Bu nedenle karşılaştırmalar, retrospektif , çalışılan populasyon için

advertisement
KORONER ARTER HASTALIKLARI
VE CERRAHİSİ
NORMAL KORONER ARTER ANATOMİSİ
Kalp cerrahisini gerçekleştirecek hekimin normal koroner anatomiyi olduğu kadar, onun
anomalilerini de bilmelidir. Kardiyak cerrahiyi gerçekleştirmek için gerekli olan koroner
arteriogram okuma yetisini geliştirmek için cerrah ve kardiyolog sürekli etkileşim halinde
olmalıdır. Şekil 1’de en sık kullanılan 4 koroner arteriogram projeksiyonunda normal koroner
anatomi görülmektedir.
Sol ana koroner arter (LMCA) sol koroner orifisten çıkar ve ilk dalını verene kadar yaklaşık 2
cm seyreder, ancak bu uzunluk 1- 40mm arasında değişir. Ana pulmoner arter ile sol atrial apendix
arasından geçtikten hemen sonra 2 ana dalını verir, sol ön inen arter (left anterior descending artery,
LAD) ve sirkumfleks arter (Cx). LMCA’nın gelişmediği nadir varyasyonlarda, LAD ve Cx ayrı
ayrı veya aynı ostiumdan çıkabilir.
LAD, anterior interventriküler sulkusta seyreder, bu seyri sırasında anterior
interventriküler septuma perforan dallar verir. Çoğu hastada LAD kalp apeksinden dönerek,
posterior interventriküler sulkusta yer alan ve genellikle (%90) RCA’dan köken alan posterior inen
arter (posterior descending artery,PDA) ile anastomoz yapar. LAD seyri sırasında sol ventrikül
serbest duvarına diagonal dallarını verir. Genellikle 1. septal perforatör ve 1. diagonal dalları en
büyük dallarıdır. LAD distaline doğru bu dallar progresif olarak küçülürler. Cx, LMCA’nın dalıdır
ve sol atrial apendix posteriorundan geçerek, sol atrioventriküler sulcusta ilerler. Çoğu hastada Cx,
kalbin akut marjininde biter. Seyri sırasında 1 ile 4 adet, sol ventrikül serbest duvarına uzanan
obtus marjinatus (OM) dallarını verir. En distalinden çıkan dalları ise genellikle posterolateral
dallar olarak adlandırılırlar. Hastaların yaklaşık %10’unda Cx, posterior interventriküler sulkus
boyunca PDA olarak devam eder, ayrıca atrioventriküler nod arterini verir. Bu dallanma paternine
“sol dominant dolaşım” denir.
RCA sağ koroner sinüsteki ostiumdan çıkarak sağ atrioventriküler sulkusta ilerler. Kalbin
akut marjiniden sonra RCA posteriora, krus kordise dönerek genellikle PDA ve sağ posterolateral
dalını verir. RCA ayrıca Cx’den de köken alabilen sinüs nodu arterini verir. %90 hastada RCA
posterior interventriküler sulkusta seyreden PDA dalını verir. Bu “sağ dominant dolaşım” olarak
nitelendirilir. Sinüs nodu arteri %50 hastada proksimal RCA’dan köken alır. RCA’dan ayrıca
multipl sağ atrial dallar çıkar, ancak bunlar, sol ventriküler kollateral dolaşıma katkıda zayıf
kalırlar. RCA’dan köken alan diğer önemli dallar ise akut marjinal dal ve sol ventrikül dalıdır.
Çoğu vakada RCA distalde PDA ve sağ posterolateral artere çatallanır. Hastaların %90’nında
AV nod arteri RCA’dan köken alır. Nadiren PDA hem Cx hem RCA’dan beslenebilir, bu
“kodominant dolaşım” olarak adlandırılır.
Koroner arterlerin anormal anatomisinin görülme sıklığı yaklaşık %1 civarındadır, ancak her
zaman klinik bir önem taşımayabilir. Hemodinamik açıdan önemli anomalilere koroner fistüller ve
ALCAPA örnek gösterilebilir. Koroner anjiografilerde % 0,5 sıklık ile en sık karşılaşılan
konjenital varyasyon, Cx’in RCA’dan veya sağ koroner sinüsten köken almasıdır. LAD’nin sağ
koroner sinüsten veya RCA’dan çıkışı ise Fallot tetralojisinde görülebilen diğer önemli bir
varyasyondur.
Koroner dolaşımı 3 sistemden oluşan kompleks bir venöz dolaşım ağı drene eder; koroner
sinüs ve dalları, sağ anterior ventriküler venler, tebesien venler. Bu venler ve koroner arterler
arasındaki yaygın kollateraller ve koroner venlerdeki valf yokluğu, daha ileride bahsedileceği gibi,
intraoperatif myokard koruması için retrograd koroner sinüs kardiyoplejisini mümkün kılmaktadır.
Koroner sinüs ağırlıkla sol ventrikülün olmak üzere toplam koroner venöz kanın %85’ini drene
eder ve posterior atrioventriküler sulkusta yer alır. Anterior sağ ventriküler ven, sağ ventrikül
yüzeyi boyunca ilerlerleyerek sağ atrioventriküler sulkusta devam eder, buradan direkt olarak sağ
ventriküle açılabilir, veya v. kardiyaka minima’yı oluşturabilir, ki bu ven de ya sağ atriuma direkt
açılır veya sağ atriuma açılmadan hemen önce koroner sinüse katılır. Tebesien venler ise direkt
olarak kardiyak odacıklara, özellikle sağ atriuma ve ventriküle açılan küçük venlerdir.
NORMAL KORONER ARTER FİZYOLOJİSİ
Koroner kan akımı myokardın ihtiyacı olan metabolik substratları ve oksijeni temin ederken,
eşzamanlı olarak transkapiller değişim ile açığa çıkan karbon dioksit ve metabolik ürünleri alır.
Diğer organ sistemlerinin aksine myokard gram başına 0,7-0,9 ml ile gelen 0,1ml/g/dk oksijen gibi
gayet yüksek bir enerji tüketimine sahiptir. Koroner kapiller yatağa gelen kandaki oksijenin
tüketimi normal koşullarda %75 iken, stres altında % 100’e çıkabilir. Myokarda kan akımı, geniş
epikardiyal damarlar, bunlardan myokarda penetre olan arteriollerin sonlandığı kapiller
pleksuslardan gelir. Koroner kan akımına karşı ilk rezistansın oluştuğu penetran arterler, rezistans
arterleri olarak da adlandırılırlar. Kalbin yüksek metabolik hızı nedeniyle interkapiller mesafenin
17 µm’ye kadar düştüğü, yüksek kapiller bir yoğunluk vardır. Stres veya egzersiz nedeniyle artmış
myokardiyal oksijen ihtiyacı, rezistans arterlerin genişlemesi ve ek kapiller ağların açılması ile kan
akımı 3-4 katına çıkarılarak sağlanır. Yeni kapiller ağların açılması ile interkapiller mesafe azalır,
böylece oksijen ve besinlerin myokardda diffüzyonla ilerleyecekleri mesafe kısalır.
Sistolde myokard kasılmasına bağlı artan intramyokardiyal vasküler rezistans nedeniyle
koroner kan akımı öncelikle diastolde gerçekleşir. Epikardiyumdan endokardiyuma doğru olan
basınç gradienti nedeniyle, bu basınç gradientini dengelemek üzere, sol ventrikülde kapiller
yoğunluk
subendokardiyumda
fazladır.
Stres
sırasında
oksijen
temini
primer
olarak
vazodilatasyonla gelen kan akımı artırılarak sağlanır. Eğer yeterli perfüzyon basıncı mevcutsa,
normal koşullarda total ve rejyonel myokardiyal kan akımı metabolik ihtiyaca göre
otoregülasyonla, rejyonel rezistans ayarlanarak sağlanır. Yine endotel de lokal kan akımı
regülasyonunda önemli bir role sahiptir. Endotel bunu salgıladığı vazoaktif EDRF ve EDCF
(Endotelin) ile başarır.
Myokardiyum oksijenin ve substratların sağladığı enerjiyi dolaşımsal basınç ve akım olarak,
ventriküler sarkomerlerin entegre toplamı şeklinde mekanik enerjiye çevirir. Eksternal basınç ve
akım jenerasyonu (stroke work) şeklinde enerji üretimi, afterloaddaki fizyolojik değişimlerden
ziyade, diastol sonu hacimle doğru orantılıdır. Kardiyak metabolik aktivite, zaman içerisinde
myokardın oksijen tüketiminden hesaplanabilir, buna bağlı olarak myokard enerji tüketimi oksijen
tüketiminden hesaplanabilir. Myokard enerji tüketimin 2 komponenti vardır; stroke work veya
ventriküler basınç-hacim döngüsünün integrali olan ekternal enerji ve sistolik ventriküler basıncı
belli bir hacimde tutmak için gerekli termodinamik sarfiyat, internal enerji. Çarpan kalbin oksijen
tüketimi mekanik enerji tüketimi ile sıkıca ilintilidir.
KORONER ATEROSKLEROZUN PATOLOJİSİ
Koroner aterosklerozisin, lipid metabolizmasıyla, özellikle de kolesterolle yakın ilişkili bir hastalık
olduğu aşikardır. Kanda total kolesterol düzeyi, (özellikle LDL düzeyi) ne kadar yüksek olursa
semptomatik KAH, fatal KAH veya kolesterol plağı gelişme riski de o derece fazladır. Diğer major
risk faktörleri arasında sigara, hipertansiyon, diabetes mellitus (DM), obezite sıralanabilir. Aile
öyküsü, sedanter hayat ve ileri yaş da ayrıca giderek önem kazanan faktörlerdir, ancak
hiperkolesterolemi bilinen en önemli risk konumundadır.
Koroner arterlerin patolojik araştırmaları yaklaşık 100 yıldır sürmesine rağmen, aterosklerotik
sürecin başlangıcı ancak yakın zamanlarda anlaşılabilmiştir. Aterosklerotik lezyonların oluşum
mekanizmasının anlaşılması ile, tedavisi yönünde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Erken lezyon
oluşum ve progresyonunda birçok risk ve patolojik faktör rol alır. Bütün bu risk faktörlerinin
arteriyel endotelde fonksiyonel değişikliğe yol açarak, artmış lipid birikimi ve enflamatuar damar
duvarı yanıtına yol açtığı düşünülmektedir. Bu süreç ayrıca monosit gibi diğer birtakım enflmatuar
hücrelerin akümülasyonu ile hızlanmaktadır. Tetikleyici faktörlerin devamlılığı da kronik
enflamatuar yanıta, yetersiz doku iyileşmesine ve nihayetinde damarın trombüs ile tıkanması ile
sonuçlanmaktadır.
Total ve LDL kolesterol düzeylerinin klinik olarak koroner aterosklerozla ilişkili olduğu
epidemiyolojik çalışmalar ile ortaya konmuştur. LDL, HDL, ve KAH gelişme riski arasındaki
ilişki bugün artık çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur. Tersine kolesterol transportunun HDL
kolesterol ile olduğu, dolayısiyle yüksek HDL konsantrasyonunun KAH gelişim riskinde azalmaya
yol açtığı görülmüş. Böylece, HDL metabolizması, tersine kolesterol transportu ve insan
aterogenezinin birbiriyle sıkı ilişkide olduğu, bu 3 farklı sürecin işleyişine göre KAH seyrinin
değişebildiği saptanmış. HDL’nin ateroskleroz oluşumu ile olan ters ilişkisi, kısmen tersine
kolesterol transportu dışı faktörlere bağlıdır. Örneğin koroner arter vazospazmında önemli olan
vazomotor tonusu etkiliyor olabilir veya LDL’nin oksitlenmesini önlüyor olabilir. Bu nedenle
kolesterol birikimi ve KAH oluşumunu sadece tersine kolesterol transportu bozukluğuna bağlamak
doğru olmaz.
Koroner ateroskleroz, çok erken yaşlarada, infantlarda mikroskopik olarak başlayabilen
progresif bir hastalıktır. İnternal elastik membranda kırılma, dejenerasyon ve rejenerasyon, endotel
hücrelerinde ve fibroblastlarda çoğalma ve mukopolisakkarid depolanması, sürecin görülen en
erken lezyonlarıdır. Bu çok erken evrede lezyonlar çok küçük, hatta mikroskopik düzeydedir. İlk
gelişen lezyonlar intimada gözle görülebilen lipoid materyaller şeklindedir ve hayatın ikinci
dekadında yapılan kalp otopsilerinin yarısında gözlenebilmektedir. 1953 yılında Enos ve
arkadaşları, Kore savaşında ölen genç askerlerde yaygın koroner arter ateroskleroz varlığını
gösteren çarpıcı bir çalışma yapmışlardır. Otörler bu çalışmada, bu erkeklerde %10’u ciddi
ilerlemiş evrede olmak üzere %77 olguda gross koroner ateroskleroz varlığı göstermişlerdir. Ciddi
lezyonlu vakaların % 70’den fazlasında 1 veya 1’den fazla koronerde ciddi daralma olduğunu
saptamışlardır. Diğer birtakım çalışmalar da, ciddi semptomlar belirene kadar sessiz kalabilen
yaygın koroner aterosklerozun prevalansına işaret etmektedir. İntimal aterosklerotik bir plağın
rüptürü, ardından trombosit birikimi ve trombüs oluşumu, koroner aterosklerozun son evresinde
kliniği kötüleştiren dominant mekanizma olup, nihayetinde damarın tam oklüzyonu ve akut MI ile
sonuçlanır. Anstabil anjina patogenezinde ise dinamik trombüslerin yarattığı subtotal oklüzyonlar
major öneme sahip gibi görünmektedir.
Bazı önemli patolojik gözlemler sayesinde koroner arterlerin CABG ile tedavisinde önemli
mesafeler katedilmiştir. Birincisi aterosklerotik değişikliklerin genellikle koronerlerin proksimal
½-⅓’ünü tutuyor ve kısmen lokalize olma eğiliminde oluşudur. Bu gözlem ile proksimal lezyon
başarılı bir şekilde bypass’lanıp damar distaline ve kapiller yatağa olan besleyici akım
düzeltilmiştir. Aterosklerozun majör koronerleri tutma derecesi ve insidansını inceleyen çalışmalar
LAD’nin en sık tutlan damar olduğunu, bunu sırasıyla RCA, Cx, LMCA’nın, en az sıklıkta da
PDA’nın izlediğini göstermiştir.
MYOKARD İSKEMİSİNİN PATOFİZYOLOJİSİ
Bu başlıkla amaç koroner iskemisi ile kalpte organ, moleküler, hücresel düzeyde oluşan
değişiklikleri ayrıntılı incelemek olmamakla birlikte, gerek medikal gerek cerrahi olarak KAH
tedavisinin temel amacı, koroner dolaşımın sağladığı myokardiyal enerji arzı ile kalbin
performansı için gerekli myokardiyal enerji talebi arasındaki hassas dengeyi sağlamaktır.
Myokardda iskeminin meydana geliş mekanizması kompleksdir. Hemodinamik ile artan
oksijen ihtiyacı veya iskemi sırasında otoregülasyonla koroner vazodilatasyon meydana gelir.
Arteriyel rezistansın azalması ile de mean myokardiyal perfüzyonda diastolik intramyokardiyal
basınç daha önemli bir belirleyici haline gelir. Yeterli arteriyel ve azalmış diastolik kaviter basınç
varlığında, dilate vasküler yatağa olan bölgesel myokardiyal akım üzerinde diastolik
intramyokardiyal basınca ait transmural gradientin etkisi azdır. Koroner perfüzyon, bu gradientin
aortik perfüzyon basıncında azalma veya diyastolik intrakaviter basınçta artış ile modifiye olması
ile, intramural baskın kuvvetlerin en yüksek olduğu subendokardiyumdan uzaklaşır, ve normal
koroner arter varlığında bile bu şekilde subendokardiyal iskemi oluşabilir.
Bir aterosklerotik plağın proksimal koroner arter segmentinde yaptığı daralma toplam
alanın %75 veya fazlasına ulaştığında, plağın akıma karşı oluşturduğu rezistans anlamlı boyutlara
ulaşır. Bu durumda koroner vasküler rezistansın distal yatak tarafından olan kontrolü el değiştirir
ve distal yatağa olan akım sabit hale gelir. Bu akım istirahat halindeki myokardiyuma yetebilirken,
egzersiz gibi myokardiyal oksijen ihtiyacını artıran durumlar, distal yatağa olan akımı darlık
distalinde göreceli olarak azaltarak, akımın yeniden dağılımı ile subendokardiyumda iskemiye yol
açabilir. Egzersizin tetiklediği anjina ve beraberinde olan geçici myokardiyal disfonksiyonda bu
mekanizmaların önemli
rolü olduğu
düşünülmektedir.
Hemodinamik,
protrombotik
ve
vazokonstrüktif güçlerin etkin olduğu bir anda, koroner vazospazm, plak rüptürü, veya trombüs
oluşumu kritik darlığın üzerine binebilen ve kritik anlara yol açabilen diğer faktörlerdir.
Roberts’in anstabil anjina, akut MI ve ani koroner ölümlerde yaptığı nekropsi çalışamalarında,
bu hastalarda olan koroner arteriyel daralmanın büyük miktarda olduğunu saptamıştır. Üzerinde
nekropsi çalışması yaptığı 80 hastada 4 önemli koroner sisteminin (RCA, LMCA, Cx, LAD) ort
2,9’unda % 75 ve üzerinde ciddi darlıklar saptanmış. Koroner plakların yapıları ve parçalanmaya
olan eğilimleri de farklıdır. Kollajenden zengin sklerotik plak sert ve sağlam iken, yağdan zengin
ateromatöz plak yumuşak ve anstabildir. Bu nedenle yumuşak, anstabil, parçalanmaya eğilimli ve
koptuğu taktirde de fazlaca trombojenik olan bu plakların üzerine binen koroner tromboz
patogenezinde önemli bir role sahip olduğu görülmektedir. Oluşan bu trombüs trombositten
zengindir ve rüptür bölgesinde genellikle gri-beyaz renkte görülür. Rüptür bölgesinde eğer ciddi
darlık varsa, meydana gelen trombüs rüptür bölgesindeki trombjenik yüzeye olan trombosit
agregasyonu nedeniyledir. Trombüs oluşumu dinamiktir; tekrarlayan trombüs oluşumu, trobolizis
ve periferal embolizasyon koroner vazospazm olsun veya olmasın simultane bir şekilde meydana
gelerek intermittant akım obstrüksiyonuna yol açar. Kalp kası hücresel yaşam için 1,3 ml O2 /100g
kas’a ihtiyaç duyarken, kasılan sol ventrikül kasında bu ihtiyaç 8 ml O2 / 100g kas’a kadar çıkar.
İskemik segmentteki en kısa koroner arter oklüzyonu bile ventrikül fonksiyonlarında ani azalmaya
yol açar. Bu durumda reperfüzyon hemen sağlansa bile myokardiyal disfonksiyonun tam olarak
düzelmesi 24-48 saat kadar sürebilir. 45 dakikayı aşan myokardın total iskemisinde nekroz ( akut
MI ) meydana gelir, ki bu da ilk olrak iskemiye duyarlı subendokardiyumdan başlar ve
epikardiyuma yayılır. Eğer myokardiyal kan akımındaki azalma orta dereceli ve kalıcı ise ilgili
bölgedeki kontraktilite azalır, ancak myokardın metabolik aktiviteleri korunur. Bu durum
myokardı hipokontraktil, ancak hücresel boyutta intakt olduğu myokardiyal hibernation denen
kronik bir duruma götürür. Hiberne myokardiyum reperfüzyon sonrası normal ve effektif
kontraktilitesini geri kazanır. Koroner kan akımındaki daha ileri azalmalar ise hücresel
homeostazda anomalilere, hatta hücre ölümü ve nekroza yol açabilir. Bu durumda reperfüzyon
sağlandığında, birkaç günlük bir periyodda myositler kendini yavaş yavaş toparlar, ancak bu süre
içerisinde kontraktilite bozuk kalır. Bu bozukluğun nedeni kontraktil proteinlerin hasarlanması gibi
durmaktadır. Öyle ki sitozolik kalsiyuma yanıtları bile azalmıştır. 1 ile 2 hafta arası bir sürede
kontraktil proteinler kademeli olarak düzelir, bu durumda iyileşen myokardiyuma “stunned”
myokardiyum denir. İskemi ile hasarlanan myokardiyum reperfüzyon durumunda hücresel hasarda
artma ve nekroz meydana gelebilir. Bu reperfüzyon hasarının etyolojisi multifaktoriyeldir.
Myositlerde reperfüzyon hasarını sınırlandırmak üzere değişik teknikler geliştirilmiştir. İskemide
myosit yaşamını idame ettirmek üzere kompleks bir sistem değişikliği meydana gelir. Bu tür
adaptif mekanizmalar, takip edebilecek uzamış koroner oklüzyonların sekellerini minimalize
etmek üzere, geçici tıkanmalarla ortaya çıkabilir; bu fenomen “iskemik koşullanma
(preconditioning)” olarak adlandırılır. Bu koruyucu mekanizmalar önemlidirler ve üzerindeki
araştırmalar büyük ilgi görmektedir.
Hayvanlar ve insanlar üzerinde koroner kollateral dolaşım üzerinde çok fazla çalışma
yapılmıştır. İnsan kalbinde ani majör koroner arter oklüzyonunda, distaline kan akımı
sağlayabilecek sadece birkaç doğal kollateral vardır. Kollateraller genellikle 200µm ve altındadır
ve fonksiyonel hale gelip anlamlı bir debi sağlayabilmeleri bir hayli zaman gerektirir. Hayvanlarda
majör bir koroner arterde lümeni yavaş tıkayan bir lezyon gelişimi süratle doğal kollateral
oluşumuna yol açarken, insanlarda yeterli debide bir kollateral oluşumu için koroner arter
lümeninde % 90 ve üzerinde bir daralma olmalıdır. İnsan kollateral damarları ancak marjinal
sınırlara ulaştığında anjiografik olarak gösterilebilir.
