_____________________________________________________________________________________ Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date 17.11.2016 Yayınlanma Tarihi / The Publication Date 10.12.2016 Doç. Dr. Eyüp ERDOĞAN Mersin Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü [email protected] FELSEFENİN DOĞUŞUNU TARİHSEL SÜREKLİLİK İÇERİSİNDE İRDELEMEK Öz Sorunların tarihi olarak da adlandırılan felsefenin en önemli sorunlarından biri kendi tarihinin başlangıcını belirlemektir. Zira insanın merak ve hayretinden doğmuş olan felsefenin kendi doğumunu merak etmesi, sorun edinmesi, ne zaman, nerede, nasıl doğduğunu anlamaya, kavramaya çalışması doğası gereğidir. Bu anlama, kavrama çabası sonucunda felsefenin doğuşu üzerine çok farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri, felsefenin Antik Yunan’da doğduğu, salt Yunan kültürünün ürünü olduğu, Yunan’da birdenbire, mucize eseri ortaya çıktığı yönündedir. Diğeri ise, felsefenin kökeninin Doğu uygarlıklarına dayandığı yönündedir. Tarihsel sürekliliği öne çıkaran ve daha tutarlı olan ikinci görüş, felsefenin farklı uygarlıkların ortak ürünü olduğu, Yunanlıların Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin gibi eski uygarlıkların belirli düşünce geleneklerinden, bilgi birikimlerinden, dini kaynaklarından bol miktarda alımlama yapmış olduğu, felsefenin birdenbire, mucize eseri olarak Yunan’da doğmuş olduğu tezinin abartılı olduğu yönündedir. Anahtar kelimeler: Felsefenin doğuşu, Yunan Mucizesi, Thales, Herakleitos, Pythagoras, Zerdüşt. Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek STUDYING THE BIRTH OF PHILOSOPHY IN THE HISTORICAL CONTINUITY Abstract Also named as the history of the problems, one of the most important problems of the philosophy itself is to identify the beginning of its own history; for the wondering of the philosophy’s own birth – born from the curiosity and astonishment of human, making it a problem, trying to understand, get a grasp of when, where and how it was born is because of its nature. As a result of this attempt to understand and to grasp, many different views have come up on the birth of philosophy. One of these is that philosophy was born in Ancient Greece, that philosophy is a product of absolute Greek culture, and that it came up in Greece suddenly, miraculously. The other one is that the root of philosophy is based on the Eastern civilizations. The second view, putting forward the historical continuity and seeming more consistent, is in the direction of the philosophy’s being the joint product of different civilizations, Greeks’ making plenty of receptions from the specific idea traditions, knowledge and religious resources of ancient civilizations like Egypt, Mesopotamia, Indian and China, and the thesis’ that philosophy was born suddenly, miraculously being exaggerated. Keywords: Birth of philosophy, Greece Miracle, Thales, Heraclitus, Pythagoras, Zarathustra. Felsefenin doğuşu hakkında çok eskilere dayanan bir belgin olmayış vardır. Bu konuda çok farklı yaklaşımlar ortaya atılmış, karşıt görüşler arasında çok fazla tartışma yaşanmış fakat sorun hala tam olarak çözülememiştir. Batı dünyasında yaygın olan görüşe göre, felsefenin geleneksel başlangıç noktası Antik Yunan, özellikle de İyonya bölgesidir (Shakian, 1997, s.11). Bu görüşte olan kimi tarihçiler ve felsefeciler görüşlerini uç noktalara taşıyarak, felsefenin Antik Yunan’da doğduğunu ve hatta mucizevî bir şekilde doğduğunu savunmuşlardır. Diğer bir yaklaşım felsefenin Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin gibi Doğu uygarlıklarında ortaya çıktığı, Yunan’a sonradan geldiği yönündedir. Antik Yunan’da bile bu görüşü savunan, felsefenin kökenini Yunan dünyasının ötesine, Yunanlıların Barbar olarak nitelediği uygarlıklara kadar götüren tarihçiler vardır. Nitekim MÖ 2. yüzyılda yaşamış olan Diyojen Laers, “Filozofların Hayatları” adlı kitabında felsefenin Pers ve Mısır uygarlıklarında çok eski olduğunu anlatmıştır (Brehier, 1969, s.2). Felsefenin kökeninin Doğu uygarlıklarına dayandığı yönündeki yaklaşımın en dikkat çekici olanı Yahudi filozoflar tarafından öne sürülmüş olan felsefenin Tanrısal kaynaktan doğmuş olduğu görüşüdür. “Örneğin, MÖ 2. yüzyılda yaşamış olan Numenios adında bir Yenipythagorasçı ‘Platon Attika diliyle konuşan bir Musa’dan başka bir şey değildir’ demiştir. Ayrıca Elealılarda Hint, Pythagorasçılarda Çin, Herakleitost’da Pers, Empedokles’de Mısır, Anaksagoras’da Yahudi dininin etkileri olduğu ileri sürülmüştür (Gökberk, 1993, s.14). ” The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 96 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek Yunan felsefesinin Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat ile özdeş olduğunu ortaya koymaya çalışmış olan Philon’a göre Platon’un ideaları Tanrısal Aklın, Tanrısal Logos’un düşünceleridir (Gökberk, 1993, s.129). Bütün bu sorunları aşmaya yönelik bir diğer yaklaşım ise, 20. yüzyılda yaşamış olan Alman felsefeci Wilhelm Weischedel’in dile getirdiği şekliyle; felsefenin hiçbir şeye, hiçbir kimseye ihtiyacı olmadığı, kendi kendine yeterli olduğu, dış etkilerin zorlaması olmadan kendiliğinden ortaya çıktığı, doğumunun insanlık tarihi kadar eski olduğu yönündeki görüştür. I Burada mercek altına alınıp irdelenmek istenilen, Batı dünyasının bir dönem çok ciddiye aldığı ve Batılı olmayanları da etkilemeyi başardığı, felsefenin Yunan’da mucizevî bir şekilde ortaya çıktığı yönündeki yaklaşımdır. Aydın Sayılı’nın da (1991) belirttiği gibi; “Yunanlıların ilimde, felsefede, edebiyatta ve güzel sanatlarda kaydettikleri büyük başarıyı ifade etmek için ‘Yunan mucizesi’ tabiri kullanılmıştır. Bu söz bu Yunan başarılarının izahının imkânsız olduğunu ifade etmektedir (s.447).” Bu yaklaşıma göre, Yunanlılar, özellikle MÖ 5. yüzyılda, parlak bir uygarlığın yaratıcısı olmuşlardır. En görkemli ürünleri de, felsefedir. Felsefenin salt Yunanlıların ürünü olduğunu ve bunun bir mucize olarak görülmesi gerektiğini savunan isimlerden “E. Renan’a göre, güneş altında tek mucize vardır, bu da Yunan Mucizesi’dir. Renan, Yunan’ın bu mucizeyi yaratmasının sebebi olarak da, Yunan ülkesine hâkim olan iklimi göstermektedir. Maine’e göre de doğa kuvvetleri hariç, evrende hareket eden ne varsa hepsinin kaynağı Yunan’dır.” (Meriç, 1998, s.10). Mucize olarak nitelenen şey şudur; Yunanlılar evreni, doğayı ve insanı dinlerin ve geleneklerin verdiği yanıtlarla yetinmeyip, akıl ve görülerini kullanarak bilmek, anlamak isteği içine girmişlerdir. Bu istek, akıl ve görülerin ulaştıkları sonuçlarla dinlerin ve geleneklerin sundukları arasında bir çatışmanın başlamasını sağlamıştır. Sonuçta da, din ve geleneğe karşı eleştirel bir tutum sergilemeye başlanılmış, böylece felsefenin doğması sağlamıştır. Felsefe tarihçimiz M. Gökberk’e (1993) göre, felsefe böyle bir anda, böyle bir durumda doğmuş, İsa’dan önce 6. yüzyılda Yunan kültürü, gerçekten de, böyle bir durumu yaşamıştır. Bu yüzyılda Yunanlılar için kutsal gelenek çağı kapanmaya yüz tutmuştur. Din ve geleneğin çizdiği dünya görüşü sarsılmış, bunun yerini, tek kişinin kendi aklı, kendi görgüleriyle kurmaya çalıştığı bilime dayanmak isteyen bir tasarım almaya başlamıştır. İşte felsefenin adını da, kendisini de 6. yüzyılın Yunan kültüründeki bu gelişmeye borçluyuzdur (s.12). Diğer bir felsefe tarihçimiz olan A. Arslan da bir röportajında, felsefenin Yunan’da başladığını belirtmiştir. Gerekçelerinden ilki, Alman E. Zeller, Fransız E. Brehier, İngiliz F. Copleston gibi Avrupalı felsefe tarihçilerinin felsefe tarihini Yunan da başlatmış olmaları ve ayrıca felsefenin kaynağını daha geriye götürenlerin tezlerinin ciddiyetini kabul ettirme gücüne sahip olamamış olmalarıdır. Yunan-öncesi uygarlıklar hakkında bir bilgisi olmaması Arslan’ın ikinci gerekçesidir; bunu söyle açıklar: “Ben Çin ve Hint dünyasını tanımıyorum. Eğer bu sözünü ettiğim dünyaları biraz daha ciddi biçimde bilsem, belki bu tutumu bütünüyle terk etmesem bile belli ölçüde değiştirme ihtiyacı bulabilirim.” Arslan’ın, üçüncü gerekçesi ise, ilk ikisinden daha düşündürücüdür: “Bu başlangıç meselesi zamansal bakımdan tartışıldığında, Çin ve Hint’in Yunan’dan