DİYANET İŞLERi BAŞKANLIGI YAYlNLARI II. DİN ŞÜRASI TEBLİG VE MÜZAKERELERİ (23 - 27 KASIM 1998) (I) , TUı'4lyc Pljii!i1N ıt 'fi Isitım Mıışıınnıtlnrı M~rktıl;i KUtUphtHHıııi Tas. No: ANKARA-2003 ,, 1 Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan 1584 ilmi Eserler 1 93 Tashih Abdi! AKTAŞ Mustafa KAYA Yusuf APAYDIN Ali Osman PARLAK Dizgi Mehmet KARAVAŞ Hasan EKİNCİ HüseyinDiL Grafik RecepKAYA Baskı Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Mat. Tıc. İşl. Tel: (0.312) 354 9I 24 2003-06-Y-0003-584 ISBN: TkNo: 975-I9-3325-0 . ISBN: 975-I9-3326-9 © Diyanet İşleri Başkanlığı Dini Yayınlar Dairesi Başkanlığı Derleme ve yayın Şubesi Müdürlüğü Tel: (0.312) 295 73 06- 295 72 75 Il. DiN ŞÜRASI TEBLİÖ VE MÜZAKERELERİ 100 DİNİN ANLAŞlLMASI, YORUMLANMASINDAKİ FARKLILIKLAR ve ÇÖZÜM ÜZERİNE Prof. Dr. Ali BARDAKOGLU insanla birlikte- var olan, insanı muhatap alan ve onu bilgilendirmeyi, yüceitmeyi ve mutlu etmeyi hedefleyen dinle, tarihin bütün devrelerinde ve bütün toplumlannda hem evrensel ve zorunlu bir vakıa olarak, hem de ferdi her yönüyle kuşatan bir disiplin olarak daima karşılaşılır. Dinin bu denli geniş ve çok yönlü oluşu onun tanımlanmasını hatta din üzerine konuşma ve yorumu da zorlaştırmaktadır. Bu sebeple, burada daha çok dinin çok dinin mahiyeti, ilgi alanlan arasında bir ayırım ve derecelendirme yapma gereği, dinin hukukla ve toplumsal hayatla ilişkisi gibi konular üzerinde durarak bu çerçevede dinin farklı anlaşılması ve yorumlanmasının sebep ve sonuçlan hakkında söz etmeyi arzu etmekteyim. Din Dinin Tanrı tarafından vahyedilmiş olduğunun söylenmesiyle vahiy, dinin daha doğ­ rusu otantik dinin temel niteliği yapılmış olmakta ve dolayısıyla dinin yalın bir Tanrı inancından ibaret olmadığı, Tanrı'ya inanmak yanında, O'nun değişik biçimlerde teceiii edeceğine inanmak gerektiği de vurgulanmış olmaktadır. İslamf literatürde bu tecelli ve inayet yani Tanrı'nın kendini göstermesi, geneiiikle "yaratma ve buyurma" (halk ve emir) kavramlanyla ifade edilir. Kur'an-ı Kerim'de ise yaratma ve huyurmanın Ailah'a ait olduğu vurgulanır. Buyurma, Tanrı'nın iradesinin sonucudur ve din bu iradenin içinde yer alır. Özü itibariyle makul ve kavranabilir olsa bile din, Tanrı iradesinin vahiy yoluyla açılımı olduğu için, teorik olarak, insan aklı da dahil tüm beşerf güçlerden üstündür. Bu yaklaşım tannsal iradenin açılımı olan vahyin "aktif ve kurucu" buna mukabil vahye muhatap olan insanın akıl ve diğer melekelerinin "pasif ve alıcı" konumda olduğuna işaret etmektedir. Tanrısal iradenin insanlara ulaşımının peygamberler kanalıyla olmasını dikkate alan kimi İslam bilginleri peygamberliği alemin ruhu olarak nitelemişlerdir. İnsan, kendisini vahye bağlayan gelenek zincirini korumak durumundadır. İslam düşünce geleneğinde tevatür ve icma gibi kurumsal yapılar, büyük ölçüde vahiyle irtibatlı gelenek zincirini korumak amacıyla oluşturulmuş veya hiç değilse bu amaca hizmet etmiştir. Vahiy ve gelenek kavramlan, dinin yapısını ve temel özelliklerini işaret etmektedir. ll. DİN ŞÜRASI TEBLİÖ VE MÜZAKERELERİ 101 Din, en yalın biçimiyle Tann'ya inanma ve ona badet etme olduğuna göre, onun bir inanç sistemini ve bir ibadet sistemini içermesi zorunludur. Bu iki temel unsur yanında, dinin ahiili hükümleri de içermesi gerekir. Ahlak, dikey olarak veya metafizik boyutta, bu inanç ve ibadetlerdeki içtenlik v samirniyet (ihliis, ihsan) anlamını içerdiği gibi, dünyevf boyutta, Tann inancının ve O'na olan sevginin Tann'nın kullan üzerinde gösterilmesi, onlann hoş ve mutlu edilmesine çalışılması, onlann hukukunun ihlill edilmemesi, onlan rahatsız ve huzursuz etmekten kaçınılması anlamını da içerir. Bu dururnun İslam dini açısından da aynıyla geçerli olduğunu açıkça göstermesi bahadisi diye meşhur olan diyaloğu anmak uygun olur. Bu diyalogda geç- kımından Cibıfl tiği n" göre. vahiy meleği Cihril. bir gün dini öğretmek üzere Hz. iv1uh::ıınıned ·e gelmiş. ona iman, İslam ve ihsanın ne dernek olduğunu sormuş ve bunlan yine kendisi cevaplamıştır. Cibıfl'in bu üç kavrama getirdiği açıklama öz itibariyle dinin yukanda değinilen üç temel unsurunu, yani inanç, ibadet ve ahiakl içermektedir. Cibıfl imanı Allah'a, abiret gününe, peygamberlere, meleklere, kitaplara ve kadere inanmak olarak; İslfun'ı, şirk koşmaksızın sadece Allah'a ibadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve haccetrnek olarak; ihsanı da, Tann'yı görüyormuşçasına ibadet etmek olarak açıklamış­ tır. (Buhan, "İman", 1.) Tann'ya