MYOKARDİYAL REVASKÜLARİZASYON ENDİKASYONLARI
Bölgesel
myokardiyal
kanlanma
ile
myokardiyal
oksijen
talebi
arası
uyumsuzluklar
revaskülarizasyon için değerlendirilen semptomatik KAH’lı hastalarda belirli derecelerde var olan
patofizyolojik anomalidir. Medikal terapi ile afterload ve preload düşürülerek, kalp hızı
yavaşlatılarak veya kontraktilitesi azaltılarak bu arz talep arası dengesizlik düzeltilmeye çalışılır.
PTCA ve CABG gibi müdaheleler de kanlanmayı artırarak, arz-talep arası dengeyi kurmaya çalışır.
Bugün kanlanmanın artırımının ve oksijen ihtiyacının azaltılmasının tedavideki önemi ortaya
konmuştur, bu nedenle, en iyi uzun dönem sonuçları elde etmek için çoğu hastada her ikisinin
kombinasyonu gerekmektedir.
Muhtemelen CABG gibi başka hiçbir terapötik prosedür bu denli araştırılmamıştır, ayrıca
CABG ile medikal terapi arasında birçok kontrollü bilimsel çalışma yayınlanmıştır. Buna karşın
1980’lerde 3. bir yaklaşım olarak ortaya çıkan PTCA, bugün A.B.D.’de yılda ortalama 400,000
vakada uygulanır hale gelmiştir. PTCA evvelce, CABG ihtiyacını ortadan kaldırmak veya
ertelemek üzere gelişmiş bir tedavi olarak görülürken, bugün bunun özellikle medikal tedavi
planlanmış hastalarda uygulandığını görüyoruz. Böylece A.B.D.’de artan PTCA insidansına,
CABG artışı da eşlik etmektedir.
Dünya çapında giderek yükselen cerrahi revaskülarizasyon trendine rağmen, birtakım
nedenlerden dolayı KAH’ın tedavi şekli konusunda halen şüpheler bulunmaktadır. KAH’lı hastalar,
sol ventriküler fonksiyon, eşlik eden önemli komorbidetelerin varlığı, klinik ve anjiografik ciddiyet
bakımından oldukça heterojen bir gruptur. Hastalar arasındaki bu varyans ve heterojenite nedeni
ile, uygulanan terapileri karşılaştırmak üzere prospektif ve randomize çalışmalar yapabilmek
oldukça güçtür. Değişik türdeki terapilerde zaman içerisinde anlamlı gelişmeler meydana gelmiştir,
ancak bu terapilerin düzenli olarak modifiye edilmeleri, güncellenmeleri, ve geliştirilmeleri
nedeniyle sonuçların anlamlı şekilde etkilendiği, bunlara bağlı olarak da birer hareketli hedef
oldukları hatırda tutulmalıdır. Bu nedenle karşılaştırmalar, retrospektif, çalışılan populasyon için
uygulanabilirdir ve varılan sonuçların prospektif kohort hastalara tam olarak uygulaması söz
konusu olmayabilir. Bu sınırlamalara rağmen, dikkatlice yapılmış retrospektif kohort çalışmalar,
semptomatik KAH için tedavi bekleyen geniş hasta populasyonlarının kararı aşamasında akılcı, ve
en iyi karşılaştımayı sunmaktadırlar
CABG ENDİKASYONLARI
(ACC/AHA 1999 GUIDELINE)
CABG nin temel amacı KAH’lı hastalarda yaşam kalitesini artırmak, hastaları koroner arter
hastalığının seyrindeki komplikasyonlardan korumaktır. Bu doğrultuda AHA/ACC tarafından 1999
yılında CABG endikasyonları yeniden revize edilmiştir;
Klinik endikasyonlar
1)Asemptomatik veya hafif anjina
Class I
„
LMCA lezyonu (≥%50)
„
Sol ana eşdeğeri; proks. LAD ve proks.Cx stenozu (≥ %70)
„
3 damar hastalığı ( EF %50≥ )
Class IIa
„
Proks. LAD lezyonu içeren 1 veya 2 damar hastalığı
ClassIIb
„
LAD lezyonunun olmadığı 1 veya 2 damar hastalığı
2)Stabil anjina
Class I
„
LMCA lezyonu
„
Sol ana eşdeğeri
„
3 Damar hastalığı
„
Proks. LAD lezyonu içeren 2 damar hast. + EF < 0.50 veya noninvaziv testlerle gösterilebilir
iskemi varlığı
„
Proks LAD lezyonu içermeyen, geniş viabl miyokardium sahalarını sulayan , non invazif testlerde
yüksek riskli bulunan 1 veya 2 damar hast.
„
Maksimal noninvazif terapiye rağmen olan kısıtlayıcı anjina.
Class IIa
„
Tek proks LAD lezyonu
„
Proks LAD lezyonu içermeyen,orta büyüklükte viabl miyokardium sahalarını sulayan ,non invazif
testlerle gösterilebilir iskemi bulunan 1 veya 2 damar hast.
Class III
„
Miyokardial iskemiye bağlı gibi durmayan hafif semptomlara sahip veya yeterli medikal tedavi
almamış
a) küçük viabl miyokard sulayan veya
b) noninvasiv testlerle gösterilememiş iskemiye sahip, proks LAD lezyonu içermeyen, 1 veya 2
damar hastalığı
„
Noninvazif testlerle iskemi gösterilemeyen, sınırda koroner lezyonlar ( LMCA veya eşdeğeri
dışında %50-60 darlığa sahip stenozlar )
„
Anlamlı olmayan koroner stenozlar (< %50 çap azalması )
3)Unstabil anjina/Non Q Wave MI
Class I
„
Anlamlı LMCA lezyonu
„
Sol ana eşdeğeri lezyon
„
Maksimal cerrahi olmayan tedaviye rağmen devam eden iskemi
Class IIa
„
Proks LAD lezyonu ile giden 1 veya 2 damar hastalığı
Class IIb
„
Proks LAD lezyonu içermeyen 1 veya 2 damar hastalığı
4) ST-Segment Elevasyonu (Q-wave ) MI
Class I
„
Yok
Class IIa
„
Maksimal cerrahi olmayan tedaviye rağmen devam eden iskemi/ enfarkt
Class IIb
„
Başlangıçtaki enfarkt alanı dışındaki viabl miyokardı besleyen ve progresif LV pompa yetmezliği
ile giden koroner arter stenozu
„
Devam eden Q wave MI nün erken primer reperfüzyonu(<12h)
Class III
„
İskemi bulgusu olmadan süregiden Q wave MI nün geç (≥12 h) primer reperfüzyonu
5)Kötü LV fonkiyonu ( EF ≥%35 )
Class I
„
LMCA lezyonu
„
Sol ana eşdeğeri lezyon,
„
Proks LAD lezyonu içeren 2 veya 3 damar hastalığı
Class IIa
„
Kötü LV fonksiyonu ve anlamlı viabl ( hibernating ) kasılma bozukluğu gösteren revaskülarize
edilebilir myokardium
Class III
„
İntermittan iskemi ve anlamlı revaskülarize edilebilir viabl myokard bulgusu olmayan kötü LV
fonksiyonu
6)Malignant ventriküler aritmiler
Class I
„
LMCA lezyonu
„
3 damar hastalığı
Class IIa
„
Malign ventriküler aritmilere yol açan by pass yapılabilir 1-2 damar hastalığı
„
Proks. LAD lezyonu içeren 1-2 damar hastalığı
Class III
„
İskemi bulgusu olmadan skar zemininde gelişen ventriküler taşikardi
7)Başarısız PTCA sonrası CABG
Class I
„
İskeminin devam etmesi veya anlamlı büyüklükte myokard dokusunun oklüzyon tehdidi ile karşı
karşıya kalması
„
Hemodinamik bozulma
Class IIa
„
Koroner arter içerisinde yabancı cisim kalması
„
Koagülasyon bozukluğu olup evvelce sternotomisi olmayan hastada, hemodinamik bozulma
olması
Class IIb
„
Koagülasyon bozukluğu ve evvelce sternotomisi olan hastada hemodinamik bozulma olması
Class III
„
Hedef anatomisi nedeni ile revaskülarizasyonun yapılamaması, iskemi bulgusu olmaması
8)Reoperasyonlar
Class I
„
Maksimal noninvasiv tedaviye rağmen devam eden kısıtlayıcı anjina
Class IIa
„
Noninvaziv yöntemlerle ortaya konmuş geniş sulama alanına sahip by pass edilebilir distal damar
varlığı
Class IIb
„
Patent İMA-LAD sulama alanı dışında, agresif medikal ve perkütan revaskülarizsyon
yöntemlerine maruz kalmamış iskemik fonksiyonel myokard varlığı
İSKEMİK KALP HASTALIĞININ KLİNİK
PREZENTASYONU
İskemik kalp hastalığının kliniği, aterosklerotik hastalığın kororoner kan akımını doğrudan
bozarak, myokardın oksijen talebi ile arzı arasındaki dengeyi bozması sonucu ortaya çıkar.
Progresif iskemi ise kendisini anjina pektoris, myokardiyal enfarktüs, ani ölüm, konjestif kalp
yetmezliği veya asemptomatik olarak belirebilen iskemik kardiyomiyopati şeklinde gösterebilir.
Öykü/Anamnez
KAH’ın birçok klinik prezentasyonda belirebilir, öyle ki, çoğu ciddi koroner okluzif hastalığa
sahip hastada tipik anjina pektoris semptomları dahi olmayabilir. Benzer şekilde myokard
enfarktüsü sessiz geçirilebilir,ya da öncesinde herhangi bir öykü olmamasına karşın
elektrokardiografik olarak geçirildiği tespit edilebilen enfarktlar olabilir. Anjina pektorisin tanısı o
halde, semptomların dikkatlice irdelenmesine bağlıdır. Bu nedenle öykü çok önemlidir, çoğu hasta
göğüslerinde olan garip bir rahatsızlıktan şikayet ederler. Genellikle bu, ağrıdan ziyade hazımsızlık
şikayetine benzer şekildedir. Stabil anjina pektoris tipik olarak egzersiz, duygusal stress veya
yemek sonrası gibi myokardın oksijen ihtiyacının arttığı durumlarda ortaya çıkar ve dinlenmek
veya sublingual nitrogliserin ile geriler. Anjinanın reflü özofajit, kolesisitit, bursitis, veya cervikal
disk kompresyonu gibi diğer bazı semptomları taklit edebildiği ‘atipik’ formları da olabilir. %15
gibi anlamlı sayıda bir hasta grubunda ise myokard iskemisi sürmesine rağmen anjina olmayabilir.
Bu ‘sessiz anjina’ genellikle diabet hastalarında olur ve stres testi sırasında yapılan
elektrokardiyografik monitorizasyon gibi laboratuvar testleri ile tespit edilir.
Anstabil anjinalı hastalarda ise egzersiz ile oksijen ihtiyacında gösterilebilen artış
saptanmadığı halde myokard iskemisi meydana gelir. Bu semptomlar istirahatte veya hasta
uyurken belirebilir, ve buna
spontan koroner vazorektivitenin sebep olduğu marjinal bir
myokadiyal kanlanmanın yol açtığına inanılmaktadır. Anstabil anjina tanımı aynı zamanda yeni
başlayan veya uzun süre stabil gittikten sonra sıklığında ve şiddetinde değişme gösteren anjinalar
için de kullanılır. Hekimler anjinayı sıklıkla Canadian Heart Association Sınıflamasına göre
derecelendirirler; Class I hastaların semptomları yoktur, Class II hastalar ciddi egzersizle Class III
hastalar orta şiddette egzersizle, Class IV hastalar istirahatte anjina geliştirirler.
Myokard enfarktüsü koroner aterosklerozun hayatı tehdit eden en sık, en ciddi
komplikasyonudur. Bugün A.B.D. de yılda yaklaşık 1 milyon yeni myokard enfarktüs vakası
görülmekte olup, hospitalize edilebilenlerinde mortalite %8’in altına düşmüştür. Enfarkt genellikle
hastalıklı koroner arterdeki aterosklerotik plaklı lezyonun üzerine binen akut tromboz nedeni iledir.
Ani ölüm ise hastalığın yaygınlığı ve ventriküler fonksiyonlarda yarattığı bozulmaya bağlıdır.
Ölüm iskemi veya enfarkt sonucu oluşan, genellikle ventriküler fibrilasyon gibi aritmiler
nedeniyledir. Tipik anjina semptomları olmayan bir diğer hasta grubunda ise konjestif kalp
yetmezliği gelişir. Bu hastalar incelendiğinde anlamlı koroner obstrüksiyona bağlı yaygın
ventriküler foksiyon kaybı saptanabilir. Bu hastaların bazılarında öyküde birden fazla enfarktüs
olabilirken, bazıları belirgin bir klinik öykü olmadan, doğrudan ventriküler disfonksiyona sekonder
konjestif kalp yetmezliği şikayetleri ile başvurabilirler.
Fizik muayene
Fizik muayane, aterosklerotik KAH’lı hastalarada genellikle çok az şey ortaya çıkarır. Bunlarda
kardiyovasküler sistem anomalileri hakkında fikir verecek, periferik damar veya oftalmolojik
muayanede aterosklerozu saptamak önemlidir.Kan basıncı subnormal ile yüksek değerler arasında
olabilir. Eşlik eden kapak hastalığı olmadığı sürece murmur veya kardiyomegali gibi anomaliler
nadirdir. İstirahatte aritmiler nadir görülür ancak nadir ekstrasistoller olabilir.
KAH’da öykü ve fizik muayene diğer cerrahi patolojilerdeki kadar bilgi sağlamasa da , hiç
şüphesiz kalp cerrahı açısından önemlidir ve uygulanacak terapi öncesinde mutlaka dikkatle
değerlendirilmelidir. Komorbiditelerin operatif riskeri ve uzun dönem operatif sonuçları etkilemesi
nedeniyle hastanın genel sağlık durumu, aktivite düzeyi önemlidir. Kalp hastalığı nedeniyle
kısıtlanan hastalar post-operatif belirgin bir şekilde düzelebilirken, organ disfonksiyonuna yol açan
pulmoner, nörolojik, renal, gastrointestinal veya hematopoetik patolojilere sahip hastalar, kardiyak
cerrahi öncesinde çok iyi değerlendirilmelidirler, çünkü bu hastalarda operasyonun erken ve uzun
dönem sonuçları var olan koroner yetmezlikten çok komorbid hastalıkları tarafından şekillenebilir
Tanısal çalışmalar
Myokariyal revaskülarizasyon için değerlendirilecek KAH’lı hastalarda planlanan ve rutin olarak
uygulanan tanı çalışmalarında, akılda tutulması gereken bazı noktalar vardır. Öncelikle anemi,
renal yetmezlik, pulmoner disfonksiyon, metabolik bozukluklar gibi cerrahi açısından risk faktörü
olan ve preoperatif düzeltilebilir nitelikteki rahatsızlıklara yönelik laboratuvar testleri yapılmalıdır.
Herhangi bir koagülasyon veya nörolojik disfonksiyon öyküsü, cerrahi sonuçları doğrudan
etkilemeleri nedeni ile derinlemesine araştırılmalıdır. Herhangi bir enfeksiyon varlığı veya şüphesi,
öykü, fizik muayene, veya yara, kan, idrar, balgam kültürü gibi laboratuvar çalışmaları ile
değerlendirilmelidir. Rutin posteroanterior ve lateral göğüs radiogramı, revaskülarizasyona
hazırlanan her hastada kalp ebadını, akciğer enfeksiyonu varlığını, varsa evvelce tespit edilmemiş
akciğer lezyonlarını ve koroner arterlerde veya aortada kalsifikasyon varlığını göstermesi açısından
elzem bir tetkiktir.
Ardından yapılması tetkikler ise KAH’ın kardiyak fonksiyonlar üzerindeki etkilerini
saptamak üzeredir.Bunlardan istirahat elektrokardiyogramı, genellikle normal olmakla birlikte,
geçirilmiş eski myokard enfarktusunu, ventriküler veya atrial hipertrofiyi, ritm bozukluklarını veya
kalp bloğunu, veya klinikle uyuşmadan ilerleyen bir iskemiyi gösterebilir. Çoğu güçlü aile öyküsü
veya risk faktörü taşıyan hasta klinik olarak asemptomatiktir. Diğer bazılarında semptomlar atipik
olup, hastanın klinik problemini açıklamada, koroner hastalığı önemli bir faktör olarak ortaya
koyabilir. Sol ana koroner arterin tutulduğu asemptomatik KAH formlarında, koroner anatomi tek
başına bir müdaleyi gerektirebilir. Bunun yanısıra, cerrahi prosedür için yüksek risk teşkil edebilen
comorbiditelere sahip veya fizyolojik olarak anatomik hastalığı kompanze etmiş hastalarda, cerrahi
müdahele kararı sadece
hastaların foksiyonel kapasitelerindeki bozukluğun derecesine bağlı
olabilir.
Çoğu hastada tanısal değerlendirmenin önemli bir parçasını egzersiz stress testi oluşturur.
Egzersiz testi terimi egzersizin iki amaç için sistematik kullanılır: elektrokardiyografik gözlem ve
istirahat metabolik ihtiyacının üzerine çıkıldığında bunun fizyolojik ayarlamasının yapılabilme
yeterliliğini değerlendirmek için. Multistage bisiklet veya tredmill testleri en sık kullanılan stres
testleridir. Bu testler fiziksel güç sarfına göre derecelendirilir. Çeşitli düzeylerde 3 ile 5 dakikalık
submaksimal egzersizler içerir ve sonunda kişinin yorulduğu, maksimal fiziksel iş kapasitesi
(maximum physical working capacity) veya PWC Max olarak adlandırılan son noktaya gelinir.
Submaksimal iş seviyelerinde iş yükü, anjinal ağrı veya ST segment değişiklikleri gibi iskemik
belirtiler ortaya çıkana kadar artırılır. Eğer bir kalp hastalığı saptanmışsa, bu şekilde işyükü daha
kolay manipüle edilir ve hastanın fonksiyonel kapasitesi hakkında daha güvenilir, daha kantitatif
bir fikir sahibi olunur. Stres testi ile tanı ve müteakip tedavi planı daha doğru yapılır, ancak test
tarama amacı ile yapılıyorsa, maksimal olmasa da, o yaş için öngörülen maksimum kalp hızının
%85’ine kadar çıkılması önerilir. Egzersiz elektrokardiyogramı sıklıkla, myokard iskemisi veya
ritm bozukluklarını içeren şüpheli koroner hastalığın işaretlerini gösterir. Ancak hastalığın yerini
ve yaygınlığını gösterememesi nedeni ile stres testinin verdiği bilgiler sınırlıdır. Aynı zamanda,
ileri KAH’a sahip hastalarda koroner anjiogramlarda lezyon olmasına karşın, %25-40 arası
yalancı-negatif sonuç verme ihtimali vardır. Ek olarak egzersiz elektrokardiyogramları, digoxin ve
beta-blokör gibi sık kullanılan ilaçlardan da etkilenirler. Yine sol ventrikül hipertrofisi de bu testin
yorumunu etkileyebilir.
Tanı almış kardiyovasküler hastalığı olan vakalarda, egzersiz stres testi, hastanın fiziksel
aktivite kapasitesitesi limitini ölçmede ve tedavisine yön vermede güvenilir, objektif veriler sunar.
egzersiz stres testinin koroner kan akımına talebi artırması sebebiyle, KAH’a özgü bazı ipucları
açığa çıkar. Başlangıç bulgularının yaklaşık %30’u anjina pektoris şeklindedir ki bu da koroner
kan akımının en alt kritik seviyeye indiğini gösterir. Kalbin normal elektriksel aktivitesindeki
değişiklikler de yine yetersiz myokard oksijenasyonunu gösterir. Bazı hastalarda elektriksel
değişiklikler T dalgası negatifleşmesi şeklinde olabilse de, koroner yetmezliği gösteren en önemli
değişiklik horizontal ST segmentinin depresyonudur. Anlamlı ST depresyonu olan hastalarda
genellikle bir veya birden fazla koronerde %70’in üzerinde ciddi ve yaygın obstrüksiyon vardır.
Yine, KAH’dan ölüm ihtimali ile ST depresyonu derecesi arasında kuvvetli bir ilişki söz
konusudur.
Egzersiz testi ile elektrokardiyogramda ST segment değişiklikleri görülebilmesi yanısıra,
kalbin normal ve anormal ritmlerini gözleme şansını da verir. Kalp ritmindeki anlamlı
değişikliklerden birisi prematür ventriküler vurulardır (PVC). Egzersizle olan PVC’ler genellikle
iki veya üç damarın tutulduğu ciddi koroner arter hastalığını düşündürür. Sık PVC’leri olan
koroner hastalarında, olmayanlara göre ventriküler fibrilasyon nedeni ile ani ölüm insidansı 6-10
kat arası artmıştır.
Standart stres testinin sensitivite, spesivite yönünden, hastanın tredmilde yürüyebilecek veya
bisiklet pedalı çevirebilecek fiziksel yeterliliğe sahip olması gerekliliği gibi bazı kısıtlamaları
vardır. Ancak spesivite talyum uygulaması ile artırılabilir. Talyum, potasyum gibi intrasellüler
dağılım gösteren radyoaktif bir izotoptur, egzersiz sırasında verildiğinde ise iskemik alanlarda
tutulum defekti meydana gelir, ve bu da radyonüklid görütüleme ile myokardda görülür. İskeminin
gerilemesi ile, canlı ancak test sırasında kanlanma bozukluğu olan myokard bölgeleri talyum
tutmaya başlar. Egzersiz sonrasıda halen talyum ile dolma defekti gösteren bölgeler varsa bunlar
fikse myokard skarlanmasını gösterirler.