önce değil daha sonra gelmesi gerektiği anlaşılıyor. Eğer aralarında bazı etkileşim- The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 97 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek lerden söz edilecekse Yunan’a Hint’ten Pers’ten gelen etkiler kadar veya onlardan daha çok Yunan’dan Hint’e ve Pers’e geçen etkilerden söz etmek daha doğrudur (Arslan, 2008, s.16).”1 Bu konuda tutarlı bir yaklaşım ortaya koymaktan uzak olduğu görülen bir diğer isim Britanyalı filozof, matematikçi, tarihçi B. Russell, sözlerine başlarken Yunan uygarlığını kuran öğelerin, zaten binlerce yıldan beri Mısır ve Mezopotamya’da bulunmakta olduğunu, oradan da komşu ülkelere yayıldığını söylemiştir. Fakat ardından bilim ve felsefeyi Yunanlıların bulduğunu ve bunu açıklamak ölçüsünde güç ve şaşırtıcı, hatta gizemsel bir iş olmadığını dile getirmiştir (Russell, 1983, s.11): “Tarihte Yunan uygarlığının birdenbire doğuşunu açıklamak ölçüsünde güç ve şaşırtıcı bir iş yoktur. O uygarlığı kuran öğeler, zaten binlerce yıldan beri Mısır ve Mezopotamya’da bulunmaktaydı, oradan da komşu ülkelere yayılmıştı. Fakat Yunanlılar, sağlayana değin, belirli öğeler eksik kaldı. Yunanlıların sanat ve edebiyatta başarılarını herkes bilir. Fakat salt anlıksal alanda yaptıkları, apayrı bir niteliktedir. Matematiği, bilimi ve felsefeyi onlar bulmuştu. Mısırlılar ve Babilliler arasında aritmetik ve biraz geometri bulunmaktaydı. Fakat genellikle parmak hesabından öteye geçmiyordu onlar. Genel öncüller yardımıyla sağlanan tümdengelimsel usavurma, bir Yunan buluşudur. Vakayinamelere karşıt olarak, tarihi ilk kez yazanlar; dünyanın yapısını ve yaşantının sonlarını, miras kalmış bir softalık zinciriyle bağlanmaksızın düşünenler yine onlardı. İnsanların, son zamanlara değin, Yunan dehası karşısında hayran kaldığı ve o konuda, yalnız gizemsel konuşmalar yapmakla yetindiği görüldü. Bu denli şaşırtıcıydı her şey”. Russell’ın, bu konuda tutarlı bir yaklaşım ortaya koymaktan uzak olmasının bir diğer nedeni; Mısırlılar ve Babilliler’in parmak hesabından öteye geçememiş oldukları sözünde yatmaktadır. Çünkü bu söz gerçekleri yansıtmaktan bir hayli uzaktır. Varolan belgelere göre, Mısırlıların birinci dereceden cebir denklemlerine indirgenebilen problemleri hau adını verdikleri bir hesap yöntemiyle çözebildikleri, Sümerlilerin ikinci dereceden denklemleri çözebildikleri ve Babillilerin Pythagoras Toremi’ni ispatsız keşfetmiş oldukları bilinmektedir (Gündüz, 2002, s.289-296; Burkert, 2012, s.9-12). Batı felsefesi tarihinin Yunanla başlatılmasının altında yatan nedeni, borçluluk hissi, bilgisizlik, mucize, gizem gibi kabul edilmesi pekte kolay olmayan gerekçeler dışında, daha gerA. Aslan, Yunan-öncesi uygarlıkları bilmediğinden felsefeyi Yunan’da başlatmış olduğunu söylemiş olsa da, röportajından çok önce, Türkçeye çevirisini yapmış olduğu Aristoteles’in “Metafizik” adlı kitabında, felsefenin salt Yunanın ürünü olmadığını belirtmiştir: “Doğa biliminden ayırt edilmesi güç olan asıl anlamında felsefe de artık Yunanlıların yerli ürünü değildir. Çünkü o, başlıca Doğu’ya komşu bölgelerde ve Güney İtalya’da gelişmiş ve ta doğuşundan itibaren Yunan düşüncesine en yabancı olan dinlerin etkisi altında kalmıştır. Öte yandan ilk Yunan düşünürleri, yapmış oldukları seyahatlerde (bunlardaki efsane ve abartma payını çıkartsak da), o zamana göre çok ileri uygarlıklarla temasa girmişlerdir O halde Yunan’ın Doğu’ya bağımlılığı inkâr edilemez. Yunan’ın kendisine ait olan, ta bastan itibaren bilginlerin bütün araştırmalarına nüfuz etmiş ve düşünceyi duygu ve sezginin etkisinden kurtarmış olan büyük akılcı cereyandır. Ancak bu noktada da ihtiyatlı olmak zorunluluğu kendisini göstermektedir: Yunan filozoflarının çabası, münhasıran akılcı düzenden kaygılar tarafından yönetilmemiştir. Gerçekte o, bugün artık bilindiği gibi, dinsel bir atmosfer içinde devam etmiş ve derin bir biçimde Sır dinlerinin, özellikle Orfikliğin etkisine maruz kalmıştır.” (Aristoteles, 1996, s.80). 1 The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 98 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek çekçi nedenlerde arayanlarda vardır. Örneğin S. Amin (2007), Batı felsefesi tarihinin Yunan’la başlatılmasının ve bunun bir mucize olarak görülmesinin nedeninin ideolojik olduğunu savunmuştur (s.113): Avrupa’nın atası Yunan mitinin Avrupa merkezci kurmacada esaslı bir yeri vardır. Burada temel sorunu (kapitalizm niçin diğer yörelerden önce Avrupa’da ortaya çıktı?) bir dizi sahte yanıt vererek geçersiz kılmayı amaçlayan yapay, duygusal bir gerekçe (Yunan mirasının akılsallığa yatkın bir yapısı olduğu düşüncesi) söz konusudur. Bu mite göre Yunan akılcı felsefenin yaratıcısı olduğu halde, “Doğu” hiçbir zaman metafiziğin ötesine geçememiştir. Bu durumda Batı düşüncesi ya da felsefesi tarihi diye adlandırılan (dolayısıyla bunun karşısında, temelden farklı başka düşünceler, felsefeler bulunduğunu -Doğu felsefeleri- varsayan) incelemelerin her zaman Antik Yunan üzerine bir bölümle başlaması olağandır; bu bolümde okulların çeşitliliği ve çekişmesi, dinsel baskılardan uzak özgür bir düşüncenin açıklığı, hümanizm, aklın Doğu’ya yaslanmaksızın kazandığı (bir mucizedir bu) zafer öne çıkarılmıştır. Zaten Doğu’nun Helenistik düşünceye hiçbir katkısının bulunmadığı öne sürülmüştür. Yunan düşüncesinin bu nitelikleri Rönesans’tan itibaren Avrupa düşüncesinde de benimsenerek modern felsefelere aktarılmıştır. Batı uygarlığını, kendine özgü bir tarihsel gelişmenin ürünü olarak görmüş olan Avrupa merkezci tarih anlayışına göre, bugünkü Batı uygarlığı, insanlığın genel gelişim çizgisinden ayrılmış, daha verimli bir yola sapmış ve diğer uygarlıklar karşısında üstün bir konuma ulaşmıştır. Diğer uygarlıklar ise kendi tarihsel gelişimlerini yaşamış ve ancak bugünkü Avrupa’nın çok aşağısında bulunan yerlerine ulaşabilmişlerdir. Ulaşılan seviyenin farklı olması doğaldır, çünkü tutulan yollar farklıdır. İnsan uygarlığını tarihsel bir süreç içinde, bütünsel olarak görmeyi reddetmiş olan “Avrupa merkezli kültürcü sav çok iyi bildiğimiz, gelmiş geçmiş en popüler düşüncelerden biri olan ‘Batılı’ soyağacını ileri sürmüştür (Antik Yunan, Roma, Hıristiyan feodal Avrupa ve kapitalist Avrupa sıralaması). Bu konuda okul kitapları ve kamuoyu da en az Avrupa kültürü ve uygarlığının soyağacını meşrulaştırmaya çalışan bilgince savlar kadar -belki onlardan da çok- etkili olmuşlardır. Bu kurgu da, Antik Yunan sırf Hellenizm’i keyfi bir şekilde Avrupalılığa bağlamak için, geliştiği asıl ortamdan, yani ‘Dogu’dan koparılmıştır (Amin, 2007, s.112).” Yunan’ın geliştiği asıl ortamın Doğu olduğu söylemiyle yetinmeyip, Yunan kültürünün, Mısırlılar ve Fenikelilerin MÖ 1500 civarında yaptığı kolonileştirme ve yerli halkı uygarlaştırması sonucunda ortaya çıkmış olduğunu, ayrıca, Yunanlıların Yakın Doğu kültürlerinden çok büyük ölçüde alımlamalar yapmaya daha sonra da devam ettiklerini, Yunan uygarlığının, bu kolonileştirmelerin ve daha sonra Doğu Akdeniz’in dört bir yanından yapılan alılmamaların yarattığı kültür karışımının bir sonucu olduğunu belirten çok ciddi iddialarda yok değildir (Bernal, 2003, s. 49-50). Yunan’ı Doğu’dan koparmanın yanlış olacağını, bu yüzden felsefe ve bilimin salt Yunan uygarlığının bir ürünü olarak görülemeyeceğini savunan bir diğer isim F. Nietzsche’dir. Nietzsche’ye göre, Yunanlılar kültür insanı olarak kültürün amaçları ile de felsefe yapmışlardır; onun içinde yerlilik, otokton’luk2 kibrine kapılıp felsefe ile bilimin temellerini yeniden keşfetmekten uzak durmuş, tersine, başkalarından almış oldukları bu temelleri, hemen doldurmaya, 2 Otokton; oturduğu bölgede doğup büyüyen, ataları da orada yaşamış olan kimse anlamına gelmektedir. The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 99 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek yükseltmeye, temizlemeye koyulmuşlardır. Öyle ki, ancak böylelikle daha yüksek bir anlamda ve daha temiz bir alanda yaratıcı olmuşlardır (Nietzche, 1992, s.20). Voltaire’e (1995) göre de, bütün uygarlık ve bilimlerin yaratıcısı olarak görülen Yunanlılar, aslında yeni bir şey ortaya koymayıp Mısırlı bilim adamlarını taklit etmişlerdir (s.383). İbn-i