksel yönetim sistemini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır55. Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayr-i Müslimler, büyük devletler tarafından kendi gizli amaçları için paylaşılmış bulunuyordu. Rusya 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile elde ettiği himaye hakkıyla, İstanbul ve Boğazlar ile Doğu Anadolu’yu ele geçirmek için Ortodoks ve Gregoryen Hıristiyanları kullanmaktan çekinmiyor, İngiltere, Orta Doğu, Mısır, Arabistan ve Irak’taki etkisini koruyup, yaymada Protestanları amaçlarına alet ediyor, Fransa ise kapitülasyonların da tanıdığı haklarla Çukurova, Suriye ve Lübnan’daki çıkarlarını korumak için Katolikleri kullanıyordu. Büyük devletlerin bu şekilde bazı gayr-i Müslim grupları himaye etmeleri, onlara gayr-i Müslim tebaanın haklarını koruma bahanesiyle Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma fırsatını veriyordu. Batılı devletler, zaten zor durumda olan Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandırmak için de devlet bünyesindeki bu gayr-i Müslim grupları kışkırtarak milliyetçilik akımını teşvik ediyorlardı56. Milliyetçilik hareketlerinin sonucu ortaya çıkan isyanlarla bağımsızlık taleplerinin Osmanlıyı yeni bir “Osmanlı vatandaşlığı” anlayışına yöneltmesi ve gayr-i Müslimlerin artık “reaya” değil Müslümanlar gibi eşit haklara sahip birer “vatandaş” statüsünü istemeleri Osmanlı Devleti’ni geniş çaplı reformlar yapmaya yöneltmiştir. II.Mahmut zamanında temelleri atılan “Osmanlıcılık” fikri ve yenilik hareketleri büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır57. II.Mahmut’un ölümüyle başa geçen Abdülmecit’in izniyle Mustafa Reşit Paşa, hem devleti kuvvetlendirmek için temel kurumlarda değişiklik yapmak, hem de batılı ülkelerin desteğini sağlamak amacıyla Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu 3 Kasım 1839’da ilan etmiştir. Böylece Osmanlı Devleti’nde “Tanzimat” adı verilen yeni bir dönem başlamış oluyordu58. Esas itibari ile Tanzimat Fermanı’nın hükümlerini genel olarak üç ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar Müslüman ve gayr-i Müslim 55 Eryılmaz, a.g.e., s. 91-92. Güler, a.g.e., s. 15. 57 Eryılmaz, a.g.e., s. 94-95; Önder Kaya, Tanzimat’tan Lozan’a Azınlıklar, İstanbul, Yeditepe Yayınevi, 2004, s. 70. 58 Bozkurt, a.g.e., s. 42. 56 35 tebaanın ırz, namus, mal, can ve yasalar önünde eşitliği, verginin yeni bir usule göre düzenlenmesi ve toplanması ve askerlik hizmetinin belli bir usule bağlanması konularıdır59. Tanzimat’ın temel felsefesi, kanun önünde eşitlik prensibi olduğuna göre Müslümanlar için konmuş olan şer’i hukuk kuralları Müslüman olmayanlara uygulanamayacaktı. Buradan yola çıkarak her iki tarafın da tabi olacağı genel nitelikli kanunlar hazırlamak gerekmiştir60. Bu bağlamda laik hukuk alanında önemli adımlar atılarak yeni mahkemeler kurulmuş ve daha önemli olarak gayr-i Müslim tebaanın şahitliği kabul edilmeye başlanmış61 ve bütün devlet makamları ve rütbeler gayr-i Müslimlere açılmıştır62. Böylece kuruluştan beri uygulana gelen millet sisteminde ve Osmanlı hukuk düzeninde de köklü bir değişme ortaya çıkmıştır63. Bu yeni statü ile gayr-i Müslimler Müslümanlara sağlanan haklardan istifade etmekle beraber askerlikten muaf olmaları dolayısıyla eğitim ve ticarette kendilerini daha da geliştirme fırsatını elde ederek ayrıcalıklı üstün bir statüye kavuşmuş oluyorlardı64. Gayr-i Müslimlerin hukuki durumlarıyla ilgili olarak, Tanzimat Fermanı’nın yayınlanmasından itibaren yapılan düzenlemeler ve gösterilen bütün çabalar tartışmaları bitirmeye yetmemiştir65. Osmanlı Devleti’nin eşitlik vaadiyle devlete bağlamaya çalıştığı bağımsızlık isteğiyle dolu gayr-i Müslim unsurlar, kendilerine tanınan haklarla yetinmediler ve Avrupalı devletlerden kendilerine yardımcı olmalarını istediler. Böylece bu dönemden itibaren büyük devletlerin doğu politikalarının en belirleyici unsurunu Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayr-i Müslimler teşkil etti66. İşte 18 Şubat 1856’da Bab-ı Âli’de bütün başkanlar, yüksek memurlar, şeyhülislam, patrikler, hahambaşı 59 Kaya, a.g.e., s. 70. İsmail Eyyüpoğlu, “Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na Kadar Osmanlı Devleti’nde Azınlık Problemi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 11, 1999, s. 251252. 61 Kaya, a.g.e., s. 72-73. 62 Eryılmaz, a.g.e., s. 97. 63 Güler, a.g.e., s. 16. 64 Eryılmaz, a.g.e., s. 97. 65 Güler, a.g.e., s. 16. 66 Kaya, a.g.e., s. 83. 60 36 ve çeşitli cemaatlerin ileri gelenlerinin hazır bulunduğu bir toplantıda okunarak yürürlüğe giren Islahat Fermanı tartışmalara yeni bir boyut getirmiştir67. Islahat Fermanı genel olarak gayr-i Müslimlerin hukuki statülerinde, dini ve sosyal yaşamlarında değişiklik yapacak düzenlemeleri içermektedir. Fermanda gayr-i Müslim cemaatlere daha önceki dönemlerde verilen bütün hak, muafiyet ve imtiyazlar teyit edilmektedir68. Fermanda gayr-i Müslimlerle ilgili hükümlere bakıldığında amacın gayr-i Müslim tebaaya hak ve görevlerde eşitlik sağlamak ve Tanzimat Fermanı’nın bıraktığı boşluğu doldurmak olduğu görülmektedir. Tanınan çeşitli haklarla gayr-i Müslimlerin devlet hizmetinde ve idaresinde söz sahibi olabilmeleri sağlanmıştır. Islahat Fermanı’ndan sonra başlayan dönem gayr-i Müslimlerin hukuki statüleri bakımından önemli gelişmelere sahne olmuştur. Fermanın hazırlanışı sırasında özellikle İngiliz, Fransız ve Avusturya elçilerinin ısrarları sonucunda millet sisteminin yeniden düzenlenmesi konusu gündeme gelmiş, bu amaçla kurulan komisyonlarla her millet için birer nizamname hazırlanmış, 1862-1865 yılları arasında hazırlanan nizamnameler kabul edilmiştir. Böylelikle gayr-i Müslim tebaa için “Nizamnameler Dönemi” başlamış oluyordu69. Bu dönem; gayr-i Müslim milletlerin anayasal gelişmelerinin bir başlangıcı ve milli bağımsızlık isteklerinin bir bildirgesi oldu70. Böylece gayr-i Müslimler Osmanlı Devleti’ne karşı daha rahat ve sistemli hareket ederek Avrupa devletlerinin desteğini almaya çalışmışlardır71. İngiliz Konsolos Flott Barker 7 Nisan 1867 tarihli raporunda şöyle demektedir: “Konsolosluk kariyerinde 1828’den beri çalışıyorum. Mısır, Suriye, Bulgaristan’da çalıştım. Mezopotamya ve Ermenistan’a da seyahat ettim. Şimdi Epir’deyim. Gözlemlerim sadece Asya ve Avrupa Türkiye’sine dair 67 değildir. Hıristiyanlar şahitliklerinin Güler, a.g.e., s. 16. Eryılmaz, a.g.e., s. 111. 69 Güler, a.g.e., s. 17-18. 70 Küçük, a.g.m., s. 214. 71 Ercan, Osmanlı İmparatorluğu’nda..., s. 40. 68 kabul edilmemesi dışında 37 Müslümanlarla eşit durumdadır. Asya Türkiye’sindeki Hıristiyanlara Rum, Ermeni, Süryani, Maruni ya da Nasturi olsun Müslümanlardan daha kötü davranıldığına inanmıyorum. Müslümanlar da Osmanlı yönetiminden memnun değil ve şikâyetçiler.”72 Trabzon Konsolosu Palgrave ise 1868 tarihli raporunda şunları yazıyordu: “ Padişahın Müslüman tebaasının başkentte derdini anlatabileceği hiç kimse yoktur. Buna karşılık Hıristiyanlar İmparatorluğun her tarafına yayılmış yabancı konsolosluklara, ajanslıklara, kimi de İstanbul’daki elçiliklere başvurup haklarını arayabiliyorlar.… Anadolu’nun göbeğinde Müslüman bağnazlığının merkezleri sayılan yerlerde Hıristiyanlar debdebeli, evleri, şık giysileri ile servet ve refah düzeylerini apaçık sergiliyorlar. Onların bu durumu uzaklarda çok konuşulan sözde baskı iddialarıyla hiç bağdaşmıyor. Müslüman halk bakımından ise durum bunun tam tersidir.”73 Bütün bu raporlar bize Hıristiyanların sırf dinleri nedeniyle baskı gördükleri iddialarının asılsız olduğunu, onların da Müslümanlar gibi kötü idareden sıkıntı çektiklerini göstermektedir74. Şüphesiz gayr-i Müslimlerin devlet içindeki hukuki statülerinde meydana gelen gelişmelerde esas dönüm noktası 1876 Kanun-i Esasî’dir. Anayasanın “Osmanlı tabiiyetinde bulunan herkes hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız Osmanlı tabir olunur” diyen 8. Maddesi ile tebaadan vatandaşlığa geçiş sağlanıyordu75. Anayasanın ilk 26 maddesi ile Osmanlı Devleti uyruklarının genel hakları düzenlenmiştir. Kanun-i Esasî ile gayr-i Müslimlere büyük ölçüde siyasal, kişisel ve kamusal haklar verilmiştir76. Ancak fertlerin hepsine aynı haklar tanınarak vatandaşların bir bütün haline geleceği ve bunun sonucunda gayr-i Müslimlerin artık yabancıların himayesini istemekten ve milli isteklerini gerçekleştirmekten vazgeçecekleri yolundaki hayaller durduramamıştı. 72 boşa Gayr-i çıkmış, Müslimler meşrutiyet ülkeye ve devletin çöküşünü Osmanlılık ideallerine Bozkurt, a.g.e., s. 68. Bozkurt, a.g.e., s. 68-69. 74 Bozkurt, a.g.e., s.69. 75 Bozkurt, a.g.e., s. 83-85. 76 Halit Ertuğrul, “Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancılarla İlgili Yapılan Hukukî Düzenlemeler”, Askeri Tarih Bülteni, S. 47, Ağustos, 1999, s. 32. 73 38 sarılmamışlardır. Kanun-i Esasî ile vatandaşlara sağlanan hak ve hürriyetler kâğıt üzerinde kalmıştır77. Ülkede yeni değişiklikler olurken Süryani Kilisesi’nin Ermeni Patrikliği’ne bağlılığı Tanzimat’ın ilanından sonra da devam etmiştir. Konu ile ilgili olarak Salnamelere göz attığımızda Süryanilerle ilgili ilk kayıta 1859 yılındaki 13. Sayıda rastlamaktayız78. Bu sayıdan itibaren aralarda küçük değişiklikler olmakla birlikte 1885 yılında çıkan 40. Sayıya kadar Süryaniler Ermeni Patrikliği’ne tabi gösterilmektedir. Bu sayıda Süryaniler Ermeni Katoliklerden sonra dördüncü sırada bir millet olarak verilmiştir79. Burada Kudüs metropolitinin de Süryani Kadim Patrikliği’ne dâhil olduğunu görmekteyiz ki bu da bize hem İstanbul hem de Kudüs merkezli Süryanilerin Ermeni Patrikliği’nden ayrıldığını göstermektedir. Salnamelerden Süryanilerin kesin olarak hangi tarihte Ermeni Patrikliği’nden ayrıldığı anlaşılmamaktadır. 1890 yılından önceki birçok belgede Süryaniler için Ermeni milletine bağlı tabirlerinin kullanıldığı görülmektedir80. Ayrıca Süryani Kadim Patriklerine verilen fermanlarda da benzer ifadeler kullanılmaktadır81. 1895 yılı sonrasına ait başka bir belgede ise Ermeni milletine tabi vs tabirlerinin geçmediği görülmektedir82. Buradan da Süryanilerin 1890’lı yıllara kadar Ermeni Patrikliği’ne bağlı bu tarihten sonra ise kendi patrikleri tarafından doğrudan Bab-ı Âli’ye karşı sorumlu olduğu sonucunu çıkartabiliriz83. 77 Bozkurt, a.g.e., s. 88. Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1275 (1859), Def’a: 13, İstanbul, Takvimhane-i Âmire, 1275, s. no yok. 79 Salname…, 1302 (1885), Def’a: 40, İstanbul, Matbaa-i Osmaniye, 1302. 80 BOA, HR.MKT, Dosya No: 7, Gömlek No: 32 (1844); BOA, HR.MKT, Dosya No: 46, Gömlek No: 14, (1852); BOA, HR.MKT, Dosya No: 73, Gömlek No. 18 (1854). 81 1864 (H. 1281) tarihinde Matran Betros’a verilmiş berat; 1873 (H. 9 Zilhicce 1290) tarihinde Patrik Betros’a verilen ferman sureti. Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…., Belge No. 13, Belge No. 18, s. 21, 26. 82 1895 (H. 19 Rebiülevvel 1313) tarihli Patrik Abdülmesih’e verilmiş ferman sureti. Akyüz, “Osmanlı Devleti’nde…”, Belge No. 3, s. 11. 83 Bazı kaynaklarda Süryanilere millet statüsünün 1882 tarihinde verildiği yazılmakla birlikte herhangi bir belgeye dayandırılmamıştır. Gabriele Yonan, Asur Soykırımı, Unutulan Bir Holocoust, Çev. Erol Sever, İstanbul, Pencere Yayınları, 1999 s. 28; P. Alford Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev. Mustafa Küpüşoğlu, İstanbul, Ant Yayınları, 1992, s. 296; Kemal Karpat da Süryani Kadimlerin 78 39 Süryani Kadimlerin Ermenilerden ayrılmak için resmi anlamda yaptıkları ilk teşebbüs Patrik Petros döneminde olmuştur. 1873’te Patrik Petros, patriklik beratı almak üzere İstanbul’da bulunduğu sırada Nusaybin Süryani Kadim Cemaati Padişaha bir arîza göndermiş ve Ermeni milletinden ayrılıp ayrı bir millet olarak teşkilatlanmalarını istemiştir. Aynı şekilde 1893’te benzer bir girişim daha gerçekleştirilmiştir. Bu kez mesele nüfus defterlerinde Ermenilerin, Süryanileri Ermeni olarak göstermesi ve Süryanilerin kilise hiyerarşisine müdahalelerinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Süryaniler, kendilerinin Ermenilerle ilişkilerinin sadece Bab-ı Ali ile ilişki kurmaktan ibaret olduğunu belirterek kendi durumlarının netleşmesini istemişlerdir. Süryaniler şikâyetlerinin haklılığını ispatlamak için Bulgar Eksarklığı’nın Rum Patrikhanesi’nden ayrılmalarını emsal göstererek Ermeni Patrikliği’nden ayrılmak istediklerini belirtmişlerdir. Süryanilerin bu sorunlarının giderilmesi için bir komisyon kurulması kararlaştırılmışsa da bu komisyonun çalışmalarıyla ilgili herhangi bir belgenin bulunmaması tam bir netice alınamadığını göstermektedir84. Islahat Fermanı’nın ilanından sonraki dönemde her millet için ayrı nizamnamelerin hazırlanmaya başladığını söylemiştik. 1913 yılına gelindiğinde Süryani Kadim Patrikhanesi için de bir nizamname hazırlanması teşebbüsünde bulunulmuştur. Nizamnamenin hazırlanması için yarısı ruhani yarısı da itibarlı kişilerden olmak üzere on iki kişilik bir heyetin çalışması için gerekli müsaadenin verilmesi istenmiştir. Adliye ve Mezahip Nezareti de diğer milletler için tertip edilen nizamnameler esas alınmak üzere adı geçen cemaat için de bir nizamname tertip edilmesini istemiş, Meclis-i Vükela da bu teklifi uygun bulmuştur85. Süryani Kadimler için oluşturulan nizamname 1863 Ermeni Nizamnamesi ile benzer özellikler göstermektedir86. ayrı bir millet olarak tanındıkları tarihi 1882 olarak vermektedir. Kemal Karpat, Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Çev. Recep Boztemur, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s. 68. 84 Özcoşar, a.g.e., s. 64-65. 85 Mustafa Çiçek, Tanzimat Sonrasında Osmanlı Devleti’nde Süryani Cemaati, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya, 2003, s. 54-55. 86 Özcoşar, a.g.e., s. 66. Bu nizamnamenin orijinali bugün Mardin Kırklar Kilisesi’nin arşivinde bulunmaktadır. Nizamnamenin tam metni için Bkz. Ekler Bölümü Ek II. 40 Salnamelerde Süryani Katoliklerin durumuna bakacak olursak, 1848 tarihli 2. Sayıda Ermeni Katolik Milleti başlığı yerine doğrudan Katolik Patriği’nin ismi verilmiş Süryani Katolikler de ona bağlı olarak gösterilmiştir87. Merkezleri ise Halep’tir. 1869 yılında merkez Mardin’e88 1877’de ise Şam’a taşınmıştır89. 1882’de ilk defa İstanbul’da bir patriklik vekâleti oluşturulmuştur. Ayrıca bu Ermeni Katolik Milleti’nden sonra ayrı bir başlık altında yazılmış olması bize ayrı bir millet olarak kabul edildiklerini düşündürmektedir90. Ancak 43. Sayıya kadar ki salnamelerde bu bilgiye tekrar rastlanmamaktadır. 43. Sayıda yani 1888 yılında ise Süryani Katolik Patrikliği beşinci sırada ayrı bir millet olarak verilmiştir91. 1895 yılına ait 51. Sayıda ise ilk defa millet tabiri kullanılmıştır92. Böylece kesin bir tarih verememekle birlikte onların da 1890’lardan sonra ayrı bir millet olarak kabul edildikleri söylenebilir. İdare şekillerini bu şekilde ortaya koyduğumuz Süryaniler diğer gayr-i Müslim gruplar gibi Osmanlı Devleti topraklarında özgürce yaşamışlardır. Devlet dini konularda tüm yetkiyi patriklerine bırakmıştır. Süryaniler de diğer milletler gibi kendi liderlerini kendileri seçebilmekteydiler. Devlet ise bu liderlere verdiği beratlar vasıtasıyla onların atamasını yapardı. 1906 (H. 8 Cemaziyelevvel 1324) tarihinde Patrik Abdullah’a verilen berat93, 1917 (H. 11 Rebiülahir 1335) tarihinde İlyas Efendi’nin Mardin Süryani Patrikliği’ne atandığını gösteren ferman bu konuda örnek olarak verilebilir. Devlet patriklerin yanı sıra din adamlarını da görevlendirmiştir94. Osmanlı Devleti ayrıca gayr-i Müslim dini liderleri ve devlet hizmetindeki bazı gayr-i Müslim memurlara zaman zaman verdiği çeşitli dereceden nişanlardan Süryani dini lider ve cemaat mensuplarına da vererek onları taltif 87 Sâlnâme…, 1264 (1848), Def’a: 2, İstanbul, y.y., 1264. Sâlnâme…, 1286 (1869), Def’a: 24, İstanbul, Dar üt’tıbaat ül Âmire, 1286, s. 166-169. 89 Sâlnâme…, 1294 (1877), Def’a: 32, İstanbul, Halil Efendi Matbaası, 1294, s. 595-596. 90 Sâlnâme…, 1299 (1882), Def’a: 37, İstanbul, Mahmut Bey Matbaası, 1299, s. 380-381. 91 Sâlnâme…, 1305 (1888), Def’a. 43, İstanbul, Mahmud Bey Matbaası, 1305, s. 351-352. 92 Sâlnâme…, 1313 (1895), Def’a: 51, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1313, s. 973-974. 93 1906 (8 Cemaziyelevvel 1324) tarihli berat. Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 10, s. 18; BOA, MV., Dosya No. 246, Gömlek No. 98. 94 1912 (H. 4 Şevval 1331) tarihli Musul ve tevabi-i Süryani Kadim Cemaati’nin ruhani işlerini yönetmesi için metropolitliğe seçilen İyavennis İlyas’a verilen yetki belgesi, 1884 (H. 8 Ramazan 1302) tarihli Diyarbakır’daki Süryanilerin ruhani işlerini takip etmesi rahiplikten metropolitliğe yükselen Mıtran Cercis’e verilen yetki belgesi. Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 1, 7, s. 9, 15. 88 41 etmiştir. Bu taltiflere örnek olarak Süryani Milleti Patriği Samiri’ye üçüncü rütbeden mecidiye nişanı verilmesi95, Süryani Milleti Patrik Vekili Corci ile Behnam Nini’ye nişan verilmesi96, Musul Süryani Katolik Serpiskoposu papazına nişan verilmesi97 ve Süryani Kadim Patriği İgnatios İlyas Efendi’ye birinci rütbeden mecidiye nişanı itası98 sayılabilir. Süryani liderler de kendilerine verilen nişanlar veya çeşitli vesilelerle padişaha teşekkür ve sadakatlerini bildirmişlerdir. Bayramlar ya da cülus törenleri bu vesileler arasındadır. 1883 (H. 1300) tarihli bir belgede de hürriyet ve serbestlik ihsanı dolayısıyla Süryani ve Keldani cemaatleri padişaha şükranlarını bildirmişlerdir99. Ayrıca Paskalya münasebetiyle her sene diğer Hıristiyan mezheplerine verilmekte olan yardımlardan Süryanilerin de yararlanması sağlanmış ve devlet onlara her paskalya 2500 kuruş verilmesine karar vermiştir100. Osmanlı Devleti din adamlarını kendi cemaatlerinin ruhani işlerinde serbest bıraktığı gibi çeşitli sebeplerle seyahat etmelerine de izin vermekteydi. Bu meyanda Şam’a gidecek olan Süryani Katolik Piskoposu Yakup Halyani’ye gerekli hürmetin gösterilmesini bildiren 1847 (H. 1263) tarihli belge ile yine Şam’a gidecek olan Süryani Kadim Piskoposu İlyas Matran’ın yolculuğu esnasında kendisine saygı gösterilmesi konusunda yaptığı başvurunun kabulünü gösteren 1844 (H. 1260) tarihli belge örnek verilebilir101. Bu örneklerden de anladığımız üzere Osmanlı Devleti Süryanilere başta din ve inanç hürriyeti olmak üzere her türlü hoşgörüyü göstermiştir. Kendi kiliselerinin inşası ve tamiri konularındaki ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte Katolik olan cemaatle Yakubi Süryaniler arasında kiliselerin paylaşımından dolayı çıkan anlaşmazlıkların çözümünü de sağlamıştır. Konuyla 95 ilgili belgelerden anlaşıldığı gibi devlet her cemaate eşit BOA, A.DVN., Dosya No. 135, Gömlek No. 65. BOA, İ.HR., Dosya No. 210, Gömlek No. 12274. 97 BOA, İ.HR., Dosya No. 230, Gömlek No. 13528. 98 BOA, MV., Dosya No. 257, Gömlek No. 23. 99 BOA, A.MKT.MHM., Dosya No. 653, Gömlek No. 23. 100 BOA, MV., Dosya No. 201, Gömlek No. 7. 101 BOA, HR.MKT., Dosya No. 17, Gömlek No. 68; BOA, HR.MKT, Dosya No. 7, Gömlek No. 45. 96 42 davranmıştır102. Süryaniler zaman zaman kendilerine karşı yapılmış olan bazı davranış ve olumsuz hareketleri devlete şikâyet etmişler ve devlet bu şikâyetleri dikkate alarak çözümü için talimatlar vermiştir. Buna karşılık bazı Süryani vatandaşların da asayişi bozdukları görülmüştür. Devlet ise bu davranışlardan dolayı bütün Süryanileri aynı kefeye koymayıp sadece suçluları cezalandırma yoluna gitmiştir103. Hatta çeşitli sebeplerle ülkeden firar edip geri dönen Süryanilere yardım bile yapmıştır. Mamuratülaziz, Diyarbakır ve Bitlis vilayetlerinden firar edip daha sonra geri dönen Süryani vatandaşlara devlet 500 lira kadar bir meblağın verilmesini uygun bulmuştur104. Devlet bu hoşgörülü yaklaşımına karşılık asayiş problemleri dışında bazı sorunlarla karşı karşıya kalabilmiştir. Bu sorunlardan bir tanesi Süryani gruplardan biri olan Nasturilerin ödemeleri gereken vergileri ödememeleri ve bu konuda tahsildarlara zorluk çıkarmalarıdır. Buna rağmen Osmanlı Devleti birikmiş vergileri nedeniyle Nasturileri toptan cezalandırma yoluna gitmemiştir. Küçük problemlere rağmen devam eden bu huzurlu ortam Batılı güçlerin sahneye çıkması ile yerini kargaşaya ve çatışmaya bırakacaktır. 3. OSMANLI DEVLETİ’NDE SÜRYANİLERİN NÜFUSU Osmanlı Devleti’nde, devletin toprak düzeni ve yönetim sistemi kayıt ve yazım işlemini zorunlu kıldığından başta yeni fethedilen yerler olmak üzere devlet toprakları üzerinde yaşayan halka dair bir takım kayıtlar yapılmaktaydı. Vergi ve askerlik işleri, nüfus esasına dayandığı için Müslim ve Gayr-ı Müslim nüfusun az gösterilmesi alınacak verginin bir kısmından feragat etmek, fazla göstermek de adaletin zedelenmesine yol açacağından söz konusu kayıtların tarafsızca tutulduğunu söylemek mümkündür. Bu konuda ön önemli kayıt olarak Tahrir Defterleri gösterilebilir105. 102 BOA, A.MKT.UM., Dosya No. 144, Gömlek No. 89. Çiçek, a.g.t., s. 94-98. 104 BOA, MV., Dosya No. 123, Gömlek No. 26. 105 Eryılmaz, a.g.e., s. 71-73. 103 43 Osmanlı Devleti’nde ilk genel nüfus sayımı 1831’de II. Mahmut zamanında yapılmıştır. Bu nüfus sayımı yalnızca erkekleri kapsadığı, Van Erzurum gibi bazı bölgelerde yapılmadığı, vergi ve askerlik endişesi nedeniyle sayıma katılmayanlar olduğu dikkate alındığında sayım sonucu ortaya çıkan rakamların daha sonraki dönemlerle mukayese edildiğinde hayli düşük kaldığı görülmektedir106. Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte ortaya çıkan yeni düzenlemelere bağlı olarak düzenli merkezi nüfus kayıt sisteminin kurulmasıyla tüm ülke genelinde 1844 yılında bir nüfus sayımı yapılmıştır. Ancak bu sayımda da nüfus miktarına göre her eyalet, liva ve kazaya ayrı vergiler yükleneceği söylentilerinin çıkması nedeniyle çoğu yerde nüfus adedi daha az gösterilmiş, gayr-i Müslimler de hükümete karşı sorumlu olan patriklik, hahambaşılık gibi makamları aldatarak yer yer nüfuslarını gizlemişlerdir. Osmanlı Devleti bu durumu göz önünde tutarak başlangıçta sayım sonuçlarını neşretmek istememişse de daha sonra kendisinden bilgi almak isteyen Fransız diplomat Ubicini’ye bu sayım sonuçlarını vermiştir107. İşte Ubicini tarafından neşredilen rakamlar 1844 nüfus sayımı sonuçlarıdır. Sultan II. Abdülhamit zamanında yeni bir nüfus sayımı yapılması için harekete geçilmiş ve Şûra-yı Devlet’ce yapılan “Sicill-i Nüfus Nizamnamesi” 4 Eylül 1881 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Aynı yıl başlanan nüfus sayımı oldukça uzun sürmüş ve 1888-1889 yılları arasında tamamlanabilmiştir108. Bu sayımın sonuçları İstatistik Umum İdaresi tarafından yayınlanan “Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumîsi” isimli kitapta neşredilmiştir. Sicill-i Nüfus Nizamnamesi’nin yeniden düzenlenmesi ile 1903 yılında yeni bir nüfus sayımına başlanmış ve bu sayım da 1906 yılında tamamlanmıştır. 106 Ali Güler, Osmanlı Devletinde Azınlıklar, İstanbul, Turan Yayıncılık, 1997, s. 18. Eryılmaz, a.g.e., s. 74. 108 Eryılmaz, a.g.e., s. 79-80. 107 44 Son Osmanlı nüfus sayımı ise 1914 yılında gerçekleştirilmiştir. Ancak bu sayım yerinde değil taşradaki nüfus idarelerinin yıl içindeki değişikliklerle ilgili verdikleri bilgiler dikkate alınarak yapılmıştır109. Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerin nüfuslarıyla ilgili esas kayıtların kendi ruhani liderleri tarafından tutulup devlete bildirildiğini de bilmekteyiz. Bu nedenle zaman zaman patrikhane kayıtlarının abartılarak kamuoyunun etkilenmeye çalışıldığı görülmektedir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin çeşitli şehirlerini gezen yabancı seyyah ve memurların da nüfus istatistikleri hazırladıkları bilinmektedir. Nüfus verileri değerlendirilirken bu durumun göz ardı edilmemesi, verilerin resmi bir kaynağa dayanıp dayanmadığının, rakamların genel verilerden aşırı sapma yapıp yapmadığının, propagandaya yönelik olup olmadığının iyi değerlendirilmesi gerekmektedir110. Bu noktada Osmanlı Devleti’nde yapılan nüfus sayımlarını Süryanilerin nüfusları açısından değerlendirmeye çalışılacaktır. 3.1. 1831 Nüfus Sayımı 1831 nüfus sayımı çeşitli araştırmalarda farklılıklar göstermektedir. Bu sayım sonuçlarının olduğu kaynaklarda Osmanlı nüfusu Müslim ve gayr-i Müslim olarak ayrı ayrı gösterilmiş, gayr-i Müslimler din ve mezhepsel olarak ayrılmalarına rağmen Süryaniler ayrı bir başlık altında gösterilmemiştir. Stanford Shaw’a göre, 3.753.642 kişinin 2.501.475’i Müslüman 1.252.167’si gayr-i Müslim unsurlardan oluşmaktaydı111. Fazıla Akbal’ın rakamları da bu değerlere yakınlık göstermektedir. Ona göre, 3.722.738 kişilik nüfusun 2.481.741’i Müslüman ve 1.240.997’si gayr-i Müslimlerden oluşmaktadır112. 109 Güler, Osmanlı…, s. 23. Güler, Osmanlı…, s. 24. 111 Shaw Stanford, “The Ottoman Census System and Population, 1831-1914”, Middle East Stud., 9 (1978), No. 3, s. 2; Shaw, Enver Ziya Karal, Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı, Ankara, 1943 ve Ahmet Lütfi, Tarih-i Lütfi, C. II-III, İstanbul, 1290 adlı eserlere dayanarak bir tablo oluşturmuştur. 112 Fazıla Akbal, “1831 Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nda İdari Taksimat ve Nüfus”, Belleten, C. XV, S. 60, Ekim 1951, s. 628. 110 45 Bilal Eryılmaz ise şu rakamları vermektedir: Müslümanlar; 2.508.643, Hıristiyanlar; 1.170.925, Kıptiler; 36.673, Yahudiler; 17.070 ve Ermeniler; 20.309113. 3.2. 1844 Nüfus Sayımı 1844 genel nüfus sayımına göre, Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusu, 35.350.000’dir. M. A. Ubicini’de ilk defa Süryanilerle ilgili bilgi bulunmaktadır. Ubucini Süryanileri “Suriyeli ve Keldanlılar” başlığı altında göstermekte ve bu grubun toplam nüfusunu 235.000 olarak vermektedir114. Daha sonraki tarihlerle ilgili olarak çeşitli kaynaklarda bilgiler bulunmaktadır. Bunlara göz atacak olursak; İngiltere’nin Erzurum Konsolosu Taylor’un İngiltere Hükümeti’ne göndermiş olduğu 1869 yılına ait raporlarda da nüfusla ilgili bilgiler mevcuttur. Buna göre Erzurum vilayetinde Nasturilerin sayısı 10.000 olarak verilmiştir115. 1870 yılında yapılan ilk resmi tahrire göre Diyarbakır vilayetinde ise yerli kütüğe kayıtlı 21.372 nüfus vardı. Bunun 9814’ü İslam, 6853’ü Ermeni Gregoryen, 831’i Ermeni Katolik, 1434’ü Süryani, 174’ü Süryani Katolik, 976’sı Keldani, 305’i Rum Melkit, 55’i Rum Katolik, 650’si Protestan ve 280’i Yahudi idi116. 3.3. 1881/1882 ve 1897 Yılına Kadar Olan Sayımlar 1881/1882 yılında başlanan genel nüfus sayımının sonuçları, İstatistik Umumi İdaresi tarafından yayınlanan “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyenin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumisi” adlı kitapta yer almıştır. Kemal Karpat da bu nüfus sayımı sonuçlarını bir dergide neşretmiştir117. Ancak 113 Eryılmaz, a.g.e., s. 72. Eryılmaz da bu rakamları Enver Ziya Karal’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı, Ankara, 1943 eserine dayanarak vermiştir. 114 Eryılmaz, a.g.e., s. 75; Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu, 1500-1927, Haz. Cem Behar, C. II, Ankara, DİE Yayınları, 1996, s. 28. 115 Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (1856-1880), Ankara, Bilgi Yayınları, 1986, s. 83. 116 Şevket Beysanoğlu, Bütün Cepheleriyle Diyarbakır, İstanbul, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Yayınları, 1963, s. 30. 117 Kemal H. Karpat, “Ottoman Population Records and The Census of 1881/1882-1893” İnternational Journal of Middle East Studies, 9, 1978, s. 249. 46 Karpat’ın rakamlarıyla İstatistik Umumi İdaresinin yayınladığı kitaptaki rakamlar birbirini tutmamaktadır. Hem nüfusun genel toplamı hem de cemaatlere göre dağılımında büyük farklılıklar vardır. Mesela Karpat, 1893 yılı için Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusunu makalesinde 17.388.562 olarak belirtirken, kitabında 17.388.604 olarak vermiştir. Oysa devletin resmi istatistiği toplam nüfusu 18.316.295 olarak vermektedir. Bu iki kaynak arasındaki 927.733’lük farkın neden kaynaklandığı ise bilinmemektedir118. Kemal Karpat, 1881/1882-1883 Nüfus istatistiklerinde Süryanilerin sayısını 22.598 olarak vermektedir. Onun çalışmasında rakamlar eyalet ve sancak bazında da yer almaktadır. Kadın Erkek Toplam 39 76 115 371 371 Adana İli Adana Merkez Kaza Bağdat Vilayeti Bağdat Merkez Kaza Bitlis Vilayeti Bitlis Merkez Sancak 96 165 261 Siirt 755 965 1720 Halep Merkez Sancak 1255 1361 2616 Urfa 489 629 1118 Diyarbakır Merkez Kaza 1969 2077 4046 Siverek 261 187 448 Lice 348 444 792 Derik 48 51 99 Silvan 239 285 524 Mardin Merkez Kaza 1646 1913 3559 Midyat 1614 2043 3657 Cizre 103 94 197 Avniye 260 318 578 Halep Vilayeti Diyarbakır Vilayeti Mardin Sancağı 118 Eryılmaz, a.g.e., s. 80-81. 47 Nusaybin 1279 1210 2489 6 6 12.197 22.598 Suriye Vilayeti Şam Merkez Kaza Toplam 10.401 Tablo 1 1881/1882-1893 Yılı Süryani Nüfusunu Gösteren Tablo Kemal Karpat’ın 1894 yılına dair nüfus tablosu Ali Güler’in eserinde de kullanılmış, ancak Karpat’ın “Suriyeliler” başlığı Güler’de “Süryaniler” olarak geçmiştir. Güler “Diğerleri” başlığında kastedilenlerin Kadim Süryaniler, Maruniler ve Keldaniler olduğunu söylemektedir119. Bu nedenle buradaki Suriyeliler tabiri kafa karıştırmaktadır. Burada kastedilen Süryaniler ise nüfusları 10.618 olarak gösterilmektedir. Diğerleri başlığında verilen toplam rakam ise, 993. 202’dir120. 1894 yılına ait Diyarbakır Vilayet Salnâmesi’ni incelediğimizde 1891 yılı Diyarbakır vilayeti Süryani Kadim nüfusu 17.843 olarak karşımıza çıkmaktadır121. Karpat’ın verilerinden devam ederek 1895 yılına kadar sayılan Müslüman ve gayr-i Müslim tebaanın nüfusunu gösteren tabloya bir göz attığımızda bu defa yeni bir tabir karşımıza çıkmaktadır ki, bu da “Eski Suriyeliler” tabiridir. Ancak bu tabirin İngilizce “Old Syrian” tabirinden geldiği ve bunun da Kadim Süryaniler olabileceği akla yatkındır. Fakat böyle düşünüldüğünde bir yıl önceki rakamlarla ciddi bir uçurum göze çarpmaktadır. Bölgelere ve rakamlara bakacak olursak; 119 Güler, Osmanlı…, s. 32. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Çev. Bahar Tırnakçı, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, s. 193. 121 Diyarbakır Vilayet Salnâmesi, Defa:14, 1894. 120 48 Eski Suriyeliler İdari Bölge Keldani Erkek Kadın Maruniler Erkek Kadın Erkek Kadın Adana -- -- 76 39 -- -- Bağdat -- -- 373 -- -- -- Bitlis -- -- 1727 1419 -- -- Halep 89 62 2039 1807 1014 996 Diyarbakır 552 485 10138 9333 -- -- Suriye -- -- 2411 1872 2938 2497 Kudüs -- -- 1159 -- -- -- Musul 1332 -- 821 821 -- -- Toplam 2510 34005 7445 Tablo 2 1895 Yılına Kadarki Nüfusun Dağılımını Gösterir Tablo122 1897 yılına geldiğimizde istatistiklerde Eski Suriyeliler olarak geçen ve Süryanileri de kapsadığını düşündüğümüz grubun nüfusu 35.554 kişi olarak verilirken, Keldani nüfusu 5768 ve Maruni nüfusu ise 32.416 kişi olarak verilmektedir123. Bilal Eryılmaz’ın Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumisi’nden aktardığı rakamlarda da Süryani nüfusu 35.554 görünmektedir124. Maruniler ve Keldanilerin nüfusu da yukarıdaki rakamlarla aynıdır. 1903 yılında başlanan ve 1906 yılında tamamlanan nüfus sayımı sonuçlarına geçmeden önce yine Diyarbakır Vilayet Salnamesinden elde edilen 1901 yılına ait rakamlara da burada yer vermek uygun olacaktır125 İslam Ermeni Süryani Katolik Protestan Yahudi Yezidi ve Kıptî Ortodoks Keldani Erkek 205828 24685 12506 5945 2987 1434 1049 Kadın 169700 23540 10242 5220 2567 1358 733 Yekûn 375568 48225 22748 11165 5554 2796 1782 756 776 744 663 1500 1439 Tablo 3 1901 Yılı Diyarbakır Vilayet Salnâmesi’ne Göre Bölge Nüfusu 122 Karpat, Osmanlı…, 194-195. Karpat, Osmanlı…, 198-199; Osmanlı Devleti’nin İlk İstatistik Yıllığı 1897, Haz. Tevfik Güran, Tarihi İstatistikler Dizisi, C. V, Ankara, Devlet İstatistik Enstitüsü Yayınları, 1997, s. 24-25. 124 Eryılmaz, a.g.e., s. 84, 87. 125 Diyarbakır Vilayet Salnâmesi, Defa: 18, 1901. 123 49 1901 yılına ait Bağdat Vilayet Salnamesinden öğrendiğimiz kadarıyla bu bölgede yaşayan 638 Keldani’nin yanı sıra beraber alınan Süryani ve Rumların sayısı da 300 gösterilmiştir. 1900 yılına ait Beyrut Vilayet Salnamesi’nden verilen bilgiye göre de burada da 27.800 Maruni ve 248 Süryani Katolik bulunmaktadır126. 3.4. 1906 ve 1914 Nüfus Sayımları 1905/1906 sayımı Osmanlı Devleti’nin yapmış olduğu son nüfus sayımıdır. 1906 yılında Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusu 20.897.617’ye ulaşmıştır. Önemli toprak kayıpları nedeniyle 1914 yılındaki toplam nüfus ise 18.520.016’ya düşmüştür127. Kemal Karpat’ın 1906 yılı nüfusuna dair verdiği bilgilere göre Süryanilerin nüfusu 36.985 olarak verilmiştir128. Kemal Karpat’ın vermiş olduğu tablolarda dikkatimizi çeken bir durum söz konusudur. Tablolarda Süryaniler başlığı dışında Yakubiler diye bir başlık bulunmaktadır. Osmanlı idaresindeki Süryanilerin 1835 yılından sonra iki gruba ayrıldığını ve belgelerde Kadim Süryanilerin Yakubi Süryani, Süryani Katoliklerin de sadece Süryani olarak isimlendirildiğini bilmekteyiz. Bu bilgiden yola çıkarak tablolardaki Süryanilerin Katolik Süryaniler olduğunu kabul edersek, 1906/1907 Nüfus sonuçlarında sadece Musul’da 1024 Yakubi’nin yani Kadim Süryani’nin yaşadığı bilgisi ortaya çıkar ki mantıklı görünmemektedir. Süryaniler başlığında kaydedilenlerin hem Kadim hem de Katolik Süryaniler olduğunu kabul edersek, Musul’daki grubun neden ayrı yazıldığı merak konusudur. Ayrıca tabloda hiç Nasturi görünmemesi de bir çelişkidir. Nasturiler Osmanlı yönetimine ilk girdikleri yıllarda diğer Ortodoks olmayan din grupları gibi Ermeni milleti kategorisine dâhil edilmişlerdi. 1864 yılında bu bağlılıktan kopma isteklerini Babıali’ye bildirmelerine rağmen 126 Derviş Kılınçkaya, “Münbit Hilal’de XIX ve XX. Yüzyıllarda Nüfus ve İdari Yapı”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s. 624. 127 Eryılmaz, a.g.e., s.88. 128 Karpat, Osmanlı…, s. 206-207. 50 Osmanlı Devleti’nin gayr-i Müslimleri idare sistemi hakkındaki bilgiler doğrultusunda Nasturilerin ayrı bir millet olarak kabul edildiği düşünülemez. Ancak 1900 yılına ait bir belgede Hakkari’deki Nasturilerin nüfus miktarları gösterilmektedir129. Ayrıca yukarıda da zikredildiği gibi bölgede bulunan yabancı konsoloslar da Nasturi nüfusunu gösteren raporlar düzenlemektedir. Müslüman Gayr-i Müslim Bölge Erkek Kadın Yekûn Erkek Kadın Yekûn Çölemerik Kazası Yekûnu 1319 1310 2629 7839 7814 15653 Şemdinan Kazası Nasturileri 596 674 1270 Hamidiye Kazası Nasturileri 80 77 157 Gevar Kazası Nasturileri 1221 1001 2222 9736 9566 19302 (Cilo Hariç) Hakkari Sancağı Nasturi Yekûnu Tablo 4 1900 Yılı Hakkari Sancağı’ndaki Nasturi Miktarını Gösteren Tablo Ali Emiri’nin 1911 yılında doğu vilayetlerinin nüfusu ile ilgili vermiş olduğu rakamlar da aşağıdaki tabloda ele alınmıştır130. İslam Ermeni Ermeni Katolik Süryani Kadim 492101 55890 9960 27976 Süryani Katolik 4133 Keldani Protestan Rum Yakubi Yahudi Yezidi Tablo 5 5994 7376 1925 10 2085 2375 Ali Emiri’ye Göre 1911 Doğu Vilayetleri Süryani Nüfusu 129 BOA., Y.PRK.KOM., Dosya No: 10, Gömlek No: 73. Ali Emiri, Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi, İstanbul Yeni Osmanlı Matbaası ve Kütüphanesi 1918, s. 31. 130 51 Justin McCarthy de 1911-1912 yıllarına ait bir nüfus istatistiği vermektedir131. Buna göre; Süryani, Keldani ve Nasturi toplam nüfusu 144.499’dur132. 1914 yılına ait nüfus kayıtları 1905/1906 yılında yapılan nüfus kayıtlarına yeni bilgilerin girilmesi ile oluşturulmuştur. Bu yeni istatistik de “Memalik-i Osmaniye’nin 1330 Senesi Nüfus İstatistiki” adlı küçük kitapçıkta neşredilmiştir. 1914 yılı nüfus istatistikleri titizlikle hazırlanmaya çalışılmıştı. Ancak bu istatistiğin kazalardan gelen bilgilere göre hazırlandığını göz önünde tutulacak olursa bazı eksikliklerin olduğu da anlaşılmaktadır. Bu eksikliklerin konumuzu ilgilendiren kısmı Nasturiler üzerinde göze çarpmaktadır. Hakkari ve çevresinde aşiret halinde yaşayan Nasturilerin 1914 istatistiklerinde yaklaşık 33.909’unun kadarının kayıt dışı kaldığı tahmin edilmektedir133. 1914 yılı nüfus verilerine göz atacak olursak Süryanilerin nüfusu 54.850 olarak verilmektedir. Bunun dışında Eski Suriyeliler başlığı altında verilen grup 4133, Yakubiler 6932, Nasturiler 8091 kişi olarak kaydedilmişlerdir134. Bu veriler dışında 1913-1914 yılına ait Diyarbakır vilayeti ile Mardin ve Maden Sancaklarına bağlı bulunan kazaların nüfus dağılımına göre de Süryani nüfusu 28.999 olarak gösterilmiştir135. Bu rakamların dışında 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı topraklarında dolaşan seyyahların vermiş olduğu bilgiler, kesin olmasa bile en kötü ihtimalle bir seyyahın kaba bir soruşturmayla edindiği bilgiler olarak bize bir fikir vermektedir. Örneğin; G.A. Olivier’e göre, 18. yüzyıl sonunda Mardin coğrafyasının %75’i Müslüman olmakla birlikte, 3000 Kürt, 5 ila 6000 Arap ve Türk, 1500 Ermeni Yakubi ve 1500 Nasturi bulunmaktadır. A. Dupré, 1807’de, 20.000’i Müslüman, 3200’i Yakubi, 2000’i Ermeni Katolik, 400’ü 131 Justin McCarthy, Osmanlı Anadolu Topraklarındaki Müslüman ve Azınlık Nüfus, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1995, s. 102. 132 Bu tablo için Bkz. Ekler Bölümü Ek IV. 133 Orhan Sakin, Osmanlı’da Etnik Yapı, 1914 Nüfusu, İstanbul, Ekim Yayınları, 2008, s. 161-167. 134 Sancak ve Kaza bazındaki ayrıntılı bilgi için Bkz. Memalik-i Osmaniye’nin 1330 Senesi İstatistiki, Dahiliye Nezareti Sicilli Nüfus İdare-i Umumiyesi Müdüriyeti Yayınları, Dersaadet, 1336. 135 Bu tablonun tam metni için Bkz. Ekler Bölümü Ek III. 52 Keldani, 800’ü Yahudi, 800’ü Şemsi, 40’ı Ermeni Ortodoks olmak üzere 27.240 toplam nüfus vermektedir. Diğer seyyahların verdiği rakamlar ise şöyledir; Mc. D. Kinneir (1808) 11.000 nüfus, 1500 Ermeni, H. Southgate (1837) 3000 aile, 500 Ermeni Katolik, 400 Yakubi, 250 Süryani Katolik, 100 Keldani, 10 Yahudi ve geri kalan Müslüman136. Gayr-i Müslimlerin dini ve etnik ayırımını gösteren bir diğer kişi de Vital Cuinet’tir. Cuinet, 1891 yılına ait istatistikler vermektedir. Ona göre Süryani nüfusu Diyarbakır vilayetinde 42.058, Bitlis vilayetinde 9580, Halep vilayetinde ise 53.624’tür137. Rusya Dışişlerinde görevli bir Rus Tuğgenerali olan Mayewski’nin Osmanlı Devleti’nin doğu vilayetlerini gezerek çıkartmış olduğu istatistikler de 1899 yılına ait Van vilayetinin nüfusunun etnik gruplara göre dağılımını vermektedir. Mayewski’ye göre; bölgede 17.937 kişiden oluşan Nasturi nüfusu bulunmaktadır138. Tablodan anladığımız kadarıyla Hakkari Sancağı Nasturi nüfusunun oldukça yoğun olduğu bir bölgedir. Burada Nasturi nüfusu %37 dolaylarındadır. Van vilayeti baz alındığında da bu oran % 17 civarındadır139. 1880 yılında İngiltere Büyükelçisi Sir George S. Goschen’in isteği doğrultusunda Henry Trotter tarafından hazırlanan raporlara göre de Osmanlı Devleti’nin doğu vilayetlerinde yaşayan Hıristiyanlarla ilgili olarak aşağıdaki tablo karşımıza çıkmaktadır140; 136 Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu Vd., Mardin, Aşiret, Cemaat, Devlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2000, s. 136; Mehmet Alaaddin Yalçınkaya, “Avrupalı Seyyahlara Göre Mardin ve Çevresinin Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Durumu (1880-1850), I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 480. 137 Vital Cuinet, La Turquıe D’Asıe, C. I-II, İstanbul, Les Editions İsis, 2001. Ayrıntılı tablo için Bkz. Ekler Bölümü Ek V. 138 Mayewski, Van-Bitlis Vilayetleri Askeri İstatistiği, Çev. Binbaşı Sadık Bey, İstanbul,1330, s. 83’den nakleden Çetin, a.g.t. s. 11. Mayewski’nin adı geçen eserinin Osmanlıcadan tercümesi olan 19 Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni İlişkileri adlı kitapta da yukarıda zikredilen tablo mevcuttur. Ancak bazı rakamlar birbirini tutmamakla beraber, toplam rakamlarda da yanlışlıklar bulunmaktadır. Tablo için Bkz Ekler Bölümü Ek VI. 139 Mayewsry V. T., 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni İlişkileri, Terc. Mehmet Sadık, Çev. Haydar Varlı, y.y., Sipan Yayıncılık, 1997, s. 87. 140 Sonyel, a.g.e., s. 13. 53 Bölge Nasturiler Keldaniler Bitlis -- 1863 Yakubi ve Süryani Katolikler 290 Van 29.350 -- -- Diyarbakır -- 761 3731 Halep -- 759 2001 Harput -- -- 413 Tablo 6 1880 yılı Doğu Vilayetleri Nüfusu Trotter ayrıca Osmanlı Devleti’nin bazı vilayetlerindeki nüfusa ilişkin tahminleri de sunmuştur141; Siirt hariç Erzurum, Van ve Bitlis Vilayetleri: Konsolos Taylor(1869) Berlin Projesi(1878) 110.000 Nasturi 142 14.000 Sir Charles Dilke’nin Memuru(1880) 143 Elçilik Patriği(1880) Konsolos Yardımcısı Clayton(1880) Resmi Rakamlar(1880)146 84.995144 85.000 145 53.940 61.778 Siirt dâhil Diyarbakır Vilayeti: Taylor(1869) Elçilik Patriği 55.000 Resmi Rakamlar(1880) 10.212 Özel 141 108.000 Suriyeli 147 19.200 Karpat, Osmanlı…, s. 229; Sonyel, a.g.e., s. 13-14. Trotter bu rakamları Erzurum’da eline geçen “Projet de Reglement Organique pour Armenie Turque”(1878) başlıklı bir kitapçıktan almıştır. Bu belge gayri resmi yollardan Berlin’deki tam yetkili elçilere sunulmuştu. 143 Charles Dilke’nin bir memurunun Ermeni Patriği’nin Ermeni vilayetleri ile ilgili hazırladığı istatistiklerden alınmıştır. 144 Bu rakam Salahi Sonyel’de 84.000 olarak verilmiştir. 145 Bu tablolar hazırlandığı sırada Yüzbaşı Clayton’dan alınan Nasturi topraklarında yapılan çalışmalar sonucunda oluşmuş rakamlardır. 146 Bekir Paşa’nın son resmi gezisi sırasında topladığı resmi rakamlardır. 147 Bu rakamlar Diyarbakır’da gayri resmi bir kaynaktan edinilen Süryani ve Keldani cemaatine mensup kişilerin ev sayısının yaklaşık bir kaydından elde edilmiştir. Hane başına altı kişi sayılmıştır. 142 54 Harput Vilayeti Taylor(1869) 130.000 Hıristiyan Elçilik Patriği 5000 Suriyeli ve diğer Hıristiyanlar Resmi Rakamlar 826 Özel 1500 Halep Vilayeti Büyükelçilik Patriği 106.000 Suriyeli Resmi Rakamlar 5520 Birinci Dünya Savaşı öncesi Süryani nüfusu ile ilgili olarak verilen en abartılı rakam 500.000 civarında oldukları, en düşük rakam ise 250.000 kadar oldukları yönündedir. Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı’nda katledildiği yolundaki iddialarda da abartılı rakamlar sunulmaktadır. Örneğin 1922 yılında Ağa Petros tarafından Lozan’daki İngiliz delegelerine gönderilen raporlarda 1914 yılında Diyarbakır ve Urfa civarında yaşayan Süryanilerin nüfusu 23.200 olarak gösterilmektedir. Yine Mor Barsawm tarafında 1919 yılında İngiltere’ye sunulan rapora göre Süryanilerin savaş esnasında verdiği kayıplar 90.314 kişidir. Barsawm’ın rakamlarının oldukça abartılı olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Paris Barış Konferansı’na sunulan Süryani nüfusu hakkında bir başka istatistiğe göre de 1914 yılı itibariyle toplam Süryani nüfusu 811.000 olarak verilmektedir. Aynı belgede toplam kayıp 250.000 kişi olarak gösterilmektedir148. Urmiyedeki Rus viskonsülü Basil Nikitin de bölgede uzun bir süre yaşamış ve çalışmış olan Dr W. A. Shedd’in 1903 yılında yayınlamış olduğu makalesine dayanarak 1918 yılında bir istatistik çıkartmıştır149. Buna göre; Urmiye ve çevresinde 32.750 Nasturi yaşamaktadır. Nasturi Aşiretleri Cilo 149 555 aile Baz 7 375 Diz 11 170 5 750 Tohup 148 14 köy Özdemir, a.g.e., s. 61-65. Sonyel, a.g.e. s. 15-16. 55 Tal Tiyari 6 köy 40 230 aile 1.720 Toplam 26.600 kişi Nasturi Reayalar Gevar 21 köy Başkale ve Van 22 520 Çölemerik 10 200 Nouchia(?) 15 270 Mergevar 14 310 İmadiye 45 1.205 Toplam 680 aile 22.295 kişi Amerika’nın Halep Konsolosu Parker W. Buhrman 10 Mayıs 1924 tarihinde bölgesinde bulunan Ermenilerle ilgili bilgi verdikten sonra, Mardin ve Diyarbakır bölgesinde 15.000 Süryani’nin yaşamakta olduğunu ve Urfa’da da büyük savaştan önce 85.000 olan kent nüfusunun 45.000’inin Türk Müslüman Arap Kürt, 32.000’inin Ermeni, 3500’ünün Yahudi ve 8000’inin Süryani olduğunu belirtmektedir. Süryanilerin istikrarsız politik ve ekonomik koşullar ve gönüllü göçler sebebiyle 5000 seviyelerine kadar gerilediklerini ve o tarihe kadar 450 kişinin Halep’e geldiğini bildirmiştir. 24 Mart 1924 günü ise bu rakam 1200’e çıkmıştır150. Görüldüğü üzere Osmanlı kayıtlarının her yıl için bütün vilayetler bazında ayrıntılı nüfus dökümü vermemesi nedeniyle Osmanlı topraklarında yaşayan Süryanilerin, Nasturi veya Keldanilerin kesin sayılarını bilmek imkânsız gibi görünmektedir. Farklı kişiler tarafından hazırlanan rapor ve istatistiklerin doğruluğunu kanıtlamak da son derece imkânsızdır. Bunların gerek Osmanlı Devleti tarafından çok yetersiz bir şekilde sayılmış olmaları, gerekse birbirleriyle beraber değerlendirilmiş olmaları nedeniyle verilerde hatalar ya da eksikler olabilmektedir. Bu cemaatlerin nüfusları ile ilgili olarak yapılan istatistiklerin yanı sıra kaynaklarda küçük bilgiler de bulunmakta ancak bu rakamlar da birbirini tutmayabilmektedir. Bu durum da kesin bir rakam ortaya koymamızı zorlaştırmaktadır. Buna rağmen 150 Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Vd., Ermeniler: Sürgün ve Göç, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2005, s. 153-154. 56 nüfusla ilgili çalışmalar bize sayı bakımından bir fikir vermenin yanı sıra esas olarak Süryanilerin Osmanlı topraklarında hangi bölgelerde yoğun olarak bulunduklarını göstermesi bakımından son derece önemlidir. 4. BATILI DEVLETLERİN SÜRYANİLERLE İLGİLİ POLİTİKALARI Çoğu zaman belli bir kronoloji ve zaman dilimi söz konusu edilmeksizin Türklerle Batılı devletlerin mücadelesinde Batılı devletlerin genellikle gizli niyetlerine Şark Meselesi denilmektedir. Bu bağlamda ifade edilirse “Avrupa büyük devletlerinin, Osmanlı Devleti’ni iktisadi, siyasi nüfuz ve hükmü altına almak veya sebepler ihdas ederek parçalamak ve Osmanlı idaresinde yaşayan muhtelif milletlerin istiklâllerini temin etmek istemelerinden doğan tarihi meselelerin tümüne Şark Meselesi” denilmektedir151. Anlaşılacağı üzere Şark Meselesi, Batılı devletlerin Türkler üzerindeki düşünce, emel ve faaliyetlerinin sistematik bir ifadesidir. Osmanlı üzerindeki Devleti’nde amaçlarını yaşayan Hıristiyanların gerçekleştirmek için büyük devletin toprakları güçler tarafından kullanılmasının temelinde yatan şark meselesi kavramının üç unsuru; Türkler, Düvel-i Muazzama denilen Batılı devletler ve gayr-i Müslimlerdir. Bu üç unsurdan birini teşkil eden Avrupa için şark meselesi, Düvel-i Muazzama’nın Osmanlı Devleti’ne karşı bazen ayrı ayrı bazen de bir arada yürüttüğü diplomasinin adıdır. Bu devletler arasında Avrupa ve dünya hâkimiyeti konularındaki kıyasıya rekabetten de etkilenen şark meselesi, Avrupa’nın dış politikasının önemli bir bölümünü oluşturduğuna göre, dış politikayı etkileyen faktörlerin şark meselesindeki rolü de unutulmamalıdır. Osmanlı Devleti’nin yayıldığı coğrafyanın stratejik konumu ve nüfusu, Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i Müslim tebaanın farklı din ve mezheplerden olması, bu durumun devletin iç işlerine karışma bahanesi yaratması bunların dışında Avrupa’nın politik, sosyal ve ekonomik yapısının Avrupalı devletleri yayılma ve etki sahaları aramaya sevk etmesi gibi faktörler şark meselesinin temelinde bulunmaktadır. 151 Cevdet Küçük, “Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Hatıra Sayısı, 1979, s. 607. 57 Türkler Ortadoğu’ya gelmeden önce bölgede Hıristiyan-Bizans ve Müslüman-Araplardan oluşan iki büyük güç bulunmaktaydı. Türklerin Ortadoğu’ya gelmesi ile güç dengeleri alt üst olmuş ve böylece HıristiyanBatı âleminin zihnini şark meselesinin iki yönü meşgul etmeye başlamıştır. Birincisi, merak ve korku uyandıran Türk imajı ve Türkleri durdurma fikri, ikincisi ise; Türklerin hâkim olduğu kutsal yerlere hasret ve bu yerlerdeki Hıristiyanlara acıma ve yardım duygusu olmuştur. İşte bu potansiyel duygu her zaman var olmuş ancak Türklerin kuvvetli olduğu dönemlerde eylem ve harekete geçememiş, geçse bile başarılı olamamıştı152. Sömürgecilik yarışı Batılı devletlerin maddi potansiyelini artırırken Osmanlı topraklarını da çember içinde bırakıyordu. Osmanlı Devleti elinde bulundurduğu toprakların çok önemli stratejik ve coğrafi durumu nedeniyle yayılma siyaseti izleyen Batılı devletlerin ihtiraslarının odağı olmuştu153. Bu ihtiras yüzünden Osmanlı Devleti, Batı’nın daha evvelki yıllarda duyduğu hissi ilgiyi aşarak siyasi, iktisadi, stratejik ve askeri ilgi alanına da girmiş oluyordu. Ancak Avrupalı devletler menfaatlerini gizleyebilmek için işin siyasi boyutunu kapatarak dini boyutlarını ön plana çıkarmıştır. Şöyle ki; Batılı devletler, Türklerin baskısını önlemek, Hıristiyanları himaye etmek, mümkün olursa kurtarmak gibi Hıristiyan kamuoyuna hoş gelebilecek bahane hedefler ortaya atarak bunu gayr-i Müslimler için önce reform, sonra muhtariyet ve en sonunda da istiklâl istekleriyle uygulamaya koymaya çalışmışlardır154. Esasen masumane ve insani mülâhazalarla Osmanlı’dan Hıristiyan unsurların yaşadıkları yerlerde ıslahat talebinde bulunan bu devletlerin asıl amaçları, Osmanlı Devleti’ne toparlanma, varlığını, hayati menfaatlerini kendi gücü ile savunma yeterliliği ve gelişme imkânı kazandırmak değil, kendi 152 Bayram Kodaman, “Şark Meselesi ve Tarihi Gelişimi”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu (Dün-Bugün-Yarın), H.Ü. A.İ.İ.T.E., 8-9 Mart 1990, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992, 59-60. 153 Reşat Sagay, XIX. ve XX. Yüzyıllarda Büyük Devletlerin Yayılma Siyasetleri ve Milletlerarası Önemli Meseleler, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1972, s. 69. 154 Kodaman, a.g.b., s. 60. 58 menfaat alanları ve sahiplenmek istedikleri bölgeler üzerinde nüfuzlarını ve denetimlerini artırmaktır155. Özellikle 19. yüzyılda Osmanlı Devleti topraklarına akın etmeye başlayan misyonerler, Hıristiyanlara yalnız kendi tarih, dil ve edebiyatlarını öğretmekle kalmıyor aynı zamanda onlara ihtilalci fikirler de aşılayarak kendi etkileri altına almaya çalışıyorlardı. Hıristiyan azınlıkların hamileri kesilen bu misyonerler, büyük devletleri de arkalarına alarak onlara müdahale etmeleri için ortam hazırlıyorlardı156. Şark Meselesi’nin bir diğer unsuru olarak verdiğimiz gayr-i Müslimler için belli bir döneme kadar herhangi bir mesele söz konusu değildi. Ne var ki, İngiltere, Fransa ve Rusya, dünya hâkimiyeti ve sömürgecilik politikası takip etmeye başladıktan sonra gayr-i Müslimler Şark Meselesi’nin hem amacı hem de vasıtası haline getirilmişlerdir. Çünkü Avrupalı devletlerin menfaatleriyle gayr-i Müslimlerin menfaatleri arasında ortak noktalar bulunmaktaydı. Gayr-i Müslimler bunu anladıklarında gönüllü olarak şark meselesinin canlı aktörleri olmayı benimsemişlerdir. Bundan sonra izledikleri politika ise Osmanlı Devleti’nde Avrupalı devletlerin ticari, siyasi ve mali simsarı olmak, yani aracı bir cemaat haline gelmek, devlet dâhilinde olaylar çıkararak Avrupa’nın kendi lehlerinde müdahalesini temin etmek ve şartlara göre reformlar adı altında kendilerini muhtariyete veya istiklâle götürecek tavizler kopartmak şeklinde özetlenebilir157. Hıristiyan azınlıkların kimi ruhani önderleri, devletin kendilerine vermiş olduğu bazı hakları kullanarak Avrupalı devletlerle işbirliği yapmaya çalışmakta, kendi etki ve yetkilerinin artacağını sanarak bağımsızlık vaatleriyle kandırılmaktaydılar158. Osmanlı Devleti’nin buhranlı anlarından yararlanan ya da böyle bir krizi bizzat yaratan Hıristiyan azınlıklara verilen sözler, Avrupalı devletlerin dünya hâkimiyeti konusunda aralarındaki rekabet nedeniyle ikinci plana atılabilmiştir159. 155 Mustafa Turan, “Ermeni Meselesine Politik Yaklaşım”, (Erişim): http//www.gazi.edu.tr/web/mturan/yayınlar.htm/,13 Ocak 2008, 22.10. 156 Salâhi R. Sonyel, “Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğunu Parçalama Çabalarında Hıristiyan Azınlıkların Rolü”, Belleten, C. XLIX, S. 195, 1986, s. 651. 157 Kodaman, a.g.b., s. 61. 158 Sonyel, “Büyük Devletlerin…”, s. 652. 159 Kodaman, a.g.b., s. 61. 59 20. yüzyılda büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmaya yönelik politikaları, Osmanlı Devleti’nin çökmesini çabuklaştırmak, böylece büyük değer taşıyan mirasına konmak, Osmanlı topraklarında nüfuz ve güçlerini artırmak ve iktisadi menfaatler elde etme amacına matuf politikalar olacaktır. Batılı devletlerin baskılarından kurtulmak için gösterilen çabalara rağmen Osmanlı Devleti, Şark Meselesi’nin neticelerinden kendini kurtaramayacaktır160. Batılı devletlerin doğu politikalarının gereği olarak fiiliyata konulan Şark Meselesi, Osmanlı Devleti’nin dağılması ile Osmanlı’nın meselesi olmaktan çıkarak devletlerarası siyasetin mihrakını teşkil eden bir hüviyete dönüşüyordu. Osmanlı toprakları üzerinde menfaatleri ve hesapları olan devletlerin, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde takip ettikleri politikalar ve oynadıkları roller Şark Meselesi’nin bir anlamda izahı olmakla birlikte, devletin siyasi gücünün kendisini toparlayamayacak kadar zayıfladığını göstermesi bakımından da önemlidir. İşte Napolyon’un alt üst ettiği Avrupa haritasını yeniden düzenlemek için toplanan Viyana Kongresi’nde ortaya çıkan Doğu Sorunu ya da daha bilinen tabirle Şark Meselesi, 19. yüzyılın ilk yarısında genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması, aynı asrın ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması, 20. yüzyılda da İmparatorluğun bütün topraklarının bölüşülmesi manasında kullanılmıştır161. Osmanlı Devleti üzerinde emperyalist emelleri olan devletlerin, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesine matuf politikaları sebebiyledir ki Birinci Dünya Savaşı’nda yer alan bu devletler Osmanlı ülkesinin parçalanması ve paylaşılması yönünde stratejiler geliştirmişler ve Şark Meselesi’ni sonuçlandırmak istemişlerdir162. Osmanlı Meselesi’nin 160 Devleti topraklarında unsurlarından birini yaşayan oluşturduğuna gayr-i göre Müslimler onlar Şark üzerinde Mustafa Turan, Milli Mücadele’de Siyasi Çözüm Arayışları, (30 Ekim 1918-24 Temmuz 1923), 2. Baskı, Ankara, Siyasal Kitapevi, 2005, s. 18. 161 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. V, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988, s. 203-204. 162 Turan, a.g.e., s. 21-22. 60 yoğunlaşan misyonerlik faaliyetleri Şark Meselesi içinde mütalaa edilebilmektedir. Misyonerliğin tarihi, Hıristiyanlığın doğuşuna kadar götürülür. Misyon (mission) kelimesi özel görev, geçici görev, kutsal görev ve yetki anlamına gelmektedir163. 16. yüzyıldan itibaren Hıristiyan inanışını vaaz etmek ve ayinleri yönetmek yetkisiyle din adamlarının çevreye gönderilmesine misyon, bu gibi görevlilere de misyoner denilmektedir. İlahi gerekçesi, Hz İsa’nın havarilerine vermiş olduğu “Gidiniz! Gerçeği (Kutsal Kitabı) onlara anlatınız.” emrine dayanan misyonerlik, amaçlı ve şuurlu bir din yayıcılığı ve dünyanın Hıristiyanlaştırılması hareketine denilmektedir164. Misyoner, sadece din adamı değil, bulunduğu yerin tarihini, siyasi ve idari yapısını, sosyolojik ve kültürel durumunu, nüfusunu da araştırabilecek düzeyde eğitim almış bir kişiydi. Misyonerler görevlendirildikleri toplumun özelliklerini iyice tetkik edip bağlı bulunduğu devletle birlikte dini merkezlere ulaştırmaktaydılar. Filozof Roger Bacon (1210-1294) Papaya sunduğu bir risalede misyonerliğin yayılması için yabancı dillerin özellikle de Arapça’nın üniversite öğrenimine alınmasını ve Hıristiyanlığın zaferi için İslam’ın da üniversitelerde öğretilmesini teklif etmiştir. 1649 yılında İngiliz Parlamentosu, Hıristiyanlığın dünyaya yayılması için Londra’nın merkez olduğunu belirterek bir misyonerlik cemiyeti kurmuş ve bu cemiyetin dünya üzerindeki şube sayısı 19. yüzyıla gelindiğinde 7000’e ulaşmıştır. Fransa 1787 yılında Şarkiyatçılar Cemiyeti’ni, Amerika ise 1810 yılında Amerikan Misyon Dostları Derneği’ni ve 1814 yılında Vaftizci Misyonlar Derneği’ni kurarak misyonerlik faaliyetlerine başlamıştır165. Misyonerler, hem faaliyet yürüttükleri ülkelerin hem de kendi mensubu oldukları devletin politikalarına yön vermeye gayret gösterirken kendileri için lüzumlu olan bazı politikaların yürümesi için de iki devleti ve bazen birçok 163 Mission, Latince miterre kelimesinden gelmektedir. Uygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları, İstanbul, Arba Yayınları, 1999, s. 14. 164 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 14. 165 Necmettin Tozlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Misyoner Okulları”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s. 787. 61 devleti birbirleri ile sürtüşme içine sokabilmişlerdir. Bir dereceye kadar da bunda başarılı olmuşlar ve devletlerarası politikada etkin rol oynamışlardır. Misyonerler, asli görevleri olarak değerlendirilen dini faaliyetlerin ötesinde mensubu bulundukları devletin nüfuzunu tesis ederek, kültürel ve ticari çıkarlarını devam ettirecek yetişmiş bir yerli elit grubunu da oluşturmaya çalışmışlardır. Bu yetişmiş Hıristiyan grubun oluşturulması da devletlerarası mücadele konusu olmuştur. Çünkü yetişen bu elemanlar, o bölgede ticari faaliyetlerin geliştirilmesinde bir aracı olarak kullanılabiliyordu. Bu da Hıristiyan devletlerin kendi ticari menfaatleri için misyon sahaları elde edebilmek gayesiyle mücadele vermeleri için bir sebep teşkil etmiştir. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki misyonerliğin başlangıçta görülen esas gayesi dini olmakla birlikte bu gayeyi gerçekleştirmek için kullanılan metotlar her bölge, her dönem ve her kültür için değişiklik göstermekte bazen hastane, bazen okul bazen matbaa vs şekillerde kendini göstermektedir. Bu sebeple misyonerlerin havarilerin yolundan gittikleri ve onların devamı oldukları yolundaki iddiaları zamanla hümanist görünümleri yanına sosyal ve siyasi yönün de eklenmesi nedeniyle pek de inandırıcı görünmemektedir166. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra daha da önem kazanan Şark Meselesi çerçevesinde Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’ne ilgisi, düşmanlığı ya da siyasi, kültürel ve askeri müdahalesi aldığı biçim ne olursa olsun ekonomik nitelikteydi. İşte özünde ekonomik sömürü yatan bu ilginin hayata geçirilmesi farklı araçlarla olmaktaydı ki özellikle 19. yüzyılda bunlardan çok etkili olan bir tanesi İmparatorluğun her tarafında yürütülen misyonerlik faaliyetleri olmuştur167. Bu faaliyetlerin de etkisi ile Müslüman ve Hıristiyanların birbirlerine karşı davranışlarında önemli farklar ortaya çıkmış, 19. yüzyıla kadar bir arada yaşadıkları coğrafyanın sosyal ve ekonomik 166 Erdal Açıkses, Amerikalıların Harput’taki Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2003, s. 18-20. 167 Uygur Kocabaşoğlu, “Doğu Sorunu Çevresinde Amerikan Misyoner Faaliyetleri”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu, Bildiriler, Hacettepe Üniversitesi, A.İ.İ.T.E., 8-9 Mart 1990, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992, s. 65-66. 62 sorunları dışında karşı karşıya gelmeyen halklar, kendilerini bir anda uluslar arası bir kavganın tarafları olarak bulmuşlardır168. İşte Avrupalı büyük güçlerin Osmanlı Devleti’ndeki sömürgeci çıkarlarını sürdürebilmek amacıyla yürüttükleri diplomasi içerisinde bazen Boğazlar, bazen demiryolları, bazen de Osmanlı tebaasının hakları gibi meselelerle gündeme getirdikleri devleti parçalamaya yönelik faaliyetlerinde Osmanlı Devleti’nin özellikle doğu vilayetlerinde yaşayan Hıristiyanların ve bu bağlamda Süryanilerin ayrı bir yeri bulunmaktaydı. Bu ilgi önceleri Fransa, Rusya ve İngiltere ile başlamış sonra bu devletlere ABD de katılmıştır. Bu noktada bu büyük güçlerin planları üzerinde durmak yerinde olacaktır. 4.1.İngiltere 4.1.1. İngiltere’nin Süryanilerle İlgili Planları İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’un “İngiltere’nin devamlı dostları veya tabii düşmanları yoktur, sadece daimi menfaatleri vardır.” sözünde169 çok güzel ifade edildiği gibi İngiltere’nin her şeyden önce kendi çıkarlarını önde tutan geleneksel politikası önceleri Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunurken daha sonra parçalama yoluna gitmiştir. Bu politika değişikliğinde Osmanlı Devleti’nin 1877-1878 Rus Harbi’nde almış olduğu yenilginin etkisi büyüktür demek yanlış olmayacaktır. İngiltere’nin, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmasının doğrudan Hindistan meselesi ile ilgili olduğunu da belirtmeliyiz. Fransa’dan Hindistan sömürgesini ele geçiren İngiltere’nin ekonomik hayatında Hindistan önemli bir yer tutmaya başlamıştı. İngiltere, Hindistan’a, adına “İmparatorluk Yolu” da denilen Mısır, Akdeniz ve Cebelütarık Boğazı’ndan geçerek ulaşmaktaydı. 1781-1792 yılları arasında İngiltere bu yolda kendisini tehdit altında hissetmemişti. Ancak bu tarihte Rusya ve Avusturya’nın Osmanlı Devleti ile yapılan savaşı kazanmaları ve Rusya’nın 168 İbrahim Özcoşar, “Süryani-Müslüman İlişkileri”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim Özcoşar, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 200. 169 A. Suat Bilge, Milletlerarası Politika, Ankara, Sevinç Matbaası, 1966, s. 317. 63 Boğazlara yerleşme fikri İngiltere’yi hayli tedirgin etmiştir. Rusya’nın Boğazlardan Akdeniz’e inmesi demek İngiltere’nin İmparatorluk Yolu’nun tehlikeye girmesi demekti. Bunu göze alamayan İngiltere’nin yapacağı tek şey tabiatıyla Rusya’nın Akdeniz’e inmesini engelleyen Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak olacaktır. Bu nedenle Osmanlı Devleti ile ikili münasebetlerini koruma yoluna giden İngiltere, 1838 yılında Osmanlı Devleti ile bir anlaşma (Balta Limanı Anlaşması)170 imzalayarak geniş ticari ve iktisadi menfaatler sağladı. Bazı müelliflerin de ifade ettiği gibi İngilizler, “Şarka ticari sıfatla gelmişler fakat siyasi sıfatla yerleşmişlerdir.”171. Fransa’nın da Mısır’ı işgal etmesi, hem İngiltere’nin hem de Rusya’nın işine gelmiyordu. İngiltere, sömürgeleriyle olan bağlantısının tehlikeye girmesinden, Rusya ise Osmanlı Devleti’nin yıkılması ihtimalinden tedirgin olmuş ve bu iki devlet kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti ile ittifak yapmışlardır. Mezopotamya bölgesi de İngiltere için ayrı bir öneme sahipti. Mezopotamya Doğu Akdeniz ülkelerini ve Arabistan Yarımadası’nı Orta ve Uzak Doğuya bağlayan kilit bir mevkide olması yanında Hindistan’a yönelebilecek bir saldırının da başlangıç noktasında bulunmaktaydı. Ancak bundan daha da önemlisi bölgenin petrol zenginliğidir. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kömürün yerini alan petrol, sosyal, ekonomik ve askeri alanlarda aranan bir hammadde konumuna gelmiş ve bu hammaddeyi elde etme yarışında İngiltere de yerini almıştır. İngiliz Savaş Kabinesi Bakanlarından Sir Maurice Hankey’in Dışişleri Bakanı Balfour’a yazdığı mektupta İngiltere’nin düşüncesi açıkça ortaya çıkmaktadır: “Büyük potansiyelde petrol alabileceğimiz kontrolümüz altındaki yerler İran ve Mezopotamya’dır. Bu nedenle petrol kaynağı olan bu iki yer üzerindeki kontrolümüz İngiltere’nin savaştan beklediği birinci sınıf hedef olmalıdır.” 172 170 Bu konuda bkz. Mübahat Kütükoğlu, 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Muahedesi, Ankara, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon, 1985. 171 Davut Kılıç, “XIX. Asırda İngiltere’nin Ortadoğu Politikasının Osmanlı Ermenilerine Yansıması”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 117, Aralık 1998, s. 90-91. 172 Yonca Anzerlioğlu, “XIX. yy. ve Sonrasında Nasturi Hıristiyanlarının Faaliyetleri”, Türk Yurdu, C. XVIII, S. 134, Ekim 1998, s. 180. 64 1878 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı yenilmesi İngiltere’ye göstermiştir ki, Osmanlı Devleti artık yıkılmak üzeredir ve Rusya’nın bu topraklarda hâkimiyet kurması engellenmelidir. İngiltere bunu iki yolla yapmaya çalışacaktır. Birincisi; Kıbrıs gibi bazı stratejik noktalara yerleşmek173, ikincisi ise; Anadolu topraklarında kendisine bağlı ya da kendi kontrolü altında tutabileceği devletler kurmaktır174. İşte özellikle Doğu vilayetlerinde bulunan Hıristiyanların kışkırtılmaya çalışılmasının altında bu politika yatmaktadır. Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması (1878) İngiltere’yi telaşlandırmıştı. Antlaşmanın 16. Maddesinden tedirgin olan İngiltere, bu madde ile Rusların Ermenileri himaye perdesi altında Doğu Anadolu’da nüfuzunu genişleteceğinden ve harple sağlamış olduğu toprak kazancının yarattığı elverişli durumdan faydalanarak İskenderun ve Mezopotamya üzerinden Basra Körfezine kadar yayılmasından endişe etmiştir175. Osmanlı Devleti’nin artık tek başına Rus tehditlerine engel olabileceğinden ümidi kesen İngiltere’nin Boğazlar ve Malta’ya kuvvet göndermesi ile savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalan Rusya Ayastefanos Antlaşması’nın Berlin Konferansı’nda görüşülmesine razı olmak zorunda kalmıştır176. Berlin Konferansı öncesi “Doğu Anadolu’da Hıristiyanların bulunduğu eyaletlerde” kaydıyla Bab-ı Ali’nin ıslahat yapması hususunda bir taahhüt koparan İngiltere, Berlin Konferansı’nda da ıslahat formülü üzerinde durmuş ve 61. Madde gereğince Osmanlı Devleti Ermenilerin oturdukları yerlerde ıslahat yapmayı kabul etmiştir. Zaten Tanzimat’tan beri “Islahat” ve “İmtiyaz” adı altında Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmek amacında olan Batılı devletler, Rumeli’de oynadıkları oyunun bir benzerini Anadolu topraklarında 173 Kıbrıs askeri ve stratejik açıdan İngiltere için vazgeçilmesi çok zor bir ada ve önemli bir ticaret merkeziydi. Suriye’nin kuzeybatı köşesinde bulunan Kıbrıs, Mısır, Suriye ve Küçük Asya’nın anahtarı konumundaydı. Kıbrıs’da bulunacak bir askeri üs, Rusya’nın güneye doğru ilerlemesi durumunda İngiltere’nin bölgedeki durumunu güçlendirebilirdi. Bundan dolayı İngiltere daima Kıbrıs gibi stratejik önemi olan adaların üzerinde yoğunlaşmıştır. Durdu Mehmet Burak, Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-İngiliz İlişkileri, (1914-1918), Ankara, Babil Yayıncılık, 2004, s. 85. 174 Fahir Armaoğlu, 20 Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914-1990, C. I, 10. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1994, s. 44-45. 175 Karal, a.g.e., C. VIII, s. 130. 176 Kılıç, “XIX. Asırda…”, s. 93. 65 başlatmışlardır177. Böylece Ermeni davası ortaya çıkarken İngiltere de Osmanlı Devleti aleyhinde gelişecek bir meselede yer almış oluyordu178. Yapılacak olan ıslahatlar da Rus kontrolünden Batılı devletlerin kontrolüne geçmiş oluyordu179. İngiltere gerçekleştirilmesi istenen ıslahatların uygulanmasını denetlemek amacıyla Doğu Anadolu’nun birçok bölgesine askeri ataşeler yerleştirmiştir. Bu ataşelerin görevi Hıristiyanların durumunu takip edip bölgede istenmeyen gelişmeler olduğunda İngiliz hükümetine bilgi vermekti. Bu bilgilere dayanarak da Osmanlı Hükümeti’ne gereken uyarı ve baskı yapılacaktı. Askeri ataşelerin bölgedeki varlığına Müslüman nüfus tepki göstermiştir. Bunun üzerine Nasturiler, İngilizler tarafından özel bir muameleye tabi tutulmuş; hatta bu insanların İngiliz tebaası olduğu söylentileri dolaşmaya başlamıştır180. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikası Gladstone hükümetinin iktidara gelmesine kadar sürmüştür. Daha önce Anadolu, Suriye ve Arabistan’da küçük devletlerin kurulması yerine bunlar için ıslahatlar yapılmasını siyasetine daha uygun gören İngiltere181, 1880 yılından itibaren bu politikayı terk ederek Osmanlı Devleti’nin parçalanıp, İngiltere’ye dost küçük devletler kurulması ve bunların Rusya’ya karşı tampon olarak kullanılmasını öngören yeni bir politika benimsemeye başlamıştır. İngiltere’ye göre bu tampon devletlerden biri de Ermenistan olacaktır. İngiltere’nin Van Viskonsolosu Yüzbaşı Clayton, 29 Kasım 1879 tarihli bir raporunda Ermenistan’ın kurulabilmesi ve kurulduktan sonra da ayakta kalabilmesi için bir takım tavsiyelerde bulunuyordu. Osmanlı Devleti yıkılacaktı. Öyleyse reformlar İngiliz ve Avrupa himayesi altında bir Ermeni Devleti kurulmasına doğru yönlendirilmeliydi. Bu şöyle olacaktı: Önce Ermenilerin, İngiliz ve Avrupa himayesi altında güçlenmeleri sağlanacak, siyasi 177 bakımdan hazırlanacaklar; sonra, dışarıdan Doğu Anadolu’ya Cevdet Küçük, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı, 1878-1897, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1986, s. 1. 178 Karal, a.g.e., C. VIII, s. 130. 179 Küçük, a.g.e. s. 14. 180 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 89. 181 Küçük, a.g.e., s. 18. 66 Ermeniler getirilerek nüfusları artırılacaktı. Buna rağmen Ermenilerin bu bölgede yine azınlıkta kalacakları aşikârdı. Bunun için de Türk nüfusun Doğu Anadolu’dan peyderpey uzaklaştırılmaları gerekiyordu. Geriye Kürtler ve Süryaniler kalacaklardı. Süryanilerle Ermenilerin mezhep ayrılıkları bir yana bırakılarak kaynaştırılmalarına çalışılacaktı. Kürtler ise silah zoruyla hizaya getirilecek Ermenilerle birlikte yaşamaya zorlanacaklardı. Zamanı geldiğinde Osmanlı Devleti çökünce Ermenilere ayrı bir devlet kurdurulacaktı. Ancak bu iğreti devlet kendi kendine yaşayamayacağı için üzerinde güçlü bir İngiliz himayesi kurulacaktı. İşte İngiltere’ye göre Rusya ancak bu şekilde durdurulabilirdi182. Bu rapor İngiltere’nin Doğu Anadolu’daki Hıristiyanlarla ilgili politikasını açıkça ifade etmektedir. İngiliz ajanı Vambery’in yazmış olduğu raporlarda da benzer ifadeler bulunmaktadır. Vambery bir raporunda “….Bugün kimse İngiltere’nin insancıl emellerine kanacak kadar saf değildir. Asıl amaç Anadolu ve Kafkasya arasında bir tampon bölge yaratmaktır.”183 demektedir. İngiltere Berlin Antlaşması’nın 61. Maddesi gereğince Doğu vilayetlerinde özellikle de Ermeniler üzerinde yapılması gereken ıslahatların tam anlamıyla uygulanmadığını bahane ederek sürekli Osmanlı Devleti’ni sıkıştırmıştır. Bunu yaparken de diğer Batılı devletlerin de yardımını almak istemiştir. Batılı devletler her ne kadar Gladston siyasetinin körü körüne takipçisi konumuna düşmek istemiyorlarsa da İngiltere’yi yalnız bırakmakta menfaatlerine uygun gelmiyordu. Osmanlı Devleti’ne verilen 7 Eylül 1880 tarihli müşterek nota ile Osmanlı’nın Berlin Antlaşması’nda kabul ettiği Ermeni ıslahatı yanı sıra aynı ıslahatın Nasturilere de uygulanması isteniyordu184. Gerçekten de İngiltere’nin, Hıristiyanlar üzerindeki siyasetini hemen uygulamaya koyduğu görülmektedir. İngiltere, halk arasındaki bölünmelerden yararlanıyor, bölünme yoksa bölünmeler yaratıyordu. Bazen muhaceret 182 Süleyman Kocabaş, İngiliz Tuzağı, Osmanlı’nın Yaşatılması ve Yıkılmasında İngiltere’nin Rolü, 1783-1823, İstanbul, Vatan Yayınları, 2003, s. 194-195. 183 Kocabaş, a.g.e., s. 200. 184 Küçük, a.g.e., s. 75-85; Halil Metin, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, Ankara, MEB Yayınları, 2001, s. 75. 67 yoluyla halkın içine yabancı insan toplulukları yerleştiriyor, bazen aşiret düzeni içindeki savaşçı halk topluluklarını kazanıp çoğunluğa karşı baskı ya da tehdit aracı olarak kullanıyordu185. İngiltere’nin amaçlarına uygun olarak kullanmaya çalıştığı topluluklardan biri de Nasturiler olmuştur. Bu politikanın tercih edilmesinde İngiltere’nin Osmanlı Devleti topraklarında siyasi nüfuz kurabileceği mezhepdaşlarının bulunmayışı ve Nasturilerin de bu iş için en ideal grup olarak görülmesi önemli bir sebep teşkil etmiştir. Ayrıca Doğu Anadolu’nun petrol bölgesine yakın olması gibi jeopolitik konumu da göz ardı edilmemelidir. İngiltere’nin Nasturi meselesine sarılmasının bir başka nedeni de sömürge yaptığı Hindistan’da aynı mezhepten birçok insanın bulunmasıdır186. Fakat en mühimi istedikleri zaman isyan edip Osmanlı topraklarına müdahale etmelerini sağlayacak bir potansiyel güç temini düşüncesi olmalıdır. Dini faaliyetler de bu iş için kullanılacak bir bahaneden başka bir şey değildir. Çünkü İngilizlerin Nasturiler üzerinde dini ve sosyal hayat bakımından Amerikalılar gibi etkili ve faydalı oldukları söylenemez187. Burada belirttiğimiz amacı gerçekleştirmek için İngiltere, Osmanlı Devleti’ne göndermiş olduğu misyonerler vasıtasıyla Nasturileri etkilemeye çalışmıştır. Osmanlı topraklarında bir Protestan cemaati oluşturup onun hamiliğini üstlenmek bahanesi ile de Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmayı hesap etmiştir. Aslında bu misyonerlerin gelişine kadar devlete bağlı ve sakin bir hayat yaşayan Süryani toplumu, misyonerlerin telkinleri ve İngiltere’nin vaatlerine kanarak Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmışlardır. Bu bilgilerden sonra İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti toprakları üzerindeki siyasi amaçları şöyle belirtilebilir: Filistin, Irak, Musul, Suriye gibi Akdeniz ile Hindistan arasındaki Osmanlı topraklarının ele geçirilmesi; Kudüs’te bir Yahudi Hükümeti, Musul’da bir Nasturi Hükümeti kurarak Rus ve Türk topraklarıyla bağlantıyı kesmek, Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve Kürt Devleti kurarak Rusların 185 Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, Cem Yayınevi, 1992, s. 22. Çetin, a.g.t., s. 34, 36. 187 Çetin, a.g.t., s. 34. 186 68 güneye ve batıya açılmasına mani olmak, Rusların İstanbul’u işgal etmeleri halinde Çanakkale Boğazı’na yerleşmektir188. Bu politikadan da anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti’nde yaşayan Nasturiler, Ermeni ve Kürt unsurlar kadar değilse de İngiltere’nin vazgeçemeyeceği bir topluluktur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Çarlık Rusya’sının 1917’de yıkılışına kadar Rusya’nın yardımlarıyla savaşan Nasturiler, daha sonra İngiltere tarafından desteklenmişlerdir. Bakü petrol sahasının Alman-Osmanlı ilerleyişine karşı korunması düşüncesi Urmiye’de Türklere karşı savaşan Nasturilerin İngiltere açısından önemini artırmaktaydı189. Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra Nasturilerin desteğini almak isteyen İngiltere ikili bir politika izlemek zorunda kalmıştır. Bir taraftan Kürt aşiret liderlerinin istedikleri bağımsız devlet kurulması fikrini desteklerken diğer taraftan Ermeni ve Nasturileri silahlandırarak düzenli birlikler tesis etmeye çalışmıştır190. İngiltere’nin savaş sırasındaki bir diğer amacı Antranik önderliği altındaki Ermeni milislerle bizzat kendilerinin Kafkasya’da kurmuş oldukları Süryani güçleri birleştirmektir. İngiltere’nin çevirmekte olduğu entrikaları Gümrü’deki İngiliz İstihbarat Subayı McDowell’in Yüzbaşı Gracey’e 25 Nisan 1918 yılında gönderdiği yazıdan anlamaktayız. Ermeni gerilla lideri Antranik, İranlıların saldırılara direneceklerini beklemiyordu. O, Türklere karşı İran’daki Nasturi güçlerinin kumandasını da kendi üzerine almayı umuyordu. Bu noktadan hareketle McDowell da Nasturilerin Antranik önderliğinde Ermenilerle birleşmeye ikna edilebileceğine inanmaktaydı. Böylece Van, Makü ve daha güneye ilerlenebilmesi için oldukça değerli bir güç kurulmuş olacaktı. Ayrıca McDowell, Emirhan Bey gibi Kürt önderleri ve Çölemerik Kürtlerini tarafsız kalmaya ya da İngiltere ile birleşmeye doğrudan doğruya ya da kimi Nasturilerin aracılığıyla inandırabileceğini düşünmekteydi. Bu küçük gizli rapor İngiltere’nin bölgedeki yerel gruplar arasında çeşitli entrikalar çevirmekte olduğunun bir kanıtıdır191. 188 Servet Avşar, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası, Ankara, Kim Yayınları, 2004, s. 28-29. 189 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 95. 190 Özdemir, a.g.e., s. 110. 191 Sonyel, a.g.e., s. 120-121. 69 Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefik güçler arasında Türkiye Asyası’nın kaderi ile ilgili diplomatik görüşmeler de devam etmekteydi. Bu görüşmelerin sonucu olarak Osmanlı Devleti topraklarını aralarında imzaladıkları anlaşmalarla tasfiye etmişlerdir. Bu antlaşmalardan bir tanesi de İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve tarihte Sykes Picot Antlaşması diye anılan taksim antlaşmasıdır. Bu antlaşmaya göre Karadeniz ile Urmiye Gölü’nden başlayarak Van, Bitlis, Muş’un güneyine doğru İmadiye’ye kadar uzanan yerler Rusya’ya bırakılacak, Fransa’ya Akka’dan itibaren Anamur’a kadar giden ve Suriye ile Kilikya’dan mürekkep deniz kıyısına yakın dar arazi ile Rusya’ya verilecek yerlerin güneyinde kalan ve onun kuzey sınırını takip eden Antep, Urfa ve Urmiye’den geçen yerler kalacaktı. İngiltere’ye ise Hayfa ve Akka Limanları ile Fransız bölgesinin güneyinde kalan yerler bırakılacaktı. Bu tasarı Fransa’yı İran’a Urmiye’ye kadar uzatmaktaydı ki bu durum Rusya’nın hiç hoşuna gitmemiştir. Sazanof, kendilerine verilen ve pek sakin olmayan halkların oturdukları yerlere bitişik Avrupalı bir devletin bulunmasını ve Urmiye bölgesindeki Hıristiyan halklar arasında Rusya’nın misyoner menfaatlerinin öneminden dolayı başka bir Avrupa hükümetinin egemenliğini istememekteydi192. Bu durum Ruslarda bu iki denizci devletin ileride İran işlerinde kendisine karşı bir birlik oluşturacakları kuşkusunu da uyandırmıştı. Rusya’nın itirazları üzerine İngiliz murahhası elindeki tasarıyı değiştirerek yenisini Sazanof’a bildirir. Yeni tasarıda şu yönler belirtilmektedir: “Fransız bölgesi Fransız sahasından çıkarılmış olup Nasturilerle meskûn olan bu bölge teklif edilen Rus sahasına sokulmuş fakat Küçük Ermenistan’ın kuzey kısmı Fransız sahasına alınmıştır.” Marc Saykes Sazanofla daha sonra bir görüşme daha yapmıştır. Burada Büyük Ermenistan dedikleri ülkenin Doğu Anadolu’da bulunduğunu iddia ettikleri parçasından fazlasını almanın Rusya için kâr değil zarar olacağı ve buralarını Fransa’ya bırakmanın Rus menfaatleri bakımından en hayırlı iş olduğu ispat edilmeye çalışılmıştır. Bu çözümün faydası Rusya’nın Ermeni ahalisi az olan bölgeleri alması ve böylece Rusya’yı ihtilalci Ermenilerin fesat 192 Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, C. III, Ks. 3, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983, s. 76-77. 70 tohumlarından kurtarmış olmasıdır. Görüldüğü gibi İngiltere Fransa’yı İran’a kadar sokamayacağını anlayınca Rusya’yı Akdeniz’den uzak tutmak için onunla bu deniz arasına Fransız duvarını dikmeye çalışmıştır193. Ayrıca Nasturi bölgesi ile Bitlis geçitlerinin Rusya’dan ayrılarak buna karşılık Rusya’ya Erzurum bölgesinde başka bir arazi verilmesi teklif edilmiştir194. Anlaşmanın son şekline göre ise, Suriye, Adana ve Mezopotamya’nın İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmasının Rusya tarafından kabulüne karşılık Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri ile Van’ın güneyindeki Fırat, Muş ve Siirt arasında kalan topraklarla Trabzon’un batısında sonradan tespit edilecek bir noktaya kadar Karadeniz kıyıları Ruslara bırakılıyordu195. Savaş sonrasında kendi himayesinde Irak’taki Bakuba kampına yerleştirdiği Nasturilere Hakkari ve çevresinde özerk bir devlet kurma sözü veren İngiltere aslında onların eski yurtlarına dönmelerini hiç istememiştir. İngiltere’nin niyeti, Sykes-Picot Antlaşması ile Fransa’ya bırakılan Musul vilayeti üzerindeki mücadelede ve petrol endüstrisini korumada Nasturilerden askeri güç olarak yararlanmaktı. Ayrıca Anadolu’yu çevreleyen Doğu ve Güneydoğu Anadolu savunma ve güvenlik hattı üzerinde gerektiğinde bir Süryani devleti kurarak Körfez’in yandan güvenliğini sağlamak amacında olan İngiltere,196 Nasturilerin kendi kaderlerini tayin etme hakkına kavuşma ümitlerini de zayıflatmak istememiştir. Böylece İngiltere, Türkiye ve İran’ın Nasturilerin bağımsız bir devlet kurmalarına izin vermeyeceklerini söyleyerek bir Asur devleti kurma gerekçesiyle Nasturilerden savaş yıllarında faydalanmıştır. İngilizler Irakta da Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında ektikleri düşmanlık tohumlarını kullanmaya devam etmişlerdir. Nasturilerin Kürt ve 193 Bayur, a.g.e., C. III, Ks. 3, s. 73-76. E.E. Adamof, Çarlık Belgelerinde Anadolu’nun Paylaşılması, 4. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2001, s. 123. Bayur ise bunun tam tersini söyleyerek Nasturi bölgesi ve Bitlis geçitlerinin Rus bölgesinde tutulduğunu yazmaktadır. Bayur, a.g.e., C.III, Ks. 3, s. 72. Ancak Adamof’un eserinden devam edecek olursak, Sazanof’un bu projeyi kabul etmesi ve onun “Urmiye bölgesi ve Bitlis geçitlerinin bizim bölgemize sokulması konusunda direnmemiz Fransa’ya da Sivas-HarputKayseri üçgeni içerisinde taviz vermemizi gerektiriyor.” cümlesinden Bitlis geçitleri ve Nasturi bölgesinin Rusya’ya bırakılmadığı anlaşılmaktadır. Adamof, a.g.e., s. 124. 195 Burak, a.g.e., s. 80. 196 Ahmet Hurşit Tolon, Birinci Dünya Savaşı Sırasında Taksim Anlaşmalar ve Sevre Giden Yol, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2004, s. 103. 194 71 Arap hareketlerini bastırmada kullanılması iki taraf arasındaki uçurumu arttırmıştır197. Birinci Dünya Savaşı’nda Süryanilerin Ermeniler gibi dönemin büyük güçleri ile işbirliği yaparak Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ettiklerini bizzat Süryani Patriği Afrem Barsauwm yazmaktadır. Patrik Barsauwm Süryanilere Asuri adının verilmesinin de bir İngiliz oyunu olduğunu yazmaktadır. Ona göre Asuri adı İngiliz Protestanlarının 1900 yılından kalma bir buluşudur. Kötü niyetli politik sebeplerle Musul bölgesindeki Nasturilere 1919-1920 yıllarında bu isim verilmişti. İngiliz politikacılarının niyetleri Irak’taki çıkarlarını gerçekleştirmek için kendilerine Asuri diyen Nasturi gençliğinden bir milis kuvveti oluşturmaktı. Netice olarak Süryanilerin bu yabancı ismi kullanmakla ilgileri yoktu. Bu isim onlara ırklarını ve yeryüzündeki varlıklarının temeli olan dinlerini kaybettirecektir. Bizzat Süryani Patriği’nin vermiş olduğu bu bilgiden çıkan sonuç gayet açıktır: “Asur halkı olarak adlandırılan halk İngiliz oyununa gelerek vatana ihanet etmiştir.”198 Bu noktada İngiltere’nin savaş sırasında uyguladığı propaganda faaliyetlerinde de kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. İngiliz kamuoyunda özellikle küçük bağlaşıkları Ermenilere karşı daha büyük ilgi ve sempati, Türklere karşı ise nefret duyguları uyandırarak tüm dünya kamuoyunu Osmanlı aleyhine harekete geçirmek maksadıyla İngiltere tarafından bir dizi propaganda faaliyeti başlatılmıştır. Bu amaca dayalı olarak Lord James Bryce ve Arnold Toynbee tarafından 1916 ortalarında “1915-1916 Yılları Arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yapılan İşlem” başlıklı İngilizce bir propaganda kitabı yayınlanmıştır. Daha sonra Mavi Kitap olarak adlandırılacak olan bu kitap İngiliz Hükümeti’nin savaş amaçları için yayınladığı en başarılı ve en kötü etkiye sahip olan yayındır199. 197 K. P. Matfiyef, Asurlar ve Modern Çağda Asur Sorunu, Çev. Vahap Kelat, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1996, s. 109-110. 198 Ali Rıza Bayzan, Misyonerin Soykırım Oyunu, İstanbul, IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, 2006, s. 124-126. 199 Salâhi R. Sonyel, “Birinci Dünya Savaşı Günlerinde Türk-Ermeni İlişkileri ve İngiliz Propagandası”, Belleten, C. LVIII, S. 221, 1994, s. 379. 72 Genellikle görgü tanıklarının vermiş oldukları bilgilere dayanan bu kitabın bütün malzemesi Bryce’ın asistanı olan Arnold Toynbee tarafından toplanmıştı. Süryanilere göre başlangıçta bu kitaba Süryanilere yapılan işlemlerde dâhildi. Ancak Bryce, belgeleri yayınladığında Süryani kısmını çıkarıp sadece Ermenilerle ilgili bir kitapmış havası vermiştir. Paris Barış Konferansı’nda kullanılmak üzere yapılan Fransızca çevirisinde de Süryanilerle ilgili kısım bulunmamaktaydı. İlk defa 1972 yılında Beyrut’ta eksiksiz olarak yayınlanmış ancak diğer dillere çevrilmemiştir200. Bu kitabın propaganda amacıyla İngiltere Hükümeti tarafından hazırlatıldığı yazarı Toynbee tarafından da daha sonra kabul edilmiştir. Amaç, dikkatleri İngiltere’nin müttefiki Rusya’nın Yahudilere yapmış olduğu zulümlerden uzaklaştırıp Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yaptığı faaliyetlere çekerek kamuoyunu yanıltmaktır201. Bu amaca fazlasıyla hizmet eden kitap bugün de Ermenilerin yanı sıra Süryaniler için de ana kaynak niteliği taşımaya başlamış ve ilmi bir değeri olmadığı halde kullanılmaya devam etmiştir. İngiltere’nin gerek savaş öncesi gerekse savaş sırasında Süryanilerle ilgili politikaları ateşkes antlaşmasıyla bitmemiş yeni senaryolarla daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bundan sonra bu konu Musul meselesinde Türkiye’nin başını ağrıtmaya devam edecektir. 4.1.2. İngiliz Misyonerlerinin Faaliyetleri Osmanlı Devleti’ndeki azınlıklarla, dolayısıyla da Süryanilerle yakından ilgilenen devletlerden en önemlisi şüphesiz İngiltere idi. Fransa ve Avusturya’nın Katoliklerin, Rusya’nın da Ortodoksların himayesini üstlendiği 19. yüzyılda İngiltere de Osmanlı topraklarında himaye edebileceği bir grup yaratma çabası içine girmiş ve bu amaçla Protestan mezhebinin yayılmasına çalışmıştır. Fransa’nın Napolyon savaşları sonrasında, Doğu Akdeniz’de eski konumunu yitirmeye başladığı bir dönemde İngiltere’nin Ortadoğu siyaseti 200 Yonan, a.g.e., s. 14. Ayrıntılı bilgi için Bkz. Arnold Toynbee, Hatıralar: Tanıdıklarım, Terc. Deniz Öktem, İstanbul, Klasik Yayınları, 2005, s. 175-180. 