tc gazi üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü tarih anabilim dalı

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH ANABİLİM DALI
TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ BİLİM DALI
TÜRK TARİHİ’NDE SÜRYANİLER
(1880-1938)
DOKTORA TEZİ
HAZIRLAYAN
Deniz BAYBURT
TEZ DANIŞMANI
Prof. Dr. Mustafa TURAN
Ankara-2009
ONAY
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne,
Deniz Bayburt tarafından hazırlanan “Türk Tarihi’nde Süryaniler (18801938)” baslıklı bu çalısma, …………………….. tarihinde yapılan savunma
sınavı
sonucunda
(oybirligi/oyçoklugu)
ile
basarılı
bulunarak
jürimiz
tarafından Tarih Anabilim/ Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim dalında doktora
tezi olarak kabul edilmiştir.
[Unvanı, Adı ve Soyadı] (Baskan)
Prof. Dr. Azmi SÜSLÜ
[Unvanı, Adı ve Soyadı]
Prof. Dr. Mustafa TURAN
[Unvanı, Adı ve Soyadı]
Prof. Dr. E. Semih YALÇIN
[Unvanı, Adı ve Soyadı]
Prof. Dr. Necdet HAYTA
.
[Unvanı, Adı ve Soyadı]
Prof. Dr. A. Hikmet EROĞLU
ÖNSÖZ
Tarih
boyunca
dinlerin,
dillerin
ve
medeniyetlerin
kaynaştığı
Mezopotamya coğrafyasının en kadim halklarından biri olan Süryaniler,
Hıristiyanlığı kabul etmeleri ile birlikte putperest Aramilerden ayrılarak,
Hıristiyanlığı koruma, yayma ve yaşatma uğraşı içerisinde günümüze kadar
varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Çok sayıda gayr-i Müslimi bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti’nin
kurmuş olduğu “Millet Sistemi” ile yüzyıllar boyu uyum içerisinde yönetilen
topluluklardan biri olan Süryaniler, Osmanlı Devleti idaresine girdikleri
günden itibaren diğer gayr-i Müslimler gibi barış içerisinde yaşamışlardır.
Eski gücünü kaybetmesi ile birlikte Osmanlı Devleti’nin gayr-i Müslim
toplulukları bir arada tutma konusundaki başarısı da azalmaya başlamıştır.
19. yüzyılda Avrupalı büyük güçlerin Şark Meselesi yönünde yürüttükleri
politikaları Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayr-i Müslim unsurlar üzerinde etkili
olmaya başlamış ve Osmanlı Millet Sistemi’nin çözülmesi hızlanmıştır.
Osmanlı ülkesinde yaşayan Süryaniler de bu politikaların etkisinde kalan
başka bir topluluk olmuştur.
Bu çalışmada Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı ve yeni Türk devletinin hayat
bulduğu bir dönemde (1880-1938) Süryanilerin durumu ele alınmaya
çalışılmıştır. Esasen Ermeniler ve Rumlar kadar tanınmayan Süryanilerin,
Osmanlı Devleti idaresinde nasıl yaşadıkları ve bu dönemde ortaya çıkan
olaylardaki durumları açıklığa kavuşturulmadan günümüzde ileri sürülen bir
takım iddiaların da tarihi gerçeklikten uzak kalacağı muhakkaktır. Bu itibarla
zaman sınırlandırması yapmamıza rağmen çok yönlü olan bu meselenin
orijinal belgelere ve kaynaklara dayandırılmasına gayret gösterilmiştir.
Böyle bir konuda çalışmaya teşvik eden Hocam Prof. Dr. Edip Semih
Yalçın’a teşekkür ederim. Tezin hazırlanmasında yardımlarını esirgemeyen
Tez Danışmanım Prof. Dr. Mustafa Turan’a teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca
tek tek ailemin bütün fertlerine, Mardin’e gitmeme vesile olan Yenigün İnşaat
ii
Yönetim
Kurulu
Başkanı
Mithat
Yenigün’e,
Mardin’de
yardımlarını
esirgemeyen Ramazan Bilen’e, Midyat’ta Süryanilerle ilgili sorduğum her
soruya sıkılmadan cevap veren, kilise ve manastırları gezdiren, tezin sosyal
hayatla ilgili kısmındaki yanlışları düzelten Aziz Dilmeç’e, benimle konuşmayı
kabul eden Mardin Metropoliti Filüksinos Saliba Özmen ve Turabdin
Metropoliti Timotheos Samuel Aktaş’a, Genelkurmay Atase Arşivi’nden Albay
Ahmet Tetik ve Mehmet Korkmaz’a, Mehmet Sağır şahsında TBMM
Kütüphanesi çalışanlarına, Mustafa Vedat Sönmez şahsında Türk Tarih
Kurumu Kütüphanesi çalışanlarına ve tezle ilgili anlattığım her şeyi sabırla
dinleyen bu zorlu süreçte sorunlarımı paylaşan bütün arkadaşlarıma sonsuz
teşekkürlerimi sunarım.
Deniz Bayburt
Ankara, 2009
iii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ…………………………………………………………………………i
İÇİNDEKİLER………………………………………………………………..iii
KISALTMALAR……………………………………………………………..vi
TABLOLAR…………………………………………………………………vii
KAYNAKLAR ve YÖNTEM……………………………………………....viii
GİRİŞ…………………………………………………………………………1
BİRİNCİ BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİ’NDE SÜRYANİLER
1. OSMANLI
MİLLET
SİSTEMİ
ve
SÜRYANİLER…………………………………………………….20
2. TANZİMAT
FERMANI’NIN
İLANINDAN
SONRA
SÜRYANİLER…………………………………………………….33
3. OSMANLI DEVLETİ’NDE SÜRYANİLERİN NÜFUSU……....42
3.1. 1831 Nüfus Sayımı……………………………………….…44
3.2. 1844 Nüfus Sayımı………………………………………….45
3.3. 1881/1882 ve 1897 Yılına Kadar Olan Sayımlar………45
3.4. 1906 ve 1914 Nüfus Sayımları…………………………...49
4. BATILI
DEVLETLERİN
SÜRYANİLERLE
İLGİLİ
PLANLARI………………………………………………………..56
4.1. İngiltere……………………………………………………….62
4.1.1.İngiltere’nin Süryanilerle İlgili Planları…………......62
4.1.2.İngiliz Misyonerlerinin Faaliyetleri……………….....72
4.1.2.1.Bedirhan Bey Vakası ve İngiltere……………...75
4.1.2.2.İngiliz Misyonu’nun Yeniden Kurulması……..83
4.1.2.3. İngiliz Misyonunun Van’daki Faaliyetleri……99
4.1.2.4. İngiliz Misyonunun İmadiye’ye Taşınması....100
4.2.Fransa………………………………………………………..104
4.2.1. Fransa’nın Süryanilerle İlgili Planları…………….104
4.2.2.Fransız Misyonerlerinin Faaliyetleri………………109
4.3. Rusya…………………………………………………….…119
iv
4.3.1. Rusya’nın Süryanilerle İlgili Planları……………..119
4.3.2. Rus Misyonerlerinin Faaliyetleri…………………..125
4.4.
Amerika…………………………………………………..131
4.4.1.Amerika’nın Süryanilerle İlgili Planları……………131
4.4.2.Amerikan Misyonerlerinin Faaliyetleri……………134
İKİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ve MİLLİ MÜCADELE DÖNEMLERİNDE
SÜRYANİLER
1. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA SÜRYANİLER ve
NASTURİ İSYANLARI……………………………………………..150
2. MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ’NDE SÜRYANİLER…………170
2.1.
Mondros Mütarekesi’nden Sonra Süryaniler……...170
2.2.
Paris
Barış
ve
San
Remo
Konferansları’nda
Süryaniler………………………………………………..180
2.3.
Nasturilerin Hakkari Harekatı………………………...186
3. LOZAN BARIŞ KONFERANSI’NDA SÜRYANİLER……....190
3.1.
Azınlıklar Meselesi ve Süryaniler…………………....191
3.2.
Sınırlar…………………………………………………....205
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN İLK YILLARINDA
SÜRYANİLER-NASTURİLER
1. HALİÇ(İSTANBUL) KONFERANSI VE SÜRYANİLER…….214
2. NASTURİ İSYANLARI………………………………………..…219
2.1. Hangediği Olayı……………………………………………220
2.2. Nasturi İsyanına Karşı Alınan Tedbirler……………….222
2.3. Ayaklanmanın Gelişimi ve Bastırılması………………226
3. CEMİYET-İ AKVÂM GÖRÜŞMELERİ VE SÜRYANİLER.....231
4. IRAK YÖNETİMİNDE SÜRYANİLER……………………......240
5. SÜRYANİLERDE SOSYAL HAYAT…………………………245
5.1.Süryani Dili ve Edebiyatı…………………………………245
5.2.Süryanilerde Eğitim ve Yayın Faaliyetleri…….............250
5.3.Süryanilerde İnanç ve İbadet…………..........................268
v
5.4.Süryanilerde Ekonomik ve Toplumsal Hayat…………280
SONUÇ………………………………………………………………….....286
KAYNAKLAR….…………………………………………………………..294
EKLER……………………………………..………………………………324
ÖZET……………………………………….………………………………366
ABSTRACT……………………………….……………………………….368
vi
KISALTMALAR
a.g.b.
: Adı geçen bildiri
a.g.e.
: Adı geçen eser
a.g.m.
: Adı geçen makale
a.g.t.
: Adı geçen tez
ATASE
: Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Dairesi Başkanlığı
BCA.
: Başbakanlı Cumhuriyet Arşivi
Bkz.
: Bakınız
BOA.
: Başbakanlık Osmanlı Arşivi
C.
: Cilt
Çev.
: Çeviren
DİA.
: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Ed.
: Editör
Gen. Yay. Yön. : Genel Yayın Yönetmeni
H.
: Hicri
Haz.
: Hazırlayan
Ks.
: Kısım
No.
: Numara
S.
: Sayı
s.
: Sayfa
Terc.
: Tercüme
Vd.
: Ve Diğerleri
v.d.
: Ve Devamı
Vol.
: Volume
Yay. Haz.
: Yayına Hazırlayan
y.t.y.
: Yayın Tarihi Yok
y.y.
: Yayın Yeri Yok
vii
TABLOLAR
Tablo 1 1881/1882-1893 Yılı Süryani Nüfusunu Gösteren Tablo…………...46
Tablo 2 1895 Yılına Kadarki Nüfusun Dağılımını Gösterir Tablo……………48
Tablo 3 1901 Yılı Diyarbakır Vilayet Salnâmesi’ne Göre Bölge Nüfusu……48
Tablo 4 1900 Yılı Hakkari Sancağı’ndaki Nasturi Miktarını Gösteren Tablo.50
Tablo 5 Ali Emiri’ye Göre 1911 Doğu Vilayetleri Süryani Nüfusu………......50
Tablo 6 1880 yılı Doğu Vilayetleri Nüfusu……………………………………..53
KAYNAKLAR ve YÖNTEM
Bu çalışmada faydalanılan kaynakları şu şekilde tasnif etmemiz
mümkündür:
1. Arşiv Belgeleri:
a. Başbakanlık Osmanlı Arşivi
Osmanlı Devleti’nin ana arşivi niteliğini taşıyan ve çok zengin arşiv
belgesi bulunduran Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden de yararlanmaya
çalışılmıştır. Buradan alınan belgeleri fonlarına göre şöyle tasnifleyebiliriz:
1. Sadaret Mühimme Kalemi Evrakı
2. Dâhiliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti Evrakı
3. Dâhiliye Nezareti Mektubi Kalemi Evrakı
4. Hariciye Nezareti Mektubi Kalemi Evrakı
5. Dâhiliye ve Hariciye Nezareti İradeleri
6. Meclis-i Vükela Mazbataları
7. Yıldız Esas Evrakı
8. Yıldız Mütenevvi Maruzat Evrakı
9. Yıldız Dâhiliye Nezareti Maruzatı Evrakı
10. Yıldız Komisyonlar Maruzatı
11. Yıldız Parekende Evrak-ı Umum Vilayetler Tahriratı
12. Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait Defterler
Yararlanılan bu belgelerin bir bölümü Süryanilerin, Osmanlı Devleti
içerisindeki durumları ile ilgilidir. Araştırmamızda Süryani Patriklerine verilen
nişan ve taltiflerle ilgili belgelerden örnekler de kullanılmıştır. Belgelerin
büyük bölümü ise Süryani-Nasturilerin, Batılı devletlerin göndermiş oldukları
misyonerler vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ne karşı almış oldukları tutumla
ilgilidir. Bu belgelerde misyonerlerin Süryani-Nasturiler içerisinde ne tür
faaliyetlerde
bulundukları,
bu
faaliyetlerden
Süryani-Nasturilerin
nasıl
etkilendiği ve devletin bu faaliyetleri önleme adına ne çeşit tedbirlere
başvurduğu anlatılmaktadır.
Şüphesiz
Osmanlı
Arşivi’nde
Süryanilerle
ilgili
belgeler
kullanılanlarla sınırlı değildir. İncelenen tarihlerden önceki dönemlerle ilgili
ix
çok sayıda belge bulunmaktadır. İlgili tarihlere ait başka belgeler de
bulunmakla birlikte tezi bir belge yığını haline dönüştürmek yerine örnek
teşkil
edecek
ve
iddialarımızı
kuvvetlendirecek
önemli
belgelerin
yorumlanarak verilmesi yöntemi tercih edilmiştir.
b. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
Cumhuriyet Arşivi’nde konumuzla ilgili bulunan belgelerden de
yararlanmaya çalışılmıştır. Buradan alınan belgelerin büyük bölümü 1930’lu
yıllardan sonra sınırlarımız dışında kalan Süryani-Nasturilerin durumları ve
bunların tekrar Türkiye’ye dönmek için yapmış oldukları girişimlerle ilgilidir.
c. ATASE (Genelkurmay Askeri Tarih Stratejik Etüt Dairesi
Başkanlığı Arşivi)
ATASE Arşivi’nin ihtiva ettiği zengin belgelerden konumuzla ilgili
olanlarından istifade etmeye çalışılmıştır. Genel koleksiyon başlıkları altında
tasnife sunulmuş olan belgelerden Birinci Dünya Harbi ve Türk İstiklal Harbi
Koleksiyonları taranarak ilgili belgeler kullanılmıştır. Türk İstiklal Harbi
Koleksiyonunda bulunan belgeler Dâhiliye Nezareti, Hariciye Nezareti, 15.
Kolordu
Kumandanlığı,
Erkan-ı
Harbiye
Riyaseti
ve
Merkez
Ordu
Kumandanlığı’na gönderilen yazıları içermektedir.
Bu
belgelerin
bir
kısmı
Süryani-Nasturilerin
bulundukları
bölgelerdeki faaliyetlerinden bahsetmekte, bir kısmı da onlara karşı alınan
tedbirlerle
ilgili
bulunmaktadır.
İncelenen
belgelerin
bazılarında
da
Nasturilerden, Ermeni çetelerinin faaliyetleri anlatılırken bahsedilmektedir.
Belgelerde özellikle İngiltere’nin Ermeni ve Süryani-Nasturi çetelerini
kullandıkları dile getirilmektedir.
Arşivde mükerrer olan belgeler de bulunmaktadır. Ayrıca
koleksiyon kataloglarında yer alan belge özetlerinin bazıları belgelerde
bulunan bilgilerle örtüşmemektedir. Bu durum göz önünde bulundurularak
hareket edilmiştir. Arşivde bulunan konumuzla alakalı bazı belgeler de Askeri
Tarih Belgeleri Dergisi’nde yayınlanmıştır1.
1
Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Yıl: 31, S. 81, Aralık 1982; Ermeni Belgeleri Özel Sayısı 4, Yıl:
36, S. 36, Nisan 1987.
x
Birinci Dünya Harbi koleksiyonunda bulunan konumuzla ilgili
klasörden ise arşivdeki tasnif çalışmaları nedeniyle istifade edilememiştir.
Ayrıca İç İsyanları ihtiva eden koleksiyon da tasnifte olması nedeniyle
incelenememiştir.
Bu arşivlerde bulunan belgeler dışında Türk Tarih Kurumu’nda
bulunan Külliyât-ı Kavânînler de incelenmiştir. Bunlar Süryanilerin yoğun
olarak
yaşadıkları
bölgelerin
Osmanlı
Devleti
topraklarına
katılması
sonucunda Osmanlı Devleti’nin bu grupları nasıl idare ettiğini ortaya koyması
bakımından önemlidir. Nitekim bu belgelerin büyük bölümü Süryanilerin bir
millet olarak kabul edildikleri tarihe kadar Ermeni Patrikliği’ne bağlanarak
idare edildiklerini göstermektedir.
Ayrıca Mardin’deki Süryani Kadim Kırklar Kilisesi Arşivi de
Osmanlı Devleti’nde Süryanilerin durumu ile ilgili bazı arşiv belgelerini ihtiva
etmektedir. Ancak Mardin’de bulunduğumuz dönemde kilise ruhanisi Gabriyel
Akyüz’ün yurtdışında olması sebebiyle bu arşive girilememiştir.
2. Yayınlanmış Belgeler ve Raporlar:
Cemiyet-i Akvam Musul Raporu, Türkiye ve Irak Hududu
Meselesi, 1925: Cemiyet-i Akvam tarafından 30 Eylül 1924 tarihinde
oluşturulan komisyonun Musul meselesi ile ilgili olarak hazırlamış olduğu
raporlarda bu bölgede yaşayan Süryani-Nasturilerin durumlarıyla ilgili bilgiler
bulunmaktadır. Ayrıca Musul meselesi ile ilgili tarafların tezlerindeki SüryaniNasturilerle ilgili kısımlara yer verilmektedir. Raporun orijinali Osmanlıca olup
daha sonraki yıllarda Latin harflerine çevrilerek yayınlanmıştır2.
Musul-Kerkük ile İlgili Arşiv Belgeleri, (1525-1919) Ankara,
Başbakanlık Devlet Arşivleri Yayınları, 1993: Başbakanlık Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan kitapta Osmanlı Arşivi’nde bulunan
bölge ile ilgili çeşitli belgeler yayınlanmıştır. Kitapta bu bölgede yaşayan
Süryani Yakubiler ve Süryani Katolikler ile ilgili muhtelif belgelerin yanı sıra
İngilizlerin bölgede yapmış oldukları faaliyetlerle ilgili belgeler de mevcuttur.
2
Milletler Cemiyeti Belgelerinden Musul-Kerkük Sorunu ve Kürdistan’ın Paylaşımı, 30 Eylül
1924 Tarihinde Oluşturulan Komisyonun Raporu, 2. Baskı, İstanbul, Med Yayıncılık, 1991.
xi
Osmanlı Devleti’nde Süryani Kilisesi, Osmanlı Padişahları
Tarafından
Süryani
Kilisesi’nin
Ruhani
Liderlerine
Gönderilen
Fermanlar, Haz. Gabriyel Akyüz, Mardin, y.y., 2001: Mardin Süryani Kadim
Kırklar Kilisesi Arşivi’nde bulunan belgelerin yayınlandığı kitapta Süryani
Kilisesi ruhanilerine gönderilen çeşitli fermanlardan örnekler bulunmaktadır.
Ayrıca Süryanilerin Osmanlı Devleti’nde nasıl idare edildikleri ile ilgili belgeler
de mevcuttur.
Lozan Telgrafları, Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış
Konferansı, Haz. Bilal Şimşir, C. I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
1990: Lozan Konferansı sırasında yapılan yazışmalarla ilgili belgeler
bulunmaktadır. Azınlıklar meselesi tartışılırken gündeme gelen bazı konularla
ilgili yazışmalar da bulunmaktadır. Özellikle bu belgeler konumuzla ilgili
olması bakımından kullanılmıştır.
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, Haz. Seha Meray,
Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1970: Kitap
iki takımdan oluşmaktadır. Birinci takım üç cilt, ikinci takım ise iki cilt
halindedir. Lozan Konferansı’nda gündeme getirilen bütün konuların
tutanaklarını bulmak mümkündür.
3. Hatıralar:
Çalışmamızda istifade edilen hatıralardan biri Rıza Nur’un Hayat ve
Hatıratım adlı çalışmasının III. cildi3 olmuştur. Bu çalışmada Lozan
Konferansı İle ilgili bilgiler bulunmaktadır. Azınlıklar meselesi ile ilgili
tartışmalar esnasında Türk tarafının görüşleri ve bu oturumlarda yapılan
konuşmalarla ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bilgiler Lozan Konferansı ile ilgili
farklı kaynaklarla karşılaştırılarak kullanılmıştır.
Ayrıca W. A. Wigram4, Oswald H. Parry5 ve William Francis
Ainshworth’un6 yazmış oldukları eserlere de bakılmış ancak adı geçen
3
Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. III, İstanbul, Altındağ, 1968.
Wigram W. A., Wigram Edgar T. A., İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam, Çev. İbrahim Bingöl,
İstanbul, Avesta Yayınları, 2004.
5
Oswald H. Parry, Six Months ın The Syrian Monastery, Landon Horaca Cox, 1895.
4
xii
misyonerlerin bazı konuları taraflı düşüncelerle yazmış oldukları göz önünde
tutularak yararlanılırken dikkat edilmiştir.
4. Süreli Yayınlar:
Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye, İkdam, İleri, Yenigün gibi gazetelerin
ilgili tarihlerinden özellikle Nasturi isyanları ile ilgili bölümde yararlanılmıştır.
Günümüz gazeteleri de taranarak konumuzla ilgili olan haber veya makaleler
okunmuş, gerekli görülenler değerlendirilmiş ve bir fikir vermesi açısından
yararlanılmıştır. Gazeteler dışında Belleten, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Askeri Tarih Bülteni, OTAM,
Tarih ve Toplum, Akademik Araştırmalar Dergisi, Toplumsal Tarih, Birikim,
Aksiyon, Tempo vs. dergilerde de konumuzla ilgili yayınlanmış olan
makalelerden yararlanılmıştır. Ayrıca Süryani cemaatinin yayınlamakta
olduğu İdem, Kurkmo, Heto gibi dergilerden de yeri geldiğinde istifade
edilmiştir.
5. Resmi Yayınlar:
Süryanilerin Osmanlı Devleti içerisindeki durumları ile ilgili olarak Devlet
Salnameleri taranmış ve sıklıkla kullanılmıştır. Ayrıca ulaşılabilen Vilayet
Salnamelerine de başta nüfus meselesi olmak üzere çeşitli konularda bilgi
almak açısından başvurulmuştur.
TBMM’deki oturumlarda özellikler Nasturi isyanları ile ilgili olarak
gündeme gelen meseleler TBMM Zabıt Ceridelerinden alınarak kullanılmaya
çalışılmıştır.
6. Araştırmalar:
Yapılan literatür çalışmalarında Türkiye’de konu ile ilgili olarak yazılmış
eserlerin sayıca az olduğu gerçeği ile karşılaşılmıştır. Mevcut eserler ise
çoğunlukla meseleyi ilahiyat açısından ya da sosyal ve kültürel olarak ele
alan çalışmalardır. Üniversitelerde bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar da çok
6
William Franchis Ainshworth, Travels and Researches in Asia Minor, Vol. II, Landon, John W.
Parker West Strand, 1842.
xiii
fazla olmamakla birlikte yine yukarıda zikredilen açılardan yaklaşılarak
yapılmıştır.
Araştırma konumuzu kapsayan tarihlerden çok öncesi ile ilgili olmakla
birlikte Süryanilerin kökenleri ve Antakya Süryani Kilisesi’nin kuruluşu ve
tarihi ile ilgili bilgi vermesi açısından detaylı olarak yararlanılan çalışma
Mehmet Çelik’in Süryani Tarihi7 adlı eseri olmuştur. Konuya yine aynı açıdan
yaklaşan başka bir eser de Kadir Albayrak’ın Keldaniler ve Nasturiler8 adlı
çalışmasıdır. Bu çalışmalar bize Süryanilerin genel tarihi ile ilgili bilgiler
vermesi açısından önemli çalışmalardır.
Osmanlı
Devleti’nde
yaşayan
Süryanilerin
durumlarını
anlatan
çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu anlamda İbrahim Özcoşar’ın Bir Yüzyıl Bir
Sancak Bir Cemaat 19. Yüzyılda Mardin Süryanileri9 adlı çalışması büyük bir
boşluğu doldurur mahiyettedir. Bunun yanı sıra IV cilt halinde Ahmet Taşğın,
Eyyüp Tanrıverdi ve Canan Seyfeli tarafından hazırlanan Süryaniler ve
Süryanilik10 adlı eser de Süryaniler konusunda Türkiye’nin akademik
birikimini bir araya toplayarak daha önce yayınlanmış makale ve bildirileri
kapsayacak şekilde hazırlanmış bir çalışmadır. Bu çalışmada Osmanlı
Devleti içerisinde Süryanilerin durumlarının yanı sıra sosyal, kültürel ve dini
durumlarına da açıklık getirilmeye çalışılmıştır.
Yine Bilal Şimşir’in İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (18561880)11 adlı çalışmasını da burada zikretmek yerinde olacaktır. Ermenilerle
ilgili olmasına rağmen Süryanilerle ilgili kısımları da bulunmakta ve bu bilgiler
İngiliz arşiv belgelerinden faydalanılarak verilmektedir.
7
Mehmet Çelik, Süryani Tarihi (I), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1996.
Kadir Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, Vadi Yayınları, 1997.
9
İbrahim Özcoşar, Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat, 19 Yüzyılda Mardin Süryanileri, İstanbul,
Beyan Yayınları, 2008.
10
Süryaniler ve Süryanilik, C. I-IV, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, Ankara,
Orient Yayınları, 2005.
11
Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (1856-1880), Ankara, Bilgi Yayınevi,
1986.
8
xiv
Süryaniler üzerindeki misyonerlik faaliyetleri ile ilgili olarak Selahattin
Satılmış’ın “XIX. Yüzyılda Nesturiler ve İngiliz Misyonerlik Faaliyetleri”12 adlı
makalesinden de istifade edilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı dönemiyle ilgili kaynak sayısı da oldukça azdır. Bu
dönemle ilgili olarak Salahi R. Sonyel’in İngiliz arşivlerinden yararlanarak
yazmış olduğu The Assyrians of Turkey Vıctıms of Major Power Policy13 adlı
çalışması son derece önemlidir. Bu çalışmada Süryanilerin kim oldukları
kısaca anlatıldıktan sonra Osmanlı Devleti’ndeki durumları, onlar üzerindeki
misyonerlik faaliyetleri, Rus ve İngilizlerin faaliyetleri, Birinci Dünya Savaşı ve
sonrasındaki olaylar anlatılmaktadır.
Amerikan ve İngiliz Arşivlerinden yararlanılarak yapılan bir diğer
çalışma da Bülent Özdemir’in Süryanilerin Dünü Bugünü I. Dünya Savaşı’nda
Süryaniler14 adlı çalışmasıdır. Bu çalışmada tarihsel süreç içerisinde
Süryanilerin durumları anlatılmış ve özellikle Birinci Dünya Savaşı ve sonrası
ile ilgili olaylara yer verilmiştir.
ATASE Arşivi’nde ulaşamadığımız bazı belgelerden yola çıkarak
yazılmış olan İsrafil Kurtcephe’nin “Birinci Dünya Savaşı’nda Bir Süryani
Ayaklanması”15 adlı makalesi de son derece önemlidir.
Süryani-Nasturi isyanları ile ilgili olarak Reşat Hallı’nın Türkiye
Cumhuriyeti’nde
Ayaklanmalar
(1924-1938)16
adlı
çalışması
ATASE
Arşivi’nde ayaklanmalarla ilgili koleksiyonun tasnifte olması sebebiyle
yararlanılamaması göz önünde bulundurulacak olursa çalışmamız adına
önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Bu çalışmada ayaklanmanın çıkışı ve
bastırılması sırasında orduların durumu ve alınan tedbirlerle ilgili ayrıntılı bilgi
bulunmaktadır. Yine Nasturilerle ilgili olarak yapılan çalışmalardan biri de
12
Selahattin Satılmış, “ XIX. Yüzyılda Nesturiler ve İngiliz Misyonerlik Faaliyetleri”, Belleten, C.
LXXI, Ağustos 2007.
13
Salahi R. Sonyel, The Assyrians of Turkey Vıctım of Major Powe Policy, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 2001.
14
Bülent Özdemir, Süryanilerin Dünü Bugünü, I. Dünya Savaşı’nda Süryaniler, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, 2008.
15
İsrafil Kurtcephe, “Birinci Dünya Savaşı’nda Bir Süryani Ayaklanması”, OTAM, S. 4, 1993.
16
Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, Genelkurmay
Basımevi, 1972.
xv
Yonca Anzerlioğlu’nun Nasturîler17 adlı eseridir. Bu çalışmada da Nasturiliğin
ne olduğu, Osmanlı Dönemi’nde Nasturilerin yaşamları, Nasturiler üzerindeki
misyonerlik faaliyetleri anlatıldıktan sonra Birinci Dünya Savaşı’nda ve
sonrasında gerçekleşen Nasturi ayaklanmalarına yer verilmiştir.
Bu çalışmalar dışında Gabriyel Akyüz’ün Tüm Yönleriyle Süryaniler18,
Yakup Bilge’nin Geçmişten Günümüze Süryaniler19, Mehmet Şimşek’in
Süryaniler ve Diyarbakır20, Mim Kemal Öke’nin Musul Meselesi Kronolojisi21,
Hacer Yıldırım Foggo’nun Nesturiler, 1843-1846 Nesturi Katliamı22 ve John
S. Guest’in Yezidilerin Tarihi23 adlı kitaplarından da oldukça fazla istifade
edilmiştir.
Çalışmamızın sınırlandırılması meselesine gelecek olursak;1880 yılında
İngiltere başta olmak üzere Batılı büyük devletler tarafından Berlin
Antlaşması’nda ortaya konulan Ermeni ıslahatı talebinin yanı sıra Süryaniler
için de ıslahat talebinde bulunulması Osmanlı Devleti’nde yaşayan Süryaniler
için de politikalar yürütüldüğünü göstermektedir. Bu sebeple çalışmanın 1880
yılında başlatılması uygun görülmüştür.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesini müteakip Milli
Mücadele döneminde de galip devletlerin bir takım politikalar yürüttükleri ve
Süryanileri ayrılmaya tahrik ettikleri bilinmektedir. Lozan Barış Antlaşması’nın
imzalanması ve Cumhuriyet’in ilanından sonraki dönemde Süryanilerin
durumu göz önünde bulundurularak büyük devletlerin gerek Osmanlı Devleti
gerekse Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile ilgili politikalarını izlemek mümkün
olacaktır. Lozan Barış Antlaşması’nda çözülemeyen Musul meselesi ile ilgili
bir konu olması itibariyle bu tarihten sonra yaşanan gelişmeler bir anlamda
Süryanilerin de geleceğini belirleyecektir. 1932 yılında Irak Devleti’nin
Milletler Cemiyeti’ne üye olmasından sonra Irak topraklarında kalan
17
Yonca Anzerlioğlu, Nasturîler, Ankara, Tamga Yayıncılık, 2000.
Gabriyel Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, Mardin, Kırklar Kilisesi Yayınları, 2005.
19
Yakup Bilge, Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul, Zvi-Geyik Yayınları, 2001.
20
Mehmet Şimşek, Süryaniler ve Diyarbakır, İstanbul, Chivi Yazıları, 2003.
21
Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı, 1987.
22
Hacer Yıldırım Foggo, Nesturiler, 1843-1846 Nesturi Katliamı, İstanbul, Chiviyazıları, 2002.
23
John S. Guest, Yezidilerin Tarihi, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul, Avesta Yayınları, 2001.
18
xvi
Süryanilerin Türkiye’den herhangi bir talepleri kalmamış ise de özellikle Batılı
devletlerin Türkiye politikalarını açıklamak bakımından çalışmanın 1938
yılına kadar getirilmesinin uygun olacağı düşünülmüştür. Nitekim gerek
Türkiye’de gerekse Irak coğrafyasında kalan Süryanilerle ilgili politikalardan
vazgeçilmeyecek ve bu politikalar günümüze kadar değişik şekillerde
karşımıza çıkacaktır.
Çalışmamızda zaman sınırlaması yapılmasına rağmen konunun daha
iyi anlaşılabilmesi için bu dönemle sınırlı kalınmayarak zaman zaman önceki
ya da sonraki tarihlere de yer verilmiştir. Ayrıca çalışmamızın ismi her ne
kadar Süryaniler olarak seçilmişse de çıkış noktası olarak aynı kökenden
gelmesine rağmen yapılan konsiller neticesinde Antakya Süryani Ortodoks
Kilisesi’nden ayrılan Nasturiler de aynı başlık altında incelenmiş, literatürde
bilinen isimlendirmeye sadık kalınmıştır. Yapılan incelemeler neticesinde
literatürde ki birçok çalışmanın da Süryani geleneğinden gelen farklı
etnisitelerde ki grupları birlikte telakki ederek hepsini Süryani başlığı altında
ele aldıkları tespit edilmiştir. Hatta bazı kaynaklarda bu grupların hepsi Asurlu
olarak isimlendirilmişlerdir. Bu isimlendirmede şüphesiz Batılı devletlerin
farklı etnisitelerdeki grupları tek bir millet çatısı altında birleştirmeye
çalışmalarının etkisi bulunmaktadır. Efes Konsili’nde ayrılmalarına rağmen
Nasturiler de bu grup içerisinde ele alınmıştır. Çalışmamızda aynı yolu takip
edilmiştir.
Yukarıda
değerlendirdiğimiz
kaynaklardan
faydalanarak
yazmaya
çalıştığımız tezimiz üç bölümden oluşmaktadır. Birinci Bölüm’de; Osmanlı
Devleti’nde yaşayan Süryanilerin durumuna yer verilmiş bu yapılırken de
Tanzimat Fermanı’nın ilanı öncesi ve sonrası esas alınmıştır. Daha sonra
Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başlaması ile birlikte Batılı devletlerin
emperyalist amaçlarını gerçekleştirmek için özellikle misyonerler vasıtasıyla
Süryaniler üzerinde ne gibi faaliyetlerde bulundukları anlatılmaya çalışılmıştır.
İkinci Bölüm’de; Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele Dönemleri’nde
Süryanilerin durumları ele alınmıştır. Bunun yanı sıra Pariş Barış Konferansı,
San Remo Konferansı ve Lozan Konferansı sırasında Süryanilerle ilgili
gündeme gelen meseleler de bu bölümde yer almaktadır.
xvii
Üçüncü Bölüm’de ise Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra
meydana gelen gelişmeler, Musul meselesinin çözümü esnasında SüryaniNasturilerin nasıl kullanılmaya çalışıldıkları ve bu gelişmelere bağlı olarak
çıkan Nasturi isyanları anlatılmıştır. Ayrıca Süryanilerin sosyal hayatlarına da
bu bölümde kısaca yer verilmiştir.
Şüphesiz bu çalışma Süryani tarihinin bir dökümü niteliğinde değildir.
Burada Osmanlı Devleti sınırları içerisinde diğer gayr-i Müslim gruplar gibi
dinlerine ve özel hukuklarına karışılmaksızın huzurlu bir şekilde yaşayan
Süryanilerin Batılı devletlerin kışkırtmaları neticesinde onların emperyalist
politikalarına alet olarak Osmanlı Devleti’ne nasıl isyan ettiklerini ve bu
isyanlar neticesinde nasıl felakete sürüklenip inandıkları Batılı devletler
tarafından nasıl kaderlerine terk edildikleri anlatılmaya çalışılmıştır.
GİRİŞ
Mezopotamya adı verilen Fırat ve Dicle Nehirleri arasındaki coğrafya,
tarihin en eski devirlerinden beri çok sayıda din ve ırkın ortaya çıktığı bir
bölge olma özelliğini taşır. Sümer, Asur, Aram, Elam, Akad, Keldani gibi
kavimlerin büyük bir çoğunluğu bu bölgede yaşamlarını sürdürmüşlerdir1. İşte
kökenleri eski Mezopotamya kavimlerine dayanan ve Hıristiyanlığı kabul
etmeden önce bilinen bir kavim olan Süryaniler Hıristiyanlığı kabul ettikten
sonra da karşımıza çıkmaktadır.
Süryani
tabirinin
menşei
hakkında
çok
farklı
değerlendirmeler
yapılmaktadır. Bu değerlendirmelere göz attığımızda karşımıza önemli bir
nokta çıkmaktadır. 19. yüzyıldan itibaren Süryanilerin din merkezli bir
toplumdan milliyetçilik merkezli bir topluma kayış sürecinde muhafazakâr
olarak nitelendirebileceğimiz kesim ile milliyetçi kesim arasındaki bazı görüş
ayrılıkları bu değerlendirmeleri de etkilemiştir2.
Süryani
isminin
nereden
geldiği
konusunda
farklı
görüşler
bulunmaktadır. Bunlardan en yaygınları şöyledir;
Patrik III. Yakup’a göre Süryani ismi Pers Kralı Keyhüsrev’den (Kyrus;
Syrus ve Sirus) gelmektedir3.
Suriyeli ve Süryani adları, Suriye coğrafyasında yaşayan halka verilen
isimdir4. Suriye adı; burayı ele geçiren Kilikos’un kardeşi Suros’dan
gelmektedir ki Süryani adı da Suros’tan türetilmiştir5.
1
Kadir Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, Vadi Yayınları, 1997, s. 32-33.
İbrahim Özcoşar, Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat, 19. Yüzyılda Mardin Süryanileri, Ankara,
Beyan Yayınları, 2008, s. 21.
3
Keyhüsrev, Babil’i ele geçirince burada bulunan Yahudileri tutsaklıktan kurtararak Filistin’e
göndermiştir. Bu nedenle Yahudiler Keyhüsrev’i bir kurtarıcı olarak görmeye başlamışlardır. Daha
sonra Hz İsa’nın Hıristiyanlığı yaydığı dönemlerde de İsa’ya inanan Yahudiler onu bir kurtarıcı olarak
görüp Keyhüsrev’e benzetmişlerdir. İşte bu nedenle Hz İsa’ya inanan halka Surin (Süryani) denmeye
başlanmıştır. Ancak bazı araştırmacılar bu görüşü tarihsel dayanaktan uzak olduğu gerekçesiyle
reddetmektedirler. Bu araştırmacılara göre; Keyhüsrev sadece küçük bir grup sürgünü Filistin’e
göndermiştir. O, Yahudi ileri gelenleri arasında ün kazanmış olsa da yoksul halkın onu bir kurtarıcı
olarak görmesi imkansızdır. Oysa Hz İsa’ya inananların çoğu yoksul halktı. Bu durumda da halkın Hz
İsa ve Keyhüsrev’i birbirlerine benzetmek için hiçbir neden bulunmamaktadır. Yakup Bilge,
Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul, Zvi-Geyik Yayınları, 2001, s. 23-24.
4
Mehmet Şimşek, Süryaniler ve Diyarbakır, İstanbul, Chiviyazıları, 2003, s. 23.
5
Mehmet Çelik, Süryani Tarihi (I), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1996, s. 15.
2
2
Diğer bir görüşe göre; Süryani sözcüğü Lübnan’ın güney sahillerinde
bulunan “Sur” (Try; Süryanice’de Sur) Şehri’nden gelmektedir. Hz İsa’nın
havarileri bu şehirden olduğu için halk bunlara önceleri “Suriin” demiş daha
sonra bu adlandırma “Surin’e” dönüşmüştür. Hıristiyanlığın yayılmaya
başladığı dönemde de onlara inanan halka da Surin (Süryani) denilmeye
başlanmıştır. Sur şehri ile ilgili bir diğer görüş de Yunanlıların bölgede
ticarete başladıklarında burada yaşayanlara şehrin isminden dolayı Süryani
dedikleri yönündedir6.
Başka bir görüşe göre; Yunanlılar, Asurluların ülkesine sözcüğün
sonuna bir “y” harfi ekleyerek Asurya diyorlardı. Halkı nitelemek için de
kelimenin sonuna “yan” eki getiren Yunanlılar, yukarı Mezopotamya halkını
“Asuryan” olarak adlandırmaya başladılar. Bu kelimeler daha sonra
Mezopotamya’da yaşayan halkın diline de girdi fakat Aramca konuşan halk
arasında o dilin kurallarına göre bazı değişikliklere uğradı. Yunanca’da
kelimenin sonuna eklenen “yan” eki Aramca ‘da Y (Yuth) ve A (Olaf) “yo” eki
şeklini aldı ve “Asuryan” tabiri “Asuroyo” şeklinde telaffuz edilmeye başlandı.
Tarihsel süreç içinde bu defa kelimenin başındaki “A (Olaf)” harfi düşerek
kelime “Suroyo” (Süryani) şeklini almıştır7.
Bunlardan başka Süryani adının MÖ 1400-1500 yılları arasında
Mezopotamya’da hüküm sürüp Antakya şehrini inşa eden Arami Kralı
Sürrüs’ün adından kaynaklandığına dair bilgiler de mevcuttur8.
Hangi görüş kabul edilirse edilsin Süryani-Hıristiyan kavramı ile bu
milletin etno-dinsel yapısı anlatılmaya çalışılmıştır9.
Süryani
adının
nereden
kaynaklandığı
konusunda
olduğu
gibi
Süryanilerin menşei konusunda da çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu durum
sadece araştırmacıların değil Süryanilerin kendi aralarında da görüş
ayrılıklarının doğmasına sebep olmaktadır10.
6
Bilge, a.g.e., s. 24-25.
Bilge, a.g.e., s. 28-29.
8
Özcoşar, a.g.e., s. 23; Şimşek, a.g.e., s. 23.
9
Şimşek, a.g.e., s. 24.
10
Özcoşar, a.g.e., s. 24.
7
3
Süryani halkının menşei ile ilgili olarak üç farklı görüş ileri sürülmektedir.
Bunlardan birincisi; Süryanilerin Arami ırkına mensup oldukları yönündeki
görüştür. Buna göre Süryaniler, Hz Nuh’un Sam, Ham ve Yafes adındaki üç
oğlundan Sam’ın oğlu Aram’dan türemişlerdir11.
Aramilerin bir kısmı Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra putperestlikte
kalan Aramilerden ayırt edilmek için “Süryani” adını almışlardır12. Yani başka
bir ifadeyle Süryani kelimesi, Mesihi/Nasrani kelimesinin eşanlamlısı olarak
kullanılmaya başlanmıştır13. Bu görüş dini görüş olarak nitelendirilebilir.
İkinci görüş; Süryanilerin Hz İsa’dan sonra Hıristiyanlığı kabul eden
Asurlular olduğu yönündedir. Bu görüşün savunucularına göre; aynı
coğrafyada yaşayan halklar Hıristiyanlık çatısı altında kaynaşmışlar ve
Süryani adında bir ulus meydana getirmişlerdir14. Bu görüşün temelinde
Süryanilerden siyasi bir toplum yaratma çabası yatmaktadır.
Üçüncü görüş ise; Süryanilerin İsa’dan önceki Mezopotamya halklarının
devamı olduklarını savunan görüştür. Bu görüş; onları tek bir halka bağlamak
yerine, tüm Mezopotamya halklarının kültürel temeline dayanan ve Helenistik
uygarlığı da özümseyerek ortaya çıkmış bir sentez olarak niteler. Bu görüş ilk
iki görüşün eksikliklerini gidermek adına ortaya çıkmış sentezci bir görüştür15.
11
Milattan 2347 yıl önce Hz. Nuh’un tufan gemisi Cizre yöresindeki Cudi (Kardo) ya da Ararat
Dağı’nın tepesinde karaya oturmuştur. Gemide insan olarak bulunan Hz. Nuh ve ailesinden oluşan
sekiz kişilik grup karaya çıkarak Temnet (Süryanice’de sekiz anlamında) adında bir köy kurmuşlardır.
Hz. Nuh dünyayı oğulları arasında paylaştırmıştır. Filistin, Suriye, Mezopotamya, Asur, Sümer, Babil
ve Hicaz ülkeleri Sam’ın payına düşmüştür. Bu nedenle buralarda yaşayanlara Samiler denilmektedir.
Aziz Günel, Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır, Oya Matbaası, 1970, s. 29-30. Bülent Özdemir ise
Süryanilerin kökeninin Sam’ın ikinci oğlu Ashur tarafından kurulan devlete dayandığını ve
Assyria’nın Yunanca Ashur’un ülkesi anlamına geldiğini, tamamen semitik bir halk olan Asurluların
aynı bölgede Sümerler, Akadlar ve Babiller olarak da hüküm sürdüklerini, üç büyük dinin
peygamberlerinin soy itibariyle dayandığı Hz. İbrahim’in de bir Süryani olduğunu yazmaktadır.
Bülent Özdemir, Süryanilerin Dünü Bugünü, I. Dünya Savaşı’nda Süryaniler, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 2008, s. 12.
12
Günel, a.g.e., s. 30; B.Murat Öztemir, Yezidiler ve Süryaniler, İstanbul, Ekin Yayınları, 1988, s.
34.
13
Kadir Albayrak, “Günümüzde Türkiye’deki Keldani Kilisesi”, Dinler Tarihi Araştırmaları III,
Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi
Derneği Yayınları, 2002, s. 29.
14
Özcoşar, a.g.e., s. 25.
15
Nihat Durak, “Süryani Ortodoks Kilisesi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp
Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 190. Yaygın olarak kabul edilen bu
üç görüşten başka bazı yazarlar, Aramilerin Sami değil Turani olduklarını, dolayısıyla Süryanilerin ırk
ve menşe olarak Türk olduklarını savunmaktadırlar. Bu yazarlardan Mehlika Aktok Kaşgarlı, antik
Mezopotamya’da yaşamış olan toplumları “Azianik” ve “Semit” olarak ikiye ayırır. Azianik toplumlar
4
Bu görüşlerin hangisinin doğru olduğu konusunda tartışmalar olmakla
birlikte kesin olarak diyebiliriz ki, Süryaniler eski Mezopotamya kültürünü
taşıyan bir halktır. Süryaniler, tarih boyunca birçok kez isim değiştirmişler,
Subariler, Akadlar, Babilliler, Asurlular, Kenaniler, Amuriler, Aramiler,
Keldaniler, Fenikeliler, Tedmurlular ve Abgarlar gibi isimleri kullanmışlardır.
Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra da tüm bu isimleri Hıristiyanlık potasında
eriten Süryaniler, tüm dünyada bu isimle anılmaya başlamışlardır. Süryani
Kilisesi’nin Antakya Patriği Moran Mor İgnatius I. Zekka Ivas da, 1992 yılında
bütün dünyadaki Süryanilere gönderdiği mesajında; Süryani sözcüğünün
yukarıda belirtilen isimlerin süzmesi olduğunu ifade etmiştir16.
Bu farklı görüşlerin sonucunda Süryanilerin menşei ile ilgili olarak şu
değerlendirmeyi yapabiliriz. Süryanilerin kökenlerinin dayandırıldığı Asuri ve
Arami halkları birbirlerine komşu coğrafyalarda yaşamış, aynı kökten gelen
bir dili kullanmış akraba halklardır. İşte bu halklar Hıristiyanlığı kabul ettikten
sonra Antakya Süryani Kilisesi bünyesinde toplanmışlar ve 19. yüzyıla kadar
dini bir cemaat olarak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Batılı Devletlerin bu
yüzyıldan itibaren yoğunlaşan emperyalist politikaları bu cemaati de
etkilemiştir. Batılı Devletler, Süryanilerin aralarındaki teolojik ayrılıkları
gideremeyeceklerini anladıkları anda aynı ırktan geldikleri görüşünü ortaya
atarak milliyetçilik fikri altında onları politik bir güç olarak kullanmaya
çalışmışlardır. Ancak onların bu çabalarına karşılık Süryanilerin menşei
konusu Süryaniler arasında ciddi bir tartışma konusu olmuş ve bu durum
Süryaniler için en önemli birleştirici unsur olan kilisenin etkinliğini yavaş
yavaş yitirmeye başlaması sonucunu doğurmuştur17.
Orta Asya kökenlidir; Semit toplumlar ise Ortadoğu menşelidir. Kalde, Elam, Asur gibi toplumlar
Semit toplumlardır. Semit toplumlar günümüzde Yahudi ve Arap toplumlarının atalarıdır. Bunların bir
grubuna da Aramaik toplumlar adı verilmektedir. Ülkemizin belirli yörelerine yerleşmiş olan Süryani
topluluğu da Türko-Semitlerdir. Bunlar Türklerden ayrı bir millet değil Türki bir cemaat özelliği
göstermektedir. Süryanilerin yoğun olarak bulunduğu bölgelerde araştırma yapan yazar, onların renk,
boy ve karakterleri yönünden standart Türk yapısından farklı olmadıkları sonucuna varmıştır. Mithat
Sertoğlu, Süryani Türklerinin Siyasi ve İçtimai Tarihi, İstanbul, Baha Matbaası, 1974, s. 84;
Mehlika Aktok Kaşgarlı, Mardin Yöresi Halkından Türko-Semitler, Kayseri, Erciyes Üniversitesi
Yayınları, 1991, s. 7-8.
16
Gabriyel Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, Mardin, Kırklar Kilisesi Yayınları, 2005, s. 16.
17
Özcoşar, a.g.e., s. 26-27.
5
Süryanilerin menşei ile ilgili bu görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak
olursa dini açıdan incelendiğinde Süryanilerin başlangıçta tek bir kilise çatısı
altında toplanmış olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Hıristiyanlığın
gerek siyasi gerekse dini problemlerin sonucu olarak yaşamış olduğu akide
problemleri Süryani Kilisesi’nde ayrılıklar ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bu kiliseler arasındaki farklılıkların anlaşılabilmesi için Hz İsa’dan
sonraki dönemin, Antakya Süryani Kilisesi’nin kuruluşu ve teolojik tartışmalar
sürecinin kısaca özetlenmesi yerinde olacaktır.
Günümüzde dünyanın her yerinde mensupları bulunan ve aslında tek
Tanrılı olmakla birlikte daha sonra üçlemeye yer vermiş olan Hıristiyanlık, Hz
İsa zamanında yeni bir din olarak ortaya çıkmamıştır. Hz İsa da havarileri de
aslında Yahudi geleneğine bağlıydılar. Hz İsa’nın aslında yeni bir din kurmak
gibi bir niyeti yoktu. Ancak olayların gelişimi ve Pavlus’un misyon çalışmaları
neticesinde bir süre sonra Hıristiyanlık adı altında yepyeni bir din ortaya
çıkmıştır18. İşte Hıristiyanlığın yayılma sürecinde Antakya önemli bir yer işgal
etmektedir.
Kudüs’teki misyon çalışmaları devam ederken Antakya’da bazı
kimselerin Hıristiyanlığı kabul ettiği haberi gelir. Bunun üzerine Yakup,
Barnabas’ı Antakya’ya gönderir. Barnabas buradaki durumun çok elverişli
olduğunu görünce Hıristiyan olduktan sonra can güvenliği nedeniyle Tarsus’a
çekilmiş olan Pavlus’u da Antakya’ya getirir. Birlikte yürüttükleri çalışma
sonucunda cemaatin sayısı giderek artmaya başlar ve ilk defa burada İsa’ya
inananlar tarafından, kendilerine “gentile” denen halktan ayrılmak için
Hıristiyan (Mesihi) adı kullanılır19. Ancak burada yaşayan Hıristiyanlara daha
sonra Süryani adı verilecektir. Nitekim Antakya’nın III. Patriği Mor İgnatius’un,
107 yılında Romalılara yazdığı bir mektupta, Antakya’daki kiliseye Süryani
18
Çelik, a.g.e., s. 22.
“Ve kendisi Tarsus’a Saul’u aramaya gitti ve onu bulunca Antakya’ya getirdi. Ve vaki oldu ki bütün
bir yıl kilise bir arada toplandılar ve çok kimselere öğrettiler ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağrılması
önce Antakya’da oldu.”, Resullerin İşleri, XI/25-26”, Kitabı Mukaddes; İbrahim Sümer, I.- IV.
Yüzyıllarda Süryani Kilisesi Tarihi ve Bazı Dini Edebi Metinler, Harran Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa, 1996, s. 40-41, 46; Çelik, a.g.e., s. 5152.
19
6
adını verdiği görülmektedir20. Bu nedenle Antakya’nın Hıristiyanlık tarihinde
önemli bir yeri vardır ki Roma ve İskenderiye ile birlikte üç büyük merkezden
biri belki de birincisidir. Kudüs’teki kilise sadece Yahudi asıllıları bünyesinde
barındırırken, Antakya her ırk ve cinsten insanı bağrında toplayan bir kilise
görünümündeydi21.
Ancak
bir
süre
sonra
özellikle
Yahudi
kökenli
Hıristiyanlarla
putperestlikten Hıristiyanlığa geçen halk arasında bazı konularda görüş
ayrılıkları çıkmaya başladı22. Bunun üzerine girişimleri sonuç vermeyen
Kudüs Kilisesi, bölgeye Aziz Petrus’u yolladı. Petrus’un, bazı kaynaklara göre
37 bazılarına göre de 43 yılında Antakya’ya gelip Antakya Kürsüsü’nü
kurduğu söyleniyorsa da, 51 yılında23 tarihin ilk Hıristiyan konsili olan Kudüs
Havariler Konsili sonrasına kadar burada düzenli bir kiliseden söz etmek
mümkün değildir24. Özellikle Pavlus’un yapmış olduğu bazı çalışmalar
cemaat arasında ayrılıklara neden olmuştur. Çünkü Pavlus Yahudi
geleneklerinin Hıristiyanlığı yeni kabul edenlere tatbik edilemeyeceğini,
bunun İsa’nın geliş gayesi ile terslik arz edeceğini savunuyordu25. Yakup
başkanlığında Kudüs’te oluşturulan ilk toplantıda bu mesele yatıştırılmasına
rağmen, daha sonra başından beri kendisini destekleyen Barnabas’la Pavlus
arasında sebebi bilinmeyen bir ayrılık yaşanmış ve onlar misyon faaliyetlerini
farklı farklı bölgelere giderek devam ettirmişlerdir. Böylece Hıristiyanlık, iki
yönde gelişme göstermiştir26.
20
Sümer, a.g.t., s. 46.
Mehmet Çelik, “Tarihte Türk-Süryani İlişkileri”, Yeni Türkiye, Türkoloji ve Türk Tarihi
Araştırmaları Özel Sayısı II, Yıl: 8, S. 44, Mart-Nisan 2002, s. 34.
21
22
Anlaşmazlık, yeni dinin pagan dünyaya takdim edilirken, ortaya çıktığı coğrafyanın renkleriyle mi yoksa
yepyeni farklı bir karakterde mi sunulacağı noktasında kilitlenmekteydi. Kendisi iyi eğitimli bir Yahudi hahamı
ve esasen havari de olmayan Pavlus, Grek dünyasında Hıristiyanlığı yayabilmek için Yahudi hukukundan
vazgeçilmesi ve bağımsız yeni bir Hıristiyan geleneği oluşturulması gerektiğini savunmaya başlamış, Yahudi
şeriatının yeni Hıristiyan olan putperestlere uygulanamayacağı kanaati ile Kudüs cemaati reisi Yakup’a karşı
çıkmıştır. Fakat Kudüs’te kalan esas Hıristiyan çekirdek kadro Yahudi değerlerinin muhafazasını savunuyordu.
Bu gelişmeler Yahudi-Hıristiyan cemaatten ayrı, putperest kökenli Pavlus Hıristiyanlığı da denilebilecek bir
cemaatin ilk sinyalleridir. Turhan Kaçar, “Ebioniteler’den Arius’a: Eskiçağ Doğu Hıristiyanlığında İsa
Teolojisi Tartışmaları”, A.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XLIV, Sayı: 2, 2003, s. 189-190; Canan
Seyfeli, İstanbul Ermeni Patrikliği, Ankara, Aziz Andaç Yayınları, 2005, s. 7.
23
Bazı kaynaklarda bu tarih 52 olarak verilmektedir.
24
Durak, a.g.m., s. 191.
25
Sümer, a.g.t., s. 31.
26
Seyfeli, a.g.e., s. 7.
7
Bu olaydan sonra, 52 yılında yeniden Antakya’ya gelen Petrus 60 yılına
kadar burada kalmıştır27. Bu nedenle Antakya Kilisesi’nin kuruluşu Aziz
Petrus’a
dayandırılmaktadır28.
Petrus
bölgeden
ayrılırken
putperest
kökenlilerle Yahudi kökenlilere ayrı başkanlar atamıştır29.
Kudüs’ün 70 yılında Titus tarafından yakılıp yıkılması ve buradaki
cemaatin Ürdün yakınlarındaki Pella’ya göç etmesi Antakya’nın Hıristiyan
dünyasının önderi konumuna gelmesine yol açmıştır30. Bu tarihten sonra
misyon faaliyetlerinin merkezi artık Antakya oluyordu. İşte Antakya’nın bir
episkoposluk merkezi haline gelerek “Suriye Episkoposluğu” unvanının
kullanılmaya başlanması da bu döneme rastlamaktadır31.
Suriye, Lübnan, Mezopotamya ve Anadolu’da yürütülen misyon
çalışmaları Antakya Süryani Kilisesi’ne bölge kiliseleri arasında üstün bir
konum kazandırmıştı.
3. yüzyılın sonunda Antakya Kilisesi Suriye, Fenike, Arap Vilayetleri,
Filistin, Kilikya, Kapadokya Kıbrıs, Mezopotamya ve İran toprakları üzerinde
12 metropolitlik ve 137 piskoposluğu yönetmektedir32.
Yapılan bu çalışmalar çok geçmeden Roma İmparatorluğu’nun da
dikkatini çekecek ve Süryaniler baskı ve zulüm dolu günler geçireceklerdir.
Her ne kadar Hıristiyanlık ilk dönemlerinde Roma İmparatorluğu’nda hoşgörü
ile karşılanmışsa da 2. yüzyıldan itibaren bu durum değişmeye başlamıştır33.
27
Çelik, a.g.e., s. 52.
Bilge, a.g.e., s. 74.
29
Durak, a.g.m., s. 191.
30
Çelik, a.g.e., s. 53.
31
A. J. Maclean, “Syrian Christians”, Encyclopedia of Religion and Ethics, Ed. James Hasting, Vol.
XII, Newyork, Charles Scribner’s Sons, 1955, s. 168; Bilge, a.g.e., s. 75.
32
Çelik, a.g.e., s. 61-63.
33
Mehmet Çelik, Ortadoğu Mozaiği Süryaniler-Nasturiler, Elazığ, Fırat Üniversitesi Yayınları,
1996, s. 23. Başlangıçta Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı Yahudiliğin bir mezhebi olarak algıladı.
Çünkü onlar yukarıda da belirtildiği gibi Musa şeriatına göre hareket etmekte ve havralara
gitmekteydiler. Daha sonra meydana gelen baskıların sebebi, Hıristiyan inancının imparatorun
yetkilerine sekte vurmaya başlaması olabilir. Çünkü bu din evrensel bir nitelik kazanmaya başlamıştı,
bütün dünyaya yayılacağını, Mesih’in kısa süre sonra geleceğini, inananlar dışında herkesin yok
olacağını, bir devletin egemenliğinin değil bir dinin egemenliğinin kabul edileceğini ve bu dinin diğer
dinleri yok edeceğini savunuyordu. Bu söylemlerin tesiri devletin mevcut düzenini bozmaya
yeteceğinden hoşgörü ortamı biranda yerini zulme bırakmıştır. Çelik, Süryani…, s. 65; Çelik, a.g.m.,
s. 35; Çelik, Ortadoğu..., s. 24.
28
8
Yapılan zulümler o kadar ağır olmuştur ki bu dönem “Zulüm ve Şehitlik Çağı”
olarak anılmıştır. Bu dönem 313 yılında İmparator Konstantin tarafından
Milano Fermanı’nın yayınlanmasına kadar devam etmiştir34. Bu ferman ile
herkes istediği dinin buyruklarını yerine getirmekte özgür olacaktı.
Hıristiyanlık inancının serbest bırakılması ile birlikte bu defa da teolojik
tartışmaların başladığını görmekteyiz. Hıristiyanlık her şeyden önce İsa
Mesih anlayışı üzerine temellenen bir inanca sahip olduğu için İsa’nın
şahsiyeti ile ilgili meseleler ilk dönemlerden itibaren sürekli tartışma konusu
olmuş, bu tartışmalar da farklı görüşlerin doğmasına neden olmuştur.
Özellikle 4. yüzyılda konuşulan konular, daha sonraki dönemlerde ana
kilisenin parçalanması sonucunu doğurmuş ve 5. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar
meydana gelen ayrılmalar bu müstakil kiliselerin oluşumuna neden
olmuştur35.
2. yüzyıldan itibaren Baba, Oğul ve Ruhü’l Kudüs ile ilgili olarak ortaya
atılan farklı görüşler, bazen Babayı ön plana çıkarmakta bazen de Oğul ve
Ruhü’l
Kudüs’ün
varlığını
yücelterek
Baba’nın
birliğini
tehlikeye
düşürmekteydi36. Tüm bu tartışmalara şüphesiz Antakya Kilisesi de seyirci
kalmamıştır.
İsa’nın erken dönemlerden itibaren Tanrı’nın enkarnasyonu37 olarak
kabul edilmesi, onun yeryüzünde yaşarken bedene bürünmesi dolayısıyla
insani özelliğinin mi yoksa ilahi özelliğinin mi ağır bastığı tartışmasını
gündeme getirmiş ve bu tartışmaların sonunda 3. yüzyıla gelindiğinde
Hıristiyan dünyasında İsa’nın şahsiyeti ile ilgili birtakım popüler görüşler
ortaya çıkmıştır38.
34
Özcoşar, a.g.e., s. 29.
Seyfeli, a.g.e., s. 12.
36
Çelik, Süryani…, s. 81.
37
Enkarnasyon, esas itibariyle ulûhiyetin tezahûrat dünyasına girmesi, sonra Allah’ın insan şeklinde
peyda olması, hulûl demektir. Yani Allah’ın Hz İsa şekline girmesi demektir. Hıristiyanlığın temel
inanışlarından biridir.Bu doktrine göre insan o kadar suçludur ki, yalnız Allah tarafından kurtarılabilir
ama bu kurtuluş bir insan tarafından icra edilebilir. Bunun için İsa’da hem ilahi hem de insani tabiatın
mevcut olması insanların kurtulması için şarttır. Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş,
Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1955, s. 226; Mehmet Taplamacıoğlu,
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Ankara, Güneş Matbaacılık, 1966, s. 187. (120. dipnot)
38
Bu görüşlerden ilki Oğulu Babaya tâbi kılan ve ikinci dereceye koyan “Subordionist” akımdır ki bu
görüşü savunanlar; İsa’da ilahlık unsurunun bulunmadığı sadece insanlık unsurunun bulunduğu fikrini
35
9
Bu farklı görüşler sonraki dönemlerde tartışmaların alevlenmesinde
büyük rol oynamışlardır. Her ne kadar ilk temsilcileri zamanında aforoz
edilmişlerse de kendilerinden sonra gelen din adamlarının fikirlerine örnek
teşkil etmişlerdir. Bu ilk dönemlerdeki ilahiyat tartışmaları kiliselerde ve tabii
Antakya Kilisesi’nde bir bölünmeye sebep olmamıştır. Ancak tüm bunlara
rağmen ortaya atılan ve savunulan görüşler ilerleyen zamanda çok ciddi
kristolojik çarpışmaların doğmasına zemin hazırlamıştır.
İşte bu kristolojik çarpışmaları sonlandırmak adına çeşitli konsiller
düzenlenmiştir. Bu bağlamda 325 yılında İznik Konsili toplanmıştır. Bu
konsilde Arius ve Athanasius’un birbirlerine zıt görüşleri tartışılmış39 ve
sonuçta konsil Athanasius’un formülünü onaylamış, Arius’un mezhebini
mahkûm ederek Arius ve taraftarlarını da aforoz etmiştir. Konsil İznik İnanç
Bildirgesi adı altında kabul ettiği Credo (Amentü - İman İkarı) ile ilk kez resmi
bir itikatname saptamıştır40.
kabul etmişlerdir. Mehmet Aydın, “Hıristiyanlık”, DİA, C. XXVII, Ankara, 2002, s. 347. İkinci
görüş, öğretilerinin temelinde Yahudi aleyhtarlığı olan Sinoplu Marcion’un başını çektiği
“Marcionist” görüştür ki bu görüş Eski Ahid Tanrısıyla Yeni Ahid Tanrısı arasında ayrım olduğunu
savunuyordu. Konuyla ilgili geniş bilgi için Bkz. Şinasi Gündüz, “Sinoplu Marcion’un Gnostik
Teolojisi”, Hoşgörü Yılı ve İnanç Turizminde Göller Bölgesi Sempozyumu, Isparta, 2001, s. 131147; Bülent Şenay, “Merkuniyye”, DİA, C. XXIX, Ankara, 2002, s. 207-208; H.Dermot Mcdonald,
“Markion”, Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel Sel, Levent Kınran, Gn.Yay.Yön. M. Ali Şimşek,
İstanbul, Yeni Yaşam Yayınları, 2004, s. 106-107. Diğer görüş ise; Monarşianizm görüşüdür. Bu
görüş savunucuları iki gruba ayrılır. Şekilci Monarşistler’in görüşüne göre, tek bir ilahi varlık kendini
“Baba”, “Oğul” ve “Kutsal Ruh” olarak göstermiştir ve teslis diye de bilinen bu üçlü isim ilahi
aktivitenin geçici tezahürlerinden başka bir şey değildir. Dinamik Monarşistler ise; İsa’nın ezeli
olmayıp yaratılmış ve Tanrı’nın cisimlenmiş şekli olmayıp ilahi gücü Tanrı’dan almış insan olduğunu
savunuyorlardı. Abdülvahid Vafi, “Hıristiyan İnancının Teslise Dönüşmesi ve Teslisin İlk
Kaynakları”, Çev. Hidayet Işık, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 6, 1996, s. 387;
Kaçar, a.g.m., s. 194.
39
Athanasius ve Arius Kelâmın doğasını farklı şekilde algılıyorlardı. Athanasius’a göre İsâ’da beden
alan Kelâm, yani Tanrı Sözü, ezeliydi, yaratılmamıştı ve baştan beri Tanrıyla birlikte idi. Arius’a göre
ise Tanrı Kelâmı ezeli değildi, Tanrı tarafından, evren yaratılmadan önce ama zaman içinde
yaratılmıştı. Arius’un görüşleri ve İznik Konsili ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Rowan Williams,
“Athanasius and the Arian Crisis”, The First Christian Theologians, Ed. G. R. Evans, United
Kingdom, Blackwell Publishing, 2004, s. 157-167; Mustafa Sinanoğlu, “İznik Konsili”, DİA, C.
XXIII, Ankara, 2002, s. 549-551; Çelik, Süryani…, 107-123; Kaçar, a.g.m., s. 200-204; Sümer,
a.g.t., s. 55-57.
40
“Göğün ve yerin, görünen ve görünmeyen kainatın yaratıcısı, kadir-i mutlak tek bir Baba Tanrı’ya; Tanrı’nın
biricik Oğlu, tek bir Rab İsa Mesih’e, yegane doğrulmuş babanın özünden (homoousios) doğmuş, Tanrı’dan
Tanrı, nurdan nur, gerçek Tanrı’dan gerçek Tanrı olduğuna, tevlid edildiğine, yaratılmadığına, baba ile aynı
tabiatta olduğuna, gökte ve yerde bulunan her şeyin onun vasıtasıyla yaratıldığına, biz insanlar ve bizim
kurtuluşumuz için semadan indiğine, bedenleştiğine ve insan olduğuna, ıstırap çektiğine, üçüncü gün mezardan
dirildiğine ve göğe yükseldiğine, ölüleri ve dirileri yargılamak üzere geri geleceğine ve kutsal ruha inanırız.
Tanrı’nın Oğlunun ezeli olmadığını, doğmadan önce varolmadığını, yoktan veya babadan farklı öz ve tabiatta
olduğunu, onun değişim ya da dönüşüme açık yaratılmış olduğunu söyleyenler ekümenik kilise tarafından aforoz
10
Konsilde kabul edilen inanç ilkeleri, ilahiyat tartışmalarına son vereceği
yerde daha da şiddetlenmesine ve Hıristiyan dünyasının parçalanmasına yol
açmıştır. Oğul’un Baba ile aynı özden olması ve Baba’nın Oğul’da
canlandığının kabulü, “İsa’da insani ve Tanrısal özler arasındaki ilişki”
sorununu ortaya çıkarmış bu sorun da kiliseleri 5. ve 6. yüzyılda altüst
etmiştir41. İznik Konsili’nden sonraki dönemde devam eden karışıklıklar bir
yandan kiliseleri yıpratırken bir yandan devletin iç düzenini bozmuştur. Kısa
zaman aralıkları ile iş başına gelen imparatorlar bazen Ariusçuları bazen de
Arius karşıtlarını destekleyip sürgün ve baskılarla mevcut sorunu çözmeye
çalışmışlardır. Ancak bu tutum durumu daha da kötüleştirmekten başka bir
işe yaramamıştır42. Bu dönemde Antakya Süryani Kilisesi zaman zaman
Ariusçuların zaman zaman da karşıtlarının eline geçmiştir.
İznik İtikatnamesi ile kabul edilen Teslis dogmasına karşı gösterilen
tepkiler, Arius’un ölümünden sonra da devam etmiş ve uknumların mahiyeti
üzerinde çok çetin tartışmalara sebep olmuştur43. Bu bağlamda İstanbul
patriklik makamını işgal eden Makedonius’un ortaya attığı görüşler bir anda
tartışmalara sebebiyet verdi44. Bu yeni görüş 381 yılında İstanbul Konsili’nin
toplanmasına neden olmuş ve konsilde Makedonius’un görüşleri aforoz
edilerek Kutsal Ruh’un Tanrı’nın ruhu ile aynı olduğu görüşü İznik
İtikatnamesi’ne eklenmiştir45.
5. yüzyılda doğu kilisesi iki teolojik ekole sahipti. Birincisi İskenderiye
ekolü ki Yeni Eflatuncu felsefenin temelleri üzerine bina edilmiş olup, İsa’nın
Mark Edwards, “The First Council of Nicea”, The Cambridge History of
Christianity, Vol. I, Ed. Margaret M. Mitchel, Frances M. Young, Cambridge,
University Press, 2006, s. 561
edilecektir.”
41
Çelik, Süryani…, s. 121.
Çelik, Süryani…, s. 131.
43
Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma
Konuları, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 1998, s. 101.
44
Makedonius, İsa’nın ne Tanrı ne de Tanrı’nın oğlu olduğunu dolayısıyla onunla aynı özden
olamayacağını savunuyordu. O ayrıca Kutsal Ruh’un ulûhiyetine karşı çıkmış ve resmi Hıristiyanlığın
kabul ettiği Kutsal Ruh’un ulûhiyetine inanmanın zorunlu olmadığını söyleyerek onun yaratılmış
olduğunu iddia etmiştir. Çelik, Süryani…, s. 134; Aydın, a.g.e., s. 101.
45
Aydın, a.g.e., s. 102. “Babadan gelen, Baba ve Oğulla beraber tapınılan ve yüceltilen diriltici hayat
kaynağı Rab-Kutsal Ruha inanıyoruz. O ki, Peygamberler ve Resuller vasıtasıyla kutsal, toplumsal ve
elçisel tek bir kiliseye muhatab olmuştur. Günahların bağışlanması için tek bir vaftizi kabul ediyoruz.
Ölülerin dirilişini ve gelecek yaşamdaki yeni ebedi hayatı bekliyoruz.” Akyüz, a.g.e., s. 183.
42
11
şahsında cesetlenmiş bir Tanrı’dan bahsederek İsa’nın Tanrısal tabiatı
üzerinde ısrar ediyordu. İkinci ekol ise Antakya ekolüydü. Bu ekol eski Grek
tesiriyle Aristo mantık ve felsefesinin temelleri üzerine kurulmuştu. Bu ekol
İsa’nın
insan
tabiatı
üzerinde
duruyordu.
İskenderiye
ekolü
İsa’nın
şahsiyetindeki birlik üzerinde durmuş, iki tabiatın ayrılığını inkâr etmiştir.
Antakya ekolü ise, İsa’nın tabiatındaki ayrılık üzerinde ısrar ederek İsa’nın
şahsiyeti ile kelimenin ayrılığını ispata yönelmiştir. İşte bu iki karşıt görüşten
doğunun iki büyük itizali doğacaktır: Monofisitizm ve Nastorianizm 46.
Toplanan bu konsiller itizallerin son bulmasına yetmemişti. İstanbul
Piskoposu
Nastorius
Hıristiyanlığı’nın
tarafından
parçalanmasına
ortaya
atılan
yeni
neden
olacaktır.
görüş
Doğu
Nastorius
İncil’i
yorumlayarak, “Tanrı’nın vücud, ilim ve hayat sıfatlarını içinde barındıran tek
bir varlık olduğunu savundu. Bu sıfatlar bizzat Tanrı’nın kendisi olmadığı gibi
zatına ilave edilmiş de değildi. Nastorius, ilmi; konuşma ve söz olarak
yorumlayarak
Tanrı’nın
söylemekteydi”
47
mürekkeb
bir
varlık
değil
basit
olduğunu
. Ona göre; İsa’da biri beşeri diğeri ilahi olmak üzere iki
doğa vardır. Diofizitçilik de denen bu görüşe göre, İsa beşeri tabiatıyla tam
insan, ilahi tabiatıyla da tam bir ilahtır. Bu iki tabiat İsa’da müstakil olarak
bulunmakta önce veya sonra birleşme söz konusu olmamaktadır48.
Meryem ise, gövdelenen kelamı değil, insan olan ve tanrısallıkla ilgisi
olmayan İsa’yı doğurmuştur. Bu yüzden Meryem’e Theotokos (Tanrı annesi)
denemez, o yalnız İsa’nın anasıdır (Christotokos). Yani İsa’nın insaniyetinin
annesidir, ulûhiyet tabiatının değil. O Tanrı taşıyıcısı ya da Tanrı annesi
olamaz49.
Nastorius’un görüşlerinin kısa zamanda ülkenin pek çok yerine
yayılarak İskenderiye’de de yandaşlar bulması dönemin İskenderiye
Piskoposu Cyrill’in tepkisine neden oldu. Çünkü İskenderiye’nin, içinde
tanrısal ve insani tabiatın birleştiği “Tanrı-insan” doktrini Nastorius’un bu
46
Aydın, a.g.e., s. 102.
Albayrak, a.g.e., s. 74.
48
Mehmet Aydın, “Hıristiyanlıkta Teslis Doktrini ve Hıristiyan İ’tizalleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi
İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, C. V, 1982, s. 151.
49
Çelik, Süryani…, s. 151; Aydın, “Hıristiyanlıkta...”, s. 151.
47
12
görüşlerine
oldukça
zıttı50.
Nastorius’un
muhalifleri
onu,
Tanrı’nın
doğduğunu, öldüğünü ve tekrar yükseldiğini iddia etmekle suçluyordu51. En
önemli muhaliflerinden olan Cyrill de Nastorius’u İsa’yı iki şahsa ayırıp,
Meryem’in insan olan İsa’nın mı yoksa Tanrı İsa’nın mı anası olduğu
sorusunu ortaya atmakla suçlamaktaydı52. Ona göre önce Kelime vücud
bulmuş daha sonra da İsa’nın şahsında cisimlenmişti53. Ayrıca Roma’da bir
konsil düzenleyen Papa Celestine de “Tanrı’nın doğuşunu ve Meryem’in
Tanrı anası unvanını inkâr eden” bu yeni doktrini “Rafizi” olarak kabul ederek
Nastorius’a cephe almıştı54. Bu iki din adamının faaliyetleri sonucu kilise
kavgalarına bir son vermek isteyen İmparator II.Theodosius 431 yılında
Efes’te üçüncü Ekümenik Konsili topladı.
Bu konsilde, İznik ve İstanbul Konsillerinde kabul edilen İsa Mesih’in
Baba ile aynı özden oluşu görüşü onaylanarak “Katolik Credosu” kabul edildi.
İsa’nın
doğaları
konusunda
çıkan
tartışmalar
“İsa’da
iki
tabiat
(Hypostatiquement) birleşmiş, insaniyet ve ulûhiyet tek bir uknum olmuştur”
şeklinde kararlaştırıldı55. Ayrıca ilk iki konsilde söz konusu edilmeyen
Meryem’e de bu konsilde resmen “Theotokos- Tanrı Anası” unvanı verildi ve
ona “İnsan Anası” diyenler aforoz edildi56. Nastorius da görevinden alınarak
sürgüne gönderildi.
Nastorius’un fikirlerini devam ettiren Nasturiler, Bizans İmparatorluğu
dışındaki Nsibis’e (Nusaybin) gelerek orada inançlarını yaymak için bir dinsel
eğitim merkezi kurdular57. Urfa Piskoposluğu’na Hiba atanınca, Nasturiler,
50
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1991, s. 54.
51
Religion in the Middle East, s. 525.
52
Süleyman Hayrullah Çetin, “Türkiye’de Nasturi Hareketleri (1830-1926)”, Ankara Üniversitesi
Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1988, s. 2.
53
G. R. Evans, “Eutyches, Nestorius and Chalcedon”, The First Christian Theologians, Ed. G. R.
Evans, United Kigdom, Blackwell Publishing, 2004, s. 244.
54
Evans, a.g.m., s. 244.
55
Aydın, “Hıristiyanlıkta...”, s. 152.
56
Çelik, Süryani…, s. 165. Nasturiler başlangıçta İsa’da beşeri ve ilahi iki ayrı tabiatın varlığını ileri
sürdükleri için aforoz edilmişlerdi. Bununla birlikte daha sonra Nastorius’un görüşünden saparak
İsa’daki Lâhût (Ulûhiyet) ve Nâsût’un (İnsaniyet) karışık olduğu fikrini savundular. Aydın,
“Hıristiyanlıkta....”, s. 153.
57
Erol Sever, Asur Tarihi, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1993, s. 171.
13
Urfa’daki İlahiyat Okulu’nun canlandırmışlardır58. Hatta Nasturi eğilimleri ağır
basan Hiba’nın59 önderliğinde Urfa İlahiyat Okulu’nun yeniden canlandığını
ve bu yeni hareketin propaganda merkezi haline geldiğini görmekteyiz60.
441 yılına gelindiğinde Antakya mıntıkasında yönetimin Nastorius
yanlılarına geçmesi İskenderiye ve Roma Kiliselerini endişelendirmiştir.
İstanbul Kilisesi içinde bu sırada şiddetlenen teolojik tartışmalar yeni bir
ekümenik konsil toplanmasına doğru gidiyordu61.
Birinci Efes Konsili’nden sonra Nasturiliğe karşı baş gösteren tepkiler
sonucunda doğan fakat tamamıyla zıt bir istikamette gelişen yeni bir cereyan
ortaya çıkmıştı. Bu yeni cereyan, İsa’da iki tabiat yerine monophisite bir
karakter görüyordu62. İsa’nın ilahi tabiatının üstünlüğüne inanan İskenderiye
Piskoposu Cyrill ve onun taraftarları ile daha sonra İskenderiye Kilisesi’nin
İstanbul temsilcisi Eutyches, İsa’da insani tabiatın okyanusta bir damla
şarabın kaybolması gibi ilahi tabiat içinde kaybolduğu böylece İsa’da yalnız
bir ilahi tabiatın mevcut olduğu neticesine vardılar63. İşte bu doktrine
“Monofizitizm” bu görüşü savunanlar da “Monofizit” adı verilmiştir64.
Monofizitlikle Ortodoks Hıristiyanlık arasındaki ilk çatışma İstanbul
Patriği Flavian’ın Eutyches’i sapık olarak mahkûm etmesi ile başladı65. Papa
I. Leon da neşrettiği meşhur Tomusunda (Bildiri) İstanbul Patriği ile aynı
düşüncede olduğunu belirtmişti. Ancak Eutyches ve İskenderiye Patriği
Dioskorus’un çalışmaları sonucunda 449 yılında tarihte Efes Haydutlar
Konsili (Latrocinium)66 olarak bilinen İkinci Efes Konsili toplanmış ve bu konsil
sonucunda monofizit inanç kabul edilmiştir. Konsil sonrasında İsa’da iki doğa
58
Çelik, Süryani…, s. 171.
Kazım Sarıkavak, “Urfa-Harran Okulları ve Süryaniler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet
Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 93.
60
Joseph Molitor, Kildaniler ve Doğu Süryani Kilisesi, Çev. Erol Sever, İstanbul, Yaba yayınları,
2004, s. 17.
61
Çelik, Süryani…, s. 173.
62
Aydın, Müslümanların..., s. 104.
63
David F. Wrıght, “Konseyler ve İnanç Bildirgeleri”, Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel Sel Levent
Kınran, Gn.Yay.Yön. M. Ali Şimşek, İstanbul 2004, s. 185; Aydın, “Hıristiyanlıkta...”, s. 154.
64
A.A. Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Çev. Arif Müfid Mansel, Ankara, Maarif Matbaası,
1943, s. 123.
65
Francis Dvornik, Konsiller Tarihi İznik’ten II. Vatikan’a, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1990, s. 15.
66
Mark Edwards, “Synods and Councils”, The Cambridge History and Christianity, Ed. Winrich
Löhr, Fred Norris, Augustine Casidey, Vol. II, Cambridge, University Press, 2007, s. 378.
59
14
bulunduğunu savunan tüm piskoposlar aforoz edilirken67, İskenderiye Kilisesi
tüm doğunun fiili önderliğini eline geçirmiş oluyordu68.
Ancak bu konsil de kilisedeki çatışmalara son vermemiştir. Monofizitler
konsilden galip çıkmışlardı ama yeni İmparator Marcian ve karısı durumu
kabullenememişlerdi. Marcian, 451 yılında Kalkedon’da (Kadıköy)69 IV.
umumi konsilin toplanmasına karar verdi.
Kadıköy Konsili deyim yerindeyse kaş yapayım derken göz çıkardı70.
Konsil sonucunda Efes Konsili kararları mahkûm ve Dioskorus aforoz edildi.
İman ilkeleri açısından monofizitliği reddeden ve Roma’daki Papa’nın
görüşlerine uygun gelen, görünüşte uzlaştırıcı yeni bir dini formül bulundu71.
Bu formül kendine bir bakıma bu iki zıt doktrin arasında bir yer buluyordu72.
Kadıköy Konsili’nin ilginç yanı şudur ki; bir yandan Cyrill’i övüp öğretisini
mahkûm
ederken
diğer
taraftan
diofizitizmi
destekleyip
Nastorius’u
cezalandırmıştır73. Tüm itizallerin kaynağı olarak değerlendirilen İskenderiye
Kilisesi ise bu konsil ile mahkûm edilmiş oluyordu. Antakya Süryani Ortodoks
Kilisesi’nin günümüz Patriği İğnatius I. Zekka Ivas, Bu konuda, “Kadıköy
Konsili, sağlam imanı değiştirdikten ve İsa’ya ittihattan sonra iki tabiatlı diyen
Nastorius’un sapıklıklarını destekledikten, tek olan kurtarıcıyı ikiye ayırdıktan
sonra, toplayıcı kiliseyi ikiye bölerek, kilisenin evlatlarını birleştirmek yerine
parça parça ederek dağıldı. İşte bu andan itibaren, ayrılıklar, husûmet
beslemeler gruplar arasında yayıldı. Günümüzde bile bu ayrılıktan meydana
gelen sıkıntılı işler devam etmektedir.” yorumunu yapmaktadır74. Kadıköy
67
Çelik, Süryani…, s. 190.
İskenderiye Kilisesi’nin bu başarısını sindiremeyen Papa I. Leon, II. Efes Konsili’nin zaaf
noktalarını ortaya çıkarıp, kendisini destekleyen episkoposları etrafında toplayarak, 449 yılında
Roma’da bir sinod toplamış ve bu sinodda Dioskorus aforoz edilerek, Efes’de aforoz edilmiş tüm din
adamlarının rütbeleri iade edilmiştir. Bunun üzerine Dioskorus’da İskenderiye’de bir toplantı tertip
ederek, Leon’u aforoz eden bir karar yayınlamıştır. Nihat Durak, Süryaniler Açısından 451 Kadıköy
Konsili, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul,
1993, s. 11.
69
MÖ 685’de Boğaz’ın girişinde Kadıköy’ün olduğu yerde “Megariens”ler tarafından tesis edilen
şehir.
70
Çelik, Ortadoğu..., s. 54.
71
Vasiliev, a.g.e., s. 130.
72
Durak, a.g.t., s. 45.
73
S.Aziz Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Çev. Nurettin Hiçyılmaz, İstanbul, Düz Yayınları, 2005,
s. 200.
74
Durak, a.g.t., s. 46.
68
15
Konsili kararları siyasi bir öneme de sahiptir. Konsilin doğu kiliselerini
zayıflatan kararlar alması uzun süreden beri güçten düşürülmeye çalışılan
doğu kiliselerinin büyük tepkisi ile karşılaştı. Devletin ülkede dini birliği
sağlamak için başvurduğu şiddet sonucunda da monofizit düşüncenin
yandaşları arasında güçlenen ulusçuluk duygusu doğu halklarının ayrı ve
özerk
kiliseler
kurmalarına
sebep
olmuştur
ki
konsilin
en
önemli
sonuçlarından biridir75. Yani bu tarihe kadar aynı inancı paylaşmakta olan bu
dört elçisel merkez Katolik ve Ortodoks olmak üzere iki gruba ayrılmıştır.
İstanbul ve Roma merkezleri “evrensel” anlamına gelen Katolik adını alırken,
Antakya ve İskenderiye ise “gerçek inanç” anlamına gelen Ortodoks adını
kullanmışlardır76.
Kadıköy Konsili’nde aforoz edilen monofizit görüş taraftarları ise, konsil
sonrası çeşitli tarihlerde konsili ve kararlarını kabul etmediklerini yerel
konsillerinde ilan etmişlerdir. Bağımsız Süryani, Ermeni, Kıptî77 ve Habeş
Kiliseleri de bu görüşü benimseyen kiliselerdir78.
Antakya Süryani Kilisesi İznik Konsili’ne kadar Hıristiyan dünyasının en
eski kilisesi olma şerefini ve manevi üstünlük niteliğini korumuşken 451
yılından itibaren Bizans’ın din kisvesi altında yürüttüğü sindirme ve yok etme
politikası sonucu baskı altına alınmaya çalışılmış ve çok acımasız kırımlara
maruz kalmıştır. Bu kilisenin hedef alınmasının en büyük nedenlerinden birisi
konumu itibariyle stratejik bir noktada bulunmalarıdır. Süryanilerin Bizans ile
Pers İmparatorluğu’nun güç gösterisinde bulundukları bir alanda yaşıyor
olmaları onların hedef olmalarına neden olmuştur79.
Kadıköy Konsili sonrasında devam eden isyanlar neticesinde İmparator
Zenon 482 yılında “Henetikon”u yani “Birlik Yasası”nı neşretmiştir. Bu yasa
ile hem Nastorius hem Eutyches aforoz edilmekle birlikte, “tek doğa” “çift
doğa” deyimlerinin telaffuzundan olduğu gibi Ortodoks görüş ya da
75
Şimşek, a.g.e., s. 71.
Akyüz, a.g.e., s. 185.
77
Mısır’ın Monofizit Hıristiyanlarına verilen isim.
78
Olivier Clément, “Ortodoks Mezhebi”, Din Fenomeni, Ed. Jean Chevalier, Çev, Mehmet Aydın,
Konya, Tekin Kitapevi, 1993, s. 203; Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1983, s. 33; Religion in The Middle East, s. 350-351.
79
Şimşek, a.g.e., s. 72.
76
16
monofizitizm lehine herhangi bir zorlayıcı ifadeden de kaçınılıyordu80. Ancak
bu da soruna bir çözüm getirememiştir.
İmparator Justinian zamanında Süryaniler aleyhine çok ağır bir ferman
yayınlanmıştır. Çıkan ayaklanmalar çok şiddetli şekilde bastırılmıştır. Bu
olaylardan sonra artık tek doğa yanlısı Antakya ve İskenderiye Kiliseleri
tamamen çökmüş mensupları da çeşitli yerlere saklanmak zorunda
kalmışlardır81.
Bu
ortamda
Yakup
Baradaeus82’un
ortaya
çıkması
durumu
değiştirecektir. Onun Evrensel Piskopos olarak takdis edilmesi tabiri caizse
Süryani Kilisesi’ni yeniden diriltmiştir. İşte Kadıköy yanlılarının Süryani
Kilisesi’ne “Yakubi Kilisesi”, mensuplarına da “Yakubîler” yakıştırmasını
yapmalarının sebebi Mor Yakup’tan dolayıdır83. Mor Yakup’un tükenmekte
olan Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi’ni diriltip eski canlılığına kavuşturduğu
bir gerçektir. Ancak o, kilisenin kurucusu değildir. Bu nedenle Süryani Kilisesi
bu adlandırmayı şiddetle reddeder. Süryaniler Mor Yakup’tan yüzlerce yıl
önce de vardı sonra da var olmuştur. Onun için Süryaniler Yakubi değil,
Yakup bir Süryanidir demek daha doğru olacaktır. Bu tabirlerin birbiri yerine
kullanılması ya da karıştırılması tarihi bir yanlıştır84. Yine Kadıköy yanlıları ve
Şark bilimcileri, Süryani Ortodoks Kilisesi’ni Monofizitlikle suçlamaktadırlar.
Oysa bu görüş kilise tarafından aforoz edilen Eutyches’in akidesini akla
getirdiği için Süryaniler tarafından kabul edilmez. Süryani Kilisesi sadece
Ortodokstur85.
İtikadi ve siyasi açıdan çok önemli sonuçlar doğurmuş olan Kadıköy
Konsili’nin kiliselerin bölünmesine sebebiyet verdiğini söylemiştik. Bu
bağlamda Kadıköy Konsili kararlarını bir tasnif sebebi olarak almak
80
Ramazan Işık, Maruni Kilisesi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış
Doktora Tezi, Ankara, 2003, s. 42.
81
Çelik, a.g.m., s. 38-39.
82
Bazı kaynaklarda Barados, Baraday, Burdhono şeklinde de kullanılmaktadır.
83
Françoise Micheau, “Copts, Melkites, Nestorians and Jacobites”, The Cambridge History of
Christianity, Vol. V, Ed. Margaret M. Mıtchell, Frances M. Young, Cambridge, University Press,
2006, s. 377.
84
Kenan Altınışık, “Tarih ve Toplum Dergisi’nde Yayınlanan “Süryaniler” Yazısına Cevap”, Tarih
ve Toplum, C. 40, Sayı. 240, Aralık 2003, s. 53.
85
Durak, a.g.t., s. 66-67.
17
mümkündür. Yani Süryani geleneğine bağlı kiliseler Kadıköy Konsili
kararlarına bağlı olanlar ve olmayanlar olarak iki grupta incelenebilir. Bu
tasnife göre; Kadıköy Konsili kararlarına bağlı olmayan kiliseler; Süryani
Ortodoks Kilisesi, Nasturi Kilisesi ve Maruni Kilisesi olurken, Keldani Kilisesi,
Süryani Katolik Kilisesi ve Melkit Kilisesi86 Kadıköy Konsili kararlarına bağlı
olan kiliseler olarak kabul edilmişlerdir. Ayrıca bu grupları Batı ve Doğu
Süryanileri olarak ayırmak da mümkündür. Bu kiliselerden başka 19.
yüzyıldan itibaren Protestan misyonerlerinin faaliyetleri sonucu ortaya çıkan
Süryani Protestan Kilisesi de bulunmaktadır.
Burada bir kavram karmaşası karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Süryani
denildiğinde bazen Keldani, bazen Nasturi bazen de Asuri ya da bunun tam
tersi olarak Keldani ya da Nasturi denildiğinde diğerleri kastedilmekte ya da
anlaşılmaktadır. Bu durumdan araştırmacılardan öte bu gruplara mensup
kişiler de şikâyetçidirler. Sonuçta tüm bu gruplar aynı ırk ve aynı dinden
olmalarına rağmen farklı mezheplere bölünmüşlerdir. Ancak bu da tartışma
yaratmaktadır. Çünkü Nasturi toplumu haricindeki diğer adlandırmalar
Hıristiyanlıktan önce de kullanılmaktaydı. Bu durumda bu gruplardan birini ön
plana çıkarmak için yapılan tüm açıklama ve iddialar diğer gruplar için de
geçerli olacaktır.
Olaya ırki açıdan değil de Hıristiyanlık nokta-i nazarından baktığımız
zaman sorun azalmakla birlikte tam olarak çözüme kavuşturulamamaktadır.
Grupların dini inançları açıklanarak bakıldığında Hz İsa ve Meryem’e bakış
açılarından kaynaklanan ayrılıkların ayrı ayrı mezhepler olarak karşımıza
çıktığını görmekteyiz. Ancak bu durum liturjik uygulamalarda çok da fazla
farklılıklara sebep olmamaktadır87.
Süryaniler yaşadıkları coğrafyaya hâkim olan Bizans İmparatorluğu ve
Sasanilerden dönem dönem çok büyük baskı ve zulüm görmüşlerdir.
Süryaniler, Bizans İmparatorluğu’nun dini görüşünden farklı bir Hıristiyanlık
inancına sahip olduklarından heretik sayılarak katliamlara uğramışlardır. Bazı
Bizans İmparatorları döneminde imparatorun düşüncelerinden kaynaklanan
86
87
Melkit Kilisesi Kadıköy Konsili sonrasında Roma’ya bağlanmıştır.
Albayrak, a.g.e., s. 70-71.
18
dönemsel bir rahatlık yaşadılarsa da genel olarak baskı ortamı her zaman
devam etmiştir.
İslam fetihleriyle birlikte Suriye ve Mısır ile birlikte Sasanilerin elinde
bulunan topraklar Müslümanların eline geçmiştir. Bu fetihler sonucunda bu
topraklarda yaşayan Hıristiyan cemaatler dolayısıyla Süryaniler ve Nasturiler
de İslam idaresi altında toplanmışlardır. Yine bu fetihler sonucunda yıllardır
Bizans ve Sasani Devletleri’nden zulüm gören Hıristiyanlar daha rahat bir
hayata kavuşmuşlardır. Birçok kaynakta da Hıristiyanların bu fetihler
sırasında eski devletlerinin zulmünden kurtulabilmek için Müslümanlara
direnmedikleri yönünde bilgiler mevcuttur. Dört Halife, Emevi ve Abbasi
dönemlerinde Süryaniler Müslümanlardan saygı görmüşlerdir.
Türklerin Anadolu topraklarına ilk gelişlerinde de burada yaşayan
Süryanilerle ilişkileri oldukça olumlu seyretmiştir. Kimsenin dinine ve inancına
karışmayan Türklerin fetihleri Süryaniler arasında sevinçle karşılanmıştır
diyebiliriz88. Selçuklular ve Anadolu Beylikleri dönemlerinde İslam Hukuku’na
göre yönetilen Süryanilerin Osmanlı Devleti dönemindeki statüleri de
değişmemiştir.
Kudüs’ün Yavuz Sultan Selim’in fethi ile Osmanlı topraklarına katılması
sonucu bölgede yaşayan Süryaniler de Osmanlı idaresi altına girmişlerdir.
Osmanlı Devleti fetihler sonucu çok sayıda din ve ırktan halkı bünyesinde
toplamaya başlamıştır. İşte bu farklı din ve ırklara mensup halkları etnik
kökenlerine bakılmaksızın gruplandırarak birey olmaktan ziyade cemaat
üyesi vasfıyla yönetmek prensibine dayanan millet sistemi ile tıpkı Ermeniler,
Rumlar ve Yahudilerde olduğu gibi Süryaniler de bu sistemin bir üyesi olarak
refah içerisinde yaşamışlardır. İslam’ın zimmet hukukuna dayanan yönetim
anlayışı sayesinde ayin ve ibadetlerini özgürce icra etme, kendi dini liderlerini
seçme, kiliselerini faal tutabilme yani özetle dini konularda tamamen özgür
olma imtiyazlarını ellerinde bulunduran Süryaniler, İslamlaştırma politikasıyla
88
Osman Turan,Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, C.I, İstanbul, Turan Neşriyat, 1969, s.
203-204.
19
karşı karşıya kalmamışlar, tıpkı diğer cemaatler gibi baskıya maruz kalmadan
hayatlarını devam ettirmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin giderek zayıflaması Batılı Devletlerin Osmanlı
topraklarını paylaşma isteklerini yoğunlaştırmıştır. 19. yüzyılın sonlarından
itibaren doğunun zengin hammadde kaynakları Batılı Devletlerin emperyalist
emellerini su yüzüne çıkarmıştır. Başta petrol olmak üzere zengin hammadde
kaynaklarına
sahip
toprakların
sömürgeleştirilmesi
arzusu
Osmanlı
topraklarında Batılı Devletlerin birbirleriyle olan yarışını da beraberinde
getirmiştir. Batılı Devletlerin emperyalist politikalarını gerçekleştirilebilmek için
Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimleri kullandıklarını
söylemek yanlış olmaz. Bunu yaparken kullandıkları en önemli kaynak da
şüphesiz misyonerler olmuştur. Batılı Devletler, gönderdikleri misyonerler
vasıtasıyla gayr-i Müslim topluluklar içerisinde bir ulus bilinci yaratmaya
çalışmışlar bunda da başarılı olmuşlardır. Misyonerler dini konularda oldukça
cahil buldukları cemaatleri eğitmek maksadıyla hareket ediyormuş gibi
görünerek onlar arasında ayaklanma fikirleri oluşturmaya çalışmışlardır. Bu
çalışmalardan Süryaniler de etkilenmişlerdir. Katolik misyonerlerin faaliyetleri
sonucu pek çok Süryani Katolik olurken Protestan misyonerlerinin faaliyetleri
de Protestan Süryani grubunun oluşması ile sonuçlanmıştır.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girince devlet bünyesindeki
Hıristiyan azınlıklar, emperyalist devletlerin vaatlerine inanarak Osmanlı
Devleti aleyhine ayaklanmış ve savaşmışlardır. Bu bağlamda bağlı
bulundukları devlete karşı ayaklanan Süryaniler de savaş sonunda
emperyalist
devletlerin
uğrayacaklardır.
vaatlerinin
tutulmaması
ile
hayal
kırıklığına
BİRİNCİ BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİ’NDE SÜRYANİLER
1. OSMANLI MİLLET SİSTEMİ ve SÜRYANİLER
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti bir Türk-İslam devletidir.
Dolayısıyla
Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan azınlıkların ve bu azınlıklardan biri
olan Süryanilerin hukuki durumlarını daha iyi anlayabilmek için İslamiyet’in
gayr-i Müslimler üzerindeki uygulamalarının bilinmesi gerekmektedir. İslam
hukukunda “gayr-i Müslim” tabiri, İslamiyet’i din olarak kabul etmeyenler için
kullanılır. Hz Muhammed’in Medine’ye hicreti ile birlikte İslam toplumu içinde
Müslüman olmayanların durumunun ne olacağı sorunu ortaya çıkmıştı. İslam
dini kendi hâkimiyeti altındaki tüm insanları mutlaka Müslüman olacaktır
şeklinde algılamamıştır. Dinin tebliğine rağmen İslam’a girmeyen ama İslami
yönetim altında kalmayı tercih eden gayr-i Müslimler de bir tebaa gibi
düşünülmüş onlarla ilgili pek çok ayrıntılı hüküm konulmuştur1. İşte Hz.
Muhammed’in Müslüman olmayanlarla yapmış olduğu anlaşmalar bu
hükümlerin esasını teşkil etmiştir2. Buradan yola çıkan İslam kamu hukukuna
göre de halk vatandaşlık hak ve ödevi olan Müslümanlar ile siyasi haklar ve
tabi oldukları hukuk kuralları açısından onlardan farklı olan zımmîler olarak
ikiye ayrılır. Zımmîler, İslam devleti tarafından ‘Zimmet’3 adı verilen bir
anlaşmaya dayanarak korunan toplulukları oluştururlar. Şu halde diyebiliriz ki
kendi dinlerini değiştirmeden İslam devletinin koruması altına girmeyi kabul
1
Ali Şafak, “Mukayeseli Hukuk Açısından Azınlık Haklarına Bir Bakış ve Ermeni Katolik Patrikliği
ile İlgili Bir Fermanın Değerlendirilmesi”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı II, S. 38, MartNisan 2001, s. 653.
2
Hüseyin Gazi Yurdaydın, “İslam Devletinde Müslüman Olmayanların Durumu”, A.Ü. İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C. XXVII, 1985, s. 97; Levent Ürer, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, İstanbul,
Derin Yayınları, 2003, s. 116.
3
“Zimme”, himaye (koruma), sahip çıkma, koruma mecburiyeti, birinin emniyetini taahhüt etmek,
kendileri ile sözleşilmiş ve yemin edilmiş kavim ve topluluk gibi manalara gelir. Bir fıkıh terimi
olarak zimmet de; Müslüman cemaatin, İslam’ın üstünlüğünü tanımak şartıyla diğer ilahi dinlerin
üyelerine bahşettiği dostluk ve korumayı içeren süresiz bir tür sözleşmeyi ifade etmektedir. Cevdet
Küçük, “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye
Yayınları, 1999, s. 208; Ürer, a.g.e., s. 118; T.Tankut Soykan, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Gayrimüslimler Klasik Dönem Osmanlı Hukukunda Gayrimüslimlerin Hukuki Statüsü,
İstanbul, 2000, s. 68.
21
eden ehl-i kitap kişilere zımmî denilmektedir4. İslam devleti içten ve dıştan
gelebilecek her türlü tehlikeye karşı zimmîleri korumayı, onların can, mal, ırz
ve namusları ile dini hayatlarını ve mabetlerini emniyet altına almayı Allah
adına taahhüt etmekteydi5. Tebaası oldukları İslam devletinin teminatı altında
olan zimmîler, buna karşılık devleti yönetenlerin buyruklarına ve yasa
hükümlerine uymak zorundadır. Zimmîler sahip oldukları ve ekip biçtikleri
toprak üzerinden haraç, çalışacak durumda olan her yetişkin erkek birey için
de kişi başına cizye denilen bir vergi ödeyeceklerdir. Buna karşılık askerlik
hizmetinden muaf olacak6 ve kamu düzenini ilgilendiren konularda İslam
hukuk kurallarına tabii olurken, özel hukuk açısından yani aile, miras, sosyal
ve bir kısım ticaret hukuku konularında da kendi topluluklarının hukukuna
bağlı kalacaklardı7. Kendi topraklarında başka din mensuplarına da geniş
hayat hakkı tanıyan İslam hukukunun bu temel anlayışı tarih boyunca
değişmeyen bir esas olarak varlığını Osmanlılara kadar sürdürmüştür.
600 yıllık tarihi boyunca Osmanlı Devleti yirmiye yakın din ve mezhep
grubunu ve bir o kadar da etnik grubu yönetmiştir8. Tanzimat öncesi
dönemdeki sistemin oluşum süreci Osmanlı Devleti’nin büyüme ve genişleme
dönemiyle yakından ilgilidir9.
Tanzimat’a kadar geçen dönemde ara sıra ufak değişiklikler olmakla
birlikte genelde devletin izlediği politika bütün gayr-i Müslimler için aynıydı.
Bu temel politika fethedilen bölgelerdeki gayr-i Müslim unsurların fetih
öncesindeki durumlarının aynen korunması ilkesidir10. Ancak Osmanlı
yenileşme hareketlerinin merkezinde duran Tanzimat Fermanı ile gayr-i
4
Gülnihal Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim
Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1996, s. 7-8.
5
Küçük, a.g.m., s. 208.
6
Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bazı Sorunlar ve Günümüze Yansımaları, Ankara,
MEB Yayınları, 2002, s. 8.
7
Küçük, a.g.m., s. 209.
8
Ercan, a.g.e., s. 11
9
Canan Seyfeli, “Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin İdari Yapısı: Süryani Kadim Kilisesi
Örneği”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I,
Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 253.
10
Canan Seyfeli, “Osmanlı Devlet Salnamelerinde Süryaniler (1847-1918)”, Süryaniler ve
Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları,
2005, s. 50.
22
Müslimlerin idare sistemi yeniden yapılanmış çıkartılan nizamnamelerle
birlikte yeni bir biçim kazanmaya başlamıştır11. Bu nedenle Osmanlı
Devleti’nin gayr-i Müslimler için izlediği politika iki dönemde incelenebilir;
Klasik Dönem ve Nizamnameler Dönemi (Millet Sistemi).
Klasik dönemde Osmanlı topraklarında Müslümanlığın dışında üç
değişik din vardı. Bunlar Museviler, Sabiiler ve Hıristiyanlardı12. Sabiiler’in
sayısı yok denecek kadar azdı. Diğer iki gruptan en kalabalık olanlar
Hıristiyanlardı. Museviler ise sayıca Hıristiyanlardan az olmalarına rağmen
ekonomik alanda etkinlikleri oldukça fazlaydı. Osmanlı Devleti topraklarında
yaşayan gayr-i Müslimler için iki çeşit sınıflandırma yapmak mümkündür.
I. Din ve Mezhep Bakımından:
A. Hıristiyanlar
1. Katolikler
a. Latinler (Doğuda bazı bölgelerde çok küçük gruplar halinde
bulunan bu topluluklar, ayin ve ibadetlerini Latince yaptıkları için bu isimle
anılırlar)
b. Katolik Ermeniler
c. Katolik Gürcüler
d. Katolik Süryaniler
e. Keldaniler
f. Maruniler
g. Katolik Kıptiler
h. Katolik Rumlar
2. Katolik Olmayanlar
a. Ortodokslar (Pavlaki, Thondraki, Selikian ve Bogomiller dahil)
b. Gregoryenler
c. Nasturiler (Doğu Süryanileri)
d. Yakubi-Süryaniler (Batı Süryanileri- Süryani Kadimler)
e. Melkitler
11
12
Seyfeli, “Osmanlı Devleti’nde…”, s. 253.
Ehl-i kitap dinden sayılan Mecusiler Osmanlı Devleti sınırları içinde hiç yaşamamışlardır.
23
B. Museviler
1. Rabbaniler
2. Karailer
3. Samiriler
C. Sabiiler
II. Etnik Bakımdan:
A. Rumlar
B. Yunanlılar
C. Bulgarlar
D. Sırplar
E. Hırvatlar
F. Karadağlılar
G. Bosnalılar (Osmanlı yönetimine girdikten sonra İslamiyet’i kabul
etmeye başladılar. Müslüman Bosnalılara Türkçe’de Boşnak denir.)
H. Arnavutlar(Osmanlı yönetimine girdikten sonra %70 kadarı
Müslüman oldu.)
I. Romenler
İ.Türkler (Gagavuzlar/Gökoğuzlar)
J. Macarlar
K. Çingeneler (Osmanlı yönetiminde çingenelerin yarıya yakını
müslüman oldu.)
L. Ermeniler
M. Gürcüler (%30’a yakını Müslüman oldu.)
N. Süryaniler
O. Keldaniler
P. Araplar (Maruni, Melkit ve diğer Hıristiyan Arap Grupları)
R. Kıptiler (Mısır’ın Araplar’dan önceki yerli halkı)
S. Habeşler (Bir kısmı Hıristiyan bir kısmı Müslümandır.)
T. Polonyalılar
24
U. Yahudiler13
İşte özünde İslam’ın Zimmî Hukuku’na dayanan, Osmanlı idaresi
altında yaşayan çeşitli ırk, din ve mezheplere mensup toplulukların etnik
kökenlerine bakılmaksızın mezhep ya da dinlerine göre gruplandırıldığı bu
sisteme Millet Sistemi denilmektedir. Yani Osmanlı Devleti zimmîleri birer
birey olarak değil, bir cemaatin üyesi olarak muhatap almış, bu ayrımı da
örneğin; Türk, Bulgar, Arap ya da Rum olarak değil Hıristiyan, Yahudi vs.
olarak yapmıştır14.
Bu sistemde her dini grubun en yüksek rütbeli din adamlarından biri,
kendi cemaatleri tarafından o grubun şefi olarak seçilir ve kendi topluluğunu
düzenlemek ve yönetmekle görevlendirilirdi. Bu yetki de devletin verdiği
beratlar sayesinde olurdu. Böylece bu gruplar kendilerine tanınan haklar
çerçevesinde, Osmanlı egemenliğinde ama devlet içinde devlet gibi kendi
din,
hukuk,
gelenek
ve
eğitim
sistemlerini
baskı
görmeden
uygulayabilmişlerdir15. Cemaat liderleri yalnızca dini otoriteyi değil, aynı
zamanda idari otoriteyi de temsil ettikleri için kendilerine Millet Başı denilmiş
ve yönetimlerindeki cemaatten hükümete karşı sorumlu olmuşlardır.
Bu sistemin yararlarından biri tasnif sayesinde toplumların hüviyetlerini
belirleyebilmektir16. Ayrıca tek tek bireyleri değil cemaatleri muhatap alan bu
sistemle toplumu yönetmek daha kolay ve akıllıcaydı17. Millet sisteminin bir
diğer fonksiyonu da gayr-i Müslimlerin politik ve ekonomik sisteme
katılmalarını sağlaması idi18.
Osmanlı Devleti’nin gayr-i Müslimlere tanıdığı haklar oldukça ayrıntılı
olmakla birlikte tamamen başka bir çalışmanın konusu olabilir. Biz şu
13
Yavuz Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal,
Ekonomik ve Hukuki Durumları, Ankara, Turhan Kitabevi, 2001, s. 52-53.
14
Gül Akyılmaz, “Tanzimat’tan Önce ve Sonra Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerim Hukuki
Statüsü”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı II, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 671-672.
15
Bozkurt, a.g.e., s. 10.
16
Bozkurt, a.g.e., s. 10.
17
Nuri Adıyeke, “Islahat Fermanı Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi ve
Gayrimüslimlerin Yaşantılarına Dair”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları,
1999, s. 256.
18
Ali Güler, XX. Yüzyıl Başlarının Askeri ve Stratejik Dengeleri İçinde Türkiye’deki
Gayrimüslimler (Sosyo-Ekonomik Durum Analizi), Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1996, s. 9.
25
kadarını söyleyebiliriz ki Osmanlı topraklarında yaşayan farklı etnik kökenden
gelen farklı din ve mezheplere mensup bütün gruplar, İslam Hukuku’nun
gayr-i Müslimlerle ilgili hükümleri ile birlikte zaman zaman çıkarılan örfi
hükümlerin de sağladığı bir düzen içinde yıllarca yaşadılar. Başlangıçta klasik
İslami hoşgörü şeklinde kendini gösteren bu uyum Fatih Sultan Mehmet
döneminde gayr-i Müslimlere verilen haklarla hukuki bir zemin kazanmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra, Gennadios Scholarias’ın Ortodoks Patriği
atanması ve Ortodokslara geniş özerklik verilmesi daha sonra Ermeni ve
Yahudiler için de benzer özerkliklerin sağlanması ile başlayan19 bu
hukukileşme zeminiyle gayr-i Müslimler, Osmanlı topraklarının neresinde
yaşarlarsa yaşasınlar, hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, hangi ırka
mensup olurlarsa olsunlar, inançlarına göre gruplandırılmışlar ve yönetim
merkezi İstanbul’da olan bir milletin üyesi olarak Osmanlı siyasi ve idari
sistemine bağlanmışlardır20.
Gerçekten de Osmanlı Devleti çağdaşları arasında başka dinlere
mensup olanlara en müsamahalı davranan devletti21. Roma İmparatorluğu
yönetiminde Yahudiler’in ve Hıristiyanların, Orta Çağda Avrupa’da Yahudiler
ve
İspanyol
Müslümanlarının
(Endülüs
Emevi
Devleti)
Katolik
Hıristiyanlar’dan zulümler gördüğü, İspanya’da engizisyon vahşetinin had
safhada bulunduğu, Kromvel’in askerlerinin İrlandalı Katolikleri katlettiği,
Fransa Kralı’nın emri ile Protestanlar’ın yok edilmeye çalışıldığı bir
dönemde22 farklı mezheplere bağlı dindaşlarına bile tahammül edemeyerek
her türlü zulmü reva gören Hıristiyanların durumu23 göz önüne alınacak
olursa, dinlerinden dolayı baskı ve zulüm gören gayr-i Müslimlere her zaman
19
Bilal Eryılmaz, “Osmanlı Devleti’nde Farklılıklara ve Hoşgörüye Kavramsal Bir Yaklaşım”,
Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 236.
20
İbrahim Özcoşar, “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi ve Süryani Kadimler”, Süryaniler ve
Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları,
2005, s. 210.
21
Ziya Kazıcı, “Osmanlılarda Hoşgörü”, Türkler, C.X, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 223.
22
Halit Ertuğrul, Azınlık ve Yabancı Okullar Türk Toplumuna Etkisi, İstanbul, Nesil Basım
Yayın, 1998, s. 44.
23
M. Hidayet Vahapoğlu, “Yönetim ve Azınlıklara Bakış Açısından Osmanlı Devleti”, Atatürk
Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı, C. VIII, S. 22, 1996, s. 43.
26
kucak açan Osmanlı Devleti’nin din ve vicdan hürriyeti konusunda ne kadar
ileride olduğu anlaşılır.
Osmanlı Devleti uygulamada din ve vicdan hürriyeti açısından oldukça
istikrarlı görüntü çizerken, gayr-i Müslimlerin ayin ve ibadetlerini serbestçe
icra edebilmelerine elverişli bir nitelik taşır. Osmanlı Devleti her şeyden önce
bir İslamlaştırma politikası gütmemiştir. Din işlerinde serbest olan gayr-i
Müslimler çoğunluğu Müslüman olan bölgelerde bile Müslümanları rahatsız
etmeden ibadetlerini yerine getirebilmişlerdir.
Gayr-i Müslimlerin ibadet yerlerinin ve dinsel başkanların durumu
verilen fermanlarla belirtilmiştir. Buna göre ibadet yerlerinin bütünüyle bir
dokunulmazlığı vardı. Kiliseler ve ruhban sınıfı her türlü tecavüze karşı
korunmaktaydı. Devlet kilise ve havraların iç yapısına karışmadığı24 gibi
vakıflara ve mezarlıklara da kimsenin karışamayacağını belirten çeşitli
güvenceler vermişti. Devlet her zaman zimmîlere ait ibadet yerlerine yapılan
saldırıya ve suçluları da Müslüman ya da gayr-i Müslim diye ayırmaksızın
cezalandırmıştır.
Gayr-i Müslimlerin dinsel başkanlarının durumunun da fermanlarla
belirlendiğini söylemiştik. Arşiv belgelerinden de anlaşılacağı gibi; dinsel
başkanlar özellikle patrikler tam anlamıyla bağımsız idiler. Ancak bu
bağımsızlık kilise örgütü ve kendi toplumları için de geçerliydi. Patrik kilise
içinde metropolit, piskopos ve diğer din adamlarının atanması veya görevden
alınmasında tamamen serbestti. Yalnız bu atama devlet tarafından biçimsel
olarak onaylanırdı.
Patrik ataması da devlet tarafından yapılırdı. Ancak, atanacak patrik
kendi toplumları tarafından seçilir, seçme işine devlet karışmazdı. Yalnızca
görevden alma işi kiliseye danışılmadan da yapılabilirdi. Devlet ve ülke
aleyhinde davranışlar ve toplumunu iyi yönetememe görevden almak için
geçerli sebeplerdi25.
Gayr-i Müslimlerin yüksek sesle ve etrafı rahatsız edecek şekilde
olmamak kaydıyla ayinlerini serbestçe icra edebilecekleri birçok hükümde
24
25
Ercan, Osmanlı Yönetiminde...., s. 233.
Ercan, Osmanlı Yönetiminde...., s. 236-237.
27
ifade edilmektedir. Ayrıca kutsal saydıkları günlerde kutlamalarını rahatlıkla
yaparlar ve bu durum Müslümanlarca son derece normal karşılanırdı26.
Osmanlı Devleti, diğer bazı alanlarda olduğu gibi eğitim sahasında da
gayr-i Müslimleri serbest bırakmıştır. Devlet önceleri eğitimi, din ve mezhep
imtiyazlarının bir parçası olarak kabul etmiştir. Gayr-i Müslim milletler nasıl
mabetlerini kendileri idare ediyorlarsa mekteplerini de yine kendi cemaat
teşkilatları vasıtasıyla kurup işletmekteydiler. Her cemaatin, kilise, havra ve
benzer mabetlerinin yanında, bunlara bağlı birer mektebi bulunmaktadır.
Gayr-i Müslim milletlerin idare ettiği okullar, tamamen müstakil bir niteliğe
sahipti. Gayr-i Müslimler bu cemaat okullarında milli dillerinde eğitim
yapmakta ve ders programlarını diledikleri gibi düzenleyebilmekteydiler.
Devlet bu okulları önceleri hiç denetlememiş ya da denetlemeye lüzum
görmemiştir. Gayr-i Müslimler, din ve mezhep sahasında olduğu gibi eğitim
alanında da özerk bir statü içinde hareket etme imkânına sahip kılınmışlardır.
Cemaat okulları zamanla gayr-i Müslimlerin kendi tarih ve kültürlerinin
öğretildiği, bağımsızlık fikirlerinin aşılandığı ve hatta milli istiklalleri uğrunda
yabancı devletlerin siyasetlerine alet oldukları kurumlar haline gelmişlerdir27.
Gayr-i Müslimler aile hukuku açısından kendi dini hukuklarına göre
muamele görüyorlardı. Ortaçağ Avrupası’nda olduğu gibi hukuk kuralları,
sınıflara ya da milletlere göre farklı şekilde tatbik edilmiyordu.
Bugün için özel hukuka giren bütün meseleler Osmanlı Devleti’nde dini
işlerden sayılmış ve verilen beratlarla yetki tamamen ruhani liderlere
bırakılmıştı. Gayr-i Müslimlerin aile hukukuna ilişkin meselelerden doğan
davaları patrikhanelerde kurulan heyetler tarafından görülmüştür28.
Osmanlı Devleti’nin fethettiği bölgelerde oturan gayr-i Müslimler İslam
Hukuku’na uygun olarak vergilendirilirdi. Gayr-i Müslim denince ilk akla gelen
vergi türü ise; cizye ve haraçtır. Cizye Müslüman olmayan erkeklerin, askerlik
26
M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek, İstanbul, Klasik Yayınları, 2004, s.
316.
27
Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul, Risale
Yayınları, 1990, s. 166-167.
28
Bozkurt, a.g.e., s. 14.
28
çağına gelmiş olanlarından alınan bir vergidir29. Bu vergiyi veren gayr-i
Müslimler askerlik hizmetinden muaf olurlardı.
Haraç ise, zımmi toprak sahiplerinin fetihten önceki topraklarından
yararlanmayı sürdürebilmek için toprak (harac-ı muvazzafa) ve ürün (harac-ı
mukaseme) üzerinden ayni olarak alınan vergiydi. Müslümanlardan alınan
öşür ve resm-i dönüm vergisinin karşılığıydı30.
Cizye, haraç ve bağlantıları dışında Müslüman olmayan halk
Müslümanlarla aynı vergileri öderlerdi31.
İslam’ın “Dinde zorlama yoktur” prensibi ile Osmanlı Devleti, gayr-i
Müslim vatandaşlarının rahatça yaşamalarına imkân tanımıştır. Millet Sistemi
ise devletin güçlü olduğu dönemlerde başarılı olurken devlet zayıfladıkça
yıkılmada etkili olan sebepler arasına girecek ve millet sözcüğü anlam
değiştirerek bugünkü anlamına dönüşecektir32.
Millet Sistemi içerisinde Süryanilerin konumuna bakacak olursak;
Süryanilerin idari konumlarından bahsedebilecek iki önemli tarih ve mekân
karşımıza çıkmaktadır. İlki İstanbul’un fethi ve buradaki gayr-i Müslimlerin
idaresinin düzenlenerek yeni imtiyazların tanınması, ikincisi ise Kudüs’ün
fethiyle beraber burada gerçekleştirilen uygulamadır. Doğrusu Süryanilerin
idari yapılarının belirsiz olduğu dönem İstanbul’un fethiyle başlamakta ve
Kudüs’ün fethiyle daha belirgin hale gelmektedir.
Fetih öncesi İstanbul’da Süryanilerin ve bunlara bağlı kiliselerin varlığı
bilinmekle beraber yüksek bir ruhani lider ve kuruma rastlanmamaktadır.
Fetihten sonra da durumun aynen korunduğu görülmektedir. Bu nedenle
İstanbul’un
fethinden
sonra
Süryaniler,
Osmanlı
hâkimiyetinde
sivil
idaresinde Osmanlı hükümetine bağlı, ruhani idaresinde serbestti ancak
29
Cizye ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Boris Christoff Nedkoff, “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye
(Baş Vergisi)”, Belleten, C. VIII, S. 32, 1944, s. 599-630.
30
Bozkurt, a.g.e., s. 26.
31
Gayr-i Müslimlerin ödedikleri vergilerle ilgili olarak Bkz. Yavuz Ercan, “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Ödedikleri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal
Sonuçlar”, Belleten, C. LV, S. 213, 1991, s. 371-391; Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi,
İstanbul, Erenler Matbaası, 1977.
32
Bozkurt, a.g.e., s. 10-11.
29
bütün bu ilişkilerini sürdürebilmek için bağımsız bir kilise merkezine sahip
değildi.
Süryanilerin idari yapılarının belirginlik kazanabileceği uygulama
Yavuz’un Kudüs’ü fethiyle (1516) gerçekleşmiştir. Burada Halife Ömer’in
fethinden sonra düzene girmiş bir yapı söz konusudur. Bu yapının Osmanlı
Dönemi’nde de geçerli olduğuna dair işaretler vardır. Yavuz Sultan Selim
tarafından Rum ve Ermeni Patriklerine verilen fermanlarda bu uygulamaya
atıfta bulunulmuştur33.
Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü fethinden sonra Kudüs Ermeni Patriği
Sarkis’e verdiği 9 Kasım 1517 tarihli fermanla Süryaniler, Habeş ve Kıptîlerle
birlikte Ermeni Patrikliği’ne bağlanmıştır34. Ancak bu bağlılık, Rum ve
Ermeniler arasında tartışma konusu olmuştur. Yavuz Sultan Selim’in Sarkis
ile birlikte Kudüs Rum Patriği Attalia’ya da vermiş olduğu ferman, iki patriklik
arasında anlaşmazlığa sebep olmuştur.
1517 (H. 923) tarihli, Rumların Kudüs-i Şerif’te haiz oldukları imtiyazat-ı
kadimelerini müeyyid ferman-ı âli de; Gürcü, Habeş ve Süryanilerin Rum
patriğince idare edileceği ve diğer milletlerin Rumlara müdahale etmemesi
bilgisi bulunmaktadır35.
Bu noktada bir çelişkiyle karşı karşıya kalmaktayız ki bu da,
Süryanilerin adı geçen diğer milletlerle beraber, o dönemde kime tâbi
olduğudur.
Sonraki yıllara ait belgelere baktığımızda, Yavuz’un Sarkis’e verdiği
fermandaki hususların teyit edildiği ve Süryanilerin Ermenilere yamak olduğu
görülmektedir. Örneğin; 1521 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 927) tarihli Kanuni
Sultan Süleyman tarafından verilen nişan-ı âlişân, Yavuz Sultan Selim’in
1517 (H. 923) tarihli nişan-ı hümâyununu teyit etmektedir36. 1526/1527 (H.
33
Seyfeli, “Osmanlı Devleti’nde…”, s. 255-260.
9 Kasım 1517 tarihli ferman suretinin tam metni için Bkz.: Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni
Patrikhanesi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988, s. 33-34; Külliyat-ı Kavanin; C. I, No.
2599, H. 923.
35
Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 3995, 1517 (H. 923).
36
Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 2600, 1521 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 927).
34
30
933) tarihli belgede ise yalnızca Habeş, Kıptî ve Gürcü taifesi Rum
Patrikliği’ne tâbi gösterilmiştir37.
1556 (H. Muharrem 964) tarihli Kanuni Sultan Süleyman’a ait bir
fermandan38 da anlaşıldığı üzere Kanuni Sultan Süleyman döneminde de
tıpkı Yavuz Sultan Selim zamanında olduğu gibi Süryaniler Ermenilere
tâbidir.
Ancak
iki
patriklik
arasındaki
tartışmalar
bu
dönemle
sınırlı
kalmamaktadır. 1639 (H. 1048) tarihinde Kudüs Ermeni Patriği, Sarkis’e
verilen fermanın kendilerine sağladığı haklardan yola çıkarak Habeş, Kıptî ve
Süryani milletlerinin kendilerine tâbi olduğuna dair bir fermanı Sultan Murad
Han’dan almıştır39. Aynı şekilde, Rum Patriği de 1657 (H. 1067) yılında
benzer bir ferman elde etmiştir40. 1697 (H. 1108) yılına gelindiğinde Habeş,
Kıptî ve Süryanilerin Ermeni Patrikliği’ne tâbi olduklarını gösteren ve yukarıda
da belirttiğimiz 1639 (H. 1048) tarihli fermanı teyit eden yeni bir ferman-ı
âlinin verildiğini görmekteyiz41.