iman ve bunun etrafında oluşturulan inanç sistemidinin temelini oluşturur. İnanç sistemi yapısı itibariyle dogmatik olabilirse de, inanılan Tann'nın özellikle varlığı ve birliğinin ortaya konulması, temel niteliklerinin kavranrnası ve sistemleştirilmesi aklf bir çabayı gerektirir ve tüm bunlann kesinlik gerektiren bilgiye dayanması gerekir. Müslüman bilginierin inanç konulannı sistematik bir yapıya kavuşturmaya çalıştıklan ilmf bir disiplin olan kelarn ilminin kesinlik ifade eden veri ve malzeme tabanı ve burhan üzerine kurulmuş olmasının anlamı ve nedeni budur. Dininikinci unsuru olan ibadetler (ritüel), Tann'ya itaatin biçimsel göstergeleri sayı­ ve teorik bir Tann inancı yeterli olmayıp bu inancın pratik olarak eylemle gösterilmesi ve sergilenrnesi gerekir. Taprna,tapınrna eylemi olan ibadetin öz ve genel yapı itibariyle kaynağı da vahiy olduğu için belirli ibadetler, Tann 'ya itaat çerçevesinde ve bir inanç ve kanaat gereği olarak yapılırlar. Taprna ihtiyacı, beşer düşünceseninin ürünleriyle karşılanarnaz. Kaldı ki beşerin bu alana müdahalesi asgari olarak, dinin esaslı unsurlanndan birinin zedelenmesi anlamına gelir. Bu bakırndan Tann bizim ibadet olarak ne yapmamız gerektiğini belirlemiş ve kendisine bu şekilde ibadet etmemizi emretmiştir. lır. Yalın ibadetler biçimsel olarak basit görünseler bileTann 'nın tasanmı olduklan için, aslın­ da onlann gücü ve gizemi bu dünyanın ötelerine uzanır ve her biri Tann ile bağlantının değişik biçim ve boyutlarda gerçekleştirilmesine hizmet edecek rnahiyettedir. Hatta bir ibadete bağlı olarak belirli dualann ezberlenrnesi ve okunınası da o ibadetin bir parçası­ nı teşkil edebilir ve bu okumanın etkisi salt bir zihnf kavrayış şartına bağlı değildir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) namazlarda özellikle Fatiha'nın okunınası yönündeki direktifı bu açıdan değerlendirilebilir. Dinin üçünü unsuru "ahlak"tır. Dininilkiki unsuru olan inanç ve ibadet, kişinin doğ­ rudan Tann ile teorik ve pratik bağlantı ve iletişimini sağlaması yönüyle insan-Tann iliş- II. DİN ŞÜRASI TEBLİG VE MÜZAKERELERİ 102 kisinin dikey-metafizik boyutuna ilişkin iken ahliik, inanç ve ibadet yoluyla tesis edilmiş bulunan insan-Tann ilişkisinin, dünyevf planda her türlü tutum ve davranışa yansıması olarak değerlendirilir. İnsanın başkalarına iyi davranması, onlarla iyi geçinmesi, kötülük etmemesi ahiili birer davranış olması yanında, aynı zamanda biçimsel ibadetler dışında Tanrı'nın hoşuna gidecek davranışlardır. Alıiiikın diğer bir boyutu ise Tanrı'ya olan inancın ve ona yapılan ibadetin içtenlik derecesine ilişkindir ki, bu husus İsliimf terminolojide ihlas ve ilisan diye anılır. Dinin aslf unsurlarından olan iman bir bakımadinin Tanrı'yı tanıma ve bilme (marifetullah) boyutu, ibadetler Tannya itaat boyutunu ve ahli'ik ise Tann 'yı sevme (mi'ihabbetulblı) boyutunu te~kil eder. İmanın akıl ve bilgi. ibadellerin inan~· \e kanaat. alılükııı ise önül ve duygu kaynaklı olması her birinin mahiyeti gereğidir. İnsanların birbileriyle ilişkilerini normatİf olarak düzenleyen hukuk ise, dinin tanı­ mında içnde yer alınamakla birlikte, genel olarak din ile irtibatlı olarak düve dinin üç temel unsurundan her biriyle ayn ayn bağlantısı kurulabilir. Bu yaklaşım çerçevesinde başlı başına amaç olmayan hukukf düzenlemeler, özellikle ahiili hükümlerin değişik zaman ve zeminlerde gerçekleştirilmesine hizmet eden normatif düzenlemeler olması itibariyle belli ölçülerde değişmeye ve dolayısıyla insanın belirlemesine açıktır. Esasen hukukun biçimsel yönünün, temel yapısı ve mahiyeti itibariyle akıl üstü ve dogmatik olan dinin kapsamında yer almayışının anlamı da budur. ve unsurları şünülebilir Nasların Kapsamı Dinin, daha doğrusu semavf dinlerin saf ve nihai şekli olan İslam dininin bireysel toplumsal hayatımıza akseden veya müdahale eden yönünü tanıtabil­ rnek için, kaba bir şekillendirme ile, iç içe üç daire çizebiliriz. En içte kalan dairede dinin ana metni olan Kur'an'ın ve onun açıklaması niteliğindeki sünnetin ferdi davranışla­ ra, ferdf ve toplumsal hukukf hayata ilişkin açık ve kesin hükümler! yer alır. İbadetler, keffaretler, faiz yasağı, içkinin haram olşu, bazı suçlar ve cezalar, miras hükümleri bu gruba girer. Ancak bu grubu teşkil eden dini metinlerden Kur'an ayetleriyle Hz. Peygamber'in sözleri arasında ayının yapmak, ferdi hayata ilişkin olanla toplumsal olan, etik değer taşıyanla pratik amaç taşıyanlar arasında ayının ve derecelendirme yapma imkanı