Standart egzersiz protokollerini yerine getiremeyecek fiziksel kısıtlamaya sahip hastalarda ise
farmakolojik stres testi, adenosin veya dipiridamol uygulmasını müteakiben talyum görüntüleme
sintigrafisi uygulanır. Bu ilaçlar koroner vazodilatatör etki gösterip, egzersiz testindekine benzer
relatif kanlanma bozukluğu gösteren alanların talyum ile görüntülenmesine olanak verir. Egzersiz
testi yapılamayacak veye adenozin veya dipiridamol verilemeyecek hastalarda ise istirahat talyum
görüntüleme sintigrafisi bölgesel iskemileri gösterebilir. Bu hastalarda talyum enjeksiyonunun
hemen ardından ve birkaç saat sonra tekrar görüntü alınır. Talyum sintigrafisinde hiç dolmayan bir
bir bölge, geri dönüşümsüz hasarlı, cansız bir myokardiumu işaret eder.
Myokard kontraksiyonunu ölçmek üzere yapılan diğer bir çalışma, myokard içinde hapsolan
kan havuzunu tarayan radyonüklid anjiografidir. Bu çalışma, kontraktiliteyi ejeksiyon
fraksiyonu(EF) şeklinde ifade eder. Normalde %50-70 arasında olan EF, egzersizle sağlam bir
kalpte %75’in üzerine çıkar. Egzersizde EF düşmesi ise belirgin bir KAH’ı düşündürür.
Ekokardiyografi bugün en sık kullanılan kardiyak tanısal yöntem olmuştur, kardiyak görüntüleme
için ultrason ve yansıyan akustik dalgaları kullanır. Fiziksel kısıtlılık nedeni ile egzersiz testi
yapılamayan hastalarda önemli bir non-invaziv test olan dobutamin stres ekokardiyografi
uygulanabilir. Bu test duvar hareketlerini ve inotropik uyarımı ile meydana gelen duvar hareket
anomalilerini ortaya koyar. Azalmış inotropik cevap iskemik alanların varlığını gösterir. Pozitronemisyon tomografisi (PET) ise kalbin az kanlanan bölgelerinde kalan myokard dokusunun
canlılığını tespit etmek üzere kullanılan yeni bir görüntüleme tekniğidir. Bu tekniğin sesitivitesi,
kullanıldığı amaç itibarı ile talyum sintigrafisinden daha yüksektir ve positron yayan isotoplarla
işaretlenmiş glukoz veya diğer maddelerin myokardiyal metabolizmalarını ölçme esasına dayanır.
PET, özellikle myokard enfarktüsü geçirdiği sanılan bölgelerin canlılığını ( hibernating myokardı),
yani revaskülarizasyondan fayda görüp görmeyeceğini anlamada özellikle faydalıdır.
Kardiyovasküler tanı çalışmalarında üçüncü ve nihai amaç, koroner anatomiyi ve ventriküler
fonksiyon ve anatomisini saptamaktır. Aterosklerotik süreç, genellikle koroner arterlerin yarıdan
fazlasını tutacak şekilde yaygındır. Koroner anjiografilerde ikinci sık yanılgı, bazen damarların
bypass için çok ince olduğu düşüncesidir. İnce görünümün sebebi obstrüksiyonun distalindeki
damara kollaterallerden yetersiz boya geçmesi veya normal perfüzyon basıncının olamaması
nedeni ile damar duvarının yeterince gerilememesi olabilir. Ancak cerrahların tecrübelerine göre
obstrükte segmentin distalinde %95 vakada bypass yapılabilecek en az 1mm internal çapa sahip
koroner arter bulmak mümkündür.
Diğer bir yanlış da ventrikülografide kasılma bozukluğu gösteren sahaların, geri dönüşümsüz
olduğu ve buralara bypass yapmanın gereksiz görülmesidir. Gelecekte, konjestif kalp yetmezliği
olan hastaların giderek artan oranda CABG’ye verilmesi ile PET gibi myokard viabilitesini
araştıran yöntemlerin önemi artacaktır. Koroner bypass cerrahisinin ilk dönemlerindeki, kötü
ventrikül fonksiyonu olan hastaların opere edilmediği zamanların aksine günümüzün modern
cerrahi anlayışı, viable myokardiyum dokusu (hibernatig myokardiyum) gösterildiği taktirde, bu
yüksek risk grubundaki hastaların revaskülarizasyondan en büyük faydayı görecekleri inancındadır.
Aksine, skar dokularını revaskülarize etmenin de, faydalı olmadığı yönünde kanıtlar vardır.
KORONER ARTER BYPASS CERRAHİSİ
GEREKTİREN HASTALARIN TEDAVİSİ
CABG cerrahisi bugün dünyada sık uygulanan bir işlemdir. A.B.D.’de CABG kardiyovasküler
tıpta en çok kaynak haracanan uygulamadır, 1999 yılında sadece A.B.D.’de tahminen 350,000
CABG, 400,000 PTCA işlemi gerçekleşmiştir. CABG 1960’ların sonunda ilk kez yaygın klinik
kullanıma geçtiğinde, cerrah olmayan birçok kişi tarafından riskli ve faydası ıspatlanmamış bir
işlem olarak eleştirilmişti. Ancak ardından geçen yıllar boyunca üzerinde en çok çalışılan cerrahi
haline gelmiş, endikasyonu ile gerçekleştildiğinde en şüpheci insanlar tarafından bile faydası ve
mükemmel sonuçları ile taktir görmüştür.CABG nin kabul görmesindeki aşamalardan biri de
gerekliliğine risk açısından değil de fayda/zarar oranı açısından bakılmaya başlanması ile olmuştur.
Hastaların taşıdıkları risk faktörlerine göre bugün mortalitesi çok düşük (<%1) ile çok yüksek
( >%20 ) arasında değişmektedir. Ancak hastalığın doğal seyri açısından bakıldığında, hastalar
tedavi edilmese veya altenatif metodlarla tedavi edilse de cerrahi işlem, fayda/zarar açısından
kıymetli bir iyileşme sunmaktadır.
Periodik olarak tarafsız otoriteler tarafından CABG için guideline’lar oluşturulmaktadır.
Bunlardan en yakın tarihlisi The American College of Cardiology ve The American Heart
Association (ACC/AHA) tarafından, önleyici, medikal, perkütan kateter yaklaşım terapilerindeki
gelişmeler
gözönünde
bulundurularak,
günümüze
uyarlanmış
bir
CABG
guideline’ı
oluşturulmuştur. Bu nedenle, ACC/AHA tarafından oluşturulan ve günümüz bilgilerini kısa ve öz
bir şekilde ortaya koyan
bu guideline, KAH’lı hastalarla ilgilenen herkes tarafından hatırda
tutulmalıdır.
Tarihçe
Bugün KAH ile ilgili en eski belgeler İÖ 1550’li yıllarda yaşamış olan antik Mısır’lılara
dayanmaktadır. Çok eski tarihlerden beri bilinen ve tedavisi geliştirilmeye çalışılan bu morbid ve
mortal hastalığa karşı ilk ciddi tedavi alternatifleri 20. yüzyılın ortalarında şekillenmeye
başlamıştır. Koroner arterlerin ilk revaskülarizasyon denemesi 1951 yılında Vineberg ve Miller
tarafından, İMA myokard içerisine gömülerek yapılmıştır. 1962 yılında Sabiston reverse safen ven
kullanarak başarısız bir CABG gerçekleştirmiş, hemen ardından DeBakey, Garret ve Dennis
başarısız bir LAD endarterektomi operasyonunu , postoperatif 8. yılda halen patent olduğu
gösterilen aorto-safen ven greftlemesi ile lehlerine çevirmişlerdir. Cleveland Clinic’te F. Mason
Sones tarafında selektif anjiografinin gerçekleştirilmesi ile, koroner arterlerin doğrudan
revaskülarizasyonunda büyük bir ivmelenme olmuş, CABG gelişminde bir kilometre taşı aşılmıştır.
1960’ların sonunda Favaloro ve Johnson ve arkadaşları ise kardiyopulmoner bypass (CPB) altında
direkt koroner revaskülarizasyonun kolaylığını göstermişlerdir. Koroner arter hastalığının
tedavisinde zaman içerisinde myokardiyal koruma tekniklerinin gelişimi, arteriel konduitlerin,
daha iyi anestetiklerin, sutur materyallerinin kullanıma girmesi, kan ürünlerinin kullanımı daha da
önemlisi isabetli hasta seçimi için yapılan çalışmalar ile CABG etkin ve güvenli bir yöntem haline
gelmiştir.
Günümüzde CABG’nin daha az invaziv formları hakkında tartışmalar süregitmektedir, ancak
CABG’nin altın standardı olan CPB ile hasta damarın tamamının incelenebilme ve tamamen
kansız bir ortamda greftlenebilme avantajları göz önünde bulundurularak, bu yeni tekniklerin
kullanışlılığı ve uzun dönemde sağlayacakları faydaları dikkatlice incelenmelidir.
Preoperatif Değerlendirme
Kardiyak anatomi ve hemodinamisi hakkında tam bir fikir sahibi olmak üzere hastanın anamnezi,
fizik muayenesi, laboratuvar testleri ve kateterizasyon verileri dikkatle incelenmelidir. Ciddi bir
postoperatif morbidite sebebi olan serebrovasküler komplikasyonlar nedeni ile, herhangi nörolojik
bir defisit veya bulgu dikkatle değerlendirimelidir. Hastada respiratuar, renal, koagulasyon
fonksiyonlar, dikkatle incelenmeli varsa herhangi bir enfeksiyon varlığı gözden kaçmamalıdır. Var
olan diabet, hipertansiyon veya endokrin bozukluklar gibi kronik hastalıklar, preoperatif ve
poastoperatif dikkatle izlenmeli, kontrol altında tutulmalıdır. Hastanın kullandığı ilaçlar dikkatle
incelenmeli, gerekli ayarlamalar yapılmalı, postoperatif devamlılığı sağlanmalıdır. Koroner
yetmezliğin akut fazında opere edilen çoğu hastaya koagülasyon sistemini modifiye eden ilaçlar
veridiğinden, intra ve postoperatif dönemde kanama problemleri olabilir. Cerrahi öncesinde bu
ilaçların bilinmesi gerekli farmakolojik önlemlerin alımasında veya gerekli kan ürünlerinin
temininde kolaylık sağlayacaktır. Hastalara anestezi indüksiyonu öncesinde, operasyon sırasında
ve postoperatif dönemde, mediastinit gibi ciddi enfeksiyonları önlemek üzere verilen geniş
spektrumlu antibiyotikler nedeni ile, hastalarda allerji öyküsü dikkatle sorgulanmalıdır. Aşırı
derecede anstabil hastalar preoperatif intra-aortik balon pompası (İABP) insersiyonu
gerektirebilirler ,bu intraoperatif hemodinamiyi düzeltirken, erken cerrahi dönemde de
stabilizasyonu kolaylaştırır. Genellikle İABP 24 ile 48 saatte çekilir.
Hastaya ve yakınlarına CABG öncesinde işlemin amacı ve sonuçları, mutalaka ayrıntılı bir
şekilde anlatılmalıdır.Ayrıca böylesi önemli bir cerrahi prosedür öncesinde hasta, zaten var olan
anksietyesini artırmayacak şekilde cerrahinin potansiyel risk ve komplikasyonları hakkında
bilgilendirilmelidir. Hasta ve yakınları ile preoperatif hazırlıklar sırasında geçirilen zamanlar
postoperatif dönemde daha az komplikasyon ve daha sağlıklı bir süreç sağlayacaktır.
Hastaların preopereatif dönemde sıklıkla kullandıkları ilaçlardan aspirin, yaratabileceği
intraoperatif kanama problemleri nedeniyle operasyondan 5 gün önce kesilmelidir. Preoperatif
kullanılan ilaçlardan beta reseptör blokörleri, postoperatif devam edildiği taktirde supraventriküler
taşikardi insidansında azalma olduğu artık bilinmektedir. Digoksin, yüksek ventriküler hızlı atrial
fibrilasyon olmadığı sürece operasyondan 36 saat önce kesilmelidir. Kalsiyum kanal blokörleri,
nitratlara operasyon sabahına kadar devam edilmelidir. Hastalar ayrıca operasyon öncesi anksiyete
yönünden sedatize edilmelidir ( diazepam 0,1-0,15 mg/kg)
Preoperatif Risk Faktörleri
Cerrahi teknikler ve anestetik yaklaşımlardaki iyileşmeler nedeni ile bugün artık CABG daha
kompleks hastalara da uygulanabilmektedir. Bu iyileşmeler, daha iyi kısa ve uzun dönem sonuçları
da beraberinde getirmiştir. Ancak hasta ve cerrah CABG kararını alırken, olası hastane mortalitesi
ve nörolojik hasar, major enfeksiyon veya renal disfonksiyon gibi major morbiditeler için risk
teşkil edebilecek faktörleri de önemle gözetmelidir. Bugün CABG için sadece birkaç kesin
kontrendikasyon varken, bunlarda en önemlisi ciddi konjestif kalp yemezliği gibi görünmektedir.
Bu hastalar fazla miktardaki nonviable myokardiyumun yarattığı, çok kötü bir ventriküler
fonksiyona sahiptirler. Bu nedenle bu hastalar fonksiyonel durum ve yaşam beklentisi açısından
CABG’den fayda görmezler genellikle.
Verilerden risk kategorilerinin saptanmasıyla beraber (Tablo 1) , CABG yapılması planlanan
hastalarda, kısa dönem morbidite ve mortalite için risk saptamaları daha isabetli yapılmaya
başlanmıştır. Multipl, geniş veri serilerinin incelenmesi ile, mortalite için prediktif yedi ana
değişken saptanmıştır, bunlar; ameliyatın aciliyeti (Tablo 2), yaş, geçirilmiş kalp cerrahisi,
cinsiyet, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu, LMCA’da darlık yüzdesi, ve %70’in üzeride darlığı
olan koroner arter sayısıdır. Bunların içinde acil operasyon, yaş ve reoperasyon yüksek prediktif
değere sahipken, koroner anatomiyi tarifleyen faktörler en düşük değere sahiptir. Bunlara ek olarak,
majörlerin prediktif değerlerini artıran 13 ayrı minör risk faktörü daha tanımlanmıştır, bunlar ise
PTCA’yı müteakiben doğan operasyon gerekliliği, son bir haftada geçirilmiş akut myokard
Risk faktörü
Kardiyojenik şok
„Preoperatif İABP
„MI <21 gün
„Reoperasyon
„IV nitrat alımı
„Non elektif operasyon
„LMCA lezyonu
„Female sex
„KOAH
„Diabetes mellitus
„Hipertansiyon
„USAP
„3 damar hastalığı
„2 damar hastalığı
„Tek damar hastalığı
„Sıgara öyküsü
İle %mortalite
23,07
9,53
7,26
7,14
6,68
6,26
4,75
4,60
4,10
4,08
3,49
3,41
3,32
2,96
2,65
3,07
„
Olmadan % mortalite
2,97
2,84
2,52
2,94
3,20
2,47
3,08
2,79
3,02
3,05
3,02
3,05
2,86
3,22
3,20
3,36
Tablo 1. STS National Database; İzole CABG sonrası perioperatif mortaliteyi etkileyen preoperatif risk faktörleri
(n:80,881 1980-1990)
GRUP
Q-wave
Non Q-wave Toplam
İABP* İnotrop*Perioperatif*
<48 Saat
50 (3/6)
0 (0/1)
18
9.3
3.5
3.0
3-5. Gün
0 (0/7)
16 (1/6)
3.3
14.6
1.5
1.2
1.9 (1/51)
2.2
5.99
1.8
1.4
6-42. Günler 10 (4/45)
Tablo 2. Akut myokard enfarktüsü sonrası CABG mortalitesi %, *Relatif ek risk faktör %
(1999 by the American College of Cardiology and the American Heart Association, Inc.)
enfarktüsü (AMI) öyküsü, anjina öyküsü, ventriküler aritmi, konjestif kalp yetmezliği (KKY) ,
mitral kapak yetmezliği (MY), dibetes mellitus (DM), serebrovasküler hastalık (SVO), periferik
damar hastalığı, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), yükselmiş kreatinin düzeyleri (1.42mg/dl≤) varlığıdır. En son yayınlanan ACC/AHA Guideline’ları, bu değişkenlerin detaylı ve tam
bir analizini içermekle ve bunların hastalara genellenebileceğini belirtmekle birlikte, maksimum
güvenirliği idame etmek üzere bölgesel mortalite rakamlarının da dikkatle değerlendirilmesi,
bilgilerin sürekli güncellenmesi gereğinin üzerinde durmaktadır. CABG sonrası erken mortalite
özellikle kötü ventriküler fonksiyonlu, ileri yaştaki veya acil operasyona alınan hastalarda yüksek
görülmektedir (Tablo 3). Bu risklerin değerlendirilmesinde matematiksel risk modelleri, hasta ve
cerrahın fayda/risk analizini yapmasında ayrıca faydalı olabilir.
Sonuçlar
<6 Saat
6-48 Saat
2-14 Gün
Op mort
9.1%
8.3%
5.2%
Periop MI
9.1%
9.8%
Trans SVO
0.0%
Perm SVO
AF
2-16 Hafta
>6 Hafta
MI’sız
6.5%
2.9%
2.1%
2.8%
2.7%
4.0%
3.9%
3.0%
1.3%
0.4%
0.8%
0.8%
9.1%
3.8%
2.9%
1.5%
2.3%
1.2%
27.2%
40.9%
33.0%
39.1%
31.8%
30.7%
Tablo 3. Akut myokard enfarktüsü sonrası CABG mortalitesi: Operasyonu ertelemenin sonuçları (Op: operatif, Periop:
perioperatif, Trans: transient, Perm: permanent, SVO: serebrovasküler olay, AF: atrial fibrilasyon) (1999 by the
American College of Cardiology and the American Heart Association, Inc.)
Mortalite dışında CABG sonrasında daha başka önemli komplikasyonlar da görülebilir. CABG
sonrasında görülebilen nörolojik anomaliler komplikasyonlar arasında en ağırlarından olup, majör,
fokal, nörolojik defisitler, stupor ve komayı içeren Tip I ve entellektüel veya bellek fonksiyonların
etkilendiği TipII nörolojik komplikasyonlar olarak sınıflanırlar. Bu komplikasyonlardan Tip I’in
mortaliteye katkısı %21’e, Tip II’nin %10’a kadar çıkmaktadır. Ek olarak, nöroljik komplikasyon
gelişen hastaların hastanede kalım süreleri uzarken, ev bakımı ihtiyacı da yaklaşık 6 kat
artmaktadır.
Derin sternal yara enfeksiyonu, CABG sonrası %1-4 arasında görülebilen, bilateral İMA
kullanımı ile % 8’e çıkabilen, erken tanı ve agresif tedaviyle mortalitesi %6-%70 arasında
değişebilen diğer önemli bir komplikasyondur. Çalışmalar, obezite, DM (özellikle insülin bağımlı
olanlar), bilateral İMA kullnımı, reoperasyon, gevşek sternal kapama, KOAH varlığı, postoperatif
uzamış mekanik ventilasyon süresi, steroid kullanımı, fazla kan transfüzyonunun (6 ünite üzerinde
%20’lere çıkabimektedir) ve uzamış operasyon sürelerinin bu komplikasyonla ilintili olduğunu
göstermiştir. Steril çalışma ortamı (uygun saha temizliği, cilt kıllarının kazınması yerine
kısaltılması, ameliyathane trafiğinin azaltılması, ameliyathane oda ventilasyonunun laminar akımla
sağlanması) ve antibiyotik proflaksisine ek olarak, intraoperatif ve postoperatif erken dönemde
metikulüs kan şekeri ayarlaması (kan şekerini 200 mg/dl altında tutacak şekilde), sternum ve
ciltaltında minimal elektrokoter kullanımı, bone wax kullanımından kaçınılması, CABG
sonrasında derin sternal yara enfeksiyonu insidansını azaltmaktadır. Derin sternal yara enfeksiyonu
beraberinde ağır ekonomik yükleri getiren, CABG’nin, bütün önlemler alınarak önüne geçilmesi
gereken potansiyel letal bir komplikasyondur.
CABG’nin kısa dönem ve hastane sonuçları hakkında daha iyi bilgiler olmasına rağmen,
yaygın olarak uygulanması daha ziyade anjinayı yok etmedeki etkinliği ve özellikle bazı hasta
gruplarında yaşamı uzun süreli uzatabilmesi sonucudur. Uzun dönem yaşam beklentisini belirleyen
faktörler ileri yaş, ejeksiyon fraksiyonu, hasta damar sayısı, DM varlığı ve cinsiyet olarak
durmaktadır. Anjina sınıfı, hipertansiyon, MI öyküsü, KKY veya renal disfonksiyon varlığı da
univaryatif analizlerle saptanabilen diğer önemli faktörlerdir. İlerleyen süreçte anjinanın tekrar
belirmesi ve CABG yapılmış hastaların yarısının kardiyak nedenlerle ölümü ise, geç dönem venöz
greft aterosklerozu ve oklüzyonunun önemine ışık tutmaktadır. İnternal mamarian arterin (İMA)
mükemmel geç dönem açık kalımı, işlem sırasında greft seçiminin önemini vurgulamaktadır.
Çoğu durumda CABG kararı, hastanın öyküsünün, fizik muayenesinin, ve hastanın genel
sağlık, koroner anatomi ve kardiyak fonksitonlarını ortaya koymaya yönelik çalışmaların dikkatle
incelenmesi ile fazla şüpheye yer kalmadan kolayca alınabilir.Ancak bazı durumlarda hastanın net
olamayan durumu nedeniyle, uzamış tetkik ve tartışma gerekliğinden bu kararı almak zorlaşabilir.
Hastaların hayat beklentisini ciddi şekilde azaltan ve cerrahi sürecin stresi karşısında durmalarını
zorlaştıran progresif hastalıkların varlığı veya nörolojik veya mental hastalıklar nedeni ile anlama
ve rasyonel kararlar alabilme yeterliliğine sahip olmayan hastalar veya cerrahinin risklerini kabul
edemeyenler cerrahi için zayıf adaylardır ve alternatif metodlarla tedavileri daha uygundur. Cerrah
olarak sahip olduğumuz yetenek ve teknolojik imkanlara rağmen, hastalar için halen yönlendirici
en önemli prensip ‘herşeyin ötesinde, zarar verme olmalıdır.