Rumların Ermeni Patrikhanesi’ne bağlı kiliselere müdahalesi daha
sonraki tarihlerde de devam etmiştir. Hıristiyan kiliseleri arasında kuruldukları
günden bu yana çeşitli nedenlerden kaynaklanan sürekli mücadeleler
özellikle kutsal yerler konusunda karşımıza çıkmaktadır. İmparatorluğun
güçlü olduğu dönemlerde Yavuz ve Kanuni’nin fermanlarıyla belirlenen
çözüm yollarına uyarak hiçbir sorun çıkartmayan kiliseler arasındaki tartışma,
daha sonraki yıllarda güç gösterisine dönüşmüştür42.
İki Patriklik arasında Habeş, Kıptî ve Süryani milletlerine hâkim olma
yarışı, Sultan I. Mahmud Dönemi’nde de devam etmiştir43. Ancak daha
37
Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 3996, Aralık/Ocak 1526/27 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 933).
Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 2601, 1556/57 (H. Evail-i Muharrem 964); Ercan; Kudüs..., s. 34-37.
39
Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 3997, 1639 (H. Evasıt-ı Şevval 1048).
40
Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 3998, 1657 (H. Evahir-i Rebiülahir 1067).
41
Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. Yok, 1697 (H. Evasıt-ı Recep 1108).
42
Ercan, Kudüs..., s. 20-21.
43
1733 (H. Evasıt-ı Muharrem 1146) tarihli bir ferman da; yukarıda da bahsedilen 1657 (H. 1067)
tarihli fermana atıfta bulunularak, bu tarihten sonra Ermenilerin sahte belgeler düzenleyerek adı geçen
milletleri kendi üzerlerine almaya çalıştıkları belirtilmiştir. 1733 (Evasıt-ı Muharrem 1146) tarihli
ferman sureti için Bkz. Ercan; Kudüs..., s. 22-23. 1734 (H. Şaban 1146) tarihli bir belgede ise tam
tersi olarak, Habeş, Kıptî ve Süryanilerin Sultan Selim’in Kudüs’ü fethinden sonra vermiş olduğu
ferman gereğince ve daha sonra Sultan Süleyman Han ve Sultan Ahmet Han tarafından verilen
38
31
sonraki yıllarda örneğin, 1758 (H. 1171) tarihli hatt-ı hümayunda da; Habeş,
Süryani ve Kıptî milletlerinde Rumların alakası olmadığı ve bunların
kadimden Ermenilere yamak oldukları belirtilmektedir44.
Arşivlerde Süryanilerin Ermenilere tabi bulunduğunu gösteren birçok
belge mevcuttur. Ancak bu belgelerin yanı sıra bir kısım belgeden de bütün
Süryanilerin bu genelleme içine alınamayacağı sonucu çıkarılmaktadır. Şöyle
ki; 1663/1664 (H. 1074) tarihli Halep, Van, Mardin ve Diyarbakır kadılarına
hitaben yazılan hatt-ı humayuna göre, bu bölgedeki Süryani Patriği doğrudan
padişaha müracaat etmiştir. 1729 (H. 1141) tarihli bir başka belgede de yine
doğrudan başkente başvuran Süryani Patriği, kendilerine ait manastırlara
bölgedeki
bir
kısım
şeyhlerin
saldırılarının
önlenmesi
talebinde
bulunmuştur45. Buradan anladığımız kadarıyla, Halep, Van Mardin ve
Diyarbakır çevresinde oturan Süryaniler Ermenilere tabi olmayıp, ayrı bir
patriğe sahipti ve bu patrik de aracısız olarak Bab-ı Âli ile ilişki kurmaktaydı.
Kudüs Ermeni Patriği’nin daha önceki tarihlere ait beratlarında Süryanilerin
Ermenilere tabi olduğu konusunda yer alan ifadeler bu noktada karışıklığa
sebebiyet veriyor gibi görünse de mesele aslında gayet açıktır. Kudüs Ermeni
Patriği sadece kendi yetki alanındaki Süryaniler üzerinde söz sahibi olup bu
bölgenin dışında kalan Süryaniler bu patriğin yetki alanı içinde değildir.
Ayrıca bu bölgede oturan Süryaniler o tarihlerde İstanbul Ermeni Patriği’nin
yetki alanı içinde de değillerdir46.
fermanlarda, Ermenilere yamak oldukları belirtilmiş olmasına rağmen, Rumların kendilerine tâbi olan
Gürcü, Sırp ve Rus milletleri ile yetinmeyerek adı geçen milletleri de kendilerine bağlamaya
çalıştıkları ve çeşitli tarihlerde hilelerle sahte beratlar aldıkları fakat Habeş, Kıptî ve Süryani
milletlerinin Ermenilere tâbi olduğu ve Rumların bu milletler üzerinde hiçbir tasarrufu olamayacağı
açıkça belirtilmiştir. Külliyat-ı Kavanin; C. II, No. 2910, 1734 (H. 20 Şaban 1146). Buna karşılık
olarak başka belgelerde de Süryaniler Rumlara tabi gösterilmişlerdir. Bkz. Gabriyel Akyüz, Osmanlı
Devleti’nde Süryani Kilisesi, Osmanlı Padişahları Tarafından Süryani Kilisesi’nin Ruhani
Liderlerine Gönderilen Fermanlar, Mardin, y.y., 2001, Belge No. 50, 53, 55, s. 59, 62, 64.
44
Külliyat-ı Kavanin, C. II, No. 2606, 1758 (H. 22 Cemaziyelahir 1171).
45
Külliyat-ı Kavanin, C. I, No. 2792, Aralık/Ocak 1663/64 (H. 28 Cemaziyelahir 1074); Külliyat-ı
Kavanin; C. II, No. 2796, 1729 (H. 24 Şevval 1141).
46
Kenanoğlu, a.g.e., s. 111.
32
1782 (H. 1196) tarihli başka bir belgede ise Kudüs Süryanileri Kudüs
Ermeni Patrikliği’ne tabi olurken, Mardin ve çevresindeki Süryaniler de
İstanbul Ermeni Patrikhanesine bağlanmışlardır47.
Süryani Kilisesi patrikleri de diğer milletlerin patrikleri gibi ruhani
anlamda bağımsız fakat halkının sivil işlerinde Bab-ı Âli’ye karşı sorumluydu.
Süryani Patriği patriklik seçimlerinin yapılabilmesi, azil ve tayin işleri, kilise ve
manastırların tamir ve onarımı gibi işlerde Ermeni Patriği aracılığı ile Bab-ı
Âli’ye isteğini bildirebiliyordu. Ermeni patrikleri Süryanilerin ayin ve usullerine
müdahale edemiyordu48. Yani Süryanilerin Ermeni Kilisesi’ne resmi anlamda
bağlılıkları kendi cemaat işlerinde hiçbir anlam ifade etmezken sadece
merkezi otorite ile ilgili olan işlerinde etkili olmuştur49.
Süryani Katoliklere gelince; onların durumu Katoliklerin ayrı bir millet
olarak kabul edildiği 1830 tarihinden sonra belirlenebilir. Gayr-i Müslim
Cemaatlere ait defterlerden Süryani Kadim Yakubi Defteri’nden anladığımız
kadarıyla Kadim Süryaniler 1835 yılında ikiye ayrılmış ve Süryani Kadimler,
Yakubi Süryaniler ve Katolik Süryaniler de sadece Süryaniler olarak anılmaya
başlamışlardır50. Diyebiliriz ki Tanzimat öncesi dönemde Süryani Kadimler
için geçerli olan durum Katolik Süryaniler için de aynen geçerliydi ve bunlar
da işlerini Ermeni Patrikliği aracılığı ile çözmekteydiler.
Doğu Süryani Kilisesi şeklinde de isimlendirilen Nasturilerin ise Osmanlı
idari yapısı içerisindeki konumları çok açık değildir. Nasturilerin yaşadığı
bölgeler Osmanlı hâkimiyetine girdikten kısa bir süre sonra Nasturilerin dağlık
sınır bölgesinde gözden uzak olmaları onların Millet Sistemi içerisinde yer
alacak gücü göstermelerine engel olmuştur. Osmanlı belgeleri de Nasturilerin
Osmanlı
millet
sistemi
teşkilatlanmadıklarını
ortaya
içerisinde
bağımsız
koymaktadır51.
bir
Gayr-i
millet
Müslim
olarak
Cemaat
Defterleri’nden de Nasturilerin patriklik olarak değil marhasalık şeklinde
47
Külliyat-ı Kavanin, C. II, No. 2955, 1782 (H. 8 Ramazan 1196).
Seyfeli, “Osmanlı Devleti’nde…”, s. 262.
49
Özcoşar, a.g.e., s. 62.
50
BOA, Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait 15 Numaralı Defter 1251-1329; Seyfeli, “Osmanlı Devlet
Salname…”, s. 84.
51
Özcoşar, a.g.e., s. 115.
48
33
yönetildiğini anlamaktayız52. 1825 tarihli bir berattan alınan bilgilere göre de
Nasturiler, Süryanilerin Yakubiye koluna bağlı gösterilmişlerdir53. Bu bilgi
Nasturilerin de Yakubi Süryaniler kanalı ile Ermeni Patrikliği’ne bağlı olduğu
izlenimini vermekteyse de kesin bir hüküm vermemize olanak yoktur.
Ayrıca devlet salnamelerinde diğer bütün cemaatlere ait
bilgi
bulunmasına karşılık Nasturiler hakkında bilgi olmaması onların durumlarını
öğrenmemizi zorlaştırmaktadır.
Wigram, Osmanlı Padişahı’nın Koçanis’de oturan Nasturi Patriği’ni
“Koçanis’in Lordu” olarak tanımladığını belirtmektedir54. Bu bilgiye bakılacak
olursa Osmanlı Devleti zaten Nasturileri bir millet olarak değil bir aşiret olarak
değerlendirmiş olabilir.
Diyebiliriz ki Süryaniler de Osmanlı topraklarında tıpkı diğer etnik
gruplardan ve dinlerden olanlar gibi huzur ortamı içerisinde yaşamışlardır.
İnanç ve ibadetlerine karışılmadığı gibi özel hukuklarında da serbest
bırakılmışlardır. Sadece devletle olan ilişkilerini bir bölge haricinde Ermeni
Patrikliği aracılığı ile gerçekleştirmişlerdir.
2. TANZİMAT FERMANI’NIN İLANINDA SONRA SÜRYANİLER
Osmanlı Devletindeki gayr-i Müslimler, 19. yüzyıla kadar, devletin
kendilerine tanıdığı haklardan ve mevcut hayat tarzından şikâyet etmeden
yaşamlarını devam ettirirlerken Fransız İhtilali ile yoğunluk kazanan
milliyetçilik, demokrasi ve bağımsızlık hareketlerinin de etkisiyle uzun süre
gölgesinde
yaşadıkları
devlet
içerisinde
huzursuzluk
çıkarmaya
başlamışlardır. 19. yüzyılda kendi durumlarını sağlamlaştırarak iktisadi
güçlerini artıran Batılı devletler ise, sömürgeci politikalara ağırlık vererek, o
zamanın batısı karşısında en güçlü devlet olan Osmanlı Devleti’ni özellikle
içteki gayr-i Müslimleri kullanmak suretiyle yıkmaya çalışmışlardır. Askeri,
idari ve iktisadi gücü zayıflamış Osmanlı Devleti de bir taraftan iç olayların,
52
Yonca Anzerlioğlu, Nasturîler, Ankara, Tamga Yayıncılık, 2000, s. 37-38.
İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840), Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 1995, s. 116. (102.dipnot)
54
W. A. Wigram, The Assyrians and The Their Neighbours, London, G. Bell&Sons, 1929, s. 170.
53
34
diğer taraftan da dış baskıların etkisiyle, geleneksel yönetim sistemini
yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır55.
Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayr-i Müslimler, büyük devletler
tarafından kendi gizli amaçları için paylaşılmış bulunuyordu. Rusya 1774
Küçük Kaynarca Antlaşması ile elde ettiği himaye hakkıyla, İstanbul ve
Boğazlar ile Doğu Anadolu’yu ele geçirmek için Ortodoks ve Gregoryen
Hıristiyanları kullanmaktan çekinmiyor, İngiltere, Orta Doğu, Mısır, Arabistan
ve Irak’taki etkisini koruyup, yaymada Protestanları amaçlarına alet ediyor,
Fransa ise kapitülasyonların da tanıdığı haklarla Çukurova, Suriye ve
Lübnan’daki
çıkarlarını
korumak
için
Katolikleri
kullanıyordu.
Büyük
devletlerin bu şekilde bazı gayr-i Müslim grupları himaye etmeleri, onlara
gayr-i Müslim tebaanın haklarını koruma bahanesiyle Osmanlı Devleti’nin iç
işlerine karışma fırsatını veriyordu. Batılı devletler, zaten zor durumda olan
Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandırmak için de devlet bünyesindeki bu
gayr-i Müslim grupları kışkırtarak milliyetçilik akımını teşvik ediyorlardı56.
Milliyetçilik hareketlerinin sonucu ortaya çıkan isyanlarla bağımsızlık
taleplerinin Osmanlıyı yeni bir “Osmanlı vatandaşlığı” anlayışına yöneltmesi
ve gayr-i Müslimlerin artık “reaya” değil Müslümanlar gibi eşit haklara sahip
birer “vatandaş” statüsünü istemeleri Osmanlı Devleti’ni geniş çaplı reformlar
yapmaya yöneltmiştir. II.Mahmut zamanında temelleri atılan “Osmanlıcılık”
fikri ve yenilik hareketleri büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır57.
II.Mahmut’un ölümüyle başa geçen Abdülmecit’in izniyle Mustafa Reşit
Paşa, hem devleti kuvvetlendirmek için temel kurumlarda değişiklik yapmak,
hem de batılı ülkelerin desteğini sağlamak amacıyla Gülhane Hatt-ı
Hümayunu’nu 3 Kasım 1839’da ilan etmiştir. Böylece Osmanlı Devleti’nde
“Tanzimat” adı verilen yeni bir dönem başlamış oluyordu58.
Esas itibari ile Tanzimat Fermanı’nın hükümlerini genel olarak üç ana
başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar Müslüman ve gayr-i Müslim
55
Eryılmaz, a.g.e., s. 91-92.
Güler, a.g.e., s. 15.
57
Eryılmaz, a.g.e., s. 94-95; Önder Kaya, Tanzimat’tan Lozan’a Azınlıklar, İstanbul, Yeditepe
Yayınevi, 2004, s. 70.
58
Bozkurt, a.g.e., s. 42.
56
35
tebaanın ırz, namus, mal, can ve yasalar önünde eşitliği, verginin yeni bir
usule göre düzenlenmesi ve toplanması ve askerlik hizmetinin belli bir usule
bağlanması konularıdır59.
Tanzimat’ın temel felsefesi, kanun önünde eşitlik prensibi olduğuna
göre Müslümanlar için konmuş olan şer’i hukuk kuralları Müslüman
olmayanlara uygulanamayacaktı. Buradan yola çıkarak her iki tarafın da tabi
olacağı genel nitelikli kanunlar hazırlamak gerekmiştir60. Bu bağlamda laik
hukuk alanında önemli adımlar atılarak yeni mahkemeler kurulmuş ve daha
önemli olarak gayr-i Müslim tebaanın şahitliği kabul edilmeye başlanmış61 ve
bütün devlet makamları ve rütbeler gayr-i Müslimlere açılmıştır62. Böylece
kuruluştan beri uygulana gelen millet sisteminde ve Osmanlı hukuk
düzeninde de köklü bir değişme ortaya çıkmıştır63.
Bu yeni statü ile gayr-i Müslimler Müslümanlara sağlanan haklardan
istifade etmekle beraber askerlikten muaf olmaları dolayısıyla eğitim ve
ticarette kendilerini daha da geliştirme fırsatını elde ederek ayrıcalıklı üstün
bir statüye kavuşmuş oluyorlardı64.
Gayr-i
Müslimlerin
hukuki
durumlarıyla
ilgili
olarak,
Tanzimat
Fermanı’nın yayınlanmasından itibaren yapılan düzenlemeler ve gösterilen
bütün çabalar tartışmaları bitirmeye yetmemiştir65. Osmanlı Devleti’nin eşitlik
vaadiyle devlete bağlamaya çalıştığı bağımsızlık isteğiyle dolu gayr-i Müslim
unsurlar, kendilerine tanınan haklarla yetinmediler ve Avrupalı devletlerden
kendilerine yardımcı olmalarını istediler. Böylece bu dönemden itibaren
büyük devletlerin doğu politikalarının en belirleyici unsurunu Osmanlı
Devleti’nde yaşayan gayr-i Müslimler teşkil etti66. İşte 18 Şubat 1856’da Bab-ı
Âli’de bütün başkanlar, yüksek memurlar, şeyhülislam, patrikler, hahambaşı
59
Kaya, a.g.e., s. 70.
İsmail Eyyüpoğlu, “Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na Kadar Osmanlı Devleti’nde Azınlık
Problemi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 11, 1999, s. 251252.
61
Kaya, a.g.e., s. 72-73.
62
Eryılmaz, a.g.e., s. 97.
63
Güler, a.g.e., s. 16.
64
Eryılmaz, a.g.e., s. 97.
65
Güler, a.g.e., s. 16.
66
Kaya, a.g.e., s. 83.
60
36
ve çeşitli cemaatlerin ileri gelenlerinin hazır bulunduğu bir toplantıda
okunarak yürürlüğe giren Islahat Fermanı tartışmalara yeni bir boyut
getirmiştir67.
Islahat Fermanı genel olarak gayr-i Müslimlerin hukuki statülerinde, dini
ve sosyal yaşamlarında değişiklik yapacak düzenlemeleri içermektedir.
Fermanda gayr-i Müslim cemaatlere daha önceki dönemlerde verilen bütün
hak, muafiyet ve imtiyazlar teyit edilmektedir68.
Fermanda gayr-i Müslimlerle ilgili hükümlere bakıldığında amacın gayr-i
Müslim tebaaya hak ve görevlerde eşitlik sağlamak ve Tanzimat Fermanı’nın
bıraktığı boşluğu doldurmak olduğu görülmektedir. Tanınan çeşitli haklarla
gayr-i Müslimlerin devlet hizmetinde ve idaresinde söz sahibi olabilmeleri
sağlanmıştır.
Islahat Fermanı’ndan sonra başlayan dönem gayr-i Müslimlerin hukuki
statüleri
bakımından
önemli
gelişmelere
sahne
olmuştur.
Fermanın
hazırlanışı sırasında özellikle İngiliz, Fransız ve Avusturya elçilerinin ısrarları
sonucunda millet sisteminin yeniden düzenlenmesi konusu gündeme gelmiş,
bu amaçla kurulan komisyonlarla her millet için birer nizamname hazırlanmış,
1862-1865 yılları arasında hazırlanan nizamnameler kabul edilmiştir.
Böylelikle gayr-i Müslim tebaa için “Nizamnameler Dönemi” başlamış
oluyordu69. Bu dönem; gayr-i Müslim milletlerin anayasal gelişmelerinin bir
başlangıcı ve milli bağımsızlık isteklerinin bir bildirgesi oldu70. Böylece gayr-i
Müslimler Osmanlı Devleti’ne karşı daha rahat ve sistemli hareket ederek
Avrupa devletlerinin desteğini almaya çalışmışlardır71.
İngiliz Konsolos Flott Barker 7 Nisan 1867 tarihli raporunda şöyle
demektedir: “Konsolosluk kariyerinde 1828’den beri çalışıyorum. Mısır,
Suriye, Bulgaristan’da çalıştım. Mezopotamya ve Ermenistan’a da seyahat
ettim. Şimdi Epir’deyim. Gözlemlerim sadece Asya ve Avrupa Türkiye’sine
dair
67
değildir.
Hıristiyanlar
şahitliklerinin
Güler, a.g.e., s. 16.
Eryılmaz, a.g.e., s. 111.
69
Güler, a.g.e., s. 17-18.
70
Küçük, a.g.m., s. 214.
71
Ercan, Osmanlı İmparatorluğu’nda..., s. 40.
68
kabul
edilmemesi
dışında
37
Müslümanlarla eşit durumdadır. Asya Türkiye’sindeki Hıristiyanlara Rum,
Ermeni, Süryani, Maruni ya da Nasturi olsun Müslümanlardan daha kötü
davranıldığına
inanmıyorum.
Müslümanlar
da
Osmanlı
yönetiminden
memnun değil ve şikâyetçiler.”72
Trabzon Konsolosu Palgrave ise 1868 tarihli raporunda şunları
yazıyordu: “ Padişahın Müslüman tebaasının başkentte derdini anlatabileceği
hiç kimse yoktur. Buna karşılık Hıristiyanlar İmparatorluğun her tarafına
yayılmış yabancı konsolosluklara, ajanslıklara, kimi de İstanbul’daki elçiliklere
başvurup haklarını arayabiliyorlar.… Anadolu’nun göbeğinde Müslüman
bağnazlığının merkezleri sayılan yerlerde Hıristiyanlar debdebeli, evleri, şık
giysileri ile servet ve refah düzeylerini apaçık sergiliyorlar. Onların bu durumu
uzaklarda çok konuşulan sözde baskı iddialarıyla hiç bağdaşmıyor.
Müslüman halk bakımından ise durum bunun tam tersidir.”73
Bütün bu raporlar bize Hıristiyanların sırf dinleri nedeniyle baskı
gördükleri iddialarının asılsız olduğunu, onların da Müslümanlar gibi kötü
idareden sıkıntı çektiklerini göstermektedir74.
Şüphesiz
gayr-i
Müslimlerin
devlet
içindeki
hukuki
statülerinde
meydana gelen gelişmelerde esas dönüm noktası 1876 Kanun-i Esasî’dir.
Anayasanın “Osmanlı tabiiyetinde bulunan herkes hangi din ve mezhepten
olursa olsun istisnasız Osmanlı tabir olunur” diyen 8. Maddesi ile tebaadan
vatandaşlığa geçiş sağlanıyordu75. Anayasanın ilk 26 maddesi ile Osmanlı
Devleti uyruklarının genel hakları düzenlenmiştir. Kanun-i Esasî ile gayr-i
Müslimlere büyük ölçüde siyasal, kişisel ve kamusal haklar verilmiştir76.
Ancak fertlerin hepsine aynı haklar tanınarak vatandaşların bir bütün
haline geleceği ve bunun sonucunda gayr-i Müslimlerin artık yabancıların
himayesini istemekten ve milli isteklerini gerçekleştirmekten vazgeçecekleri
yolundaki
hayaller
durduramamıştı.
72
boşa
Gayr-i
çıkmış,
Müslimler
meşrutiyet
ülkeye
ve
devletin
çöküşünü
Osmanlılık
ideallerine
Bozkurt, a.g.e., s. 68.
Bozkurt, a.g.e., s. 68-69.
74
Bozkurt, a.g.e., s.69.
75
Bozkurt, a.g.e., s. 83-85.
76
Halit Ertuğrul, “Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancılarla İlgili Yapılan Hukukî
Düzenlemeler”, Askeri Tarih Bülteni, S. 47, Ağustos, 1999, s. 32.
73
38
sarılmamışlardır. Kanun-i Esasî ile vatandaşlara sağlanan hak ve hürriyetler
kâğıt üzerinde kalmıştır77.
Ülkede yeni değişiklikler olurken Süryani Kilisesi’nin Ermeni Patrikliği’ne
bağlılığı Tanzimat’ın ilanından sonra da devam etmiştir. Konu ile ilgili olarak
Salnamelere göz attığımızda Süryanilerle ilgili ilk kayıta 1859 yılındaki 13.
Sayıda rastlamaktayız78. Bu sayıdan itibaren aralarda küçük değişiklikler
olmakla birlikte 1885 yılında çıkan 40. Sayıya kadar Süryaniler Ermeni
Patrikliği’ne tabi gösterilmektedir. Bu sayıda Süryaniler Ermeni Katoliklerden
sonra dördüncü sırada bir millet olarak verilmiştir79. Burada Kudüs
metropolitinin de Süryani Kadim Patrikliği’ne dâhil olduğunu görmekteyiz ki
bu da bize hem İstanbul hem de Kudüs merkezli Süryanilerin Ermeni
Patrikliği’nden ayrıldığını göstermektedir.
Salnamelerden
Süryanilerin
kesin
olarak
hangi
tarihte
Ermeni
Patrikliği’nden ayrıldığı anlaşılmamaktadır. 1890 yılından önceki birçok
belgede Süryaniler için Ermeni milletine bağlı tabirlerinin kullanıldığı
görülmektedir80. Ayrıca Süryani Kadim Patriklerine verilen fermanlarda da
benzer ifadeler kullanılmaktadır81.
1895 yılı sonrasına ait başka bir belgede ise Ermeni milletine tabi vs
tabirlerinin geçmediği görülmektedir82. Buradan da Süryanilerin 1890’lı yıllara
kadar Ermeni Patrikliği’ne bağlı bu tarihten sonra ise kendi patrikleri
tarafından
doğrudan
Bab-ı
Âli’ye
karşı
sorumlu
olduğu
sonucunu
çıkartabiliriz83.
77
Bozkurt, a.g.e., s. 88.
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1275 (1859), Def’a: 13, İstanbul, Takvimhane-i Âmire,
1275, s. no yok.
79
Salname…, 1302 (1885), Def’a: 40, İstanbul, Matbaa-i Osmaniye, 1302.
80
BOA, HR.MKT, Dosya No: 7, Gömlek No: 32 (1844); BOA, HR.MKT, Dosya No: 46, Gömlek
No: 14, (1852); BOA, HR.MKT, Dosya No: 73, Gömlek No. 18 (1854).
81
1864 (H. 1281) tarihinde Matran Betros’a verilmiş berat; 1873 (H. 9 Zilhicce 1290) tarihinde Patrik
Betros’a verilen ferman sureti. Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…., Belge No. 13, Belge No. 18, s. 21,
26.
82
1895 (H. 19 Rebiülevvel 1313) tarihli Patrik Abdülmesih’e verilmiş ferman sureti. Akyüz,
“Osmanlı Devleti’nde…”, Belge No. 3, s. 11.
83
Bazı kaynaklarda Süryanilere millet statüsünün 1882 tarihinde verildiği yazılmakla birlikte herhangi
bir belgeye dayandırılmamıştır. Gabriele Yonan, Asur Soykırımı, Unutulan Bir Holocoust, Çev.
Erol Sever, İstanbul, Pencere Yayınları, 1999 s. 28; P. Alford Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar,
Çev. Mustafa Küpüşoğlu, İstanbul, Ant Yayınları, 1992, s. 296; Kemal Karpat da Süryani Kadimlerin
78
39
Süryani Kadimlerin Ermenilerden ayrılmak için resmi anlamda yaptıkları
ilk teşebbüs Patrik Petros döneminde olmuştur. 1873’te Patrik Petros,
patriklik beratı almak üzere İstanbul’da bulunduğu sırada Nusaybin Süryani
Kadim Cemaati Padişaha bir arîza göndermiş ve Ermeni milletinden ayrılıp
ayrı bir millet olarak teşkilatlanmalarını istemiştir. Aynı şekilde 1893’te benzer
bir girişim daha gerçekleştirilmiştir. Bu kez mesele nüfus defterlerinde
Ermenilerin, Süryanileri Ermeni olarak göstermesi ve Süryanilerin kilise
hiyerarşisine müdahalelerinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Süryaniler,
kendilerinin Ermenilerle ilişkilerinin sadece Bab-ı Ali ile ilişki kurmaktan ibaret
olduğunu belirterek kendi durumlarının netleşmesini istemişlerdir. Süryaniler
şikâyetlerinin
haklılığını
ispatlamak
için
Bulgar
Eksarklığı’nın
Rum
Patrikhanesi’nden ayrılmalarını emsal göstererek Ermeni Patrikliği’nden
ayrılmak istediklerini belirtmişlerdir. Süryanilerin bu sorunlarının giderilmesi
için
bir
komisyon
kurulması
kararlaştırılmışsa
da
bu
komisyonun
çalışmalarıyla ilgili herhangi bir belgenin bulunmaması tam bir netice
alınamadığını göstermektedir84.
Islahat Fermanı’nın ilanından sonraki dönemde her millet için ayrı
nizamnamelerin
hazırlanmaya
başladığını
söylemiştik.
1913
yılına
gelindiğinde Süryani Kadim Patrikhanesi için de bir nizamname hazırlanması
teşebbüsünde bulunulmuştur. Nizamnamenin hazırlanması için yarısı ruhani
yarısı da itibarlı kişilerden olmak üzere on iki kişilik bir heyetin çalışması için
gerekli müsaadenin verilmesi istenmiştir. Adliye ve Mezahip Nezareti de diğer
milletler için tertip edilen nizamnameler esas alınmak üzere adı geçen
cemaat için de bir nizamname tertip edilmesini istemiş, Meclis-i Vükela da bu
teklifi uygun bulmuştur85. Süryani Kadimler için oluşturulan nizamname 1863
Ermeni Nizamnamesi ile benzer özellikler göstermektedir86.
ayrı bir millet olarak tanındıkları tarihi 1882 olarak vermektedir. Kemal Karpat, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Çev. Recep Boztemur, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s. 68.
84
Özcoşar, a.g.e., s. 64-65.
85
Mustafa Çiçek, Tanzimat Sonrasında Osmanlı Devleti’nde Süryani Cemaati, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya, 2003, s. 54-55.
86
Özcoşar, a.g.e., s. 66. Bu nizamnamenin orijinali bugün Mardin Kırklar Kilisesi’nin arşivinde
bulunmaktadır. Nizamnamenin tam metni için Bkz. Ekler Bölümü Ek II.
40
Salnamelerde Süryani Katoliklerin durumuna bakacak olursak, 1848
tarihli 2. Sayıda Ermeni Katolik Milleti başlığı yerine doğrudan Katolik
Patriği’nin ismi verilmiş Süryani Katolikler de ona bağlı olarak gösterilmiştir87.
Merkezleri ise Halep’tir. 1869 yılında merkez Mardin’e88 1877’de ise Şam’a
taşınmıştır89. 1882’de ilk defa İstanbul’da bir patriklik vekâleti oluşturulmuştur.
Ayrıca bu Ermeni Katolik Milleti’nden sonra ayrı bir başlık altında yazılmış
olması bize ayrı bir millet olarak kabul edildiklerini düşündürmektedir90.
Ancak 43. Sayıya kadar ki salnamelerde bu bilgiye tekrar rastlanmamaktadır.
43. Sayıda yani 1888 yılında ise Süryani Katolik Patrikliği beşinci sırada ayrı
bir millet olarak verilmiştir91. 1895 yılına ait 51. Sayıda ise ilk defa millet tabiri
kullanılmıştır92. Böylece kesin bir tarih verememekle birlikte onların da
1890’lardan sonra ayrı bir millet olarak kabul edildikleri söylenebilir.
İdare şekillerini bu şekilde ortaya koyduğumuz Süryaniler diğer gayr-i
Müslim gruplar gibi Osmanlı Devleti topraklarında özgürce yaşamışlardır.
Devlet dini konularda tüm yetkiyi patriklerine bırakmıştır. Süryaniler de diğer
milletler gibi kendi liderlerini kendileri seçebilmekteydiler. Devlet ise bu
liderlere verdiği beratlar vasıtasıyla onların atamasını yapardı. 1906 (H. 8
Cemaziyelevvel 1324) tarihinde Patrik Abdullah’a verilen berat93, 1917 (H. 11
Rebiülahir 1335) tarihinde İlyas Efendi’nin Mardin Süryani Patrikliği’ne
atandığını gösteren ferman bu konuda örnek olarak verilebilir. Devlet
patriklerin yanı sıra din adamlarını da görevlendirmiştir94.
Osmanlı Devleti ayrıca gayr-i Müslim dini liderleri ve devlet hizmetindeki
bazı gayr-i Müslim memurlara zaman zaman verdiği çeşitli dereceden
nişanlardan Süryani dini lider ve cemaat mensuplarına da vererek onları taltif
87
Sâlnâme…, 1264 (1848), Def’a: 2, İstanbul, y.y., 1264.
Sâlnâme…, 1286 (1869), Def’a: 24, İstanbul, Dar üt’tıbaat ül Âmire, 1286, s. 166-169.
89
Sâlnâme…, 1294 (1877), Def’a: 32, İstanbul, Halil Efendi Matbaası, 1294, s. 595-596.
90
Sâlnâme…, 1299 (1882), Def’a: 37, İstanbul, Mahmut Bey Matbaası, 1299, s. 380-381.
91
Sâlnâme…, 1305 (1888), Def’a. 43, İstanbul, Mahmud Bey Matbaası, 1305, s. 351-352.
92
Sâlnâme…, 1313 (1895), Def’a: 51, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1313, s. 973-974.
93
1906 (8 Cemaziyelevvel 1324) tarihli berat. Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 10, s. 18;
BOA, MV., Dosya No. 246, Gömlek No. 98.
94
1912 (H. 4 Şevval 1331) tarihli Musul ve tevabi-i Süryani Kadim Cemaati’nin ruhani işlerini
yönetmesi için metropolitliğe seçilen İyavennis İlyas’a verilen yetki belgesi, 1884 (H. 8 Ramazan
1302) tarihli Diyarbakır’daki Süryanilerin ruhani işlerini takip etmesi rahiplikten metropolitliğe
yükselen Mıtran Cercis’e verilen yetki belgesi. Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 1, 7, s. 9,
15.
88
41
etmiştir. Bu taltiflere örnek olarak Süryani Milleti Patriği Samiri’ye üçüncü
rütbeden mecidiye nişanı verilmesi95, Süryani Milleti Patrik Vekili Corci ile
Behnam Nini’ye nişan verilmesi96, Musul Süryani Katolik Serpiskoposu
papazına nişan verilmesi97 ve Süryani Kadim Patriği İgnatios İlyas Efendi’ye
birinci rütbeden mecidiye nişanı itası98 sayılabilir. Süryani liderler de
kendilerine verilen nişanlar veya çeşitli vesilelerle padişaha teşekkür ve
sadakatlerini bildirmişlerdir. Bayramlar ya da cülus törenleri bu vesileler
arasındadır. 1883 (H. 1300) tarihli bir belgede de hürriyet ve serbestlik ihsanı
dolayısıyla
Süryani
ve
Keldani
cemaatleri
padişaha
şükranlarını
bildirmişlerdir99.
Ayrıca Paskalya münasebetiyle her sene diğer Hıristiyan mezheplerine
verilmekte olan yardımlardan Süryanilerin de yararlanması sağlanmış ve
devlet onlara her paskalya 2500 kuruş verilmesine karar vermiştir100.
Osmanlı Devleti din adamlarını kendi cemaatlerinin ruhani işlerinde
serbest bıraktığı gibi çeşitli sebeplerle seyahat etmelerine de izin
vermekteydi. Bu meyanda Şam’a gidecek olan Süryani Katolik Piskoposu
Yakup Halyani’ye gerekli hürmetin gösterilmesini bildiren 1847 (H. 1263)
tarihli belge ile yine Şam’a gidecek olan Süryani Kadim Piskoposu İlyas
Matran’ın yolculuğu esnasında kendisine saygı gösterilmesi konusunda
yaptığı başvurunun kabulünü gösteren 1844 (H. 1260) tarihli belge örnek
verilebilir101.
Bu örneklerden de anladığımız üzere Osmanlı Devleti Süryanilere
başta din ve inanç hürriyeti olmak üzere her türlü hoşgörüyü göstermiştir.
Kendi kiliselerinin inşası ve tamiri konularındaki ihtiyaçlarını karşılamakla
birlikte Katolik olan cemaatle Yakubi Süryaniler arasında kiliselerin
paylaşımından dolayı çıkan anlaşmazlıkların çözümünü de sağlamıştır.
Konuyla
95
ilgili
belgelerden
anlaşıldığı
gibi
devlet
her
cemaate
eşit
BOA, A.DVN., Dosya No. 135, Gömlek No. 65.
BOA, İ.HR., Dosya No. 210, Gömlek No. 12274.
97
BOA, İ.HR., Dosya No. 230, Gömlek No. 13528.
98
BOA, MV., Dosya No. 257, Gömlek No. 23.
99
BOA, A.MKT.MHM., Dosya No. 653, Gömlek No. 23.
100
BOA, MV., Dosya No. 201, Gömlek No. 7.
101
BOA, HR.MKT., Dosya No. 17, Gömlek No. 68; BOA, HR.MKT, Dosya No. 7, Gömlek No. 45.
96
42
davranmıştır102. Süryaniler zaman zaman kendilerine karşı yapılmış olan bazı
davranış ve olumsuz hareketleri devlete şikâyet etmişler ve devlet bu
şikâyetleri dikkate alarak çözümü için talimatlar vermiştir. Buna karşılık bazı
Süryani vatandaşların da asayişi bozdukları görülmüştür. Devlet ise bu
davranışlardan dolayı bütün Süryanileri aynı kefeye koymayıp sadece
suçluları cezalandırma yoluna gitmiştir103. Hatta çeşitli sebeplerle ülkeden
firar edip geri dönen Süryanilere yardım bile yapmıştır. Mamuratülaziz,
Diyarbakır ve Bitlis vilayetlerinden firar edip daha sonra geri dönen Süryani
vatandaşlara devlet 500 lira kadar bir meblağın verilmesini uygun
bulmuştur104.
Devlet bu hoşgörülü yaklaşımına karşılık asayiş problemleri dışında
bazı sorunlarla karşı karşıya kalabilmiştir. Bu sorunlardan bir tanesi Süryani
gruplardan biri olan Nasturilerin ödemeleri gereken vergileri ödememeleri ve
bu konuda tahsildarlara zorluk çıkarmalarıdır. Buna rağmen Osmanlı Devleti
birikmiş
vergileri
nedeniyle
Nasturileri
toptan
cezalandırma
yoluna
gitmemiştir.
Küçük problemlere rağmen devam eden bu huzurlu ortam Batılı
güçlerin sahneye çıkması ile yerini kargaşaya ve çatışmaya bırakacaktır.
3. OSMANLI DEVLETİ’NDE SÜRYANİLERİN NÜFUSU
Osmanlı Devleti’nde, devletin toprak düzeni ve yönetim sistemi kayıt ve
yazım işlemini zorunlu kıldığından başta yeni fethedilen yerler olmak üzere
devlet toprakları üzerinde yaşayan halka dair bir takım kayıtlar yapılmaktaydı.
Vergi ve askerlik işleri, nüfus esasına dayandığı için Müslim ve Gayr-ı Müslim
nüfusun az gösterilmesi alınacak verginin bir kısmından feragat etmek, fazla
göstermek de adaletin zedelenmesine yol açacağından söz konusu kayıtların
tarafsızca tutulduğunu söylemek mümkündür. Bu konuda ön önemli kayıt
olarak Tahrir Defterleri gösterilebilir105.
102
BOA, A.MKT.UM., Dosya No. 144, Gömlek No. 89.
Çiçek, a.g.t., s. 94-98.
104
BOA, MV., Dosya No. 123, Gömlek No. 26.
105
Eryılmaz, a.g.e., s. 71-73.
103
43
Osmanlı Devleti’nde ilk genel nüfus sayımı 1831’de II. Mahmut
zamanında yapılmıştır. Bu nüfus sayımı yalnızca erkekleri kapsadığı, Van
Erzurum gibi bazı bölgelerde yapılmadığı, vergi ve askerlik endişesi
nedeniyle sayıma katılmayanlar olduğu dikkate alındığında sayım sonucu
ortaya çıkan rakamların daha sonraki dönemlerle mukayese edildiğinde hayli
düşük kaldığı görülmektedir106.
Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte ortaya çıkan yeni düzenlemelere
bağlı olarak düzenli merkezi nüfus kayıt sisteminin kurulmasıyla tüm ülke
genelinde 1844 yılında bir nüfus sayımı yapılmıştır. Ancak bu sayımda da
nüfus miktarına göre her eyalet, liva ve kazaya ayrı vergiler yükleneceği
söylentilerinin çıkması nedeniyle çoğu yerde nüfus adedi daha az gösterilmiş,
gayr-i Müslimler de hükümete karşı sorumlu olan patriklik, hahambaşılık gibi
makamları aldatarak yer yer nüfuslarını gizlemişlerdir. Osmanlı Devleti bu
durumu göz önünde tutarak başlangıçta sayım sonuçlarını neşretmek
istememişse de daha sonra kendisinden bilgi almak isteyen Fransız diplomat
Ubicini’ye bu sayım sonuçlarını vermiştir107. İşte Ubicini tarafından neşredilen
rakamlar 1844 nüfus sayımı sonuçlarıdır.
Sultan II. Abdülhamit zamanında yeni bir nüfus sayımı yapılması için
harekete geçilmiş ve Şûra-yı Devlet’ce yapılan “Sicill-i Nüfus Nizamnamesi” 4
Eylül 1881 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Aynı yıl başlanan nüfus sayımı
oldukça uzun sürmüş ve 1888-1889 yılları arasında tamamlanabilmiştir108. Bu
sayımın sonuçları İstatistik Umum İdaresi tarafından yayınlanan “Devlet-i
Aliyye-i Osmaniye’nin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumîsi” isimli
kitapta neşredilmiştir.
Sicill-i Nüfus Nizamnamesi’nin yeniden düzenlenmesi ile 1903 yılında
yeni bir nüfus sayımına başlanmış ve bu sayım da 1906 yılında
tamamlanmıştır.
106
Ali Güler, Osmanlı Devletinde Azınlıklar, İstanbul, Turan Yayıncılık, 1997, s. 18.
Eryılmaz, a.g.e., s. 74.
108
Eryılmaz, a.g.e., s. 79-80.
107
44
Son Osmanlı nüfus sayımı ise 1914 yılında gerçekleştirilmiştir. Ancak
bu sayım yerinde değil taşradaki nüfus idarelerinin yıl içindeki değişikliklerle
ilgili verdikleri bilgiler dikkate alınarak yapılmıştır109.
Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerin nüfuslarıyla
ilgili esas kayıtların kendi ruhani liderleri tarafından tutulup devlete
bildirildiğini de bilmekteyiz. Bu nedenle zaman zaman patrikhane kayıtlarının
abartılarak
kamuoyunun
etkilenmeye
çalışıldığı
görülmektedir.
Ayrıca
Osmanlı Devleti’nin çeşitli şehirlerini gezen yabancı seyyah ve memurların da
nüfus istatistikleri hazırladıkları bilinmektedir. Nüfus verileri değerlendirilirken
bu durumun göz ardı edilmemesi, verilerin resmi bir kaynağa dayanıp
dayanmadığının,
rakamların
genel
verilerden
aşırı
sapma
yapıp
yapmadığının, propagandaya yönelik olup olmadığının iyi değerlendirilmesi
gerekmektedir110. Bu noktada Osmanlı Devleti’nde yapılan nüfus sayımlarını
Süryanilerin nüfusları açısından değerlendirmeye çalışılacaktır.
3.1.
1831 Nüfus Sayımı
1831 nüfus sayımı çeşitli araştırmalarda farklılıklar göstermektedir.
Bu sayım sonuçlarının olduğu kaynaklarda Osmanlı nüfusu Müslim ve gayr-i
Müslim olarak ayrı ayrı gösterilmiş, gayr-i Müslimler din ve mezhepsel olarak
ayrılmalarına rağmen Süryaniler ayrı bir başlık altında gösterilmemiştir.
Stanford Shaw’a göre, 3.753.642 kişinin 2.501.475’i Müslüman
1.252.167’si gayr-i Müslim unsurlardan oluşmaktaydı111.
Fazıla Akbal’ın rakamları da bu değerlere yakınlık göstermektedir. Ona
göre, 3.722.738 kişilik nüfusun 2.481.741’i Müslüman ve 1.240.997’si gayr-i
Müslimlerden oluşmaktadır112.
109
Güler, Osmanlı…, s. 23.
Güler, Osmanlı…, s. 24.
111
Shaw Stanford, “The Ottoman Census System and Population, 1831-1914”, Middle East Stud., 9
(1978), No. 3, s. 2; Shaw, Enver Ziya Karal, Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı,
Ankara, 1943 ve Ahmet Lütfi, Tarih-i Lütfi, C. II-III, İstanbul, 1290 adlı eserlere dayanarak bir tablo
oluşturmuştur.
112
Fazıla Akbal, “1831 Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nda İdari Taksimat ve Nüfus”, Belleten, C.
XV, S. 60, Ekim 1951, s. 628.
110
45
Bilal Eryılmaz ise şu rakamları vermektedir: Müslümanlar; 2.508.643,
Hıristiyanlar; 1.170.925, Kıptiler; 36.673, Yahudiler; 17.070 ve Ermeniler;
20.309113.
3.2.
1844 Nüfus Sayımı
1844 genel nüfus sayımına göre, Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusu,
35.350.000’dir. M. A. Ubicini’de ilk defa Süryanilerle ilgili bilgi bulunmaktadır.
Ubucini Süryanileri “Suriyeli ve Keldanlılar” başlığı altında göstermekte ve bu
grubun toplam nüfusunu 235.000 olarak vermektedir114.
Daha
sonraki
tarihlerle
ilgili
olarak
çeşitli
kaynaklarda
bilgiler
bulunmaktadır. Bunlara göz atacak olursak; İngiltere’nin Erzurum Konsolosu
Taylor’un İngiltere Hükümeti’ne göndermiş olduğu 1869 yılına ait raporlarda
da nüfusla ilgili bilgiler mevcuttur. Buna göre Erzurum vilayetinde Nasturilerin
sayısı 10.000 olarak verilmiştir115.
1870 yılında yapılan ilk resmi tahrire göre Diyarbakır vilayetinde ise
yerli kütüğe kayıtlı 21.372 nüfus vardı. Bunun 9814’ü İslam, 6853’ü Ermeni
Gregoryen, 831’i Ermeni Katolik, 1434’ü Süryani, 174’ü Süryani Katolik,
976’sı Keldani, 305’i Rum Melkit, 55’i Rum Katolik, 650’si Protestan ve
280’i Yahudi idi116.
3.3.
1881/1882 ve 1897 Yılına Kadar Olan Sayımlar
1881/1882 yılında başlanan genel nüfus sayımının sonuçları,
İstatistik Umumi İdaresi tarafından yayınlanan “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyenin
1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumisi” adlı kitapta yer almıştır. Kemal
Karpat da bu nüfus sayımı sonuçlarını bir dergide neşretmiştir117. Ancak
113
Eryılmaz, a.g.e., s. 72. Eryılmaz da bu rakamları Enver Ziya Karal’ın Osmanlı
İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı, Ankara, 1943 eserine dayanarak vermiştir.
114
Eryılmaz, a.g.e., s. 75; Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu, 1500-1927, Haz.
Cem Behar, C. II, Ankara, DİE Yayınları, 1996, s. 28.
115
Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (1856-1880), Ankara, Bilgi Yayınları,
1986, s. 83.
116
Şevket Beysanoğlu, Bütün Cepheleriyle Diyarbakır, İstanbul, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi
Odası Yayınları, 1963, s. 30.
117
Kemal H. Karpat, “Ottoman Population Records and The Census of 1881/1882-1893”
İnternational Journal of Middle East Studies, 9, 1978, s. 249.
46
Karpat’ın rakamlarıyla İstatistik Umumi İdaresinin yayınladığı kitaptaki
rakamlar birbirini tutmamaktadır. Hem nüfusun genel toplamı hem de
cemaatlere göre dağılımında büyük farklılıklar vardır. Mesela Karpat, 1893
yılı için Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusunu makalesinde 17.388.562 olarak
belirtirken, kitabında 17.388.604 olarak vermiştir. Oysa devletin resmi
istatistiği toplam nüfusu 18.316.295 olarak vermektedir. Bu iki kaynak
arasındaki 927.733’lük farkın neden kaynaklandığı ise bilinmemektedir118.
Kemal Karpat, 1881/1882-1883 Nüfus istatistiklerinde Süryanilerin
sayısını 22.598 olarak vermektedir. Onun çalışmasında rakamlar eyalet ve
sancak bazında da yer almaktadır.
Kadın
Erkek
Toplam
39
76
115
371
371
Adana İli
Adana Merkez Kaza
Bağdat Vilayeti
Bağdat Merkez Kaza
Bitlis Vilayeti
Bitlis Merkez Sancak
96
165
261
Siirt
755
965
1720
Halep Merkez Sancak
1255
1361
2616
Urfa
489
629
1118
Diyarbakır Merkez Kaza
1969
2077
4046
Siverek
261
187
448
Lice
348
444
792
Derik
48
51
99
Silvan
239
285
524
Mardin Merkez Kaza
1646
1913
3559
Midyat
1614
2043
3657
Cizre
103
94
197
Avniye
260
318
578
Halep Vilayeti
Diyarbakır Vilayeti
Mardin Sancağı
118
Eryılmaz, a.g.e., s. 80-81.
47
Nusaybin
1279
1210
2489
6
6
12.197
22.598
Suriye Vilayeti
Şam Merkez Kaza
Toplam
10.401
Tablo 1
1881/1882-1893 Yılı Süryani Nüfusunu Gösteren Tablo
Kemal Karpat’ın 1894 yılına dair nüfus tablosu Ali Güler’in eserinde de
kullanılmış, ancak Karpat’ın “Suriyeliler” başlığı Güler’de “Süryaniler” olarak
geçmiştir. Güler “Diğerleri” başlığında kastedilenlerin Kadim Süryaniler,
Maruniler ve Keldaniler olduğunu söylemektedir119. Bu nedenle buradaki
Suriyeliler tabiri kafa karıştırmaktadır. Burada kastedilen Süryaniler ise
nüfusları 10.618 olarak gösterilmektedir. Diğerleri başlığında verilen toplam
rakam ise, 993. 202’dir120.
1894 yılına ait Diyarbakır Vilayet Salnâmesi’ni incelediğimizde 1891 yılı
Diyarbakır
vilayeti
Süryani
Kadim
nüfusu
17.843
olarak
karşımıza
çıkmaktadır121.
Karpat’ın verilerinden devam ederek 1895 yılına kadar sayılan
Müslüman ve gayr-i Müslim tebaanın nüfusunu gösteren tabloya bir göz
attığımızda bu defa yeni bir tabir karşımıza çıkmaktadır ki, bu da “Eski
Suriyeliler” tabiridir. Ancak bu tabirin İngilizce “Old Syrian” tabirinden geldiği
ve bunun da Kadim Süryaniler olabileceği akla yatkındır. Fakat böyle
düşünüldüğünde
bir
yıl
önceki
rakamlarla
ciddi
bir
uçurum
göze
çarpmaktadır. Bölgelere ve rakamlara bakacak olursak;
119
Güler, Osmanlı…, s. 32.
Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Çev. Bahar Tırnakçı, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
2003, s. 193.
121
Diyarbakır Vilayet Salnâmesi, Defa:14, 1894.
120
48
Eski
Suriyeliler
İdari Bölge Keldani
Erkek
Kadın
Maruniler
Erkek
Kadın
Erkek
Kadın
Adana
--
--
76
39
--
--
Bağdat
--
--
373
--
--
--
Bitlis
--
--
1727
1419
--
--
Halep
89
62
2039
1807
1014
996
Diyarbakır
552
485
10138
9333
--
--
Suriye
--
--
2411
1872
2938
2497
Kudüs
--
--
1159
--
--
--
Musul
1332
--
821
821
--
--
Toplam
2510
34005
7445
Tablo 2
1895 Yılına Kadarki Nüfusun Dağılımını Gösterir Tablo122
1897 yılına geldiğimizde istatistiklerde Eski Suriyeliler olarak geçen ve
Süryanileri de kapsadığını düşündüğümüz grubun nüfusu 35.554 kişi olarak
verilirken, Keldani nüfusu 5768 ve Maruni nüfusu ise 32.416 kişi olarak
verilmektedir123.
Bilal Eryılmaz’ın Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin 1313 Senesine Mahsus
İstatistik-i Umumisi’nden aktardığı rakamlarda da Süryani nüfusu 35.554
görünmektedir124. Maruniler ve Keldanilerin nüfusu da yukarıdaki rakamlarla
aynıdır.
1903 yılında başlanan ve 1906 yılında tamamlanan nüfus sayımı
sonuçlarına geçmeden önce yine Diyarbakır Vilayet Salnamesinden elde
edilen 1901 yılına ait rakamlara da burada yer vermek uygun olacaktır125
İslam
Ermeni
Süryani
Katolik
Protestan
Yahudi
Yezidi ve
Kıptî
Ortodoks
Keldani
Erkek
205828
24685
12506
5945
2987
1434
1049
Kadın
169700
23540
10242
5220
2567
1358
733
Yekûn
375568
48225
22748
11165
5554
2796
1782
756
776
744
663
1500
1439
Tablo 3
1901 Yılı Diyarbakır Vilayet Salnâmesi’ne Göre Bölge Nüfusu
122
Karpat, Osmanlı…, 194-195.
Karpat, Osmanlı…, 198-199; Osmanlı Devleti’nin İlk İstatistik Yıllığı 1897, Haz. Tevfik Güran,
Tarihi İstatistikler Dizisi, C. V, Ankara, Devlet İstatistik Enstitüsü Yayınları, 1997, s. 24-25.
124
Eryılmaz, a.g.e., s. 84, 87.
125
Diyarbakır Vilayet Salnâmesi, Defa: 18, 1901.
123
49
1901 yılına ait Bağdat Vilayet Salnamesinden öğrendiğimiz kadarıyla
bu bölgede yaşayan 638 Keldani’nin yanı sıra beraber alınan Süryani ve
Rumların sayısı da 300 gösterilmiştir. 1900 yılına ait Beyrut Vilayet
Salnamesi’nden verilen bilgiye göre de burada da 27.800 Maruni ve 248
Süryani Katolik bulunmaktadır126.
3.4.
1906 ve 1914 Nüfus Sayımları
1905/1906 sayımı Osmanlı Devleti’nin yapmış olduğu son nüfus
sayımıdır. 1906 yılında Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusu 20.897.617’ye
ulaşmıştır. Önemli toprak kayıpları nedeniyle 1914 yılındaki toplam nüfus ise
18.520.016’ya düşmüştür127.
Kemal Karpat’ın 1906 yılı nüfusuna dair verdiği bilgilere göre
Süryanilerin nüfusu 36.985 olarak verilmiştir128.
Kemal Karpat’ın vermiş olduğu tablolarda dikkatimizi çeken bir durum
söz konusudur. Tablolarda Süryaniler başlığı dışında Yakubiler diye bir başlık
bulunmaktadır. Osmanlı idaresindeki Süryanilerin 1835 yılından sonra iki
gruba ayrıldığını ve belgelerde Kadim Süryanilerin Yakubi Süryani, Süryani
Katoliklerin de sadece Süryani olarak isimlendirildiğini bilmekteyiz. Bu
bilgiden yola çıkarak tablolardaki Süryanilerin Katolik Süryaniler olduğunu
kabul edersek, 1906/1907 Nüfus sonuçlarında sadece Musul’da 1024
Yakubi’nin yani Kadim Süryani’nin yaşadığı bilgisi ortaya çıkar ki mantıklı
görünmemektedir. Süryaniler başlığında kaydedilenlerin hem Kadim hem de
Katolik Süryaniler olduğunu kabul edersek, Musul’daki grubun neden ayrı
yazıldığı merak konusudur. Ayrıca tabloda hiç Nasturi görünmemesi de bir
çelişkidir. Nasturiler Osmanlı yönetimine ilk girdikleri yıllarda diğer Ortodoks
olmayan din grupları gibi Ermeni milleti kategorisine dâhil edilmişlerdi. 1864
yılında bu bağlılıktan kopma isteklerini Babıali’ye bildirmelerine rağmen
126
Derviş Kılınçkaya, “Münbit Hilal’de XIX ve XX. Yüzyıllarda Nüfus ve İdari Yapı”, Yeni
Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s. 624.
127
Eryılmaz, a.g.e., s.88.
128
Karpat, Osmanlı…, s. 206-207.
50
Osmanlı Devleti’nin gayr-i Müslimleri idare sistemi hakkındaki bilgiler
doğrultusunda Nasturilerin ayrı bir millet olarak kabul edildiği düşünülemez.
Ancak 1900 yılına ait bir belgede Hakkari’deki Nasturilerin nüfus miktarları
gösterilmektedir129. Ayrıca yukarıda da zikredildiği gibi bölgede bulunan
yabancı konsoloslar da Nasturi nüfusunu gösteren raporlar düzenlemektedir.
Müslüman
Gayr-i Müslim
Bölge
Erkek
Kadın
Yekûn
Erkek
Kadın
Yekûn
Çölemerik Kazası Yekûnu
1319
1310
2629
7839
7814
15653
Şemdinan Kazası Nasturileri
596
674
1270
Hamidiye Kazası Nasturileri
80
77
157
Gevar Kazası Nasturileri
1221
1001
2222
9736
9566
19302
(Cilo Hariç)
Hakkari Sancağı Nasturi Yekûnu
Tablo 4
1900 Yılı Hakkari Sancağı’ndaki Nasturi Miktarını Gösteren Tablo
Ali Emiri’nin 1911 yılında doğu vilayetlerinin nüfusu ile ilgili vermiş
olduğu rakamlar da aşağıdaki tabloda ele alınmıştır130.
İslam
Ermeni
Ermeni Katolik
Süryani Kadim
492101
55890
9960
27976
Süryani Katolik
4133
Keldani
Protestan
Rum
Yakubi
Yahudi
Yezidi
Tablo 5
5994
7376
1925
10
2085
2375
Ali Emiri’ye Göre 1911 Doğu Vilayetleri Süryani Nüfusu
129
BOA., Y.PRK.KOM., Dosya No: 10, Gömlek No: 73.
Ali Emiri, Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi, İstanbul Yeni Osmanlı Matbaası ve Kütüphanesi 1918,
s. 31.
130
51
Justin McCarthy de 1911-1912 yıllarına ait bir nüfus istatistiği
vermektedir131. Buna göre; Süryani, Keldani ve Nasturi toplam nüfusu
144.499’dur132.
1914 yılına ait nüfus kayıtları 1905/1906 yılında yapılan nüfus
kayıtlarına yeni bilgilerin girilmesi ile oluşturulmuştur. Bu yeni istatistik de
“Memalik-i Osmaniye’nin 1330 Senesi Nüfus İstatistiki” adlı küçük kitapçıkta
neşredilmiştir. 1914 yılı nüfus istatistikleri titizlikle hazırlanmaya çalışılmıştı.
Ancak bu istatistiğin kazalardan gelen bilgilere göre hazırlandığını göz
önünde tutulacak olursa bazı eksikliklerin olduğu da anlaşılmaktadır. Bu
eksikliklerin
konumuzu
ilgilendiren
kısmı
Nasturiler
üzerinde
göze
çarpmaktadır. Hakkari ve çevresinde aşiret halinde yaşayan Nasturilerin
1914 istatistiklerinde yaklaşık 33.909’unun kadarının kayıt dışı kaldığı tahmin
edilmektedir133.
1914 yılı nüfus verilerine göz atacak olursak Süryanilerin nüfusu 54.850
olarak verilmektedir. Bunun dışında Eski Suriyeliler başlığı altında verilen
grup 4133, Yakubiler 6932, Nasturiler 8091 kişi olarak kaydedilmişlerdir134.
Bu veriler dışında 1913-1914 yılına ait Diyarbakır vilayeti ile Mardin ve
Maden Sancaklarına bağlı bulunan kazaların nüfus dağılımına göre de
Süryani nüfusu 28.999 olarak gösterilmiştir135.
Bu rakamların dışında 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı topraklarında
dolaşan seyyahların vermiş olduğu bilgiler, kesin olmasa bile en kötü
ihtimalle bir seyyahın kaba bir soruşturmayla edindiği bilgiler olarak bize bir
fikir vermektedir. Örneğin; G.A. Olivier’e göre, 18. yüzyıl sonunda Mardin
coğrafyasının %75’i Müslüman olmakla birlikte, 3000 Kürt, 5 ila 6000 Arap ve
Türk, 1500 Ermeni Yakubi ve 1500 Nasturi bulunmaktadır. A. Dupré,
1807’de, 20.000’i Müslüman, 3200’i Yakubi, 2000’i Ermeni Katolik, 400’ü
131
Justin McCarthy, Osmanlı Anadolu Topraklarındaki Müslüman ve Azınlık Nüfus, Ankara,
Genelkurmay Basımevi, 1995, s. 102.
132
Bu tablo için Bkz. Ekler Bölümü Ek IV.
133
Orhan Sakin, Osmanlı’da Etnik Yapı, 1914 Nüfusu, İstanbul, Ekim Yayınları, 2008, s. 161-167.
134
Sancak ve Kaza bazındaki ayrıntılı bilgi için Bkz. Memalik-i Osmaniye’nin 1330 Senesi İstatistiki,
Dahiliye Nezareti Sicilli Nüfus İdare-i Umumiyesi Müdüriyeti Yayınları, Dersaadet, 1336.
135
Bu tablonun tam metni için Bkz. Ekler Bölümü Ek III.
52
Keldani, 800’ü Yahudi, 800’ü Şemsi, 40’ı Ermeni Ortodoks olmak üzere
27.240 toplam nüfus vermektedir. Diğer seyyahların verdiği rakamlar ise
şöyledir; Mc. D. Kinneir (1808) 11.000 nüfus, 1500 Ermeni, H. Southgate
(1837) 3000 aile, 500 Ermeni Katolik, 400 Yakubi, 250 Süryani Katolik, 100
Keldani, 10 Yahudi ve geri kalan Müslüman136. Gayr-i Müslimlerin dini ve
etnik ayırımını gösteren bir diğer kişi de Vital Cuinet’tir. Cuinet, 1891 yılına
ait istatistikler vermektedir. Ona göre Süryani nüfusu Diyarbakır vilayetinde
42.058, Bitlis vilayetinde 9580, Halep vilayetinde ise 53.624’tür137.
Rusya Dışişlerinde görevli bir Rus Tuğgenerali olan Mayewski’nin
Osmanlı Devleti’nin doğu vilayetlerini gezerek çıkartmış olduğu istatistikler de
1899 yılına ait Van vilayetinin nüfusunun etnik gruplara göre dağılımını
vermektedir. Mayewski’ye göre; bölgede 17.937 kişiden oluşan Nasturi
nüfusu bulunmaktadır138. Tablodan anladığımız kadarıyla Hakkari Sancağı
Nasturi nüfusunun oldukça yoğun olduğu bir bölgedir. Burada Nasturi nüfusu
%37 dolaylarındadır. Van vilayeti baz alındığında da bu oran % 17
civarındadır139.
1880 yılında İngiltere Büyükelçisi Sir George S. Goschen’in isteği
doğrultusunda Henry Trotter tarafından hazırlanan raporlara göre de Osmanlı
Devleti’nin doğu vilayetlerinde yaşayan Hıristiyanlarla ilgili olarak aşağıdaki
tablo karşımıza çıkmaktadır140;
136
Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu Vd., Mardin, Aşiret, Cemaat, Devlet, İstanbul, Tarih Vakfı
Yayınları, 2000, s. 136; Mehmet Alaaddin Yalçınkaya, “Avrupalı Seyyahlara Göre Mardin ve
Çevresinin Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Durumu (1880-1850), I. Uluslararası Mardin Tarihi
Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin
Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 480.
137
Vital Cuinet, La Turquıe D’Asıe, C. I-II, İstanbul, Les Editions İsis, 2001. Ayrıntılı tablo için
Bkz. Ekler Bölümü Ek V.
138
Mayewski, Van-Bitlis Vilayetleri Askeri İstatistiği, Çev. Binbaşı Sadık Bey, İstanbul,1330, s.
83’den nakleden Çetin, a.g.t. s. 11. Mayewski’nin adı geçen eserinin Osmanlıcadan tercümesi olan 19
Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni İlişkileri adlı kitapta da yukarıda
zikredilen tablo mevcuttur. Ancak bazı rakamlar birbirini tutmamakla beraber, toplam rakamlarda da
yanlışlıklar bulunmaktadır. Tablo için Bkz Ekler Bölümü Ek VI.
139
Mayewsry V. T., 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni İlişkileri,
Terc. Mehmet Sadık, Çev. Haydar Varlı, y.y., Sipan Yayıncılık, 1997, s. 87.
140
Sonyel, a.g.e., s. 13.
53
Bölge
Nasturiler
Keldaniler
Bitlis
--
1863
Yakubi ve Süryani
Katolikler
290
Van
29.350
--
--
Diyarbakır
--
761
3731
Halep
--
759
2001
Harput
--
--
413
Tablo 6
1880 yılı Doğu Vilayetleri Nüfusu
Trotter ayrıca Osmanlı Devleti’nin bazı vilayetlerindeki nüfusa ilişkin
tahminleri de sunmuştur141;
Siirt hariç Erzurum, Van ve Bitlis Vilayetleri:
Konsolos Taylor(1869)
Berlin Projesi(1878)
110.000 Nasturi
142
14.000
Sir Charles Dilke’nin Memuru(1880)
143
Elçilik Patriği(1880)
Konsolos Yardımcısı Clayton(1880)
Resmi Rakamlar(1880)146
84.995144
85.000
145
53.940
61.778
Siirt dâhil Diyarbakır Vilayeti:
Taylor(1869)
Elçilik Patriği
55.000
Resmi Rakamlar(1880)
10.212
Özel
141
108.000 Suriyeli
147
19.200
Karpat, Osmanlı…, s. 229; Sonyel, a.g.e., s. 13-14.
Trotter bu rakamları Erzurum’da eline geçen “Projet de Reglement Organique pour Armenie
Turque”(1878) başlıklı bir kitapçıktan almıştır. Bu belge gayri resmi yollardan Berlin’deki tam yetkili
elçilere sunulmuştu.
143
Charles Dilke’nin bir memurunun Ermeni Patriği’nin Ermeni vilayetleri ile ilgili hazırladığı
istatistiklerden alınmıştır.
144
Bu rakam Salahi Sonyel’de 84.000 olarak verilmiştir.
145
Bu tablolar hazırlandığı sırada Yüzbaşı Clayton’dan alınan Nasturi topraklarında yapılan
çalışmalar sonucunda oluşmuş rakamlardır.
146
Bekir Paşa’nın son resmi gezisi sırasında topladığı resmi rakamlardır.
147
Bu rakamlar Diyarbakır’da gayri resmi bir kaynaktan edinilen Süryani ve Keldani cemaatine
mensup kişilerin ev sayısının yaklaşık bir kaydından elde edilmiştir. Hane başına altı kişi sayılmıştır.
142
54
Harput Vilayeti
Taylor(1869)
130.000 Hıristiyan
Elçilik Patriği
5000 Suriyeli ve diğer Hıristiyanlar
Resmi Rakamlar
826
Özel
1500
Halep Vilayeti
Büyükelçilik Patriği
106.000 Suriyeli
Resmi Rakamlar
5520
Birinci Dünya Savaşı öncesi Süryani nüfusu ile ilgili olarak verilen en
abartılı rakam 500.000 civarında oldukları, en düşük rakam ise 250.000
kadar oldukları yönündedir. Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı’nda katledildiği
yolundaki iddialarda da abartılı rakamlar sunulmaktadır. Örneğin 1922 yılında
Ağa Petros tarafından Lozan’daki İngiliz delegelerine gönderilen raporlarda
1914 yılında Diyarbakır ve Urfa civarında yaşayan Süryanilerin nüfusu
23.200 olarak gösterilmektedir. Yine Mor Barsawm tarafında 1919 yılında
İngiltere’ye sunulan rapora göre Süryanilerin savaş esnasında verdiği
kayıplar 90.314 kişidir. Barsawm’ın rakamlarının oldukça abartılı olduğu
dikkatlerden kaçmamaktadır. Paris Barış Konferansı’na sunulan Süryani
nüfusu hakkında bir başka istatistiğe göre de 1914 yılı itibariyle toplam
Süryani nüfusu 811.000 olarak verilmektedir. Aynı belgede toplam kayıp
250.000 kişi olarak gösterilmektedir148.
Urmiyedeki Rus viskonsülü Basil Nikitin de bölgede uzun bir süre
yaşamış ve çalışmış olan Dr W. A. Shedd’in 1903 yılında yayınlamış olduğu
makalesine dayanarak 1918 yılında bir istatistik çıkartmıştır149. Buna göre;
Urmiye ve çevresinde 32.750 Nasturi yaşamaktadır.
Nasturi Aşiretleri
Cilo
149
555 aile
Baz
7
375
Diz
11
170
5
750
Tohup
148
14 köy
Özdemir, a.g.e., s. 61-65.
Sonyel, a.g.e. s. 15-16.
55
Tal
Tiyari
6 köy
40
230
aile
1.720
Toplam
26.600 kişi
Nasturi Reayalar
Gevar
21 köy
Başkale ve Van
22
520
Çölemerik
10
200
Nouchia(?)
15
270
Mergevar
14
310
İmadiye
45
1.205
Toplam
680 aile
22.295 kişi
Amerika’nın Halep Konsolosu Parker W. Buhrman 10 Mayıs 1924
tarihinde bölgesinde bulunan Ermenilerle ilgili bilgi verdikten sonra, Mardin ve
Diyarbakır bölgesinde 15.000 Süryani’nin yaşamakta olduğunu ve Urfa’da da
büyük savaştan önce 85.000 olan kent nüfusunun 45.000’inin Türk
Müslüman Arap Kürt, 32.000’inin Ermeni, 3500’ünün Yahudi ve 8000’inin
Süryani olduğunu belirtmektedir. Süryanilerin istikrarsız politik ve ekonomik
koşullar ve gönüllü göçler sebebiyle 5000 seviyelerine kadar gerilediklerini ve
o tarihe kadar 450 kişinin Halep’e geldiğini bildirmiştir. 24 Mart 1924 günü ise
bu rakam 1200’e çıkmıştır150.
Görüldüğü üzere Osmanlı kayıtlarının her yıl için bütün vilayetler
bazında ayrıntılı nüfus dökümü vermemesi nedeniyle Osmanlı topraklarında
yaşayan Süryanilerin, Nasturi veya Keldanilerin kesin sayılarını bilmek
imkânsız gibi görünmektedir. Farklı kişiler tarafından hazırlanan rapor ve
istatistiklerin doğruluğunu kanıtlamak da son derece imkânsızdır.
Bunların gerek Osmanlı Devleti tarafından çok yetersiz bir şekilde
sayılmış olmaları, gerekse birbirleriyle beraber değerlendirilmiş olmaları
nedeniyle verilerde hatalar ya da eksikler olabilmektedir. Bu cemaatlerin
nüfusları ile ilgili olarak yapılan istatistiklerin yanı sıra kaynaklarda küçük
bilgiler de bulunmakta ancak bu rakamlar da birbirini tutmayabilmektedir. Bu
durum da kesin bir rakam ortaya koymamızı zorlaştırmaktadır. Buna rağmen
150
Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Vd., Ermeniler: Sürgün ve Göç, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 2005, s. 153-154.
56
nüfusla ilgili çalışmalar bize sayı bakımından bir fikir vermenin yanı sıra esas
olarak Süryanilerin Osmanlı topraklarında hangi bölgelerde yoğun olarak
bulunduklarını göstermesi bakımından son derece önemlidir.
4. BATILI DEVLETLERİN SÜRYANİLERLE İLGİLİ POLİTİKALARI
Çoğu zaman belli bir kronoloji ve zaman dilimi söz konusu edilmeksizin
Türklerle Batılı devletlerin mücadelesinde Batılı devletlerin genellikle gizli
niyetlerine Şark Meselesi denilmektedir. Bu bağlamda ifade edilirse “Avrupa
büyük devletlerinin, Osmanlı Devleti’ni iktisadi, siyasi nüfuz ve hükmü altına
almak veya sebepler ihdas ederek parçalamak ve Osmanlı idaresinde
yaşayan muhtelif milletlerin istiklâllerini temin etmek istemelerinden doğan
tarihi meselelerin tümüne Şark Meselesi” denilmektedir151. Anlaşılacağı üzere
Şark Meselesi, Batılı devletlerin Türkler üzerindeki düşünce, emel ve
faaliyetlerinin sistematik bir ifadesidir.
Osmanlı
üzerindeki
Devleti’nde
amaçlarını
yaşayan
Hıristiyanların
gerçekleştirmek
için
büyük
devletin
toprakları
güçler
tarafından
kullanılmasının temelinde yatan şark meselesi kavramının üç unsuru; Türkler,
Düvel-i Muazzama denilen Batılı devletler ve gayr-i Müslimlerdir.
Bu üç unsurdan birini teşkil eden Avrupa için şark meselesi, Düvel-i
Muazzama’nın Osmanlı Devleti’ne karşı bazen ayrı ayrı bazen de bir arada
yürüttüğü diplomasinin adıdır. Bu devletler arasında Avrupa ve dünya
hâkimiyeti konularındaki kıyasıya rekabetten de etkilenen şark meselesi,
Avrupa’nın dış politikasının önemli bir bölümünü oluşturduğuna göre, dış
politikayı etkileyen faktörlerin şark meselesindeki rolü de unutulmamalıdır.
Osmanlı Devleti’nin yayıldığı coğrafyanın stratejik konumu ve nüfusu,
Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i Müslim tebaanın farklı din ve
mezheplerden olması, bu durumun devletin iç işlerine karışma bahanesi
yaratması bunların dışında Avrupa’nın politik, sosyal ve ekonomik yapısının
Avrupalı devletleri yayılma ve etki sahaları aramaya sevk etmesi gibi faktörler
şark meselesinin temelinde bulunmaktadır.
151
Cevdet Küçük, “Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih
Dergisi, Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Hatıra Sayısı, 1979, s. 607.
57
Türkler Ortadoğu’ya gelmeden önce bölgede Hıristiyan-Bizans ve
Müslüman-Araplardan oluşan iki büyük güç bulunmaktaydı. Türklerin
Ortadoğu’ya gelmesi ile güç dengeleri alt üst olmuş ve böylece HıristiyanBatı âleminin zihnini şark meselesinin iki yönü meşgul etmeye başlamıştır.
Birincisi, merak ve korku uyandıran Türk imajı ve Türkleri durdurma fikri,
ikincisi ise; Türklerin hâkim olduğu kutsal yerlere hasret ve bu yerlerdeki
Hıristiyanlara acıma ve yardım duygusu olmuştur. İşte bu potansiyel duygu
her zaman var olmuş ancak Türklerin kuvvetli olduğu dönemlerde eylem ve
harekete geçememiş, geçse bile başarılı olamamıştı152.
Sömürgecilik yarışı Batılı devletlerin maddi potansiyelini artırırken
Osmanlı topraklarını da çember içinde bırakıyordu. Osmanlı Devleti elinde
bulundurduğu toprakların çok önemli stratejik ve coğrafi durumu nedeniyle
yayılma siyaseti izleyen Batılı devletlerin ihtiraslarının odağı olmuştu153. Bu
ihtiras yüzünden Osmanlı Devleti, Batı’nın daha evvelki yıllarda duyduğu
hissi ilgiyi aşarak siyasi, iktisadi, stratejik ve askeri ilgi alanına da girmiş
oluyordu. Ancak Avrupalı devletler menfaatlerini gizleyebilmek için işin siyasi
boyutunu kapatarak dini boyutlarını ön plana çıkarmıştır. Şöyle ki; Batılı
devletler, Türklerin baskısını önlemek, Hıristiyanları himaye etmek, mümkün
olursa kurtarmak gibi Hıristiyan kamuoyuna hoş gelebilecek bahane hedefler
ortaya atarak bunu gayr-i Müslimler için önce reform, sonra muhtariyet ve en
sonunda da istiklâl istekleriyle uygulamaya koymaya çalışmışlardır154.
Esasen
masumane
ve
insani
mülâhazalarla
Osmanlı’dan
Hıristiyan
unsurların yaşadıkları yerlerde ıslahat talebinde bulunan bu devletlerin asıl
amaçları, Osmanlı Devleti’ne toparlanma, varlığını, hayati menfaatlerini kendi
gücü ile savunma yeterliliği ve gelişme imkânı kazandırmak değil, kendi
152
Bayram Kodaman, “Şark Meselesi ve Tarihi Gelişimi”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin
Sorunları Sempozyumu (Dün-Bugün-Yarın), H.Ü. A.İ.İ.T.E., 8-9 Mart 1990, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1992, 59-60.
153
Reşat Sagay, XIX. ve XX. Yüzyıllarda Büyük Devletlerin Yayılma Siyasetleri ve Milletlerarası
Önemli Meseleler, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1972, s. 69.
154
Kodaman, a.g.b., s. 60.
58
menfaat alanları ve sahiplenmek istedikleri bölgeler üzerinde nüfuzlarını ve
denetimlerini artırmaktır155.
Özellikle 19. yüzyılda Osmanlı Devleti topraklarına akın etmeye
başlayan misyonerler, Hıristiyanlara yalnız kendi tarih, dil ve edebiyatlarını
öğretmekle kalmıyor aynı zamanda onlara ihtilalci fikirler de aşılayarak kendi
etkileri altına almaya çalışıyorlardı. Hıristiyan azınlıkların hamileri kesilen bu
misyonerler, büyük devletleri de arkalarına alarak onlara müdahale etmeleri
için ortam hazırlıyorlardı156.
Şark Meselesi’nin bir diğer unsuru olarak verdiğimiz gayr-i Müslimler
için belli bir döneme kadar herhangi bir mesele söz konusu değildi. Ne var ki,
İngiltere, Fransa ve Rusya, dünya hâkimiyeti ve sömürgecilik politikası takip
etmeye başladıktan sonra gayr-i Müslimler Şark Meselesi’nin hem amacı
hem
de
vasıtası
haline
getirilmişlerdir.
Çünkü
Avrupalı
devletlerin
menfaatleriyle gayr-i Müslimlerin menfaatleri arasında ortak noktalar
bulunmaktaydı. Gayr-i Müslimler bunu anladıklarında gönüllü olarak şark
meselesinin canlı aktörleri olmayı benimsemişlerdir. Bundan sonra izledikleri
politika ise Osmanlı Devleti’nde Avrupalı devletlerin ticari, siyasi ve mali
simsarı olmak, yani aracı bir cemaat haline gelmek, devlet dâhilinde olaylar
çıkararak Avrupa’nın kendi lehlerinde müdahalesini temin etmek ve şartlara
göre reformlar adı altında kendilerini muhtariyete veya istiklâle götürecek
tavizler kopartmak şeklinde özetlenebilir157. Hıristiyan azınlıkların kimi ruhani
önderleri, devletin kendilerine vermiş olduğu bazı hakları kullanarak Avrupalı
devletlerle işbirliği yapmaya çalışmakta, kendi etki ve yetkilerinin artacağını
sanarak bağımsızlık vaatleriyle kandırılmaktaydılar158. Osmanlı Devleti’nin
buhranlı anlarından yararlanan ya da böyle bir krizi bizzat yaratan Hıristiyan
azınlıklara verilen sözler, Avrupalı devletlerin dünya hâkimiyeti konusunda
aralarındaki rekabet nedeniyle ikinci plana atılabilmiştir159.
155
Mustafa
Turan,
“Ermeni
Meselesine
Politik
Yaklaşım”,
(Erişim):
http//www.gazi.edu.tr/web/mturan/yayınlar.htm/,13 Ocak 2008, 22.10.
156
Salâhi R. Sonyel, “Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğunu Parçalama Çabalarında Hıristiyan
Azınlıkların Rolü”, Belleten, C. XLIX, S. 195, 1986, s. 651.
157
Kodaman, a.g.b., s. 61.
158
Sonyel, “Büyük Devletlerin…”, s. 652.
159
Kodaman, a.g.b., s. 61.
59
20. yüzyılda büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmaya
yönelik politikaları, Osmanlı Devleti’nin çökmesini çabuklaştırmak, böylece
büyük değer taşıyan mirasına konmak, Osmanlı topraklarında nüfuz ve
güçlerini artırmak ve iktisadi menfaatler elde etme amacına matuf politikalar
olacaktır. Batılı devletlerin baskılarından kurtulmak için gösterilen çabalara
rağmen
Osmanlı
Devleti,
Şark
Meselesi’nin
neticelerinden
kendini
kurtaramayacaktır160.
Batılı devletlerin doğu politikalarının gereği olarak fiiliyata konulan Şark
Meselesi, Osmanlı Devleti’nin dağılması ile Osmanlı’nın meselesi olmaktan
çıkarak
devletlerarası
siyasetin
mihrakını
teşkil
eden
bir
hüviyete
dönüşüyordu. Osmanlı toprakları üzerinde menfaatleri ve hesapları olan
devletlerin, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde takip ettikleri politikalar ve
oynadıkları roller Şark Meselesi’nin bir anlamda izahı olmakla birlikte,
devletin siyasi gücünün kendisini toparlayamayacak kadar zayıfladığını
göstermesi bakımından da önemlidir. İşte Napolyon’un alt üst ettiği Avrupa
haritasını yeniden düzenlemek için toplanan Viyana Kongresi’nde ortaya
çıkan Doğu Sorunu ya da daha bilinen tabirle Şark Meselesi, 19. yüzyılın ilk
yarısında genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün
korunması, aynı asrın ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklarının
paylaşılması, 20. yüzyılda da İmparatorluğun bütün topraklarının bölüşülmesi
manasında kullanılmıştır161.
Osmanlı Devleti üzerinde emperyalist emelleri olan devletlerin, Osmanlı
Devleti’nin tasfiyesine matuf politikaları sebebiyledir ki Birinci Dünya
Savaşı’nda yer alan bu devletler Osmanlı ülkesinin parçalanması ve
paylaşılması
yönünde
stratejiler
geliştirmişler
ve
Şark
Meselesi’ni
sonuçlandırmak istemişlerdir162.
Osmanlı
Meselesi’nin
160
Devleti
topraklarında
unsurlarından
birini
yaşayan
oluşturduğuna
gayr-i
göre
Müslimler
onlar
Şark
üzerinde
Mustafa Turan, Milli Mücadele’de Siyasi Çözüm Arayışları, (30 Ekim 1918-24 Temmuz 1923),
2. Baskı, Ankara, Siyasal Kitapevi, 2005, s. 18.
161
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. V, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988, s. 203-204.
162
Turan, a.g.e., s. 21-22.
60
yoğunlaşan
misyonerlik
faaliyetleri
Şark
Meselesi
içinde
mütalaa
edilebilmektedir.
Misyonerliğin tarihi, Hıristiyanlığın doğuşuna kadar götürülür. Misyon
(mission) kelimesi özel görev, geçici görev, kutsal görev ve yetki anlamına
gelmektedir163. 16. yüzyıldan itibaren Hıristiyan inanışını vaaz etmek ve
ayinleri yönetmek yetkisiyle din adamlarının çevreye gönderilmesine misyon,
bu gibi görevlilere de misyoner denilmektedir. İlahi gerekçesi, Hz İsa’nın
havarilerine vermiş olduğu “Gidiniz! Gerçeği (Kutsal Kitabı) onlara anlatınız.”
emrine dayanan misyonerlik, amaçlı ve şuurlu bir din yayıcılığı ve dünyanın
Hıristiyanlaştırılması hareketine denilmektedir164.
Misyoner, sadece din adamı değil, bulunduğu yerin tarihini, siyasi ve
idari yapısını, sosyolojik ve kültürel durumunu, nüfusunu da araştırabilecek
düzeyde eğitim almış bir kişiydi. Misyonerler görevlendirildikleri toplumun
özelliklerini iyice tetkik edip bağlı bulunduğu devletle birlikte dini merkezlere
ulaştırmaktaydılar. Filozof Roger Bacon (1210-1294) Papaya sunduğu bir
risalede misyonerliğin yayılması için yabancı dillerin özellikle de Arapça’nın
üniversite öğrenimine alınmasını ve Hıristiyanlığın zaferi için İslam’ın da
üniversitelerde öğretilmesini teklif etmiştir. 1649 yılında İngiliz Parlamentosu,
Hıristiyanlığın dünyaya yayılması için Londra’nın merkez olduğunu belirterek
bir misyonerlik cemiyeti kurmuş ve bu cemiyetin dünya üzerindeki şube
sayısı 19. yüzyıla gelindiğinde 7000’e ulaşmıştır. Fransa 1787 yılında
Şarkiyatçılar Cemiyeti’ni, Amerika ise 1810 yılında Amerikan Misyon Dostları
Derneği’ni ve 1814 yılında Vaftizci Misyonlar Derneği’ni kurarak misyonerlik
faaliyetlerine başlamıştır165.
Misyonerler, hem faaliyet yürüttükleri ülkelerin hem de kendi mensubu
oldukları devletin politikalarına yön vermeye gayret gösterirken kendileri için
lüzumlu olan bazı politikaların yürümesi için de iki devleti ve bazen birçok
163
Mission, Latince miterre kelimesinden gelmektedir. Uygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle
Anadolu’daki Amerika 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner
Okulları, İstanbul, Arba Yayınları, 1999, s. 14.
164
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 14.
165
Necmettin Tozlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Misyoner Okulları”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel
Sayısı II, C. XXXII, 2000, s. 787.
61
devleti birbirleri ile sürtüşme içine sokabilmişlerdir. Bir dereceye kadar da
bunda başarılı olmuşlar ve devletlerarası politikada etkin rol oynamışlardır.
Misyonerler, asli görevleri olarak değerlendirilen dini faaliyetlerin
ötesinde mensubu bulundukları devletin nüfuzunu tesis ederek, kültürel ve
ticari çıkarlarını devam ettirecek yetişmiş bir yerli elit grubunu da oluşturmaya
çalışmışlardır. Bu yetişmiş Hıristiyan grubun oluşturulması da devletlerarası
mücadele konusu olmuştur. Çünkü yetişen bu elemanlar, o bölgede ticari
faaliyetlerin geliştirilmesinde bir aracı olarak kullanılabiliyordu. Bu da
Hıristiyan devletlerin kendi ticari menfaatleri için misyon sahaları elde
edebilmek gayesiyle mücadele vermeleri için bir sebep teşkil etmiştir.
Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki misyonerliğin başlangıçta görülen
esas gayesi dini olmakla birlikte bu gayeyi gerçekleştirmek için kullanılan
metotlar her bölge, her dönem ve her kültür için değişiklik göstermekte bazen
hastane, bazen okul bazen matbaa vs şekillerde kendini göstermektedir. Bu
sebeple misyonerlerin havarilerin yolundan gittikleri ve onların devamı
oldukları yolundaki iddiaları zamanla hümanist görünümleri yanına sosyal ve
siyasi yönün de eklenmesi nedeniyle pek de inandırıcı görünmemektedir166.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra daha da önem kazanan
Şark Meselesi çerçevesinde Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’ne ilgisi,
düşmanlığı ya da siyasi, kültürel ve askeri müdahalesi aldığı biçim ne olursa
olsun ekonomik nitelikteydi. İşte özünde ekonomik sömürü yatan bu ilginin
hayata geçirilmesi farklı araçlarla olmaktaydı ki özellikle 19. yüzyılda
bunlardan çok etkili olan bir tanesi İmparatorluğun her tarafında yürütülen
misyonerlik faaliyetleri olmuştur167. Bu faaliyetlerin de etkisi ile Müslüman ve
Hıristiyanların birbirlerine karşı davranışlarında önemli farklar ortaya çıkmış,
19. yüzyıla kadar bir arada yaşadıkları coğrafyanın sosyal ve ekonomik
166
Erdal Açıkses, Amerikalıların Harput’taki Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 2003, s. 18-20.
167
Uygur Kocabaşoğlu, “Doğu Sorunu Çevresinde Amerikan Misyoner Faaliyetleri”, Tarihi
Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu, Bildiriler, Hacettepe Üniversitesi,
A.İ.İ.T.E., 8-9 Mart 1990, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992, s. 65-66.
62
sorunları dışında karşı karşıya gelmeyen halklar, kendilerini bir anda uluslar
arası bir kavganın tarafları olarak bulmuşlardır168.
İşte Avrupalı büyük güçlerin Osmanlı Devleti’ndeki sömürgeci çıkarlarını
sürdürebilmek amacıyla yürüttükleri diplomasi içerisinde bazen Boğazlar,
bazen demiryolları, bazen de Osmanlı tebaasının hakları gibi meselelerle
gündeme getirdikleri devleti parçalamaya yönelik faaliyetlerinde Osmanlı
Devleti’nin özellikle doğu vilayetlerinde yaşayan Hıristiyanların ve bu
bağlamda Süryanilerin ayrı bir yeri bulunmaktaydı. Bu ilgi önceleri Fransa,
Rusya ve İngiltere ile başlamış sonra bu devletlere ABD de katılmıştır. Bu
noktada bu büyük güçlerin planları üzerinde durmak yerinde olacaktır.
4.1.İngiltere
4.1.1.
İngiltere’nin Süryanilerle İlgili Planları
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’un “İngiltere’nin devamlı
dostları veya tabii düşmanları yoktur, sadece daimi menfaatleri vardır.”
sözünde169 çok güzel ifade edildiği gibi İngiltere’nin her şeyden önce kendi
çıkarlarını önde tutan geleneksel politikası önceleri Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğünü savunurken daha sonra parçalama yoluna gitmiştir. Bu
politika değişikliğinde Osmanlı Devleti’nin 1877-1878 Rus Harbi’nde almış
olduğu yenilginin etkisi büyüktür demek yanlış olmayacaktır. İngiltere’nin,
Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmasının doğrudan Hindistan
meselesi ile ilgili olduğunu da belirtmeliyiz.
Fransa’dan Hindistan sömürgesini ele geçiren İngiltere’nin ekonomik
hayatında Hindistan önemli bir yer tutmaya başlamıştı. İngiltere, Hindistan’a,
adına “İmparatorluk Yolu” da denilen Mısır, Akdeniz ve Cebelütarık
Boğazı’ndan geçerek ulaşmaktaydı. 1781-1792 yılları arasında İngiltere bu
yolda kendisini tehdit altında hissetmemişti. Ancak bu tarihte Rusya ve
Avusturya’nın Osmanlı Devleti ile yapılan savaşı kazanmaları ve Rusya’nın
168
İbrahim Özcoşar, “Süryani-Müslüman İlişkileri”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim
Özcoşar, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 200.
169
A. Suat Bilge, Milletlerarası Politika, Ankara, Sevinç Matbaası, 1966, s. 317.
63
Boğazlara yerleşme fikri İngiltere’yi hayli tedirgin etmiştir. Rusya’nın
Boğazlardan Akdeniz’e inmesi demek İngiltere’nin İmparatorluk Yolu’nun
tehlikeye girmesi demekti. Bunu göze alamayan İngiltere’nin yapacağı tek
şey tabiatıyla Rusya’nın Akdeniz’e inmesini engelleyen Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğünü korumak olacaktır. Bu nedenle Osmanlı Devleti ile ikili
münasebetlerini koruma yoluna giden İngiltere, 1838 yılında Osmanlı Devleti
ile bir anlaşma (Balta Limanı Anlaşması)170 imzalayarak geniş ticari ve
iktisadi menfaatler sağladı. Bazı müelliflerin de ifade ettiği gibi İngilizler,
“Şarka ticari sıfatla gelmişler fakat siyasi sıfatla yerleşmişlerdir.”171.
Fransa’nın da Mısır’ı işgal etmesi, hem İngiltere’nin hem de Rusya’nın
işine gelmiyordu. İngiltere, sömürgeleriyle olan bağlantısının tehlikeye
girmesinden, Rusya ise Osmanlı Devleti’nin yıkılması ihtimalinden tedirgin
olmuş ve bu iki devlet kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti ile ittifak
yapmışlardır.
Mezopotamya bölgesi de İngiltere için ayrı bir öneme sahipti.
Mezopotamya Doğu Akdeniz ülkelerini ve Arabistan Yarımadası’nı Orta ve
Uzak Doğuya bağlayan kilit bir mevkide olması yanında Hindistan’a
yönelebilecek bir saldırının da başlangıç noktasında bulunmaktaydı. Ancak
bundan daha da önemlisi bölgenin petrol zenginliğidir. 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren kömürün yerini alan petrol, sosyal, ekonomik ve askeri
alanlarda aranan bir hammadde konumuna gelmiş ve bu hammaddeyi elde
etme
yarışında
İngiltere
de
yerini
almıştır.
İngiliz
Savaş
Kabinesi
Bakanlarından Sir Maurice Hankey’in Dışişleri Bakanı Balfour’a yazdığı
mektupta
İngiltere’nin
düşüncesi
açıkça
ortaya
çıkmaktadır:
“Büyük
potansiyelde petrol alabileceğimiz kontrolümüz altındaki yerler İran ve
Mezopotamya’dır. Bu nedenle petrol kaynağı olan bu iki yer üzerindeki
kontrolümüz İngiltere’nin savaştan beklediği birinci sınıf hedef olmalıdır.” 172
170
Bu konuda bkz. Mübahat Kütükoğlu, 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Muahedesi, Ankara,
Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon, 1985.
171
Davut Kılıç, “XIX. Asırda İngiltere’nin Ortadoğu Politikasının Osmanlı Ermenilerine Yansıması”,
Türk Dünyası Araştırmaları, S. 117, Aralık 1998, s. 90-91.
172
Yonca Anzerlioğlu, “XIX. yy. ve Sonrasında Nasturi Hıristiyanlarının Faaliyetleri”, Türk Yurdu,
C. XVIII, S. 134, Ekim 1998, s. 180.
64
1878 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı yenilmesi
İngiltere’ye göstermiştir ki, Osmanlı Devleti artık yıkılmak üzeredir ve
Rusya’nın bu topraklarda hâkimiyet kurması engellenmelidir. İngiltere bunu
iki yolla yapmaya çalışacaktır. Birincisi; Kıbrıs gibi bazı stratejik noktalara
yerleşmek173, ikincisi ise; Anadolu topraklarında kendisine bağlı ya da kendi
kontrolü altında tutabileceği devletler kurmaktır174. İşte özellikle Doğu
vilayetlerinde bulunan Hıristiyanların kışkırtılmaya çalışılmasının altında bu
politika yatmaktadır.
Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması
(1878) İngiltere’yi telaşlandırmıştı. Antlaşmanın 16. Maddesinden tedirgin
olan İngiltere, bu madde ile Rusların Ermenileri himaye perdesi altında Doğu
Anadolu’da nüfuzunu genişleteceğinden ve harple sağlamış olduğu toprak
kazancının
yarattığı
elverişli
durumdan
faydalanarak
İskenderun
ve
Mezopotamya üzerinden Basra Körfezine kadar yayılmasından endişe
etmiştir175. Osmanlı Devleti’nin artık tek başına Rus tehditlerine engel
olabileceğinden ümidi kesen İngiltere’nin Boğazlar ve Malta’ya kuvvet
göndermesi ile savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalan Rusya Ayastefanos
Antlaşması’nın Berlin Konferansı’nda görüşülmesine razı olmak zorunda
kalmıştır176. Berlin Konferansı öncesi “Doğu Anadolu’da Hıristiyanların
bulunduğu eyaletlerde” kaydıyla Bab-ı Ali’nin ıslahat yapması hususunda bir
taahhüt koparan İngiltere, Berlin Konferansı’nda da ıslahat formülü üzerinde
durmuş ve 61. Madde gereğince Osmanlı Devleti Ermenilerin oturdukları
yerlerde ıslahat yapmayı kabul etmiştir. Zaten Tanzimat’tan beri “Islahat” ve
“İmtiyaz” adı altında Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmek amacında olan Batılı
devletler, Rumeli’de oynadıkları oyunun bir benzerini Anadolu topraklarında
173
Kıbrıs askeri ve stratejik açıdan İngiltere için vazgeçilmesi çok zor bir ada ve önemli bir ticaret
merkeziydi. Suriye’nin kuzeybatı köşesinde bulunan Kıbrıs, Mısır, Suriye ve Küçük Asya’nın anahtarı
konumundaydı. Kıbrıs’da bulunacak bir askeri üs, Rusya’nın güneye doğru ilerlemesi durumunda
İngiltere’nin bölgedeki durumunu güçlendirebilirdi. Bundan dolayı İngiltere daima Kıbrıs gibi
stratejik önemi olan adaların üzerinde yoğunlaşmıştır. Durdu Mehmet Burak, Birinci Dünya
Savaşı’nda Türk-İngiliz İlişkileri, (1914-1918), Ankara, Babil Yayıncılık, 2004, s. 85.
174
Fahir Armaoğlu, 20 Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914-1990, C. I, 10. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası
Yayınları, 1994, s. 44-45.
175
Karal, a.g.e., C. VIII, s. 130.
176
Kılıç, “XIX. Asırda…”, s. 93.
65
başlatmışlardır177. Böylece Ermeni davası ortaya çıkarken İngiltere de
Osmanlı Devleti aleyhinde gelişecek bir meselede yer almış oluyordu178.
Yapılacak olan ıslahatlar da Rus kontrolünden Batılı devletlerin kontrolüne
geçmiş oluyordu179.
İngiltere
gerçekleştirilmesi
istenen
ıslahatların
uygulanmasını
denetlemek amacıyla Doğu Anadolu’nun birçok bölgesine askeri ataşeler
yerleştirmiştir. Bu ataşelerin görevi Hıristiyanların durumunu takip edip
bölgede istenmeyen gelişmeler olduğunda İngiliz hükümetine bilgi vermekti.
Bu bilgilere dayanarak da Osmanlı Hükümeti’ne gereken uyarı ve baskı
yapılacaktı. Askeri ataşelerin bölgedeki varlığına Müslüman nüfus tepki
göstermiştir. Bunun üzerine Nasturiler, İngilizler tarafından özel bir
muameleye tabi tutulmuş; hatta bu insanların İngiliz tebaası olduğu
söylentileri dolaşmaya başlamıştır180.
İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikası
Gladstone hükümetinin iktidara gelmesine kadar sürmüştür. Daha önce
Anadolu, Suriye ve Arabistan’da küçük devletlerin kurulması yerine bunlar
için ıslahatlar yapılmasını siyasetine daha uygun gören İngiltere181, 1880
yılından itibaren bu politikayı terk ederek Osmanlı Devleti’nin parçalanıp,
İngiltere’ye dost küçük devletler kurulması ve bunların Rusya’ya karşı tampon
olarak kullanılmasını öngören yeni bir politika benimsemeye başlamıştır.
İngiltere’ye göre bu tampon devletlerden biri de Ermenistan olacaktır.
İngiltere’nin Van Viskonsolosu Yüzbaşı Clayton, 29 Kasım 1879 tarihli bir
raporunda Ermenistan’ın kurulabilmesi ve kurulduktan sonra da ayakta
kalabilmesi için bir takım tavsiyelerde bulunuyordu. Osmanlı Devleti
yıkılacaktı. Öyleyse reformlar İngiliz ve Avrupa himayesi altında bir Ermeni
Devleti kurulmasına doğru yönlendirilmeliydi. Bu şöyle olacaktı: Önce
Ermenilerin, İngiliz ve Avrupa himayesi altında güçlenmeleri sağlanacak,
siyasi
177
bakımdan
hazırlanacaklar;
sonra,
dışarıdan Doğu
Anadolu’ya
Cevdet Küçük, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı, 1878-1897,
İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1986, s. 1.
178
Karal, a.g.e., C. VIII, s. 130.
179
Küçük, a.g.e. s. 14.
180
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 89.
181
Küçük, a.g.e., s. 18.
66
Ermeniler getirilerek nüfusları artırılacaktı. Buna rağmen Ermenilerin bu
bölgede yine azınlıkta kalacakları aşikârdı. Bunun için de Türk nüfusun Doğu
Anadolu’dan peyderpey uzaklaştırılmaları gerekiyordu. Geriye Kürtler ve
Süryaniler kalacaklardı. Süryanilerle Ermenilerin mezhep ayrılıkları bir yana
bırakılarak kaynaştırılmalarına çalışılacaktı. Kürtler ise silah zoruyla hizaya
getirilecek Ermenilerle birlikte yaşamaya zorlanacaklardı. Zamanı geldiğinde
Osmanlı Devleti çökünce Ermenilere ayrı bir devlet kurdurulacaktı. Ancak bu
iğreti devlet kendi kendine yaşayamayacağı için üzerinde güçlü bir İngiliz
himayesi kurulacaktı. İşte İngiltere’ye göre Rusya ancak bu şekilde
durdurulabilirdi182.
Bu rapor İngiltere’nin Doğu Anadolu’daki Hıristiyanlarla ilgili politikasını
açıkça ifade etmektedir. İngiliz ajanı Vambery’in yazmış olduğu raporlarda da
benzer ifadeler bulunmaktadır. Vambery bir raporunda “….Bugün kimse
İngiltere’nin insancıl emellerine kanacak kadar saf değildir. Asıl amaç
Anadolu ve Kafkasya arasında bir tampon bölge yaratmaktır.”183 demektedir.
İngiltere
Berlin
Antlaşması’nın
61.
Maddesi
gereğince
Doğu
vilayetlerinde özellikle de Ermeniler üzerinde yapılması gereken ıslahatların
tam anlamıyla uygulanmadığını bahane ederek sürekli Osmanlı Devleti’ni
sıkıştırmıştır. Bunu yaparken de diğer Batılı devletlerin de yardımını almak
istemiştir. Batılı devletler her ne kadar Gladston siyasetinin körü körüne
takipçisi konumuna düşmek istemiyorlarsa da İngiltere’yi yalnız bırakmakta
menfaatlerine uygun gelmiyordu. Osmanlı Devleti’ne verilen 7 Eylül 1880
tarihli müşterek nota ile Osmanlı’nın Berlin Antlaşması’nda kabul ettiği
Ermeni ıslahatı yanı sıra aynı ıslahatın Nasturilere de uygulanması
isteniyordu184.
Gerçekten de İngiltere’nin, Hıristiyanlar üzerindeki siyasetini hemen
uygulamaya koyduğu görülmektedir. İngiltere, halk arasındaki bölünmelerden
yararlanıyor, bölünme yoksa bölünmeler yaratıyordu. Bazen muhaceret
182
Süleyman Kocabaş, İngiliz Tuzağı, Osmanlı’nın Yaşatılması ve Yıkılmasında İngiltere’nin
Rolü, 1783-1823, İstanbul, Vatan Yayınları, 2003, s. 194-195.
183
Kocabaş, a.g.e., s. 200.
184
Küçük, a.g.e., s. 75-85; Halil Metin, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni
Olayları, Ankara, MEB Yayınları, 2001, s. 75.
67
yoluyla halkın içine yabancı insan toplulukları yerleştiriyor, bazen aşiret
düzeni içindeki savaşçı halk topluluklarını kazanıp çoğunluğa karşı baskı ya
da tehdit aracı olarak kullanıyordu185. İngiltere’nin amaçlarına uygun olarak
kullanmaya çalıştığı topluluklardan biri de Nasturiler olmuştur. Bu politikanın
tercih edilmesinde İngiltere’nin Osmanlı Devleti topraklarında siyasi nüfuz
kurabileceği mezhepdaşlarının bulunmayışı ve Nasturilerin de bu iş için en
ideal grup olarak görülmesi önemli bir sebep teşkil etmiştir. Ayrıca Doğu
Anadolu’nun petrol bölgesine yakın olması gibi jeopolitik konumu da göz ardı
edilmemelidir. İngiltere’nin Nasturi meselesine sarılmasının bir başka nedeni
de
sömürge
yaptığı
Hindistan’da
aynı
mezhepten
birçok
insanın
bulunmasıdır186. Fakat en mühimi istedikleri zaman isyan edip Osmanlı
topraklarına müdahale etmelerini sağlayacak bir potansiyel güç temini
düşüncesi olmalıdır. Dini faaliyetler de bu iş için kullanılacak bir bahaneden
başka bir şey değildir. Çünkü İngilizlerin Nasturiler üzerinde dini ve sosyal
hayat bakımından Amerikalılar gibi etkili ve faydalı oldukları söylenemez187.
Burada belirttiğimiz amacı gerçekleştirmek için İngiltere, Osmanlı
Devleti’ne göndermiş olduğu misyonerler vasıtasıyla Nasturileri etkilemeye
çalışmıştır. Osmanlı topraklarında bir Protestan cemaati oluşturup onun
hamiliğini üstlenmek bahanesi ile de Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmayı
hesap etmiştir.
Aslında bu misyonerlerin gelişine kadar devlete bağlı ve sakin bir hayat
yaşayan Süryani toplumu, misyonerlerin telkinleri ve İngiltere’nin vaatlerine
kanarak Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmışlardır.
Bu bilgilerden sonra İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde
Osmanlı Devleti toprakları üzerindeki siyasi amaçları şöyle belirtilebilir:
Filistin, Irak, Musul, Suriye gibi Akdeniz ile Hindistan arasındaki
Osmanlı topraklarının ele geçirilmesi; Kudüs’te bir Yahudi Hükümeti,
Musul’da bir Nasturi Hükümeti kurarak Rus ve Türk topraklarıyla bağlantıyı
kesmek, Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve Kürt Devleti kurarak Rusların
185
Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, Cem Yayınevi, 1992, s. 22.
Çetin, a.g.t., s. 34, 36.
187
Çetin, a.g.t., s. 34.
186
68
güneye ve batıya açılmasına mani olmak, Rusların İstanbul’u işgal etmeleri
halinde Çanakkale Boğazı’na yerleşmektir188. Bu politikadan da anlaşılacağı
gibi Osmanlı Devleti’nde yaşayan Nasturiler, Ermeni ve Kürt unsurlar kadar
değilse de İngiltere’nin vazgeçemeyeceği bir topluluktur.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Çarlık Rusya’sının 1917’de yıkılışına
kadar Rusya’nın yardımlarıyla savaşan Nasturiler, daha sonra İngiltere
tarafından
desteklenmişlerdir.
Bakü
petrol
sahasının
Alman-Osmanlı
ilerleyişine karşı korunması düşüncesi Urmiye’de Türklere karşı savaşan
Nasturilerin İngiltere açısından önemini artırmaktaydı189. Rusya’nın savaştan
çekilmesinden sonra Nasturilerin desteğini almak isteyen İngiltere ikili bir
politika izlemek zorunda kalmıştır. Bir taraftan Kürt aşiret liderlerinin
istedikleri bağımsız devlet kurulması fikrini desteklerken diğer taraftan Ermeni
ve Nasturileri silahlandırarak düzenli birlikler tesis etmeye çalışmıştır190.
İngiltere’nin savaş sırasındaki bir diğer amacı Antranik önderliği
altındaki Ermeni milislerle bizzat kendilerinin Kafkasya’da kurmuş oldukları
Süryani güçleri birleştirmektir. İngiltere’nin çevirmekte olduğu entrikaları
Gümrü’deki İngiliz İstihbarat Subayı McDowell’in Yüzbaşı Gracey’e 25 Nisan
1918 yılında gönderdiği yazıdan anlamaktayız. Ermeni gerilla lideri Antranik,
İranlıların saldırılara direneceklerini beklemiyordu. O, Türklere karşı İran’daki
Nasturi güçlerinin kumandasını da kendi üzerine almayı umuyordu. Bu
noktadan
hareketle
McDowell
da
Nasturilerin
Antranik
önderliğinde
Ermenilerle birleşmeye ikna edilebileceğine inanmaktaydı. Böylece Van,
Makü ve daha güneye ilerlenebilmesi için oldukça değerli bir güç kurulmuş
olacaktı. Ayrıca McDowell, Emirhan Bey gibi Kürt önderleri ve Çölemerik
Kürtlerini tarafsız kalmaya ya da İngiltere ile birleşmeye doğrudan doğruya ya
da kimi Nasturilerin aracılığıyla inandırabileceğini düşünmekteydi.
Bu küçük gizli rapor İngiltere’nin bölgedeki yerel gruplar arasında çeşitli
entrikalar çevirmekte olduğunun bir kanıtıdır191.
188
Servet Avşar, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası, Ankara, Kim Yayınları, 2004, s.
28-29.
189
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 95.
190
Özdemir, a.g.e., s. 110.
191
Sonyel, a.g.e., s. 120-121.
69
Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefik güçler arasında Türkiye
Asyası’nın kaderi ile ilgili diplomatik görüşmeler de devam etmekteydi. Bu
görüşmelerin
sonucu
olarak
Osmanlı
Devleti
topraklarını
aralarında
imzaladıkları anlaşmalarla tasfiye etmişlerdir. Bu antlaşmalardan bir tanesi de
İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve tarihte Sykes Picot Antlaşması diye
anılan taksim antlaşmasıdır. Bu antlaşmaya göre Karadeniz ile Urmiye
Gölü’nden başlayarak Van, Bitlis, Muş’un güneyine doğru İmadiye’ye kadar
uzanan yerler Rusya’ya bırakılacak, Fransa’ya Akka’dan itibaren Anamur’a
kadar giden ve Suriye ile Kilikya’dan mürekkep deniz kıyısına yakın dar arazi
ile Rusya’ya verilecek yerlerin güneyinde kalan ve onun kuzey sınırını takip
eden Antep, Urfa ve Urmiye’den geçen yerler kalacaktı. İngiltere’ye ise Hayfa
ve Akka Limanları ile Fransız bölgesinin güneyinde kalan yerler bırakılacaktı.
Bu tasarı Fransa’yı İran’a Urmiye’ye kadar uzatmaktaydı ki bu durum
Rusya’nın hiç hoşuna gitmemiştir. Sazanof, kendilerine verilen ve pek sakin
olmayan halkların oturdukları yerlere bitişik Avrupalı bir devletin bulunmasını
ve Urmiye bölgesindeki Hıristiyan halklar arasında Rusya’nın misyoner
menfaatlerinin öneminden dolayı başka bir Avrupa hükümetinin egemenliğini
istememekteydi192. Bu durum Ruslarda bu iki denizci devletin ileride İran
işlerinde kendisine karşı bir birlik oluşturacakları kuşkusunu da uyandırmıştı.
Rusya’nın
itirazları
üzerine
İngiliz
murahhası
elindeki
tasarıyı
değiştirerek yenisini Sazanof’a bildirir. Yeni tasarıda şu yönler belirtilmektedir:
“Fransız bölgesi Fransız sahasından çıkarılmış olup Nasturilerle meskûn olan
bu bölge teklif edilen Rus sahasına sokulmuş fakat Küçük Ermenistan’ın
kuzey kısmı Fransız sahasına alınmıştır.”
Marc Saykes Sazanofla daha sonra bir görüşme daha yapmıştır.
Burada Büyük Ermenistan dedikleri ülkenin Doğu Anadolu’da bulunduğunu
iddia ettikleri parçasından fazlasını almanın Rusya için kâr değil zarar olacağı
ve buralarını Fransa’ya bırakmanın Rus menfaatleri bakımından en hayırlı iş
olduğu ispat edilmeye çalışılmıştır. Bu çözümün faydası Rusya’nın Ermeni
ahalisi az olan bölgeleri alması ve böylece Rusya’yı ihtilalci Ermenilerin fesat
192
Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, C. III, Ks. 3, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983, s.
76-77.
70
tohumlarından kurtarmış olmasıdır. Görüldüğü gibi İngiltere Fransa’yı İran’a
kadar sokamayacağını anlayınca Rusya’yı Akdeniz’den uzak tutmak için
onunla bu deniz arasına Fransız duvarını dikmeye çalışmıştır193. Ayrıca
Nasturi bölgesi ile Bitlis geçitlerinin Rusya’dan ayrılarak buna karşılık
Rusya’ya Erzurum bölgesinde başka bir arazi verilmesi teklif edilmiştir194.
Anlaşmanın son şekline göre ise, Suriye, Adana ve Mezopotamya’nın
İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmasının Rusya tarafından kabulüne
karşılık Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri ile Van’ın güneyindeki Fırat, Muş ve
Siirt arasında kalan topraklarla Trabzon’un batısında sonradan tespit edilecek
bir noktaya kadar Karadeniz kıyıları Ruslara bırakılıyordu195.
Savaş sonrasında kendi himayesinde Irak’taki Bakuba kampına
yerleştirdiği Nasturilere Hakkari ve çevresinde özerk bir devlet kurma sözü
veren İngiltere aslında onların eski yurtlarına dönmelerini hiç istememiştir.
İngiltere’nin niyeti, Sykes-Picot Antlaşması ile Fransa’ya bırakılan Musul
vilayeti üzerindeki mücadelede ve petrol endüstrisini korumada Nasturilerden
askeri güç olarak yararlanmaktı. Ayrıca Anadolu’yu çevreleyen Doğu ve
Güneydoğu Anadolu savunma ve güvenlik hattı üzerinde gerektiğinde bir
Süryani devleti kurarak Körfez’in yandan güvenliğini sağlamak amacında
olan İngiltere,196 Nasturilerin kendi kaderlerini tayin etme hakkına kavuşma
ümitlerini de zayıflatmak istememiştir. Böylece İngiltere, Türkiye ve İran’ın
Nasturilerin bağımsız bir devlet kurmalarına izin vermeyeceklerini söyleyerek
bir
Asur
devleti
kurma
gerekçesiyle
Nasturilerden
savaş
yıllarında
faydalanmıştır.
İngilizler Irakta da Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında ektikleri
düşmanlık tohumlarını kullanmaya devam etmişlerdir. Nasturilerin Kürt ve
193
Bayur, a.g.e., C. III, Ks. 3, s. 73-76.
E.E. Adamof, Çarlık Belgelerinde Anadolu’nun Paylaşılması, 4. Baskı, Kaynak Yayınları,
İstanbul, 2001, s. 123. Bayur ise bunun tam tersini söyleyerek Nasturi bölgesi ve Bitlis geçitlerinin
Rus bölgesinde tutulduğunu yazmaktadır. Bayur, a.g.e., C.III, Ks. 3, s. 72. Ancak Adamof’un
eserinden devam edecek olursak, Sazanof’un bu projeyi kabul etmesi ve onun “Urmiye bölgesi ve
Bitlis geçitlerinin bizim bölgemize sokulması konusunda direnmemiz Fransa’ya da Sivas-HarputKayseri üçgeni içerisinde taviz vermemizi gerektiriyor.” cümlesinden Bitlis geçitleri ve Nasturi
bölgesinin Rusya’ya bırakılmadığı anlaşılmaktadır. Adamof, a.g.e., s. 124.
195
Burak, a.g.e., s. 80.
196
Ahmet Hurşit Tolon, Birinci Dünya Savaşı Sırasında Taksim Anlaşmalar ve Sevre Giden Yol,
Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2004, s. 103.
194
71
Arap hareketlerini bastırmada kullanılması iki taraf arasındaki uçurumu
arttırmıştır197.
Birinci Dünya Savaşı’nda Süryanilerin Ermeniler gibi dönemin büyük
güçleri ile işbirliği yaparak Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ettiklerini bizzat
Süryani Patriği Afrem Barsauwm yazmaktadır. Patrik Barsauwm Süryanilere
Asuri adının verilmesinin de bir İngiliz oyunu olduğunu yazmaktadır. Ona
göre Asuri adı İngiliz Protestanlarının 1900 yılından kalma bir buluşudur.
Kötü niyetli politik sebeplerle Musul bölgesindeki Nasturilere 1919-1920
yıllarında bu isim verilmişti. İngiliz politikacılarının niyetleri Irak’taki çıkarlarını
gerçekleştirmek için kendilerine Asuri diyen Nasturi gençliğinden bir milis
kuvveti oluşturmaktı. Netice olarak Süryanilerin bu yabancı ismi kullanmakla
ilgileri yoktu. Bu isim onlara ırklarını ve yeryüzündeki varlıklarının temeli olan
dinlerini kaybettirecektir.
Bizzat Süryani Patriği’nin vermiş olduğu bu bilgiden çıkan sonuç gayet
açıktır: “Asur halkı olarak adlandırılan halk İngiliz oyununa gelerek vatana
ihanet etmiştir.”198
Bu noktada İngiltere’nin savaş sırasında uyguladığı propaganda
faaliyetlerinde de kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. İngiliz kamuoyunda
özellikle küçük bağlaşıkları Ermenilere karşı daha büyük ilgi ve sempati,
Türklere karşı ise nefret duyguları uyandırarak tüm dünya kamuoyunu
Osmanlı aleyhine harekete geçirmek maksadıyla İngiltere tarafından bir dizi
propaganda faaliyeti başlatılmıştır. Bu amaca dayalı olarak Lord James
Bryce ve Arnold Toynbee tarafından 1916 ortalarında “1915-1916 Yılları
Arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yapılan İşlem” başlıklı
İngilizce bir propaganda kitabı yayınlanmıştır. Daha sonra Mavi Kitap olarak
adlandırılacak olan bu kitap İngiliz Hükümeti’nin savaş amaçları için
yayınladığı en başarılı ve en kötü etkiye sahip olan yayındır199.
197
K. P. Matfiyef, Asurlar ve Modern Çağda Asur Sorunu, Çev. Vahap Kelat, İstanbul, Kaynak
Yayınları, 1996, s. 109-110.
198
Ali Rıza Bayzan, Misyonerin Soykırım Oyunu, İstanbul, IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, 2006, s.
124-126.
199
Salâhi R. Sonyel, “Birinci Dünya Savaşı Günlerinde Türk-Ermeni İlişkileri ve İngiliz
Propagandası”, Belleten, C. LVIII, S. 221, 1994, s. 379.
72
Genellikle görgü tanıklarının vermiş oldukları bilgilere dayanan bu
kitabın bütün malzemesi Bryce’ın asistanı olan Arnold Toynbee tarafından
toplanmıştı. Süryanilere göre başlangıçta bu kitaba Süryanilere yapılan
işlemlerde dâhildi. Ancak Bryce, belgeleri yayınladığında Süryani kısmını
çıkarıp sadece Ermenilerle ilgili bir kitapmış havası vermiştir. Paris Barış
Konferansı’nda
kullanılmak
üzere
yapılan
Fransızca
çevirisinde
de
Süryanilerle ilgili kısım bulunmamaktaydı. İlk defa 1972 yılında Beyrut’ta
eksiksiz olarak yayınlanmış ancak diğer dillere çevrilmemiştir200.
Bu
kitabın
propaganda
amacıyla
İngiltere
Hükümeti
tarafından
hazırlatıldığı yazarı Toynbee tarafından da daha sonra kabul edilmiştir.
Amaç, dikkatleri İngiltere’nin müttefiki Rusya’nın Yahudilere yapmış olduğu
zulümlerden uzaklaştırıp Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yaptığı faaliyetlere
çekerek kamuoyunu yanıltmaktır201. Bu amaca fazlasıyla hizmet eden kitap
bugün de Ermenilerin yanı sıra Süryaniler için de ana kaynak niteliği
taşımaya başlamış ve ilmi bir değeri olmadığı halde kullanılmaya devam
etmiştir.
İngiltere’nin gerek savaş öncesi gerekse savaş sırasında Süryanilerle
ilgili politikaları ateşkes antlaşmasıyla bitmemiş yeni senaryolarla daha
sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bundan sonra bu konu Musul
meselesinde Türkiye’nin başını ağrıtmaya devam edecektir.
4.1.2. İngiliz Misyonerlerinin Faaliyetleri
Osmanlı Devleti’ndeki azınlıklarla, dolayısıyla da Süryanilerle
yakından ilgilenen devletlerden en önemlisi şüphesiz İngiltere idi. Fransa ve
Avusturya’nın Katoliklerin, Rusya’nın da Ortodoksların himayesini üstlendiği
19. yüzyılda İngiltere de Osmanlı topraklarında himaye edebileceği bir grup
yaratma çabası içine girmiş ve bu amaçla Protestan mezhebinin yayılmasına
çalışmıştır. Fransa’nın Napolyon savaşları sonrasında, Doğu Akdeniz’de eski
konumunu yitirmeye başladığı bir dönemde İngiltere’nin Ortadoğu siyaseti
200
Yonan, a.g.e., s. 14.
Ayrıntılı bilgi için Bkz. Arnold Toynbee, Hatıralar: Tanıdıklarım, Terc. Deniz Öktem, İstanbul,
Klasik Yayınları, 2005, s. 175-180.
201
73
açısından Protestanlığın Osmanlı topraklarında yayılmasına vermiş olduğu
önem çok büyüktü.
İstanbul’daki
İngiliz
diplomatı
H.R.
Wellesley,
Dışişleri
Bakanı
Palmerston’a yazdığı 10 Ekim 1846 tarihli mektupta Osmanlı ülkesinde
Protestan kilisesi açılmasının gerekliliği ve faydaları konusunda şunları
söylemektedir: “Protestan Kilisesi, bir defa Bab-ı Ali tarafından resmen kabul
edilirse bugün onun korumasını talep edip de bunu açığa vurmamış olan
Ermeniler artık hızla ona katılacaklardır. Benzer şekilde büyük bir
memnuniyetle bunu bazı ticari avantajların da takip edeceğini ümit
ediyorum…..Ermenilerin majestelerinin İngiliz tebaasının büyük bir kısmının
dinsel inancına kazandırılması faydasız bir şey olmayacak ve öyle tasavvur
ediyorum ki onları bu ülke ile ticari faaliyetlerde bulunan İngiliz tüccarlarla
daha yakın münasebetlere sokacaktır. Böylelikle Büyük Britanya’nın, İran ve
Rusya’nın Asya topraklarına kadar genişletmeyi umut edebileceği daha
büyük bir ticari alışverişin temellerini oluşturacaktır.”202 Anlaşılan odur ki
İngiliz diplomatının özellikle Ermenilere dayalı bir politika olarak düşündüğü
Protestan kilisesi açılması konusu dolayısıyla diğer azınlık unsuru da içine
alacak bir mahiyet arz etmektedir.
İngiltere’nin bu amaca dönük ilk faaliyeti 1840 yılında Osmanlı
Devleti’nden Kudüs’te bir Protestan Kilisesi kurma izni istemesidir. Osmanlı
Devleti ise önce bu talebe ret cevabı vermiş ve Osmanlı tebaasının mezhep
değiştirme yasağını da İngiltere’ye hatırlatmıştır. Ancak İngiltere bu cevapla
tatmin olmayarak isteğinde ısrar etmiş ve nihayet İngiliz Dışişleri Bakanı’nın
girişimleri sonunda Osmanlı Devleti’nin verdiği fermanla bir Anglikan
Piskoposu, 1842’de Kudüs’te ilk Protestan Kilisesi’nin resmi açılışını
yapmıştır. Böylece ülkede ilk adımları atılmış olan Protestanlık, Amerikan ve
Alman misyonerleriyle de işbirliği yapan İngiliz misyonerlerinin faaliyetleri
sonucunda
202
kısa
sürede
Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 277.
yayılmaya
başlamıştır.
Böylelikle
Osmanlı
74
topraklarında İngiltere’nin koruyuculuğunu üstleneceği bir Hıristiyan toplumu
oluşturuluyordu203.
İngiltere, daha 1823-1825 yılları arasında İngiliz İncil Cemiyeti adına
göndermiş olduğu bir misyoner vasıtasıyla Mezopotamya ve İran’daki Keldani
köylerini dolaşarak buradaki insanlara İncil’in tercümesini getirmişti. Ancak
İngiliz Anglikan Kilisesi’nin tam anlamıyla bu bölgede faaliyete başlaması
1838 yılında misyoner W. F. Ainsworth’un bölgeye gelmesi ile olmuştur.
Ainsworth’a keşif seferinde daha sonra İngiltere’nin Musul Konsolos Vekili
olacak Rassam eşlik etmiştir. Seferin birinci amacı Orta ve Doğu Anadolu ile
Kuzey Irak ve Sincar bölgesini inceleyerek Nasturilerle Yakubiler’in
durumlarını ve ihtiyaçlarını rapor etmekti. Heyet, 1839 Mayısında Musul’a,
Haziran 1839’da da Nusaybin’e gelmiştir204. Daha sonra İstanbul’a geri
dönen heyet, aynı yıl tekrar yola çıkmış ve Nasturilerin ruhani reisi Mar
Şimun ile bir araya gelmiştir. Patriğin, özellikle Kürtlerin baskılarından
çekinerek, merkezleri olan Çölemerik yerine yakınlardaki bir Ermeni köyünde
yapmış olduğu bu görüşme sonucunda Ainsworth, Patriği işbirliği yapmaya
razı etmiştir205. Esasen İngiltere’den haberdar olan Mar Şimun’un, bu
kiliselerin
öğretileriyle
Roma
Katolikleri
ve
Amerikan
misyonerlerinin
doktrinleri arasındaki farkları anlayabilmesi için zamana ihtiyacı vardı206.
Ainsworth’u takiben Nasturiler arasında çalışmak üzere gönderilen bir
diğer misyoner de Papaz George Percy Badger’dır. Badger Koçanis’de
eğitim çalışmalarına başlamış ve kendisini Society for the Propogation of the
Gospel (İncil Propoganda Topluluğu) ve Society for Promoting Christian
Knowledge (Hıristiyan Öğretisini Geliştirme Topluluğu) desteklemiştir207.
İngiliz misyonerlerine verilen talimatlar arasında Mar Şimun’a yardımlarda
bulunmak ve onu Amerikalı muhalif grupların zararlı doktrinlerine karşı
uyarmak vardı208.
203
Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye, Çev. Ali Reşad, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 1999, s. 65-67.
John S. Guest, Yezidilerin Tarihi, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul, Avesta Yayınları, 2001, s. 143146.
205
Sonyel, a.g.e., s. 28.
206
Guest, a.g.e., s. 153.
207
Sonyel, a.g.e., s. 28.
208
Guest, a.g.e., s. 161.
204
75
İngiliz Anglikan Kilisesi’nin bu faaliyetlerinin aynı bölgede çalışmalarda
bulunan Amerikan misyonerleriyle de bir rekabeti başlattığını söylemeliyiz. Bu
rekabetten İngiliz misyonerleri galip çıkmışlar, Nasturi Patriği ile Amerikan
misyonerleri arasındaki iyi ilişkiler yerini bir nevi düşmanlığa bırakmıştır.