Haldun (2004) ise, Yunan felsefe okullarının öğretim kökenlerinin, akli ilimlerin çok önemli bir yer tutmakta olduğu Perslere (Farslara) dayandığını söylemiştir (s. 687-688). Yunan uygarlığının bir mucize sonucu değil, birkaç uygun koşul sonucu ve işinin gereği olarak ortaya çıkan buluşlar sonunda oluşmuş olduğunu savunan A. Bonnard’a göre (2004), Yunan halkı tıpkı ötekiler gibi ilkelin de ilkeli olmaktan pek de geri kalmadığı gibi dünyadaki bütün halkların içinde kök saldığı boş inanç ve vahşet gübreliğinde büyüyüp gelişmiştir (s.18). Felsefe ve bilimin, tamamen Eski Yunan’ın ürünü olduğu, hatta birdenbire, mucize eseri doğduğu yönünde ki görüşlerin, sanıldığı kadar güvenilir olmadığı, salt ideolojik nedenlerle öne sürülmüş olduğu görüşü, görmezden gelinemeyecek kadar önemlidir. Bu durumda, felsefenin Yunan menşeli olduğunu yönündeki yaklaşımı borçluluk hissi, bilgisizlik, mucize, gizem gibi kabul edilmesi pekte kolay olmayan nedenlere bağlayan görüşlerin eleştirel bir gözle değerlendirme tavrına aykırı düşen, temsil gücü yüksek olmayan bir örneklemden hareketle sonuca geçmekten oluşan acele genelleme yanlışına düşmüş oldukları ilk akla gelendir. İkincisi ise, konuya Avrupa merkezci düşünce yapısının penceresinden bakmış olduklarıdır. Açıkça sormak gerekirse, din ve geleneğin çizdiği dünya görüşünün yerini, akıl ve bilime dayandırılmak istenilen bir tasarımın almaya başlamış olmasının birden bire oluverdiğini söylemek, hatta bu oluşumu bir mucize olarak nitelemek ne kadar doğrudur? Ne yazık ki, din ve gelenekten sıyrılıp, akıl ve bilime dayanmak ve bu başarıyı bir mucize olarak nitelemek, birbirini dışarıda bırakan iki yargıdır ki, bu çelişik bir durum yaratmaktadır. Çünkü mucize diye; doğa yasalarıyla açıklanamayan, doğaüstü bir eylemin sonucu olan, doğal kavramlarla açıklanamadığı için insanın kavrayışını aşan olay ya da oluşumlara denilir. Mucize, Tanrı’nın doğal olayların akışına müdahalesi anlamına gelip, dini inanca göre, doğal nedenlere bağlanamayan ve Tanrısal bir müdahale ile açıklanan; insan aklının ölçülerini aşan, düşünce ilkelerine değil de, dini inanca dayanan bir oluşumdur. Mucize, Tanrı’nın gönderdiği peygamberlerin gerçek olduğuna insanların inanabilmesi için, peygamberlerin gösterdiği mümkün olmayan durumlardır. Musa’nın Kızıldeniz’i yarıp, İsrailoğullarını oradan geçirmesi ya da İsa’nın bir ölüyü diriltmesi gibi. Peygamberler aracılığıyla ya da başka bir yolla ulaştığı söylenilen vahiy de aslında başlı başına bir mucize çeşididir. Çünkü vahyin kabulü mucizenin kabulüne bağlıdır. Nitekim peygamberler, kutsal yazılar, bu yazılarda olup bitenler doğallık içersinde açıklanamaz. Bu yüzdendir ki, mucize aynı zamanda bir özel vahiy şeklidir. Eş deyişle, mucizeler vahiy olarak da değerlendirilebilirler. Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta vahiy olarak kabul edilen bütün metinlerin içinde mucizeler vardır. Bu yüzdendir ki, mucize kavramı, Tanrı’nın belli bir zamanda ve belli bir durumda özel bir hareketi olarak değerlendirilebilir. Bu özel hareket doğal olan sürecin dışında olan bir süreçtir. Bu yüzden, “bir mucize doğru olarak, tanrının belirli bir istemesi ile ya da bir görülmeyen etmenin araya girmesiyle bir kanunun çiğnenmesi olarak tanımlanabilir (Hume, 2004, s. 93-94).” Mucize üzerinde tartışmak öncelikle Tanrı’nın varlığı ve Tanrı’nın doğası üzerinde tartışmayı gerektirir. Tanrı’nın varlığı ve mucize denen şeyin doğaüstü bir eylemin sonucunda, The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 100 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek Tanrı’nın doğal olayların akışına müdahalesiyle ortaya çıktığı kabul edilirse, din ve geleneğin çizdiği dünya görüşünden kurtulup, akıl ve görüye dayalı felsefe ve bilimin kuruluşu nasıl olurda doğaüstü bir eyleme bağlanabilir? Faklı bir ifadeyle, insanın doğaüstü varlıktan kurtulması, nasıl olurda doğaüstünün eseri olarak gösterilebilir? Neden mucizevî bir oluşum olarak sunulur? A. Timuçin’e (1992) göre, doğal nedenlerle açıklayamadığımız tüm olgular bize birer mucize olarak görünür, en eski zamanlar bu yüzden mucizelerle dolu zamanlardır. Mucizelerin bitmeye yüz tuttuğu yer, ussal düşüncenin kurulmaya başladığı yerdir. Bu defa ussal düşüncenin birden bir pırıltıyla ortaya çıkması insanlara bir mucize gibi görünmüştür. Ussal düşüncenin kurucuları Yunanlılar uzun zaman bir mucizeyi gerçekleştiren insanlar olarak anıldılar. Mucizelerin olmadığı bir dünyada yunan mucizesine inanmak bir bilgi eksikliğinin sonucudur. Yunan mucizesi yakıştırması eski uygarlıkların, toprağın derinlerine batmış uygarlıkların dünyamıza yeniden doğuşuyla silinmeye yüz tutmuştur ama tam bırakılmamıştır (s.98-99). O halde, Antik Yunanda görülen şekliyle felsefe ve bilim bir mucize örneği değilse nedir? En basit ifadeyle tarihsel süreç içinde yaşanmış olan bir gelişmedir, daha doğrusu büyük bir atılımdır. Çünkü Yunanlılar, bir mucize değil, kendilerinden önceki uygarlıkların omuzları üzerinde yükselerek büyük ama çok büyük bir sıçrama gerçekleştirmişlerdir. Bu yüzden, Yunan felsefesi ve bilimi, büyük kültür atılımının bir meyvesidir ama bu meyve, bir uygarlığın ürünü olmaktan çok bütün eski uygarlıkların hazırlamış olduğu sürecin ortak bir üründür. Bu konudaki düşünceleri çok açık olan F. Nietzsche (1992), felsefe ve bilimin tamamen Yunanlılara mal edilmesinin delice bir düşünce olacağını; onların, tersine başka uluslarda yaşayan her türlü kültürü emmiş olduklarını; onların, kılıcı, başka bir ulusun bıraktığı yerden alıp ileriye atmasını bildikleri için bu kadar ilerlemiş olduklarını ifade etmiştir (s.19). A. Sayılı’ya (1991) göre de, Yunan mucizesi sözü, gerek bilimde bu başarıları hazırlamış ve mümkün kılmış olan Yunan anlayış ve entelektüel ortamının bu önemli başarıyı anlaşılabilir duruma sokması ve gerekse Yunanlıların kendilerinden daha eski uygarlıklara çok şeyler borçlu olmaları bakımından abartılı ve yanlış bir anlayışı yansıtmaktadır. Her iki bakımdan da Yunanlıların bilimdeki atılımlarını tarihsel süreklilik anlayışı içinde açıklamanın mümkün olduğunu söylemek tamamen yerinde olur. Fakat burada, yani Yunan biliminin doğuşu ve gelişmesinde, istisnai bir durumla karşılaşıldığı şeklinde bir iddia ileri sürülmesi akla uygun ve yerinde değildir (s.447). II Felsefenin adını da, kendisini de 6. yüzyılın Yunan kültüründeki mucizevî gelişmeye borçlu olduğumuz iddiasına karşılık, Yunanlıların kendilerinden daha eski uygarlıklara çok şeyler borçlu olduklarını, A. Arslan’ın ifadesiyle; Orta Doğu’nun eski uygarlıklarının (Hititler, Babilliler, Asurlular vb.) 6. yüzyıl düşünürlerine, hiç olmazsa üzerlerinde dehalarını uygulayacakları bol miktarda malzemeyi vermiş olduğu kesin olarak belirlenmişken (Aristoteles, 1996, s. 78-80), bunu sadece bilimin değil felsefenin doğuşunda görmenin de mümkün olduğunu söylemek hiçte yersiz bir ifade olmayacaktır. Nitekim Yunanlıların, doğu ülkelerinde neler bulup öğrendiklerinin, neleri oralardan getirdiklerinin üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu düşünen F. Nietzsche’ye (1992) göre, gerçekten, Doğulu “hoca”lar, “öğrenci” olarak tasarlanan Yunanlının yanına konunca, Zerdüşt Herakleitos’la, Hintliler Elealılarla, Mısırlılar Empedokles’le yan yana hatta Anaksagoras Yahudilerin, Pythagoras Çinlilerin arasında gösterilince şaşırtıcı bir manzara elde edilmiş olur (s.19). The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 101 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek Nietzsche’in sözleri görmezden gelinemeyecek kadar önemlidir. Nitekim Yunanın diğer uygarlıklarla etkileşimini sergilemeye çalıştığı örneklerinden ilki olan Zerdüşt ve Herakleitos aydınlatılmaya değer bir örnektir. Voltaire de böyle düşünmüş, Zerdüştçülük inancının, Hıristiyanlığa üstün olan rasyonel Deizmi desteklediği gerekçesiyle, araştırılmasını teşvik etmiştir. Fakat Zerdüşt ve Herakleitos arasındaki benzerlikleri ve olası etkileşimi ortaya koyabilmek için, önce, komşu olan Yunan ve Pers arasındaki çok yönlü ilişkileri ana hatlarıyla da olsa gözler öneme sermek yerinde olacaktır: Yunan tarihinin Klasik Çağı olan 5. yüzyılda Pers Krallığı’nın İyonya’ya saldırıları görülür. Yeni bir krallığın kurucusu olan II. Keyhüsrev (Kuruş II) doğu’nun eski tarihinde bir dönüm noktasıdır. Keyhüsrev, önce Med krallığına son verir (M.