CABG’de Ekstrakorporeal Dolaşım
Kalp cerrahisinin erekn dönemlerinde en önemli problem, kalbin manipülasyonu sırasında total
vücut dolaşımının sağlanamaması idi. Geçici süreler için hipotermik kardiyak arrest tekniği veya
çarpan kalp üzerinde çalışma gibi değişik tekniklerin o zamanlar ciddi kısıtlamaları vardı ve
kardiyak cerrahideki gelişim yavaş ilerliyordu. 1953 yılında, 20 yıllık bir laboratuvar çalışmasının
ardından Gibbon, bir pump oksijenatör eşliğinde kardiyo pulmoner bypass (CPB) ile ilk başarılı
açık kalp cerrahisini gerçekleştirmiştir. Gibbon’unun bu öncü çalışması yüksek mühendislik,
heparinin antikoagülan olarak kullanımı ve kardiyovasküler fizyolojinin anlaşılması kombinasyonu
ile gerçekleşmiştir.
Günümüzde ise ekstrakorporeal dolaşım, CABG ve diğer bütün açık kalp cerrahileri için,
güvenilir, kabul görmüş bir teknik halini almıştır. CPB ise faydalı ancak fizyolojik kısıtlamaları,
riskleri ve potansiyel hasarlayıcı etkileri olan klinik bir araçtır. Genellikle kısa süreli, güvenli,
sahanın görünümünü iyileştiren geçici düşük perfüzyon sürelerine veya kısa süreli sirkülatuar
arreste olanak sağlayan sistemik hipotermi ile kombine edilir. CPB’nin temel bileşkelerini kanın
sifonlanarak, içerisinde depolandığı, venöz kanla gelen hava kabarcıklarının açığa çıktığı venöz
rezervuar, kanın oksijenlendiği ve karbon dioksitin elimine olduğu oksijenatör, CPB sırasında
perfüzat ısısını ayarlamak, sistemik ısıtma ve soğutma işlemini gerçekleştirmek üzere etkin bir ısı
ayarlayıcısı (heat exchanger), sirkülasyonu sağlamak üzere roller veya santrifugal olabilen arteriyel
bir pompa ve tüm bu ekstrakorporeal dolaşımın güvenli ve steril bir ortamda gerçekleşmesini
sağlayan standart tüp setlerinden oluşmaktadır. Günümüzde klinik kullanım için membranöz,
mikroporöz hallow-fiber ve bubble tipte oksijenatörler mevcuttur.
CPB sırasında birçok fizyolojik değişim meydana gelir. Perfüzyon akım miktarı, perfüzatın
ısısı,sistemik ve pulmoner venöz basınçlar, hematokrit, arteriyel oksijen düzeyi ve karbon dioksit
basıncı gibi faktörler hastanın ihtiyacına göre ayarlanabilir. Dışarıdan kontrol edilebilen
değişkenlerin yanısıra, vücudun CPB’ye fizyolojik yanıtını oluşturan ve kontrolü gereken hastaya
ait değişkenler de mevcuttur. CPB sırasında
sistemik vasküler rezistans değişebileceğinden,
hipoperfüzyon veya overperfüzyon gibi potansiyel risk taşıyan durumları önlemek üzere mean
perfüzyon basıncı belirli aralıklarda tutulmalıdır. CPB’nin amacı yeterli oksijen tüketimini
sağlayıp, karbon dioksiti geri almak, optimum total vücut perfüzyonunu sağlayıp metabolik asidoz
ve alkalozu önlemek, vücudun kimyasını korumaktır. Güvenli bir CPB hiçbir foksiyonel veya
yapısal hasara yol açmamalıdır. Bazı hastalarda CPB’ye bağlı yan etkiler görülebilmekle birlikte
bunlar genellikle minör düzeydedir ve intraoperatif dikkatli bir monitorizasyon ve CPB’nin 3
saatten az sürdürülmesi ile azaltılabilir. Ekstrakorporeal dolaşım, kan özellikle oksijenatördeki
plastik aksamdan, tüplerden geçerken veya aspiratörle alınırken, hemen her zaman kanın şekilli
elemanları üzereinde bir miktar travmaya yol açar, Özellikle pompanın kendisinden kaynaklanan
travma, daha az travmatik satrifugal pompa ve membranöz oksijenatör kullanımı ile azalmıştır.
Ayrıca CPB sırasında kompleman ve diğer akut faz reaktanlarının aktivasyonu ile sistemik
inflamatuar bir yanıt oluşur. Enflamatuar yanıtın şiddeti ve müteakip end-organ disfonksiyonu,
uzamış pompa süresi nedeni ile tüm vücutta kapiller permeabilite artışına yol açan beyaz küre
adezyon molekülü artışıyla sonuçlanan kompleman ve sitokin aktivasyonu sonucudur. CPB’ye bu
yanıtın en ciddi formu, konfüzyon, renal yetmezlik, pulmoner disfonksiyon, düşük dereceli hepatik
disfonksiyon, tüm vücutta artmış intersitisyel sıvı ve enfeksiyona yatkınlık gibi çeşitli düzeylerde
organ disfonksiyonu ile sonuçlanan ve postperfüzyon sendromu olarak adlandırılan durumdur.
CPB sonrası görülebilen hafif koagülopati, pompa süresinin uzunluğu ile ilintilidir. Burada
trombosit disfonksiyonu özellikle belirgin olup, bypass sırasında suni yüzeylerce olan aktivasyona
bağlı meydana gelir. Bu değişimler çoğu rutin operasyonda gözlenmezken, uzamış ve kompleks
vakalarda belirebilir. Bu nedenle CPB sırasında daha bikopatibl yüzeylerin kullanımı ile kanın
şekilli elemanları üzerindeki travma azalırken, fibrinolizi azaltan ve proteazların inhibisyonunu
sağlayan farmakolojik ajanların kullanımı ile de uzamış ekstrakorporeal dolaşımın koagülopatik
etkisi azalmıştır.
Myokardiyal Revaskülarizasyonda Anestezi
Myokardiyal revaskülarizasyonda yaşanan en önemli gelişmeleden birisi de kardiyak anestezideki
dramatik iyileşmedir. Anestezist, hastanın öyküsünden, fizik muayenesinden, ve laboratuvar
sonuçlarından yola çıkarak, en uygun anestetik ajan seçimini yapmalıdır. Anestezist hastanın
patofizyolojik durumunu dikkatle anlamalı, operasyon sırasında, kullanılan ajanlar arasında olası
potansiyel zararlı etkileşimleri önlemelidir. Başarılı bir operasyon, ancak cerrah ile anestezistin
koordineli ve birbiri ile iletişim halinde çalışmaları ile mümkündür. Ameliyat esnasında veya
postoperatif karşılaşılan en zor sorunlar bile deneyimli, birlikte çalışan bir ekip tarafından başarılı
bir şekilde çözümlenebilir. Her hasta kendine özgü olduğundan, anestetik uygulama da dikkatli
değerlendirmeler sonucu kişiye özgü olmalıdır. Ancak myokardial revaskülarizasyon yapan her
ekip, kendi standart protokolünü oluşturmalı, bu standarttan sapma sadece hasta gereklerine göre
olmalıdır. Cerrahiden önce hastaya sakinleştirici ve stabilize edici premedikasyon verilmelidir.
Genellikle periferik arteriel ve venöz yollar, monitorizasyon için indüksiyondan önce takılır,
böylece indüksiyon sırasındaki hemodinamik değişiklikler kolayca izlenir. Ancak bu
keteterizasyon, takılırken hastada neden oldukları sıkıntı nedeni ile, süratle ve en az travma ile
gerçekleştirilmelidir.
Anestezist, operasyonun her safhasında myokardiyal oksijen arz/talebinin kontrolünden
sorumludur. Anestezist bu myokariyal oksijen arz/talebi arası dengeyi, yeterli sıvı replasmanı ile
intravasküler hacmi ve kardiyak output’u yeterli kılarak, anestetik ajanlarla myokard
kontraktilitesini kontrol ederek,
kan basıncını ve kalp hızını kontrol etmeye yönelik ajanlar
vererek, gerekli vazokonstriktör ve vazodilatatör ajanları vererek periferik vasküler rezistansı
ayarlayarak dikkatle kurar. İskemiyi önlemede en kritik faktör olması sebebiyle bu denge en
optimum düzeyde kurulmalıdır. Myokardiyal oksijen talebini doğrudan kalp hızı, kontraktilite,
afterload ve myokardiyal ısı derecesidir. Anestezist, bazı anestetiklerin ve adjuvan ajanların
myokardiyal oksijen arzı üzerindeki etkilerinin bilincinde hareket etmeli, operasyonunun her
aşamasında bunları dikkatle kullanmalıdır.
Myokardiyal revaskülarizasyon cerrahisinin başarılı icraasında en önemli faktörlerden birisi
de anestezist, perfüzyonist, hemşire, ve cerrah arasında olması gereken sinerjidir. KAH olan
hastaların çoğu, kendi cerrrahi prosedürlerinin performansını etkileyecek problemlere sahip
olduğundan, bununla başa çıkmanın en iyi yolu, problemleri öngörebilen ve hızlı hareket edebilen
uyumlu bir ekiple çalışmaktır. Bu şekilde sonuçlar çok daha iyi olmaktadır.
Myokard Koruma Yöntemleri
Geç 1960’lar ve erken 1970’lerde CABG sık uygulan bir işlem haline gelmişken, rahatsız edici
yükseklikte bir hasta yüzdesinin perioperatif transmural MI geçirdiği göze çarptı. Otopsi
çalışamalarında ise kardiyak cerrahi sonrasında başarılı revaskülarizasyona rağmen, akut
transmural MI veya myokardiyal skar dokusunda nekroz gelişebileceği görüldü. Kalp cerrahisinin
erken dönemlerinde, cerrahi sonrası geniş hasta gruplarında görülen azalmış kardiyak debi
hastalığın doğal seyri gibi görülüyordu, ancak daha sonra sadece myokardiyal nekrozun değil,
myokardiyal stunning’ in de cerrahinin kendisinden kaynaklandığı anlaşıldı. Hastalarda bazen
myokardiyal nekroz bazen de geçici hemodinamik bozulma nedeni ile geçici süreler düşük
kardiyak debi görülüyordu. Sonuçta bunun yetersiz myokardiyal koruma tekniklerinden
kaynaklanan myokardiyal stunning nedeni ile olduğu anlaşıldı.
Koroner cerrahi sırasında ilk myokariyal koruma teknikleri, Shumway ve Lower tarafından
yaygınlaştırılan topikal myokardiyal soğutma uygulaması ve St Luis de çalışan Clark ve
arkadaşları tarafından uygulanan nifedipin gibi kalsiyum kanal blököründen oluşan, farmakolojik
ajanların kullanıldığı tekniklerden oluşuyordu. Melrose ise global myokardiyal iskemik hasarı
azaltmak üzere, potasyumdan zengin solüsyonlarla kalbin elektromekanik aktivitesinin aniden
kesilmesi
konseptini
ortaya
koymuştur.
Ancak,
bu
ilk
tarifteki
yüksek
potasyum
konsantrasyonunun damar hasarına yol açabilmesi nedeniyle, çoğu cerrah tarafından uygulaması
terkedilmişti. 1973 yılında Gay ve Ebert, hayvan deneylerinden yola çıkarak, kristaloid
solüsyonlarla potasyum kardiyoplejisini savunmuşlardır. 1975’te ise bu uygulama Buckberg ve
arkadaşları tararafından revize edilmiş, en optimal kardiyopleji aracı olarak ‘kan’ gösterilmiştir.
Müteakiben Follet bu konsepti daha da geliştimiş, akut enerji yoksunu bir kalbin, iskemi sonrası
modifiye bir solüsyonla reperfüzyonu ile myokardiyal korumaya katkı sağlanabileceğini
göstermişlerdir.
Kardiyak operasyonlar kalp perfüze olurken ve çarparken veya ventriküler fibrilasyondayken
veya diastolik arrestin sağlanması ile gerçekleştirilebilir. Koroner arter hava embolizasyonu
olmadan tam bir cerrahi işlemin gerçekleşebilmesi ihtimali en çok kalbin kansız bırakıldığı,
mekanik olarak susturulduğu ortamlarda olmaktadır. Birçok merkezde bu ortam, en iyi şekilde,
hiperkalemik soğuk kan kardiyoplejisi kullanıldığında elde edilmektedir. Soğuk kan kardiyoplejisi,
oksijenatörden alınan oksijene kana nihayi potasyum konsantrasyonu yaklaşık 22 mmol/L olacak
şekilde potasyum eklenmesi ile elde edilir, sıcaklığı da yaklaşık 8ºC olmalıdır. Hiçbir myokardiyal
koruma yöntemi tek başına bu kadar etkin değilir, ve cerrah her operasyonda hangi metodu
kullanacağına karar vermelidir.
Nonkomplike myokardiyal revaskülarizasyon prosedüründe, çoğu cerrah antegrad
kardiyopleji infüzyonu tercih etmektedir. Burada hafif sistemik hipotermide ( 32-34°C ) CPB’ye
geçilir, ardından aortada klemp konacak yerin proksimaline, aorta köküne kardiyopleji kateteri
yerleştirilir. Kateterin basınç bağlantısı monitorize edilir ve kardiyopleji infüzyonu sırasında aorta
kökü basıncı sürekli ölçülür. Soğuk kardiyopleji infüzyonu 150ml/dk hızda yapılır ve bu arada
septal myokard ısı derecesi gözlenir. Toplam 750-1500 ml arasında kardiyopleji verilirken, topikal
buz parçaları uygulaması ile de kalp eksternal olarak soğutulur. Topikal soğutma sırasında frenik
sinirin fazla soğuk maruziyeti ile zedelenmemesine dikkat edilmelidir.Soğuk uygulaması sırasında
akciğerler hafif şişirildiği taktirde, buz yoğunluğu kalbin ön yüzünde tutularak, frenik sinirle direkt
teması azaltılabilir. Alternatif bir yöntem de, kalbin posterior yüzü ile posterior perikard arasına su
geçirmez bir plaka, koyup, direkt teması önlemektir. Kardiyopleji infüzyonu sırasında sol
ventrikülün gerilmemesine dikkat edilmelidir. Olduğu taktirde bu genellikle hafif aorta kapak
yetmezliğinden kaynaklanır. Eğer sol ventriküler distansiyon meydana gelirse, infüzyon kısa bir
süre için kesilip, kardiyopleji kateterinden aspirasyonla ventrikül dekomprese edilir. İlk infüzyon
sonrasında, aorta klempli kaldığı sürece, myokard (septal) ısı derecesini yaklaşık 15°C tutacak
şekilde gerektiğinde ek soğuk kan kardiyoplejisi uygulanır. Bazı vakalarda bir-iki ek doz
uygulaması yetebilirken, kronik hastalığa sahip, gelişmiş kollateralleri olan hastalarda çabuk
temizlenmesi nedeniyle, daha çok ek doz uygulaması gerekebilir.
Bir diğer kardiyoplejik solüsyon uygulama yöntemi de solüsyonun koroner sinüse doğrudan
verildiği retrograd infüzyon tekniğidir. Retrograd koroner infüzyon özellikle akut gelişen yüksek
dereceli koroner arter darlıklarında veya obtrüksiyonunda özellikle avatajlıdır. İşlemi
gerçekleştirken infüzyon basıncı dikkatle monitorize edilmeli, ciddi koroner sinüs ven hasarına yol
açmamak üzere kateterin doğru yerleşmiş olmasına dikkat edilmelidir. Aorta ve mitral kapak
cerrahilerinde kardiyoplejik solüsyonun retrograd verilmesi daha uygundur.
Soğuk kardiyoplejik solüsyon tatbiki gibi myokard koruma yöntemlerinin mevcudiyetine
rağmen, güvenli global iskemi süresinin limitsiz olmadığı hatırda tutulmalıdır. Preoperatif
ventriküler hipertrofi derecesi, var olan ventriküler hasarın yaygınlığı veya koroner kollateral
dolaşımın durumu gibi birçok faktör, dikkatlice uygulanan myokard koruma yönteminin bile
etkinliğini etkiler. Bu nedenle postoperatif sol ventriküler disfonksiyonlarına yol açması nedeniyle,
90 dakikadan uzun süren kardiyopleji zamanlarından kaçınılmalıdır.
Konduit Seçimi
CABG’nin temel amacı 1mm’nin üzerinde çaplardaki, %50’den fazla darlığa sahip olan
koronerlerin tamamını, mümkün olan en düşük operatif mortalite ve morbidite, uzun süre açık
kalacak ve az sayıda geç komplikasyon sunacak şekilde revaskülarize etmektir. CABG’de
kullanılacak ideal greft ise yeterli uzunlukta, iç çapı 2-3 mm, nativ koroner arter çapına oranı 1:1
veya 2:1 olmalı, duvar kalınlığı <1 mm, aterom plağı, kalsifikasyon, fibrosis içermemeli, pediküllü,
kümülatif 10 yıllık açık kalımı >%80 olmalıdır. Bugün sıklıkla kullanılan arteriyel greftlerin uzun
dönem açık kalım oranları pediküllü LİMA için 10 yıllık %90-95, RİMA için sol sistemde %90,
sağ sistemde %80’ler civarındadır. Safen ven greftlede bu oran %60 civarındadır. Değişik tipteki
konduitlerle değişik kurumlar çok başarılı kısa ve uzun dönem sonuçlar verirken, temel uygulama
halen sol internal mamarian arterin ( LİMA ) LAD’ye, safen ven greftlerin de revaskülarizasyon
ihtiyacı gösteren diğer koroner arterlere anastomozu şeklindedir. Tek bir safen venle sequential
anastomoz, safen venin boyca kısa kaldığı, 4’ten fazla safen ven-koroner arter anastomozunun
gerekli olduğu, veya optimal greft akımının elde edilebileceği küçük distal damar
revaskülarizasyonu gereken durumlar dışında pek kullanılmamaktadır. Günümüzde tercih artık full
arteriyel greftlemeyle pediküllü arteriyel greftlerle sequential anastomoz, veya bunlara serbest
arteriyel greft anastomozu ile “Y” veya “T” anastomozu yapma yönündedir. Bilateral İMA
kullanımı ise genç hastalarda, özellikle proksimal sağ koroner arter (RCA) lezyonlarında veya
uygun venöz greftin olmadığı durumlarda kullanılır. Özellikle yaşlı veya diyabetik, morbid obez,
kötü akciğer fonksiyonuna sahip, bilateral İMA çıkarıldığında devaskülarizasyon nedeniyle sternal
yara iyileşmesinde bozulma olacak ve acil prezente olan hastalarda her iki İMA kullanımından
kaçınılmalıdır.
İMA’yı indirme tekniğinde cerrahlar arasında olabilen farklara rağmen prensipler genellikle
aynıdır ( Şekil 6 ). İMA pedikülü sternum açıldıktan sonra ( Şekil 5 ), perikard açılmadan önce
mobilize edilir. Bu maksatla sol hemisternumu eleve etmek üzere çeşitli ekartörler mevcuttur,
ancak bu sırada ekarte edilen tarafta zorlama ile brakial pleksus zedelenmesi, kostokondral veya
kostotransvers ayrılmaya veya sternumda veya birinci kostada fraktür oluşturulmamasına dikkat
edilmelidir. Ayrıca headlight veya loop gibi yardımcı aletlerin kullanımı ile, daha dikkatli ve kesin
bir İMA pedikülü diseksiyonu yapılabilir, İMA’nın hasarlanması önlenebilir. Düşük ayarda bir
elektrokoter veya ‘harmonik scalpel’ gibi radyofrekans bir aletin kullanımı ile, İMA proksimalde
subklavien vene, distalde İMA bifurkasyonuna kadar çevreleyen kas, fasya ve internal mamarian
ven ile, pediküllü olarak, kolayca serbestlenir. Serbestlenirken, İMA’nın kullanılan aletlerle veya
gerilimle zedelenmemesine dikkat edilmelidir. Distal ucu bağlanıp, serbestlendikten sonra
pedikülün üzerine dilüe papaverin ve/veya diltiazem solüsyonu sıkılır, distal ucu nazikçe oklüde
edilir ve nemli bir spanç içerisinde kullanılana kadar bekletilir.
En yaygın kullanılan venöz greft vena saphena magna’dır (VSM). Sağ veya soldan konduit
olarak hangisinin kullanılacağına hastanın supin pozisyonda ve ayakta dikkatle preoperatif
muayenesi ile karar verilir. Daha önce safen ven stripping’i yapılmış hastalarda, bacağın ultrason
ile rezidü ven veya vena saphena parva varlığı yönünden taranması faydalı olabilir. Çoğu hastada
yüzeyel varikositeler olabilir, ancak bu VSM’nin kullanılamayacağı anlamına gelmez. Multipl
geniş varikositeler venin kullanımını uygunsuz kılar (ven çapı ≥6mm veya ven/koroner arter çapı
oranı >3 ise), yine geçirilmiş bir yüzeyel tromboflebit öyküsü de konduit olarak kullanılamayacak,
patent olmayan bir safen vene işaret edebilir. Her iki bacağında da kullanılamaz nitelikte venleri
olan hastalarda altenatif konduit tipleri değerlendirilmelidir. Bu durumlarda konduit olarak her iki
İMA veya radial arter, sağ gastroepiploik arter, inferior epigastrik arter kullanımı tercih edilebilir.
Koldan sefalik ven kullanılabilir, ancak venin duvarı incedir ve düşük açık kalım oranlarına
sahiptir. Sentetik (dacron, PTFE, polyurethane graft ,Possis Permaflow graft), veya kriyoprezerve,
biyolojik greftler ( freeze-dried micro-arteriel conduit, bovine IMA, omniflow connective tissue
tube, human umblical vein, cryopreserved allograft artery and vein, dacron meshed bandaged
saphenous vein graft ) veya intercostal, subskapular, ulnar, lateral kostal ve splenik arter gibi
arteriyel greftler bazı durumlarda kullanılmış olmakla birlikte, açık kalım oranları düşüktür ve
mümkünse kullanımından kaçınılmalıdır.