Bunda İngiliz misyonerlerinin Nasturi Patriği’ni Amerikan meslektaşlarına
karşı kışkırtmalarının rolü büyüktür209. Zira daha Nasturi Patriği ile yaptığı ilk
görüşmede Ainsworth, Amerikan misyonerlerini, dini bilgilerinin ve havarilerle
bağlantılarının olmaması, ibadet biçimlerini açıklamamaları ve İncil’i baskı ve
eğitim yoluyla yaymayı amaçlamaları gibi gerekçelerle eleştirmiş; Anglikan
Kilisesi’nin
Hıristiyan
dogmalarına
bağlılığını
kanıtlamaya
çalışırken,
Amerikalıların Hıristiyan dogmalarını özgürce yorumlamasını kötülemiştir210.
Bölgede arkeolojik kazılar yapan Austen Henry Layard da Nasturilerin
Kürtlerle çatışmalarındaki en büyük etkenin Amerikan misyonerlerinin
bölgedeki faaliyetleri olduğunu dile getirmiştir211.
İngiliz misyonerleriyle Amerikan misyonerleri arasında bu çekişmeler
yaşanırken İngiliz misyonerlerin Nasturiler üzerinde baskı kurmaya çalıştıkları
da göze çarpmaktadır. Bu konuda Badger eserinde açıkça “…şimdiki
durumda hangi programı izlemeye karar vereceği konusunda ona (Nasturi
Patriği) baskı yaptım.” demektedir212.
4.1.2.1. Bedirhan Bey Vakası ve İngiltere
Bölgede bulunan Amerikalı, İngiliz ve Fransız misyonerlerinin kendi
misyonlarını tanıtmak için propaganda yapıp ibadet yerleri inşa etmeleri,
Bedirhan Bey213 ve Kürtler tarafından bir tehdit olarak algılanmıştır.
209
Selahattin Satılmış, “ XIX. Yüzyılda Nesturiler ve İngiliz Misyonerlik Faaliyetleri”, Belleten, C.
LXXI, Ağustos 2007, s. 657-658.
210
Celilê Celil, XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler, Çev. Mehmet Demir, Ankara,
Öz-Ge Yayınları, 1992, s. 141; Sonyel, a.g.e., s. 28.
211
Sonyel, a.g.e., s. 28-29.
212
Celil, a.g.e., s. 141.
213
Bedirhan Bey, Cizre’de Azizi veya Azizan lakabıyla anılan bir aileden gelmekte olup eski Botan
Beyliği’nin son beyidir. Cizre Emirliğini Nakşi tarikatına giren ve kendisini ibadete adayan ağabeyi
Salih Bey’den 1821 yılında devraldıktan sonra 1835 yılında hakime Kürdistan unvanını alır. 1838
yılında diğer bir Kürt beyi olan Sait Bey’e karşı düzenlenen saldırıda Osmanlı Devleti’nin yanında yer
alır. Tanzimat’tan önce bölgede mütesellimlik yapan ve birçok belgede Cizre ve Botan mütesellimi
olarak geçen Bedirhan Bey, II. Mahmut döneminde Redif askeri teşkilatının kurulması ile miralay
76
Nasturilerin batılı misyonlarla ilişkilerini güçlendirmesi, Kürtlerin bu durumu
kendi iktidarlarını tehdit eden bir unsur olarak değerlendirmelerine yol
açmıştır. Nasturilerin, misyonerlerin desteğinden sonra kendilerini güçlü
hissetmeye başlamaları, Bedirhan Bey’in vergi talebine karşı çıkmaları
sonucunu doğurmuştur214. Bedirhan Bey Osmanlı Devleti’ne ödenmekte olan
vergilerin daha da artırılarak kendisine ödenmesini istemiştir215. Misyonerlerin
vaatleri sonucunda o güne kadar ulaşamadığı bir güce ulaşan Mar Şimun’un
karşı çıkışları Kürtleri rahatsız etmiştir216. Ayrıca misyonerlerin o dönem
içerisinde Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler içinde olmaları da Kürtleri
endişelendiren sebeplerden biri olmuştur217. Bedirhan Bey’in Nasturilere karşı
kötü tutumunun Nurullah Bey ile birlikte bölgedeki diğer dini liderler ve
şeyhler tarafından beslenmiş olması bazı araştırmacılar tarafından diğer bir
sebep olarak gösterilmektedir218.
Hayli gerginleşen bu ortamda Mar Şimun İngiliz misyonu temsilcisi
Badger’i evinde ağırlamış, Badger bu görüşmede Nasturileri sadece
Kürtlerden değil aynı zamanda Mar Şimun’a baskı yapan Amerikalı
misyonerlerden de tecrit etmek istemiştir219. Badger, Patriği yalnız Osmanlı
Hükümeti ve onun batılı müttefikleriyle ilişki içinde olması konusunda
öğütlemiştir220. Badger’in Mar Şimun’un yanında bulunduğu bir sırada patriğin
konağına gelen Bedirhan Bey’in iki elçisi Mar Şimun tarafından kabul
edilmemiştir. Bu durum şüphesiz Badger’in, Mar Şimun’u her durumda
İngiltere’nin kendilerine yardım edeceğine ve Kürt beyleriyle anlaşma
olmuştur. 1839’da Osmanlı ordusuna komutan olarak atanan Bedirhan Bey, 1842 yılında emirliğini
ilan ederek kendi adına para bastırıp hutbe okutur. Hacer Yıldırım Foggo, Nesturiler, 1843-1846
Nesturi Katliamı, İstanbul, Chiviyazıları, 2002, s. 32; Hatip Yıldız, “Bedirhan Bey ve Nasturiler”,
Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara, Orient
Yayınları, 2005, s. 161-162.
214
Foggo, a.g.e., s. 40-41.
215
Yaşar Ertürk, Büyük Oyunun Eski Perdesi, Doğu Güneydoğu ve Musul Üçgeni (1918-1923), 2.
Baskı, İstanbul, IQ Sanat Yayınları, 2007, s. 101.
216
Yıldız, a.g.m., s. 165.
217
Foggo, a.g.e., s. 43.
218
İhsan Çölemerikli, Osmanlı Devleti’nin Kürtlerle Nasturileri karşı karşıya getirerek Bedirhan
tehlikesini bertaraf etmek istediğini ve Kürt muhalefetini sindirmek için ortam hazırladığını ifade
etmektedir. Bkz. İhsan Çölemerikli, Mezopotamya Uygarlığı’nda Hakkari, Lis Yayınları,
Diyarbakır, 2006, s. 294.
219
Celil, a.g.e., s. 140.
220
Yonan, a.g.e., s. 42.
77
yapmamasının gerekliliğine ikna etmesinin bir sonucudur221. Ayrıca Mar
Şimun’un konağında Badger’in bulunduğu bir sırada konağa İngiliz bayrağı
çekilmesi de hayli ilginçtir. Burada Mar Şimun Kürtlere kendisini İngilizlerin
savunduğunu anlatmaya çalışmıştır222.
Nasturilerin ve Kürtlerin iç içe yaşadıkları bu coğrafyanın kime ait
olduğu meselesinin tartışılması ve bu tartışmaya İngiliz misyonerlerinin de
katılması223
İngilizlerin
çalışmalarından
istedikleri
neticeyi
aldıklarını
göstermektedir.
İşte iki devlet misyonerleri arasındaki bu rekabet 1843 yılında Kürtlerle
Nasturileri karşı karşıya getirmiş ve çarpışmalar sonucunda çok sayıda
Nasturi ölmüştür. Layard hayatını kaybeden Nasturilerin sayısını 10.000
olarak verirken, Amerikan misyoneri Breath’e göre bu rakam 7000’dir224.
Saldırıya ilişkin söylemler de farklıdır. Nasturi Tiyari Aşireti, sakinleri
Müslüman olan Serpisi225 köyü üzerine saldırarak çok sayıda Müslüman’ı
öldürmüşlerdir. Nazmi Sevgen’e göre Nasturilerin bu tecavüzü Bedirhan
Bey’in Nasturiler üzerine yürümesinin hakiki ve haklı sebebini teşkil
etmektedir226. İsveç Devlet Arşivlerinde bulunan 11 Kasım 1846 tarih ve 29
numaralı
raporda
da
kullanılan
saldırgan
ve
sert
yöntemlere
hak
verilmeksizin hataların önce Nasturilerden kaynaklandığı söylenmektedir227.
Yine aynı raporda Hıristiyan papazların Nasturileri Kürtlere karşı tahrik
ettikleri belirtildikten sonra şu ifade kullanılmıştır; “Kürdistan’daki bu korkunç
olayların baş aktörleri Bedirhan Bey ve Mar Şimun’dur.”228 Nasturilerin bu
uygunsuz tavırları üzerine Hakkari Beyi Nurullah Bey, Bedirhan Bey’den
yardım istemiş, O da Erzurum Müşiri Halil Kamili Paşa’ya durumu bildirerek
221
Foggo, a.g.e ., s. 44; Celil, a.g.e., s. 141; Guest, a.g.e., s. 162;
Muzaffer İlhan Erdost, Şemdinli Röportajı, Ankara, Onur Yayınları, 1993, s. 69; Celil, a.g.e., s.
142.
223
Bu konuda Bkz. Foggo, a.g.e., s. 44; Celil, a.g.e., s. 141-142.
224
Foggo, a.g.e., s. 113.
225
Nazmi Sevgen bu köyün ismini Sersepi olarak vermektedir. Nazmi Sevgen, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da Türk Beylikleri, Osmanlı Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi, Yay. Haz. Şükrü Kaya
Seferoğlu, Halil Türközü, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1982, s. 77.
226
Sevgen, a.g.e., s. 77.
227
Faik Bulut, Kürdistan’da Etnik Çatışmalar, Dar Üçgende Üç İsyan, 2. Baskı, İstanbul, Evrensel
Basım Yayın, 2005, s. 378-379.
228
Bulut, a.g.e., s. 379.
222
78
hükümetten izin almasını istemiştir. Ancak Paşa, müzakere olunan İran’daki
bazı sorunlar ortadan kalkmadan bu meseleyi hükümete bildiremeyeceğini
söylemiştir. Bedirhan Bey bürokrasiyi bilmediği için adamlarını toplayarak
Tiyari Nasturileri üzerine harekete geçmiştir. Diğer bazı Kürt beylerinin de
yardımını alan Bedirhan Bey, Diz Nahiyesi üzerine yürümüş ve Mar Şimun’un
annesini
öldürmüştür229.
Nasturilere
göre
ise
ilk
saldırıyı
Kürtler
başlatmışlardır230. 10.000 kadar tüfekli kuvvetle Deyir ile dağlar arasındaki
köyleri basan Bedirhan Bey, özellikle Bindesbido köyünden mal, eşya ve
kitapları götürerek çok sayıda kişiyi de satılmak üzere esir almıştır231.
Avrupalıların
entrikaları,
Kürt
ve
Nasturi
yöneticilerinin
ileri
görüşlü
olmamaları birçok suçsuz insanın ölümüne sebep olmuştur232. Nasturi Patriği
ise kaçarak Musul’daki İngiliz Konsolosluğuna sığınmış, İngiliz Konsolos
Vekili Rassam tarafından büyük bir misafirperverlikle karşılanmıştır. Bu
durum patrikle İngiliz misyonu arasındaki ilişkinin gelişmesinde büyük rol
oynamıştır. Celilê Celil’e göre İngilizler olayların gelişimini gözlemledikten
sonra zor durumda olan Nasturilerin her birine 40–50 kuruş tutarında para
yardımı yapmıştır233. Mar Şimun, burada Musul Valisine giderek alınan
esirlerin serbest bırakılmasını rica etmiş, vali ise gerek kendisinin gerekse
Nasturi taifesinin teslim olmadıkları takdirde haklarında hiçbir muamele
yapılamayacağını söylemiştir. Patrik durumu hükümete arz niyetinde
bulunduğunu, her şeyden önce kendilerince aşağılayıcı olan esir alma ve
satma işinin halledilmesi, yağma ve zapt edilen eşyanın iadesi ve Bedirhan
Bey askerlerinin memleketlerinden geri çekilmesinin en başta gelen istekleri
olduğunu belirtmiştir234.
Nasturi Patriği Abraham, Bedirhan Bey’in 1843’deki saldırısından sonra
Badger’e yazdığı mektupta, Kürtlerin kendilerine karşı ikinci bir saldırı
229
Yıldız, a.g.m., s. 167-168.
Erdost, a.g.e., s. 70.
231
Nazmi Sevgen, “Kürtler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 12, Eylül, 1968, s. 46.
232
Celil, a.g.e., s. 142-143.
233
Celil, a.g.e., .s. 143.
234
Sevgen, a.g.m., S. 12, s. 46-47; Sevgen, a.g.e., s. 78; Ayhan Aydın, XIX. Yüzyıldan
Cumhuriyete Kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki İsyanlar, Hacettepe Üniversitesi, Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1998, s. 23.
230
79
hazırlığında bulunduklarını belirterek İngiltere’den medet ummuştur235.
Nasturi
Patriği,
1844
yılında
Canterbury
Başpiskoposu
ve
Londra
Piskoposu’na gönderdiği bir diğer mektupta; Kürtlerin saldırısından kendilerini
korudukları için İngiliz misyonuna teşekkür etmiş ve geri dönen Badger ve
misyonunun tekrar gönderilerek bölgede çalışmalar yapmaya devam
etmesini istemiştir. Ayrıca durum sakinleştiğinde Nasturi çocuklarının
yetişmesi için okullar açacaklarını ve yıkılan kiliseler yerine yenilerinin
yapılması gerektiğini de dile getirerek İngiliz misyonunun desteğini almayı
amaçlamıştır236.
Bedirhan Bey’in Nasturiler üzerine saldırması, çok sayıda kişinin ölmesi
ve bir o kadar kişinin de esir alınması, Avrupa devletleri, özellikle İngiltere ve
Fransa’nın hoşuna gitmemişti. Konsolosları vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ne
birer yazıyla başvuran bu devletler alınan esirlerin serbest bırakılması ve Mar
Şimun başta olmak üzere Nasturi taifesinin korunması gerekliliği üzerinde
ısrarla durmuşlardır237. Özellikle Sir Stratford Canning, Bab-ı Ali’ye
başvurarak hükümetin bölgeye bir müfettiş göndermesini sağlamıştır.
Müfettişin burada yaptığı çalışmalar sonucu çok sayıda esir serbest
bırakılmıştır238.
Musul’un İngiltere Konsolosu, İstanbul’daki İngiliz elçisine yazmış
olduğu 19 Eylül 1846 tarihli raporunda; Bedirhan Bey’in askerlerini
toplamakta olduğunu ve bu defa çevredeki beylerin Nasturilere karşı ittifak
yapacaklarını, saldırının öncekinden daha şiddetli olacağını bildirdikten sonra
bütün Nasturi nahiyelerinin bir kısmının Bedirhan Bey’in elinde ve Erzurum’a
bağlı sayıldığını, Hakkari ve Erzurum arasındaki dağlarda Nasturilerin
düşmanları oturduğu için en ufak bir saldırıda bile Erzurum’dan yardım
alamadıklarını belirtmekte ve Nasturilerin Musul ile münasebetlerinin daim
olduğu göz önünde bulundurularak asayişleri için memleketlerinin Musul’a
bağlanmasını
istemektedir.
Konsolos
ayrıca
diğer
Kürt
beylerinden
Abdüssamed Bey ile Musullu Şeyh Muhammed ve Zaholu Şeyh Yusuf’un
235
Yonan, a.g.e., s. 44.
Yonan, a.g.e., s. 45-47.
237
Yıldız, a.g.m., s. 173.
238
Yonan, a.g.e., s. 47; Guest, a.g.e., s. 171.
236
80
bölgeden
uzaklaştırılmaları
uzaklaştırılması
için
gerektiği,
Tohub,
Cilo
Bedirhan
ve
Baz
Bey’in
bu
Nasturilerinden
bölgeden
istifade
edilebileceğini ilave etmektedir239.
Erzurum’daki İngiliz Konsolosu da İstanbul’a gönderdiği bir raporda Van
üzerine sevk edilecek askeri kuvvetin başına getirilecek Esad Paşa’nın
tayinini ağır sözlerle eleştirerek, Kamil Paşa’nın bu iş için daha uygun
olduğunu söyleyebilmiştir240.
Aslında Osmanlı Devleti bu durumun çok uzun zamandan beri
farkındaydı. Bunu henüz 1842 tarihinde sadrazamın padişaha sunduğu arz
tezkiresinden anlamaktayız. Burada sadrazam; “Nasturilerin taht-ı raiyyete
alınması ve bazı şartlara bağlanması İngiltere’nin istek ve marazisi ise de bu
suretle hasıl olacak tabiiyet, müstakil bir hükümet tarzına girerek Nasturiler
lafzen Osmanlı Devleti’nin reayası ve manen de İngiltere’nin koruması altında
bulunacaktır. Bu hareket tarzı İngiltere’nin orada meram ve nüfuzunu
gerçekleştirmek ve devam ettirmek emelinden başka bir mana ifade
edemeyeceğine göre, bu halde Nasturileri onlar, Keldani takımını da
Fransızlar diledikleri maksada tevcih edeceklerdir. Bu hal yarın birçok
mahzurları davet edeceğinden işin bugünkü halinde bırakılması bizim için
daha hayırlı ve faydalı olacaktır.” diyerek düşüncelerini dile getirmiştir.
Sadaretin dört yıl önce düşündüğü ve çekindiği yabancı müdahalesinin fena
ve zararlı etkileri daha sonraki yıllarda kendini göstermiştir241.
Gerçekten de Nasturi ruhani reisi Mar Şimun’un kaygıları doğru çıkmış,
1846 yılında Bedirhan Bey tarafından ikinci bir saldırı daha düzenlenmiş ve
bu saldırı birincisinden de ağır olmuştur. Nasturi taifesinden yaklaşık yirmi bin
kişi öldürülmüştür. Nasturilerin merkezi olan Koçanis’deki manastırda
bulunan Nasturilerce kutsal kabul edilen eşyalar da yağmalanmıştır242.
İlk katliamdan daha şiddetli ikinci bir katliamın gerçekleşmesi Avrupa
devletlerinin daha büyük tepkisine yol açmış, bir yandan saldırıyı protesto
239
Sevgen, a.g.e., s. 86-88.
Sevgen, a.g.m., S. 14, Kasım 1968, s. 64.
241
Sevgen, a.g.e., s. 86.
242
Bu kutsal değerlerden en önemlisi Nasturilere Hz Muhammed tarafından verildiği söylenen özel
bir fermandır ki Bedirhan Bey’in bu fermanı gördüğünde saldırıdan pişman olduğu söylenir.
240
81
ederken bir yandan da Bedirhan Bey’in cezalandırılmasını istemişlerdir.
Bruinessen’e göre Bedirhan Bey’in yakalanması Bab-ı Ali’ye yapılan İngiliz
müdahalesinin ilk sonucudur243. Fransa’nın da Musul konsolosu vasıtasıyla
Osmanlı Devleti’nin gereken tedbirleri almasını isteyen siyasi nezaketten
uzak bir mektubu bulunmaktadır244. Aslında onların bu tepkilerinin amacı
sanıldığı gibi Nasturi taifesinin çıkarlarını düşünmekten değil kendi politik
çıkarları gereği, onlara yakın görünüp hem ilişkilerini kuvvetlendirmek hem de
Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışarak Doğu Anadolu Bölgesi’ne müdahale
etme fırsatını elde etmekti245. Ayrıca Bedirhan Bey’le misyonerler arasındaki
güç
mücadelesi
nedeniyle
de
Avrupa
Devletleri
ondan
kurtulmak
istiyorlardı246.
Bedirhan Bey’in Nasturi aşiretlerine karşı giriştiği katliamın sonuçlarını
Mar Şimun Bab-ı Âli’ye sunduğu 1846 (H. 7 Cemaziyelahir 1262) tarihli
arîzada; dağılıp yurtlarından ayrılmış olan Nasturilerin çoğunun padişah
sayesinde geri yurtlarına dönebildiklerini ancak kilisesiz ve papazsız kalan bu
halkın her an şekavete yönelebileceğini dile getirdikten sonra onların başına
dönebilmek için Musul valisine lazım gelen emrin verilmesini rica etmiştir.
Ayrıca atalarına geçmiş yıllarda verilen bazı fermanların Kürt saldırılarında
kaybolduğunu da belirtmiş devletten kendisine ve papazlarına yeni beratların
verilmesi talebinde bulunmuştur247.
Bedirhan Bey’in 1846 yılında Nasturiler üzerine gerçekleştirdiği ikinci
saldırıdan sonra İngiliz misyonerleri geri dönerken, İngilizler Nasturileri en
çok ihtiyaç duydukları bir zamanda yalnız bırakmışlardır. İngilizlerden
umduğunu bulamayan ve saldırıdan sonra uzun bir dönem Urmiye’de sürgün
hayatı yaşayan Patrik, gerek bu dönemde gerekse Hakkari’ye döndükten
sonra misyonerlere karşı düşmanca bir tavır sergilemeye başlamış ve
ölümüne kadar da bu uzlaşmaz tavrını devam ettirmiştir248.
243
Martin Van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, Çev. Nevzat Kıraç, Bülent Peker Vd., 3.
Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995, s. 212.
244
Sevgen, a.g.e., s. 89-90.
245
Yıldız, a.g.m., s. 174.
246
Bruinessen, a.g.e., s. 130-131.
247
Sevgen, a.g.e., s. 78-80.
248
Satılmış, a.g.m., s. 659-660; Yonan, a.g.e., s. 42-43; Foggo, a.g.e., s. 76.
82
Bedirhan Bey ise 1847 (H. 3 Cemaziyelevvel 1263) tarihinde hükümete
bildirilmek üzere İngiltere’nin Bağdat Konsolosu’na gönderdiği bir mektupta
Nasturilerle ilgili olarak; Hakkari kazalarına, Tiyari ve Tohup Aşiretlerine bir
daha karışmayacağını, Nasturi esirleri derhal serbest bırakacağını, Mar
Şimun’u Nasturi Patriği olarak kabul edip işlerine karışmayacağını ve
Müslümanlarla Hıristiyanları bir tutup haklarında eşit muamele edeceğini
taahhüt
etmiştir.
İngiliz
elçisi
vasıtasıyla
Bab-ı
Âli’ye
bildirilen
bu
taahhütnamede verilen sözlerin doğru olmadığını bilen Bab-ı Âli meselenin
çözümünü Diyarbakır müşirine bırakmış ve bölgede yapılan çatışmalar
sonucunda teslim olan Bedirhan Bey, Girit’e sürgüne gönderilmiştir249.
Nasturi lideri başlarına gelen bu katliamdan Kürtleri sorumlu tutarken
yıllar
sonra
Hanım
Surma
Kürtleri
savunarak
“Kürtler
bizim
eski
komşularımız. Türklerin entrikaları ile bize karşı kışkırtılmasalardı geçici
kavgalarımız dışında eski dostluğumuzu bozacak hiçbir şey olmadığını
düşünüyorum” demiş ve Osmanlı Devleti’ni suçlamıştır250.
Batılı araştırmacıların birçoğu olayları değerlendirirken “Osmanlı
Devleti’nin soktuğu nifak”, “Osmanlı’nın böl yönet politikası” gibi hususlardan
bahsetmektedirler. Bu değerlendirmeler olaylardaki Batı etkisini görmezden
gelme çabası olarak algılanabilir. Bedirhan Bey’in bölgedeki otoritesinin
sarsılma ihtimali ortaya çıktığında Osmanlı Devleti’ne bile kafa tutabilecek
yapısı göz önünde tutulacak olursa, kendi bölgesinde Nasturilere vergi
vermeme cesaretini aşılayan misyonerlerin olayların yaşanmasındaki başrolü
yadsınamaz. Kaldı ki en güçlü olduğu dönemlerde bile bölgedeki hâkimiyeti
tartışmalı olan Osmanlı Devleti’nin en zayıf dönemlerini yaşadığı bir zamanda
etkisinden
bahsetmek
ve
olayları
Osmanlıya
bağlamak
Osmanlı
savunuculuğundan öte tarihi gerçeklerle de pek bağdaşmamaktadır. Osmanlı
Devleti’nin burada eleştirilebileceği tek husus; devletin sahip olması gereken
güç ve otoritesini kaybetmiş olmasıdır, diyebiliriz251.
249
Sevgen, a.g.e., s. 84-85; Aydın, a.g.t., s. 27-30.
Surma d Bayt Mar Samcun, Ninova’nın Yakarışı, Çev. Meral Barış, İstanbul, Avesta Yayınları,
1996, s. 92.
251
Özcoşar, “Süryani…”, s. 203.
250
83
4.1.2.2. İngiliz Misyonu’nun Yeniden Kurulması
Bedirhan Bey’in Nasturiler üzerine yapmış olduğu saldırılar sonucunda
gerek Amerikan gerekse İngiliz misyonlarının ülkelerine geri döndüğünü
söylemiştik. 1861 yılında Abraham’ın ölümü ile onun yerini alan yeni patrik
Mar Şimun Ruben İngiltere’ye yaklaşmak istemiş ve bu maksatla 1863’te
Kraliçe Viktorya’ya bir mektup yazarak ondan dağlık bölgelerde bir okul
kurulması için yardım istemiştir252. 1867-1868 yıllarında da Musul’daki İngiliz
Konsolos Vekili Rassam vasıtasıyla Canterbury Başpiskoposuna ve Londra
Piskoposuna gönderdiği bir dilekçede, Amerikan misyonerlerinin gayretlerine
karşın, büyük manevi yoksunluklar, baskı ve bilgisizlik içinde bırakıldıklarını
dile getirerek yüksek kiliseden yardım istemiştir. Bu yardım talebi
samimiyetten uzak ve sadece para yardımı ya da politik baskılardan
kurtulmak için yabancı müdahalesini sağlamak maksatlıydı253. Patriğin
Amerikan misyonerlerini gündeme getirmesi misyonerler arasında rekabet
oluşturup İngiltere’den daha fazla yardım sağlama amacından kaynaklanıyor
olabilir254.
Zaten
edilmemesini
Amerika
belirtmişti.
da
İngiliz
bu
gibi
hareketlerin
Konsolos
Taylor
kesinlikle
da
bu
teşvik
görüşü
onaylamaktadır255.
Bu dilekçeyle istediği sonucu alamayan Mar Şimun’un bu defa
Rusya’dan yardım istediğini görüyoruz. Bu tarihte Rus Ortodoks Kilisesi’nin
henüz misyonerlik faaliyetlerine başlamamış olması dikkate alınacak olursa
Mar Şimun’un buradaki maksadının yine ülkeler arasında rekabet oluşturarak
bu rekabeti kendi çıkarları amacıyla kullanmak olduğu anlaşılmaktadır256.
Nitekim Nasturi Patriği’nin 1868’de Tiflis’teki Rus valisine mektup yollaması
üzerine İngiliz Konsolosu Taylor hükümete yazdığı raporda Nasturi köylerinin
durumunun çok kötü olduğunu ve Kürtlerin bölgede sürekli huzursuzluk
yarattığını belirttikten sonra Ruslarla Nasturiler arasında yakınlaşmaya dikkat
çekiyor ve Rusların Nasturilere sahip çıkma tehlikesine karşı hükümetini
252
Yonan, a.g.e., s. 50.
Şimşir, a.g.e., s. 89.
254
Satılmış, a.g.m., s. 656.
255
Şimşir, a.g.e., s. 89.
256
Satılmış, a.g.m., s. 660.
253
84
uyarıyordu257. Taylor bu yakınlaşmanın şimdilik Osmanlı Devleti’ne zarar
vermez görünse de ileride Türkiye ile Rusya arasında çıkabilecek bir
anlaşmazlıkta Van bölgesinde harekât yapacak Rus kuvvetlerine yardımcı
olabileceğini, onların da Muş ve Diyarbakır’a sarkmasına ve bu durumun da
Osmanlı kuvvetlerinin Musul ve Diyarbakır’a inmelerine yol açabileceğini
düşünüyordu258.
Olası bir Rus-Nasturi yakınlaşması tehlikesine rağmen, Canterbury
Başpiskoposu Nasturi yardım talepleri karşısında ağırdan davranmış 1876
tarihinde Nasturiler hakkında daha fazla bilgi edinmek maksadıyla Papaz E.
L. Cutts’ı yaşadıkları bölgeye göndermiştir. Cutts’ın “Christian Under the
Crescent in Asia” (Asya’da Hilal Hakimiyetindeki Hıristiyanlar) başlığı altında
yayınlanan
raporlarını
değerlendiren
Canterbury
Başpiskoposu
Tait,
Nasturileri korumak ve kalkındırmak için bir misyon kurulması gerektiğine
karar vermiştir ancak bu karar on yıl sonra, Papaz Rudolph Wahl’ın 1881
yılında Nasturiler arasına gönderilmesiyle uygulamaya konabilecektir259.
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı esnasında İngiltere’nin İstanbul
Konsolosu Layard, Saffet Paşa’ya Kürtlerin Nasturi kabilelerine saldırı
tehditleriyle ilgili bir muhtıra vermiştir. Bu muhtırada güvenilir kaynaklardan
alınan bilgiler doğrultusunda Kürtlerin Nasturilere bir saldırı yapacakları, otuz
yıl önce Bedirhan ve Nurullah Beylerce denendiği gibi Nasturi bölgesinin
yakılıp yıkılması ve insanların öldürülmesinden korkulduğu, Nasturilerin
tekrar böyle bir duruma düşmemeleri için Bab-ı Ali’nin gerekli önlemleri
alması tavsiye edilmiştir. İngiltere’nin bu konuyla çok ilgilendiği belirtildikten
sonra, “Nasturiler her zaman sultanın barışsever ve sadık bir uyruğu
olmuşlardır. Korunacaklarına da güvenmektedirler. Türk Hükümeti’nin bu işe
gerekli önemi vererek gecikmeksizin önlem alacağı ve Kürtlerin Nasturi
topraklarını işgaline imkân bırakmayacağından kuşkum yoktur.” denilmiştir.
Saffet Paşa Diyarbakır valisine bir telgraf çekerek konuyla ilgili bir rapor
istemiş ve Nasturilerin korunması için gerekli önlemlerin alınmasını
257
Yonan, a.g.e., s. 50.
Şimşir, a.g.e., s. 87.
259
Sonyel, a.g.e., s. 70-71; Satılmış, a.g.m., s. 661-662.
258
85
emretmiştir260. Osmanlı Hükümeti patriği vergi vermemekle ve Rusya ile olan
savaşta devleti desteklememekle suçlamaktaydı261.
Diğer taraftan İngiliz Dışişleri Bakanı Kont Derby Nasturileri tehdit
eden tehlikeler konusunda bilgi almak üzere Rassam’ın bölgeye gönderilmesi
için Konsolos Layard’a yetki vermiştir. Layard da 6 Ağustos 1877’de
Rassam’a vermiş olduğu talimatla onu Diyarbakır’a göndermiştir. Rassam’ın
görevi bölgedeki Hıristiyan aşiretlerinin durumunu araştırarak hükümete
bildirilmek üzere bir rapor vermekti. Rassam Diyarbakır valisinin gereken
önlemleri alıp almadığını da kontrol edecekti. Onun yetkileri arasında gerekli
gördüğü takdirde Nasturilerin arasına girmek, liderleriyle tanışarak onlara
hem kendi aralarında hem de Müslümanlarla dostça ilişkilerin sağlanması için
öğütlerde bulunmak da vardı. Rassam Diyarbakır ile sınırlı kalmayarak Van,
Bitlis, Muş ve diğer bölgelere de gidebilecekti.
Bu işi bitirdikten sonra ise Musul’a geçecek oradan Yakubi ya da
Suriye Hıristiyanlarının durumu ile ilgili rapor verecek, bunların kiliselerinin
tamiratı için gönderilen firmanın işe başlayıp başlamadığı hakkında bilgi alıp
bu eski tarikatın korunması için başka ne gibi önlemlerin alınması gerektiğini
hükümete
bildirecekti.
Layard
Rassam’a
şunları
da
ifade
etmiştir;
“Yapacağınız incelemelerde Hıristiyanların ıstıraplarını öğrenecek bunları
yetkili
makamların
dikkatine
sunarak
gerekli
önlemlerin
alınmasını
sağlayacaksınız. Bu işi görürken yetkililerin kıskançlığına neden olmayacak
ve hakkınızda yasal şikâyette bulunulmayacak biçimde hareketlerinizi
ayarlayacaksınız. Sultanın çeşitli Hıristiyan unsurlarının dürüstçe idare
olunmasının can ve mallarının bütünüyle korunmasının bizzat Türkiye’nin
çıkarına olduğu yolunda yetkilileri ikna edeceksiniz ki bu nokta Sultanın bana
söylediği insani arzusudur. Hıristiyan unsurlara karşı yapılan yanlışları ve
şikâyetleri Türk makamlarına bildirirken bunun İngiltere Hükümeti’nin
Türkiye’nin refahını yürekten istediğinin bir kanıtı olduğunu da özellikle
260
261
Şimşir, a.g.e., s. 102; Sonyel, a.g.e., s. 67.
Yonan, a.g.e., s. 54.
86
bildiriniz. Şişirilen ya da uydurulan haberlere aldırış etmeden doğru bilgileri
elde etmenizin önemini özellikle hatırlatırım.” 262
Rassam bölgeye ulaştıktan sonra Layard’a bir rapor göndermiştir.
Rassam’ın bölgede gördüğü sorunlar, haberler abartılmakla birlikte genellikle
can ve mal güvenliğinin gerektiği kadar güvence altında olmayışından
kaynaklanmaktadır. Yönetimin zayıf oluşu, vergi toplayıcılarıyla olan
problemler,
göçebe
aşiretler
başta
olmak
üzere
Kürtlerin
disipline
sokulamaması, bunların hem Hıristiyanlara hem de Müslümanlara karşı sert
tutumları genel şikâyetlerdendir. Diyarbakır ve Van’da Kürtlerin taşkınlıklarını
bastırabilecek yeterli kuvvet bulunmamaktadır. Sadece polis kuvveti vardır ki
bunlar da zaman zaman el altından yağma ve hırsızlığı teşvik ederek pay
almaktadırlar. Ayrıca bu dağlık bölgede hâlâ Hıristiyan köyleri, içinde
yaşayanlarla birlikte alınıp satılabilmektedir. Bu feodal yasaların bazı Kürt
beylerince Müslüman köylerine de uygulandığı görülmüştür. Yerel yönetim
meclisleri bu işi çözebilecek yapıda olmadığı gibi Kürtlerin bu hareketleri bazı
üyeler
tarafından
da
desteklenmektedir.
Hıristiyanlar
adaletin
yanlış
tecellisinden şikâyet etmektedirler. Yerel meclislerdeki Hıristiyan üyeler
mahkemelerde önlerine gelen kararı kabul etmek zorunda kalmaktadırlar.
Rassam ayrıca bazı Hıristiyanların sempati kazanmak için olayları
abarttıkları ya da uydurdukları tespitinde de bulunmuştur. Ona göre;
Diyarbakır Valisi Abdurrahman Paşa ile Van Valisi Hasan Paşa ellerinden
geleni yapmaktadırlar ancak ülke büyük bir savaşın içindeyken bu kronik
belanın üzerine gidememektedirler. Çünkü Müslümanların üzerine daha çok
gitmekle onların Hıristiyanlara karşı nefretinin daha da artacağından
çekinmektedirler. Yetkililerin Mar Şimunla münasebetleri de iyi değildir.
Nasturiler uzun zamandan beri vergilerini de ödememektedirler.
Layard ilgili raporu hükümetine gönderirken Rassam’ın söylediklerini
onaylayarak Türk makamlarının Kürtleri dizginleyecek durumda olmadığını,
262
Şimşir, a.g.e., s. 103-106; Sonyel, a.g.e., s. 66-67.
87
yetkililerin sorunun çözümü için istekli ve iyi niyetli olmalarına rağmen asker
cephede olduğundan gerekli önlemlerin alınamadığını belirtmiştir263.
Kont Derby’nin yerine Dışişleri Bakanı olan Marki Salisbury de Doğu
Hıristiyanlarının korunmasını adeta üzerine almıştı. Ayrıca bazı konsoloslar
özellikle Erzurum Konsolosu Binbaşı Trotter ve onun yardımcısı Yüzbaşı
Clayton bu amaçla çalışmalarda bulunmaktaydılar. Trotter’in Clayton’a
yazmış olduğu 24 Temmuz 1879 tarihli talimatnameye göre Van’a gönderilen
Clayton burada hükümetin söz vermiş olduğu reformları yerine getirip
getirmediğine bakmak, Mudki Kürtlerinin hükümetle ilişkilerini incelemek ve
Nasturilerin
bulundukları
bölgelerde
sayılarını
tespit
etmekle
görevlendirilmişti. Clayton’dan özellikle Nasturi Patriği ile tanışması ve Kürt
beyleri ile ahbap olması da istenmişti264.
Bölgede faaliyetlere başlama kararı alınmasına rağmen İngiltere’nin
bölgede bulunan Amerikan misyonerlerini desteklediği de aşikârdır. Van’daki
İngiliz Konsolosu Yüzbaşı Clayton’ın Binbaşı Trotter’e yazmış olduğu 14
Kasım 1879 tarihli rapordan anlaşıldığı üzere; kısa bir süre önce Canterbury
Başpiskoposluğu’na
bağlı
bir
temsilci
Mar
Şimun’u
ziyaret
ederek
Amerikalılara karşı onları kışkırtmıştır. Oysa Clayton’a göre misyonerlerin
yaptığı işler çok iyidir. Clayton bu temsilciye bir mektup yazarak Amerikan
Protestanlığını yok etme eğiliminden vazgeçmesini istemiştir. Bu rapora
kendi görüşlerini ekleyerek Marki Salisbury’e gönderen Layard da Amerikan
misyonerlerinin Nasturiler arasında çok iyi işler yaptığını, Canterbury’den
gönderilen papazların bu eski tarikatla ve onun ruhani önderleriyle ilişki
kurmak amacında olup bunu yaparken onları Amerikan misyonerlerine karşı
getirmek istediklerini belirttikten sonra, Salisbury’den dini özgürlüğün ruhuna
ters düşen bu davranışın Amerikan misyonerlerine karşı gösterilmemesi için
bu kişilerin uyarılmasını istemiştir. Protestanlığa karşı bu gibi davranışların
doğunun öteki dini toplumları üzerinde çok aleyhte etkileri olacağını söyleyen
Layard, birkaç yıl önce bu gibi hareketlerin bizzat Nasturileri çok ciddi
sonuçlara götürdüğünü hatırlatmıştır. Amerikan misyonerlerinin bölgede okul
263
264
Şimşir, a.g.e., s. 110-114; Sonyel, a.g.e., s. 69.
Şimşir, a.g.e., s. 284-285; Sonyel, a.g.e., s. 69-70.
88
ve yardım merkezleri kurarak Nasturileri uygarlaştırdıklarını dile getiren
Layard sözlerine devam ederek; “Bana öyle geliyor ki İngiliz kilisesinin bu
davranışının dışında Amerikalıların işine karışmaksızın daha yapacakları
birçok işi vardır. Eğer misyonerlerin dini hizmetleri durdurulur ve etkileri yok
edilmeye kalkışılırsa cidden üzücü bir durum olabilir. Çünkü bu İngiliz
kilisesinin doktrin ve disiplinine bütünüyle ters düşer ve sonunda Nasturiler
arasında rekabet ve kavgalara sebep olur. Bu da onları Kürtlerin yeni eziyet
ve zulmüyle karşı karşıya bırakır.” demektedir265. Layard’ın bu uyarılarına
rağmen misyonerler arasındaki rekabet, kıskançlık ve ihtilaflar devam
etmiştir266.
Bu arada Süryani Kadimlerin de İngiltere ve İngiliz misyonları ile
ilişkilerinin Patrik IV. Petros’un 1874’te İngiltere’yi ziyareti ile yeni bir boyut
kazandığını burada zikretmek yerinde olacaktır. İngiltere’yi ziyaret eden ilk
Doğu Kilisesi Patriği olan Petros, bu ziyaretinde Canterbury Başpiskoposu ve
daha da önemli olarak Karliçe Victoria ile görüşme olanağı bulmuştur.
Patriğin görüşmelerde özellikle üzerinde durduğu konu eğitim olmakla birlikte
patrik, İngiltere’nin öğretmen gönderme tekliflerini de reddetmiştir267.
Bu ziyaretin ardından Canterbury Başpiskoposluğu tarafından “The
Syrian Patriarchate Education Society” (Süryani Patrikliği Eğitim Topluluğu)
adıyla bir kuruluş oluşturulmuş, 1892 yılında Süryani Kadimlerin durumları ve
onlara yardım etme yollarının araştırılması maksadıyla Oswald Parry
Mardin’e gönderilmiştir268. Parry’nin Süryani Kadimlerle ilgili tespiti ise onların
Katolik misyonerlerinin de faaliyetleri neticesinde Batılı misyonlara karşı pek
sıcak bakmadıkları yönünde olmuştur269.
Misyon faaliyetlerine tekrar dönecek olursak; 1881 yılında İngiliz
misyonerlerinden Rudolf Wahl’ın Hakkari’ye geldiğini söylemiştik. Wahl
Hakkari’nin Tiyar-ı Ulya, Tiyar-ı Sufla ve Tohup köylerinde bir okul kurmak
265
Sonyel, a.g.e., s. 72-73; Şimşir, a.g.e., s. 364-366.
Sonyel, a.g.e., s. 73.
267
Hanna Dolabani, Antakya Süryani Kadim (Ortodoks) Kilise Patriklerinin Özgeçmişi, Çev.
Gabriel Akyüz, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2006, s. 182.
268
Özcoşar, a.g.e., s. 396-397.
269
Ayrıntılı bilgi için Bkz. Oswald H. Parry, Six Months in The Syrian Monastery, London, Horace
Cox, 1895.
266
89
istemişse de bölge halkından gelen tepkiler nedeniyle bölgeyi terk etmek
zorunda kalmıştı. İngiliz misyonerinin köylerde istenmemesinin sebeplerinden
biri de Mar Şimun Efendi’nin kardeşi Nemrut’un Rus yanlısı bir politika
izlemesi olabilir270. Başpiskopos Tait’in ölmesi ve yerine 1883’de Edward
White Benson’un geçmesi Nasturiler açısından bir dönüm noktası olmuştur.
Çünkü Benson’un Doğu Hıristiyanlarına karşı özel bir ilgisi olmakla beraber
onların Papalığa karşı hasım pozisyonları Piskoposluğun desteği için yeterli
bir sebep teşkil etmekteydi271.
Nitekim 7 Ekim 1884’te Nasturi Patriği Canterbury Başpiskoposluğu’na
gönderdiği bir mektupta Edward’dan okul kurulmasının yanı sıra başka şeyler
de istemiştir. Özellikle de topraklarının kararnamelerle Kürt şefleri tarafından
alınıp satılmasından şikâyetçi olmuştur272. Bunun üzerine Başpiskoposluk Mr.
Riley ve Dr. Cholmondaley adlı iki seyyahı zemin incelemesi yapmak üzere
bölgeye göndermiştir. Hakkari Dağları ve Urmiye’yi gezen Riley 30 Kasım
1884 tarihli raporunda biri Urmiye’de diğeri patriklik merkezi Koçanis’de
olmak üzere iki misyon istasyonunun kurulması gerektiğini vurgulamıştır273.
1885 yılı baharında William Hanry Browne bölgeye gitmeye gönüllü olmuş
aynı yılın sonbaharında da Canon Mclean bölgeye gelmiştir. Misyonerlerin
bölgeye geldiklerinde farkına vardıkları ilk şey Dominikan misyonerlerinin bu
bölgede Nasturiler üzerinde Katolik propagandasını hayli yaymış olduklarıydı.
Amerika misyonu ise; temsilcilerini Urmiye’de kurulan Presbiteryen okullarına
göndermişlerse de başarılı olamamışlardı274.
Daha önceki araştırma gezisi sayesinde bölgeyi tanıyan Riley’in de
eşlik ettiği misyoner heyeti başta patrik olmak üzere hem Urmiye ve
Hakkari’de Nasturi din adamları ve halk tarafından sevinçle karşılanmıştır.
Riley Nasturi kabileler arasında bir süre dolaştıktan sonra iki misyoneri
bırakarak
ülkesine
dönmüştür.
Böylece
orijinal
ismi
Archbishop
of
Canterbury’s Asyrian Mission olan İngiliz Nasturi Misyonu resmi bir şekilde
270
Şamil Mutlu, Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları, 2. Baskı, İstanbul, Gökkubbe, 2005, s.
248.
271
Satılmış, a.g.m., s. 662.
272
Sonyel, a.g.e., s. 77-78.
273
Satılmış, a.g.m., s. 662.
274
Sonyel, a.g.e., s. 77-78.
90
Urmiye’de 1886’da kurulmuş oluyordu275. Bu misyon heyeti doğrudan Nasturi
patriğine gideceği için İngiltere’nin bu eylemi, Osmanlı Devleti tarafından bir
İngiltere politikası olarak değerlendirilmiştir. Londra’daki Osmanlı Elçisi
Rüstem Paşa bu misyon heyeti ile ilgili olarak Osmanlı Hükümeti’nin misyon
istasyonunun ciddi bir karışıklık çıkarmadan çalışmalarını sürdüremeyeceği
görüşünde
olduğuna
değindikten
sonra
ruhbanların
gönderilmesinin
önlemesini istemiştir. Ayrıca hükümetin Nasturilerin durumuna kayıtsız
kalmadığını ve Maarif Nazırlığı’nın Nasturilerin istedikleri okulların açılması
için
çalışmalara
başladığını
da
sözlerine
eklemiştir276.
Canterbury
Başpiskoposluğu her fırsatta tersini iddia etse de misyon çalışmaları dini
olmaktan çok politik amaçlıydı277. İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi de
Musul’daki İngiliz Konsolosu’na vermiş olduğu talimatnamede “İngiltere’nin
Nasturilerin iyi ve emin bir halde bulunmalarını istemesi, onların yalnız
Hıristiyan olmalarından değil belki bu Devlet-i Aliyye’nin siyasi menfaati ile
münasebeti bulunduğu içindir.”278 diyerek bu amacı açıkça belli etmektedir.
Riley ise Başpiskopos Benson’a yazdığı mektupta; “Türk Hükümeti’ne bizim
iyi ve arkadaşça niyetlerimizi belirtmek tamamen faydasızdır. Hakkari’de bir
misyonun kurulması Osmanlı Hükümeti’nin çıkarlarına doğrudan terstir ve
eğer otoriteler misyonerleri bölgeden kovmazlarsa misyonerler Osmanlı
Devleti’nin aleyhine çalışacaklardır.”279 diyerek İngiliz politikasını açık bir
şekilde ortaya koymuştur. Yonan da kitabında İngiliz misyonunun gerçek
görevinin politik olduğunu anlamak için Canterbury Başpiskoposluğu’nun
arşivine bakmanın yeterli olduğunu söylemektedir. Zaten kuruluşundan
itibaren misyonerlerin kalemlerinden çıkan haberler Başpiskoposluk yoluyla
düzenli olarak İngiltere Hükümeti’ne aktarılmaktaydı280. Erzurum’daki İngiltere
Konsolosu Taylor’un 19 Mart 1869 tarihinde Kont Clarendon’a yazdığı
raporda İngiltere’nin amacı açıkça ortaya konmaktadır. Buna göre; Nasturiler
Ermenilerden sonra gelen en nüfuslu Hıristiyan toplumudur. Bunların önemi
275
Satılmış, a.g.m., s. 662-663.
Yonan, a.g.e., s. 56-57.
277
Satılmış, a.g.m., s. 663.
278
Sevgen, a.g.m., S. 13, Ekim 1968, s. 42.
279
Satılmış, a.g.m., s. 664.
280
Yonan, a.g.e., s. 35,65.
276
91
zengin veya akıllı olduklarından değil, İran hududuna yakın dağlık bölgede
oluşları nedeniyle gerektiği zaman savaşçı ve pratikte bağımsız bir konumda
oluşlarındandır. Bunlar Türklerden ve Kürtlerden öylesine yakınmakta ve
acınacak durumdadırlar ki kendi inanç ve yurtlarını bile feda ederek bir
yabancı himayesine dört gözle bakmaktadırlar281. Bu durum da şüphesiz
İngiltere’ye aradığı fırsatı sunmaktadır.
Canterbury Başpiskoposluğu Çölemerik civarında Şemseddin adlı yerde
Nasturi çocuklarının talim ve terbiyesi için bir okul açılması ve bu okulda
görevlendirilecek olan öğretmeler için Osmanlı Hükümeti’nden istekte
bulunmuştur. Gönderilecek olan öğretmenler, mahalli hükümete hoş
görünmeyecek hareketlerde bulunmayacak ve politika işlerine karışmayıp
yalnız
Nasturi
gençleri
dini
konularda
eğitmek
maksadıyla
hareket
edeceklerdi. Bunu yaparken de Osmanlı kanun ve nizamnamelerine tabi
kalarak ders cetvelleri, kitapları ve okullarının hükümet tarafından teftiş ve
nezareti şartını kabul etme teminatını vermekteydiler. Tüm bu teminatlara
rağmen Osmanlı Devleti okul açma ruhsatı vermemekle birlikte Nasturi
okulunun Osmanlı Maarif Nezareti tarafından açılabileceğini İngiltere’ye
bildirmeyi uygun görmüştür282.
Van’daki İngiliz Konsolos Yardımcısı Barnham, Hakkari Valisi Fikri
Paşa’dan bir misyon kurmak, binalar inşa etmek ve okullar açmak amacıyla
izin almak için Kasım 1886’da Hakkari’ye gitmiştir. Fikri Paşa meselenin
politik sebeplerle olduğunu düşündüğünden önce misyon kurulmasına izin
vermemiş, ancak Barnham’ın ısrarları sonucu misyon binasının inşasını
kabul etmiş ama okul açılmasına izin vermemiştir283.
İngiliz misyonerler Urmiye’de merkezlerini kurduktan sonra Nasturiler
üzerinde çalışmak üzere harekete geçmişlerdir. Misyon müdürü Maclean yeni
bir misyon evi ve okul açmak için Tiyari bölgesindeki Lizan’ı belirlemişti.
Kasım 1887’de Lang’ın da Urmiye’ye gelmesiyle Browne Lizan’a hareket
etmiş ancak yolda tutuklanmıştır. Daha sonra da Tiyari Meliki İsmail’in
281
Şimşir, a.g.e., s. 86-87; Sonyel, a.g.e., s. 60.
BOA, A.MKT.MHM., Dosya No. 489, Gömlek No. 25.
283
Satılmış, a.g.m., s. 665.
282
92
husumet göstereceğinden endişelenerek buraya gitmekten vazgeçen Browne
Koçanis’e
giderek
yerleşmiştir284.
ömrünün
Burada
büyük
Browne
bölümünü
ile
patrik
geçireceği
yakın
ilişkiler
Hakkâri’ye
kurmaya
başlamışlardır. Evi patrikhanenin yanında olan Browne’un patrik üzerinde
etkisi büyüktü285 ve patriğin çocuklarının eğitimini de üstlenmişti. Patriğin
yeğeni Surma d Bayt Mar Samcun da Browne’un en yetenekli gördüğü
öğrencilerinden biridir286. Hatta Surma daha sonra Kilise geleneklerini anlatan
bir de kitap yazmıştır.
Daha önce İngiliz misyon heyeti okul açma izni alamamıştı. Bu defa
Browne bu konuda çalışmalara başlamıştır. Browne öncelikle Nasturi ruhban
sınıfının yetiştirilmesi için Koçanis’de bir ilahiyat okulu kurmuştur. Bu okul
açılmadan
önce
Koçanis’deki
ruhban
adayları
Urmiye’deki
okula
gönderilmekteydi. Ancak Browne’un patrik tarafından dışlandığı 1891 yılında
okulun sorumluluğu yirmi beş dolar ücret bağlanarak Nasturi Matran’ına
bırakılmıştı. Ancak bir süre sonra okul kapanmıştır. Okula öğretmen bulma işi
hayli zor olduğundan yeniden açılması da zaman alacaktır287.
Browne bu okul dışında Hakkari’nin çeşitli nahiye ve köylerinde Mar
Şimun namına 19 adet okul kurmuştur. Bunlar; başta merkez liva kazasına
tabi Uzi Karyesi’nde bir ve Koçanis Karyesi’nde iki adet olmak üzere,
Gevar’da(Yüksekova)
Kakoran(?),
Vezirabad,
Pirzalan,
İladiye(?)
Karyelerinde ve Cilo Nahiyesi’nde, Çölemerik Kazası’nın Tohup, Tiyar ve Diz
Nahiyelerinin
çeşitli
karyelerinde
bulunmaktadır.
Ayrıca
Aşağı
Tiyari
bölgesinde bir okulun yanı sıra İngiliz papazına mahsus bir de ev
bulunmaktadır288.
Browne’un faaliyetleri şüphesiz devletin gözünden kaçmamaktaydı.
1895 (H.1313) tarihli bir arşiv belgesinde İngiltere’nin Şark Hıristiyanlarına
yönelik tutumu anlatılmakta ve Browne’un faaliyetlerinden bahsedilmektedir.
Bu belgeye göre; İngiltere öteden beri takip etmekte olduğu politika icabınca
284
Satılmış, a.g.m., s. 666.
BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.9, Gömlek No. 26.
286
Surma, a.g.e., s. 7-8.
287
Satılmış, a.g.m., s. 667.
288
BOA, Y.PRK.KOM, Dosya No. 10, Gömlek No. 73.
285
93
Şark Hıristiyanlarını himaye etmek ve onlar üzerinde nüfuz temin ederek
hükümete karşı isyana teşvik etmektedir. Bunda amaç Osmanlı Devleti’nin iç
işlerine müdahale etmektir. Ermeni meselesini yoktan var eden İngiltere’nin
yakın bir zamanda bir Nasturi meselesi ile devleti zor durumda bırakması
muhtemeldir. Nasturiler misyonerlerin bölgeye gelişine kadar hiçbir söz
istemedikleri gibi sakindiler. Ancak İngiltere Mar Şimun’a maaş bağlayarak bu
suretle Nasturilerin hamisi görünmeye başlamıştır. İşte Browne da maksadı
temin için Nasturi lisanı ve diz üstünde oturmak gibi en basit Nasturi
geleneklerini bile öğrenerek içlerine nüfuz etmiştir. Ayrıca kendisine tabip
süsü veren bu şahıs kendisini gayet zahit bir adam ve müşfik bir peder
suretinde göstermekte olduğundan Nasturiler arasında nüfuz temin etmesi de
kolay olmuştur289.
Bu belgede ayrıca İngiltere’nin Van Konsolosluğu tarafından Browne’un
faaliyetlerinin hiçbir siyasi maksadının olmadığı sadece Nasturilerin dini
konularda cahil oldukları ve zamanla batıl itikatlara karıştıkları için misyonerin
onların itikatlarını düzeltmek için gönderildiği açıklamasının bulunduğu da
belirtilmektedir. Oysa Browne, fesat emelleri ortaya çıkınca amacına perde
olmak üzere meslek değiştirerek güya hekimlik yapmaya başlamıştır.
Ayrıca belgede Browne’un Nasturileri eğitmeye uğraştığı, bu maksatla
bir hanenin inşası için ruhsat elde ettiği ve bu hanenin bir süre sonra mektep
olacağından şüphe edilmediği belirtilmektedir290.
Başka bir arşiv belgesinde de Browne ile ilgili olarak şöyle
denilmektedir: “İngiliz misyonerlerinden Browne’un Nasturilere Protestan
mezhebini kabul ettirmek maksadı zahiriyle Çölemerik’e tabi Koçanis
Kazası’nda Nasturi Reis-i Ruhanisi Mar Şimun’un nezdinde ikamet eylemekte
olup esas maksadı ise bunları İngilizlere ısındırarak bilahare fesat etmek
cihetine matuf olduğu ve aralık buldukça Hakkari tarafındaki Ermenileri dahi
tahrikten geri durmadığı cihetle ahali-i Hıristiyaniyeyi hükümet-i seniyyeden
uzaklaştırmaya çalışan merkumun oradan defi esbabının istihsaline…”
289
BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.9, Gömlek No. 26.
BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.9, Gömlek No. 26.
291
BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.8, Gömlek No. 25.
290
291
94
Aynı
belgede
İngiltere’nin
Van
konsolos
yardımcısının
siyaset
bahanesiyle Ermeni köylerine giderek Hıristiyanlara çeşitli telkinlerde
bulunduğu, Bitlis ve Muş cihetlerine giderek Ermeni köylerinde ahaliyi
etrafına toplayıp tahrik ettiği ve gereğinin yapılması gerektiği Dâhiliye
Müsteşarı Ahmet Refik Bey tarafından bildirilmiştir292.
Musul’dan gönderilen bir başka telgrafnamede de benzer ifadeler
kullanılmakta
Browne’un,
Nasturileri
İngiltere
himayesine
almak
ve
Protestanlık mezhebine çevirmek için çeşitli mallar vererek teşvik etmekte
olduğu, henüz Hakkari Sancağı’nda ikamet ettiği, Bağdat’a gittiği ancak geri
Hakkari’ye döndüğü belirtilmiştir. Henüz Musul tarafına gelmeyen şahsın
İmadiye cihetinden geleceği düşüncesi Musul Valisi Osman Bey tarafından
bildirilmiş bu durumun teftiş edilerek dikkate alınması istenmiştir293.
Hakkari mutasarrıfının Erzincan’da bulunan Müfettiş Şakir Paşa’ya
yazmış olduğu 1896 (H. 18 Zilhicce 1313) tarihli bir raporda; “İngiltere’den
bazen seyyah ve papaz kıyafetinde bir takım kimsenin çantaları lira dolu
olarak, bu Nasturiler içine gelip giderek, Mar Şimun ve meliklerle görüşerek,
kendilerini kışkırtarak ve birkaç seneden beri Mar Şimun Efendi’nin
karyesinde mütemadiyen ikamet eden bir İngiliz papaz ara sıra Nasturi kaza
ve nahiyelerine seyahat ederek ifsada cüret etmektedir.” denildikten sonra bu
durumun Nasturilerle Müslümanların arasını bozduğu, ticaretin sekteye
uğradığı ve Nasturilerin civarında bulunan Kürt aşiretlerin de onların bu
davranışlarına bakıp şımararak hükümete karşı gelmeye başladıkları
anlatılmıştır294. Bu belge İngiltere’nin amacını açık bir şekilde gözler önüne
sermek için yeterlidir. İngiltere din kisvesi altında kullandığı misyonerler
vasıtasıyla maddi imkânlarını da kullanarak Nasturileri Osmanlı Devleti’ne
karşı kışkırtmaya çalışmaktadır. Bu cümleden olmak üzere 1896 yılında
İngiltere Hükümeti’nin Londra’da yaptırıp Van’a yolladığı bir altın saat
Van’daki İngiliz Konsolos Kâtibi Mister Tesiçe tarafından Mar Şimun’a hediye
edilmiştir ki bu saatin üzerinde Mar Şimun’un adından başka bir de İngiltere
292
BOA, Y.PRK.DH., Dosya No.8, Gömlek No. 25.
BOA, Y.PRK.UM, Dosya No. 27, Gömlek No. 64.
294
BOA, Y.EE., Dosya No. 132, Gömlek No. 26.
293
95
Kraliçesi’nin yanında itibarı olan Canterbury adının yazılı olması oldukça
manidardır295. Açıkça görülüyor ki İngiltere’nin misyonerlik hedefi yalnızca bu
bölgedeki
insanlara
dini
eğitim
vermek
değil
onların
istiklâllerini
kazanmalarını sağlamaktır. Bu toplulukların Osmanlı Devleti’nden koptuktan
sonra tek başlarına yaşayamayacakları aşikârdır. Dolayısıyla onlara yakın
güçlü bir devletin koruması en güzel çözüm olacaktır. Nasturilerin
huzursuzluk çıkartmaları veya ayaklanmaları dış güçlerin onlar adına
müdahalesini gerektirecektir296. İşte bu noktada İngiltere devreye girecektir.
Amaç gayet açık ve nettir.
Nasturi patriğinin Browne’a yazmış olduğu bir mektuptaki bilgilere
bakılırsa Mar Şimun, İngiliz misyonerlik faaliyetlerinin devam etmesini
istemekte
ve
Osmanlı
Devleti’nin
davranışlarından şikâyet etmektedir
297
Hıristiyanlara
karşı
düşmanca
. Van vilayetine gönderilen 1896 (H. 6
Temmuz 1312) tarihli bir belgede; Hakkari Sancağı Nasturi Reis-i Ruhanisi
Mar Şimun’un nezdinde bulunan İngiliz misyoner Browne nam zatın hüsn-ü
muhafazası İngiltere sefaretinden istenmiş ve Mar Şimun ile Browne’un
taarruza maruz kalmamaları istenmiştir298.
Misyonerlerin faaliyetlerinden biri de Nasturilere baskı yapıldığı
iddialarında bulunmaktır. Ancak bu iddiaların külliyen asılsız olduğu ve
Nasturilere o güne kadar dostça muameleden geri durulmadığı Van
vilayetinden Hariciye Vekâleti’ne gönderilen yazılarla yalanlanmıştır299.
Misyonerlerin Nasturilerle ilgili olarak ortaya attıkları bir diğer iddia da Kürt
aşiretlerinin İran hududu üzerinde bulunan Nasturilere katliam yapmak üzere
tecavüzlerde bulunduklarıdır. Çıkarılan bu şayianın da asılsız olduğu Tahran
sefaretinden Hariciye Vekâleti’ne yazılan rapor sonucu anlaşılmış ve adı
geçen misyonerlerin bölgeden uzaklaştırılması istenmiştir300.
295
Bayram Kodaman, “II. Abdülhamid Devrinde Hakkari Sancağında Nesturiler ve İngiliz-Rus
Emperyalizmi”, IX. Türk Tarih Kongresi, C. II, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, s.
1104.
296
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 55.
297
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 55-56.
298
BOA, A.MKT.MHM., Dosya No. 669, Gömlek No.1.
299
BOA, A.MKT.MHM., Dosya No. 670, Gömlek No. 13.
300
BOA, DH.MKT., Dosya No. 1575, Gömlek No. 59.
96
Esas görevi Nasturiler arasında fesat tohumları ekmek olan misyoner
Browne’un 14 Mayıs 1894 tarihli iki mektubu Başkale’de ele geçirilmiştir.
Bunlardan biri Canterbury Başpiskoposluğu’na diğeri ise Urmiye’de bulunan
diğer bir misyonere gönderilmiştir. Tercüme ettirilen bu mektuplarda hükümet
aleyhinde pek çok bilgi ile İngiltere’nin Nasturiler üzerindeki amaçları ile ilgili
olarak gayet kötü niyetli ifadeler bulunmaktadır301.
Misyonerlerin Mar Şimun’a maaş bağlayıp para yardımı yaparak
nüfuzları altına almaya çalıştıklarını söylemiştik. Bu maksatla kullandıkları
ikinci bir vasıta da kitap ve risaleler olmuştur. Konu ile ilgili arşiv belgesinde
gerek Rusya ve Fransa gerekse İngiltere’de bir takım İncil cemiyetleri olduğu
ve bu cemiyetlerin bazı mutaassıp Hıristiyanların vefatlarından önce
kendilerine vasiyet ettikleri parayı alarak fevkalade zengin oldukları, mensup
oldukları din ve mezhebi dünyanın her tarafına hatta Orta Afrika’ya bile
misyonerler göndererek yaymaya çalıştıkları, onların vasıtasıyla kitap ve
risaleler dağıtmakta din ve mezheplerini kabul ettirdikten sonra da işi
politikaya dökmekte oldukları anlatılmaktadır. Bu cümleden olmak üzere
İngiliz tebaası olan birkaç papaz Gevar ve çevresinde dolaşarak Nasturilere
kitaplar ve risaleler dağıtmışlardır. Yine aynı belgede bu çalışmalara karşılık
önlem almak bakımından İslam diniyle ilgili yayınların yapılması bu konuda
ciddi bir gayret gösterilmesi de tavsiye edilmiştir302. Ayrıca İngiliz misyonerler
pek çok eski Nasturi din kitabının da basımını yapmışlardır. Piskoposların el
kitabı olarak bilinen Taksa ile beraber başka iki dini kitap daha basılmıştır. Bu
kitapların içeriği vaftiz ibadeti ile çeşitli ayin ve dualardan ibarettir. Daha
sonra önemli gramer kitaplarıyla birlikte okullarda okutulmak üzere İngilizce
ders kitaplarının da basılması vs. basım yayın faaliyetleri Nasturilere önemli
katkılar sağlamıştır303. Misyon müdürü Maclean da yeni Aramca lehçesi ile
ilgilenmekteydi. Onun o günlerde yayımladığı bir dilbilgisi kitabı ve sözlük
bugüne kadar yeni Aramca lehçelerinin incelenmesinde temel olarak
kullanılmıştır. İngilizce yayımlanan misyon dergisi Süryaniler özellikle de
301
BOA, Y.PRK.UM., Dosya No. 30, Gömlek No. 10.
BOA, İ.DH., Dosya No. 1274, Gömlek No. 100258.
303
Satılmış, a.g.m., s. 670-671.
302
97
Nasturilerin yaşam biçimleriyle ilgili incelemeleri kapsamaktaydı. Daha sonra
Van’daki misyon istasyonunun yönetmeni olan Wigram da Nasturiler üzerine
kitaplar ve bir dizi politik içerikli küçük broşürler yayımlamıştır304.
Tüm
bu
faaliyetlerden
olmaktaydı.
Birçok
arşiv
yaşadıkları
bölgeden
şüphesiz
belgesinde
uzaklaştırılması
Osmanlı
özellikle
ile
ilgili
Devleti
de
Browne’un
girişimler
rahatsız
Nasturilerin
ve
istekler
bulunmaktadır. Örneğin Hakkari mutasarrıfı 1899 (H. 27 Cumadiyelahir 1317)
tarihli yazısında Browne için gelecekte bir büyük felakete sebep olacağı
ifadesiyle endişelerini dile getirmiştir305.
Osmanlı Devleti bu endişelerini İngiltere Hükümeti’ne de ileterek İngiliz
misyonerlerinin geri çekilmesini istemiştir. Ancak Dışişleri Bakanı Lord
Salisbury 10 Aralık 1888’de Osmanlı’nın Londra Büyükelçisi Rüstem Paşa’ya
Osmanlı Hükümeti’nin Browne’a karşı yanlış bilgilendirildiğini söyleyerek
Browne’u
savunmuştur306.
Daha
öncede
değindiğimiz
gibi
İngiltere
misyonerlerin görevlerinin politik olduğunu hiçbir surette kabul etmemektedir.
Browne’un Nasturi patriği ile ilişkileri ilk geldiği yıllarda olumlu
başlamıştı. Ancak bu durumun her zaman aynı şekilde devam ettiği
söylenemez. Bazı köylüler Browne’un sunakta uygunsuz bir şekilde ekmek
şarap ayini düzenlediğini söyleyerek şikâyette bulunmuşlardır. Bunun üzerine
patrik de kiliselerinin Browne tarafından kullanılmasını yasaklamıştır. Browne
da kendisine küçük bir ev ve kilise yapmak için patrikten istekte bulunmuştur.
Patrik önce buna izin vermiş daha sonra bilinmeyen bir sebepten dolayı
inşaatı durdurmuştur307. Browne konsolos yardımcısı Dewey aracılığıyla
validen yeniden izin istemişse de vali bu iznin yerel yönetimden alınması
gerektiği
konusunda
ısrarcı
davranmış
mutasarrıf
ise
istenilen
izni
vermemiştir. 1894 (H. 3 Mayıs 1310) tarihli bir arşiv belgesinden anladığımız
kadarıyla Anglikan Kilisesi Nasturileri eğitmek adına bir mektep kurmak için
304
Yonan, a.g.e., s. 35.
BOA, Y.PRK.UM., Dosya No. 48, Gömlek No. 69.
306
Sonyel, a.g.e., s. 80.
307
Satılmış, a.g.m., s. 675.
305
98
arsa temin etmek istemektedir. Ancak bu isteğin mahzurları görülmüştür308.
Ancak 1895 yılında Browne’un evini de kapsayan bir bina yapılabilmiştir309.
Browne’a karşı olumsuz tavır takınan patriğin bu tutumundan
rahatsızlık duyan İngiliz misyonundan Riley eğer bu şekilde davranılmaya
devam edilirse misyonun orada kalmasının bir anlamının olmadığını ve
misyonun devam etmesini isteyip istemediklerine dair bir toplantının
yapılması gerektiğini patriğe bildirmiştir. Patrikten olumlu bir cevap
alınamayınca bu defa misyonerlerden Edington ve Neasan Nasturi Matranını
da yanlarına alarak Koçanis’e gitmişler ve misyonun isteklerini patriğe
iletmişlerdir. Bu istekler misyona patrik tarafından yeniden davet yapılması,
Browne’un evinin inşasına karar verilmesi, okul açılması için hükümete
başvurma sözü alınması, kilisede yapılacak kutlamalar için İngiliz din
adamlarına izin verilmesi, İngiliz misyonuna diğer misyonlardan daha fazla
imtiyaz tanınması ve köylerdeki misyoner okullarını ziyaret etmek isteyen
Browne’a aşiretler arasında rahat seyahat edebilmesi için patriğin mührü
bulunan bir belgenin verilmesi şeklindeydi. İstek listesini önce kabul etmeyen
patrik, matranın da araya girmesiyle şartları kabul etmiş ve Koçanis’e dönen
Browne’a tekrar iyi davranmaya başlamıştır. Buradan İngiliz misyonunun
patriğe oldukça baskı yaptığı ve patriklik nezdinde en imtiyazlı misyon
teşkilatı olduğu sonucu çıkarılmaktadır310.
1899 yılının sonlarında Heazel adlı İngiliz misyoner Tiyari’ye gelerek
ilahiyat
okulunu
yeniden
açmıştır.
Tiyari
bölgesinin
merkez
köyü
Salabekan’ın reisine ait bir evi kiralayarak çalışmalara başlayan Heazel,
Tiyari ve Tohup bölgelerindeki misyoner okullarını gezerek buralarda ilaç
dağıtmıştır. İlahiyat okulunda öğrenci sayısı fazla olmamakla birlikte on dört
öğrenci ile ikinci sene tamamlanabilmiştir. Sene sonunda Koçanis’e dönen
Heazel’e Tiyari’den gelen bir temsilci vasıtasıyla istenmediği bildirilmiştir.
Ancak birkaç hafta sonra tekrar davet edilmesi üzerine Salabekan’a giden
Heazel, 1902’de bölgeden ayrıldığında ilahiyat okulu da dört mezun vermişti.
308
BOA, Y.MTV., Dosya No. 92, Gömlek No. 30.
Satılmış, a.g.m., s. 677.
310
Satılmış, a.g.m., s. 675-676.
309
99
Okulun niçin kapatıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte Diz mutasarrıfının
ruhsatsız okuldan rahatsız olması veya Urmiye’deki misyon istasyonunun
Osmanlı topraklarına taşınması kararıyla okulun başka yerde açılması
ihtimalinin gündeme gelmesi sebepler arasındadır311.
4.1.2.3. İngiliz Misyonunun Van’daki Faaliyetleri
Misyon merkezinin bulunduğu İran’ın Urmiye kentinde Rus Ortodoks
Kilisesi’nin çalışmaları sonucunda Rusya, İngiliz ve Amerikan misyonerlerine
gelecekte
Urmiye’de
çalışma
alanı
bırakmayarak
onların
bölgeden
ayrılmalarına sebep oldu. 1898 yılında İran’da pek çok Nasturi Rus Ortodoks
Kilisesi’ne geçmiştir312. Böylece İngiliz misyonu Osmanlı topraklarına taşınma
kararı almıştır. Ancak mevcut okulların Ruslara devredilmesi ve Osmanlı
topraklarında kurulacak misyon binası için hükümetten izin alınması
dolayısıyla bir süre daha Urmiye’de kalan heyet, verilecek izni beklemeden
1903 yılında Van’a taşınmıştır. Buna rağmen Ruslar henüz bölgede tam bir
etkinlikte bulunmadıklarından İngilizler buradaki okullarda faaliyetlerini devam
ettirmişlerdir. Van’daki misyon merkezinin başkanı ise W.A. Wigram
olmuştur.
Aslında Van misyon merkezi olarak pek uygun bir yer değildi. Bölge
nüfusunun büyük çoğunluğu Ermeniydi. Buranın seçilmesinde birkaç etken
söz konusudur. Birincisi; İngiltere’nin Van’da bir konsolosluk açmış olması ve
böylelikle misyonu daha iyi himaye edebilecek konumda bulunması, bir diğeri
de;
dönemin
Van
valisinin
misyonerlere
sıcak
bakıyor
olmasıydı.
Misyonerlerden Heazel de misyon için bir ev kiralamak maksadıyla Van’a
geçmiştir. Oysa Van’da bir misyon binasının inşası gerekmektedir. Ancak
misyonun maddi durumu sıkıntıdadır. Ayrıca Osmanlı Devleti ısrarla misyon
binası yapımına karşı çıkmaktadır. İstenilen bina ancak 1909’da Van Valisi
Ferit Paşa’nın izni ile yapılabilmiştir. Van merkez olarak seçilince de ilahiyat
okulu buraya taşınmış ve Nasturi çocukların eğitimine başlanmıştır. Van’daki
okulda özellikle Nasturi ileri gelenlerinin çocuklarının bulunması misyonun
311
312
Satılmış, a.g.m., s. 677-678.
Matfiyef, a.g.e., s. 72.
100
Nasturi ileri gelenleri üzerinde etkili olmasını sağlamıştır. Ayrıca Van’da çıkan
kolera salgını nedeniyle bir süreliğine Koçanis’e taşınan okulda patriğin
kardeşleri de eğitime başlamıştır. Ertesi sene de ağabeyleri ile beraber
Van’da eğitimlerine devam etmişlerdir. Okulda iki Nasturi görevlinin de işe
başlaması okula patriğinmiş imajı vermiştir. Bu durum da misyonerlerin işine
gelmekteydi. Böylelikle devletin takibatından kurtulmayı amaçlıyorlardı.
Urmiye’deki okulların kapatılmasıyla öğrenci sayısı da hayli artmıştı. Ayrıca
İngiliz misyonerler Van havalisinde çoğu Katolik etkisinde olan köyleri tespit
ederek buralara ziyaretlerde bulunmuşlar, 1909-1910 yılları arasında bölgede
on iki okulu desteklemişlerdir.
Bu dönemin önemli gelişmelerinden biri de 1908 yılında Musul
bölgesindeki Keldanilerin Nasturi Kilisesi’ne geçmek için teşebbüste
bulunmalarıdır. Bu teşebbüste aracı rolü İngiliz misyonerler oynamışlardır.
Çünkü Keldaniler ilk olarak Browne’a bir mektup göndererek ondan yardım
istemişlerdir. Browne ise Musul’da yeni bir istasyon kurulmasını istemişse de
maddi açıdan bu mümkün olmamıştır. İngiliz misyonerler Nasturiliğe geçen
Alkosh’daki papaza maaş bağlanmasını ve Musul bölgesinde faaliyet
göstermekte olan Hıristiyan Misyon Cemiyeti’nin Fransız-Keldani girişimlerine
karşı piskoposa koruma sağlanmasını istemişlerdir. Bunun üzerine misyon
komitesi bir papaz gönderilmesini ve Alkosh papazına da ekonomik yardımda
bulunulmasına karar vermiştir313.
4.1.2.4. İngiliz Misyonunun İmadiye’ye Taşınması
Son zamanlarda Nasturi Kilisesi’ne geri dönüşleri ivme kazanan
Keldaniler ile bir kısım Yakubi arasında da faaliyet göstermek amacıyla
misyon merkezi Van’dan İmadiye’ye taşınmıştır. Burada da bir okul kurulması
gerekmektedir. Bu maksatla hükümete gerekli başvuru yapılmıştır. Musul
Mebusları Fazıl ve Daver Busfati Beylerin Dâhiliye Nezareti’ne göndermiş
oldukları telgrafnameden anlaşıldığı üzere İngiltere’nin Musul konsolos
yardımcısı üç aydır bölgede dolaşarak Kürt aşiret reisleri ve Nasturi beyleri ile
313
Satılmış, a.g.m., s. 678-683.
101
İngiliz
misyonuna
ait
bir
okul
tesis
edilmesi
için
münasebetlerde
bulunmaktaydı. Mebuslar bu konunun dikkate alınması için Dâhiliye
Nezareti’ne gereken uyarıda bulunmuşlardır. Ayrıca Musul Vali Vekili Mirliva
Tevfik tarafından da Dâhiliye Nezareti’ne aynı cümleden bir telgrafname
gönderilmiştir314. Zaten İmadiye’de bulunan Hıristiyan halk da misyonun
burada bir okul açmasına karşıydı. Yapılması istenen okulun adeta
müstahkem bir kale olacağı düşüncesi hâkimdi. Bu nedenle Hıristiyanlar da
Dâhiliye Nezareti ve Şura-yı Devlet Riyasetine şikâyette bulunmuşlardır315.
İmadiye merkezinde tepkilerle karşılaşan İngilizler bu defa İmadiye’ye
yarım saat uzaklıktaki Beyad(?) Karyesi’nde girişimlerde bulunmuşlar ve bu
cümleden olmak üzere bin dönüm tarla satın almışlardır. Hükümet okul inşası
ile ilgili tahkikat yaptığında daha ruhsat verilmeden inşaatın başladığı
görülmüştür. Ayrıca adı geçen karyede de durum İmadiye’den pek farklı
olmamıştır. Burada da yirmi sekiz kişinin imzasıyla gönderilen telgrafnamede
okulun inşasına izin verilmemesi istenmiştir. Onlara göre bölgede böyle bir
okula kesinlikle ihtiyaç duyulmamaktadır. Netice olarak okulun yapımının
tamamlanmasının mahzurları görülmüştür. Hükümet izin verse dahi bölge
ahalisinin karşı çıkacağı aşikârdır316.
Musul Valisi Tahir tarafından gönderilen 1911 (H. 8 Temmuz 1327)
tarihli telgrafa göre; vali Irak bölgesinde birçok Nasturi’nin Rusya’nın etkisiyle
Ortodoks mezhebini kabul ettiğini, bizim taraf Nasturilerin de Rusya’ya
meyletmeye başladıklarını oysa İngiliz misyonerlerinin Nasturilerin eski
mezheplerinde kalmaları için çalıştıklarını belirttikten sonra, buradaki okulun
açılmasının kanunlara karşı olsa bile daha yararlı olacağını İstanbul’a
bildirmiştir317. Daha sonra okulun açılması için izin belgesi verilmiştir.
Netice itibariyle İngiliz misyonerler 1911 yılında tekrar eğitime
başlamışlardır. Ancak 1912’de ABD uyruklu papaz Neesan’ı bölgede
bırakarak geri çekilmeye başlamışlardır. İran’daki Nasturiler üzerinde faaliyet
314
BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4.
BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4.
316
BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4.
317
BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4.
315
102
gösteren İngilizler de bölgeden ayrılarak Urmiye istasyonunu ABD’li
meslektaşlarına devretmişlerdir318.
Sonuç olarak diyebiliriz ki İngiliz misyonunun Osmanlı Devleti
toprakları üzerindeki görevi kesinlikle politikti. Osmanlı topraklarında yaşayan
Hıristiyanları ki Nasturiler bu amaca uymaktaydılar himaye altına alarak ve
onların zihinlerini karıştırarak ihtiyaç duyulduğunda Osmanlı Devleti’ne karşı
bir hadise çıkartmalarını sağlamak amacı güden İngiltere bu amacını din
perdesi altına gizlemeye çalışmıştır. İngiltere’de yetişmiş ve iyi eğitim görmüş
bir İngiliz’in oldukça olumsuz şartlarda bu dağlık bölgede, cahil ve vahşi bir
topluluk arasında yıllarını geçirme sebebi herhalde sadece dinine karşı olan
bağlılıktan olmasa gerektir.
Şark Meselesi, emperyalizm ve sömürgecilik kavramlarında esas
anlamını bulan İngiliz politikasında Doğu Anadolu özellikle büyük önem
taşımaktaydı. Bölgede gerçekleşen İngiliz Rus rekabeti bölgede yaşayan
Hıristiyanları birer vasıta olarak kullanmalarını gerektirmekteydi. Buna karşılık
olarak Hıristiyanlar da büyük devletlerin yardımını kazanabilmek için bu
rekabeti körüklemekteydiler.
İngiliz misyonerlerinin önyargılı düşünceleri yazmış oldukları rapor ya
da eserlere de yansımaktaydı. Wigram’ın orijinal adı The Cradle of Mankind
Life in Eastern Kurdistan (İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam) adlı
kitabında
Türkler
aleyhinde
oldukça
ciddi
suçlamalar
ve
iddialar
bulunmaktadır. Sırf bu eser bile misyonun amacının dini olmadığını ortaya
koymaktadır319.
Osmanlı Devleti ise bu durumun farkındaydı. Örneğin 1896 tarihli bir
arşiv belgesinde Nasturilerin isyanının sebeplerinden biri olarak ecnebilerin
kışkırtması gösterilmiştir. Ayrıca Kürt aşiretlerinin tecavüzleri de etkili
olmaktadır. Alınacak önlemler arasında Kürt aşiretlerinin tecavüzlerinin
engellenmesi, meliklere nişan ve hediye gibi şeyler vererek onların elde
edilmeye çalışılması, hükümet aleyhine çalışan meliklerin ihtar edilmesi,
318
Satılmış, a.g.m., s. 686-687.
Ayrıntılı bilgi için Bkz. W.A.Wigram, Edgar T. A. Wigram, İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da
Yaşam, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul, Avesta Yayınları, 2004.
319
103
birbirleriyle geçinemeyen Nasturi aşiretlerinin bir diğeri üzerine sevk ve tahrik
edilmesinin engellenmesi ve Mister Browne’a mektep açtırılmaması,
hanesinde tedrisata da izin verilmemesi gibi önlemler sayılmaktadır320.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde özellikle de Osmanlı Devleti’nin
durumunun oldukça buhranlı bir devreye girdiği Balkan Savaşları esnasında
Doğu Anadolu’da Kürt-Ermeni-Nasturi ilişkileri de oldukça kötüye gitmekteydi.
İngiltere’nin Northwood kentinde yaşayan Bayan M. Barclay, İngiltere
Dışişleri Bakanlığı’na 26 Mayıs’ta göndermiş olduğu bir yazıda, Türk
askerlerinin Balkan Savaşı’ndaki yenilginin öcünü almak maksadıyla Doğu
Anadolu’da Kürtleri, Nasturi Hıristiyanları öldürmek için kışkırttığını, bu
barışsever Nasturi çobanlara mensup 50 ailenin, sürülerini dağlarda
otlatırken imha edildiklerini, hayvanlarının çalındığını, şehirlerinin yağma
edildiğini, oradaki Amerikan ve İngiliz misyonu mensuplarının Urmiye’ye
sığındıklarını iddia etmiş ve o yöreden şu yazıyı almış olduğunu bildirmiştir;
“Kürt aşiretler Hıristiyanları ortadan kaldırmak için ordu yığıyor; bunu,
Kürtleri silahlandıran Türkler yapıyor. Çünkü şöyle diyorlar: ‘Hıristiyanlar
topraklarımızı aldılar ve çoğumuzu tutsak ettiler; şimdi biz de onları burada
bitireceğiz.’ Van’daki İngiliz konsolos Urmiye’deki Rus konsolosa bu konuda
bilgi vermiştir. Kürtlere Abdülhamitçe sağlanmış olan silahların toplatılması
için Türklere baskı kurulamaz mı? Bu sağlanırsa silah taşıması yasaklanmış
olan Nasturiler durumla başa çıkabilirler. Türklere karşı asla baş kaldırmayan
barışçı bir halkı kurtarmanız için ivedilikle davranmanızı dilerim.”321
İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, Büyükelçi Sir Gerard
Lowther’e 13 Haziran’da gönderdiği yazıda, “Kürtlerin Nasturi Hıristiyanlara
zorbalık yaparak onların mallarını aşırdıklarını” bildiriyor ve Osmanlı
Hükümeti’ne bu konuda bilgi vererek önlem almasını öneriyordu.
Van’daki İngiliz Konsolos Yardımcısı Molyneux-Seel, Van ile ilgili olarak
9 Temmuz 1913’te hazırladığı raporda, raporun kapsadığı süre içerisinde her
yerde Kürtlerin yasadışı davranışlarının son üç yıldır doruk noktasına
320
BOA, Y.PRK.DH., Dosya No. 9, Gömlek No. 26.
Salâhi R. Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemi ve Türkiye’yi Bölme Çabaları (19081918), Belleten, C. LXI, 1997, s. 402.
321
104
ulaştığını, bu davranışların kurbanlarının da Nasturiler ve Ermeniler olduğunu
iddia ediyordu322.
Görüldüğü üzere İngiltere, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki bu
huzursuz dönemde Nasturileri korumaya devam etmişti. Kendi menfaatleri
uğruna Osmanlı Devleti topraklarının en ücra köşelerinde bile faaliyette
bulunan İngiltere’nin Nasturiler olmasa da müdahale edecek başka bir
cemaati -Yezidiler veya bir Şii taifesi- bulacağına şüphe yoktur323. Ancak
Nasturiler o dönem için İngiliz politikasının uygulamaya konulması açısından
biçilmiş kaftan olarak görülmektedir. Nitekim İngiltere Birinci Dünya
Savaşı’nda ve sonrasında da Nasturileri piyon olarak kullanmaya devam
edecektir.
4.2. Fransa
4.2.1. Fransa’nın Süryanilerle İlgili Planları
16. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman ile I. Fransuva arasında ortak
düşman olan Habsburg Hanedanı’na karşı birlikte hareket etmek için yapılan
bir antlaşmayla başlayan dostluk, Fransa’ya kapitülasyonlar adı altında
verilen ekonomik imtiyazlarla siyasi mahiyetine ekonomik bir değer de
eklemişti324. Zaten Fransa’nın Osmanlı Devleti ile münasebetlerinde üç esas
göz önünde bulundurulmalıdır. Bunlardan ilk ikisi yukarıda da bahsettiğimiz
gibi kendi düşmanlarına karşı koymak, onları çevirmek ve püskürtmek için
askeri işbirliği sağlamak ve ticari faaliyetlerin artması ile önemli bir kaynağa
sahip olmaktı. Bunlara eklenecek üçüncü esas ise, Katolikleri himaye
politikası ile Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimler üzerinde
etki tesis etmekti325. İşte siyasi, ekonomik ve dini olmak üzere üç taraflı bir
siyasete dayanan Fransa’nın nüfuzu, bütün Osmanlı toprakları üzerinde
yayılmış bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti Fransa ile aralarındaki bu dostluğa
322
Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 403.
Halil Halid, İngilizlerin Osmanlıyı Yoketme Siyaseti, Musul-Kerkük-Mısır-Arabistan,
İstanbul, Ekin Yayınları, 2008, s. 60.
324
Karal, a.g.e., C. V, s. 21.
325
Sagay, a.g.e., s. 73; Durmuş Yılmaz, Fransa’nın Türkiye Ermenilerini Katolikleştirme Siyaseti,
Konya, Selçuk Üniversitesi Vakfı Yayınları, 2001, s. 57-64.
323
105
sadık kalırken Fransa zaman zaman farklı tasarılar ve ittifaklara yönelmişse
de bunlar iki devlet arasında bir harp durumu yaratmamıştı326.
Sanayi Devrimi’nden sonra sömürgeciliğin hızla yayılması üzerine
birçok sömürgesini İngiltere’ye kaptıran Fransa, tıpkı diğer Batılı devletler gibi
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü siyasi ve ekonomik
krizden faydalanma yoluna gitmiştir. Bu da doğal olarak Osmanlı toprakları
üzerinde çıkarları olan diğer devletler ile bir rekabet ortamını beraberinde
getirmişti. Bu rekabetin bir sonucu olarak da Batılı devletler zaman zaman
Osmanlı
Devleti’ni
desteklemişler,
yeri
geldiğinde
ise
parçalamaya
çalışmışlardır327. Devletleri bloklaşmaya iten bu gelişmeler esnasında Fransa
1789’da Mısır’a saldırmış, 1830’da Cezayir’i daha sonra da Tunus ve Fas’ı
işgal etmiştir. Fakat Fransa öteden beri Yakındoğu’daki nüfuzuna hareket
üssü olarak Suriye’yi seçmiştir.
Aslında Suriye doğal zenginliklere sahip bir bölge değildi. Önceden
Suriye’ye ün kazandırmış olan pamukçuluk ve ipekçilik gibi endüstri tarımı
son elli yıl içinde sönmeye hatta ölmeye yüz tutmuştu. O halde Fransa’yı
Suriye’ye çeken sebep ne olabilirdi? Akdeniz çevresindeki Mısırla Arabistan,
Küçük Asya ve Irak gibi dört büyük kıta arazisini coğrafi konumu itibariyle
birbirine ekleyen Suriye bu dört zengin bölge arasında ticaret bağlantısı
yapacak yegâne bölgeydi. Süveyş Kanalı’nın açılması ve Avrupa ile
Hindistan arasında yeni ve kısa bir ticaret yolunun ortaya çıkması ile
Ortaçağ’da Avrupa, Asya ve Afrika arasındaki ticari alışverişlere aracılık eden
Suriye’nin karayolu ticaretine öldürücü bir darbe inmişti. Batıyı İran ve
Hindistan’la birleştiren kervan yolları bu yüzden körelmeye başlamıştı. Fakat
19. yüzyılın sonlarında demiryollarının işletmeye açılması ve özellikle Bağdat
demiryolunun inşasıyla ülkeler arası önemli yolların kavşağı olması
bakımından Suriye’nin eski değeri yeniden canlanmıştı.
Suriye aynı zamanda ticari değerden çok stratejik bir önem de
kazanıyordu. Şöyle ki; bu memlekete hâkim olacak herhangi bir devlet, öteki
326
Karal, a.g.e., C. V, s. 21.
Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1994, s. VII.
327
106
büyük devletlerin tam ve yarı sömürgeleriyle bağlantılarını kesebilecek bir
avantaj elde edebilecekti328.
İstanbul ve Boğazları da önemli bölgeler olarak değerlendiren Fransa,
Lübnan ve Filistin de dâhil Suriye bölgesini kendi diplomasisi için geleneksel
bir eylem alanı olarak görmekteydi. Bu yüzden Fransız politikacıları Suriye’yi
Fransa’nın bir gün toprak talebinde bulunabileceği ve bu nedenle Fransız
nüfuzunun lüzumlu olduğu çok büyük siyasi öneme sahip bir alan
saymaktaydılar329. Suriye’nin etnik yapısı da Fransa için önemliydi.
Fransa’nın amacı kendi emperyalist amaçları için kullanabileceği
Katolik bir grup oluşturmaktı. Fransa istinat ve sıçrama noktası olarak da
Beyrut-Şam-Halep ile İskenderun-Halep hattını seçmişti. Elbette ki bu bir
tesadüf değildi. Burası etnik ve dini yapı itibariyle en karışık bölgelerdendi.
Bölgede Türk, Arap, Ermeni, Süryani, Rum, Maruni, Dürzi, Nasturi,
Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Gregorien, Ortodoks, Katolik, Sünnî, Şii bir
arada yaşıyor ve birbirlerine pek de iyi gözle bakmıyorlardı. Bölgenin
çevresini teşkil eden Adana, Maraş, Diyarbakır ve Musul taraflarında da
durum aynıydı. Bu karışık etnik ve dini yapı dış müdahaleler için müsait bir
zemin oluşturmaktaydı. Zayıf bir devletin toprakları üzerinde daima
anlaşmazlık konusu olabilecek ve tahrike müsait bu yapının varlığı, bölgede
menfaati olan büyük devletlerin politikaları açısından son derece önemliydi.
Bölgenin İstanbul’dan, dolayısıyla merkezi otoriteden uzak olması da bir diğer
avantajdı. Ayrıca Fransa için en elverişli bölge burasıydı. Çünkü Mısır,
Bağdat, Basra ve Karadeniz kıyıları başka devletler tarafından menfaat
sahası haline getirilmişti330. Gerçekten de Fransa Suriye halkının önemli bir
bölümünü oluşturan ve özellikle Lübnan’da yaşayan Maruniler üzerindeki
himayesini geliştirirken, burada bulunan Latin, Melkit, Nasturi ve Suriye
Birleşmiş Kiliselerini de himaye altına almıştır331.
328
Adamof, a.g.e., s. 27-28.
L. Bruce Fulton, “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Sonu ve Büyük Güçler, Ed. Marian Kent, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s. 165.
330
Bayram Kodaman, “XIX. Yüzyıl Sonunda Güney-Doğu Anadolu’da Fransız Politikası”, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 6., 1991, s. 159.
331
Adamof, a.g.e., s. 32.
329
107
Ayrıca
Suriye’de
Dürzilerle
Hıristiyan
Maruniler
arasındaki
mücadeleden yararlanarak İngiltere’nin Dürzileri desteklemesine karşılık
Marunileri destekleyen Fransa, Lübnan’ı işgal ederek burada özerk bir idare
kurulmasını sağlamıştır. 1864 yılında Lübnan bağımsız bir vilayet olmuş,
büyük devletlerin bu arada Fransa’nın da kontrolü altında Hıristiyan bir vali
tarafından idare edilmeye başlanmıştı332.
Fransa’nın bu bölgeyle ilgili olarak gerçekleştirmeyi düşündüğü
faaliyetlerden biri de buradaki gayr-i Müslimleri Cezayir’e göç ettirme işidir.
İskenderun
Viskonsülü
Mr.
Alexandre
Mercinier’in
Dışişleri
Bakanı
Delcassé’ye yazmış olduğu 1901 tarihli bir mektupta; bazı avantajlar vaadiyle
Suriye, Mezopotamya ve Ermenistan bölgelerindeki Hıristiyan unsurların
Cezayir’deki vilayetlere göçünün teşvik edilmesi gerektiği, bunun Fransa’nın
kolonizasyonu bakımından çok faydalı olacağı ve Osmanlı Asyası’ndaki
Hıristiyan unsurlarının büyük bölümünün Fransız okullarında yetiştiği için
Fransız sayılacağı belirtilmiştir. Ancak bu teşebbüs o günün şartları içerisinde
hayata geçirilememiştir333.
Uzakdoğu’daki kolonilerini korumak için Fransa’nın İngiltere’ye paralel
olarak bu civarlardaki mevkiini takviye etmesinin bir diğer önemli sebebi de
Müslüman olan topraklarda hâkimiyetini temin için İslam’ın bazı kültürel
merkezlerini elinde tutması ve Suriye’nin büyük şehirlerinin özellikle de
Şam’ın bu rolü mükemmel oynayabilmesidir334.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Fransa adı geçen bölgelerde gerçekten
derin izler bırakmıştır. Osmanlı Devleti 1918 yılında parçalandığında Adana,
Suriye, Antep, Maraş, Urfa, Hatay ve Halep bölgelerinin Sevr Antlaşmasıyla
Fransa’ya terk edilmesi tesadüf değildir. Bu durum, Fransa’nın uzun yıllardan
beri takip ettiği bilinçli bir politikanın eseridir335.
Dini açıdan bir değerlendirme yapacak olursak, kendi emperyalist
çıkarlarına uygun olarak Katolik mezhebinin yayılması ve Katoliklerin
hamiliğini üstlenen Fransa’nın bu amacına hizmet eden en önemli grup
332
Adamof, a.g.e., s. 32.
Kodaman, “XIX. Yüzyıl Sonunda…”, s. 162.
334
Sagay, a.g.e., s. 74.
335
Kodaman, “XIX. Yüzyıl Sonunda…”, s. 162.
333
108
Ermeniler
olmakla
beraber
Süryaniler
arasında
da
Katolik
olanlar
görülmüştür. Fransa ile sadece ticari alanda kalacağı zannedilen imtiyazlar
başka alanlara kaymış ve özellikle de Rum Patrikliği’nden müstakil
kalabilmek için çaba sarf eden Ermeniler üzerinde yavaş ilerleyen bir
Katolikleştirme
propagandasına
zemin
hazırlamıştı.
Fransa’nın
da
zorlamasıyla Katolik Ermeniler Sultan II. Mahmut’un fermanıyla ayrı bir millet
olarak tanınmıştı. Bu tanınmadan Katolik Süryaniler de yararlanmıştı. Burada
hemen ifade etmek gerekir ki Fransa’nın Ermenileri ya da başka bir ifadeyle
Doğu Hıristiyanlığını korumak adı altında yürüttüğü istilacı dış politika
1919’da Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler tarafından paylaşıldığı sırada
Çukurova’yı işgaline yapay bir gerekçe oluşturacaktır. Fransa, Ermenileri ve
Doğu Hıristiyanlarını Katolikleştirmekle Osmanlı Devleti’nde kendisine bağlı
gruplar meydana getirecek bu grupları da kendi emperyalist amaçları için
kullanacaktı336. Ancak her ne kadar birçok Ermeni ve Süryani’nin Katolik
olması sağlandıysa da ne Ermeniler ne de Süryaniler arasında İngiltere’nin
sahip olduğu nüfuza Fransa asla sahip olamamıştır.
1915 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin korunmasından yana olan
Fransa, politikasının yayılmacı niteliği ve Katolikleri himaye etme politikası ile
Osmanlı Devleti’nin gerilemesine açıkça katkıda bulunmuştur. Ticari amaçlar
için hazırlanmış bir ahitnameyi bile kendi dindaşları lehinde kullanmış,
Katolikliğin yayılmasını ilişkilerinin odağı yapmış ve kendisini Doğu
Hıristiyanlığı’nın kurtarıcısı ilan ederek de Osmanlı Devleti topraklarını
sömürgeleştirmek için faaliyetlere girmiş olan Fransa’nın337 bu politikasının
ikircikliliği Balkan Savaşları’ndan sonra daha da belirginleşmiş ve Fransa
1915’den sonra kararlı bir toprak ve mali kazanç sağlama çabası içine
girmiştir338.
336
Yılmaz, a.g.e., s. 58-60.
Yılmaz, a.g.e., s. 82.
338
Fulton, a.g.m., s. 191.
337
109
4.2.2. Fransız Misyonerlerinin Faaliyetleri
Anadolu
ve
Mezopotamya’da
ilk
misyon
faaliyetleri
Katolikler
tarafından gerçekleştirilmişti. Bunda Doğu Akdeniz ticaretinde İtalyan ve
Fransızların rolü ve Kanuni zamanında verilmiş olan kapitülasyonların etkisi
büyüktür. Esasen Katolik misyonerlerin özellikle Doğu Hıristiyanlığı’na yönelik
faaliyetleri, 5. yüzyılda Hıristiyan dünyasında başlayan Doğu ve Batı Kiliseleri
arasındaki mücadelenin, 16. yüzyıl ve daha sonrasına yansımasıydı. 16.
yüzyılda Patriklik tartışmalarını kullanıp Nasturileri parçalayarak kurulan
Keldani Kilisesi’ni kendilerine bağlayan Katolikler, çalışmalarına hızla devam
etmişlerdir. Katolik dünyasının lideri Papa, rakip olarak gördüğü Doğu
Hıristiyanlarını da kendi denetimi altına almak istiyordu. Bunun için Cizvit ve
Kapusen rahiplerini kullanmaktaydı339. Papalığın 1622’de propaganda ve
misyonerliğin teşvik edilmesi kararını almasından sonra Cizvitlerin Halep ve
Musul’da çalışmaya başladıkları görülmektedir. Yüzyılın sonuna doğru
Cizvitlerin faaliyet alanının genişlediğini Mardin’de çalışmış Cizvit Rahip
Michel
Nau’nun
varlığından
anlamaktayız.
Ancak
onun
çalışmaları
Süryanilerin onu tutuklaması (ya da tutuklatması) ile sekteye uğramıştır. Kısa
bir süre hapiste kalan Mihael, Halep’e gidiyor bir yıl sonra bu defa doktor
kılığında Mardin’e dönüyordu. Süryani Patriği’nin baskıları sonucu tekrar
Halep’e dönmek zorunda kalan Mihael’in ısrarla Mardin’e gelmek istemesinin
sebebi Süryani Kadimler üzerinde tam anlamıyla Katolik tesiri yapılamaması
olabilir. Esasen Katolik misyonerlerinin çalışmalarına en çok direnen
cemaatte Süryani Kadim Cemaati olmuştur. 1690 yılında bölgeye gelen
Yusuf Raye Karmeli ile 1770 yılında gelen Evgin ve Angelo isimli iki rahip de
başarılı olamamıştır340. 1750’lerden sonra İtalyan Dominikan misyonerleri de
Mardin’e gelmişlerdir341.
339
İbrahim Özcoşar, “Papalığın Müdahalesi ve Süryani Kiliselerinde Bölünme: Keldani ve Süryani
Katolik Patriklikleri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan
Seyfeli, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 269.
340
Özcoşar, a.g.e., s. 385-386.
341
Suavi Aydın, “Doğu ve Batı Hıristiyanlığı Arasında Son Hesaplaşma: Modernleşme ve Doğu
Hıristiyanlığı Üzerinde Misyon Faaliyetleri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp
Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. III, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 108; Aydın, Emiroğlu, Vd.,
a.g.e., s. 286; Guest, a.g.e., s. 107.
110
Katolik misyonerlerden Pere Jean-Baptiste de Saint Aignan 1661’de
Halep’e geldiği zaman on yıl misyonerlik yapmıştı. Arapçayı öğrendikten
sonra Mezopotamya’ya atanan Baptiste’nin, İncil’i Suriye, Anadolu ve Irak’a
dağıtmakla görevli olduğu bilinmektedir.
1667’de misyon heyetinin Halep’teki karargahına çağırılan Pere JeanBaptiste yolda her ikisi de ağır hasta olan paşa ve kardeşini iyileştirmek için
aylarca Diyarbakır’da kaldı. Ödül olarak kendisine bu şehirde bulunan yerli
Nasturilerle birlikte çalışarak bir misyon başlatma izni verildi. 1668’de Halep’e
ulaşan Jean-Baptiste’e yerel misyon heyetinin sorumluluğu verilmiştir. Bir yıl
sonra Yakın Doğu’daki bütün Kapusen misyon heyetlerinin bekçiliğine
atanmıştır342.
Katolikleştirme faaliyetlerinden en çok etkilenenler Ermeniler olmuş;
Kapusen Rahiplerinin etkisiyle Ermeni toplumu içerisinde Katolikliği kabul
edenlerin sayısı artmaya başlamıştı. Ayrıca Halep’te Süryaniler üzerinde
etkileyici propagandalar yapan Katolik misyonerlerin faaliyetlerinden bunalan
Osmanlı Hükümeti, olayın faillerini 1697 yılında Limni Adası’na sürmüştü343.
Katoliklerin ısrarlı çabaları 1782’de Süryani Katolik Patrikliği’nin ortaya
çıkması
ile
neticelenmiştir.
Ancak
Katolikler
bu
kadarla
yetinmek
istememişlerdir. 1838’de Mardin’e iki Kapusen rahip daha gelmiştir. 1841’de
de Urfa ve Mardin’e gelen İspanyol ve İtalyan Kapusenleri kendi misyon
merkezlerini kurmuşlardır. 1850’de Midyat’ta faaliyet göstermeye başlayan
Katolikler burada bir Katolik Kilisesi inşa etmişlerdir. 1870 yılına kadar
Mardin’de çalışmalarını sürdüren bir diğer Katolik misyoner de Nikolas
Kestler olmuştur. Katolik misyonerler tarafından 1884 yılında bir kilise daha
inşa edilmiştir. Patriye Kilisesi diye anılan bu kilisenin açılması aynı tarihlerde
bölgede yoğun bir şekilde faaliyet gösteren Amerikan misyonerleri karşısında
Katolik
342
misyonerlerinin
zayıf
durumda
kalmama
girişimi
olarak
Guest, a.g.e., s. 98-99.
Davut Kılıç, “Osmanlı Ermenileri Arasında Katolik Kilisesi’nin Kuruluş Faaliyetleri”, Yeni
Türkiye, S. 38, 2001, s. 729.
343
111
değerlendirilebilir. Anlaşılan odur ki; 19. yüzyılda Mardin’de Katolik faaliyetleri
içinde Kapusenler başrolü oynamışlardır344.
Yakın Doğu’da Hıristiyan misyonerlerinin yeniden ortaya çıkışı tesadüf
eseri değildi. Avrupa’daki güç dengesi değişmişti. Almanya’daki iç savaş ve
İspanya’daki iflasla birlikte gücünü yitiren Habsburglar artık Avrupa
üzerindeki etkilerini kaybetmişlerdi. Şimdi batıda önde gelen güç Fransa’ydı
ve 17. yüzyılın ilk yarısında başpapazları Katolik kilisesindeki kardinallerdi345.
Özellikle 18. yüzyıldan sonra Katolikleştirme faaliyetlerinin daha da
artmasının sebebi bu dönemde Osmanlı Devleti’nin bu sorunu çözebilecek
güçte olmamasıydı. Misyonerler, Osmanlı topraklarındaki Katoliklerin hamisi
konumuna gelen Fransa’dan da destek almaktaydılar346.
Şüphesiz bu
desteğin amacı dini olmaktan çok politikti. Misyonerlerin arkasında
kapitülasyonların kendilerine vermiş olduğu haklardan yararlanan Fransa’nın
olduğu gerçeği Osmanlı Devleti’nin sert tedbirler almasını geciktiriyor, bu
durum da misyonerlerin cesaretlenmesine sebep oluyordu347. Hatta sırf
Fransa sefaretinde çalıştıkları için bir kısım Osmanlı tebaası vergiden muaf
tutulabiliyordu.
Bu
grubun
zamanla
diplomatlara
verilen
haklardan
yararlanmaya başlamış olması, gayr-i Müslim tebaanın yabancılar tarafından
daha çok istismar edilmelerine yol açmış ayrıca misyonerlik faaliyetleri dâhil
olmak üzere birçok konuda kullanılmalarına sebep olmuştur348. Bu meyanda
Suriye vilayetinde Fransa’nın himayesi ve tâbiiyeti altında bulunan manastır,
kilise, hastane ve mektepler ile muallim misyonerler için tesis edilen
ikametgâhlar vergiden muaf tutulmuşlardır349.
Dünyanın hemen her yerinde yoğun bir şekilde misyonerlik faaliyetleri
içerisine giren Katolik Hıristiyan tarikatlarının sayısı 19. yüzyılda 50’ye
ulaşmış ve bu tarikatların 35’den fazlası Osmanlı topraklarında değişik
344
Özcoşar, a.g.e., s. 386-387.
Guest, a.g.e., s. 97.
346
Fransa’nın Osmanlı Devleti’ndeki Katolik propagandasının Fransa Kralı XIV. Louis’in takip ettiği
siyasete dayandığı ve kralın çok uzun süren saltanatı boyunca İstanbul’a bu faaliyetle doğrudan
ilgilenecek elçiler gönderdiği yönünde bilgiler bulunmaktadır. Yılmaz, a.g.e., s. 46-47.
347
Kılıç, “Osmanlı Ermenileri…”, s. 730.
348
Kılıç, “Osmanlı Ermenileri…”, s. 731.
349
BOA, DH.İD, Dosya No. 154, Gömlek No. 16.
345
112
tarihlerde ve yerlerde faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu tarikatların çalışmaları
sadece dini ve ideolojik olmakla kalmayıp, 19 yüzyılda iyice artan
devletlerarası ticari rekabet nedeniyle Fransız dilini öğreterek etkili oldukları
toplumların, Fransız düşüncesinin sadece gelecekteki izleyicileri değil aynı
zamanda
ticaret
ve
sanayilerinin
müstakbel
müşterileri
olmalarını
sağlamıştır350.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zafiyetten faydalanan Fransa ve
onun desteğini alan Katolik misyonerler, Süryanileri, eğer gelenek ve
kültürlerini devam ettirmek istiyorlarsa bunun ancak Katoliklere katılmakla
mümkün olabileceğine inandırmaya çalışmışlardır351.
Misyonerlerin Süryaniler üzerindeki etkileri Ermeniler gibi olmamış toplu
ve kısa süre zarfında Katolik mezhebine bir geçiş yerine 18. yüzyılın
sonlarından itibaren yavaş yavaş bir geçiş görülmüştür352.
Nasturilere gelince; 1840 yıllarında Papa tarafından gönderilen Fransız
Lazaristler, Nasturiler arasında faaliyet göstererek onları Katolik yapmak için
uğraşmışlardı. Ancak bu faaliyetlerinde takındıkları tavır oldukça sert
olmuştur. İnsanlara “Sizi aforoz ederiz, tırnaklarınızı sökeriz, sizi köy köy
avlayıp öldürürüz” diyerek zorla Papa’ya bağlamaya çalışmışlardır353. Fransız
misyonerlerinin,
Katolikliği
Nasturiler
arasında
yaymaya
çalışırlarken,
Nasturilerden daha önceki tarihlerde ayrılmış bir grup olan Katolik
Keldanilerle daha çok ilgilendikleri görülmektedir354.
1844 yılında muhtemelen aralarındaki rekabet dolayısıyla Musul ve
çevresindeki Katolik misyonerler hakkında araştırma yapılmasını isteyen
dönemin İngiltere İstanbul Büyükelçisi Canning’e gönderilen rapordan da
Katolik misyonerlerinin faaliyetleri hakkında bilgi edinebilmekteyiz. Bu rapora
göre; Musul, Mardin ve Diyarbakır’daki faaliyetlerin hepsi Fransız koruması
350
Mutlu, a.g.e., s. 138.
Molitor, a.g.e., s. 77.
352
Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 288.
353
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 60.
354
Bu ilgi Osmanlı dönemi ile kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir. 9 Eylül 1995
tarihli gazete haberine göre Güneydoğu Anadolu’da bulunan Keldani ve Süryani çocuklarının
İstanbul’a Fransız yetimhanesine getirildikten sonra Fransa’ya gönderildiklerinden bahsedilmektedir.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 60 ,(128. dipnot).
351
113
altında olup Fransız Moseigneer Trioche, Bağdat Piskoposu ve Papa elçisi
tarafından yönetilmektedir. Roma Katolik misyonerlerinin ilk ortaya çıkışı
doktor sıfatı altında olmuş ve bu sıfatla birçok paşanın sempatisini
kazanmışlardır. Hıristiyanlara ilgi gösterip bağışlarında cömert davranmışlar
ve böylece büyük bir güven oluşturmuşlardır. Daha sonra evlerinin bir
odalarında ayinler düzenlemeye başlamışlar ve doktorluk sıfatları yanında
yavaş yavaş Katolik mezhebini yayma işine girişmişlerdir. Musul misyonu
yaklaşık 130 yıl sürmüştür. Mardin’deki keşişler de Musul’dakilerle hemen
hemen aynı zamanda yerleşmişlerdir. Süryanilerden en sert direnişi
görmelerine rağmen geri dönmüşler ve Nasturilerle birlikte bazı Süryanilerin
de bu mezhebe geçmesini sağlamışlardır355.
Osmanlı
Devleti’nin
doğu
vilayetlerini
gezen
Rus
Tuğgenerali
Mayewski’nin verdiği bilgilere göre de 1890’lı yıllarda Van’da Katolik
misyonerlerinin
çalışmalarını
arttırdıkları
anlaşılmaktadır.
Başkanları
Musul’da ikamet eden Dominik rütbesindeki papazların amaçları Ermeniler ve
Nasturileri
bütün
vasıtaları
kullanarak
Katolik
yapmaktır.
Mayewski,
Katolikleştirme çalışmalarında en etkili gücün para olduğunu ve misyonerlerin
bu konudaki başarılarının kasalarının doluluğu veya boşluğu ile orantılı
olduğunu söylemektedir356.
Siirt Livası Sason sabık Naibi Ahmed Fazıl Efendi’nin 1895 (H.1313)
senesinde sunmuş olduğu bir layihadan da anlaşıldığı üzere, merkezleri
Musul’da olan Diyarbakır, Bitlis, Hakkari, Van vilayetleri ve bunların
kazalarında genellikle cahil köylü Hıristiyanlar ile bazı Müslümanlar üzerinde
tesirleri bulunan Cizvit papazları yabancı konsolosların himayesi altında
faaliyet göstermektedirler. Bu papazlar, hükümette nüfuz ve itibar sahibi
olduklarını beyan ederek cahil halkı “Sizi vergiden kurtarırız” vaatleriyle
kandırarak, papalıktan almış oldukları yetkilerle onları Katolik mezhebine
çevirmeye çalışmakta, maddi ve manevi her türlü yardım ve himayede
bulunacaklarını söyleyerek halkı kandırmaktaydılar. Bunu yaparken de
kullandıkları en önemli araçlar şüphesiz serbest matbaalar ve okullardı.
355
356
Özcoşar, a.g.e., s. 383-385.
Mayevsrıy, a.g.e., s. 96.
114
Hemen her yerde sübyan ve erkek okulları bulunmaktadır. Bunun yanı sıra
Müslüman kızlarının da yabancı terbiyesinden etkilendiği ve özellikle Süryani,
Keldani ve Ermeni çocuklarının düşünce yapılarının değiştirilmesinde bu
papazların büyük rolleri olduğu görülmektedir. Ayrıca adı geçen bölgelerdeki,
halkın cehaletleri ve memurların aciz tutumları misyoner faaliyetlerini
kolaylaştırmaktadır. Diğer taraftan bu papazlar zaman zaman seyahatlerde
bulunarak memurlara hediyeler takdim etmektedirler ki bu da üzerinde
durulan önemli konulardan biridir357.
Ayrıca Cizvit Dominikan Şirketi’nin etkili azalarından Mösyö Birje adlı
şahsın bu bölgedeki papazlarla açık veya şifreli haberleşmesinin eksik
olmadığı da hükümet tarafından tespit edilmiştir358.
Yine Cizvitlerden olduğu halde on beş seneyi aşkın bir müddetten beri
Katolik mezhebini yaymak görevi ile Siirt ve Van dolaylarında dolaşmakta
olan Perda Frans adlı şahsın faaliyetlerinden de burada bahsetmek yerinde
olacaktır. Bu şahıs, bölgede Katolik propagandası yaptıktan sonra her
nasılsa Fransız Konsolosluğu’nu ele geçirmiş ve Çölemerik taraflarındaki
Nasturilerin bir kısmını Katolik yapmakla kalmamış, Nasturilerin ruhani reisi
Mar Şimun’un yeğeni ve muhalifi Nemrud’u da adı geçen mezhebe çevirmeyi
başarmıştır. Özellikle Nasturilerin Tiyari Aşireti üzerinde etkili olan Perda
Frans, bir kısım Kürt aşireti ile Nasturiler arasında hayvanların çalınması gibi
konular nedeniyle çıkan anlaşmazlıklara da karışarak hükümet memurlarına
müdahalede bulunmuştur359. Osmanlı Hükümeti hemen tedbir alarak acilen
bu şahsın bölgeden uzaklaştırılmasına çalışmıştır360.
Yine 1898 (H.1316) tarihli bir belgede; Çölemerik civarına giden Fransa
Konsolosu’nun, merkez vilayetteki Ermeniler ve Nasturiler arasında olduğu
gibi Çölemerik Nasturilerini Katolik mezhebine kazandırmak amacıyla
Musul’dan gelen bir papazla görüşmelerde bulunduğu belirtilmektedir. Ayrıca
bölgede Rusların da Ortodoksluğu yayma faaliyetlerinde bulundukları ve
357
BOA, YEE., Dosya No. 131, Gömlek No. 32.
BOA, YEE., Dosya No. 131, Gömlek No. 32.
359
BOA, A.MKT.MHM., Dosya No: 642, Gömlek No: 2.
360
BOA, A.MKT.MHM., Dosya No: 642, Gömlek No: 2.
358
115
Fransa’nın faaliyetlerinin Rusya’ya göre daha ehven olmasına rağmen yine
de gereken tedbirlerin alınması gerektiği ifade edilmektedir361.
Katolik misyonerlerinin bu faaliyetlerine rağmen, Nasturilerin dini
konulardaki samimiyeti tartışılır niteliktedir. Mayewski’nin vermiş olduğu
örneklerden durum daha iyi anlaşılmaktadır. Mayewski, Doğu Hıristiyanları ile
temasta bulunan herkesin, onlarda temel Hıristiyan geleneğinin olmadığını
müşahede edebileceğini söylemektedir. Mayewski bu tespitine devamla,
“…Allah korkusu ve dindarlıkları söz konusu olmayan Doğu Hıristiyanlarının
ellerine en küçük bir fırsat geçse kendi dindaşları olan diğer Hıristiyanlara
Müslümanlardan on kat daha fazla zarar verirler.” demektedir362.
Van civarlarındaki küçük Nasturi köylerini ziyaret eden Mayewski,
buradaki Nasturiler adına bir papazın Ortodoks kilisesi himayesine girmek
için 1898 yılında müracaatta bulunduğunu; gelen cevabın “eğer kendileri arzu
ediyorlarsa, hiçbir mani yoktur gelsinler ve bizim kiliseye tabi olsunlar. Fakat
bir iki papazı Rusya’ya gönderin ki, buralarda bizim kilisenin ayinlerini
öğrensinler” şeklinde olduğunu söyledikten sonra cevabın papazı pek tatmin
etmediğini ve papazın ısrarı üzerine dilekçenin İstanbul’a gönderildiğini ancak
aynı cevabın tekrarlandığını anlatmaktadır. Mayewski, bundan sonra
buluşmalar ve konuşmaların kesildiğini, fakat Nasturilerin daha sonra
kendileri Ortodoksluğa kabul edilmediklerinden çaresiz Katolik olduklarını
duyduğunu ifade etmektedir.
İki yıl sonra seyahatten dönerken Nasturilerin köyü olan Sel’e uğrayan
Mayewski, tesadüfen aynı papazın evinde kalmıştır. Mayewski, papazla
yaptığı görüşmeden papazın ilginç bir sözünü nakletmektedir: “Katoliklerin
başkanı olan Perda Frans ‘Katolik ayinlerini icra ediyor musunuz?’ şeklinde
bir soru sorarsa ‘Henüz söz verdiğin iki öküz gelmediğinden ayinlerimizi hâlâ
eski usule göre ifa ediyoruz ve öküzler gelene kadar da aynı usule göre
devam edeceğiz.’ diyeceğim.”363
361
BOA, A.MKT.MHM., Dosya No: 698, Gömlek No: 16.
Mayevsrıy, a.g.e., s. 90.
363
Mayevsrıy, a.g.e., s.97.
362
116
Burada
zikredilen
ifadeden
de
anlaşılmaktadır
ki,
Nasturiler
mezheplerini değiştirseler bile bunda pek sadık kalmayıp, maddi çıkarlara
göre davranmaktadırlar. Mayewski’nin de belirttiği gibi, “İki değil, on iki öküz
verilseydi Nasturiler başka mezhebe göre ayin yapmaya hazırdılar.” 364
Katolik misyonerlerinin Hıristiyan cemaatler üzerindeki en büyük etkileri
patriklik
mücadeleleri
sırasında
görülmektedir.
Gerek
Katolik-Keldani
Patrikliği’nin kurulması gerekse Katolik-Süryani Cemaati’nin oluşmasındaki
en büyük etken patriklik mücadeleleri olmuş ve bu mücadeleler esnasında
Papalık, rakiplerden birini destekleyerek Katolik olmasını sağlamış ve onu
seçen halk da doğal olarak Katolik mezhebini kabul etmiştir. Katolik tebaa
üzerindeki himaye hakkı ile başka bir devletin iç meselelerine karışmanın
yolunu bulan Fransa, bu amaçla kullandığı Katolik misyonerler sayesinde
Roma yanlısı patriklerin tayini ya da Roma karşıtı patriklerin azledilmesi için
büyük gayret sarf etmiştir365.
Katolik olan patriklere Papalığın maddi yardımları da görülmektedir.
Buna örnek olarak Süryani Katolik Patriği olan Antun’un Roma’ya giderek
Papa’dan aldığı büyük miktarda paralarla 1860 yılında Mardin’de Meryem
Ana Manastırı’nı inşa ettirmesi verilebilir366.
Katolik misyonerlerinin Hıristiyan cemaatler üzerindeki dini görünüp
esasen politik olan faaliyetlerinin pratikte doğurduğu olumsuz sonuçlardan
biri de idare meselesiydi. Katolikliği kabul edenlerin sayısının giderek artması
bunların hangi patriklik makamınca idare edilmesi gerektiği sorununu da
gündeme getirmişti. Devlet çıkan sorunlar nedeniyle önceleri mezhep
değişikliklerini yasakladıysa da daha sonra izin vermek zorunda kalmıştır.
Ortaya çıkan yeni Katolik gruplar meşruiyet kazanmak için devlet tarafından
tanınma amacına yönelik faaliyetlere başlamışlardır.
İşte bu girişimler 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Katolikliği resmen
tanıması ile sonuçlanmıştır. Aslında bu tanıma Süryanilerden bağımsız
olarak gelişmiş, ancak Süryaniler içinde Katolik olan grupların da resmen
364
Mayevsrıy, a.g.e., s. 97.
Robert Anhegger, “ Osmanlı Devleti’nde Hıristiyanlar ve İç Tartışmalar 1”, Tarih ve Toplum, C.
VIII, S. 46, Ekim 1987, s. 55.
366
Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 289.
365
117
tanınmasını sağlamıştır. Katolik Ermeni Cemaati’nin bir millet olarak kabul
edilmesinden sonra (1830) Katolik Rum ve Maruniler daha sonra da Katolik
Süryaniler ve Keldaniler bu patrikliğe bağlanmışlardır. Ancak bundan sonra
bu cemaatler belki de hiç beklemedikleri bir şekilde her işlerinde Papa’nın
müdahalesi ile karşı karşıya kalacaklardır367.
Nasturiler arasında Katolikliği kabul edenler ve Süryani Katolik
Cemaati’nin oluşması gibi olaylar bir tarafa bırakılacak olursa Fransa’nın
Süryaniler üzerinde politik manada pek de başarılı olduğu söylenemez.
Katolik olan grupların çıkardığı bir gürültünün olmayışı da bunun açık
göstergesidir368. Özellikle Katolik Süryanilerin ve Keldanilerin sayıca fazla
olduğu Musul’da Fransa’nın nüfuzu fazlaydı. Ancak Keldani Patrikliği ile
Roma arasında dogma ve ahlak alanlarında Papa’nın yanılmazlığı ilkesinin
tanınması ve Vatikan’ın kiliseye Süryani ayinleri yerine Latin ayinlerini
sokmak istemesi yüzünden çatışma çıkmış ve 1877’de taraflar birbirlerinden
koparak Fransa, Latin Papacı tarafı tutarken Osmanlı Devleti diğer tarafı
desteklemiştir. Keldanilerin Papa’ya karşı olan grubu, Fransız konsolosu
tarafından
temsil
edilmediklerini
görünce
Süryaniler
gibi
İngiliz
Konsolosluğu’na başvurmuştur369. Bu durumdan anlıyoruz ki Hıristiyan
topluluklar da büyük devletler gibi kendi çıkarlarını düşünmekte ve hem dini
hem de politik açıdan birbirlerine rakip olan devletlere yaklaşarak isteklerini
yerine getirmeye çalışmaktadırlar.
Burada Fransızların misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde Osmanlı
Devleti’nde
Fransızlar
tarafından
açılan
misyoner
okullarından
da
bahsetmemiz yerinde olacaktır.
Kapitülasyonların sağladığı avantajı en iyi kullanan devletlerden biri
olan Fransa’nın misyonerlik faaliyetleri, Fransız İhtilali sonrası dini tarikatların
geçirmiş oldukları sarsıntıya rağmen hızından hiç bir şey kaybetmemiştir.
Fransız misyonerleri, Kapitülasyonlarda “serbest-i ayin” şeklinde belirtilen
hükmü sanki okulları da içine almış gibi maksatlarına hizmet edecek şekilde
367
Özcoşar, “Papalığın Müdahalesi…”, s. 270-271.
Çetin, a.g.t., s. 48.
369
Yonan, a.g.e., s. 54.
368
118
yorumlamışlar ve 1869’a gelinceye kadar okul sayısını yaklaşık 76’ya
ulaştırmışlardır.
Islahat
Fermanı’nın
getirdiği
hükümler
de
Fransız
misyonerlerinin daha rahat hareket etmelerini sağlamıştır.
Osmanlı Devleti 1869 tarihinde eğitimi düzenlemek maksadıyla bir
nizamname neşretmiş ve bu düzenlemenin 129. Maddesi vasıtasıyla özel ve
yabancı devletlere ait okulları kontrol altına almayı amaçlamıştır. Fransız
okullarının bu düzenlemeden pek etkilenmedikleri aşikârdır. 1869 tarihinde
76 civarında bulunan okul sayısı, 1876’da 93 ve 1905 tarihinde 198’e
ulaşmıştır. Okul sayısındaki bu artışın yanı sıra Osmanlı Devleti, bu okulların
hemen hemen hiç birini kontrol altına almayı başaramamıştır. Yabancı okullar
hakkında hassasiyeti ile bilinen II. Abdülhamid devrinde bu okulların sayısının
250’ye ulaşması bunun en açık göstergesidir. Bu okullar yanında misyoner
faaliyetlerinin ayrılmaz parçası olan kilise, manastır, hastane, sanat öğretilen
atölyeler ve misyoner evleri bu sayıya ilave edildiğinde ortaya çok ciddi
rakamların çıktığı görülmektedir370.