vardır. İslam hukuk felsefesi ve metodolojisini, anlambilim ve yorumbilim alanlarını muştereken ilgilendiren bu kanunun dinin özünün tanınması ve tanıtilması açısından ayn bir önem taşıdığını, bununla birlikte girift olduğu kadar subjektif değerlendirmelere de açık bir konu olduğunu burada belirtmek isterim. davranışlarırnıza ve İkinci halkayı, Kur'an ve sünnetin açık ve kesin hükümlerinin izdüşümü, yorumu ve dalaylı olarak ilgili bulunduğu alan teşkil eder. Bu alanda, dini metinlerio lafızcı bir yorumundan ziyade dini değer ve amaçlarla sosyal hayatın ve kültürün ahenkli bir uyumu gözlenir. Aklın, yorumun, tecrübe birikiminin ve bölgesel kültürün de hatın sayılır etkinliği vardır bu alanda. Çünkü bir olayın dini hüküm kapsamına ne derece ve hangi yönüyle girdiği hususu bakış açısına göre değişiklik gösterebilecektir. Mesela faizin yasak olduğu Kur'an'ın açık hükmüdür. Ancak neyin faiz olduğu, hadislerdeki faiz yasağı ve örneklendirmesinin nasıl anlaşılacağı, hangi tür kazançların ne yönden faiz yasağı kapsa- Il. DiN ŞÜRASI TEBLİG VE MÜZAKERELERİ 103 ınında veya dışında tutulacağı, bu ikinci alanda kalan yani yorum alanında kalan bir konudur. Böyle olunca bu alandaki bir değeri yargısı için dinf hükme aykırılık değil, sadece, yanlış yorum, yanlış ilişkilendirme nitelendirmesi yapılabilir. İslam hukuk kültüründeki zengin doktriner tartışmaların, farklı görüşlerin önemli ~ir kısmı bu alana ait yorum ve yaklaşım farklarından ibarettir. Üçüncü halkada, ayet ve hadislerin doğrudan ve açık olarak belirlemediği, onların yorum ve izdüşümü kapsamına da girmeyen, toplumların serbest hukuk kültürüyle ve tercihiyle oluşan alan yer alır. Hemen ifade edelim ferdf ve toplumsal hayatımızın büyük bir kısmı, di nin bizi kendi görüş, inisiyatif ve kararımızla başbaşa bıraktığı, sadece genel planda ve çoğu dini-ahbkl karakterde ilke H'' hedefler göstermekle yelindiği bu alanda yer alır. Özetle ifade edilen bu kategorik tasvir ve genelleme, Hz. Peygamber'in vefatını takip eden ilk birkaç asır içinde, nasların anlaşılması, yorumlanması ve günlük hayatın bu istikamette düzenlenmesi çabalarının tek bir çizgide seyretmeyip İslam'ın yayılış alanıyla ve hızıyla da bağlantılı olarak farklı birçok anlayış, ekol ve temayülün ortaya çıkmış olmasına önemli bir açıklama getirmektedir. İslam'ın yayılışı sürecinde İslam'la taınışan ve müslüman olan toplumların kendi geleneklerini, örf ve adetlerini İslam döneminde de bir ölçüde devam ettirmiş olması, komşu kültürlerin İslam medeniyeti içinde kendini ifade imkanı bulınasr, İslam'ın bölgesel ve sosyal şartlara kolayca uyum sağlayabilınesi de yine aynı alan ayınınının sağladığı esneklikle ve uyum kabiliyetiyle yakından bağlantılı­ dır. Bununla birlikte tarihf süreç itibariyle İslam dünyasında İslam'ın anlaşılınası, yorumu ve günlük hayata geçirilmesi konusundaki müsaade edilen farklılıkları sadece müslüman fert ve toplumlar arasındaki anlayış ve yorum farkıyla, kültür ve gelenek farkıyla açıklamanın yetersiz kalacağını, bunun dışında birçok arnilin de söz konusu edilebileceğini aynca belirtınek gerekir. Bu üçlü aynmı, 14 asırlık İslam geleneğini, İslam toplum ve devletlerinin asırlar süren tatbikatını ve dönemler 1 bölgeler arasında görülen farklılıkları anlamayı ve açıkla­ mayı da büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Çünkü dini metnin ve hükmün lafzı değişme­ se bile vermek istediği mesaj, anlam kapsamına alınabilecek veya ilişkisi kurulabilecek olay ve olgular ve bu bağlamda yapılabilecek yorumlar farklı kültür ortamında, farklı tecrübe birikimine ve gözlemlere salıip toplumlarda farklılık taşıyabilecektir. Bu farklılıkla­ n da İslam'ın değişik veeheleri veya dinin yorumunda çelişki olarak görmek yerine dinin temel mesajı, ilke ve amaçları ile insan ve toplum gerçeği ve ilıtiyaçlan arasındaki uyum olarak nitelendirmek, dinin bölgesel ve kültürel farklılıkları kabul edip bunlarla birlikte insanların dindar olmasına fırsat veren esnek tavn olarak görmek daha yerinde olur. Dinin hukuk ve toplumla ilişkisini kavramada bir başka önemli noktada da, din hukuk ve ahlaktan üçünün de nihai hedef olarak insanın mutluluğunu göndemine alsa da aralarında malıiyet ve alan itibariyle farklılıkların bulunduğu gerçeğidir. Dini, bir hukuk düzeni, siyasal ve ekonomik bir teori veya model olarak görmek yanlış olduğu gibi, toplumsal düzeni ve pozitif hukuku ideolojik bir dokunulmazlığa büründürmek de yanlış II. DİN ŞÜRASI TEBLİÖ VE MÜZAKERELERİ 104 