201 73 açısından Protestanlığın Osmanlı topraklarında yayılmasına vermiş olduğu önem çok büyüktü. İstanbul’daki İngiliz diplomatı H.R. Wellesley, Dışişleri Bakanı Palmerston’a yazdığı 10 Ekim 1846 tarihli mektupta Osmanlı ülkesinde Protestan kilisesi açılmasının gerekliliği ve faydaları konusunda şunları söylemektedir: “Protestan Kilisesi, bir defa Bab-ı Ali tarafından resmen kabul edilirse bugün onun korumasını talep edip de bunu açığa vurmamış olan Ermeniler artık hızla ona katılacaklardır. Benzer şekilde büyük bir memnuniyetle bunu bazı ticari avantajların da takip edeceğini ümit ediyorum…..Ermenilerin majestelerinin İngiliz tebaasının büyük bir kısmının dinsel inancına kazandırılması faydasız bir şey olmayacak ve öyle tasavvur ediyorum ki onları bu ülke ile ticari faaliyetlerde bulunan İngiliz tüccarlarla daha yakın münasebetlere sokacaktır. Böylelikle Büyük Britanya’nın, İran ve Rusya’nın Asya topraklarına kadar genişletmeyi umut edebileceği daha büyük bir ticari alışverişin temellerini oluşturacaktır.”202 Anlaşılan odur ki İngiliz diplomatının özellikle Ermenilere dayalı bir politika olarak düşündüğü Protestan kilisesi açılması konusu dolayısıyla diğer azınlık unsuru da içine alacak bir mahiyet arz etmektedir. İngiltere’nin bu amaca dönük ilk faaliyeti 1840 yılında Osmanlı Devleti’nden Kudüs’te bir Protestan Kilisesi kurma izni istemesidir. Osmanlı Devleti ise önce bu talebe ret cevabı vermiş ve Osmanlı tebaasının mezhep değiştirme yasağını da İngiltere’ye hatırlatmıştır. Ancak İngiltere bu cevapla tatmin olmayarak isteğinde ısrar etmiş ve nihayet İngiliz Dışişleri Bakanı’nın girişimleri sonunda Osmanlı Devleti’nin verdiği fermanla bir Anglikan Piskoposu, 1842’de Kudüs’te ilk Protestan Kilisesi’nin resmi açılışını yapmıştır. Böylece ülkede ilk adımları atılmış olan Protestanlık, Amerikan ve Alman misyonerleriyle de işbirliği yapan İngiliz misyonerlerinin faaliyetleri sonucunda 202 kısa sürede Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 277. yayılmaya başlamıştır. Böylelikle Osmanlı 74 topraklarında İngiltere’nin koruyuculuğunu üstleneceği bir Hıristiyan toplumu oluşturuluyordu203. İngiltere, daha 1823-1825 yılları arasında İngiliz İncil Cemiyeti adına göndermiş olduğu bir misyoner vasıtasıyla Mezopotamya ve İran’daki Keldani köylerini dolaşarak buradaki insanlara İncil’in tercümesini getirmişti. Ancak İngiliz Anglikan Kilisesi’nin tam anlamıyla bu bölgede faaliyete başlaması 1838 yılında misyoner W. F. Ainsworth’un bölgeye gelmesi ile olmuştur. Ainsworth’a keşif seferinde daha sonra İngiltere’nin Musul Konsolos Vekili olacak Rassam eşlik etmiştir. Seferin birinci amacı Orta ve Doğu Anadolu ile Kuzey Irak ve Sincar bölgesini inceleyerek Nasturilerle Yakubiler’in durumlarını ve ihtiyaçlarını rapor etmekti. Heyet, 1839 Mayısında Musul’a, Haziran 1839’da da Nusaybin’e gelmiştir204. Daha sonra İstanbul’a geri dönen heyet, aynı yıl tekrar yola çıkmış ve Nasturilerin ruhani reisi Mar Şimun ile bir araya gelmiştir. Patriğin, özellikle Kürtlerin baskılarından çekinerek, merkezleri olan Çölemerik yerine yakınlardaki bir Ermeni köyünde yapmış olduğu bu görüşme sonucunda Ainsworth, Patriği işbirliği yapmaya razı etmiştir205. Esasen İngiltere’den haberdar olan Mar Şimun’un, bu kiliselerin öğretileriyle Roma Katolikleri ve Amerikan misyonerlerinin doktrinleri arasındaki farkları anlayabilmesi için zamana ihtiyacı vardı206. Ainsworth’u takiben Nasturiler arasında çalışmak üzere gönderilen bir diğer misyoner de Papaz George Percy Badger’dır. Badger Koçanis’de eğitim çalışmalarına başlamış ve kendisini Society for the Propogation of the Gospel (İncil Propoganda Topluluğu) ve Society for Promoting Christian Knowledge (Hıristiyan Öğretisini Geliştirme Topluluğu) desteklemiştir207. İngiliz misyonerlerine verilen talimatlar arasında Mar Şimun’a yardımlarda bulunmak ve onu Amerikalı muhalif grupların zararlı doktrinlerine karşı uyarmak vardı208. 203 Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye, Çev. Ali Reşad, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 1999, s. 65-67. John S. Guest, Yezidilerin Tarihi, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul, Avesta Yayınları, 2001, s. 143146. 205 Sonyel, a.g.e., s. 28. 206 Guest, a.g.e., s. 153. 207 Sonyel, a.g.e., s. 28. 208 Guest, a.g.e., s. 161. 204 75 İngiliz Anglikan Kilisesi’nin bu faaliyetlerinin aynı bölgede çalışmalarda bulunan Amerikan misyonerleriyle de bir rekabeti başlattığını söylemeliyiz. Bu rekabetten İngiliz misyonerleri galip çıkmışlar, Nasturi Patriği ile Amerikan misyonerleri arasındaki iyi ilişkiler yerini bir nevi düşmanlığa bırakmıştır. Bunda İngiliz misyonerlerinin Nasturi Patriği’ni Amerikan meslektaşlarına karşı kışkırtmalarının rolü büyüktür209. Zira daha Nasturi Patriği ile yaptığı ilk görüşmede Ainsworth, Amerikan misyonerlerini, dini bilgilerinin ve havarilerle bağlantılarının olmaması, ibadet biçimlerini açıklamamaları ve İncil’i baskı ve eğitim yoluyla yaymayı amaçlamaları gibi gerekçelerle eleştirmiş; Anglikan Kilisesi’nin Hıristiyan dogmalarına bağlılığını kanıtlamaya çalışırken, Amerikalıların Hıristiyan dogmalarını özgürce yorumlamasını kötülemiştir210. Bölgede arkeolojik kazılar yapan Austen Henry Layard da Nasturilerin Kürtlerle çatışmalarındaki en büyük etkenin Amerikan misyonerlerinin bölgedeki faaliyetleri olduğunu dile getirmiştir211. İngiliz misyonerleriyle Amerikan misyonerleri arasında bu çekişmeler yaşanırken İngiliz misyonerlerin Nasturiler üzerinde baskı kurmaya çalıştıkları da göze çarpmaktadır. Bu konuda Badger eserinde açıkça “…şimdiki durumda hangi programı izlemeye karar vereceği konusunda ona (Nasturi Patriği) baskı yaptım.” demektedir212. 4.1.2.1. Bedirhan Bey Vakası ve İngiltere Bölgede bulunan Amerikalı, İngiliz ve Fransız misyonerlerinin kendi misyonlarını tanıtmak için propaganda yapıp ibadet yerleri inşa etmeleri, Bedirhan Bey213 ve Kürtler tarafından bir tehdit olarak algılanmıştır. 209 Selahattin Satılmış, “ XIX. Yüzyılda Nesturiler ve İngiliz Misyonerlik Faaliyetleri”, Belleten, C. LXXI, Ağustos 2007, s. 657-658. 210 Celilê Celil, XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler, Çev. Mehmet Demir, Ankara, Öz-Ge Yayınları, 1992, s. 141; Sonyel, a.g.e., s. 28. 211 Sonyel, a.g.e., s. 28-29. 212 Celil, a.g.e., s. 141. 213 Bedirhan Bey, Cizre’de Azizi veya Azizan lakabıyla anılan bir aileden gelmekte olup eski Botan Beyliği’nin son beyidir. Cizre Emirliğini Nakşi tarikatına giren ve kendisini ibadete adayan ağabeyi Salih Bey’den 1821 yılında devraldıktan sonra 1835 yılında hakime Kürdistan unvanını alır. 1838 yılında diğer bir Kürt beyi olan Sait Bey’e karşı düzenlenen saldırıda Osmanlı Devleti’nin yanında yer alır. Tanzimat’tan önce bölgede mütesellimlik yapan ve birçok belgede Cizre ve Botan mütesellimi olarak geçen Bedirhan Bey, II. Mahmut döneminde Redif askeri teşkilatının kurulması ile miralay 76 Nasturilerin batılı misyonlarla ilişkilerini güçlendirmesi, Kürtlerin bu durumu kendi iktidarlarını tehdit eden bir unsur olarak değerlendirmelerine yol açmıştır. Nasturilerin, misyonerlerin desteğinden sonra kendilerini güçlü hissetmeye başlamaları, Bedirhan Bey’in vergi talebine karşı çıkmaları sonucunu doğurmuştur214. Bedirhan Bey Osmanlı Devleti’ne ödenmekte olan vergilerin daha da artırılarak kendisine ödenmesini istemiştir215. Misyonerlerin vaatleri sonucunda o güne kadar ulaşamadığı bir güce ulaşan Mar Şimun’un karşı çıkışları Kürtleri rahatsız etmiştir216. Ayrıca misyonerlerin o dönem içerisinde Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler içinde olmaları da Kürtleri endişelendiren sebeplerden biri olmuştur217. Bedirhan Bey’in Nasturilere karşı kötü tutumunun Nurullah Bey ile birlikte bölgedeki diğer dini liderler ve şeyhler tarafından beslenmiş olması bazı araştırmacılar tarafından diğer bir sebep olarak gösterilmektedir218. Hayli gerginleşen bu ortamda Mar Şimun İngiliz misyonu temsilcisi Badger’i evinde ağırlamış, Badger bu görüşmede Nasturileri sadece Kürtlerden değil aynı zamanda Mar Şimun’a baskı yapan Amerikalı misyonerlerden de tecrit etmek istemiştir219. Badger, Patriği yalnız Osmanlı Hükümeti ve onun batılı müttefikleriyle ilişki içinde olması konusunda öğütlemiştir220. Badger’in Mar Şimun’un yanında bulunduğu bir sırada patriğin konağına gelen Bedirhan Bey’in iki elçisi Mar Şimun tarafından kabul edilmemiştir. Bu durum şüphesiz Badger’in, Mar Şimun’u her durumda İngiltere’nin kendilerine yardım edeceğine ve Kürt beyleriyle anlaşma olmuştur. 1839’da Osmanlı ordusuna komutan olarak atanan Bedirhan Bey, 1842 yılında emirliğini ilan ederek kendi adına para bastırıp hutbe okutur. Hacer Yıldırım Foggo, Nesturiler, 1843-1846 Nesturi Katliamı, İstanbul, Chiviyazıları, 2002, s. 32; Hatip Yıldız, “Bedirhan Bey ve Nasturiler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 161-162. 214 Foggo, a.g.e., s. 40-41. 215 Yaşar Ertürk, Büyük Oyunun Eski Perdesi, Doğu Güneydoğu ve Musul Üçgeni (1918-1923), 2. Baskı, İstanbul, IQ Sanat Yayınları, 2007, s. 101. 216 Yıldız, a.g.m., s. 165. 217 Foggo, a.g.e., s. 43. 218 İhsan Çölemerikli, Osmanlı Devleti’nin Kürtlerle Nasturileri karşı karşıya getirerek Bedirhan tehlikesini bertaraf etmek istediğini ve Kürt muhalefetini sindirmek için ortam hazırladığını ifade etmektedir. Bkz. İhsan Çölemerikli, Mezopotamya Uygarlığı’nda Hakkari, Lis Yayınları, Diyarbakır, 2006, s. 294. 219 Celil, a.g.e., s. 140. 220 Yonan, a.g.e., s. 42. 77 yapmamasının gerekliliğine ikna etmesinin bir sonucudur221. Ayrıca Mar Şimun’un konağında Badger’in bulunduğu bir sırada konağa İngiliz bayrağı çekilmesi de hayli ilginçtir. Burada Mar Şimun Kürtlere kendisini İngilizlerin savunduğunu anlatmaya çalışmıştır222. Nasturilerin ve Kürtlerin iç içe yaşadıkları bu coğrafyanın kime ait olduğu meselesinin tartışılması ve bu tartışmaya İngiliz misyonerlerinin de katılması223 İngilizlerin çalışmalarından istedikleri neticeyi aldıklarını göstermektedir. İşte iki devlet misyonerleri arasındaki bu rekabet 1843 yılında Kürtlerle Nasturileri karşı karşıya getirmiş ve çarpışmalar sonucunda çok sayıda Nasturi ölmüştür. Layard hayatını kaybeden Nasturilerin sayısını 10.000 olarak verirken, Amerikan misyoneri Breath’e göre bu rakam 7000’dir224. Saldırıya ilişkin söylemler de farklıdır. Nasturi Tiyari Aşireti, sakinleri Müslüman olan Serpisi225 köyü üzerine saldırarak çok sayıda Müslüman’ı öldürmüşlerdir. Nazmi Sevgen’e göre Nasturilerin bu tecavüzü Bedirhan Bey’in Nasturiler üzerine yürümesinin hakiki ve haklı sebebini teşkil etmektedir226. İsveç Devlet Arşivlerinde bulunan 11 Kasım 1846 tarih ve 29 numaralı raporda da kullanılan saldırgan ve sert yöntemlere hak verilmeksizin hataların önce Nasturilerden kaynaklandığı söylenmektedir227. Yine aynı raporda Hıristiyan papazların Nasturileri Kürtlere karşı tahrik ettikleri belirtildikten sonra şu ifade kullanılmıştır; “Kürdistan’daki bu korkunç olayların baş aktörleri Bedirhan Bey ve Mar Şimun’dur.”228 Nasturilerin bu uygunsuz tavırları üzerine Hakkari Beyi Nurullah Bey, Bedirhan Bey’den yardım istemiş, O da Erzurum Müşiri Halil Kamili Paşa’ya durumu bildirerek 221 Foggo, a.g.e ., s. 44; Celil, a.g.e., s. 141; Guest, a.g.e., s. 162; Muzaffer İlhan Erdost, Şemdinli Röportajı, Ankara, Onur Yayınları, 1993, s. 69; Celil, a.g.e., s. 142. 223 Bu konuda Bkz. Foggo, a.g.e., s. 44; Celil, a.g.e., s. 141-142. 224 Foggo, a.g.e., s. 113. 225 Nazmi Sevgen bu köyün ismini Sersepi olarak vermektedir. Nazmi Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Osmanlı Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi, Yay. Haz. Şükrü Kaya Seferoğlu, Halil Türközü, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1982, s. 77. 226 Sevgen, a.g.e., s. 77. 227 Faik Bulut, Kürdistan’da Etnik Çatışmalar, Dar Üçgende Üç İsyan, 2. Baskı, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, 2005, s. 378-379. 228 Bulut, a.g.e., s. 379. 222 78 hükümetten izin almasını istemiştir. Ancak Paşa, müzakere olunan İran’daki bazı sorunlar ortadan kalkmadan bu meseleyi hükümete bildiremeyeceğini söylemiştir. Bedirhan Bey bürokrasiyi bilmediği için adamlarını toplayarak Tiyari Nasturileri üzerine harekete geçmiştir. Diğer bazı Kürt beylerinin de yardımını alan Bedirhan Bey, Diz Nahiyesi üzerine yürümüş ve Mar Şimun’un annesini öldürmüştür229. Nasturilere göre ise ilk saldırıyı Kürtler başlatmışlardır230. 10.000 kadar tüfekli kuvvetle Deyir ile dağlar arasındaki köyleri basan Bedirhan Bey, özellikle Bindesbido köyünden mal, eşya ve kitapları götürerek çok sayıda kişiyi de satılmak üzere esir almıştır231. Avrupalıların entrikaları, Kürt ve Nasturi yöneticilerinin ileri görüşlü olmamaları birçok suçsuz insanın ölümüne sebep olmuştur232. Nasturi Patriği ise kaçarak Musul’daki İngiliz Konsolosluğuna sığınmış, İngiliz Konsolos Vekili Rassam tarafından büyük bir misafirperverlikle karşılanmıştır. Bu durum patrikle İngiliz misyonu arasındaki ilişkinin gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Celilê Celil’e göre İngilizler olayların gelişimini gözlemledikten sonra zor durumda olan Nasturilerin her birine 40–50 kuruş tutarında para yardımı yapmıştır233. Mar Şimun, burada Musul Valisine giderek alınan esirlerin serbest bırakılmasını rica etmiş, vali ise gerek kendisinin gerekse Nasturi taifesinin teslim olmadıkları takdirde haklarında hiçbir muamele yapılamayacağını söylemiştir. Patrik durumu hükümete arz niyetinde bulunduğunu, her şeyden önce kendilerince aşağılayıcı olan esir alma ve satma işinin halledilmesi, yağma ve zapt edilen eşyanın iadesi ve Bedirhan Bey askerlerinin memleketlerinden geri çekilmesinin en başta gelen istekleri olduğunu belirtmiştir234. Nasturi Patriği Abraham, Bedirhan Bey’in 1843’deki saldırısından sonra Badger’e yazdığı mektupta, Kürtlerin kendilerine karşı ikinci bir saldırı 229 Yıldız, a.g.m., s. 167-168. Erdost, a.g.e., s. 70. 231 Nazmi Sevgen, “Kürtler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 12, Eylül, 1968, s. 46. 232 Celil, a.g.e., s. 142-143. 233 Celil, a.g.e., .s. 143. 234 Sevgen, a.g.m., S. 12, s. 46-47; Sevgen, a.g.e., s. 78; Ayhan Aydın, XIX. Yüzyıldan Cumhuriyete Kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki İsyanlar, Hacettepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1998, s. 23. 230 79 hazırlığında bulunduklarını belirterek İngiltere’den medet ummuştur235. Nasturi Patriği, 1844 yılında Canterbury Başpiskoposu ve Londra Piskoposu’na gönderdiği bir diğer mektupta; Kürtlerin saldırısından kendilerini korudukları için İngiliz misyonuna teşekkür etmiş ve geri dönen Badger ve misyonunun tekrar gönderilerek bölgede çalışmalar yapmaya devam etmesini istemiştir. Ayrıca durum sakinleştiğinde Nasturi çocuklarının yetişmesi için okullar açacaklarını ve yıkılan kiliseler yerine yenilerinin yapılması gerektiğini de dile getirerek İngiliz misyonunun desteğini almayı amaçlamıştır236. Bedirhan Bey’in Nasturiler üzerine saldırması, çok sayıda kişinin ölmesi ve bir o kadar kişinin de esir alınması, Avrupa devletleri, özellikle İngiltere ve Fransa’nın hoşuna gitmemişti. Konsolosları vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ne birer yazıyla başvuran bu devletler alınan esirlerin serbest bırakılması ve Mar Şimun başta olmak üzere Nasturi taifesinin korunması gerekliliği üzerinde ısrarla durmuşlardır237. Özellikle Sir Stratford Canning, Bab-ı Ali’ye başvurarak hükümetin bölgeye bir müfettiş göndermesini sağlamıştır. Müfettişin burada yaptığı çalışmalar sonucu çok sayıda esir serbest bırakılmıştır238. Musul’un İngiltere Konsolosu, İstanbul’daki İngiliz elçisine yazmış olduğu 19 Eylül 1846 tarihli raporunda; Bedirhan Bey’in askerlerini toplamakta olduğunu ve bu defa çevredeki beylerin Nasturilere karşı ittifak yapacaklarını, saldırının öncekinden daha şiddetli olacağını bildirdikten sonra bütün Nasturi nahiyelerinin bir kısmının Bedirhan Bey’in elinde ve Erzurum’a bağlı sayıldığını, Hakkari ve Erzurum arasındaki dağlarda Nasturilerin düşmanları oturduğu için en ufak bir saldırıda bile Erzurum’dan yardım alamadıklarını belirtmekte ve Nasturilerin Musul ile münasebetlerinin daim olduğu göz önünde bulundurularak asayişleri için memleketlerinin Musul’a bağlanmasını istemektedir. Konsolos ayrıca diğer Kürt beylerinden Abdüssamed Bey ile Musullu Şeyh Muhammed ve Zaholu Şeyh Yusuf’un 235 Yonan, a.g.e., s. 44. Yonan, a.g.e., s. 45-47. 237 Yıldız, a.g.m., s. 173. 238 Yonan, a.g.e., s. 47; Guest, a.g.e., s. 171. 236 80 bölgeden uzaklaştırılmaları uzaklaştırılması için gerektiği, Tohub, Cilo Bedirhan ve Baz Bey’in bu Nasturilerinden bölgeden istifade edilebileceğini ilave etmektedir239. Erzurum’daki İngiliz Konsolosu da İstanbul’a gönderdiği bir raporda Van üzerine sevk edilecek askeri kuvvetin başına getirilecek Esad Paşa’nın tayinini ağır sözlerle eleştirerek, Kamil Paşa’nın bu iş için daha uygun olduğunu söyleyebilmiştir240. Aslında Osmanlı Devleti bu durumun çok uzun zamandan beri farkındaydı. Bunu henüz 1842 tarihinde sadrazamın padişaha sunduğu arz tezkiresinden anlamaktayız. Burada sadrazam; “Nasturilerin taht-ı raiyyete alınması ve bazı şartlara bağlanması İngiltere’nin istek ve marazisi ise de bu suretle hasıl olacak tabiiyet, müstakil bir hükümet tarzına girerek Nasturiler lafzen Osmanlı Devleti’nin reayası ve manen de İngiltere’nin koruması altında bulunacaktır. Bu hareket tarzı İngiltere’nin orada meram ve nüfuzunu gerçekleştirmek ve devam ettirmek emelinden başka bir mana ifade edemeyeceğine göre, bu halde Nasturileri onlar, Keldani takımını da Fransızlar diledikleri maksada tevcih edeceklerdir. Bu hal yarın birçok mahzurları davet edeceğinden işin bugünkü halinde bırakılması bizim için daha hayırlı ve faydalı olacaktır.” diyerek düşüncelerini dile getirmiştir. Sadaretin dört yıl önce düşündüğü ve çekindiği yabancı müdahalesinin fena ve zararlı etkileri daha sonraki yıllarda kendini göstermiştir241. Gerçekten de Nasturi ruhani reisi Mar Şimun’un kaygıları doğru çıkmış, 1846 yılında Bedirhan Bey tarafından ikinci bir saldırı daha düzenlenmiş ve bu saldırı birincisinden de ağır olmuştur. Nasturi taifesinden yaklaşık yirmi bin kişi öldürülmüştür. Nasturilerin merkezi olan Koçanis’deki manastırda bulunan Nasturilerce kutsal kabul edilen eşyalar da yağmalanmıştır242. İlk katliamdan daha şiddetli ikinci bir katliamın gerçekleşmesi Avrupa devletlerinin daha büyük tepkisine yol açmış, bir yandan saldırıyı protesto 239 Sevgen, a.g.e., s. 86-88. Sevgen, a.g.m., S. 14, Kasım 1968, s. 64. 241 Sevgen, a.g.e., s. 86. 242 Bu kutsal değerlerden en önemlisi Nasturilere Hz Muhammed tarafından verildiği söylenen özel bir fermandır ki Bedirhan Bey’in bu fermanı gördüğünde saldırıdan pişman olduğu söylenir. 240 81 ederken bir yandan da Bedirhan Bey’in cezalandırılmasını istemişlerdir. Bruinessen’e göre Bedirhan Bey’in yakalanması Bab-ı Ali’ye yapılan İngiliz müdahalesinin ilk sonucudur243. Fransa’nın da Musul konsolosu vasıtasıyla Osmanlı Devleti’nin gereken tedbirleri almasını isteyen siyasi nezaketten uzak bir mektubu bulunmaktadır244. Aslında onların bu tepkilerinin amacı sanıldığı gibi Nasturi taifesinin çıkarlarını düşünmekten değil kendi politik çıkarları gereği, onlara yakın görünüp hem ilişkilerini kuvvetlendirmek hem de Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışarak Doğu Anadolu Bölgesi’ne müdahale etme fırsatını elde etmekti245. Ayrıca Bedirhan Bey’le misyonerler arasındaki güç mücadelesi nedeniyle de Avrupa Devletleri ondan kurtulmak istiyorlardı246. Bedirhan Bey’in Nasturi aşiretlerine karşı giriştiği katliamın sonuçlarını Mar Şimun Bab-ı Âli’ye sunduğu 1846 (H. 7 Cemaziyelahir 1262) tarihli arîzada; dağılıp yurtlarından ayrılmış olan Nasturilerin çoğunun padişah sayesinde geri yurtlarına dönebildiklerini ancak kilisesiz ve papazsız kalan bu halkın her an şekavete yönelebileceğini dile getirdikten sonra onların başına dönebilmek için Musul valisine lazım gelen emrin verilmesini rica etmiştir. Ayrıca atalarına geçmiş yıllarda verilen bazı fermanların Kürt saldırılarında kaybolduğunu da belirtmiş devletten kendisine ve papazlarına yeni beratların verilmesi talebinde bulunmuştur247. Bedirhan Bey’in 1846 yılında Nasturiler üzerine gerçekleştirdiği ikinci saldırıdan sonra İngiliz misyonerleri geri dönerken, İngilizler Nasturileri en çok ihtiyaç duydukları bir zamanda yalnız bırakmışlardır. İngilizlerden umduğunu bulamayan ve saldırıdan sonra uzun bir dönem Urmiye’de sürgün hayatı yaşayan Patrik, gerek bu dönemde gerekse Hakkari’ye döndükten sonra misyonerlere karşı düşmanca bir tavır sergilemeye başlamış ve ölümüne kadar da bu uzlaşmaz tavrını devam ettirmiştir248. 243 Martin Van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, Çev. Nevzat Kıraç, Bülent Peker Vd., 3. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995, s. 212. 244 Sevgen, a.g.e., s. 89-90. 245 Yıldız, a.g.m., s. 174. 246 Bruinessen, a.g.e., s. 130-131. 247 Sevgen, a.g.e., s. 78-80. 248 Satılmış, a.g.m., s. 659-660; Yonan, a.g.e., s. 42-43; Foggo, a.g.e., s. 76. 82 Bedirhan Bey ise 1847 (H. 3 Cemaziyelevvel 1263) tarihinde hükümete bildirilmek üzere İngiltere’nin Bağdat Konsolosu’na gönderdiği bir mektupta Nasturilerle ilgili olarak; Hakkari kazalarına, Tiyari ve Tohup Aşiretlerine bir daha karışmayacağını, Nasturi esirleri derhal serbest bırakacağını, Mar Şimun’u Nasturi Patriği olarak kabul edip işlerine karışmayacağını ve Müslümanlarla Hıristiyanları bir tutup haklarında eşit muamele edeceğini taahhüt etmiştir. İngiliz elçisi vasıtasıyla Bab-ı Âli’ye bildirilen bu taahhütnamede verilen sözlerin doğru olmadığını bilen Bab-ı Âli meselenin çözümünü Diyarbakır müşirine bırakmış ve bölgede yapılan çatışmalar sonucunda teslim olan Bedirhan Bey, Girit’e sürgüne gönderilmiştir249. Nasturi lideri başlarına gelen bu katliamdan Kürtleri sorumlu tutarken yıllar sonra Hanım Surma Kürtleri savunarak “Kürtler bizim eski komşularımız. Türklerin entrikaları ile bize karşı kışkırtılmasalardı geçici kavgalarımız dışında eski dostluğumuzu bozacak hiçbir şey olmadığını düşünüyorum” demiş ve Osmanlı Devleti’ni suçlamıştır250. Batılı araştırmacıların birçoğu olayları değerlendirirken “Osmanlı Devleti’nin soktuğu nifak”, “Osmanlı’nın böl yönet politikası” gibi hususlardan bahsetmektedirler. Bu değerlendirmeler olaylardaki Batı etkisini görmezden gelme çabası olarak algılanabilir. Bedirhan Bey’in bölgedeki otoritesinin sarsılma ihtimali ortaya çıktığında Osmanlı Devleti’ne bile kafa tutabilecek yapısı göz önünde tutulacak olursa, kendi bölgesinde Nasturilere vergi vermeme cesaretini aşılayan misyonerlerin olayların yaşanmasındaki başrolü yadsınamaz. Kaldı ki en güçlü olduğu dönemlerde bile bölgedeki hâkimiyeti tartışmalı olan Osmanlı Devleti’nin en zayıf dönemlerini yaşadığı bir zamanda etkisinden bahsetmek ve olayları Osmanlıya bağlamak Osmanlı savunuculuğundan öte tarihi gerçeklerle de pek bağdaşmamaktadır. Osmanlı Devleti’nin burada eleştirilebileceği tek husus; devletin sahip olması gereken güç ve otoritesini kaybetmiş olmasıdır, diyebiliriz251. 249 Sevgen, a.g.e., s. 84-85; Aydın, a.g.t., s. 27-30. Surma d Bayt Mar Samcun, Ninova’nın Yakarışı, Çev. Meral Barış, İstanbul, Avesta Yayınları, 1996, s. 92. 251 Özcoşar, “Süryani…”, s. 203. 250 83 4.1.2.2. İngiliz Misyonu’nun Yeniden Kurulması Bedirhan Bey’in Nasturiler üzerine yapmış olduğu saldırılar sonucunda gerek Amerikan gerekse İngiliz misyonlarının ülkelerine geri döndüğünü söylemiştik. 1861 yılında Abraham’ın ölümü ile onun yerini alan yeni patrik Mar Şimun Ruben İngiltere’ye yaklaşmak istemiş ve bu maksatla 1863’te Kraliçe Viktorya’ya bir mektup yazarak ondan dağlık bölgelerde bir okul kurulması için yardım istemiştir252. 1867-1868 yıllarında da Musul’daki İngiliz Konsolos Vekili Rassam vasıtasıyla Canterbury Başpiskoposuna ve Londra Piskoposuna gönderdiği bir dilekçede, Amerikan misyonerlerinin gayretlerine karşın, büyük manevi yoksunluklar, baskı ve bilgisizlik içinde bırakıldıklarını dile getirerek yüksek kiliseden yardım istemiştir. Bu yardım talebi samimiyetten uzak ve sadece para yardımı ya da politik baskılardan kurtulmak için yabancı müdahalesini sağlamak maksatlıydı253. Patriğin Amerikan misyonerlerini gündeme getirmesi misyonerler arasında rekabet oluşturup İngiltere’den daha fazla yardım sağlama amacından kaynaklanıyor olabilir254. Zaten edilmemesini Amerika belirtmişti. da İngiliz bu gibi hareketlerin Konsolos Taylor kesinlikle da bu teşvik görüşü onaylamaktadır255. Bu dilekçeyle istediği sonucu alamayan Mar Şimun’un bu defa Rusya’dan yardım istediğini görüyoruz. Bu tarihte Rus Ortodoks Kilisesi’nin henüz misyonerlik faaliyetlerine başlamamış olması dikkate alınacak olursa Mar Şimun’un buradaki maksadının yine ülkeler arasında rekabet oluşturarak bu rekabeti kendi çıkarları amacıyla kullanmak olduğu anlaşılmaktadır256. Nitekim Nasturi Patriği’nin 1868’de Tiflis’teki Rus valisine mektup yollaması üzerine İngiliz Konsolosu Taylor hükümete yazdığı raporda Nasturi köylerinin durumunun çok kötü olduğunu ve Kürtlerin bölgede sürekli huzursuzluk yarattığını belirttikten sonra Ruslarla Nasturiler arasında yakınlaşmaya dikkat çekiyor ve Rusların Nasturilere sahip çıkma tehlikesine karşı hükümetini 252 Yonan, a.g.e., s. 50. Şimşir, a.g.e., s. 89. 254 Satılmış, a.g.m., s. 656. 255 Şimşir, a.g.e., s. 89. 256 Satılmış, a.g.m., s. 660. 253 84 uyarıyordu257. Taylor bu yakınlaşmanın şimdilik Osmanlı Devleti’ne zarar vermez görünse de ileride Türkiye ile Rusya arasında çıkabilecek bir anlaşmazlıkta Van bölgesinde harekât yapacak Rus kuvvetlerine yardımcı olabileceğini, onların da Muş ve Diyarbakır’a sarkmasına ve bu durumun da Osmanlı kuvvetlerinin Musul ve Diyarbakır’a inmelerine yol açabileceğini düşünüyordu258. Olası bir Rus-Nasturi yakınlaşması tehlikesine rağmen, Canterbury Başpiskoposu Nasturi yardım talepleri karşısında ağırdan davranmış 1876 tarihinde Nasturiler hakkında daha fazla bilgi edinmek maksadıyla Papaz E. L. Cutts’ı yaşadıkları bölgeye göndermiştir. Cutts’ın “Christian Under the Crescent in Asia” (Asya’da Hilal Hakimiyetindeki Hıristiyanlar) başlığı altında yayınlanan raporlarını değerlendiren Canterbury Başpiskoposu Tait, Nasturileri korumak ve kalkındırmak için bir misyon kurulması gerektiğine karar vermiştir ancak bu karar on yıl sonra, Papaz Rudolph Wahl’ın 1881 yılında Nasturiler arasına gönderilmesiyle uygulamaya konabilecektir259. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı esnasında İngiltere’nin İstanbul Konsolosu Layard, Saffet Paşa’ya Kürtlerin Nasturi kabilelerine saldırı tehditleriyle ilgili bir muhtıra vermiştir. Bu muhtırada güvenilir kaynaklardan alınan bilgiler doğrultusunda Kürtlerin Nasturilere bir saldırı yapacakları, otuz yıl önce Bedirhan ve Nurullah Beylerce denendiği gibi Nasturi bölgesinin yakılıp yıkılması ve insanların öldürülmesinden korkulduğu, Nasturilerin tekrar böyle bir duruma düşmemeleri için Bab-ı Ali’nin gerekli önlemleri alması tavsiye edilmiştir. İngiltere’nin bu konuyla çok ilgilendiği belirtildikten sonra, “Nasturiler her zaman sultanın barışsever ve sadık bir uyruğu olmuşlardır. Korunacaklarına da güvenmektedirler. Türk Hükümeti’nin bu işe gerekli önemi vererek gecikmeksizin önlem alacağı ve Kürtlerin Nasturi topraklarını işgaline imkân bırakmayacağından kuşkum yoktur.” denilmiştir. Saffet Paşa Diyarbakır valisine bir telgraf çekerek konuyla ilgili bir rapor istemiş ve Nasturilerin korunması için gerekli önlemlerin alınmasını 257 Yonan, a.g.e., s. 50. Şimşir, a.g.e., s. 87. 259 Sonyel, a.g.e., s. 70-71; Satılmış, a.g.m., s. 661-662. 258 85 emretmiştir260. Osmanlı Hükümeti patriği vergi vermemekle ve Rusya ile olan savaşta devleti desteklememekle suçlamaktaydı261. Diğer taraftan İngiliz Dışişleri Bakanı Kont Derby Nasturileri tehdit eden tehlikeler konusunda bilgi almak üzere Rassam’ın bölgeye gönderilmesi için Konsolos Layard’a yetki vermiştir. Layard da 6 Ağustos 1877’de Rassam’a vermiş olduğu talimatla onu Diyarbakır’a göndermiştir. Rassam’ın görevi bölgedeki Hıristiyan aşiretlerinin durumunu araştırarak hükümete bildirilmek üzere bir rapor vermekti. Rassam Diyarbakır valisinin gereken önlemleri alıp almadığını da kontrol edecekti. Onun yetkileri arasında gerekli gördüğü takdirde Nasturilerin arasına girmek, liderleriyle tanışarak onlara hem kendi aralarında hem de Müslümanlarla dostça ilişkilerin sağlanması için öğütlerde bulunmak da vardı. Rassam Diyarbakır ile sınırlı kalmayarak Van, Bitlis, Muş ve diğer bölgelere de gidebilecekti. Bu işi bitirdikten sonra ise Musul’a geçecek oradan Yakubi ya da Suriye Hıristiyanlarının durumu ile ilgili rapor verecek, bunların kiliselerinin tamiratı için gönderilen firmanın işe başlayıp başlamadığı hakkında bilgi alıp bu eski tarikatın korunması için başka ne gibi önlemlerin alınması gerektiğini hükümete bildirecekti. Layard Rassam’a şunları da ifade etmiştir; “Yapacağınız incelemelerde Hıristiyanların ıstıraplarını öğrenecek bunları yetkili makamların dikkatine sunarak gerekli önlemlerin alınmasını sağlayacaksınız. Bu işi görürken yetkililerin kıskançlığına neden olmayacak ve hakkınızda yasal şikâyette bulunulmayacak biçimde hareketlerinizi ayarlayacaksınız. Sultanın çeşitli Hıristiyan unsurlarının dürüstçe idare olunmasının can ve mallarının bütünüyle korunmasının bizzat Türkiye’nin çıkarına olduğu yolunda yetkilileri ikna edeceksiniz ki bu nokta Sultanın bana söylediği insani arzusudur. Hıristiyan unsurlara karşı yapılan yanlışları ve şikâyetleri Türk makamlarına bildirirken bunun İngiltere Hükümeti’nin Türkiye’nin refahını yürekten istediğinin bir kanıtı olduğunu da özellikle 260 261 Şimşir, a.g.e., s. 102; Sonyel, a.g.e., s. 67. Yonan, a.g.e., s. 54. 86 bildiriniz. Şişirilen ya da uydurulan haberlere aldırış etmeden doğru bilgileri elde etmenizin önemini özellikle hatırlatırım.” 262 Rassam bölgeye ulaştıktan sonra Layard’a bir rapor göndermiştir. Rassam’ın bölgede gördüğü sorunlar, haberler abartılmakla birlikte genellikle can ve mal güvenliğinin gerektiği kadar güvence altında olmayışından kaynaklanmaktadır. Yönetimin zayıf oluşu, vergi toplayıcılarıyla olan problemler, göçebe aşiretler başta olmak üzere Kürtlerin disipline sokulamaması, bunların hem Hıristiyanlara hem de Müslümanlara karşı sert tutumları genel şikâyetlerdendir. Diyarbakır ve Van’da Kürtlerin taşkınlıklarını bastırabilecek yeterli kuvvet bulunmamaktadır. Sadece polis kuvveti vardır ki bunlar da zaman zaman el altından yağma ve hırsızlığı teşvik ederek pay almaktadırlar. Ayrıca bu dağlık bölgede hâlâ Hıristiyan köyleri, içinde yaşayanlarla birlikte alınıp satılabilmektedir. Bu feodal yasaların bazı Kürt beylerince Müslüman köylerine de uygulandığı görülmüştür. Yerel yönetim meclisleri bu işi çözebilecek yapıda olmadığı gibi Kürtlerin bu hareketleri bazı üyeler tarafından da desteklenmektedir. Hıristiyanlar adaletin yanlış tecellisinden şikâyet etmektedirler. Yerel meclislerdeki Hıristiyan üyeler mahkemelerde önlerine gelen kararı kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Rassam ayrıca bazı Hıristiyanların sempati kazanmak için olayları abarttıkları ya da uydurdukları tespitinde de bulunmuştur. Ona göre; Diyarbakır Valisi Abdurrahman Paşa ile Van Valisi Hasan Paşa ellerinden geleni yapmaktadırlar ancak ülke büyük bir savaşın içindeyken bu kronik belanın üzerine gidememektedirler. Çünkü Müslümanların üzerine daha çok gitmekle onların Hıristiyanlara karşı nefretinin daha da artacağından çekinmektedirler. Yetkililerin Mar Şimunla münasebetleri de iyi değildir. Nasturiler uzun zamandan beri vergilerini de ödememektedirler. Layard ilgili raporu hükümetine gönderirken Rassam’ın söylediklerini onaylayarak Türk makamlarının Kürtleri dizginleyecek durumda olmadığını, 262 Şimşir, a.g.e., s. 103-106; Sonyel, a.g.e., s. 66-67. 87 yetkililerin sorunun çözümü için istekli ve iyi niyetli olmalarına rağmen asker cephede olduğundan gerekli önlemlerin alınamadığını belirtmiştir263. Kont Derby’nin yerine Dışişleri Bakanı olan Marki Salisbury de Doğu Hıristiyanlarının korunmasını adeta üzerine almıştı. Ayrıca bazı konsoloslar özellikle Erzurum Konsolosu Binbaşı Trotter ve onun yardımcısı Yüzbaşı Clayton bu amaçla çalışmalarda bulunmaktaydılar. Trotter’in Clayton’a yazmış olduğu 24 Temmuz 1879 tarihli talimatnameye göre Van’a gönderilen Clayton burada hükümetin söz vermiş olduğu reformları yerine getirip getirmediğine bakmak, Mudki Kürtlerinin hükümetle ilişkilerini incelemek ve Nasturilerin bulundukları bölgelerde sayılarını tespit etmekle görevlendirilmişti. Clayton’dan özellikle Nasturi Patriği ile tanışması ve Kürt beyleri ile ahbap olması da istenmişti264. Bölgede faaliyetlere başlama kararı alınmasına rağmen İngiltere’nin bölgede bulunan Amerikan misyonerlerini desteklediği de aşikârdır. Van’daki İngiliz Konsolosu Yüzbaşı Clayton’ın Binbaşı Trotter’e yazmış olduğu 14 Kasım 1879 tarihli rapordan anlaşıldığı üzere; kısa bir süre önce Canterbury Başpiskoposluğu’na bağlı bir temsilci Mar Şimun’u ziyaret ederek Amerikalılara karşı onları kışkırtmıştır. Oysa Clayton’a göre misyonerlerin yaptığı işler çok iyidir. Clayton bu temsilciye bir mektup yazarak Amerikan Protestanlığını yok etme eğiliminden vazgeçmesini istemiştir. Bu rapora kendi görüşlerini ekleyerek Marki Salisbury’e gönderen Layard da Amerikan misyonerlerinin Nasturiler arasında çok iyi işler yaptığını, Canterbury’den gönderilen papazların bu eski tarikatla ve onun ruhani önderleriyle ilişki kurmak amacında olup bunu yaparken onları Amerikan misyonerlerine karşı getirmek istediklerini belirttikten sonra, Salisbury’den dini özgürlüğün ruhuna ters düşen bu davranışın Amerikan misyonerlerine karşı gösterilmemesi için bu kişilerin uyarılmasını istemiştir. Protestanlığa karşı bu gibi davranışların doğunun öteki dini toplumları üzerinde çok aleyhte etkileri olacağını söyleyen Layard, birkaç yıl önce bu gibi hareketlerin bizzat Nasturileri çok ciddi sonuçlara götürdüğünü hatırlatmıştır. Amerikan misyonerlerinin bölgede okul 263 264 Şimşir, a.g.e., s. 110-114; Sonyel, a.g.e., s. 69. Şimşir, a.g.e., s. 284-285; Sonyel, a.g.e., s. 69-70. 88 ve yardım merkezleri kurarak Nasturileri uygarlaştırdıklarını dile getiren Layard sözlerine devam ederek; “Bana öyle geliyor ki İngiliz kilisesinin bu davranışının dışında Amerikalıların işine karışmaksızın daha yapacakları birçok işi vardır. Eğer misyonerlerin dini hizmetleri durdurulur ve etkileri yok edilmeye kalkışılırsa cidden üzücü bir durum olabilir. Çünkü bu İngiliz kilisesinin doktrin ve disiplinine bütünüyle ters düşer ve sonunda Nasturiler arasında rekabet ve kavgalara sebep olur. Bu da onları Kürtlerin yeni eziyet ve zulmüyle karşı karşıya bırakır.” demektedir265. Layard’ın bu uyarılarına rağmen misyonerler arasındaki rekabet, kıskançlık ve ihtilaflar devam etmiştir266. Bu arada Süryani Kadimlerin de İngiltere ve İngiliz misyonları ile ilişkilerinin Patrik IV. Petros’un 1874’te İngiltere’yi ziyareti ile yeni bir boyut kazandığını burada zikretmek yerinde olacaktır. İngiltere’yi ziyaret eden ilk Doğu Kilisesi Patriği olan Petros, bu ziyaretinde Canterbury Başpiskoposu ve daha da önemli olarak Karliçe Victoria ile görüşme olanağı bulmuştur. Patriğin görüşmelerde özellikle üzerinde durduğu konu eğitim olmakla birlikte patrik, İngiltere’nin öğretmen gönderme tekliflerini de reddetmiştir267. Bu ziyaretin ardından Canterbury Başpiskoposluğu tarafından “The Syrian Patriarchate Education Society” (Süryani Patrikliği Eğitim Topluluğu) adıyla bir kuruluş oluşturulmuş, 1892 yılında Süryani Kadimlerin durumları ve onlara yardım etme yollarının araştırılması maksadıyla Oswald Parry Mardin’e gönderilmiştir268. Parry’nin Süryani Kadimlerle ilgili tespiti ise onların Katolik misyonerlerinin de faaliyetleri neticesinde Batılı misyonlara karşı pek sıcak bakmadıkları yönünde olmuştur269. Misyon faaliyetlerine tekrar dönecek olursak; 1881 yılında İngiliz misyonerlerinden Rudolf Wahl’ın Hakkari’ye geldiğini söylemiştik. Wahl Hakkari’nin Tiyar-ı Ulya, Tiyar-ı Sufla ve Tohup köylerinde bir okul kurmak 265 Sonyel, a.g.e., s. 72-73; Şimşir, a.g.e., s. 364-366. Sonyel, a.g.e., s. 73. 267 Hanna Dolabani, Antakya Süryani Kadim (Ortodoks) Kilise Patriklerinin Özgeçmişi, Çev. Gabriel Akyüz, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2006, s. 182. 268 Özcoşar, a.g.e., s. 396-397. 269 Ayrıntılı bilgi için Bkz. Oswald H. Parry, Six Months in The Syrian Monastery, London, Horace Cox, 1895. 266 89 istemişse de bölge halkından gelen tepkiler nedeniyle bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştı. İngiliz misyonerinin köylerde istenmemesinin sebeplerinden biri de Mar Şimun Efendi’nin kardeşi Nemrut’un Rus yanlısı bir politika izlemesi olabilir270. Başpiskopos Tait’in ölmesi ve yerine 1883’de Edward White Benson’un geçmesi Nasturiler açısından bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü Benson’un Doğu Hıristiyanlarına karşı özel bir ilgisi olmakla beraber onların Papalığa karşı hasım pozisyonları Piskoposluğun desteği için yeterli bir sebep teşkil etmekteydi271. Nitekim 7 Ekim 1884’te Nasturi Patriği Canterbury Başpiskoposluğu’na gönderdiği bir mektupta Edward’dan okul kurulmasının yanı sıra başka şeyler de istemiştir. Özellikle de topraklarının kararnamelerle Kürt şefleri tarafından alınıp satılmasından şikâyetçi olmuştur272. Bunun üzerine Başpiskoposluk Mr. Riley ve Dr. Cholmondaley adlı iki seyyahı zemin incelemesi yapmak üzere bölgeye göndermiştir. Hakkari Dağları ve Urmiye’yi gezen Riley 30 Kasım 1884 tarihli raporunda biri Urmiye’de diğeri patriklik merkezi Koçanis’de olmak üzere iki misyon istasyonunun kurulması gerektiğini vurgulamıştır273. 1885 yılı baharında William Hanry Browne bölgeye gitmeye gönüllü olmuş aynı yılın sonbaharında da Canon Mclean bölgeye gelmiştir. Misyonerlerin bölgeye geldiklerinde farkına vardıkları ilk şey Dominikan misyonerlerinin bu bölgede Nasturiler üzerinde Katolik propagandasını hayli yaymış olduklarıydı. Amerika misyonu ise; temsilcilerini Urmiye’de kurulan Presbiteryen okullarına göndermişlerse de başarılı olamamışlardı274. Daha önceki araştırma gezisi sayesinde bölgeyi tanıyan Riley’in de eşlik ettiği misyoner heyeti başta patrik olmak üzere hem Urmiye ve Hakkari’de Nasturi din adamları ve halk tarafından sevinçle karşılanmıştır. Riley Nasturi kabileler arasında bir süre dolaştıktan sonra iki misyoneri bırakarak ülkesine dönmüştür. Böylece orijinal ismi Archbishop of Canterbury’s Asyrian Mission olan İngiliz Nasturi Misyonu resmi bir şekilde 270 Şamil Mutlu, Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları, 2. Baskı, İstanbul, Gökkubbe, 2005, s. 248. 271 Satılmış, a.g.m., s. 662. 272 Sonyel, a.g.e., s. 77-78. 273 Satılmış, a.g.m., s. 662. 274 Sonyel, a.g.e., s. 77-78. 90 Urmiye’de 1886’da kurulmuş oluyordu275. Bu misyon heyeti doğrudan Nasturi patriğine gideceği için İngiltere’nin bu eylemi, Osmanlı Devleti tarafından bir İngiltere politikası olarak değerlendirilmiştir. Londra’daki Osmanlı Elçisi Rüstem Paşa bu misyon heyeti ile ilgili olarak Osmanlı Hükümeti’nin misyon istasyonunun ciddi bir karışıklık çıkarmadan çalışmalarını sürdüremeyeceği görüşünde olduğuna değindikten sonra ruhbanların gönderilmesinin önlemesini istemiştir. Ayrıca hükümetin Nasturilerin durumuna kayıtsız kalmadığını ve Maarif Nazırlığı’nın Nasturilerin istedikleri okulların açılması için çalışmalara başladığını da sözlerine eklemiştir276. Canterbury Başpiskoposluğu her fırsatta tersini iddia etse de misyon çalışmaları dini olmaktan çok politik amaçlıydı277. İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi de Musul’daki İngiliz Konsolosu’na vermiş olduğu talimatnamede “İngiltere’nin Nasturilerin iyi ve emin bir halde bulunmalarını istemesi, onların yalnız Hıristiyan olmalarından değil belki bu Devlet-i Aliyye’nin siyasi menfaati ile münasebeti bulunduğu içindir.”278 diyerek bu amacı açıkça belli etmektedir. Riley ise Başpiskopos Benson’a yazdığı mektupta; “Türk Hükümeti’ne bizim iyi ve arkadaşça niyetlerimizi belirtmek tamamen faydasızdır. Hakkari’de bir misyonun kurulması Osmanlı Hükümeti’nin çıkarlarına doğrudan terstir ve eğer otoriteler misyonerleri bölgeden kovmazlarsa misyonerler Osmanlı Devleti’nin aleyhine çalışacaklardır.”279 diyerek İngiliz politikasını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Yonan da kitabında İngiliz misyonunun gerçek görevinin politik olduğunu anlamak için Canterbury Başpiskoposluğu’nun arşivine bakmanın yeterli olduğunu söylemektedir. Zaten kuruluşundan itibaren misyonerlerin kalemlerinden çıkan haberler Başpiskoposluk yoluyla düzenli olarak İngiltere Hükümeti’ne aktarılmaktaydı280. Erzurum’daki İngiltere Konsolosu Taylor’un 19 Mart 1869 tarihinde Kont Clarendon’a yazdığı raporda İngiltere’nin amacı açıkça ortaya konmaktadır. Buna göre; Nasturiler Ermenilerden sonra gelen en nüfuslu Hıristiyan toplumudur. Bunların önemi 275 Satılmış, a.g.m., s. 662-663. Yonan, a.g.e., s. 56-57. 277 Satılmış, a.g.m., s. 663. 278 Sevgen, a.g.m., S. 13, Ekim 1968, s. 42. 279 Satılmış, a.g.m., s. 664. 280 Yonan, a.g.e., s. 35,65. 276 91 zengin veya akıllı olduklarından değil, İran hududuna yakın dağlık bölgede oluşları nedeniyle gerektiği zaman savaşçı ve pratikte bağımsız bir konumda oluşlarındandır. Bunlar Türklerden ve Kürtlerden öylesine yakınmakta ve acınacak durumdadırlar ki kendi inanç ve yurtlarını bile feda ederek bir yabancı himayesine dört gözle bakmaktadırlar281. Bu durum da şüphesiz İngiltere’ye aradığı fırsatı sunmaktadır. Canterbury Başpiskoposluğu Çölemerik civarında Şemseddin adlı yerde Nasturi çocuklarının talim ve terbiyesi için bir okul açılması ve bu okulda görevlendirilecek olan öğretmeler için Osmanlı Hükümeti’nden istekte bulunmuştur. Gönderilecek olan öğretmenler, mahalli hükümete hoş görünmeyecek hareketlerde bulunmayacak ve politika işlerine karışmayıp yalnız Nasturi gençleri dini konularda eğitmek maksadıyla hareket edeceklerdi. Bunu yaparken de Osmanlı kanun ve nizamnamelerine tabi kalarak ders cetvelleri, kitapları ve okullarının hükümet tarafından teftiş ve nezareti şartını kabul etme teminatını vermekteydiler. Tüm bu teminatlara rağmen Osmanlı Devleti okul açma ruhsatı vermemekle birlikte Nasturi okulunun Osmanlı Maarif Nezareti tarafından açılabileceğini İngiltere’ye bildirmeyi uygun görmüştür282. Van’daki İngiliz Konsolos Yardımcısı Barnham, Hakkari Valisi Fikri Paşa’dan bir misyon kurmak, binalar inşa etmek ve okullar açmak amacıyla izin almak için Kasım 1886’da Hakkari’ye gitmiştir. Fikri Paşa meselenin politik sebeplerle olduğunu düşündüğünden önce misyon kurulmasına izin vermemiş, ancak Barnham’ın ısrarları sonucu misyon binasının inşasını kabul etmiş ama okul açılmasına izin vermemiştir283. İngiliz misyonerler Urmiye’de merkezlerini kurduktan sonra Nasturiler üzerinde çalışmak üzere harekete geçmişlerdir. Misyon müdürü Maclean yeni bir misyon evi ve okul açmak için Tiyari bölgesindeki Lizan’ı belirlemişti. Kasım 1887’de Lang’ın da Urmiye’ye gelmesiyle Browne Lizan’a hareket etmiş ancak yolda tutuklanmıştır. Daha sonra da Tiyari Meliki İsmail’in 281 Şimşir, a.g.e., s. 86-87; Sonyel, a.g.e., s. 60. BOA, A.MKT.MHM., Dosya No. 489, Gömlek No. 25. 283 Satılmış, a.g.m., s. 665. 282 92 husumet göstereceğinden endişelenerek buraya gitmekten vazgeçen Browne Koçanis’e giderek yerleşmiştir284. ömrünün Burada büyük Browne bölümünü ile patrik geçireceği yakın ilişkiler Hakkâri’ye kurmaya başlamışlardır. Evi patrikhanenin yanında olan Browne’un patrik üzerinde etkisi büyüktü285 ve patriğin çocuklarının eğitimini de üstlenmişti. Patriğin yeğeni Surma d Bayt Mar Samcun da Browne’un en yetenekli gördüğü öğrencilerinden biridir286. Hatta Surma daha sonra Kilise geleneklerini anlatan bir de kitap yazmıştır. Daha önce İngiliz misyon heyeti okul açma izni alamamıştı. Bu defa Browne bu konuda çalışmalara başlamıştır. Browne öncelikle Nasturi ruhban sınıfının yetiştirilmesi için Koçanis’de bir ilahiyat okulu kurmuştur. Bu okul açılmadan önce Koçanis’deki ruhban adayları Urmiye’deki okula gönderilmekteydi. Ancak Browne’un patrik tarafından dışlandığı 1891 yılında okulun sorumluluğu yirmi beş dolar ücret bağlanarak Nasturi Matran’ına bırakılmıştı. Ancak bir süre sonra okul kapanmıştır. Okula öğretmen bulma işi hayli zor olduğundan yeniden açılması da zaman alacaktır287. Browne bu okul dışında Hakkari’nin çeşitli nahiye ve köylerinde Mar Şimun namına 19 adet okul kurmuştur. Bunlar; başta merkez liva kazasına tabi Uzi Karyesi’nde bir ve Koçanis Karyesi’nde iki adet olmak üzere, Gevar’da(Yüksekova) Kakoran(?), Vezirabad, Pirzalan, İladiye(?) Karyelerinde ve Cilo Nahiyesi’nde, Çölemerik Kazası’nın Tohup, Tiyar ve Diz Nahiyelerinin çeşitli karyelerinde bulunmaktadır. Ayrıca Aşağı Tiyari bölgesinde bir okulun yanı sıra İngiliz papazına mahsus bir de ev bulunmaktadır288. Browne’un faaliyetleri şüphesiz devletin gözünden kaçmamaktaydı. 1895 (H.1313) tarihli bir arşiv belgesinde İngiltere’nin Şark Hıristiyanlarına yönelik tutumu anlatılmakta ve Browne’un faaliyetlerinden bahsedilmektedir. Bu belgeye göre; İngiltere öteden beri takip etmekte olduğu politika icabınca 284 Satılmış, a.g.m., s. 666. BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.9, Gömlek No. 26. 286 Surma, a.g.e., s. 7-8. 287 Satılmış, a.g.m., s. 667. 288 BOA, Y.PRK.KOM, Dosya No. 10, Gömlek No. 73. 285 93 Şark Hıristiyanlarını himaye etmek ve onlar üzerinde nüfuz temin ederek hükümete karşı isyana teşvik etmektedir. Bunda amaç Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale etmektir. Ermeni meselesini yoktan var eden İngiltere’nin yakın bir zamanda bir Nasturi meselesi ile devleti zor durumda bırakması muhtemeldir. Nasturiler misyonerlerin bölgeye gelişine kadar hiçbir söz istemedikleri gibi sakindiler. Ancak İngiltere Mar Şimun’a maaş bağlayarak bu suretle Nasturilerin hamisi görünmeye başlamıştır. İşte Browne da maksadı temin için Nasturi lisanı ve diz üstünde oturmak gibi en basit Nasturi geleneklerini bile öğrenerek içlerine nüfuz etmiştir. Ayrıca kendisine tabip süsü veren bu şahıs kendisini gayet zahit bir adam ve müşfik bir peder suretinde göstermekte olduğundan Nasturiler arasında nüfuz temin etmesi de kolay olmuştur289. Bu belgede ayrıca İngiltere’nin Van Konsolosluğu tarafından Browne’un faaliyetlerinin hiçbir siyasi maksadının olmadığı sadece Nasturilerin dini konularda cahil oldukları ve zamanla batıl itikatlara karıştıkları için misyonerin onların itikatlarını düzeltmek için gönderildiği açıklamasının bulunduğu da belirtilmektedir. Oysa Browne, fesat emelleri ortaya çıkınca amacına perde olmak üzere meslek değiştirerek güya hekimlik yapmaya başlamıştır. Ayrıca belgede Browne’un Nasturileri eğitmeye uğraştığı, bu maksatla bir hanenin inşası için ruhsat elde ettiği ve bu hanenin bir süre sonra mektep olacağından şüphe edilmediği belirtilmektedir290. Başka bir arşiv belgesinde de Browne ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: “İngiliz misyonerlerinden Browne’un Nasturilere Protestan mezhebini kabul ettirmek maksadı zahiriyle Çölemerik’e tabi Koçanis Kazası’nda Nasturi Reis-i Ruhanisi Mar Şimun’un nezdinde ikamet eylemekte olup esas maksadı ise bunları İngilizlere ısındırarak bilahare fesat etmek cihetine matuf olduğu ve aralık buldukça Hakkari tarafındaki Ermenileri dahi tahrikten geri durmadığı cihetle ahali-i Hıristiyaniyeyi hükümet-i seniyyeden uzaklaştırmaya çalışan merkumun oradan defi esbabının istihsaline…” 289 BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.9, Gömlek No. 26. BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.9, Gömlek No. 26. 291 BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.8, Gömlek No. 25. 290 291 94 Aynı belgede İngiltere’nin Van konsolos yardımcısının siyaset bahanesiyle Ermeni köylerine giderek Hıristiyanlara çeşitli telkinlerde bulunduğu, Bitlis ve Muş cihetlerine giderek Ermeni köylerinde ahaliyi etrafına toplayıp tahrik ettiği ve gereğinin yapılması gerektiği Dâhiliye Müsteşarı Ahmet Refik Bey tarafından bildirilmiştir292. Musul’dan gönderilen bir başka telgrafnamede de benzer ifadeler kullanılmakta Browne’un, Nasturileri İngiltere himayesine almak ve Protestanlık mezhebine çevirmek için çeşitli mallar vererek teşvik etmekte olduğu, henüz Hakkari Sancağı’nda ikamet ettiği, Bağdat’a gittiği ancak geri Hakkari’ye döndüğü belirtilmiştir. Henüz Musul tarafına gelmeyen şahsın İmadiye cihetinden geleceği düşüncesi Musul Valisi Osman Bey tarafından bildirilmiş bu durumun teftiş edilerek dikkate alınması istenmiştir293. Hakkari mutasarrıfının Erzincan’da bulunan Müfettiş Şakir Paşa’ya yazmış olduğu 1896 (H. 18 Zilhicce 1313) tarihli bir raporda; “İngiltere’den bazen seyyah ve papaz kıyafetinde bir takım kimsenin çantaları lira dolu olarak, bu Nasturiler içine gelip giderek, Mar Şimun ve meliklerle görüşerek, kendilerini kışkırtarak ve birkaç seneden beri Mar Şimun Efendi’nin karyesinde mütemadiyen ikamet eden bir İngiliz papaz ara sıra Nasturi kaza ve nahiyelerine seyahat ederek ifsada cüret etmektedir.” denildikten sonra bu durumun Nasturilerle Müslümanların arasını bozduğu, ticaretin sekteye uğradığı ve Nasturilerin civarında bulunan Kürt aşiretlerin de onların bu davranışlarına bakıp şımararak hükümete karşı gelmeye başladıkları anlatılmıştır294. Bu belge İngiltere’nin amacını açık bir şekilde gözler önüne sermek için yeterlidir. İngiltere din kisvesi altında kullandığı misyonerler vasıtasıyla maddi imkânlarını da kullanarak Nasturileri Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmaya çalışmaktadır. Bu cümleden olmak üzere 1896 yılında İngiltere Hükümeti’nin Londra’da yaptırıp Van’a yolladığı bir altın saat Van’daki İngiliz Konsolos Kâtibi Mister Tesiçe tarafından Mar Şimun’a hediye edilmiştir ki bu saatin üzerinde Mar Şimun’un adından başka bir de İngiltere 292 BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.8, Gömlek No. 25. BOA, Y.PRK.UM, Dosya No. 27, Gömlek No. 64. 294 BOA, Y.EE., Dosya No. 132, Gömlek No. 26. 293 95 Kraliçesi’nin yanında itibarı olan Canterbury adının yazılı olması oldukça manidardır295. Açıkça görülüyor ki İngiltere’nin misyonerlik hedefi yalnızca bu bölgedeki insanlara dini eğitim vermek değil onların istiklâllerini kazanmalarını sağlamaktır. Bu toplulukların Osmanlı Devleti’nden koptuktan sonra tek başlarına yaşayamayacakları aşikârdır. Dolayısıyla onlara yakın güçlü bir devletin koruması en güzel çözüm olacaktır. Nasturilerin huzursuzluk çıkartmaları veya ayaklanmaları dış güçlerin onlar adına müdahalesini gerektirecektir296. İşte bu noktada İngiltere devreye girecektir. Amaç gayet açık ve nettir. Nasturi patriğinin Browne’a yazmış olduğu bir mektuptaki bilgilere bakılırsa Mar Şimun, İngiliz misyonerlik faaliyetlerinin devam etmesini istemekte ve Osmanlı Devleti’nin davranışlarından şikâyet etmektedir 297 Hıristiyanlara karşı düşmanca . Van vilayetine gönderilen 1896 (H. 6 Temmuz 1312) tarihli bir belgede; Hakkari Sancağı Nasturi Reis-i Ruhanisi Mar Şimun’un nezdinde bulunan İngiliz misyoner Browne nam zatın hüsn-ü muhafazası İngiltere sefaretinden istenmiş ve Mar Şimun ile Browne’un taarruza maruz kalmamaları istenmiştir298. Misyonerlerin faaliyetlerinden biri de Nasturilere baskı yapıldığı iddialarında bulunmaktır. Ancak bu iddiaların külliyen asılsız olduğu ve Nasturilere o güne kadar dostça muameleden geri durulmadığı Van vilayetinden Hariciye Vekâleti’ne gönderilen yazılarla yalanlanmıştır299. Misyonerlerin Nasturilerle ilgili olarak ortaya attıkları bir diğer iddia da Kürt aşiretlerinin İran hududu üzerinde bulunan Nasturilere katliam yapmak üzere tecavüzlerde bulunduklarıdır. Çıkarılan bu şayianın da asılsız olduğu Tahran sefaretinden Hariciye Vekâleti’ne yazılan rapor sonucu anlaşılmış ve adı geçen misyonerlerin bölgeden uzaklaştırılması istenmiştir300. 295 Bayram Kodaman, “II. Abdülhamid Devrinde Hakkari Sancağında Nesturiler ve İngiliz-Rus Emperyalizmi”, IX. Türk Tarih Kongresi, C. II, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, s. 1104. 296 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 55. 297 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 55-56. 298 BOA, A.MKT.MHM., Dosya No. 669, Gömlek No.1. 299 BOA, A.MKT.MHM., Dosya No. 670, Gömlek No. 13. 300 BOA, DH.MKT., Dosya No. 1575, Gömlek No. 59. 96 Esas görevi Nasturiler arasında fesat tohumları ekmek olan misyoner Browne’un 14 Mayıs 1894 tarihli iki mektubu Başkale’de ele geçirilmiştir. Bunlardan biri Canterbury Başpiskoposluğu’na diğeri ise Urmiye’de bulunan diğer bir misyonere gönderilmiştir. Tercüme ettirilen bu mektuplarda hükümet aleyhinde pek çok bilgi ile İngiltere’nin Nasturiler üzerindeki amaçları ile ilgili olarak gayet kötü niyetli ifadeler bulunmaktadır301. Misyonerlerin Mar Şimun’a maaş bağlayıp para yardımı yaparak nüfuzları altına almaya çalıştıklarını söylemiştik. Bu maksatla kullandıkları ikinci bir vasıta da kitap ve risaleler olmuştur. Konu ile ilgili arşiv belgesinde gerek Rusya ve Fransa gerekse İngiltere’de bir takım İncil cemiyetleri olduğu ve bu cemiyetlerin bazı mutaassıp Hıristiyanların vefatlarından önce kendilerine vasiyet ettikleri parayı alarak fevkalade zengin oldukları, mensup oldukları din ve mezhebi dünyanın her tarafına hatta Orta Afrika’ya bile misyonerler göndererek yaymaya çalıştıkları, onların vasıtasıyla kitap ve risaleler dağıtmakta din ve mezheplerini kabul ettirdikten sonra da işi politikaya dökmekte oldukları anlatılmaktadır. Bu cümleden olmak üzere İngiliz tebaası olan birkaç papaz Gevar ve çevresinde dolaşarak Nasturilere kitaplar ve risaleler dağıtmışlardır. Yine aynı belgede bu çalışmalara karşılık önlem almak bakımından İslam diniyle ilgili yayınların yapılması bu konuda ciddi bir gayret gösterilmesi de tavsiye edilmiştir302. Ayrıca İngiliz misyonerler pek çok eski Nasturi din kitabının da basımını yapmışlardır. Piskoposların el kitabı olarak bilinen Taksa ile beraber başka iki dini kitap daha basılmıştır. Bu kitapların içeriği vaftiz ibadeti ile çeşitli ayin ve dualardan ibarettir. Daha sonra önemli gramer kitaplarıyla birlikte okullarda okutulmak üzere İngilizce ders kitaplarının da basılması vs. basım yayın faaliyetleri Nasturilere önemli katkılar sağlamıştır303. Misyon müdürü Maclean da yeni Aramca lehçesi ile ilgilenmekteydi. Onun o günlerde yayımladığı bir dilbilgisi kitabı ve sözlük bugüne kadar yeni Aramca lehçelerinin incelenmesinde temel olarak kullanılmıştır. İngilizce yayımlanan misyon dergisi Süryaniler özellikle de 301 BOA, Y.PRK.UM., Dosya No. 30, Gömlek No. 10. BOA, İ.DH., Dosya No. 1274, Gömlek No. 100258. 303 Satılmış, a.g.m., s. 670-671. 302 97 Nasturilerin yaşam biçimleriyle ilgili incelemeleri kapsamaktaydı. Daha sonra Van’daki misyon istasyonunun yönetmeni olan Wigram da Nasturiler üzerine kitaplar ve bir dizi politik içerikli küçük broşürler yayımlamıştır304. Tüm bu faaliyetlerden olmaktaydı. Birçok arşiv yaşadıkları bölgeden şüphesiz belgesinde uzaklaştırılması Osmanlı özellikle ile ilgili Devleti de Browne’un girişimler rahatsız Nasturilerin ve istekler bulunmaktadır. Örneğin Hakkari mutasarrıfı 1899 (H. 27 Cumadiyelahir 1317) tarihli yazısında Browne için gelecekte bir büyük felakete sebep olacağı ifadesiyle endişelerini dile getirmiştir305. Osmanlı Devleti bu endişelerini İngiltere Hükümeti’ne de ileterek İngiliz misyonerlerinin geri çekilmesini istemiştir. Ancak Dışişleri Bakanı Lord Salisbury 10 Aralık 1888’de Osmanlı’nın Londra Büyükelçisi Rüstem Paşa’ya Osmanlı Hükümeti’nin Browne’a karşı yanlış bilgilendirildiğini söyleyerek Browne’u savunmuştur306. Daha öncede değindiğimiz gibi İngiltere misyonerlerin görevlerinin politik olduğunu hiçbir surette kabul etmemektedir. Browne’un Nasturi patriği ile ilişkileri ilk geldiği yıllarda olumlu başlamıştı. Ancak bu durumun her zaman aynı şekilde devam ettiği söylenemez. Bazı köylüler Browne’un sunakta uygunsuz bir şekilde ekmek şarap ayini düzenlediğini söyleyerek şikâyette bulunmuşlardır. Bunun üzerine patrik de kiliselerinin Browne tarafından kullanılmasını yasaklamıştır. Browne da kendisine küçük bir ev ve kilise yapmak için patrikten istekte bulunmuştur. Patrik önce buna izin vermiş daha sonra bilinmeyen bir sebepten dolayı inşaatı durdurmuştur307. Browne konsolos yardımcısı Dewey aracılığıyla validen yeniden izin istemişse de vali bu iznin yerel yönetimden alınması gerektiği konusunda ısrarcı davranmış mutasarrıf ise istenilen izni vermemiştir. 1894 (H. 3 Mayıs 1310) tarihli bir arşiv belgesinden anladığımız kadarıyla Anglikan Kilisesi Nasturileri eğitmek adına bir mektep kurmak için 304 Yonan, a.g.e., s. 35. BOA, Y.PRK.UM., Dosya No. 48, Gömlek No. 69. 306 Sonyel, a.g.e., s. 80. 307 Satılmış, a.g.m., s. 675. 305 98 arsa temin etmek istemektedir. Ancak bu isteğin mahzurları görülmüştür308. Ancak 1895 yılında Browne’un evini de kapsayan bir bina yapılabilmiştir309. Browne’a karşı olumsuz tavır takınan patriğin bu tutumundan rahatsızlık duyan İngiliz misyonundan Riley eğer bu şekilde davranılmaya devam edilirse misyonun orada kalmasının bir anlamının olmadığını ve misyonun devam etmesini isteyip istemediklerine dair bir toplantının yapılması gerektiğini patriğe bildirmiştir. Patrikten olumlu bir cevap alınamayınca bu defa misyonerlerden Edington ve Neasan Nasturi Matranını da yanlarına alarak Koçanis’e gitmişler ve misyonun isteklerini patriğe iletmişlerdir. Bu istekler misyona patrik tarafından yeniden davet yapılması, Browne’un evinin inşasına karar verilmesi, okul açılması için hükümete başvurma sözü alınması, kilisede yapılacak kutlamalar için İngiliz din adamlarına izin verilmesi, İngiliz misyonuna diğer misyonlardan daha fazla imtiyaz tanınması ve köylerdeki misyoner okullarını ziyaret etmek isteyen Browne’a aşiretler arasında rahat seyahat edebilmesi için patriğin mührü bulunan bir belgenin verilmesi şeklindeydi. İstek listesini önce kabul etmeyen patrik, matranın da araya girmesiyle şartları kabul etmiş ve Koçanis’e dönen Browne’a tekrar iyi davranmaya başlamıştır. Buradan İngiliz misyonunun patriğe oldukça baskı yaptığı ve patriklik nezdinde en imtiyazlı misyon teşkilatı olduğu sonucu çıkarılmaktadır310. 1899 yılının sonlarında Heazel adlı İngiliz misyoner Tiyari’ye gelerek ilahiyat okulunu yeniden açmıştır. Tiyari bölgesinin merkez köyü Salabekan’ın reisine ait bir evi kiralayarak çalışmalara başlayan Heazel, Tiyari ve Tohup bölgelerindeki misyoner okullarını gezerek buralarda ilaç dağıtmıştır. İlahiyat okulunda öğrenci sayısı fazla olmamakla birlikte on dört öğrenci ile ikinci sene tamamlanabilmiştir. Sene sonunda Koçanis’e dönen Heazel’e Tiyari’den gelen bir temsilci vasıtasıyla istenmediği bildirilmiştir. Ancak birkaç hafta sonra tekrar davet edilmesi üzerine Salabekan’a giden Heazel, 1902’de bölgeden ayrıldığında ilahiyat okulu da dört mezun vermişti. 308 BOA, Y.MTV., Dosya No. 92, Gömlek No. 30. Satılmış, a.g.m., s. 677. 310 Satılmış, a.g.m., s. 675-676. 309 99 Okulun niçin kapatıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte Diz mutasarrıfının ruhsatsız okuldan rahatsız olması veya Urmiye’deki misyon istasyonunun Osmanlı topraklarına taşınması kararıyla okulun başka yerde açılması ihtimalinin gündeme gelmesi sebepler arasındadır311. 4.1.2.3. İngiliz Misyonunun Van’daki Faaliyetleri Misyon merkezinin bulunduğu İran’ın Urmiye kentinde Rus Ortodoks Kilisesi’nin çalışmaları sonucunda Rusya, İngiliz ve Amerikan misyonerlerine gelecekte Urmiye’de çalışma alanı bırakmayarak onların bölgeden ayrılmalarına sebep oldu. 1898 yılında İran’da pek çok Nasturi Rus Ortodoks Kilisesi’ne geçmiştir312. Böylece İngiliz misyonu Osmanlı topraklarına taşınma kararı almıştır. Ancak mevcut okulların Ruslara devredilmesi ve Osmanlı topraklarında kurulacak misyon binası için hükümetten izin alınması dolayısıyla bir süre daha Urmiye’de kalan heyet, verilecek izni beklemeden 1903 yılında Van’a taşınmıştır. Buna rağmen Ruslar henüz bölgede tam bir etkinlikte bulunmadıklarından İngilizler buradaki okullarda faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Van’daki misyon merkezinin başkanı ise W.A. Wigram olmuştur. Aslında Van misyon merkezi olarak pek uygun bir yer değildi. Bölge nüfusunun büyük çoğunluğu Ermeniydi. Buranın seçilmesinde birkaç etken söz konusudur. Birincisi; İngiltere’nin Van’da bir konsolosluk açmış olması ve böylelikle misyonu daha iyi himaye edebilecek konumda bulunması, bir diğeri de; dönemin Van valisinin misyonerlere sıcak bakıyor olmasıydı. Misyonerlerden Heazel de misyon için bir ev kiralamak maksadıyla Van’a geçmiştir. Oysa Van’da bir misyon binasının inşası gerekmektedir. Ancak misyonun maddi durumu sıkıntıdadır. Ayrıca Osmanlı Devleti ısrarla misyon binası yapımına karşı çıkmaktadır. İstenilen bina ancak 1909’da Van Valisi Ferit Paşa’nın izni ile yapılabilmiştir. Van merkez olarak seçilince de ilahiyat okulu buraya taşınmış ve Nasturi çocukların eğitimine başlanmıştır. Van’daki okulda özellikle Nasturi ileri gelenlerinin çocuklarının bulunması misyonun 311 312 Satılmış, a.g.m., s. 677-678. Matfiyef, a.g.e., s. 72. 100 Nasturi ileri gelenleri üzerinde etkili olmasını sağlamıştır. Ayrıca Van’da çıkan kolera salgını nedeniyle bir süreliğine Koçanis’e taşınan okulda patriğin kardeşleri de eğitime başlamıştır. Ertesi sene de ağabeyleri ile beraber Van’da eğitimlerine devam etmişlerdir. Okulda iki Nasturi görevlinin de işe başlaması okula patriğinmiş imajı vermiştir. Bu durum da misyonerlerin işine gelmekteydi. Böylelikle devletin takibatından kurtulmayı amaçlıyorlardı. Urmiye’deki okulların kapatılmasıyla öğrenci sayısı da hayli artmıştı. Ayrıca İngiliz misyonerler Van havalisinde çoğu Katolik etkisinde olan köyleri tespit ederek buralara ziyaretlerde bulunmuşlar, 1909-1910 yılları arasında bölgede on iki okulu desteklemişlerdir. Bu dönemin önemli gelişmelerinden biri de 1908 yılında Musul bölgesindeki Keldanilerin Nasturi Kilisesi’ne geçmek için teşebbüste bulunmalarıdır. Bu teşebbüste aracı rolü İngiliz misyonerler oynamışlardır. Çünkü Keldaniler ilk olarak Browne’a bir mektup göndererek ondan yardım istemişlerdir. Browne ise Musul’da yeni bir istasyon kurulmasını istemişse de maddi açıdan bu mümkün olmamıştır. İngiliz misyonerler Nasturiliğe geçen Alkosh’daki papaza maaş bağlanmasını ve Musul bölgesinde faaliyet göstermekte olan Hıristiyan Misyon Cemiyeti’nin Fransız-Keldani girişimlerine karşı piskoposa koruma sağlanmasını istemişlerdir. Bunun üzerine misyon komitesi bir papaz gönderilmesini ve Alkosh papazına da ekonomik yardımda bulunulmasına karar vermiştir313. 4.1.2.4. İngiliz Misyonunun İmadiye’ye Taşınması Son zamanlarda Nasturi Kilisesi’ne geri dönüşleri ivme kazanan Keldaniler ile bir kısım Yakubi arasında da faaliyet göstermek amacıyla misyon merkezi Van’dan İmadiye’ye taşınmıştır. Burada da bir okul kurulması gerekmektedir. Bu maksatla hükümete gerekli başvuru yapılmıştır. Musul Mebusları Fazıl ve Daver Busfati Beylerin Dâhiliye Nezareti’ne göndermiş oldukları telgrafnameden anlaşıldığı üzere İngiltere’nin Musul konsolos yardımcısı üç aydır bölgede dolaşarak Kürt aşiret reisleri ve Nasturi beyleri ile 313 Satılmış, a.g.m., s. 678-683. 101 İngiliz misyonuna ait bir okul tesis edilmesi için münasebetlerde bulunmaktaydı. Mebuslar bu konunun dikkate alınması için Dâhiliye Nezareti’ne gereken uyarıda bulunmuşlardır. Ayrıca Musul Vali Vekili Mirliva Tevfik tarafından da Dâhiliye Nezareti’ne aynı cümleden bir telgrafname gönderilmiştir314. Zaten İmadiye’de bulunan Hıristiyan halk da misyonun burada bir okul açmasına karşıydı. Yapılması istenen okulun adeta müstahkem bir kale olacağı düşüncesi hâkimdi. Bu nedenle Hıristiyanlar da Dâhiliye Nezareti ve Şura-yı Devlet Riyasetine şikâyette bulunmuşlardır315. İmadiye merkezinde tepkilerle karşılaşan İngilizler bu defa İmadiye’ye yarım saat uzaklıktaki Beyad(?) Karyesi’nde girişimlerde bulunmuşlar ve bu cümleden olmak üzere bin dönüm tarla satın almışlardır. Hükümet okul inşası ile ilgili tahkikat yaptığında daha ruhsat verilmeden inşaatın başladığı görülmüştür. Ayrıca adı geçen karyede de durum İmadiye’den pek farklı olmamıştır. Burada da yirmi sekiz kişinin imzasıyla gönderilen telgrafnamede okulun inşasına izin verilmemesi istenmiştir. Onlara göre bölgede böyle bir okula kesinlikle ihtiyaç duyulmamaktadır. Netice olarak okulun yapımının tamamlanmasının mahzurları görülmüştür. Hükümet izin verse dahi bölge ahalisinin karşı çıkacağı aşikârdır316. Musul Valisi Tahir tarafından gönderilen 1911 (H. 8 Temmuz 1327) tarihli telgrafa göre; vali Irak bölgesinde birçok Nasturi’nin Rusya’nın etkisiyle Ortodoks mezhebini kabul ettiğini, bizim taraf Nasturilerin de Rusya’ya meyletmeye başladıklarını oysa İngiliz misyonerlerinin Nasturilerin eski mezheplerinde kalmaları için çalıştıklarını belirttikten sonra, buradaki okulun açılmasının kanunlara karşı olsa bile daha yararlı olacağını İstanbul’a bildirmiştir317. Daha sonra okulun açılması için izin belgesi verilmiştir. Netice itibariyle İngiliz misyonerler 1911 yılında tekrar eğitime başlamışlardır. Ancak 1912’de ABD uyruklu papaz Neesan’ı bölgede bırakarak geri çekilmeye başlamışlardır. İran’daki Nasturiler üzerinde faaliyet 314 BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4. BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4. 316 BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4. 317 BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4. 315 102 gösteren İngilizler de bölgeden ayrılarak Urmiye istasyonunu ABD’li meslektaşlarına devretmişlerdir318. Sonuç olarak diyebiliriz ki İngiliz misyonunun Osmanlı Devleti toprakları üzerindeki görevi kesinlikle politikti. Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanları ki Nasturiler bu amaca uymaktaydılar himaye altına alarak ve onların zihinlerini karıştırarak ihtiyaç duyulduğunda Osmanlı Devleti’ne karşı bir hadise çıkartmalarını sağlamak amacı güden İngiltere bu amacını din perdesi altına gizlemeye çalışmıştır. İngiltere’de yetişmiş ve iyi eğitim görmüş bir İngiliz’in oldukça olumsuz şartlarda bu dağlık bölgede, cahil ve vahşi bir topluluk arasında yıllarını geçirme sebebi herhalde sadece dinine karşı olan bağlılıktan olmasa gerektir. Şark Meselesi, emperyalizm ve sömürgecilik kavramlarında esas anlamını bulan İngiliz politikasında Doğu Anadolu özellikle büyük önem taşımaktaydı. Bölgede gerçekleşen İngiliz Rus rekabeti bölgede yaşayan Hıristiyanları birer vasıta olarak kullanmalarını gerektirmekteydi. Buna karşılık olarak Hıristiyanlar da büyük devletlerin yardımını kazanabilmek için bu rekabeti körüklemekteydiler. İngiliz misyonerlerinin önyargılı düşünceleri yazmış oldukları rapor ya da eserlere de yansımaktaydı. Wigram’ın orijinal adı The Cradle of Mankind Life in Eastern Kurdistan (İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam) adlı kitabında Türkler aleyhinde oldukça ciddi suçlamalar ve iddialar bulunmaktadır. Sırf bu eser bile misyonun amacının dini olmadığını ortaya koymaktadır319. Osmanlı Devleti ise bu durumun farkındaydı. Örneğin 1896 tarihli bir arşiv belgesinde Nasturilerin isyanının sebeplerinden biri olarak ecnebilerin kışkırtması gösterilmiştir. Ayrıca Kürt aşiretlerinin tecavüzleri de etkili olmaktadır. Alınacak önlemler arasında Kürt aşiretlerinin tecavüzlerinin engellenmesi, meliklere nişan ve hediye gibi şeyler vererek onların elde edilmeye çalışılması, hükümet aleyhine çalışan meliklerin ihtar edilmesi, 318 Satılmış, a.g.m., s. 686-687. Ayrıntılı bilgi için Bkz. W.A.Wigram, Edgar T. A. Wigram, İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul, Avesta Yayınları, 2004. 319 103 birbirleriyle geçinemeyen Nasturi aşiretlerinin bir diğeri üzerine sevk ve tahrik edilmesinin engellenmesi ve Mister Browne’a mektep açtırılmaması, hanesinde tedrisata da izin verilmemesi gibi önlemler sayılmaktadır320. Birinci Dünya Savaşı öncesinde özellikle de Osmanlı Devleti’nin durumunun oldukça buhranlı bir devreye girdiği Balkan Savaşları esnasında Doğu Anadolu’da Kürt-Ermeni-Nasturi ilişkileri de oldukça kötüye gitmekteydi. İngiltere’nin Northwood kentinde yaşayan Bayan M. Barclay, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na 26 Mayıs’ta göndermiş olduğu bir yazıda, Türk askerlerinin Balkan Savaşı’ndaki yenilginin öcünü almak maksadıyla Doğu Anadolu’da Kürtleri, Nasturi Hıristiyanları öldürmek için kışkırttığını, bu barışsever Nasturi çobanlara mensup 50 ailenin, sürülerini dağlarda otlatırken imha edildiklerini, hayvanlarının çalındığını, şehirlerinin yağma edildiğini, oradaki Amerikan ve İngiliz misyonu mensuplarının Urmiye’ye sığındıklarını iddia etmiş ve o yöreden şu yazıyı almış olduğunu bildirmiştir; “Kürt aşiretler Hıristiyanları ortadan kaldırmak için ordu yığıyor; bunu, Kürtleri silahlandıran Türkler yapıyor. Çünkü şöyle diyorlar: ‘Hıristiyanlar topraklarımızı aldılar ve çoğumuzu tutsak ettiler; şimdi biz de onları burada bitireceğiz.’ Van’daki İngiliz konsolos Urmiye’deki Rus konsolosa bu konuda bilgi vermiştir. Kürtlere Abdülhamitçe sağlanmış olan silahların toplatılması için Türklere baskı kurulamaz mı? Bu sağlanırsa silah taşıması yasaklanmış olan Nasturiler durumla başa çıkabilirler. Türklere karşı asla baş kaldırmayan barışçı bir halkı kurtarmanız için ivedilikle davranmanızı dilerim.”321 İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, Büyükelçi Sir Gerard Lowther’e 13 Haziran’da gönderdiği yazıda, “Kürtlerin Nasturi Hıristiyanlara zorbalık yaparak onların mallarını aşırdıklarını” bildiriyor ve Osmanlı Hükümeti’ne bu konuda bilgi vererek önlem almasını öneriyordu. Van’daki İngiliz Konsolos Yardımcısı Molyneux-Seel, Van ile ilgili olarak 9 Temmuz 1913’te hazırladığı raporda, raporun kapsadığı süre içerisinde her yerde Kürtlerin yasadışı davranışlarının son üç yıldır doruk noktasına 320 BOA, Y.PRK.DH., Dosya No. 9, Gömlek No. 26. Salâhi R. Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemi ve Türkiye’yi Bölme Çabaları (19081918), Belleten, C. LXI, 1997, s. 402. 321 104 ulaştığını, bu davranışların kurbanlarının da Nasturiler ve Ermeniler olduğunu iddia ediyordu322. Görüldüğü üzere İngiltere, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki bu huzursuz dönemde Nasturileri korumaya devam etmişti. Kendi menfaatleri uğruna Osmanlı Devleti topraklarının en ücra köşelerinde bile faaliyette bulunan İngiltere’nin Nasturiler olmasa da müdahale edecek başka bir cemaati -Yezidiler veya bir Şii taifesi- bulacağına şüphe yoktur323. Ancak Nasturiler o dönem için İngiliz politikasının uygulamaya konulması açısından biçilmiş kaftan olarak görülmektedir. Nitekim İngiltere Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında da Nasturileri piyon olarak kullanmaya devam edecektir. 4.2. Fransa 4.2.1. Fransa’nın Süryanilerle İlgili Planları 16. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman ile I. Fransuva arasında ortak düşman olan Habsburg Hanedanı’na karşı birlikte hareket etmek için yapılan bir antlaşmayla başlayan dostluk, Fransa’ya kapitülasyonlar adı altında verilen ekonomik imtiyazlarla siyasi mahiyetine ekonomik bir değer de eklemişti324. Zaten Fransa’nın Osmanlı Devleti ile münasebetlerinde üç esas göz önünde bulundurulmalıdır. Bunlardan ilk ikisi yukarıda da bahsettiğimiz gibi kendi düşmanlarına karşı koymak, onları çevirmek ve püskürtmek için askeri işbirliği sağlamak ve ticari faaliyetlerin artması ile önemli bir kaynağa sahip olmaktı. Bunlara eklenecek üçüncü esas ise, Katolikleri himaye politikası ile Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimler üzerinde etki tesis etmekti325. İşte siyasi, ekonomik ve dini olmak üzere üç taraflı bir siyasete dayanan Fransa’nın nüfuzu, bütün Osmanlı toprakları üzerinde yayılmış bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti Fransa ile aralarındaki bu dostluğa 322 Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 403. Halil Halid, İngilizlerin Osmanlıyı Yoketme Siyaseti, Musul-Kerkük-Mısır-Arabistan, İstanbul, Ekin Yayınları, 2008, s. 60. 324 Karal, a.g.e., C. V, s. 21. 325 Sagay, a.g.e., s. 73; Durmuş Yılmaz, Fransa’nın Türkiye Ermenilerini Katolikleştirme Siyaseti, Konya, Selçuk Üniversitesi Vakfı Yayınları, 2001, s. 57-64. 323 105 sadık kalırken Fransa zaman zaman farklı tasarılar ve ittifaklara yönelmişse de bunlar iki devlet arasında bir harp durumu yaratmamıştı326. Sanayi Devrimi’nden sonra sömürgeciliğin hızla yayılması üzerine birçok sömürgesini İngiltere’ye kaptıran Fransa, tıpkı diğer Batılı devletler gibi 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü siyasi ve ekonomik krizden faydalanma yoluna gitmiştir. Bu da doğal olarak Osmanlı toprakları üzerinde çıkarları olan diğer devletler ile bir rekabet ortamını beraberinde getirmişti. Bu rekabetin bir sonucu olarak da Batılı devletler zaman zaman Osmanlı Devleti’ni desteklemişler, yeri geldiğinde ise parçalamaya çalışmışlardır327. Devletleri bloklaşmaya iten bu gelişmeler esnasında Fransa 1789’da Mısır’a saldırmış, 1830’da Cezayir’i daha sonra da Tunus ve Fas’ı işgal etmiştir. Fakat Fransa öteden beri Yakındoğu’daki nüfuzuna hareket üssü olarak Suriye’yi seçmiştir. Aslında Suriye doğal zenginliklere sahip bir bölge değildi. Önceden Suriye’ye ün kazandırmış olan pamukçuluk ve ipekçilik gibi endüstri tarımı son elli yıl içinde sönmeye hatta ölmeye yüz tutmuştu. O halde Fransa’yı Suriye’ye çeken sebep ne olabilirdi? Akdeniz çevresindeki Mısırla Arabistan, Küçük Asya ve Irak gibi dört büyük kıta arazisini coğrafi konumu itibariyle birbirine ekleyen Suriye bu dört zengin bölge arasında ticaret bağlantısı yapacak yegâne bölgeydi. Süveyş Kanalı’nın açılması ve Avrupa ile Hindistan arasında yeni ve kısa bir ticaret yolunun ortaya çıkması ile Ortaçağ’da Avrupa, Asya ve Afrika arasındaki ticari alışverişlere aracılık eden Suriye’nin karayolu ticaretine öldürücü bir darbe inmişti. Batıyı İran ve Hindistan’la birleştiren kervan yolları bu yüzden körelmeye başlamıştı. Fakat 19. yüzyılın sonlarında demiryollarının işletmeye açılması ve özellikle Bağdat demiryolunun inşasıyla ülkeler arası önemli yolların kavşağı olması bakımından Suriye’nin eski değeri yeniden canlanmıştı. Suriye aynı zamanda ticari değerden çok stratejik bir önem de kazanıyordu. Şöyle ki; bu memlekete hâkim olacak herhangi bir devlet, öteki 326 Karal, a.g.e., C. V, s. 21. Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994, s. VII. 327 106 büyük devletlerin tam ve yarı sömürgeleriyle bağlantılarını kesebilecek bir avantaj elde edebilecekti328. İstanbul ve Boğazları da önemli bölgeler olarak değerlendiren Fransa, Lübnan ve Filistin de dâhil Suriye bölgesini kendi diplomasisi için geleneksel bir eylem alanı olarak görmekteydi. Bu yüzden Fransız politikacıları Suriye’yi Fransa’nın bir gün toprak talebinde bulunabileceği ve bu nedenle Fransız nüfuzunun lüzumlu olduğu çok büyük siyasi öneme sahip bir alan saymaktaydılar329. Suriye’nin etnik yapısı da Fransa için önemliydi. Fransa’nın amacı kendi emperyalist amaçları için kullanabileceği Katolik bir grup oluşturmaktı. Fransa istinat ve sıçrama noktası olarak da Beyrut-Şam-Halep ile İskenderun-Halep hattını seçmişti. Elbette ki bu bir tesadüf değildi. Burası etnik ve dini yapı itibariyle en karışık bölgelerdendi. Bölgede Türk, Arap, Ermeni, Süryani, Rum, Maruni, Dürzi, Nasturi, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Gregorien, Ortodoks, Katolik, Sünnî, Şii bir arada yaşıyor ve birbirlerine pek de iyi gözle bakmıyorlardı. Bölgenin çevresini teşkil eden Adana, Maraş, Diyarbakır ve Musul taraflarında da durum aynıydı. Bu karışık etnik ve dini yapı dış müdahaleler için müsait bir zemin oluşturmaktaydı. Zayıf bir devletin toprakları üzerinde daima anlaşmazlık konusu olabilecek ve tahrike müsait bu yapının varlığı, bölgede menfaati olan büyük devletlerin politikaları açısından son derece önemliydi. Bölgenin İstanbul’dan, dolayısıyla merkezi otoriteden uzak olması da bir diğer avantajdı. Ayrıca Fransa için en elverişli bölge burasıydı. Çünkü Mısır, Bağdat, Basra ve Karadeniz kıyıları başka devletler tarafından menfaat sahası haline getirilmişti330. Gerçekten de Fransa Suriye halkının önemli bir bölümünü oluşturan ve özellikle Lübnan’da yaşayan Maruniler üzerindeki himayesini geliştirirken, burada bulunan Latin, Melkit, Nasturi ve Suriye Birleşmiş Kiliselerini de himaye altına almıştır331. 328 Adamof, a.g.e., s. 27-28. L. Bruce Fulton, “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Ed. Marian Kent, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s. 165. 330 Bayram Kodaman, “XIX. Yüzyıl Sonunda Güney-Doğu Anadolu’da Fransız Politikası”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 6., 1991, s. 159. 331 Adamof, a.g.e., s. 32. 329 107 Ayrıca Suriye’de Dürzilerle Hıristiyan Maruniler arasındaki mücadeleden yararlanarak İngiltere’nin Dürzileri desteklemesine karşılık Marunileri destekleyen Fransa, Lübnan’ı işgal ederek burada özerk bir idare kurulmasını sağlamıştır. 1864 yılında Lübnan bağımsız bir vilayet olmuş, büyük devletlerin bu arada Fransa’nın da kontrolü altında Hıristiyan bir vali tarafından idare edilmeye başlanmıştı332. Fransa’nın bu bölgeyle ilgili olarak gerçekleştirmeyi düşündüğü faaliyetlerden biri de buradaki gayr-i Müslimleri Cezayir’e göç ettirme işidir. İskenderun Viskonsülü Mr. Alexandre Mercinier’in Dışişleri Bakanı Delcassé’ye yazmış olduğu 1901 tarihli bir mektupta; bazı avantajlar vaadiyle Suriye, Mezopotamya ve Ermenistan bölgelerindeki Hıristiyan unsurların Cezayir’deki vilayetlere göçünün teşvik edilmesi gerektiği, bunun Fransa’nın kolonizasyonu bakımından çok faydalı olacağı ve Osmanlı Asyası’ndaki Hıristiyan unsurlarının büyük bölümünün Fransız okullarında yetiştiği için Fransız sayılacağı belirtilmiştir. Ancak bu teşebbüs o günün şartları içerisinde hayata geçirilememiştir333. Uzakdoğu’daki kolonilerini korumak için Fransa’nın İngiltere’ye paralel olarak bu civarlardaki mevkiini takviye etmesinin bir diğer önemli sebebi de Müslüman olan topraklarda hâkimiyetini temin için İslam’ın bazı kültürel merkezlerini elinde tutması ve Suriye’nin büyük şehirlerinin özellikle de Şam’ın bu rolü mükemmel oynayabilmesidir334. Sonuç olarak diyebiliriz ki Fransa adı geçen bölgelerde gerçekten derin izler bırakmıştır. Osmanlı Devleti 1918 yılında parçalandığında Adana, Suriye, Antep, Maraş, Urfa, Hatay ve Halep bölgelerinin Sevr Antlaşmasıyla Fransa’ya terk edilmesi tesadüf değildir. Bu durum, Fransa’nın uzun yıllardan beri takip ettiği bilinçli bir politikanın eseridir335. Dini açıdan bir değerlendirme yapacak olursak, kendi emperyalist çıkarlarına uygun olarak Katolik mezhebinin yayılması ve Katoliklerin hamiliğini üstlenen Fransa’nın bu amacına hizmet eden en önemli grup 332 Adamof, a.g.e., s. 32. Kodaman, “XIX. Yüzyıl Sonunda…”, s. 162. 334 Sagay, a.g.e., s. 74. 335 Kodaman, “XIX. Yüzyıl Sonunda…”, s. 162. 333 108 Ermeniler olmakla beraber Süryaniler arasında da Katolik olanlar görülmüştür. Fransa ile sadece ticari alanda kalacağı zannedilen imtiyazlar başka alanlara kaymış ve özellikle de Rum Patrikliği’nden müstakil kalabilmek için çaba sarf eden Ermeniler üzerinde yavaş ilerleyen bir Katolikleştirme propagandasına zemin hazırlamıştı. Fransa’nın da zorlamasıyla Katolik Ermeniler Sultan II. Mahmut’un fermanıyla ayrı bir millet olarak tanınmıştı. Bu tanınmadan Katolik Süryaniler de yararlanmıştı. Burada hemen ifade etmek gerekir ki Fransa’nın Ermenileri ya da başka bir ifadeyle Doğu Hıristiyanlığını korumak adı altında yürüttüğü istilacı dış politika 1919’da Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler tarafından paylaşıldığı sırada Çukurova’yı işgaline yapay bir gerekçe oluşturacaktır. Fransa, Ermenileri ve Doğu Hıristiyanlarını Katolikleştirmekle Osmanlı Devleti’nde kendisine bağlı gruplar meydana getirecek bu grupları da kendi emperyalist amaçları için kullanacaktı336. Ancak her ne kadar birçok Ermeni ve Süryani’nin Katolik olması sağlandıysa da ne Ermeniler ne de Süryaniler arasında İngiltere’nin sahip olduğu nüfuza Fransa asla sahip olamamıştır. 1915 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin korunmasından yana olan Fransa, politikasının yayılmacı niteliği ve Katolikleri himaye etme politikası ile Osmanlı Devleti’nin gerilemesine açıkça katkıda bulunmuştur. Ticari amaçlar için hazırlanmış bir ahitnameyi bile kendi dindaşları lehinde kullanmış, Katolikliğin yayılmasını ilişkilerinin odağı yapmış ve kendisini Doğu Hıristiyanlığı’nın kurtarıcısı ilan ederek de Osmanlı Devleti topraklarını sömürgeleştirmek için faaliyetlere girmiş olan Fransa’nın337 bu politikasının ikircikliliği Balkan Savaşları’ndan sonra daha da belirginleşmiş ve Fransa 1915’den sonra kararlı bir toprak ve mali kazanç sağlama çabası içine girmiştir338. 336 Yılmaz, a.g.e., s. 58-60. Yılmaz, a.g.e., s. 82. 338 Fulton, a.g.m., s. 191. 337 109 4.2.2. Fransız Misyonerlerinin Faaliyetleri Anadolu ve Mezopotamya’da ilk misyon faaliyetleri Katolikler tarafından gerçekleştirilmişti. Bunda Doğu Akdeniz ticaretinde İtalyan ve Fransızların rolü ve Kanuni zamanında verilmiş olan kapitülasyonların etkisi büyüktür. Esasen Katolik misyonerlerin özellikle Doğu Hıristiyanlığı’na yönelik faaliyetleri, 5. yüzyılda Hıristiyan dünyasında başlayan Doğu ve Batı Kiliseleri arasındaki mücadelenin, 16. yüzyıl ve daha sonrasına yansımasıydı. 16. yüzyılda Patriklik tartışmalarını kullanıp Nasturileri parçalayarak kurulan Keldani Kilisesi’ni kendilerine bağlayan Katolikler, çalışmalarına hızla devam etmişlerdir. Katolik dünyasının lideri Papa, rakip olarak gördüğü Doğu Hıristiyanlarını da kendi denetimi altına almak istiyordu. Bunun için Cizvit ve Kapusen rahiplerini kullanmaktaydı339. Papalığın 1622’de propaganda ve misyonerliğin teşvik edilmesi kararını almasından sonra Cizvitlerin Halep ve Musul’da çalışmaya başladıkları görülmektedir. Yüzyılın sonuna doğru Cizvitlerin faaliyet alanının genişlediğini Mardin’de çalışmış Cizvit Rahip Michel Nau’nun varlığından anlamaktayız. Ancak onun çalışmaları Süryanilerin onu tutuklaması (ya da tutuklatması) ile sekteye uğramıştır. Kısa bir süre hapiste kalan Mihael, Halep’e gidiyor bir yıl sonra bu defa doktor kılığında Mardin’e dönüyordu. Süryani Patriği’nin baskıları sonucu tekrar Halep’e dönmek zorunda kalan Mihael’in ısrarla Mardin’e gelmek istemesinin sebebi Süryani Kadimler üzerinde tam anlamıyla Katolik tesiri yapılamaması olabilir. Esasen Katolik misyonerlerinin çalışmalarına en çok direnen cemaatte Süryani Kadim Cemaati olmuştur. 1690 yılında bölgeye gelen Yusuf Raye Karmeli ile 1770 yılında gelen Evgin ve Angelo isimli iki rahip de başarılı olamamıştır340. 1750’lerden sonra İtalyan Dominikan misyonerleri de Mardin’e gelmişlerdir341. 339 İbrahim Özcoşar, “Papalığın Müdahalesi ve Süryani Kiliselerinde Bölünme: Keldani ve Süryani Katolik Patriklikleri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 269. 340 Özcoşar, a.g.e., s. 385-386. 341 Suavi Aydın, “Doğu ve Batı Hıristiyanlığı Arasında Son Hesaplaşma: Modernleşme ve Doğu Hıristiyanlığı Üzerinde Misyon Faaliyetleri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. III, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 108; Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 286; Guest, a.g.e., s. 107. 110 Katolik misyonerlerden Pere Jean-Baptiste de Saint Aignan 1661’de Halep’e geldiği zaman on yıl misyonerlik yapmıştı. Arapçayı öğrendikten sonra Mezopotamya’ya atanan Baptiste’nin, İncil’i Suriye, Anadolu ve Irak’a dağıtmakla görevli olduğu bilinmektedir. 1667’de misyon heyetinin Halep’teki karargahına çağırılan Pere JeanBaptiste yolda her ikisi de ağır hasta olan paşa ve kardeşini iyileştirmek için aylarca Diyarbakır’da kaldı. Ödül olarak kendisine bu şehirde bulunan yerli Nasturilerle birlikte çalışarak bir misyon başlatma izni verildi. 1668’de Halep’e ulaşan Jean-Baptiste’e yerel misyon heyetinin sorumluluğu verilmiştir. Bir yıl sonra Yakın Doğu’daki bütün Kapusen misyon heyetlerinin bekçiliğine atanmıştır342. Katolikleştirme faaliyetlerinden en çok etkilenenler Ermeniler olmuş; Kapusen Rahiplerinin etkisiyle Ermeni toplumu içerisinde Katolikliği kabul edenlerin sayısı artmaya başlamıştı. Ayrıca Halep’te Süryaniler üzerinde etkileyici propagandalar yapan Katolik misyonerlerin faaliyetlerinden bunalan Osmanlı Hükümeti, olayın faillerini 1697 yılında Limni Adası’na sürmüştü343. Katoliklerin ısrarlı çabaları 1782’de Süryani Katolik Patrikliği’nin ortaya çıkması ile neticelenmiştir. Ancak Katolikler bu kadarla yetinmek istememişlerdir. 1838’de Mardin’e iki Kapusen rahip daha gelmiştir. 1841’de de Urfa ve Mardin’e gelen İspanyol ve İtalyan Kapusenleri kendi misyon merkezlerini kurmuşlardır. 1850’de Midyat’ta faaliyet göstermeye başlayan Katolikler burada bir Katolik Kilisesi inşa etmişlerdir. 1870 yılına kadar Mardin’de çalışmalarını sürdüren bir diğer Katolik misyoner de Nikolas Kestler olmuştur. Katolik misyonerler tarafından 1884 yılında bir kilise daha inşa edilmiştir. Patriye Kilisesi diye anılan bu kilisenin açılması aynı tarihlerde bölgede yoğun bir şekilde faaliyet gösteren Amerikan misyonerleri karşısında Katolik 342 misyonerlerinin zayıf durumda kalmama girişimi olarak Guest, a.g.e., s. 98-99. Davut Kılıç, “Osmanlı Ermenileri Arasında Katolik Kilisesi’nin Kuruluş Faaliyetleri”, Yeni Türkiye, S. 38, 2001, s. 729. 