P 02

advertisement
POSTER BİLDİRİLERİ
PB 01
Depresyonda Afektif Mizaç Ve Dayanıklılık Arasındaki İlişki: Kontrollü Bir Çalışma
Sermin Kesebir*, Duru Gündoğar**, Yeliz Banu Küçüksubaşı*, Bülent Kadri Gültekin*
*Erenköy Rsheah
** Süleyman Demirel Üniversitesi, Psikiyatri AD.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, major depresif bozukluk tanılı olgularda afektif mizaç ile dayanıklılık arasında bir
ilişki olup olmadığını, bir ilişki mevcutsa eğer, bunun sağlıklı bireylerdekinden farklılaşıp farklılaşmadığını
araştırmaktır.
Yöntem: Bu amaçla DSM-IV’e göre Major Depresif Bozukluk (MDB) tanısı olan ve iyilik dönemindeki 100 olgu,
olağan poliklinik kontrolleri sırasında, ardışık olarak değerlendirilmiştir. Kontrol grubu, depresif bozukluklu
olgularla yaş ve cinsiyet yönünden benzer, daha önce psikiyatrik başvuru ve tedavi öyküsü olmayan 100 sağlıklı
bireyden oluşmuştur. Tanı görüşmeleri, SCID-I ile yapılmış, afektif mizaç, TEMPS-A (Evaluation of Temperament
Memphis, Pisa, Paris and SanDiego-Autoquestionnaire) Mizaç Ölçeği ile, dayanıklılık, YİPDÖ (Yetişkinler İçin
Psikolojik Dayanıklılık Ölçeği) ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Psikolojik dayanıklılık ile hipertimik mizaç arasında
hem depresyon olgularında hem de sağlıklı bireylerde güçlü bir ilişki saptanmıştır. Psikolojik dayanıklılık ile irritabl
ve anksiyöz mizaç arasında her iki grupta ters bir ilişki mevcuttur. Psikolojik dayanıklılığın kendilik algısı ve sosyal
yeterlilik altboyutu ile hipertimik mizaç arasında hem depresyon olgularında, hem sağlıklı bireylerde güçlü bir ilişki
saptanırken, her iki grupta gelecek algısı ile hipertimik mizaç arasında ve sosyal yeterlilik ile depresif ve siklotimik
mizaç arasında zayıf bir ilişki saptanmıştır. Kendilik algısı ile depresif ve anksiyöz mizaç arasında ise her iki
grupta orta derecede ve ters bir ilişki mevcuttur. Her iki grupta yapısal stil ile depresif ve siklotimik mizaç arasında
orta derecede bir ilişki saptanmıştır. Aile uyumu ile irritabl mizaç arasında depresif bozukluk tanılı olgularda ters
bir ilişki saptanırken, sağlıklı bireylerde aile uyumu ile depresif ve anksiyöz mizaç arasında güçlü, hipertimik
mizaç arasında zayıf bir ilişki saptanmıştır. Sosyal kaynaklar ile afektif mizaç tipleri arasında her iki grupta bir ilişki
gösterilmemiştir.
Sonuç: MDB’ta hipertimik mizaç ile psikolojik dayanıklılık arasında güçlü bir ilişki vardır. MDB’ta mizaç tipi ile
psikolojik dayanıklılığın aile uyumu alt boyutu arasındaki ilişki, sağlıklı bireylerdekinden farklılaşmaktadır.
PB 02
Depresif Bozuklukta Afektif Mizaç ve Dayanıklılık Arasındaki İlişki Çocukluk Çağı Travması Olan
ve Olmayan Olgularda Farklı Mıdır?
Duru Gündoğar*, Sermin Kesebir**, Yeliz Banu Küçüksubaşı**, Elif Tatlıdil Yaylacı**
*Süleyman Demirel Üniversitesi, Psikiyatri AD
** Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği
Amaç: Bu çalışmanın amacı, majör depresif bozukluk tanılı olgularda efektif mizaç ile dayanıklılık arasındaki
ilişkinin çocukluk çağı travması olan ve olmayan olgularda farklılaşıp farklılaşmadığını araştırmaktır.
Yöntem: Bu amaçla DSM-IV’e göre Majör Depresif Bozukluk (MDB) tanısı olan ve iyilik dönemindeki 100 olgu,
olağan poliklinik kontrolleri sırasında, ardışık olarak değerlendirilmiştir. Tanı görüşmeleri, SCID-I ile yapılmış,
afektif mizaç, TEMPS-A (Evaluation of Temperament Memphis, Pisa, Paris and SanDiego-Autoquestionnaire)
Mizaç Ölçeği ile dayanıklılık, YİPDÖ (Yetişkinler İçin Psikolojik Dayanıklılık Ölçeği) ile değerlendirilmiştir.
Çocukluk çağı travmasının (ÇÇT) varlığı Erken Travma Anketi ile belirlenmiştir.
Bulgular: MDB olgularında psikolojik dayanıklılık ile hipertimik mizaç arasında güçlü bir ilişki bulunurken, ÇÇT
olan olgularda psikolojik dayanıklılık ile depresif mizaç arasında orta derecede bir ilişki saptanmıştır. Psikolojik
dayanıklılık ile irritabl ve anksiyöz mizaç arasında her iki grupta ters bir ilişki mevcuttur. Her iki grupta psikolojik
dayanıklılığın kendilik algısı ve sosyal yeterlilik alt boyutu ile hipertimik mizaç arasında güçlü bir ilişki saptanırken,
gelecek algısı ile hipertimik mizaç arasında ve sosyal yeterlilik ile depresif ve siklotimik mizaç arasında zayıf bir
ilişki saptanmıştır.
Kendilik algısı ile depresif mizaç arasında ÇÇT olmayan olgularda orta derecede ve ters bir ilişki mevcuttur. Her
iki grupta yapısal stil ile depresif ve siklotimik mizaç arasında orta derecede bir ilişki saptanmıştır. Aile uyumu ile
irritabl mizaç arasında her iki grupta ters bir ilişki saptanırken, ÇÇT olan bireylerde aile uyumu ile depresif ve
anksiyöz mizaç arasında güçlü, hipertimik mizaç arasında zayıf bir ilişki saptanmıştır. Sosyal kaynaklar ile
depresif mizaç arasında çocukluk çağı travması olan grupta orta derecede bir ilişki gösterilmiştir.
Sonuç: Çocukluk çağı travması olan ve olmayan depresif olgularda mizaç ve dayanıklılık arasındaki ilişki
birbirinden farklılaşmaktadır.
PB 03
Bipolar Bozukluk Hastalarında Beyin Kökenli Nörotrofik Faktör (Bdnf) Geni Val66met Ve Val66val
Polimorfizmi İle Hastalık Özellikleri Ve Obsesif Kompulsif Belirti İlişkisi
Ekrem Hasbek*, Serap Erdoğan Taycan**, Aydın Rüstemoğlu**, Feryal Çelikel**, İlker Etikan**
*Sivas Devlet Hastanesi, Psikiyatri Kliniği
**Tokat Gaziosman Paşa Üniversitesi, Psikiyatri AD
Amaç: Bu çalışmada Bipolar Bozukluk (BB) hastalarında beyin kökenli nörotrofik faktör (brain- derived
neurotrophic factor=BDNF) geni val66met ve val66val polimorfizmi ile hastalık özellikleri ve obsesif kompulsif
belirtiler arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır
Yöntem ve Gereçler: Çalışmamıza klinik görüşme sonucunda DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre BB tanısı alan
106 gönüllü hasta dâhil edildi. Tüm katılımcılara Sosyodemografik ve Hastalık Bilgi Formu verildi ve DSM-IV
Eksen I Bozuklukları için Yapılandırılmış Klinik Görüşme, Maudsley Obsesif Kompulsif Soru Listesi (MOKSL),
Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ve Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ) uygulandı. Hastaların venöz kan örneklerinden
DNA izolasyonu yapılmış, elde edilen DNA’lar kullanılarak PCR-RFLP yöntemi ile BDNF gen polimorfizmine
bakılmıştır. İstatistiksel değerlendirme SPSS 19.0 versiyonu ile yapılmıştır.
Bulgular: Araştırmamıza alınan 106 hastanın 28’i (%26) BDNF val66met polimorfizmi taşırken, 78 hasta (%74)
BDNF val66val polimorfizmi taşıyordu. Alel sıklıklarına baktığımızda met aleli (%13), val aleli ise (%87) oranında
bulunmaktaydı. Hastalık belirtilerinin başlangıç yaşı karşılaştırıldığında val66met grubunda 28,11±11,09 iken
val66val grubunda 23,88±8,93 yaş olarak tespit edildi ve iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
bulundu (p=0.047). İki grup antidepresan ile tetiklenen manik atak varlığı açısından karşılaştırıldığında, val66met
grubunda val66val grubuna göre daha fazla sayıda hastada antidepresan ile manik atak tetiklendiği görüldü ve iki
grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark mevcuttu (x²= 5,797, p=0,029). Bunlar dışında çalışmada
incelenen diğer hastalık özellikleri açısından bir fark belirlenemedi. Her iki gruptaki OKB eştanı yüzdeleri, MOKSL
toplam ölçek ve alt ölçek puanları, BDÖ ve BAÖ puanları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
bulunamadı.
Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızın sonucunda 78 hastada BDNF val66val, 28 hastada ise val66met
polimorfizmi olduğu belirlendi, literatürdeki beyaz ırkta yapılan çalışmalarla genel olarak uyumluydu. Val66val
grubundaki hastalarda BB başlama yaşının val66met grubundakilere göre daha erken olduğu ve val66met
grubundaki hastalar arasında antidepresan ile tetiklenen mani atağına istatistiksel olarak anlamlı ölçüde daha
fazla rastlandığı belirlendi. Bu iki duruma ilşikin olası sebepler tartışıldı. KAYNAKLAR 1.Tsai SJ. Is mania caused
by overactivity of central brain-derived neurotrophic factor? Med Hypotheses. 2004; 62: 19-22. 2.Hong CJ,
Association study of a brain-derived neurotrophic-factor genetic polymorphism and mood disorders, age of onset
and suicidal behavior. Neuropsychobiology.
PB 04
Bipolar Bozukluğu Lityum, Valproik Asit Ya Da Atipik Antipsikotik Monoterapisi İle Remisyonda
Olan Hastaların Bilişsel İşlevleri
Vesile Şentürk Cankorur (1) ,Hilal Demirel(2), Sibel Çakır(3),Sermin Kesebir(4),E.Cem Atbaşoğlu (1)
(1)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
(2)Serbest
(3)İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
(4)Erenköy Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi
Amaç: Bipolar bozukluktaki bilişsel işlev kusurlarının ötimik dönemlerde de mevcut olduğuna işaret eden
çalışmalar vardır, ancak bunların ne kadarının ilaç yan etkisi olduğu tam olarak bilinmemektedir. Daha önceki
çalışmamızda, lityum (Li) ya da valproik asit (VPA) monoterapisi ile remisyonda olan hastaların bilişsel işlevleri
arasında fark bulunmazken her iki grubun kontrol gubuna göre kelime belleğinde bozulma bulunmuştu. Bu
çalışmada, atipik antipsikotik (AP) monoterapisinde olan üçüncü bir grup oluşturularak ve örneklem sayısı
genişletilerek, bilişsel işlevler ve bilişsel işlevler üzerindeki olası ilaç etkileri incelenmiştir.
Yöntem: Çalışmanın örneklemi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi (AÜTF) Psikiyatri Anabilim Dalı Erişkin
Polikliniği’nde Bipolar I ya da II tanısı ile izlenen, en az bir aydır remisyonda olan, Li (n=28), VPA (n=25) ya da
atipik AA (n=38) monoterapisi uygulanan 86 ötimik erişkin hastadan oluşmaktadır (30 erkek, 56 kadın). Bu
örneklem grubunda psikomotor hız, dikkat, bellek, görsel uzaysal beceriler ve yürütücü işlevler değerlendirilmiştir.
Ortalama yaş 36.6 ±12.2, eğitim süresi 12.4 ±3.9 yıl, monoterapi süresi 10.25 ± 18.93 ay, Hamilton Depresyon
Ölçeği puanı 3.31 ±3.67, Young Mani Değerlendirme Ölçeği puanı 1.31 ±2.43 olarak bulunmuştur.
Bulgular: Li grubu ile VPA grubu arasında bilişsel işlevler açısından anlamlı fark bulunmadı. Antipsikotik
grubunda işlem belleği performansı Li grubuna (WAIS-R Aritmetik 11.75 ± 4.07’ye 8.71 ± 3.31, p =0.01), görseluzaysal beceri ise VPA grubuna (WAIS-R Küplerle Desen 30.25 ± 6.82’ye 22.29 ± 10.16, p =0.005) göre daha
düşük bulundu. Tartışma: Daha önce gerek duygudurum dengeleyici gerekse AP ilaçların bilişsel işlevler üzerinde
hem olumlu hem olumsuz etkileri bildirilmiştir. Bu çalışma, AP’lerin bilişsel işlevler üzerinde olumsuz etkileri de
olabileceğine işaret etmektedir. Bu hipotez izlem çalışmalarıyla ele alınmaya değer olabilir. Anahtar Kelimeler:
Atipik antipsikotik, bilişsel işlevler, bipolar bozukluk, duygudurum
PB 05
Multiple Skleroz Öncesinde Bipolar Bozukluk: Bipolar Bozukluk Nörolojik Temelli Bir Hastalık
Olabilir Mi?
Tuğba Kara*, Özlem Girit Çetinkaya*, Ayşe Fulya Maner*, Belma Doğan Güngen**
*Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
**Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Özet: Multiple sklerozda nöropsikiyatrik belirtiler oldukça yaygındır. Multiple sklerozda psikiyatrik belirtilerin varlığı
hastalığın klinik olarak ilk ortaya koyulduğu zamandan beri bilinmesine rağmen bu konu son 20 yıldır daha
ayrıntılı çalışılmaktadır. Multiple skleroz ile bipolar bozukluk, majör depresyon, anksiyete bozuklukları, öfori, kişilik
bozuklukları gibi komorbid psikiyatrik bozukluklar bulunmaktadır.
Multiple sklerozda görülen psikiyatrik bozukluklar hastaların ailelerinde, işlerinde ve sosyal hayatlarında
bozulmalara yol açmakta, hayat kalitesini düşürmekte ve multiple sklerozun neden olduğu fiziksel yetersizlik
majör depresyonun nedeni olabilmektedir. Multiple skleroz ile birlikte ortaya çıkan majör depresyon multiple
sklerozun tedavi rejimine uyumu azaltmaktadır. Multiple Sklerozda bipolar bozukluk tahmin edildiğinden daha sık
görülmektedir.
Multiple Sklerozda görülen bipolar bozukluğun etyolojisine dair çalışmaların sayısı sınırlıdır ve bu çalışmalarda
genetik etkiler, ilaçların yan etkileri ve beyin demiyelinizan lezyonlara odaklanılmıştır.
Bu makalede bipolar bozukluğun eşlik ettiği bir multiple skleroz olgusu sunulmuştur. Multiple Skleroz ile bipolar
bozukluk ve majör depresyonun komorbid olduğu vakalarda manyetik rezonans görüntülerinin özellikleri, majör
depresyon ve bipolar bozukluk’ un etiyolojisi ve multiple skleroz için uygulanan tedavinin nöropsikiyatrik etkilerini
tartışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: multiple sclerosis, bipolar disorder, manyetik resonans görüntüleme
PB 06
Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalar Ve Birinci Derece Akrabalarında Mizaç Özelliklerinin
Karşılaştırılması Ve Kliniğe Yansımaları
Aylin Elri Arslan*, Feryal Çam Çelikel**, Serap Erdoğan Taycan**, İlker Etikan****
*Giresun Devlet Hastanesi, Psikiyatri Bölümü
**Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
***Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyoistatistik ve Tıp Bilişimi AD
Amaç: Bu çalışmada bipolar bozukluk tanılı hastaların mizaç özelliklerini belirlemek, klinik özelliklerle, işlevsellik
ve dürtüsellik düzeyleri ile ilişkisini araştırmak ve yanı sıra ailedeki mizaç özellikleri ile ilişkisini değerlendirmek
amaçlanmıştır. Hipotezimiz, hastaların kendi mizaç özellikleri ile ailesindeki bireylerin mizaç özellikleri arasında
bir ilişkinin bulunabileceği, hastalardaki baskın mizaç özellikleri ile dürtüsellik düzeyleri arasında doğru, işlevsellik
düzeyleri arasında ise ters yönde bir ilişkinin kurulabileceği yönündedir.
Yöntem: Çalışmamıza klinik görüşme sonucunda DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre bipolar bozukluk tanısı konan
ve halen remisyonda olan 60 hasta ve bu hastaların 60 sağlıklı birinci derece akrabaları dahil edildi. Tüm
katılımcılara Sosyodemografik ve Tıbbi Bilgi Formu verildi ve DSM-IV Eksen I Bozuklukları için Yapılandırılmış
Klinik Görüşme (SCID-I), afektif mizacı değerlendirmek için Memphis, Pisa, Paris ve San Diego Mizaç
Değerlendirme Anketi Türkçe formu/MPPS-MD (TEMPS-A) anketi ve Bipolar Bozuklukta İşlevsellik Ölçeği (BB-İ),
Barratt Dürtüsellik Ölçeği, 11. versiyon (BIS-11) uygulandı.
Bulgular: Bulgularımıza göre depresif mizaç kadınlarda daha sıktı; siklotimik mizaç erken hastalık başlangıç
yaşı, sinirli mizaç ise psikotik özellikli atak varlığı ile ilişkiliydi. En çok depresif ve endişeli mizacın işlevselliği
bozduğu; hipertimi dışında tüm mizaç özelliklerinin genel anlamda dürtüsellik düzeylerini arttırdığı; motor
dürtüselliğin tüm mizaç özellikleri ile dikkatle ilişkili dürtüselliğin ise depresif, siklotimik ve hipertimik mizaç ile
ilişkili olduğu gözlendi.
Hasta yakını grubunda en az bir baskın mizacı olan 29 hasta (%48) vardı. 15 kişide (%25) baskın mizaç depresif,
5 kişide (%8,3) sinirli, 4 kişide (%6,7) endişeli, 3 kişide (%5) siklotimik, 2 kişide (%3,3) hipertimik mizaca rastlandı.
Hasta ve hasta yakınları arasında yalnızca hipertimik mizaç (t=4,00, p=0,001) ortalamaları açısından istatistiksel
olarak anlamlı fark bulundu.
Tartışma: Bulgularımız, bipolar bozukluk hastalarının ataklar arası iyilik dönemlerinde bile afektif değişimler
yaşadığını ve hatta bu mizaç düzensizliklerinin etkilenmemiş akrabalarında da gözlendiğini ortaya koymakta ve
bipolar bozukluğun gelişiminde hipertimik mizacın ailesel, olasılıkla kalıtsal, temelini doğrulamaktadır.
PB 08
Depresyon Hastalarında Kişilik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Bengü Yücens, Mehmet Hakan Türkçapar, Erkan Kuru, Yasir Şafak, Mehmet Emrah Karadere
Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği
Amaç: Kişilik özellikleri, psikiyatrik rahatsızlıkların tanısının konması ve tedavisi için önemli faktörlerden biridir.
Literatürde depresyon hastalarında komorbid kişilik bozukluğunun kötü prognozla ilişkilendirilmesi hastalığın seyri
ve tedavi sürecinde kişilik özelliklerinin etkili olduğunu düşündürmektedir. Depresyon hastalarında kişilik
bozukluğu oranlarının sağlıklı kontrollere göre daha yüksek olduğu ile ilgili bir çok literatür bulunmaktadır. Bizim
bu çalışmadaki amacımız da depresyona eşlik eden kişilik özelliklerini tespit etmektir.
Yöntem: Çalışmaya, Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği’ne
başvuran; DSM-IV TR tanı ölçütlerine göre Major Depresyon tanısı almış 30 hasta ve 31 sağlıklı kişi alınmıştır.
Hastalara SCID-I, Sosyodemografik veri formu, Kişilik İnanç Ölçeği-Kısa Form (PBQ-STF) uygulanmıştır.
Bulgular: Çalışmaya katılan 61 hastanın 30’u depresyon, 31’i kontrol grubuna alındı. Çalışmaya katılanların 32’si
erkek, 29’u kadındı. Her iki gruptaki kadın erkek oranları birbirine benzerdi. Hastalara uygulanan PBQ sonucunda
depresyon hastaları ile kontrol grubu karşılaştırıldığında; bağımlı (p=0.001), pasif agresif (p=0.001), obsesif
kompulsif (p=0.004), antisosyal (p=0.001), paranoid (p=0.002), borderline (p=0.001), çekingen (p=0.001) kişilik alt
ölçek puanları depresyonu olan grupta kontrol grubuna oranla daha yüksekti ve bu fark istatistiksel olarak
anlamlıydı. Buna karşın her iki gruptaki narsisistik (p=0.513), histrionik (p=0.300), şizoid (p=0.043) kişilik alt ölçek
puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı.
Tartışma ve Sonuçlar: Elde edilen veriler sonucunda depresyonu olan hastalarda çekingen, bağımlı, obsesif
kompulsif, antisosyal, borderline kişilik özellikleri literatürle uyumlu olarak daha yüksek oranda tespit edilmiştir.
Paranoid ve histrionik kişilik özelliği ile ilgili sonuçlar literatürden farklılık göstermekle birlikte ve şizoid kişilik
özelliklerine ilişkin veriler değişkendir. Depresyona eşlik eden kişilik özelliklerinin tespit edilmesi, hastalığın
tanısının netleştirilmesi, tedavi sürecinin daha sağlıklı yürütülmesine yardımcı olacaktır.
PB 09
Erişkin Bipolar Ve Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğunun Nöropsikolojik Açıdan
Karşılaştırılması
Neslihan Levent *, Selim Tümkaya**, Figen Çulha Ateşçi**, Halide Tüysüzoğlu***, Nalan
K.Oguzhanoglu**, Gülfizar Varma** Osman Özdel**
*Kumluca Devlet Hastanesi
**Pamukkale Universitesi Psikiyatri AD
***Kastamonu Devlet Hastanesi
Bipolar ve Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu(DEHB)olan hastalarda aşırı konuşma, hareketlilik, dikkatsizlik,
dürtüsellik gibi örtüşen belirtilerin olması ve yüksek eştanı oranları bu iki hastalığın birbirleri ile bağlantılı
olabileceğini düşündürmektedir
1. Çalışmamızın amacı, bipolar ve DEHB’li erişkin hastaların nöroanatomik değişikliklerin bir yansıması olarak
düşünülebilecek nöropsikolojik bulgularını kontrol grubu ve kendi aralarında karşılaştırarak, bu iki bozukluk
arasındaki olası patofizyolojik ilişkiyi değerlendirmektir. Çalışmaya 66 bipolar bozukluk tanılı hasta, 62 Dikkat
eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanılı hasta ve 58 sağlıklı kontrol alındı. Katılımcılara sosyodemografik
veri formu, Hamilton Depresyon, Young Mani Derecelendirme Ölçeği, Wender
Utah Derecelendirme Ölçeği, DSM-IV Yapılandırılmış Klinik Görüşmesi SCID-I, Turgay’ın Erişkin Dikkat Eksikliği
Hiperaktivite Değerlendirme Ölçeği, Nörolojik Değerlendirme Ölçeği ve Nöropsikolojik testler uygulanmıştır. Yaş,
eğitim seviyesi ve cinsiyet açısından gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu (sırasıyla p=0.07, p=0.34, p=0.7).
Gruplar Wisconsin kart eşleme testi kurulumu sürdürmede başarısızlık dışında tüm nöropsikolojik testlerin alt
testlerinde anlamlı farklılıklar bulundu (p=0.000- p=0.018). İkili karşılaştırmalar yapıldığında bipolar hastalar sayı
dizisi, sözel bellek süreçleri testi, Wisconsin kart eşleme testi (WKET) ve stroop testlerinde kontrol grubuna göre
daha kötü performans gösterdi. DEHB’li hastalar ise stroop test ve sözel bellek süreçleri testinin tutarsızlık alt
testinde kontrollerden daha kötüydü.
Bipolar bozukluklu hastalar DEHB li hastalardan Stroop testi dışındaki tüm testlerde genel olarak daha kötü
performans gösterdiler. Buradan yola çıkarak bipolar bozukluklu hastaların dikkat açısından DEHB hastalarına
benzer bozukluklar gösterdiği fakat sözel bellek ve yürütücü işlevler alanlarında daha kötü performanslara sahip
olduğu söylenebilir.
PB 10
Bipolar Bozukluk Polikliniğinde İzlenen Hastaların Demografik Ve Klinik Özellikleri
Hidayet Ece Arat, Başak Bağcı, Onur Ulaş Ağdanlı, Havva Afşaroğlu, Ebru Onrat, Ayşegül Özerdem,
Zeliha Tunca
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Giriş: Bipolar Bozuk (BB) yaşam boyu yineleyici bir hastalıktır. Uygun koruyucu tedavi alarak düzenli izlenmeleri
hastalık epizodlarının yinelemelerini önleme, işlevselliği artırmada önem taşımaktadır. Hastaların özelleşmiş
polikliniklerde izlenmesi tedaviye katılımlarını artırmaktadır. Bu çalışmada Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi
(DEÜTF) Psikiyatri Bölümünün BB Polikliniğinde izlenen hastaların kayıtlarının dökümü yapılarak demografik ve
klinik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya 1 Ocak 2011 ile 15 Ağustos 2012 tarihleri arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi
Psikiyatri Bölümü, BB Polikliniğine başvurmuş olan hastalar alınmıştır. BB Polikliniği dosyaları ve hastanenin
Probel veri tabanı incelenerek, hastaların yaş, cinsiyet, tanı, son klinik durum, kullandığı ilaç tedavileri
değerlendirilmiş; verilerin istatistiksel analizleri SPSS 15.0 ile kategorik değişkenler için Ki-Kare, sürekli
değişkenler için nonparametrik Kruskal Wallis testleri uygulanarak yapılmıştır.
Bulgular: Hastaların tanı dağılımları; BB Tip-1 %58.9, BB Tip-2 %3.8, manik kayma %5.7, Şizoafektif Bozukluk
% 2.5, madde kullanımına bağlı duygudurum bozukluğu % 0.8, Siklotimik Bozukluk % 0.3, BB tanısı olup alt tipi
belirlenememiş hasta oranı %28.1 idi. Tüm hastaların yaş ortalaması 42.91±14.01 idi. Tanı alt gruplarının yaş
ortalamaları farklı değildi (p=0.063). Hastaların % 61.3’ü kadın, %38.7’si erkekti. Hastaların cinsiyet dağılımları
tanılarına göre farklı değildi (p=0.094). Hastaların %57.2’si lityum, %48.2’si valproat, %64.9’u atipik antipsikotik
kullanıyor, %1.6’sı ilaçsız izleniyordu.
Duygudurum dengeleyici (DDD) monoterapi %20.7, ikili DDD % 6.5, üçlü DDD % 0.3, tek DDD ve antipsikotik
kullanımı %39.2, ikili DDD ve antipsikotik kullanımı %15.3, üçlü DDD ve antipsikotik kullanımı % 0.3, bir veya
daha fazla antipsikotik kullanımı %3, DDD ile birlikte antipsikotik ve antidepresan kullanımı %7.6, DDD ve
antidepresan kullanımı %4.9 idi.
Sonuç: Hastaların % 3.8’i BB Tip 2 tanısı ile izlenmektedir. Bu bulgu, literatürde tanımlanmış olan %10- 15’lik
oranın altındadır. Bu durum çalışmanın retrospektif olması, alt tipi belirlenemeyen hasta grubunun fazla sayıda
olması ya da BB Tip 2 tanısının gözden kaçırılıyor olmasıyla ilişkili olabilir.
PB 11
Akut Manide Elektrokonvulsif Terapi Ne Zaman Yapılmalı?
Ömer Faruk Uygur, Bilge Burçak Annagür
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
Giriş: Elektrokonvulsif terapi (EKT) 1938 den buyana duygudurum bozukluklarınıda içeren birçok psikiyatrik
bozukluğun tedavisinde güvenle uygulanmaktadır. Günümüzde psikofarmakoloji alanında hızlı ilerlemelere
rağmen özellikle dirençli olgularda EKT halen etkili bir tedavi olarak uygulanmaktadır. Bu yazıda bir olgu
üzerinden akut manik epizotta EKT’nin yeri tartışılmıştır.
Olgu: A.K, kadın, 42 yaşında, bekâr, üniversite mezunu, çalışmıyor. Ailesi acil servise garip davranışları,
konuşmaları, uykusuzluğu, aşırı öfkeliliği olması üzerine getirdi. Hastanın acil servise getirilmeden önceki 3 gün
evdeki tüm eşyaları çöpe atma şeklinde garip davranışları, aşırı sinirliliği, uykusuzluğu olmuş. Gebe olduğunu,
karnında 11 bebek olduğunu söylüyormuş. İlk ruhsal muayenesi: Kendine olan ilgi ve bakımı azalmış, oldukça
ajite, görüşmeyi reddediyor, hasta olmadığını düşünüyordu. Düşünce akışı hızlı, düşünce içeriğinde evli ve hamile
olduğuna yönelik delüzyonel düşünceleri vardı. Görsel varsanıları mevcuttu. Duygulanımı öfkeli. Psikomotor
ajitasyonu mevcuttu. Hastanın nörolojik muayenesi ve beyin MR görüntüsü normaldi. Hasta psikotik belirtili manik
epizod tanısı düşünülerek psikiyatri kliniğine yatırıldı.
Hastaya Zuclopentiksol depot 200 mg yapıldı, Olanzapin 15mg/gün p.o, lityum 600 mg/gün tedavisi başlandı.
Yatışının 6. Gününde yüksek dozlarda antipsikotik uygulanmasına rağmen süreğen ve şiddetli ajitasyonunun
olması, psikotik düşüncelerinin devam etmesi, ilaç alımını reddetmesi üzerine hastaya EKT yapılması planlandı.
Hastaya gün aşırı 8 kez EKT uygulandı. 6.EKT sonrasında psikotik belirtilerinde ve ajitasyonunda azalma oldu.
Uykusu düzeldi, ilaçlarını almaya başladı ve tedavi için işbirliği kurdu. İlaç alımını kabul etti, psikotik düşünceleri
kayboldu.
Tartışma: Elektrokonvulsif terapi klinik pratikte özellikle katatonik tip şizofreni, özkıyım riski yüksek major
depresyon ve bipolar depresyon ve postpartum psikotik bozukluklarda ilk seçenek tedavi olarak düşünülse de
akut manideki yeri tartışmalıdır. EKT’ye yanıt oranı tedaviye dirençli olgularda yaklaşık %60-70 olarak
bildirilmiştir. Bu olguda antipsikotik tedaviye yanıt alınamayan ve EKT ile hızlı düzelme gösteren psikotik belirtili
akut manik epizot geçiren bir hasta sunulmuştur. Bizim sunduğumuz olguda EKT ile hızlı düzelme saptanmıştır.
Özellikle psikotik belirtilerin yüksek olduğu ve agresyonun yüksek olduğu durumlarda EKT tedavisi
düşünülmelidir. Bu belirtilerin ön planda olduğu hastalarda zaman kaybetmeden ilk seçenek olarak EKT
uygulaması yapılabilir.
PB 12
Tek Uçlu Ve İki Uçlu Depresif Bozukluk Tanılı Hastalarda,B12 Vitamini Ve Folat Düzeyleri
Yaprak Çilem Yalçın Arslan, Nefize Yalın, Ayşegül Özerdem, Zeliha Tunca
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
Giriş: Folat ve B12 vitamini eksiklikleri duygudurum bozuklukları, bilişsel bozukluklar gibi birçok nöropsikiyatrik
hastalığın patogenezinde rol oynar. Depresyonda, plazma folat düzeyleri düşük ve homosistein düzeyleri yüksek
bulunmuştur. Bazı klinik çalışmalarda, folat ve B12 vitamini desteğinin antidepresanlara yanıtı arttığı
gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı iki uçlu ve tek uçlu depresif bozukluk tanılı hastaların atak sırasında ölçülen
B12 vitamini ve folat düzeylerini birbirleriyle ve kontrol grubuyla karşılaştırmaktır.
Yöntem: Çalışma geriye dönük bir çalışmadır. Hasta grubu Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri
Servisi’ne son beş yıl içinde iki uçlu ve tek uçlu depresif bozukluk tanısı ile yatarak tedavi edilmiş, 19-82 yaşları
arasındaki 331 hastadan, kontrol grubu Temmuz 2007-Temmuz 2008 tarihleri Dermatoloji Polikliniği’ne başvuran
18-64 yaşları arasındaki 1440 hastadan oluşturulmuştur. Hasta ve kontrol grubunun, B12 vitamini ve folat
değerleri hastanenin merkez laboratuarının veri tabanından sağlanmıştır.
Bulgular: Çalışma grubunun %14,7’si (s=260) tek uçlu, %4’ü iki uçlu depresyon (s=71), %81.3’ü kontrol grubunu
(s=1440) oluşturmuştur. B12 vitamini ve folat değerleri normal dağılımda olmadığı için logaritmik transformasyon
değerleri karşılaştırılmıştır. Üç grup arasında ortalamaları farklı bulunmamıştır (ANOVA, p=0.091). Tek uçlu
(405.98±288.08) ve iki uçlu depresyon (439.95±240.30) tanılı hastaların B12 VİTAMİNİ vitamini ortalamaları
kontrol grubundan (343.97±195.73) daha yüksekti (ANOVA, p=0.0001, post-hoc Bonferroni, p=0.003 ve
p=0.002). Tek uçlu (7.52±4.13) ve iki uçlu depresyon tanılı hastaların (7.17±4.34) folat ortalamaları ise kontrol
grubundan (8.67±4.28) düşüktü (ANOVA, p=0.0001, post-hoc Bonferroni, p=0.0001ve p=0.003). Tekuçlu ve
ikiuçlu depresyonda B12 vitamini ve folat ortalamaları farklı değildi. B12 vitamini ve folat düzeyleri yaş ile pozitif
bağıntılı idi. Kadınlarda sadece folik asit ortalamaları tekuçlu depresyonda (7.59±3.89), kontrollerden düşükken
(Bonferroni, p=0,0001), ikiuçlu depresyonda(7.67±4.58) farklı değildi (Bonferroni, p=0.085).
Sonuç: Hem iki uçlu hem de tek uçlu depresyonda serum folat düzeyinin kontrol grubundan düşüklüğü literatür
ile uyumludur. Özellikle tek uçlu kadın depresif hastalarda folat düşüklüğün saptanması önemlidir. B12 vitamininin
beklenenin aksine depresyon hastalarında daha yüksek saptanması kliniğimizde B12 vitamini hızlı saptanarak
replase edilmesi ile ilişkili olabilir.
Anahtar kelimeler: depresyon, iki uçlu, folat, B12 vitamini
PB 13
Paylaşılmış Psikotik Belirtilerle Başlayan İki Uçlu Duygudurum Bozukluğu
Güneş Şayan Can, Deniz Ceylan, Berna Binnur Akdede, Tunç Alkın
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Giriş: Paylaşılmış psikotik bozukluk (Folie a deux) ender görülen ve sıklıkla şizofreni hastalarında tanımlanan
klinik bir sendromdur. Bu sunumda, ilk psikiyatrik başvurusunda şizofreniform bozukluk tanısı almış, uzun dönem
izleminde tanısı İki Uçlu Duygudurum Bozukluğu olarak değiştirilmiş bir paylaşılmış psikotik bozukluk olgusu
tartışılacaktır.
Olgu: 23 yaşında, erkek olgunun 2010 yılı ocak ayında bir şirkette staj yapmaktayken mutsuzluk, isteksizlik, staj
yaptığı şirkete zarar ettirdiği, şirketin adamlarının kendisini takip ettiği, ailesinin ve kendisinin zarar göreceği
yakınmaları başlamıştır. Bu sürede olgunun internet aracılığıyla yakın iletişimde olduğu annesinde benzer
düşünceler başlamıştır. Paylaşılmış psikotik bozukluk tanısıyla psikiyatri servis yatışı yapılan hasta Şizofreniform
bozukluk ve Paylaşılmış Psikotik Bozukluk tanıları ile taburcu edilmiştir. Ayaktan izlemi yapılan olgunun tanısı 2
yılın sonunda İki Uçlu Duygudurum Bozukluğu olarak değiştirilmiştir.
Tartışma: İki Uçlu Duygudurum Bozukluğunda paylaşılmış psikotik belirtilerin ortaya çıkışı nadir görülen bir
durumdur. Dikkat edilmesi gereken husus hastalığın ilk ortaya çıkışında görülen bu durumun, hastalığın tanısını
zorlaştırmış ve geciktirmiş olmasıdır. Bu olgu; paylaşılmış psikotik bozukluk olgularının klinik izleminde ve ayırıcı
tanısında duygudurum bozukluklarının daha ayrıntılı değerlendirilmesi gerektiğini göstermiştir.
Kaynaklar:
1. Patel AS, Arnone D, Ryan W. Folie a deux in bipolar affective disorder: a case report. Bipolar Disord 2004; 6:
162–165.
2. Arnone D, Patel A, Tan GM . The nosological significance of Folie à Deux: a review of the literature. Annals of
general Psychiatry 2006; 5:11.
PB 14
Şanlıurfa’da Bir Devlet Hastanesi Aciline İntihar Nedeniyle Başvuruların Değerlendirilmesi
Abdullah Atli, Mahmut Bulut, Sever Beşaltı, Mehmet Cemal Kaya, Mehmet Güneş, Yasin Bez, Aytekin
Sır
Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Şanlıurfa Balıklıgöl Devlet Hastanesi
Amaç: İntihar istemli olarak kişinin yaşamına son vermesidir. Ciddi bir halk sağlığı problemi olup Dünya Sağlık
Örgütüne göre her yıl bir milyondan fazla insan intihar etmektedir ve dünyada yaşanan ölümlerin %2’si intihar
nedeni iledir (1). Bu çalışmada amacımız Şanlıurfa ilinde intihar girişimi nedeni ile acil servise başvuran hastaların
özelliklerini ortaya koymaktır.
Yöntem: Türkiye’nin güneydoğu illerinden Şanlıurfa ilindeki iki hastaneden küçük olan Balıklıgöl Devlet Hastanesi
acil servislerine suisit girişimi nedeniyle başvuran bireyler çalışmaya dâhil edildi. Bireylerin tıbbi kayıtlarına
ulaşıldı. Klinik ve fenomenolojik özellikleri kaydedildi ve incelendi.
Bulgular: 2011 yılı içinde hastane acil servisine 227 kişinin suisid girişimi nedeni ile başvurduğu anlaşıldı.
Bunların 177 (%78)’si bayan, 78 (%22)’i erkekti. Hastaların %57’si 15-24 yaş aralığındaydı ve %51’i evliydi. En
sık intihar şeklinin yüksek doz ilaç alma olduğu tespit edildi. İntihar girişimlerinin yaklaşık yarısının (%49,8) 16-24
saatleri arası gerçekleştirildiği görüldü. En sık intihar nedeni ise aile içi sorunlar olarak bildirilmişti (%37,9).
Sonuç: Araştırmamızda Şanlıurafa’da bir devlet hastanesi acil servisine intihar nedeni ile yapılan başvuruların
büyük bir çoğunluğunu kadınların oluşturduğu görülmüştür. Başvuruların yarısından fazlasının evli olup, 15-24
yaş aralığında olması bu bölgede aile içi sorunların intihar girişimeri için önemli bir risk faktörü olduğunu
düşündürmektedir.
Depresyon, borderline kişilik özellikleri, fiziksel-cinsel travma, impulsivite gibi intihar açısından risk oluşturan
nedenler arasında aile içi sorunların da bulunduğu daha önceki çalışmalarda bildirilmiştir (2). Dünya Sağlık
Örgütünün 2002 yılında yayınladığı rapora göre 15-44 yaş arası ölüm nedenleri içinde intihar dördüncü sırada yer
almıştır (3). Sonuç olarak Şanlıurfa ilinde intihar girişimi ayrıntılı olarak ele alınması gereken ciddi bir halk sağlığı
sorunudur.
Kaynaklar:
1.Bondy B, Buettner A, Zill P. Genetics of suicide. Mol Psychiatry 2006; 11: 336-51.
2. Chloe A. Hamza, Shannon L. Stewart, Teena Willoughby Examining the link between nonsuicidal self- injury
and suicidal behavior: A review of the literature and an integrated model Review Article Clinical Psychology
Review, Volume 32, Issue 6, August 2012, Pages 482-495
3. Krug, E. G., Dahlberg, L. L., Mercy, J. A., Zwi, A. B., & Lozono, R. (Eds.). (2002). World report on violence and
health. Geneva: World Health Organization
PB 15
Nitratların Anksiyete Ve Depresyon Oluşturmaya Etkileri Var Mı?
Yuksel Kıvrak*, Adnan Özçetin**, Yelda Yenilmez*, Yusuf Ersan*, Ahmet Ataoğlu**
*Kafkas Ü. Tıp Fakültesi
** Düzce Ü. Tıp Fakültesi
Amaç: Gıdaların korunma ve saklanması için yaygın olarak kullanılan nitrat ve nitritler methemglobinemiye yol
açmakta ve kanda O2 taşınmasını zorlaştırmaktadır. Ayrıca nitrit skonder aminlerle reaksiyona girer ve
nitrozaminler oluşur. Bunların ise kanserojenik, mutajenik, teratojenik özellikleri vardır(1)(2). Bununla beraber
dışardan alınan nitratların depresyon ve anksiyete üzerindeki etkileri yeterince aydınlatılmamıştır. Bu çalışmanın
amacı nitratın, nitrat ve C vitamininin farelerde oluşturulmuş depresyon ve anksiyete modeli üzerindeki etkilerini
araştırmaktır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya 30 tane 4 aylık, erkek, sağlıklı 30,8 ± 1.18 g ağırlığında Swiss albino cinsi
fareler alındı. Fareler random olarak üç gruba ayrıldı. Sırasıyla izotonik (NaCl), NaNO2 100 mg/kg/gün, VitC 10
mg/kg/gün + NaNO2 100 mg/kg/gün olacak şekilde 90 gün boyunca oral olarak verildi. Açık alan (open-field) testi
ve kuyruktan asma testi uygulandı.
Bulgular: NaNO2 ve Vitamin C+ NaNO2 verilen fareler NaCl verilen (kontrol grubu) farelerle açık alan testi
(kaşınma, kare, şahlanma ve dışkılama) ve kuyruktan asılma (immobilizasyon) testi açısından karşılaştırıldı.
Hayvan modellerinde anksiyete benzeri durumun belirlenmesinde kullanılan açık alan testinde gruplar arasında
istatistiksel olarak fark bulunamadı. Depresyon modeli olan kuyruktan asılma testinde immobilizasyon süresi
kantrol, NaNO2,Vitamin C+ NaNO2 verilen gruplarda sırası ile (ortalama±standart hata) 95.80±12.98,
147,33±14.05, 160,80±14.01 olarak ölçüldü. ANOVA testinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p=0.005).
Çoklu karşılaştırma (LSD) testinde ise kontrol grubu ile NaNO2 ve Vitamin C+ NaNO2 verilen fare grupları
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardı (sırayla p=0.014 ve p=0.002), (Tablo 2). Ancak NaNO2 ile
Vitamin C+ NaNO2 verilen gruplar arasında ise istatistiksel fark yoktu (p=0.497).
Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızda nitritin fare kuyruktan asma testi depresyon modelinde hareketsizlik
süresini artırdığını, depresyona sebeb olabileceğini, vit C uygulamasının yeterince koruyucu olamayabileceğini
bulduk. Askorbik asitin nitrit ve nitrozamine bağlı genotoksisiteyi ve sitotoksisiteyi azaltmaktadır(3). Depresyon
modelinde etkilememesinin sebebi farklı dozlarda uygulamayı yapmamamız olabilir. Çalışmamızda elde edilen
sonuçların genelleştirilebilmesi için geniş ölçekli çalışmaların uygun olabileceğini düşünmekteyiz.
Kaynaklar
1. Connolly D, Paull B. Rapid determination of nitrate and nitrite in drinking water samples using ion-interaction
liquid chromatography. Analytica chimica acta. 2001;441(1):53–62.
2. Roberts TA, Dainty RH. Nitrite and nitrate as food additives: rationale and mode of action. Ellis Horwood
PB 17
İntihar Davranışında Tiroid Fonksiyonları
Gazi Unlu, Mustafa Alper, Emre Aydemir, Abdullah Bolu, Murat Erdem, Mehmet Ak
GATA Psikiyatri AD
Giriş: İntihar davranışının, genellikle umutsuzluk, engellenmiş istekler, baş edilemeyen stres veya çaresizlik gibi
hislere karşı tepkisel olarak ortaya çıktığı bilinmektedir (1). İntihar eden veya intihar girişiminde bulunan kişilerin
%94’ünde en az bir ruhsal hastalık bildirilmektedir (2, 3). Troid fonksiyonlarının insan davranışlarını belirgin bir
biçimde etkiledikleri bilinmektedir.
Hipertiroidi hastalarda anksiyete, gerginlik, irritasyon ve labil duyguduruma neden olurken hipotoidi depresif
semptomlara neden olduğu bilinmektedir. Bu çalışmadaki troid fonksiyonlarının intihar davranışı üzerine etkilerini
araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: GATA Psikiyatri kliniğinde intihar girişimi nedeni ile yatırılan 50 hastanın klinik verileri
incelendi. Hastaların tiroid fonksiyonlarını gösteren biyokimyasal testleri incelendi. Bu sonuçlar sağlıklı kontrol
grubu ile karşılaştırıldı. Elde edilen veriler SPSS programı kullanılarak analiz edilmiş, değişkenler arasındaki
farkların anlamlılık oranları, cinsiyete göre dağılımlar elde edilmiş ve tartışılmıştır.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 25.83±5.89’di. Kontrol grubunun yaş ortalaması 26.46±6.54’tü. Hastaların
T3 seviyeleri 3.27±0.24 kontrol grubunun ise 3.29±0.58’di. Hastaların T4 seviyeleri 0.86±0.10, kontrol grubunun
ise 1.17±0.22 idi. Hastaların T4 seviyelerinin kontrol grubuna göre anlamlı şekilde düşük olduğu görüldü.
Tartışma: Hastaların T4 seviyelerinin anlamlı şekilde düşük olması bu patolojinin depresif semptomlara neden
olmasının getirmektedir. Bu konuda yapılacak geniş katılımlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Kaynaklar:
1) Karamustafalıoğlu O, Özcelik B, Bakım B, Ceylan YC, Yavuz BG, Güven T, Gönenli S. İntiharı öngörebilecek
bir araç: Hastane anksiyete ve depresyon ölçeği. Düşünen Adam: Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Dergisi 2010;
23:152-157.
2) Roy A, Psychiatric Emergencies: In Sadock BJ, Sadock VA (editors). Comprehensive Textbook of Psychiatry.
Seventh edition, Baltimore: Lippincott Williams & Wilkins, 2000, 2031- 2040.
3) Bolu A, Doruk A, Ak M, Özdemir B, Özgen F. Uyum Bozukluğu Olgularında İntihar Davranışı. Düşünen Adam
Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Dergisi 2012;25:58-62.
PB 18
İntihar Girişimi Nedeniyle Konsulte Edilen Olgularda Başa Çıkmatutumları
Şükriye Boşgelmez
Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği
Amaç: İntihar girişimi nedeniyle konsulte edilen olgularda başa çıkma tutumlarını belirlemek. Yöntem: 1Şubat
2008-31 Mart 2009 arasında intihar girişimi nedeniyle konsulte edilen 51 hasta çalışmaya alınmıştır.
Sosyodemografik bilgi formu ve Başa Çıkma Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği (COPE) kullanılarak veriler
toplanmıştır. Sonuçlar tanımlayıcı istatistiklerin yanı sıra nonparametrik testlerle (Mann-Whitney U) kullanılarak
değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Çalışmaya katılanların %84.3’ü (n=43) kadın, %15.7’si (n=8) erkekti. Yaş ortalaması 25.06±7.425
(aralık 17-44), çoğunluğu lise düzeyinde eğitim almıştı (n=20, %39.2). %45.1’i bekar (n=23); %41.2’si evliydi
(n=21). %74.5’inde (n=38) daha önce girişim yoktu; 13 kişi ( %25.5) daha önce intihar girişiminde bulunmuştu.
%62.7 ‘si (n=32) intihar girişimi öncesi tetikleyici bir olay bildiriyordu. En yüksek COPE puan ortalaması dini
olarak başa çıkma (12.27±3.38), en düşük puan ortalaması şakaya vurma (6.92±2.80) maddelerindeydi.
Hastaların %35.3’ü (n=18) major depresif bozukluk (MDB), %11.8 (n=6) depresif duygudurumu ile giden uyum
bozukluğu tanısı aldı. Uyum bozukluğu tanısı alanlarla ve MDB tanısı alanlar arasında COPE puan ortalamaları
arası fark yoktu.
İntihar girişimi öncesi tetikleyici olay bildiren, MDB tanısı almayan hastalarla MDB tanısı alan hastaların ortalama
COPE puanları karşılaştırıldığında tetikleyici olay bildiren ancak MDB tanısı almayan hastaların sorun odaklı başa
çıkma tutumlarından olan yararlı sosyal destek kullanımı ve geri durma puanlarının daha düşük olduğu saptandı
(sırasıyla p= 0.014, z=2.46; p=0.010, z=2.57).
Tartışma: Daha önceki çalışmalar intihar girişiminde bulunan kişilerde sosyal desteğin önemini vurgulamaktadır.
Stresli yaşam olayları karşısında sosyal desteğin kullanımı MDB tanısı olmayan kişilerde etkili bir başa çıkma
tutumu olabilir.
PB 19
Bipolar Bozukluk I Tanılı Ötimik Hastalar Ve Birinci Derece Akrabalarında Tepki Ketleme
Ceren Hıdıroğlu*, Ayşe Er*, Gizem Işık**, Deniz Ceylan***, Serhat Taşlıca*, Ayşegül Özerdem*,***
* Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Sinirbilimleri AD
** Ekonomi Üniversitesi Psikoloji Bölümü
*** Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Amaç: Dürtüsellik artışı birçok psikiyatrik hastalıkta görülür. Tepki ketleme (response inhibition), artmış dürtüsellik
göstergelerinden biridir. Bipolar bozuklukta dürtüsellik ve tepki ketlemede bozulma hastalık dönemlerinin yanı sıra
ötimi döneminde bile sürmekte, hastaların sağlıklı akrabalarında da gözlenmektedir. Bu özellikleriyle bir
endofenotip adayıdır. Tepki ketleme, değişen koşullarda, gerekli olmayan ve uygunsuz olan davranışın
bastırılmasıdır. Stop-Sinyal(Dur Sinyali) testi, başlamış olan tepkinin bastırılmasını değerlendiren davranış temelli
bir testtir. Bu çalışmada, bipolar bozukluk I tanılı ötimik hastalar ve hastalıktan etkilenmemiş birinci derece
akrabalarında tepki ketleme davranışının, sağlıklı kontrollerle karşılaştırmalı olarak incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya, 18–65 yaş arası, bipolar bozukluk I tanılı 20 ötimik hasta, 13 birinci derece akraba ve
hastalar ile yaş, cinsiyet ve eğitim bakımından uyumlu 20 sağlıklı kontrol alınmıştır. Tepki ketleme davranışı StopSinyal(Dur Sinyali) Testi ile değerlendirilmiştir.
Üç gruba ait, “doğruluk skorları” ve “stop sinyal tepki süresi(SSTS)” çok yönlü varyans analizi ile karşılaştırılmıştır.
Doğruluk skorları kişinin “dur” ve “git” durumlarında ne kadar başarılı olduğunu gösterir. “Stop sinyal tepki
süresi(SSTS)” ise kişinin tepki ketleme sırasındaki kontrolü hakkında bilgi vermektedir. Bulgular: Üç grup
arasında yaş(p=0,85), cinsiyet(p=0,56) ve eğitim(p=0,51) bakımından fark görülmemiştir. Stop-Sinyal testinde
“doğru git” deneme sayısı üç grup arasında farklılık göstermiştir(p=0,007). Bipolar hastalar,
akrabalardan(p=0,043) ve sağlıklı kontrollerden(p=0,011) “git” denemelerinde anlamlı olarak daha az doğru
basmıştır. “Git” denemelerinde basmama ya da geç kalma sayısı gruplar arasında farklılık
göstermektedir(p=0,08). Bu farklılık bipolar hastaların, sağlıklı kontrollerden anlamlı olarak daha başarısız
olmalarından kaynaklanmaktadır(p=0,006).
Stop sinyal tepki süresinde(SSTS), 3 grup arasında anlamlı fark bulunmamasına rağmen(p=0,119),
hastalarda(316,65± 20,58), akraba(298,22± 26,69) ve sağlıklı kontrollere(304,75± 29,49) göre uzama olduğu
gözlenmiştir. 3 grup arasında “dur” denemelerindeki doğru cevap sayısı(p=0,666) ve “durlarda basma” sayıları
arasında fark yoktur(p=0,561).
Sonuçlar: Çalışmanın bulguları literatür ile uyumlu olarak, bipolar bozukluk tanılı hastaların sağlıklı kontrollere
göre tepki ketleme sırasında başarısızlık yaşadıklarını göstermektedir. Stop sinyal tepki süresindeki(SSTS)
uzama, önceki çalışmalarla birlikte değerlendirildiğinde, hastaların tepki ketlemedeki kontrolsüzlükleri ile
açıklanabilir. Akraba grubunda hastalar ile benzer sonuçlar saptanmamıştır. Bu sonuç, tepki ketlemenin bipolar
bozuklukta endofenotip adaylığı açısından olumsuz bir bulgudur. Katılımcı sayısındaki yetersizlik çalışmanın
sınırlılığıdır.
P 20
Şizofren Hastalarda Baş ağrısının Değerlendirilmesi
Hülya Güveli*,Bülent Bahçeci**, Serkan Kırbaş***,Çiçek Hocaoğlu**, Gökhan Kandemir**, Hatice
Alibaşoğlu****, Fatmagül Çelik**, Murat Aslan**, Ayşe Köroğlu**, Selim Polat**, Çağdaş Yeloğlu**
*İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü
**Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Psikiyatri AD
***Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Nöroloji AD
****Rize Devlet Hastanesi
Amaç: Başağrısı birçok ruhsal bozukluğun seyri sırasında görülebilmektedir. Özellikle duygudurum bozuklukları,
anksiyete bozuklukları ve somatoform bozukluklarla ilgili pek çok çalışmada bu durum bildirilmiştir (1,2).
Şizofrenili hastalarda ise, başağrısı sıklığını araştıran az sayıda çalışma bulunmaktadır (3,4). Biz çalışmamızda
şizofrenli hastalarda sağlıklı grupla karşılaştırarak başağrısı ve hangi tip başağrılarının olduğunu araştırmayı
amaçladık .
Yöntem:101 hasta ve 89 sağlıklı kontrol grubu çalışmaya alındı. Hastalara araştırmacılar tarafından hazırlanan,
hastanın sosyodemografik özelliklerinin, hastalığı ile ilgili bilgilerin ve başağrısı ile ilgili soruların yer aldığı
sosyodemografik veri formu, DSM-IV eksen 1 tanı ölçütlerine göre hazırlanmış yapılandırılmış bir klinik görüşme
formu olan SCID-1 ve Pozitif ve Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği uygulandı. Şu anda ya da geçmişte
başağrısı olduğunu ifade eden hastalar başağrısının değerlendirilmesi amacıyla nöroloji polikliniğine yönlendirildi.
Burada bir nöroloji uzmanı tarafından başağrısının karakteri ve tipi değerlendirildi. Başağrısının sınıflandırılması
için Uluslararası Başağrısı Sınıflaması (ICH- 2004) kullanıldı.
Bulgular:Şizofrenli hasta grubunun %38.6’sı başağrısı tanımlarken, kontrol grubunda bu oran %37.1 olarak
bulundu. Her iki grupta da en fazla gerilim tipi başağrısı (GTBA) görülmesine rağmen (hasta grubu=%31.7,
kontrol grubu=%18) şizofreni grubunda GTBA kontrol grubundan anlamlı olarak daha fazla bulundu (p=0.045).
Migren tipi başağrısı ise kontrol grubunun %11.2’sinde görülürken, hasta grubunun %2’sinde görülmekteydi
(p=0.02). Şizofrenili hasta grubu kontrol grubuna göre başağrısı yakınmasını daha az dile getirmekteydi.
Tartışma ve Sonuç: Bu çalışmada şizofrenili hastaların normal populasyon kadar başağrısına maruz kaldığı,
başağrısı yakınmasını normal topluma göre daha az dile getirdikleri sonucu elde edilmiştir. Bu konuda yapılacak
geniş örneklemli çalışmalar ve oluşturulacak tedavi protokolleri şizofrenili hastaların yaşam kalitesinin artmasına
da katkı sağlayabilir. Anahtar Kelimeler: Şizofreni, başağrısı, migren
Kaynaklar:
1. Kroenke K, Price RK. Symptoms in the community: prevalence, classification, and psychiatric comorbidity.
Arch Intern Med 1993;153: 2474-2480.
2. Merikangas KR, Angst J, Isler H. Migraine and psychopathology: results of the Zurich Cohort Study of Young
Adults. Arch Gen Psychiat 1990;47: 849-853.
3. Mehta D, Wooden H, Mehta S. Migraine and schizophrenia [Letter]. Am J Psychiat 1980;137:1126.
4. Kuritzky A, Mazeh D, Levi A. Headache in schizophrenic patients: a controlled study. Cephalalgia 1999;19:
725–727.
PB 21
Şizofreni Tedavisinde Antipsikotik Tedavide Güçlendirme Veya İlaç Değişimine Gidilen Hastalar
Arasında Farklar
Virginia L. Stauffer1,Haya Ascher-Svanum1,Alan J.M. Brnabic1,Anthony H. Lawson1, Bruce J.
Kinon1,Peter D. Feldman1, Katarina Kelin1,Murat Altın2
1.Eli Lilly Laboratuarları, Indianapolis,ABD
2. Lilly Türkiye Medikal Departman, İstanbul, Türkiye
Giriş: Şizofreni hastalarının tedavi optimizasyonları zor bir süreçtir ve genellikle hastanın mevcut tedavisinin
güçlendirilmesi (augmentasyon) veya başka bir ilaca geçişten mi yarar göreceğini tespit etmek güçtür. Bu post
hoc analiz antipsikotik tedavisi güçlendirilmiş veya başka bir ilaca geçilmiş hastaların sonuç ölçümlerini
karşılaştırmaktadır.
Yöntemler: Şizofreni tedavisinde oral antipsikotik ilaç alan erişkin hastalar 12 aylık, çok uluslu, gözlem
çalışmasında (F1D-AY-B033) değerlendirilmiştir.
Klinik ve işlevsellik sonuçları ilk tedavi ilacı değişiminde/güçlendirmede (bir sonraki değişiklikten 0-14 gün önce)
değerlendirilmiş ve ilaç değişimi veya tedavi güçlendirilmesi yapılan hastalar birbirleri ile karşılaştırılmıştır. Bu tür
verileri olan az sayıda hasta bulunması nedeniyle bulguların yorumlanmasında etki büyüklüğü (ES) temel
alınmıştır.
Bulgular: İlaç değişimi verilerine 87 hastada (34 hastada güçlendirme; 53 hastada ilaç değişimi) ulaşıldı. Her iki
grupta tedavi değişikliğinin birincil nedeni yetersiz yanıttı, fakat ilaç uyumu, ilaç değişimi yapılan grupta (%26.4 vs.
% 8.8) daha belirgindi. Klinik şiddetteki değişimler, çalışma başlangıcından ilaç değişimine kadarki sürede benzer
(Klinik Global İzlenim- Şiddet ölçeği) olmasına rağmen 12 maddelik Kısa Form Sağlık Anketi (SF-12) skorlarının
fiziksel bileşeni ile ölçülmüş olan hastanın fiziksel iyilik hali tedavi güçlendirmesi yapılan grupta düzelmiş, fakat
ilaç değişimi yapılan grupta kötüleşmiştir (tedavi güçlendirmesi: +7.71±11,98; ilaç değişimi: – 1,87±10,98;
ES=0.85). Benzer olarak, ruh sağlığının belirlenmesinde kullanılan SF-12 ruh sağlığı bileşen skoru (tedavi
güçlendirmesi: +2,41±13,64; ilaç değişimi: –1,08±9,98; ES=0.314) tedavi güçlendirmesi yapılanlan hastalarda
iyileşirken ilaç değişimi yapılanlarda azalmıştır.
Tartışma ve Sonuçlar: Durumu kötüleşen veya anlamlı iyileşme görülmeyen hastalar klinisyenleri başka bir
antipsikotik ilaca geçmeye yöneltebilirken, klinisyenler hasta biraz iyileşme gösterdiğinde iyileşmeyi tedaviye
başka bir antipsikotik ilaç ile güçlendirerek desteklemeye çalışmaktadır. Mevcut bulgular, şizofreni tedavisinde
hekimlerin tedavi güçlendirmesine kıyasla başka bir ilaca geçiş konusunda belirttikleri nedenler ile uyumludur. Bu
bulguların desteklenmesi için ileri çalışmalar yapılmalıdır.
PB 22
Olanzapin Uzun Etkili Enjeksiyon İle Tedavi Edilen Şizofreni Hastalarının Remisyon Oranları
1David P. McDonnell,1Holland C. Detke,1Chakib Battioui,1Hong Liu-Seifert,1Haya AscherSvanum,1Peter D. Feldman, 2Murat Altın
1. Eli Lilly Laboratuarları, Indianapolis,ABD
2. Lilly Türkiye Medikal Departman, İstanbul, Türkiye
Amaç: Bu analiz Olanzapin uzun etkili enjeksiyon (OUEE) ile tedavi edilen şizofreni hastaları arasında
uluslararası, uzun dönem, açık etiketli bir klinik çalışmada (clinicaltrials.gov numarası : NCT00320489)
semptomatik remisyon oranlarını değerlendirmektedir.
Yöntem: Çalışmaya poliklinikte şizofreni (DSM-IV veya DSM-IV-TR) tedavisi almakta olan 18-65 yaş arası erkek
veya kadın hastalar katılmıştır. Çalışmaya dahil edilme kriterleri arasında taramada Klinik Global İzlenim- Şiddet
skoru (CGI-S) ≤4 ve Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS ) skoru<70 , relaps riskine sahip olmak(geçen 24
ay içerisinde artmış bakım ihtiyacı olan/hastaneye yatış gerektiren ≥2 sayıda klinik kötüleşme epizodu olan
hastalar), ve yetersiz klinik yanıt, advers olaylar veya mevcut antipsikotik tedaviye uyumsuzluk nedenli devam
eden tedavide değişiklik ihtiyacı yapılması bulunmaktadır.
Hastalar çalışma başlangıcında 405 mg OUEE intramüsküler enjeksiyonundan ve 4 haftada bir 150-405 mg
esnek doz enjeksiyonundan bir kez almıştır; toplam gözlem süresi 2 yıl kadardır. Tarama sonrasında hasta
vizitleri başlangıç ve 1, 2, 4 haftanın sonunda ve daha sonra her 4 haftada bir olacak şekilde düzenlenmiştir.
Remisyon, ortak kriterlere (Andreasen ve ark’ı, 2005) göre ≥6 ay için 8 kilit PANSS maddenin skoru ≤3 olacak
şekilde tanımlandı (168+ gün).
Bulgular: Toplam olarak 254 hastanın hem başlangıçta hem de başlangıç sonrasındaki olanzapin UEE ile
remisyon oranları değerlendirilmiştir. Çalışma süresince genel remisyon oranı %57.9 (147/254) olarak
bulunmuştur. Başlangıçta remisyonda olmayan hastalar arasında %37.5’i (39/104) remisyona girerken başlangıç
sırasında remisyonda olan hastaların %72’si (108/150) remisyonda kalmaya devam etmiştir.
Tartışma ve Sonuç: Olanzapin UEE tedavisine geçildikten sonra 5 hastanın yaklaşık 2’si şizofreni açısından
stabil iken başlangıçta remisyonda olan hastaların yaklaşık dörtte üçü remisyonda kalmaya devam etti. Bu
bulgular olanzapin UEE ile tedavisinin şizofreni hastalarının uzun dönem tedavi sonuçlarının stabil olması ile
ilişkili olduğunu göstermektedir
PB 24
İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniğinde Psikoz Hastaları İçin Ayaktan Grup Psikoterapi
Uygulamaları
Bilge Togay, Selahattin Bölek, İlker Taşdemir, Meliha Öztürk, Amber Özhan, Ceylan Ergül, Gülzade
Urazbekova, Gülşah Karadayı, Birgül Emiroğlu, Alp Üçok
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Giriş-Amaç: Şizofreni tedavisinde ilaç dışı yaklaşımların önemli bir yeri vardır. Hastalar farmakolojik tedavilere iyi
yanıt verse de yaşam kalitesinde kötüleşme, toplumsal ilişkilerde sınırlılık, bilişsel belirtiler, rezidüel belirtiler, iş
kaybı ya da iş veriminde düşme görülebilmektedir. (1)Bu bildirinin amacı İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp
Fakültesi psikiyatri kliniğinde 1998 yılından beri şizofreni hastaları için yürütülen grup psikoterapileriyle ilgili
deneyimleri paylaşmaktır.
Özet: İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi psikiyatri kliniğinde takip edilen hastaların bir kısmı farmakolojik
tedaviye ek olarak grup psikoterapisine de katılmaktadır. Hastalar haftada bir gün, bir saat süren, iki terapist
tarafından yürütülen grup psikoterapilerine düzenli olarak devam etmektedir. Kliniğimizde 5 ayrı grup
izlenmektedir. Grupların en eskisi 15 yıldan beri, en yenisi 3 yıldan beri sürmekte ve gruplar açık grup
niteliğindedir. Gruplar ortalama 8-12 kişiden oluşmaktadır. Grup terapileri integratif yaklaşımla yürütülmektedir. Bu
yaklaşımla etkileşimin teşvik edildiği, davranışçı terapinin, hatta zaman zaman dinamik ilkelerin kullanılması söz
konusudur. Seanslarda rol oynama ve problem çözmeyi kapsayan sosyal beceri eğitimi, hastanın yalıtılmışlık
hissini giderip ait olma hissini güçlendiren destekleyici tedaviler, iç görü kazandırmaya yönelik yaklaşımlar ele
alınmaktadır.(2) Seanslarda belirli aralıklarla çeşitli modüller uygulanmaktadır. Grupta en çok gündeme gelen
konular, stigma, iş başvuruları ile ilgili güçlükler, ilaç yan etkileri, ilaç uyumsuzluğu olarak özetlenebilir.
Sonuç: 15 yıldır yürütülen grup terapilerinin hastalardan alınan geri bildirimler de göz önüne alındığında grup
yaşantısının hastaların anlamlı sosyal ilişki kurması, grup dışı paylaşımları cesaretlendirmesi, yalnızlık ve
çaresizlik hissini gidermesi, farmakolojik tedavinin yanı sıra destekleyici olması açısından katkı sağladığı
söylenebilir.
Kaynaklar:
1-Heinssen RK, Liberman RP, Kopelowicz A: Psychosocial skills training for schizophrenia: lessons from the
laboratory. Schizophr Bull 2000; 26:21-46.
2- A. Ucok, H. Atlı, Z. Çetinkaya, P.E. Kandemir: Şizofreni hastalarında bütüncül yaklaşımlı grup tedavisinin
yaşam kalitesine etkisi. NP Arşivi 2002;39:113-118
PB 25
Toplum Ruh Sağlığı Merkezinde Takibi Yapılan Ve Ruh Sağlığı Hastanesinde Yatarak Tedavi
Gören Psikotik Bozukluk Tanılı Hastalarda İçselleştirilmiş Damgalanma:
Bir Karşılaştırma Çalışması
Onur Tankaya, Ayşe Gökçen Gönen, Mehmet Çevik
Samsun Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi
Amaç: Ruhsal hastalıklarda damgalanma sık görülür, yaşam kalitesini bozar ve hastaların tedavi arayışlarında
önemli bir engel oluşturur (1). Bu çalışmada Samsun Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde (SRSHH) yatarak
tedavi gören ve aynı hastaneye bağlı olarak çalışan bir Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’nde (TRSM) takibi yapılan
psikotik bozukluk tanılı hastalarda içselleştirilmiş damgalanmanın kıyaslanması amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmanın örneklem grubunu SRSHH’de yatarak tedavi gören ve TRSM’de takibi yapılan
toplam 43 psikotik bozukluk tanılı hasta oluşturmuştur. 18-65 yaş aralığındaki hastaların alındığı çalışmada
TRSM’den 22, SRSHH’den 21 katılımcıya Ruhsal Hastalıkların İçselleştirilmiş Damgalanması (RHİDÖ) ve
sosyodemografik veri formu uygulanmıştır (2).
Bulgular: TRSM ve SRSHH grupları arasında yaş ortalaması ve eğitim süresi açısından anlamlı farklılık yoktu
[yaş için sırasıyla (n=22) 35,22±6,52 yıl ve (n=21) 37,90±12,11 yıl], (eğitim süresi için sırasıyla 8,6±3,3 yıl ve
8,1±3,4 yıl). TRSM’de takibi yapılan hastaların ortalama hastalık süresi ise anlamlı olarak daha uzundu (sırasıyla
14,5±6,2 ve 9,4±9,5, p<.05). Yabancılaşma, kalıp önyargıların onaylanması, algılanan ayrımcılık, sosyal geri
çekilme, damgalanmaya karşı direnç alt ölçek puanları ve toplam ölçek puanları açısından gruplar arasında
anlamlı farklılık saptanmamıştır.
Tartışma ve Sonuçlar: Modern psikiyatrik yaklaşımların ve hastaların psikiyatri hastaneleri dışında toplum içinde
tedavi edilmelerinin hedeflerinden biri de damgalanmanın azaltılmasıdır (3). Çeşitli araştırmalarda toplumsal
yaklaşımların damgalanmayı azalttığı yönünde bulgular bildirilmişse de tam tersini destekleyen bulgular da
bildirilmiştir (3). Bizim çalışmamızda da TRSM’de takip ve tedavisi yapılan hastalarla hastanede yatarak tedavi
gören hastaların içselleştirilmiş damgalanma hisleri açısından fark bulunmamıştır. Buna karşın TRSM’de takibi
yapılan kadın hastaların erkeklerden daha fazla içselleştirilmiş damgalanma yaşadıkları saptanmıştır. TRSM’de
damgalanma karşıtı çalışmalar daha aktif bir şekilde sürdürülmelidir.
Kaynaklar
1. Çam O, Çuhadar D. Ruhsal Hastalığa Sahip Bireylerde Damgalama Süreci ve İçselleştirilmiş Damgalama.
Psikiyatri Hemşireliği Dergisi 2011;2(3):136-140.
2. Ritsher JB, Otilingam PG, Grajales M (2003) Internalized stigma of mental illness: psychometric properties of a
new measure. Psychiatry Res, 121: 31-49.
3. Angermeyer MC, Link BG, Majcher-Angermeyer A. Stigma perceived by patients attending modern treatment
settings. Some unanticipated effects of community psychiatry reforms. J Nerv Ment Dis. 1987 Jan;175(1):4-11.
PB 26
Atipik Antipsikotiklerle Tedavi Gören Şizofrenili Hastalarda Cinsel İşlev Bozuklukları
Çiçek Hocaoğlu*, Fatmagül H. Çelik**, Gökhan Kandemir**, Hülya Güveli***, Bülent Bahçeci*
*Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
** Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği
*** İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü
Amaç: Yeni nesil antipsikotik ilaçların keşfi ve şizofreni tedavisinde kullanılmaya başlanması ile hasta işlevselliği
ve yaşam kalitesi üzerindeki olumlu etkileriyle 90’lı yıllardan itibaren şizofreninin tedavisi önceki yıllara göre farklı
bir boyut kazanmıştır. Ancak 2.kuşak antipsikotikler birçok üstünlüklerine karşın, özellikle uzun dönemde prolaktin
arştı ve cinsel yaşamı olumsuz olarak etkilemeleri son yıllarda dikkat çekicidir. Ayrıca şizofrenili hastaların cinsel
yaşam ile ilgili konular muayene sırasında çoğunlukla sorgulanmamakta ya da hasta tarafından dile
getirilmemektedir. Biz de bu amaçla atipik antipsikotik tedavisi alan şizofrenili hastalarda cinsel yaşamları ile ilgili
durumu anlamaya ve mevcut literatüre katkıda bulunmayı amaçladık.
Yöntem: Çalışmaya 2011 ve 2012 yıllarında hastanemiz Psikiyatri Polikliniğinde DSM-IV-TR'ye göre şizofrenik
bozukluk tanısı ile izlenen hastalardan evli veya aktif cinsel yaşantısı olan; 18-65 yaş arası, en az 3 ay boyunca
aynı antipsikotik ilacı (monoterapi) uygun dozda kullanan; ölçekleri doldurabilecek işlevselliği ve eğitim düzeyi
olan ve çalışma için bilgilendirilmiş onay formunu imzalayan hastalar arasından seçilen olgular dâhil edildi.
Herhangi bir fiziksel hastalığı olanlar, cinsel bozukluğa neden olabilecek başka herhangi bir ilaç kullanımı
(antidepresan, antihipertansif, antidiyabetik vs) olanlar; alkol ve/veya madde kullanım bozukluğu olanlar çalışma
dışı bırakıldı. Kontrol grubu, çalışmanın amacı ve gerekçesi hakkında bilgi verildikten sonra çalışmaya katılmaya
gönüllü olan, geçmişte ve halen psikiyatrik hastalık, tıbbi hastalık ile tedavi görme öyküsü olmayan, heteroseksüel
ilişkiye girebileceği bir partneri olup, cinsel yaşantısını etkileyebilecek ürojinekolojik patolojik bulgusu olmayan
hastanede çalışan personel veya hasta refakatçisi olan kişiler arasından ve hasta grubundaki kişilere yaş, cinsiyet
ve medeni durum açısından benzer özelliklere sahip olan kişilerden oluşturuldu.
Tüm olgulara araştırmacılar tarafından hazırlanan, hastanın sosyodemografik özelliklerinin (yaş, cinsiyet, eğitim
düzeyi, medeni hali, meslek, yaşadığı yer ), hastalığı ile ilgili soruların (hastalık süresi, tedavi süresi, kullanılan
ilaçlar) yeraldığı sosyodemografik veri formu, DSM-IV eksen 1 tanı ölçütlerine göre hazırlanmış yapılandırılmış bir
klinik görüşme formu olan SCID-1 ve Pozitif ve Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği ve Arizona Cinsel
Yaşantılar Ölçeği kadın ve erkek formu uygulandı.
Bulgular: 101 hasta ve 89 sağlıklı olgu kontrol grubu olarak çalışmaya alındı. Çalışmaya dahil edilen 101
şizofrenili olgunun %37.6’sı (38) kadın, %62.4’ü (63) erkekti. Hasta grubunun yaş dağılımı 19-62 yaş ve ortalama
yaşı 39+ 10.2 idi. Olguların hastalık süresi 2 ve 37 yılları arasında değişmekte olup, ortalama hastalık süresi
15,68±9.52 yıldı. Hastaların %86.1’ i düzenli olarak antipsikotik ilaç tedavisi almaktaydı. Hastaların SAPS puan
ortalaması 38.80±24.56 iken SANS puan ortalaması 49.49±26.32 idi. Her iki grubun ACYÖ puanları
karşılaştırıldığında hasta grubunda cinsel istek azlığı, cinsel açıdan uyarılma güçlüğü, cinsel uyarılmanın
sürdürülmesinde güçlük, orgazm güçlüğü ve orgazmın yeterince tatmin edici olmadığı saptanmıştır.
PB 27
Paliperidon Er’nin Yakın Zamanda Tanı Konmuş Şizofreni Hastalarının İlaç Tedavisine Yönelik
Öznel Tutum Ve Düşünceleri Üzerine Etkileri: İlaç Tutum Envanteri-10 (Daı-10) İle Değerlendirme
Ozan Pazvantoğlu(1), Ömer Böke(1), Alp Üçok(2), Mustafa Bilici(3), Meram Can Saka(4), Ahmet
Ayer(5), Haldun Soygür(6), Selçuk Kırlı(7), Özmen Metin(8), Şükrü Uğuz(9)
(1)Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
(2)İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(3)Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
(4)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(5)Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi
(6)Dr. Abdurrahman Yurtarslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği
(7)Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(8)Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(9)Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
Amaç: Bu çalışmanın amacı yakın zamanda tanı konmuş (ilk epizoddan/hastaneye yatıştan sonra <3 yıl), son 3
aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen erişkin şizofreni
hastalarında paliperidon ER ile esnek dozlu tedaviye yanıtın ve ilaç güvenliliğinin araştırılmasıdır. Bu bildiride
paliperidon ER’nin hastaların ilaç tedavisine yönelik öznel tutum ve düşünceleri üzerine etkileri sunulmuştur.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya alınan hastalara ortalama 6 mg/gün dozunda paliperidon ER tedavisi
başlanmıştır. Hastaların ilaç tedavisine yönelik öznel tutum ve düşünceleri "İlaca-Karşı-Tutum-Envanteri-10
(Drug- Attitude-Inventory; DAI-10)" ile bir yıl süresince dört kez değerlendirilmiştir. DAI-10 ölçeği hastaların 'doğru'
veya 'yanlış' seçeneklerini seçtikleri ve toplam skorun -10 ile +10 arasında değiştiği bir ölçektir. Pozitif ve negatif
skorlar, sırasıyla, ilaca karşı olumlu ve olumsuz tutum ve düşünceleri yansıtır.
Bulgular: Çalışmaya 80 hasta dahil edilmiştir. Analizlere ise en az iki vizite gelen hastalar dahil edilmiştir (ITT
popülasyonu; n=62). Hastaların %76’sı erkek, ortalama yaş 27.9±8.0 ve %56‘sı paranoid tipte idi. Hastaların 46’sı
(%74.2) kullanmakta oldukları başka ilaçtan paliperidona geçilerek çalışmaya alındı, 16 (%25.8) hasta ise
çalışmaya alındıkları sırada herhangi bir antipsikotik ilaç kullanmıyorlardı. Hastaların çalışmanın başlangıcındaki
DAI-10 skoru ortalaması 3.84±4.42 idi.
DAI-10 skoru 3’üncü aydan itibaren başlangıca göre anlamlı düzeyde yükselmiş ve 6’ncı ayda 2.51 (%95GA:
1.00―4.03) puan artışla 6.46±3.71, 9’uncu ayda 2.64 (%95GA: 1.06―4.23) puan artışal 7.16±2.86 ve 12’nci
ayda 1.64 (% 95GA: -0.15―3.44) puan artışla 6.71±12.5 puana ulaşmıştır. DAI-10 skorundaki değişim erkek vs.
kadın hastalar arasında, başka ilaçtan paliperidona geçen vs. ilaç kullanmazken paliperidona başlayan hastalar
arasında ve paranoid vs. diğer tip hastalar arasında farklı bulunmamıştır.
Sonuçlar: Bu çalışmada, yakın zamanda tanı almış şizofreni hastalarında paliperidon ER tedavisi ile hastaların
ilaç tedavisine yönelik öznel tutum ve düşüncelerinde anlamlı düzeyde iyileşmeler gözlenmiştir. Bu iyileşmeler
3’üncü ay itibariyle başlamış ve 12 aylık tedavi boyunca artarak devam etmiştir.
PB 28
Şizofreni Hastalarında Paliperidon Er İle Esnek Dozlu Tedaviye Yanıtın Ve Güvenliliğin
Araştırıldığı AçıkEtiketli, Tek-Kollu, Çok-Merkezli Faz Iv Çalışma: Psp, Gaf Ve Panss İle Etkinlik
Değerlendirilmesi
Hüseyin Güleç(1), Mustafa Bilici(1), Alp Üçok(2), Meram Can Saka(3), Ahmet Ayer(4), Haldun
Soygür(5), Ömer Böke(6), Selçuk Kırlı(7), Özmen Metin(8), Şükrü Uğuz(9)
(1)Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
(2)İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(3)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(4)Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi
(5)Dr. Abdurrahman Yurtarslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği
(6)Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(7)Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(8)Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(9)Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
Amaç: Bu bildiride, birincil amacı yakın zamanda tanı konmuş (ilk epizoddan/hastaneye yatıştan sonra <3 yıl),
son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen erişkin şizofreni
hastalarında paliperidon ER ile esnek dozlu tedaviye yanıtın araştırılması olan çok-merkezli bir klinik çalışmanın
sonuçları sunulmuştur.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya yakın zamanda tanı konmuş, son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir
başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen erişkin şizofreni hastaları alınmıştır. Hastalara ortalama 6 mg/gün
dozunda paliperidon ER tedavisi başlanmıştır. Hastalar 12 aylık süre boyunca 3 ayda bir izlenmiştir. Tedaviye
yanıt asıl olarak PSP ve ayrıca GAF ve PANSS ölçekleri ile değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya 80 hasta dahil edilmiştir. En az iki vizite gelen hastalar analize dahil edilmiştir (ITT-LOCF
popülasyonu; n=62). Hastaların %76’sı erkek, ortalama yaş 27.9±8.0 ve %56‘sı paranoid tipte idi. Hastaların 46’sı
çalışmaya alınma sırasında kullanmakta oldukları başka ilaçtan paliperidona geçilerek çalışmaya alındı, kalan 16
hasta ise çalışmaya alındıkları sırada antipsikotik ilaç kullanmıyorlardı. Başlangıçta 50.2±11.6 olan PSP puanı,
3’üncü aydan itibaren anlamlı ölçüde yükselmiş ve 12’nci ayda 13.7 (%95GA: 7.6―19.7) puan artışla 65.4±12.1
puana ulaşmıştır.