Hastanın bacaklarına kurbağa bacağı bacağı pozisyonu verilerek VSM’ye kolay bir erişim
sağlanır.VSM tek, uzun veya multiple insizyonlarla veya minimal invaziv teknikle çıkarılabilir.
Kullanılacak safen ven greftinin ideal eksternal çapı 3,5mm’dir, ancak ≥6mm venöz greftlerin
zayıf duvar kaliteleri nedeniyle kullanımından kaçınılmalıdır. Safen ven greftinin çıkarılması ve
hazırlanması, CABG cerrahisinin kritik komponentlerinden birisi olduğundan, tecrübeli ellerde
yapılmalıdır. Safen ven mümkün olan “en az” manipülasyonla, endotele mekanik hasar vermekten
kaçınılarak çıkarılmalıdır. Minimal invaziv teknikte safen ven 2 veya 3 küçük insizyonla, ciltaltına
karbon dioksid verilerek özel diseksiyon aletleri ile çıkarılır. Safen ven çıkarıldıktan sonra
distal ucundan bir çam ucu konnektör ile heparinli kan verilerek, yavaşça, internal basınç
100mmHg’yi geçmeyecek şekilde şişirilir. Eğer varsa büyük dallar bağlanabilir veya çok küçük
dallar kliplenebilir, şişirildiğinde üzerinde obstrüksiyona yol açan adventisya nazikçe diseke edilir.
Daha sonra insizyon hattı kanama açısından dikkatle incelenir, kanama kontrolü sağlanır, eğer
gerek görülürse dren yerleştirilebilir. İnsizyon hattı kontinü, absorbabl dikişlerle kapatılır,
hazırlanmış olan ven ise kullanılana kadar heparinli kan veya serum fizyolojik içerisinde bekletilir.
Standart Cerrahi Teknik
1970’li yıllardan bu tarafa CABG sürekli gelişmiştir, bu süreçte cerrahların kendi kişisel
tecrübelerine kattığı küçük, özel farklılıklar olsa da, gelişen bazı prensipler, diğer bütün tekniklerin
nazarında altın standardı temsil etmektedir. Bu standart teknikler median sternotomi, CPB ve
aortik kros-klemp’ten sonra distal anastomozların yapılabilme performanslarından oluşur. Bunlarla
kansız, sakin bir çalışma ortamında, mükemmel sonuçlar elde edilebilir.
Safen ven çıkarıldığı sırada dikkatli bir kanama kontrolü ile median sternotomi yapılır. Daha
sonra LİMA pedikülü serbestlenir, distalden transekte edilebilir veya edilmez. Perikard açılır,
kenarlarından askı dikişleri alınır. Ardından, asendan aorta üzerinde arteriel ve kardiyopleji kanülü
yerleştirilecek loklizasyondan ve venöz kanülasyon için sağ atrial apendiksten purse-string dikişler
geçilir.
Kardiyopulmoner Bypass’a Geçiş
CPB’ye geçilmeden önce önceden hesaplanmış dozda (3mg/kg) heparinize edilir ve hastanın
antikoagülasyonunun uygunluğu çizilen ACT ( activated clotting time ) çizelgesi ile takip edilir.
Aortik kanülasyon için seçilen lokalizasyon perikarda yakın, A.innominata
proksimalinde
olmalıdır. Aortik kanülün A.Innominata’ya dönük olmasını önlemek için kanülasyon yeri aortanı
hafif solunda olmalıdır. Aorta kanülü CPB line’ına bağlandıktan sonra varsa yolda kalan hava
çıkarılır ve bu line iyice tespit edilir. Sağ atriumda, genellikle atrial appendiksin tabanına bir
pursestring dikiş geçilir, ve buradan inferior vena kavaya doğru tek, geniş, çift orifisli bir venöz
kanül ilerletilir. Bu noktadan sonra CPB’ye geçilerek sistemik hipotermi uygulaması ile vücut ısısı
32-34°C’ye indirilir. Kademeli soğutma yapıldığı sırada, aorta köküne kardiyopleji solüsyonunu
vermek ve aortik cross-klemp sonrasında ventrikül dekompresyonunu sağlamak üzere küçük bir
kateter yerleştirilir. Vücut ısısı 32-34°C’ye indiğinde ve akım stabilleştiğinde, aortik kanülün
proksimaline, kardiyopleji kateterinin distaline aorta klempi yerleştirilir. Asendan aortanın
aterosklerotik olarak sık tutulması nedeniyle aortik cross-klempi, serebrovasküler sisteme ve
vüdun geri kalanına olabilecek plak embolileri nedeniyle dikkatle yerleştirilmelidir. Asendan
aortanın yaygın aterosklerotik plaklı olması veya şüphesi olduğu durumlarda, aortik kanülün ve
cross-klempin güvenli bir şekilde yerleştirilebilmesi için az plaklı bir saha bulmak üzere, asendan
aortanın ultrasonik taraması faydalı olacaktır. Aortik cross-klempin yerleştirilmesi ile birlikte aorta
köküne soğuk kardiyopleji infüzyonuna başlanır, kalbin üzerine (topikal) soğuk serum fizyolojik
uygulanır, bu arada da septuma yerleştilen ince bir thermister iğne ile myokard ısısı monitorize
edilir. Soğuk kardiyopleji infüzyonunu müteakiben, kalpte hemen her zaman anında diastolik
arrest gerçekleşir. Arrest sonrası kalp gevşek hale gelir ve kolayca manipüle edilir. Retracting net
device kullanımı distal koroner arterlere erişimi kolaylaştırmakla birlikte kullanırken kalbin sol
atrial apendiksindeki epikardiyal yüzeylere zarar vermemeye dikkat edilmelidir.
Kalp hareketsiz ve gevşekken yapılacak ilk distal anstomozun yeri tespit edilir. Bu tercihan
hastalıksız, lüminal çapı en az 1,5 mm olan, kolayca erişilebilen bir nokta olmalıdır. RCA’da
anastomozun PDA’nın hemen çıkışı öncesine veya RCA distali aterosklerotik olarak
tutulmuşsa, PDA’nın kendisine yapılması tercih edilir.
yagın
Cx tutulumunda, Cx’in kendisine
anastomoz pek yapılmamakla birlikte, genellikle, proksimal tutulumunda etkilenen geniş obtus
marjinal dallarına greftleme yapılır. LAD ise çok önemli ve kritik bir damar olduğundan mümkün
olan her koşulda LİMA ile greftlenmelidir. Eğer LAD’nin geniş diagonal dallarında proksimal
lezyonlar mevcutsa, bunlar da ayrıca safen ven veya arteriyel bir konduit ile greftlenmelidir.
Distal Anastomozlar
Distal anastomoz yapılması planlanan koroner arter segmenti dikkatle diseke edilmeli, iyi bir görüş
alanı sağlanmalıdır. Bu sırada artere zarar verilmemesine dikkat edilmelidir. Anastomoz yapılacak
arter kalp durmuşken tespit edilir ancak, bunu henüz soğutma aşamasında kalp çarparken,
koronerler kanla dolarak gerildiği sırada, daha görülür bir halde iken yapmak daha kolay
olabilmektedir. Bütün cerrahi işlemlerin, başarı açısından yerine getirilmesi zaruri gerekleri vardır,
CABG’de de bu kritik nokta arteriotominin kalitesidir. Bu etkin bir şekilde küçük bir Beaver
bistürisi ile gerçekleştirilebilir. Arteriotomi çok kesin yapılmalı, laterale deviasyon veya arka
duvarı kesmek gibi operasyonun sonucunu doğrudan etkileyebileyek hatalara yer verilmemelidir.
Meydana getirilen bu küçük açıklık daha sonra koroner makası ile greftin durumuna göre 3-5
mm’ye kadar genişletilir. Bazen yaygın tutulum nedeniyle anastomoz yapılacak segment
bulunamadığında, lokalize bir koroner endarterektomi yapmak gerekebilir. Daha sonra yapılan
arteriotominin boyutuyla uyuşacak açıda venöz veya arteriyel bir konduit transekte edilir.
Anstomozu gerçekleştirirken kullanılan dikiş tekniği, tek tek veya devamlı, tercih meselesidir.
Çoğu cerrah 7-0 veya 8-0 polipropilen sütür ile devamlı dikiş tekniğini kullanmaktadır. Anastomoz
hattının pursestring olarak büzülmesi, koroner anastomozun kritik köşelerinden ve yanlarından
yeterli sayıda dikiş alınması ile önlenebilir. Küçük distal damar varlığında, açık kalımı sağlamanın
en kolay yolu, doğal bir Y anastomozu yapmak veya distalde end-to-side anastomozu yapılmış bir
greftle side-to-side (sequential) anastomoz yapmaktır. Burada sequential anastomoz yapılacak
arterleden geniş-büyük olanı distalde yer almalıdır. Eğer anastomozun distalinde kalan damar
segmentinin açıklğı veya anastomozun kendisinin açıklığı konusunda şüphe varsa, öncelikle
koroner arter proksimal ve distale doğru prob ile kontrol edilmeli, gerekiyorsa sütürler revize
edilmelidir.Tamamlanan her distal anastomozdan sonra, distal runoff ve akım paternini test etmek
üzere enjektöre çekilmiş yaklaşık 50cc soğuk kardiyopleji ven greftinin içine yavaşça enjekte edilir.
Bu aynı zamanda, proksimal anastomoz tamamlandıktan sonra kalbin üzeride uzanacak greftin
boyunu ölçmeye de yardımcı olacaktır.
İnternal Mamarian Arter Anastomozu
İMA pedikülünün bifurkasyonun hemen proksimalinde kalan kısmı transekte edildikten sonra,
İMA’nın kendi ucu distalde pedikülünden serbestlenir. Daha sonra proksimal bulldog klemp
kaldırılarak akımının yeterliliği bakımından gözlenir. İMA’nın anastomoz edileceği damar
segmenti, ki bu genellikle LAD’dir, dikkatle incelenmeli, anastomoz
mümkün olduğunca
aterosklerozdan az etkilenmiş bir bölgeye yapılmalıdır. Arteriotomi dikkatle yapılmalı, ardından
koroner makası ile 3-5mm’ye genişletilmelidir.Ardından 7-0 veya 8-0 propilen sütür ile anastomoz
hattının büzüşmesini önlemek üzere heelden başlanarak çok kısa aralıklarla devamlı dikişler geçilir
ve end-to-side anastomoz gerçekleştirilir. Dönmemesi için birkaç tek sütürle İMA pedikülü kalbin
üzerine tespit edilir. Kronik obstrüktif akciğer hastalığı nedeni ile hiperinflasyonu olan hastalarda,
ventilasyon sırasında İMA pedikülünün gerilme ihtimali yüksektir. Eğer bu, akciğerler
şişirilmişken farkedilirse, İMA’nın serbest greft olarak kullanılmalı, aortaya direkt veya bir venöz
greftle end-to-side anastomozu yapılmalıdır. Obstrüksiyon ve dolayısıyla ciddi myokardiyal
disfonksiyona yol açabileceğinden İMA’nın gerilmemesine dikkat edilmelidir. Perikard üzerinde
İMA’nın geçtiği bir çentik veya tünel açmak çoğu zaman bu gerilimi azaltırken, frenik sinire zarar
vermemeye dikket edilmelidir.
Bazıları LAD’nin diagonal dallarında lezyon bulunduğunda bunların İMA ile sequential
greftlenebileceğinden bahsetmektedir. Ancak, her ne kadar İMA zamanla akım kapasitesini
artırarak buna adapte olsa da, bizim tercihimiz sequential anastomozdan kaçınarak gerekiyorsa
diagonal dallarına safen venle greftleme yapmak, İMA akımını sadece LAD kanlanması için
kullanmaktır.
Proksimal Anastomozlar
Greftlerin proksimal anastomozları genellikle distallerden sonra yapılmakla birlikte, proksimalleri
önce yapan cerrahlar da mevcuttur. Asendan aortada aterosklerotik tutulum yok ise, proksimal
anastomozlar kros-klemp kalktıktan sonra, parsiyel CPB altında parsiyel bir klemp eşliğinde
yapılabilir. Aterosklerotik, kalsifik aortaya sahip hastalarda, aortik kros-klempi kaldırmadan, aorta
daha fazla manipüle edilmeden proksimal anastomozları yapmak daha güvenlidir. Bunun kararı,
preoperatif göğüs radyogramında kalsifik aortanın görülmesi veya intraoperatif palpasyonda veya
mümkünse aortanın intraoperatif epiaortik USG ile incelenmesi sonucu verilir. Proksimal aortanın
ciddi kalsifikasyon nedeni ile proksimal anastomozlar için uygun olmadığı durumlarda başka
uygun bölgeler aranmalıdır. Bunlar aortanın curvatura minor’u, A. Innominata olabilir, ancak
mecbur kalındığı taktirde, uygun anastomoz sahası yaratmak üzere proksimal asendan aortaya
endarterektomi yapılabilir veya total sirkülatuar arrest altında asendan aorta replasmanı ve
proksimal anastomoz yapılabilir. Diğer bir altenatif ise full arteriyel revaskülarizasyondur.
Preoperatif kalsifik aortası olduğu tespit edilen hastalarda CPB için femoral veya subklavien
kanülasyon gerçekleştirmek de mümkündür.
Parsiyel veya kros-klempin kullanıldığı her iki durumda da , aortaya yapılan insizyonun
ardından bir 4-5mm’lik aortik panç ile sirküler aortik duvar segmentleri çıkarılır. Greftin başı oblik
olarak transekte edilip proksimal anastomoz için hazırlandıktan sonra, 6-0 polipropilen devamlı bir
sütürle anastomoz gerçekleştirilir. Aortik kros-klempin veya parsiyel klempin konacağı veya
kaldırılacağı her durumda, aortik gerilimi azaltmak üzere, perfüzyonistin akımı geçici olarak
1,5litre/dakikaya indirmesi önemlidir. Proksimal anastomozlar tamamlandıktan sonra, 25-gauge bir
iğneyle
greftler
delinerek
itina
ile
hava
çıkarılır,
ve
ilerideki
potansiyel
kardiyak
kateterizasyonlarda yardımcı olabilecek işaretçiler yerleştirilebilir. Greftlerden akımın geçişi ile
birlikte distal ve proksimal anastomoz hatları dikkatle incelenerek hemostazdan emin olunmalıdır.
Küçük sızmalar tek bir dikiş veya hafif bası gerektirebilir. Aortik klempi kaldırmadan önce bugün
birçok cerrah, myokardiyal ısıyı normale yaklaştırmak üzere, oksijenatörden alınan ve önceden
ısıtılan 400-500ml kanı selktif olarak aorta köküne vermektedir.
Bu solüsyon içerik açısından zenginleştirilebileceği gibi, olduğu gibi de verilebilir. Bu sıcak
dolduruş (hot shot), kalbin spontan olarak sinüs ritmine dönüşünü sağlayabilmektedir. Aortik kros-
klemp kaldırılırıldıktan sonra sistemik ısıtma ile birlikte myokardiyal reperfüzyon gerçekleşir. Bu
aşamada eğer spontan sinüs ritmine dönüş olmamışsa kalp defibrile edilir.
CPB’nin Sonlandırılması
Hastanın CPB’de ısıtıldığı sırada cerrahi sahada kanama kontrolü yapılır, eğer açıldı ise torakal
kaviteye, birikmiş kan ve sıvıları drene etmek üzere drenaj tüpleri yerleştirilir, greftler el Doppler’i
ile akımları yönünden değerlendirilir ve postoperatif ihtiyaç halinde kullanılmak üzere ventrikül ve
atriuma pace kabloları yerleştirilir. Vücut ısısı 36-37°C’ye ulaştığında, anestezist tarafından
akciğerler yavaşça ventile edilmeye başlanır. Kalp halen sinüs ritmine dönmemişse tekrar defibrile
edilir, eğer endike ise AV pacing ile kalp hızı 90 atım/dakikaya çıkılır. . Hasta daha sonra CPB’den
yavaş yavaş çıkarılır, doluş basıncının artışı ve normal ejeksiyon fraksiyonuna ulaşılması ile
birlikte CPB sonladırılır. Bu aşamada anestezist, mayi infüzyonu yaparak, anestezi düzeyini
ayarlayarak ve farmakolojik ajanlar verip periferik rezistansı manipüle ederek hemodinamik
dengenin kurulmasından primer sorumludur. CPB sonlanıp, stabilizasyon için bir süre
beklendikten sonra, yan etki görülmeyeceğinden emin olmak üzere test dozundan protamin verilir.
Hastanın hemodinamik olarak stabil olduğundan emin olunduktan sonra, hemostaz için kalp artık
manipüle edilmeyecekse arteriel ve venöz kanüller çıkarılır.
Hastanın ACT’sini normale döndürmek, heparini nötralize etmek üzere gerekli dozda
protamin verilir. Pompa oksijenatörünün pıhtılaşmasını önlemek üzere, protamin başlanmadan
önce pompa aspiratörü ile aspirasyon yapılması kesilmelidir. Kardiyak fonksiyon ise Swan-Ganz
kateteri ile kalp debisi ve doluş basınçları ölçülerek veya transözofagial ekokardiyografi ile
ventrikül fonksiyonları gözlenerek saptanmalıdır. Hastanın stabilizasyonundan emin olunduktan
sonra mediasten antibiyotikli ılık bir solüsyonla yıkanır, son bir kanama kontrolü yapılır,
mediastene drenaj tüpleri yerleştirilir, ardından sternum yaklaştırılıp tespit edilir, ciltaltı ve cilt
devamlı dikişlerle kapatılır. İnsizyon hattı steril olarak örtüldükten sonra hasta yoğun bakım
ünitesine taşınmak üzere hazırlanır.
Postoperatif Bakım
Postoperatif bakım süreci myokardiyal revaskülarizasyonun kritik komponentlerindendir ve daha
ameliyat odasında, CPB sonlanmasını müteakiben başlar. Operasyon sırasında myokardın korunma
ve tam revaskülarizasyon performansı, postoperatif komplikasyonsuz geçecek bir sürecin en
önemli göstergesidir. Buna rağmen, ilerlemiş hastalığa sahip olan, operasyon sırasında problemle
karşılaşılan hastalarda, cerrahiyi takiben çok yoğun bir “yoğun bakım” ihtiyacı olabilir. Yoğun
bakımda, birçok alt sistemin periyodik olarak incelenmesine odaklanan sistemik bir yaklaşıma
ihtiyaç vardır. Myokardiyal revaskülarizasyonun ardından postoperatif cerrahi bakım; (1) kalp ve
periferik vasküler sistem hemodinamik fonksiyonlarına periyodik olarak, (2) kalp hızı ve ritmine,
(3) solunum fonksiyonları ve yeterli ventilasyona, (4) metabolik, koagülatif, renal, nörolojik,
gastrointestinal fonksiyonlar gibi önemli alt sistemlere odaklanmış, iyi tasarlanmış bir süreç
olmalıdır. Günümüz cerrahi uygulamalarında hakim olan maliyeti düşürme anlayışı, myokardiyal
revaskülarizasyona giden hastalar üzerinde de etkin olmuştur. Seçilmiş hastalarda Swan-Ganz
kateteri, kan ve ürünlerinin kullanımından kaçınma, fast-track protokol uygulamaları, erken
taburculuk gibi maliyet düşürücü önlemlerin sonuçları fazla etkilemediği görülmüştür. Tersine,
tam revaskülarizasyonun gerçekleştirilemeyeceği, preoperatif yüksek riskler taşıdığı saptanan veya
intraoperatif komplikasyonlarla karşılaşılan hastalarda ihtiyaç duydukları bakım derecesi itina ile
verilmelidir.
Postoperatif ilk 12 saatte temel yaklaşım anlayışı; yeterli kan basıcı ve kalp debisinin
sağlanması, koagülasyon bozuklularının giderilmesi, intravasküler volümün stabillenmesi,
periferik rezistansın kontrol edilmesi, eğer gerekiyorsa myokardın bozuk kasılmasının
farmakolojik, inotropik ajanlarla desteklenmesi ve yeterli ventilatör desteği sağlanmasından
oluşmaktadır. Veya en azından arteriyel kan basıncı, elektrokardiyogram, oksijen saturasyonu,
pulmoner arter basıncı veya seçilmiş düşük riskli vakalarda sadece santral venöz basınç sürekli
monitorize edilmelidir. İntravasküler kan hacmi intravenöz sıvı replasmanı ile dengede tutulur,
periferik vasküler rezistanstaki değişimlere bağlı gelişen hipertansiyon ve hipotansiyon,
vazokonstriktör veya vazodilatatör ajanlarla manipüle edilir. Yeterli myokardiyal koruma yapıldığı
taktirde deprese myokardiyal kontraktilite görülme ihtimali azalır, ancak yine de dobutamin,
dopamin veya amrinon gibi inotropik ajanlar gerekli dozlarda verilebilir. Ventilasyon iyi bir
oksijenasyon sağlayıp, karbon dioksit’i uzaklaştıracak şekilde ayarlanmalıdır. Eğer postoperatif
drenleden kanama devam ediyorsa, laboratuvar testleri ile bunun bir koagülopatiden mi
kaynaklandığı veya yetersiz heparin nötralizasyonundan mı kaynaklandığı araştırılmalı, gerekli
kan ürünleri veya eksik spesifik laboratuvar faktörlerine yönelik farmakolojik ajanlar verilmelidir.
Çok fazla kanaması olan (Tablo 4) ve altta yatan mekanik bir neden veya artmış doluş basıncı (↑
CVP), deprese kardiyak debinin olduğu kardiyak tamponadı düşündüren durumlarda hasta tekrar
ameliyat odasına alınmalı, kanama kontrolü yapılmalıdır.