343 111 değerlendirilebilir. Anlaşılan odur ki; 19. yüzyılda Mardin’de Katolik faaliyetleri içinde Kapusenler başrolü oynamışlardır344. Yakın Doğu’da Hıristiyan misyonerlerinin yeniden ortaya çıkışı tesadüf eseri değildi. Avrupa’daki güç dengesi değişmişti. Almanya’daki iç savaş ve İspanya’daki iflasla birlikte gücünü yitiren Habsburglar artık Avrupa üzerindeki etkilerini kaybetmişlerdi. Şimdi batıda önde gelen güç Fransa’ydı ve 17. yüzyılın ilk yarısında başpapazları Katolik kilisesindeki kardinallerdi345. Özellikle 18. yüzyıldan sonra Katolikleştirme faaliyetlerinin daha da artmasının sebebi bu dönemde Osmanlı Devleti’nin bu sorunu çözebilecek güçte olmamasıydı. Misyonerler, Osmanlı topraklarındaki Katoliklerin hamisi konumuna gelen Fransa’dan da destek almaktaydılar346. Şüphesiz bu desteğin amacı dini olmaktan çok politikti. Misyonerlerin arkasında kapitülasyonların kendilerine vermiş olduğu haklardan yararlanan Fransa’nın olduğu gerçeği Osmanlı Devleti’nin sert tedbirler almasını geciktiriyor, bu durum da misyonerlerin cesaretlenmesine sebep oluyordu347. Hatta sırf Fransa sefaretinde çalıştıkları için bir kısım Osmanlı tebaası vergiden muaf tutulabiliyordu. Bu grubun zamanla diplomatlara verilen haklardan yararlanmaya başlamış olması, gayr-i Müslim tebaanın yabancılar tarafından daha çok istismar edilmelerine yol açmış ayrıca misyonerlik faaliyetleri dâhil olmak üzere birçok konuda kullanılmalarına sebep olmuştur348. Bu meyanda Suriye vilayetinde Fransa’nın himayesi ve tâbiiyeti altında bulunan manastır, kilise, hastane ve mektepler ile muallim misyonerler için tesis edilen ikametgâhlar vergiden muaf tutulmuşlardır349. Dünyanın hemen her yerinde yoğun bir şekilde misyonerlik faaliyetleri içerisine giren Katolik Hıristiyan tarikatlarının sayısı 19. yüzyılda 50’ye ulaşmış ve bu tarikatların 35’den fazlası Osmanlı topraklarında değişik 344 Özcoşar, a.g.e., s. 386-387. Guest, a.g.e., s. 97. 346 Fransa’nın Osmanlı Devleti’ndeki Katolik propagandasının Fransa Kralı XIV. Louis’in takip ettiği siyasete dayandığı ve kralın çok uzun süren saltanatı boyunca İstanbul’a bu faaliyetle doğrudan ilgilenecek elçiler gönderdiği yönünde bilgiler bulunmaktadır. Yılmaz, a.g.e., s. 46-47. 347 Kılıç, “Osmanlı Ermenileri…”, s. 730. 348 Kılıç, “Osmanlı Ermenileri…”, s. 731. 349 BOA, DH.İD, Dosya No. 154, Gömlek No. 16. 345 112 tarihlerde ve yerlerde faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu tarikatların çalışmaları sadece dini ve ideolojik olmakla kalmayıp, 19 yüzyılda iyice artan devletlerarası ticari rekabet nedeniyle Fransız dilini öğreterek etkili oldukları toplumların, Fransız düşüncesinin sadece gelecekteki izleyicileri değil aynı zamanda ticaret ve sanayilerinin müstakbel müşterileri olmalarını sağlamıştır350. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zafiyetten faydalanan Fransa ve onun desteğini alan Katolik misyonerler, Süryanileri, eğer gelenek ve kültürlerini devam ettirmek istiyorlarsa bunun ancak Katoliklere katılmakla mümkün olabileceğine inandırmaya çalışmışlardır351. Misyonerlerin Süryaniler üzerindeki etkileri Ermeniler gibi olmamış toplu ve kısa süre zarfında Katolik mezhebine bir geçiş yerine 18. yüzyılın sonlarından itibaren yavaş yavaş bir geçiş görülmüştür352. Nasturilere gelince; 1840 yıllarında Papa tarafından gönderilen Fransız Lazaristler, Nasturiler arasında faaliyet göstererek onları Katolik yapmak için uğraşmışlardı. Ancak bu faaliyetlerinde takındıkları tavır oldukça sert olmuştur. İnsanlara “Sizi aforoz ederiz, tırnaklarınızı sökeriz, sizi köy köy avlayıp öldürürüz” diyerek zorla Papa’ya bağlamaya çalışmışlardır353. Fransız misyonerlerinin, Katolikliği Nasturiler arasında yaymaya çalışırlarken, Nasturilerden daha önceki tarihlerde ayrılmış bir grup olan Katolik Keldanilerle daha çok ilgilendikleri görülmektedir354. 1844 yılında muhtemelen aralarındaki rekabet dolayısıyla Musul ve çevresindeki Katolik misyonerler hakkında araştırma yapılmasını isteyen dönemin İngiltere İstanbul Büyükelçisi Canning’e gönderilen rapordan da Katolik misyonerlerinin faaliyetleri hakkında bilgi edinebilmekteyiz. Bu rapora göre; Musul, Mardin ve Diyarbakır’daki faaliyetlerin hepsi Fransız koruması 350 Mutlu, a.g.e., s. 138. Molitor, a.g.e., s. 77. 352 Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 288. 353 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 60. 354 Bu ilgi Osmanlı dönemi ile kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir. 9 Eylül 1995 tarihli gazete haberine göre Güneydoğu Anadolu’da bulunan Keldani ve Süryani çocuklarının İstanbul’a Fransız yetimhanesine getirildikten sonra Fransa’ya gönderildiklerinden bahsedilmektedir. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 60 ,(128. dipnot). 351 113 altında olup Fransız Moseigneer Trioche, Bağdat Piskoposu ve Papa elçisi tarafından yönetilmektedir. Roma Katolik misyonerlerinin ilk ortaya çıkışı doktor sıfatı altında olmuş ve bu sıfatla birçok paşanın sempatisini kazanmışlardır. Hıristiyanlara ilgi gösterip bağışlarında cömert davranmışlar ve böylece büyük bir güven oluşturmuşlardır. Daha sonra evlerinin bir odalarında ayinler düzenlemeye başlamışlar ve doktorluk sıfatları yanında yavaş yavaş Katolik mezhebini yayma işine girişmişlerdir. Musul misyonu yaklaşık 130 yıl sürmüştür. Mardin’deki keşişler de Musul’dakilerle hemen hemen aynı zamanda yerleşmişlerdir. Süryanilerden en sert direnişi görmelerine rağmen geri dönmüşler ve Nasturilerle birlikte bazı Süryanilerin de bu mezhebe geçmesini sağlamışlardır355. Osmanlı Devleti’nin doğu vilayetlerini gezen Rus Tuğgenerali Mayewski’nin verdiği bilgilere göre de 1890’lı yıllarda Van’da Katolik misyonerlerinin çalışmalarını arttırdıkları anlaşılmaktadır. Başkanları Musul’da ikamet eden Dominik rütbesindeki papazların amaçları Ermeniler ve Nasturileri bütün vasıtaları kullanarak Katolik yapmaktır. Mayewski, Katolikleştirme çalışmalarında en etkili gücün para olduğunu ve misyonerlerin bu konudaki başarılarının kasalarının doluluğu veya boşluğu ile orantılı olduğunu söylemektedir356. Siirt Livası Sason sabık Naibi Ahmed Fazıl Efendi’nin 1895 (H.1313) senesinde sunmuş olduğu bir layihadan da anlaşıldığı üzere, merkezleri Musul’da olan Diyarbakır, Bitlis, Hakkari, Van vilayetleri ve bunların kazalarında genellikle cahil köylü Hıristiyanlar ile bazı Müslümanlar üzerinde tesirleri bulunan Cizvit papazları yabancı konsolosların himayesi altında faaliyet göstermektedirler. Bu papazlar, hükümette nüfuz ve itibar sahibi olduklarını beyan ederek cahil halkı “Sizi vergiden kurtarırız” vaatleriyle kandırarak, papalıktan almış oldukları yetkilerle onları Katolik mezhebine çevirmeye çalışmakta, maddi ve manevi her türlü yardım ve himayede bulunacaklarını söyleyerek halkı kandırmaktaydılar. Bunu yaparken de kullandıkları en önemli araçlar şüphesiz serbest matbaalar ve okullardı. 355 356 Özcoşar, a.g.e., s. 383-385. Mayevsrıy, a.g.e., s. 96. 114 Hemen her yerde sübyan ve erkek okulları bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Müslüman kızlarının da yabancı terbiyesinden etkilendiği ve özellikle Süryani, Keldani ve Ermeni çocuklarının düşünce yapılarının değiştirilmesinde bu papazların büyük rolleri olduğu görülmektedir. Ayrıca adı geçen bölgelerdeki, halkın cehaletleri ve memurların aciz tutumları misyoner faaliyetlerini kolaylaştırmaktadır. Diğer taraftan bu papazlar zaman zaman seyahatlerde bulunarak memurlara hediyeler takdim etmektedirler ki bu da üzerinde durulan önemli konulardan biridir357. Ayrıca Cizvit Dominikan Şirketi’nin etkili azalarından Mösyö Birje adlı şahsın bu bölgedeki papazlarla açık veya şifreli haberleşmesinin eksik olmadığı da hükümet tarafından tespit edilmiştir358. Yine Cizvitlerden olduğu halde on beş seneyi aşkın bir müddetten beri Katolik mezhebini yaymak görevi ile Siirt ve Van dolaylarında dolaşmakta olan Perda Frans adlı şahsın faaliyetlerinden de burada bahsetmek yerinde olacaktır. Bu şahıs, bölgede Katolik propagandası yaptıktan sonra her nasılsa Fransız Konsolosluğu’nu ele geçirmiş ve Çölemerik taraflarındaki Nasturilerin bir kısmını Katolik yapmakla kalmamış, Nasturilerin ruhani reisi Mar Şimun’un yeğeni ve muhalifi Nemrud’u da adı geçen mezhebe çevirmeyi başarmıştır. Özellikle Nasturilerin Tiyari Aşireti üzerinde etkili olan Perda Frans, bir kısım Kürt aşireti ile Nasturiler arasında hayvanların çalınması gibi konular nedeniyle çıkan anlaşmazlıklara da karışarak hükümet memurlarına müdahalede bulunmuştur359. Osmanlı Hükümeti hemen tedbir alarak acilen bu şahsın bölgeden uzaklaştırılmasına çalışmıştır360. Yine 1898 (H.1316) tarihli bir belgede; Çölemerik civarına giden Fransa Konsolosu’nun, merkez vilayetteki Ermeniler ve Nasturiler arasında olduğu gibi Çölemerik Nasturilerini Katolik mezhebine kazandırmak amacıyla Musul’dan gelen bir papazla görüşmelerde bulunduğu belirtilmektedir. Ayrıca bölgede Rusların da Ortodoksluğu yayma faaliyetlerinde bulundukları ve 357 BOA, YEE., Dosya No. 131, Gömlek No. 32. BOA, YEE., Dosya No. 131, Gömlek No. 32. 359 BOA, A.MKT.MHM., Dosya No: 642, Gömlek No: 2. 360 BOA, A.MKT.MHM., Dosya No: 642, Gömlek No: 2. 358 115 Fransa’nın faaliyetlerinin Rusya’ya göre daha ehven olmasına rağmen yine de gereken tedbirlerin alınması gerektiği ifade edilmektedir361. Katolik misyonerlerinin bu faaliyetlerine rağmen, Nasturilerin dini konulardaki samimiyeti tartışılır niteliktedir. Mayewski’nin vermiş olduğu örneklerden durum daha iyi anlaşılmaktadır. Mayewski, Doğu Hıristiyanları ile temasta bulunan herkesin, onlarda temel Hıristiyan geleneğinin olmadığını müşahede edebileceğini söylemektedir. Mayewski bu tespitine devamla, “…Allah korkusu ve dindarlıkları söz konusu olmayan Doğu Hıristiyanlarının ellerine en küçük bir fırsat geçse kendi dindaşları olan diğer Hıristiyanlara Müslümanlardan on kat daha fazla zarar verirler.” demektedir362. Van civarlarındaki küçük Nasturi köylerini ziyaret eden Mayewski, buradaki Nasturiler adına bir papazın Ortodoks kilisesi himayesine girmek için 1898 yılında müracaatta bulunduğunu; gelen cevabın “eğer kendileri arzu ediyorlarsa, hiçbir mani yoktur gelsinler ve bizim kiliseye tabi olsunlar. Fakat bir iki papazı Rusya’ya gönderin ki, buralarda bizim kilisenin ayinlerini öğrensinler” şeklinde olduğunu söyledikten sonra cevabın papazı pek tatmin etmediğini ve papazın ısrarı üzerine dilekçenin İstanbul’a gönderildiğini ancak aynı cevabın tekrarlandığını anlatmaktadır. Mayewski, bundan sonra buluşmalar ve konuşmaların kesildiğini, fakat Nasturilerin daha sonra kendileri Ortodoksluğa kabul edilmediklerinden çaresiz Katolik olduklarını duyduğunu ifade etmektedir. İki yıl sonra seyahatten dönerken Nasturilerin köyü olan Sel’e uğrayan Mayewski, tesadüfen aynı papazın evinde kalmıştır. Mayewski, papazla yaptığı görüşmeden papazın ilginç bir sözünü nakletmektedir: “Katoliklerin başkanı olan Perda Frans ‘Katolik ayinlerini icra ediyor musunuz?’ şeklinde bir soru sorarsa ‘Henüz söz verdiğin iki öküz gelmediğinden ayinlerimizi hâlâ eski usule göre ifa ediyoruz ve öküzler gelene kadar da aynı usule göre devam edeceğiz.’ diyeceğim.”363 361 BOA, A.MKT.MHM., Dosya No: 698, Gömlek No: 16. Mayevsrıy, a.g.e., s. 90. 363 Mayevsrıy, a.g.e., s.97. 362 116 Burada zikredilen ifadeden de anlaşılmaktadır ki, Nasturiler mezheplerini değiştirseler bile bunda pek sadık kalmayıp, maddi çıkarlara göre davranmaktadırlar. Mayewski’nin de belirttiği gibi, “İki değil, on iki öküz verilseydi Nasturiler başka mezhebe göre ayin yapmaya hazırdılar.” 364 Katolik misyonerlerinin Hıristiyan cemaatler üzerindeki en büyük etkileri patriklik mücadeleleri sırasında görülmektedir. Gerek Katolik-Keldani Patrikliği’nin kurulması gerekse Katolik-Süryani Cemaati’nin oluşmasındaki en büyük etken patriklik mücadeleleri olmuş ve bu mücadeleler esnasında Papalık, rakiplerden birini destekleyerek Katolik olmasını sağlamış ve onu seçen halk da doğal olarak Katolik mezhebini kabul etmiştir. Katolik tebaa üzerindeki himaye hakkı ile başka bir devletin iç meselelerine karışmanın yolunu bulan Fransa, bu amaçla kullandığı Katolik misyonerler sayesinde Roma yanlısı patriklerin tayini ya da Roma karşıtı patriklerin azledilmesi için büyük gayret sarf etmiştir365. Katolik olan patriklere Papalığın maddi yardımları da görülmektedir. Buna örnek olarak Süryani Katolik Patriği olan Antun’un Roma’ya giderek Papa’dan aldığı büyük miktarda paralarla 1860 yılında Mardin’de Meryem Ana Manastırı’nı inşa ettirmesi verilebilir366. Katolik misyonerlerinin Hıristiyan cemaatler üzerindeki dini görünüp esasen politik olan faaliyetlerinin pratikte doğurduğu olumsuz sonuçlardan biri de idare meselesiydi. Katolikliği kabul edenlerin sayısının giderek artması bunların hangi patriklik makamınca idare edilmesi gerektiği sorununu da gündeme getirmişti. Devlet çıkan sorunlar nedeniyle önceleri mezhep değişikliklerini yasakladıysa da daha sonra izin vermek zorunda kalmıştır. Ortaya çıkan yeni Katolik gruplar meşruiyet kazanmak için devlet tarafından tanınma amacına yönelik faaliyetlere başlamışlardır. İşte bu girişimler 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Katolikliği resmen tanıması ile sonuçlanmıştır. Aslında bu tanıma Süryanilerden bağımsız olarak gelişmiş, ancak Süryaniler içinde Katolik olan grupların da resmen 364 Mayevsrıy, a.g.e., s. 97. Robert Anhegger, “ Osmanlı Devleti’nde Hıristiyanlar ve İç Tartışmalar 1”, Tarih ve Toplum, C. VIII, S. 46, Ekim 1987, s. 55. 366 Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 289. 365 117 tanınmasını sağlamıştır. Katolik Ermeni Cemaati’nin bir millet olarak kabul edilmesinden sonra (1830) Katolik Rum ve Maruniler daha sonra da Katolik Süryaniler ve Keldaniler bu patrikliğe bağlanmışlardır. Ancak bundan sonra bu cemaatler belki de hiç beklemedikleri bir şekilde her işlerinde Papa’nın müdahalesi ile karşı karşıya kalacaklardır367. Nasturiler arasında Katolikliği kabul edenler ve Süryani Katolik Cemaati’nin oluşması gibi olaylar bir tarafa bırakılacak olursa Fransa’nın Süryaniler üzerinde politik manada pek de başarılı olduğu söylenemez. Katolik olan grupların çıkardığı bir gürültünün olmayışı da bunun açık göstergesidir368. Özellikle Katolik Süryanilerin ve Keldanilerin sayıca fazla olduğu Musul’da Fransa’nın nüfuzu fazlaydı. Ancak Keldani Patrikliği ile Roma arasında dogma ve ahlak alanlarında Papa’nın yanılmazlığı ilkesinin tanınması ve Vatikan’ın kiliseye Süryani ayinleri yerine Latin ayinlerini sokmak istemesi yüzünden çatışma çıkmış ve 1877’de taraflar birbirlerinden koparak Fransa, Latin Papacı tarafı tutarken Osmanlı Devleti diğer tarafı desteklemiştir. Keldanilerin Papa’ya karşı olan grubu, Fransız konsolosu tarafından temsil edilmediklerini görünce Süryaniler gibi İngiliz Konsolosluğu’na başvurmuştur369. Bu durumdan anlıyoruz ki Hıristiyan topluluklar da büyük devletler gibi kendi çıkarlarını düşünmekte ve hem dini hem de politik açıdan birbirlerine rakip olan devletlere yaklaşarak isteklerini yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Burada Fransızların misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde Osmanlı Devleti’nde Fransızlar tarafından açılan misyoner okullarından da bahsetmemiz yerinde olacaktır. Kapitülasyonların sağladığı avantajı en iyi kullanan devletlerden biri olan Fransa’nın misyonerlik faaliyetleri, Fransız İhtilali sonrası dini tarikatların geçirmiş oldukları sarsıntıya rağmen hızından hiç bir şey kaybetmemiştir. Fransız misyonerleri, Kapitülasyonlarda “serbest-i ayin” şeklinde belirtilen hükmü sanki okulları da içine almış gibi maksatlarına hizmet edecek şekilde 367 Özcoşar, “Papalığın Müdahalesi…”, s. 270-271. Çetin, a.g.t., s. 48. 369 Yonan, a.g.e., s. 54. 368 118 yorumlamışlar ve 1869’a gelinceye kadar okul sayısını yaklaşık 76’ya ulaştırmışlardır. Islahat Fermanı’nın getirdiği hükümler de Fransız misyonerlerinin daha rahat hareket etmelerini sağlamıştır. Osmanlı Devleti 1869 tarihinde eğitimi düzenlemek maksadıyla bir nizamname neşretmiş ve bu düzenlemenin 129. Maddesi vasıtasıyla özel ve yabancı devletlere ait okulları kontrol altına almayı amaçlamıştır. Fransız okullarının bu düzenlemeden pek etkilenmedikleri aşikârdır. 1869 tarihinde 76 civarında bulunan okul sayısı, 1876’da 93 ve 1905 tarihinde 198’e ulaşmıştır. Okul sayısındaki bu artışın yanı sıra Osmanlı Devleti, bu okulların hemen hemen hiç birini kontrol altına almayı başaramamıştır. Yabancı okullar hakkında hassasiyeti ile bilinen II. Abdülhamid devrinde bu okulların sayısının 250’ye ulaşması bunun en açık göstergesidir. Bu okullar yanında misyoner faaliyetlerinin ayrılmaz parçası olan kilise, manastır, hastane, sanat öğretilen atölyeler ve misyoner evleri bu sayıya ilave edildiğinde ortaya çok ciddi rakamların çıktığı görülmektedir370. II. Abdülhamid, özellikle Cizvit ve Protestan misyonerlerinin faaliyetleri karşısında Maarif Nizamnamesi’nin 129. Maddesini tadil ettirmek üzere devlet ricalinin harekete geçmesini istemiştir. II. Abdülhamid, misyonerlerin okul açma faaliyetlerini kontrol altına almak için 1887 (H. 1304) tarihli bir irade ile 129. Maddede “Taşralarda valilere, İstanbul’da Maarif Nezareti’ne” verilen ruhsat verme yetkisini, irade alma zorunluluğunu getirmek suretiyle kısıtlama yoluna gitmiştir. Misyonerlerin İmparatorluktaki Hıristiyan unsurlar üzerindeki olumsuz faaliyetlerinden rahatsızlık duyan II. Abdülhamid, yaveri Derviş Paşa başkanlığında bir komisyon kurdurarak bu zararlı cemiyetlerin faaliyetlerini önlemeye çalışmışsa da pek başarılı olduğu söylenemez371. 1900’lü yıllarda Mardin’de Kapusenlere ait iki okul binası bulunmaktadır. Ancak bu binaların ruhsatlı olmadıkları da anlaşılmaktadır. Bu okullar Amerikan misyonerlerine ait okullarla kıyaslanamasa da Katolikliğin yayılması için etkili oldukları da bir gerçektir372. 370 Mutlu, a.g.e., s. 140-142. Mutlu, a.g.e., s. 143-144.. 372 Özcoşar, a.g.e., s. 387-388. 371 119 Katolik Fransız okullarında öğrenim gören öğrenci sayısını okulların tesis tarihinden itibaren yıllara göre takip etmek ise oldukça güçtür. Osmanlı yetkili makamlarına bu konuyla ilgili yeterli bilgi verilmemesi ve açılan okulların bir kısmının ruhsatsız olması kesin rakamların tespit edilmesine engel olmaktadır. Bu okullara yoğun olarak Maruni, Katolik Rum, Keldani, Rum Ortodoks, Süryani, Ermeni, Musevi, Rum, Bulgar ve Latin öğrenciler devam etmektedir. Bu milletlerin yoğunluğu okulun bulunduğu bölgeye göre değişmektedir. Kudüs’de Latin öğrenciler sayıca çokken, Lübnan’da Maruni, Rum Ortodoks ve Rum Katoliklerin daha fazla olması doğaldır. Örneğin Lübnan’da Uzeyz Kasabası’nda Cizvitler idaresinde 200 Maruni öğrenci bulunan bir okulun yanı sıra, Hamana köyünde biri Cizvitler diğeri Bon Naşör Rahibeler Cemiyeti idaresinde Rum Katolik, Rum Ortodoks, Latin ve Marunilerin karışık olduğu okullar ile Brommana köyünde Lazarist Rahibeler Cemiyeti’ne ait yine karışık okullar bulunmaktadır. Ayrıca Şiveyr, Hanşare, Babedat, Bekazya, Şiyah ve Sakiyetü’l Misk köylerinde de Maruni çocukların devam ettikleri Cizvit ve Kapuçin cemiyetlerinin okulları vardır. Bunların dışında Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları Siirt’te Katolik papazlar tarafından inşa edilen ve Süryani, Keldani ve Ermeni Katolik çocuklarının okuduğu iki okul ve Musul’da Keldani ve Süryani Katolik çocuklarının gittiği Péres Augustins de l’Assomptions Fransız Mektebi mevcuttur373. 4.3. Rusya 4.3.1. Rusya’nın Süryanilerle İlgili Planları Rusya’nın Avrupa’da kendinden söz edilir bir devlet haline gelmesi Çar I. Petro devrine (1682-1725) rastlar. Ülkesinde gerekli reformları yapan Petro bundan sonra genişleme ve yayılma politikası gütmeye başlamıştır. Bir Rus âliminin de şu sözlerle ifade ettiği gibi “Rusya’nın güneye doğru inişi, tarihi, siyasi ve ekonomik bir zarurettir. Bu inişe karşı koyacak devlet düşman bir devlettir. Rus siyasetinin istediği şey netice itibariyle Doğu İmparatorluğu’nun 373 Mutlu, a.g.e., s. 205-207, 211, 226; Diğer Fransız okullarının listesi ve ayrıntılı bilgi için Bkz. Mutlu, a.g.e. 120 canlandırılmasıdır.”374 Başlangıçta tamamen bir kara devleti olan Rusya’nın, yayılma siyaseti gereği iki istikamette topraklarını genişletmesi gerekiyordu. Biri Baltık Denizi diğeri de Karadeniz. Fakat her iki istikamette de karşısında bir engel bulunmaktaydı. Baltık Denizi’ne çıkmasında İsveç, Karadeniz’e çıkmasında ise Kırım Hanlığı dolayısıyla Osmanlı Devleti engel teşkil etmekteydi. Devam eden yıllar içerisinde bu amaçlarına ulaşan Rusya, 19 yüzyıla gelindiğinde Boğazların ele geçirilmesi hiç olmazsa kendisine sürekli açık hale gelmesi politikasına yönelmiştir375. Geleneksel sıcak denizlere inmek arzusunun bir sonucu olarak Boğazları herhangi bir yabancı devletin eline düşmemesi gereken bir anahtar olarak gören376 Rusya ile İngiltere’nin bu noktada çıkarları çarpışmakta ve Rusya’nın bu arzusunu kendisi için bir tehdit olarak algılayan İngiltere Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmaktaydı. Rusya ise bu amaca hizmet etmesi açısından Osmanlı Devleti’nin zayıf düşmesini istiyor bir yandan Balkanlarda karışıklıklar çıkarırken diğer taraftan devletin doğu bölgelerindeki Ermeniler ve diğer Hıristiyan unsurlardan yararlanmak istiyordu377. Doğu bölgeleri onlar için stratejik bir öneme sahipti. Çünkü bu bölge Karadeniz, İskenderun ve Basra Körfezlerinin oluşturduğu bir üçgenin içinde kalmakta aynı zamanda Azerbaycan ve Hazar Denizi yoluyla İç Asya’ya açılmanın en iyi yolu olarak görünmekteydi. İşte bu stratejik konum nedeniyle önemli olan bölge sadece Rusya’nın değil, İngiltere’nin de ilgi alanına girdiğinden ve İngiltere Hindistan’a giden ticaret yolunun güvenliğini bu bölgeyi elde ederek sağlayabileceğinden her iki devletin emperyalist emelleri Osmanlı topraklarında kilitlenmiştir378. Bu bölgede yaşayan etnik grupların hâkim unsur olan Türklere karşı kışkırtılmaları ve bölgede Rusya için uygun bir ortamın oluşturulması Rusya’nın planlarından bir tanesiydi379. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın 16. Maddesi gereğince Ermenilerin sakin bulundukları 374 Sagay, a.g.e., s. 71. Armaoğlu, a.g.e., s. 51-52. 376 Sagay, a.g.e., s. 71. 377 Sagay, a.g.e., s. 71. 378 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 63-64. 379 Ertürk, a.g.e., s. 58. 375 121 bölgelerde derhal ıslahat yapılması Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmiştir. Her ne kadar bu antlaşma daha sonra Berlin’de değiştirildiyse de Rusya’nın amaçlarını yansıtması bakımından önemlidir. Rusya bu anlaşmayla Kars, Ardahan, Batum vilayetleriyle Bayezid ve Eleşkirt vadilerine yerleşerek Ortadoğu’ya hâkim önemli köprübaşlarını da elde etmiş oluyordu380. Kurmaya çalıştığı hâkimiyet alanı içerisinde Rusya’ya en çok yardım eden ve adı en çok duyulan Ermeniler olmuştur. Ancak en az Ermeniler kadar Nasturiler de Ruslara yardım etmişlerdir381. Rusya, Osmanlı Devleti’nin parçalanması için Ermeni meselenin yeterli olamayacağını anladığı anda Ermenileri yalnız bırakmıştır. Nasturiler için de aynı durum geçerlidir. Önceleri Rusya’dan her türlü yardımı gören Nasturiler daha sonra tek başlarına kalmışlardır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdiğinde Ruslar savaştan önce İngiliz Hükümeti’ne başvurarak bölgede yayılmacı bir politika izlemeyeceklerine ilişkin güvence vermişlerdi. İngiltere bu söze güvenmemiş Osmanlı Devleti’ni yenen Rusya Doğu Anadolu’da ilerlemeye başlayınca İngiliz Hükümeti Türklerle Rusya’ya karşı bir savunma anlaşması yapmıştır. İngiltere Rus müdahalesine gerekçe olan Nasturileri korumak konusunu yeniden ele almış ve bundan böyle “Osmanlı Devleti sınırları içindeki Nasturi ve Süryanilere karşı yapılacak haksızlıkları araştıracağına ve Hıristiyan haklarını koruyacağına” ilişkin söz vermiştir382. Görülüyor ki iki devlet arasındaki çıkar çatışması bu savaş esnasında da kendini göstermiştir. Ruslar İngilizlerden bir süre sonra Nasturiler üzerinde çalışmalara başlamışlardı. Hem İngilizlerin biraz gevşek davranmalarından hem de coğrafi yakınlığın avantajından yararlanan Rusya, kısa sürede Nasturileri kendisine çekmeyi başarmıştı. İngilizlerin 1880 yılında yapmış oldukları birkaç yazışmadan da bu durum anlaşılmaktadır. İngiltere, Nasturilerin Rusya tarafına kayışını fark etmekle birlikte çok da önemsememiştir. Çünkü İngilizler 380 Küçük, a.g.e., s. 4. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 65. 382 Bulut, a.g.e., s. 118. 381 122 Nasturileri ciddiyetten uzak ve yapmacık olarak değerlendirirken hareketlerini de bir nevi blöf olarak görmektedirler383. Rusya, Şeyh Ubeydullah harekâtı esnasında Hıristiyanlara kötü davranıldığı, Doğu ve Güneydoğu’da Hıristiyanların baskılara maruz kaldıkları ve bunların kurtarılması gerektiği konusunda propaganda faaliyetlerinde bulunarak bu bölgeleri etki altına almaya çalışmıştır384. Rusya, Nasturileri Ermenilerle birlikte hareket etmeye teşvik ediyordu. Bu hususta Ermeni ihtilalcilerinin de önemli rolü olmuştur. Hatta Melik İsmail’e saat hediye edilmesi olayının Ermeni ihtilalcisi Kerimyan tarafından telkin edilmiş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Zira Doğu Anadolu’da Ermeni meselesinin yanında bir de Nasturi meselesinin çıkması hem Ermenilerin işine yarayacak hem de İngiltere ve Rusya’nın müdahalesini sağlayacaktı. Rusya’nın Nasturilere bağımsızlık vaat etmesindeki asıl maksadın bölgenin kendi etki sahası içine girmesi ve rakip İngiltere’nin bu bölgede etkisiz hale getirilmesi olduğu aşikârdır385. Nasturilerin ise Rusya ile yakınlaşmasının altında İran ve Osmanlı Devleti’ne karşı yabancı bir güce dayanma arzusu yatmaktadır386. Rus yayılmacılığına karşı ayakta duran bir Osmanlı Hükümeti isteyen İngiltere, Nasturilerin çeşitli şikâyetlerini göz ardı ettiğinden bunu fark eden Nasturiler İngiltere’den uzaklaşıp Rusya ile yakınlaşmışlardır387. Rusya’nın da bölgedeki çıkarları gereği, kendisine yaklaşmaya çalışan bu topluluğun arzusunu geri çevirmesi yanlış olurdu388. 1906 yılında Kafkasya’daki Rus Kurmay Başkanlığı, İran’daki konsolos yardımcısı R. Tirmen’e Hakkari’deki Nasturi önderleri ziyaret etmesini söylemiştir. Nasturi Patriği Mar Bünyamin Şimun görüşmede Rus diplomatik temsilcisine Ruslar Van’ı ele geçirip Nasturileri silahlandırabilirlerse kendisinin 40.000 kişilik bir ordu hazırlayabileceğini ve Bitlis ile Musul arasındaki alanları Rusya için işgal edebileceğini bildirmiştir. Bundan başka 383 Çetin, a.g.t., s. 39. Ertürk, a.g.e., s. 61. 385 Kodaman, “II. Abdülhamit Devrinde…”, s. 1106. 386 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 58. 387 Bulut, a.g.e., s. 117. 388 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 58. 384 123 Patrik, Rusya’nın gerekli gördüğü yerlere gönderilmek üzere 20.000 ve Nasturileri savunmada kullanmak üzere de 20.000 asker hazırlayacağını ilave etmiştir. Nasturilerin Türklere karşı savaşlarında Rusların müttefiki olabileceklerini anlayan Tirmen, olası bir savaşta Nasturilerin önemli bir rol oynayabilecekleri kanısına da varmıştır389. Rusya kendi topraklarında yaşayan Nasturilerin varlığından da yararlanarak Osmanlı Devleti topraklarındaki Nasturilerin Ortodoksluğa geçişine zemin hazırlamıştır. Bir Süryani kaynağı ise Süryanilerin savaşa girmelerinde Rusların Nasturiler üzerinde yapmış oldukları Ortodoksluk politikasının etkisi olmadığını, Rusların dinsel yayılmacılığının Nasturiler arasında ters tepki yapacağını söyledikten sonra Rusların sadece Nasturileri yandaş olarak görmek istediklerini belirtmektedir390. Doğu Anadolu’da Nasturilerin Ermenilerle ortak hareket etmelerini amaçlayan Rusya’nın Nasturiler üzerindeki faaliyetleri Birinci Dünya Savaşı’nda daha bariz şekilde karşımıza çıkacaktır. Savaşın ilk yıllarında Osmanlı birlikleri Savuçbulak ve Tebriz’e girdiklerinde ellerine bir takım Rus belgeleri geçirmişlerdi. Bunlar arasında 26 Mart 1914 tarihinde Rus devlet müşavirlerinden Von Klem adlı birinin Kafkas genel valisi özel kalemine gönderdiği bir yazı vardır. Bu belgeye göre; Bedirhanlardan Türk mültecisi Abdürrezzak’a verilen görevlerden biri, Kürtler ile Ermeniler ve Süryaniler arasında bir yakınlaşma sağlamaktır. Bu yakınlaşma şüphesiz Kürtlerin menfaatine olacaktır. Bu maksatla Abdürrezzak buradaki Ermenileri bir Ermeni-Kürt itilaf cemiyeti teşkiline sevk etmiştir391. Ele geçirilen belgelerden bir diğeri de Kafkas genel valisinin Dışişleri Bakanlığı’na çektiği telgraftır. Bu telgrafta vali, “Kendi milletdaşlarından mürekkep çeteler teşkiline dair Kürt ve Ermeni reisler tarafından gerek Kürt ve Süryanilerden mürekkep teşkilat icrasını üzerine alan zabitan tarafından 389 Matfiyef, a.g.e., s. 75-76. Süryanilerin Acı Sonu, Çev. Şükran Yurdagül, İsveç, Nsibin Yayınevi, 1991, s. 20. 391 Bayur, a.g.e., C. III, Ks. 1, s. 220. 390 124 son zamanlarda bazı teklifler yapılmıştır. Bütün bu teklifler kendilerine silah sağlamak konusundadır. Adı geçen milletlerin sadakatleri bilinmekle birlikte verilecek silahların belki de Osmanlı lehinde kullanılması ihtimali olduğundan şimdilik bu isteğin lüzumsuz olacağı kanısındayım.” demektedir. Rus Dışişleri Bakanlığı da verdiği cevabi yazısında valinin fikrine katılmakla beraber, kendilerine bu çetelerin teşkili ve kumandası hususu tevdi olunabilecek emniyetli kimselerin şimdiden tayin edilmesi ve lüzum görülen silahların da evvelce tedarik olunması görüşünü savunmaktadır392. Ruslar, içinde Kürtlerin de bulunacağı küçük çetelerin kurulmasını menfaatleri açısından istemekle birlikte Kürtlere tam anlamıyla güvenemedikleri için silah sağlamaktan kaçınmışlar ya da geciktirmeye çalışmışlardır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Osmanlı Devleti’ni taksim eden gizli antlaşmalardan biri olan Sykes Picot Antlaşması’na itiraz eden Rusya, Fransızların Urmiye Gölü’ne kadar sokulmalarını hoş karşılamamıştır. Bundan başka Güneydoğu Anadolu’da Kürtler ve Nasturiler gibi bir takım rahat durmayan aşiretlerin en çetin dağlık yerlerde yarı yarıya Rus ve Fransız bölgelerinde bulunmaları, sınırın bir yanında sıkıştırıldıkları zaman diğer tarafa geçip kurtulabilmeleri, mesela Fransız yönetimini daha yumuşak bulacak olurlarsa Rusya’nın güç durumda kalabileceği ihtimali Rusya’yı rahatsız etmiştir. Rusya Doğu Anadolu ve Batı İran’da yaşayan ve Hıristiyanlığın pek eski biçimlerine bağlı kalmış olan Nasturileri Ortodokslaştırmayı ve böylelikle onları kendisine birer dayanak yapmayı düşündüğü için tabiatıyla bu cemaatlerin bütünü ya da hiç olmazsa büyük bir bölümünün kendi elinde olmasını istemekte ve bu yüzden de Fransa’nın oralara sokulmasını ve orada Katoliklik faaliyetlerinde bulunmasını istememekteydi393. Nasturilerden 1917 İhtilali’ne kadar küçük müttefikleri olarak yararlanmasını bilen Rusya, kendi durumunun kötüleştiği her an Nasturileri yalnız bırakmıştır. 392 393 Bayur, a.g.e., C. III, Ks. 1, s. 222-223. Bayur, a.g.e., C.III, Ks. 3. s. 78. 125 4.3.2. Rus Misyonerlerinin Faaliyetleri Bilindiği üzere Rusya Ortodoks olması sebebiyle Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan Ortodoksların hamiliğini üstlenmişti. 19. yüzyılın sonlarında Nasturilerin sayıca çok oldukları bölgelerde Rusya’nın da faaliyetlere başladığını görmekteyiz. Osmanlı topraklarında çalışan Rus misyonlarıyla ilgili dikkati çeken en önemli husus; Rus misyonlarının devletleriyle direkt bir ilişkilerinin bulunmasıdır. Kurulan cemiyetlerin kuruculuğunu Rus veliahtlarının yapmış olması bunun en güzel örneğini teşkil etmektedir394. Rus misyonerlerinin Süryani Kadimler üzerinde etkili olduklarını söylemek pek mümkün değildir. Oswald Parry’nin verdiği bilgiye göre 1892 yılında Kırklar Kilisesi’nde bulunan resimler arasında Rus Kraliyet ailesinin resimleri de bulunmaktadır395. Bu durum Süryani Kadimlerin Ortodoksluklarını vurgulamak için Rus Kraliyet ailesini bir sembol olarak kullanması görüşü ile açıklanabilir. Ancak Rusya ile Süryani Kadimlerin daha başka bir ilişki içinde olduklarına dair bilgi bulunmamaktadır396. Nasturilere gelince aslında Rus-Nasturi ilişkilerinin tarihi 6. yüzyıla dayanır. Ama siyasi bir biçim alması 1826-1828 tarihlerinde İran’ın Urmiye bölgesinde gerçekleşmiştir397. Urmiye, İngiltere ve Rusya arasında ekonomik rekabetin bir merkezi konumuna gelmişti. Avrupa’nın transit mal ticareti bu eyaletten geçiyordu. Urmiye’deki transit ticaretin ana damarları Nasturiler ve Ermeniler arasındaydı. Bu yüzden Rusya ve İngiltere’nin önemli coğrafi mevkie sahip olan bu eyalet üzerindeki ekonomik ve politik kontrolü, Nasturilerin Ortodoks mu yoksa Protestan mı olacakları konusuyla yakından ilgiliydi398. O dönemde yaşanan Rus-İran savaşı sonrası Rusların onayı ile Kafkasya’da Erivan’a 100.000 kadar Nasturi yerleşmiştir. Bunu 1840 yılında ikinci bir grup izlemek istediyse de Rus yetkilileri buna müsaade 394 Özcoşar, a.g.e., s. 415. Parry, a.g.e., s. 60. 396 Özcoşar, a.g.e., s. 416. 397 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 58. 398 Matfiyef, a.g.e., s. 61. 395 126 etmemişlerdir. Kafkas Valisi Fortensof, Dışişleri Bakanı Nisalrod’a yazmış olduğu mektubunda; Rusların Nasturilerin Kafkasya’ya yerleşmelerine izin vermediğini buna karşılık Nasturilerin güvenlerini kazanmak için bu halkın İran Hükümeti’ne karşı savunulması gerektiğini belirttikten sonra gelecekte onlardan fazlasıyla yararlanacaklarını söylemiştir399. Yerli Hıristiyanlara Amerikalılar ve Avrupalılar gibi pek fazla yabancı ve “Batılı” görünmeyen bu misyonerlerin varlığı, daha ilk yılda İranlı Nasturilerin kitleler halinde Rus Ortodoks Kilisesi’ne geçmeleri ile sonuçlanmıştır400. Rus heyetinin bu başarısı Avrupa ve Amerika misyoner heyetine Urmiye’de gelecekte çalışma şansı bırakmadığı için misyonerler Urmiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır. İngiliz misyonerler buradan ayrılarak Baradost, Mergaver ve Bergaver bölgelerinde çalışmalarına devam etmişlerdir401. İran’daki Nasturiler ile Osmanlı topraklarındaki soydaşlarının ilişkileri ise kesintisiz devam etmiştir402. Osmanlı Devleti’nde yaşayan Nasturilerle temas ise 1856 Kırım Savaşı zamanlarına dayanır. Kırım Savaşı boyunca Nasturi Patriği Mar Şimun, Rusya’nın yanında yer almak istediğini açıklamış daha sonra da Nasturilerin Rus Ortodoksluğu ile birleşmesi konusunda görüşmelere başlanmasını önermiştir. Bu dönemde Rusya’da yaşayan Nasturiler, söz konusu savaşta Rus ordusu saflarında savaşmışlardır403. Nasturi Patriği 1868 yılında Kafkas Bölgesi’ndeki Rus genel valisine başvurup Türk ve Kürt saldırılarına karşı yardım istemiştir. Başvuruyu anında haber alan İngiliz Başkonsolosu hükümetine yazdığı raporda şu kaydı düşmüştür; “Nasturilerden 13.000 kadar silahlı milis, Rusya’nın bölgeyi işgal etmesine yardımcı olacak.” Zaten Kırım Savaşı öncesinde, 3000 kişilik bir Nasturi grubu Osmanlı topraklarını terk ederek Rus topraklarına göç etmişlerdi404. Kırım Savaşı sonrasında da Rusya ile Nasturilerin yakın temasları devam etmiş hem İran’da hem de Osmanlı Devleti’nde Nasturilerin 399 Bulut, a.g.e., s. 115. Yonan, a.g.e., s. 36. 401 Matfiyef, a.g.e., s. 72. 402 Matfiyef, a.g.e., s. 70. 403 Matfiyef, a.g.e., s. 70. 404 Çetin, a.g.t., s. 38. 400 127 bir bölümü Rus Kilisesine bağlanmışlardır. 1890’lı yıllara gelindiğinde Van ve Elbak bölgelerinde bulunan Nasturiler ve diğer bazı küçük Süryani grupları da Rus topraklarına çekilmişlerdir405. 1898’de Nasturi Patriği Mar Şimun, birçok rahip arkadaşı ve 15.000 kadar Nasturi ile birlikte Rus Ortodoks Kilisesi’ne iltihak etmiştir. Artık Ruslar ve Kazak Alayları bu binlerce Hıristiyan’ın koruyucusudur ve Rus Kilisesi hükümetle anlaşarak gelenleri kendine daha sıkı bağlamak için girişimlerde bulunmuştur406. Bu geçişler Rus misyonerlerinin çalışmalarına bağlanabileceği gibi Nasturilerle de doğrudan ilgilidir. Daha önce Amerikan ve İngiliz misyonerlerinin aralarındaki rekabetten yararlanmaya çalışan Nasturiler, bu defa aynı oyunu Rusya ile İngiltere arasında oynamaktaydılar. İngiliz misyonerlerinin faaliyetleri kısmında da bahsettiğimiz gibi, din ve mezhep konularında oldukça samimiyetsiz olan Nasturiler, para karşılığı mezheplerini değiştirebilecek kadar şeklen dindardılar. Rusya Nasturilere açıkça bir muhtariyet ve daha sonra da bağımsızlık vaat ediyordu. Ancak ilk aşamada himaye sözü verilmekteydi. 2 Şubat 1880’de Yüzbaşı Clayton’dan Layard’a yazılan raporda; Ermenilerin tanınmış rahiplerinden Ohannes Vartabed’den elde ettiği bilgilere dayanarak, Clayton, beş ay önce bir Nasturi’nin Vartabed’e geldiğini ve elinde Rusların Nasturileri himaye etmesi ve buna karşılık istediklerini vereceklerinin yazılı olduğu, melikler tarafından Grandük Michael’e yazılmış bir dilekçe bulunduğundan bahsettikten sonra bu kişinin Rusya’ya güvenli bir şekilde geçebilmeleri için Ohannes Vartabed’den yardım isteğini belirtmektedir. Mar Şimun ise bu hareketin aleyhinde olup, imzasını meliklerinin ısrarı sonucu atmak zorunda kaldığını belirtmiştir407. Clayton bölgedeki Osmanlı yetkililerinden Tosun Paşa’nın olayı farklı açılardan yorumladığını belirtmiştir. Tosun Paşa’ya göre; Rusya Nasturilerin yıllardır İngiltere’den bekledikleri yardımı alamadıklarını düşünüyordu. Artık Rus vaatlerini değerlendirmeliydiler. Rusya’nın yaptıkları yapacaklarının teminatıydı. Her ne kadar bir avuç insan ise de Türk 405 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 58. Yonan, a.g.e., s. 36. 407 Şimşir, a.g.e., .s 405. 406 128 Hükümetine karşı çıkıp daha sonra Ruslar tarafından bağımsızlıkları verilen Dağıstan örneğinde olduğu gibi daha kalabalık ve daha mühim olan Nasturilere niçin bağımsızlık verilmeyecekti408. Türk makamları ve İngilizler bu propagandadan haberdar idiler. Reform komisyonu ve Van valisi, İngiliz Konsolosu Yüzbaşı Clayton’a Ruslarla Nasturiler arasında bir haberleşmenin olup olmadığı hakkında sorular sormuşlardır. Clayton, bu haberleşmenin Türk Hükümeti tarafından Nasturilerin cezalandırılması için bir bahane olarak kullanılmasından endişe etmekteydi. Yine Clayton’a göre Nasturiler davranışlarıyla ihanete katılma eğilimi göstermekteydiler. Nasturiler İngiliz ve Ruslardan yardım almak için sürekli ve gevşek bir oyuna başvurmaktaydılar. Clayton Mar Şimun’u ziyaret edip bu konuda ona nasihatte bulunacağını Layard’a Şubat 1880’de rapor etmiştir409. Ruslar o dönemde düşman olarak görüldüğünden onların Nasturilerle temas halinde bulunmaları, savaşın kötü sonuçlarının sorumlusu olarak Hıristiyanları gören Müslüman halkın Hıristiyan halka olan antipatisinin artmasından İngiltere bile endişe etmekteydi410. Nasturi Reisi Mar Şimun’un iki devletle de ilişkilerini koruduğunu söylemiştik. Van Valisi Bahri Bey’den 1893 (H. 1310) tarihinde alınan bir telgrafta Mar Şimun’un bundan birkaç sene evvel Rusya Devleti’ne hitaben kaleme aldığı bir mektupta himaye talebinde bulunduğu belirtildikten sonra gerekenin yapılması istenmiştir411. Bölgede iki rakip güç olarak faaliyet gösteren İngiltere ve Rusya, Nasturi aşiretlerinin aralarındaki anlaşmazlıklardan da istifade etmeye çalışmışlardır. Hakkari mutasarrıfının Erzincan’da Yaver-i Ekrem Müşir ve Müfettiş Şakir Paşa’ya 1896 (H. 13 Zilhicce 1313) tarihinde yazmış olduğu rapora göre; Mar Şimun İngiltere’nin, kardeşinin oğlu Nemrut Efendi de Rusya’nın politikasına hizmet etmekteydiler. Meliklerden bir kısmının Mar Şimun bir kısmının ise Nemrut Efendi tarafında olduğu412 da düşünülecek olursa İngiliz ve Rus 408 Şimşir, a.g.e., s. 405-406. Şimşir, a.g.e., s. 428. 410 Şimşir, a.g.e., s. 428; Çetin, a.g.t., s. 40. 411 BOA, Y.MTV., Dosya No. 73, Gömlek No. 135. 412 BOA, Y.EE., Dosya No. 132, Gömlek No. 26. 409 129 emperyalizmi güya yardım etmek istedikleri Nasturileri iki kısma ayırarak onları kendi çıkarları için suiistimal etmişlerdir. Bu çalışmalar nedeniyle Mar Şimun ve Nemrut taraftarları arasında soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştır. Nitekim 1894-1896 tarihlerinden itibaren Nasturi cemaatinin yarısını teşkil eden Tiyari ve Tohup Nasturileri Rus siyasetinin vasıtası durumuna gelmişlerdir. Bunlardan Tiyari Aşireti Reisi Melik Toma tahminen sözü edilen yıllarda iki yıl içinde beş defa Rusya’ya giderek eğitim görmüş ve 1896 yılında Rusya’da ikamet etmiştir. Kendisi Rusya’da bulunurken aşiretin başında bıraktığı oğlu Melik İsmail Van’da bulunan Rus konsolosu ile sürekli münasebet halinde bulunmaktaydı. Hatta İngiltere’nin Mar Şimun’a altın saat hediye ettiği duyulunca, Rusya da konsolosu vasıtasıyla Melik İsmail’e bir saat hediye etmiştir. Erkan-ı Harp Kolağalarından Mehmet Ali Efendi’nin layihasında da güçlü bir noktadan Nasturiler üzerine nüfuz eden İngiltere’ye rağmen Rusya’nın da Nasturi aşiretleri indinde nüfuz azminde oldukları ve Tiyari Meliki İsmail ile Van’daki Rus konsolos yardımcısının muhaberelerde bulunduğu belirtilmiştir. Aynı belgede Melik İsmail’e verilen saatten de bahsedilmektedir413. Rusya ile uzun bir süre temas halinde bulunan Nasturilerin Rusya’dan silah elde ederek İran üzerinden Osmanlı Devleti topraklarına giren Ermenilere de yardım ettikleri bilinmektedir. Amaçları Van’da kargaşa çıkarmak olan Ermenilere Nasturiler de yataklık etmişlerdir414. Rus Nasturi yakınlaşması gözler önünde olduğu halde Osmanlı Devleti Nasturilerin faaliyetlerine engel olamamıştır. Nasturilerle temas kurmayı deneyen Osmanlı Devleti Tiyari bölgesinde bir kaymakamlık teşkiline ve kaymakamlığa da aylık 2500 kuruş maaşla Mar Şimun’un yeğeni Davut Efendi’nin ve muavinliğine de aylık 1000 kuruş maaşla Çölemerikli Ahmet Bey’in getirilmesine karar verilmiştir. Bunun yanı sıra kaymakamlıkta bir mahkeme teşkiliyle, riyasetine aylık 1500 kuruş maaşla Mar Şimun’un kardeşinin oğlu Nemrut Efendi’nin tayini uygun görülmüştür. Aynı belgeden anladığımıza göre bölgede bir de jandarma bölüğünün kurulması ayrıca 413 414 BOA, Y.PRK.DH, Dosya No. 9, Gömlek No. 26. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 67. 130 meliklere münasip bir maaşın tahsisi ile İmadiye Kazası’nın Musul vilayetinden ayrılarak eskisi gibi Hakkari’ye ilhakına karar verilmiştir415. Osmanlı Devleti bu tür faaliyetlerle Nasturileri kendi tarafına çekmeyi amaçlamıştır. Ancak bunda başarılı olamadığı da Nasturilerin Birinci Dünya Savaşı’nda devlete karşı savaşmasından anlaşılmaktadır. Rusya’nın Ermenilerle yakından ilgilendiği, onlar adına Osmanlı Devleti’nden yardım talebinde bulunduğu Osmanlı Devleti’nin de elinden geldiğince bu reformları geciktirmeye çalıştığı bilinmektedir. Ancak, Rusya’ya bu yönde destek veren İngiltere’nin de baskısı ile doğuda bir ıslahat projesi uygulamaya konulmuştur. Ermenileri ayaklanmaya kışkırtmakla kalmayan Rusya, kendi çıkarları için onlarla birlikte aynı şekilde Nasturileri de kullanmış ve onlara da bağımsızlık sözü vermiştir416. Rusya’nın Bitlis konsolosunun İstanbul’daki Rus konsolosuna gönderdiği rapordan da anladığımız kadarıyla, Ermenilerin Rusya’ya sempatileri bilinmekle birlikte 1904-1905 yıllarında Süryaniler de Ortodoksluğu kabul etmek için Rus papazlarının getirilmesi teşebbüslerinde bulunmuşlardır417. 1908 yılından sonra daha önceki temasları gibi Rusya’dan sığınma talebinde bulunan Nasturilere ise Rusya öncelikle ihtiyatla yaklaştıysa da 1911’de Salmas, 1912’de Tergaver, 1913’de Sulduz, 1914’de Merger ve Bıradost Nasturileri Rus Steyfan Kilisesi’ne katılmışlardır418. Osmanlı Devleti 1912 yılında Birinci Balkan Savaşı’na sürüklenirken, Doğu Anadolu’da da durum en buhranlı devreye giriyordu. Hükümetin Van dolaylarında olay çıkaran Sait Bey ve Mir Mahe gibi Kürt eşkıyaları üzerine göndermiş olduğu askeri güç başarı sağlayamıyordu. 1911 yılında da bölgede koyun kaçıran ve birçok Nasturi’yi öldüren Kürt aşiretlere karşı da askeri bir güç gönderilmişti ama Van’da güvensizlik hâlâ devam ediyordu. Bu arada kimi Kürt aşiret liderleri de Rus ajanlarla işbirliği yapmayı ihmal 415 BOA, Y.EE., Dosya No. 132, Gömlek No. 26. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 71. 417 Azmi Süslü, Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1987, s. 25. 418 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 71. 416 131 etmiyordu. etmekteydi Musul 419 yöresindeki Rus ajanların da eylemleri devam . İşte bu ortamda bölgede etkili bir güç olma yolunda ilerleyen Ruslarla ve İngilizlerle temas kurmaya her an hazır olan Nasturi toplumu, Birinci Dünya Savaşı’nda tıpkı diğer azınlıkların yaptığı gibi Osmanlı Devleti’nin yanında yer almaktansa dış güçlerin özellikle de adı geçen iki devletin kendilerine vaat ettikleri özgürlük sözlerine kanarak Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmayı tercih edeceklerdir420. 4.4. Amerika 4.4.1. Amerika’nın Süryanilerle İlgili Planları Amerika’nın bir İngiliz kolonisi olduğu dönemlerde Osmanlı Devleti’nin bu kıtayla bir ilişkisi olmadığı gibi Amerika’nın da Türklerle ilgili bilgileri çok sınırlı ve ilişkileri yok denecek kadar azdı421. 1783 yılında Amerika Birleşik Devletleri milletlerarası politikaya bağımsız bir devlet olarak girmiştir. Amerika’nın bağımsızlık savaşı esnasında Avrupalı bazı devletler dolaylı ya da dolaysız olarak bir şekilde olaya karışmak zorunda kalmışlardı. Avrupa devletlerinin bu tutumları Amerika’nın bağımsızlığı ile ilgili olmayıp tamamen kendi çıkarları gereğiydi. Bu durum Amerika’ya göstermiştir ki Avrupa devletlerinin bazı çıkarları ve bu çıkarlardan doğan politik oyunları vardı ve Amerika’nın bu oyunlar içerisine girmesinin hiçbir yararı yoktu. Bu sebeple Amerika Avrupa’dan uzak durmuş ve onların oyunlarına bulaşmamaya çalışmıştır. İşte Amerika’nın bu politikasına infirad (izolasyon) politikası denilmektedir. Amerika uzun yıllar bu politikayı devam ettirmiş, Avrupa’yı uzaktan izlemiştir. Ancak Avrupalı devletler adeta Amerika’nın eteğine yapışmışlardı. Bu durumu Amerika için tehlikeli gören Cumhurbaşkanı James Monroe, kendi adıyla anılacak bir doktrin ile Amerika’nın Avrupa işlerine karışmayacağını, 419 Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 398-399. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 70. 421 Açıkses, a.g.e., s. 27. 420 132 buna karşılık Avrupa’nın da Amerika Kıtası’ndan uzak durmaları gerektiğini bildirmiştir422. Monroe Doktrini Amerika’nın dış politikasında başrol oynamıştır. Amerika’nın Osmanlı Devleti ile ilişkileri ise 19. yüzyılda başlamıştı. Kurulan ilişkilerin gecikmesinde aralarındaki okyanusun büyük payı vardır423. Bu ilişkiler siyasi olmaktan çok dini, kültürel, ticari ve ekonomikti. Amerika Osmanlı Devleti’ne ilk olarak ekonomik yönden yaklaşmıştır. Ortadoğu ve Anadolu topraklarının kaynak zenginliği ve pazar niteliği Amerika için bilinmeyen konular değildi. Osmanlı Devleti ile yapılan ilk anlaşmalar ve ticari alandaki yakınlaşmalar424 bu toprakların ve güçlü olanakların Amerika çıkarları bakımından ne şekilde, hangi ölçülerde ve toplumun hangi kesimleriyle ilişki kurularak sağlanabileceği konularındaki önemli bilgi ve araştırma verilerini hazırlamıştır. Amerika’nın Osmanlı topraklarına misyonerler göndermesi de ilk planda bu amaca yönelik olmuştur. Avrupa devletlerinin kapitülasyonlardan faydalanarak nüfuzlarını pekiştirdikleri ve özellikle Doğu Hıristiyanlarının İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından parsellenmeye çalışıldığı devrede Amerika da bölgeye misyonerler göndererek okullar ve hastaneler vasıtasıyla onlar üzerinde etkili olmaya başlamıştır425. Amerikan misyonerleri daha ziyade Ermeniler üzerinde faaliyet göstermişler ve bunda da başarılı olmuşlardır. Ticaret yoluyla başlayıp misyonerler ile devam eden Ermeni Protestanları himaye konusu daha sonra Amerika’nın Osmanlı toprakları için belirlediği siyasetin basamaklarından biri olmuştur. Amerika Ermenileri onların istekleri yönünde bir çaba harcıyormuş gibi yönlendirmiş ama kendi çıkarları için kullanma amacını gütmüştür. Amerika için önemli olan Ermeni milleti değil onların kendilerine sağlayacağı imkânlardı426. Ermenilerle ilgilenirken aynı bölgede yaşayan diğer Hıristiyanlar ve dolayısıyla Süryaniler de bu ilgiden nasiplerini almışlardı. 422 Armaoğlu, a.g.e., s. 63-71. Açıkses, a.g.e., s. 38. 424 1830 yılında yapılan antlaşma ile ABD “ en ziyade müsaadeye mazhar devlet” statüsüne kavuşarak İngiliz ve Fransız tüccarlarının sahip olduğu ayrıcalıklara kavuşmuştur. 425 Metin, a.g.e., s. 66. 426 İlknur Polat, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Açılan Amerikan Okulları Üzerine Bir İnceleme”, Belleten, C. LII, S. 203, 1988, s. 632. 423 133 Ancak Amerika Birinci Dünya Savaşı’na kadar meseleyi fazla gündeme getirmemiştir. Gerçekte Monroe Doktrini’nin bir uzantısı olan bu durum Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra değişmiş ve artık Amerika da Ermenilik, Rumluk vs. davalarda düşünce ve söz sahibi olmaya başlamıştır. Amerika’nın buradaki amacı Türkiye’deki yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin kullanılabilmesi için bir hak sağlamak, söz sahibi olmak noktalarında anlam kazanmaktadır. Bu amaca yönelik olarak mesela Ermenilerin bağımsız bir varlık olarak kendini göstermesi ve Türkiye toprakları üzerinde bir devlet kurması; Amerika’nın Ortadoğu’da yerleşmesi, kendine sadık bir devlet yaratarak rakip Rusya’nın da Akdeniz’e inişini engelleyecek bir tampon devlet görevi yapması anlamına gelecekti. Hedefi bu yeraltı ve yerüstü kaynakları olan bu siyasi sömürgecilik, konsolosluklar tarafından düzenlenen raporlardan da anlaşılmaktadır. Bu raporlardan biri de Amerika’nın Sivas Konsolosu Mr Jewet tarafından verilen 4 Kasım 1887 tarihli rapordur. Bu raporda; “Anadolu’nun maden kaynakları zengin ama pek az gelişmiştir. Bir başka devletin elinde olsaydı bu maden kaynakları yüzyılın en büyük verimini ve servetini sağlardı. Ama bugünkü koşullarda bunlar hemen hemen hiç değer taşımıyor.” denilerek duruma dikkat çekilmiştir. İşte Amerika’nın Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan Hıristiyanlar üzerindeki politik oyunları bu sömürge düşüncesinin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır427. Aslında Doğu Hıristiyanlarının durumundan çok da fazla haberdar olmayan Amerikan kamuoyu, özellikle Ermenilerin faaliyetleri ile bu bölge ile ilgilenmeye başlamış ve sanki ortada siyasi birliğe, coğrafi bütünlüğe sahip, halkı ile ordusu ile örgütleriyle bir Ermenistan ya da Doğu Hıristiyanlarından oluşan bir devlet varmış da Osmanlı Devleti’nin zulmü altında kalmış ya da Avrupalı büyük güçler tarafından paylaşılmış gibi bir izlenimle yanıltılmaya çalışılmıştır. Bu propagandanın etkisi ile Ermenilerle daha yakından ilgilenmeye başlayan Amerika, Birinci Dünya Savaşı sonrasında “Bağımsız 427 Polat, a.g.m., s. 633. 134 bir Ermenistan” fikrini taşımaya başlamıştır428. Kurulacak olan Ermeni Devleti’nin içerisinde o topraklarda yaşayan Süryanilerin de bulunacağı kuvvetle muhtemeldir. Esasen Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 8 Ocak 1918’de ABD Başkanı Woodrow Wilson’un yayınlamış olduğu 14 notasının 12. Maddesi gereğince Osmanlı Devleti topraklarındaki Türk olmayan unsurlara muhtariyet verilmesi fikri Amerika’nın azınlıklarla ilgili düşüncelerini açıkça ifade etmektedir429. 4.4.2. Amerikan Misyonerlerinin Faaliyetleri Amerikan misyonerlerinin Yakın Doğu’daki faaliyetleri 18. yüzyılın sonlarında başlayıp 19. yüzyılda büyük yoğunluk kazanmıştır. Amerika’dan Anadolu’ya ilk gelenler arasında çoğunluğu kaptanlar ve tüccarlar oluşturmuştur. Bunları misyonerler izlemiştir430. Amerikalılar misyonerlik konusunda o kadar tanınmışlardır ki Osmanlı Devleti’nde misyoner denince Amerikalı, Amerikalı denince misyoner akla gelmektedir. Geniş müessese ve faaliyet sahasına yayılan Amerikan misyonerlerinin siyasi ve özellikle de eğitim alanda yapmış oldukları etki tartışma konusu olmayacak kadar büyüktür431. Nasturilere gelince esasen Amerika kamuoyunun Doğu Hıristiyanları hakkında pek bir bilgisi yoktu. 1820’lerde İstanbul İngiliz Büyükelçiliği’ne bağlı olarak çalışan rahip Dr Robert Walsh’ın bastırılan notlarının Amerika’da gazetelerde yayınlanması ve The Missionary Herald adlı bir misyonerlik yayınında geniş bir şekilde yer verilmesi Amerikalıların ilgisinin Nasturiler üzerine yoğunlaşmasına sebep oldu432. Aslında 1819-1822 yılları arasında kendi ifadeleriyle başta paganlar (Yahudiler ve Müslümanlar) ve nominal Hıristiyanları “aydınlatmak” için Doğu Akdeniz’e yönelmiş olan Amerikan 428 Metin, a.g.e., s. 67. Hasan Köni, “Kurtuluş Savaşı Öncesi Azınlıklar Sorununa Bir Bakış”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. IX, S. 27, Ocak 1994, s. 479. 430 Açıkses, a.g.e., s. 35. 431 Açıkses, a.g.e., s. 23. 432 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 50. 429 135 misyonerlerinin433 Osmanlı Devleti ve İran’daki etkileri artmaya başlamıştı. 1810 yılında yerel dini önderler arasında yapılan bir toplantıda misyonerlik çalışmaları ile ilgili özel bir büro kurulması kararlaştırıldı. İşte kısaca American Board olarak da bilinen ve Boston’da kurulan American Board of Commissioners for Foreign Missions örgütünün kuruluş maksadı gelecekte misyonerlik örgütleri ağının genişletilmesi yoluyla gerçekleştirilecek istilaya ortam hazırlamaktı434. American Board’ın Osmanlı Devleti’ne göndermiş olduğu ilk misyonerler 15 Ocak 1820’de İzmir’e gelen Plinky Fisk ve Levi Parsons’du. Bu iki misyoner İzmir’e geldiklerinde Osmanlı-Amerikan ilişkileri yok denecek kadar azdı. Misyonerlerin kozmopolit yapıya sahip bir İslam ülkesinde bulunduklarından başka Osmanlı Devleti ile ilgili bilgileri pek yoktu435. Fisk ve Parsons’un asıl görevleri sondaj gerçekleştirmekti. Onlardan sonra çok uzun bir hizmet dönemi için Osmanlı topraklarına ayak basacak olan William Goodel’in 1829 yılında Boston’daki meslektaşlarına yazdığı gibi misyonerler halkın arasına karışacaklardı. Bütün misyonerlerden sistemli bir şekilde beklenen genel anlamda dinsel açıdan halkın durumunun ne olduğu, din adamlarının sayıları, eğitim durumları, ülkede eğitim ve öğretime ilişkin durum ve American Board için çalışma sahası olup olmadığına dair bilgilerdi436. Fisk ve Parsons yaklaşık üç yıl İzmir’den Kudüs’e Beyrut’tan İskenderiye’ye kadar esas itibariyle ticaret yollarını izleyerek dolaştılar ve bir yandan da sondaj çalışmalarını gerçekleştirdiler437. Osmanlı topraklarının misyonerlik faaliyetleri açısından Asya’nın anahtarı olduğuna karar verilmişti438. Fisk ve Parsons’un İzmir’e ayak bastıkları andan itibaren American Board’ın başlıca faaliyeti Osmanlı Devleti’ndeki azınlık gruplarını tanımaya 433 Esra Danacıoğlu, “Oryantalizm ve Osmanlı’da Amerikan Misyonerleri”, Toplumsal Tarih, S. 119, Kasım 2003, s. 91. 434 Matfiyef, a.g.e., s. 65. 435 Seçil Akgün, “Amerikalı Misyonerlerin Anadolu’ya Bakışları”, OTAM, S. 3, 1992, s. 2. 436 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 29-31. 437 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 33. 438 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 29. 136 çalışmak olmuştur439. Önceleri Amerikan misyonerleri İzmir’deki Yahudilerle ilgilenmişler, daha çok onların nüfuzlarından yararlanmak istemişlerdir. Ancak Yahudi tebaa üzerinde etkili olamamışlardır440. Müslümanların din değiştirmesinin de zorluğu anlaşılınca yeni hedef olarak Ermeniler ele alınmıştır. Bu bağlamda adı geçen misyonerlerden sonra 1829-1830 yıllarında Anadolu’nun içlerine Ermenilerin ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere bir keşif gezisi yapan ilk misyonerler; Henry Otis Dwight ve Eli Smith olmuştur. Nasturilerin bulundukları bölgeleri de dolaşmışlardır. Bu misyonerler her ne kadar her türlü ruhban hiyerarşisine karşı olmaları, herkesin kutsal kitabı okuma ve anlama hakkından söz etmeleri, dini konulardaki sözleri, giyim kuşamları vs. sebeplerle tepki ile karşılansalar da441 onların Urmiye’ye yaptıkları keşif ziyareti sonucu hazırladıkları rapor, Amerikan desteğindeki bir Hıristiyan Nasturi hareketinin bölgedeki Müslüman-Arap-Kürt ve Fars hâkimiyetini sarsacağını, bölgenin misyonerlik faaliyetleri bakımından çok verimli olduğunu dile getirerek dikkatleri bölgeye çekmiştir442. Smit ve Dwight genel merkezlerine gönderdikleri ilk saptamalarında Nasturilerle ilgili olarak şunları söylemişlerdir: “Urmiye Nasturilerine karşısındaki özellikle dikkatinizi hoşgörüleri, günah çekeriz…Bunların çıkarmayı diğer tümüyle mezhepler reddedişleri gibi özelliklerinin zihnimizde Nasturilere yönelik bir misyonun diğer kiliselerde olduğundan çok daha az engellerle karşılaşacağına dair güçlü bir düşünce yaratmıştır.”443 Müslümanları Eli Smith araştırmalarının sonuçlarını yazdığı kitabında, Protestanlaştırmanın olanaksızlığına değindikten sonra; “…Ancak Hıristiyanlar arasında çalışmak suretiyle düşman topraklarının ta kalbine kolayca girme olanağına kavuşmuş oluyoruz.” diyerek niyetlerini açıkça ortaya koyuyordu444. 439 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 36-37. Tozlu, a.g.m., s. 790. 441 Esra Danacıoğlu, “Anadolu’da Birkaç Amerikalı Misyoner”, Toplumsal Tarih, S. 120, Aralık 2003, s. 79. 442 Çetin, a.g.t., s. 43. 443 Tomas Çerme, “Misyonerler: Avrupa Uygarlığının Dünya Geneline Yönelen Taarruzu, Amerikalı Misyonerler ve Nasturiler”, Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, S.19, 2005, s. 57. 444 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 38. 440 137 Amerikan misyonerliğiyle Doğu Hıristiyanlığı’nın karşılaşması Hıristiyanlığın en eskimiş biçimiyle en reforma uğramış tarzının karşılaşması demekti. Misyonerlerin içlerinde çalışmayı düşündükleri Ermeniler, Nasturiler, Keldaniler ve Süryanilerin her birinin kendi inanç sistemlerinin merkezinde ritüeller, seremoniler, adak ve oruç adetleri bulunuyordu. Misyonerler Doğu Hıristiyanları arasında çalışabileceklerini anladıkları anda çalışmaları her ne kadar parçalanmalara neden olsa da onlar için doğuyu uygar dünyaya katma anlamına gelmekteydi. Buradan yola çıkan Amerikan misyonerleri Doğu Hıristiyanlarının dini ritüellerini yargılamışlar, kendilerinin gerçek doğudakilerin ise ismen Hıristiyan olduklarını ileri sürmüşler ve onları genellikle “çökmekte olan kiliseler” ya da “yaşayan harabeler” olarak nitelemişlerdir445. Doğu Hıristiyanlarının bir misyon alanı olarak saptandığı 1830’larda Nasturiler Kuzeybatı İran ve Güneydoğu Türkiye arasında iki ayrı grup halinde yaşıyorlardı. Bunlardan birincisi Urmiye Kenti ve civarı ova köylerinde ikincisi ise Hakkari ve Cilo Dağları’nda yaşayan Nasturilerdi. Bunların merkezleri Koçanis’di446. Misyonerlerin yayınlamış olduğu raporlar üzerine, 1830 yılında TürkAmerikan ilişkilerinin resmen kurulması ile o güne kadar İngiltere’nin diplomatik şemsiyesinden yararlanan447 American Board daha da rahatlayarak 1834’de Justin Perkins ve karısını İran’a göndermiştir. Bir süre sonra Dr Asahel Grant da onlara katılmıştır. Daha sonra bunları başka misyonerler ve basım işleri sorumlusu Breimen izleyecektir448. Urmiye’ye gelen Perkins Nasturiler üzerinde faaliyetlere başlamıştır. Böylece İran’ın Urmiye bölgesinde seksen yıl kadar varlığını sürdürecek ve Nasturiler üzerinde çok etkili olacak gerçekleştirilecektir449. 445 Danacıoğlu, a.g.m., S.119, s. 92-93. Çerme, a.g.m., s. 57. 447 Kocabaşoğlu, a.g.b., s. 68. 448 Matfiyef, a.g.e., s. 66. 449 Yonan, a.g.e., s. 32. 446 bir misyonerlik istasyonunun kurulması 138 O dönemde bir başka misyoner grubu daha bölgede çalışmalara başlayacaktır ki bunlar İngiliz misyonerlerdi. Bu durum iki misyoner grup arasında rekabete neden olacak bu da bölgede tatsız olayların yaşanmasına sebebiyet verecektir. Misyonerlerin bölgeye gelişlerine kadar genel anlamda dostça ilişkiler içinde olan Kürtler ve Nasturiler arasındaki ilişkiler ülkede misyonerler ve çeşitli diplomatik temsilcilerin bulunmaya başlamasıyla bozulmuştur. Farklı dinlere mensup Kürtlerle Nasturiler arasında misyonerlerin çevirmiş olduğu bazı entrikalar bölgedeki huzuru bozmaya yetmiştir. Örneğin Justin Perkins 1836’da Nasturi Reisi Mar Şimun’a şöyle yazmıştır; “Mahkemeler ve ıstıraplar, Müslüman baskısını uzun süre siz ve halkınız bu topraklardaki çektiniz, ABD’deki Hıristiyan din kardeşlerinizin kalplerinde sempati ve ilgi uyandırdınız.” 450 Urmiye misyonu gerçek bir boşluğu doldurmuştur. Birkaç yıl sonra bir yandan bir düzine okul faaliyete başlarken diğer yandan Grant gelen hastalarla da ilgileniyordu. Tıbbi beceriler misyonerlerin halkın güvenini kazanmasına ve bazen de özellikle yöneticilerin batılı doktorlardan yardım beklediklerinde bir dereceye kadar hoşgörüyle karşılanmalarına olanak sağlamak açısından son derece önemliydi451. Amerikan misyonu görevini kültür Protestanlığı’nı yaymak olarak görüyordu. Misyonerler ilkin eğitim sonra sağlık hizmetleri geliştirerek halkla yakınlaşmayı sürdürmüşler, İncil ve bazı dini literatürü çevirme yanında okullar ve hastaneler kurarak bu eski Doğu Kilisesi’ni yeniden canlandırmayı amaçlamışlardır. Misyonun gelmesinden birkaç yıl sonra basımevi de kurulmuş ve misyon dergisi çıkarılmaya başlanmıştır. Misyonun sağladığı yararlar Müslümanlar için de açık olmasına rağmen hiçbir Müslüman bu olanaklardan yararlanmak istememiştir452. Örgüt bir süre sonra Grant’a istediği ortamı hazırlamış ve Hakkari’ye gitmesine izin vermiştir. Grant Urmiye’yi Nisan 1839’da terk etmiştir453. 450 Celil, a.g.e., s. 137. Guest, a.g.e., s. 141-142. 452 Yonan, a.g.e., s. 32-33. 453 Guest, a.g.e., s. 142. 451 139 24 Haziran 1839’da Nusaybin’de meydana gelen muharebe esnasında Musul’a gitmek için yola çıkan Grant ve bir diğer misyoner Henry Homes, Diyarbakır’da bulunmaktaydı. Grant ve arkadaşı Mardin’e gitmek için acele etti ama Grant’ın hasta düşmesi ve anarşinin doruğa tırmanması iki ay gecikmelerine yol açmıştır. Vali ile birlikte pek çok kişiyi öldüren bir grup kalabalık, Grant ve arkadaşını kasabanın dışında kurulmuş olan Deyrul Zafaran Manastırı’na kadar takip etti. Burada Yakubi patriği tam zamanında onları içeri alarak korudu. Bir hafta sonra Musul valisinin önderliğindeki askerler düzeni yeniden sağladığında zamanını Yezidiler üzerine bir makale yazmak için materyal toplamakla geçirmiş olan Homes, İstanbul’a dönmeye karar vermiş ve Grant ile yolları ayrılmıştır454. 1839’un Ekim ayında Musul’dan Nasturileri ziyaret etmek için yola koyulan Grant, İmadiye’de verdiği kısa moladan sonra Hakkari’ye yönelmiş ve ayın sonunda Mar Şimun’un makamına varmıştır455. Dr Grant Mezopotamya’daki Nasturi köylerine adım atar atmaz kendini onların kurtarıcısı olarak görmeye başlamıştır456. Mar Şimun ile beş hafta kalmanın verdiği cesaretle Grant, bir soğuk algınlığından dolayı derhal tedavi olması gereken Hakkari Emiri Nurullah Bey’i tedavi etmiş karşılığında bir de at alarak yola çıkıp Aralık ayında Urmiye’ye gelmiştir. 1840 yılında Grant Amerikan Komisyonu’na şahsen rapor vermek için bir kez daha Urmiye’den ayrılıp Boston yolunu tutmuştur. 1841 yazına gelindiğinde Grant’ın başarılarından ve gelecekteki muhtemel başarı olasılıklarından etkilenmiş olan Amerikan Kurulu’nun İhtiyat Komitesi, dağda görev yapacak iki misyoneri daha Osmanlı topraklarına göndermiştir. Ancak misyonerlerden birinin yolda, karısının da Musul’da ölmesi ve diğer çiftin de hastalanması neticesinde üçüncü kez Hakkari dağlarında bulunan Grant işini bırakarak arkadaşlarını tedavi etmek üzere Musul’a gitmiştir. 454 Guest, a.g.e., s. 147; Çerme, a.g.m., s. 60. Guest, a.g.e., s. 150-151. 456 Foggo, a.g.e., s. 20. 455 140 Aynı yılın Kasım ayında Grant ve iyileştirdiği misyoner Hindsdale Musul’un kuzeydoğusunda yer alan Nasturi köylerini ziyaret ettiler. Bu köylerin büyük bir bölümü Katolik papazlarca dinlerinden döndürülmüş umut verici olmayan bölgelerdi. Yezidi köylerini de dolaşan misyonerler Yezidi dini hakkında da bilgi edindiler. Bu gezi sırasında Yezidilerin ve Nasturilerin belki de İsrail’in kaybolmuş aşiretlerinin soyundan geldikleri yolundaki bir olasılık Grant’ın ilgisini çekmiştir457. Bu iki misyoner Musul’a geri dönerken geceyi Şeyxan mirinin ikametgâhı olan Baedre köyünde geçirmişlerdir. Misyonerlerin orada geçirdikleri akşamla ilgili günlüklerinde şu notlar vardır; “Emir bizi ziyaret etti. Dr Grant’ın Mar Şimun’a ve dağdaki Nasturilere yaptığı ziyareti hakkında çok sorular sordu. Nasturilere büyük saygı beslediğini gizlememişti. Bunlarla eskiden bir olduklarını şimdi ise kardeş olduklarını, Mar Şimun’un kendisini dağa davet ettiğini orada konuğu olarak beş yıl kalmasını memnuniyetle karşılayacağını söylüyordu. Bir zamanlar cesur ve canlı bir halk olarak temsil ettiği üçbin kişilik Tiyari Nasturisini yönettiğini söylüyordu. Söylediğine göre halkı eskiden Nasturilerle aynı dindenmiş ve hala Hıristiyanlığa inanmaktalarmış.”458 1842-1843 kışı Asahel Grant için bir dönüm noktası olmuştur. 1842 Aralığı’nda Grant’ın dağları terk ettiği dönemde Hakkari’nin Aşita adlı Nasturi köyünde yeni misyon binasının inşaatına başlanmıştır. Ne var ki Mar Şimun’un itaatsizliğinden dolayı Bedirhan Bey ve İsmail Bey ile birlikte gizli planlar kuran Nurullah Bey, yapılmakta olan bu binanın bir kale işlevini görmeye göre tasarlandığından ve pencerelerin -ki bu pencereler Hakkari’de yeniydi- tam bir mazgal olduğundan şüphelenmekteydi. Musul Valisi Muhammed İnce Bayraktar ise sadece üç misyoner aile için tasarlanan dört odalı bu binanın gerçekte İngiltere parasıyla finanse edilen ve 250 odası olan bir bina olduğuna inandığını söylüyordu. Paşa bir ara Grant’ın tuzağa düşürülmesine yönelik emirler vermişse de Grant hastalanan diğer misyoner 457 458 Guest, a.g.e., s. 151-157. Guest, a.g.e., s. 157-158. 141 Hindsale’i tedavi gerçekleştirilememişti etmek 459 üzere başka bir yoldan gidince bu . Misyon binası sadece Nurullah Bey’i tedirgin etmemişti. Bölgede bulunan Kürt beyleri ve bunlardan biri olan Bedirhan Beyi de oldukça kuşkulandırmıştı. Kürtler, bu faaliyeti Aşita köyünde bir ecnebi sarayının inşa edilmekte olduğu ve burada esaslı bir şekilde yerleşen Hıristiyanların dinlerini Kürtler arasında yaymak amacında oldukları şeklinde algılamışlardı460. Ayrıca binanın kendilerine saldırı düzenlemek amacıyla kurulduğunu da düşünüyorlardı. Bedirhan Bey bölgede rahatça dolaşan hatta bina yapacak kadar ileri giden misyonerlerin planlarından şüphelenmekte, misyonerler de bu şüpheleri giderecek bir davranışta bulunmamaktaydı461. Hıristiyanlar için yapılan hizmet binası ile ilgili şüphelerini gidermek isteyen Hakkari Beyi Nurullah Bey daha önce kendisini iyileştiren Dr Grant’ı konağına çağırmış ve bu durumu sormuştur. Dr Grant hizmet binasının bir okul ve misyonerler için bir yerleşim birimi olduğunu belirtmiştir. Grant kendisinden bu konuda yazılı bir belge isteyen Nurullah Bey’e istediği belgeyi verir462. İngiliz Arkeolog Austen Henry Layard da Kürtleri şüphelendiren bu ihtişamlı bina ile ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır; “Dağlardaki kısa geçici kalma süreleri içinde Amerikan misyonerleri tarafından yaptırılmış olan yapılar Kürtleri hem kuşkulandırmış hem de kıskandırmıştı. Çünkü tek başına duran bir tepenin doruğunda yapıldığı için tüm vadiyi gören bir görüş açısına sahipti. Yer daha az gösterişli yapı daha küçük yapılabilirdi. Aralarında oturmaya gelmiş oldukları insanların karakterlerini çok iyi bilen bu kişilerin böyle tedbirsiz davranmaları beni çok şaşırttı.”463 Nisan 1843’de Grant dağlara son yolculuğunu yapmak üzere Musul’dan bir kez daha ayrıldığında bu defa yanında yeni çalışma arkadaşı Thomas Laurie de vardı. Misyon binası tamamlanmak üzereydi ama öyle bir 459 Guest, a.g.e., s. 160-161. Çetin, a.g.t., s. 43. 461 Foggo, a.g.e., s. 42. Hakkari Emiri Nurullah Bey’i tedavi etmesinin verdiği rahatlıkla bölgedeki Kürt-Nasturi çatışmalarına rağmen misyon binası inşasına başlayan Grant bu binanın yapımı için Nurullah Bey’den özel izin aldığını söylemektedir. Çerme, a.g.m., s. 61. 462 Foggo, a.g.e., s. 42-43. 463 Foggo, a.g.e., s. 42. 460 142 durum vardı ki herkes tetikteydi. Bu gergin ortamda Grant bir isteğe cevap vermek zorunda kalmıştır. Bedirhan Bey doktorun gelip kendisine bakması için haber yollamıştı. Grant, Bedirhan Bey’in Dergül’deki makamına gittiğinde diğer beyler de oradaydılar ve Nasturilere nasıl saldıracaklarını tartışıyorlardı. Birkaç gün sonra Grant Bedirhan Bey’in kişisel sağlığı ile ilgili tavsiyelerde bulunduktan ve misyon evinin hiçbir zarar görmeyeceğine dair söz aldıktan sonra oradan ayrılırken Nasturiler ve Kürtler arasındaki anlaşmazlığa karışmayacağını bildirmiştir464. Grant bu konuda “Misyonerlerin karışmama politikası kendi amaçlarının ve canlarının korunmasına yardımcı olmayacaktır.” demiştir465. Grant Nasturileri en kötü duruma hazırlık yapmaları için uyardıktan sonra Musul’a dönmüştür466. Foggo ise, Grant’ın Nasturilere karşı yapılan saldırı planını bildiği halde Nasturilere bildirmediğini ve Grant’ın ayrılışından kısa süre sonra Kürtlerin saldırısının gerçekleştiğini söylemektedir. Misyoner yapılan katliamı da kendi faaliyetleriyle ilişkilendirir. Amerikalı misyoner bu gibi hücumların Hıristiyanları daha çok Allah’a bağlayacağını açıklamıştır467. Kürtlerle Nasturiler arasında iyice gerginleşen ipler en sonunda Bedirhan Bey’in saldırıları ile koptu. Pek çok Nasturi’nin öldüğü bu saldırılarda en büyük etken daha önce de belirttiğimiz gibi Amerikan ve İngiliz misyonerler arasındaki rekabetti. Amerikan misyon binasının uyandırdığı kuşku da bu durumda etkili olmuştu. İngiliz misyonerlere göre, Amerikan misyonerlerinin Nasturileri dinlerinden döndürme çabaları onlar arasındaki dağınıklığı ve bölünmüşlüğü güçlendirmiştir468. Misyoner Horatio Southgate tarafından 1843 yılında New York Protestan Piskopos Kilisesi üyelerine gönderilen bir mektupta da; Nasturilere karşı yapılan Kürt saldırısından misyonerlerin sorumlu olmadığı, Kürtlerin istilalarını haklı çıkarmak için Musul 464 Guest, a.g.e., s. 162-163. Celil, a.g.e., s. 142. 466 Guest, a.g.e., s. 162-163. 467 Foggo, a.g.e., s. 47-48. 468 Foggo, a.g.e., s. 44. 465 143 valisine bir bahane üretmelerinin gerektiğini ve Amerikan misyon binasının inşaatının bu bahane için uygun olduğunu belirtmiştir469. Bu tatsız olaylardan sonra misyonerlerin büyük bir bölümü ülkelerine geri dönmüş, sadece sekiz Amerikan misyoneri bölgede kalmış ancak bunların beşi de salgın hastalıktan ölmüştür470. Grant’a gelince kendi misyoner faaliyetleri için bu defa Kürtler ve Yezidileri belirlemiştir. Fakat Musul’da tifodan ölünce niyetlerini gerçekleştirememiştir. Bundan sonra Amerikan misyon merkezi Urmiye olacaktır471. 1850’ye kadar Musul’da pek bir başarı elde edemeyen misyon Urmiye istasyonuyla sınırlı kaldı. Ancak Justin Perkins’in Musul, Diyarbakır, Mardin gezisinden sonra bu bölgede bir Asur misyonu kurulması önerisiyle misyon önem kazandı ve Musul’a atanan üç misyoner; Dwight, Marsh Frederic Williams ve Dr. Lobdell Süryani Yakubilerle ilgili araştırmalara başladı472. İsmin bu şekilde seçilmesinin sebebi; 1842 ve 1845 yıllarında Botta ve Layard’ın Ninova kazılarından sonra Asur uygarlığının batı dünyasında hızla kazandığı ün ve ilgi idi. Bu adlandırma ile basitçe bir coğrafya kastedilmemiş, Musul bölgesindeki Hıristiyan toplulukların Asur uygarlığının varisleri olduğu da ima edilmek istenmiştir. Böylece Asuri adı bölgedeki bütün Semitik kökenli Hıristiyanların genel ismi olarak ilk kez Amerikan misyonerlerince kullanılmış ve daha sonra yaygın olarak kabul görmüştür. Musul misyonunun merkezi olarak Diyarbakır kullanıldı. Bunda amaç hem Süryanilerin hem de Ermenilerin bölgede fazla oluşlarıydı473. Urmiye’de çalışan Frederick Williams 1858’de Mardin’e geldi ve 1867’de 19 üyeyle Mardin Protestan Kilisesi’ni açtı. Sonbaharda Süryani Jurgis Hadaiya pastor oldu ve 1933’te ölene kadar çalıştı. 1868 yılında Mardin’e gelen Dr Alpheus Newel Andrus ve eşi ölen Williams ile bölgede bulunan diğer misyonerler, Thedore ve Julia Pond’un yerini almışlardır. Andrus diğer istasyon ve köylere seyahatler yaparken eşi 469 Foggo, a.g.e., s. 101-102. Çetin, a.g.t., s. 44. 471 Celil, a.g.e., s. 143. 472 Aydın, Emiroğlu Vd., a.g.e., s. 282; Çerme, a.g.m., s. 62. 473 Esra Danacıoğlu, “Diyarbakır’da Amerikan Misyonerleri”, Diyarbakır: Müze Şehir, Haz. Şevket Beysanoğlu, M. Sabri Koz, Emin Nedret İşli, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 168. 470 144 de öğrencilerin eşleri için çeşitli kurslar düzenliyordu. 1880’de Calep Frank Gates Mardin’e gelmiş aynı yıl Mardin Hastanesi açılmış ve ertesi yıl da Midyat istasyonu kurulmuştur474. Amerika misyonerlerinin faaliyetleri sonucu Osmanlı topraklarında özellikle Doğu Anadolu’nun birçok yerinde misyonerlik merkezlerinin sayıları oldukça artmıştır. Yabancı misyonerler için Amerikan bürosunun 1868 yılı raporuna göre; Bitlis, Diyarbakır, Harput, Mardin ve Erzurum Amerikan misyonerlerinin bulundukları yerlerdir. Bunların bu merkezler dışında yerli elemanlarla gözetim altında tutulan 86 istasyonları vardır. Bunların tümüne Doğu Türkiye Misyoner Heyeti denilmektedir. Nasturiler arasında ise 12 dış istasyon vardır ve buralarda 24 yerli vaiz ile öğretmen eğitim yaptırmaktadırlar. Bunlar Urmiye’deki Amerikan misyonerlerinin gözetimi altındadır475. 1881’de toplam altı kilise ve 25 yerleşim yerinde çalışma yürütülüyorken kilise sayısı 1889’da sekize çıkmıştır. Protestan cemaatin ise 449 üyesi bulunmaktaydı. Bu tarihlerden itibaren misyonun görevi ibadete önderlik etmekten çok çevrede dine kazandırılacak yeni insanlar bulmak, eğitim ve dini kitapları dağıtmak olarak belirlenmişti476. 1885 yılında Mardin’de açılan erkek okulu 20 öğrenci ile eğitime başlamış daha sonra bu sayı 40’a ulaşmıştır. 1887-88 ders yılında Mardin’deki erkek okulunun 48 öğrencisinden 37’si Protestan Ermeni, 5’i Yakubi, 1’i Gregoryen Ermeni ve 5’i Katolikti477. Bunun yanı sıra Lübnan’da çeşitli köylerde Maruni çocuklarının da gittiği Amerikan okulları bulunmaktaydı. Ayrıca Harput’ta yarısını Ermeni Protestanların yarısını ise Ermeni, Katolik Ermeni ve Süryanilerin oluşturduğu 1040 öğrencili bir idadi ve Mardin’de 37 Protestan Süryani ve Katolik Süryani erkek öğrencinin devam ettiği bir okul bulunmaktadır478. Görüldüğü üzere bölgedeki okullar Ermenilerin özellikle de Protestan Ermenilerin devam ettiği okullardı ancak 474 Aydın, Emiroğlu Vd., a.g.e.,s. 282-283. Şimşir, a.g.e., s. 87-88. 476 Aydın, Emiroğlu Vd., a.g.e., s. 283-284. 477 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 171. 478 Mutlu, a.g.e., s. 342-346, 365-367. 475 145 diğer Hıristiyanlar da okullardan yararlanabilmekteydiler479. İşte farklı Hıristiyan cemaatlerden olanlara örnek olarak Mardin’deki okuldan mezun olan ilk dört teologdan biri; İsa Maksi Yusef verilebilir. 1872’de Diyarbakır’ın Kabei köyünde doğan Yusef, Kadim Süryani Kilisesi’ne bağlı bir ailenin çocuğuydu. ABD’de İsya Joseph adıyla yayımladığı Yezidiler üstüne çalışmaları ile tanınmıştır480. Erkek okulu ile aynı dönemde açılan bir diğer okul da kız lisesiydi. 1898’de 25, 1899’da ise 23 öğrencisi bulunmaktaydı481. Mardin’deki Amerikan okullarında yerli cemaatten de görev yapanlar bulunmaktaydı. Bunlardan en önemlisi Mardin’deki Amerikan Koleji’nde 25 yıl süreyle ders veren Süryani Kadim Cemaatinden Hanna Sırrı Çıkkı’dır482. 1888 yılından itibaren Amerikalı misyonerlerin Mardin’deki faaliyetleri yöneticilerin dikkatini çekmiş ve misyonerlerin etkisini azaltmak amacıyla sancağın her tarafında okullar açılmasına dair Diyarbakır vilayetine talepte bulunulmuştur483. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Doğu Anadolu Misyonu’nun görev bölgesindeki okullar ve öğrenci sayıları şöyledir484; Harput’ta Euphrates Collage 200 Harput’ta Girls High School 395 Diyarbakır’da Protestant School Mardin’de Girls High School 39 Mardin’de Teachers School ? Bitlis’de Girls Boarding School 479 ? 41 Van’da Boys School 325 Van’da Girls School 484 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 171. Aydın, Emiroğlu Vd., a.g.e., s. 285. 481 Özcoşar, a.g.e., s. 409. 482 Fuat Murat Çıkkı, Naum Faik ve Süryani Rönesansı, Haz. Mehmet Şimşek, İstanbul, Belge Yayınları, 2004, s. 131. 483 Tiğinçe Oktar, Hamdi Genç, “Osmanlı- ABD İlişkileri Bağlamında Mardin Sancağında Faaliyet Gösteren ABD’ye Ait Eğitim ve Sağlık Kurumları, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 497. 484 Polat, a.g.m., s. 651. 480 146 Erzurum’da Girls School 200 Erzurum’da Boys Boarding School 90 Birinci Dünya Savaşı çıktığında bölgedeki 23 istasyonun yarısı dağıtılmış birçok kilise de zarar görmüştür. Mardin Hastanesi’nde yalnızca hemşire Rachel North kalmıştı. Amerikan elçiliği savaş başlayınca yollar açıkken bütün misyonerlerin ülkeden çıkmasını tavsiye etti ve misyon Mart 1917’de bölgeyi terk etti485. Amerika Osmanlı Devleti ile en geç ilişki kuran devletlerden biri olmasına rağmen bu açığı kapatacak şekilde etkinlik göstermiştir. Öyle ki maddi gücü ve izlediği siyaset sayesinde kendinden çok önceleri bazı haklar elde etmiş olan Fransızlarla boy ölçüşecek hale gelmiştir. Ticaret ve misyonerlik faaliyetleri yoluyla başlayan eğitim öğretim olgusu ve bu konuların birbiriyle olan bağlantısı Amerika açısından daima yararlı olmuştur. Tıpkı diğer yabancı devletlerin dini ve siyasi açıdan kendilerine yakın bir topluluk belirleyip korumaları ve onları etki altına almaları gibi Amerikalılar da Ermenileri himaye altına almışlardı486. Onlar üzerindeki çalışmalar esnasında Süryanilerle de karşılaşmışlar özellikle de Nasturiler arasında çok başarılı olamasalar da çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalar sonucunda Mardin’deki bazı köyler Protestan olmuşlardır. Kurulan Doğu Anadolu misyonu ile özellikle Osmanlı Devleti’nin türlü olanaksızlıklar dolayısıyla fazla hizmet veremediği Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde halkla karşılaştırılamayacak kadar ileri yaşam biçimleri sergileyerek özendirici olmuşlar ve halkı etkilemeye çalışmışlardır487. Bunu yaparken kullandıkları en temel faktör de diğer devletlerin de yaptığı gibi eğitim kurumları açmak olmuştur. Açılan okullar misyonerlik faaliyetlerinin bir tür vitrini olmuştur. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde yalnızca Anadolu’da 400’ü aşkın okulda 17.500 dolaylarında öğrencinin okuyor olması azımsanmayacak bir durumdur ki bu rakam Yusuf Akçura’ya göre toplam öğrenci miktarının üçte biridir. Ayrıca okullarda dinsel görünmesine rağmen pozitivist ve liberal bir eğitim verilmesi, 485 Aydın, Emiroğlu Vd. , a.g.e., s. 285. Polat, a.g.m., s. 628. 487 Akgün, a.g.m., s. 3. 486 147 yaşanan tüm olumsuzluklara karşın Amerika’nın “ehven-i şer” bir devlet imajını sürdürmesine olanak sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Amerikan mandası isteyen bir grup insanın bu taleplerinde hiç kuşkusuz Amerikan okullarının etkisi ve payı vardı488. Eğitim hem ideallerin aşılandığı hem de kültürel transferin yavaş yavaş yapıldığı bir alan olarak, Türklerin düşmanlığı uyandırılmadan Hıristiyanlaştırma çalışmalarının devam ettirildiği bir vasıta olarak başarıyla kullanılmıştır489. 1869 yılında yayınlanan Maarif Nizamnamesi’nin okul açılmasında ruhsat alma zorunluluğunu getirmesi önceleri izinsiz ruhsatsız okul açabilen diğer devletler ile birlikte Amerika’yı da huzursuz etmişti. Resmi kanallar vasıtasıyla huzursuzluklarını Osmanlı Hükümeti’ne duyuran Amerika kendileri için ayrıcalıklar talep etmiştir. Okulların Osmanlı padişahına sadık bir şekilde faaliyet sürdürdükleri ve çalışanlar arasında fesada sebep olacak kimsenin bulunmadığı belirtilmiştir. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin istediği gibi okullara ruhsat alma yoluna gidilmiş ve çok önemli okullara ruhsat alınarak faaliyetlere devam edilmiştir490. Amerikan misyonerlerinin faaliyetlerine lojistik destek sağlayan önemli kurumlardan biri de 1822’de Malta’da kurulan Amerikan matbaası olmuştur. Amerikan okullarının ihtiyacı olan basılı malzemeleri temin etmenin yanı sıra dinsel içerikli yayınları da basan bu matbaanın bir bölümü 1834 yılında İzmir’e bir bölümü de Beyrut’a taşınmıştır. 1850’de Protestanlığın Osmanlı Devleti tarafından resmen kabul edilmesi üzerine siyasi sakıncalar ortadan kalkınca matbaa, 1853’de Beyoğlu’na, 1872’de de Bible House binasına taşınmıştır491. Osmanlı arşiv belgelerinde Amerikan misyonerlerin özellikle Ermeniler üzerindeki faaliyetleriyle ilgili olarak belgeler bulunmaktadır. Nasturiler üzerindeki faaliyetlere örnek olarak Gevar’da Hakkari mutasarrıfı tarafından yazılan 1899 (H. 27 Cumaziyelahir 1317) tarihli bir belge verilebilir. Bu belgeye göre; Nasturi aşiretleri arasında Protestanlık mezhebini temin için 488 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 221-222. Tozlu, a.g.e., s. 793. 490 Polat, a.g.m., s. 635-639. 491 Mutlu, a.g.e., s. 297. 489 148 ayrı ayrı mektepler açılması gayesiyle Urmiye’de bulunan Amerikan misyonerlerinden Mister Kevin’ın bu alandaki faaliyeti dile getirilmektedir. Ayrıca bu kişinin yanında eğitim maksatlı kullanılmakta olan çok sayıda dini kitap da bulunmaktadır. Ancak daha ilginç olan matbu bir harita ile iki adet krokidir. Nasturi aşiretleri arasına o vakte kadar devlet memurlarının bile rahatça giremediği düşünülecek olursa son derece mükemmel yapılmış harita ve krokilerin bu kişiler tarafından hazırlanmış olması dikkate değerdir. Belgede ayrıca bazen Nurduz bazen de Musul cihetlerinden gelerek dağlarda son derece eziyetler çekip her türlü tehlikeyi göze alarak o havalide faaliyet gösteren bu şahısların faaliyetlerini menetmenin mümkün olmadığından da şikâyet edilmektedir492. Misyonerler siyasi gücü her zaman yanlarında bulmuşlardır. Diğer devletlerde olduğu gibi Amerikan misyonerleri de aynı gücü arkalarında hissetmişlerdir. Öyle ki Birleşik Devletler, atadığı konsolos ve konsolos yardımcılarını bile zaman zaman misyonerlerden seçmekteydi493. Amerikalılar Nasturileri potansiyel bir koz olarak görmelerine rağmen onlar üzerinde İngiltere kadar etkili olamamışlardır. Amerikan misyonerlerinin Nasturilerle esas ilgilendikleri merkez İran’ın Urmiye şehri olmuştur. Burada çalışan Amerikan misyonerleri hakkında özetle şunları söyleyebiliriz ki; yapılan çalışmalarla Nasturilerle Kürtler arasındaki düşmanlığın artmasına sebep olmuşlardır. Diğer misyonerlerle karşılaştıracak olursak Amerikan misyonerlerinin daha çok kültürel anlamda etkiler yaptığını söyleyebiliriz. Siyasi anlamda ise İngiltere kadar etkili olmadığı görülmektedir. Zira Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden günlerde Nasturilerle İngiltere arasında gelişecek olaylar bunun en güzel örneklerini oluşturacaktır. Sonuç olarak Osmanlı topraklarında eskiden beri süregelen monofizit kilise ve toplulukların emperyalist emeller uğrunda bölünüp parçalanması 19. yüzyılda bütün sömürgeci devletlerin takip ettiği politikanın temelini oluşturmuştur. Emperyalist devletlerin bu politikadaki amaçları Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimleri devlete karşı ayaklandırarak 492 493 BOA, Y.PRK.UM., Dosya No. 48, Gömlek No.69. Tozlu, a.g.m., s. 791. 149 sözde onlara birer toprak verip devlet kurdurarak kendilerine bağlı tampon bölgeler kurmaktır. Kurulacak olan bu devletlerin Osmanlı Devleti ile devamlı çatışmasını sağlayarak kendi müdahalelerinin kolaylaşacağını düşünen emperyalist devletler onları kendi dış politika hedefleri doğrultusunda kullanmayı amaçlamaktaydı. İşte şarkın eski monofizit kilise ve cemaatleri Ortodoks, Katolik ve Protestan Kiliseleri vasıtasıyla emperyalist devletlerin “böl, parçala, yönet” politikalarının aracı olmuşlardır. Yüzyıllardır süregelen bu sistem içerisinde azınlıkları bir bütün halinde muhafaza etmeyi, kendi toplumsal düzenini temel taşı olarak gören Osmanlı Devleti’nin ise, etrafı emperyalist devletlerce sarıldığında bu gelişmeler karşısında yapabileceği pek fazla bir şey kalmıyordu494. Osmanlı Devleti çağın gereği olan sosyal kuruluşlarını yeterince tesis edemediğinden cemaatler devlete saygılı, faydalı ve bağlı olmaktan çıkmış, adeta misyonerlerin mücadele sahası haline gelen Osmanlı topraklarında Batılı devletler tarafından araç olarak kullanılmışlardır. Bunda da Hıristiyan devletlerin başarılı olmadığını söylemek mümkün görünmemektedir495. 494 Kılıç, “XIX. Asırda…”, s. 9. Açıkses, a.g.e., s. VII. 495 İKİNCİ BÖLÜM BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ve MİLLİ MÜCADELE DÖNEMLERİNDE SÜRYANİLER 1. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA SÜRYANİLER ve NASTURİ İSYANLARI Uzun yıllar devam eden gerileme döneminden sonra girdiği Tarblusgarp ve Balkan Savaşları’ndan da yenilgi ile ayrılan Osmanlı Devleti, yapmak istediği ittifak denemelerinde başarısız olmuş ve siyasi bakımdan oldukça yalnız kalmıştı. Savaşların sebep olduğu bunalım ve ekonomik sıkıntıların yanı sıra verilen büyük kayıplar da devleti sıkıntıya sokmaktaydı. Böyle bir ortam içerisinde Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti bir yandan birçok cephede büyük güçlerle savaşırken diğer yandan içeride kendi tebaası ile uğraşmak zorunda kalıyordu. Osmanlı Devleti’ni bu konuda en çok zorlayan grup Ermeniler olmakla birlikte Süryanilerin de Osmanlı Devleti’ne karşı ilk ciddi başkaldırıları Birinci Dünya Savaşı’nda görülmektedir. Süryanilerin savaş esnasındaki durumları da iki devreden oluşmaktadır. Birinci devre Rus desteğindeki hareketleri, ikinci devre ise 1917 İhtilali’nden sonra İngilizlerle beraber oldukları devredir1. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Osmanlı Devleti’nde yaşayan Süryanilerin devlete karşı ayaklanmalarını gerektirecek bir sebep bulunmamaktaydı. Rahip John Panfil’e göre; Süryaniler savaştan önce Türkiye’nin güneydoğusundaki dağlık bölgelerde, daha ziyade Kürt aşiretlerle çevrelenmiş iseler de misyonerlerin bölgedeki faaliyetlerine kadar Müslümanlarla dostane ilişkiler içinde yaşıyorlardı. Süryani önderlerden Ağa Petros bile bu durumu kabullenerek; “1914 yılı başlarında her şey sakindi ve biz mutluyduk” demiştir2. 1 Çetin, a.g.t., s. 65. Salâhi R. Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler, I. Dünya Savaşı Günlerinde Güçlü Devletlerce Nasıl Aldatıldılar”, XII. Türk Tarih Kongresi, C. III, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993, s.1145-1146. 2 151 Bu noktada savaş esnasında ve savaştan sonra sıkça karşımıza çıkacak olan Ağa Petros’tan bahsetmek yerinde olacaktır. Osmanlı Devleti’nin Urmiye’deki Konsolosu Mehmet Ragıp’ın 11 Haziran 1914’de göndermiş olduğu bir rapordan anladığımıza göre, Çölemerik kazası ahalisinden ve Nasturi milletinden olan Ağa Petros, 1910 yılında Urmiye’de Osmanlı fahri konsolos vekâletinde bulunmuş doğuda çıkan bazı karışıklıklarda rol oynamıştır. 1912 yıllarında ise Ruslardan sağladığı bazı menfaatlerle Ruslara temayül edip Kürt aşiretlerini Osmanlı Devleti aleyhine tahrik ettirerek türlü fesatlıklarda bulunmuştur. Casusluk da yapan Ağa Petros, Urmiye, Salmas ve havalisinde yaşayan 15.000’e yakın Nasturiyi Rus Ortodoks mezhebine dâhil etmek için Ruslara büyük hizmetlerde bulunmuştur. Osmanlı Nasturilerini hatta Patrik Mar Şimun’u dahi adı geçen mezhebe girmeleri ve Osmanlı Devleti aleyhine hareket etmeleri için teşvik etmekten de bir an geri kalmamıştır3. Rusların, Nasturileri istismar etmek suretiyle karışıklıklar çıkartmaya çalıştıklarını bilen Osmanlı yönetimi, 1914 Ağustosunda, Van Valisi Tahsin Paşa aracılığıyla Patrik Mar Şimun’dan Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi durumunda Nasturilerin tarafsız kalmalarını istemiş, bunun karşılığında da mali, idari ve dini sorunlarının çözümleneceği sözünü vermiştir4. Patrik ise Türkler Nasturilere kötü davranmamaya söz verirlerse tarafsız kalacakları garantisini vermiştir. Bu konu ile ilgili farklı bir anlatıma göre de Ruslar İran’a girdikten sonra Mar Şimun, daha önce kendisine başvurarak 25.000 tüfek sağlamayı teklif etmiş olan Urmiye’deki Rus askeri makamlarına elçiler göndererek Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak kararı aldığını bildirmiştir. Musul’daki Alman konsolosu ise göndermiş olduğu ajanlar vasıtasıyla, Mar Şimun’a tarafsız kalırlarsa Osmanlı Devleti topraklarındaki tüm Nasturilerin güvence altına alınacağını bildirmiş, ancak patrik bu öneriye karşılık vermemiştir5. 3 BOA, DH.KMS., Dosya No. 23, Gömlek No. 43. Kemal Çiçek, “Birinci Dünya Savaşı ve Nesturi-Süryaniler”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 541. 5 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1146. 4 152 Harbin başladığı sıralarda ise Ruslar, Nasturilerle Ermenileri, Türklerle savaşmaları için silahlandırıp desteklemeye başlamışlardı. 1906 yılında Nasturilerle kurmuş oldukları siyasi ilişkiyi ayaklandırmaya dönüştürmek için harekete geçen Rusya, 10 Kasım 1914 tarihinde keşifle görevli üç Nasturi’yi Mar Şimun’a göndermiştir. Bu üç görevli Mar Şimun’dan kendisinin ayaklanmayı başlatmaya hazır olduğunu belirten bir mektup getirmiştir. Mar Şimun, ayrıca ayaklanmanın başarılı olabilmesi için Ruslardan Başkale ve Diz üzerine yapılacak hücumda silah temin etmeleri ve isyancılarla birleşmeleri isteğinde bulunmuştur6. Hıristiyan bütünleşmesine karşı mahalli Müslüman aşiretler de Osmanlı Devleti’nin yanında yer almışlardır. Urmiye ve Salmas’da Rus destekli Nasturi ve Ermeni çetelerine karşı Osmanlı ordusu ve Müslüman aşiretler müşterek hareket etmişlerdir. Bölgede başarılı mücadeleler veren bu müşterek kuvvet daha harbin başında Elbak’ta Nasturilerle çarpışmıştır7. 26 Kasım 1914 tarihine ait bir belgeden anladığımız kadarıyla; Bacirge cihetinden İran’a geçen Türk çeteleri, bir hudut taburu ve aşiretlerin yardımıyla Urmiye ve Selmas arasındaki Sumas ve Biradost nahiyelerini işgal ettikten sonra Ruslar tarafından silahlandırılıp Urmiye’de toplanan 3000 kadar Nasturi’nin taarruzunu defedip daha ilerde Ermeni ve Rus kuvvetleriyle çarpışmışlardır8. 1914 yılı sonunda Ruslar, Urmiye ve Selmas’ı boşaltınca çok zor durumda kalan Nasturiler’in bir kısmı Kafkaslara kaçmayı başarırken geride kalanlar Kürt aşiretlerinin saldırısına uğramış birçoğu Amerikan ve Fransız binalarına sığınırken İngiliz raporlarına göre 4000 Nasturi hayatını kaybetmiştir. Amerikalı misyoner Dr. Shedd de bu olaylar esnasında 800 Nasturi’nin kırıma uğratıldıkları iddiasında bulunmuşsa da Tebriz’deki İngiliz konsolosunun, Tahran’daki diplomatik temsilcisi Sir W. Townley’e 1915 yılı Mart ayında gönderdiği gizli yazısında Dr. Shedd’in iddiasını yalanladığını görmekteyiz9. Bu çarpışma esnasında elbette Nasturilerden yaşamını 6 Matfiyef, a.g.e., s. 80-81. Çetin, a.g.t., s. 65. 8 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S. 36, Ermeni Belgeleri Özel Sayısı 4, Nisan 1987, s. 9-11, Belge No. 2050. 9 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1146-1147. 7 153 yitirenler olduğu gibi Türk ve Müslümanlar da çok sayıda kayıp vermişlerdir. Fransız ve Amerikan binalarına sığınan Nasturilerin sayısı 35-40.000 civarında olup Tahran’daki Amerikan elçisinin raporlarına göre göç sırasında doğal şartlardan dolayı çok sayıda Nasturi hayatını kaybetmiştir10. Savaşın ilk günlerinde devlet, Nasturilerin sadakatini temin etmek için eğitim serbestliği, iyi cins silah temini, patrik, piskopos ve meliklere maaş bağlama ve maddi yardımda bulunma gibi vaatlerle patriği kendisine bağlamaya çalışmışsa da bir fayda vermemiştir. Nitekim Patrik Mar Şimun, erişilmesi güç olan ve kendisine muhafızlar temin edebildiği Diz taraflarına çekilmeyi tercih etmiştir. Bu sırada patriğin amcası Nestorus, bir rivayete göre, Türklere karşı barışçı bir siyaset takip edilmesini tavsiye eden bir konuşma yaparken “bir kaza kurşunu” ile öldürülmüştür11. Bu olay da Patrik Mar Şimun’un, cemaatinin görüşlerine uymayarak fevri hareket ettiğini göstermektedir. O sıralarda Ruslar Türklere karşı girişecekleri askeri faaliyetlerde Nasturilerin silahlı yardımına çok önem vermekteydiler. Nasturi ileri gelenleri de 1915 yılı Mayıs ayında Diz’de yaptıkları bir toplantıda Rus vaatlerini görüşerek İtilaf Devletlerine katılma kararı almışlardır12. Nasturi liderlerden Ağa Petros, 1922 yılında şu açıklamayı yapacaktır: “1915 Mayıs’ında patriğimiz Rus kuvvetleri başkomutanı General Chirniezobof’dan bir telgraf aldı. General, bizi Halil Paşa’nın ordusuna saldırmaya ve böylelikle müttefik olmaya teşvik ediyordu.”13 Neticede Tiyari, Toma, Cilo, Baz, Şitazin ve Dizan’da Nasturilerin uğradığı katliam ve zulümler gerekçe gösterilerek 10 Mayıs 1915 tarihinde Nasturiler, Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa 14 girişmişlerdir . Ancak savaş ilanından önce de Nasturilerin Nisan 1915’de Çölemerik’de isyana başladıklarını ve bölgeye kuvvet sevki mümkün olmadığından mahalli jandarma ve bölge Müslüman halkın çabalarıyla 10 Çiçek, a.g.b., s. 542. Basil Nikitine, “Nestûriler”, İslam Ansiklopedisi, C. IX, Maarif Matbaası, İstanbul, 1944, s. 210. 12 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1148-1149. 13 Anzerlioğlu, a.g.m., s. 179. 14 Matfiyef, a.g.e., s. 86. 11 154 isyanın bastırılmaya çalışıldığını görmekteyiz15. 1 Mayıs 1915’de de Ruslarla yapılan muharebede 1500 kadar Ermeni ve Nasturi gönüllüsü Rusya’nın yanında Osmanlı kuvvetlerine karşı savaşmıştır16. Nasturilerin fiilen savaşa girişmelerinden sonra Türk birlikleri ile Nasturiler arasında şiddetli çarpışmalar olmuştur. Bu çarpışmalar esnasında zaman zaman güç durumda kalan Nasturi Patriği Mar Şimun, Rusya’dan çeşitli yardımlar istemişse de Rusya yeterli kuvvetlerinin bulunmayışı gerekçesiyle ayaklanma için takviye güçler göndermekten çekinmiştir. Ancak Patrik Urmiye’de Rus yetkilileriyle yapmış olduğu görüşme sonucunda 200 Rus yapısı tüfek ve mermi ile geri dönmüştür. Bu silah yardımı ile Nasturiler, Türk saldırılarını geri püskürtmeyi başarmışlardır. Bu arada Ruslardan beklenmekte olan yardım konusunda Rus Ordu Komutanlığı ile bir görüşme yapmak üzere İran’a giden Mar Şimun bu defa hiç bir şey elde edememiştir. Bununla birlikte Ruslar, patriği korumak için kendisinin Rus kuvvetleriyle kalmasını ve diğer Nasturilerin Hakkari’den ayrılarak İran taraflarına gitmelerini önermişlerdir. Çünkü Rus komutanlığı Nasturilerin İran’a sınır olan bölgede Türklere karşı bir engel olarak daha çok yararlı olacağını düşünmekteydi. Rusların Türkiye’deki Nasturilere yardım etmemelerinin sebebi bir bakıma bu olmuştur17. Nasturilerin savaş ilanını takiben Osmanlı Devleti, isyanı bastırmak için harekete geçmiştir. İçinde Kürt aşiretlerin de bulunduğu askeri birlikler, Talo ve Altu bölgelerinde bulunan Nasturileri kontrol altına almayı başarmış, 8 Ekim 1915 tarihinde Çal’a (Çukurca) hareket ederek bu bölgeyi de kontrol altına almışlardır. İran’a doğru kaçan Nasturilerin peşinden giden Kürt aşiret birlikleri, Sivasibelik yakınlarında Nasturileri etkisiz hale getirmişlerdir18. Ancak İran sınırında Nasturileri bir kalkan olarak kullanmayı hesap eden Rusya’nın Nasturilerin İran’a girmesine izin vermemesi üzerine ikinci defa son derece güç duruma düşen Nasturiler, Tahran’daki Alman Büyükelçiliği’ne 15 Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Kafkas Cephesi 3. Ordu Harekâtı, C. I, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1993, s. 592. 16 Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. I, s. 597. 17 Matfiyef, a.g.e., s. 89-90. 18 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 72. 155 bir heyet gönderince Rusya’nın tepkisi ile karşılaşmışlardır. Rus Konsolos Yardımcısı Basil Nikitin, Dışişleri Bakanlığı’na çektiği bir telgrafta şöyle demektedir: “Mar Şimun memnun değildir. Çünkü onu Türkiye ile savaşa sürükledik, sonra ona yardım etmekten kaçındık. Bununla onun halkını çıkışı olmayan bir yolda bıraktık. Bu yüzden iki temsilcisini Türkiye ile barış istemek üzere Tahran’daki Alman Büyükelçiliği’ne göndermiştir. Bu gibi hareketler Kürdistan’da işlerimizi oldukça karmaşık hale getirecek. Çünkü bununla bize sadık bir adam yerine cesur savaşçılardan oluşturulan ve açıkça bize taraf olmayan bir lider kazanmış olacağız.” 19 Mar Şimun’un atmış olduğu bu diplomatik adım sonucunda Rusya’nın tavrı değişmiştir. Rusya ile Mar Şimun arasında Tiflis’de yapılan görüşme sonucunda Nasturilerin Rus kuvvetleri bünyesinde düzenli ordu kurmaları kararlaştırıldı. Bu anlaşma ile Rusya, patriğe aylık 500 ruble, her Nasturi’ye 6 ruble, her çocuğa 3 ruble maaş ödeme yükümlülüğünü de üzerine alıyordu. Bu andan itibaren Rusya, Nasturileri kendisinin bir müttefiki olarak tanıyacaktır20. Alınan bu yardımlarla Nasturiler Türk kuvvetlerine karşı yaptıkları saldırılarda zaman zaman başarılı olmuşlardır. Yaşadıkları bölgelerde Rusya ile işbirliği yaparak Osmanlı Devleti’ne zor anlar yaşatan Nasturilerin, önlem olarak Konya ve Ankara gibi cephe gerisinde kalan şehirlere yerleştirilmeleri gündeme gelmişse de bu gerçekleştirilememiştir21. Rus güdümünde gerçekleştirilen Nasturi ayaklanmalarının hemen ardından Başkumandanlık Vekâleti’ne bir ayaklanma haberi daha gelmiştir. Teşkilât-ı Mahsusa tarafından İran’a gönderilen İran Mürettep Müfrezesi Komutanı Ömer Naci Bey’den gelen 12 Ekim 1915 tarihli bir telgraftan anlaşıldığına göre; Diyarbakır, Cizre ve Midyat’ta yaşayan Süryaniler isyan ederek bölgedeki halkı öldürmeye başlamışlardır. Ömer Naci Bey, harekât için izin ve Cizre’den gelecek olan 51. Fırka’nın bir taburunun emrine verilmesini istemiştir. 19 Matfiyef, a.g.e., s. 91-92. Matfiyef, a.g.e., s. 92. 21 Özdemir, a.g.e., s. 120. 20 156 Süryani ayaklanmasını müteakip yine aynı bölgede çeşitli yerlerden kaçarak Cizre’nin batısındaki Harar köyünde toplanan 100 kadar Ermeni de Müslüman köylerine karşı saldırıya geçmişlerdi. Başlangıçta müstakil olaylar gibi görünen Süryani ve Ermeni ayaklanmalarının daha sonra iki Hıristiyan toplumunun ortak harekâtı olduğu anlaşılmıştır. Nitekim bölgeden gelen bilgilere göre bu iki isyancı grup birlikte hareket etmeye başlamışlardı. Ayaklanmanın başladığı yerler 3. Ordu’nun mıntıkasında bulunduğu için ayaklanmayı bastırmakla görevli müfrezeler de bu ordunun emrine verilmişti. Enver Paşa’nın 28 Ekim 1915 tarihli emrine göre, asilere, silahlarını teslim etmek ve hükümetin göstereceği yerlerde oturmaları şartıyla affedilecekleri bildirilmiştir. Ayrıca meselenin halli için Musul’da bulunan Süryani Metropoliti ile temasa geçilecektir. Musul Valisi Haydar Bey de asilerin bu öneriyi kabul edeceklerini tahmin ediyor ve ayaklanmanın kan dökülmeksizin sona erdirileceğine inanıyordu22. Ancak Enver Paşa’nın emri ile asilere gönderilen teslim olmaları önerisi pek rağbet görmemiştir. Asilerin çoğunlukta olduğu mevkilerden uzak olan köylerde bulunan az sayıda Süryani teslim olmuş ve silahlarının işe yaramayanlarını teslim etmişlerdi. Diğer asiler ise öneriye ateşle karşılık vermişler ve asilerle Ömer Naci Bey komutasındaki kuvvetlerin çatışması devam etmiştir23. Midyat’a gönderilen taburun görevinin Süryanileri imha etmek olduğu yönünde bazı görüşler24 ileri sürülmüşse de olaylardan anlaşıldığı üzere Osmanlı Devleti meseleyi barışçı yoldan çözmek istemiştir. Kuvvet kullanımının bölgedeki diğer Hıristiyan unsurları da ayaklanmaya sevk edebileceği endişesinin Osmanlı Hükümeti’ni öncelikle barışçı bir çözüm arayışına yönlendirdiğini söylememiz gerekmektedir25. Kasım 1915 başlarında Süryani isyanının bastırılması henüz mümkün olamamıştı. Ömer Naci Bey aldığı emir üzerine asilere tekrar teslim olma çağrısında bulundu. Bu defa Hezak ve civarındaki Süryanilerin devlete sadık olduğu, silahlarını teslim edecekleri, hükümete olan borçlarını ödeyecekleri 22 İsrafil Kurtcephe, “Birinci Dünya Savaşında Bir Süryani Ayaklanması”, OTAM, S. 4, 1993, s. 292293. 23 Kurtcephe, a.g.m., s. 293. 24 Bulut, a.g.e., s. 178. 25 Kurtcephe, a.g.m., s. 293. 157 ve tahrip ettikleri telgraf hatlarını tamir edecekleri cevabı alınmıştır. İsyanın bastırılması haberi üzerine Ömer Naci Bey’e İran’a gitmesi emri verilmişti. Ancak 3. Ordu Komutanı Kamil Paşa, Ömer Naci Bey müfrezesinin başarılı olamadığını ve bölgeden ayrıldığı takdirde tehlikenin devam edeceğini düşünüyor ve gereğinin yapılmasını istiyordu. Bunun üzerine Başkumandanlık Vekâleti gönderdiği bir telgrafla isyanla ilgili Kamil Paşa’dan tafsilatlı bilgi istemiştir. Kamil Paşa’nın verdiği bilgiye göre, asilerin büyük çoğunluğu Midyat yöresinde yaşayan Süryaniler olup bunlara çevreden bazı Ermeni ve Keldaniler de katılmışlardı. Ömer Naci Bey’in anlaşma yaptığı asi grubu ise Hezak köyündeki Süryanilerdi. İsyan geçici olarak bastırılmıştı. Fakat asayişin istikrarı ve bölgedeki asilerin devlete sadık konuma getirilmeleri için isyana katılan halkın başka bir yere göç ettirilmeleri zaruri görülmekteydi. Zira düşmanın yaklaşması halinde bunlar tekrar isyana kalkışabilirlerdi. Osmanlı Hükümeti, tüm bu ihtimallere rağmen bölgede yaşayan Hıristiyan halkı karşısına almamak için kuvvet kullanmaktan kaçınmıştır. Süryanilere karşı hoşgörülü davranıldığı; hatta ayaklanmaya katılanlara hiçbir ceza verilmediği görülmektedir26. Anlaşılacağı gibi Türk kuvvetlerinin asilere karşı giriştiği bu harekât Süryanilerin imhasına yönelik bir hareket değildir. Kaldı ki, büyük çaplı askeri bir harekât gerçekleştirilmediği gibi çarpışmalarda Türk kuvvetlerinden de ölen ve yaralananlar olmuştur. Midyat ve çevresinde gerçekleştirilen bu isyanın Ermenilerin Diyarbakır vilayetinden zorunlu göçe tabi tutulması ile bağlantılı olduğu akla gelmektedir. Ermeniler için alınan kararın uygulanması sırasında yerel yöneticiler, askerler ve bölgede bulunan bazı Kürt aşiretleri tarafından Süryaniler de zaman zaman zarar görmüşlerdir. Ayrıca bölgeye diğer yerlerden sevk edilmeye başlanan Ermenilerin de kaçarak saklanmaları ve Süryanileri kışkırtmaları etkili olmuştur. Bölgede bulunan Mor Melke, Deyrulzafaran ve Mor Gabriel Manastırlarına sığınılarak başlatılan isyanda özellikle yiyecek için bölgedeki Müslüman köylerine baskınlar düzenlenip 26 Kurtcephe, a.g.m., s. 295-296. 158 insanların öldürülmeleri ve asayişin tamamen yok olması üzerine Osmanlı yönetimi olaya müdahale etmek zorunda kalmıştır. Nasturilere tekrar dönecek olursak onların, Mayıs 1915’de isyana kalkışmalarındaki en büyük etkenlerden birisi şüphesiz Rusya’nın kendilerine destek vereceği vaatleriydi. Bu vaatlere güvenerek Rusya’dan yardım talebinde bulunmak üzere Urmiye’deki Rus komutanı ile görüşmeye giden patriğe Rus askerlerinin şu anda Nasturilere yardım edecek durumda olmadıkları cevabı verilmiştir. Böylece Rusya’nın vaatlerine güvenen Nasturiler tek başına kalmış oluyorlardı. Bu noktada diyebiliriz ki Nasturiler, işin başından beri Rus emellerine alet olduklarının farkında değillerdi. Rusya’nın Doğu Anadolu’daki ilerleyişinde kendisine kolaylık sağlamak amacıyla bölgedeki Ermeniler ve Kürtler gibi Nasturileri de kullanmak istemesi Rus planlarının bir parçası gibi görünmektedir. Ancak Nasturiler isyan ettikleri zaman Rusya’dan kendilerine herhangi bir yardım gelmemesi üzerine İran topraklarına kaçmaktan başka bir yol bulamayacaklardır27. 1916 yılına geldiğinde Azerbaycan’da durumunu güçlendiren Rusya, General Baratoff komutasında bir kuvveti de Türk-Alman işgaline karşı koymak için İran’ın korunmasıyla görevlendirmişti. İşte bu andan itibaren Nasturilerin yeniden gündeme yerleştiklerini görmekteyiz. Hakkari’den gelen Nasturilere bu defa Ruslar tarafından yardım edilmiş, Nasturiler de buna karşılık olarak Rus birliklerine rehberlik ve keşif kolu olarak hizmet vermişlerdir28. Patriğin kardeşi Paul Şimun’un Canterbury Süryani misyonu papazı F. Z. Hezel’e yazdığı bir mektuba göre Ruslar Nasturi birliklerine 300 tüfek, 150.000 fişek vermiş ve 20.000 tüfek verme vaadinde 29 bulunmuşlardır . Bu arada Ruslar Doğu Anadolu’nun kilit noktası olan Erzurum’u ele geçirmiş, oradan Trabzon’a yönelmiş böylelikle bütün Van bölgesi Rus denetimi altına girmiştir. İran sınırındaki ve Urmiye Gölü’nün güneyindeki Türk birliklerinin irtibatı bu şekilde kesilirken, 1916 Mayısı’nda 27 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 73-74. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 75. 29 Çiçek, a.g.b., s. 542. 28 159 Revandız Rus askerleri tarafından ele geçirilmiştir. Bu tarihten sonra Türk kuvvetlerinin ilerlemesi ile Ruslar geri çekilmek zorunda kalmışlardır30. Rus ordularının geri çekilmeye başladığı günlerde Nasturiler cephenin savunmasız kalmasını önlemek için Rusların tavsiyesi ile birliklerinin sayısını artırmışlardır. Rusların bu önerisini Fransa ve İngiltere de uygun görmüş ve cephane ile mühimmat bedellerini ödemeyi bu iki ülke üzerine almıştır. İtilaf Devletlerinin Nasturilere vermiş oldukları iki temel görev bulunmaktadır. Birincisi; İtilaf devletleri için çok önemli olan Salmas ve Urmiye’yi savunmak ve buraların işgal edilmesini önlemek, ikincisi ise düşmana karşı kendilerini korumak ve savunmaktır31. 1917 yılında Rusya’nın tekrar güç toplamaya başladığı bir sırada çok önemli bir hadise gerçekleşmiştir. Rusya’da patlak veren 1917 İhtilali ile Çarlık Rusya’sı yıkılmıştır. Türkiye ve Rusya arasında aynı yıl imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması ile her iki ülke de İran topraklarından çekilmeye başlamıştır ki, bu çekilme Rusya’nın savaştan da çekilmesi anlamına gelmekteydi. Bütün bu gelişmeler yaşanırken Rusya’ya destek veren Nasturiler ortada kalmışlardır. Bir yandan Rusya’nın sağladığı askeri destekten mahrum kalırken diğer yandan bulundukları bölgede de tamamıyla tecrit edilmiş bir duruma gelmişlerdir. Bu durumda karşılarında iki seçenek bulunmaktadır; ya Ruslarla birlikte Kafkaslara çekileceklerdir ya da diğer müttefik güç olan İngiltere’nin desteğini bekleyeceklerdir. Nasturiler İngiltere’nin desteğini tercih etmişlerdir. Ancak birinci seçeneği tercih edip Ruslarla geri çekilenler de olmuştur32. Rusların Ermeni ve Nasturi işbirlikçileriyle Birinci Dünya Savaşı günlerinde Doğu Anadolu’yu nasıl yakıp yıktıkları pek bilinmemektedir. O sıralarda o havalide İngiliz siyasi yetkilisi olarak bulunan İngiltere istihbarat servisi mensubu Binbaşı Edward W.C. Noel kaleme aldığı bir raporda şu tespitlerde bulunmaktadır: “Rus ordusunca ve bu orduya eşlik eden Hıristiyan 30 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 75. Çiçek, a.g.b., s. 543. 32 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 75-76, 90. 31 160 öç ordusunca 1916 yılı ilkbaharı ve yazında işgal edilerek, yakılıp yıkılan bölgede yapmış olduğum üç aylık tur sonunda Türklerin kendi düşmanlarına karşı iyi bir savları olduğunu kanıtlayabileceklerini söylemeye hiç çekinmiyorum….Yerel sakinlerin ve tanıkların genel ifadelerine göre Ruslar, kendilerine eşlik eden Nasturiler ve Ermeniler ile sivil halktan ellerine düşen herhangi bir Müslüman’ı hiç ayrım yapmadan katletmişlerdir. Bunun tipik bir örneği Revandız Kentinin imhası ve kent halkının toptan kırıma tabi tutulmuş olmasıdır. Albay Petros, Türklerin de tek tük kötülükler yapmış olduklarını söyleyebilir ama Revandız ve Neri İlçelerini gezen bir gezgin, oralarda Hıristiyanların Müslümanlara karşı yapmış oldukları geniş kapsamlı ve toplu canavarlıkların belirtilerini görür. Bu canavarlıklardan daha titizlikle ve topluca yapılmış kötülükler düşlemek güçtür….”33 Nasturi aşiretlerinden Cilo aşireti Beyaz Rus güçlerinin emrindeydi. Ancak kendi istedikleri gibi davranarak ne Rusları ne de kendi patrikleri Mar Şimun’u dikkate almamışlar Ağa Petros’un liderliğinde hareket edip Müslüman halka saldırmışlardır. 1918 yılı içerisinde Rusların çekilmesi ile bölgede kalan Nasturi ve Ermeniler, bir süre daha Osmanlı güçlerine karşı koymuşlar, hatta Mayıs ayında İran’a ilerleyen Nuri Paşa komutasındaki Türk güçlerinin Urmiye’ye ulaşmasını engellemişlerdir. Bölgede Rus askerlerinin çekilmesinden sonra 200 kadar Beyaz Rus subayı Nasturiler ile birlikte savunmaya devam etmişlerdir34. Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra Rusların bırakmış olduğu silah ve cephaneleri kullanan ve savaşçılıkları ile tanınan dağlı Nasturi aşiretleri bu defa da İngiltere’nin ağına düşmüştür. Tiflis’te toplanan konferansı takiben Fransa ve İngiltere, Nasturiler ve Ermenileri idare etmek üzere bölgeye yetkililer göndermişlerdir35. Bu sırada İngiliz İstihbarat Servisi’ne mensup 33 Sonyel, a.g.e., s. 90-91. E.W.C. Noel, Kürdistan 1919, Kürdistan’da Özel Görevde Bulunan Binbaşı Noel’in Günlüğü, Çev, Bülent Birer, İstanbul, Avesta Yayınları, 1999, s. 140-141’de de benzer bilgiler bulunmaktadır. 34 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 76-77. Ruslara ek olarak 6000 silahlı Hıristiyan seferber edilmiştir. Bu silahlı Hıristiyan gücün varlığı Urmiye’deki Müslümanlar, özellikle de Şikak Aşireti İsmail Ağa Simko tarafından bir tehdit olarak görülmekteydi. Bkz. Sonyel, “ Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 423. 35 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 77. 161 Yüzbaşı George F. Gracey ve Teğmen McDowel sahnede beliriyordu. Yüzbaşı Gracey’in eylemleri Süryaniler arasında hâlâ devam etmekte olan bir tartışmaya sebep olmuştur. Süryanilere göre Yüzbaşı Gracey, Türklerin Musul’dan ilerlemelerini engellemek amacıyla bir ordu kurmak için Kafkasya’dan gelerek çalışmaya başlamıştır. Onun görüşüne göre Ermeniler, Süryaniler ve İsmail Ağa Simko’nun önderliğindeki Kürtler, az çok birlik halinde davranmaya ve İngiltere tarafından kurulacak olan Karadeniz-Bağdat hattının bir bölüğünü korumaya inandırılmalıydı. Anlaşılan İngiltere ve Rusya bu amaç için para ve silah sağlayacaklardı. Yüzbaşı Gracey Süryanilerin önderleriyle birkaç görüşme yaparak onlara bu proje hakkında ayrıntılı bilgi veriyor ve onun “Bağlaşıklar, üstün gelirlerse küçük ve zulme uğramış halklara söz vermiş oldukları tüm ayrıcalıkları da kapsamak üzere Süryanilere sürekli ve temelli koruma sağlayacaklardır.” açıklaması ile Süryaniler, oy birliği ile müttefiklerin yanında yer alıyorlardı36. Bu bilgilerden Yüzbaşı Gracey’in sözlerinin Süryanilere de bağımsızlık verileceği şeklinde yorumlandığı anlaşılmaktaysa da Yüzbaşı Gracey, kastının böyle olmadığını şöyle açıklamıştır: “Onlara geleceklerinin Bağlaşık savının başarısına dayandığını söyledim ve ideallerini sağlamada onlara yardımcı olmak için tüm kişisel etki ve desteğimi kullanmaya söz verdim. Ama hiçbir zaman hiçbir yerde onlara İngiliz yönetimi adına bağımsızlık sözü vermedim.”37 Bazı kaynaklar Yüzbaşı Gracey’in patriğin öldürülmesi için kışkırtma ve teşviklerde bulunmak ve Nasturileri oyalamakla görevlendirilmiş olduğunu belirtmektedirler38. Bu konuda Fransız Dr. B. Kogol, Gracey’in İngiliz İstihbarat Servisi’nin emirleri doğrultusunda Nasrurileri Türklere karşı kışkırtmakla görevli olduğunu ve yakında Nasturi devleti kurulacağı sözünü 36 Savaş sonunda Süryaniler İngiliz yönetimini kendilerine verdikleri sözü yerine getirmemiş olmakla eleştirmeye başlayınca, 1931 yılı Mayıs ayında İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Süryanilere böyle bir söz verilip verilmediğinin anlaşılması için bakanlık arşivinde bir araştırma yaptırmıştır. Bu araştırma sonucunda Gracey’in ya da yardımcısı McDowel’in yapmış oldukları görüşmelerle ilgili hiçbir belge bulunamamış, sadece Gracey’in Bolşeviklerce tutsak edilmeden önce birçok raporunu yok etmek zorunda kaldığını anlatan 5 Ağustos 1919 tarihli bir yazısı bulunmuştur. Bu açıklama karşısında bazı yetkililer tatmin olmayarak, İngiltere Savaş Bakanlığı ve İmparatorluk Savunma Komitesi arşivlerinde de aynı araştırmanın yapılmasını istemişlerse de bundan da bir sonuç çıkmamıştır. Bkz. Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1150. 37 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1151. 38 Matfiyef, a.g.e., s. 97. 162 verdiğini ileri sürmüştür. Basil Nikitin de konuyla ilgili olarak; “Yüzbaşı Gracey, Nasturilere silahlı mücadeleyi sürdürme çağrısı yaptı, onlara, savaşta devletinin maddi ve politik desteğini resmen vaat etti ve bu desteğin barışın sağlanmasından sonra da devam edeceğini söyledi.” demiştir39. Anlaşılacağı gibi Gracey’in sözleri farklı anlaşılmışsa da Süryanileri umutlandırdığı bir gerçektir. İngiliz Dışişleri Bakanlığı da Yüzbaşı Gracey’in İngiliz üniforması ile Urmiye’de bulunuşunun Süryanileri umutlandırdığı görüşünde idi40. Yüzbaşı Gracey’in Urmiye’ye yaptığı ziyaretle Kuzeybatı İran’da Müslümanların durumlarının kötüleşmesi aynı döneme rastlamaktadır. Teğmen McDowell’in Yüzbaşı Gracey’e göndermiş olduğu 11 Aralık 1917 tarihli rapordan anlaşıldığı üzere İranlılar, Kütler ve Süryaniler arasında şiddetli bir düşmanlık gelişmişti. Süryanilerin ve Müslümanların bu bölgede yan yana yaşamaları durumu oldukça gerginleştirmekteydi. Müslümanlar, Rusya’nın koruması altındaki Hıristiyanlar karşısında itibarlarının kaybolduğunu düşünüyorlardı. Eskiden Müslümanlara tabi olan Süryaniler ise intikam almak istiyorlardı. Rus ordularının Doğu Anadolu’dan çekilmesi üzerine evlerini bırakarak İran’a sığınan 25.000 Cilo Nasturisi de, gördükleri her şeye para ödemeden el koymaya çalışıyor, Müslümanların bağlarına ve meyve bahçelerine saldırıyor, yakmak için ağaçlarını kesiyor, pazarlarını yağmalıyorlardı. Mallarını korumak isteyen Müslüman halk, yerel Nasturilerin de Cilolara yardımıyla kırıma tabi tutuluyorlardı. Bu olaylar Müslümanları tahrik ediyordu41. Rusların idaresi altındaki Süryani güçleri kötü eğitilmiş yaklaşık 2000 kişiden oluşmaktaydı. Organize olmaları zordu. Teğmen McDowell yabancı kumandasında Süryanilerin oldukça güvenilir bir güç olacaklarına inanmaktaydı. Mar Şimun ise İngiltere ile uzlaşma içine girmeyi ummakla birlikte, yapmış oldukları hareketlerin Rusya’yı rahatsız etmeye başlamasıyla İngiltere’nin desteğini de alamamaktan korkuyordu. 39 Matfiyef, a.g.e., s. 98; Süryanilerin Acı Sonu, s. 23-24. Sonyel, a.g.e., s. 103-108. 41 Sonyel, a.g.e., s. 109; Sonyel, “ Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 423. 40 163 McDowell, Gracey ve diğer müttefik temsilcileri, Nasturileri organize etmek istemekteydiler. Niyetleri, her bir tabur 1000 kişiden oluşmak üzere Ermenilerden üç, Nasturilerden dört tabur kurulmasıydı. Bu birlikler, bir Rus kurmayı tarafından kumanda edilirken müttefikler tarafından finanse edilecek ve Rus kuvvetlerine yardım edeceklerdi42. İran’da meydana gelen bu hadiseler sonucunda Nasturilere büyük kin duyulmaya başlanmıştı. Bu kin daha çok Nasturi kuvvetlerinin çoğunluğunu oluşturan Hakkarili Nasturilere karşıydı. Hakkarili Nasturiler, İran’a geldiklerinde Ruslar tarafından yerleştirildikleri Salmas ve Urmiye ovalarını altüst etmişler; bunun üzerine İranlılar da 22 Şubat 1918’de Nasturiler üzerine saldırmışlardır43. Müttefik desteğini arkalarına alarak Urmiye ve Salmas’da bir yurt kurmayı planlayan Nasturilerin44, saldırgan faaliyetleri patrikleri Mar Bünyamin Şimun’un, İranlı Kürt lider Simko tarafından öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Kürt lider Ağa Simko, İran’a sığınan Hıristiyanlara düşmanlık beslemekle birlikte önceleri tarafsız kalmıştı. Hakkari’deki dağlık ve kurak bölgelerine dönmek yerine, işgal etmiş bulundukları verimli topraklarda bağımsız veya en azından özerk bir statü sağlamak niyetinde olan Mar Şimun, geçici bir süre için bile olsa, bu planın gerçekleşmesi için yerel Kürtlerle işbirliği yapmak zorunda olduğuna inanıyordu. O sırada Simko o bölgedeki en etkili Kürt liderdi. Mar Şimun onunla ilişki kuruyor ve aralarında bir görüşme yapılmasını sağlıyordu45. Bazı kaynaklarda belirtildiği üzere Mar Şimun’a Simko ile işbirliği yapma fikri Yüzbaşı Gracey tarafından verilmişti46. Görüşmenin Köhneşehir köyünde yapılması ve burada bölgeye giren Türklere ve İran yönetimine karşı ortak harekâta geçilmesinin görüşülmesi kararlaştırılıyordu. Ancak görüşmeden önce Simko bu planın başarı şansını değerlendirmiş ve Türkiye hududu ile Urmiye arasındaki Kürt kesiminin yöneticisi olabilmek için, kendi yetkisine asla boyun eğmeyecek ve o sırada 42 Sonyel, a.g.e., s. 109-110. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 77. 44 Bruinessen, a.g.e., s. 233. 45 Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 424. 46 Matfiyef, a.g.e., s. 98; Surma, a.g.e., s. 82. 43 164 müttefiklerce desteklenmekte olan Nasturileri ve özellikle de Ciloları ortadan kaldırması gerektiğini düşünmüştür. 25 Şubat 1918’de47 Mar Şimun, refakatinde 140 silahlı Cilo savaşçısı ve iki top olduğu halde Köhneşehir’e gelmiş, Simko ise onu kuşku yaratmamak amacıyla silahlı birkaç adamıyla karşılamıştı. Görüşmeye başlandığı sırada ise birçok silahlı Kürt bölgeye toplanmıştı. Görüşme sonucunda Simko’nun refakatinde evden çıkıp arabasına binen Mar Şimun, Simko tarafından sırtından vurulmuş ve Simko’nun kardeşi tarafından öldürülmüştür. Simko’nun ateşini işaret bilen Kürtler de harekete geçerek Nasturi muhafızları öldürmüşlerdir48. Bu olayın bölgeyle ilgisi olan devletler tarafından planlandığı noktasında mevcut görüşler bulunmaktadır. İngiliz kaynaklarına bakılacak olursa Mar Şimun’u görmeye giden İranlı elçiler, ona Simko ile görüşmesini önermiş, bu arada Simko da Tebriz’den gelen elçilerin bilgisi ve kasti planlarıyla Tebriz valisi ile anlaşarak ikametgâhının bitişiğindeki evlerin damlarına yerleştirdiği silahlı Kürtlerce görüşme sonunda Mar Şimun’u öldürtmüştür49. Bazı yazarlar Simko’nun kalesinde Tebriz valisince gönderilmiş bulunan ve Mar Şimun’un öldürülmesini talep eden bir mektup bulunduğunu yazmaktadırlar50. Başka bir söylem İngilizlerin Ruslarla birlikte hareket eden Mar Şimun’un öldürülmesini istedikleri yönünde olup bir diğer söylem ise, Simko’nun Mar Şimun’u öldürmek için Osmanlı yönetiminden para aldığı yolundadır51. Patriğe yapılan suikastın kimin tarafından düzenlendiği sorusu bir yana bırakılacak olursa bu olay Mar Şimun’un rakibi Ağa Petros’u liderlik konumuna daha fazla yaklaştırmıştır52. Liderlerinin öldürülmesinin öcünü almak isteyen Nasturiler, Çerik’te bulunan Simko’yu cezalandırmak amacıyla Ağa Petros ve Melik Kosaba 47 Bazı kaynaklarda 3 Mart ya da Martın 3. haftası olarak da geçer. Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 424-425. Bu olayla ilgili farklı anlatımlar için Bkz. Surma, a.g.e., s. 82-83; Matfiyef, a.g.e., s. 100-101. 49 Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 425; Bruinessen, a.g.e., s. 233. 50 Surma, a.g.e., s. 83; David Barsum Perley, Whiter Christian Missions, 1946, s. 30’dan nakleden Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 426. 51 Erdost, a.g.e., s. 74; Çölemerikli, a.g.e., s. 392-393. Çölemerikli, Mar Şimun’un öldürülmesinin Osmanlı-İran ortak komplosunun bir sonucu olduğunu söylemektedir. 52 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 78. 48 165 komutasında saldırıya geçmiş ve çarpışmalar sonucunda Simko, yenilgiye uğratılmıştır. Bu çarpışma esnasında çok sayıda kişi yaşamını yitirmiş, mallar tahrip edilerek her iki taraf da yağmalama faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Militan Nasturilerin saldırıları sürerken Ermeniler de rahat durmuyorlardı. Doğu Anadolu’da korkunç eylemlerde bulunan ama Türk ordusunun önünden kaçarak, Ağa Petros komutasındaki Nasturi güçleriyle bağlantı kurmak üzere çeteleriyle birlikte İran topraklarına giren Ermeni çete başı Antranik, müttefiklerin tahrikleriyle kuzeyden Hoy’a saldırıyordu. Bu sırada Şahpur’u işgal eden Nasturi çeteler oradaki Müslüman halkı öldürüyor, güneyden Hoy üzerine yürümeye başlıyordu. Ancak Hoy halkı Türk güçleri ulaşıncaya dek Antranik’in çetelerine direnmiş, onun planlarını alt üst ederek Erivan’a doğru çekilmesini sağlamışlardı. Ağa Petros ve çeteleri ise Urmiye’ye dönmüştür. Nasturi çeteleri ile Ermeni gerillaları işbirliği içerisindeydi ve her ikisi de İngiltere tarafından finanse ediliyordu. Böylelikle yerli Müslüman-Türk güçlerine karşı ciddi bir tehdit oluşturuluyordu53. Bu arada İngilizlerin İran içindeki ileri hareketlerini durdurmak, Bolşeviklerin İngilizlerden yardım görmesine mani olmak, Urmiye Gölü ile Hazar Denizi arasındaki mıntıkayı örtmek ve bölgeyi Ermenilerden temizlemek maksadıyla 6. ve 9. Ordulardan oluşan bir Şark Ordular Grubu teşkil edilmişti54. Mar Şimun 6. Ordu Komutanlığı’na mektupla başvurarak teslim olacağını bildirmiş, 6. Ordu Komutanı, 16 Haziran’a kadar silah ve mühimmatları ile Urmiye’de teslim oldukları takdirde kendilerine hiçbir şey yapılmayacağı ve memleketlerine gidebilecekleri garantisini vermiş aksi takdirde belirtilen tarihten sonra orduların her türlü harekette serbest olacakları cevabını vermiştir55. Anlaşılan odur ki Nasturiler zaman kazanmak niyetindeydiler. İran topraklarına sığınmış olan Ermeni ve Nasturiler, bölge halkının elinden erzak ve hayvanlarını da zorla alarak mukavemete devam etmişlerdir. Sayıları 6000 kadar olan bu asilerin elinde Rus ve İngilizlerden 53 Sonyel, a.g.e., s. 116-117. Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. II, s. 528. 55 Ali İhsan Sâbis, Birinci Dünya Harbi, C. IV, İstanbul, Nehir Yayınları, 1991, s. 233. 54 166 alınmış 15 top ve 20 makineli tüfekleri bulunmaktaydı. Maksatları Van’daki direnişi uzatarak barış müzakerelerinde Van vilayeti hakkında bazı tavizler kopartmaktı. 18 Haziran 1918’de Ali İhsan Paşa komutasındaki 4. Kolordu, Ermeni ve Nasturilere karşı harekete geçmiş, Van Valisi Haydar Bey komutasındaki kuvvetler de Urmiye’ye taarruza başlamıştır. Çarpışmalar neticesinde Ermeni kuvvetleri Urmiye istikametinde geri çekilmiş ancak Urmiye alınamamıştır56. Başkumandanlık Vekaleti’ne yazılan 1918 (7 Temmuz 1334) tarihli bir belgeden anladığımız kadarıyla Urmiye bölgesinde Ermeniler ve Nasturiler birlikte hareket etmekteydiler. Bu kuvvetlerin sayısı 6-7000 olup kendi içinde biri 300 diğeri 700 mevcudunda muntazam iki tabur bulunmaktaydı. Diğer kesimi ise çetelerden ibaretti. Ermeni ve Nasturilerin kadın, ihtiyar, çocuk demeden Dilman’da 7000 ve Urmiye’de 3000 Müslüman öldürdüklerini bizzat bölgede bulunan Rus zabitleri bildirmişlerdi. Yine aynı belgede masrafı İngilizler tarafından karşılanan Ermeni kuvvetlerinin Osmanlı aleyhinde hareketlerine devam edecekleri de belirtilmektedir57. Bu arada İngiliz Generali Dunsterville, Urmiye bölgesindeki Nasturilerle bağlantı kurmuştur. Dunsterville’nin amacı; Nasturileri silahlandırarak onların birkaç İngiliz subayın komutasında, Türk ulaşım hatlarına zarar vermesiydi. O sırada Türk kuvvetleri de Culfa’dan hareket ederek Tebriz’i işgal etmişlerdi. Onların Bakü’ye girerek petrol kaynaklarını ele geçirmeleri engellenmeliydi. Dunsterville, bu amacı göz önünde tutarak Zancan ve Tebriz arasındaki Mianeh’i işgal ediyor, Sain Kale’ye58 süvari birlikleri ve Urmiye’ye de bir uçak gönderiyordu. Bu uçağın pilotu K. M. Pennington adlı bir İngiliz ajanıydı. Nasturilerle Pennigton arasındaki görüşmede Nasturilerin Urmiye ve Suçbulak arasındaki Türk ve Kürt güçlerini yararak Sain Kale’ye gitmesi, oradaki İngilizlerden silah ve mermi alması ve Tebriz ve Culfa arasındaki Türk 56 ulaştırma hatlarına saldırmak amacıyla Urmiye’ye dönmesi Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. II, s. 530-533. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S. 81, Aralık, 1982, s. 484-485. 58 Bu isim bazı kaynaklarda Sayın Kale, Sayenkala, Sin Kale ya da Şahin Kale olarak da geçmektedir. 57 167 kararlaştırılıyordu59. Pennington ayrıca, İran’daki İngiliz başkomutanı adına Tuğgeneral J.J. Bray’dan bir mektup da getirmişti. Bu mektupta Bray şöyle diyordu: “…İngiliz askeri güçleri ivedilikle yardımınıza geliyor, İngiliz erleri Nasturi savaşçı Cilolarla yan yana, Türklerle savaşmak için yola çıkmış bulunuyorlar ve bu da yalnız Urmiye’nin değil, Tebriz’in de Türklerden kurtarılmasına yardımcı olacak ve çok geçmeden İngilizler Kafkaslardaki Ermenilerle el ele ilişki kuracaklardır.”60 Gerçekten de İngilizler TemmuzAğustos 1918 tarihinde Urmiye’deki Nasturi ordusunu ayakta tutabilmek için 300.000 kron harcamıştır. Bunda amaç Urmiye bölgesindeki Türk hâkimiyetini zayıflatmak hatta yok etmektir61. Bu operasyonun tamamlanması için yola çıkan Nasturi müfrezesi geç kalınca Sain Kale’ye belirlenen tarihten daha geç ulaşmış ve İngilizlerin oradan ayrılarak Bicar’a döndüklerini öğrenmişlerdir. İngiliz savaş uçaklarının havadan atacakları silah ve mermileri kaçırmış olan Nasturiler, güneye dönerek İngiliz askeri hatlarına ulaşmaya çalışmıştır62. Nasturi müfrezesi Sain Kale’de iken, Türklerin kuzeyden Urmiye’ye saldırmalarını önlemek amacıyla Salmas Ovası’na gönderilen Nasturi birlikleri Urmiye’ye çekilmişti. Ağa Petros liderliğindeki Nasturilerin güneye çekildiklerini öğrenince terk edildiklerini sanıyorlardı63. Bu sırada 6. Ordu’dan İngilizlerin Sain Kale’ye girdiği ve Urmiye’deki Ermeniler ve Nasturilerle birleşmek için Savuçbulak istikametinde ilerleme ihtimalinin olduğu haberinin alınması üzerine 4. Kolordu 27 Temmuz 1918’de Urmiye’deki Ermeni ve Nasturilere karşı harekete geçmiştir64. Türklerin sahnede belirmesi üzerine paniğe kapılan yaklaşık 75.000 kişilik Nasturi grubu kentten kaçmaya başlamış Mahabat 59 Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 427-428. Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1152. 61 Mehmet Çevik, “Büyük Devletlerin Doğu Anadolu ve Kuzey Irak Politikalarında Bir Başka Unsur: Nesturiler”, Beşinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri, 23-25 Ekim 1995, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1996, s. 94-95. 62 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1152. Bu konuyla ilgili farklı yorumlar bulunmaktadır. General Dunsterwill’e göre Nasturi müfrezesinin lideri Ağa Petros, Sain Kale’de İngilizlerle görüşerek onlardan askeri yardım almış ancak düşman eline düşen Urmiye’ye yetişememiştir. A. Fitramof’a göre; Ağa Petros Sain Kale’de İngiliz yardım konvoyunu bulamamıştır. İngiliz görevlilerinden biri olan E. B. Bullarda de Dunsterwill ise Nasturilere yardım sözü verdiklerini fakat bunu yerine getirmediklerini yazmaktadır. Matfiyef, a.g.e., s. 106. 63 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1152-1153. 64 Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. II, s. 541. 60 168 bölgesinde Kürt aşiretlerini yarmayı başarmış ancak General Ali İhsan Paşa’nın atamış olduğu İranlı Vali Macd-es-Sultaneh tarafından Tebriz’e gönderilen İran müfrezesinin saldırısına uğramıştır. Aralarındaki eski husumet nedeniyle birbirlerine hiç insaf göstermeyen Kürtler ve Nasturiler arasındaki çarpışmalarda 10.000’e yakın Nasturi yaşamını yitirmiştir65. Çatışmalara daha fazla dayanamayan bazı Nasturiler, kaçarak Hemedan’a ulaşmış ve yine İngiliz koruyuculuğu altında Irak’taki Bakuba kampına yerleştirilmişlerdir66. Bu kampa yerleştirilmeden önce, Hemedan-KirmanşahKhanigin stratejik yolunun yapım çalışmaları için İngilizler tarafından zorlandıkları da kaynaklarda geçmektedir67. Kampa yerleştirilen Nasturilerin sayıları hakkında farklı bilgiler mevcut olmakla birlikte bu sayı 40-50.000 civarındadır. Bazı kaynaklarda ise bu sayı 25-35.000 olarak verilmektedir68. İngiliz kaynakları da bu sayıyı 35.000 olarak vermektedir. Nasturiler kampa yerleştirilirken 5000 kadarı yol güzergâhlarındaki çalışma kamplarında, 6000 kadarı ise Hamadan ve Kazvin gibi diğer şehirlerde düzensiz birlikler olarak istihdam edilmişlerdir. Geriye kalan 29.000 kişi kaçarken yol şartları ve salgın hastalıklar gibi çeşitli sebeplerle hayatını kaybetmiş, kaybolmuş ya da esir düşmüştür. 1 Temmuz 1919’da Yüzbaşı G.S. Reed tarafından hazırlanan rapordan anlaşıldığı üzere; 30.000 Nasturi ve Van’dan gelen 10.000 kadar Ermeni’nin oluşturduğu toplam 40.000 kişi Ağustos 1918’de Bakuba Kampı’na yerleştirilmiştir69. Rahip Wigram da 20.000 kadar Nasturi’nin yolda öldüğünü kaydetmekte ancak ölen binlerce Türk ve Müslüman’ın sözünü bile etmemektedir70. Süryanilerin Osmanlı Devleti’nde sükûnet içinde yaşadıklarına dair genel bilgilere karşıt olarak bugün bir takım tezler de ileri sürülmektedir. Bunlardan birisi; Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında bir takım baskılara ve kasıtlı hareketlere maruz kaldıkları yönündedir. Savaş 65 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1153. Gerthrude L. Bell, Mezopotamya’da 1915-1920 Sivil Yönetimi, İstanbul, Yaba Yayınları, 2004, s. 117. 67 Matfiyef, a.g.e., s. 107. 68 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 92. 69 Özdemir, a.g.e., s. 79-80; Bell, a.g.e., s. 117. 70 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1153. 66 169 koşulları nedeniyle pek çok Süryani’nin öldüğü veya başka yerlere göç etmek zorunda kaldığı bir gerçektir. Ancak bu savaşta Süryanilerden daha çok sayıda Müslüman’ın öldüğü de bir gerçektir71. Yıllarca Müslüman aşiretlerce çevrilmiş oldukları halde Batılı devletler bu bölgede belirmeden önce Müslümanlarla dostane ilişkiler içerisinde yaşayan bu halkın Osmanlı yönetimince kırıma tabi tutulduğu iddiası bütünüyle gerçek dışıdır72. Savaş ortamında cephe gerisi olarak nitelenen bir bölgede savaş şartlarından dolayı asayişin tam olarak sağlanamadığı bir zaman diliminde gerçekleşmiş olan olayları Süryanilere yönelik bir soykırım olarak nitelendirmek oldukça yanlıştır73. Esasen Süryaniler tarafsız kalabilirlerdi ve bu da şüphesiz onların yararına olacaktı. Ama onlara Hıristiyan oldukları için olaylara karışmak zorunda kalacakları ve nasıl olsa zulme uğrayacakları, dolayısıyla İtilaf Devletleri’nden yana savaşa girmeleri telkininde bulunulup çeşitli sözler verilince tarafsız kalmaları mümkün olmamıştır. Süryanilerin Türklerce kırımdan geçirildiği iddialarının asılsız olduğu ve işbirliği yaptıkları Ermeni militanlarını taklit eden birkaç Süryani militanının ileri sürdüğü iddiadan başka bir şey olmadığı da anlaşılmaktadır74. Savaş esnasında bazı tatsız hadiseler gerçekleşmiş olsa da bunlar genel değil münferit bir yapı arz etmektedir. Nasturi Patriği Mar Şimun’un kardeşi Surma Hanım bile Müslüman-Hıristiyan ayrımı gözetmeyen önemli Türk memurlar olduğunu ancak bazı ikinci derece memurların gaddarlık yaptıklarını ifade etmektedir75. Bu da bize Süryanilerin zaman zaman maruz kaldığı olumsuz hareketlerin bir devlet politikası olmayıp bireysel bir yapı arz 71 Türk ordusu içerisinde savaşan ve hayatını kaybeden Süryani askerlerin olduğu bilgisi de bulunmaktadır 1911 yılında Midyat’ın Alagöz Köyü’nden 19 Süryani vatandaş askere alınmış ve bunların sadece üçü geri dönebilmiştir. Şehit düşen 16 askerden yalnızca beşinin ismi bilinmektedir. Bunlar: Lahto Kate, Savme Abdalla, Saobo Slivo, İşıh Hanniko ve Gevriye Bahat’tır. “Gayr-i Müslim Vatan Şehitleri: Mehmetçikle Omuz Omuza”, Milliyet, 1.03.2005. 72 Cengiz Yıldız, “Midyat ve Çevresinde Dinler Arası Hoşgörünün Tesisinde Örnek Bir Şahsiyet: Fethullah Hamidi”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim Özcoşar, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 106. 73 Özdemir, a.g.e., s. 124. 74 Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1147. 75 Surma, a.g.e., s. 64. 170 ettiğini göstermektedir76. Şunu da belirtmek gerekmektedir ki bölgede asayişsizlik sonucu oluşan köy baskınları, eşkıyalık hareketleri, aşiretler arasındaki eskiye dayanan husumetlere bağlı olarak çıkan hadiseler sadece Süryanilerin Hıristiyan bir halk olmalarından dolayı gerçekleşmemiş bu tür olaylar savaş süresince bütün İmparatorluk topraklarında gerçekleşmiştir77. Yazar Perley şu ilginç yorumda bulunmaktadır: “Ahlaki adalet adına şu soruyu soralım: ‘küçümsenen Türk, gerçekten korkunç bir zulüm mü yapıyordu?’ 13. yüzyıldan bu yana Türkiye’de özerk bir yaşam süren ve yaşadığı yerlerde Türk buyruğu geçersiz kalan Süryaniler bu sorunun yanıtını kuşkusuz biliyorlar. Kendi ulus ve kiliselerinin sürgüne uğrayıp dağıldığı bu günlerde Osmanlı Devleti’nin geçmiş iyi günlerini kuşkusuz özlemle anımsamaktadırlar.”78 2. MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ’NDE SÜRYANİLER 2.1. Mondros Mütarekesi’nden Sonra Süryaniler 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle Osmanlı Devleti’nin yenilgisi kesinleşinceye kadar başta İngiltere ve Rusya olmak üzere müttefik devletler uzun yıllar Osmanlı topraklarında güven ve barış içinde yaşamış olan Rum, Ermeni, Süryani, Kürt ve öteki etnik ve dini toplulukları kendi çıkarları için kullanmışlar, çeşitli vaatlerle kandırarak Anadolu halklarını birbirine düşürmüşlerdir. Çıkarları sağlandıktan sonra da vaatlerini unutmuşlar ya da yeni vaatler bularak bu toplulukları kullanmaya devam etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Bakuba kampına yerleştirilen Nasturilerin sorunları bitmemiştir. Onların sürekli olarak yerleşebilecekleri bir bölgenin bulunması gerekmekteydi. Konu ile ilgili olarak İngiltere Dışişleri Bakanlığı çeşitli toplantılar düzenlemiştir. 17 Kasım 1919’da Lord Curzon başkanlığında yapılan bir toplantıda Kürtlerin yaşadıkları bölgelere İngiltere’nin hâkim 76 Yıldız, a.g.m., s. 107. Özdemir, a.g.e., s. 124-125. 78 Sonyel, “ Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1155. 77 171 olduğu, bu insanlarla iyi ilişkiler kurmak için bir düzenlemeye gitmenin zorunlu olduğu üzerinde durulmuştur. Kampa yerleştirilen Nasturilerin eski yerlerine dönmeleri gerekmekteydi. Ayrıca İngiltere bu insanlar için yılda 2 milyon Sterlin harcamakta ve bu da İngiltere’ye oldukça ağır bir külfet yüklemekteydi. İngiltere değişik alternatifler ortaya koyarak bu insanlar için bir yerleşim yeri aramaya başlamıştır. Öncelikle Urmiye’ye dönmeleri gündeme getirilmiştir. Ancak bu bölgede bulunan Kürtlerin Nasturileri istememeleri büyük bir sorun olarak görülmüştür. Diğer yandan İran Hükümeti Kürt saldırılarına karşı Hıristiyan nüfusu tampon olarak kabul edebilirdi. Bu fikirlerden uzak olarak Kanada’ya yerleşmelerine yönelik bir teklif daha sunulmuş, Nasturiler bu teklife karşılık olarak eğer eski yerleşim yerlerine dönmelerine imkân olmazsa oraya gidebileceklerini bildirmişlerdir. Bir farklı teklif de İmadiye’ye yerleşmeleri yolundadır. İngiliz yetkililer başlangıçta bu fikre olumlu bakmışlarsa da sonra bu fikirden vazgeçmişlerdir. İmadiye’de de Kürt nüfusun bulunması ve iki topluluğun geçinemeyeceği gerçeği yanında bölgeden Kürtlerin çıkarılıp Nasturilerin yerleştirilmesi o dönem için imkânsız bir plan olarak kabul edilmiştir79. Nasturilere bir yer bulma çabaları sırasında onlardan Türk etki sahası ile İngiliz denetimi altındaki Mezopotamya arasında bir tampon bölge oluşturulması düşüncesi ortaya çıkmıştır. O gün için çözüm olabilecek tek yol, doğrudan Irak savunma gücü içerisinde yer alan ve görevi Mezopotamya sınırını korumak olan Nasturi askeri birliklerinin kurulması olmuştur. Bu askeri birlikler ayrıca bölgede çıkabilecek Kürt ve Arap ayaklanmalarını bastırmak amacıyla da kullanılacaktır80. Bu maksatla Musul’a götürülen ve 4 tabur halinde yapılandırılan kuvvetlere Nasturi Levi Birlikleri adı verilmiştir. İngiltere tarafından Nasturilere bu hizmetlerine karşılık Hakkari ve Urmiye bölgesinde muhtar bir idare sözü verilmiştir81. Hatta daha inandırıcı olabilmek için İngiltere, Aleksandr Amir Camki adında bir Asur subayını birliklerden sorumlu olan Albay McCarthy’nin yardımcısı olarak atamışlardır. Ancak o, İngiliz 79 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 93-94; İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Petrol ve Kürt Sorunları ile Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir İnceleme, İstanbul, Otopsi Yayınları, 2003, s. 180. 80 Anzerlioğlu, a.g.m., s. 180. 81 Erdost, a.g.e., s. 75; Nikitine, a.g.m., s. 210. 172 oyununu anlayıp bir süre sonra görevinden istifa etmiştir. İngilizler Nasturilerin elinde bulunan silah, cephane ve mühimmata da el koyarak onların kendilerine daha çok muhtaç olmalarını sağlamışlardır82. Bu taburların kurulmasında ölen Patrik Mar Bünyamin Şimun’un kız kardeşi Surma Hanım gibi liderlerin büyük rolü olmuştur. Ayrıca patrik ailesi ile toplum önderleri ve din adamlarının İngilizlerle yapmış oldukları anlaşma uyarınca her Nasturi askerin maaşından nakdi bir pay alıyor olmaları düşündürücüdür83. Bağımsızlık elde edeyim derken İngiliz kuklası ve paralı askerleri konumuna düşen Nasturiler, kendi çıkarları için değil sadece İngiliz çıkarları için çalışmışlardır. Hatta bir kısmı İngiliz ordularının yanında Filistin’i işgal hareketine katılmış ve Filistin halkının direnişini bastırma sürecinde subaylık yapmışlardır84. Döneme ait birçok arşiv belgesinden anladığımıza göre; İngilizler silahlandırdıkları Ermeni ve Nasturileri her fırsatta kullanmışlardır. Bununla ilgili olarak İmadiye müftüsü, uleması, eşrafı ve aşairi ruesası tarafından gönderilen telgraflarda silahlandırılan Ermeni gayet ve acıklı Nasturilerin bir lisanla İngilizler mezalimlerinden tarafından bahsedilerek, şikâyetlerde bulunulmuştur. Ermeni ve Nasturilerden oluşan bu birlikler Müslüman kadınları din değiştirmeye zorlamak, aşiretlere saldırıp yağma etmek, ulemadan bazı kişileri kaçırmak gibi faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Aşiretler bu faaliyetlerden ötürü heyecan içinde olup mukabeleden korkmaktaydılar. Hükümetin bu konuda tedbir alması gerektiği 13. Kolordu Kumandanı Cevdet Bey tarafından Hariciye Nezareti’ne bildirilmiştir85. 9 Eylül 1335 tarihli bir başka belgeye göre de; Şırnak Kaymakamı’ndan alınan malumatta İngilizlere ilhak eden 1500 kadar Ermeni ve Nasturi kuvvetleri vasıtasıyla bölgedeki aşiretlerin mağlup edildiği belirtilmekte ve bu 82 Bulut, a.g.e., s. 193. Matfiyef, a.g.e., s. 110. 84 Bulut, a.g.e., s. 194. 85 ATASE, İSH, Kutu No. 103, Gömlek No. 80, Belge No. 80-2. 83 173 haberler üzerine bir alay ve bir taburun bölgeye celp olunduğu 86 görülmektedir . Görüldüğü üzere İngilizler özellikle bazı aşiretlere karşı sürekli olarak Nasturi ve Ermenilerden mürekkep kuvvetler kullanmışlardır. Bu kuvvetlerle en çok mücadele eden aşiretlerden biri de Barzan aşireti olmuştur. 31.12. 1335 tarihli bir belgede Şemdinan civarında Nasturi ve Ermeni kuvvetlerinin Barzan aşireti ile çatışarak onların birliklerini çekilmek zorunda bıraktıkları belirtilmiştir87. Ermeni ve Nasturilerden kurulmuş olan birliklerin en önemli özelliklerinden birisi kıtaatın kendilerine İngiliz süsü vererek ve hatta İngiliz kıyafetleri giyerek hareket etmesidir. 15. Kolordu Kumadanlığı’na gönderilen 21.12.1335 tarihli bir rapordan Ermeni ve Nasturilerden mürekkep kıtaatın yukarda belirtilen hilelerle hududumuza tecavüzlerde bulundukları anlaşılmakta ve bunun engellenmesi için yapılan uyarıları dinlemedikleri takdirde bölgedeki aşiret alaylarından da yararlanılacağı belirtilmektedir88. 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir tarafından Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen şifrede de aynı hilelerden bahsedildikten sonra meselenin İngiltere’nin Erzurum Kaymakamı Rawlinson ile İstanbul’daki İngiliz mümessiline de bildirildiği ve gerekenin yapılmasının istendiği belirtilmiştir89. Ermeni ve Nasturilerden mürekkep bu birliklerin talim görmüş kıtalar şeklinde ve müstakil taburlar halinde olduğu da bilinmektedir. Bu taburların ne gibi silahlara sahip oldukları bilinmemekle birlikte hiç olmazsa makinelileri olduğu sanılmaktadır90. İngilizler tarafından silahlandırılan bu taburlar Van vilayeti çevresinde tecavüzlerde bulunmakla birlikte eski köylerine ve arazilerine girmek istemekteydiler. Ancak Nasturilerin eski köyleri oldukça harap olmuş bulunmaktaydı. Bu defa Nasturiler o civarda kendi köylerini kurmuş olan ve Nasturilerle aralarında düşmanlık görülen vatandaşların köylerine baskınlar 86 ATASE, İSH, Kutu No. 109, Gömlek No. 96, Belge No. 96-1. ATASE, İSH, Kutu No., 114, Gömlek No. 3, Belge No. 3-1. 88 ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 119, Belge No. 119-1. 89 ATASE, İSH, Kutu No. 203, Gömlek No. 6, Belge No. 6-1. 90 ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 121, Belge No. 121-1. 87 174 düzenlemeye çalışmışlardır. Bu bölgede bulunan halk hükümetten silah ve mühimmat yardımı talep etmiştir91. 11. Kolordu Kumandanı Kaymakam Cavid Bey’in 15. Kolordu Kumandanlığı’na göndermiş olduğu raporda, bölge halkının esasen Ermeni ve Nasturilerle mücadele etmek istedikleri ve köylerini terk etmek niyetinde olmadıkları belirtilmektedir. Ancak halk silah ve mühimmat bakımından eksik olduğundan devletin bölge halkının emniyetini sağlamakla görevli olduğu üzerinde durulmaktadır. Yine aynı raporda kuzey bölgelerdeki Ermeni tehlikesinin henüz bertaraf edilmemiş olması ve buradaki fırkanın Çölemerik havalisine gitmesine bir imkân olmaması göz önünde tutulacak olursa güneyden gelebilecek yeni Nasturi ve Ermeni çetelerinin işe karışması halinde bölgenin yeni olaylara sahne olacağı da belirtilmiştir92. Cavid Bey’in 34. Alay Kumandanlığı’na göndermiş olduğu şifre de bu konuyla ilgilidir. Muntazam İngiliz kuvvetlerinin kendi işgal bölgeleri haricinde bulunan Van vilayetine girmeyecekleri muhakkak olmakla birlikte bu iş için Nasturi ve Ermeni birliklerini kullanmaktadırlar. Her ne vasıta ile olursa olsun bu bölgeye girmeye çalışılması mütareke ahkâmına uygun olmadığından geri çekilmemeleri halinde silahla mukabelede bulunulmasının zorunlu olacağı görülmektedir93. Görüldüğü gibi İngiltere mukavemetle karşılaşacağını anladığı her yerde Nasturiler, Ermeniler ve dahası Kürt aşiret şeyh ve liderlerini elde etmeye çalışmış, onları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmak için her fırsata başvurmuş hepsine ayrı ayrı vaatlerde bulunarak kendi tarafına çekmiştir. Seyid Taha, Ağa Simko gibi Kürt liderlerine Rumiye, Deyleman, Hoy, Cizre gibi bölgelerde beylik sözü vererek İngiltere hesabına çalışmaya ikna etmiştir. Osmanlı Devleti bu Kürt aşiretleriyle uğraşırken Nasturiler ve Ermeniler de İngilizlerin istedikleri yerlere yerleştirilerek bilahare Kürtler de 91 ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 121, Belge No. 121-1. ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 121, Belge No. 121-2. Hangi birliklerinin nerelerde görevlendirilmesi konusundaki bilgilerle ilgili olarak Bkz. ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 121, Belge No. 121-3. 93 ATASE, İSH, Kutu No. 449, Gömlek No. 65, Belge No. 65-1. 92 175 onların esaretine verilecektir94. İngiltere’nin bölgede güttüğü açık politika budur. Gerek Kürtler ve gerekse Nasturiler arasında sanki onların milli menfaatleri için hareket ediyormuş gibi görünerek onları ikna etmeye çalışan İngiltere her türlü silah ve hayvan takviyesinde de bulunarak bu faaliyetinde büyük çapta başarı kazanmıştır. Çıkabilecek herhangi bir tehlike vukuunda İmadiye ve Pervari aşiretlerinin İngilizlere yardımını temin etmek için bunlara para dağıtıldığı bilgileri de bulunmaktadır95. Kürt aşiretlerine beylik kurma sözü vermesinin yanı sıra Nasturiler için de bir hükümet tesis etme planı söz konusudur. 5.01.1336 tarihli bir belgeden anlaşıldığı üzere; bu hükümetin sınırları tam olarak bilinmemekle beraber, Rumiye, Revandız, Çölemerik, Hakkari ve çevresinden ibaret olduğu tahmin edilmektedir96. Zaten bu bölgede Nasturilerin taarruzları da sık sık görülmekteydi97. Nasturilerin İngilizlerin yardımıyla yaptıkları bu faaliyetler bir tarafa bırakılacak olursa açıkça ifade etmek gerekir ki Yakubiler olarak da bilinen Süryani Kadimlerin birkaç küçük hadise dışında bu faaliyetlere karışmamış olduklarına, Osmanlı idaresine bağlı kaldıklarına, üstelik yaşadıkları bölgelerde Batılı devletlerin misyonerlerini bile istemediklerine dair bilgiler mevcuttur98. Süryani Kadimler her zaman itaatkâr bir cemaat olmuş asla devlet kurma sevdasına kapılmamışlardır. Sadece yaşadıkları toprakların vatandaşları ile aynı haklara sahip olmak istemişlerdir99. Süryani Kadimlerin milli mücadele yıllarında işgalcilerin kışkırtmalarına kulak asmadıkları yolundaki bilgilere en güzel örnek İngilizlerin Mardin’i işgal girişimleri esnasında gerçekleşmiştir. Mondros Ateşkes Antlaşması gereğince Urfa, Antep, Maraş ve civarı İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Bu işgaller neticesinde Mardin halkı da tedirgin olmuş işgale karşı koymak için milli kuvvetler oluşturulmaya başlanmıştır. İngiltere, Doğu, Güneydoğu Anadolu 94 BOA, DH.KMS., No. 50-2/ 25, BOA, DH.KMS., No. 50-3/25, Musul Kerkük İle İlgili Arşiv Belgeleri (1525-1919), Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 1993, s. 389-392. 95 ATASE, İSH, Kutu No. 1169, Gömlek No. 5, Belge No. 5-1. 96 ATASE, İSH, Kutu No. 348, Gömlek No. 78, Belge No. 78-1. 97 ATASE, İSH, Kutu No. 401, Gömlek No. 3, Belge No. 3-1; ATASE, İSH, Kutu No.449, Gömlek No. 63, Belge No. 63-1. 98 BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4. 99 Aksiyon, 2-8 Mart 2002, s. 23. 176 ve Musul’u da içine alacak şekilde kendisine bağımlı bir Kürt devleti kurmak amacını gerçekleştirmek üzere Mardin’in İngilizlere teslimi için Binbaşı Noel’i bölgeye göndermiştir100. Bölgede çalışmalara başlayan ve şehrin ileri gelenleriyle bu konuda görüşmelerde bulunan Noel istediği sonucu alamamıştır. 20 Nisan günü Mardin’e gelen Noel, burada önce İngiltere yanlısı mutasarrıf Zeki Bey ve Amerikan misyonerleriyle görüşür. 22’sinde de yöredeki azınlık gruplarını ziyaret eden Noel, Yakubi Süryani, Katolik Süryani ve Keldanilerle tanışır. Buradan Müslümanlardaki İngiltere korkusunun halkı silahlanmaya yönelttiği intibaını alarak Halep’e geçer101. Mardin’de eşraftan hiç kimse Noel ve beraberindekilere ve propaganda faaliyetlerine iltifat etmemiştir102. 11 Mayıs’ta tekrar Mardin’e gelen Noel, 6. Ordu’ya bağlı 5. Kolordu Kumandanı Miralay Kenan Bey’le görüşmüştür. Bazı kaynaklarda şehrin İngilizlere teslim edilmesi hususunda Noel’in eşrafla görüşmelerde bulunduğu ve eşrafın ne cevap verecekleri konusunda aralarında toplantılar yaptıkları fakat kesin bir karara varamayarak o zaman şehrin hürmete şayan bir zatı olan Süryani belirtilmektedir Kadim 103 Patriği 3. İlyas Şakir Efendi’ye başvurdukları . Şakir Efendi ise, “Biz Türküz ve Türk idaresinden başka bir idare istemiyoruz. Aksi halde yek vücut olarak canen ve malen mücadeleye hazırız.” diyerek bu konudaki düşüncesini belirtmiş ve bu cevap da aynen Noel’e iletilmiştir104. Ayrıca yöredeki aşiret reisleri, Keldani ve Yakubi rahipler toplanarak Osmanlı Devleti’ne bağlılık yemini etmişler ve Meclis-i Mebusan’a çektikleri telgrafla bölgedeki bölücü faaliyetleri protesto etmişlerdir105. Noel 100 Yavuz Ölçen, “Milli Mücadelede Mardin”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 658-659. 101 Mim Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in “Kürdistan Misyonu”, İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 1989, s. 32. 102 Ertürk, a.g.e., s. 304. 103 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 442; Hanna Dolapönü, Tarihte Mardin, İstanbul, 1972, s. 102. 104 Dolapönü, a.g.e., s. 103. İlyas Efendi ile ilgili olarak onun akıl vermek yerine sadece karara katılmış olduğu yolunda bilgi de söz konusudur. Ali Bulaç, “Patrik İlyas Efendi Meselesi” (Erişim) : http//www.tumgazeteler.com/?a=4433706 , 10 Kasım 2009, 11.00. 105 Yaşar Akbıyık, “Kurtuluş Savaşı’nda Güneydoğu Anadolu’da Bölücülük Faaliyetlerine Karşı Tepkiler”, XII. Türk Tarih Kongresi, C. IV, 1994, s. 1312. 177 ise İstanbul’dan gelen Fehim Efendi ile Patrik Şakir İlyas’ın Mardin’deki Osmanlı hâkimiyetinin devamı için müracaatta bulunmak üzere başkente doğru yola çıktıklarını rapor etmiş ve onların Halep’te durdurulmalarını istemiştir106. 22 Mayıs 1919 tarihinde İngilizlerin patriği Halep’te ziyaret ettiği ve ertesi gün de patriğin İngiliz haber ajansını ziyaret ettiği yönünde bilgiler bulunmaktadır. Daha sonra patrik İstanbul’a giderek Sultan Vahdettin ile görüşmüş 8 Temmuz 1922 tarihine kadar İstanbul’da kalmıştır107. Mardin’de bulunan Süryani Patriği’nin İstanbul’a gelmesine izin verildiğini belirten 19 Mayıs 1919 tarihli bir arşiv belgesi de bu yolculuğu kanıtlamaktadır108. Binbaşı Noel yazmış olduğu raporunda Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Hıristiyanlardan savaş sırasında en az zarar görenlerin Süryani Kadimler olduğunu belirtmektedir. Noel, Süryani Kadimlerin Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler içinde olduğunu ve Ermeni tehciri kararı alındıktan sonra Süryani Kadimlerin bu kararın dışında tutulduklarını da raporuna eklemiştir. Ayrıca Noel, Diyarbakır’da yaşayan Süryani Kadimlerin Osmanlı yönetiminin devamından yana olduklarını hatta Mardin ve Diyarbakır’da Süryanilere ait kiliselerde Osmanlı yönetimi ve padişah için dualar edildiğini de raporunda vurgulamaktadır109. Gerçekten de Noel bu raporu hazırlamadan önce Mardin ve Midyat’taki Süryaniler hakkında bilgi toplamaya çalışmış onlara baskı yapılıp yapılmadığını sormuş ancak düşünülenin aksine Süryanilerden hükümete silah atanların olduğu bilgisini almıştır. Hatta görüştüğü Süryani murahhası da aynı beyanatta bulunmuştur110. 20 Mayıs 1335 tarihli bir belgeden de anladığımıza göre; Noel, Midyat’ta en ziyade Süryani ve Keldani muallim ve murahhaslarla görüşmüş, özellikle Süryani murahhası Petros Efendi Osmanlı Hükümeti’ne karşı sadakat beyanında bulunmuştur. Keldani papazı muhalif bazı ifadelerde bulunmuş ise de Süryani murahhası onu tekzip etmiştir111. Yine aynı meyanda olmak üzere Noel, Midyat ve 106 Öke, a.g.e., s. 33; Ertürk, a.g.e., s. 204. Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 442-443. 108 BOA, DH.KMS., Dosya No. 52/-1, Gömlek No. 68. 109 Özdemir, a.g.e., s. 112. 110 Ertürk, a.g.e., s. 308. 111 ATASE, İSH, Kutu No. 30, Gömlek No. 33, Belge No. 33-1. 107 178 çevresinde görüştüğü zevatın hemen hepsinden hükümet lehine cevaplar almıştır112. Süryani Patriği İlyas’ın Osmanlı Devleti lehinde hareket ettiği ile ilgili bir diğer bilgi ise; 8 Şubat 1919 günü İstanbul’a gelen müstevli kuvvetler komutanlarından Fransız generali Franchet d’Esperey’in azınlık ruhani reislerini davet ederek isteklerini sorduğunda Süryani Patriği’nin ayağa kalkarak “Beş yüz yıldan fazla oluyor ki Türk yurttaşlarımızla beraber kardeşçe yaşadık. Türklerin nimetleri kanımızın her zerresinde dolaşmaktadır. Biz Türklerden ne isteyebiliriz? Türklerin kaderi bizim de kaderimizdir” dediği ve toplantıyı terk ettiği yönündedir113. İngiltere’nin Suriye İtilafnamesi ile Güneydoğu illerini Fransa’ya devretmesi Mardin’de de tepkilere sebep olmuştur. Suriye İtilafnamesi’ne göre; Urfa, Antep ve Maraş dolayları Fransızlara bırakılmış buna karşılık Musul İngilizlere verilmiştir. İngilizlerin bu uygulamadaki amacı Fransızların Anadolu içlerine girmelerini sağlamaktı. İngilizler Mardin ve Siverek havalisiyle bütün Güneydoğu Anadolu’da kendilerine karşı, “Mahiyeti şüpheli görülen bir siyasi faaliyetin olduğunu ve aşiretlerin İngilizlere karşı harekete hazır bulunduğunu” görünce yeni anlaşma ile Fransızları bu alanlara sürerek kendilerine daha problemsiz bölgeler seçmişlerdir. Böylece hem Fransızları sonuç alamayacakları alanlara itmiş olacaklar hem de Musul’u ustalıkla dünya kamuoyunun gözünden kaçırarak oraya sahip olacaklardı114. Bölgenin Fransızlara devredilmesine karşı çıkan Mardinliler, Ocak 1920’de Mardin’e gelen Fransız askeri yetkilisi Albay Normand’a da büyük tepki göstermişlerdir. Mardin’i Suriye’nin bir parçası gibi değerlendiren Normand, burada işinin kolay olacağını düşünmüş ancak gelen tepkiler karşısında bölgeden ayrılmak zorunda kalmıştır. Ayrılmadan önce de bölgedeki 112 Süryani ve Ermeni cemaat liderleriyle görüşmek isteyen ATASE, İSH, Kutu No. 30, Gömlek No. 33, Belge No. 33-2. Milliyet, 19 Kasım 1977. 114 İsmail Özçelik, “İşgal Yıllarında Mardin”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 673. 113 179 Normand’ın bu isteği şiddetle reddedilerek Fransız oyununa gelinmemiştir115. Diyarbakır’dan Hariciye Nezareti’ne gönderilen bir şifreden de anlaşılacağı üzere Normand gerçekten de gittiği her yerde halkın devamlı surette galeyanı ile karşılaşmıştır116. Ancak Urfa’da Fransızlarla bazı Süryanilerin işbirliği yaptıkları yolunda söylentiler çıkınca, Süryani Patriği 3. İlyas Şakir Efendi Urfa’da yaşayan Süryani toplumu başkanlığına şu bildirgeyi göndermiştir: “Osmanlı uyruğundan olduğumuzu unutmayınız. Ne yazık ki Urfa’daki Süryanilerin bir kısmının Fransızlar ve Ermenilerle birleşerek Türklere karşı çarpışmalara katıldıklarını üzüntü ile öğrenmiş bulunmaktayız. Bu iş patrik efendinin ve bütün Süryanilerin isteğine aykırı olduğundan kutsal değerlerimizin korunuşu ve büyüklerimizin sözlerine saygı duyarak Türkler aleyhindeki çarpışmalara katılmaktan geri durmanızı bildiririz. Ayrıca bu uğurda pek çok fedakârlıkta bulunmanızı sizlere öneririz.” 117 Ayrıca 1920 yılında TBMM’nin açılış törenine Patrik 3. İlyas’ın da katılmış olduğu yine 1922 Şubat’ında Atatürk’ün Ankara’ya gelişinde garda onu karşılayanlar arasında Patrik 3. İlyas’ın da bulunduğu ve Atatürk’ün taltif niteliğindeki “Süryani Patriği 3. İlyas’ın Milli Mücadele yıllarında müstevlilere karşı bu yurdun evladı olarak takındığı mücadeleci tavır Milli Mücadele kahramanlarından olduğunu göstermiştir.” şeklindeki sözlerini yansıtan bilgiler bulunmaktadır118. Süryani Kadim Patriği’nin milli mücadelenin desteklenmesi yönünde emirler verdiği ve bu bağlamda milli mücadeleye katılan Süryani Kadimlerin aileleri tarafından askere çamaşır ve giysi dikilmesi amacıyla Diyarbakır’da bir dikimevi açıldığı ve Süryani kadınların burada dikiş dikerek yardımlarda bulundukları yolunda bilgiler de mevcuttur119. Görüldüğü üzere Nasturi cemaatinin aksine Süryani Kadimler Osmanlı Devleti’ne sadık kalmışlar ve Avrupalı devletlerin oyununa gelmemişlerdir. 115 Ölçen, a.g.m., s. 662. ATASE, İSH, Kutu No. 205, Gömlek No. 248, Belge No. 248-4. 117 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 445. 118 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 454-456; Dolapönü, a.g.e., s. 102; Mardin İl Yıllığı, Mardin, 1967, s. 87. 119 Milliyet, 19 Kasım 1977. 116 180 Nasturiler ise verilen sözlere inanarak devlete başkaldırmışlar ve bunun olumsuz sonuçlarını da uzun yıllar yaşamak zorunda kalmışlardır. 2.2. Paris Barış ve San Remo Konferansları’nda Süryaniler Süryanilerin onları evlerinden ve yaşadıkları topraklardan eden dört yıllık savaşın ardından güvendikleri müttefiklerinin savaş sırasında vermiş oldukları vaatleri 120 bulunmamaktaydı yerine getirecekleri konusunda hiçbir tereddütleri . Eski topraklarına geri dönmek ve İngiltere denetiminde özerk bir devlet kurmak amacında olan Süryaniler bu hedeflerinin siyasi platforma taşınmasını istemekteydiler. Büyük güçlerin Osmanlı Devleti topraklarını kendi aralarında paylaşmak amacıyla düzenledikleri konferanslara katılmak Süryanilerin hedeflerini gerçekleştirmek için bir fırsat olarak nitelenmiştir. 1919 yılında Paris’te düzenlenen konferans, hedefin ilk adımını oluşturmuştur. Esasen konferansın ana gündemini Osmanlı Devleti topraklarından Yunanlılara verilecek pay oluşturmaktaydı. Ancak konferansa amaçları bağımsız devletler kurmak olan Ermeni, Arap ve Kürt delegeleri de katılmışlardı. Nasturilere gelince; yeni patrik Mar Paul Şimun ve diğer liderler Bakuba Kampı’ndan İngiliz otoritelerine başvurarak konferansa bir temsilci göndermelerine izin verilmesini istemişlerdir. Onların işaret ettikleri nokta, Ermenilerden farklı bir ırk oldukları ve onlarla bir mütalaa edilmelerinden endişe duydukları yönündeydi. Arnold Toynbee gibi bazı resmi memurlar Nasturilere mahsus bir kanton yaratılmasını mümkün görürken İngiltere diplomatik çevreleri bu fikre karşı çıkmanın yanı sıra onların konferansa delege göndermeleri talebine bile sıcak bakmamışlardır121. 6 Mart 1919’da Bağdat’taki İngiliz temsilcisi Albay A. T. Wilson’a başvuran Mar Şimun, kendi topraklarında İngiliz koruması altında olmayı, Kürtler tarafından esir alınan Nasturilerin serbest bırakılmasını, liderlerini öldüren Kürtlerin cezalandırılmasını, Mar Şimun’un Nasturilerin lideri olarak resmen kabul edilmesini, Kürtler tarafında işgal edilen kilise arazilerinin geri 120 121 Özdemir, a.g.e., s. 133. Sonyel, a.g.e., s. 130-131. 181 verilmesini ve Ermenilerle Nasturiler arasında etnik farklılığın kesin olarak ortaya konulmasını istemiştir122. Nasturiler “Paris Barış Konferansı Öncesinde Asuri İstekleri” başlığı altında yayınladıkları bir memorandumda da büyük miktarda Nasturi’nin anadillerini kaybedip Türkçe, Arapça ve Ermenice konuştuklarını ve Ermenice konuşan Nasturilerin Ermeni olarak tanınmaya başlandıklarını dile getirildikten sonra Türk-Ermeni çatışmalarında onların da Ermeni sayılarak 175.000 Nasturi’nin öldürüldüğünü iddia etmişlerdir. Bununla birlikte bu memorandumda Nasturilerin Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’nın yanında savaştıklarına ve Nasturi güçleri sayesinde birçok yerde Rusların zafer kazandıklarına dikkat çekilerek Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra da onun müttefiklerine sadık kalan Nasturilerin bu konferansta temsil edilmeleri gerektiği belirtilmiştir123. Memorandumda ilginç olan iddialardan biri de çok sayıda Süryani’nin zaman içerisinde Müslüman olduğu ve Şikak Aşireti gibi bazı Kürt aşiretlerinin Süryani kökenli olduğudur. Burada ortaya konulan iddiaların son derece amatörce hazırlanmış olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır124. Tüm bu çabaların sonucunda Amerika’ya eğitim almak için gidip kendilerini Asur yurdunu kurmaya adamış kişilerden oluşan Nasturi delegasyonu125 Abraham Yohannan başkanlığında Nasturileri temsilen Paris’e gelmişlerdir. Ancak bu delegeler Paris’te yalnız değildir. Urmiye’den de temsilciler gelmiştir ve her delegasyon kendi isteklerini konferansa sunmuştur126. Yohannan Süryani ve Nasturi insanına çok büyük haksızlıklar yapıldığını dile getirmiştir. Her iki delegasyonun da ortak talebi şimdilik otonom fakat daha sonra bağımsız olacak bir Asur-Keldani Devleti kurulması yönündeydi. Bu devletin sınırları ise Musul, Urmiye, Diyarbakır, Urfa’yı içine alarak batıda Fırat, kuzeyde Van Gölü’nün güneyindeki dağlar, doğuda Türkiye’yi İran’dan ayıran dağlar ve güneyde de Bağdat’ın kuzeyinden geçen 122 Özdemir, a.g.e., s. 133-134. Sonyel, a.g.e., s. 134-135. 124 Özdemir, a.g.e., s. 136. 125 Bu delegasyon şu isimlerden oluşmaktaydı: S. Raci, M. Şekur, Piskopos E. Barsaum, B. Bakuş, E. K. Yusuf, R. Necip, C. Zabuni, Gevriye Werda, S. E. Namık. Matfiyef, a.g.e., s. 111. 126 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 98. 123 182 ve Fırat’la Dicle’yi kesen bir hat ile sınırlanacaktır. Asuri-Keldani halkı kendi kendini yönetme yeteneğini kazanıncaya kadar müttefiklerden birinin mandasını istemekteydi. Manda olacak devlet Asuri-Keldanilerden zorla Müslüman yapılanların atalarının dinine dönmeleri için gereken tedbirleri alacaktı. Süryanilerin bu isteklerini L’Asie Française Dergisi dile getirmiş, onların Hıristiyan ve hatta kısmen Katolik olduklarını belirterek Fransız kamuoyunda sempati kazanmalarını sağlamaya çalışmıştır. Ancak daha sonra bu dergi dışında hiçbir yerde onlardan bahsedilmemiştir127. Diğer bir başvuru ise Tiflis’te bulunan Trans-Kafkasya Süryani Meclisi Delegasyonu tarafından yapılmıştır. Kafkasya’da yaşayan Süryanileri temsilen katılan delegasyon, Süryanilerin de savaşan taraf olarak kabul edilmesi gerektiğini belirttikten sonra Süryanilerin önce Paris Barış Konferansı’na daha sonra da Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi gerektiğini savunmaktaydı. Onların dilekçesinde Osmanlı Devleti’ne yönelik bir toplu katliam iddiası yer almamakta aksine başkanları M. Yacouboff’un yazmış olduğu mektuptaki ifadeler yaşanan hadiselerin toplu katliamdan uzak olduğunu göstermekteydi. Mektupta Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra Kafkasya’ya göç eden Süryanilerin açlık ve hastalıkla mücadele etmek zorunda kaldıkları ve bunun tek sebebinin İtilaf Devletleri ile savaşa girmek olduğu ve bu sefaletin ortadan kalkması için İtilaf Devletlerinden yardım beklendiği belirtilmiştir128. Konferansa katılan heyetler herhangi bir başarı elde edememiştir. Kendilerine Türklerle barış antlaşması yapılıncaya kadar beklemeleri söylenmiştir129. Patrik Mar Şimun ise eski yerlerine dönmek ve İngiliz himayesinde yaşamlarına devam etmek istemekteydi. Patrik Mar Şimun’un dilekçesinde Osmanlı Devleti tarafından kendilerine katliam yapıldığına dair bir iddia yer almamaktadır. İstedikleri kurulacak “Nasturi Devleti’nin” Mar Şimun liderliğinde olması ve Ermenilerle Kürtlerden ayrı telakki edilmeleri 127 Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, (1919-1922), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1975, s. 91. 128 Özdemir, a.g.e., s. 134-135. 129 Sonyel, a.g.e., s. 143. 183 gerektiği yönündedir130. Onlar da isteklerini Paris’te dile getirmek için lider olarak Surma Hanım’ı belirlemiş ancak İngiltere bir dizi oyalamadan sonra Irak Nasturi heyetinin önce Londra’yı ziyaret etmesi şartıyla Paris’e gönderilmesini kabul etmiştir. İngiltere bu heyetin sorunlarını Londra’da çözmesini amaçlamıştır. Paris Konferansı sonuçlanana kadar delegeler Londra’da alıkonulmuş ve Paris’e gitmelerine izin verilmemiştir131. Surma Hanım Londra’da bulunduğu sırada Lordlar Kamarası’nda Asur meselesi tartışmalarına tanık olmuştur. Canterbury Piskoposu dinleyicilerin dikkatini şimdiye kadar anavatanlarına dönmelerine müsaade edilmeyen Süryanilerin trajedisine çekmiş ve Süryanilerin ikamet ettiği bölgelerde Türk hâkimiyetinin durdurulmasını istemiştir. Lord Curzon ise Surma Hanımla Süryanilerin gelecekleri konusunda görüşerek “Süryaniler güvenliklerinin garanti edilmesi koşuluyla geri dönmek istiyorlar, bunun gerçekleşmesi şimdilik güçtür. Önümüzdeki baharda belki mümkün olur. Görevimiz İranlı Süryanileri İran’a, Türkiye’dekileri de Hakkari Vilayeti’ne geri göndermek ya da onları ileri mevzilerimize komşu topraklarda ya da elimizin ulaşabileceği yakın merkezlerde iskân etmektir.” demiştir132. Sonuç olarak Süryaniler isteklerine cevap alamadan konferans dağılmıştır. Görüldüğü üzere konferansa katılan ayrı delegasyonların hepsi bir Süryani devleti kurulması yolunda taleplerini dile getirmişlerdir. Ancak bu ortak amaç için kullanılan iddialar farklılık gösterebilmiştir. Amerika’dan gelen heyet Süryani katliamı iddiaların dillendirirken, Tiflis heyeti ve Mar Şimun bu tarz iddialarda bulunmamışlardır. Abraham Yohannan başkanlığındaki Amerika’dan gelen heyet, İngiltere’nin İran’a baskı yapmasını ve halen Bakuba Kampı’nda yaşayan Nasturilerin Urmiye’ye geri dönmelerinin sağlanmasını istemekteydi. Osmanlı tebaası olan Nasturilerin durumu ise İngiltere’yi daha da zor durumda bırakmaktaydı çünkü henüz Türkiye ile bir anlaşma imzalanmamış ve sınırlar belli olmamıştı. Ayrıca İngiltere’nin İran ya da Türkiye’de yaşayan Nasturiler arasında ayrım yapmadan hepsinin lideri 130 Özdemir, a.g.e., s. 137-138. Matfiyef, a.g.e., s. 111-112; Anzerlioğlu, a.g.e., s. 99. 132 Matfiyef, a.g.e., s. 112. 131 184 olarak Mar Şimun’u tanıdığını açıklaması da gruplar arasında huzursuzluk yaratmıştır133. Bu noktada Lord Curzon, her iki grubun da bir arada kalmalarını vurgulayarak şunları söylüyordu: “…siz küçük bir milletsiniz. Aynı topraklar üzerinde bir arada kalmanız sizin için daha iyi olmaz mı? Eğer her şey yolunda giderse koruma altına alacağımız ve birbirinize yardımcı olabileceğiniz bir yer olacaktır.” Şüphesiz Lord Curzon bu sözleri Süryanilerin sorunlarını düşünmekten çok Musul sorunu ve Musul’un kuzeyinde Süryanilerden oluşan güvenli bir bölge kurulması yönündeki İngiliz çıkarları doğrultusunda söylemiştir134. Paris Barış Konferansı’ndan sonra siyasi platformda yer almaya devam eden Süryaniler bu defa da 1920 yılı başlarında müttefiklerin hâlâ çözümleyemedikleri Türkiye meselesini tekrar görüşmek üzere toplandıkları San Remo Konferansı’nda gündeme gelmişlerdir. Ancak bu defa kendi temsilcileri yerine konferansta bir konuşma yapan Lord Curzon İngiliz çıkarlarının gerektirdiği ölçüde onlar adına taleplerde bulunmuştur. Lord Curzon’a göre; “Bağımsız Kürdistan kurulduğunda Hıristiyan nüfus da göz önüne alınmalıdır. Bu insanların sayıları 100.000 civarındadır ve tekrar eski yerlerine yerleştirilmelidirler. Türkler tarafından yerlerinden edilen bu insanlar şu anda Bakuba’da İngiliz denetimindedirler. Yeniden yerleştirilebilmeleri imzalanacak anlaşmada yer almalıdır. Türk-İran sınırında yeni bir düzenleme yapılabilir. Bu insanların kaderi tıpkı Ermenilerinkine benziyor. Bunlar adına sorumluluk almaktan çekinilmemelidir. Keldani ve Asuriler güvencededirler.”135 Aslında Curzon, İngiltere için büyük külfet oluşturan Bakuba Kampı’nın kapatılmasını istemekteydi. Bunun için de dünya kamuoyunun insancıl yanları harekete geçirilerek bu Hıristiyan topluluğun durumlarının kötülüğünden dem vurulmaya çalışılmaktaydı. İngiltere bu çabalara karşı planlarını gerçekleştirememiştir. Nisan 1920’de 133 Montagu bir Özdemir, a.g.e., s. 141. Özdemir, a.g.e., s. 142. 135 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 102. 134 kez daha Bakuba Kampı’nın kapatılmasının 185 zorunluluğunu belirttikten sonra Nasturiler Türk idaresinde yaşamak istemediklerine göre Hakkari’nin Nasturilere verilmesi gerektiği üzerinde durmuş ancak bu görüş de destek bulmamıştır136. Geleceklerinin İngilizlerin elinde olması bir yana Nasturiler de eski yerlerine döndüklerinde İngiltere’nin himayesini istemekteydiler. Hatta Surma Hanım bu konuda şunları yazmaktadır: “Türkiye’de yaşayan Asur ulusu itilaf devletlerine Türklerle mücadelelerinde yardım etmişlerdir. İmadiye ve Botan’dan Gevar Ovası’nın, Şemdinli ve Harifta Dağı’nın kuzeyine dek bizim olan topraklara yerleştirilmek istiyoruz. Bu, Türk otoritesinden tamamen bağımsız ve Büyük Britanya’nın hamiliği altında yapılmalı…”137 San Remo Konferansı’nda alınan kararları Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmek isteyen İtilaf Devletleri 10 Ağustos 1920’de Sévres Antlaşması’nı imzalatmışlardır. Hiçbir zaman uygulanamayan ve kâğıt üzerinde kalan bu antlaşmada Ermenistan kurulması açıkça ifade edilirken; yakın bir gelecekte Kürdistan’ın kurulabilmesi için de hükümler bulunmaktaydı. Ancak Süryaniler için bağımsız bir devlet söz konusu bile edilmemiştir Sevr Antlaşması’nın sadece 62. Maddesinde adı geçen Süryaniler138, bir millet olmadıkları ya da bir millet olmanın niteliklerini taşımadıkları yolundaki İngiliz ve Fransız görüşleriyle bir kez daha hayal kırıklığına uğramışlardır. Oysa Birinci Dünya Savaşı esnasında İngiliz diplomatları “Asur Milleti” fikrini ortaya atarak, kaybolan Asur uygarlığının son kalıntılarını toplayıp yepyeni bir millet yaratmayı amaçlamışlardır. Görünen odur ki, İngiliz çıkarları burada da Süryanileri etkisiz hale getirmiştir. Bu konuda bahane de hazırdır. “Asuriler, 136 Kaymaz, a.g.e., s. 180. Surma, a.g.e., s. 89-90. 138 Sevr Antlaşması’nın 62. Maddesi: Fırat’ın doğusunda ileride saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının güneyinde ve 27. Maddenin II/2. Ve 3. Fıkralarındaki tanıma uygun olarak saptanan Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini işbu antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde İstanbul’da toplanan ve İngiliz, Fransız ve İtalyan Hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır. Herhangi bir sorun üzerinde oy birliği oluşamazsa bu sorun komisyon üyelerince bağlı oldukları hükümetlerine götürülecektir. Bu plan Süryani-Keldaniler ile bu bölgelerin içindeki öteki etnik ve dinsel azınlıkların korunmasına ilişkin tam güvenceleri de kapsayacaktır; bu amaçla İngiliz, Fransız, İtalyan, İranlı ve Kürt temsilcilerden oluşan bir komisyon incelemelerde bulunmak ve işbu antlaşma uyarınca Türkiye sınırının İran sınırı ile birleşmesi durumlarında Türkiye sınırında yapılması gerekebilecek düzeltmeleri kararlaştırmak üzere bu yerleri ziyaret edecektir. Seha L. Meray, Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Antlaşması, İlgili Belgeler), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977, s. 67-68. 137 186 Ermeni ve Kürtler gibi bağımsız bir devlet kurma hakkına sahip olamazlar. Çünkü geçmişte bir yurt edinememiş ve birleşik bir önderlik altında yaşayamamışlardır. Dolayısıyla kendilerini yönetme hakkı kilisenin özerk denetimi ve idaresiyle sınırlı olmalıdır”139. Durumlarının sadece büyük devletlerin çıkarlarına göre belirlenebileceğini anlayamayan Nasturiler, bağımsız bir devlet kurabilmek için konferanslardan istedikleri sonuçları alamayınca San Remo Konferansı’nı takiben yeni bir harekâta girişirler. 2.3. Nasturilerin Hakkari Harekâtı İngiltere Nasturileri başlarının çaresine bakmaya iterken Ağa Petros yeni bir plan hazırlamıştı. Çok riskli olan bu plana göre Nasturiler Hakkari’ye bir harekat düzenleyeceklerdi. Ağa Petros 8000 kadar adamıyla Türk-İran sınırındaki bir bölgeyi işgal edecek ve Nasturiler eski yerlerine döneceklerdi. Hakkari ile Urmiye birleşecek ve Türkiye-İran-Irak arasında bir tampon devlet kurulacaktı140. Bu harekâta Nasturilerin tek başlarına karar vermedikleri aşikârdır. Onların amacı bir yana bırakılacak olursa İngiltere için durum daha farklıydı. Bu insanlar eski yerlerine ulaşabilirlerse büyük bir başarı elde etmiş olacaklardı. Ama ulaşamazlar ise Musul’un kuzeyine (mesela İmadiye’ye) yerleşebilirlerdi. Böylece Musul’un, kuzeyden gelebilecek her türlü tehlikeye karşı korunması sağlanabilirdi. Bununla birlikte hem Urmiyeli hem de Hakkarili Nasturilerden birleşik bir Asur Milleti oluşturulması halinde Amerika ve Tebriz’deki Nasturiler de bu harekete destek verebilirlerdi141. Bu planı yaklaşık 30.000 Nasturi kabul etmiştir. Geriye kalan yaklaşık 10.000 kişi ise patrikhane liderliğinde beklemede kalmayı tercih etmiş ve bunların bir kısmı Dohuk-Akra arasındaki bölgeye yerleştirilirken diğer kısmı yeterli ekilebilir alan bulunmadığı gerekçesi ile Bakuba Kampı’nda bırakılmışlardır142. Ağa Petros liderliğindeki Nasturi birlikleri, Akra’yı aldıktan sonra Van’a kadar uzanan bir hat üzerinde Kürt aşiretleriyle çatışmalara girmiştir. Kürtler 139 Bulut, a.g.e., s. 197. Kaymaz, a.g.e., s. 180-181. 141 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 103. 142 Kaymaz, a.g.e., s. 181. 