II. Abdülhamid, özellikle Cizvit ve Protestan misyonerlerinin faaliyetleri
karşısında Maarif Nizamnamesi’nin 129. Maddesini tadil ettirmek üzere
devlet ricalinin harekete geçmesini istemiştir. II. Abdülhamid, misyonerlerin
okul açma faaliyetlerini kontrol altına almak için 1887 (H. 1304) tarihli bir
irade ile 129. Maddede “Taşralarda valilere, İstanbul’da Maarif Nezareti’ne”
verilen ruhsat verme yetkisini, irade alma zorunluluğunu getirmek suretiyle
kısıtlama yoluna gitmiştir. Misyonerlerin İmparatorluktaki Hıristiyan unsurlar
üzerindeki olumsuz faaliyetlerinden rahatsızlık duyan II. Abdülhamid, yaveri
Derviş Paşa başkanlığında bir komisyon kurdurarak bu zararlı cemiyetlerin
faaliyetlerini önlemeye çalışmışsa da pek başarılı olduğu söylenemez371.
1900’lü yıllarda Mardin’de Kapusenlere ait iki okul binası bulunmaktadır.
Ancak bu binaların ruhsatlı olmadıkları da anlaşılmaktadır. Bu okullar
Amerikan misyonerlerine ait okullarla kıyaslanamasa da Katolikliğin yayılması
için etkili oldukları da bir gerçektir372.
370
Mutlu, a.g.e., s. 140-142.
Mutlu, a.g.e., s. 143-144..
372
Özcoşar, a.g.e., s. 387-388.
371
119
Katolik Fransız okullarında öğrenim gören öğrenci sayısını okulların
tesis tarihinden itibaren yıllara göre takip etmek ise oldukça güçtür. Osmanlı
yetkili makamlarına bu konuyla ilgili yeterli bilgi verilmemesi ve açılan
okulların bir kısmının ruhsatsız olması kesin rakamların tespit edilmesine
engel olmaktadır. Bu okullara yoğun olarak Maruni, Katolik Rum, Keldani,
Rum Ortodoks, Süryani, Ermeni, Musevi, Rum, Bulgar ve Latin öğrenciler
devam etmektedir. Bu milletlerin yoğunluğu okulun bulunduğu bölgeye göre
değişmektedir. Kudüs’de Latin öğrenciler sayıca çokken, Lübnan’da Maruni,
Rum Ortodoks ve Rum Katoliklerin daha fazla olması doğaldır. Örneğin
Lübnan’da Uzeyz Kasabası’nda Cizvitler idaresinde 200 Maruni öğrenci
bulunan bir okulun yanı sıra, Hamana köyünde biri Cizvitler diğeri Bon Naşör
Rahibeler Cemiyeti idaresinde Rum Katolik, Rum Ortodoks, Latin ve
Marunilerin karışık olduğu okullar ile Brommana köyünde Lazarist Rahibeler
Cemiyeti’ne ait yine karışık okullar bulunmaktadır. Ayrıca Şiveyr, Hanşare,
Babedat, Bekazya, Şiyah ve Sakiyetü’l Misk köylerinde de Maruni çocukların
devam ettikleri Cizvit ve Kapuçin cemiyetlerinin okulları vardır. Bunların
dışında Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları Siirt’te Katolik papazlar
tarafından inşa edilen ve Süryani, Keldani ve Ermeni Katolik çocuklarının
okuduğu iki okul ve Musul’da Keldani ve Süryani Katolik çocuklarının gittiği
Péres Augustins de l’Assomptions Fransız Mektebi mevcuttur373.
4.3. Rusya
4.3.1. Rusya’nın Süryanilerle İlgili Planları
Rusya’nın Avrupa’da kendinden söz edilir bir devlet haline gelmesi Çar
I. Petro devrine (1682-1725) rastlar. Ülkesinde gerekli reformları yapan Petro
bundan sonra genişleme ve yayılma politikası gütmeye başlamıştır. Bir Rus
âliminin de şu sözlerle ifade ettiği gibi “Rusya’nın güneye doğru inişi, tarihi,
siyasi ve ekonomik bir zarurettir. Bu inişe karşı koyacak devlet düşman bir
devlettir. Rus siyasetinin istediği şey netice itibariyle Doğu İmparatorluğu’nun
373
Mutlu, a.g.e., s. 205-207, 211, 226; Diğer Fransız okullarının listesi ve ayrıntılı bilgi için Bkz.
Mutlu, a.g.e.
120
canlandırılmasıdır.”374 Başlangıçta tamamen bir kara devleti olan Rusya’nın,
yayılma siyaseti gereği iki istikamette topraklarını genişletmesi gerekiyordu.
Biri Baltık Denizi diğeri de Karadeniz. Fakat her iki istikamette de karşısında
bir engel bulunmaktaydı. Baltık Denizi’ne çıkmasında İsveç, Karadeniz’e
çıkmasında ise Kırım Hanlığı dolayısıyla Osmanlı Devleti engel teşkil
etmekteydi. Devam eden yıllar içerisinde bu amaçlarına ulaşan Rusya, 19
yüzyıla gelindiğinde Boğazların ele geçirilmesi hiç olmazsa kendisine sürekli
açık hale gelmesi politikasına yönelmiştir375.
Geleneksel sıcak denizlere inmek arzusunun bir sonucu olarak
Boğazları herhangi bir yabancı devletin eline düşmemesi gereken bir anahtar
olarak gören376 Rusya ile İngiltere’nin bu noktada çıkarları çarpışmakta ve
Rusya’nın bu arzusunu kendisi için bir tehdit olarak algılayan İngiltere
Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmaktaydı. Rusya ise bu amaca
hizmet etmesi açısından Osmanlı Devleti’nin zayıf düşmesini istiyor bir
yandan Balkanlarda karışıklıklar çıkarırken diğer taraftan devletin doğu
bölgelerindeki Ermeniler ve diğer Hıristiyan unsurlardan yararlanmak
istiyordu377. Doğu bölgeleri onlar için stratejik bir öneme sahipti. Çünkü bu
bölge Karadeniz, İskenderun ve Basra Körfezlerinin oluşturduğu bir üçgenin
içinde kalmakta aynı zamanda Azerbaycan ve Hazar Denizi yoluyla İç
Asya’ya açılmanın en iyi yolu olarak görünmekteydi. İşte bu stratejik konum
nedeniyle önemli olan bölge sadece Rusya’nın değil, İngiltere’nin de ilgi
alanına girdiğinden ve İngiltere Hindistan’a giden ticaret yolunun güvenliğini
bu bölgeyi elde ederek sağlayabileceğinden her iki devletin emperyalist
emelleri Osmanlı topraklarında kilitlenmiştir378. Bu bölgede yaşayan etnik
grupların hâkim unsur olan Türklere karşı kışkırtılmaları ve bölgede Rusya
için uygun bir ortamın oluşturulması Rusya’nın planlarından bir tanesiydi379.
1877-1878
Osmanlı-Rus
Savaşı’ndan
sonra
imzalanan
Ayastefanos
Antlaşması’nın 16. Maddesi gereğince Ermenilerin sakin bulundukları
374
Sagay, a.g.e., s. 71.
Armaoğlu, a.g.e., s. 51-52.
376
Sagay, a.g.e., s. 71.
377
Sagay, a.g.e., s. 71.
378
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 63-64.
379
Ertürk, a.g.e., s. 58.
375
121
bölgelerde derhal ıslahat yapılması Osmanlı Devleti tarafından kabul
edilmiştir. Her ne kadar bu antlaşma daha sonra Berlin’de değiştirildiyse de
Rusya’nın
amaçlarını
yansıtması
bakımından
önemlidir.
Rusya
bu
anlaşmayla Kars, Ardahan, Batum vilayetleriyle Bayezid ve Eleşkirt vadilerine
yerleşerek Ortadoğu’ya hâkim önemli köprübaşlarını da elde etmiş
oluyordu380.
Kurmaya çalıştığı hâkimiyet alanı içerisinde Rusya’ya en çok yardım
eden ve adı en çok duyulan Ermeniler olmuştur. Ancak en az Ermeniler
kadar Nasturiler de Ruslara yardım etmişlerdir381. Rusya, Osmanlı Devleti’nin
parçalanması için Ermeni meselenin yeterli olamayacağını anladığı anda
Ermenileri yalnız bırakmıştır. Nasturiler için de aynı durum geçerlidir.
Önceleri Rusya’dan her türlü yardımı gören Nasturiler daha sonra tek
başlarına kalmışlardır.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdiğinde Ruslar savaştan
önce İngiliz
Hükümeti’ne
başvurarak
bölgede
yayılmacı bir politika
izlemeyeceklerine ilişkin güvence vermişlerdi. İngiltere bu söze güvenmemiş
Osmanlı Devleti’ni yenen Rusya Doğu Anadolu’da ilerlemeye başlayınca
İngiliz Hükümeti Türklerle Rusya’ya karşı bir savunma anlaşması yapmıştır.
İngiltere Rus müdahalesine gerekçe olan Nasturileri korumak konusunu
yeniden ele almış ve bundan böyle “Osmanlı Devleti sınırları içindeki Nasturi
ve Süryanilere karşı yapılacak haksızlıkları araştıracağına ve Hıristiyan
haklarını koruyacağına” ilişkin söz vermiştir382. Görülüyor ki iki devlet
arasındaki çıkar çatışması bu savaş esnasında da kendini göstermiştir.
Ruslar İngilizlerden bir süre sonra Nasturiler üzerinde çalışmalara
başlamışlardı. Hem İngilizlerin biraz gevşek davranmalarından hem de
coğrafi yakınlığın avantajından yararlanan Rusya, kısa sürede Nasturileri
kendisine çekmeyi başarmıştı. İngilizlerin 1880 yılında yapmış oldukları
birkaç yazışmadan da bu durum anlaşılmaktadır. İngiltere, Nasturilerin Rusya
tarafına kayışını fark etmekle birlikte çok da önemsememiştir. Çünkü İngilizler
380
Küçük, a.g.e., s. 4.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 65.
382
Bulut, a.g.e., s. 118.
381
122
Nasturileri ciddiyetten uzak ve yapmacık olarak değerlendirirken hareketlerini
de bir nevi blöf olarak görmektedirler383.
Rusya, Şeyh Ubeydullah harekâtı esnasında Hıristiyanlara kötü
davranıldığı, Doğu ve Güneydoğu’da Hıristiyanların baskılara maruz
kaldıkları
ve
bunların
kurtarılması
gerektiği
konusunda
propaganda
faaliyetlerinde bulunarak bu bölgeleri etki altına almaya çalışmıştır384.
Rusya, Nasturileri Ermenilerle birlikte hareket etmeye teşvik ediyordu.
Bu hususta Ermeni ihtilalcilerinin de önemli rolü olmuştur. Hatta Melik
İsmail’e saat hediye edilmesi olayının Ermeni ihtilalcisi Kerimyan tarafından
telkin edilmiş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Zira Doğu Anadolu’da Ermeni
meselesinin yanında bir de Nasturi meselesinin çıkması hem Ermenilerin
işine yarayacak hem de İngiltere ve Rusya’nın müdahalesini sağlayacaktı.
Rusya’nın Nasturilere bağımsızlık vaat etmesindeki asıl maksadın bölgenin
kendi etki sahası içine girmesi ve rakip İngiltere’nin bu bölgede etkisiz hale
getirilmesi olduğu aşikârdır385.
Nasturilerin ise Rusya ile yakınlaşmasının altında İran ve Osmanlı
Devleti’ne karşı yabancı bir güce dayanma arzusu yatmaktadır386. Rus
yayılmacılığına karşı ayakta duran bir Osmanlı Hükümeti isteyen İngiltere,
Nasturilerin çeşitli şikâyetlerini göz ardı ettiğinden bunu fark eden Nasturiler
İngiltere’den uzaklaşıp Rusya ile yakınlaşmışlardır387. Rusya’nın da bölgedeki
çıkarları gereği, kendisine yaklaşmaya çalışan bu topluluğun arzusunu geri
çevirmesi yanlış olurdu388.
1906 yılında Kafkasya’daki Rus Kurmay Başkanlığı, İran’daki konsolos
yardımcısı R. Tirmen’e Hakkari’deki Nasturi önderleri ziyaret etmesini
söylemiştir. Nasturi Patriği Mar Bünyamin Şimun görüşmede Rus diplomatik
temsilcisine
Ruslar
Van’ı
ele
geçirip
Nasturileri
silahlandırabilirlerse
kendisinin 40.000 kişilik bir ordu hazırlayabileceğini ve Bitlis ile Musul
arasındaki alanları Rusya için işgal edebileceğini bildirmiştir. Bundan başka
383
Çetin, a.g.t., s. 39.
Ertürk, a.g.e., s. 61.
385
Kodaman, “II. Abdülhamit Devrinde…”, s. 1106.
386
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 58.
387
Bulut, a.g.e., s. 117.
388
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 58.
384
123
Patrik, Rusya’nın gerekli gördüğü yerlere gönderilmek üzere 20.000 ve
Nasturileri savunmada kullanmak üzere de 20.000 asker hazırlayacağını
ilave etmiştir.
Nasturilerin
Türklere
karşı
savaşlarında
Rusların
müttefiki
olabileceklerini anlayan Tirmen, olası bir savaşta Nasturilerin önemli bir rol
oynayabilecekleri kanısına da varmıştır389.
Rusya kendi topraklarında yaşayan Nasturilerin varlığından da
yararlanarak Osmanlı Devleti topraklarındaki Nasturilerin Ortodoksluğa
geçişine zemin hazırlamıştır. Bir Süryani kaynağı ise Süryanilerin savaşa
girmelerinde Rusların Nasturiler üzerinde yapmış oldukları Ortodoksluk
politikasının etkisi olmadığını, Rusların dinsel yayılmacılığının Nasturiler
arasında ters tepki yapacağını söyledikten sonra Rusların sadece Nasturileri
yandaş olarak görmek istediklerini belirtmektedir390.
Doğu Anadolu’da Nasturilerin Ermenilerle ortak hareket etmelerini
amaçlayan
Rusya’nın
Nasturiler
üzerindeki
faaliyetleri
Birinci
Dünya
Savaşı’nda daha bariz şekilde karşımıza çıkacaktır.
Savaşın ilk yıllarında Osmanlı birlikleri Savuçbulak ve Tebriz’e
girdiklerinde ellerine bir takım Rus belgeleri geçirmişlerdi. Bunlar arasında 26
Mart 1914 tarihinde Rus devlet müşavirlerinden Von Klem adlı birinin Kafkas
genel valisi özel kalemine gönderdiği bir yazı vardır. Bu belgeye göre;
Bedirhanlardan Türk mültecisi Abdürrezzak’a verilen görevlerden biri, Kürtler
ile Ermeniler ve Süryaniler arasında bir yakınlaşma sağlamaktır. Bu
yakınlaşma
şüphesiz
Kürtlerin
menfaatine
olacaktır.
Bu
maksatla
Abdürrezzak buradaki Ermenileri bir Ermeni-Kürt itilaf cemiyeti teşkiline sevk
etmiştir391.
Ele geçirilen belgelerden bir diğeri de Kafkas genel valisinin Dışişleri
Bakanlığı’na çektiği telgraftır. Bu telgrafta vali, “Kendi milletdaşlarından
mürekkep çeteler teşkiline dair Kürt ve Ermeni reisler tarafından gerek Kürt
ve Süryanilerden mürekkep teşkilat icrasını üzerine alan zabitan tarafından
389
Matfiyef, a.g.e., s. 75-76.
Süryanilerin Acı Sonu, Çev. Şükran Yurdagül, İsveç, Nsibin Yayınevi, 1991, s. 20.
391
Bayur, a.g.e., C. III, Ks. 1, s. 220.
390
124
son zamanlarda bazı teklifler yapılmıştır. Bütün bu teklifler kendilerine silah
sağlamak konusundadır. Adı geçen milletlerin sadakatleri bilinmekle birlikte
verilecek silahların belki de Osmanlı lehinde kullanılması ihtimali olduğundan
şimdilik bu isteğin lüzumsuz olacağı kanısındayım.” demektedir.
Rus Dışişleri Bakanlığı da verdiği cevabi yazısında valinin fikrine
katılmakla beraber, kendilerine bu çetelerin teşkili ve kumandası hususu tevdi
olunabilecek emniyetli kimselerin şimdiden tayin edilmesi ve lüzum görülen
silahların da evvelce tedarik olunması görüşünü savunmaktadır392.
Ruslar, içinde Kürtlerin de bulunacağı küçük çetelerin kurulmasını
menfaatleri
açısından
istemekle
birlikte
Kürtlere
tam
anlamıyla
güvenemedikleri için silah sağlamaktan kaçınmışlar ya da geciktirmeye
çalışmışlardır.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere Osmanlı Devleti’ni taksim eden gizli
antlaşmalardan biri olan Sykes Picot Antlaşması’na itiraz eden Rusya,
Fransızların Urmiye Gölü’ne kadar sokulmalarını hoş karşılamamıştır.
Bundan başka Güneydoğu Anadolu’da Kürtler ve Nasturiler gibi bir takım
rahat durmayan aşiretlerin en çetin dağlık yerlerde yarı yarıya Rus ve Fransız
bölgelerinde bulunmaları, sınırın bir yanında sıkıştırıldıkları zaman diğer
tarafa geçip kurtulabilmeleri, mesela Fransız yönetimini daha yumuşak
bulacak olurlarsa Rusya’nın güç durumda kalabileceği ihtimali Rusya’yı
rahatsız etmiştir. Rusya Doğu Anadolu ve Batı İran’da yaşayan ve
Hıristiyanlığın
pek
eski
biçimlerine
bağlı
kalmış
olan
Nasturileri
Ortodokslaştırmayı ve böylelikle onları kendisine birer dayanak yapmayı
düşündüğü için tabiatıyla bu cemaatlerin bütünü ya da hiç olmazsa büyük bir
bölümünün kendi elinde olmasını istemekte ve bu yüzden de Fransa’nın
oralara
sokulmasını
ve
orada
Katoliklik
faaliyetlerinde
bulunmasını
istememekteydi393.
Nasturilerden
1917
İhtilali’ne
kadar
küçük
müttefikleri
olarak
yararlanmasını bilen Rusya, kendi durumunun kötüleştiği her an Nasturileri
yalnız bırakmıştır.
392
393
Bayur, a.g.e., C. III, Ks. 1, s. 222-223.
Bayur, a.g.e., C.III, Ks. 3. s. 78.
125
4.3.2. Rus Misyonerlerinin Faaliyetleri
Bilindiği üzere Rusya Ortodoks olması sebebiyle Osmanlı Devleti
topraklarında yaşayan Ortodoksların hamiliğini üstlenmişti. 19. yüzyılın
sonlarında Nasturilerin sayıca çok oldukları bölgelerde Rusya’nın da
faaliyetlere başladığını görmekteyiz.
Osmanlı topraklarında çalışan Rus misyonlarıyla ilgili dikkati çeken en
önemli
husus;
Rus
misyonlarının
devletleriyle
direkt
bir
ilişkilerinin
bulunmasıdır. Kurulan cemiyetlerin kuruculuğunu Rus veliahtlarının yapmış
olması bunun en güzel örneğini teşkil etmektedir394.
Rus misyonerlerinin Süryani Kadimler üzerinde etkili olduklarını
söylemek pek mümkün değildir. Oswald Parry’nin verdiği bilgiye göre 1892
yılında Kırklar Kilisesi’nde bulunan resimler arasında Rus Kraliyet ailesinin
resimleri
de
bulunmaktadır395.
Bu
durum
Süryani
Kadimlerin
Ortodoksluklarını vurgulamak için Rus Kraliyet ailesini bir sembol olarak
kullanması görüşü ile açıklanabilir. Ancak Rusya ile Süryani Kadimlerin daha
başka bir ilişki içinde olduklarına dair bilgi bulunmamaktadır396.
Nasturilere gelince aslında Rus-Nasturi ilişkilerinin tarihi 6. yüzyıla
dayanır. Ama siyasi bir biçim alması 1826-1828 tarihlerinde İran’ın Urmiye
bölgesinde gerçekleşmiştir397. Urmiye, İngiltere ve Rusya arasında ekonomik
rekabetin bir merkezi konumuna gelmişti. Avrupa’nın transit mal ticareti bu
eyaletten geçiyordu. Urmiye’deki transit ticaretin ana damarları Nasturiler ve
Ermeniler arasındaydı. Bu yüzden Rusya ve İngiltere’nin önemli coğrafi
mevkie sahip olan bu eyalet üzerindeki ekonomik ve politik kontrolü,
Nasturilerin Ortodoks mu yoksa Protestan mı olacakları konusuyla yakından
ilgiliydi398. O dönemde yaşanan Rus-İran savaşı sonrası Rusların onayı ile
Kafkasya’da Erivan’a 100.000 kadar Nasturi yerleşmiştir. Bunu 1840 yılında
ikinci bir grup izlemek istediyse de Rus yetkilileri buna müsaade
394
Özcoşar, a.g.e., s. 415.
Parry, a.g.e., s. 60.
396
Özcoşar, a.g.e., s. 416.
397
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 58.
398
Matfiyef, a.g.e., s. 61.
395
126
etmemişlerdir. Kafkas Valisi Fortensof, Dışişleri Bakanı Nisalrod’a yazmış
olduğu mektubunda; Rusların Nasturilerin Kafkasya’ya yerleşmelerine izin
vermediğini buna karşılık Nasturilerin güvenlerini kazanmak için bu halkın
İran Hükümeti’ne karşı savunulması gerektiğini belirttikten sonra gelecekte
onlardan fazlasıyla yararlanacaklarını söylemiştir399. Yerli Hıristiyanlara
Amerikalılar ve Avrupalılar gibi pek fazla yabancı ve “Batılı” görünmeyen bu
misyonerlerin varlığı, daha ilk yılda İranlı Nasturilerin kitleler halinde Rus
Ortodoks Kilisesi’ne geçmeleri ile sonuçlanmıştır400. Rus heyetinin bu
başarısı Avrupa ve Amerika misyoner heyetine Urmiye’de gelecekte çalışma
şansı bırakmadığı için misyonerler Urmiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır.
İngiliz misyonerler buradan ayrılarak Baradost, Mergaver ve Bergaver
bölgelerinde çalışmalarına devam etmişlerdir401. İran’daki Nasturiler ile
Osmanlı
topraklarındaki
soydaşlarının
ilişkileri
ise
kesintisiz
devam
etmiştir402.
Osmanlı Devleti’nde yaşayan Nasturilerle temas ise 1856 Kırım Savaşı
zamanlarına dayanır. Kırım Savaşı boyunca Nasturi Patriği Mar Şimun,
Rusya’nın yanında yer almak istediğini açıklamış daha sonra da Nasturilerin
Rus Ortodoksluğu ile birleşmesi konusunda görüşmelere başlanmasını
önermiştir. Bu dönemde Rusya’da yaşayan Nasturiler, söz konusu savaşta
Rus ordusu saflarında savaşmışlardır403.
Nasturi Patriği 1868 yılında Kafkas Bölgesi’ndeki Rus genel valisine
başvurup Türk ve Kürt saldırılarına karşı yardım istemiştir. Başvuruyu anında
haber alan İngiliz Başkonsolosu hükümetine yazdığı raporda şu kaydı
düşmüştür; “Nasturilerden 13.000 kadar silahlı milis, Rusya’nın bölgeyi işgal
etmesine yardımcı olacak.” Zaten Kırım Savaşı öncesinde, 3000 kişilik bir
Nasturi grubu Osmanlı topraklarını terk ederek Rus topraklarına göç
etmişlerdi404. Kırım Savaşı sonrasında da Rusya ile Nasturilerin yakın
temasları devam etmiş hem İran’da hem de Osmanlı Devleti’nde Nasturilerin
399
Bulut, a.g.e., s. 115.
Yonan, a.g.e., s. 36.
401
Matfiyef, a.g.e., s. 72.
402
Matfiyef, a.g.e., s. 70.
403
Matfiyef, a.g.e., s. 70.
404
Çetin, a.g.t., s. 38.
400
127
bir bölümü Rus Kilisesine bağlanmışlardır. 1890’lı yıllara gelindiğinde Van ve
Elbak bölgelerinde bulunan Nasturiler ve diğer bazı küçük Süryani grupları da
Rus topraklarına çekilmişlerdir405. 1898’de Nasturi Patriği Mar Şimun, birçok
rahip arkadaşı ve 15.000 kadar Nasturi ile birlikte Rus Ortodoks Kilisesi’ne
iltihak etmiştir. Artık Ruslar ve Kazak Alayları bu binlerce Hıristiyan’ın
koruyucusudur ve Rus Kilisesi hükümetle anlaşarak gelenleri kendine daha
sıkı
bağlamak
için
girişimlerde
bulunmuştur406.
Bu
geçişler
Rus
misyonerlerinin çalışmalarına bağlanabileceği gibi Nasturilerle de doğrudan
ilgilidir. Daha önce Amerikan ve İngiliz misyonerlerinin aralarındaki
rekabetten yararlanmaya çalışan Nasturiler, bu defa aynı oyunu Rusya ile
İngiltere
arasında
oynamaktaydılar.
İngiliz
misyonerlerinin
faaliyetleri
kısmında da bahsettiğimiz gibi, din ve mezhep konularında oldukça
samimiyetsiz olan Nasturiler, para karşılığı mezheplerini değiştirebilecek
kadar şeklen dindardılar.
Rusya Nasturilere açıkça bir muhtariyet ve daha sonra da bağımsızlık
vaat ediyordu. Ancak ilk aşamada himaye sözü verilmekteydi. 2 Şubat
1880’de Yüzbaşı Clayton’dan Layard’a yazılan raporda; Ermenilerin tanınmış
rahiplerinden Ohannes Vartabed’den elde ettiği bilgilere dayanarak, Clayton,
beş ay önce bir Nasturi’nin Vartabed’e geldiğini ve elinde Rusların Nasturileri
himaye etmesi ve buna karşılık istediklerini vereceklerinin yazılı olduğu,
melikler tarafından Grandük Michael’e yazılmış bir dilekçe bulunduğundan
bahsettikten sonra bu kişinin Rusya’ya güvenli bir şekilde geçebilmeleri için
Ohannes Vartabed’den yardım isteğini belirtmektedir. Mar Şimun ise bu
hareketin aleyhinde olup, imzasını meliklerinin ısrarı sonucu atmak zorunda
kaldığını belirtmiştir407. Clayton bölgedeki Osmanlı yetkililerinden Tosun
Paşa’nın olayı farklı açılardan yorumladığını belirtmiştir. Tosun Paşa’ya göre;
Rusya Nasturilerin yıllardır İngiltere’den bekledikleri yardımı alamadıklarını
düşünüyordu. Artık Rus vaatlerini değerlendirmeliydiler. Rusya’nın yaptıkları
yapacaklarının teminatıydı. Her ne kadar bir avuç insan ise de Türk
405
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 58.
Yonan, a.g.e., s. 36.
407
Şimşir, a.g.e., .s 405.
406
128
Hükümetine karşı çıkıp daha sonra Ruslar tarafından bağımsızlıkları verilen
Dağıstan örneğinde olduğu gibi daha kalabalık ve daha mühim olan
Nasturilere niçin bağımsızlık verilmeyecekti408.
Türk makamları ve İngilizler bu propagandadan haberdar idiler. Reform
komisyonu ve Van valisi, İngiliz Konsolosu Yüzbaşı Clayton’a Ruslarla
Nasturiler arasında bir haberleşmenin olup olmadığı hakkında sorular
sormuşlardır.
Clayton,
bu
haberleşmenin
Türk
Hükümeti
tarafından
Nasturilerin cezalandırılması için bir bahane olarak kullanılmasından endişe
etmekteydi. Yine Clayton’a göre Nasturiler davranışlarıyla ihanete katılma
eğilimi göstermekteydiler. Nasturiler İngiliz ve Ruslardan yardım almak için
sürekli ve gevşek bir oyuna başvurmaktaydılar. Clayton Mar Şimun’u ziyaret
edip bu konuda ona nasihatte bulunacağını Layard’a Şubat 1880’de rapor
etmiştir409. Ruslar o dönemde düşman olarak görüldüğünden onların
Nasturilerle temas halinde bulunmaları, savaşın kötü sonuçlarının sorumlusu
olarak Hıristiyanları gören Müslüman halkın Hıristiyan halka olan antipatisinin
artmasından İngiltere bile endişe etmekteydi410.
Nasturi Reisi Mar Şimun’un iki devletle de ilişkilerini koruduğunu
söylemiştik. Van Valisi Bahri Bey’den 1893 (H. 1310) tarihinde alınan bir
telgrafta Mar Şimun’un bundan birkaç sene evvel Rusya Devleti’ne hitaben
kaleme aldığı bir mektupta himaye talebinde bulunduğu belirtildikten sonra
gerekenin yapılması istenmiştir411.
Bölgede iki rakip güç olarak faaliyet gösteren İngiltere ve Rusya, Nasturi
aşiretlerinin aralarındaki anlaşmazlıklardan da istifade etmeye çalışmışlardır.
Hakkari mutasarrıfının Erzincan’da Yaver-i Ekrem Müşir ve Müfettiş Şakir
Paşa’ya 1896 (H. 13 Zilhicce 1313) tarihinde yazmış olduğu rapora göre; Mar
Şimun İngiltere’nin, kardeşinin oğlu Nemrut Efendi de Rusya’nın politikasına
hizmet etmekteydiler. Meliklerden bir kısmının Mar Şimun bir kısmının ise
Nemrut Efendi tarafında olduğu412 da düşünülecek olursa İngiliz ve Rus
408
Şimşir, a.g.e., s. 405-406.
Şimşir, a.g.e., s. 428.
410
Şimşir, a.g.e., s. 428; Çetin, a.g.t., s. 40.
411
BOA, Y.MTV., Dosya No. 73, Gömlek No. 135.
412
BOA, Y.EE., Dosya No. 132, Gömlek No. 26.
409
129
emperyalizmi güya yardım etmek istedikleri Nasturileri iki kısma ayırarak
onları kendi çıkarları için suiistimal etmişlerdir. Bu çalışmalar nedeniyle Mar
Şimun ve Nemrut taraftarları arasında soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştır.
Nitekim 1894-1896 tarihlerinden itibaren Nasturi cemaatinin yarısını teşkil
eden Tiyari ve Tohup Nasturileri Rus siyasetinin vasıtası durumuna
gelmişlerdir. Bunlardan Tiyari Aşireti Reisi Melik Toma tahminen sözü edilen
yıllarda iki yıl içinde beş defa Rusya’ya giderek eğitim görmüş ve 1896
yılında Rusya’da ikamet etmiştir. Kendisi Rusya’da bulunurken aşiretin
başında bıraktığı oğlu Melik İsmail Van’da bulunan Rus konsolosu ile sürekli
münasebet halinde bulunmaktaydı. Hatta İngiltere’nin Mar Şimun’a altın saat
hediye ettiği duyulunca, Rusya da konsolosu vasıtasıyla Melik İsmail’e bir
saat hediye etmiştir. Erkan-ı Harp Kolağalarından Mehmet Ali Efendi’nin
layihasında da güçlü bir noktadan Nasturiler üzerine nüfuz eden İngiltere’ye
rağmen Rusya’nın da Nasturi aşiretleri indinde nüfuz azminde oldukları ve
Tiyari Meliki İsmail ile Van’daki Rus konsolos yardımcısının muhaberelerde
bulunduğu belirtilmiştir. Aynı belgede Melik İsmail’e verilen saatten de
bahsedilmektedir413.
Rusya ile uzun bir süre temas halinde bulunan Nasturilerin Rusya’dan
silah elde ederek İran üzerinden Osmanlı Devleti topraklarına giren
Ermenilere de yardım ettikleri bilinmektedir. Amaçları Van’da kargaşa
çıkarmak olan Ermenilere Nasturiler de yataklık etmişlerdir414.
Rus Nasturi yakınlaşması gözler önünde olduğu halde Osmanlı Devleti
Nasturilerin faaliyetlerine engel olamamıştır. Nasturilerle temas kurmayı
deneyen Osmanlı Devleti Tiyari bölgesinde bir kaymakamlık teşkiline ve
kaymakamlığa da aylık 2500 kuruş maaşla Mar Şimun’un yeğeni Davut
Efendi’nin ve muavinliğine de aylık 1000 kuruş maaşla Çölemerikli Ahmet
Bey’in getirilmesine karar verilmiştir. Bunun yanı sıra kaymakamlıkta bir
mahkeme teşkiliyle, riyasetine aylık 1500 kuruş maaşla Mar Şimun’un
kardeşinin oğlu Nemrut Efendi’nin tayini uygun görülmüştür. Aynı belgeden
anladığımıza göre bölgede bir de jandarma bölüğünün kurulması ayrıca
413
414
BOA, Y.PRK.DH, Dosya No. 9, Gömlek No. 26.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 67.
130
meliklere münasip bir maaşın tahsisi ile İmadiye Kazası’nın Musul
vilayetinden ayrılarak eskisi gibi Hakkari’ye ilhakına karar verilmiştir415.
Osmanlı Devleti bu tür faaliyetlerle Nasturileri kendi tarafına çekmeyi
amaçlamıştır. Ancak bunda başarılı olamadığı da Nasturilerin Birinci Dünya
Savaşı’nda devlete karşı savaşmasından anlaşılmaktadır.
Rusya’nın Ermenilerle yakından ilgilendiği, onlar adına Osmanlı
Devleti’nden yardım talebinde bulunduğu Osmanlı Devleti’nin de elinden
geldiğince bu reformları geciktirmeye çalıştığı bilinmektedir. Ancak, Rusya’ya
bu yönde destek veren İngiltere’nin de baskısı ile doğuda bir ıslahat projesi
uygulamaya konulmuştur. Ermenileri ayaklanmaya kışkırtmakla kalmayan
Rusya, kendi çıkarları için onlarla birlikte aynı şekilde Nasturileri de kullanmış
ve onlara da bağımsızlık sözü vermiştir416. Rusya’nın Bitlis konsolosunun
İstanbul’daki Rus konsolosuna gönderdiği rapordan da anladığımız kadarıyla,
Ermenilerin Rusya’ya sempatileri bilinmekle birlikte 1904-1905 yıllarında
Süryaniler de Ortodoksluğu kabul etmek için Rus papazlarının getirilmesi
teşebbüslerinde bulunmuşlardır417. 1908 yılından sonra daha önceki
temasları gibi Rusya’dan sığınma talebinde bulunan Nasturilere ise Rusya
öncelikle ihtiyatla yaklaştıysa da 1911’de Salmas, 1912’de Tergaver, 1913’de
Sulduz, 1914’de Merger ve Bıradost Nasturileri Rus Steyfan Kilisesi’ne
katılmışlardır418.
Osmanlı Devleti 1912 yılında Birinci Balkan Savaşı’na sürüklenirken,
Doğu Anadolu’da da durum en buhranlı devreye giriyordu. Hükümetin Van
dolaylarında olay çıkaran Sait Bey ve Mir Mahe gibi Kürt eşkıyaları üzerine
göndermiş olduğu askeri güç başarı sağlayamıyordu. 1911 yılında da
bölgede koyun kaçıran ve birçok Nasturi’yi öldüren Kürt aşiretlere karşı da
askeri bir güç gönderilmişti ama Van’da güvensizlik hâlâ devam ediyordu. Bu
arada kimi Kürt aşiret liderleri de Rus ajanlarla işbirliği yapmayı ihmal
415
BOA, Y.EE., Dosya No. 132, Gömlek No. 26.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 71.
417
Azmi Süslü, Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, Ankara, Ankara
Üniversitesi Basımevi, 1987, s. 25.
418
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 71.
416
131
etmiyordu.
etmekteydi
Musul
419
yöresindeki
Rus
ajanların
da
eylemleri
devam
.
İşte bu ortamda bölgede etkili bir güç olma yolunda ilerleyen Ruslarla ve
İngilizlerle temas kurmaya her an hazır olan Nasturi toplumu, Birinci Dünya
Savaşı’nda tıpkı diğer azınlıkların yaptığı gibi Osmanlı Devleti’nin yanında yer
almaktansa dış güçlerin özellikle de adı geçen iki devletin kendilerine vaat
ettikleri özgürlük sözlerine kanarak Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmayı tercih
edeceklerdir420.
4.4.
Amerika
4.4.1. Amerika’nın Süryanilerle İlgili Planları
Amerika’nın bir İngiliz kolonisi olduğu dönemlerde Osmanlı Devleti’nin
bu kıtayla bir ilişkisi olmadığı gibi Amerika’nın da Türklerle ilgili bilgileri çok
sınırlı ve ilişkileri yok denecek kadar azdı421.
1783 yılında Amerika Birleşik Devletleri milletlerarası politikaya
bağımsız bir devlet olarak girmiştir. Amerika’nın bağımsızlık savaşı
esnasında Avrupalı bazı devletler dolaylı ya da dolaysız olarak bir şekilde
olaya karışmak zorunda kalmışlardı. Avrupa devletlerinin bu tutumları
Amerika’nın bağımsızlığı ile ilgili olmayıp tamamen kendi çıkarları gereğiydi.
Bu durum Amerika’ya göstermiştir ki Avrupa devletlerinin bazı çıkarları ve bu
çıkarlardan doğan politik oyunları vardı ve Amerika’nın bu oyunlar içerisine
girmesinin hiçbir yararı yoktu. Bu sebeple Amerika Avrupa’dan uzak durmuş
ve onların oyunlarına bulaşmamaya çalışmıştır. İşte Amerika’nın bu
politikasına infirad (izolasyon) politikası denilmektedir.
Amerika uzun yıllar bu politikayı devam ettirmiş, Avrupa’yı uzaktan
izlemiştir. Ancak Avrupalı devletler adeta Amerika’nın eteğine yapışmışlardı.
Bu durumu Amerika için tehlikeli gören Cumhurbaşkanı James Monroe, kendi
adıyla anılacak bir doktrin ile Amerika’nın Avrupa işlerine karışmayacağını,
419
Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 398-399.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 70.
421
Açıkses, a.g.e., s. 27.
420
132
buna karşılık Avrupa’nın da Amerika Kıtası’ndan uzak durmaları gerektiğini
bildirmiştir422.
Monroe
Doktrini
Amerika’nın
dış
politikasında
başrol
oynamıştır.
Amerika’nın Osmanlı Devleti ile ilişkileri ise 19. yüzyılda başlamıştı.
Kurulan ilişkilerin gecikmesinde aralarındaki okyanusun büyük payı vardır423.
Bu ilişkiler siyasi olmaktan çok dini, kültürel, ticari ve ekonomikti. Amerika
Osmanlı Devleti’ne ilk olarak ekonomik yönden yaklaşmıştır. Ortadoğu ve
Anadolu topraklarının kaynak zenginliği ve pazar niteliği Amerika için
bilinmeyen konular değildi. Osmanlı Devleti ile yapılan ilk anlaşmalar ve ticari
alandaki yakınlaşmalar424 bu toprakların ve güçlü olanakların Amerika
çıkarları bakımından ne şekilde, hangi ölçülerde ve toplumun hangi
kesimleriyle ilişki kurularak sağlanabileceği konularındaki önemli bilgi ve
araştırma
verilerini
hazırlamıştır.
Amerika’nın
Osmanlı
topraklarına
misyonerler göndermesi de ilk planda bu amaca yönelik olmuştur. Avrupa
devletlerinin kapitülasyonlardan faydalanarak nüfuzlarını pekiştirdikleri ve
özellikle Doğu Hıristiyanlarının İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından
parsellenmeye
çalışıldığı
devrede
Amerika
da
bölgeye
misyonerler
göndererek okullar ve hastaneler vasıtasıyla onlar üzerinde etkili olmaya
başlamıştır425. Amerikan misyonerleri daha ziyade Ermeniler üzerinde faaliyet
göstermişler ve bunda da başarılı olmuşlardır. Ticaret yoluyla başlayıp
misyonerler ile devam eden Ermeni Protestanları himaye konusu daha sonra
Amerika’nın Osmanlı toprakları için belirlediği siyasetin basamaklarından biri
olmuştur. Amerika Ermenileri onların istekleri yönünde bir çaba harcıyormuş
gibi yönlendirmiş ama kendi çıkarları için kullanma amacını gütmüştür.
Amerika için önemli olan Ermeni milleti değil onların kendilerine sağlayacağı
imkânlardı426.
Ermenilerle
ilgilenirken
aynı
bölgede
yaşayan
diğer
Hıristiyanlar ve dolayısıyla Süryaniler de bu ilgiden nasiplerini almışlardı.
422
Armaoğlu, a.g.e., s. 63-71.
Açıkses, a.g.e., s. 38.
424
1830 yılında yapılan antlaşma ile ABD “ en ziyade müsaadeye mazhar devlet” statüsüne kavuşarak
İngiliz ve Fransız tüccarlarının sahip olduğu ayrıcalıklara kavuşmuştur.
425
Metin, a.g.e., s. 66.
426
İlknur Polat, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Açılan Amerikan Okulları Üzerine Bir İnceleme”,
Belleten, C. LII, S. 203, 1988, s. 632.
423
133
Ancak Amerika Birinci Dünya Savaşı’na kadar meseleyi fazla gündeme
getirmemiştir.
Gerçekte Monroe Doktrini’nin bir uzantısı olan bu durum Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra değişmiş ve artık Amerika da Ermenilik, Rumluk vs.
davalarda düşünce ve söz sahibi olmaya başlamıştır.
Amerika’nın
buradaki
amacı
Türkiye’deki
yeraltı
ve
yerüstü
zenginliklerinin kullanılabilmesi için bir hak sağlamak, söz sahibi olmak
noktalarında anlam kazanmaktadır. Bu amaca yönelik olarak mesela
Ermenilerin bağımsız bir varlık olarak kendini göstermesi ve Türkiye
toprakları üzerinde bir devlet kurması; Amerika’nın Ortadoğu’da yerleşmesi,
kendine sadık bir devlet yaratarak rakip Rusya’nın da Akdeniz’e inişini
engelleyecek bir tampon devlet görevi yapması anlamına gelecekti. Hedefi
bu yeraltı ve yerüstü kaynakları olan bu siyasi sömürgecilik, konsolosluklar
tarafından düzenlenen raporlardan da anlaşılmaktadır. Bu raporlardan biri de
Amerika’nın Sivas Konsolosu Mr Jewet tarafından verilen 4 Kasım 1887
tarihli rapordur. Bu raporda; “Anadolu’nun maden kaynakları zengin ama pek
az gelişmiştir. Bir başka devletin elinde olsaydı bu maden kaynakları yüzyılın
en büyük verimini ve servetini sağlardı. Ama bugünkü koşullarda bunlar
hemen hemen hiç değer taşımıyor.” denilerek duruma dikkat çekilmiştir. İşte
Amerika’nın Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan Hıristiyanlar üzerindeki
politik
oyunları bu
sömürge
düşüncesinin
sonucu
olarak
karşımıza
çıkmaktadır427.
Aslında Doğu Hıristiyanlarının durumundan çok da fazla haberdar
olmayan Amerikan kamuoyu, özellikle Ermenilerin faaliyetleri ile bu bölge ile
ilgilenmeye başlamış ve sanki ortada siyasi birliğe, coğrafi bütünlüğe sahip,
halkı ile ordusu ile örgütleriyle bir Ermenistan ya da Doğu Hıristiyanlarından
oluşan bir devlet varmış da Osmanlı Devleti’nin zulmü altında kalmış ya da
Avrupalı büyük güçler tarafından paylaşılmış gibi bir izlenimle yanıltılmaya
çalışılmıştır. Bu propagandanın etkisi ile Ermenilerle daha yakından
ilgilenmeye başlayan Amerika, Birinci Dünya Savaşı sonrasında “Bağımsız
427
Polat, a.g.m., s. 633.
134
bir Ermenistan” fikrini taşımaya başlamıştır428. Kurulacak olan Ermeni
Devleti’nin içerisinde o topraklarda yaşayan Süryanilerin de bulunacağı
kuvvetle muhtemeldir.
Esasen Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 8 Ocak 1918’de ABD
Başkanı Woodrow Wilson’un yayınlamış olduğu 14 notasının 12. Maddesi
gereğince
Osmanlı
Devleti
topraklarındaki
Türk
olmayan
unsurlara
muhtariyet verilmesi fikri Amerika’nın azınlıklarla ilgili düşüncelerini açıkça
ifade etmektedir429.
4.4.2. Amerikan Misyonerlerinin Faaliyetleri
Amerikan misyonerlerinin Yakın Doğu’daki faaliyetleri 18. yüzyılın
sonlarında başlayıp 19. yüzyılda büyük yoğunluk kazanmıştır. Amerika’dan
Anadolu’ya
ilk
gelenler
arasında
çoğunluğu
kaptanlar
ve
tüccarlar
oluşturmuştur. Bunları misyonerler izlemiştir430. Amerikalılar misyonerlik
konusunda o kadar tanınmışlardır ki Osmanlı Devleti’nde misyoner denince
Amerikalı, Amerikalı denince misyoner akla gelmektedir. Geniş müessese ve
faaliyet sahasına yayılan Amerikan misyonerlerinin siyasi ve özellikle de
eğitim alanda yapmış oldukları etki tartışma konusu olmayacak kadar
büyüktür431.
Nasturilere gelince esasen Amerika kamuoyunun Doğu Hıristiyanları
hakkında pek bir bilgisi yoktu. 1820’lerde İstanbul İngiliz Büyükelçiliği’ne bağlı
olarak çalışan rahip Dr Robert Walsh’ın bastırılan notlarının Amerika’da
gazetelerde yayınlanması ve The Missionary Herald adlı bir misyonerlik
yayınında geniş bir şekilde yer verilmesi Amerikalıların ilgisinin Nasturiler
üzerine yoğunlaşmasına sebep oldu432. Aslında 1819-1822 yılları arasında
kendi ifadeleriyle başta paganlar (Yahudiler ve Müslümanlar) ve nominal
Hıristiyanları “aydınlatmak” için Doğu Akdeniz’e yönelmiş olan Amerikan
428
Metin, a.g.e., s. 67.
Hasan Köni, “Kurtuluş Savaşı Öncesi Azınlıklar Sorununa Bir Bakış”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, C. IX, S. 27, Ocak 1994, s. 479.
430
Açıkses, a.g.e., s. 35.
431
Açıkses, a.g.e., s. 23.
432
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 50.
429
135
misyonerlerinin433 Osmanlı Devleti ve İran’daki etkileri artmaya başlamıştı.
1810 yılında yerel dini önderler arasında yapılan bir toplantıda misyonerlik
çalışmaları ile ilgili özel bir büro kurulması kararlaştırıldı. İşte kısaca
American Board olarak da bilinen ve Boston’da kurulan American Board of
Commissioners for Foreign Missions örgütünün kuruluş maksadı gelecekte
misyonerlik örgütleri ağının genişletilmesi yoluyla gerçekleştirilecek istilaya
ortam hazırlamaktı434. American Board’ın Osmanlı Devleti’ne göndermiş
olduğu ilk misyonerler 15 Ocak 1820’de İzmir’e gelen Plinky Fisk ve Levi
Parsons’du. Bu iki misyoner İzmir’e geldiklerinde Osmanlı-Amerikan ilişkileri
yok denecek kadar azdı. Misyonerlerin kozmopolit yapıya sahip bir İslam
ülkesinde bulunduklarından başka Osmanlı Devleti ile ilgili bilgileri pek
yoktu435. Fisk ve Parsons’un asıl görevleri sondaj gerçekleştirmekti. Onlardan
sonra çok uzun bir hizmet dönemi için Osmanlı topraklarına ayak basacak
olan William Goodel’in 1829 yılında Boston’daki meslektaşlarına yazdığı gibi
misyonerler halkın arasına karışacaklardı. Bütün misyonerlerden sistemli bir
şekilde beklenen genel anlamda dinsel açıdan halkın durumunun ne olduğu,
din adamlarının sayıları, eğitim durumları, ülkede eğitim ve öğretime ilişkin
durum ve American Board için çalışma sahası olup olmadığına dair
bilgilerdi436.
Fisk ve Parsons yaklaşık üç yıl İzmir’den Kudüs’e Beyrut’tan
İskenderiye’ye kadar esas itibariyle ticaret yollarını izleyerek dolaştılar ve bir
yandan da sondaj çalışmalarını gerçekleştirdiler437. Osmanlı topraklarının
misyonerlik
faaliyetleri
açısından
Asya’nın
anahtarı
olduğuna
karar
verilmişti438.
Fisk ve Parsons’un İzmir’e ayak bastıkları andan itibaren American
Board’ın başlıca faaliyeti Osmanlı Devleti’ndeki azınlık gruplarını tanımaya
433
Esra Danacıoğlu, “Oryantalizm ve Osmanlı’da Amerikan Misyonerleri”, Toplumsal Tarih, S. 119,
Kasım 2003, s. 91.
434
Matfiyef, a.g.e., s. 65.
435
Seçil Akgün, “Amerikalı Misyonerlerin Anadolu’ya Bakışları”, OTAM, S. 3, 1992, s. 2.
436
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 29-31.
437
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 33.
438
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 29.
136
çalışmak olmuştur439. Önceleri Amerikan misyonerleri İzmir’deki Yahudilerle
ilgilenmişler, daha çok onların nüfuzlarından yararlanmak istemişlerdir. Ancak
Yahudi
tebaa
üzerinde
etkili
olamamışlardır440.
Müslümanların
din
değiştirmesinin de zorluğu anlaşılınca yeni hedef olarak Ermeniler ele
alınmıştır. Bu bağlamda adı geçen misyonerlerden sonra 1829-1830
yıllarında Anadolu’nun içlerine Ermenilerin ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı
bölgelere bir keşif gezisi yapan ilk misyonerler; Henry Otis Dwight ve Eli
Smith olmuştur. Nasturilerin bulundukları bölgeleri de dolaşmışlardır. Bu
misyonerler her ne kadar her türlü ruhban hiyerarşisine karşı olmaları,
herkesin kutsal kitabı okuma ve anlama hakkından söz etmeleri, dini
konulardaki sözleri, giyim kuşamları vs. sebeplerle tepki ile karşılansalar
da441 onların Urmiye’ye yaptıkları keşif ziyareti sonucu hazırladıkları rapor,
Amerikan
desteğindeki
bir
Hıristiyan
Nasturi
hareketinin
bölgedeki
Müslüman-Arap-Kürt ve Fars hâkimiyetini sarsacağını, bölgenin misyonerlik
faaliyetleri bakımından çok verimli olduğunu dile getirerek dikkatleri bölgeye
çekmiştir442.
Smit
ve
Dwight
genel
merkezlerine
gönderdikleri
ilk
saptamalarında Nasturilerle ilgili olarak şunları söylemişlerdir: “Urmiye
Nasturilerine
karşısındaki
özellikle
dikkatinizi
hoşgörüleri,
günah
çekeriz…Bunların
çıkarmayı
diğer
tümüyle
mezhepler
reddedişleri
gibi
özelliklerinin zihnimizde Nasturilere yönelik bir misyonun diğer kiliselerde
olduğundan çok daha az engellerle karşılaşacağına dair güçlü bir düşünce
yaratmıştır.”443
Müslümanları
Eli Smith araştırmalarının sonuçlarını yazdığı kitabında,
Protestanlaştırmanın
olanaksızlığına
değindikten
sonra;
“…Ancak Hıristiyanlar arasında çalışmak suretiyle düşman topraklarının ta
kalbine kolayca girme olanağına kavuşmuş oluyoruz.” diyerek niyetlerini
açıkça ortaya koyuyordu444.
439
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 36-37.
Tozlu, a.g.m., s. 790.
441
Esra Danacıoğlu, “Anadolu’da Birkaç Amerikalı Misyoner”, Toplumsal Tarih, S. 120, Aralık
2003, s. 79.
442
Çetin, a.g.t., s. 43.
443
Tomas Çerme, “Misyonerler: Avrupa Uygarlığının Dünya Geneline Yönelen Taarruzu, Amerikalı
Misyonerler ve Nasturiler”, Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, S.19,
2005, s. 57.
444
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 38.
440
137
Amerikan
misyonerliğiyle
Doğu
Hıristiyanlığı’nın
karşılaşması
Hıristiyanlığın en eskimiş biçimiyle en reforma uğramış tarzının karşılaşması
demekti. Misyonerlerin içlerinde çalışmayı düşündükleri Ermeniler, Nasturiler,
Keldaniler ve Süryanilerin her birinin kendi inanç sistemlerinin merkezinde
ritüeller, seremoniler, adak ve oruç adetleri bulunuyordu. Misyonerler Doğu
Hıristiyanları arasında çalışabileceklerini anladıkları anda çalışmaları her ne
kadar parçalanmalara neden olsa da onlar için doğuyu uygar dünyaya katma
anlamına gelmekteydi. Buradan yola çıkan Amerikan misyonerleri Doğu
Hıristiyanlarının
dini
ritüellerini
yargılamışlar,
kendilerinin
gerçek
doğudakilerin ise ismen Hıristiyan olduklarını ileri sürmüşler ve onları
genellikle “çökmekte olan kiliseler” ya da “yaşayan harabeler” olarak
nitelemişlerdir445.
Doğu Hıristiyanlarının bir misyon alanı olarak saptandığı 1830’larda
Nasturiler Kuzeybatı İran ve Güneydoğu Türkiye arasında iki ayrı grup
halinde yaşıyorlardı. Bunlardan birincisi Urmiye Kenti ve civarı ova köylerinde
ikincisi ise Hakkari ve Cilo Dağları’nda yaşayan Nasturilerdi. Bunların
merkezleri Koçanis’di446.
Misyonerlerin yayınlamış olduğu raporlar üzerine, 1830 yılında TürkAmerikan ilişkilerinin resmen kurulması ile o güne kadar İngiltere’nin
diplomatik
şemsiyesinden
yararlanan447
American
Board
daha
da
rahatlayarak 1834’de Justin Perkins ve karısını İran’a göndermiştir. Bir süre
sonra Dr Asahel Grant da onlara katılmıştır. Daha sonra bunları başka
misyonerler ve basım işleri sorumlusu Breimen izleyecektir448. Urmiye’ye
gelen Perkins Nasturiler üzerinde faaliyetlere başlamıştır. Böylece İran’ın
Urmiye bölgesinde seksen yıl kadar varlığını sürdürecek ve Nasturiler
üzerinde
çok
etkili
olacak
gerçekleştirilecektir449.
445
Danacıoğlu, a.g.m., S.119, s. 92-93.
Çerme, a.g.m., s. 57.
447
Kocabaşoğlu, a.g.b., s. 68.
448
Matfiyef, a.g.e., s. 66.
449
Yonan, a.g.e., s. 32.
446
bir
misyonerlik
istasyonunun
kurulması
138
O dönemde bir başka misyoner grubu daha bölgede çalışmalara
başlayacaktır ki bunlar İngiliz misyonerlerdi. Bu durum iki misyoner grup
arasında rekabete neden olacak bu da bölgede tatsız olayların yaşanmasına
sebebiyet verecektir. Misyonerlerin bölgeye gelişlerine kadar genel anlamda
dostça ilişkiler içinde olan Kürtler ve Nasturiler arasındaki ilişkiler ülkede
misyonerler ve çeşitli diplomatik temsilcilerin bulunmaya başlamasıyla
bozulmuştur.
Farklı
dinlere
mensup
Kürtlerle
Nasturiler
arasında
misyonerlerin çevirmiş olduğu bazı entrikalar bölgedeki huzuru bozmaya
yetmiştir. Örneğin Justin Perkins 1836’da Nasturi Reisi Mar Şimun’a şöyle
yazmıştır; “Mahkemeler ve ıstıraplar,
Müslüman
baskısını
uzun
süre
siz ve halkınız bu topraklardaki
çektiniz,
ABD’deki
Hıristiyan
din
kardeşlerinizin kalplerinde sempati ve ilgi uyandırdınız.” 450
Urmiye misyonu gerçek bir boşluğu doldurmuştur. Birkaç yıl sonra bir
yandan bir düzine okul faaliyete başlarken diğer yandan Grant gelen
hastalarla da ilgileniyordu. Tıbbi beceriler misyonerlerin halkın güvenini
kazanmasına ve bazen de özellikle yöneticilerin batılı doktorlardan yardım
beklediklerinde bir dereceye kadar hoşgörüyle karşılanmalarına olanak
sağlamak açısından son derece önemliydi451. Amerikan misyonu görevini
kültür Protestanlığı’nı yaymak olarak görüyordu. Misyonerler ilkin eğitim
sonra sağlık hizmetleri geliştirerek halkla yakınlaşmayı sürdürmüşler, İncil ve
bazı dini literatürü çevirme yanında okullar ve hastaneler kurarak bu eski
Doğu
Kilisesi’ni
yeniden
canlandırmayı
amaçlamışlardır.
Misyonun
gelmesinden birkaç yıl sonra basımevi de kurulmuş ve misyon dergisi
çıkarılmaya başlanmıştır. Misyonun sağladığı yararlar Müslümanlar için de
açık olmasına rağmen hiçbir Müslüman bu olanaklardan yararlanmak
istememiştir452.
Örgüt bir süre sonra Grant’a istediği ortamı hazırlamış ve Hakkari’ye
gitmesine izin vermiştir. Grant Urmiye’yi Nisan 1839’da terk etmiştir453.
450
Celil, a.g.e., s. 137.
Guest, a.g.e., s. 141-142.
452
Yonan, a.g.e., s. 32-33.
453
Guest, a.g.e., s. 142.
451
139
24 Haziran 1839’da Nusaybin’de meydana gelen muharebe esnasında
Musul’a gitmek için yola çıkan Grant ve bir diğer misyoner Henry Homes,
Diyarbakır’da bulunmaktaydı. Grant ve arkadaşı Mardin’e gitmek için acele
etti ama Grant’ın hasta düşmesi ve anarşinin doruğa tırmanması iki ay
gecikmelerine yol açmıştır. Vali ile birlikte pek çok kişiyi öldüren bir grup
kalabalık, Grant ve arkadaşını kasabanın dışında kurulmuş olan Deyrul
Zafaran Manastırı’na kadar takip etti. Burada Yakubi patriği tam zamanında
onları içeri alarak korudu. Bir hafta sonra Musul valisinin önderliğindeki
askerler düzeni yeniden sağladığında zamanını Yezidiler üzerine bir makale
yazmak için materyal toplamakla geçirmiş olan Homes, İstanbul’a dönmeye
karar vermiş ve Grant ile yolları ayrılmıştır454.
1839’un Ekim ayında Musul’dan Nasturileri ziyaret etmek için yola
koyulan Grant, İmadiye’de verdiği kısa moladan sonra Hakkari’ye yönelmiş
ve
ayın
sonunda
Mar
Şimun’un
makamına
varmıştır455.
Dr
Grant
Mezopotamya’daki Nasturi köylerine adım atar atmaz kendini onların
kurtarıcısı olarak görmeye başlamıştır456.
Mar Şimun ile beş hafta kalmanın verdiği cesaretle Grant, bir soğuk
algınlığından dolayı derhal tedavi olması gereken Hakkari Emiri Nurullah
Bey’i tedavi etmiş karşılığında bir de at alarak yola çıkıp Aralık ayında
Urmiye’ye gelmiştir.
1840 yılında Grant Amerikan Komisyonu’na şahsen rapor vermek için
bir kez daha Urmiye’den ayrılıp Boston yolunu tutmuştur.
1841 yazına gelindiğinde Grant’ın başarılarından ve gelecekteki
muhtemel başarı olasılıklarından etkilenmiş olan Amerikan Kurulu’nun İhtiyat
Komitesi, dağda görev yapacak iki misyoneri daha Osmanlı topraklarına
göndermiştir. Ancak misyonerlerden birinin yolda, karısının da Musul’da
ölmesi ve diğer çiftin de hastalanması neticesinde üçüncü kez Hakkari
dağlarında bulunan Grant işini bırakarak arkadaşlarını tedavi etmek üzere
Musul’a gitmiştir.
454
Guest, a.g.e., s. 147; Çerme, a.g.m., s. 60.
Guest, a.g.e., s. 150-151.
456
Foggo, a.g.e., s. 20.
455
140
Aynı yılın Kasım ayında Grant ve iyileştirdiği misyoner Hindsdale
Musul’un kuzeydoğusunda yer alan Nasturi köylerini ziyaret ettiler. Bu
köylerin büyük bir bölümü Katolik papazlarca dinlerinden döndürülmüş umut
verici olmayan bölgelerdi. Yezidi köylerini de dolaşan misyonerler Yezidi dini
hakkında da bilgi edindiler. Bu gezi sırasında Yezidilerin ve Nasturilerin belki
de İsrail’in kaybolmuş aşiretlerinin soyundan geldikleri yolundaki bir olasılık
Grant’ın ilgisini çekmiştir457.
Bu iki misyoner Musul’a geri dönerken geceyi Şeyxan mirinin
ikametgâhı olan Baedre köyünde geçirmişlerdir. Misyonerlerin orada
geçirdikleri akşamla ilgili günlüklerinde şu notlar vardır; “Emir bizi ziyaret etti.
Dr Grant’ın Mar Şimun’a ve dağdaki Nasturilere yaptığı ziyareti hakkında çok
sorular sordu. Nasturilere büyük saygı beslediğini gizlememişti. Bunlarla
eskiden bir olduklarını şimdi ise kardeş olduklarını, Mar Şimun’un kendisini
dağa davet ettiğini orada konuğu olarak beş yıl kalmasını memnuniyetle
karşılayacağını söylüyordu. Bir zamanlar cesur ve canlı bir halk olarak temsil
ettiği üçbin kişilik Tiyari Nasturisini yönettiğini söylüyordu. Söylediğine göre
halkı
eskiden
Nasturilerle
aynı
dindenmiş
ve
hala
Hıristiyanlığa
inanmaktalarmış.”458
1842-1843 kışı Asahel Grant için bir dönüm noktası olmuştur. 1842
Aralığı’nda Grant’ın dağları terk ettiği dönemde Hakkari’nin Aşita adlı Nasturi
köyünde yeni misyon binasının inşaatına başlanmıştır. Ne var ki Mar
Şimun’un itaatsizliğinden dolayı Bedirhan Bey ve İsmail Bey ile birlikte gizli
planlar kuran Nurullah Bey, yapılmakta olan bu binanın bir kale işlevini
görmeye göre tasarlandığından ve pencerelerin -ki bu pencereler Hakkari’de
yeniydi- tam bir mazgal olduğundan şüphelenmekteydi. Musul Valisi
Muhammed İnce Bayraktar ise sadece üç misyoner aile için tasarlanan dört
odalı bu binanın gerçekte İngiltere parasıyla finanse edilen ve 250 odası olan
bir bina olduğuna inandığını söylüyordu. Paşa bir ara Grant’ın tuzağa
düşürülmesine yönelik emirler vermişse de Grant hastalanan diğer misyoner
457
458
Guest, a.g.e., s. 151-157.
Guest, a.g.e., s. 157-158.
141
Hindsale’i
tedavi
gerçekleştirilememişti
etmek
459
üzere
başka
bir
yoldan
gidince
bu
.
Misyon binası sadece Nurullah Bey’i tedirgin etmemişti. Bölgede
bulunan Kürt beyleri ve bunlardan biri olan Bedirhan Beyi de oldukça
kuşkulandırmıştı. Kürtler, bu faaliyeti Aşita köyünde bir ecnebi sarayının inşa
edilmekte olduğu ve burada esaslı bir şekilde yerleşen Hıristiyanların dinlerini
Kürtler arasında yaymak amacında oldukları şeklinde algılamışlardı460. Ayrıca
binanın
kendilerine
saldırı
düzenlemek
amacıyla
kurulduğunu
da
düşünüyorlardı. Bedirhan Bey bölgede rahatça dolaşan hatta bina yapacak
kadar ileri giden misyonerlerin planlarından şüphelenmekte, misyonerler de
bu şüpheleri giderecek bir davranışta bulunmamaktaydı461.
Hıristiyanlar için yapılan hizmet binası ile ilgili şüphelerini gidermek
isteyen Hakkari Beyi Nurullah Bey daha önce kendisini iyileştiren Dr Grant’ı
konağına çağırmış ve bu durumu sormuştur. Dr Grant hizmet binasının bir
okul ve misyonerler için bir yerleşim birimi olduğunu belirtmiştir. Grant
kendisinden bu konuda yazılı bir belge isteyen Nurullah Bey’e istediği belgeyi
verir462. İngiliz Arkeolog Austen Henry Layard da Kürtleri şüphelendiren bu
ihtişamlı bina ile ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır; “Dağlardaki kısa geçici
kalma süreleri içinde Amerikan misyonerleri tarafından yaptırılmış olan
yapılar Kürtleri hem kuşkulandırmış hem de kıskandırmıştı. Çünkü tek başına
duran bir tepenin doruğunda yapıldığı için tüm vadiyi gören bir görüş açısına
sahipti. Yer daha az gösterişli yapı daha küçük yapılabilirdi. Aralarında
oturmaya gelmiş oldukları insanların karakterlerini çok iyi bilen bu kişilerin
böyle tedbirsiz davranmaları beni çok şaşırttı.”463
Nisan 1843’de Grant dağlara son yolculuğunu yapmak üzere
Musul’dan bir kez daha ayrıldığında bu defa yanında yeni çalışma arkadaşı
Thomas Laurie de vardı. Misyon binası tamamlanmak üzereydi ama öyle bir
459
Guest, a.g.e., s. 160-161.
Çetin, a.g.t., s. 43.
461
Foggo, a.g.e., s. 42. Hakkari Emiri Nurullah Bey’i tedavi etmesinin verdiği rahatlıkla bölgedeki
Kürt-Nasturi çatışmalarına rağmen misyon binası inşasına başlayan Grant bu binanın yapımı için
Nurullah Bey’den özel izin aldığını söylemektedir. Çerme, a.g.m., s. 61.
462
Foggo, a.g.e., s. 42-43.
463
Foggo, a.g.e., s. 42.
460
142
durum vardı ki herkes tetikteydi. Bu gergin ortamda Grant bir isteğe cevap
vermek zorunda kalmıştır. Bedirhan Bey doktorun gelip kendisine bakması
için haber yollamıştı. Grant, Bedirhan Bey’in Dergül’deki makamına gittiğinde
diğer beyler de oradaydılar ve Nasturilere nasıl saldıracaklarını tartışıyorlardı.
Birkaç gün sonra Grant Bedirhan Bey’in kişisel sağlığı ile ilgili tavsiyelerde
bulunduktan ve misyon evinin hiçbir zarar görmeyeceğine dair söz aldıktan
sonra oradan ayrılırken Nasturiler ve Kürtler arasındaki anlaşmazlığa
karışmayacağını bildirmiştir464. Grant bu konuda “Misyonerlerin karışmama
politikası
kendi
amaçlarının
ve
canlarının
korunmasına
yardımcı
olmayacaktır.” demiştir465. Grant Nasturileri en kötü duruma hazırlık
yapmaları için uyardıktan sonra Musul’a dönmüştür466. Foggo ise, Grant’ın
Nasturilere karşı yapılan saldırı planını bildiği halde Nasturilere bildirmediğini
ve Grant’ın ayrılışından kısa süre sonra Kürtlerin saldırısının gerçekleştiğini
söylemektedir. Misyoner yapılan katliamı da kendi faaliyetleriyle ilişkilendirir.
Amerikalı misyoner bu gibi hücumların Hıristiyanları daha çok Allah’a
bağlayacağını açıklamıştır467.
Kürtlerle Nasturiler arasında iyice gerginleşen ipler en sonunda
Bedirhan Bey’in saldırıları ile koptu. Pek çok Nasturi’nin öldüğü bu
saldırılarda en büyük etken daha önce de belirttiğimiz gibi Amerikan ve İngiliz
misyonerler arasındaki rekabetti. Amerikan misyon binasının uyandırdığı
kuşku da bu durumda etkili olmuştu. İngiliz misyonerlere göre, Amerikan
misyonerlerinin Nasturileri dinlerinden döndürme çabaları onlar arasındaki
dağınıklığı ve bölünmüşlüğü güçlendirmiştir468. Misyoner Horatio Southgate
tarafından 1843 yılında New York Protestan Piskopos Kilisesi üyelerine
gönderilen bir mektupta da; Nasturilere karşı yapılan Kürt saldırısından
misyonerlerin sorumlu olmadığı, Kürtlerin istilalarını haklı çıkarmak için Musul
464
Guest, a.g.e., s. 162-163.
Celil, a.g.e., s. 142.
466
Guest, a.g.e., s. 162-163.
467
Foggo, a.g.e., s. 47-48.
468
Foggo, a.g.e., s. 44.
465
143
valisine bir bahane üretmelerinin gerektiğini ve Amerikan misyon binasının
inşaatının bu bahane için uygun olduğunu belirtmiştir469.
Bu tatsız olaylardan sonra misyonerlerin büyük bir bölümü ülkelerine
geri dönmüş, sadece sekiz Amerikan misyoneri bölgede kalmış ancak
bunların beşi de salgın hastalıktan ölmüştür470. Grant’a gelince kendi
misyoner faaliyetleri için bu defa Kürtler ve Yezidileri belirlemiştir. Fakat
Musul’da tifodan ölünce niyetlerini gerçekleştirememiştir. Bundan sonra
Amerikan misyon merkezi Urmiye olacaktır471. 1850’ye kadar Musul’da pek
bir başarı elde edemeyen misyon Urmiye istasyonuyla sınırlı kaldı. Ancak
Justin Perkins’in Musul, Diyarbakır, Mardin gezisinden sonra bu bölgede bir
Asur misyonu kurulması önerisiyle misyon önem kazandı ve Musul’a atanan
üç misyoner; Dwight, Marsh Frederic Williams ve Dr. Lobdell Süryani
Yakubilerle ilgili araştırmalara başladı472. İsmin bu şekilde seçilmesinin
sebebi; 1842 ve 1845 yıllarında Botta ve Layard’ın Ninova kazılarından sonra
Asur uygarlığının batı dünyasında hızla kazandığı ün ve ilgi idi. Bu
adlandırma ile basitçe bir coğrafya kastedilmemiş, Musul bölgesindeki
Hıristiyan toplulukların Asur uygarlığının varisleri olduğu da ima edilmek
istenmiştir. Böylece Asuri adı bölgedeki bütün Semitik kökenli Hıristiyanların
genel ismi olarak ilk kez Amerikan misyonerlerince kullanılmış ve daha sonra
yaygın olarak kabul görmüştür. Musul misyonunun merkezi olarak Diyarbakır
kullanıldı. Bunda amaç hem Süryanilerin hem de Ermenilerin bölgede fazla
oluşlarıydı473.
Urmiye’de çalışan Frederick Williams 1858’de Mardin’e geldi ve
1867’de 19 üyeyle Mardin Protestan Kilisesi’ni açtı. Sonbaharda Süryani
Jurgis Hadaiya pastor oldu ve 1933’te ölene kadar çalıştı.
1868 yılında Mardin’e gelen Dr Alpheus Newel Andrus ve eşi ölen
Williams ile bölgede bulunan diğer misyonerler, Thedore ve Julia Pond’un
yerini almışlardır. Andrus diğer istasyon ve köylere seyahatler yaparken eşi
469
Foggo, a.g.e., s. 101-102.
Çetin, a.g.t., s. 44.
471
Celil, a.g.e., s. 143.
472
Aydın, Emiroğlu Vd., a.g.e., s. 282; Çerme, a.g.m., s. 62.
473
Esra Danacıoğlu, “Diyarbakır’da Amerikan Misyonerleri”, Diyarbakır: Müze Şehir, Haz. Şevket
Beysanoğlu, M. Sabri Koz, Emin Nedret İşli, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 168.
470
144
de öğrencilerin eşleri için çeşitli kurslar düzenliyordu. 1880’de Calep Frank
Gates Mardin’e gelmiş aynı yıl Mardin Hastanesi açılmış ve ertesi yıl da
Midyat istasyonu kurulmuştur474.
Amerika misyonerlerinin faaliyetleri sonucu Osmanlı topraklarında
özellikle Doğu Anadolu’nun birçok yerinde misyonerlik merkezlerinin sayıları
oldukça artmıştır. Yabancı misyonerler için Amerikan bürosunun 1868 yılı
raporuna göre; Bitlis, Diyarbakır, Harput, Mardin ve Erzurum Amerikan
misyonerlerinin bulundukları yerlerdir. Bunların bu merkezler dışında yerli
elemanlarla gözetim altında tutulan 86 istasyonları vardır. Bunların tümüne
Doğu Türkiye Misyoner Heyeti denilmektedir. Nasturiler arasında ise 12 dış
istasyon
vardır
ve
buralarda
24
yerli
vaiz
ile
öğretmen
eğitim
yaptırmaktadırlar. Bunlar Urmiye’deki Amerikan misyonerlerinin gözetimi
altındadır475.
1881’de
toplam
altı
kilise
ve
25
yerleşim
yerinde
çalışma
yürütülüyorken kilise sayısı 1889’da sekize çıkmıştır. Protestan cemaatin ise
449 üyesi bulunmaktaydı. Bu tarihlerden itibaren misyonun görevi ibadete
önderlik etmekten çok çevrede dine kazandırılacak yeni insanlar bulmak,
eğitim ve dini kitapları dağıtmak olarak belirlenmişti476.
1885 yılında Mardin’de açılan erkek okulu 20 öğrenci ile eğitime
başlamış daha sonra bu sayı 40’a ulaşmıştır. 1887-88 ders yılında
Mardin’deki erkek okulunun 48 öğrencisinden 37’si Protestan Ermeni, 5’i
Yakubi, 1’i Gregoryen Ermeni ve 5’i Katolikti477. Bunun yanı sıra Lübnan’da
çeşitli
köylerde
Maruni
çocuklarının
da
gittiği
Amerikan
okulları
bulunmaktaydı. Ayrıca Harput’ta yarısını Ermeni Protestanların yarısını ise
Ermeni, Katolik Ermeni ve Süryanilerin oluşturduğu 1040 öğrencili bir idadi ve
Mardin’de 37 Protestan Süryani ve Katolik Süryani erkek öğrencinin devam
ettiği
bir
okul
bulunmaktadır478.
Görüldüğü
üzere
bölgedeki
okullar
Ermenilerin özellikle de Protestan Ermenilerin devam ettiği okullardı ancak
474
Aydın, Emiroğlu Vd., a.g.e.,s. 282-283.
Şimşir, a.g.e., s. 87-88.
476
Aydın, Emiroğlu Vd., a.g.e., s. 283-284.
477
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 171.
478
Mutlu, a.g.e., s. 342-346, 365-367.
475
145
diğer Hıristiyanlar da okullardan yararlanabilmekteydiler479. İşte farklı
Hıristiyan cemaatlerden olanlara örnek olarak Mardin’deki okuldan mezun
olan ilk dört teologdan biri; İsa Maksi Yusef verilebilir. 1872’de Diyarbakır’ın
Kabei köyünde doğan Yusef, Kadim Süryani Kilisesi’ne bağlı bir ailenin
çocuğuydu. ABD’de İsya Joseph adıyla yayımladığı Yezidiler üstüne
çalışmaları ile tanınmıştır480.
Erkek okulu ile aynı dönemde açılan bir diğer okul da kız lisesiydi.
1898’de 25, 1899’da ise 23 öğrencisi bulunmaktaydı481.
Mardin’deki Amerikan okullarında yerli cemaatten de görev yapanlar
bulunmaktaydı. Bunlardan en önemlisi Mardin’deki Amerikan Koleji’nde 25 yıl
süreyle ders veren Süryani Kadim Cemaatinden Hanna Sırrı Çıkkı’dır482.
1888 yılından itibaren Amerikalı misyonerlerin Mardin’deki faaliyetleri
yöneticilerin dikkatini çekmiş ve misyonerlerin etkisini azaltmak amacıyla
sancağın her tarafında okullar açılmasına dair Diyarbakır vilayetine talepte
bulunulmuştur483.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Doğu Anadolu Misyonu’nun görev
bölgesindeki okullar ve öğrenci sayıları şöyledir484;
Harput’ta Euphrates Collage
200
Harput’ta Girls High School
395
Diyarbakır’da Protestant School
Mardin’de Girls High School
39
Mardin’de Teachers School
?
Bitlis’de Girls Boarding School
479
?
41
Van’da Boys School
325
Van’da Girls School
484
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 171.
Aydın, Emiroğlu Vd., a.g.e., s. 285.
481
Özcoşar, a.g.e., s. 409.
482
Fuat Murat Çıkkı, Naum Faik ve Süryani Rönesansı, Haz. Mehmet Şimşek, İstanbul, Belge
Yayınları, 2004, s. 131.
483
Tiğinçe Oktar, Hamdi Genç, “Osmanlı- ABD İlişkileri Bağlamında Mardin Sancağında Faaliyet
Gösteren ABD’ye Ait Eğitim ve Sağlık Kurumları, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu
Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas
Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 497.
484
Polat, a.g.m., s. 651.
480
146
Erzurum’da Girls School
200
Erzurum’da Boys Boarding School 90
Birinci Dünya Savaşı çıktığında bölgedeki 23 istasyonun yarısı
dağıtılmış birçok kilise de zarar görmüştür. Mardin Hastanesi’nde yalnızca
hemşire Rachel North kalmıştı. Amerikan elçiliği savaş başlayınca yollar
açıkken bütün misyonerlerin ülkeden çıkmasını tavsiye etti ve misyon Mart
1917’de bölgeyi terk etti485.
Amerika Osmanlı Devleti ile en geç ilişki kuran devletlerden biri
olmasına rağmen bu açığı kapatacak şekilde etkinlik göstermiştir. Öyle ki
maddi gücü ve izlediği siyaset sayesinde kendinden çok önceleri bazı haklar
elde etmiş olan Fransızlarla boy ölçüşecek hale gelmiştir. Ticaret ve
misyonerlik faaliyetleri yoluyla başlayan eğitim öğretim olgusu ve bu
konuların birbiriyle olan bağlantısı Amerika açısından daima yararlı olmuştur.
Tıpkı diğer yabancı devletlerin dini ve siyasi açıdan kendilerine yakın bir
topluluk belirleyip korumaları ve onları etki altına almaları gibi Amerikalılar da
Ermenileri himaye altına almışlardı486. Onlar üzerindeki çalışmalar esnasında
Süryanilerle de karşılaşmışlar özellikle de Nasturiler arasında çok başarılı
olamasalar da çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalar sonucunda Mardin’deki
bazı köyler Protestan olmuşlardır. Kurulan Doğu Anadolu misyonu ile
özellikle Osmanlı Devleti’nin türlü olanaksızlıklar dolayısıyla fazla hizmet
veremediği
Doğu
ve
Güneydoğu
Anadolu
Bölgelerinde
halkla
karşılaştırılamayacak kadar ileri yaşam biçimleri sergileyerek özendirici
olmuşlar ve halkı etkilemeye çalışmışlardır487. Bunu yaparken kullandıkları en
temel faktör de diğer devletlerin de yaptığı gibi eğitim kurumları açmak
olmuştur. Açılan okullar misyonerlik faaliyetlerinin bir tür vitrini olmuştur. 19.
yüzyılın sonuna gelindiğinde yalnızca Anadolu’da 400’ü aşkın okulda 17.500
dolaylarında öğrencinin okuyor olması azımsanmayacak bir durumdur ki bu
rakam Yusuf Akçura’ya göre toplam öğrenci miktarının üçte biridir. Ayrıca
okullarda dinsel görünmesine rağmen pozitivist ve liberal bir eğitim verilmesi,
485
Aydın, Emiroğlu Vd. , a.g.e., s. 285.
Polat, a.g.m., s. 628.
487
Akgün, a.g.m., s. 3.
486
147
yaşanan tüm olumsuzluklara karşın Amerika’nın “ehven-i şer” bir devlet
imajını sürdürmesine olanak sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen
yıllarda Amerikan mandası isteyen bir grup insanın bu taleplerinde hiç
kuşkusuz Amerikan okullarının etkisi ve payı vardı488. Eğitim hem ideallerin
aşılandığı hem de kültürel transferin yavaş yavaş yapıldığı bir alan olarak,
Türklerin düşmanlığı uyandırılmadan Hıristiyanlaştırma çalışmalarının devam
ettirildiği bir vasıta olarak başarıyla kullanılmıştır489. 1869 yılında yayınlanan
Maarif Nizamnamesi’nin okul açılmasında ruhsat alma zorunluluğunu
getirmesi önceleri izinsiz ruhsatsız okul açabilen diğer devletler ile birlikte
Amerika’yı da huzursuz etmişti. Resmi kanallar vasıtasıyla huzursuzluklarını
Osmanlı Hükümeti’ne duyuran Amerika kendileri için ayrıcalıklar talep
etmiştir. Okulların Osmanlı padişahına sadık bir şekilde faaliyet sürdürdükleri
ve çalışanlar arasında fesada sebep olacak kimsenin bulunmadığı
belirtilmiştir. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin istediği gibi okullara ruhsat alma
yoluna gidilmiş ve çok önemli okullara ruhsat alınarak faaliyetlere devam
edilmiştir490.
Amerikan misyonerlerinin faaliyetlerine lojistik destek sağlayan önemli
kurumlardan biri de 1822’de Malta’da kurulan Amerikan matbaası olmuştur.
Amerikan okullarının ihtiyacı olan basılı malzemeleri temin etmenin yanı sıra
dinsel içerikli yayınları da basan bu matbaanın bir bölümü 1834 yılında
İzmir’e bir bölümü de Beyrut’a taşınmıştır. 1850’de Protestanlığın Osmanlı
Devleti tarafından resmen kabul edilmesi üzerine siyasi sakıncalar ortadan
kalkınca matbaa, 1853’de Beyoğlu’na, 1872’de de Bible House binasına
taşınmıştır491.
Osmanlı arşiv belgelerinde Amerikan misyonerlerin özellikle Ermeniler
üzerindeki faaliyetleriyle ilgili olarak belgeler bulunmaktadır. Nasturiler
üzerindeki faaliyetlere örnek olarak Gevar’da Hakkari mutasarrıfı tarafından
yazılan 1899 (H. 27 Cumaziyelahir 1317) tarihli bir belge verilebilir. Bu
belgeye göre; Nasturi aşiretleri arasında Protestanlık mezhebini temin için
488
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 221-222.
Tozlu, a.g.e., s. 793.
490
Polat, a.g.m., s. 635-639.
491
Mutlu, a.g.e., s. 297.
489
148
ayrı ayrı mektepler açılması gayesiyle Urmiye’de bulunan Amerikan
misyonerlerinden Mister Kevin’ın bu alandaki faaliyeti dile getirilmektedir.
Ayrıca bu kişinin yanında eğitim maksatlı kullanılmakta olan çok sayıda dini
kitap da bulunmaktadır. Ancak daha ilginç olan matbu bir harita ile iki adet
krokidir. Nasturi aşiretleri arasına o vakte kadar devlet memurlarının bile
rahatça giremediği düşünülecek olursa son derece mükemmel yapılmış
harita ve krokilerin bu kişiler tarafından hazırlanmış olması dikkate değerdir.
Belgede ayrıca bazen Nurduz bazen de Musul cihetlerinden gelerek dağlarda
son derece eziyetler çekip her türlü tehlikeyi göze alarak o havalide faaliyet
gösteren bu şahısların faaliyetlerini menetmenin mümkün olmadığından da
şikâyet edilmektedir492.
Misyonerler siyasi gücü her zaman yanlarında bulmuşlardır. Diğer
devletlerde olduğu gibi Amerikan misyonerleri de aynı gücü arkalarında
hissetmişlerdir. Öyle ki Birleşik Devletler, atadığı konsolos ve konsolos
yardımcılarını bile zaman zaman misyonerlerden seçmekteydi493.
Amerikalılar Nasturileri potansiyel bir koz olarak görmelerine rağmen
onlar üzerinde İngiltere kadar etkili olamamışlardır. Amerikan misyonerlerinin
Nasturilerle esas ilgilendikleri merkez İran’ın Urmiye şehri olmuştur. Burada
çalışan Amerikan misyonerleri hakkında özetle şunları söyleyebiliriz ki;
yapılan çalışmalarla Nasturilerle Kürtler arasındaki düşmanlığın artmasına
sebep olmuşlardır. Diğer misyonerlerle karşılaştıracak olursak Amerikan
misyonerlerinin daha çok kültürel anlamda etkiler yaptığını söyleyebiliriz.
Siyasi anlamda ise İngiltere kadar etkili olmadığı görülmektedir. Zira Birinci
Dünya Savaşı ve onu takip eden günlerde Nasturilerle İngiltere arasında
gelişecek olaylar bunun en güzel örneklerini oluşturacaktır.
Sonuç olarak Osmanlı topraklarında eskiden beri süregelen monofizit
kilise ve toplulukların emperyalist emeller uğrunda bölünüp parçalanması 19.
yüzyılda bütün sömürgeci devletlerin takip ettiği politikanın temelini
oluşturmuştur. Emperyalist devletlerin bu politikadaki amaçları Osmanlı
Devleti topraklarında yaşayan gayr-i Müslimleri devlete karşı ayaklandırarak
492
493
BOA, Y.PRK.UM., Dosya No. 48, Gömlek No.69.
Tozlu, a.g.m., s. 791.
149
sözde onlara birer toprak verip devlet kurdurarak kendilerine bağlı tampon
bölgeler kurmaktır. Kurulacak olan bu devletlerin Osmanlı Devleti ile devamlı
çatışmasını sağlayarak kendi müdahalelerinin kolaylaşacağını düşünen
emperyalist devletler onları kendi dış politika hedefleri doğrultusunda
kullanmayı amaçlamaktaydı. İşte şarkın eski monofizit kilise ve cemaatleri
Ortodoks, Katolik ve Protestan Kiliseleri vasıtasıyla emperyalist devletlerin
“böl, parçala, yönet” politikalarının aracı olmuşlardır.
Yüzyıllardır süregelen
bu sistem içerisinde azınlıkları bir bütün halinde muhafaza etmeyi, kendi
toplumsal düzenini temel taşı olarak gören Osmanlı Devleti’nin ise, etrafı
emperyalist devletlerce sarıldığında bu gelişmeler karşısında yapabileceği
pek fazla bir şey kalmıyordu494. Osmanlı Devleti çağın gereği olan sosyal
kuruluşlarını yeterince tesis edemediğinden cemaatler devlete saygılı, faydalı
ve bağlı olmaktan çıkmış, adeta misyonerlerin mücadele sahası haline gelen
Osmanlı topraklarında Batılı devletler tarafından araç olarak kullanılmışlardır.
Bunda da Hıristiyan devletlerin başarılı olmadığını söylemek mümkün
görünmemektedir495.
494
Kılıç, “XIX. Asırda…”, s. 9.
Açıkses, a.g.e., s. VII.
495
İKİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ve MİLLİ MÜCADELE DÖNEMLERİNDE
SÜRYANİLER
1. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA SÜRYANİLER ve
NASTURİ İSYANLARI
Uzun yıllar devam eden gerileme döneminden sonra girdiği
Tarblusgarp ve Balkan Savaşları’ndan da yenilgi ile ayrılan Osmanlı Devleti,
yapmak istediği ittifak denemelerinde başarısız olmuş ve siyasi bakımdan
oldukça yalnız kalmıştı. Savaşların sebep olduğu bunalım ve ekonomik
sıkıntıların yanı sıra verilen büyük kayıplar da devleti sıkıntıya sokmaktaydı.
Böyle bir ortam içerisinde Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti bir
yandan birçok cephede büyük güçlerle savaşırken diğer yandan içeride kendi
tebaası ile uğraşmak zorunda kalıyordu. Osmanlı Devleti’ni bu konuda en çok
zorlayan grup Ermeniler olmakla birlikte Süryanilerin de Osmanlı Devleti’ne
karşı ilk ciddi başkaldırıları Birinci Dünya Savaşı’nda görülmektedir.
Süryanilerin savaş esnasındaki durumları da iki devreden oluşmaktadır.
Birinci devre Rus desteğindeki hareketleri, ikinci devre ise 1917 İhtilali’nden
sonra İngilizlerle beraber oldukları devredir1.
Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Osmanlı Devleti’nde yaşayan
Süryanilerin
devlete
karşı
ayaklanmalarını
gerektirecek
bir
sebep
bulunmamaktaydı. Rahip John Panfil’e göre; Süryaniler savaştan önce
Türkiye’nin güneydoğusundaki dağlık bölgelerde, daha ziyade Kürt aşiretlerle
çevrelenmiş
iseler
de
misyonerlerin
bölgedeki
faaliyetlerine
kadar
Müslümanlarla dostane ilişkiler içinde yaşıyorlardı. Süryani önderlerden Ağa
Petros bile bu durumu kabullenerek; “1914 yılı başlarında her şey sakindi ve
biz mutluyduk” demiştir2.
1
Çetin, a.g.t., s. 65.
Salâhi R. Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler, I. Dünya Savaşı Günlerinde Güçlü Devletlerce Nasıl
Aldatıldılar”, XII. Türk Tarih Kongresi, C. III, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993,
s.1145-1146.
2
151
Bu noktada savaş esnasında ve savaştan sonra sıkça karşımıza
çıkacak olan Ağa Petros’tan bahsetmek yerinde olacaktır. Osmanlı
Devleti’nin Urmiye’deki Konsolosu Mehmet Ragıp’ın 11 Haziran 1914’de
göndermiş olduğu bir rapordan anladığımıza göre, Çölemerik kazası
ahalisinden ve Nasturi milletinden olan Ağa Petros, 1910 yılında Urmiye’de
Osmanlı
fahri
konsolos
vekâletinde
bulunmuş
doğuda
çıkan
bazı
karışıklıklarda rol oynamıştır. 1912 yıllarında ise Ruslardan sağladığı bazı
menfaatlerle Ruslara temayül edip Kürt aşiretlerini Osmanlı Devleti aleyhine
tahrik ettirerek türlü fesatlıklarda bulunmuştur. Casusluk da yapan Ağa
Petros, Urmiye, Salmas ve havalisinde yaşayan 15.000’e yakın Nasturiyi Rus
Ortodoks
mezhebine
dâhil
etmek
için
Ruslara
büyük
hizmetlerde
bulunmuştur. Osmanlı Nasturilerini hatta Patrik Mar Şimun’u dahi adı geçen
mezhebe girmeleri ve Osmanlı Devleti aleyhine hareket etmeleri için teşvik
etmekten de bir an geri kalmamıştır3.
Rusların, Nasturileri istismar etmek suretiyle karışıklıklar çıkartmaya
çalıştıklarını bilen Osmanlı yönetimi, 1914 Ağustosunda, Van Valisi Tahsin
Paşa aracılığıyla Patrik Mar Şimun’dan Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi
durumunda Nasturilerin tarafsız kalmalarını istemiş, bunun karşılığında da
mali, idari ve dini sorunlarının çözümleneceği sözünü vermiştir4. Patrik ise
Türkler Nasturilere kötü davranmamaya söz verirlerse tarafsız kalacakları
garantisini vermiştir. Bu konu ile ilgili farklı bir anlatıma göre de Ruslar İran’a
girdikten sonra Mar Şimun, daha önce kendisine başvurarak 25.000 tüfek
sağlamayı teklif etmiş olan Urmiye’deki Rus askeri makamlarına elçiler
göndererek Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak kararı aldığını bildirmiştir.
Musul’daki Alman konsolosu ise göndermiş olduğu ajanlar vasıtasıyla, Mar
Şimun’a tarafsız kalırlarsa Osmanlı Devleti topraklarındaki tüm Nasturilerin
güvence altına alınacağını bildirmiş, ancak patrik bu öneriye karşılık
vermemiştir5.
3
BOA, DH.KMS., Dosya No. 23, Gömlek No. 43.
Kemal Çiçek, “Birinci Dünya Savaşı ve Nesturi-Süryaniler”, I. Uluslararası Mardin Tarihi
Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin
Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 541.
5
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1146.
4
152
Harbin başladığı sıralarda ise Ruslar, Nasturilerle Ermenileri, Türklerle
savaşmaları için silahlandırıp desteklemeye başlamışlardı. 1906 yılında
Nasturilerle kurmuş oldukları siyasi ilişkiyi ayaklandırmaya dönüştürmek için
harekete geçen Rusya, 10 Kasım 1914 tarihinde keşifle görevli üç Nasturi’yi
Mar Şimun’a göndermiştir. Bu üç görevli Mar Şimun’dan kendisinin
ayaklanmayı başlatmaya hazır olduğunu belirten bir mektup getirmiştir. Mar
Şimun, ayrıca ayaklanmanın başarılı olabilmesi için Ruslardan Başkale ve
Diz üzerine yapılacak hücumda silah temin etmeleri ve isyancılarla
birleşmeleri isteğinde bulunmuştur6.
Hıristiyan bütünleşmesine karşı mahalli Müslüman aşiretler de Osmanlı
Devleti’nin yanında yer almışlardır. Urmiye ve Salmas’da Rus destekli Nasturi
ve Ermeni çetelerine karşı Osmanlı ordusu ve Müslüman aşiretler müşterek
hareket etmişlerdir. Bölgede başarılı mücadeleler veren bu müşterek kuvvet
daha harbin başında Elbak’ta Nasturilerle çarpışmıştır7. 26 Kasım 1914
tarihine ait bir belgeden anladığımız kadarıyla; Bacirge cihetinden İran’a
geçen Türk çeteleri, bir hudut taburu ve aşiretlerin yardımıyla Urmiye ve
Selmas arasındaki Sumas ve Biradost nahiyelerini işgal ettikten sonra Ruslar
tarafından
silahlandırılıp
Urmiye’de
toplanan
3000
kadar
Nasturi’nin
taarruzunu defedip daha ilerde Ermeni ve Rus kuvvetleriyle çarpışmışlardır8.
1914 yılı sonunda Ruslar, Urmiye ve Selmas’ı boşaltınca çok zor
durumda kalan Nasturiler’in bir kısmı Kafkaslara kaçmayı başarırken geride
kalanlar Kürt aşiretlerinin saldırısına uğramış birçoğu Amerikan ve Fransız
binalarına
sığınırken
İngiliz
raporlarına
göre
4000
Nasturi
hayatını
kaybetmiştir. Amerikalı misyoner Dr. Shedd de bu olaylar esnasında 800
Nasturi’nin kırıma uğratıldıkları iddiasında bulunmuşsa da Tebriz’deki İngiliz
konsolosunun, Tahran’daki diplomatik temsilcisi Sir W. Townley’e 1915 yılı
Mart ayında gönderdiği gizli yazısında Dr. Shedd’in iddiasını yalanladığını
görmekteyiz9. Bu çarpışma esnasında elbette Nasturilerden yaşamını
6
Matfiyef, a.g.e., s. 80-81.
Çetin, a.g.t., s. 65.
8
Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S. 36, Ermeni Belgeleri Özel Sayısı 4, Nisan 1987, s. 9-11, Belge
No. 2050.
9
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1146-1147.
7
153
yitirenler olduğu gibi Türk ve Müslümanlar da çok sayıda kayıp vermişlerdir.
Fransız ve Amerikan binalarına sığınan Nasturilerin sayısı 35-40.000
civarında olup Tahran’daki Amerikan elçisinin raporlarına göre göç sırasında
doğal şartlardan dolayı çok sayıda Nasturi hayatını kaybetmiştir10.
Savaşın ilk günlerinde devlet, Nasturilerin sadakatini temin etmek için
eğitim serbestliği, iyi cins silah temini, patrik, piskopos ve meliklere maaş
bağlama ve maddi yardımda bulunma gibi vaatlerle patriği kendisine
bağlamaya çalışmışsa da bir fayda vermemiştir. Nitekim Patrik Mar Şimun,
erişilmesi güç olan ve kendisine muhafızlar temin edebildiği Diz taraflarına
çekilmeyi tercih etmiştir. Bu sırada patriğin amcası Nestorus, bir rivayete
göre, Türklere karşı barışçı bir siyaset takip edilmesini tavsiye eden bir
konuşma yaparken “bir kaza kurşunu” ile öldürülmüştür11. Bu olay da Patrik
Mar Şimun’un, cemaatinin görüşlerine uymayarak fevri hareket ettiğini
göstermektedir.
O sıralarda Ruslar Türklere karşı girişecekleri askeri faaliyetlerde
Nasturilerin silahlı yardımına çok önem vermekteydiler. Nasturi ileri gelenleri
de 1915 yılı Mayıs ayında Diz’de yaptıkları bir toplantıda Rus vaatlerini
görüşerek İtilaf Devletlerine katılma kararı almışlardır12. Nasturi liderlerden
Ağa Petros, 1922 yılında şu açıklamayı yapacaktır: “1915 Mayıs’ında
patriğimiz Rus kuvvetleri başkomutanı General Chirniezobof’dan bir telgraf
aldı. General, bizi Halil Paşa’nın ordusuna saldırmaya ve böylelikle müttefik
olmaya teşvik ediyordu.”13 Neticede Tiyari, Toma, Cilo, Baz, Şitazin ve
Dizan’da Nasturilerin uğradığı katliam ve zulümler gerekçe gösterilerek 10
Mayıs
1915
tarihinde
Nasturiler,
Osmanlı
Devleti’ne
karşı
savaşa
14
girişmişlerdir . Ancak savaş ilanından önce de Nasturilerin Nisan 1915’de
Çölemerik’de isyana başladıklarını ve bölgeye kuvvet sevki mümkün
olmadığından mahalli jandarma ve bölge Müslüman halkın çabalarıyla
10
Çiçek, a.g.b., s. 542.
Basil Nikitine, “Nestûriler”, İslam Ansiklopedisi, C. IX, Maarif Matbaası, İstanbul, 1944, s. 210.
12
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1148-1149.
13
Anzerlioğlu, a.g.m., s. 179.
14
Matfiyef, a.g.e., s. 86.
11
154
isyanın bastırılmaya çalışıldığını görmekteyiz15. 1 Mayıs 1915’de de Ruslarla
yapılan muharebede 1500 kadar Ermeni ve Nasturi gönüllüsü Rusya’nın
yanında Osmanlı kuvvetlerine karşı savaşmıştır16.
Nasturilerin fiilen savaşa girişmelerinden sonra Türk birlikleri ile
Nasturiler arasında şiddetli çarpışmalar olmuştur. Bu çarpışmalar esnasında
zaman zaman güç durumda kalan Nasturi Patriği Mar Şimun, Rusya’dan
çeşitli yardımlar istemişse de Rusya yeterli kuvvetlerinin bulunmayışı
gerekçesiyle ayaklanma için takviye güçler göndermekten çekinmiştir. Ancak
Patrik Urmiye’de Rus yetkilileriyle yapmış olduğu görüşme sonucunda 200
Rus yapısı tüfek ve mermi ile geri dönmüştür. Bu silah yardımı ile Nasturiler,
Türk saldırılarını geri püskürtmeyi başarmışlardır.
Bu arada Ruslardan beklenmekte olan yardım konusunda Rus Ordu
Komutanlığı ile bir görüşme yapmak üzere İran’a giden Mar Şimun bu defa
hiç bir şey elde edememiştir. Bununla birlikte Ruslar, patriği korumak için
kendisinin Rus kuvvetleriyle kalmasını ve diğer Nasturilerin Hakkari’den
ayrılarak İran taraflarına gitmelerini önermişlerdir. Çünkü Rus komutanlığı
Nasturilerin İran’a sınır olan bölgede Türklere karşı bir engel olarak daha çok
yararlı olacağını düşünmekteydi. Rusların Türkiye’deki Nasturilere yardım
etmemelerinin sebebi bir bakıma bu olmuştur17.
Nasturilerin savaş ilanını takiben Osmanlı Devleti, isyanı bastırmak için
harekete geçmiştir. İçinde Kürt aşiretlerin de bulunduğu askeri birlikler, Talo
ve Altu bölgelerinde bulunan Nasturileri kontrol altına almayı başarmış, 8
Ekim 1915 tarihinde Çal’a (Çukurca) hareket ederek bu bölgeyi de kontrol
altına almışlardır. İran’a doğru kaçan Nasturilerin peşinden giden Kürt aşiret
birlikleri, Sivasibelik yakınlarında Nasturileri etkisiz hale getirmişlerdir18.
Ancak İran sınırında Nasturileri bir kalkan olarak kullanmayı hesap eden
Rusya’nın Nasturilerin İran’a girmesine izin vermemesi üzerine ikinci defa
son derece güç duruma düşen Nasturiler, Tahran’daki Alman Büyükelçiliği’ne
15
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Kafkas Cephesi 3. Ordu Harekâtı, C. I, Ankara,
Genelkurmay Basımevi, 1993, s. 592.
16
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. I, s. 597.
17
Matfiyef, a.g.e., s. 89-90.
18
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 72.
155
bir heyet gönderince Rusya’nın tepkisi ile karşılaşmışlardır. Rus Konsolos
Yardımcısı Basil Nikitin, Dışişleri Bakanlığı’na çektiği bir telgrafta şöyle
demektedir: “Mar Şimun memnun değildir. Çünkü onu Türkiye ile savaşa
sürükledik, sonra ona yardım etmekten kaçındık. Bununla onun halkını çıkışı
olmayan bir yolda bıraktık. Bu yüzden iki temsilcisini Türkiye ile barış istemek
üzere Tahran’daki Alman Büyükelçiliği’ne göndermiştir. Bu gibi hareketler
Kürdistan’da işlerimizi oldukça karmaşık hale getirecek. Çünkü bununla bize
sadık bir adam yerine cesur savaşçılardan oluşturulan ve açıkça bize taraf
olmayan bir lider kazanmış olacağız.” 19
Mar Şimun’un atmış olduğu bu diplomatik adım sonucunda Rusya’nın
tavrı değişmiştir. Rusya ile Mar Şimun arasında Tiflis’de yapılan görüşme
sonucunda Nasturilerin Rus kuvvetleri bünyesinde düzenli ordu kurmaları
kararlaştırıldı. Bu anlaşma ile Rusya, patriğe aylık 500 ruble, her Nasturi’ye 6
ruble, her çocuğa 3 ruble maaş ödeme yükümlülüğünü de üzerine alıyordu.
Bu andan itibaren Rusya, Nasturileri kendisinin bir müttefiki olarak
tanıyacaktır20. Alınan bu yardımlarla Nasturiler Türk kuvvetlerine karşı
yaptıkları saldırılarda zaman zaman başarılı olmuşlardır.
Yaşadıkları bölgelerde Rusya ile işbirliği yaparak Osmanlı Devleti’ne
zor anlar yaşatan Nasturilerin, önlem olarak Konya ve Ankara gibi cephe
gerisinde kalan şehirlere yerleştirilmeleri gündeme gelmişse de bu
gerçekleştirilememiştir21.
Rus güdümünde gerçekleştirilen Nasturi ayaklanmalarının hemen
ardından Başkumandanlık Vekâleti’ne bir ayaklanma haberi daha gelmiştir.
Teşkilât-ı Mahsusa tarafından İran’a gönderilen İran Mürettep Müfrezesi
Komutanı Ömer Naci Bey’den gelen 12 Ekim 1915 tarihli bir telgraftan
anlaşıldığına göre; Diyarbakır, Cizre ve Midyat’ta yaşayan Süryaniler isyan
ederek bölgedeki halkı öldürmeye başlamışlardır. Ömer Naci Bey, harekât
için izin ve Cizre’den gelecek olan 51. Fırka’nın bir taburunun emrine
verilmesini istemiştir.
19
Matfiyef, a.g.e., s. 91-92.
Matfiyef, a.g.e., s. 92.
21
Özdemir, a.g.e., s. 120.
20
156
Süryani ayaklanmasını müteakip yine aynı bölgede çeşitli yerlerden
kaçarak Cizre’nin batısındaki Harar köyünde toplanan 100 kadar Ermeni de
Müslüman köylerine karşı saldırıya geçmişlerdi. Başlangıçta müstakil olaylar
gibi görünen Süryani ve Ermeni ayaklanmalarının daha sonra iki Hıristiyan
toplumunun ortak harekâtı olduğu anlaşılmıştır. Nitekim bölgeden gelen
bilgilere göre bu iki isyancı grup birlikte hareket etmeye başlamışlardı.
Ayaklanmanın başladığı yerler 3. Ordu’nun mıntıkasında bulunduğu için
ayaklanmayı bastırmakla görevli müfrezeler de bu ordunun emrine verilmişti.
Enver Paşa’nın 28 Ekim 1915 tarihli emrine göre, asilere, silahlarını teslim
etmek ve hükümetin göstereceği yerlerde oturmaları şartıyla affedilecekleri
bildirilmiştir. Ayrıca meselenin halli için Musul’da bulunan Süryani Metropoliti
ile temasa geçilecektir. Musul Valisi Haydar Bey de asilerin bu öneriyi kabul
edeceklerini tahmin ediyor ve ayaklanmanın kan dökülmeksizin sona
erdirileceğine inanıyordu22. Ancak Enver Paşa’nın emri ile asilere gönderilen
teslim olmaları önerisi pek rağbet görmemiştir. Asilerin çoğunlukta olduğu
mevkilerden uzak olan köylerde bulunan az sayıda Süryani teslim olmuş ve
silahlarının işe yaramayanlarını teslim etmişlerdi. Diğer asiler ise öneriye
ateşle karşılık vermişler ve asilerle Ömer Naci Bey komutasındaki kuvvetlerin
çatışması devam etmiştir23. Midyat’a gönderilen taburun görevinin Süryanileri
imha etmek olduğu yönünde bazı görüşler24 ileri sürülmüşse de olaylardan
anlaşıldığı üzere Osmanlı Devleti meseleyi barışçı yoldan çözmek istemiştir.
Kuvvet kullanımının bölgedeki diğer Hıristiyan unsurları da ayaklanmaya
sevk edebileceği endişesinin Osmanlı Hükümeti’ni öncelikle barışçı bir çözüm
arayışına yönlendirdiğini söylememiz gerekmektedir25.
Kasım 1915 başlarında Süryani isyanının bastırılması henüz mümkün
olamamıştı. Ömer Naci Bey aldığı emir üzerine asilere tekrar teslim olma
çağrısında bulundu. Bu defa Hezak ve civarındaki Süryanilerin devlete sadık
olduğu, silahlarını teslim edecekleri, hükümete olan borçlarını ödeyecekleri
22
İsrafil Kurtcephe, “Birinci Dünya Savaşında Bir Süryani Ayaklanması”, OTAM, S. 4, 1993, s. 292293.
23
Kurtcephe, a.g.m., s. 293.
24
Bulut, a.g.e., s. 178.
25
Kurtcephe, a.g.m., s. 293.
157
ve tahrip ettikleri telgraf hatlarını tamir edecekleri cevabı alınmıştır. İsyanın
bastırılması haberi üzerine Ömer Naci Bey’e İran’a gitmesi emri verilmişti.
Ancak 3. Ordu Komutanı Kamil Paşa, Ömer Naci Bey müfrezesinin başarılı
olamadığını ve bölgeden ayrıldığı takdirde tehlikenin devam edeceğini
düşünüyor
ve
gereğinin
yapılmasını
istiyordu.
Bunun
üzerine
Başkumandanlık Vekâleti gönderdiği bir telgrafla isyanla ilgili Kamil Paşa’dan
tafsilatlı bilgi istemiştir. Kamil Paşa’nın verdiği bilgiye göre, asilerin büyük
çoğunluğu Midyat yöresinde yaşayan Süryaniler olup bunlara çevreden bazı
Ermeni ve Keldaniler de katılmışlardı. Ömer Naci Bey’in anlaşma yaptığı asi
grubu ise Hezak köyündeki Süryanilerdi. İsyan geçici olarak bastırılmıştı.
Fakat asayişin istikrarı ve bölgedeki asilerin devlete sadık konuma
getirilmeleri için isyana katılan halkın başka bir yere göç ettirilmeleri zaruri
görülmekteydi. Zira düşmanın yaklaşması halinde bunlar tekrar isyana
kalkışabilirlerdi.
Osmanlı Hükümeti, tüm bu ihtimallere rağmen bölgede yaşayan
Hıristiyan halkı karşısına almamak için kuvvet kullanmaktan kaçınmıştır.
Süryanilere karşı hoşgörülü davranıldığı; hatta ayaklanmaya katılanlara hiçbir
ceza verilmediği görülmektedir26.
Anlaşılacağı gibi Türk kuvvetlerinin asilere karşı giriştiği bu harekât
Süryanilerin imhasına yönelik bir hareket değildir. Kaldı ki, büyük çaplı askeri
bir harekât gerçekleştirilmediği gibi çarpışmalarda Türk kuvvetlerinden de
ölen ve yaralananlar olmuştur. Midyat ve çevresinde gerçekleştirilen bu
isyanın Ermenilerin Diyarbakır vilayetinden zorunlu göçe tabi tutulması ile
bağlantılı olduğu akla gelmektedir. Ermeniler için alınan kararın uygulanması
sırasında yerel yöneticiler, askerler ve bölgede bulunan bazı Kürt aşiretleri
tarafından Süryaniler de zaman zaman zarar görmüşlerdir. Ayrıca bölgeye
diğer yerlerden sevk edilmeye başlanan Ermenilerin de kaçarak saklanmaları
ve Süryanileri kışkırtmaları etkili olmuştur. Bölgede bulunan Mor Melke,
Deyrulzafaran ve Mor Gabriel Manastırlarına sığınılarak başlatılan isyanda
özellikle yiyecek için bölgedeki Müslüman köylerine baskınlar düzenlenip
26
Kurtcephe, a.g.m., s. 295-296.
158
insanların öldürülmeleri ve asayişin tamamen yok olması üzerine Osmanlı
yönetimi olaya müdahale etmek zorunda kalmıştır.
Nasturilere tekrar dönecek olursak onların, Mayıs 1915’de isyana
kalkışmalarındaki en büyük etkenlerden birisi şüphesiz Rusya’nın kendilerine
destek vereceği vaatleriydi. Bu vaatlere güvenerek Rusya’dan yardım
talebinde bulunmak üzere Urmiye’deki Rus komutanı ile görüşmeye giden
patriğe Rus askerlerinin şu anda Nasturilere yardım edecek durumda
olmadıkları cevabı verilmiştir. Böylece Rusya’nın vaatlerine güvenen
Nasturiler tek başına kalmış oluyorlardı. Bu noktada diyebiliriz ki Nasturiler,
işin başından beri Rus emellerine alet olduklarının farkında değillerdi.
Rusya’nın Doğu Anadolu’daki ilerleyişinde kendisine kolaylık sağlamak
amacıyla bölgedeki Ermeniler ve Kürtler gibi Nasturileri de kullanmak
istemesi Rus planlarının bir parçası gibi görünmektedir. Ancak Nasturiler
isyan ettikleri zaman Rusya’dan kendilerine herhangi bir yardım gelmemesi
üzerine İran topraklarına kaçmaktan başka bir yol bulamayacaklardır27.
1916 yılına geldiğinde Azerbaycan’da durumunu güçlendiren Rusya,
General Baratoff komutasında bir kuvveti de Türk-Alman işgaline karşı
koymak için İran’ın korunmasıyla görevlendirmişti. İşte bu andan itibaren
Nasturilerin yeniden gündeme yerleştiklerini görmekteyiz. Hakkari’den gelen
Nasturilere bu defa Ruslar tarafından yardım edilmiş, Nasturiler de buna
karşılık olarak Rus birliklerine rehberlik ve keşif kolu olarak hizmet
vermişlerdir28. Patriğin kardeşi Paul Şimun’un Canterbury Süryani misyonu
papazı F. Z. Hezel’e yazdığı bir mektuba göre Ruslar Nasturi birliklerine 300
tüfek,
150.000
fişek
vermiş
ve
20.000
tüfek
verme
vaadinde
29
bulunmuşlardır . Bu arada Ruslar Doğu Anadolu’nun kilit noktası olan
Erzurum’u ele geçirmiş, oradan Trabzon’a yönelmiş böylelikle bütün Van
bölgesi Rus denetimi altına girmiştir. İran sınırındaki ve Urmiye Gölü’nün
güneyindeki Türk birliklerinin irtibatı bu şekilde kesilirken, 1916 Mayısı’nda
27
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 73-74.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 75.
29
Çiçek, a.g.b., s. 542.
28
159
Revandız Rus askerleri tarafından ele geçirilmiştir. Bu tarihten sonra Türk
kuvvetlerinin ilerlemesi ile Ruslar geri çekilmek zorunda kalmışlardır30.
Rus ordularının geri çekilmeye başladığı günlerde Nasturiler cephenin
savunmasız kalmasını önlemek için Rusların tavsiyesi ile birliklerinin sayısını
artırmışlardır. Rusların bu önerisini Fransa ve İngiltere de uygun görmüş ve
cephane ile mühimmat bedellerini ödemeyi bu iki ülke üzerine almıştır. İtilaf
Devletlerinin Nasturilere vermiş oldukları iki temel görev bulunmaktadır.
Birincisi; İtilaf devletleri için çok önemli olan Salmas ve Urmiye’yi savunmak
ve buraların işgal edilmesini önlemek, ikincisi ise düşmana karşı kendilerini
korumak ve savunmaktır31.
1917 yılında Rusya’nın tekrar güç toplamaya başladığı bir sırada çok
önemli bir hadise gerçekleşmiştir. Rusya’da patlak veren 1917 İhtilali ile
Çarlık Rusya’sı yıkılmıştır. Türkiye ve Rusya arasında aynı yıl imzalanan
Brest-Litovsk Antlaşması ile her iki ülke de İran topraklarından çekilmeye
başlamıştır ki, bu çekilme Rusya’nın savaştan da çekilmesi anlamına
gelmekteydi.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken Rusya’ya destek veren Nasturiler
ortada kalmışlardır. Bir yandan Rusya’nın sağladığı askeri destekten mahrum
kalırken diğer yandan bulundukları bölgede de tamamıyla tecrit edilmiş bir
duruma gelmişlerdir. Bu durumda karşılarında iki seçenek bulunmaktadır; ya
Ruslarla birlikte Kafkaslara çekileceklerdir ya da diğer müttefik güç olan
İngiltere’nin desteğini bekleyeceklerdir. Nasturiler İngiltere’nin desteğini tercih
etmişlerdir. Ancak birinci seçeneği tercih edip Ruslarla geri çekilenler de
olmuştur32.
Rusların Ermeni ve Nasturi işbirlikçileriyle Birinci Dünya Savaşı
günlerinde Doğu Anadolu’yu nasıl yakıp yıktıkları pek bilinmemektedir. O
sıralarda o havalide İngiliz siyasi yetkilisi olarak bulunan İngiltere istihbarat
servisi mensubu Binbaşı Edward W.C. Noel kaleme aldığı bir raporda şu
tespitlerde bulunmaktadır: “Rus ordusunca ve bu orduya eşlik eden Hıristiyan
30
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 75.
Çiçek, a.g.b., s. 543.
32
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 75-76, 90.
31
160
öç ordusunca 1916 yılı ilkbaharı ve yazında işgal edilerek, yakılıp yıkılan
bölgede yapmış olduğum üç aylık tur sonunda Türklerin kendi düşmanlarına
karşı
iyi
bir
savları
olduğunu
kanıtlayabileceklerini
söylemeye
hiç
çekinmiyorum….Yerel sakinlerin ve tanıkların genel ifadelerine göre Ruslar,
kendilerine eşlik eden Nasturiler ve Ermeniler ile sivil halktan ellerine düşen
herhangi bir Müslüman’ı hiç ayrım yapmadan katletmişlerdir. Bunun tipik bir
örneği Revandız Kentinin imhası ve kent halkının toptan kırıma tabi tutulmuş
olmasıdır. Albay Petros, Türklerin de tek tük kötülükler yapmış olduklarını
söyleyebilir ama Revandız ve Neri İlçelerini gezen bir gezgin, oralarda
Hıristiyanların Müslümanlara karşı yapmış oldukları geniş kapsamlı ve toplu
canavarlıkların belirtilerini görür. Bu canavarlıklardan daha titizlikle ve topluca
yapılmış kötülükler düşlemek güçtür….”33
Nasturi aşiretlerinden Cilo aşireti Beyaz Rus güçlerinin emrindeydi.
Ancak kendi istedikleri gibi davranarak ne Rusları ne de kendi patrikleri Mar
Şimun’u dikkate almamışlar Ağa Petros’un liderliğinde hareket edip
Müslüman halka saldırmışlardır.
1918 yılı içerisinde Rusların çekilmesi ile bölgede kalan Nasturi ve
Ermeniler, bir süre daha Osmanlı güçlerine karşı koymuşlar, hatta Mayıs
ayında İran’a ilerleyen Nuri Paşa komutasındaki Türk güçlerinin Urmiye’ye
ulaşmasını engellemişlerdir. Bölgede Rus askerlerinin çekilmesinden sonra
200 kadar Beyaz Rus subayı Nasturiler ile birlikte savunmaya devam
etmişlerdir34.
Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra Rusların bırakmış olduğu silah
ve cephaneleri kullanan ve savaşçılıkları ile tanınan dağlı Nasturi aşiretleri bu
defa da İngiltere’nin ağına düşmüştür. Tiflis’te toplanan konferansı takiben
Fransa ve İngiltere, Nasturiler ve Ermenileri idare etmek üzere bölgeye
yetkililer göndermişlerdir35. Bu sırada İngiliz İstihbarat Servisi’ne mensup
33
Sonyel, a.g.e., s. 90-91. E.W.C. Noel, Kürdistan 1919, Kürdistan’da Özel Görevde Bulunan
Binbaşı Noel’in Günlüğü, Çev, Bülent Birer, İstanbul, Avesta Yayınları, 1999, s. 140-141’de de
benzer bilgiler bulunmaktadır.
34
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 76-77. Ruslara ek olarak 6000 silahlı Hıristiyan seferber edilmiştir. Bu silahlı
Hıristiyan gücün varlığı Urmiye’deki Müslümanlar, özellikle de Şikak Aşireti İsmail Ağa Simko
tarafından bir tehdit olarak görülmekteydi. Bkz. Sonyel, “ Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 423.
35
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 77.
161
Yüzbaşı George F. Gracey ve Teğmen McDowel sahnede beliriyordu.
Yüzbaşı Gracey’in eylemleri Süryaniler arasında hâlâ devam etmekte olan bir
tartışmaya sebep olmuştur. Süryanilere göre Yüzbaşı Gracey, Türklerin
Musul’dan
ilerlemelerini
engellemek
amacıyla
bir
ordu
kurmak
için
Kafkasya’dan gelerek çalışmaya başlamıştır. Onun görüşüne göre Ermeniler,
Süryaniler ve İsmail Ağa Simko’nun önderliğindeki Kürtler, az çok birlik
halinde davranmaya ve İngiltere tarafından kurulacak olan Karadeniz-Bağdat
hattının bir bölüğünü korumaya inandırılmalıydı. Anlaşılan İngiltere ve Rusya
bu amaç için para ve silah sağlayacaklardı. Yüzbaşı Gracey Süryanilerin
önderleriyle birkaç görüşme yaparak onlara bu proje hakkında ayrıntılı bilgi
veriyor ve onun “Bağlaşıklar, üstün gelirlerse küçük ve zulme uğramış
halklara söz vermiş oldukları tüm ayrıcalıkları da kapsamak üzere
Süryanilere sürekli ve temelli koruma sağlayacaklardır.” açıklaması ile
Süryaniler, oy birliği ile müttefiklerin yanında yer alıyorlardı36.
Bu bilgilerden Yüzbaşı Gracey’in sözlerinin Süryanilere de bağımsızlık
verileceği şeklinde yorumlandığı anlaşılmaktaysa da Yüzbaşı Gracey,
kastının böyle olmadığını şöyle açıklamıştır: “Onlara geleceklerinin Bağlaşık
savının başarısına dayandığını söyledim ve ideallerini sağlamada onlara
yardımcı olmak için tüm kişisel etki ve desteğimi kullanmaya söz verdim.
Ama hiçbir zaman hiçbir yerde onlara İngiliz yönetimi adına bağımsızlık sözü
vermedim.”37 Bazı kaynaklar Yüzbaşı Gracey’in patriğin öldürülmesi için
kışkırtma ve teşviklerde bulunmak ve Nasturileri oyalamakla görevlendirilmiş
olduğunu belirtmektedirler38. Bu konuda Fransız Dr. B. Kogol, Gracey’in
İngiliz İstihbarat Servisi’nin emirleri doğrultusunda Nasrurileri Türklere karşı
kışkırtmakla görevli olduğunu ve yakında Nasturi devleti kurulacağı sözünü
36
Savaş sonunda Süryaniler İngiliz yönetimini kendilerine verdikleri sözü yerine getirmemiş olmakla
eleştirmeye başlayınca, 1931 yılı Mayıs ayında İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Süryanilere böyle bir söz
verilip verilmediğinin anlaşılması için bakanlık arşivinde bir araştırma yaptırmıştır. Bu araştırma
sonucunda Gracey’in ya da yardımcısı McDowel’in yapmış oldukları görüşmelerle ilgili hiçbir belge
bulunamamış, sadece Gracey’in Bolşeviklerce tutsak edilmeden önce birçok raporunu yok etmek
zorunda kaldığını anlatan 5 Ağustos 1919 tarihli bir yazısı bulunmuştur. Bu açıklama karşısında bazı
yetkililer tatmin olmayarak, İngiltere Savaş Bakanlığı ve İmparatorluk Savunma Komitesi arşivlerinde
de aynı araştırmanın yapılmasını istemişlerse de bundan da bir sonuç çıkmamıştır. Bkz. Sonyel,
“Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1150.
37
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1151.
38
Matfiyef, a.g.e., s. 97.
162
verdiğini ileri sürmüştür. Basil Nikitin de konuyla ilgili olarak; “Yüzbaşı
Gracey, Nasturilere silahlı mücadeleyi sürdürme çağrısı yaptı, onlara,
savaşta devletinin maddi ve politik desteğini resmen vaat etti ve bu desteğin
barışın sağlanmasından sonra da devam edeceğini söyledi.” demiştir39.
Anlaşılacağı gibi Gracey’in sözleri farklı anlaşılmışsa da Süryanileri
umutlandırdığı bir gerçektir. İngiliz Dışişleri Bakanlığı da Yüzbaşı Gracey’in
İngiliz üniforması ile Urmiye’de bulunuşunun Süryanileri umutlandırdığı
görüşünde idi40.
Yüzbaşı Gracey’in Urmiye’ye yaptığı ziyaretle Kuzeybatı İran’da
Müslümanların durumlarının kötüleşmesi aynı döneme rastlamaktadır.
Teğmen McDowell’in Yüzbaşı Gracey’e göndermiş olduğu 11 Aralık 1917
tarihli rapordan anlaşıldığı üzere İranlılar, Kütler ve Süryaniler arasında
şiddetli bir düşmanlık gelişmişti. Süryanilerin ve Müslümanların bu bölgede
yan yana yaşamaları durumu oldukça gerginleştirmekteydi. Müslümanlar,
Rusya’nın
koruması
altındaki
Hıristiyanlar
karşısında
itibarlarının
kaybolduğunu düşünüyorlardı. Eskiden Müslümanlara tabi olan Süryaniler ise
intikam almak istiyorlardı. Rus ordularının Doğu Anadolu’dan çekilmesi
üzerine evlerini bırakarak İran’a sığınan 25.000 Cilo Nasturisi de, gördükleri
her şeye para ödemeden el koymaya çalışıyor, Müslümanların bağlarına ve
meyve bahçelerine saldırıyor, yakmak için ağaçlarını kesiyor, pazarlarını
yağmalıyorlardı. Mallarını korumak isteyen Müslüman halk, yerel Nasturilerin
de Cilolara yardımıyla kırıma tabi tutuluyorlardı. Bu olaylar Müslümanları
tahrik ediyordu41.
Rusların idaresi altındaki Süryani güçleri kötü eğitilmiş yaklaşık 2000
kişiden oluşmaktaydı. Organize olmaları zordu. Teğmen McDowell yabancı
kumandasında
Süryanilerin
oldukça
güvenilir
bir
güç
olacaklarına
inanmaktaydı. Mar Şimun ise İngiltere ile uzlaşma içine girmeyi ummakla
birlikte, yapmış oldukları hareketlerin Rusya’yı rahatsız etmeye başlamasıyla
İngiltere’nin desteğini de alamamaktan korkuyordu.
39
Matfiyef, a.g.e., s. 98; Süryanilerin Acı Sonu, s. 23-24.
Sonyel, a.g.e., s. 103-108.
41
Sonyel, a.g.e., s. 109; Sonyel, “ Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 423.
40
163
McDowell, Gracey ve diğer müttefik temsilcileri, Nasturileri organize
etmek istemekteydiler. Niyetleri, her bir tabur 1000 kişiden oluşmak üzere
Ermenilerden üç, Nasturilerden dört tabur kurulmasıydı. Bu birlikler, bir Rus
kurmayı tarafından kumanda edilirken müttefikler tarafından finanse edilecek
ve Rus kuvvetlerine yardım edeceklerdi42.
İran’da meydana gelen bu hadiseler sonucunda Nasturilere büyük kin
duyulmaya başlanmıştı. Bu kin daha çok Nasturi kuvvetlerinin çoğunluğunu
oluşturan
Hakkarili
Nasturilere
karşıydı.
Hakkarili
Nasturiler,
İran’a
geldiklerinde Ruslar tarafından yerleştirildikleri Salmas ve Urmiye ovalarını
altüst etmişler; bunun üzerine İranlılar da 22 Şubat 1918’de Nasturiler
üzerine saldırmışlardır43. Müttefik desteğini arkalarına alarak Urmiye ve
Salmas’da bir yurt kurmayı planlayan Nasturilerin44, saldırgan faaliyetleri
patrikleri Mar Bünyamin Şimun’un, İranlı Kürt lider Simko tarafından
öldürülmesiyle sonuçlanmıştır.