Ö. 550). Daha sonra Ermenistan’ı ve Kapadokya’yı çabucak ele geçirir; 546 yılında Lidya’yı çiğner ve Krezüs’ün krallığının başkenti Sardes’i ele geçirir. Çok geçmeden tüm Küçük Asya’ya, Ege kıyılarındaki Yunan kentleri de içinde olmak üzere, boyun eğdirir. Keyhüsrev M.Ö. 529’da bir savaşta öldürülür. Daha sonra başa geçen I. Dara (Darius I; M.Ö. 523), ticareti geliştirmek, satraplıklar3 arasındaki bağları sıkılaştırmak gibi stratejik amaçlarla, büyük yolların yapımına girişir. İçlerinde en önemlisi, Efes’i Sus’a bağlayan “kral yolu” dur. I. Dara, daha sonra Trakya’yı, Makedonya’yı ve Ege’deki adaları almayı başarır. M.Ö. 5. yüzyılın başlarında, Persler, Kıta Yunanistan’ını ele geçirmek isterler. Ancak küçük Yunan siteleri, istilacılara karşı güçlü bir direnişte bulunurlar ve önce I. Dara’ya, sonra da oğlu Kserkses’e öldürücü darbeler indirip bağımsızlıklarını korurlar (Tanilli, 1994, s.181-185). Persler’in İyonya’yı işgaliyle İyonya’da, başta Miletos olmak üzere, ayaklanma baş göstermiştir. İyonyalılar Sardes’e kadar yürüyüp daha sonra Efesos’a kadar çekilmişlerdir. Atina İyonya’ya yardım göndermiştir. İyonya ayaklanmasına sonraları Kayra, Likya ve Kıbrıs şehirleri de katılmış ve isyan hareketi yayılmıştır. “Persler ayaklanmayı bastırdıktan sonra M.Ö. 493’te Kios, Lesbos ve Tenedos adalarını da ellerine geçirmişler, pek çok kenti daha işgal ederek isyana katılan kentleri tahrip etmişlerdir. Ayaklanmaya katılmayan Efesos ve Symria gibi kentler dışında yıkım ve cezadan yalnızca Kyzikos kurtulmuştur (Sevin, 1982, s.317).” Dara’nın ölümünü izleyen yılda 483’te Kserkes’in ordusu Yunanistan’a sefere çıkmıştır.21 Sonunda Persler Atina’ya girip Akropol’ü ele geçirmiş ve kenti yakıp yıkmışlardır. M.Ö. 480’de Yunan donanması bozguna uğratılınca Kserkes Atina’yı terk etmiştir. Ertesi yıl Atina tekrar yıkıma uğramış, fakat Plataia ovasındaki savaşı Yunanlılar kazanmıştır. Bu zaferden sonra Persleri Anadolu içlerine sürerek Ege denizinden çıkartmaya çalışmışlardır. Görüldüğü üzere, Pers-Yunan ilişkileri, yaklaşık 200 yıl süren Pers hâkimiyeti süresince devam etmiştir. Bu ilişkiler, kültürler arası etkileşimi de beraberinde getirmiştir. Yunalılar ve Persler her ne kadar düşman olsalar da, karşılıklı olarak birbirlerinin geleneklerinden etkilenerek bu yeni oluşumları kendi kültürleri içerisinde özümsemişlerdir. Bu etkileşimin yansımalarını, günümüze kadar koruna gelmiş eserler üzerinde bulmak mümkündür. Bu etkileşim etkilerini Satraplık, belli bir tarihi yaşamış ve içinde belli bir etnik grubun yaşadığı bölgeyi kapsıyordu. Satraplığın başında satrap adı verilen, hükümdarın seçtiği bir yönetici vardı. Satraplıklarda halkı incitmemek için idari, adli ve dini yönden yerel biçimler sürdürülüyordu. 3 The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 102 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek başlıca, ikonografide, elbiselerde, seramik üretiminde, mimaride ve lüks malzeme kullanımında göstermektedir.4 İbn-i Haldun’a göre, Persler yüksek bir entelektüel birikime sahiptir. Perslerde akli ilimler çok önemli bir yer tutmaktadır ve sınırları da çok geniştir. Çünkü hükümranlıkları çok uzun süre devam etmiş ve büyük bir güce ulaşmıştır. Hatta söylendiğine göre bu ilimler Yunanlılara Perslerden geçmiştir. Bu geçiş, İskender’in Dara’yı öldürüp Kiyani ülkesini istila ettikten sonra oradaki kitapları ve ilimleri alması sayesinde olmuştur. Aristoteles Persleri yenen ve hükümdarlıklarını ellerinden alan İskender’in Hocasıdır. Bunlar arasında, bu ilimlerde sağlam olan ve en ünlü olan Aristoteles’tir.5 Yunan-Pers, dolayısıyla Zerdüşt-Herakleitos etkileşimini açıklıkla sergileyebilmek için, Pers’in din inanışına da bir göz gezdirmek gerekmektedir: Orta Asya halkları ve İran’ın dinini incelemek için, kaynak olarak, yalnızca Avesta adlı kutsal kitap, Herodotos’la Plutarkos’un yazdıkları ve Akamanışlardan kalma bazı yazıtlar var elimizde. İlkel İran dini, insanın doğayla mücadelesindeki güçsüzlüğünü yansıtıyordu. Kabileler kutsal hayvanlara, örneğin köpeğe, öküze tapıyorlardı. İranlılarda ve öteki halklarda gördüğümüz bu kült, totemizmin bir kalıntısıdır. Başlıca tanrılara gelince, doğanın güçlerini temsil ediyorlardı bunlar. En yaygın kültürler, toprak, gök ve ateş kültüydü. Ateş kültü Hürmüz’e adanmıştı. Yıldızlar kültünün, özellikle Güneş’in önemli bir rolü var; Güneş; tanrı Mitra’da kişileştirildi. Daha sonra, efsaneye göre, Zerdüşt’ün kurduğu devlet dinine büyük önem verildi (Tanilli, 1994, s.186). Aristoteles’in, Troya Savaşı’ndan 5000 yıl önce yaşadığını yazdığı, kendi adıyla anılacak olan dinin, yani Zerdüştçülüğün kurucusu olan, İslam öncesi Eski İran peygamberi “Zerdüşt6 ile ilgili muhtelif tahminler, onu M.Ö. 1000 ile 1400 arasına yerleştirir. Yakın dönemin araştırmacıları bu tarihi 7. yüzyılın sonu ile 6. yüzyılın ortalarına kadar çeker (Bettany, 2005, s.416). “İskender’den önce 258 yılından söz eden Mazdeist gelenek doğru kabul edilecek olursa, Zerdüşt’ün M.Ö. 628-551 arasında yaşadığı saptanabilir. Gatha’ların dilinin arkaik niteliğinden, özellikle de Vedalar’la olan benzerliklerinden ötürü en eski tarihler önerilmiştir. Dilbilimsel çözümleme, peygamberin İran’ın doğusunda, büyük olasılıkla Harizm veya Baktria’da yaşadığı sonucuna varılmasını sağlamıştır (Eliade, 2003, s.376-377).” Zerdüşt, zamanının çoktanrılı İran dinini kabul etmeyip ahuralardan, yani Tanrılardan birini, Ahura Mazda, yani Yüce Tanrı olarak kabul etmiştir. Bundan dolayı, belki de en eski tek tanrıcı dinlerden birini kuran ve tek tanrıcılığın ilk peygamberi diye bilinen Zerdüşt’ün dini Mazdayasna, yani Mazda Tapımı diye de anılır. Zerdüşt’ün kurduğu din, sonradan ortaya çıkmış olan ilahi dinler gibi tanrısaldır. Zerdüşt, hakikate, bilgeliğe, adalete ilişkin görüşlerini Zerdüştçülüğün kutsal kitabı olan Avesta’daki (M.Ö. 1200-1000) Gathalar adı verilen kutsal ilahilerde dile getirmiştir. Pers İmparatorluğu’nun Bu konuda özellikle Miller (1997) önemli düşünceler öne sürmüştür. İbn-i Haldun daha ileri giderek Yunan felsefe okluları öğretim kökenlerinin Lokman Hekime dayandığının iddia edildiğini söyler. Ona göre, felsefenin sütunları (temel direkleri) olarak isimlendirilen ünlü filozoflar, özellikle Meşaiyyun (yayalar, gezginler; Aristotelesçiler) ve Revakiyyun (Kitionlu Zenon’un felsefe okulu; Stoacılık) okulları güzel bir öğretim yöntemiyle ilimlerin Yunan’da gelişmesine çok büyük katkı sağlamışlardır. İddi edildiğine göre, bu ilimler ve öğretim yönteminin Lokman Hekim’den öğrencisi Sokrat’a, Sokrat’tan Platon’a, Platon’dan Aristoteles’e, Aristoteles’ten İskender Efridus, Temistius ve diğerlerine geçmiştir (Haldun, 2004, s.687-688). 6 Zerdüşt, Batıda Yunanca biçimiyle Zoroaster veya Zarathustra olarak bilinmektedir. 4 5 The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 103 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek resmi dini olmuş; daha sonra Müslümanların İran’a girmeleriyle gerilemiş olan Zerdüştçülük, bir din olduğu için aslında bir felsefe değildir. Öte yandan, her dinin metafizik kimi öğeleri de olduğu için bu anlamda bir felsefesi olduğundan söz edilebilir. “Onda tapınma kadar, hatta tapınmadan çok, insan dünyasını bir bütün olarak açıklamaya çalışan felsefi-ahlaki bakış açısı önemli olmuştur (Timuçin, 1992, s. 77).” Zerdüşt, tanrısından kozmogoni sırları hakkında kendisine bilgi vermesini ister. Ünlü Yasna 44’ün her dörtlüğü aynı ifadeyle başlar: “İşte sana sorduğum Tanrım – bana iyi cevap ver!” “Güneşin ve yıldızların yollarını kim çizmektedir? Aşağıdaki yeri ve bulutlu gökyüzünü düşmeyecek biçimde kim sabitlemiştir? Zerdüşt bu soruların yanıtlarını öğrenmek ister ve Yaratılış’a ilişkin soruları artan bir hızla devam eder. Zerdüştçülükte, kendisinden sonra gelen pek çok dini ve felsefeyi etkilemiş olan düalist bir metafizik vardır. Tüm var olanlardan önce iki ruh olduğu kabul edilir. İlki Spenta Mainyu adını taşıyan iyi ruhken, ikincisi Angra Mainyu adını taşıyan kötü ruhtur. İyi olan ruh yaşamı yaratır, hakikati besler, yaşamı iyicil bir biçimde