PSP puanı 70’in üzerinde olanların oranı başlangıçta sadece %4.8 iken, çalışma süresince giderek artmış ve
12’nci ayda %28.6’ya kadar yükselmiştir. Başlangıçta 45.1±12.4 olan GAF puanı 3’üncü aydan itibaren anlamlı
ölçüde yükselmiş ve 12’nci ayda 15.4 (%95GA: 8.9―21.8) puan artışla 62.4±12.5 puana ulaşmıştır. Başlangıçta
82.7±20.8 olan toplam PANSS puanı 3’üncü aydan itibaren anlamlı ölçüde azalmış ve 12’nci ayda 25.7 (%95GA:
17.5―33.9) puan azalarak 53.4±12.6 puana gerilemiştir. Yüzde azalma miktarı %29.0±20.7 olarak
gerçekleşmiştir. Onikinci ayda yüzde azalma miktarı pozitif sendrom altölçeği için %29.3±30.7, negatif sendrom
altölçeği için %33.7±27.3 ve genel psikopatoloji altölçeği puanı için %23.2±24.8 olarak gerçekleşmiştir.
Sonuçlar: Bu çalışmada yakın zamanda tanı almış şizofreni hastalarında paliperidon ER tedavisi ile hastaların
semptomlarında ve işlevselliğinde anlamlı düzeyde iyileşmeler gözlenmiştir. Bu iyileşmeler 3’üncü ay itibariyle
başlamış ve 12 aylık tedavi boyunca artarak devam etmiştir.
PB 29
Yatarak Tedavi Gören İlk Atak Psikotik Çocuk Ve Ergenlerde Rutin Laboratuar, Görüntüleme,
Genetik Ve EEG Değerlendirme Sonuçları
Özgür Öner, Pınar Öner, Emine Taşyürek, Esra Çöp
Dr Sami Ulus EAH, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
Amaç: İlk atak psikozlarda ayırıcı tanı açısından fizik muayene ve nörolojik muayenenin yanı sıra laboratuar,
görüntüleme, genetik ve elektrofizyolojik tetkiklerin önemli bir yeri bulunmaktadır. Literatürde her olgu için temel
biyokimya ve hemogram ile sedimentasyon tetkiklerinin yanı sıra, tiroid fonksiyon testleri, seruloplazmin,
amonyak, beyin manyetik rezonans görüntüleme (MRG), elektroensefalogram (EEG), HSV Tip1 Ig G ve M,
Kabakulak Ig G ve M, Anti Nükleer Antikor (ANA), Anti-ds DNA, Anti Tiroid Peroksidaz (TPO), Anti Glutamik Asit
Dekarboksilaz (GAD), Anti Tiroglobulin antikorlarının değerlendirilmesi ve karyotip istenmesi önerilmektedir.
Yöntem: Bu çalışmada, yatarak tedavi gören 22 çocuk ve ergen (13 erkek, 9 kız; yaş Aralığı 10-18) ilk atak
psikoz vakasının yukarıda belirtilen parametrelerdeki rutin değerlendirme sonuçları özetlenmiştir.
Sonuçlar: Hastaların 6 tanesinde ilk atak psikotik belirtiler affektif psikoz, 4 tanesinde akut geçici psikotik
bozukluklar, 12 tanesinde ise şizofreni benzeri akut psikotik bozukluklar düşünülmüştür. 4 hastanın beyin
MRG’sinde patoloji saptanırken 5 hastada kromozomal farklılıklar (15 pstk+,ps+; 16qh+; 14pss,15cenh+; 15pss;
1qh+) bulunmuştur. 3 hastada EEG anomalisi saptanırken 1 hastada ANA, 2 hastada Anti TPO pozitifliği
saptanmıştır. 3 hastada HSV Tip1 IgM, 3 hastada ise Kabakulak IgM pozitif bulunmuştur. Yapılan konsültasyonlar
sonucunda bir hastada immun vaskülit olabileceği, diğer bir hastada ensefalit olabileceği düşünülmüş, bir hastada
steroid tedavisine başlanmış, diğer pozitif bulgular ise izlemde ilgili branş uzmanları tarafından anlamlı
bulunmamıştır.
Tartışma: İlk atak psikotik bozukluğu olan çocuk ve ergenlerde yapılması önerilen rutin değerlendirmelerde
özellikle beyin görüntülemesi ve genetik analizlerde pozitif sonuçlara ulaşılabilmektedir. Ancak, bu bulguların
değerlendirmesinde ve yorumlanmasında sorunlar yaşanmaktadır. Gerek psikiyatri uzmanlarının gerekse
konsültan hekimlerin daha geniş bir yorumlama becerisine ulaşabilmesi için, ekip çalışmalarına daha fazla özen
gösterilmesi gereklidir.
PB 30
Şizofreni Hastalarında İçselleştirilmiş Damgalanmanın Tedavi İşbirliğine Etkisi
Elif Yıldırım*, Şilay Sevilmiş*, Berna Yalınçetin*, Esra Aydınlı*, Özge Kutay*, Berna Binnur Akdede**,
Köksal Alptekin**
* Dokuz Eylül Üniversitesi, Sinirbilimler AD
** Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
Amaç: İçselleştirilmiş damgalanma şizofreni hastalarının değersizlik duygusu, düşük benlik saygısı, utanç
toplumsal ve mesleksel işlevsizlik ve sosyal geri çekilme yaşamasına neden olur. Bunlara ek olarak damgalanma,
hastaların psikiyatrik ve psikososyal tedaviye yönelimini ve tedaviyi sürdürümünü olumsuz yönde etkiler
(Freudenreich ve ark, 2004). Bu çalışmada, şizofreni hastalarının içselleştirilmiş damgalanma düzeylerinin ve
içselleştirilmiş damgalanma ile tedaviye uyum ve diğer klinik özellikleri arasındaki ilişkinin incelenmesi
amaçlanmaktadır.
Yöntem: Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Şizofreni ve Diğer Psikotik Bozukluklar
Polikliniğine başvuran ve DSM-IV tanı ölçütlerine göre şizofreni tanısı konulmuş 46 şizofreni hastası çalışmaya
alındı. Hastalara Pozitif Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS), Ruhsal Hastalıklarda İçselleştirilmiş Damgalanma
Ölçeği (RHİDÖ), İçgörünün Üç Bileşenini Değerlendirme Formu ve İlaç Uyum Ölçeği (İUÖ) uygulanmıştır.
Bulgular: RHİDÖ toplam puanı ile PANSS toplam puanı, PANSS pozitif belirtiler ve PANSS genel psikopatoloji
alt ölçekler toplam puanı arasında ile pozitif yönde, İUÖ toplam puanı ile negatif yönde bir ilişki saptandı. İUÖ,
içgörü ile ilişkili bulundu. Tedavisiz geçen psikoz süresi uzun olan ve intihar girişimi öyküsü olan hastaların daha
yüksek RHİDÖ puanları aldığı görüldü.
Tartışma: Bu çalışmada hastalardaki içselleştirilmiş damgalanma eğiliminin hastanın tedavi işbirliği geliştirmesini
olumsuz etkilediği saptandı. İçselleştirilmiş damgalanma, hastaların ilaç almamalarına yol açıyor olabilir ve bu da
hastalardaki klinik belirtilerin düzelmesini ve iyileşmenin sağlanmasını engelliyor olabilir (Ritsher ve ark, 2003). Bu
nedenle şizofreni tedavisinde hastalardaki içselleştirilmiş damgalamanın değerlendirilmesi, gerektiğinde psikoeğitim tedavinin ilaç tedavisine eklenmesi gerekmektedir (Baier, 2010).
Kaynakça:
• Baier, M. (2010) Insight in Schizophrenia: A Review. Current Psychiatry Reports, 12,356–361.
• Freudenreich, O., Cather, C., Evins, A.E., Henderson, D.C. & Goff, D.C. (2004). Attitudes of schizophrenia
outpatients towards psychiatric medications: relationship to clinical variables and insight. Journal of Clinical
Psychiatry, 65, 1372–1376.
• Ritsher, J.B., Otilingam, P.G. & Grajales, M. (2003), Internalized stigma of mental illness: psychometric
properties of a new measure. Psychiatry Research, 121, 31 –49.
PB 31
İlk Atak Psikotik Bozukluk Tanısı Alan Hastalarda Antipsikotik Kullanımının Metabolik
Parametreler Üzerine Etkisi
Serkan Zincir*, Selma Bozkurt Zincir*, Ali Emrah Bilgen*, Mehmet Koçer*, Murat Erdem*
* GATF Psikiyatri AD, Ankara
** Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
Amaç: Çalışmamızda antipsikotik tedavi alan ilk atak psikotik bozukluk tanısı alan hastalarda, ilaç kullanımının
metabolik yan etkilerini gözlemlemek amaçlanmıştır.
Yöntem: 2011-2012 mayıs tarihleri arasında GATF Psikiyatri kliniğinde yatırılarak tedavi gören DSM-IV tanı
kriterlerine göre psikotik bozukluk tanısı almış 49 erkek hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tedavi öncesi ve
tedaviye başladıktan 8 hafta sonra kan lipid profilleri ile karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan hastaların 16’sı olanzapin, 15’i risperidon, 6’sı ketiyapin, 5’i aripiprazol, 7’si
haloperidol kullanmaktaydı. Hastaların tedavi öncesi ve sonrası kan lipid profili, karaciğer ve böbrek fonksiyonları
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Kullanılan antipsikotik ilaca göre de anlamlı bir fark
yoktu.
Tartışma: Atipik antipsikotiklerin, farklı reseptör profilleri nedeniyle tip 2 diabet, hiperglisemi ve kilo alımında artış
gibi metabolik değişikliklere neden olduğu bilinmektedir. Yapılmış çalışmalarda takiplerin 6 ay veya 1 yıl gibi uzun
süreli olduğu durumda veya yeni atipik antipsikotik başlanan hastalarda 1 ay gibi kısa süreli takiplerde bu
değerlerin değiştiği görülmektedir.
Sonuç: Çalışmamızda atipik antipisikotik kullanmakta olan hastaların 2 aylık takipleri sonucunda, antipsikotik
tedavinin metabolik değerler açısından herhangi bir değişiklik yapmadığı görülmüştür.
PB 32
Tıp Fakültesi İkinci Sınıf Öğrencilerinin Şizofreniye Karşı Tutumlarının Değerlendirilmesi
Cengiz Cengisiz, Burak Uykur, Zeliha Yaşa, Duygu Kuzu, Ayşen Esen Danacı
Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
Giriş / Amaç: Tutum, bir bireye atfedilen ve onun bir psikolojik nesneye karşı öğrenilmiş, olumlu ya da olumsuz
tepkide bulunma eğilimidir. Ruhsal bozukluğu olan bireylerin kabul görmeleri veya dışlanmaları toplumun özellikle
de sağlık çalışanlarının tutumları ile doğrudan ilişkilidir. Bu çalışmada, tıp eğitimi sürecinde öğrencilerin
şizofreniye karşı tutumlarının ve ilerleyen süreçte tutumlarındaki değişimlerin incelenmesi amaçlanmıştır. Bu
bildiride çalışmaya ait ilk veriler sunulmaktadır, ilerleyen dönemlerde aynı öğrencilerin teorik eğitim aldıktan
sonraki, psikiyatri stajı sonrası ve meslek hayatına başlarken olan tutumlarının incelenmesi amaçlanmaktadır.
Yöntem: CBU Tıp Fakültesi 2. Sınıf öğrencileri arasında gönüllü olan herkese Sosyodemografik veri formu ve
Şizofreni hastalarına karşı tutum envanteri uygulanmıştır. Elde edilen veriler SPSS-17 ile analiz edilip, verilerin
analizinde oransal değerler için ki-kare sayısal değerler için t- test uygulanmıştır.
Bulgular: S8:Şizofreni bir ruhsal zayıflık halidir. S8 için; sosyoekonomik düzeyi yüksek olanlarda %81,5 (n=22)
olumlu, orta olanlarda %70,0 (n=56) olumlu, düşük olanlarda ise %40,0 (n=4) olumlu tutum bildirmiştir.
Sosyoekonomik düzeyi yüksek olanlarda %18,5 (n=5) olumsuz iken, orta olanlarda %28,8 (n=23,) olumsuz.
Düşük olanlarda ise %60,0 (n=6) olumsuz tutum bildirmiştir. (P=0.028) S8 için; kendisinde ruhsal problemi
olanlarda %28,6 (n=2) olumlu iken, ruhsal problemi olmayanlarda %73,2 (n=82) olumlu tutum bildirilmiştir.
Kendisinde ruhsal problem olanlarda %71,4 (n=5) olumsuz tutum bildirilmişken kendisinde ruhsal problem
bulunmayanlarda %25,9 (n=29) olumsuz tutum bildirilmiştir. (P=0.019) S16:Şizofren bir kişiyle evlenebilirim. S16
için; kendisinde ruhsal problemi olanlarda %37,5 (n=3) olumlu iken; kendisinde ruhsal problem olmayanlarda
%8,9 (n=10) olumlu tutum bildirilmiştir. Yine kendisinde ruhsal problem olanlarda %62,5 (n=5) olumsuz iken;
kendisinde ruhsal problem olmayanlarda %83,9 (n=94) olumsuz tutum belirtilmiştir.
(P=0.020) S16 için: Yakınlarında ruhsal problem olanlarda %26,1 (n=6) olumlu iken, yakınlarında ruhsal problem
olmayanlarda %7,3 (n=7) olumlu yanıt bildirilmiştir. Yine yakınlarında ruhsal problemi olanlarda %69,6(n=16)
olumsuz iken, yakınlarında ruhsal problem olmayanlarda %85,4 (n=82) olumsuz tutum bildirilmiştir. (P=0.026)
S27: şizofreni psikoterapi ile tedavi edilebilen bir hastalıktır. S27 için: yakınlarında ruhsal problemi olanlarda
%52,2 (n=12) olumlu iken, yakınlarında ruhsal problemi olmayanlarda %79,6 (n=74) olumlu tutum bildirilmiştir.
Yine yakınlarında ruhsal problemi olanlarda %34,4 (n=17) olumsuz iken, yakınlarında ruhsal problemi
olmayanlarda %11,8 (n=11) olumsuz tutum bildirilmiştir. (P=0.019) S32: Şizofreni doğuştan gelen bir hastalıktır.
S32 için: kendisinde ruhsal problemi olanlarda %75,0 (n=6) olumlu iken, kendisinde ruhsal problem olmayanlarda
%15,7 (n=17) olumlu tutum belirtilmiştir.
Yine kendisinde ruhsal ruhsal problem olanlarda %25,0 (n=2) olumsuz iken, kendisinde ruhsal problem
olmayanlarda %67,6 (n=73) olumsuz tutum bildirilmiştir. (P=0.001)
Sonuç: Araştırmamıza göre şizofreniye karşı olumsuz tutum geliştirmede yaş, cinsiyet, medeni durum, doğduğu
yer, büyüdüğü yer ve anne-baba eğitim düzeyi faktörleri etkisizdir. Sosyoekonomik düzey, kendisinde ya da
yakınında ruhsal problemi olması şizofreni karşı tutum oluşturmada etkili olmuştur.
PB 33
Şizofrenide Zihin Teorisi Bozukluğunun Empati Ve İçgörü Yeteneği İle İlişkisi
Banu Değirmencioğlu*, Nur Erdil*, Berna Binnur Akdede**, Köksal Alptekin**
* Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Sinirbilimler AD
** Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
Amaç: Zihin teorisi (ZT) sosyal-bilişle ilgili bir işlevdir. Şizofreni hastalarında ZT bozuklukları birçok çalışmada
gösterilmiştir ve hastalardaki psikososyal işlev bozukluğu ile doğrudan ilişkilidir. Şizofrenide ZT bozukluğunun
empati ve içgörü yetenekleriyle ilişkilerini inceleyen az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada şizofrenide
ZT bozukluğunun hastaların empati yeteneği ve hastalığın belirtileri, sosyal ve tedavi sonuçlarına yönelik
farkındalığı arasındaki ilişkinin belirlenmesidir.
Yöntem: Çalışma DSM-IV ölçütlerine göre şizofreni tanısını karşılayan 89 hastadan oluşan bir örneklem üzerinde
gerçekleştirildi. Katılımcılara sosyodemografik veri formu, Pozitif ve Negatif Belirtiler Ölçeği (PANSS), Dokuz Eylül
Zihin Teorisi Ölçeği (DEZİTÖ), Empatik Beceri Ölçeği (EBÖ)-A Formu, Akıl Hastalığına İçgörüsüzlük Ölçeği
(AHİÖ) uygulandı. Bulgular: Şizofreni hastalarının DEZİTÖ toplam puanlarının klinik belirtilerden varsanı,
duygulanımda küntlük ve suçluluk duygularıyla anlamlı derecede ilişkili olduğu saptandı.
Çalışmaya alınan şizofreni hastalarında özellikle duygulanımda küntleşmenin varlığının, bu belirtilerin olmadığı
hastalara oranla ZT bozulmasını 2,7 kat daha yüksek düzeyde öngörmekte olduğu görüldü. Duygulanımda
küntleşmenin yanı sıra, varsanı belirtileri de olan hastaların daha şiddetli ZT bozukluğu gösterdiği saptandı.
Hastaların empati becerileri de yetersizdi. Aynı zamanda ZT bozukluğunun, hastaların empatik becerileri,
hastalığın ve sosyal sonuçlarının farkındalığı ve pozitif belirtilerin farkındalığı ile ilişkili olduğu bulundu.
Sonuç: Şizofreni hastalarında ZT bozukluğunun, hastaların empati becerileriyle, hastalığa ve tedaviye yönelik
içgörü yetenekleriyle doğrudan ilişkili olduğu saptandı. Bulgu, ZT’nin içgörü yeteneğini yordadığı görüşünü(1)
destekler niteliktedir. Ayrıca, benliğin diğer kişilerin algılanmasında bilişsel bir filtre olarak görev yaptığı, kişisel
deneyimlerin başkalarının zihinsel-duygusal durumlarını anlayabilmek için kullanıldığı görüşünü(2)
kuvvetlendirmektedir. Hastalar, içgörü yetersizlikleri nedeniyle kişisel deneyimlerini fark edememekte, dolayısıyla
kendisinin ve diğerlerinin hem zihinsel hem duygusal perspektiflerinin faklı olabileceği anlayışını geliştirememekte
olabilirler.
Anahtar Sözcükler: Şizofreni, Zihin Teorisi, İçgörü, Empati.
Kaynaklar
1. Bora E., Şehitoğlu G., Aslıer M., Atabay İ., Veznedaroğlu B. Theory of mind and unawareness of illness in
schizophrenia : Is poor insight a mentalizing deficit? Eur. Arch. Psych Clin Neurosci. 2007; 257(2):104-111.
2. Adolphs R. How do we know the minds of others? Domain-specificity, simulation and enactive social cognition.
Brain Research. 2006; 1079:25-35.
PB 34
Elektrokonvülsif Tedavi Alan Şizofreni Hastalarında Eeg Değişikliklerinin Klinik Özellikler Ve
Tedaviye Yanıtla İlişkisi
Gülnihal Gökçe Şimşek, Ümit Başar Semiz, Selma Bozkurt Zincir
*Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Şizofreni tedavisinde ilk sıra tedavi olarak antipsikotik ilaçlar düşünülmektedir. Ancak sıklıkla tedavi
uyuncu iyi olmamakta ve yeterli tedaviye rağmen bu hastaların neredeyse % 25'i antipsikotik ilaç tedavisine kısmi
yanıt vermekte veya hiç yanıt vermemektedir. Böyleyken EKT, Avrupa’da ve birçok gelişmekte olan ülkede
oldukça sık kullanım alanı bulmaktadır. EKT’nin şizofrenideki terapötik etkinliğini ve tedaviye yanıtı belirleyen
değişkenleri araştıran çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu alandaki çalışmaların hastaların klinik gidişine yol gösterici
olması ve bilişsel yan etkileri en aza indirmek için alınacak önlemler açısından oldukça önemli bir yeri vardır.
Çalışmamızın amacı; elektrokonvülsif tedavinin (EKT) etkinliğinin ve yan etkilerinin iktal EEG bulgularıyla olan
ilişkisini araştırmaktır.
Yöntem ve Gereçler: Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne 6 ay içinde Psikoz
servislerine yatışı yapılan ve EKT kararı alınan 18-65 yaş arası kadın ve erkek, akut alevlenme ve tedaviye
dirençli 70 şizofreni hastası çalışmaya alınmış ve 61'i çalışmayı tamamlamıştır. EKT kararı alındıktan sonra;
tedavi öncesi ve sonrasında klinik özellikleri ile iktal EEG parametreleri arasındaki ilişkiye bakılmıştır. Hastalık
şiddeti girişteki ve her seans sonrası BPRS, tedavi öncesi ve sonrası PANSS, CGI ile izlenmiş, kognitif durum ise
FAB ( frontal değerlendirme bataryası) ile değerlendirilmiştir. Bu iktal EEG parametreleri; literatürde en çok
üzerinde durulan nöbet eşik değeri ortalaması, EEG nöbet süresi ve postiktal süpresyon süresidir.
Bulgular: Postiktal supresyon ortalama süresi ile BPRS arasındaki ilişkiyi belirlemek üzere yapılan korelasyon
analizi sonucunda, puanlar arasında %95,2 düzeyinde negatif yönde anlamlı ilişki bulundu (r=-0,952;
p=0,000<0,05). Buna göre postiktal supresyon ortalama süresi arttıkça BPRS puanı azalmaktaydı. EKT Eşik
medyan değeri %37 kesme değer olarak değerlendirildi. Altında kalan değerler düşük eşik, üstünde kalan
değerler yüksek eşik olarak değerlendirildi. EKT eşiği düşük ve yüksek olan olgular arasında BPRS ölçümleri
açısından farklar istatistiksel olarak anlamlı değildi. EKT eşik ortalaması düşük ve yüksek olan olgular arasında
tedavi öncesi (TÖ) ve tedavi sonrası (TS) bakılan PANNS, CGI, GAF ve FAB skoru açısından anlamlı fark
bulunamadı (p>0,05). EKT toplam nöbet süresi kısa ve uzun olan olgular BPRS ölçümleri istatistiksel olarak
anlamlı bir ilişki göstermiyordu (p>0,05). Toplam EKT toplam nöbet süresi medyan değeri 279 sn kesme değer
olarak değerlendirildi. Altında kalan değerler kısa EKT, üstünde kalan değerler uzun EKT olarak değerlendirildi.
Ortalama EKT toplam seans süresi kısa ve uzun olan olgular arasında TÖ ve TS bakılan PANNS, CGI, GAF ve
FAB skoru açısından anlamlı fark bulunamadı (p> 0,05) .
Tartışma ve Sonuçlar: Sackeim ve ark hipotezine göre EKT deki nöbetin kendisi değil nöbete verilen postiktal
süpresyon teröpotik olandır. Etkin bir EKT; postiktal supresyon, prefrontal yavaşlama, prefrontal inhibisyon ile
ilişkili olarak serebral kan akımında ve metabolizmasında azalma gibi EKT için etki mekanizmaları içermelidir.
Çalışmalarında depresyon hastalarında EKT tedavisi ile periiktal EEG parametrelerinde tek klinik iyileşme
göstergesi postiktal supresyon olmuştur.
Bizim çalışmamızda da şizofreni hastalarında paralel bulgular görülmüştür ve EKT nin bilişsel durum üzerine
etkisine bakıldığında kısa dönemde anlamlı bir değişikliğe işaret edecek bir bulguya rastlanmamıştır.
Çalışmamızda; etkin bir tedavi olan EKT nin uygulanması sırasında tedavi etkinliğini ve yan etkilerini objektif
olarak öngörebilmede bu iktal EEG parametrelerinin önemli olduğunu ve gelecek çalışmalara ihtiyaç olduğunu
vurgulamak istedik.
PB 35
Şizofreni Hastalarında Paliperidon Er İle Esnek Dozlu Tedaviye Yanıtın Ve Güvenliliğin
Araştırıldığı Açık Etiketli, Tek-Kollu, Çok-Merkezli Faz Iv Çalışma: Sf-36 İle Yaşam Kalitesinin
Değerlendirilmesi
Ersin Hatice Karslıoğlu(1), Haldun Soygür(1), Alp Üçok(2), Mustafa Bilici(3), Meram Can Saka(4),
Ahmet Ayer(5), Ömer Böke(6), Selçuk Kırlı(7), Özmen Metin(8), Şükrü Uğuz(9)
(1)Dr. Abdurrahman Yurtarslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği,
(2)İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(3) Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
(4)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(5)Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi
(6)Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(7)Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(8)Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
(9)Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
Amaç: Şizofreni tedavisi sırasında gözlenen metabolik sorunların yaşam kalitesi üzerine etkileri henüz tam olarak
araştırılmamıştır. Bu bildiride, birincil amacı yakın zamanda tanı konmuş ve son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan
veya bir başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen şizofreni hastalarında paliperidon ER ile esnek dozlu
tedaviye yanıtın araştırılması olan bir klinik çalışmanın yaşam kalitesi ile ilgili sonuçları sunulmuştur.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya yakın zamanda tanı konmuş, son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir
başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen erişkin şizofreni hastaları alınmıştır. Hastalara 6 mg/gün dozunda
paliperidon ER tedavisi başlanmıştır. Hastalarda 12 ay boyunca 3 ayda bir SF-36 ölçeği uygulanmış ve vücut
ağırlığı ölçümü yapılmış, başlangıçta ve 12’nci ayda açlık kan şekeri ve lipid profili araştırılmıştır.
Bulgular: Çalışmaya 80 hasta dahil edilmiştir. En az iki vizite gelen hastalar analize dahil edilmiştir (ITT
popülasyonu; n=62). Hastaların %76’sı erkek, ortalama yaş 27.9±8.0 ve %56‘sı paranoid tipte idi. Hastaların 46’sı
çalışmaya alınma sırasında kullanmakta oldukları başka ilaçtan paliperidona geçilerek (switch grubu) çalışmaya
alındı, kalan 16 hasta ise çalışmaya alındıkları sırada antipsikotik ilaç kullanmıyorlardı (non-switch grubu).
Başlangıçta 53.9±16.0 olan SF-36 toplam skoru 3’üncü ayda 9.5 (%95GA: 5.3―13.6) puan artışla 62.9±17.0,
6’ncı ayda 13.8 (%95GA: 7.1―20.5) puan artışla 67.0±17.5 ve 12’nci ayda 12.4 (%95GA: 5.2―19.7) puan artışla
70.5±15.9 olmuştur. Paranoid hastalar dahil tüm hasta gruplarında ve fiziksel toplam skor, ruhsal toplam skor ve
tüm altölçek skorlarında (fiziksel fonksiyonlar, fiziksel roller, vücut ağrısı, genel sağlık, vitalite, sosyal fonksiyonlar,
emosyonel roller ve ruhsal sağlık) benzer şekilde anlamlı iyileşmeler gerçekleşmiştir. SF-36 toplam skor, fiziksel
toplam skor, fiziksel fonksiyonlar skoru ve vücut ağrısı skoru ile vücut kitle indeksi ve lipid profili değerleri
arasında negatif korelasyonlar saptanmıştır.
Sonuçlar: Bu çalışmada yakın zamanda tanı almış şizofreni hastalarında paliperidon ER tedavisi ile hastaların
yaşam kalitesi ile ilgili tüm bileşenlerde anlamlı düzeyde iyileşmeler gözlenmiştir. Bu iyileşmeler paranoid hastalar
dahil tüm hasta gruplarında 12 aylık tedavi boyunca artarak devam etmiştir. Düşük vücut kitle indeksi ve lipid
değerleri olan şizofreni hastalarında yaşam kalitesi daha yüksektir.
PB 37
Atipik Antipsikotik Risperidon Tedavisinde İştah Kontrolünde Rol Alan Hipotalamik
Nöropeptitlerin Seviyelerinin İncelenmesi
Canan Kurşungöz*, Levent Sütçigil**, Mehmet Ak**, Tülin Yanık*
*Orta Doğu Teknik Üniversitesi
**Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD.
Amaç: Atipik antipsikotikler, şizofreni tedavisinde başarı göstermelerine rağmen, uzun dönem kullanımlarında, en
önemlisi kilo alımı olmak üzere, çeşitli yan etkiler göstermektedir. Bu çalışmada, iştah düzenlenmesinde rol alan,
hipotalamik nöropeptiler/horomonların (nöropeptit Y (NPY), alfa melanosit stimule eden hormon (α-MSH) ve
kokain ve amfetamin ile regüle edilen transkript (CART)) ve leptinin, serotonerjik antagonist olan atipik antipsikotik
risperidon ile 4 hafta tedavi edilen erkek şizofren hastalardaki plazma seviyeleri incelendi. Risperidonun,
serotonerjik antagonizm ile bu nöropeptilerin plazma seviyelerini değiştirebileceği hipotezine bağlı olarak, ilacın
kilo alımına neden olabileceği düşünülmektedir.
Yöntem: İnsan ve sıçanlarda plazma nörohormon konsantrasyonları enzim bağlı immünosorbent assay (ELISA)
ile, gen ekspresyon seviyelerindeki değişimler ise kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksyionu (qRTPCR) ile ölçülmüştür.
Bulgular: Risperidon tedavisi gören hastalarda kontrole göre plazma leptin seviyeleri artmış ve kilo aldıkları
gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, NPY, α-MSH ve CART seviyeleri tedaviden önce düşük olup, ilaç tedavisiyle
değişiklik göstermemiştir. Bu aday genlerin mRNA ekspresyon seviyelerinin belirlenmesi için erkek Wistar
sıçanlara 4 hafta oral yoldan risperidon verilmiştir. Sıçanlarla yapılan çalışma, POMC, AgRP ve NPY mRNA
ekspresyonlarının ve plazma seviyelerini azaldığını, fakat beklenmedik bir şekilde CART mRNA seviyelerinin
düştüğünü, plazma seviyelerinin ise arttığını göstermiştir.
Tartışma ve Sonuçlar: Sonuç olarak, risperidonun kısa dönem kullanımda dahi POMC nöronları üzerindeki
serotonerjik antagonizmi ile iştahta artışa, bu nedenle de kilo alımına ve leptin seviyelerinde artışa neden olduğu
düşünülmektedir.
PB 40
Üniversite Öğrencilerinde Depresyon Prevalansı Doğum Mevsimi Ve Diğer Faktörlerle İlişkisi
Yüksel Kıvrak, Emrullah Sevim
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi
Amaç: Pek çok insan kolej yıllarının hayatlarının en iyi yılları olduğuna inanır. Ama üniversite öğrencilerinde
depresyon oranı genel toplum ortalamasından daha yüksektir. Üniversite öğrencilerinde depresyonu ve onun
özelliklerini değerlendirmek önemli sağlık araştırma konusudur(1).
Yöntem ve Gereçler: Kafkas Üniversitesi’ne bağlı 5 fakülte ve 8 yüksek okulda eğitim alan 2556 birinci sınıf
öğrencisinin 2168’i (% 84.8) katılmıştır. Hatalı olanlar çıkarıldıktan sonra 2118’i değerlendirmeye alınmıştır. Veri
toplama araçları olarak Sosyodemografik Anket Formu ve Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) kullanılmıştır.
Bulgular: Öğrencilerin BDÖ puanları 0 ile 62 arasında değişmekte olup ortalaması 13,50±8,047 idi. Örneklemin
yaş ortalaması ile BDÖ puanı arasında anlamlı bir ilişki yoktu (p>0.05). BDÖ’ne göre kesme puanı 17 olarak
alındığında, depresyon yaygınlığı % 30,5 (n=646) olarak bulundu. Kadın (%29,9, n=250) ve erkek (%30,9, n=396)
öğrenciler arasında depresyon açısından fark bulunmadı (χ2=0. 204, p=0. 651).
Eğitim süreleri açısından karşılaştırıldığında 2 yıllık okullardaki depresyon oranı %36 iken 4 yıllık okullarda
depresyon oranı %26,1idi (p<0.001). Birinci öğretim de depresyon oranı %29,6 iken ikinci öğretimde %32,0 olarak
tesbit edildi (p>0.05). Doğduğu aylara göre dört gruba ayrıldığında depresyon açısından gruplar arasında
depresyon açısından fark görülmedi.
Tartışma ve Sonuç: Biz üniversite öğrencilerinde depresyon oranını %30,5 olarak bulduk. Çalışmamızda
kadınlardaki depresyon oranı (%29,9) ile erkeklerdeki depresyon oranı (%30,9) arasındaki farkın önemli
olmadığını bulduk (χ2=0,204, p=0,651). Öğretim türü açısından bakıldığında gündüz eğitim gören birinci ve gece
eğitim gören ikinci öğretim türlerinin öğrencilerin depresyonunu etkilemediğini bulduk. Deneklerin doğum aylarıyla
ve doğum mevsimi ile depresyon oranları arasında ilişki olmadığını bulduk.
Kaynak:
1.Özdel L, Bostancı M, Özdel O, Oğuzhanoğlu NK. Üniversite öğrencilerinde depresif belirtiler ve
sosyodemografik özelliklerle ilişkisi. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2002;3(3):155–161.
PB 41
Şizofrenide Damgalama İle Mücadelede Birebir Etkileşim Grubunun Şizofreni Hastalarına Yönelik
Tutumlar Üzerindeki Etkisinin Değerlendirilmesi
Burak Uykur, Cengiz Cengisiz, Zeliha Yaşa, Duygu Kuzu, Ayşen Esen Danacı
Celal Bayar Üniversitesi Hafsa Sultan Eğitim Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği
Giriş / Amaç: Birey yâda toplum kendisini ürküten rahatsız eden bir durum ile karşılaştığında sıklıkla onu
kendisinden dışlayıp; yabancılaştırma yoluna gider. Damgalama bazı hasta gruplarına karşı toplumun tavır
alması, onların toplumdan dışlanmasına kadar giden davranış bütünüdür. Bütün ruhsal hastalıklar arasında
damgalamadan en fazla etkilenen grup şizofreni hastalarıdır. Tıp öğrencilerinin tutumlarının belirlendiği
çalışmalarda psikiyatri eğitimi almış olmanın şizofreni hastalarının toplum içindeki yaşamı ile ilgili olumsuz
tutumları değiştirmediği saptanmış. Bu çalışmanın amacı, hastalarla birebir temasın sağlandığı etkileşim
grubununşizofreni hastalarına yönelik tutumlar üzerindeki etkisini değerlendirmektir.
Yöntem: CBU Tip Fakultesi 2. Sinif öğrencileri arasinda gönüllü olan herkese Sosyodemografik veri formu,
Sizofreni hastalarina karsi tutum envanteri uygulanmıştır. Gönüllü olan öğrencilere 4 oturumdan oluşan 15 günde
bir toplanan 1,5 saat süren sizofreni hastalariyla birlikte katılacaklari bir etkilesim grubu uygulamasi yapılmıştır. 4
oturumun tamamlanmasından sonra etkileşim grubunun etkisini değerlendirmek amacıyla aynı ölçekler tekrar
uygulanmış ve etkileşim grubu öncesi ve sonrasında öğrencilerin şizofreni hastalarına yönelik tutumları
karşılaştırılmıştır. Elde edilen veriler SPSS-17 ile analiz edilip, verilerin analizinde oransal değerler için ki-kare
sayısal değerler için t- test uygulanmıştır.
Bulgular: Etkileşim grubuna katılmaya 19 öğrenci gönüllü olmuştur. Çalışmaya katılan öğrencilerin 11 tanesi her
dört oturuma da katılarak, etkileşim grubunu tamamlamıştır. Soru 3: Ahmet Bey’(Şizofreni belirtileri gösteren bir
olgu)’in bu durumu kişilik yapısının zayıflığından kaynaklanmaktadır. Etkileşim grubu öncesi bu soruya
katılıyorum veya kısmen katılıyorum diyenler (n=10)%52,6’dan (n=0)%0’a düşmüş.(p<0.05) Soru 8: Şizofreni bir
ruhsal zayıflık halidir. Etkileşim grubu öncesi bu soruya katılıyorum veya kısmen katılıyorum diyenler
(n=11)%57,9’dan (n=1)%11,1’e düşmüş.(p <0.05) Soru 14:
Şizofrenili hastalar toplum içinde serbest dolaşmamalıdır. Etkileşim grubu öncesi bu soruya katılıyorum veya
kısmen katılıyorum diyenler (n=8)%42,1’den (n=1)%10’a düşmüş. (p < 0.05) Soru 18: Bir Şizofrenle ev arkadaşı
olmam. Etkileşim grubu öncesi bu soruya katılıyorum veya kısmen katılıyorum diyenler (n=12)%66,6’dan
(n=3)%30’a düşmüş.(p < 0.05)
Tartışma: Yapılan araştırmalar öğrencilerin ve kurumlarda çalışan sağlık profesyonellerinin psikiyatri hastalarına
ve hastalıklarına yönelik tutumun son 10 yılda değişiklik göstermediğini, hala reddedici ve dışlayıcı olduğunu
göstermiştir.(2). Bu çalışma bulgularına göre ‘’Şizofren bir kişiyle evlenebilirim’’ sorusu dışında, etkileşim
grubundaki öğrencilerin bütün tutumları olumlu yönde değişme eğilimindedir. Ruhsal hastalıklara yönelik olumsuz
tutumları azaltmaya yönelik klasik eğitimlerin dışında yeni bir takım yöntemlerden de faydalanılabilir. ‘’Birebir
etkileşim grupları’’ bu yöntemlerden biri olabilir. Bu alanda daha büyük örneklemlerle yapılacak karşılaştırmalı
çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
PB 44
Samsun Toplum Ruh Sağlığı Merkezi Bulgu ve Deneyimleri
Ayşe Gökçen Gönen, Onur Tankaya, Osman Şalış, Emel Alkan Pazvantoğlu
Samsun Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi
Amaç: Bu posterin amacı Ocak 2011’de faaliyetlerine başlayan Samsun Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’nin (TRSM
) işleyişi ve deneyimleri hakkında bilgi vermek ve takibi düzenli olarak merkeze gelmek suretiyle yapılan
danışanların verilerini paylaşmaktır.
Yöntem ve Gereçler: Merkezde yapılan çalışmalar özet olarak sunulacak ve takibi düzenli olarak (haftanın 1-5
günü) merkezde yapılan danışanların sosyodemografik verileri sunulacak, ülkemizde sınırlı oranda veri bulunan
adli öykü, şiddet öyküsü, suisid girişimi öyküsü, alkol-madde kullanımı, çalışma durumları hakkında veriler
danışan değerlendirme formları taranarak paylaşılacaktır.
Bulgular: Merkezde takibi olan 41 danışanın %90,2’sinin tanısı şizofreni olup danışanların %48,8’i kadın, %78’i
bekârdır. Yaş ortalamaları 34,82, eğitim süresi ortalaması 8,02 yıl olup kadınların eğitim süresi anlamlı olarak
erkeklerden kısa tespit edilmiştir ve hastalık süresi ortalamaları 14,3 yıldır. Danışanların %46,3’ü düşük, %53,7’si
orta düzeyde gelirleri olduğunu bildirmişlerdir. Danışanların %36,6’sının geçmişte suisid girişimi öyküsü, %61’inin
(sözel veya fiziksel) şiddet öyküsü ve %17,1’inin adli öyküsü olup suisid girişimi, şiddet ve adli öykü açısından
öyküsü olan ve olmayanlarda yaş, hastalık süresi ve eğitim süreleri açısından fark saptanmamıştır (p<0.05).
Danışanların %17,1’inin alkol kullanımı ve %4,9’unun madde kullanımı öyküsü bulunmaktadır. Hastalık öncesi
çalışma yüzdeleri 68,3 iken hastalık sonrası bu yüzde 7,3’e gerilemiştir.
Tartışma ve Sonuçlar: Psikotik bozukluklar gibi kronik ve bireyin işlevselliğini belirgin ölçüde bozan hastalıkların
sadece psikofarmakolojik yaklaşımlarla çözülemeyecek güçlükleri bireyin yaşamına taşıdığı bir gerçektir. Bu
noktada psikososyal girişimler ön plana çıkmakta TRSM’ler bu bireylerin topluma kazandırılması amacıyla hizmet
vermeyi amaçlamaktadır. TRSM’lerden takibi yapılan bireylere ait özelliklerin bilinmesi gereksinimlerin tespiti ve
hizmet planlamasında gereklidir.
PB 45
İdame Ve Sürdürüm Tedavilerinde Elektrokonvulzif Tedavinin Yeri
Gamze Bostankolu, Koray Başar, Yavuz Ayhan, Suzan Özer
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Amaç: Elektrokonvulsif tedaviye (EKT) yanıt veren bazı olgularda depreşmenin önlenmesi için sürdürüm
(continuation) ve yinelemenin önlenmesi için idame (maintenance) EKT uygulanabilmektedir. Sürdürüm ve idame
EKT’nin endikasyonları, etkinliği ve yan tesirleri geniş örneklemli çalışmalar ile belirlenmiş değildir. Bu bildiride,
kliniğimizde uygulanmakta olan sürdürüm ve idame EKT’leri gözden geçirmeyi ve vakaların klinik özelliklerini
sunmayı planladık.
Yöntem ve Gereçler: 2003-2012 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nde EKT
uygulanan tüm hastaların kayıtları incelendi. Akut hastalık dönemi sonrasında sürdürüm veya uzun dönemde
idame amacı ile en az bir seans EKT uygulanan tüm hastalar değerlendirilmeye alındı. Hastane dosyaları ve vital
bulgular, anestezi notları, nöbet özellikleri, tıbbi komplikasyonlar ile ilişkili müdahaleleri içeren EKT kayıtları,
hastalık ve EKT ile ilişkili parametreler yönünden araştırıldı. Belirtilen özellikler dışında, bu bildiride, hastaların
tıbbi öyküleri de kısa vaka raporları halinde sunuma hazırlandı.
Bulgular: Toplam 8 hastanın sürdürüm veya idame EKT aldığı tespit edildi (3 erkek, 5 kadın;6 idame). Hastaların
teşhisleri depresyon(s=4), şizofreni(s=2), bipolar affektif bozukluk(s=2) idi. İdame EKT süresinin en uzun 57 ay,
EKT sayısının en az 3 ile en çok 44 olduğu görüldü.
Bir hastada EKT, bir hastada ek olarak kullanılan ilaçlar ile ilişkili komplikasyonlar nedeniyle iki hastada erken
dönemde EKT sürdürümünün kesildiği anlaşıldı. Tedaviye devam eden duygudurum bozukluğu vakalarında fayda
sağlandığı ve uzun dönem iyilik halinin olduğu gözlendi. Dirençli şizofreni teşhisli iki hastada pozitif psikotik
belirtilerde gerileme tespit edildi.
Tartışma ve Sonuçlar: EKT’ye yanıt veren dirençli ruhsal rahatsızlıklarda depreşme ve yinelemenin
önlenmesinde sürdürüm ve idame EKT’nin yeri olabilir. Bu bildiride kliniğimizde uygulanan sürdürüm ve idame
EKT’ler ile ilgili veriler özetlenmiştir. Özellikle dirençli vakalarda sürdürüm ve idame tedavisinde EKT’nin kullanımı
ile ilgili olgu sunumları ve serilerin yanı sıra daha ayrıntılı klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
PB 46
Florürün Fare Anksiyete ve Depresyon Modelinde Etkisi
Yüksel Kıvrak
Kafkas Ü Tıp Fakültesi
Amaç: Florozis esas olarak diş ve iskelet sisteminde olumsuz etkiler oluştursa da yapılan pek çok çalışma beyin
ve diğer organ sistemlerinde de hastalık yapabileceğini göstermiştir. Florürün etkilediği organlardan biri de
beyin(1)(2)(3) olduğu bilinmekle beraber anksiyete ve depresyon modellerindeki etkisini yeterince
aydınlatılmamıştır. Bu çalışmada fare depresyon ve anksiyete modelinde florürün etkisini araştırmak amaçlandı.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya 20 tane 4 aylık, erkek, sağlıklı 28.8 ± 1.18 g ağırlığında Swiss cinsi fareler
alındı. Fareler iki gruba ayrıldı. Rastgele sayılar tablosu ile oluşturulan ilk gruba 40 ppm F kontrol grubuna ise 0,3
ppm F içeren içme suyu ad libitum 90 gün boyunca verildi. Üç gün dinlenme dönemi verilerek açık alan (openfield)testi ve kuyruktan asma testi 360 saniye süre ile uygulandı.
Bulgular: Kontrol ve deney grubunda sırası ile (ortalama±standart hata), şahlanma 35,2±1,97, 26,3±1,48
p=0,002, kaşınma 3,3000±0,33500, 2,1000±0,23333 p=0,009, gezdiği kare sayısı 258±15,39, 184±18,85
p=0,007, dışkılama sayısı 2,8000±0,44, 4,7000±0,47258 p=0,009, hareketsizlik süresi 23610E2±19,79,
234±15,27 p=0,94 değerleri elde edildi. Kuyruktan asma testi sonuçları incelendiğinde immobilizasyon süreleri
açısından deney grubu ile kontrol grubu arasında önemli bir farklılık saptanmadı. Açık alan testinde ise deney
grubunda dışkılama sayısı daha fazla iken gezilen kare sayısı, şahlanma, kaşınma sayıları daha az idi.
Tartışma ve Sonuçlar: Yaptığımız çalışmada deney grubunda horizontal aktivite vertikal aktivite ve grooming
değerlerinin anksiyeteye bağlı olarak azaldığını bulduk p<0.01. Defekasyon sayısı ise deney grubunda artmıştı.
Florür ve depresyon ilişkisini inceleyen hayvan çalışması tesbit edemedik. Deneyimizin florürün anksiyojenik
olduğunu ama anti-depresana benzer etkisi olmadığını gösteren ilk çalışma olması açısından önemli olduğunu
düşünmekteyiz
Kaynaklar
1. Ge Y, Ning H, Wang S, Wang J. Effects of high fluoride and low iodine on brain histopathology in offspring rats.
Fluoride. 2005;38(2):127–32.
2. Bhatnagar M, Rao P, Saxena A, Bhatnagar R, Meena P, Barbar S, ve diğerleri. Biochemical changes in brain
and other tissues of young adult female mice from fluoride in their drinking water. Fluoride. 2006;39(4):280–4.
PB 47
Silah Ruhsatı Almak İçin Başvuranların Kişilik Profilleri Toplumdan Farklı Mıdır?
Hayriye Baykan
Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Silah bulundurma ve taşıma ruhsatı için gerekli olan sağlık raporunu alabilmek için psikiyatri polikliniğine
başvuranların kişilik profillerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma 2012 yılı Ocak - Haziran ayları arasında Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne silah
ruhsatı almak için gerekli olan sağlık raporunu alabilmek için müracat eden 200 kişinin MMPI (Minnesota Çok
Yönlü Kişilik Envanteri) sonuçları geriye yönelik olarak değerlendirilmiştir. Testi doldurmak istememe, aşırı
savunmacı yaklaşım ve benzeri nedenlerle testi geçersiz sayılmış olanlar değerlendirmeye alınmamıştır. Verilerin
değerlendirilmesinde SPSS 15.0 paket programı kullanılmıştır. Katagorik verilerin değerlendirilmesinde fisher
exact test, sürekli verilerin değerlendirilmesinde student’s t test kullanılmıştır. İstatistiksel anlamlılık sınırı olarak
p<0.05 kabul edilmiştir.
Bulgular: Silah ruhsatı almak amacıyla başvuran 200 kişinin 11’i (%5.5) kadın, 189’u erkek (% 94.5) idi. Yapılan
MMPI neticesinde 20 kişide psikopatoloji (%10) saptanmıştır. Psikopatoloji saptananların %9.1’i kadın, % 10,1 ‘i
erkeklerden oluşmakta olup, cinsiyetler arasında psikopatoloji görülmesi bakımından istatistiksel olarak anlamlı
bir fark gözlenmemiştir (p=0.697). Başvuran erkeklerin yaş ortalamaları (±standart sapma) 43.8±12.3, kadınların
ise 43.3±11.1 olup aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır (p=0.891). MMPI’da psikopatolojisi
olanların yaş ortalamaları (±standart sapma) 45,1±13.9 iken herhangi bir kişilik patolojisi olmayanların yaş
ortalamaları 43.6±12.1 olup benzer şekilde aralarındaki fark istatistiksel olarak anlamlı olarak
değerlendirilmemiştir (p=0.622).
Tartışma: Kişilik bozukluklarının genel toplumda görülme sıklığı %6-9 dolaylarındadır, %15 gibi yüksek
oranlardan da söz edilmektedir. Genelde kadınlarda ve erkeklerde eşit sıklıkta görülmektedir (1). Bu kesitsel
incelemede de benzer şekilde kişilik psikopatolojisi saptanma oranı %10 olarak bulunmuş ve cinsiyetler
arasındada anlamlı farlılık bulunmamıştır. Ancak toplumda silah sahibi insanların sadece bir kısmının ruhsat
almak için başvurduğu düşünülürse ruhsatsız silah taşıyanlarda kişilik psikopatolojileri görülme sıklığı ile ilgili
eldeki verilerle bir öngörüde bulunmak mümkün olmayacaktır.
Kaynaklar:
1-Köroğlu E, Bayraktar S. Kişilik Bozuklukları. Ankara: HYB yayıncılık; 2007 s.5-6.
PB 49
Sağlık Kurumu Çalışanlarında Psikolojik Şiddet (Mobbing) Algısı Ve Kişilik Özellikleri
Değerlendirilmesi
Deniz Kader Şarlak, Ayşegül Cengiz
Muğla Üniversitesi Fethiye Sağlık Yüksekokulu
Amaç: Psikolojik şiddet (mobbing) iş yerinde, bir veya birkaç kişi tarafından diğer bir kişiye yönelik olarak, sistemli
bir şekilde düşmanca ve ahlakdışı bir iletişim kullanılarak uygulanan bir psikolojik baskıdır. Kişilerin psikolojik
şiddet uygulama veya buna maruz kalma durumlarında belirleyici olan faktör, onların kişilikleridir. Araştırma,
Muğla ili Fethiye ilçesinde bulunan kamu hastanesinde ve merkez sağlık ocaklarındaki sağlık çalışanlarının
psikolojik şiddet (mobbing) ve kişilik özelliklerine göre algı düzeylerini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Araştırmanın evrenini Muğla ili Fethiye ilçesi kamu hastanesi ve merkez sağlık ocaklarında
çalışan 450 sağlık çalışanı oluşturmaktadır. Araştırmada veriler kişisel bilgi formu, psikolojik şiddet (mobbing) algı
belirleme ölçeği (Leyman) ve beş faktör kişilik envanteri olmak üzere 3 ölçek kullanılarak elde edilmiştir. Elde
edilen veriler istatistik paket programı olan S.P.S.S.14.0 kullanılarak analiz edilmiştir. İstatistiksel testlerde
anlamlılık düzeyi 0.05 olarak alınmıştır. Verilen değerlendirilmesinde frekans dağılımı, t-test, korelasyon ve
regresyon analizi kullanılmıştır.
Bulgular:Araştırmaya katılan sağlık çalışanların % 85’i kadın, %40’ı 31-40 yaş aralığında, % 68’ i evli, % 60’ı
yüksekokul mezunu olduğu ve % 40’ının 1-5 yıl arasında çalıştığı saptanmıştır. Sağlık çalışanlarının %15’i
doktor, %75’i hemşire, %10’unu teknisyendir. Sağlık çalışanlardan %51’i işyerinde psikolojik şiddet mağduru
olduğunu düşünmektedir. Analiz sonuçlarına incelendiğinde; araştırmaya katılan 450 sağlık çalışanının toplam
psikolojik şiddet algı puan X= 51.38, Ss=10.23 olduğu görülmektedir. Kadın çalışanların, psikolojik şiddet
algılarının X=51.34 ve standart sapması 10.46’dır. Erkek çalışanların, psikolojik şiddet algılarının X= 43.57 ve Ss=
10.78’tür. Sağlık çalışanlarının cinsiyete göre psikolojik şiddet alt boyutlarından olan sosyal itibarı etkileme ve
sosyal ilişkileri etkileme bakımından istatistiksel açıdan %95 anlamlılık düzeyine göre anlamlı bir farklılık olduğu
bulunmuştur. Beş faktör kişilik modelinin duygusal denge alt boyutu ve psikolojik şiddetin alt boyutu olan sosyal
ilişkilere yönelik eylemler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki vardır.
Tartışma ve Sonuçlar: Sağlık sektöründe görülen mobbing davranışlarının mağdur kadar toplum sağlığını da
olumsuz etkilediği bilinmektedir. Araştırmaya katılan sağlık çalışanlarına; iş yeri şiddetini önleme, stres ve öfke
yönetimi, sorun ve çatışma çözme becerileri kazandırılmalı, yasal tedbirler alınmalıdır. Sağlık çalışanlarına
psikolojik şiddetin tanımlanması; sözlü saldırılardan, kişinin işini verimli bir şekilde yapmasını engelleyen tüm
davranışlara kadar açıklanması, bu olgunun yıkıcı olduğunun resmen ilan edilmesi, uygulanan psikolojik şiddetin
ihbar olarak kabul edilmesi ve soruşturma başlatılabilmesi için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.
PB 50
Silah Ruhsatı İçin Rapor Başvuruları: Şanlıurfa Örneği
*Abdullah Atli, *Mehmet Cemal Kaya, *Mehmet Güneş, *Mahmut Bulut, **Sever Beşaltı, *Yasin Bez,
*Aytekin Sır
*Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
**Şanlıurfa Balıklıgöl Devlet Hastanesi, Psikoloji Birimi
Amaç: Toplumumuzun genel olarak ateşli silahlara karşı eğilimi olduğu bilinmekte ve son yıllarda bireysel
silahlanmada artış olduğu gözlenmektedir (1). Bu çalışmada amacımız Güneydoğu illerimizden Şanlıurfa’da silah
ruhsatı için rapora başvuranların özellikleri incelenmektir.
Yöntem: Şanlıurfa Balıklıgöl Devlet Hastanesi psikiyatri polikliniğine silah ruhsatı almak için sağlık kurulu raporuna
başvuran bireyler çalışmaya dâhil edildi.
Bulgular: Ekim 2010-Mart 2012 tarihleri arasında 271 (%95,4)’i erkek, 13 (%4,6)’ü kadın toplam 284 kişi
başvurmuştur. Şahısların 34’ü 18-25, 81’i 35-45, 77’si 45-55 yaş aralığında ve 31’i 55 yaşın üstünde olup %89,4’ü
evliydi. Başvuran kişilerin %42,2’si aylık bin liranın altında geliri olduğunu ifade ederken %30,4’ünün ise üç bin lira
üstü geliri olduğu görüldü. Eğitim durumuna bakıldığında 14 kişinin okuma yazna bilmediği, 146 kişinin ilköğretim
mezunu, 87 kişinin ortaöğretim ve kalan 37 kişinin ise yüksek öğrenim gördüğü anlaşılmıştır. Başvuranlar
tarafından silahlanma gerekçeleri olarak güvenlik (%81,3), miras kalmış olması (%4,2), riskli işte çalışıyor olma
(%4,9), komşusunda silah bulunması (%2,8) ve diğer nedenler (%6,7) gösterildi. Başvuruda bulunan kadınlara
sorulduğunda 8 kişinin eşinin hukuki sorunları nedeniyle silah ruhsatı alamadığını ve bu yüzden kendisinin
başvurduğunu, 3 kişi ölen eşinden miras kalan silahı bulundurmak istediğini ve iki kişinin de riskli iş nedeni ile
başvuru yaptığını bildirdi.
Sonuç: Şanlıurfa’da silah ruhsatı başvurularının nerede ise tamamını erkekler oluşturmuştur. Öte yandan
başvuranların önemli bir kısmının genç ve ortaöğretimini tamamlamamış kişiler olması toplumda bilinçsiz bir şekilde
artan silahlanma açısından uyarıcı niteliktedir. Ayrıca başvuranların neredeyse yarısının ekonomik durumu iyi
değilken başvuruda bulunmuş olması dikkat çekicidir. Güvenlik nedeniyle silah ruhsatı başvurusunda bulunma
bildirilen en sık neden olmuştur. Türkiye'de ateşli silahla intiharlar 2002 yılında %18,1 ile iken 2011 yılında
%26.1’ye yükselmiştir. 2011 yılında Şanlıurfa’daki toplam 37 intihar vakasının 17’si silahla gerçekleşmiştir. Bununla
beraber Şanlıurfa’da 2010 yılı içinde 57 adam öldürme ve 96 adam yaralama suçu işlenmiştir (2). Dolayısıyla intihar
etme, adam yaralama/öldürme gibi bazı ciddi sosyal sorunların artmasında silahlanmanın önemli etkisi olabilir.
Şanlıurfa’da silahlanma ele alınması gereken ciddi bir halk sağlığı sorunudur.
Kaynaklar:
1. Demirkan Ö, Demirkan S, Dal U, Beyaztaş FY (2005) Silâh sâhibi olması sakıncalı kişilik özellikleri. Adlî
Psikiyatri Dergisi; 2:21-30.
2. www.tuik.gov.tr İstatistik Kurumu Resmi İnternet sitesi
PB 51
Üniversite Öğrencilerinin Genel Sağlık ve Spiritüel Durumunun Değerlendirilmesi
Said Bodur*, Selma İnfal***Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim
Dalı, Konya **Selçuk Üniversitesi Akşehir Kadir Yallagöz Sağlık Yüksekokulu, Akşehir-Konya
Amaç: Ruhsal sağlık, sağlığın tanımında yer alan “tam iyilik hali”nin komponentlerinden biridir. Ancak toplum içi
çalışmalarda sağlığın bu bileşeninin araştırılması yeterince ele alınmamıştır. Toplumun her kesiminin ruhsal
sağlık durumunun aydınlatılmasının, toplum sağlığının geliştirilmesi çalışmalarına ışık tutması beklenir. Bu
araştırma üniversite öğrencilerinin genel sağlık ve spirütüel durumlarını değerlendirmek amacıyla betimleyici
olarak yapılmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Araştırmanın evrenini 2011-2012 eğitim öğretim yılında Konya il merkezinde bulunan
üniversite öğrencileri oluşturdu. Fakülteler; fen, sosyal, sağlık ve eğitim bilim alanı olarak sınıflandı, her gruptan
rastgele belirlenen bir fakülte ve bölümünün birinci ve dördüncü sınıflarından 364 üniversite öğrencisi örnekleme
alındı. Veri toplama aracı olarak, bir demografik anket ile “Spiritüalite Ölçeği (SS)” ve “Genel Sağlık Anketi-12
(GSA-12)” kullanıldı. SS, Delaney’in geliştirdiği, Türkçesinin geçerlilik ve güvenilirliğinin yapıldığı, ruhsal durumu 4
faktörle açıklayan bir ölçektir.
Bulgular: Üniversite öğrencilerinin yaş ortalaması 22±3 olup 202’si (% 55.5) erkek olup 165’i (% 45.3) birinci
sınıfta idi. Öğrencilerin % 27.7’si veteriner fakültesi, % 26.6’sı mühendislik fakültesi, % 22.5’i iletişim fakültesi ve
% 23.1’i eğitim fakültesi öğrencisi idi. Kullanılan SS göre; üniversite öğrencilerinin % 27.2 ruhsal yönden tam iyilik
halinde iken, % 72.8’i orta ya da düşük ruhsallık içinde olduğu bulundu. Ruhsal durumu iyi olması ile algılanan
maneviyat, algılanan dindarlık, okuduğu bölüm ve kitap okuma alışkanlığı arasında anlamlı ilişki saptandı. SS ve
GSA- 12’nin skorları arasında doğrusal ilişki belirlendi. Öğrenciler hayatlarını çok etkileyen ve olumsuz olarak
değerlendirdikleri bir deneyim olarak ilk üç sırada; % 12,6’sı bir yakınının ölümü, % 3,3’ü ciddi bir sağlık sorunu ve
% 2,7’si kaza olarak sıralamıştır. Hayatlarını çok etkileyen ve olumlu olarak değerlendirdikleri bir deneyim olarak
ise; % 35,2’si üniversite okumaya hak kazanmak, % 10,7’si istediği bölüme yerleşmek ve % 10,4’ü başka bir
şehre yerleşmek olarak sıralamıştır.
Tartışma ve Sonuçlar: SS’nin GSA-12 ile paralel sonuçlar vermesi, bu ölçeğin ruhsal iyilik halinin tespitinde
geçerli bir ölçek olduğu izlenimimizi güçlendirmiştir. Üniversite öğrencilerinin ruhsal durumu bazı faktörlerle
ilişkilidir. Etkili faktörlerde iyileştirme girişimleri ile ruhsal durumda da iyileştirmelerin sağlanabileceği kanaatine
varıldı.
Anahtar Kelimeler: Spiritüalite, ruhsal iyilik, genel sağlık, üniversite öğrencisi
PB 52
Bir Devlet Hastanesi Psikiyatri Polikliniğine Başvuran Hastalarda Depresyon ve Anksiyete
Bozukluklarının Sosyodemografik ve Klinik Özelliklerinin Karşılaştırılması
Elif Karaahmet* Adnan Kirmit**
*Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Çanakkale
**Siverek Devlet Hastanesi Biyokimya, Şanlıurfa
Giriş: Anksiyete ve depresyon klinik özellikleri, patofizyoloji ve tedavideki farklılıkları nedeniyle ayrı
bozukluklar olarak düşünülürken, eşzamanlı hastalık ve ortak risk faktörleri yoluyla ilişkili bulunmuşlardır
(1). Son dönemde yapılan birçok klinik ve epidemiyolojik çalışma anksiyete bozuklukları ve depresyonun
sıklıkla eş hastalık olarak ortaya çıktıklarını bulmuştur (2). Bir anksiyete veya depresyonu olan
hastaların %55'inde değerlendirme sırasında en az bir tane eşzamanlı anksiyete veya depresyon
olduğu, bildirilmiştir (3).
Amaç: Bu çalışmada depresyon ile anksiyete bozukluğu arasında sosyodemografik yönden ve vitamin
B12 ve TSH düzeyleri açısından özellkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Siverek Devlet
Hastanesine 2009-2010 yılları arasında başvuran depresyon, anksiyete bozukluğu, karışık anksiyetedepresyonu olan toplam 724 hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelendi.
Bulgular: Hastaların 487’si kadındı. Depresyon grubunda 233 (%32.2), anksiyete grubunda 311(%
43.0), karışık anksiyete depresyon grubunda 180(%24.9) hasta vardı. Hastaların yaş ortalaması, eğitim
düzeyi ve medeni durumu açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmadı. Depresyon
anksiyete ve karışık anksiyete depresyon gruplarının HAM-D skorları sırasıyla 21, 12 ve 22 idi, bu
grupların HAM-A skoru sırasıyla 15,15 ve 20 idi. Gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı.
Gruplar arasında vitamin B12 eksikliği ve TSH düzeyi açısından karşılaştırıldığında gruplar anlamlı fark
saptanmadı.
Sonuç: Anksiyete ve depresyon arasındaki ilişkide risk faktörlerine yönelik yapılan çalışmalar
depresyon ve anksiyete bozukluklarının altta yatan aynı psikopatolojinin farklı görünümleri olabileceğini
düşündürmektedir. İç içe geçmiş bu hastalıklar arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşılabilmesi için daha
ayrıntılı verilerle araştırmaların yapılmasına ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.
Kaynaklar:
1-Beesdo K, Pine DS, Lieb R (2010) Incidence and risk patterns of anxiety and depressive disorders nd
categorization of generalized anxiety disorder. Arch Gen Psychiatry, 67:47-57.
2-Karadağ H, Örsel S, Kart A, Özcaltepe B, Türkçapar H, Kayran E. Majör Depresyon ve Anksiyete
Bozukluğunun Birlikte Görüldüğü Durumların Klinik Özellikleri: Karşılaştırmalı Bir Çalışma. Klinik
Psikiyatri 2011; 14:164-172.
3-Brown TA, Barlow DH (2009) A proposal for a dimensional classification system based on the shared
features of the DSM-IV anxiety and mood disorders: implications for assessment and treatment. Psychol
Assess, 21: 256-271.
PB 53
Bir Devlet Hastanesi Psikiyatri Polikliniğine Bir Yıl İçinde Başvuran Depresyon Tanılı Hastaların
Sosyodemografik ve Klinik Özellikleri
Elif Karaahmet*, Yüksel Kıvrak**
* Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi Psikiyatri Anabilimdalı
** Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilimdalı
Giriş: Depresyon dünyada halk sağlığını en çok tehdit eden sorunların başında yer almaktadır(1). Sık
görülmesinin yanı sıra yarattığı yetiyitimi ve ekonomik sonuçlar depresyon araştırmalarının önemini
artırmaktadır(2). Depresyonla birlikte diğer Eksen I sıklıkla bir arada görülmektedir(3). Klinik
çalışmalarda ekhastalığının varlığı depresyondaki alevlenme, yineleme, süregenleşme, kalıntı belirtiler,
intihar eğilimi ve psikososyal sorunların artışına neden olan etmenler arasında yer aldığı
gösterilmiştir(4).
Amaç: Depresyon tanısı alan kişilerin sosyodemografik ve klinik özelliklerinin incelenmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: 2009-2010 yılları arasında Siverek Devlet Hastanesi psikiyatri polikliniğine başvuran hasta
kayıtları geriye dönük olarak tarandı. Toplam 948 hasta içinde depresyon tanısı alan 340 hastanın
verileri SPSS paket programı kullanıldı. Bulgular: tüm taranan grubun %35,8’i depresyon tanısı
almaktaydı. Depresyon tanısı alan olguların yaş ortalaması 32,14’tü. %70.9’u kadındı, %57,4’ü evliydi,
%67,4’ünün eğitim düzeyi ilkokul ve altıydı. HAM-D ortalaması 21, HAM-A ortalaması 16 idi. %43,5’inde
diğer bir eksen I bozukluğu eşlik etmekteydi. Eştanılar içinde %29.4 ile en sık görülen obsesif kompulsif
bozukluktu.
Sonuç: Depresyonun ortaya çıkmasına çeşitli risk faktörleri mevcuttur. Kadın olmak, eğitim düzeyi
düşüklüğü, çalışmamızda ön plana çıkan faktörlerdir. Bu çalışma bir devlet hastanesi psikiyatri
polikliniğine başvuran kişilerle sınırlıdır. Farklı bölgelerde yapılacak çalışmalarla bölgesel farklılıkların
belirlenmesi açısından yararlı olacaktır.
Kaynaklar:
1- Yalvaç HD, Dikilitaş Y, Coşkun A, Yedikardaşlar C, Emül M, Ünal S. Bir Devlet Hastanesine
Depresyon Nedeniyle Başvuran Olgularda Sosyodemografik Özellikler. Güncel Psikiyatri ve
Psikonörofarmakoloji 2011; 1(2):16-20.
2- 2-Kaya B, Kaya M. 2007. 1960’lardan günümüze depreyonun epidemiyolojisi, tarihsel bir bakış.
Klinik Psikiyatri. 10:3-10.
3- 3-Kessler RC, Nelson CB, McGonagle KA, et al. Comorbidity of DSM-III-R major depressive
disorder in the general population: results from the US National Comorbidity Survey. Br J
Psychiatry. 1996; 168:17-30.
4- 4-Fava M, Abraham M, Alpert J, Nierenberg AA, Pava JA, Rosenbaum JF. Gender differences
in Axis I comorbidity among depressed outpatients. J Affect Disord. 1996; 38:129-33.
PB 54
Bir Üniversite Hastanesi Psikiyatri Polikliniğine Başvuran Hastaların Sosyodemografik Özellikleri
ile Tanı Grupları Arasındaki İlişki
Nurcihan Akbulut,İbrahim Yağcı,Yüksel Kıvrak
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi Psikiyatri AD, Kars
Amaç: Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğine bir yıl içinde başvuran hastaların sosyodemografik
özellikleri ile tanı grupları arasındaki ilişkinin belirlenmesi amaçlandı.
Yöntem: Mayıs 2010-2011 tarihleri arasında başvuran 1378 hastanın poliklinik kayıtlarının incelenmesi ile elde
edilen veriler değerlendirildi. Kars’ta çocuk psikiyatristi olmadı- ğından dolayı polikliniğimizde çocuk yaş grubu
hastalarda muayene edildiğinden çalışmaya alınmıştır.
Bulgular: 1378 hasta muayene edildi. Ortalama geliş sıklığı 2,28 ±2.44 olup, toplam poliklinik sayısı 3144’dür.
Hastaların %65.7’si (n=906) kadın, %34.3’ü (n=472 ) erkekti. Ortalama yaş 34.9 ± 16.505 yıl olarak bulunmuştur.
Hastaların %56,7’si (n=781)35 yaş altın- dadır. Hastaların büyük çoğunluğunu şehir merkezinden gelenler
oluşturmaktadır.DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre duygudurum bozuklukları %56.5 (n=779), anksiyete bozuklukları
%28.8 (n=398), somatoform bozukluklar %1.3 (n=19), psikotik bozukluklar %5.3 (n=74), dikkat eksikliği ve
davranış bozuklukları %5.6 (n=78) oranında görüldü.
Tartışma ve Sonuç: Sosyodemografik veriler ile tanı grupları arasında anlamlı olarak ilişki saptandı.
Çalışmamızda başvuran hastaların büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturdu. En sık konulan tanılar duygudurum
bozuklukları, anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği ve davranış bozukluklarıdır. Kırsal kesimden başvuru oranı
düşük saptandı. Tanı grupları ile kontrol için polikliniğe başvurma oranları arasında farklılıklar saptanmıştır.
Anahtar sözcükler: Psikiyatri polikliniği; sosyodemografik faktörler; psikiyatrik tanı
PB 55
Toplulukçu Yeterlilik Ölçeğinın Geliştirilmesi ve Geçerlilik ve
Güvenilirlik Çalışması
Fatma Yıldırım*, İnci Özgür İlhan**, Duru Gündoğar***, Sıla Yüce**, Mehmet Çolak****, Nail Dertli*,
Yıldırım Beyatlı Doğan**
*Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü
**Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
***Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ****Sağlık Bakanlığı
Mardin Devlet Hastanesi
Amaç: Toplulukçu yeterlilik, belirlenen bir hedefi gerçekleştirmek için gereken eylemliliği örgütleyip yürütmede bir
grubun kendi kaynaklarına olan ortaklaşmış inancı olarak tanımlanmıştır. Toplulukların karşılaştıkları sorunları
çözmesi ve toplumsal değişimlerin oluşumunda toplulukçu yeterliliğin önemli bir etkisi vardır. Bu çalışmada
toplulukçu yeterlilik kavramının Türkçede özgün olarak geliştirilecek bir ölçek yoluyla geçerliliğinin sınanması
amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: İlgili yazın ve kültürel özellikler gözetilerek 43 maddelik bir taslak oluşturulmuştur. Taslak
ölçek çeşitli sosyoekonomik düzeylerdeki erişkin yaş grubundan 415 gönüllü katılımcıda uygulanmıştır. Faktör
analizi yapılmış, ölçüt geçerliliğini belirlemek amacıyla UCLA Yalnızlık Ölçeği, Çok Boyutlu Algılanan Sosyal
Destek Ölçeği ve Yaşam Doyumu Ölçeği kullanılmıştır. Test tekrar test güvenilirliği için ölçek ortalama iki hafta
arayla 168 kişide ikinci kez uygulanmıştır. Bulgular: Güvenilirlik ve açımlayıcı faktor analizinin sonucunda bazı
maddeler elenerek taslağa 28 maddelik son hali verilmiştir. Ölçeğin bu son haliyle üç faktörlü yapının varyansın %
60,0’ını açıkladığı görülmüştür. Toplulukçu Yeterlilik Ölçeği ve diğer ölçekler arasındaki korelasyonlar istatistiksel
olarak anlamlı bulunmuştur. Tüm ölçeğin iç tutarlılık katsayısı (Cronbach alfa) 0,96 ve ikinci kez ulaşılabilen
toplam 168 kişiden elde edilen veriler üzerinden elde edilen test tekrar test güvenilirlik katsayısı 0,59 olarak
bulunmuştur.
Tartışma ve Sonuçlar: Toplulukçu Yeterlilik Ölçeği 18 yaş ve üstü kişilerde uygulanabilen, toplulukçu yeterliliği
ölçmede kullanılabilecek geçerli ve güvenilir bir araçtır.
Kaynaklar: Bandura A (1997) Self-efficacy: the exercise of control. New York Freeman.
Demir A. (1989) UCLA yalnızlık ölçeginin geçerlik ve güvenirligi. Türk Psikoloji Dergisi,7 (23): 4– 18.
Durak M, Senol-Durak E, Gencoz T (2010) Psychometric Properties of the Satisfaction with Life Scale among
Turkish University Students, Correctional Officers, and Elderly Adults. Social Indicators Research, 99:413–429.
Eker D, Arkar H, Yaldız H (2001) Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği’nin Gözden Geçirilmiş Formunun
Faktör Yapısı, Geçerlik ve Güvenirliği. Türk Psikiyatri Dergisi, 12(1): 17-25.
PB 56
Yüksek Eğtimli Sağlıklı Kişilerde Stroop Testi Sırasında Hemodinamik Yanıtın İşlevsel Yakın
Kızılötesi Spektroskopi Tekniği (IYKAS) İle İncelenmesi
Handan Noyan*,İlker Taşdemir**,Sinem Burcu Erdoğan***,Miray Erbey*,
Bilge Togay**,Ata Akın***,Alp Üçok**
*İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü Sinirbilim ABD,
**İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD,
***Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği
Amaç: İşlevsel Yakın Kızılötesi Spektroskopi (IYKAS), kan oksijenlenme dinamiklerini belirlemede güvenilir bir
nörogörüntüleme yöntemi olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu çalışmada bilişsel bir test sırasında sağlıklı
katılımcılarda IYKAS’daki değişikliklerin incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: IYKAS; beyindeki hemoglobin konsantrasyonu değişikliklerinin ölçümüne dayanan, düşük
maliyetli, non-invasiv nörogörüntüleme tekniği olup, bilişsel görev sırasında motor/görsel/işitsel uyarılarla
korteksin fonksiyonel aktivitesini inceler. Kullandığımız cihazda 4 ışık kaynağı, 16 dedektör bulunmaktadır.
Dedektörler sağ Prefrontal Korteks (PFK), sağ-orta PFK, sol-orta PFK ve sol PFK’yi göstermek üzere
konumlandırılmaktadır. Çalışmamızda Stroop bilgisayar versiyonu kullanılmıştır. Stroop testi algısal kurulumu,
değişen talepler doğrultusunda ve bir “bozucu etki” altında değiştirebilme becerisini; alışılmış bir davranış
örüntüsünü bastırabilme ve olağan olmayan bir davranışı yapabilme yeteneğini ölçer. Testin bilgisayar
versiyonunda; altta yazılan renk isminin rengi yukarıda yazılanla aynıysa sola aynı değilse sağ tuşa basılması
istenir. Katılımcdan 3 sn. içerisinde cevap vermesi beklenmektedir. Kullanılan parametreler; Congruent(uyumlu),
rengin renk ismiyle uyumlu olması; Incongruent(uyumsuz), rengin renk ismiyle uyumlu olmadığı; nötr ise yukarıda
bu sefer renk isminin olmayıp, farklı renklerle yazılan ‘XXX’ sembolünün olmasıdır.
Bulgular: Çalışma, üniversite öğrencisi/mezunu 13 sağlıklı gönüllüyle yürütülmüştür. Yaş ortalamaları 26,69’dur.
Stroop bozucu etkisi (enterferans), hata sayısı ve bu üç koşul arasındaki süre farkıyla ölçülmüştür. Katılımcılar,
en düşük doğru yanıtı incongruent koşulunda, en yüksek doğru yanıtı nötral koşulunda gösterdi. Doğru yanıtlar ve
tepki süresi farkları arasındaki fark Friedman Anova testiyle incelendi. Doğru yanıtlar arasındaki fark anlamlıydı
(p=0,01). Bu fark, nötralle incongruent arasındaydı (p=0,007); congruentla nötral arasında ise trend düzeyindeydi
(p=0,065). Süre farkları arasındaki fark trend düzeyindeydi (p=0,066). Katılımcıların bilişsel bir test sırasındaki
hemodinamik yanıtları, birey ve grup düzeyinde ‘Hiyerarşik Genel Lineer Model’ kullanılarak incelenmiş,
Incongruent-Congruent, Incongruent-Nötral ve Congruent-Nötral enterferans koşulları için istatistiksel olarak
anlamlı bölgeler belirlenmiş (z= 1,63; p<0,05); Bonferroni düzeltmesi yapılmıştır. Katılımcıların genel olarak
%45’nde; oksijenli kan akımı aktivasyonu için bu enterferans koşullarının tümünde en yüksek hemodinamik yanıt
orta kanallarda gözlenmiştir. Oksijensiz kan akımı aktivasyonu için, Incongruent-Congruent ve Congruent- Nötral
enterferans koşullarında en yüksek hemodinamik yanıtın bilateral kanallarda olduğu gözlenirken; IncongruentNötral enterferans koşulunda orta kanallarda olduğu görülmüştür.
Tartışma: Bulgularımız IYKAS’ın, Stroop bozucu etkisinin PFK’daki spesifik kognitif aktivasyonlarını ölçen bir
ölçüm aracı olabileceğini göstermektedir.
Anahtar Kelimler: IYKAS, Stroop Bozucu Etkisi, PFK
PB 57
Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nda Nöropsikolojik Fonksiyonlar ve Silik
Nörolojik Bulgular
Ayşe Nur İnci Kenar*, Hasan Herken**
*Denizli Devlet Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Denizli
**Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Denizli
Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), nöropsikiyatrik bir bozukluk olup erişkinlerdeki prevalansı
%1-4 arasındadır (1). Etyopatogenezinde; frontostriatal döngü üzerinde durulmaktadır (2). Psikiyatrik
hastalıklardaki beyin fonksiyon bozukluklarının araştırılmasında kullanılan silik nörolojik belirtiler daha çok
çocukluk çağı DEHB’de araştırılmıştır. Bu çalışmada, erişkin DEHB’ lilerin frontal bölge fonksiyonlarına duyarlı
nöropsikolojik test performansları ve silik nörolojik belirtilerin araştırılması hedeflenmiştir.
Metod: Çalışmaya DEHB tanısı almış olan 18-60 yaş arası 60 olgu ve 60 sağlıklı kontrol alındı. Her iki gruba
Nörolojik Değerlendirme Ölçeği ve nöropsikolojik testler (Sayı dizleri, sözel bellek, stroop ve Wisconsin kart
eşleme testi (WKET)) uygulandı. Nöropsikolojik testler vakaların 51’ine, kontrol grubunun 42’sine, nörolojik
değerlendirme ise 59 vakaya ve 44 kontrol bireyine yapılabilmiştir.
Bulgular: Erişkin DEHB grubunda sayı dizileri, sözel bellek ve stroop testlerinde kontrol grubuna göre anlamlı
düzeyde düşük performans saptandı. WKET’de erişkin DEHB’liler ile kontrol grubu arasında farklılık bulunmadı.
Silik nörolojik belirtilerde erişkin DEHB’ lilerde motor koordinasyon ve alt test maddelerinden başparmak
opozisyonunda kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük performans saptanmıştır. Erişkin DEHB’ lilerde
duyusal bütünleştirme alt testinde ve alt test maddelerinden işitsel görsel bütünleştirme ve dokunsal algının
değerlendirildiği söndürmede kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük performans saptanmıştır. “Diğer” alt
testlerinden bellek 5 dakika, sinkinezi ve bakışı sabit tutma güçlüğü alt test maddelerinde erişkin DEHB’lilerde
kontrol grubuna göre düşük performans saptanmıştır.
Sonuç: Çalışmamıza göre; erişkin DEHB’ lilerde, kavramsallaştırma ve sorun çözme becerilerinin iyi olduğu
ancak basit dikkat sorunları, kodlama ve geri çağırmadaki sorunlara ikincil gelişen bellek sorunları ve öğrenme
güçlüğü, tepki inhibisyonunda güçlük olduğu görülmektedir. Motor koordinasyonun frontal lob ve serebellumla,
duyusal bütünleştirmenin ise parietal lob ile ilişkili olduğu düşünülmektedir (3). Çalışmamızda; erişkin DEHB’
lilerde motor koordinasyon, duyusal bütünleştirme, sinkinezi ve bakışı sabit tutmada düşük performans
saptanmıştır. Sinkinezi, bakışı sabit tutma güçlüğü gibi göz hareketlerinde görülen sorunlar kranial sinir
hasarından çok okulomotor koordinasyon bozukluğunu düşündürmektedir. DEHB’de görülen el hareketlerindeki
beceriksizliği de içeren motor koordinasyon bozuklukları, frontal lobda, hareket ve dikkatin düzenlenmesinden
sorumlu olan serebellumda, duyusal-motor alanın bulunduğu parietal lobda ve/veya bunların birbirleriyle
bağlantısını sağlayan fronto-striatal yolaklarda bir işlev bozukluğu olduğunu düşündürmektedir.
PB 58
Çocuk/Ergen ve Erişkin Yaş Gruplarında Yaşanan Cinsel İstismar Olaylarının Karşılaştırılması
1Serap Erdoğan Taycan, 2Ali Yıldırım, 3Feryal Çam Çelikel, 2Erdal Özer
Gaziosmanpaşa Ünv. Tıp Fak. Psikiyatri AD, 2Gaziosmanpaşa Ünv. Tıp Fak. Adli Tıp AD,
3Gaziosmanpaşa Ünv. Tıp Fak. Psikiyatri AD
Amaç: Cinsel istismar, erişkinlerin çocuk, ergen ya da bir diğer erişkini cinsel arzu ve gereksinimlerini karșılamak
için güç kullanarak, tehdit ya da kandırma yolu ile kullanmasıdır. Çocuklukta cinsel istismara maruz kalma sıklığı
%10-40 olarak bildirilmektedir. Cinsel istismarın nesnesi olarak genellikle kadın cinsiyetinin görüldüğü
bilinmektedir.
İstismarcı çoğunlukla çocuk ya da genç tarafından tanınan kişiler olmakta, az oranda da yabancılar tarafından
gerçekleştirilen istismar vakalarına rastlanmaktadır. Bu çalışmada Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp
Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı tarafından Eylül 2010- Temmuz 2011 tarihleri arasında, istismara maruz kalmaları
sebebiyle Psikiyatri Anabilim Dalı’ndan değerlendirilmesi istenen vakaların bilgilerine geriye dönük tarama ile
ulaşılmıştır. Çocuk ve ergen vakalar ile erişkin vakaların çeşitli özelliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Mağdurun ve istismarın çeşitli özelliklerini değerlendirmeyi amaçlayan bir anket aracılığı ile
konsültasyon notları geriye dönük olarak incelenmiştir.