Kürt
lider
Ağa
Simko,
İran’a
sığınan
Hıristiyanlara
düşmanlık
beslemekle birlikte önceleri tarafsız kalmıştı. Hakkari’deki dağlık ve kurak
bölgelerine dönmek yerine, işgal etmiş bulundukları verimli topraklarda
bağımsız veya en azından özerk bir statü sağlamak niyetinde olan Mar
Şimun, geçici bir süre için bile olsa, bu planın gerçekleşmesi için yerel
Kürtlerle işbirliği yapmak zorunda olduğuna inanıyordu. O sırada Simko o
bölgedeki en etkili Kürt liderdi. Mar Şimun onunla ilişki kuruyor ve aralarında
bir görüşme yapılmasını sağlıyordu45. Bazı kaynaklarda belirtildiği üzere Mar
Şimun’a Simko ile işbirliği yapma fikri Yüzbaşı Gracey tarafından verilmişti46.
Görüşmenin Köhneşehir köyünde yapılması ve burada bölgeye giren
Türklere ve İran yönetimine karşı ortak harekâta geçilmesinin görüşülmesi
kararlaştırılıyordu. Ancak görüşmeden önce Simko bu planın başarı şansını
değerlendirmiş ve Türkiye hududu ile Urmiye arasındaki Kürt kesiminin
yöneticisi olabilmek için, kendi yetkisine asla boyun eğmeyecek ve o sırada
42
Sonyel, a.g.e., s. 109-110.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 77.
44
Bruinessen, a.g.e., s. 233.
45
Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 424.
46
Matfiyef, a.g.e., s. 98; Surma, a.g.e., s. 82.
43
164
müttefiklerce desteklenmekte olan Nasturileri ve özellikle de Ciloları ortadan
kaldırması gerektiğini düşünmüştür.
25 Şubat 1918’de47 Mar Şimun, refakatinde 140 silahlı Cilo savaşçısı ve
iki top olduğu halde Köhneşehir’e gelmiş, Simko ise onu kuşku yaratmamak
amacıyla silahlı birkaç adamıyla karşılamıştı. Görüşmeye başlandığı sırada
ise birçok silahlı Kürt bölgeye toplanmıştı. Görüşme sonucunda Simko’nun
refakatinde evden çıkıp arabasına binen Mar Şimun, Simko tarafından
sırtından
vurulmuş
ve
Simko’nun
kardeşi
tarafından
öldürülmüştür.
Simko’nun ateşini işaret bilen Kürtler de harekete geçerek Nasturi muhafızları
öldürmüşlerdir48.
Bu olayın bölgeyle ilgisi olan devletler tarafından planlandığı noktasında
mevcut görüşler bulunmaktadır. İngiliz kaynaklarına bakılacak olursa Mar
Şimun’u görmeye giden İranlı elçiler, ona Simko ile görüşmesini önermiş, bu
arada Simko da Tebriz’den gelen elçilerin bilgisi ve kasti planlarıyla Tebriz
valisi ile anlaşarak ikametgâhının bitişiğindeki evlerin damlarına yerleştirdiği
silahlı Kürtlerce görüşme sonunda Mar Şimun’u öldürtmüştür49. Bazı yazarlar
Simko’nun kalesinde Tebriz valisince gönderilmiş bulunan ve Mar Şimun’un
öldürülmesini talep eden bir mektup bulunduğunu yazmaktadırlar50. Başka bir
söylem İngilizlerin Ruslarla birlikte hareket eden Mar Şimun’un öldürülmesini
istedikleri yönünde olup bir diğer söylem ise, Simko’nun Mar Şimun’u
öldürmek için Osmanlı yönetiminden para aldığı yolundadır51.
Patriğe yapılan suikastın kimin tarafından düzenlendiği sorusu bir yana
bırakılacak olursa bu olay Mar Şimun’un rakibi Ağa Petros’u liderlik
konumuna daha fazla yaklaştırmıştır52.
Liderlerinin öldürülmesinin öcünü almak isteyen Nasturiler, Çerik’te
bulunan Simko’yu cezalandırmak amacıyla Ağa Petros ve Melik Kosaba
47
Bazı kaynaklarda 3 Mart ya da Martın 3. haftası olarak da geçer.
Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 424-425. Bu olayla ilgili farklı anlatımlar için Bkz.
Surma, a.g.e., s. 82-83; Matfiyef, a.g.e., s. 100-101.
49
Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 425; Bruinessen, a.g.e., s. 233.
50
Surma, a.g.e., s. 83; David Barsum Perley, Whiter Christian Missions, 1946, s. 30’dan nakleden
Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 426.
51
Erdost, a.g.e., s. 74; Çölemerikli, a.g.e., s. 392-393. Çölemerikli, Mar Şimun’un öldürülmesinin
Osmanlı-İran ortak komplosunun bir sonucu olduğunu söylemektedir.
52
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 78.
48
165
komutasında saldırıya geçmiş ve çarpışmalar sonucunda Simko, yenilgiye
uğratılmıştır. Bu çarpışma esnasında çok sayıda kişi yaşamını yitirmiş, mallar
tahrip edilerek her iki taraf da yağmalama faaliyetlerinde bulunmuşlardır.
Militan
Nasturilerin
saldırıları
sürerken
Ermeniler
de
rahat
durmuyorlardı. Doğu Anadolu’da korkunç eylemlerde bulunan ama Türk
ordusunun önünden kaçarak, Ağa Petros komutasındaki Nasturi güçleriyle
bağlantı kurmak üzere çeteleriyle birlikte İran topraklarına giren Ermeni çete
başı Antranik, müttefiklerin tahrikleriyle kuzeyden Hoy’a saldırıyordu. Bu
sırada Şahpur’u işgal eden Nasturi çeteler oradaki Müslüman halkı öldürüyor,
güneyden Hoy üzerine yürümeye başlıyordu. Ancak Hoy halkı Türk güçleri
ulaşıncaya dek Antranik’in çetelerine direnmiş, onun planlarını alt üst ederek
Erivan’a doğru çekilmesini sağlamışlardı. Ağa Petros ve çeteleri ise
Urmiye’ye
dönmüştür.
Nasturi
çeteleri
ile
Ermeni
gerillaları
işbirliği
içerisindeydi ve her ikisi de İngiltere tarafından finanse ediliyordu. Böylelikle
yerli Müslüman-Türk güçlerine karşı ciddi bir tehdit oluşturuluyordu53.
Bu arada İngilizlerin İran içindeki ileri hareketlerini durdurmak,
Bolşeviklerin İngilizlerden yardım görmesine mani olmak, Urmiye Gölü ile
Hazar Denizi arasındaki mıntıkayı örtmek ve bölgeyi Ermenilerden
temizlemek maksadıyla 6. ve 9. Ordulardan oluşan bir Şark Ordular Grubu
teşkil edilmişti54. Mar Şimun 6. Ordu Komutanlığı’na mektupla başvurarak
teslim olacağını bildirmiş, 6. Ordu Komutanı, 16 Haziran’a kadar silah ve
mühimmatları ile Urmiye’de teslim oldukları takdirde kendilerine hiçbir şey
yapılmayacağı ve memleketlerine gidebilecekleri garantisini vermiş aksi
takdirde belirtilen tarihten sonra orduların her türlü harekette serbest
olacakları cevabını vermiştir55. Anlaşılan odur ki Nasturiler zaman kazanmak
niyetindeydiler.
İran topraklarına sığınmış olan Ermeni ve Nasturiler, bölge halkının
elinden erzak ve hayvanlarını da zorla alarak mukavemete devam
etmişlerdir. Sayıları 6000 kadar olan bu asilerin elinde Rus ve İngilizlerden
53
Sonyel, a.g.e., s. 116-117.
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. II, s. 528.
55
Ali İhsan Sâbis, Birinci Dünya Harbi, C. IV, İstanbul, Nehir Yayınları, 1991, s. 233.
54
166
alınmış 15 top ve 20 makineli tüfekleri bulunmaktaydı. Maksatları Van’daki
direnişi uzatarak barış müzakerelerinde Van vilayeti hakkında bazı tavizler
kopartmaktı.
18 Haziran 1918’de Ali İhsan Paşa komutasındaki 4. Kolordu, Ermeni
ve Nasturilere karşı harekete geçmiş, Van Valisi Haydar Bey komutasındaki
kuvvetler de Urmiye’ye taarruza başlamıştır. Çarpışmalar neticesinde Ermeni
kuvvetleri Urmiye istikametinde geri çekilmiş ancak Urmiye alınamamıştır56.
Başkumandanlık Vekaleti’ne yazılan 1918 (7 Temmuz 1334) tarihli bir
belgeden anladığımız kadarıyla Urmiye bölgesinde Ermeniler ve Nasturiler
birlikte hareket etmekteydiler. Bu kuvvetlerin sayısı 6-7000 olup kendi içinde
biri 300 diğeri 700 mevcudunda muntazam iki tabur bulunmaktaydı. Diğer
kesimi ise çetelerden ibaretti. Ermeni ve Nasturilerin kadın, ihtiyar, çocuk
demeden Dilman’da 7000 ve Urmiye’de 3000 Müslüman öldürdüklerini bizzat
bölgede bulunan Rus zabitleri bildirmişlerdi. Yine aynı belgede masrafı
İngilizler tarafından karşılanan Ermeni kuvvetlerinin Osmanlı aleyhinde
hareketlerine devam edecekleri de belirtilmektedir57.
Bu arada İngiliz Generali Dunsterville, Urmiye bölgesindeki Nasturilerle
bağlantı kurmuştur. Dunsterville’nin amacı; Nasturileri silahlandırarak onların
birkaç İngiliz subayın komutasında, Türk ulaşım hatlarına zarar vermesiydi. O
sırada Türk kuvvetleri de Culfa’dan hareket ederek Tebriz’i işgal etmişlerdi.
Onların Bakü’ye girerek petrol kaynaklarını ele geçirmeleri engellenmeliydi.
Dunsterville, bu amacı göz önünde tutarak Zancan ve Tebriz arasındaki
Mianeh’i işgal ediyor, Sain Kale’ye58 süvari birlikleri ve Urmiye’ye de bir uçak
gönderiyordu. Bu uçağın pilotu K. M. Pennington adlı bir İngiliz ajanıydı.
Nasturilerle Pennigton arasındaki görüşmede Nasturilerin Urmiye ve
Suçbulak arasındaki Türk ve Kürt güçlerini yararak Sain Kale’ye gitmesi,
oradaki İngilizlerden silah ve mermi alması ve Tebriz ve Culfa arasındaki
Türk
56
ulaştırma
hatlarına
saldırmak
amacıyla
Urmiye’ye
dönmesi
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. II, s. 530-533.
Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S. 81, Aralık, 1982, s. 484-485.
58
Bu isim bazı kaynaklarda Sayın Kale, Sayenkala, Sin Kale ya da Şahin Kale olarak da geçmektedir.
57
167
kararlaştırılıyordu59. Pennington ayrıca, İran’daki İngiliz başkomutanı adına
Tuğgeneral J.J. Bray’dan bir mektup da getirmişti. Bu mektupta Bray şöyle
diyordu: “…İngiliz askeri güçleri ivedilikle yardımınıza geliyor, İngiliz erleri
Nasturi savaşçı Cilolarla yan yana, Türklerle savaşmak için yola çıkmış
bulunuyorlar ve bu da yalnız Urmiye’nin değil, Tebriz’in de Türklerden
kurtarılmasına yardımcı olacak ve çok geçmeden İngilizler Kafkaslardaki
Ermenilerle el ele ilişki kuracaklardır.”60 Gerçekten de İngilizler TemmuzAğustos 1918 tarihinde Urmiye’deki Nasturi ordusunu ayakta tutabilmek için
300.000
kron
harcamıştır.
Bunda
amaç
Urmiye
bölgesindeki
Türk
hâkimiyetini zayıflatmak hatta yok etmektir61.
Bu operasyonun tamamlanması için yola çıkan Nasturi müfrezesi geç
kalınca Sain Kale’ye belirlenen tarihten daha geç ulaşmış ve İngilizlerin
oradan ayrılarak Bicar’a döndüklerini öğrenmişlerdir. İngiliz savaş uçaklarının
havadan atacakları silah ve mermileri kaçırmış olan Nasturiler, güneye
dönerek İngiliz askeri hatlarına ulaşmaya çalışmıştır62. Nasturi müfrezesi
Sain Kale’de iken, Türklerin kuzeyden Urmiye’ye saldırmalarını önlemek
amacıyla Salmas Ovası’na gönderilen Nasturi birlikleri Urmiye’ye çekilmişti.
Ağa Petros liderliğindeki Nasturilerin güneye çekildiklerini öğrenince terk
edildiklerini sanıyorlardı63. Bu sırada 6. Ordu’dan İngilizlerin Sain Kale’ye
girdiği ve Urmiye’deki Ermeniler ve Nasturilerle birleşmek için Savuçbulak
istikametinde ilerleme ihtimalinin olduğu haberinin alınması üzerine 4.
Kolordu 27 Temmuz 1918’de Urmiye’deki Ermeni ve Nasturilere karşı
harekete geçmiştir64. Türklerin sahnede belirmesi üzerine paniğe kapılan
yaklaşık 75.000 kişilik Nasturi grubu kentten kaçmaya başlamış Mahabat
59
Sonyel, “Osmanlı İmparatorluğu’nun…”, s. 427-428.
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1152.
61
Mehmet Çevik, “Büyük Devletlerin Doğu Anadolu ve Kuzey Irak Politikalarında Bir Başka Unsur:
Nesturiler”, Beşinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri, 23-25 Ekim 1995, Ankara, Genelkurmay
Basımevi, 1996, s. 94-95.
62
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1152. Bu konuyla ilgili farklı yorumlar bulunmaktadır.
General Dunsterwill’e göre Nasturi müfrezesinin lideri Ağa Petros, Sain Kale’de İngilizlerle
görüşerek onlardan askeri yardım almış ancak düşman eline düşen Urmiye’ye yetişememiştir. A.
Fitramof’a göre; Ağa Petros Sain Kale’de İngiliz yardım konvoyunu bulamamıştır. İngiliz
görevlilerinden biri olan E. B. Bullarda de Dunsterwill ise Nasturilere yardım sözü verdiklerini fakat
bunu yerine getirmediklerini yazmaktadır. Matfiyef, a.g.e., s. 106.
63
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1152-1153.
64
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. II, s. 541.
60
168
bölgesinde Kürt aşiretlerini yarmayı başarmış ancak General Ali İhsan
Paşa’nın atamış olduğu İranlı Vali Macd-es-Sultaneh tarafından Tebriz’e
gönderilen İran müfrezesinin saldırısına uğramıştır. Aralarındaki eski
husumet nedeniyle birbirlerine hiç insaf göstermeyen Kürtler ve Nasturiler
arasındaki çarpışmalarda 10.000’e yakın Nasturi yaşamını yitirmiştir65.
Çatışmalara daha fazla dayanamayan bazı Nasturiler, kaçarak Hemedan’a
ulaşmış ve yine İngiliz koruyuculuğu altında Irak’taki Bakuba kampına
yerleştirilmişlerdir66. Bu kampa yerleştirilmeden önce, Hemedan-KirmanşahKhanigin stratejik yolunun yapım çalışmaları için İngilizler tarafından
zorlandıkları da kaynaklarda geçmektedir67. Kampa yerleştirilen Nasturilerin
sayıları hakkında farklı bilgiler mevcut olmakla birlikte bu sayı 40-50.000
civarındadır. Bazı kaynaklarda ise bu sayı 25-35.000 olarak verilmektedir68.
İngiliz kaynakları da bu sayıyı 35.000 olarak vermektedir. Nasturiler kampa
yerleştirilirken 5000 kadarı yol güzergâhlarındaki çalışma kamplarında, 6000
kadarı ise Hamadan ve Kazvin gibi diğer şehirlerde düzensiz birlikler olarak
istihdam edilmişlerdir. Geriye kalan 29.000 kişi kaçarken yol şartları ve salgın
hastalıklar gibi çeşitli sebeplerle hayatını kaybetmiş, kaybolmuş ya da esir
düşmüştür. 1 Temmuz 1919’da Yüzbaşı G.S. Reed tarafından hazırlanan
rapordan anlaşıldığı üzere; 30.000 Nasturi ve Van’dan gelen 10.000 kadar
Ermeni’nin oluşturduğu toplam 40.000 kişi Ağustos 1918’de Bakuba
Kampı’na yerleştirilmiştir69. Rahip Wigram da 20.000 kadar Nasturi’nin yolda
öldüğünü kaydetmekte ancak ölen binlerce Türk ve Müslüman’ın sözünü bile
etmemektedir70.
Süryanilerin Osmanlı Devleti’nde sükûnet içinde yaşadıklarına dair
genel bilgilere karşıt olarak bugün bir takım tezler de ileri sürülmektedir.
Bunlardan birisi; Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında
bir takım baskılara ve kasıtlı hareketlere maruz kaldıkları yönündedir. Savaş
65
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1153.
Gerthrude L. Bell, Mezopotamya’da 1915-1920 Sivil Yönetimi, İstanbul, Yaba Yayınları, 2004, s.
117.
67
Matfiyef, a.g.e., s. 107.
68
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 92.
69
Özdemir, a.g.e., s. 79-80; Bell, a.g.e., s. 117.
70
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1153.
66
169
koşulları nedeniyle pek çok Süryani’nin öldüğü veya başka yerlere göç etmek
zorunda kaldığı bir gerçektir. Ancak bu savaşta Süryanilerden daha çok
sayıda Müslüman’ın öldüğü de bir gerçektir71. Yıllarca Müslüman aşiretlerce
çevrilmiş oldukları halde Batılı devletler bu bölgede belirmeden önce
Müslümanlarla dostane ilişkiler içerisinde yaşayan bu halkın Osmanlı
yönetimince kırıma tabi tutulduğu iddiası bütünüyle gerçek dışıdır72. Savaş
ortamında cephe gerisi olarak nitelenen bir bölgede savaş şartlarından dolayı
asayişin tam olarak sağlanamadığı bir zaman diliminde gerçekleşmiş olan
olayları Süryanilere yönelik bir soykırım olarak nitelendirmek oldukça
yanlıştır73.
Esasen Süryaniler tarafsız kalabilirlerdi ve bu da şüphesiz onların
yararına olacaktı. Ama onlara Hıristiyan oldukları için olaylara karışmak
zorunda kalacakları ve nasıl olsa zulme uğrayacakları, dolayısıyla İtilaf
Devletleri’nden yana savaşa girmeleri telkininde bulunulup çeşitli sözler
verilince tarafsız kalmaları mümkün olmamıştır. Süryanilerin Türklerce
kırımdan geçirildiği iddialarının asılsız olduğu ve işbirliği yaptıkları Ermeni
militanlarını taklit eden birkaç Süryani militanının ileri sürdüğü iddiadan başka
bir şey olmadığı da anlaşılmaktadır74.
Savaş esnasında bazı tatsız hadiseler gerçekleşmiş olsa da bunlar
genel değil münferit bir yapı arz etmektedir. Nasturi Patriği Mar Şimun’un
kardeşi Surma Hanım bile Müslüman-Hıristiyan ayrımı gözetmeyen önemli
Türk memurlar olduğunu ancak bazı ikinci derece memurların gaddarlık
yaptıklarını ifade etmektedir75. Bu da bize Süryanilerin zaman zaman maruz
kaldığı olumsuz hareketlerin bir devlet politikası olmayıp bireysel bir yapı arz
71
Türk ordusu içerisinde savaşan ve hayatını kaybeden Süryani askerlerin olduğu bilgisi de
bulunmaktadır 1911 yılında Midyat’ın Alagöz Köyü’nden 19 Süryani vatandaş askere alınmış ve
bunların sadece üçü geri dönebilmiştir. Şehit düşen 16 askerden yalnızca beşinin ismi bilinmektedir.
Bunlar: Lahto Kate, Savme Abdalla, Saobo Slivo, İşıh Hanniko ve Gevriye Bahat’tır. “Gayr-i Müslim
Vatan Şehitleri: Mehmetçikle Omuz Omuza”, Milliyet, 1.03.2005.
72
Cengiz Yıldız, “Midyat ve Çevresinde Dinler Arası Hoşgörünün Tesisinde Örnek Bir Şahsiyet:
Fethullah Hamidi”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim Özcoşar, İstanbul, Mardin Tarihi
İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 106.
73
Özdemir, a.g.e., s. 124.
74
Sonyel, “Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1147.
75
Surma, a.g.e., s. 64.
170
ettiğini göstermektedir76. Şunu da belirtmek gerekmektedir ki bölgede
asayişsizlik sonucu oluşan köy baskınları, eşkıyalık hareketleri, aşiretler
arasındaki eskiye dayanan husumetlere bağlı olarak çıkan hadiseler sadece
Süryanilerin Hıristiyan bir halk olmalarından dolayı gerçekleşmemiş bu tür
olaylar savaş süresince bütün İmparatorluk topraklarında gerçekleşmiştir77.
Yazar Perley şu ilginç yorumda bulunmaktadır: “Ahlaki adalet adına şu
soruyu soralım: ‘küçümsenen Türk, gerçekten korkunç bir zulüm mü
yapıyordu?’ 13. yüzyıldan bu yana Türkiye’de özerk bir yaşam süren ve
yaşadığı yerlerde Türk buyruğu geçersiz kalan Süryaniler bu sorunun yanıtını
kuşkusuz biliyorlar. Kendi ulus ve kiliselerinin sürgüne uğrayıp dağıldığı bu
günlerde Osmanlı Devleti’nin geçmiş iyi günlerini kuşkusuz özlemle
anımsamaktadırlar.”78
2. MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ’NDE SÜRYANİLER
2.1. Mondros Mütarekesi’nden Sonra Süryaniler
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle Osmanlı
Devleti’nin yenilgisi kesinleşinceye kadar başta İngiltere ve Rusya olmak
üzere müttefik devletler uzun yıllar Osmanlı topraklarında güven ve barış
içinde yaşamış olan Rum, Ermeni, Süryani, Kürt ve öteki etnik ve dini
toplulukları kendi çıkarları için kullanmışlar, çeşitli vaatlerle kandırarak
Anadolu halklarını birbirine düşürmüşlerdir. Çıkarları sağlandıktan sonra da
vaatlerini unutmuşlar ya da yeni vaatler bularak bu toplulukları kullanmaya
devam etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Bakuba kampına yerleştirilen Nasturilerin
sorunları bitmemiştir. Onların sürekli olarak yerleşebilecekleri bir bölgenin
bulunması gerekmekteydi. Konu ile ilgili olarak İngiltere Dışişleri Bakanlığı
çeşitli toplantılar düzenlemiştir. 17 Kasım 1919’da Lord Curzon başkanlığında
yapılan bir toplantıda Kürtlerin yaşadıkları bölgelere İngiltere’nin hâkim
76
Yıldız, a.g.m., s. 107.
Özdemir, a.g.e., s. 124-125.
78
Sonyel, “ Türkiye’deki Süryaniler…”, s. 1155.
77
171
olduğu, bu insanlarla iyi ilişkiler kurmak için bir düzenlemeye gitmenin
zorunlu olduğu üzerinde durulmuştur. Kampa yerleştirilen Nasturilerin eski
yerlerine dönmeleri gerekmekteydi. Ayrıca İngiltere bu insanlar için yılda 2
milyon Sterlin harcamakta ve bu da İngiltere’ye oldukça ağır bir külfet
yüklemekteydi. İngiltere değişik alternatifler ortaya koyarak bu insanlar için bir
yerleşim yeri aramaya başlamıştır. Öncelikle Urmiye’ye dönmeleri gündeme
getirilmiştir. Ancak bu bölgede bulunan Kürtlerin Nasturileri istememeleri
büyük bir sorun olarak görülmüştür. Diğer yandan İran Hükümeti Kürt
saldırılarına karşı Hıristiyan nüfusu tampon olarak kabul edebilirdi. Bu
fikirlerden uzak olarak Kanada’ya yerleşmelerine yönelik bir teklif daha
sunulmuş, Nasturiler bu teklife karşılık olarak eğer eski yerleşim yerlerine
dönmelerine imkân olmazsa oraya gidebileceklerini bildirmişlerdir. Bir farklı
teklif de İmadiye’ye yerleşmeleri yolundadır. İngiliz yetkililer başlangıçta bu
fikre olumlu bakmışlarsa da sonra bu fikirden vazgeçmişlerdir. İmadiye’de de
Kürt nüfusun bulunması ve iki topluluğun geçinemeyeceği gerçeği yanında
bölgeden Kürtlerin çıkarılıp Nasturilerin yerleştirilmesi o dönem için imkânsız
bir plan olarak kabul edilmiştir79.
Nasturilere bir yer bulma çabaları sırasında onlardan Türk etki sahası
ile İngiliz denetimi altındaki Mezopotamya arasında bir tampon bölge
oluşturulması düşüncesi ortaya çıkmıştır. O gün için çözüm olabilecek tek
yol, doğrudan Irak savunma gücü içerisinde yer alan ve görevi Mezopotamya
sınırını korumak olan Nasturi askeri birliklerinin kurulması olmuştur. Bu askeri
birlikler ayrıca bölgede çıkabilecek Kürt ve Arap ayaklanmalarını bastırmak
amacıyla da kullanılacaktır80. Bu maksatla Musul’a götürülen ve 4 tabur
halinde yapılandırılan kuvvetlere Nasturi Levi Birlikleri adı verilmiştir. İngiltere
tarafından Nasturilere bu hizmetlerine karşılık Hakkari ve Urmiye bölgesinde
muhtar bir idare sözü verilmiştir81. Hatta daha inandırıcı olabilmek için
İngiltere, Aleksandr Amir Camki adında bir Asur subayını birliklerden sorumlu
olan Albay McCarthy’nin yardımcısı olarak atamışlardır. Ancak o, İngiliz
79
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 93-94; İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Petrol ve Kürt Sorunları ile
Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir İnceleme, İstanbul, Otopsi Yayınları, 2003, s. 180.
80
Anzerlioğlu, a.g.m., s. 180.
81
Erdost, a.g.e., s. 75; Nikitine, a.g.m., s. 210.
172
oyununu anlayıp bir süre sonra görevinden istifa etmiştir. İngilizler
Nasturilerin elinde bulunan silah, cephane ve mühimmata da el koyarak
onların kendilerine daha çok muhtaç olmalarını sağlamışlardır82. Bu
taburların kurulmasında ölen Patrik Mar Bünyamin Şimun’un kız kardeşi
Surma Hanım gibi liderlerin büyük rolü olmuştur. Ayrıca patrik ailesi ile
toplum önderleri ve din adamlarının İngilizlerle yapmış oldukları anlaşma
uyarınca her Nasturi askerin maaşından nakdi bir pay alıyor olmaları
düşündürücüdür83.
Bağımsızlık elde edeyim derken İngiliz kuklası ve paralı askerleri
konumuna düşen Nasturiler, kendi çıkarları için değil sadece İngiliz çıkarları
için çalışmışlardır. Hatta bir kısmı İngiliz ordularının yanında Filistin’i işgal
hareketine katılmış ve Filistin halkının direnişini bastırma sürecinde subaylık
yapmışlardır84.
Döneme ait birçok arşiv belgesinden anladığımıza göre; İngilizler
silahlandırdıkları Ermeni ve Nasturileri her fırsatta kullanmışlardır. Bununla
ilgili olarak İmadiye müftüsü, uleması, eşrafı ve aşairi ruesası tarafından
gönderilen
telgraflarda
silahlandırılan
Ermeni
gayet
ve
acıklı
Nasturilerin
bir
lisanla
İngilizler
mezalimlerinden
tarafından
bahsedilerek,
şikâyetlerde bulunulmuştur. Ermeni ve Nasturilerden oluşan bu birlikler
Müslüman kadınları din değiştirmeye zorlamak, aşiretlere saldırıp yağma
etmek, ulemadan bazı kişileri kaçırmak gibi faaliyetlerde bulunmaktadırlar.
Aşiretler bu faaliyetlerden ötürü heyecan içinde olup mukabeleden
korkmaktaydılar. Hükümetin bu konuda tedbir alması gerektiği 13. Kolordu
Kumandanı Cevdet Bey tarafından Hariciye Nezareti’ne bildirilmiştir85.
9 Eylül 1335 tarihli bir başka belgeye göre de; Şırnak Kaymakamı’ndan
alınan malumatta İngilizlere ilhak eden 1500 kadar Ermeni ve Nasturi
kuvvetleri vasıtasıyla bölgedeki aşiretlerin mağlup edildiği belirtilmekte ve bu
82
Bulut, a.g.e., s. 193.
Matfiyef, a.g.e., s. 110.
84
Bulut, a.g.e., s. 194.
85
ATASE, İSH, Kutu No. 103, Gömlek No. 80, Belge No. 80-2.
83
173
haberler
üzerine
bir
alay
ve
bir
taburun
bölgeye
celp
olunduğu
86
görülmektedir .
Görüldüğü üzere İngilizler özellikle bazı aşiretlere karşı sürekli olarak
Nasturi ve Ermenilerden mürekkep kuvvetler kullanmışlardır. Bu kuvvetlerle
en çok mücadele eden aşiretlerden biri de Barzan aşireti olmuştur. 31.12.
1335 tarihli bir belgede Şemdinan civarında Nasturi ve Ermeni kuvvetlerinin
Barzan aşireti ile çatışarak onların birliklerini çekilmek zorunda bıraktıkları
belirtilmiştir87.
Ermeni
ve
Nasturilerden
kurulmuş
olan
birliklerin
en
önemli
özelliklerinden birisi kıtaatın kendilerine İngiliz süsü vererek ve hatta İngiliz
kıyafetleri giyerek hareket etmesidir. 15. Kolordu Kumadanlığı’na gönderilen
21.12.1335 tarihli bir rapordan Ermeni ve Nasturilerden mürekkep kıtaatın
yukarda
belirtilen
hilelerle
hududumuza
tecavüzlerde
bulundukları
anlaşılmakta ve bunun engellenmesi için yapılan uyarıları dinlemedikleri
takdirde bölgedeki aşiret alaylarından da yararlanılacağı belirtilmektedir88. 15.
Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir tarafından Dâhiliye Nezareti’ne
gönderilen şifrede de aynı hilelerden bahsedildikten sonra meselenin
İngiltere’nin
Erzurum
Kaymakamı
Rawlinson
ile
İstanbul’daki
İngiliz
mümessiline de bildirildiği ve gerekenin yapılmasının istendiği belirtilmiştir89.
Ermeni ve Nasturilerden mürekkep bu birliklerin talim görmüş kıtalar
şeklinde ve müstakil taburlar halinde olduğu da bilinmektedir. Bu taburların
ne gibi silahlara sahip oldukları bilinmemekle birlikte hiç olmazsa makinelileri
olduğu sanılmaktadır90.
İngilizler tarafından silahlandırılan bu taburlar Van vilayeti çevresinde
tecavüzlerde bulunmakla birlikte eski köylerine ve arazilerine girmek
istemekteydiler. Ancak Nasturilerin eski köyleri oldukça harap olmuş
bulunmaktaydı. Bu defa Nasturiler o civarda kendi köylerini kurmuş olan ve
Nasturilerle aralarında düşmanlık görülen vatandaşların köylerine baskınlar
86
ATASE, İSH, Kutu No. 109, Gömlek No. 96, Belge No. 96-1.
ATASE, İSH, Kutu No., 114, Gömlek No. 3, Belge No. 3-1.
88
ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 119, Belge No. 119-1.
89
ATASE, İSH, Kutu No. 203, Gömlek No. 6, Belge No. 6-1.
90
ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 121, Belge No. 121-1.
87
174
düzenlemeye çalışmışlardır. Bu bölgede bulunan halk hükümetten silah ve
mühimmat yardımı talep etmiştir91.
11. Kolordu Kumandanı Kaymakam Cavid Bey’in 15. Kolordu
Kumandanlığı’na göndermiş olduğu raporda, bölge halkının esasen Ermeni
ve Nasturilerle mücadele etmek istedikleri ve köylerini terk etmek niyetinde
olmadıkları belirtilmektedir. Ancak halk silah ve mühimmat bakımından eksik
olduğundan devletin bölge halkının emniyetini sağlamakla görevli olduğu
üzerinde durulmaktadır.
Yine aynı raporda kuzey bölgelerdeki Ermeni tehlikesinin henüz bertaraf
edilmemiş olması ve buradaki fırkanın Çölemerik havalisine gitmesine bir
imkân olmaması göz önünde tutulacak olursa güneyden gelebilecek yeni
Nasturi ve Ermeni çetelerinin işe karışması halinde bölgenin yeni olaylara
sahne olacağı da belirtilmiştir92.
Cavid Bey’in 34. Alay Kumandanlığı’na göndermiş olduğu şifre de bu
konuyla ilgilidir. Muntazam İngiliz kuvvetlerinin kendi işgal bölgeleri haricinde
bulunan Van vilayetine girmeyecekleri muhakkak olmakla birlikte bu iş için
Nasturi ve Ermeni birliklerini kullanmaktadırlar. Her ne vasıta ile olursa olsun
bu bölgeye girmeye çalışılması mütareke ahkâmına uygun olmadığından geri
çekilmemeleri halinde silahla mukabelede bulunulmasının zorunlu olacağı
görülmektedir93.
Görüldüğü gibi İngiltere mukavemetle karşılaşacağını anladığı her
yerde Nasturiler, Ermeniler ve dahası Kürt aşiret şeyh ve liderlerini elde
etmeye çalışmış, onları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmak için her
fırsata başvurmuş hepsine ayrı ayrı vaatlerde bulunarak kendi tarafına
çekmiştir. Seyid Taha, Ağa Simko gibi Kürt liderlerine Rumiye, Deyleman,
Hoy, Cizre gibi bölgelerde beylik sözü vererek İngiltere hesabına çalışmaya
ikna etmiştir. Osmanlı Devleti bu Kürt aşiretleriyle uğraşırken Nasturiler ve
Ermeniler de İngilizlerin istedikleri yerlere yerleştirilerek bilahare Kürtler de
91
ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 121, Belge No. 121-1.
ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No. 121, Belge No. 121-2. Hangi birliklerinin nerelerde
görevlendirilmesi konusundaki bilgilerle ilgili olarak Bkz. ATASE, İSH, Kutu No. 347, Gömlek No.
121, Belge No. 121-3.
93
ATASE, İSH, Kutu No. 449, Gömlek No. 65, Belge No. 65-1.
92
175
onların esaretine verilecektir94. İngiltere’nin bölgede güttüğü açık politika
budur. Gerek Kürtler ve gerekse Nasturiler arasında sanki onların milli
menfaatleri için hareket ediyormuş gibi görünerek onları ikna etmeye çalışan
İngiltere her türlü silah ve hayvan takviyesinde de bulunarak bu faaliyetinde
büyük çapta başarı kazanmıştır. Çıkabilecek herhangi bir tehlike vukuunda
İmadiye ve Pervari aşiretlerinin İngilizlere yardımını temin etmek için bunlara
para dağıtıldığı bilgileri de bulunmaktadır95. Kürt aşiretlerine beylik kurma
sözü vermesinin yanı sıra Nasturiler için de bir hükümet tesis etme planı söz
konusudur. 5.01.1336 tarihli bir belgeden anlaşıldığı üzere; bu hükümetin
sınırları tam olarak bilinmemekle beraber, Rumiye, Revandız, Çölemerik,
Hakkari ve çevresinden ibaret olduğu tahmin edilmektedir96. Zaten bu
bölgede Nasturilerin taarruzları da sık sık görülmekteydi97.
Nasturilerin İngilizlerin yardımıyla yaptıkları bu faaliyetler bir tarafa
bırakılacak olursa açıkça ifade etmek gerekir ki Yakubiler olarak da bilinen
Süryani Kadimlerin birkaç küçük hadise dışında bu faaliyetlere karışmamış
olduklarına,
Osmanlı
idaresine
bağlı
kaldıklarına,
üstelik
yaşadıkları
bölgelerde Batılı devletlerin misyonerlerini bile istemediklerine dair bilgiler
mevcuttur98. Süryani Kadimler her zaman itaatkâr bir cemaat olmuş asla
devlet kurma sevdasına kapılmamışlardır. Sadece yaşadıkları toprakların
vatandaşları ile aynı haklara sahip olmak istemişlerdir99.
Süryani Kadimlerin milli mücadele yıllarında işgalcilerin kışkırtmalarına
kulak asmadıkları yolundaki bilgilere en güzel örnek İngilizlerin Mardin’i işgal
girişimleri esnasında gerçekleşmiştir. Mondros Ateşkes Antlaşması gereğince
Urfa, Antep, Maraş ve civarı İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Bu işgaller
neticesinde Mardin halkı da tedirgin olmuş işgale karşı koymak için milli
kuvvetler oluşturulmaya başlanmıştır. İngiltere, Doğu, Güneydoğu Anadolu
94
BOA, DH.KMS., No. 50-2/ 25, BOA, DH.KMS., No. 50-3/25, Musul Kerkük İle İlgili Arşiv
Belgeleri (1525-1919), Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 1993, s.
389-392.
95
ATASE, İSH, Kutu No. 1169, Gömlek No. 5, Belge No. 5-1.
96
ATASE, İSH, Kutu No. 348, Gömlek No. 78, Belge No. 78-1.
97
ATASE, İSH, Kutu No. 401, Gömlek No. 3, Belge No. 3-1; ATASE, İSH, Kutu No.449, Gömlek
No. 63, Belge No. 63-1.
98
BOA, DH.İD., Dosya No. 123, Gömlek No. 4.
99
Aksiyon, 2-8 Mart 2002, s. 23.
176
ve Musul’u da içine alacak şekilde kendisine bağımlı bir Kürt devleti kurmak
amacını gerçekleştirmek üzere Mardin’in İngilizlere teslimi için Binbaşı Noel’i
bölgeye göndermiştir100. Bölgede çalışmalara başlayan ve şehrin ileri
gelenleriyle bu konuda görüşmelerde bulunan Noel istediği sonucu
alamamıştır.
20 Nisan günü Mardin’e gelen Noel, burada önce İngiltere yanlısı
mutasarrıf Zeki Bey ve Amerikan misyonerleriyle görüşür. 22’sinde de
yöredeki azınlık gruplarını ziyaret eden Noel, Yakubi Süryani, Katolik Süryani
ve Keldanilerle tanışır. Buradan Müslümanlardaki İngiltere korkusunun halkı
silahlanmaya yönelttiği intibaını alarak Halep’e geçer101. Mardin’de eşraftan
hiç kimse Noel ve beraberindekilere ve propaganda faaliyetlerine iltifat
etmemiştir102.
11 Mayıs’ta tekrar Mardin’e gelen Noel, 6. Ordu’ya bağlı 5. Kolordu
Kumandanı Miralay Kenan Bey’le görüşmüştür. Bazı kaynaklarda şehrin
İngilizlere teslim edilmesi hususunda Noel’in eşrafla görüşmelerde bulunduğu
ve eşrafın ne cevap verecekleri konusunda aralarında toplantılar yaptıkları
fakat kesin bir karara varamayarak o zaman şehrin hürmete şayan bir zatı
olan
Süryani
belirtilmektedir
Kadim
103
Patriği
3.
İlyas
Şakir
Efendi’ye
başvurdukları
. Şakir Efendi ise, “Biz Türküz ve Türk idaresinden başka bir
idare istemiyoruz. Aksi halde yek vücut olarak canen ve malen mücadeleye
hazırız.” diyerek bu konudaki düşüncesini belirtmiş ve bu cevap da aynen
Noel’e iletilmiştir104. Ayrıca yöredeki aşiret reisleri, Keldani ve Yakubi rahipler
toplanarak Osmanlı Devleti’ne bağlılık yemini etmişler ve Meclis-i Mebusan’a
çektikleri telgrafla bölgedeki bölücü faaliyetleri protesto etmişlerdir105. Noel
100
Yavuz Ölçen, “Milli Mücadelede Mardin”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu
Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas
Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 658-659.
101
Mim Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in “Kürdistan Misyonu”, İstanbul,
Boğaziçi Yayınları, 1989, s. 32.
102
Ertürk, a.g.e., s. 304.
103
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 442; Hanna Dolapönü, Tarihte Mardin, İstanbul, 1972, s. 102.
104
Dolapönü, a.g.e., s. 103. İlyas Efendi ile ilgili olarak onun akıl vermek yerine sadece karara
katılmış olduğu yolunda bilgi de söz konusudur. Ali Bulaç, “Patrik İlyas Efendi Meselesi” (Erişim) :
http//www.tumgazeteler.com/?a=4433706 , 10 Kasım 2009, 11.00.
105
Yaşar Akbıyık, “Kurtuluş Savaşı’nda Güneydoğu Anadolu’da Bölücülük Faaliyetlerine Karşı
Tepkiler”, XII. Türk Tarih Kongresi, C. IV, 1994, s. 1312.
177
ise İstanbul’dan gelen Fehim Efendi ile Patrik Şakir İlyas’ın Mardin’deki
Osmanlı hâkimiyetinin devamı için müracaatta bulunmak üzere başkente
doğru yola çıktıklarını rapor etmiş ve onların Halep’te durdurulmalarını
istemiştir106. 22 Mayıs 1919 tarihinde İngilizlerin patriği Halep’te ziyaret ettiği
ve ertesi gün de patriğin İngiliz haber ajansını ziyaret ettiği yönünde bilgiler
bulunmaktadır. Daha sonra patrik İstanbul’a giderek Sultan Vahdettin ile
görüşmüş 8 Temmuz 1922 tarihine kadar İstanbul’da kalmıştır107. Mardin’de
bulunan Süryani Patriği’nin İstanbul’a gelmesine izin verildiğini belirten 19
Mayıs 1919 tarihli bir arşiv belgesi de bu yolculuğu kanıtlamaktadır108.
Binbaşı Noel yazmış olduğu raporunda Osmanlı Devleti sınırları içinde
yaşayan Hıristiyanlardan savaş sırasında en az zarar görenlerin Süryani
Kadimler olduğunu belirtmektedir. Noel, Süryani Kadimlerin Osmanlı Devleti
ile iyi ilişkiler içinde olduğunu ve Ermeni tehciri kararı alındıktan sonra
Süryani Kadimlerin bu kararın dışında tutulduklarını da raporuna eklemiştir.
Ayrıca Noel, Diyarbakır’da yaşayan Süryani Kadimlerin Osmanlı yönetiminin
devamından yana olduklarını hatta Mardin ve Diyarbakır’da Süryanilere ait
kiliselerde Osmanlı yönetimi ve padişah için dualar edildiğini de raporunda
vurgulamaktadır109. Gerçekten de Noel bu raporu hazırlamadan önce Mardin
ve Midyat’taki Süryaniler hakkında bilgi toplamaya çalışmış onlara baskı
yapılıp yapılmadığını sormuş ancak düşünülenin aksine Süryanilerden
hükümete silah atanların olduğu bilgisini almıştır. Hatta görüştüğü Süryani
murahhası da aynı beyanatta bulunmuştur110. 20 Mayıs 1335 tarihli bir
belgeden de anladığımıza göre; Noel, Midyat’ta en ziyade Süryani ve Keldani
muallim ve murahhaslarla görüşmüş, özellikle Süryani murahhası Petros
Efendi Osmanlı Hükümeti’ne karşı sadakat beyanında bulunmuştur. Keldani
papazı muhalif bazı ifadelerde bulunmuş ise de Süryani murahhası onu
tekzip etmiştir111. Yine aynı meyanda olmak üzere Noel, Midyat ve
106
Öke, a.g.e., s. 33; Ertürk, a.g.e., s. 204.
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 442-443.
108
BOA, DH.KMS., Dosya No. 52/-1, Gömlek No. 68.
109
Özdemir, a.g.e., s. 112.
110
Ertürk, a.g.e., s. 308.
111
ATASE, İSH, Kutu No. 30, Gömlek No. 33, Belge No. 33-1.
107
178
çevresinde görüştüğü zevatın hemen hepsinden hükümet lehine cevaplar
almıştır112.
Süryani Patriği İlyas’ın Osmanlı Devleti lehinde hareket ettiği ile ilgili bir
diğer bilgi ise; 8 Şubat 1919 günü İstanbul’a gelen müstevli kuvvetler
komutanlarından Fransız generali Franchet d’Esperey’in azınlık ruhani
reislerini davet ederek isteklerini sorduğunda Süryani Patriği’nin ayağa
kalkarak “Beş yüz yıldan fazla oluyor ki Türk yurttaşlarımızla beraber
kardeşçe
yaşadık.
Türklerin
nimetleri
kanımızın
her
zerresinde
dolaşmaktadır. Biz Türklerden ne isteyebiliriz? Türklerin kaderi bizim de
kaderimizdir” dediği ve toplantıyı terk ettiği yönündedir113.
İngiltere’nin Suriye İtilafnamesi ile Güneydoğu illerini Fransa’ya
devretmesi Mardin’de de tepkilere sebep olmuştur. Suriye İtilafnamesi’ne
göre; Urfa, Antep ve Maraş dolayları Fransızlara bırakılmış buna karşılık
Musul İngilizlere verilmiştir. İngilizlerin bu uygulamadaki amacı Fransızların
Anadolu içlerine girmelerini sağlamaktı. İngilizler Mardin ve Siverek
havalisiyle bütün Güneydoğu Anadolu’da kendilerine karşı, “Mahiyeti şüpheli
görülen bir siyasi faaliyetin olduğunu ve aşiretlerin İngilizlere karşı harekete
hazır bulunduğunu” görünce yeni anlaşma ile Fransızları bu alanlara sürerek
kendilerine daha problemsiz bölgeler seçmişlerdir. Böylece hem Fransızları
sonuç alamayacakları alanlara itmiş olacaklar hem de Musul’u ustalıkla
dünya kamuoyunun gözünden kaçırarak oraya sahip olacaklardı114.
Bölgenin Fransızlara devredilmesine karşı çıkan Mardinliler, Ocak
1920’de Mardin’e gelen Fransız askeri yetkilisi Albay Normand’a da büyük
tepki göstermişlerdir. Mardin’i Suriye’nin bir parçası gibi değerlendiren
Normand, burada işinin kolay olacağını düşünmüş ancak gelen tepkiler
karşısında bölgeden ayrılmak zorunda kalmıştır. Ayrılmadan önce de
bölgedeki
112
Süryani
ve
Ermeni cemaat
liderleriyle
görüşmek
isteyen
ATASE, İSH, Kutu No. 30, Gömlek No. 33, Belge No. 33-2.
Milliyet, 19 Kasım 1977.
114
İsmail Özçelik, “İşgal Yıllarında Mardin”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu
Bildirileri, Ed. İbrahim Özcoşar, Hüseyin Güneş, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas
Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 673.
113
179
Normand’ın bu isteği şiddetle reddedilerek Fransız oyununa gelinmemiştir115.
Diyarbakır’dan Hariciye Nezareti’ne gönderilen bir şifreden de anlaşılacağı
üzere Normand gerçekten de gittiği her yerde halkın devamlı surette galeyanı
ile karşılaşmıştır116.
Ancak Urfa’da Fransızlarla bazı Süryanilerin işbirliği yaptıkları yolunda
söylentiler çıkınca,
Süryani Patriği 3. İlyas Şakir Efendi Urfa’da yaşayan
Süryani toplumu başkanlığına şu bildirgeyi göndermiştir:
“Osmanlı uyruğundan olduğumuzu unutmayınız. Ne yazık ki Urfa’daki
Süryanilerin bir kısmının Fransızlar ve Ermenilerle birleşerek Türklere karşı
çarpışmalara katıldıklarını üzüntü ile öğrenmiş bulunmaktayız. Bu iş patrik
efendinin
ve
bütün
Süryanilerin
isteğine
aykırı
olduğundan
kutsal
değerlerimizin korunuşu ve büyüklerimizin sözlerine saygı duyarak Türkler
aleyhindeki çarpışmalara katılmaktan geri durmanızı bildiririz. Ayrıca bu
uğurda pek çok fedakârlıkta bulunmanızı sizlere öneririz.” 117
Ayrıca 1920 yılında TBMM’nin açılış törenine Patrik 3. İlyas’ın da
katılmış olduğu yine 1922 Şubat’ında Atatürk’ün Ankara’ya gelişinde garda
onu karşılayanlar arasında Patrik 3. İlyas’ın da bulunduğu ve Atatürk’ün taltif
niteliğindeki “Süryani Patriği 3. İlyas’ın Milli Mücadele yıllarında müstevlilere
karşı bu yurdun evladı olarak takındığı mücadeleci tavır Milli Mücadele
kahramanlarından olduğunu göstermiştir.” şeklindeki sözlerini yansıtan
bilgiler bulunmaktadır118.
Süryani Kadim Patriği’nin milli mücadelenin desteklenmesi yönünde
emirler verdiği ve bu bağlamda milli mücadeleye katılan Süryani Kadimlerin
aileleri tarafından askere çamaşır ve giysi dikilmesi amacıyla Diyarbakır’da
bir dikimevi açıldığı ve Süryani kadınların burada dikiş dikerek yardımlarda
bulundukları yolunda bilgiler de mevcuttur119.
Görüldüğü üzere Nasturi cemaatinin aksine Süryani Kadimler Osmanlı
Devleti’ne sadık kalmışlar ve Avrupalı devletlerin oyununa gelmemişlerdir.
115
Ölçen, a.g.m., s. 662.
ATASE, İSH, Kutu No. 205, Gömlek No. 248, Belge No. 248-4.
117
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 445.
118
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 454-456; Dolapönü, a.g.e., s. 102; Mardin İl Yıllığı, Mardin, 1967,
s. 87.
119
Milliyet, 19 Kasım 1977.
116
180
Nasturiler ise verilen sözlere inanarak devlete başkaldırmışlar ve bunun
olumsuz sonuçlarını da uzun yıllar yaşamak zorunda kalmışlardır.
2.2. Paris Barış ve San Remo Konferansları’nda Süryaniler
Süryanilerin onları evlerinden ve yaşadıkları topraklardan eden dört
yıllık savaşın ardından güvendikleri müttefiklerinin savaş sırasında vermiş
oldukları
vaatleri
120
bulunmamaktaydı
yerine
getirecekleri
konusunda
hiçbir
tereddütleri
. Eski topraklarına geri dönmek ve İngiltere denetiminde
özerk bir devlet kurmak amacında olan Süryaniler bu hedeflerinin siyasi
platforma taşınmasını istemekteydiler. Büyük güçlerin Osmanlı Devleti
topraklarını
kendi
aralarında
paylaşmak
amacıyla
düzenledikleri
konferanslara katılmak Süryanilerin hedeflerini gerçekleştirmek için bir fırsat
olarak nitelenmiştir. 1919 yılında Paris’te düzenlenen konferans, hedefin ilk
adımını oluşturmuştur.
Esasen konferansın ana gündemini Osmanlı Devleti topraklarından
Yunanlılara verilecek pay oluşturmaktaydı. Ancak konferansa amaçları
bağımsız devletler kurmak olan Ermeni, Arap ve Kürt delegeleri de
katılmışlardı. Nasturilere gelince; yeni patrik Mar Paul Şimun ve diğer liderler
Bakuba Kampı’ndan İngiliz otoritelerine başvurarak konferansa bir temsilci
göndermelerine izin verilmesini istemişlerdir. Onların işaret ettikleri nokta,
Ermenilerden farklı bir ırk oldukları ve onlarla bir mütalaa edilmelerinden
endişe duydukları yönündeydi. Arnold Toynbee gibi bazı resmi memurlar
Nasturilere mahsus bir kanton yaratılmasını mümkün görürken İngiltere
diplomatik çevreleri bu fikre karşı çıkmanın yanı sıra onların konferansa
delege göndermeleri talebine bile sıcak bakmamışlardır121.
6 Mart 1919’da Bağdat’taki İngiliz temsilcisi Albay A. T. Wilson’a
başvuran Mar Şimun, kendi topraklarında İngiliz koruması altında olmayı,
Kürtler tarafından esir alınan Nasturilerin serbest bırakılmasını, liderlerini
öldüren Kürtlerin cezalandırılmasını, Mar Şimun’un Nasturilerin lideri olarak
resmen kabul edilmesini, Kürtler tarafında işgal edilen kilise arazilerinin geri
120
121
Özdemir, a.g.e., s. 133.
Sonyel, a.g.e., s. 130-131.
181
verilmesini ve Ermenilerle Nasturiler arasında etnik farklılığın kesin olarak
ortaya konulmasını istemiştir122.
Nasturiler “Paris Barış Konferansı Öncesinde Asuri İstekleri” başlığı
altında yayınladıkları bir memorandumda da büyük miktarda Nasturi’nin
anadillerini kaybedip Türkçe, Arapça ve Ermenice konuştuklarını ve
Ermenice konuşan Nasturilerin Ermeni olarak tanınmaya başlandıklarını dile
getirildikten sonra Türk-Ermeni çatışmalarında onların da Ermeni sayılarak
175.000 Nasturi’nin öldürüldüğünü iddia etmişlerdir.
Bununla
birlikte
bu
memorandumda
Nasturilerin
Birinci
Dünya
Savaşı’nda Rusya’nın yanında savaştıklarına ve Nasturi güçleri sayesinde
birçok yerde Rusların zafer kazandıklarına dikkat çekilerek Rusya’nın
savaştan çekilmesinden sonra da onun müttefiklerine sadık kalan Nasturilerin
bu konferansta temsil edilmeleri gerektiği belirtilmiştir123. Memorandumda
ilginç olan iddialardan biri de çok sayıda Süryani’nin zaman içerisinde
Müslüman olduğu ve Şikak Aşireti gibi bazı Kürt aşiretlerinin Süryani kökenli
olduğudur.
Burada
ortaya
konulan
iddiaların
son
derece
amatörce
hazırlanmış olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır124.
Tüm bu çabaların sonucunda Amerika’ya eğitim almak için gidip
kendilerini Asur yurdunu kurmaya adamış kişilerden oluşan Nasturi
delegasyonu125 Abraham Yohannan başkanlığında Nasturileri temsilen
Paris’e gelmişlerdir. Ancak bu delegeler Paris’te yalnız değildir. Urmiye’den
de temsilciler gelmiştir ve her delegasyon kendi isteklerini konferansa
sunmuştur126. Yohannan Süryani ve Nasturi insanına çok büyük haksızlıklar
yapıldığını dile getirmiştir. Her iki delegasyonun da ortak talebi şimdilik
otonom fakat daha sonra bağımsız olacak bir Asur-Keldani Devleti kurulması
yönündeydi. Bu devletin sınırları ise Musul, Urmiye, Diyarbakır, Urfa’yı içine
alarak batıda Fırat, kuzeyde Van Gölü’nün güneyindeki dağlar, doğuda
Türkiye’yi İran’dan ayıran dağlar ve güneyde de Bağdat’ın kuzeyinden geçen
122
Özdemir, a.g.e., s. 133-134.
Sonyel, a.g.e., s. 134-135.
124
Özdemir, a.g.e., s. 136.
125
Bu delegasyon şu isimlerden oluşmaktaydı: S. Raci, M. Şekur, Piskopos E. Barsaum, B. Bakuş, E.
K. Yusuf, R. Necip, C. Zabuni, Gevriye Werda, S. E. Namık. Matfiyef, a.g.e., s. 111.
126
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 98.
123
182
ve Fırat’la Dicle’yi kesen bir hat ile sınırlanacaktır. Asuri-Keldani halkı kendi
kendini yönetme yeteneğini kazanıncaya kadar müttefiklerden birinin
mandasını istemekteydi. Manda olacak devlet Asuri-Keldanilerden zorla
Müslüman yapılanların atalarının dinine dönmeleri için gereken tedbirleri
alacaktı. Süryanilerin bu isteklerini L’Asie Française Dergisi dile getirmiş,
onların Hıristiyan ve hatta kısmen Katolik olduklarını belirterek Fransız
kamuoyunda sempati kazanmalarını sağlamaya çalışmıştır. Ancak daha
sonra bu dergi dışında hiçbir yerde onlardan bahsedilmemiştir127.
Diğer bir başvuru ise Tiflis’te bulunan Trans-Kafkasya Süryani Meclisi
Delegasyonu
tarafından
yapılmıştır.
Kafkasya’da
yaşayan
Süryanileri
temsilen katılan delegasyon, Süryanilerin de savaşan taraf olarak kabul
edilmesi gerektiğini belirttikten sonra Süryanilerin önce Paris Barış
Konferansı’na daha sonra da Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi gerektiğini
savunmaktaydı. Onların dilekçesinde Osmanlı Devleti’ne yönelik bir toplu
katliam iddiası yer almamakta aksine başkanları M. Yacouboff’un yazmış
olduğu mektuptaki ifadeler yaşanan hadiselerin toplu katliamdan uzak
olduğunu göstermekteydi. Mektupta Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra
Kafkasya’ya göç eden Süryanilerin açlık ve hastalıkla mücadele etmek
zorunda kaldıkları ve bunun tek sebebinin İtilaf Devletleri ile savaşa girmek
olduğu ve bu sefaletin ortadan kalkması için İtilaf Devletlerinden yardım
beklendiği belirtilmiştir128.
Konferansa katılan heyetler herhangi bir başarı elde edememiştir.
Kendilerine Türklerle barış antlaşması yapılıncaya kadar beklemeleri
söylenmiştir129. Patrik Mar Şimun ise eski yerlerine dönmek ve İngiliz
himayesinde yaşamlarına devam etmek istemekteydi. Patrik Mar Şimun’un
dilekçesinde Osmanlı Devleti tarafından kendilerine katliam yapıldığına dair
bir iddia yer almamaktadır. İstedikleri kurulacak “Nasturi Devleti’nin” Mar
Şimun liderliğinde olması ve Ermenilerle Kürtlerden ayrı telakki edilmeleri
127
Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, (1919-1922), Ankara, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1975, s. 91.
128
Özdemir, a.g.e., s. 134-135.
129
Sonyel, a.g.e., s. 143.
183
gerektiği yönündedir130. Onlar da isteklerini Paris’te dile getirmek için lider
olarak Surma Hanım’ı belirlemiş ancak İngiltere bir dizi oyalamadan sonra
Irak Nasturi heyetinin önce Londra’yı ziyaret etmesi şartıyla Paris’e
gönderilmesini kabul etmiştir. İngiltere bu heyetin sorunlarını Londra’da
çözmesini amaçlamıştır. Paris Konferansı sonuçlanana kadar delegeler
Londra’da alıkonulmuş ve Paris’e gitmelerine izin verilmemiştir131.
Surma Hanım Londra’da bulunduğu sırada Lordlar Kamarası’nda Asur
meselesi tartışmalarına tanık olmuştur. Canterbury Piskoposu dinleyicilerin
dikkatini şimdiye kadar anavatanlarına dönmelerine müsaade edilmeyen
Süryanilerin trajedisine çekmiş ve Süryanilerin ikamet ettiği bölgelerde Türk
hâkimiyetinin durdurulmasını istemiştir.
Lord Curzon ise Surma Hanımla Süryanilerin gelecekleri konusunda
görüşerek “Süryaniler güvenliklerinin garanti edilmesi koşuluyla geri dönmek
istiyorlar, bunun gerçekleşmesi şimdilik güçtür. Önümüzdeki baharda belki
mümkün olur. Görevimiz İranlı Süryanileri İran’a, Türkiye’dekileri de Hakkari
Vilayeti’ne geri göndermek ya da onları ileri mevzilerimize komşu topraklarda
ya da elimizin ulaşabileceği yakın merkezlerde iskân etmektir.” demiştir132.
Sonuç olarak Süryaniler isteklerine cevap alamadan konferans
dağılmıştır. Görüldüğü üzere konferansa katılan ayrı delegasyonların hepsi
bir Süryani devleti kurulması yolunda taleplerini dile getirmişlerdir. Ancak bu
ortak amaç için kullanılan iddialar farklılık gösterebilmiştir. Amerika’dan gelen
heyet Süryani katliamı iddiaların dillendirirken, Tiflis heyeti ve Mar Şimun bu
tarz iddialarda bulunmamışlardır. Abraham Yohannan başkanlığındaki
Amerika’dan gelen heyet, İngiltere’nin İran’a baskı yapmasını ve halen
Bakuba Kampı’nda yaşayan Nasturilerin Urmiye’ye geri dönmelerinin
sağlanmasını istemekteydi. Osmanlı tebaası olan Nasturilerin durumu ise
İngiltere’yi daha da zor durumda bırakmaktaydı çünkü henüz Türkiye ile bir
anlaşma imzalanmamış ve sınırlar belli olmamıştı. Ayrıca İngiltere’nin İran ya
da Türkiye’de yaşayan Nasturiler arasında ayrım yapmadan hepsinin lideri
130
Özdemir, a.g.e., s. 137-138.
Matfiyef, a.g.e., s. 111-112; Anzerlioğlu, a.g.e., s. 99.
132
Matfiyef, a.g.e., s. 112.
131
184
olarak Mar Şimun’u tanıdığını açıklaması da gruplar arasında huzursuzluk
yaratmıştır133.
Bu noktada Lord Curzon, her iki grubun da bir arada kalmalarını
vurgulayarak şunları söylüyordu: “…siz küçük bir milletsiniz. Aynı topraklar
üzerinde bir arada kalmanız sizin için daha iyi olmaz mı? Eğer her şey
yolunda
giderse
koruma
altına
alacağımız
ve
birbirinize
yardımcı
olabileceğiniz bir yer olacaktır.” Şüphesiz Lord Curzon bu sözleri Süryanilerin
sorunlarını düşünmekten çok Musul sorunu ve Musul’un kuzeyinde
Süryanilerden oluşan güvenli bir bölge kurulması yönündeki İngiliz çıkarları
doğrultusunda söylemiştir134.
Paris Barış Konferansı’ndan sonra siyasi platformda yer almaya devam
eden Süryaniler bu defa da 1920 yılı başlarında müttefiklerin hâlâ
çözümleyemedikleri Türkiye meselesini tekrar görüşmek üzere toplandıkları
San Remo Konferansı’nda gündeme gelmişlerdir. Ancak bu defa kendi
temsilcileri yerine konferansta bir konuşma yapan Lord Curzon İngiliz
çıkarlarının gerektirdiği ölçüde onlar adına taleplerde bulunmuştur. Lord
Curzon’a göre; “Bağımsız Kürdistan kurulduğunda Hıristiyan nüfus da göz
önüne alınmalıdır. Bu insanların sayıları 100.000 civarındadır ve tekrar eski
yerlerine yerleştirilmelidirler. Türkler tarafından yerlerinden edilen bu insanlar
şu anda Bakuba’da İngiliz denetimindedirler. Yeniden yerleştirilebilmeleri
imzalanacak anlaşmada yer almalıdır. Türk-İran sınırında yeni bir düzenleme
yapılabilir. Bu insanların kaderi tıpkı Ermenilerinkine benziyor. Bunlar adına
sorumluluk
almaktan
çekinilmemelidir.
Keldani
ve
Asuriler
güvencededirler.”135 Aslında Curzon, İngiltere için büyük külfet oluşturan
Bakuba Kampı’nın kapatılmasını istemekteydi. Bunun için de dünya
kamuoyunun insancıl yanları harekete geçirilerek bu Hıristiyan topluluğun
durumlarının kötülüğünden dem vurulmaya çalışılmaktaydı.
İngiltere bu çabalara karşı planlarını gerçekleştirememiştir. Nisan
1920’de
133
Montagu
bir
Özdemir, a.g.e., s. 141.
Özdemir, a.g.e., s. 142.
135
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 102.
134
kez
daha
Bakuba
Kampı’nın
kapatılmasının
185
zorunluluğunu
belirttikten
sonra
Nasturiler
Türk
idaresinde
yaşamak
istemediklerine göre Hakkari’nin Nasturilere verilmesi gerektiği üzerinde
durmuş ancak bu görüş de destek bulmamıştır136.
Geleceklerinin İngilizlerin elinde olması bir yana Nasturiler de eski
yerlerine döndüklerinde İngiltere’nin himayesini istemekteydiler. Hatta Surma
Hanım bu konuda şunları yazmaktadır: “Türkiye’de yaşayan Asur ulusu itilaf
devletlerine Türklerle mücadelelerinde yardım etmişlerdir. İmadiye ve
Botan’dan Gevar Ovası’nın, Şemdinli ve Harifta Dağı’nın kuzeyine dek bizim
olan topraklara yerleştirilmek istiyoruz. Bu, Türk otoritesinden tamamen
bağımsız ve Büyük Britanya’nın hamiliği altında yapılmalı…”137
San Remo Konferansı’nda alınan kararları Osmanlı Devleti’ne kabul
ettirmek isteyen İtilaf Devletleri 10 Ağustos 1920’de Sévres Antlaşması’nı
imzalatmışlardır. Hiçbir zaman uygulanamayan ve kâğıt üzerinde kalan bu
antlaşmada Ermenistan kurulması açıkça ifade edilirken; yakın bir gelecekte
Kürdistan’ın kurulabilmesi için de hükümler bulunmaktaydı. Ancak Süryaniler
için bağımsız bir devlet söz konusu bile edilmemiştir Sevr Antlaşması’nın
sadece 62. Maddesinde adı geçen Süryaniler138, bir millet olmadıkları ya da
bir millet olmanın niteliklerini taşımadıkları yolundaki İngiliz ve Fransız
görüşleriyle bir kez daha hayal kırıklığına uğramışlardır. Oysa Birinci Dünya
Savaşı esnasında İngiliz diplomatları “Asur Milleti” fikrini ortaya atarak,
kaybolan Asur uygarlığının son kalıntılarını toplayıp yepyeni bir millet
yaratmayı amaçlamışlardır. Görünen odur ki, İngiliz çıkarları burada da
Süryanileri etkisiz hale getirmiştir. Bu konuda bahane de hazırdır. “Asuriler,
136
Kaymaz, a.g.e., s. 180.
Surma, a.g.e., s. 89-90.
138
Sevr Antlaşması’nın 62. Maddesi: Fırat’ın doğusunda ileride saptanacak Ermenistan’ın güney
sınırının güneyinde ve 27. Maddenin II/2. Ve 3. Fıkralarındaki tanıma uygun olarak saptanan Suriye
ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini
işbu antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde İstanbul’da toplanan ve İngiliz,
Fransız ve İtalyan Hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır.
Herhangi bir sorun üzerinde oy birliği oluşamazsa bu sorun komisyon üyelerince bağlı oldukları
hükümetlerine götürülecektir. Bu plan Süryani-Keldaniler ile bu bölgelerin içindeki öteki etnik ve
dinsel azınlıkların korunmasına ilişkin tam güvenceleri de kapsayacaktır; bu amaçla İngiliz, Fransız,
İtalyan, İranlı ve Kürt temsilcilerden oluşan bir komisyon incelemelerde bulunmak ve işbu antlaşma
uyarınca Türkiye sınırının İran sınırı ile birleşmesi durumlarında Türkiye sınırında yapılması
gerekebilecek düzeltmeleri kararlaştırmak üzere bu yerleri ziyaret edecektir. Seha L. Meray, Osman
Olcay, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Antlaşması,
İlgili Belgeler), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977, s. 67-68.
137
186
Ermeni ve Kürtler gibi bağımsız bir devlet kurma hakkına sahip olamazlar.
Çünkü geçmişte bir yurt edinememiş ve birleşik bir önderlik altında
yaşayamamışlardır. Dolayısıyla kendilerini yönetme hakkı kilisenin özerk
denetimi ve idaresiyle sınırlı olmalıdır”139.
Durumlarının
sadece
büyük
devletlerin
çıkarlarına
göre
belirlenebileceğini anlayamayan Nasturiler, bağımsız bir devlet kurabilmek
için
konferanslardan
istedikleri
sonuçları
alamayınca
San
Remo
Konferansı’nı takiben yeni bir harekâta girişirler.
2.3. Nasturilerin Hakkari Harekâtı
İngiltere Nasturileri başlarının çaresine bakmaya iterken Ağa Petros
yeni bir plan hazırlamıştı. Çok riskli olan bu plana göre Nasturiler Hakkari’ye
bir harekat düzenleyeceklerdi. Ağa Petros 8000 kadar adamıyla Türk-İran
sınırındaki bir bölgeyi işgal edecek ve Nasturiler eski yerlerine döneceklerdi.
Hakkari ile Urmiye birleşecek ve Türkiye-İran-Irak arasında bir tampon devlet
kurulacaktı140. Bu harekâta Nasturilerin tek başlarına karar vermedikleri
aşikârdır. Onların amacı bir yana bırakılacak olursa İngiltere için durum daha
farklıydı. Bu insanlar eski yerlerine ulaşabilirlerse büyük bir başarı elde etmiş
olacaklardı. Ama ulaşamazlar ise Musul’un kuzeyine (mesela İmadiye’ye)
yerleşebilirlerdi. Böylece Musul’un, kuzeyden gelebilecek her türlü tehlikeye
karşı korunması sağlanabilirdi. Bununla birlikte hem Urmiyeli hem de
Hakkarili Nasturilerden birleşik bir Asur Milleti oluşturulması halinde Amerika
ve Tebriz’deki Nasturiler de bu harekete destek verebilirlerdi141. Bu planı
yaklaşık 30.000 Nasturi kabul etmiştir. Geriye kalan yaklaşık 10.000 kişi ise
patrikhane liderliğinde beklemede kalmayı tercih etmiş ve bunların bir kısmı
Dohuk-Akra arasındaki bölgeye yerleştirilirken diğer kısmı yeterli ekilebilir
alan bulunmadığı gerekçesi ile Bakuba Kampı’nda bırakılmışlardır142.
Ağa Petros liderliğindeki Nasturi birlikleri, Akra’yı aldıktan sonra Van’a
kadar uzanan bir hat üzerinde Kürt aşiretleriyle çatışmalara girmiştir. Kürtler
139
Bulut, a.g.e., s. 197.
Kaymaz, a.g.e., s. 180-181.
141
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 103.
142
Kaymaz, a.g.e., s. 181.
140
187
ağır kayıplar vererek geri çekildiler. Bu yenilgiden cesaret alan Ağa Petros,
Urmiye üzerine harekete geçmiştir. Kışı orada geçirip baharda en son hedef
olan Musul’a yönelmeyi amaçlayan Ağa Petros, böylelikle İngiltere’nin söz
verdiği bağımsızlığın ilan edilebileceğini düşünmüştür. Ancak olaylar onun
planladığı gibi gelişmemiştir. Urmiyeli ve Hakkarili Nasturiler arasında
anlaşmazlık baş göstermiştir. Ağa Petros plandan vazgeçmek zorunda
kalınca boşluktan yararlanan Kürtler, karşı saldırıya geçerek Nasturileri
yenilgiye uğratmışlar, sağ kalanlar Irak Mezopotamya’sına sığınmışlardır.
Süryani kaynaklarında, İngilizlerin verdikleri sözü tutmayıp Nasturilere yardım
etmedikleri ve böylece planlı bir şekilde Ağa Petros’un
yenilgisini
hazırladıkları ileri sürülmüştür. Bu kaynaklarda, savaşın bitmesi üzerine Rus
ve Osmanlı tehlikesinin kalmamasından hareketle İngiltere’nin kendi denetimi
altındaki Irak’ta daha önce Osmanlı Devleti ve Rusya’ya karşı düşündüğü
Süryani tampon bölgesini artık istemediği görüşü işlenmektedir143.
Girişilen bu harekât Nasturilerin sorunlarını çözemediği gibi yenilginin
tek suçlusu olarak Ağa Petros gösterilmiştir144. Görüldüğü gibi İngiltere Ağa
Petros’u da kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için kullanmış ancak bireysel
davrandığını fark ettiği anda onu bertaraf etmekten de çekinmemiştir.
İngiltere’nin bu tutumu karşısında Fransa’ya gitmek zorunda kalan Ağa
Petros, oradan İngiltere’ye sayısız mektuplar göndermekten de geri
durmamıştır. Bu mektupların hemen tamamında Nasturilerin Birinci Dünya
Savaşı’nda İngiltere ve onun müttefiklerinin yanında yer aldıkları, bu savaş
sırasında yaklaşık 275.000 kişinin öldüğü ya da evlerini ve malları
kaybettikleri belirtilerek otonomi isteğinde bulunulmuş ve eski yerlerine
dönmelerinin ancak resmi bir tanınma ile sağlanabileceği ifade edilmiştir. Ağa
Petros ayrıca savaşın başında Almanya ve Türkiye’nin tekliflerini dinlemiş
olsalardı bugün bu durumda olmayacaklarını da sözlerine eklemiştir145.
143
Bulut, a.g.e., s. 195-196.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 104; Bulut, a.g.e., s. 196. İngilizlerin kendisine karşı olumsuz tutumları
karşısında Fransa’ya giden Ağa Petros’un orada İngilizler tarafından öldürüldüğüne dair bilgiler
bulunmaktadır. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 105.
145
Sonyel, a.g.e., s. 157-158.
144
188
Esasen Nasturilerin Türk ve Kürtlere bağlı olarak eski yerlerine
dönmeleri
imkânsız
görünmektedir.
Çünkü
onlar
birbirlerine
karşı
savaşmışlardır. Bu yüzden Ağa Petros sürekli İngiltere himayesi talebinde
bulunmakta yazdığı mektuplara olumlu bir cevap beklemektedir. Ancak
Curzon’un bu mektupları dikkate aldığı söylenemez146.
Bu arada kapatılan Bakuba Kampı’nın yerine Akra yakınlarında Mindan
Kampı
kurulmuştu.
Hakkari
harekatından
dönmeyi
başarabilen
Bakuba’dan ayrılan 20.000 kadar Nasturi bu kampa yerleşmişlerdir
147
ve
.
1921 yılına gelindiğinde Nasturilerin hâlâ Hakkari bölgesine gelmeye
çalıştıkları görülmektedir. 21 Haziran 1921 tarihinde Erçak Nahiyesi’ne gelen
ve buranın ahalisini telaşa düşüren Nasturiler148, 22 Haziran 1921 tarihinde
de Çal Nahiyesi’ne tecavüze başlamışlardır. Nasturilerin bu faaliyetlerine
karşı Şemdinan’daki müfrezenin tedbir alması istenmiştir149.
18 Temmuz 1921 tarihli bir telgraftan anladığımıza göre de İngilizler
siyasetleri gereği hududumuzda sürekli olarak faaliyette bulunmakta ve
Nasturi ve Ermenileri teşvik ederek onların çevredeki köylere saldırmalarını
sağlamaktadırlar. Hakkari ve çevresinde bir tabur ikamet ettirilmediği sürece
Nasturilerin gizli veya aşikâr hareketlerinin devam edeceği vali tarafından
bildirilmektedir150.
Bütün bu şikâyetlere karşı Şark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir
ise Erkân-ı Harbiye Riyaseti’ne göndermiş olduğu telgrafta bu olayların
Nasturilerin yapmış olduğu propagandalardan biri olduğunu, Van’a tecavüz
etmelerine ihtimal vermediğini eğer böyle bir durum söz konusu olursa gerekli
tedbirin alınacağını bildirmiştir151. Erkân-ı Harbiye’den Dahiliye Vekaleti’ne
yazılan yazıda da durum aktarıldıktan sonra, Nasturilerin ciddi bir
hareketlerine karşı vilayetin doğruca cephe kumandanlığına müracaatta
bulunması istenmiştir152.
146
Sonyel, a.g.e., s. 160.
Kaymaz, a.g.e., s. 181.
148
ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-1.
149
ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-2.
150
ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-5.
151
ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-4.
152
ATASE, İSH, Kutu No. 1154, Gömlek No. 13, Belge No. 13-7.
147
189
Bu arada Ağa Petros Eylül 1922’de Marsilya’dan Curzon’a bir mektup
daha yazmıştır. Bu mektubunda Petros hâlâ Doğu Türkiye’den ayrılmayı
deniyordu. Süryanilere tamamen özgür olacakları bir toprak verilmesini
istemekteydi. Petros’a göre istenilen topraklarda zaten tek Türk yoktu ve
savaştan önce bu bölge neredeyse tamamen Süryanilere aitti. Ağa Petros
ayrıca İngiltere kendilerine yardım etmezse bu defa Fransa’dan yardım
isteyeceğini de belirtmekteydi.
Ağa Petros’un bu tekliflerine İngiltere pek sıcak bakmamaktaydı.
Nasturilerin eski yerlerine dönmeleri pratikte bir çözüm olmazdı ve yeni
çarpışmalara ve ölümlere sebebiyet verebilirdi. Curzon da Ağa Petros’u boş
yere ümitlendirecek cevaplar vermekten kaçınmıştır153.
İngilizler, Ağa Petros’un isteklerinden farklı olarak Nasturilerin Türk
sınırlarından gizlice sızarak eski yerlerine yerleşmelerini planlamışlardır.
Mindan Kampı sakinleri ülkelerine dönmeye zorlandılar. Bunlardan genellikle
çiftçilikle geçinen Urmiye kökenli Nasturilerin büyük bölümü ağır koşullara
dayanamayarak ya da Kürtlerin saldırıları sonucu hayatını kaybetmiş geriye
kalanlar ise Bağdat ve Musul’a kaçarak sefalet içinde yaşamlarını devam
ettirmeye çalışmışlardır. Hakkarililer ise daha sağlam yapılı ve savaşçı
olduklarından şartlara dayanabilmişlerdir. Yaklaşık 7500154-8000 Nasturi155
Musul Ovası ile Dohuk, İmadiye ve Zaho’daki dağların yamaçlarındaki boş
köylere ya da Hakkari’ye gelerek yerleşmişlerdir. 6500 kadar Nasturi ise Ağa
Petros ile birlikte hareket etmeyi tercih ettikleri için kendi hallerine
bırakılmışlar bir kısmı Suriye’ye gelmişler bir kısmı da değişik yerlere
dağılmışlardır. Hakkari’ye gidenlerin bir bölümü daha sonra geri dönmüşler
ama çoğu 1924 Nasturi ayaklanmasına kadar orada yaşamışlardır156.
Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi İngiltere, Birinci Dünya Savaşı
sırasında çeşitli vaatler verdiği ve Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttığı
Süryanilere, savaşın sonunda sahip çıkmamıştır. Bununla birlikte İngiltere,
yeni politikalarında tekrar kullanmak üzere Süryaniler üzerinde hesaplar
153
Sonyel, a.g.e., s. 161-164.
Kaymaz, a.g.e., s. 181.
155
Bulut, a.g.e., s. 201.
156
Kaymaz, a.g.e.,s. 181-182.
154
190
yapmaktan ve yeni vaatlerde bulunmaktan geri durmamıştır. 1914-1945
yılları arasında İngiliz hükümeti tarafından İran ve Irak’ta görevlendirilen
Ortodoks bir din adamı olan William Wigram’ın İngiliz politikası hakkında
söylemiş olduğu şu sözler bu gerçeği teyit etmektedir: “Bizler (İngilizler)
Süryanileri
resmen
kullandık.
Onları
düpedüz
aldattık.
Vaatlerimize
kandıklarından her verdiğimiz işi yaptılar. Ama daha sonra onları düşmanın
eline terk ettik ki öçlerini alabilsinler. Bu konu Cemiyet-i Akvam’da ele alındı.
Alınan karar gereğince güya Süryanilere bir yurt verilecekti. Özellikle bizler
onların acı çekmelerine neden olduğumuzdan parayla bile olsa böyle bir yurt
bulmalıydık.”157
Sonuç olarak diyebiliriz ki 1918-1922 yılları arasında İngiltere’ye sığınan
yaklaşık 35.000 Süryani-Nasturi’nin bir kısmı zor şartlar altında çeşitli yerlere
yerleştirilmiş geriye kalanlar ya ölmüş ya da dağılmışlardı. İngiltere ise zulme
uğrayan bu halkın korunduğu propagandasını sonuna kadar kullanacak,
siyasi
amaçları
uğruna
her
fırsatı
değerlendirdikleri
gibi
bunu
da
değerlendireceklerdi. Güç ve propagandaya sahip olan İngiltere, cahil ve
çaresiz Nasturileri paralı askerler olarak kullanmaya devam etmiştir158.
3. LOZAN BARIŞ KONFERANSI’NDA SÜRYANİLER
Birinci Dünya Savaşı maddi ve manevi kayıplar göz önüne
alındığında insanlığın en büyük felaketlerinden biri olmuş, savaş sonrası
imzalanan barış antlaşmaları da sulh ve sükûneti getirmekten uzak kalmıştır.
Paris ve San Remo Konferansları’nda yapılan uzun müzakereler sonrasında
Osmanlı Devleti Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır. Ancak mütarekenin
imzalanmasından hemen sonra memleketin her yöresinde kurulan milli
mukavemet teşkilatları ile Mustafa Kemal’in de önderliğinde milli mücadele
başlamıştır. Toplanan kongreler ve alınan kararlarla, “Milletin istiklalini yine
milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ilkesine dayanarak Sevr kararları
reddedilmiştir. İşgalci devletlerle yapılan mücadeleler ve art arda kazanılan
zaferler sonucunda Mudanya Mütarekesi imzalanmış barış görüşmeleri
157
158
Bulut, a.g.e., s. 199.
Kaymaz, a.g.e., s. 182.
191
süreci hızlanmıştır. Müttefik Devletler Lozan’da bir konferansın toplanması
kararını almışlardır159.
20 Kasım 1922’de başlayan konferansın gündemini meşgul eden en
önemli konular Boğazlar, sınırlar, Osmanlı borçları, Musul meselesi olmakla
birlikte biz burada Lozan Konferansı’na detaylı bir şekilde girmeden
azınlıklarla ilgili müzakerelerin Süryanilerle ilgili kısımlarına değineceğiz.
Azınlıklar meselesi Lozan Konferansı’nın iç tüzüğünün 5. Maddesine
göre kurulan Yabancılar ve Azınlıklar Komisyonu’nda görüşülecekti. Ancak
meseleyi Lord Curzon’un ele almasıyla konu ilk defa 12 Aralık 1922’de
gündeme getirilmiştir160.
3.1. Azınlıklar Meselesi ve Süryaniler
Süryaniler ilk defa Ermeni yurdu meselesi tartışılırken gündeme
gelmişlerdir. Oturumda ilk sözü alan Lord Curzon’un yaptığı konuşmada
dikkati çeken ilk nokta azınlıkların varlığını ve güvenliğini sağlayacak
garantiler verilmesinin hiçbir ülkenin itiraz etmeyeceği bir konu olduğu
yönündeydi. Bu konunun savaştan beri yapılmış olan anlaşmaların
birçoğunda yer bulduğu ve Lozan’da da böyle olması gerektiği Lord Curzon
tarafından önemle ifade edilmişti161. Lord Curzon, Süryanilerle ilgili olarak da;
Kürdistan dağlarının muhtelif yerlerinde ve Türk-İran hududu üzerinde
yaşayan Süryanilerin savaş zamanında çok ıstırap çektiğini ve bunların
mukadderatıyla İngiltere, Fransa ve Amerika’nın alakadar olduğunu, şu anda
İngiltere nüfuzuna tabi mıntıkalarda bulunan bu cemaatin İngiltere’nin
dostane himayesinden emin olduklarını ve Türk topraklarında kalan
Nasturilerin din, faaliyet ve hayatlarının muhafazasını ısrarla istemeye
mecbur olduklarını söylemiştir162.
159
Veysi Akın, “Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)”, Türkler, C. XVI, Ankara, Yeni
Türkiye Yayınları, 2002, s. 306-308.
160
Hikmet Öksüz, “Lozan’da Azınlıklar Meselesi”, Türk Yurdu, Kasım 1987, s. 88.
161
Yaşayan Lozan, Ed. Çağrı Erhan, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2003, s. 216.
162
Yakın Doğu Meseleleriyle İlgili Lozan Barış Konferansı Tutanakları, 21 Kasım 1922-23
Temmuz 1923, Birinci Takım, C. I, 1. Kitap, Der. Ahmet Yavuz, Ankara, Dışişleri Bakanlığı
Yayınları, 1968, s. 200.
192
İsmet Paşa ise özetle; Türkiye azınlıklarının mukadderatının ıslahının
her şeyden evvel her türlü ecnebi müdahalesinin ve dışarıdan gelen
tahriklerin giderilmesine bağlı olduğunu ve mübadele kapsamı dışında kalan
azınlıkların emniyet ve inkişafı için en mükemmel teminatın gerek memleketin
kanunlarının gerekse Türk vatandaşlığından dönmemiş bütün cemaatler
hakkında Türkiye’nin hür siyasetinin vereceği teminat olacağını söylemiştir163.
İsmet Paşa her azınlığın ayrı bir toprak elde edebilmek için Türkiye’nin
parçalanması
ile
sonuçlanacak
iddialarda
bulunmasını
kesinlikle
reddetmiştir164.
Ancak İngiltere bununla tatmin olmayıp iddialarında ısrar edince
meselenin çözümü, 13 Aralık 1922 tarihli toplantıda alt komisyona havale
edilmiştir. Alt komisyonu başlangıçta en çok uğraştıran konu, azınlıklar
kavramının
tanımlanması
olmuştur.
İtalyan
temsilci
Montagna’nın
başkanlığında yapılan görüşmelerde öncelikle sorunun adı konusunda çok
şiddetli tartışmalar olmuştur. Genel olarak karşı taraf azınlıklar kavramını
antlaşmaya sokmaya çalışırken Türk heyeti gayr-i Müslim azınlıklar
kavramında ısrarcı olmuştur. Türk heyetinin bu görüşüne karşı özellikle İngiliz
heyeti bazı Müslüman grupları da azınlık statüsüne sokmaya çalışmıştır.
Lozan öncesi Kürdistan adıyla bir devlet kurmayı başaramayan İngiltere son
çareyi bu konuyu konferans gündemine getirmekte bulmuştur. Böylece
İngiltere, Türk topraklarında yaşayan Müslümanlar arasında da ırk ve dil
ayrımı yapıp özellikle Kürtleri azınlık statüsüne sokmaya çalışmıştır165. Türk
heyeti
ise
Türkiye’de
yalnızca
din
azınlıklarının
bulunduğunu,
ırk
azınlıklarının bulunmadığını ve Türk heyetinin soy ya da dil azınlıklarının
korunması ilkesini kesinlikle kabul etmediğini belirtmiştir. Ancak Batılı
devletler Misak-ı Milli ilkelerinde geçen azınlık kavramı ile zaten Türkiye’nin
komisyonda sunulan öneriyi kabul etmiş olduğunu ileri sürerek baskı
yapmaya çalışmışlardır. Türk heyeti ise Misak-ı Milli’deki azınlık sözünün
yalnız gayr-i Müslimleri içerdiği ve Avrupalı diğer devletlerin kabul
163
Yakın Doğu…, s. 219.
Yaşayan Lozan, s. 223.
165
Eyüp Kaptan, Lozan Konferansında Azınlıklar Sorunu, İstanbul, Harp Akademileri Basımevi,
2002, s. 60-62.
164
193
ettiklerinden daha fazla haklara sahip olamayacakları noktasında direnerek
bütün baskılara rağmen gayr-i Müslim azınlık tabirini kabul ettirmiştir166.
Nitekim İsmet Paşa da hükümete yazmış olduğu 24 Aralık 1922 tarihli
raporunda; “Bugün (23 Aralık) tali komisyonda Rıza Nur Bey ekalliyetleri
çalıştı. Ekalliyetlerin yalnız gayr-i Müslim tabirine şümulünü kabul ettirdik.”167
diyerek bu konudaki başarılarını dile getirmiştir. Rıza Nur da hatıralarında;
“Frenkler bizde ekalliyet diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet,
dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey büyük bir tehlike.
Aleyhimize olunca şu adamlar ne iyi ve ne derin düşünüyorlar…Irk tabiri ile
Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt ilh.’yi Rum ve Ermeni’nin yanına koyacaklar. Dil
tabiri ile Müslüman olup başka dili konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din
tabiri ile halis Türk olan iki milyon Kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar yani bizi
hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya
verdim. Pek uğraştım. Pek müşkülat ile fakat kaldırdım.” diyerek düşüncesini
dile getirmiştir168.
Bu arada Nasturi lider Ağa Petros da çalışmalarına devam ediyordu.
Daha Lozan Konferansı öncesi Anadolu topraklarında otonomi isteyen
taleplerini doğrudan ABD başkanına sunan Ağa Petros169, Kasım ayının
başlarında Lord Curzon’a da bir mektup göndermiş ve daha önceki
mektuplarındaki isteklerini tekrar etmiştir. Ağa Petros, Lozan Konferansı
başladığı günlerde Londra’ya gelme talebinde bulunmuşsa da bu talep,
gelmesinin bir yararının olmayacağı fikriyle reddedilmişti. Bu gelişmeye
bakılırsa
İngiltere,
Ağa
Petros’un
hilekâr
ve
tehlikeli
olduğunu
düşünmektedir170.
Alt
komisyona
havale
edilen
azınlıklar
meselesi
burada
da
çözümlenememiştir. Türk heyeti dışarıda olan Nasturilerin tekrar Türkiye’ye
166
Görüşmelerin ayrıntıları için Bkz. Seha Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler,
Takım 1, C.I, Kitap 2, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1970, s. 152206; Yaşayan Lozan, s. 220.
167
Lozan Telgrafları, Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış Konferansı, C. I, Haz. Bilal N.
Şimşir, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990, s. 272.
168
Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. III, İstanbul, Altındağ, 1968, s. 1044-1045.
169
Özdemir, a.g.e., s. 144.
170
Sonyel, a.g.e., s. 164-165.
194
dönmeleri teklifini kabul etmiyordu. 6 Ocak 1923 tarihli oturumda Montagna
Ermeni sorunu ile ilgili bir konuşma yaptıktan sonra sözü Süryanilere getirmiş
ve onlarla ilgili olarak da “Asuri-Keldani halkına da özel bir bölgede
toplanmak ve orada Türk hükümetinin koruyuculuğu altında barış içinde
yaşama olanağını sağlamak söz konusudur. Türk hükümeti de yerel
tedbirlerle Asuri-Keldanilerin geleneklerini canlı tutma olanağını güvence
altına almalıdır.” demiştir171. İngiliz delege Sir Hurace Rumbold da “Savaştan
önce Mardin, Diyarbakır ve Türk-İran sınırı arasında dağılmış kentlerde ve
kasabalarda, özellikle Çölemerik dolaylarındaki dağlarda ve bu sınırın
ötesinde İran’da yaşayan bu gözüpek küçük halk, savaş sırasında çok acılar
çekmiş, ağır kayıplar pahasına her yana dağılmıştır. Bunların binlercesi şimdi
Kafkasya’da ve Güney Rusya’da bulunmaktadır; onlar da dışarıdan ve
özellikle Yakın Doğu Yardım Komitesi’nden sağladıkları yardımlardan başka
bir şeyleri olmaksızın eğreti bir hayat sürmektedirler. Bunlardan kimileri
sayıları azalmış olarak Mardin bölgesinde, kimileri İstanbul’da ya da
uzaklarda,
ABD’de
yaşamaktadırlar;
fakat
Asuri-Keldanilerin
büyük
çoğunluğu savaştan önce Türkiye ve İran sınırları üzerinde yaşarken şimdi
Irak’ta İngiliz mandası altında bulunmaktadırlar. Bunlardan 60.000’den çoğu
Dicle’nin doğusunda Erbil dolaylarında en büyükleri El Köşk (El Kosh) ve Tal
Hayf (Tal Kaif) olan bakımlı kasabalarda ve Dahuk ve İmadiye bölgelerinde
yaşamaktadırlar. İngiliz hükümeti bu mutsuz halkı her zaman yaşamaya
alışmış oldukları dağlarda kendilerine bir barınak bulunduruluncaya kadar
beslemek ve barındırmak için 4 milyon İngiliz Lirası’ndan çok harcamıştır. Bu
gözüpek halkın büyük çoğunluğunun Irak’ta İngiliz mandası ve Milletler
Cemiyeti’nin koruyuculuğu altında kalacakları beklenebilir; fakat bir takımı da
Irak’tan Türkiye’ye daha doğrusu Çölemerik dolaylarındaki yuvalarına
dönmek isteyeceklerdir. Kimileri de İran’dan ya da Kafkasya’dan dönmek
isteyeceklerdir. Türk hükümetinin onların geri dönüşlerini kolaylaştıracağını
ve kendi dilleriyle okullarını yaşatabilmeleri, aile görenekleriyle kişisel
göreneklerini sürdürebilmeleri, dinlerinin gereklerini yerine getirebilmeleri ve
171
Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap II, s. 275.
195
Türkiye’nin yurttaşları olarak huzur içinde yaşayabilmeleri için gerekli bütün
güvenceleri vereceğini umarak Türk temsilci heyetine bütün bu insanlar adına
çağrıda bulunmaktayız.” demiştir172.
Türk delegasyonu adına konuşan Rıza Nur’un ise tepkisi sert olmuştur.
Rıza Nur, Amerika, İngiltere ve Fransa’nın Nasturilere karşı manevi taahhüt
altına girmiş olduklarını, Türkiye aleyhine bu cemaatleri tahrik edip bir alet
gibi kullananların da yine müttefikler olduğunu ve Nasturilerin bu durumlarının
tek müsebbibinin de onlar olduğunu söylemiştir. Rıza Nur devamla;
“Binaenaleyh, Türk murahhas heyeti vaki beyanatı yok farz eder. Bu kabilden
bir diğer beyanatı dinlemektense çekilmeyi tercih eder.” demiştir. Başkan
Montagna, konferans nizamını bozmayıp Fransız delegesinin de dinlenmesi
gerektiğini belirtmişse de Türk delegasyonu çekilir. Montagna bütün insanlığı
meşgul eden bu mevzuda müttefiklerin gayet mutedil bir beyanat vermelerine
rağmen Türk heyetinin makul hiçbir sebep olmaksızın salonu terk etmesini
adaba aykırı bularak bu durumu başkana bildireceğini belirtmiştir. İngiliz
delege Rumbold Rıza Nur’un müttefiklere çok ağır ithamlarda bulunduğunu
söylerken, Fransız delege M. De Lacroix de Asuri-Keldani temsilcilerinin
köklerinin tarihin en eski devirlerine kadar uzandığı bir bölgede dillerini ve
dinlerini serbestçe kullanarak kendi hallerinde ve görenekleri uyarınca
yaşamak istediklerini belirttikten sonra Türk heyetinden bu konuda gelecek
müspet cevabı beklemekten başka yapılacak bir şey olmadığını dile
getirmiştir173.
Rıza Nur da hatıralarında konuyla ilgili olarak kendilerine celsenin
başlamasına az zaman kala Ermeni ve Asuri-Keldani temsilcilerinin
dinleneceğinin söylendiğini, bu tür celselerin resmi celse olmayıp zabta
geçirilemeyeceğini ve Türk heyetinin iştirak etmeyeceğini söylemiş olmasına
rağmen böyle bir gündem oluşturulmasına şaşırdığını dile getirdikten sonra
bir nota yazdığını söylemiştir. Bu notada Rıza Nur: “Ben size söylemiştim
bunları dinleyemezsiniz. Dinlemek isterseniz biz gelmeyiz. Hem Ermeni,
Asuri devlet değil ki. Biz devletlerle müzakereye geldik. Bu sebeple celseye
172
173
Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap II, s. 277-278.
Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap II, s. 278-279.
196
gelmiyoruz.” demiştir. Neticede Türk heyeti bu celseye katılmamış ancak
hususi mahiyette yine de Bulgar, Ermeni ve Asuri temsilciler dinlenmiş ancak
konuşmaları zabıtnameye geçirilmemiştir.
Daha sonraki oturumdan önce Montagna’nın kendisine gelerek İngiltere
ve Fransa’nın Ermenileri kendi menfaatlerinde kullandıklarını bu yüzden de
onlar için yurt istemeyi ahlaki bir mecburiyet olarak gördüklerini söylediğini
ifade eden Rıza Nur eğer başkan sıfatıyla Montagna kısa bir konuşma
yaparak Ermeni sorununu dile getirirse celseye iştirak edeceğini söylemiştir.
Ancak 6 Ocak tarihli celsede durum böyle olmamış Montagna’nın yanı sıra
Rumbold da konuşmuş ve hatta Fransız temsilci de söz istemiştir. Bunun
üzerine Rıza Nur “İtilaf Devletleri Ermenileri kendilerine siyasi alet yapmışlar,
ateşe saldırtmışlardır. Kendi devletleri aleyhine isyan ettirmişlerdir. Bunun
neticesi onların zorla yola getirilmesi olmuştur. Tedip ile sâri hastalık, açlık ve
hicret ile kırılmışlardır. Bunun bütün mesuliyeti İtilaf Devletlerine aittir.
Ermenilere mükâfat lazımsa siz verin. Ermeniler mazlum imiş, onlara yurt
istiklal verilmeliymiş. Biz bunlara kaniiz. Ancak dünyada mazlum millet bir
tane değildir. Mısır hürriyeti için birkaç defadır ve daha dün kan içinde
çalkalandı. Hindistan, Tunus, Cezayir ve Fas hürriyetlerini yurdunu istiyor.
Hatta İrlandalılar yurtları istiklalleri için kaç asırdır ne kadar kan döktüler. Siz
bunlara istiklallerini yurtlarını verin biz de Ermenilere derhal verelim. Bütün bu
okuduklarını hiç olmamış kabul ediyoruz. Bu şartlar altında burada
duramayız. Celseyi terk ediyorum.” demiştir. Rıza Nur sözlerinin tamamının
tutanaklara geçmediğini de belirtmektedir174.
Montagna Lord Curzon’a sunmuş olduğu raporunda önce Ermeni daha
sonra
Asuri-Keldani
murahhaslarının
dinlendiğini
bu
mümessillerin
bahsettikleri meselelerin Türk heyetine bildirilmesi gerektiğini belirttikten
sonra,
“Asuri-Keldanilerin
Türkiye
bölgesinde
muayyen
bir
noktada
toplanarak Türkiye idaresi altında örf ve adetlerini muhafaza etmeleri
amacına yönelik hükümlerin tetkik edilmesini teklif ettim.” demiştir175.
174
Rıza Nur, Joseph C. Grew, Lozan Barış Konferansının Perde Arkası, İstanbul, Örgün Yayınevi,
2003, s. 145-150; Nur, a.g.e., s. 1059-1063.
175
Yakın Doğu…, s. 344-345.
197
İngiltere Dışişleri Bakanlığı da konu ile ilgili olarak İstanbul’daki İngiliz
Yüksek Komiseri Vekili Nevile Handerson’a şu bilgiyi gönderiyordu: “…5-6
Ocak günlerinde Maliye ve Azınlıklar Alt Komitelerinde oturumlar tatmin edici
olmamıştır. Türkler her konuda sözlerinden dönmüşlerdir. Rıza Nur ciddi bir
olay çıkarmıştır. İtalyan ve İngiliz delegeler ulusal Ermeni yurdu ve Süryani
ve Keldanilerin yerleşimi konusunda oldukça ılımlı önerilerde bulununca bu
sorunları tartışmayı oldukça yakışıksız biçimde reddederek ani olarak salonu
terk etmiştir.” 176
Alt komisyonda bir sonuca bağlanamayan mesele tekrar üst komisyona
gönderilmiştir. Üst komisyon 9 Ocak 1923’de müzakerelere başlamıştır.
Fransız delege M. Barrére, bir konuşma yaparak Süryanilerle ilgili olarak;
“Son zamanlarda bu kadar felaketzede ve şayan-ı merhamet olan Ermeniler
ve
Asuri-Keldaniler
gibi
zümrelerin
mukadderatını
Türkiye
heyeti
murahhasasının nazarı dikkate aldığını görmekle mesut olacağım.” demiştir.
İsmet Paşa ise buna karşılık olarak müttefiklerin öne sürdüğü görüşlerin
Türkiye’yi taksim etmek mahiyetinde olduğunu ve Türk heyetinin bunları
müzakere etmesinin imkânsız olduğunu söylemiştir177. Lord Curzon ise Türk
heyetinin protesto ederek katılmadığı oturumda dinlenen Ermeniler, AsuriKeldaniler ve Trakya Bulgarları konusunu tekrar gündeme getirdikten sonra
Süryanilerle ilgili olarak “…mevzubahis olan ikinci zümre Nasturilerdir.
Miktarları azdır fakat bunlar ırki, tarihi, dini ve ıstırapları dolayısıyla dünyada
aynı ehemmiyete haiz olan her cemaatten ziyade alaka celbediyor. Bu millet
her cihette dağınık bulunuyor; onu Türkiye ve İran’daki oturdukları yerlerden
savaş kaçırmıştır. Asuri-Keldanilerin bir miktarı Irak sınırında az çok İngiliz
himayesi altında bulunuyor. İngiltere’nin ona karşı gösterdiği alaka sadece
lafzî değildir, Zira onlara yardım etmek için mütarekeden beri 4 milyon
Lira’dan ziyade sarfetti. Asuri-Keldanilerin büyük bir kısmı ya Türkiye
ülkesinde ya da Çölemerik havalisinde bulunuyor. Türkiye ülkesindeki
vatanlarına dönmeyi arzu ediyorlar. İngiltere hükümeti kendi nüfuzuna tabi
176
Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerle Lozan Konferansı’nın Perde Arkası, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 2006, s. 101.
177
Yakın Doğu…, s. 328-329; Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 297-298.
198
bulunan ülkede sakin olan ve şuanda Türkiye’de bulunan veya oraya avdet
etmek isteyen Asuri-Keldaniler lehine bütün gayretini sarfedecektir.” diyerek
onların lisanları, mektepleri, örf, adet ve dinleri hakkında tam teminat
verileceğini ümit ettiğini de sözlerine eklemiştir178.
Bu sırada Nasturi lider Ağa Petros, Türk delegasyonu ile görüşmeye
çalışmaktadır.
Ağa
Petros,
Türk
delegasyonuna
Nasturi
isteklerinin
gerçekleştirilebilmesi için teklifte bulunmuştur. Buna göre Türkiye Hakkari’yi
Nasturi yurdu olarak temin etmeliydi. Eğer bu gerçekleştirilemezse Gevar ve
Çölemerik bölgeleri ile iki başka bölge -ki buralar görünüşe göre Başkale ve
Şemdinan olacaktır- Nasturilere bırakılmalıydı. Ayrıca savaştan evvel
Çölemerik ve Gevar bölgesinde oturan fakat hicret etmek zorunda kalan ve
bunlardan başka İran, Bağdat vs memleketlerde bulunan Nasturilerin Türk
Devleti tarafından tahsis olunacak bir bölgede toplu halde bulunmalarına
müsaade edilmesi istenmekteydi. Bu şartlar kabul edildiği takdirde Nasturi
heyeti Türklerle bir davaları olmadığını ilan edecek ve bundan başka halen
Musul ve havalisinde bulunan Keldani kıtaatı İngilizlerden ayrılarak Türklere
katılacak ve eğer Türkiye arzu ederse Musul’daki amaçlarını elde edebilmek
için Türkiye’ye yardım edeceklerdi. Ayrıca Ağa Petros mutabakat sağlanırsa
kendisinin ve heyetinin Ankara’ya gitmeye hazır olduğunu da sözlerine
eklemiştir179.
İngiltere bu görüşmeyi haber aldığında durumdan pek hoşlanmamıştı.
22 Ocak 1923’de Forbes Adam, Ağa Petros ile bir görüşme yaparak İsmet
Paşa ile aralarında geçen görüşme hakkında bilgi almaya çalışmış, çeşitli
kaynaklardan böyle bir görüşme yapıldığını öğrendiklerini ve neden Türk
delegasyonu ile görüştüğünü sormuştur. Ağa Petros ise kendi halkının
haklarının savunulması için İsmet Paşa ile görüşmesinin gerekli olduğunu,
İsmet Paşa’dan savaştan önce oturdukları Van bölgesinde Nasturilere
otonomi verilmesini istediğini söylemiş, ancak eski bölgelerine dönmeleri
halinde İngilizlere karşı Türklerin yanında yer alacaklarına dair vaatte
bulunduğunu reddetmiştir. Forbes Adam’ın Musul bölgesi hakkında İsmet
178
179
Yakın Doğu…, s. 335-336; Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 304-305.
Sonyel, The Assyrians…, s. 165-166; Lozan Telgrafları, s. 388-389; Kaymaz, a.g.e., s. 336-337.
199
Paşa ile konuşup konuşmadığı sorusuna karşılık Ağa Petros, konuştuklarını
ve kendisinin İsmet Paşa’ya bölgede Türk bulunmayıp sadece Kürt, Arap ve
Yezidi olduğunu fakat orijin olarak Nasturilerin bulunduğunu söylediğini ifade
etmiştir. Ayrıca bu görüşmede Ağa Petros isteklerini içeren belgeyi de Forbes
Adam’a vermiştir. Bu belgede Nasturilerin Türklerle her zaman dost oldukları
ifadelerinin yanı sıra yer alan İngiltere’nin Musul’la ilgili planlarını tehlikeye
sokabilecek düzenlemeler ciddi anlamda İngiltere’nin canını sıkmıştı. Ayrıca
bu belgede Nasturiler Türklere karşı kullandıkları silahları teslim edeceklerini
de belirtiyorlardı. Bu durum şüphesiz İngiltere’nin hiç işine gelmezdi180.
Ağa Petros ayrıca Lord Curzon ile bir görüşme yapmasına müsaade
edilmesini istemiş ve Curzon’un mutabakatını almadan bir daha Türk heyeti
ile görüşmeyeceğini de sözlerine eklemiştir. Forbes Adam’ın konuyla ilgili
yorumu şudur: “Ağa Petros’un bizden gerçekleri gizleyip gizlemediğini
söylemek tabii ki imkânsızdır ama bana böyle bir izlenim vermedi. Diğer
taraftan Türklerin onun sözlerini yanlış anladıkları da ihtimal dâhilindedir.”181
Ancak İsmet Paşa’nın 15 Ocak 1923’de Başbakan Hüseyin Rauf’a
göndermiş
olduğu
telgraf,
Ağa
Petros’un
gerçekleri
söylemediğini
göstermektedir. İsmet Paşa bu telgrafta, Ağa Petros’un yukarıda belirttiğimiz
isteklerini hükümete ilettikten sonra hicret edenler ile dış ülkelerdeki
Nasturilerin geri dönmeleri için bir taahhütte bulunulamayacağı, zaten
Nasturilerin diğer Türk vatandaşları gibi memlekette serbestçe yaşadıkları ve
meselenin halli için Nasturi heyeti reisini Ankara’ya göndermek yolundaki
fikrini beyan etmiştir182.
Hüseyin Rauf’un 18 Ocak 1923’de vermiş olduğu yanıt ise şöyledir:
“Asuri ve Keldanilerin memleketimizde iskanları hususunu uygun bulmamakla
beraber hiçbir taahhüdü kapsamamak üzere Ağa Petros’un Lozan’dan
uzaklaştırılması bir fayda sağlayacak ise Ankara’ya gönderilebileceği ve adı
180
Sonyel, The Assyrians…, s. 166-168; Kaymaz, a.g.e., s. 337-338.
Sonyel, The Assyrians…, s. 168.
182
Lozan Telgrafları, s. 388-389.
181
200
geçen şahsın daha önce Urmiye konsolosluğumuzda tercümanlıkta istihdam
edilmiş Türk tabiiyetinde bulunduğu arz olunur”183
26 Ocak’ta Ağa Petros, Forbes Adam ile görüşmek istemiştir. Forbes
Adam Irak sınırı çizilene kadar Ağa Petros’un İsmet Paşa ile görüşmesinin bir
kazanç sağlamayacağını ifade etmiştir. Onun bu konu ile ilgili kişisel görüşü
meselenin Cemiyet-i Akvam tarafından çözüme ulaştırılması yolundadır.
Ayrıca görüşmede başka hangi detayların geçtiğini de bilmek istemiştir.
Bunun üzerine Ağa Petros kendisine şu bilgiyi vermiştir: Yıllardır Türklere
sadık bir şekilde Musul vilayetinin kuzeyinde ve Başkale’de oldukça zor
şartlar altında yaşayan ve zaman zaman bölgedeki Kürtlerin baskılarına
maruz kalan Asurilere Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte
yaşadıkları bölgelerde kendi kendilerini yönetme imtiyazı Türk Devleti
tarafından verilecektir. Onların Türklerden ayrılmak gibi bir arzuları yoktur.
Gelecekte de geçmişteki gibi Türkiye’ye sadık kalacaklar, Türkler de kanunlar
dâhilinde onların emin bir şekilde yaşamalarına imkân tanıyacaktır184.
Türklerle Nasturiler arasında bir yakınlık kurulması İngiltere’nin Musul
tezine ölümcül bir darbe vurabilirdi. Gerçi İsmet Paşa ile Rauf Bey arasındaki
yazışmalar Türk tarafının Ağa Petros’u sadece Lozan Konferansı’ndan
uzaklaştırmak istediklerini ve Nasturileri kendi yanlarına çekmek gibi bir
planlarının olmadığını göstermektedir. Hatta Rauf Bey’in
“Asuri ve
Keldanilerin memleketimizde iskanları hususunu uygun bulmamakta…”
şeklindeki sözlerinden Musul’un Türkiye’ye bırakılması halinde bile bölgedeki
Nasturilerin sınır dışı edilmelerinin düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Türkiye o
günkü şartlar altında Nasturilerin önemini anlayabilmiş değildi185. Oysa
Türkiye Ağa Petros’u kendi yanına çekerek İngiltere’ye karşı aynı Nasturi
kozunu kullanabilirdi.
Her ne kadar Türk delegelerinin Ankara hükümetinden aldıkları talimata
göre Nasturilere Osmanlı sistemindeki muhtariyetlerini tanıyabilecekleri ve
sorunlarını çözümleyebileceklerine dair bir takım sözler verildiği iddia
183
Lozan Telgarfları, s. 399.
Sonyel, The Assyrians…, s. 170-171.
185
Kaymaz, a.g.e., s. 338 (1013. Dipnot)
184
201
ediliyorsa186 da Türk delegelerinin daha sonraki tutum ve düşüncelerine
bakılacak olursa bu iddianın da ihtiyatla değerlendirilmesi gerektiği ortaya
çıkmaktadır. Misak-ı Milli ilkelerinden hiçbir şekilde ödün vermeyen,
azınlıklarla ilgili tartışmalarda komisyonu terk edebilecek kadar görüşlerinin
arkasında duran Türk heyetinin böyle bir vaatte bulunması mümkün
görünmemektedir. Bununla birlikte Ağa Petros’un yapmış olduğu başvuru pek
çok açıdan tarihi gerçekleri ortaya koymaktadır. Başvuru dilekçesinde sürekli
olarak Süryanilerin yüz yıllardır Osmanlı yönetimi altında barış ve güvence
içinde yaşadıkları ve Osmanlı Devleti’nin kendilerine imtiyazlar tanıdığı
vurgulanmaktadır. Bu vurgu, savaş sonrasında ortaya atılan Osmanlı
Devleti’nin Süryanilere baskı ve katliam yaptığı tezini çürütür niteliktedir. Ağa
Petros tarafından, savaş sırasında soykırım yaptığı iddia edilen Türklerle
Süryani otonom bölgesi oluşturulması amacıyla görüşmeler yapılması dikkat
çekici bir tezatlık oluşturmaktadır. Dilekçede “Türk milletine sadık kalacakları”
ve “Geçmişte olduğu gibi Türklerin tolerans ve anlayışlarına güvendikleri”
şeklindeki ifadeler, ortaya atılan soykırım iddialarının tamamen politik
amaçlarla
yapıldığının
birer
göstergesidir.
Bir
diğer
talep
ise
İran
topraklarında kalan Urmiye ve Salmas’daki Süryanilerin Türk Devleti’nin
tebaası sayılması ve savaş sırasında yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda
kalan Süryanilerin geri dönmek istedikleri yönündedir. Bütün bunlara
bakıldığında Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında kendilerine soykırım
yaptığını iddia ettiği Türkiye’ye sığınmaya çalışması soykırım iddiacılarına
cevap niteliği taşımaktadır187.
Ağa Petros’un Türkiye ile yapmaya çalıştığı anlaşmanın onun şahsi
ihtirasından kaynaklandığını iddia edenler olacaktır. Unutulmamalıdır ki Ağa
Petros ihtiras ve hırsına rağmen Nasturi birliklerinin komutanı ve patrikten
sonra gelen en etkili kişi olma sıfatını taşımaktaydı. Böyle bir kişinin soykırım
186
Mim Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu, 1918-1926,
Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1992, s. 139.
187
Özdemir, a.g.e., s. 159.
202
yapmakla suçlanan Türkiye ile anlaşmaya çalışmasını onun şahsi ihtirasına
bağlamak yanlış bir değerlendirme olacaktır188.
Gerek Nasturilerin gerekse Avrupalı devletlerin ve özellikle de
İngiltere’nin Nasturilere otonomi verilmesi yolundaki isteklerine rağmen
Lozan’da bu anlamda bir başarı sağlanamamıştır. 24 Temmuz 1923’de
imzalanan Lozan Antlaşması’nın azınlıkların korunması ile ilgili 37. ve 45.
Maddelerine göre; Türkiye, doğum, milliyet, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin
Türk halkının tamamının hayat ve hürriyetlerinin himayesini taahhüt etmiştir.
Genel adaba ve düzene uymak şartıyla Türkiye’de oturan herkes her din,
mezhep veya itikadın kamu düzenini ve genel ahlakla çatışmayan gereklerini
gerek umumi ve gerekse hususi surette serbestçe icra etmek hakkına sahip
olacaklardır. Gayr-i Müslim azınlıklar, düzenin korunması için memleketin her
tarafında tatbik edilen tedbirlere uymak şartıyla serbestçe seyahat etme ve
göç hakkına sahip olacaklardır189. Bütün Türk halkı din ayrımı yapılmaksızın
kanun önünde eşit sayılacak, gayr-i Müslimler de Müslümanlarla aynı hukuk
ve siyasete tabi tutulacaklardı. Türk tebaasının gerek özel ilişkilerinde veya
ticaretlerinde gerek din, matbuat veya her nevi neşriyat hususunda ve açık
toplantılarında her hangi bir lisanı serbestçe kullanmasına müdahale
edilmeyecekti. Din, itikat veya mezhep farkı hiçbir Türk tebaasının çeşitli
meslekleri icra etmesine mani teşkil etmeyecekti. Devletin resmi dili
bulunmasına rağmen Türkçeden başka bir dil konuşan Türk tebaasının
mahkemelerde kendi dillerini kullanabilmeleri konusunda her türlü kolaylık
sağlanacaktı190.
Gayr-i Müslim azınlıklar masrafları kendilerine ait olmak üzere her türlü
hayır kurumu, dini ve toplumsal müesseseler ve her türlü mektep açmak ve
buralarda
kendi
lisanlarını
serbestçe
kullanmak
ve
ayinlerini
kendi
lisanlarında icra etmek hakkına sahip olacaklardır191.
188
Özdemir, a.g.e., s. 159-160.
Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl Lozan (1922-1923), Ankara, Dışişleri Bakanlığı Yayınları,
1973, s. 184-187. Madde 38.
190
Madde 39.
191
Madde 40.
189
203
Kamusal eğitim hususunda gayr-i Müslimlerin önemli bir oranda
bulundukları şehir ve kasabalarda çocukların ilkokullarda kendi lisanlarıyla
tahsil etmelerini temin bakımından uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu
hüküm Türk hükümetinin adı geçen okullarda Türk dili öğrenimini zorunlu
kılmasına engel olmayacaktır. Gayr-i Müslim tebaanın önemli oranda olduğu
şehir ve kasabalarda azınlıkların, devlet bütçesi, belediye bütçesi veya öteki
bütçelerce
eğitim,
din
ya
da
hayır
maksadıyla
genel
gelirlerden
sağlanabilecek paralardan yararlanmasına ve kendilerine pay ayrılmasına
adilane bir surette izin verilecektir. Bu paralar ilgili kurumların yetkili
temsilcilerine teslim edilecektir192.
Türk Hükümeti gayr-i Müslimlerin aile hukuku ve kişisel statüleri
konusunda bu konuların adı geçen azınlıkların kendi örf adetlerine göre
çözümlenmesine imkân verecektir. Bu tedbirler Türk hükümeti ile ilgili
azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel bir komisyon
tarafından düzenlenecektir. Anlaşmazlık çıkması halinde Türk Hükümeti ile
Milletler Cemiyeti Meclisi Avrupalı hukukçular arasından birlikte seçecekleri
bir hakem tayin edeceklerdir.
Türk Hükümeti adı geçen azınlıkların kilise, havra, mezarlık vs. dini
müesseselerine tam bir himaye sağlamayı taahhüt eder. Aynı ekalliyetlerin
hali hazırda Türkiye’de bulunan vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her
türlü kolaylık ve müsaade sağlanacak, Türk Hükümeti yeniden din ve hayır
kurumları kurulması için gerekli kolaylıkların hiç birini esirgemeyecektir193.
Gayr-i Müslim azınlıklara mensup Türk tebaası, inançlarına veya dini
ayinlerine aykırı herhangi bir davranışta bulunmaya zorlanmayacaklardır194.
Türkiye
bu
kısmın
bundan
önceki
maddelerindeki
hükümlerini
Türkiye’nin gayr-i Müslim azınlıklarıyla ilgili olduğu ölçüde uluslararası
nitelikte yükümlülükler teşkil etmelerini, Milletler Cemiyeti güvencesi altına
konulmalarını kabul eder195.
192
Madde 41.
Madde 42.
194
Madde 43.
195
Madde 45.
193
204
Azınlıklarla ilgili müzakereler esnasında Nasturilerle ilgili meselenin
çözüme ulaştırılamayıp Türkiye-Irak sınırı ile ilgili müzakereler yapılırken
tekrar gündeme getirilmesinin yanı sıra Lozan’da Süryanilerle ilgili en ilginç
gelişme Lozan Konferansı’nın yapıldığı günlerde Süryani Patriği İlyas
Efendi’nin Ankara’ya gelmesi olmuştur. Süryani Patriği Lozan’da azınlık
haklarının ve özellikle Musul ile ilgili olarak Nasturilerin gündemde olduğu bir
dönemde “ Biz hukuk-i ekalliyet istemiyoruz.” diyerek, Süryanilerin Türklerle
birlikte ve aynı statüde yaşama isteklerini ortaya koymuştur196. Bu olayla ilgili
farklı bir anlatıma göre de Mustafa Kemal 3. İlyas Efendi’den Lozan’a elçi
yollamamasını istemiş, 3. İlyas da Lozan’da bulunan elçisi metropolit
Barsawm’ı geri çağırmıştır197. Bu bilginin yanı sıra Barsawm’ın kendisi Paris
Barış Konferansı’nda halkının başına gelen felaketleri açıkladığını, hatta
resimlerle bunu gözler önüne sürmesine rağmen delegelerin halkına
acımadığını dile getirmiştir. Onun bu tecrübesi sonucunda Avrupalılara
güvenin sarsıldığını ve bu durumun da Süryani-Türkiye ilişkilerinde belirleyici
bir rol oynadığını söylemek mümkündür198.
Lozan Antlaşması’nın azınlıklarla ilgili maddelerine baktığımız zaman
gayr-i Müslim vatandaşlar tabirinden ne anlaşılması gerektiğinin açıkça belli
olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle uygulamada azınlık gruplarına ilişkin bir
sınırlamanın olduğu yani bu hakların geleneksel üç büyük azınlık grubuna;
Ermeni, Rum ve Musevilere uygulandığı, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler vs
küçük gayr-i Müslim grupların Lozan’ın getirmiş olduğu haklardan yoksun
bırakıldıkları yolunda iddialar söz konusudur199.
196
İleri, 9 Şubat 1923.
Yakup Bilge, “Süryaniler ve Türkiye’deki Durumları”, Birikim, S. 71-72, Mart-Nisan 1995, s.
167.
198
Talip Atalay, “Lozan Antlaşması Öncesi ve Sonrasında Süryani Eğitim Kurumları”, (Erişim):
http//www.suryaniler.com/makale-havuzu.asp?id=391, 11 Şubat 2009, 13.10, s. 63. (3. Dipnot)
199
Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama,
2. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 67-68. Lozan’da Süryanilerin gayr-i Müslim azınlık
statüsünde telakki edilmemelerinin bir sebebi, Osmanlı Millet Sistemi’nde Ermeni, Rum ve
Musevilerin en büyük dini gruplar olarak kabul edilmeleri ve küçük gayr-i Müslim toplulukların “Altı
topluluk patriği” olarak ifade edilen Ermeni Patrikliği üzerinden devlet ile ilişki kurmuş olmalarıdır.
Lozan’da Süryaniler Ermeni Patrikliği bünyesinde küçük bir cemaat olarak kabul edilmiş olabilir.
Diğer bir sebep ise İçişleri Bakanlığı’na ait bir genelgenin varlığına dayandırılmaktadır. Adı geçen
grupların isimleri bu genelgede geçmediği için ve Süryani hakları akraba bir devlet tarafından takip
edilmediği için gayr-i Müslim statüsünde kabul edilmemişlerdir. Ayrıca Süryanilerin kırsal bölgelerde
197
205
Süryani Patriği İlyas Efendi Yeni Gün Gazetesi’nde Celal Nuri ile
yapmış olduğu bir mülakatta da düşüncelerini dile getirmiştir. İlyas Efendi,
azınlık hukukunun şimdiye kadar temsil ettiği cemaatin akıl ve hayaline
gelmediğini ve gelmesinin de ihtimal dâhilinde olmadığını, Avrupa’nın fuzuli
olarak ortaya koyduğu talepleri kabul etmeyerek şiddetle protesto ettiklerini,
çok eski zamanlardan beri Süryani Cemaati’nin Müslümanlarla iyi ilişkiler
içinde olduğunu belirtmiştir. İlyas Efendi “Ben cemaatim adına ne böyle bir
talepte bulundum ne bulunuyorum ne de bulunacağım” diyerek düşüncesini
ortaya koymuştur. Ayrıca cemaatinden aldığı mektupların da bu yönde
olduğunu
söyleyen
İlyas
Efendi,
Türkiye
Büyük
Millet
Meclisi’nin
muvaffakiyeti için dualar ettiğini de sözlerine eklemiştir.
Aynı mülakatta Süryanilerin Misak-ı Milli hudutları dâhilinde bir ekalliyet
olduğunu söyleyen İlyas Efendi, yegâne arzularının iyi günde de kötü günde
de ebediyen çoğunlukla yaşamak istediklerini belirtmiştir. Cemaatinin şimdiye
kadar hiçbir hususta rencide edilmediğini beyan ederek her fırsatta
Türkiye’ye olan bağlılıklarını dile getirmiştir200.
Süryani Patriği İlyas Efendi’nin sözlerinden de anlaşılacağı üzere
Süryanilerin uygulamada azınlık haklarından yararlanamamalarının sebebi
bu cemaatin patriklerinin başvurusu ile haklarından feragat etmiş olması gibi
görünmektedir201.
3.2.
Sınırlar
Lozan Konferansı’nda sınırlarla ilgili meseleler 22 Kasım 1922’de Arazi
ve Askerlik Komisyonu’nda görüşülmeye başlanmıştı. Türkiye’nin Sovyet
yaşıyor olması nedeniyle haklarını arayamamış olmaları da dikkate alınmaktadır. Ömer Ergün,
“Lozan’daki Azınlık Anlayışı ve Süryaniler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp
Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 251-252.
200
Yeni Gün, 5 Şubat 1923.
201
Azınlık haklarının esasen 1500’lü yıllardan beri bireysel hak; yani kolektif olarak kullanıldığı
halde gruba değil bireye verilmiş olması, grubun hak sahibi olmaması dolayısıyla bir bireyin
hakkından özellikle de bu hak uluslararası bir antlaşmayla getirilmişse ve kaldırılamayacağı açıkça
belirtilmişse o bireyin mensubu olduğu grubun lideri ya da temsilcisinin (Patrik İlyas) feragat
edememesi ilkesine dayanarak günümüzde Süryanilerin de azınlık haklarından yararlanmaları
gerektiği yönünde iddialar bulunmaktadır. Baskın Oran, “Lozan’da Azınlıkların Korunması”,
Toplumsal Tarih, S. 115, Temmuz 2003, s. 77. Süryani Ortodoks Kilisesi Turabdin Bölgesi
Metropoliti Samuel Aktaş da kendisi ile yaptığımız görüşmede bir patriğin kendi cemaati adına
bireysel haklardan vazgeçme yetkisinin olmadığını belirtmiştir.
206
Rusya ve İran ile olan sınırları zaten belliydi. Geriye batıda Yunanistan ve
Bulgaristan, denizlerde yine Yunanistan ve İtalya güney de ise Irak ve Suriye
sınırları
dolayısıyla
İngiltere
ve
Fransa
ile
müzakere
yapılması
gerekmekteydi202.
Süryaniler Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yoğun olarak
yaşadıkları için Fransa ve İngiltere ile imzalanacak olan sınır anlaşmaları
önem taşımaktaydı. Fransa ile 1921’de Ankara İtilafnamesi imzalanmış,
Suriye sınırı da bu İtilafnameye göre çizilmişti. Lozan Konferansı’nda bu
anlaşmanın teyit edilmesi gerekmekteydi.
Asıl sorun Irak sınırı ile ilgili tartışmalarda çıkacak, Süryaniler bu
tartışmalarda ve Musul meselesinde yeniden gündeme geleceklerdir.