düzenler. Kötü olan ruh ise, yaşama zarar verir, kötücüldür. Spenta Mainyu tüm iyi şeyleri, Angra Mainyu da tüm kötü şeyleri yaratmıştır. Bu yüzden, bu iki ruh bitimsizce birbirine karşıttır. Spenta Mainyu, Ehrimen (kötücül güç) de denilen Angra Mainyu’yla dövüşmenin, sonunda da onu yok etmenin araçları olarak önce ruh dünyasını, sonra da fizik dünyayı yaratır. Fizik dünya ilk yaratıldığında mükemmeldir. Ama sonra Angra Mainyu tarafından istila edilir; onun eziyetine uğrar. Spenta Mainyu’nun her yaratısına Angra Mainyu da bir yaratışla karşılık verir. Başlangıçta mükemmel olan dünyaya kışı, yırtıcı hayvanları, zararlı böcekleri, çoraklığı, ölümü getirir. İnsanların ruhuna inançsızlığı, kuşkuyu, tüm kötü içgüdüleri sokar. Genellikle, Zerdüşt’ün bu iki ruhu eski İran dininin kabul ettiği iki tür tanrıdan, iyicil ahuralar ile kötücül devalardan türettiği söylenir. Yukarıda belirtildiği gibi ahuralardan biri olan Ahura Mazda’yı da tek tanrı olarak benimsemiştir. Ahura Mazda, Avesta’da, “Bilgelik Tanrısı” ya da “Bilge Tanrı” olarak tanımlanan, canlı-cansız her şeyin varlığa geliş nedeni olarak algılanan, Mazda dininin, özellikle Zerdüşt dininin tanrısıdır. Kimi eski söylencelerde Zerdüşt’ün babasıdır. Ahura Mazda aynı zamanda doğruluğu aydınlığı ve yaşamı simgeleyen Spenta-Minyu (İyilik Ruhu) ile yalanı, karanlığı ve ölümü simgeleyen Angra-Minyu ile Angra-Minyu arasındaki çelişkinin aşılmasıyla oluşuyordu. Zerdüştçülük’te Mazda dünyanın yaratıcısı, tüm iyiliklerin kaynağıdır. Avesta dilinde mazda bilgi, bilgelik anlamına geldiği için Zerdüştçülük dinine inananlar peygamberlerini bilgi seven diye de adlandırmışlardır. Zerdüştçülük’te insanlar öldükten sonra, ateşi, suyu, havayı, toprağı bir cesedin temasıyla kirletmemek için cesetleri Sessizlik Kuleleri denen yerlere konup kurda kuşa yem edilir. Ruh ise yargılanacaktır. İyiyse göğe, Ahura Mazda’nın yanına çıkıp son utkuya kadar tanrısına yardım edecektir. Kötüyse cehennemin dibine inecektir. İnsanlık tarihinin sonuna doğru da saoshyant, yani hayır getiren (bir rivayete göre Zerdüşt’ün kendisi), kötülüğün güçlerine karşı doğruluğun utkusunu getirecektir. Zaman sona erecek, bütün ölüler dirilecek, tüm ruhların son yargısı yapılacaktır. Gerek ruhsal gerek fiziksel olarak mükemmel bir yenidünya yaratılacak, kötülük tüm evrenden sonsuza dek uzaklaştırılacaktır. The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 104 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek Pers, Yunan uygarlıkları arasındaki ilişkiye ve Pers’in dini inanışına ana hatlarıyla da olsa bir göz gezdirmiş olmamız, Zerdüşt ve Herakleitos arasındaki benzerlikleri ve olası etkileşimi ortaya koymayı kolaylaştıracak ve anlaşılırlığı artıracaktır. Çünkü Yunan’da Pers kültürüne en yakın olan filozoflarından biri kuşkusuz Herakleitos’tur. Geleneksel kaynaklar, Ephesos (Efes) kentinin yerlisi olan Herakleitos’un, Pers Kralı I. Darius (Dareios) döneminde (M.Ö. 521-486) olgunluk çağında olduğunu belirtirler. Diogenes Laertios’un muhtemelen tarihçi Apollodoros’tan aktardığına göre, Herakleitos 69. olimpiyatta (M.Ö. 504-500) kırk yaşlarındadır (Herakleitos, 2005, s.15). İyonya, M.Ö. 546’dan itibaren Perslerin egemenliği altına girmiştir. Bu ülkenin Efes dışında kalan, bütün diğer kentleri, özgürlüklerine tekrar kavuşmak için birleşmişlerse de, 498’de Darius tarafından şiddetle cezalandırılmışlardır. Herakleitos’un bu korkunç olayları görerek bir ormanda inzivaya çekildiği sanılmaktadır. Diogene Larence (Diogenes Laertios) tarafından bildirmiş olan, I. Darius’un Herakleitos’la mektuplaşması,7 Herakleitos’un Pers kültürüne en yakın olan filozoflarından biri olduğunun aslında en somut örneklerinden birini oluşturmaktadır. Darius’un, Herakleitos’a mektup yazmasının altında ilk bakışta siyasi nedenler olduğu düşünülebilir. Öyle bile olsa, Darius yazışmak için neden Herakleitos’u seçmiştir? Dikkatle bakıldığında görülecektir ki, altında siyasi nedenler barındırsa bile Drius’un seçimi tesadüf değildir. En azından bu seçimi salt siyasi nedenlere bağlamak büyük bir haksızlık olacaktır. Darius, mektubunda, Herakleitos’u dinlemek ve Yunanca öğrenmek istiyor olduğundan bahsetmiştir. Darius, Herkleitos’un çalışmalarından haberdardır. Mektubunda, Herakleitos’a doğa üzerine anlaşılması ve açıklanması güç bir kitap yazdığını, sözcük sözcük açıklandığında onun dünya üzerine ve evren üzerine, evrende ortaya çıkan ve tanrısal bir devinimle açıklanan olgular üzerine bir inceleme olduğunun sanıldığını belirtmiştir. Ama birçok bölümünün yarıda kesilmiş olduğunu, bu bölümlerin çok yetkin bir Yunanca bilgisini ortaya koymakla birlikte, yazılı şeylerin doğru ve uyarlı yorumu açısından insanı kuşkuda bırakmakta olduğunu ifade etmiştir. İşte, bu yüzden kendisini dinlemek ve Yunanca öğrenmeye başlamak istediğini ve en kısa zamanda kendisini sarayın da görmeyi beklediğini ifade etmiştir. Darius Herakleitos’a, Yunan da yeterli saygıyı görmediğini, güzel öğretisinin aşağılanıyor olduğunu ama kendi ülkesinde, yani Pers’te, birinci yeri alacağını söylemesi siyasi nedenlere bağlanmaya müsait olabilir. Fakat her gün çok titiz bir dikkatle, çok titiz bir konuşmayla karşılaşacağını, özdeyişlerine uygun bir yaşam bulacağını yazmış olması siyasi nedenleri gölgeleyecek kadar önemli ifadelerdir. Altı çizilmesi gereken ifade, Herakleitos’un, Pers’te, özdeyişlerine uygun bir yaşam bulacağıdır. Herakleitos’un, Pers’te kendine uygun bir yaşam bulmasının altında ise, Herakleitos’un felsefesiyle, Pers kültürünün özünü oluşturmakta olan Zerdüşt Dini’nin birbirleriyle uyumlu olması yatmaktadır. 7 Herakleitos ile Darius’un mektuplaştıklarını M.Ö. 3 yy’da yaşamış olan Yunanlı düşünür ve biyografi yazarı Diogenes Laertios, “Ünlü Filozofların Hayatları ve Görüşleri” adlı 10 bölümden oluşan kitabının 9. bölümünde aktarmaktadır. Söz konusu kitap, felsefe tarihinde çok önemlidir. Çünkü nesnel olarak ele alıp aydınlattığı Antik Çağ Yunan felsefesinin başlıca kaynaklarından biridir. Sekstus Empirikus’a kadar gelen eski Yunan filozoflarının yaşamlarını anlatan yegâne derlemedir. Bu kitap kimi kusurlarına rağmen, ilk felsefe tarihi çalışması sayılmaktadır. Çünkü Aristoteles, kendi öğretisini açıklayabilmek adına kendinden önceki filozoflardan söz etmiştir. Ancak bugün, bu kitapta geçen Herakleitos-Darius mektuplaşmasının düzmece olduklarını savunanlar olduğunu da unutmamak gerekir. The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 105 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek Herakleitos ile Zerdüştçülük arasındaki uyumluluğun temelini oluşturmakta olan temel kavramlardan ilki ateştir. Zerdüştçülükte ateş, ezeli-ebedi olarak algılanan ve canlı-cansız tüm varlık türlerinin oluşumuna katılan, altı kurucu ilkeden biridir. Ahura Mazda’nın görüşüne taşınmış maddi yapısının simgesi, yaşama çeki düzün veren, onu güçlendiren ve ruhun temizlenmesini sağlayan kaynak olarak algılanan tanrısal güçtür. Bu tanrısal gücün simgesi beş türdür. Birinci tür ateş; Athar Berezi-savangha’dir. Bu ateş, Ahura Mazda hareketli hale gelmeden önce dahi var olan Anarg-Roşni, sonsuz ışıktır. Ahura Mazda’nın oluştuğu görünmez ateştir bu. Tanrının bilinci ki Vohu Menah’tır bu bilinç, bu ateşten oluşur. Her iyi varlık, özünü bu ateşten alır. Ateşten oluşan bu ruhsal ezeli özlere Fravaşi deniliyor. Bunlar kutsaldırlar ve her türlü kirlenmeden uzak bir saflıkta bulunurlar ve ölümsüzdürler. Fravaşiler, ruhsal kompozisyonları sebebiyle, Ahura Mazda’nın Görünmez Sonsuz Işığı’nı (Aşa’yı) aksettirirler. İkinci tür ateş; Athar Vohu-fryana’dır. Vohu; iyi, frya; rahmet anlamına gelir. Bu hayat ateşidir ve insanlarla hayvanların hayatlarına kaynaklık eden ateştir. Siestan’a inmiştir (Zamyad yaşt). Vicdan anlamına gelen hvareno ve bağımsızlık anlamına gelen hükümdarlık hvarenosu bu ateştendir. Üçüncü tür ateş; Athar Urvazişta’dır. Bitkilerin hayat ateşidir. Bu ateş Horasan’a inmiştir (Raevant Dağı). Dördüncü tür ateş; Athar Vazişta’dır. Bu ateş bulutlarda bulunan ve yağmur yağdıran ateştir. ‘Suların Oğlu’da denilen Apam Napat söz konusu ateşi temsil eden mitolojik figürdür (yazata). Apam Napat, bulutların içindeki şimşektir ve bulutları yağmur