Bulgular: Eylül 2010- Temmuz 2011 tarihleri arasında cinsel istismar sonrası ruh sağlığının bozulup
bozulmadığının değerlendirilmesi istenen 78 vakaya rastlanmıştır. 50 vaka 18 yaşın altında, 28’i ise 18 yaşın
üzerindedir. 18 yaş altındakilerin kadın-erkek oranları %96’ya, %4 iken 50 yaş üzerinde bu oran %89.3’e %10.7
olarak bulunmuştur. İstismarcının yakınlığı, olayın yaşandığı yer, saldırının türü ve psikiyatrik değerlendirme
sonucu konulan tanılar açısından her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır.
Bununla birlikte çocuk/ ergen grubunda istismar olayının gerçekleştiği yere bakıldığında 1. sırada ev, 2. sırada
kapalı alan (araç içi, araba, apartman boşluğu vb.), 3. sırada açık alan gelirken, erişkin istismarlarında 1. sırada
kapalı alan, 2. sırada ev gelmektedir. Dikkati çeken bir diğer farklılık çocuk/ergen grubunda istismarcıların büyük
çoğunluğu erkek arkadaşlardan oluşurken erişkinlerde ilk sırada kan bağı bulunmayan tanıdıklar (komşusu,
köylüsü vb.) yer almaktadır.
Tartışma ve Sonuçlar: Türkiye toplumunda diğer toplumlardan farklı olarak yasal yaş doldurulmadan yapılan
evliliklerin genellikle gebelik sürecinde fark edilmesi sonucu adli vaka olarak değerlendirildiği görülmektedir.
Bunun dışında çalışmada gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunamamıştır. Bu sonuç vaka
sayılarının azlığından kaynaklanabilir. Çoğunluğun çocuk/ergen yaş grubu vakalardan oluşması ve istismarın bazı
özelliklerinin erişkin grubunda farklılık göstermesi, özel ilgi gerektiren konulardır.
PB 59
Aydın İlinde Bir Yıl İçerisindeki Tüm Çocuk ve Ergen Adli Olguların Değerlendirilmesi
Hatice Aksu*, Sevcan Karakoç Demirkaya**, Börte Gürbüz*, Berk Gün***
*Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD,Aydın,Türkiye **Aydın
Devlet Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, Aydın,Türkiye ***Adnan Menderes Üniversitesi
Adli Tıp AD,Aydın,Türkiye
Amaç: Bu çalışmada 2011 Temmuz-2012 Temmuz tarihleri arasında Aydın ilinde adli rapor istemi ile adli tıp ve
çocuk ve ergen ruh sağlığı polikliniklerine (ÇERSAH) yönlendirilen tüm çocuk ve ergen adli olguların geliş
nedenleri, sosyodemografik özellikleri, psikiyatrik tanıları, tedavi süreçleri, suç profili ile ilişkili özelliklerinin
incelenmesi ve ilin bu yaş grubu için genel profilinin çıkarılması amaçlanmıştır.
Yöntem: 2011 Temmuz- 2012 Temmuz tarihleri arasında Aydın il merkezi ve ilçelerinden adli rapor istemi ile
Aydın Devlet Hastanesi ÇERSAH ve Adnan Menderes Üniversitesi ÇERSAH ve Adli Tıp Anabilim Dalı’na
yönlendirilen çocuk ve ergen adli olguların tümünün verileri geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların
sosyodemografik özellikleri, zeka düzeyleri, gönderilme nedenleri, iddia edilen suç türü, madde kullanım öyküleri,
psikiyatrik tanıları, tedaviye başlama ve sürdürme oranları incelenmiştir.
Sonuçlar: Aydın ilindeki tüm olguların(n=272) %42.3’ü kız(n=115), %57.7’si erkek(n=157) olup ortalama yaşın
13.46±2.3 olduğu saptanmıştır. Cinsel istismar mağduru olmak %31.3(n=85) oran ile en sık polikliniklere
yönlendirilme nedeni olup bunu %28.6(n=77) ile hırsızlık, %9.7(n=26) ile yaralama suçları takip etmektedir. Cinsel
istismar olgularının %77’sinin en az bir psikiyatrik tanı aldığı ve %50’sine medikal tedavi başlandığı; ancak
%63’ünün tedavisini sürdürmediği saptanmıştır. İki yüz yetmiş iki olgudan 149’unun (%54.7) iddia edilen suçun
hukuki anlam ve sonuçlarını algılama ve davranışlarını yönlendirme yeteneğinin bulunup bulunmadığı sorulmuş,
ÇERSAH uzmanlarına yönlendirilen 33(%22.1) olgudan 22’sine(%66.6) bilmediği, 6(%18.1) olguya bildiği,
5(%15.1) olguya ise suçun hukuki anlamını bildiği ancak sonuçlarını yönlendirme yeteneğinin olmadığı şeklinde
rapor düzenlemiş; adli tıp uzmanları ise değerlendirdikleri 116 olgunun hepsine (%100) bildiği şeklinde rapor
düzenlemiştir.
Tartışma: Yapılan benzer çalışmalar ile karşılaştırıldığında Aydın ilindeki cinsel istismar oranının daha yüksek
çıkmasının nedeninin olguların bildirilme oranının yüksek olmasından kaynaklandığı düşünülmüştür. Psikiyatrik
tedavi başlanan cinsel istismar olgularının %63’ünün tedavisini sürdürmediği tespit edilmiş olup tedavi devamlılığı
için sağlık kurumları ve ilgili diğer birimler arasında işbirliği içerisinde yürütülecek yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.
PB 61
Sağlık Yüksekokulu Öğrencilerinin Problem Çözme Becerilerinin Değerlendirilmesi
*Gül Ergün, **Huriye Hakut,**Seda Çağlı,**Sinem Kaya,
**Hamdullah Omay,**Özge Işıldar,**Ceyda Şenol,**Cemile Demirel
*Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sağlık Yüksekokulu, Burdur
**Uşak Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü, Uşak
Amaç: İnsan yaşamı çeşitli sorunlarla doludur. Eğitim süreleri boyunca ve meslek yaşamlarında hasta bireylerle
çalışma imkânı bulan hemşirelerin çalışma yaşamlarında karşılaştıkları problemleri çözme konusundaki becerileri
önemlidir. Problem çözme becerisi gelişmiş olan bir hemşire sağlık hizmetini çok daha profesyonel sağlayabilir.
Bu çalışmanın amacı sağlık yüksekokulunda okuyan öğrencilerin problem çözme becerilerinin ilişkili olduğu bazı
değişkenleri ortaya koymak ve problem çözme becerilerini ölçmek, bu konuda yeterli olup olmadıklarını
belirlemektir.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmanın evrenini bir Üniversitenin Sağlık Yüksek Okulu Hemşirelik Bölümünde okuyan
öğrencileri oluşturmuştur (N=330). Örneklem olarak Evrenin tamamına ulaşılması hedeflenmiştir ve 248 kişiye
ulaşılmıştır. Araştırmaya katılımda gönüllülük ilkesi dikkate alınmıştır. Verilerin toplanması için araştırmacılar
tarafından oluşturulan sosyodemografik sorular ve Problem Çözme Envanteri kullanılmıştır. Verilerin toplanması
araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmiştir ve örneklem grubunun birbirinden etkilenmesini önlemişlerdir.
Verilerin değerlendirilmesi SPSS paket programında Yüzdelik, Frekans ve Ki-kare testleriyle yapılmıştır. Bulgular:
Araştırmaya 248 kişi katılmıştır. Bunların 190’ı kadın, 58’i erkektir; 3’ü evli 245’i ise bekârdır. Katılımcıların
sınıflara göre dağılımı ise; %26,6 1. sınıf, %27 2.sınıf, %23,4 3.sınıf ve %23 4.sınıf şeklindedir. Öğrencilerin genel
anlamda kendini değerlendirmeleri istendiğinde; %48,8’i başarılı, %43,5’i kısmen başarılı, %4,8’i çok başarılı,
%2,8’i ise başarısız bir birey olduğunu belirtmiştir. Örneklem grubunun %77,8’i herhangi bir sanat dalıyla
ilgilenmezken; %22,2’si ilgilenmektedir. %68.1’i herhangi bir spor dalı ile ilgilenmezken; %31,9’u ilgilenmektedir.
Katılımcıların Problem Çözme Envanteri Toplam Puan Ortalamaları 89,94 bulunmuştur.
Tartışma ve Sonuçlar: Ölçekten en az 32, en fazla 192 puan alınabilmekte ve ölçekten alınan toplam puanların
yüksekliği bireyin problem çözme becerileri konusunda kendini yetersiz olarak algıladığını göstermektedir. Buna
dayanarak araştırmamızın sonucunda; hemşirelik öğrencilerinin ölçekten aldığı toplam puan ortalamasının
(89.94) düşük olduğu ve öğrencilerin problem çözme düzeylerinin yeterli olduğu söylenebilir.
PB 62
Sağlık Yüksekokulu Öğrencilerinin Öfke İfade Etme Biçimlerinin Değerlendirilmesi
*Gül Ergün, **Şerife Aktaş,**Nergis Küçükfalay
*Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sağlık Yüksekokulu, Burdur
**Uşak Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü, Uşak
Amaç: Son zamanlarda okullarda artan şiddet olayları kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. Bu bağlamda, okul
şiddetinin önlenmesi ve okul güvenliğinin sağlanması için okul şiddetinin ortaya çıkmasında etkili olan faktörlerin
anlaşılması önem kazanmaktadır. Şiddetin doğmasında önemli yeri olan öfke Bu faktörlerden birisidir. Bu
çalışmanın amacı sağlık yüksekokulunda okuyan öğrencilerin öfke konusundaki duygu, düşünce ve tutumlarını
belirlemektir.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmanın evrenini bir Üniversitenin Sağlık Yüksek Okulu Hemşirelik Bölümünde okuyan
öğrencileri oluşturmuştur (N=330). Örneklem olarak evrenin tamamına ulaşılması hedeflenmiştir ve 235 kişiye
ulaşılmıştır. Araştırmaya katılımda gönüllülük ilkesi dikkate alınmıştır. Verilerin toplanması için araştırmacılar
tarafından oluşturulan sosyodemografik sorular ve Çok Boyutlu Öfke Ölçeği kullanılmıştır. Verilerin toplanması
araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmiştir ve örneklem grubunun birbirinden etkilenmesini önlemişlerdir.
Verilerin değerlendirilmesi SPSS paket programında yapılmıştır.
Bulgular: Araştırmaya 235 kişi katılmıştır. Bunların 180’ı kadın, 55’i erkektir; 3’ü evli 232’si ise bekârdır.
Katılımcıların sınıflara göre dağılımı ise; %29,4. sınıf, %26,4 2.sınıf, %28. 3.sınıf ve %16,2 4.sınıf şeklindedir.
Öğrencilerin genel anlamda kendini değerlendirmeleri istendiğinde; %54’ü başarılı, %40,9’u kısmen başarılı,
%4,7’si çok başarılı, %0,4’ü ise başarısız bir birey olduğunu belirtmiştir. Örneklem grubunun %77’si derse ait
olmayan kitaplar okuduğunu, %23’ü ise okumadığını belirtmiştir. %31.9’u ilgilenmektedir. Katılımcıların ölçek
puan ortalamaları; öfkeye ilişkin belirtiler 36.64; öfkeye yol açan etmenler grubunda; ciddiye alınmama 73.57,
haksızlığa uğrama 69.10, eleştirilme 16.82, öfkeye ilişkin düşünceler grubunda; öfkesine yönelik düşünceler
20.42, diğerlerine yönelik düşünceler 20.74, kendine yönelik öfke düşünceleri 16.28, dünyaya yönelik öfke
düşünceleri 10.93; öfkeyle ilişkili davranışlar grubunda; saldırgan davranışlar 32.67, kaygılı davranışlar 12.82,
sakin davranışlar 32.67; kişilerarası tepkiler grubunda; intikama yönelik tepkiler 57.99, pasif-agresif tepkiler 33.63,
içe dönük tepkiler 32.66, umursamaz tepkiler 7.87 şeklinde bulunmuştur.
Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmanın sonucuna göre özellikle ergenlik dönemindeki öğrencilerden oluşan örneklem
grubunun öfkelenme nedenlerinde ilk sırayı ciddiye alınmama almaktadır. Bu sonuç adölesan bireylerin beklenen
davranış özellikleri ile örtüşmektedir. Katılımcıların öfkeyle ilişkili davranışlarında saldırgan ve sakin davranışlar
benzer puanları almıştır.
PB 64
Yönetici İşlevlere Yönelik Davranış Değerlendirme Envanteri - Erişkin Sürümü (BRIEF-A)
Atomoksetin Etkileri
1. Lenard Adler, M.D.,Richard Rubin, M.D.,2. Jody Arsenault, Ph.D.,3. Todd M. Durell, M.D.; 4. Dustin
D. Ruff, Ph.D.,4. David Williams3 ,5. Kübra Özbek 1.Departments of Psychiatry and Child and
Adolescent Psychiatry, New York University, New York,ABD 2. The Vermont Clinical Study Center,
Burlington, ABD 3. i3 Statprobe, Indianapolis,ABD, 4. Lilly USA, Indianapolis, ABD; 5 Lilly Türkiye
Medikal Departman (Eli Lilly & Company adına sunumu gerçekleştirecektir)
Amaç: DEHB olan genç erişkinlerde atomoksetin (ATX) tedavisinin plaseboya kıyasla Yönetici İşlevlere Yönelik
Davranış Değerlendirme Envanteri – Erişkin Sürümü Kişisel Bildirim (BRIEF-A) üzerine olan etkilerini
değerlendirmek.
Yöntemler: DEHB olan genç erişkinler (18-30 yaş), bu Faz 4, çok merkezli, çift kör, plasebo kontrollü çalışmada
12 hafta boyunca ATX (20-50 mg BID, N=161) veya plasebo (N=167) almak üzere randomize edilmiştir. BRIEF-A
, yönetici işlevleri farklı açılardan değerlendiren, 9 adet birbiri ile çakışmayan klinik ölçek içerisinde, kişinin
kendisinin cevapladığı 75 maddeden oluşmaktadır. İki indeks skorun (Davranışsal Düzenleme İndeksi(BRI) ve
Üstbiliş İndeksi, (MI)) birleşiminden bir genel skor (Global YöneticiPuanı, GEC) elde edilir. Aynı zamanda 3
geçerlilik ölçeği içerir: Negativite, Nadirlik ve İstikrarsızlık. Hastalar 3 puanlık bir Likert ölçeğinde davranışı
değerlendirir (1=davranış hiç görülmez; 3= davranış sıklıkla görülür). BRIEF-A’da başlangıçtan 12. hafta sonlanım
noktasına kadarki ortalama değişiklikler bir ANCOVA modeli (terimler; başlangıç skoru, tedavi, araştırıcı)
kullanılarak analiz edilmiştir.
Bulgular: Başlangıçta GEC, BRI, veya MI T-skorları ≥60 olan hasta yüzdeleri arasında anlamlı fark
bulunmamaktadır (p>.556). Engelleme, yöneltme, kendini izlem, başlama, çalışma hafızası, planlama/organize
olma ve görev izlem alt ölçeklerinde plaseboya kıyasla ATX grubunda istatistiksel olarak anlamlı iyileşme
görülürken (p<0,05); materyallerin organizasyonu ve duygusal kontrol alt ölçeklerinde anlamlı fark görülmemiştir.
Ek olarak, GEC, BRI ve MI bileşik skorlarında plaseboya kıyasla ATX grubunda istatistiksel olarak daha fazla
iyileşme görülmüştür. Sonuç: BRIEF-A alt ölçeklerindeki değişimlerle ölçülen yürütücü işlevlerde, ATX grubunda
plasebo grubuna kıyasla anlamlı derecede daha fazla iyileşme gözlenmiştir.
PB 65
Boşanmak İçin Başvuran Aile Özelliklerinin ve Boşanma Gerekçelerinin İncelenmesi: Fethiye
Örneği
Sibel COŞKUN*, Kader ŞARLAK* *Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Fethiye Sağlık Yüksek Okulu
Amaç: Boşanma aile bireylerini etkileyen travmatik bir süreçtir. Türkiye istatistik kurumu; evlenen her beş çiftten
birinin boşandığını, ilk sırada ege bölgesinin yer aldığını rapor etmektedir. Fethiye ise son yıllarda en çok
boşanmanın olduğu ilçe olarak öne çıkmaktadır ve 2011 yılında 1512 evlenme 408 boşanma gerçekleştiği
belirtilmektedir. Muğla ili Fethiye ilçesinde gerçekleştirilen kesitsel, retrospektif ve tanımlayıcı nitelikteki bu
çalışmada boşanmak için başvuran aile özelliklerinin ve boşanma gerekçelerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Gerekli kurumsal izinler alınarak, Fethiye Adliyesi’nde Ocak-Haziran 2012 tarihlerinde gerçekleştirilen
çalışmada, 2010 yılında asliye hukuk mahkemelerine başvurularak açılan boşanma davalarına ait dosyalar
retrospektif olarak incelenmiştir. Toplam 611 boşanma dava dosyası evreni oluşturmakta olup, evren dahilinde
olan fakat eşlerin takipsizliği veya feragat nedeniyle kapanan dosyalar gerekli bilgileri kapsamadığından çalışma
kapsamına alınmamıştır.
Veri toplama aşamasında iken arşiv numaralandırma sisteminde yapılan değişiklik nedeniyle tüm dosyalara
ulaşılamamış, çalışma ulaşılabilen 336 dosya üzerinden gerçekleştirilmiştir. "Anlaşmalı" olarak adlandırılan
boşanma davası dosyalarının genelinde boşanma gerekçesinin "aile birliğinin temelden sarsılması" olarak ifade
edildiği, ayrıntılı gerekçe, iddia ve delillerin daha çok "çekişmeli" olarak adlandırılan dava dosyalarında yer aldığı
belirlenmiştir.
Bulgular: İncelenen davaların %60.1’i kadın tarafından açılmıştır ve %63.1’i anlaşmalı boşanma davası
niteliğindedir. Kadın yaşı X=36.51±11.56, erkek yaşı X=40.87±12.33 olarak saptanmıştır ve çiftlerin %8.6’sında
eşlerden biri yabancı uyrukludur. Çiftlerin evlilik yılı incelendiğinde; % 6.0’ı bir yıldan az, %20.5’i 1-3 yıl, %21.4’ü
4-6 yıl, %18.2’si 7-9 yıl, %19’u 10-20 yıl arası ve % 14.9’u 20 yıl üstüdür. Çocuk durumu incelendiğinde
%63.7’sinde müşterek çocuk olup, örneklemin % 43.7’sinde çocuk/lar 18 yaşından küçük, %18.6’sında ise
çocuk/lar reşit yaştadır. En küçük çocuğun yaşı ise X=5.93±4.10 olarak saptanmıştır. 18 yaş altı çocuk olan
ailelerin %69.2’sinde velayet anneye verilmiş olup, bunların ise sadece %49.6’sında nafaka talep ve/veya onayı
olduğu dikkati çekmektedir.
Örneklemde 124 adet olan çekişmeli nitelikteki dava dosyası incelendiğinde ise; %66’9’unun kadın tarafından
açıldığı, %16.1’inin halen devam ettiği görülmektedir. Bu dosyalarda yer alan boşanma gerekçeleri incelendiğinde
ise; %48.4’ünde kavga/hakaret, %38.7’sinde psikolojik şiddet, %36.3’ünde ayrı yaşama/fiziki ayrılık süreci,
%29.8’inde kadına yönelik fiziksel şiddet, %19.4 maddi sorunlar, %18.5’inde aldatma/zina, %12.9’unda
alkol/madde bağımlılığı yer almaktadır. Bölgede aile danışmanlığı hizmetlerine önem verilmesinin gerekli olduğu
düşünülmektedir.
PB 66
Psikiyatrik ve Adli Yönleriyle Bezdiri (Mobbing) Olgularına Yaklaşım
*Hatice Sodan Turan,*Celaleddin Turgut,**Ömer Turan,** Servet Yana,l**Ümit Biçer,*A.Tamer Aker
*Kocaeli Üniversitesi Psikiyatri AD.
**Kocaeli Üniversitesi Adli Tıp AD.
Amaç: Mobbing (bezdiri); çoğunlukla işyerinde karşılaşılan yaş, ırk, cinsiyet gibi herhangi bir ayrımcılık olmadan,
taciz, rahatsız etme ve kötü davranış yoluyla herhangi bir kişiye yönelik duygusal saldırganlık olarak
tanımlanmıştır (1). Bezdiriye bağlı olarak gelişen patolojileri değerlendirmek için ruhsal belirtilerin işyerinde
yaşanan olumsuzluklarla ilişkilendirilmesi ve nedensellik bağının kurulması gerekmektedir (2). Bu çalışmada iki
olgunun ruhsal ve yasal değerlendirilmelerinin tartışılması amaçlanmıştır.
Olgu 1: AA., kırklı yaşlarda, evli ve işçi, iş yerinde yaşadığı bezdiri olayının neden olduğu sorunların saptanması
için Adli Tıp Polikliniğine başvurmuş. Yirmi yıldır çalıştığı iş yerinde son beş yıldır üstleri tarafından baskı ve
haksızlığa maruz kalma, hakaret edilme, küçük düşürülme, tehdit edilme, iftira atılma, bedensel engeli olmasına
rağmen yapamayacağı işleri verme gibi davranışlarla karşılaştığını belirtmiştir. İşten çıkarılması sonucunda,
çökkünlik belirtilerinin yanı sıra, kovulma anını hatırlama, yaşadığı baskıları aklından çıkaramama, tıbbi ve
toplumsal durumunda kötüleşme yakınmaları olmuş. Psikiyatrik değerlendirmesi sonucunda DSM IV-TR’ye (4)
göre eksen 1’de major depresif bozukluk, eksen 3’te lomber disk hernisi, eksen 4’te ise iş yerinde yaşadığı
psikolojik şiddet saptanmıştır.
Olgu 2: AB, otuzlu yaşlarda, arama kurtarma biriminde görevli olarak çalışıyor. İş yerinde bezdiriye maruz
kaldığını iddia ederek Adli Tıp Polikliniğine başvurmuş.İşyerinde keyfi yer değişikliği ve çalışma saatlerinde uygun
olmayan düzenlemeler yapılmış. Bu uygulamalar sonrası kişi işyerine giderken başına kötü bir şey geleceğine
dair kaygı ve iç sıkıntısı yaşamaya başlamış. İş arkadaşlarının kendisinden kaçtığı, kendisiyle birlikte görünmek
istemediğini, saygınlığının azaldığını ve “kaybeden” olduğunu düşünmeye başlamış.Mevcut belirti ve bulgular
sonrası DSM IV-TR’ye (4) göre tanısı “Uyum Bozukluğu, karmat tip” olarak belirlenmiştir.
Sonuç: Saptanan belirti ve bulguların iddia edilen bezdiri süreciyle olan ilişkisi incelenmiştir. Bu ilişkide zamansal
birliktelik ve içerik benzerliği üzerinde durulmuştur.Yaşanılan ruhsal sorunların kişilerin maruz kaldıklarını iddia
ettikleri bezdiri olayı ile ilgili olduğu kanaatine varılmıştır.
Tartışma: Bezdiri ve sonuçları psikiyatrinin önemli bir gündemi olmaya başlamıştır. Bu konudaki artan farkındalık
tedavi ve yasal değerlendirme amaçlı başvuruları artırmaktadır. Değerlendirmelerin daha sağlıklı yapılabilmesi
için genel kabul gören tanım ve ölçütlerin geliştirilmesine, bezdiriye ilişkin ruhsal sorunların tanımlanmasına ve yol
gösterici ilkelerin geliştirilmesine gereksinim vardır.
Kaynaklar:
1. “İşyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing) ve Çözüm Önerileri Komisyon Raporu”
(2011),
http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/komisyon_rapor_no_6.pdf adresinden 11.08.2012 tarihinde
indirilmiştir.
2. .Leymann H (1996), “The Content and Development of Mobbing at Work”, Eur J Work Organ Psychol, 5
(2):165-184.
3. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders i Fourth Edition,
Text Revision (DSM-IV-TR). Washington, DC: American Psychiatric Association; 2000
PB 67
Bir İlçe Devlet Hastanesi Çalışanlarında Tükenmişlik
Birmay Çam
Balıkesir Atatürk Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği
Giriş ve Amaç: Tükenmişlik, kişilerin mesleğin anlam ve amacından kopması, hizmet götürdüğü insanlarla
ilgilenemiyor oluşu yada aşırı stres ve doyumsuzluğa tepki olarak kendini psikolojik olarak işinden geri çekmesi
olarak tanımlanan işyeri kaynaklı bir sendromdur(1).Yaygınlığı %10 ile %50 arasında bildirilmektedir(2).Türkiye’de
7255 sağlık çalışanı ile yapılan bir çalışmada pratisyen hekimler ve hemşirelerde duygusal tükenme ve
duyarsızlaşma puanları en yüksek bulunmuştur(3).Tükenmişlik, iş kaybı, hizmet kalitesinde düşme, iş veriminde
azalma yanısıra depresyon, alkol madde kullanımı, uyku sorunları, cinsel problemler, psikosomatik hastalıklar,
ilişki sorunları ve kardiyovasküler hastalıklara neden olabilmektedir. Tükenmişlik sendromunun ortaya çıkmasında
kişilik özelliklerinden çok içinde bulunulan iş koşulları daha önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Bu
çalışmada Balıkesir Gönen Devlet Hastanesinde çalışan sağlık personelindeki tükenmişlik düzeyini ve bunu
etkileyen faktörleri belirlemek amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya hastanede çalışan ve çalışmaya katılmaya gönüllü olan 131 kişi alındı. Sosyodemografik
bilgi formu ve Maslach tükenmişlik ölçeği uygulandı. Veriler spss v.15.0 paket programında değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya 131 kişi katıldı. Evlilerde(p=0.023), üniversite mezunu olanlarda (p=0.029), kurumda
çalışmaktan memnun olmayanlarda(p= 0.001), kurumdan ayrılmayı düşünenlerde(p=0.001) duygusal tükenmişlik
anlamlı düzeyde yüksek idi. Haftalık çalışma süresi ile duygusal tükenmişlik arasında pozitif ilişki vardı(r=0,182,
p=0,039). Evli olmak (p=0.002), kurumda çalışmaktan memnun olmamak(p=0.003), kurumdan ayrılmayı
düşünmek (p=0.000) duygusal tükenmişliğin öngörücüleri olarak saptandı. Çocuğu olmayanlarda (p=0.041),
kurumda çalışmaktan memnun olmayanlarda(p=0.022), kurumdan ayrılmayı düşünenlerde(p=0.025)
duyarsızlaşma anlamlı düzeyde yüksekti. Duyarsızlaşma ile meslekte geçirilen süre arasında negatif ilişki
saptandı(r=-0,190, p=0,032). Kişisel başarı düzeyi kurumdan ayrılmayı düşünenlerde anlamlı düzeyde
düşük(p=0.037) tü ve kurumdan ayrılmayı düşünme kişisel başarı düzeyinin yordayıcısı olarak bulundu(p=0,037).
Cinsiyet, meslek, yaş ve fiziksel ruhsal hastalık varlığı ile tükenmişlik arasında ilişki yoktu.
Sonuç: Çalışma süreleri ve işyeri koşullarının düzeltilmesi ve tükenmişliğin farkında olmak önem taşımaktadır.
Kaynaklar:
1- Kaçmaz N(2005)Tükenmişlik (Burnout) sendromu.İst Tıp Fak Derg,68:29-32.
2- Brand S, Holsboer-Trachsler E(2010)The burnout syndrome--an overview.Ther Umsch.Nov;67(11):561-5.
3- Ergin C(1996)Maslach Tükenmişlik Ölçeği’nin Türkiye sağlık personeli normları.3P Dergisi,4:28-33.
PB 68
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nda Atomoksetin Tedavisi: Naturalistik Bir Örneklemin
Retrospektif Değerlendirmesi
Özgür Öner*, Pınar Öner*, Esra Çöp*,Mehmet Şahin*, Halil Kara*, Miray Akıncı*, Kerim Munir**
*Dr Sami Ulus EAH, Çocuk Ergen Psikiyatrisi, Ankara. **Harvard Medical School, Children's Hospital,
Boston
Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tedavisinde yer alan stimulan olmayan tedavilerden birisi
de atomoksetindir. Atomoksetin potent bir norepinefrin geri alım inhibitörüdür ve dopamin üzerine anlamlı etkisi
bulunmamaktadır. Atomoksetinin plasebodan etkili olduğunu gösteren birçok çalışma bulunmaktadır. Bu
çalışmanın amacı, natüralistik bir izlem ortamında atomoksetinin etkinlik ve yan etki profilinin geniş bir klinik
populasyonunda incelenmesidir.
Yöntem: 168 çocuk ve ergen DEHB olgusunun 6-8 haftalık dönemde atomoksetin tedavisine verdikleri yanıt
incelenmiştir. Klinisyen tarafından doldurulan global klinik izlenimde tedaviyle değişim, anne- baba ve öğretmen
Conners ölçeklerindeki hiperaktivite, dikkat eksikliği, davranım sorunları ve toplam puanlarındaki değişim, ve
daha küçük bir alt grupta (n=58) Trail-Making-Test (TMT-A) ve WISC-R Şifre alt testindeki değişim incelenmiştir.
Yan etkiler UKU yan etki ölçeği ile değerlendirilmiştir. Ayrıca DEHB alt tipi, Karşıt Olma Karşı Gelme/Davranış
Bozukluğu, Öğrenme Güçlükleri, Kaygı Bozukluklarının varlığının ve mg/kg olarak ilaç dozunun tedavi üzerine
olan etkileri incelenmiştir.
Sonuçlar: Tedaviye herhangi bir yanıt (CGI düzelme 3 ya da daha iyi) olanların oranı %73.8, tedaviye iyi yanıt
verenlerin oranı (CGI 1 ya da 2) ise %45.2 olarak saptanmıştır. Tedaviye herhangi bir yanıt verme ile DEHB alt
tipi ve eşhastalanım arasında bir ilişki bulunmazken, KOKG/DB olanların tedaviye “iyi” yanıt verme olasılığı daha
düşük bulunmuştur (%52.7’ye karşılık %36.4, x2=4.5, p=0.04). Mg/kg olarak ilaç dozu tedaviye “iyi” yanıt verme
ile ilişkili değilken, tedaviye “herhangi” yanıt verenlerin aldığı ilaç dozu hiç yanıt vermeyenlerden ortalama olarak
daha yüksek bulunmuştur (F=3.9, p=0.05). Tedavi ile anne baba ve öğretmen ölçek puanları anlamlı olarak
düşmüş (anne baba davranım sorunları puanı p=0.04, diğerleri p<.001), TMT-A ve WISC-R Şifre puanları ise
anlamlı olarak yükselmiştir (p<0.001). Olguların yarısından fazlasında herhangi bir yan etki görülürken az sayıda
olguda yan etkilerden ötürü tedavi değiştirilmek zorunda kalınmıştır.
Tartışma: Atomoksetin tedavisi DEHB’de etkin ve genel olarak kabul edilebilir yan etkilere sahip bir tedavi şekli
olarak ortaya çıkmaktadır. DB olan olgular tedaviye daha az olumlu yanıt veriyor olabilir. Tedaviye hiç yanıt
vermeyen olgularda ilaç dozu gözden geçirilmelidir. Bilişsel testlerdeki düzelmenin öğrenmeyle ilişkili olabileceği
akılda tutulmalıdır.
PB 69
Ağrı İlindeki Sağlık Çalışanlarının Şiddete Maruz Kalma Durumları
Mahmut Bulut,¹ Sultan Berk Halmatov,2 Yasin Bez,3 Mehmet Cemal Kaya,3 Mehmet Güneş,3 Abdullah
Atli,3 Aytekin Sır,3 1.Patnos Devlet Hastanesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Ağrı
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Diyarbakır 2.Atatürk
Ünviversitesi Eğitim Fakültesi, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bölümü , Erzurum 3.Dicle Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Diyarbakır.
Giriş: Şiddet “Kişinin kendisine ya da başka birisine, bir gruba ya da topluma karşı fiziksel gücünü istemli olarak
kullanması ya da tehdit etmesi” olarak tanımlanmaktadır (1). Türkiye’de 2008 yılı itibarı ile 113.151’i hekim olmak
üzere toplam 389.494 sağlık personeli (hemşire, ebe, sağlık memuru, diş hekimi ve eczacı) olmasına rağmen
sağlık çalışanlarına yönelik şiddet konusunda yapılmış çalışma sayısı çok azdır(2). Biz bu çalışmada Ağrı ilindeki
sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olaylarının sıklığını araştırmayı amaçladık.
Yöntem ve Gereçler: Ağrı ilinde bulunan sağlık çalışanlarına, şiddete maruz kalınıp kalınmadığını, şiddete
maruz kalındıysa şiddetin tipinin ne olduğu gibi bilgileri içeren bir anket hazırlanarak Ağrı İl Sağlık Müdürlüğü
tarafından Ağrı ilindeki tüm devlet hastanelerine gönderildi. Anketi gönüllü olarak dolduran 567 olgu çalışmaya
dahil edildi.
Bulgular: Olguların %46’sı(n=261) erkek, %54’ü(n=308) bayandı. Olguların %9,5’i(n=56) hekim, %28’ (n=159)
hemşire, %10,4’ü(n=59) ebe, %9,9’u(n=56) sağlık memuru, %3,5’i(n=20) diş hekimi ve %38,1’i(n=216) ise diğer
yardımcı sağlık personelinden(güvenlik, tıbbi sekreter, teknisyen vs.) oluşmaktaydı. Olguların %62,5’i(n=354)
çalışma hayatları boyunca, %49,4’ü(n=280) ise son bir yılda en az bir kez şiddet olayına maruz kalmıştı. Sözel
saldırıya uğrayanların oranı %36,7(n=208), fiziksel saldırıya maruz kalanların oranı %1,4(n=8), hem sözel hem de
fiziksel saldırıya uğrayanların oranı %14,8(n=84) ve hangi tür saldırıya maruz kaldığını belirtmeyenlerin oranı ise
%10,6(n=60) idi.
Tartışma ve Sonuçlar: Sağlık çalışanlarının şiddete uğrama riskinin diğer hizmet sektörü gruplarına göre 16 kat
daha fazla olduğu bildirilmiştir. Yapılan çalışmalarda sağlık çalışanlarının %25-88’inin son bir yılda şiddete maruz
kaldığı tespit edilmiştir(3). Çalışmamızın sonuçları literatürle uyumluydu(%49,4). Ülkemizde sağlık çalışanlarına
yönelik şiddet konusunda yapılan çalışmalar yeterli düzeyde değildir. Şiddetin nedenleri ve risk gruplarına yönelik
çalışmalar yapılması, şiddetin önlenmesi yönünde daha etkin programlar geliştirilmesine yardımcı olacaktır.
Kaynaklar:
1) Krug EG et al. World report on violence and health. Geneva,World Health Organization, 2002.
2) www.tuik.gov.tr
3)Ayrancı Ü, Yenilmez Ç, Günay Y, Kaptanoğlu C. Çeşitli sağlık kurumlarında ve sağlık meslek gruplarında
şiddete uğrama sıklığı. Anadolu Psikiyatri Dergisi; 2002;3:14-54
PB 70
Bir Üniversite Hastanesinde Yatan Hastalardan İstenen Psikiyatri Konsültasyonlarının
Değerlendirilmesi
Melek Cengiz, Özge Saraçlı, Hasret Ozan Keser, Nuray Atasoy, Levent Atik Bülent Ecevit Üniversitesi
Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Amaç: Fiziksel hastalığı olanlarda ruhsal bozukluklar sağlıklılara göre daha sık görülmektedir. Genel nüfusta
ruhsal bozuklukların yaygınlığı %16 iken, fiziksel hastalığı olanlarda %21-26 arasında bulunmuştur. Bunların
çoğunluğunu madde kötüye kullanımı, duygudurum ve anksiyete bozuklukları oluşturmaktadır. Bu çalışmada
hastanemizde psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların klinik ve demografik özellikleri, isteyen klinik, isteme
nedenleri, psikiyatrik tanı ve tedavilere göre dağılımı incelenmiştir.
Yöntem: Bu araştırma 01/03/2012 ve 30/04/2012 tarihleri arasında Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi’nde yatarak tedavi gördüğü süreçte psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların sosyodemografik
bilgileri, konsültasyonu isteyen klinikler, fiziksel tanıları, konsültasyonun istenme nedeni, konulan psikiyatrik
tanılar ve verilen tedaviler ile ilgili bilgilere dosyalardan geriye dönük olarak ulaşılarak yapılmıştır.
Bulgular: Çalışmamızın yapıldığı iki aylık süre içinde hastanemizde yatarak tedavi gören (n=8871) hastaların
%2.5’inden psikiyatri konsültasyonu istenmiştir. Psikiyatri konsültasyonu istenen 224 hastanın %51.3’ü (n=115)
erkek, %48.7’si (n=109) kadın, yaş ortalaması 51,44±22 (5-87) idi. Hastaların %60.3’ü evli, %22.3’ü dul veya
boşanmış, %17.4’ü bekar, %49,6’sı işsiz veya ev hanımı, %23,2’si emekli, %50’si ilkokul, %32’si ortaokul-lise
mezunu olduğu görüldü. Konsültasyonların %59.8’i dahili branşlardan, %40.2’si cerrahi branşlardan istenmişti.
Dahili branşlar arasında FTR ve endokrin, cerrahi branşlar içinde ise anestezi ve ortopedi en sık konsültasyon
isteyen kliniklerdir.
Konsultasyon istem yazılarına bakıldığında; hastaların % 25.9’unun tarafınızca değerlendirilmesi istemiyle
herhangi bir neden belirtilmeden konsulte edildiği, %14.7’sinin anksiyete, %10.3’ünün duygudurum bozukluğu ve
%10.3’ünün suicid girişimi, % 8’inin ajitasyon, %7.6’sının gece uyuyamaması nedeni ile konsulte edildiği
saptandı. Hastaların psikiyatrik değerlendirmesi sonucunda konulan tanılar arasında en sık %26.8 duygudurum
bozuklukları, %22.8 organik mental bozukluklar, %21.9 anksiyete bozuklukları yer almaktadır. Olguların
%9.8’inde herhangi bir psikiyatrik bozukluk tanısı konulmadığı görülmüştür. Konsulte edilen hastaların %74.1’ine
psikiyatrik ilaç önerilmiştir.
Tartışma Çalışmamızda dahili branşlarda konsültasyon isteme oranı cerrahi branşlardan yüksektir. Psikiyatri
konsültasyonu istenen hastaların %90.2’sinde en az bir ruhsal patoloji saptanmış ve hastaların % 74.1’ine
psikiyatrik tedavi önerilmiştir. Fiziksel hastalığı nedeniyle yatan hastalarda konsültasyon hizmeti sayesinde
psikiyatrik değerlendirme ve müdahale fırsatı sağlanmaktadır.
PB 71
Dehb Tanılı Çocukların Ebeveynlerinde DEHB ile SNAP-25 Gen Polimorfizmlerinin İlişkisi
Ozan Pazvantoğlu, Sezgin Güneş, Koray Karabekiroğlu, Zeynep Yeğin, Gökhan Sarısoy,
Işıl Zabun Korkmaz, Seher Akbaş, Ömer Böke, Hasan Bağcı, Ahmet Rifat Şahin
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi
Giriş ve Amaç: Sinaptozomal-ilişkili protein-25 (SNAP-25), sinaptik iletim ve plastisite mekanizmalarında merkezi
role sahip bir proteindir. Yakın tarihli bir metaanalizde, çocukluk çağı dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu
(DEHB) ile bu proteini kodlayan genin rs3746544 polimorfizmi arasında anlamlı, rs1051312 arasında ise nominal
ilişki bildirilmiştir(1).Birden fazla bireyinde DEHB tanısı (ailesel DEHB) olan ailelerde DEHB için genetik
yüklülüğünün daha fazla olduğu bilinmektedir(2).
Bu çalışmanın amacı, DEHB'li çocukların ebeveynlerinden oluşan genetik olarak yüklü bir erişkin örnekleminde
DEHB ile SNAP-25 geninin iki polimorfizmi (rs3746544, rs1051312) arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Yöntem: En az bir DEHB'li çocuğa sahip 228 ebeveyn ve kendilerinde ve çocuklarında DEHB olmayan sağlıklı
kontrol (SK) grubu (n=109) çalışmaya dahil edildi. Ebeveynlerin 108'i yaşamlarının hiç bir döneminde DEHB
tanısı almazken (No-DEHB), 120'si ya çocukluk dönemlerinde ya da halen DEHB tanısına sahipti. Katılımcılardan
alınan periferik kan örneklerinde SNAP-25 gen polimorfizmleri (rs3746544, rs1051312) çalışıldı.Gruplar arasında
alel frekansları ve alel varlığı oranları ki-kare testi ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Hem DEHB hem de No-DEHB grubu SNAP-25 geni rs3746544 polimorfizmi alel frekansı açısından SK
grubuna göre anlamlı farklılık gösterdi (sırasıyla; p=0.009, x2=6.884, OR=1.30; p=0.017, x2=5.745, OR=1.25).
Her iki ebeveyn grubu da SK grubuna göre daha fazla oranda T alleline sahipti (sırasıyla; p=0.0001, x2=16.206,
OR=2.53; p=0.001, x2=10.641, OR=2.05). Ebeveyn grupları arasında ise alel frekansı ve alel varlığı oranları
açısından anlamlı farklılık bulunmadı. Öte yandan rs1051312 polimorfizmi alel frekans ve oranları gruplar
arasında anlamlı farklılık göstermedi.
Sonuçlar: SNAP-25 geni rs3746544 polimorfizmi DEHB tanısından ziyade DEHB'li çocuğa sahip olma ya da bir
diğer deyişle genetik olarak yüklü olma ile ilişkili olabilir.Bu polimorfizme ait T aleli bu yüklülük için risk aleli gibi
görünmektedir.Buna karşın riskli bireylerde diğer genetik ya da genetik dışı faktörlerin katkısıyla DEHB geliştiği,
bu faktörler yoksa bu yüklülüğün fenotipe yansımadığı düşünülebilir.Çalışmamızın sonuçları rs1051312
polimorfizmi ile DEHB ilişkisini desteklememiştir.
Kaynaklar: Gizer IR, Ficks C,Waldman ID. Candidate gene studies of ADHD: a meta-analytic review. Hum Genet
2009;126:51–90 Franke B,Faraone SV, Asherson P et al.The genetics of attention deficit/hyperactivity disorder in
adults, a review.Molecular Psychiatry;2011:1–28.2011.Nov 22.doi: 10.1038/mp.2011.138.
PB 72
Çanakkale İlinde Son 1 Yılda Hekime Yönelik Saldırıların Değerlendirilmesi: Bir Anket Çalışması
Sedat Yelpaze, Mehmet Nezir İşleyen, Kadir Arslan, Emel Peker, Elif Karaahmet, Kürşat Altınbaş
Giriş: Sağlık ortamında hekime ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin son yıllarda artış gösterdiği
düşünülmektedir. Sağlık çalışanlarının şiddete uğrama riskinin diğer hizmet sektörü gruplarına göre kat kat daha
fazla olduğu bildirilmektedir. Günümüze kadar birçok çalışmada sağlık alanındaki fiziksel ve sözel saldırılar farklı
açılardan işlenmiş olmasına rağmen; ülkemizde bu alanda yapılmış araştırma sayısı kısıtlıdır. Biz de buradan
hareketle, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Çanakkale Devlet Hastanesi’nde çalışan hekimlerine yönelik
saldırıları birçok yönden incelemeyi amaçladık.
Yöntem: Araştırmacılar tarafından hekimlerin son 1 yılda uğradığı saldırıları baz alınarak hazırlanan anket
formları , Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çalışmakta olan araştırma görevlisi ve öğretim
üyeleri ile Çanakkale Devlet Hastanesi'nde çalışmakta olan uzman hekimlere dağıtılmıştır. Anket doldurmayı
kabul eden 130 kişiden elde edilen veriler SPSS'e girilerek tanımlayıcı istatistikler ve grupların sayısal
değişkenlerinin karşılaştırmasında normal dağılım gösterenler için bağımsız grupların t-testi, normal
dağılmayanlar için Mann Whitney-U testi kullanılmıştır.
Bulgular: Araştırmaya katılanların %64.6’sı (n=84) erkek, %76.2’si evli(n=99), yarısı (n=65)dahili branşlarda,
%65.4’ü (n=85) üniversite hastanesinde, %58.5’i(n=76) uzman/yard.doç. konumunda çalışıyordu. Katılımcıların
yaş ortalaması 36.7±8.3 (ortanca 35 yıl) idi. Cinsiyet dağılımı dahili-cerrahi bilimler(p=0.42), asistanuzman(p=0.82) ve devlet-üniversite hastanesi(p=0.46) arasında karşılaştırıldığına anlamlı farklılık saptanmadı.
Hekimlerin %59.2’si (n=77) son bir yıl içinde en az bir kez sözel ve/veya fiziksel saldırıya uğradığını bildirmişti.
Araştırma görevlisi-uzman/öğretim üyesi(p=0.08); dahili-cerrahi birimler(p=0.48) ve devlet-üniversite(p=0.32)
hastanelerinde saldırıya uğrama oranları benzerdi. Saldırganların büyük çoğunluğu hasta yakınlarından
oluşmaktaydı(sözel saldırı %40.8, n=31). Sözel saldırılar büyük oranda poliklinik odalarında
gerçekleşmişken(%61.5); fiziksel saldırıların yarısı(n=3) acil servislerde gerçekleşmişti.
Hekimlerin büyük bir çoğunluğu uğradıkları saldırıların en önemli nedeni olarak kötü sağlık politikalarını
görmekteydi(%83.3,n=65) ve neredeyse hepsi hekime yönelik şiddetin son yıllarda arttığını düşünmekteydi
(%97.4).
Tartışma: Toplumda yaygınlaşma eğilimi gösteren şiddet, sağlık sektörünü de ciddi bir biçimde etkilemektedir.
Hekimlerin önemli bir bölümünün cinsiyet, çalıştıkları kurum ve konumdan bağımsız olarak, saldırılardan benzer
oranda etkilenmesi ve uygulanan sağlık politikalarını var olan şiddet ortamının sorumlusu olarak görmesi oldukça
çarpıcıdır. Bu alanda, daha geniş örneklem ile daha kapsamlı, ülke genelinde yapılacak çalışmaların, bu sorunun
çözümüne ilişkin çıkış yolları sağlayacağını düşünmekteyiz.
Kaynaklar:
Adaş E, Elbek O. Hekimlere Yönelik Şiddet Üzerine Bir Değerlendirme. Toplum ve Hekim.2008;23:2:147-160
Altınbaş K, Altınbaş G, Türkcan A, Oral Et, Walters J. A survey of verbal and physical assaults towards
psychiatrists in Turkey.Int J Soc Psychiatry. 2011;57(6):631-6.
Ayrancı Ü, Yenilmez Ç, Günay Y, Kaptanoğlu C. Çeşitli Sağlık Kurumlarında ve Sağlık Meslek Gruplarında
Şiddete Uğrama Sıklığı. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2002; 3:147-154.
PB 73
Sağlık Yüksekokulu Öğrencilerinin Sosyal Beceri Düzeylerinin Değerlendirilmesi
*Gül Ergün, **Seda Çağlı, **Huriye Hakut, **Sinem Kaya,**Ceyda Şenol,
**Cemile Demirel,**Özge Işıldar,**Hamdullah Omay
*Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sağlık Yüksekokulu, Burdur
**Uşak Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü, Uşak
Amaç: İnsan kişiler arası iletişim gereği ilişki kurduğu insanların duygularını, düşüncelerini de anlamak ister. Bu
da bireyin bir takım becerilere sahip olmasıyla mümkündür. Bu davranışlar genel olarak sosyal beceri olarak
adlandırılmaktadır. Hemşirelik bölümü öğrencilerinin sağlık hizmeti verirken danışanla terapötik iletişim kurmaları
son derece önemlidir. Bu çalışmanın amacı sağlık yüksekokulunda okuyan öğrencilerin sosyal beceri düzeylerini
değerlendirmek ve bu konuda yeterli olup olmadıklarını belirlemektir.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmanın evrenini bir Üniversitenin Sağlık Yüksek Okulu Hemşirelik Bölümünde okuyan
öğrencileri oluşturmuştur (N=330). Örneklem olarak evrenin tamamına ulaşılması hedeflenmiştir ve 248 kişiye
ulaşılmıştır. Araştırmaya katılımda gönüllülük ilkesi dikkate alınmıştır. Verilerin toplanması için araştırmacılar
tarafından oluşturulan sosyodemografik sorular ve Sosyal Beceri Envanteri kullanılmıştır. Verilerin toplanması
araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmiştir. Verilerin değerlendirilmesi SPSS paket programında yapılmıştır.
Bulgular: Araştırmaya 248 kişi katılmıştır. Bunların 190’ı kadın, 58’i erkektir; 3’ü evli 245’i ise bekârdır.
Öğrencilerin genel anlamda kendini değerlendirmeleri istendiğinde; %48,8’i başarılı, %43,5’i kısmen başarılı,
%4,8’i çok başarılı, %2,8’i ise başarısız bir birey olduğunu belirtmiştir. Örneklem grubunun %10,9’u sigara
kullanırken, %89,1’i kullanmamaktadır. %9.3’ü alkol kullanırken, %90,7’si kullanmamaktadır. Katılımcıların Sosyal
Beceri Envanteri toplam puan ortalamaları 280,31 bulunmuştur. Alt ölçek puan ortalamaları ise; duyuşsal
anlatımcılık; 46.46, duyuşsal duyarlık; 48.41, duyuşsal kontrol; 42.59, sosyal anlatımcılık; 44.26, sosyal duyarlık;
46.34, Sosyal kontrol; 52.02 şeklinde saptanmıştır.
Tartışma ve Sonuçlar: Araştırma sonucuna göre; hemşirelik bölümü öğrencilerinin en yüksek puan ortalamaları
sırasıyla; sosyal kontrol, duyuşsal duyarlık, duyuşsal anlatımcılık, sosyal duyarlık, sosyal anlatımcılık ve duyuşsal
kontrol şeklindedir. Envanterin bütününden alınabilecek en yüksek puanın 450 olduğu düşünülürse Katılımcıların
dereceleme ölçeğinden almış olduğu ortalama 280,31 puanın iyi bir puan olduğu kabul edilebilir. Bu doğrultuda
hemşirelik bölümü öğrencilerinin genel anlamda sosyal beceri düzeylerinin yüksek olduğu söylenebilir.
PB 74
Psikiyatri Polikliniğine Başvuran Çalışanlarda İşyerinde Yıldırma (mobbing) Sıklığı
Elif Karaahmet* Ülkem Angın Öztürk** Özge Şimşekyılmaz Saraçlı*** Levent Atik**** Nuray Atasoy****
*Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi Psikiyatri AD
**Süreyyepaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi ***Bülent Ecevit
Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
****Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Giriş: İşyerinde bir veya daha fazla kişinin genellikle bir kişiye yönelttiği uzun süreli ve tekrar eden olumsuz
davranışlarla açıklanan işyerinde yıldırma (mobbing) olgusu(1), mağdurun sağlığına, haysiyetine, ailesi ve
arkadaşları ile olan ilişkisine, ekonomik olarak geçimini sağlamasına ya da bunların hepsine birden zarar verir(2).
Yıldırmaya maruz kalanlar arasında psikososyal bozuklukların ve intihar eğilimlerinin yüksek olduğu ve bu
kişilerin daha sık hastalık izni aldıkları belirlenmiştir(3). Dünyada işyerinde yıldırmanın yaygınlığı %2,7-67 gibi
geniş bir aralıkta bildirilmiştir(4). Türkiye’de ise oran %55 olarak bildirilmiştir(5).
Amaç: Psikiyatri polikliniğine başvuran psikiyatrik hastalığa sahip kişilerde işyerinde yıldırmanın sıklığının
belirlenmesi amaçlanmıştır. Metod: Bu çalışmanın evrenini Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi ve
İzmit Devlet Hastanesi psikiyatri polikliniğine başvuran en az 6 aydır aynı işyerinde çalışmakta olan toplam 166
kişi oluşturmuştur. Araştırmada veriler olumsuz davranışlar anketi (NAQ-R) ve sosyodemografik veri formu
kullanılarak elde edilmiş, katılımcılara SCID-I uygulanmıştır.
Bulgular: Çalışmaya katılanların %58,4’ü işyerinde yıldırmaya maruz kalmaktaydı. Bunların da % 51,5’inde
depresyon, %23,7’sinde anksiyete bozukluğu saptandı. İşyerinde yıldırmaya maruz kalanlarlarda psikiyatrik
hastalık oranları istatistiksel anlamlı düzeyde fazlaydı. İşyerinde yıldırmaya maruz kalanların %70,1’i erkekti ve
%67’si lise ve üniversite mezunuydu. İşyerinde yıldırmaya maruz kalanlarla kalmayanlar arasında yaş, çalışma
süresi ve gelir düzeyi açısından fark yoktu. İşyerinde yıldırmaya maruz kalanlarla kalmayanlar arasında
komorbidite açısından fark yoktu.
Sonuç: İşyerinde yıldırma ciddi sonuçlara doğuran bir durumdur ve kişilerde psikiyatrik hastalıklara neden
olmaktadır. Psikiyatristlerin işyerinde yıldırmanın farkında olması kişilerin tedavisinde ve izleminde yararlı
sonuçlar doğuracaktır.
Kaynaklar
1- Godin IM. Bullying, worker’s health, and labor instability. J Epidemiol Community Health. 2004;58:258-9.
2- Field T. Bullying in medicine. Those who can, do; those who can’t, bully. BMJ. 2002;324:786.
3- Kivimäki K, Elovainio M, Vathera J. Workplace bullying and sickness absence in hospital staff. Occup
Environ Med 2000;57:656–660.
4- Hoel, H., Cooper, C. L., & Faragher, B.The experience of bullying in Great Britain: The impact of
organizational status. European Journal of Work and Organizational Psychology, 2001;10, 443-465.
5- Bilgel N, Aytac S, Bayram N. Bullying in Turkish white-collar workers. Occupational Medicine 2006;56:226–
231.
PB 75
Dikkat Eksikliği ve Bozukluklu Çocuk ve Gençlerin Ebeyenlerindeki Çaresizlik, Tükenmişlik ve
Kaygı Düzeyleri ile Bunlarla Başa Çıkma Yolları
Gülnihal Gökçe ŞİMŞEK*, Aytül HARİRİ**, Ayla Aysev***.
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul
** Maltepe Üniversitesi Psikiyatri AD, İstanbul
***Ankara Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı AD, Ankara
Amaç: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DHB), kronik seyirli, tedavisi güç ve yaşam tarzını olumsuz
etkileyebilen, dolayısıyla sadece hastada değil, ebeveyn veya bakım verenlerde de damgalanma ve tükenmişliğe
neden olabilen zorlu bir hastalıktır (1,2). Çalışmamızın amacı; DHB ile izlenen çocuk ve ergen hastaların
ebeveynlerindeki çaresizlik, tükenmişlik ve kaygı düzeyleri ile bunlarla ne ölçüde ve nasıl başa çıkabildiklerini
araştırmaktır.
Yöntem ve Gereçler: Çocuk ruh sağlığı polikliniğine başvuran ve DSM-IV tanı kriterlerine göre DHB tanısı ile
takip edilen 6-18 yaş grubu çocuk ve ergenlerin, çalışmayı gönüllü olarak kabul eden, 18-65 yaş arası, sağlıklı,
okuryazar (ort. Eğitim yılı 9+/-8) , %92'si evli ve yaş ortalaması 41+/-13 olan, 20 anne ve 18 babadan oluşan
toplam 38 ebeveyni çalışmaya alındı. Deneklere Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ), Maslach Tükenmişlik Envanteri
(MTE), Durumsal ve Sürekli Kaygı Envanterleri (STAI- Form I ve II), Baş Etme Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği
(COPE) ve hasta yakını anket formundan oluşan testler uygulandı.
Bulgular: Çocuğunun hastalığı dolayısıyla kendisinde psikiyatrik sorunların oluşması, çocuğu tarafından fiziksel
şiddete maruz kalma, toplum tarafından damgalanma yaşama ve dışlanma oranı babalara göre annelerde
anlamlı düzeyde yüksek bulundu. Hasta ile ilgilenme yılı ile tükenmişlik arasındaki ilişkiye bakıldığında, sürenin
artışı ile hastanın tedavisinde güçlük çekme, hastanın davranışlarını denetlemede güçlük çekme, hastaya
acıyarak davranma ya da dışlama ve ebeveynin madde kullanım sıklığı doğru orantılıydı. Maddi sorun yaşayanlar
anlamlı olarak daha fazla aktif başa çıkmayı, özellikle de sorun odaklı başa çıkma yöntemini kullanıyorken,
düzenli çalışanlar işsizlere göre daha çok şakaya vurma yöntemini kullanıyordu.
Öğrenim yılı ile dini olarak başa çıkma arasında negatif anlamlı ilişki vardı. Sözel şiddete maruz kalanlar inkârı,
fiziksel şiddete maruz kalanlar ise plan yapmayı, psikiyatrik sorun yaşayanlar da sorun odaklı başa çıkma ve
davranışsal olarak boş verme yöntemlerini tercih ediyorlardı. Damgalanma yaşayanlar ise belli bir alt başlık
kullanmıyordu. BAÖ ile COPE sonuçları karşılaştırıldığında ise yüksek anksiyete puanları ile sorun odakli başa
çıkma, dini olarak başa çıkma ve madde kullanmı arasında anlamlı ilişki olduğu belirlendi.
Tartışma ve sonuçlar: DHB ile yaşamanın özellikle annede belirgin olmakla birlikte ebeveynlerde hem
tükenmişliğe hem de dangalanma hissine neden olacak düzeyde zorlayıcı bir durum olduğu görülmüştür (3).
Anksiyete ve tükenmişlik derecelerinin DHB ile geçirilen süreden ve sosyoekonomik koşullardan olumsuz
etkilendiği ve bu koşulların başa çıkma yöntemlerini de değiştirdiği açıktır. DHB ebeveyninin sorunlarla başa
çıkma yöntemleri arasında madde kullanmının yüksek oluşu da DHB'nin genetik yatkınlığını ve yine DHB- Madde
Bağımlılığı birliktelik riskini akla getirmektedir.
Kaynaklar:
1. Köroğlu E, Güleç C. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu. Psikiyatri Temel Kitabı 2. Baskı 2007, Ankara.
2. Durukan İ, Erdem M, Tufan A. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların annelerinde
depresyon ve anksiyete düzeyleri ile kullanılan başa çıkma yöntemleri: Bir ön çalışma. Anadolu psikiyatri dergisi,
2008; 9:217-223.
3. Akın B, Sarıpınar E, Şener Ş. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların annelerinde
tükenmişlik düzeyleriyle kısa ve uzun etkili metilfenidatın bu tükenmişliğe etkisi. J Pediatr, 2009; 18:283-291
PB 76
Lise Öğrencilerinde Akran Baskısı
Fadime Funda Erdil*, Sibel Coşkun**
* Fethiye Esnaf Hastanesi ** Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Giriş ve Amaç: Akran baskısı; bireyin içinde bulunduğu grubun etkisi ile bir şeyi yapmak için arkadaşları
tarafından zorlanması veya cesaretlendirilmesi olarak tanımlanan bir şiddet davranışıdır. Ergenlik pek çok riski
taşıyan zorlu bir geçiş dönemidir ve akran baskısının daha çok ergenlik döneminde ve gençlerin zamanının
çoğunu geçirdiği okul ortamı ile arkadaş gruplarında görüldüğü belirtilmektedir. Bu çalışma, lise öğrencilerinde
akran baskısının araştırılması ve bazı demografik değişkenler açısından analizi amacıyla yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: 2012 yılında Muğla ili Fethiye ilçesinde yapılan araştırmada evreni temsilen Mehmet Erdoğan
Anadolu Lisesi, Fethiye Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi ve Karaçulha Çok Programlı Lisesi seçilmiştir. Bu
okullarda eğitim gören toplam 2297 öğrenciden, ailelerden yazılı onam alınabilen ve çalışmaya katılmayı kabul
eden 440 öğrenci ise örneklemi oluşturmuştur. Veriler sosyodemografik değişkenlere ilişkin sorulardan oluşan
anket formu ve Kıran (2002) tarafından Türkçeye uyarlanan 34 soruluk “Akran Baskısı Ölçeği” kullanılarak
toplanmıştır. Verilerin analizinde yüzdelik hesaplamalar ile Kruskal wallies ve t-testi kullanılmıştır.
Bulgular: Öğrencilerin %53,9’unun erkek, %34,5’inin 1. sınıf, %52,0’ının 16-17 yaş arası ve %62,7’sinin 2 kardeş
olduğu, %71,8’inin ekonomik gelir algısının “orta düzey” olduğu saptanmıştır. Ayrıca, % 63,0’ının anne eğitim
durumu ilköğretim olup, %85,7’sinin anne ve babasının sağ ve beraber olduğu, % 51,8’inin ailesinin genel
tutumunu “ilgili”, %37,0’ının aile ilişkisini “çok iyi” olarak tanımladığı bulunmuştur. Öğrencilerin %41,1’inin özgüven
algısının “çok”, %56,8’inin samimi olduğu arkadaş sayısının “4 ve daha fazla”, %54,1’inin okul başarısının “orta”
düzeyde olduğu belirlenmiştir. Akran baskısı ölçek puan ortalamaları Fethiye Teknik Endüstri Meslek Lisesi'nin
X=56,05±22,93, Karaçulha Çok Programlı Lisesi'nin X=52,99±22,52, Mehmet Erdoğan Anadolu Lisesi'nin
X=64,99±31,85 olarak saptanmıştır. Araştırmada erkeklerin kızlara göre, Anadolu Lisesi öğrencilerinin ise genel
lise ve meslek lisesi öğrencilerine göre daha fazla akran baskısına maruz kaldıkları saptanmıştır ve istatistiksel
olarak anlamlı farklılık bulunmaktadır (p<0.05).
Ayrıca; ailesi ilgisiz olan, arkadaş sayısı ve özgüveni az olan, boş zamanlarını televizyon izleyerek geçiren, okul
başarısı ve aile ilişkileri kötü olan ve aile gelir durumu düşük olan öğrenciler ile arkadaş düşüncesini
önemsemeyen ve hayır demede zorlananlarda akran baskısı puanları daha yüksektir. Bu değişkenlere göre ölçek
puanları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulunmuştur (p<0.05).
Anahtar Sözcük: Akran Baskısı, Lise Öğrencisi, Ergenlik.
PB 77
Yaygın Gelişimsel Bozukluklarda Hiperaktivite Semptomlarına Metilfenidatla Yetersiz Yanıt: CES1 Polimorfizminin Rolü var mı?
Ülkü Akyol Ardıç*, Eyüp Sabri Ercan*, Duygu Aygüneş**, Elif Ercan***,
Deniz Yüce****, Buket Kosova**
*Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD, İzmir
**Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji AD, İzmir
***Ege Üniversitesi Rehberlik Ve Psikolojik Danışmanlık AD, İzmir
****Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Prevantif Onkoloji AD, Ankara
Giriş: Otizm ve diğer Yaygın Gelişimsel Bozukluklar (YGB) gerek bireyin gerekse ailenin ve toplumun
yaşam kalitesini derinden etkileyen bozukluklardır. YGB olan olgularda % 50 oranında Dikkat Eksikliği
Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) komorbiditesi olduğu bilinmektedir. DEHB tedavisinin klasik ilacı olan
Metilfenidat (MPH) ise YGB olan olgularda pür DEHB olan olgulardan daha az etkili olmakta ve kötü
tolere edilmektedir. MPH temelde Karbosilesteraz-1 (CES-1) enzim sistemiyle metabolize edilmektedir.
DEHB+YGB olan olgularda MPH’ a yetersiz yanıtın veya olumsuz yan etki profilinin CES-1 enzim
sisteminin genetik yapısındaki bir bozukluktan kaynaklanıp kaynaklanmadığı ise bugüne kadar hiç
araştırılmamıştır.
CES-1 geninin 16. kromozomdan kodlanması, DEHB ve YGB’dan sorumlu olduğu öne sürülen ortak
gen lokuslarının arasında 16. kromozomun olması YGB+DEHB olan olgularda CES-1 enzim sisteminin
araştırılması gerektiğini düşündürmektedir.
Yöntem: Çalışmaya 7-12 yaş aralığında 25 DEHB+ Yüksek Fonksiynlu Otizm, 20 DEHB+Asperger
Bozukluğu, 22 DEHB+Hafif Düzey Mental Retardasyon, 22 DEHB+Otizm olan olgu ve 34 pür DEHB
olan kontrol grubu olarak alınmıştır. Olguların iki hafta boyunca ilaç kullanmaması sağlanıp MPH
verilerek tükürük örnekleri alınmıştır. MPH verildikten sonra anne-babalar Turgay DEHB Ölçeğini,
klinisyen ise Klinik Global İzlem Ölçeği –İyileşme (CGI-I) ve yan etki değerlendirme ölçeğini
doldurmuşlardır. Olguların alınan tükürük örneğindeki hücrelerden tanıya kör araştırmacı tarafından
DNA izolasyonu gerçekleştirildikten sonra, CES-1 için genotip belirlemesi yapılarak (CES-1 R199H,
S75N, I49V ve G143E GEN POLİMORFİZMLERİ) mutant veya heterozigot olanlar polimorfik olarak
değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışma gruplarının polimorfizm dağılımlarına bakıldığında POLR199H açısından gruplar
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olduğu (p=0.002) görülmüştür. CGI-I yanıtı polimorfizm
ilişkisine bakıldığında; PolR199H açısından tedavi yanıtı kötüleşenlerin polimorfik olduğu ve anlamlı
farklılık bulunduğu belirlenmiştir (p=0.01).
Tartışma: YGB+DEHB olan olgularda pür DEHB ya da DEHB+ Hafif Düzey Mental Retardasyon olan
olgulardan daha düşük MPH yanıtı elde edilmiştir. MPH’ ın YGB alt tipleri arasındaki farklı yanıt ve CES1 gen polimorfizmi ilişkisinin YGB spektrumundaki klinik ve etyopatolojik çeşitliliğe de ışık tutabileceği
öncü bir çalışmadır.
PB 78
Psikiyatride Kullanılan Hasta Tespit Yöntemleri Ve Hemşire Ve Hekimin Hasta Tespiti İle İlgili
Görüşleri
Yasemin Ucun 1, Nermin Gürhan 2, Burhanettin Kaya 3
1 Gazi Üniversitesi Sağlık Eğitim Fakültesi Hemşirelik Bölümü, Ankara
2 Gazi Üniversitesi Sağlık Eğitim Fakültesi Hemşirelik Bölümü, Ankara
3 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD, Ankara
Giriş ve Amaç: Psikiyatri hastaları istekleri dışında tedavi olmak durumunda kalabilmekte ve zorla hastanede
alıkonulabilmektedir. Bu durum hastanın saldırgan davranışlar sergilemesine, kendine ve çevresine zarar
vermesine neden olabilmektedir. Bu nedenle fiziksel-kimyasal tespit yöntemleri güvenlik amacıyla sıklıkla
kullanılmaktadır. Uygulamada etik ve hukuki sorunlar yaşanabilmekte, uygulayan ve uygulanan üzerinde olumsuz
fiziksel ve psikolojik etki yaratabilmektedir. Uygulamada belli bir standardın olmaması, yasal boşluğun olması,
uygulama hakkında sağlık çalışanlarının yeterli bilgi ve deneyime sahip olmamaları, sürekli bir eğitimin
verilmemesi nedeniyle sağlık çalışanları farklı tutum ve davranış sergileyebilmektedir. Tespit uygulamasına kimin
karar verdiği, hangi durumda hangi tespit yöntemi tercih edilmeli sorusuna halen cevap bulunamamış olmakla
birlikte uygulamalar hakkında hem ülkemizde hem de dünyada yeterli araştırmaların yapılmadığı da
görülmektedir. Bu araştırma psikiyatride çalışan hemşire ve hekimlerin tespit yöntemlerinin kullanımına ilişkin
görüşlerinin değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır.
Yöntem: Çalışmaya üniversite ve sağlık bakanlığına bağlı eğitim ve araştırma hastanesinde çalışan 53 klinik
hemşiresi 55 araştırma görevlisi hekim alınmıştır Bu araştırmada veriler araştırmacı tarafından hazırlanan 25 soru
içeren bir anket ile elde edilmiştir. İstatiksel değerlendirmede Fisher’s ve Pearson ki-kare testi kullanılmıştır.
Bulgular: Hemşireler fiziksel tespiti daha çok tercih etmekte, hekimler kimyasal tespitin tercihi hastanın yaşına ve
kilosuna göre ayarlanması gerektiğini düşünmekte, hemşireler hastanın şiddet içerikli davranışlarında artış
olmaması için mutlaka fiziksel/kimyasal tespit yöntemlerinin kullanılması gerektiğini belirtmekte, hemşireler şiddet
ve saldırganlık içeren davranışların olması durumunda fiziksel yada kimyeasl tespiti daha çok tercih etmekte,
hemşireler hekimlere göre sağlık personeli, hasta ve hasta yakını arasında yaşanan iletişim sorunlarının tespit
kullanımını artıracağını düşünmektedirler. Tespit kullanımında yasal ve etik konular hakkında her iki meslek grubu
da birbirine yakın cevap verirken, hasta ve hasta yakınından onam alınması konusunda ise çekimser
davrandıkları görülmektedir Tartışma ve
Sonuç: Çalışmanın sonuçlarına baktığımızda belirtilen görüşler klinik uygulama arasında farklılıkların olduğu, bu
nedenle hemşire ve hekimlere uygulama konusunda büyük rol ve sorumluluklar düştüğü anlaşılmaktadır
PB 79
Obsesif Kompulsif Bozukluğu Olan Hastalarda Disosiyatif Belirtiler
ve Çocukluk Çağı Travması
Hasan Belli, Mahir Akbudak, Cenk Ural, Filiz Kulacaoğlu,
Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İstanbul,
Amaç: Türkiyede disosiyatif bozukluğu olan hastalarla yapılan bir çalışmada hastaların %46’sında fiziksel
istismar, %33’ünde ise cinsel istismar belirlenmiştir. Disosiyatif bozukluklar psikiyatride çoğu bozuklukla birlikte
görülebilen ama özellikle borderline kişilik bozukluğu, konversiyon bozukluğu ve Obsesif Kompulsif Bozukluk
(OKB) ile birlikteliği sık olan bir bozukluktur. Bu çalışmanın amacı OKB’si olan hastalarda disosiyatif belirtiler ve
çocukluk çağı travması sıklığının araştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya Bağcılar EAH psikiyatri polikliniğine 2008 Ocak ile 2010 Aralık ayları arasında
başvuran hastalar alınmıştır. Çalışmaya ilk kez psikiyatri polikliniğine başvuran ve DSM-IV-TR kriterlerine göre
OKB tanısı alan 78 hasta alınmıştır. Çalışmada 40 sorudan oluşan çocukluk çağı travması ölçeği, disosiyasyon
ölçeği(DIS-Q) ve Yale Brown obsesyon Kompulsiyon Derecelendirme Ölçeği(Y-BOCS) kullanılmıştır.
Bulgular ve Sonuç: Çalışmaya 60’ı kadın, 18’i erkek toplam 78 hasta alındı. Hastaların yaş ortalaması 31.22’ydi
(18-54 arası). Ortalama hastalık süresi 82,47±67,58 (2- 384) ay bulundu. Hastaların %41’i (n=35) ilkokul mezunu,
% 71.8’i (n=56) evli, % 53.8’i (n=42) ev hanımıydı.
Hastalara yapılan Yale Brown ölçeği ortalama skoru 23.37±7.27, DIS-Q ortalama skoru 2.23±0.76, çocukluk çağı
travması ölçeği ortalama skoru 2.38±0.56 bulundu.( Tablo 2) Tablo 2: Ölçekler puan dağılımı Min-Max Mean±SD
Yale Brown 3-40 23.37±7.27 DİS Q 1.40-3.87 2.23±0.76 CTQ 1,27-4,77 2.38±0.56 Hastalığın süresi ile DIS-Q ve
çocukluk çağı travmaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı.(p>0.05) Cinsiyet, medeni
durum ve eğitim düzeyi ile Yale Brown skoru, DIS-Q skoru, Çocukluk çağı travması skoru arasında anlamlı bir
ilişki saptanmadı. (p>0.05) Yale Brown ile DIS-Q arasında %27.8 oranında istatistiksel olarak pozitif ilişki
saptandı. (p<0.05) (Tablo 3). DIS-Q ile Çocukluk çağı travması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki
saptanmadı.
Tartışma: Çalışmamızda özellikle Yale Brown ile DIS-Q puanları önemli oranda korelasyon göstermiştir. Bizim
çalışmamızda CTQ puanları ile Yale Brown arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı ama CTQ
ortalama skorunun (2.38±0.56) yüksek çıkması göz önüne alındığında OKB hastalarında travmatik yaşantıların
önemli olduğu ve klinik olarak bir anlam ifade edebileceği söylenebilir.
Sonuç olarak OKB hastalarının ilaç ve bilişsel davranışçı terapiyle tedavisi sürecinde disosiyatif belirtilerin
tedaviye dirençte önemli bir parametre olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır.
PB 80
Obsesif Kompulsif Bozuklukta Sosyodemografik ve Klinik Özelliklerin Değerlendirilmesi
Erkan Kuru*, Yasir Şafak*, M. Emrah Karadere*, Dr.Bengü Yücens*, M.Hakan Türkçapar*
*Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği
Amaç: Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) yapılan ilk epidemiyolojik araştırmalarda, nadir rastlanan bir bozukluk
olduğu düşünülmekteyken, son dönemde yapılan çalışmalar sanılanın aksine OKB’nin yaygınlığının sık (%2,5-3)
olduğunu göstermektedir. Bizim bu çalışmadaki amacımız da OKB tanısı almış hastaların sosyodemografik ve
klinik özelliklerinin değerlendirilmesidir.
Yöntem: Çalışmaya, Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği’ne Ocak
2011 ile Kasım 2011 tarihleri arasında başvuran; DSM-IV TR tanı ölçütlerine göre OKB tanısı almış 82 hasta
alınmıştır. Hastalara SCID-I, Sosyodemografik veri formu, Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği-Semptom
listesi (YBOC-SC) uygulanmıştır.
Bulgular: Çalışmaya katılan 82 hastanın %23,2 (19)’si erkek, %76,8 (63)’i kadındı. Hastaların yaş ortalaması
32,29±10,24 iken; %36,6(30)’sı bekar, %61(50)’i evli, %2,4(2)’ü boşanmıştı. Hastaların ortalama eğitim süresi
10,39±3,78 yıldı. Ortalama hastalık süresi 7,96±7,45 yıl iken ortalama başlangıç yaşı 24,32±8,05’ti.
Hastaların obsesyon tiplerinin dağılımı; %52,4( 43)’ü bulaş-kirlilik tipi, %18,3(15)’ü şüphe tipi, %9,8(8)’i dini, %2,4
(2)’ü cinsel obsesyon şeklindeydi. Kompülsiyon tipleri açısından ise dağılım; %52,4 (43)’ü temizlik-yıkanma tipi ,
%22 (18)’si kontrol tipi, %13,4 (11)’si tekrarlama tipi, %6,1(5)’i dua-tövbe etme tipi kompülsiyon şeklindeydi.
Hastaların %36,6 (30)’sında tek başına OKB görülürken, diğer hastalarda (%63,4) komorbid başka ruhsal
rahatsızlıklar vardı.
Sırasıyla en sık görülen ektanılar; Major Depresyon %28(23), Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) %14,6(12),
Sosyal Anksiyete Bozukluğu %7,3(6) olarak tespit edildi. Hastaların %70,7(58)’sinde aile öyküsü yokken,
%26,8(22)’inde birinci derece akrabalarında OKB mevcut idi.
Tartışma ve Sonuçlar: Hastalığın başlangıç yaşı, medeni durum, eğitim düzeyi literatürle benzerlik göstermekle
birlikte cinsiyet dağılımında belirgin olarak literatürden farklılık tespit edilmiştir. Klinik özelliklere baktığımızda en
sık görülen bulaş-kirlilik tipi obsesyon ve temizlik-yıkanma tipi kompülsiyon literatürle uyumlu bulunmuştur.
Komorbidite oranlarıda literatürle uyumludur ve en sık major depresyon olarak tespit edilmiştir. Hastaların birinci
derece akrabalarında OKB tanısı bulunduğu belirlenmiştirki, buda literatürle uyumlu gözükmektedir.
PB 81
Obsesif Kompulsif Bozukluklu Hastaların Bechara Kumar Oynama Testi Performansları
Selim Tümkaya*, Filiz Karadağ*, Shane T. Mueller**, Gülfizar Varma*,
Osman Özdel*, Figen Ateşçi*, Nalan K.Oğuzhanoğlu*
*Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Denizli
**Michigan Üniversitesi Psikoloji AD, USA
Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) hastalarında karar verme süreçlerinde bozukluklarının olduğu bilinmektedir.
OKB li hastaların bu bozuklukları ölçtüğü düşünülen Bechara kumar oynama testinde kötü performanslar
gösterdiği bildirilmesine rağmen, tersi sonuç bildiren çalışmalar da mevcuttur. Bu çalışmanın örneklemi 40 OKB
hastası ve 39 kontrolden oluşuyordu.
Tüm katılımcılara Hamilton Depresyon ölçeği (HAM-D), Hamilton anksiyete ölçeği (HAM-A), Yale-Brown
obsesyon kompulsiyon ölçeği, Maudsley obsesif kompulsif belirti ölçeği ve PEBL-BKT(Psychology Experiment
Building Language- Bechara kumar oynama testi) uygulanmıştır. Gruplar yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi
açısından birbirlerinden anlamlı farklılık göstermiyorlardı (tümü p>0.05). BKT1 (F=0,091, p=0,764), BKT2
(F=1,149,p=0,287), BKT3 (F=3,249, p=0,075),BKT4 (F=0,330, p=0,567),BKT5 (F=2,566, p=0,113) seviyelerinden
hiçbirinde gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmadı.
Bulgularımız genel olarak OKB hastalarının BKT performanslarının kontrollerden farklı olmadığını göstermiştir.
OKB hastalarının bu testte bozuk performansa sahip olduğunu bildiren birçok çalışma olmasına rağmen, bizim
bulduğumuz gibi bozuk performans göstermediğini bildiren çalışmalar da mevcuttur. Çalışmalar arasındaki
farklılık yöntemsel farklılıklardan kaynaklanıyor olabilir.
PB 82
Obsesif Kompulsif Bozukluklu Hastalarda Üstbiliş İşlevleri
Selim Tümkaya, Filiz Karadağ, Gülfizar Varma, Osman Özdel,
Figen Ateşçi, Nalan K.Oğuzhanoğlu
Pamukkale Universitesi Psikiyatri AD.
Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) hastalarında bilişsel bozuklukların yanı sıra üstbiliş bozukluklarının da
görüldüğü bildirilmiştir. Üstelik bu bozuklukların obsesyon ve kompulsiyonların gelişiminde rolü olduğu
düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı OKB hastalarını üstbiliş işlevleri açısından sağlıklı kişilerle
karşılaştırmaktır.
Bu çalışmanın örneklemi 51 OKB hastası ve 46 kontrolden oluşuyordu. Tüm katılımcılara Hamilton Depresyon
ölçeği (HAM-D), Hamilton anksiyete ölçeği (HAM-A), Yale-Brown obsesyon kompulsiyon ölçeği, Maudsley obsesif
kompulsif belirti ölçeği ve Üstbiliş ölçeği (ÜBÖ) uygulanmıştır. Yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi açısından gruplar
birbirlerinden farklılık göstermiyorlardı (P>0.05).
OKB hastaları ÜBÖ nün olumlu inançlar (t= -,067, p=0.946) ve bilişsel farkındalık (t= - 1,392, p= 0.167) alt
ölçeklerinde kontrollerden farklılık göstermezken, kontrol edilmezlik/tehlike (t= -6,098, p= 0.000), bilişsel güven (t=
-2,234, p= 0.028), düşünceleri kontrol ihitiyarcı (t= - 5,152, p= 0.000)alt ölçeklerinde anlamlı farklılıklar
gösteriyorlardı. Bulgularımız OKB hastalarının bozulmuş üstbiliş fonksiyonlarına sahip olduğunu göstermiştir.
PB 83
Yaygın Anksiyete Bozukluğu Olan Hastalarda Uygun Olmayan Tanı ve Tedavi Nedeniyle
Meydana Gelen Hasta Yükünün Değerlendirilmesi
Nesrin DİLBAZ, Oğuz KARAMUSTAFALIOĞLU
Üsküdar Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Amaç: Birincil amacı, Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) olan hastalarda uygunsuz tanı ve tedavi oranlarının
saptanması olan çalışmamızda ayrıca uygunsuz tanı ve tedavi nedeni ile oluşan maliyet yükü, Sheehan Yetiyitimi
Değerlendirmesi puanındaki değişim ve hastanın mesleki etkinliği, sosyal yaşam ile boş zaman uğraşıları ve aile
yaşamında görülen yeti yitimi üzerine katkısı ve hastanın hastalık şiddeti ile ilişkili yaşam kalitesi
değerlendirilecektir.
Yöntem ve Gereçler: 2011 yili son 6 ayi ve 2012 ilk 6 ayi arasinda yapılan ve prospektif müdahalesiz anket
çalışması olarak tasarlanan çalışmaya Ankara Numune ve Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastaneleri Psikiyatri
Kliniklerine başvuran 18 yaşından büyük, DSM-IV tanı kriterlerine göre YAB teşhisi almış olan, çalışmaya
katılmaya olur veren bireyler alınmış ve geçmişe yönelik bilgilerinin sorulduğu çalışma anketi uygulanmıştır. Anket
sorularını anlamaya veya açık ve net cevaplar vermeye engel olacak düzeyde kognitif bozukluğu bulunanlar hariç
tutulmuştur.