olur. Din, hukuk ve ahHik üçü de ferdin ve-toplumun mutluluğunu, bilinç ve düzen içinde yaşamasını hedef alır. Birbirinin alternatifi ve rakibi değildir. Bunlar arasında biri diğerini dışlayacak, inkar edecek bir zıtlaşma ve aykınlık değil aksine biri diğerine destek verecek bir ahenk söz konusudur. Nitekim dinin ferdin sorumluluk duygusu ve ahlakf yetkinlik kazanması, toplumsal huzur ve banşı oluşturma, kamu düzenini ihlal eden olumsuz davranışlara karşı değişik aşamalarda bir dizi önlem getirme konulannda vazgeçilemez bir olumlu katkısının bulunduğu, adeta iyi bir ahlak anlayışının ve hukuk düzeninin kurulmasına en uygun zeınini dinin hazırladığı bu itibarlada hukukun ve ahiakın dinle dayanışma içinde olması gerektiği açıktır. Din açısından hukukun ve ahiakın önemi bağlamında da benzeri ~eyler söylenebilir. Ort~ıda çatışma Yarsaveya var gösteriliyar- sa ya dini anlamada ve tanımlamada ahlakf olanla olmayanı ayırınada makul ve bilimsel çizginin terkedilip aşınlığın ve duygasallığın hakim olması ya da pozitif hukukun sadece subjektif ve izafı bir değer ölçüsü olduğu gerçeğini göz ardı etme sebebiyledir. Gerçekten de hukukun kendini yenileyebilmesi, daha iyi ve adil olanı yakalayabilmesi, kamu düzenini daha iyi koruyup beşeıf ilişkilerde daha etkin olabilmesi için dinin aynı yöndeki ilke, telkin ve yönlendirmelerine ihtiyacı vardır. Din de ancak beşeıf ilişkilerde açık­ lık ve güven ortamının, toplumda hukuk düzeni ve banşının kurulabildiği dönemlerde, temel hak ve özgürlüklerin sağlandığı ve korunduğu toplumlarda daha iyi anlaşılabilir ve yaşanabilir. Ancak, dinin zaman zaman aşınlıklann, toplumsal düzene ve vakıalara karşı tepkilesosyalısiahat projelerinin, iktidar veya muhalafet arzulannın, hatta siyasi kavga ve hesaplaşmanın muharrik gücü, sığınağı veya aleti olarak algılanması veya öyle gösterilmesi de özellikle müslüman ülkelerinde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Diğer birçok sebebin arasında dinin hukukla olan alan ayınrnının veya içiçeliğinin derecesinin iyi belirlenmeyişi, dini olanla olmayanın birlikte ve düzensiz bir biçimde ele alınması, dini anlama ve aniatmada metodolojiden uzak oluş belki de en ön sıralan işgal eder. Bu konuda ölçülü yaklaşım ve metodlu düşünce olmayınca toplumda din adına yükselen sesler ve talepler de dine karşı gösterilen tepkiler de büyük ölçüde anlamını yitirrnekte, bu kargaşanın yarattığı itharn ve gerilim insaniann din konusunda yanlış bilgilenmesine, toplumun geniş bir kesimirıde telafisi iırıkansız kırgınlıklara, ruhf sarsıntılara, aşınlıklara veya vurdumduymazlığa kolayca yol açabilmektedir. İslam toplumlannda siyasal ve sosyal düzen anlayışlannın, ekonomik model tartışmalannın, hatta en sıradan mesleki organizasyon ve gelir paylaşımı tartışmasırun din temeline oturtulabilmesi ve dinin saygınlığın­ dan 1 kutsallığından azaıni ölçüde yararlanmanın arzu edilınesi, dinin, huhuk, siyaset ve ekonoıniyle, fert ve toplumla ilişkisinin bilinçli olarak belirsiz halde tutulmasından kaynaklanmaktadır. Bu itibarla, dininfert ve toplum için öneıninden, kendi kendiınizle hanşık yaşaınada, toplumsal huzur, düzen ve banşı kurabilmededinin katkısından söz ederken, hem dinf kültürün kendi içindeki katmanlannı, hem de dinin alanını, ilişkili bulunduğu diğer disiplinlerle alan ayınmını iyi belirlemek gerekmektedir. rin, Naslarm Yorumu Hz. Muhammed'in yirıni üç yıllık peygamberliği döneminde tamamlanan vahiy (Kur' an) ve onun açıklaması mahiyetindeki sünnet İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak IL DİN ŞÜRASI TEBLİÖ VE MÜZAKERELERİ 105 yanında hukukf, bireysel ve sosyal hayatla ilgili temel ilkelerini ve amaçlannı belirlemiş ve dinin ana çatısını kurmuştur. Bununla birlikte İslam'ın bu iki asli kaynağının, bu kaynaklarda ifade edilen ilke, hüküm ve hedeflerin, örneklendiriDe ve benzetmelerinin anlaşılması, yorumlanması ve bunlardan arnelf hayatın çeşitli yönlerine ilişkin bazı değer hükümlerinin ve uygulanabilir sonuçlann çıkanlması akü muhakeme ile mümkün olmaktadır. Sınırlı sayı ve muhtevadaki naslann yani Kur'an ve Sünnet metninin, sınırsız sayı­ da ve çok çeşitli olaylara ışık tutabilmesi, farklı konum ve mahiyyetteki insan davranış­ lannı yönlendirebilmesi ancak böyle bir anlama ve yorumlama faaliyetiyle mümkün olur. Anlama, yorumlama ve bakış açısı yönüyle bireyler arasında önemli farklılıklann bulunması. üstelik insanların kültür, gelenek. bilgi v~ tecrübe birikimlerinin dönem ve böl- gelere göre de değişmekte