yağdırmak üzere döllendiğine inanılır. Beşinci ateş türü, Athar Spenta’dir. Nairya-Sangha da denilen bu ateş, Zafer Ateşi’dir ve mitolojiye göre Athar/Athur-patakan’da Asnavant Dağı’na inmiştir. Athapakanta, şimdiki Azerbaycandır (Bilgin, 2003, s.341-342). Athar Berezi-savangha (Berezisavab ateşi) toplumda sınıfsal konumlanışa uygun olarak kendi içinde de üçe ayrılır: Farnhag ateşi; din adamlarının ateşi, Guşnasp ateşi; savaşçıların ateşi, Burzin Mihr ateşi; Köylü ve çiftçilerin ateşi. Ateşin beş unsuru vardır. Söz konusu beş unsur, kimliklendirilip görünüşe taşınınca, yani ateş başkalaşıma uğrayınca sırasıyla gökyüzü, yeryüzü, bitkiler, hayvanlar ve insanlar varlığa gelir. Var oluş ateşin değişime, dönüşüme uğramasından başka bir şey değildir. Her şey ateşten çıkar ve yine ateşe döner. Erdibihişt ya da Asha aracılığıyla dönüşüm ürünü olarak görünüşe taşınan somutluk olarak ateş, Ahura Mazda kimliğiyle dile gelir: Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra ateş köylüyü çağırır; “Yardıma gel çiftçi, kalk ayağa, elbiselerini giy! Ellerini yıka, odun getir benim için; beni yıkanmış ellerinle, temiz odunla ateşle! Bana öyle geliyor ki, şeytan tarafında yaratılmış olan açgözlülük ve doymazlık (Azi) benim yaşam gücümü tamamen yok etmek istiyor.” Der (Korkmaz, 2004, s. 30). Herakleitos’a göre de evrenin varlık temelini oluşturan, ilk ilke ateş (pyr)tir. Ateş, evrenin temel maddesidir. Bütün varlıkların ilk gerçek temelidir. Evrenin varlık temelini oluşturan ya da ilk ilke olan ateşin bir bölümü yoğunlaşıp kalınlaşarak denizleri meydana getirir ve denizlerin bir parçası ölünce toprak olur. Aşağıya doğru devinim böyle gerçekleşir. Yukarıya doğru olan The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 106 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek devinimde ise, toprak ve denizden çıkan gazlar, bulut haline gelirler ve tutuşarak ateşe çevrilirler. Topraktan gelen buğular aydınlık ve arıdır, diğerleri karanlıktır. Bu tutuşmuş bulutlar, bize şimşek şeklinde görünürler ve eğer bu bulutlar sönmeye başlarsa kasırgalar olur. Böylece, ateşten havaya, havadan suya, sudan toprağa, topraktan ateşe, ayrıca ateşten toprağa, topraktan suya, sudan havaya, havadan ateşe sürekli bir geçiş söz konusudur. Herakleitos bunu şöyle açıklar: “Ateş, toprağın ölümüyle dünyaya gelir. Hava, ateşin ölümüyle dünyaya gelir. Su, havanın ölümüyle dünyaya gelir. Toprak, suyun ölümüyle dünyaya gelir. Ateşin ölümü havanın doğumu demektir. Havanın ölümü suyun doğumudur. Toprağın ölümü suyun doğumunu getirir. Suyun ölümü havayı var eder. Havanın ölümü ateşi var eder (Timuçin, 1992, s. 122).”Ateş’in, sayısız değişmelerle oluş yörüngesinde yürümekte olduğu açıktır. Bu görüngeyi, en çok üç esas halde, sıcak rutubetli, katı olarak aştığını ileri sürüyor. Çünkü su, aşağıya inmekle toprak, yukarıya çıkmakla ateş oluyor veya da Herakleitos’un görüşüne göre daha kesin söylendi gibi, denizden, yalnız yıldızlardaki gök ateşini beslemeye yarayan saf dumanlar, karadan ise, rutubetli olana besisini veren karanlık, bulutlu dumanlar yükseliyor. Saf dumanlar, denizden ateşe geçit, saf olmayanlar, karadan (topraktan) suya geçittirler. Böylece ateşin değişme yörüngeleri, birbirinin yanında, durmadan yukarıya ve aşağıya, ileri geriye, ateşten suya, sudan toprağa, topraktan yine suya, sudan ateşe doğru aşılıyor (Nietzche, 1992, s. 41). İlk ilke olan ateş hiçbir zaman aynı ölçüde kalmaz. Buna göre değişim, azalan ve artan ateş temel öğe kalmak üzere öğeler arasındaki dönüşümün kendisidir. Evrende sürekli doğum ve sürekli ölüm vardır, sürekli yanma ve sürekli sönme vardır. Evrensel dönüşlülük işte bu noktada kendini gösterir. Dairesel bir diziliş içinde karşıtlar birbirlerinden türerler ya da birbirlerine dönüşürler. Bu anlamda ateş, bütün karşıtların birliği, içinde bütün karşıtların eridiği birliktir. Evren sürekli akan bir süreçtir, başı sonu olmayan bir değişmedir, hiç durmayan bu değişme içinde kalan, sürüp giden hiç bir şey yoktur. Her şeyin akış halinde olduğu Herakleitos’un ana görüşür ki, ateşin ilk madde (arkhe) olduğu düşüncesine de buradan varmıştır. Çünkü ateş, sürekli ilerleyen bir süreçtir. Ateşin alevlerinin odunu sürekli yakıp yok etmesi, duman ve küle dönüştürmesi bunun bir örneğidir. Bu süreç, dönüşümlü (periodik) bir süreçtir. Bu dönüşüm içinde, sürekli olarak, bir yokuş yukarı çıkaran, bir de yokuş aşağı indiren yol vardır. Ateşten meydana gelmiş olan evren yeniden doğmak için ateş tarafından dönüşümlü olarak yok edilmektedir. Bu nöbetleşe dönüşüm hiç tükenmeden sürüp gitmektedir. Çünkü evren, tükenmez canlı bir ateştir, sürekli bir yanma sürecidir. Bu pencereden bakılınca, evren, bir yandan sürüp giden bir devinme, öbür yandan da karşıt şeylerin sonu gelmez bir savaşı olarak görünür. İşte, karşıtlar ile bunların arasındaki savaş evrenin var oluşunun nedenidir. Çünkü evren, dönüşümlü ilerleyen bir yanma sürecinin evreleridir. Evren, savaşa egemen olan yasanın karşıtları uzlaştırmasından meydana gelmiş olan uyumlardır, birliklerdir. Bu yüzdendir ki, savaş her şeyin babasıdır; savaş olmazsa, evren de olmaz. Zerdüştçülükte de, iyi ile kötü arasındaki kavga, ışıkla karanlık arasındaki bir savaşla sembolize edilmiştir. Nitekim “Zerdüşt, iyi ile kötü arasında dünyada sonsuz bir savaş olduğunu, bu savaştan zaferle çıkabilmek ve mutluluğa varabilmek için, insanın doğruluk yolunu seçmesi gerektiğini ilan etmiştir (Solmaz, 2004, s. 14).” İnsan ruhu bu iki gücün çatışma alanıdır. Ruhun da süren bu savaşı hangi güç kazanırsa insan o tarafa yönelir. Görülen o ki, Herakleitos ile Zerdüştçülük arasındaki uyumun temelini oluşturmakta olan ikinci kavram savaştır. The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 107 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek Evrenin yaratıcısı olan Ahura Mazda iyiliğin tanrısıdır. Aydınlıktır. Aydınlığın, yani ışığın simgesi ise ‘ateş’tir. Bunun için her Zerdüşt tapınağında bir ateş odası kurulmuştur. Bu odada sonsuz bir ateş yanmaktadır. Hiç kimse bu ateşe dokunamaz, soluğuyla dahi kirletemez. Bu yüzdendir ki, rahipler ellerine eldiven takmışlar, ağızlarını da bir peçeyle örtmüşlerdir. Burada genellikle bir sorun görülür. Tek bir tanrı (Ahura Mazda) ile biri iyi diğeri kötü iki ruh kabul edildiğinde kötülüğün kaynağı da tanrı olacaktır. Bu da kabul edilemez bir durumdur. Çünkü kesin olan bir şey vardır: Zerdüşt, tanrıya kötülüğü hiçbir zaman yakıştırmamıştır. Bu konuda genellikle kabul edilen görüş, Ahura Mazda’nın iki ruh yarattığı, bu iki ruhun seçme özgürlüğü olduğu, Angra Mainyu’nun da kötülüğü seçtiğidir. Aydınlık ve ışığın temsil ettiği iyilik ile karanlığın temsil ettiği kötülük gerek fizik dünyasını gerekse ruh dünyasını elde etmek için savaşmaktadırlar. Bu dünya, Göğü Angra Mainyu’nun iblislerinden koruyacak yer olmalıdır. İnsanların da ruhları vardır; öte yandan fizik dünyada cisim kazanmışlardır. Her insan iyilik ile kötülük, ışık ile karanlık arasındaki bu savaşa katılmalıdır. Çünkü insan ruhu bu iki gücün çatışma alanıdır. Ruhun da süren bu savaşı hangi güç kazanırsa insan o tarafa yönelir. Zerdüşt, iyiliği seçip kötülüğü alt etmek isteyenlerin Ahura Mazda ile onun ruhsal yardımcılarına, yani Ölmez Azizlerle (amesha spentas) Tapınılası Varlıklar’a (yazatas) bağlanması gerektiğini bildirir. Ateş ve savaş kavramlarının açılımı göstermektedir ki, gerek Zerdüştçülükte gerekse Herakleitos’ta evren karşıtların birliği içinde varlığını sürdürmektedir. Karşıtların sürekli çekişmesi olmasa evrenin var oluşundan bahsedilemeyecektir. Karanlık da aydınlık da, kötülük de iyilik de birbirinden ayrılmaz: onların doğası bir ve aynıdır. Ateş ve savaş kavramları şeylerin kaynağı, karşıtlık ve birlik, bütünlük kavramlarını da içlerinde barındırmaktadırlar. Buna göre, Zerdüştçülük Orta Asya tasarımlarında olduğu gibi, doğaya benzeme eğilimli, eğilim gereği üretilen var oluş tasarımı belirleyici bir felsefe/inançtır. Dinsel sunular, inancı öne çıkarsalar da Zerdüştçülük, felsefe olduğunu ortaya koymak istercesine şeylerin kaynağı üzerine tasarım yapar. Şeylerin kaynağı ya ışık-karanlık karşıtlığı biçiminde algılanan bir gizil nesnellik ya da iyilik-kötülük karşıtlığı