Sonuçlar: Çalışmaya ortalama yaşları 44,86±12,32 yıl olan 97 hasta (%73,2’si kadın) alındı. YAB dışında başka
bir psikiyatrik bozukluğu olanların oranı %72,2’ydi, bunların %55,7’sinde majör depresyon, %18,6’sında panik
bozukluk, %14,3’ünde obsesif kompulsif bozukluk, %7,1’inde bipolar bozukluk mevcuttu. Hastaların %55,7’sinde
psikiyatrik hastalık harici eşlik eden bir hastalık mevcuttu; %25,9 mide/sindirim sistemi hastalığı, %20,4
hipertansiyon, %11 hipertansiyon+diyabet, % 5,6 kalp hastalığı. Hastaların %86,6’sı son 6 ay içinde YAB için
tedavi almakta, %5,2’si YAB tedavisi dışında bir tedavi almakta, %8,2’si ise herhangi bir tedavi almamaktaydı.
YAB tedavisi alanların %36,9’u yalnız SSRI, %25’i SSRI+benzodiazepin, %9,5’u yalnız SNRI ve %8,3’ü
SSRI+antipsikotik almaktaydı. Hastaların %42,3’ü herhangi bir sebep ile acil servise başvurmuş, bu hastaların
%53,7’sinde tetkik yapılmıştı.
Son 6 ay içinde kalp çarpıntısı, yüksek tansiyon gibi şikayetlerle hastaneye ayaktan başvuran hastaların oranı %
77,3’tü, bunların %86,7’sinde tetkik yapılmıştı. Son 6 ay içinde hastaların %9,3’ü hastaneye yatırılmıştı, çeşitli
sebepler ile başka bir uzmana konsültasyona gönderilen hasta oranı ise %46,4 idi. Tartışma ve Sonuçlar:
Literatürlere göre Türkiye’de herhangi bir somatik problemle birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuran
kişilerin %22,4’ünde YAB olduğu ortaya çıkmaktadır. YAB olan hastalar hem komorbid psikiyatrik hastalıkların
sıklığı hem de yeterli tanı ve tedavi olamamaları nedeniye sağlık sistemini çok fazla kullanıyor olabileceği
düşüncesiyle yapılan bu çalışmada literatüre uygun biçimde eştanılı psikiyatrik hastalıkların yüzdesi yüksek
bulunmuştur (%72.2) Bu hastaların % 50‛sinin tanı aldığı ve tanı alanların da %50‛sinin gerekli tedaviyi alabildiği
düşünülmektedir.
Anksiyete bozuklukları için özgün tanı konma oranları %35-65, YAB için %34, Sosyal fobi için % 24’tür. Bu yazıda
YAB olan hastalarda uygunsuz tanı ve tedavi oranlarının saptanması amacı ile yapılmış olan çalışmanın ön
sonuçları verilmektedir.
PB 84
Obsesif Kompulsif Bozukluklu Hastaların Sosyal İşaretleri
İstemsiz Dikkat ile Farketme Düzeyleri
Selim Tümkaya*, Filiz Karadağ*, Tjeerd jellema**, Osman Özdel*, Figen Ateşçi*, Gülfizar Varma*, Nalan
Kalkan Oğuzhanoğlu* * Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
**Hull Üniversitesi Psikoloji AD.
Obsesif kompulsif bozukluklu (OKB) hastaların sosyal fonksiyonlarında bozuklukların olduğu düşünülmekte, fakat
bu bozuklukların mekanizması bilinmemektedir. Bu konuda, bugüne kadar OKB hastaları ile yapılmış olan
çalışmalarda birbirleri ile çelişen sonuçlar bulunmuştur. Fakat tüm bu çalışmalarda kullanılan yöntemler, vakaların
sosyal işaretleri değerlendirmesi için istemli dikkatlerini kullanmalarını yeterli kılmaktadır. Oysaki günlük hayatta,
başarılı sosyal ilişkiler kurmak hızla değişen sosyal işaretlerin istemli bir çaba sarfetmeden tanınmasını gerektirir.
Bu nedenle istemsiz dikkat sosyal işlemlemede önemle bir role sahiptir. Bu bilgilerin ışığında biz Obsesif
kompulsif bozukluk hastalarında sosyal işaretlerin istemsiz/spontan olarak tanınınma süreçlerini araştırmayı
amaçladık. Bu amaçla sosyal işaretlerin istemsiz/spontan olarak tanınmasını ölçmek için özel olarak geliştirilmiş
olan Sosyal mesafe muhakeme etme testinin bir versiyonunu kullandık (SMMT). Bu test karikatürlerin birbirlerine
baktıkları pozisyonlarda karikatürler arasındaki mesafelerin, birbirlerine bakmadıkları pozisyonlardaki mesafelere
göre daha kısa algılanması esasına dayanmaktadır. Daha dikkat çekici olan bakış yönünün postüre zıt olduğu
pozisyonda, bu illüzyon daha şiddetli görülebilecektir.
Çalışma gruplarımız yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi açısından anlamlı farklılık göstermeyen 25 OKB hastası ve
26 kontrolden oluşmaktaydı. 2x2x2 ANOVA 3 yönlü (Postur-bakış zıtlığı x bakış yönü x grup) bir ilişkinin varlığını
gösterdi (F [1, 49] = 5.71, p = 0.021, ηp2 = .104). Postür ve bakış aynı yönde olduğunda, bakış yönünün etkisi
anlamlı değildi (F(1, 49) = 1.61, p = .21, ηp2 = .032). Bakış yönü OKB ve kontrol gruplarının mesafe algılaması
değiştirmiyordu. Bakışın postüre zıt yönde olduğu pozisyonda bakış yönünün etkisi anlamlıydı (F(1, 49) = 34.35, p
< .0001, ηp2 = .41). Ayrıca anlamlı bakış x grup ilişkisi bulundu (F (1, 49) = 4.24, p = .045, ηp2 = .080). T- test
hem OKB hastalarının hem de kontrollerin karikatürlerin birbirine baktığı pozisyondaki mesafeleri daha yakın
algıladıklarını gösterdi (Kontroller: t(25 ) = -5.38, p < .0001; OKB: t(24) = -2.82, p = .009). Fakat bu etki OKB
hastalarında kontrollere göre anlamlı olarak daha zayıftı. Bulgularımız bakışın postüre zıt yönde olduğu
pozisyonda OKB hastalarının bakış etkisine kontrollerden daha az hassas olduğunu göstermektedir. Bu bulgular
OKB hastalarının sosyal işaretleri istemsiz/spontan dikkat ile fark etme bozukluklarının olduğunu
düşündürmektedir.
PB 85
Dental Fobisi Olan Hastalarda Psikiyatrik Bozuklukları Eştanısı
Süleyman Gündüz*, Yüksel Kıvrak**, Şeref Özer, Latif Ruhşat Alpkan
*Kars Devlet Hastanesi, ** Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi
Amaç: Epidemiyolojik çalışmalar popülasyonun %4 ile %16’sinde dental tedavi konusunda sorun olarak kabul
edilebilecek düzeyde korku ve anksiyete olduğunu düşündürmektedir(1,2). Diş hekimi korkusu geçmişten
günümüze uzanan ve gelecekte de hastaların diş tedavisinden faydalanmalarına engel teşkil edeceği düşünülen
bir olgudur. Yapılan çalışmalarda diş hekimi korkusunun %4-16 arasında değiştiği bildirilmiştir3. Dental anksiyete,
diş tedavisini ve dişhekimlerinin rahat çalışmasını engelleyen önemli bir sorundur. Dental fobi birçok ülkede ağız
ve diş sağlığının korunmasında büyük bir engel olarak ortaya çıkmaktadır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya Bahçelievler Ağız ve Diş Sağlığı Merkezinde çalışma hakkında bilgilendirilip
katılmayı kabul eden 600 hasta alındı. Bu hastalara sosyodemografik veri formu ve Dental korku skalası verildi.
Kesme puanı 55 ve üstü olan hastalara; DSM-IV kriterlerine göre düzenlenmiş olan yapılandırılmış görüşme
formu SCID-I kullanılarak Dental Fobi tanısı kondu. Kontrol grubuna DFS ölçeğinden 54 ve altında olanlar alındı.
Aynı evrenden gelişigüzel seçilen bu kişilere SCID-I uygulanarak diğer anksiyete bozuklukları eştanısı araştırıldı,
Bulgular: Anksiyete bozuklukları açısından eştanı olarak karşılaştırıldığında; örneklem grubunda
40(%48,2)sinde, dental fobisi olan kişilerin 63(%82,9)’unda başka bir anksiyete bozukluğuna rastlandı(p<0,001).
Anksiyete bozukluklarının dağılımı incelendiğinde; 11(%14,5) panik bozukluk, 21(%27,6) yaygın anksiyete
bozukluğu, 2(%2,6) panik bozukluğu olmadan agorafobi, 2(2,6) agorafobi ile birlikte panik bozukluk, 5(%6,6)
sosyal anksiyete bozukluğu, 1(%1,3)obsesif kompulsif bozukluk, 3(%3,9)posttravmatik stres bozukluğu,
42(%55,3) özgül fobi hayvan tipi, 37(%48,7) özgül fobi doğal-çevre tipi, 43(%56,6) özgül fobi kan-enjeksiyon-yara
tipi ve 24(%31,6) özgül fobi durumsal tipte şeklnde saptandı. Dental fobisi olan 76 hastadan 32(%42,1)’inde
(major depresyon tanısı kondu. Dental fobisi olmayan grupta ise 14(%16,9)’unda major depresyon tanısı kondu.
Distimi tanısı dental fobik grupta 2 hasta, fobik olmayan grupta ise 1 hastada saptandı. Gruplar arasında anlamlı
fark bulunmadı(P>0,05).
Tartışma ve Sonuçlar: Yaptığımız çalışmada dental fobisi olanlarda olmayanlara göre ikinci bir psikiyatrik eş tanı
olma olasılığının daha fazla olduğunu bulduk. Anksiyete bozukluğu başta gelirken bunu duygudurum boukluğu
izlemektedir. Sonuçlarımız literatürle uyumludur. Yaygın görülen bu durumun tesbit ve tedavi edilmesinin
koruyucu ve tedavi edici diş sağlığı hizmetlerini olumlu etkileyebileceğini düşünmekteyiz. Dental anksiyetesi
olanlarda bir ya da daha fazla psikiyatrik bozukluk tanısı konması ihtimali anksiyetesi olmayanlara göre daha
fazladır(44). Diş hekimi korkusunun sık rastlanan bir sağlık sorunu olduğu düşünülürse diş hekimi fobisi
tedavilerinin etkinliğini optimize etmenin kişisel ve sosyoekonomik yararlar sağlayacağı düşünülebilir(4).
1.Lundgren J, Berggren U,Carlsson SG. Psychophysiological reactions in dental phobic patients during video
stimulation. Eur J Oral Sci 2001; 109: 172-177.
2.Locker D, Poulton R, Thomson WM. Psychological disorders and dental anxiety in a young adult population.
Community Dent Oral Epidemiol 2001; 29: 456-463.
3.Stabholz A, Peretz B. Dental anxiety among patients prior to different dental treatments. Int Dent J. 1999;49:
90-94.
4.Lundgren J, Berggren U, Carlsson SG. Psychophysiological reactions in dental phobic patients with direct vs.
indirect fear acquisition. Journol of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry 2004; 35: 3-12.
PB 86
Ambulans Çalışanlarında İkincil Travmatik Stres Belirtileri
Aslı YEŞİL, A. Tamer AKER
Bursa Halk Sağlığı Müdürlüğü Ruh Sağlığı Programları Tütün ve Bağımlılık Yapıcı Maddeler Birimi.
Prof. Dr., Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD. & SBE Ruhsal Travma ve Afet Çalışmaları
Birimi.
Amaç: Travmatik olaylar insanın yaşamsal bütünlüğüne yönelik tehdit içeren olaylardır. Bu tür olayları yaşamak
kadar, bu yaşantılara tanık olmak da kişileri etkileyebilir. Ambulans çalışanları, işleri nedeniyle sürekli zor
durumda olan hastalara hizmet vermekte, doğal afet, felaket gibi kriz durumlarında aktif görev almaktadırlar. Bu
nedenle bu çalışmada ambulans çalışanlarının iş ve toplumsal yaşantılarından kaynaklanan travmatik stres
belirtilerini saptamak amaçlanmıştır.
Yöntem VeGereçler: 112 Acil Sağlık Hizmetleri Sağlık Çalışanı Soru Formu ve Travmatik Stres Belirti Ölçeği
(Başoğlu ve ark., 2001), Çalışanlar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (Yeşil ve ark., 2010) ambulanslarda görev yapan
41 doktor, 170 ebe/hemşire/sağlık memuru/acil tıp teknikeri, 39 paremedik ve 74 ambulans sürücüsü olmak üzere
toplam 324 sağlık çalışanına uygulanmıştır.
Bulgular: Elde edilen sonuçlarda, sağlık çalışanlarında belirgin tükenmişlik belirtileri saptanırken (12.56±6.30)
travmatik stres ve depresyon belirtileri düşük düzeyde saptanmıştır( 6.85±7.58; 1.76±2.74). Kadınlarda travmatik
stres ve depresyon belirtilerinin erkeklere göre daha yüksek olduğu bulunmuştur (p< 0.01; p<0.05). Tartışma Ve
Sonuç: Ambulans çalışanları görevleri nedeniyle başta tükenmişlik olmak üzere ruhsal açıdan sıkıntı
yaşamaktadırlar. Bu nedenle ambulans çalışanlarının psikoeğitsel çalışmalarla desteklenmeleri,bu süreçte
özellikle tükenmişliğe yönelik önlem alınması görev sırasında ve sonrasında yaşayacakları sıkıntıları aza
indirmede etkili olabilir. Anahtar Kelimeler: Sağlık Çalışanı, İkincil Travmatik Stres, Depresyon, Tükenmişlik.
PB 87
OKB Semptom Şiddeti ve Tedaviye Direnç’te Dissosiyatif Bozukluk Birlikteliğinin Rolü: Dizigot
Olgular
Adem Aydın,Yavuz Selvi,Mesut Işık,Ekrem Yılmaz
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri, Van
Giriş: OKB ve dissosiyatif bozukluklar ayrı bir durum olarak görülse de OKB hastaları sık dissosiyatif belirtiler
gösterirler. OKB hastalarındaki dissosiasyonun çocukluk çağı travmalarından kaynaklandığını gösteren
çalışmalar vardır (1). Bu yazında OKB tanısı konulan dizigot ikiz hastaların semptom şiddeti ve prognoz
açısından ayrışmalarında dissosiyatif belirtiler ve çocukluk çağı travmasının belirleyici rolü üzerinde durulacaktır.
Olgular: 20 yaşında bekâr, dizigot kadın hastalar. İlk tedavi başvuruları 3 yıl önce olan ve başlangıçta kirlilik,
kuşku, simetri obsesyonları ve temizlik, kontrol, düzen kompülsiyonları olan hastalar sertralin (150 mgr/gün) ile
tedavi ediliyorken yapılan kontrol muayenelerinde olgulardan birinde cinsel içerikli ve saldırganlık-zarar verme
obsesyonlarının da olduğu anlaşıldı. Bu olgu ikizine göre SSRI tedavisine dirençliydi. Hastanın amnezi ve
depersonalizasyon gibi dissosiyatif belirtiler göstermesi üzerine hastaya ve karşılaştırma amacıyla ikizine DES
uygulandı (sırasıyla 55 ve 22). Kaçınma davranışları ve anksiyete belirtilerine ikizine göre daha fazla sahip olan
hastada yapılan görüşmelerde bir travma öyküsü olduğu anlaşıldı. Tedavilerinin 18. ayında dissosiyatif belirtileri
olan olgu’nun depresyon ve YBOCS skorları daha yüksekti. Tedavi bu aşamadan sonra ayrıldı ve ilk olguya
aripiprazol 10 mgr/gün eklendi. Bu olgu halen kısmi düzelme ve ikinci olgu ise belirgin düzelme ile takip
edilmektedir.
Tartışma: OKB’de kognitif modeller obsesif düşünce ve eylemlerin, metakognisyonlar ve istenmeyen
düşüncelerin süpresyonu ile ilişkisine dikkat çeker ve bunun travmatik yaşantılar ve dissosiasyonla ilişkili
olduğunu iddia eder (1). Ayrıca yüksek dissosiasyon düzeyleri OKB hastalarında direnci ve BDT’ye düşük cevabı
predikte edebilir (2). Dizigot olgularımızdan dissosiasyon düzeyi yüksek ve çocukluk çağı travması olan hastada
obsesyonların ayrı niteliğinin olması, tedaviye dirençli olması, OKB hastalarında yukarıda bahsedilen durumların
tespiti ve tedavinin bu yönde devamının gerektiğini hatırlatmaktadır.
Kaynaklar:
1.Selvi Y, Beşiroğlu L, Aydın A, Güleç M, Atli A, Boysan M, Çelik C. Relations between childhood traumatic
experiences, dissociation, and cognitive models in obsessive compulsive disorder. Int J Psychiatry in Clin Pract,
2011; 1–7.
2.Rufer M, Held D, Cremer J, Fricke S, Moritz S, Peter H,sHand I. Dissociation as a predictor of cognitive
behavior therapy outcome in patients with OCD. Psychother Psychosom 2006;75:40–6.
PB 88
Firomiyalji Sendromu Olan Hastalarda Bedensel Belirtileri Abartma, Aleksitimi ve Ağrı İle İlişkisi
Aylin Ağırman*, Nuran Erden**,Yarkın Özenli*, Seçil Uysal***
*Adana Numune Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Adana **Özel Median Hastanesi Fizik
Tedavi Ve Rehabilitasyon Kliniği,İstanbul ***Diyarbakır Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği,
Diyarbakır
Amaç: Fibromiyalji sendromu (FMS), bedensel ve psişik semptomların birlikte görüldüğü bir hastalıktır. Bu
çalışmada fibromiyalji sendromunda görülen diğer bedensel belirtiler ve bu belirtilerin ağrı skorları ve aleksitimi ile
ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu çalışmaya Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon polikliniğine başvuran, Amerikan Romatoloji Birliği
tarafından geliştirilen ölçütlere göre FMS tanısı konan ve çalışma ölçütlerini karşılayan ardaşık 50 kadın hasta,
kontrol grubu olarak yaş, cinsiyet, eğitim durumu açısından uyumlu 29 sağlıklı gönüllü alınmıştır. Hasta ve kontol
gruplarına sosyodemografik veri formu, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Toronto Aleksitimi Ölçeğİ (TAÖ-20),
Bedensel Duyumları Abartma Ölçeği (BDAÖ), hasta grubuna ek olarak vizuel analog skalası (VAS) uygulanmıştır.
Bulgular: Her iki grup arasında BDAÖ skorları açısından anlamlı farklılık bulunmamakla birlikte (p>0.05), FMS
olan grupta BDÖ, TAÖ skorları kontrol grubundan anlamlı yüksek saptanmıştır (p<0.005). FMS grubunda VAS
skorları ile BDÖ, TAÖ, BDAÖ skorları arasında pozitif ilişki bulunmuştur (p<0.05). SONUÇ: FMS grubunda
bedensel duyumları abartma kontrol grubundan farklı bulunmamıştır. FMS'da depresyon ve aleksitimi önemli
oranda tabloya eşlik etmektedir. Yüksek ağrı skorlarının bedenselleştirme , aleksitimi ve depresyon ile ilişkili
olduğu düşünülmektedir.
PB 89
Konversiyon Bozukluğunda İntihar Girişiminin Yordayıcıları
Medine Yazıcı Güleç*, Ömer Yanartaş**, Leman İnanç*
* Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
**Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
Giriş İntihar, psikiyatri ve halk sağlığının en önemli konularından biri olmaya devam etmektedir. Konversiyon
bozukluğunda (KB) intihar düşünceleri ve girişimlerinin sıkça görüldüğü bildirilmesine rağmen bu konuda
yeterince çalışma bulunmamaktadır.
Yöntem ve Gereçler Çalışmaya Erenköy RSEAH Polikliniklerine başvuran ve DSM-IV’e göre KB tanısı konan
ardışık 90 hasta alındı. Hasta grubu intihar girişimi hikâyesine göre iki gruba ayrıldı. Testleri anlayacak düzeyde
okuma yazması olmayan, kognitif yetersizliği ya da psikotik bozukluğu olanlar çalışmaya alınmadı. Çalışmaya 1865 yaş arası kişiler dâhil edildi. Tüm katılımcılara Mizaç Karakter Envanteri (MKE), Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği
(DES), Toronto Aleksitimi Skalası (TAS), Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Çocukluk
Çağı Travmaları Ölçeği (CTQ-28) ve sosyodemografik veri toplama formu verildi. Aydınlatılmış onamları alındı.
Bulgular İntihar girişimi olan (n=33) ve olmayan (n=57) grup karşılaştırıldığında iki grup arasında demografik ve
klinik değişkenlerden, cinsiyet, yaş, eğitim süresi, göç etmiş olma, yalnız yaşama, ailede psikiyatrik hastalık,
KB’nin tipi ve madde kullanımı açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0.05).
Boşanmış ya da dul olmak, kötü ekonomik durum, yatış sayısı ise intihar girişimi olan grupta anlamlı olarak
yüksek bulundu (Sırasıyla; Kikare=6.71, p=0.04; Kikare=2.44, p=0.04; t=-3.83, p<0.001). İntihar girişimi olan
grupta, BAÖ, BDÖ, TAS-A, DES, DES-taxon, duygusal istismar ve CTQ- 28 toplam puanları anlamlı olarak
yüksekti (Sırasıyla; t=-3.02, p=0.003; t=-2.93, p=0.004; t=-2.01, p=0.05; t=-2.78, p=0.007; t=-2.85, p=0.005; t=3.85, p<0.001; t=-2.58, p=0.01). Kendini yönetme ve işbirliği yapma puanları ise intihar girişimi olan grupta düşük
bulundu (Sırasıyla; t=2.15, p=0.03; t=3.04, p=0.003). Alkol kullanımı, duygusal istismar, DES ve yatış sayısının
intihar varlığını yordadığı tespit edildi (Sırasıyla; B=1.91, Wald=5.71; B=0.12, Wald=5.43; B=0.03, Wald=3.97;
B=1.27, Wald=6.36).
Tartışma KB’de intihar girişimlerini, alkol kullanımı en yüksek oranda olmak üzere, duygusal istismar ve
dissosiasyonun şiddeti ile daha önceki hastane yatışlarının yordadığı görülmektedir. KB’li hastaların stresle baş
etmede dissosiasyonu ya da alkolün sağladığı kimyasal dissosiasyonu kullandıkları düşünülebilir. Duygusal
istismar da konversiyon bozukluğundaki dissosiayonun yordayıcılarından biridir. Bulgularımız, dissosiyatif
boyutun ve alkol kullanımının KB’de intiharın hatırlanmasını ve bu hastalara yaklaşımda duygusal istismarın
dikkate alınmasını desteklemektedir.
PB 90
Konversiyon Bozukluğunda Mizaç ve Karakter
Medine Yazıcı Güleç*, Ömer Yanartaş**, Leman İnanç*, Ahmet Üzer*
*Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
**Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
Giriş Konversiyon bozukluğu (KB) ile kişilik bozuklukları sıklıkla bir arada bulunmaktadır ve KB’nin klinik
görünümüyle ilişkisi gösterilmiştir. Kişilik araştırmalarında güncel yaklaşım, kişiliği boyutsal olarak da
değerlendirmeyi önermektedir. Mizaç Karakter Envanteri (MKE) kişiliği boyutsal olarak değerlendiren ve
psikobiyolojik olarak modelleyen bir yaklaşım sunmaktadır.
Yöntem ve Gereçler Çalışmaya Erenköy RSHEAH Polikliniklerine başvuran ve DSM-IV’e göre KB tanısı konan
ardışık 94 hasta ve 57 sağlıklı kontrol alındı. Testleri anlayacak düzeyde okuma yazması olmayan, kognitif
yetersizliği ya da psikotik bozukluğu olanlar çalışmaya alınmadı. Çalışmaya 18-65 yaş arası kişiler dâhil edildi.
Tüm katılımcılara MKE ve sosyodemografik veri toplama formu verildi. Aydınlatılmış onamları alındı. Bulgular
Hasta ve kontrol grubu arasında yaş (t=1.42, p=0.16), cinsiyet (ki kare=2.98, p=0.08), eğitim durumu (t=1.42,
p=0.16) açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu.
KB olan hastalarda mizaç boyutlarından yenilik arayışı ve zarardan kaçınma kontrol grubundan anlamlı olarak
yüksek, karakter boyutlarından ise kendini yönetme ve işbirliği yapma anlamlı olarak düşük bulundu. (sırasıyla;
t=-2.30, p=0.02; t=-6.93, p<0.001; t=8.02, p<0.001; t=5.00, p<0.001). Yenilik arayışı, zarardan kaçınma,
sebatkarlık ve kendini yönetmenin KB varlığını yordadığı görüldü (Sırasıyla; B=0.11, Wald=4.66; B=0.15,
Wald=10.35; B=0.46, Wald=7.60; B=-0.10, Wald=4.99).
Tartışma Bulgularımız KB’de yenilik arayışı (heyecan arama, dürtü sellik.) ve zarardan kaçınma (endişe,
karamsarlık, belirsizlik korkuları, çabuk yorulma..) boyutlarının yüksek olduğunu göstermektedir. Karakter
boyutlarına bakıldığında ise kendini yönetmenin (sorumluluk alma, kendini kabul, amaçlılık, olumlu alışkanlıklar.)
ve işbirliği yapmanın (sosyal hoşgörü, empati, yardımseverlik, merhametlilik, ilkeli olma.) düşük olduğu
görülmektedir. Bu bulgular birlikte değerlendirildiğinde borderline kişilik bozukluğu görünümüyle uyuşmaktadır.
Mizaç boyutlarından yenilik arayışı, düşük dopaminerjik aktivite, zarardan kaçınma ise yüksek serotonerjik
aktiviteyle ilişkilidir. Mizaç boyutlarından yenilik arayışı, zarardan kaçınma ve sebatkarlık, karakter boyutlarından
ise kendini yönetmenin konversiyon bozukluğunu yordadığı görülmüştür.
PB 91
Yanan Ağız Sendromu: Somatoform bozukluk mu?
Evrim Özkorumak*, Esra Ercan**, Deniz Aksu Arıca***, Ahmet Tiryaki*
*Karadeniz Teknik Üniversite Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı **Karadeniz Teknik Üniversite Diş
hekimliği Fakültesi, Periodontoloji Anabilim Dalı ***Karadeniz Teknik Üniversite Tıp Fakültesi,
Dermatoloji Anabilim Dalı
Amaç: Yanan Ağız Sendromu(YAS), altta yatan herhangi bir lokal veya sistemik neden bulunmamasına rağmen
ağızda yanma ve karıncalanmayla giden kronik bir hastalıktır(1,2). Etyopatolojisi ile ilgili birçok faktör öne
sürülmekle birlikte, net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Psikolojik faktörlerin hastalığı ortaya çıkarabileceğine
dair hipotezlerin yanında birçok çalışmada bu hastalarda komorbid psikiyatrik durumların da yüksek olduğu
gösterilmiştir. Depresyon en sık görülen hastalık olmakla birlikte, anksiyete, kanser fobisi, hipokondriyazis en
yaygın belirtilerdir (3,4,5).
Olgu: Kırkdokuz yaşında, kadın, evli hasta Periodontoloji Kliniğinden sebebi bulunamayan ağızda yanma şikayeti
nedeniyle KTÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri kliniğine konsülte edilmiştir. Hastanın şikayetleri ilk olarak 5 yıl önce
dudaktaki kabarıklık nedeniyle dış merkezde alınan biyopsi sonrası başlamış. O dönemde alınan biyopsi sonucu
fibroepitelyal papillom olarak değerlendirilip eksize edilmiş. Son 5 yıldır ağızda özellikle dilinde ve dudaklarının iç
kısmında yanma, karıncalanma ve acıma hissediyormuş.
Bu şikayetle çok kez periodontoloji ve dermatoloji kliniklerine başvurduğu fakat önerilenlerden fayda görmemiş.
Ağızdaki yanma ve karıncalanma şikayetleri 5 yıl içinde artarak devam etmiş. 1 yıl önce anksiyete belirtileri, aile
sorunları nedeniyle psikiyatriye başvuran hastaya essitolopram 10 mg\gün, venlafaksin 75 mg\gün başlanmış ve
bedensel anksiyete belirtilerinde azalma olmasına rağmen ağızdaki yanma ve karıncalanma şikayetinde değişiklik
olmamış.
Yapılan ruhsal muayenede affekt çökkün, düşünce içeriğinde bedensel yakınmalar ve hipokondriyak uğraşlar
belirgindi. Beck depresyon ölçeği 20, Beck Anksiyete Ölçeği 25 puan, Klinik global izlenim ölçeğinde şiddet alt
ölçeği: 5 idi. Yapılan Dermatoloji konsultasyonunda oral mukozanın dermatolojik fizik muayenesinde herhangi bir
patolojik bulgu saptanmayan hasta ağız yanması sendromu olarak kabul edildi.
Tartışma ve Sonuç: Fizyolojik ya da organik bulguların bulunmadığı tekrarlayan kronik bedensel yakınmalar,
yineleyici tıbbi başvurular, hekimlerin hastanın yakınmaları konusunda çaresiz hissetmeleri, bedensel belirtilerin
yoğun, zararlı ve rahatsız edici olarak tanımlanması bedenselleştirmeye işaret edebilir. DSM-IV tanı sistemine
göre, “Somatoform Bozukluk” tanı ölçütlerini doldurmayan bu vakalar, fiziksel bir hastalığa atfettikleri bedensel
belirtileri nedeniyle yoğun sıkıntı yaşarlar, bu belirtilere bir açıklama ve çare bulabilmek umuduyla sık sık sağlık
hizmeti talebinde bulunurlar, sağlık hizmetleri açısından maddi ve manevi yük oluştururlar (6,7). Bu olgudan yola
çıkılarak daha fazla sayıda olgularla yapılacak ileri çalışmalarla YAS’ın etyopatogenezine katkıda bulunulabilir.
PB 92
Mastalji Hastalarında Bilgilendirme ve Psiko-Eğitimin Yaşam Kalitesine Etkisi
Yarkın Özenli*, Agah Bahadır Öztürk**
*Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Adana
** Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Kliniği, Adana
Giriş: Mastalji, günlük yaşamı oldukça engelleyen ve önemli tıbbi maliyetlere yol açan bir durum olarak kabul
edilmektedir. Yapılan çalışmalarda mastaljinin fiziksel, ruhsal, sosyal ve iş-okul aktivitelerinin önemli derecede
engellendiği sonuçları elde edilmiştir (1, 2, 3) Bu çalışmada amaç organik etiyolojisi olmayan bir grup mastaljili
hastada bilgilendirme ve psiko-eğitimin yaşam kalitesine etkisini araştırmaktır.
Metod: Çalışmaya organik etiyoloji bulunmayan 95 mastaljili hasta dahil edilmiştir. Sosyo- demogrofik form ve
SF-36 yaşam kalitesi ölçeği tüm hastalara uygulanmıştır. Rastgele seçilen 57 hastaya bilgilendirme ve psikoeğitim verilmiş geriye kalan 38 hasta bilgilendirme ve psiko-eğitim almamıştır. Bilgilendirme ve psiko-eğitimden 1
ay sonra SF -36 yaşam kalitesi ölçeği tekrar uygulanmıştır.
Bulgular: Bilgilendirme ve psiko- eğitim verilen grupta bilgilendirme ve psiko-eğitim verilmeyen gruba göre fizik
sağlık, fiziksel rol güçlüğü, ağrı, genel sağlık, vitalite, sosyal fonksiyon, emosyonel rol güçlüğü, mental sağlık
yaşam kalitesi alt ölçek sonuçları için istatistiksel olarak anlamlı düzelme bulunmuştur. ( tüm sonuçlar: p<0.000)
Sonuç: Mastalji hastalarında verilen bilgilendirme ve psiko-eğitimin yaşam kalitesinin yükselmesinde faydalı bir
seçenek olduğu düşünülmektedir.
Kaynaklar:
1. Ader DN, Shriver CD, Browne MW. Relationship of cyclical mastalgia. Premenstrual syndrome or recurrent
pain disorder. Am J Obstetric and Gynecology 1997;20:198- 200.
2. Faiz O, Fentiman IS. Management of Breast Pain. J Clin Pract 2000;54:228-32.
3. Rosolowich V, Saettler E, Szuck B, Lea RH. Mastalgia. J Obstet Gynaecol Can.2006,28(1):49-71
PB 93
Organik Etiyolojisi Olmayan Mastalji Hastalarında Somatizasyon; Kontrollü Bir Çalışma
Agah Bahadır Öztürk* Yarkın Özenli**
*Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Kliniği, Adana
*Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Adana
Amaç: Somatizasyon en basit anlamıyla fizik bulgularla ve tetkiklerle açıklanamayan bedensel yakınmalar ve
belirtiler olarak tanımlanabilir (1,2). Mastalji gibi ağrının ön planda olduğu hastalıklarda duyguların sembolik
beden diliyle dışa vurumu somatizasyonu doğurabilir (3). Bu çalışmanın amacı organik etiyoloji olmayan mastalji
hastalarında somatizasyon semptomlarının varlığını araştırmaktır.
Metot: Çalışmaya Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Cerrahi kliniğine meme ağrısı yakınmasıyla
gelen yapılan tetkikler sonucunda organik bir pataloji saptanmayan 58 mastalji hastası ve yaş, eğitim düzeyi,
medeni durum açısından uyumlu sağlıklı gönüllü 35 kişi katılmıştır. Çalışma ve kontrol grubuna somatizasyon
semptomları varlığını tanımlamada SCL-90 somatizasyon alt ölçeği ve somatizasyon düzeyini belirlemede
Somatizasyon Disosiyasyon Ölçeği (SDQ) uygulanmıştır.
Bulgular: SCL-90 somatiasyon alt ölçeği mastalji hastalarında 2.12±0.87, kontrol grubunun 0.91±0.55 olarak
bulunmuştur. Gruplar arasında SCL-90 somatizasyon alt ölçeği için fark istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.001).
Çalışma grubunun SDQ ölçeği çalışma grubunun 30.10±8.54, kontrol grubunun 20.94±1.62 olarak bulunmuş
olup fark istatistiksel olarak bulunmuştur (p<0.001)
Sonuç: Organik etiyoloji saptanmayan mastalji hastalarında somatizasyon bulguları ve düzeyi normallere göre
yüksek bulunmuştur. Bu bulgular mastalji hastalarının psikiyatrik tedavinin içinde bulunduğu multi-disipliner bir
yaklaşıma ihtiyaç gösterdiğine işaret edebilir.
Kaynaklar
1. Merskey H, Mai F. Somatazation and conversion disorder. Somatoform Disorder (WPA Series Evidence
and experience in psychiatry, Vol. 9), Hoboken NJ, John Wiley&Sons, 2006,p.23-65.
2. 2.Tere L, Ghiselli W. Do somatic comlaints mask negative affect in youth. J Am Coll Health 1995; 44:9195.
3. Özenli Y, Yoldaşcan E, Topal K. Prevelence and associated risk factors of somatization disorder among
Turkish students. Anatolian J of Psychiatry 2009; 10: 131-136.
PB 94
Nörolojik Olarak Sağlam Orak Hücreli Erişkinlerde Nörokognitif Bozulma
Asena Akdemir, İsmet Melek, Banu Cangöz, Serkan Yılmazer, Bahar Sarı Narğis
*Selçuk Üniversitesi, Selçuklu Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Konya
**Mustafa Kemal Üniversitesi, Tıp Fakültesi Nöroloji AD, Hatay
***Harran Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, Şanlıurfa
****Silopi Devlet Hastanesi, Şırnak
*****Mustafa Kemal Üniversitesi, Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Hatay
Amaç: Orak Hücreli Anemi (OHA) Hb A’nın Hb S’e mutasyonu sonucu oluşan genetik bir hastalıktır. Kronik,
ilerleyici, yaşam süresini ve kalitesini azaltıcı bir hastalık olan OHA’nin önemli komplikasyonlarından olan kognitif
yetersizlik üzerinde yeterince çalışma yapılmamıştır. Akdeniz ülkelerinde sık görülen hastalığın ülkemizde en sık
görüldüğü şehir Antakya’dır. Hastalıkta kognitif ve akademik yetersizlikler olabilmektedir. Ancak bu konuda yeterli
çalışma olmadığından hastalığın doğasını anlamak açısından bu çalışma yapılmıştır.
Yöntem: Çalışmaya 65 orak hücre anemili ve 58 normal kontrol hastası alınmıştır. Tüm katılımcıların psikiyatrik
ve nörolojik değerlendirmeleri yapılmıştır. Hastaların kranial MR’ları çekilmiştir. Katılımcılılara nöropsikolojik
işlevlerini değerlendirmek amacıyla 3Kelime-3Şekil Testi (3K-3S), Saat Çizme Testi (SÇT), İptal Etme Testi (İET)
ve İz Sürme Testi (İST) uygulanmıştır.
Bulgular: OHA grubunun bazı bellek işlevlerinin kontrol grubundan anlamlı düzeyde farklı olduğu görülmektedir.
OHA grubunun şekil kopyalama (görsel bellek) ve şekiller için kazanım puanı ile hem görsel (şekiller) hem de
sözel bellek (kelimeler) için anlık ve gecikmeli hatırlama (15 dk.) puanları arasında anlamlı fark vardır. Hasta ve
kontrol grupları, İptal Etme Testinde (İET) doğru işaretlenen harf sayısı, atlanan harf sayısı ve yanlış işaretlenen
şekil sayısı puanları açısından farklılık göstermiştir. İki grup, İz Sürme Testi (İST) puanları açısından
incelendiğinde, İST A Süresi, B Süresi, A Hatası ve B Hatası puanları açısından anlamlı fark olduğu gözlenmiştir.
Tartışma: Sonuç olarak OHA’li hastaların beyinde görünür bir hasar olup olmadığından bağımsız olarak kognitif
işlevleri bozulmaktadır Bu hastalardaki yetersizlik ayrıntılı kognitif muayene sonucu saptanabildiğinden klinik
olarak özel öneme sahiptir.
PB 95
Kronik Pruritus Hastalarında Psikiyatrik Profil
Oğuz Akman*, Fatma Özlem Orhan*, Perihan Öztürk**, Ali Özer***, Yasemin Akman**, Mehmet Fatih
Karaaslan**Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Kahramanmaraş
**Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Dermatoloji AD, Kahramanmaraş ***İnönü
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı AD, Malatya
Amaç: Kaşıntı ya da pruritus, kaşıma isteğine neden olan rahatsızlık verici duyu olup, deri hastalıkları içinde en
sık görülen semptomdur. Kronik pruritus, birçok deri ve sistemik hastalıklarda görülebildiği gibi psikiyatrik
bozukluklarda da görülebilmektedir. Bu çalışmadaki amaç; birincil deri hastalıkları ve kaşıntıya sebep olabilecek
sistemik hastalıklar hariç tutulan kronik prurituslu hastaların sosyodemografik verilerini incelemek; kaşıntının
özelliklerini, varsa psikiyatrik bozukluklarını ve depresif belirtilerini ve bunlar arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmamıza 126 kronik prurituslu hasta alındı. Hastaların sosyodemografik verilerini ve
hastalığıyla ilgili özelliklerini içeren form dolduruldu. DSM-IV-TR (Diagnostic and Statistical Manual of Mental
Disorders-IV-Text Revision) tanı ve değerlendirme sistemine göre psikiyatr tarafından SCID-I/CV (Structered
Clinical Interview for DSM-IV, Clinical Version) uygulanarak psikiyatrik tanılar araştırıldı. Beck Depresyon
Envanteri (BDE) uygulandı.
Bulgular: Kronik prurituslu hastaların %70,6’sında 1-3 arası değişen sayılarda psikiyatrik bozukluklar saptandı.
En sık görülen psikiyatrik bozukluklar ise %34,1 ile depresif bozukluklar olarak tespit edilmiştir. Kronik prurituslu
hastalarda, psikiyatrik tanı alan grupla almayan grubun her ikisinde de kadınların oranı fazlaydı. Psikiyatrik tanı
alan grupta jeneralize kaşıntı ve BDE puanları, psikiyatrik tanı almayan gruba göre anlamlı derecede yüksek
saptandı (p<0.05). Tüm kronik prurituslu hastaların %62'sinde hafiften şiddetliye değişen oranlarda depresif
belirtiler saptandı. Psikiyatrik bozukluk saptanan hastaların %57,3’ünde deride herhangi bir lezyon
saptanmazken, %42,7’sinde ekskoriyasyon, liken simpleks kronikus ve prurigo nodülaris şeklinde kaşımaya
sekonder deri lezyonları saptandı.
Tartışma ve Sonuçlar: Bizim çalışmamızda hastaların %34,1’inde depresif bozukluklar, %32,5’inde
farklılaşmamış somatoform bozukluk, %28,6’sında anksiyete bozuklukları tespit edilmiştir. Çalışmamızda depresif
bozukluklar içinde en sık major depresif bozukluk (%25,3), anksiyete bozuklukları içinde de en sık yaygın
anksiyete bozukluğu (%10,3) ve obsesif kompulsif bozukluk (%7,9) tespit edilmiştir. Buna rağmen hastaların
sadece %16,7’sinin daha öncesinde psikiyatrik başvuruları mevcuttu. Pruritusta psikiyatrik bozuklukların görülme
oranı, ülkemizdeki psikiyatrik bozuklukların yaygınlığı (%17,2) ile karşılaştırıldığında yüksek oranlardadır. Birincil
deri ve sistemik hastalığı saptanamayan kronik prurituslu hastalarda yüksek oranda psikiyatrik bozuklukların
görülmesi ve özellikle depresif belirtilerin eşlik etmesi, bu hastalarda psikiyatrik değerlendirmenin önemine işaret
etmektedir.
PB 96
Hemodiyaliz Tedavisi Almakta Olan Hastalarda Psikiyatrik Hastalık Sıklığı
Elif Karaahmet*, Özge Şimşekyılmaz Saraçlı**, Yüksel Kıvrak***, Ülkem Öztürk****,
Kürşat Altınbaş*
* Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi Psikiyatri AD
** Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
*** Kafkas niversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
****Süreyyepaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Giriş: Kronik böbrek yetmezliği (KBY) yaşamı tehdit eden, önemli ölçüde iş gücü kaybına ve çeşitli
komplikasyonlara yol açan, her yaş grubunu etkileyen bir hastalıktır (1). Hemodiyaliz programına alınan
hastalarda, diğer birçok kronik hastalıkta olduğu gibi birçok ruhsal ve sosyal sorunun da eşlik ettiği görülmektedir.
KBY hastalarında depresyon ve anksiyete en sık görülen psikiyatrik hastalıklardır ve morbiditeyi artırmaktadır (2).
Yapılan bir çalışmada diyaliz tedavisi alan hastaların % 70’inin psikiyatrik hastalıklarının farkında olmadıkları
gösterilmiştir (3).
Amaç: Bu çalışmanın amacı Türkiye’nin sosyokültürel açıdan farklı iki farklı bölgesinde hemodiyaliz tedavisi
gören hastaların psikiyatrik hastalık düzeylerinin araştırılmasıdır.
Metod: Çalışma Siverek Devlet Hastanesi ve Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde hemodiyaliz
tedavisi almakta olan toplam 69 kişi üzerindeyürütülmüştür. Hastalara Hamilton anksiyete ve depresyon ölçekleri,
sosyodemografik veri formu uygulanmış ve tamamıyla SCID-I görüşme yapılmıştır. Bulgular: hastaların % 68,1’i
erkek, % 31,9’u kadındı. Hastaların % 34,8’i okuryazar değildi. % 43.5’i çalışmıyordu. Hastaların % 49,3’ünde en
az bir psikiyatrik hastalık varken % 11,4’ünde iki psikiyatrik hastalık bulunuyordu. Psikiyatrik hastalıkların
dağılımına baktığımızda % 29 ile en sık oranda depresyon görülmekteydi. İkinci sırada % 7,2 ile uyum bozukluğu
ve % 5,8 ile yaygın anksiyete bozukluğu vardı.
Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında depresyon başta olmak üzere psikiyatrik hastalıklar sıklıkla eşlik etmektedir. Bu
nedenle bu hasta grubunun düzenli olarak psikiyatrik değerlendirmeye alınması gerekmektedir.
Kaynaklar:
1-Şentürk A, Tamam L. Hemodiyalize giren kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda psikopatoloji. Ondokuz
Mayıs Ü. Tıp Dergisi 2000; 17.163-172.
2-Bahar A, Savaş H, Yıldızgördü E, Barlıoğlu H. Hemodiyaliz hastalarında anksiyete, depresyon ve cinsel yaşam.
Anadolu Psikiyatri Dergisi 2007; 8:287-292.
3-Johnson S, Dwyer A. Patient perceived barriers to treatment of depression and anxiety in hemodialysis
patients. Clin Nephrol. 2008;69:201-6.
PB 97
Helicobacter Pylori Psikiyatrik Semptom Gelişimine Neden Olur mu?
Yuksel Kivrak*, Yusuf Günerhan*, Mustafa Ari**, Yelda Yenilmez*, Elif Karaahmet***
*Kafkas Üniversitesi **Musta KemalÜniversitesi
*** Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Amaç: Psikolojik faktörlerin(1) ve h pylorinin(2) gis i etkilediği bilinmekle beraber dispeptik yakınmaları olan
kişilerde hp ile psikolojik faktör ilişkisi yeterince aydınlatılmamıştır. Biz bu çalışmamızda hpli olan ve olmayan
kişilerdeki ruhsal belirtileri incelemeyi ve hp nin ruhsal belirtilere neden olup olmayacağını araştırmayı amaçladık.
Yöntem ve Gereçler: Dispeptik şikâyetleri nedeniyle endoskopi ünitesinde üst endoskopi uygulanan 150 hasta
çalışmaya alındı. 118 hasta ile araştırma tamamlandı. Helicobacter (H) Pylori doku testi uygulanan hastalar dâhil
edildi. SCL 90 ölçeği uygulandı. Endoskopik işlem sırasında antrumdan ve pilordan üçer doku alındı. Alınan
dokuya üreaz test uygulanarak H.Pylori varlığı incelendi. Ayrıca yine bu bölgelerden alınan doku örnekleri
histopatolojik inceleme ile HP varlığı doğrulandı.
Bulgular: H pylorili olan ve olmayan 118 kişinin sonuçları değerlendirmeye alındı. Hpylorili olanların 16(%34,0) sı
erkek, 31(%66,0)’i kadındı. Hpyloi olmayanlar ise 25(%53,2)’i erkek, 22(%46,8)’si kadındı. Aralarında fark
olmasına rağmen bu fark anlamlı değildi(x2=0,070, p=0,079). Scl 90 değerleri ve alt ölçekleri açısından her iki
grup arasındaki puan farklarının anlamlı olmadığı görüldü. Hpylorili grup anksiyete, obsesyon, depresyon, kişiler
arası duyarlılık, psikotik, paranoid ve gsi endeksi alt gruplarından yüksek puan almışken hylori olmayan grubun
somatizasyon, öfke, ve ek alt skalalarından yüksek puan almışlardı. Her iki grupta somatizasyon alt skalasında
aldıkları puan kesme puanı olan1’in üzerinde olmakla beraber, hp+li grup ayrıca anksiyete, obsesyon, depresyon,
kişiler arası duyarlılık alt skalalarından aldıkları puan 1’in üzerinde tesbit edildi.
Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızda dispepsi etiolojisi amacı ile endoskopi için başvuran kişilerde hp
enfeksiyonu ile ruhsal belirtileri arasında ilişki olmadığını bulduk. Dispepsili hastalarda hem hp ile psikolojik
belirtiler arasında ilişki olmadığını hem de hplilerin bile ayrıca psikiyatrik yönden değerlendirilmesinin önemli
olduğunu gösteren ilk çalışma olmasından dolayı araştırmamızın önemli olduğunu düşünmekteyiz.
1.Stanghellini V. Relationship between upper gastrointestinal symptoms and lifestyle, psychosocial factors and
comorbidity in the general population: results from the Domestic/International Gastroenterology Surveillance
Study (DIGEST). Scand. J. Gastroenterol. Suppl. 1999; 231:29–37.
2.Tack J, Bisschops R, Sarnelli G. Pathophysiology and treatment of functional dyspepsia. Gastroenterology.
2004 Eki; 127(4):1239–55.
PB 98
Vajinismusu Olan Kadınlarda Depresyon, Anksiyete Düzeyi ve Cinsel İşlevler
Evrim Özkorumak* ,Elif Şimşek Kaygusuz*, Filiz Civil Arslan**, Ahmet Tiryaki*, Mehmet Armağan
Osmanağaoğlu***
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı **Çaykara Ataköy Ruh VE Sinir
Hastalıkları Hastanesi ***Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kadın Doğum Hastalıkları
Anabilim Dalı
Amaç: Vajinismus, vajinanın dış üçte birindeki kaslarda cinsel birleşmeyi engelleyecek biçimde, yineleyici ya da
sürekli olarak istem dışı spazm olarak tanımlanan bir cinsel ağrı bozukluğudur. Birinci basamak ve cinsel işlev
bozukluğu polikliniğine başvuran kadın hastalarda da en sık rastlanan cinsel işlev bozukluğudur(1-3). Bu
çalışmanın amacı vajinismus tanısı konulan hastaları sosyodemografik özellikler, cinsel işlev ve anksiyete,
depresyon düzeyleri açısından sağlıklı kontrollerle karşılaştırmaktır.
Yöntem ve Gereçler: Bu çalışmaya KTÜ Tıp Fakültesi psikiyatri polikliniğine cinsel birleşmede bulunamama
nedeniyle başvuran DSM-IV’e göre vajinismus-yaşamboyu sürekli tip tanısı alan 25 kadın hasta alınmıştır.
Hastaların tümü organik nedenli vajinismusun ekarte edilmesi amacıyla Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı
tarafından değerlendirilmiştir. Yapılan jinekolojik değerlendirme sonrasında herhangi bir patolojik bulgu
saptanmayanlar hasta grubunu oluşturmuştur. Hasta grubuna yaş ve eğitim açısından eşleştirilmiş 25 cinsel
birleşme sorunu olmayan sağlıklı kontrol alınmıştır. Tüm katılımcılara sosyodemografik veri formu, Golombok
Rust Cinsel Doyum Ölçeği(GRCDÖ), Beck depresyon Ölçeği(BDÖ) ve Beck anksiyete Ölçeği(BAÖ)
uygulanmıştır.
Bulgular: Vajinismusu olan 25 kadından 2’sine (% 8) spekulum muayenesi yapılabilmiştir. Diğerlerine sadece
unimanuel muayene yapılmıştır (n=23, % 92). Hasta ve kontrol grubu arasında yaş, eğitim, meslek, çalışma
durumu açısından fark yoktur. Cinsel bilgi düzeyi hasta grubunda sağlıklı gruba göre anlamlı olarak daha kısıtlı ve
yanlıştır. Hasta grubu evlilik uyumlarını sağlıklı hastalara göre anlamlı olarak daha kötü olduğunu bildirmişlerdir.
İlişki sıklığı açısından hasta ve sağlıklı kontroller arasında fark yoktur. Cinsel travma hiçbir hastada
bildirilmemiştir. BDÖ, BAÖ ve GRCDÖ- toplam puan ve doyum, kaçınma, vajinismus, orgazm alt puanları hasta
grubunda anlamlı yüksek bulunmuştur(Tablo1).
Tartışma ve Sonuçlar: Vajinismus etyolojisinde yer alan etmenlerden biri olan cinsel bilgi yetersizliği bu
çalışmada gösterilirken, diğer bir etmen olan cinsel travma öyküsü hiçbir hastada bildirilmemiştir(4). GRCDÖ’de
vajinismus dışında diğer alt puanların sağlıklı kontrollere göre yüksek olması vajinismusta birleşmede zorluk
dışında cinsel cevap döngüsünün diğer basamaklarında da sorun olabileceğini işaret edebilir. Depresyon ve
anksiyete düzeyleriin vajinısmus etyolojisindeki yeri ile değerlendirilmelidir. Bu tanımlayıcı veriler vajinismus
etyolojisinde farklı etmenlerin çalışılacağı ileri çalışmalara ışık tutacaktır
PB 99
Araştırma Görevlilerinde Cinsel İşlevin Tükenmişlik, İşe Bağlı Gerginlik ve İş Doyum Düzeyleri İle
İlişkisi
Derya Güliz Mert, Önder Kavakcı, Nesim Kuğu
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilimdalı
Amaç: Tükenme ve işe bağlı gerginlik daha çok hekimlik, hemşirelik gibi insanlarla yoğun ve süreğen ilişkide olan
mesleklerde görülmektedir(1).Meslek dışı yaşamı doğrudan etkileyen, sürekli özveri gerektiren hekimlik
mesleğinde, iş doyumu da büyük önem taşımaktadır(2). Tükenmişlik çok çeşitli belirtilerle ortaya çıktığı
görülmektedir. Aile sorunları biçiminde ortaya çıkan belirtilerinden biri de cinsel işlevlerde anormallikler olarak
ifade edilebilir (3).Bu çalışmada, kadın araştırma görevlilerinde cinsel işlevin; tükenme, işe bağlı gerginlik ve iş
doyumu düzeyleri ile ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya katılmayı kabul eden üniversite hastanesinde görev yapan en az bir yıllık evli 41 kadın
araştırma görevlisi sosyodemografik veri formu, Kadın Cinsel İşlev İndeksi Türkçe formu (KCİİ), İşe Bağlı
Gerginlik Ölçeği (İBGÖ), Maslach Tükenmişlik Ölçeği (MTÖ), İş Doyumu Ölçeği(İDÖ) formlarını doldurdu.
Bulgular: Çalışmaya katılan araştırma görevlilerinin yaş ortalaması 32.8+-3.5 yıl, evlilik yılı 6.7+-4.2 yıl idi.
Ölçeklerin ortalama puanları tablo 1’de gösterilmiştir. KCİİ ve alt ölçek (istek, uyarılma, ıslanma, orgazm,tatmin,
ağrı) puanları ile işe bağlı gerginlik, doyum, duyarsızlaşma, kişisel başarı ve duygusal tükenme arasında anlamlı
korelasyon bulunmadı.Logistik regresyon analizi yapıldığında işe bağlı gerginlik, iş doyumu ve tükenmişlik ölçek
puanlarının kadın cinsel işlev bozukluğunu öngörmediği bulundu.
Sonuç: Bu kadın örnekleminde, tükenme, işe bağlı gerginlik ve iş doyumu düzeylerinin cinsel yaşamlarının
herhangi bir alanını etkilemediği bulunmuştur.
Kaynaklar:
(1) Düzyürek S, Ünlüoğlu G. Hekimde tükenmişlik sendromu. Psikiyatri Bülteni 1992; 1:108-13.
(2)Musal B, Elçi ÖÇ, Ergin S. Uzman hekimlerde mesleki doyum. Toplum ve Hekim, 1995;10:2-7.
(3) Vızlı C. Görme Engelliler İlköğretim Okullarında Çalışan Öğretmenlerle Normal İlköğretim Okullarında Çalışan
Öğretmenlerin Tükenmişlik Düzeylerin Karşılaştırılması Üsküdar İlçesi Örneği. Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi, İstanbul, 2005. Tablo1. Ölçeklerin Ortalama Puanları Ortalama SD Ölçek MTÖ-DT 18.8 9.6 MTÖ-KB
19.8 4.7 MTÖ-DYS 6.2 3.9 İBGÖ 40 7.3 İDÖ 35.4 9.1 KCİİ 25.1 5.2 KCİİ-istek 3.3 0.9 KCİİ-uyarılma 4.0 1.3 KCİİıslanma 4.6 1.2 KCİİ-orgazm 4.4 1.0 KCİİ-tatmin 4.5 1.1 KCİİ-ağrı 4.4 1.1 MTÖ-DT:Maslach Tükenmişlik ÖlçeğiDuygusal Tükenme MTÖ-KB:Maslach Tükenmişlik Ölçeği- Kişisel Başarı MTÖ-DYS:Maslach Tükenmişlik ÖlçeğiDuyarsızlaşma
PB 100
Medikal Kurtarma Ekiplerinde Travmatik Stres Ve İlişkili Bilişsel Özellikler
Aslı Yeşil, Oya Karaali Aktaş, A. Tamer Aker
Bursa Halk Sağlığı Müdürlüğü Ruh Sağlığı Programları Tütün Ve Bağımlılık Yapıcı Maddeler Birimi.
Psk. Bursa Halk Sağlığı Müdürlüğüruh Sağlığı Programları Tütün Ve Bağımlılık Yapıcı Maddeler Birimi.
Prof. Dr., Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ad. & Sbe Ruhsal Travma Ve Afet Çalışmaları
Birimi.
Amaç: Travmatik olaylar insanın yaşamsal bütünlüğüne yönelik tehdit içeren olaylardır. Sağlık çalışanları,
polisler, itfaiye çalışanları, sivil savunma ekipleri ve diğer meslek grupları meslekleri gereği travmatik olaylarla
karşılaşan meslek gruplarıdır. Çalışanların görev sırasında karşılaştıkları travmatik olaylar eşduyum
yorgunluğuna( compassion fatigue), tükenmişliğe (burnout) ve çeşitli ruhsal sorunlara neden olabilir. Bu nedenle
bu çalışmada, Ulusal Medikal Kurtarma Ekiplerinin (UMKE) iş ve toplumsal yaşantılarından kaynaklanan ikincil
travmatik stres, tükenmişlik belirtilerini ve travma sonrasında gelişen bilişlerini saptamak amaçlanmıştır.
Yöntem Ve Gereçler: UMKE Soru Formu, Çalışanlar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (Yeşil ve ark, 2010), Travma
Sonrası Biliş Ölçeği (Yetkiner, 2010) medikal kurtarma ekiplerinde görev yapan 36 doktor, 63 ebe/hemşire/sağlık
memuru, 48 acil tıp teknikeri ve paramedik, 17 ambulans sürücüsü olmak üzere toplam 164 sağlık çalışanına
uygulanmıştır.
Tartışma Ve Sonuç: Elde edilen sonuçlarda medikal kurtarma ekiplerinin dünyayla ilgili olumsuz bilişlerinin,
kendisiyle ilgili olumsuz bilişlerine göre daha ön planda olduğu saptanmıştır (38.41±11.62). Tükenmişlik ve
eşduyum yorgunluğu belirtilerinin düşük olduğu bulunurken, mesleki tatmin yüksek bulunmuştur (12.65±5.10;
9.79±6.46; 36.08±7.08). Medikal kurtarma ekiplerinin kendileriyle ilgili olumsuz bilişleri yükseldikçe dünyaya
ilişkin olumsuz bilişleri, tükenmişlik belirtileri ve eşduyum yorgunluğu belirtileri de yükselmektedir(r=0.50; p<0.01;
r=0.37; p<0.01; r=0.48; p<0.01).
Tartışma: UMKE çalışanlarında ruhsal sorunlar belirgin bir sağlık sorunudur. Çalışanların desteklenmesi
açısından bireysel ve toplumsal özellikleri kadar bilişsel işlevlerini de değerlendirmek önemlidir. Oluşturulacak
destek programlarında, özellikle travmatik stres ve tükenmişliğin belirtilerinin sağaltımı gibi konularda psikososyal
ve psikoeğitsel yaklaşımları bilişsel uygulamalarla da desteklemek yararlı olabilir.
Anahtar Kelimeler: Medikal Kurtarma Ekipleri, İkincil Travmatik Stres, Depresyon, Bilişsel Özellikler.
PB 101
Acil Servis Güvenlik Görevlilerinin Kaygı, Tükenmişlik ve Depresyon Düzeylerinin İncelenmesi
Irmak Polat*, Mustafa Alican Dirican*, Hakan Coşkunol**
*Araştırma Görevlisi Dr, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD **Profesör Dr, Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD
Amaç: Sağlık personeline yönelik sözel ve/veya fiziksel şiddet olayları yaşanmaktadır. Hastane acil servislerinde
çalışan personele yönelik şiddetin önüne geçebilmede güvenlik görevlilerine pay düşmekte, onlardan olası
tehlikelere karşı tetikte olmaları, sorun çıktığı durumda müdahale etmeleri ve sağlık ekibi ile çevredeki diğer
kişileri korumaları beklenmektedir. Bu çalışmanın amacı acil serviste çalışan güvenlik görevlilerinin karşılaştıkları
olumsuz davranışlar nedeniyle geliştirdikleri kaygı, tükenmişlik ve olası depresyon düzeyinin araştırılmasıdır.
Yöntem ve Gereç: Çalışmada acil servis çalışanlarından 10-15’er kişilik grup görüşmeleri yapılarak karşılaşılan
olumsuz olaylar konusunda bilgi alınmıştır. Daha sonra her gönüllüye araştırmacılar tarafından hazırlananan
sosyo-demografik veri formu, Durumluluk- Sürekli Kaygı Envanteri (STAI), Maslach Tükenmişlik Ölçeği ve Beck
Depresyon Envanteri (BDE) uygulanmıştır. Elde edilen tüm veriler SPSS- 18 programına aktarılmış ve analizler
yapılmıştır. Bulgular: Çalışmaya acil servis ve acil servis dışı hastane bölgelerinde çalışan toplam 44 erkek ve 7
kadın güvenlik görevlisi alınmıştır. Acil serviste çalışanlar, 17 erkek ve 3 kadın; ortalama yaş 28,7 ± 4,7 olarak
tespit edilmiştir.
Acil servis çalışanlarının 9’u bekar, 11’i evli; %85’i lise, %10’u üniversite, %5’i ortaokul mezunudur. Toplam STAI,
Maslach ve Beck puanlarının çalışma yerlerine göre analizinde istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık
bulunmamıştır. Öğrenim düzeyi ile Beck puanları arasında ortaokul mezunları ve üniversite mezunları arasında
istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki çıkmıştır. (p:0.029) Üniversite mezunlarının Beck puanları ortaokul
mezunlarından daha düşüktür. Yaşa bağlı olarak Maslach duygusal tükenmişlik alt ölçeği (p: 0.012),
duyarsızlaşma alt ölçeği (p:0.029), toplam Maslach puanlarında (p:0.028) ve toplam Beck puanlarında (p: 0.040)
anlamlı farklılık görülmüştür.
Tartışma ve Sonuç: Çalışmamızda toplam kaygı, tükenmişlik ve depresyon ölçeklerinin puanlarında çalışma
yerine göre farklılık tespit edilmemiştir. Ortaokul mezunlarının depresyon değerlerinin üniversite mezunlarından
anlamlı olarak daha fazla çıkması düşük eğitim seviyesinde depresyon bulgularının daha fazla olduğunu
göstermektedir. Yaşa göre kaygı, tükenmişlik ve depresyon düzeylerine bakıldığında, ileri yaşlarda bu puanların
daha az olması ve aralarında anlamlı bir farklılık görülmesi bu kişilerin ileri yaşta daha fazla mesleki tecrübe
edinerek yaşadıkları olumsuz davranışların onlar üzerine daha az etki yaratacağını düşündürmektedir.
PB 102
Obezite Cerrahisi İçin Onay Almış Olgularda Yeme Tutumları ve Beden Algısı
Serkan Zincir*, Gökçe Özer*, Selma Bozkurt Zincir**, Mehmet Ak*, Ali Bozkurt***
* Gatf Psikiyatri Abd, Ankara
** Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, İstanbul
*** Yakın Doğu Üniversitesi Psikiyatri AD, Kıbrıs
Amaç: Obezite; alınan enerjinin, harcanan enerjiden fazla olmasından kaynaklanan ve beden yağ dokusunun
artması ile karakterize olan kronik bir hastalıktır. Obezitenin tanımında yaygın olarak kullanılan parametre beden
kitle indeksidir (BKİ). BKİ> 30 kg/m² eriskin obezitesi morbitide ve mortalite artısı ile iliskilidir. Obeziteyi,
psikosomatik bir hastalık olarak değerlendirip, tedavisinde çok boyutlu bir terapi yaklaşımının gerekli olduğu
belirtilmektedir. Bu çalısma ile obezite cerrahisi için başvuran hastalarda basta beden algısı, yeme bozuklugu,
depresyon ve anksiyete olmak üzere psikopatolojinin belirlenmesi ve bu bireylerde psikopatolojiyi etkileyen
özelliklerin ayrımlastırılması amaçlanmıstır.
Yöntem: Çalışmaya son bir yıl içinde GATF Genel Cerrahi Polikliniğine obezite cerrahisi için müracaat eden ve
durumları obezite cerrahisi için uygun olan 29 hasta alındı. Kontrol grubu olarak psikiyatrik herhangi bir tanısı
olmayan sağlıklı 30 kişi dahil edildi. Süreçte 14 hasta obezite nedeniyle opere edildi. Tüm katılımcılara yeme
tutumları ölçeği, beden algısı ölçeği, beck depresyon ile STAI I-II ölçekleri uygulandı.
Bulgular: Obezite cerrahisi için onay almış hastaların yaş ortalaması 39,9±8,3 yıl olarak bulunmuştur. Hasta
grubun yeme tutumu ölçeği puanı ortalama 23,3±9,1, beden algısı ölçeği puanı ortalama 130,5±22,5, beck
depresyon ölçeği puanı ortalama 14,4±7,7, STAI-I ve STAI-II ölçek puanları ortalaması ise sırasıyla 39,3±10,8 ve
43,5±7,9 olarak saptanmıştır. Kontrol grubunun yaş ortalaması 36,7±7,6 yıl, beden algısı ölçeği puanı ortalama
146,4±16,5, beck depresyon ölçeği puanı ortalama 13,5±5,9, STAI-I ve STAI-II ölçek puanları ortalaması ise
sırasıyla 33,7±12,8 ve 36,9±8,7 olarak bulunmuştur.
Tartışma: Obezite cerrahisi için onay alan hastalar kontrol grubuyla kıyaslandığında, beklenen şekilde
istatistiksel açıdan anlamlı oranda bedenlerinden hoşnutsuz oldukları gözlendi. Ayrıca hasta grubun sürekli kaygı
düzeyleri kontrol grubuna göre yüksek olduğu ve yeme tutumları ölçeğinden daha yüksek skorlar aldıkları tespit
edildi. İki grup arasında depresif semptomlar açısından anlamlı bir fark saptanmadı.
PB 103
Konversiyon Bozukluğu Olgularında Savunma Biçimleri
Serkan Zincir, Cihad Yükselir, Mustafa Alper, Bülent Karaahmetoğlu, Mehmet Ak
Gatf Psikiyatri Abd, Ankara
Amaç: Konversiyonun etiyolojisinde çeşitli psikodinamik görüşler, nörobiyolojik ve genetik etmenler, sosyokültürel görüşler üzerinde durulmuş; ancak çalışmalar sonucunda genellikle çok etkenli bir bozukluk olduğu
bildirilmiştir. Bu çalışmada DSM-IV tanı ölçütlerine göre konversiyon bozukluğu tanısı konan erkek hasta
grubunda etiyolojik bir etken olarak savunma düzeneklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Yöntem: Çalışmaya Haziran 2010 - Şubat 2011 tarihleri arasında çeşitli bedensel yakınmalar ile gelen ve yapılan
muayene sonrasında herhangi bir organik patolojiye rastlanmayan ve DSM-IV tanı ölçütlerine göre konversiyon
bozukluğu tanısı konan 40 hasta ile 30 sağlıklı gönüllü alındı. Tüm olgulara savunma biçimleri testi verildi.
Sosyodemografik veriler yarı yapılandırılmış görüşme formuyla sorgulandı.
Tartışma: Egonun temel işlevlerinden birisi kişinin psikolojik denge durumunu korumak için savunmalar
kullanmasıdır. Savunma mekanizmaları kişiliğin gelişiminde ve kişinin çevreye uyumunda önemli rol oynarlar ve
kişiyi içsel çatışma ve duygusal sıkıntıdan korurlar. Bu bakımdan savunma mekanizmaları, ego gelişimi ve
psikopatoloji ile yakın ilişki içerisindedir. Bu çalışmada konversiyon bozukluğu tanısı almış hasta grubunda
savunma mekanizmaları, savunma biçimleri testi kullanılarak araştırıldı. Konversiyon bozukluğu tanısı almış
hastaların kontrollerden daha az olgun, daha çok immatür ve nevrotik savunma düzenekleri kullandıkları bulundu.
İmmatür ve nevrotik savunmaların sık, olgun savunmaların ise görece az kullanılması stres altında konversif
semptomların gelişmesine yatkınlık oluşturabilir.
PB 104
Ankilozan Spondilitli Hastalarda Benlik Saygısı ve Aleksitimi
Mustafa Solmaz*, Zerrin Binbay*, Muharrem Çiğdem**, Selim Sağır*,
İlhan Karacan**
*Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
**Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniği, İstanbul
Amaç: Ankilozan Spondilit (AS) etyolojisi tam olarak bilinmeyen, spinal eklemlerde ve komşu yapılarda belirgin
inflamasyonla karakterize, omurgada progresif ve asendan kemik füzyona yol açan inflamatuar bir hastalıktır.
İlerleyici olarak omurganın tutulması ile sonuçlanabilen sakroileit hastalığın en karakteristik ve en erken
bulgusudur. Diğer romatizmal hastalıkların psikiyatrik durumu ve yaşam kalitesi ile ilgili oldukça fazla sayıda
araştırma yapılmışken, AS hastaları ile ilgili araştırmalar sınırlı sayıdadır. AS hastaların ruhsal durumu ile ilgili
yapılan araştırmalarda, normal populasyondan daha yüksek düzeyde belirti düzeyi bildirilmiştir. Bu hastalarda en
sık ortaya çıkan psikiyatrik belirtiler depresyon ve anksiyete belirtileridir. Ruhsal durumla AS kliniği ve seyri
arasında da karşılıklı etkileşim olduğu bilinmektedir. Psikiyatrik durumun kötüleşmesi AS'in klinik olarak daha da
kötüleşmesine neden olmaktadır. Bu çalışmanın amacı, ankilozan spondilitli hastalarda benlik saygısı, aleksitimi,
depresyon ve anksiyete düzeylerini belirlemektir.
Yöntem: Bu çalışmaya, fizik tedavi kliniğinde ankilozan spondilit tanısıyla takip edilmekte olan 50 hastayla,
sağlıklı 50 gönüllü alınmıştır. Hastalara ve kontrol grubuna Toronto aleksitimi ölçeği, Beck Depresyon ölçeği,
Rosenberg Benlik Saygısı ölçeği, Durumluk ve Sürekli Kaygı Envanteri (STAI-I ve STAI-II) uygulanmıştır.
Bulgular: Kontrol grubuna göre hasta grubunda kaygı düzeyleri anlamlı olarak yüksek bulunuştur (p<0.05),
ayrıca depresyon puanlarında da anlamlı düzeyde farklılık saptanmıştır. Benlik saygısı puanları, kontrol grubuna
göre anlamlı düzeyde düşük çıkmıştır (p<0.005). Sonuç: Ankilozan spondilitli hastalarda, benlik saygısı,
aleksitimi, depresyon gözden kaçırılmamalıdır. Bu konuda daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Anahtar kelimeler: Ankilozan spondilit, benlik saygısı, aleksitimi, depresyon
PB 105
Simav Depremi Sonrası Yakınması Olan Olgularda Ruhsal Durum Değerlendirmesi
Burcu Yücetürk1, Ece Durmuşoğlu1, Cem Çınar1,
Demet Havaçeliği2, Hakan Coşkunol1
1Ege Universitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, İzmir
2 Ege Universitesi Madde Bağımlılığı, Toksikolojji Ve İlaç Bilimleri Enstitüsü, İzmir
Giriş ve Amaç: Ölüm, ölüm tehdidi, ağır yaralanma ya da beden bütünlüğüne yönelik bir tehdidin ortaya çıktığı
ve kişinin kendisinin yaşadığı ya da tanık olduğu olaylar travmatik yaşantılar olarak tanımlanmaktadır (1). Bu
çalışmada 19 Mayıs 2011 tarihinde Kütahya-Simav’ da meydana gelen deprem sonrasında ruhsal yakınması olan
olgularda hangi oranda akut stres bozukluğu(ASB) geliştiğini değerlendirmek ve ASB gelişen olguların
sosyodemografik özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Method: Kütahya’nın Simav merkezli depremden en çok hasar gören Beyce, Eğirler ve Gökçeler köylerine
gidilmiştir. Burada yakınması olan 46 olguya ayrıntılı psikiyatrik değerlendirme yapılmıştır. Stresle Başaçıkma
Tarzları Ölçeği kullanılmıştır.
Bulgular: Örneklemin büyük çoğunluğu ilkokul mezunu (%60.9), evli (%76.6) kadınlardan (%80.4) oluşuyordu.
Otuz olgu (%65.2) ASB’nin DSM-IV tanı ölçütlerini karşıladı. Kalan olguların 15’inde (%32.6) eşik altı anksiyete
belirtileri saptandı. ASB tanısı alan 30 olgunun 12’si (%26.1) herhangi bir somatizasyon bozukluğuna veya
depresif bozukluğa sahipti ve 19’unun (%63.3) geçmişte bir psikiyatrik yakınması vardı. ASB saptanan olgularda
SBTÖ’de boyun eğici yaklaşım ve çaresiz yaklaşım puanları diğer alt ölçek puanlarından daha yüksekti.
Tartışma ve Sonuç: Travma sonrası stres bozukluğunun meydana gelmesinde tek etken maruz kalınan
travmatik olay değildir (2). Travmatik olayın beklenebilirliği, etkilediği toplumun özelllikleri, etki alanı genişliği,
bireylerin çeşitli özellikleri ve ruhsal yapıları travmatik olay sonrası gelişen ruhsal bozukluklarda rol oynamaktadır
(3).
Kaynaklar
1)Amerikan Psikiyatri Birligi, 1994, Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, dördüncü baskı (DSM-IV).
Çeviren E. Köroglu, Ankara: Hekimler Yayın Birligi
2)Özçetin A, Maraş A, Ataoğlu A, İçmeli C. Deprem sonrası gelişen travma sonrası stres bozukluğu ile kişilik
bozuklukları arasındaki ilişki. Düzce Tıp Dergisi 2008; 2:8-18
3)Aker T. 1999 Marmara depremleri: Epidemiyolojik bulgular ve toplum ruh sağlığı uygulamaları üzerine bir
gözden geçirme. Türk Psikiyatri Dergisi 2006;17(3):204-212
PB 106
Lise Öğrencisi Ergenlerde Ayrılma Bireyleşme, Depresyon, Ebeveyn Tutumları ve
Sosyodemografik Faktörler Arasındaki İlişki
İlke Yeşer Erensoy, Burcu Yavuz, Oğuz Karamustafalıoğlu, Bahadır Bakım
*Beşiktaş Sait Çiftçi Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İstanbul
**Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul
***Üsküdar Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul
****Çanakkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Çanakkale
Amaç: Bu çalışmada orta ergenlik dönemindeki lise öğrencilerinde çeşitli sosyodemografik veriler ışığında, anne
baba tutumları, ayrılma- bireyleşme özellikleri ve depresyon arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Metod: Çalışmaya Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin alınarak Şişli ilçesinde yer alan Devlet Lisesi ve Meslek Lisesi
lise 2. sınıf ve 3. sınıf öğrencilerinden toplam 391 öğrenci dâhil edildi. Çalışmada Sosyodemografik Soru formu,
Anne-Babaya Bağlanma Ölçeği ( ABBÖ), Adolesan Ayrılma Bireyleşme Testi (AABT), Beck Depresyon Ölçeği
(BDÖ) kullanıldı.
Bulgular: Alışmaya katılan öğrencilerinden %25,6’ sında (n=100) depresyon ortalama puanı istatistiksel olarak
anlamlı derecede yüksek bulunmuş olup cinsiyetler açısından, kız öğrencilerde depresyonun varlığına işaret eden
BDÖ puan ortalamaları erkeklerden anlamlı bir şekilde yüksek bulunmuştur (p= 0,001). Depresyonu olan
ergenlerde anne aşırı koruma puanı depresyonu olmayan ergenlerden anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (
p=0,019). Ayrıca depresyonu olan ergenlerin hem anne hem de babalarının ilgi/kontrol puanları ise depresyonu
olmayanlara istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur (p=0,019 ve p=0,034). İntihar girişimi ve
kendine zarar verici davranışların ise ayrılma bireyleşme özelliklerinden reddedilme beklentisi ve yutulma
anksiyetesi ile ilişkili bulunmuştur (p<0,05). Alkol, madde, sigara kullanımı olan ve intihar girişiminde bulunmuş
olduklarını belirten öğrencilerin depresyon ortalama puanları intihar girişiminde bulunmayanlara ve sigara- madde
kullanımı olmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur (p<0,05).
Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızda ergenlik döneminde depresyon gelişimi ayrılma bireyleşme süreci ve
ebeveyn tutumları ile ilişkili bulunmuştur. Depresyon gelişimi bağımsızlığı, özerkliği desteklemeyen ebeveyn
tutumunun ile ilişkili bulunmuştur. Aynı şekilde ayrılma bireyleşme sorunları olan ergenlerde depresyona daha sık
bulunmuştur. Cinsiyetler açısından ayrılma bireyleşme döneminde sorun yaşayan ergenlerin geliştirdikleri uyum
süreci açısından farklılıklar vardır. Erkekler bu dönemdeki ayrılma bireyleşme sorunlarını aşmak için bağımlılık
gereksinimlerini inkâr ederek, sigara, alkol, madde gibi bağımlılık yapıcı maddeleri daha sık kullanmaktadır.
Sonuç olarak ebeveynle kurulan ilişki de ayrılma bireyleşme sürecini doğrudan etkilemektedir. Özerkliği
engelleyen aşırı koruyucu ebeveyn tutumu ayrılma bireyleşme sürecini olumsuz etkilemektedir. Ergenleri daha iyi
anlamak ve bu dönemde ortaya çıkacak sorunların çözümü için ebeveyn tutumları ve ayrılma bireyleşme
süreçlerinin de göz önünde bulundurulması büyük önem taşımaktadır.
PB 109
Aile İçi Şiddete Maruz Kalan Evli Kadınların Psikiyatrik Değerlendirilmesi
*Hasibe Ebru Kaymaz, ** Ahmet Öztürk
*Tuzla Devlet Hastanesi Psikiyatri Polikliniği, İstanbul
** Erzurum Bölge Hastanesi Psikiyatri Polikliniği, Erzurum
Amaç: Aile toplumla ilgili en küçük sosyal birimdir. Sosyolojinin kurucularından Le Play de aileyi toplumun en
küçük birimi, sosyal hücresi olarak görür(1). Aile olarak tanımlanan bir grupta zorlama, hor görme, fiziksel güç
kullanma, cezalandırma, öfke patlamalarıyla eslerden birine yöneltilen her turlu fiziksel ve / veya psikolojik şiddet
davranışına aile içi şiddet” denir(2). Bu çalışmada psikiyatri polikliniğine başvurmuş, hikâyesinde aile içi şiddete
uğrayan evli kadınların maruz kaldığı şiddetin özelliği ve bazı psikiyatrik parametreler yönünden incelenmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: Psikiyatri polikliniğine başvurmuş aile içi şiddete maruz kalmış 30 evli kadın katılımcı ile yaş, cinsiyet ve
eğitim açısından eşleştirilmiş sağlıklı aile içi şiddete uğramayan 30 evli kadın çalışmaya dahil edilmiştir.
Katılımcılara Sosyodemografik veri formu, Beck Depresyon Ölçeği (BDE), Beck Anksiyete Ölçeği(BAÖ),
Durumluk –Süreklik Kaygı Ölçeği (STAI1-STAI2) ve Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği (DES) uygulanmıştır.
Bulgular: Aile içi şiddete hastalardan 29 u tokatlanmaya, 21 i yumruklanmaya, 13 ü bıçaklanmaya, 29 u küfre, 16
sı cinsel zorlanmaya maruz bırakılmıştı. Hastalarda kontrol grubuna göre BDE, BAE ve DES skorları anlamlı
olarak daha yüksek çıkarken() p<0.05). STAI ölçeğine göre iki grup arasında anlamlı bir farklılık saptanmadı.
Tartışma ve Sonuç: Bu çalışmada aile içi şiddete uğrayan evli kadınların sağlıklı kontrollere göre
sosyodemografik olarak incelendiğinde; kadınların şiddet türü olarak tokatlanma başta olmak üzere
yumruklanma, küfür yeme, bıçaklanma hatta cinsel tacize maruz bırakılma gibi değişik türlerde durumlarla baş
başa kaldığı buna bağlı olarak bu hastalarda psikiyatrik ölçeklerle yapılan değerlendirmede; anksiyete, depresyon
ve travmanın ruhsal etkilerinin göstergesi olarak değerlendirilebilecek dissosiasyon oranlarının sağlıklı kontrollere
göre bariz olarak yüksek olduğu görülmüştür. Bu çalışmanın sonuçlarına göre psikiyatri polikliniğine başvuran
hastalarda aile içi şiddet mutlaka değerlendirilmeli, sosyal destek mekanizmaları harekete geçirilmeli, hastanın
tüm boyutlarıyla ele alınmasında fayda görülmektedir.
Kaynaklar:
1- Bağlı M, Sever A, “Tabulaştırılan/Tabulaşan Kurumun (Ailenin) Kurbanlıklar Edinme Pratiği”: Levirat ve Sororat
Aile ve Toplum Dergisi 2005 Cilt 2 Sayı 8 S: 9-22.
2- Aslantürk Zeki, Amman Tayfun, “Kavramlar Kurumlar Süreçler Teoriler”, Sosyoloji 363-365.
PB 110
Kozmetik Rinoplasti Talebinde Bulunan Hastalarda Psikopatolojik Belirtiler Ve Eksen 1, Eksen 2
Tanıları
Hasan BELLI, MD1 , Mahir Akbudak , MD1,Cenk URAL, MD1
1 Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İstanbul,Türkiye.
Giriş ve Amaç: Çoğu insan psikolojik olarak daha iyi hissetmek için kozmetik cerrahi işlemler yaptırmak
isteyebilir. Bazı çalışmalar bu işlemlerden hastaların gerçekten memnun kaldığını göstermektedir. Bununla
birlikte, bazı hastalar için sonuç bekledikleri gibi olmayabilir. Sonuçta tekrarlayan ameliyatlar, depresyon, sosyal
izolasyon, aile içi sorunlar, sağlık personeline karşı öfke ve saldırganlığa varan sonuçlar ortaya çıkabilir. Kozmetik
cerrahi yaptıran hastalarda bedensel görünümlerinden en çok memnun olmayanlar rinoplasti yaptıran hastalardır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya KBB polikliniğine rinoplasti yaptırmak için ilk kez başvuran 18 yaş üstü 50 hasta ve
kontrol grubu için cinsiyet ve yaş eşleştirmesi yapılan 50 hasta alındı. Tüm katılımcılara DSM IV için
yapılandırılmış klinik görüşme klavuzları SCID-I ve SCID-II uygulandı. Ayrıca hastalara Beck Depresyon Ölçeği
(BDÖ), Beck Anksiyete Envanteri (BAE), Belirti Tarama listesi - 90 (revize edilmiş şekli) (SCL-90-R) uygulandı.