140 187 ağır kayıplar vererek geri çekildiler. Bu yenilgiden cesaret alan Ağa Petros, Urmiye üzerine harekete geçmiştir. Kışı orada geçirip baharda en son hedef olan Musul’a yönelmeyi amaçlayan Ağa Petros, böylelikle İngiltere’nin söz verdiği bağımsızlığın ilan edilebileceğini düşünmüştür. Ancak olaylar onun planladığı gibi gelişmemiştir. Urmiyeli ve Hakkarili Nasturiler arasında anlaşmazlık baş göstermiştir. Ağa Petros plandan vazgeçmek zorunda kalınca boşluktan yararlanan Kürtler, karşı saldırıya geçerek Nasturileri yenilgiye uğratmışlar, sağ kalanlar Irak Mezopotamya’sına sığınmışlardır. Süryani kaynaklarında, İngilizlerin verdikleri sözü tutmayıp Nasturilere yardım etmedikleri ve böylece planlı bir şekilde Ağa Petros’un yenilgisini hazırladıkları ileri sürülmüştür. Bu kaynaklarda, savaşın bitmesi üzerine Rus ve Osmanlı tehlikesinin kalmamasından hareketle İngiltere’nin kendi denetimi altındaki Irak’ta daha önce Osmanlı Devleti ve Rusya’ya karşı düşündüğü Süryani tampon bölgesini artık istemediği görüşü işlenmektedir143. Girişilen bu harekât Nasturilerin sorunlarını çözemediği gibi yenilginin tek suçlusu olarak Ağa Petros gösterilmiştir144. Görüldüğü gibi İngiltere Ağa Petros’u da kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için kullanmış ancak bireysel davrandığını fark ettiği anda onu bertaraf etmekten de çekinmemiştir. İngiltere’nin bu tutumu karşısında Fransa’ya gitmek zorunda kalan Ağa Petros, oradan İngiltere’ye sayısız mektuplar göndermekten de geri durmamıştır. Bu mektupların hemen tamamında Nasturilerin Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere ve onun müttefiklerinin yanında yer aldıkları, bu savaş sırasında yaklaşık 275.000 kişinin öldüğü ya da evlerini ve malları kaybettikleri belirtilerek otonomi isteğinde bulunulmuş ve eski yerlerine dönmelerinin ancak resmi bir tanınma ile sağlanabileceği ifade edilmiştir. Ağa Petros ayrıca savaşın başında Almanya ve Türkiye’nin tekliflerini dinlemiş olsalardı bugün bu durumda olmayacaklarını da sözlerine eklemiştir145. 143 Bulut, a.g.e., s. 195-196. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 104; Bulut, a.g.e., s. 196. İngilizlerin kendisine karşı olumsuz tutumları karşısında Fransa’ya giden Ağa Petros’un orada İngilizler tarafından öldürüldüğüne dair bilgiler bulunmaktadır. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 105. 145 Sonyel, a.g.e., s. 157-158. 144 188 Esasen Nasturilerin Türk ve Kürtlere bağlı olarak eski yerlerine dönmeleri imkânsız görünmektedir. Çünkü onlar birbirlerine karşı savaşmışlardır. Bu yüzden Ağa Petros sürekli İngiltere himayesi talebinde bulunmakta yazdığı mektuplara olumlu bir cevap beklemektedir. Ancak Curzon’un bu mektupları dikkate aldığı söylenemez146. Bu arada kapatılan Bakuba Kampı’nın yerine Akra yakınlarında Mindan Kampı kurulmuştu. Hakkari harekatından dönmeyi başarabilen Bakuba’dan ayrılan 20.000 kadar Nasturi bu kampa yerleşmişlerdir 147 ve . 1921 yılına gelindiğinde Nasturilerin hâlâ Hakkari bölgesine gelmeye çalıştıkları görülmektedir. 21 Haziran 1921 tarihinde Erçak Nahiyesi’ne gelen ve buranın ahalisini telaşa düşüren Nasturiler148, 22 Haziran 1921 tarihinde de Çal Nahiyesi’ne tecavüze başlamışlardır. Nasturilerin bu faaliyetlerine karşı Şemdinan’daki müfrezenin tedbir alması istenmiştir149. 18 Temmuz 1921 tarihli bir telgraftan anladığımıza göre de İngilizler siyasetleri gereği hududumuzda sürekli olarak faaliyette bulunmakta ve Nasturi ve Ermenileri teşvik ederek onların çevredeki köylere saldırmalarını sağlamaktadırlar. Hakkari ve çevresinde bir tabur ikamet ettirilmediği sürece Nasturilerin gizli veya aşikâr hareketlerinin devam edeceği vali tarafından bildirilmektedir150. Bütün bu şikâyetlere karşı Şark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir ise Erkân-ı Harbiye Riyaseti’ne göndermiş olduğu telgrafta bu olayların Nasturilerin yapmış olduğu propagandalardan biri olduğunu, Van’a tecavüz etmelerine ihtimal vermediğini eğer böyle bir durum söz konusu olursa gerekli tedbirin alınacağını bildirmiştir151. Erkân-ı Harbiye’den Dahiliye Vekaleti’ne yazılan yazıda da durum aktarıldıktan sonra, Nasturilerin ciddi bir hareketlerine karşı vilayetin doğruca cephe kumandanlığına müracaatta bulunması istenmiştir152. 146 Sonyel, a.g.e., s. 160. Kaymaz, a.g.e., s. 181. 148 ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-1. 149 ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-2. 150 ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-5. 151 ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-4. 152 ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-7. 147 189 Bu arada Ağa Petros Eylül 1922’de Marsilya’dan Curzon’a bir mektup daha yazmıştır. Bu mektubunda Petros hâlâ Doğu Türkiye’den ayrılmayı deniyordu. Süryanilere tamamen özgür olacakları bir toprak verilmesini istemekteydi. Petros’a göre istenilen topraklarda zaten tek Türk yoktu ve savaştan önce bu bölge neredeyse tamamen Süryanilere aitti. Ağa Petros ayrıca İngiltere kendilerine yardım etmezse bu defa Fransa’dan yardım isteyeceğini de belirtmekteydi. Ağa Petros’un bu tekliflerine İngiltere pek sıcak bakmamaktaydı. Nasturilerin eski yerlerine dönmeleri pratikte bir çözüm olmazdı ve yeni çarpışmalara ve ölümlere sebebiyet verebilirdi. Curzon da Ağa Petros’u boş yere ümitlendirecek cevaplar vermekten kaçınmıştır153. İngilizler, Ağa Petros’un isteklerinden farklı olarak Nasturilerin Türk sınırlarından gizlice sızarak eski yerlerine yerleşmelerini planlamışlardır. Mindan Kampı sakinleri ülkelerine dönmeye zorlandılar. Bunlardan genellikle çiftçilikle geçinen Urmiye kökenli Nasturilerin büyük bölümü ağır koşullara dayanamayarak ya da Kürtlerin saldırıları sonucu hayatını kaybetmiş geriye kalanlar ise Bağdat ve Musul’a kaçarak sefalet içinde yaşamlarını devam ettirmeye çalışmışlardır. Hakkarililer ise daha sağlam yapılı ve savaşçı olduklarından şartlara dayanabilmişlerdir. Yaklaşık 7500154-8000 Nasturi155 Musul Ovası ile Dohuk, İmadiye ve Zaho’daki dağların yamaçlarındaki boş köylere ya da Hakkari’ye gelerek yerleşmişlerdir. 6500 kadar Nasturi ise Ağa Petros ile birlikte hareket etmeyi tercih ettikleri için kendi hallerine bırakılmışlar bir kısmı Suriye’ye gelmişler bir kısmı da değişik yerlere dağılmışlardır. Hakkari’ye gidenlerin bir bölümü daha sonra geri dönmüşler ama çoğu 1924 Nasturi ayaklanmasına kadar orada yaşamışlardır156. Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi İngiltere, Birinci Dünya Savaşı sırasında çeşitli vaatler verdiği ve Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttığı Süryanilere, savaşın sonunda sahip çıkmamıştır. Bununla birlikte İngiltere, yeni politikalarında tekrar kullanmak üzere Süryaniler üzerinde hesaplar 153 Sonyel, a.g.e., s. 161-164. Kaymaz, a.g.e., s. 181. 155 Bulut, a.g.e., s. 201. 156 Kaymaz, a.g.e.,s. 181-182. 154 190 yapmaktan ve yeni vaatlerde bulunmaktan geri durmamıştır. 1914-1945 yılları arasında İngiliz hükümeti tarafından İran ve Irak’ta görevlendirilen Ortodoks bir din adamı olan William Wigram’ın İngiliz politikası hakkında söylemiş olduğu şu sözler bu gerçeği teyit etmektedir: “Bizler (İngilizler) Süryanileri resmen kullandık. Onları düpedüz aldattık. Vaatlerimize kandıklarından her verdiğimiz işi yaptılar. Ama daha sonra onları düşmanın eline terk ettik ki öçlerini alabilsinler. Bu konu Cemiyet-i Akvam’da ele alındı. Alınan karar gereğince güya Süryanilere bir yurt verilecekti. Özellikle bizler onların acı çekmelerine neden olduğumuzdan parayla bile olsa böyle bir yurt bulmalıydık.”157 Sonuç olarak diyebiliriz ki 1918-1922 yılları arasında İngiltere’ye sığınan yaklaşık 35.000 Süryani-Nasturi’nin bir kısmı zor şartlar altında çeşitli yerlere yerleştirilmiş geriye kalanlar ya ölmüş ya da dağılmışlardı. İngiltere ise zulme uğrayan bu halkın korunduğu propagandasını sonuna kadar kullanacak, siyasi amaçları uğruna her fırsatı değerlendirdikleri gibi bunu da değerlendireceklerdi. Güç ve propagandaya sahip olan İngiltere, cahil ve çaresiz Nasturileri paralı askerler olarak kullanmaya devam etmiştir158. 3. LOZAN BARIŞ KONFERANSI’NDA SÜRYANİLER Birinci Dünya Savaşı maddi ve manevi kayıplar göz önüne alındığında insanlığın en büyük felaketlerinden biri olmuş, savaş sonrası imzalanan barış antlaşmaları da sulh ve sükûneti getirmekten uzak kalmıştır. Paris ve San Remo Konferansları’nda yapılan uzun müzakereler sonrasında Osmanlı Devleti Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır. Ancak mütarekenin imzalanmasından hemen sonra memleketin her yöresinde kurulan milli mukavemet teşkilatları ile Mustafa Kemal’in de önderliğinde milli mücadele başlamıştır. Toplanan kongreler ve alınan kararlarla, “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ilkesine dayanarak Sevr kararları reddedilmiştir. İşgalci devletlerle yapılan mücadeleler ve art arda kazanılan zaferler sonucunda Mudanya Mütarekesi imzalanmış barış görüşmeleri 157 158 Bulut, a.g.e., s. 199. Kaymaz, a.g.e., s. 182. 191 süreci hızlanmıştır. Müttefik Devletler Lozan’da bir konferansın toplanması kararını almışlardır159. 20 Kasım 1922’de başlayan konferansın gündemini meşgul eden en önemli konular Boğazlar, sınırlar, Osmanlı borçları, Musul meselesi olmakla birlikte biz burada Lozan Konferansı’na detaylı bir şekilde girmeden azınlıklarla ilgili müzakerelerin Süryanilerle ilgili kısımlarına değineceğiz. Azınlıklar meselesi Lozan Konferansı’nın iç tüzüğünün 5. Maddesine göre kurulan Yabancılar ve Azınlıklar Komisyonu’nda görüşülecekti. Ancak meseleyi Lord Curzon’un ele almasıyla konu ilk defa 12 Aralık 1922’de gündeme getirilmiştir160. 3.1. Azınlıklar Meselesi ve Süryaniler Süryaniler ilk defa Ermeni yurdu meselesi tartışılırken gündeme gelmişlerdir. Oturumda ilk sözü alan Lord Curzon’un yaptığı konuşmada dikkati çeken ilk nokta azınlıkların varlığını ve güvenliğini sağlayacak garantiler verilmesinin hiçbir ülkenin itiraz etmeyeceği bir konu olduğu yönündeydi. Bu konunun savaştan beri yapılmış olan anlaşmaların birçoğunda yer bulduğu ve Lozan’da da böyle olması gerektiği Lord Curzon tarafından önemle ifade edilmişti161. Lord Curzon, Süryanilerle ilgili olarak da; Kürdistan dağlarının muhtelif yerlerinde ve Türk-İran hududu üzerinde yaşayan Süryanilerin savaş zamanında çok ıstırap çektiğini ve bunların mukadderatıyla İngiltere, Fransa ve Amerika’nın alakadar olduğunu, şu anda İngiltere nüfuzuna tabi mıntıkalarda bulunan bu cemaatin İngiltere’nin dostane himayesinden emin olduklarını ve Türk topraklarında kalan Nasturilerin din, faaliyet ve hayatlarının muhafazasını ısrarla istemeye mecbur olduklarını söylemiştir162. 159 Veysi Akın, “Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)”, Türkler, C. XVI, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 306-308. 160 Hikmet Öksüz, “Lozan’da Azınlıklar Meselesi”, Türk Yurdu, Kasım 1987, s. 88. 161 Yaşayan Lozan, Ed. Çağrı Erhan, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2003, s. 216. 162 Yakın Doğu Meseleleriyle İlgili Lozan Barış Konferansı Tutanakları, 21 Kasım 1922-23 Temmuz 1923, Birinci Takım, C. I, 1. Kitap, Der. Ahmet Yavuz, Ankara, Dışişleri Bakanlığı Yayınları, 1968, s. 200. 192 İsmet Paşa ise özetle; Türkiye azınlıklarının mukadderatının ıslahının her şeyden evvel her türlü ecnebi müdahalesinin ve dışarıdan gelen tahriklerin giderilmesine bağlı olduğunu ve mübadele kapsamı dışında kalan azınlıkların emniyet ve inkişafı için en mükemmel teminatın gerek memleketin kanunlarının gerekse Türk vatandaşlığından dönmemiş bütün cemaatler hakkında Türkiye’nin hür siyasetinin vereceği teminat olacağını söylemiştir163. İsmet Paşa her azınlığın ayrı bir toprak elde edebilmek için Türkiye’nin parçalanması ile sonuçlanacak iddialarda bulunmasını kesinlikle reddetmiştir164. Ancak İngiltere bununla tatmin olmayıp iddialarında ısrar edince meselenin çözümü, 13 Aralık 1922 tarihli toplantıda alt komisyona havale edilmiştir. Alt komisyonu başlangıçta en çok uğraştıran konu, azınlıklar kavramının tanımlanması olmuştur. İtalyan temsilci Montagna’nın başkanlığında yapılan görüşmelerde öncelikle sorunun adı konusunda çok şiddetli tartışmalar olmuştur. Genel olarak karşı taraf azınlıklar kavramını antlaşmaya sokmaya çalışırken Türk heyeti gayr-i Müslim azınlıklar kavramında ısrarcı olmuştur. Türk heyetinin bu görüşüne karşı özellikle İngiliz heyeti bazı Müslüman grupları da azınlık statüsüne sokmaya çalışmıştır. Lozan öncesi Kürdistan adıyla bir devlet kurmayı başaramayan İngiltere son çareyi bu konuyu konferans gündemine getirmekte bulmuştur. Böylece İngiltere, Türk topraklarında yaşayan Müslümanlar arasında da ırk ve dil ayrımı yapıp özellikle Kürtleri azınlık statüsüne sokmaya çalışmıştır165. Türk heyeti ise Türkiye’de yalnızca din azınlıklarının bulunduğunu, ırk azınlıklarının bulunmadığını ve Türk heyetinin soy ya da dil azınlıklarının korunması ilkesini kesinlikle kabul etmediğini belirtmiştir. Ancak Batılı devletler Misak-ı Milli ilkelerinde geçen azınlık kavramı ile zaten Türkiye’nin komisyonda sunulan öneriyi kabul etmiş olduğunu ileri sürerek baskı yapmaya çalışmışlardır. Türk heyeti ise Misak-ı Milli’deki azınlık sözünün yalnız gayr-i Müslimleri içerdiği ve Avrupalı diğer devletlerin kabul 163 Yakın Doğu…, s. 219. Yaşayan Lozan, s. 223. 165 Eyüp Kaptan, Lozan Konferansında Azınlıklar Sorunu, İstanbul, Harp Akademileri Basımevi, 2002, s. 60-62. 164 193 ettiklerinden daha fazla haklara sahip olamayacakları noktasında direnerek bütün baskılara rağmen gayr-i Müslim azınlık tabirini kabul ettirmiştir166. Nitekim İsmet Paşa da hükümete yazmış olduğu 24 Aralık 1922 tarihli raporunda; “Bugün (23 Aralık) tali komisyonda Rıza Nur Bey ekalliyetleri çalıştı. Ekalliyetlerin yalnız gayr-i Müslim tabirine şümulünü kabul ettirdik.”167 diyerek bu konudaki başarılarını dile getirmiştir. Rıza Nur da hatıralarında; “Frenkler bizde ekalliyet diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne iyi ve ne derin düşünüyorlar…Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt ilh.’yi Rum ve Ermeni’nin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dili konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan iki milyon Kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya verdim. Pek uğraştım. Pek müşkülat ile fakat kaldırdım.” diyerek düşüncesini dile getirmiştir168. Bu arada Nasturi lider Ağa Petros da çalışmalarına devam ediyordu. Daha Lozan Konferansı öncesi Anadolu topraklarında otonomi isteyen taleplerini doğrudan ABD başkanına sunan Ağa Petros169, Kasım ayının başlarında Lord Curzon’a da bir mektup göndermiş ve daha önceki mektuplarındaki isteklerini tekrar etmiştir. Ağa Petros, Lozan Konferansı başladığı günlerde Londra’ya gelme talebinde bulunmuşsa da bu talep, gelmesinin bir yararının olmayacağı fikriyle reddedilmişti. Bu gelişmeye bakılırsa İngiltere, Ağa Petros’un hilekâr ve tehlikeli olduğunu düşünmektedir170. Alt komisyona havale edilen azınlıklar meselesi burada da çözümlenememiştir. Türk heyeti dışarıda olan Nasturilerin tekrar Türkiye’ye 166 Görüşmelerin ayrıntıları için Bkz. Seha Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, Takım 1, C.I, Kitap 2, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1970, s. 152206; Yaşayan Lozan, s. 220. 167 Lozan Telgrafları, Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış Konferansı, C. I, Haz. Bilal N. Şimşir, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990, s. 272. 168 Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. III, İstanbul, Altındağ, 1968, s. 1044-1045. 169 Özdemir, a.g.e., s. 144. 170 Sonyel, a.g.e., s. 164-165. 194 dönmeleri teklifini kabul etmiyordu. 6 Ocak 1923 tarihli oturumda Montagna Ermeni sorunu ile ilgili bir konuşma yaptıktan sonra sözü Süryanilere getirmiş ve onlarla ilgili olarak da “Asuri-Keldani halkına da özel bir bölgede toplanmak ve orada Türk hükümetinin koruyuculuğu altında barış içinde yaşama olanağını sağlamak söz konusudur. Türk hükümeti de yerel tedbirlerle Asuri-Keldanilerin geleneklerini canlı tutma olanağını güvence altına almalıdır.” demiştir171. İngiliz delege Sir Hurace Rumbold da “Savaştan önce Mardin, Diyarbakır ve Türk-İran sınırı arasında dağılmış kentlerde ve kasabalarda, özellikle Çölemerik dolaylarındaki dağlarda ve bu sınırın ötesinde İran’da yaşayan bu gözüpek küçük halk, savaş sırasında çok acılar çekmiş, ağır kayıplar pahasına her yana dağılmıştır. Bunların binlercesi şimdi Kafkasya’da ve Güney Rusya’da bulunmaktadır; onlar da dışarıdan ve özellikle Yakın Doğu Yardım Komitesi’nden sağladıkları yardımlardan başka bir şeyleri olmaksızın eğreti bir hayat sürmektedirler. Bunlardan kimileri sayıları azalmış olarak Mardin bölgesinde, kimileri İstanbul’da ya da uzaklarda, ABD’de yaşamaktadırlar; fakat Asuri-Keldanilerin büyük çoğunluğu savaştan önce Türkiye ve İran sınırları üzerinde yaşarken şimdi Irak’ta İngiliz mandası altında bulunmaktadırlar. Bunlardan 60.000’den çoğu Dicle’nin doğusunda Erbil dolaylarında en büyükleri El Köşk (El Kosh) ve Tal Hayf (Tal Kaif) olan bakımlı kasabalarda ve Dahuk ve İmadiye bölgelerinde yaşamaktadırlar. İngiliz hükümeti bu mutsuz halkı her zaman yaşamaya alışmış oldukları dağlarda kendilerine bir barınak bulunduruluncaya kadar beslemek ve barındırmak için 4 milyon İngiliz Lirası’ndan çok harcamıştır. Bu gözüpek halkın büyük çoğunluğunun Irak’ta İngiliz mandası ve Milletler Cemiyeti’nin koruyuculuğu altında kalacakları beklenebilir; fakat bir takımı da Irak’tan Türkiye’ye daha doğrusu Çölemerik dolaylarındaki yuvalarına dönmek isteyeceklerdir. Kimileri de İran’dan ya da Kafkasya’dan dönmek isteyeceklerdir. Türk hükümetinin onların geri dönüşlerini kolaylaştıracağını ve kendi dilleriyle okullarını yaşatabilmeleri, aile görenekleriyle kişisel göreneklerini sürdürebilmeleri, dinlerinin gereklerini yerine getirebilmeleri ve 171 Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap II, s. 275. 195 Türkiye’nin yurttaşları olarak huzur içinde yaşayabilmeleri için gerekli bütün güvenceleri vereceğini umarak Türk temsilci heyetine bütün bu insanlar adına çağrıda bulunmaktayız.” demiştir172. Türk delegasyonu adına konuşan Rıza Nur’un ise tepkisi sert olmuştur. Rıza Nur, Amerika, İngiltere ve Fransa’nın Nasturilere karşı manevi taahhüt altına girmiş olduklarını, Türkiye aleyhine bu cemaatleri tahrik edip bir alet gibi kullananların da yine müttefikler olduğunu ve Nasturilerin bu durumlarının tek müsebbibinin de onlar olduğunu söylemiştir. Rıza Nur devamla; “Binaenaleyh, Türk murahhas heyeti vaki beyanatı yok farz eder. Bu kabilden bir diğer beyanatı dinlemektense çekilmeyi tercih eder.” demiştir. Başkan Montagna, konferans nizamını bozmayıp Fransız delegesinin de dinlenmesi gerektiğini belirtmişse de Türk delegasyonu çekilir. Montagna bütün insanlığı meşgul eden bu mevzuda müttefiklerin gayet mutedil bir beyanat vermelerine rağmen Türk heyetinin makul hiçbir sebep olmaksızın salonu terk etmesini adaba aykırı bularak bu durumu başkana bildireceğini belirtmiştir. İngiliz delege Rumbold Rıza Nur’un müttefiklere çok ağır ithamlarda bulunduğunu söylerken, Fransız delege M. De Lacroix de Asuri-Keldani temsilcilerinin köklerinin tarihin en eski devirlerine kadar uzandığı bir bölgede dillerini ve dinlerini serbestçe kullanarak kendi hallerinde ve görenekleri uyarınca yaşamak istediklerini belirttikten sonra Türk heyetinden bu konuda gelecek müspet cevabı beklemekten başka yapılacak bir şey olmadığını dile getirmiştir173. Rıza Nur da hatıralarında konuyla ilgili olarak kendilerine celsenin başlamasına az zaman kala Ermeni ve Asuri-Keldani temsilcilerinin dinleneceğinin söylendiğini, bu tür celselerin resmi celse olmayıp zabta geçirilemeyeceğini ve Türk heyetinin iştirak etmeyeceğini söylemiş olmasına rağmen böyle bir gündem oluşturulmasına şaşırdığını dile getirdikten sonra bir nota yazdığını söylemiştir. Bu notada Rıza Nur: “Ben size söylemiştim bunları dinleyemezsiniz. Dinlemek isterseniz biz gelmeyiz. Hem Ermeni, Asuri devlet değil ki. Biz devletlerle müzakereye geldik. Bu sebeple celseye 172 173 Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap II, s. 277-278. Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap II, s. 278-279. 196 gelmiyoruz.” demiştir. Neticede Türk heyeti bu celseye katılmamış ancak hususi mahiyette yine de Bulgar, Ermeni ve Asuri temsilciler dinlenmiş ancak konuşmaları zabıtnameye geçirilmemiştir. Daha sonraki oturumdan önce Montagna’nın kendisine gelerek İngiltere ve Fransa’nın Ermenileri kendi menfaatlerinde kullandıklarını bu yüzden de onlar için yurt istemeyi ahlaki bir mecburiyet olarak gördüklerini söylediğini ifade eden Rıza Nur eğer başkan sıfatıyla Montagna kısa bir konuşma yaparak Ermeni sorununu dile getirirse celseye iştirak edeceğini söylemiştir. Ancak 6 Ocak tarihli celsede durum böyle olmamış Montagna’nın yanı sıra Rumbold da konuşmuş ve hatta Fransız temsilci de söz istemiştir. Bunun üzerine Rıza Nur “İtilaf Devletleri Ermenileri kendilerine siyasi alet yapmışlar, ateşe saldırtmışlardır. Kendi devletleri aleyhine isyan ettirmişlerdir. Bunun neticesi onların zorla yola getirilmesi olmuştur. Tedip ile sâri hastalık, açlık ve hicret ile kırılmışlardır. Bunun bütün mesuliyeti İtilaf Devletlerine aittir. Ermenilere mükâfat lazımsa siz verin. Ermeniler mazlum imiş, onlara yurt istiklal verilmeliymiş. Biz bunlara kaniiz. Ancak dünyada mazlum millet bir tane değildir. Mısır hürriyeti için birkaç defadır ve daha dün kan içinde çalkalandı. Hindistan, Tunus, Cezayir ve Fas hürriyetlerini yurdunu istiyor. Hatta İrlandalılar yurtları istiklalleri için kaç asırdır ne kadar kan döktüler. Siz bunlara istiklallerini yurtlarını verin biz de Ermenilere derhal verelim. Bütün bu okuduklarını hiç olmamış kabul ediyoruz. Bu şartlar altında burada duramayız. Celseyi terk ediyorum.” demiştir. Rıza Nur sözlerinin tamamının tutanaklara geçmediğini de belirtmektedir174. Montagna Lord Curzon’a sunmuş olduğu raporunda önce Ermeni daha sonra Asuri-Keldani murahhaslarının dinlendiğini bu mümessillerin bahsettikleri meselelerin Türk heyetine bildirilmesi gerektiğini belirttikten sonra, “Asuri-Keldanilerin Türkiye bölgesinde muayyen bir noktada toplanarak Türkiye idaresi altında örf ve adetlerini muhafaza etmeleri amacına yönelik hükümlerin tetkik edilmesini teklif ettim.” demiştir175. 174 Rıza Nur, Joseph C. Grew, Lozan Barış Konferansının Perde Arkası, İstanbul, Örgün Yayınevi, 2003, s. 145-150; Nur, a.g.e., s. 1059-1063. 175 Yakın Doğu…, s. 344-345. 197 İngiltere Dışişleri Bakanlığı da konu ile ilgili olarak İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Vekili Nevile Handerson’a şu bilgiyi gönderiyordu: “…5-6 Ocak günlerinde Maliye ve Azınlıklar Alt Komitelerinde oturumlar tatmin edici olmamıştır. Türkler her konuda sözlerinden dönmüşlerdir. Rıza Nur ciddi bir olay çıkarmıştır. İtalyan ve İngiliz delegeler ulusal Ermeni yurdu ve Süryani ve Keldanilerin yerleşimi konusunda oldukça ılımlı önerilerde bulununca bu sorunları tartışmayı oldukça yakışıksız biçimde reddederek ani olarak salonu terk etmiştir.” 176 Alt komisyonda bir sonuca bağlanamayan mesele tekrar üst komisyona gönderilmiştir. Üst komisyon 9 Ocak 1923’de müzakerelere başlamıştır. Fransız delege M. Barrére, bir konuşma yaparak Süryanilerle ilgili olarak; “Son zamanlarda bu kadar felaketzede ve şayan-ı merhamet olan Ermeniler ve Asuri-Keldaniler gibi zümrelerin mukadderatını Türkiye heyeti murahhasasının nazarı dikkate aldığını görmekle mesut olacağım.” demiştir. İsmet Paşa ise buna karşılık olarak müttefiklerin öne sürdüğü görüşlerin Türkiye’yi taksim etmek mahiyetinde olduğunu ve Türk heyetinin bunları müzakere etmesinin imkânsız olduğunu söylemiştir177. Lord Curzon ise Türk heyetinin protesto ederek katılmadığı oturumda dinlenen Ermeniler, AsuriKeldaniler ve Trakya Bulgarları konusunu tekrar gündeme getirdikten sonra Süryanilerle ilgili olarak “…mevzubahis olan ikinci zümre Nasturilerdir. Miktarları azdır fakat bunlar ırki, tarihi, dini ve ıstırapları dolayısıyla dünyada aynı ehemmiyete haiz olan her cemaatten ziyade alaka celbediyor. Bu millet her cihette dağınık bulunuyor; onu Türkiye ve İran’daki oturdukları yerlerden savaş kaçırmıştır. Asuri-Keldanilerin bir miktarı Irak sınırında az çok İngiliz himayesi altında bulunuyor. İngiltere’nin ona karşı gösterdiği alaka sadece lafzî değildir, Zira onlara yardım etmek için mütarekeden beri 4 milyon Lira’dan ziyade sarfetti. Asuri-Keldanilerin büyük bir kısmı ya Türkiye ülkesinde ya da Çölemerik havalisinde bulunuyor. Türkiye ülkesindeki vatanlarına dönmeyi arzu ediyorlar. İngiltere hükümeti kendi nüfuzuna tabi 176 Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerle Lozan Konferansı’nın Perde Arkası, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2006, s. 101. 177 Yakın Doğu…, s. 328-329; Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 297-298. 198 bulunan ülkede sakin olan ve şuanda Türkiye’de bulunan veya oraya avdet etmek isteyen Asuri-Keldaniler lehine bütün gayretini sarfedecektir.” diyerek onların lisanları, mektepleri, örf, adet ve dinleri hakkında tam teminat verileceğini ümit ettiğini de sözlerine eklemiştir178. Bu sırada Nasturi lider Ağa Petros, Türk delegasyonu ile görüşmeye çalışmaktadır. Ağa Petros, Türk delegasyonuna Nasturi isteklerinin gerçekleştirilebilmesi için teklifte bulunmuştur. Buna göre Türkiye Hakkari’yi Nasturi yurdu olarak temin etmeliydi. Eğer bu gerçekleştirilemezse Gevar ve Çölemerik bölgeleri ile iki başka bölge -ki buralar görünüşe göre Başkale ve Şemdinan olacaktır- Nasturilere bırakılmalıydı. Ayrıca savaştan evvel Çölemerik ve Gevar bölgesinde oturan fakat hicret etmek zorunda kalan ve bunlardan başka İran, Bağdat vs memleketlerde bulunan Nasturilerin Türk Devleti tarafından tahsis olunacak bir bölgede toplu halde bulunmalarına müsaade edilmesi istenmekteydi. Bu şartlar kabul edildiği takdirde Nasturi heyeti Türklerle bir davaları olmadığını ilan edecek ve bundan başka halen Musul ve havalisinde bulunan Keldani kıtaatı İngilizlerden ayrılarak Türklere katılacak ve eğer Türkiye arzu ederse Musul’daki amaçlarını elde edebilmek için Türkiye’ye yardım edeceklerdi. Ayrıca Ağa Petros mutabakat sağlanırsa kendisinin ve heyetinin Ankara’ya gitmeye hazır olduğunu da sözlerine eklemiştir179. İngiltere bu görüşmeyi haber aldığında durumdan pek hoşlanmamıştı. 22 Ocak 1923’de Forbes Adam, Ağa Petros ile bir görüşme yaparak İsmet Paşa ile aralarında geçen görüşme hakkında bilgi almaya çalışmış, çeşitli kaynaklardan böyle bir görüşme yapıldığını öğrendiklerini ve neden Türk delegasyonu ile görüştüğünü sormuştur. Ağa Petros ise kendi halkının haklarının savunulması için İsmet Paşa ile görüşmesinin gerekli olduğunu, İsmet Paşa’dan savaştan önce oturdukları Van bölgesinde Nasturilere otonomi verilmesini istediğini söylemiş, ancak eski bölgelerine dönmeleri halinde İngilizlere karşı Türklerin yanında yer alacaklarına dair vaatte bulunduğunu reddetmiştir. Forbes Adam’ın Musul bölgesi hakkında İsmet 178 179 Yakın Doğu…, s. 335-336; Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 304-305. Sonyel, The Assyrians…, s. 165-166; Lozan Telgrafları, s. 388-389; Kaymaz, a.g.e., s. 336-337. 199 Paşa ile konuşup konuşmadığı sorusuna karşılık Ağa Petros, konuştuklarını ve kendisinin İsmet Paşa’ya bölgede Türk bulunmayıp sadece Kürt, Arap ve Yezidi olduğunu fakat orijin olarak Nasturilerin bulunduğunu söylediğini ifade etmiştir. Ayrıca bu görüşmede Ağa Petros isteklerini içeren belgeyi de Forbes Adam’a vermiştir. Bu belgede Nasturilerin Türklerle her zaman dost oldukları ifadelerinin yanı sıra yer alan İngiltere’nin Musul’la ilgili planlarını tehlikeye sokabilecek düzenlemeler ciddi anlamda İngiltere’nin canını sıkmıştı. Ayrıca bu belgede Nasturiler Türklere karşı kullandıkları silahları teslim edeceklerini de belirtiyorlardı. Bu durum şüphesiz İngiltere’nin hiç işine gelmezdi180. Ağa Petros ayrıca Lord Curzon ile bir görüşme yapmasına müsaade edilmesini istemiş ve Curzon’un mutabakatını almadan bir daha Türk heyeti ile görüşmeyeceğini de sözlerine eklemiştir. Forbes Adam’ın konuyla ilgili yorumu şudur: “Ağa Petros’un bizden gerçekleri gizleyip gizlemediğini söylemek tabii ki imkânsızdır ama bana böyle bir izlenim vermedi. Diğer taraftan Türklerin onun sözlerini yanlış anladıkları da ihtimal dâhilindedir.”181 Ancak İsmet Paşa’nın 15 Ocak 1923’de Başbakan Hüseyin Rauf’a göndermiş olduğu telgraf, Ağa Petros’un gerçekleri söylemediğini göstermektedir. İsmet Paşa bu telgrafta, Ağa Petros’un yukarıda belirttiğimiz isteklerini hükümete ilettikten sonra hicret edenler ile dış ülkelerdeki Nasturilerin geri dönmeleri için bir taahhütte bulunulamayacağı, zaten Nasturilerin diğer Türk vatandaşları gibi memlekette serbestçe yaşadıkları ve meselenin halli için Nasturi heyeti reisini Ankara’ya göndermek yolundaki fikrini beyan etmiştir182. Hüseyin Rauf’un 18 Ocak 1923’de vermiş olduğu yanıt ise şöyledir: “Asuri ve Keldanilerin memleketimizde iskanları hususunu uygun bulmamakla beraber hiçbir taahhüdü kapsamamak üzere Ağa Petros’un Lozan’dan uzaklaştırılması bir fayda sağlayacak ise Ankara’ya gönderilebileceği ve adı 180 Sonyel, The Assyrians…, s. 166-168; Kaymaz, a.g.e., s. 337-338. Sonyel, The Assyrians…, s. 168. 182 Lozan Telgrafları, s. 388-389. 181 200 geçen şahsın daha önce Urmiye konsolosluğumuzda tercümanlıkta istihdam edilmiş Türk tabiiyetinde bulunduğu arz olunur”183 26 Ocak’ta Ağa Petros, Forbes Adam ile görüşmek istemiştir. Forbes Adam Irak sınırı çizilene kadar Ağa Petros’un İsmet Paşa ile görüşmesinin bir kazanç sağlamayacağını ifade etmiştir. Onun bu konu ile ilgili kişisel görüşü meselenin Cemiyet-i Akvam tarafından çözüme ulaştırılması yolundadır. Ayrıca görüşmede başka hangi detayların geçtiğini de bilmek istemiştir. Bunun üzerine Ağa Petros kendisine şu bilgiyi vermiştir: Yıllardır Türklere sadık bir şekilde Musul vilayetinin kuzeyinde ve Başkale’de oldukça zor şartlar altında yaşayan ve zaman zaman bölgedeki Kürtlerin baskılarına maruz kalan Asurilere Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte yaşadıkları bölgelerde kendi kendilerini yönetme imtiyazı Türk Devleti tarafından verilecektir. Onların Türklerden ayrılmak gibi bir arzuları yoktur. Gelecekte de geçmişteki gibi Türkiye’ye sadık kalacaklar, Türkler de kanunlar dâhilinde onların emin bir şekilde yaşamalarına imkân tanıyacaktır184. Türklerle Nasturiler arasında bir yakınlık kurulması İngiltere’nin Musul tezine ölümcül bir darbe vurabilirdi. Gerçi İsmet Paşa ile Rauf Bey arasındaki yazışmalar Türk tarafının Ağa Petros’u sadece Lozan Konferansı’ndan uzaklaştırmak istediklerini ve Nasturileri kendi yanlarına çekmek gibi bir planlarının olmadığını göstermektedir. Hatta Rauf Bey’in “Asuri ve Keldanilerin memleketimizde iskanları hususunu uygun bulmamakta…” şeklindeki sözlerinden Musul’un Türkiye’ye bırakılması halinde bile bölgedeki Nasturilerin sınır dışı edilmelerinin düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Türkiye o günkü şartlar altında Nasturilerin önemini anlayabilmiş değildi185. Oysa Türkiye Ağa Petros’u kendi yanına çekerek İngiltere’ye karşı aynı Nasturi kozunu kullanabilirdi. Her ne kadar Türk delegelerinin Ankara hükümetinden aldıkları talimata göre Nasturilere Osmanlı sistemindeki muhtariyetlerini tanıyabilecekleri ve sorunlarını çözümleyebileceklerine dair bir takım sözler verildiği iddia 183 Lozan Telgarfları, s. 399. Sonyel, The Assyrians…, s. 170-171. 185 Kaymaz, a.g.e., s. 338 (1013. Dipnot) 184 201 ediliyorsa186 da Türk delegelerinin daha sonraki tutum ve düşüncelerine bakılacak olursa bu iddianın da ihtiyatla değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Misak-ı Milli ilkelerinden hiçbir şekilde ödün vermeyen, azınlıklarla ilgili tartışmalarda komisyonu terk edebilecek kadar görüşlerinin arkasında duran Türk heyetinin böyle bir vaatte bulunması mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte Ağa Petros’un yapmış olduğu başvuru pek çok açıdan tarihi gerçekleri ortaya koymaktadır. Başvuru dilekçesinde sürekli olarak Süryanilerin yüz yıllardır Osmanlı yönetimi altında barış ve güvence içinde yaşadıkları ve Osmanlı Devleti’nin kendilerine imtiyazlar tanıdığı vurgulanmaktadır. Bu vurgu, savaş sonrasında ortaya atılan Osmanlı Devleti’nin Süryanilere baskı ve katliam yaptığı tezini çürütür niteliktedir. Ağa Petros tarafından, savaş sırasında soykırım yaptığı iddia edilen Türklerle Süryani otonom bölgesi oluşturulması amacıyla görüşmeler yapılması dikkat çekici bir tezatlık oluşturmaktadır. Dilekçede “Türk milletine sadık kalacakları” ve “Geçmişte olduğu gibi Türklerin tolerans ve anlayışlarına güvendikleri” şeklindeki ifadeler, ortaya atılan soykırım iddialarının tamamen politik amaçlarla yapıldığının birer göstergesidir. Bir diğer talep ise İran topraklarında kalan Urmiye ve Salmas’daki Süryanilerin Türk Devleti’nin tebaası sayılması ve savaş sırasında yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan Süryanilerin geri dönmek istedikleri yönündedir. Bütün bunlara bakıldığında Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında kendilerine soykırım yaptığını iddia ettiği Türkiye’ye sığınmaya çalışması soykırım iddiacılarına cevap niteliği taşımaktadır187. Ağa Petros’un Türkiye ile yapmaya çalıştığı anlaşmanın onun şahsi ihtirasından kaynaklandığını iddia edenler olacaktır. Unutulmamalıdır ki Ağa Petros ihtiras ve hırsına rağmen Nasturi birliklerinin komutanı ve patrikten sonra gelen en etkili kişi olma sıfatını taşımaktaydı. Böyle bir kişinin soykırım 186 Mim Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu, 1918-1926, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1992, s. 139. 187 Özdemir, a.g.e., s. 159. 202 yapmakla suçlanan Türkiye ile anlaşmaya çalışmasını onun şahsi ihtirasına bağlamak yanlış bir değerlendirme olacaktır188. Gerek Nasturilerin gerekse Avrupalı devletlerin ve özellikle de İngiltere’nin Nasturilere otonomi verilmesi yolundaki isteklerine rağmen Lozan’da bu anlamda bir başarı sağlanamamıştır. 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması’nın azınlıkların korunması ile ilgili 37. ve 45. Maddelerine göre; Türkiye, doğum, milliyet, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin Türk halkının tamamının hayat ve hürriyetlerinin himayesini taahhüt etmiştir. Genel adaba ve düzene uymak şartıyla Türkiye’de oturan herkes her din, mezhep veya itikadın kamu düzenini ve genel ahlakla çatışmayan gereklerini gerek umumi ve gerekse hususi surette serbestçe icra etmek hakkına sahip olacaklardır. Gayr-i Müslim azınlıklar, düzenin korunması için memleketin her tarafında tatbik edilen tedbirlere uymak şartıyla serbestçe seyahat etme ve göç hakkına sahip olacaklardır189. Bütün Türk halkı din ayrımı yapılmaksızın kanun önünde eşit sayılacak, gayr-i Müslimler de Müslümanlarla aynı hukuk ve siyasete tabi tutulacaklardı. Türk tebaasının gerek özel ilişkilerinde veya ticaretlerinde gerek din, matbuat veya her nevi neşriyat hususunda ve açık toplantılarında her hangi bir lisanı serbestçe kullanmasına müdahale edilmeyecekti. Din, itikat veya mezhep farkı hiçbir Türk tebaasının çeşitli meslekleri icra etmesine mani teşkil etmeyecekti. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen Türkçeden başka bir dil konuşan Türk tebaasının mahkemelerde kendi dillerini kullanabilmeleri konusunda her türlü kolaylık sağlanacaktı190. Gayr-i Müslim azınlıklar masrafları kendilerine ait olmak üzere her türlü hayır kurumu, dini ve toplumsal müesseseler ve her türlü mektep açmak ve buralarda kendi lisanlarını serbestçe kullanmak ve ayinlerini kendi lisanlarında icra etmek hakkına sahip olacaklardır191. 188 Özdemir, a.g.e., s. 159-160. Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl Lozan (1922-1923), Ankara, Dışişleri Bakanlığı Yayınları, 1973, s. 184-187. Madde 38. 190 Madde 39. 191 Madde 40. 189 203 Kamusal eğitim hususunda gayr-i Müslimlerin önemli bir oranda bulundukları şehir ve kasabalarda çocukların ilkokullarda kendi lisanlarıyla tahsil etmelerini temin bakımından uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu hüküm Türk hükümetinin adı geçen okullarda Türk dili öğrenimini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır. Gayr-i Müslim tebaanın önemli oranda olduğu şehir ve kasabalarda azınlıkların, devlet bütçesi, belediye bütçesi veya öteki bütçelerce eğitim, din ya da hayır maksadıyla genel gelirlerden sağlanabilecek paralardan yararlanmasına ve kendilerine pay ayrılmasına adilane bir surette izin verilecektir. Bu paralar ilgili kurumların yetkili temsilcilerine teslim edilecektir192. Türk Hükümeti gayr-i Müslimlerin aile hukuku ve kişisel statüleri konusunda bu konuların adı geçen azınlıkların kendi örf adetlerine göre çözümlenmesine imkân verecektir. Bu tedbirler Türk hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel bir komisyon tarafından düzenlenecektir. Anlaşmazlık çıkması halinde Türk Hükümeti ile Milletler Cemiyeti Meclisi Avrupalı hukukçular arasından birlikte seçecekleri bir hakem tayin edeceklerdir. Türk Hükümeti adı geçen azınlıkların kilise, havra, mezarlık vs. dini müesseselerine tam bir himaye sağlamayı taahhüt eder. Aynı ekalliyetlerin hali hazırda Türkiye’de bulunan vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylık ve müsaade sağlanacak, Türk Hükümeti yeniden din ve hayır kurumları kurulması için gerekli kolaylıkların hiç birini esirgemeyecektir193. Gayr-i Müslim azınlıklara mensup Türk tebaası, inançlarına veya dini ayinlerine aykırı herhangi bir davranışta bulunmaya zorlanmayacaklardır194. Türkiye bu kısmın bundan önceki maddelerindeki hükümlerini Türkiye’nin gayr-i Müslim azınlıklarıyla ilgili olduğu ölçüde uluslararası nitelikte yükümlülükler teşkil etmelerini, Milletler Cemiyeti güvencesi altına konulmalarını kabul eder195. 192 Madde 41. Madde 42. 194 Madde 43. 195 Madde 45. 193 204 Azınlıklarla ilgili müzakereler esnasında Nasturilerle ilgili meselenin çözüme ulaştırılamayıp Türkiye-Irak sınırı ile ilgili müzakereler yapılırken tekrar gündeme getirilmesinin yanı sıra Lozan’da Süryanilerle ilgili en ilginç gelişme Lozan Konferansı’nın yapıldığı günlerde Süryani Patriği İlyas Efendi’nin Ankara’ya gelmesi olmuştur. Süryani Patriği Lozan’da azınlık haklarının ve özellikle Musul ile ilgili olarak Nasturilerin gündemde olduğu bir dönemde “ Biz hukuk-i ekalliyet istemiyoruz.” diyerek, Süryanilerin Türklerle birlikte ve aynı statüde yaşama isteklerini ortaya koymuştur196. Bu olayla ilgili farklı bir anlatıma göre de Mustafa Kemal 3. İlyas Efendi’den Lozan’a elçi yollamamasını istemiş, 3. İlyas da Lozan’da bulunan elçisi metropolit Barsawm’ı geri çağırmıştır197. Bu bilginin yanı sıra Barsawm’ın kendisi Paris Barış Konferansı’nda halkının başına gelen felaketleri açıkladığını, hatta resimlerle bunu gözler önüne sürmesine rağmen delegelerin halkına acımadığını dile getirmiştir. Onun bu tecrübesi sonucunda Avrupalılara güvenin sarsıldığını ve bu durumun da Süryani-Türkiye ilişkilerinde belirleyici bir rol oynadığını söylemek mümkündür198. Lozan Antlaşması’nın azınlıklarla ilgili maddelerine baktığımız zaman gayr-i Müslim vatandaşlar tabirinden ne anlaşılması gerektiğinin açıkça belli olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle uygulamada azınlık gruplarına ilişkin bir sınırlamanın olduğu yani bu hakların geleneksel üç büyük azınlık grubuna; Ermeni, Rum ve Musevilere uygulandığı, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler vs küçük gayr-i Müslim grupların Lozan’ın getirmiş olduğu haklardan yoksun bırakıldıkları yolunda iddialar söz konusudur199. 196 İleri, 9 Şubat 1923. Yakup Bilge, “Süryaniler ve Türkiye’deki Durumları”, Birikim, S. 71-72, Mart-Nisan 1995, s. 167. 198 Talip Atalay, “Lozan Antlaşması Öncesi ve Sonrasında Süryani Eğitim Kurumları”, (Erişim): http//www.suryaniler.com/makale-havuzu.asp?id=391, 11 Şubat 2009, 13.10, s. 63. (3. Dipnot) 199 Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, 2. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 67-68. Lozan’da Süryanilerin gayr-i Müslim azınlık statüsünde telakki edilmemelerinin bir sebebi, Osmanlı Millet Sistemi’nde Ermeni, Rum ve Musevilerin en büyük dini gruplar olarak kabul edilmeleri ve küçük gayr-i Müslim toplulukların “Altı topluluk patriği” olarak ifade edilen Ermeni Patrikliği üzerinden devlet ile ilişki kurmuş olmalarıdır. Lozan’da Süryaniler Ermeni Patrikliği bünyesinde küçük bir cemaat olarak kabul edilmiş olabilir. Diğer bir sebep ise İçişleri Bakanlığı’na ait bir genelgenin varlığına dayandırılmaktadır. Adı geçen grupların isimleri bu genelgede geçmediği için ve Süryani hakları akraba bir devlet tarafından takip edilmediği için gayr-i Müslim statüsünde kabul edilmemişlerdir. Ayrıca Süryanilerin kırsal bölgelerde 197 205 Süryani Patriği İlyas Efendi Yeni Gün Gazetesi’nde Celal Nuri ile yapmış olduğu bir mülakatta da düşüncelerini dile getirmiştir. İlyas Efendi, azınlık hukukunun şimdiye kadar temsil ettiği cemaatin akıl ve hayaline gelmediğini ve gelmesinin de ihtimal dâhilinde olmadığını, Avrupa’nın fuzuli olarak ortaya koyduğu talepleri kabul etmeyerek şiddetle protesto ettiklerini, çok eski zamanlardan beri Süryani Cemaati’nin Müslümanlarla iyi ilişkiler içinde olduğunu belirtmiştir. İlyas Efendi “Ben cemaatim adına ne böyle bir talepte bulundum ne bulunuyorum ne de bulunacağım” diyerek düşüncesini ortaya koymuştur. Ayrıca cemaatinden aldığı mektupların da bu yönde olduğunu söyleyen İlyas Efendi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin muvaffakiyeti için dualar ettiğini de sözlerine eklemiştir. Aynı mülakatta Süryanilerin Misak-ı Milli hudutları dâhilinde bir ekalliyet olduğunu söyleyen İlyas Efendi, yegâne arzularının iyi günde de kötü günde de ebediyen çoğunlukla yaşamak istediklerini belirtmiştir. Cemaatinin şimdiye kadar hiçbir hususta rencide edilmediğini beyan ederek her fırsatta Türkiye’ye olan bağlılıklarını dile getirmiştir200. Süryani Patriği İlyas Efendi’nin sözlerinden de anlaşılacağı üzere Süryanilerin uygulamada azınlık haklarından yararlanamamalarının sebebi bu cemaatin patriklerinin başvurusu ile haklarından feragat etmiş olması gibi görünmektedir201. 3.2. Sınırlar Lozan Konferansı’nda sınırlarla ilgili meseleler 22 Kasım 1922’de Arazi ve Askerlik Komisyonu’nda görüşülmeye başlanmıştı. Türkiye’nin Sovyet yaşıyor olması nedeniyle haklarını arayamamış olmaları da dikkate alınmaktadır. Ömer Ergün, “Lozan’daki Azınlık Anlayışı ve Süryaniler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 251-252. 200 Yeni Gün, 5 Şubat 1923. 201 Azınlık haklarının esasen 1500’lü yıllardan beri bireysel hak; yani kolektif olarak kullanıldığı halde gruba değil bireye verilmiş olması, grubun hak sahibi olmaması dolayısıyla bir bireyin hakkından özellikle de bu hak uluslararası bir antlaşmayla getirilmişse ve kaldırılamayacağı açıkça belirtilmişse o bireyin mensubu olduğu grubun lideri ya da temsilcisinin (Patrik İlyas) feragat edememesi ilkesine dayanarak günümüzde Süryanilerin de azınlık haklarından yararlanmaları gerektiği yönünde iddialar bulunmaktadır. Baskın Oran, “Lozan’da Azınlıkların Korunması”, Toplumsal Tarih, S. 115, Temmuz 2003, s. 77. Süryani Ortodoks Kilisesi Turabdin Bölgesi Metropoliti Samuel Aktaş da kendisi ile yaptığımız görüşmede bir patriğin kendi cemaati adına bireysel haklardan vazgeçme yetkisinin olmadığını belirtmiştir. 206 Rusya ve İran ile olan sınırları zaten belliydi. Geriye batıda Yunanistan ve Bulgaristan, denizlerde yine Yunanistan ve İtalya güney de ise Irak ve Suriye sınırları dolayısıyla İngiltere ve Fransa ile müzakere yapılması gerekmekteydi202. Süryaniler Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yoğun olarak yaşadıkları için Fransa ve İngiltere ile imzalanacak olan sınır anlaşmaları önem taşımaktaydı. Fransa ile 1921’de Ankara İtilafnamesi imzalanmış, Suriye sınırı da bu İtilafnameye göre çizilmişti. Lozan Konferansı’nda bu anlaşmanın teyit edilmesi gerekmekteydi. Asıl sorun Irak sınırı ile ilgili tartışmalarda çıkacak, Süryaniler bu tartışmalarda ve Musul meselesinde yeniden gündeme geleceklerdir. 1514 yılında Osmanlı topraklarına katılan Musul ve çevresi özellikle 19. yüzyıldan itibaren Avrupa devletlerinin giderek daha fazla ilgisini çekmeye başlamıştı. Bu artan ilginin ilk nedeni Musul’u da içine alan Mezopotamya’nın Arabistan Yarımadası ve Doğu Akdeniz’i, İran, Hindistan ve Uzakdoğu’ya karadan bağlayan ulaşım yollarının üzerinde bulunmasıydı. Özellikle Hindistan’ı dış saldırılara karşı korumak isteyen İngiltere açısından Mezopotamya’nın Musul-Kalküta ekseni üzerinde bulunması bölgenin stratejik önemini artırmaktaydı. Öte yandan bölgede çalışmalar yürüten Alman uzmanların çok zengin petrol kaynakları bulmaları bölgenin yabancı devletler ve yatırımcılar tarafından önemini daha da artırmıştı. Birçok Avrupalı şirket petrol arama ve işletme imtiyazı almak için Osmanlı Devleti’ne başvurmuşsa da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile bu mümkün olmamıştı203. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte daha Osmanlı Devleti savaşa girmeden İngiltere Mezopotamya bölgesinde faaliyete başlamıştı. Savaş sonrasında Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandığında İngiliz birlikleri Irak’ın büyük bölümünü kontrol etmekle birlikte Musul’u ele geçirememişti. Mütareke hükümlerine 202 Mustafa Turan, Mustafa Ekincikli Vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, 5. Baskı, Ankara, Gazi Kitapevi, 2006, s. 289. 203 Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1987, s. 11-13. 207 göre bölgede bulunan tüm askeri birliklerin yerlerinde kalmaları gerekirken İngiltere, ilerlemeye devam ederek Musul’daki Ermenilerin güvenlik sorunu yaşadıkları bahanesiyle Mondros Mütarekesi’nin İtilaf Devletlerine kendi güvenliklerini tehdit edecek bir durum çıkarsa, herhangi bir stratejik noktayı işgal etme imkânı veren 7. Maddesi uyarınca Osmanlı ordusunun kenti boşaltmasını talep etmiştir. Musul’da bulunan Ali İhsan Paşa İngiltere’nin bu iddialarını kabul etmeyip kenti boşaltmamakta direndiyse de İngiltere bir hafta içerisinde Musul’u boşaltmadığı takdirde dökülecek kanın hesabını kendisinin ödeyeceğini bildirmiş, Ali İhsan Paşa da şehri boşaltmak zorunda kalmıştır204. 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli’de de ifade edildiği gibi mütareke hattı esas alındığında bölgenin Osmanlı sınırları içinde değerlendirildiği açıktır205. Büyük Millet Meclisi de Misak-ı Milli’yi aynen kabul ettiğine göre bu anlayış Ankara Hükümeti’nin de temel politikası olmuştur. Bu arada 10 Ağustos 1920’de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62. ve 64. Maddelerine göre Musul İngiltere mandası altına bırakılmıştı. Sevr’in hiçbir maddesini kabul etmeyen Ankara Hükümeti’nin Musul’la ilgili düzenlemeleri de kabul etmesi beklenemezdi. Nitekim Kurtuluş Savaşı esnasında Musul’un silahla alınması konusunda çabalar artmışsa da Lozan Konferansı’nın başlamasıyla birlikte askeri yöntemler yerine diplomatik usuller kullanılması benimsenmiştir206. Lozan Konferansı’nda Musul meselesi Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu’nun 23 Ocak 1923 tarihli oturumunun gündemine alınmıştır. Türkiye Musul’un Türkiye’de kalmasının gerekliliğini savunarak bunu etnografik, siyasi, tarihi, coğrafi ve ekonomik, askeri ve stratejik nedenler olmak üzere beş temel nedene dayandırmıştır. Türk görüşüne göre Musul halkının beşte dördünden çoğunu Türkler ve Kürtler oluşturmaktadır207. 204 Yaşayan Lozan, s. 142-143. Edip Semih Yalçın, “Mısak-ı Milli ve Lozan Barış Konferansı Belgelerinde Musul Meselesi”, Mısak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1998, s. 158. 206 Öke, Musul Meselesi…, s. 80-90. 207 Türk görüşüne göre Musul’da 146.960 Türk, 263.830 Kürt, 43.210 Arap, 18.000 Yezidi, 31.000 Hıristiyan bulunmaktadır. İngiliz görüşüne göre ise 66.000 Türk, 455.000 Kürt, 186.000 Arap, 62.000 Hıristiyan ve 17.000 Yahudi bulunmaktadır. Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 343-344, 358. 205 208 Ayrıca İngiltere’nin iddia ettiği gibi Türklerle Kürtlerin aynı soydan gelmedikleri fikrini de Türk tarafı kesinlikle reddetmiştir. Bölgede bulunan Hıristiyanlar ise Nasturiler, Asuriler ve Keldanilerdir. Türk görüşüne göre Nasturiler, Çarlık Rusyası ordularının Van vilayetini istilası sırasında yüzyıllardır yanlarında huzur içinde yaşadıkları Müslüman yurttaşlara karşı öylesine haince ve kıyıcı olarak davranmışlardır ki, Rusların geri çekilişinde onlarla gitmek zorunluluğunu duymuşlardır. Keldanilere ve özellikle de Diyarbakır vilayetindeki Süryanilere gelince bunlar, dıştan yapılan kışkırtmalara hiçbir zaman kapılmadan Türk yurttaşlarıyla tam bir anlaşma içinde yaşamaktaydılar208. Lozan’da Türk görüşüne göre Musul 11. yüzyıl boyunca aralıksız şekilde Türkiye hâkimiyetinde kalmıştır. Coğrafi olarak Musul iklim ve öteki koşullar bakımından Anadolu’ya eş bir görünümdedir. Akdeniz limanlarına ve Anadolu’ya bağlıdır209. Görüldüğü üzere Türkiye Musul’dan vazgeçmek niyetinde değildir. İngiltere ise Türk görüşünü çürütmek için elinden geleni yapmıştır. Lord Curzon Musul’daki Hıristiyanlarla ilgili olarak; “İsmet Paşa 60.000 kişiyi bulan Asuri ve Nasturi Hıristiyanların meydana getirdikleri topluluklardan söz etmiştir. Bunlar Ankara’ya teslim olmalarını isterler mi? Böyle bir şeyle karşılaşmaktan kendilerini kurtarmak için bana başvuranlardan mektuplar almadığım bir tek gün geçmemektedir. Savaşın başlarında bunlardan binlercesi Çölemerik ve öteki yerlerden uzaklaşarak Türk ülkesinden kaçmış ve Mezopotamya ovalarına dağılmışlardır; burada onların bakımı için İngiliz Hükümeti yüz binlerce İngiliz lirası harcamak zorunda kalmıştır. Yavaş yavaş onları Musul bulunuyoruz; vilayetinin şimdi orada kuzey asker bölgelerine toplayarak yerleştirmeyi kendilerini başarmış savunmaya hazırlanmaktadırlar. Bulundukları yerlere kendilerini yerleştiren İngilizlere karşı değil, hiçbir savaş niyeti taşımayan Araplara karşı da değil, Türklerin bir saldırısından korktukları için onlara karşı kendilerini savunmaktadırlar. Türk 208 Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 346; Ali Naci Karacan, Lozan, y.y., Milliyet Yayınları, 1971, s. 245. 209 Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 350. 209 Temsilci Heyeti’nin beni kendilerine teslim etmeye dostça bir zihniyetle çağırdığı insanlar işte bunlardır.” demiştir210. Görüldüğü üzere İngiltere, önceleri Nasturilerin Türkiye’deki eski yerlerine dönmeleri fikrini savunurken Musul meselesinde onları kullanabilmek adına bu defa onların Türk idaresine girmek istemedikleri fikrini savunmaya başlamıştır. İngiltere’nin meselenin çözümünün Cemiyet-i Akvam’a bırakılması teklifine karşılık Türkiye’nin bölgede plebisit yapılması teklifi ve İngiltere’nin bunu kabul etmemesi üzerine meselenin çözümüne ulaşılamamıştır. Lozan Antlaşması’nın 3. Maddesinin 2. Fıkrasına göre Türk-Irak hududu dokuz ay zarfında Türkiye ve İngiltere arasında yapılacak görüşmelerin sonucuna bırakılmıştır. Eğer itilaf sağlanamazsa meselenin çözümü Cemiyet-i Akvam’a bırakılacaktı. Anlaşılacağı gibi Musul’u hiçbir şekilde Türkiye’ye bırakmak istemeyen İngiltere her vasıtayı kullandığı gibi Süryanileri de Musul meselesinde kullanmak istemiştir. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen Irak sınırı ve Musul meselesi konferans sonrası dönemde Türkiye’nin sıkıntılı bir süreç yaşamasına neden olacaktır. 210 Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 360. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN İLK YILLARINDA SÜRYANİLERNASTURİLER Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu toprakları üzerinde yeni oluşumlar meydana gelmiş ve bu durumdan en çok etkilenen grup Süryaniler olmuştur. Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Süryani Kadimler Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak kabul edilmişlerdi. Nasturi ve Keldaniler ise savaş sırasındaki yer değiştirmeler nedeniyle Suriye ve Irak topraklarında kalmışlardı. Savaş sırasında önce Rusya daha sonra da İngiltere’nin yanında yer alan Nasturiler, savaş sonrasında kendilerini yaşadıkları yerlerden uzakta Irak’taki Bakuba Kampı’nda bulmuşlardı. İstedikleri tek şey Hakkari ve çevresindeki eski evlerine dönmekti. Ancak bu bölge Türkiye sınırları içinde olmakla birlikte henüz Türkiye-Irak sınırı da tam olarak çizilememişti1. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya ve Kafkasya’ya gitmek zorunda kalan Nasturiler’i Rusya da istememekteydi. Rusya Uluslararası Kızıl Haç Örgütü vasıtasıyla İngiltere’ye başvurarak onların da Irak’a kabul edilmeleri talebinde bulunmuştu. Ayrıca Nasturilerin bir bölümü de Yunanistan ve Suriye’ye gönderilmişti. İngiltere, Yunanistan Hükümeti’ni Nasturilere gereken ilgiyi göstermedikleri gerekçesiyle protesto etmişti. Kendi vatandaşlarının bile ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olmayan Yunanistan da Nasturilerden biran önce kurtulmak istiyordu. Suriye’ye gönderilenlerin durumu da pek farklı değildi. Irak ise dışarıdan gelenler bir tarafa bırakılacak olursa Irak’taki Nasturileri bile istememekteydi. Selanik’ten gemiyle Irak’a gönderilen 200 Nasturi Irak tarafından reddedilerek tekrar Selanik’e gönderilmişlerdi2. Lozan Konferansı’ndan bir süre sonra “Anglo-Persian Petrol Şirketi” gelişmeleri yakından takip etmek için bir heyetini Musul’a göndermişti. Heyet 1 2 Özdemir, a.g.e., s. 128. Kaymaz, a.g.e., s. 339. 211 öncelikle Revandız’ın beş Nasturi taburunun işgalinde olduğunu, birliklerin başında danışman olarak İngiliz subaylarının bulunduğunu ve Nasturilere Irak yönetimini kabul etmeleri konusunda telkinde bulunduklarını kaydetmiştir. Ancak yerli halk Nasturilerden nefret etmekte, bu taburların Irak silahlı kuvvetleriyle birleştirilmesine karşı çıkmaktaydı3. 1923 yılının son aylarında İngiltere’yi Musul’da en çok meşgul eden konu şüphesiz Nasturiler olmuştur. 24 Eylül’de İngiliz Sömürgeler Bakanı, meselenin Cemiyet-i Akvam’a aktarılmadan Türkiye ile ikili görüşmelerde çözüme ulaştırılmasının daha yararlı olacağını Curzon’a bildirmiştir. Ona göre; İngiliz Dışişleri, Musul’un Türklerle aralarında bölüşülebileceğini peşinen kabullenmelidir. Nasturilerin toplu halde başka yerlere göç etmeleri de gündemdedir. Anlaşılan odur ki Sömürgeler Bakanlığı Nasturi meselesinin Türklerle uzlaşmalarını engelleyici bir etken olarak görüşmelere tesir etmesini istememektedir. Nasturilerin nerelere göç edebilecekleri konusunda bir araştırma yaptıran Sömürgeler Bakanlığı’na gelen cevap Nasturilerin artık Musul’da yaşamak istemedikleri yönündedir4. Bununla birlikte Kanada ve Avustralya’nın Nasturileri istemediğini, Meksika, Arjantin ya da Arnavutluk’ta iskân edilebileceklerini düşünen İngiltere, göçe müsaade etmenin Türklere karşı o bölgeden İngiltere’nin vazgeçtiği intibaını vereceği düşüncesiyle Nasturilerin Musul coğrafyasından çıkarılmalarından vazgeçmiştir. Ayrıca İngiltere’nin, Nasturilerin göçüne para ayırmak istemediği de görülmektedir. Irak’taki İngiliz işgal yönetimi de Nasturilerin tümden sınır dışı edilmelerine karşıydı. Çünkü Nasturiler, İngilizler için Irak’taki en önemli vurucu güç unsurlarıydı5. Bu itibarla İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın önünde iki alternatif bulunmaktadır. Ya Nasturilerin Hakkari’ye yerleştirilmeleri için Türkler ikna edilecek ya da Nasturiler, Irak’ta iskan edilip İngiliz himayesine alınacaktır. Curzon, Sömürgeler Bakanlığı’na yazdığı yazıda Nasturileri göç ettirecek 3 Öke, Musul Meselesi…, s. 112. Öke, Musul Meselesi…, s. 116. 5 Kaymaz, a.g.e., s. 339. 4 212 paraları olmadığını, onları daha ucuza Türkiye’ye yerleştirebileceklerini, bu işleme derhal başlanıp Türklerin bir oldubitti ile karşı karşıya bırakılması gerektiğini belirtmiştir. Eğer Türkler ikna edilemezse Faysal Nasturilerin Irak’ın savunması için bulunmaz savaşçılar olduğuna inandırılacaktı6. Bağdat İngiliz Yüksek Komiseri Dobbs’a göre de sorunu çözmenin en ucuz yolu Nasturilerin Urmiye ve Van’a yerleşmelerini sağlamaktı. Bu yapılmadan önce adı geçen yerlere onlarla yakından ilgilenecek birer konsolos da atanacaktı. Dobbs Bağdat yönetiminden bölgede kalacak Nasturilere tıpkı Osmanlı Devleti tarafından uygulandığı gibi gevşek bir denetimin sağlanmasını istemiştir. Yani onlar liderlerini seçme ve vergi verme konusunda serbest olacaklardı. Irak, Hıristiyanların komşu Kürt aşiretlerine karşı savunulmalarından Irak’ın sorumlu tutulmaması ve onların Irak ile ilişkilerinin bir İngiliz konsolosu aracılığıyla yürütülmesi koşuluyla Dobbs’un teklifini kabul etmiştir. Dobbs’a göre İngiltere’nin Nasturi politikası Irak ile ilişkilerine zarar vermemeliydi. Çünkü İngiltere’nin Nasturilere karşı bir sorumluluğu yoktu. Onları Türklere karşı ayaklandırıp bu duruma düşmelerine yol açan Ruslardı. İngiltere zaten yıllardır çok fazla para harcayarak Nasturilerin yerleşmelerini ve askeri eğitim almalarını sağlamıştı. Nasturilerin de bundan daha fazlasını istemeye hakkı yoktu7. 11 Ekim’de Çal’a doğru Türk birliklerinin ilerlemekte oldukları haberi gelince Türklerin, İngilizlerin Nasturi yurdu projesini icra mevkiine koyacaklarını kestirerek bu yöreyi işgal ile projeye engel olacakları düşüncesi Dışişleri’ni endişelendirmiştir. Curzon hemen Türklere şiddetli bir protesto notası çekilmesi talimatı vermiştir. Bu arada Ağa Petros oldukça ayrıntılı bir “Nasturi Devleti” planı ile İngiliz Dışişleri’ne başvurmuştur. Planın başında savaştan önce Nasturilerin Müslümanlarla barış içinde yaşadıkları, savaş sırasında müttefiklerin bağımsızlık vaatleriyle silah çekmeye zorlandıkları, Nasturilerin İngiliz subay danışmanlarının gözetiminde Londra’nın emelleri uğruna canlarını verdikleri 6 7 Öke, Musul Meselesi…, s. 115-117. Kaymaz, a.g.e., s. 340. 213 belirtilmiştir. Bu uğurda 275.000 Nasturi hayatını kaybetmiştir. Bu yardımlarının karşılığı olarak Ağa Petros İngiltere’den Van, Urmiye, Hakkari ve Musul’u içine alan bölgede otonom bir Nasturi yurdunun tesisini istemektedir. Kurulacak bu devlet öncelikle Kuzey Irak’ı Türklerden koruyacak ileride gerektiğinde Kürtlere ve gerektiğinde Araplara karşı İngiltere’nin yakın dostu olacaktı. İngiltere Ağa Petros’un bu taleplerini fazlasıyla iyimser bulmuştu. Bir kere kurulacak olan bu devletin mali açıdan kendi kendine yetebilecek olması oldukça imkânsız görünmekteydi. Ama yine de değerlendirmeye alınabilir, üzerinde oynama yapılabilirdi. Nasturi liderleri ise Ağa Petros’un bu teşebbüsünü öğrenmişler ve onunla temasa geçmişlerdi. Onlar meseleye Petros kadar iyimser bakmıyorlardı. Onlara göre İngiltere, Petros’un Musul’a dönmesini hiç istemiyordu. Çünkü Petros, İngiltere’nin Kürt politikasını bozmaktaydı. Şöyle ki; İngilizler Kürtlere bağımsızlık tanımayacaklardı. Petros’un planı uygulanırsa o zaman aynı hakkı Kürtlere de vermek zorunda kalabilirlerdi. Nasturi liderler İngiltere’ye güvenmediklerini Ağa Petros’a açıkça beyan etmişlerdir. 25 Ekim’de Irak Yüksek Komiseri Dobbs, Nasturi meselesini yerinde incelemek üzere Bağdat’tan ayrılmıştır. Diğer yandan Sömürgeler Bakanlığı bu yurt işinin bir an önce çözümlenmesi için Dışişleri Bakanlığı’na baskı yapmaktadır. Meselenin iki bakanlık arasında yapılacak toplantıda çözümlenmesi teklif edilir. Nihayet toplantı tarihi olarak 7 Kasım belirlenir ancak bu tarih 12 Kasım’a tehir edilecek ve o tarih geldiğinde bir kez daha ertelenecektir. Bu arada Dobbs, Musul görüşmelerinde Dışişlerine yardımcı olacak mahiyette İngilizler için en uygun sınır hattını da belirleyen bir muhtırayı Londra’ya gönderir. Dobbs bu metinde İngiltere için savunulacak hattın Nasturilere yurt olarak düşünülen Hakkari’yi de içine alacak şekilde kuzeye doğru kaydırılmasını istiyordu8. 8 Öke, Musul Meselesi…,s. 117-119. 214 27 Aralık 1923 tarihli bir belgeden anladığımıza göre İngilizler güney hududumuzda huzursuzluk çıkarmaktan geri durmayarak özellikle Nasturilerden oluşturduğu kuvvetlerle faaliyetlerine sürekli devam etmiştir9. İngiltere’nin amacı, Musul’un güvenliğini Nasturi yurdu projesiyle sağlamaya çalışmaktır. Proje başarıya ulaştığı takdirde bir yandan Nasturiler, İngiltere için maddi bir yük olmaktan çıkacak öte yandan bu insanlar isteklerine kavuşmuş olacaklardır. Ancak İngiltere için bunlardan daha önemlisi Musul sınırı, kurulacak olan Hıristiyan bir tampon devlet tarafından Türklere karşı korunmuş olacaktır10. 1. HALİÇ (İSTANBUL) KONFERANSI VE SÜRYANİLER İngiltere’nin Lozan Konferansı’ndan itibaren Musul meselesinin çözüme kavuşturulmasını istemediği aşikârdı. Bu yüzden hiçbir gayret sarfetmeyen İngiltere, farklı talepler ortaya atarak meseleyi adeta yokuşa sürmüştür. Bu arada İngiltere’de iktidar değişikliği olmuş Muhafazakâr Parti’nin yerine İşçi Partisi gelmişti. Bu partinin muhalefette iken Muhafazakâr Parti’nin dış politikasını tenkit etmesi, Türklerle en kısa zamanda barış yapılmasını talep etmesi ve diğerine nazaran daha barışçı bir politikanın savunuculuğunu yapması Musul müzakerelerinde daha yumuşak hareket edileceği kanısını uyandırmıştı11. Bu düşüncenin de etkisiyle Türkiye derhal müzakere talebinde bulunmuştur. Ancak gelen cevap tavırların değişmediğini açıkça ortaya koyacaktır. İngiltere esasen ikili görüşmelere sıcak bakmamaktadır. Nasıl olsa mesele Cemiyet-i Akvam’a bırakılacaktır. İngiltere’nin ikili görüşmeleri kabul etmesinin sebebi de bir siyasi manevradır. İngiltere meselenin bir anlamda biraz küllenmesini istemiştir. Bunun sebeplerinden birisi bazı devletlerin desteğini almasına karşılık henüz tam anlamıyla dünya kamuoyunun desteğini Mezopotamya’daki alamamış hâkimiyetini henüz olmasıdır. Ayrıca meşrulaştıramamıştı; İngiltere yani Irak Meclisi’nin İngiltere’nin mandaterliğini kabul etmemiş olması İngiltere’yi Irak’ta 9 BCA, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 112.756.15. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 127. 11 Kemal Melek, İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu (1890-1926), İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1983, s. 46. 10 215 sömürgecilik siyaseti yapan bir ülke konumuna getirmişti. Tüm bunlar İngiltere’nin şartların biraz daha olgunlaşmasını beklemesi için gerekli sebeplerdendi12. Ancak yine de İstanbul’da gerçekleştirilecek olan görüşmelere İngilizler hazırlıklı geleceklerdir. Daha konferans arifesinde Türkiye, İngiltere’nin Nasturileri silahlandırarak onların Türkiye içlerine saldırgan operasyonlar yapmalarına yardım ettikleri yolundaki şikâyetlerini dile getirmiştir. İngiltere ise bu konuyla ilgili herhangi bir ilişkilerinin bulunmadığını bu yüzden de hiçbir sorumluluk kabul etmeyeceklerini belirterek şikâyeti geçiştirmiştir13. Ayrıca İngiltere kendi lehinde kamuoyu oluşturmaya çalışmaktaydı. Özellikle Avrupa’nın tam anlamıyla desteğini kazanmak amacıyla yeni politik araçlar bulma yoluna giden İngiltere, bu amaçla Nasturileri kullanacaktır 14. Konferansta İngiltere’yi temsil edecek olan Cox, İstanbul’a hareket etmeden önce Dışişlerinden Oliphant ve Sömürgelerden de Shuckburg ile bir araya gelerek heyetlerine verecekleri talimatları hazırlamıştır. Buna göre; Musul’un Irakla birleşmesinde ısrar edilecektir. İlginç olan Nasturi meselesinin ele alınmasıdır. Nasturiler için Türkiye’den Hakkari istenmelidir. Taktik olarak da İstanbul’a gidecek İngiliz heyeti Türkiye’nin önüne Londra’nın isteklerini içeren haritayı atmalı ve bu ölçülere uyması istenmelidir. Türkler bu haritaya itiraz edecek olurlarsa tavizler verip anlaşma yoluna gidilmemelidir. Mesele Cemiyet-i Akvam safhasına bırakılmalıdır15. Aslında İngiltere, Musul’un tamamında hak iddia eden Türkiye’nin bu teklifi kabul etmeyeceğini çok iyi biliyordu. İngiltere için önemli olan nokta; mesele Cemiyet-i Akvam’a getirildiğinde İngiltere’nin Nasturilerin yerleştirilmeleri için tamamen insancıl nedenleri olduğu, Türkiye’nin ise bunu kabul etmediği izleniminin yaratılmasıydı16. 12 Tahir Kodal, Paylaşılamayan Toprak Türk Basınına Göre Musul Meselesi (1923-1926), İstanbul, Yeditepe, 2005, s. 170-171. 13 Öke, Musul Meselesi…, s. 125. 14 Kodal, a.g.e., s. 172. 15 Öke, Musul Meselesi…, s. 129. 16 Kaymaz, a.g.e., s. 353. 216 19 Mayıs 1924 tarihinde başlayan konferansta her iki taraf da yine kendi görüşlerinde ısrar etmişlerdir17. Türk heyeti Musul’u Türk tarafına bırakacak şekilde sınırın çizilmesini talep ederken İngiltere buna karşılık konferansın üçüncü oturumunda Musul’un yanı sıra Hakkari vilayetini de istemiştir. İngiltere, Hakkari’yi isteyerek Türk-Irak sınırı konusundaki önerisini daha da kuzeyden geçecek bir çizgi olarak öne sürmüş oluyordu. İngiltere’nin, Türkiye’nin kabul edemeyeceği istekler öne sürerek sorunun Cemiyet-i Akvam’a götürülmesini sağlamayı planlamış olma ihtimali oldukça yüksektir18. Konferans esnasında da Cox, bölgenin ve bölge halkının kontrolünün geçmişte Türkiye için büyük sıkıntı yarattığını, Batılı devletlerle sürekli çatışma içinde bulunduklarını belirtmiştir. Bu nedenle İngiltere’nin Nasturilerin eski topraklarında veya komşu topraklarda yerleştirilmelerini istediğini belirten Cox, bunu mümkün kılacak bir sınır hattının belirlenmesinde mutabakat sağlanmasını istemiştir19. Onun bu sözlerine karşılık Fethi Bey ise 21 Mayıs tarihli beyanatında; İngiltere’nin bu defa da Nasturilerin geleceği meselesini ortaya attığını ve bunun çözümü için Türkiye sınırları içerisinde bulunan bazı toprakları kendi mandasına ilhakını talep etmesine şaşırdığını belirttikten sonra İngiltere’nin Musul’daki Nasturilerin son derece küçük bir azınlığı oluşturduğu gerçeğini göz ardı ettiğini, Türk ve Kürt varlığından söz edilmediğini vurgulayarak Dünya Savaşı’nın başlangıcında Nasturilerin dış kökenli tahriklere kapılarak yaptıkları hatayı tekrarlamadıkları takdirde Türk topraklarında huzur içinde yaşayabileceklerini dile getirmiştir20. Fethi Bey ayrıca bu yeni isteğin Lozan Antlaşması’nın 3/2. Maddesine aykırı olduğunu, söz konusu vilayette Nasturilerin sayısının oldukça az olduğu göz önüne alınacak olursa azınlığın çıkarları için çoğunluğun 17 Konferansta İngiltere’yi Sir Percy Cox’un yanı sıra C.H. Jardine, J. H. Hall ve Yarbay F. W. Lees temsil ederken Türkiye’yi TBMM Başkanı Fethi Bey, Diyarbakır Mebusu Feyzi Bey, Ordu Mebusu Faik Bey, Dışişleri Hukuk Müşaviri Nusret Bey ve Genelkurmay’dan Albay İshak Hayri Bey temsil etmiştir. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 127. 18 Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara, AÜSBF Yayınları, 1978, s. 292. 19 Milletler Cemiyeti Belgelerinden Musul Kerkük Sorunu ve Kürdistan’ın Paylaşımı, Milletler Cemiyeti Tarafından 30 Eylül 1924 Tarihinde Oluşturulan Komisyonun Raporu, 2. Baskı, İstanbul, Med Yayıncılık, 1991, s. 214. 20 Milletler Cemiyeti Komisyon Raporu, s. 215-216. 217 haklarının ikinci plana atılmasının yanlış olduğunu ve Nasturilerin yaşadıkları sorunların tek sebebinin Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı ayaklanmaya kalkışmaları olduğunu ifade etmiştir21. Türkiye’nin Nasturilerin İngiltere tarafından silahlandırıldığı yönündeki savına karşılık olarak Cox, yalnızca paralı asker olarak görev yapan Nasturilere silah verildiğini bunun dışında Hıristiyanların silahlandırılmasının söz konusu olmadığını belirtmiştir. Daha sonra Bağdat’la sürdürülen yazışmaların Türk savının doğruluğunu ortaya koyması üzerine Başbakan McDonald duruma tepki göstererek Türk tarafına gerçekle bağdaşmayan resmi açıklamalarda bulunulmasını kınamış ve paralı askerler dışındaki Nasturilerin silahlandırılmasının durdurulmasını istemiştir22. Bundan sonra İngiltere Dışişleri Türkiye’ye bir açıklama yapma gereği hissetmiş ve bulunan çözüm de daha önce levi kıtalarında görev yapmış olan Nasturilerin yeniden paralı asker olarak kaydedilmeleri olmuştur. Böylece Türkiye’ye Musul’da statükonun değişmesine neden olacak bir gelişme olmadığına göre paralı Nasturi askerlerinden şikâyet etmenin de bir nedeni olmayacağı ve silahlı sivil halkın da herhangi bir silahlı saldırıda bulunabilecek durumlarının olmadığı söylenecekti. Gelecekte silahlı yeni bir kıtanın oluşturulmayacağı sözü de verilecekti. Fakat Bağdat Yüksek Komiseri Dobbs bütün bunlara karşı bazı gerekçelerle karşı çıkmıştır. Ona göre eğer İngiltere, Nasturilere silah vermezse onlar bunu başka kaynaklardan elde edebilirlerdi. Yeni silahlı birliklerin oluşturulmayacağı sözünün verilmesi Musul’da vilayetin tamamının ya da bir bölümünün Türkiye’ye bırakılacağı düşüncesini uyandırabilecekti. Ayrıca Nasturiler İngiltere’nin kendilerini terk edeceği izlenimine kapılırlarsa İngiltere silahlandıracak kimseyi bulamayabilirdi. İngiltere Dışişleri bu gerekçeleri haklı bulmakla birlikte konferansta Türkiye’ye verilen yanlış bilginin kendilerini zor durumda bırakabileceği düşüncesiyle bu konuda önlem alınmasını kararlaştırmıştır23. 21 Kaymaz, a.g.e., s. 355-356. Kaymaz, a.g.e., s. 397-398. 23 Kaymaz, a.g.e., s. 398. 22 218 Sonuç olarak Haliç Konferansı’nda bir çözüme ulaşılamayarak 5 Haziran’da konferans tatil edilmiştir. Görüldüğü üzere İngiltere’nin temel amacı Musul meselesinin çözümünde ağır davranarak meseleyi Cemiyet-i Akvam’a havale etmektir. Haliç Konferansı’nda ortaya konulan Nasturi yurdu meselesi ise İngiltere’nin bölgedeki güvenliğinin sağlanması amacıyla ortaya atılmıştır. Buna göre; Hakkari bölgesi İngiltere himayesinde olmak üzere Nasturilere verilecek ve Irak’a bağlanacaktı. Böylelikle savaşçılıklarıyla da bilinen bu topluluk Musul’un güvenliğini sağlamak maksadıyla stratejik bir mevkie yerleştirilmiş olacaktı. Nitekim Konferans sonrasında Ali Fethi Bey’in Cumhuriyet Gazetesi’ne yaptığı şu açıklama da bu görüşümüzü destekler niteliktedir: “…İngiltere, orada sakin bulunan ve ekalliyet-i gâlileyi teşkil eden Hıristiyanlar ki bunlar da Nasturilerden ibarettir hudut üzerinde ikame ederek, bu suretle İslam anasırı arasında bir mani’a vücuda getirmek amacındadır.”24 Ali Fethi Bey Türkiye’nin bu konudaki görüşünü de şu şekilde açıklamıştır: “Nasturilerin Harb-i Umumi zamanında Rus istila orduları tarafından yapılan tahrikata kapılmaları ve vatandaşları aleyhine silahlı ayaklanmada bulunmaları neticesinde uğradıkları felaket kendileri ve İngiltere Hükümeti için bir ders-i ibret olmak lazım gelir. Nasturiler ancak sakin bulundukları memleket halkına karşı düşmanca vaziyet almakla değil, belki onlarla iyi geçinmek suretiyle müessir surette himaye etmiş olurlar.”25 Türkiye her ne kadar meseleyi barışçı yollarla çözmeye çalıştıysa da İngiltere sürekli kendi çıkarlarını düşünerek hareket etmekteydi. Haliç Konferansı’nın dağılması meselenin Cemiyet-i Akvam’a havale edilmesi anlamına geliyordu. Ancak İngiltere, bu aşamada da bir manevra yapacak zaten yıllardır kullandığı Nasturileri bir kez daha kullanmaktan çekinmeyecekti. Böyle bir dönemde ve ortamda çıkacak bir Nasturi isyanı İngiltere’nin elini güçlendirecekti. 24 25 Cumhuriyet, 10 Haziran 1924. Cumhuriyet, 10 Haziran 1924. 219 2. NASTURİ İSYANLARI İngiltere Lozan Antlaşması’nın 3. Maddesinin 2. Fıkrasına göre hareket ederek Musul meselesini Cemiyet-i Akvam sürecine sokmuş ve 6 Ağustos 1924’te Cemiyet-i Akvam Konseyi’ne başvurmuştur. Ancak İngiltere Musul meselesinde Türkiye’yi güçsüz bırakma planı dâhilinde Nasturilerden de yararlanma yolunu tutmuştur. Bu meyanda olmak üzere İngiltere, Irak’taki Ermeni ve Nasturileri silahlandırarak Kerkük, Erbil ve Revandız dolaylarında toplayıp Türklere karşı önemli bir kuvvet meydana getirmeye çalışmaktaydı. Bunun yanı sıra Bitlis, Garzan ve Erzurum bölgelerindeki Kürt aşiretleri arasında faaliyet göstererek Kürt bağımsızlığı fikirlerini de yaymaktaydı. Türk Hükümeti ise onların bu faaliyetlerine karşılık olarak statüko sınırı dışında propaganda yapılmasına, aşiretlerden özel teşkilat kurarak Musul dahilinde yapılacak propaganda faaliyetlerinin arttırılmasına karar vermişti. Türkiye’nin bunda maksadı İngilizlerin Hakkari’ye Nasturileri kullanarak uzattıkları eli kırmak, Musul sorunu Cemiyet-i Akvam’da görüşüldüğü sırada İngilizlerin Haliç Konferansı’nda tespit ettikleri sınırın Irak’a ait olduğunu iddia etmeleri dolayısıyla buraları işgal suretiyle Nasturi tehlikesini bertaraf etmektir26. Ancak Nasturilerin bertaraf edilebilmesi için öncelikle ellerindeki silahların alınması gerekmekteydi ki bu iş için aşiretler yeterli olmayabilirdi ve kıta kullanmak gerekliydi. Böyle bir harekete girişildiği takdirde ise İngiltere yardım etmese dahi ya Türkiye sınırlarındaki Nasturiler kısa bir direnmeden sonra sınır dışı edilirler ya da sınır ötesindeki daha düzenli Nasturi birliklerinin yardımını sağlayarak karşı koyabilirlerdi. Her iki durum da göz önüne alınarak hareket edilmeliydi. Oysa bölgenin bu kısmında Türk Hükümeti’nin yeterli bir idari teşkilatı ve askeri kuvveti bulunmamakta bunun temini gerekmekteydi. Bu maksatla Beytüşşebap’a bir piyade alayı ile bir dağ bataryası, Çölemerik’e de bir piyade taburu ile dağ takımı göndermek yeterli olacaktı. Ayrıca sınır 26 Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1972, s. 26-27. 220 dışına çıkan Nasturilerin geri dönmelerinin önlenmesi için de bir sınır taburu teşkili gerekmekteydi27. Türk Hükümeti’nin almış olduğu tedbirlerle İngiltere’nin her fırsatta kullanmaya çalıştığı Nasturileri Türkiye sınırları dışına göndermeyi amaçladığını söylemek mümkündür. 2.1. Hangediği Olayı Türk Hükümeti’nin Nasturilere karşı tedbirler almayı düşündüğü bu günlerde Nasturiler de büyük çapta bir isyan hareketine kalkışmışlardır. Bu hareketin ilk ayağını da Hakkari Valisi Halil Rıfat Bey ve beraberinde bulunan Vilayet Jandarma Kumandanı Binbaşı Hüseyin, bir zabit ve 16 jandarma neferinin 7 Ağustos 1924’te Hangediği denilen yerde kaçırılması teşkil etmiştir. Çal Nahiyesi’ne (Çukurca) gitmek üzere merkez vilayetten hareket eden vali ve beraberindekiler Nasturiler tarafından pusuya düşürülmüşler, Jandarma Kumandanı ve erlerden bazıları şehit düşerken Halil Rıfat Bey ve diğer jandarmalar esir edilmişlerdi28. 15 Ağustos’ta o bölgede bulunan Nasturi ileri gelenleri hükümete başvurarak bu olayda kendilerinin hiçbir ilgi ve tesirlerinin olmadığını bildirmişlerdir. Onlara göre bu hadise Nasturi Tohup Aşireti tarafından gerçekleştirilmişti29. Vali Halil Rıfat Bey’in daha sonra anlattıkları da bu bilgiyi doğrulamaktadır. Nasturilerin yerlerini ve kuvvetlerini yakından görmek ve diğer bazı işler için Çölemerik’ten Çal’a hareket eden30 vali, Nasturi sınırının en doğusunda beş altı hanenin sakin bulunduğu derin bir dereden geçmekte iken şiddetli ateşe maruz kaldıklarını, yolcular arasında valinin olduğu anlaşılınca ateşin kesildiğini ve Tohup Aşireti reisi ve bu olayın tertipçisi olan Gülyano adında birine götürüldüklerini söylemiştir. Daha sonra İmadiye’ye götürülmek üzere yola çıktıklarını, Aşağı Tiyari’ye ait Kiman köyüne gelince bu kabilenin reisi ve hükümete dost olan Hoşabe’nin duruma şiddetle karşı 27 Hallı, a.g.e., s. 27-28. Hakimiyet-i Milliye, 13 Ağustos 1924. 29 Hakimiyet-i Milliye, 15 Ağustos 1924. 30 Vedat Şadillili, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, C. I, Ankara, Kon Yayınları, 1980, s. 60. 28 221 çıkması sonucunda serbest bırakıldıklarını belirten valinin daha sonra anlattıkları ilginçtir. Nasturi muhafızlar İngiliz terbiyesi görmüş gibi hareket etmekteydiler. Tohup’ta Gülyano’nun yanında iken iki İngiliz uçağının üzerlerinden uçtuğunu ve Nasturiler arasında silahlı ve üniformalı İngiliz askerlerini gördüğünü belirten vali İngilizlerin Nasturileri kışkırtmakta olduklarının en önemli delilini de göstermektedir31. Nasturilerin yaşadıkları bölge ile ilgili bilgi de veren vali, eğer buraya bir harekât yapılacaksa komutanların bu havaliyi mutlaka bizzat görmeleri gerektiğini, yardım almadıkları takdirde bile Nasturi kuvvetlerinin 2000 kişi dolaylarında olduğunu dile getirerek kaçırılma olayının hükümete Nasturilerin tedibi ve topraklarımızdan atılması için haklı bir sebep verdiğini de sözlerine eklemiştir32. Döneme ait bazı gazeteler meselenin dış tahrik neticesinde yapıldığına ihtimal vermemekteydi33. Ancak birçok gazete bu görüşe katılmamaktaydı. Musul meselesinin tam da Cemiyet-i Akvam’a bırakılmasının ertesi günü böyle bir hadisenin gerçekleşmesi bir tesadüf olmasa gerektir. Ayrıca Çal’ın Türkiye tarafından atanmış Nahiye Müdürü Ulia/Evliya Bey’in olaydan hemen sonra İngilizlerle beraber kaçması da düşündürücüdür34. İngiliz resmi söylemine göre ise; İngiliz İdari Müfettişi Yüzbaşı Lloyd, İmadiye kaymakamının olayla ilgili başvurusu üzerine Tuma Aşireti lideri Melik Hoşabe’nin girişimi ile valinin serbest bırakılmasını sağlamıştır35. Haliç Konferansı’nda Hakkari’yi Nasturiler için isteyen İngiltere bunda başarılı olamayınca Nasturileri ayaklandırarak kamuoyunda Türk Hükümeti’nden memnun olmadıkları izlenimi yaratmış ve bu durumda idarelerinin Türklere bırakılmasının doğru olmadığı fikrini kabul ettirmeye çalışmıştır. Gerçekten de The Times Gazetesi’nde yayınlanmış bir yazıdan da durumun böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu yazıda Nasturiler için istenen Türk 31 Hallı, a.g.e., s. 28-29; Şadillili, a.g.e., s. 60-61. Şadillili, a.g.e., s. 62. 33 Hakimiyet-i Milliye, 13 Ağustos 1924. 34 Hakimiyet-i Milliye, 9 Teşrini Evvel 1924; Kaymaz, a.g.e., s. 400-401. 35 Kaymaz, a.g.e., s. 401. 32 222 toprakları Asuriye Eyaleti olarak belirtilmiş ve Hakkari’de meydana gelen olaya atıfta bulunularak eğer bu bölge Türkiye’ye bırakılacak olursa daha çok hadiselerin gerçekleşeceği ifade edilmiştir. Yine aynı yazıda Türk toprağı olan Çölemerik henüz kimseye ait olmayan topraklar olarak adlandırılmış ve bu bölgeyi teftişe çıkan Vali Halil Rıfat Bey sanki bu topraklara tecavüzde bulunmuş izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır36. Bu durum şüphesiz Türkiye açısından bir operasyonun gerekliliğine olan inancı artırıcı niteliktedir. 2.2. Nasturi İsyanı’na Karşı Alınan Tedbirler Hangediği olayı artık Nasturi eşkıyalarının tedibini zorunlu hale getirmiştir. Ancak bu harekâtı bastırmak sükûnet ve ileri görüşlülükle yapılmalıydı. Bu olayın dış etki ve telkinlerle yapılmış olması ve meselenin bir anda siyasi bir boyut kazanması olasılığı göz önüne alınarak hareket edilmeliydi. Olayları yakından izleyen 7. Kolordu Komutanı, esaslı bir hazırlıktan sonra harekete geçilmesini istemiştir. Genelkurmay Başkanlığı da ilk önlem olarak 12 Ağustos 1924’te 36. Alay’ı Van’a göndermiş ve harekâtın başarı ile sonuçlanması için neler yapılması gerektiğini 7. Kolordu Komutanlığı’na sormuştur. Yapılması gereken harekât hakkında 3. Ordu Müfettişliği’nin de fikrini alan Genelkurmay Başkanlığı, 13 Ağustos 1924’de Başbakanlığa sunduğu raporunda özetle; tedibi düşünülen Nasturilerin, Beytüşşebap ve Çölemerik’in güneyi, Oramar ve Çal’ın batısı, İmadiye’nin güneyi, Gılıgoyan Aşireti ve Merinar Dağı’nın çevirdiği bölgede yaşadıklarını, sayılarının 8000 olup 1000 kadar silahlı çıkaracakları haberinin alındığını belirttikten sonra Nasturilerin direnmeden göç etmeleri ve tek başlarına karşı koymalarının uzak olasılıklar olduğu keza İngiltere’nin olaya fiilen katılmasının da Türkiye ile İngiltere arasında savaş ilanı olacağından buna ihtimal verilmediği ifade edilmiştir. Genelkurmay aynı raporunda alınması gereken önlemleri ayrıntılı olarak sıralamıştır37. 36 37 İkdam, 21 Eylül 1924. Hallı, a.g.e., s. 30-32. 223 14 Ağustos 1924’te toplanan Bakanlar Kurulu kararına göre; Nasturi hareketinin bastırılması için Genelkurmay Başkanlığı memur edilmiştir. Yayınlanan bir kararname ile de Nasturi hareketleri ile ilgili teşkilat ve icraatın idaresi 7. Kolordu Kumandanlığı’nın mesuliyetine verilmiş ve bu kolordunun haberi olmadan bölge valilerinin harekette bulunmaması istenmiştir38. Harekatın hızla yapılması, statüko sınırına tecavüz edilmemesi bölge aşiretlerinden özellikle de Ağa Simko’dan yararlanılması kararlaştırılmıştır 39. Hükümet Ağa Simko’dan özellikle İran sınırında meydana gelebilecek olaylarda ve İran’da bulunan Nasturilerin Türkiye’dekilerle birleşmesinin önlenmesi için yararlanmayı düşünmüştür40. Onun vasıtası ile Revandız alınacak ve İngiltere ile mücadelesine devam eden Şeyh Mahmut’la bağlantı kurulacaktı41. Aynı tarihte İngiltere de bir muhtıra vererek Asurların Türk idaresinde gördüğü baskılar sonucunda Birinci Dünya Savaşı’nda müttefiklerin safında yer aldığını, bu kararı yüzünden büyük acılar çekip yurtlarından sürüldüğünü ve onların eski topraklarında ya da hiç olmazsa bölgeye komşu topraklarda İngiliz koruması altında yerleşmek istedikleri iddialarını tekrarlamıştır. Bu muhtırada İngiltere ayrıca eğer sınırın istenilen şekilde çizilmesi sağlanamazsa Nasturilerin savaş seçeneği dışında başka bir seçeneğe sahip olmayacağını bunun da bir ölçüde barış ve refahı tesis etmeyi imkânsız kılacağını dile getirmiştir42. Görüldüğü gibi İngiltere bir yandan meselenin barışçıl yollarla çözülmesi taraftarıymış gibi görünürken diğer yandan adeta bir anlamda gözdağı vermektedir. Bu arada Genelkurmay Başkanlığı 7. Kolordu Kumandanı Cafer Tayyar Paşa’yı isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Bu görevlendirmenin ilginç yanı; Cafer Tayyar Paşa’nın bu vesile ile Musul’a bir harekât yapmayı göze almasıdır. Kendisine 7. Kolordu Komutanlığı’na getirildiğinin tebliğ edilmesiyle Cafer Tayyar Paşa, Mustafa Kemal’e; “İngilizler Musul vilayetini mütarekeden sonra bir olupbitti ile işgal ettiler. Aynı hareketi ben de 38 BCA, Fon Kodu: 30/18.01.01, Yer No. 10.32.1. Hallı, a.g.e., s. 32-33. 40 Kodal, a.g.e., s. 251. 41 Kaymaz, a.g.e., s. 401. 42 Milletler Cemiyeti Komisyon Raporu, s. 219-220. 39 224 yapabilirim. Eğer bu hareketim hükümetin politikasına uygun çıkarsa Musul vilayeti kazanılmış ve dava halledilmiş olur, aksi halde tarihi mesuliyet benim üzerime yüklenir. Siz de kumandan hükümetin isteğine aykırı olarak bu hareketi yapmıştır. Kendisini Divan-ı Harbe verdik. Mesul edeceğiz, dersiniz ve işi yine politika yoluyla halledersiniz.” demiştir43. Bu sözler karşısında Mustafa Kemal’in “Zaten sizi bu işi bu tarzda yapabileceğinizi düşünerek intihap ettim. Rastgele bir kumandanın başarabileceği bir iş değildir. Bu hususta sizden eminim.” dediğine dair bilgiler bulunmakla birlikte Mustafa Kemal’in böyle bir talimat verip vermediği kesin değildir44. Harekâtın planlanması yanı sıra propaganda faaliyetlerine de girişilmiştir. Hakkari valisini esir alan, beraberindeki jandarmaları yaralayıp şehit eden eşkıyaların mutlaka şiddetle perişan edilecekleri ancak hükümete daha önceleri itaat etmeyenlerin sığınmaları halinde iyi muamele yapılacağı belirtilerek aşiretler arasına korku ve tereddüt sokulmuş İngilizler tarafından yapılan propagandanın etkisi azaltılmaya çalışılmıştır 45. 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa, 23 Ağustos 1924’te Genelkurmay’a harekâtla ilgili bir rapor sunmuştur. Bu rapordan anlaşıldığına göre erlerin çoğunun yeni olması ve bir muharebeye iştirak etmiş kimsenin bulunmaması sebebiyle eğitim yapılması gerekmekteydi. Eldeki kuvvetlerle Nasturilerin tedibi sağlanabilirdi. Ancak Nasturiler Musul’dan takviye aldıkları takdirde durum oldukça güçleşebilirdi. Bir kısım Nasturilerin hükümete bağlı olduklarına dair söylentiler onlara güveni gerektirmemeli ve son derece dikkatli olunmalıydı. Genelkurmay Başkanlığı’nın da 27 Ağustos’ta 7. Kolordu Komutanlığı’na verdiği emirdeki görüşüne göre; İngilizlerin fiilen işe karışmaları şu an için olası görünmemekle birlikte, gerek İran’daki Nasturileri gerekse Bitlis ve civarındaki Kürtleri teşvik etmelerine bakılacak olursa İngilizlere karşı da tedbirler alınması gerekmekteydi. 43 Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, İstanbul, Yakın Tarihimiz Yayınları, 1965, s. 12.1 44 Kandemir, a.g.e., s. 121-122; Öke, Belgelerle…, s. 139-140. 45 Hallı, a.g.e., s. 37. 225 31 Ağustos 1924’te 7. Kolordu’nun Hakkari’den aldığı bilgiye dayanarak Genelkurmay Başkanlığı’na sunduğu raporda ise; “…tedip harekâtımızda İngilizlerin uçakları ve Irak’taki kıtalarını teşkil eden Nasturilerle sınırımızı geçerek bizdeki Nasturilere fiilen yardım etme ihtimalinin kesin olduğu buna mani olmak için Ankara’da bir an önce siyasi teşebbüslere geçmenin gerekliliği…” bildirilmiştir46. Genelkurmay Başkanlığı’nın bu haber üzerine görüşleri ise şöyleydi: 20 gün sonra Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam’da Musul sorununu müzakereye katılması zorunlu idi. Bundan dolayı bu süre geçmeden başarı kazanılması lazımdı. Aksi takdirde yargının aksi olarak tedibata kalkışmak gerekecekti ki bu da büyük bir siyasi güçlük doğuracaktı. Bu itibarla harekâta buna göre başlamak ve bitirmek gerekmekteydi. 6 Eylül 1924’te Genelkurmay 7. Kolordu’ya bir emir daha verdi. Bu emirde; “…yapılacak harekâtın bütün Nasturileri tedip için değil sadece Hakkari’nin güney sınırını işgal ve Hakkari valisine taarruz eden çeteyi tedip maksadıyla olacağı cihetle, askerimize karşı iyi niyetle hareket eden ve silah atmayan her şahsın iyi muamele göreceği ve yakalanacak olan çetenin Cumhuriyet Hükümetimizin kanunlarına göre adalete teslim edileceği” belirtilmekteydi47. Bu sırada İngiltere’de boş durmamaktadır. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’nda yaptıkları gibi Nasturilere her türlü destek sözü vermişlerdir. Hatta Mister Lloyd adlı bir İngiliz memuru Çal nahiyesine gelerek Nasturileri kışkırtmaya çalışmış ve Türkiye Hükümeti’nin bazı uygulamalarına itiraz etmek gibi garip tavırlarda bulunmuştur48. İngilizler vermeye çalıştıkları bu desteklerin sonuçlarını kısa sürede almış harekâtın başladığı günlerde ordu içinde huzursuzluklar meydana gelmiştir. Beytüşşebap’ta bir yüzbaşı, bir teğmen beraberindeki erlerle beraber bulundukları yerlerden ayrılarak firar etmişlerdir49. 