olması aynı Kur'an veya hadis metninden aynı dönemde veya "farklı dönemlerde farklı anlam ve hükümlerin çıkanlmasını kaçınılmaz kılmıştır. Bu durum, İslam'da fıkrf tartışmanın ve ihtilafın hoşgörüyle karşılanıp tabü bir hadise olarak görülmesinin de, İslam ümmeti içindeki dinle ilgili görüş aynlıklannında ana sebebini teşkil etmiştir. Böyle olunca, Kur'an'ın metninden, sünnetin muhtevasından ve İslam toplumunun asırlarca devam eden geleneğinden açıkça anlaşılan ve müslümaniann asgari müştereğini teşkil eden değişmez bir İslami öz ve ana unsur yanında bir de anlama, yorumlama ve bakış açısına göre değişebilen ve çeşitli toplurnlara renk ve ton farkıyla değişirek yansıyan bir İslfunl hayattan ve gelenekten söz etmek mümkündür. Buna ilaveten, naslann insari zihninin cevabını aradığı her soruyu, ferdi ve içtimaf hayatın her alanını aynntıyla ele almadığı, çoğu yerde bu konulardaki cevaba ve çözüme yardımcı olacak ana ilke ve hedefleri vermekle yetindiği ve geride "bilinçli boşluk" denilebilecek geniş bir alan bıraktığı da bilinmektedir. Bu alan müslüman birey ve toplumlar tarafından dininilke ve hedeflerine aykın olmaması, hatta onlarla bütünleşmesi kaydıyla serbestçe düzenlenebilecektir. Bu nisbi serbestlik de haliyle İslam dünyasında tarihi seyir içinde dönemlere ve bölgelere göre değişiklik gösteren zengin bir çeşitliliğin yaşanmasının bir diğer sebebini teşkil etmiştir. Kitap, yani Kur'an Hz. Peygamber'in sünnetiyle birlikte İslam dininin ve onun dinihukuki (şer'f) hükümlerinin asli kaynağını teşkil eder. Fıkıh usulünde de İslam hukukunun asli vetiili kaynaklan incelenirken asli delillerden ilk sırada kitap yer alır. Kur'an-ı Kerim'in sübfit değeri üzerinde yani aslına uygun olarak bize ulaşmış olduğu hususunda görüş aynlığı bulunmadığı için bütün metodolajik tartışmalar Kur'an'ın ve ona tiibi olarak sünnetin lafzının yorumlanmasına ve hükme deliiietine ilişkin kurallar üzerinde yoğunlaşmıştır. Hatta fıkıh usulünün esas itibariyle, Kur'an ve Sünnet'in doğru ve tutarlı biçimde anlaşılmasını sağlayacak metot ve kurallan belirlemeyi hedefleyen bir ilmi disiplin olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Kur'an ayetleri İslam'ın asli kaynağı, Kur'an hükümleri de yine İslam'ın asli alıkarnı olmakla birlikte tafsili ve cüz'f ayetlerin bile fıklıf hükme ne ölçüde ve ne yönde delalet ettiği hususu ciddi bir bilimsel çabayı ve metodolojiyi gerektirir. Bu itibarla ayetler, iman, ahlak, adab-ı muaşeret, geçmiş toplumlardan kıssa ve öğütler, genel insani ve akü değerler, beşeri ilişkiler gibi konularda okuyucuya doğrudan ana fıkir vermekte ve onu büyük ölçüde yönlendirmekte ise de ayetlerden sıradan okuyucunun gerek il- ll. DiN ŞÜRASI TEBLİÖ VE MÜZAKERELERİ 106 mihal gerekse hukuk doktirini alanında hüküm çıkarması çoğu zaman kolay olmaz. Kur'an'ın anlaşılmasında, ayetlerin lafzı kadar Kur'an'ın bütüncül anlatımı, ilke ve hedefleri, Hz. Peygamber'in açıklama ve uygulaması, fıkıh doktrin ve geleneği ayrı ayrı önem taşırlar. Öte yandan Kur~an'ın lafzından doğrudan ve açıkça anlaşılan anlamlar ile onun dolaylı anlatımı arasında da bir ayırım yapmanın gerektiği açıktır. Kur'an bu zenginlik ve ayırımlar içinde okunınazsa şahısların kendi kişisel yorum ve tercihlerini Kur'an'la irtibatlandırıp onları Kur'an'ın hükmü olarak algılaması ve neticede birden fazla çelişik görüşün Kur' an' a dayandınlması yanlışlığı ortaya çıkabilir. İsHim Hukuku İslam hukuku deyince ne anlamayılız? Aynı soruyu diğer disiplinler için de sorabiliriz. Biz İslam hukuku deyince İslam'ın hukukunu, Kur'an ve sünnetle yer alan dinf hükümleri değil, müslüman toplumlarda Kur'an ve Sünnet ışığında gelişen ve şekillenen geleneği, bilgi ve ~ecrübe birikimini, bireysel ve toplumsal yaşayış biçimini, daha doğru­ su müslüman toplumların hukukunu anlamalıyız. Böyle yapmaz da İslam hukuku tabirine İslam'ın alıkarnı, Kur'an'ın hukuku gibi manalar yüklersek İslam hukuku problemleri çözmeye yaramaz, kendisi problem haline gelir. Zaten İslam hukukunun anlaşılmasın­ da çağımızın müslüman aydınları arasında da ciddi problemler vardır. İslam hukuku, müslümanların içinde bulundukları şartlar içinde ve müslüman olmalarının da tabii bir sonucu olarak Kur'an ve sünnet çerçevesinde kendi hayatlarını sürdürmeleri, ve bu hayatı yönlendicici ve tasvir edici bir takım kurallar ve bilgiler üretmeleri yani kendilerine bu ana çizgide tabi! bir yaşam biçimi seçmeleridir. Bundan hareketle fıkıh, bilgiyi ve hayatı tabifleştiren bir