Bulgular ve Sonuç: Çalışmaya alınan rinoplasti hasta grubunda en az bir psikiyatrik tanı alan hasta sayısı 13
(%26), kontrol grubunda ise 3 (%6) olarak bulundu. İki grup arasında anlamlı bir fark vardı (p = 0.006). Hastalarda
SCL-90-R genel belirti düzeyi skoru, BDÖ ve BAE toplam puanları kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek
bulundu (p=0.0046). Rinoplasti yaptıran hastalarda en sık görülen SCID-I tanıları somatoform bozukluk, anksiyete
bozuklukları ve duygudurum bozukluklarıydı. Somatoform bozukluklardan Body dismorfik bozukluk (BDD) 6
hasta(%12) ile en sık görülen somatoform bozukluktu. Anksiyete bozukluklukları arasında 4 hasta ile (%8) özgül
fobi ensık görülen anksiyete bozukluğuydu. Duygudurum bozukluğu olarak ise ensık distimik bozukluk 2 hastada
(%4) bulundu. SCID-II tanılarına bakıldığında 3 çekingen kişilik bozukluğu(%6), 3 narsistik kişilik bozukluğu(% 6),
2 borderline kişilik bozukluğu(%4), 2 obsesif kompulsif kişilik bozukluğu(%4), 1 histriyonik kişilik bozukluğu(%2), 1
kişidede bağımlı kişilik bozukluğu(%2) saptandı.
Tartışma: Bizim çalışmamızdaki sonuçlara bakıldığında kozmetik rinoplasti yaptıran hastalarda psikiyatrik eştanı
oranı yüksektir. En çok görülen ve rinoplasti sonrası memnuniyet açısından en riskli bozukluk BDD’dir. Yapılan
çalışmalarda kozmetik operasyon için başvuran hastalarda BDD %6-15 arasında bulunmuştur. Diğer bir
çalışmada BDD tanısı alan hastalarda kozmetik operasyon sonrası %84 oranında memnuniyetsizlik bildirilmiştir.
Sonuçta BDD ve diğer psikiyatrik komorbidite bulunan hastaların önceden tespiti operasyonun başarısı için
önemlidir.
PB 111
Genç Hekimlerde Hudson&Ricketts Homofobi Ölçeği ve Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum
Ölçeği’nin Psikometrik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Umut Altunöz*, Özge Altıntaş*, Koray Başar**, Ayşegül Yılmaz Özpolat*, Bilge Bilgin*
*Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Amaç: Eşcinsel bireylerin aldığı sağlık hizmetinin kalitesi hekimlerin bu bireylere ilişkin tutumlarıyla yakından
ilişkilidir. Yapılan çalışmalar Türkiye’de hekimlerin eşcinsellik konusunda bilgi eksikliklerinin olduğunu ve eşcinsel
bireylerin sıklıkla homofobik/heteroseksist yaklaşımlarla karşılaştıklarını göstermektedir. Bu çalışmanın amacı
yurtdışındaki çalışmalarda çok sık kullanılan ve ülkemizde geçerlik-güvenilirlik çalışmaları yapılmış olan Hudson
& Ricketts Homofobi Ölçeği (HRHÖ) ile Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği’nin (LGYT) genç hekimlerden
oluşan bir örneklemde psikometrik özelliklerinin değerlendirilmesidir.
Yöntem: Araştırmanın örneklemini 2010 Eylül ayında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanelerinde
çalışmakta olup araştırmaya katılmaya gönüllü olan ve heteroseksüel olduğunu beyan eden 132 araştırma
görevlisi oluşturmuştur. Katılımcılara sosyodemografik veri formu, HRHÖ ve LGYT verilmiştir. Ölçeklerin faktör
yapısını belirlemek için ana bileşen analizi ve varimaks rotasyonu kullanılmıştır. Ölçeklerin iç tutarlılığı için
Cronbach α değerleri hesaplanmıştır. İki ölçek arasındaki ilişki için ise korelasyon analizi yapılmıştır.
Bulgular: Katılımcıların 65’i kadın, 67’si erkektir. Yaşlarının ortalaması 28.3’tür (SS=2.75). HRHÖ için ana
bileşen analizi özdeğeri 1’in üstünde olan 4 faktör olduğunu ortaya koymuştur. Ancak 4. faktör sadece madde
19’dan oluşmaktadır. Faktör sayısı 3 ile sınırlandığında Kaiser-Mayer-Olkin değeri 0.913 olup, toplam varyansın
%60.5’i açıklanmıştır.
Elde edilen faktörler; F1 (eşcinsellerle sosyal ilişki kurma; madde 1, 6, 8, 9, 10, 14, 15, 16, 18, 20, 21, 22, 23), F2
(eşcinsellerle olası aile bağları; madde 3, 4, 12, 19), F3’tür (eşcinsel olma ihtimali; madde 2, 5, 7, 11, 13, 17, 24).
Cronbach α değeri 0.947 olarak bulunmuştur. LGYT için Kaiser-Mayer-Olkin değeri 0.762’dir. Özdeğeri 1’in
üzerinde, toplam varyansın %73.55’ini karşılayan 2 faktör mevcuttur. Bunlar; F1 (eşcinselliğe ilişkin olumsuz
yargılar; madde 1, 2, 4, 5, 6, 7, 9, 10) ve F2’dir (eşcinselliğin doğasına yönelik fikirler; madde 3, 8). Cronbach
alpha değeri 0.917’dir. HRHÖ ile LGYT toplam puanları arasında anlamlı negatif ilişki vardır (r=-748, p<0.0001).
Sonuç ve Tartışma: Bu çalışmada her iki ölçek için ortaya çıkan faktörler, maddelerin faktörlere dağılımı,
ülkemizde başka örneklemlerde yapılmış çalışmalarla aynıdır. Ölçeklerin birbirleri ile güçlü, anlamlı korelasyon
gösterdikleri, iç tutarlılıklarının yüksek olduğu saptanmıştır. Bu bulgular sayesinde eşcinsellere ilişkin tutum
araştırmalarında hekimlerden oluşan örneklemlerde de bu iki ölçeğin güvenle kullanılabileceği söylenebilir.
PB 112
Otizm Spektrum Bozukluklarının Taranması İçin Üç Gözlem Maddesi
Özgür Öner*, Pınar Öner*, Kerim Munir**
*Dr Sami Ulus EAH, Çocuk Ergen Psikiyatrisi, Ankara **Harvard Medical School, Children's Hospital,
Boston
Amaç: Otizm spektrum bozukluklarının (OSB) erken tanınması tedavi açısıdan önemlidir. Ancak,
OSB'nun sıklığının yüksek olmaması, özellikle hafif olgularda kesin tanının güçlüğü ve yeterli duyarlılık
ve özgüllükte tarama araçlarının olmaması taramayı zorlaştırmaktadır. Tarama çalışmalarında daha çok
anne baba tarafından doldurulan ölçekler kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı, 18-60 ay arası
çocuklarda OSB, OSB olmadan gelişim geriliği (GG)ya da tipik gelişim (TG) gösteren olguların
ayrımında üç gözlem maddesi ve Sosyal İletişim Ölçeği'nin (SİÖ) karşılaştırılmasıdır.
Yöntem: 86 DSM-IV-TR OSB (62 otistik bozukluk, 24 başka türlü adlandırılmayan yaygın gelişimsel
bozukluk [YGB-BTA]), 76 GG ve 97 TG olgusu çalışmaya dahil edilmiştir. Üç gözlem maddesi ortak
dikkat (gözlemcinin hareketlerinin ve nesnelerin direk bakış ya da işaret etme hareketi ile izlenmesi),
göz teması ve isme yanıt vermedir(gözlemcinin çocuğun ismini dört kez çağırması). Ek olarak tüm
olgular Vineland Uyum Davranış Ölçeği ve SİÖ ile değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: SİÖ, OSB tanısı için 0.73 duyarlılık ve 0.70 özgüllük göstermektedir. Gözlem maddelerinden
ortak dikkat 0.82 duyarlılık ve 0.90 özgüllük, göz teması 0.89 duyarlılık ve 0.91 özgüllük ve isme yanıt
verme 0.67 duyarlılık ve 0.87 özgüllük göstermektedir. En az bir maddenin pozitif olmasının duyarlılığı
0.95 ve özgüllüğü 0.85'tir. SİÖ puanının kesim noktasının üzerinde olması(>14)ve aynı zamanda en az
bir gözlem maddesinin pozitif olmasının duyarlılığı 0.69 ve özgüllüğü 0.94 olarak saptanmıştır. Tartışma:
Sonuçlar 18-60 ay arası çocuklarda, eğitilmiş profesyoneller kullandığında, üç gözlem maddesinin (ortak
dikkat, göz teması ve isme yanıt) OSB için etkin bir tarama aracı olabileceğini düşündürmektedir.
Sonuçlar populasyon çalışmaları ile desteklenirse, OSB taramasında önemli bir aşama kaydedilmiş
olacaktır.
PB 114
Örtülü Kadından Transerkek Olmaya Geçişte Yaşanan Zorluklar
Bilge Togay, Berna Özata, Şahika Yüksel
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Amaç: Kendi inançları ve yaşadıkları ortamda dini baskılar yoğun olan transseksüel kişiler değişim sürecinde ağır
çelişkiler yaşamaktadır. Bu sunuda amaç dini inançları ile uyumlu şekilde kadın cinsiyetine uygun islami yaşam
tarzlarını benimsemiş trans erkeklerin yaşadığı zorluklar ve eşlik ettiğimiz değişim sürecini aktarmaktır. Yıllar
süren dönüşüm sürecinde kendileri ve aileleri ile yapılan çalışma modeli aktarılacaktır.
Olgu1: S.33 yaşında, biyolojik kadın, çarşaflı. Kliniğimize kendini erkek gibi hissetme yakınmasıyla başvurdu. 20
yaşında bir rüyasından etkilenerek tesettür şeklinde kapanmayı ve medreseye yerleşip çarşaf giymeyi seçtiğini,
bu tercihlerini ailesinin onaylamadığını belirtti. İslam ilminde durumunu ‘hünsai müşkil’ (Hünsa: erkek mi kadın mı
olduğu belli olmayan kimse ) olarak adlandırdıklarını ve danışmış olduğu dini yetkililerin kendisinde bir erkek
hücresi tespit edilirse ameliyat olmasına izin vereceğini belirtti. Halen izlenmekte.
Olgu2: B.25 yaşında biyolojik kadın, Acil Dâhiliye biriminden intihar girişimi sonrası gönderildi. Sevgilisinin
cinsiyetinin kadın olduğunu ailesi öğrenince önceden kapalı giyim tarzını benimsemesi konusunda baskı
yapılmazken, kapanmaya ve evlendirilmeye zorlandığı ve bu nedenle intihar girişiminin olduğu öğrenildi.
Transseksüel bireylerden oluşan grup terapisine üç yıl devam etti ve raporunu aldı.
Olgu3: G.32 yaşında, biyolojik kadın, bekar, 9.5 yaşında bir oğlu var, tesettür şeklinde örtülü. Cinsiyet değişim
operasyonu raporu için başvurdu. G. Kliniğimizdeki grup psikoterapisine iki yıl devam etti. Önceleri İstanbul’da
erkek görünümünde ama yaşadığı kentte örtülü bir kadın olarak ikili bir hayat sürüyordu. Tedavi sürecinde tam
zamanlı erkek görünümünde yaşamaya başladı ve rapor verildi.
Tartışma: Biyolojik kadınlar için uygun görülen İslamik giyinme biçiminin ikincil cinsiyet özelliklerini gizleyen ve
yaşam tarzının cinselliği yasaklayan yapısı kişinin hem cinsiyet disforisinden hem cinsel yöneliminden duyduğu
sıkıntıyı azaltması muhtemeldir. Bu vakalar ışığında ailelerin ve toplumun tutumu, dini inanışları nedeniyle
transseksüel bireylerin yaşadığı zorluklar, diğer islam ülkelerinden örnekler ve diğer dinlerin transseksüel
bireylere tutumları ele alınmıştır.
Kaynaklar:
(1)A. Polat, MD, Ş. Yüksel, MD2, A. Genç Dişçigil,MD3,H. Meteris,MD3: Famıly attıtudes toward transgendered
people ın turkey: experıence from a secular ıslamıc country
(2)BBC NEWS Middle East Iran's 'diagnosed transsexuals' Story from BBC NEWS:
http://news.bbc.co.uk/go/pr/fr/-/2/hi/middle_east/7259057.stm
PB 115
Farklı Suçlardan Hükümlü Olanların Çocukluk Çağı Travma Yaşantıları Ve Kişilik Özelliklerinin
Karşılaştırılması
A. Ender Altıntoprak 1, S. Berrin İnci 2, Sinem Torun 2,3 Azmi Varan 4
1 Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı AD; İzmir
2 Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı AD, İzmir
3 Uşak E Tipi Kapalı ve Açık Ceza İnfaz Kurumu, Uşak
4 Ege Üniversitesi
Amaç: Farklı suçlar(cinsel şiddet, cana yönelik şiddet ve mala yönelik şiddet)nedeniyle hükümlü olanlar arasında
çocukluk çağı travmatik yaşantılarının ve kişilik özelliklerinin saptanması ve işlenen suç türüyle bu özelliklerin
ilişkisinin araştırılmasıdır. YÖNTEM VE
Gereçler: Çalışma Uşak E-Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda Temmuz-Eylül 2012 tarihleri arasında çalışma
kapsamındaki suçlar nedeniyle hükümlü/hükümözlü/tutuklu olan ve çalışmaya gönüllü katılan 69 kişi arasında
yapılmıştır. Katılımcılara Demografik Bilgi Toplama Formu, Yetişkin Kişilik Değerlendirme Ölçeği(YKİDÖ) ve
Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği(CTQ-28)uygulanmıştır. Toplanan veriler Chi-Square, Kruskall-wallis analiz
yöntemleriyle değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya katılanların yaş ortalaması 34,75±9,48’dir.Gruplar arasında yaş, eğitim düzeyi, medeni
durumda anlamlı fark bulunamamıştır. Tüm örneklemde alkol-madde bağımlılığı, depresyon, kişilik bozukluğu
%4,3, anksiyete bozukluğu %1,4 yaygınlıkta saptanmıştır. Çalışmaya katılan bireylerin ilk kez suça karıştıkları
yaş ortalama 22,86±7,9’dir; gruplar arasında farklılık saptanmamıştır. Örneklemin ilk kez alkol/madde denedikleri
yaş 14,17±7,18’dir; gruplar arasında farklılık yoktur. Çocukluk çağı travmatik yaşantılarının varlığı mala yönelik
şiddet suçlularında %76,2, cana yönelik şiddet suçları örnekleminde %51,3, cinsel suç işleyenlerde ise %66,7
oranındadır. Alt ölçeklere bakıldığında özellikle fiziksel ve duygusal istismar yüksek oranlarda bulunmuştur.
Fiziksel, cinsel, duygusal istismar ve fiziksel, duygusal ihmal açısından gruplar arası karşılaştırma yapıldığında
istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunamamıştır(p>.05).
Örneklemler kişilik özellikleri açısından değerlendirildiklerinde; mala yönelik şiddet cana yönelik şiddet cinsel
suçlar Düşmanlık/saldırganlık %35,21 %34,55 %36,44 Bağımlılık %38,69 %34,68 %27,78 Olumsuz öz saygı
%35,86 %35,21 %32,11 Olumsuz öz yeterlilik %34,07 %36,79 %29,39 Duygusal tepkisizlik %35,31 %37,18
%24,83 Duygusal tutarsızlık %39,19 %33,90 %30 Olumsuz dünya görüşü %36,76 %33,36 %38 Gruplararası
karşılaştırma yapıldığında anlamlı fark bulunamamıştır(p>.05).
Tartışma: Bu pilot çalışmanın bulgularına göre, ilk suça karışma 11-18 yaşları, ilk alkol/madde deneme ise 13-18
yaşları arasında olmaktadır. Bu sonuçlar suç, şiddete eğilim ve madde kullanımı gibi davranışların 15-17 yaş
grubunda ortaya çıktığını bildiren çalışmalarla paralellik göstermektedir (9). Literatürde çocuklukta en fazla fiziksel
şiddete maruz kalındığı bildirilmektedir(7,11), bu çalışmada da benzer bulgular elde edilmiştir. Ayrıca
çalışmamızda yer alan hükümlülerin en çok fiziksel şiddet suçu işlediği (cinayet, yaralama, vb)saptanmıştır. Bu
bulgu, diğer araştırmalarla paralellik göstermektedir ve rehabilitasyon programlarında dikkate alınması gerektiği
düşünülmektedir. Çalışmamızda çocukluk çağı ihmal ve istismarının yetişkinlikte bazı psikiyatrik rahatsızlıklara
neden olduğu bulunmuştur, bu bulgu İşeri ve arkadaşlarının (2008) çalışmasıyla benzerlik göstermektedir. Bu
pilot çalışmanın sonucunda farklı suçlardan hükümlü olan bireylerde çocukluk çağı travma yaşantısı açısından
anlamlı bir farklılığın bulunamayışı, örneklemin küçük olmasına bağlanmaktadır. Çalışmamız örneklem sayısı
arttırılarak devam etmektedir.
PB 116
Erken Yaş (18 Yaş Altı) Evlilikleri: Diyarbakır Örneği
Mahmut Bulut,¹ Mehmet Cemal Kaya,¹ Mehmet Güneş,¹ Abdullah Atli,¹ Cem Uysal,²Aytekin Sır,¹
1. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D, Diyarbakır
2. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Adi Tıp AD, Diyarbakır
Giriş: 18 yaşın altında yapılan evliliklere erken yaşta evlilik (EYE) denmektedir. EYE çoğunlukla erken ve sık
gebeliklere yol açmakta ve anne ve çocuk ölüm riskini artırmaktadır (1,2). Bu çalışmada Diyarbakır’da yaşamakta
olan evli kadınların aile özellikleri, evlilik ile ilişkili sosyokültürel faktörleri, erken yaşta (18 yaşından önce)
evlenme sıklığını ortaya koymak ve erken yaşta evlenme ile ilişkili faktörleri tespit etmeyi amaçladık.
Yöntem ve Gereçler: Çalışma Diyarbakır kent merkezinde ikamet eden, 17-65 yaş arası 500 kadına uygulanan
bir anket ile gerçekleştirilmiştir. Çalışmada kotalı örnekleme yöntemi kullanılmıştır. Türkiye İstatistik Kurumu
verilerine göre kotalar belirlenip bu kotalara göre nüfusun yaş ve cinsiyet yapısı tutturulmaya çalışılmıştır. Yapılan
anketle ilgili veriler bilgisayara girilerek istatistikleri SPSS 18,0 programı kullanılarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Araştırmaya katılanların yaş ortalaması 38,1±11,6’di. Kadınların %37’si (n=166) 18 yaşından önce
evlenmişti. Bildirilen en düşük evlenme yaşı 10, en düşük gebelik yaşı ise 13 olmuştur. 18 yaşından önce 18
yaşından sonra evlenen kadınlara göre evlenmeden önce fakirliğin (χ2=15.778, p<0.001) ve fiziksel ve sözel
istismara maruziyetin (χ2=4.479, p=0.040) daha yüksek oranda olduğu, evlilikle ilgili kadının görüşüne daha
seyrek başvurulduğu (χ2=21.272, p<0.001), başlık parası (χ2=17.902, p<0.001), berdel ve beşik kertmesi
adetlerinin daha sık uygulandığı (χ2=10.295, p<0.001), akraba evliliğinin daha yüksek oranda gerçekleştiği
(χ2=16.235, p<0.001), ortalama çocuk sayısının (t=8.36, p<0.001) ve düşük sayısının (t=2.79, p=0.05) daha
yüksek olduğu tespit edilmiştir. Erken yaşta evlenenlerde herhangi bir hastalıklarının olduğunu belirtme oranları
daha yüksekti (sırasıyla %49.7, %26, χ2=25.232, p<0.001 ). Bununla birlikte somatizasyonun bir işareti olan
nedeni dobulunamayan ağrılar erken yaşta evlenenlerde çok daha yüksek oranda mevcuttu (sırasıyla %46,2,
%26,1,χ2=12.254, p<0.001).
Tartışma ve Sonuçlar: Diyarbakır’da EYE oranı Türkiye’nin batı bölgelerine göre daha yüksek olup, bunda başlık
parası, beşik kertmesi, berdel gibi kültüre özgü özellikler, akraba evliliği ve kadının onayı olmadan evlendirme gibi
sosyal faktörler önemli rol oynamaktadır (2). EYE’lerde düşük sayısının daha fazla olması, herhangi bir hastalık
ve nedeni olmayan ağrıları daha fazla bildirmeleri EYE’in kadın sağlığını kötü yönde etkilediğini göstermektedir.
Kaynaklar:
1.http://www.unicef.org/progressforchildren/2007n6/index_41848.htm
2. Ertem M, Saka G, Ceylan A ve ark. The factors associated with adolescent marriages and outcomes of
adolescent pregnancies in Mardin Turkey
PB 117
Öğrencilerin Eşcinsellik Hakkındaki Görüşleri
Sevil Yılmaz*, Leyla Küçük*, Funda Camuz*, Sevim Buzlu*, Emre Çiydem**, Elif Açıkgöz**
*İstanbul Üniversitesi Florence Nightingale Hemşirelik Fakültesi,
**İstanbul Üniversitesi Florence Nightingale Hemşirelik Yüksekokulu,
Amaç: Hemşirelik öğrencilerinin eşcinselliğe yönelik görüşlerinin belirlenmesi amacıyla planlanmış bir
araştırmadır.
Yöntem: Çalışma bir Hemşirelik Fakültesinde okuyan ve araştırmaya katılmayı kabul eden 237 öğrenciyle
gerçekleştirilmiştir. Araştırmada literatür doğrultusunda hazırlanan katılımcıların demografik özelliklerin yanı sıra,
bakıma ilişkin hissettiklerine temellenen açık uçlu sorulardan oluşan görüşme formu kullanılmıştır.
Bulgular: Araştırmaya katılan toplam 237 öğrencinin yaş ortalaması 20,25±2,39 olup, % 83,1’i (n=197) kadın, %
16,9’si (n=40) erkektir. Katılımcıların “Eşcinsellik size göre nedir?” sorusuna verdikleri cevaplar “anlam” teması
altında 4 kategori (varoluşsal çatışma n=20, % 8.43), [farklılık-(hastalık n=61, % 25.73 ) /(tercih n=31,% 13.08)],
(literatürsel tanım n=51,% 21.51), (stigma n=21, % 8.86) ile ortaya çıkmıştır. Katılımcıların “En iyi arkadaşınızın
eşcinsel olduğunu bilmek size neler hissettirir?” sorusuna verdikleri yanıtlar “ikilem” teması altında “stigma” ve
“destek” olarak iki kategoriye ayrılmıştır. Stigma kategorisi altında davranışsal (n=64, % 27) reaksiyon
(arkadaşlığını kesme, reddetme ve zarar verme isteği) ve duygusal (n=43,% 18.14) reaksiyon (kendini kötü
hissetme, korku ve üzülme) ön plana çıkmaktadır. Destek kategorisi altında kabullenme (n=15, % 6.32), nötr
kalma (n=34, % 14.34), saygı duyma (n=34, %14.34) ön plana çıkmaktadır. Katılımcıların “Eşcinselliğin oluşum
sebebi size göre nedir?” sorusuna verdikleri yanıtlar “çeşitlilik” teması altında 4 kategoriye (hastalık n=111, %
46.83, çevresel n=45 %18.98, dinsel n=8, % 3.37, tercih n=31, % 13.08) ayrılmıştır.
“Hasta olarak hastaneye yatsanız eşcinsel olduğunu bildiğiniz bir hemşirenin size bakım vermesi neler
hissettirir?” sorusuna, katılımcılar bakım almak zorunda kaldıklarında rahatsızlık duymayacaklarını (n=106, %
44.72) ancak öncelikle eşcinsel bir hemşireden bakım almak istemediklerini (n=45, % 18.98) belirtmişlerdir.
“Hemşire olarak çalışmaya başladığınızda eşcinsel birine bakım vermek size neler hissettirir” sorusuna
katılımcıların çoğunluğu (n=151, % 63.71) bakım vermekten çekinmeyeceklerini ancak üzüntü, kendini kötü
hissetme, güvensizlik hissi, öfke, tedirginlik gibi duyguları yaşayabileceklerini ifade etmişlerdir.
Sonuç ve Öneri: Hemşirelik bakımının etkin bir şekilde verilmesinde öğrencilerin eşcinselliğe yönelik görüşlerinin
bilinmesi ve eğitim sürecinde konunun ele alınması önerilir.
PB 118
Psikodermatolojik Hastalıklarda Tip D Kişilik, Stres ve Psikiyatrik Semptomatoloji: Ruhum mu
Hasta Derim mi?
Esra Etyemez* , Başak Şahin** , Behçet Coşar***
* Şırnak Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Şırnak
** Çanakkale Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Çanakkkale
*** Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Ankara
Koo ve Lee sınıflamasına göre psikiyatrik semptoma yol açan dermatolojik hastalıklar ve psikofizyolojik/stresle
oluşan ya da artan hastalıklarda Tip D kişilik prevalansının belirlenmesi ve tip D olan ile olmayanların demografik
özellikler, stresli yaşam olayları, stresle baş etme tarzları ve psikiyatrik komorbidite açısından karşılaştırılması
amaçlanmıştır. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Kliniği’ne ayaktan başvuran ya da yatarak tedavi
gören, Koo ve Lee sınıflamasına göre psikodermatolojik hastalık tanısı almış, okuryazar olup yaşları 18- 65 arası
181 hasta ve 57 sağlıklı kontrol çalışmaya alınmıştır. Olgulara sosyodemografik veri formu, DS 14 Ölçeği, Stresli
Yaşam Olaylarını Tarama Formu, Stres İle Başetme Tarzı Ölçeği, Kısa Semptom Envanteri, Hastane Anksiyete
ve Depresyon Ölçeği uygulanmıştır.
Psikodermatoloji hastaları ile sağlıklı kontroller arasında yapılan karşılaştırmalarda, stresli yaşam olayları sayısı,
stresle baş etme tarzları, HADÖ ve KSE alt ölçek puanları arasında anlamlı fark bulunmuştur. Psikodermatoloji
hastalarında Tip D kişilik prevelansı %34,8 bulunmuştur. Psikodermatolojik hastalık tanısı alan Tip D kişiliği olan
ve olmayanlar arasında hastalığın başladığı dönemde psikososyal stresör varlığı, stresli yaşam olayları sayısı ve
bundan subjektif etkilenme oranları, stresle baş etme tarzları, algılanan sosyal destek, HADÖ ve KSE alt ölçek
puanları arasında anlamlı fark saptanmıştır.
Psikiyatriye yönlendirilmiş olan psikodermatolojik hastalık tanılı hastaların psikiyatrik değerlendirmesinde Tip D
kişilik özelliklerinin öncelikli olarak saptanmasının bu hastalardaki psikiyatrik değerlendirmeyi daha da
kolaylaştırabileceğini ve bu grup hastaların psikiyatrik değerlendirilmesinin daha detaylı yapılması gerekliliğini
göstermektedir.
PB 119
Bir Dayanışma Örneği: Van ve Erciş Depremleri Ardından TPD ve APHB Çalışmaları
Feyza Çelik
TPD Vandep Çalışma Grubu
Amaç: Afetler insanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğurarak, normal yaşamı ve insan faaliyetlerini
durdurarak veya kesintiye uğratarak toplulukları etkilemektedirler. 23 Ekim 2011’de Erciş’te ve 9 Kasım 2011’de
Van’da meydana gelen 7.2 ve 5.6 büyüklüğündeki depremlerde 644 kişi hayatını kaybetmiş, 252 kişi enkazdan
sağ olarak kurtarılmış, 4152 kişi yaralanmış, çok sayıda ev ve iş yeri hasar görmüş ve yaklaşık bir milyon kişi bu
depremlerden olumsuz yönde etkilenmiştir.
Bu çalışmada, Türkiye Psikiyatri Derneği’nin(TPD) üyesi olduğu Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği(APHB) ile
depremin kişilerin ruh sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirmek amacı ile Van, Erciş ve Van dışındaki
depremzedelere yönelik yürüttüğü psikososyal müdahalelerin aktarılması ve genel bir değerlendirmesinin
yapılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Psikososyal müdahaleler TPD’ye ve APHB’ye üye gönüllüler tarafından yürütülmüştür. Bu etkinliklerde
Van, Erciş ve Van dışına göç eden depremzedelere ulaşılması hedeflenmiştir. Uygulanacak psikososyal
müdahaleler kısa, orta ve uzun vadeli olarak planlanmıştır.
Uygulamalar; i. Değerlendirme, ii. Psikososyal girişimler, iii. Eğitim ve yeterlilik artırma çalışmaları, iv.
Epidemiyolojik değerlendirme ve bölgesel afet ruh sağlığı politikası geliştirme olmak üzere temel olarak dört
aşamada yürütülmüştür. Ulusal ve yerel resmi kurum ve kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası yardım
kuruluşları ile eşgüdüm sağlanarak ortak çalışmalar yürütülmüştür.
Sonuç: Psikososyal müdahalelerde Van ve Erciş’te toplam 14603, Van dışında ise 2207 depremzedeye
ulaşılmıştır. Van’a görevlendirilen, Van’da görev yapan ruh sağlığı çalışanları ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik
Temel ve İleri Düzey Ruhsal Travma Eğitimi verilmiş, ‘Temel Sağlık Hizmetlerinde Ruhsal Travmaya Yaklaşım’
kitabı genişletilerek ve güncellenerek hazırlanmış ve Van depremi sonrasında kazanılan deneyim kitap haline
getirilmiş, Van ve Erciş’te 1500 afetzedenin katıldığı bir epidemiyolojik çalışma yapılmıştır.
Tartışma: TPD ve APHB tarafından ülke sınırları içinde bugüne kadar olan en geniş çaplı psikososyal destek
hizmetini gerçekleştirilmiştir. Ancak uygulamada karşılaşılan güçlükler ile afetlerle mücadelede hazırlıklı olmanın
önemi bir kez daha hatırlanmış olup bundan sonraki afetler için geniş kapsamlı bir eylem planına ihtiyaç olduğu
düşünülmektedir.
Kaynaklar:
1-Akman P, Altınel G(2012) Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği Van Depremi Psikososyal Destek Çalışmaları
Sonuç Raporu. 12 Mart 2012’de
http://www.manevisosyalhizmet.com/wpcontent/uploads/2012/04/van_psikososyal_deg_sonuc_rap.pdf
adresinden indirildi.
2-T.C. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı(2011) AFAD Deprem Dairesi Van Depremi Raporu.
10 Mart 2012’de http://www.deprem.gov.tr/Sarbis/Shared/WebBelge. aspx?param=105 adresinden indirildi.
PB 120
Uyku Yoksunluğunun Duygudurum Profili ve Dissosiasyon Üzerine Etkisi ve Biyokimyasal
Değişimlerle İlişkisi
Adem Aydın,Sultan Kılıç,Yavuz Selvi,Lütfullah Beşiroğlu
1Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Van 2Kahramanmaraş Afşin Devlet Hastanesi, Psikiyatri Birimi,
Kahramanmaraş. 3Kâtip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, İzmir
Amaç: Uyku yoksunluğu hem uykunun fonksiyonlarının anlaşılması için sağlıklı bireylerde hem de depresif
hastalarda tedavi amacıyla uzun yıllardır uygulanan bir yöntemdir (1). Vardiyalı sistemde çalışma uyku
yoksunluğu’na sebep olmaktadır ve günümüz modern dünyasında sağlıklı bireyler sosyal aktiviteler nedeniyle
kısıtlanmış bir uykuya sahiptirler Bu durum kronik uyku yoksunluğu olarak nitelendirilmektedir. Çalışmamız, bir
gecelik uykusuzluk sonrası bireylerde oluşabilecek duygudurum ve düşünce süreçlerindeki değişimler ile
biyokimyasal değişimler arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlamaktadır.
Yöntem: Çalışmaya katılım şartlarını taşıyan 16’sı erkek 16’sı da kadın olan 32 bireye bir gecelik total uyku
yoksunluğu uygulandı. Bireyler gece 22.00 ile sabah 07.00 arası uykusuz bırakıldılar. Bireylerden uykusuzluk
öncesi ve sonrası kortizol, DHEA-S ve tiroid fonksiyon testleri için kan örnekleri alındı. Uyku yoksunluğunun
duyguduruma etkisinin değerlendirilmesi için Duygudurumları Profili (DDP), dissosiyatif belirtiler için DES ve
düşünce süpresyonunun değerlendirilmesi için Beyaz Ayı Supresyon Testi (WBSI) uygulandı.
Bulgular: Uyku yoksunluğu uygulanan bireylerde DDP’nin depresif şikâyetleri sorgulayan depresyon alt
ölçeğinde ve dinçlik-aktivite skorlarında düşme, yorgunluk skorlarında yükselme gözlenmiştir. DES skorları uyku
yoksunluğu sonrası istatistiksel olarak önemli derecede artarken WBSI skorlarında anlamlı bir azalma tespit
edildi. Uyku yoksunluğu sonrası kortizol seviyesinde istatistiksel olarak anlamlı bir değişim elde edilememişse de;
TSH, sT3, sT4 ve DHEA-S seviyelerinde anlamlı derecede artış tespit edilmiştir. DDP depresyon alt ölçeğinde
azalma ve yorgunluk alt ölçeğinde artma uyku yoksunluğu sonrası sT4 seviyesi artan bireylerde istatistiksel
olarak anlamlı bulunmuştur.
Tartışma: Uyku yoksunluğuyla T4 seviyelerindeki artış depresif duygudurumu yordayan alt ölçeklerdeki düşme ile
korele bulunmuştur. Uyku yoksunluğu ile dissosiyasyon düzeylerinde artış, normalden sapan uyku deneyimlerinin
dissosiyatif semptomlarla ilişkili olduğu yönündeki bilgilerle uyumludur (2). Uyku yoksunluğu sonrası DHEA-S
seviyeleri artan bireylerde daha düşük depresyon puanlarının elde edilmesinin yüksek DHEA-S seviyelerinin
stresin negatif etkisine karşı koruyucu etkisi ve kognisyonu düzeltmesinden kaynaklanıyor olabileceği sonucuna
varılmıştır.
Kaynaklar:
1. Selvi Y, Gulec M, Agargun MY, Besiroglu L. Mood changes after sleep deprivation in morningness–
eveningness chronotypes in healthy individuals. J Sleep Res 2007;16: 241-244.
2. Giesbrecht T, Smeets T, Lepping J, Jelicic M, Merekelbach H. Acute dissociation after 1 night of sleep loss. J
Abn Psychol 2007; 3.599-606.
PB 121
Psikiyatrik Hastalığı Olan Kadınlar ve Kürtaj
Aslıhan Polat, Hatice Sodan Turan
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kocaeli
Amaç: Türkiye’de istemli kürtajın sınırları 1983 yılında Türk Ceza Kanunu (TCK) ile belirlenmiştir. Kanunun ilgili
maddesine göre; “gebeliğin ilk on haftası dolana kadar herhangi bir neden aranmaksızın istek üzerine rahim
tahliye edilir.” denilmektedir (1). Türkiye’de ne yazık ki kürtaj konusu her zaman sular altındaki bir denizaltı gibidir.
Oradadır, hareket eder, yetkililerce izlenir, kontrol edilir, kısıtlanır, yasaklanır, serbest bırakılır (2). Son günlerde
tekrar tartışma konusu olan istemli kürtaj, yasal değişiklikler yapılmadan ortaya çıkan düzenlemeler ve bu
durumun kadın ruh sağlığı üzerindeki etkileri tartışılacaktır.
Olgu I: NK, 40 yaşında, ilkokul mezunu, evli, üç çocuklu, satış elemanı olarak çalışan kadın hasta, altı ay önce
psikiyatriste başvurmuş. “Majör Depresif Bozukluk” ön tanısıyla venlafaksin başlanmış. NK bir hafta önce beş
haftalık gebe olduğunu öğrenmiş. Plansız gebeliğini öğrendiğinde çok üzülmüş, gebeliğini sonlandırma kararı
almış. Bunun için Kocaeli’nde bulunan bir dal hastanesinin kadın hastalıkları ve doğum (KHD) polikliniğine
başvurmuş, kürtaj yapılmamış. NK kürtaj için ilacın kategorisi ile ilgili rapor alması gerektiğini söyleyerek haziran –
2012’de polikliğimize başvurdu. KHD hekimi kürtaj yasasının çıktığını, rapor olmadan kürtaj yapamayacağını
söylemiş. Kürtaj kararı alan hasta, KOÜ KHD polikliniğine yönlendirildi. NK aynı sorunla karşılaştığını söyleyerek
tekrar geldi. KHD bölümünden hekime telefonla ulaşıldı ve tarafımıza kürtaj yapılacağı söylendi. Hastaya ise
venlafaksinin X kategorisi bir ilaç olmadığı, gebeliğin altı haftalık olduğu, anne ve fetüs sağlığını etkileyecek bir
durum olmadığı için kürtajın yapılamayacağı söylenmiş. Hasta bunun üzerine kürtaj kararından vazgeçti. Depresif
yakınmaları devam eden hastanın ilaçsız olarak, haftada bir psikiyatri poliklinik kontrolü ile takibi planlandı.
Olgu II: FD, 42 yaşında, evli, dört çocuklu, bipolar bozukluk tanısıyla takipli kadın hasta, valproik asit 1000 mg
kullanıyor. İlaç tedavisine yanıtı iyi olan, her ilaç kesiminde şiddetli duygudurum atağı geçiren FD, rahim içi araç
kullanırken gebe kalmış. Gebeliği sonlandırmak için KOÜ KHD polikliniğine başvuran hasta, kullandığı ilaç X
kategorisinde olmadığı için kürtaj yapılamayacağı söylenerek gönderilmiş. Üç defa KHD polikliniğine giden
hastaya çeşitli nedenlerle kürtaj yapılamayacağı söylenmiş. FD ve eşi bunun “Allah’ın istediği bir şey olduğunu”
düşünerek kürtaj kararlarından vazgeçmişler. Şu an hasta ilaçsız olarak polikliğimizde takip edilmektedir. Sonuç:
Bu olgularda kadınların kendi bedenleriyle ilgili karar verme haklarının yok sayılmasının yanı sıra, gebelikteki ve
doğum sonrası ortaya çıkması kuvvetle muhtemel ruh sağlığı problemleri de görmezden gelinmiştir. Yasal bir
gereklilik “henüz” olmamasına rağmen, hekimlerin çeşitli rapor talepleriyle hastalar oyalanmış ve sistemli bir
yıldırma sonrası kürtaj kararından vazgeçmek zorunda bırakılmışlardır. Yeni gündeme getirilen “vicdani red”
uygulamasıyla birlikte, kürtajla ilgili ortaya çıkan bu durumun psikiyatrik hasta grubu açısından ayrı bir önemi
olacağı açıktır.
Kaynaklar:
1.Tek GS, “Türk Hukukunda Kadının Vücudu Üzerindeki Tasarruf Hakkını Sınırlayan Düzenlemeler”, Sağlık
Hukuku Makaleleri- II, İstanbul Barosu Yayınları, 2012; 1.Basım:103-130, İstanbul.
2.Komut S, Türkiye'de Kadın, Cinsellik ve Kürtaj,
http://khas.academia.edu/sultankomut/Papers/587884/Turkiyede_Kadin_Cinsellik_ve_Kurtaj adresinden
22.08.2012 tarihinde indirildi.
PB 122
"Bağımlılığı Reddet, Hayata Evet!" (Sosyal Sorumluluk Projesi)
Yıldız Akvardar, Ekin Sönmez, Dilay Tunca, Anıl Gündüz, Gülhan Karaer, Güler Kandemir, Cengiz
Çelebi, Bulut Güç* Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, *Marmara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Dönem 5 öğrencisi
Giriş: Sosyal norm yaklaşımı riskli davranış oranlarını azaltmak için bir müdahale stratejisidir. Öğrencilerin,
akranlarının alkol ve madde kötüye kullanımını abartmaya ne kadar yatkın olduklarını gösteren araştırmalardan
kaynaklanan bu yaklaşım, alkol ve madde kötüye kullanımıyla ilgili yanlış algılar düzeltilirse, bireyin o davranışına
neden olan sosyal baskının azalacağı ve böylece kullanımın azalacağı görüşüne dayanmaktadır.
Amaç: Çalışmanın amacı lise öğrencilerinde sigara, alkol, esrar kullanımı sıklığının ve öğrencilerde bu
maddelerin kullanımıyla ilgili sosyal normların belirlenmesi ve sosyal normlar üzerinden hazırlanacak geri
bildirimlerin ve sorunla ilgili farkındalık düzeyini artırmaya yönelik faaliyetlerin etkinliğinin araştırılmasıdır.
Yöntem: Pendik ilçesinde rasgele yöntemle seçilen bir lisede öğretmenlerin ve öğrencilerin katılımıyla okulun
kendi kaynakları ve Pendik Belediye’sinin olanaklarıyla “Bağımlılığı Reddet!” konulu bir program hazırlanmıştır.
Programın başında madde kullanımı ve sosyal normlarla ilgili anket uygulanmıştır. Öğrencilerin yanıtlarıyla sosyal
normları içeren ve yanlış algıları içeren posterler hazırlanarak okulda görülür yerlere asılmış, 2 ay sonunda anket
ikinci kez uygulanmıştır.
Bulgular: Yaşam boyu sigara ve alkol kullanma sıklığı sırasıyla %29.7 ve %32.7’dir. Öğrencilerin %81.8’i sigara
kullanımının yanlış olduğunu, %74.2’si 18 yaşından küçüklerin içki içmesinin doğru bir davranış olmadığını,
%86.4’ü deneme amaçlı, bir-iki kez esrar kullanmanın bile tehlikeli olduğunu, %87.4’ü öğrencilerin sigara, alkol ve
diğer maddelerin zararları hakkında bilinçlendirilmeleri gerektiğini düşünmektedir. Öğrencilerin sadece, %47.2’si
okulundaki çoğu öğrencinin (en az %51’inin) sigara içmenin yanlış olduğunu düşündüğünü, %36.1’i okulundaki
çoğu öğrencinin 18 yaşından küçüklerin içki içmesinin doğru bir davranış olmadığına inandığını, % 59.3’ü,
okulundaki öğrencilerin çoğunun deneme amaçlı, bir-iki kez esrar kullanmanın bile tehlikeli olduğunu inandığını,
%54.9’u okulundaki öğrencilerin çoğunun sigara, alkol ve diğer maddelerin zararlarının anlatılmasını gerektiğine
inandığını belirtmiştir. İkinci ankete katılan öğrencilerin çoğu afişleri (%72.6), geribildirim afişlerini (%70.2),
festivali etkili bulduklarını (%76.6) ve görüşlerinin olumlu (%73.4) etkilendiğini bildirmişlerdir.
Sonuç: Öğrencilerin kendi ve arkadaşlarının tutumları hakkında düşündükleri arasında fark belirgindir;
arkadaşlarının tutumlarına yönelik yanlış algı içinde oldukları görülmektedir. Bu yanlış algı düzeltilmelidir; çünkü
madde kullanımının akranlarınca kabul gördüğü düşüncesi gencin o grubun içinde olmak amacıyla madde
kullanımına zemin hazırlayabilir.
PB 123
Alkol Bağımlıları ve Eşlerinde Evlilik Uyumu ve Bağlanma Biçimi Arasındaki İlişki
* Başak Şahin, ** Esra Etyemez, *** Zehra Arıkan
*Çanakkale Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Çanakkale
**Şırnak Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Şırnak
***Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Ankara
Alkol bağımlılığı olan kişi alkol kullanımı nedeniyle sosyal ve mesleki alanda bozulma yaşar. Alkol bağımlılığı
sadece rahatsızlığa sahip bireyi değil sosyal çevresini de etkilemektedir. Etkilenen bu çevrenin başında da aile ve
evlilik kurumu gelmektedir. Karşılıklı etkileşebilen, evlilik ve aileyi ilgilendiren konularda fikir birliği yapabilen ve
sorunlarını olumlu bir şekilde çözebilen çiftlerin evliliği uyumlu evlilik olarak tanımlanmaktadır. Evli çiftler için evlilik
uyumlarında önemli sorunlar yarattığı görülen durumlardan biri eşlerden birinin ya da her ikisinin alkol
bağımlılığının bulunmasıdır. Bağımlıların sıklıkla kişilerarası ilişkilerde sıkıntı yaşaması bunlarda da bir bağlanma
bozukluğu olduğunu düşündürmektedir. Bu araştırmada alkol bağımlıları ve eşlerindeki bağlanma biçimi ve evlilik
uyumu arasındaki ilişkinin kontrol grubu ile karşılaştırılarak incelenmesi amaçlanmıştır. Bu araştırma, Nisan 2011
ile Ağustos 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Araştırmaya T.C Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri
Anabilim Dalı Alkol Ünitesinde ayaktan ve yatarak tedavi ve takip edilen ICD-10 Madde bağımlılığı tanı ölçütlerini
karşılayan alkol bağımlılığı tanısı almış erkek hastalar ve sağlıklı eşleri (49 çift) alınmıştır. Çalışmanın kontrol
grubu da 48 çiftten oluşmaktadır. Katılımcıların tamamına yaş, cinsiyet, medeni durum, eğitim düzeyi, meslek vb
soruları içeren sosyodemografik veri formu, evlilik uyumunu değerlendirmek için “Çiftler Uyum ölçeği” ve
bağlanma biçimini değerlendirmek için “Erişkin Bağlanma Biçimi Ölçeği” verilmiştir.
Çift Uyum Ölçeği tüm alt test ve toplam puanları açısından gruplar arasında anlamlı bir fark olduğu gözlenmiştir.
Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=52.76), kontrol grubunun eşlerine (Ort.=59.62) göre daha az çiftler arası
anlaşma göstermektedir. Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=62.78), kontrol grubunun eşlerine (Ort.=75,2) göre
daha az çiftler arası doyuma sahiptir. Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=87.03), kontrol grubunun eşlerine
(Ort.=100,97) göre daha az sevgi göstermektedir. Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=80.94), kontrol grubunun
eşlerine (Ort.=91.32) göre daha az eşler arası bağlılık göstermektedir.
Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=287,91), kontrol grubunun eşlerine (Ort.=327,65) göre daha az çiftler arası
uyum sergilemektedir. Alkol bağımlısı olan hastalara uygulanan Bağlanma Ölçeği ile Çift Uyum Ölçeği arasındaki
korelasyon analizi sonucu ikircikli bağlanma arttıkça, çift anlaşması, çift doyumu, sevgi gösterme, çiftlerin bağlılığı
ve çiftler uyumu ölçek puanlarının azaldığı saptanmıştır. Alkol bağımlılığı, hem hastanın kendisi hem de yakınları
için önemli bir psikososyal sorundur.
PB 124
SNIPE: Social Norms Intervention for the Prevention of Polydrug Use Üniversite Öğrencilerinde
Madde Kullanımıyla İlgili Sosyal Normlar, Türkiye Sonuçları
Yıldız Akvardar*, Anıl Gündüz*, Bulut Güç**, Cengiz Çelebi*, Kaan Kora*,
Sibel Kalaca***, Hüseyin Yüce****
*Marmara Üniversitesi Tıp FakültesiPsikiyatri AD, İstanbul
**Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD; İstanbul
***Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı AD, İstanbul
****Marmara Üniversitesi Rektörlüğü Bilişim Merkezi, İstanbul
Amaç: Öğrencilerin, akranlarının alkol ve madde kullanımını abartmaya ne kadar yatkın olduklarını gösteren
araştırmalardan kaynaklanan sosyal norm yaklaşımı, alkol ve madde kötüye kullanımıyla ilgili yanlış algılar
düzeltilirse, bireyin o davranışına neden olan sosyal baskının azalacağı, böylece kullanımın azalacağı görüşüne
dayanmaktadır. SNIPE üniversite öğrencileri için sosyal normlara dayalı bir müdahale programını içeren, altı
Avrupa Birliği ülkesinde ve Türkiye’de uygulanan, Avrupa Birliği tarafından desteklenen web tabanlı bir projedir.
Projenin ilk aşaması olarak müdahale öncesi durum değerlendirmesi yapılmış ve öğrencilerin madde kullanım
davranışları, tutum ve algıları belirlenmiştir.
Yöntem: Madde kullanım davranışlarını, tutum ve algıları içeren, madde kullanımıyla ilgili sosyal normları
belirlemeye yönelik e-anket hazırlandı. Marmara Üniversitesi Göztepe Kampusu öğrencileri çalışmayla ilgili eposta gönderilerek kayıt olmaları için projenin web sitesine davet edildi. Anket Şubat 2012'de çevrimiçi oldu, web
sitesine kayıt olan öğrencilere projenin web sitesinde online olarak bulunan çalışma anketini tamamlamaları için
e-posta gönderildi. Katılımı artırmak üzere tüm öğrencilere Marmara Üniversitesi Rektörlüğü aracılığıyla iki kez,
web sitesine kayıt olan öğrencilere SPIN web aracığıyla üç kez hatırlatıcı mail gönderildi.
Bulgular: Öğrencilerde akranlarının madde kullanımıyla ilgili yanlış algıların belirgin olduğu görülmektedir; örn:
Göztepe kampüsündeki erkek öğrencilerin çoğu (%53,8’i), kampüslerindeki erkek öğrencilerin çoğunun en az iki
haftada bir alkol kullandığını düşünmektedir. Aslında, Göztepe kampüsündeki erkek öğrencilerin çoğu (%56,0’sı)
son iki ayda hiç alkol kullanmamıştır. Erkek öğrencilerin çoğu (% 67.5) kampus arkadaşlarının eğer okulu
etkilemezse alkol kullanımını onaylayacağını düşünürken, Göztepe kampusundeki erkek öğrencilerin çoğu
(%51.8) alkol kullanımını onaylamamaktadır. Göztepe kampüsündeki kız öğrencilerin çoğu (%61.0), kampus
arkadaşlarının son iki ay içinde iki kez alkol kullandığını düşünmektedir. Aslında, Göztepe kampüsündeki kız
öğrencilerin çoğu (% 60,9’u) son iki ay içinde alkol kullanmamıştır. Kız öğrencilerin çoğu arkadaşlarının son iki ay
içinde en az bir kez sarhoş olduğunu düşünürken, Göztepe kampüsündeki kız öğrencilerin çoğu (% 66’sı)
hayatında hiç sarhoş olmadığını belirtmiştir.
Tartışma ve Sonuç: Akranlarının davranışlarından etkilenen bu yaş grubunda, arkadaşlarının madde kullanımyla
PB 126
Alkol Bağımlılığı Olan Erkeklerin Evliliği ve Eşlerinin Kadınlık Halleri
Salime Tarihçi*, İnci Özgür İlhan**, Hatice Demirbaş***, Fatma Yıldırım****,
Yıldırım Beyatlı Doğan**
*Ankara Çankaya Belediyesi Kadın Sığınma Evi Sorumlusu
**Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Alkol-Madde Bağımlılığı Tedavi Birimi
***Gazi Üniversitesi fen ve Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bl
****Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bl
Amaç: Ev içinde kadına yönelen şiddet olgularında sayısal bilgilerde artış olmasına karşın, olguların sistematiği
ile ilgili bilimsel bilgi sınırlı sayıdadır. Alkol bağımlılığı ve bağımlı eş ile kurulan ilişkinin özellikleri konulu niteliksel
çalışmalar bu nedenle öğretici, dolayısıyla önleyici çabalarda yol gösterici olacaktır. Bu çalışmada alkol
bağımlılığı tedavisi gören kişilerle eşlerinin ilişkilerini sürdürürken kullandıkları anlamlar ve dayanaklar, “razı” olma
gerekçeleri anlaşılmaya çalışılmıştır.
Yöntem: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Alkol-Madde
Bağımlılığı Tedavi Birimi’nde tedavi gören erkek hastaların eşleriyle yapılan derinlemesine görüşmelerde elde
edilen metinlerin söylem analizi yapılmıştır. Tüm görüşmeler içinde 50 görüşmenin metin içeriğinin göreli olarak
tutarlı olduğunu düşünülerek değerlendirmeye alınmıştır. Bu görüşmelerde ortak yaşantı süreci genellikle 5 yılın
üstündedir ve kadınların yaş aralığının 30-60 yaş arasındadır.
Bulgular: Alkol bağımlılığı sorunu yaşayan erkeklerin birlikte yaşadığı kadınların genel olarak görüşme süresince
“üzgün” olduğu gözlemlenmiştir. Bağımlıyı değil, maddeyi sorumlu tutma söylemi, başka hayat kurmak imkânının
sınırlılığı, tek eşli olmaya inanç, çocukların varlığı ortak yaşama “razı” olma gerekçeleri olarak önde sıralanmıştır.
“Bağımlı koca” kadınlar için derin yalnızlık duygusu yaratmış, sevseler bile o sevginin getirisi olan mutluluk ve
tatmin beklentisi yok olmuş izlenimi edinilmiştir. Duygusal ve cinsel yaşam anlatıları “eksik” anlatımlardan,
parçalardan oluşmaktadır. Anlatılamayan ve sır olanın söylem yoğunluğu, kadınların söylemenin yaralı
olabileceğine dair umutsuzluklarının keskin olduğu her görüşmede kendini göstermiştir. Ancak, kadınlar genel
olarak ilişkilerinde “merhamet”, “acıma”, “sabır”, “iyi insanlık” gibi olumlu değer yükü taşıyan kavramları kendi
nitelikleri olarak belirtmişlerdir. İlişkilerinin olumsuz tüm nedenleri bağımlıya ait, olumlu nedenleri kendilerine aittir.
Mağdur ve masum kişiler olduklarına inanmakta ya da inandırmak istemektedirler. Tüm ilişkilerde çeşitli yoğunluk
ve biçimlerde şiddetin var olduğu görüşmelerde ortaya çıkmıştır Tartışma: Madde bağımlılığı olan erkeklerin
birlikte olduğu kadınların bağlılığının taşıdığı nitelikler ilişkinin sağlıklı olmadığını düşündürmüştür. Kadınların
bağımlılık konusunda tanışıklıkları birinci aileden geliyorsa kabulleri, olumsuz durumlara katlanma, görmezden
gelme becerileri daha yüksek gibi görünmektedir. Kendilerini iyi ve mağdur olarak tanımlayan kadınların durumla
yüzleşme, çözüm arama davranışından kaçınmakta oldukları, bu davranışında bağımlılığı sürdürmekte dolaylı
nedenlerden olabileceği görülmüştür
PB 127
SNIPE: Social Norms Intervention for the prevention of Polydrug usE Üniversite öğrencilerinde
çoğul madde kullanımını önlemek için sosyal norm müdahalesi
Yıldız Akvardar*, Anıl Gündüz*, Hüseyin Yüce**, Cengiz Çelebi*, Bulut Güç***, Kaan Kora*, Sibel
Kalaca****
*Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD **Marmara Üniversitesi Rektörlüğü ***Marmara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 5 Öğrencisi ****Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı AD
Amaç: Çok merkezli,web tabanlı SNIPE projesinin tanıtımı amaçlanmaktadır. SNIPE üniversite öğrencileri için
sosyal normlara dayalı bir müdahale programını içeren, Avrupa Birliği tarafından desteklenen bir projedir. SNIPE
iki yıl sürecek ve e-sağlık müdahalesinin etkinliği altı Avrupa Birliği ülkesinde ve Türkiye’de değerlendirilecektir.
Üniversite öğrencileri için akranları en önemli sosyal başvuru kaynağıdır ve akranlarının madde kullanımının
yüksek olduğu düşüncesi bireyin kendi kullanımında artışa yol açabilir. Öğrencilerin, akranlarının alkol ve madde
kullanımını abartmaya ne kadar yatkın olduklarını gösteren araştırmalardan kaynaklanan bu yaklaşım, alkol ve
madde kötüye kullanımıyla ilgili yanlış algılar düzeltilirse, bireyin o davranışına neden olan sosyal baskının
azalacağı, böylece kullanımın azalacağı görüşüne dayanmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde ve
Avustralya’da, öğrencilere internet üzerinden akran davranışı hakkında doğru bilgi vermenin ve geri bildirimde
bulunmanın madde kullanımını önleme açısından yararlı bir araç olduğu gösterilmiştir. Bu yöntem Avrupa’da
madde kullanımını önleme programlarında yaygın denenmemiştir. SNIPE projesinin amaçları; • Alkol ve sigara
kullanımını azaltmak, • Esrar, kokain ve sentetik maddelerin kullanımını önlemek, • Çoğul madde kullanımını
önlemek için bir e-sağlık müdahalesi geliştirmek, uygulamak ve etkinliğini ölçmektir
Yöntem: Müdahale ve kontrol gruplarında müdahale öncesi durum değerlendirmesi • E-sağlık müdahalesinin
uygulanması • Müdahale ve kontrol gruplarında müdahale sonrası ve izlemde durum değerlendirmesi • SNIPE ve
e-sağlık müdahalesinin kullanımı hakkında bilgi sağlamak üzere birçok dilde hizmet veren web sayfasının
hazırlanması amaçlanmıştır.
Süreç: Tüm ülkelerde müdahale ve kontrol grupları oluşturulmuştur. Proje ekibi tarafından madde kullanım
davranışlarını, tutum ve algıları içeren, madde kullanımıyla ilgili sosyal normları belirlemeye yönelik e-anket
hazırlanmıştır. Ankette cinsiyet, yaş, ikamet, akademik başarı, dinsel inanış gibi kişisel bilgilerde yer almıştır. Web
sayfasının hazırlığı yapılmış, durum saptamasına yönelik birinci anket uygulaması tamamlanmış, yaklaşık 7000
öğrenciye ulaşılmıştır. Veri analizi yapılmış, müdahale web sayfaları hazırlanmıştır. Anketi tamamlayan müdahale
grubundaki öğrenciler kişisel sosyal norm geribildirimi verilen web sayfasına ulaşmaktadır. Temmuz-Ekim 2012
arasında müdahale çalışmasının tamamlanması planlanmıştır. Müdahale sonrası izlem anketi tüm gruplarda Eylül
2012- Ocak 2013'te uygulanacaktır. SNIPE katılımcıları Universität Bremen, Almanya Universiteit Antwerpen,
Belçika University of Bradford, İngiltere Syddansk Universitet, Danimarka Univerisdad de Navarra, İspanya
University of Leeds, İngiltere Univerzita Pavla Jozefa Šafárika v Košiciach, Slovakya Marmara Üniversitesi,
Türkiye
PB 128
Alkol Bağımlısı Erkeklerde Saldırganlık ve Eşlerinin Toplumsal Cinsiyet Özellikleri
İnci Özgür İlhan*, Salime Tarihçi**, Fatma Yıldırım***, Hatice Demirbaş****,
Yıldırım Beyatlı Doğan*
*Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Alkol-Madde Bağımlılığı Tedavi Birimi
**Ankara Çankaya Belediyesi Kadın Sığınma Evi Sorumlusu
***Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bl
****Gazi Üniversitesi fen ve Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bl
Amaç: Alkol kullanımı sıklıkla şiddet ve saldırganlıkla ilişkilendirilmiştir. Alkol bağımlılığı/kullanımı
davranışının da, şiddet davranışının da erkek tarafından kadın üzerinde kontrol ve güç sağlama aracı
olarak kullanıldığı ileri sürülmüştür. Bu iki davranışın sosyokültürel bağlamda ele alınması gerektiği
vurgulanmıştır. Bu çalışmada alkol bağımlılığı olan erkeklerde saldırganlık/şiddete eğilim ve alkol
bağımlısı erkekler ve eşlerinin toplumsal cinsiyet özellikleri arasındaki ilişki incelenmiştir. Yöntem ve
Gereçler: Alkol bağımlılığı tanısı konan 32 erkek ve eşleri çalışma grubunu, alkol bağımlılığı tanısı
konmamış 48 erkek ve eşleri ise kontrol grubunu oluşturmuştur. Grupların şiddet ve saldırganlık
özelliklerinin karşılaştırılmasında Saldırganlık Ölçeği, toplumsal cinsiyet özelliklerinin
karşılaştırılmasında BEM Cinsiyet Rolü Envanteri kullanılmıştır. Karşılaştırmalar önce tek değişkenli
analiz yöntemleriyle, ardından lojistik regresyon analizi ile yapılmıştır.
Bulgular: Tek değişkenli analizlerde Saldırganlık Ölçeği’ne göre hasta grubundaki erkeklerin Fiziksel
Saldırganlık alt ölçeği puan ortalaması kontrollerle istatistiksel olarak anlamlı bir fark göstermezken,
alkol bağımlılığı grubundaki erkeklerin Sözel Saldırganlık, Öfke, Düşmanlık ve Dolaylı Saldırganlık
ortalama puanları kontrol grubundaki erkeklerinkine göre anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Alkol
bağımlılığı olan erkeklerin eşlerinin BEM Cinsiyet Rolü Envanterine göre belirlenen Erkeksilik puanları
ise kontrol grubundaki kadın eşlerinkine göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur.
Çok değişkenli analizde anılan tüm alt ölçek puanları bağımsız değişkenler olarak alındığında, her iki
gruptaki erkeklerin saldırganlık puanları arasındaki fark ortadan kalkmış ve alkol bağımlısı erkeklerin
eşlerinin ve kontrol grubundaki kadın eşlerin Erkeksilik puanları arasındaki anlamlı farkın sürdüğü
görülmüştür.
Tartışma ve Sonuçlar: Alkol bağımlılığının eşlere yönelik saldırganlık düzeyinin, fiziksel saldırganlık
dışında, bağımlılığı olmayanlara göre yüksek çıkması, alkol bağımlılığının eşlere yönelik saldırganlığı
arttırdığını düşündürmektedir. Alkol bağımlılığı ve şiddet-saldırganlık arasındaki ilişkide toplumsal
cinsiyet etmeni bir ara değişken olarak görünmektedir.
Kaynaklar Can S (2002) “Aggression questionnaire” adlı ölçeğin Türk popülasyonunda geçerlilik ve
güvenilirlik çalışması. Genel Kurmay Başkanlığı, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Haydarpaşa Eğitim
Hastanesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Servis Şefliği, uzmanlık tezi, İstanbul. Guille L (2004) Men who
batter and their children: an integrated review. Aggression and Violent Behavior 9: 129–163. Smith JW
(2000) Addiction medicine and domestic violence. Journal of Substance Abuse Treatment 19:329-338.
Yaşın Dökmen Z (1996) BEM Cinsiyet Rolü Envanteri Kadınsılık ve Erkeksilik Ölçekleri Türkçe
formunun psikometrik özellikleri. Kriz Dergisi, 7(1): 27-40.
PB 129
Demans Hastalarında Ajitasyonun Boyutlarının Değerlendirilmesi
Umut Altunöz*, Erguvan Tuğba Özel Kızıl*, Sevinç Kırıcı*, Gülbahar Baştuğ**, Bilgen Biçer Kanat*,
Ayşegül Sakarya*,Okan Er*, Engin Turan*Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Anabilim Dalı, Geriyatrik Psikiyatri Birimi **Çankaya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Psikoloji
Bölümü
Giriş: Ajitasyon demans hastalarında sık görülmekte olup, amaca yönelik olmayan ve konfüzyondan
kaynaklanmayan uygunsuz sözel, vokal ve motor aktivite olarak tanımlanmaktadır. Cohen Mansfield Ajitasyon
Envanteri (CMAE) demans hastalarında ajitasyon davranışlarının şiddetini değerlendiren bir ölçektir. Bu
çalışmanın amacı demans hastalarında CMAE’nin Türkçe formunun faktör yapısını, ajitasyonun boyutlarını ve bu
boyutların ilişkili olduğu etmenleri ortaya koymaktır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Geriyatrik Psikiyatri polikliniğine
başvuran, DSM-IV-TR’ye göre demans tanısı alan, ≥65 yaşında, 100 hasta alınmıştır. Hastalara Standardize Mini
Mental Test (SMMT), bakımverenlerine; CMAE, Cornell Demansta Depresyon Envanteri (CDDE), İşlevsel
Faaliyetler Anketi (İFA) uygulanmıştır. CMAE’nin faktör yapısını belirlemek için ana bileşen analizi ve varimaks
rotasyonu kullanılmıştır. Ölçek maddeleri faktör yüklerinin en yüksek olduğu faktörlere dahil edilmiş ve elde edilen
faktörler içeriklerine göre adlandırılmıştır.
Bulgular: CMAE ile değerlendirilen belirtilerden en sık görülenleri sırasıyla tekrarlayan cümle ya da sorular
(madde 6-%65), genel huzursuzluk (madde 29-%57), karşı gelme eğilimi/negativizm (madde 19-%55) ve küfürlü
konuşma ya da sözel saldırganlıktır (madde 4-%47). Ölçekte 1’in üzerinde puanlanma sıklığı %10’un altında olan
7 madde (14, 17, 20, 21, 25, 27, 28. maddeler) elenerek faktör analizi yapıldığında toplam varyansın %70.5’ini
açıklayan, Kaiser-Meyer-Olkin değeri 0.86 olan, özdeğeri 1’den büyük 6 faktör elde edilmiştir. Bunlar sözel-fiziksel
agresyon, iritabilite/huzursuzluk, negativizim/saklama-istifçilik, sözel-fiziksel agresif olmayan davranış, amaçsız el
hareketleri, uygunsuz davranıştır. CMAE toplam puanı CDDÖ ve İFA toplam puanları ile ilişkilidir (ikisi için
p<.0001).
Sonuç ve Tartışma: Bu çalışma CMAE’nin demans hastalarında ajitasyon belirtilerinin ve bu belirtilerin sıklığının
belirlenmesinde iç tutarlılığı yüksek/güvenilir bir ölçek olduğunu ortaya koymuştur. En sık bildirilen belirtiler
ölçeğin kullanıldığı diğer çalışmalarla benzerdir. Orijinal ölçeğin faktör analizi çalışmaları bakımevlerinde yaşayan
demanslı yaşlılarda yapılmış olup dört faktör önermektedir. Bu çalışmanın örneklemini bir psikiyatri Kliniğine
başvuran ve orta evre demansı olan hastalar oluşturmuştur. Ajitasyon belirtilerinin bulunma sıklığının ve
dağıldıkları faktör sayısının farklı olması örneklem farklılığından kaynaklanmış olabilir. Önceki çalışmalarla
uyumlu olarak depresyon arttıkça ve işlevsellik azaldıkça demans hastalarında ajitasyon belirtilerinin sıklığının
arttığı saptanmıştır. İleride yapılacak çalışmalar ajitasyonun boyutlarının farklı demans türlerinde ortaya
konmasını ve uygun tedavi seçeneklerinin değerlendirilmesini hedeflemelidir.
PB 130
Alzheimer Hastalarının Bakımverenlerinde Marwit Meuser Bakımveren Yas Ölçeği’nin Türkçe
Formunun Psikometrik Özellikleri
Ayşegül Sakarya*, Direnç Sakarya**, Bilgen Biçer Kanat*, Umut Altunöz*, Okan Er*,
Sevinç Kırıcı*, Erguvan Tuğba Özel Kızıl*, Engin Turan*
*Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Geriyatrik Psikiyatri Birimi, Ankara
** Gazi Mustafa Kemal Devlet Hastanesi, Psikiyatri Servisi, Ankara
Giriş ve Amaç: Alzheimer hastalığı bilişsel işlevlerde yıkımla seyreden kronik bir tablodur. Yakın bellek
bozukluğu ile başlar, orta ve ileri evrelerde günlük yaşam aktivitelerinde bozulmaya yol açar (1). Alzheimer
hastalarına bakımverenlerin yaşadıkları sorunlar literatürde “bakımveren stresi, yükü, iyi olma hali” biçiminde ele
alınmıştır. Ancak son dönemde yapılan araştırmalar bakımverenin akrabası olması halinde birincil duygusal
yaşantının “yas yaşantısı” olduğu görüşündedir (2). Çünkü Alzheimer hastalığında kişi ilerleyen dönemlerde kendi
kimliğini yitirmekte, hatta yakınlarını bile anımsayamamaktadır. Böylece, kendiliğinin ölümünü fiziksel varlığının
kaybından önce yaşantılanmaktadır. Ülkemizde Alzheimer hastalarına bakımveren yakınlarında yas yaşantısını
araştıran bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada Marwit Meuser Bakımveren Yas Ölçeği’nin (MMBYÖ)
Türkçe formunun psikometrik özelliklerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: A.Ü.T.F. Psikiyatri A.D. Geriyatrik Psikiyatri Polikliniği’ne birinci derece yakını ile beraber başvuran,
DSM-IV TR’ye göre Alzheimer tipi demans tanısı almış 32 hasta ve bakımverenleri alınmıştır. Bakımverenlere
MMBYÖ, Zarit Bakıcı Yükünü Değerlendirme Ölçeği (ZBYDÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), DurumlulukSüreklilik Kaygı Ölçekleri(STAI-I ve II) uygulanmıştır. MMBYÖ’nün geçerlik ölçütü olarak ZBYDÖ, BDÖ ve STAI-I
ve II ile korelasyonuna bakılmıştır, güvenirliği için Cronbach α hesaplanmıştır.
Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 77.9±8.6, bakımverenlerin ise 61.6±14.2’dir.
Bakımverenlerin ort. Eğitim süresi 8.6±4.9 olup, 56.7’si (n=17) kadındır. Bakımverenlerin %53.3’ü (n=16) eşi, geri
kalanı ise çocuk, kardeş veya gelin/damatlarıydı. MMBYÖ’nün Cronbach α değeri 0.98 bulunmuştur. MMBYÖ
toplam puanı ve altölçeklerinin (kendini adama-KA, derinden üzüntü ve özlem-DÜÖ, endişe ve kendini yalnız
hissetme-EY) Zarit Bakıcı Yükünü Değerlendirme Ölçeği (ZBYDÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), DurumlulukSüreklilik Kaygı Ölçekleri (STAI-I ve II) ile korelasyonları incelenmiş ve hem MMBYÖ toplam puanı hem de alt
ölçek puanlarının sözü edilen ölçeklerle korelasyonları anlamlı bulunmuştur (Tüm ölçekler için p< o.o5).
Tartışma: MMBYÖ’nün Türkçe formu Alzheimer hastalarına bakımverenlerde yas yaşantısını değerlendiren
geçerli ve güvenilir bir ölçektir. Bakımverenlerde yas yaşantısı, bakımveren yükü, depresyon ve anksiyete
düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur. İleride yapılacak çalışmalarda daha geniş örneklemlerde yas yaşantısını
etkileyen etmenler ve ölçeğin Türkçe formunun faktör yapısı araştırılmalıdır.
PB 131
Bir Üniversitesi Hastanesinde Tıpta Uzmanlık Öğrencilerinde Deliryumda Bilgi Düzeyinin ve
Tutumunun Değerlendirilmesi
*Elif Onur Aysevener, **Ahmet Topuzoğlu, **Burcu Ünal, **Taha Selim Bilgin , **Onur Küçükçoban ,
***Can Cimilli* Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
** Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
*** Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
Giriş: Deliryum genel hastane içerisinde yaygın görülen ve tedavi edilmediğinde klinik gidişi olumsuz etkileyen
akut klinik bir sendromdur. Ancak deliryum olgularının önemli bir kısmına tanı koyulamamakta ve tedavi
edilememektedir. Deliryum için geliştirilen birçok değerlendirme aracı ve tedavi rehberleri bulunmakla birlikte bu
alanda yapılan çalışmalar pratik uygulama içerisinde sıklıkla tanısal araçların değerlendirme ve izlemde
kullanılmadığını, tedavi rehberlerinin uygulanmadığını göstermektedir(1,2). Çalışmada amacımız üniversitemizde
tıpta uzmanlık öğrencileri arasında bilgi ve tutum düzeyinin değerlendirilmesidir.
Yöntem: Çalışma Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi acil servisi, cerrahi servisleri ve psikiyatri servisi dışındaki
dâhili servislerinde çalışan tıpta uzmanlık öğrencileri içerisinde gönüllü olmayı kabul edenler ile yapılmıştır. Bilgi
ve tutum düzeyinin değerlendirilmesinde 13 başlık altında bilgi ve tutum düzeyini değerlendiren soruların yer
aldığı anket formu kullanılmıştır. Niteliksel veriler için sayı yüzde şeklinde, ölçümsel veriler içinse ortamla ve
standart sapma alınmıştır Bulgular: Araştırmaya toplan 74 kişi katılmıştır. Katılımcıların deliryum tanı kriterleri ve
deliryum muayene bulguları ile ilgili bilgi düzeyleri değerlendirildiğinde, yer vezaman oryantasyonunun kaybı en
çok bilinen deliryum özellikleri iken (%94,6, %91,9) akut başlangıçlı konfüzyonun varlığı (%59,5) ve konfüzyona
eşlik eden letarjiden komaya kadar seyreden bilinç durumu değişikliği durumu (%53,4) en az bilinen tanı kriteri
özelllikleriydi. Katılımcıların %79,7’si deliryumun tanısal kriterleri ile ilgili bilgisini yetersiz olarak değerlendirmekte
olup deliryum ile ilgili %89’u yeterli eğitim almadığını düşünmekteydi. Çeşitli klinik branşlardan katılımcıların yatan
hastalari çin deliryum sıklığı tahmini ortalaması %7,3’tü. Deliryumun bağımsız bir prognostik faktör olduğunu
düşünenler katılımcıların yalnızca %32,9’uydu. Katılımcıların % 22.2’si deliryum değerlendirmesinde ölçek
kullandığını bildirdi.
Tartışma: Çalışmamızda deliryum ile ilgili bilgi düzeyinin sınırlı - orta düzeyde olduğu görülmüştür. Deliryumda
bilgi düzeyini değerlendiren çalışmalarda benzer şekilde yoğun bakım, geriyatri gibi klinik ortamlarda dahi bilgi
düzeyinin yeterli olmadığını göstermektedir. Önceki çalışmalarda bildirilen deliryum sıklığını tahmin edebilme
oranlarının düşük olması çalışmamızda da benzerdir. Çalışmamızda katılımcıların %22,2 si ölçek kullandığını
bildirmiştir, deliryum ile ilgili temel bilgi düzeyinin yüksek bulunduğu kliniklerde dahi değerlendirme araçlarının
kullanımı sınırlıdır. Çalışmamızda katılımcıların kendi bilgi düzeylerini ve eğitimlerini yeterli bulmamaları dikkat
çekicidir. Çalışmamızın bulguları deliryum ile ilgili temel eğitimlerin tüm klinik alanlarda verilmesinin ve
devamlılığın sağlanmasının önemini vurgulamaktadır.
PB 132
Bir Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Sürdürülen Sigara Bırakma Polikliniğinin Sonuçları
Şükriye Boşgelmez Psikiyatri Uzmanı
Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Derince Kocaeli
Amaç: Sigara Bırakma Polikliniğine başvuran kişilerin tedavi sonuçları ve bunlarla ilişkili etkenleri belirlemek
amaçlanmıştır. Yöntem: 2 Mayıs 2011-31 Temmuz 2011 tarihleri arasında sigara bırakma polikliniğine başvuran
92 hasta çalışmaya dahil edilmiş, sosyodemografik bilgileri ve Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi kullanılarak
veriler toplanmıştır. Hastaların bir yıllık geriye dönük kayıtları incelenerek hastaların kontrole devamı ve sigarayı
bırakıp bırakmadıkları belirlenmiştir. Sonuçlar tanımlayıcı istatistiklerin yanı sıra ki-kare testi ve nonparametrik
testlerle (Mann-Whitney U testi) kullanılarak değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Başvuran 92 kişinin % 52.2’si (n=48) kadın, %47.8’i (n=44) erkekti. Yaş ortalaması 40.67±11.18
(aralık 21-67), çoğunluğu ilkokul düzeyinde eğitim almıştı (n=35, %38). % 78.3’ ü evliydi (n=72). Günlük içilen
sigara sayısı 21.8±10.3 (aralık 1-60), Fagerström nikotin bağımlığı ortalama puanı 5.23±1.76 idi (aralık 1-8).
Başvuranların % 66.3’ü (n=61) daha önce psikiyatrik tedavi görmemişti. % 18.5’inin (n=17) geçmiş psikiyatrik
tedavi öyküsü vardı. % 15.2’si (n=14) halen tedaviye devam ediyordu. Başvuranların %77’sine (n=71)
farmakoterapi ve bilişsel davranışçı terapi; %22’sine (n=20) yalnızca bilişsel davranışçı terapi; %1’ine (n=1)
yalnızca farmakoterapi uygulandı.
Başvuranların %33’ü (n=22) tekrar kontrole geldi. Kontrole gelenlerle gelmeyenler arasında ortalama yaş, günlük
sigara sayısı, Fagerström puanları açısından anlamlı fark yoktu. Cinsiyet ve psikiyatrik tedavi öyküsü açısından
da fark saptanmadı. Kontrole gelen 20 kişiye farmakoterapi ve bilişsel davranışçı terapi, 2 kişiye yalnızca bilişsel
davranışçı terapi uygulandı. Kontrole devam edenlerden 7 kişi (% 32) en fazla 5 hafta içinde sigarayı bırakırken 9
kişi (yalnızca yalnız bilişsel davranışçı terapi uygulanan 2 kişi de dahil olmak üzere) (%41) içtiği miktarı %50 ve
daha fazla azalttı. 6 kişide (%27) değişim olmadı. Bırakanlarla bırakamayanlar arasında cinsiyet ve psikiyatrik
tedavi öyküsü, ortalama yaş, eğitim süresi, içilen günlük sigara miktarı ve Fagerström puanları açısından anlamlı
fark saptanmadı.
Tartışma: Sigara bağımlılığı tedavisinde motivasyon önemlidir. Çalışmamızda psikiyatrik tedavi öyküsünün
kontrollere devam etme ve sigarayı bırakmada olumsuz bir etkisinin olmadığı görülmüştür.
PB 133
Pineal Bölgede Araknoid Kist ve Dissosiatif Füg
Abdullah Akpınar(1),Gözde Bacık Yaman (2), Arif Demirdaş (3), İnci Meltem Atay (4),Ömer Yılmaz (5)
1. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Isparta
2. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Isparta
3. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Isparta
4. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Isparta
5. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji AD, Isparta
Giriş: Beyinde araknoid kist konjenital, travmatik ya da inflamatuar nedenlere bağlı olarak
görülmektedir. Kafa içi boşlukları tutan lezyonların sadece %1’ini kapsar (1). Klinik görünümüne mental
bozuklukların eşlik etmesi ender olarak görülmekte, çoğu olgu ise bulgu dahi vermemektedir (2). Bu
olguda dissosiatif füg ve pineal bölgede saptanan araknoit kist sunulmaktadır.
Olgu: Bay S, 50 yaşında, evli, ilkokul mezunu, esnaftır. İki yıl öncesinde başlayan dalgınlık, öfkesellik,
gerginlik, yaygın kaygılar ve iç sıkıntısının olduğu anlaşılmaktadır. Bir gün sabah evden işe gidiyorum
diyerek çıktığında, akşam eve gelmemesi ile ailesi polise başvurmuşlardır. Polisler tarafından üç gün
sonrasında başka uzak bir şehirde kişisel kimliği ile ilgili kafa karışıklığı içerisinde iken bulunmuştur.
Diğer bir şehir ile herhangi bir bağlantısının olmadığını ve oraya neden ve nasıl gittiğini
hatırlamamaktadır. Ailesi ile birlikte psikiyatri polikliniğinde değerlendirilmiştir. Ruhsal durum
muayenesinde duygulanımı apatik, duygudurumu; anhedonik, konuşma miktarı azalmış, monoton ve
çevresel, düşünce süreci yavaşlamış, sistemik ve nörolojik muayenesi doğal, yapılan laboratuar testleri
normal sınırlardaydı. Kraniel Bilgisayarlı Tomografide Pineal bölgede Araknoid Kisti saptandı.
Tartışma: Araknoid kistin psikiyatrik bozukluklar ile ilişkisi hakkında bilgiler az sayıda olgu bildirimleri ile
sınırlıdır. Psikiyatrik bozukluğa eşlik eden birkaç araknoid kist olgusu bildirilmiştir (3). Sonuç: Pineal
bölge yerleşimli olan ve dissosiyatif füg tablosu görülen bu olgu sebebiyle dissosiatif bozuklukta organik
bozukluğun araştırılmasının önemi tekrar gözlenmiştir. Bununla birlikte pineal bölge ve dissosiatif
bozukluk ilişkisi ile ilgili çalışmalara ihtiyaç vardır.
Kaynaklar:
1.Bahk WM, Pae CU, Chae JH, Jun TY, Kim KS: A case of brief psychosis associated with an
arachnoidcyst. Psychiatry and Clin Neurosci 2002; 56:203-5. 2.Sommer IEC, Smit LME: Congenital
supratentorial arachnoidal and giant cysts in children: a clinical study with argumants for a conservative
approach. Child's Nerv Syst 1997; 13:8-12.
3.Turner R, Schiavetto A: The cerebellum in schizophrenia: A case of intermittent ataxia and psychosis
clinical, cognitive and neuroanatomical correlates. J Neuropsychiatry Clin Neurosci 2004; 16:400-8.
PB 134
Mental Retardasyon Tanılı Hastalarda Komorbidite
Ayşe Sakallı Kani, Özge Kılıç, Hacı Murat Emül
İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
Amaç: PİKA yenilebilir olmayan maddelerin en az 1 ay süre ile yenmesi ile karakterize; boğulma, zehirlenme,
enfeksiyon ve intestinal obstrüksiyon ile sonuçlanabilen tehlikeli bir yeme bozukluğudur. PİKA ile mental
retardasyon birlikteliği sık görülmektedir. Burada mental retardasyon tanısı ile 20 yıldır psikiyatri polikliniğinden
takip edilen fakat araştırıldığında kronik atrofik gastrit ile ilişkili B12, folik asit ve demir eksikliği anemisi saptanan
olguyu sunmak amaçlanmıştır.