1514 yılında Osmanlı topraklarına katılan Musul ve çevresi özellikle 19.
yüzyıldan itibaren Avrupa devletlerinin giderek daha fazla ilgisini çekmeye
başlamıştı. Bu artan ilginin ilk nedeni Musul’u da içine alan Mezopotamya’nın
Arabistan Yarımadası ve Doğu Akdeniz’i, İran, Hindistan ve Uzakdoğu’ya
karadan bağlayan ulaşım yollarının üzerinde bulunmasıydı. Özellikle
Hindistan’ı dış saldırılara karşı korumak isteyen İngiltere açısından
Mezopotamya’nın Musul-Kalküta ekseni üzerinde bulunması bölgenin
stratejik önemini artırmaktaydı. Öte yandan bölgede çalışmalar yürüten
Alman uzmanların çok zengin petrol kaynakları bulmaları bölgenin yabancı
devletler ve yatırımcılar tarafından önemini daha da artırmıştı. Birçok
Avrupalı şirket petrol arama ve işletme imtiyazı almak için Osmanlı Devleti’ne
başvurmuşsa da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile bu mümkün
olmamıştı203.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte daha Osmanlı Devleti
savaşa girmeden İngiltere Mezopotamya bölgesinde faaliyete başlamıştı.
Savaş sonrasında Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Mondros
Ateşkes Anlaşması imzalandığında İngiliz birlikleri Irak’ın büyük bölümünü
kontrol etmekle birlikte Musul’u ele geçirememişti. Mütareke hükümlerine
202
Mustafa Turan, Mustafa Ekincikli Vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, 5. Baskı, Ankara, Gazi
Kitapevi, 2006, s. 289.
203
Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı, 1987, s. 11-13.
207
göre bölgede bulunan tüm askeri birliklerin yerlerinde kalmaları gerekirken
İngiltere, ilerlemeye devam ederek Musul’daki Ermenilerin güvenlik sorunu
yaşadıkları bahanesiyle Mondros Mütarekesi’nin İtilaf Devletlerine kendi
güvenliklerini tehdit edecek bir durum çıkarsa, herhangi bir stratejik noktayı
işgal etme imkânı veren 7. Maddesi uyarınca Osmanlı ordusunun kenti
boşaltmasını talep etmiştir. Musul’da bulunan Ali İhsan Paşa İngiltere’nin bu
iddialarını kabul etmeyip kenti boşaltmamakta direndiyse de İngiltere bir hafta
içerisinde Musul’u boşaltmadığı takdirde dökülecek kanın hesabını kendisinin
ödeyeceğini bildirmiş, Ali İhsan Paşa da şehri boşaltmak zorunda kalmıştır204.
28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli’de de ifade edildiği gibi
mütareke
hattı
esas
alındığında
bölgenin
Osmanlı
sınırları
içinde
değerlendirildiği açıktır205. Büyük Millet Meclisi de Misak-ı Milli’yi aynen kabul
ettiğine göre bu anlayış Ankara Hükümeti’nin de temel politikası olmuştur.
Bu arada 10 Ağustos 1920’de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında
imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62. ve 64. Maddelerine göre Musul İngiltere
mandası altına bırakılmıştı. Sevr’in hiçbir maddesini kabul etmeyen Ankara
Hükümeti’nin Musul’la ilgili düzenlemeleri de kabul etmesi beklenemezdi.
Nitekim Kurtuluş Savaşı esnasında Musul’un silahla alınması konusunda
çabalar artmışsa da Lozan Konferansı’nın başlamasıyla birlikte askeri
yöntemler yerine diplomatik usuller kullanılması benimsenmiştir206.
Lozan Konferansı’nda Musul meselesi Ülke ve Askerlik Sorunları
Komisyonu’nun 23 Ocak 1923 tarihli oturumunun gündemine alınmıştır.
Türkiye Musul’un Türkiye’de kalmasının gerekliliğini savunarak bunu
etnografik, siyasi, tarihi, coğrafi ve ekonomik, askeri ve stratejik nedenler
olmak üzere beş temel nedene dayandırmıştır. Türk görüşüne göre Musul
halkının beşte dördünden çoğunu Türkler ve Kürtler oluşturmaktadır207.
204
Yaşayan Lozan, s. 142-143.
Edip Semih Yalçın, “Mısak-ı Milli ve Lozan Barış Konferansı Belgelerinde Musul Meselesi”,
Mısak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
1998, s. 158.
206
Öke, Musul Meselesi…, s. 80-90.
207
Türk görüşüne göre Musul’da 146.960 Türk, 263.830 Kürt, 43.210 Arap, 18.000 Yezidi, 31.000
Hıristiyan bulunmaktadır. İngiliz görüşüne göre ise 66.000 Türk, 455.000 Kürt, 186.000 Arap, 62.000
Hıristiyan ve 17.000 Yahudi bulunmaktadır. Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 343-344, 358.
205
208
Ayrıca İngiltere’nin iddia ettiği gibi Türklerle Kürtlerin aynı soydan
gelmedikleri fikrini de Türk tarafı kesinlikle reddetmiştir. Bölgede bulunan
Hıristiyanlar ise Nasturiler, Asuriler ve Keldanilerdir. Türk görüşüne göre
Nasturiler, Çarlık Rusyası ordularının Van vilayetini istilası sırasında
yüzyıllardır yanlarında huzur içinde yaşadıkları Müslüman yurttaşlara karşı
öylesine haince ve kıyıcı olarak davranmışlardır ki, Rusların geri çekilişinde
onlarla gitmek zorunluluğunu duymuşlardır. Keldanilere ve özellikle de
Diyarbakır
vilayetindeki
Süryanilere
gelince
bunlar,
dıştan
yapılan
kışkırtmalara hiçbir zaman kapılmadan Türk yurttaşlarıyla tam bir anlaşma
içinde yaşamaktaydılar208.
Lozan’da Türk görüşüne göre Musul 11. yüzyıl boyunca aralıksız
şekilde Türkiye hâkimiyetinde kalmıştır. Coğrafi olarak Musul iklim ve öteki
koşullar bakımından Anadolu’ya eş bir görünümdedir. Akdeniz limanlarına ve
Anadolu’ya bağlıdır209.
Görüldüğü üzere Türkiye Musul’dan vazgeçmek niyetinde değildir.
İngiltere ise Türk görüşünü çürütmek için elinden geleni yapmıştır. Lord
Curzon Musul’daki Hıristiyanlarla ilgili olarak; “İsmet Paşa 60.000 kişiyi bulan
Asuri ve Nasturi Hıristiyanların meydana getirdikleri topluluklardan söz
etmiştir. Bunlar Ankara’ya teslim olmalarını isterler mi? Böyle bir şeyle
karşılaşmaktan kendilerini kurtarmak için bana başvuranlardan mektuplar
almadığım bir tek gün geçmemektedir. Savaşın başlarında bunlardan
binlercesi Çölemerik ve öteki yerlerden uzaklaşarak Türk ülkesinden kaçmış
ve Mezopotamya ovalarına dağılmışlardır; burada onların bakımı için İngiliz
Hükümeti yüz binlerce İngiliz lirası harcamak zorunda kalmıştır. Yavaş yavaş
onları
Musul
bulunuyoruz;
vilayetinin
şimdi
orada
kuzey
asker
bölgelerine
toplayarak
yerleştirmeyi
kendilerini
başarmış
savunmaya
hazırlanmaktadırlar. Bulundukları yerlere kendilerini yerleştiren İngilizlere
karşı değil, hiçbir savaş niyeti taşımayan Araplara karşı da değil, Türklerin bir
saldırısından korktukları için onlara karşı kendilerini savunmaktadırlar. Türk
208
Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 346; Ali Naci Karacan, Lozan, y.y., Milliyet Yayınları,
1971, s. 245.
209
Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 350.
209
Temsilci Heyeti’nin beni kendilerine teslim etmeye dostça bir zihniyetle
çağırdığı insanlar işte bunlardır.” demiştir210. Görüldüğü üzere İngiltere,
önceleri Nasturilerin Türkiye’deki eski yerlerine dönmeleri fikrini savunurken
Musul meselesinde onları kullanabilmek adına bu defa onların Türk idaresine
girmek istemedikleri fikrini savunmaya başlamıştır.
İngiltere’nin meselenin çözümünün Cemiyet-i Akvam’a bırakılması
teklifine karşılık Türkiye’nin bölgede plebisit yapılması teklifi ve İngiltere’nin
bunu kabul etmemesi üzerine meselenin çözümüne ulaşılamamıştır. Lozan
Antlaşması’nın 3. Maddesinin 2. Fıkrasına göre Türk-Irak hududu dokuz ay
zarfında Türkiye ve İngiltere arasında yapılacak görüşmelerin sonucuna
bırakılmıştır. Eğer itilaf sağlanamazsa meselenin çözümü Cemiyet-i Akvam’a
bırakılacaktı.
Anlaşılacağı gibi Musul’u hiçbir şekilde Türkiye’ye bırakmak istemeyen
İngiltere her vasıtayı kullandığı gibi Süryanileri de Musul meselesinde
kullanmak istemiştir. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen Irak sınırı ve
Musul meselesi konferans sonrası dönemde Türkiye’nin sıkıntılı bir süreç
yaşamasına neden olacaktır.
210
Meray, a.g.e., Takım I, C. I, Kitap I, s. 360.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN İLK YILLARINDA SÜRYANİLERNASTURİLER
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu
toprakları üzerinde yeni oluşumlar meydana gelmiş ve bu durumdan en çok
etkilenen grup Süryaniler olmuştur. Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Süryani Kadimler Türkiye Cumhuriyeti’nin
vatandaşı olarak kabul edilmişlerdi. Nasturi ve Keldaniler ise savaş
sırasındaki yer değiştirmeler nedeniyle Suriye ve Irak topraklarında
kalmışlardı. Savaş sırasında önce Rusya daha sonra da İngiltere’nin yanında
yer alan Nasturiler, savaş sonrasında kendilerini yaşadıkları yerlerden uzakta
Irak’taki Bakuba Kampı’nda bulmuşlardı. İstedikleri tek şey Hakkari ve
çevresindeki eski evlerine dönmekti. Ancak bu bölge Türkiye sınırları içinde
olmakla birlikte henüz Türkiye-Irak sınırı da tam olarak çizilememişti1.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya ve Kafkasya’ya gitmek
zorunda kalan Nasturiler’i Rusya da istememekteydi. Rusya Uluslararası Kızıl
Haç Örgütü vasıtasıyla İngiltere’ye başvurarak onların da Irak’a kabul
edilmeleri
talebinde
bulunmuştu.
Ayrıca
Nasturilerin
bir
bölümü
de
Yunanistan ve Suriye’ye gönderilmişti. İngiltere, Yunanistan Hükümeti’ni
Nasturilere gereken ilgiyi göstermedikleri gerekçesiyle protesto etmişti. Kendi
vatandaşlarının
bile
ihtiyaçlarını
karşılayabilecek
durumda
olmayan
Yunanistan da Nasturilerden biran önce kurtulmak istiyordu. Suriye’ye
gönderilenlerin durumu da pek farklı değildi. Irak ise dışarıdan gelenler bir
tarafa bırakılacak olursa Irak’taki Nasturileri bile istememekteydi. Selanik’ten
gemiyle Irak’a gönderilen 200 Nasturi Irak tarafından reddedilerek tekrar
Selanik’e gönderilmişlerdi2.
Lozan Konferansı’ndan bir süre sonra “Anglo-Persian Petrol Şirketi”
gelişmeleri yakından takip etmek için bir heyetini Musul’a göndermişti. Heyet
1
2
Özdemir, a.g.e., s. 128.
Kaymaz, a.g.e., s. 339.
211
öncelikle Revandız’ın beş Nasturi taburunun işgalinde olduğunu, birliklerin
başında danışman olarak İngiliz subaylarının bulunduğunu ve Nasturilere Irak
yönetimini kabul etmeleri konusunda telkinde bulunduklarını kaydetmiştir.
Ancak yerli halk Nasturilerden nefret etmekte, bu taburların Irak silahlı
kuvvetleriyle birleştirilmesine karşı çıkmaktaydı3.
1923 yılının son aylarında İngiltere’yi Musul’da en çok meşgul eden
konu şüphesiz Nasturiler olmuştur. 24 Eylül’de İngiliz Sömürgeler Bakanı,
meselenin Cemiyet-i Akvam’a aktarılmadan Türkiye ile ikili görüşmelerde
çözüme ulaştırılmasının daha yararlı olacağını Curzon’a bildirmiştir. Ona
göre; İngiliz Dışişleri, Musul’un Türklerle aralarında bölüşülebileceğini
peşinen kabullenmelidir. Nasturilerin toplu halde başka yerlere göç etmeleri
de gündemdedir. Anlaşılan odur ki Sömürgeler Bakanlığı Nasturi meselesinin
Türklerle uzlaşmalarını engelleyici bir etken olarak görüşmelere tesir etmesini
istememektedir.
Nasturilerin nerelere göç edebilecekleri konusunda bir araştırma
yaptıran Sömürgeler Bakanlığı’na gelen cevap Nasturilerin artık Musul’da
yaşamak
istemedikleri
yönündedir4.
Bununla
birlikte
Kanada
ve
Avustralya’nın Nasturileri istemediğini, Meksika, Arjantin ya da Arnavutluk’ta
iskân edilebileceklerini düşünen İngiltere, göçe müsaade etmenin Türklere
karşı o bölgeden İngiltere’nin vazgeçtiği intibaını vereceği düşüncesiyle
Nasturilerin Musul coğrafyasından çıkarılmalarından vazgeçmiştir. Ayrıca
İngiltere’nin, Nasturilerin göçüne para ayırmak istemediği de görülmektedir.
Irak’taki İngiliz işgal yönetimi de Nasturilerin tümden sınır dışı edilmelerine
karşıydı. Çünkü Nasturiler, İngilizler için Irak’taki en önemli vurucu güç
unsurlarıydı5.
Bu itibarla İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın önünde iki alternatif
bulunmaktadır. Ya Nasturilerin Hakkari’ye yerleştirilmeleri için Türkler ikna
edilecek ya da Nasturiler, Irak’ta iskan edilip İngiliz himayesine alınacaktır.
Curzon, Sömürgeler Bakanlığı’na yazdığı yazıda Nasturileri göç ettirecek
3
Öke, Musul Meselesi…, s. 112.
Öke, Musul Meselesi…, s. 116.
5
Kaymaz, a.g.e., s. 339.
4
212
paraları olmadığını, onları daha ucuza Türkiye’ye yerleştirebileceklerini, bu
işleme derhal başlanıp Türklerin bir oldubitti ile karşı karşıya bırakılması
gerektiğini belirtmiştir. Eğer Türkler ikna edilemezse Faysal Nasturilerin
Irak’ın savunması için bulunmaz savaşçılar olduğuna inandırılacaktı6. Bağdat
İngiliz Yüksek Komiseri Dobbs’a göre de sorunu çözmenin en ucuz yolu
Nasturilerin Urmiye ve Van’a yerleşmelerini sağlamaktı. Bu yapılmadan önce
adı geçen yerlere onlarla yakından ilgilenecek birer konsolos da atanacaktı.
Dobbs Bağdat yönetiminden bölgede kalacak Nasturilere tıpkı Osmanlı
Devleti tarafından uygulandığı gibi gevşek bir denetimin sağlanmasını
istemiştir. Yani onlar liderlerini seçme ve vergi verme konusunda serbest
olacaklardı.
Irak,
Hıristiyanların
komşu
Kürt
aşiretlerine
karşı
savunulmalarından Irak’ın sorumlu tutulmaması ve onların Irak ile ilişkilerinin
bir İngiliz konsolosu aracılığıyla yürütülmesi koşuluyla Dobbs’un teklifini kabul
etmiştir.
Dobbs’a göre İngiltere’nin Nasturi politikası Irak ile ilişkilerine zarar
vermemeliydi. Çünkü İngiltere’nin Nasturilere karşı bir sorumluluğu yoktu.
Onları Türklere karşı ayaklandırıp bu duruma düşmelerine yol açan Ruslardı.
İngiltere zaten yıllardır çok fazla para harcayarak Nasturilerin yerleşmelerini
ve askeri eğitim almalarını sağlamıştı. Nasturilerin de bundan daha fazlasını
istemeye hakkı yoktu7.
11 Ekim’de Çal’a doğru Türk birliklerinin ilerlemekte oldukları haberi
gelince
Türklerin,
İngilizlerin
Nasturi
yurdu
projesini
icra
mevkiine
koyacaklarını kestirerek bu yöreyi işgal ile projeye engel olacakları düşüncesi
Dışişleri’ni endişelendirmiştir. Curzon hemen Türklere şiddetli bir protesto
notası çekilmesi talimatı vermiştir.
Bu arada Ağa Petros oldukça ayrıntılı bir “Nasturi Devleti” planı ile
İngiliz Dışişleri’ne başvurmuştur. Planın başında savaştan önce Nasturilerin
Müslümanlarla barış içinde yaşadıkları, savaş sırasında müttefiklerin
bağımsızlık vaatleriyle silah çekmeye zorlandıkları, Nasturilerin İngiliz subay
danışmanlarının gözetiminde Londra’nın emelleri uğruna canlarını verdikleri
6
7
Öke, Musul Meselesi…, s. 115-117.
Kaymaz, a.g.e., s. 340.
213
belirtilmiştir.
Bu
uğurda
275.000
Nasturi
hayatını
kaybetmiştir.
Bu
yardımlarının karşılığı olarak Ağa Petros İngiltere’den Van, Urmiye, Hakkari
ve Musul’u içine alan bölgede otonom bir Nasturi yurdunun tesisini
istemektedir. Kurulacak bu devlet öncelikle Kuzey Irak’ı Türklerden
koruyacak ileride gerektiğinde Kürtlere ve gerektiğinde Araplara karşı
İngiltere’nin yakın dostu olacaktı. İngiltere Ağa Petros’un bu taleplerini
fazlasıyla iyimser bulmuştu. Bir kere kurulacak olan bu devletin mali açıdan
kendi kendine yetebilecek olması oldukça imkânsız görünmekteydi. Ama yine
de değerlendirmeye alınabilir, üzerinde oynama yapılabilirdi.
Nasturi liderleri ise Ağa Petros’un bu teşebbüsünü öğrenmişler ve
onunla
temasa
geçmişlerdi.
Onlar
meseleye
Petros
kadar
iyimser
bakmıyorlardı. Onlara göre İngiltere, Petros’un Musul’a dönmesini hiç
istemiyordu. Çünkü Petros, İngiltere’nin Kürt politikasını bozmaktaydı. Şöyle
ki;
İngilizler
Kürtlere
bağımsızlık
tanımayacaklardı.
Petros’un
planı
uygulanırsa o zaman aynı hakkı Kürtlere de vermek zorunda kalabilirlerdi.
Nasturi liderler İngiltere’ye güvenmediklerini Ağa Petros’a açıkça beyan
etmişlerdir.
25 Ekim’de Irak Yüksek Komiseri Dobbs, Nasturi meselesini yerinde
incelemek üzere Bağdat’tan ayrılmıştır. Diğer yandan Sömürgeler Bakanlığı
bu yurt işinin bir an önce çözümlenmesi için Dışişleri Bakanlığı’na baskı
yapmaktadır.
Meselenin
iki
bakanlık
arasında
yapılacak
toplantıda
çözümlenmesi teklif edilir. Nihayet toplantı tarihi olarak 7 Kasım belirlenir
ancak bu tarih 12 Kasım’a tehir edilecek ve o tarih geldiğinde bir kez daha
ertelenecektir. Bu arada Dobbs, Musul görüşmelerinde Dışişlerine yardımcı
olacak mahiyette İngilizler için en uygun sınır hattını da belirleyen bir
muhtırayı Londra’ya gönderir. Dobbs bu metinde İngiltere için savunulacak
hattın Nasturilere yurt olarak düşünülen Hakkari’yi de içine alacak şekilde
kuzeye doğru kaydırılmasını istiyordu8.
8
Öke, Musul Meselesi…,s. 117-119.
214
27 Aralık 1923 tarihli bir belgeden anladığımıza göre İngilizler güney
hududumuzda
huzursuzluk
çıkarmaktan
geri
durmayarak
özellikle
Nasturilerden oluşturduğu kuvvetlerle faaliyetlerine sürekli devam etmiştir9.
İngiltere’nin amacı, Musul’un güvenliğini Nasturi yurdu projesiyle
sağlamaya çalışmaktır. Proje başarıya ulaştığı takdirde bir yandan Nasturiler,
İngiltere için maddi bir yük olmaktan çıkacak öte yandan bu insanlar
isteklerine kavuşmuş olacaklardır. Ancak İngiltere için bunlardan daha
önemlisi Musul sınırı, kurulacak olan Hıristiyan bir tampon devlet tarafından
Türklere karşı korunmuş olacaktır10.
1. HALİÇ (İSTANBUL) KONFERANSI VE SÜRYANİLER
İngiltere’nin Lozan Konferansı’ndan itibaren Musul meselesinin çözüme
kavuşturulmasını istemediği aşikârdı. Bu yüzden hiçbir gayret sarfetmeyen
İngiltere, farklı talepler ortaya atarak meseleyi adeta yokuşa sürmüştür. Bu
arada İngiltere’de iktidar değişikliği olmuş Muhafazakâr Parti’nin yerine İşçi
Partisi gelmişti. Bu partinin muhalefette iken Muhafazakâr Parti’nin dış
politikasını tenkit etmesi, Türklerle en kısa zamanda barış yapılmasını talep
etmesi ve diğerine nazaran daha barışçı bir politikanın savunuculuğunu
yapması Musul müzakerelerinde daha yumuşak hareket edileceği kanısını
uyandırmıştı11. Bu düşüncenin de etkisiyle Türkiye derhal müzakere
talebinde bulunmuştur. Ancak gelen cevap tavırların değişmediğini açıkça
ortaya koyacaktır. İngiltere esasen ikili görüşmelere sıcak bakmamaktadır.
Nasıl olsa mesele Cemiyet-i Akvam’a bırakılacaktır. İngiltere’nin ikili
görüşmeleri kabul etmesinin sebebi de bir siyasi manevradır. İngiltere
meselenin bir anlamda biraz küllenmesini istemiştir. Bunun sebeplerinden
birisi bazı devletlerin desteğini almasına karşılık henüz tam anlamıyla dünya
kamuoyunun
desteğini
Mezopotamya’daki
alamamış
hâkimiyetini
henüz
olmasıdır.
Ayrıca
meşrulaştıramamıştı;
İngiltere
yani
Irak
Meclisi’nin İngiltere’nin mandaterliğini kabul etmemiş olması İngiltere’yi Irak’ta
9
BCA, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 112.756.15.
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 127.
11
Kemal Melek, İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu (1890-1926), İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1983, s.
46.
10
215
sömürgecilik siyaseti yapan bir ülke konumuna getirmişti. Tüm bunlar
İngiltere’nin şartların biraz daha olgunlaşmasını beklemesi için gerekli
sebeplerdendi12.
Ancak
yine
de
İstanbul’da
gerçekleştirilecek
olan
görüşmelere İngilizler hazırlıklı geleceklerdir.
Daha
konferans
arifesinde
Türkiye,
İngiltere’nin
Nasturileri
silahlandırarak onların Türkiye içlerine saldırgan operasyonlar yapmalarına
yardım ettikleri yolundaki şikâyetlerini dile getirmiştir. İngiltere ise bu konuyla
ilgili herhangi bir ilişkilerinin bulunmadığını bu yüzden de hiçbir sorumluluk
kabul etmeyeceklerini belirterek şikâyeti geçiştirmiştir13.
Ayrıca İngiltere kendi lehinde kamuoyu oluşturmaya çalışmaktaydı.
Özellikle Avrupa’nın tam anlamıyla desteğini kazanmak amacıyla yeni politik
araçlar bulma yoluna giden İngiltere, bu amaçla Nasturileri kullanacaktır 14.
Konferansta İngiltere’yi temsil edecek olan Cox, İstanbul’a hareket
etmeden önce Dışişlerinden Oliphant ve Sömürgelerden de Shuckburg ile bir
araya gelerek heyetlerine verecekleri talimatları hazırlamıştır. Buna göre;
Musul’un
Irakla
birleşmesinde
ısrar
edilecektir.
İlginç
olan
Nasturi
meselesinin ele alınmasıdır. Nasturiler için Türkiye’den Hakkari istenmelidir.
Taktik olarak da İstanbul’a gidecek İngiliz heyeti Türkiye’nin önüne
Londra’nın isteklerini içeren haritayı atmalı ve bu ölçülere uyması
istenmelidir. Türkler bu haritaya itiraz edecek olurlarsa tavizler verip anlaşma
yoluna gidilmemelidir. Mesele Cemiyet-i Akvam safhasına bırakılmalıdır15.
Aslında İngiltere, Musul’un tamamında hak iddia eden Türkiye’nin bu teklifi
kabul etmeyeceğini çok iyi biliyordu. İngiltere için önemli olan nokta; mesele
Cemiyet-i Akvam’a getirildiğinde İngiltere’nin Nasturilerin yerleştirilmeleri için
tamamen insancıl nedenleri olduğu, Türkiye’nin ise bunu kabul etmediği
izleniminin yaratılmasıydı16.
12
Tahir Kodal, Paylaşılamayan Toprak Türk Basınına Göre Musul Meselesi (1923-1926),
İstanbul, Yeditepe, 2005, s. 170-171.
13
Öke, Musul Meselesi…, s. 125.
14
Kodal, a.g.e., s. 172.
15
Öke, Musul Meselesi…, s. 129.
16
Kaymaz, a.g.e., s. 353.
216
19 Mayıs 1924 tarihinde başlayan konferansta her iki taraf da yine kendi
görüşlerinde ısrar etmişlerdir17. Türk heyeti Musul’u Türk tarafına bırakacak
şekilde sınırın çizilmesini talep ederken İngiltere buna karşılık konferansın
üçüncü oturumunda Musul’un yanı sıra Hakkari vilayetini de istemiştir.
İngiltere, Hakkari’yi isteyerek Türk-Irak sınırı konusundaki önerisini daha da
kuzeyden geçecek bir çizgi olarak öne sürmüş oluyordu. İngiltere’nin,
Türkiye’nin kabul edemeyeceği istekler öne sürerek sorunun Cemiyet-i
Akvam’a
götürülmesini
sağlamayı
planlamış
olma
ihtimali
oldukça
yüksektir18.
Konferans esnasında da Cox, bölgenin ve bölge halkının kontrolünün
geçmişte Türkiye için büyük sıkıntı yarattığını, Batılı devletlerle sürekli
çatışma içinde bulunduklarını belirtmiştir. Bu nedenle İngiltere’nin Nasturilerin
eski topraklarında veya komşu topraklarda yerleştirilmelerini istediğini belirten
Cox, bunu mümkün kılacak bir sınır hattının belirlenmesinde mutabakat
sağlanmasını istemiştir19. Onun bu sözlerine karşılık Fethi Bey ise 21 Mayıs
tarihli beyanatında; İngiltere’nin bu defa da Nasturilerin geleceği meselesini
ortaya attığını ve bunun çözümü için Türkiye sınırları içerisinde bulunan bazı
toprakları kendi mandasına ilhakını talep etmesine şaşırdığını belirttikten
sonra İngiltere’nin Musul’daki Nasturilerin son derece küçük bir azınlığı
oluşturduğu gerçeğini göz ardı ettiğini, Türk ve Kürt varlığından söz
edilmediğini vurgulayarak Dünya Savaşı’nın başlangıcında Nasturilerin dış
kökenli tahriklere kapılarak yaptıkları hatayı tekrarlamadıkları takdirde Türk
topraklarında huzur içinde yaşayabileceklerini dile getirmiştir20.
Fethi Bey ayrıca bu yeni isteğin Lozan Antlaşması’nın 3/2. Maddesine
aykırı olduğunu, söz konusu vilayette Nasturilerin sayısının oldukça az
olduğu göz önüne alınacak olursa azınlığın çıkarları için çoğunluğun
17
Konferansta İngiltere’yi Sir Percy Cox’un yanı sıra C.H. Jardine, J. H. Hall ve Yarbay F. W. Lees
temsil ederken Türkiye’yi TBMM Başkanı Fethi Bey, Diyarbakır Mebusu Feyzi Bey, Ordu Mebusu
Faik Bey, Dışişleri Hukuk Müşaviri Nusret Bey ve Genelkurmay’dan Albay İshak Hayri Bey temsil
etmiştir. Anzerlioğlu, a.g.e., s. 127.
18
Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara, AÜSBF Yayınları, 1978, s. 292.
19
Milletler Cemiyeti Belgelerinden Musul Kerkük Sorunu ve Kürdistan’ın Paylaşımı, Milletler
Cemiyeti Tarafından 30 Eylül 1924 Tarihinde Oluşturulan Komisyonun Raporu, 2. Baskı,
İstanbul, Med Yayıncılık, 1991, s. 214.
20
Milletler Cemiyeti Komisyon Raporu, s. 215-216.
217
haklarının ikinci plana atılmasının yanlış olduğunu ve Nasturilerin yaşadıkları
sorunların tek sebebinin Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı ayaklanmaya
kalkışmaları olduğunu ifade etmiştir21.
Türkiye’nin Nasturilerin İngiltere tarafından silahlandırıldığı yönündeki
savına karşılık olarak Cox, yalnızca paralı asker olarak görev yapan
Nasturilere silah verildiğini bunun dışında Hıristiyanların silahlandırılmasının
söz konusu olmadığını belirtmiştir. Daha sonra Bağdat’la sürdürülen
yazışmaların Türk savının doğruluğunu ortaya koyması üzerine Başbakan
McDonald duruma tepki göstererek Türk tarafına gerçekle bağdaşmayan
resmi açıklamalarda bulunulmasını kınamış ve paralı askerler dışındaki
Nasturilerin silahlandırılmasının durdurulmasını istemiştir22.
Bundan sonra İngiltere Dışişleri Türkiye’ye bir açıklama yapma gereği
hissetmiş ve bulunan çözüm de daha önce levi kıtalarında görev yapmış olan
Nasturilerin yeniden paralı asker olarak kaydedilmeleri olmuştur. Böylece
Türkiye’ye Musul’da statükonun değişmesine neden olacak bir gelişme
olmadığına göre paralı Nasturi askerlerinden şikâyet etmenin de bir nedeni
olmayacağı ve silahlı sivil halkın da herhangi bir silahlı saldırıda
bulunabilecek durumlarının olmadığı söylenecekti. Gelecekte silahlı yeni bir
kıtanın oluşturulmayacağı sözü de verilecekti. Fakat Bağdat Yüksek Komiseri
Dobbs bütün bunlara karşı bazı gerekçelerle karşı çıkmıştır. Ona göre eğer
İngiltere, Nasturilere silah vermezse onlar bunu başka kaynaklardan elde
edebilirlerdi. Yeni silahlı birliklerin oluşturulmayacağı sözünün verilmesi
Musul’da vilayetin tamamının ya da bir bölümünün Türkiye’ye bırakılacağı
düşüncesini uyandırabilecekti. Ayrıca Nasturiler İngiltere’nin kendilerini terk
edeceği
izlenimine
kapılırlarsa
İngiltere
silahlandıracak
kimseyi
bulamayabilirdi. İngiltere Dışişleri bu gerekçeleri haklı bulmakla birlikte
konferansta Türkiye’ye verilen yanlış bilginin kendilerini zor durumda
bırakabileceği düşüncesiyle bu konuda önlem alınmasını kararlaştırmıştır23.
21
Kaymaz, a.g.e., s. 355-356.
Kaymaz, a.g.e., s. 397-398.
23
Kaymaz, a.g.e., s. 398.
22
218
Sonuç olarak Haliç Konferansı’nda bir çözüme ulaşılamayarak 5
Haziran’da konferans tatil edilmiştir. Görüldüğü üzere İngiltere’nin temel
amacı Musul meselesinin çözümünde ağır davranarak meseleyi Cemiyet-i
Akvam’a havale etmektir. Haliç Konferansı’nda ortaya konulan Nasturi yurdu
meselesi ise İngiltere’nin bölgedeki güvenliğinin sağlanması amacıyla ortaya
atılmıştır. Buna göre;
Hakkari bölgesi İngiltere himayesinde olmak üzere
Nasturilere verilecek ve Irak’a bağlanacaktı. Böylelikle savaşçılıklarıyla da
bilinen bu topluluk Musul’un güvenliğini sağlamak maksadıyla stratejik bir
mevkie yerleştirilmiş olacaktı. Nitekim Konferans sonrasında Ali Fethi Bey’in
Cumhuriyet Gazetesi’ne yaptığı şu açıklama da bu görüşümüzü destekler
niteliktedir: “…İngiltere, orada sakin bulunan ve ekalliyet-i gâlileyi teşkil eden
Hıristiyanlar ki bunlar da Nasturilerden ibarettir hudut üzerinde ikame ederek,
bu suretle İslam anasırı arasında bir mani’a vücuda getirmek amacındadır.”24
Ali Fethi Bey Türkiye’nin bu konudaki görüşünü de şu şekilde
açıklamıştır: “Nasturilerin Harb-i Umumi zamanında Rus istila orduları
tarafından yapılan tahrikata kapılmaları ve vatandaşları aleyhine silahlı
ayaklanmada bulunmaları neticesinde uğradıkları felaket kendileri ve İngiltere
Hükümeti için bir ders-i ibret olmak lazım gelir. Nasturiler ancak sakin
bulundukları memleket halkına karşı düşmanca vaziyet almakla değil, belki
onlarla iyi geçinmek suretiyle müessir surette himaye etmiş olurlar.”25
Türkiye her ne kadar meseleyi barışçı yollarla çözmeye çalıştıysa da
İngiltere sürekli kendi çıkarlarını düşünerek hareket etmekteydi. Haliç
Konferansı’nın dağılması meselenin Cemiyet-i Akvam’a havale edilmesi
anlamına geliyordu. Ancak İngiltere, bu aşamada da bir manevra yapacak
zaten
yıllardır
kullandığı
Nasturileri
bir
kez
daha
kullanmaktan
çekinmeyecekti. Böyle bir dönemde ve ortamda çıkacak bir Nasturi isyanı
İngiltere’nin elini güçlendirecekti.
24
25
Cumhuriyet, 10 Haziran 1924.
Cumhuriyet, 10 Haziran 1924.
219
2. NASTURİ İSYANLARI
İngiltere Lozan Antlaşması’nın 3. Maddesinin 2. Fıkrasına göre
hareket ederek Musul meselesini Cemiyet-i Akvam sürecine sokmuş ve 6
Ağustos 1924’te Cemiyet-i Akvam Konseyi’ne başvurmuştur. Ancak İngiltere
Musul meselesinde Türkiye’yi güçsüz bırakma planı dâhilinde Nasturilerden
de yararlanma yolunu tutmuştur.
Bu meyanda olmak üzere İngiltere, Irak’taki Ermeni ve Nasturileri
silahlandırarak Kerkük, Erbil ve Revandız dolaylarında toplayıp Türklere karşı
önemli bir kuvvet meydana getirmeye çalışmaktaydı. Bunun yanı sıra Bitlis,
Garzan ve Erzurum bölgelerindeki Kürt aşiretleri arasında faaliyet göstererek
Kürt bağımsızlığı fikirlerini de yaymaktaydı.
Türk Hükümeti ise onların bu faaliyetlerine karşılık olarak statüko sınırı
dışında propaganda yapılmasına, aşiretlerden özel teşkilat kurarak Musul
dahilinde yapılacak propaganda faaliyetlerinin arttırılmasına karar vermişti.
Türkiye’nin bunda maksadı İngilizlerin Hakkari’ye Nasturileri kullanarak
uzattıkları eli kırmak, Musul sorunu Cemiyet-i Akvam’da görüşüldüğü sırada
İngilizlerin Haliç Konferansı’nda tespit ettikleri sınırın Irak’a ait olduğunu iddia
etmeleri dolayısıyla buraları işgal suretiyle Nasturi tehlikesini bertaraf
etmektir26.
Ancak Nasturilerin bertaraf edilebilmesi için öncelikle ellerindeki
silahların alınması gerekmekteydi ki bu iş için aşiretler yeterli olmayabilirdi ve
kıta kullanmak gerekliydi. Böyle bir harekete girişildiği takdirde ise İngiltere
yardım etmese dahi ya Türkiye sınırlarındaki Nasturiler kısa bir direnmeden
sonra sınır dışı edilirler ya da sınır ötesindeki daha düzenli Nasturi birliklerinin
yardımını sağlayarak karşı koyabilirlerdi. Her iki durum da göz önüne alınarak
hareket edilmeliydi. Oysa bölgenin bu kısmında Türk Hükümeti’nin yeterli bir
idari teşkilatı ve askeri kuvveti bulunmamakta bunun temini gerekmekteydi.
Bu maksatla Beytüşşebap’a bir piyade alayı ile bir dağ bataryası, Çölemerik’e
de bir piyade taburu ile dağ takımı göndermek yeterli olacaktı. Ayrıca sınır
26
Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, Genelkurmay
Basımevi, 1972, s. 26-27.
220
dışına çıkan Nasturilerin geri dönmelerinin önlenmesi için de bir sınır taburu
teşkili gerekmekteydi27.
Türk Hükümeti’nin almış olduğu tedbirlerle İngiltere’nin her fırsatta
kullanmaya
çalıştığı
Nasturileri
Türkiye
sınırları
dışına
göndermeyi
amaçladığını söylemek mümkündür.
2.1. Hangediği Olayı
Türk Hükümeti’nin Nasturilere karşı tedbirler almayı düşündüğü bu
günlerde Nasturiler de büyük çapta bir isyan hareketine kalkışmışlardır. Bu
hareketin ilk ayağını da Hakkari Valisi Halil Rıfat Bey ve beraberinde bulunan
Vilayet Jandarma Kumandanı Binbaşı Hüseyin, bir zabit ve 16 jandarma
neferinin 7 Ağustos 1924’te Hangediği denilen yerde kaçırılması teşkil
etmiştir. Çal Nahiyesi’ne (Çukurca) gitmek üzere merkez vilayetten hareket
eden vali ve beraberindekiler Nasturiler tarafından pusuya düşürülmüşler,
Jandarma Kumandanı ve erlerden bazıları şehit düşerken Halil Rıfat Bey ve
diğer jandarmalar esir edilmişlerdi28.
15 Ağustos’ta o bölgede bulunan Nasturi ileri gelenleri hükümete
başvurarak bu olayda kendilerinin hiçbir ilgi ve tesirlerinin olmadığını
bildirmişlerdir. Onlara göre bu hadise Nasturi Tohup Aşireti tarafından
gerçekleştirilmişti29. Vali Halil Rıfat Bey’in daha sonra anlattıkları da bu bilgiyi
doğrulamaktadır. Nasturilerin yerlerini ve kuvvetlerini yakından görmek ve
diğer bazı işler için Çölemerik’ten Çal’a hareket eden30 vali, Nasturi sınırının
en doğusunda beş altı hanenin sakin bulunduğu derin bir dereden geçmekte
iken şiddetli ateşe maruz kaldıklarını, yolcular arasında valinin olduğu
anlaşılınca ateşin kesildiğini ve Tohup Aşireti reisi ve bu olayın tertipçisi olan
Gülyano adında birine götürüldüklerini söylemiştir. Daha sonra İmadiye’ye
götürülmek üzere yola çıktıklarını, Aşağı Tiyari’ye ait Kiman köyüne gelince
bu kabilenin reisi ve hükümete dost olan Hoşabe’nin duruma şiddetle karşı
27
Hallı, a.g.e., s. 27-28.
Hakimiyet-i Milliye, 13 Ağustos 1924.
29
Hakimiyet-i Milliye, 15 Ağustos 1924.
30
Vedat Şadillili, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, C. I, Ankara, Kon Yayınları,
1980, s. 60.
28
221
çıkması sonucunda serbest bırakıldıklarını belirten valinin daha sonra
anlattıkları ilginçtir. Nasturi muhafızlar İngiliz terbiyesi görmüş gibi hareket
etmekteydiler. Tohup’ta Gülyano’nun yanında iken iki İngiliz uçağının
üzerlerinden uçtuğunu ve Nasturiler arasında silahlı ve üniformalı İngiliz
askerlerini gördüğünü belirten vali İngilizlerin Nasturileri kışkırtmakta
olduklarının en önemli delilini de göstermektedir31. Nasturilerin yaşadıkları
bölge ile ilgili bilgi de veren vali, eğer buraya bir harekât yapılacaksa
komutanların bu havaliyi mutlaka bizzat görmeleri gerektiğini, yardım
almadıkları takdirde bile Nasturi kuvvetlerinin 2000 kişi dolaylarında olduğunu
dile
getirerek
kaçırılma
olayının
hükümete
Nasturilerin
tedibi
ve
topraklarımızdan atılması için haklı bir sebep verdiğini de sözlerine
eklemiştir32. Döneme ait bazı gazeteler meselenin dış tahrik neticesinde
yapıldığına ihtimal vermemekteydi33. Ancak birçok gazete bu görüşe
katılmamaktaydı.
Musul
meselesinin
tam
da
Cemiyet-i
Akvam’a
bırakılmasının ertesi günü böyle bir hadisenin gerçekleşmesi bir tesadüf
olmasa gerektir. Ayrıca Çal’ın Türkiye tarafından atanmış Nahiye Müdürü
Ulia/Evliya Bey’in olaydan hemen sonra İngilizlerle beraber kaçması da
düşündürücüdür34.
İngiliz resmi söylemine göre ise; İngiliz İdari Müfettişi Yüzbaşı Lloyd,
İmadiye kaymakamının olayla ilgili başvurusu üzerine Tuma Aşireti lideri
Melik Hoşabe’nin girişimi ile valinin serbest bırakılmasını sağlamıştır35.
Haliç Konferansı’nda Hakkari’yi Nasturiler için isteyen İngiltere bunda
başarılı
olamayınca
Nasturileri
ayaklandırarak
kamuoyunda
Türk
Hükümeti’nden memnun olmadıkları izlenimi yaratmış ve bu durumda
idarelerinin Türklere bırakılmasının doğru olmadığı fikrini kabul ettirmeye
çalışmıştır.
Gerçekten de The Times Gazetesi’nde yayınlanmış bir yazıdan da
durumun böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu yazıda Nasturiler için istenen Türk
31
Hallı, a.g.e., s. 28-29; Şadillili, a.g.e., s. 60-61.
Şadillili, a.g.e., s. 62.
33
Hakimiyet-i Milliye, 13 Ağustos 1924.
34
Hakimiyet-i Milliye, 9 Teşrini Evvel 1924; Kaymaz, a.g.e., s. 400-401.
35
Kaymaz, a.g.e., s. 401.
32
222
toprakları Asuriye Eyaleti olarak belirtilmiş ve Hakkari’de meydana gelen
olaya atıfta bulunularak eğer bu bölge Türkiye’ye bırakılacak olursa daha çok
hadiselerin gerçekleşeceği ifade edilmiştir. Yine aynı yazıda Türk toprağı olan
Çölemerik henüz kimseye ait olmayan topraklar olarak adlandırılmış ve bu
bölgeyi teftişe çıkan Vali Halil Rıfat Bey sanki bu topraklara tecavüzde
bulunmuş izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır36. Bu durum şüphesiz Türkiye
açısından bir operasyonun gerekliliğine olan inancı artırıcı niteliktedir.
2.2. Nasturi İsyanı’na Karşı Alınan Tedbirler
Hangediği olayı artık Nasturi eşkıyalarının tedibini zorunlu hale
getirmiştir. Ancak bu harekâtı bastırmak sükûnet ve ileri görüşlülükle
yapılmalıydı. Bu olayın dış etki ve telkinlerle yapılmış olması ve meselenin bir
anda siyasi bir boyut kazanması olasılığı göz önüne alınarak hareket
edilmeliydi.
Olayları yakından izleyen 7. Kolordu Komutanı, esaslı bir hazırlıktan
sonra harekete geçilmesini istemiştir. Genelkurmay Başkanlığı da ilk önlem
olarak 12 Ağustos 1924’te 36. Alay’ı Van’a göndermiş ve harekâtın başarı ile
sonuçlanması için neler yapılması gerektiğini 7. Kolordu Komutanlığı’na
sormuştur. Yapılması gereken harekât hakkında 3. Ordu Müfettişliği’nin de
fikrini alan Genelkurmay Başkanlığı, 13 Ağustos 1924’de Başbakanlığa
sunduğu raporunda özetle; tedibi düşünülen Nasturilerin, Beytüşşebap ve
Çölemerik’in güneyi, Oramar ve Çal’ın batısı, İmadiye’nin güneyi, Gılıgoyan
Aşireti ve Merinar Dağı’nın çevirdiği bölgede yaşadıklarını, sayılarının 8000
olup 1000 kadar silahlı çıkaracakları haberinin alındığını belirttikten sonra
Nasturilerin direnmeden göç etmeleri ve tek başlarına karşı koymalarının
uzak olasılıklar olduğu keza İngiltere’nin olaya fiilen katılmasının da Türkiye
ile İngiltere arasında savaş ilanı olacağından buna ihtimal verilmediği ifade
edilmiştir. Genelkurmay aynı raporunda alınması gereken önlemleri ayrıntılı
olarak sıralamıştır37.
36
37
İkdam, 21 Eylül 1924.
Hallı, a.g.e., s. 30-32.
223
14 Ağustos 1924’te toplanan Bakanlar Kurulu kararına göre; Nasturi
hareketinin bastırılması için Genelkurmay Başkanlığı memur edilmiştir.
Yayınlanan bir kararname ile de Nasturi hareketleri ile ilgili teşkilat ve icraatın
idaresi 7. Kolordu Kumandanlığı’nın mesuliyetine verilmiş ve bu kolordunun
haberi olmadan bölge valilerinin harekette bulunmaması istenmiştir38.
Harekatın hızla yapılması, statüko sınırına tecavüz edilmemesi bölge
aşiretlerinden özellikle de Ağa Simko’dan yararlanılması kararlaştırılmıştır 39.
Hükümet Ağa Simko’dan özellikle İran sınırında meydana gelebilecek
olaylarda ve İran’da bulunan Nasturilerin Türkiye’dekilerle birleşmesinin
önlenmesi için yararlanmayı düşünmüştür40. Onun vasıtası ile Revandız
alınacak ve İngiltere ile mücadelesine devam eden Şeyh Mahmut’la bağlantı
kurulacaktı41. Aynı tarihte İngiltere de bir muhtıra vererek Asurların Türk
idaresinde
gördüğü
baskılar
sonucunda
Birinci
Dünya
Savaşı’nda
müttefiklerin safında yer aldığını, bu kararı yüzünden büyük acılar çekip
yurtlarından sürüldüğünü ve onların eski topraklarında ya da hiç olmazsa
bölgeye komşu topraklarda İngiliz koruması altında yerleşmek istedikleri
iddialarını tekrarlamıştır. Bu muhtırada İngiltere ayrıca eğer sınırın istenilen
şekilde çizilmesi sağlanamazsa Nasturilerin savaş seçeneği dışında başka
bir seçeneğe sahip olmayacağını bunun da bir ölçüde barış ve refahı tesis
etmeyi imkânsız kılacağını dile getirmiştir42. Görüldüğü gibi İngiltere bir
yandan meselenin barışçıl yollarla çözülmesi taraftarıymış gibi görünürken
diğer yandan adeta bir anlamda gözdağı vermektedir.
Bu arada Genelkurmay Başkanlığı 7. Kolordu Kumandanı Cafer
Tayyar Paşa’yı isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Bu görevlendirmenin
ilginç yanı; Cafer Tayyar Paşa’nın bu vesile ile Musul’a bir harekât yapmayı
göze almasıdır. Kendisine 7. Kolordu Komutanlığı’na getirildiğinin tebliğ
edilmesiyle Cafer Tayyar Paşa, Mustafa Kemal’e; “İngilizler Musul vilayetini
mütarekeden sonra bir olupbitti ile işgal ettiler. Aynı hareketi ben de
38
BCA, Fon Kodu: 30/18.01.01, Yer No. 10.32.1.
Hallı, a.g.e., s. 32-33.
40
Kodal, a.g.e., s. 251.
41
Kaymaz, a.g.e., s. 401.
42
Milletler Cemiyeti Komisyon Raporu, s. 219-220.
39
224
yapabilirim. Eğer bu hareketim hükümetin politikasına uygun çıkarsa Musul
vilayeti kazanılmış ve dava halledilmiş olur, aksi halde tarihi mesuliyet benim
üzerime yüklenir. Siz de kumandan hükümetin isteğine aykırı olarak bu
hareketi yapmıştır. Kendisini Divan-ı Harbe verdik. Mesul edeceğiz, dersiniz
ve işi yine politika yoluyla halledersiniz.” demiştir43.
Bu sözler karşısında Mustafa Kemal’in “Zaten sizi bu işi bu tarzda
yapabileceğinizi
düşünerek
intihap
ettim.
Rastgele
bir
kumandanın
başarabileceği bir iş değildir. Bu hususta sizden eminim.” dediğine dair
bilgiler bulunmakla birlikte Mustafa Kemal’in böyle bir talimat verip vermediği
kesin değildir44.
Harekâtın
planlanması
yanı
sıra
propaganda
faaliyetlerine
de
girişilmiştir. Hakkari valisini esir alan, beraberindeki jandarmaları yaralayıp
şehit eden eşkıyaların mutlaka şiddetle perişan edilecekleri ancak hükümete
daha önceleri itaat etmeyenlerin sığınmaları halinde iyi muamele yapılacağı
belirtilerek aşiretler arasına korku ve tereddüt sokulmuş İngilizler tarafından
yapılan propagandanın etkisi azaltılmaya çalışılmıştır 45.
7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa, 23 Ağustos 1924’te
Genelkurmay’a harekâtla ilgili bir rapor sunmuştur. Bu rapordan anlaşıldığına
göre erlerin çoğunun yeni olması ve bir muharebeye iştirak etmiş kimsenin
bulunmaması sebebiyle eğitim yapılması gerekmekteydi. Eldeki kuvvetlerle
Nasturilerin tedibi sağlanabilirdi. Ancak Nasturiler Musul’dan takviye aldıkları
takdirde durum oldukça güçleşebilirdi. Bir kısım Nasturilerin hükümete bağlı
olduklarına dair söylentiler onlara güveni gerektirmemeli ve son derece
dikkatli olunmalıydı.
Genelkurmay
Başkanlığı’nın
da
27
Ağustos’ta
7.
Kolordu
Komutanlığı’na verdiği emirdeki görüşüne göre; İngilizlerin fiilen işe
karışmaları şu an için olası görünmemekle birlikte, gerek İran’daki Nasturileri
gerekse Bitlis ve civarındaki Kürtleri teşvik etmelerine bakılacak olursa
İngilizlere karşı da tedbirler alınması gerekmekteydi.
43
Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, İstanbul, Yakın Tarihimiz
Yayınları, 1965, s. 12.1
44
Kandemir, a.g.e., s. 121-122; Öke, Belgelerle…, s. 139-140.
45
Hallı, a.g.e., s. 37.
225
31 Ağustos 1924’te 7. Kolordu’nun Hakkari’den aldığı bilgiye dayanarak
Genelkurmay Başkanlığı’na sunduğu raporda ise; “…tedip harekâtımızda
İngilizlerin uçakları ve Irak’taki kıtalarını teşkil eden Nasturilerle sınırımızı
geçerek bizdeki Nasturilere fiilen yardım etme ihtimalinin kesin olduğu buna
mani olmak için Ankara’da bir an önce siyasi teşebbüslere geçmenin
gerekliliği…” bildirilmiştir46.
Genelkurmay Başkanlığı’nın bu haber üzerine görüşleri ise şöyleydi: 20
gün sonra Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam’da Musul sorununu müzakereye
katılması zorunlu idi. Bundan dolayı bu süre geçmeden başarı kazanılması
lazımdı. Aksi takdirde yargının aksi olarak tedibata kalkışmak gerekecekti ki
bu da büyük bir siyasi güçlük doğuracaktı. Bu itibarla harekâta buna göre
başlamak ve bitirmek gerekmekteydi.
6 Eylül 1924’te Genelkurmay 7. Kolordu’ya bir emir daha verdi. Bu
emirde; “…yapılacak harekâtın bütün Nasturileri tedip için değil sadece
Hakkari’nin güney sınırını işgal ve Hakkari valisine taarruz eden çeteyi tedip
maksadıyla olacağı cihetle, askerimize karşı iyi niyetle hareket eden ve silah
atmayan her şahsın iyi muamele göreceği ve yakalanacak olan çetenin
Cumhuriyet Hükümetimizin kanunlarına göre adalete teslim edileceği”
belirtilmekteydi47.
Bu sırada İngiltere’de boş durmamaktadır. İngilizler, Birinci Dünya
Savaşı’nda yaptıkları gibi Nasturilere her türlü destek sözü vermişlerdir. Hatta
Mister Lloyd adlı bir İngiliz memuru Çal nahiyesine gelerek Nasturileri
kışkırtmaya çalışmış ve Türkiye Hükümeti’nin bazı uygulamalarına itiraz
etmek gibi garip tavırlarda bulunmuştur48. İngilizler vermeye çalıştıkları bu
desteklerin sonuçlarını kısa sürede almış harekâtın başladığı günlerde ordu
içinde huzursuzluklar meydana gelmiştir. Beytüşşebap’ta bir yüzbaşı, bir
teğmen beraberindeki erlerle beraber bulundukları yerlerden ayrılarak firar
etmişlerdir49.
46
Hallı, a.g.e., s. 37-41.
Hallı, a.g.e., s. 41-43.
48
TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 10
49
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 146.
47
226
2.3. Ayaklanmanın Gelişimi ve Bastırılması
Kolordu emrine göre Beytüşşebap Grubu harekâta 16 Eylül’de
başlayacaktı. Ancak Nasturi yaylasındaki 3355 rakımlı tepeyi Nasturilerin
tahkim etmekte olduğunun öğrenilmesi üzerine 6. Piyade Alayı ve bir dağ
bataryası 11 Eylül’de söz konusu tepeyi işgal etmiştir.
12 Eylül’de Cizre’de bulunan 7. Kolordu Komutanı Süvari Grubu’nun
harekâtını yakından izleyebilmek için karargâh ileri kademesi ile birlikte
Besbin’e gitmek üzere Cizre’den ayrılmıştı. Bu arada kolordu emrine göre
harekâtını düzenlemiş olan Harbur Süvari Grubu’nun Bisivi istikametine
gönderdiği bu köy civarında düşman ateşine maruz kalmış ve açtığı karşı
ateşle düşmanı siperlerinden atmıştı.
7. Kolordu Komutanlığı’nın 13 Eylül’de bir suretini Genelkurmay
Başkanlığı’na sunduğu harekât emrine göre; Çölemerik, Beytüşşebap ve
Habur Grupları daha önce verilen talimata göre 16 Eylül’de harekâta
başlayacaklardı. Grupların hedef ve bölgeleri özetle şöyleydi:
Çölemerik Grubu; Zap Vadisi’ne hâkim bir durum alarak bu nehrin iki
tarafındaki Nasturileri sıkıştıracak ve gerektiğinde Beytüşşebap Grubuna
yardım edecekti. Beytüşşebap Grubu; Nasturi yaylasından itibaren Yukarı ve
Aşağı Tiyari Bölgesine yönelip bu bölgedeki direnmeleri kırarak Çal’a doğru
ilerleyecekti. Harbur Süvari Grubu ise Aşağı Tiyari Bölgesi’ne ve özellikle de
bu bölgede direnmesi muhtemel Aşita köyünü hedef alarak Nasturi
Yaylasından inip Beytüşşebap Grubu ile bağlantı sağlayacaktı. Süvari grubu
öncüsü ve aşiret kuvvetleri ile Aşağı Tiyari bölgesini işgal ederken büyük
kısmı ile de İmadiye’nin kuzeyindeki Ser İmadiye silsilesini hedef alacaktı50.
Bir yandan ayaklanmayı bastırma tedbirleri alınırken diğer yandan da
ayaklananların durumu yakinen izlenmekteydi. Genelkurmay Başkanlığı’nın
7. Kolordu Komutanlığı’ndan aldığı istihbarat raporlarına göre; başlangıçta
Nasturiler Türk askerlerine mukavemet etmek istememekteydiler. Ancak bir
İngiliz albayının bütün Nasturi reisleriyle görüşerek “Siz birkaç gün savaşarak
mukavemet edin biz imdadınıza yetişiriz. İngiliz Hükümeti ve diğer devletler
50
Hallı, a.g.e., s. 51-53. 7. Kolordu bu emri verdiği sırada harekâta katılacak diğer birlikler için Bkz.
Hallı, a.g.e., s. 53-54.
227
Türk Hükümeti ile siyasi temasa geçerek sizi kurtarır ve böylelikle mesele
halledilir.” tarzında teminatlar vermesi ile durum değişmiştir51.
1.Süvari Tümen Komutanı’nın edindiği kanıya göre; işgal senelerinin
etkisi ve İngiliz idaresinin çıkarcı oluşu sebebiyledir ki güneyde yerleşmiş
olan halk hükümete hizmet etmek istemektedir. Ancak tenkil için girişilen
harekât geçici ve sadece Kürt ve Nasturi olayları ile ilgiliydi. Bu harekât
başarıya ulaştıktan sonra kıtaların çekilmeleri halinde bölgedeki aşiretler tek
başlarına kalacaklar ve bu takdirde İngilizlerin daha çok tehdidine maruz
kalacaklardı. Hatta kuzeydeki aşiretlerin de aynı düşüncede olduğu
öğrenilmişti. Türk Hükümeti giriştiği Nasturi hareketini genişletse ve Musul’u
almak teşebbüslerinde bulunsa bütün güney aşiretlerinin harekâta katılarak
Nasturilere ve İngilizlere karşı savaşacakları anlaşılıyordu52.
14 Eylül günü Harbul bölgesinde bulunan 1. Süvari Tümeni Zaho
istikametinden gelen üç İngiliz uçağının taarruzuna uğramıştır. Bunun sebebi
ileri unsurların Irak topraklarına girmesiydi. Bu olay üzerine 1. Süvari Tümeni
ileri unsurlarını hududun kuzeyine çekmiştir.
16 Eylül’de 6. Piyade Alayı, bölgesindeki ayaklanmacıları temizleyerek
3355 rakımlı tepedeki Nasturi mevzilerinin arkasını almıştı. Çölemerik
Grubu’nun ise kendisine tahsis edilen bölgeyi işgal etmesi üzerine Nasturiler
Valto Dağı istikametinde çekilmişlerdir. Beytüşşebap Grubu ise Aşita’yı işgal
etmiştir53.
Bu arada Türkiye, İngilizlerin Nasturileri kullanarak Türk topraklarına
tecavüz etmeleri üzerine Lozan Antlaşması’nın ihlal edildiği gerekçesiyle 17
Eylül 1924’de Cemiyet-i Akvam’a bir nota vermiştir54.
18 Eylül’de Genelkurmay Başkanlığı, Nasturi ayaklanmasının önemi
dolayısıyla harekâtın sevk ve idaresinin 3. Ordu Müfettişliğince yapılmasını
ve Ordu Müfettişi Cevat Paşa’nın (Çobanlı) Erzincan’dan Diyarbakır’a
gitmesini emretmiştir. 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa, Cizre’ye
51
Hallı, a.g.e., s. 55.
Hallı, a.g.e., s. 55.
53
Üçüncü Ordu Bölgesinde Çıkan Ayaklanmalar ve Ayaklanmaların Bastırılması, Haz. Kemal
Yılmaz, Ankara, 1991, s. 33-34.
54
Cumhuriyet, 19 Eylül 1924; TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C.
IX, s. 7-11.
52
228
giden menzil hattının güvenceye alınması için operasyon alanının Zaho ve
İmadiye’yi içine alacak şekilde genişletilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak
Genelkurmay’ın
onunla
aynı
fikirde
olmadığı
yönünde
bilgiler
bulunmaktadır55. Belki de bu nedenle sevk ve idare Cevat Paşa’ya verilmiştir.
Bu arada Yukarı Tiyari ve Tohup Nasturileri Valto Dağı’nın güneyinde
ve doğusundaki mağaralarda toplanmışlardı. Diğer taraftan Beytüşşebap
Grubu karşısında 600 kadar tahmin edilen Nasturi’nin 6. Alay cephesine
yaptığı taarruz karşı taarruz ile kırılmış, asilerin büyük kısmı ölmüş, bir kısmı
da Pervari’ye çekilmişlerdi56.
21 Eylül’de Genelkurmay Başkanlığı İngiltere’ye sert bir ültimatom
vererek
saldırıların
sürmesi
halinde
Türkiye’nin
statükoya
uyma
yükümlülüğünün ortadan kalkacağını bildirmiştir. Eğer İngiltere saldırılarını
sürdürmeye devam ederse Musul’u işgal etmek için yeni bir operasyon planı
hazırlanacaktı57.
Genelkurmay Başkanlığı İngilizlerin böyle sert bir tepki karşısında
tecavüzden vazgeçecekleri kanısında idi. Zira Genelkurmay Başkanlığı
İngilizlerin Mısır, Sudan, Irak ve Hicaz’da elverişsiz bir durumda olmaları
sebebiyle Musul meselesinin hallinde Türkiye ile bir harbi göze alabileceğini
sanmıyordu. Bununla birlikte İngilizlerin tecavüzde ısrar etmesi ihtimali de
dikkate alınarak sadece Zaho ve İmadiye’nin işgali ile yetinilmemesi ve
İngilizlerin Musul’dan tamamen atılıncaya kadar harekâtın genişletilmesi
bunun için de gerekli seferberliğin yapılması düşünülmüştür58.
Nasturilerin sığındığı mağaraları kuşatan ve teslim olmalarını ihtar eden
Çölemerik Grubu, Nasturilerin teslim olmamaları üzerine mağaralara ateş
açmıştır. 24 Eylül’de Valto Dağı Nasturilerden tamamen temizlenmiş,
kurtulabilenlerse İmadiye’ye kaçmışlardır.
55
Kaymaz, a.g.e., s. 402.
Hallı, a.g.e., s. 58.
57
Kaymaz, a.g.e., s. 403.
58
Üçüncü Ordu…, s. 35-36.
56
229
27 Eylül’de Bido’da bulunan 14. Süvari Alayı İmadiye’den gelen 500
kişilik bir Nasturi grubunun taarruzuna uğramış, alay geri çekilmiş, Nasturiler
Bido’yu yağma edip köyü yakmışlardır59.
Asi Nasturilerin bir miktar esir vererek geri çekilmeleri üzerine tedip
harekâtına son verileceği sırada Genelkurmay Başkanlığı, 7. Kolordu ve 3.
Ordu Müfettişliği’ne verdiği emirde kazanılan başarının Çal bölgesinin de
işgali
hakkında
verilen
ilk
hedefe
kadar
genişletilmesini
istemişti.
Genelkurmay Başkanlığı 2 Ekim’de verdiği emirde ise Zap’ın doğusunda
kimse kalmadığına göre tedip harekâtının fiilen sona erdiğini bildirmiştir.
Harekâtın sevk ve sorumluluğu uhdesine verilen 3. Ordu Müfettişi 2
Ekim’de Diyarbakır’a gelmiş ve 3 Ekim’den itibaren emir ve komutayı fiilen
eline almıştır.
3.Ordu Müfettişliği’nin düşman hakkında verdiği bilgiye göre; sayıları
5000 kadar olan Nasturiler İmadiye istikametine kaçmışlar ve bu bölgedeki
sarp dağlara sığınmışlardır. Melik Hoşabe’nin Zap’ın batısında olduğu
bildirilmekle beraber bu bölgedeki bütün Nasturi köyleri boşaltıldığına göre
Melik Hoşabe’nin de güneye kaçmış olması ihtimal dâhilindeydi.
Harekâtın sona ermesi dolayısıyla kıtalara yeni tertipler aldırılırken
Ankara’da da temaslar devam etmekteydi. Genelkurmay Başkanlığı aldığı bir
nota üzerine 3. Ordu Müfettişliği’ne verdiği emirde; İngilizlerin 11 Ekim’de bir
nota vererek Hazil ve Habur sularının birleştiği noktadan itibaren Hazil
suyunun doğusundan, Merinar Dağı’nın kuzeyinden, Beytüşşebap, Çölemerik
ve Şemdinan’ın güneyinden geçen hattın güneyinde kalan kıtalarımızın geri
çekilmesini istediklerini, eğer çekilmezlerse bu tarihten itibaren harekâtta
serbest olduklarını Türkiye’ye bildirdikleri söylenmiştir.
Türk Hükümeti’nin bu notayı şiddetle protesto etmesine rağmen
İngiltere’nin taarruz edebileceği hesaba katılarak gerekli tedbirlerin alınması
emredilmiştir.
Ankara’da karşılıklı nota teatileri suretiyle devam eden siyasi faaliyetler
sonunda meselenin Cemiyeti-i Akvam’da halli yolunda mutabık kalınmıştı. Bu
59
Üçüncü Ordu…, s. 36.
230
arada TBMM toplanarak gereken kararı vermiş olduğu için Genelkurmay
Başkanlığı 19 Ekim 1924’te geçici olarak kurulan tertibatın kaldırılmasını 3.
Ordu Müfettişliği’ne bildirmiştir. Genelkurmay Başkanlığı Hakkari harekâtının
sona ermesi dolayısıyla harekâta katılan birliklerin yeni yerlerini de
belirlemiştir. Siyasi halin şimdilik belirsiz olduğunu kabul eden Genelkurmay
Başkanlığı Musul meselesinin kesin surette halline kadar 3. Ordu
Müfettişliği’nin Diyarbakır’da kalmasını uygun görmüştür60. 7. Kolordu
Komutanı Cafer Tayyar Paşa, daha sonra harekâtla ilgili olarak şunları
söylemiştir: “Diyarbakır’a gidişimden bir müddet sonra hiç hesapta olmayan
bir Nasturi meselesi patlak verdi. Van’ın güneyinden Siirt vilayetinin
doğusunda ve Mardin vilayetinin kuzeyinden ve doğusundan Irak hududuna
kadarki geniş sahada bulunan Nasturiler Irak ve Musul’daki İngilizlerin
tahrikiyle aralarına devlet memuru sokmak istemeyecek derecede başlarına
buyruk hareket ederlerken, günün birinde iki jandarmamızın vurulması ile iş
büyümüş
ve
bütün
o
bölge
İngilizlerin
gizlice
verdikleri
silahlarla
ayaklanmışlardı. Bunun üzerine temizlik harekâtına başlayıp kısa bir
zamanda Nasturilerin kâmilen hakkından gelmeğe ve o bölgeyi İngilizlerin
tesirinden kurtarıp nüfuzumuz altına almağa muvaffak olmuştum. İşte bu
harekât esnasında bana Ankara’dan en ufak bir işaret verilmiş olsaydı Musul
vilayetini bir hafta nihayet on gün içinde kâmilen işgal edebilirdim.” 61
Nasturilerin bu ayaklanma hareketi esnasında İngiltere’yi en çok
rahatsız eden nokta isyanın bu kadar çabuk bir şekilde bastırılmış olmasıdır.
Yüzbaşı Lloyd’a göre Nasturiler, İngilizleri bir Nasturi devleti kurmaya
zorlamak adına bilinçli olarak böyle davranmışlardır. Dobbs ise eğer Lloyd’un
bu tespiti doğru ise Nasturilerin İngiltere’nin tüm desteğini kaybedeceklerini
onları bir bölgeye yerleştirme fikrinden ve bu konuda para harcamaktan
vazgeçilmesi
gerektiğini
düşünmekteydi.
Ancak
Irak’taki
bu
İngiliz
yetkililerinin gözünden kaçan unsur; geçmişte Arap ve Kürtlere karşı başarılı
olan
Nasturilerin
düzenli
ordu
birlikleri
karşısında
aynı
başarıyı
gösteremeyecek olmalarıydı. Küçük çaplı ayaklanmaları bastırmakla düzenli
60
61
Hallı, a.g.e., 67-74.
Kandemir, a.g.e., s. 122.
231
ve planlı ordularla mücadele etmenin aynı olmayacağı bir gerçekti.
İngiltere’nin sergilediği bu tutumla artık Nasturileri gözden çıkartmak için
bahaneler yaratmaya çalıştığını söylemek yanlış olmasa gerektir62.
3. CEMİYET-İ AKVÂM GÖRÜŞMELERİ VE SÜRYANİLER
İngiltere 6 Ağustos 1924’te Cemiyet-i Akvam Konseyi’ne başvurarak
Musul meselesinin, yapılacak olan ilk toplantının gündemine alınmasını
istemişti. Bu başvurudan sonra da bir muhtıra veren İngiltere, Nasturilerin
Türk yönetimini istemediklerini ve onların eski topraklarını kapsayacak bir
sınırın çizilmesi talebinde bulunduklarını ifade etmişti. Bu başvuruyu alan
Cemiyet-i Akvam 19 Ağustos’ta Türk Hükümeti’ne bir mektup göndererek
İngiltere’nin isteğini bildirmiş ve Türkiye’nin cevabını istemişti. Ancak Türkiye
o sırada Nasturi isyanı ile uğraştığı için hemen cevap vermemiştir.
Türkiye’nin cevabı 27 Ağustos’ta Cemiyeti-i Akvam’a ulaştırılmış ve
görüşmelere yirmi gün zarfında iştirak edileceği bildirilmiştir63.
Nihayet
5
Eylül’de
Türk
heyetinin
muhtırası
konsey üyelerine
dağıtılmıştır. Bu muhtırada İngiliz iddialarına karşı Türk tezi savunuluyordu.
Türkiye plebisit yapılması isteğinde ısrar ediyordu. Nasturilerle ilgili olarak
Türk heyeti; “Britanya Hükümeti’nin Musul vilayetinin gayr-i Müslimleri
arasında savaş sırasında müttefiklerin tarafını tutanlara beslediği sempati ne
olursa olsun, bu sempati, bu topluluğun nüfusun ancak 1/17’ini oluşturduğu
bir büyük vilayetin Türkiye’den ayrılmasını haklı çıkarmayacaktır. Bu Asurlu
Nasturilerin kökeninin Musul değil Hakkari vilayeti olduğu düşünülürse bu
haksızlık daha da büyümektedir. Eğer savaş sırasında doğdukları toprakları
terk etmek zorunda kaldılarsa bunun nedeni Müslüman yurttaşlara karşı
silaha davranmış olmalarıdır…Britanya Hükümeti’nin Asurluları yoğun bir kitle
halinde Türkiye-Irak sınırı yakınına yerleştirme amacı bu topluluğun istemleri
ne olursa olsun amacın gerçekten bu mu olduğu yoksa bu önerinin ardında
başka nedenler mi bulunduğu konusunda akla sorular getirmektedir. Bu
Asurluların Kürtlere karşı kullanılabilecek ve Türkiye’ye karşı saldırgan
62
63
Kaymaz, a.g.e., s. 403-404.
Kodal, a.g.e., s. 255-256.
232
amaçlar canlandıracak böylesi yapay bir toplaşması Britanya Hükümeti’nin
elde etmeyi umduğu sonuçları kesinlikle yaratmayacaktır.” demiştir64.
Görülüyor ki Türkiye İngiltere’nin oynamaya çalıştığı oyunun farkındadır ve
bu oyunu bozabilmek için elinden geleni yapacaktır.
10 Eylül’de Cenevre’ye hareket eden Türk heyetinin baş delegesi Ali
Fethi Bey (Okyar), Fransa’nın Le Tan Gazetesi’ne yaptığı açıklamada
Türkiye’nin Musul’la ilgili görüşlerini belirttikten sonra İngiltere’nin Türkiye’ye
yönelik politikası ile ilgili olarak da; “İngilizlerin delaili arasında İngiliz Hariciye
Nezareti tarafından tasvip edilen iki proje görünmektedir. Bunlardan birincisi
Hıristiyan Nasturiler vasıtasıyla Türk-İran hududu boyunca bir hükümet,
tampon teşkil etmek, ikincisi; dağlık havaliyi işgal etmek için kabil olduğu
kadar kuzeye giderek askeri teminat elde etmek. Milletler arasındaki sulh
sadece iyi bir hudut temin etmekle olmaz. Tampon meselesine gelince, Bu
tahakkuk ettiği takdirde Nasturiler için pek vahim olacaktır. Nasturilerin
menfaati ve devamlı bir sulh için bu kabil suni vasıtalara müracaattan istinkâf
edilmelidir.” 65
14 Eylül 1924’de Cenevre’ye ulaşan Türk heyeti, 17 Eylül’de Cemiyet-i
Akvam Genel Sekreterliği’ne bir nota daha vererek Londra ile aralarındaki
diplomatik münasebetlerin yeniden başlamasına rağmen İngiliz uçaklarının
sınırı geçip, Türk topraklarını bombaladığı şikâyetinde bulunmuştur. 9, 12 ve
14 Eylül’de gerçekleştirilen bu hava saldırısında üç Türk hayatını kaybetmiş,
12 asker de yaralanmıştı. Söz konusu saldırının tesadüfen olmadığı, gizli bir
planın parçası olduğu iddiasında bulunan Türkiye, İngiltere’nin Nasturileri
tahrik edip isyana sevk ettiğini de bildirmiştir. İngiltere sınırda kasti olarak
kargaşa çıkararak statükoyu bozma yoluna gitmekteydi66.
Ertesi gün buna cevap veren İngiltere, Türk birliklerinin statüko sınırını
geçtiklerini ileri sürmüştür. İsmet İnönü’nün bu konuyla ilgili yaptığı
konuşmadan devam edecek olursak; “….Bundan sonrada saldırılar durmadı,
fasıla ile yine
64
uçaklarla tecavüzler oldu. Durumu kendilerine bildirdik ve
Milletler Cemiyeti Komisyon Raporu, s. 220-221.
Ayın Tarihi, C. IV, S. 11-13, s. 136.
66
Öke, Musul Meselesi…, s. 142-143; Cengiz Kürşad, “Cumhuriyetimizin Korunması (II) Nasturi
İsyanları”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 41, Temmuz 1988, s. 28-30.
65
233
tedbir almalarını bildirdik. Bundan sonra 25 Eylül ve 29 Eylül’de kendilerinden
birer nota aldık. Bu notaların esası kendilerinin statükoyu ihlal etmediği
bilakis bize atıf olunarak kıtaatımızın girmiş olduğu yerlerden çıkması
isteniyordu.” 67
Bu tecavüzler olurken Cenevre’de de müzakereler devam etmekteydi.
Nihayet
30
Eylül’de
Musul
meselesini
inceleyecek
bir
komisyonun
kurulmasına karar verilmiştir. Bu komisyon tarafsız devletlerden seçilen üç
kişiden oluşacaktı.
Daha Türk heyeti Ankara’ya dönmeden İngiltere 5 Ekim’de bir nota
daha yayınladı. Bu notada Türkiye’nin statüko hududunun haricine çıkması
isteniyordu. İngiltere’nin buradaki tezi şöyleydi; Türkiye hem Musul vilayeti
haricine hem de Nasturilere karşı harekât yapılan mıntıkadan çıkacaktı.
Hakkari vilayetinin güneyi yani Beytüşşebap ve Çölemerik mıntıkası Lozan
Antlaşması imza olduğunda İngiltere’nin işgalinde değildi. Fakat Türkiye’nin
de işgalinde değildi68. İngiltere bu nota ile Türkiye’nin Nasturilere karşı
gerçekleştirmiş olduğu harekâtın Türkiye sınırları içinde olduğunu görmezden
gelerek bir anlamda Türklerden kendi topraklarını boşaltmasını istemiştir69.
İngiltere, Türkiye’nin bu notaya cevabını beklemeden 9 Ekim’de ikinci
bir nota daha vermiştir. İngiltere bu notasında 11 Ekim tarihine kadar
bölgedeki askeri faaliyetlerin durdurulmaması halinde kendisinin de aynı
şekilde karşılık vereceğini bildiriyordu70.
Bu nota üzerine Bakanlar Kurulu toplantısından sonra hükümet adına
resmi bir açıklama yapılmış İngiltere’nin sınırda huzursuzluklar çıkararak
daha kuzeye doğru kaymak arzusunda olduğu ve bunu gerçekleştirmek
adına sürekli bombalama faaliyetlerinde bulunduğu belirtildikten sonra,
Nasturi isyanlarına da değinilerek Hakkari’de ayaklanan Nasturilere karşı bir
harekât düzenlendiği ve bu harekâtında sona ermekte olduğu bildirilmiştir 71.
67
TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 8.
TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 8.
69
Kodal, a.g.e., s. 277.
70
TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 17.
71
Cumhuriyet, 12 Ekim 1924, s. 1, 3.
68
234
Ayrıca Türkiye’nin Nasturilere karşı bir askeri harekât düzenlediğini asla
saklamadığı belirtildikten sonra İngiltere’nin iddia ettiği gibi harekâtın Tohup
Nasturilerine karşı olmayıp kendi sınırlarımızda ayaklanan Nasturilere karşı
yapıldığı ifade edilerek statüko ihlali suçlaması kabul edilmemiştir72.
Öte yandan Musul bölgesinde Türkiye ve İngiltere arasında sınır
çatışmalarının artması ve gerginliğe yol açması üzerine Cemiyet-i Akvam
Konseyi, 27 Ekim 1924’te Brüksel’de olağanüstü toplanmaya karar vermiştir.
Yapılan ilk toplantıda İngiltere’yi temsil eden Parmoor, Nasturilerle ilgili
olarak; onların topraklarının 1916 yılında bölgeden sürülmelerinden itibaren
beş yıl süreyle boş kaldığını, bu süre zarfında Nasturilerin İngiltere tarafından
göçmen
statüsüyle
korunduklarını,
1921’de
ise
Türk
yönetiminde
bulunmayan eski yurtlarına yerleştirildiklerini ve bu durumun yakın zamana
kadar devam ettiğini söylemiştir. Parmoor devamla, Türklerin İngiliz işgali
altında yer alan topraklara girdiklerini, Birsivi’ye ilerleyerek buradaki levi
kuvvetleri ile Nasturileri bölgeden sürdüklerini de sözlerine eklemiştir.
Türkiye ise bu iddiaları reddederek meselenin İngiltere’nin statükoyu
tamamen kendine özgü bir şekilde yorumlamasından kaynaklandığını
belirtmiştir73.
Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam konseyinin tarafsız olarak bir karar
vereceğine olan inancına karşılık konsey ertesi gün İngiliz yetkililerinin de
bulunduğu gizli bir toplantı yapmış ve Türkiye’ye verilecek cevabı
kararlaştırmıştır. Bu gizli görüşmede de İngiltere yine Nasturilerle ilgili olarak
aynı görüşlerini dile getirmiştir. Türk Hükümeti’nin Nasturi yerleşim bölgesine
olan müdahalesini statüko ihlali olarak nitelemiştir74.
Sonuç olarak “Brüksel Hattı” olarak bilinen sınır geçici sınır olarak kabul
ediliyordu. Bu hattın tayini ile Türkiye, Türk-Irak sınırının aşağı yukarı
nerelerden geçeceğini de kabul etmiş oluyordu. İngiltere’nin ise Nasturi
tampon bölgesini kuramasa da amacına bir anlamda ulaştığı söylenebilir75.
72
TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C. IX, s. 20.
Kaymaz, a.g.e., s. 414-415.
74
Kaymaz, a.g.e., s. 418-419.
75
Kodal, a.g.e., s. 286.
73
235
Bu arada Macar eski Başbakanı Kont Teleki, Belçikalı Albay A. Paulis,
İsveç Bükreş Büyükelçisi De Virsen’den oluşan Musul Komisyonu, 13
Kasım’da çalışmalarına başlamıştı. Komisyon Bağdat ve Musul’da da
incelemelerde bulunduktan sonra hazırladığı raporu 16 Temmuz 1925’te
Cemiyet-i Akvam’a sunmuştur. Komisyonun raporuna göre; Brüksel Hattı
coğrafi sınır olarak benimseniyordu. Musul vilayetinin çoğunluğunu sayıları
500 bin kadar olan Kürtlerin oluşturduğu ve bunların ırk olarak Türk ve
Araplardan farklı oldukları, iktisadi olarak bölgenin Irak’a bağlanması
gerektiği, Irak’taki manda yönetiminin en geç 1928’de sona ereceği için bu
yönetimin 25 yıl uzatılması ve Musul’daki Kürtlere idari ve kültürel haklar
verilmesi kaydıyla Musul vilayetinin Irak’a bırakılmasının en iyi çözüm olduğu
bildiriliyordu. Komisyon, Cemiyet-i Akvam Meclisi, Musul vilayetinin Türkiye
ile Irak arasında taksimine karar verirse Küçük Zap çizgisinin sınır
olabileceğini de eklemiş diğer yandan İngiltere’nin Hakkari üzerindeki
iddiasını kabul etmemiştir76.
Komisyon çalışmalarını yaparken İngiltere, komisyonu Nasturilerin
geleceğinin bu sınır tespitine bağlı olduğuna inandırmaya çalışmıştır.
Komisyon üyeleri bölgeyi terk ettikten sonra Musul halkına karşı tutumlarını
sertleştiren
İngiltere,
Brüksel
Hattı’na
Nasturileri
yığarak
bunları
silahlandırmış hatta onların önünü açmak maksadıyla bölgede yeniden
bombalama faaliyetlerine girişmiştir77. Komisyon ise Nasturilerin korunmaları
gerektiğine inanmaktaydı ancak geçmişlerinde Osmanlı Devleti topraklarında
diğer azınlıklara nazaran daha iyi şartlar altında yaşamalarına rağmen dış
güçlerin tahrikiyle hükümete karşı isyana kalkışmış bu toplumun yerleşmesi
için
Türkiye’den
toprak
talebinde
bulunmanın
haksızlık
olacağını
düşünmekteydi. Nasturilerin Birinci Dünya Savaşı’ndan beri gerçekleştirdiği
faaliyetlere de değinen komisyon, onların Irak yönetimi altında da huzurlu
olmadıklarını verilen örneklerle anlatmaya çalışmıştır. Komisyon Nasturilerle
ilgili olarak en iyi çözümün Haliç Konferansı’nda Türkiye’nin teklif ettiği eski
yerleşim yerlerine dönmeleri olacağını bildirmiş buna ek olarak da geçmişte
76
77
Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 295-296; Matfiyef, a.g.e., s. 120.
Hakimiyet-i Milliye, 21 Nisan 1925.
236
faydalandıkları yerel özerkliğe sahip olmaları ve genel bir afla güvenliklerinin
garanti edilmesi gerektiğini de belirtmiştir78. Komisyon, Nasturilerin hangi
devletin hâkimiyeti altında olurlarsa olsunlar kendi memurlarını aralarında
tayin etmek hakkına sahip olarak ve onlardan patrikleri vasıtasıyla vergi
almak koşuluyla bir dereceye kadar mahalli bir muhtariyet temin edilmesini
istemiştir79. Komisyon Nasturilerin Musul’a yerleştirilmelerini kabul ediyordu.
Bu durum yöre ahalisi içerisinde Türk aleyhtarı bir grubun daha monte
edilmesi sonucunu doğurmaktaydı. Bu da komisyona Musul’un Türkiye’ye
bırakılmaması için bir sebep sağlayacaktı. Zaten İngiltere’nin de istediği
buydu. Aslında Londra’nın usta diplomatlarının Nasturi meselesini ortaya
atma gayesi, bu bahane ile meseleyi farklı bir alana kaydırarak Musul
meselesinin İngiltere lehinde çözümüne olanak sağlamaktı80.
Esasen Nasturiler Türkiye sınırları içerisindeki eski yerlerine döndükleri
ve Türk Hükümeti’ne bağlı oldukları takdirde hiçbir sorunla karşılaşmadan
güven
içerisinde
yaşayabileceklerdi.
Ancak
İngiltere’nin
istediği
gibi
yerleşmeleri için onlara belli bir bölge verilmesi halinde zaten bir devletin
desteği olmadan yaşayabilmeleri mümkün görünmemekteydi. İngiliz denetimi
altında kalmaları da onlardan sürekli askeri birlik olarak yararlanılması
sonucunu doğuracaktı. Nasturiler İngilizlere güvenerek Türk Hükümeti’nin
eski yurtlarına dönme teklifini kabul etmemişler ve bir kez daha İngiltere’nin
çıkarları için kendilerini kullanmasına zemin hazırlamışlardır.
Cemiyet-i Akvam Meclisi komisyonun kararını görüşmeye başladığında
Türkiye bu karara sert tepki vermiştir. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey
(Aras) komisyon raporunu eleştirip Türk tezini tekrarlamış ve İngiltere’nin
sürekli olarak Irak sınırını kuzeye doğru ittiğini hatta Hakkari’yi bile istediğini
hatırlatarak bu isteklerin nerede duracağından güvensizlik duyduğunu
bildirmiştir81. Türkiye’nin tepkilerine karşı tekrar taarruza geçen İngiltere bu
defa da Türkiye’nin Hakkari civarındaki Nasturileri baskı altında tuttuğunu
78
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 156-157.
Ayın Tarihi, C. V, S. 17, s. 444.
80
Öke, Musul Meselesi…, s. 165.
81
Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 296-297.
79
237
iddia etmiştir82. Hatta İngiltere iddialarında daha da ileri giderek Brüksel
Hattı’nın güneyindeki 6000 Nasturi’nin Goyan’dan Başkale’ye tehcir edildiğini
ve pek çok Nasturi’nin hayatını kaybettiğini ileri sürmüş, bölgeye bir araştırma
heyetinin gönderilmesi ve Nasturilerin Irak mandası altına yerleştirilmelerini
istemiştir83. Türkiye’nin ise bu iddiaya cevabı 16 Eylül 1925’te gelmiş ve
İngiltere’nin bütün iddiaları reddedilerek Nasturilerin Birinci Dünya Savaşı’nda
müttefiklerle Türkiye aleyhinde hareket ettiği ve son günlerde meydana gelen
huzursuzlukları da İngiltere’nin teşviki ile yaptıkları belirtildikten sonra Mardin
ve Diyarbakır’da yaşayan Nasturilerin kendi yurtlarında rahat bir şekilde
yaşadıkları ifade edilmiştir. Ayrıca tüm bu iddiaların Türkiye aleyhine bir
kamuoyu yaratma çabasından ileri geldiği de belirtilmiştir84. Türkiye’nin
komisyon raporuna karşı çıkması üzerine Cemiyet-i Akvam Meclisi 19 Eylül
1925’te
Milletlerarası
Daimi
Adalet
Divanı’nın
istişari
mütalaasına
başvurulmasını kararlaştırmıştır.
Bu arada İngiltere’nin isteği ile söz konusu iddiaların incelenmesi için
Estonya Ordusu eski Genelkurmay Başkanı General Laidoner başkanlığında
bir komisyon çalışmalara başlamıştır. 16 Kasım’da Musul’dan yazan
Laidoner, Hıristiyanların Türkler tarafından tehcir edildiği iddialarını kabul
etmekle kalmamış aynı zamanda Türkiye’nin sınırdaki statükoyu bozmak
suretiyle Brüksel Hattı’nın güneyine sarktığı ithamlarını da onaylamıştır 85.
Nasturilerin durumuna ilişkin açıklama zaten 24 Ekim’de Ankara
tarafından yapılmıştı. Ankara, Siah ve Ziyaret köyleri sakinlerinin ihtilaflı
araziye göç ettiklerini yalanlamıyordu. Ancak bu köylerin halkı dini liderlerinin
de dâhil olduğu bir ihanet şebekesi oluşturmuşlardı. Nasturilerin çoğu
devletlerine bağlılıklarını ifade etmişler ve bu müdahaleye engel olunmasını
istemişlerdi. Hatta bazıları bizzat hükümete başvurarak bu hattan içerilere
alınmalarını istemişlerdi. Yine de Ankara İngiltere’nin iddia ettiği gibi
Gellikoyun/Gıllıgoyan
bölgesindeki
Nasturilerin
yer
değiştirmelerini
istememiştir. Bütün bu iyi niyetlerin üzerine generalin raporu Tevfik Rüştü
82
Öke, Musul Meselesi…, s. 171.
Öke, Musul Meselesi…, s. 172; Hakimiyet-i Milliye, 18 Eylül 1925, s. 1.
84
Hakimiyet-i Milliye, 18 Eylül 1925, s. 1.
85
Öke, Musul Meselesi…, s. 173.
83
238
Bey’in ifadesiyle Ankara’da büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. Tevfik Rüştü Bey
konunun TBMM’ye getirileceğini ve buradaki müzakereden sonra konseye
cevap vereceğini bildirmiştir. Ancak bir gün sonra Cemiyet’e uzunca bir nota
kaleme alan Tevfik Rüştü Bey, yazısında Irak-İngiliz otoritelerince Nasturi
göçmenlerden alınan ifadelerin uydurulmuş olduğunu savunmuş, “Herkes
Asuri-Keldanileri kimin silahlandırdığını ve onları Türkiye aleyhine kışkırttığını
bilmektedir. Onlar devlete karşı gelmişlerdir. Halbuki Osmanlı Devleti’nden
beri bu cemiyete verilen hak ve özgürlükler bellidir.” demiştir86.
Mesele TBMM’nin 12 Aralık tarihli oturumunda görüşülmüş, İsmet Paşa
gelişmeleri değerlendirdiği bir konuşma yaparak mezkûr heyetin Türklerin
Cemiyet-i Akvam’a müracaat edip araştırılmasını istediği hususlardan
birçoğunu bırakıp sadece Brüksel Hattı ve Hıristiyan tehcirini incelediğini
belirtmiştir. Konuşmasında Nasturi tehciri meselesine de temas eden İsmet
Paşa, İngilizlerin tahrikiyle dürüst hareket etmeyen Nasturilerin 1924 takibatı
esnasında aileleriyle birlikte kısım kısım güneye gitmiş olduklarını söylemiştir.
Bunların güneye gidişinden sonra da kuzeyde Hıristiyanların kaldığını belirten
İsmet Paşa; “Eğer bizde Hıristiyan aleyhtarlığı olsaydı bu kadar bariz vukuat
ve tecavüzattan sonra yalnız mücrimleri tebit etmekle kalmazdık. Hepsini de
memleketten çıkarırdık. Bilakis bir kısmı orada kalmıştır. Kalanlar ne
yapmışlardır? Kalanlardan bir kısmı içinde casus teşkilatını ve hatta ahzı
asker teşkilatını mütemadiyen yakalamaktayız” demiştir. İsmet Paşa, bu
vaziyete düşen herkesin mutlaka kanuni takibata maruz kalacağını sözlerine
eklemiştir. “Takibat-ı kanuniyeden kurtulmak isteyenler güneye kaçıyorlar”
diyen Başvekil, bu tür adamların kendilerine dışarıdan gelip istekleri
sorulduğunda mazlum rolüne girmelerinin beklenilen bir durum olduğunu ve
hatta daha fazlasının da beklenebileceğini söyleyerek şu yorumu yapmıştır:
“Hakikat-i hal şundan ibarettir ki diyanet, insaniyet gibi aziz mefkureler,
politikacıların ellerinde, makasıd-ı siyasiyeyi terviç etmek için vasıta olarak
kullanıldıkça, bu iğfale kapılan vatandaşları felaketten kurtarmak mümkün
olmayacaktır.”87
86
87
Öke, Belgelerle…, s. 162-163.
TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 23. İçtima, 1. Celse, 12. 12. 1341, C. XX, s. 111-116.
239
1925 yılı içerisinde bir yandan Şeyh Sait isyanı diğer yandan da sınır
meseleleriyle uğraşan Türk Hükümeti’nin Nasturilerin Irak ordusu içerisinde
yer almalarını önlemek adına bir grup Nasturi’nin eski yerlerine dönmelerine
izin verdiğine dair bilgiler de bulunmaktadır88.
İngiltere ile Türkiye arasında uzayıp giden tartışmalar olurken Adalet
Divanı da 21 Kasım 1925’te şu unsurları kapsayan bir karar almıştır:
Taraflar Lozan Antlaşması’nın 3. Madde 2. Fıkrası’nı imzalamakla
sorunun kesin çözümünü sağlamak yani uyuşmazlık konusu olan sınırları
saptamak istemişlerdir. Dolayısıyla Cemiyet-i Akvam Meclisi’nin bu madde
gereğince alacağı kararın iki taraf için de bağlayıcı olması gerekmektedir.
Meclis kararını oy birliği ile almak zorundadır. Tarafların temsilcileri
oylamaya katılacak, fakat oy birliğinin saptanmasında bunların oyları göz
önünde tutulmayacaktır89.
Söz konusu mütalaanın meclisçe de onaylanması ile Türkiye anlaşma
hükümlerinin ihlal edildiğini öne sürerek temsilcilerini geri çekmiştir.
Gerçek şudur ki Cemiyet-i Akvam Meclisi’nin Musul’u Irak’a bırakan bu
kararı, Irak ya da İngiltere’nin haklı olmasından kaynaklanmamıştır. Esasen
Cemiyet Meclisi siyasi bir organdır. Bu organda alınan kararlar Milletlerarası
Daimi Adalet Divanı’nın düşüncesine rağmen siyasi çıkarların etkisi altında
kalmaktadır. Musul meselesi Cemiyet Meclisi’nde görüşülürken, İngiltere
Cemiyet’in en nüfuzlu üyelerinden biri ve Meclis’in daimi üyesi bulunuyordu.
Buna karşılık olarak Türkiye Cemiyet-i Akvam’ın üyesi bile değildi. Meclisin
Türkiye aleyhinde karar almasında bu durumun önemli bir rolü vardır90.
Türkiye’nin
Musul
üzerindeki
İngiliz
oldubittisini
kabul
etmesi
beklenemezdi. Ancak bu tutumunda kısa süre direnebilmiştir. 5 Haziran
1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak Hükümetleri arasında yapılan Ankara
Antlaşması ile Türkiye ve Irak arasındaki sınır küçük değişiklikler yapılmasına
rağmen
İngiltere’nin
istediği
biçimde
çiziliyordu.
Böylece
Türkiye’nin
güneydoğu sınırına son şekli verilerek Misak-ı Milli’den fedakârlık etmek
88
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 161.
Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 298.
90
Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Vd., Olaylarla Türk Dış Politikası, (1919-1995), 9. Baskı, Ankara,
Siyasal Kitabevi, 1996, s. 75.
89
240
pahasına da olsa Türkiye’nin İngiltere ile olan son büyük anlaşmazlığı
ortadan kalkıyordu91.
Nasturilere gelince, İngiltere Dışişleri Bakanı Chamberlain, kendisine
yöneltilen Nasturilerin can ve mal güvenliğinin antlaşma ile teminat altına
alınıp alınmadığı yönündeki soruya cevaben; en iyi garantinin İngiltere ile
Türkiye’nin dostluğu olduğunu söylemiştir92.
Böylece Musul meselesi ile birlikte Nasturi meselesi de kapanmış
oluyordu.
İngiltere,
“Nasturi
yurdu”
manevrasında
başarılı
olmuştur.
Nasturileri yerleştirecek bir toprak elde edememiş olmasına rağmen onları
kullanarak yapmış olduğu çeşitli oyunlarla Musul meselesinin aleyhimizde
çözümlenmesine olanak sağlamıştır. Nasturileri isyana teşvik ederek
Türkiye’yi bu konuyla meşgul eden İngiltere, bir Türk toprağı olan Hakkari’yi
Nasturiler için istemiş, daha sonra da adeta taviz verir gibi Türkiye’ye
bırakmıştır93.
Bu tarihten sonra İngiliz manda yönetimi bitinceye kadar sessiz sedasız
yaşamlarını geçiren Nasturiler, İngiliz mandaterliğinden sonra Irak’ta
huzursuz olmaya başlayacaklardır.
4.
IRAK YÖNETİMİNDE SÜRYANİLER
Irak yönetimi genel olarak Hıristiyan grupların kendi aralarındaki
ilişkilerine ve geleneklerine karışmamakta, bunu yasal hakları olarak
tanımaktaydı. Buna rağmen Nasturilerin tam olarak yerleşebilecekleri bir
yerleri yoktu ve birçoğu kendilerini mülteci olarak görmekteydiler 94. Ayrıca
bazı Nasturiler Irak’taki tanınmış bazı Kürt liderlerini denetim altında tutmak
amacıyla bunların bulunduğu bölgelere yerleştirilmişlerdir95. Hakkari’den
gelen aşiret toplulukları ise kendileri adına özerklik istemekteydiler. Bunun
için Nasturi patriği, Cemiyet-i Akvam Mandaterlik Komisyonu’na müracaatta
bulunarak kendilerine Türk veya Irak yönetimi altındaki topraklarda özerklik
91
Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 318-320.
Öke, Belgelerle…, s. 176.
93
Çetin, a.g.t., s. 92-93.
94
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 163.
95
Süryanilerin Acı Sonu, s. 52.
92
241
verilmesi ve güvenliklerinin sağlanması yolundaki karara uygun olarak
özerklik talebinde bulunmuştur. Cemiyet-i Akvam bu konuda İngiltere’den bir
cevap istemiş, İngiltere ise Musul meselesi görüşmeleri sırasında Nasturilerle
ilgili alınan kararın Irak tarafından uygulanamayacağını belirtmiştir. Çünkü bu
görüşmeler sırasındaki ihtilaflı bölge Musul değil Hakkari’ydi. Bu bölge de
Türkiye’ye verildiğine göre Nasturilerle ilgili olan bu madde Irak yönetimini
etkilemeyecektir. Cemiyet-i Akvam ise İngiltere’nin bu yanlış yorumunun
üzerinde durmamış ve olayı kabullenmiştir96. Görüldüğü üzere İngiltere
Nasturileri bir kez daha kendi çıkarları için kullanmış ve bir kez daha
kaderleriyle baş başa bırakmıştır. İngiltere Hükümeti Cemiyet-i Akvam’ı da
Irak
Hükümeti’nin
yardımsever
ve
hoşgörülü
olduğuna,
Nasturilerin
korunmasıyla ilgili yazılı güvencelere uyacağına inandırmıştır 97.
İngiltere’nin manda yönetimi altında kurulan Irak Krallığı’nda asayiş ve
güvenlik ilk olarak Araplar ve toplama askerlerden oluşturulan askeri polis
birlikleri ile sağlanmaya çalışılmıştı. 1922’de yapılan Kahire Konferansı’nda
İngiliz askerlerinin sayısının azaltılmasına karar verilmişti. Bu nedenle Kürtler
ve Nasturilerden oluşan yeni askeri polis birliklerinin kurulması gündeme
gelmiştir. Irak Krallığı’nın kuzey sınırının korunmasında görevlendirilen
Nasturi birliklerine zaman zaman tepkiler de olmuş, özellikle Irak ordusu ve
İngiliz komutana bağlı bu birlikler arasında bir kıskançlık ve rahatsızlık
doğmuştur98.
Böylece
1932
yılı
başlarına
kadar
Irak’ta
Nasturi
sorunu
çözümlenememiş ve aksine daha da büyüyerek devam etmiştir. 1932’de
İngiltere’nin Irak’taki manda yönetimini kaldırmak istemesi Nasturileri zor
durumda bırakmıştır. Nasturiler İngiltere’den bir fayda görmeyeceklerini
anladıklarında Irak’la İngiltere arasındaki antlaşmayı protesto etmek için
silahlı kuvvetlerini dağıttılar. Bu olay İngiltere’nin sert tepkisine sebep olmuş
ve Nasturi patriğine başvuran İngiltere birliklerin tekrardan kurulması için
cemaatinin ikna edilmesini istemiştir. İngiltere buna karşılık Hakkari konusuna
96
Anzerlioğlu, a.g.e., s. 163-164.
Süryanilerin Acı Sonu, s. 34.
98
Özdemir, a.g.e., s. 147-148.
97
242
bir çözüm bulma sözü de vermiştir. Mar Şimun taburların tekrar kurulması
için komutanları ikna etmeyi başarmış ancak İngiltere sözünde durmayarak
Nasturilerin Hakkari’ye dönmeleri konusunda hiçbir şey yapmamıştır.
Irak’ın Ekim 1932’de cemiyet üyeliğine kabulü görüşmeleri sırasında
Nasturilerin durumu da gündeme gelmiştir. İngiltere burada onların tekrar
Hakkari’ye dönmelerinin en iyi çözüm olacağını belirtmiş bu mümkün
olmazsa Nasturilerin Irak’ta geçici olarak ikamet edeceği vurgulanmıştır.
Ancak bu görüşmeler sonucunda Nasturilerin sorunlarına tam bir yanıt
bulunamamıştır. Onların Irak topraklarında parçalar halinde çeşitli bölgelere
yerleştirilmelerine karar verilmiştir ki bu durum Nasturiler açısından büyük bir
dezavantaj olacaktır99.
4 Aralık 1932 tarihinde Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği’nden alınan bir
raporda Nasturilerin talepleri anlatılmaktadır. Bu rapora göre, Irak’ta bulunan
bir kısım Nasturiler Milletler Cemiyeti’ne bir mazbata vererek bir takım
taleplerde
bulunmuşlardır. Onların
talepleri Irak’ın
kuzeyinde,
Musul
havalisinde ve hududumuz bitişiğinde, Zaho, Dahok, Akra mıntıkalarında bir
Nasturi livası tesisi, bu suretle orada bir Nasturi vatanı vücuda getirilmesi ve
Irak’taki Nasturilerin oraya sevk edilerek iskân edilmesinden ibarettir.
Bu talepte bulunan Nasturiler, ruhani liderleri Mar Şimun taraftarı olan
Nasturilerdir. Bunlara muhalif bir grup Nasturi bulunmakla birlikte Manda
Komisyonu bu grubu nazar-ı dikkate almamıştır. Manda Komisyonu
tarafından yazılan kararnamede; “Bu iki grup birbirlerine zıt taleplerde
bulunmuş iseler de toplu halde yaşamak gayesindedirler” denilerek bütün
Nasturilerin bir “Milli Ocak” iddiasında müttefik oldukları hükmü çıkarılmıştır.
Irak Hükümeti ise Manda Komisyonu’nun Nasturi taleplerinin meclise tavsiye
edilmesi kararından endişe duymakla birlikte bu kararın mecliste kabul
edilmeyeceğini ümit etmekteydi.
Irak’ta teşkil edilecek Nasturi yurdu talebinin bizi ilgilendiren kısmı ise
Nasturilerin kendi eski vatanları olduğunu iddia ettikleri Hakkari mıntıkasının
da bu topraklara dâhil edilmesini istemeleridir100.
99
Matfiyef, a.g.e., s. 127-129.
BCA, Dosya No. 436106, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.54.
100
243
Görüldüğü üzere Nasturiler hiçbir vakit Hakkari’den vazgeçmemişler,
her fırsatta bu mıntıkaya yerleşmek için taleplerde bulunmuşlardır.
Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği’nden 11 Haziran 1933 tarihinde alınan
bir diğer yazıdan anladığımıza göre; Milletler Cemiyeti Meclisi, Nasturilerin
sahipsiz bir arazide toplu halde bulundurulmayarak iskân edilmesini
kararlaştırmıştır. Nasturiler ise bu iskân işinden memnun görünmemekte ve
hatta Irak’tan diğer memleketlere göç etmek istediklerini söylemektedirler.
Nasturi ileri gelenlerinden bir zat, Bağdat’taki Almanya sefirini ziyaret
ederek, İmadiye mıntıkasında Kürt ve Arap unsurlar arasına sıkıştırılmak
istendiklerini, bu iskândan asla memnun olmadıklarını dile getirdikten sonra
başka memleketlere göç etmek istediklerini ve İngilizlerin şimdiye kadar
kendilerini aldattıklarını, isyan edecek bir vaziyete geldiklerini beyan
etmiştir101.
Bu arada Milletler Cemiyeti Meclisi’nde Nasturi taleplerini müdafaa
etmek maksadıyla Cenevre’ye gitmiş olan Mar Şimun Irak’a dönerek
Nasturilerin Irak’ın sadık tebaası olduklarını, Irak kanunlarına bağlı olup
hükümete karşı hiçbir davaları olmadığını, Cenevre’de sadece İngilizlerin
Nasturileri iğfal etmiş bulunduklarını dile getirdiğini söylemiştir102.
22 Eylül 1933’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın Doğu Bölümü
çalışanlarından J.C. Sternadle Bennet, İngiltere’nin Nasturilere karşı sözünü
tutmadığı ya da onlara ihanet ettiği şeklindeki iddialara cevap niteliğinde
hazırladığı raporda ise şunları ifade etmektedir: “Zaman zaman iddia edildiği
gibi İngiltere’nin ihanet ettiği doğru değildir. Süryanilerin uygun şartlarda
kendi yaşadıkları topraklara yerleştirilmeleri için bütün çaba gösterilmiş ancak
ilk planda Milletler Cemiyeti’nin kararları daha sonra da Süryanilerin inatçılığı
–ki özellikle toprak konusunda mutlu edilmeleri çok zordur- tarafından bu
çabalar engellenmiştir. Daha fazla adım atmak için özel anlamda Süryanilere
karşı bir mecburiyet içerisinde olmamasına rağmen, geçmişteki yakın ilişki ve
101
102
BCA, Dosya No. 436112, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.39.
BCA, Dosya No. 436112, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.39.
244
davranışlar, İngiltere’yi, Süryanilerin gelecekteki yerleştirilme planları için
katkıda bulunmaya zorlamaktadır.”103
Bu arada Irak’ta Nasturilere karşı baskılar da tüm şiddetiyle devam
etmekteydi. Irak Hükümeti’nin Nasturilerin ayrı ayrı bölgelere yerleştirilmeleri
ve silahsızlandırılmalarına yönelik iskân planını kabul etmeyen Nasturilerin
ülkeden göçüne imkân verilmiştir. Bunun üzerine Temmuz 1933’te çok
sayıda Nasturi ülkeyi terk ederek Suriye’ye doğru göç etmeye başladı. Sınırı
geçerek Suriye’ye gelen Nasturiler kendilerinin Irak’a gönderilmemeleri için
Fransız yetkililerine başvurmuşlardır. Ancak sonuç olumsuzdur. Geri dönen
Nasturiler
Irak
topraklarına
girer
girmez
Iraklıların
saldırılarıyla
karşılaşmışlardır. Nasturiler ilk saldırıları bertaraf etmelerine rağmen
kuvvetlerinin yetersizliği onları zor durumda bırakmıştır. Bu arada kitle iletişim
araçlarının Nasturilerin Irak’a savaş ilan ettiği yolunda haberler yayınlamaya
başlaması ile ülkede durum daha da gerginleşmiştir. Bu olaylar sırasında pek
çok Nasturi hayatını kaybetmiştir.
İngiltere ise hala Nasturi davası ile ilgilendiği imajını vermek için çeşitli
toplantı ve konferanslar düzenlemişti. Bu toplantılarda Nasturilerin iskânı için
Türkiye ve Suriye dışında bir yer kalmadığı sonucuna varılmış ancak Türkiye
o günkü şartlarda bu işten uzak tutulmuştur.
23 Ağustos 1933 tarihli bir belgede İngiliz gazetelerinde Nasturiler
lehine ve Irak Hükümeti aleyhine neşriyatta bulunulduğu ve son dönemdeki
kanlı
olayların
kamuoyunda
sorumlularının
dile
getirildiği
mutlaka
cezalandırılması
anlatılmaktadır.
gerektiğinin
Türkiye’nin
Londra
Büyükelçili’nden alınan bilgiye göre, Hakkari’yi Türkiye’ye bırakan Milletler
Cemiyeti kararı İngiliz gazetelerince tenkit edilmekte ve Nasturilere Suriye
veya diğer bir sahada yer bulunması lüzumu teklif edilmektedir. Ayrıca
gazetelerde hududu geçmeye çalışan Nasturileri silahla karşılamak için Irak
hududuna Türk askeri sevk edildiği havadisi de bulunmaktadır104.
Dünya kamuoyundaki gelişmeler ve İngiltere gibi bazı devletlerin
müdahaleleri Irak Hükümeti’nin katliamları durdurmasına yol açtı. Irak
103
104
Özdemir, a.g.e., s. 150.
BCA, Dosya No. 436128, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.742.3.
245
Hükümeti Nasturi birliğini bozmak için Patriklerini ve ailesini Kahire’ye
sürgüne gönderdi. Sonuçta Nasturiler ne özerkliğe kavuşabildiler ne de toplu
halde bir yere yerleşebildiler105. Böylece Nasturi sorunu bir çözüme
kavuşturulamamış başta patrikleri olmak üzere daha sonraki tarihlerde
birçoğu Amerika’ya veya başka ülkelere göç etmişlerdir. Şu söylenilebilir ki;
savaş Nasturileri yurtlarından etmiştir. Yıllardır yaşamlarını sürdürdükleri
evlerinde
güven
içinde
bulunurlarken, kendilerine
vaatlerde bulunan
devletlere güvenerek savaşmışlar ve ortada bırakılmışlardır 106.
5. SÜRYANİLERDE SOSYAL HAYAT
Çalışmamız her ne kadar 1880-1938 yılları ile sınırlı ise de
Süryanilerin sosyal hayatları ele alınırken belirli bir dönemle sınırlamanın
doğru olmayacağı düşünülmüştür. Bu sebeple Süryanilerin dili, eğitimi,
ekonomik faaliyetleri, inanç ve ibadetleri, yayın faaliyetleri vs. konular
üzerinde durulurken gerektiğinde 1880 öncesi tarihlerden günümüze kadarki
süreçten de örneklemeler yapılmıştır.
5.1. Süryani Dili ve Edebiyatı
Süryanice, Sami diller grubuna ait bir Aramice diyalekti olup,
Aramice’nin tarihi ise M.Ö. 2000 yıla kadar uzanır107. Çok geniş bir
coğrafyaya yayılmış ve çeşitli halk toplulukları tarafından oldukça uzun bir
süre kullanıldığı için birçok lehçeye ayrılmış olan Aramice, halen konuşanı
çok azaldığı ve başka dillerin tahripkâr etkilerine maruz kaldığı için ölmeye
yüz tutmak üzeredir108. Bazı bilim adamlarına göre dünya dillerinin en
eskisidir. Kökeninin çok eskilere dayandığını gösteren ilk kanıt Tekvin 31:47
bölümünün MÖ. 1750’de bu dille yazılmış olmasıdır109.
105
Matfiyef, a.g.e., s. 139-146. Ayrıntılı bilgi için Bkz. Süryanilerin Acı Sonu, s. 60-72.
Süryanilerin Acı Sonu…, s. 93.
107
Edip Aydın, “Süryani Dili ve Edebiyatına Genel Bir Bakış”, Varlık, S. 1075, Nisan, 1997, s. 28.
108
Ali M. Dinçol, “Âramice Maddesi”, İslam Ansiklopedisi, C. III, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara,
2002, s. 267.
109
(Erişim) http//www.suryanikadim.org, 21 Temmuz 2008, 12.01. Havva isminin “her yaşayan
varlığın annesi” anlamına gelen Havo/Haye kelimesinden geldiği, meleklerin isimlerinin Süryanice
olduğu gibi bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Dicle de aynı şekilde Süryanice
sözcüklerdir. (Sihun, Gihun, Froth, Deklath) Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 24.
106
246
3000
Aramice,
yıllık
süre
boyunca
değişik
zamanlarda
yazılı ve sözlü olarak değişik inançlara bağlı halklar, putperestler, Zerdüştler,
Budistler, Maniciler, Yahudiler, Samaritanlar, Mandeanlar, Hıristiyanlar ve
Müslümanlar
tarafından
kullanılmıştır110.
Aramice’nin
çok
geniş
bir
coğrafyaya yayılmasının sebebi yazının basitliğinin yanı sıra ortak veya
benzer gramer özellikleri sebebiyle diğer Semitik dilleri konuşanlar tarafından
da kolayca anlaşılabilmesidir. Arami toplumunun günümüze de yansıyan bir
etkisi de Fenike alfabesinin Aramilerce geliştirilmesi sonucunda Nabatî ve
Sinaî yazıları aracılığı ile Arap alfabesinin ortaya çıkması olmuştur111.
8.yüzyılın başlarında Arapça’nın rakip dil olarak ortaya çıkışına kadar çok
geniş bir kullanıma sahip olan dilin, bu dönemden sonra şehirlerdeki
kullanımı gittikçe azalmış sadece köy ve dağlık bölgelerde kullanılır hale
gelmiştir112.
Aramice Grek ve Pers hükümdarlarının egemenliğine karşın Suriye ve
Mezopotamya’nın Arami toplulukları arasında kullanılmıştır. Bu Arami
topluluklarının çoğu daha sonra Hıristiyanlığı benimsediğinden bazı kısa
putperest yazıtları ve birkaç putperest edebiyatı kalıntısı dışında büyük
oranda bir Hıristiyan dili olmuştur. Süryanice kültürel merkez olan Edessa
(Urfa) kentinin yerel lehçesi olarak başlamış, zamanla Süryani tacirler ve
misyonerler tarafından Doğu’ya taşınarak Güney Hindistan ve Çin’e kadar
yayılmıştır113.
Çok geniş bir coğrafi alanda Sami ve Sami olmayan topluluklar
tarafından kullanılan Aramice bunun doğal sonucu olarak pek çok lehçe
geliştirmiştir. Bu yönüyle Aramice Sami diller arasında en çok lehçe geliştiren
dil olarak kabul edilmektedir. Çeşitli açılardan farklı sınıflandırmalar yapılmış
olmakla
birlikte
Aramice,
doğu
ve
batı
olarak
iki
başlık
altında
incelenebilmektedir114. Suriye dolaylarında Suriyeli Ortodokslar ve Maruniler
110
E. Aydın, a.g.m., s. 28.
Dinçol, a.g.m., s. 267.
112
(Erişim) http//www.suryanikadim.org, 21 Temmuz 2008, 12.02.
113
E. Aydın, a.g.m., s. 28.
114
Eyyüp Tanrıverdi, “Süryani Dili”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp
Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 2.
111
247
tarafından
kullanılana
Batı,
Mezopotamya,
Irak
ve
Azerbaycan’da
konuşulana da Doğu diyalekti adı verilmektedir.
İki lehçe arasındaki fark ise “a” harfinin telaffuzunda görülmektedir.
Doğu lehçesi bu harfi özgün haliyle korurken 115, batı lehçesinde aynı harf “o”
şeklinde telaffuz edilmektedir116
Hz. İsa ve öğrencilerinin de kullandığı bu dil kilise ayinlerinde kullanılan
ilk dil olması açısından büyük önem taşımakta ve bu gün hala ibadetlerde
kullanılmaktadır117.
Milattan önce 2. yüzyıl ile milattan sonra 3. yüzyıllar arasında ipek yolu
üzerinde önemli bir ticaret merkezi olan Urfa’nın 2. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Hıristiyanlığın başlıca merkezlerinden biri haline gelmesiyle önem
kazanan Süryanice, çok geçmeden Hıristiyanlık dünyası için Yunanca’dan
sonra en önemli dil olmuş ve zamanla bölgenin bilim, kültür ve edebiyat dili
haline gelmiştir. Buna bağlı olarak Süryani edebiyatı da büyük bir gelişme
göstermiş, 2. ve 8. yüzyıllar arasında dini, felsefi ve edebi nitelikli kapsamlı
bir edebiyat gelişmiştir. Bu süreçte Yunan kültürünün önemli dini ve felsefi
eserleri Süryaniceye çevrilmiştir. Aynı zamanda İbranice, Arapça ve
Farsça’dan Süryaniceye Süryaniceden de bu dillere çeviriler yapılmıştır 118.
8. yüzyıldan itibaren Arapça’nın yayılma alanına giren Süryanice,
gelişmekte olan yeni kültür karşısında önemini kaybetmeye başlamıştır. Bu
dönemde Süryanilerce Arapça’nın Süryani alfabesi ile yazılması şeklinde
olan “Gerşuni dili” geliştirilmiştir119.
Günümüzde konuşulan halk dili de dört lehçeye ayrılmaktadır. Bunlar;
Turabdin, Asuri, Mahlula ve Mlahto lehçeleridir. Turabdin lehçesi Midyat ve
çevresinde konuşulan lehçedir. Asuri lehçesi, İran ve Irak’ta yaşayan Keldani
ve Nasturi halkı ile Musul’a yakın Bartılle ve Karakuş Süryani köyleri halkı
tarafından konuşulmaktadır. Mahlula lehçesi, Filistin lehçesi olarak da bilinir
ve Mahlula, CibAbdin ve Ayn-Tin Süryani köylerinde konuşulan lehçedir.
115
Örneğin; ev anlamına gelen “bayta” kelimesinde “a” harfi telaffuz edilmektedir.
Batı lehçesinde “bayto” şeklinde telaffuz edilmektedir.
117
(Erişim) http//www.suryanikadim.org, 21 Temmuz 2008, 12.06.
118
Tanrıverdi, a.g.m., s. 3-4.
119
Tanrıverdi, a.g.m., s. 5.
116
248
Mlahto lehçesi ise, Diyarbakır’a bağlı birkaç Süryani köyünün 20. yüzyılın
başlarına kadar kullandığı lehçe olmakla birlikte günümüzde bu lehçeyi
kullanan kimse kalmamıştır120.
Süryanice değişik yazı şekilleri de geliştirmiştir. M.S. 1. ve 2. yüzyıllara
ait ilk Süryani yazıtlarında Palmiralıların121 el yazısını andıran bir yazı şekli
kullanılırken 5. yüzyıl başlarında yazı, daha biçimselleşmiş bir nitelik almış ve
bu
yazı
tipine
Grekçe
yuvarlak
anlamındaki
“strongulos”tan
gelen
“Estranguelo” denilmiştir. 8. yüzyıl boyunca bu yazı tipi ile birlikte “Serto”
denilen yeni ve daha işlek bir yazı tipi kullanılmaya başlanmıştır. Bu yazı
daha çok Batı Suriyeliler ve Maruniler tarafından kullanılmaktadır. Birkaç
yüzyıl sonra Doğu Suriyeliler arasında Estranguelo’dan yavaş yavaş doğulu
diye bilinen fakat Avrupalı yazarların genellikle Nasturi veya Keldani diye
adlandırdığı belirgin bir yazı tipinin türediğini görmekteyiz122.
Süryani alfabesi, altı harf (b,g,d,k,f,t) yumuşak ve sert olmak üzere çift
telaffuzlu olan ve özel işaretlerle bilinen 22 harften oluşmaktadır123. Sağdan
sola doğru yazılan Süryanice’de erkek ve dişi ayrımı vardır. Ünsüzleri ünlüye
dönüştürmek için birkaç ayrı sistem bulunmaktadır. Bunlardan bazıları Arap
alfabesinden alınmıştır, bazısında ise satırın üstünde veya altında ünlüleşme
belirten küçük Yunan harflerine yer verilir 124. Süryanice ilk gramer kitabı 7.
yüzyıl sonlarında oluşturulmuştur125.
Günümüzde gün geçtikçe azalmakla birlikte hala konuşulan Süryanice,
Urfa’da konuşulmuş dilin zamandaşı olan bir Süryani lehçesinden türemiştir.
Yeni Süryanice ya da Batı Süryanicesi de diyebileceğimiz bu lehçe, Doğu
Aramca lehçesine dayanır. Eski biçiminden bazı özellikler muhafaza etmekle
birlikte birçok şeyi de yitirmiştir. Melodili bir ses sistemine sahip olan
120
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 46-47.
Palmira İmparatorluğu (260–273) Palmira merkezli, 3. yüzyılın ikinci yarısında kurulan, Suriye,
Filistin, Lübnan, Mısır ve Anadolu'nun bir kısmını kapsayan kısa ömürlü imparatorluktur.
122
E. Aydın, a.g.m., s. 29.
123
Efrem I. Barsavm, Saçılmış İnciler, Süryanilerin Yazınsal Tarihi, Çev. Zeki Demir,İstanbul,
İstanbul Süryani Kadim Ortodoks Metropolitliği Yayınları, 2005, s. 32; Muzaffer İris, Bütün
Yönleriyle Süryaniler, İstanbul, Ekol Yayımcılık, 2003, s. 39.
124
Şimşek, a.g.e., s. 35.
125
İris, a.g.e., s. 40.
121
249
Süryanice’nin kelime hazinesinde çok sayıda Türkçe, Kürtçe ve Arapça
kelime bulunmaktadır126.
Süryanilerin yaşadıkları Mardin, Diyarbakır ve çevresinde konuşulan
diller de Kürtçe, Arapça ve Süryanicedir. Dolayısıyla bu dillerin birbirlerini
etkilemeleri kaçınılmazdır. Süryaniler, kendi ana dilleri yanında bu iki dili
bilmekle birlikte Türkçeyi de yaygın olarak kullanmaktadır. Hatta kiliselerde
ayin, dua ve ilahiler dışında Türkçe vaazlar verilmektedir127. Süryanilerin
günlük yaşamda kullandıkları ve Turoyo denilen dil, yazılı kaynaklarda
kullanılan ve Ktobonoyo denilen klasik Süryanice’den farklıdır. Yazılı
metinlerin
dili
halk
tarafından
anlaşılmamaktadır128.
Turoyo’nun
Ktobonoyo’dan ne zaman ayrıldığı bilinmemektedir. Çünkü elde yazılı bir
belge bulunmamaktadır. Ancak Doğu Dilleri profesörü Otto Jastrow’a göre bu
ayrım İslam’ın Mezopotamya’ya girmesiyle olmuştur129.
Bugün hala yaygın olan diğer bir lehçeye de Modern Süryanice ya da
Suvaydaca denilmektedir. Suvaydaca İran ve Irak’taki Süryani ve Keldani
toplulukları arasında yaygın yazı ve konuşma dili olmuştur. Aynı zamanda
Sovyetler Birliği döneminde Süryanice yerine Kiril Alfabesi’nin kullanıldığı
Azerbaycan’da da Suvaydaca kullanılmıştır130.
Dillerini öğrenebilecekleri okulları bulunmayan Süryanilerin bugün
büyük çoğunluğu ana dillerini bilmemekte, özellikle başka ülkelere göç eden
Süryaniler
buralarda
farklı
dilleri
kullanmak
suretiyle
kendi
dillerini
unutabilmektedirler. Dilin kaybolmaması için konuşulduğu bir bölgenin olması
gerekmektedir. Ancak göç olayları Süryanice’nin geleceğini güçleştirmektedir.
Süryanice sadece din adamları tarafından bilinen bir dil haline gelmeye
başlamaktadır. Bu da Süryani kültürü açısından oldukça olumsuz bir
durumdur131. Dil ile beraber kültür ve tarih de daha iyi öğrenilebilmektedir.
Örneğin Süryani tarihi ile ilgili olan çoğu literatür sadece Süryanice
126
Arapça ay adlarının Süryanice’den alındığına dair bilgiler mevcuttur. Günel, a.g.e., s. 54.
Şimşek, a.g.e., s. 36-37.
128
Şimşek, a.g.e., s. 37.
129
Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 14.
130
E. Aydın, a.g.m.,s. 30.
131
Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 10-11.
127
250
olduğundan çocukların bu dil ile eğitim almaları ve bu dili öğrenip, tarihi
okumaları Süryaniler için hayati bir önem arz etmektedir132.
Ancak bu tehlikenin yanında pozitif şeyler de bulunmaktadır. Mesela
Avrupa’da farklı ülkelerde yaşayan Süryani gençler birbirlerini görmek ve
tanımak
istemekte
dolayısıyla
ortak
dil
olan
Süryaniceye
ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu durum da dilin unutulmaması için bir avantaj olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Bugün Süryaniler Süryaniceyi önce aileden öğrenmekte daha sonra
manastırlarda bu konuda eğitim almaktadırlar. Manastırlardaki eğitimde hem
konuşma hem de yazı dilini öğrenmektedirler. Sorunlardan biri de
Süryanice’nin Latin harfleri kullanılarak yazılmasıdır. Ancak kilise ve bazı din
adamları dilin kendi alfabesi ile yazılması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu
nedenle gençler konuşma dilini yazmakta sıkıntı duymaktadırlar133.
5.2. Süryanilerde Eğitim ve Yayın Faaliyetleri
Tarihte kurdukları akademilerle pek çok bilim adamı ve filozof yetiştiren,
özellikle tercüme, tıp ve felsefe alanlarında yapmış oldukları çalışmalarla
İslam medeniyetine de önemli katkılar sağlamış olan Süryanilerde oldukça
eski bir okul geleneği bulunmaktadır134. Geleneksel Süryani eğitimi
Hıristiyanlık temeline dayalı dini bir nitelik taşıdığından doğal olarak kilise ve
manastırlar eğitim kurumları olarak da kullanılmış ve halen de kullanılmaya
devam etmektedir. Süryani kilise ve manastırlarında eğitim öğretim
maksadıyla kullanılan mekânlara Süryanice “madraşto”, Arapça “medrese”
denilmektedir. Ancak medrese kelimesinin kullanımı daha yaygındır135.
132
“1. Yılında Anadilde Yayın-3: Anayurdunda Süryanice Unutuluyor”, Evrensel, 9.06.2005.
Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 12-13.
134
Ayrıntılı bilgi için Bkz. Nesim Doru, “Süryanilerde Felsefe Akademileri”, Süryaniler ve
Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient Yayınları,
2005, s. 65-88; Kazım Sarıkavak, a.g.m., s. 89-99; E.R. Hayes, Doğu-Batı Asur/Süryanilerin
Kurduğu Urfa Akademisi, Çev. Yaşar Günenç, 2. Baskı, İstanbul, Yaba Yayınları, 2005; Adday Şer,
Nusaybin Akademisi, Kuruluşu, Yönetmeliği ve Yetiştirdiği Kişiler, Çev. Nesim Doru, İstanbul,
Yaba Yayınları, 2006; Albert Harrent, 4. Yüzyılda Asur/Süryanilerin Kurduğu Antakya
Akademisi: Doğu’da Akademik Eğitim Kurumlarının Temeli, Çev. Vedii İlmen, İstanbul, Yaba
Yayınları, 2003.