46 Hallı, a.g.e., s. 37-41. Hallı, a.g.e., s. 41-43. 48 TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 10 49 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 146. 47 226 2.3. Ayaklanmanın Gelişimi ve Bastırılması Kolordu emrine göre Beytüşşebap Grubu harekâta 16 Eylül’de başlayacaktı. Ancak Nasturi yaylasındaki 3355 rakımlı tepeyi Nasturilerin tahkim etmekte olduğunun öğrenilmesi üzerine 6. Piyade Alayı ve bir dağ bataryası 11 Eylül’de söz konusu tepeyi işgal etmiştir. 12 Eylül’de Cizre’de bulunan 7. Kolordu Komutanı Süvari Grubu’nun harekâtını yakından izleyebilmek için karargâh ileri kademesi ile birlikte Besbin’e gitmek üzere Cizre’den ayrılmıştı. Bu arada kolordu emrine göre harekâtını düzenlemiş olan Harbur Süvari Grubu’nun Bisivi istikametine gönderdiği bu köy civarında düşman ateşine maruz kalmış ve açtığı karşı ateşle düşmanı siperlerinden atmıştı. 7. Kolordu Komutanlığı’nın 13 Eylül’de bir suretini Genelkurmay Başkanlığı’na sunduğu harekât emrine göre; Çölemerik, Beytüşşebap ve Habur Grupları daha önce verilen talimata göre 16 Eylül’de harekâta başlayacaklardı. Grupların hedef ve bölgeleri özetle şöyleydi: Çölemerik Grubu; Zap Vadisi’ne hâkim bir durum alarak bu nehrin iki tarafındaki Nasturileri sıkıştıracak ve gerektiğinde Beytüşşebap Grubuna yardım edecekti. Beytüşşebap Grubu; Nasturi yaylasından itibaren Yukarı ve Aşağı Tiyari Bölgesine yönelip bu bölgedeki direnmeleri kırarak Çal’a doğru ilerleyecekti. Harbur Süvari Grubu ise Aşağı Tiyari Bölgesi’ne ve özellikle de bu bölgede direnmesi muhtemel Aşita köyünü hedef alarak Nasturi Yaylasından inip Beytüşşebap Grubu ile bağlantı sağlayacaktı. Süvari grubu öncüsü ve aşiret kuvvetleri ile Aşağı Tiyari bölgesini işgal ederken büyük kısmı ile de İmadiye’nin kuzeyindeki Ser İmadiye silsilesini hedef alacaktı50. Bir yandan ayaklanmayı bastırma tedbirleri alınırken diğer yandan da ayaklananların durumu yakinen izlenmekteydi. Genelkurmay Başkanlığı’nın 7. Kolordu Komutanlığı’ndan aldığı istihbarat raporlarına göre; başlangıçta Nasturiler Türk askerlerine mukavemet etmek istememekteydiler. Ancak bir İngiliz albayının bütün Nasturi reisleriyle görüşerek “Siz birkaç gün savaşarak mukavemet edin biz imdadınıza yetişiriz. İngiliz Hükümeti ve diğer devletler 50 Hallı, a.g.e., s. 51-53. 7. Kolordu bu emri verdiği sırada harekâta katılacak diğer birlikler için Bkz. Hallı, a.g.e., s. 53-54. 227 Türk Hükümeti ile siyasi temasa geçerek sizi kurtarır ve böylelikle mesele halledilir.” tarzında teminatlar vermesi ile durum değişmiştir51. 1.Süvari Tümen Komutanı’nın edindiği kanıya göre; işgal senelerinin etkisi ve İngiliz idaresinin çıkarcı oluşu sebebiyledir ki güneyde yerleşmiş olan halk hükümete hizmet etmek istemektedir. Ancak tenkil için girişilen harekât geçici ve sadece Kürt ve Nasturi olayları ile ilgiliydi. Bu harekât başarıya ulaştıktan sonra kıtaların çekilmeleri halinde bölgedeki aşiretler tek başlarına kalacaklar ve bu takdirde İngilizlerin daha çok tehdidine maruz kalacaklardı. Hatta kuzeydeki aşiretlerin de aynı düşüncede olduğu öğrenilmişti. Türk Hükümeti giriştiği Nasturi hareketini genişletse ve Musul’u almak teşebbüslerinde bulunsa bütün güney aşiretlerinin harekâta katılarak Nasturilere ve İngilizlere karşı savaşacakları anlaşılıyordu52. 14 Eylül günü Harbul bölgesinde bulunan 1. Süvari Tümeni Zaho istikametinden gelen üç İngiliz uçağının taarruzuna uğramıştır. Bunun sebebi ileri unsurların Irak topraklarına girmesiydi. Bu olay üzerine 1. Süvari Tümeni ileri unsurlarını hududun kuzeyine çekmiştir. 16 Eylül’de 6. Piyade Alayı, bölgesindeki ayaklanmacıları temizleyerek 3355 rakımlı tepedeki Nasturi mevzilerinin arkasını almıştı. Çölemerik Grubu’nun ise kendisine tahsis edilen bölgeyi işgal etmesi üzerine Nasturiler Valto Dağı istikametinde çekilmişlerdir. Beytüşşebap Grubu ise Aşita’yı işgal etmiştir53. Bu arada Türkiye, İngilizlerin Nasturileri kullanarak Türk topraklarına tecavüz etmeleri üzerine Lozan Antlaşması’nın ihlal edildiği gerekçesiyle 17 Eylül 1924’de Cemiyet-i Akvam’a bir nota vermiştir54. 18 Eylül’de Genelkurmay Başkanlığı, Nasturi ayaklanmasının önemi dolayısıyla harekâtın sevk ve idaresinin 3. Ordu Müfettişliğince yapılmasını ve Ordu Müfettişi Cevat Paşa’nın (Çobanlı) Erzincan’dan Diyarbakır’a gitmesini emretmiştir. 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa, Cizre’ye 51 Hallı, a.g.e., s. 55. Hallı, a.g.e., s. 55. 53 Üçüncü Ordu Bölgesinde Çıkan Ayaklanmalar ve Ayaklanmaların Bastırılması, Haz. Kemal Yılmaz, Ankara, 1991, s. 33-34. 54 Cumhuriyet, 19 Eylül 1924; TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 7-11. 52 228 giden menzil hattının güvenceye alınması için operasyon alanının Zaho ve İmadiye’yi içine alacak şekilde genişletilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak Genelkurmay’ın onunla aynı fikirde olmadığı yönünde bilgiler bulunmaktadır55. Belki de bu nedenle sevk ve idare Cevat Paşa’ya verilmiştir. Bu arada Yukarı Tiyari ve Tohup Nasturileri Valto Dağı’nın güneyinde ve doğusundaki mağaralarda toplanmışlardı. Diğer taraftan Beytüşşebap Grubu karşısında 600 kadar tahmin edilen Nasturi’nin 6. Alay cephesine yaptığı taarruz karşı taarruz ile kırılmış, asilerin büyük kısmı ölmüş, bir kısmı da Pervari’ye çekilmişlerdi56. 21 Eylül’de Genelkurmay Başkanlığı İngiltere’ye sert bir ültimatom vererek saldırıların sürmesi halinde Türkiye’nin statükoya uyma yükümlülüğünün ortadan kalkacağını bildirmiştir. Eğer İngiltere saldırılarını sürdürmeye devam ederse Musul’u işgal etmek için yeni bir operasyon planı hazırlanacaktı57. Genelkurmay Başkanlığı İngilizlerin böyle sert bir tepki karşısında tecavüzden vazgeçecekleri kanısında idi. Zira Genelkurmay Başkanlığı İngilizlerin Mısır, Sudan, Irak ve Hicaz’da elverişsiz bir durumda olmaları sebebiyle Musul meselesinin hallinde Türkiye ile bir harbi göze alabileceğini sanmıyordu. Bununla birlikte İngilizlerin tecavüzde ısrar etmesi ihtimali de dikkate alınarak sadece Zaho ve İmadiye’nin işgali ile yetinilmemesi ve İngilizlerin Musul’dan tamamen atılıncaya kadar harekâtın genişletilmesi bunun için de gerekli seferberliğin yapılması düşünülmüştür58. Nasturilerin sığındığı mağaraları kuşatan ve teslim olmalarını ihtar eden Çölemerik Grubu, Nasturilerin teslim olmamaları üzerine mağaralara ateş açmıştır. 24 Eylül’de Valto Dağı Nasturilerden tamamen temizlenmiş, kurtulabilenlerse İmadiye’ye kaçmışlardır. 55 Kaymaz, a.g.e., s. 402. Hallı, a.g.e., s. 58. 57 Kaymaz, a.g.e., s. 403. 58 Üçüncü Ordu…, s. 35-36. 56 229 27 Eylül’de Bido’da bulunan 14. Süvari Alayı İmadiye’den gelen 500 kişilik bir Nasturi grubunun taarruzuna uğramış, alay geri çekilmiş, Nasturiler Bido’yu yağma edip köyü yakmışlardır59. Asi Nasturilerin bir miktar esir vererek geri çekilmeleri üzerine tedip harekâtına son verileceği sırada Genelkurmay Başkanlığı, 7. Kolordu ve 3. Ordu Müfettişliği’ne verdiği emirde kazanılan başarının Çal bölgesinin de işgali hakkında verilen ilk hedefe kadar genişletilmesini istemişti. Genelkurmay Başkanlığı 2 Ekim’de verdiği emirde ise Zap’ın doğusunda kimse kalmadığına göre tedip harekâtının fiilen sona erdiğini bildirmiştir. Harekâtın sevk ve sorumluluğu uhdesine verilen 3. Ordu Müfettişi 2 Ekim’de Diyarbakır’a gelmiş ve 3 Ekim’den itibaren emir ve komutayı fiilen eline almıştır. 3.Ordu Müfettişliği’nin düşman hakkında verdiği bilgiye göre; sayıları 5000 kadar olan Nasturiler İmadiye istikametine kaçmışlar ve bu bölgedeki sarp dağlara sığınmışlardır. Melik Hoşabe’nin Zap’ın batısında olduğu bildirilmekle beraber bu bölgedeki bütün Nasturi köyleri boşaltıldığına göre Melik Hoşabe’nin de güneye kaçmış olması ihtimal dâhilindeydi. Harekâtın sona ermesi dolayısıyla kıtalara yeni tertipler aldırılırken Ankara’da da temaslar devam etmekteydi. Genelkurmay Başkanlığı aldığı bir nota üzerine 3. Ordu Müfettişliği’ne verdiği emirde; İngilizlerin 11 Ekim’de bir nota vererek Hazil ve Habur sularının birleştiği noktadan itibaren Hazil suyunun doğusundan, Merinar Dağı’nın kuzeyinden, Beytüşşebap, Çölemerik ve Şemdinan’ın güneyinden geçen hattın güneyinde kalan kıtalarımızın geri çekilmesini istediklerini, eğer çekilmezlerse bu tarihten itibaren harekâtta serbest olduklarını Türkiye’ye bildirdikleri söylenmiştir. Türk Hükümeti’nin bu notayı şiddetle protesto etmesine rağmen İngiltere’nin taarruz edebileceği hesaba katılarak gerekli tedbirlerin alınması emredilmiştir. Ankara’da karşılıklı nota teatileri suretiyle devam eden siyasi faaliyetler sonunda meselenin Cemiyeti-i Akvam’da halli yolunda mutabık kalınmıştı. Bu 59 Üçüncü Ordu…, s. 36. 230 arada TBMM toplanarak gereken kararı vermiş olduğu için Genelkurmay Başkanlığı 19 Ekim 1924’te geçici olarak kurulan tertibatın kaldırılmasını 3. Ordu Müfettişliği’ne bildirmiştir. Genelkurmay Başkanlığı Hakkari harekâtının sona ermesi dolayısıyla harekâta katılan birliklerin yeni yerlerini de belirlemiştir. Siyasi halin şimdilik belirsiz olduğunu kabul eden Genelkurmay Başkanlığı Musul meselesinin kesin surette halline kadar 3. Ordu Müfettişliği’nin Diyarbakır’da kalmasını uygun görmüştür60. 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa, daha sonra harekâtla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Diyarbakır’a gidişimden bir müddet sonra hiç hesapta olmayan bir Nasturi meselesi patlak verdi. Van’ın güneyinden Siirt vilayetinin doğusunda ve Mardin vilayetinin kuzeyinden ve doğusundan Irak hududuna kadarki geniş sahada bulunan Nasturiler Irak ve Musul’daki İngilizlerin tahrikiyle aralarına devlet memuru sokmak istemeyecek derecede başlarına buyruk hareket ederlerken, günün birinde iki jandarmamızın vurulması ile iş büyümüş ve bütün o bölge İngilizlerin gizlice verdikleri silahlarla ayaklanmışlardı. Bunun üzerine temizlik harekâtına başlayıp kısa bir zamanda Nasturilerin kâmilen hakkından gelmeğe ve o bölgeyi İngilizlerin tesirinden kurtarıp nüfuzumuz altına almağa muvaffak olmuştum. İşte bu harekât esnasında bana Ankara’dan en ufak bir işaret verilmiş olsaydı Musul vilayetini bir hafta nihayet on gün içinde kâmilen işgal edebilirdim.” 61 Nasturilerin bu ayaklanma hareketi esnasında İngiltere’yi en çok rahatsız eden nokta isyanın bu kadar çabuk bir şekilde bastırılmış olmasıdır. Yüzbaşı Lloyd’a göre Nasturiler, İngilizleri bir Nasturi devleti kurmaya zorlamak adına bilinçli olarak böyle davranmışlardır. Dobbs ise eğer Lloyd’un bu tespiti doğru ise Nasturilerin İngiltere’nin tüm desteğini kaybedeceklerini onları bir bölgeye yerleştirme fikrinden ve bu konuda para harcamaktan vazgeçilmesi gerektiğini düşünmekteydi. Ancak Irak’taki bu İngiliz yetkililerinin gözünden kaçan unsur; geçmişte Arap ve Kürtlere karşı başarılı olan Nasturilerin düzenli ordu birlikleri karşısında aynı başarıyı gösteremeyecek olmalarıydı. Küçük çaplı ayaklanmaları bastırmakla düzenli 60 61 Hallı, a.g.e., 67-74. Kandemir, a.g.e., s. 122. 231 ve planlı ordularla mücadele etmenin aynı olmayacağı bir gerçekti. İngiltere’nin sergilediği bu tutumla artık Nasturileri gözden çıkartmak için bahaneler yaratmaya çalıştığını söylemek yanlış olmasa gerektir62. 3. CEMİYET-İ AKVÂM GÖRÜŞMELERİ VE SÜRYANİLER İngiltere 6 Ağustos 1924’te Cemiyet-i Akvam Konseyi’ne başvurarak Musul meselesinin, yapılacak olan ilk toplantının gündemine alınmasını istemişti. Bu başvurudan sonra da bir muhtıra veren İngiltere, Nasturilerin Türk yönetimini istemediklerini ve onların eski topraklarını kapsayacak bir sınırın çizilmesi talebinde bulunduklarını ifade etmişti. Bu başvuruyu alan Cemiyet-i Akvam 19 Ağustos’ta Türk Hükümeti’ne bir mektup göndererek İngiltere’nin isteğini bildirmiş ve Türkiye’nin cevabını istemişti. Ancak Türkiye o sırada Nasturi isyanı ile uğraştığı için hemen cevap vermemiştir. Türkiye’nin cevabı 27 Ağustos’ta Cemiyeti-i Akvam’a ulaştırılmış ve görüşmelere yirmi gün zarfında iştirak edileceği bildirilmiştir63. Nihayet 5 Eylül’de Türk heyetinin muhtırası konsey üyelerine dağıtılmıştır. Bu muhtırada İngiliz iddialarına karşı Türk tezi savunuluyordu. Türkiye plebisit yapılması isteğinde ısrar ediyordu. Nasturilerle ilgili olarak Türk heyeti; “Britanya Hükümeti’nin Musul vilayetinin gayr-i Müslimleri arasında savaş sırasında müttefiklerin tarafını tutanlara beslediği sempati ne olursa olsun, bu sempati, bu topluluğun nüfusun ancak 1/17’ini oluşturduğu bir büyük vilayetin Türkiye’den ayrılmasını haklı çıkarmayacaktır. Bu Asurlu Nasturilerin kökeninin Musul değil Hakkari vilayeti olduğu düşünülürse bu haksızlık daha da büyümektedir. Eğer savaş sırasında doğdukları toprakları terk etmek zorunda kaldılarsa bunun nedeni Müslüman yurttaşlara karşı silaha davranmış olmalarıdır…Britanya Hükümeti’nin Asurluları yoğun bir kitle halinde Türkiye-Irak sınırı yakınına yerleştirme amacı bu topluluğun istemleri ne olursa olsun amacın gerçekten bu mu olduğu yoksa bu önerinin ardında başka nedenler mi bulunduğu konusunda akla sorular getirmektedir. Bu Asurluların Kürtlere karşı kullanılabilecek ve Türkiye’ye karşı saldırgan 62 63 Kaymaz, a.g.e., s. 403-404. Kodal, a.g.e., s. 255-256. 232 amaçlar canlandıracak böylesi yapay bir toplaşması Britanya Hükümeti’nin elde etmeyi umduğu sonuçları kesinlikle yaratmayacaktır.” demiştir64. Görülüyor ki Türkiye İngiltere’nin oynamaya çalıştığı oyunun farkındadır ve bu oyunu bozabilmek için elinden geleni yapacaktır. 10 Eylül’de Cenevre’ye hareket eden Türk heyetinin baş delegesi Ali Fethi Bey (Okyar), Fransa’nın Le Tan Gazetesi’ne yaptığı açıklamada Türkiye’nin Musul’la ilgili görüşlerini belirttikten sonra İngiltere’nin Türkiye’ye yönelik politikası ile ilgili olarak da; “İngilizlerin delaili arasında İngiliz Hariciye Nezareti tarafından tasvip edilen iki proje görünmektedir. Bunlardan birincisi Hıristiyan Nasturiler vasıtasıyla Türk-İran hududu boyunca bir hükümet, tampon teşkil etmek, ikincisi; dağlık havaliyi işgal etmek için kabil olduğu kadar kuzeye giderek askeri teminat elde etmek. Milletler arasındaki sulh sadece iyi bir hudut temin etmekle olmaz. Tampon meselesine gelince, Bu tahakkuk ettiği takdirde Nasturiler için pek vahim olacaktır. Nasturilerin menfaati ve devamlı bir sulh için bu kabil suni vasıtalara müracaattan istinkâf edilmelidir.” 65 14 Eylül 1924’de Cenevre’ye ulaşan Türk heyeti, 17 Eylül’de Cemiyet-i Akvam Genel Sekreterliği’ne bir nota daha vererek Londra ile aralarındaki diplomatik münasebetlerin yeniden başlamasına rağmen İngiliz uçaklarının sınırı geçip, Türk topraklarını bombaladığı şikâyetinde bulunmuştur. 9, 12 ve 14 Eylül’de gerçekleştirilen bu hava saldırısında üç Türk hayatını kaybetmiş, 12 asker de yaralanmıştı. Söz konusu saldırının tesadüfen olmadığı, gizli bir planın parçası olduğu iddiasında bulunan Türkiye, İngiltere’nin Nasturileri tahrik edip isyana sevk ettiğini de bildirmiştir. İngiltere sınırda kasti olarak kargaşa çıkararak statükoyu bozma yoluna gitmekteydi66. Ertesi gün buna cevap veren İngiltere, Türk birliklerinin statüko sınırını geçtiklerini ileri sürmüştür. İsmet İnönü’nün bu konuyla ilgili yaptığı konuşmadan devam edecek olursak; “….Bundan sonrada saldırılar durmadı, fasıla ile yine 64 uçaklarla tecavüzler oldu. Durumu kendilerine bildirdik ve Milletler Cemiyeti Komisyon Raporu, s. 220-221. Ayın Tarihi, C. IV, S. 11-13, s. 136. 66 Öke, Musul Meselesi…, s. 142-143; Cengiz Kürşad, “Cumhuriyetimizin Korunması (II) Nasturi İsyanları”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 41, Temmuz 1988, s. 28-30. 65 233 tedbir almalarını bildirdik. Bundan sonra 25 Eylül ve 29 Eylül’de kendilerinden birer nota aldık. Bu notaların esası kendilerinin statükoyu ihlal etmediği bilakis bize atıf olunarak kıtaatımızın girmiş olduğu yerlerden çıkması isteniyordu.” 67 Bu tecavüzler olurken Cenevre’de de müzakereler devam etmekteydi. Nihayet 30 Eylül’de Musul meselesini inceleyecek bir komisyonun kurulmasına karar verilmiştir. Bu komisyon tarafsız devletlerden seçilen üç kişiden oluşacaktı. Daha Türk heyeti Ankara’ya dönmeden İngiltere 5 Ekim’de bir nota daha yayınladı. Bu notada Türkiye’nin statüko hududunun haricine çıkması isteniyordu. İngiltere’nin buradaki tezi şöyleydi; Türkiye hem Musul vilayeti haricine hem de Nasturilere karşı harekât yapılan mıntıkadan çıkacaktı. Hakkari vilayetinin güneyi yani Beytüşşebap ve Çölemerik mıntıkası Lozan Antlaşması imza olduğunda İngiltere’nin işgalinde değildi. Fakat Türkiye’nin de işgalinde değildi68. İngiltere bu nota ile Türkiye’nin Nasturilere karşı gerçekleştirmiş olduğu harekâtın Türkiye sınırları içinde olduğunu görmezden gelerek bir anlamda Türklerden kendi topraklarını boşaltmasını istemiştir69. İngiltere, Türkiye’nin bu notaya cevabını beklemeden 9 Ekim’de ikinci bir nota daha vermiştir. İngiltere bu notasında 11 Ekim tarihine kadar bölgedeki askeri faaliyetlerin durdurulmaması halinde kendisinin de aynı şekilde karşılık vereceğini bildiriyordu70. Bu nota üzerine Bakanlar Kurulu toplantısından sonra hükümet adına resmi bir açıklama yapılmış İngiltere’nin sınırda huzursuzluklar çıkararak daha kuzeye doğru kaymak arzusunda olduğu ve bunu gerçekleştirmek adına sürekli bombalama faaliyetlerinde bulunduğu belirtildikten sonra, Nasturi isyanlarına da değinilerek Hakkari’de ayaklanan Nasturilere karşı bir harekât düzenlendiği ve bu harekâtında sona ermekte olduğu bildirilmiştir 71. 67 TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 8. TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 8. 69 Kodal, a.g.e., s. 277. 70 TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 17. 71 Cumhuriyet, 12 Ekim 1924, s. 1, 3. 68 234 Ayrıca Türkiye’nin Nasturilere karşı bir askeri harekât düzenlediğini asla saklamadığı belirtildikten sonra İngiltere’nin iddia ettiği gibi harekâtın Tohup Nasturilerine karşı olmayıp kendi sınırlarımızda ayaklanan Nasturilere karşı yapıldığı ifade edilerek statüko ihlali suçlaması kabul edilmemiştir72. Öte yandan Musul bölgesinde Türkiye ve İngiltere arasında sınır çatışmalarının artması ve gerginliğe yol açması üzerine Cemiyet-i Akvam Konseyi, 27 Ekim 1924’te Brüksel’de olağanüstü toplanmaya karar vermiştir. Yapılan ilk toplantıda İngiltere’yi temsil eden Parmoor, Nasturilerle ilgili olarak; onların topraklarının 1916 yılında bölgeden sürülmelerinden itibaren beş yıl süreyle boş kaldığını, bu süre zarfında Nasturilerin İngiltere tarafından göçmen statüsüyle korunduklarını, 1921’de ise Türk yönetiminde bulunmayan eski yurtlarına yerleştirildiklerini ve bu durumun yakın zamana kadar devam ettiğini söylemiştir. Parmoor devamla, Türklerin İngiliz işgali altında yer alan topraklara girdiklerini, Birsivi’ye ilerleyerek buradaki levi kuvvetleri ile Nasturileri bölgeden sürdüklerini de sözlerine eklemiştir. Türkiye ise bu iddiaları reddederek meselenin İngiltere’nin statükoyu tamamen kendine özgü bir şekilde yorumlamasından kaynaklandığını belirtmiştir73. Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam konseyinin tarafsız olarak bir karar vereceğine olan inancına karşılık konsey ertesi gün İngiliz yetkililerinin de bulunduğu gizli bir toplantı yapmış ve Türkiye’ye verilecek cevabı kararlaştırmıştır. Bu gizli görüşmede de İngiltere yine Nasturilerle ilgili olarak aynı görüşlerini dile getirmiştir. Türk Hükümeti’nin Nasturi yerleşim bölgesine olan müdahalesini statüko ihlali olarak nitelemiştir74. Sonuç olarak “Brüksel Hattı” olarak bilinen sınır geçici sınır olarak kabul ediliyordu. Bu hattın tayini ile Türkiye, Türk-Irak sınırının aşağı yukarı nerelerden geçeceğini de kabul etmiş oluyordu. İngiltere’nin ise Nasturi tampon bölgesini kuramasa da amacına bir anlamda ulaştığı söylenebilir75. 72 TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 20. Kaymaz, a.g.e., s. 414-415. 74 Kaymaz, a.g.e., s. 418-419. 75 Kodal, a.g.e., s. 286. 73 235 Bu arada Macar eski Başbakanı Kont Teleki, Belçikalı Albay A. Paulis, İsveç Bükreş Büyükelçisi De Virsen’den oluşan Musul Komisyonu, 13 Kasım’da çalışmalarına başlamıştı. Komisyon Bağdat ve Musul’da da incelemelerde bulunduktan sonra hazırladığı raporu 16 Temmuz 1925’te Cemiyet-i Akvam’a sunmuştur. Komisyonun raporuna göre; Brüksel Hattı coğrafi sınır olarak benimseniyordu. Musul vilayetinin çoğunluğunu sayıları 500 bin kadar olan Kürtlerin oluşturduğu ve bunların ırk olarak Türk ve Araplardan farklı oldukları, iktisadi olarak bölgenin Irak’a bağlanması gerektiği, Irak’taki manda yönetiminin en geç 1928’de sona ereceği için bu yönetimin 25 yıl uzatılması ve Musul’daki Kürtlere idari ve kültürel haklar verilmesi kaydıyla Musul vilayetinin Irak’a bırakılmasının en iyi çözüm olduğu bildiriliyordu. Komisyon, Cemiyet-i Akvam Meclisi, Musul vilayetinin Türkiye ile Irak arasında taksimine karar verirse Küçük Zap çizgisinin sınır olabileceğini de eklemiş diğer yandan İngiltere’nin Hakkari üzerindeki iddiasını kabul etmemiştir76. Komisyon çalışmalarını yaparken İngiltere, komisyonu Nasturilerin geleceğinin bu sınır tespitine bağlı olduğuna inandırmaya çalışmıştır. Komisyon üyeleri bölgeyi terk ettikten sonra Musul halkına karşı tutumlarını sertleştiren İngiltere, Brüksel Hattı’na Nasturileri yığarak bunları silahlandırmış hatta onların önünü açmak maksadıyla bölgede yeniden bombalama faaliyetlerine girişmiştir77. Komisyon ise Nasturilerin korunmaları gerektiğine inanmaktaydı ancak geçmişlerinde Osmanlı Devleti topraklarında diğer azınlıklara nazaran daha iyi şartlar altında yaşamalarına rağmen dış güçlerin tahrikiyle hükümete karşı isyana kalkışmış bu toplumun yerleşmesi için Türkiye’den toprak talebinde bulunmanın haksızlık olacağını düşünmekteydi. Nasturilerin Birinci Dünya Savaşı’ndan beri gerçekleştirdiği faaliyetlere de değinen komisyon, onların Irak yönetimi altında da huzurlu olmadıklarını verilen örneklerle anlatmaya çalışmıştır. Komisyon Nasturilerle ilgili olarak en iyi çözümün Haliç Konferansı’nda Türkiye’nin teklif ettiği eski yerleşim yerlerine dönmeleri olacağını bildirmiş buna ek olarak da geçmişte 76 77 Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 295-296; Matfiyef, a.g.e., s. 120. Hakimiyet-i Milliye, 21 Nisan 1925. 236 faydalandıkları yerel özerkliğe sahip olmaları ve genel bir afla güvenliklerinin garanti edilmesi gerektiğini de belirtmiştir78. Komisyon, Nasturilerin hangi devletin hâkimiyeti altında olurlarsa olsunlar kendi memurlarını aralarında tayin etmek hakkına sahip olarak ve onlardan patrikleri vasıtasıyla vergi almak koşuluyla bir dereceye kadar mahalli bir muhtariyet temin edilmesini istemiştir79. Komisyon Nasturilerin Musul’a yerleştirilmelerini kabul ediyordu. Bu durum yöre ahalisi içerisinde Türk aleyhtarı bir grubun daha monte edilmesi sonucunu doğurmaktaydı. Bu da komisyona Musul’un Türkiye’ye bırakılmaması için bir sebep sağlayacaktı. Zaten İngiltere’nin de istediği buydu. Aslında Londra’nın usta diplomatlarının Nasturi meselesini ortaya atma gayesi, bu bahane ile meseleyi farklı bir alana kaydırarak Musul meselesinin İngiltere lehinde çözümüne olanak sağlamaktı80. Esasen Nasturiler Türkiye sınırları içerisindeki eski yerlerine döndükleri ve Türk Hükümeti’ne bağlı oldukları takdirde hiçbir sorunla karşılaşmadan güven içerisinde yaşayabileceklerdi. Ancak İngiltere’nin istediği gibi yerleşmeleri için onlara belli bir bölge verilmesi halinde zaten bir devletin desteği olmadan yaşayabilmeleri mümkün görünmemekteydi. İngiliz denetimi altında kalmaları da onlardan sürekli askeri birlik olarak yararlanılması sonucunu doğuracaktı. Nasturiler İngilizlere güvenerek Türk Hükümeti’nin eski yurtlarına dönme teklifini kabul etmemişler ve bir kez daha İngiltere’nin çıkarları için kendilerini kullanmasına zemin hazırlamışlardır. Cemiyet-i Akvam Meclisi komisyonun kararını görüşmeye başladığında Türkiye bu karara sert tepki vermiştir. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey (Aras) komisyon raporunu eleştirip Türk tezini tekrarlamış ve İngiltere’nin sürekli olarak Irak sınırını kuzeye doğru ittiğini hatta Hakkari’yi bile istediğini hatırlatarak bu isteklerin nerede duracağından güvensizlik duyduğunu bildirmiştir81. Türkiye’nin tepkilerine karşı tekrar taarruza geçen İngiltere bu defa da Türkiye’nin Hakkari civarındaki Nasturileri baskı altında tuttuğunu 78 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 156-157. Ayın Tarihi, C. V, S. 17, s. 444. 80 Öke, Musul Meselesi…, s. 165. 81 Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 296-297. 79 237 iddia etmiştir82. Hatta İngiltere iddialarında daha da ileri giderek Brüksel Hattı’nın güneyindeki 6000 Nasturi’nin Goyan’dan Başkale’ye tehcir edildiğini ve pek çok Nasturi’nin hayatını kaybettiğini ileri sürmüş, bölgeye bir araştırma heyetinin gönderilmesi ve Nasturilerin Irak mandası altına yerleştirilmelerini istemiştir83. Türkiye’nin ise bu iddiaya cevabı 16 Eylül 1925’te gelmiş ve İngiltere’nin bütün iddiaları reddedilerek Nasturilerin Birinci Dünya Savaşı’nda müttefiklerle Türkiye aleyhinde hareket ettiği ve son günlerde meydana gelen huzursuzlukları da İngiltere’nin teşviki ile yaptıkları belirtildikten sonra Mardin ve Diyarbakır’da yaşayan Nasturilerin kendi yurtlarında rahat bir şekilde yaşadıkları ifade edilmiştir. Ayrıca tüm bu iddiaların Türkiye aleyhine bir kamuoyu yaratma çabasından ileri geldiği de belirtilmiştir84. Türkiye’nin komisyon raporuna karşı çıkması üzerine Cemiyet-i Akvam Meclisi 19 Eylül 1925’te Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’nın istişari mütalaasına başvurulmasını kararlaştırmıştır. Bu arada İngiltere’nin isteği ile söz konusu iddiaların incelenmesi için Estonya Ordusu eski Genelkurmay Başkanı General Laidoner başkanlığında bir komisyon çalışmalara başlamıştır. 16 Kasım’da Musul’dan yazan Laidoner, Hıristiyanların Türkler tarafından tehcir edildiği iddialarını kabul etmekle kalmamış aynı zamanda Türkiye’nin sınırdaki statükoyu bozmak suretiyle Brüksel Hattı’nın güneyine sarktığı ithamlarını da onaylamıştır 85. Nasturilerin durumuna ilişkin açıklama zaten 24 Ekim’de Ankara tarafından yapılmıştı. Ankara, Siah ve Ziyaret köyleri sakinlerinin ihtilaflı araziye göç ettiklerini yalanlamıyordu. Ancak bu köylerin halkı dini liderlerinin de dâhil olduğu bir ihanet şebekesi oluşturmuşlardı. Nasturilerin çoğu devletlerine bağlılıklarını ifade etmişler ve bu müdahaleye engel olunmasını istemişlerdi. Hatta bazıları bizzat hükümete başvurarak bu hattan içerilere alınmalarını istemişlerdi. Yine de Ankara İngiltere’nin iddia ettiği gibi Gellikoyun/Gıllıgoyan bölgesindeki Nasturilerin yer değiştirmelerini istememiştir. Bütün bu iyi niyetlerin üzerine generalin raporu Tevfik Rüştü 82 Öke, Musul Meselesi…, s. 171. Öke, Musul Meselesi…, s. 172; Hakimiyet-i Milliye, 18 Eylül 1925, s. 1. 84 Hakimiyet-i Milliye, 18 Eylül 1925, s. 1. 85 Öke, Musul Meselesi…, s. 173. 83 238 Bey’in ifadesiyle Ankara’da büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. Tevfik Rüştü Bey konunun TBMM’ye getirileceğini ve buradaki müzakereden sonra konseye cevap vereceğini bildirmiştir. Ancak bir gün sonra Cemiyet’e uzunca bir nota kaleme alan Tevfik Rüştü Bey, yazısında Irak-İngiliz otoritelerince Nasturi göçmenlerden alınan ifadelerin uydurulmuş olduğunu savunmuş, “Herkes Asuri-Keldanileri kimin silahlandırdığını ve onları Türkiye aleyhine kışkırttığını bilmektedir. Onlar devlete karşı gelmişlerdir. Halbuki Osmanlı Devleti’nden beri bu cemiyete verilen hak ve özgürlükler bellidir.” demiştir86. Mesele TBMM’nin 12 Aralık tarihli oturumunda görüşülmüş, İsmet Paşa gelişmeleri değerlendirdiği bir konuşma yaparak mezkûr heyetin Türklerin Cemiyet-i Akvam’a müracaat edip araştırılmasını istediği hususlardan birçoğunu bırakıp sadece Brüksel Hattı ve Hıristiyan tehcirini incelediğini belirtmiştir. Konuşmasında Nasturi tehciri meselesine de temas eden İsmet Paşa, İngilizlerin tahrikiyle dürüst hareket etmeyen Nasturilerin 1924 takibatı esnasında aileleriyle birlikte kısım kısım güneye gitmiş olduklarını söylemiştir. Bunların güneye gidişinden sonra da kuzeyde Hıristiyanların kaldığını belirten İsmet Paşa; “Eğer bizde Hıristiyan aleyhtarlığı olsaydı bu kadar bariz vukuat ve tecavüzattan sonra yalnız mücrimleri tebit etmekle kalmazdık. Hepsini de memleketten çıkarırdık. Bilakis bir kısmı orada kalmıştır. Kalanlar ne yapmışlardır? Kalanlardan bir kısmı içinde casus teşkilatını ve hatta ahzı asker teşkilatını mütemadiyen yakalamaktayız” demiştir. İsmet Paşa, bu vaziyete düşen herkesin mutlaka kanuni takibata maruz kalacağını sözlerine eklemiştir. “Takibat-ı kanuniyeden kurtulmak isteyenler güneye kaçıyorlar” diyen Başvekil, bu tür adamların kendilerine dışarıdan gelip istekleri sorulduğunda mazlum rolüne girmelerinin beklenilen bir durum olduğunu ve hatta daha fazlasının da beklenebileceğini söyleyerek şu yorumu yapmıştır: “Hakikat-i hal şundan ibarettir ki diyanet, insaniyet gibi aziz mefkureler, politikacıların ellerinde, makasıd-ı siyasiyeyi terviç etmek için vasıta olarak kullanıldıkça, bu iğfale kapılan vatandaşları felaketten kurtarmak mümkün olmayacaktır.”87 86 87 Öke, Belgelerle…, s. 162-163. TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 23. İçtima, 1. Celse, 12. 12. 1341, C. XX, s. 111-116. 239 1925 yılı içerisinde bir yandan Şeyh Sait isyanı diğer yandan da sınır meseleleriyle uğraşan Türk Hükümeti’nin Nasturilerin Irak ordusu içerisinde yer almalarını önlemek adına bir grup Nasturi’nin eski yerlerine dönmelerine izin verdiğine dair bilgiler de bulunmaktadır88. İngiltere ile Türkiye arasında uzayıp giden tartışmalar olurken Adalet Divanı da 21 Kasım 1925’te şu unsurları kapsayan bir karar almıştır: Taraflar Lozan Antlaşması’nın 3. Madde 2. Fıkrası’nı imzalamakla sorunun kesin çözümünü sağlamak yani uyuşmazlık konusu olan sınırları saptamak istemişlerdir. Dolayısıyla Cemiyet-i Akvam Meclisi’nin bu madde gereğince alacağı kararın iki taraf için de bağlayıcı olması gerekmektedir. Meclis kararını oy birliği ile almak zorundadır. Tarafların temsilcileri oylamaya katılacak, fakat oy birliğinin saptanmasında bunların oyları göz önünde tutulmayacaktır89. Söz konusu mütalaanın meclisçe de onaylanması ile Türkiye anlaşma hükümlerinin ihlal edildiğini öne sürerek temsilcilerini geri çekmiştir. Gerçek şudur ki Cemiyet-i Akvam Meclisi’nin Musul’u Irak’a bırakan bu kararı, Irak ya da İngiltere’nin haklı olmasından kaynaklanmamıştır. Esasen Cemiyet Meclisi siyasi bir organdır. Bu organda alınan kararlar Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’nın düşüncesine rağmen siyasi çıkarların etkisi altında kalmaktadır. Musul meselesi Cemiyet Meclisi’nde görüşülürken, İngiltere Cemiyet’in en nüfuzlu üyelerinden biri ve Meclis’in daimi üyesi bulunuyordu. Buna karşılık olarak Türkiye Cemiyet-i Akvam’ın üyesi bile değildi. Meclisin Türkiye aleyhinde karar almasında bu durumun önemli bir rolü vardır90. Türkiye’nin Musul üzerindeki İngiliz oldubittisini kabul etmesi beklenemezdi. Ancak bu tutumunda kısa süre direnebilmiştir. 5 Haziran 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak Hükümetleri arasında yapılan Ankara Antlaşması ile Türkiye ve Irak arasındaki sınır küçük değişiklikler yapılmasına rağmen İngiltere’nin istediği biçimde çiziliyordu. Böylece Türkiye’nin güneydoğu sınırına son şekli verilerek Misak-ı Milli’den fedakârlık etmek 88 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 161. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 298. 90 Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Vd., Olaylarla Türk Dış Politikası, (1919-1995), 9. Baskı, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1996, s. 75. 89 240 pahasına da olsa Türkiye’nin İngiltere ile olan son büyük anlaşmazlığı ortadan kalkıyordu91. Nasturilere gelince, İngiltere Dışişleri Bakanı Chamberlain, kendisine yöneltilen Nasturilerin can ve mal güvenliğinin antlaşma ile teminat altına alınıp alınmadığı yönündeki soruya cevaben; en iyi garantinin İngiltere ile Türkiye’nin dostluğu olduğunu söylemiştir92. Böylece Musul meselesi ile birlikte Nasturi meselesi de kapanmış oluyordu. İngiltere, “Nasturi yurdu” manevrasında başarılı olmuştur. Nasturileri yerleştirecek bir toprak elde edememiş olmasına rağmen onları kullanarak yapmış olduğu çeşitli oyunlarla Musul meselesinin aleyhimizde çözümlenmesine olanak sağlamıştır. Nasturileri isyana teşvik ederek Türkiye’yi bu konuyla meşgul eden İngiltere, bir Türk toprağı olan Hakkari’yi Nasturiler için istemiş, daha sonra da adeta taviz verir gibi Türkiye’ye bırakmıştır93. Bu tarihten sonra İngiliz manda yönetimi bitinceye kadar sessiz sedasız yaşamlarını geçiren Nasturiler, İngiliz mandaterliğinden sonra Irak’ta huzursuz olmaya başlayacaklardır. 4. IRAK YÖNETİMİNDE SÜRYANİLER Irak yönetimi genel olarak Hıristiyan grupların kendi aralarındaki ilişkilerine ve geleneklerine karışmamakta, bunu yasal hakları olarak tanımaktaydı. Buna rağmen Nasturilerin tam olarak yerleşebilecekleri bir yerleri yoktu ve birçoğu kendilerini mülteci olarak görmekteydiler 94. Ayrıca bazı Nasturiler Irak’taki tanınmış bazı Kürt liderlerini denetim altında tutmak amacıyla bunların bulunduğu bölgelere yerleştirilmişlerdir95. Hakkari’den gelen aşiret toplulukları ise kendileri adına özerklik istemekteydiler. Bunun için Nasturi patriği, Cemiyet-i Akvam Mandaterlik Komisyonu’na müracaatta bulunarak kendilerine Türk veya Irak yönetimi altındaki topraklarda özerklik 91 Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 318-320. Öke, Belgelerle…, s. 176. 93 Çetin, a.g.t., s. 92-93. 94 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 163. 95 Süryanilerin Acı Sonu, s. 52. 92 241 verilmesi ve güvenliklerinin sağlanması yolundaki karara uygun olarak özerklik talebinde bulunmuştur. Cemiyet-i Akvam bu konuda İngiltere’den bir cevap istemiş, İngiltere ise Musul meselesi görüşmeleri sırasında Nasturilerle ilgili alınan kararın Irak tarafından uygulanamayacağını belirtmiştir. Çünkü bu görüşmeler sırasındaki ihtilaflı bölge Musul değil Hakkari’ydi. Bu bölge de Türkiye’ye verildiğine göre Nasturilerle ilgili olan bu madde Irak yönetimini etkilemeyecektir. Cemiyet-i Akvam ise İngiltere’nin bu yanlış yorumunun üzerinde durmamış ve olayı kabullenmiştir96. Görüldüğü üzere İngiltere Nasturileri bir kez daha kendi çıkarları için kullanmış ve bir kez daha kaderleriyle baş başa bırakmıştır. İngiltere Hükümeti Cemiyet-i Akvam’ı da Irak Hükümeti’nin yardımsever ve hoşgörülü olduğuna, Nasturilerin korunmasıyla ilgili yazılı güvencelere uyacağına inandırmıştır 97. İngiltere’nin manda yönetimi altında kurulan Irak Krallığı’nda asayiş ve güvenlik ilk olarak Araplar ve toplama askerlerden oluşturulan askeri polis birlikleri ile sağlanmaya çalışılmıştı. 1922’de yapılan Kahire Konferansı’nda İngiliz askerlerinin sayısının azaltılmasına karar verilmişti. Bu nedenle Kürtler ve Nasturilerden oluşan yeni askeri polis birliklerinin kurulması gündeme gelmiştir. Irak Krallığı’nın kuzey sınırının korunmasında görevlendirilen Nasturi birliklerine zaman zaman tepkiler de olmuş, özellikle Irak ordusu ve İngiliz komutana bağlı bu birlikler arasında bir kıskançlık ve rahatsızlık doğmuştur98. Böylece 1932 yılı başlarına kadar Irak’ta Nasturi sorunu çözümlenememiş ve aksine daha da büyüyerek devam etmiştir. 1932’de İngiltere’nin Irak’taki manda yönetimini kaldırmak istemesi Nasturileri zor durumda bırakmıştır. Nasturiler İngiltere’den bir fayda görmeyeceklerini anladıklarında Irak’la İngiltere arasındaki antlaşmayı protesto etmek için silahlı kuvvetlerini dağıttılar. Bu olay İngiltere’nin sert tepkisine sebep olmuş ve Nasturi patriğine başvuran İngiltere birliklerin tekrardan kurulması için cemaatinin ikna edilmesini istemiştir. İngiltere buna karşılık Hakkari konusuna 96 Anzerlioğlu, a.g.e., s. 163-164. Süryanilerin Acı Sonu, s. 34. 98 Özdemir, a.g.e., s. 147-148. 97 242 bir çözüm bulma sözü de vermiştir. Mar Şimun taburların tekrar kurulması için komutanları ikna etmeyi başarmış ancak İngiltere sözünde durmayarak Nasturilerin Hakkari’ye dönmeleri konusunda hiçbir şey yapmamıştır. Irak’ın Ekim 1932’de cemiyet üyeliğine kabulü görüşmeleri sırasında Nasturilerin durumu da gündeme gelmiştir. İngiltere burada onların tekrar Hakkari’ye dönmelerinin en iyi çözüm olacağını belirtmiş bu mümkün olmazsa Nasturilerin Irak’ta geçici olarak ikamet edeceği vurgulanmıştır. Ancak bu görüşmeler sonucunda Nasturilerin sorunlarına tam bir yanıt bulunamamıştır. Onların Irak topraklarında parçalar halinde çeşitli bölgelere yerleştirilmelerine karar verilmiştir ki bu durum Nasturiler açısından büyük bir dezavantaj olacaktır99. 4 Aralık 1932 tarihinde Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği’nden alınan bir raporda Nasturilerin talepleri anlatılmaktadır. Bu rapora göre, Irak’ta bulunan bir kısım Nasturiler Milletler Cemiyeti’ne bir mazbata vererek bir takım taleplerde bulunmuşlardır. Onların talepleri Irak’ın kuzeyinde, Musul havalisinde ve hududumuz bitişiğinde, Zaho, Dahok, Akra mıntıkalarında bir Nasturi livası tesisi, bu suretle orada bir Nasturi vatanı vücuda getirilmesi ve Irak’taki Nasturilerin oraya sevk edilerek iskân edilmesinden ibarettir. Bu talepte bulunan Nasturiler, ruhani liderleri Mar Şimun taraftarı olan Nasturilerdir. Bunlara muhalif bir grup Nasturi bulunmakla birlikte Manda Komisyonu bu grubu nazar-ı dikkate almamıştır. Manda Komisyonu tarafından yazılan kararnamede; “Bu iki grup birbirlerine zıt taleplerde bulunmuş iseler de toplu halde yaşamak gayesindedirler” denilerek bütün Nasturilerin bir “Milli Ocak” iddiasında müttefik oldukları hükmü çıkarılmıştır. Irak Hükümeti ise Manda Komisyonu’nun Nasturi taleplerinin meclise tavsiye edilmesi kararından endişe duymakla birlikte bu kararın mecliste kabul edilmeyeceğini ümit etmekteydi. Irak’ta teşkil edilecek Nasturi yurdu talebinin bizi ilgilendiren kısmı ise Nasturilerin kendi eski vatanları olduğunu iddia ettikleri Hakkari mıntıkasının da bu topraklara dâhil edilmesini istemeleridir100. 99 Matfiyef, a.g.e., s. 127-129. BCA, Dosya No. 436106, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.54. 100 243 Görüldüğü üzere Nasturiler hiçbir vakit Hakkari’den vazgeçmemişler, her fırsatta bu mıntıkaya yerleşmek için taleplerde bulunmuşlardır. Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği’nden 11 Haziran 1933 tarihinde alınan bir diğer yazıdan anladığımıza göre; Milletler Cemiyeti Meclisi, Nasturilerin sahipsiz bir arazide toplu halde bulundurulmayarak iskân edilmesini kararlaştırmıştır. Nasturiler ise bu iskân işinden memnun görünmemekte ve hatta Irak’tan diğer memleketlere göç etmek istediklerini söylemektedirler. Nasturi ileri gelenlerinden bir zat, Bağdat’taki Almanya sefirini ziyaret ederek, İmadiye mıntıkasında Kürt ve Arap unsurlar arasına sıkıştırılmak istendiklerini, bu iskândan asla memnun olmadıklarını dile getirdikten sonra başka memleketlere göç etmek istediklerini ve İngilizlerin şimdiye kadar kendilerini aldattıklarını, isyan edecek bir vaziyete geldiklerini beyan etmiştir101. Bu arada Milletler Cemiyeti Meclisi’nde Nasturi taleplerini müdafaa etmek maksadıyla Cenevre’ye gitmiş olan Mar Şimun Irak’a dönerek Nasturilerin Irak’ın sadık tebaası olduklarını, Irak kanunlarına bağlı olup hükümete karşı hiçbir davaları olmadığını, Cenevre’de sadece İngilizlerin Nasturileri iğfal etmiş bulunduklarını dile getirdiğini söylemiştir102. 22 Eylül 1933’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın Doğu Bölümü çalışanlarından J.C. Sternadle Bennet, İngiltere’nin Nasturilere karşı sözünü tutmadığı ya da onlara ihanet ettiği şeklindeki iddialara cevap niteliğinde hazırladığı raporda ise şunları ifade etmektedir: “Zaman zaman iddia edildiği gibi İngiltere’nin ihanet ettiği doğru değildir. Süryanilerin uygun şartlarda kendi yaşadıkları topraklara yerleştirilmeleri için bütün çaba gösterilmiş ancak ilk planda Milletler Cemiyeti’nin kararları daha sonra da Süryanilerin inatçılığı –ki özellikle toprak konusunda mutlu edilmeleri çok zordur- tarafından bu çabalar engellenmiştir. Daha fazla adım atmak için özel anlamda Süryanilere karşı bir mecburiyet içerisinde olmamasına rağmen, geçmişteki yakın ilişki ve 101 102 BCA, Dosya No. 436112, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.39. BCA, Dosya No. 436112, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.39. 244 davranışlar, İngiltere’yi, Süryanilerin gelecekteki yerleştirilme planları için katkıda bulunmaya zorlamaktadır.”103 Bu arada Irak’ta Nasturilere karşı baskılar da tüm şiddetiyle devam etmekteydi. Irak Hükümeti’nin Nasturilerin ayrı ayrı bölgelere yerleştirilmeleri ve silahsızlandırılmalarına yönelik iskân planını kabul etmeyen Nasturilerin ülkeden göçüne imkân verilmiştir. Bunun üzerine Temmuz 1933’te çok sayıda Nasturi ülkeyi terk ederek Suriye’ye doğru göç etmeye başladı. Sınırı geçerek Suriye’ye gelen Nasturiler kendilerinin Irak’a gönderilmemeleri için Fransız yetkililerine başvurmuşlardır. Ancak sonuç olumsuzdur. Geri dönen Nasturiler Irak topraklarına girer girmez Iraklıların saldırılarıyla karşılaşmışlardır. Nasturiler ilk saldırıları bertaraf etmelerine rağmen kuvvetlerinin yetersizliği onları zor durumda bırakmıştır. Bu arada kitle iletişim araçlarının Nasturilerin Irak’a savaş ilan ettiği yolunda haberler yayınlamaya başlaması ile ülkede durum daha da gerginleşmiştir. Bu olaylar sırasında pek çok Nasturi hayatını kaybetmiştir. İngiltere ise hala Nasturi davası ile ilgilendiği imajını vermek için çeşitli toplantı ve konferanslar düzenlemişti. Bu toplantılarda Nasturilerin iskânı için Türkiye ve Suriye dışında bir yer kalmadığı sonucuna varılmış ancak Türkiye o günkü şartlarda bu işten uzak tutulmuştur. 23 Ağustos 1933 tarihli bir belgede İngiliz gazetelerinde Nasturiler lehine ve Irak Hükümeti aleyhine neşriyatta bulunulduğu ve son dönemdeki kanlı olayların kamuoyunda sorumlularının dile getirildiği mutlaka cezalandırılması anlatılmaktadır. gerektiğinin Türkiye’nin Londra Büyükelçili’nden alınan bilgiye göre, Hakkari’yi Türkiye’ye bırakan Milletler Cemiyeti kararı İngiliz gazetelerince tenkit edilmekte ve Nasturilere Suriye veya diğer bir sahada yer bulunması lüzumu teklif edilmektedir. Ayrıca gazetelerde hududu geçmeye çalışan Nasturileri silahla karşılamak için Irak hududuna Türk askeri sevk edildiği havadisi de bulunmaktadır104. Dünya kamuoyundaki gelişmeler ve İngiltere gibi bazı devletlerin müdahaleleri Irak Hükümeti’nin katliamları durdurmasına yol açtı. Irak 103 104 Özdemir, a.g.e., s. 150. BCA, Dosya No. 436128, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.742.3. 245 Hükümeti Nasturi birliğini bozmak için Patriklerini ve ailesini Kahire’ye sürgüne gönderdi. Sonuçta Nasturiler ne özerkliğe kavuşabildiler ne de toplu halde bir yere yerleşebildiler105. Böylece Nasturi sorunu bir çözüme kavuşturulamamış başta patrikleri olmak üzere daha sonraki tarihlerde birçoğu Amerika’ya veya başka ülkelere göç etmişlerdir. Şu söylenilebilir ki; savaş Nasturileri yurtlarından etmiştir. Yıllardır yaşamlarını sürdürdükleri evlerinde güven içinde bulunurlarken, kendilerine vaatlerde bulunan devletlere güvenerek savaşmışlar ve ortada bırakılmışlardır 106. 5. SÜRYANİLERDE SOSYAL HAYAT Çalışmamız her ne kadar 1880-1938 yılları ile sınırlı ise de Süryanilerin sosyal hayatları ele alınırken belirli bir dönemle sınırlamanın doğru olmayacağı düşünülmüştür. Bu sebeple Süryanilerin dili, eğitimi, ekonomik faaliyetleri, inanç ve ibadetleri, yayın faaliyetleri vs. konular üzerinde durulurken gerektiğinde 1880 öncesi tarihlerden günümüze kadarki süreçten de örneklemeler yapılmıştır. 5.1. Süryani Dili ve Edebiyatı Süryanice, Sami diller grubuna ait bir Aramice diyalekti olup, Aramice’nin tarihi ise M.Ö. 2000 yıla kadar uzanır107. Çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve çeşitli halk toplulukları tarafından oldukça uzun bir süre kullanıldığı için birçok lehçeye ayrılmış olan Aramice, halen konuşanı çok azaldığı ve başka dillerin tahripkâr etkilerine maruz kaldığı için ölmeye yüz tutmak üzeredir108. Bazı bilim adamlarına göre dünya dillerinin en eskisidir. Kökeninin çok eskilere dayandığını gösteren ilk kanıt Tekvin 31:47 bölümünün MÖ. 1750’de bu dille yazılmış olmasıdır109. 105 Matfiyef, a.g.e., s. 139-146. Ayrıntılı bilgi için Bkz. Süryanilerin Acı Sonu, s. 60-72. Süryanilerin Acı Sonu…, s. 93. 107 Edip Aydın, “Süryani Dili ve Edebiyatına Genel Bir Bakış”, Varlık, S. 1075, Nisan, 1997, s. 28. 108 Ali M. Dinçol, “Âramice Maddesi”, İslam Ansiklopedisi, C. III, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 267. 109 (Erişim) http//www.suryanikadim.org, 21 Temmuz 2008, 12.01. Havva isminin “her yaşayan varlığın annesi” anlamına gelen Havo/Haye kelimesinden geldiği, meleklerin isimlerinin Süryanice olduğu gibi bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Dicle de aynı şekilde Süryanice sözcüklerdir. (Sihun, Gihun, Froth, Deklath) Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 24. 106 246 3000 Aramice, yıllık süre boyunca değişik zamanlarda yazılı ve sözlü olarak değişik inançlara bağlı halklar, putperestler, Zerdüştler, Budistler, Maniciler, Yahudiler, Samaritanlar, Mandeanlar, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından kullanılmıştır110. Aramice’nin çok geniş bir coğrafyaya yayılmasının sebebi yazının basitliğinin yanı sıra ortak veya benzer gramer özellikleri sebebiyle diğer Semitik dilleri konuşanlar tarafından da kolayca anlaşılabilmesidir. Arami toplumunun günümüze de yansıyan bir etkisi de Fenike alfabesinin Aramilerce geliştirilmesi sonucunda Nabatî ve Sinaî yazıları aracılığı ile Arap alfabesinin ortaya çıkması olmuştur111. 8.yüzyılın başlarında Arapça’nın rakip dil olarak ortaya çıkışına kadar çok geniş bir kullanıma sahip olan dilin, bu dönemden sonra şehirlerdeki kullanımı gittikçe azalmış sadece köy ve dağlık bölgelerde kullanılır hale gelmiştir112. Aramice Grek ve Pers hükümdarlarının egemenliğine karşın Suriye ve Mezopotamya’nın Arami toplulukları arasında kullanılmıştır. Bu Arami topluluklarının çoğu daha sonra Hıristiyanlığı benimsediğinden bazı kısa putperest yazıtları ve birkaç putperest edebiyatı kalıntısı dışında büyük oranda bir Hıristiyan dili olmuştur. Süryanice kültürel merkez olan Edessa (Urfa) kentinin yerel lehçesi olarak başlamış, zamanla Süryani tacirler ve misyonerler tarafından Doğu’ya taşınarak Güney Hindistan ve Çin’e kadar yayılmıştır113. Çok geniş bir coğrafi alanda Sami ve Sami olmayan topluluklar tarafından kullanılan Aramice bunun doğal sonucu olarak pek çok lehçe geliştirmiştir. Bu yönüyle Aramice Sami diller arasında en çok lehçe geliştiren dil olarak kabul edilmektedir. Çeşitli açılardan farklı sınıflandırmalar yapılmış olmakla birlikte Aramice, doğu ve batı olarak iki başlık altında incelenebilmektedir114. Suriye dolaylarında Suriyeli Ortodokslar ve Maruniler 110 E. Aydın, a.g.m., s. 28. Dinçol, a.g.m., s. 267. 112 (Erişim) http//www.suryanikadim.org, 21 Temmuz 2008, 12.02. 113 E. Aydın, a.g.m., s. 28. 114 Eyyüp Tanrıverdi, “Süryani Dili”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 2. 111 247 tarafından kullanılana Batı, Mezopotamya, Irak ve Azerbaycan’da konuşulana da Doğu diyalekti adı verilmektedir. İki lehçe arasındaki fark ise “a” harfinin telaffuzunda görülmektedir. Doğu lehçesi bu harfi özgün haliyle korurken 115, batı lehçesinde aynı harf “o” şeklinde telaffuz edilmektedir116 Hz. İsa ve öğrencilerinin de kullandığı bu dil kilise ayinlerinde kullanılan ilk dil olması açısından büyük önem taşımakta ve bu gün hala ibadetlerde kullanılmaktadır117. Milattan önce 2. yüzyıl ile milattan sonra 3. yüzyıllar arasında ipek yolu üzerinde önemli bir ticaret merkezi olan Urfa’nın 2. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hıristiyanlığın başlıca merkezlerinden biri haline gelmesiyle önem kazanan Süryanice, çok geçmeden Hıristiyanlık dünyası için Yunanca’dan sonra en önemli dil olmuş ve zamanla bölgenin bilim, kültür ve edebiyat dili haline gelmiştir. Buna bağlı olarak Süryani edebiyatı da büyük bir gelişme göstermiş, 2. ve 8. yüzyıllar arasında dini, felsefi ve edebi nitelikli kapsamlı bir edebiyat gelişmiştir. Bu süreçte Yunan kültürünün önemli dini ve felsefi eserleri Süryaniceye çevrilmiştir. Aynı zamanda İbranice, Arapça ve Farsça’dan Süryaniceye Süryaniceden de bu dillere çeviriler yapılmıştır 118. 8. yüzyıldan itibaren Arapça’nın yayılma alanına giren Süryanice, gelişmekte olan yeni kültür karşısında önemini kaybetmeye başlamıştır. Bu dönemde Süryanilerce Arapça’nın Süryani alfabesi ile yazılması şeklinde olan “Gerşuni dili” geliştirilmiştir119. Günümüzde konuşulan halk dili de dört lehçeye ayrılmaktadır. Bunlar; Turabdin, Asuri, Mahlula ve Mlahto lehçeleridir. Turabdin lehçesi Midyat ve çevresinde konuşulan lehçedir. Asuri lehçesi, İran ve Irak’ta yaşayan Keldani ve Nasturi halkı ile Musul’a yakın Bartılle ve Karakuş Süryani köyleri halkı tarafından konuşulmaktadır. Mahlula lehçesi, Filistin lehçesi olarak da bilinir ve Mahlula, CibAbdin ve Ayn-Tin Süryani köylerinde konuşulan lehçedir. 115 Örneğin; ev anlamına gelen “bayta” kelimesinde “a” harfi telaffuz edilmektedir. Batı lehçesinde “bayto” şeklinde telaffuz edilmektedir. 117 (Erişim) http//www.suryanikadim.org, 21 Temmuz 2008, 12.06. 118 Tanrıverdi, a.g.m., s. 3-4. 119 Tanrıverdi, a.g.m., s. 5. 116 248 Mlahto lehçesi ise, Diyarbakır’a bağlı birkaç Süryani köyünün 20. yüzyılın başlarına kadar kullandığı lehçe olmakla birlikte günümüzde bu lehçeyi kullanan kimse kalmamıştır120. Süryanice değişik yazı şekilleri de geliştirmiştir. M.S. 1. ve 2. yüzyıllara ait ilk Süryani yazıtlarında Palmiralıların121 el yazısını andıran bir yazı şekli kullanılırken 5. yüzyıl başlarında yazı, daha biçimselleşmiş bir nitelik almış ve bu yazı tipine Grekçe yuvarlak anlamındaki “strongulos”tan gelen “Estranguelo” denilmiştir. 8. yüzyıl boyunca bu yazı tipi ile birlikte “Serto” denilen yeni ve daha işlek bir yazı tipi kullanılmaya başlanmıştır. Bu yazı daha çok Batı Suriyeliler ve Maruniler tarafından kullanılmaktadır. Birkaç yüzyıl sonra Doğu Suriyeliler arasında Estranguelo’dan yavaş yavaş doğulu diye bilinen fakat Avrupalı yazarların genellikle Nasturi veya Keldani diye adlandırdığı belirgin bir yazı tipinin türediğini görmekteyiz122. Süryani alfabesi, altı harf (b,g,d,k,f,t) yumuşak ve sert olmak üzere çift telaffuzlu olan ve özel işaretlerle bilinen 22 harften oluşmaktadır123. Sağdan sola doğru yazılan Süryanice’de erkek ve dişi ayrımı vardır. Ünsüzleri ünlüye dönüştürmek için birkaç ayrı sistem bulunmaktadır. Bunlardan bazıları Arap alfabesinden alınmıştır, bazısında ise satırın üstünde veya altında ünlüleşme belirten küçük Yunan harflerine yer verilir 124. Süryanice ilk gramer kitabı 7. yüzyıl sonlarında oluşturulmuştur125. Günümüzde gün geçtikçe azalmakla birlikte hala konuşulan Süryanice, Urfa’da konuşulmuş dilin zamandaşı olan bir Süryani lehçesinden türemiştir. Yeni Süryanice ya da Batı Süryanicesi de diyebileceğimiz bu lehçe, Doğu Aramca lehçesine dayanır. Eski biçiminden bazı özellikler muhafaza etmekle birlikte birçok şeyi de yitirmiştir. Melodili bir ses sistemine sahip olan 120 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 46-47. Palmira İmparatorluğu (260–273) Palmira merkezli, 3. yüzyılın ikinci yarısında kurulan, Suriye, Filistin, Lübnan, Mısır ve Anadolu'nun bir kısmını kapsayan kısa ömürlü imparatorluktur. 122 E. Aydın, a.g.m., s. 29. 123 Efrem I. Barsavm, Saçılmış İnciler, Süryanilerin Yazınsal Tarihi, Çev. Zeki Demir,İstanbul, İstanbul Süryani Kadim Ortodoks Metropolitliği Yayınları, 2005, s. 32; Muzaffer İris, Bütün Yönleriyle Süryaniler, İstanbul, Ekol Yayımcılık, 2003, s. 39. 124 Şimşek, a.g.e., s. 35. 125 İris, a.g.e., s. 40. 121 249 Süryanice’nin kelime hazinesinde çok sayıda Türkçe, Kürtçe ve Arapça kelime bulunmaktadır126. Süryanilerin yaşadıkları Mardin, Diyarbakır ve çevresinde konuşulan diller de Kürtçe, Arapça ve Süryanicedir. Dolayısıyla bu dillerin birbirlerini etkilemeleri kaçınılmazdır. Süryaniler, kendi ana dilleri yanında bu iki dili bilmekle birlikte Türkçeyi de yaygın olarak kullanmaktadır. Hatta kiliselerde ayin, dua ve ilahiler dışında Türkçe vaazlar verilmektedir127. Süryanilerin günlük yaşamda kullandıkları ve Turoyo denilen dil, yazılı kaynaklarda kullanılan ve Ktobonoyo denilen klasik Süryanice’den farklıdır. Yazılı metinlerin dili halk tarafından anlaşılmamaktadır128. Turoyo’nun Ktobonoyo’dan ne zaman ayrıldığı bilinmemektedir. Çünkü elde yazılı bir belge bulunmamaktadır. Ancak Doğu Dilleri profesörü Otto Jastrow’a göre bu ayrım İslam’ın Mezopotamya’ya girmesiyle olmuştur129. Bugün hala yaygın olan diğer bir lehçeye de Modern Süryanice ya da Suvaydaca denilmektedir. Suvaydaca İran ve Irak’taki Süryani ve Keldani toplulukları arasında yaygın yazı ve konuşma dili olmuştur. Aynı zamanda Sovyetler Birliği döneminde Süryanice yerine Kiril Alfabesi’nin kullanıldığı Azerbaycan’da da Suvaydaca kullanılmıştır130. Dillerini öğrenebilecekleri okulları bulunmayan Süryanilerin bugün büyük çoğunluğu ana dillerini bilmemekte, özellikle başka ülkelere göç eden Süryaniler buralarda farklı dilleri kullanmak suretiyle kendi dillerini unutabilmektedirler. Dilin kaybolmaması için konuşulduğu bir bölgenin olması gerekmektedir. Ancak göç olayları Süryanice’nin geleceğini güçleştirmektedir. Süryanice sadece din adamları tarafından bilinen bir dil haline gelmeye başlamaktadır. Bu da Süryani kültürü açısından oldukça olumsuz bir durumdur131. Dil ile beraber kültür ve tarih de daha iyi öğrenilebilmektedir. Örneğin Süryani tarihi ile ilgili olan çoğu literatür sadece Süryanice 126 Arapça ay adlarının Süryanice’den alındığına dair bilgiler mevcuttur. Günel, a.g.e., s. 54. Şimşek, a.g.e., s. 36-37. 128 Şimşek, a.g.e., s. 37. 129 Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 14. 130 E. Aydın, a.g.m.,s. 30. 131 Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 10-11. 127 250 olduğundan çocukların bu dil ile eğitim almaları ve bu dili öğrenip, tarihi okumaları Süryaniler için hayati bir önem arz etmektedir132. Ancak bu tehlikenin yanında pozitif şeyler de bulunmaktadır. Mesela Avrupa’da farklı ülkelerde yaşayan Süryani gençler birbirlerini görmek ve tanımak istemekte dolayısıyla ortak dil olan Süryaniceye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durum da dilin unutulmaması için bir avantaj olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün Süryaniler Süryaniceyi önce aileden öğrenmekte daha sonra manastırlarda bu konuda eğitim almaktadırlar. Manastırlardaki eğitimde hem konuşma hem de yazı dilini öğrenmektedirler. Sorunlardan biri de Süryanice’nin Latin harfleri kullanılarak yazılmasıdır. Ancak kilise ve bazı din adamları dilin kendi alfabesi ile yazılması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu nedenle gençler konuşma dilini yazmakta sıkıntı duymaktadırlar133. 5.2. Süryanilerde Eğitim ve Yayın Faaliyetleri Tarihte kurdukları akademilerle pek çok bilim adamı ve filozof yetiştiren, özellikle tercüme, tıp ve felsefe alanlarında yapmış oldukları çalışmalarla İslam medeniyetine de önemli katkılar sağlamış olan Süryanilerde oldukça eski bir okul geleneği bulunmaktadır134. Geleneksel Süryani eğitimi Hıristiyanlık temeline dayalı dini bir nitelik taşıdığından doğal olarak kilise ve manastırlar eğitim kurumları olarak da kullanılmış ve halen de kullanılmaya devam etmektedir. Süryani kilise ve manastırlarında eğitim öğretim maksadıyla kullanılan mekânlara Süryanice “madraşto”, Arapça “medrese” denilmektedir. Ancak medrese kelimesinin kullanımı daha yaygındır135. 132 “1. Yılında Anadilde Yayın-3: Anayurdunda Süryanice Unutuluyor”, Evrensel, 9.06.2005. Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 12-13. 134 Ayrıntılı bilgi için Bkz. Nesim Doru, “Süryanilerde Felsefe Akademileri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 65-88; Kazım Sarıkavak, a.g.m., s. 89-99; E.R. Hayes, Doğu-Batı Asur/Süryanilerin Kurduğu Urfa Akademisi, Çev. Yaşar Günenç, 2. Baskı, İstanbul, Yaba Yayınları, 2005; Adday Şer, Nusaybin Akademisi, Kuruluşu, Yönetmeliği ve Yetiştirdiği Kişiler, Çev. Nesim Doru, İstanbul, Yaba Yayınları, 2006; Albert Harrent, 4. Yüzyılda Asur/Süryanilerin Kurduğu Antakya Akademisi: Doğu’da Akademik Eğitim Kurumlarının Temeli, Çev. Vedii İlmen, İstanbul, Yaba Yayınları, 2003. 135 Talip Atalay, “Günümüz Süryani Kilise ve Manastırlarında Din Eğitimi”, Dini Araştırmalar Dergisi, C. VIII, S. 23, Eylül-Aralık 2005, s. 44. 133 251 Temeli din eğitimi olmasına rağmen din dışı eğitimin merkezi de kiliseler olmuştur. Fen bilimleri, matematik, astronomi gibi alanlarda da eğitim yapılmıştır. 13. yüzyıla kadar oldukça parlak bir dönem geçiren Süryani eğitimi bu yüzyıldan itibaren teoloji ve edebiyatın ön plana çıktığı bir yapıya bürünmeye başlamıştır136. Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerin Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altına girdiği dönemde de Süryaniler eğitim alanında aynı durgunlukta bulunmakta medreselerde genelde dini eğitim verilmekteydi. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde diğer alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da değişiklikler meydana gelmeye başlamıştır. Tanzimat ve Islahat Fermanları’nın yayınlanması ile birlikte farklı din ve mezhepte bulunanların can, mal ve namusları devlet güvencesi altına alınırken bunların okul, hastane, ibadet yerleri ve mezarlıklarının tamiri ve bakımına izin verilmesi de sağlanıyordu. Eğitim alanında gerçekleştirilen en önemli gelişme ise şüphesiz 1869 yılında çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi olmuştur. Bu nizamnamenin yayınlanmasından önceki dönemlerde devlet denetiminden uzak olan azınlık ve yabancı okulların da denetim altına alınması sağlanmıştır. Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin 3. Maddesi’ne göre; her mahalle ve karyede gerekirse bir iki mahalle veya bir iki karyede en azından birer tane sıbyan mektebi bulunacak ve Müslüman mektepleri ile gayr-i Müslim mektepleri ayrı olacaktı. 18. Maddeye göre de nüfusu 500 haneyi geçen yerlerde nüfusun tamamı Müslüman ise Müslümanlara, gayr-i Müslim ise gayr-i Müslimlere ait rüştiyeler açılacaktı. Eğer nüfus karışık ise sınır 100 olarak belirlenmişti. Nizamnamenin idadilerle ilgili 33. Maddesinde ise gayr-i Müslimlerle ilgili bir ayrım yapılmamıştır. İdadiler gayr-i Müslimlerle Müslümanların birlikte eğitim görecekleri yerler olarak belirtilmişlerdir137. Nizamnamenin şüphesiz en önemli maddesi Osmanlı tebaası ya da yabancılara okul açma yetkisi veren 129. Maddedir. Böylelikle ruhsat almak 136 Özcoşar, a.g.e., s. 350. M. Hidayet Vahapoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar (Yönetimleri Açısından), Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1990, s. 79-81. 137 252 kaydıyla hem azınlıklar hem de yabancılar okul açabileceklerdi. Ayrıca 131. Maddeye göre de oluşturulacak Büyük Meclis-i Maarif’in üyeleri arasında mevcut olan dini toplulukların ruhani liderleri de bulunabilecekti138. Osmanlı eğitim sistemindeki değişikliklerin yanı sıra aynı dönemde başlayan Avrupa etkisi de gayr-i Müslimlerin eğitim anlayışında değişikliklere neden olmuş, eğitim dini nitelikten çıkarak milli bir niteliğe bürünmeye başlamıştır139. Eğitim alanında meydana gelen gelişmelere Süryaniler açısından bakacak olursak onlarda da okullaşma ya da okullarına resmi bir kimlik kazandırma çabası görülmeye başlamışsa da bu çaba genellikle ilkokul seviyesinde kalmıştır. Tanzimat sonrasında Süryani eğitim kurumlarının hemen hemen tamamı medreselerden oluşmakta ve bunlar da hep ilkokul seviyesinde bulunmaktaydı. Zaten bu okullar genellikle kiliselerin hemen yanında ya da kilisenin avlusu içerisinde bulunmaktaydı. Eğitim genellikle okuma yazma öğretimi, belli başlı dualar ve ilahilerin öğretimi ve güzel yazıdan ibaretti140. Bunların dışında sarf, nahiv ve matematik dersleri de verilmekteydi141. Bu okullardan başka ruhani yetiştiren yüksek din öğretimi programlarının uygulandığı okullar da vardı142. Örneğin Mor Gabriel Manastırı’nda orta dereceli eğitim için üç kısma ayrılmış bir kolej ve ilahiyat fakültesi niteliğinde bir yüksekokul mevcuttu. Belli bir yaşa kadar manastırlarda tahsillerini devam ettiren öğrenciler mezun olduktan sonra ya manastırda rahip olarak kalıyor ya da ayrılarak evine dönebiliyordu. Ancak her halükarda aldıkları dini eğitim neticesinde şammas ya da papaz olabilmekteydiler143. Eğitimin kiliselere yanında veya içerisinde verildiği göz önünde tutulacak olursa doğal olarak eğitmenler de din adamlarından oluşmaktaydı. Ancak Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne göre devletin yetiştireceği öğretmenlerin okullarda görev alması kuralı getirilmiş bu kural gayr-i 138 Vahapoğlu, a.g.e., s. 82-84. Özcoşar, a.g.e., s. 355. 140 Özcoşar, a.g.e., s. 357. 141 Çıkkı, a.g.e., s. 50. 142 Atalay, “Lozan…”, s.65. 143 Özcoşar, a.g.e., s. 358-359. 139 253 Müslimlerce eleştirilmekle birlikte uygulamaya konulmuştur144. Ancak devlet tarafından görevlendirilen öğretmenlerin yine de din adamlarının yanında bir memurmuş gibi değerlendirildikleri görülmektedir145. Diyebiliriz ki Süryanilerin eğitimi ile ilgili en önemli gelişmeler misyonerlik faaliyetleri sonucu gerçekleşmiştir. Katolik ve Protestan misyonerlerinin faaliyetleri sonucunda Süryanilerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde okullar açılmıştır. Cuinet’in verdiği bilgilere göre; Diyarbakır’da Süryanilere ait 3, Süryani Katoliklere ait 1 ve Mardin’de de Süryanilere ait 18 okul bulunmaktadır146. 1897 yılına ait bir istatistiğe göre ise; Süryanilerin 49 iptidai, 5 rüştiye ve 1 idadileri, Süryani Katoliklerin ise 5 iptidaileri bulunmaktaydı147. Süryani okulları ile ilgili olarak istatistikî veriler dışında bazı bilgiler de mevcuttur. Bunlardan en önemlisi Kırklar Kilisesi’nde faaliyet gösteren okulla ilgilidir. Bu okul 1799 yılında açılmıştır. Ayrıca 1825 ve 1899 yıllarına ait bazı kayıtlar da bulunmaktadır. Okul 1919 yılında bilinmeyen bazı nedenlerden dolayı Mor Mihayel Kilisesi’ne taşınmış kısa bir süre orada faaliyet gösterdikten sonra tekrar Kırklar Kilisesi’ne dönmüştür148. 15 Haziran 1919’da Mor Mihayel Kilisesi’nde açılışı gerçekleştirilen okulun ana amacı; vatanın tüm çocuklarını ırk ve mezhep araştırmaksızın ilim ve edebiyat yönünden eğitmekti. Ortodoks mezhebinin felsefe inancı yalnız Süryani Kadim Ortodokslara mükellefti. Çünkü okulun anayasasında hiçbir kişinin mezhebini ya da inancını değiştirme veya sömürme kesinlikle söz konusu değildi. Okul, ilk, orta ve lise bölümlerinden oluşmakta her bölüm ise üç sınıftan ibaret bulunmaktaydı. Okul kendi özel nizamına uygun olarak belli bir disiplin içerisinde yönetilirdi. Yılda bir buçuk ay tatile giren okulda öğrenciler yılda iki 144 Bozkurt, a.g.e., s. 161-162. Özcoşar, a.g.e., s. 363. 146 Cuinet, a.g.e., C. I, s. 246. 147 Eryılmaz, a.g.e., s. 176; Necdet Sevinç, Osmanlıdan Günümüze Misyoner Faaliyetleri, 3. Baskı, İstanbul, Milenyum Yayınları, 2002, s. 320. Aynı istatistikte Yakubiler adı altında bir başlık daha açılmıştır. Burada kastedilen grubun Süryani Kadimler olması gerekmektedir. Onlara ait olarak da 5 iptidai görünmektedir. İsimlendirmede bir karışıklık söz konusudur. 148 Gabriyel Akyüz, Mardin İli’nin Merkezinde Civar Köylerinde ve İlçelerinde Bulunan Kiliselerin ve Manastırların Tarihi, Resim Matbaacılık, İstanbul, 1998, 65-66. 145 254 genel imtihan olurlardı. Karneler öğrencilerin günlük ders puanlarıyla imtihan sonuçlarının okulun değerlendirilmesiyle öğretim dağıtılırdı. kadrosu ve Okuldan yönetim mezun kurulu tarafından olanlara diplomaları verilirdi149. Halen bir nüshası Kırklar Kilisesi Divanhanesi’nde asılı duran diplomanın başlığı; “Süryani Kadim Patrikhanesi Maketep Resmiya Hususiya” şeklindedir. Bunun tam altında ise Süryanice “Süryani Eğitim” ve “Dar-ul Talim El-Süryani Şahadetnamesidir” ifadeleri bulunmaktadır150. Okulda okutulan dersler diplomada şöyle sıralanmaktadır: Coğrafya, Hesap, Cebir, Usul Defteri, Mühendislik, Eşyaların İlmi, Tabii Hikmet ve Kimya, Sağlığın Korunması, Medeni ve Ahlaki Bilgiler, Resim ve Güzel Yazma, Beden Eğitimi, Yabancı Dil, Tarih, Dinbilgisi, Makamlar, Süryanice Dilbilgisi, Süryanice Okuma ve İmla, Osmanlıca Dilbilgisi, Osmanlıca Okuma ve İmla, Arapça Dilbilgisi, Arapça Okuma ve İmla151. Süryani kaynaklarında okulun ilk, orta ve lise bölümlerinden oluştuğu bilgisine rağmen hem resmi kayıtlarda yer almaması hem de 1892’de Kırklar Kilisesi’nde kalmış olan Oswald Parry’nin bu okuldan söz etmemesi okulun ilkokul seviyesinde olduğunu akla getirmektedir. Ayrıca Parry’nin vermiş olduğu bilgilere dayanarak Kırklar Kilisesi’nden başka Mort Şmuni Manastırı’nda da bir okul bulunmaktaydı152. 1796 yılında kilisenin batısında medrese olarak inşa edilen bir yapının mevcut olduğuna dair bilgiler bulunmaktadır153. İlk defa H. 1316 (1898-1899) yılları arasında çıkmaya başlayan Maarif Nezareti Salnamelerinde Mardin’de Süryani okullarından bahsedilmemektedir. Diyarbakır’da ise Süryanilere ait bir okul bulunmaktadır. Ancak resmi kayıtlarda bu okullardan bahsedilmemesi okulların mevcut olmadığını akla getirmemelidir. Büyük olasılıkla bu okullar ruhsat için başvurmadıklarından resmi kayıtlara geçmemişlerdir154. 149 Akyüz, Mardin İli…, s. 41-42. Gabriyel Akyüz, “Mardin Cemaatinin Kalbi Kırklar Kilisesi”, Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 21. 151 Akyüz, Mardin İli…,s. 64-65. 152 Özcoşar, a.g.e., s. 371. 153 Akyüz, Mardin İli…, s, 71. 154 Özcoşar, a.g.e., s. 369. 150 255 Kırklar Kilisesi’ndeki okuldan başka Deyrulzafaran Manastırı’nda 1905 yılında açılan okulu da burada zikretmek gerekmektedir. Metropolit Behnam Semerci tarafından kurulan okul bir süre sonra kapanmış olmakla birlikte 18 Mart 1913’de tekrar açılmıştır. Okulun amacı Süryani Kilisesi’ne din adamı ve Süryani okullarına öğretmen yetiştirmekti. Okulun eğitim dili esasen Süryanice ve Osmanlıcaydı. Bunun yanı sıra Arapça, Farsça ve İngilizce de öğretilmekteydi. Din ve Dilbilgisi derslerinin yanı sıra Matematik, Kimya, Coğrafya, Süryani Kilisesi Tarihi, Osmanlı Devleti Tarihi, Müzik ve Kilise Makamları, Hatiplik ve Yazı Yazma Sanatı dersleri de verilmekteydi. Ayrıca bugünkü pedagoji eğitimi o dönemde öğretmenliğin kaideleri adı altında öğretilmekteydi155. Mardin’de açılan bu okullar dışında Kadim Süryani Kardeşler Derneği’nin 1879 yılında Hanna Sırrı Çıkkı idaresinde Meryem Ana Kilisesi’nde kurmuş olduğu okuldan da bahsetmek yerinde olacaktır. Okul kısa süre içerisinde birçok edip ve yazarın yetişmesini sağlarken Süryani Rönesans’ı olarak da adlandırabileceğimiz aydınlanma dönemine de büyük katkılar sağlamıştır Okulda dil öğretimi temeldir. Süryanice ve Osmanlıca’nın yanı sıra Arapça ve Fransızca da öğretiliyordu. Öğretim müfredatı çerçevesinde Tabiat Bilimleri, Matematik, Hıristiyan Teolojisi ve Kilise Musikisi diğer dersler arasında sayılabilir. Okul 1889’da ekonomik nedenlerle faaliyetlerine son vermiştir156. Bu okulun dışında Diyarbakır’da Süryanilere ait ikinci okul rüştiye derecesinde olup 1898 yılına ait Maarif-i Umumiye Salnamesi’ne göre 1879 yılında kurulmuş ve 1891 tarihinde ruhsat almıştır 157. Bu okulun öğrenci sayıları 1898’de 85, 1899’da 61, 1900 yılında ise 51 kişi olarak 155 Yakup Bilge, Geçmişten Günümüze Deyrulzafaran Manastırı, İstanbul, GDK Yayınları, 2006, s. 102. 156 Mehmet Şimşek, Süryaniler ve Diyarbakır, Genişletilmiş 2. Baskı, İstanbul, Kent Yayınları, 2006, s. 179-180. 157 1316/1898 Maarif-i Umumiye Salnamesi, s. 1052-1053’den nakleden Şimşek, a.g.e., 2. Baskı, s. 181. 256 kaydedilmiştir158. Bu okula Süryanilerin yanı sıra Ermeni, Keldani ve Katolik cemaatlerinden de öğrenciler gelmekteydi. Bütün bu faaliyetlere rağmen Süryanilerin modern anlamda okullar açma ve kurumsallaşmada çok da başarı kaydedemedikleri görülmektedir. Var olan okullar genelde ilkokul düzeyinde kalmış ekonomik sebepler nedeniyle kapanan okullar olmuştur. Daha sonraki dönemlerde ise savaş şartları eğitim alanındaki faaliyetleri kesintiye uğratmıştır. Ancak şunu ifade etmek mümkündür ki her ne kadar çok gelişmemiş olsa da Osmanlı Devleti’nin okullarda verilen dini eğitimi hoşgörü ile karşılıyor olması dikkate değer bir noktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu okullarda kiliselerde görev yapacak rahip ve papazlar yetişmişler, dini eğitimlerini buralarda almışlardır. Diyebiliriz ki Süryaniler de diğer gayr-i Müslim azınlıklarda olduğu gibi eğitim hakkından yararlanmışlardır. Kilise ve manastırlardaki medreseler dışında Cumhuriyet’in ilanından sonraki döneme taşınan tek okul Mardin Kırklar Kilisesi Okulu olmuştur. Bu okul Süryaniler Lozan’da azınlık sayılmamalarına rağmen Tevhid-i Tedrisat kapsamında değerlendirilmemiş, okulun kapatılması yönündeki talep Süryani yetkililerden gelmiştir. Okul müdürü Metropolit Mor İvennis Hanna Gandor, okulu bir buçuk yıl yönettikten sonra bilinmeyen bazı nedenlerden dolayı İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bir dilekçe yazarak okulun kapatılmasını talep etmiştir. Milli Eğitim Müdürü’nün ise dilekçeyi almakla birlikte işleme koymayacağını söylemesi üzerine Milli Eğitim Bakanlığı’na da bir yazı göndererek aynı talebini yinelemiştir. Böylece Mardin’deki Süryani Okulu 1928 yılında kapanmıştır159. Okulun kapatılmasına fazla tepki verilmemesi ve uzun yıllar okul talebinde bulunulmamasında ülkede uygulanan laik eğitim sistemine geçişin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Zaten okullaşma ve eğitimde kilise dışında bir kurumsallaşma geleneği oluşturamayan Süryani Cemaati, devlet okulları karşısında alt yapıya sahip güçlü okullar kuramayacağından okulu 158 Bu okulların öğrenci sayıları hakkında farklı bilgiler bulunmaktadır. Diyarbakır Maarif Salnamesi yukarıdaki rakamları verirken, Vilayet Salnameleri, 80, 71 ve 51 sayılarını vermektedir. Şimşek, a.g.e., 2. Baskı, s. 181. 159 Akyüz, Mardin İli…, s. 66. 257 yaşatma ve yeni okullar açma çabasında bulunmamıştır. Böylelikle Süryaniler kiliselerine dönmüşler, kilise ve manastırlar Cumhuriyet döneminde yeniden eğitimi üstlenmişlerdir. Denilebilir ki Cumhuriyet dönemine resmi olarak aktarılamayan Süryanilere ait iptidailer, Cumhuriyet döneminde kilise ve manastırlarda medrese adıyla öğretime devam etmişlerdir160. Cumhuriyet döneminde Süryani eğitimin etkileyen en önemli etkenlerden birisi kilise ve manastır sayısındaki azalmadır. 1960’lı yıllardan günümüze kadar devam eden göçler neticesinde Süryani nüfusu oldukça azalmış ve kiliselerle manastırların büyük bölümü cemaatsizlik nedeniyle kapanmayla yüz yüze gelmiştir. Birçoğunda yeterli cemaat olmadığından ayin bile düzenlenememekte özel günlerde başka kiliselerden gelen ruhaniler tarafından ayinler yaptırılmaktadır. Bu durum doğal olarak kilise ve manastır medreselerini de olumsuz etkilemiştir. Karşılaşılan diğer bir zorluk ise din adamı yetiştirme konusunda yaşanmış ve yaşanmaktadır. 1980 öncesi ve sonrasında bazı yasaklamalarla karşı karşıya kalan Süryaniler bunun dışında kilise ve manastırlarında eğitim vermeye devam etmişlerdir161. Lozan’da azınlık olarak sayılamamalarının bir etkisi olarak günümüzde eğitimle ilgili bir takım olumsuzluklar yaşadıkları da bir gerçektir. Kendilerine ait okulları olmayan Süryaniler devlet okullarına gitmektedirler. Turabdin Metropolti Timotheos Samuel Aktaş eğitim konusunda oldukça zorlandıklarını, manastırda kalan öğrencilerin çok erken saatlerde kalkıp, ibadetlerini gerçekleştirdikten sonra servislerle ilçeye götürülüp getirildiklerini bu durumun özellikle kış aylarında büyük sorun yarattığını, öğrencilerin de sıkıntılar yaşadığını dile getirmiştir162. Yurtdışında yaşayan Süryanilere bile kendi ana dillerinde eğitim hakkı verilirken Türkiye’de de bu hakkın verilmesi 160 Atalay, “Lozan…”, s. 68-69. Mor Barsavmo Kilisesi’nde görüştüğümüz bir yetkili 1980’li yıllarda kilise ve manastırlarda verilen eğitimle ilgili çok büyük zorluklar yaşandığını, nöbetçilerin muhtelif yerlerde bekleyerek bir yetkilinin gelmesi durumunda haber verdiklerini anlatmıştır. İsa Karataş da “Türkiye’de Süryani Olarak Yaşamak” adlı makalesinde bu konuya değinerek bu olayın çarpıcı bir örneğinin 1979’da Deyrulzafaran Manastırı’nda yaşandığını yazmakta burada dil ve din dersi verilmesinin yasaklandığını gerekçe olarak da orada eğitim gören çocukların terör örgütlerine katıldığı yolundaki iddialar olduğunu belirtmektedir. İsa Karataş, “Türkiye’de Süryani Olarak Yaşamak”, Birikim, S. 71-72, Mart-Nisan 1995, s 158. 162 18 Ağustos 2008 tarihli görüşme. 161 258 gerektiği Süryani yetkililer tarafında her fırsatta belirtilmektedir. Süryani Kadim Cemaatince hazırlanan raporda da ilköğretim ve lise düzeylerinde okullar açılıp faaliyete başlanmasına izin verilmeli görüşü savunulmaktadır 163. Yukarıda da belirtilen bilgilere dayanarak günümüzde Süryani eğitimini devlet okullarında verilen eğitim öğretim ve kilise ve manastırlarda verilen dini eğitim olarak ayırmak mümkündür. Devlet okullarına giden Süryani öğrenciler müfredatın gerektirdiği dersleri görmekte daha önceki dönemlerde bazı sıkıntılar yaşamış olmakla birlikte günümüzde Din Kültürü derslerinden muaf tutulmaktadırlar. Medreselerde verilen eğitime gelince bu eğitimin amacı; öğrencilere kilisenin devamı için gerekli olan kilise liturjisini ve İncil’i doğru olarak okuyup anlayabilmek için de Süryani dilinin öğretilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu konuyu daha fazla açacak olursak Süryani çocuklara kilise ayinlerinde kullanılan ilahi ve dualar ile ibadetlerle ilgili temel bilgilerin verilmesi ve onların Süryanice İncil ve kutsal metinleri okuyup anlayabilecek bir düzeye getirilmesi en önemli amaçlardır. Bu amaçlara yönelik olarak Süryani medreselerinde üç temel ders bulunmaktadır. Birincisi Süryanice öğretimi, ikincisi ilahi, dua ve İncil öğretimini içeren dersler, üçüncüsü de Süryani tarihi, gelenekleri ve kültürünü içeren derslerdir164. Öğretim süresi ise öğrencilerin örgün öğretim kurumlarındaki eğitimlerine göre uygun saatlerde yapılmaktadır. Burada Süryanilerde eğitim ve öğretim faaliyetleri dışında basın ve yayın faaliyetleri üzerinde durmakta yarar vardır. Osmanlı Devleti’nde modernleşme hareketlerinin dönüm noktalarından olan Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet dönemleri ile askeri, idari, hukuki, sosyal ve kültürel alanlarda yapılan yenileşme hareketleri sonucunda birçok topluluk kendilerine 163 ait düzenlemelerin yapılması ve uygulanması imkânına Cuma, S. 516, 15-21 Eylül 2000, s 16. Atalay, “Günümüz…”, s. 46-47. Günümüzde eğitim öğretim yapılan Süryani Kadim kilise ve manastırları; Mardin Kırklar Kilisesi, Mardin Deyruzzafaran Manastırı, Midyat Deyrulumur Manastırı, Midyat Mor Melke Manastırı (Daha çok yaz okulu olarak faaldir), Midyat Mor Barsawmo, Mor Yakup ve Bakısyan Köyü Kiliseleri, İstanbul’da Tarlabaşı, Kumkapı, Bakırköy, Yeşilköy, Kadıköy Kiliseleri ve Samatya’da Kınalıada Kilisesidir. Atalay, “Günümüz…”, s. 64-65. 164 259 kavuşmuştu. Bu imkânlar arasında cemiyetler, basın-yayın, özel okullar gibi modern kurumların oluşturulması sayılabilir. Bu anlamda basın yayın faaliyetleri büyük öneme sahiptir. Bu faaliyetlerde en büyük pay sahibi de matbaadır. Osmanlı Devletindeki farklı sosyal gruplar, basın-yayın üzerinden kendilerini ifade etme imkânı bulmuşlardır. Bunun sonucu olarak Süryani Kadim Patrikliği çevresinde de basın yayın faaliyetlerine başlandığını görmekteyiz. Süryani basın-yayın tarihinde kilise çevresinin ayrıcalıklı bir yeri vardır. Özellikle Süryani Kadim Ortodoks Kilisesi, patriklik olarak bir plan dâhilinde basın-yayın konusunu gündemine almış ve bunu gerçekleştirmek için de çaba sarf etmiştir. Dolayısıyla basınyayın ile ilişkili olan hemen herkes ruhanidir ve bunlar arasında patrik, metropolit ve rahipler bulunmaktadır. Rahiplikten metropolitliğe ve patrikliğe yükselerek devam eden çekirdek bir ekip oluşmuştur165. 1844 yılında Patrik II. İlyas Mardin Metropoliti olan Yakup’u İstanbul’a patrik vekili olarak göndermiş ve Yakup burada bir bina alarak Meryem Ana Kilisesi’ne tahsis etmiştir. Bunun dışında orada bir matbaa alıp Süryani harflerinin dökümünü yaptırmıştır. Burada Süryanice ve Gerşunice iki kitap basılır 166. 1845 yılında ise II. Yakup tarafından Mardin’e matbaa getirilir 167. 1872 yılında patrik seçilen IV. Petrus zamanında ise Deyrulzafaran’da matbaa için ayrı bir bina inşa edilmiştir. Aynı yıl Osmanlı Devleti Dâhiliye Nezareti’ne başvurularak Deyrulzafaran Manastırı’nda bir matbaanın kurulması için izin istenmiştir168. Patrik Hindistan’da bulunan cemaatle ilgili bazı sorunları çözmek için Hindistan’a gitmeye karar verince Kudüs Metropoliti ile birlikte Londra’ya gelir. Burada Canterbury Başpiskoposluğu yetkilileriyle görüşen Petrus onlardan kendilerine matbaa verilmesi sözünü alır. Kraliçe ile de görüştükten sonra gerekli izin belgesi ile birlikte Hindistan’a geçer. Almış olduğu matbaayı 165 Ahmet Taşğın, “Süryani Kadim Ortodoks Kilisesinde Yenileşme Çabaları: Deyru’l-zafaran Manastırında Patriklik Matbaası”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 1-9. Doğrusu Süryaniler arasında basın faaliyetleri sadece kilise ile sınırlı değildir. Daha sonra kilisenin dışında bu alanda faaliyet yürütülmüştür. Harput’ta “Asurilerin Mürşidi”, Diyarbakır’da “Kavkab Midinho” ile “Şifuro” bunlar arasında sayılabilir. Bu yayınlarla ilgili tafsilatlı bilgi ilerleyen kısımlarda verilecektir. 166 Taşğın, Süryani Kadim…, s. 10-11. 167 Dolapönü, a.g.e., s. 195. 168 Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 127, s. 136. 260 da Halep’te ikamet eden Antuniyus Azar’ın yanına gönderir 169. 1881 yılında Hindistan’dan dönerken Halep’teki matbaanın Urfa’ya gönderilmesini isteyen patrik, Mardin’e geldiğinde matbaayı Deyrulzafaran’a koyar170. Patrik bu matbaanın çalıştırılması için de Osmanlı Devleti’nden izin istemiştir171. Ancak matbaanın çalıştırılması kolay olmadı ve patrik Kudüs Metropoliti Abdullah Sadedi’yi İngiltere’ye gönderdi. Orada İngilizce öğrenen Sadedi, Süryani okullarını yaşatmak için heyetten aldığı 100 altın lira hakkında tercümanı tarafından patriğe şikâyet edilir. Bunun üzerine patrik onu aforoz eder. Süryani Okullar Birliği Başkanı Dr Thermal ise Abdullah Sadedi’yi koruyarak onun matbaayı öğrenmek için çok çalıştığını patriğe bildirir. Daha sonra Abdullah Sadedi, bir matbaa daha alarak yanında bir de öğretmenle Mardin’e döner. Burada öğretmenle birlikte birinci matbaayı çalıştırır, yeni alınan da kurulur. Süryani harfleriyle hazırladığı kalıplar sayesinde 1888 yılında “Turos Mamlo” (Dilbilgisi) ve “Yulfono Mşihoyo” (Mesihsel Öğretiler) adlı kitaplar basılmıştır. Daha sonra matbaada işler yolunda gitmeye başlayınca kağıt kesme makinesi ile diğer ihtiyaçlar da getirilir. Kitapların basımına haftalık dua kitabı olan “Şhimo” (Hafta arasında kullanılan dua kitabı) ve kilisenin ayin kitabı ile devam edilir. Basım faaliyetlerine yoluna girdiği bir sürede matbaanın faaliyetinin yasaklanması üzerine 1889 yılında faaliyetlere ara verilir 172. Diyebiliriz ki Deyrulzafaran Manastırı ve Mardin Kırklar Kilisesi’ne getirilen matbaa teknik açıdan Gutenberg’in icat ettiği matbaa makinesi ile hemen hemen aynıydı 173. Patrik II. Abdullah Sadedi döneminde faaliyetlere tekrar başlanmıştır. 1907 yılında makineler tekrar faaliyete geçirilir. Bu döneme ait bir belgeden anladığımız kadarıyla Osmanlı Devleti’nden izin alınmış ve matbaaya çalışma izni verilmiştir174. 1911 tarihli başka bir belgeden ise Deyrulzafaran Manastırı’ndaki matbaada Süryanice ve Arapçayla tabedilecek olan “Hikmet” 169 Hanna Dolabani, Antakya Süryani…, s. 182. Taşğın, a.g.m., s. 13-16. 171 BOA, Y.PRK.MF., Dosya No. 2, Gömlek No. 27. 172 Dolabani, Antakya Süryani…, s. 186-187. 173 Tomas Işık, “Mardinli Rahip Muşe’nin Matbaa Serüveni”, Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 15. 174 Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 128, s. 137. 170 261 dergisine müsaade edildiği anlaşılmaktadır175. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla tekrar duran çalışmalar Cumhuriyetin ilk yıllarında devam etmiştir. Hatta şehrin tek matbaası olması sebebiyle devletin bazı resmi evrakları da burada basılmıştır. Bu konuyla ilgili bir başka belgede de Maarif Vekaleti tarafından matbaa ile ilgili bazı sorular sorulduğu görülmektedir. Vekalet, matbaanın kim tarafından tesis edildiğini, ruhsatının olup olmadığını, hangi tarihte kurulduğunu, faaliyette olup olmadığını öğrenmek istemiştir. Bunların dışında matbaanın binası, makine ve teferruatları, çalışanları bunların ücretleri, kitap ve risale neşrediliyorsa bunların müellifleri hakkında da bilgi almak istemiştir. Aynı belgede bu soruların yanıtları da bulunmaktadır. Buna göre; matbaa Patrik Petros tarafından 1881 yılında kurulmuş, resmi ruhsatı ise 1906 tarihli Dâhiliye Nezareti tahriratı mucibincedir. Matbaanın hususi binası olmayıp manastır içinde bir binadadır ve memuru olmayıp manastırın ruhanileri tarafından kullanılmaktadır. Kitap veya risale neşredilmemektedir176. Patriklik merkezinin Türkiye dışına çıkmasıyla birlikte matbaanın faaliyetlerinin de sona erdiğini görmekteyiz. Hanna Dolapönü’nün Mardin Metropolitliği’ne atanmasıyla 1947 yılında çalışmalar tekrar başlamış ve Kırklar Kilisesi’nde devam etmişse de bir süre sonra tekrar durmuştur177. Bu noktada Süryanilerin basım yayın faaliyetleri içerisinde çıkarmış oldukları bazı dergi ve gazetelere göz atmak yerinde olacaktır. Mhadyono Dothuroye / Asurilerin Mürşidi Gazetesi: Bir Süryani aydını olan Harputlu Aşur Yusuf tarafından 1910 yılında yayın hayatına başlamıştır. Amacı dini, edebi, ahlaki ve tarihi bilgileri Süryani toplumuna aktarmak, Süryanilerin sosyal ve kültürel konularda ilerlemesini ve aydınlanmasını sağlamaktı. Birinci Dünya Savaşı döneminde yayın hayatına son vermiştir. Hirutho / Uyanış Gazetesi: Amerika’ya göç etmiş Diyarbakırlı Cebrail Boyacı tarafından 1909 yılında çıkarılmaya başlanmıştır. Süryani hattıyla 175 Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 129, s. 138. Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 130, s. 139. 177 Taşğın, a.g.m., s. 19-22. 176 262 istinsah edilip mimyoğraf üzerine basılan gazete Süryanice, Arapça ve Türkçe yayınlanmaktaydı. Bu gazete de 1914’de kapanmıştır178. Kevkbo D-Madınho / Şark Yıldızı Gazetesi: Asurilerin Mürşidi, İntibah ve Uyanış Gazetelerinde makaleleri yayınlanan Naum Faik tarafından Diyarbakır’da çıkarılmaya başlanan ilk gazetedir179. İlk sayısı 27 Nisan 1910 tarihinde yayınlanan gazete 15 günde bir çıkmaktaydı. Bu gazete aynı zamanda Diyarbakır’da faaliyet gösteren İttihad Derneği’nin de yayın organıydı. Naum Faik yeni gelişmeleri Süryani toplumuna kendi dilleriyle ulaştırmaya çalışan gazetenin çıkış amacını şöyle ifade etmektedir; “Bu çalışma ile 600 yıl boyunca Osmanlı’ya bağlı kalmanın gururunu dile getirmek ve Osmanlı sayesinde ulaştığımız ilim ve fazileti gelecek nesillere atalarımızın dili olan Süryanice ile öğretme amacına hizmet etmek için bu gazeteyi çıkarıyoruz.”180 Süryanice, Arapça, Türkçe ve Kürtçe yazıların yayınlandığı gazetenin en son sayısı 27 Nisan 1912’de yayınlanmıştır181. Gazete yayınlandığı dönemlerde Süryani toplumunun modernleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Hıristiyan topluluklar arasında işbirliğini geliştirmiş özellikle Süryani Kadim, Süryani Katolik, Süryani Protestan, Nasturi ve Keldaniler arasında Asur ulusçuluğu paydasında ortak hareket oluşturulmasına zemin hazırlamıştır 182. Şifuro / Borazan Gazetesi: Yayına son veren Şark Yıldızı Gazetesi’nin imtiyaz sahibi Naum Faik 1912 yılında Amerika’ya göç edince yakın dostu Edip Beşar Burucu183 eksikliği gidermeye çalışmış ve 1913 yılının ortalarında Şifuro adlı gazeteyi çıkarmaya başlamıştır. 1914 yılının 178 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 292-296. Rıfkı Arslan, Diyarbakır ve Çevresinde Şehirleşme Hareketleri, Ankara, Aslımlar Matbaası, 1979, s. 73. 180 Çıkkı, a.g.e., s. 58-59. 181 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 296. 182 Mehmet Şimşek, “Şark Yıldızı Gazetesi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 46. 183 Bu ismi Gabriel Akyüz Bişar Hilmi Borucu olarak vermektedir. 179 263 sonlarına kadar yayınlanan gazete sahibi öldürülünce yayın hayatına son vermiştir184. Hekimtho / Hikmet Dergisi: Deyrulzafaran Manastırı’nda kurulan matbaa ile başlayan basın yayın hareketlerinin en önemlilerinde biri de Hikmet Dergisi’dir. 1 Ağustos 1913 yılında yayın hayatına başlayan dergi, on beş günde185 bir Süryanice, Arapça ve Türkçe olarak yayınlanmaktaydı. Derginin ana hedefi, Süryani Kilisesi’nin doktrinini, edebiyatını ve tarihini tanıtmak ve yaymaktı. Mesul Müdürü Hanna Elkas olan derginin editörü Mihayel Hikmet Çakke idi. 1914 yılında yayın hayatına son vermiştir 186. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle yayınlanamayan derginin editörü Kudüs’e göç etmiştir. Patrik III. İlyas’ın isteği ile dergi Kudüs’te Hikmet ve Murat Fuat kardeşler tarafından 1927 yeniden yayınlanmaya başlar. 