Olgu: 27 yaşında kadın hasta psikiyatri polikliniğine yakını tarafından 20 yıldır devam eden sinirlilik; peçete yeme,
plastik ambalaj çiğneme, kağıtlarla oynama ve ağzına boncuk koyma şikayetleri ile getirildi. Hastanın öyküsünde
1 yaşında geçirilmiş tüberküloz menenjit,3 yaşında geçirilmiş shunt operasyonu mevcuttu. Hasta yaklaşık 7
yaşından beri mental retardasyona bağlı davranış problemleri nedeni ile takipliydi. Başvuru esnasında
karbamazepin 800 mg/gün, risperidon 2 mg/gün, ketiyapin 200 mg/gün tedavisi almaktaydı. Ruhsal durum
muayenesinde kooperasyonu kısıtlıydı oryantasyonu kısmen korunmuştu. Duygudurumu irritabl duygulanımı
uygundu.
Motor aktivitesi artmıştı. Görüşme esnasında elindeki patlak balon ve jelatinleri çiğniyordu. Hastanın mevcut
yakınmasının nutrisyonel bir eksiklik ile ilişkili olabileceği ve PİKA tanısı düşünülerek hemogram ve biyokimya
tetkikleri istendi. Tetkik sonuçlarında Hgb:4.7 (13.6-17.2) HCT:16.4 (39.5-50.3) MCV:59.6 (80.7-95.5) MCHC:28.5
(32.7-35.6) B12:128 (180-914) demir:9 (60-180) TDBK:357 (250-450) ferritin:1,5 (11.0-306.8) folat:4.27 (>6.59)
olarak saptandı. Hasta dahiliye polikliniğine yönlendirildi. Hastanın mevcut karbamazepin tedavisi azaltılarak
kesildi. B12, folat ve demir eksikliği etyolojisini araştırmak amacıyla endoskopik mide biyopsisi yapıldı. Biyopsi
materyali kronik atrofik gastrit ile uyumlu saptandı. Replasman tedavisi sonrası kan değerleri normal düzeylere
gelen hastanın mevcut pika davranışında azalma gözlendi. Hastanın takibi halen devam etmektedir.
Sonuç: Literatürde B12, folik asit, demir eksikliğine bağlı pika olguları bildirilmiştir. Mental retardasyon varlığında
görülen uygunsuz yeme davranışları pika olguları ile karışabilmektedir. Psikiyatrik tanı konulan kişinin hayatı bir
statik duruma kavuşmamakta aksine yaşayan her organizma gibi dinamik seyretmektedir. Bu nedenle mental
retardasyon tanılı hastaların prognozundaki yakınmalarında tıbbi komorbiditenin göz önünde bulundurularak
gerekli incelemelerin yapılması oldukça önemlidir.
PB 135
İnternal ve Eksternal Steroidlerin İndüklediği Manik Atak
Müge YAŞAR, Yasemin GÖRGÜLÜ, Didem MANAY ÇAKIR, Okan ÇALIYURT
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,Van Başkale Devlet Hastanesi,
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Glukokortikoidlerin tetiklediği nöropsikiyatrik bozuklukların prevalans oranları %1-%50 arasındadır.
Glukokortikoide
internal
veya
external
maruz
kalan
hastalarda
intihar,
depresyon,
deliryum/konfüzyon/dezoryantasyon, mani, panik bozukluk gibi nöropsikiyatrik bozukluklar saptanmıştır.
Glukokortikoidlerle tedavinin özellikle ilk 3 ayında nöropsikiyatrik hastalıklarda yüksek bir insidans görülmektedir.
Kliniğimizde takip edilen internal ve eksternal glukokortikoid maruziyeti sonrası manik atak gelişmiş iki hasta
konunun önemini hatırlatmak ve dikkat çekmek için sunulmaya layık bulunmuştur. 1.olgu: 50 yaşında kadın hasta,
2 ay önce başlayan son 20 gün içinde artan şüphecilik, hayaller görme, uykusuzluk, zehirlendiğini düşünme ve
garip davranışlar yakınmalarıyla getirilmişti. Bacaklarında geniş ekimozlar, obesite, saç dökülmesi, buffalo hump,
hirsitusmus, amenore ve hipertansiyonu mevcuttu. Genel durum muayenesinde özbakımı ve impuls denetimi
azalmış, konuşma hız ve miktarı artmıştı.
Psikomotor ajitasyonu olan hastanın uyku ihtiyacı ve süresi azalmıştı. Ruhsal durum muayenesinde bilinci açık,
kooperasyonu tam işitsel ve görsel halusinasyonları mevcuttu. Duygulanımı eleve, duygudurumu disforikti.
Muhakemesi ve soyut düşüncesi bozulmuştu. Düşünce akışında düşünce hızı artmıştı çağrışımları dağınıktı,
konuşması amacına kısmen ulaşıyordu. Düşünce içeriğinde referans, perseküsyon ve mistik hezeyanları vardı.
Yapılan laboratuvar tetkiklerinde, ACTH/HPA aksında bozulma vardı. Tetkikler sonucunda Hipofiz MRI
görüntülemesinde adenohipofizde solid mikroadenom izlendi. Cushing sendromu tanısıyla endokrinoloji servisine
transfer edildi . Opere edilen hastanın semptomları geriledi. 2. Olgu: 6 gün önce göz hastalıkları servisinde sol
gözde glob perforasyonu sebebiyle opere edilmiş 36 yaşında, erkek hasta etrafı kırıp dökme, kendi kendine
konuşma, saldırganlık yakınmalarıyla getirildi. Taburcu edildikten 1 gün sonra uyumama ve konuşmada artma
şikayetleri başlamıştı. Konuşma miktar ve hızı artmıştı.
Duygulanımı eleve, duygudurumu disforikti. Düşünce akışında çağrışımları dağınıktı, konuşması amacına kısmen
ulaşabiliyordu. Düşünce içeriği grandiyöz ve mistik hezeyanları bulunan hastanın, işitsel ve görsel
halüsinasyonları mevcuttu. Hastanın göz hastalıkları servisinde postoperatif sistemik iv dexametazon 8mg/gün
tedavisi aldığı öğrenildi. Her iki hastanın da manik atağı glukokortikoidlerle tetiklenmişti ve glukokortikoid kan
seviyesinin düşmesiyle gerilemişti. Özel bir nöropsikiyatrik bozukluğa eğilim glukokortikoidlere maruz kalındığında
aynı bozukluğu geliştirmeye eğilimli hale getirmektedir.
Glukokortikoid reçetelemek gerektiğinde ilişkili ciddi nöropsikiyatrik yan etkiler hastalar, aileleri ve onları tedavi
eden hekimleri tarafından takip edilmelidir, bu yan etkilerin görüldüğü hastalarda ilacın kesilmesi ya da dozun
azaltılması düşünülmelidir.
PB 136
Bir Eğitim Hastanesinde İstenen Psikiyatri Konsultasyonlarının Değerlendirilmesi
Nursemin ÜNAL, Nermin GÜRHAN, Gonca GÜNAKAN
GATA Ortopedi ve Travmatoloji AD, Ankara
Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Psikiyatri Hemşireliği BD, Ankara
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nöroloji AD, Ankara
Amaç: Son yıllarda psikiyatri uygulamaları içerisinde önemli bir yere sahip olan Konsültasyon- Liyezon
Psikiyatrisi; emosyonel stres yaşayan fiziksel hastalığa sahip hastalarda psikiyatrik bozuklukların teşhisi, tedavisi,
izlenmesi ve önlenmesi üzerine odaklanmıştır. Bu çalışmanın amacı, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi
Konsultasyon Liyezon Psikiyatrisi (KLP)Polikliniği ’ nce verilen konsultasyon hizmetinin hastaların
sosyodemografik özelliklerine, konsultasyon isteyen kliniklere, konsultasyon istenme nedenlerine, konulan tanı ve
tedavilerine göre incelemektir.
Yöntem ve Gereçler: Mayıs 2012 tarihinde Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Konsultasyon Liyezon
Psikiyatrisi (KLP)Polikliniği ’nce konsultasyon hizmeti verilen hastalar alınmıştır. Çalışmaya katılmayı kabul eden
ve iletişim kurulabilen 44 hasta örnekleme alınmış, hasta bilgi formu ve KLP polikliğince konsültasyonda elde
edilen veriler toplanmıştır.
Bulgular: Çalışmaya 27’si (%61,4) kadın, 17’si (% 38,6) erkek olmak üzere 44 hasta katılmıştır.
Konsultasyonların %34,1’i dâhili branşlardan istenmiştir. Konsultasyon istenen hastaların fiziksel tanılarına
bakıldığında % 20,5’i kanser, % 13,6’sı ise kesinleşmemiş tanıydı. Hastalardan konsultasyon istenme nedenlerine
bakıldığına, %52,3 ile psikiyatrik değerlendirme istemi, %22,7’si depresif belirtiler ve % 9,1’i organik etyoloji
bulunamamasıdır. Yapılan psikiyatrik değerlendirme sonucunda hastaların %75’ine psikiyatrik bozukluk tanısı
konmuştur. En sık konulan tanılar % 40,9 depresyon, %13,6 anksiyete, % 6,8 uyku bozukluğudur.
Konsultasyonların %79,5’i yazılı olarak istenmiş ve % 63,6’sına aynı gün içinde gidilmiştir. Hastaların %68,2’sine
ilaç tedavisi başlanmıştır. İlaçların % 47,7’sini antidepresan grubu oluşturmaktadır. Hastaların %72,7’si ‘Nereden
geldiğimizi biliyor musunuz?’ sorusuna evet cevabı vermiştir. Bu grubun tamamına bilgi doktoru tarafından
verilmiştir. % 70.5’i konsultasyon istenme nedeni hakkında bilgi sahibiydi.
Tartışma ve Sonuç: Yatarak tedavi gören hastalarda, depresyon başta olmak üzere psikiyatrik bozukluklar sık
görülmektedir. Bu sebeple giderek önem kazanan KLP birimi hasta bireyin bütüncül yaklaşımla ele alınmasında;
psikiyatrik hastalıkların ve ölümlerin önlenmesinde, hastalığın daha çabuk iyileşmesinde, hastanede yatma
süresinin kısalmasında ve hastane maliyetinin düşmesinde etkin bir rolü vardır.
PB 137
Alzheimer Hastalığı Tanısında Karboksipeptidaz E Bağlantısı
Gizem Kurt*, Niamh Cawley**, Peng Loh**, Tulin Yanik*
* ODTÜ Biyolojik Bilimler, Ankara, Türkiye; ** NICHD, NIH, Bethesda, MD; USA
Amaç : Dünya genelinde 35 milyon insan Alzheimer hastalığından muzdariptir. Amiloid öncül proteininde olduğu
gibi birçok gendeki mutasyonların Alzheimer’a sebep olduğu gösterilmiş olsa da vakaların yaklaşık %95inin
sebebi bilinmemektedir. Öncül hormon işleyen bir enzim olan Karboksipepdidaz E (CPE)’nin, erişkin fare
beyninde hipokampüsün CA3 bölgesindeki nöronların hücre yapılarını korumalarında (nöroproteksiyon) önemli bir
rol oynadığı gösterilmiştir. Bu çalışmadaki amacımız, CPE’nin nörodejenerasyondaki rolünü belirleyip Alzheimer
hastalığına neden olabilme olasılığını açıklayarak hastalığın erken teşhisine ve/ya tedavisine yönelik katkıda
bulunmaktır.
Yöntem ve Gereçler : İnsan CPE genindeki nörodejenerasyonla bağlantılı olabilecek muhtemel mutasyonları
araştırmak için, yinelenmeyen nükleotit sekansı veribankasında insan CPE nükleotit sekansıyla GeneBank EST
veribankasına karşı yapılan veribankası araştırması yapılmıştır. Nörodejenerasyonla bağlantılı olabileceği
düşünülen bir mutasyon için oluşturulan konstraktla mutant CPE’nin biyosentezi, işlenmesi ve trafiği üzerine fare
nöroblastoma hücrelerinde (N2A) çalışılmıştır. Mutant ve yabanıl tür proteinlerin görüntülenmesi ve analizi
Western Blot methoduyla uygun antikorlar kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Daha sonraki aşamalarda, ER stresi ve
mutant CPE’nin agregasyonu N2A hücre hattında incelenecektir.
Bulgular : Veri bankası araştırmaları sonucunda, Alzheimer’lı korteks dokusunda bulunan, sekansa 3 adenozin
eklemesinin görüldüğü bir girdi bulunmuştur. Mutasyonun, CPE’nin amino ucundaki sekansa 9 yeni amino asit
eklenmesine neden olduğu görülmüştür. Mutant CPE üzerine N2A hücre hattında yapılan araştırmalar, mutant
proteinin yapıldığını fakat normal şekilde salınamadığını göstermiştir. Dikkat çekici olan, salınımla ilgili çalışmalar
sonucu, mutant proteinin aynı zamanda yabanıl tür CPE’yi yanlış yönlendirerek, konstütatif salınım yolağına
girmesine neden olduğu tespit edilmiştir. Bu bulgu, CPE’deki mutasyon tek bir alelde bulunsa bile, mutant
proteinin yabanıl türün hücre içi trafiğini ve salınımını etkileyeceğine; dolayısıyla yabanıl tür CPE’inin nöronları
koruma özelliğini göstermesi için yetersiz kalabileceğine işaret etmektedir.
Tartışma ve Sonuçlar : Yabanıl tür CPE nöronların nöroproteksiyonunu sağlamaktadır. Elde edilen
bulgularımıza dayanarak, yaşlanmış nöronlarda CPE mutasyonunun nörodejenerasyona, dolayısıyla Alzheimer
gibi nörodejeneratif hastalıklara sebep olabileceğini düşünüyoruz. Nöron hücre hattında halen devam eden diğer
çalışmalarımızla CPE mutasyonunun hangi hücresel mekanizmalarla nörodejenerasyona neden olduğunu
aydınlatmayı hedeflemekteyiz. Araştırmamızın sonuçlarının, Alzheimer hastalığının yeni bir genetik sebebinin
tayin edilmesine ve böylece erken tanısına ve etkin tedavi yöntemlerinin oluşumuna katkı sağlayacağını ön
görmekteyiz.
PB 138
Venlafaksin Kullanımına Bağlı Gelişen Akselere Hipertansiyon
Yüksel Kıvrak*, Tolga Sinan Güvenç**, Nurcihan Akbulut*, İbrahim Yağcı*, , Yelda Yenilmez*, Süleyman
Gündüz***, Bahattin Balcı** * Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı ** Kafkas
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı *** Kars Devlet Hastanesi, Psikiyatri Bölümü
Giriş ve Amaç: Venlafaksin, major depresif hastalık tedavisinde kullanılan bir seratonin-norepinefrin geri alım
inhibitörüdür. Venlafaksine bağlı hipertansiyon, özellikle 150 mg/gün üzerinde dozlarla görülebilmekle birlikte, kan
basıncındaki yükselme hafif ve geçicidir. Bu raporda, genç bir hastada günde 150 mg/gün venlafaksin
kullanımına bağlı gelişen akselere hipertansiyon vakası bildirmekteyiz.
Vaka Sunumu: Major depresif hastalık tanısı mevcut olan 23 yaşında erkek hasta, antidepresan tedaviye
rağmen devam eden semptomlar nedeni ile kliniğimize başvurdu. Başvuru anında TA: 120/70 mmHg ve nabzı 76
vuru/dakika olan hastanın fizik muayenesi normaldi. Özgeçmişinde veya soygeçmişinde hipertansiyon veya
kronik renal hastalık bulunmayan hastaya, SCID-1 kriterlerine göre major depresyon tanısı konularak venlafaksin
75 mg/gün başlandı. Tedavinin beşinci ayında kontrole gelen hastada semptomların sebat etmesi üzerine
venlafaksin dozu 150 mg/gün’e yükseltildi.
Düzenli kontrollere gelmeyen hastanın, tedavi başlangıcından sonraki 10. aydaki muayenesinde zaman zaman
başağrısının ve burun kanamasının olduğunu söylemesi üzerine ölçülen kan basıncı 210/170 mmHg olarak
saptandı ve hasta hospitalize edildi. Venlafaksinin kesilmesinden sonra yapılan takiplerinde kan basıncı 140/90’ın
altında ölçülen hastada sekonder hipertansiyonun dışlanması amacıyla serum sodyum ve potasyum ölçümü,
idrarda protein ölçümü, ekokardiyografi, renal ultrasonografi ve 24 saatlik idrarda vanil mandelik asit ölçümü
istendi. Yapılan tetkikleri normal sınırda saptanan hastada hipertansiyonun venlafaksin kullanımına bağlı geliştiği
düşünüldü ve hasta taburcu edildi.
Tartışma ve Sonuç: Diastolik kan basıncının 120 mmHg’yi aştığı durumlarda, hipertansiyona bağlı akut
komplikasyonlar (akut kalp yetmezliği, stroke, aort diseksiyonu vb.) görülebilir. Venlafaksin ile ilgili yapılan bir
çalışmada, bu ilacın kan basıncını arttırabileceği ancak bu artışın ortalama 7 mmHg olduğu gösterilmiştir. Bu
vaka, venlafaksin ile nisbeten düşük dozlarda bile akselere hipertansiyon gelişebileceğini göstermektedir. Bu
nedenle, venlafaksin başlanan hastaların kan basıncı takibinin düzenli yapılması bu gibi komplikasyonların
erkenden fark edilmesinde önemlidir.
PB 139
Psikiyatri Eğitiminde Grup Terapisinin Rolü: Bir Üniversite Kliniğinin Deneyimi
Ekin Sönmez, Hülya Kervan*, Ömer Yanartaş, Ender Atabay, Güler Özkan**, Kemal Kuşçu
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı *Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Başhemşiresi **Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Psikiyatri Kliniği Psikoloğu
Amaç: Asistan eğitimi, psikiyatrideki güncel tartışma alanlarından biridir. Medikalizasyonun, diğer branşlarda
olduğu gibi psikiyatride de hakim paradigma olduğu görülmektedir. Bunun bir yansıması olarak, sinirbilim ve
psikofarmakolojideki gelişmeler, psikiyatri eğitiminde dengeyi psikoterapi aleyhine bozmuş ve biyopsikososyal
model üzerinden eğitim ve pratiğe verilen önem azalmıştır. Ruh sağlığı çalışanlarına yönelik birçok eğitim
programı bireysel terapi modeline dayalıdır ve grup terapisi eğitimini programın bir eklentisi olarak sunmaktadır.
Bu çalışmada grup terapisi deneyimine psikiyatri eğitimi alan kişilerin bakışının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nde Temmuz-Ağustos 2012
tarihlerinde yatan hastalarla yapılan grup terapisi süreci incelenmiştir. Özellikle grup terapisinin tedavi edici ekibin
profesyonel gelişimine ve kişilerarası klinik becerilerinin gelişimine etkileri gözden geçirilmiştir. Bu dönemde grup
terapisine katılan klinik çalışanlarına araştırmacılar tarafından hazırlanan bir anket uygulanmış ve yarı
yapılandırılmış bir görüşme yapılmıştır.
Bulgular: Katılımcıların grup terapisi hakkındaki görüş ve tutumları; hastalarla ilişkileri, klinikteki diğer
çalışanlarla ilişkileri ve bir psikiyatri çalışanı olarak kendileri hakkındaki fikir üzerine etkileri başlıklarında
incelenmiştir. Ayrıca katılımcıların grup terapisi etkinliği sırasında zorlandıkları noktalar ve geliştiğini düşündükleri
becerileri üzerine öznel ifadeleri yorumlanmıştır. Katılımcıların çoğu, grup terapisini etkin bir terapötik yöntem
olarak görmekte; fakat eğitimlerinde grup terapisine yeterince ağırlık verilmediğini düşünmektedir. Klinik
çalışanları, hastalarının grup terapisinden en çok içgörü kazanma, empati becerilerinin gelişmesi, tedaviye
uyumlarının kolaylaşması noktalarında fayda gördüklerini düşünmektedir. Kendi kazandıkları becerileri, gözlem
gücünün artması, ilişkilerinde önyargının azalması, olumsuz eleştirilere toleransın artması olarak ifade etmişlerdir.
Grup terapisinin klinik çalışanlarının birbirleriyle ilişkilerinde saygıyı ve uyumu artırdığı görüşü vurgulanmıştır.
Tartışma ve Sonuç: Grup terapisi, belirli sürede çok sayıda hastayı ilişkileri üzerinden tartışma imkanı vermekte,
özellikle terapötik ilişkide hastaların gerçek kimliklerini, hekimlerin de terapötik kimliklerini ortaya koymalarını
sağlamaktadır. Tedavi boyunca hastalar ve klinik çalışanlarının hem kendi aralarında hem de birbirlerine karşı
gelişen yabancılaşmayı minimalize edebilme olanağı sunmaktadır. Bu bağlamda grup terapisi daha çok hastaya
daha doğrudan bir ruh sağlığı hizmeti verilebilme ve bunun için uygun terapötik alanı yaratma potansiyeli
taşımaktadır. Grup terapisi bütünlüklü bir psikiyatri eğitiminin temel bileşenlerinden biri olmalıdır.
PB 140
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ ndeki Psikiyatri Konsültasyonu Uygulamaları
Şevin Hun, Mevhibe İrem Yıldız
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı
Giriş: Konsültasyon liyezon psikiyatrisi fiziksel hastalığı olan ya da cerrahi girişim uygulanan hastalarda görülen
ruhsal kriz ve hastalıkların araştırılması, tanısı, tedavisi, izlenmesi ve önlenmesine yönelik hizmet sunan
özelleşmiş bir psikiyatri disiplinidir. Tıbbi hastalığı olanlarda genel popülasyona göre daha fazla psikiyatrik
bozukluk rastlanmaktadır. Deliryum, depresyon, panik ve somatizasyon bozukluğu hastanede yatan hastalarda
daha sık olarak gözlenmektedir. Ek tanılı durumların hastanede yatış süresi ve yeniden hastaneye yatışlar için bir
risk etmeni olduğu kabul edilmektedir.
Amaç ve Yöntem: Bu çalışmada Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi yataklı servislerinde, yoğun
bakım ünitelerinde ve büyük acil serviste Ocak-Şubat 2012 tarihlerini kapsayan dönemde izlenmekte olan ve
psikiyatri bölümüne konsülte edilmiş 176 vakanın genel özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Veriler
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi hasta veritabanında bulunan psikiyatri bölümü konsültasyon
notları ve hasta dosyalarından elde edilmiştir.
Bulgular: İki aylık dönemde en fazla psikiyatri konsültasyonu isteyen bölümler sırasıyla iç hastalıkları (%25), acil
servis (%17), yoğun bakım üniteleri (%10) ve genel cerrahi (%8) olmuştur. Psikiyatriye hastaların danışılma
nedeni ise sıklık sırasıyla depresyon (%30), ajitasyon/deliryum (% 16), cerrahi öncesi psikiyatrik değerlendirme ve
ilaç düzenlenmesi (%15), özkıyım girişimi (%10), anksiyete (%6), uyku problemi (%3) ve alkol, madde kullanımı
(%2) olarak saptanmıştır. İki aylık zaman diliminde en çok konulan tanılar duygudurum bozuklukları (%31),
deliryum (%12) ve bunaltı bozuklukları (%9) olmuştur. Deliryum tanısı konan hastaların %50’si sonraki altı aylık
dönem içerisinde ex olmuş olup bu hastaların büyük çoğunluğu kanser nedeniyle hastanede yatmaktadır.
Özkıyım girişimlerinin 11’i dürtüsel özellikte olup 4 hastada duygudurum bozukluğu tespit edilmiştir. İki aylık
dönem boyunca konsülte edilen vakaların 28’i tekrar konsülte edilmiştir ve tedavileri düzenlenmiştir. 30 hasta ise
ilgili bölümden taburculuğu sonrası psikiyatri polikliniğine başvurmuştur.
Sonuç: Hem kriz durumlarına müdahalede hem de tıbbi hastalığa eşlik eden psikiyatrik durumların ortaya
çıkarılması için konsültasyon liyezon psikiyatrisi büyük önem taşımaktadır. Hastanede yatmakta olan hastalarda
sık görülen psikiyatrik ek tanılar konusunda tedavi ekibinin iyi eğitimli olması ve zamanında psikiyatri bölümüyle
temasa geçip ortak bir tedavi stratejisi belirlenmesi büyük önem taşımaktadır
PB 141
İçe Bakış ve İçgörü Ölçeğinin Türkçe Uyarlamasının Güvenirlik ve Geçerliği Ön Çalışması
İshak Sayğılı, Hüseyin Güleç, Ayşe Şafak Ayvazoğlu
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Daha çok psikodinamik yaklaşımda yer bulan içe bakış ve içgörü değişkenlerinin klinik görünümlerdeki etkinliği
hakkında bilgilerimiz sınırlı durumdadır. Bu alanı değerlendirmeye yönelik geliştirilen araçlardan birisi de İçe bakış
ve İçgörü ölçeği'dir (Self-reflection and Insight Scale, SRIS). Ölçek "içe bakış", "içe-bakışa ihtiyaç" ve "içgörü"
olmak üzere üç alt faktörden oluşmaktadır. Bu çalışmada, ruhsal süreçlerdeki etkinliğinin araştırılmasına olanak
sağlaması için İçe bakış ve İçgörü Ölçeği’nin Türkçe uyarlamasının psikometrik özellikleri incelenmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya ruhsal ve fiziksel bir hastalığı olmayan 101 kişi dahil edildi. Demografik ve klinik veriler
kişilerin beyanına göre elde edildi ve tüm katılımcılardan yazılı onam alındı. Bulgular: Yapılan faktör analizi
sonucunda üç faktörlü yapının ölçeği en iyi temsil ettiği görüldü. Ölçeğin iç tutarlık katsayısının 0.71 olduğu
görüldü. Alt ölçeklerin iç tutarlığı 0.56-0.70 arasında olduğu görüldü. Sonuç: Üçüncü boyut için bulguların
değerlendirilmesinde dikkatli olunması önerisi ile ölçeğin Türk örnekleminde kullanılmasında psikometrik
özelliklerin yeterli olduğu görülmektedir. Bazı maddelerin tekrar gözden geçirilmesi ve kültüre özgü değişikliklerin
de yapılması sonrasında ölçeğin başka klinik örneklemlerle de araştırılması gerekmektedir.
PB 142
Penguen ve Uykusuz Mizah Dergilerindeki Psikoterapi Konulu Karikatürlerin Üstünlük Kuramı ile
Çözümlenmesi
Serpil Aygün Cengiz, Elif Odabaş
Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi (Ankara),
Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Hastanesi (Ankara)
Amaç: Çalışmanın amacı, günümüz mizah dergilerinde karikatüristlerin gözüyle psikoterapi/psikoterapistin
temsilini değerlendirebilmek amacıyla Charles Gruner’in geliştirdiği bir mizah teorisi olan üstünlük kuramı
bağlamında psikoterapi/psikoterapistin temsilinin neliğine ilişkin saptayımlarda bulunmaktır.
Yöntem ve gereçler: Araştırmada, haftalık olarak yayımlanan Penguen ve Uykusuz mizah dergilerinin 20092010 yıllarında yayımlanan tüm sayıları incelenmiş ve psikoterapi konulu toplam 21 karikatür saptanmıştır. Bu
karikatürlerden 14’ü Penguen, 7’si ise Uykusuz Dergisi’nde bulunmaktadır. Söz konusu karikatürlerde
terapi/terapistin temsili önemli bir mizah kuramı olan üstünlük kuramı ile irdelenmektedir.
Bulgular: Araştırmada incelenen 21 karikatürde terapistin mesleki kimliğinin anlaşılmasını sağlayan öğeler beyaz
önlük, duvarda asılı diploma, “Dr.” yazılı tabela, odanın içindeki divan ya da konuşma balonlarında kullanılan
ifadelerdir. Aristoteles’in gülmenin aslında alayın bir türü olduğu konusundaki görüşlerini geliştirerek mizahta
üstünlük kuramını geliştiren Charles Gruner’e göre mizah, gerçek bir saldırıdan farklı olarak şakacı saldırıdır.
Üstünlük kuramı açısından bakıldığında karikatüristin terapiye/terapiste yönelik eleştirileri iki başlık altında
toplabilmektedir. Eleştirilerden ilki, psikoterapide var olduğu düşünülen, kişinin kendi sorunlarını kendisinin
çözemeyeceği fikrine yöneliktir. Örneğin, divanda uzanmış bir hastasına “Çocukluğunuza dönelim… Bana
çocukluğunuzu anlatın lütfen” diyen terapiste elindeki Andersen masalları kitabını uzatan hasta, “Hay yaşa,
şurdan bir masal okusana” demektedir [Penguen Dergisi, 2010, Sayı 38, No 417]). İkinci temel eleştiri ise
terapistin normal/olağan olanı anormal/patolojik şeklinde gösterdiğine duyulan inançtan kaynaklanmaktadır.
Örneğin, divana uzanmış bir hasta, “Kapal[ı] alan korkusu var sizde” diyen terapiste “Sen de yok sanki gudik” diye
yanıt vermektedir (Penguen Dergisi, 2009, Sayı 30, No 357).
Sonuç: Karikatür, abartılılı biçim bozmalar ve dilsel ifadeler dolayımıyla bir mizah yapma sanatı olarak kendi
içinde çok yoğun toplumsal eleştiri gücünü de barındırmaktadır. Güncel mizah dergilerinde yer alan psikoterapi
konulu karikatürlerde ifade edilen terapiye yönelik eleştiriler (terapinin gerekli olmadığı ve ayrıca
etiketlediği/stigmatize ettiği fikri) terapinin toplum tarafından nasıl alımlandığı üzerine tartışılmaya değer önemli
bilgiler sunmaktadır.
B 143
Pisa Sendromu: Bir Olgu Sunumu
*Murat Açar, **Abdurrahman Şeref Gülseren,***Dursun Hakan Delibaş,
* İzmir Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İzmir
** İzmir Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İzmir
***İzmir Bozyaka Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İzmir
Giriş: Pisa sendromu (pleurothotonus ), ilk kez 1972 yılında Ekbom ve arkadaşları tarafından, gövdede gelişen
bir geç distoni türü olarak tanımlanmış olup, gövdenin laterale deviasyonu ve sagital eksende hafif arkaya
rotasyonu şeklinde tanımlanmıştır. Sendromun en sık sebebi antipsikotik ilaç kullanımı olup, nörolojik patolojilerle
birlikte ve idiopatik olgular şeklinde de görülebilmektedir (1).
Olgu: M.Ç. 34 yaşında erkek hasta. Yaklaşık 15 yıl önce şizofreni tanısı konulan ve uzun dönem haloperidol
kullanan hastanın ilk şikâyetleri 8 yıl önce risperidon dozunun 4 mg/gün'den 8 mg/gün'e çıkılmasıyla, bel ve
boyun bölgesinde kasılmalar şeklinde başlamış. Çeşitli psikiyatri kliniklerinde değerlendirilen hastanın tedavisine
5 yıl önce biperiden 6 mg/gün ile ketiapin 900 mg/gün eklenmiş ve risperidon kademeli olarak azaltılarak kesilmiş.
Ancak psikotik bulguların tekrarlaması üzerine risperidon tedavisine yeniden başlanmış. İzlemde şikâyetleri
ilerleyen ve yürüme güçlüğü gelişen hasta kapalı servise yatırıldı. Ruhsal durum muayenesinde anhedoni, anerji
ve avolusyon tanımlanan hastanın fizik muayenesinde lomber ve servikal bölgede artmış kas tonusu ile gövdede
antevert fleksiyon ile laterale deviasyon şeklinde postür anomalisi saptandı. Hastanın rutin tahlilleri B12 vitamini
eksikliği dışında olağandı. Organisite ekartasyonu açısından yapılan kranial ve spinal kanal MR çalışmaları, EEG
ve EMG tetkikleri, tüberküloz, viral ve romatolojik marker sonuçları normal olarak sonuçlandı. Hastanın kullandığı
antipsikotikler ve biperiden tedavisi kademeli olarak kesilerek klozapin tedavisi başlandı. Nöroloji bölümüne
danışılan hastanın tedavisine baklofen 20 mg/gün eklendi. Yatışında “Ekstrapiramidal belirtileri değerlendirme
ölçeği” (EPBDÖ) puanı 6 (çok ağır) olan hastanın izlemde puanı 4'e (orta şiddetli) geriledi. Yürüme güçlüğünde
belirgin iyileşme gözlendi. Anhedoni ve avolusyon şikâyetinde de gerileme oldu. Fizik tedavi egzersizleri de
önerilen hasta klozapin 500 mg/gün ve baklofen 20 mg/gün ile taburcu edildi. Hastanın poliklinik izlemi devam
ediyor.
Tartışma: Pisa sendromu özellikle D2 reseptörlerine etkin antipsikotiklerin uzun süreli ve yüksek dozda
kullanımında görülmektedir (2). Sendrom gelişirse kullanılan antipsikotik tedavisi kesilmeli, ekstrapiramidal sistem
yan etki profili düşük antipsikotiklere geçilmeli, ayrıca tetrabenazin, baklofen gibi miyorölaksan ilaçlar tedaviye
eklenmelidir (3). Nitekim olgumuz da yüksek potensli antipsikotikleri uzun süre yüksek dozda kullanmış; klozapin
ve baklofen tedavisinden fayda görmüştür.
Kaynaklar:
(1) Suzuki, Matsuaka CNS Drugs 2002; 16 (3): 165-174.
(2) Güzey C, Scordo MG, Spina E, Landsem VM, Spigset O. Antipsychotic-induced extrapyramidal symptoms in
patients with schizophrenia: associations with dopamine and serotonin receptor and transporter polymorphisms.
Eur J Clin Pharmacol.2007 Mar;63(3):233-41. Epub 2007 Jan 17
(3) Öztürk, Türk, Oral. İlaca Bağlı Geç Başlangıçlı Hareket Bozuklukları Klinik Psikofarmakoloji Bülteni, Cilt: 16,
Sayı: 4, 2006
PB 144
Fluoksetin Kullanımına Bağlı Saç Dökülmesi: Olgu Sunumu
Birmay Çam*, Aslı Bilgin**
*Balıkesir Atatürk Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Balıkkesir
**Zonguldak Atatürk Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Zonguldak
Psikotrop ilaçlar ürtiker, alopesi yanısıra anjioödem, vaskülit gibi ciddi dermatolojik yan etkilere yol açabilir.
Yapılan bir araştırmada SSGI’lere bağlı tüm yan etkilerin %11,4’ünün dermatolojik yan etkiler olduğu, en fazla
fluoksetin’e bağlı olduğu ve en sık olarak raş görüldüğü belirtilmiştir(1). Daha çok lityum, vaproatla ilişkilendirilen
saç dökülmesi SSGI ile de olgu sunumları şeklinde ve en fazla fluoksetinle bildirilmiştir(2). Psikotrop ilaçların
özellikle saç gelişim döngüsünün telojen dönemini etkileyerek saç dökülmesine neden olduğu kabul edilmektedir.
Saç dökülmesi ilacın alımını takiben birkaç ayda ortaya çıkmakta, ilaç kesildikten 3-5 ay sonra saçlar normale
dönmektedir(3).
Olgu: 40 yaşında kadın hasta. Moralsizlik, tahammülsüzlük, sinirlilik, uyku artışı yakınmaları ile psikiyatri
polikliniğine başvuran hastanın özgeçmişinde astım bronşit tanısı mevcut. Hastanın öyküsünden iki yıl önce de
benzer şikâyetlerle essitalopram 10mg başlandığı, 6 ay kullandığı ancak kilo alımından şikâyetçi olduğu öğrenildi.
Hastaya depresif bozukluk tanısıyla fluoksetin 20mg/gün başlandı. Birinci ayın sonunda depresif semptomları
gerileyen hastanın saç dökülmesi başladı.
Dermatoloji tarafından değerlendirilen tiroid hormonları başta olmak üzere diğer hormon tetkikleri, karaciğer
böbrek fonksiyon testleri, hemogramı, demir, çinko, bakır, B12, folik asit düzeyleri normal olan, menopozda yada
gebe olmayan hastanın uzun zamandır sadece astım bronşit tedavisi gördüğü, saç dökülmesine neden olabilecek
başka yeni herhangi bir ilaç kullanmadığı öğrenildi. Hastanın saç dökülmesi fluoksetin kullanımına bağlandı,
tedavi kesildi. Tedavinin kesilmesinin ardından saç dökülmesinin durduğu gözlendi. Hastada duloksetin
tedavisine geçildi, herhangi bir yan etki gözlenmeyen hastanın tedavisi kısmi düzelme ile deam etmektedir.
Sonuç: Tedavi öncesi hastaların ilaçlara bağlı dermatolojik yan etki öyküsü alınmalı, olası dermatolojik
reaksiyonlar açısından hasta izlenmelidir.
Kaynaklar:
1- Spigset O. Adverse reactions of selective serotonin reuptake inhibitors: reports from a spontaneous
reporting system. Drug Saf 1999; 20:277-287.
2- 2- Gautam M. Alopecia due to psychotropic medications. Ann Parmacother 1999; 33:631-637. 3Blankenship ML. Drugs and alopecia. Australas J Dermatol 1983; 24: 100-4.
PB 145
Bir Olgu: Prolaktin Yüksekliğinin Eşlik Etmediği Psikojenik Galaktore
Aslıhan Polat (1), Hatice Sodan Turan (1), Uğur Çakır (2)
(1) Kocaeli üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kocaeli
(2) Kocaeli Derince Eğitim Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Kocaeli
Amaç: İki memenin duktal kanallarından, kendiliğinden süt gelmesi galaktore olarak adlandırılır. Birçok
genel tıbbi durum, çeşitli ilaç kullanımları galaktoreye neden olabilmektedir (1). Yazında prolaktin
yüksekliğinin eşlik etmediği, ilaç kullanımının olmadığı, eşlik eden genel tıbbi durumun saptanmadığı
olgular bildirilmiştir (2). Bu tablo Nune’s Sendromu olarak da adlandırılmaktadır (3). Bu yazıda bir olgu
özelinde psikojenik galaktore olgusu tartışılacaktır.
Olgu: ŞA, 22 yaşında, yüksekokul mezunu, bekâr, öğretmen, geniş ailede yaşayan kadın hasta,
memeden süt gelmesi ve adet düzensizliği nedeniyle kadın hastalıkları ve doğum hekimine başvurmuş.
Yapılan tetkik ve muayenelerinde her iki memeden de süt geldiği, durumu açıklayacak patoloji olmadığı
saptanmış. Psikiyatriye yönlendirilen hastanın öyküsünde ev içi fiziksel ve sözel şiddete maruz kalma,
geniş ailede olmakla ilgili yaşadığı güçlükler mevcuttu. Özellikle öfkelendiğinde ya da sorun yaşadığında
memeden süt geldiği öğrenildi. Yarım paket/gün sigara kullanımı olan hastanın eşlik eden bir hastalığı
mevcut değildi. Ruhsal durum muayenesi, psikometrik incelemeleri, genel tıbbi durumu ile ilgili tetkik ve
konsültasyonları yapıldı. DSM IV-TR tanı sınıfandırma sistemine göre eksen I’de tanı almadı, eksen
II’de B kümesi kişilik özellikleri, Eksen IV’te ise birincil destek grubu ile sorunlar mevcuttu.
Sonuç: Süregen travmatik yaşantıların ve psikojenik etmenlerin bedenselleştirilmesini çarpıcı şekilde
ortaya koyan bu olguda da görüldüğü gibi galaktore için altta yatan bir neden bulunamayan durumlar
olabilmektedir. Galaktorede prolaktin yüksekliği bizim için önemli bir değer olmakla birlikte prolaktin
seviyesi normal iken de galaktore ortaya çıkabilmektedir. Galaktoreyi ortaya çıkarabilecek durumlarla
ilgili ayrıntılı araştırmalara ve olgu sunumlarının bildirilmesine ihtiyaç olduğu açıktır.
Kaynaklar:
1.Feuchtl A, Bagli M, Stephan R ve ark. (2004), “Pharmacokinetics of M-Cholorophenylpiperazine After
İntravenous and Oral Administration in Healthy male Volunteers: Implication fort he Pharmacodynamic
Profile”, Pharmacopsychiatry, 37:180-8.
2.Clavero JT, Vallverdu F, Gutierrez N, Redondo G (2001), “Un Caso de Galactorrea Psicogena Sin
Hiperprolactinemia o Sindrome de Nunes”, Medifam, 11:619-621.
3.Cepicky P, Podruzek P (1987), “Psychogenic Galactorrhea (Nunes Syndrome)”, Cesk Gynekol,
52:132-3.
PB 146
Fluoksetin ile Başarılı Bir Şekilde Tedavi Edilen Siklik Kusma Sendromu: Bir Olgu Sunumu
Hatice Altun*, Özlem Gül Eser**, Ali Nuri Öksüz***
*Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
AD, Kahramanmaraş
** Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD,
Kahramanramaş
*** Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kahramanmaraş
Giriş: Siklik kusma sendromu (SKS), daha çok çocuklarda ve adelösanlarda görülen henüz etiyolojisi
bilinmeyen, herhangi bir organik sebep olmaksızın, saatlerce veya günlerce bulantı ve kusma
ataklarının görüldüğü bir sendromdur. Kusma periyodları arasında hasta normal yaşamına devam
etmektedir. SKS’nin tedavisi konusunda tam bir görüş birliği bulunmamaktadır. Bu olguda, SKS tanısı
konan, Fluoksetin’le tam remisyon sağlanan bir kız hasta tartışıldı.
Olgu: 14.5 yaşında kız hasta. 13 yaşındayken pediatrist tarafından, kusma etyolojisinin açıklanamaması
üzerine polikliniğimize yönlendirildi. Hastanın ilk kusma atağı iki yaşında başlamış. Bir yılda 9- 10 kez
kusma atağı oluyormuş ve ataklar 3 gün sürüyormuş. Kusma öncesinde birkaç saat süren bulantısı ve
atak sırasında hastanede yatmasını gerektirecek şekilde halsizlik, baş ağrısı oluyormuş. Yapılan
tetkiklere göre kusmaya neden olabilecek herhangi bir organik neden saptanmamış. Sıvı elektrolit
desteği ve antiemetik tedavilerle hastanın atakları kontrol altına alınıyormuş. Atakların koruyucu tedavisi
için herhangi bir ilaç kullanmamış. Hasta ataklarının olmadığı dönemlerde günlük işlevine devam
ediyormuş.
Genellikle stresli durumlarda atakları artma göstermekte birlikte, bazı kusma ataklarının herhangi bir
stres faktörüyle ilişkisi yokmuş. Ayrıca hasta kusma nedeniyle hastanede yatmaktan rahatsız
olmaktaymış. Özgeçmişinde ve soygeçmişinde özellik yoktu. Yapılan psikiyatrik muayenede, herhangi
bir psikiyatrik tanı almamasına rağmen, yapılan ‘Durumluluk-Süreklilik Kaygı Ölçeği’ne göre kaygı
düzeyinin yüksek olduğu saptandı. Yapılan tüm tetkikler ve fizik muayene sonucu normal olan hastaya,
hastalığın klinik bulgularına göre SKS tanısı konuldu.
Tartışma: Hastalığın tedavisi; atağın önlenmesi, atak tedavisi ve atak aralıklarının uzatılması
stratejilerini içerir. Antidepresanlar, migren ilaçları ve antiepileptikler SKS'nin koruyucu tedavisinde
kullanılmaktadır. Literatürde SKS’li hastalarda Fluoksetin kullanımıyla ilgili yayına rastlanılmamıştır.
Hastaya koruyucu tedavi olarak; kaygı düzeyinin yüksek olması ve bazı atakların stresle tetiklenebilmesi
nedeniyle Fluoksetin 20 mg/gün başlandı. Tedavinin 3. ayında hafif şiddette, yatarak tedavi
gerektirmeyecek şekilde, 1 gün süren kusma atağı oldu. Daha sonraki 15 aylık izlem süresince kusma
ataklarında tam düzelme gözlendi. Bu olgunun Fluoksetin’le belirtilerinin düzelmesi, kaygısının
azalmasına bağlı olabileceği gibi, bilinmeyen bir mekanizmayla da ilişkili olabileceği düşünüldü.
Sonuç: SKS, peryodik kusma ataklarıyla başvuran çocuklarda akılda tutulmalıdır. Ayrıca hastaların
psikiyatrik açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir. Koruyucu tedavisinde antidepresanların etkinliğini ve
güvenilirliğini değerlendirmek için klinik çalışmalar yapılmalıdır.
PB 147
Cotard Sendromu: Bir Olgu Sunumu
*Murat Açar, **Almıla Erol, **Levent Mete
*Ass. Dr., **Doç. Dr., İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği
Giriş: Cotard sendromu ilk kez 1880 yılında Jules Cotard tarafından tanımlanmıştır. Bu sendromda kişi
karakteristik olarak organları ve bedeni dahil tüm varlığını, statüsünü ve sahip olduğu her şeyi kaybettiğini
düşünür (1). Hastalar bedenlerinin ve organlarının bir bölümünün ya da tamamının ölü olduğuna inanırken, bir
yandan da ilginç bir biçimde ölümsüz oldukları sanrılarına sahip olabilirler. Cotard sendromu pek çok psikiyatrik
hatta organik bozuklukla birlikte görülebilir (2).
Olgu: 32 yaşında bekar, ilkokul mezunu, kardeşleriyle İzmir'de yaşayan, çalışmayan kadın hasta. İlk yakınmaları
2006 yılında iki yakınının arda arda ölümü sonrası suçluluk düşünceleriyle başlamış. Mutsuzluk, anhedoni,
avolusyon, anerji, iştahsızlık, suisidal düşünceler ve kollarının kendisine ait olmadığını düşünme eklenmiş.
Zamanla ölü olduğunu düşünmeye başlamış. 2008 yılında Olanzapin ve Karbamazepin, 2009'da Sertralin ve
Olanzapin, 2010'da Risperidon, Venlafaksin ve Lityum, Ocak 2012'de Aripiprazol ve Lityum ile tedavi görmüş. Her
defasında yakınmaları düzelen hasta ilaçları kendiliğinden bırakmış ve yakınmaları tekrarlamış. Kapalı servise
yatırılan hastanın ruhsal durum muayenesinde depresif duygulanım, anhedoni, negativist tutum, psikomotor
etkinlikte azalma saptandı. “Ben öldüm, bu dünyada değilim, kollarım bende değil” şeklinde nihilistik sanrılar ile
kendisini mezarda görme şeklinde görsel varsanılar tanımlandı.
“Ben yokum siz sadece elbiselerimi görüyorsunuz” diyor ve uğraşılara katılmıyordu. Hastaya psikotik bulgulu
depresyon, Cotard sendromu tanısı konularak izleme alındı. Vitamin B12 eksikliği dışında rutin incelemeleri
olağandı. Beyin MRG ve EEG incelemeleri normal sınırlardaydı. Venlafaksin 75 mg/gün ve Aripiprazol 10 mg/gün
başlandı ve Aripiprazol dozu 25 mg/güne çıkıldı. Yaklaşık bir ay boyunca yakınmalarında düzelme olmaması, ilaç
ve yiyecek alımının hiç olmadığı günlerin olması üzerine hastaya Elektro Konvulzif Tedavi (EKT) başlandı.
Aripiprazol 25 mg/gün ile kombine sekiz seans EKT uygulanan hastanın belirtileri tam düzeldi.
Tartışma: Cotard sendromu ender görülür. Hastalarda değişik psikiyatrik belirtiler olabilir. En çok görülen belirtiler
depresif duygudurum, nihilistik sanrılar, suçluluk ve ölümsüzlük düşünceleridir. Nitekim, bizim hastamızın
belirtileri de bu çerçeve içerisindedir. Cotard sendromunun tedavisinde çeşitli ilaçların yanı sıra EKT de
önerilmektedir (3). Hastamızda da EKT tedavisi başarıyla sonuçlanmıştır.
Kaynaklar: 1) Fochtmann LJ, Mojtabai R, Bromet EJ. Other psychotic disoders. In: Sadock BJ, Sadock VA, Ruiz
P editors. Comprehensive Textbook of Psychiatry. 9th Edition. Philadelphia: Lippincott Williams and Wilkins;
2009; p. 1620. 2) Özköse M, Havle N, Sarı İ, Özgen G. Cotard Sendromu: Ender Rastlanan Bir Vak’a New/Yeni
Symposium Journal 2010; 48 (2): 129-131. 3) Berrios GE, Luque R. Cotard’s syndrome: analysis of 100 cases.
Acta Psychiatr Scand 1995; 91: 185-188.
PB 148
Oğul Kaybı: Bir Travmatik Yas Olgusu
Nermin Gündüz, Hatice Sodan Turan, Zeynep Yıldız Akbey, Aslıhan Polat
Kocaeli Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Kocaeli
Giriş: Kayıptan sonra ortaya çıkan ruhsal tepkilerin bütünü “yas” olarak değerlendirilir ve doğal bir sürecin
parçasıdır. Kayıp beklenmedik, şiddet içeren ve dehşet uyandıran bir şekilde ise kaybı yaşayan kişinin verdiği
tepkiler “travmatik yas” olarak tanımlanır (1). Doğal afetler, kazalar, aile içi-toplumsal şiddet, çatışma ve savaşlar
çok sayıda ani ve şiddet içeren kayba neden olabilmektedir (2). Travmatik yas, DSM IV-TR’de “Travma Sonrası
Stres Bozukluğu” (TSSB) ölçütü içinde değerlendirilmektedir (3). Travmatik yas nedeniyle ruh sağlığı
çalışanlarına başvuru da sınırlı olmaktadır(4). Olgu sayısının sınırlı olması, tanı karmaşası buna bağlı tedavi
seçeneklerinin sınırlarının net olmaması bu olgulara yaklaşımı kısıtlayabilmektedir. Bu yazıda travmatik yasla
gelen bir olgu tartışılacaktır.
Olgu: NY, 52 yaşında, erkek, içe kapanma, cinsel isteksizlik, konuşmama, acı ve huzursuzluk hissi, suçluluk
düşünceleri, dünyanın darmadağın olduğunu düşünme şikayetleriyle psikiyatri polikliniğine başvurmuş. Bir yıl
önce kendi kullandığı traktörün freni tutmaması neticesinde oğluna çarpmış. Son olarak oğlunun ‘frene bas baba’
sesini hatırlıyormuş. Sonrasında dissosiyatif bir süreci olmuş, kendine geldiğinde oğlunun kaza anında öldüğünü
öğrenmiş. Kazadan sonra oğlunun eşinin NY’ye yönelik suçlamaları olmuş ve evi bu nedenle terk etmiş. Torunu
ile görüşmesine izin vermemiş. NY’nin halen devam eden depresif belirtileri, bedensel yakınmaları, kaza ile ilgili
yoğun suçluluk düşünceleri, kaza haberlerine yönelik kaçınma davranışları, oğluyla ve kaza anı ile ilgili yeniden
yaşantılama belirtileri, oğluna yönelik yoğun özlem duyguları mevcuttu. Bu yakınmaları bir yıldır devam etmesine
rağmen, normal bir yas süreci gibi değerlendirilip tedavi arayışına gidilmemişti. Ancak son aylarda işlevsellikte
ciddi azalma olması üzerine yakınları tarafından polikliniğimize getirilmişti.
Tartışma: Jacobs’un (1) travmatik yas için önerdiği dört temel ölçüt göz önüne alındığında NY’nin tanısının
travmatik yas olduğu kanaatine varılmıştır. Tedavisi travmatik yas belirtileri göz önüne alınarak düzenlenmiştir.
Travmatik yas sonrası ortaya çıkan patolojik belirtiler sıklıkla olağan yas gibi değerlendirilip gözden kaçabilir.
Değerlendirmelerin daha sağlıklı yapılabilmesi için genel kabul gören tanım ve ölçütlerin geliştirilmesine, travmatik
yasa ilişkin ayırt edici ruhsal sorunların tanımlanmasına ve değerlendirmede yol gösterici ilkelerin geliştirilmesine
gereksinim vardır.
Kaynaklar:
1. Jacobs S (1999), “Traumatic Grief, Diagnosis, Treatment and Prevention”, Brunner/ Mazel Inc.
2. Olgun-Özpolat T, Yüksel Ş, (2001). “Yakınlarını Kaybeden Kişilerin Ruhsal Durumlarının ve Yas Tepkilerinin
Karşılaştırılması”, Toplum ve Bilim, 90:41-69.
3. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders i Fourth Edition, Text
Revision (DSM-IV-TR). Washington, DC: American Psychiatric Association; 2000
4. Sezgin U, Yüksel Ş, Topçu Z, Dişcigil AG (2004), “Ne Zaman Travmatik Yas Tanısı Konur? Ne Zaman Tedavi
Başlar?”, Klinik Psikiyatri 2004;7:167-175.
PB 150
Tek Doz Ketiapin Kullanımına Bağlı Yaşlı Hastada Gelişen Ciddi Hipotansiyon: Bir Olgu sunumu
Osman Özdemir, Pınar Güzel Özdemir
İpekyolu Devlet Hastanesi, Psikiyatri Bölümü, Van
Giriş: Baş dönmesi, halsizlik ve senkop gibi belirtilerle seyreden hipotansiyon, yaşlı bireylerde düşme ve kırıklara
neden olduğu için tehlike oluşturmaktadır. Ketiapin; ekstrapiramidal semptomlara ve antikolinerjik yan etkilere yol
açmaması nedeniyle yaşlılarda tercih edilen atipik antipsikotiklerdendir (1). Burada hipertansiyon öyküsü ve
antihipertansif ilaç kullanan ancak tek doz 100 mg ketiapin verildikten sonra hipotansiyon gelişen ve yoğun bakım
koşullarında stabilize edilen bir olgu sunumu yapılmıştır.
Olgu: H.E, 66 yaşında, kadın, halsizlik, moralsizlik, konuşmama, uykusuzluk iştahsızlık, şikâyetleriyle psikiyatri
polikliniğine başvurdu. 10 ay önce benzer şikâyetleri başlayan hasta essitalopram 20 mg/gün ve trazodon 50
mg/gün tedavisinden fayda görmüş. 3–4 aylık iyilik halinden sonra ilaç kullandığı halde rahatsızlığı tekrarlamış.
Özgeçmişinde; hipertansiyon nedeniyle antihipertansif ilaç kullanımı vardı. Ruhsal durum muayenesinde; kendine
bakımı azalmış, görüşmeye ilgisiz, düşük ses tonuyla kısa cevaplar veriyor, duygulanım depresif, psikomotor
aktivite azalmış, uyku- iştah azalmış olarak değerlendirildi. Hastada ‘Depresif bozukluk’ düşünülerek yatışı yapıldı
ve sertralin 50 mg/gün ve 100 mg/gün ketiapin başlandı. Akşam 22:00'da tek doz ketiapin alan hastanın saat
22:50 sularında aniden baş dönmesi ve gözlerde kararma hissi olup arteryel tansiyonu 80/60 mmHg, nabız 98
atım/dk olarak ölçüldü. Hasta trendelenburg pozisyonuna getirildi, damar yolu açıldı ve serum fizyolojik (SF)
verildi. Hastanın tansiyonu 70/50 mmHg’ ye düştü; bilinç bulanıklığı ve uyku hali gelişti. Hasta yoğun bakıma
alınarak monitorize edildi. Takiplerinin dördüncü saatinde tansiyonları 110/70 mmHg’ye kadar çıkan hasta
psikiyatri servisine alındı.
Tartışma: Antihipertansif kullanan ve tansiyonları normal seyreden hastaya ketiapin verildikten sonra arteriyel
tansiyonu 80/60 mmHg’a düşmesi hastada ketiapine bağlı hipotansiyonu düşündürmektedir. Ketiapin sedasyona
neden olduğundan yaşlı hastalarda düşük dozlarda hipnotik amaçlı kullanılabilmektedir. Ketiapinin emildikten 2
saat sonra plazma tepe noktasına ulaşması ve yarılanma ömrünün 7 saat olması değerlendirildiğinde; ilaca bağlı
hipotansiyon tanısını desteklemektedir(2). Sonuç olarak ketiapinin sık karşılaşılan yan etkileri arasında olan
hipotansiyon morbidite ve mortalite sebebi olduğu için özellikle yaşlı hastalarda dikkat edilmelidir.
Kaynaklar:
1.Hocaoğlu Ç, Hıdıroğlu H, Kandemir G. Ketiapin kullanımı sırasında ortaya çıkan sinüs taşikardisi: Üç olgu
sunumu. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2009;19:55-58. 2.Şenol S. Çocukluk ve Ergenlik Dönemi Şizofrenisinde
Tedavi. Klinik Psikiyatri. 2001;4:25-37
PB 151
Konuşma Bozukluğu ile Başlayan Progresif Supranükleer Palsi ve Frontotemporal Demans
Olgusu
Umut Altunöz, Bilgen Biçer Kanat, Erguvan Tuğba Özel KızılAnkara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh
Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Geriyatrik Psikiyatri Birimi
Giriş: Progresif Supranükleer Palsi (PSP) simetrik akinetik-rijid parkinsonizm, supranükleer tipte bakış felci,
dengesizlik, sık düşme ve subkortikal tipte demans ile karakterize nörodejeneratif bir hastalıktır. Son yıllarda
konuşma bozukluğu ile başlayan PSP olguları bildirilmektedir. PSP’nin Frontotemporal Demans (FTD) ile ilişkili
olabileceği de bildirilmiştir. Bu bildiride konuşma bozukluğu ile başlayan, bir PSP-FTD olgusu tartışılacaktır. Olgu:
İB, 76 yaşında, eğitimsiz, işçi emeklisi erkek hasta, Geriyatrik Psikiyatri polikliniğine beş yıl önce başlayan
ilerleyici konuşma bozukluğu ile başvurdu.
Duraksayarak, patlayıcı tarzda konuşan hastanın konuşmayı başlatmaktaki zorluğu, artikülasyon hataları, yarım
sözcükleri mevcuttu. Son bir yıldır apati, yerinde duramama, dengesizlik, sık düşmelerinin başladığı öğrenildi.
Konuşma bozukluğunun başlamasından yaklaşık bir yıl sonra bradikinezi, üst ekstremitede belirginleşen simetrik
rijiditesinin oluştuğu, L-Dopa tedavisine yanıt alınamadığı tıbbi kayıtlardan öğrenildi. Bir yıl önce hafif unutkanlığı
olan hastanın, son zamanlarda evinin yolunu bulamadığı, soyunup- giyinemediği, saçlarını tarayamadığı, sıvı
gıdaları yutmakta güçlük çektiği bildirildi.
Nörolojik muayene: Motor disfazi, literal parafaziler, disprozodinin eşlik ettiği hafif duyusal disfazi. Basit komutları
anlayabiliyor, karmaşık cümleleri anlamakta güçlük çekiyordu. Vertikal bakış kısıtlılığı mevcuttu. Dört
ekstremitede belirgin bradikinezi ve bilateral üst ekstremitelerde rijiditesi mevcuttu. Psikiyatrik muayene: hafif
depresif belirtiler, uykusuzluk, apati. Nöropsikolojik
Değerlendirme: Standardize Mini Mental Test: 14/30 (<24; bozuk), Saat Çizme Testi: 0/5 (<3; bozuk), İşlevsel
Faaliyetler Anketi: 14/30 (>9; bozuk), Bilişsel Kayıp için Bilgilendiriciye Uygulanan Anket: 4.03 (>3.4; bozuk),
Frontal Değerlendirme Aracı: 4/18 (<9; bozuk). Beyin MRG: Yaygın kortikal atrofi, orta beyin yapılarında atrofi ve
buna bağlı olarak midsaggital kesitlerde ‘’hummingbird bulgusu’’ mevcuttur. Belirgin vasküler patolojiye
rastlanmamıştır. Beyin PET: Sağ pariyeto-oksipital bölgede daha belirgin olmak üzere serebral kortekste yaygın
metabolizma azalması.
Sonuç ve Tartışma: Nöropatolojik ve klinik açıdan PSP ve FTD’nin ilişkili olduğunu bildiren yayınlar artmaktadır.
Bu vakada once konuşma bozukluğu başlamış, sonrasında yakın bellek kusuru, apraksi, yürütücü işlevlerde
bozukluk ve diğer PSP bulguları eklenmiştir. Bu olgu FTD ya da Alzheimer hastalığının atipik varyantı ve PSP
birlikteliği açısından tartışmalı bir olgu olup, kesin tanı için postmortem incelemeye gereksinim vardır. İleride
yapılacak çalışmalar geniş vaka serilerinde bu tanıların klinik ve nöropatolojik açıdan aynı spektrumun içinde yer
alıp almadığını aydınlatmayı hedeflemelidir.
PB 152
Üç Olgu ile Demansta Kompulsif Biriktiricilik
Bilgen Biçer KANAT*, Umut ALTUNÖZ*, Sevinç KIRICI *, Gülbahar BAŞTUĞ**, Erguvan Tuğba ÖZEL
KIZIL* *Ankara Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Geropsikiyatri Birimi ** Çankaya Üniversitesi,
Psikoloji Bölümü
Giriş:Kompulsif biriktiricilik yaşlılarda gençlere kıyasla daha sık görülmektedir (1).Eskiden obsesif kompulsif
bozukluk bağlamında değerlendirilen bu davranış,günümüzde bağımsız bir bozukluk olarak ele alınmaktadır.
Demansta kompulsif biriktiriciliğin yaygınlığının %22 civarında olduğu bildirilmektedir. Bu yazıda kompulsif
biriktiriciliği bulunan üç farklı tipte demans olgusu sunulmuştur.
Olgu 1:İB, 74 yaşında, eğitimsiz, işçi emeklisi, erkek hasta. Kliniğimize eşiyle kavga etme, çocuklara küfür etme,
camide türkü söyleme, kadınlara sözel tacizde bulunmayakınmalarıyla başvurmuştur. Yakınlarından davranış
değişiklikleri ortaya çıkmadan önce hastanın eski halı, gazete, kalem, çakmak, bitmiş otobüs kartı biriktirdiği, bu
eşyalar nedeniyle evde adım atacak yer kalmadığı öğrenilmiştir. Psikiyatrik muayenesinde depresif belirtiler,
düşünce içeriğinde fakirleşme, duygulanımında küntlük ve yürütücü işlevlerde bozukluk saptanmıştır. Kranial
BT‘de diffüz serebral kortikal atrofi, Beyin PET görüntülemede frontal loblarda hafif ve temporal loblarda orta
derecede hipometabolizma gözlenmiştir.Hasta Frontotemporal demans tanısıyla izleme alınmıştır.
Olgu 2: NB, 66 yaşında, lise mezunu, memur emeklisi, erkek hasta. Kliniğimize söylenenleri hatırlayamama,
eşyaları koyduğu yerleri unutma yakınmalarıyla başvurmuştur. Psikiyatrik muayenesinde yakın bellek ve dikkat
bozukluğu başta olmak üzere, apraksi, lisan bozukluğu ve yürütücü işlevlerde bozukluk, depresif belirtiler,
Kraniyel MRG’sinde yaygın kortikal atrofi saptanmıştır. Alzheimer Hastalığı tanısıyla izlenen hastanın evden
gitme ve kağıt biriktirme
(dolaplar dolusu eski gazete ve kağıt) gibi davranışları olduğu öğrenilmiştir.
Olgu 3: CFT, 81 yaşında,lise mezunu, emekli memur,erkek hasta. Kliniğimize iştahsızlık, uyuklama, moral
bozukluğu, isteksizlik, unutkanlık ve böcekler görme şikayetleriyle başvurmuştur. Yakınlarından eşyalarını
koyduğu yerleri unuttuğu, geceleri kalkıp dolaştığı, uykusunda rüyalara uygun hareket ettiği, balkonunda sokaktan
bulduğu plastik şişeleri, saksıları, yiyecek kaplarını biriktirdiği vebalkonun kullanılamayacak hale geldiği
öğrenilmiştir. Psikiyatrik muayenesinde depresif belirtiler, yakın bellek ve dikkat bozukluğu ile görsel varsanıları
olduğu saptanmıştır. Kranial MRG‘de bilateral temporaparietal atrofi saptanmıştır. HastaLewy Cisimcikli Demans
tanısı ile izleme alınmıştır.
Tartışma: Üç olguda da depresif belirtilerin bulunduğu ve demansın erken evrelerinde biriktiriciliğin olduğu dikkat
çekmektedir. İleri yaşta görülen depresyona eşlik eden kompulsif biriktiriciliğin yürütücü işlevler, sözel bellek ve
bilgi işleme bozuklukları ile ilişkili olduğu gösterilmiştir . Yaşlılık çağında başlayanbiriktiriciliğin demans için öncül
belirtilerden olabileceği akılda tutulmalıdır.
PB 153
Yaşlıda Terapötik Dozda Venlafaksine Bağlı Tekrarlayan Epileptik Nöbetler: Olgu Sunumu
Özge Kılıç1, Turan Ertan1, Çiğdem Özkara2
1İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul
2İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Nöroloji AD, İstanbul
Giriş: Psikotrop ilaçların, nöbet eşiğini düşürerek epileptik nöbetleri tetikleyebildikleri bilinmektedir. Yaşlılarda
antidepresan kullanımına bağlı yan etkiler; yaşa bağlı fizyolojik değişiklikler, komorbidite ve çoklu ilaç kullanımı
nedeniyle gençlerden daha sık olabilir. Bu yazıda 80 yaşında, terapötik dozda venlafaksin kullanımına bağlı
tekrarlayan epileptik nöbetler geçiren bir olgu sunulacaktır. Olgu sunumu ile venlafaksine bağlı epileptik nöbet ile
ilişkili yazının kısaca gözden geçirilmesi ve yaşlıda akılcı ilaç kullanımına dikkat çekmek amaçlanmıştır.
Olgu Sunumu: 80 yaşında, erkek hasta, polikliniğimize kabızlık, idrar yapma güçlüğü, sık doktora gitme,
hayattan keyif almama ve içe kapanma yakınmalarıyla başvurdu. Yakınmaları 4 yıl önce kızının lösemi nedeniyle
ölmesi ile başlamıştı. Bedensel yakınmaları için yapılan incelemelerinde hiçbir patoloji saptanamamıştı.
Psikiyatrik muayenesinde duygudurumu depresif ve anksiyözdü, afekti uygundu. Anhedoni ve anerji tarif
etmekteydi. Dikkat, bellek ve yürütücü işlevleri yaşına uygundu. Düşünce içeriğinde hastalıkla ilişkili ve bedensel
aşırı uğraşlar, depresif içerik mevcuttu. Psikomotor aktivitesi ve iştahı azalmıştı. İnsomni mevcuttu. Hastada
Major Depresyon ve Komplike Yas tanıları düşünüldü. Yatırılarak takip edilen hastanın aldığı paroksetin 20 mg
1x1 ve ketiyapin 100 mg 3x1 azaltılarak kesildi.
Venlafaksin 75 mg 1x1, mirtazapin 15 mg 1x1 ve alprazolam 0,5 mg 1x1 başlandı. Venlafaksin, başlanmasının
5.günü 150 mg/gün dozuna çıkıldı. Hastanın bu dozu aldığı 3.gün tonik kasılmalarla başlayan, arkasından klonik
atmaların eklendiği, uyaranlara yanıtsız olduğu, 3dk süren, kendiliğinden sonlanan ve sonrasında oryantasyonun
olmadığı postiktal konfüzyonun seyrettiği bir nöbet görüldü. Benzer nöbetler, 3 kez daha tekrarladı. Son nöbet,
venlafaksinin son dozu alındıktan 20 saat sonra gözlendi. Venlafaksin kesildi.
Ayrıntılı metabolik, kardiyolojik, nörogörüntüleme, elektroensefalogram ve lomber ponksiyon incelemeleri
sonucunda nöbeti açıklayacak hiçbir patoloji bulunamadı. Tedavisi, sitalopram 20mg 1x1, ketiyapin 125 mg 1x1
ve levatirasetam 250 mg 2x1/2 olarak düzenlendi. Tablo, venlafaksine bağlı akut semptomatik epileptik nöbet
olarak değerlendirildi. Levatirasetam, devamına gerek duyulmayarak 2. ayda kesildi. Hastanın bundan sonraki bir
yıl boyunca nöbet geçirmediği öğrenildi.
Tartışma: Hayvan ve insan çalışmalarında venlafaksinin yüksek dozlarının prokonvülzan etki yaptığı
gösterilmiştir. Venlafaksinin terapötik dozda nöbete neden olması olgumuzu ilginç kılmaktadır. Akut ve idame
tedavide kullanılan antidepresanların yaşlıdaki en uygun dozlarının belirlenebilmesi için daha fazla kanıta
gereksinim vardır.
PB 154
Dissosiyatif Semptomlarla Ortaya Çıkan Bir Narkolepsi Olgusu
Pınar Güzel Özdemir, Adem Aydın,Yavuz Selvi
İpekyolu Devlet Hastanesi Psikiyatri Bölümü VAN,Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri
ABD,Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD, VAN.
Giriş: Narkolepsi, gün içinde karşı konulamaz derecede şiddetli, kısa süreli uyku ataklarından oluşan, sıklıkla
katapleksinin eşlik ettiği bir tablodur. Bu yazıda dissosiyatif belirtiler ve depresif semptomları olan ancak kısa süre
sonra aşırı uykululuk, ani düşme atakları ve hipnogojik halüsinasyonlar gibi narkolepsi belirtileri gösteren, klinik ve
laboratuar değerlendirmeleri sonucunda narkolepsi tanısı konan ve tedavi edilen bir olgu sunulmuştur.
Olgu: 35 yaşında, kadın, iki çocuklu, ailesiyle yaşıyor. 5 yıl önce başlayan uykusuzluk, sinirlilik, yerinde
duramama şikâyetleriyle psikiyatri kliniğine başvurusu, yatarak tedavi hikâyesi mevcut. Hastanede yattığı
dönemde dissosiyatif semptomlar (amnezi, füg ve depersonalizasyon) tespit edilerek SCID değerlendirmesi ve
DES uygulanmış. BTA dissosiyatif bozukluk, depresyon tanıları ve antidepresan tedavi ile taburcu olduktan 2 ay
sonra ani dokunmalarda ve gülmelerde yere yığılma şeklinde nöbetleri başlayan hasta, gün içerisinde karşı
konulamaz 15–20 dakika süren uyku atakları olunca tekrar psikiyatri polikliniğine başvurdu. Hasta nöroloji görüşü
de alınarak epilepsi tanısı ile tedavi edildi, ancak antiepileptik tedaviden fayda görmedi, aksine yakınmaları arttı.
O dönemde istirahatte ve uyku yoksunluğu sonrası çekilen EEG ve beyin MR tetkikleri normal olan hastanın
uygulanan MSLT sonucunda ortalama uyku latansı 5 dakika olarak saptandı ve uyku başlangıçlı REM epizodları
tespit edildi. Hastaya narkolepsi tanısı konularak ‘modafinil’ verildi ve belirgin fayda gördü. Hastanın dissosiyatif
belirtileri tedaviden sonra gözlenmedi. Hasta halen modafinil 600 mg/gün ve fluoksetin 20 mg/gün kullanıyor.
Tartışma: Narkolepsi, etyolojisi henüz tam belirlenemeyen, semptomların şiddeti yıllar içinde sabit kalmakla
birlikte dalgalanmalar görülebilen bir uyku bozukluğudur. Gündüz aşırı uykululuk ve katapleksi narkolepsinin iki
önemli semptomudur (1). Ayırıcı tanıda hastalığın başlangıç döneminde, uyku atakları ve katapleksi ile epilepsi
özellikle atonik nöbetler düşünülebilir. Ancak epilepside bilinç tümüyle kapalı ve postiktal konfüzyon görülürken
narkolepside görülmez ve kişi hemen uyandırılabilir. Olgumuzda olduğu gibi antiepileptiklerden fayda görmez.
Narkolepsinin duygudurum bozuklukları ve şizofreni ile belirli semptomlarının örtüştüğü bildirilmiştir. Bildiğimiz
kadarıyla dissosiyatif belirtilerin öncülük ettiği olgu bildirilmemiştir. Tedavisinde; farmakolojik olmayan
yaklaşımlarla birlikte MSS uyarıcıları ve modafinil kullanılmaktadır (2).
Kaynaklar: 1.Nishino S. Clinical and Neurobiological Aspects of Narcolepsy. Sleep Med, 2007. 2.Akintomide GS,
Rickards H.Narcolepsy: a review. Neuropsychiatric Disease and Treatment, 2011:7 507–518.
PB 155
Stiff Person Sendromu ve Konversiyon Bozukluğu Ayırıcı Tanısı Yapılan Bir Hasta
Meliha ÖZTÜRK*, Başar BİLGİÇ**, Elif KOCASOY ORHAN**,Haşmet HANAĞASI**, Mehmet Barış
BASLO**, Doğan ŞAHİN**İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı **İstanbul
Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı
Giriş : Stiff Person sendromu çizgili kaslarda giderek artan istemsiz kasılma ve kas rijiditesi ile karakterize bir
hastalıktır. Sertlik genellikle bel bölgesinden başlayarak aylar içinde sırt, kol ve bacaklara yayılır. Konversiyon
bozukluğu organik bir sebeple açıklanamayan motor ve duyu alanında görülen işlev bozukluğudur. Amacımız İTF
nöroloji kliniğinde stiff person ön tanısı ile yatırılan ve yatışı sırasında konversiyon bozukluğu ayırıcı tanısı için
psikiyatrik değerlendirmesi istenen bir vakayı tartışmaktır.
Vaka: 25 yaşında erkek hastanın 13.08.2011 tarihinde psikiyatrik değerlendirilmesi istendi. Hasta, üniversite
mezunu ve dini bir cemaatle bağlantılı bir yurtta müdür yardımcısı olarak çalışıyor. Hastada 3 Haziran 2012 de
ayağında kasılma ve hareket ettirememe başladığı, 9 Haziranda psikolojik stres sonrasında kollarını çapraz
yaptığı, göğsünde kasılma olan, etraftaki söylenenleri duyduğu ancak cevap veremediği bir nöbeti olduğu
öğrenildi. Bu kasılmaların son 2 ay içinde hastanın Ankara’ya gittiği 4 gün ve kliniğimizde yattığı 4 gün dışında her
gün olduğu, hastaneye yatışından önce 45 dakika süren “Alalh’ın isimlerini” bağırdığı bir nöbet olmaya başladığı
ve bu arada bakılan Anti GAD antikorun negatif geldiği öğrenildi.
Yatışı sırasında hastanın karın ve boynunda ritmik olmayan, kısa süreli ve tekrarlayıcı kasılmaları gözlemlendi.
Ertesi gün hastanın tekrar göğüs ve boyunda kasılması olunca telkinle kasılmalar durdu ve tekrarlamadı. Servis
yatışı sırasında bakılan rutin biyokimya, hemogram, EEG, toraks, batın BT; ve üriner sistem USG normal
bulundu; bakılan kanser belirteçleri, anti nöronal antikor paneli ve otoimmün ensefalit paneli negatif saptandı.
Çekilen EMG de istemsiz kasılmalara eşlik eden motor ünite boşalımları görüldü, fakat söz konusu kaslar telkinle
istirahate sevk edilebiliyordu.
Tartışma: Hastanın kasılmalarının lokalizasyonu stiff person sendromu ile uyumluydu; ancak kasılmaların telkinle
geçmesi, ara vererek dört gün boyunca hiç olmaması, başlangıçtan itibaren paterninde belirgin değişiklikler
olması, disosiatif nöbetlerin eşlik etmesi, EMG de kasların telkinle istirahate sevk edilebiliyor olması ve Anti GAD
negatif olması stiff person sendromunu dışlayan bulgulardı. Tüm bu bulgular sonucunda hastanın tanısının
konversiyon bozukluğu olduğuna karar verildi.
PB 156
Sülprid Tedavisine İyi Yanıt Veren Sertraline Dirençli Somatizasyon Bozukluğu Olgusu
Mustafa Burak Baykaran
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H.
Somatizasyon bozukluğunda genç yaşlarda başlayan ve yıllarca süren çok değişik fizik belirtilerle giden bir
rahatsızluık söz konusudur. (2) 25 yaşında evli, çocuğu yok, 2/5 kardeş, çalışmıyan kadın hasta yaklaşık 2 yıldır
devam eden karın ağrısı yakınması, geldi. Hasta ile yapılan görüşmede ek olarak sırt ağrısı, mensturasyon
sırasında ağrı, göğüs ağrısı yakınmalatı var bu ağerılrdan ve somatizasyon bozukluğu kriterlerini karşılayacak
şekilde aralıklı bulantı ve kusmalar, mensturasyon düzensizlikleri, boğazda düğümlenme duygusu yakınmaları
olduğu da öğrenildi.
Hastanın 2 yıllık süre içinde dahiliye, genel cerrahi, kadın doğum, nöroloji hekimerince takipleri yapılmış,
endoskopi ve laparoskopik inceleme, EEG, EMG tekikleri yapımış. Hastada yapılan tetkiklerde belirgin bir patoloji
saptanmamış. Yaklaşık 6 ay süreyle psikiyatri takibinde olan hastanın sertralin100mg./gün kullanımı mevcut.
Hastanın sertralin tedavisi sonlandırılarak 100mg./gün sülprid tedavisi başlandı. 15 gün sonraki ilk kontrolde
hastanın bulantı kusma, karın ağrısı, boğazda düğümlenme şişikinlik yakınmalarının tamamen ortadan
kaybolduğu görüldü.
Hastanınn takipleri aylık olarak devam edildi. Yaklaşık 4 ay süreyle izlenen hastanın tüm ağrı ve gastointatinal
semptomlarınn kaybolduğu gözlendi. Literatürde somatizasyon bozukluğu farmakoterapisine ilişki kontrollü
çalışma bulunmamaktadır. (3) Antipsikotik ilaçların somatoform hastalıklarda kullnaımına ilişkin Decoutre ve
arkadadaşlarının yapmış olduğu gözden geçirme çalışmasında özellikle fonksiyonel dispepsi tablosunun
antipsikotik tedaviye iyi yanıt verdiğine dikkat çekilmektedir. (1) Hastamızda tablonun hızlı ve etkin düzelme
gözlenmesi somatizasyon bozukluğu tedavisinde antipsikotiklerin en az antidepresanlar kadar önemli olduğunu
göstermesi açısından değerlendirilmelidir.
1.Decoutre L, Van den Eede E, Moorkens G, Sabbe BG, Antipsychotic agents in treatment of somatoform
disorders; a review. Tijschr Psychiatr 2011;53:163-173
2.Öztürk O, Uluşahin A. Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. 11.Baskı, Ankara: Tuna Matbaacılık, 2008;538
3.Yücel B, Polat A. Somatizasyon bozukluğu ve farklılaşmamış somatoform bozukluk in: Psikiyatri Temel Kitabı.
Köroğlu E, Güleç C. (eds), 2. Baskı, Ankara: Hyb Basım Yayın, 2007:369- 376
PB 159
Herpes Ensefaliti Sonrası Gelişen Klüver-Bucy Sendromu: Olgu Sunumu
Dursun Hakan Delibaş*, Almıla Erol*,Uğur Demir**, Ahmet Levent Mete*
*İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İzmir
**İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Kliniği, İzmir
Giriş: Herpes ensefaliti (HSE) sporadik, ağır seyirli, fokal ensefalitin en sık etkenidir. Temporal ve frontal lobların
inferomedial bölümlerinde nekrotizan lezyonlar yapar(1).
Yöntem: Bu yazıda üç yıl önce geçirdiği herpes ensefalitinden sonra Klüver-Bucy Sendromu gelişen bir kadın
hastanın tartışılması planlanmıştır.
Olgu: 31 yaşında, evli, kadın. Herhangi bir hastalık öyküsü olmayan hasta, 3 yıl önce ateş yüksekliği, baş ağrısı
yakınmasıyla başvurduğu doktor tarafından sinüzit tanısıyla, antibiyotik tedavisi başlanmış. Ertesi gün
inkontinans, tüm vücut da kasılmanın geliştiği epileptik nöbet sonrasında, tuhaf konuşmaları olan, yakınlarını
tanımayan hasta acil servise getirilmiş ve çekilen MR'ında “bilateral temporal hornların medial kesiminin tutan,
parankimal doku kaybı ve ensefalomalazik değişiklikler, hipokampal gyruslarda volum kaybı” saptanmış. Beyin
omurilik sıvısında Pandy (+), 90 beyazküre, 20 kırmızıküre bulunmuş. HSE tanısıyla antiviral tedavi başlanmış.
Sonrasında unutkanlık, geçmişini hatırlamama, aşırı ve uygunsuz yemek yeme, devamlı aynı kelimeleri tekrar
etme şeklinde yakınmaları devam etmiş. Nörolojik muayenesinde özellik yok. Ruhsal durum muayenesinde; Bilinç
açık, yönelim bozuk, kooperasyon kısıtlıydı. Anksiyöz duygulanım gözlendi. Düşünce içeriği fakir, çağrışımları
dağınıktı. Perseverasyonları belirgindi. Anlık, yakın ve uzak bellek, soyut düşünmesi, yargılaması bozulmuştu.
Dikkati dağınıktı. Hastaya DSM-IV’e göre “Diğer Genel Tıbbi Durumlara Bağlı Demans” tanısı konuldu.
Tartışma: HSE tedavi edilmediği takdirde %40-70 ölümle sonuçlanır. Yaşayan hastaların çoğunda sekel görülür;
amnezi, afazi, demans, Klüver-Bucy Sendromu gelişebilir(2). Klüver-Bucy sendromu, kafa travması, Alzheimer
hastalığı, HSE gibi durumlar sonrasında oluşabilen postensefalitik bir sendromdur. Görsel agnozi, azalmış vokal
ve motor tepki, hipermetamorfoz, hiperoralite, hiperseksüalite ölçütlerinden en az 3’ü olmalıdır. Buna ek olarak
afazi, demans, amnezi ve epileptik nöbetleri de içerebileceği ve klinik pratikte bu tür olguların az olduğu
bildirilmiştir (3). Olgumuzda hiperoralite, bellek bozukluğu, bilişsel işlevlerde bozulma saptanmış ve Klüver-Bucy
sendromu geliştiği düşünülmüştür.