135
Talip Atalay, “Günümüz Süryani Kilise ve Manastırlarında Din Eğitimi”, Dini Araştırmalar
Dergisi, C. VIII, S. 23, Eylül-Aralık 2005, s. 44.
133
251
Temeli din eğitimi olmasına rağmen din dışı eğitimin merkezi de kiliseler
olmuştur. Fen bilimleri, matematik, astronomi gibi alanlarda da eğitim
yapılmıştır. 13. yüzyıla kadar oldukça parlak bir dönem geçiren Süryani
eğitimi bu yüzyıldan itibaren teoloji ve edebiyatın ön plana çıktığı bir yapıya
bürünmeye başlamıştır136. Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerin
Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altına girdiği dönemde de Süryaniler eğitim
alanında aynı durgunlukta bulunmakta medreselerde genelde dini eğitim
verilmekteydi.
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde diğer alanlarda olduğu gibi
eğitim alanında da değişiklikler meydana gelmeye başlamıştır. Tanzimat ve
Islahat Fermanları’nın yayınlanması ile birlikte farklı din ve mezhepte
bulunanların can, mal ve namusları devlet güvencesi altına alınırken bunların
okul, hastane, ibadet yerleri ve mezarlıklarının tamiri ve bakımına izin
verilmesi de sağlanıyordu. Eğitim alanında gerçekleştirilen en önemli gelişme
ise şüphesiz 1869 yılında çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi olmuştur.
Bu
nizamnamenin
yayınlanmasından
önceki
dönemlerde
devlet
denetiminden uzak olan azınlık ve yabancı okulların da denetim altına
alınması sağlanmıştır.
Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin 3. Maddesi’ne göre; her mahalle ve
karyede gerekirse bir iki mahalle veya bir iki karyede en azından birer tane
sıbyan mektebi bulunacak ve Müslüman mektepleri ile gayr-i Müslim
mektepleri ayrı olacaktı. 18. Maddeye göre de nüfusu 500 haneyi geçen
yerlerde nüfusun tamamı Müslüman ise Müslümanlara, gayr-i Müslim ise
gayr-i Müslimlere ait rüştiyeler açılacaktı. Eğer nüfus karışık ise sınır 100
olarak belirlenmişti. Nizamnamenin idadilerle ilgili 33. Maddesinde ise gayr-i
Müslimlerle ilgili bir ayrım yapılmamıştır. İdadiler gayr-i Müslimlerle
Müslümanların birlikte eğitim görecekleri yerler olarak belirtilmişlerdir137.
Nizamnamenin şüphesiz en önemli maddesi Osmanlı tebaası ya da
yabancılara okul açma yetkisi veren 129. Maddedir. Böylelikle ruhsat almak
136
Özcoşar, a.g.e., s. 350.
M. Hidayet Vahapoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar (Yönetimleri
Açısından), Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1990, s. 79-81.
137
252
kaydıyla hem azınlıklar hem de yabancılar okul açabileceklerdi. Ayrıca 131.
Maddeye göre de oluşturulacak Büyük Meclis-i Maarif’in üyeleri arasında
mevcut olan dini toplulukların ruhani liderleri de bulunabilecekti138.
Osmanlı eğitim sistemindeki değişikliklerin yanı sıra aynı dönemde
başlayan Avrupa etkisi de gayr-i Müslimlerin eğitim anlayışında değişikliklere
neden olmuş, eğitim dini nitelikten çıkarak milli bir niteliğe bürünmeye
başlamıştır139.
Eğitim alanında meydana gelen gelişmelere Süryaniler açısından
bakacak olursak onlarda da okullaşma ya da okullarına resmi bir kimlik
kazandırma çabası görülmeye başlamışsa da bu çaba genellikle ilkokul
seviyesinde kalmıştır. Tanzimat sonrasında Süryani eğitim kurumlarının
hemen hemen tamamı medreselerden oluşmakta ve bunlar da hep ilkokul
seviyesinde bulunmaktaydı. Zaten bu okullar genellikle kiliselerin hemen
yanında ya da kilisenin avlusu içerisinde bulunmaktaydı. Eğitim genellikle
okuma yazma öğretimi, belli başlı dualar ve ilahilerin öğretimi ve güzel
yazıdan ibaretti140. Bunların dışında sarf, nahiv ve matematik dersleri de
verilmekteydi141. Bu okullardan başka ruhani yetiştiren yüksek din öğretimi
programlarının uygulandığı okullar da vardı142. Örneğin Mor Gabriel
Manastırı’nda orta dereceli eğitim için üç kısma ayrılmış bir kolej ve ilahiyat
fakültesi niteliğinde
bir
yüksekokul
mevcuttu.
Belli
bir
yaşa
kadar
manastırlarda tahsillerini devam ettiren öğrenciler mezun olduktan sonra ya
manastırda rahip olarak kalıyor ya da ayrılarak evine dönebiliyordu. Ancak
her halükarda aldıkları dini eğitim neticesinde şammas ya da papaz
olabilmekteydiler143.
Eğitimin kiliselere yanında veya içerisinde verildiği göz önünde
tutulacak olursa doğal olarak eğitmenler de din adamlarından oluşmaktaydı.
Ancak Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne göre devletin yetiştireceği
öğretmenlerin okullarda görev alması kuralı getirilmiş bu kural gayr-i
138
Vahapoğlu, a.g.e., s. 82-84.
Özcoşar, a.g.e., s. 355.
140
Özcoşar, a.g.e., s. 357.
141
Çıkkı, a.g.e., s. 50.
142
Atalay, “Lozan…”, s.65.
143
Özcoşar, a.g.e., s. 358-359.
139
253
Müslimlerce eleştirilmekle birlikte uygulamaya konulmuştur144. Ancak devlet
tarafından görevlendirilen öğretmenlerin yine de din adamlarının yanında bir
memurmuş gibi değerlendirildikleri görülmektedir145.
Diyebiliriz ki Süryanilerin eğitimi ile ilgili en önemli gelişmeler
misyonerlik
faaliyetleri
sonucu
gerçekleşmiştir.
Katolik
ve
Protestan
misyonerlerinin faaliyetleri sonucunda Süryanilerin yoğun olarak yaşadığı
yerlerde okullar açılmıştır. Cuinet’in verdiği bilgilere göre; Diyarbakır’da
Süryanilere ait 3, Süryani Katoliklere ait 1 ve Mardin’de de Süryanilere ait 18
okul bulunmaktadır146. 1897 yılına ait bir istatistiğe göre ise; Süryanilerin 49
iptidai, 5 rüştiye ve 1 idadileri, Süryani Katoliklerin ise 5 iptidaileri
bulunmaktaydı147.
Süryani okulları ile ilgili olarak istatistikî veriler dışında bazı bilgiler de
mevcuttur. Bunlardan en önemlisi Kırklar Kilisesi’nde faaliyet gösteren okulla
ilgilidir. Bu okul 1799 yılında açılmıştır. Ayrıca 1825 ve 1899 yıllarına ait bazı
kayıtlar da bulunmaktadır. Okul 1919 yılında bilinmeyen bazı nedenlerden
dolayı Mor Mihayel Kilisesi’ne taşınmış kısa bir süre orada faaliyet
gösterdikten sonra tekrar Kırklar Kilisesi’ne dönmüştür148. 15 Haziran
1919’da Mor Mihayel Kilisesi’nde açılışı gerçekleştirilen okulun ana amacı;
vatanın tüm çocuklarını ırk ve mezhep araştırmaksızın ilim ve edebiyat
yönünden eğitmekti. Ortodoks mezhebinin felsefe inancı yalnız Süryani
Kadim Ortodokslara mükellefti. Çünkü okulun anayasasında hiçbir kişinin
mezhebini ya da inancını değiştirme veya sömürme kesinlikle söz konusu
değildi.
Okul, ilk, orta ve lise bölümlerinden oluşmakta her bölüm ise üç sınıftan
ibaret bulunmaktaydı. Okul kendi özel nizamına uygun olarak belli bir disiplin
içerisinde yönetilirdi. Yılda bir buçuk ay tatile giren okulda öğrenciler yılda iki
144
Bozkurt, a.g.e., s. 161-162.
Özcoşar, a.g.e., s. 363.
146
Cuinet, a.g.e., C. I, s. 246.
147
Eryılmaz, a.g.e., s. 176; Necdet Sevinç, Osmanlıdan Günümüze Misyoner Faaliyetleri, 3. Baskı,
İstanbul, Milenyum Yayınları, 2002, s. 320. Aynı istatistikte Yakubiler adı altında bir başlık daha
açılmıştır. Burada kastedilen grubun Süryani Kadimler olması gerekmektedir. Onlara ait olarak da 5
iptidai görünmektedir. İsimlendirmede bir karışıklık söz konusudur.
148
Gabriyel Akyüz, Mardin İli’nin Merkezinde Civar Köylerinde ve İlçelerinde Bulunan
Kiliselerin ve Manastırların Tarihi, Resim Matbaacılık, İstanbul, 1998, 65-66.
145
254
genel imtihan olurlardı. Karneler öğrencilerin günlük ders puanlarıyla imtihan
sonuçlarının
okulun
değerlendirilmesiyle
öğretim
dağıtılırdı.
kadrosu
ve
Okuldan
yönetim
mezun
kurulu
tarafından
olanlara
diplomaları
verilirdi149. Halen bir nüshası Kırklar Kilisesi Divanhanesi’nde asılı duran
diplomanın
başlığı;
“Süryani
Kadim
Patrikhanesi
Maketep
Resmiya
Hususiya” şeklindedir. Bunun tam altında ise Süryanice “Süryani Eğitim” ve
“Dar-ul Talim El-Süryani Şahadetnamesidir” ifadeleri bulunmaktadır150.
Okulda okutulan dersler diplomada şöyle sıralanmaktadır: Coğrafya,
Hesap, Cebir, Usul Defteri, Mühendislik, Eşyaların İlmi, Tabii Hikmet ve
Kimya, Sağlığın Korunması, Medeni ve Ahlaki Bilgiler, Resim ve Güzel
Yazma, Beden Eğitimi, Yabancı Dil, Tarih, Dinbilgisi, Makamlar, Süryanice
Dilbilgisi, Süryanice Okuma ve İmla, Osmanlıca Dilbilgisi, Osmanlıca Okuma
ve İmla, Arapça Dilbilgisi, Arapça Okuma ve İmla151.
Süryani kaynaklarında okulun ilk, orta ve lise bölümlerinden oluştuğu
bilgisine rağmen hem resmi kayıtlarda yer almaması hem de 1892’de Kırklar
Kilisesi’nde kalmış olan Oswald Parry’nin bu okuldan söz etmemesi okulun
ilkokul seviyesinde olduğunu akla getirmektedir.
Ayrıca Parry’nin vermiş olduğu bilgilere dayanarak Kırklar Kilisesi’nden
başka Mort Şmuni Manastırı’nda da bir okul bulunmaktaydı152. 1796 yılında
kilisenin batısında medrese olarak inşa edilen bir yapının mevcut olduğuna
dair bilgiler bulunmaktadır153.
İlk defa H. 1316 (1898-1899) yılları arasında çıkmaya başlayan Maarif
Nezareti
Salnamelerinde
Mardin’de
Süryani
okullarından
bahsedilmemektedir. Diyarbakır’da ise Süryanilere ait bir okul bulunmaktadır.
Ancak resmi kayıtlarda bu okullardan bahsedilmemesi okulların mevcut
olmadığını akla getirmemelidir. Büyük olasılıkla bu okullar ruhsat için
başvurmadıklarından resmi kayıtlara geçmemişlerdir154.
149
Akyüz, Mardin İli…, s. 41-42.
Gabriyel Akyüz, “Mardin Cemaatinin Kalbi Kırklar Kilisesi”, Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 21.
151
Akyüz, Mardin İli…,s. 64-65.
152
Özcoşar, a.g.e., s. 371.
153
Akyüz, Mardin İli…, s, 71.
154
Özcoşar, a.g.e., s. 369.
150
255
Kırklar Kilisesi’ndeki okuldan başka Deyrulzafaran Manastırı’nda 1905
yılında açılan okulu da burada zikretmek gerekmektedir. Metropolit Behnam
Semerci tarafından kurulan okul bir süre sonra kapanmış olmakla birlikte 18
Mart 1913’de tekrar açılmıştır. Okulun amacı Süryani Kilisesi’ne din adamı ve
Süryani okullarına öğretmen yetiştirmekti. Okulun eğitim dili esasen
Süryanice ve Osmanlıcaydı. Bunun yanı sıra Arapça, Farsça ve İngilizce de
öğretilmekteydi. Din ve Dilbilgisi derslerinin yanı sıra Matematik, Kimya,
Coğrafya, Süryani Kilisesi Tarihi, Osmanlı Devleti Tarihi, Müzik ve Kilise
Makamları, Hatiplik ve Yazı Yazma Sanatı dersleri de verilmekteydi. Ayrıca
bugünkü pedagoji eğitimi o dönemde öğretmenliğin kaideleri adı altında
öğretilmekteydi155.
Mardin’de
açılan bu okullar dışında
Kadim Süryani Kardeşler
Derneği’nin 1879 yılında Hanna Sırrı Çıkkı idaresinde Meryem Ana
Kilisesi’nde kurmuş olduğu okuldan da bahsetmek yerinde olacaktır. Okul
kısa süre içerisinde birçok edip ve yazarın yetişmesini sağlarken Süryani
Rönesans’ı olarak da adlandırabileceğimiz aydınlanma dönemine de büyük
katkılar sağlamıştır Okulda dil öğretimi temeldir. Süryanice ve Osmanlıca’nın
yanı sıra Arapça ve Fransızca da öğretiliyordu. Öğretim müfredatı
çerçevesinde Tabiat Bilimleri, Matematik, Hıristiyan Teolojisi ve Kilise
Musikisi diğer dersler arasında sayılabilir. Okul 1889’da ekonomik nedenlerle
faaliyetlerine son vermiştir156.
Bu okulun dışında Diyarbakır’da Süryanilere ait ikinci okul rüştiye
derecesinde olup 1898 yılına ait Maarif-i Umumiye Salnamesi’ne göre 1879
yılında kurulmuş ve 1891 tarihinde ruhsat almıştır 157. Bu okulun öğrenci
sayıları 1898’de 85, 1899’da 61, 1900 yılında ise 51 kişi olarak
155
Yakup Bilge, Geçmişten Günümüze Deyrulzafaran Manastırı, İstanbul, GDK Yayınları, 2006,
s. 102.
156
Mehmet Şimşek, Süryaniler ve Diyarbakır, Genişletilmiş 2. Baskı, İstanbul, Kent Yayınları,
2006, s. 179-180.
157
1316/1898 Maarif-i Umumiye Salnamesi, s. 1052-1053’den nakleden Şimşek, a.g.e., 2. Baskı, s.
181.
256
kaydedilmiştir158. Bu okula Süryanilerin yanı sıra Ermeni, Keldani ve Katolik
cemaatlerinden de öğrenciler gelmekteydi.
Bütün bu faaliyetlere rağmen Süryanilerin modern anlamda okullar
açma ve kurumsallaşmada çok da başarı kaydedemedikleri görülmektedir.
Var olan okullar genelde ilkokul düzeyinde kalmış ekonomik sebepler
nedeniyle kapanan okullar olmuştur. Daha sonraki dönemlerde ise savaş
şartları eğitim alanındaki faaliyetleri kesintiye uğratmıştır. Ancak şunu ifade
etmek mümkündür ki her ne kadar çok gelişmemiş olsa da Osmanlı
Devleti’nin okullarda verilen dini eğitimi hoşgörü ile karşılıyor olması dikkate
değer bir noktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu okullarda kiliselerde görev
yapacak rahip ve papazlar yetişmişler, dini eğitimlerini buralarda almışlardır.
Diyebiliriz ki Süryaniler de diğer gayr-i Müslim azınlıklarda olduğu gibi eğitim
hakkından yararlanmışlardır.
Kilise ve manastırlardaki medreseler dışında Cumhuriyet’in ilanından
sonraki döneme taşınan tek okul Mardin Kırklar Kilisesi Okulu olmuştur. Bu
okul Süryaniler Lozan’da azınlık sayılmamalarına rağmen Tevhid-i Tedrisat
kapsamında değerlendirilmemiş, okulun kapatılması yönündeki talep Süryani
yetkililerden gelmiştir. Okul müdürü Metropolit Mor İvennis Hanna Gandor,
okulu bir buçuk yıl yönettikten sonra bilinmeyen bazı nedenlerden dolayı İl
Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bir dilekçe yazarak okulun kapatılmasını talep
etmiştir. Milli Eğitim Müdürü’nün ise dilekçeyi almakla birlikte işleme
koymayacağını söylemesi üzerine Milli Eğitim Bakanlığı’na da bir yazı
göndererek aynı talebini yinelemiştir. Böylece Mardin’deki Süryani Okulu
1928 yılında kapanmıştır159.
Okulun kapatılmasına fazla tepki verilmemesi ve uzun yıllar okul
talebinde bulunulmamasında ülkede uygulanan laik eğitim sistemine geçişin
etkili olduğunu söylemek mümkündür. Zaten okullaşma ve eğitimde kilise
dışında bir kurumsallaşma geleneği oluşturamayan Süryani Cemaati, devlet
okulları karşısında alt yapıya sahip güçlü okullar kuramayacağından okulu
158
Bu okulların öğrenci sayıları hakkında farklı bilgiler bulunmaktadır. Diyarbakır Maarif Salnamesi
yukarıdaki rakamları verirken, Vilayet Salnameleri, 80, 71 ve 51 sayılarını vermektedir. Şimşek,
a.g.e., 2. Baskı, s. 181.
159
Akyüz, Mardin İli…, s. 66.
257
yaşatma ve yeni okullar açma çabasında bulunmamıştır. Böylelikle Süryaniler
kiliselerine dönmüşler, kilise ve manastırlar Cumhuriyet döneminde yeniden
eğitimi üstlenmişlerdir. Denilebilir ki Cumhuriyet dönemine resmi olarak
aktarılamayan Süryanilere ait iptidailer, Cumhuriyet döneminde kilise ve
manastırlarda medrese adıyla öğretime devam etmişlerdir160.
Cumhuriyet
döneminde
Süryani
eğitimin
etkileyen
en
önemli
etkenlerden birisi kilise ve manastır sayısındaki azalmadır. 1960’lı yıllardan
günümüze kadar devam eden göçler neticesinde Süryani nüfusu oldukça
azalmış ve kiliselerle manastırların büyük bölümü cemaatsizlik nedeniyle
kapanmayla yüz yüze gelmiştir. Birçoğunda yeterli cemaat olmadığından ayin
bile düzenlenememekte özel günlerde başka kiliselerden gelen ruhaniler
tarafından ayinler yaptırılmaktadır. Bu durum doğal olarak kilise ve manastır
medreselerini de olumsuz etkilemiştir. Karşılaşılan diğer bir zorluk ise din
adamı yetiştirme konusunda yaşanmış ve yaşanmaktadır. 1980 öncesi ve
sonrasında bazı yasaklamalarla karşı karşıya kalan Süryaniler bunun dışında
kilise ve manastırlarında eğitim vermeye devam etmişlerdir161. Lozan’da
azınlık olarak sayılamamalarının bir etkisi olarak günümüzde eğitimle ilgili bir
takım olumsuzluklar yaşadıkları da bir gerçektir. Kendilerine ait okulları
olmayan Süryaniler devlet okullarına gitmektedirler. Turabdin Metropolti
Timotheos
Samuel
Aktaş
eğitim
konusunda
oldukça
zorlandıklarını,
manastırda kalan öğrencilerin çok erken saatlerde kalkıp, ibadetlerini
gerçekleştirdikten sonra servislerle ilçeye götürülüp getirildiklerini bu
durumun özellikle kış aylarında büyük sorun yarattığını, öğrencilerin de
sıkıntılar yaşadığını dile getirmiştir162. Yurtdışında yaşayan Süryanilere bile
kendi ana dillerinde eğitim hakkı verilirken Türkiye’de de bu hakkın verilmesi
160
Atalay, “Lozan…”, s. 68-69.
Mor Barsavmo Kilisesi’nde görüştüğümüz bir yetkili 1980’li yıllarda kilise ve manastırlarda
verilen eğitimle ilgili çok büyük zorluklar yaşandığını, nöbetçilerin muhtelif yerlerde bekleyerek bir
yetkilinin gelmesi durumunda haber verdiklerini anlatmıştır. İsa Karataş da “Türkiye’de Süryani
Olarak Yaşamak” adlı makalesinde bu konuya değinerek bu olayın çarpıcı bir örneğinin 1979’da
Deyrulzafaran Manastırı’nda yaşandığını yazmakta burada dil ve din dersi verilmesinin yasaklandığını
gerekçe olarak da orada eğitim gören çocukların terör örgütlerine katıldığı yolundaki iddialar
olduğunu belirtmektedir. İsa Karataş, “Türkiye’de Süryani Olarak Yaşamak”, Birikim, S. 71-72,
Mart-Nisan 1995, s 158.
162
18 Ağustos 2008 tarihli görüşme.
161
258
gerektiği Süryani yetkililer tarafında her fırsatta belirtilmektedir. Süryani
Kadim Cemaatince hazırlanan raporda da ilköğretim ve lise düzeylerinde
okullar açılıp faaliyete başlanmasına izin verilmeli görüşü savunulmaktadır 163.
Yukarıda da belirtilen bilgilere dayanarak günümüzde Süryani eğitimini
devlet okullarında verilen eğitim öğretim ve kilise ve manastırlarda verilen dini
eğitim olarak ayırmak mümkündür. Devlet okullarına giden Süryani öğrenciler
müfredatın gerektirdiği dersleri görmekte daha önceki dönemlerde bazı
sıkıntılar yaşamış olmakla birlikte günümüzde Din Kültürü derslerinden muaf
tutulmaktadırlar.
Medreselerde verilen eğitime gelince bu eğitimin amacı; öğrencilere
kilisenin devamı için gerekli olan kilise liturjisini ve İncil’i doğru olarak okuyup
anlayabilmek için de Süryani dilinin öğretilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu
konuyu daha fazla açacak olursak Süryani çocuklara kilise ayinlerinde
kullanılan ilahi ve dualar ile ibadetlerle ilgili temel bilgilerin verilmesi ve
onların Süryanice İncil ve kutsal metinleri okuyup anlayabilecek bir düzeye
getirilmesi en önemli amaçlardır. Bu amaçlara yönelik olarak Süryani
medreselerinde üç temel ders bulunmaktadır. Birincisi Süryanice öğretimi,
ikincisi ilahi, dua ve İncil öğretimini içeren dersler, üçüncüsü de Süryani tarihi,
gelenekleri ve kültürünü içeren derslerdir164.
Öğretim
süresi
ise
öğrencilerin
örgün
öğretim
kurumlarındaki
eğitimlerine göre uygun saatlerde yapılmaktadır.
Burada Süryanilerde eğitim ve öğretim faaliyetleri dışında basın ve
yayın faaliyetleri üzerinde durmakta yarar vardır.
Osmanlı Devleti’nde modernleşme hareketlerinin dönüm noktalarından
olan Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet dönemleri ile askeri, idari, hukuki, sosyal
ve kültürel alanlarda yapılan yenileşme hareketleri sonucunda birçok topluluk
kendilerine
163
ait
düzenlemelerin
yapılması
ve
uygulanması
imkânına
Cuma, S. 516, 15-21 Eylül 2000, s 16.
Atalay, “Günümüz…”, s. 46-47. Günümüzde eğitim öğretim yapılan Süryani Kadim kilise ve
manastırları; Mardin Kırklar Kilisesi, Mardin Deyruzzafaran Manastırı, Midyat Deyrulumur
Manastırı, Midyat Mor Melke Manastırı (Daha çok yaz okulu olarak faaldir), Midyat Mor Barsawmo,
Mor Yakup ve Bakısyan Köyü Kiliseleri, İstanbul’da Tarlabaşı, Kumkapı, Bakırköy, Yeşilköy,
Kadıköy Kiliseleri ve Samatya’da Kınalıada Kilisesidir. Atalay, “Günümüz…”, s. 64-65.
164
259
kavuşmuştu. Bu imkânlar arasında cemiyetler, basın-yayın, özel okullar gibi
modern kurumların oluşturulması sayılabilir. Bu anlamda basın yayın
faaliyetleri büyük öneme sahiptir. Bu faaliyetlerde en büyük pay sahibi de
matbaadır. Osmanlı Devletindeki farklı sosyal gruplar, basın-yayın üzerinden
kendilerini ifade etme imkânı bulmuşlardır.
Bunun sonucu olarak Süryani Kadim Patrikliği çevresinde de basın
yayın faaliyetlerine başlandığını görmekteyiz. Süryani basın-yayın tarihinde
kilise çevresinin ayrıcalıklı bir yeri vardır. Özellikle Süryani Kadim Ortodoks
Kilisesi, patriklik olarak bir plan dâhilinde basın-yayın konusunu gündemine
almış ve bunu gerçekleştirmek için de çaba sarf etmiştir. Dolayısıyla basınyayın ile ilişkili olan hemen herkes ruhanidir ve bunlar arasında patrik,
metropolit ve rahipler bulunmaktadır. Rahiplikten metropolitliğe ve patrikliğe
yükselerek devam eden çekirdek bir ekip oluşmuştur165. 1844 yılında Patrik
II. İlyas Mardin Metropoliti olan Yakup’u İstanbul’a patrik vekili olarak
göndermiş ve Yakup burada bir bina alarak Meryem Ana Kilisesi’ne tahsis
etmiştir. Bunun dışında orada bir matbaa alıp Süryani harflerinin dökümünü
yaptırmıştır. Burada Süryanice ve Gerşunice iki kitap basılır 166. 1845 yılında
ise II. Yakup tarafından Mardin’e matbaa getirilir 167. 1872 yılında patrik
seçilen IV. Petrus zamanında ise Deyrulzafaran’da matbaa için ayrı bir bina
inşa edilmiştir. Aynı yıl Osmanlı Devleti Dâhiliye Nezareti’ne başvurularak
Deyrulzafaran Manastırı’nda bir matbaanın kurulması için izin istenmiştir168.
Patrik Hindistan’da bulunan cemaatle ilgili bazı sorunları çözmek için
Hindistan’a gitmeye karar verince Kudüs Metropoliti ile birlikte Londra’ya
gelir. Burada Canterbury Başpiskoposluğu yetkilileriyle görüşen Petrus
onlardan kendilerine matbaa verilmesi sözünü alır. Kraliçe ile de görüştükten
sonra gerekli izin belgesi ile birlikte Hindistan’a geçer. Almış olduğu matbaayı
165
Ahmet Taşğın, “Süryani Kadim Ortodoks Kilisesinde Yenileşme Çabaları: Deyru’l-zafaran
Manastırında Patriklik Matbaası”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi,
Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 1-9. Doğrusu Süryaniler arasında basın
faaliyetleri sadece kilise ile sınırlı değildir. Daha sonra kilisenin dışında bu alanda faaliyet
yürütülmüştür. Harput’ta “Asurilerin Mürşidi”, Diyarbakır’da “Kavkab Midinho” ile “Şifuro” bunlar
arasında sayılabilir. Bu yayınlarla ilgili tafsilatlı bilgi ilerleyen kısımlarda verilecektir.
166
Taşğın, Süryani Kadim…, s. 10-11.
167
Dolapönü, a.g.e., s. 195.
168
Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 127, s. 136.
260
da Halep’te ikamet eden Antuniyus Azar’ın yanına gönderir 169. 1881 yılında
Hindistan’dan dönerken Halep’teki matbaanın Urfa’ya gönderilmesini isteyen
patrik, Mardin’e geldiğinde matbaayı Deyrulzafaran’a koyar170. Patrik bu
matbaanın çalıştırılması için de Osmanlı Devleti’nden izin istemiştir171.
Ancak matbaanın çalıştırılması kolay olmadı ve patrik Kudüs
Metropoliti Abdullah Sadedi’yi İngiltere’ye gönderdi. Orada İngilizce öğrenen
Sadedi, Süryani okullarını yaşatmak için heyetten aldığı 100 altın lira
hakkında tercümanı tarafından patriğe şikâyet edilir. Bunun üzerine patrik
onu aforoz eder. Süryani Okullar Birliği Başkanı Dr Thermal ise Abdullah
Sadedi’yi koruyarak onun matbaayı öğrenmek için çok çalıştığını patriğe
bildirir. Daha sonra Abdullah Sadedi, bir matbaa daha alarak yanında bir de
öğretmenle Mardin’e döner. Burada öğretmenle birlikte birinci matbaayı
çalıştırır, yeni alınan da kurulur. Süryani harfleriyle hazırladığı kalıplar
sayesinde 1888 yılında “Turos Mamlo” (Dilbilgisi) ve “Yulfono Mşihoyo”
(Mesihsel Öğretiler) adlı kitaplar basılmıştır. Daha sonra matbaada işler
yolunda gitmeye başlayınca kağıt kesme makinesi ile diğer ihtiyaçlar da
getirilir. Kitapların basımına haftalık dua kitabı olan “Şhimo” (Hafta arasında
kullanılan dua kitabı) ve kilisenin ayin kitabı ile devam edilir. Basım
faaliyetlerine yoluna girdiği bir sürede matbaanın faaliyetinin yasaklanması
üzerine 1889 yılında faaliyetlere ara verilir 172. Diyebiliriz ki Deyrulzafaran
Manastırı ve Mardin Kırklar Kilisesi’ne getirilen matbaa teknik açıdan
Gutenberg’in icat ettiği matbaa makinesi ile hemen hemen aynıydı 173.
Patrik II. Abdullah Sadedi döneminde faaliyetlere tekrar başlanmıştır.
1907 yılında makineler tekrar faaliyete geçirilir. Bu döneme ait bir belgeden
anladığımız kadarıyla Osmanlı Devleti’nden izin alınmış ve matbaaya
çalışma izni verilmiştir174. 1911 tarihli başka bir belgeden ise Deyrulzafaran
Manastırı’ndaki matbaada Süryanice ve Arapçayla tabedilecek olan “Hikmet”
169
Hanna Dolabani, Antakya Süryani…, s. 182.
Taşğın, a.g.m., s. 13-16.
171
BOA, Y.PRK.MF., Dosya No. 2, Gömlek No. 27.
172
Dolabani, Antakya Süryani…, s. 186-187.
173
Tomas Işık, “Mardinli Rahip Muşe’nin Matbaa Serüveni”, Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 15.
174
Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 128, s. 137.
170
261
dergisine müsaade edildiği anlaşılmaktadır175. Birinci Dünya Savaşı’nın
çıkmasıyla tekrar duran çalışmalar Cumhuriyetin ilk yıllarında devam etmiştir.
Hatta şehrin tek matbaası olması sebebiyle devletin bazı resmi evrakları da
burada basılmıştır. Bu konuyla ilgili bir başka belgede de Maarif Vekaleti
tarafından matbaa ile ilgili bazı sorular sorulduğu görülmektedir. Vekalet,
matbaanın kim tarafından tesis edildiğini, ruhsatının olup olmadığını, hangi
tarihte kurulduğunu, faaliyette olup olmadığını öğrenmek istemiştir. Bunların
dışında matbaanın binası, makine ve teferruatları, çalışanları bunların
ücretleri, kitap ve risale neşrediliyorsa bunların müellifleri hakkında da bilgi
almak istemiştir. Aynı belgede bu soruların yanıtları da bulunmaktadır. Buna
göre; matbaa Patrik Petros tarafından 1881 yılında kurulmuş, resmi ruhsatı
ise 1906 tarihli Dâhiliye Nezareti tahriratı mucibincedir. Matbaanın hususi
binası olmayıp manastır içinde bir binadadır ve memuru olmayıp manastırın
ruhanileri
tarafından
kullanılmaktadır.
Kitap
veya
risale
neşredilmemektedir176.
Patriklik merkezinin Türkiye dışına çıkmasıyla birlikte matbaanın
faaliyetlerinin de sona erdiğini görmekteyiz. Hanna Dolapönü’nün Mardin
Metropolitliği’ne atanmasıyla 1947 yılında çalışmalar tekrar başlamış ve
Kırklar Kilisesi’nde devam etmişse de bir süre sonra tekrar durmuştur177.
Bu noktada Süryanilerin basım yayın faaliyetleri içerisinde çıkarmış
oldukları bazı dergi ve gazetelere göz atmak yerinde olacaktır.
Mhadyono Dothuroye / Asurilerin Mürşidi Gazetesi: Bir Süryani
aydını olan Harputlu Aşur Yusuf tarafından 1910 yılında yayın hayatına
başlamıştır. Amacı dini, edebi, ahlaki ve tarihi bilgileri Süryani toplumuna
aktarmak,
Süryanilerin
sosyal
ve
kültürel konularda
ilerlemesini ve
aydınlanmasını sağlamaktı. Birinci Dünya Savaşı döneminde yayın hayatına
son vermiştir.
Hirutho / Uyanış Gazetesi: Amerika’ya göç etmiş Diyarbakırlı Cebrail
Boyacı tarafından 1909 yılında çıkarılmaya başlanmıştır. Süryani hattıyla
175
Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 129, s. 138.
Akyüz, Osmanlı Devleti’nde…, Belge No. 130, s. 139.
177
Taşğın, a.g.m., s. 19-22.
176
262
istinsah edilip mimyoğraf üzerine basılan gazete Süryanice, Arapça ve
Türkçe yayınlanmaktaydı. Bu gazete de 1914’de kapanmıştır178.
Kevkbo D-Madınho / Şark Yıldızı Gazetesi: Asurilerin Mürşidi,
İntibah ve Uyanış Gazetelerinde makaleleri yayınlanan Naum Faik tarafından
Diyarbakır’da çıkarılmaya başlanan ilk gazetedir179. İlk sayısı 27 Nisan 1910
tarihinde yayınlanan gazete 15 günde bir çıkmaktaydı. Bu gazete aynı
zamanda Diyarbakır’da faaliyet gösteren İttihad Derneği’nin de yayın
organıydı.
Naum Faik yeni gelişmeleri Süryani toplumuna kendi dilleriyle
ulaştırmaya çalışan gazetenin çıkış amacını şöyle ifade etmektedir; “Bu
çalışma ile 600 yıl boyunca Osmanlı’ya bağlı kalmanın gururunu dile
getirmek ve Osmanlı sayesinde ulaştığımız ilim ve fazileti gelecek nesillere
atalarımızın dili olan Süryanice ile öğretme amacına hizmet etmek için bu
gazeteyi çıkarıyoruz.”180
Süryanice, Arapça, Türkçe ve Kürtçe yazıların yayınlandığı gazetenin
en son sayısı 27 Nisan 1912’de yayınlanmıştır181.
Gazete
yayınlandığı
dönemlerde
Süryani
toplumunun
modernleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Hıristiyan topluluklar
arasında işbirliğini geliştirmiş özellikle Süryani Kadim, Süryani Katolik,
Süryani Protestan, Nasturi ve Keldaniler arasında Asur ulusçuluğu
paydasında ortak hareket oluşturulmasına zemin hazırlamıştır 182.
Şifuro / Borazan Gazetesi: Yayına son veren Şark Yıldızı
Gazetesi’nin imtiyaz sahibi Naum Faik 1912 yılında Amerika’ya göç edince
yakın dostu Edip Beşar Burucu183 eksikliği gidermeye çalışmış ve 1913
yılının ortalarında Şifuro adlı gazeteyi çıkarmaya başlamıştır. 1914 yılının
178
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 292-296.
Rıfkı Arslan, Diyarbakır ve Çevresinde Şehirleşme Hareketleri, Ankara, Aslımlar Matbaası,
1979, s. 73.
180
Çıkkı, a.g.e., s. 58-59.
181
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 296.
182
Mehmet Şimşek, “Şark Yıldızı Gazetesi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp
Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 46.
183
Bu ismi Gabriel Akyüz Bişar Hilmi Borucu olarak vermektedir.
179
263
sonlarına kadar yayınlanan gazete sahibi öldürülünce yayın hayatına son
vermiştir184.
Hekimtho / Hikmet Dergisi: Deyrulzafaran Manastırı’nda kurulan
matbaa ile başlayan basın yayın hareketlerinin en önemlilerinde biri de
Hikmet Dergisi’dir. 1 Ağustos 1913 yılında yayın hayatına başlayan dergi, on
beş günde185 bir Süryanice, Arapça ve Türkçe olarak yayınlanmaktaydı.
Derginin ana hedefi, Süryani Kilisesi’nin doktrinini, edebiyatını ve tarihini
tanıtmak ve yaymaktı. Mesul Müdürü Hanna Elkas olan derginin editörü
Mihayel Hikmet Çakke idi. 1914 yılında yayın hayatına son vermiştir 186.
Birinci Dünya Savaşı nedeniyle yayınlanamayan derginin editörü Kudüs’e
göç etmiştir.
Patrik III. İlyas’ın isteği ile dergi Kudüs’te Hikmet ve Murat Fuat
kardeşler tarafından 1927 yeniden yayınlanmaya başlar. 1933 yılında Patrik
III. İlyas’ın Hindistan’da ölümüne kadar devam eder187.
Hanna Dolapönü’nün Mardin Metropoliti olarak atanmasıyla Kırklar
Kilisesi’ne taşınan matbaa yeniden çalıştırılmaya başlamış ve dergi bu defa
Öz Hikmet adıyla yayınlanmaya başlanmıştır. Ancak dergi, bir ihbar üzerine
13 Nisan 1955’de Mardin Sulh Ceza Mahkemesi’nin ihtiyati kararı ile yayın
hayatına son verir. Mahkemenin verdiği karara itiraz edilmiştir fakat temyiz
kararının
kimin
lehine
sonuçlandığı
konusunda
elde
mevcut
bilgi
bulunmamaktadır188.
Derginin konuları arasında din ve tarih başta gelmektedir. Bunun
dışında okuyucudan gelen haberler, nitelikli yazılar, şiirler yer almakta ve
hatta önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca Mardin ve çevresi başta olmak üzere
184
Akyüz, Tüm Yönleriyle… s. 299-300; Arslan, a.g.e., s. 73.
Ahmet Taşğın, “Sezginin ve Bilgeliğin Sembolü: Öz Hikmet Dergisi”, Süryaniler ve Süryanilik,
Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 53.
Gabriel Akyüz ise derginin iki ayda bir çıktığını yazmaktadır. Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 300.
186
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 300.
187
Taşğın, “Sezginin ve…”, s. 53. Gabriel Akyüz’de dergiyle ilgili farklı bilgiler mevcuttur. Akyüz,
derginin Kudüs’te 1925 yılında çıkmaya başladığını beş yıl boyunca çıktığını ve yayın hayatını neden
bitirdiğinin bilinmediğini yazmaktadır. Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 302.
188
Taşğın, “Sezginin…”, s. 53-54; Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 304. İki yazar arasında bilgi
farklılıkları bulunmaktadır. Taşğın, derginin çıkış tarihi olarak 1952 verilirken Akyüz, 1948 yılını
verir. Yine Taşğın, 1952 yılındaki ilk sayının daha önce çıkan sayıların üzerine dâhil edilerek 6. Yıl ve
61. Sayı olarak yayınlandığı bilgisini vermektedir.
185
264
şehirde olan önemli olaylar ile evlilik ve ölüm haberleri de yer almaktadır. Yer
yer yurtdışındaki Süryanilerden de haberler bulmak mümkündür. Dergiye
ulaşan yayınlar ile Hikmet Basımevi’nde basılan kitapların tanıtımı da
yapılmaktadır189.
Dergi
1990
yılından
itibaren
Kudüs’te
tekrar
yayın
hayatına
başlamıştır. Halen Süryanice ve Arapça dilleriyle yayınlanmaktadır.
Bethnahrin Gazetesi: Dönemin en önemli Süryani aydınlarından olan
Naum Faik tarafından 1916 yılında Amerika’da çıkarılmaya başlandı.
Süryanice, Arapça ve Türkçe olmak üzere üç ayrı dilde yayınlanan gazete
Amerika’da yaşayan Süryaniler ile doğuda yaşayan Süryaniler arasında
iletişim sağlayan bir köprü olmuştur. Son sayısı 1929 yılında yayınlanmıştır.
Gazete Amerika’ya göç eden Süryanilerin dağınıklığını giderip bir
merkezde toplanmalarını sağlamıştır. Gazete ilk çıktığı sıralarda hedef
okuyucu kitlesi olarak Süryanileri seçmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı
sonrasında düzenlenecek olan barış konferansının bir an önce toplanmasını,
Süryanilerin yaşadıkları acıların bu toplantıda dile getirilmesini istemekle
kalmayıp doğuda yaşayan Asuri ve Keldanileri ayrı tutmadan hepsinin
haklarını savunan yazılar yayınlamaya başlamıştır. Gazete Amerika’da
yaşayan Süryanileri doğuda yaşayan Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı’nda
yaşadıkları zorluklarla ilgili olarak bilgilendirerek onlara yardım etmeye davet
etmiştir.
Naum Faik’in ölümünden sonra öğrencileri gazeteyi çıkarmaya devam
etmek istedilerse de başarılı olamamışlardır190.
İttihat Gazetesi: Bu gazete ABD’de yaşayan Süryanilerin AsurKeldani Vatanı Derneği191 tarafından çıkarılmıştır. Başyazarı ve sorumlu
müdürü Naum Faik’dir. İlk sayısı 28 Mart 1921 yılında çıkmış olup Süryanice,
Arapça, Türkçe ve İngilizce olarak haftada bir yayınlanmaktaydı. Gazete 25
Mart 1922’de kapandı. Naum Faik bu gazetede görevli olduğu süre içinde
Bethnahrin Gazetesi’nin yayınını durdurmuştu. İttihat Gazetesi kapanınca
189
Taşğın, “Sezginin…”, s. 56.
Çıkkı, a.g.e., s. 64-66.
191
Bu dernek Paris Barış Konferansı’na da delegeler göndermiştir.
190
265
tekrar Bethnahrin’i çıkarmaya başlamışsa da hastalığı nedeniyle kapanmıştır.
Arami toplumuna vatan millet sevgisini aşılamak amacıyla çıkarılmıştır 192.
Mgaltho Dfatıryarğutho Dsuryoye: Antakya Süryani Kadim Ortodoks
Patriklik kürsüsüne oturan büyük âlim Mor İgnatios I. Efrem Barsavm,
patrikliğin bütün dinsel, tarihsel, sosyal ve kültürel faaliyetlerinin yer aldığı bir
dergi çıkarmaya gayret etmiş ve bu çalışmaların sonucunda Nisan 1933’de
dergi yayınlanmaya başlamıştır. Halen düzenli bir şekilde yayınına devam
etmektedir.
El-Naşra Süryaniye / Sefro Suryoyo Dergisi: Derginin ilk sayısı
Haziran 1944 yılında Halep Süryani Ortodoks Abraşiyesi tarafından
çıkarılmıştır. Arapça ve Süryanice dilleriyle basılan derginin son sayısı Aralık
1949 tarihlidir193.
Süryani toplumu 20. yüzyılın ortalarından itibaren bir süre basından
uzak kaldıkları görülmektedir. Daha sonraki dönemde ise özellikle Avrupa
devletlerine
yapılan
göçler
sonucunda
yeniden
basın
faaliyetlerine
başlamışlar ve çeşitli dergileri yayın hayatına geçirmişlerdir. Bu dergileri de
ayrıntıya girmeden şu şekilde sıralamak mümkündür:
Turabdin Dergisi: Editörlüğünü İlyas Şahin’in yaptığı dergi, 1973
yılında Mor Gabriel Manastırı’nda tek bir sayı olarak çıkmış fakat bazı
olumsuzluklardan dolayı devamı getirilememiştir.
Kolo Suryoyo / Süryani Sesi Dergisi: Orta Avrupa Abraşiyesi
Metropoliti Mor Yuliyus Yeşu Çiçek tarafından 1978 yılının Mart-Nisan
aylarında yayınlanmaya başlandı. Yayınını halen sürdürmekte olan dergi
Hollanda’da Süryani Mor Efrem Manastırı’ndaki Süryani matbaasında
basılmaktadır. Süryanice, Türkçe ve Almanca yayınlanmaktadır..
Huyodo / Birleşme Dergisi: İsveç’in Södertalje şehrinde 1978 yılında
yayın hayatına giren Huyodo Dergisi, sosyal, kültürel haberlere yer veren
aylık bir dergidir. Halen düzenli bir şekilde Süryanice, Arapça Türkçe,
İngilizce ve İsveççe yayınlanmaktadır.
192
193
Çıkkı, a.g.e., s. 68.
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 308-309.
266
Bahro Suryoyo / Süryani Işığı Dergisi: 1979 yılında İsveç’in
Södertalje şehrinde yayın hayatına giren sosyal, kültürel, haber ve araştırma
dergisi halen yayına devam etmektedir.
Nsibin Dergisi: 1987 yılında İsveç’in Södertalje şehrinde yayın
hayatına giren dergi can Beth Şavoce tarafından Türkçe ve Latin harfleriyle
Süryanice yayınlanmaktadır.
Mardutho / Kültür Dergisi: 1989-1997 yılları arasında Almanya
Süryani Arami Federasyonu tarafından yayınlanan dergi bir süre yayınına ara
verdikten sonra 2000 yılında tekrar çıkmaya başlamıştır. Her yıl dört sayı
çıkan dergi Süryanice, Türkçe, Almanca ve halk arasında kullanılan
Süryanice dillerinde yayın yapmaktadır. Dergi günümüzde de yayınına
devam etmektedir.
Kolo DTurabdin / Turabdin Sesi Dergisi: Turabdin’de kalan
Süryanileri tanıtan ve sosyal, kültürel ve tarihsel konularda yayın yapan bir
haber dergisi olup ilk sayısı 1995 yılının Nisan ayında çıkmıştır.Her yıl üç
sayı çıkan dergi Mor Gabriel Manastırı’nın eğitim kadrosu tarafından
Süryanice, Türkçe, Almanca ve İngilizce olarak hazırlanıp Avusturya’da
basılmıştır. Dergi son sayısını 2000 yılının Aralık ayında çıkardıktan sonra
yayın hayatına son vermiştir194.
Heto / Buğday Dergisi: Edebiyat dergisi olan Heto, Ocak 1999’da
İsveç’in Örebrö şehrinde Yakup Bilge, Şemun Taştekin ve Hatun Bilge
tarafından yayınlanmıştır. Yılda üç defa çıkan Heto’nun son sayısı Ocak
2004’te çıkmıştır.
Gençlik Bülteni Dergisi: İstanbul Süryani Kadim Kilisesi’nin kültür ve
haber dergisi olarak 25 Aralık 1993 tarihinde Bülten adıyla çıkarılmaya
başlanmıştır. 1996 Nisan ayından itibaren isim değişikliği yapılarak Gençlik
Bülteni adı ile yayınlanan dergi, Nisan 1997’de de Zelge adını almıştır. Yine
aynı yılın Kasım ayında da Yeni Gün Işığı ismiyle yayına devam etti. Son
sayısı Aralık 1999 tarihinde çıktıktan sonra uzun bir süre yayın hayatına ara
194
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s.310-312.
267
veren dergi 2002 yılının mayıs ayında İdem adı altında tekrar yayınlanmaya
başladı. Yılda üç sayı olarak yayına devam etmektedir.
Mesihsel Yaşam Bülteni: Elazığ Meryem Ana Kilisesi başkanı
Şımmas İshak Tanoğlu 1998 yılından başlamak üzere yılda bir veya iki defa
broşür şeklinde dini konuları işleyen Türkçe bir dergi çıkartmaktadır.
Şuşoto Suryoyo / Süryani İlerlemesi Dergisi: 1981 yılında yayın
hayatına giren dergi sosyal, kültürel ve tarihsel konuları içermektedir.
Hollanda’nın Enchede şehrine kurulu Süryani derneğinin yayın organı olan
dergi, Süryanice, Türkçe, Arapça ve Flamanca yayın yapmaktadır.
Şimşo / Güneş: 1986 yılında yayın hayatına giren Şımşo dergisi
Hollanda’da bulunan Süryanilerin oluşturduğu Turabdin Federasyonu’nun
sosyal, kültürel konularda yayın yapan haber dergisidir. Süryanice, Türkçe,
Arapça ve Flamanca olarak yayınlanmaktadır.
Gerçeğe Doğru Dergisi: Aylık haber, kültür ve araştırma dergisi olan
gerçeğe Doğru Temmuz 1997 tarihinde İstanbul’da Süryani araştırmacı yazar
İsa Karataş tarafından kurulmuştur. Genellikle Hıristiyanlıkla ilgili haber ve
araştırmalara yer veren dergi sadece Türkçe olarak yayınlanmaktadır.
Renyo Hiro Dergisi: Beth-Nahrin Özgür Gençlik Dergisi 1995 yılında
yayın hayatına girmiştir. Bütünüyle siyasi ağırlıklı bir dergidir. Süryanice,
Türkçe, Arapça, Almanca ve İngilizce yayınlanan dergi 2004 yılında son
sayısını çıkartmıştır. Ancak onun yerine Kınneşrin adıyla yeni bir dergi
çıkmaya başlamıştır195.
İdem
Dergisi:
İstanbul
Abraşiyesi
tarafından
2002
yılında
çıkarılmıştır. Edebiyat ve kültür dergisi olmakla birlikte İstanbul’daki
cemaatten de haberler içermektedir. Dili Türkçedir.
Kurkmo Dergisi: Mardin Süryani metropolitliği tarafından ilk nüshası
Mayıs 2005 yılında çıkartılmıştır. Dini, kültürel ve haber dergisidir. Süryanice
ve Türkçe yayınlanmaktadır196.
195
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 313-314.
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 314-315. Bu yayınlar dışında şüphesiz başka dergiler de mevcuttur.
Ayrıca Nasturi, Keldani ve Katolik Süryanilerin de basın yayın faaliyetleri bulunmaktadır.
196
268
5.3.
Süryanilerde İnanç ve İbadet
Süryani Kadim Cemaati, hâkimi mutlak, kadir, yaratıcı bir Tanrı’ya
inanır. Tanrı’da üç sıfat bulunur. Bu üç sıfat bir cevherde (özellik)
toplanmakta ve bir vahdaniyet (birlik) oluşturmaktadır. Süryaniler bu birliğin
ezelden ebede dek var olduğuna iman ederler. Sıfatlar şunlardır: Ata Allah,
Kelam Allah (oğul) ve Ruh Allah. Bu sıfatlar üç Allah olarak değil ancak bu
üçlükten bir ilahiyet, bir kudret ve bir tabiat eşitliği içinde tek bir Allah olarak
değerlendirilmektedir197.
Tanrı insanı kendi sureti ve şekline benzer yaratmış ve insana mantık,
söz ve ruh vermiştir. Tanrı’da mevcut üçlük, Baba mantığa, Oğul söze, Kutsal
Ruh’ta ruh ile özdeşleştirilmiştir. Nasıl ki söz kesilmeden ve ayrılmadan
mantıktan çıkıyorsa ve mantıktan doğduğu için söz bir Oğul olarak kabul
ediliyorsa aynı şekilde mantık da sözü doğurduğu için baba telakki edilir.
Ayrıca mantık ile söz eşit bir şekilde aynı ruha sahip oldukları için Baba ve
Oğul da eşit bir şekilde Kutsal Ruha sahiptirler. Bir insanın dil aracılığıyla
kendi
konuşmasını
başkalarına
açıklamayı
arzu
ettiğinde
mantıktan
ayrılmaksızın ruh vasıtasıyla dinleyicilere hitap etmesi gibi, Baba’nın ezeli ve
ebedi sözü İsa da, insanlara görünmek istediğinde Baba’dan ve Kutsal
Ruh’tan ayrılmadan Baba’dan çıkış yapıp Kutsal Ruh vasıtasıyla Meryem
Ana’dan tenleşip doğmuştur198. İncil’de de bu konuya şöyle değinilmektedir:
“Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrıyla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.”199
İsa’nın Meryem’den tenleşip doğması nedeniyle Meryem Ana’ya
“Allah’ın Annesi” unvanı verilmiştir. İsa’ya da “Allah’ın Oğlu” denilmektedir. Bu
Allah’ın Meryem’le evlendiği ve İsa’nın da ondan doğduğu anlamına
gelmemekte,
İsa’nın
beşeri
bir
babası
olmadığından
ona
bu
isim
verilmektedir.
Bu olayın daha iyi anlaşılabilmesi için güneş örneği verilebilir. Güneş üç
kısım olduğu halde bir kısım sayılır. Şöyle ki; Güneşin küresi, ışığı ve ısısı
197
Günel, a.g.e., s. 302.
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 192-193.
199
Yuhanna, I/ 1, Kitabı Mukaddes.
198
269
vardır. Her biri bir güneş unsurudur ve bölünmez bir üçlüktür. Burada küre
Baba, ışın Oğul, ısı da Ruh olarak telakki edilmektedir200.
Süryanilerin benimsediği bazı prensipler vardır. Bunlar; Allah’a iman
etmek, Kıyamet gününden sonra İsa ile beraber ebedi hayat ve saadete
kavuşmak ümidi ile yaşamak ve herkesi kendi gibi sevmek.
İznik, İstanbul ve Efes Konsillerini benimseyen Süryanilerin inandığı
iman yasası şöyledir:
“Yer ve göğü, görünen ve görünmeyen tüm varlıkların yaratanı her şeye
kadir tek bir Baba Allah’a, bütün asırlardan önce, Allah’tan doğmuş, Allah’ın
biricik oğlu Rab İsa Mesih’e inanıyoruz. O ki nurdan nur, gerçek Allah’tan
gerçek Allah’tır. Yaratılmış olmayıp peder ile aynı özdendir ve her şey onun
vasıtasıyla yaratılmıştır. Biz insanlar için ve kurtuluşumuz için gökten inmiş,
Kutsal Ruh’tan vücut bulmuş ve bakire Meryem Ana’dan doğmuştur.
Pantoslu Pilaatos günlerinde bizim için ıstırap çekerek haça gerilmiş,
gömülmüş ve üç gün sonra istediği gibi dirilmiştir. Göğe yücelmiş, Baba
Allah’ın sağında oturmaktadır. Dirileri ve ölüleri yargılamak için büyük onurla
tekrar gelecek ve onun egemenliğine son olmayacaktır. Baba’dan gelen,
baba ve oğulla beraber tapınılan, diriltici hayat kaynağı Rab Kutsal Ruh’a
inanıyoruz. O ki peygamberler ve resuller vasıtası ile kutsal, toplumsal ve
elçisel tek bir kiliseye muhatap olmuştur. Günahların bağışlanması için tek bir
vaftizi kabul ediyoruz. Ölülerin dirilişini ve gelecek yaşamdaki yeni ebedi
hayatı bekliyoruz.”201
Süryanilerde ibadet son derece önemlidir. İbadet şeklinin içine
namaz202, oruç203, vaftiz usulü204 ve tövbe usulü205 girmektedir. Evlenme206
200
Akyüz, Tüm Yönleriyle…, s. 194; Günel, a.g.e., s. 304-306.
Efram I. Barsavm, Kutsal Hazine Dua Kitabı, Çev. Samuel Akdemir, İstanbul, Süryani Kadim
Kilisesi, 1989, s. 81-82.
202
Namaz ibadeti ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. M. Hadi Tezokur, “Süryanilerde Namaz”,
Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. I, Ankara,
Orient Yayınları, 2005, 299-334; Günel, a.g.e., s. 312; Şimşek, a.g.e., s. 97-104.
203
Oruçla ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Barsavm, a.g.e., s. 173; İris, a.g.e., s. 66; Şimşek, a.g.e., s.
116-117; Günel, a.g.e., s. 312-313.
204
Vaftiz usulü ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Mustafa Erdem, “Hıristiyanlıktaki Vaftiz Anlayışı
Üzerine Bir Araştırma”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXXIV, 1993, s. 133-154; Abdurrahim
Özmen, Tur Abdin Süryanileri Örneğinde Etno-Kültürel Sınırlar, A. Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış Dotora Tezi, Ankara, 2006, s. 204-205; M. Hadi Tezokur, “Süryanilerde
201
270
ve cenaze merasimleri207 de dini temellere dayandığı için ibadet şekillerinden
sayılabilir.
Süryani toplumunda din adamları kilisenin ruhani hizmetlerini ifa
etmeye, vaftiz, kurban, nikâh ve insanları din yoluna davet etmeye yetkili
kılınmış kişilerdir. Din adamı hiyerarşisi en alttan başlamak üzere Diyakosluk
(şammaslık), Papazlık ve Episkoposluk şeklinde üç derece yani rütbeden
oluşmakta ve bunlar da kendi içlerinde gruplara ayrılmaktadır. Bu üç derece
bizzat Rab tarafından konulmuştur.
Diyakos;
genel
anlamıyla
kiliselerde
papaz
yardımcısı
olarak
görevlendirilen, yaşça genç ve öğrenim görmekte olan kişilerdir. Diyakosluk
kendi içerisinde Mzamrono (Mürettil)208, Koruyo (Okuyucu)209, Afudiyakon210,
İncili Diyakos211 ve Baş Diyakos (Arhedyakno)212 isimleri verilen rütbelere
ayrılır.
Vaftiz”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim Özcoşar, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas
Kütüphanesi Yayınları, 2007, s. 229-265; Günel, a.g.e., s. 313-314.
205
Tövbe usulü ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Günel, a.g.e., s. 319.
206
Evlenme merasimi ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. İris, a.g.e., s. 203-206; Şimşek, a.g.e., s. 204211.
207
Ölüm ve cenaze ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Mehmet Şimşek, “Süryanilerde Ölüm”,
Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. III, Ankara,
Orient Yayınları, 2005, s. 247-271.
208
On yaşını doldurmuş, ayin esnasında söylenen duaları ve gerekli mezmurları, Mesihsel öğrenimi
almış kişilere verilen rütbedir. Vazifesi kilisedeki koroya katılmaktır.
209
On iki yaşını bitirmiş kişilere verilen rütbedir. Görevi ayin sırasında İncil’den bölümleri cemaate
okumaktır.
210
Yarım diyakos anlamında Yunanca’dan gelen bir kelimedir. İncili Diyakos’un yardımcısıdır. On
yedi yaşını doldurmuş kişilere verilen bir rütbedir. Bu rütbedekiler kilise tarihini bilmek, kilisenin
düzen ve intizamından sorumlu olmak zorundadırlar.
211
Yirmi üç yaşını bitirmiş, kilise musikisi ve tarihini bilen kişilere verilen rütbedir. Episkoposun
oluru ile kilisede hitap ve vaizlik görevlerini ifa eder. Hazır bulunan cemaate önceden takdis edilmiş
evharistayı (kutsal kurban) verir. Ruhbanlık, takdis ve atama merasimlerinde buhurdanlığı tutar,
İncil’den gerekli olan bölümleri okur. Murun sürmeden vaftiz yapabilir ve cenaze kılabilir. Kilise
kurallarına göre her abraşiyede en fazla yedi İncili Diyakos olmak zorundadır.
212
Kilise papazının birinci derecede yardımcısı olup, tüm diyakosların başkanıdır. Görevleri arasında
mezbah diye adlandırılan mihrapta icra edilen seremoniyi yönetmek, alt rütbede bulunan diyakosların
yapacakları işleri belirlemek, rabbani bayramlar ve büyük orucun tutulduğu süre içindeki Pazar
günlerinde İncil’den “Resullerin İşleri” adlı bölümü okumak bulunmaktadır. Kilise kurallarına göre
her abraşiyede bir Arhedyakno bulunmalı ve yirmi beş yaşını doldurmuş olmalıdır. Zeki Demir,
Süryani Kilisesi ve Kilisenin Kutsal Yedi Gizi, 3. Baskı, Resim Matbaacılık, İstanbul, 2002, s. 7980. Şimşek, a.g.e., s. 83-84; İris, a.g.e., s. 72-73.
271
Rahip ve papazlık için diyakosluk kategorisinde yer alan özelliklere
sahip olma şartları aranır. Bu kategori içindeyken evlenenler rahip olma
özelliklerini kaybederken, papazlık kategorisinde yer alma şansları vardır213.
Bu derecenin horepiskoposluk isminde başka bir rütbesi vardır. Eskiden
horepiskopos rütbesinde olan kişi, episkoposluk bölgesindeki birimlerde kilise
ile ilgili işlerde metropoliti temsil etmekteydi. Her metropolitin de ancak bir
horisi olabilirdi. Ancak daha sonra bu tamamen değişmiştir214.
Episkoposluk ise kilisedeki en üst rütbedir. Episkopos gözetmen
anlamına gelen Yunanca kökenli bir kelimedir. Bu kategorideki basamaklar
yönetsel anlamda belirlenen bölgelerde dini, idari ve sosyal konularda
yönetim
yetki
ve
sorumluluğu
gösteren
unvanlardır.
Episkoposluk
basamakları Patriklik, Mafiryanlık (Catliklik) ve Metropolitliktir. Süryani
Ortodoks Kilisesi’nde en yetkili ve sonrası olmayan makam Patriklik
makamıdır. Topluluk başı veya başkanı anlamına gelen Yunanca bir
kelimedir. Patriğin başkanı bulunduğu ve cemaate ait dini idari işlerin
yürütüldüğü merkeze de Patrikhane denilmektedir.
Patrikhane dışındaki cemaat üyelerinin yaşadıkları yerler idari anlamda
bölgelere ayrılır. Mafiryanlık makamı patriğin bir astı metropolitin bir üstüdür.
Süryani Ortodoks Kilisesi’nin Hindistan bölgesindeki cemaati için Mafiryanlık
makamı bulunmaktadır.
Metropolitlik ise episkoposların başı anlamında Yunanca bir kelimedir.
Eskiden metropolitler sadece büyük şehirlerde görev yapmaktaydı. İlçedeki
episkopos metropolite bağlı olurdu. Günümüzde ise, dul kaldıktan sonra
papazlıktan metropolit kutsanmış olanlara episkopos rahiplikten kutsanmış
olanlara metropolit denilmektedir215.
Günümüzde Süryani Ortodoks Patriklik Merkezi Suriye’nin Şam
şehrindedir. Dünya çapında Patrikliğe bağlı 19 adet Metropolitlik merkezi
213
Şimşek, a.g.e., s. 84.
Demir, a.g.e., s. 79.
215
Demir, a.g.e., s. 78-79.
214
272
bulunmaktadır. Türkiye’de ise İstanbul, Mardin, Adıyaman ve Turabdin’de
Metropolitlik merkezleri vardır216.
Kiliseler ise Hıristiyan din anlayışında bireyin tüm hayatı boyunca en
önemli ve anlamlı zamanların yaşandığı mekânlar olması nedeniyle fert ve
cemiyet hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Kilise mimari bir yapı
olmasından öte, İsa’ya inanan topluluk anlamında kullanılmaktadır. Bu anlam
daha çok bir arada bulunmayı ifade eden Hıristiyan topluluğunun karşılığıdır.
Süryaniler mabetlerini ifade etmek için “kenise”, “deyr” veya “ito” kelimelerini
kullanmaktadırlar.
Kilisenin nitelikleri şöyle sıralanabilir; Kilise birdir, toplumsaldır, kutsaldır
ve elçiseldir.
Süryani kiliseleri de diğer Hıristiyan kiliselerinde olduğu gibi yönü
doğuya doğrudur. Görünüm olarak kiliselerin iç mekânı üçe ayrılmaktadır.
Kduşkudşin denilen bölüm Mihrap ve tüm kutsal objelerin bulunduğu kapı
veya perde ile diğer bölümlerden ayrılan üzerinde ayinin icra edildiği kısımdır.
Kduşkudşinin de içinde bulunduğu birinci bölüme Madebho ya da Mihrap
bölümü denilmektedir. Bazı kiliselerde metropolitin saygınlığı ve oturması için
madebho bölümüne bir kürsü konulmaktadır. Ayrıca bu bölümde belirli
zamanlarda, özel anlamlar için açılıp kapatılan bir de perde bulunmaktadır.
Giriş bölümünün ortasında Süryanice’de "Goğulto" (cilcile) denilen İncil
sehpası vardır.
Mor İgnatius Nurani’nin ruhsal görünümünün etkisinde kalarak Göksel
Uruşalim’de gördüğü, sağdaki peygamberler, soldaki Rabbin elçilerine işaret
eden “Gude” denilen iki grupluk ikinci bölümü oluşturmaktadır. Bu bölümde
ruhani ve diyakoslar bulunmaktadır.
Üçüncü bölüm “Hayklo” ise inanlı topluluğun dua etmek için hazır
bulunduğu bölümdür217.
Mihrap bölümünde bulunan sunak “Medbho” veya “Beth kurbono”, Tanrı
ile insanlık arasında aracı olan İsa Mesih’in mezarı anlamındadır. Sunağın
216
İstanbul Metropoliti Mor Filuksinos Yusuf Çetin, Mardin Metropoliti Filuksinos Saliba Özmen,
Turabdin Metropoliti Timotheos Samuel Aktaş, Adıyaman Metropoliti Mor Grigorios Melki Ürektir.
217
(Erişim) http//www.suryanikadim.org, 21 Temmuz 2008, 12.09.
273
üzerini örten ve batı yönüne sarkık örtü Adem’in cennette algılayamadığı
ağaca işarettir. Sunakta bulunan ve “Teblitho” denilen tahta parçası İsa’nın
üzerine gerildiği haçı ifade eder. Aynı günde aynı haç üzerine iki kez ayin icra
edilemez. Bunun sebebi İsa’nın bir defa haça gerilmesidir. Teblithonun
üzerinde bulunan örtü, İsa Mesih’in yaralarını saran bezlere ve Musa’nın
yüzünü gizleyen mendile işaret eder. Sunakta bulunan “Esfugo” denilen
sünger, İsa Mesih’in oturduğu rahmet tahtının sembolüdür. Ayrıca ayin
esnasında kutsal şarap ve ekmeğin konulduğu kâse ve tepsinin silinmesi ve
ayini yöneten ruhaninin ıslanan parmaklarının kurulanması için de bu sünger
kullanılır. Sunakta bulunan “Gumoro” ya da “Esodo” denilen küçük yastık, İsa
Mesih’in yargılama gününde oturacağı adalet tahtını temsil eder. Bunlardan
başka ayin sırasında “Koso” (kâse) ve sininin üzerine konulan “Hufoye” veya
“Fete” adlı bezler İsa’nın mezarına konan taşa ve Tanrısal gizlerin insanlarca
algılanmazlığına işaret etmektedir. “Slibo” ya da “Haç”, odundan yapılmışsa
İsa
Mesih’in
üzerine
gerildiği
haça
ve
günahların
bağışlanmasına,
gümüştense peygamberlerin sözlerine, altından olması halinde ise elçilerin
sözlerine işaret etmektedir. “Kavkbo” denilen yıldız kutsal kurban ekmeği
üzerine konur ve kapağın ekmeğe değmesini engeller. İsa Mesih doğarken
Mecusilere görünen yıldızı temsil eder. “Marvahto”, kutsal sunakta biri sağda
diğeri solda olmak üzere iki tanedir. Meleklerin üst sınıfı olan Sarufimlerin
ayini taziz etmelerine ve ayin sırasında nöbette duruşlarını sembolize eder.
“Sesle”, mervahaların üzerinde bulunan çıngıraklardır. İsa Mesih’in ten ve
kanının yani kutsal kurbanın coşkuyla karşılanmasını sembolize eder. Ayinde
kullanılan küçük kadehlere “Manşabtho”, koso içerisine konulup karıştırılan
ekmek ve şarabın ruhani tarafından yenilmesine yardımcı olan kaşığa da
“Tarvodo” denir. Tarvodo aynı zamanda meleklerin, suçlarının bağışlanması
için maşa ile sunaktan aldıkları ve Peygamber İşaya’nın ağzına koydukları
ateş koruna benzetilmektedir. Sunak ile hayklo arasında bulunan “Setro”
denilen perde ayin esnasında belirli zamanlarda açılıp kapatılarak göklerdeki
ruhsal varlıkları yeryüzündeki insanlardan ayıran gök kubbesini ve gizliliğini
temsil etmektedir. Kandiller ve mumlar melekleri, azizleri ve içimizde yanan
manevi ışığı simgelemektedir.
274
Firmo denilen ve ayin esnasında göze çarpan buhurdanlığın üstteki
tutma yeri Tanrısallığı, ufacık kubbemsi parçası gökyüzünü, üç zincir kutsal
üçlüğü, zincirler üzerindeki çıngıraklar meleklerin dokuz vasfını, yukarıdaki
kubbemsi parçacığı aşağıdaki kubbemsi parçacığa bağlayan orta zincir İsa
Mesih’i işaret eder. Orta zincir üzerindeki üç çıngırak gökten inerek tenleşen
Mesih’in üçlü birlikle aynı özden olduğunun göstergesi olarak anlamlandırılır.
Ateşin bırakıldığı kısma gelince; yanan kor ateş parçası Rab İsa Mesih’i
karnında taşıyan ve bundan etkilenmeyip yanmayan bakire Meryem Ana’ya
işaret etmektedir. Ateşin üzerine konulan buhur (besmo) ise kutsallığa,
buhurun etrafa yaydığı güzel koku da Rab İsa Mesih’in Tanrısal öğretileriyle
günahın kötü kokusunu yok ettiğine işarettir. Firmoyu taşıyan kişinin kilise
içinde attığı tur Rab İsa Mesih’in yeryüzündeki öğretişlerine ve tekrar göğe
yükselmesinin bir işaretidir218. Görüldüğü üzere kilisede bulunan en
büyüğünden en küçüğüne bütün objelerin manevi bir anlamı bulunmaktadır.
Süryanilerde kilise manevi anlamının yanı sıra cemaatin sosyal ve
kültürel
yaşamını
tanzim
etme,
evlilik,
boşanma,
hukuki
ve
mali
anlaşmazlıklarda hakem olma, sorunların çözüme ulaştırılmasında moral ve
destek vermek gibi konularda da yetkilidir. Patrik veya metropolit tarafından
tayin edilen din adamları sadece Mesihsel öğretiyi cemaate öğretmekle değil
cemaat meclisi toplantılarına başkanlık etme, alınan kararları onaylama veya
geçerli bir sebeple veto etme, cemaatin yaşamında önemli bir yer tutan
vakıfların kurulmasını teşvik etme, eğitim alanında cemaate faydalı kitap,
dergi ve gazetelerin çıkarılmasına öncülük etme, kültürel faaliyetlere yön
verme, sportif faaliyetleri destekleme gibi görevleri üstlenmektedir219.
Din görevlilerinin yönettiği kilise kurumu Süryani toplumunun en
gelişmiş ve yaygın kurumudur. Bu nedenle din görevlileri toplum bireylerini
birbirine bağlayan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kilise kurumu eski
zamanlardan itibaren tüm toplumu kucaklayan bir kurum olmuştur. Din
218
Şimşek, a.g.e., s. 89-93; İris, a.g.e., s. 33-34; David Akgüç, Ümit Koç, “Kilisede Bulunan
Sembolik
Eşya
ve
İşaretler”,
İdem,
S.
11,
Nisan
2006,
(Erişim)
http//
www.reyono.net/default.aspx?s=11&b=11, 10 Kasım 2009, 12.17.
219
Şimşek, a.g.e., s. 91; İsmail Ayduslu, Cumhuriyet Döneminde Mardin ve Yöresinde
Süryaniler, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Manisa, 2005, s. 53.
275
görevlileri her ne kadar önemli bir sınıfı teşkil etmişlerse de bu kast sistemi
şeklinde olmamış yani din adamlığı belli bir sınıfın tekelinde olmayıp
toplumun her bireyine açık olmuştur. Süryani toplumunda genellikle din
adamları yoğun bir eğitim gördükleri için bu durum onlara toplumda önemli bir
güç sağlamaktaydı. Diyebiliriz ki gerek Osmanlı döneminde gerekse
günümüzde kilise kurumu toplumsal hayatta her zaman önemli olmuş ve
topluluğun hem dini hem de dünyevi işlerinin yerine getirilmesinde görev
almıştır220.
Kilisenin Sakrament (giz) olarak kabul edilen etkinliklerini ise şöyle
sıralamak mümkündür;
Vaftiz (Hıristiyanlığa ilk adım)
Murun (Vaftiz esnasında kullanılan ve vücuda sürülen patrik tarafından
kutsanmış madde)
Evharista/Komünyon/Kutsal Kurban (Kutsanmış ekmek ve şarabın
sunulduğu ayin)
Kehennüt/Ruhbanlık (El koyma ve dua ile icra edilen din adamlarının
takdisi)
Hasta Yağı
Evlenme
Tövbe ve İtiraf221
Manastırlar ise genellikle toplu yerleşim yerlerinin dışında sadece
münzevi yaşamın ve manevi havanın hâkim olduğu mekânlardır. Latince
manasteium, Yunanca manasterion kelimelerinden gelen manastır, rahip ve
rahibelerin dünyadan çekilmiş olarak yaşadıkları bina, dini kurallara uygun
olarak ortak yaşanan ev anlamlarına gelir. İlk manastır örnekleri doğuda
görülmektedir.
Manastırlarda rahiplerin ayin yaptığı kilise ve koro yeri, toplantı odası,
rahipler için hücreler, manastırda kalanlar için yemek salonu, kitaplık,
220
Bilge, Geçmişten Günümüze…, s. 106-107.
Sakramentler ve uygulamalarla ilgili olarak ayrıntılı bilgi için bkz. Nihat Durak, Süryani
Ortodoks Kilisesi’nde İbadet, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora
Tezi, İstanbul, 2000; Demir, a.g.e.
221
276
dışarıdan gelenler için kabul salonu, idari bölümler ve yatakhane gibi
bölümler mevcuttur222.
Süryanilerin Türkiye’de çok önemli kilise ve manastırları bulunmaktadır.
Bunlardan en önemlisi şüphesiz Deyrulzafaran Manastırıdır. Mardin’in 4 km
doğusunda
Süryanilerinin
bulunan
manastır,
patriklik
Metropolitlik merkezidir
1293223-1932
merkezliğini
yapmıştır.
yılları
Şu
arasında
anda
ise
dünya
Mardin
224
. Mardin Metropoliti olan Filüksinos Saliba Özmen
de burada ikamet etmektedir.
222
Ayduslu, a.g.t., s. 64-65.
Yakup Bilge bu tarihi 1166 olarak vermektedir. Bilge, Geçmişten Günümüze Deyrulzafaran…,
s. 14.
224
Eldeki mevcut kaynaklardan manastırın tam olarak hangi tarihte kurulduğu bilinmiyorsa da
tavanındaki geometrik şekiller, dikdörtgen şeklinde yontulmuş iri taşlarla kaplı güneş tapınağına
bakıldığında milattan önceki döneme ait olduğu anlaşılmaktadır. Zaten manastırın eski dönemlerde
Romalılara ait bir kale olduğu göz önünde bulundurulursa, bunun, eski Mezopotamyalıların -yani
Süryani atalarının- bir tapınağı olduğu ve milattan sonraki dönemde, Romalılar tarafından zapt edilmiş
ve dinlenmek amacıyla kullanılmış olduğunu düşündürmektedir.
İlk kilise bölümünün kuruluşu ise IV. yüzyıldadır. Romalıların bölgeden çekilmesinin ardından
Aziz Şleymun bazı azizlerin kemiklerini buraya getirerek kale olarak kullanılan yapıyı manastıra
çevirmiştir. Bu nedenle manastır önceleri Mor Şleymun Manastırı olarak anılmıştır224. Bir diğer
söyleme göre de Mor Şleymun tanınmış İncil müjdecilerinden Mor Evgin’in öğrencisidir. Bu nedenle
ilk zamanlar Mor Evgin Manastırı da denilmiştir. Dönemin egemen gücü Persler tarafından dağılıp
tahrip gördüyse de Mar Hananyo’nun 793-800 yılları arasında yaptığı büyük onarım sonucunda onun
ismi ile anılmaya başlamıştır. Daha sonraları bölgede yetişen zafaran/kurkmo (safran) bitkisinden
dolayı Deyrulzafaran Manastırı (Safran Manastırı) olarak anılmaya başlanmıştır. Bir diğer rivayete
göre de manastırın harcına bu bitki karıştırıldığından dolayı bu isim kullanılmaktadır. Yapı bu nedenle
sarı renktedir. Süryani kaynaklarında Deyrulzafaranla eş anlamlı olarak Deyrulkurkmo ismi
geçmektedir.
Manastırın içinde üç tane kilise bulunmaktadır. Bunlardan ilki manastırın ana kilisesi olan Mor
Hananyo Kilisesi’dir. 491-518 yılları arasında inşa edilmiştir. Haç şeklinde bir kubbeye sahip
olduğundan dolayı Kubbeli Kilise olarak da bilinmektedir. Kilise adını, Persler tarafından tahrip
edilen manastırı yeniden inşa eden dönemin Mardin Metropoliti Mor Hananyo’dan almıştır. Bu
kilisede günümüzde manastır sakinleri ibadetlerini yapmaktadırlar.
Manastırın ikinci kilisesi Meryem Ana Kilisesi’dir. Bu kilise manastırın ilk kilisesi olarak kabul
edilmektedir. Kilisenin içinde muhtemelen kilisenin ilk yıllarına ait vaftiz kurnası halen mevcuttur. Bu
kilise günümüzde vaftiz törenleri için kullanılmakta ve yılda bir defa ayin yapılmaktadır.
Mor Petrus Kilisesi ise 1696-1699 yılları arasında yapılmıştır. Adını Antakya Süryani Kilisesi’nin
ilk kurucusu olan Aziz Petrus’dan almıştır. Taç ya da Kürsü Kilisesi olarak adlandırılmasının sebebi
ise yeni seçilen patriklerin kürsüye oturma/taç giyme törenlerinin burada yapılmasıdır. Ayrıca sinod
adı verilen toplantılarda bu mekânda yapılmaktadır. Eski Antakya Kilisesi’nden getirilen kutsal taş da
burada muhafaza edilmektedir.
Manastırda ayrıca Beth Kadişe (Azizlerin Evi) diye adlandırılan bir mezarlık bulunmaktadır.
Yapılış tarihi 5. yüzyıla inmekle birlikte dış kısımlar Patrik IV. Petrus tarafından 1884 yılında
onarılmıştır. Burada bazı azizlerin kemikleri ile birlikte manastırda görev yapan bazı patrik ve
metropolitlerin mezarları bulunmaktadır. Bir söylentiye göre bu yapı bir zamanlar tıp veya ilaç ilmi ile
ilgili bir konuda kullanılmıştır. Manastırda dikkati çeken bir diğer yapı ise milattan önceki dönemlere
dayanan Güneş Tapınağı’dır. Şemsilere ait bir tapınak olduğu yolunda görüşler bulunmakla birlikte
Hz İsa’dan önceki dönemlerde kimler tarafından ne amaçla yapıldığının bilinmediği yolunda görüşler
de vardır. Bu yapının en önemli özelliği tavanında kullanılan taşlardır. Taşların arasında herhangi bir
223
277
Bir diğer önemli manastır da Mor Gabriel / Deyrul Umur Manastırıdır.
Midyat İlçesi’ne 22 km uzaklıkta bulunan manastır, MS. 613’den 1088’e
kadar Turabdin Bölgesi’nin metropolitlik merkezi olmuştur. Günümüzde de
Turabdin Metropoliti Timotheos Samuel Aktaş burada kalmaktadır225.
harç malzemesi bulunmamakta ve kilit taşı sistemiyle dizilmiştir. Bu şekil teknik sadece Mısır
piramitleri ve burada bulunmaktadır.
Manastırın kuzey ve doğusunda kalan tepelerde altı manastır mevcuttur. Bu manastırların çoğu
kayalar içine oyulmuş hücrelerden oluşmaktadır. Deyrulzafaran’a 35-40 dakikalık yürüyüş
mesafesinde olan bu manastırlar zaman zaman ziyaret edilmektedir. Bu manastırlarda faal oldukları
dönemlerde rahipler inzivaya çekilmekte ve ibadetlerini gerçekleştirmektedirler. Günümüzde ulaşım
zorluğu bulunduğundan ziyaret edilmesi zor olan bu manastırlara ulaşımın sağlanabilmesi ve ziyarete
açılabilmesi için bazı çalışmalar başlatılmıştır.
Faal olan manastırın giderleri Mardin Süryani Kadim Kilisesi Deyrulzafaran Kilisesi Vakfı
tarafından karşılanmaktadır. Vakfın gelirleri arasında sahip olduğu 100’e yakın gayrimenkulden
alınan kiralar ve hayırseverlerin bağışları önemli yer tutmaktadır. Ayrıca sahibi oldukları bahçelerde
meyve ve sebze yetiştirilmektedir. (Erişim) http//www.deyrulzafaran.org, 3 Ağustos 2008, 15.03;
Deyrulzafaran Manastırı Broşürü. Manastırla ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Bilge, Geçmişten
Günümüze Deyrulzafaran…, Manastırın mimarisi ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Elif Keser, Tur
Abdin Süryani Ortodoks Dini Mimarisi, İstanbul, Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları
2002, s. 25-35.
225
397 yılında Savur’lu Mor Şmuel ve Kartmin’li Mor Şemun tarafından inşa edilmiştir. Esasen
Manastır tarih boyunca dört ayrı adla anılmıştır. İlk dönemlerde kurucularının adına izafeten Mor
Şmuel ve Mor Şemun Manastırı olarak anılmıştır. Rahiplerin meskeni anlamına gelen ve Süryanice’de
Dayro d’Dumro’dan türetilip Türkçeleştirilerek Deyrulumur ismiyle de bilinmektedir. Kartmin
(Yayvantepe) Köyü’ne yakınlığı nedeniyle kaynaklarda Kartmin Manastırı olarak da geçmektedir.
Ancak 8. yüzyıldan günümüze değin Mor Gabriel ismiyle ünlenmiştir. Hıristiyan dünyasının en eski
faal manastırlarından biri olan Mor Gabriel Manastırı aynı zamanda 16 yüzyıldır manastır geleneği ve
yaşam tarzını yaşatabilen ender manastırlardan biridir. Manastırın ismiyle ilgili olarak Hz Ömer
zamanında İslam orduları Süryanilerin de yardımı ile Mezopotamya’ya girince buranın korunması için
Hz Ömer’in emriyle özel bir imtiyaz tanındığı daha sonradan Deyr El Ömer ismiyle anılmaya
başlandığı yönünde bilgiler mevcutsa da Turabdin Metropoliti Mor Timotheos Samuel Aktaş’la
yapılan görüşmede bunun doğru bir bilgi olmadığı belirtildikten sonra yukarıda da belirttiğimiz Dayro
d’umro’dan geldiği aktarılmıştır.
İçinde Ana Kilise, Kırk Şehitler Kilisesi, Kartminli Aziz Şemun Kilisesi ve Meryem Ana Kilisesi
bulunmaktadır. Ana Kilise’nin yapımına 397 yılında başlanmış ve 512 yılında tamamlanmıştır.
Mimarisiyle dikkat çeken kilise 1997 yılında restore edilip özgün yapısına kavuşmuştur.
Theodora Kubbesi olarak anılan bölüm I. Justinian’ın eşi Theodora’nın katkı ve bağışlarıyla
yapılmıştır. Taş ve tuğladan yapılmış binanın kubbesi ana kilisenin tonoz kubbesiyle aynı
yüksekliktedir. Theodora Kubbesi’nin vaftizhane olarak yapıldığı da söylenebilir. Kubbenin hemen
bitişiğinde bulunan mutfak bölümünün tonozu da özenle örülmüş tuğlalardan yapılmıştır. Bu bölümün
Theodora Kubbesi’nin yanında olması kubbenin yemekhane olarak kullanılmış olma olasılığını
güçlendirmektedir.
Meryem Ana Kilisesi ise 7. yüzyılda yapılmış olmasına rağmen manastırın gördüğü yağmalar
nedeniyle harap olmuş 1991 yılında yapılan onarım çalışmalarıyla günümüze gelebilmiştir. Beth
Kadişe denilen Azizler Evi’nde ise değişik zamanlarda vefat etmiş azizlerin 12 adet niş içine
konumlandırılmış olan mezarları bulunmaktadır. Ayrıca manastırın kurucusu olan Mor Şmuel’in
mezarı ilgi çekicidir. Yerde çıkıntı şeklinde özellikle vurgulandığı görülmektedir.
Üst kattaki yapılar ise son yıllarda manastır sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılmışlardır.
Süryani Ortodoks cemaatine ait manastırın gelirleri Deyrul Umur Vakfı tarafından karşılanmaktadır.
Metropolit Samuel Aktaş’dan alınan bilgiye göre manastırda 70-72 yaşamaktadır. Metropolit Samuel
Aktaş ile yapılan 18 Ağustos 2008 tarihli görüşme; Mor Gabriel Manastırı Broşürü, Keser, a.g.e., s.
36-49.
278
Mor Abrohom Manastırı da zikredilmesi gereken manastırlardandır.
Midyat’ın bir km doğusunda bulunmaktadır. Süryani Ortodoks cemaatine ait
manastır günümüzde ibadete açıktır. Manastırın dışında ise Süryani
cemaatinin kullanması için Mor Abrohom Parkı yapılmıştır 226.
Süryanilerin özellikle Mardin ve çevresinde birçok kilisesi bulunmakla
birlikte gerek cemaat sayısının oldukça azalması gerekse görevli ruhaninin
bulunmaması nedeniyle çoğu kilise kapalıdır. Sadece bazı özel günlerde
merkez kiliselerden gelen ruhaniler ayin yaptırmaktadırlar. En önemli kiliseler
arasında Mardin Kırklar Kilisesi227, Mort Şmuni Kilisesi228, Mor Barsavmo
Kilisesi229, Mor Ahısnoyo Kilisesi230, Mor Mihayel Kilisesi231, Mort Şmuni
Kilisesi232 sayılabilir233.
226
5. yüzyılda Abrohom ve Hobel adlı keşişler tarafından kurulmuştur. 1900’lü yıllarda yeniden
kurulmuştur. Günümüzde manastır özelliğini yitirmiş durumdadır. İçinde üç ayrı kilise bulunmaktadır.
Bu kiliseler Mor Hobel Kilisesi, Mor Abrohom Kilisesi ve Meryem Ana Kilisesi’dir. Ayrıca
manastırda bugünde kullanılan bir Süryani Mezarlığı bulunmaktadır. Ayduslu, a.g.t., s. 123-125.
227
Mardin merkezde Şar Mahallesi’nde yer almaktadır. 569 yılında inşa edilmiştir. Esasen Mor
Behnam ve kardeşi Saro adına inşa edilmiştir. 1170 yılında Mardin’de hükmeden Artukoğulları
hükümdarlarından Timurtaşoğlu Gazi Necmettin Nebi tarafından Süryanilerin metropolitlik merkezi
olan Kırk Şehit Kilisesi ve Mor Tuma Kiliseleri camiye çevrilince Kırk şehitlerden gelen Kırklar
Kilisesi’nin ismi de buraya ilaveten verilmiştir.
1825 yılında Patrik IV. Gevargis döneminde kilisenin kuzey-güney yönündeki nef tadilatla
eklenmiştir. Ayrıca 1851 yılında Çan kulesi yapılmıştır. Bunlar da Osmanlı’nın hoşgörüsüne en güzel
örnektir. Kilise Deyrulzafaran’ın patriklik merkezi olduğu dönemde yönetimin yürütüldüğü merkezdi.
Şimdi ise metropolitlik kilisesidir. Kilisede beş giriş kapısı, ince taş işçiliğiyle işlenmiş Mihraplar,
dört yüzyıllık ahşap Mihrap kapılar, 1500 yıllık kök boya ile baskı perdeler, aziz kişilere mahsus
değişik yıllarda çizilen tablo ve perdeler, azizlere ait kemikler ve Mor Behnam’ın kafatası, geniş
avlusu içinde çan kulesi evi ve adeta dantel gibi işlenmiş taş oymacılığı örneklerinin yer aldığı divan
mevcuttur.
Kilisenin Papazı Süryani tarihiyle ilgili araştırmaları olan Gabriel Akyüz’dür. Kilisede resmi
olarak 1789 yılında öğretime başlayan bir okul bulunmaktaydı. 1928 yılına kadar eğitim veren okul,
okulun müdürlüğünü yapan Hanna Gandor tarafından Milli Eğitim Bakanlığı’na verilen bir dilekçe
neticesinde kapatılmıştır. Kilise’nin tapusu Mardin Süryani Kadim Deyrulzafaran Kilisesi Vakfı’na
aittir. Gabriyel Akyüz, Mardin İli…, s. 43-55; Metin Düş, “Mardin Kırklar Kilisesi”, İdem, S. 9,
Nisan 2005. (Erişim) http//www.reyono.net/default.aspx?=9&=12, 20 Ağustos 2008, 22.10.
228
Mardin Şehidiye Mahallesi’nde (Gabriel Akyüz, Teker Mahallesi’nde olduğunu yazmaktadır.)
bulunan kilise, Mardin surlarının dışına yapılmıştır. Zamanla şehrin surun dışına taşması ve surun da
tahrip olması nedeniyle şehrin içinde kalmıştır. Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte
mimarisi 6. yüzyıldan kalmış olduğu izlenimini vermektedir. Adını 3. yüzyılda Mort Şmuni adında
Yahudi bir kadının inancını değiştirmemesi üzerine 7 çocuğu ile öldürülmesi hadisesinden almıştır.
Akyüz, Mardin İli…, s. 67-74, Ayduslu, a.g.t., s. 80-82.
229
Midyat’ın merkezinde bulunan bir kilise olup adını Aziz Barsavmo’dan almıştır. Aziz Barsavmo
mucize ve erdemleriyle ünlü çilekeşlerin başı olarak bilinen bir azizdir. Süryanilere göre yerin 88 cm
altında, insan yüksekliğinde, aşağıda 29.5 cm, yukarıda 22 cm genişlikteki çukurlarda yaşamak Mor
Barsavmo’nun başlattığı bir ibadet şeklidir. 5. yüzyılda kurulmuş ancak 1943 yılında yenilenmiş olan
kilise Süryani Ortodoks cemaatine aittir ve ibadete açıktır. Ayduslu, a.g.t., s. 126-127.
279
Diyarbakır’da da Süryanilere ait pek çok kilise ve manastır bulunmasına
rağmen bugün sadece Meryem Ana Kilisesi ibadete açık bulunmaktadır. Bu
kilise, 3. yüzyılda kurulan Anadolu’nun en eski kiliselerinden biri olup 10341091 tarihleri arasında patriklik merkezi olmuştur234. İçerisinde bazı Süryani
azizlerinin mezarları bulunmaktadır. 1693 yılında Musullu Mafiryan İshak
Azat tarafından yeniden onarılarak bugünkü halini almıştır 235. 2004 yılında
kurulan
onarım
komitesinin
restorasyonu bitirilmiştir
çalışmaları
sonucunda
Mayıs
2005’de
236
. İstanbul’da Tarlabaşı’nda da Meryem Ana Kilisesi
vardır. 1844 yılında küçük bir ev olarak alınan mekân 1846 yılında Metropolit
Mor Grigoriyos Yakup tarafından ibadethaneye çevrilmiştir. Ahşaptan
yapılmış olan bu kilise, 1870 yılında çıkan bir yangında kül olur. 1880 yılında
yeniden inşa edilir. Göç dalgasıyla birlikte İstanbul’da yaşayan Süryani
Ortodoks nüfusu artmaya başlayınca mevcut kilise yetersiz kalmaya
başlamış ve kilisenin bitişiğindeki bina satın alınarak genişletilmiş ve 1963
yılında bugünkü şeklini almıştır. 1963’de patrik 3. Yakup tarafında açılmıştır.
Kilise İstanbul Süryanilerinin merkez kilisesi olarak faaliyet göstermekte ve
büyük önem taşımaktadır237. Süryaniler için önemli bir yer tutan ve yeni
metropolitlik merkezi kurulan Adıyaman’da da Mor Petros ve Mor Pavlos
Kilisesi bulunmaktadır.
230
Patrik 2. Gevergis Adıyaman’da bulunan Süryani
Midyat İlçesi’nin Işıklar Mahallesi’nde yer alan kilise tapınakken 5. yüzyılda Moğollar tarafından
yıkılmış 961 yılında da kilise olarak inşa edilmiştir. 1960 yılında onarılan Süryani Ortodoks cemaatine
ait kilise, ibadete açıktır. Ayduslu, a.g.t., s. 128.
231
Mardin’in bir km güneyinde bulunan Manastır, Burç Manastırı olarak da bilinir. Burç Manastırı
denilmesinin sebebi ise kilisenin temeli atılmadan önce rahiplere ait bir burç bulunmasıdır. Bu burç
halen mevcut olup üzerine çan kulesi inşa edilmiştir. Kilisenin 185 yılında yapıldığına dair bilgiler
bulunmaktadır. Buranın özelliklerinden en önemlisi Mor Mihael, Mor Yusuf ve Mort Siras’ın
mezarlarının burada bulunmasıdır. Gabriyel Akyüz, “Mor Mihayel Kilisesi veya Burç Manastırı”,
Kurkmo, S. 4-5, Eylül 2006, s. 23-28.
232
Midyat’ın Akçakaya Mahallesi’nde bulunan kilise, 9. yüzyılda yapılmış olup Midyat’ın
metropolitlik kilisesidir. Bu kilisede adını yedi çocuğu ile öldürülen Mort Şmuni’den almıştır.
Metropolitlik kiliseleri patrik veya metropolitin ilçeyi ziyaret ettiği zamanlar kaldığı veya ibadet ettiği
kiliseler olma özelliğini taşımaktadırlar. Turabdin Metropoliti her ne kadar Mor Gabriel Manastırı’nda
kalıyor olsa da dini bayramlarda ve resmi törenlerde bu kiliseye gelmektedir. İbadete açıktır. Ayduslu,
a.g.t., s. 130-131.
233
Diğer kiliselerle ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. Ayduslu, a.g.t., Akyüz, Mardin İli…, Keser, a.g.e.
234
Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 45.
235
Aziz Koluman, Ortadoğu’da Süryanilik, Dini-Sosyal-Kültürel Hayat, Ankarai ASAM
Yayınları, 2001, s. 84-85.
236
Kurkmo, S. 2-3, Aralık 2005, s. 44-45.
237
Koluman, a.g.e., s. 81; İris, a.g.e., s. 151-152.
280
cemaatinin ibadet etmek için kiliselerinin olmadığı haberini alınca Adıyaman’a
giderek aldığı evi Meryem Ana Kilisesi adıyla kiliseye çevirir ve 1883 yılında
ibadete açar. 1905 yılında saldırılar sonucu harabeye dönen kilise Patrik 11.
Abdülmesih döneminde ve Urfalı Rahip Efrem’in öncülüğünde yeniden tamir
ve restore edilerek Mor Petros ve Mor Pavlus adıyla takdis edilir. 1978 yılına
kadar aralıksız olarak hizmet veren kilise 1978’den sonra 25 yıl papazsız
kalmış, 2000 yılından itibaren yeniden faaliyete geçmiştir. Kilise şu anda 200300 ailenin ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır238.
5.4. Süryanilerde Ekonomik ve Toplumsal Hayat
Süryaniler kendileri için son derece önemli bir bölge olan ve
Turabdin diye adlandırılan Mardin Midyat çevresinde yaşamaktadırlar. Ayrıca
Diyarbakır, Adıyaman ve Elazığ’da da Süryani vatandaşlar bulunmaktadır.
Ancak günümüzde göçler sebebiyle İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük
şehirlerde ve yurtdışında da Süryanileri görmek mümkündür. Yurtdışında
özellikle İsveç, Almanya, Hollanda ve Amerika göç edilen ülkeler olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Turabdin bölgesinde çoğunluk Müslüman olmakla birlikte göçlerden
önce sadece Süryanilerin yaşadığı köyler de mevcut bulunmaktaydı. Bu
bölgede yalnız Süryani Ortodoks Cemaati değil, Katolik, Protestan ve
Keldaniler de yaşamaktaydı. Ancak göç dalgası onları da vurmuş sayıları
oldukça azalmıştır. Mardin Metropoliti Filuksinos Saliba Özmen’den alınan
bilgiye göre bölgede 2500-3000 Süryani yaşamaktadır239.
Süryaniler yaşadıkları yerlerde aile birliklerinden oluşur. Aile birlikleri ise
genel olarak köyün veya şehrin belli bir kesiminde toplu olarak yaşayan ve
genellikle aynı soydan gelen ailelerden oluşmaktadır. Evlilik aile birliğinin
içinden çok diğer aile birlikleriyle gerçekleştirilir. Bu durum aile birlikleri
arasındaki dostluğu pekiştirmektedir.
Şehirlerde ekonomik yönden en güçlü aile birliğinin lideri öne
çıkmaktadır. Bazen tüm iktidar onda toplanabilir ve şehrin en önemli
238
239
İris, a.g.e., s. 123-124.
17 Ağustos 2008 tarihli görüşme.
281
yöneticisi konumuna gelebilir. Bu aile birliğinin ya da liderin gücü sadece
ekonomik durumuna bağlı olmayıp aynı zamanda diğer aile birlikleriyle
yapılan ittifaklarla da belirlenir. Bu ittifaklar bozulduğu zaman liderin durumu
da zorlaşmaktadır.
Köylerde ise iktidar köyün din görevlisi ile aile birlikleri arasında
paylaşılır. Kırsal kesimdeki iktidar mücadelesi şehirdekine göre daha
keskindir. İktidarı ele geçiren aile birliği ve onun lideri köyün yöneticisi
durumuna gelir. Köye gelen önemli konukların, din adamlarının, çevre
köylerin bey veya liderlerinin ağırlanması, köyün diğer yerleşim yerleriyle
ilişkilerinin düzenlenmesi gibi işler de liderin görevleri arasında göze
çarpmaktadır.
Süryanilerin büyük şehirlere göç etmesiyle buralardaki toplumsal yapı
da geleneksel değerler temelinde oluşmaya başlasa da zamanla şehrin
ekonomisine göre oluşan yeni bireysel ilişkiler bu birliklerin işlevlerini
bozmaya başlamıştır. Memleketinde çiftçilikle geçimini sürdüren şehirde
büyük olasılıkla işçi olarak çalışmakta ve maddi durumuna uygun olarak da
bir işçi semtinde oturmaktadır. Yine aynı şekilde ticaretle uğraşanlar da
büyük şehirde aynı mesleklerini devam ettirmeye çalışmakta ve Süryani orta
sınıfını oluşturmaktadırlar. Bu arada yeterli sermaye birikimine sahip kimi
tüccarlar da büyük şehirde daha büyük işler yapmaya çalışarak sanayi
yatırımlarına ve büyük işletmelere yönelmektedirler240. Gerçekten de
şehirlerde
ekonomik
anlamda
oldukça
zengin
olan
Süryaniler
de
bulunmaktadır.
Süryanilerin iktisadi durumunu belirleyen temel unsur ise Süryanilikleri
değil yoğun olarak yaşadıkları Mardin ve çevresinin kendisine has ekonomik
yapısıdır.
Mardin, Osmanlı topraklarına katıldığı dönemde ekonomik açıdan
oldukça önemli bir durumdaydı. Bu önem üç temel kaynağa dayanmaktadır.
İlki bölgeler arası ticaretin şehre olan katkısıdır. İkincisi bölgede zaman
zaman önemli boyutlara varan dokumacılık, boyacılık gibi küçük işletmeler
240
Bilge, Geçmişten Günümüze…, s. 107-110.
282
halinde örgütlenmiş el zanaatları, küçük çaplı imalathaneler ile bağ ve bahçe
tarımıdır.
Üçüncü
sektör
ise;
kırsal
alandaki
tarım
ve
hayvancılık
faaliyetleridir241. Şunu söylemek mümkündür ki Osmanlı toplumunda gayr-i
Müslimler askerlik yapmadıklarından ve büyük çapta toprakları olmadığından
genellikle ticaret ve zanaatla uğraşmışlardır.
Sayılan bu ekonomik faaliyetlerde Süryanilerin ne derece yer aldıklarına
dair Osmanlı belgeleri çok açıklayıcı bilgi sunmamaktadır. Osmanlı tevziat
kayıtlarına bakıldığında Mardin ve çevresinde gayr-i Müslim tüccarların
sayısının
Müslüman
tüccarlardan
daha
fazla
olduğu
izlenimi
edinilmektedir242. Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları Diyarbakır’da da
durumun pek farklı olduğu söylenemez. Süryanilerle ilgili kesin kayıtlar
olmamakla birlikte mumculuk ve kuyumculuk gibi zanaatlarda onların da söz
sahibi oldukları tahmin edilmektedir243.
19. yüzyılda Mardin ve çevresinde yaygın olan meslekler içerisinde
Süryanilerin mimarân grubu içinde önemli yer tuttukları görülmektedir.
Örneğin 1842’de Mimarbaşı Maksi Melki iken 1858 yılında muhtemelen onun
oğlu olan Sado mimarbaşıdır. 1872 tarihli Süryani Kadim Cemaati
kayıtlarında ise Melki Mimarbaşı İbn-i Maksi Melki Hıdırşah ismine
rastlanmaktadır. Bu da Maksi Melki ve oğlu Sado’nun Süryani oldukları
ihtimalini akla getirmektedir244.
Süryanilerin kendilerine has mimarileri göz önüne alınacak olursa
mimarlıkta ileri gitmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Süryani mimarisinin tipik
özelliklerinin en güzel görüldüğü yerler ibadet yerleri olmuştur. Gerek
kubbeler, pencereler ve kapılarda Süryanilere özgü mimari özellikler belirgin
olarak göze çarpmaktadır. Ayrıca yapılarda mimari bezemeler de sıkça
kullanılmaktadır. Mardin ve çevresindeki yapılar incelendiğinde taşların nakış
gibi işlendiği görülmektedir245.
241
Aydın, Emiroğlu, Vd., a.g.e., s. 138.
Özcoşar, a.g.e., s. 288-289.
243
Şimşek, a.g.e., s. 166.
244
Özcoşar, a.g.e., s. 291.
245
İris, a.g.e., s. 194-197. Süryani mimarisinin özellikleri ve örnekleri için Bkz. Keser, a.g.e.
242
283
Mimarlıkta gayr-i Müslimlerin etkin olması günümüz tabiriyle inşaat
sektöründe de gayr-i Müslimlerin etkin olmaları sonucunu doğurmaktadır.
1842 yılında Mardin’de çalışan inşaat işçilerinin isimlerinin yazıldığı bir kayıtta
Maksi Melki ile birlikte 31 kişinin ismi verilmektedir246. İçlerinden sadece
ikisinin Müslüman olduğu işçilerin içinde Süryanilerin de bulunduğu kuvvetle
muhtemeldir.
Süryanilerin ilgilendiği önemli iş kollarından biri olarak dokumacılık
karşımıza çıkmaktadır. Daha 16. yüzyıllarda Mardin’de şehirde ve Mansuriye
ile Kalatulmırra köylerinde çok gelişmiş bir dokuma sanayinin varlığına tanık
olunmaktadır247.
Süryanilerin
yoğun
olarak
yaşadıkları
bu
köylerde
dokumacılık alanında bir hayli ileri olmaları şehir merkezinde de bu mesleğin
Süryanilerin elinde olduğu izlenimini vermektedir. 19. yüzyılda Süryanilerin
dokuma sanayine yönelik ortaklık oluşturmaları bu alandaki etkinliklerini
göstermesi bakımından önemlidir248.
Bu anlamda önemli bir iş kolu da özellikle Diyarbakır ve çevresinde
Süryani ve Ermeniler tarafından yapılan puşicilik mesleğidir. Puşicilik 1960’lı
yıllara kadar büyük ölçüde Süryaniler ve kısmen de Ermeniler tarafından
yapılmaktaydı. Süryani nüfusun azalmasından sonra Müslümanlar dokumacı
ve masuracı olarak meslekte yer almaya başladılar. Fakat işverenler her
zaman Süryaniler olmuştur. Puşi dokumacılığı evlerde yapılmaktaydı.
Dokuma tezgâhlarının sahibi olan işverenler aynı zamanda dokumanın yerini
de belirlemekteydiler. Çalıştırdıkları işçilerin evlerine de nadiren tezgâh
kurmaktaydılar. Diyarbakır’ın sembolü olan puşi özellikle Süryanilerin yoğun
olarak yaşadıkları yerlerde yaygın olarak üretilmekteydi249.
Dokumacılık evlerde yapıldığı için kayıt altında tutulmuyordu. Bu
nedenle bu işle uğraşanların ve çalışanların sayısı, maaşları ve elde edilen
gelir hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır.
246
Özcoşar, a.g.e., s. 291.
Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991, s.
137.
248
Özcoşar, a.g.e., s. 292.
249
Ahmet Taşğın, “Süryani Puşiciler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp
Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 96-97.
247
284
El
sanatlarında
hünerleri
ve
ustalıkları
ile
tanınan
Süryaniler,
günümüzde yaşadıkları bölgelerde genellikle kuyumculukla uğraşmaktadırlar.
Osmanlı belgelerine
bakıldığında
bu
mesleğin
Süryanilerin
yaşadığı
bölgelerde neredeyse hiç yer almadığı görülmektedir. Süryaniler, telkari250
denilen gümüş işlemeciliği sanatını da yaşatmaktadırlar. Birçok geleneksel
sanatta olduğu gibi kullanılan her türlü malzeme de sanatkâr tarafından
yapılmaktadır. Bugün bu sanatı yaşatmaya çalışan çok az sayıda Süryani
ustası kalmıştır. Bunların yapmış oldukları eserlerin değerleri de bölgede
oldukça ünlüdür251.
Süryanilerin usta olduğu sanatlardan biri de bugün göçlerle birlikte
yavaş yavaş kaybolmaya başlayan basmacılık sanatıdır. Süryaniler eskiden
süsleme amacı ile elbiselerin yapımında, masa ve yatak kılıflarında,
duvarların ve evlerin iç süslemelerinde bu gelenek ve sanatı oldukça yaygın
bir şekilde kullanmaktaydılar. Süryanice “Heto” denilen basmacılık bir kalıp
sanatıdır. Basmacılık sanatı, daha önceden hazırlanmış kalıbın yüzünün
boyaya batırılarak, kumaş veya şekil verilecek malzeme üzerine bastırılması
ile birbirinden güzel simetrik ve tekrarlanan şekillerin elde edilmesi şeklinde
özetlenebilir. Genellikle boya olarak kök boyası kullanılır.
Basmacılık oldukça eski bir sanattır. Bu sanatı yüzyıllardır devam
ettiren Süryaniler, yaşadıkları yerlere de bu sanatla hayat vermişlerdir.
Osmanlı Devleti döneminde bu sanatı icra edenler de “basmacı” olarak
bilinirdi. Günümüzde aile isimleri olarak hâlâ basmacı ismini taşıyan birçok
Süryani aile bulunmaktadır. Modern teknolojinin ilerlemesi bütün alanlarda
olduğu gibi basmacılığı da modası geçmiş bir sanat haline getirmiştir252.
Süryaniler sanat dallarındaki başarılarının yanı sıra tarımda özellikle de
bağcılıkta başarılıdırlar. Yıllar öncesine dayanan bağcılıktan kaynaklanan bir
250
Bu sanata “çift işi” de denilmektedir. Bu isim, işin yapımı sırasında parçaların teker teker bir araya
getirilmesinde kullanılan cımbıza benzer ancak ucu daha ince olan ve “çift” denilen aletten
gelmektedir.
251
İris, a.g.e., s. 197-199.
252
İris, a.g.e., s. 200-201. Zamanımızda artık yok olma sınırına gelen bu sanatın son temsilcisi olan ve
bu sanatı babasından öğrenen Mardinli Nasra Çillidir. Nasra Çilli, yalnızca Süryanilere ait olan beze
ikon basma sanatının son temsilcisidir. Eserleri bir sanat harikası olarak değerlendirilmekte, Türkiye
ve diğer ülkelerdeki hemen hemen tüm kiliselerde onun çalışmaları bulunmaktadır. Tempo, S. 282,
17-23 Haziran 2004.
285
diğer alan da şarapçılıktır. Önceleri evlerde yapılan şarap üretimi sonraki
yıllarda profesyonelce yapılmaya başlanmıştır. Hatta 1989 yılında Ürgüp’te
düzenlenen bir yarışmada en iyi şarap dalında birincilik kazanan geleneksel
Süryani şarabı bu başarısına rağmen günümüzde bazı baskılardan dolayı
sadece misafirlere yönelik olarak yapılmaktadır. Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Bölgesi şaraplık üzümleriyle tanınan bir bölge olmakla birlikte büyük
bölümü bağcılıkla uğraşan Süryanilerin yurtdışına göç etmeleriyle birlikte
üretim sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik yapılmaya başlanmıştır.
Bugün bazı Süryani girişimciler geleneksel Süryani şarabını Türkiye ve
dünyaya tanıtmak için faaliyetlerde bulunmaktadırlar253.
Sonuç
olarak
diyebiliriz
ki
Süryaniler
özellikle
el
sanatlarında
ustalaşmışlardır ve usta çırak ilişkisi içerisinde özellikle babadan oğla intikal
eden demircilik, taş ustalığı, nalbantlık, semercilik, terzilik, kuyumculuk gibi
meslek
gruplarında
söz
sahibi
olmuşlardır.
Köyler
ve
şehirlerdeki
farklılaşmaya bağlı olarak bu faaliyet alanları daralıp genişlemektedir.
Köylerde geçerli olan küçükbaş hayvancılık ve pazara dayalı olmayan
tarımsal faaliyetler, şehir yaşamında ise küçük işletmelere dönüşmektedir.
Süryaniler
bulundukları
şehirlerde
ticaretin
tüm
alanlarında
faaliyet
gösterdikleri gibi kuyumculuk, dokumacılık gibi bazı kollarda ise tek söz
sahibi olma özelliğini yakalamışlardır. Terzilik ve ayakkabıcılık gibi faaliyet
kollarında da piyasaya yönelik bir üretimden ziyade siparişe göre üretim
gerçekleştirilmektedir254.
253
İris, a.g.e., s. 202; (Erişim) http//: www.e-mardin.com/tanitim-haberleri/organik-suryani-sarabishiluh.html, 3 Ağustos 2008,17.03.
254
Şimşek, a.g.e., s. 166; Bilge, Geçmişten Günümüze…, s. 111-117.
SONUÇ
Tarih, medeniyet, din ve kültürün en önemli coğrafyalarından olan
Mezopotamya
birçok
kavime
ev
sahipliği
yapmıştır.
Süryaniler
de
Mezopotamya coğrafyasının eski sakinlerinden biri olup Hıristiyanlığı ilk kabul
eden ve Hz İsa’nın konuştuğu dili konuşan topluluk olma özelliğini
taşımaktadırlar. Menşe olarak ister Asurlara isterse Aramilere dayandırılsın
kesin olan bir nokta vardır ki o da Süryaniler, Mezopotamya’da birbirine
komşu coğrafyalarda ve birbirleriyle kültürel ilişkiler içinde olan akraba
halklara dayanmaktadırlar. Hıristiyanlığın kabulünden sonra Süryaniler,
Antakya Kilisesi etrafında toplanarak dini bir cemaat olarak örgütlenmişlerdir.
Hz İsa’nın tabiatı ile ilgili olarak 3. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan farklı
görüşler neticesinde 4. yüzyıldan itibaren çok ciddi kristolojik tartışmalar
çıkmış, bu tartışmalar da konsillerin toplanmasına ve neticede kilisede
ayrılıkların baş göstermesine neden olmuştur. 451 yılında toplanan Kadıköy
Konsili ile birlikte Antakya Süryani Kilisesi’nde tam bir parçalanma meydana
gelmiştir. Bazı gruplar bu konsilin aldığı kararları tanırken bir kısmı
tanımamıştır. Esasen Süryani geleneğine bağlı bütün topluluklar aynı ırk ve
aynı
dinden
gelmekte
sadece
mezhep
anlamında
farklılıklar
göstermektedirler. Yani bu gruplar arasındaki tek fark Hz İsa ve Hz Meryem’e
bakış açıları noktasında şekillenmektedir.
Yine literatürde Süryaniler yerine sıkça kullanılan Asur tabiri ise 19.
yüzyıldan itibaren Batılı devletlerin yürüttükleri politika sonucunda Süryanileri
mezhepsel farklılıkları ne olursa olsun tek bir ırka dayandırarak onlara millet
şuuru kazandırma faaliyetinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti topraklarında sömürgecilik
faaliyetlerine başlayan ve özellikle ülkenin doğu kesiminde yaşayan
Hıristiyanları keşfederek gönderdikleri misyonerler vasıtasıyla bu halkları
devlet aleyhine kışkırtma siyaseti güden Avrupalı büyük güçler, özellikle
Hıristiyanlık kavramını kullanmak suretiyle Süryanilere yaklaşmış, daha sonra
da yeni bir etnik kimlik fikri oluşturma faaliyetine girişmişlerdir. Misyonerlik
faaliyetleri kısa sürede etkisini göstermiş, Süryaniler arasında bir bölünmeye
287
daha sebep olmuş Süryani Katolik ve Süryani Protestan Cemaatleri ortaya
çıkmıştır.
19. yüzyılın başlarından itibaren yaşadıkları bölgelerde Kürtlerle sürekli
çatışma halinde bulunan Nasturi Süryaniler, bu çatışmalar neticesinde çok
sayıda kayıp vermişlerdir. Bu durumu tetikleyen en önemli sebeplerden
birinin Batılı devletlerin Osmanlı Devleti toprakları üzerinde yürüttüğü
misyonerlik faaliyetleri olduğu da aşikârdır. Gerek Amerikan, gerekse İngiliz
misyonerlerinin Nasturilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere gelerek din
kisvesi altında yaptıkları propagandanın neticesi olarak Nasturiler ve Kürtler
karşı karşıya gelmişlerdir.
Yakubiler olarak da adlandırılan Süryani Kadimlere gelince onların da
misyonerlik faaliyetlerinden etkilendikleri söylenebilir. Ancak mezhepsel
etkilenmenin yanında Süryani Kadimler hiçbir zaman Batılı devletlerin
Osmanlı
aleyhine
yapmış
oldukları
kışkırtmalara
itibar
etmemişler,
egemenlikleri altında yaşadıkları devletin yasa ve yükümlülüklerine sadakat
içerisinde yaşamlarını sürdürmüşler, Hıristiyan olmalarına rağmen Ermeniler
ve Nasturilerden farklı olarak hiçbir zaman olaylara karışmamışlar ve
Osmanlı Devleti’ne bağlı kalarak isyan etmemişlerdir. Olan birkaç hadise de
toplu bir isyan boyutunda olmamış münferit hareketlerden öteye gitmemiştir.
Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde genellikle esnaflık ve zanaatla
uğraşan Süryani Kadimler toplumsal hayata adapte olarak devlete bağlı
yaşamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra da aynı bağlılığı
gösteren
Süryani
Kadimler,
Türkiye
Cumhuriyeti
vatandaşı
olarak
yaşamlarını devam ettirmektedirler. Lozan’da azınlık statüsü verilmeme
konusu bugün Süryani toplumunun en çok şikâyet ettiği konulardan birisidir.
Hıristiyan bir toplum olarak kendi dini ritüelleri ile gelenek ve göreneklerini
serbestçe uygulayabilen Süryani Kadimler resmen azınlık statüsüne sahip
olmadıkları için Türkiye’de yaşayan diğer azınlıkların yararlandıkları bazı
haklardan yararlanamamaktadırlar. Her Türk vatandaşı gibi, vergi verme,
askere gitme gibi temel vatandaşlık görevlerini yerine getiren Süryani
vatandaşlar, kendi okullarını kurup işletmek, kendi dillerinde eğitim yapmak,
kendi din adamlarını yetiştirmek gibi konularda taleplerde bulunmaktadırlar.
288
Süryani Kadimler okul açma talepleri yanı sıra göçler sonucunda boşalan
Süryani köylerindeki tarihi kilise ve manastırlarla ev, bağ, bahçe ve
toprakların korunması, tahrip ve işgalinin engellenmesi ve restorasyona
ihtiyacı olan kilise ve manastırların yenilenmesine izin verilmesi gibi
isteklerde bulunmaktadırlar. Göç nedeniyle İstanbul’da artan nüfusun
ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla yeni bir kilise inşasına izin verilmesi, din
adamlarının yetiştirilmesi için din eğitimi kursları açılması, yurt dışından
ibadet ve eğitim yaptırabilecek din adamlarının getirtilmesi de diğer talepler
arasındadır. Ayrıca yurt dışından getirilen dinsel ve kutsal kitapların gümrükte
alıkonulmaması ve mevcut vakıfların gelişmesi için bürokratik engellerin
kaldırılması da istenmektedir. Timotheos Samuel Aktaş bu konularla ilgili
olarak zaman zaman yaptıkları başvurulara rağmen önlerine bürokratik
engeller çıkartıldığını belirtmekte ve bu durumun ellerini bağladığını
söylemektedir1.
Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde de bu konular gündeme getirilmektedir.
İlerleme Raporları’nda mevcut din adamlarının yaşlanması ve Türk
makamlarının ölen din adamlarının yerine yurtdışından gelecek bir yenisinin
geçirilmesini yasaklaması nedeniyle cemaatin din eğitimi verememesi ciddi
bir sorun olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca mülkiyet hakkı ve eğitim gibi
konulara da İlerleme Raporları’nda yer verilmiş ve bu konulardaki şikâyetlerin
devam ettiği belirtilmiştir.
Süryani vatandaşlar her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti yasaları
çerçevesinde bir kısıtlamaya tabi tutulmadan hayatlarını devam ettiriyor
olsalar da yaşadıkları sıkıntılardan bir tanesi de kamu hizmetleri görevleri ile
ilgilidir.
Günümüzde
Süryaniler
kamu
kurum
ve
kuruluşlarında
çalışabilmektedirler. Ancak çalıştıkları kurumlarda yükselme konusunda
güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. Askerlik hizmeti esnasında da bir takım
sıkıntılar yaşayanlar olmaktadır.
Tüm bu sayılanların yanı sıra şüphesiz Süryanilerin son yirmi yılda
yaşadıkları en önemli hadise göç sorunudur. Süryanilerin hem iç hem dış göç
1
18 Ağustos 2008 tarihli görüşme.
289
yaşadıkları görülmektedir. Göçlerde özellikle kentlerin tercih edilmesinin
sebebi iş ve ekonomik imkânların yanı sıra eğitim, sağlık ve sosyal
olanakların da daha fazla olması olabilir. Ayrıca güvenlik sorunu nedeniyle
gerçekleşen zorunlu göçler de Süryaniler için söz konusu olmaktadır. Göçün
en önemli sebeplerinden birinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da meydana
gelen terör olayları olduğu da yadsınmayacak bir gerçektir. Süryanilerin
yaşadıkları bölgelerden özellikle yurtdışına yaptıkları göçler 1960’larda
başlayıp, 1970 ve 1980’lerde en üst seviyeye ulaşmıştır. Günümüzde ise göç
hareketi aynı hızda olmamakla birlikte devam etmektedir. Özellikle ABD,
İsveç, Hollanda, İsviçre, Almanya ve Fransa Süryanilerin en çok göç ettiği
ülkeler arasında yer almaktadır2.
Gittikleri ülkelerde genellikle bir arada yaşamayı tercih eden Süryaniler,
kısa zamanda her alanda örgütlenmişlerdir. Süryanilerin geleneksel açıdan
kimliklerini belirleyen en önemli unsur kilise olmakla birlikte Süryanilerin
yaşadıkları ülkelerin şartlarına ayak uydurmaları dini kimliğin yanında bir de
etnik kimliğin gündeme getirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu durum da etnik
kimliği vurgulayan pek çok örgütün kurulması ile sonuçlanmıştır. Bu örgütlerin
faaliyetleri neticesinde de Hıristiyanlık kimliği yeterli görülmeyerek Asurlu
kimliği ön plana çıkartılmıştır. Süryanilerin tarihi süreç içerisinde yaşadıkları
Mezopotamya bölgesinde kurulmuş önemli devletlerden biri olan Asurlara
dayandıkları iddiasının temelinde politik sebepler yatmaktadır denilebilir. Bu
güne kadar hiç devlet kurmamış, yaşadıkları topraklara hâkim olmuş
devletlerin egemenliğinde yaşamış olan Süryaniler için Asurlu kimliği millet
olma fikrini de beraberinde getirmiştir. Özellikle diaspora Süryanileri
tarafından dile getirilen Asur Milleti fikri baskı gördükleri iddialarına dayanak
oluşturmuş ve “Asurluların” sanki kendi topraklarında soykırıma tabi
tutulmuşlar gibi bir kamuoyu oluşturarak Süryaniler arasında ulus olma bilinci
yaratılmaya çalışılmıştır. Kendilerini Asurlar olarak isimlendiren ve kiliseden
bağımsız bir etnik köken arayışı içinde olan gruba verilen ilk tepki kiliseden
uzaklaştırma olmuştur. Patrik 3. Yakup, 1977 yılında Asur ulusalcılığı ile ilgili
2
Süryanilerin yaşadıkları ülkelere göre nüfusları için Bkz. Ekler Bölümü Ek. VII.
290
olarak şunları söylemiştir: “…bazıları Kiliseyi Süryani-Ortodoks olarak
adlandırıyor ve öbürleri Asur-Ortodoks diyorlar. Kilise’nin gerçek adı SüryaniOrtodoks’tur. Bu isim hem kilise hem de cemaat içindir. Kilisemiz herhangi bir
ulusa ait değildir; tersine Aramiler ve Asuriler dışında Yahudi halka, Araplar,
Hintliler, Farslılar ve başka birçok halka aittir.”3 Doruğa çıkan ad çatışması
nedeniyle Kasım 1981 yılında toplanan kutsal sinod, bir yönerge hazırlayarak
kilisenin onayladığı adları belirlemiştir. Bu adlandırmalar da İngilizce’den
çeviriye göre; kilise için “Syrian”, dil için “Syriac”, halk için de “Syrian” olarak
belirlenmiştir4. Bu karar da açıkça Asur adlandırmasına bir karşı çıkıştır.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki 2002 yılında Başbakan Bülent
Ecevit’in “Süryaniler artık topraklarına geri dönebilirler. Onlar artık güvence
altındadırlar” çağrısı ile Süryaniler eski yerleşim yerlerine dönmeye
başlamışlardır. 2005 yılı itibariyle “Köye Geri Dönüş ve Rehabilitasyon
Projesi” ile büyük şehirlere veya yurtdışına göç eden pek çok kişi eski
köylerine geri dönmüştür.
Yüzlerce yıldır Müslümanlarla bir arada barış içinde yaşayan Süryaniler
ülkelerine geri döndükten sonra da aynı ortamın yeniden oluşturulmasını
istemektedirler. Süryaniler son dönemlerde sıkça gündeme gelen dinler arası
diyalog fikrinin en önemli temsilcileri olmuşlardır.
Türkiye’ye geri dönüşle birlikte yıllardır başkaları tarafından kullanılan
tarla ve evlerin geri alınması sorunu doğmuştur. Yıllardır buralarda yaşayan
ve tarlaları işleten köylüler geri dönen ev sahiplerine karşı direnç
göstermektedir. Tapusu olanların eski yerlerine yerleşmesi daha kolay
olmakla birlikte, karışan tapular ve sınır çizgilerinin yeniden keşiflerle
belirlenmesi zaman almakta ve sıkıntı yaratmaktadır. Tüm bunlara rağmen
eski köylerine dönen Süryanilerin bölgenin kültürel dokusuna uygun son
derece lüks evler yaptırdıkları da gözden kaçmamaktadır. Ancak dönüşlerle
birlikte endişe de devam etmektedir. Özellikle korucuların ve köy ağalarının
baskı ve haraç isteme gibi faaliyetlerinden endişe eden Süryanilerin tek
istediği huzur ortamının yaratılmasıdır.
3
4
Stefan Andersson, Asurlar, Çev. Erol Sever, 2. Baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1996, s. 102.
Andersson, a.g.e., s. 96.
291
Bu sorunların dışında bugün Süryanilerle ilgili olarak, 1915 yılında
yaşanan Ermeni tehciri esnasında Süryanilerin de öldürüldüğü yolunda
iddialar yapılmaktadır. Bu iddialar Türkiye’de yaşayan Süryanilerden çok
diaspora Süryanileri tarafından gündemde tutulmaya çalışılmaktadır. O
dönemde yaşandığı öne sürülen hadiseler hakkında arşiv belgelerinden
ziyade görgü tanıkları ve misyoner raporları kullanılmaktadır. Şüphesiz savaş
esnasında birçok masum insan ölmüştür. Ancak bu ölüm olaylarını bir
katliammış gibi göstermek yanlıştır ve bilimsel hiçbir kanıta dayandırılamadan
yapılmaktadır.
1915 yılında yapıldığı iddia edilen Süryani soykırımı ile ilgili olarak
Süryanice “kılıç” anlamına gelen “Seyfo” tabiri son yıllarda diaspora
Süryanileri arasında yaygın bir şekilde kullanılan bir propagandaya
dönüştürülmüştür.