yol ve süreç olarak da tanıtılabilir. Bu arada klasik adiandırma olan fıkhın İslam hukuku tabirinden daha anlamlı olduğunu da beliıimek gerekir. Anlama ve kavrama anlamına gelen fıkıh, bilgiyi gökten yere indirmenin, kutsal ve erişilemez olmaktan çıkarma, yani Allah 'ın ke11imı ve iradesi, Peygamber'in dokunulmazlık alanı olmaktan çıkarma ve tabi! sürecine sokma işinin adıdır. Aynı yaklaşımın bir devamı olarak, İslam düşüncesini de Kur'an ve sünnette şekil­ lendirilen bir düşünce değil de, müslümanların Kur'an ve sünneti de göz önünde bulundurarak ve önemseyerek ürettiği fikirler ve sahip olduğu tefekkür zenginliği kastedilir. Fıkhl düşüncede de, İslam düşüncesinde de merkezde, Kur'an ve sünnet değil insan vardır. Birey, müslüman olması hasebiyle yapıp ettiklerini, yaşayış ve düşüncesini Kur'an ve Sünnetle test etme ihtiyacı hisseder. Daba doğrusu insanın müslüman olması düşün­ cesine ve hayatına ayrı bir renk verir. Bireysel açıdan bu renk ve ton farkı fazla bir anlam taşımayabilirse de toplandığında dinler arası veya din içi medeniyet ve kültür farklı­ lıklarını oluştıırur. Ancak bu ton farklılıkları ön plana çıkarılır, onun arkasında yatan geniş bir mutabakat zeminini göz ardı edilirse müslümanın hayat bilgisi ve geleneği anlamındaki fıkıh da, müslümanan tabi! tefekkür ürünleri olan İslam düşüncesi de dinf ve dokunulmaz bir ortama malıkum edilir, gelişimine imkan verilmez. O zaman da problemleri çözücü birer i1mf disiplin olma özelliğini yitirip kendisi başlı başına bir problem haline gelebilir. Fıkıh bilgisi bize hayatı tabi! bir şekilde anlama, kabullenme ve belli bir zihniyet olu- II. DİN ŞÜRASI TEBLİÖ VE MÜZAKERELERİ 107 şumuna kaynaklık ederek onu güzelleştirme imkanını verir. Hayatın gereklerini, sosyal ve kültürel şartları, bilgi ve tecrübe birikimini bütün farklılıklanyla birlikte birer vakıa olarak kabul etmeyi ve bunlara Kur' an ve sünnetin ışığında anlam kazandırmayı öğretir; akıl­ la geleneğin, dinle hayatın uzlaşmasım sağlar. Bu anlayış ayın zamanda hayatın tabii akı­ şı içinde Tanrı'nın emrine, toplumun örfüne ve geleneğine teslimiyetçi bir yaklaşımla değil de ıslahatçı ve iyileştirici bir katkıyla uygun yaşamayı öğretİr. Müslümanın her zaman için Kur'an'ın ilke ve hükümlerine, Hz. Peygamberin örnek hayat tarzına ve öğütlerine uygun davranmak isteyeceği, bunu her zaman başararnasa bile böyle bir arzu ve özlem içinde olacağı açıktır. Kur'an ve sünnetin insanlığın sağduyuya ve akl-ı selimedayanan :ın :.ı ·~izgisini teyit ettiği ve on :.ı bu yönde h:.ıtırl:.ıtm:.ıd:.ı bulunduğu düşünUiürse. clin'e hayat arasında bir çelişkiden ve zorlamadan değil belki paralellikten ve tabii bir uyumdan söz edilebilir. Ancak böyle bir tabii oluşum ve birliktelik, akl-ı selimin ve toplumsal sağ­ duyunun korunmasıyla fıkhın da yukanda işaret ettiğimiz tabii sürece çekilinesiyle, dinin şu veya bu yorumunun veya bir dönemi ait geleneğin din adına müslüman toplurnlara empoze edilmemesiyle mümkün olabilir. Biraz önce söylenenlere ilave olarak belirtmek gerekirse, hukukta biçimsellik, kural koyma ve emretme, hatta talıakküm ön planda iken fıkıh ta ıınlarna, şekil ve içeriği, biçim ve özü birlikte bir bütün olarak kavrama ve hayata geçirme önem taşır. Onun için de ben şahsen isiilm toplumunun yaşayış biçimini ve onun arkasındaki dünya görüşünü isiilm hukuku tabirinden çok fıkıh tabirinin daha iyi ifade ettiği kanaatindeyim. Çözüm Günümüz problemlerinin dini bilgiler ışığında çözümlenmesi meselesine gelince, öncelikli olarak müslümanlann, Kur' an-ı, Peygamber'in sünnetini, isiilm bilginlerinin düşünce tarzlarını nasıl ~ladıklan ve etrafında olup-bitenlerle Kur'an arasında nasıl bir uyum gördükleri çok önemlidir. Biz buna meşruiyet sorunu diyebiliriz. Son zamanlarda birçok düşünür ve aydın çeşitli açılardan bu mesele üzerinde durmaktadırlar. Konu çok taze olduğu için ben de bu konuda bazı mülahazalanmı arzetmek isterim. Meşruiyetİn iki temel değerlendirme yönü vardır. Birincisi, teorik ve bilimsel boyutu, ikincisi pratik ve maddi boyut. . Müslüman, haliyle herhangi bir değer hükmünü, karşılaştığı bir hadiseyi Kur'an'a sünnete ve islilm geleneğine bağlamak ister. Onlardaki ilke ve belirlemelerle uyum içinde olınasını ister. Bu değer yargıianna ve ulaşacağı sonuca göre de meşruiyet çizgisini belirler. Ancak burada meşruiyeti belirleyen Kur' an ve sünnetin veya isiilm geleneğinin kendisi değildir. Burada uyumu, uzlaşmayı veya uygunsuzluğu gören ve belirleyen ferdin kendisidir. Kur'an