Kaynaklar
1. Bangen KJ et al. Dementia Following Herpes Zoster Encephalitis. Clin Neuropsychol. 2010 October;
24(7): 1193–1203
2. 2.Fallon B.A. Diğer Enfeksiyöz Hastalıkların Nöropsikiyatrik Yönü. Comprehensive Textbook of
Psychiatry VIII. Sadock BJ, Sadock VA (ed) Güneş Kitapevi, s.455
3. Lilly R et al. The Human Klüver-Bucy syndrome. Neurology. 1983 Sep;33(9):1141-
PB 158
Çocukluk Çağında Yineleyici Tecavüz ve Cinsel Taciz Öyküsü Bulunan Bir Vaginismus
Olgusunda EMDR’nin Etkinliği
Yasemin Hoşgören*, Burhanettin Kaya**
* Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara
** Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara
Vajinismus vajinanın ön kısmının üçte birindeki kaslarda yineleyici ya da sürekli istem dışı kasılması ve
sonucunda cinsel ilişkinin olanaksız olması olarak tanımlanmaktadır1. Cinsel Eğitim Araştırma ve Tedavi
Derneğinin (CETAD) 2007 yılında gerçekleştirdiği araştırmanın verilerine göre vajinismus her 10-12 kadından
birinde görülmektedir. Cinsel işlev bozuklukları polikliniklerinde yapılan araştırmalarda ise vajinismus sıklığı % 6675,9 bulunmuştur2. Yapılan çalışmalarda cinsel taciz, ağrılı jinekolojik muayene, ilk cinsel ilişkinin ağrılı olması
gibi travmatik yaşantılarının etiyolojik bir etken olduğu saptanmıştır.
3 Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme (EMDR) tekniği Travma Sonrası Stres Bozukluğunda
(TSSB) başta olmak üzere birçok ruhsal bozuklukta kullanılabilmektedir. EMDR’nin cinsel işlev bozukluklarında
da etkili olduğu, çocukluk döneminde cinsel travma yaşadığını bildiren erişkin kadınlarda travmaya bağlı
semptomlarda azalma veya iyileşme sağladığı bildirilmiştir4. Bu bildiride sekiz aydır cinsel ilişkiye girememe
yakınmasıyla başvuran, beş yaşından itibaren yineleyici tecavüze uğradığı saptanan, bu olayı tekrar tekrar
hatırladığı, tedirginlik ve uyku bozukluğu bulunan, cinsel terapiye uyum sağlayamayan ve bir seans EMDR
uygulaması ile iyileşen bir vajinismus olgusu sunulmuştur.
EMDR ile tedavi edilen vaginismus ile ilgili ülkemizde yayımlanmış iki olgu bildirimi bulunmaktadır4. Yapılan
çalışmalarda çocukluk döneminde cinsel travma yaşamış kadınlarda, EMDR’nin travma ile ilişkili belirtilerde
iyileşme sağladığı bildirilmiştir. Bu olgunun cinsel terapilere yeni bir bakış açışı kazandırdığı, EMDR’nin travma
öyküsü bulunan cinsel işlev bozukluklarının tedavisinde terapiye uyumu artırıcı süreci hızlandıran bir tedavi
tekniği olarak kullanılabileceği, bu konuda yeni olgu sunumlarına ve araştırmalara gereksinim olduğu
düşünülmektedir.
PB 159
Deliryum Düşünülen Wilson Hastalığı: Bir Olgu Sunumu
Atakan Yücel*, Nermin Yücel**, Elif Oral*, Ünsal Aydınoğlu*
* Atatürk Üniversitesi, Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Erzurum. ** Atatürk Üniversitesi, Çocuk Psikiyatrisi Ana
Bilim Dalı, Erzurum.
Giriş: Wilson hastalığı (WH) selüler hasarla sonuçlanan bakır toksisitesiyle karakterize genetik zeminli bakır
metabolizma bozukluğudur. Hepatik, nörolojik, psikiyatrik semptomlarla kendini gösterebilir. Kriptojenik siroz
öyküsü yanında nörolojik, psikiyatrik belirtiler gösteren olgumuzda WH tanısına giden süreç ilginç bulunarak
sunulmuştur.
Olgu:37 yaşında bayan, 2 ay önce abortus ve küretaj operasyonu sonrası anlamsız konuşmalar, yürümekonuşmada zorluk, halsizlik, amaçsız vücut hareketleri, boyunda ayaklarda kasılmalar, burun kanaması, vajinal
kanama, uykusuzluk, yakınlarını tanımama şikayetleriyle polikliniğimize başvurdu. 6 yıldır etiyolojisi
açıklanamamış kriptojenik siroz öyküsü mevcuttu. Nörolojik değerlendirmede DTR bilateral hiperaktifti, dizartri,
tremor, kollarda bacaklarda distonik postür, yürüme bozukluğu, sürekli anlamsız gülümseme mevcuttu, ruhsal
muayenede bilinci açık, kısıtlı kooperasyon, ara ara ortaya çıkan oryantasyon kusuru, anksiyöz duygulanım,
depresif duygudurum, anhedoni, insomnia, kilo kaybı bulgularıyla deliryum ve depresif bozukluk öntanıları
düşünüldü. Psikometrik değerlendirmede Deliryum Derecelendirme Ölçeği(DDÖ) 18/30, Hamilton Depresyon
Ölçeği(HAM-D) 27/51, Beck Depresyon Envanteri (BDE) 33/63, Hamilton Anksiyete Ölçeği(HAM-A) 27/56 olarak
bulundu.
Hasta kognitif testleri uygulayamadı. Kadın doğum kliniğince tekrar kürete edildi, vajinal kanaması kesildi, birkaç
günde oryantasyon kusuru düzeldiyse de hareket bozukluklarında iyileşme minimaldi. Dahiliye konsültasyonunda
kompanse kriptojenik siroz düşünüldü. Hastanın kliniğimizde amisülpirid 200mg/gün, milnasipran 100mg/gün,
lorazepam 3mg/gün ile tedavisi sürerken hipertansiyon gelişmesiyle milnasipranı kesildi. Beyin MRG’de bilateral
bazal ganglionlarda, talamuslarda, nukleus lentiformislerde atrofik değişiklikler, heterojen intensiteler izlendi.
Bazal ganglionlardaki simetrik izlenen patolojilere yönelik iskemik problemler düşünülerek nörolojiye konsülte
edildi, iskemik patoloji saptanmadı.
Metabolik-infiltratif patolojiler yönüyle tetkikleri istendi; seruloplazmin düzeyi 1,46 mg/dl (N:26-63 mg/dl), 24
saatlik idrarda bakır düzeyi 248 μg/24saat (N:<50 μg/24saat) olarak bulundu. Göz muayenesinde bilateral
Kayser-Fleischer halkası görüldü. Dahiliyeye rekonsülte edilen hastada WH tanısıyla penisilamin 150-300mg/gün,
çinko asetat tedavileri başlandı, amisülpirid 200mg/gün tedavisine devam edildi. Sırayla 15 gün ve 45 gün sonra
testlerde; DDÖ 10-4/33, HAM-A 20-10/56, HAM-D 21-5/51 , BDE 21-6/63 şeklinde iyileşme tespit edildi.
Sonuç: WH’da hepatik belirtiler akut, kronik hepatit, siroz, fulminan hepatik yetmezlik olarak kliniğe yansırken
nörolojik bulgular dizartri, distoni, tremor, koreoatetozis, ataksi gibi ekstrapiramidal etkilerle karakterizedir. Kognitif
bozukluk, depresyon da yaygın olarak görülür. Nedeni anlaşılamayan ekstrapiramidal ve serebellar bulgularla
birlikte psikiyatrik semptomları olan genç hastalarda ayırıcı tanıda WH akılda tutulmalıdır.
PB 160
Psikoz Kliniği ile Ortaya Çıkan Hipotiroidi Olgusu
Şule Gündüz*, Bilge Burçak Annagür*
* Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği, Konya, Türkiye
Giriş Hipotroidizm tiroid hormonun düşüklüğü sonucu oluşan klinik sendromdur. Tiroid hastalıkları her yaşta
psikiyatrik semptomlara neden olabilir. Psikiyatrik hastalarda klinik hipotiroidizm görülme oranı %0.5-8 arasında
olduğu gösterilmiştir. Bu olguda geç yaşta başlayan ve psikotik depresyonun ön planda göründüğü bir hipotiroidi
olgusu sunulmuştur. Hipotiroidinin depresyonla ilişkisi iyi bilinmesine karşın psikotik semptomlarla da ilişkisinin
olduğunu göstermesi açısından iyi bir olgu örneği olduğu düşünülerek hazırlanmıştır.
Olgu ND, kadın, 56 yaşında, evli, ilkokul mezunu, ev hanımı. Acil servise özkıyım girişimi nedeniyle başvurdu.
Öncesinde herhangi bir psikiyatrik öyküsü bulunmayan hastanın son 1 haftadır içe kapanma, komşularının
kendisine kötülük edeceği düşüncesi, çocuklarının kendisini zehirleyeceği düşünceleri başlamış. Uykusuzluk ve
yemek yememe şikayeti eklenmiş. Farklı ilaçları alarak ve bileğini keserek kendisini öldürmek istemiş. Ailesi
tarafından baygın halde bulunan hasta acil servise getirilmiş. İlk ruhsal muayenesi: Bilinç konfüze. Çağrışımlar
dağınık. Düşünce içeriğinde etrafındaki kişilerin kendisine zarar vereceklerine yönelik perseküsyon sanrıları
mevcut. Duygulanımı disforik. Psikomotor ajitasyonu mevcut. Vital bulguları normaldi. Nörolojik muayenede
konfüzyon hali dışında bir patoloji saptanmadı.
Kan biyokimya değerleri normal sınırlardaydı. Hastaya Ketiyapin 400 mg/gün başlandı. Hastanın yatışı boyunca
ağlamaları ve depresif duygudurumu mevcuttu. Hastanın bakılan tiroid fonksiyon testlerinde freeT3: 2.03 pg/ml(24.4) freeT4:1.45pg/ml (0.93-1.7) TSH:8.52mıu/ml (0.27-4.2) Anti-tg:527 IU/ml (0-115) Anti-tpo: 399.1 IU/ml (0-34)
olarak tespit edildi. Tiroid USG: Her iki tiroid parankimi minimal heterojen izlenmiştir. Yapılan endokrinoloji
konsültasyonu sonucunda klinik tablo hashimato hipotiroidisi lehine yorumlandı. Hastaya tiroksin 75 mg/gün
başlandı. Tiroid hormon replasmanı başlanan hasta tedavinin 2. haftasından itibaren tiroid fonksiyon testlerinde
ve psikotik belirtilerinde belirgin düzelme oldu. Duygudurumunda depresif belirtiler devam eden hastaya
essitalopram 10 mg/gün başlandı.
Tartışma Olgu için geç erişkin yaşta başlaması, psikotik belirtilerin akut başlangıç göstermesi, disforik ve depresif
duygudurumun ön planda olması nedeni ile psikotik belirtili depresyon tanısı düşünülmüştür. Hastanın önceki
psikiyatrik belirtisinin olmaması nedeni ile de organik bir etyoloji ön planda düşünülmüştür. Nitekim tiroid
fonksiyon testlerinde görülen hipotiroidi bulgusu da bu hipotezimizi desteklemektedir. Bu olguda hipotiroidiye
bağlı olarak akut psikotik semptomlarla karşımıza çıkan bir olgu sunulmuştur. Klinisyenler özellikle geç yaşta
başlayan ve psikotik semptomlarla kendini gösteren hastalarda hipotiroidiyi göz önünde bulundurmalıdırlar.
PB 161
Bir Olguda Bipolar Affektif Bozukluk ve İyatrojenik Hipertiroidiye Bağlı Deliryum Eştanısı
Fikret Ferzan Ergün, Jülide Güler, Hüseyin Güleç
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
Giriş: Hipertiroidi mani, hipomani, anksiyete bozuklukları, deliryum vb psikiyatrik bozukluklarla ilişkilendirilmiştir.
Benzer psikiyatrik tablolar tiroid replasman tedavisi sırasında da bildirilmiştir (1,2).
Olgu: 30 yıldır bipolar affektif bozukluk tanısı ile düzensiz psikiyatrik tedavi tanımlanan 75 yaşında kadın hasta
uykusuzluk, çok konuşma, hayvan şekilleri görme, hareketlilik şikâyetleriyle Erenköy RSHH acil psikiyatri
polikliniğine başvurdu ve yatışı yapıldı. Hastanın 15 yıldır tiroid tedavisi gördüğü, tiroksin kullandığı, ancak son bir
yıldır kontrole gitmediği, ayrıca beta talasemi ve hipertansiyon tanısı olduğu, üç ay önce katarakt operasyonu
geçirdiği öğrenildi. Servisteki ilk psikiyatrik muayenesinde yöneliminin bozuk olduğu, psikomotor aktivitesinin
arttığı, duygudurumunun eleve, duygulanımın öforik olduğu, çağrışımlarının dağınık izlenimi verecek kadar
hızlandığı, konuşma miktar ve hızının arttığı, istemsiz dikkatinin arttığı, istemli dikkat ve yoğunlaşmasının
bozulduğu saptandı. Hasta böcek ve çeşitli hayvanlar görme şeklinde görsel varsanılar ve bu böceklerin
vücudunda dolaştığı şeklinde taktil varsanılar saptandı. Hasta perseküsyon ve referans hezeyanları tanımladı.
Mini Mental Testten 18 puan aldı. Laboratuarında TSH: 0.00, T3: 2,45, T4: 1,09 olarak bulundu. Bunun dışındaki
laboratuar tetkikleri normal sınırlardaydı. Yapılan değerlendirme sonucu Bipolar bozukluk psikotik özellikle manik
epizot, demans ve deliryum ön tanıları ile ketiapin 25mg/gün ve risperidon 2mg/gün tedavisi başlandı. Aile
hekiminin önerisiyle tiroksin tedavisi kesilen hastada psikotik semptomlar ortadan kalktı, mini mental test puanı
normal düzeye ulaştı, yönelimi düzeldi, ancak öforisi tedavinin daha geç döneminde ortadan kalktı. Bir haftanın
sonunda valproik asit 500 mg/gün tedaviye eklendi. Hasta poliklinik takibi planlanarak taburcu edildi ve bir hafta
sonraki poliklinik kontrolünde remisyon halinin devam ettiği gözlendi.
Tartışma: Bu olgunun kontrolsüz tiroksin kullanımının manik epizodu tetiklemesi ve deliryuma yol açması
açısından tartışılması önemlidir.
Kaynaklar:
1-Irwin R, Ellis PM, Delahunt J: Psychosis followin acute alteration of thyroid status. Aust NZJ Psychiatry 1997
Oct;31(5):762-4.
2-Brownliel BEW, Rae AM, Walshe JWB, Wells JE: Psychoses associated with thyrotoxicosis- ' thyrotoxic
psychosis'. A report of 18 cases, with statistical analysis of incidence. European J of Endocrinology 2000;
142:438-444.
PB 162
Sol Frontotemporal Tümör Rezeksiyonu Sonrası Gelişen Agresyonun Ön Planda Olduğu Psikoz
Vakası
Nazife Gamze Usta, Ömer Faruk Demirel, Hacı Murat Emül, Alaattin Duran
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, İstanbul
Son yıllarda cerrahi tekniklerdeki gelişmeler sayesinde epilepsi ve tümör cerrahisinde olumlu sonuçlar alınmakla
birlikte bu operasyonlar sonrasında organik beyin sendromu başlığı altında değerlendirilen bazı psikiyatrik tablolar
geliştiği ve bu tablolarda tedaviye direncin sık görüldüğü gözlenmektedir. Bu olgu ışığında da sol frontotemporal
tümör rezeksiyonu sonrası gelişen psikiyatrik semptomatoloji ve bu tablolara psikofarmakolojik yaklaşım
basamaklarının ele alınması amaçlanmıştır. Olgumuz, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri
Polikliniğine sol frontotemporal oligodendroglioma rezeksiyonu sonrası gelişen gün içerisinde ani ağlamalar, ani
öfke patlamaları, eşine yönelik kıskançlık hezeyanları ve saldırganlık şikâyetleri nedeni ile başvurduPsikiyatrik
muayenesinde emosyonel labilite, spontan ağlamalar ve irritabilite gözlendi. Düşünce içeriğinde eşine karşı
kıskançlık hezeyanları ve homisidal düşünceler saptandı.
Uygulanan risperidon 6mg/g ve valproat 1500mg/g tedavisi ile şikâyetlerinde gerileme gözlenmeyen hastanın
valproat tedavisinin çapraz titrasyon ile 600mg/g karbamazepine değiştirilmesi ile klinik bulgularında gerileme
gözlendi. Atipik antipsikotiklerin, duygudurum düzenleyiciler ve lityumun artan kullanımları ile nöropsikiaytrik
sendromlarda görülen agresyon etkili olarak tedavi edilebilmektedir. Organik beyin sendromunda davranış
kontrolünü sağlamada antipsikotiklere kıyasla GABAerjik sistem üzerinden düzenleme yapan karbamazepin gibi
antikonvülsan tedaviler önerilmektedir. Bu hastalardaki kompleks nörobiyolojik patolojiden dolayı birden çok
reseptörü hedef alan tedaviler kaçınılmaz olmaktadır.
PB 163
Malign Melanom Tanısı Konan ve İkincil Depresyonu Olan Bir Olguda İnterferon Alfa Kullanımına
Bağlı Psikoz Gelişimi ve Tedavide EKT’nin Etkisi
Melike Küçükkarapınar 1, Burhanettin Kaya 2
1Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
2Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
Giriş: Malign Melanoma (MM) %18,2 sıklıkta görülen, erken tanı-tedavi ile beş yıllık sağkalımın %80- 90 olduğu
bir deri hastalığıdır(1). Hastalığa ikincil depresyon %23 oranında görülmektedir(2). Hastalığın yinelemesi ve
metastazı engellemek amacıyla IFN-a gibi immünomodulatuar ilaçlar kullanılmaktadır. Buna bağlı olarak
depresyon, psikoz, intihar düşüncesi, konfüzyon gibi nöropsikiyatrik belirtiler %10 sıklıkta görülebilmektedir.
Depresyon %10-40 oranında görülür(3). Psikoz nadir görülür(4). Bu bildiride MM tanısı konan, ikincil depresyonu
olan, interferon alfa kullanımına bağlı psikoz gelişen ve EKT ile düzelen bir olgu kaynaklar ışığında tartışılmıştır.
Olgu: Kendine güvenmeme, değersizlik düşünceleri, halsizlik, yorgunluk yakınmaları olan 37 yaşında kadın
hasta. MM tanısı konduktan sonra IFN-a tedavisi başlamış. Tedaviden 15-20 gün sonra yakınmalarında artış
gözlenmiş. Servise yatırıldığında bir haftadır süren uyku hali, beslenme reddi, işitsel-görsel varsanıları vardı.
Risperidon 1 mg/gün başlandı, 2 mg/gün’e çıkarıldı. İlaç içmeyi reddettiği için 5mg/gün Haloperidol, 5mg/gün
Biperiden IM başlandı. İki hafta sonra belirtilerinde gerilememe olmaması üzerine sekiz seans EKT uygulandı.
Yakınmalarında belirgin düzelme gözlendi. Venlafaksin 225 mg/gün, Mirtazapin 15 mg/gün ve Olanzapin 5
mg/gün tedavisi sürdürüldü. Taburculuktan iki ay sonra yapılan izleminde iyilik halinin sürdüğü gözlendi.
Tartışma-Sonuç: IFN-a kullanan kanser hastalarında sıklıkla depresyon görülmekte, nadiren psikoz eşlik
etmektedir. Literatürde IFN-a kullanımına ikincil gelişen psikotik depresyonun tedavisinde EKT’nin yeri ile ilgili bir
çalışma vardır(5). Olgumuz EKT’nin IFN-a kullanımına gelişen psikozun tedavisinde yeri olduğunu
düşündürmektedir. MM hastalarında erken dönemde baş etme gücünü arttırmak, ikincil gelişen ruhsal
bozuklukları tanıyabilmek, erken tedavi önemlidir. Tedavinin başından itibaren psikiyatrik değerlendirme ve izlem
önerilmektedir.
Kaynaklar
1.Marsden J, Rajpar J. ABC of Skin Cancer; The Epidemiolgy, Aetiology and Prevention of Melanoma, BMJ
Books 2009, USA, s. 75.
2.Brandberg Y, Ringborg U, Sjoden P. Psychological reactions in patients with malignant melanoma. Eur J
Cancer 1995, 31(2):157-162.
3.Schwartz RA. Skin Cancer: Recognition and Management. Wiley-Blackwell 2008, USA, s. 537.
4.Kaya N, Zeytinci İ, Şahingöz M. İnterferon alfa kullanan malign melanomlu bir hastada ortaya çıkan mani: Olgu
sunumu, Anadolu Psikiyatri Dergisi 2008; 9.111-115.
5.Zincke MT, Kurani A, Istafanaus R. The successful use of electroconvulsive therapy in a patient with interferoninduced psychotic depression, J ECT 2007, 23(4):291-292.
PB 165
Duloksetine Bağlı Retrograt Ejekülasyon: Olgu Sunumu
Mahmut Bulut,¹*., Mehmet Cemal Kaya,¹., Keremhan Gözükara, ²
1 Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D, Diyarbakır
2 Palandöken Devlet Hastanesi, Üroloji Kliniği, Erzurum
Giriş: Retrograt ejakülasyon (RE) bir cinsel disfonksiyon (CD) olup; boşalma hissi olmasına rağmen dışarı sperm
akışı olmaması ve mesaneye doğru geri boşalma olarak tanımlanmaktadır(1). Antidepresanlara bağlı CD sık
gözlenmektedir. Yeni bir antidepresan olan duloksetinin cinsel yan etkileri plaseboya eşit düzeydedir(2). Bu
yazımızda cinsel yan etkileri çok az görülen bir antidepresan olan duloksetine bağlı gelişen RE olgusunu ilk defa
bildirmeyi amaçladık.
Olgu: 43 yaşında, evli erkek hasta major depresyon ve yaygın anksiyete bozukluğu tanılarıyla 11 yıldır takip ve
tedavi edilmekteydi. Bu süreçte çeşitli antidepresan tedaviler almış; fakat etkisizlik veya yan etki nedeniyle ilaçları
değiştirilmişti. Kliniğimize başvurusunda 6 aydır fluoksetin 20mg/gün alan hastada fluoksetine bağlı cinsel
isteksizlik ve geç boşalma şikayetleri mevcuttu. Yan etkiler nedeniyle fluoksetin tedavisi kesilip; duloksetin
60mg/gün başlandı.
Duloksetin tedavisine başlandıktan bir ay sonra fluoksetine bağlı cinsel yan etkiler düzelmiş; fakat orgazm
problemleri başlamıştı. Yapılan üroloji konsultasyonu sonucunda RE tanısı konulan hastada RE’nun duloksetine
bağlı olduğu düşünülerek cinsel yan etkisi az olan başka bir antidepresan olan bupropiyon 150mg/gün başlandı.
Duloksetin tedavisinin kesilmesinden iki gün sonra hastanın RE şikayetleri sona erdi ve 6 aylık takibinde herhangi
bir CD tariflemedi.
Tartışma: Antidepresanlara bağlı CD sık gözlenmekte olup; tedaviyi olumsuz etkilemektedir(2). Olgumuzda
fluoksetine bağlı CD gelişmesi nedeniyle duloksetin tedavisine geçilmiş fakat başka bir cinsel yan etki olan RE
gelişmiştir. Bu durumda yine CD yan etkisi düşük olan başka bir antidepresana geçilmiş ve bu yan etkiler
tamamen düzelmiştir.
Sonuç olarak antidepresanlara bağlı CD geliştiğinde cinsel yan etkileri daha az olduğu bilinen ajanlara geçmek
tedavide yaralı olabilir.
Kaynaklar:
1.Au E, Dasgupta R, Dasgupta P. Retrograde ejaculation following open ureteric reimplantation: a case report. J
Med Case Rep. 2009;3:7410.
2.Serretti A, Chiesa A. Treatment-emergent sexual dysfunction related to antidepressants: a meta-analysis. J Clin
Psychopharmacol. 2009;29(3):259–66.
PB 168
Siklopentolat Bağımlılığı: Bir Olgu Sunumu
Işıl Ateş Çöl, Yasemin Görgülü, Rugül Köse Çınar, Mehmet Bülent Sönmez
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Antikolinerjik ilaçların medikal kullanımlarıyla birlikte, giderek artan kötüye kullanım ve bağımlılık potansiyelleri
son zamanlarda sıkça göze çarpmaktadır. Antikolinerjik ilaçlar daha çok öforizan etkileri nedeniyle kötüye
kullanılmaktadırlar. Bu etkiler kullanan kişilerde çok konuşma, özgüvende artış, toplum içinde rahat olma şeklinde
tanımlanabilir. Siklopentolat hidroklorid oftalmolojide tanı amacıyla ve ameliyat öncesi değerlendirme amacıyla sık
kullanılan topikal midriyatik, sikloplejik bir tersiyer amin muskarinik reseptör antagonistidir. Tanısal oftalmik
girişimlerin yanı sıra üveitis ve iritis tedavisinde de kullanılmaktadır. Siklopentolat, ülkemizde siklopentolat
hidroklorid %1’lik solüsyon şeklinde ticari olarak satılmaktadır. Kliniğimiz tarafından bipolar bozukluk tanısıyla
takip edilen bir hasta siklopentolat bağımlılığının da saptanması üzerine konuya dikkat çekmek amacıyla
sunulmuştur. ACG, 28 yaşında bipolar bozukluk tanısıyla takip edilen erkek hasta, kontrol amaçlı polikliniğimize
başvurdu.
İlk psikiyatrik şikayetleri 2004 yılında başlamış, akut psikotik atak tanısı konmuş. Haziran 2006 ve Mayıs 2011
yıllarında bipolar bozukluk, manik epizod tanısı ile servisimizde yatırılarak uygun medikal tedaviyle takip
edilmiştir. Ancak bu atak sonrasında depresif yakınmaları ortaya çıkan hasta, bir arkadaşının önerisiyle
siklopentolat kullanmaya başlamış. Asıl olarak göz damlası olarak piyasada bulunan siklopentolatı göz damlası
olarak değil de, buruna damlatma yoluyla kullanmaya başlamış. Başlangıçta günde yarım şişe kullanırken son 6
aydır günde 1 şişe bitirmeye başlamış. İlacı kullandığı zamanlar, özgüveninin arttığını, etrafı algılayışının
değiştiğini, ortamdan uzaklaştığını, uyku hali, ağız kuruluğu olduğunu, kullanmadığı zamanlarda ise sıkıntı,
keyifsizlik, sinirlilik olduğunu ifade ediyor.
Hasta bu ilacı depresif yakınmalar olduğu zamanlarda “manik halini özlediği için” kullandığını ifade ediyor. İlacı en
uzun 3 haftalık bir dönem bırakabilmiş. Bu ilaç dışında 5 yıldır 1 paket/gün sigara kullanmakta, yaklaşık 5 yıldır
bağımlılık düzeyinde olmayan düzensiz esrar kullanımı mevcut. Ruhsal muayenesinde depresif yakınmaları
mevcuttu. Hamilton depresyon değerlendirme ölçeği 17 olarak tespit edildi. Siklopentolatı kesmesi önerilerek
uygun tedavi düzenlendi. Ülkemizde antikolinerjik ilaçlardan sadece biperiden yeşil reçete ile verilerek kontrole
tabi tutulmaktadır. Diğer antikolinerjikler eczanelerden reçetesiz satın alınabilmektedir. Bu olgu da antikolinerjik
ilaçların kötüye kullanımları/bağımlılıkları konusunda ilaçların ruhsatlandırılmaları, reçete edilmeleri ve satılmaları
konusunda yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğunu göstermektedir.
PB 169
Tiyaneptin Kötüye Kullanımına Bağlı Yoksunluk Belirtileri Gelişen Bir Olgu Sunumu
Salih GENÇOĞLAN*, Leyla AKGÜÇ**, Mustafa ERKAN***
* Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatri AD., Antalya ** Arş.Gör.Dr, Akdeniz
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD., Antalya *** Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
Çocuk Psikiyatri AD., Antalya
Giriş: Tiyaneptin trisiklik antidepresanlara yapısal olarak benzeyen yeni jenerasyon bir antidepresandır (Sánchez
ve ark. 2003). Tiyaneptin pek çok antidepresanlardan farklı olarak karaciğerde Sitokrom p450 enzim sistemini
kullanmadan metabolize olur, bu nedenle ilaç etkileşimi daha az olabilmektedir. Tiyaneptinin major depresyon,
bipolar depresion, distimi ve uyum bozukuklarında önerilen günlük dozu 25 - 50 mg/gün dür. Sıklıkla olan yan
etkileri bulantı, konstipasyon, karın ağrısı, baş ağrısı, baş dönmesi, uyku bozukluğudur ve bu yan etkilerin
zamanla azaldığı bildirilmiştir (Antona J. Ve ark. 2001). Bu olguda depresif şikayetler nedeniyle doktor önerisi
olmadan kendi başına Tiyaneptin başlayan ve giderek artan dozda kullanımı olan hastanın yoksunluk belirtilerinin
gelişmesi ve Tiyaneptinin kötüye kullanımından söz edilecektir.
Olgu: 27 yaşında, üniversite mezunu, bekar, çalışan kadın hasta. Acil servise terleme, yoğun huzursuzluk hissi,
çarpıntı ve yerinde duramama şikayetleriyle başvurdu. Yapılan ilk değerlendirilmede yüksek miktarda Tiyaneptin
kullanmakta olduğu ve son iki gündür ilacını alamadığı bu nedenle de şikayetlerinin başladığı öğrenildi.
Tiyaneptini ilk defa bir yıl önce arkadaşının önerisiyle eczaneden satın alarak kullanmaya başlamış. O dönemde
moral bozukluğu, isteksizlik, iş yerindeki sorunlar ve bunlara bağlı kaygıları nedeniyle Tiyaneptine başlamış. İlaca
günlük 12,5 mg doz ile başlamış sıkıntıları geçmeyince giderek dozu artırmış. Son alarak 625 mg/güne kadar
çıkmıştı. İlacını kullanmadığında yoğun sıkıntı hissiyle birlikte ilacı kullanmak zorunda kaldığı ve ilaçla birlikte
rahatladığı öğrenildi. Tiyaneptini eczaneden reçetesiz temin etme imkanı olduğu için bu konuda bir güçlük
çekmediği anlaşıldı.
Hastanın tıbbi özgeçmişinde herhangi bir özellik saptanmadı. Psikiyatrik öz geçmişinde bir yıl önce var olan
depresif şikayetler dışında başka özellik bulunamadı. Nörolojik muayenesi normaldi. Fizik muayenesinde
TA:140/80 nabız:97, ateş:36,5 olmakla birlikte başka bir patoloji saptanmadı. Yapılan laboratuar tetkiklerinde
hematoloji ve biyokimya sonuçları normal sınırlardaydı. Hastanın bir yıldır sadece Tiyaneptini giderek artan
yüksek dozlarda kullanması, kullanmak için çaba göstermesi, kullanmadığında yoksunluk belitileriyle birlikte
toplumsal ve mesleki etkinliklerinin azalması nedeniyle ilacı kötüye kullanımı olarak değerlendirildi ve hastada var
olan durumu Tiyaneptin kötüye kullanımına bağlı yoksunluk belirtileri olduğu anlaşıldı Hastaya yoksunluk belirtileri
nedeniyle diazepam 15 mg/SF İV infüzyonu başlandı. Diazepam infüzyonu sonrası şikayetlerinin gerilemesi ile
AMATEM’de takip edilmek üzere acil servisten taburcu edildi. Tartışma Tiyaneptin beyinde seratonin geri
alınımını arttıran ve nöronal dentritlerde stresin indüklediği atrofiyi azaltan bir antidepresandır (Antona J. Ve ark.
2001).
Kognitif yönden Tiyaneptinin dikkati ve öğrenmeyi artırdığı belirtilmiştir (Labrid C ve ark. 1992). Tiyaneptin yüksek
dozda iyi tolere edilebildiği belirtilmiştir. Letterme ve ark. beş olguyla yaptıkları çalışmada Tiyaneptinin
psikostimulan etkileri görülmüştür (Leterme ve ark. 2003). Olgumuzda Tiyaneptin uyarıcı etkisi ve aynı etkiyi
sağlamak için hasta tarafından dozun sürekli artırılmış olması ve ilacı bulamadığında yoksunluk belirtileri ile acil
servise başvurması dikkat çekicidir. Tiyaneptin kötüye kullanımı ile ilgili literatürde olgu sunumları bulunmaktadır.
Tiyaneptin ilgili yapılan çalışmalarda güvenli olduğu bildirilmekle birlikte kötüye kullanımının olduğu klinisyenlerin
gözden kaçırmaması gereken bir durumdur.
Anahtar kelimeler: Tiyaneptin, kötüye kullanım, yoksunluk
PB 170
Alkol Kullanımın Yol Açtığı Psikotik Bozukluk-Hallusinasyonlarla Giden: Bir Olgu
Çetin Irmak, Elif Tatlıdil Yaylacı, Hamdi Öztürk, Sermin Kesebir
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Bu olgu sunumunun amacı alkol kullanımının yol açtığı psikotik bozukluk tanılı bir olgunun ayırıcı tanı ve
tedavisinin tartışılmasıdır.
Olgu: 51 y, erkek, lise mezunu, hiç evlenmemiş olgu öldürüleceği korkusu ve kendini öldür diyen sesler duyduğu
için getirildiği acil servisten şizofreni ön tanısı ile kliniğimize kabul edildi. Beş yıl önce iflas eden olgu, günümüze
dek olan süreçte anne ve babasını kardiovasküler hastalık, ablasını meme kanseri ve yeğenini boğulma sonucu
kaybetmiş. Bu dönemde olgu depresif belirtiler tanımlamaktadır ancak başvuru ve tedavi öyküsü
bulunmamaktadır.
Aile öyküsünde 1995 yılından bu yana kayıp olup, haber alınamamış bir de abi bulunmaktadır. İrritabl mizaç
özelliklerine sahip olan olgumuzda yatışından bir hafta kadar önce kız arkadaşıyla olan ilişkisinin ifşa olduğu
şeklinde düşünceler ve bu nedenle kendisine şantaj yapılacağı yönünde şüpheler başlamış. Son birkaç yıldır her
gün birkaç bira içen olgumuz, izleyen 48 saat içerisinde 205 cc (100’lük, 70’lik ve 35’lik) alkol alımının ardından
kendini öldürmesini söyleyen sesler duymaya başlamış. Bunun üzerine getirildiği acil serviste ajitasyon nedeniyle
aralıklı olarak üç kez 10 mg im haloperidol uygulanmış. Kliniğimize yatışının olduğu gece gözlük camını kırarak
bileklerini kesen olgunun yapılan psikiyatrik bakısında işitsel ve görsel hallusinasyonlar, psikomotor ajitasyon, fizik
bakısında otonomik hiperaktivite ve tremor saptanmıştır. Bu sırada gerçeği değerlendirme yetisi de bozuktur.
PB 171
Gabapentin Bağımlılığı: Bir Vaka Sunumu
*Emine Merve Kalyoncu, **Erol Göka
*Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi- Pskiyatri
**Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari Koordinatörü
Gabapentin; epilepsi, nöropatik ağrı ayrıca yaygın anksiyete bozukluğu, bipolar afektif bozukluk,migren
tedavilerinde kullanılan bir gama-aminobutirik asit (GABA) analoğudur.Gabapentin,Türkiye‘de kontrole tabi
ilaçlardan olmamasına karşın kötüye kullanım potansiyeline sahiptir.Bu sunacağımız vaka bağlamında,
literatürdeki sınırlı sayıda olan gabapentin bağımlılığı kavramı gözden geçirilecektir.
PB 172
Psikiyatrik Belirtilerin Asıl Tanının Gözden Kaçmasına Neden Olduğu Bir Korsakoff Psikozu
Olgusu
Eda Çetin, Ozan Pazvantoğlu, Ömer Böke
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
Korsakoff psikozu sıklıkla tiamin eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkan nöropsikiyatrik bir bozukluktur.
Malabsorbsiyona neden olan diğer durumlar dışında özellikle uzun süreli alkol kullanımına bağlı olarak geliştiği
bilinmektedir(1). Post mortem çalışmalarda %1.1 oranında saptanırken klinik populasyonda bu vakaların ancak
%20’sinin doğru tanı alabildiği bildirilmiştir (2,3). Bunun nedenlerinden biri bozukluğun klinik sunumunun değişken
olabilmesi ve başka nörolojik ya da psikiyatrik hastalıklarla karışabilmesidir. Korsakoff psikozunun temel belirtileri
bilişsel, özellikle bellek ile ilgili zayıflıklardır(1).
Buna karşın daha az sıklıkla bazı vakalarda psikiyatrik belirtiler de ön planda olabilmektedir. Bu belirtiler daha çok
ruhsal muayenenin düşünce içeriği alanıyla ilgilidir ve paranoid içerikli hezeyanlar biçimindedir(4). Biz bu
bildirimizde, düşünce içeriği bozukluğundan ziyade duygudurum belirtileri (elevasyon, çok ve gereksizce para
harcama, grandiyözite, duygudurum labilitesi) gösteren ve yaklaşık 7 yıldır “bipolar bozukluk” tanısı ile takip ve
tedavi edilen bir Korsakoff psikozu vakasını sunduk. Klinik takiplerinde şimdiye dek Korsakoff psikozu tanısı
konulmamıştı ve duygudurum düzenleyici tedavisi almaktaydı.
Ancak yapılan değerlendirmeler sonucunda, psikiyatrik belirtilerinin uzun süreli alkol kullanımına bağlı olduğu,
önemli derecede bellek kusurları olduğu anlaşıldı. Korsakoff psikozunun temel belirtileri, özellikle bellek
zayıflıklarının ön planda olduğu bilişsel sorunlar olsa da, olgumuzda olduğu gibi bazı durumlarda psikiyatrik
belirtiler-hezeyanların yanı sıra duygudurum belirtileri- ön planda olabilir ve Korsakoff psikozu tanısı gözden
kaçabilir.
Kaynaklar:
1-Sadock BJ and Sadock VA. Kaplan and Sadock’s Comprehensive Textbook of Psychiatry. 8. Baskı, 1. Cilt, 10.
Bölüm, sayfa 1094-5. 2-Graham D, Lantos P (eds). Nutritional and metabolic disorders, Chapter 10. In:
Greenfield's Neuropathology. Seventh edition. The Oxford University Press, 2002; 607-641. 3-Azim W, Walker R.
Wernicke’s encephalopathy: a frequently missed problem. Hosp Med 2003;64:326-7. 4-Iga JI, Araki M, Ishimoto
Y and Ohmori T. A case of Kosakoff’s Syndrome improved by high doses of donepezil. Alcohol & Alcoholism
2001;36:553-5.
PB 173
Fentanil ile Kronik Ağrı Tedavisi Gören Bir Hastada Gelişen Bağımlılığa Multidisipliner Yaklaşım
İsmail Özel*, Ender Altıntoprak*, **Can Eyigör***, Meltem Uyar***
*Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İzmir
** Ege Üniversitesi Madde bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç bilimleri Enstitüsü, İzmir
*** Ege Üniversitesi Anestezi ve Reanimasyon AD, Algoloji BD, İzmir
Giriş ve Amaç: Fentanil, standart ağrı tedavisine yanıt alınamayan kronik ağrı hastalarında daha yaygın
kullanılmaya başlanan bir opioid analjeziktir. Tıbbi tedavi gerekçesi dışında kullanıldığında kötüye kullanım ve
bağımlılık geliştirdiğine ilişkin olgu bildirimleri hızla artmaktadır. Aile hekimliğinin yaygınlaştığı ülkemizde bu grup
ilaç tedavilerinin standardize edilmesi ve kontrol altında tutulmasının önemine dikkat çekmek istenmiştir
Olgu: 24 yaşında, erkek hasta. 2009 yılında ABD’de yaşadığı dönemde, sırt ağrısı yakınmasıyla başvurduğu
doktor tarafından Schearman sendromu tanısı konularak oksikodon 30 mg/g ve diazepam 20 mg/G kullanması
önerilmiş. Ağrıları geçmeyen hasta –yasal olmayan yollardan- kullanmakta olduğu oksikodon dozunu giderek
arttırarak 80 mg/G dozuna çıkarmış. 2010 yılında kullanmakta olduğu oksikodon, diazepam ve tüm diğer
maddeleri bırakarak yine yasal olmayan yollardan elde ettiği Buprenorfin/Nalokson kombinasyonu (Suboxone) 24
mg/G kullanmaya başlamış. Suboxone temin etmekte zorlanan hasta, yeniden ağrılarının artması nedeniyle bir
ağrı kliniğini tarafından Fentanil (Durogesic) 12mg/G tedavisi başlanmış. Hasta süreç içinde kullanmakta olduğu
fentanil preparatını kendi kendine 200 mg/G doza yükseltmiş. Yüksek doz ilaç reçete edilmesi talebiyle
başvurduğu algoloji uzmanı tarafından bağımlılık gelişmiş olabileceği düşünülerek Madde Bağımlığı Polikliniği’ne
yönlendirilen hasta kliniğimize yatırılarak tedavisi düzenlendi.
Tartışma: Opioidler şiddetli sırt ağrısını azaltmada çok etkindir(1,2). Birçok klinisyen yan etkilerinden, tolerans
gelişmesinden ve bağımlılık geliştirme potansiyelinden dolayı opioidleri kronik ağrı tedavisinde kullanmaktan
çekinmektedir(3). Opioid kullanımı sırasında bağımlılık oranını belirleyebilmek için değişik risk skalaları kullanılsa
da hangi hastaların bağımlılık geliştirebileceğini tahmin etmek güçtür. Sonuç olarak kronik ağrı için opioid
kullanan hastalarda geniş bir değerlendirme ve izlem gerekmektedir. Aile hekimliği uygulamasının giderek
yaygınlaşmakta olduğu ülkemizde, özellikle rapor ile kullanılan opioidlerin kontrolsüzce birden çok hekim
tarafından reçetelenmesinin, yurt dışında olduğu gibi ülkemizde de, opioid analjezik kötüye kullanımı/bağımlılığı
sorununu arttırabileceği göz önünde tutulmalıdır.
Kaynaklar:
1.Schofferman J. Long-term opioid analgesic therapy for severe refractory lumbar spine pain. Clin J Pain 1999;
15(2):136-40.
2.Watson CP, Babul N. Efficacy of oxycodone in neuropathic pain: a randomized trial in postherpetic neuralgia.
Neurology 1998; 50(6):1837-41.
3.R. Chou, G. J. Fanciullo, P. Fine, Adler JA, Ballantyne JC, Davies P et al. Clinical guidelines for the use of
chronic opioid therapy in chronic noncancer pain. J. Pain 2009; 10(2):113-30.
PB 174
Psikiyatrik Kadın Hastada Şiddet: Olgu Sunumu
Semra Enginkaya, Münevver Akın, Melahat Akbaş
Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
Şiddetin ülkemizde önemli bir toplumsal sorun olduğu bilinmektedir. Son 15-20 yılda, dünyanın her yerinde,
şiddetle ilgili çok sayıda araştırma yapılmıştır. Tüm dünya nüfusunu temel alan 48 çalışmanın verilerine göre,
Dünya Sağlık Örgütü kadınların eşleri ya da partnerleri tarafından şiddete uğrama oranını % 10-69 arasında
bildirmiştir.
Bu oranların kişilik bozukluğu, bipolar bozukluk, anksiyete bozuklukları ve şizofreni tanısı olan kişilerde toplum
genelinden daha yüksek olduğu belirtilmektedir. Bu olguda; şiddet uygulanan gebe psikiyatrik hastada, tedavi
süreci, şiddete maruz kalma sonrası baş etme yöntemleri, gebelik-lohusalık dönemine, bebeğin bakımına ve
sosyal yaşama uyum sağlama ve iletişim kurmaya yönelik yaklaşım anlatılmıştır.
Kaynaklar
Temiz M. Psikiyatrik hastalığı olan kadınlarda aile içi şiddete maruz kalma. T.C. Sağlık Bakanlığı, Bakırköy Ruh
ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Uzmanlık Tezi, İstanbul. Vahip I, Doğanavşargil Ö. Aile içi
fiziksel şiddet ve kadın hastalarımız. Türk Psikiyatri Dergisi 2006; 17(2):107-114.
PB 175
Postpartum Depresyon Olgusunda Başarılı Elektrokonvülsif Tedavi: Olgu Sunumu
Cihad YÜKSELİR, Serkan ZİNCİR, A.Gazi ÜNLÜ, Mehmet KOÇER, Adem BALIKCI, Mehmet AK, Ali
DORUK
GATA Psikiyatri A.D Ankara/TÜRKİYE
Doğum esnasında oluşan dramatik biyolojik değişikliklerden dolayı postpartum mizaç bozukluklarının
biyokimyasal ya da hormonal bir dengesizlik sonucu olduğu düşünülmektedir. Biyolojik değişiklikleri ölçmek
amacıyla az sayıda çalışma yapılmış ve bunlarda da gonadal hormonlar ve prolaktine odaklanılmıştır. Doğum
sonrası depresyonunda ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı zıt duygular daha ön plandadır. Bununla
birlikte depresif diğer belirtiler görülür.
Bu makalede postpartum depresyon tedavisinde EKT nin başarısı tartışılacaktır. A.O. 38 yaşında, bayan hasta.
Postpartum 10.gününde depresif belirtiler ile ailesi refakatinde kliniğe başvurdu. Son 2 gündür yoğun intihar
düşünceleri mevcutmuş. Yapılan değerlendirmeler sonucunda DSM-IV kriterlerine göre pospartum depresyon
tanısı alan hastanın başka bir psikiyatrik bozukluk ve hastalığı olmadığına karar verildi. Hasta ve yakını ile yapılan
görüşme sonrası, intihar düşüncelerinin yoğun olması ve bebeği emzirmesi de göz önünde bulundurularak EKT
tedavisi uygulanmaya karar verildi.8 kür EKT uygulandı.
İlk 3 kür EKT sonrası semptomlarda kısmen azalma, 8.EKT sonrası tam remisyon sağlandı. İzlem sürecinde üç
hafta sonra hastanın premorbidine döndüğü gözlendi. Postpartum depresyon olgularında, yoğun intihar
düşünceleri mevcut ise, kısa sürede tedaviye yanıt alınması isteniyorsa ve bebeğin gelişiminde anne sütünün
önemi düşünüldüğünde, EKT başarı ile uygulanmakta olan ve emziren annelerde bebeğe herhangi bir risk
oluşturmadığından tercih edilebilecek bir seçenektir.
PB 176
Bipolar Affektif Bozukluk ve Psikojenik Polidipsi Birlikteliği Olan Bir Olgu Sunumu
*Meral Elçi, *Fatma Özlem Orhan, *Şule Şirin Berk, **Kamile Gül
*Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
**Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı
Amaç: Psikojenik polidipsi, psikiyatrik hastalığı olanlarda sık rastlanan bir durumdur. Polidipsi ile giden psikiyatri
hastalarında %69-83 oranları ile şizofreni en sık konulan tanıdır (1,2). Duygudurum bozukluğu olan ve nörotik
hastalarda sıvı-elektrolit dengesi problemleri nadir olarak bildirilmiştir (3). Bu sunumda psikojenik polidipsi öyküsü
olan bir Bipolar Affektif Bozukluk (BAB) vakası tartışılacaktır.
Olgu: 29 yaşında erkek hasta uykusuzluk, sinirlilik, aşırı hayal kurma şikayeti ile polikliniğimize başvurdu. 11
yıldır BAB tanısıyla takip edilen hasta dönem dönem hastanede yatarak dönem dönem de ayaktan duygudurum
düzenleyiciler ve antipsikotikler kullanarak tedavi görmüş. Hasta polikliniğimize başvurduğunda 48 saat
uykusuzluğa rağmen aşırı enerji hali ve fazla konuşması mevcuttu. Konuşma akışı hızlı ve hedefine ulaşmıyordu.
Hastanın yapılan rutin tetkiklerinde kan sodyum (126) ve üre (3.4) düzeyi düşük olarak tespit edildi. Bunun
üzerine hasta psikojenik polidipsi açısından tekrar değerlendirildi ve alınan anamnez sonucu hastanın günde 6070 bardak su içtiği, diğer çay vs. içeceklerle günlük sıvı alımının 100 bardağı bulduğu tespit edildi. Hastadan
endokrinoloji konsültasyonu istendi ve psikojenik polidipsi teşhisi doğrulandı. Hasta endokrinoloji polikliniği ile
işbirliği kurularak yakın takibe alındı. Sıvı kısıtlaması yapıldı. İlaç tedavisi olarak amisülpirid 600 mg/gün, valproik
asit 1000 mg/gün ve lorazepam 2 mg/gün başlandı. Daha sonraki kontrol muayenelerinde hastanın kan sodyum
(133) düzeyinin normale döndüğü, günlük sıvı alımının azaldığı tespit edildi.
Tartışma: Sonuç olarak; polidipsi psikiyatrik hastalıklarda ortaya çıkabilmekte ve bu durum bazen morbidite ve
mortalite riski olan hiponatremik ensefalopatiye yol açmaktadır. Bu açıdan psikiyatri polikliniğine başvuran
hastalar polidipsi açısından sorgulanmalıdır. Psikojenik polidipsi tedavisinde amaç su içme davranışının
değiştirilmesidir. Yanlış tedavi uygulandığında hayati komplikasyonlara neden olabilen bu hastalık, altta yatan
psikiyatrik hastalığın tedavisi ve sıvı alımının kontrolüyle kolaylıkla tedavi edilebilmektedir.
Kaynaklar:
1-Jose CJ, Barton JL, Perez-Cruet J. Hyponatremic seizures in psychiatric patients. Biol Psychiatry 1979;14:839843
2- Leadbetter RA, Shutty MS Jr, Higgins PB, Pavalonis D. Multidisciplinary approach to psychosis, intermittent
hyponatremia and polydipsia. Schizophr Bull 1994;20:375-385
3-Zubenko GS, Altesman RI, Cassidy JW, Barreira PJ. Disturbances of thirst and water homeostasis in patients
with affective illness. Am J Psychiatry 1984;141:436-437
PB 177
Aripiprazol Kullanımına Bağlı Gelişen Parkinsonizm: Bir Olgu Sunumu
Buğra Çetin *, Jülide Güler*, Gönül Yıldırım*, Mustafa Bilici**
*Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
**İstanbul Medipol Üniversitesi Psikiyatri A.B.D
Giriş: Aripiprazol diğer atipik antipsikotiklerden farklı bir farmakolojik profile sahip bir atipik antipsikotiktir. D2 ve 5HT1A reseptörlerinin yüksek affiniteli parsiyel agonisti ve 5-HT2 reseptörünün de antagonistidir. Bu farmakolojik
profilinden dolayı aripiprazole bağlı parkinsonizm beklenen bir yan etki değildir ve literatürde bildirilmiş az sayıda
olgu vardır. (1,2) Bu yazıda aripiprazol kullanımı sonrası gelişen şiddetli parkinsonizm olgusu sunulmuştur.
Olgu: 56 yaşında, 10 yıldır bipolar affektif bozukluk tanısı ile izlenen ve mükerrer hastane yatışları olan kadın
hasta son beş gündür olan kasılma, titreme, hareketlerde yavaşlama şikayeti ile Erenköy RSHH acil polikliniğine
başvurmuş, bipolar affektif bozukluk (depresif epizot) ve nöroleptiğe bağlı parkinsonizm tanılarıyla yatışı
yapılmıştır. Yaklaşık bir ay önce kilo aldığı gerekçesi ile lityum ve valproat sodyum tedavisi kesilmiş ve aripiprazol
30 mg/gün ve venlafaksin 75 mg/gün şeklinde tedavisi yeniden düzenlenmiştir.
Hastanın yoğun rijiditesi nedeniyle hareket edememesinden dolayı yatağında yapılan muayenesinde öz bakımı
azalmış, psikomotor aktivitesi azalmış duygudurumu depresif, duygulanımı anksiyöz, konuşma miktarı ve
tonlaması azalmış olarak değerlendirildi. Hasta aktif psikotik bulgu ve suisid/ homisid fikri tanımlamadı. Hastanın
rijidite, tremor ve bradikinezisi mevcuttu. Hastanın takiplerinde lökositoz olmaması ve ateşinin en fazla 37,5
derece olarak saptanması dolayısı ile nöroleptik malign sendrom dışlandı. Kullandığı antipsikotik ilaca bağlı
parkinsonizm olduğu düşünülen hasta düzenlenen biperiden ve diazepam tedavisine yanıt vermediğinden,
immobilizasyona bağlı dekübitüs ülserleri geliştiğinden ve yatışının 17. gününde suisid fikri bildirdiğinden dolayı 5
seans EKT uygulandı, remisyona giren hasta yatışının 34.gününde valproat sodyum 500 mg/gün tedavisi ile
taburcu edildi.
Tartışma: Aripiprazol ile parkinsonizm oluşumu sık gözlenen bir durum değildir ve bu olguda bildirilen şiddette
aripiprazole bağlı parkinsonizm tablosuna literatürde rastlanmamıştır.
Kaynak:
1-Lannah L Lua ve Lin Zhang: Development of Parkinsonism following exposure to aripiprazole: two case reports.
J of Medical case reports 2009,3:6448.
2-Saddichha S, Kumar R, Babu GN, Chandra P: Aripiprazole associated with acute dystonia, akathisia and
parkinsonism in asingle patient. Clin Pharmacol 2011 Sep 8.
PB 178
Aripiprazole Venlafaksin Eklenmesi İle Meydana Gelen Ekstrapiramidal Sendrom: Olgu Sunumu
Abdullah Atli, Mahmut Bulut, Hasan Akçalı,Mehmet Güneş, Mehmet Cemal Kaya.
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır
Giriş: Aripiprazol “dopaminerjik sistem stabilizatorü” olarak tanımlanan ilk yeni nesil antipsikotik ajandır. Şizofreni,
bipolar bozukluk, depresyon gibi birçok psikiyatrik rahatsızlığın tedavisinde 2002 yılından beri tüm dünyada
yaygın olarak kullanılmaktadır (1).Biz de burada aripipazol ile ilişkili bir ekstrapiramidal olgusunu sunmayı
amaçladık.
Olgu Sunumu: I.L., 30 yaşında, ilkokul mezunu, evli 4 çocuk annesi hastada 3 aydır süren hayattan zevk
almama, kendini mutsuz hissetme, yoğun ölüm düşünceleri ve uyku-iştah düzensizliği mevcuttu. Yaklaşık 6 ay
önce hasta psikotik belirtilerle hastaya aripiprazol başlanmış ve psikotik belirtiler bir aydan önce sonlandığı ifade
edilmiş olup halen aripiprazol alımı devam etmektedir. Soy geçmişinde anne ve kuzeninde depresyon olduğu
öğrenildi. Hasta major depresif bozukluk tanısı ile psikiyatri servisimize yatırıldı. 2 aydır sertralin 100 mg/gün ve 6
aydır aripiprazol kullanan hastada yeterli düzelme olmaması nedeniyle sertralin sonlandırılıp venlafaksin başlandı
ve aripiprazol devam edildi.
Ayrıca yoğun intihar düşüncelerinden dolayı elektrokonvulzif terapi (EKT) başlandı. Tedavinin üçüncü haftasında
hastada ekstrapramidal sendrom ortaya çıktı (dişli çark, hareketlerde yavaşlama, tremor ve parkinsonyal postur
şeklinde). EKT ve venlafaksin-aripiprazol tedavisine biperiden 4 mg/gün eklendi. Toplam 9 EKT alan hasta,
tedavinin 35. gününde klinik durumunun düzelmesi ve yapılan norolojik değerlendirmesinde ekstrapiramidal
sendrom belirtilerinin son 4 gündür olmaması üzerine venlafaksin, aripiprazol ve biperiden ile taburcu edildi.
Tartışma: EPS özellikle tipik antipsikotiklerle beraber sık görülen bir yan etkidir. Akatizi, distoni ve parkinsonizm
akut; tardiv distoni ve tardiv diskinezi kronik nitelikteki ekstrapiramidal yan etkilerdir. Aripiprazolle kullanımıyla
EPS az görülmekle beraber literatürde EPS vakaları bildirilmiştir. Biz burada aripiprazol venlafaksin
kombinasyonu ile beraber EKT tedavisi altında iken EPS ortaya çıkaran ve biperidenle düzelen bir vaka sunduk.
Bu vakada EPS’nin sadece aripiprazolle ilişkilendirilmesi eksik bir yoruma neden olabilir. Çünkü vakamız daha
önce de aripiprazol almasına rağmen EPS ortaya çıkarmamıştı. Aripiprazole venlafaksin eklenmesi daha önce de
literatürde bu kombinasyonu kullanan bir vakada parkinsonizm ortaya çıkması venlafaksinnin aripiprazolün EPS
yapma riskini artırdığını düşündürtebilir (2).
Kaynaklar:
1. Gupta S, Masand P (2004). Aripiprazole: review of its pharmacology and therapeutic use in psychiatric
disorders. Ann Clin Psychiatry 16: 155–166.
2.Aripiprazole-induced parkinsonism. Sharma A, Sorrell JH. Int Clin Psychopharmacol. 2006 Mar;21(2):127-9.
PB 179
Karbamazepin’e Bağlı Hiponatremi Olgusu
Gönül Yıldırım, Özgür Süner, Buğra Çetin, Doç Dr Ümit Başar Semiz
Kurum: Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Giriş ve Amaç: Hiponatremi; serum sodyum konsantrasyonunun 135 mmol/l altına düşmesidir. Kliniğe yorgunluk,
baş ağrısı, vertigo şeklinde yansıyabildiği gibi asemptomatik de seyredebilir(1). Karbamazepine bağlı hiponatremi
insidansı %1.8-%40 arasında değişmektedir(2). Okskarbamazepin ve karbamazepin kullanımının karşılaştırıldığı
bir çalışmada okskarbamazepine bağlı hiponatremi görülme oranı daha fazla bulunmuştur(3). Bu sunumda
karbamazepine bağlı bir hiponatremi olgusunun tartışılması amaçlanmıştır.
Olgu: 43 yaşında, erkek, evli, üniversite mezunu, turizmci. Unutkanlık, sinirlilik, çok konuşma, tahammülsüzlük,
hareketlilik şikayetleriyle başvurdu. İlk psikiyatrik başvurusu 10 gün önce olan, olanzapin 2.5 mg/gün başlanan,
ancak tedaviden fayda görmeyen hastanın yatışı yapıldı. Psikiyatrik muayene: Bilinç açık, koopere, oryante,
psikomotor aktivite artmış, duygudurum hipertimik, duygulanım irritabl, konuşma miktarı artmış, psikotik bulgu
saptanmadı.
Hastanın yatışını takiben 30.05.2012’deki kan tetkikleri normaldi. Duygudurum düzenleyici olarak karbamazepin
400 mg/gün başlandı. Çekilen EEG ve kranial MR normal olarak değerlendirildi. 04.06.2012'de tedavisine
risperidon 1 mg/gün eklendi. 11.06.2012’de tekrarlanan tetkiklerinde sodyum düzeyi 126 mmol/L idi. Sıvı
replasmanına rağmen günlük takiplerde hiponatremisi süren hastanın yatıştaki sodyumunun normal değerlerde
olması nedeniyle hiponatreminin karbamazepin kullanımına bağlı gelişmiş olabileceği düşünüldü. Karbamazepin,
doz azaltılarak kesildi. Valproat 500 mg/gün başlandı.
18.06.2012’de sodyum düzeyi normal değerlere dönmüş şekilde 137 mmol/L olarak saptandı. Sıvı replasmanı
kesildi. Sonrasındaki günlük takiplerde sodyum değerlerinin normal sınırlarda seyrettiği izlendi. Hasta; afektif
semptomlarının gerilemesi üzerine 29.06.2012’de taburcu edildi.
Tartışma: Hiponatremi karbamazepin başlanmasının ardından 48 saat içinde ortaya çıkabilir(1). 40 yaş üzerinde
olmak, menstruasyon, psikiyatrik koşullar, polidipsi, kadın cinsiyet, polifarmasi hiponatremi riskini
arttırmaktadır(4). Olgumuzun 40 yaş üzeri risk grubunda yer alması ve karbamazepin kullanımına
başlanmasından kısa süre sonra hiponatremi gözlenmesi bu bilgiyle uyumludur. Literatüre bakıldığında vakaların
coğunun asemptomatik olduğu belirtilmekte olup karbamazepine bağlı hiponatremi gelişme olasılığının
okskarbamazepine bağlı hiponatremiye göre daha az gözönünde bulundurulduğu ve asemptomatik olduğunda
hiponatreminin ihmal edilebildiği varsayılabilir. Karbamazepin başlanan hastalarda, özellikle risk faktorlerinin
varlığında serum sodyum seviyesinin yakından izlenmesi gerekmektedir.
Kaynakalar:
1)Dedinska I: Hyponatremia-carbamazepine medication complications. Vnitr Lek. 2012; 58(1):72-75
2)Kuz GM: Carbamazepine-induced hyponatremia:assessment of risk factors. Ann Pharmacother. 2005;
39(11):1943-1946
3)Dong X: Hyponatremia from oxcarbazepine and carbamazepine. Neurology. 2005; 65(12):1976-1978
4)Salawu A: Hyponatremia during low-dose carbamazepine therapy. Ann Afr Med. 2007; 6(4):207-208
PB 180
Opere İntrakranial Anevrizmalı Hastada Elektrokonvülzif Tedavi: Bir Olgu Sunumu
İbrahim Karakaya, Koray Başar, Ş.Özlem Erden Aki, Suzan Özer
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara
Giriş: Elektrokonvülzif tedavi tedaviye dirençli depresyonda iyi bir seçenektir. Elektrokonvülzif tedavinin kesin bir
kontrendikasyonu olmamakla birlikte Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) rehberine göre artmış kafaiçi basıncıyla
rüptüre olabilecek anevrizma ya da vasküler malformasyon eletrokonvülzif tedavinin komplikasyon riskini
arttırırlar.(1) Literatürde çeşitli yöntemlerle onarılmış ya da onarılmamış intrakranial anevrizması olan hastalara
uygulanan elektrokonvülzif tedavi olguları bulunmakla birlikte, ülkemizde bu konuda yapılan bir yayına
rastlanmamıştır.(2,3,4) Bu olgu sunumunda geçmişte intrakranial anevrizma operasyonu yapılmış olan bir
hastaya tedaviye dirençli majör depresyon nedeniyle uygulanan elektrokonvülzif tedavi tartışılacaktır.
Olgu: Son 15 yıldır çökkünlük şikâyetleri olan 53 yaşında kadın hasta, 2007 yılında rüptüre olmuş sağ MCA (Orta
serebral arter) anevrizması nedeniyle opere edilmiş ve anevrizma kliplenmiş. Sağ MCA sulama alanında yaygın
laminer nekroz ve kistik ensefalomalazik değişiklikler olduğu tespit edilmiş. Operasyon sonrası hastanın
çökkünlük şikâyetlerinde belirgin bir artış olmuş, işlevselliği azalmış. Majör depresyon tanısı konularak birçok
farklı antidepresan ve güçlendirme tedavileri kullanmış fakat hastanın şikâyetlerinde bir değişiklik saptanmamış.
2012 yılında 3. kez psikiyatri servisine yatırılan hastaya tedaviye dirençli majör depresyon tanısı konularak
elektrokonvülzif tedavi planı yapıldı.
Tedavi öncesinde beyin cerrahisi bölümü tarafından değerlendirilen hastanın kliplenmiş olan anevrizmasının
tedavi sırasında rekanalize olabileceği, bu nedenle hastanın elektrokonvülzif tedavi açısından düşük- orta risk
grubunda yer aldığı bildirildi. Yapılan literatür taramasında intrakranial anevrizması olan hastalarda EKT
uygulamasıyla ilgili olgu sunumlarına rastlandı. Literatür önerileri göz önüne alınarak hastaya genel anestezi
altında ve ilk 3 seansı ameliyathanede olmak üzere 20 seans EKT uygulandı. İşlem öncesinde ve sırasında bazal
tansiyon değerlerinin düşük olması sağlandı, yaşamsal bulguları yakın takip edildi ve arteriyel tansiyonu sabit
tutuldu. Bu tedaviden kısmen fayda gördüğü düşünülen hastada tedaviye bağlı herhangi bir komplikasyona
rastlanmadı.
Sonuç: İntrakranial anevrizması olan hastaların elektrokonvülzif tedavi işlemi sırasında yaşamsal bulgularının
yakın takibi, özellikle işlem sırasında arteriyel tansiyon kontrolü, işlem öncesinde bazal tansiyon değerlerinin
düşük tutulması ile elektrokonvülzif tedavi güvenli bir şekilde uygulanabilir.
PB 181
Valproat Kullanımına Bağlı Gelişen Trombositopeni: Bir Olgu Sunumu
Neşe Yorguner, Kaan Kora
Kurum: Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Giriş: Valproat, bipolar bozukluklarda akut mani sağaltımı ve koruyucu sağaltımında, ayrıca kompleks parsiyel
epileptik nöbetlerde ve migren profilaksisinde kullanılan bir ajandır. Benzer birçok ilaç gibi valproatın da doz
bağımlı yan etkileri mevcuttur. Doz bağımlı yan etkilerden olan trombositopeni çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir.
Olgu: 24 yaşında, ilkokul mezunu, bekâr, hafif mental retardasyonu olan kadın hasta. Ocak 2012'de hastanenin
psikiyatri polikliniğine başvuran hastanın ailesinden alınan öyküden, hastanın ilk kez üç yıl önce uykusuzluk,
sinirlilik, insanlardan kuşkulanma, saldırgan davranışlarda bulunma, aşırı makyaj yapma, çok konuşma, cinsel
istek artışı yakınmaları sebebiyle başka bir hastanenin psikiyatri polikliniğine götürüldüğü, bu belirtilerin başlanan
olanzapin 10mg/g, karbamazepin 400 mg/g tedavisiyle gerilediği ancak belirtilerin zaman zaman yinelediği
öğrenildi. Aynı zamanda, hastanın tamamen içe kapandığı ve kimseyle konuşmadığı, depresif belirtilerinin olduğu
dönemler tariflendi. Gelişim öyküsünde mental ve motor gelişim basamaklarında gerilik olduğu öğrenildi.
Muayene sırasında hastanın paranoid sanrıları, kendi kendine konuşması, cinsel istek artışı, çok konuşma ve
uykusuzluk yakınmaları mevcuttu. Duygudurumu irritabldı, duygulanımı uygundu. İstenen IQ testi sonucu IQ:65
saptandı. Klinik gözleme ve alınan öyküye göre hastaya bipolar bozukluk ve hafif mental retardasyon tanısı
kondu. Takipleri sırasında hastanın olanzapin 10mg/g tedavisi kesilerek, risperidon 3 mg ve valproat 1000 mg
tedavisi başlandı. Tedaviyle psikotik belirtileri gerileyen hastada tedavinin üçüncü ayında adet düzensizliği,
hirsutizm, kilo artışı ve halsizlik gibi yakınmalar başladı. İstenen kan tetkiklerinde hastanın trombosit değerinin
60.000/mm3, hemoglobin değerinin 9.4g/dl ve prolaktin değerinin 64,9 olduğu, diğer değerlerinde patoloji
olmadığı saptandı.
Geçmiş tetkikleriyle kıyaslandığında hastanın daha önceden de demir eksikliği anemisinin olduğu, bu sebeple
replasman tedavisi aldığı; ancak trombosit değerlerinin normal aralığın alt sınırına yakın olduğu öğrenildi. Mevcut
trombositopenisi tedavilerin yan etkisi olarak yorumlandığından valproatı azaltılarak kesildi. İki haftada bir yapılan
tetkiklerde hastanın trombosit değerlerinin sırasıyla 85.000-114.000-118.000-130.000/mm3 şeklinde arttığı
saptandı.
Sonuç: Valproat kullanımına bağlı trombositopeni gelişimi için tanımlanan risk faktörleri yüksek kan valproat
düzeyi, kadın cinsiyet ve düşük bazal trombosit düzeyidir. Seyrek rastlanan ancak ölümcül komplikasyonlara yol
açabilecek bu yan etki açısından kan değerlerinin kısa aralıklarla takibi valproat kullanımı için sıklıkla üstünde
durulan bir konu olmadığından klinisyenlerin bu konudaki farkındalığının arttırılması önem taşımaktadır.
PB 182
Enerji İçeceği Tüketimi Sonrası Gelişen Bir Akut Psikoz Olgusu
Öznur Taşdelen, Yasemin Görgülü, Bülent Sönmez, Rugül Köse Çınar
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri
Anabilim Dalı,Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Trakya Üniversitesi Tıp
Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı,
Enerji içeceklerinin popularitesi ve kullanımı hızla artmaktadır. Enerji içeceklerinin içeriğindeki asıl etken madde
kafein olmakla birlikte taurin, inostol, riboflavin, pridoksin, nikotinamid, diğer B vitaminleri ve başka bitkisel türevler
de vardır. Enerji içecekleri stimulan etkilerini dikkati ve performansı arttırarak gösterirler. Enerji içeceklerindeki
maddelerin yalnız ve kafeinle birlikte kombinasyonuyla aşırı miktarda veya kronik tüketiminin akut ve uzun süreli
etkisi tam olarak bilinmemektedir. Enerji içeceklerinin popularitesinin gittikçe arttığının fark edilmesiyle yaratacağı
istenmeyen olası sağlık sorunları dikkat çekilmektedir. Yazımızda kafein ve aminoasit içerikli enerji içeceğinin
yoğun tüketimi sonrası ortaya çıkmış bir akut psikoz olgusunu anlattık.
E.D. 21 yaşında erkek. Daha önce herhangi bir psikiyatrik yakınması olmayan ve daha önce hiç enerji içeceği
içmemiş olan hasta, polikliniğimize durgunluk, içe kapanma, ağlama yakınmalarıyla başvurdu. Yatışından önce 1
ay boyunca her gün düzenli olarak bir iki adet toplamda 60-70 adet enerji içeceği içtiği, sonrasında unutkanlık, içe
kapanma, durgunluk, ağlama şikayetlerinin başladığı; daha önce alkol ya da enerji içeceği kullanmadığı öğrenildi.
Başvuru şikayetlerine kendi kendine konuşma, gülme ve saldırgan hareketlerinin eklenmesi üzerine hasta takip
ve tedavisi amacıyla servisimize yatırıldı.
Yapılan ilk psikiyatrik muayenesinde bilinç açık, kooperasyon kısıtlı, sözel uyaranlara karşı ilgisiz ve lakayt bir
tutum içindeydi. Yönelim kooperasyondaki kısıtlılık nedeniyle değerlendirilemedi. Affekt künttü. Özbakım, uyku,
beslenme, hekimle işbirliği ve dürtü kontrolü azalmıştı. Sorulara tek kelimelik cevaplar veriyordu. Cevapları
perseveratifti. Psikomotor aktiviteler azalmıştı ancak zaman zaman dezorganize hareketleri oluyordu. Çağrışımlar
yavaşlamış ve amaca varmıyordu. Yakın bellek bozuk, uzak belleği normaldi. Dikkati azalmıştı. Hezeyan ve
halüsinasyonları için dissimülatif tavırdaydı.
Servisteki gözlemlerde işitsel ve görsel hallüsinasyonları; grandiyöz, perseküsyon ve mistik hezeyanları olduğu
tespit edildi. Hastanın sistemik ve nörolojik muayenesi doğaldı. Yapılan tetkiklerinde patoloji saptanmadı. Hasta
düzenlenen tedaviyle semptomlarının düzelmesi üzerine amisülpirid 1200 mg ve olanzapin 10 mg tedavisiyle
“Enerji içeceği kullanımına bağlı psikotik bozukluk” tanısıyla taburcu edildi. Yurdumuzda enerji içeceklerinin
tüketiminin artması dolayısıyla ve bizim olgumuzda daha önce herhangi bir psikiyatrik yakınması olmadığı halde
yoğun enerji içeceği tüketimi sonrası ortaya çıkan ve amisülpiride yanıt veren psikotik tablo saptanması nedeniyle
sunulmaya layık görülüp enerji içeceklerinin risklerine dikkat çekilmek istenmiştir.
PB 183
Cavum Septum Pellucidum Et Vergae ile Şizofreni Arasındaki İlişki: Bir Olgu Sunumu
Kadir Aşçıbaşı, Orkun Aydın, Duygu Kuzu, Artuner Deveci
Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hafsa Sultan Hastanesi Psikiyatri Anabilim Dalı
Şizofreni, etiyolojisi hala tam olarak aydınlatılamamış bir ruhsal bozukluk olmasına rağmen, çevresel ve
biyolojik(genetik,fizyolojik,biyokimyasal ve gelişimsel) faktörlerin bu hastalığın ortaya çıkmasında önemli rol
oynadığı kabul edilmektedir.
Nörogelişimsel model,şizofreni etiyolojisine yönelik birçok hipotez arasında en önde gelenlerden biridir.Şizofreni
hastalarının sayıca önemli bir kısmında korpus kallosun agenezisi,araknoid kistler ve diğer anormallikler gibi
beynin gelişimsel bozuklukları birçok post-mortem inceleme ve nörogörüntüleme yöntemleriyle gösterilmiştir.
KSP’un ruhsal bozukluklar ile ilişkisi en çok şizofreni alanında çalışılmıştır.Şizofreni hastalarında sağlıklılardan
daha yüksek oranlarda “geniş KSP” görülmesinin, şizofreni etiyolojisi için öne sürülen nörogelişimsel varsayımı
destekleyen bir anatomik bulgu olduğu belirtilmiştir.
Bu yazıda şizofreni hastalığı olan bir olguda saptanan “geniş KSP” ve KV’nin, hastanın klinik görünümü ve
nörobilişsel yeti yitimi açısından öneminin tartışılması amaçlanmıştır.Bizim olgumuzda da Nopoulos kriterlerine
göre (Nopoulos et al.,1998) KSP uzunluğunun 6 mm’nin üzerinde (1,5 mm ara ile alınan en az 4 koronal kesitte
görülmesi) olmasından ötürü ,”geniş KSP” olarak kabul edilmektedir.Bizim hastamız gerek semptomların şiddeti
açısından gerek nöropsikolojik testlerdeki başarısızlık açısından literatürde mevcut olan bilgilerle
uyuşmaktadır.Hastamızın tedaviye dirençli olması klinik takibi açısından önem arz etmekte olup,bu konu üzerinde
yoğunlaşılması gerekmektedir.
Şizofreni ile anormal genişlikteki kavum septum pellusidum arasındaki ilişki incelenmesine karşın literatürde
tedaviye yanıt oranlarının karşılaştırıldığı bir çalışmaya rastlanmamıştır.Gelecek dönemdeki çalışmalarda bu konu
hem hastaların işlevselliği hem de hekimlerin,nörogelişimsel patolojilerin psikiyatrik hastalıkların tedavisi üzerine
olan etkilerini değerlendirmeleri açısından önem arz etmektedir.
PB 184
Lethal Katatoni: Bir Olgu Sunumu
Mine Ergelen, Buğra Çetin, Sermin Kesebir
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
Giriş ve Amaç: Katatoni psikiyatrik, tıbbi, nörolojik ve ilaca bağlı gelişebilen nöropsikiyatrik bir sendromdur.
Antipsikotiklerin D2 reseptör antagonist etkisi olarak katatonik sendromu indükleyebilir. DSM-IV’e göre ‘’Başka
türlü adlandırılamayan ilaca bağlı hareket bozukluğu’’ olarak sınıflandırabileceğimiz, klasik kitaplarda ise letal
katatoni olarak adlandırılan ve nadir göazlenen bu tablo, uzun yıllar antipsikotik tedavi almış hastalarda ortaya
çıkabilmektedir. Prodrom haftalardan aylara uzayabileceği gibi akut olarak da başlayabilir. Mental ve fizik
ajitasyon, yüksek anksiyete düzeyi, yıkıcı davranış, stupor, koma ve ölümle sonlanabilir. Tedavide
antipsikotiklerin kesilmesi, yaşamsal fonksiyonların takibi (ani ölüm olabilir) ve yüksek doz lorazepam
önerilmektedir.
Letal (malign) katatoni ve nöroleptik malign sendrom (NMS) arasında, i) NMS bir katatoni formudur, ii) NMS bir
malign katatoni formudur, iii) İkisi aynı ve tek bir sendromdur, iv) Katatoni NMS için bir risk etkenidir, v) NMS
katatonik ve katatonik olmayan tipte olabilir şeklinde görüşler mevcuttur. Letal katatoni NMS’dan EPS rijiditesinin
ve involanter hareketlerin olmayışı ile ayrılır. Ateş, taşikardi, akrosiyanoz ve hipotansiyon da sıklıkla bulunmaz.
Bu sunumun amacı antipsikotik kullanımına bağlı gelişen bir letal katatoni olgusunun paylaşılmasıdır.
Olgu: 29 yaşında erkek hasta, yemek yememe, konuşmama, uygunsuz hareketlerde bulunma şikayetleri ve
şizofreni ön tanısıyla servisimize kabul edildi. Psikiyatrik bakısında kooperasyonu kısıtlı, oryantasyonu bozuk ve
hallusine olan, ateşi ve lökositozu bulunmayan olguda CK yüksekliği ve hipoproteinemi saptanmıştır. Olgu sekiz
seans anestezili EKT ve olanzapin 20 mg/gün ile tedavi edilmiştir. O tarihe kadar Klozapin 700 mg/gün, risperidon
2 mg/gün ve risperidon consta 37,5 mg/14 gün, aripiprazol 30 mg/gün, lamotrijin 200 mg/gün kullanmakta olan
olguda, 2 hafta öncesinde 55 adet 30 mg aripiprazol ile özkıyım girişimi mevcuttur. Oniki yıllık hastalık öyküsünde
katatoninin eşlik ettiği herhangi bir başka psikotik alevlenme dönemi tanımlanmamaktadır.
PB 185
Genital Self Mutilasyon: Bir Olgu Sunumu
Nermin YÜCEL*, Atakan YÜCEL**, Elif ORAL**, Hatice YÜCE**
*Atatürk Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ana Bilim Dalı, Erzurum **Atatürk Üniversitesi,
Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Erzurum
Giriş: Genital self-mutilasyon (GSM) nadir rastlanan ciddi bir kendini yaralama davranışıdır. Self- mutilasyon
depresyon, kişilik bozuklukları, transeksüalite, vücut dismorfik bozukluk, yapay bozukluk ayrıca halüsinasyon ve
hezeyanların bir sonucu olarak psikotik bozukluklarda görülür. Somatik hezeyanları ve vulvar görsel
halüsinasyonları sonucu GSM ile gelen bir olgu sunulmuştur.
Olgu: 24 yaşında bayan, baş dönmesi ve bayılma şikayeti sonrası genital kesi ve yoğun kanamasının
farkedilmesi üzerine yakınlarının ısrarıyla acil servise başvurmuş. Yapılan jinekolojik muayenede her iki labium
majusu içine alan, posterior perineal cisime ulaşan, labium majorda doku defekti oluşturmuş kesi (WHO genital
mutilasyon sınıflamasına göre Tip III) tespit edilmiş, suture edilerek kanama kontrolü sağlandıktan sonra Psikiyatri
konsultasyonu istenmiş.
Öyküsünde 7 yıl önce başlayan evde kameraların olduğu, izlendiği, düşüncelerinin okunduğu, komşularının
hakkında konuştuğu fikirleri, yorum yapan sesler duyma, kalabalıktan kaçınma, uykusuzluk şikayetleriyle
psikiyatri hekimine başvurduğu ve Olanzapin 10mg/gün tedavisi önerildiği, bu tedaviye 5 yıl önce Bipolar Affektif
Bozukluk tanısı düşünülerek Lityum 600mg/gün eklendiği öğrenildi. Tedavi sonucu düşünce okunması, referans
fikirler ve insomnia bulgularında kısmi azalma olmuş. Son iki yıldır genital bölgesinde, uzayıp şekil değiştiren
siyah baloncuklar olduğunu, bu durumun iki yıldır hiç değişmediğini ve duyduğu rahatsızlıktan kurtulmak için de
siyah bölgeleri keserek çıkarttığını ifade eden hastanın ruhsal muayenesinde yüzeyel affekt, irritabl duygudurum,
somatik hezeyan, referans fikirler, görsel halusinasyon, sosyal izolasyon bulguları mevcuttu. İşlevselliğin birden
çok alanda bozulmuş olması, hastalığın ara dönemlerinde tam iyilik hali olmaması ve fiziksel görünümü dışında
da var olan hezeyanları nedeniyle paranoid şizofreni öntanısıyla tedavisine Olanzapin 20 mg/g olarak devam
edilmesi uygun bulundu.
Yapılan psikometrik değerlendirmede tedavinin 1. ve 4. Haftalarında sırasıyla Pozitif Semptomları Değerlendirme
Ölçeğinde 41-11/170, Negatif Semptomları Değerlendirme Ölçeğinde 67-29/125 ve Hamilton Depresyon
Derecelendirme Ölçeğinde 13-6/51 şeklinde iyileşme tespit edildi.
Sonuç: GSM’un temelinde seksüel çatışmalar, beden imajında bozulma, içselleştirilmiş agresyonun ifadesi veya
suicidal amaç bulunabilir. Çoğunluğu şizofreni olmak üzere affektif psikoz, alkol intoksikasyonu ve kişilik
bozukluklarında ayrıca bazı dini ve kültürel inanışlarda görülür. GSM’un risk faktörleri arasında halusinasyonlar,
delüzyonlar, madde bağımlılığı ve sosyal izolasyon bulunur. Ağrı ve kanama en yaygın komplikasyonudur, acil
müdahalenin ardından psikiyatrik ayırıcı tanı ve tedavi önem taşır.
PB 186
Prodromal Belirtileri Konversiyon Olan Katatonik Psikoz Olgusunda Elektrokonvulsif Tedavi:
Olgu Sunumu
Özgür Maden, Beyazıt Garip, Adem Balıkcı, Süleyman Özselek, Mahmoud Almbhaideen, Mehmet Ak,
Murat Erdem
GATA Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara
Giriş: Katatoni psikomotor belirtilerin ön planda olduğu, ya azalmış motor belirtiler ya da artmış psikomotor
etkinlik veya bu iki özelliğin birbiri ardında değişimi ile kendini gösteren, “sendrom” olarak değerlendirilen bir klinik
tablodur. (1,2). Konversiyon bozukluğu tarihsel olarak tanı yönünden nevrotik spektrumda değerlendirilmektedir.