Tablo 4. Açıklanamayan göğüs drenajı olan hastalarda, cerrahi eksplorasyon için önerilen zamana göre drenaj
miktarları.
Drenaj
1.saat
2.saat
3.saat
4.saat total 5.saat total
50 kg<
500 ml<
400 ml<
300 ml<
1000 ml<
1200 ml<
.
Altta yatan hastalık veya cerrahi prosedür sonucu volüm replasmanı ve farmakolojik terapiye
cevapsız derin myokardiyal depresyon gelişen hastalar IABP’den fayda görebilirler. Bu işlem
gerekiyorsa ameliyat odasında sternum kapanmadan, veya postoperatif yoğun bakımda
gerçekleştirilebilir. Postoperatif gelişen aritmiler farmakolojik ajanlarla veya atrial veya
ventriküler pacemaker desteği ile düzeltilebilir.
Myokardiyal revaskülarizasyon yapılan her hastaya, yoğun bakıma kabülünden hemen sonra,
varsa pnömotoraksı ve plevral sıvı kolleksiyonunu, endotrakeal tüpün yerini, monitorizasyon
kateterlerinin yerini, mediastinal genişliği görmek üzere mutlaka göğüs radyogramı çekilir. Yine
hastanın hemoglobin, hematokrit, trombosit sayısı, elektrolitleri, kan üre azotu, kreatinin,
protrombin zamanı (PT), aktive parsiyel tromboplastin zamanı (aPTT), arteriel kan gazı ve mixed
venöz kan gazı basıncı değerleri mutlaka çalışılmalıdır. Myokardiyal revaskülarizasyon yapılan
hastalarda her komplikasyon morbidite ve mortalite nedeni olabildiğinden, nekahat döneminin bu
aşamasında rol alan anestezi ve hemşire ekibini koordine etmek, cerrahın sorumluluğundadır.
Çoğu hastanın erken postoperatif dönemi komplikasyonsuz seyrederken, hastanın
hemodinamisindeki ani bozulmalar, fazla kan kaybı, kardiyak tamponat veya greft oklüzyonuna
bağlı kardiyak depresyon nedeni ile olabilir. Bu durumlar, derhal cerrahi müdahele gerektiren
cerrahi acillerdir. Hastalar direkt ameliyata alınabilecekleri gibi, kateterle tıkalı greftler
gösterildikten sonra bunların kateterle açılması veya hastanın reoperasyonu yoluna gidilebilir.
Çoğu kardiyak cerrahi hastası yoğun bakıma entübe olarak getirilir. Bunlardan çoğu kullanılan
anestetiğin tipine göre postoperatif 3-4 saatte respiratörden ayrılabilir, ekstübe edilebilir. Kronik
obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olan veya uzun süreli sıgara içme öyküsü bulunan hastalar
uzamış mekanik ventilatör desteğine ihtiyaç duyabilirler. Ekstübasyon sonrasında, hemodinamik
stabiliteden emin olunduktan sonra, hastanın eğer aritmisi de yoksa, hasta buradan, monitorize
olarak izleneceği, rehabilite olabileceği, subakut bir bakım ünitesine ( ara yoğun bakım ) alınır.
Çoğu nonkomplike CABG hastası, rvaskülarizasyonu takiben 4-5 günde hastaneden taburcu
olabilir. Taburcu olan hastalara, kademeli olarak normal yaşamlarına dönme konusunda yapmaları
gerekenler anlatılmalıdır.
Tablo 5. Mekanik ventilasyondan ideal ekstübasyon kriterleri.
„
Nöroljik
Bilinçli
Sözlü komutları yerine getirebilen
Stroke olmaması
„
Hemodinamik
Stabil
200 ml/saat > drenaj
Mean kan basıncı 70-100 mmHg
Düşük doz inotrop desteği, İABP kontrendikasyon değil
„
Respiratuar
pH >7,32
%50 FiO2 ile Po2>80 mmHg
SIMV modunda pCO2 <55mmHg
Solunum frekansı >8-20/ dk olması
Tidal volumun > 4ml/ kg olması
„
Radyolojik
Pnömotoraks veya effüzyon olmaması
Lober konsolidasyon veya atelektazi olmaması
„
Biyokimyasal
Serum K <4,5 mmol/lt olması
CABG SONRASI GÖRÜLEBİLECEK KOMPLİKASYONLAR
VE TEDAVİ YAKLAŞIMLARI
1)Kanama (göğüs tüplerinden drenajın devam etmesi)
▪ ↑ ACT (activated clotting time) ( Ek doz protamine )
▪↑ Fibrinoliz (Aprotinin, Σ-Aminocaproic acid, Tranexamic acid)
▪ Trombosit disfonksiyonu veya deplesyonu (Trombosit suspansiyonu)
▪ Explorasyona rağmen kanama devam ediyorsa Hematoloji Konsültasyonu
2)Aritmiler
a)Atrial fibrilasyon ;
„
İnsidansı %5-50 arasında, ort %20-30
„
Sıklıkla post-operatif 48-72 saatte başlar
„
Sol ventrikül fonksiyonları iyi olmayan hastalarda stroke volumu %20-30 a kadar azaltabilir
„
Genellikle paroksismal seyreder ve self-limiting dir
Etyoloji;
„
Pericarditis
„
Artmış sempatik aktivite (↑ sinus hızı,atrial ektopik atım)
„
İskemik hasar (prox. RCA lezyonu)
„
Elektrolit imbalansı (Hipomagnesemia)
Ayrıca;
„
ß-Blokörlerin post-op. kesilmesi, withdrawal ( 2-5 kat ↑ insidans, 20-60. saatte)
„
İleri yaş ( 40 yaş altında %4, 70 yaş üzerinde %30)
„
Uzamış CPB
„
KOAH varlığı
„
Kronik böbrek hastalığı
Proflaksi;
„
Post-op düşük doz ß-bloköre devam edilmesi
„
Magnesium
„
Propafenone
„
Amiodarone
Tedavi;
„
Ventrikül hızını kontrol etmeye yöneliktir
„
Kardioselektif bir ß-blokör ilk tercihtir (örn; atenolol)
„
Ca kanal blokörü (verapamil,diltiazem)
„
Digoxin
„
Stroke riski taşıyan hastalara WARFARİN verilmelidir
Persistan veya rekürren AF de;
„
Kardioselektif ß-blokör
„
Amiodarone
„
Class 1A ajanlar ( Procainamide,Quinidine, Disopyramide)
„
DC Kardioversiyon
Etkili ajan 6 hafta- 3ay arasında p.o. devam edilmelidir
b)Atrial flutter;
„
Yaklaşım AF de olduğu gibidir
„
Atrial epicardial lead i olanlarda; Rapid atrial pacing uygulanabilir
„
Refrakter olanlarda ‘RadioFrequency ablation’
Atrial flutter geçtikten sonra yaklaşık 6 hafta digoxin verilir
c)Ventriküler Aritmiler;
„
Ventriküler ektopik atımlar CABG yi müteakiben sık görülürler ve genellikle benign
karakterdedirler
„
Ventriküler taşikardi ve ventriküler fibrilasyon gibi Malign ventriküler aritmiler nadirdir,
genellikle post-op. 1-3.günde ortaya çıkarlar
Etyoloji;
▪ Perioperatif iskemi veya enfarkt
▪ Elektrolit imbalansı (Hipokalemi,hipomagnesemi)
▪ Hiperadrenerjik state (operatif veya inotroplara bağlı)
▪ Önceden varolan ventriküler skar ve ciddi sistolik disfonksiyon
Tedavi;
▪ Class 1A (lidokain) , Class 1B (procainamide) antiaritmikler
▪ Refrakter aritmiler de iv. Amiodarone, iv Bretilyum
Erken post-op. dönemde presipite eden faktör bulunup giderilirse en az 3 ay daha proflaksiye
devam edilir
Uzun dönem proflaksi; (Sotalol veya amiodarone)
▪ Aritmi geç post-op dönemde başlamışsa
▪ Aritmi rekürrens gösteriyorsa
▪ Aritmi altta yatan ventriküler bir fokustan kaynaklanıyorsa
▪ Elektrofizyolojik çalışma (EPS)
▪ İnternal defibrilator (ICD) implantasyonu
3)Renal disfonksiyon
Akut böbrek yetmezliği
„
Postoperatif kreatinin düzeyinin 2 mg/dl ↑,veya preoperatif düzeye göre ≥0,7 mg/dl artması
„
Dializ gerektirmeyenlerde ort. %19, dialize girenlerde %63 mortalite bildirilmiştir
Risk faktörleri;
„
Preoperatif renal disfonksiyon ( Serum kreatinin düzeyi 1,4 – 2 mg/dl )
„
İleri yaş (↑60-70)
„
Diabetes mellitus Tip 1 (İnsülin bağımlı DM Tip 2)
„
Eş zamanlı kapak cerrahisi
„
Pre-op kötü sol ventrikül fonksiyonu (KKY)
„
Redo CABG
„
Uzamış CPB (↓ perfüzyon basıncı, nonpulsatil akım, renal otoregülasyon mekanizmalarının
devre dışı kalması, enflamatuar mediatörler)
„
Düşük kardiyak debi,hipotansiyon
„
İABP
„
Enfeksiyon
Yaklaşım;
„
Post-op düşük kardiak debinin önüne geçilmesi
„
Nefrotoksik ajanlardan kaçınılması
Tedavi;
„
Renal dozda dopamin (2-7 µg/kg/dk)
„
Diüretikler ( furasemide, mannitol )
„
Dializ
4)Post-op. MI
„
İnsidans %2-10
„
Anstabil anjinalı hastalarda daha sık
„
%10 in-hospital mortaliteye sahip ve uzun dönem beklentiyi azaltıyor
Etyoloji
„
İnkomplet revaskülarizasyon
„
Post-op hemodinamik bozukluklar ( Düşük kardiak debi, taşikardi)
„
Daha önceden var olan ciddi sol ventriküler hipertrofi
„
Greft komplikasyonları ( tromboz, spazm, anastomozlarla ilgili teknik problemler)
Teşhis;
„
ECG de yeni ve persistan patolojik Q dalgası varlığı
„
Bozulan hemodinami
nedeni ile yapılan ekokardiyografide yeni segmental kasılma
bozukluğunun görülmesi
„
Serum Troponin I ve T düzeylerinde 3-4 saat içinde yükselme
Tedavi;
„
Standart MI tedavi protokolü
„
Elektrolit imbalansı düzeltilir
„
Antiaritmik ilaçlar
„
Refrakter düşük kardiak debi için İABP veya VAD takılması
5)Post-op Delirium (Tip 2 nörolojik defisit, Ensefalopati )
„
Cerrahiyi müteakiben %30 vakaya kadar görülebilmektedir, (ort %3)
„
Ort % 10 mortalite bildirilmiştir
„
Saatler ile günler arasında başlayabilir
„
8. haftada hastaların %60’ı, 6 ay-5 yıla kadar %80’i normal kognitif fonksiyonlarına geri döner
Tanım;
„
Algılama bozukluğu
„
Enkoheran konuşma
„
Bozuk uyku döngüsü
„
Artmış veya azalmış psikomotor aktivite
„
Oriyentasyon bozukluğu
„
Hafıza bozukluğu
Etyoloji;
„
İleri yaş (>75)
„
Preoperatif fazla benzodiazepin, alkol alımı
„
Preoperatif depresyon varlığı, düşük sosyo-ekonomik statü
„
Uzamış CPB (Beyin oksijenasyonunun bozulması, mikroembolizasyon)
„
Deliriyojenik ilaç kullanımı (Tablo 6)
„
Enfeksiyon ( derin yara, idrar yolları, mediastinal )
„
Elektrolit bozuklukları (Na <125) ve metabolik bozukluklar
„
Aritmiler (Atrial fibrilasyon...)
Tedavi;
„
Etyolojik faktörlerin eliminasyonu
„
Gereksiz opioid ve benzodiazepin kullanılmaması
„
iv veya po nöroleptikler ( Haloperidol 0,5-2 mg x 3-4 / gün)
Tablo 6. Deliriojenik ilaçlar
Antikolinerjik etkili ilaçlar
„
Diüretikler
Antibiotikler
„
Atropin ve benzeri etkilileri
„
Ca kanal blokörleri
„
Penisilin
„
Nöroleptikler
Antikonvülzanlar
„
Ciprofloxasin
„
Benzodiazepinler
Anti-enflamatuar ajanlar
„
Gentamisin
„
Opioidler
Gastrointestinal İlaçlar
„
Sefalosporinler
Kardiyovasküler ilaçlar
„
Histamin-2 reseptör
„
Digoxin
antagonistleri
„
ß-blokörler
„
6)Stroke (Tip 1 nörolojik defisit)
„
İnsidansı % 1,5-3 arasında
„
Mortalitesi %20 civarında
Metoclopramide
Oral hipoglisemikler
Etyoloji;
„
Proximal aorta ve dallarında ateroskleroz ( yaş >70, hipertansiyon)
„
Geçirilmiş nörolojik olay (SVO) öyküsü
„
İABP kullanımı
„
Diabetes mellitus
„
CPB sırasındaki hadiseler (uzamış süre, düşük mean arteriyel basınç,bubble oksijenatör kullanımı,
arteriyel filtre kullanılmaması)
„
Sol atrial, ventriküler trombüs varlığı (atrial fibrilasyon, anevrizma.)
Klinik;
„
Fokal veya global nörolojik defisit
„
Stupor
„
Koma
Tanı;
„
Nörolojik muayene
„
CT
„
MRI
Tedavi;
„
Supportif tedavi
Önlemler;
„
Kalsifiye aortanın tespiti
-CT, MRI, Palpasyon, Epiaortik USG
„
Kalsifik aortanın manipulasyonundan kaçınılması
-Femoral veya subclaviyan kanülasyon
-Fibrilatuar arrest
-Tek cross-klemp uygulaması
-Full arteriyel revaskülarizasyon
-Aortaya endarterektomi ve proksimal anastomoz
-Total sirkülatuar arrest., asendan aorta replasmanı ve proksimal anastomoz
„
Operasyonun ertelenmesi
-Sol atrial trombus varlığı ( kronik AF li hastalarda )
-Sol ventriküler trombüs varlığı (yeni ant. MI, diskinezi, akinezi )
(Antikoagülan tedavi ve ekokardiyografi takibinde trombüsün rezolüsyonu veya organizasyonuna
kadar)
-Yeni hemorajik komponentli SVO ( en az 4 hafta )
-Aorta duvar kalınlğı >4mm ve 5 yıllık medikal yaşam beklentisi >%80 ise
„
Karotis stenozu varlığında uygun operasyon stratejisi
7)Enfeksiyon
„
Derin yara enfeksiyonu insidansı %1-4, bilateral İMA kullanımında %8 e çıkabilmektedir
„
Mortalite %6-70 arasında değişmektedir, erken tanı ve agresif tedavi ile %5-10 civarındadır
Etyoloji;
„
Yetersiz aseptik teknik
„
Obezite
„
İnsülin bağımlı DM ( postoperatif kan glukozunun >200 mg/dl seyretmesi )
„
Bilateral İMA kullanımı
„
Redo operasyon ( uzamış operasyon süresi )
„
Gevşek sternal kapama
„
KOAH
„
Uzamış mekanik ventilasyon süresi
„
Steroid alımı ( post-op en az 6 hafta alınmamalı veya min dozda alınmalıdır )
„
Erkek cinsiyet
„
Fazla kan transfüzyonu, immunosupresif etki (transfüzyon sayısına göre insidans, ≤2 ünite %4, 3-
5 ünite %7, 6 ünite≤ %22 )
Önlenmler;
„
Antibiyotik proflaksisi ( cilt insizyonundan 30-60 dk önce), postoperatif enfeksiyon insidansını
ort. 5 kat azaltabilmektedir
„
Cilt kıllarının traşla kazınması yerine kısaltılması (operasyon öncesi 30 dk içerisinde)
„
Ameliyathane oda trafiğinin azaltılması
„
Laminar flow ventilasyonunun yapılması
„
Sternum ve ciltaltında minimal elektrokoter kullanımı
„
Bone wax kullanımından kaçınılması
„
Çift eldiven bariyerinin kullanılması
„
Aşırı kan transfüzyonundan kaçınılması
„
Diabetik hastalarda glukozun medikulus tedavi ile 200mg/dl> tutulması
Tedavi;
„
Yara eksplorasyonu, agresif debridman, irrigasyon tüpleri yerleştirilmesi
„
Musculocutanöz flep çevirilmesi
„
Agresif antibiyotik tedavisi (etkan patojene göre)
POSTOPERATİF UZUN DÖNEM İLAÇ REJİMİ;
1)Anti-platelet terapi;
Aspirin;
▪İrrevesibl siklooksijenaz inhibisyonu
▪postoperatif 1., 7. veya 24. saatlerde verildiğinde SVG 1. yıl açık kalımında anlamlı
artış söz konusu
▪≥48 saat başlandığında SVG açık kalımında anlamlı azalma
Ticlodipine; ▪Aspirine göre etkinlik farkı yok
▪Aspirine allerjisi olanlarda kullanılabilir, agranulositoz ciddi ancak nadir yan
etkilerinden
Clopidogrel; ▪Ticlodipine ile benzer etki mekanizması
▪Yan etkileri çok daha nadir
İndobufen ; ▪Reversibl siklooksijenaz inhibisyonu (24 saat etki süresi )
▪1. yıl SVG açık kalım etkinliği aspirin kadar
▪Çok daha az gastrointestinal yan etki
Dipiridamol; ▪1. yıl SVG açık kalımında aspirinin etkinliğini artırmadığı saptanmış
Warfarin;
▪1. yıl SVG açık kalımını artırıcı etkinliği gösterilememiş
-Artmış kanama riski
2)Anti lipidemik terapi
„
4 yıllık takipte SVG ateroskleroz progresyon hızı LDL ≤100 mg/dl iken %29, 100-140 mg/dl
arasında iken %39 bulunmuş
„
Kolesterol düzeylerinin <200 mg/dl tutulması (Tablo 7)
Tablo 7. SVG’nin serum kolesterol düzeylerine göre yıllara göre ortalama açık kalım oranları.
YIL
<200
200-260
>260
1.
0,99
0,99
1,00
5.
0,90
0,94
0,93
10
0,64
0,58
0,46
15
0,09
0,14
0,07
4)Anti hipertansif tedavi
5)Uygun kiloya erişim
▪ Body mass index’in (BMİ) <25 indirilmesi
6)Sıgaranın bırakılması
7)Diabetin sıkı kontrolü
▪ Kan şekerinin 200 mg/dl’nin altında tutulması
DİĞER MYOKARDİYAL REVASKÜLARİZASYON
TEKNİKLERİ
Minimal invaziv cerrahi tekniklerindeki gelişmeler, ortopedi, jinekoloji ve genel cerrahi
ameliyatları üzerine büyük etkiler yapmıştır. Yine gelişen video-assisted torakal cerrahi
nonkardiyak torakal işlemlerde başarı ile uygulanmaktadır. Minimal invaziv cerrahi aletlerindeki
gelişmelerle bu teknikler, CABG dahil olmak üzere, kalp cerrahisinde uygulanabilir hale gelmiştir.
Bugün bunlardan birkaçı myokardiyal revaskülarizasyonda kullanılmaktadır.
Birtakım
fatörler,
bu
yeni
ve
daha
az
travmatik
yaklaşımların
myokardiyal
revaskülarizasyonda kullanımını stimüle etmiştir. Bunlardan birincisi, median sternotomi yerine
hastayı daha az rahatsız eden ve morbiditesi daha az olan küçük bir insizyonla işlemin
yapılabilirliğidir. İkincisi CPB’nin kullanılmaması ile sistemik enflamatuar yanıtın, kanın şekilli
elemanlarına travmatik etkininin, ve potansiyel nörolojik komplikasyon riskinin önüne
geçilebilmesidir. Kalp cerrahisinin geçmişine baktığımızda bu yaklaşımların yeni olmadığını,
onyıllar önce ortaya atıdığını, ancak yeni teknolojilerle ve tekniklerdeki gelişmelerle bugün
uygulanabilir hale geldiği görülmektedir. Konvansiyonel CABG’nin erken ve geç dönem sonuçları
iyi bilinmektedir, minimal invaziv cerrahinin değeri ise, azalmış morbidite, mortalite ve maliyetle,
kısa ve uzun dönem sonuçları konvansiyonel myokardiyal revaskülarizasyona denk olduğunda
anlaşılacaktır. Bugün kısa ve uzun dönem sonuçları bakımından veriler, minimal invaziv cerrahi
teknik sonuçları ile konvasiyonel CABG sonuçlarını karşılaştırmak için yetersiz kalmaktadır.
Minimal invaziv kalp cerrahisi, konvansiyonel CABG’nin, potansiyel olarak CPB
uygulanmadan yapılabilen, median sternotomi ile ilintili postoperatif morbiditenin azaldığı bir
varyantı olarak tanımlandığı taktirde, konvansiyonel CABG’ye alternatif, 4 farklı yaklaşım
gösterilebilir. CABG’nin erken dönemlerinde sıkça uygulanmış olan bir diğer yöntem de, median
sternotomi ile CPB altında, ancak çarpan kalpte (beating heart) yapılan revaskülarizasyondur. Bu
yaklaşımın amacı kalbi durdurmamaktır, ancak zorluğu, çalışılacak alanın hem hareket ediyor
olması, hem de arteriotomi sonrasında alanın kanla dolmasıdır.