konuşan bir kitap değildir. Kişi bir yanlış yaptığında veya Kur'an'a aykırı düştüğünde Kur'an "yanlış yaptın, bana aykırı düştün" diye bir uyarıda bulunmaz. Kur'an-ı Kerim'de bir takım belirlemeler, ilkeler ve gözetilen gayeler vardır. Bunlarla yaşadığı hayatın ve karşılaştığı olayın bağlantısım kuracak olan yine kişinin kendisidir. Bu itibarla Kur'an belirleyici olmaktan çok yol gösterici, hatırlatıcı ve uyarı­ cı bir işlev görür. Diğer bir anlatırnla Kur'an ve sünnetin metııini anlayacak, güncelleşti­ recek, aradaki bağlan kuracak, neticede de uyumu veya aykırılığı görecek olan bireydir. II. DİN ŞÜRASI TEBLİÖ VE MÜZAKERELERİ 108 Her insanın Kur' an 'la sünnetle bağlantı kurma girişimi mutlaka farklıdır. Yani meşruiye­ tİn zihinsel boyutu, müslümamn bilgisine, birikimine, hayat anlayışına, olayı algılama biçimine, iç dünyasına mesela sevincine, nefretine, dış dünyadan gelen etkilere ve toplumsal şartlara göre değişebilir. Böyle olduğu için de herhangi bir fıkrin Kur'an ve sünnete uygun veya aykın olduğunu ileri süren ve bu düşüncesini teorik bir çerçeveye oturtan kimse farklı, hatta zıt görüşlerin de ileri sürülebileceğini kabul etmiş olur. Bu konudaki inkar ve karşı çıkış, bir görüşü savunma stratejisi olarak anlaşılmalıdır. Ancak teorik ve zihnf düzlemdeki bu değişkenliğin bir ortak paydası da vardır, bunu kabul ediyorum. Ancak ortak paydalar üzerinde fazla durolmayan tartışmasız konulardır. Problemler ortak paydalarda değil. onun dışında kalan farklılıklarda ortaya çıkmaktadır. İslam toplumunun ilk yüzyılındaki çeki~me ve farklılı~ım "icma·· adıyla bu ortak paydayı genişletme ve biraz da koruma altına alma projesine hız kazandırmış ise de başarılı olamamıştır. Meşruiyetİn bir de pratik ve maddf boyutu vardır. O da katlanmadır. Başkalarının da sonuçlara varabileceğini önceden kabul etınek ve bunların arasında doğrunun hangisinin olduğu konusundaki belirsizliğin -kendisi açısından bir belirsizlik bulunmasa bile- kaçınılmaz olduğunu kabullenmektir. Bunun İslam'daki içtihad anlayışı ile çok yakından ilgisi vardır. Çoktan seçmeli testlerle yetişmiş ve cevaplar arasından tek doğruyu bulmaya çalışmış insanlar sosyal bilimlerin her alanında, bu arada fık­ hf meselelerde de tek doğrunun olması noktasında ısrar eder, tabir yerinde ise tek bir değeri, tek bir doğruyu yakalamasının kırizine girer. Halbuki doğrunun tek olması her zaman kaçınılmaz değildir. Konu geçmişte meydana gelmiş bir olayın tespiti, bir bilginin doğum tarihi ya da bir kitap veya görüşün bir müellife nisbet edilmesi ise tek doğrudan söz edilebilir. Ancak konu günümüzdeki bir problemf çözümü ise bunun birden fazla sonucunun olabileceğini baştan kabul etmek zorundayız. Peki neye göre hangi doğru daha uygundur veya çözüme daha uygundur. Fakibierin tercihleri doğru mücadelesi değil, en uygun, anlamlı ve yararlı doğruyu bulma mücadelesidir, en iyi çözümü üretıne mücadelesidir. Bunun için de onlar görüşlerini takdim ederken veya başkaları onların görüşlerini tercih ederken daha uygun, daha yararlı, daha doğru gibi anlamlara gelen tabirler kullanmış ve bunu da arnelf değer düzleminde söylemişlerdir. Böyle olunca fıkıh alanında zihinsel meşruiyetten ve doğrudan pratik olana inmek zorundayız. Bunun için de fakililer ve hukuk ekolleri her ne kadar kendi tercihlerinin teorik mücadelesinde amansız davransalar da pratikte, diğerlerinin de Kur'an ve sünnete bağlılık kaygısı içinde en uygun ve iyi çözümleri üretıneye çalıştığım kabul etınek zorunda kalmış ve öyle davranmışlardır. farklı düşünebileceğini, farklı Bir görüşü çoğunluğun veya azınlığın benimsernesi pratik değerdir; zihnf değer, teorik değer taşımaz. Böyle olunca da günümüz toplumunda çok sesliliğe farklı yorumlara haliyle hoşgörü ile bakmak, bunlar arasında pratik çözümleri benimsernek veya onlara katlanmak durumundayız. Bu ikilem bir çatışma değildir. Bunu İbn Hazm örneğinde şöy­ le açıklayabiliriz: MeseHi İbn Hazm'a göre bir meselede İsHim bilginleri yüzde dokSan sekiz yanlış düşünüyor olabilir. Çoğunluğun görüşü kendi söylediklerine göre tutarsızdi:r. . \ Ancak Ibn Hazm kendi bireysel hayatında kendi doğrularım uygulasa bile günlük hayat-\ ta toplumun genel kabul görmüş normlarına uymak gibi bir zorunlulukla karşı karşıya­ dır. Kendi düşünceleri ve tercihleri toplumda belli bir taraftar kitlesince benimseninceye II. DİN ŞÜRASI TEBLİÖ VE MÜZAKERELERİ 109 ve toplumsal kabule ulaşıncaya, yani pratik bir değer taşıyıncaya kadar sürecektir. Aksi takdirde