1933 yılında Patrik III. İlyas’ın Hindistan’da ölümüne kadar devam eder187. Hanna Dolapönü’nün Mardin Metropoliti olarak atanmasıyla Kırklar Kilisesi’ne taşınan matbaa yeniden çalıştırılmaya başlamış ve dergi bu defa Öz Hikmet adıyla yayınlanmaya başlanmıştır. Ancak dergi, bir ihbar üzerine 13 Nisan 1955’de Mardin Sulh Ceza Mahkemesi’nin ihtiyati kararı ile yayın hayatına son verir. Mahkemenin verdiği karara itiraz edilmiştir fakat temyiz kararının kimin lehine sonuçlandığı konusunda elde mevcut bilgi bulunmamaktadır188. Derginin konuları arasında din ve tarih başta gelmektedir. Bunun dışında okuyucudan gelen haberler, nitelikli yazılar, şiirler yer almakta ve hatta önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca Mardin ve çevresi başta olmak üzere 184 Akyüz, Tüm Yönleriyle… s. 299-300; Arslan, a.g.e., s. 73. Ahmet Taşğın, “Sezginin ve Bilgeliğin Sembolü: Öz Hikmet Dergisi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 53. Gabriel Akyüz ise derginin iki ayda bir çıktığını yazmaktadır. Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 300. 186 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 300. 187 Taşğın, “Sezginin ve…”, s. 53. Gabriel Akyüz’de dergiyle ilgili farklı bilgiler mevcuttur. Akyüz, derginin Kudüs’te 1925 yılında çıkmaya başladığını beş yıl boyunca çıktığını ve yayın hayatını neden bitirdiğinin bilinmediğini yazmaktadır. Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 302. 188 Taşğın, “Sezginin…”, s. 53-54; Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 304. İki yazar arasında bilgi farklılıkları bulunmaktadır. Taşğın, derginin çıkış tarihi olarak 1952 verilirken Akyüz, 1948 yılını verir. Yine Taşğın, 1952 yılındaki ilk sayının daha önce çıkan sayıların üzerine dâhil edilerek 6. Yıl ve 61. Sayı olarak yayınlandığı bilgisini vermektedir. 185 264 şehirde olan önemli olaylar ile evlilik ve ölüm haberleri de yer almaktadır. Yer yer yurtdışındaki Süryanilerden de haberler bulmak mümkündür. Dergiye ulaşan yayınlar ile Hikmet Basımevi’nde basılan kitapların tanıtımı da yapılmaktadır189. Dergi 1990 yılından itibaren Kudüs’te tekrar yayın hayatına başlamıştır. Halen Süryanice ve Arapça dilleriyle yayınlanmaktadır. Bethnahrin Gazetesi: Dönemin en önemli Süryani aydınlarından olan Naum Faik tarafından 1916 yılında Amerika’da çıkarılmaya başlandı. Süryanice, Arapça ve Türkçe olmak üzere üç ayrı dilde yayınlanan gazete Amerika’da yaşayan Süryaniler ile doğuda yaşayan Süryaniler arasında iletişim sağlayan bir köprü olmuştur. Son sayısı 1929 yılında yayınlanmıştır. Gazete Amerika’ya göç eden Süryanilerin dağınıklığını giderip bir merkezde toplanmalarını sağlamıştır. Gazete ilk çıktığı sıralarda hedef okuyucu kitlesi olarak Süryanileri seçmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasında düzenlenecek olan barış konferansının bir an önce toplanmasını, Süryanilerin yaşadıkları acıların bu toplantıda dile getirilmesini istemekle kalmayıp doğuda yaşayan Asuri ve Keldanileri ayrı tutmadan hepsinin haklarını savunan yazılar yayınlamaya başlamıştır. Gazete Amerika’da yaşayan Süryanileri doğuda yaşayan Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı’nda yaşadıkları zorluklarla ilgili olarak bilgilendirerek onlara yardım etmeye davet etmiştir. Naum Faik’in ölümünden sonra öğrencileri gazeteyi çıkarmaya devam etmek istedilerse de başarılı olamamışlardır190. İttihat Gazetesi: Bu gazete ABD’de yaşayan Süryanilerin AsurKeldani Vatanı Derneği191 tarafından çıkarılmıştır. Başyazarı ve sorumlu müdürü Naum Faik’dir. İlk sayısı 28 Mart 1921 yılında çıkmış olup Süryanice, Arapça, Türkçe ve İngilizce olarak haftada bir yayınlanmaktaydı. Gazete 25 Mart 1922’de kapandı. Naum Faik bu gazetede görevli olduğu süre içinde Bethnahrin Gazetesi’nin yayınını durdurmuştu. İttihat Gazetesi kapanınca 189 Taşğın, “Sezginin…”, s. 56. Çıkkı, a.g.e., s. 64-66. 191 Bu dernek Paris Barış Konferansı’na da delegeler göndermiştir. 190 265 tekrar Bethnahrin’i çıkarmaya başlamışsa da hastalığı nedeniyle kapanmıştır. Arami toplumuna vatan millet sevgisini aşılamak amacıyla çıkarılmıştır 192. Mgaltho Dfatıryarğutho Dsuryoye: Antakya Süryani Kadim Ortodoks Patriklik kürsüsüne oturan büyük âlim Mor İgnatios I. Efrem Barsavm, patrikliğin bütün dinsel, tarihsel, sosyal ve kültürel faaliyetlerinin yer aldığı bir dergi çıkarmaya gayret etmiş ve bu çalışmaların sonucunda Nisan 1933’de dergi yayınlanmaya başlamıştır. Halen düzenli bir şekilde yayınına devam etmektedir. El-Naşra Süryaniye / Sefro Suryoyo Dergisi: Derginin ilk sayısı Haziran 1944 yılında Halep Süryani Ortodoks Abraşiyesi tarafından çıkarılmıştır. Arapça ve Süryanice dilleriyle basılan derginin son sayısı Aralık 1949 tarihlidir193. Süryani toplumu 20. yüzyılın ortalarından itibaren bir süre basından uzak kaldıkları görülmektedir. Daha sonraki dönemde ise özellikle Avrupa devletlerine yapılan göçler sonucunda yeniden basın faaliyetlerine başlamışlar ve çeşitli dergileri yayın hayatına geçirmişlerdir. Bu dergileri de ayrıntıya girmeden şu şekilde sıralamak mümkündür: Turabdin Dergisi: Editörlüğünü İlyas Şahin’in yaptığı dergi, 1973 yılında Mor Gabriel Manastırı’nda tek bir sayı olarak çıkmış fakat bazı olumsuzluklardan dolayı devamı getirilememiştir. Kolo Suryoyo / Süryani Sesi Dergisi: Orta Avrupa Abraşiyesi Metropoliti Mor Yuliyus Yeşu Çiçek tarafından 1978 yılının Mart-Nisan aylarında yayınlanmaya başlandı. Yayınını halen sürdürmekte olan dergi Hollanda’da Süryani Mor Efrem Manastırı’ndaki Süryani matbaasında basılmaktadır. Süryanice, Türkçe ve Almanca yayınlanmaktadır.. Huyodo / Birleşme Dergisi: İsveç’in Södertalje şehrinde 1978 yılında yayın hayatına giren Huyodo Dergisi, sosyal, kültürel haberlere yer veren aylık bir dergidir. Halen düzenli bir şekilde Süryanice, Arapça Türkçe, İngilizce ve İsveççe yayınlanmaktadır. 192 193 Çıkkı, a.g.e., s. 68. Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 308-309. 266 Bahro Suryoyo / Süryani Işığı Dergisi: 1979 yılında İsveç’in Södertalje şehrinde yayın hayatına giren sosyal, kültürel, haber ve araştırma dergisi halen yayına devam etmektedir. Nsibin Dergisi: 1987 yılında İsveç’in Södertalje şehrinde yayın hayatına giren dergi can Beth Şavoce tarafından Türkçe ve Latin harfleriyle Süryanice yayınlanmaktadır. Mardutho / Kültür Dergisi: 1989-1997 yılları arasında Almanya Süryani Arami Federasyonu tarafından yayınlanan dergi bir süre yayınına ara verdikten sonra 2000 yılında tekrar çıkmaya başlamıştır. Her yıl dört sayı çıkan dergi Süryanice, Türkçe, Almanca ve halk arasında kullanılan Süryanice dillerinde yayın yapmaktadır. Dergi günümüzde de yayınına devam etmektedir. Kolo DTurabdin / Turabdin Sesi Dergisi: Turabdin’de kalan Süryanileri tanıtan ve sosyal, kültürel ve tarihsel konularda yayın yapan bir haber dergisi olup ilk sayısı 1995 yılının Nisan ayında çıkmıştır.Her yıl üç sayı çıkan dergi Mor Gabriel Manastırı’nın eğitim kadrosu tarafından Süryanice, Türkçe, Almanca ve İngilizce olarak hazırlanıp Avusturya’da basılmıştır. Dergi son sayısını 2000 yılının Aralık ayında çıkardıktan sonra yayın hayatına son vermiştir194. Heto / Buğday Dergisi: Edebiyat dergisi olan Heto, Ocak 1999’da İsveç’in Örebrö şehrinde Yakup Bilge, Şemun Taştekin ve Hatun Bilge tarafından yayınlanmıştır. Yılda üç defa çıkan Heto’nun son sayısı Ocak 2004’te çıkmıştır. Gençlik Bülteni Dergisi: İstanbul Süryani Kadim Kilisesi’nin kültür ve haber dergisi olarak 25 Aralık 1993 tarihinde Bülten adıyla çıkarılmaya başlanmıştır. 1996 Nisan ayından itibaren isim değişikliği yapılarak Gençlik Bülteni adı ile yayınlanan dergi, Nisan 1997’de de Zelge adını almıştır. Yine aynı yılın Kasım ayında da Yeni Gün Işığı ismiyle yayına devam etti. Son sayısı Aralık 1999 tarihinde çıktıktan sonra uzun bir süre yayın hayatına ara 194 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s.310-312. 267 veren dergi 2002 yılının mayıs ayında İdem adı altında tekrar yayınlanmaya başladı. Yılda üç sayı olarak yayına devam etmektedir. Mesihsel Yaşam Bülteni: Elazığ Meryem Ana Kilisesi başkanı Şımmas İshak Tanoğlu 1998 yılından başlamak üzere yılda bir veya iki defa broşür şeklinde dini konuları işleyen Türkçe bir dergi çıkartmaktadır. Şuşoto Suryoyo / Süryani İlerlemesi Dergisi: 1981 yılında yayın hayatına giren dergi sosyal, kültürel ve tarihsel konuları içermektedir. Hollanda’nın Enchede şehrine kurulu Süryani derneğinin yayın organı olan dergi, Süryanice, Türkçe, Arapça ve Flamanca yayın yapmaktadır. Şimşo / Güneş: 1986 yılında yayın hayatına giren Şımşo dergisi Hollanda’da bulunan Süryanilerin oluşturduğu Turabdin Federasyonu’nun sosyal, kültürel konularda yayın yapan haber dergisidir. Süryanice, Türkçe, Arapça ve Flamanca olarak yayınlanmaktadır. Gerçeğe Doğru Dergisi: Aylık haber, kültür ve araştırma dergisi olan gerçeğe Doğru Temmuz 1997 tarihinde İstanbul’da Süryani araştırmacı yazar İsa Karataş tarafından kurulmuştur. Genellikle Hıristiyanlıkla ilgili haber ve araştırmalara yer veren dergi sadece Türkçe olarak yayınlanmaktadır. Renyo Hiro Dergisi: Beth-Nahrin Özgür Gençlik Dergisi 1995 yılında yayın hayatına girmiştir. Bütünüyle siyasi ağırlıklı bir dergidir. Süryanice, Türkçe, Arapça, Almanca ve İngilizce yayınlanan dergi 2004 yılında son sayısını çıkartmıştır. Ancak onun yerine Kınneşrin adıyla yeni bir dergi çıkmaya başlamıştır195. İdem Dergisi: İstanbul Abraşiyesi tarafından 2002 yılında çıkarılmıştır. Edebiyat ve kültür dergisi olmakla birlikte İstanbul’daki cemaatten de haberler içermektedir. Dili Türkçedir. Kurkmo Dergisi: Mardin Süryani metropolitliği tarafından ilk nüshası Mayıs 2005 yılında çıkartılmıştır. Dini, kültürel ve haber dergisidir. Süryanice ve Türkçe yayınlanmaktadır196. 195 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 313-314. Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 314-315. Bu yayınlar dışında şüphesiz başka dergiler de mevcuttur. Ayrıca Nasturi, Keldani ve Katolik Süryanilerin de basın yayın faaliyetleri bulunmaktadır. 196 268 5.3. Süryanilerde İnanç ve İbadet Süryani Kadim Cemaati, hâkimi mutlak, kadir, yaratıcı bir Tanrı’ya inanır. Tanrı’da üç sıfat bulunur. Bu üç sıfat bir cevherde (özellik) toplanmakta ve bir vahdaniyet (birlik) oluşturmaktadır. Süryaniler bu birliğin ezelden ebede dek var olduğuna iman ederler. Sıfatlar şunlardır: Ata Allah, Kelam Allah (oğul) ve Ruh Allah. Bu sıfatlar üç Allah olarak değil ancak bu üçlükten bir ilahiyet, bir kudret ve bir tabiat eşitliği içinde tek bir Allah olarak değerlendirilmektedir197. Tanrı insanı kendi sureti ve şekline benzer yaratmış ve insana mantık, söz ve ruh vermiştir. Tanrı’da mevcut üçlük, Baba mantığa, Oğul söze, Kutsal Ruh’ta ruh ile özdeşleştirilmiştir. Nasıl ki söz kesilmeden ve ayrılmadan mantıktan çıkıyorsa ve mantıktan doğduğu için söz bir Oğul olarak kabul ediliyorsa aynı şekilde mantık da sözü doğurduğu için baba telakki edilir. Ayrıca mantık ile söz eşit bir şekilde aynı ruha sahip oldukları için Baba ve Oğul da eşit bir şekilde Kutsal Ruha sahiptirler. Bir insanın dil aracılığıyla kendi konuşmasını başkalarına açıklamayı arzu ettiğinde mantıktan ayrılmaksızın ruh vasıtasıyla dinleyicilere hitap etmesi gibi, Baba’nın ezeli ve ebedi sözü İsa da, insanlara görünmek istediğinde Baba’dan ve Kutsal Ruh’tan ayrılmadan Baba’dan çıkış yapıp Kutsal Ruh vasıtasıyla Meryem Ana’dan tenleşip doğmuştur198. İncil’de de bu konuya şöyle değinilmektedir: “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrıyla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.”199 İsa’nın Meryem’den tenleşip doğması nedeniyle Meryem Ana’ya “Allah’ın Annesi” unvanı verilmiştir. İsa’ya da “Allah’ın Oğlu” denilmektedir. Bu Allah’ın Meryem’le evlendiği ve İsa’nın da ondan doğduğu anlamına gelmemekte, İsa’nın beşeri bir babası olmadığından ona bu isim verilmektedir. Bu olayın daha iyi anlaşılabilmesi için güneş örneği verilebilir. Güneş üç kısım olduğu halde bir kısım sayılır. Şöyle ki; Güneşin küresi, ışığı ve ısısı 197 Günel, a.g.e., s. 302. Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 192-193. 199 Yuhanna, I/ 1, Kitabı Mukaddes. 198 269 vardır. Her biri bir güneş unsurudur ve bölünmez bir üçlüktür. Burada küre Baba, ışın Oğul, ısı da Ruh olarak telakki edilmektedir200. Süryanilerin benimsediği bazı prensipler vardır. Bunlar; Allah’a iman etmek, Kıyamet gününden sonra İsa ile beraber ebedi hayat ve saadete kavuşmak ümidi ile yaşamak ve herkesi kendi gibi sevmek. İznik, İstanbul ve Efes Konsillerini benimseyen Süryanilerin inandığı iman yasası şöyledir: “Yer ve göğü, görünen ve görünmeyen tüm varlıkların yaratanı her şeye kadir tek bir Baba Allah’a, bütün asırlardan önce, Allah’tan doğmuş, Allah’ın biricik oğlu Rab İsa Mesih’e inanıyoruz. O ki nurdan nur, gerçek Allah’tan gerçek Allah’tır. Yaratılmış olmayıp peder ile aynı özdendir ve her şey onun vasıtasıyla yaratılmıştır. Biz insanlar için ve kurtuluşumuz için gökten inmiş, Kutsal Ruh’tan vücut bulmuş ve bakire Meryem Ana’dan doğmuştur. Pantoslu Pilaatos günlerinde bizim için ıstırap çekerek haça gerilmiş, gömülmüş ve üç gün sonra istediği gibi dirilmiştir. Göğe yücelmiş, Baba Allah’ın sağında oturmaktadır. Dirileri ve ölüleri yargılamak için büyük onurla tekrar gelecek ve onun egemenliğine son olmayacaktır. Baba’dan gelen, baba ve oğulla beraber tapınılan, diriltici hayat kaynağı Rab Kutsal Ruh’a inanıyoruz. O ki peygamberler ve resuller vasıtası ile kutsal, toplumsal ve elçisel tek bir kiliseye muhatap olmuştur. Günahların bağışlanması için tek bir vaftizi kabul ediyoruz. Ölülerin dirilişini ve gelecek yaşamdaki yeni ebedi hayatı bekliyoruz.”201 Süryanilerde ibadet son derece önemlidir. İbadet şeklinin içine namaz202, oruç203, vaftiz usulü204 ve tövbe usulü205 girmektedir. Evlenme206 200 Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 194; Günel, a.g.e., s. 304-306. Efram I. Barsavm, Kutsal Hazine Dua Kitabı, Çev. Samuel Akdemir, İstanbul, Süryani Kadim Kilisesi, 1989, s. 81-82. 202 Namaz ibadeti ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. M. Hadi Tezokur, “Süryanilerde Namaz”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, 299-334; Günel, a.g.e., s. 312; Şimşek, a.g.e., s. 97-104. 203 Oruçla ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Barsavm, a.g.e., s. 173; İris, a.g.e., s. 66; Şimşek, a.g.e., s. 116-117; Günel, a.g.e., s. 312-313. 204 Vaftiz usulü ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Mustafa Erdem, “Hıristiyanlıktaki Vaftiz Anlayışı Üzerine Bir Araştırma”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXXIV, 1993, s. 133-154; Abdurrahim Özmen, Tur Abdin Süryanileri Örneğinde Etno-Kültürel Sınırlar, A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Dotora Tezi, Ankara, 2006, s. 204-205; M. Hadi Tezokur, “Süryanilerde 201 270 ve cenaze merasimleri207 de dini temellere dayandığı için ibadet şekillerinden sayılabilir. Süryani toplumunda din adamları kilisenin ruhani hizmetlerini ifa etmeye, vaftiz, kurban, nikâh ve insanları din yoluna davet etmeye yetkili kılınmış kişilerdir. Din adamı hiyerarşisi en alttan başlamak üzere Diyakosluk (şammaslık), Papazlık ve Episkoposluk şeklinde üç derece yani rütbeden oluşmakta ve bunlar da kendi içlerinde gruplara ayrılmaktadır. Bu üç derece bizzat Rab tarafından konulmuştur. Diyakos; genel anlamıyla kiliselerde papaz yardımcısı olarak görevlendirilen, yaşça genç ve öğrenim görmekte olan kişilerdir. Diyakosluk kendi içerisinde Mzamrono (Mürettil)208, Koruyo (Okuyucu)209, Afudiyakon210, İncili Diyakos211 ve Baş Diyakos (Arhedyakno)212 isimleri verilen rütbelere ayrılır. Vaftiz”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim Özcoşar, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 229-265; Günel, a.g.e., s. 313-314. 205 Tövbe usulü ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Günel, a.g.e., s. 319. 206 Evlenme merasimi ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. İris, a.g.e., s. 203-206; Şimşek, a.g.e., s. 204211. 207 Ölüm ve cenaze ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Mehmet Şimşek, “Süryanilerde Ölüm”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. III, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 247-271. 208 On yaşını doldurmuş, ayin esnasında söylenen duaları ve gerekli mezmurları, Mesihsel öğrenimi almış kişilere verilen rütbedir. Vazifesi kilisedeki koroya katılmaktır. 209 On iki yaşını bitirmiş kişilere verilen rütbedir. Görevi ayin sırasında İncil’den bölümleri cemaate okumaktır. 210 Yarım diyakos anlamında Yunanca’dan gelen bir kelimedir. İncili Diyakos’un yardımcısıdır. On yedi yaşını doldurmuş kişilere verilen bir rütbedir. Bu rütbedekiler kilise tarihini bilmek, kilisenin düzen ve intizamından sorumlu olmak zorundadırlar. 211 Yirmi üç yaşını bitirmiş, kilise musikisi ve tarihini bilen kişilere verilen rütbedir. Episkoposun oluru ile kilisede hitap ve vaizlik görevlerini ifa eder. Hazır bulunan cemaate önceden takdis edilmiş evharistayı (kutsal kurban) verir. Ruhbanlık, takdis ve atama merasimlerinde buhurdanlığı tutar, İncil’den gerekli olan bölümleri okur. Murun sürmeden vaftiz yapabilir ve cenaze kılabilir. Kilise kurallarına göre her abraşiyede en fazla yedi İncili Diyakos olmak zorundadır. 212 Kilise papazının birinci derecede yardımcısı olup, tüm diyakosların başkanıdır. Görevleri arasında mezbah diye adlandırılan mihrapta icra edilen seremoniyi yönetmek, alt rütbede bulunan diyakosların yapacakları işleri belirlemek, rabbani bayramlar ve büyük orucun tutulduğu süre içindeki Pazar günlerinde İncil’den “Resullerin İşleri” adlı bölümü okumak bulunmaktadır. Kilise kurallarına göre her abraşiyede bir Arhedyakno bulunmalı ve yirmi beş yaşını doldurmuş olmalıdır. Zeki Demir, Süryani Kilisesi ve Kilisenin Kutsal Yedi Gizi, 3. Baskı, Resim Matbaacılık, İstanbul, 2002, s. 7980. Şimşek, a.g.e., s. 83-84; İris, a.g.e., s. 72-73. 271 Rahip ve papazlık için diyakosluk kategorisinde yer alan özelliklere sahip olma şartları aranır. Bu kategori içindeyken evlenenler rahip olma özelliklerini kaybederken, papazlık kategorisinde yer alma şansları vardır213. Bu derecenin horepiskoposluk isminde başka bir rütbesi vardır. Eskiden horepiskopos rütbesinde olan kişi, episkoposluk bölgesindeki birimlerde kilise ile ilgili işlerde metropoliti temsil etmekteydi. Her metropolitin de ancak bir horisi olabilirdi. Ancak daha sonra bu tamamen değişmiştir214. Episkoposluk ise kilisedeki en üst rütbedir. Episkopos gözetmen anlamına gelen Yunanca kökenli bir kelimedir. Bu kategorideki basamaklar yönetsel anlamda belirlenen bölgelerde dini, idari ve sosyal konularda yönetim yetki ve sorumluluğu gösteren unvanlardır. Episkoposluk basamakları Patriklik, Mafiryanlık (Catliklik) ve Metropolitliktir. Süryani Ortodoks Kilisesi’nde en yetkili ve sonrası olmayan makam Patriklik makamıdır. Topluluk başı veya başkanı anlamına gelen Yunanca bir kelimedir. Patriğin başkanı bulunduğu ve cemaate ait dini idari işlerin yürütüldüğü merkeze de Patrikhane denilmektedir. Patrikhane dışındaki cemaat üyelerinin yaşadıkları yerler idari anlamda bölgelere ayrılır. Mafiryanlık makamı patriğin bir astı metropolitin bir üstüdür. Süryani Ortodoks Kilisesi’nin Hindistan bölgesindeki cemaati için Mafiryanlık makamı bulunmaktadır. Metropolitlik ise episkoposların başı anlamında Yunanca bir kelimedir. Eskiden metropolitler sadece büyük şehirlerde görev yapmaktaydı. İlçedeki episkopos metropolite bağlı olurdu. Günümüzde ise, dul kaldıktan sonra papazlıktan metropolit kutsanmış olanlara episkopos rahiplikten kutsanmış olanlara metropolit denilmektedir215. Günümüzde Süryani Ortodoks Patriklik Merkezi Suriye’nin Şam şehrindedir. Dünya çapında Patrikliğe bağlı 19 adet Metropolitlik merkezi 213 Şimşek, a.g.e., s. 84. Demir, a.g.e., s. 79. 215 Demir, a.g.e., s. 78-79. 214 272 bulunmaktadır. Türkiye’de ise İstanbul, Mardin, Adıyaman ve Turabdin’de Metropolitlik merkezleri vardır216. Kiliseler ise Hıristiyan din anlayışında bireyin tüm hayatı boyunca en önemli ve anlamlı zamanların yaşandığı mekânlar olması nedeniyle fert ve cemiyet hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Kilise mimari bir yapı olmasından öte, İsa’ya inanan topluluk anlamında kullanılmaktadır. Bu anlam daha çok bir arada bulunmayı ifade eden Hıristiyan topluluğunun karşılığıdır. Süryaniler mabetlerini ifade etmek için “kenise”, “deyr” veya “ito” kelimelerini kullanmaktadırlar. Kilisenin nitelikleri şöyle sıralanabilir; Kilise birdir, toplumsaldır, kutsaldır ve elçiseldir. Süryani kiliseleri de diğer Hıristiyan kiliselerinde olduğu gibi yönü doğuya doğrudur. Görünüm olarak kiliselerin iç mekânı üçe ayrılmaktadır. Kduşkudşin denilen bölüm Mihrap ve tüm kutsal objelerin bulunduğu kapı veya perde ile diğer bölümlerden ayrılan üzerinde ayinin icra edildiği kısımdır. Kduşkudşinin de içinde bulunduğu birinci bölüme Madebho ya da Mihrap bölümü denilmektedir. Bazı kiliselerde metropolitin saygınlığı ve oturması için madebho bölümüne bir kürsü konulmaktadır. Ayrıca bu bölümde belirli zamanlarda, özel anlamlar için açılıp kapatılan bir de perde bulunmaktadır. Giriş bölümünün ortasında Süryanice’de "Goğulto" (cilcile) denilen İncil sehpası vardır. Mor İgnatius Nurani’nin ruhsal görünümünün etkisinde kalarak Göksel Uruşalim’de gördüğü, sağdaki peygamberler, soldaki Rabbin elçilerine işaret eden “Gude” denilen iki grupluk ikinci bölümü oluşturmaktadır. Bu bölümde ruhani ve diyakoslar bulunmaktadır. Üçüncü bölüm “Hayklo” ise inanlı topluluğun dua etmek için hazır bulunduğu bölümdür217. Mihrap bölümünde bulunan sunak “Medbho” veya “Beth kurbono”, Tanrı ile insanlık arasında aracı olan İsa Mesih’in mezarı anlamındadır. Sunağın 216 İstanbul Metropoliti Mor Filuksinos Yusuf Çetin, Mardin Metropoliti Filuksinos Saliba Özmen, Turabdin Metropoliti Timotheos Samuel Aktaş, Adıyaman Metropoliti Mor Grigorios Melki Ürektir. 217 (Erişim) http//www.suryanikadim.org, 21 Temmuz 2008, 12.09. 273 üzerini örten ve batı yönüne sarkık örtü Adem’in cennette algılayamadığı ağaca işarettir. Sunakta bulunan ve “Teblitho” denilen tahta parçası İsa’nın üzerine gerildiği haçı ifade eder. Aynı günde aynı haç üzerine iki kez ayin icra edilemez. Bunun sebebi İsa’nın bir defa haça gerilmesidir. Teblithonun üzerinde bulunan örtü, İsa Mesih’in yaralarını saran bezlere ve Musa’nın yüzünü gizleyen mendile işaret eder. Sunakta bulunan “Esfugo” denilen sünger, İsa Mesih’in oturduğu rahmet tahtının sembolüdür. Ayrıca ayin esnasında kutsal şarap ve ekmeğin konulduğu kâse ve tepsinin silinmesi ve ayini yöneten ruhaninin ıslanan parmaklarının kurulanması için de bu sünger kullanılır. Sunakta bulunan “Gumoro” ya da “Esodo” denilen küçük yastık, İsa Mesih’in yargılama gününde oturacağı adalet tahtını temsil eder. Bunlardan başka ayin sırasında “Koso” (kâse) ve sininin üzerine konulan “Hufoye” veya “Fete” adlı bezler İsa’nın mezarına konan taşa ve Tanrısal gizlerin insanlarca algılanmazlığına işaret etmektedir. “Slibo” ya da “Haç”, odundan yapılmışsa İsa Mesih’in üzerine gerildiği haça ve günahların bağışlanmasına, gümüştense peygamberlerin sözlerine, altından olması halinde ise elçilerin sözlerine işaret etmektedir. “Kavkbo” denilen yıldız kutsal kurban ekmeği üzerine konur ve kapağın ekmeğe değmesini engeller. İsa Mesih doğarken Mecusilere görünen yıldızı temsil eder. “Marvahto”, kutsal sunakta biri sağda diğeri solda olmak üzere iki tanedir. Meleklerin üst sınıfı olan Sarufimlerin ayini taziz etmelerine ve ayin sırasında nöbette duruşlarını sembolize eder. “Sesle”, mervahaların üzerinde bulunan çıngıraklardır. İsa Mesih’in ten ve kanının yani kutsal kurbanın coşkuyla karşılanmasını sembolize eder. Ayinde kullanılan küçük kadehlere “Manşabtho”, koso içerisine konulup karıştırılan ekmek ve şarabın ruhani tarafından yenilmesine yardımcı olan kaşığa da “Tarvodo” denir. Tarvodo aynı zamanda meleklerin, suçlarının bağışlanması için maşa ile sunaktan aldıkları ve Peygamber İşaya’nın ağzına koydukları ateş koruna benzetilmektedir. Sunak ile hayklo arasında bulunan “Setro” denilen perde ayin esnasında belirli zamanlarda açılıp kapatılarak göklerdeki ruhsal varlıkları yeryüzündeki insanlardan ayıran gök kubbesini ve gizliliğini temsil etmektedir. Kandiller ve mumlar melekleri, azizleri ve içimizde yanan manevi ışığı simgelemektedir. 274 Firmo denilen ve ayin esnasında göze çarpan buhurdanlığın üstteki tutma yeri Tanrısallığı, ufacık kubbemsi parçası gökyüzünü, üç zincir kutsal üçlüğü, zincirler üzerindeki çıngıraklar meleklerin dokuz vasfını, yukarıdaki kubbemsi parçacığı aşağıdaki kubbemsi parçacığa bağlayan orta zincir İsa Mesih’i işaret eder. Orta zincir üzerindeki üç çıngırak gökten inerek tenleşen Mesih’in üçlü birlikle aynı özden olduğunun göstergesi olarak anlamlandırılır. Ateşin bırakıldığı kısma gelince; yanan kor ateş parçası Rab İsa Mesih’i karnında taşıyan ve bundan etkilenmeyip yanmayan bakire Meryem Ana’ya işaret etmektedir. Ateşin üzerine konulan buhur (besmo) ise kutsallığa, buhurun etrafa yaydığı güzel koku da Rab İsa Mesih’in Tanrısal öğretileriyle günahın kötü kokusunu yok ettiğine işarettir. Firmoyu taşıyan kişinin kilise içinde attığı tur Rab İsa Mesih’in yeryüzündeki öğretişlerine ve tekrar göğe yükselmesinin bir işaretidir218. Görüldüğü üzere kilisede bulunan en büyüğünden en küçüğüne bütün objelerin manevi bir anlamı bulunmaktadır. Süryanilerde kilise manevi anlamının yanı sıra cemaatin sosyal ve kültürel yaşamını tanzim etme, evlilik, boşanma, hukuki ve mali anlaşmazlıklarda hakem olma, sorunların çözüme ulaştırılmasında moral ve destek vermek gibi konularda da yetkilidir. Patrik veya metropolit tarafından tayin edilen din adamları sadece Mesihsel öğretiyi cemaate öğretmekle değil cemaat meclisi toplantılarına başkanlık etme, alınan kararları onaylama veya geçerli bir sebeple veto etme, cemaatin yaşamında önemli bir yer tutan vakıfların kurulmasını teşvik etme, eğitim alanında cemaate faydalı kitap, dergi ve gazetelerin çıkarılmasına öncülük etme, kültürel faaliyetlere yön verme, sportif faaliyetleri destekleme gibi görevleri üstlenmektedir219. Din görevlilerinin yönettiği kilise kurumu Süryani toplumunun en gelişmiş ve yaygın kurumudur. Bu nedenle din görevlileri toplum bireylerini birbirine bağlayan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kilise kurumu eski zamanlardan itibaren tüm toplumu kucaklayan bir kurum olmuştur. Din 218 Şimşek, a.g.e., s. 89-93; İris, a.g.e., s. 33-34; David Akgüç, Ümit Koç, “Kilisede Bulunan Sembolik Eşya ve İşaretler”, İdem, S. 11, Nisan 2006, (Erişim) http// www.reyono.net/default.aspx?s=11&b=11, 10 Kasım 2009, 12.17. 219 Şimşek, a.g.e., s. 91; İsmail Ayduslu, Cumhuriyet Döneminde Mardin ve Yöresinde Süryaniler, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Manisa, 2005, s. 53. 275 görevlileri her ne kadar önemli bir sınıfı teşkil etmişlerse de bu kast sistemi şeklinde olmamış yani din adamlığı belli bir sınıfın tekelinde olmayıp toplumun her bireyine açık olmuştur. Süryani toplumunda genellikle din adamları yoğun bir eğitim gördükleri için bu durum onlara toplumda önemli bir güç sağlamaktaydı. Diyebiliriz ki gerek Osmanlı döneminde gerekse günümüzde kilise kurumu toplumsal hayatta her zaman önemli olmuş ve topluluğun hem dini hem de dünyevi işlerinin yerine getirilmesinde görev almıştır220. Kilisenin Sakrament (giz) olarak kabul edilen etkinliklerini ise şöyle sıralamak mümkündür; Vaftiz (Hıristiyanlığa ilk adım) Murun (Vaftiz esnasında kullanılan ve vücuda sürülen patrik tarafından kutsanmış madde) Evharista/Komünyon/Kutsal Kurban (Kutsanmış ekmek ve şarabın sunulduğu ayin) Kehennüt/Ruhbanlık (El koyma ve dua ile icra edilen din adamlarının takdisi) Hasta Yağı Evlenme Tövbe ve İtiraf221 Manastırlar ise genellikle toplu yerleşim yerlerinin dışında sadece münzevi yaşamın ve manevi havanın hâkim olduğu mekânlardır. Latince manasteium, Yunanca manasterion kelimelerinden gelen manastır, rahip ve rahibelerin dünyadan çekilmiş olarak yaşadıkları bina, dini kurallara uygun olarak ortak yaşanan ev anlamlarına gelir. İlk manastır örnekleri doğuda görülmektedir. Manastırlarda rahiplerin ayin yaptığı kilise ve koro yeri, toplantı odası, rahipler için hücreler, manastırda kalanlar için yemek salonu, kitaplık, 220 Bilge, Geçmişten Günümüze…, s. 106-107. Sakramentler ve uygulamalarla ilgili olarak ayrıntılı bilgi için bkz. Nihat Durak, Süryani Ortodoks Kilisesi’nde İbadet, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2000; Demir, a.g.e. 221 276 dışarıdan gelenler için kabul salonu, idari bölümler ve yatakhane gibi bölümler mevcuttur222. Süryanilerin Türkiye’de çok önemli kilise ve manastırları bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi şüphesiz Deyrulzafaran Manastırıdır. Mardin’in 4 km doğusunda Süryanilerinin bulunan manastır, patriklik Metropolitlik merkezidir 1293223-1932 merkezliğini yapmıştır. yılları Şu arasında anda ise dünya Mardin 224 . Mardin Metropoliti olan Filüksinos Saliba Özmen de burada ikamet etmektedir. 222 Ayduslu, a.g.t., s. 64-65. Yakup Bilge bu tarihi 1166 olarak vermektedir. Bilge, Geçmişten Günümüze Deyrulzafaran…, s. 14. 224 Eldeki mevcut kaynaklardan manastırın tam olarak hangi tarihte kurulduğu bilinmiyorsa da tavanındaki geometrik şekiller, dikdörtgen şeklinde yontulmuş iri taşlarla kaplı güneş tapınağına bakıldığında milattan önceki döneme ait olduğu anlaşılmaktadır. Zaten manastırın eski dönemlerde Romalılara ait bir kale olduğu göz önünde bulundurulursa, bunun, eski Mezopotamyalıların -yani Süryani atalarının- bir tapınağı olduğu ve milattan sonraki dönemde, Romalılar tarafından zapt edilmiş ve dinlenmek amacıyla kullanılmış olduğunu düşündürmektedir. İlk kilise bölümünün kuruluşu ise IV. yüzyıldadır. Romalıların bölgeden çekilmesinin ardından Aziz Şleymun bazı azizlerin kemiklerini buraya getirerek kale olarak kullanılan yapıyı manastıra çevirmiştir. Bu nedenle manastır önceleri Mor Şleymun Manastırı olarak anılmıştır224. Bir diğer söyleme göre de Mor Şleymun tanınmış İncil müjdecilerinden Mor Evgin’in öğrencisidir. Bu nedenle ilk zamanlar Mor Evgin Manastırı da denilmiştir. Dönemin egemen gücü Persler tarafından dağılıp tahrip gördüyse de Mar Hananyo’nun 793-800 yılları arasında yaptığı büyük onarım sonucunda onun ismi ile anılmaya başlamıştır. Daha sonraları bölgede yetişen zafaran/kurkmo (safran) bitkisinden dolayı Deyrulzafaran Manastırı (Safran Manastırı) olarak anılmaya başlanmıştır. Bir diğer rivayete göre de manastırın harcına bu bitki karıştırıldığından dolayı bu isim kullanılmaktadır. Yapı bu nedenle sarı renktedir. Süryani kaynaklarında Deyrulzafaranla eş anlamlı olarak Deyrulkurkmo ismi geçmektedir. Manastırın içinde üç tane kilise bulunmaktadır. Bunlardan ilki manastırın ana kilisesi olan Mor Hananyo Kilisesi’dir. 491-518 yılları arasında inşa edilmiştir. Haç şeklinde bir kubbeye sahip olduğundan dolayı Kubbeli Kilise olarak da bilinmektedir. Kilise adını, Persler tarafından tahrip edilen manastırı yeniden inşa eden dönemin Mardin Metropoliti Mor Hananyo’dan almıştır. Bu kilisede günümüzde manastır sakinleri ibadetlerini yapmaktadırlar. Manastırın ikinci kilisesi Meryem Ana Kilisesi’dir. Bu kilise manastırın ilk kilisesi olarak kabul edilmektedir. Kilisenin içinde muhtemelen kilisenin ilk yıllarına ait vaftiz kurnası halen mevcuttur. Bu kilise günümüzde vaftiz törenleri için kullanılmakta ve yılda bir defa ayin yapılmaktadır. Mor Petrus Kilisesi ise 1696-1699 yılları arasında yapılmıştır. Adını Antakya Süryani Kilisesi’nin ilk kurucusu olan Aziz Petrus’dan almıştır. Taç ya da Kürsü Kilisesi olarak adlandırılmasının sebebi ise yeni seçilen patriklerin kürsüye oturma/taç giyme törenlerinin burada yapılmasıdır. Ayrıca sinod adı verilen toplantılarda bu mekânda yapılmaktadır. Eski Antakya Kilisesi’nden getirilen kutsal taş da burada muhafaza edilmektedir. Manastırda ayrıca Beth Kadişe (Azizlerin Evi) diye adlandırılan bir mezarlık bulunmaktadır. Yapılış tarihi 5. yüzyıla inmekle birlikte dış kısımlar Patrik IV. Petrus tarafından 1884 yılında onarılmıştır. Burada bazı azizlerin kemikleri ile birlikte manastırda görev yapan bazı patrik ve metropolitlerin mezarları bulunmaktadır. Bir söylentiye göre bu yapı bir zamanlar tıp veya ilaç ilmi ile ilgili bir konuda kullanılmıştır. Manastırda dikkati çeken bir diğer yapı ise milattan önceki dönemlere dayanan Güneş Tapınağı’dır. Şemsilere ait bir tapınak olduğu yolunda görüşler bulunmakla birlikte Hz İsa’dan önceki dönemlerde kimler tarafından ne amaçla yapıldığının bilinmediği yolunda görüşler de vardır. Bu yapının en önemli özelliği tavanında kullanılan taşlardır. Taşların arasında herhangi bir 223 277 Bir diğer önemli manastır da Mor Gabriel / Deyrul Umur Manastırıdır. Midyat İlçesi’ne 22 km uzaklıkta bulunan manastır, MS. 613’den 1088’e kadar Turabdin Bölgesi’nin metropolitlik merkezi olmuştur. Günümüzde de Turabdin Metropoliti Timotheos Samuel Aktaş burada kalmaktadır225. harç malzemesi bulunmamakta ve kilit taşı sistemiyle dizilmiştir. Bu şekil teknik sadece Mısır piramitleri ve burada bulunmaktadır. Manastırın kuzey ve doğusunda kalan tepelerde altı manastır mevcuttur. Bu manastırların çoğu kayalar içine oyulmuş hücrelerden oluşmaktadır. Deyrulzafaran’a 35-40 dakikalık yürüyüş mesafesinde olan bu manastırlar zaman zaman ziyaret edilmektedir. Bu manastırlarda faal oldukları dönemlerde rahipler inzivaya çekilmekte ve ibadetlerini gerçekleştirmektedirler. Günümüzde ulaşım zorluğu bulunduğundan ziyaret edilmesi zor olan bu manastırlara ulaşımın sağlanabilmesi ve ziyarete açılabilmesi için bazı çalışmalar başlatılmıştır. Faal olan manastırın giderleri Mardin Süryani Kadim Kilisesi Deyrulzafaran Kilisesi Vakfı tarafından karşılanmaktadır. Vakfın gelirleri arasında sahip olduğu 100’e yakın gayrimenkulden alınan kiralar ve hayırseverlerin bağışları önemli yer tutmaktadır. Ayrıca sahibi oldukları bahçelerde meyve ve sebze yetiştirilmektedir. (Erişim) http//www.deyrulzafaran.org, 3 Ağustos 2008, 15.03; Deyrulzafaran Manastırı Broşürü. Manastırla ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Bilge, Geçmişten Günümüze Deyrulzafaran…, Manastırın mimarisi ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Elif Keser, Tur Abdin Süryani Ortodoks Dini Mimarisi, İstanbul, Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları 2002, s. 25-35. 225 397 yılında Savur’lu Mor Şmuel ve Kartmin’li Mor Şemun tarafından inşa edilmiştir. Esasen Manastır tarih boyunca dört ayrı adla anılmıştır. İlk dönemlerde kurucularının adına izafeten Mor Şmuel ve Mor Şemun Manastırı olarak anılmıştır. Rahiplerin meskeni anlamına gelen ve Süryanice’de Dayro d’Dumro’dan türetilip Türkçeleştirilerek Deyrulumur ismiyle de bilinmektedir. Kartmin (Yayvantepe) Köyü’ne yakınlığı nedeniyle kaynaklarda Kartmin Manastırı olarak da geçmektedir. Ancak 8. yüzyıldan günümüze değin Mor Gabriel ismiyle ünlenmiştir. Hıristiyan dünyasının en eski faal manastırlarından biri olan Mor Gabriel Manastırı aynı zamanda 16 yüzyıldır manastır geleneği ve yaşam tarzını yaşatabilen ender manastırlardan biridir. Manastırın ismiyle ilgili olarak Hz Ömer zamanında İslam orduları Süryanilerin de yardımı ile Mezopotamya’ya girince buranın korunması için Hz Ömer’in emriyle özel bir imtiyaz tanındığı daha sonradan Deyr El Ömer ismiyle anılmaya başlandığı yönünde bilgiler mevcutsa da Turabdin Metropoliti Mor Timotheos Samuel Aktaş’la yapılan görüşmede bunun doğru bir bilgi olmadığı belirtildikten sonra yukarıda da belirttiğimiz Dayro d’umro’dan geldiği aktarılmıştır. İçinde Ana Kilise, Kırk Şehitler Kilisesi, Kartminli Aziz Şemun Kilisesi ve Meryem Ana Kilisesi bulunmaktadır. Ana Kilise’nin yapımına 397 yılında başlanmış ve 512 yılında tamamlanmıştır. Mimarisiyle dikkat çeken kilise 1997 yılında restore edilip özgün yapısına kavuşmuştur. Theodora Kubbesi olarak anılan bölüm I. Justinian’ın eşi Theodora’nın katkı ve bağışlarıyla yapılmıştır. Taş ve tuğladan yapılmış binanın kubbesi ana kilisenin tonoz kubbesiyle aynı yüksekliktedir. Theodora Kubbesi’nin vaftizhane olarak yapıldığı da söylenebilir. Kubbenin hemen bitişiğinde bulunan mutfak bölümünün tonozu da özenle örülmüş tuğlalardan yapılmıştır. Bu bölümün Theodora Kubbesi’nin yanında olması kubbenin yemekhane olarak kullanılmış olma olasılığını güçlendirmektedir. Meryem Ana Kilisesi ise 7. yüzyılda yapılmış olmasına rağmen manastırın gördüğü yağmalar nedeniyle harap olmuş 1991 yılında yapılan onarım çalışmalarıyla günümüze gelebilmiştir. Beth Kadişe denilen Azizler Evi’nde ise değişik zamanlarda vefat etmiş azizlerin 12 adet niş içine konumlandırılmış olan mezarları bulunmaktadır. Ayrıca manastırın kurucusu olan Mor Şmuel’in mezarı ilgi çekicidir. Yerde çıkıntı şeklinde özellikle vurgulandığı görülmektedir. Üst kattaki yapılar ise son yıllarda manastır sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılmışlardır. Süryani Ortodoks cemaatine ait manastırın gelirleri Deyrul Umur Vakfı tarafından karşılanmaktadır. Metropolit Samuel Aktaş’dan alınan bilgiye göre manastırda 70-72 yaşamaktadır. Metropolit Samuel Aktaş ile yapılan 18 Ağustos 2008 tarihli görüşme; Mor Gabriel Manastırı Broşürü, Keser, a.g.e., s. 36-49. 278 Mor Abrohom Manastırı da zikredilmesi gereken manastırlardandır. Midyat’ın bir km doğusunda bulunmaktadır. Süryani Ortodoks cemaatine ait manastır günümüzde ibadete açıktır. Manastırın dışında ise Süryani cemaatinin kullanması için Mor Abrohom Parkı yapılmıştır 226. Süryanilerin özellikle Mardin ve çevresinde birçok kilisesi bulunmakla birlikte gerek cemaat sayısının oldukça azalması gerekse görevli ruhaninin bulunmaması nedeniyle çoğu kilise kapalıdır. Sadece bazı özel günlerde merkez kiliselerden gelen ruhaniler ayin yaptırmaktadırlar. En önemli kiliseler arasında Mardin Kırklar Kilisesi227, Mort Şmuni Kilisesi228, Mor Barsavmo Kilisesi229, Mor Ahısnoyo Kilisesi230, Mor Mihayel Kilisesi231, Mort Şmuni Kilisesi232 sayılabilir233. 226 5. yüzyılda Abrohom ve Hobel adlı keşişler tarafından kurulmuştur. 1900’lü yıllarda yeniden kurulmuştur. Günümüzde manastır özelliğini yitirmiş durumdadır. İçinde üç ayrı kilise bulunmaktadır. Bu kiliseler Mor Hobel Kilisesi, Mor Abrohom Kilisesi ve Meryem Ana Kilisesi’dir. Ayrıca manastırda bugünde kullanılan bir Süryani Mezarlığı bulunmaktadır. Ayduslu, a.g.t., s. 123-125. 227 Mardin merkezde Şar Mahallesi’nde yer almaktadır. 569 yılında inşa edilmiştir. Esasen Mor Behnam ve kardeşi Saro adına inşa edilmiştir. 1170 yılında Mardin’de hükmeden Artukoğulları hükümdarlarından Timurtaşoğlu Gazi Necmettin Nebi tarafından Süryanilerin metropolitlik merkezi olan Kırk Şehit Kilisesi ve Mor Tuma Kiliseleri camiye çevrilince Kırk şehitlerden gelen Kırklar Kilisesi’nin ismi de buraya ilaveten verilmiştir. 1825 yılında Patrik IV. Gevargis döneminde kilisenin kuzey-güney yönündeki nef tadilatla eklenmiştir. Ayrıca 1851 yılında Çan kulesi yapılmıştır. Bunlar da Osmanlı’nın hoşgörüsüne en güzel örnektir. Kilise Deyrulzafaran’ın patriklik merkezi olduğu dönemde yönetimin yürütüldüğü merkezdi. Şimdi ise metropolitlik kilisesidir. Kilisede beş giriş kapısı, ince taş işçiliğiyle işlenmiş Mihraplar, dört yüzyıllık ahşap Mihrap kapılar, 1500 yıllık kök boya ile baskı perdeler, aziz kişilere mahsus değişik yıllarda çizilen tablo ve perdeler, azizlere ait kemikler ve Mor Behnam’ın kafatası, geniş avlusu içinde çan kulesi evi ve adeta dantel gibi işlenmiş taş oymacılığı örneklerinin yer aldığı divan mevcuttur. Kilisenin Papazı Süryani tarihiyle ilgili araştırmaları olan Gabriel Akyüz’dür. Kilisede resmi olarak 1789 yılında öğretime başlayan bir okul bulunmaktaydı. 1928 yılına kadar eğitim veren okul, okulun müdürlüğünü yapan Hanna Gandor tarafından Milli Eğitim Bakanlığı’na verilen bir dilekçe neticesinde kapatılmıştır. Kilise’nin tapusu Mardin Süryani Kadim Deyrulzafaran Kilisesi Vakfı’na aittir. Gabriyel Akyüz, Mardin İli…, s. 43-55; Metin Düş, “Mardin Kırklar Kilisesi”, İdem, S. 9, Nisan 2005. (Erişim) http//www.reyono.net/default.aspx?=9&=12, 20 Ağustos 2008, 22.10. 228 Mardin Şehidiye Mahallesi’nde (Gabriel Akyüz, Teker Mahallesi’nde olduğunu yazmaktadır.) bulunan kilise, Mardin surlarının dışına yapılmıştır. Zamanla şehrin surun dışına taşması ve surun da tahrip olması nedeniyle şehrin içinde kalmıştır. Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte mimarisi 6. yüzyıldan kalmış olduğu izlenimini vermektedir. Adını 3. yüzyılda Mort Şmuni adında Yahudi bir kadının inancını değiştirmemesi üzerine 7 çocuğu ile öldürülmesi hadisesinden almıştır. Akyüz, Mardin İli…, s. 67-74, Ayduslu, a.g.t., s. 80-82. 229 Midyat’ın merkezinde bulunan bir kilise olup adını Aziz Barsavmo’dan almıştır. Aziz Barsavmo mucize ve erdemleriyle ünlü çilekeşlerin başı olarak bilinen bir azizdir. Süryanilere göre yerin 88 cm altında, insan yüksekliğinde, aşağıda 29.5 cm, yukarıda 22 cm genişlikteki çukurlarda yaşamak Mor Barsavmo’nun başlattığı bir ibadet şeklidir. 5. yüzyılda kurulmuş ancak 1943 yılında yenilenmiş olan kilise Süryani Ortodoks cemaatine aittir ve ibadete açıktır. Ayduslu, a.g.t., s. 126-127. 279 Diyarbakır’da da Süryanilere ait pek çok kilise ve manastır bulunmasına rağmen bugün sadece Meryem Ana Kilisesi ibadete açık bulunmaktadır. Bu kilise, 3. yüzyılda kurulan Anadolu’nun en eski kiliselerinden biri olup 10341091 tarihleri arasında patriklik merkezi olmuştur234. İçerisinde bazı Süryani azizlerinin mezarları bulunmaktadır. 1693 yılında Musullu Mafiryan İshak Azat tarafından yeniden onarılarak bugünkü halini almıştır 235. 2004 yılında kurulan onarım komitesinin restorasyonu bitirilmiştir çalışmaları sonucunda Mayıs 2005’de 236 . İstanbul’da Tarlabaşı’nda da Meryem Ana Kilisesi vardır. 1844 yılında küçük bir ev olarak alınan mekân 1846 yılında Metropolit Mor Grigoriyos Yakup tarafından ibadethaneye çevrilmiştir. Ahşaptan yapılmış olan bu kilise, 1870 yılında çıkan bir yangında kül olur. 1880 yılında yeniden inşa edilir. Göç dalgasıyla birlikte İstanbul’da yaşayan Süryani Ortodoks nüfusu artmaya başlayınca mevcut kilise yetersiz kalmaya başlamış ve kilisenin bitişiğindeki bina satın alınarak genişletilmiş ve 1963 yılında bugünkü şeklini almıştır. 1963’de patrik 3. Yakup tarafında açılmıştır. Kilise İstanbul Süryanilerinin merkez kilisesi olarak faaliyet göstermekte ve büyük önem taşımaktadır237. Süryaniler için önemli bir yer tutan ve yeni metropolitlik merkezi kurulan Adıyaman’da da Mor Petros ve Mor Pavlos Kilisesi bulunmaktadır. 230 Patrik 2. Gevergis Adıyaman’da bulunan Süryani Midyat İlçesi’nin Işıklar Mahallesi’nde yer alan kilise tapınakken 5. yüzyılda Moğollar tarafından yıkılmış 961 yılında da kilise olarak inşa edilmiştir. 1960 yılında onarılan Süryani Ortodoks cemaatine ait kilise, ibadete açıktır. Ayduslu, a.g.t., s. 128. 231 Mardin’in bir km güneyinde bulunan Manastır, Burç Manastırı olarak da bilinir. Burç Manastırı denilmesinin sebebi ise kilisenin temeli atılmadan önce rahiplere ait bir burç bulunmasıdır. Bu burç halen mevcut olup üzerine çan kulesi inşa edilmiştir. Kilisenin 185 yılında yapıldığına dair bilgiler bulunmaktadır. Buranın özelliklerinden en önemlisi Mor Mihael, Mor Yusuf ve Mort Siras’ın mezarlarının burada bulunmasıdır. Gabriyel Akyüz, “Mor Mihayel Kilisesi veya Burç Manastırı”, Kurkmo, S. 4-5, Eylül 2006, s. 23-28. 232 Midyat’ın Akçakaya Mahallesi’nde bulunan kilise, 9. yüzyılda yapılmış olup Midyat’ın metropolitlik kilisesidir. Bu kilisede adını yedi çocuğu ile öldürülen Mort Şmuni’den almıştır. Metropolitlik kiliseleri patrik veya metropolitin ilçeyi ziyaret ettiği zamanlar kaldığı veya ibadet ettiği kiliseler olma özelliğini taşımaktadırlar. Turabdin Metropoliti her ne kadar Mor Gabriel Manastırı’nda kalıyor olsa da dini bayramlarda ve resmi törenlerde bu kiliseye gelmektedir. İbadete açıktır. Ayduslu, a.g.t., s. 130-131. 233 Diğer kiliselerle ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Ayduslu, a.g.t., Akyüz, Mardin İli…, Keser, a.g.e. 234 Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 45. 235 Aziz Koluman, Ortadoğu’da Süryanilik, Dini-Sosyal-Kültürel Hayat, Ankarai ASAM Yayınları, 2001, s. 84-85. 236 Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 44-45. 237 Koluman, a.g.e., s. 81; İris, a.g.e., s. 151-152. 280 cemaatinin ibadet etmek için kiliselerinin olmadığı haberini alınca Adıyaman’a giderek aldığı evi Meryem Ana Kilisesi adıyla kiliseye çevirir ve 1883 yılında ibadete açar. 1905 yılında saldırılar sonucu harabeye dönen kilise Patrik 11. Abdülmesih döneminde ve Urfalı Rahip Efrem’in öncülüğünde yeniden tamir ve restore edilerek Mor Petros ve Mor Pavlus adıyla takdis edilir. 1978 yılına kadar aralıksız olarak hizmet veren kilise 1978’den sonra 25 yıl papazsız kalmış, 2000 yılından itibaren yeniden faaliyete geçmiştir. Kilise şu anda 200300 ailenin ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır238. 5.4. Süryanilerde Ekonomik ve Toplumsal Hayat Süryaniler kendileri için son derece önemli bir bölge olan ve Turabdin diye adlandırılan Mardin Midyat çevresinde yaşamaktadırlar. Ayrıca Diyarbakır, Adıyaman ve Elazığ’da da Süryani vatandaşlar bulunmaktadır. Ancak günümüzde göçler sebebiyle İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirlerde ve yurtdışında da Süryanileri görmek mümkündür. Yurtdışında özellikle İsveç, Almanya, Hollanda ve Amerika göç edilen ülkeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Turabdin bölgesinde çoğunluk Müslüman olmakla birlikte göçlerden önce sadece Süryanilerin yaşadığı köyler de mevcut bulunmaktaydı. Bu bölgede yalnız Süryani Ortodoks Cemaati değil, Katolik, Protestan ve Keldaniler de yaşamaktaydı. Ancak göç dalgası onları da vurmuş sayıları oldukça azalmıştır. Mardin Metropoliti Filuksinos Saliba Özmen’den alınan bilgiye göre bölgede 2500-3000 Süryani yaşamaktadır239. Süryaniler yaşadıkları yerlerde aile birliklerinden oluşur. Aile birlikleri ise genel olarak köyün veya şehrin belli bir kesiminde toplu olarak yaşayan ve genellikle aynı soydan gelen ailelerden oluşmaktadır. Evlilik aile birliğinin içinden çok diğer aile birlikleriyle gerçekleştirilir. Bu durum aile birlikleri arasındaki dostluğu pekiştirmektedir. Şehirlerde ekonomik yönden en güçlü aile birliğinin lideri öne çıkmaktadır. Bazen tüm iktidar onda toplanabilir ve şehrin en önemli 238 239 İris, a.g.e., s. 123-124. 17 Ağustos 2008 tarihli görüşme. 281 yöneticisi konumuna gelebilir. Bu aile birliğinin ya da liderin gücü sadece ekonomik durumuna bağlı olmayıp aynı zamanda diğer aile birlikleriyle yapılan ittifaklarla da belirlenir. Bu ittifaklar bozulduğu zaman liderin durumu da zorlaşmaktadır. Köylerde ise iktidar köyün din görevlisi ile aile birlikleri arasında paylaşılır. Kırsal kesimdeki iktidar mücadelesi şehirdekine göre daha keskindir. İktidarı ele geçiren aile birliği ve onun lideri köyün yöneticisi durumuna gelir. Köye gelen önemli konukların, din adamlarının, çevre köylerin bey veya liderlerinin ağırlanması, köyün diğer yerleşim yerleriyle ilişkilerinin düzenlenmesi gibi işler de liderin görevleri arasında göze çarpmaktadır. Süryanilerin büyük şehirlere göç etmesiyle buralardaki toplumsal yapı da geleneksel değerler temelinde oluşmaya başlasa da zamanla şehrin ekonomisine göre oluşan yeni bireysel ilişkiler bu birliklerin işlevlerini bozmaya başlamıştır. Memleketinde çiftçilikle geçimini sürdüren şehirde büyük olasılıkla işçi olarak çalışmakta ve maddi durumuna uygun olarak da bir işçi semtinde oturmaktadır. Yine aynı şekilde ticaretle uğraşanlar da büyük şehirde aynı mesleklerini devam ettirmeye çalışmakta ve Süryani orta sınıfını oluşturmaktadırlar. Bu arada yeterli sermaye birikimine sahip kimi tüccarlar da büyük şehirde daha büyük işler yapmaya çalışarak sanayi yatırımlarına ve büyük işletmelere yönelmektedirler240. Gerçekten de şehirlerde ekonomik anlamda oldukça zengin olan Süryaniler de bulunmaktadır. Süryanilerin iktisadi durumunu belirleyen temel unsur ise Süryanilikleri değil yoğun olarak yaşadıkları Mardin ve çevresinin kendisine has ekonomik yapısıdır. Mardin, Osmanlı topraklarına katıldığı dönemde ekonomik açıdan oldukça önemli bir durumdaydı. Bu önem üç temel kaynağa dayanmaktadır. İlki bölgeler arası ticaretin şehre olan katkısıdır. İkincisi bölgede zaman zaman önemli boyutlara varan dokumacılık, boyacılık gibi küçük işletmeler 240 Bilge, Geçmişten Günümüze…, s. 107-110. 282 halinde örgütlenmiş el zanaatları, küçük çaplı imalathaneler ile bağ ve bahçe tarımıdır. Üçüncü sektör ise; kırsal alandaki tarım ve hayvancılık faaliyetleridir241. Şunu söylemek mümkündür ki Osmanlı toplumunda gayr-i Müslimler askerlik yapmadıklarından ve büyük çapta toprakları olmadığından genellikle ticaret ve zanaatla uğraşmışlardır. Sayılan bu ekonomik faaliyetlerde Süryanilerin ne derece yer aldıklarına dair Osmanlı belgeleri çok açıklayıcı bilgi sunmamaktadır. Osmanlı tevziat kayıtlarına bakıldığında Mardin ve çevresinde gayr-i Müslim tüccarların sayısının Müslüman tüccarlardan daha fazla olduğu izlenimi edinilmektedir242. Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları Diyarbakır’da da durumun pek farklı olduğu söylenemez. Süryanilerle ilgili kesin kayıtlar olmamakla birlikte mumculuk ve kuyumculuk gibi zanaatlarda onların da söz sahibi oldukları tahmin edilmektedir243. 19. yüzyılda Mardin ve çevresinde yaygın olan meslekler içerisinde Süryanilerin mimarân grubu içinde önemli yer tuttukları görülmektedir. Örneğin 1842’de Mimarbaşı Maksi Melki iken 1858 yılında muhtemelen onun oğlu olan Sado mimarbaşıdır. 1872 tarihli Süryani Kadim Cemaati kayıtlarında ise Melki Mimarbaşı İbn-i Maksi Melki Hıdırşah ismine rastlanmaktadır. Bu da Maksi Melki ve oğlu Sado’nun Süryani oldukları ihtimalini akla getirmektedir244. Süryanilerin kendilerine has mimarileri göz önüne alınacak olursa mimarlıkta ileri gitmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Süryani mimarisinin tipik özelliklerinin en güzel görüldüğü yerler ibadet yerleri olmuştur. Gerek kubbeler, pencereler ve kapılarda Süryanilere özgü mimari özellikler belirgin olarak göze çarpmaktadır. Ayrıca yapılarda mimari bezemeler de sıkça kullanılmaktadır. Mardin ve çevresindeki yapılar incelendiğinde taşların nakış gibi işlendiği görülmektedir245. 241 Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 138. Özcoşar, a.g.e., s. 288-289. 243 Şimşek, a.g.e., s. 166. 244 Özcoşar, a.g.e., s. 291. 245 İris, a.g.e., s. 194-197. Süryani mimarisinin özellikleri ve örnekleri için Bkz. Keser, a.g.e. 242 283 Mimarlıkta gayr-i Müslimlerin etkin olması günümüz tabiriyle inşaat sektöründe de gayr-i Müslimlerin etkin olmaları sonucunu doğurmaktadır. 1842 yılında Mardin’de çalışan inşaat işçilerinin isimlerinin yazıldığı bir kayıtta Maksi Melki ile birlikte 31 kişinin ismi verilmektedir246. İçlerinden sadece ikisinin Müslüman olduğu işçilerin içinde Süryanilerin de bulunduğu kuvvetle muhtemeldir. Süryanilerin ilgilendiği önemli iş kollarından biri olarak dokumacılık karşımıza çıkmaktadır. Daha 16. yüzyıllarda Mardin’de şehirde ve Mansuriye ile Kalatulmırra köylerinde çok gelişmiş bir dokuma sanayinin varlığına tanık olunmaktadır247. Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları bu köylerde dokumacılık alanında bir hayli ileri olmaları şehir merkezinde de bu mesleğin Süryanilerin elinde olduğu izlenimini vermektedir. 19. yüzyılda Süryanilerin dokuma sanayine yönelik ortaklık oluşturmaları bu alandaki etkinliklerini göstermesi bakımından önemlidir248. Bu anlamda önemli bir iş kolu da özellikle Diyarbakır ve çevresinde Süryani ve Ermeniler tarafından yapılan puşicilik mesleğidir. Puşicilik 1960’lı yıllara kadar büyük ölçüde Süryaniler ve kısmen de Ermeniler tarafından yapılmaktaydı. Süryani nüfusun azalmasından sonra Müslümanlar dokumacı ve masuracı olarak meslekte yer almaya başladılar. Fakat işverenler her zaman Süryaniler olmuştur. Puşi dokumacılığı evlerde yapılmaktaydı. Dokuma tezgâhlarının sahibi olan işverenler aynı zamanda dokumanın yerini de belirlemekteydiler. Çalıştırdıkları işçilerin evlerine de nadiren tezgâh kurmaktaydılar. Diyarbakır’ın sembolü olan puşi özellikle Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde yaygın olarak üretilmekteydi249. Dokumacılık evlerde yapıldığı için kayıt altında tutulmuyordu. Bu nedenle bu işle uğraşanların ve çalışanların sayısı, maaşları ve elde edilen gelir hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır. 246 Özcoşar, a.g.e., s. 291. Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991, s. 137. 248 Özcoşar, a.g.e., s. 292. 249 Ahmet Taşğın, “Süryani Puşiciler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 96-97. 247 284 El sanatlarında hünerleri ve ustalıkları ile tanınan Süryaniler, günümüzde yaşadıkları bölgelerde genellikle kuyumculukla uğraşmaktadırlar. Osmanlı belgelerine bakıldığında bu mesleğin Süryanilerin yaşadığı bölgelerde neredeyse hiç yer almadığı görülmektedir. Süryaniler, telkari250 denilen gümüş işlemeciliği sanatını da yaşatmaktadırlar. Birçok geleneksel sanatta olduğu gibi kullanılan her türlü malzeme de sanatkâr tarafından yapılmaktadır. Bugün bu sanatı yaşatmaya çalışan çok az sayıda Süryani ustası kalmıştır. Bunların yapmış oldukları eserlerin değerleri de bölgede oldukça ünlüdür251. Süryanilerin usta olduğu sanatlardan biri de bugün göçlerle birlikte yavaş yavaş kaybolmaya başlayan basmacılık sanatıdır. Süryaniler eskiden süsleme amacı ile elbiselerin yapımında, masa ve yatak kılıflarında, duvarların ve evlerin iç süslemelerinde bu gelenek ve sanatı oldukça yaygın bir şekilde kullanmaktaydılar. Süryanice “Heto” denilen basmacılık bir kalıp sanatıdır. Basmacılık sanatı, daha önceden hazırlanmış kalıbın yüzünün boyaya batırılarak, kumaş veya şekil verilecek malzeme üzerine bastırılması ile birbirinden güzel simetrik ve tekrarlanan şekillerin elde edilmesi şeklinde özetlenebilir. Genellikle boya olarak kök boyası kullanılır. Basmacılık oldukça eski bir sanattır. Bu sanatı yüzyıllardır devam ettiren Süryaniler, yaşadıkları yerlere de bu sanatla hayat vermişlerdir. Osmanlı Devleti döneminde bu sanatı icra edenler de “basmacı” olarak bilinirdi. Günümüzde aile isimleri olarak hâlâ basmacı ismini taşıyan birçok Süryani aile bulunmaktadır. Modern teknolojinin ilerlemesi bütün alanlarda olduğu gibi basmacılığı da modası geçmiş bir sanat haline getirmiştir252. Süryaniler sanat dallarındaki başarılarının yanı sıra tarımda özellikle de bağcılıkta başarılıdırlar. Yıllar öncesine dayanan bağcılıktan kaynaklanan bir 250 Bu sanata “çift işi” de denilmektedir. Bu isim, işin yapımı sırasında parçaların teker teker bir araya getirilmesinde kullanılan cımbıza benzer ancak ucu daha ince olan ve “çift” denilen aletten gelmektedir. 251 İris, a.g.e., s. 197-199. 252 İris, a.g.e., s. 200-201. Zamanımızda artık yok olma sınırına gelen bu sanatın son temsilcisi olan ve bu sanatı babasından öğrenen Mardinli Nasra Çillidir. Nasra Çilli, yalnızca Süryanilere ait olan beze ikon basma sanatının son temsilcisidir. Eserleri bir sanat harikası olarak değerlendirilmekte, Türkiye ve diğer ülkelerdeki hemen hemen tüm kiliselerde onun çalışmaları bulunmaktadır. Tempo, S. 282, 17-23 Haziran 2004. 285 diğer alan da şarapçılıktır. Önceleri evlerde yapılan şarap üretimi sonraki yıllarda profesyonelce yapılmaya başlanmıştır. Hatta 1989 yılında Ürgüp’te düzenlenen bir yarışmada en iyi şarap dalında birincilik kazanan geleneksel Süryani şarabı bu başarısına rağmen günümüzde bazı baskılardan dolayı sadece misafirlere yönelik olarak yapılmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi şaraplık üzümleriyle tanınan bir bölge olmakla birlikte büyük bölümü bağcılıkla uğraşan Süryanilerin yurtdışına göç etmeleriyle birlikte üretim sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik yapılmaya başlanmıştır. Bugün bazı Süryani girişimciler geleneksel Süryani şarabını Türkiye ve dünyaya tanıtmak için faaliyetlerde bulunmaktadırlar253. Sonuç olarak diyebiliriz ki Süryaniler özellikle el sanatlarında ustalaşmışlardır ve usta çırak ilişkisi içerisinde özellikle babadan oğla intikal eden demircilik, taş ustalığı, nalbantlık, semercilik, terzilik, kuyumculuk gibi meslek gruplarında söz sahibi olmuşlardır. Köyler ve şehirlerdeki farklılaşmaya bağlı olarak bu faaliyet alanları daralıp genişlemektedir. Köylerde geçerli olan küçükbaş hayvancılık ve pazara dayalı olmayan tarımsal faaliyetler, şehir yaşamında ise küçük işletmelere dönüşmektedir. Süryaniler bulundukları şehirlerde ticaretin tüm alanlarında faaliyet gösterdikleri gibi kuyumculuk, dokumacılık gibi bazı kollarda ise tek söz sahibi olma özelliğini yakalamışlardır. Terzilik ve ayakkabıcılık gibi faaliyet kollarında da piyasaya yönelik bir üretimden ziyade siparişe göre üretim gerçekleştirilmektedir254. 253 İris, a.g.e., s. 202; (Erişim) http//: www.e-mardin.com/tanitim-haberleri/organik-suryani-sarabishiluh.html, 3 Ağustos 2008,17.03. 254 Şimşek, a.g.e., s. 166; Bilge, Geçmişten Günümüze…, s. 111-117. SONUÇ Tarih, medeniyet, din ve kültürün en önemli coğrafyalarından olan Mezopotamya birçok kavime ev sahipliği yapmıştır. Süryaniler de Mezopotamya coğrafyasının eski sakinlerinden biri olup Hıristiyanlığı ilk kabul eden ve Hz İsa’nın konuştuğu dili konuşan topluluk olma özelliğini taşımaktadırlar. Menşe olarak ister Asurlara isterse Aramilere dayandırılsın kesin olan bir nokta vardır ki o da Süryaniler, Mezopotamya’da birbirine komşu coğrafyalarda ve birbirleriyle kültürel ilişkiler içinde olan akraba halklara dayanmaktadırlar. Hıristiyanlığın kabulünden sonra Süryaniler, Antakya Kilisesi etrafında toplanarak dini bir cemaat olarak örgütlenmişlerdir. Hz İsa’nın tabiatı ile ilgili olarak 3. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan farklı görüşler neticesinde 4. yüzyıldan itibaren çok ciddi kristolojik tartışmalar çıkmış, bu tartışmalar da konsillerin toplanmasına ve neticede kilisede ayrılıkların baş göstermesine neden olmuştur. 451 yılında toplanan Kadıköy Konsili ile birlikte Antakya Süryani Kilisesi’nde tam bir parçalanma meydana gelmiştir. Bazı gruplar bu konsilin aldığı kararları tanırken bir kısmı tanımamıştır. Esasen Süryani geleneğine bağlı bütün topluluklar aynı ırk ve aynı dinden gelmekte sadece mezhep anlamında farklılıklar göstermektedirler. Yani bu gruplar arasındaki tek fark Hz İsa ve Hz Meryem’e bakış açıları noktasında şekillenmektedir. Yine literatürde Süryaniler yerine sıkça kullanılan Asur tabiri ise 19. yüzyıldan itibaren Batılı devletlerin yürüttükleri politika sonucunda Süryanileri mezhepsel farklılıkları ne olursa olsun tek bir ırka dayandırarak onlara millet şuuru kazandırma faaliyetinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti topraklarında sömürgecilik faaliyetlerine başlayan ve özellikle ülkenin doğu kesiminde yaşayan Hıristiyanları keşfederek gönderdikleri misyonerler vasıtasıyla bu halkları devlet aleyhine kışkırtma siyaseti güden Avrupalı büyük güçler, özellikle Hıristiyanlık kavramını kullanmak suretiyle Süryanilere yaklaşmış, daha sonra da yeni bir etnik kimlik fikri oluşturma faaliyetine girişmişlerdir. Misyonerlik faaliyetleri kısa sürede etkisini göstermiş, Süryaniler arasında bir bölünmeye 287 daha sebep olmuş Süryani Katolik ve Süryani Protestan Cemaatleri ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın başlarından itibaren yaşadıkları bölgelerde Kürtlerle sürekli çatışma halinde bulunan Nasturi Süryaniler, bu çatışmalar neticesinde çok sayıda kayıp vermişlerdir. Bu durumu tetikleyen en önemli sebeplerden birinin Batılı devletlerin Osmanlı Devleti toprakları üzerinde yürüttüğü misyonerlik faaliyetleri olduğu da aşikârdır. Gerek Amerikan, gerekse İngiliz misyonerlerinin Nasturilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere gelerek din kisvesi altında yaptıkları propagandanın neticesi olarak Nasturiler ve Kürtler karşı karşıya gelmişlerdir. Yakubiler olarak da adlandırılan Süryani Kadimlere gelince onların da misyonerlik faaliyetlerinden etkilendikleri söylenebilir. Ancak mezhepsel etkilenmenin yanında Süryani Kadimler hiçbir zaman Batılı devletlerin Osmanlı aleyhine yapmış oldukları kışkırtmalara itibar etmemişler, egemenlikleri altında yaşadıkları devletin yasa ve yükümlülüklerine sadakat içerisinde yaşamlarını sürdürmüşler, Hıristiyan olmalarına rağmen Ermeniler ve Nasturilerden farklı olarak hiçbir zaman olaylara karışmamışlar ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kalarak isyan etmemişlerdir. Olan birkaç hadise de toplu bir isyan boyutunda olmamış münferit hareketlerden öteye gitmemiştir. Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde genellikle esnaflık ve zanaatla uğraşan Süryani Kadimler toplumsal hayata adapte olarak devlete bağlı yaşamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra da aynı bağlılığı gösteren Süryani Kadimler, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşamlarını devam ettirmektedirler. Lozan’da azınlık statüsü verilmeme konusu bugün Süryani toplumunun en çok şikâyet ettiği konulardan birisidir. Hıristiyan bir toplum olarak kendi dini ritüelleri ile gelenek ve göreneklerini serbestçe uygulayabilen Süryani Kadimler resmen azınlık statüsüne sahip olmadıkları için Türkiye’de yaşayan diğer azınlıkların yararlandıkları bazı haklardan yararlanamamaktadırlar. Her Türk vatandaşı gibi, vergi verme, askere gitme gibi temel vatandaşlık görevlerini yerine getiren Süryani vatandaşlar, kendi okullarını kurup işletmek, kendi dillerinde eğitim yapmak, kendi din adamlarını yetiştirmek gibi konularda taleplerde bulunmaktadırlar. 288 Süryani Kadimler okul açma talepleri yanı sıra göçler sonucunda boşalan Süryani köylerindeki tarihi kilise ve manastırlarla ev, bağ, bahçe ve toprakların korunması, tahrip ve işgalinin engellenmesi ve restorasyona ihtiyacı olan kilise ve manastırların yenilenmesine izin verilmesi gibi isteklerde bulunmaktadırlar. Göç nedeniyle İstanbul’da artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla yeni bir kilise inşasına izin verilmesi, din adamlarının yetiştirilmesi için din eğitimi kursları açılması, yurt dışından ibadet ve eğitim yaptırabilecek din adamlarının getirtilmesi de diğer talepler arasındadır. Ayrıca yurt dışından getirilen dinsel ve kutsal kitapların gümrükte alıkonulmaması ve mevcut vakıfların gelişmesi için bürokratik engellerin kaldırılması da istenmektedir. Timotheos Samuel Aktaş bu konularla ilgili olarak zaman zaman yaptıkları başvurulara rağmen önlerine bürokratik engeller çıkartıldığını belirtmekte ve bu durumun ellerini bağladığını söylemektedir1. Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde de bu konular gündeme getirilmektedir. İlerleme Raporları’nda mevcut din adamlarının yaşlanması ve Türk makamlarının ölen din adamlarının yerine yurtdışından gelecek bir yenisinin geçirilmesini yasaklaması nedeniyle cemaatin din eğitimi verememesi ciddi bir sorun olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca mülkiyet hakkı ve eğitim gibi konulara da İlerleme Raporları’nda yer verilmiş ve bu konulardaki şikâyetlerin devam ettiği belirtilmiştir. Süryani vatandaşlar her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti yasaları çerçevesinde bir kısıtlamaya tabi tutulmadan hayatlarını devam ettiriyor olsalar da yaşadıkları sıkıntılardan bir tanesi de kamu hizmetleri görevleri ile ilgilidir. Günümüzde Süryaniler kamu kurum ve kuruluşlarında çalışabilmektedirler. Ancak çalıştıkları kurumlarda yükselme konusunda güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. Askerlik hizmeti esnasında da bir takım sıkıntılar yaşayanlar olmaktadır. Tüm bu sayılanların yanı sıra şüphesiz Süryanilerin son yirmi yılda yaşadıkları en önemli hadise göç sorunudur. Süryanilerin hem iç hem dış göç 1 18 Ağustos 2008 tarihli görüşme. 289 yaşadıkları görülmektedir. Göçlerde özellikle kentlerin tercih edilmesinin sebebi iş ve ekonomik imkânların yanı sıra eğitim, sağlık ve sosyal olanakların da daha fazla olması olabilir. Ayrıca güvenlik sorunu nedeniyle gerçekleşen zorunlu göçler de Süryaniler için söz konusu olmaktadır. Göçün en önemli sebeplerinden birinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da meydana gelen terör olayları olduğu da yadsınmayacak bir gerçektir. Süryanilerin yaşadıkları bölgelerden özellikle yurtdışına yaptıkları göçler 1960’larda başlayıp, 1970 ve 1980’lerde en üst seviyeye ulaşmıştır. Günümüzde ise göç hareketi aynı hızda olmamakla birlikte devam etmektedir. Özellikle ABD, İsveç, Hollanda, İsviçre, Almanya ve Fransa Süryanilerin en çok göç ettiği ülkeler arasında yer almaktadır2. Gittikleri ülkelerde genellikle bir arada yaşamayı tercih eden Süryaniler, kısa zamanda her alanda örgütlenmişlerdir. Süryanilerin geleneksel açıdan kimliklerini belirleyen en önemli unsur kilise olmakla birlikte Süryanilerin yaşadıkları ülkelerin şartlarına ayak uydurmaları dini kimliğin yanında bir de etnik kimliğin gündeme getirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu durum da etnik kimliği vurgulayan pek çok örgütün kurulması ile sonuçlanmıştır. Bu örgütlerin faaliyetleri neticesinde de Hıristiyanlık kimliği yeterli görülmeyerek Asurlu kimliği ön plana çıkartılmıştır. Süryanilerin tarihi süreç içerisinde yaşadıkları Mezopotamya bölgesinde kurulmuş önemli devletlerden biri olan Asurlara dayandıkları iddiasının temelinde politik sebepler yatmaktadır denilebilir. Bu güne kadar hiç devlet kurmamış, yaşadıkları topraklara hâkim olmuş devletlerin egemenliğinde yaşamış olan Süryaniler için Asurlu kimliği millet olma fikrini de beraberinde getirmiştir. Özellikle diaspora Süryanileri tarafından dile getirilen Asur Milleti fikri baskı gördükleri iddialarına dayanak oluşturmuş ve “Asurluların” sanki kendi topraklarında soykırıma tabi tutulmuşlar gibi bir kamuoyu oluşturarak Süryaniler arasında ulus olma bilinci yaratılmaya çalışılmıştır. Kendilerini Asurlar olarak isimlendiren ve kiliseden bağımsız bir etnik köken arayışı içinde olan gruba verilen ilk tepki kiliseden uzaklaştırma olmuştur. Patrik 3. Yakup, 1977 yılında Asur ulusalcılığı ile ilgili 2 Süryanilerin yaşadıkları ülkelere göre nüfusları için Bkz. Ekler Bölümü Ek. VII. 290 olarak şunları söylemiştir: “…bazıları Kiliseyi Süryani-Ortodoks olarak adlandırıyor ve öbürleri Asur-Ortodoks diyorlar. Kilise’nin gerçek adı SüryaniOrtodoks’tur. Bu isim hem kilise hem de cemaat içindir. Kilisemiz herhangi bir ulusa ait değildir; tersine Aramiler ve Asuriler dışında Yahudi halka, Araplar, Hintliler, Farslılar ve başka birçok halka aittir.”3 Doruğa çıkan ad çatışması nedeniyle Kasım 1981 yılında toplanan kutsal sinod, bir yönerge hazırlayarak kilisenin onayladığı adları belirlemiştir. Bu adlandırmalar da İngilizce’den çeviriye göre; kilise için “Syrian”, dil için “Syriac”, halk için de “Syrian” olarak belirlenmiştir4. Bu karar da açıkça Asur adlandırmasına bir karşı çıkıştır. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki 2002 yılında Başbakan Bülent Ecevit’in “Süryaniler artık topraklarına geri dönebilirler. Onlar artık güvence altındadırlar” çağrısı ile Süryaniler eski yerleşim yerlerine dönmeye başlamışlardır. 2005 yılı itibariyle “Köye Geri Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi” ile büyük şehirlere veya yurtdışına göç eden pek çok kişi eski köylerine geri dönmüştür. Yüzlerce yıldır Müslümanlarla bir arada barış içinde yaşayan Süryaniler ülkelerine geri döndükten sonra da aynı ortamın yeniden oluşturulmasını istemektedirler. Süryaniler son dönemlerde sıkça gündeme gelen dinler arası diyalog fikrinin en önemli temsilcileri olmuşlardır. Türkiye’ye geri dönüşle birlikte yıllardır başkaları tarafından kullanılan tarla ve evlerin geri alınması sorunu doğmuştur. Yıllardır buralarda yaşayan ve tarlaları işleten köylüler geri dönen ev sahiplerine karşı direnç göstermektedir. Tapusu olanların eski yerlerine yerleşmesi daha kolay olmakla birlikte, karışan tapular ve sınır çizgilerinin yeniden keşiflerle belirlenmesi zaman almakta ve sıkıntı yaratmaktadır. Tüm bunlara rağmen eski köylerine dönen Süryanilerin bölgenin kültürel dokusuna uygun son derece lüks evler yaptırdıkları da gözden kaçmamaktadır. Ancak dönüşlerle birlikte endişe de devam etmektedir. Özellikle korucuların ve köy ağalarının baskı ve haraç isteme gibi faaliyetlerinden endişe eden Süryanilerin tek istediği huzur ortamının yaratılmasıdır. 3 4 Stefan Andersson, Asurlar, Çev. Erol Sever, 2. Baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1996, s. 102. Andersson, a.g.e., s. 96. 291 Bu sorunların dışında bugün Süryanilerle ilgili olarak, 1915 yılında yaşanan Ermeni tehciri esnasında Süryanilerin de öldürüldüğü yolunda iddialar yapılmaktadır. Bu iddialar Türkiye’de yaşayan Süryanilerden çok diaspora Süryanileri tarafından gündemde tutulmaya çalışılmaktadır. O dönemde yaşandığı öne sürülen hadiseler hakkında arşiv belgelerinden ziyade görgü tanıkları ve misyoner raporları kullanılmaktadır. Şüphesiz savaş esnasında birçok masum insan ölmüştür. Ancak bu ölüm olaylarını bir katliammış gibi göstermek yanlıştır ve bilimsel hiçbir kanıta dayandırılamadan yapılmaktadır. 1915 yılında yapıldığı iddia edilen Süryani soykırımı ile ilgili olarak Süryanice “kılıç” anlamına gelen “Seyfo” tabiri son yıllarda diaspora Süryanileri arasında yaygın bir şekilde kullanılan bir propagandaya dönüştürülmüştür. Propaganda faaliyetlerinin kaynakları hiçbir arşiv belgesine dayandırılmadan sadece görgü tanıklarının anlatımlarına ve bunların nesilden nesile aktarılmasına dayanmaktadır. Bu propaganda faaliyetleri Batılı devletlerin de desteğini kazanınca Türkiye aleyhine bir kampanyaya dönüştürülmüştür. Ermenilerin kendi iddialarını güçlendirmek maksadıyla Süryani soykırımı iddialarını desteklediği de görülmektedir. Sırf Hıristiyan oldukları için Türkler tarafından katledildiklerini söyleyen Ermenilerin bu tezi bölgede bulunan diğer Hıristiyanların mesela Süryanilerin de katledilmiş olmaları gerektiği yolunda karşı tezle çürütülebilirdi. Bu nedenle Ermeniler, özellikle diasporadaki Süryanileri desteklemektedirler5. Ermenilerde olduğu gibi Süryanilerin de iddiaları sonucunda almayı umdukları netice önce Türkiye’nin soykırımı kabul etmesidir. Daha sonraki aşamalarda kayıplar için tazminat talebi ve en son olarak da toprak talebinin gündeme getirileceğinden kuşku yoktur. Ciddi hiçbir belgeye dayanmayan ve tarihi hiçbir dayanağı da bulunmayan bu iddialar sadece Süryanilerce değil bazı Batılı devletlerce de gündemde tutulmaktadır. Osmanlı döneminde tüm Süryaniler için mezhep 5 Aksiyon, 2-8 Mart 2002, s. 23. 292 farkı gözetmeksizin Asurlu tanımlamasını yapan Batılı devletler günümüzde de aynı oyunu devam ettirmektedirler. Batılı devletler Türkiye’den göç etmiş Süryanileri adeta yeni bir müttefik gibi sahiplenmekte ve dünya kamuoyuna Türkleri, Hıristiyan halkları acımasızca katleden insanlar olarak yansıtmaya çalışmaktadır. Birçok devlette düzenlenmesine izin verilen Ermeni ve Süryani toplantıları, yürüyüşleri ve parlamentolarda yapılan konuşmalar bu devletlerin Süryani iddialarına bakış açılarını açık bir şekilde göstermektedir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında önce Rusya’nın daha sonra da İngiltere’nin çıkarlarına alet olan Süryaniler ise, savaş esnasında yaşadıkları acıların sorumlusu olarak Osmanlı Devleti’ni ve dolayısıyla onun mirasçısı olan Türkiye’yi görürken, güvendikleri Batılı devletlerin onları kendi kaderleri ile baş başa bıraktıklarını ve vermiş oldukları vaatleri yerine getirmediklerini göz ardı etmektedirler. Bu noktada tarihçilere görevler düşmektedir. Çünkü tarihçi için önemli olan nesnel gerçeğe ulaşmaktır. Önce kanıtlar aranmalı bu kanıtlar neticesinde doğru karar verilmelidir. Tarihçilerin yapması gereken kararı verirken bulduğu her kanıta şüphe ile yaklaşmak tam doğruluğuna emin olmadan kullanmamaktır. Oysa olayı propaganda vasıtası haline getirenler tarihçilerden farklı olarak savundukları fikri destekleyecek kanıtlar arar, kendi fikrine karşı bir kanıt bulduğunda bunu görmezden gelir ve yapılan bütün çalışmaları kendisine verilen bütün cevapları ön yargılı bir şekilde reddeder. Yani Justin McCarthy’nin deyimiyle; “Tarihçi araştırır, ideolog ise siyasi bir mücadele verir.”6 Tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi Süryani iddialarında da dünya kamuoyunu inandırmaya yönelik yeni bir tarih kurulmaya ve pek çok propaganda yapılarak gerçekler saptırılmaya çalışılmaktadır. Tarihçilere düşen görev gerçek verileri ortaya koyarak yazılmaya çalışılan tarihi düzeltmek olacaktır. Şunu da belirtmek gerekir ki Birinci Dünya Savaşı esnasında pek çok Süryani hayatını kaybetmiştir. Bu bir gerçektir. Ama bu savaşta pek çok Türk, 6 Justin McCarthy, “Ermeni Sorunu Gerçeği” Konulu Konferans, 24 Mart 2005, Ankara, TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı Yayınları, 2005, s. 22-23. 293 de hayatını kaybetmiştir. Savaş şartlarını soykırım olarak nitelendirmek yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bugün Türkiye’de yaşayan Süryani vatandaşlarımız da soykırım iddialarından olumsuz etkilenmektedirler. Amerika ya da Avrupa’da meydana gelen propaganda faaliyetleri sonucunda yaşadıkları bölgelerde bağımsız Süryani devletinin öncüleri7 olarak nitelendirilen Süryani vatandaşlarımız zaman zaman yıllardır bir arada yaşadıkları Müslümanlarla çeşitli sorunlar yaşamaktadırlar. Bu anlamda Türkiye’nin kültürel zenginliklerinden olan Süryani vatandaşlarımızın dışlanmaması ve onlara sahip çıkılması gerekmektedir. Ayrıca Süryanilerin daha yakından tanınması için akademik çalışmalara ağırlık verilmeli ve bu çalışmalar desteklenmelidir. Hatta üniversitelerde Süryani dili ve edebiyatı üzerine kürsüler kurulmalı en eski dillerden biri olan Süryanicenin yaşatılmasına olanak sağlanmalıdır. Süryani soykırım iddiaları ile ilgili olarak da Osmanlı Arşivi ve yurtdışı arşivlere dayalı olarak objektif çalışmalar yapılmalı ancak bu çalışmalar sadece Türkiye ile sınırlı kalmayıp tüm dünya kamuoyuna ulaştırılmalıdır. Yapılan bütün yayınlar ve çalışmalar mutlaka Avrupa dillerine çevrilmeli ve bu ülkelere gönderilmelidir. En önemlisi dünya kamuoyunun yaratılmak istenen Türkiye imajının değiştirilmesine çalışılmalıdır. 7 Dinç, a.g.m., s. 192. zihinlerde 294 KAYNAKLAR Arşiv Belgeleri: Başbakanlık Osmanlı Arşivi: A.DVN., Dosya No. 135, Gömlek No. 65. A.MKT.MHM., 489/ 25, 544/3, 653/23, 669/1, 670/13, 642/2, 698/16. A.MKT.UM., 144/ 89. DH.EUM., 23/113. DH.EUM.MTK., 74/ 51. DH.İD., 123/ 4, 116/ 57, 154/ 16. DH.KMS., 23/ 43, 52-1/58, 50-2/ 25. DH.MKT., 1575/ 59, 1572/ 74, 1552/ 59. Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait 15 Numaralı Defter 1251-1329. HR.MKT, 7/ 45, 46/ 14, 7/ 32, 73/ 18, 17 / 68. İ.DH., 1274/ 100258, 599/ 41779, 481/ 32405. İ.HR., 210/ 12274, 230/ 13528. İ.HUS., 46/ 1310/Ra016. MV., 123/ 26, 201/ 7, 246/ 98, 257/ 23. Y.EE., 132/ 26, 133/ 110, 131/ 32, 33/ 112, Y.MTV.,73/ 135, 92/ 30. Y.PRK.BŞK., 11/ 29. Y.PRK.DH, 9/ 26, 8/ 25. Y.PRK.KOM, 10/ 73. Y.PRK.MF., 2/ 27. Y.PRK.UM, 27/ 64, 30/ 10, 48/ 69. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi: Dosya No. 436106, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.54. Dosya No. 436112, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.39. Dosya No. 436128, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.742.3. Fon Kodu: 30/10, Yer No. 112.756.15. Fon Kodu: 30/18.01.01, Yer No. 10.32.1. ATASE Arşivi: İstiklal Harbi Kataloğu: Kutu No: Gömlek No: Belge No: 103 80 80-2 109 96 96-1 114 3 3-1 347 119 119-1 203 6 6-1 295 Kutu No: Gömlek No: Belge No: 347 121 121-1,2,3 449 65 65-1 1169 5 5-1 348 78 78-1 401 3 3-1 449 63 63-1 30 33 33-1,2 205 248 248-4 1154 13 13-1,2,4,5,7 Külliyât-ı Kavânîn: C. I, No. 2600, 1521 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 927). C. II, No. 2606, 1758 (H. 22 Cemaziyelahir 1171). C. I, No. 2601, 1556/57 (H. Evail-i Muharrem 964) C. I, No. 2792, Aralık/Ocak 1663/64 (H. 28 Cemaziyelahir 1074). C. I, No. 3995, 1517 (H. 923). C. I, No. 3996, Aralık/Ocak 1526/27 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 933). C. I, No. 3997, 1639 (H. Evasıt-ı Şevval 1048). C. I, No. 3998, 1657 (H. Evahir-i Rebiülahir 1067). C. I, No. Yok, 1697 (H. Evasıt-ı Recep 1108). C. II, No. 2955, 1782 (H. 8 Ramazan 1196). C. I, No. 2599, (H. 923). C. II, No. 2796, 1729 (H. 24 Şevval 1141). C. II, No. 2910, 1734 (H. 20 Şaban 1146). Resmi Yayınlar: Ayın Tarihi, C. IV, S. 11-13, C. V, S. 17. Diyarbakır Vilayet Salnamesi, Defa: 18, 1901. Diyarbakır Vilayet Salnamesi, Defa:14, 1894. Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1264 İstanbul, y.y., 1264. Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1275 İstanbul, Takvimhane-i Âmire, 1275. Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1286 İstanbul, Dar üt’tıbaat ül Âmire, 1286, Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1294 İstanbul, Halil Efendi Matbaası, 1294. Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1299 İstanbul, Mahmut Bey Matbaası, 1299. Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1302 İstanbul, Matbaa-i Osmaniye, 1302. (1848), Def’a: 2, (1859), Def’a: 13, (1869), Def’a: 24, (1877), Def’a: 32, (1882), Def’a: 37, (1885), Def’a: 40, 296 Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1305 (1888), Def’a. 43, İstanbul, Mahmud Bey Matbaası, 1305. Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1313 (1895), Def’a: 51, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1313. TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 23. İçtima, 1. Celse, 12. 12. 1341, C. XX. TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX. Süreli Yayınlar: Cumhuriyet: Haziran 1924-Ekim 1924. Hakimiyet-i Milliye: Ağustos 1924-Ekim 1925. Hürriyet: 24 Eylül 2006. İleri: 9 Şubat 1923. İkdam: Mayıs-Kasım 1915; 21 Eylül 1924. Milliyet: 19 Kasım 1977;1 Mart 2005. Radikal: 23 Haziran 2005. Yenigün: 5 Şubat 1923. Zaman: 1 Ağustos 2005. Akademik Araştırmalar Dergisi: S. 4-5, Şubat-Temmuz 2000; S. 9-10, Mayıs-Ekim 2001. Aksiyon: S. 378, 2-8 Mart 2002; S. 490, 26 Nisan 2004. Aktüel: 11-17 Mayıs 2001. Askeri Tarih Belgeleri Tarih Dergisi: S. 81, Aralık 1982; S. 36, Nisan 1987. Askeri Tarih Bülteni: S. 7, 1978; S. 36, Şubat 1994; S. 37, Ağustos 1994; S. 47, Ağustos 1999. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi: C. XV, S. 44, Temmuz 1989; C. IX, S. 27, Ocak 1994. Atatürk Kültür Merkezi Dergisi: C. VIII, S. 22, 1996. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi: S. 11, 1999. A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi: C. XVII, 1969; C. XXV, 1981; C. XXVII, 1985; C. XXXIV, 1993; C. XXXVI, 1997; C. XLI, 2000, C. XLIV, S. 2, 2003. A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi: C. V, 1982. 297 A.Ü.S.B.F. Dergisi: C. XLIX, No. 3-4, Haziran-Aralık 1994. Belgelerle Türk Tarihi Dergisi: S. 12, 1968, S. 13, 1968, S. 14, 1968; S. 25, 1969; S. 23, 1987. Belleten: C. VIII, S. 32, 1944; C. XV, S.60, 1951; C. XLI, S. 161, 1977; C. XLVII, S. 188, 1983; C. XLIX, S. 193, 1985; C. XLIX, S. 195, 1986; C. LII, S. 203, 1988; C. LIV, S. 209, 1990; C. LV, S. 213, 1991; C. LVIII, S. 221, 1994; C. LXI, S. 231, 1997; C. LXIII, S. 236, 2000; C. LXXI, S. 261, 2007. Birikim: S. 71-72, Mart-Nisan 1995; S. 118, Kasım 1998. Cuma: S. 516, 15-21 Eylül 2000. Dini Araştırmalar Dergisi: C. VIII, S. 23, Eylül-Aralık 2005. Eflatun: S. 227, Kasım 1987. Eşitlik ve Özgürlük Gelecek: S. 14, Kasım 2003. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi: S. 3, 1989. Evrensel: 9 Haziran 2005. İkibin’e Doğru: S. 38, Kasım 1991. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi: 1979. Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi: S. 19, 2005. Kurkmo: S. 1, Mayıs 2005; S. 2-3, Aralık 2005; S. 4-5, Eylül 2006, S. 6, Şubat 2007; S. 7-8, Aralık 2007; S. 9, Nisan 2008. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi: S. 6, 1991. Osmanlı Araştırmaları Dergisi: 1990. OTAM: S. 1, 1990; S. 3 1992; S. 4, 1993. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi: S. 6, 1996. Tarih ve Toplum: C. VIII, S. 46, Ekim 1987; C. XL, S. 235, Temmuz 2003; C. XL, S. 240, Ağustos 3003. Toplumsal Tarih: S. 4, Nisan 1994; C. V, S. 25, Ocak 1996; S.117, Eylül 2003; S. 119, Kasım 2003; S. 120, Aralık 2003. Türk Dünyası Araştırmaları: S. 117, Aralık 1998. Türk Dünyası Tarih Dergisi: S. 6, Haziran 1987. Türk Kültürü: C. XXXVII, S. 431, 1999. Türk Yurdu: Kasım 1987; C. XVIII, S. 134, Ekim 1998. 298 Tempo: S. 282, 17-23 Haziran 2004. Vakıflar Dergisi: S. 10, 1973. Varlık: S. 1075, Nisan 1997. Yeni Türkiye: C.XXXI, 2000; C. XXXII, 2000; S. 38, Mart-Nisan 2001. 21. Yüzyıl: S. 4, Ocak-Mart 2008. Araştırma Eserleri: 5500 Yılın Tanıkları Süryaniler, Haz. Kenan ALTINIŞIK, İstanbul, 2004. 105 Soruda Dinler Tarihi, Haz. Emin ŞAHİN, y.y., Sabah Yayınları, 1990. 75 Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru, Ed. Artun ÜNSAL, İstanbul, 1998. 150. Yılında Tanzimat, Yay. Haz. Hakkı Dursun YILDIZ, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992. A Companion to Second-Century Christian “Heretics”, Ed. Antti MARJANEN, Petri, LOUMANEN, Boston, Brill Leiden, 2005. AÇIKSES, Erdal; “Van ve Çevresinde Yabancı Devletlerin Faaliyetleri ve Beklentileri”, Yakın Tarihimizde Van Uluslararası Sempozyumu, 2-5 Nisan 1990, Van, 100. Yıl Üniversitesi Yayınları, 1990, s. 179-188. ----------; Amerikalıların Harput’taki Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2003. ADAMOF, E.E.; Çarlık Belgelerinde Anadolu’nun Paylaşılması, 4. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2001. ADIYEKE, Nuri; “Islahat Fermanı Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi ve Gayrimüslimlerin Yaşantılarına Dair”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 255-261. AİNSHWORTH, William Francis; Travels and Researches ın Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea and Armenia, Vol. II, London, John W Parker West Strand, 1842. AKBAL, Fazıla; “1831 Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nda İdari Taksimat ve Nüfus”, Belleten, C. XV, S. 60, Ekim 1951, s. 617-628. AKBAYAR, Nuri; Osmanlıca Yer İsimleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003. AKBIYIK, Yaşar; “Kurtuluş Savaşı’nda Güneydoğu Anadolu’da Bölücülük Faaliyetlerine Karşı Tepkiler”, XII. Türk Tarih Kongresi, C. IV, 1994, s.1309-1322. AKGÜÇ, David, Koç, Ümit; “Kilisede Bulunan Sembolik Eşya ve İşaretler”, İdem, S. 11, Nisan 2006, www.reyono.net /default.aspx?s=11&b=11, 10 Kasım 2009, 12.17. AKGÜL, Suat; “Nutuk’a Göre Azınlıklar Meselesi ve Atatürk’ün Azınlıklar Hakkındaki Görüşleri”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl: 19, S. 36, Şubat 1994, s. 107-123. 299 AKGÜN, Seçil; “Amerikalı Misyonerlerin Anadolu’ya Bakışları”, OTAM, S. 3, 1992, s. 1-16. AKGÜNDÜZ, Ahmet, CİN, Halil; Türk İslam Hukuku Tarihi, C. I-II, İstanbul, Timaş Yayınları, 1990. AKIN, Veysi; “Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)”, Türkler, C. XVI, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 306-318. AKŞİN, Sina; İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, Cem Yayınevi, 1992. AKTAN, Ali; “Osmanlı Belgelerine Göre Kayseri’deki Gayrimüslim Tebaanın Durumu”, III. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri, 67 Nisan 2000, Yay. Haz. Ali AKTAN, Ramazan TOSUN, Ayhan ÖZTÜRK, Kayseri, Kayseri ve Yöresi Tarih Araştırmaları Merkezi Yayınları, 2000, s. 731. AKYILMAZ, Gül; “Tanzimat’tan Önce ve Sonra Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerim Hukuki Statüsü”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı II, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 671-686. AKYÜZ, Gabriyel; Tüm Yönleriyle Süryaniler, Mardin, Kırklar Kilisesi Yayınları, 2005. ----------; Mardin İli’nin Merkezinde Civar Köylerinde ve İlçelerinde Bulunan Kiliselerin ve Manastırların Tarihi, Resim Matbaacılık, İstanbul, 1998. ----------; Osmanlı Devleti’nde Süryani Kilisesi, Osmanlı Padişahları Tarafından Süryani Kilisesi’nin Ruhani Liderlerine Gönderilen Fermanlar, Mardin, y.y., 2001. ----------; “Mardin Cemaatinin Kalbi Kırklar Kilisesi”, Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 18-22. ----------; “Mor Mihayel Kilisesi veya Burç Manastırı”, Kurkmo, S. 4-5, Eylül 2006, s. 23-28. AKYÜZ, Yahya; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, (19191922), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1975. ALAN, Gülbadi; “Amerikan Board’ın Mardin’de Yürüttüğü Eğitim Çalışmaları Çerçevesinde Mardin Kız Okulu”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 505-515. ALBAYRAK, Kadir; “Günümüzde Türkiye’deki Keldani Kilisesi”, Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 27-32. ----------; Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, Vadi Yayınları, 1997. ----------; “Keldaniler”, İslam Ansiklopedisi, C. XXV, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 207-210. Ali Emiri, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi, İstanbul Yeni Osmanlı Matbaası ve Kütüphanesi 1918. ALTINIŞIK, Kenan; “Tarih ve Toplum Dergisi’nde Yayınlanan “Süryaniler” Yazısına Cevap”, Tarih ve Toplum, C. XL, S. 240, Aralık 2003, s. 51-55. 