biçiminde tanımlanan bir niteleme olarak ifade bulur. Bu ifadeden anlaşılan ise, Zerdüştçülüğün karşıtlara, karşıtların aşılmasına dayalı bir öğreti olduğudur. Zerdüştçülükte var oluş ya da varlığa geliş felsefesi, Tanrı-doğa-insan ilişkisini, Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevrim üzerinde açıklar: Tanrı’nın kendi özünden saçılan ışığın dönüşümler geçirerek ve bu yolla kendi kendine yabancılaşarak evrende, duyu organlarıyla algılanabilir biçimler aldığını savunulur (Korkmaz, 2004, s. 7). D. Hume (1976), dönüşümler geçirerek algılanabilir biçimler alan, yani görünüşe taşınan somutluğu şöyle ifade etmiştir: “Mecusiler, her şeyin ilk ilkesi olan baştaki zekânın, kendisini dolaysız olarak ancak zihin ve anlıkta gösterdiğini söylerler; (bu zekâ) kendi imgesi olarak, gözle görünen evrene güneşi koymuştur: Parlak ışık, yeryüzüne ve gök kubbeye ışınlarını yayarken, göğün daha yükseklerindeki göklerin soluk bir kopyasını vermektedir (s.68).” Nitekim Güneş; Zerdüştçülükte, varlığa gelişin ilk nedeni olarak algılanan, Ahuramazda ile özdeşleştirilen, ışık ve ısı kaynağıdır. Bu yüzden Ahuramazda Güneş’in ruhudur, Güneş-Tanrı’dır. Herakleitos, karşıt olguları, olumlu ve olumsuz nitelemelerine göre belirleyerek ve nitelendirerek, bütünlük ve birlik diye adlandırabileceğimiz Tanrı’yı, bir tür karşıtların çelişmesi ve birliği (aşılması) olarak ortaya koyar. Nitekim “Herakleitos’a göre evren, Zeus’un bir oyunudur The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 108 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek yahut fiziğe uygun bir deyimle, ateşin kendisi ile oyunudur; bir olan, işte ancak bir anlamda, aynı zamanda çok olandır (Nietzche, 1992, s. 41)”. Eş deyişle, Herakleitos, Tanrı kavramı ile karşıtlığın yanı sıra birlik, bütünlük kavramlarını da belirlemektedir. Bütünlük ve birlik kavramlarının irdelenmesini, belli bir mantıksal kurala göre gerçekleştirir. Bu belirlenimde, karşıtların birbirleriyle çelişmesi saptandığı gibi, bu durumun tam tersine, karşıtların bu tür bir çelişme sonucu, birbirlerinden kopmadığı ve ayrılmadığı gözlenir. Burada, öğelerin birbirlerini tamamlamaları, eksiği gidermeleri söz konusudur. Bu ise, birbirini tamamlama, bütünleme olgusunu belirleyen, parçaların bütünü oluşturması eylemiyle gerçekleşir. Farklı bir deyişle, Herakleitos’a göre, aydınlık olmadan karanlık var olamayacağı gibi, karanlık olmadan aydınlıkta var olamamaktadır. Yalnızca, aydınlık ve karanlığın oluşturduğu sentez, aydınlık ve karanlık, tez ve antitez olarak aydınlık olma ve karanlık olma anlamını kazanır ve içerir. Zira onlar, bir bileşim’in iki ana evrensel öğesidir artık. Bu yüzden, karanlıksız aydınlık ve aydınlıksız karanlık düşünülemez. Aydınlık, karanlık ile birlikte, Karanlık da aydınlıkla bağlantıda algılanmakta ve düşünülmektedir. Aydınlık ve karanlık ile karanlık da aydınlıkla bağlantısı bir zorunluluk olarak belirlenmektedir, işte, bu zorunluluk, yeni bir kuralın ortaya çıkmasını sağlar. Artık, ortada, yeni ve başka bir durum vardır. Aydınlık ve karanlığın birbirleriyle geçiş bağlantısında düşünülebileceği gerçeğidir. Karanlığın kozmolojik varlığı, aydınlığın kozmolojik uzantısına, aydınlığın kozmolojik varlığı da, aynı varsayıma göre, karanlığın kozmolojik uzantısına bağımlıdır. Bunlar, kendilerine göre birer bütün ve aynı zamanda da, birer parçadırlar. Bu parçaların birleşimi sonucu, bir başka ve daha evrensel bir bütün elde edilir. Böylece ortaya bir bileşim çıkar. Bu karanlık ile aydınlığın tez ve antitez olarak zamansal birlik oluşturması demektir. İşte, bu birlik, zamansal bir bileşimdir. Karşıt öğelerden oluşmuş bir bütün olarak bir bileşimdir. Fakat Herakleitos felsefesinin salt Zerdüştçülüğe bağlanamayacağını hatırlatmadan geçmek de haksızlık olur. Zira Herakleitos’un felsefesi, Yunan dininden de büyük ölçüde izler taşır. Yunan dininin gelişme çizgisinde, tanrıların insanlaşarak -önce insan biçimi alarak, sonra da ahlakça yükselerek- adaletin gerçekleşmekte olduğu bir evrenin simgeleri haline gelmiş olduğu görülür. Bu açıdan bakınca, Yunan dinin gelişme çizgisi içerisinde önemli bir yer tutan Moria8’nın, gelişim sürecinde, dini özelliklerini beklide en fazla koruyarak, felsefi bir terim şeklinde yeniden ortaya çıktığı yer Herakleitos’tan başkası değildir. IV Felsefe teriminin, Yunaca philosophia sözcüğünün, Arapça’da aldığı biçim olduğu genel bir kabuldür. Philosophia ise, Eski Yunanca’da sevmek anlamına gelen philein ile bilgelik ya da bilginlik anlamına gelen sophia sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşmuştur. Sözcük anlamıyla bilgelik sevgisi, bilgiseverlik ya da bilgi sevdası gibi anlamlar taşımaktadır. “Platon’un öğrencilerinden Herakleides Pontikos’un söylediğine göre, philosophia deyimini ilkin Pythagoras (M.Ö. yaklaşık 570-495) kullanmıştır. Pythagoras kendine philosophos demiş. Çünkü ona göre Antik Yunan dininde her türlü insanlaşmaya karşı durabilen “Moria” (Kader), kendisine insan biçimi verilen bir tanrıça değildir. O, değişmezliğini sağladığı evren hakkında bir tür yasadır, ama bilinmeyen bir yasa. Moira, insanların oldukça göreli özgürlükleriyle ve kimi durumlarda neredeyse egemen tanrılar tarafından da tehlikeye atılan şeyleri yerli yerine koymak için, olayların akışına müdahale eder. Moria, insanların özgürlüğü ile tanrıların özgürlüğünün üstünde yer alan bir ilke oluşturur ve bu ilke, anlaşılmaz bir biçimde, dünyayı gerçekten bir Düzen, düzenli bir şey haline getirir (Bonnard, 2004, s.189). 8 The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 109 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek sophia, bilgelik, eksiksiz doğru yalnızca tanrılara yakışır; insana ise ancak philosophia, yani bilgeliği sevmek, dolayısıyla ona ulaşmaya çalışmak yaraşır.” (Gökberk, 1993, s.12-13). Fakat bu coğrafyada bilgiyi ve bilgeliği sevenler yalnızca Yunanlılar değildir. Zerdüştçülükte Mazda, dünyanın yaratıcısı, tüm iyiliklerin kaynağıdır. Avesta dilinde mazda bilgi, bilgelik demeye geldiği için Zerdüştçülük dinine inananlar peygamberlerini “bilgi seven” olarak adlandırmışlardır. “Tanrı ya da Ahura Mazda mutlak güçlülüğün, mutlak bilgeliğin simgesidir. Zaten Ahura efendi, Mazda bilge demektir (Timuçin, 1992, s. 77-78). Bu durumda, M.Ö. 7. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Zerdüşt’ün, M.Ö. yaklaşık 570-495 arasında yaşamış olan Pythagoras’tan etkilenmiş olması imkânsız gibi görünürken, Pythagoras’ın Zerdüşt’ten etkilenmiş olabileceği hiçte uzak bir ihtimal olarak görünmemektedir. Diğer taraftan, Pythagorasçıların dünya görüşlerinin düalist olması, iyinin karşısında kötünün yer alması, iyinin sınırlı, tek, yetkin iken, kötünün sınırsız, çift, yetkin olmayan olması, kendisinden sonra gelen pek çok dini ve felsefeyi etkilemiş düalist bir metafiziğe sahip Zerdüştçülük ile aralarındaki ikinci benzerliği oluşturmaktadır. Bugün bizim de kullandığımız felsefe deyiminin, Yunanca Philosophia sözcüğünden geldiği, bu sözcüğü ilk olarak Pythagoras’ın kullanmış olduğu ve Türkçeye de Arapça üzerinden felsefe biçiminde geçmiş olduğu doğru olabilir. Fakat Philosophia veya felsefe teriminin içerdiği bilgi sevgisi veya bilgelik sevgisi anlamını sadece ve sadece 6. yüzyılın Yunan kültüründeki gelişmeye borçlu olduğumuzu söylemek, en iyimser ifadeyle, aceleyle sarf edilmiş sözler ortaya çıkarır. Nitekim “Pythagoras’ın kişiliği sonraları öylesine efsanelere bürünmüştür ki, bu yüzden hayat ve öğretisi üzerine güvenilir, kesin bilgiler edinmek çok güçtür. Aristoteles, ‘Pythagorasçıların felsefesi’ demiştir, bu da Aristoteles’in elinde bile doğrudan doğruya Pythagoras’ın kendisinden kalmış ne bir yazının, ne de inanılır bir bildirinin bulunmadığını gösterir (Gökberk, 1993, s. 31)”. Pythagorasçılık, bir felsefe okulu olduğu kadar bir tarikattır. Timuçin’e (1992) göre, “Pythagoras kimsenin bilge olamayacağını, bilgeliğin tanrılara özgü olduğunu bildiriyordu. Ondan önce bu bilgi aklanı ‘bilgelik’ diye adlandırılıyordu ve bu bilgi alanını meslek seçen kişi, zengin ve yüksek bir ruhu varsa, bilge diye çağırılıyordu. Bir filozof, tersine, bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişidir (s. 125).” Zerdüşt