Sternotomi Off-Pump Bypass (OPCAB)
Yakın tarihte uygulamaya giren stabilizasyon aletleri, OPCAB multi-damar revaskülarizasyonunun
seçilmiş hastalarda göreceli olarak daha güvenli ve tekrar edilebilir nitelikte yapılabilmesine
olanak sağlamıştır. Bu uygulamanın zorlukları ise lateral ve posterior yerleşimli damarlara
ulaşımın güç olması, stabilizasyona rağmen hala bir miktar kalp hereketinin devam etmesi,
stabilizasyon aletinin baskısı sonucu kardiyak fonksiyonların bozulabilmesi ve arteriyotomi sonrası
sahanın kanla dolarak görüşün bozulmasıdır. Bu teknik, CPB’nin henüz az gelişmiş olduğu ve yan
etkilerinin fazla olduğu, revaskülarizasyon cerrahisinin erken dönemlerinde daha popüler idi. Bu
uygulama yine ekonomik veya lojistik nedenlerle CPB donanımının temin edilemediği az gelişmiş
ülkelerde popüler hale gelmişti. Bazı cerrahların çok başarılı sonuçlar bildirmiş olmasına rağmen,
teknik olarak zordur, dolayısıyla kendi kurumlarında, kendi tekniklerini geliştirmek için zaman ve
efor harcamış küçük bir grup cerrah tarafından uygulanmaktadır. Bu işlemde sistemik
heparinizasyon ve CPB uygulanmaz.
Minimal İnvaziv Direkt Koroner Arter
Bypas (MIDCAB)
Konvansiyonel
CABG,
median
sternotomi
ve
ekstrakorporeal
dolaşımın
myokardial
revaskülarizasyon için kullanıldığı çok etkin, ancak pahalı bir yöntemdir. İnvaziv kardiyolojik
prosedürlerden anjioplasti ve stentleme, daha etkin farmakolojik ajanların ortaya çıkmasıyla daha
etkin, güvenilir hale gelmiş, kısa ve uzun dönem açıkkalımları artmıştır. Bu perkütan yöntemler
CABG’den daha az morbid seyreder. MIDCAB de ortanca bir teknik olarak, cerrahi
revaskülarizasyonun faydalarını CPB olmadan sağlamak üzere geliştirilmiştir.
Günümüzde bütün MIDCAB teknikleri, dokümante edilmiş uzun dönem açıkkalımı ve
kullanıldığı hastalarda artmış yaşam beklentisi nedeniyle LİMA kullanımı üzerinedir. Bu işlem
LAD’nin doğruca ulaşıldığı ve LİMA’nın doğrudan görülerek veya torakoskopik aletlerle
çıkarıldığı, küçük bir sol anterior torakotomiden veya parsiyel bir sternotomi insizyonundan
gerçekleştirilir. Çoğunlukla tek damar LAD lezyonları için uygulanmasına rağmen, sol kalpte,
diagonal dallada ve ramus intermediustaki lezyonlarda, sequential teknikle LİMA greftlemesi
yapılması mümkün görünmektedir. MIDCAB için kontrendikasyonlar çok ince veya kasifiye
koroner arter veya intramural seyirli LAD varlığıdır. Relatif diğer kontrendikasyonlar ise obesite,
kalın bir göğüs duvarı veya kadınlarda büyük bir meme ve kalbin yüzeyindeki büyük miktarda
yağlanmadır. MIDCAB için ideal hasta adayında; majör diagonal dalı sonrasında 2 mm’den geniş
LAD, geniş interkostal aralıklara sahip ince bir göğüs duvarı, distali kollaterallerle iyi dolan tam
tıkalı bir LAD ve kalsifiye olmayan bir LAD olmalıdır. Yine CPB için yüksek risk taşıyanlar veya
CABG yapılmış olup da kalbin sağ veya arka tarafında açık safen ven greftleri olan ve sadece
LAD revaskülarizasyonu gereken hastalar da bu işlem için adaydırlar.
Açıktır ki, MIDCAB yapılan hastaların çoğu, MIDCAP öncesinde, alternatif konvansiyonel
CABG veya OPCAB için aday olmak yerine, muhtemelen anjiyoplasti veya stentelemeye
gideceklerdi. MIDCAB cerrahlar tarafından, kardiyologlar tarafından artan oranda uygulanan
perkütan tekniklere yanıt olarak geliştirilmiştir. Bu işlem teknik olarak uygulamada konvansiyonel
CABG kadar basit olmadığı için, ancak kısıtlı sayıda cerrah tarafından benimsenmiştir. Hastanede
kalım süresi ve hasta konforu açısından MIDCAB konvansiyonel CABG’ye göre açıkça daha
iyidir. Gelişen teknoloji ve artan tecrübe ile MIDCAB endikasyonları genişleyecek gibidir, ancak
bunu gerçekleştirecek yeterlilikte cerrah için halen zorlayıcı bir işlemdir. İşlem sırasında, eğer
gerekirse, hastanın durumu kötüleşmeden, standart CABG’ye dönülmekten kaçınılmamalıdır.
Port-Access Koroner Revaskülarizasyon(PACR)
Port-access teknolojisi, femoral arter ve venden girilerek, asendan aortaya ilerletilen aortik balon
kateter ile aortik oklüzyon, buradan kardiyopleji uygulaması ve ventrikül dekompresyonun
sağlandığı, periferik kanülasyonla CPB uygulamasından ibarettir. Port-access teknolojisi ile cerrah
median sternotomi yapmadan göğüste küçük bir insizyonla bitakım açık kalp prosedürünü yerine
getirebilir. Günümüzde PACR tekniği tek akciğer ventilasyonu için çift lümenli bir endotrakeal tüp,
sistemik arteriyel basınç monitorizasyonu için sağ radial arter kateterizasyonu,ve sağ pulmoner
arter venting’i için jugüler venden ilerletilen endovasküler bir kateter gerektirmektedir. Endoaortik
balon klempi ise, aortik kapağı zedelememek veya yetmezlik yaratmamak, arkus aorta damarlarını
tıkamamak veya kardiyak arresti idame etmede başarısız olamamak için, dikkatle floroskopi veya
transözofagial ekokardiyografi eşliğinde yerleştirilmelidir. Kısıtlı bir sol anterior mini
torakotomiden bir ekartör yardımıyla ve gerekiyorsa video-assisted torakoskopi (VAT) desteğinde,
LİMA doğrudan görülerek mobilize edilir. CPB için femoral arter ve ven kanüle edilir ve CPB’ye
başlanır. Asendan aortaya ilerletilmiş olan balon kateterden verilen antegrad kardiyopleji ile
kardiyak arrest sağlanır, ardından seçilen damarda arteriotomi yapılır ve anastomoz MIDCAB’de
olduğu gibi gerçekleştirilir, ancak farklı olarak kalp burada çarpmamaktadır.
PACR tekniğinde kalp durmuş olduğundan, kalbin lateral ve posterioruna ulaşılabilmektedir,
bu da multi-damar revaskülarizasyonunu mümkün kılmaktadır. Myokardiyal revaskülarizasyon
için port-access tekniğini başarılı bildiren az sayıda seri varken, diğer yayınlar konvansiyonel
CABG’nin sonuçlarına ulaşabileceği konusunda ciddi şüpheye sahiptir, dolayısıyle bu tekniğin
geleceği henüz belirsizdir.
Transmyokardiyal Lazer Revaskülarizasyon (TMR)
Zoologlar uzunca bir zaman reptil kalbinde ve insan fetal kalbinde epikardiyal damarlar yerine, sol
ventriküler myokardının ventriküler kaviteden, doğrudan kanallarla gelen kanla beslendiğini
gözlemişlerdir. Wearn ve arkadaşlarının intramyokardiyal sinuzoidleri tanımlamasıyla birlikte,
reptil ve insan fetal kalbindekine benzer, alternatif bir revaskülarizasyon paterninin yaratılabileceği
fikri ortaya atılmıştır. Bu gözlem üzerine yapılan ilk iskemik myokard revaskülarizasyon çalışması,
LİMA’nın doğrudan myokard dokusu içerisine gömülmesi ve iskemik myokardın komunikan
tüneller oluşturmak üzere iğne ile delinmesi şeklinde olmuştur. CABG’nin yaygın olarak
uygulanmaya başlanması ile birlikte bu teknikler terkedilmiştir, ancak seçilmiş bazı hasta
gruplarında tekrar uygulamaya sokulmuştur. TMR adayları, medikal tedaviye refrakter ciddi anjina
pektorise sahip olan, konvansiyonel cerrahi revaskülarizasyon veya PTCA için uygun olmayan
hastalardır. Bunlar genellikle, diffüz, küçük damarların tutulduğu, iskemik bulgulara sahip viabl
myokard dokusunun bulunduğu hastalardır. TMR’den potansiyel olarak fayda görebilecek iskemik
ancak vibl myokard dokuları talyum stres testi, dobutamin stres testi ve PET görüntüleme
yöntemileriyle saptanır. TMR için konterendike durumlar; belirgin KOAH, intravenöz heparin ve
nitratlara yanıt vermeyen anstabil anjina ve talyum veya PET taramalarında skar dokusunu
gösteren sabit tutulum (non-vibl) defektlerinin varlığıdır. İdeal TMR adayı ise epikardiyal
kanlanması korunmuş belirgin miktarda myokard dokusu varlığı olan, mitral yetmezliği olmadan
orta derecede korunmuş ventriküler fonksiyonlara sahip olan ve yakın tarihli enfarkt öyküsü
olmadan klinik olarak stabil anjinaya sahip hastalardır.
Horvarth ve arkadaşları son evre KAH’lı, reversibl iskemiye sahip, sadece TMR uygulanmış,
200 hastalık çok merkezli bir çalışma yayınlamıştır. Perioperatif mortaliteyi %9 bildirmekle
birlikte, 1 yıllık takiplerde hastalarda anjina klasında iyileşmeler olduğu belirtilmiştir. Bu
çalışmada, TMR sonrası sol ventrikül serbest duvarındaki tutulum defektlerinin, PET veya
radyonüklid taramalarda, anlamlı derecede azaldığı gözlenmiştir. Yine, TMR’nin medikal tedavi
ile karşılaştırıldığı başka randomize bir çalışmada, semptomatik son evre KAH hastalarında eventfree sağ kalımın arttığı görülmüş. TMR, anjina semptomlarında ve hayat kalitesinde iyileşmeler
yapan yeni ve umut vaad edici bir teknoloji olsa da, konvansiyonel CABG’nin kabul edilebilir bir
seçenek olmadığı, kısıtlı ve seçilmiş hasta gruplarında uygulanabilmektedir.
TMR’nin açtığı kanalların, kıstlı bir süre açık kaldığına dair deliller olmasına rağmen,
gösterilmiş klinik faydasının mekanizması henüz çok iyi anlaşılabilmiş değildir. Bazıları klinik
faydasını işlem sırasında affarent kardiyak sinirlerin haraplanmasına bağlamıştır. Günümüz
çalışmaları, faydanın lazer hasarına sekonder anjiogenezden kaynaklandığını göstermiştir, hatta
yakın tarihli bir çalışma iskemik myokardda bu etkinin, en çok ısı yaratan tipteki lazerler
tarafından yaratıldığını ortaya koymuştur.
Posterior ve anterior descending damarlar dahil tüm sol ventrikül serbest duvarı erişim
alanındayken, preoeratif çalışmalarda iskemik olduğu saptanan bölgelere epilardiyal yüzeyden, 1
cm’lik düzenli aralıklarla lazerle kanallar açılır. Lazerle kanallar açılırken papiller adelelerin
delinmemesine dikkat edilmelidir, epikardiyal yüzeyden olan kanamalar ise, kolayca, üzerlerine bir
spançla yumuşakça basılarak durdurulur. İskemik revaskülarizasyon sonrası ventriküler
fonksiyonların daha ameliyat odasında sıklıkla düzeldiği CABG’nin aksine, lazer tedavisi,
işlemden fayda görmeyen hastalarda, rezidüel myokardial iskemiye sekonder, ventrikül
kompliyansını ve kardiyak debiyi azaltıcı etkilere sahiptir.
TMR, medikal tedaviye yanıt vermeyen ve uygun CABG adayı olmayan son evre KAH
hastalarında, hayat kalitesini ve hadisesiz sağ-kalımı artırması bakımında faydalı bir terapi gibi
görünmektedir. Önemli fakat cevapsız bir soru da TMR yapılan hastalarda faydaca etkinliğin ne
kadar süreceğidir, çünkü iyileşen klinik, işlemi takip eden ortalama 1.yıldan sonra gerilemeye
başlamaktadır. TMR’nin CABG ile birlikte kullanımı daha detaylı bir etüd gerektirirken, lazer
kanallarının perfüzyonu iyileştirme mekanizmaları gelecekteki bilimsel araştırmalara konu
olacaktır.
REOPERASYONLAR
Operasyonu takiben 5. yılda ort %15, 10. yılda %40 civarında hastada anjina gibi semptomlar
gelişir. Gelişen bu semptomlar,hemen her zaman, ya önceden çalışan bir greftin tıkandığını ya da
nativ koroner hastalığın ilerlediğini gösterir. Koroner anjiografi tekrarı, buna göre anjioplasti,
stentleme veya CABG tekrarı, bu hastalarda izlenen genel yoldur.
Reoperasyona gelenler, primer CABG olacak olanlara göre genellikle daha yaşlı, daha diffüz
koroner hastalığa sahip, ventriküler fonksiyonları daha kötü hastalardır. Reoperasyon cerrahisi için
başvuran bu hastaların çoğunluğunda, hem venöz greftlerde stenoz hem de nativ damar
lezyonlarında ilerleme mevcuttur. CABG sonrası koroner arterlerde devam eden aterosklerotik
doğal ilerleme süreci, safen greftlerde daha hızlı gerçekleşir. İMA’nın anastomoz edildiği damarda
yine bu süreç devam ederken, İMA’nın kendisi nadiren etkilenir. Multivaryatif analizlerle saptanan
reoperasyon risk faktörleri; ilk operasyonda İMA’nın greft olarak kullanılmaması, primer
CABG’nin genç yaşta yapılması, inkomplet revaskülarizasyon, konjestif kalp yetmezliği ve
NYHA klas 3 veya 4 anjina varlığıdır. Primer CABG sırasında İMA’nın kullanımı çok önemli olup,
reoperasyona kadar geçen sürede yüksek kolesterol, hipertansiyon ve sıgara gibi faktörlerin yan
etkilerini nötralize etme eğilimindedir. CABG sonrası, hastalarda reoperasyona kadar geçen süreyi
uzatmanın en iyi yolu, DM, hipertansiyon, hiperkolesterolemi, sigara gibi risk faktörlerinin üzerine
agresif bir şekilde gitmek, elimine etmektir.
CABG sonrası rekürren anjinaya medikal yaklaşım, afterload’u düşürmek, koroner dilatatör
kullanmak, ve beta blokaj şeklindedir. Nativ koroner damarlardaki, safen greft ve İMA’daki
darlıklar ise perkütan anjioplasti ve stentleme teknikleri ile, başarılı bir şekilde giderilebilir.
Stentlenen stenotik safen greftlerde sonuçlar, nativ damarlardakine göre daha düşüktür, ayrıca
işlem sırasında distal koroner artere ateroemboli atma, myokardiyal enfarktüs gelişimi,
perforasyon ve greft rüptürü gibi komplikasyonların gelişme riski % 4-7 arasındadır.
Reoperasyon endikasyonları ise, yine primer CABG için olanlara benzerdir. Semptomları
medikal tedaviyle gerilemeyen, myokard enfarktüsü sonrasında pozitif egzersiz testi olan, sessiz
iskemi geçirip de geniş bir myokard segmenti tehdit altında olan veya perkütan yaklaşımlar için
uygun olmayan hastalar reoperasyon için değerlendirilirler. Ancak reoperasyon kararı alınacak
hastalarda potansiyel kazanımlar ve riskler dikkatle gözden geçirilmelidir. Sepsis, dializ bağımlı
kronik böbrek hastalığı, ciddi KOAH, kanama diatezi, veya nörolojik problemler gibi ciddi
komorbiditeleri olan hastalar, kuvvetle altenatif tedavi metodları yönünden değerlendirilmelir.
Cerrahi Teknikler
Çoğu redo CABG’nin median sternotomi ile yapılmasına rağmen, seçilmiş vakalarda alternatif
insizyonlar yapılabilir. RCA veya Cx’in tutulduğu izole lezyonlarda, sağ veya sol torakotomi
yeterli görüş sağlayabilir, böylece patent bir İMA sahasından uzak kalınır, ve var olan venöz
greftlerin zedelenme riski azaltılır. Güvenli bir sternal giriş yapabilmek için cerrah mutlaka ilk
ameliyat notunu dikkatle okumalı, kalbin posterior sternumla ilişkisini değerlendirmek üzere
lateral göğüs radyogramını incelemelidir. Sternotomi için risk oluşturan faktörler, yakın tarihli
yapılmış sternotomi, sağ ventrikülün, İMA veya venöz greftlerin sternuma yapışık olduğuna dair
bulgu varlığı, asendan aorta anevrizması varlığı, sağ vetrikül hipertrofisi varlığı, önceki multipl
sternotomi giriş öyküsü, mediastinit öyküsüdür.Yüksek riskli vakalarda, sternotomi yapılmadan
önce femoral arter ve ven periferik CPB için gerekirse kanüle edilmelidir. Sternotomi divizyonu
dikkatle, doğrudan görerek, masif kanamayla sonuçlanabilecek, alttaki dokulara zarar vermeden
yapılmalıdır. Mümkün olan en az diseksiyonla CPB’ye geçilip, kardiyoplejik arrest sağlanmalıdır.
İnnominate arter ve vene zarar vermeden, yavaşça hemisternumlar ekartörle ayırılır. Redo
CABG’de, primer işlemden farklı olarak, patent greftlere zarar vermemek, distal koroner yatağa
emboliyi önlemek üzere greftleri manipüle etmekten kaçınılmalıdır. Redo CABG prosedürlerinde
retrograd kardiyopleji kullanımı, gelişebilecek embolik komplikasyon insidansını ve ciddiyetini
azaltıyor gibi görünmektedir.
Bugün reoperasyon mortaliteleri azalmış olsa da, halen primer CABG’den yüksektir.
Reoperasyon mortaliteleri bütün hastalar için % 3 ile 10 arasında değişmektedir, primer CABG’de
mortalite çoğunlukla diğer organ sistemlerinin yetmezliği sonucu gerçekleşirken, aksine redo
işlemlerde bu genellikle kardiyak nedenlere bağlıdır. Myokardiyal enfarktüs görülme sıklığı ise
primer operasyona göre yaklaşık iki kat artmıştır, bu da yetersiz myokardiyal koruma,
ateroembolizm veya inkomplet revaskülarizasyon sonucu olmaktadır. Primer CABG ile
karşılaştırıldığında, reoperasyon sonrası sağ kalım ve anjinasız geçen yaşam süresi daha azdır.
MYOKARD ENFARKTÜSÜNE SEKONDER GELİŞEN MEKANİK
KOMPLİKASYONLARIN CERRAHİ TEDAVİSİ
Akut myokard enfarktüsü geçirmekte olan hastalar başlangıçta medikal olarak tedavi edilir. Klinik
gözlemler myokardiyal reperfüzyonu en kısa sürede sağlanmanın önemini vurgulamaktadır, bu
anlayışla, trombolitik ajanların mortaliteyi azalttığı, enfarkt alanını küçülttüğü, ve ventrikül
fonksiyonlarını koruduğu gösterilmiştir. Trombolitiklerden en büyük fayda, ağrı başlangıcını
müteakiben, erken dönemde kullanıldığında görülür, 6 saatten sonra olan uygulamalarda bu fayda
giderek azalmaktadır. Trombolitik terapi ve anjioplasti beraber, MI sırasında koroner arter
bütünlüğünü ve akım devamlılığını sağlayabilmektedir. Trombolitik terapi, kullanımının
yaygınlaşması ile birlikte, erken akut transmural myokard enfarktüsünde standart terapi haline
gelmiştir. Bazı erken myokardiyal reperfüzyon çalışmaları bu evrede eş zamanlı anjioplastinin
rolünü belirlerken, trombolitik tedaviye eklenen anjioplastinin açık kalımı artırmadığı, sol
ventrikül fonksiyonlarını iyileştirmediği veya mortaliteyi azaltmadığı, aksine maliyeti artırdığı, ve
vasküler kanama problemlerine yol açtığı saptanmış. Anjioplasti, bu nedenlerle trombolitik
tedaviye alternatif olarak kullanılmaktadır.
Myokard dokusunun nekrozu ile sonuçlanan MI sonrası gelişebilen 4 mekanik komplikasyon
vardır. Bunlar, akut ventriküler septal defekt (VSD), papiller kas disfonksiyonu veya rüptürüne
sekonder mitral kapak yetmezliği, sol ventriküler anevrizma gelişimi ve sol ventrikülün yeterli
debiyi sağlayacak mekanik güç kaybı sonucu kardiyojenik şok gelişimidir. Son bir mekanik
komplikasyon da hemoperikardiyum ve nihayetinde kardiyak tamponad ile sonuçlanan ventrikül
serbest duvarı rüptürüdür. Bu son komplikasyon akut myokard enfarktüsü sonrası hastane
ölümlerinin % 10’undan sorumludur, ve bu hastaların kurtuluşu ancak acil cerrahi
revaskülarizasyon ve ventriküler rekonstrüksiyonla mümkündür. Her bir komplikasyonunun
cerrahi mortalitesinin yüksek olmasına rağmen, hastalığın doğal seyri ve medikal tedavinin tek
başına yetersiz kaldığı göz önünde bulundurulduğunda, gerekli tanı çalışmaları sonrasında hastalar
cerrahi müdahele açısından değerlendirilmelidir.
Postenfarktüs Ventriküler Septal Defekt
Postenfarkt VSD, rüptürle sonuçlanan interventriküler septum nekrozu sonucu oluşur. Postenfarkt
VSD genellikle ventriküler septumun anterior veya apikal kısmında gelişir ve sıklıkla LAD
oklüzyonuna bağlıdır. Cx veya RCA oklüzyonuna bağlı inferior MI sonucu VSD’lerin %25’i
posterior septumda gelişir. Ventriküler septal rüptür, iyi gelişmemiş koroner kollateral dolaşım
nedeniyle ve sıklıkla ilk akut MI’ın ardından oluşur. Posterior yerleşimli VSD’lere, papiller kas
enfarktı veya disfonksiyonuna sekonder gelişen mitral yetmezlik eşlik edebilir. İnferior yerleşimli
VSD’si olan hastalarda sağ ventrikül yetmezliği sık karşılaşılan bir problemdir.