300 ALTUNPOLAT, Remzi; Uluslararası Hukuk Açısından Lozan Barış Antlaşması’nın Siyasal Hükümleri Işığında Türkiye’de Azınlıklar Sorunu: Tarihten Güncelliğe, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2005. AMİCİS, Edmondo De; İstanbul, Çev. Beynun AKYAVAŞ, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986. ANAR, Erol; Öteki Kıyıda Yaşayanlar, İstanbul, Belge Yayınları, 1997. ANDERSON, Matthew Smith; Doğu Sorunu, 1774-1973, Uluslararası İlişkiler Üzerine Bir İnceleme, Çev, İdil ESER, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001. ANDERSSON, Stefan; Asurlar, Çev. Erol SEVER, 2. Baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1996. ANDREWS, P. Alford; Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev. Mustafa KÜPÜŞOĞLU, İstanbul, Ant Yayınları, 1992. ANHEGGER, Robert; “Osmanlı Devleti’nde Hıristiyanlar ve İç Tartışmalar 1”, Tarih ve Toplum, C. VIII, S. 46, Ekim 1987, s. 54-56. ANZERLİOĞLU, Yonca; “XIX. YY. ve Sonrasında Nasturi Hıristiyanlarının Faaliyetleri”, Türk Yurdu, C. XVIII, S. 134, Ekim 1998, s. 178-187. ----------; Nasturîler, Ankara, Tamga Yayıncılık, 2000. ARAZ, Özgür; Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Azınlıklar Konusu, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2006. ARMAOĞLU, Fahir; 20 Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914-1990, C. I, 10. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1994. ARSAVA, Ayşe Füsun; Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslar arası Belgeler ve Özellikle Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 22. Maddesi Işığında İncelenmesi, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1993. ARSLAN, Rıfkı; Diyarbakır ve Çevresinde Şehirleşme Hareketleri, Ankara, Aslımlar Matbaası, 1979. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S. 36, Ermeni Belgeleri Özel Sayısı 4, Nisan 1987, s. 9-11, Belge No. 2050. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S. 81, Aralık, 1982, s. 483-488, Belge No. 1886. ATALAY,Talip; “Lozan Antlaşması Öncesi ve Sonrasında Süryani Eğitim Kurumları”, Erişim: http//www.suryaniler.com/makalehavuzu.asp?id=391, 11 Şubat 2009, 13.10. ----------; “Günümüz Süryani Kilise ve Manastırlarında Din Eğitimi”, Dini Araştırmalar Dergisi, C. VIII, S. 23, Eylül-Aralık 2005, s. 39-68. ATAURRAHİM, Muhammed; Bir İslam Peygamberi Hz İsa, Çev. Kürşat DEMİRCİ, İstanbul, İnsan Yayınları, 1985. ATİYA, S.Aziz; Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Çev. Nurettin HİÇYILMAZ, İstanbul, Düz Yayınları, 2005. ATMAN, Sabri; Asurlar, Süryaniler, İstanbul, Analiz Basım Yayın, 1997. 301 ATTAR, Ali Rıza Şeyh; Kürtler, Bölgesel ve Bölge Dışı Güçler, Çev. Alptekin DURSUNOĞLU, İstanbul, Anka Yayınları, 2004. AVŞAR, Servet; Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası, Ankara, Kim Yayınları, 2004. AVŞAR, Zakir, SOLAK, Ferruh; “İmparatorluk Türkiyesi’nde Yapılan Nüfus Sayımları”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s. 615-617. AVYANOV; Osmanlı-Rus ve İran Savaşları’nda Kürtler, 1801-1900, Terc. Muhammed V. VARLI, Ankara, Siphan Yayıncılık, 1995. AYDIN, Ayhan; XIX. Yüzyıldan Cumhuriyete Kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki İsyanlar, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1998. AYDIN, Cebrail; Tarihte Süryaniler, İstanbul, 1964. AYDIN, Edip; “Süryani Dili ve Edebiyatına Genel Bir Bakış”, Varlık, S. 1075, Nisan, 1997, s. 28-30. AYDIN, Mehmet, Dinler Tarihine Giriş, Konya, Din Bilimleri Yayınları, t.y. ----------, “Hıristiyan Konsillerine Genel Bir Bakış”, Belleten, C. LIV, S. 209, 1990. ----------; “Konsillerin Hıristiyanlıktaki Yeri ve Önemi”, Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 910 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 107-117. ----------; “Batı ve Doğu Hıristiyanlığına Tarihi Bir Bakış”, A.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXVII, 1985, s. 123-148. ----------; “Hıristiyanlık”, İslam Ansiklopedisi, C. XXVII, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 340-358. ----------; “Hıristiyanlıkta Teslis Doktrini ve Hıristiyan İ’tizalleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, C. V, 1982, s. 141-156. ----------; “Hz. Muhammed Devrinde İslâm-Hıristiyan Münasebetlerine Toplu Bir Bakış”, Belleten, C. XLIX, S. 193, 1985, s. 53-64. ----------; Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 1998. AYDIN, Suavi, EMİROĞLU, Kudret Vd.; Mardin, Aşiret, Cemaat, Devlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2000. AYDIN, Suavi; “Doğu ve Batı Hıristiyanlığı Arasında Son Hesaplaşma: Modernleşme ve Doğu Hıristiyanlığı Üzerinde Misyon Faaliyetleri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. III, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 101-128. AYDUSLU, İsmail; Cumhuriyet Döneminde Mardin ve Yöresinde Süryaniler, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Manisa, 2005. AYTAR, Osman; Hamidiye Alaylarından Köy Koruculuğuna, İstanbul, Medya Güneşi Yayınları, 1992. AYVAZ, Zekka; Patrikten Mesajlar 1988-1997, Çev. Zeki DEMİR, İstanbul, İstanbul Süryani Ortodoks Metropolitliği, Zafer Matbaası,1997. 302 BALCIOĞLU, Mustafa; “Hamidiye Alaylarından Aşiret Alaylarına Geçerken Harbiye Nezareti’ne Sunulan İki Rapor”, Toplumsal Tarih Dergisi, S. 4, Nisan 1994, s. 48-51. BALİ, Rıfat N.; “Cumhuriyet Döneminde Azınlıklar Politikası”, Birikim, S. 115, Kasım 1998, s. 80-90. BARSAVM, Efram I. Kutsal Hazine Dua Kitabı, Çev. Samuel AKDEMİR, İstanbul, Süryani Kadim Kilisesi, 1989. ----------; Saçılmış İnciler, Süryanilerin Yazınsal Tarihi, Çev. Zeki DEMİR, İstanbul Süryani Ortodoks Metropolitliği Yayınları, 2005. “Başörtülüden Esirgenen Hak Süryanilere Verilecek”, Cuma, S. 516, 15-21 Eylül 2000, s. 16-17. BAYTOK, Taner; İngiliz Kaynaklarından Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara, Basnur Matbaası, 1990. BAYUR, Hikmet; Türk İnkılabı Tarihi, C. II, Ks.1-C.III, Ks. 3, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983. BAYZAN, Ali Rıza; Misyonerin Soykırım Oyunu, İstanbul, IQ KültürSanat Yayıncılık, 2006. BELL, Gertrude L.; Mezopotamya’da 1915-1920 Sivil Yönetimi, Çev. Vedii İLMEN, İstanbul, Yaba Yayınları, 2004. BESSIERE, Gérard; İsa Beklenmedik Tanrı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001. BEYSANOĞLU, Şevket; Bütün Cepheleriyle Diyarbakır, İstanbul, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Yayınları, 1963. ----------; “Süryaniler”, Diyarbakır Müze Şehir, Haz. Şevket BEYSANOĞLU, M. Sabri KOZ, Emin Nedret İŞLİ, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 361-365. BİLGE, A. Suat; Milletlerarası Politika, Ankara, Sevinç Matbaası, 1966. BİLGE, Yakup; Geçmişten Günümüze Deyrulzafaran Manastırı, İstanbul, GDK Yayınları, 2006. ----------; Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul, ZviGeyik Yayınları, 2001. ----------; “Süryanilerin Yeni Hayatı Sürgünlük”, Varlık, S. 1075, Nisan 1997, s. 26-32. ----------; “Süryaniler ve Türkiye’deki Durumları”, Birikim, S. 71-72, MartNisan 1995, s. 165-167. BİLSEL, Cemil; Lozan Barış Antlaşması, İstanbul, 1943. Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Kafkas Cephesi 3. Ordu Harekâtı, C. I-II, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1993. BOZKURT, Gülnihal; Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1996. BRAUDE, Benjamin; “Millet Sisteminin İlginç Tarihi”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 245-253. BRAUDE, Benjamin, LEWİS, Bernard; “Osmanlı Devleti İçerisindeki Hıristiyanlar ve Yahudiler”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Osmanlı Özel Sayısı, Yıl: 2, S. 4-5, Şubat-Temmuz, 2000, s. 169-216. 303 BRUİNESSEN, Martin Van; Kürdistan Üzerine Yazılar, Çev. Nevzat KIRAÇ, Bülent PEKER Vd., 3. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995. ----------; Ağa, Şeyh, Devlet, Çev. Banu YALKUT, Ed. Ömer LAÇİNER, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003. BRYCE, James, TOYNBEE, Arnold; Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916, Çev. Ahmet GÜNER, C. I, İstanbul, Pencere Yayınları, 2005. BULAÇ, Ali; “Patrik İlyas Efendi Meselesi”, Erişim: http://www.tumgazeteler.com/?a=4433706 , 10 Kasım 2009, 11.00. BULUT, Faik; Kürdistan’da Etnik Çatışmalar, Dar Üçgende Üç İsyan, 2. Baskı, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, 2005. BURAK, Durdu Mehmet; Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-İngiliz İlişkileri, (1914-1918), Ankara, Babil Yayıncılık, 2004. BÜLBÜL, Mustafa; Türkiye’nin Süryanileri, (Örf, Din, Eğitim, Ekonomi, Psiko-sosyal Açıdan Anketli Tahlil), İstanbul, Tasam Yayınları, 2005. CELİL, Celilê; XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler, Çev. Mehmet DEMİR, Ankara, Öz-Ge Yayınları, 1992. CELİL, Celilê, GASARATYAN, M. A., Vd.; Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, İstanbul, Pêrî Yayınları, 1998. Cemaat Vakıfları, Bugünkü Sorunları ve Çözüm Önerileri, İstanbul, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, 2002. CHALLAYE, Felicien; Dinler Tarihi, Çev. Samih TİRYAKİOĞLU, 4. Baskı, İstanbul, Varlık Yayınları, 1998. CHEVALİER, Jean, Din Fenomeni, Çev. Mehmet AYDIN, Konya, Tekin Kitapevi, 1993. CİLACI, Osman; Günümüz Dünya Dinleri, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1995. CLÉMENT, Olivier; “Ortodoks Mezhebi”, Din Fenomeni, Ed. Jean CHEVALİER, Çev, Mehmet AYDIN, Konya, Tekin Kitapevi, 1993. CUİNET, Vital; La Turquıe D’Asıe, C. I-II, İstanbul, Les Editions İsis, 2001. Cumhuriyet Üniversitesi Barış İçin Diyalog Dinlerin “Bir Arada Yaşamaya Katkısı” Uluslararası Sempozyum Tebliğleri, 12 Eylül 2002, Sivas, 2003. ÇAĞLAYAN, Tuncer; “Büyük Ermenistan Projesi ve İngiltere”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XV, S. 44, Temmuz 1989, s. 513-528. ÇAKMAK, Fevzi; Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi, Ankara, Genelkurmay ATASE Yayınları, 2005. ÇALIK, Ramazan; Alman Kaynaklarına Göre II. Abdülhamit Döneminde Ermeni Olayları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000. ÇARK, Y.; Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler, 1453-1953, İstanbul, Yeni Matbaa, 1953. ÇAVUŞOĞLU, Naz; Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, 2. Baskı, İstanbul, Su Yayınları, 2001. 304 ÇELİK, Mehmet; “Tarihte Türk-Süryani İlişkileri”, Yeni Türkiye, Türkoloji ve Türk Tarihi Araştırmaları Özel Sayısı II, Yıl: 8, S. 44, Mart-Nisan 2002, s. 32-43. ----------; “Maceranın Huzura Tercihi ve Bir Milletin Dramı”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl:19, S.37, Ağustos 1994, s. 103-113. ----------; Ortadoğu Mozaiği Süryaniler-Nasturiler, Elazığ, Fırat Üniversitesi Yayınları, 1996. ----------; Süryani Tarihi (I), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1996. ÇERME, Tomas; “Misyonerler: Avrupa Uygarlığının Dünya Geneline Yönelen Taarruzu, Amerikalı Misyonerler ve Nasturiler”, Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, S.19, 2005, s. 55-64. ----------; “Süryaniler”, Tarih ve Toplum, C. XL, S. 235, Temmuz, 2003, s. 28-37. ÇETİN, İhsan; Midyat’ta Etnik Gruplar, İstanbul, Yaba Yayınları, 2007. ÇETİN, Süleyman Hayrullah; Türkiye’de Nasturi Hareketleri (18301926), Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1988. ÇEVİK, Mehmet; “Büyük Devletlerin Doğu Anadolu ve Kuzey Irak Politikalarında Bir Başka Unsur: Nesturiler”, Beşinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri, 23-25 Ekim 1995, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1996, s. 88100. ÇIKKI, Fuat Murat; Naum Faik ve Süryani Rönesansı, Haz. Mehmet ŞİMŞEK, İstanbul, Belge Yayınları, 2004. ÇİÇEK, Kemal; “Birinci Dünya Savaşı ve Nesturi-Süryaniler”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 541-544. ----------; “Osmanlılar ve Zımmiler: Papa Pavlos’un İslama Hakareti Ya da Renklere İsyanı”, Toplumsal Tarih, C. V, S. 25, Ocak 1996, s. 28-33. ÇİÇEK, Mustafa; Tanzimat Sonrasında Osmanlı Devleti’nde Süryani Cemaati, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2003. ÇÖLEMERİKLİ, İhsan; Mezopotamya Uygarlığı’nda Hakkari, Lis Yayınları, Diyarbakır, 2006. DALEY, E. Brian; “Christian Councils”, The Encylopedia of Religion, Vol. IV, New York, 1987. DANACIOĞLU, Esra; “Diyarbakır’da Amerikan Misyonerleri”, Diyarbakır: Müze Şehir, Haz. Şevket BEYSANOĞLU, M. Sabri KOZ, Emin Nedret İŞLİ, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 165-175. ----------; “Oryantalizm ve Osmanlı’da Amerikan Misyonerleri”, Toplumsal Tarih, S. 119, Kasım 2003, s. 90-93. ----------; “Anadolu’da Birkaç Amerikalı Misyoner”, Toplumsal Tarih, S. 120, Aralık 2003, s. 77-79. DAVISON, Roderic H.; “19. Yüzyılda Hıristiyan-Müslüman Eşitliğine Karşı Türklerin Tutumları”, Çev. Durdu Mehmet BURAK, Belleten, C. LXIII, S. 236, 2000, s. 229-251. 305 DAVISON, Roderic; Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, Çev. Osman AKINHAY, 2. Baskı, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2005. DEMİR, Zeki; Süryani Kilisesi ve Kilisenin Kutsal Yedi Gizi, 3. Baskı, Resim Matbaacılık, İstanbul, 2002. DEMİRCİ, Kürşat; “Hıristiyanlık”, İslam Ansiklopedisi, C.XVII, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 329-340. ----------; Bir Hıristiyan Mezhebi Olarak Ortodoksluğun Teolojisi, İstanbul, Ayışığı Kitapları, 2005. ----------; Dinler Tarihi Meseleleri, İstanbul, y.y., 1997. DEVELLİOĞLU, Ferit; Osmanlıca –Türkçe Lûgat, 24. Baskı, Ankara, Aydın Kitabevi, 2007. Deyrulzafaran Manastırı Broşürü. DİLEK, Abdurrahim; Midyat ve Civarı Süryaniler İnançları, Örf ve Adetleri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Basılmamış Lisans Tezi, 2002. DİNÇ, Ahmet; “Tarihten Bugüne Emperyalizmin İstismarında Süryanîlik”, 21. Yüzyıl, Yıl: 2, S. 4, Ocak, Şubat, Mart 2008, s. 169-192. DİNÇOL, Ali M.; “Âramice”, İslam Ansiklopedisi, C. III, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s.267-268. Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık, Dünü, Bugünü ve Geleceği Sempozyumu, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002. DOLABANİ, Hanna; Antakya Süryani Kadim (Ortodoks) Kilise Patriklerinin Özgeçmişi, Çev. Gabriel Akyüz, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2006. DOLAPÖNÜ, Hanna; Tarihte Mardin, İstanbul, 1972. ----------; Süryani Kadim Kilisesi Şahsi Namaz Kitabıdır, İstanbul, 1944. D’OHSSON, M; 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, Çev. Zerhan YÜKSEL, y.y., Tercüman 1001 Temel Eser, t.y. DORU, Nesim; Doğu’dan Batı’ya Köprü Süryaniler, Felsefe ve Çeviri Geleneği, Ankara, Dipnot Yayınları, 2007. ----------; “Süryanilerde Felsefe Akademileri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, DUMAN, Hasan; Osmanlı Salnameleri ve Nevsalleri Bibliyografyası ve Toplu Kataloğu, C. I-II, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1999. DURAK, Nihat; “Süryani Ortodoks Kilisesi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 187-210. ----------; Süryani Ortodoks Kilisesi’nde İbadet, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2000. ----------; Süryaniler Açısından 451 Kadıköy Konsili, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1993. DÜNDAR, Can; “Süryaniler Döner mi?”, Aktüel, 11-17 Mayıs 2000, s. 460. 306 DÜŞ, Metin; “Mardin Kırklar Kilisesi”, İdem, S. 9, Nisan 2005. www.reyono.net/default.aspx?=9&=12, 20 Ağustos 2008, 22.10. DVORNİK, Francis; Konsiller Tarihi İznik’ten II. Vatikan’a, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990. EBU ZEHRE, Muhammed; Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar, İstanbul, Fikir Yayınları, 1978. EDWARDS, Mark; “Synods and Councils”, The Cambridge History and Christianity, Ed. Winrich LÖHR, Fred NORRİS, Augustine CASİDEY, Vol. II, Cambridge, University Press, 2007, s. 367-395. ----------; “The First Council of Nicea”, The Cambridge History of Christianity, , Ed. Margaret M. MİTCHEL, Frances M. YOUNG, Vol. I Cambridge, University Press, 2006, s. 552-567. “Eğitimde Düşmanlığa ve Ayrımcılığa Hayır”, Eşitlik ve Özgürlük Gelecek, S. 14, Kasım 2003, s. 24. ENGELHARDT; Tanzimat ve Türkiye, Çev. Ali Reşad, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 1999. ERASLAN, Cezmi; “Hamidiye Alayları”, İslam Ansiklopedisi, C. XV, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 462-464. ERBAŞ, Ali; Hıristiyanlık, İstanbul, y.y., 2004. ERCAN, Yavuz; “Osmanlı Devleti’nde Müslüman Olmayan Topluluklar (Millet Sistemi)”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 197-207. ---------; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Ödedikleri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, Belleten, C. LV, S. 213, 1991, s. 371-391. ----------; “Türkiye’de XV ve XVI. Yüzyıllarda Gayrimüslimlerin Hukuki, İçtimai ve İktisadi Durumu”, Belleten, C. XLVII, S. 188, 1983, s.1119-1149. ----------; “Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin Giyim, Mesken ve Davranış Hukuku”, OTAM, Yıl: 1, S. 1, Haziran 1990, s. 117-125. ----------; Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988. ----------; Osmanlı İmparatorluğu’nda Bazı Sorunlar ve Günümüze Yansımaları, Ankara, MEB Yayınları, 2002. ----------; Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukuki Durumları, Ankara, Turhan Kitabevi, 2001. ERDEM, Mustafa; “Hıristiyanlıktaki Vaftiz Anlayışı Üzerine Bir Araştırma”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXXIV, 1993, s. 133-154. ----------; “Kıpti Kilisesi Üzerine Bir Araştırma”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXXVI, 1997, s. 143-178. ERDEMİR PALAZ, Hatice; “Tarihi Gelişim Sürecinde İnsan Hakları ve Osmanlı Modeli”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Yıl; 3, S. 9-10, MayısEkim 2001, s. 43-71. ERDOST, Muzaffer İlhan; Şemdinli Röportajı, Ankara, Onur Yayınları, 1993. 307 ERGÜN, Ömer; “Lozan’daki Azınlık Anlayışı ve Süryaniler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 239-256. EROĞLU, Ahmet Hikmet; “Hıristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XLI, 2000, s. 309-325. ERTUĞRUL, Halit; “Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancılarla İlgili Yapılan Hukukî Düzenlemeler”, Askeri Tarih Bülteni, S. 47, Ağustos, 1999, s. 27-35. ERTÜRK, Yaşar; Büyük Oyunun Eski Perdesi, Doğu Güneydoğu ve Musul Üçgeni (1918-1923), 2. Baskı, İstanbul, IQ Sanat Yayınları, 2007. ----------; Azınlık ve Yabancı Okullar Türk Toplumuna Etkisi, İstanbul, Nesil Basım Yayın, 1998. ERYILMAZ, Bilal; “Osmanlı Devleti’nde Farklılıklara ve Hoşgörüye Kavramsal Bir Yaklaşım”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 236-241. ----------; Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul, Risale Yayınları, 1990. ----------; Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, İstanbul, Ağaç Yayıncılık, 1992. EVANS, G. R.; “Eutyches, Nestorius and Chalcedon”, The First Christian Theologians, Ed. G. R. EVANS, United Kigdom, Blackwell Publishing, 2004, s. 243-247. EYYÜPOĞLU, İsmail; “Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na Kadar Osmanlı Devleti’nde Azınlık Problemi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 11, 1999, s. 247-264. FAYDA, Mustafa; Hz Ömer Zamanında Gayrimüslimler, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1989. FENDOĞLU, Tahsin; “Amerika Birleşik Devletleri’nin Misyonerleri ve Osmanlı Devleti”, Türkler, C. XIV, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 189-196. FOGGO, Hacer Yıldırım; Nesturiler, 1843-1846 Nesturi Katliamı, İstanbul, Chiviyazıları, 2002. FULTON, L. Bruce; “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Ed. Marian KENT, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999. “Gayr-i Müslim Vatan Şehitleri: Mehmetçikle Omuz Omuza”, Milliyet, 1 Mart 2005. GİBBON, Edward; Roma İmparatorluğu’nda Gerileyiş ve Çöküş Tarihi, Çev. A. BALTACIGİL, C. I-III, İstanbul, Bilim ve Sanat Vakfı Yayınları 1987. GÖNLÜBOL, Mehmet, SAR, Cem Vd.; Olaylarla Türk Dış Politikası, (1919-1995), 9. Baskı, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1996. GÖRGÜ, Elif; “Süryaniler Nasıl Geri Dönsün ki”, Evrensel, 28.05.2005. GÖYÜNÇ, Nejat; XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991. ----------; Osmanlı İdaresinde Ermeniler, y.y., Emek Matbaacılık, 1983. 308 GUEST, John S.; Yezidilerin Tarihi, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul, Avesta Yayınları, 2001. GÜLER, Ali; Osmanlı Devletinde Azınlıklar, İstanbul, Turan Yayıncılık, 1997. ----------; XX. Yüzyıl Başlarının Askeri ve Stratejik Dengeleri İçinde Türkiye’deki Gayrimüslimler (Sosyo-Ekonomik Durum Analizi), Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1996. GÜNALTAY, Şemsettin; Yakın Şark Tarihi III Suriye Filistin, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi,1947. GÜNAY, Ramazan; “Mardin’de Gayrimüslimlerin Durumu (19. Yüzyılın İlk Yarısında)”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 745-751. GÜNAY, S. Selçuk; “Hamidiye Alayları ve Osmanlı Politikası”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 6, Haziran 1987, s. 39-41. ----------; “Hamidiye Hafif Süvari Alayları ve Erzurum”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 53, 1988, s. 81-85. GÜNAY, Tümer, KÜÇÜK, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ankara, Ocak Yayınları, 1997. GÜNDÜZ, Şinasi; “Sinoplu Marcion’un Gnostik Teolojisi”, Hoşgörü Yılı ve İnanç Turizminde Göller Bölgesi Sempozyumu, Isparta, 2001, s. 131147. GÜNEL, Aziz; Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır, Oya Matbaası, 1970. GÜNERİ, Hasan; “Azınlık Vakıflarının İncelenmesi”, Vakıflar Dergisi, S. 10, 1973, s. 79-108. GÜNGÖR, Ali İsra, “Günümüzde Katolik Hıristiyanlık”, Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 910 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 259-267. GÜRBÜZ, Evren; Sömürgecilik Tarihi Işığında Ermeni Sorunundaki Çıkar Odakları, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2002. GÜRÜN, Kamuran; Ermeni Dosyası, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983. HACALOĞLU ALBAYRAK, Recep; Türkmen ve Asur Kiliselerinde Okunan Türkçe İlâhî Metinler, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1997. Hakkari İl Yıllığı, 1967, Ankara, Gürsoy Matbaacılık Sanayi, 1972. HALİD, Halil; İngilizlerin Osmanlıyı Yoketme Siyaseti, MusulKerkük-Mısır-Arabistan, İstanbul, Ekin Yayınları, 2008. HALLI, Reşat; Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1972. ----------; “Nasturi Ayaklanması (12- 28 Eylül 1924), Askeri Tarih Bülteni, Yıl:4, S. 7, 1978. HANÇERLİOĞLU, Orhan; İnanç Sözlüğü, Dinler, Mezhepler, Tarikatlar, Efsaneler, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1975. 309 HARMAN, Ömer Faruk; “Günümüzde Ortodoks Hıristiyanlık” Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s.187-196. HARRENT, Albert; IV. Yüzyılda Asur/Süryanilerin Kurduğu Antakya Akademisi, Çev. Vedii İHEN, İstanbul, Yaba Yayınları, 2003. HAYDAROĞLU, İlknur; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar”, Türkler, C. XIV, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 181-187. HAYES, E. R.; Doğu-Batı Asur/Süryanilerin Kurduğu Urfa Akademisi, Çev. Yaşar GÜNENÇ, İstanbul, Yaba Yayınları, 2002. “Hıristiyanlık”, İslam Ansiklopedisi, C. XXVII, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 328-372. Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel SEL, Levent KINRAN, Gen. Yay. Yön. M. Ali ŞİMŞEK, İstanbul, Yeni Yaşam Yayınları, 2004. HOMATKA, J. L.; “Doğu Ortodoksluğu”, Çev. Tümer GÜNAY, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XVII, 1969. HOUTİN, Albert; Hıristiyanlığın Kısa Tarihi”, Çev. Abdurrahman KÜÇÜK, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXV, 1981, s. 437-453. IŞIK, Ramazan; Maruni Kilisesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2003. IŞIK, Tomas; “Mardinli Rahip Muşe’nin Matbaa Serüveni”, Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 15-18. İLERİ, Cihangir; Türkiyede Nasturi Sorunu (1830-1926), Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2000. İNANÇ, Zeri; Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları, Ankara, Utopya Yayınları, 2004. İRİS, Muzaffer; Bütün Yönleriyle Süryaniler, İstanbul, Ekol Yayımcılık, 2003. İRTEM, Süleyman Kani; Şark Meselesi Osmanlı’nın Sömürgeleşme Tarihi, Haz. Osman Selim KOCAMANOĞLU, İstanbul, Temel Yayınları, 1999. JACOB, Xavier; Sorabilir miyiz? Hıristiyanlık Hakkında En Çok Sorulan Sorular, İstanbul, Orhan Basımevi, 1988. KAÇAR, Turhan; “Ebioniteler’den Arius’a: Eskiçağ Doğu Hıristiyanlığında İsa Teolojisi Tartışmaları”, A.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XLIV, S. 2, 2003, s. 187-206. ----------; “İstanbul Piskoposluğunun Doğuşu ve Yükselişi”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Yıl: 3, S. 9-10, Mayıs-Ekim 2001, s. 91-123. KAHRAMAN, Ahmet; Dinler Tarihi, İnsanın Yaşamındaki İlahi Felsefe, İstanbul, 1968. KANDEMİR, Feridun; Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, İstanbul, Yakın Tarihimiz Yayınları, 1965. KAPTAN, Eyüp; Lozan Konferansında Azınlıklar Sorunu, İstanbul, Harp Akademileri Basımevi, 2002. KARACAN, Ali Naci, Lozan, y.y., Milliyet Yayınları, 1971. 310 KARAÇAM, Şenay; 20. Yüzyıl Başlarında İngiltere’nin Ortadoğu Politikası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2004. KARAKOÇ, Sarkis; Külliyât-ı Kavanin Fihristi, C. I-II, Yay. Haz. M. Akif AYDIN, Fethi GEDİKLİ, Vd., Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2006. KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, C. V, C. VIII, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988. KARATAŞ, İsa; “Türkiye’de Süryani Olarak Yaşamak”, Birikim, S. 7172, Mart-Nisan 1995, s. 158-161. KARPAT, Kemal H.; “Ottoman Population Records and The Census of 1881/1882-1893” İnternational Journal of Middle East Studies, 9, 1978. ----------; Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Çev. Bahar TIRNAKÇI, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003. ----------; Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Çev. Recep BOZTEMUR, Ankara, İmge Kitabevi, 2001. KAŞGARLI, Mehlika Aktok; Mardin Yöresi Halkından Türko-Semitler, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991. KAYA, Önder; Tanzimat’tan Lozan’a Azınlıklar, İstanbul, Yeditepe Yayınevi, 2004. KAYMAZ, İhsan Şerif; Musul Sorunu, Petrol ve Kürt Sorunları ile Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir İnceleme, İstanbul, Otopsi Yayınları, 2003. KAYNAR, Reşat; Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1954. KAZICI, Ziya; “Osmanlılarda Hoşgörü”, Türkler, C.X, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 221-232. ----------; Osmanlı Vergi Sistemi, İstanbul, Erenler Matbaası, 1977. KENANOĞLU, M. Macit; Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek, İstanbul, Klasik Yayınları, 2004. KESER, Elif; Tur Abdin Süryani Ortodoks Dini Mimarisi, İstanbul, Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları 2002. KESKİN, Mustafa; “Milli Mücadele Başlarken Anadolu’nun Demografik Yapısı”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 3, 1989, s. 469-482. KILIÇ, Davut; “Osmanlı Ermenileri Arasında Katolik Kilisesi’nin Kuruluş Faaliyetleri”, Yeni Türkiye, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 726-734. ----------; “XIX. Asırda İngiltere’nin Ortadoğu Politikasının Osmanlı Ermenilerine Yansıması”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 117, Aralık 1998, s. 89-97. KILIÇ, Remzi; Osmanlı Türkiyesinde Azınlık Okulları (19. Yüzyıl), Türk Kültürü, C. XXXVII, S. 431, 1999, s. 151-159. KILINÇKAYA, Derviş; “Münbit Hilal’de XIX ve XX. Yüzyıllarda Nüfus ve İdari Yapı”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s.623-629. KİESER, Hans Lucas; Iskalanmış Barış: Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik Etnik Kimlik ve Devlet (1839-1938), Çev. Atilla DİRİM, Ed. Baha SİBER, Tanıl BORA, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005. 311 KİSKİRA, Konstantia P.; “19. Yüzyılın Çokuluslu İstanbul’unda Amerikan Misyonerleri”, 19. Yüzyıl İstanbul’unda Gayrimüslimler, Ed. Pinelopi STATHİS, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s.65-98. Kitabı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, Kitabı Mukaddes Şirketi, 1976. KOCABAŞ, Süleyman; İngiliz Tuzağı, Osmanlı’nın Yaşatılması ve Yıkılmasında İngiltere’nin Rolü, 1783-1823, İstanbul, Vatan Yayınları, 2003. KOCABAŞOĞLU, Uygur; “Doğu Sorunu Çevresinde Amerikan Misyoner Faaliyetleri”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu, Bildiriler, Hacettepe Üniversitesi, A.İ.İ.T.E., 8-9 Mart 1990, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992, s. 65-73. ----------; Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları, İstanbul, Arba Yayınları, 1999. KOÇOĞLU, Yahya; Azınlık Gençleri Anlatıyor, İstanbul, Metis Yayınları, 2001. KODAL, Tahir; Paylaşılamayan Toprak Türk Basınına Göre Musul Meselesi (1923-1926), İstanbul, Yeditepe, 2005. KODAMAN, Bayram; “II. Abdülhamid Devrinde Hakkari Sancağında Nesturiler ve İngiliz-Rus Emperyalizmi”, IX. Türk Tarih Kongresi, C. II, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, s. 1099-1109. ----------; “Şark Meselesi ve Tarihi Gelişimi”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu (Dün-Bugün-Yarın), H.Ü. A.İ.İ.T.E., 89 Mart 1990, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992, s. 59-63. ----------; “XIX. Yüzyıl Sonunda Güney-Doğu Anadolu’da Fransız Politikası”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 6., 1991, s. 157-162. ----------; Hamidiye Hafif Süvari Alayları, (II. Abdülhamit ve DoğuAnadolu Aşiretleri), Tarih Dergisi, S. 32, Mart 1979, İsmail Hakkı Uzunçarşılı Hatıra Sayısından Ayrı Basım, İstanbul, 1979. KOLUMAN, Aziz; Ortadoğu’da Süryanilik, Dini-Sosyal-Kültürel Hayat, Ankara, ASAM Yayınları, 2001. KÖNİ, Hasan; “Kurtuluş Savaşı Öncesi Azınlıklar Sorununa Bir Bakış”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. IX, S. 27, Ocak 1994, s. 479-484. KRÜGER, G.; “Monophysitism”, Encyclopedia of Religion and Ethics, Vol. VIII, Ed. James HASTİNG, New York, Charles Scribner’s Sons, 1955s. 811-817. KURTCEPHE, İsrafil; “Birinci Dünya Savaşında Bir Süryani Ayaklanması”, OTAM, S. 4, 1993, s. 291-296. KÜÇÜK, Abdurrahman; Ermeni Kilisesi ve Türkler, Ankara, Ocak Yayınları, 1996. KÜÇÜK, Cevdet; “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 208-216. ----------; “Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Hatıra Sayısı, 1979, s. 607-638. 312 KÜÇÜK, Cevdet; Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı, 1878-1897, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1986. KÜRKÇÜOĞLU, Ömer; Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara, AÜSBF Yayınları, 1978. KÜRŞAD, Cengiz; “Cumhuriyetimizin Korunması (I-II) Nasturi İsyanları”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 37,41, Mart,Temmuz 1988, s.30-35, 2630. KÜTÜKOĞLU, Mübahat; 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Muahedesi, Ankara, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon, 1985. LAYARD, Austen Henry; Ninova ve Kalıntıları, Çev. Zafer AVŞAR, İstanbul, Avesta Yayınları, 2000. LEMERLE, Paul; Bizans Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994. Lozan Telgrafları, Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış Konferansı, C. I, Haz. Bilal N. ŞİMŞİR, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990. MACLEAN, A.J.; “Syrian Christians”, Encyclopedia of Religion and Ethics, Ed. James Hasting, Vol. XII, Newyork, Charles Scribner’s Sons, 1955, s. 164-181. ----------; “Nestorıanısm”, Encyclopedia of Religion and Ethics, Ed. James Hasting, Vol. IX, Newyork, Charles Scribner’s Sons, 1955, s. 323-332. MANTRAN, Robert; 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul, Kurumsal, İktisadi, Toplumsal Tarih Denemesi, C. I-II, Çev. Mehmet Ali KILIÇBAY, Ankara, V Yayınları, 1986. MAR SAMCUN, Surma d Bayt; Ninova’nın Yakarışı, Çev. Meral BARIŞ, İstanbul, Avesta Yayınları, 1996. Mardin İl Yıllığı, Mardin, 1967. “Mardin’de Süryani “Muhtariyeti””, Aksiyon, Yıl: 10, S. 490, 26 Nisan 2004, s. 54-57. MASDÛSİ, A. Abdullah; Yaşayan Dünya Dinleri, Sosyo-Politik İnceleme, İstanbul, Kalem Yayıncılık, 1981. MATFİYEF, K. P.; Asurlar ve Modern Çağda Asur Sorunu, Çev. Vahap KELAT, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1996. MAYEWSKY, Wiladimir; Yabancı Gözüyle Ermeni Meselesi, Terc. Mehmed Sadık, Çev. Eyüp ŞAHİN, Ankara, Emniyet Genel Müdürlüğü Basımevi, 2001. MAYEWSRIY, V. T.;19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni İlişkileri, Terc. Mehmet SADIK, Çev. Haydar VARLI, y.y., Sipan Yayıncılık, 1997. MAZHAR, Ahmet Kemal; I. Dünya Savaşı Yıllarında Kürdistan, Ankara, 1992. MCCARTHY, Justin; Osmanlı Anadolu Topraklarındaki Müslüman ve Azınlık Nüfus, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1995. ----------, Osmanlı’ya Veda, İmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, Çev. Mehmet TUNCEL, İstanbul, Etkileşim Yayınları, 2006. ----------; The Ottoman Peoples and The End of Empire, Oxford University Press, New York, 2001. 313 MCCARTHY, Justin; Ermeni Sorunu Gerçeği Konulu Konferans, 24 Mart 2005, Ankara, TBMM Basımevi, 2005. ----------; Müslümanlar ve Azınlıklar, Çev. Bilge UMAR, Ankara, İnkılap Yayınevi, 1998. MCCARTHY, Justin; ASLAN, Esat, Vd.; The Armenian Rebellion at Van, Salt Lake Cıty, The Universty of Utah Press, 2006. MCDONALD, Dermot; “Markion”, Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel SEL, Levent KINRAN, Gn.Yay.Yön. M. Ali ŞİMŞEK, İstanbul, Yeni Yaşam Yayınları, 2004. MCDOWALL, David; Modern Kürt Tarihi, Çev. Neşenur DOMANİÇ, Gen. Yay. Yön. Niyazi KOÇAK, Yay. Haz. Selma KOÇAK, İstanbul, Doruk Yayınları, 2004. MELEK, Kemal; İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu (1890-1926), İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1983. Memalik-i Osmaniye’nin 1330 Senesi İstatistiki, Dahiliye Nezareti Sicilli Nüfus İdare-i Umumiyesi Müdüriyeti Yayınları, Dersaadet, 1336. MERAL, İbrahim; Mütareke’den Cumhuriyet’e (30 Ekim 1918-29 Ekim 1923) Azınlıkların Sosyal, Ekonomik, Demografik Yapısı ve Dış Ülkelerle Olan İlişkileri, Hacettepe Üniversitesi A.İ.İ.T.E., Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1998. MERAM, Ali Kemal; Belgelerle Türk İngiliz İlişkileri Tarihi, İstanbul, Kitaş Yayınları, 1969. MERAY, Seha L., OLCAY, Osman; Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Antlaşması, İlgili Belgeler), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977. MERAY, Seha; Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, Takım 1, C.I, Kitap 1-2, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1970. METİN, Halil; Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, Ankara, MEB Yayınları, 2001. MISIRLIOĞLU, Kadir; Lozan Zafer mi Hezimet mi, y.y., Sebil Yayınevi, 1965. MİCHEAU, Françoise; “Copts, Melkites, Nestorians and Jacobites”, The Cambridge History of Christianity, Vol. V, Ed. Margaret M. MITCHELL, Franches, M. YOUNG, Cambridge, University Press, 2006, s. 373-403. Milletler Cemiyeti Belgelerinden Musul Kerkük Sorunu ve Kürdistan’ın Paylaşımı, Milletler Cemiyeti Tarafından 30 Eylül 1924’te Oluşturulan Komisyon Raporu, İstanbul, Med Yayınları, 1991. Milliyet, 19 Kasım 1977. MİNORSKY, Viladimir; Kürtler, İstanbul, Koral Yayınları, 1992. MİNORSKY, Viladimir, BOİS, Thomas, Vd.; Kürtler&Kürdistan, 2. Baskı, Doz Yayınları, İstanbul, 2004. MOLİTOR, Joseph; Kildaniler ve Doğu Süryani Kilisesi, Çev: Erol SEVER, İstanbul, Yaba Yayınları, 2004. Mor Gabriel Manastırı Broşürü MŞİHA, Zha; Erbil Vakayinamesi, Çev. Erol Sever, İstanbul, 2002. 314 Musul Kerkük İle İlgili Arşiv Belgeleri (1525-1919), Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 1993. MUTLU, Şamil; Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları, 2. Baskı, İstanbul, Gökkubbe, 2005. NÂS, Fethi; Türkiye’de Topluluklar Sosyolojisi: Midyat Örneği (Süryaniler, Yezidiler, Araplar, Kürtler), Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Muğla, 2003. NEDKOFF, Boris Christoff; “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye (Baş Vergisi)”, Belleten, C. VIII, S. 32, 1944, s. 599-630. NİKİTİNE, Basil; “Nestûriler”, İslam Ansiklopedisi, C. IX, Maarif Matbaası, İstanbul, 1944, s. 207-212. ----------; Kürtler, Sosyolojik ve Tarihi İnceleme, C. I-II, İstanbul, Denge Yayınları, 2002. NOEL, E.W.C.; Kürdistan 1919, Kürdistan’da Özel Görevde Bulunan Binbaşı Noel’in Günlüğü, Çev, Bülent Birer, İstanbul, Avesta Yayınları, 1999. NUR, Rıza, GREW, Joseph C.; Lozan Barış Konferansının Perde Arkası, İstanbul, Örgün Yayınevi, 2003. NUR, Rıza; Hayat ve Hatıratım, C. III, İstanbul, Altındağ, 1968. OKTAR, Tiğinçe, GENÇ, Hamdi; “Osmanlı- ABD İlişkileri Bağlamında Mardin Sancağında Faaliyet Gösteren ABD’ye Ait Eğitim ve Sağlık Kurumları, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 495-501. O’LEARY, De Lacy; İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çev. Hüseyin YURDAYDIN, Yaşar KUTLUAY, Ankara, İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1971. ORAN, Baskın; “Lozan’da Azınlıkların Korunması”, Toplumsal Tarih, S. 115, Temmuz 2003, s. 72-77. ----------; “Türkiye’de Azınlık Hukuku”, Toplumsal Tarih, S. 117, Eylül 2003, s. 74-79. ----------; “Lozan’ın “Azınlıkların Korunması” Bölümü Yeniden Okurken”, A.Ü.S.B.F. Dergisi, C. XLIX, No. 3-4, Haziran-Aralık 1994, s. 283-301. ----------; Türkiye’de Azınlıklar Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, 2. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005. ORTAYLI, İlber; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi”, Türkler, C.X, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 216-220. Osmanlı Devlet ve Medeniyet Tarihi, Ed. Ekmeleddin İHSANOĞLU, C. I, İstanbul, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi Yayınları, 1994. Osmanlı Devleti’nin İlk İstatistik Yıllığı 1897, Haz. Tevfik GÜRAN, Tarihi İstatistikler Dizisi, C. V, Ankara, Devlet İstatistik Enstitüsü Yayınları, 1997. Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Ed. Marıan KENT, Çev. Ahmet FETHİ, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu, 1500-1927, Haz. Cem BEHAR, C. II, Ankara, DİE Yayınları, 1996. OSTROGORSKY, Georg; Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret IŞILTAN, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991. 315 ÖKE, Mim Kemal; Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu, 1918-1926, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1992. ----------; İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in “Kürdistan Misyonu”, İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 1989. ----------; Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1987. ----------; Ermeni Sorunu, 1914-1923, (Devletin Dış Politika Araç Alternatifleri Üzerine Bir İnceleme), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991. ÖKSÜZ, Hikmet; “Lozan’da Azınlıklar Meselesi”, Türk Yurdu, Kasım 1987, s. 87-98. ÖLÇEN, Yavuz; “Milli Mücadelede Mardin”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 656-665. ÖZBAY, Kemal; Süryaniler, Kadim Süryaniler ve Türkiye’deki Durumları, İstanbul, Baha Matbaası, 1975. ÖZCOŞAR, İbrahim; “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi ve Süryani Kadimler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 209238. ----------; “Papalığın Müdahalesi ve Süryani Kiliselerinde Bölünme: Keldani ve Süryani Katolik Patriklikleri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 267-296. ---------; “Süryani-Müslüman İlişkileri”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim ÖZCOŞAR, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 197-217. ----------; Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat, 19. Yüzyılda Mardin Süryanileri, Ankara, Beyan Yayınları, 2008. ----------; “19. Yüzyılda Mardin Nüfusu”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 793-802. ÖZÇELİK, İsmail; “İşgal Yıllarında Mardin”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 669-678. ÖZDEMİR, Bülent; Süryanilerin Dünü Bugünü, I. Dünya Savaşı’nda Süryaniler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2008. ÖZDEMİR, Hikmet, ÇİÇEK, Kemal Vd.; Ermeniler: Sürgün ve Göç, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2005. ÖZDEMİR, Hikmet; Arnold Toynbee’nin Ermeni Sorununa Bakışı, Ankara, Türkiye Bilimler Akademisi, Akademi Forumu 36, 2005. 316 ÖZKAN, Ali Rafet, “Osmanlı’nın Düşüşü ve Hıristiyanların Kıyamet Senaryoları”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı I, C XXXI, 2000, s. 347360. ÖZMEN, Abdurrahim; Tur Abdin Süryanileri Örneğinde EtnoKültürel Sınırlar, A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Dotora Tezi, Ankara, 2006. ÖZTEMİR, B.Murat; Yezidiler ve Süryaniler, İstanbul, Ekin Yayınları, 1988. ÖZTÜRK, Ayhan; “19. Yüzyıl Mardin’inde Müslim-Gayrimüslim İlişkilerine Örnekler”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 519-524. ÖZTÜRK, Nazif; Azınlık Vakıfları, Ankara, Altınküre Yayınları, 2003. ÖZTÜRK, Uğur; XX. Yüzyılda Mardin Tarihi ve İnanç Coğrafyası, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 1997. PARRY, Oswald H.; Six Months ın The Syrian Monastery, Landon, Horace Cox, 1895. POLAT, İlknur; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Açılan Amerikan Okulları Üzerine Bir İnceleme”, Belleten, C. LII, S. 203, 1988, s. 607-652. ----------; Yabancı Okullar, Ankara, Ocak Yayınları, 1993. REFİK, Ahmed; Onuncu Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı (1495-1591), İstanbul, Enderun Kitapevi, 1988. ----------; On Birinci Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı (1592-1688), (10001100), İstanbul, Enderun Kitapevi, 1988. ----------; On İkinci Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı (1689-1785), (11001200), İstanbul, Enderun Kitapevi, 1988. Religion in the Middle East, Three Religion in Concord and Conflict, Ed. A.J. ARBERRY, Cambridge, At the University Press, 1969. REYNA, Yuda, MORENO, Ester; Son Yasal Düzenlemelere Göre Cemaat Vakıfları, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş., İstanbul, 2003. REYNA, Yuda, ŞEN, Yusuf; Cemaat Vakıfları ve Sorunları, İstanbul, Gözlem Gazetecilik Basın Yayın A.Ş., 1994. Rus General Mayewski’nin Doğu Anadolu Raporu, Van ve Bitlis Vilayetleri Askeri İstatistiki, Terc. Mehmed Sadık, Haz. Hamit PEHLİVANLI, Van, Van Belediye Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Yayınları, 1997. SÂBİS, Ali İhsan; Birinci Dünya Harbi, C. IV, İstanbul, Nehir Yayınları, 1991. ----------; Harp Hatıralarım, C. I-III, İstanbul, Güneş Matbaacılık, 1943. SAGAY, Reşat; XIX. ve XX. Yüzyıllarda Büyük Devletlerin Yayılma Siyasetleri ve Milletlerarası Önemli Meseleler, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1972. SAKİN, Orhan; Osmanlı’da Etnik Yapı, 1914 Nüfusu, İstanbul, Ekim Yayınları, 2008. 317 SARIKAVAK, Kazım; “Urfa-Harran Okulları ve Süryaniler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s.89-99. SASUNİ, Garo; Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, İstanbul, Med Yayıncılık, 1992. SARAL, Ahmet Hulki; Ermeni Meselesi, Ankara, 1970. SARIKÇIOĞLU, Ekrem; Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, 4. Baskı, Isparta, Fakülte Kitabevi Yayınları, 2002. SATILMIŞ, Selahattin; “XIX. Yüzyılda Nesturiler ve İngiliz Misyonerlik Faaliyetleri”, Belleten, C. LXXI, S. 261, Ağustos 2007, s. 653-688. SAYDAM, Abdullah; Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Trabzon, Derya Kitapevi, 1999. SCHER, Addai; Siirt Vakayınamesi Doğu Süryani Nasturi Kilisesi Tarihi, İstanbul, 2002. SCHIMMEL, Annemarie; Dinler Tarihine Giriş, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1955. SEFEROĞLU, Şükrü Kaya; Milli Mücadele Yıllarında Kürt “Türk”Ermeni İlişkileri, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1990. SERTOĞLU, Mithat; Süryani Türklerinin Siyasi ve İçtimai Tarihi, İstanbul, Baha Matbaası, 1974. ----------; “Osmanlı İmparatorluğunda Azınlık Meselesi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 25, Ekim 1969, s. 44-52. SEVER, Erol; Asur Tarihi, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1993. SEVGEN, Nazmi; “Kürtler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 12,13,14, Eylül, 1968. ----------; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Osmanlı Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi, Yay. Haz. Şükrü Kaya SEFEROĞLU, Halil TÜRKÖZÜ, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1982. SEVİNÇ, Necdet; Osmanlıdan Günümüze Misyoner Faaliyetleri, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2002. SEYFELİ, Canan; “Osmanlı Devlet Salnamelerinde Süryaniler (18471918)”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 49140. ----------; “Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin İdari Yapısı: Süryani Kadim Kilisesi Örneği”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 251-265. ----------; İstanbul Ermeni Patrikliği, Ankara, Aziz Andaç Yayınları, 2005. SEZEN, Tahir; Osmanlı Yer Adları: Alfabetik Sırasıyla, Ankara, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 2006. SEZER, Ayten; “Atatürk ve Türkiye’deki Misyoner Okulları”, Türkler, C. XVII, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 467-475. SEZGİN, Rahime, UÇAR, Murat; “Süryaniler… Azınlık mı Değil mi?”, Aksiyon, Yıl: 8, S. 378, 2-8 Mart 2002, s. 22-24. 318 SİNANOĞLU, Mustafa; “İznik Konsili”, İslam Ansiklopedisi, C. XXIII, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 549-552. ----------; “Melkaiyye”, İslam Ansiklopedisi, C. XXIX, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s.84-85. SONYEL, Salâhi R.; “Birinci Dünya Savaşı Günlerinde Türk-Ermeni İlişkileri ve İngiliz Propagandası”, Belleten, C. LVIII, S. 221, 1994, s. 377380. ----------; “Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğunu Parçalama Çabalarında Hıristiyan Azınlıkların Rolü”, Belleten, C. XLIX, S. 195, 1986, s.647-656. ----------; “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemi ve Türkiye’yi Bölme Çabaları (1908-1918), Belleten, C. LXI, S. 231, 1997, s. 387-428. ----------; “Türkiye’deki Süryaniler, I. Dünya Savaşı Günlerinde Güçlü Devletlerce Nasıl Aldatıldılar”, XII. Türk Tarih Kongresi, C.III, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993, s.1145-1155. ----------; “Tanzimat ve Osmanlu İmparatorluğu’nun Gayri-Müslim Uyrukları Üzerindeki Etkileri”, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, 31 Ekim-3 Kasım 1989, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1994, s. 339-351. ----------; “Tehcir ve “Kırımlar” Konusunda, Ermeni Propagandası, Hıristiyanlık Dünyasını Nasıl Aldattı”, Belleten, C. XLI, S. 161, 1977, s. 137156. ----------; The Assyrians of Turkey Victims Major Power Policy, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2001. ----------; Gizli Belgelerle Lozan Konferansı’nın Perde Arkası, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2006. SOYKAN, T.Tankut; Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimler Klasik Dönem Osmanlı Hukukunda Gayrimüslimlerin Hukuki Statüsü, İstanbul, 2000. SOYSÜ, Hale; Kavimler Kapısı-1, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1992. SOYSÜ, Hale, AKKAYA, Ahmet; “Kavimler Kapısı”, İkibin’e Doğru, Yıl: 5, S. 38, Kasım 1991, s. 8-16. SÖNMEZ, Zekiye; “İnciller ve Kur’an Işığında Hz. İsa” , Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 910 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 137-166. STANFORD, Shaw; “The Ottoman Census System and Population, 1831-1914”, Middle East Stud., 9 (1978), No. 3, s. 2, 10, 13. ----------; “Ottoman Population Movements Durıng The Last Years of The Empire, 1885-1914: Some Prelımınary Remarks”, Osmanlı Araştırmalar Dergisi I, 1980, s.191-205. ----------; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, İstanbul, 1982. SÜMER, İbrahim; I.- IV. Yüzyıllarda Süryani Kilisesi Tarihi ve Bazı Dini Edebi Metinler, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa, 1996. SÜPHANDAĞ, Kemal; Büyük Osmanlı Entrikası Hamidiye Alayları, İstanbul, Komal Basım Yayın ve Dağıtım, 2006. Süryani Katolik Ayin Kitabı, Haz. Yusuf SAĞ, İstanbul, 1991. 319 Süryani Kadim Patriği Mar İğnatiyos I. Zekka Ayvaz’ın Türkiye’yi Ziyareti, Yazan: Cebrail AYDIN, İstanbul, İstanbul Türk Süryani Kadim Kilisesi Yayınları, Baha Matbaası, t.y. “Süryaniler”, Türk Ansiklopedisi, C. XXX, Ankara, MEB Yayınları, 1981. “Süryaniler, Dönün Demek Yetmiyor”, Hürriyet, 24 Eylül 2006. “Süryaniler Türkiye’nin Zenginliğidir”, Tempo, S. 282, 17-23 Haziran 2004, s. 40-42 Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I-IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005. Süryanilerin Acı Sonu, Çev. Şükran YURDAGÜL, İsveç, Nsibin Yayınevi, 1991. SÜSLÜ, Azmi; “Osmanlıların Gayrimüslimlere Gösterdiği Müsamaha”, III. Osmanlı Sempozyumu, Söğüt, Eylül 1988, Ankara, Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenliği Vakfı Yayınları, 1989, s. 57-62. ----------; Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Sistem Matbaası, 1990. ----------; Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1987. ŞADİLLİLİ, Vedat; Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Ankara, 1980. ŞAFAK, Ali; “Mukayeseli Hukuk Açısından Azınlık Haklarına Bir Bakış ve Ermeni Katolik Patrikliği ile İlgili Bir Fermanın Değerlendirilmesi”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı II, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 651-669. ŞAKİROĞLU, Mahmut; Fatih’in Galatalılara Verdiği Ferman’ın Türkçe Metinleri, A.Ü.DTCF, Tarih Araştırmaları Dergisi, C. XIV’ten Ayrı Basım, Ankara, 1983. ŞENAY, Bülent “Merkuniyye”, İslam Ansiklopedisi, C. XXIX, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 207-208. ----------; Dini Cemaatler Sosyolojisi ve Hıristiyan Cemaatleri, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 1991. ŞER, Adday; Nusaybin Akademisi, Kuruluşu, Yönetmeliği ve Yetiştirdiği Kişiler, Çev. Nesim Doru, İstanbul, Yaba Yayınları, 2006. ŞİMŞEK, Halil; Lozan’ın Getirdiği Statü ve Türkiye’de Azınlıkların Durumu (1923-1974), Hacettepe Üniversitesi A.İ.İ.T.E., Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006. ŞİMŞEK, Mehmet; Süryaniler ve Diyarbakır, İstanbul, Chiviyazıları, 2003. ----------; “Süryanilerde Ölüm”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. III, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 247-271. ----------; “Şark Yıldızı Gazetesi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 39-50. ŞİMŞİR, Bilal; İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (1856-1880), Ankara, Bilgi Yayınevi, 1986. 320 ŞİŞMAN, Adnan, “Misyonerlik ve Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Kurulan Yabancı Sosyal ve Kültürel Müesseseler”, Türkler, C. XIV, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 173-179. TANRIVERDİ, Eyyüp; “Süryani Dili”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 1-10. Tanzimat, Haz. Komisyon, Ankara, MEB Yayınları, 1999. Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1989. TAPLAMACIOĞLU, Mehmet; Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Ankara, Güneş Matbaacılık, 1966. TAŞĞIN, Ahmet; “Anadolu’nun Yok Olmaya Yüz Tutmuş Zenginliklerinden: Süryaniler”, VI. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi, Genel Konular Seksiyon Bildirileri, İçel, 18-21 Haziran 2001, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, s. 205-227. ----------; “Son Süryani Göçü”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 74-92. ----------; “Sezginin ve Bilgeliğin Sembolü: Öz Hikmet Dergisi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 51-69. ----------; “Süryani Kadim Ortodoks Kilisesinde Yenileşme Çabaları: Deyru’l-zafaran Manastırında Patriklik Matbaası”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005; s. 1-26. ----------; “Süryani Puşiciler”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 95-105. Taşın ve İnancın Şiiri Mardin, Ed. İlhami MISIRLIOĞLU, İstanbul, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 1998. TAŞPINAR, İsmail; “Maruniler”, İslam Ansiklopedisi, C. XXVIII, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 71-72. TEOMAN, Zeki; “Süryaniler”, Eflatun, Yıl: 19, S. 227, Kasım 1987, s. 12-13. TEZOKUR, M. Hadi; “Süryanilerde Namaz”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 300-334. ----------; “Süryanilerde Vaftiz”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim ÖZCOŞAR, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 229-265. TOLON, Ahmet Hurşit; Birinci Dünya Savaşı Sırasında Taksim Anlaşmalar ve Sevre Giden Yol, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2004. TOYNBEE, Arnold; Hatıralar: Tanıdıklarım, Terc. Deniz Öktem, İstanbul, Klasik Yayınları, 2005. TOZLU, Necmettin; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Misyoner Okulları”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s. 787-797. 321 TURAN, Mustafa; Milli Mücadele’de Siyasi Çözüm Arayışları, (30 Ekim 1918-24 Temmuz 1923), 2. Baskı, Ankara, Siyasal Kitapevi, 2005. ----------; “Ermeni Meselesine Politik Yaklaşım”, (Erişim) http//www.gazi.edu.tr/web/mturan/yayınlar.htm/ 13 Ocak 2008, 22.10 TURAN, Mustafa, EKİNCİKLİ, Mustafa Vd.; Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, 5. Baskı, Ankara, Gazi Kitapevi, 2006. TURAN, Osman; Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, C. I, İstanbul, Turan Neşriyat, 1969. TÜREN, Sabahattin; Mardin Süryanilerinin Dini Durumları Hakkında Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Basılmamış Lisans Tezi, 1976. Türk Süryani Kadim Kilisesi’nin Mesihsel Öğretimi, Mardin, 1937. Türkçe Sözlük, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1981. Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl Lozan (1922-1923), Ankara, Dışişleri Bakanlığı Yayınları, 1973. TÜRKDOĞAN, Orhan; Etnik Sosyoloji, Türk Toplumunun Etnik Yapısı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2003. TÜRKÖZÜ, Kemal; “XVI. Yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Eyaletlerinde Hıristiyan Tebaaya Tanınan Haklar”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 23, Ocak 1987, s. 35-39. ULUBELEN, Erol; İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2005. Üçüncü Ordu Bölgesinde Çıkan Ayaklanmalar ve Ayaklanmaların Bastırılması, Haz. Kemal YILMAZ, Ankara, 1991. ÜNAL, Mustafa; “Nasturilik ve Türkler”, Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 529-539. ÜNGÖR, Uğur Ü.; Contested Territory, A Comparative Analysis of Nationalism in Eastern Turkey, Amsterdam Üniversitesi, Tarih Bölümü, 2004, ÜNVER, Günay, GÜNGÖR, Harun; Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2003. ÜRER, Levent; Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, İstanbul, Derin Yayınları, 2003. VAFİ, Abdülvahid; “Hıristiyan İnancının Teslise Dönüşmesi ve Teslisin İlk Kaynakları”, Çev. Hidayet IŞIK, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 6, 1996, s. 383-393. VAHAPOĞLU, M. Hidayet; “Yönetim ve Azınlıklara Bakış Açısından Osmanlı Devleti”, Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı, C. VIII, S. 22, 1996, s.41-51. ----------; Osmanlı’dan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar, İstanbul, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1990. VARTANOV, Elia; Sibirya Sürgünü Asurilerin Anıları, 1949-1956, Çev. H. TOPUZOĞLU, İstanbul, Yaba Yayınları, 2005. VASİLİEV, A.A.; Bizans İmparatorluğu Tarihi, Çev. Arif Müfid Mansel, Ankara, Maarif Matbaası, 1943. 322 WELATE, Tori; Birlikte Olduğumuz Halklar, 3. Baskı, İstanbul, Sorun Yayınları, 2000. WİGRAM, W.A., WİGRAM, Edgar T. A.; İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam, Çev. İbrahim BİNGÖL, İstanbul, Avesta Yayınları, 2004. WİGRAM, W. A.; The Assyrıans and The Their Neighbours, London, G. Bell&Sons, 1929. WİLLİAMS, Rowan; “Athanasius and the Arian Crisis”, The First Christian Theologians, Ed. G. R. EVANS, United Kigdom, Blackwell Publishing, 2004, s. 157-167. WRIGHT, David F.; “Konseyler ve İnanç Bildirgeleri”, Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel SEL, Levent KINRAN, Gn.Yay.Yön. M. Ali ŞİMŞEK, İstanbul 2004. Yakın Doğu Meseleleriyle İlgili Lozan Barış Konferansı Tutanakları, 21 Kasım 1922-23 Temmuz 1923, Birinci Takım, C. I, 1. Kitap, Der. Ahmet YAVUZ, Ankara, Dışişleri Bakanlığı Yayınları, 1968. YAKUP, Joseph; “Ya Süryanileri Hatırlayan Var mı?”, Radikal, 23 Haziran 2005. YALÇIN, Edip Semih; “Mısak-ı Milli ve Lozan Barış Konferansı Belgelerinde Musul Meselesi”, Mısak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1998, s. 155-173. YALÇINKAYA, Mehmet Alaaddin; “Avrupalı Seyyahlara Göre Mardin ve Çevresinin Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Durumu (1880-1850), I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, S. 477-482. Yaşayan Lozan, Ed. Çağrı ERHAN, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2003. YAVUZ, Bige; Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994. YELDA; İstanbul’da Diyarbakır’da Azalırken, İstanbul, Belge Yayınları, 1996. YERASİMOS, Stefanos; Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Sorunu, Ankara, Türkiye Bilimler Akademisi Formu, 2002. YEŞİL, Cüneyt; Süryanilerde İnanç ve İbadet Esasları, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2002. YILDIRIM, Hüsamettin; Rus-Türk-Ermeni Münasebetleri, Ankara, Kök, 1990. ---------; Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Ankara, Sistem Ofset Yayınları, 2000. YILDIRIM, Suat; Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, İzmir, Işık Yayınları, 1996. YILDIZ, Cengiz; “Midyat ve Çevresinde Dinler Arası Hoşgörünün Tesisinde Örnek Bir Şahsiyet: Fethullah Hamidi”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim ÖZCOŞAR, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 97-116. 323 YILDIZ, Hatip; “Bedirhan Bey ve Nasturiler”, Süryaniler ve Süryanilik, , Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 161-183. YILMAZ, Durmuş; Fransa’nın Türkiye Ermenilerini Katolikleştirme Siyaseti, Konya, Selçuk Üniversitesi Vakfı Yayınları, 2001. YILMAZÇELİK, İbrahim; XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (17901840), Fiziki, İdari ve Sosyoekonomik Yapı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995. ----------; “Osmanlı Hakimiyeti Süresince Diyarbekir Eyaleti’nin İktisadi ve Sosyal Durumu”, Diyarbakır Müze Şehir, Haz. Şevket BEYSANOĞLU, M. Sabri KOZ, Emin Nedret İŞLİ, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 495497. YOHANNAN, Abraham; Mezopotamya’nın Kayıp Halkı Nasturiler, Çev. Meltem DENİZ, Ankara, Beybun Yayıncılık, 2006. YONAN, Gabriele; Asur Soykırımı, Unutulan Bir Holocoust, Çev. Erol SEVER, İstanbul, Pencere Yayınları, 1999. YURDAYDIN, Hüseyin Gazi; “İslam Devletinde Müslüman Olmayanların Durumu”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXVII, 1985, s. 97-110. YÜCEL, Özlem; Lozan Barış Andlaşması Işığında Türkiye’nin Azınlıkların Korunmasıyla İlgili Meseleleri, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1992. İnternet Kaynakları: www. suryanikadim.org (21 Temmuz 2008, 12.01-12.09) www. deyrulzafaran.org (3 Ağustos 2008, 15.03) www.suryaniler.com (11 Şubat 2009,13.10) www.e-mardin.com (3 Ağustos 2008, 17.03) 324 EK I 0 ....................................................................................................................................... 37-43 Süryani Ortodoks Kilisesi 431 Nasturiler 451 Melkitler 500 ................................................................................................................................... Maruniler 7.yy 1000 ................................................................................................................................. 1445 Keldaniler** 1500 .................................................................................................................................. 1774 Melkit Katolikler 19.yy Süryani Protestanlar 1782 Süryani Katolikler 2000 ............................................................................................................................... * Tablo: 5500 Yılın Tanıkları Süryaniler, Haz. Kenan Altınışık, İstanbul, 2004 ,s. 24. ** İlk bölünme bu tarihte olmasına rağmen patrikliğin kuruluş tarihi 1553 olarak bilinir. Bkz. Kadir Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, Vadi Yayınları, 1997, s.105-107. 325 EK II SÜRYANİ KADİM PATRİKHANE NİZAMNAMESİ PATRĠKLĠĞE SEÇĠLECEK KĠġĠNĠN ÖZELLĠKLERĠ VE PATRĠK SEÇĠMĠ Madde 1- Antakya Patriği adı ile anılan ve idare merkezi Mardin Deyrulzafaran Manastırı’nda bulunan Ortodoks Süryani Kadim Patrikliğine seçilecek kiĢinin, gerek Osmanlı Devleti’nin idaresi altında bulunan gerekse Hindistan’da, Amerika’da ve diğer ülkelerde bulunan Süryani Kiliselerinin en üst ruhani lideri olarak adlandırılır. Madde 2- Patrik olarak seçilecek kiĢinin güzel ahlaklı, yetenekli, ilminde, kilise kanunlarına ve dini hükümlere hakim olmalıdır. Osmanlı Devleti sınırları içerisinde Süryani ruhbanları arasında kendisini kabul ettirmiĢ olmalıdır. Cemaat dahilinde bulunan Süryanilerin dini meselelerinde hem Osmanlı Devleti’nin, hem de Süryani cemaatinin güvenine sahip olmalıdır. Osmanlı vatandaĢı olup, yaĢça en az otuz beĢ, en fazla atmıĢ yaĢını geçmemiĢ olmalıdır. Görevi sırasında belirtilen yaĢ sınırını aĢması halinde, sağlık Ģartları mevcut ise, bu durum onun görevden alınmasına sebep teĢkil etmeyecektir. Madde 3- Herhangi bir biçimde patriklik vazifesinin sona ermesiyle meydana gelebilecek olumsuz Ģartlarda, patrikhane meclis üyeleri Deyrulzafaran Manastırı’nda toplanarak, diğer memleketlerde yaĢayan Süryanilerinde kabul edeceği bir kimseyi, patriklik seçimine hazırlık amacıyla belirlenen kiĢi için diğer metropolitlerin, kaymakamı seçmek üzere telgrafla oyları istenir. Meclis üyelerinin oybirliği ile seçilmiĢ bulunan zatın, mazbatası onaylanarak Adliye ve Mezahip Bakanlığına takdim edilir. Kaymakamın göreve baĢlamasıyla patrik seçimine dair usul ve kaideleri içeren yazılı bir belge gönderilecektir. Madde 4- Yukarıdaki maddenin hükmü yerine getirildikten sonra patrik kaymakamı olarak tayin olunan kiĢi Deyrulzafaran’da bulunan makama geldikten on gün sonra, Osmanlı hâkimiyeti altındaki piskopos rütbesi taĢıyan 326 ruhani reisler ile Hindistan’daki piskopos vekili (Mafiryan) bulunan baĢpiskoposu da, patrik seçimi için Deyrulzafaran Manastırı’nda belirlenecek bir günde toplanacak meclise davet edilecektir. Bu seçime Osmanlı Ġmparatorluğu sınırları içinde bulunan metropolit ve metropolit vekilleri ve metropolitlik meclis üyeleri, belirlenen günde birer vekillerinin bulunması ve halktan uygun görülen kimselerin de belirlenen günde Deyrulzafaran Manastırı’nda bulunmaları gerekir. Belirlenen mahallerdeki cemaat üyelerine davetiye gönderilecektir. Temsilci göndermeyen cemaatler, seçme hakkından vazgeçmiĢ sayılacaklardır. Madde 5- Geçerli bir nedenden dolayı davete gelemeyecek olan piskoposlar, oylarını yazılı ve onaylı olarak, belirlenen tarihten bir gün önceden adı geçen meclis baĢkanlığına bildirmek zorundadır. Madde 6- Kaymakam tarafından belirlenen Ģartları taĢıyan piskoposlar ile patrik olmaya layık metropolitlerin isimlerinin bulunduğu bir belge hazırlanarak Deyrulzafaran’da toplantı halinde bulunan metropolitler ve halk temsilcilerinden oluĢan karma meclise sunulur. Bu belgenin bir örneği, genel meclisin ilan yerlerine asılarak ilan edilir. Ġkici maddede belirtilen Ģartları taĢıyan piskopos ve ruhbanlardan, isimleri ilan edilen listede adları olmayanların itirazları genel mecliste değerlendirilir. Madde 7- Patrik; bütün metropolitlerden ve cemaat temsilcileriyle, patrikhane meclisini oluĢturan heyet tarafından, isimleri adı geçen listede bulunan piskopos ve rahipler arasından gizli oy ve oy çoğunlukla seçilir. Patrikhane karma meclisinin üyelerinden en az iki piskopos, diğer metropolitler gibi birer oy hakkına sahiptir. Heyetin diğer on üyesi de birer oy hakkına sahiptirler. Oy pusulaları genel meclis huzurunda sayılır ve düzenlenir. Seçmenlerden iki kiĢiye aynı sayıda oy verildiği takdirde genel meclis takdir hakkını kullanır. Madde 8- Kaymakamlık, patrik seçimi için gönderdiği davet yazılarının tarihinden itibaren 61 gün içerisinde seçimlerin tamamlanması ve bu maddedeki görevi yerine getirmelidir. Madde 9- Seçimlerin tamamlanmasından sonra bir dilekçe yazılıp, patrik vekili ve seçici kurul tarafından imzalanıp mühürlendikten sonra Adliye 327 ve Mezahip Bakanlığına bir telgraf ile bildirilir. Geleneklere göre icra edilmek üzere yeni patriğin göreve baĢlaması, PadiĢahın onayı alındıktan sonra dini tören yapılır. Bu dini töreni takiben patrik, meclis üyelerinin hazır bulunduğu bir ortamda yemin töreni yapılır. Devletine ve milletine her zaman sadakatle hizmette bulunacağına, cemaat kanunlarının uygulanmasına bütün zamanı ve gayretini sarf edeceğine dair, hazır bulunanların huzurunda beyan ve taahhütte bulunarak görevine baĢlar. PATRĠĞĠN GÖREVLERĠ Madde 10- Patriğin görevi, nizamname gereklerine uygun hareket ve zikredilen nizamname esaslarının tamamının uygulanmasına dikkat ile yönlendirmektir. Kendisine gelen iĢleri ve evrakları gereği yapılmak üzere patrikhanede bulunan karma meclise havale etmektir. Bu meclisin çoğunluğu arasında kabul edilen bir karar patrik tarafından da kabul edilip, gereğince hareket eder ve gerektiğinde iĢlerin yerine getirilmesi için yazılı veya sözlü emir verir. Madde 11- Patrik ruhani iĢlerde ve sivil cemaat üyeleri üzerinde geniĢ yetkilere sahiptir. Karma meclisçe verilen kararlar nizamname hükümlerine aykırı bulunduğunda, bunu ret etme hakkına sahip olmakla beraber, patrik kararının meclis tarafından tekrar görüĢülmesini isteyebilir. Bir madde hakkında oylar birbirine eĢit olması halinde, patriğin oyunun bulunduğu taraf tercih edilir. Madde 12- Patrik Ortodoks Süryani kilisesinin görüĢünde ve dine mensup kiĢilerin ruhani babası olup, patrikliği dâhilinde bulunan ruhani reislerin sosyal birleĢtiricisi olması düĢüncesiyle, adı geçen mezhebi himaye etmesi ruhani vazifesinin gereklerindendir. Madde 13- Patriklik makamında bulunan zat, rahip ve piskoposları takdis ve tayin edebilir. Gerektiğinde bunları ve diğer ruhani sınıfa ait olanları, haklı bir nedeninin bulunması durumunda azil ve aforoz edebilir, böyle bir durumda karma meclis bu karara katılmalıdır. Madde 14- Patrik zamanın ihtiyaçlarına göre karma meclisçe kendisine tahsis edilen yıllık gelirinden baĢka, adı geçen meclisin kararı olmadıkça, patrikhane, kilise ve manastırların vakıf gelirlerinden para alıp harcayamaz. 328 Madde 15- Patrik, Hindistan’daki Süryani Ortodoks Kiliseleri’nin durumlarını görmek ve yerinde inceleme yapmak amacıyla yola çıkmak veya diğer yerlere seyahat etmek istediğinde, bu seyahate gidip gidemeyeceği konusunda karma meclis ile birlikte karar verilecektir. ĠSTANBUL PATRĠKLĠK VEKĠLĠNĠN VE KUDÜS-Ü ġERĠF METROPOLĠTLĠĞĠNE SEÇĠLECEK KĠġĠNĠN ÖZELLĠKLERĠ VE ATANMASI Madde 16-Devletin baĢkentinde (Ġstanbul’da) bulunmasından dolayı, bu önemli makama atanacak patrik vekilinin ruhaniyet özelliklerinden baĢka, yönetmeliklere uyan ve uygulamaları bilen, herkesin güvenini kazanmıĢ ve her yönüyle bu makama layık nitelikte olacak kiĢilik ve ahlaka sahip bulunması, devletin resmi dili olan Türkçe’ye vakıf olması gereklidir. Madde 17-Ġstanbul Patrik Vekilliği makamının herhangi bir nedenle boĢalması durumunda, öncelikle patriğin baĢkanlığında toplanan karma meclis tarafından piskopos rütbesinde bulunan üç kiĢi, cemaat metropolitliğine gönderilir. Yerel millet meclislerinin oybirliği ile metropolitler üç kiĢiden birisini seçip 31 gün içerisinde oylama sonuçlarını patrikhaneye sunma mecburiyetindedir. Madde 18-Eğer seçilen metropolitlerden birisi seçimi kazanırsa, görevinden ayrılması gerekecek ise, yerine usul gereğince bir baĢkasının seçilmesi ve atanması lazımdır. Böylece oybirliğiyle seçimi kazanan metropolit veya piskopos, geçerli bir özrü veya mantıklı bir gerekçe ile belirtilen görevden istifa ettiği takdirde ilk seçimde en çok oy alan ikinci piskopos bu göreve atanır. Madde 19- Önceki maddede belirtilen usul üzere seçim tamamlandıktan sonra oy birliği ile seçilen piskoposun belgeleri, hükümetin bu atamayı onaylaması amacıyla patrik tarafından yazılı olarak Adliye ve Mezahip Bakanlığı’na sunulur. Madde 20- Kudüs Metropoliti Mor Markos Manastırı ruhban cemaatinin baĢkanı ve Süryani cemaatinin kutsal yerlerinin sorumlu müdürü olup, Ortodoks Süryani Patrikliğine bağlı ve her konuda merkez patrikhane yetkilidir. 329 Madde 21- Kudüs Metropolitliğine atanacak olan kiĢi piskopos rütbesinde, dindar, güzel ahlaklı ve her yönüyle belirtilen makama layık ve aranan Ģartlara sahip olmalıdır. Görevi, patrikhanece belirlenen manastır kanun ve nizamlarına uygun hareket ve kanun ile kaidelerin uygulanmasına gayret etmesinden ibarettir. Madde 22- Kudüs Metropolitliği boĢaldığında 17. 18. ve 19. maddelerde belirtilen Ģekilde seçimler yapılır. METROPOLĠT, MATRAN, PĠSKOPOS, HORĠ VE RUHBAN ĠLE KEġĠġLERE DAĠR Madde 23- Süryani Kadim Ortodoks mezhebi patrikliğince, ruhani reisler tarafından kutsanan ruhbana caslik diye adlandırılan yüksek rütbesi (metropolit, piskopos vs.) verilir. Süryaniler de, bütün ruhani rütbe ve makamlar, eski zamanlardan beri kullanıla gelmiĢtir. Madde 24- Ruhbanlığa girmek isteyenler Deyrulzafaran ile iklidosa ait diğer manastırlarda, yani ruhban okullarından mezun olma zorunluluğu vardır. Adı geçen okullardan diploma ve yeterlilik alamayan veya karma meclis önünde yeterliliğini ispat edemeyen kiĢilerin rahip olarak takdis ve atamaları hiçbir Ģekilde kabul edilmez. Madde 25- Ruban sınıfından olup, matran ve piskoposluk rütbesine atanacak kiĢinin dindar ve güzel ahlak sahibi, dini konularda bütünüyle haberdar, ruhani yönden baĢka maddi yönden de yetenekli, kanun ve uygulamalara vakıf, her yönüyle bu makama layık kiĢiliğe sahip olmalıdır. Devletin resmi dili olan Türkçe’ye meramını ifade edebilecek kadar sahip olması gereklidir. En az iki yıl metropolit vekilliğinde ve diğer görevlerde bulunması Ģarttır. Madde 26- BoĢalmıĢ bulunan piskopos, metropolitlik makamlarına ve manastırlara yeni matran tayini için, ruhban sınıfından olup sonradan takdis edilmiĢ metropolit atanması gerektiği takdirde, yerel halk veya kilise cemaati tarafından iki kiĢi belirlenip, karar patriğe sunulur. Belirlenen Ģartlara sahip iki piskopostan veya iki rahipten birisi patriklikçe onaylanıp ihtiyaç bulunan yerlere atanması yapılır. Patrik tarafından atanması yapılan kiĢiye görev ve yetki belgesi (sustatikon) verilir. 330 Madde 27- Metropolit, Matran, Piskopos, Hori, Rahip, KeĢiĢ, ġemmas(diyakos) gibi rütbelerde bulunanların tümü cemaatin en yüksek ruhani önderi olan Antakya Süryani Patrikliğine bağlıdır. Bunlar rütbelerine uygun hal ve davranıĢlarda bulunmaları, yapmakla görevli oldukları vazifelerine aykırı hareketlerde bulunmamaları gerekmektedir. Her zaman ve her yerde güzel davranıĢlarda bulunarak, patriğin sıfat ve Ģanına zarar verecek hareket ve sözlerden kaçınmaları görevlerinin gereğindendir. Madde 28- Kudüs Metropoliti, Ġstanbul Patrik Vekilliğinde bulunan metropolit, Hindistan ve diğer yerlerde bulunan metropolit ve piskoposlar, manastırlarda bulunan tüm ruhban ve cemaat kiliselerindeki keĢiĢler tümüyle patriğin baĢkanlığında bu nizamnamenin hükümlerine tabidirler. Madde 29- Bir yerde veya bir kilise, manastır cemaati tarafından bir piskopos veya rahip hakkında Ģikayet vaki olursa, Ģikayet incelemeye layık görülürse, patrikhane ve karma meclis tarafından gerekli incelemeler yapılarak, sonucu içeren yazılı karar taraflara bildirilir. Madde 30-Yirmi dokuzuncu maddede açıklandığı gibi aleyhinde Ģikayet bulunan bir piskopos, rahip veya keĢiĢ inceleme ve soruĢturma için patrikhaneye davet edildiği halde gelmemekte ısrar ile çekinme ve karĢı çıkanlar veyahut inceleme ve soruĢturma sonucunda mahkum olup kararı kabul etmeyen ruhani kiĢi cezadan kurtulmak amacıyla mezhep değiĢtirdiği iddiasında bulunanlar karma meclis kararıyla kendilerini takdis eden ve atayan patrik tarafından ruhbanlık yetkileri geçersiz sayıldıktan sonra, mahkumiyetleri ruhani bir suçtan ileri geliyorsa ruhani bir ceza ile cezalandırılır. Ruhani suçların dıĢında, dünyevi suçtan dolayı mahkum olmuĢlarsa hükümet kuvvetlerine teslim edilir. Madde 31- Piskoposlar görevli bulundukları yerlerdeki cemaatin iĢleriyle her yönüyle ilgilenmeli. Birlikte çalıĢtıkları cemaatin ileri gelenleri ve yerel ruhbanlar ve keĢiĢlerinde dahil olduğu makamın önemine göre altı, on ve on iki kiĢiden meydana gelen ve iki senede bir seçim veya yenilenme suretiyle karma meclis oluĢturulup, bu kiĢiler cemaate danıĢılacak ve üyelerin atanması için patrikhaneye bildirilecektir. 331 Madde 32- Görev yerleri manastırlar olan matran, metropolit ve piskoposlara, yerel ruhban ve ileri gelenlerden oluĢturulan heyet ve idare meclisince karara bağlanan aylık maaĢtan baĢka vakıf, gayrimenkul geliri ve yardım türünden para verilmeyecektir. Madde 33- Patriğin ölümü halinde, terk edilmiĢ taĢınabilir ve taĢınamaz tüm malları patrikhaneye aittir. Piskoposlar, metropolitler ve diğer ruhbanların da vefat etmeleri halinde, terk edilmiĢ mallarından, dini ayinler sırasında kullandığı ruhban elbiseleri, kutsal takıları ve kitapları Deyrulzafaran Manastırı’na verilir, geriye kalan terk edilmiĢ taĢınmaz gayri menkullerinin yarısı patrikhaneye, diğer yarısı da mahalli kilise ve manastırlara verilir. Ölüm olayından sonra, bunların terk edilmiĢ mallarını kimsenin almaya hakkı olmadığı gibi, ölen Ģahsın tüm malları gelenek olduğu üzere patrikhaneye aittir. Bu konuda tüm görev ve yetkiler patrikhaneye aittir. Bundan dolayı, ruhbanlık mesleğini seçenler, ilk önce her türlü taĢınır ve taĢınmaz malları varsa, bunları yazılı olarak beyan ederek, patrikhane kayıtlarına kayıt eder. Gerekli iĢlemlerin yapılması karma meclis tarafından yürütülür. Böylece ruhban olan ve sonradan metropolit olarak atanan ve hatta patriklik görevine eriĢtikten sonra, aile ve akrabalarından kendisine devreden nakit ve çeĢitleri dahi, patrikhane kayıtlarına geçirilir. Ruhbanın ölümünden sonra, yukarıda belirtildiği üzere elbise ve kutsal takıları, kitaplarından baĢka, her türlü terk edilmiĢ malları ortaya çıkarsa, yarısı patrikhaneye, diğer yarısı ise yerel kilise ve manastırlara aittir. Madde 34- Patrik olan zatın göreviyle ve dini emirlerle ilgili olarak, kanun hükümlerine aykırı hareket etmesi halinde görevinden alınır. Ancak, daha önce kendisine birinci ve ikinci defa metropolit ve matranlar tarafından uygun bir Ģekilde uyarı yazısı yazılır. Bu ihtarlara uymayıp, olayın tekrarına devam ederse bu takdirde matranların ve genel meclis üyelerinin birlikte hazırladıkları uyarı yazısı bir kez daha, tekrar ve ısrarla bildirildiği halde, patrik yine de ısrar ederse ve istifa teklifini kabul etmezse, genel meclis üyeleri, patriğin görevden alınmasını Mezahipler Bakanlığından isteyeceklerdir. Fakat patriğin görevden alınması, bütün metropolitlerle, genel meclisin üyelerinin üçte bir oranında oyları gereklidir. 332 Madde 35- Yirmi dördüncü madde de belirtildiği gibi, ruhban sınıfına dâhil olmak isteyen kiĢiler, ruhban okullarından diploması olmayanların kabulü, karma meclis huzurunda yapılacak sınavı kazanması ve yeterliliğini gösteren belgeyi patrikhaneye sunmadıkça, hiçbir metropolit, rahip takdis edemez. Madde 36- Evli olan keĢiĢlerin kabul ve atanması, önceki madde hükümlerinden ayrı olup, kilise cemaati tarafından tespit edilerek, yerel meclis huzurunda yeterliliğini kanıtladığı takdirde, metropolit tarafından takdis edilerek patrikhaneye bilgi verilir. Diyakosların takdisi ve atamaları da bu madde hükümlerine tabidir. Madde 37- KeĢiĢlik sınıfına her arzu eden dahil olamaz Gerektiği takdirde cemaat tarafından seçilmiĢ olması gerekmektedir. Madde 38- KeĢiĢlik görevine seçilecek olan kiĢi aĢağıda belirtilen özelliklere sahip olmalıdır. Öncelikle evli olmak, en az otuz yaĢında olmalı, dindar, namuslu, güzel ahlak sahibi olmalıdır. Dini hükümlere ve ayin uygulamalarına ait kanunları, kilisede becerikli, idaresi altında bulunan cemaatin mezhep ve ruhani iĢlerinde aydınlatmaya gücü yetmeli. Madde 39- Karma mecliste üyesi bulunmayan bir yer için keĢiĢ takdis ve ataması gerektiği takdirde, o yerin cemaati tarafından seçilmiĢ olan kimse, bağlı oldukları kilise veya manastır metropolitleri huzurunda imtihan edilip, özellikleri ve durumu araĢtırıldıktan sonra keĢiĢ tayin ve ataması yapılır. Madde 40- Evli olan keĢiĢlerin ihtiyaçlarını karĢılamak üzere, eskiden beri yürürlükte olan usul üzere, Kuddas(ayin) uygulaması, vaftiz, nikah ve cenazeler için aldıkları ödemeler ve yerel meclis üyelerince tensip ve takdir ettikleri miktardan fazla olmamalıdır. Bir kilisenin keĢiĢi diğer kilisenin cemaatine üye olan Süryanilerin vaftiz, düğün ve cenaze merasiminde davet edilmedikçe bulunmayacaklardır. Madde 41- Ruhban sınıfında bulunanlar, Kudüsü ġerfi ziyaret etmek için yola çıkanlar veya yardım toplamak için ikametleri dıĢındaki yerlere gitmek istediklerinde, keĢiĢler mensup oldukları cemaat meclislerinden, metropolit, piskopos ve diğer ruhban sınıfına mensup olanlar patrikhaneye baĢvurup izin almadıkça hiçbir yere gidemezler. 333 PATRĠKHANE KARMA MECLĠSĠNĠN OLUġTURULMASI VE ÜYELERĠNĠN GÖREVLERĠ Madde 42- Patrikhanenin ruhban ve sivil üyelerinden meydana gelen daimi karma meclis iki piskopos, dört rahip, altı tanesi halk temsilcilerinden olmak üzere on iki kiĢilik üyeden meydana gelir. Bular iki yıldan daha uzun süre görevde bulunamazlar. Meclisin tamamı üç yılda bir yenilenir ve değiĢtirilir. Madde 43- Patriğin baĢkanlığında bulunan karma meclise üye olarak atanacak kiĢilerin belirlenmesinde her Ģeyden önce, patrik tarafından dört piskopos, sekiz rahip ve patrikhane cemaatinden ve Osmanlı Devleti vatandaĢlarından ve genel kabul gören, dürüst, namuslu kiĢilerden on iki kiĢilik adayların adlarının yazılı olduğu bir belge tanzim edilerek, cemaat metropolitliği ve manastır yetkililerine gönderilir. Metropolitler ve manastır yetkilileri, yerel meclis baĢkanlarının oybirliği ile, belgede adı geçen adaylardan iki piskopos, dört rahip, altı sivil kiĢinin kararnameleri patriğe sunulur. Karma meclisin belirlenen üyeleri görevlerinde ve iĢlerinde kazandıkları tecrübe ve itibarları, devlet ve milletçe takdir ve kabul edilmiĢ kiĢiler olmalıdır. Madde 44- Usulüne uygun yapılan seçimler sonuçlandırıldıktan sonra, onay için seçilmiĢ üyelerin isimleri hükümete sunulmak üzere patrik tarafından resmen Adliye ve Mezahip Bakanlığına gönderilir. Madde 45- Karma meclise ataması yapılmıĢ bir üye iki yıllık görev süresi bitmeden önce, geçerli ve haklı bir sebebi olmadıkça görevinden ayrılamaz. Geçerli bir sebeple istifaya mecbur olan veya görev süresi içerisinde vefat eden üyenin yerine, kalan süre için, yedekte olan üye atanır. Durumu Adliye ve Mezahip Bakanlığına bir yazı ile bildirilir. Madde 46- Yukarıda adı geçen meclis, Ortodoks Süryani Patrikliğine bağlı kilise ve manastırların vakıflarına, patrikhanenin gelir ve giderleri ile ilgilenmek, cemaat okullarının en iyi Ģekilde idare ve geliĢtirilmesine özen gösterir. Vakıf ve varisi olmayan Hıristiyan ölülerine ait mallar hakkında, geçerli ve yürürlükte olan hüküm ve Ģartların yerine getirilmesi uygulaması, vasiyetnamelerin hüküm ve Ģartlarına uygun olarak yerine getirilmesi, ölen 334 kiĢinin yazılı eserleri ve gelirleri cemaat tarafından uygun yerlere harcanması konusunda gerekli yerlere bu konuda yetkili memurlar meclisçe gönderilecektir. Madde 47- Patrikhanenin gelir ve giderlerine ait hesaplar, her yıl içinde meydana gelen gelir ve giderin genel muhasebesini araĢtırma ve inceleme, hesapları kayıt etmek üzere baĢkatip görevini ifa etmeye muktedir bir kiĢi görevlendirilecektir. Bu kiĢi meclisin gözetimi altında olacaktır. Madde 48- Her yıl sonunda bütün kilise ve manastırlarda bulunan piskoposlar veya piskopos vekilleri, gelir gider kayıtlarını patrikhaneye sunmak mecburiyetindedir. Bu kayıtlar karma meclis tarafından incelenip onaylanacaktır. Fazla gelir durumunda bunun hangi manastır veya kiliseye ait ise, adına gelir kaydedilmek üzere, bina ve gelir getiren mallar ve diğerleri yerel meclis tarafından satın alınır. Madde 49- Patrikhanede, Süryani Ortodoks patrikliğine bağlı, bütün cemaate ait kilise ve manastırların vakfı olan bağ, bahçe, değirmen, tarla ve arazinin miktarı, manastırlardaki kutsal sayılan araç ve gereçler, döĢemeler, çeĢitli kitaplar gibi taĢınabilir malların miktarını gösterir kayıtlar bulundurulur. Bu suretle güvenliğe alınmalıdır. Her yıl basılacak olan millet yıllığına yazılmak üzere, patrikhane karma meclisi, bütün Süryanilerin erkek ve kadın nüfusu, diyakosluk rütbesine varıncaya kadar ruhban sınıfında bulunanların isimleri ve görevlerini, okul müdür ve öğretmenlerinin isimlerini ve öğrenci sayılarını belirten cetvelleri isteyeceklerdir. Madde 50- Patriğin bilgisi olmaksızın ve kendisi mecliste bulunmadığı sırada, metropolitlerden birisini vekil tayin etmeden, karma meclis tarafından alınan kararlara itibar edilmeyip geçersiz sayılacaktır. Bunun gibi, meclisin bilgisi dıĢında, patrik tarafından tek baĢına alacağı kararlar da geçersiz sayılacaktır. GENEL MECLĠSĠN OLUġTURULMASI VE GÖREVLENDĠRĠLMESĠ Madde 51- Genel meclis üyeleri üç kısımdan oluĢur. Birinci kısım, görevli bulunan bütün metropolit ve piskoposlardır. Ġkinci kısım, kırsal kesimdeki piskopos ve meclis üyelerinden iki kiĢi. Üçüncü patrikhanenin ruhban ve sivil karma meclis üyelerinden ibarettir. kısım, 335 Madde 52- Genel meclis üç yılda bir mayıs ayının baĢında, patrik tarafından yapılacak davet üzerine, patriklik makamı olan Deyrulzafaran Manastırı’nda toplanır. Ancak, lüzumu halinde patrikhane ve karma meclisin onayı ve kararı ile belirlenen zamandan önce de toplanabilir. Madde 53- Genel meclis bu toplantılarda öncelikle, Deyrulzafaran Manastırı’ndaki iĢlerin düzenlenmesine, diğer manastırların ıslahı ve düzeni, cemaat okullarının geliĢtirilmesi, ruhani iĢlerin düzenlenmesine dair gerekli tedbirlerin kararlaĢtırılması. Bu kararlar patrikhanenin genel siciline kayıt edildikten sonra, alınan kararlar doğrultusunda hareket edilmesini istemek üzere patrik tarafından yazılı olarak duyurulması. Madde 54- Geçerli bir mazeretinden dolayı Genel Meclis toplantısında bulunması mümkün olmayan metropolit için, karma meclis ruhanileri arasından birisi görevlendirilebilir. Madde 55- Genel Meclis toplantılarına davet edilen ve taĢradan gelen metropolit ve üyelerin harcırahları, karma meclisin takdir ve onayı ile patrikhane bütçesinden ödenir. EĞĠTĠMĠN GELĠġTĠRĠLMESĠNE DAĠR Madde 56- Deyrulzafaran Manastırı’nda; bir Ģubesi ruhban sınıfına ait olmak üzere dini ilimlerin öğretilmesi, bir Ģubesi de halka ait lise düzeyinde, tam teĢkilatlı bir okulun tesisi gerekli olduğu gibi, Kudüs-ü ġerif Manastırı’nda da dini ilimleri öğretmek üzere ruhban sınıfına ait olmak üzere bir okul açılacaktır. Madde 57- Musul iline bağlı ġeyh Matta adıyla bilinen, Diyarbekir ili BeĢiri ilçesine bağlı Mor Kiryakos, Midyat ilçesi sınırları dahilinde bulunan Mor Gabriyel adındaki manastırlarında da birer Ģubesi ruhbanlara, bir Ģubesi de çocuklara ait olan ve ilkokul düzeyinde, yeni usulde eğitim ve öğretim programına uygun olarak düzenlenmesine yardımcı olunacaktır. Madde 58- Devlete bildirilen ve resmi belgelerle ispat edilen ve tarihi bilgilerle Süryanilere ait kilise ve manastırların, tarihi değerlere haiz araç ve gereçlerin korunması, her türlü saldırı, tecavüzden uzak tutulması ve dokunulmazlığı devlet güvencesi altındadır. VERGĠ VE YARDIMLARA DAĠR 336 Madde 59-Süryaniler, patrikhane çalıĢanları,ruhbanlar ve ihtiyaç sahiplerinin giderlerine harcanmak üzere, (zıdk) olarak ifade edilen ve miktarı herkesin gücüne göre belirlenen yıllık ödemeyi yapmak zorundadır. Ancak, bunun toplanmasında ve sarf edilmesinde hiçbir Ģekilde suiistimale meydan vermeden, güvenli bir Ģekilde toplanmasını sağlamak gerekir. Genel meclis toplantısında, her yerleĢim yerinin nüfus sayısına göre yıllık muayyen bir miktar belirlemesi gerekir. Madde 60- Adı geçen ödeme kiliselerde vaftiz, nikah, cenaze töreni ve diğer dini merasimler için cemaat tarafından davet edilen matran, piskopos, rahip, keĢiĢ, Ģemmaslar ve kilise yardımcı personeline adet olduğu üzere verilecek olan ücret, bunların ikametgahlarıyla patrikhanede yazılıp düzenlenecek izin belgesi için yazıcı ücreti olmak üzere, alınan paradan hariçtir. Madde 61- AltmıĢıncı madde de belirtilen ruhani törenlerden dolayı matran, piskopos, rahip, keĢiĢ, Ģemmas ve kilise yardımcı personeline verilmesi gereken ücretin miktarı, mahalli cemaat meclisince belirlenir. Madde 62- Süryani Ortodoks Patrikliğine bağlı bütün manastır ve kiliselerin vakıf gelirlerinin yüzde 10’u, patrikhane giderlerine ait olmak üzere her yıl patrikhaneye teslim edilecektir. Ancak, bazı yıllarda adı geçen vakıfların onarımına gerek görüldüğü veya önemli bir masrafı gerektiren kilise ve manastırların vakıf ge