fıkıhta kendimizi bir tek doğruya, bir tek çözüme kilitiemek gibi fevkalade yanlış bir mecraya sürüklemiş oluruz. Fıkhın, bilgiyi tabileştirme süreci olduğu, bilgiyi kutsallaştırma ve ona değişmezlik kazandırma gibi bir gaye ve işieve sahip bulunmadığı doğrudur. Ancak İsl~m toplumunun geleneği ve onu temsil eden fıkıh bilgisi önemli bir özellik taşır. O da, müslümaniann daima Kur'an'a Tann'ya sünnete bağlılık kaygısı taşıması, tabif bilginin de bu zeminde oluşmasıdır. Bu bağlılık kaygısı içinde üretilen bilgilere dinf terı:pinolojide içtihat denir. Bu bağlılık kaygısı olduğu sürece görüşlerden birini diğerine değer değil ancak arnelf yarar yönüyle üstünlüğü olabilir. Farklı içtihatlar arasında tercihte bulunmanın kişisel planda ölçüsü genelde kişiseldir ve o şahsı bağlar; bu alanda bir ölçü getirmeye çalışmak ·da genelde anlamsızdır. Toplumsal alanda ise tercihin tek bir ölçüsü olur, o da toplumsal yarara, insaniann şart ve ihtiyaçlanna daha uygun olmalıdır. Böyle olunca yapılan tercihler görüş sahiplerinin dindarlık sıralaması değil görüşlerin arnelf değer sıralaması niteliğindedir. Çünkü bir insamn diğer insandan daha fazla dindar olmak hakkını kabul etmek mükün değildir. Hiç kimse diğerine karşı daha fazla dindar olma ve daha fazla bu kaygıyı taşıma hakkına sahip sayılamaz. Sayılabilir derseniz o zaman dini bilgiyi, dini bilgiyi üretme sürecini iyice kutsal bir mecrada, doğmatik ve dokunulmaz bir mecrada çizgide üretiyorsunuz, aym mahiyyetteki bilgiler arasındahiyerarşikuruyorsunuz ve öylece takdim ediyorsunuz demektir. Bu anlayışın İslfunf öğretide yeri yoktur. Böyle olunca insaniann gerek dini anlama ve yorumlamada gerek din dışı sayılabile­ cek alanlarda farklı şekillerde düşünmesini, farklı çözümler üretmelerini kaçınılmaz ve tabif bir sonuç olarak görmek gerekir. Allah Teala bu dinin sahibidir. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Kur'an ve sünnetin oluşturmakta olduğu zihniyet değişimi ve toplumsal sağduyu İslam ümmetinin genel çizgisini teşkil edecek, bu süreç içinde iyi-kötü, doğru-yanlış, sahibi gayr-i sahih birbirinden kendiliğinden aynşacaktır. Bireylerin dini kollamak ve korumak gibi bir görevle kendilerini yükümlü hissetmeleri yerine daima en iyi ve yarariıyı araştırmalan, kendi bilgilerini ve doğrulannı gözden geçirmeleri bu merhalede daha anlamlı görünmektedir. Bir doğruya inananın bunu diğer insanlara dilinin döndüğü ve elinin yettiği oranda ulaştırması veya böyle bir gayret içinde olması dini bilgilenmenin ve heyacamn kaçınılmaz sonucu olsa bile böyle bir çaba yukanda özetlenen teorik ve pratik doğru ayırımı esas alındığında daha mütevazı bir anlam kazanmaktadır. Fıkhf problemierin çözümünde, hatta dinf anlama ve yorumlama farklılığından doğan problemierin çözümünde belirgin bir öneri ileri sürmek bunun için zordur. Aslında en güzel çözüm çözümsüzlüktür. Bu, çözüme ulaşmadaki aczin sığınağı veya çekimserliğin kaçışı değil belki daha önce temas edilen sürecin tabii sonucudur. Böyle olunca toplumun kendi dinamikleri ve tabii oluşumu içinde kendi çözümünü üretmesi ve kendi yolunu çizmesi, bireylerin de kendi bilgi birikimleri, değer ve tercihleri istikametinde toplumsal sağduyu ve refleksierin oluşumuna katkıda bulunması, meşruiyeti de bu çerçevede araması kaçınılmaz olmaktadır. Diğer bir ifadeyle dini bilgiye ve dinin rehberliğine daha yakın insaniann diğerlerine yol göstermesi, öğüt ve ümit vermesi, toplumun daha ileriye gitmesine yardımcı olması gerekir. İnsanıann aklına, seçme kabiliyetine, bireysel ve top- '. 110 II. DİN ŞÜRASI TEBLİG VE MÜZAKERELERİ lumsal inisiyatife güvenmek, saygılı olmak hatta katlanmak gerekir. Bu katianma bir gün gelir farklı görüş ve tercihierin alternatif bir çözüm önerisi olarak gündeme gelmesine, farklı seslerin dinlenmesine zemin hazırlar. Daha iyi ve güzelin arayışı içinde olan, ayaklarım yere sağlam basan, farklı önerilere de açık olup onları tepkiyle değil hoşgörüyle tartışahilen ve kendi içinde tutarlılığını koruyabilen aydınlar arttıkça bu süreç hızlanır. Hatta kendine güveni bulunan, ilkeleri ve temel tercihleri olan ve bunun hazzım yakalayan kimseler için anılan sürecin hızlanması ve görüşlerinin genel kabul görmesi fazla önemli de değildir. Ama kendi içerisinde tutarlılığı koruma ve tercihlerini kendi hayatı­ na yansıtabilme önemlidir. Böyle olunca bu kimseler için çözüm zaten yakalanmıştır ve yaşanmaktadır: kendini çevreleyen dünyadaki çözümsüzlük de tabii ve sevimli bir sonuç görünümündedir.