MI’ın ardından VSD, genellikle ilk 2 haftada gelişir, klinik olarak da yeni bir pansistolik
üfürüm veya konjestif kalp yetmezliğinin ağırlaşması şeklinde belirir. MI sonrası yeni bir kardiyak
üfürüm belirdiği taktirde derhal ekokardiyografik akım-doppler çalışması yapılır ve VSD’nin yeri
ve soldan sağa şant oranı hesaplanır. Bu durumda, pulmoner arteriyel basıncı ve oksijensyonu
ölçmek üzere hastaya derhal bir Swan-Ganz kateteri takılır. Ardından hasta kateterize edilerek
koroner lezyonlar saptanır, soldan sağa şantın kantitatif miktarı hesaplanır ve pulmoner arteriel
basınçlar ve rezistans ölçülür. Ayrıca ventrikülogramda sol ventrikül kasılmasına bakılır ve mitral
yetmezlik varlığı araştırılır.
Akut VSD gelişimi sonrasında erken ölüm sıktır, ilk 24 saatte ortalama mortalite %25, 1.
hafta sonunda yaklaşık %50’dir. Ventriküler septal rüptür gelişen çoğu hastada hemodinamik
instabilite ve konjestif kalp yetmezliği bulguları gelişir. Tanı doğrulandıktan sonra cerrahi yapılıp
yapılmayacağına karar verilir. Bu durumda, İABP hemodinamik stabiliteyi sağlamaya yardımcı
olabilir. Nadir olarak, VSD’nin sınırlarının belirginleşmesi ve sertleşmesi, teknik olarak
operasyonun kolaylaşması için cerrahi ertelenebilir. Cerrahinin ertelenmesi arzu edilen bir şey
olmasına rağmen, hastaların genel durumlarının süratle bozulması nedeniyle bu pek mümkün
olmamaktadır, bu durumda tek kurtuluş yolu acil bir cerrahi müdahele gibi görünmektedir.
Çoğu durumda acil operasyon endikasyonu vardır. Hasta ameliyat odasına alınarak daha önce
CABG için anlatılan ön hazırlıklar yapılıp, hastaya CABG ve VSD kapatılması ameliyatı yapılır.
Bikaval kanülasyon ve kaval tape’ler kullanılarak total CPB’ye geçilir. Akut bir koroner
oklüzyonunun hemen her zaman var oluşu nedeniyle antegrad ve retrograd kardiyopleji ile,
maksimum myokard koruması yapılmalıdır. VSD’ye enfarktlı sol myokard duvarı üzerinden,
yerine göre anterolateral, apikal veya posterior serbest duvardan yapılan ventrikülotomi ile ulaşılır.
Kardiyak arrest sağlandıktan sonra enfarktlı sahadan, her iki ventrikülün içi görülecek şekilde
ventrikülotomi yapılır. Defektin nekrotik sınırları debride edilir ve nonporöz dakron materyal ile
defekt kapatılır. Obstrükte koroner damarlar revaskülarize edildikten sonra ventrikülotomi
insizyonu, ince bir teflon şerit üzerinden atılan kalın matris sütürlerle kapatılır. Posterior VSD
geniş olduğunda biri VSD’yi, diğeri enfarkt eksizyonu sonrası ventrikülü kapatmak üzere iki yama
kullanılır. Bu hastaların postoperatif bakımları izole CABG için olana benzese de, hemodinamik
stabilite sağlanan kadar bir süre İABP ile izlenmeleri faydalı olacaktır.
Müdahele edilmemiş postenfarkt VSD’nin doğal öyküsü bilinmekle birlikte, cerrahi sonrası
hastane ölüm oranları da yüksektir, bugün bildirilen rakamlar %20 ile %30 arasındadır. Cerrahi
sonrası erken dönem mortalite yüksek olmasına rağmen, uzun dönem yaşam beklentisi
tatminkardır. Geç ölümler için belirleyici risk faktörleri ise, ameliyata alınan hastanın
hemodinamik durumu, akut sağ ventrikül disfonksiyonu veya eşlik eden mitral yetmezlik varlığı
ile ilişkilidir..
Postenfarktüs Mitral Kapak Yetmezliği
İskemik mitral yetmezlik (İMY) akut bir myokardiyal enfarktüs sonrası gelişebileceği gibi,
enfarktüsün kronik sonucu olarak da belirebilir. Akut hadisede gelişen sol ventrikül disfonsiyonu
hayatı tehdit edebilirken, kronik süreçte olanda genellikle bu denli ciddi sonuçlara varılmaz. MI
geçiren hastaların yaklaşık %40’ında ekokardiyografik olarak görülebilen İMR gelişir, bunların
%3,5 ‘uğunda konjestif kalp yetmezliğinin eşlik ettiği, orta ve ileri derecede mitral yetmezliği
görülür. Eldeki veriler, MI sonrası gelişen İMY’nin sıklıkla hafif olduğunu ve hastaneden
taburculuk zamına kadar kaybolduğunu göstermektedir. Yine birçok hastada KAH’a eşlik eden
mitral yetmezlik olmasına rağmen, etyoloji iskemiden ziyade başka faktörlere bağlıdır.
Papiller kaslar epikardiyal yüzeyden gelen penetran damarlardan beslenirler, dolayısıyla
besleyen damardaki akut koroner tıkanma veya gelişen enfarkttan etkilenirler. Akut bir MI sonrası
gelişen papiller kas rüptürü genellikle akut ve hayatı tehdit eden bir İMY’ye yol açar. Anatomik
kanlanma paterni nedeniyle, posteriomedial papiller kas anteriora göre 3-6 kat daha fazla etkilenir,
burada papiller kasın gövdesi veya kordaların tutunduğu başlarından birisi parsiyel veya bütün
olarak kopabilir. Akut MI, papiller kas rüptürü olmadan, papiller kas disfonksiyonu olarak
adlandırılan, ani gelişen ciddi mitral yetmezliğine de yol açabilir. Papiller kas rüptürü olmadan
ortaya çıkan akut ve kronik İMY’nin, enfarkt sonrası bozulan ventriküler geometriyle ilişkili
olduğu düşünülmektedir. Çoğu hastada, enfarkt sonrası gelişen hafif mitral yetmezlik, akut MI’a
tedavi yönünden yaklaşımı değiştirmemektedir. Akut ciddi İMY tüm akut MI vakalarının %0,4-0,9
unu komplike hale getirir, ancak günümüzde uygulanan trombolitik tedavilerle bu rakamların
düşmüş olması muhtemeldir. Akut MI sonrası ciddi mitral yetmezlik, papiller kasın çevre
ventrikülde meydana gelen enfarkta bağlı yer değiştrirmesi sonucu olabileceği gibi, kasın
kendisinin veya herhangi bir korda başının rüptürü sonucu olabilir. Papiller kasın gövdesinin
rüptürü akut ciddi mitral yetmezlikle sonuçlanarak hastada pulmoner ödem, ve kardiyojenik şoka
yol açıp acil cerrahi gerektirirken, papiller kasta herhangi bir korda başı rüptürünün yol açabildiği
ciddi mitral yetmezlik, sıklıkla daha iyi tolere edilir ve daha uzun bir yaşam beklentisine sahiptir.
Akut ciddi İMY genellikle göğüs ağrısı, pulmoner ödem bulgularının eşlik ettiği nefes darlığı,
sistemik hipotansiyon ve sol aksillaya yayılan holosistolik bir üfürüm şeklinde belirir.
Telekardiyografide kardiyomegali, akciğer konjesyonu ve intersitisyel akciğer ödemi bulguları
olabilir. Yatakbaşı veya laboratuvarda yapılan sağ kalp kateterizasyonunda yükselmiş pulmoner
arter basınçları, belirgin V dalgaları, azalmış miks venöz oksijen saturasyonu ve düşük kalp debisi
görülür. Transtorasik ve transözofagial eko tanı için yeterli olsa da, koroner anatomiyi görmek,
ventrikül fonksiyonlarını değerlendirmek veya ek bir VSD varlığını görmek üzere kardiyak
kateterizasyon mutlaka yapılmalıdır.
Akut ciddi postenfarkt mitral yetmezliği olan hastalarda erken cerrahi, en iyi yaşam şansını
sunmaktadır. Akut ciddi İMY’si olan hastalarda hastane ölümleri için risk faktörleri; eşlik edebilen
renal, pulmoner veya diğer organ sisitem problemleri, azalmış ejeksiyon fraksiyonu ve sayıca fazla
lezyonlu koroner arter varlığıdır.
Akut ciddi İMY için cerrahi genellikle ya erken dönemde ya da acil olarak yapılır, ve bu
hastaların geniş bir yüzdesi operasyona İABP desteğinde alınır. Median sternotomi yapılırken
simultane olarak v. safena magna çıkarılır. Bikaval kanülasyon yapılır ve CPB’ye geçilir. Sol atrial
insizyonla mitral kapak vizualize edilir, eğer bu yapılamıyorsa sağ atriotomi yoluyla interatrial
septumdan mitral kapağa ulaşılabilir. Çoğu zaman hastalıklı mitral kapak tamir için uygun
olmamaktadır, bu durumda mekanik veya bioprostetik bir kapakla replase edilir. Replasman
yapılırken anterior lifletin kordalarının anülüse tutunduğu nokataların sol ventrikül çıkım yolu
darlığı yaratmadan korunması önemlidir. Nadiren kapak veya papiller adele tamiri mümkün olur,
bu durumda bioprostetik kapak kullanılmaz. Replasman sonrası bilindik şekilde revaskülarizasyon
yapılır. Başlangıçta akut İMY’nin bildirilen hastane mortalitesi %50’ler civarında iken, erken tanı,
erken cerrahi müdahele, daha iyi myokard korunma teknikleri, ve muhtemelen sol ventrikül
fonksiyonarını daha iyi koruyan, kordaların korunduğu tekniklerin uygulaması ile mortalite
rakamları %10-20’lere kadar düşmüştür.
IMY’nin daha kronik formları anjina pektoris olmadan dispne veya akciğer ödemi atakları
şeklinde belirebilir. MI sonrası geç dönemde gelişen ve fizyolojik olarak fazla bir önem arz
etmeyen bazı kronik İMY’ler, zaman içerisinde ilerleyerek cerrahi sınıra gelebilir. Kronik İMY
için yapılan operasyonlar genellikle elektif zeminde, replasman artı revaskülarizasyondan ziyade
Çoğu durumda, kronik İMY’li vakalarda CABG tek başına yapılabilmektedir, ancak hastane
mortalite rakamları İMY olmayanlara göre daha yüksektir. Kronik İMY’li vakalarda kapak
replasmanı ve revaskülarizasyonunun birlikte yapıldığında başlangıçta bildirilen mortalite ortalama
%20 civarında iken, kapak tamiri ve korda koruma teknikleri ile bu oranlar %5-7’ye düşmüştür.
Postenfarkt Sol Ventrikül Anevrizması
Sol ventrikülün diskinezik olduğu herhangi geniş bir kısmı, ventrikül anevrizması olarak
adlandırılır. CASS çalışmasında akut MI sonrası ventrikül anevrizması gelişim insidansı %7,6
olarak bildirilmiştir. Bugün, akut MI sonrası erken agresif trombolitik tedavi ve revaskülarizasyon
uygulamaları ile sol ventrikül anevrizma gelişim insidansının azaldığına inanılmaktadır. Akut
mitral yetmezlik ve VSD’den farklı olarak ventrikül anevrizması, MI’ın akut bir komplikasyonu
olmaktan ziyade, kronik mekanik bir komplikasyondur.
Sol ventrikül anevrizmaları genellikle akut LAD veya dominant bir RCA tıkanmasıyla
meydana gelen transmural bir enfarkt sonucu oluşurlar. Ventrikül anevrizmalarının yaklaşık %8590’ı anterior MI, geri kalanı inferior MI sonucu oluşurlar. Sol ventrikül anevrizması oluşumu,
yetersiz koroner kollateral varlığı ile ilişkili durmaktadır. Enfarktlı alandaki kasılma bozukluğu,
korunan çevre myokarddaki kontraktil yetenek nedeniyle her sistolde anevrizmatik segmentte dışa
doğru bir balonlaşma, ventrikül duvarında da incelme meydana gelir. Enfarktlı myokard deforme
olur ve yavaş, progresif bir gerilme ve genişleme olur. Geri kalan enfarktsız myokarddaki artan
kısalma ve duvar gerilimi ise, sol ventrikülün oksijen ihtiyacını artarır. Sol ventrikülün atım
volümü, kanın bir kısmının anevrizmayı doldurmasına bağlı olarak azalır, bir başka deyişle
mekanik güç kaybı meydana gelir. Akut enfarkt döneminden birkaç hafta sonra sol ventrikül
anevrizmasının remodelizasyonu başlar, ve vasküler açıdan zengin granülasyon dokusu belirir. Bu
doku da MI sonrası yaklaşık 6. haftada yerini fibröz dokuya bırakır. Enfarktlı doku yerini fibröz
dokuya bıraktıkça ventrikül duvar kalınlığı da incelir, genellikle içerisinde mural bir trombüs
gelişir ve zaman içerisinde kalsifiye olur.
Sol
ventrikül
anevrizması
gelişiminde
en
önemli
faktör, koroner reperfüzyonun
sağlanamaması gibi durmaktadır. Enfarktlı bölgeyi besleyen damarların spontan veya invaziv
müdahele ile reperfüzyonunun anevrizma oluşumunu azalttığı görülmektedir. Ventriküler
anevrizma oluşurken herhangi bir zamanda, anevrizmayı çevreleyen sınır bölgedeki heterojen
ventriküler myokardiyumdan kaynaklı, ventriküler taşikardi gibi aritmiler belirebilir. Anjina ve
konjestif kalp yetmezliği, ventriküler anevrizmaların en belirgin semptomlarıdır. Aritmi ve
tromboembolik komplikasyonlar ise daha az sıklıkta görülür.
Asemptomatik sol ventrikül anevrizmalarının prognozu nispeten daha iyidir, operasyon
endikasyonları ise anjina, konjestif kalp yetmezliği, veya ventriküler aritminin görüldüğü
durumlardır. Kontrendikasyonlar ise hayat beklentisini ciddi şekilde kısıtlayan medikal
komorbiditelerin varlığı, rezidüel nonanevrizmal myokardın fonksiyonlarının bozuk olması, keskin
sınırlı, ince duvarlı anevrizma duvarının olmayışıdır. Anevrizmektomi planlanan hastalara koroner
arteriografi ve sol ventrikülografiden oluşan kardiyak kateterizasyon yapılmalıdır. Eşlik eden orta
dereceli mitral yetmezliği varlığında hastalar ek olarak ekokardiyografi ile değerlendirilmelidir,
ayrıca rekürren ventriküler taşikardi veya ventriküler fibrilasyona giren hastalarda elektrofizyolojik
çalışma yapılmalıdır.
Sol ventrikül anevrizma cerrahisi, standart CPB altında, standart anestezi ve monitorizasyonla
gerçekleştirilir. Median sternotomi yapılır, ardından aortik ve sağ atrial kanülasyon yapılır ve
CPB’ye geçilir. Sol ventrikülotomi yapılır ve içerisi dikkatle incelenir, var olan trombüsler
temizlenir. Aorta klempi konduktan sonra antegrad kardiyopleji verilir, incelmiş anevrizmatik
ventrikül duvarı kenarlarda,ventrikül kontür rekonstrüksiyonunu sağlayacak 3 cm’lik bir rim
bırakılarak rezeke edilir. Düşük kardiyak debi ve yükek mortaliteye yol açacak şekilde geniş
anevrizma rezeksiyonu yapılıp, ventrikül kavitesi küçültülmemelidir. Anterior anevrizmal defekt,
rezeksiyon sonrasında vertikal olarak, eksternal iki teflon şerit arasında kalacak şekilde, geniş
horizontal monoflaman matris sutürlerle ve hemostaz için ikinci bir devamlı monoflaman dikiş
katmanıyla kapatılır. Bunun dışında endoventriküler yama veya dairesel patch teknikleri, sol
ventrikül rekonstrüksiyonunda altenatif olarak kullanılabilir. Anevrizmanın rezeksiyonu ve
kapatılması sonrasında eş zamanlı koroner revaskülarizasyon gerçekleştirilir, eğer eşlik eden ortaciddi dereceli mitral yetmezliği var ise, aynı zamanda transventriküler olarak kapağın tamiri veya
replasmanı da yapılır. Erken hastane ölümü için risk faktörleri; ileri yaş, yüksek konjestif kalp
yetmezliği klası, kadın cinsiyet, %20’nin altında ejeksiyon fraksiyon varlığı, inkomplet
revaskülarizasyon, eş zamanlı mitral kapak replasmanı, acil operasyon ve İMA’nın greft olarak
kullanıl(a)mayışıdır. Hastane mortalitesi % 9 civarındadır ve
10 yıllık kardiyak yaşam beklentisi yaklaşık % 57’dir.
Postenfarktüs Kardiyojenik şok
Kardiyojenik şok, akut MI’ın herhangi bir müdahele olmadan % 85-90 mortalite ile seyreden çok
trajik bir komplikasyonudur. Kardiyojenik şokun majör nedeni fonksiyonel ventriküler kitlenin %
40’dan fazla kaybıdır. Enfarkt öncesi ventrikül disfonksiyonunun derecesi, ve enfarktlı damarın
ebadı bu komplikasyonun belirleyicisidir. Gelişmekte olan MI’ın ebadını azaltmaya yönelik
uygulanan erken revaskülarizasyon amaçlı PTCA ve trombolitik tedavi, kardiyojenik şok oluşum
insidansını azaltmış gibi görünmektedir. Akut MI’ın erken dönemlerinde myokardı kurtarmak
üzere yapılan agresif müdahelelere rağmen, bazı hastaların durumu kötüleşmeye devam eder ve
şok benzeri tablolar ortaya çıkabilir, ki bu da acil cerrahi müdale gerektirebilir.
Kardiyojenik şok tanım olarak, yeterli doluş basınçlarına rağmen sistolik kan basıncının 80
mmHg’nın altında kalmasıdır. Ek olarak, periferik vazokonstriksiyona bağlı olarak ekstremiteler
soğuktur, serebral vasküler hipoperfüzyona bağlı mental durum değişiklikleri, azalmış idrar çıkışı,
ve 1,8 ℓ/dak/m²’in altında bir kardiyak indeks söz konusudur. Gelişen yeni tedavi yaklaşımlarına
rağmen, kardiyojenik şok % 80’lere varan mortalite ile MI sonrası hastane içi ölümlerin en sık
nedenidir. Akut MI geçiren hastaların % 7,5’uğunda kardiyojenik şok görülür, çoğu durumda bu
hastalara farmakolojik ajanlar ve PTCA ile medikal müdahele yapılır. Kardiyojenik şokla
komplike olmuş akut MI’ın tedavisi iskemik myokardiyumun reperfüzyonu üzerine kuruludur ve
agresif bir yaklaşım gerektirir. Burada ilk müdahele PTCA ile yapılır, PTCA başarısız olduğu
taktirde, koroner anatomi ve hastanın kliniği buna müsade edebiliyorsa CABG yapılır.
Kardiyojenik şokta, revaskülarizasyon planlanan her hasta için, çok iyi bir preoperatif
anjiografi ve İABP desteği zaruridir. Cerrahi işlem elektif CABG için olana benzerdir, ancak gerek
antegrad gerekse retrograd kardiyopleji kullanımı ile myokardın iyi korumasına dikkat edilmelidir.
Bozuk Fonksiyonlu Myokardı Düzeltmeye Yönelik Stratejiler
İki problem vardır ki kardiyovasküler cerrahları ciddi şekilde zorlar, bunlar iskemik, revaskülarize
edilemeyecek myokardiyum varlığı, ve iskemik, nonviabl myokardiyum nedeniyle konjestif kalp
yetmezliği bulugularının geliştiği durumlardır. Bu durumlarda, neovaskülarizasyonu tetiklemek
için lazer kullanımıyla, veya endotelyel büyüme faktörleri (VEGF) gibi biyolojik olarak elde
edilen materyallerle anjiogenez sağlama yolunda stratejiler geliştirilmektedir. Domuzlarda, hiberne
kalp modellerinde yapılan çalışmalarda, lokal olarak tatbik edilen insan rekombinant VGEF’sinin,
postoperatif 3 ayda iskemik domuz myokardında bölgesel perfüzyonu artırdığı gözlenmiştir. Şu
anda yürütülmekte olan, iskemik myokardiyuma anjiogenezi tetiklemek üzere intrakoroner
rekombinant VGEF’nin enjekte edildiği insan çalışmaları mevcuttur, ilk veriler gelecekte
uygulanabilirliği konusunda umut vermektedir.
Nonviabl veya konvansiyonel yöntemlerle revaskülarize edilemeyecek myokardiyumla,
konjestif kalp yetmezliği semptomları gelişmiş olarak başvuran hastaların oranı gittikçe
artmaktadır. Bunlarda uygulanmış olan operasyon tekniklerinden “ventriküler remodelling” kısıtlı
bir başarı sağlamış, üzerinde daha fazla çalışma yapılması gerektiği ortaya çıkmıştır. Dinamik
kardiyomyoplasti cerrahi tekniğinde ise kardiyak asistans sağlamak üzere ventriküllerin etrafına
bir iskelet kası pedikülü sarılmış, elektriksel olarak uyarılarak kardiyak sistollerde senkronize
kasılması sağlanmıştır. Yaşam beklentisi hususunda dinamik kardiyomyoplastinin sağladığı
avantajların henüz gösterilmemiş olmasına rağmen, bu prosedür gelişmeye devam etmektedir, ve
klinik sonuçların ve işlem gerçekleşmiş durumdaki kalbin çalışma fizyolojisinin ve morfolojisinin
daha iyi anlaşılmasıyla birlikte, gelecekte hasta seçiminde ve klinik sonuçlarda iyileşmeler
olacaktır.
.
Download