dininin tinsel, bir anlamda felsefi niteliğinin çarpıcı olduğunu vurgulayan Eliade, bu niteliğin, Yunan Antik Çağı’nın Zerdüşt imgesine uygun olduğunu düşünür. Aristoksenos’a göre, Pythagoras Zerdüşt’ün öğrencisidir. Peygamberin, Tanrı’sına bilge diye seslenmesi, gerçeğin önemini yüceltmesi, sürekli iyi düşünceyi yardıma çağırması onun çağrısının yeniliğini ortaya koyar: Zerdüşt, bilgeliğin, yani ilimin ve kesin ve yararlı bilginin işlevini ve dinsel değerini öne çıkarmaktadır (Eliade, 2003, s. 385). V Son söz olarak söylenmesi gereken, Yunanlıların, kendilerinden önceki uygarlıkların omuzları üzerinde yükselerek büyük bir gelişme, büyük bir atılım, büyük bir sıçrama gerçekleştirmiş olduklarıdır. Yunanlıların bu övgüye değer, görkemli başarısı, salt kendi uygarlıklarının ürünü olmaktan çok, bütün eski uygarlıkların hazırlamış olduğu ortak bir süreçtir. Ne var ki, felsefenin doğuşunu tüm eski uygarlıkların katkı yaptığı bir süreç olarak görmek, Yunanlıların The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 110 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek sürece yaptıkları övgüye değer, görkemli katkılarını küçümsemek veya göz ardı etmek anlamına gelmemektedir. Antik Yunan, felsefenin doğuşu, gelişimi söz konusu olduğunda büyük, ama çok büyük öneme sahip bir uygarlıktır. Fakat bu büyük önem, gerçekçi bir bakışla anlaşılmaya çalışılmalıdır. Felsefenin bir mucize örneği olarak Yunan’da doğduğu, aniden ortaya çıkmış bir ürün olduğu şeklindeki abartılı ve gerçekçi olmayan düşünme biçimi bir kenara bırakılmalı, bunun yerine Yunanlıların felsefenin doğuşundaki rolleri tarihi süreç veya tarihsel süreklilik anlayışı içinde ele alınmalıdır. Felsefenin doğuşunu tek bir ulusun, uygarlığın ürünü ve dolayısıyla başarısıymış gibi görmek, Avrupa merkezci, oryantalist uygarlık tasarımının bir eseridir. Bu tasarım kendisini diğer toplumların ve uygarlıkların karşısında bağımsız bir toplum ve uygarlık olarak düşünmüş, özerk soyağaçları oluşturmuştur. Yapay bir Doğu-Batı ayrımı ile Yunanın Doğu ile bağını koparılmak ve bu yolla da Batı’yı Doğudan ayırmak, kendi içine kapamak veya diğer uygarlıkları dışlamak istenilmiştir. Böylece tarih her bir Batı uygarlığının başarı meşalesini bir sonrakine taşıdığı bir başarı öyküsüne dönüştürülmüştür. Bu hikâyede başlangıç noktası olarak Antik Yunan alınmakla kalınmamış, diğer uygarlıklar yok sayılmıştır. Bu konuda özellikle S. Amin (2007) ve M. Bernal (2003) önemli düşünceler öne sürmüşlerdir. Amin’e göre, “Yunanistan = Batı / Mısır, Mezopotamya, İran = Doğu karşıtlığı Avrupa merkezciliğin daha sonra uyduracağı sahte bir karşıtlıktır. Çünkü o dönemde sınır, bölgenin bütününe göre daha geri olan Batı’nın coğrafi olarak Avrupa ve Kuzey Afrika’yı kapsayan kesimi ile daha ileri olan Doğu arasındadır ve Avrupa, Afrika ve Asya’yı meydana getiren coğrafi bütünlerin uygarlık tarihi açısından hiçbir sürekliliği yoktur. Oysa Avrupa merkezcilik geçmişi, Akdeniz’i uzunlamasına kateden modern bölünmeye göre tasarlamaktadır (s. 44).” Bernal’a (2003) göre, Eski Yunanlılar Doğu dünyasının kültür alanı içinde yer aldıklarını gayet iyi biliyorlardı. Mısırlılardan ve Fenikelilerden öğrendikleri şeyleri yadsımadıkları gibi, Avrupa merkezciliğin onlara atfettiği Doğu karşıtı özellikleri benimsemiş de değillerdi. Tam tersine, mitsel de olsa, atalarından bazılarının Mısırlılardan geldiğine inanıyorlardı. Fakat 19. yüzyılda Kuzey Avrupa ırkçılığının sahneye çıkmasıyla, Avrupa uygarlığının beşiği Antik Yunan söylencesi ortaya atılmış ve Yunan’ı oluşturan Avrupa dışı unsurlar yok sayılmaya başlanmıştır. Oysa Bernal’a (2003) göre o kadar aşikârdı ki! Yunan’ın oluştuğu binyıl süresince Doğu Akdeniz’de tartışmasız en büyük uygarlığa sahip olan ülke Mısır’dır. Yunanlı yazarlar, yazılarında Mısır dinine ve kültürün diğer yönlerine olan borçlarından uzun uzadıya söz etmişlerdir. Besbelli, Mısır ile Yunan arasında bağlantı kurmanın önünde çok derin kültürel engeller vardır. Yunan tarihinin günümüzde öğretilen versiyonu -Yunanlıların kendileri kadar eski olmak şöyle dursun- ancak 1840’lar ve 1850’lerde geliştirilmiştir. Tarih yazıcılığında Fenikelilere karşı alınan tavır antisemitizmden derin bir şekilde etkilenmiştir. Diğer bir deyişle, Yunan’ın oluşumunda Fenikelilerin rolünün inkâr edilmesin nedeni antisemitizmdir; Mısırlıların görmezden gelinmesi ile Kuzey Avrupa ırkçılığında 19. yüzyılda yaşanan patlama arasında bağ çok açıktır. Oysa Doğu Akdeniz kültürel bir bütünlüktür (s.26). Yunan uygarlığı, kolonileştirmelerin ve daha sonra Doğu Akdeniz’in dört bir yanından yapılan alımlamaların bir karışımının bir sonucudur (s. 50). Felsefenin doğuşu ile ilgili farklı görüşler olması doğaldır. Fakat farklı uygarlıkların ortak ürünü olduğu açık iken, felsefenin doğuşunu sadece bir ulusa, bir uygarlığa mal etmek ve hatta birdenbire, mucize eseri doğduğunu söylemek pek doğal değildir. Farklı nedenlerden ötürü ortaya atılmış olan ve doğal olmayan bu görüşün doğru olmadığı her geçen gün biraz daha açığa The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 111 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek çıkmaktadır. Felsefenin doğuşunu tarihsel süreklilik içerisinde irdelemek ise düşünce ufkumuzu her geçen gün biraz daha genişletmektedir. KAYNAKLAR Amin, S. (2007). Avrupa-merkezcilik Bir İdeolojinin Eleştirisi (M. Sert, çev.). İstanbul: Çiviyazıları Yayınevi. Aristoteles. (1996). Metafizik (A. Arslan, çev.). İstanbul: Sosyal Yayınları. Arslan, A. (2008). Mesele Kitap Dergisi. O. Akınhay (Yay. Haz.). Felsefeyi Doğuran Şartlar, Demokrasiyi de Doğuran Şartlardır! (s.16), İstanbul: Angora Kitaplığı Basım Yayım Tanıtım Ltd. Bernal, M. (2003). Kara Atena (Ö. Buze, çev.). İstanbul: Kaynak Yayınları. Bettany, G. T. (2005). Dünya Dinleri Ansiklopedisi. İstanbul: Say Yayınları. Bilgin, M. S. (2003). Zarathuştra. İstanbul: Berfin Yayınları. Bonnard, A. (2004). Antik Yunan Uygarlığı I (K. Kurtgözü, çev.). İstanbul: Evrensel Basım Yayım. Brehier, E. (1969). Felsefe Tarihi (M. Katırcıoğlu, çev.). İstanbul: M.E.Basımevi. Burkert, W. (2012). Yunan Kültüründe Yakındoğu Etkileri (M.F. Yavuz, çev.). İstanbul: İthaki Yayınları. Eliade, M. (2003). Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi I (A. Berktay, çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Gökberk, M. (1993). Felsefe Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi. Gündüz, A. (2002). Mezopotamya ve Eski Mısır. İstanbul: Büke Yayınları. Herakleitos. (2005). Fragmanlar (C. Çakmak, çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Heredotos. (1973). Heredot Tarihi (P. Kuturman, çev.). İstanbul: Hürriyet Yayınları. Hume, D. (1976). İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma (O. Aruoba, çev.). Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları. Hume, D. (2004). Din Üstüne (M. Tuncay, çev.). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. İbn-i Haldun. (2004). Mukaddime II, (H. Kendir, çev.). İstanbul: Yeni Şafak. Korkmaz, E. (2004). Ansiklopedik Zerdüştlük Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi. Meriç, C. (1998). Umrandan Uygarlığa. İstanbul: İletişim Yayınları. The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113 112 Felsefenin Doğuşunu Tarihsel Süreklilik İçerisinde İrdelemek Nietzsche, F. (1992). Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe (N. Hızır, çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Russell, B. (1983). Batı Felsefesi Tarihi (M. Sencer, çev.). İstanbul: Say Kitap Pazarlama. Sayılı, A. (1991). Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayınları. Sevin, Veli, “Anadolu’da Pers Egemenliği”, Anadolu Uygarlıklar Ansiklopedisi II, C.2, Görsel Yayınları, İstanbul 1982, s: 317. Shakian, W. (1997). Felsefe Tarihi (A. Yardımlı, çev.). İdea Yayınevi. Solmaz, Y. S. (2004). Ateşe Tapmayanlar “Zerdüştiler”. İstanbul: Elma Yayınları. Tanilli, S. (1994). Yüzyılların Gerçeği ve Mirası. İstanbul: Cem Yayınları. Timuçin, A. (1992). Düşünce Tarihi. İstanbul: BDS Yayınları. Voltaire. (1995). Felsefe Sözlüğü I ( L. Ay, çev.). İstanbul: İnkılâp Kitabevi. 113 The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 35, Aralık 2016, s. 95-113