Propaganda
faaliyetlerinin
kaynakları
hiçbir
arşiv
belgesine dayandırılmadan sadece görgü tanıklarının anlatımlarına ve
bunların nesilden nesile aktarılmasına dayanmaktadır. Bu propaganda
faaliyetleri Batılı devletlerin de desteğini kazanınca Türkiye aleyhine bir
kampanyaya dönüştürülmüştür.
Ermenilerin
kendi
iddialarını
güçlendirmek
maksadıyla
Süryani
soykırımı iddialarını desteklediği de görülmektedir. Sırf Hıristiyan oldukları
için Türkler tarafından katledildiklerini söyleyen Ermenilerin bu tezi bölgede
bulunan diğer Hıristiyanların mesela Süryanilerin de katledilmiş olmaları
gerektiği yolunda karşı tezle çürütülebilirdi. Bu nedenle Ermeniler, özellikle
diasporadaki Süryanileri desteklemektedirler5.
Ermenilerde olduğu gibi Süryanilerin de iddiaları sonucunda almayı
umdukları netice önce Türkiye’nin soykırımı kabul etmesidir. Daha sonraki
aşamalarda kayıplar için tazminat talebi ve en son olarak da toprak talebinin
gündeme getirileceğinden kuşku yoktur.
Ciddi hiçbir belgeye dayanmayan ve tarihi hiçbir dayanağı da
bulunmayan bu iddialar sadece Süryanilerce değil bazı Batılı devletlerce de
gündemde tutulmaktadır. Osmanlı döneminde tüm Süryaniler için mezhep
5
Aksiyon, 2-8 Mart 2002, s. 23.
292
farkı gözetmeksizin Asurlu tanımlamasını yapan Batılı devletler günümüzde
de aynı oyunu devam ettirmektedirler. Batılı devletler Türkiye’den göç etmiş
Süryanileri adeta yeni bir müttefik gibi sahiplenmekte ve dünya kamuoyuna
Türkleri, Hıristiyan halkları acımasızca katleden insanlar olarak yansıtmaya
çalışmaktadır. Birçok devlette düzenlenmesine izin verilen Ermeni ve Süryani
toplantıları, yürüyüşleri ve parlamentolarda yapılan konuşmalar bu devletlerin
Süryani iddialarına bakış açılarını açık bir şekilde göstermektedir.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında önce Rusya’nın daha sonra da
İngiltere’nin çıkarlarına alet olan Süryaniler ise, savaş esnasında yaşadıkları
acıların sorumlusu olarak Osmanlı Devleti’ni ve dolayısıyla onun mirasçısı
olan Türkiye’yi görürken, güvendikleri Batılı devletlerin onları kendi kaderleri
ile baş başa bıraktıklarını ve vermiş oldukları vaatleri yerine getirmediklerini
göz ardı etmektedirler.
Bu noktada tarihçilere görevler düşmektedir. Çünkü tarihçi için önemli
olan nesnel gerçeğe ulaşmaktır. Önce kanıtlar aranmalı bu kanıtlar
neticesinde doğru karar verilmelidir. Tarihçilerin yapması gereken kararı
verirken bulduğu her kanıta şüphe ile yaklaşmak tam doğruluğuna emin
olmadan kullanmamaktır. Oysa olayı propaganda vasıtası haline getirenler
tarihçilerden farklı olarak savundukları fikri destekleyecek kanıtlar arar, kendi
fikrine karşı bir kanıt bulduğunda bunu görmezden gelir ve yapılan bütün
çalışmaları kendisine verilen bütün cevapları ön yargılı bir şekilde reddeder.
Yani Justin McCarthy’nin deyimiyle; “Tarihçi araştırır, ideolog ise siyasi bir
mücadele verir.”6
Tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi Süryani iddialarında da dünya
kamuoyunu inandırmaya yönelik yeni bir tarih kurulmaya ve pek çok
propaganda yapılarak gerçekler saptırılmaya çalışılmaktadır. Tarihçilere
düşen görev gerçek verileri ortaya koyarak yazılmaya çalışılan tarihi
düzeltmek olacaktır.
Şunu da belirtmek gerekir ki Birinci Dünya Savaşı esnasında pek çok
Süryani hayatını kaybetmiştir. Bu bir gerçektir. Ama bu savaşta pek çok Türk,
6
Justin McCarthy, “Ermeni Sorunu Gerçeği” Konulu Konferans, 24 Mart 2005, Ankara, TBMM
Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı Yayınları, 2005, s. 22-23.
293
de hayatını kaybetmiştir. Savaş şartlarını soykırım olarak nitelendirmek yanlış
bir değerlendirme olacaktır.
Bugün Türkiye’de yaşayan Süryani vatandaşlarımız da soykırım
iddialarından olumsuz etkilenmektedirler. Amerika ya da Avrupa’da meydana
gelen propaganda faaliyetleri sonucunda yaşadıkları bölgelerde bağımsız
Süryani devletinin öncüleri7 olarak nitelendirilen Süryani vatandaşlarımız
zaman zaman yıllardır bir arada yaşadıkları Müslümanlarla çeşitli sorunlar
yaşamaktadırlar. Bu anlamda Türkiye’nin kültürel zenginliklerinden olan
Süryani
vatandaşlarımızın
dışlanmaması
ve
onlara
sahip
çıkılması
gerekmektedir. Ayrıca Süryanilerin daha yakından tanınması için akademik
çalışmalara ağırlık verilmeli ve bu çalışmalar desteklenmelidir. Hatta
üniversitelerde Süryani dili ve edebiyatı üzerine kürsüler kurulmalı en eski
dillerden biri olan Süryanicenin yaşatılmasına olanak sağlanmalıdır.
Süryani soykırım iddiaları ile ilgili olarak da Osmanlı Arşivi ve yurtdışı
arşivlere dayalı olarak objektif çalışmalar yapılmalı ancak bu çalışmalar
sadece Türkiye ile sınırlı kalmayıp tüm dünya kamuoyuna ulaştırılmalıdır.
Yapılan bütün yayınlar ve çalışmalar mutlaka Avrupa dillerine çevrilmeli ve bu
ülkelere
gönderilmelidir.
En
önemlisi
dünya
kamuoyunun
yaratılmak istenen Türkiye imajının değiştirilmesine çalışılmalıdır.
7
Dinç, a.g.m., s. 192.
zihinlerde
294
KAYNAKLAR
Arşiv Belgeleri:
Başbakanlık Osmanlı Arşivi:
A.DVN., Dosya No. 135, Gömlek No. 65.
A.MKT.MHM., 489/ 25, 544/3, 653/23, 669/1, 670/13, 642/2, 698/16.
A.MKT.UM., 144/ 89.
DH.EUM., 23/113.
DH.EUM.MTK., 74/ 51.
DH.İD., 123/ 4, 116/ 57, 154/ 16.
DH.KMS., 23/ 43, 52-1/58, 50-2/ 25.
DH.MKT., 1575/ 59, 1572/ 74, 1552/ 59.
Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait 15 Numaralı Defter 1251-1329.
HR.MKT, 7/ 45, 46/ 14, 7/ 32, 73/ 18, 17 / 68.
İ.DH., 1274/ 100258, 599/ 41779, 481/ 32405.
İ.HR., 210/ 12274, 230/ 13528.
İ.HUS., 46/ 1310/Ra016.
MV., 123/ 26, 201/ 7, 246/ 98, 257/ 23.
Y.EE., 132/ 26, 133/ 110, 131/ 32, 33/ 112,
Y.MTV.,73/ 135, 92/ 30.
Y.PRK.BŞK., 11/ 29.
Y.PRK.DH, 9/ 26, 8/ 25.
Y.PRK.KOM, 10/ 73.
Y.PRK.MF., 2/ 27.
Y.PRK.UM, 27/ 64, 30/ 10, 48/ 69.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi:
Dosya No. 436106, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.54.
Dosya No. 436112, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.741.39.
Dosya No. 436128, Fon Kodu: 30/10, Yer No. 259.742.3.
Fon Kodu: 30/10, Yer No. 112.756.15.
Fon Kodu: 30/18.01.01, Yer No. 10.32.1.
ATASE Arşivi:
İstiklal Harbi Kataloğu:
Kutu No:
Gömlek No:
Belge No:
103
80
80-2
109
96
96-1
114
3
3-1
347
119
119-1
203
6
6-1
295
Kutu No:
Gömlek No:
Belge No:
347
121
121-1,2,3
449
65
65-1
1169
5
5-1
348
78
78-1
401
3
3-1
449
63
63-1
30
33
33-1,2
205
248
248-4
1154
13
13-1,2,4,5,7
Külliyât-ı Kavânîn:
C. I, No. 2600, 1521 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 927).
C. II, No. 2606, 1758 (H. 22 Cemaziyelahir 1171).
C. I, No. 2601, 1556/57 (H. Evail-i Muharrem 964)
C. I, No. 2792, Aralık/Ocak 1663/64 (H. 28 Cemaziyelahir 1074).
C. I, No. 3995, 1517 (H. 923).
C. I, No. 3996, Aralık/Ocak 1526/27 (H. Evasıt-ı Rebiülevvel 933).
C. I, No. 3997, 1639 (H. Evasıt-ı Şevval 1048).
C. I, No. 3998, 1657 (H. Evahir-i Rebiülahir 1067).
C. I, No. Yok, 1697 (H. Evasıt-ı Recep 1108).
C. II, No. 2955, 1782 (H. 8 Ramazan 1196).
C. I, No. 2599, (H. 923).
C. II, No. 2796, 1729 (H. 24 Şevval 1141).
C. II, No. 2910, 1734 (H. 20 Şaban 1146).
Resmi Yayınlar:
Ayın Tarihi, C. IV, S. 11-13, C. V, S. 17.
Diyarbakır Vilayet Salnamesi, Defa: 18, 1901.
Diyarbakır Vilayet Salnamesi, Defa:14, 1894.
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1264
İstanbul, y.y., 1264.
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1275
İstanbul, Takvimhane-i Âmire, 1275.
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1286
İstanbul, Dar üt’tıbaat ül Âmire, 1286,
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1294
İstanbul, Halil Efendi Matbaası, 1294.
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1299
İstanbul, Mahmut Bey Matbaası, 1299.
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1302
İstanbul, Matbaa-i Osmaniye, 1302.
(1848), Def’a: 2,
(1859), Def’a: 13,
(1869), Def’a: 24,
(1877), Def’a: 32,
(1882), Def’a: 37,
(1885), Def’a: 40,
296
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1305 (1888), Def’a. 43,
İstanbul, Mahmud Bey Matbaası, 1305.
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, 1313 (1895), Def’a: 51,
İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1313.
TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 23. İçtima, 1. Celse, 12. 12. 1341, C.
XX.
TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, 1. İçtima, 1. Celse, 18.10.1340, C.
IX.
Süreli Yayınlar:
Cumhuriyet: Haziran 1924-Ekim 1924.
Hakimiyet-i Milliye: Ağustos 1924-Ekim 1925.
Hürriyet: 24 Eylül 2006.
İleri: 9 Şubat 1923.
İkdam: Mayıs-Kasım 1915; 21 Eylül 1924.
Milliyet: 19 Kasım 1977;1 Mart 2005.
Radikal: 23 Haziran 2005.
Yenigün: 5 Şubat 1923.
Zaman: 1 Ağustos 2005.
Akademik Araştırmalar Dergisi: S. 4-5, Şubat-Temmuz 2000; S. 9-10,
Mayıs-Ekim 2001.
Aksiyon: S. 378, 2-8 Mart 2002; S. 490, 26 Nisan 2004.
Aktüel: 11-17 Mayıs 2001.
Askeri Tarih Belgeleri Tarih Dergisi: S. 81, Aralık 1982; S. 36, Nisan
1987.
Askeri Tarih Bülteni: S. 7, 1978; S. 36, Şubat 1994; S. 37, Ağustos
1994; S. 47, Ağustos 1999.
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi: C. XV, S. 44, Temmuz 1989; C.
IX, S. 27, Ocak 1994.
Atatürk Kültür Merkezi Dergisi: C. VIII, S. 22, 1996.
Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi: S.
11, 1999.
A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi: C. XVII, 1969; C. XXV, 1981; C. XXVII,
1985; C. XXXIV, 1993; C. XXXVI, 1997; C. XLI, 2000, C. XLIV, S. 2, 2003.
A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi: C. V, 1982.
297
A.Ü.S.B.F. Dergisi: C. XLIX, No. 3-4, Haziran-Aralık 1994.
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi: S. 12, 1968, S. 13, 1968, S. 14, 1968;
S. 25, 1969; S. 23, 1987.
Belleten: C. VIII, S. 32, 1944; C. XV, S.60, 1951; C. XLI, S. 161, 1977;
C. XLVII, S. 188, 1983; C. XLIX, S. 193, 1985; C. XLIX, S. 195, 1986; C. LII,
S. 203, 1988; C. LIV, S. 209, 1990; C. LV, S. 213, 1991; C. LVIII, S. 221,
1994; C. LXI, S. 231, 1997; C. LXIII, S. 236, 2000; C. LXXI, S. 261, 2007.
Birikim: S. 71-72, Mart-Nisan 1995; S. 118, Kasım 1998.
Cuma: S. 516, 15-21 Eylül 2000.
Dini Araştırmalar Dergisi: C. VIII, S. 23, Eylül-Aralık 2005.
Eflatun: S. 227, Kasım 1987.
Eşitlik ve Özgürlük Gelecek: S. 14, Kasım 2003.
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi: S. 3, 1989.
Evrensel: 9 Haziran 2005.
İkibin’e Doğru: S. 38, Kasım 1991.
İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi: 1979.
Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi: S. 19,
2005.
Kurkmo: S. 1, Mayıs 2005; S. 2-3, Aralık 2005; S. 4-5, Eylül 2006, S. 6,
Şubat 2007; S. 7-8, Aralık 2007; S. 9, Nisan 2008.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi: S. 6, 1991.
Osmanlı Araştırmaları Dergisi: 1990.
OTAM: S. 1, 1990; S. 3 1992; S. 4, 1993.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi: S. 6, 1996.
Tarih ve Toplum: C. VIII, S. 46, Ekim 1987; C. XL, S. 235, Temmuz
2003; C. XL, S. 240, Ağustos 3003.
Toplumsal Tarih: S. 4, Nisan 1994; C. V, S. 25, Ocak 1996; S.117,
Eylül 2003; S. 119, Kasım 2003; S. 120, Aralık 2003.
Türk Dünyası Araştırmaları: S. 117, Aralık 1998.
Türk Dünyası Tarih Dergisi: S. 6, Haziran 1987.
Türk Kültürü: C. XXXVII, S. 431, 1999.
Türk Yurdu: Kasım 1987; C. XVIII, S. 134, Ekim 1998.
298
Tempo: S. 282, 17-23 Haziran 2004.
Vakıflar Dergisi: S. 10, 1973.
Varlık: S. 1075, Nisan 1997.
Yeni Türkiye: C.XXXI, 2000; C. XXXII, 2000; S. 38, Mart-Nisan 2001.
21. Yüzyıl: S. 4, Ocak-Mart 2008.
Araştırma Eserleri:
5500 Yılın Tanıkları Süryaniler, Haz. Kenan ALTINIŞIK, İstanbul,
2004.
105 Soruda Dinler Tarihi, Haz. Emin ŞAHİN, y.y., Sabah Yayınları,
1990.
75 Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru, Ed. Artun ÜNSAL, İstanbul, 1998.
150. Yılında Tanzimat, Yay. Haz. Hakkı Dursun YILDIZ, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1992.
A Companion to Second-Century Christian “Heretics”, Ed. Antti
MARJANEN, Petri, LOUMANEN, Boston, Brill Leiden, 2005.
AÇIKSES, Erdal; “Van ve Çevresinde Yabancı Devletlerin Faaliyetleri
ve Beklentileri”, Yakın Tarihimizde Van Uluslararası Sempozyumu, 2-5
Nisan 1990, Van, 100. Yıl Üniversitesi Yayınları, 1990, s. 179-188.
----------; Amerikalıların Harput’taki Misyonerlik Faaliyetleri, Ankara,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2003.
ADAMOF, E.E.; Çarlık Belgelerinde Anadolu’nun Paylaşılması, 4.
Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2001.
ADIYEKE,
Nuri;
“Islahat
Fermanı
Öncesinde
Osmanlı
İmparatorluğu’nda Millet Sistemi ve Gayrimüslimlerin Yaşantılarına Dair”,
Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 255-261.
AİNSHWORTH, William Francis; Travels and Researches ın Asia
Minor, Mesopotamia, Chaldea and Armenia, Vol. II, London, John W
Parker West Strand, 1842.
AKBAL, Fazıla; “1831 Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nda İdari
Taksimat ve Nüfus”, Belleten, C. XV, S. 60, Ekim 1951, s. 617-628.
AKBAYAR, Nuri; Osmanlıca Yer İsimleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
AKBIYIK, Yaşar; “Kurtuluş Savaşı’nda Güneydoğu Anadolu’da
Bölücülük Faaliyetlerine Karşı Tepkiler”, XII. Türk Tarih Kongresi, C. IV,
1994, s.1309-1322.
AKGÜÇ, David, Koç, Ümit; “Kilisede Bulunan Sembolik Eşya ve
İşaretler”,
İdem,
S.
11,
Nisan
2006,
www.reyono.net
/default.aspx?s=11&b=11, 10 Kasım 2009, 12.17.
AKGÜL, Suat; “Nutuk’a Göre Azınlıklar Meselesi ve Atatürk’ün
Azınlıklar Hakkındaki Görüşleri”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl: 19, S. 36, Şubat
1994, s. 107-123.
299
AKGÜN, Seçil; “Amerikalı Misyonerlerin Anadolu’ya Bakışları”, OTAM,
S. 3, 1992, s. 1-16.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, CİN, Halil; Türk İslam Hukuku Tarihi, C. I-II,
İstanbul, Timaş Yayınları, 1990.
AKIN, Veysi; “Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)”, Türkler, C.
XVI, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 306-318.
AKŞİN, Sina; İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, Cem
Yayınevi, 1992.
AKTAN, Ali; “Osmanlı Belgelerine Göre Kayseri’deki Gayrimüslim
Tebaanın Durumu”, III. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri, 67 Nisan 2000, Yay. Haz. Ali AKTAN, Ramazan TOSUN, Ayhan ÖZTÜRK,
Kayseri, Kayseri ve Yöresi Tarih Araştırmaları Merkezi Yayınları, 2000, s. 731.
AKYILMAZ, Gül; “Tanzimat’tan Önce ve Sonra Osmanlı Devleti’nde
Gayrimüslimlerim Hukuki Statüsü”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı
II, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 671-686.
AKYÜZ, Gabriyel; Tüm Yönleriyle Süryaniler, Mardin, Kırklar Kilisesi
Yayınları, 2005.
----------; Mardin İli’nin Merkezinde Civar Köylerinde ve İlçelerinde
Bulunan Kiliselerin ve Manastırların Tarihi, Resim Matbaacılık, İstanbul,
1998.
----------; Osmanlı Devleti’nde Süryani Kilisesi, Osmanlı Padişahları
Tarafından Süryani Kilisesi’nin Ruhani Liderlerine Gönderilen
Fermanlar, Mardin, y.y., 2001.
----------; “Mardin Cemaatinin Kalbi Kırklar Kilisesi”, Kurkmo, S. 2-3,
Aralık 2005, s. 18-22.
----------; “Mor Mihayel Kilisesi veya Burç Manastırı”, Kurkmo, S. 4-5,
Eylül 2006, s. 23-28.
AKYÜZ, Yahya; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, (19191922), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1975.
ALAN, Gülbadi; “Amerikan Board’ın Mardin’de Yürüttüğü Eğitim
Çalışmaları Çerçevesinde Mardin Kız Okulu”, I. Uluslararası Mardin Tarihi
Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28
Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul,
2006, s. 505-515.
ALBAYRAK, Kadir; “Günümüzde Türkiye’deki Keldani Kilisesi”, Dinler
Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği,
Sempozyum, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları,
2002, s. 27-32.
----------; Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, Vadi Yayınları, 1997.
----------; “Keldaniler”, İslam Ansiklopedisi, C. XXV, Ankara, Diyanet
Vakfı Yayınları, 2002, s. 207-210.
Ali Emiri, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi, İstanbul Yeni Osmanlı
Matbaası ve Kütüphanesi 1918.
ALTINIŞIK, Kenan; “Tarih ve Toplum Dergisi’nde Yayınlanan
“Süryaniler” Yazısına Cevap”, Tarih ve Toplum, C. XL, S. 240, Aralık 2003,
s. 51-55.
300
ALTUNPOLAT, Remzi; Uluslararası Hukuk Açısından Lozan Barış
Antlaşması’nın Siyasal Hükümleri Işığında Türkiye’de Azınlıklar Sorunu:
Tarihten Güncelliğe, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2005.
AMİCİS, Edmondo De; İstanbul, Çev. Beynun AKYAVAŞ, Ankara,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986.
ANAR, Erol; Öteki Kıyıda Yaşayanlar, İstanbul, Belge Yayınları, 1997.
ANDERSON, Matthew Smith; Doğu Sorunu, 1774-1973, Uluslararası
İlişkiler Üzerine Bir İnceleme, Çev, İdil ESER, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2001.
ANDERSSON, Stefan; Asurlar, Çev. Erol SEVER, 2. Baskı, İstanbul,
Kaynak Yayınları, 1996.
ANDREWS, P. Alford; Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev. Mustafa
KÜPÜŞOĞLU, İstanbul, Ant Yayınları, 1992.
ANHEGGER, Robert; “Osmanlı Devleti’nde Hıristiyanlar ve İç
Tartışmalar 1”, Tarih ve Toplum, C. VIII, S. 46, Ekim 1987, s. 54-56.
ANZERLİOĞLU, Yonca; “XIX. YY. ve Sonrasında Nasturi
Hıristiyanlarının Faaliyetleri”, Türk Yurdu, C. XVIII, S. 134, Ekim 1998, s.
178-187.
----------; Nasturîler, Ankara, Tamga Yayıncılık, 2000.
ARAZ, Özgür; Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Azınlıklar Konusu,
Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi, Sakarya, 2006.
ARMAOĞLU, Fahir; 20 Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914-1990, C. I, 10.
Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1994.
ARSAVA, Ayşe Füsun; Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslar
arası Belgeler ve Özellikle Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 22.
Maddesi Işığında İncelenmesi, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları, 1993.
ARSLAN, Rıfkı; Diyarbakır ve Çevresinde Şehirleşme Hareketleri,
Ankara, Aslımlar Matbaası, 1979.
Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S. 36, Ermeni Belgeleri Özel Sayısı 4,
Nisan 1987, s. 9-11, Belge No. 2050.
Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, S. 81, Aralık, 1982, s. 483-488, Belge
No. 1886.
ATALAY,Talip; “Lozan Antlaşması Öncesi ve Sonrasında Süryani
Eğitim
Kurumları”,
Erişim:
http//www.suryaniler.com/makalehavuzu.asp?id=391, 11 Şubat 2009, 13.10.
----------; “Günümüz Süryani Kilise ve Manastırlarında Din Eğitimi”, Dini
Araştırmalar Dergisi, C. VIII, S. 23, Eylül-Aralık 2005, s. 39-68.
ATAURRAHİM, Muhammed; Bir İslam Peygamberi Hz İsa, Çev.
Kürşat DEMİRCİ, İstanbul, İnsan Yayınları, 1985.
ATİYA, S.Aziz; Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Çev. Nurettin HİÇYILMAZ,
İstanbul, Düz Yayınları, 2005.
ATMAN, Sabri; Asurlar, Süryaniler, İstanbul, Analiz Basım Yayın,
1997.
301
ATTAR, Ali Rıza Şeyh; Kürtler, Bölgesel ve Bölge Dışı Güçler, Çev.
Alptekin DURSUNOĞLU, İstanbul, Anka Yayınları, 2004.
AVŞAR, Servet; Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası,
Ankara, Kim Yayınları, 2004.
AVŞAR, Zakir, SOLAK, Ferruh; “İmparatorluk Türkiyesi’nde Yapılan
Nüfus Sayımları”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s.
615-617.
AVYANOV; Osmanlı-Rus ve İran Savaşları’nda Kürtler, 1801-1900,
Terc. Muhammed V. VARLI, Ankara, Siphan Yayıncılık, 1995.
AYDIN, Ayhan; XIX. Yüzyıldan Cumhuriyete Kadar Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’daki İsyanlar, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri
ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1998.
AYDIN, Cebrail; Tarihte Süryaniler, İstanbul, 1964.
AYDIN, Edip; “Süryani Dili ve Edebiyatına Genel Bir Bakış”, Varlık, S.
1075, Nisan, 1997, s. 28-30.
AYDIN, Mehmet, Dinler Tarihine Giriş, Konya, Din Bilimleri Yayınları,
t.y.
----------, “Hıristiyan Konsillerine Genel Bir Bakış”, Belleten, C. LIV, S.
209, 1990.
----------; “Konsillerin Hıristiyanlıktaki Yeri ve Önemi”, Dinler Tarihi
Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 910 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 107-117.
----------; “Batı ve Doğu Hıristiyanlığına Tarihi Bir Bakış”, A.Ü.İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C. XXVII, 1985, s. 123-148.
----------; “Hıristiyanlık”, İslam Ansiklopedisi, C. XXVII, Ankara, Diyanet
Vakfı Yayınları, 2002, s. 340-358.
----------; “Hıristiyanlıkta Teslis Doktrini ve Hıristiyan İ’tizalleri”, A.Ü.
İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, C. V, 1982, s. 141-156.
----------; “Hz. Muhammed Devrinde İslâm-Hıristiyan Münasebetlerine
Toplu Bir Bakış”, Belleten, C. XLIX, S. 193, 1985, s. 53-64.
----------; Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve
Tartışma Konuları, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 1998.
AYDIN, Suavi, EMİROĞLU, Kudret Vd.; Mardin, Aşiret, Cemaat,
Devlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2000.
AYDIN, Suavi; “Doğu ve Batı Hıristiyanlığı Arasında Son Hesaplaşma:
Modernleşme ve Doğu Hıristiyanlığı Üzerinde Misyon Faaliyetleri”,
Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ,
Canan SEYFELİ, C. III, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 101-128.
AYDUSLU, İsmail; Cumhuriyet Döneminde Mardin ve Yöresinde
Süryaniler, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Manisa, 2005.
AYTAR, Osman; Hamidiye Alaylarından Köy Koruculuğuna,
İstanbul, Medya Güneşi Yayınları, 1992.
AYVAZ, Zekka; Patrikten Mesajlar 1988-1997, Çev. Zeki DEMİR,
İstanbul, İstanbul Süryani Ortodoks Metropolitliği, Zafer Matbaası,1997.
302
BALCIOĞLU, Mustafa; “Hamidiye Alaylarından Aşiret Alaylarına
Geçerken Harbiye Nezareti’ne Sunulan İki Rapor”, Toplumsal Tarih Dergisi,
S. 4, Nisan 1994, s. 48-51.
BALİ, Rıfat N.; “Cumhuriyet Döneminde Azınlıklar Politikası”, Birikim,
S. 115, Kasım 1998, s. 80-90.
BARSAVM, Efram I. Kutsal Hazine Dua Kitabı, Çev. Samuel
AKDEMİR, İstanbul, Süryani Kadim Kilisesi, 1989.
----------; Saçılmış İnciler, Süryanilerin Yazınsal Tarihi, Çev. Zeki
DEMİR, İstanbul Süryani Ortodoks Metropolitliği Yayınları, 2005.
“Başörtülüden Esirgenen Hak Süryanilere Verilecek”, Cuma, S. 516,
15-21 Eylül 2000, s. 16-17.
BAYTOK, Taner; İngiliz Kaynaklarından Türk Kurtuluş Savaşı,
Ankara, Basnur Matbaası, 1990.
BAYUR, Hikmet; Türk İnkılabı Tarihi, C. II, Ks.1-C.III, Ks. 3, Ankara,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983.
BAYZAN, Ali Rıza; Misyonerin Soykırım Oyunu, İstanbul, IQ KültürSanat Yayıncılık, 2006.
BELL, Gertrude L.; Mezopotamya’da 1915-1920 Sivil Yönetimi, Çev.
Vedii İLMEN, İstanbul, Yaba Yayınları, 2004.
BESSIERE, Gérard; İsa Beklenmedik Tanrı, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2001.
BEYSANOĞLU, Şevket; Bütün Cepheleriyle Diyarbakır, İstanbul,
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Yayınları, 1963.
----------; “Süryaniler”, Diyarbakır Müze Şehir, Haz. Şevket
BEYSANOĞLU, M. Sabri KOZ, Emin Nedret İŞLİ, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 1999, s. 361-365.
BİLGE, A. Suat; Milletlerarası Politika, Ankara, Sevinç Matbaası,
1966.
BİLGE, Yakup; Geçmişten Günümüze Deyrulzafaran Manastırı,
İstanbul, GDK Yayınları, 2006.
----------; Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul, ZviGeyik Yayınları, 2001.
----------; “Süryanilerin Yeni Hayatı Sürgünlük”, Varlık, S. 1075, Nisan
1997, s. 26-32.
----------; “Süryaniler ve Türkiye’deki Durumları”, Birikim, S. 71-72, MartNisan 1995, s. 165-167.
BİLSEL, Cemil; Lozan Barış Antlaşması, İstanbul, 1943.
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Kafkas Cephesi 3. Ordu
Harekâtı, C. I-II, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1993.
BOZKURT, Gülnihal; Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi
Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki
Durumu (1839-1914), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1996.
BRAUDE, Benjamin; “Millet Sisteminin İlginç Tarihi”, Osmanlı, C. IV
(Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 245-253.
BRAUDE, Benjamin, LEWİS, Bernard; “Osmanlı Devleti İçerisindeki
Hıristiyanlar ve Yahudiler”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Osmanlı Özel
Sayısı, Yıl: 2, S. 4-5, Şubat-Temmuz, 2000, s. 169-216.
303
BRUİNESSEN, Martin Van; Kürdistan Üzerine Yazılar, Çev. Nevzat
KIRAÇ, Bülent PEKER Vd., 3. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995.
----------; Ağa, Şeyh, Devlet, Çev. Banu YALKUT, Ed. Ömer LAÇİNER,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2003.
BRYCE, James, TOYNBEE, Arnold; Osmanlı İmparatorluğu’nda
Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916, Çev. Ahmet GÜNER, C. I,
İstanbul, Pencere Yayınları, 2005. BULAÇ, Ali; “Patrik İlyas Efendi Meselesi”,
Erişim: http://www.tumgazeteler.com/?a=4433706 , 10 Kasım 2009, 11.00.
BULUT, Faik; Kürdistan’da Etnik Çatışmalar, Dar Üçgende Üç
İsyan, 2. Baskı, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, 2005.
BURAK, Durdu Mehmet; Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-İngiliz
İlişkileri, (1914-1918), Ankara, Babil Yayıncılık, 2004.
BÜLBÜL, Mustafa; Türkiye’nin Süryanileri, (Örf, Din, Eğitim,
Ekonomi, Psiko-sosyal Açıdan Anketli Tahlil), İstanbul, Tasam Yayınları,
2005.
CELİL, Celilê; XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler, Çev.
Mehmet DEMİR, Ankara, Öz-Ge Yayınları, 1992.
CELİL, Celilê, GASARATYAN, M. A., Vd.; Yeni ve Yakın Çağda Kürt
Siyaset Tarihi, İstanbul, Pêrî Yayınları, 1998.
Cemaat Vakıfları, Bugünkü Sorunları ve Çözüm Önerileri, İstanbul,
İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Yayınları, 2002.
CHALLAYE, Felicien; Dinler Tarihi, Çev. Samih TİRYAKİOĞLU, 4.
Baskı, İstanbul, Varlık Yayınları, 1998.
CHEVALİER, Jean, Din Fenomeni, Çev. Mehmet AYDIN, Konya, Tekin
Kitapevi, 1993.
CİLACI, Osman; Günümüz Dünya Dinleri, Ankara, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, 1995.
CLÉMENT, Olivier; “Ortodoks Mezhebi”, Din Fenomeni, Ed. Jean
CHEVALİER, Çev, Mehmet AYDIN, Konya, Tekin Kitapevi, 1993.
CUİNET, Vital; La Turquıe D’Asıe, C. I-II, İstanbul, Les Editions İsis,
2001.
Cumhuriyet Üniversitesi Barış İçin Diyalog Dinlerin “Bir Arada
Yaşamaya Katkısı” Uluslararası Sempozyum Tebliğleri, 12 Eylül 2002,
Sivas, 2003.
ÇAĞLAYAN, Tuncer; “Büyük Ermenistan Projesi ve İngiltere”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, C. XV, S. 44, Temmuz 1989, s. 513-528.
ÇAKMAK, Fevzi; Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi, Ankara,
Genelkurmay ATASE Yayınları, 2005.
ÇALIK, Ramazan; Alman Kaynaklarına Göre II. Abdülhamit
Döneminde Ermeni Olayları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000.
ÇARK, Y.; Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler, 1453-1953, İstanbul,
Yeni Matbaa, 1953.
ÇAVUŞOĞLU, Naz; Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık
Hakları, 2. Baskı, İstanbul, Su Yayınları, 2001.
304
ÇELİK, Mehmet; “Tarihte Türk-Süryani İlişkileri”, Yeni Türkiye, Türkoloji
ve Türk Tarihi Araştırmaları Özel Sayısı II, Yıl: 8, S. 44, Mart-Nisan 2002, s.
32-43.
----------; “Maceranın Huzura Tercihi ve Bir Milletin Dramı”, Askeri Tarih
Bülteni, Yıl:19, S.37, Ağustos 1994, s. 103-113.
----------; Ortadoğu Mozaiği Süryaniler-Nasturiler, Elazığ, Fırat
Üniversitesi Yayınları, 1996.
----------; Süryani Tarihi (I), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1996.
ÇERME, Tomas; “Misyonerler: Avrupa Uygarlığının Dünya Geneline
Yönelen Taarruzu, Amerikalı Misyonerler ve Nasturiler”, Kebikeç İnsan
Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, S.19, 2005, s. 55-64.
----------; “Süryaniler”, Tarih ve Toplum, C. XL, S. 235, Temmuz, 2003,
s. 28-37.
ÇETİN, İhsan; Midyat’ta Etnik Gruplar, İstanbul, Yaba Yayınları, 2007.
ÇETİN, Süleyman Hayrullah; Türkiye’de Nasturi Hareketleri (18301926), Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara, 1988.
ÇEVİK, Mehmet; “Büyük Devletlerin Doğu Anadolu ve Kuzey Irak
Politikalarında Bir Başka Unsur: Nesturiler”, Beşinci Askerî Tarih Semineri
Bildirileri, 23-25 Ekim 1995, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1996, s. 88100.
ÇIKKI, Fuat Murat; Naum Faik ve Süryani Rönesansı, Haz. Mehmet
ŞİMŞEK, İstanbul, Belge Yayınları, 2004.
ÇİÇEK, Kemal; “Birinci Dünya Savaşı ve Nesturi-Süryaniler”, I.
Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim
ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi
İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 541-544.
----------; “Osmanlılar ve Zımmiler: Papa Pavlos’un İslama Hakareti Ya
da Renklere İsyanı”, Toplumsal Tarih, C. V, S. 25, Ocak 1996, s. 28-33.
ÇİÇEK, Mustafa; Tanzimat Sonrasında Osmanlı Devleti’nde Süryani
Cemaati, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Sakarya, 2003.
ÇÖLEMERİKLİ, İhsan; Mezopotamya Uygarlığı’nda Hakkari, Lis
Yayınları, Diyarbakır, 2006.
DALEY, E. Brian; “Christian Councils”, The Encylopedia of Religion,
Vol. IV, New York, 1987.
DANACIOĞLU,
Esra;
“Diyarbakır’da
Amerikan
Misyonerleri”,
Diyarbakır: Müze Şehir, Haz. Şevket BEYSANOĞLU, M. Sabri KOZ, Emin
Nedret İŞLİ, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 165-175.
----------; “Oryantalizm ve Osmanlı’da Amerikan Misyonerleri”,
Toplumsal Tarih, S. 119, Kasım 2003, s. 90-93.
----------; “Anadolu’da Birkaç Amerikalı Misyoner”, Toplumsal Tarih, S.
120, Aralık 2003, s. 77-79.
DAVISON, Roderic H.; “19. Yüzyılda Hıristiyan-Müslüman Eşitliğine
Karşı Türklerin Tutumları”, Çev. Durdu Mehmet BURAK, Belleten, C. LXIII,
S. 236, 2000, s. 229-251.
305
DAVISON, Roderic; Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876,
Çev. Osman AKINHAY, 2. Baskı, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2005.
DEMİR, Zeki; Süryani Kilisesi ve Kilisenin Kutsal Yedi Gizi, 3. Baskı,
Resim Matbaacılık, İstanbul, 2002.
DEMİRCİ, Kürşat; “Hıristiyanlık”, İslam Ansiklopedisi, C.XVII, Ankara,
Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 329-340.
----------; Bir Hıristiyan Mezhebi Olarak Ortodoksluğun Teolojisi,
İstanbul, Ayışığı Kitapları, 2005.
----------; Dinler Tarihi Meseleleri, İstanbul, y.y., 1997.
DEVELLİOĞLU, Ferit; Osmanlıca –Türkçe Lûgat, 24. Baskı, Ankara,
Aydın Kitabevi, 2007.
Deyrulzafaran Manastırı Broşürü.
DİLEK, Abdurrahim; Midyat ve Civarı Süryaniler İnançları, Örf ve
Adetleri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Basılmamış Lisans Tezi,
2002.
DİNÇ, Ahmet; “Tarihten Bugüne Emperyalizmin İstismarında
Süryanîlik”, 21. Yüzyıl, Yıl: 2, S. 4, Ocak, Şubat, Mart 2008, s. 169-192.
DİNÇOL, Ali M.; “Âramice”, İslam Ansiklopedisi, C. III, Ankara,
Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s.267-268.
Dinler Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık, Dünü, Bugünü ve
Geleceği Sempozyumu, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği
Yayınları, 2002.
DOLABANİ, Hanna; Antakya Süryani Kadim (Ortodoks) Kilise
Patriklerinin Özgeçmişi, Çev. Gabriel Akyüz, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas
Kütüphanesi Yayınları, 2006.
DOLAPÖNÜ, Hanna; Tarihte Mardin, İstanbul, 1972.
----------; Süryani Kadim Kilisesi Şahsi Namaz Kitabıdır, İstanbul,
1944.
D’OHSSON, M; 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, Çev. Zerhan
YÜKSEL, y.y., Tercüman 1001 Temel Eser, t.y.
DORU, Nesim; Doğu’dan Batı’ya Köprü Süryaniler, Felsefe ve
Çeviri Geleneği, Ankara, Dipnot Yayınları, 2007.
----------; “Süryanilerde Felsefe Akademileri”, Süryaniler ve Süryanilik,
Haz. Ahmet Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. II, Ankara, Orient
Yayınları, 2005,
DUMAN, Hasan; Osmanlı Salnameleri ve Nevsalleri Bibliyografyası
ve Toplu Kataloğu, C. I-II, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1999.
DURAK, Nihat; “Süryani Ortodoks Kilisesi”, Süryaniler ve Süryanilik,
Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara,
Orient Yayınları, 2005, s. 187-210.
----------; Süryani Ortodoks Kilisesi’nde İbadet, Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2000.
----------; Süryaniler Açısından 451 Kadıköy Konsili, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul, 1993.
DÜNDAR, Can; “Süryaniler Döner mi?”, Aktüel, 11-17 Mayıs 2000, s.
460.
306
DÜŞ, Metin; “Mardin Kırklar Kilisesi”, İdem, S. 9, Nisan 2005.
www.reyono.net/default.aspx?=9&=12, 20 Ağustos 2008, 22.10.
DVORNİK, Francis; Konsiller Tarihi İznik’ten II. Vatikan’a, Ankara,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990.
EBU ZEHRE, Muhammed; Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar,
İstanbul, Fikir Yayınları, 1978.
EDWARDS, Mark; “Synods and Councils”, The Cambridge History
and Christianity, Ed. Winrich LÖHR, Fred NORRİS, Augustine CASİDEY,
Vol. II, Cambridge, University Press, 2007, s. 367-395.
----------; “The First Council of Nicea”, The Cambridge History of
Christianity, , Ed. Margaret M. MİTCHEL, Frances M. YOUNG, Vol. I
Cambridge, University Press, 2006, s. 552-567.
“Eğitimde Düşmanlığa ve Ayrımcılığa Hayır”, Eşitlik ve Özgürlük
Gelecek, S. 14, Kasım 2003, s. 24.
ENGELHARDT; Tanzimat ve Türkiye, Çev. Ali Reşad, İstanbul,
Kaknüs Yayınları, 1999.
ERASLAN, Cezmi; “Hamidiye Alayları”, İslam Ansiklopedisi, C. XV,
Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 462-464.
ERBAŞ, Ali; Hıristiyanlık, İstanbul, y.y., 2004.
ERCAN, Yavuz; “Osmanlı Devleti’nde Müslüman Olmayan Topluluklar
(Millet Sistemi)”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları,
1999, s. 197-207.
---------; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Ödedikleri
Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, Belleten, C. LV, S.
213, 1991, s. 371-391.
----------; “Türkiye’de XV ve XVI. Yüzyıllarda Gayrimüslimlerin Hukuki,
İçtimai ve İktisadi Durumu”, Belleten, C. XLVII, S. 188, 1983, s.1119-1149.
----------; “Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin Giyim, Mesken
ve Davranış Hukuku”, OTAM, Yıl: 1, S. 1, Haziran 1990, s. 117-125.
----------; Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1988.
----------; Osmanlı İmparatorluğu’nda Bazı Sorunlar ve Günümüze
Yansımaları, Ankara, MEB Yayınları, 2002.
----------; Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan
Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukuki Durumları, Ankara,
Turhan Kitabevi, 2001.
ERDEM, Mustafa; “Hıristiyanlıktaki Vaftiz Anlayışı Üzerine Bir
Araştırma”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXXIV, 1993, s. 133-154.
----------; “Kıpti Kilisesi Üzerine Bir Araştırma”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi, C. XXXVI, 1997, s. 143-178.
ERDEMİR PALAZ, Hatice; “Tarihi Gelişim Sürecinde İnsan Hakları ve
Osmanlı Modeli”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Yıl; 3, S. 9-10, MayısEkim 2001, s. 43-71.
ERDOST, Muzaffer İlhan; Şemdinli Röportajı, Ankara, Onur Yayınları,
1993.
307
ERGÜN, Ömer; “Lozan’daki Azınlık Anlayışı ve Süryaniler”, Süryaniler
ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ,
C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 239-256.
EROĞLU, Ahmet Hikmet; “Hıristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir
Bakış”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XLI, 2000, s. 309-325.
ERTUĞRUL, Halit; “Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancılarla
İlgili Yapılan Hukukî Düzenlemeler”, Askeri Tarih Bülteni, S. 47, Ağustos,
1999, s. 27-35.
ERTÜRK, Yaşar; Büyük Oyunun Eski Perdesi, Doğu Güneydoğu ve
Musul Üçgeni (1918-1923), 2. Baskı, İstanbul, IQ Sanat Yayınları, 2007.
----------; Azınlık ve Yabancı Okullar Türk Toplumuna Etkisi,
İstanbul, Nesil Basım Yayın, 1998.
ERYILMAZ, Bilal; “Osmanlı Devleti’nde Farklılıklara ve Hoşgörüye
Kavramsal Bir Yaklaşım”, Osmanlı, C. IV (Toplum), Ankara, Yeni Türkiye
Yayınları, 1999, s. 236-241.
----------; Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi,
İstanbul, Risale Yayınları, 1990.
----------; Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, İstanbul, Ağaç Yayıncılık,
1992.
EVANS, G. R.; “Eutyches, Nestorius and Chalcedon”, The First
Christian Theologians, Ed. G. R. EVANS, United Kigdom, Blackwell
Publishing, 2004, s. 243-247.
EYYÜPOĞLU, İsmail; “Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na Kadar
Osmanlı Devleti’nde Azınlık Problemi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 11, 1999, s. 247-264.
FAYDA, Mustafa; Hz Ömer Zamanında Gayrimüslimler, İstanbul,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1989.
FENDOĞLU, Tahsin; “Amerika Birleşik Devletleri’nin Misyonerleri ve
Osmanlı Devleti”, Türkler, C. XIV, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s.
189-196.
FOGGO, Hacer Yıldırım; Nesturiler, 1843-1846 Nesturi Katliamı,
İstanbul, Chiviyazıları, 2002.
FULTON, L. Bruce; “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Ed. Marian KENT, İstanbul,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999.
“Gayr-i Müslim Vatan Şehitleri: Mehmetçikle Omuz Omuza”, Milliyet, 1
Mart 2005.
GİBBON, Edward; Roma İmparatorluğu’nda Gerileyiş ve Çöküş
Tarihi, Çev. A. BALTACIGİL, C. I-III, İstanbul, Bilim ve Sanat Vakfı Yayınları
1987.
GÖNLÜBOL, Mehmet, SAR, Cem Vd.; Olaylarla Türk Dış Politikası,
(1919-1995), 9. Baskı, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1996.
GÖRGÜ, Elif; “Süryaniler Nasıl Geri Dönsün ki”, Evrensel, 28.05.2005.
GÖYÜNÇ, Nejat; XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 1991.
----------; Osmanlı İdaresinde Ermeniler, y.y., Emek Matbaacılık, 1983.
308
GUEST, John S.; Yezidilerin Tarihi, Çev. İbrahim Bingöl, İstanbul,
Avesta Yayınları, 2001.
GÜLER, Ali; Osmanlı Devletinde Azınlıklar, İstanbul, Turan Yayıncılık,
1997.
----------; XX. Yüzyıl Başlarının Askeri ve Stratejik Dengeleri İçinde
Türkiye’deki Gayrimüslimler (Sosyo-Ekonomik Durum Analizi), Ankara,
Genelkurmay Basımevi, 1996.
GÜNALTAY, Şemsettin; Yakın Şark Tarihi III Suriye Filistin, Ankara,
Türk Tarih Kurumu Basımevi,1947.
GÜNAY, Ramazan; “Mardin’de Gayrimüslimlerin Durumu (19. Yüzyılın
İlk Yarısında)”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed.
İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin
Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 745-751.
GÜNAY, S. Selçuk; “Hamidiye Alayları ve Osmanlı Politikası”, Türk
Dünyası Tarih Dergisi, S. 6, Haziran 1987, s. 39-41.
----------; “Hamidiye Hafif Süvari Alayları ve Erzurum”, Türk Dünyası
Araştırmaları, S. 53, 1988, s. 81-85.
GÜNAY, Tümer, KÜÇÜK, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ankara, Ocak
Yayınları, 1997.
GÜNDÜZ, Şinasi; “Sinoplu Marcion’un Gnostik Teolojisi”, Hoşgörü Yılı
ve İnanç Turizminde Göller Bölgesi Sempozyumu, Isparta, 2001, s. 131147.
GÜNEL, Aziz; Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır, Oya Matbaası, 1970.
GÜNERİ, Hasan; “Azınlık Vakıflarının İncelenmesi”, Vakıflar Dergisi, S.
10, 1973, s. 79-108.
GÜNGÖR, Ali İsra, “Günümüzde Katolik Hıristiyanlık”, Dinler Tarihi
Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 910 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 259-267.
GÜRBÜZ, Evren; Sömürgecilik Tarihi Işığında Ermeni Sorunundaki
Çıkar Odakları, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2002.
GÜRÜN, Kamuran; Ermeni Dosyası, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1983.
HACALOĞLU ALBAYRAK, Recep; Türkmen ve Asur Kiliselerinde
Okunan Türkçe İlâhî Metinler, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları, 1997.
Hakkari İl Yıllığı, 1967, Ankara, Gürsoy Matbaacılık Sanayi, 1972.
HALİD, Halil; İngilizlerin Osmanlıyı Yoketme Siyaseti, MusulKerkük-Mısır-Arabistan, İstanbul, Ekin Yayınları, 2008.
HALLI, Reşat; Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938),
Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1972.
----------; “Nasturi Ayaklanması (12- 28 Eylül 1924), Askeri Tarih
Bülteni, Yıl:4, S. 7, 1978.
HANÇERLİOĞLU, Orhan; İnanç Sözlüğü, Dinler, Mezhepler,
Tarikatlar, Efsaneler, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1975.
309
HARMAN, Ömer Faruk; “Günümüzde Ortodoks Hıristiyanlık” Dinler
Tarihi Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği,
Sempozyum, 9-10 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları,
2002, s.187-196.
HARRENT, Albert; IV. Yüzyılda Asur/Süryanilerin Kurduğu Antakya
Akademisi, Çev. Vedii İHEN, İstanbul, Yaba Yayınları, 2003.
HAYDAROĞLU, İlknur; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar”,
Türkler, C. XIV, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 181-187.
HAYES, E. R.; Doğu-Batı Asur/Süryanilerin Kurduğu Urfa
Akademisi, Çev. Yaşar GÜNENÇ, İstanbul, Yaba Yayınları, 2002.
“Hıristiyanlık”, İslam Ansiklopedisi, C. XXVII, Ankara, Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara, 2002, s. 328-372.
Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel SEL, Levent KINRAN, Gen. Yay. Yön.
M. Ali ŞİMŞEK, İstanbul, Yeni Yaşam Yayınları, 2004.
HOMATKA, J. L.; “Doğu Ortodoksluğu”, Çev. Tümer GÜNAY, A.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XVII, 1969.
HOUTİN, Albert; Hıristiyanlığın Kısa Tarihi”, Çev. Abdurrahman
KÜÇÜK, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXV, 1981, s. 437-453.
IŞIK, Ramazan; Maruni Kilisesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2003.
IŞIK, Tomas; “Mardinli Rahip Muşe’nin Matbaa Serüveni”, Kurkmo, S.
2-3, Aralık 2005, s. 15-18.
İLERİ, Cihangir; Türkiyede Nasturi Sorunu (1830-1926), Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Ankara, 2000.
İNANÇ, Zeri; Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları, Ankara, Utopya
Yayınları, 2004.
İRİS, Muzaffer; Bütün Yönleriyle Süryaniler, İstanbul, Ekol Yayımcılık,
2003.
İRTEM, Süleyman Kani; Şark Meselesi Osmanlı’nın Sömürgeleşme
Tarihi, Haz. Osman Selim KOCAMANOĞLU, İstanbul, Temel Yayınları,
1999.
JACOB, Xavier; Sorabilir miyiz? Hıristiyanlık Hakkında En Çok
Sorulan Sorular, İstanbul, Orhan Basımevi, 1988.
KAÇAR,
Turhan;
“Ebioniteler’den
Arius’a:
Eskiçağ
Doğu
Hıristiyanlığında İsa Teolojisi Tartışmaları”, A.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi,
C. XLIV, S. 2, 2003, s. 187-206.
----------; “İstanbul Piskoposluğunun Doğuşu ve Yükselişi”, Akademik
Araştırmalar Dergisi, Yıl: 3, S. 9-10, Mayıs-Ekim 2001, s. 91-123.
KAHRAMAN, Ahmet; Dinler Tarihi, İnsanın Yaşamındaki İlahi
Felsefe, İstanbul, 1968.
KANDEMİR, Feridun; Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay,
İstanbul, Yakın Tarihimiz Yayınları, 1965.
KAPTAN, Eyüp; Lozan Konferansında Azınlıklar Sorunu, İstanbul,
Harp Akademileri Basımevi, 2002.
KARACAN, Ali Naci, Lozan, y.y., Milliyet Yayınları, 1971.
310
KARAÇAM, Şenay; 20. Yüzyıl Başlarında İngiltere’nin Ortadoğu
Politikası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara, 2004.
KARAKOÇ, Sarkis; Külliyât-ı Kavanin Fihristi, C. I-II, Yay. Haz. M.
Akif AYDIN, Fethi GEDİKLİ, Vd., Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2006.
KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, C. V, C. VIII, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1988.
KARATAŞ, İsa; “Türkiye’de Süryani Olarak Yaşamak”, Birikim, S. 7172, Mart-Nisan 1995, s. 158-161.
KARPAT, Kemal H.; “Ottoman Population Records and The Census of
1881/1882-1893” İnternational Journal of Middle East Studies, 9, 1978.
----------; Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Çev. Bahar TIRNAKÇI,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
----------; Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Çev. Recep
BOZTEMUR, Ankara, İmge Kitabevi, 2001.
KAŞGARLI, Mehlika Aktok; Mardin Yöresi Halkından Türko-Semitler,
Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991.
KAYA, Önder; Tanzimat’tan Lozan’a Azınlıklar, İstanbul, Yeditepe
Yayınevi, 2004.
KAYMAZ, İhsan Şerif; Musul Sorunu, Petrol ve Kürt Sorunları ile
Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir İnceleme, İstanbul, Otopsi Yayınları,
2003.
KAYNAR, Reşat; Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1954.
KAZICI, Ziya; “Osmanlılarda Hoşgörü”, Türkler, C.X, Ankara, Yeni
Türkiye Yayınları, 2002, s. 221-232.
----------; Osmanlı Vergi Sistemi, İstanbul, Erenler Matbaası, 1977.
KENANOĞLU, M. Macit; Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek,
İstanbul, Klasik Yayınları, 2004.
KESER, Elif; Tur Abdin Süryani Ortodoks Dini Mimarisi, İstanbul,
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları 2002.
KESKİN, Mustafa; “Milli Mücadele Başlarken Anadolu’nun Demografik
Yapısı”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 3,
1989, s. 469-482.
KILIÇ, Davut; “Osmanlı Ermenileri Arasında Katolik Kilisesi’nin Kuruluş
Faaliyetleri”, Yeni Türkiye, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 726-734.
----------; “XIX. Asırda İngiltere’nin Ortadoğu Politikasının Osmanlı
Ermenilerine Yansıması”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 117, Aralık 1998,
s. 89-97.
KILIÇ, Remzi; Osmanlı Türkiyesinde Azınlık Okulları (19. Yüzyıl), Türk
Kültürü, C. XXXVII, S. 431, 1999, s. 151-159.
KILINÇKAYA, Derviş; “Münbit Hilal’de XIX ve XX. Yüzyıllarda Nüfus ve
İdari Yapı”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s.623-629.
KİESER, Hans Lucas; Iskalanmış Barış: Doğu Vilayetlerinde
Misyonerlik Etnik Kimlik ve Devlet (1839-1938), Çev. Atilla DİRİM, Ed.
Baha SİBER, Tanıl BORA, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005.
311
KİSKİRA, Konstantia P.; “19. Yüzyılın Çokuluslu İstanbul’unda
Amerikan Misyonerleri”, 19. Yüzyıl İstanbul’unda Gayrimüslimler, Ed.
Pinelopi STATHİS, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s.65-98.
Kitabı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, Kitabı Mukaddes
Şirketi, 1976.
KOCABAŞ, Süleyman; İngiliz Tuzağı, Osmanlı’nın Yaşatılması ve
Yıkılmasında İngiltere’nin Rolü, 1783-1823, İstanbul, Vatan Yayınları,
2003.
KOCABAŞOĞLU, Uygur; “Doğu Sorunu Çevresinde Amerikan Misyoner
Faaliyetleri”,
Tarihi
Gelişmeler
İçinde
Türkiye’nin
Sorunları
Sempozyumu, Bildiriler, Hacettepe Üniversitesi, A.İ.İ.T.E., 8-9 Mart 1990,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992, s. 65-73.
----------; Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika 19. Yüzyılda
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları, İstanbul, Arba
Yayınları, 1999.
KOÇOĞLU, Yahya; Azınlık Gençleri Anlatıyor, İstanbul, Metis
Yayınları, 2001.
KODAL, Tahir; Paylaşılamayan Toprak Türk Basınına Göre Musul
Meselesi (1923-1926), İstanbul, Yeditepe, 2005.
KODAMAN, Bayram; “II. Abdülhamid Devrinde Hakkari Sancağında
Nesturiler ve İngiliz-Rus Emperyalizmi”, IX. Türk Tarih Kongresi, C. II,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, s. 1099-1109.
----------; “Şark Meselesi ve Tarihi Gelişimi”, Tarihi Gelişmeler İçinde
Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu (Dün-Bugün-Yarın), H.Ü. A.İ.İ.T.E., 89 Mart 1990, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992, s. 59-63.
----------; “XIX. Yüzyıl Sonunda Güney-Doğu Anadolu’da Fransız
Politikası”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 6.,
1991, s. 157-162.
----------; Hamidiye Hafif Süvari Alayları, (II. Abdülhamit ve DoğuAnadolu Aşiretleri), Tarih Dergisi, S. 32, Mart 1979, İsmail Hakkı Uzunçarşılı
Hatıra Sayısından Ayrı Basım, İstanbul, 1979.
KOLUMAN, Aziz; Ortadoğu’da Süryanilik, Dini-Sosyal-Kültürel
Hayat, Ankara, ASAM Yayınları, 2001.
KÖNİ, Hasan; “Kurtuluş Savaşı Öncesi Azınlıklar Sorununa Bir Bakış”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. IX, S. 27, Ocak 1994, s. 479-484.
KRÜGER, G.; “Monophysitism”, Encyclopedia of Religion and Ethics,
Vol. VIII, Ed. James HASTİNG, New York, Charles Scribner’s Sons, 1955s.
811-817.
KURTCEPHE, İsrafil; “Birinci Dünya Savaşında Bir Süryani
Ayaklanması”, OTAM, S. 4, 1993, s. 291-296.
KÜÇÜK, Abdurrahman; Ermeni Kilisesi ve Türkler, Ankara, Ocak
Yayınları, 1996.
KÜÇÜK, Cevdet; “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi”, Osmanlı, C. IV
(Toplum), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 208-216.
----------; “Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika”, İ.Ü. Edebiyat
Fakültesi Tarih Dergisi, Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Hatıra
Sayısı, 1979, s. 607-638.
312
KÜÇÜK, Cevdet; Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin
Ortaya Çıkışı, 1878-1897, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yayınları, 1986.
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer; Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara,
AÜSBF Yayınları, 1978.
KÜRŞAD, Cengiz; “Cumhuriyetimizin Korunması (I-II) Nasturi İsyanları”,
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 37,41, Mart,Temmuz 1988, s.30-35, 2630.
KÜTÜKOĞLU, Mübahat; 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Muahedesi,
Ankara, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon, 1985.
LAYARD, Austen Henry; Ninova ve Kalıntıları, Çev. Zafer AVŞAR,
İstanbul, Avesta Yayınları, 2000.
LEMERLE, Paul; Bizans Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994.
Lozan Telgrafları, Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış
Konferansı, C. I, Haz. Bilal N. ŞİMŞİR, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1990.
MACLEAN, A.J.; “Syrian Christians”, Encyclopedia of Religion and
Ethics, Ed. James Hasting, Vol. XII, Newyork, Charles Scribner’s Sons,
1955, s. 164-181.
----------; “Nestorıanısm”, Encyclopedia of Religion and Ethics, Ed.
James Hasting, Vol. IX, Newyork, Charles Scribner’s Sons, 1955, s. 323-332.
MANTRAN, Robert; 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul, Kurumsal,
İktisadi, Toplumsal Tarih Denemesi, C. I-II, Çev. Mehmet Ali KILIÇBAY,
Ankara, V Yayınları, 1986.
MAR SAMCUN, Surma d Bayt; Ninova’nın Yakarışı, Çev. Meral
BARIŞ, İstanbul, Avesta Yayınları, 1996.
Mardin İl Yıllığı, Mardin, 1967.
“Mardin’de Süryani “Muhtariyeti””, Aksiyon, Yıl: 10, S. 490, 26 Nisan
2004, s. 54-57.
MASDÛSİ, A. Abdullah; Yaşayan Dünya Dinleri, Sosyo-Politik
İnceleme, İstanbul, Kalem Yayıncılık, 1981.
MATFİYEF, K. P.; Asurlar ve Modern Çağda Asur Sorunu, Çev.
Vahap KELAT, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1996.
MAYEWSKY, Wiladimir; Yabancı Gözüyle Ermeni Meselesi, Terc.
Mehmed Sadık, Çev. Eyüp ŞAHİN, Ankara, Emniyet Genel Müdürlüğü
Basımevi, 2001.
MAYEWSRIY, V. T.;19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı
ve Kürt-Ermeni İlişkileri, Terc. Mehmet SADIK, Çev. Haydar VARLI, y.y.,
Sipan Yayıncılık, 1997.
MAZHAR, Ahmet Kemal; I. Dünya Savaşı Yıllarında Kürdistan,
Ankara, 1992.
MCCARTHY, Justin; Osmanlı Anadolu Topraklarındaki Müslüman
ve Azınlık Nüfus, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1995.
----------, Osmanlı’ya Veda, İmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları,
Çev. Mehmet TUNCEL, İstanbul, Etkileşim Yayınları, 2006.
----------; The Ottoman Peoples and The End of Empire, Oxford
University Press, New York, 2001.
313
MCCARTHY, Justin; Ermeni Sorunu Gerçeği Konulu Konferans, 24
Mart 2005, Ankara, TBMM Basımevi, 2005.
----------; Müslümanlar ve Azınlıklar, Çev. Bilge UMAR, Ankara, İnkılap
Yayınevi, 1998.
MCCARTHY, Justin; ASLAN, Esat, Vd.; The Armenian Rebellion at
Van, Salt Lake Cıty, The Universty of Utah Press, 2006.
MCDONALD, Dermot; “Markion”, Hıristiyanlık Tarihi, Çev. Sibel SEL,
Levent KINRAN, Gn.Yay.Yön. M. Ali ŞİMŞEK, İstanbul, Yeni Yaşam
Yayınları, 2004.
MCDOWALL, David; Modern Kürt Tarihi, Çev. Neşenur DOMANİÇ,
Gen. Yay. Yön. Niyazi KOÇAK, Yay. Haz. Selma KOÇAK, İstanbul, Doruk
Yayınları, 2004.
MELEK, Kemal; İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu (1890-1926),
İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1983.
Memalik-i Osmaniye’nin 1330 Senesi İstatistiki, Dahiliye Nezareti
Sicilli Nüfus İdare-i Umumiyesi Müdüriyeti Yayınları, Dersaadet, 1336.
MERAL, İbrahim; Mütareke’den Cumhuriyet’e (30 Ekim 1918-29
Ekim 1923) Azınlıkların Sosyal, Ekonomik, Demografik Yapısı ve Dış
Ülkelerle Olan İlişkileri, Hacettepe Üniversitesi A.İ.İ.T.E., Basılmamış
Doktora Tezi, Ankara, 1998.
MERAM, Ali Kemal; Belgelerle Türk İngiliz İlişkileri Tarihi, İstanbul,
Kitaş Yayınları, 1969.
MERAY, Seha L., OLCAY, Osman; Osmanlı İmparatorluğunun
Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Antlaşması, İlgili Belgeler),
Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977.
MERAY, Seha; Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, Takım
1, C.I, Kitap 1-2, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayınları, 1970.
METİN, Halil; Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni
Olayları, Ankara, MEB Yayınları, 2001.
MISIRLIOĞLU, Kadir; Lozan Zafer mi Hezimet mi, y.y., Sebil Yayınevi,
1965.
MİCHEAU, Françoise; “Copts, Melkites, Nestorians and Jacobites”, The
Cambridge History of Christianity, Vol. V, Ed. Margaret M. MITCHELL,
Franches, M. YOUNG, Cambridge, University Press, 2006, s. 373-403.
Milletler Cemiyeti Belgelerinden Musul Kerkük Sorunu ve
Kürdistan’ın Paylaşımı, Milletler Cemiyeti Tarafından 30 Eylül 1924’te
Oluşturulan Komisyon Raporu, İstanbul, Med Yayınları, 1991.
Milliyet, 19 Kasım 1977.
MİNORSKY, Viladimir; Kürtler, İstanbul, Koral Yayınları, 1992.
MİNORSKY, Viladimir, BOİS, Thomas, Vd.; Kürtler&Kürdistan, 2.
Baskı, Doz Yayınları, İstanbul, 2004.
MOLİTOR, Joseph; Kildaniler ve Doğu Süryani Kilisesi, Çev: Erol
SEVER, İstanbul, Yaba Yayınları, 2004.
Mor Gabriel Manastırı Broşürü
MŞİHA, Zha; Erbil Vakayinamesi, Çev. Erol Sever, İstanbul, 2002.
314
Musul Kerkük İle İlgili Arşiv Belgeleri (1525-1919), Ankara,
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 1993.
MUTLU, Şamil; Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları, 2. Baskı,
İstanbul, Gökkubbe, 2005.
NÂS, Fethi; Türkiye’de Topluluklar Sosyolojisi: Midyat Örneği
(Süryaniler, Yezidiler, Araplar, Kürtler), Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Muğla, 2003.
NEDKOFF, Boris Christoff; “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye (Baş
Vergisi)”, Belleten, C. VIII, S. 32, 1944, s. 599-630.
NİKİTİNE, Basil; “Nestûriler”, İslam Ansiklopedisi, C. IX, Maarif
Matbaası, İstanbul, 1944, s. 207-212.
----------; Kürtler, Sosyolojik ve Tarihi İnceleme, C. I-II, İstanbul,
Denge Yayınları, 2002.
NOEL, E.W.C.; Kürdistan 1919, Kürdistan’da Özel Görevde Bulunan
Binbaşı Noel’in Günlüğü, Çev, Bülent Birer, İstanbul, Avesta Yayınları,
1999.
NUR, Rıza, GREW, Joseph C.; Lozan Barış Konferansının Perde
Arkası, İstanbul, Örgün Yayınevi, 2003.
NUR, Rıza; Hayat ve Hatıratım, C. III, İstanbul, Altındağ, 1968.
OKTAR, Tiğinçe, GENÇ, Hamdi; “Osmanlı- ABD İlişkileri Bağlamında
Mardin Sancağında Faaliyet Gösteren ABD’ye Ait Eğitim ve Sağlık Kurumları,
I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim
ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi
İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 495-501.
O’LEARY, De Lacy; İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çev. Hüseyin
YURDAYDIN, Yaşar KUTLUAY, Ankara, İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1971.
ORAN, Baskın; “Lozan’da Azınlıkların Korunması”, Toplumsal Tarih,
S. 115, Temmuz 2003, s. 72-77.
----------; “Türkiye’de Azınlık Hukuku”, Toplumsal Tarih, S. 117, Eylül
2003, s. 74-79.
----------; “Lozan’ın “Azınlıkların Korunması” Bölümü Yeniden Okurken”,
A.Ü.S.B.F. Dergisi, C. XLIX, No. 3-4, Haziran-Aralık 1994, s. 283-301.
----------; Türkiye’de Azınlıklar Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat,
İçtihat, Uygulama, 2. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005.
ORTAYLI, İlber; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi”, Türkler,
C.X, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 216-220.
Osmanlı Devlet ve Medeniyet Tarihi, Ed. Ekmeleddin İHSANOĞLU,
C. I, İstanbul, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi Yayınları, 1994.
Osmanlı Devleti’nin İlk İstatistik Yıllığı 1897, Haz. Tevfik GÜRAN,
Tarihi İstatistikler Dizisi, C. V, Ankara, Devlet İstatistik Enstitüsü Yayınları,
1997.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Ed. Marıan
KENT, Çev. Ahmet FETHİ, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996.
Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu, 1500-1927, Haz.
Cem BEHAR, C. II, Ankara, DİE Yayınları, 1996.
OSTROGORSKY, Georg; Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret IŞILTAN,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
315
ÖKE, Mim Kemal; Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve
Kürdistan Sorunu, 1918-1926, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları, 1992.
----------; İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in “Kürdistan Misyonu”,
İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 1989.
----------; Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul, Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1987.
----------; Ermeni Sorunu, 1914-1923, (Devletin Dış Politika Araç
Alternatifleri Üzerine Bir İnceleme), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1991.
ÖKSÜZ, Hikmet; “Lozan’da Azınlıklar Meselesi”, Türk Yurdu, Kasım
1987, s. 87-98.
ÖLÇEN, Yavuz; “Milli Mücadelede Mardin”, I. Uluslararası Mardin
Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ,
26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları,
İstanbul, 2006, s. 656-665.
ÖZBAY, Kemal; Süryaniler, Kadim Süryaniler ve Türkiye’deki
Durumları, İstanbul, Baha Matbaası, 1975.
ÖZCOŞAR, İbrahim; “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi ve Süryani
Kadimler”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp
TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 209238.
----------; “Papalığın Müdahalesi ve Süryani Kiliselerinde Bölünme:
Keldani ve Süryani Katolik Patriklikleri”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz.
Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient
Yayınları, 2005, s. 267-296.
---------; “Süryani-Müslüman İlişkileri”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz.
İbrahim ÖZCOŞAR, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları,
2007, s. 197-217.
----------; Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat, 19. Yüzyılda Mardin
Süryanileri, Ankara, Beyan Yayınları, 2008.
----------; “19. Yüzyılda Mardin Nüfusu”, I. Uluslararası Mardin Tarihi
Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28
Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul,
2006, s. 793-802.
ÖZÇELİK, İsmail; “İşgal Yıllarında Mardin”, I. Uluslararası Mardin
Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ,
26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları,
İstanbul, 2006, s. 669-678.
ÖZDEMİR, Bülent; Süryanilerin Dünü Bugünü, I. Dünya Savaşı’nda
Süryaniler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2008.
ÖZDEMİR, Hikmet, ÇİÇEK, Kemal Vd.; Ermeniler: Sürgün ve Göç, 3.
Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2005.
ÖZDEMİR, Hikmet; Arnold Toynbee’nin Ermeni Sorununa Bakışı,
Ankara, Türkiye Bilimler Akademisi, Akademi Forumu 36, 2005.
316
ÖZKAN, Ali Rafet, “Osmanlı’nın Düşüşü ve Hıristiyanların Kıyamet
Senaryoları”, Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı I, C XXXI, 2000, s. 347360.
ÖZMEN, Abdurrahim; Tur Abdin Süryanileri Örneğinde EtnoKültürel Sınırlar, A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Dotora Tezi,
Ankara, 2006.
ÖZTEMİR, B.Murat; Yezidiler ve Süryaniler, İstanbul, Ekin Yayınları,
1988.
ÖZTÜRK, Ayhan; “19. Yüzyıl Mardin’inde Müslim-Gayrimüslim
İlişkilerine Örnekler”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri,
Ed. İbrahim ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin
Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 519-524.
ÖZTÜRK, Nazif; Azınlık Vakıfları, Ankara, Altınküre Yayınları, 2003.
ÖZTÜRK, Uğur; XX. Yüzyılda Mardin Tarihi ve İnanç Coğrafyası,
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Elazığ, 1997.
PARRY, Oswald H.; Six Months ın The Syrian Monastery, Landon,
Horace Cox, 1895.
POLAT, İlknur; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Açılan Amerikan Okulları
Üzerine Bir İnceleme”, Belleten, C. LII, S. 203, 1988, s. 607-652.
----------; Yabancı Okullar, Ankara, Ocak Yayınları, 1993.
REFİK, Ahmed; Onuncu Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı (1495-1591),
İstanbul, Enderun Kitapevi, 1988.
----------; On Birinci Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı (1592-1688), (10001100), İstanbul, Enderun Kitapevi, 1988.
----------; On İkinci Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı (1689-1785), (11001200), İstanbul, Enderun Kitapevi, 1988.
Religion in the Middle East, Three Religion in Concord and
Conflict, Ed. A.J. ARBERRY, Cambridge, At the University Press, 1969.
REYNA, Yuda, MORENO, Ester; Son Yasal Düzenlemelere Göre
Cemaat Vakıfları, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş., İstanbul, 2003.
REYNA, Yuda, ŞEN, Yusuf; Cemaat Vakıfları ve Sorunları, İstanbul,
Gözlem Gazetecilik Basın Yayın A.Ş., 1994.
Rus General Mayewski’nin Doğu Anadolu Raporu, Van ve Bitlis
Vilayetleri Askeri İstatistiki, Terc. Mehmed Sadık, Haz. Hamit
PEHLİVANLI, Van, Van Belediye Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü
Yayınları, 1997.
SÂBİS, Ali İhsan; Birinci Dünya Harbi, C. IV, İstanbul, Nehir Yayınları,
1991.
----------; Harp Hatıralarım, C. I-III, İstanbul, Güneş Matbaacılık, 1943.
SAGAY, Reşat; XIX. ve XX. Yüzyıllarda Büyük Devletlerin Yayılma
Siyasetleri ve Milletlerarası Önemli Meseleler, İstanbul, Türkiye İş Bankası
Yayınları, 1972.
SAKİN, Orhan; Osmanlı’da Etnik Yapı, 1914 Nüfusu, İstanbul, Ekim
Yayınları, 2008.
317
SARIKAVAK, Kazım; “Urfa-Harran Okulları ve Süryaniler”, Süryaniler
ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ,
C. II, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s.89-99.
SASUNİ, Garo; Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze
Ermeni Kürt İlişkileri, İstanbul, Med Yayıncılık, 1992.
SARAL, Ahmet Hulki; Ermeni Meselesi, Ankara, 1970.
SARIKÇIOĞLU, Ekrem; Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, 4.
Baskı, Isparta, Fakülte Kitabevi Yayınları, 2002.
SATILMIŞ, Selahattin; “XIX. Yüzyılda Nesturiler ve İngiliz Misyonerlik
Faaliyetleri”, Belleten, C. LXXI, S. 261, Ağustos 2007, s. 653-688.
SAYDAM, Abdullah; Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Trabzon, Derya
Kitapevi, 1999.
SCHER, Addai; Siirt Vakayınamesi Doğu Süryani Nasturi Kilisesi
Tarihi, İstanbul, 2002.
SCHIMMEL, Annemarie; Dinler Tarihine Giriş, Ankara, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1955.
SEFEROĞLU, Şükrü Kaya; Milli Mücadele Yıllarında Kürt “Türk”Ermeni İlişkileri, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1990.
SERTOĞLU, Mithat; Süryani Türklerinin Siyasi ve İçtimai Tarihi,
İstanbul, Baha Matbaası, 1974.
----------; “Osmanlı İmparatorluğunda Azınlık Meselesi”, Belgelerle Türk
Tarihi Dergisi, S. 25, Ekim 1969, s. 44-52.
SEVER, Erol; Asur Tarihi, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1993.
SEVGEN, Nazmi; “Kürtler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.
12,13,14, Eylül, 1968.
----------; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Osmanlı
Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi, Yay. Haz. Şükrü Kaya SEFEROĞLU, Halil
TÜRKÖZÜ, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1982.
SEVİNÇ, Necdet; Osmanlıdan Günümüze Misyoner Faaliyetleri,
Milenyum Yayınları, İstanbul, 2002.
SEYFELİ, Canan; “Osmanlı Devlet Salnamelerinde Süryaniler (18471918)”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp
TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 49140.
----------; “Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin İdari Yapısı: Süryani
Kadim Kilisesi Örneği”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN,
Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara, Orient Yayınları, 2005,
s. 251-265.
----------; İstanbul Ermeni Patrikliği, Ankara, Aziz Andaç Yayınları,
2005.
SEZEN, Tahir; Osmanlı Yer Adları: Alfabetik Sırasıyla, Ankara,
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 2006.
SEZER, Ayten; “Atatürk ve Türkiye’deki Misyoner Okulları”, Türkler, C.
XVII, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 467-475.
SEZGİN, Rahime, UÇAR, Murat; “Süryaniler… Azınlık mı Değil mi?”,
Aksiyon, Yıl: 8, S. 378, 2-8 Mart 2002, s. 22-24.
318
SİNANOĞLU, Mustafa; “İznik Konsili”, İslam Ansiklopedisi, C. XXIII,
Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 549-552.
----------; “Melkaiyye”, İslam Ansiklopedisi, C. XXIX, Ankara, Diyanet
Vakfı Yayınları, 2002, s.84-85.
SONYEL, Salâhi R.; “Birinci Dünya Savaşı Günlerinde Türk-Ermeni
İlişkileri ve İngiliz Propagandası”, Belleten, C. LVIII, S. 221, 1994, s. 377380.
----------; “Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğunu Parçalama
Çabalarında Hıristiyan Azınlıkların Rolü”, Belleten, C. XLIX, S. 195, 1986,
s.647-656.
----------; “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemi ve Türkiye’yi Bölme
Çabaları (1908-1918), Belleten, C. LXI, S. 231, 1997, s. 387-428.
----------; “Türkiye’deki Süryaniler, I. Dünya Savaşı Günlerinde Güçlü
Devletlerce Nasıl Aldatıldılar”, XII. Türk Tarih Kongresi, C.III, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1993, s.1145-1155.
----------; “Tanzimat ve Osmanlu İmparatorluğu’nun Gayri-Müslim
Uyrukları Üzerindeki Etkileri”, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası
Sempozyumu, 31 Ekim-3 Kasım 1989, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1994, s. 339-351.
----------; “Tehcir ve “Kırımlar” Konusunda, Ermeni Propagandası,
Hıristiyanlık Dünyasını Nasıl Aldattı”, Belleten, C. XLI, S. 161, 1977, s. 137156.
----------; The Assyrians of Turkey Victims Major Power Policy,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2001.
----------; Gizli Belgelerle Lozan Konferansı’nın Perde Arkası,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2006.
SOYKAN, T.Tankut; Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimler
Klasik Dönem Osmanlı Hukukunda Gayrimüslimlerin Hukuki Statüsü,
İstanbul, 2000.
SOYSÜ, Hale; Kavimler Kapısı-1, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1992.
SOYSÜ, Hale, AKKAYA, Ahmet; “Kavimler Kapısı”, İkibin’e Doğru, Yıl:
5, S. 38, Kasım 1991, s. 8-16.
SÖNMEZ, Zekiye; “İnciller ve Kur’an Işığında Hz. İsa” , Dinler Tarihi
Araştırmaları III, Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 910 Haziran 2001, Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 137-166.
STANFORD, Shaw; “The Ottoman Census System and Population,
1831-1914”, Middle East Stud., 9 (1978), No. 3, s. 2, 10, 13.
----------; “Ottoman Population Movements Durıng The Last Years of
The Empire, 1885-1914: Some Prelımınary Remarks”, Osmanlı
Araştırmalar Dergisi I, 1980, s.191-205.
----------; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, İstanbul, 1982.
SÜMER, İbrahim; I.- IV. Yüzyıllarda Süryani Kilisesi Tarihi ve Bazı
Dini Edebi Metinler, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa, 1996.
SÜPHANDAĞ, Kemal; Büyük Osmanlı Entrikası Hamidiye Alayları,
İstanbul, Komal Basım Yayın ve Dağıtım, 2006.
Süryani Katolik Ayin Kitabı, Haz. Yusuf SAĞ, İstanbul, 1991.
319
Süryani Kadim Patriği Mar İğnatiyos I. Zekka Ayvaz’ın Türkiye’yi
Ziyareti, Yazan: Cebrail AYDIN, İstanbul, İstanbul Türk Süryani Kadim
Kilisesi Yayınları, Baha Matbaası, t.y.
“Süryaniler”, Türk Ansiklopedisi, C. XXX, Ankara, MEB Yayınları,
1981.
“Süryaniler, Dönün Demek Yetmiyor”, Hürriyet, 24 Eylül 2006.
“Süryaniler Türkiye’nin Zenginliğidir”, Tempo, S. 282, 17-23 Haziran
2004, s. 40-42
Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ,
Canan SEYFELİ, C. I-IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005.
Süryanilerin Acı Sonu, Çev. Şükran YURDAGÜL, İsveç, Nsibin
Yayınevi, 1991.
SÜSLÜ, Azmi; “Osmanlıların Gayrimüslimlere Gösterdiği Müsamaha”,
III. Osmanlı Sempozyumu, Söğüt, Eylül 1988, Ankara, Ertuğrul Gazi’yi
Anma ve Söğüt Şenliği Vakfı Yayınları, 1989, s. 57-62.
----------; Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara, Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Sistem Matbaası, 1990.
----------; Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim,
Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1987.
ŞADİLLİLİ, Vedat; Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar,
Ankara, 1980.
ŞAFAK, Ali; “Mukayeseli Hukuk Açısından Azınlık Haklarına Bir Bakış
ve Ermeni Katolik Patrikliği ile İlgili Bir Fermanın Değerlendirilmesi”, Yeni
Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı II, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 651-669.
ŞAKİROĞLU, Mahmut; Fatih’in Galatalılara Verdiği Ferman’ın
Türkçe Metinleri, A.Ü.DTCF, Tarih Araştırmaları Dergisi, C. XIV’ten Ayrı
Basım, Ankara, 1983.
ŞENAY, Bülent “Merkuniyye”, İslam Ansiklopedisi, C. XXIX, Ankara,
Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 207-208.
----------; Dini Cemaatler Sosyolojisi ve Hıristiyan Cemaatleri, Uludağ
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Bursa, 1991.
ŞER, Adday; Nusaybin Akademisi, Kuruluşu, Yönetmeliği ve
Yetiştirdiği Kişiler, Çev. Nesim Doru, İstanbul, Yaba Yayınları, 2006.
ŞİMŞEK, Halil; Lozan’ın Getirdiği Statü ve Türkiye’de Azınlıkların
Durumu (1923-1974), Hacettepe Üniversitesi A.İ.İ.T.E., Basılmamış Doktora
Tezi, Ankara, 2006.
ŞİMŞEK, Mehmet; Süryaniler ve Diyarbakır, İstanbul, Chiviyazıları,
2003.
----------; “Süryanilerde Ölüm”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet
TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. III, Ankara, Orient
Yayınları, 2005, s. 247-271.
----------; “Şark Yıldızı Gazetesi”, Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet
TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. IV, Ankara, Orient
Yayınları, 2005, s. 39-50.
ŞİMŞİR, Bilal; İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri (1856-1880),
Ankara, Bilgi Yayınevi, 1986.
320
ŞİŞMAN, Adnan, “Misyonerlik ve Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde
Kurulan Yabancı Sosyal ve Kültürel Müesseseler”, Türkler, C. XIV, Ankara,
Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 173-179.
TANRIVERDİ, Eyyüp; “Süryani Dili”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz.
Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. II, Ankara, Orient
Yayınları, 2005, s. 1-10.
Tanzimat, Haz. Komisyon, Ankara, MEB Yayınları, 1999.
Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1989.
TAPLAMACIOĞLU, Mehmet; Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Ankara,
Güneş Matbaacılık, 1966.
TAŞĞIN, Ahmet; “Anadolu’nun Yok Olmaya Yüz Tutmuş
Zenginliklerinden: Süryaniler”, VI. Milletlerarası Türk Halk Kültürü
Kongresi, Genel Konular Seksiyon Bildirileri, İçel, 18-21 Haziran 2001,
Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, s. 205-227.
----------; “Son Süryani Göçü”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet
Taşğın, Eyyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, C. IV, Ankara, Orient Yayınları,
2005, s. 74-92.
----------; “Sezginin ve Bilgeliğin Sembolü: Öz Hikmet Dergisi”,
Süryaniler ve Süryanilik, Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ,
Canan SEYFELİ, C. IV, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s. 51-69.
----------; “Süryani Kadim Ortodoks Kilisesinde Yenileşme Çabaları:
Deyru’l-zafaran Manastırında Patriklik Matbaası”, Süryaniler ve Süryanilik ,
Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. IV, Ankara,
Orient Yayınları, 2005; s. 1-26.
----------; “Süryani Puşiciler”, Süryaniler ve Süryanilik , Haz. Ahmet
TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. IV, Ankara, Orient
Yayınları, 2005, s. 95-105.
Taşın ve İnancın Şiiri Mardin, Ed. İlhami MISIRLIOĞLU, İstanbul,
Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 1998.
TAŞPINAR, İsmail; “Maruniler”, İslam Ansiklopedisi, C. XXVIII,
Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 71-72.
TEOMAN, Zeki; “Süryaniler”, Eflatun, Yıl: 19, S. 227, Kasım 1987, s.
12-13.
TEZOKUR, M. Hadi; “Süryanilerde Namaz”, Süryaniler ve Süryanilik ,
Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara,
Orient Yayınları, 2005, s. 300-334.
----------; “Süryanilerde Vaftiz”, Makalelerle Mardin, C. IV, Haz. İbrahim
ÖZCOŞAR, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, 2007, s.
229-265.
TOLON, Ahmet Hurşit; Birinci Dünya Savaşı Sırasında Taksim
Anlaşmalar ve Sevre Giden Yol, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, 2004.
TOYNBEE, Arnold; Hatıralar: Tanıdıklarım, Terc. Deniz Öktem,
İstanbul, Klasik Yayınları, 2005.
TOZLU, Necmettin; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Misyoner Okulları”,
Yeni Türkiye, Osmanlı Özel Sayısı II, C. XXXII, 2000, s. 787-797.
321
TURAN, Mustafa; Milli Mücadele’de Siyasi Çözüm Arayışları, (30
Ekim 1918-24 Temmuz 1923), 2. Baskı, Ankara, Siyasal Kitapevi, 2005.
----------;
“Ermeni
Meselesine
Politik
Yaklaşım”,
(Erişim)
http//www.gazi.edu.tr/web/mturan/yayınlar.htm/ 13 Ocak 2008, 22.10
TURAN, Mustafa, EKİNCİKLİ, Mustafa Vd.; Atatürk İlkeleri ve İnkılap
Tarihi, 5. Baskı, Ankara, Gazi Kitapevi, 2006.
TURAN, Osman; Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, C. I,
İstanbul, Turan Neşriyat, 1969.
TÜREN, Sabahattin; Mardin Süryanilerinin Dini Durumları Hakkında
Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Basılmamış Lisans
Tezi, 1976.
Türk Süryani Kadim Kilisesi’nin Mesihsel Öğretimi, Mardin, 1937.
Türkçe Sözlük, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1981.
Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl Lozan (1922-1923), Ankara, Dışişleri
Bakanlığı Yayınları, 1973.
TÜRKDOĞAN, Orhan; Etnik Sosyoloji, Türk Toplumunun Etnik
Yapısı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2003.
TÜRKÖZÜ, Kemal; “XVI. Yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Eyaletlerinde
Hıristiyan Tebaaya Tanınan Haklar”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 23,
Ocak 1987, s. 35-39.
ULUBELEN, Erol; İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul,
Cumhuriyet Kitapları, 2005.
Üçüncü Ordu Bölgesinde Çıkan Ayaklanmalar ve Ayaklanmaların
Bastırılması, Haz. Kemal YILMAZ, Ankara, 1991.
ÜNAL, Mustafa; “Nasturilik ve Türkler”, Dinler Tarihi Araştırmaları III,
Hıristiyanlık Dünü, Bugünü ve Geleceği, Sempozyum, 9-10 Haziran 2001,
Ankara, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2002, s. 529-539.
ÜNGÖR, Uğur Ü.; Contested Territory, A Comparative Analysis of
Nationalism in Eastern Turkey, Amsterdam Üniversitesi, Tarih Bölümü,
2004,
ÜNVER, Günay, GÜNGÖR, Harun; Başlangıçtan Günümüze
Türklerin Dini Tarihi, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2003.
ÜRER, Levent; Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, İstanbul, Derin
Yayınları, 2003.
VAFİ, Abdülvahid; “Hıristiyan İnancının Teslise Dönüşmesi ve Teslisin
İlk Kaynakları”, Çev. Hidayet IŞIK, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, S. 6, 1996, s. 383-393.
VAHAPOĞLU, M. Hidayet; “Yönetim ve Azınlıklara Bakış Açısından
Osmanlı Devleti”, Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Türklerde Hoşgörü Özel
Sayısı, C. VIII, S. 22, 1996, s.41-51.
----------; Osmanlı’dan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar,
İstanbul, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1990.
VARTANOV, Elia; Sibirya Sürgünü Asurilerin Anıları, 1949-1956,
Çev. H. TOPUZOĞLU, İstanbul, Yaba Yayınları, 2005.
VASİLİEV, A.A.; Bizans İmparatorluğu Tarihi, Çev. Arif Müfid Mansel,
Ankara, Maarif Matbaası, 1943.
322
WELATE, Tori; Birlikte Olduğumuz Halklar, 3. Baskı, İstanbul, Sorun
Yayınları, 2000.
WİGRAM, W.A., WİGRAM, Edgar T. A.; İnsanlığın Beşiği
Kürdistan’da Yaşam, Çev. İbrahim BİNGÖL, İstanbul, Avesta Yayınları,
2004.
WİGRAM, W. A.; The Assyrıans and The Their Neighbours, London,
G. Bell&Sons, 1929.
WİLLİAMS, Rowan; “Athanasius and the Arian Crisis”, The First
Christian Theologians, Ed. G. R. EVANS, United Kigdom, Blackwell
Publishing, 2004, s. 157-167.
WRIGHT, David F.; “Konseyler ve İnanç Bildirgeleri”, Hıristiyanlık
Tarihi, Çev. Sibel SEL, Levent KINRAN, Gn.Yay.Yön. M. Ali ŞİMŞEK,
İstanbul 2004.
Yakın Doğu Meseleleriyle İlgili Lozan Barış Konferansı Tutanakları,
21 Kasım 1922-23 Temmuz 1923, Birinci Takım, C. I, 1. Kitap, Der. Ahmet
YAVUZ, Ankara, Dışişleri Bakanlığı Yayınları, 1968.
YAKUP, Joseph; “Ya Süryanileri Hatırlayan Var mı?”, Radikal, 23
Haziran 2005.
YALÇIN, Edip Semih; “Mısak-ı Milli ve Lozan Barış Konferansı
Belgelerinde Musul Meselesi”, Mısak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında
Musul, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1998, s. 155-173.
YALÇINKAYA, Mehmet Alaaddin; “Avrupalı Seyyahlara Göre Mardin ve
Çevresinin Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Durumu (1880-1850), I.
Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ed. İbrahim
ÖZCOŞAR, Hüseyin GÜNEŞ, 26-28 Mayıs 2006, Mardin, Mardin Tarihi
İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2006, S. 477-482.
Yaşayan Lozan, Ed. Çağrı ERHAN, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, 2003.
YAVUZ, Bige; Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994.
YELDA; İstanbul’da Diyarbakır’da Azalırken, İstanbul, Belge
Yayınları, 1996.
YERASİMOS, Stefanos; Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Sorunu,
Ankara, Türkiye Bilimler Akademisi Formu, 2002.
YEŞİL, Cüneyt; Süryanilerde İnanç ve İbadet Esasları, Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Konya, 2002.
YILDIRIM, Hüsamettin; Rus-Türk-Ermeni Münasebetleri, Ankara,
Kök, 1990.
---------; Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Ankara, Sistem Ofset Yayınları,
2000.
YILDIRIM, Suat; Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, İzmir, Işık
Yayınları, 1996.
YILDIZ, Cengiz; “Midyat ve Çevresinde Dinler Arası Hoşgörünün
Tesisinde Örnek Bir Şahsiyet: Fethullah Hamidi”, Makalelerle Mardin, C. IV,
Haz. İbrahim ÖZCOŞAR, İstanbul, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi
Yayınları, 2007, s. 97-116.
323
YILDIZ, Hatip; “Bedirhan Bey ve Nasturiler”, Süryaniler ve Süryanilik, ,
Haz. Ahmet TAŞĞIN, Eyyüp TANRIVERDİ, Canan SEYFELİ, C. I, Ankara,
Orient Yayınları, 2005, s. 161-183.
YILMAZ, Durmuş; Fransa’nın Türkiye Ermenilerini Katolikleştirme
Siyaseti, Konya, Selçuk Üniversitesi Vakfı Yayınları, 2001.
YILMAZÇELİK, İbrahim; XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (17901840), Fiziki, İdari ve Sosyoekonomik Yapı, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1995.
----------; “Osmanlı Hakimiyeti Süresince Diyarbekir Eyaleti’nin İktisadi
ve Sosyal Durumu”, Diyarbakır Müze Şehir, Haz. Şevket BEYSANOĞLU,
M. Sabri KOZ, Emin Nedret İŞLİ, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 495497.
YOHANNAN, Abraham; Mezopotamya’nın Kayıp Halkı Nasturiler,
Çev. Meltem DENİZ, Ankara, Beybun Yayıncılık, 2006.
YONAN, Gabriele; Asur Soykırımı, Unutulan Bir Holocoust, Çev.
Erol SEVER, İstanbul, Pencere Yayınları, 1999.
YURDAYDIN, Hüseyin Gazi; “İslam Devletinde Müslüman Olmayanların
Durumu”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXVII, 1985, s. 97-110.
YÜCEL, Özlem; Lozan Barış Andlaşması Işığında Türkiye’nin
Azınlıkların Korunmasıyla İlgili Meseleleri, Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1992.
İnternet Kaynakları:
www. suryanikadim.org (21 Temmuz 2008, 12.01-12.09)
www. deyrulzafaran.org (3 Ağustos 2008, 15.03)
www.suryaniler.com (11 Şubat 2009,13.10)
www.e-mardin.com (3 Ağustos 2008, 17.03)
324
EK I
0 .......................................................................................................................................
37-43
Süryani Ortodoks Kilisesi
431 Nasturiler
451 Melkitler
500 ...................................................................................................................................
Maruniler 7.yy
1000 .................................................................................................................................
1445 Keldaniler**
1500 ..................................................................................................................................
1774
Melkit Katolikler
19.yy
Süryani
Protestanlar
1782
Süryani
Katolikler
2000 ...............................................................................................................................
* Tablo: 5500 Yılın Tanıkları Süryaniler, Haz. Kenan Altınışık, İstanbul, 2004 ,s. 24.
** İlk bölünme bu tarihte olmasına rağmen patrikliğin kuruluş tarihi 1553 olarak bilinir. Bkz. Kadir
Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, Vadi Yayınları, 1997, s.105-107.
325
EK II
SÜRYANİ KADİM PATRİKHANE NİZAMNAMESİ
PATRĠKLĠĞE SEÇĠLECEK KĠġĠNĠN ÖZELLĠKLERĠ VE PATRĠK
SEÇĠMĠ
Madde 1- Antakya Patriği adı ile anılan ve idare merkezi Mardin
Deyrulzafaran Manastırı’nda bulunan Ortodoks Süryani Kadim Patrikliğine
seçilecek kiĢinin, gerek Osmanlı Devleti’nin idaresi altında bulunan gerekse
Hindistan’da, Amerika’da ve diğer ülkelerde bulunan Süryani Kiliselerinin en
üst ruhani lideri olarak adlandırılır.
Madde 2- Patrik olarak seçilecek kiĢinin güzel ahlaklı, yetenekli, ilminde,
kilise kanunlarına ve dini hükümlere hakim olmalıdır. Osmanlı Devleti sınırları
içerisinde Süryani ruhbanları arasında kendisini kabul ettirmiĢ olmalıdır.
Cemaat dahilinde bulunan Süryanilerin dini meselelerinde hem Osmanlı
Devleti’nin, hem de Süryani cemaatinin güvenine sahip olmalıdır. Osmanlı
vatandaĢı olup, yaĢça en az otuz beĢ, en fazla atmıĢ yaĢını geçmemiĢ
olmalıdır. Görevi sırasında belirtilen yaĢ sınırını aĢması halinde, sağlık
Ģartları mevcut ise, bu durum onun görevden alınmasına sebep teĢkil
etmeyecektir.
Madde 3- Herhangi bir biçimde patriklik vazifesinin sona ermesiyle
meydana
gelebilecek
olumsuz
Ģartlarda,
patrikhane
meclis
üyeleri
Deyrulzafaran Manastırı’nda toplanarak, diğer memleketlerde yaĢayan
Süryanilerinde kabul edeceği bir kimseyi, patriklik seçimine hazırlık amacıyla
belirlenen kiĢi için diğer metropolitlerin, kaymakamı seçmek üzere telgrafla
oyları istenir. Meclis üyelerinin oybirliği ile seçilmiĢ bulunan zatın, mazbatası
onaylanarak Adliye ve Mezahip Bakanlığına takdim edilir. Kaymakamın
göreve baĢlamasıyla patrik seçimine dair usul ve kaideleri içeren yazılı bir
belge gönderilecektir.
Madde 4- Yukarıdaki maddenin hükmü yerine getirildikten sonra patrik
kaymakamı olarak tayin olunan kiĢi Deyrulzafaran’da bulunan makama
geldikten on gün sonra, Osmanlı hâkimiyeti altındaki piskopos rütbesi taĢıyan
326
ruhani
reisler
ile
Hindistan’daki
piskopos
vekili
(Mafiryan)
bulunan
baĢpiskoposu da, patrik seçimi için Deyrulzafaran Manastırı’nda belirlenecek
bir günde toplanacak meclise davet edilecektir. Bu seçime Osmanlı
Ġmparatorluğu sınırları içinde bulunan metropolit ve metropolit vekilleri ve
metropolitlik meclis üyeleri, belirlenen günde birer vekillerinin bulunması ve
halktan uygun görülen kimselerin de belirlenen günde Deyrulzafaran
Manastırı’nda bulunmaları gerekir. Belirlenen mahallerdeki cemaat üyelerine
davetiye gönderilecektir. Temsilci göndermeyen cemaatler, seçme hakkından
vazgeçmiĢ sayılacaklardır.
Madde 5- Geçerli bir nedenden dolayı davete gelemeyecek olan
piskoposlar, oylarını yazılı ve onaylı olarak, belirlenen tarihten bir gün
önceden adı geçen meclis baĢkanlığına bildirmek zorundadır.
Madde 6- Kaymakam tarafından belirlenen Ģartları taĢıyan piskoposlar
ile patrik olmaya layık metropolitlerin isimlerinin bulunduğu bir belge
hazırlanarak Deyrulzafaran’da toplantı halinde bulunan metropolitler ve halk
temsilcilerinden oluĢan karma meclise sunulur. Bu belgenin bir örneği, genel
meclisin ilan yerlerine asılarak ilan edilir. Ġkici maddede belirtilen Ģartları
taĢıyan piskopos ve ruhbanlardan, isimleri ilan edilen listede adları
olmayanların itirazları genel mecliste değerlendirilir.
Madde 7- Patrik; bütün metropolitlerden ve cemaat temsilcileriyle,
patrikhane meclisini oluĢturan heyet tarafından, isimleri adı geçen listede
bulunan piskopos ve rahipler arasından gizli oy ve oy çoğunlukla seçilir.
Patrikhane karma meclisinin üyelerinden en az iki piskopos, diğer
metropolitler gibi birer oy hakkına sahiptir. Heyetin diğer on üyesi de birer oy
hakkına sahiptirler. Oy pusulaları genel meclis huzurunda sayılır ve
düzenlenir. Seçmenlerden iki kiĢiye aynı sayıda oy verildiği takdirde genel
meclis takdir hakkını kullanır.
Madde 8- Kaymakamlık, patrik seçimi için gönderdiği davet yazılarının
tarihinden itibaren 61 gün içerisinde seçimlerin tamamlanması ve bu
maddedeki görevi yerine getirmelidir.
Madde 9- Seçimlerin tamamlanmasından sonra bir dilekçe yazılıp,
patrik vekili ve seçici kurul tarafından imzalanıp mühürlendikten sonra Adliye
327
ve Mezahip Bakanlığına bir telgraf ile bildirilir. Geleneklere göre icra edilmek
üzere yeni patriğin göreve baĢlaması, PadiĢahın onayı alındıktan sonra dini
tören yapılır. Bu dini töreni takiben patrik, meclis üyelerinin hazır bulunduğu
bir ortamda yemin töreni yapılır. Devletine ve milletine her zaman sadakatle
hizmette bulunacağına, cemaat kanunlarının uygulanmasına bütün zamanı
ve gayretini sarf edeceğine dair, hazır bulunanların huzurunda beyan ve
taahhütte bulunarak görevine baĢlar.
PATRĠĞĠN GÖREVLERĠ
Madde 10- Patriğin görevi, nizamname gereklerine uygun hareket ve
zikredilen nizamname esaslarının tamamının uygulanmasına dikkat ile
yönlendirmektir. Kendisine gelen iĢleri ve evrakları gereği yapılmak üzere
patrikhanede bulunan karma meclise havale etmektir. Bu meclisin çoğunluğu
arasında kabul edilen bir karar patrik tarafından da kabul edilip, gereğince
hareket eder ve gerektiğinde iĢlerin yerine getirilmesi için yazılı veya sözlü
emir verir.
Madde 11- Patrik ruhani iĢlerde ve sivil cemaat üyeleri üzerinde geniĢ
yetkilere sahiptir. Karma meclisçe verilen kararlar nizamname hükümlerine
aykırı bulunduğunda, bunu ret etme hakkına sahip olmakla beraber, patrik
kararının meclis tarafından tekrar görüĢülmesini isteyebilir. Bir madde
hakkında oylar birbirine eĢit olması halinde, patriğin oyunun bulunduğu taraf
tercih edilir.
Madde 12- Patrik Ortodoks Süryani kilisesinin görüĢünde ve dine
mensup kiĢilerin ruhani babası olup, patrikliği dâhilinde bulunan ruhani
reislerin sosyal birleĢtiricisi olması düĢüncesiyle, adı geçen mezhebi himaye
etmesi ruhani vazifesinin gereklerindendir.
Madde 13- Patriklik makamında bulunan zat, rahip ve piskoposları
takdis ve tayin edebilir. Gerektiğinde bunları ve diğer ruhani sınıfa ait olanları,
haklı bir nedeninin bulunması durumunda azil ve aforoz edebilir, böyle bir
durumda karma meclis bu karara katılmalıdır.
Madde 14- Patrik zamanın ihtiyaçlarına göre karma meclisçe kendisine
tahsis edilen yıllık gelirinden baĢka, adı geçen meclisin kararı olmadıkça,
patrikhane, kilise ve manastırların vakıf gelirlerinden para alıp harcayamaz.
328
Madde 15- Patrik, Hindistan’daki Süryani Ortodoks Kiliseleri’nin
durumlarını görmek ve yerinde inceleme yapmak amacıyla yola çıkmak veya
diğer yerlere seyahat etmek istediğinde, bu seyahate gidip gidemeyeceği
konusunda karma meclis ile birlikte karar verilecektir.
ĠSTANBUL
PATRĠKLĠK
VEKĠLĠNĠN
VE
KUDÜS-Ü
ġERĠF
METROPOLĠTLĠĞĠNE SEÇĠLECEK KĠġĠNĠN ÖZELLĠKLERĠ VE ATANMASI
Madde 16-Devletin baĢkentinde (Ġstanbul’da) bulunmasından dolayı, bu
önemli makama atanacak patrik vekilinin ruhaniyet özelliklerinden baĢka,
yönetmeliklere uyan ve uygulamaları bilen, herkesin güvenini kazanmıĢ ve
her yönüyle bu makama layık nitelikte olacak kiĢilik ve ahlaka sahip
bulunması, devletin resmi dili olan Türkçe’ye vakıf olması gereklidir.
Madde 17-Ġstanbul Patrik Vekilliği makamının herhangi bir nedenle
boĢalması durumunda, öncelikle patriğin baĢkanlığında toplanan karma
meclis
tarafından
piskopos
rütbesinde
bulunan
üç
kiĢi,
cemaat
metropolitliğine gönderilir. Yerel millet meclislerinin oybirliği ile metropolitler
üç kiĢiden birisini seçip 31 gün içerisinde oylama sonuçlarını patrikhaneye
sunma mecburiyetindedir.
Madde 18-Eğer seçilen metropolitlerden birisi seçimi kazanırsa,
görevinden ayrılması gerekecek ise, yerine usul gereğince bir baĢkasının
seçilmesi ve atanması lazımdır. Böylece oybirliğiyle seçimi kazanan
metropolit veya piskopos, geçerli bir özrü veya mantıklı bir gerekçe ile
belirtilen görevden istifa ettiği takdirde ilk seçimde en çok oy alan ikinci
piskopos bu göreve atanır.
Madde 19- Önceki maddede belirtilen usul üzere seçim tamamlandıktan
sonra oy birliği ile seçilen piskoposun belgeleri, hükümetin bu atamayı
onaylaması amacıyla patrik tarafından yazılı olarak Adliye ve Mezahip
Bakanlığı’na sunulur.
Madde 20- Kudüs Metropoliti Mor Markos Manastırı ruhban cemaatinin
baĢkanı ve Süryani cemaatinin kutsal yerlerinin sorumlu müdürü olup,
Ortodoks Süryani Patrikliğine bağlı ve her konuda merkez patrikhane
yetkilidir.
329
Madde 21- Kudüs Metropolitliğine atanacak olan kiĢi piskopos
rütbesinde, dindar, güzel ahlaklı ve her yönüyle belirtilen makama layık ve
aranan Ģartlara sahip olmalıdır. Görevi, patrikhanece belirlenen manastır
kanun ve nizamlarına uygun hareket ve kanun ile kaidelerin uygulanmasına
gayret etmesinden ibarettir.
Madde 22- Kudüs Metropolitliği boĢaldığında 17. 18. ve 19. maddelerde
belirtilen Ģekilde seçimler yapılır.
METROPOLĠT, MATRAN, PĠSKOPOS, HORĠ VE RUHBAN ĠLE
KEġĠġLERE DAĠR
Madde 23- Süryani Kadim Ortodoks mezhebi patrikliğince, ruhani reisler
tarafından kutsanan ruhbana caslik diye adlandırılan yüksek rütbesi
(metropolit, piskopos vs.) verilir. Süryaniler de, bütün ruhani rütbe ve
makamlar, eski zamanlardan beri kullanıla gelmiĢtir.
Madde 24- Ruhbanlığa girmek isteyenler Deyrulzafaran ile iklidosa ait
diğer manastırlarda, yani ruhban okullarından mezun olma zorunluluğu
vardır. Adı geçen okullardan diploma ve yeterlilik alamayan veya karma
meclis önünde yeterliliğini ispat edemeyen kiĢilerin rahip olarak takdis ve
atamaları hiçbir Ģekilde kabul edilmez.
Madde 25- Ruban sınıfından olup, matran ve piskoposluk rütbesine
atanacak kiĢinin dindar ve güzel ahlak sahibi, dini konularda bütünüyle
haberdar, ruhani yönden baĢka maddi yönden de yetenekli, kanun ve
uygulamalara vakıf, her yönüyle bu makama layık kiĢiliğe sahip olmalıdır.
Devletin resmi dili olan Türkçe’ye meramını ifade edebilecek kadar sahip
olması gereklidir. En az iki yıl metropolit vekilliğinde ve diğer görevlerde
bulunması Ģarttır.
Madde 26- BoĢalmıĢ bulunan piskopos, metropolitlik makamlarına ve
manastırlara yeni matran tayini için, ruhban sınıfından olup sonradan takdis
edilmiĢ metropolit atanması gerektiği takdirde, yerel halk veya kilise cemaati
tarafından iki kiĢi belirlenip, karar patriğe sunulur. Belirlenen Ģartlara sahip iki
piskopostan veya iki rahipten birisi patriklikçe onaylanıp ihtiyaç bulunan
yerlere atanması yapılır. Patrik tarafından atanması yapılan kiĢiye görev ve
yetki belgesi (sustatikon) verilir.
330
Madde
27-
Metropolit,
Matran,
Piskopos,
Hori,
Rahip,
KeĢiĢ,
ġemmas(diyakos) gibi rütbelerde bulunanların tümü cemaatin en yüksek
ruhani önderi olan Antakya Süryani Patrikliğine bağlıdır. Bunlar rütbelerine
uygun hal ve davranıĢlarda bulunmaları, yapmakla görevli oldukları
vazifelerine aykırı hareketlerde bulunmamaları gerekmektedir. Her zaman ve
her yerde güzel davranıĢlarda bulunarak, patriğin sıfat ve Ģanına zarar
verecek hareket ve sözlerden kaçınmaları görevlerinin gereğindendir.
Madde 28- Kudüs Metropoliti, Ġstanbul Patrik Vekilliğinde bulunan
metropolit, Hindistan ve diğer yerlerde bulunan metropolit ve piskoposlar,
manastırlarda bulunan tüm ruhban ve cemaat kiliselerindeki keĢiĢler tümüyle
patriğin baĢkanlığında bu nizamnamenin hükümlerine tabidirler.
Madde 29- Bir yerde veya bir kilise, manastır cemaati tarafından bir
piskopos veya rahip hakkında Ģikayet vaki olursa, Ģikayet incelemeye layık
görülürse, patrikhane ve karma meclis tarafından gerekli incelemeler
yapılarak, sonucu içeren yazılı karar taraflara bildirilir.
Madde 30-Yirmi dokuzuncu maddede açıklandığı gibi aleyhinde Ģikayet
bulunan bir piskopos, rahip veya keĢiĢ inceleme ve soruĢturma için
patrikhaneye davet edildiği halde gelmemekte ısrar ile çekinme ve karĢı
çıkanlar veyahut inceleme ve soruĢturma sonucunda mahkum olup kararı
kabul etmeyen ruhani kiĢi cezadan kurtulmak amacıyla mezhep değiĢtirdiği
iddiasında bulunanlar karma meclis kararıyla kendilerini takdis eden ve
atayan patrik tarafından ruhbanlık yetkileri geçersiz sayıldıktan sonra,
mahkumiyetleri ruhani bir suçtan ileri geliyorsa ruhani bir ceza ile
cezalandırılır. Ruhani suçların dıĢında, dünyevi suçtan dolayı mahkum
olmuĢlarsa hükümet kuvvetlerine teslim edilir.
Madde 31- Piskoposlar görevli bulundukları yerlerdeki cemaatin iĢleriyle
her yönüyle ilgilenmeli. Birlikte çalıĢtıkları cemaatin ileri gelenleri ve yerel
ruhbanlar ve keĢiĢlerinde dahil olduğu makamın önemine göre altı, on ve on
iki kiĢiden meydana gelen ve iki senede bir seçim veya yenilenme suretiyle
karma meclis oluĢturulup, bu kiĢiler cemaate danıĢılacak ve üyelerin
atanması için patrikhaneye bildirilecektir.
331
Madde 32- Görev yerleri manastırlar olan matran, metropolit ve
piskoposlara, yerel ruhban ve ileri gelenlerden oluĢturulan heyet ve idare
meclisince karara bağlanan aylık maaĢtan baĢka vakıf, gayrimenkul geliri ve
yardım türünden para verilmeyecektir.
Madde 33- Patriğin ölümü halinde, terk edilmiĢ taĢınabilir ve taĢınamaz
tüm malları patrikhaneye aittir. Piskoposlar, metropolitler ve diğer ruhbanların
da vefat etmeleri halinde, terk edilmiĢ mallarından, dini ayinler sırasında
kullandığı ruhban elbiseleri, kutsal takıları ve kitapları Deyrulzafaran
Manastırı’na verilir, geriye kalan terk edilmiĢ taĢınmaz gayri menkullerinin
yarısı patrikhaneye, diğer yarısı da mahalli kilise ve manastırlara verilir. Ölüm
olayından sonra, bunların terk edilmiĢ mallarını kimsenin almaya hakkı
olmadığı gibi, ölen Ģahsın tüm malları gelenek olduğu üzere patrikhaneye
aittir. Bu konuda tüm görev ve yetkiler patrikhaneye aittir. Bundan dolayı,
ruhbanlık mesleğini seçenler, ilk önce her türlü taĢınır ve taĢınmaz malları
varsa, bunları yazılı olarak beyan ederek, patrikhane kayıtlarına kayıt eder.
Gerekli iĢlemlerin yapılması karma meclis tarafından yürütülür. Böylece
ruhban olan ve sonradan metropolit olarak atanan ve hatta patriklik görevine
eriĢtikten sonra, aile ve akrabalarından kendisine devreden nakit ve çeĢitleri
dahi, patrikhane kayıtlarına geçirilir. Ruhbanın ölümünden sonra, yukarıda
belirtildiği üzere elbise ve kutsal takıları, kitaplarından baĢka, her türlü terk
edilmiĢ malları ortaya çıkarsa, yarısı patrikhaneye, diğer yarısı ise yerel kilise
ve manastırlara aittir.
Madde 34- Patrik olan zatın göreviyle ve dini emirlerle ilgili olarak,
kanun hükümlerine aykırı hareket etmesi halinde görevinden alınır. Ancak,
daha önce kendisine birinci ve ikinci defa metropolit ve matranlar tarafından
uygun bir Ģekilde uyarı yazısı yazılır. Bu ihtarlara uymayıp, olayın tekrarına
devam ederse bu takdirde matranların ve genel meclis üyelerinin birlikte
hazırladıkları uyarı yazısı bir kez daha, tekrar ve ısrarla bildirildiği halde,
patrik yine de ısrar ederse ve istifa teklifini kabul etmezse, genel meclis
üyeleri,
patriğin
görevden
alınmasını
Mezahipler
Bakanlığından
isteyeceklerdir. Fakat patriğin görevden alınması, bütün metropolitlerle, genel
meclisin üyelerinin üçte bir oranında oyları gereklidir.
332
Madde 35- Yirmi dördüncü madde de belirtildiği gibi, ruhban sınıfına
dâhil olmak isteyen kiĢiler, ruhban okullarından diploması olmayanların
kabulü, karma meclis huzurunda yapılacak sınavı kazanması ve yeterliliğini
gösteren belgeyi patrikhaneye sunmadıkça, hiçbir metropolit, rahip takdis
edemez.
Madde 36- Evli olan keĢiĢlerin kabul ve atanması, önceki madde
hükümlerinden ayrı olup, kilise cemaati tarafından tespit edilerek, yerel
meclis huzurunda yeterliliğini kanıtladığı takdirde, metropolit tarafından takdis
edilerek patrikhaneye bilgi verilir. Diyakosların takdisi ve atamaları da bu
madde hükümlerine tabidir.
Madde 37- KeĢiĢlik sınıfına her arzu eden dahil olamaz Gerektiği
takdirde cemaat tarafından seçilmiĢ olması gerekmektedir.
Madde 38- KeĢiĢlik görevine seçilecek olan kiĢi aĢağıda belirtilen
özelliklere sahip olmalıdır. Öncelikle evli olmak, en az otuz yaĢında olmalı,
dindar, namuslu, güzel ahlak sahibi olmalıdır. Dini hükümlere ve ayin
uygulamalarına ait kanunları, kilisede becerikli, idaresi altında bulunan
cemaatin mezhep ve ruhani iĢlerinde aydınlatmaya gücü yetmeli.
Madde 39- Karma mecliste üyesi bulunmayan bir yer için keĢiĢ takdis
ve ataması gerektiği takdirde, o yerin cemaati tarafından seçilmiĢ olan kimse,
bağlı oldukları kilise veya manastır metropolitleri huzurunda imtihan edilip,
özellikleri ve durumu araĢtırıldıktan sonra keĢiĢ tayin ve ataması yapılır.
Madde 40- Evli olan keĢiĢlerin ihtiyaçlarını karĢılamak üzere, eskiden
beri yürürlükte olan usul üzere, Kuddas(ayin) uygulaması, vaftiz, nikah ve
cenazeler için aldıkları ödemeler ve yerel meclis üyelerince tensip ve takdir
ettikleri miktardan fazla olmamalıdır. Bir kilisenin keĢiĢi diğer kilisenin
cemaatine üye olan Süryanilerin vaftiz, düğün ve cenaze merasiminde davet
edilmedikçe bulunmayacaklardır.
Madde 41- Ruhban sınıfında bulunanlar, Kudüsü ġerfi ziyaret etmek
için yola çıkanlar veya yardım toplamak için ikametleri dıĢındaki yerlere
gitmek istediklerinde, keĢiĢler mensup oldukları cemaat meclislerinden,
metropolit, piskopos ve diğer ruhban sınıfına mensup olanlar patrikhaneye
baĢvurup izin almadıkça hiçbir yere gidemezler.
333
PATRĠKHANE KARMA MECLĠSĠNĠN OLUġTURULMASI VE
ÜYELERĠNĠN GÖREVLERĠ
Madde 42- Patrikhanenin ruhban ve sivil üyelerinden meydana gelen
daimi karma meclis iki piskopos, dört rahip, altı tanesi halk temsilcilerinden
olmak üzere on iki kiĢilik üyeden meydana gelir. Bular iki yıldan daha uzun
süre görevde bulunamazlar. Meclisin tamamı üç yılda bir yenilenir ve
değiĢtirilir.
Madde 43- Patriğin baĢkanlığında bulunan karma meclise üye olarak
atanacak kiĢilerin belirlenmesinde her Ģeyden önce, patrik tarafından dört
piskopos, sekiz rahip ve patrikhane cemaatinden ve Osmanlı Devleti
vatandaĢlarından ve genel kabul gören, dürüst, namuslu kiĢilerden on iki
kiĢilik adayların adlarının yazılı olduğu bir belge tanzim edilerek, cemaat
metropolitliği ve manastır yetkililerine gönderilir. Metropolitler ve manastır
yetkilileri, yerel meclis baĢkanlarının oybirliği ile, belgede adı geçen
adaylardan iki piskopos, dört rahip, altı sivil kiĢinin kararnameleri patriğe
sunulur. Karma meclisin belirlenen üyeleri görevlerinde ve iĢlerinde
kazandıkları tecrübe ve itibarları, devlet ve milletçe takdir ve kabul edilmiĢ
kiĢiler olmalıdır.
Madde 44- Usulüne uygun yapılan seçimler sonuçlandırıldıktan sonra,
onay için seçilmiĢ üyelerin isimleri hükümete sunulmak üzere patrik
tarafından resmen Adliye ve Mezahip Bakanlığına gönderilir.
Madde 45- Karma meclise ataması yapılmıĢ bir üye iki yıllık görev
süresi bitmeden önce, geçerli ve haklı bir sebebi olmadıkça görevinden
ayrılamaz. Geçerli bir sebeple istifaya mecbur olan veya görev süresi
içerisinde vefat eden üyenin yerine, kalan süre için, yedekte olan üye atanır.
Durumu Adliye ve Mezahip Bakanlığına bir yazı ile bildirilir.
Madde 46- Yukarıda adı geçen meclis, Ortodoks Süryani Patrikliğine
bağlı kilise ve manastırların vakıflarına, patrikhanenin gelir ve giderleri ile
ilgilenmek, cemaat okullarının en iyi Ģekilde idare ve geliĢtirilmesine özen
gösterir. Vakıf ve varisi olmayan Hıristiyan ölülerine ait mallar hakkında,
geçerli ve yürürlükte olan hüküm ve Ģartların yerine getirilmesi uygulaması,
vasiyetnamelerin hüküm ve Ģartlarına uygun olarak yerine getirilmesi, ölen
334
kiĢinin yazılı eserleri ve gelirleri cemaat tarafından uygun yerlere harcanması
konusunda
gerekli
yerlere
bu
konuda
yetkili
memurlar
meclisçe
gönderilecektir.
Madde 47- Patrikhanenin gelir ve giderlerine ait hesaplar, her yıl içinde
meydana gelen gelir ve giderin genel muhasebesini araĢtırma ve inceleme,
hesapları kayıt etmek üzere baĢkatip görevini ifa etmeye muktedir bir kiĢi
görevlendirilecektir. Bu kiĢi meclisin gözetimi altında olacaktır.
Madde 48- Her yıl sonunda bütün kilise ve manastırlarda bulunan
piskoposlar veya piskopos vekilleri, gelir gider kayıtlarını patrikhaneye
sunmak mecburiyetindedir. Bu kayıtlar karma meclis tarafından incelenip
onaylanacaktır. Fazla gelir durumunda bunun hangi manastır veya kiliseye ait
ise, adına gelir kaydedilmek üzere, bina ve gelir getiren mallar ve diğerleri
yerel meclis tarafından satın alınır.
Madde 49- Patrikhanede, Süryani Ortodoks patrikliğine bağlı, bütün
cemaate ait kilise ve manastırların vakfı olan bağ, bahçe, değirmen, tarla ve
arazinin miktarı, manastırlardaki kutsal sayılan araç ve gereçler, döĢemeler,
çeĢitli kitaplar gibi taĢınabilir malların miktarını gösterir kayıtlar bulundurulur.
Bu suretle güvenliğe alınmalıdır. Her yıl basılacak olan millet yıllığına
yazılmak üzere, patrikhane karma meclisi, bütün Süryanilerin erkek ve kadın
nüfusu, diyakosluk rütbesine varıncaya kadar ruhban sınıfında bulunanların
isimleri ve görevlerini, okul müdür ve öğretmenlerinin isimlerini ve öğrenci
sayılarını belirten cetvelleri isteyeceklerdir.
Madde 50- Patriğin bilgisi olmaksızın ve kendisi mecliste bulunmadığı
sırada, metropolitlerden birisini vekil tayin etmeden, karma meclis tarafından
alınan kararlara itibar edilmeyip geçersiz sayılacaktır. Bunun gibi, meclisin
bilgisi dıĢında, patrik tarafından tek baĢına alacağı kararlar da geçersiz
sayılacaktır.
GENEL MECLĠSĠN OLUġTURULMASI VE GÖREVLENDĠRĠLMESĠ
Madde 51- Genel meclis üyeleri üç kısımdan oluĢur. Birinci kısım,
görevli bulunan bütün metropolit ve piskoposlardır. Ġkinci kısım, kırsal
kesimdeki
piskopos ve
meclis
üyelerinden
iki
kiĢi.
Üçüncü
patrikhanenin ruhban ve sivil karma meclis üyelerinden ibarettir.
kısım,
335
Madde 52- Genel meclis üç yılda bir mayıs ayının baĢında, patrik
tarafından yapılacak davet üzerine, patriklik makamı olan Deyrulzafaran
Manastırı’nda toplanır. Ancak, lüzumu halinde patrikhane ve karma meclisin
onayı ve kararı ile belirlenen zamandan önce de toplanabilir.
Madde 53- Genel meclis bu toplantılarda öncelikle, Deyrulzafaran
Manastırı’ndaki iĢlerin düzenlenmesine, diğer manastırların ıslahı ve düzeni,
cemaat okullarının geliĢtirilmesi, ruhani iĢlerin düzenlenmesine dair gerekli
tedbirlerin kararlaĢtırılması. Bu kararlar patrikhanenin genel siciline kayıt
edildikten sonra, alınan kararlar doğrultusunda hareket edilmesini istemek
üzere patrik tarafından yazılı olarak duyurulması.
Madde 54- Geçerli bir mazeretinden dolayı Genel Meclis toplantısında
bulunması mümkün olmayan metropolit için, karma meclis ruhanileri
arasından birisi görevlendirilebilir.
Madde 55- Genel Meclis toplantılarına davet edilen ve taĢradan gelen
metropolit ve üyelerin harcırahları, karma meclisin takdir ve onayı ile
patrikhane bütçesinden ödenir.
EĞĠTĠMĠN GELĠġTĠRĠLMESĠNE DAĠR
Madde 56- Deyrulzafaran Manastırı’nda; bir Ģubesi ruhban sınıfına ait
olmak üzere dini ilimlerin öğretilmesi, bir Ģubesi de halka ait lise düzeyinde,
tam teĢkilatlı bir okulun tesisi gerekli olduğu gibi, Kudüs-ü ġerif Manastırı’nda
da dini ilimleri öğretmek üzere ruhban sınıfına ait olmak üzere bir okul
açılacaktır.
Madde 57- Musul iline bağlı ġeyh Matta adıyla bilinen, Diyarbekir ili
BeĢiri ilçesine bağlı Mor Kiryakos, Midyat ilçesi sınırları dahilinde bulunan
Mor Gabriyel adındaki manastırlarında da birer Ģubesi ruhbanlara, bir Ģubesi
de çocuklara ait olan ve ilkokul düzeyinde, yeni usulde eğitim ve öğretim
programına uygun olarak düzenlenmesine yardımcı olunacaktır.
Madde 58- Devlete bildirilen ve resmi belgelerle ispat edilen ve tarihi
bilgilerle Süryanilere ait kilise ve manastırların, tarihi değerlere haiz araç ve
gereçlerin korunması, her türlü saldırı, tecavüzden uzak tutulması ve
dokunulmazlığı devlet güvencesi altındadır.
VERGĠ VE YARDIMLARA DAĠR
336
Madde 59-Süryaniler, patrikhane
çalıĢanları,ruhbanlar ve
ihtiyaç
sahiplerinin giderlerine harcanmak üzere, (zıdk) olarak ifade edilen ve miktarı
herkesin gücüne göre belirlenen yıllık ödemeyi yapmak zorundadır. Ancak,
bunun toplanmasında ve sarf edilmesinde hiçbir Ģekilde suiistimale meydan
vermeden, güvenli bir Ģekilde toplanmasını sağlamak gerekir. Genel meclis
toplantısında, her yerleĢim yerinin nüfus sayısına göre yıllık muayyen bir
miktar belirlemesi gerekir.
Madde 60- Adı geçen ödeme kiliselerde vaftiz, nikah, cenaze töreni ve
diğer dini merasimler için cemaat tarafından davet edilen matran, piskopos,
rahip, keĢiĢ, Ģemmaslar ve kilise yardımcı personeline adet olduğu üzere
verilecek
olan
ücret,
bunların
ikametgahlarıyla
patrikhanede
yazılıp
düzenlenecek izin belgesi için yazıcı ücreti olmak üzere, alınan paradan
hariçtir.
Madde 61- AltmıĢıncı madde de belirtilen ruhani törenlerden dolayı
matran, piskopos, rahip, keĢiĢ, Ģemmas ve kilise yardımcı personeline
verilmesi gereken ücretin miktarı, mahalli cemaat meclisince belirlenir.
Madde 62- Süryani Ortodoks Patrikliğine bağlı bütün manastır ve
kiliselerin vakıf gelirlerinin yüzde 10’u, patrikhane giderlerine ait olmak üzere
her yıl patrikhaneye teslim edilecektir. Ancak, bazı yıllarda adı geçen
vakıfların onarımına gerek görüldüğü veya önemli bir masrafı gerektiren kilise
ve manastırların vakıf ge