(3) Bu yazıda, uzun süre psikotik belirtiler gözlenmeden konversif belirtilerin ön planda olduğu, klinik takip
sürecinde katotonik psikotik bir tabloya ilerleyen ve bu bulguların EKT tedavisi ile remisyonunun sağlandığı bir
vaka sunulmuştur.
Olgu: O.Ş. 23 yaşında, erkek, ortaokul mezunu, bekar hasta. Öncesinde herhangi bir psikiyatrik bozukluk öyküsü
olmayan hasta, bayılma ve titreme atakları, sıkıntı ve iç daralması, keyifsizlik, uykusuzluk şeklinde yakınmalarının
olması nedeniyle hastaneye başvurmuş. Konversiyon ve anksiyete Bozukluğu tanılarıyla uyumlu düşünülen
hastaya tedavi başlanmış. Bulguların kısmen gerilemesi sonrası taburcu edilen hasta taburculuk sonrası altıncı
günde, kullandığı ilaçların tamamını içerek suisid girişiminde bulunmuş. Sonrasında Depresif Nöbet tanısıyla
yatarak tedavisi tekrar düzenlenmiş. Yaklaşık iki aylık takip sürecinde bulgularında kısmi gerileme olmuş.
Sonrasında psikomotor aktivitede azalma, yememe, içmeme, mutizm bulgularının tabloya eklenmesi üzerine
tekrar merkezimize yatışı yapıldı. Bu takip süreci içerisinde hastanın nöroloji, dahiliye ve enfeksiyon hastalıkları
konsültasyonları alınmış, herhangi bir organik bozukluk tespit edilmemiştir. Hastanın progresif olarak ilerleyen
katotonik tablosunun tedavisi maksadıyla EKT uygulanmasına başlanmıştır. 10 seans EKT sonrası bulgularda
anlamlı düzelme olması neticesinde hasta antipsikotik tedavi ile taburcu edilmiştir. Sonraki takip sürecinde
bulguların ilerleyici şekilde düzeldiği görülmüştür.
Tartışma: Vakanın EKT uygulaması sonrası progresif olarak düzeldiği izlenmiştir. Katatonik vakalarda EKT’nin
etkili bir seçenek olduğunu belirtilmektedir (1). Vakanın konversiyon bulgularının psikotik bozuklukların prodromal
döneminde de baskın bulgu olabileceğini göstermesi ve bu tür vakalarda EKT' nin etkinliğini göstermesi açısından
da önemli olduğu düşünülmüştür. Sonuç olarak; “atipik psikiyatrik” bulgular ile seyreden Konversif Bozukluk
vakalarının ayırıcı tanısında Katatonik Psikoz da göz önünde bulundurulmalıdır.
Referanslar:
1.ECT for prolonged catatonia. Malur C, Pasol E, Francis A. J ECT. 2001 Mar;17(1):55-9.
2.Case report: electroconvulsive therapy in a 33-year-old man with hysterical quadriplegia]. Encephale. Gaillard
A, Gaillard R, Mouaffak F, Radtchenko A, Lôo H. 2012 Feb;38(1):104-9. 3. Abdülkadir ÇEVİK, Psikiyatri Dünyası
1999;1:11-14
PB 187
Gebelikte Antipsikotik İlaç Kullanımı: Bir Olgu Sunumu
Çağdaş Hünkar Yeloğlu*, Fatmagül Helvacı Çelik*, Selim Polat*, Meltem Puşuroğlu*, Gökhan
Kandemir**, Çiçek Hocaoğlu***
* Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Rize ** Recep
Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Rize
*** Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı, Rize
Psikotrop ilaçların güvenliği ve gebelikte psikiyatrik bozuklukların tedavisinde kullanılmaları ile ilgili çelişkili
bulgular vardır. Gebelikte psikofarmakolojik tedavinin yararları ve riskleri dikkate alınmalıdır. Gebelere ilaç
verildiğinde, bu ilaçlar anne ve plasenta kanı arasında hiçbir engel olmadığından rahatlıkla fetüsa ulaşırlar.
Bundan dolayı gebelikte ilaç kullanımına karar verilirken neonatal toksisite, prematüre ve ölü doğum ile morfolojik
ve davranışsal teratojenite risklerinin dikkate alınması gerekmektedir Şizofrenik popülasyonda doğum oranının
normalden fazla olması gebelikte ilaç kullanımının önemini giderek arttırmıştır. Gebelikte şizofrenik belirtilerde
artış veya azalma olup olmadığı ve şizofrenik annelerin çocuklarında ilaç kullanmasalar bile konjenital anomali
riskinin artıp artmadığı konusu tartışmalıdır.
Antipsikotik ilaçlar plasentadan serbestçe geçerler. Klasik antipsikotikler fetüs için görece daha güvenlidirler.
Klorpromazin, haloperidol, perfenazin ile yapılan çalışmalarda malformasyon riskinin artmadığı ileri sürülmüştür.
Birçok atipik antipsikotiğin gestasyonel diyabeti tetikleyerek fetal malformasyon oranında artış yaptıklarına ilişkin
anlamlı veriler mevcuttur. Bu nedenle gebelikten önce atipik antipsikotik kullanımını sürdüren anne adaylarında
gebelik başladığında klasik antipsikotiklere geçiş yapılması önerilmektedir.
Ancak mevcut bilgiler ışığında gebelik sırasında kullanılmak zorunda kalınan hiçbir psikotrop ilacın tam emniyetli
olmadığı açıktır. Öte yandan ağır ruhsal bozuklukları olup gebe kalmış kadınların tedavi edilmedikleri takdirde
hem kendileri hem bebek, hem de çevreleri açısından birçok ciddi sorunlar ile karşı karşıya kalabildikleri de
bilinmektedir. Bu nedenle, klinisyenler güvenli seçenekleri seçmeli ve kişiye özgü tedavi planları ve hasta takibi
yapacak stratejiler izlemelidirler. Biz de bu çalışmada son 1 aydır anlamsız konuşma ve davranışlar, şüpheler,
kulağına sesler gelmesi uykusuzluk, saldırganlık yakınmaları ile yakınları, güvenlik elemanları tarafından
kliniğimize zorla getirilen ve yatırılarak düşük doz haloperidol tedavisi başlanan 15 yıldır şizofreni tanısı ile farklı
sağlık kuruluşlarında yatarak ve ayaktan tedavi görme öyküsü ile gebelik öncesi olanzapin 20mg/g tedavisi
izlenen, gebelik sırasında ilacını bırakan 8 aylık gebe 29 yaşındaki kadın hastayı literatür bilgileri eşliğinde
sunmayı amaçladık.
Kaynaklar:
1Altıntoprak AE, Erol A, Koturoğlu G, Gönü AS. Atipik Antipsikotiklerin Kadın Fertilitesi ve Gebelik Üzerine
Etkileri: Olgu Sunumu Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2005;15(4):182-186
2. Çetin M. Gebelikte psikotrop ilaç kullanımı: Bir güncelleme Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2011;21(2):161-173
3.Kulkarni J, McCauley-Elsom K, Marston N, Gilbert H, Gurvich C, de Castella A, Fitzgerald P. Preliminary
findings from the National Register of antipsychotic medication in pregnancy. Aust NZJ Psychiatry 2008; 42:3844.
PB 188
Klozapine Bağlı Geç Başlangıçlı Nötropeni Olgusunda Klozapin Tedavisine Devam Edilmesi
Gökhan Öz, Koray Başar, Yavuz Ayhan, Suzan Özer
Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara
Giriş: Klozapin tedaviye dirençli şizofrenide etkinliği kanıtlanmış bir antipsikotiktir. Nötropeni ve
agranülositoz klozapinin doza bağlı olmayan, idiosenkratik, klozapin kesilmesi ile geri dönüşlü olabilecek
yan etkilerindendir. Ancak klozapinin etkili olduğu tedaviye dirençli hasta grubunda ilacı kesme kararını
vermek güçtür. Bu olgu sunumunda dokuz yıldan uzun süre klozapin kullanımı sonrasında ağır
nötropeni gelişmesine rağmen klozapine devam edilen bir şizofreni hastasında, yineleyen nötropeniye
tedavi yaklaşımı tartışılacaktır.
Olgu: Yaklaşık otuz yıldır şizofreni tanısıyla izlenen 47 yaşındaki kadın hastaya, tedaviye direnç ve EPS
yan etkilerine duyarlılık nedeniyle dokuz sene önce klozapin başlanmış. İlaçtan fayda gören hasta tıbbi
kayıtlara göre bu süre zarfında klozapini 200-700mg/gün aralığında kullanmış. Klozapine başlandıktan
yaklaşık dokuz sene sonra, 2012’de nötrofil sayısının 510/ul saptanması üzerine, tedavisinin
düzenlendiği merkezde klozapin kesilmesi ve ketiapin başlanması planlanmış. İki ay sonra klozapin
100mg/gün ve ketiapin 100mg/gün alır iken şizofreni belirtilerinin alevlenmesi üzerine ketiapin dozu
600mg’a çıkılmış.
Davranış belirtilerinin yatışmaması üzerine hastanemize başvuran hasta servise kabul edildi. Anemi ve
iki ay önceki tetkiklerinde saptanan nötropeni nedeniyle Hematoloji Bölümü’nce istenen periferik yayma,
viral belirteçler, demir parametrelerinde nötropeni ile ilişkili olduğu düşünülen bir anormallik saptanmadı.
Hastanemize başvuru esnasında nötrofil sayısı 2700/ul olan hastanın geçmiş tedavi yanıtı göz önünde
bulundurularak klozapin tedavisinin devam edilmesi ve klozapin etkin düzeye gelinceye kadar ketiapin
900mg/güne devam edilmesine karar verildi. Klozapin 400mg/güne çıkılan hastada günlük tam kan
sayımı yapıldı. Bir ay sonra nötrofil değerinin 1000/ul saptanması üzerine lityum karbonat 600mg/gün ve
beta glukan 20mg/gün başlandı. Nötrofil düzeyi 1900e yükselen ve tekrar düşme saptanmayan hasta,
davranış belirtilerinin yatışması üzerine taburcu edildi. Hastanın iki aylık ayaktan takibinde nötropeni
tekrarlamadı.
Sonuç ve Tartışma: Klozapin nötropeniye direkt toksik etki ve immun mekanizmalar aracılığı ile yol
açmaktadır. Bu yan etki genellikle erken dönemde görülse de, daha nadiren yıllar sonra gelişen vakalar
da bildirilmiştir. Klozapin tedavisine devam edilmesi veya yeniden başlanması ile, olgumuzda olduğu
gibi, nötropeni yineleyebilir. Klozapin ile nötropeni gelişen olgularda lityum karbonat ve beta-glukan
eklenmesi nötropeniyi engelleyebilir.
PB 189
Şizofreni mi, Erken Başlangıçlı Demans mı? Ağır Psikotik Belirtilerle Seyreden Bir Olgu
Nefise Kayka, Osman Yıldırım
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikiyatri AD, Bolu
Giriş: Şizofreni ve frontotemporal demans arasındaki benzerlikler ve ayırıcı tanı ile ilgili sorunlar birçok
araştırmacı tarafından vurgulanmıştır. Özellikle genç hastalarda bu iki tanı arasındaki ayrım daha da
zorlaşmaktadır.Burada, otuzlu yaşlarının sonlarında ortaya çıkan şiddetli bilişsel ve psikotik bulguları
mevcut olan bir kadın olgu sunulacaktır.
Olgu: Bayan Z,40yaşında, ilkokul mezunu, 5çocuklu bir ev hanımıydı. Kliniğimize, aynı ildeki bir ruh
sağlığı hastanesinde 1 ay izlendikten sonra sevk edilmişti. Ailesinden alınan öyküde, 2-3 yıla kadar
bilinen herhangi bir rahatsızlığı olmayan hastanın kendi kendine anlamsız mırıldanmaları başladığı, en
küçük çocuğunun zarar göreceği korkusuyla eve kimseyi istemediği ve sürekli dezorganize davranışlar
sergilediği öğrenildi. Hastanın son bir yılda idrar ve gaita inkontinansı da ortaya çıkmış ve yemek de
dahil olarak öz bakımı tamamen kaybolmuştu. Daha önce birkaç kez psikiyatri başvuruları olmuş ve ismi
hatırlanmayan ilçalar da kullanmıştı. Aile öyküsünde en büyük erkek kardeşinin de psikiyatrik tedavi
aldığı, hastamıza benzer yakınmaları olduğu, bu şekilde ağırlaşarak birkaç yıl içinde bilinmeyen bir
nedenle öldüğü tespit edildi. Ruhsal durum muayenesinde duygulanım ötimikti, düşünce içeriğiçağrışımları değerlendirilemedi, öyküsünde işitsel varsanısı olan hastadan varsanıya dair belirti
gözlenmedi.
Davranış planlaması yetersizdi. Yer ve kişi yönelimi vardı; zaman yönelimi azalmıştı. Anlık ve yakın
bellek yetersizdi. Manyerizmi de mevcut olan hasta, yapılan MMT’de 15 puan aldı. Lab. tetkikleri
sonucunda anemisi ve B12 eksikliği saptanan hastaya bunlara yönelik tedavi başlandı. Hasta aşırı
hareketli olduğu için EEG çekilemedi, anestezi ile çekilen MR’ında hafif derece serebral atrofi saptandı.
Tanı netleştirilmesi amacıyla yapılan Nöroloji konsültasyonu yönlendirici olmadı. Hastanın aile
öyküsünde de erken başlangıçlı benzer bir tablonun olması, genetik değerlendirilmenin de gerekli
olduğunu düşündürdü. Merkezimizde yeterli altyapı olmadığı için hasta, genetik değerlendirilmenin
başka merkezde yapılmasına karar verilerek taburcu edildi.
Tartışma: Bu hastada frontotemporal demans ve şizofreni tanısından hangisinin konulacağı
tartışmalıdır. Dezorganize davranış, manyerizm, varsanılar gibi psikotik bulgular ve başlangıç yaşı
düşünüldüğünde hastada şizofreni olduğu kanaatine varılabilir. Ancak bunlar frontotemporal demansı
dışlamaya yetmez. Bellek bozukluğu, entelektüel fonksiyonlarda kayıp ve yürütücü işlevlerde bozulma
ile birlikte beyin görüntülemesinde anormallikler de frontotemporal demans lehine bulgular olmakla
birlikte şizofrenide de görülebilir. Hastanın kardeşinde benzer öykünün mevcut olması, kalıtımsal bir
bozukluğun da söz konusu olabileceğini akla getirmektedir. Psikiyatri pratiğinde, özellikle psikotik
bozuıkluklarda, aslında hiç de nadir olmayan tanısal sorunlar bu olgu ile yeniden vurgulanmıştır.
PB 190
Levonorgestrelli RIA Uygulaması Sonrası Psikotik Atak: Olgu Sunumu
Cihad Yükselir, Serkan Zincir, A.Gazi Ünlü, Recai Kösem, Adem Balıkcı, Mehmet Ak, Ali Doruk
Gata Psikiyatri A.D Ankara/Türkiye
Seks hormonlarının birçok psikiyatrik semptomatolojinin ortaya çıkması ve ağırlaşmasında rol aldığına dair veriler
literatürde yer almaktadır. Levonorgestrel 19 nortestosteron, bir sentetik progesteron türevidir. En önemli kullanım
alanlarından biri, kontrosepsiyon yöntemi olan levonorgestrelli rahim içi araç uygulamasıdır. Mirena uygulanması
sonrası psikotik atak geçiren olgu örneği sunulacaktır.
S.E. 33 yaşında, bayan hastanın yakınmalarının 1 yıl önce doğum kontrol ve menorajiyi önleme amaçlı Mirena
uygulamasından sonra depresif beliriler olarak başlamış,2.kez Mirena uygulanmasından sonra eşine ve
kardeşine karşı referans fikirleri gelişmiş.Fikirlerinin hezeyan boyutuna ulaşması ve sosyal işlevselliğinin
bozulması üzerine hasta ailesi tarafından kliniğe getirildi.DSM IV kriterlerine göre psikotik bozukluk tanısı kondu. ,
BPRS, SANS VE SAPS ölçekleri uygulandı.(BPRS:46, SANS:18, SAPS:26).Kan seks horman profili istendi.Hasta
isteği üzerine Mirena çıkartıldı.Risperidon 2 mg/gün tedavisi başlandı.7 gün sonra ölçek sonuçları BPRS: 7,
SANS: 0, SAPS: 3 idi.Kan seks hormaon profilinde özellikle progesteron değerinde düşme vardı. 1 ay sonra
kontrolde BPRS: 1, SANS: 0, SAPS: 3 olarak değerlendirildi.
Levonorgestrelli RIA( LNG-RIA) ; güvenli, etkili, uzun süreli bir kontraseptif araçtır. Seks hormonlarının mental bir
takım değişikliklere neden olması, kadınlarda menstrüel döngü ile ilişkili olarak ortaya çıkan psikiyatrik
semptomlara yönelik araştırılmalarda ortaya konmuştur. RIA nın çıkarılması sonrası semptomların yatışması
buna bağlı SANS, SAPS ve BPRS skorlarının düşmesi azalan kan progesteron düzeyi ile ilişkili olabileceği
değerlendirilmiştir.
PB 191
Asperger Sendromu ile Şizofreni Arasındaki Süreçte D Vitamini Eksikliği: Bir Olgu
Ahsen Eratalay, Uğur Öner, Elif Tatlıdil Yaylacı, Sermin Kesebir
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Nutrisyonel Ricketts güneş ışığından yoksun kalma ya da besinsel eksiklik sonucu ortaya çıkar. Bu
sunumunun amacı d vitamini eksikliğinin psikotik bulgulara aracılık ettiğini düşündüğümüz bir olgunun
paylaşılmasıdır.
Olgu: 16 yaşında erkek olgu, kliniğimize odasına kapanma, öz bakımını yapmak istememe, insanlardan ve sudan
korkma şikayetleri ile güçlükle ikna edilerek birlikte yaşadığı annesi tarafından getirildi. Yakınmaları 12
yaşındayken arkadaş çevresinden kopma, nedensiz okula gitmeme ile başlamış. Orta ikinci sınıfta okulu
tamamen bırakmış. Kendini eve kapatmış, panjurları ve perdeleri kapalı tutuyormuş. Odasında internet üzerinden
felsefe, tarih ve dilbilgisi konularında yazışmalar yapmaya ve tüm vaktini bilgisayar başında geçirmeye başlamış.
Eve kapanmasından 1 yıl kadar sonra internet üzerinden Çin’den kıyafet satın almış ve bir yıl boyunca sadece bu
kıyafeti giymiş.
Son 8 aydır kimyasal madde içerdiğini söyleyerek süt ve süt ürünlerini yememeye başlamış. 2 ay kadar önce de
saçları dökülmüş. Annesinin stresli bir gebelik döneminin ardından dünyaya gelen olgumuz gelişim dönemlerini
olağan bir şekilde geçen çekingen bir çocukmuş. Dört yaşında iken annesinden boşanan babasını bir daha
görmemiştir. Babada alkol ve kannabis bağımlılığı ve antisosyal kişilik özellikleri mevcuttur. Okul ortamını
düzeysiz olarak tanımlayan, tarih ve dilbilgisine özel ilgisi olan olgumuz Çocuk ve Ergen Psikiyatrisinde Asperger
sendromu olarak tanılandırılmıştır.
Total alopesili, yaşından büyük gösteren olguda ruhsal gelişim ve reankarnasyon ilgili aşırı zihinsel uğraşılar
mevcuttu ve içinde bulunduğu durumla ilgili iç görüye sahip değildi. Anormal ALP, Ca, P ve PTH değerleri
nutrisyonel Ricketts olarak değerlendirildi. Klinik izlem sürecinde risperidon 3mg/gün, olanzapin 10mg/gün,
risperidon consta 37.5 mg IM, calcitriol 0.5 mcg/gün, calcium carbonate 5000mg/gun, vitamin D3 1760 IU/gün
tedavisi ile hastanın dış dünya ile ilişkilerinin düzeldiği, açık öğretimden okula devam etmek istediği ve tedaviye
katılımının iyi olduğu gözlemlendi.
PB 192
İsoretionin Kullanımına Bağlı Psikotik Bozukluk: Bir Olgunun Ayırıcı Tanısı
Zeliha Ulaşlı, Ahsen Eratalay, Elif Tatlıdil Yaylacı, Sermin Kesebir
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Bu sunumun amacı babası şizofreni tanılı bir ergende isoretionin kullanımını izleyen akut psikotik tablonun
paylaşılması ve ayırıcı tanının tartışılmasıdır.
Olgu: 18 yaşında erkek olgu babasının gerçek babası olmadığı, amcasının kendisini öldüreceği şüphesi ile polisi
araması üzerine getirildiği acil servisi takiben kliniğimize yatırıldı. Psikiyatrik bakısında paranoid ve persekütif
tarzda çok sayıda sanrı bulunan olguda yargılama ve iç görü önemli ölçüde azalmıştı. Antipsikotik tedavinin
başlanmasının ardından bir hafta içerisinde pozitif psikotik bulguları gerileyen olgu içine kapandı, platonik olarak
hoşlandığı kızı düşündüğünü söylüyor, kimseyle konuşmuyordu.
Olgu kısa psikotik bozukluk, ilaç kullanımına bağlı psikotik bozukluk ve şizofreniform bozukluk ayırıcı tanıları ile
poliklinik kontrollerini sürdürmek üzere taburcu edildi. 35 haftalık doğan olguda atrial septum defekti ve L1-3
sinostoz mevcuttur. Babanın hastalığı nedeniyle ailenin görüştüğü kimseler bulunmamaktadır. İlkokulda sakin
sessiz bir öğrenci olan olgumuzun lisede okul başarısı azalmıştır. Son bir buçuk yıldır bir cemaat evinde kalmakta
ve harp akademisi sınavlarına hazırlanmaktadır.
Beş ay önce çok sevdiği dedesini kaybetmiştir. İsoretionini son 3 ayda kullanmaya başlamıştır. Psikotik bulgular
sınav için Ankara’ya gidişi, sınav ve dönüşü sürecinde şekillenmiştir.
PB 193
Nöroleptik Malign Sendrom: Bir Olgu Sunumu
Salih GENÇOĞLAN* ,Leyla AKGÜÇ** ,Mustafa ERKAN***
* Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatri AD., Antalya ** Arş.Gör.Dr, Akdeniz
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD., Antalya *** Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
Çocuk Psikiyatri AD., Antalya
Giriş: Nöroleptik maling sendrom (NMS) antipsikotik kullanımına bağlı rijidite, akinezi, diskinezi gibi nörolojik
belirtilerle başlayan, beraberinde yüksek ateşin de eşlik ettiği ölümcül ve acil tedavi gerektiren tıbbi bir durumdur
(Kaplan ve ark. 1994) . Tipik belirtileri kaslarda sertleşme ve beden ısısında artış, bilinç bozukluğu, titreme,
terleme, yutma güçlüğü, idrar kaçırma, yüksek ya da değişken kan basıncı, taşikardi, lökositoz, karaciğer
enzimlerinde yükselme ve kas zedelenmesine ilişkin laboratuvar bulguları eşlik edebilir (Janicak ve Beedle 2009)
. Bu yazıda, acil servise akatizi nedeniyle başvuran ve yaklaşık 6-7 saatlik takip sonrası NMS belirtileri ortaya
çıkmaya başlayan ve ikinci günde tüm NMS belirtilerini gösteren olgu sunulacaktır.
Olgu: 37 yaşında erkek hasta 19 yıldır şizofreni tanısı ile takip edilmektedir. Acil servise huzursuzluk, yerinde
duramama nedeniyle başvurdu. Değerlendirilen hastanın on yıldır klozapin 300 mg/gün, 200 mg/gün ketiapin
kullandığı saptandı. Beş gün önce kontrole giden hastaya eksitasyon nedeniyle 5 mg haloperidol intramuskuler
enjeksiyonu yapılmış, üç gün sonra hastada akatizi benzeri şikayatleri gelişmesi üzerine propranolol, diazepam
ve biperiden eklenmiş, ancak ilaçlardan fayda görmemesi nedeniyle acil servise yönlendirilmiş. Acil serviste
görülen hastanın tüm ilaçları kesildi. Hasta acil serviste takip altına alındı. Takiplerde yaklaşık 6-7 saat sonra idrar
inkontinansı gelişti, terleme ve bilinç bulanıklığı gelişti. Fizik muayenede, ateş: 37 °C, nabız: 125/ dk, T.A: 140/90
mmHg idi. Nörolojik muayenede bilinç letarjik olup üst ekstremitelerde hafif rijidite mevcuttu. Laboratuvar
bulguları, lökosit:12,480/mm3, kreatin kinaz:1180,000 U/L(38-190U/L), miyoglobin:389,600 ng/mL (25-72 ng/mL),
SGOT: 42,000 U/L (0-40 U/L), SGPT: 26,000 U/L (0-41 U/L), BUN: 8 mg/dL (6-20 mg/dL), kreatin: 0,870 mg/dL
(0,7-1,2 mg/dL), idrarda serbest hemoglobin: +++ idi. İdrar sedimentinde 7 lökosit, 27,00 eritrositler görüldü.
Ekg: Normal, ekokardiyografi: normal, batın ultrasonografisi: normal, bilgisayarlı beyin tomografisi normalidi.
Hasta nöroloji kliniği ile konsülte edildi, NMS tanısı kondu. Hasta psikiyatri kliniği yoğun bakım odasına alındı.
Hastaya soğuk uygulama yapıldı ve i.v. hidrasyon ile birlikte bromokriptin 2,5 mg 3x1 tedricen artırılmak üzere
başlandı. Hastanın sedasyonu için lorazepam 2,5 mg 2x1 başlandı. Hastanın ikinci gün takiplerinde tüm
ekstremitelerde ciddi düzeyde kas rijiditesi gelişti, idrar inkontinansı devam etti, terlemesi devam etti, total kreatin
kinaz: 2057 U/L, lökosit:15,530 BIN/mm3 olarak sonuçlandı. Hastanın üçüncü gününde kas rijiditesinde ileri
derecede artış oldu, bilincinin tamamen kapanması üzerine hasta anestezi yoğun bakım ünitesine alındı.
Hastanın yoğun bakım takiplerinde bromokriptin dozu 30-40 mg/gün’e kadar artırıldı. Bir hafta sonra hastanın
NMS bulguları geriledi, rijiditesi azaldı. Taşikardi ve hipertansiyonu düzeldi, ancak yoğun bakımda muhtemel
sekonder komplikasyonlar gelişmesi nedeniyle yaklaşık 25 gün sonra exitus oldu.
Tartışma: Antipsikotik tedavinin önemli ve ciddi yan etkilerinden biri olan NMS her yaşta olabileceği gibi genelde
genç erişkinlik döneminde sık görülmektedir (APA 1994) . Tedavi edilmediği zaman ölüm oranı %10-20 olup,
depo antipsikotik kullananlarda bu oran %20 30'lara kadar yükselebilmektedir (Kaplan ve ark. 1994). NMS’nin
patofizyolojisinde santral dopaminerjik sistem, kas membran disfonksiyonu ve sempatik sinir sistemi rol oynar.
Dopaminerjik D2 reseptör blokajı en çok kabul edilen mekanizma olup, bu olay rijidite ve tremora neden
olmaktadır. Hipotalamik D2 reseptör blokajı ısı merkezinde bozukluğuna, periferde sarkoplazmik retikulumdan
kalsiyum salınımında artışla hipertermi, kas rijiditesini ve kaslardaki yıkımı artırmaktadır (Gurrera RJ. 1999). NMS
tedavisinde ilk adım antipsikotiklerin kesilmesidir. Hasta destekleyici tedavi için hospitalize edilmeli ve
semptomatik tedaviye hemen başlanmalıdır (Caroff 1890) . İlaç tedavisi olarak kas rijiditesini azaltmak amacıyla
dopamin agonisti olan bromokriptinin (7,5-45 mg/gün) etkili olduğu bildirilmektedir (Zubenko ve Pope 1983).
Hastada çoklu antipsikotik kullanımı ve haloperidol enjeksiyonu sonrasında akatizi benzeri tablo gelişmiş olup,
yaklaşık olarak ikici günde NMS semptomlarının tamamı ortaya çıkmıştır. Hasta tüm destekleyici tedaviye rağmen
sekonder gelişen komplikasyonlar nedeniyle kaybedilmiştir. Bu nedenle NMS acil yoğun bakım ihtiyacı gerektiren
ve tedavisinin dikkatle sürdürülmesi gereken bir tablodur.
Anahtar Kelimeler: nöroleptik malign sendrom, antipsikotik, yan etki
PB 194
Psikiyatrik Semptomların Eşlik Ettiği Frontal Lob Epilepsisi: Olgu Sunumu
*Esra Aydın Sünbül, *Fatma Fariha Cengiz, **Özgür Bilgin Topçuoğlu*Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları
Eğitim Ve Araştırma Hastanesi **Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Ve Göğüs Cerrahisi Eğitim Ve
Araştırma Hastanesi
Giriş: Frontal lob epilepsisi primer olarak uykuda başlayan garip, stereotipik davranışlar, amaçlı gibi algılanan
şiddet eylemleri ile seyreden ve aniden sonlanan bir klinik tablo sergilemektedir(1). Klinik tablonun söz edilen
belirtilerle seyretmesi sıklıkla psödö-nöbet ve uyku bozuklukları ile karışmasına yol açmaktadır(2). Bu yazıda
frontal lob epilepsisi saptanan bir olgu sunulacaktır.
Olgu: 47 yaşında kadın hasta, 25 senedir olan bayılma nöbetleri şikayetiyle hastanemize başvurdu. Hastanın
nöbetleri klinik açıdan çeşitlilik gösteriyordu. Hastada bazen bir anda donup kalma, çevresindekilere cevap
verememe, sağa sola bakma, bir şeyler arıyor gibi davranışlarda bulunma , bazen atoni şeklinde yere düşme,
bazen de ellerde ve ayaklarda kasılma, anlamsız hareketler tarifleniyordu. Aile hikayesinde marital problemleri
olduğu görülen hasta çeşitli hastanelere başvurmuştu. Çekilen EEG lerde patoloji saptanmayan hastada pseudo
epileptik nöbet olduğu düşünülmüştü. Hasta, bayılma nöbetlerinin sıklaşması üzerine bize başvurmuş; tanı ve
tedavi amacıyla yatırılmıştır. Hastanın gerekli tetkikleri yapılmıştır ve uyku EEG sinde sol frontal odak saptanan
hastaya antiepileptik tedavi başlanmıştır.
Tartışma: Frontal epileptik nöbetlerin gerçek sıklığı tam olarak bilinmemektedir. Bunun nedeni olarak görülen tanı
koyulmasındaki güçlükler son 15 yıllık literatüre yansımış olup, gerek iktal ve interiktal fenomenolojisi ve çabuk
yayılım göstermesine bağlı olarak sergilediği polimorf klinik özellikler, gerek EEG bulgularının yorumlanmasındaki
farklılıklar, frontal lob epilepsisi ile ilgili çalışmaların sayısındaki kısıtlılığı açıklamaktadır(1-3). Bu vakada görülen
psikiyatrik semptomatoloji, psikiyatrik olgularda organik etiyolojinin göz ardı edilmemesi gerektiğini ve
multidisipliner olarak yaklaşılması gerektiğini göstermektedir.
Kaynaklar:
1. Williamson P.D: Frontal lob seizures Problems of diagnosis and classification Adv. Neurol 1992; 57 : 289-309
2. Saygı S., Katz A., Marks D.A., Spencer S.S.: Frontal lob partial seizures and psychogenic seizures: Neurology
1992, 42: 1274-127
3. Frontal lob epilepsisinde görülen psikiyatrik semptomatoloji: Olgu sunumu. Klinik psikofarmakoloji Bülteni, Cilt
9, sayı 4,1999.
PB 195
Bir Ergende Künt Kafa Travmasına Bağlı Bileşik Tip Kişilik Değişikliği: Uzun Etkili Metilfenidat Ve
Pirasetam Tedavisine Kısmen Yanıt Veren Frontal Lob Sendromu
Zehra Topal*, Çiğdrem Karakılıç**, Cafer Alhan**, Nuran Demir*, Ali Evren Tufan* * Abant İzzet Baysal
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ** Abant İzzet Baysal
Üniversitesi Tıp Fakültesi,Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
Genel Tıbbi Duruma Bağlı Kişilik Değişikliği (GTDBKD), tıbbi bir nedenle, kişinin daha önceki, kişilik örüntüsünün
değişmesidir. Çocuk ve ergenlerde bu bozukluğun olağan gelişimden belirgin bir sapmayı ya da en az 1 yıl süreli
olarak önceki davranış örüntülerinde belirgin bir değişiklik olmasını kapsadığı belirtilmektedir
(1). GTDBKD tanısı Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi yazını içerisinde şimdiye kadar görece ihmal edilmiştir
(2). Bu çalışmada bir ergende GTDBKD’ nin oluşumu, klinik görünümü ve tedavisinin tartışılması amaçlanmıştır.
Olgu: On yedi yaşındaki lise ikinci sınıf öğrencisi erkek ergen polikliniğimize “unutkanlık” yakınması nedeniyle
gelmişti. Öyküden; on beş yaşında geçirdiği araç dışı trafik kazası sırasında künt kafa travması geçirdiği ve birkaç
gün kadar süren bilinç kaybı olduğu, bu olay sonrasında yakınmalarının başladığı, derslerine konsantre
olamadığı, halsizlik, öfke kontrolünde güçlük şikayetlerinin olduğu öğrenildi.
Daha önce herhangi bir merkezden yardım almamıştı. Geçmiş öyküden geçirdiği kaza sonrası travmatik sub
araknoid kanama, talamus kontüzyonu ve beyin ödemi geliştiği öğrenildi. Aile öyküsünde özellik saptanmadı.
Ergenin ruhsal değerlendirilmesinde; sol üst ve alt ekstremite hemiparezikti. Yönelim tüm eksenlere tamdı.
Spontan ve iradi dikkat ve konsantrasyon azalmıştı. Duygulanım lakayt ve labil, duygudurum irritabl olarak
değerlendirildi. Konuşma dizartrik ve yavaş, düşünce akışı ayrıntıcı ve persevereydi. İçeriğe bedensel yakınmalar,
akademik başarısızlık ile ilgili temalar hakimdi. Hesaplama ve soyut düşünce bozuktu. Psikomotor aktivite
azalmış, uyku ve iştah artmıştı.
Rutin biyokimya ve hemogram sonuçlarında patoloji saptanmadı. Nörolojik muayenede sol spastik hemiparezi ve
dizartri saptandı. EEG normaldi. Beyin MRG ile peri-ventriküler derin beyaz cevherde hiperintens belirsiz sinyal
artışı saptandı. WISC-R test sonucunda; sözel Z.B. 79, performans Z.B. 42, toplam Z.B. 57 olarak saptandı.
Nöropsikolojik testlerde; akıcılıkta azalma, dizinhibisyon, perseverasyonlar saptandı. Bulgular GTDBKD lehine
değerlendirildi. Uzun etkili metilfenidat 36 mg/ gün ve pirasetam 1600 mg/ gün tedavisi başlanarak metilfenidat
dozu tedricen 54 mg/ güne çıkıldı. Belirtilerinde kısmen gerileme olan hasta halen polikliniğimizde takip
edilmektedir.
Tartışma: GTDBKD için kesin bir tedavi bulunmamakta ve semptom örüntülerine göre ilaç seçimi yapılabileceği
ancak sonuçların tatmin edici olmadığı belirtilmektedir. Çocuk ve ergenlerde travma öyküsü varlığında görülen ani
başlangıçlı davranış bozuklukları ve akademik problemlerde bu tanı akılda tutulmalıdır.
PB 196
Üç Kuşağında Huntington Koresi Görülen Bir Ailenin Çocuğunda Huntington Koresine Bağlı
Demans Ve Yas Tablosu: Bir Olgu Sunumu
Nuran Demir*, Zehra Topal*, Cafer Alhan**, Ali Evren Tufan*
* Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD **
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD
Giriş: Huntington Koresi (HK), otozomal dominant geçen ilerleyici bir nöropsikiyatrik hastalıktır. Yaygınlığı 4- 7/
100.000 olarak bildirilmektedir (1, 2). Klinik tablo genellikle 30 -50 yaşları arasında başlasa da, çocukluktan
yaşlılığa kadar geniş bir aralıkta görülebilmektedir. Bu yazıda üç kuşağında da HK görülen bir ailenin çocuğunda
HK’ne bağlı Demans (Davranış Bozuklukları Olan) üzerine Yas tablosu eklenen bir çocuk olgunun
değerlendirilme ve tedavisi sunulmuştur.
Olgu: On yaşındaki erkek hasta “ağlamalar ve sinirlilik” yakınmaları nedeniyle yatırılmakta olduğu Çocuk Sağlığı
ve Hastalıkları servisinde değerlendirilmiştir. Öyküden hastanın yakınmalarının dört yaşında aşırı hareketlilik ile
başladığı, 5 yaşındayken denge kaybı, düşme yakınmaları olması üzerine başvurdukları merkezde HK tanısı
konulduğu, 8 yaşındayken geceleri tonik- klonik kasılmalarla nöbet geçirmeye başladığı, son bir yıldır unutkanlık,
beceriksizlik, konuşmada azalma ve kelimeleri karıştırma yakınmalarının olduğu öğrenilmiştir. Annesi hastanın
babasının vefatından sonra sık sık onun hakkında konuşma, kendisinin de ölüp ölmeyeceğini sorma, babasını
rüyada görme, zaman zaman ölmemiş olduğunu, sesini duyar gibi olduğunu söylemenin eklendiğini belirtmiştir.
Geçmiş tıbbi öyküden hastanın değişken süre ve dozlarda risperidon, valproat, levatirasetam, okskarbazepin,
klonazepam, olanzapin, alprazolam kullandığı ve tedaviden kısmen fayda gördüğü öğrenilmiştir.
Aile öyküsünden baba ve dedesinin HK tanısı aldığı, dedesinin 5 yıl önce, babasının ise 2 ay önce vefat ettiği,
annesinin Major Depresif Bozukluk tanısı ile fluoksetin kullandığı saptanmıştır. Yönelim bozukluğu ve belirtilerde
gün içerisinde değişim saptanmayan hastanın HK’ne Bağlı Demans (Davranışsal Bozukluk Olan) ve Yas
ölçütlerini karşıladığı düşünülerek risperidon 0.5 mg/ gün başlanmış ve anneye önerilerde bulunulmuştur.
Tartışma: HK 20 yaş öncesinde başladığında Juvenil HK olarak adlandırılmakta ve ilk olaraK davranım sorunları
ve akademik problemlerle kendini göstermektedir. Tedavi bireysel ve semptomlara yönelik olarak düzenlense de
risperidon Juvenil HK’nde bir tedavi seçeneği olabilir (1-3).
Kaynaklar:
1. Adams RD, Victor M, Ropper A. Principles of Neurology. 6th ed. New York: McGraw-Hill; 1998. p.1060-1064.
2. Bradley W, Daroff RB, Fenichel G, Marsden CD. Neurology in Clinical Practice. 3rd ed. In: Walter G, ed.
Boston: 1985. p.1914-1915.
3. Roos RAC. Huntington’s Disease: a clinical review. Orphanet J Rare Dis. 2010; 5: 40.
PB 197
Malign Katatoni: Bir Vaka Sunumu
Esat Fahri Aydın, Erol Ozan, Mustafa Güleç
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
Amaç: Katatoni kavramı düşünce, duygudurum ve uyanıklılıktaki değişimlerin eşlik ettiği motor anormallikleri
kapsamaktadır. En yaygın belirtileri mutism, posturing, negativizm, staring ve rigiditedir(Taylor ve Fink 2003).
Katatoninin retarde, eksite, periodik formları gibi malign formu da mevcuttur(Fink ve Taylor 2009). Malign
katatoni(MK) katatonik bulguların yanında otonomik instabilite olması ile karekterizedir(Hayashi ve ark. 2005).
Yöntem ve Gereçler: MK tanısı koyduğumuz bir vaka yoluyla MK’nin tanı ve tedavisini tartışmak.
Bulgular: 82 yaşında Bipolar Affektif Bozukluk tanılı hasta Sodyum Valproate, olanzapin, lorazepam kullanırken
şifa sebebiyle 2012 yılı mayıs ayının ortasında lorazepam tedavisi devam ettirilmemiş. Sonrasında olanzapin ve
sodyum valproate tedavilerini hasta reddetmiş. 7 Haziran günü konuşması artan hastanın bir sonraki gecede
''Allah birdir ben öldüm'' içerikli bağırması olup, üç saat uyumuş. 9 Haziran sabahı çıplak dolaşması, etrafına boş
bakışı, terlemesi, sinirliliği ve evden dışarı çıkma isteği mevcutmuş.
Acil polikliniğinden ateş, rijidite bulgularıyla, Malign Nöroleptik Sendrom(MNS) ön tanısıyla sevk edilen hasta
nöroloji kliniğinde bromokriptin tedavisi alırken yapılan yatak başı değerlendirmesinde hastaya ilave nöroleptik
önerilmedi. Yedi gün sonraki değerlendirmede konuşmasında artış tespit edilen hastaya sodyum valproate 250
mg/gün ve lorazepam 0,75 mg/gün başlandı. Rijiditesi artan, tekrar değerlendirilen, katalepsi, manyerizm, rijidite,
balmumu esnekliği, staring, verbigerasyon, negativizm ve withdrawal bulguları olan hastada ilk başvurudaki
otonomik instabilite bulgularıda düşünülerek malign katatoni tanısıyla lorazepam 5 mg/günden 12,5 mg/güne
çıkacak şekilde başlandı. Lorazepam tedavisiyle bulgularında azalma olan hastaya EKT yapılması planlanırken
aspirasyon sonrası genel durumu kötüleşen hasta vefat etti.
Tartışma: Katatoni altta yatan bir nörolojik, psikiyatrik veya medikal rahatsızlıkla ilişkili olup ayırıcı tanısı akinetik
mutizm, koma, abuli ve hipoaktif tip deliryumdan yapılmalıdır(Daniels 2009). Tedavisinde öncelikle mortaliteyi
azaltıcı, destekleyici bakımlar( beslenme, yara yeri bakımı) uygulanmalıdır. Vakamızda yara yeri enfeksiyonu ve
hastanın genel bakımı olumsuz faktörler olarak karşımıza çıkmıştır. MK tedavisinde lorazepam ilk seçenek olup
gereği halindeyse EKT yapılmalıdır. (Fink ve Taylor 2006).
PB 198
Fahr Hastalığı: Olgu Sunumu
Yüksel Kıvrak*, Süleyman Gündüz**, Esra Nigar Erkoç Ataoğlu**
* Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi, * *Kars Devlet Hastanesi
Giriş ve Amaç: Fahr hastalığı; bilateral striopallidodentat kalsinozis olarak da isimlendirilir. Bazal
ganglionlar, serebellar, dentat nükleus ve sentrum semiovalede idiopatik kalsifikasyon görülmesi ile
karakterizedir(1,2). Bu kalsifikasyonların nasıl oluştuğu kesin olarak bilinmemekle beraber enfeksiyon,
metabolik ve genetik bozukluklarla ilişkili olabileceği belirtilmektedir. Burada nöropsikiyatrik
semptomlarla gelen hastada ayırıcı tanıda Fahr Hastalığı’nın da dikkate alınması gerektiğini vurgulamak
için bir olgu sunulmuştur.
Olgu Sunumu: 26 yaşında erkek hasta, işsiz, bekâr, yaklaşık 3 aydır sıkıntı, moral bozukluğu, ağlama
hali, çabuk sinirlenme, dikkat dağınıklığı, unutkanlık ve baş ağrısı şikâyetlerinin olduğunu söyledi. Daha
önceden psikiyatri başvurusu olmayan hastanın soy geçmişinde nöropsikiyatrik hastalık tesbit edilmedi.
Hastaya unipolar depresyon öntanısı ile sertralin 50 mg/gün tedavi başlandı. Yaklaşık iki hafta sonraki
kontrol muayenesinde depresif belirtilerinde (HAM-D:13) azalma görüldü. Baş ağrıları devam eden
hastanın nörolojik muayenesinde herhangi bir patolojik bulgu görülmedi. Bilgisayarlı beyin
tomografisinde (BBT) subkotikal alanda, bazal ganglionlarda, serebellar hemisferlerde belirgin, simetrik
kalsifikasyonlarla uyumlu görünümler izlendi Fahr hastalığı ilk defa 1930 yılında tanımlanmıştır.
Hastalığın tanımlanması uzun zaman önce yapılmasına rağmen etyolojisi net olarak
aydınlatılmamıştır(3). Klinik bulgular oldukça değişken olmasına rağmen nöropsikiyatrik, ekstrapiramidal
ve serebellar semptomlar sıklıkla izlenir.
Kişilik değişiklikleri, konuşma bozuklukları, mental ve zihinsel işlevlerde bozulma, demans ve
duygudurum bozuklukları gibi davranışsal bozukluklarının yanısıra rijidite, hipokinezi, tremor,ve ataksi
gibi hareket bozuklukları da yer alır. Tanıda en sık kullanılan yöntem BBT dir. Bizim olgumuzda da hasta
ilk olarak nöropsikiyatrik belirtiler( sıkıntı, moral bozukluğu, ağlama, baş ağrıları, dikkat dağınıklığı) ile
başvurmuştur.
Tartışma ve Sonuç: Sonuç olarak BBT’de görülen ve hiç bir nedene bağlanamayan çok sayıda bazal
ganglion ve serebellar kalsifikasyon varlığında Fahr Hastalığı düşünülmeli, çok değişik nöropsikiyatrik
bulgulara neden olabileceği unutulmamalıdır.
1.Ang L.C, Rozdilshky B.,Alport E.C., Tchong S. Fahr’s Disease Associated with Astrocytic Proliferation
and Astrocytoma Surg. Neurol 1993; 39:365-9.
2. Modrego PJ, Mojonero J, Serrano M, Fayed N. Fahr’s syndrome presenting with pure and
progressive presenile demantia. Neurol Sci, 2005; 26: 367–369.
3.Fahr T. Von. Idiopathische verkalkung der hirngefasse. Zentrabl. Allg. athol, 1930; 50:129-33.
PB 199
İki Olgu Özelinde Uyku Terörü ve Tedavi Yaklaşımı
Hatice Sodan Turan, Nermin Gündüz, Aslıhan Polat, Ümit Tural
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Kocaeli
Amaç: Uyku terörü, uykunun ilk saatlerinde, delta uykusu sırasında meydana gelen, ağlama ya da yüksek sesli
çığlıkla başlayan, aşırı korku, otonomik belirtilerde artışla karakterize ani terör ataklarıdır (1). Erişkinlerde
yaygınlığı %1’in altındadır (1). Bu yazıda erişkin dönemde nadir görülen “uyku terörü” bozukluğunu ve bu
bozukluğun tedavisini iki olgu özelinde tartışacağız.
1. Olgu: KE, 58 yaşında, kadın, kabus görme, uykuda bağırma ve bu sırada uyanamama hissi, bağırma
şikayetleriyle polikliniğimize başvurmuş. Uykuda bağırma, yatak içerisinde artmış hareketlilik oluyormuş. KE 6-7
ay içerisinde çeşitli antidepresan ve antipsikotikler kullanmış. DSM IV-TR’ye (3) göre “uyku terörü” tanısı konuldu.
Klomipramin 75mg, lorazepam 1mg başlandı. Şikayetleri devam eden hastada klonazepam damla 1mg’a geçildi.
Şikayetleri üçüncü günden itibaren azaldı. Birinci ayın sonunda şikayetleri tamamen düzeldi. Klonazepam damla
1mg tedavisi ile ayda bir polikliğimizde takipleri devam eden hastanın 9.ayın sonunda ilaç tedavisi azaltılarak
sonlandırıldı. Hastanın uyku terör ataklarında yineleme olmadı.
2. Olgu: EÇ, 70 yaşında, erkek, sekiz aydır devam eden korkunç rüyalar görme, uykuda kendine zarar veren
davranışların olması, uyku sırasında terleme, yüzde kızarma, bağırma şikayetiyle polikliniğimize başvurdu.
Uyuyup uyumadığını anlayamama, korkunç rüyalar görme fakat rüya içeriğini hatırlayamama, uyku sırasında
bağırma, kendine vurma, el ve kollarda istemsiz hareketler, yataktan düşme, başını çarpma gibi şikayetleri
mevcuttu. Sosyal, mesleki ve ailevi işlevselliği ileri derecede bozulmuştu. Hastanın 6 ay önce aynı şikayetlerle bir
psikiyatri kliniğine başvurduğu, çeşitli antidepresan ve antipsikotikler kullandığı fayda görmediği öğrenildi.
Hastaya DSM IV TR’ye (3) göre “uyku terörü” tanısı konuldu ve klonazepam 1mg başlandı. Hasta tedaviden
belirgin fayda gördü. Halen polikliniğimizde kontrolleri sürmektedir.
Sonuç: Erişkinlik döneminde nadiren görülmesine rağmen uyku terörü olguları psikiyatri polikliniklerinde
karşımıza çıkmaktadır. Tedavileri ile ilgili bilgiler net olmadığı için farklı tedavileri kullanılmaktadır. Tedavinin ilk
basamağı koruma önlemleridir (Yatak odası güvenliği, alkol madde kullanımının kısıtlanması, uyku saatlerinin
düzenlenmesi). Ataklar sık ortaya çıkıyorsa trisiklik antidepresanlar, seçici serotonin geri alım inhibitörleri,
benzodiazapinler kullanılabilir. Benzodiazepinlerin kesilmesinden sonra daha şiddetli ataklar görülebileceği için
tercih ederken dikkat etmek gereklidir (2). Uyku terörü bozukluklarında benzodiazepin kullanımı ile ilgili endişeler
olmasına rağmen SSGİ ve TCA kullanımına yanıt vermeyen iki olgumuzda kullandığımız klonazepam tedavisinin
etkili olduğu görülmüştür.
Kaynaklar:
1. Kales JD, Kales A, Soldatos CR, Caldwell AB, Charney DS, Martin ED (1980), “Night Terrors. Clinical
Characteristic and Personality Patterns”, Arch Gen Psychiatry 1980; 37: 1413-7.
2. Szcus A, Janszky J (2005), “Treatment of Sleep Disorders”, Orv Hetil 2005;146: 659-64.
3. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders i Fourth Edition, Text
Revision (DSM-IV-TR). Washington, DC: American Psychiatric Association; 2000.
PB 200
Posttraumatic Stress Disorder and Comorbid Psychosis: Electroconvulsive Therapy Response
in Two Patients
Barbaros Özdemir*, Beyazıt Garip*, Taner Öznur*, Süleyman Akarsu*
*Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
İntroduction: Treatment methods are often not enough for decrease of all the PTSD symptoms, especially in
cases where PTSD is comorbid with psychosis. We reported two men with combat related PTSD and comorbid
psychosis who were successfully treated with electroconvulsive therapy (ECT). Case Report 1 A 40-year-old
white man had experienced combat related traumatic life events and demonstrated auditory and visual
hallucinations, persecutory delusions, recurring nightmares, hyperarousal and insomnia. According to the our
clinical interview, he clearly fulfilled the DSM-IV-TR criteria for PTSD and psychotic disorder not otherwise
specified. He was started on antipsychotic and antidepressant but didn’t show significant improvement after six
weeks. 10 sessions ECT was performed during the course of the treatment. After the ECT, some of the psychotic
features significantly improved. BPRS and CAPS scores decreased by mean of %33.6 and 37.3%. Case Report 2
The second case is 42 years old patient diagnosed with PTSD with psychotic features according DSM- IV criteria.
He was admitted to the hospital but psychometric and clinical assessment showed insignificant improvement after
the antipsychotic and antidepressant treatments so we decided to perform ECT and medication together. After
the 8 sessions ECT treatment, psychotic features of the patient got better. BPRS score decreased by a mean of
% 35.2. PTSD symptoms decreased by a mean of 37.2%. After ECT treatment the dose of antipsychotic reduced.
BPRS and CAPS scores decreased by 65.1% and 44.5 % compared to baseline scores respectively for two
months. DISCUSSION PTSD with severe depression is well documented about using the ECT but the ECT
treatment in PSTD patients with psychotic features has not been well understood yet. We suggest that ECT be
considered as a reasonable treatment alternative for relevant cases.
Key Words: ECT, post traumatic stress disorder, comorbidity, psychosis
PB 202
Mazi Kalbimde Yaradır: Travma Tedavisi İle Düzelen İki Obsesif Kompulsif Bozukluk Olgusu
Önder Kavakcı
Cumhuryet Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ad
Travmatik yaşantılarla ilişkili obsesif kompulsif bozukluk (OKB) ya da obsesyonlar, yaygınlığı yüksek olmasına
rağmen üzerinde az çalışılmış bir durumdur (1). Bazı çalışmalarda travma sonrası stres bozukluğu(TSSB) ile
birlikte olan OKB’nin tedaviye kötü yanıt verdiği bildirilmiştir(2). Bu çalışmada travma tedavisi ile obsesyonları
düzelen iki olgu sunulacaktır. Olgu 1 Bayan A, 42 yaşında memur, evli ve iki çocuk sahibi bir yıldır çocuklarına
zarar vereceği şeklinde obsesyonları var, baş etmek için çocuklarından uzak durma, başka şeyler düşünmeye
çalışma, evden uzaklaşmaya çalışma şeklinde davranışlar geliştirmiş. Uyanık olduğu her an bu düşüncelerin
kendisini rahatsız ettiğini bildiriyor. Uzun yıllardır çocukluğu ile ilgili kâbuslar gördüğünü ve bunlardan çok
rahatsızlık yaşadığını bildiriyor.
10 yaşındayken annesinin penisilin enjeksiyonu sonrası ölümüne tanık olmuş. Babasının alkol sorunu varmış.
Ekonomik güçlükler nedeni ile eğitimini zorlukla sürdürmüş. Tedavi sürecinde öncelikle annesinin ölümü başta
olmak üzere çocukluk travmaları EMDR uygulanarak çalışıldı. Tedavi sonunda obsesyonları yok denecek düzeye
geldi, kabusları kayboldu. Olgu 2 Bayan B, 37 yaşında evli, yüksek düzeyde memur, çocuğu yok. İkinci
evliliğindeki sorunlar nedeni ile başvurdu. Belirtileri Major depresyon ölçütlerini karşılıyordu. Yakınmalarının
başlangıcına odaklanıldığında 12 yıl önce trafik kazası geçirdiği belirlendi. TSSB açısından değerlendirildiğinde
bozukluğun ölçütlerini de karşılıyordu ve Olayların Etkisi Ölçeği puanı 51 olarak bulundu. Trafik kazası EMDR ile
çalışıldıktan sonra TSSB ve depresyon belirtileri kayboldu.
Travma tedavisinden sonra hasta daha önce yakınma olarak getirmediği birçok kontrol etme kompulsiyonunun ve
temizlik obsesyonu ve kompulsiyonunun kaybolduğunu bildirdi. Tedavinin ardından meslek yaşamında ve özel
yaşamında önemli iyileşmeler gösterdi. Tartışma ve sonuç: Bazı OKB olgularında hastalık başlangıcı travmatik
yaşantılar ile bağlantılı olabilir ve bu olgularda travma terapisi uygulamak, hem OKB belirtilerinde hem de
yaşamlarının diğer alanlarında iyileşmelere yol açabilir.
Kaynaklar
1-Nacasch N, Fostick L, Zohar J. High prevalence of obsessive-compulsive disorder among posttraumatic stress
disorder patients. Eur Neuropsychopharmacol. 2011 Dec;21(12):876-9 2-Gershuny BS, Baer L, Parker H, Gentes
EL, Infield AL, Jenike MA. Trauma and posttraumatic stress disorder in treatment-resistant obsessive-compulsive
disorder. Depress Anxiety. 2008;25:69- 71
PB 201
Travma Sonrası Stres Bozukluğunun Kognitif Yıkım ve Psikotik Belirtiler ile Giden Yeni Bir Alt
Grubu Mu ? Olgu Sunumu
Ali Emrah Bilgen*, Mehmet Ak*, Beyazıt Garip*, Kamil Nahit Özmenler*, Aytekin Özşahin*
*Gata Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanlığı.
Giriş: Travma sonrası stres bozukluğu; kişinin travmatik bir stresöre maruz kalması sonucu yeniden yaşantılama,
kaçınma, duygulanımda küntlük, otonomik, disforik ve bilişsel bulguların değişik derecelerde bulunduğu bir
bozukluktur. Biz bu yazıda savaş travmasına maruz kalmış olup kliniğimizce TSSB tanısı konulan, süreçte başka
merkezlerde şizofreni tanısı ile takip edilen ve kognitif yıkımla seyreden bir olgudan yola çıkarak TSSB’ da yeni
bir alt grubun tanımlanıp tanımlanamayacağı konusunu tartışmayı amaçladık.
Olgu: 43 yaşında emekli erkek hastanın 2011 Ağustos ayındaki başvuru yakınmaları; uykusuzluk, zaman zaman
öfke patlamaları, travmatik olayı yeniden yaşantılama, kalabalık içine girmekten kaçınma, unutkanlık, insanlara
güvenememe, kendisini değersiz hissetme şeklindedir. Hasta 1990-1999 yılları arasında birçok silahlı çatışmaya
girmiş, ilk başvurusu 2001 yılında olmuştur. TSSB olarak değerlendirilen hastanın 2001-2006 yılları arasında 6
kez hospitalize edildiği, çeşitli antidepresan, anksiyolitik, düşük doz antipsikotik tedaviler aldığı anlaşılmaktadır.
Hastanın ruhsal muayenesinde; düşünce içeriğinde referans ve perseküsyon hezeyanları, algıda işitme
halüsinasyonları, duygulanımında kısıtlılık, mimik ve jestlerinin silik ve sosyabilitesinin uzak ve soğuk olduğu
tespit edilmiştir.
Sürdürülen tedavilere rağmen birçok kez gece rüyasında teröristlerle çatıştığını görerek birlikte uyuduğu eşinin
boğazına sarılma, bazı dönemlerde kulağına operasyonla ilgili bilgileri içeren komutların gelmesiyle başlayan
operasyon planı yapma, sonraki süreçte polis karakolunda elinde bıçağı ve komando teçhizatı ile sonlanan
hatırlamadığı dissosiyatif dönemleri içeren belirtilerinin olduğu anlaşılmaktadır. Kognitif alanı değerlendirmek
amacıyla uygulanan organisite testlerinde görsel algı motor koordinasyon, görsel bellek ve yürütücü işlevler
alanında bozulma olabileceğine ilişkin bulgular saptanmıştır. CAPS ve İES testlerinde TSSB tanısına yönelik
sonuçlar elde edilmiştir.
Tartışma Hastanın öyküsünde ve ruhsal muayenesinde tanımlanan, başka bir merkezde şizofreni tanısı
konulmasına neden olan belirtilerin başında dissosiyasyonlar gelmektedir. Hastanın travmaya uyum sürecinde
sergilediği referans hezeyanlar, işitme halüsinasyonları, yeniden yaşantılama ve kaçınma belirtileri negatif
belirtiler şeklinde yorumlanmış olup tanımlayıcı anlamda şizofreni tanısı almış olduğu düşünülmektedir. Ancak
klasik bir TSSB’a göre kognitif yıkımın çok belirgin olması, dönem dönem realiteye uyumun ciddi derecede
bozulması, düşünce içeriğindeki somutluk, akıştaki perseverasyonların varlığı, sembolizasyonun sık kullanılması
bu vakaların tipik TSSB’a uymayan yanlarıdır.
Anahtar kelimeler: Psikotik özellikler, Bilişsel bozukluk, Travma sonrası stres bozukluğu
PB 203
Bakım Verende Travma Sonrası Stres Bozukluğu: Paylaşılmış Travma, Olgu Sunumu
Seher YAĞMUR BİLEN, Mehmet Alper ÇINAR
TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi, Bilkent, Ankara
Bu olgu sunumunda, fiziksel ve ruhsal travma mağduru olan hastaya refakat eden ve bakım veren eşinin
sergilediği travmatik stres bozukluğu semptomlarına dikkat çekilerek, travma çalışmalarında paylaşılan travmatik
yaşantılarının da en az doğrudan travma yaşantısı kadar etkili olduğuna dikkat çekmek amaçlanmıştır. Bayan
Y.K. yaklaşık bir yıl önce travmatik olayda yaralanma sonrası bileteral görme kaybı ve sol kalça dezartükülasyon
ampütasyonu olan eşine refakat etmektedir.
Bakım veren eş için, travmaya ve sürece ilişkin bilgilendirme yapılmış, sosyal destek sistemlerinden faydalanması
için ilgili birimlere yönlendirilmiştir. Bayan Y.K.’nın yaralı eşinin travmatik yaşantılarını içeren tekrar eden
kâbuslarının olması, uykusuzluk, kilo kaybı ve çabuk sinirlenme yakınmaları olması nedeniyle psikiyatrik
değerlendirilmeye alınmıştır. Psikiyatrik muayenesi ve psikometrik incelemesi sonrasında; travmatik olayı tekrar
yaşaması, travmatik olayın hatırlatıcılarından kaçınma davranışı sergilemesi ve artmış uyarılmışlık semptomları
sergilediği saptanmış, travma sonrası stres bozukluğu olarak değerlendirilmiştir.
Tedavisine; venlafaksin 75mg/gün, mirtazapin 15mg/gün, travma odaklı psikoterapi haftada iki seans olarak
başlanmıştır. Travma mağdurlarının yakınlarının/bakım verenlerinin, doğrudan travmatik yaşantısı olan birey gibi
travmatik süreçten etkilenebileceği ve hastalık tablosunun gelişebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Travma
sonrası değerlendirmenin travmaya doğrudan maruz kalan birey kadar travmaya dolaylı olarak maruz kalan
bireyleri de kapsaması, aynı travmatik süreçten etkilenen tüm bireylerin etkin yardım almalarına olanak
sağlayacaktır.
PB 204
Kardeşinin Cinsel İstismarı İle İlişkili Dolaylı Travma Sonrası Stres Bozukluğu Gelişen Bir Olgu
Hatice Altun*, Ali Nuri Öksüz**
*Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları
AD, Kahramanmaraş
**Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kahramanmaraş
Giriş Kişinin yaşamını ya da beden bütünlüğünü tehdit eden her türlü durum kişi üzerinde travmatik etki
oluşturabilmektedir. Travmatik olayların ardından, olaya doğrudan maruz kalanların yanı sıra, tanık olanlar,
mağdurların yakınları ve yardım çalışmalarında görev alan kişiler de travmatik stres belirtisi gösterebilir. Bu
grupların gösterdiği tepkiler, ikincil travmatik stres ya da dolaylı travmatizasyon olarak ifade edilmektedir. Bu
olguda kardeşine karşı yapılan cinsel istismarı kendi yaşamış gibi travma sonrası stres bozukluğu gelişen bir
hasta tartışıldı.
Olgu 15 yaşında kız hasta. Kız kardeşi 4 yıl önce cinsel istismara uğramış. Kardeşinin çocuk şubede verdiği
ifadelerini okumuş. İfadede yer alan taciz olaylarını, sanki kendi başına gelmiş gibi hissediyormuş. Olayı sürekli
yeniden yaşantılaması ve olayı hatırlatıcı durumlardan kaçınması varmış. Gelecekle ilgili herhangi bir beklentisi
ve evlenme düşüncesi yokmuş. Uykusuzluk, öfke patlaması, mutsuzluk, keyifsizlik şikâyeti varmış. 1 kez suicid
girişiminde bulunmuş. Olay şubat ayında olduğu için, 4 yıldır her şubat ayında sıkıntısı artıyormuş. O gün
kardeşini dışarıya gönderdiği için kendini olayların sorumlusu olarak görüyormuş. Kendisini suçlu hissediyormuş.
Kendisine bir kez sözlü tacizde bulunulmuş. Baba bu olay için sürekli anneyi suçluyormuş. Olaydan sonra anne
depresyon tanısı ile tedavi görmekteymiş. Hastada psikotik bulgu saptanmamıştır. Mental durum muayenesinde;
duygulanımı anksiyöz, duygudurumu depresif, düşünce içeriğinde stresörü ile ilgili sıkıntıları mevcuttu.
Tartışma Cinsel istismar sonrasında çocuk ve ailesinde birçok psikiyatrik semptom gelişebilmektedir. Travmaya
dolaylı olarak maruz kalmanın ardından yaşanan psikolojik sürecin, travmaya doğrudan maruz kalanların
yaşantılarına benzer olduğu belirtilmektedir. Bu hasta kardeşinin travmasına tanık olmasa da, kendi yaşadığı bir
travma gibi algılamış ve hastada bununla ilişkili psikiyatrik hastalık gelişmiştir. Bu hastada travma sonrası stres
bozukluğu gelişmesinde; hastanın kendisini olayın sorumlusu olarak hissetmesi, annenin ciddi psikiyatrik
probleminin olması, babanın sürekli olaydan dolayı anneyi suçlaması, anne baba arasında sürekli tartışmaların
olması, babanın kendisine karşı ilgisizliği, daha önceden kendisine sözlü tacizde bulunulması gibi faktörlerin etkili
olabileceği düşünülmüştür.
Sonuç Cinsel istismar tüm aileyi etkilediği için aile bireylerinin de psikiyatrik muayenesi göz ardı edilmemelidir.
PB 205
Olfaktör Referans Sendromu: Bir Olgu Sunumu
Zerrin Binbay*,Selim Sağır*, Mustafa Solmaz*
*Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
Olfaktör referans Sendromu (ORS) , kişinin çevresine katlanılmaz ölçüde kötü bir koku yaydığına
inandığı psikiyatrik bir bozukluktur. Bu durumdan dolayı hastalar, oldukça yoğun sıkıntı duyar ve daha
çok kendilerini suçlama eğilimindedir, toplum içine çıkmaktan kaçınırlar, bu da sosyal ve mesleki
anlamda geri kalmalarına yol açabilir. ORS, sıklıkla erken yaşta başlar ve bekâr erkeklerde daha fazla
görülür. Pryse-Philips, hastalığı tanımlamış ve belirtileri temporal lop epilepsisi, depresyon ve
şizofrenide görülen olfaktör belirtilerden ayırmıştır.
ORS, DSM-IV’te; sanrısal bozukluk, somatik alt tipinde yer almaktayken, son dönemlerde DSM-V ile
ilgili yapılan çalışmalarda Obsesif Kompulsif Bozukluk spektrumunda bulunan hastalıklar içinde yer
alması planlanmaktadır. Bu olguda, kötü koku yaydığını düşünen 26 yaşında bekâr bir kadın hasta
sunulmaktadır. Klinisyenlerin bu sendromu etkin bir şekilde değerlendirebilmesi, hastaların daha iyi bir
şekilde tedavi olmalarını sağlayacaktır.
Anahtar Kelimeler: Olfaktör Referans Sendromu, Sanrılı Bozukluk, Major Depresyon
PB 206
Sosyal Fobinin Bilişsel Davranışçı Yöntemle Tedavisi: Bir Olgu Sunumu
Gökce Gürdil
Bilkent Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Gelişim Merkezi
Giriş
Sosyal fobi, bireyin utanç verici davranışlarda bulunma korkusuyla sosyal ortamlara ya da performans göstermesi
gereken durumlara girmekten kaçınması şeklinde tanımlamaktadır. Sosyal fobi tanısını alan bireyler, söz konusu
kaçınma davranışlarından dolayı iş ya da sosyal yaşamlarında belirgin bir kısıtlanma yaşarlar (1). Bu çalışmada
sosyal fobi + depresyon tanısı alan bir hastanın bilişsel-davranışçı tedavi formülasyonunun açıklanması
amaçlanmıştır.
Olgu sunumu
24 yaşında, erkek, bekâr hasta, moleküler biyoloji bölümü 1. sınıf öğrencisi, yurtta kalıyor. Derslerde sunum
yapamama, kendisine soru sorulduğunda gerginlik yaşama, insanların karşısında sesinin ve elinin titremesi,
çarpıntı yaşama, heyecanının belli olmasından kaygılanma, arkadaş edinmede zorlanma, uykuya dalamama ve
konsantrasyonda düşüş şikâyetleriyle merkezimize başvurdu. Söz konusu şikâyetleri yaklaşık 16 yaşından beri
yaşadığı ve daha önce NLP ve hipnoz gibi tedavi yöntemlerini denediği belirlendi. Tartışma: Hastamızın
çocukluğunda yoğun bir biçimde aile içi şiddete maruz kaldığı belirlenmiştir. Ayrıca, çocukluğunda sosyal
çevreden izole bir yaşam süren hastamızın ailesinde en ufak hataların bile şiddetle cezalandırıldığı bilinmektedir.
Sonuçta hastamız kendisini ifade etmesinin cezalandırılma ve reddedilmeyle sonuçlandığını öğrenmiştir. Bu
durumla bağlantılı olarak hastamızın, “arkadaşımdan bir şey istersem alay konusu olurum”, “sunum sırasında hiç
kaygılanmamalıyım” ve “insanlar benim heyecanlandığımı fark edip benimle alay edecek” gibi düşüncelere sahip
olduğu belirlenmiştir.
Çocuklukta akranlarla yeterli düzeyde ilişki kurma olanağının bulunmaması ve yargılayıcı aile ortamı gibi
faktörlerin hastamızda sosyal fobi gelişimine katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Bilişsel model açısından
incelendiğinde söz konusu faktörlerin benlik saygısında düşüşe neden olduğu ve değersizlikle ilişkili temel
inançların gelişimine yol açtığı görülmektedir (2). Bu tür temel inançlar bireyin sosyal ortamlarda beceriksizce
veya kabul görmeyecek biçimde davranacakları ve bu nedenle olumsuz değerlendirilecekleri yönünde beklentiler
geliştirmeleriyle sonuçlanmaktadır (3). Bu beklentilerin neden olduğu kaçınma davranışları ise sosyal fobinin
ilerleyişine katkıda bulunan bir kısır döngüyü ortaya çıkarmaktadır (1). Bu model göz önünde bulundurulduğunda
hastamızın bilişsel-davranışçı terapi yönteminden fayda sağlayacağı düşünülmüş ve bu doğrultuda terapiye
başlanmıştır. Terapi sürecinde hastamızın sosyal ortamlarda kendini ifade etmekle ilgili işlevsel olmayan
inançlarının işlevsel olanlarla değiştirilmesi ve davranışsal denemelerle sosyal becerilerinin geliştirilmesi
planlanmaktadır. Hafta 1 kere, 50 dakikalık görüşmelerle takip edilen hastamızın terapi süreci devam etmektedir.
Kaynaklar:
1 – Sungur, M. Z. (2000). Bilişsel-davranışçı yaklaşımlar ve sosyal fobi. Klinik Psikiyatri, ek
2: 27–32. 2 – Türkçapar, M. H. (1999). Sosyal fobinin psikolojik kuramı. Klinik Psikiyatri, 2: 247–253. 3 – Dilbaz,
N. (1997). Sosyal fobi. Psikiyatri Dünyası, 1: 18–2.
PB 207
Adli Yönüyle Dikkat Çeken Bir Capgras Olgusu
Ali Aşkar, Ali Nuri Öksüz, Fatma Özlem Orhan
Kahramanmaraş SÜtçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Giriş: Capgras sendromu, hastanın genellikle kendisine yakın olan diğer kişilerin ya da nesnelerin, bazen
kendisinin onlara tıpatıp benzeyen ikizleri ile değiştirildikleri şeklinde sanrılarla karakterize bir sendromdur (1,2).
İlk olarak 1923 yılında Capgras ve Reboul-Lachaux tarafından tanımlanmıştır (3). Burada adli yönüyle dikkat
çeken bir Capgras olgusu tartışılacaktır.
Vaka: 51 yaşında, kadın, ilkokul mezunu, evli, 5 çocuklu, ev hanımı. 18.04.2011 tarihinde evinin altında sığınak
olduğu, orada ateş yakıldığı, çocuklarına işkence yapıldığı ve yanındakilerin yer altındaki çocuklarının ikiz eşleri
olduğu düşüncesi ile yakınları tarafından polikliniğimize getirildi. Hasta, bastığı yerin sıcak olduğunu ve burnuna
yanık kokusu geldiğini, yer altından çığlık sesleri duyduğunu iddia ediyordu. Eşini, çocuklarını kabul etmiyor;
onların ikiz eşleri ile değiştirildiklerini düşünüyordu. Bilgisayarla vücuduna girildiğini ve bu yöntemle kızlarına da
tecavüz edildiğini düşünüyordu.
Bu düşüncelerin 6 yıldan beri olduğu yakınlarından öğrenildi. 2006 yılında çocuklarının devlet kurumlarında saklı
tutulduğunu düşündüğü için defalarca polis karakollarına başvurmuş, çocuklarının verilmesini istemiş yine aynı yıl
içinde yaşadıklarından devletin kurumlarını sorumlu tuttuğu için tepki olarak Türk bayrağını indirmiş. Adli süreçteki
psikiyatrik değerlendirmesinde “psikotik bozukluk” tanısıyla cezai ehliyetinin olmadığı şeklinde rapor düzenlenmiş.
2006 yılında 6 ay boyunca ketiapin 200mg/gün; 2011 yılında da 1 ay boyunca olanzapin 20mg/gün kullanmış,
ancak fayda görmemiş. Polikliniğimizdeki ruhsal durum muayenesinde; düşünce sürecinde bloklar mevcuttu,
çağrışımları düzensizdi, çevresel ve teğetsel konuşmaları vardı. Düşünce içeriğinde paranoid persekütif sanrıları
vardı. Algılamada taktil, işitsel, görsel ve koku halüsinasyonları mevcuttu. Davranışlarında psikomotor ajitasyon
belirgindi.
Fiziksel ve nörolojik muayenede özellik saptanmadı. Hastanın laboratuvar testleri normal sınırlarda bulundu.
Kranial MR ve EEG’de özellik saptanmadı. Risperidon consta 37.5mg 14 günde bir başlanan hastanın, sanrı ve
halüsinasyonları tedavinin 4. haftasında azalmaya başladı ve tedavinin 7. ayındaki poliklinik kontrolünde Capgras
sanrılarında tamamen düzelme sağlanmıştır.
Sonuç: Bu Capgras sendromu olgusu Risperidon Constaya cevap vermesi ve adli olaylarla ilişkisi nedeniyle
dikkat çekicidir.
Kaynaklar:
1.Edelstyn NM, Oyebode F. A review of the phenomenology and cognitive neuropsychological origins of the
Capgras syndrome. Int J Geriatr Psychiatry. 1999; 14:48-59
2.Hirstein W.The misidentification syndromes as mindreadind disorders. Cogn Neuropsychiatry. 2009;15:1-28
3. Berson RJ. Capgras syndrome. Am J Psychiatry. 1983;140:969-978
PB 208
Adli Olgu: De Clerambault Sendromu
Hira Selma Kalkan*, Hayriye Pınar Çağlar Nazalı**
*Diyarbakır Ergani Devlet Hastanesi
**Bakırköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
Giriş: De Clerambault Sendromu olarak ta adlandırılan erotomani, kişide daha yüksek statüde birinin kendisine
âşık olduğuna ilişkin sanrılarla giden bir bozukluktur. Karşısındaki kişinin reddedici davranışlarını rasyonalize
ederek aslında kendisine âşık olduğunu ama her hangi bir sebepten dolayı böyle davrandığını düşünür.
Genellikle kadınlarda görülür. (1) Biz bu makalede, adli makamlar tarafından hastanemize gönderilmiş olan,
erotomanik hezeyanlarla seyreden bir erkek olguyu tartışacağız.
Olgu: 34 yaşında erkek, ilkokul mezunu, 2 yıl önce boşanmış, 4 çocuğu var, şuan köyde, anne babasıyla yaşıyor,
mevsimlik işler yapıyor, düzenli geliri yok, 2 yıldır çalışmıyor. Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gönderilen kişi,
işlediği öne sürülen “Tehdit, sesli yazılı veya görüntülü bir ileti ile cinsel taciz, kişilerin huzur ve sükûnunu bozma ”
suçu nedeniyle ceza sorumluluğunun belirlenmesi istemiyle hastanemiz adli birimine yatırıldı. Kendisinin baş
ağrısı ve yorgunluktan başka tarif ettiği bir şikâyeti bulunmamaktaydı. Kişinin yaşadığı yerden başka bir ilde
avukatlık yapmakta olan halasının kızının da kendisini sevdiğini, ama kendisini denemek ve ruh sağlığı yerinde mi
kontrol ettirmek için hastaneye yatırılmasını sağlamak üzere davacı olduğunu düşünüyor. 2 yıl boyunca
halakızına birçok kez telefonla tacizde bulunduğu, 3 kez şikâyet edildiği, 2 ay süreyle cezaevinde kaldığı ancak
eylemlerine devam ettiği öğrenildi.
Tartışma: Hastaların hezeyanlarıyla ilgili iç görüleri olmadığından ve hezeyanı dışında işlevselliği
bozulmadığından, çevre tarafından da fark edilemediğinden psikiyatri kliniğine başvuru çoğunlukla hastamızda
olduğu gibi adli makamlarla başları dertte olduğunda mahkeme kanalı yoluyla olur. (2,3) Bu olguyu, sendromun
nadir rastlanması, daha çok kadınlarda görülmesine ve olgumuzun erkek olması, adli mevzularla karşımıza
çıkması ve hastanın yaşamının ne derece etkilenebileceği, bu etkilenmeye karşın kişide hezeyanların ısrarcı
olması nedeniyle sunmayı amaçladık
Kaynaklar:
1. David Enoch ve Hadrian Ball: Uncommon Psychiatric Syndromes. Fourth Ed. Great Britain, 2001
2. Fennig S, Fochtmann LJ, Bromet EJ. Sanrılı Bozukluk ve Paylaşılmış Psikotik Bozukluk. Kaplan & Sadock’s
Comrehensive Textbook of Psychiatry. Aydın H- Bozkurt A (Çeviri Eds). Sekizinci Baskı. Güneş Kitabevi. 2007;
1525-1533.
3. Taylor PJ. Delusional disorder and delusions: is there a risk of violence in social interactions about the core
symptom? Behav Sci Law. 2006;24(3):313-31.)
PB 209
Keratokonus ve Psikoz Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu
Bilge Bilgin, Umut Altunöz, İnci Özgür İlhan
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
Giriş: Keratokonus bilateral, ilerleyici, enflamatuvar olmayan, stromada incelme ve yüzey tahribatı ile seyreden
bir kornea hastalığıdır. Keratokonus hastalarının normal populasyona göre daha sık paranoid, anksiyeteli,
kompulsif, bizar, güvensiz, kaçıngan kişilik özellikleri gösterdiğine dair yayınlar mevcuttur. Psikoz ile keratokonus
birlikteliği literatürde tek bir vakada bildirilmiş olup, bu iki tablonun tesadüften öte ortak bir etiylojik kökenden
kaynaklanabileceği vurgulanmıştır. Bu bildiride keratokonus ile şizofreni komorbiditesi olan bir hasta sunulacak ve
olası ortak etiyolojik faktörler tartışılacaktır.
Olgu: 21 yaşında lise 2’ye giden erkek hasta ilk olarak üç yıl önce Ergen Psikiyatrisi polikliniğine devamlı aynaya
bakma, kulakları ve gözleriyle oynama, kendi kendine konuşma yakınmaları ile getirilmiş. Alınganlık, paranoid
sanrılar, işitsel varsanıları mevcut olan hasta psikotik atak tanısı ile yatırılmış ve ketiyapin 600 mg/gün başlanmış.
İki hafta sonra psikotik bulguları yatışmış. Bize ilk başvurusundan yaklaşık iki yıl önce başlayan, giderek ilerleyen
bulanık ve çift görmesi mevcutmuş. Göz Hastalıkları bölümünde hastaya keratokonus tanısı konmuş ve sert lens
önerilmiş. İlerleyen dönemde gözlerinin düzeleceğini düşünerek gözlerini her gün dakikalarca yıkamış ve bu
durum keratokunus tablosunu kötüleştirmiş. Sonrasında avolüsyonu belirginleşmiş, okulu bırakıp açık liseye
yazılmış. Bir yıl önce paranoid sanrılar, işitsel varsanıların eşlik ettiği bir psikotik atağı daha olmuş, kliniğimize
şizofreni tanısıyla yatırılmış. Aripiprazol 30mg/gün ile belirgin düzelme gözlenmiş. Hastanın son kontrolünde
aripiprazol 10 mg/gün ile aktif psikotik bulgusu yoktu, belirgin negatif belirtileri mevcuttu. Göz Hastalıkları
bölümünde yapılan son kontrolünde ise keratokonusun çok ilerlediği, sert lensleri kullanmayı reddeden hastaya
kornea nakli düşünüldüğü not edilmiş. Özgeçmişinde belirgin özellik yok. Soygeçmişinde major bir psikiyatrik
rahatsızlık ya da keratokonus öyküsü yok.
Sonuç ve Tartışma: Keratokonusun etiyolojisine yönelik genetik bağlantı çalışmaları alfa-1 proteinaz inhibitörü,
alfa-2 makroglobulin, metalloproteinazlar, SFRP1, bir çok genetik sendrom ve özel gen bölgeleri ile ilişki
bulmuşlardır. Ayrıca çevresel etmenlerin (gözü kaşıma gibi) varolan bir genetik yatkınlığın üstüne hastalığı
alevlendirebileceği bildirilmiştir. Şizofreni de genetik ve çevresel etmenlerin etiyolojisinde rol oynadığı ve benzer
patofizyolojik mekanizmalarla oluşabilecek sendromların eşlik edebildiği bir hastalıktır (ör. Velokardiyofasiyal
sendrom). Mevcut çalışmalar psikoz ve keratokonus için ortak bir patofizyolojik bağlantıya henüz işaret etmemiş
olsa da ileride yapılacak çalışmalar böyle bir bağlantı olasılığını aydınlatmayı amaçlamalıdır.
PB 210
Asperger Sendromu Bir Hemisferler Arası Bağlantısızlık Sendromu Olabilir mi? Bir Olgu
Sunumu
Alper BAŞ, Burç Çağrı POYRAZ, Cana Aksoy POYRAZ
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD
Son fonksiyonel görüntüleme çalışmaları otistik spektrum bozukluklarında beyin işlevleri ile ilgili devrelerde
anormallikler olduğunu göstermiştir. Otistik spektrum bozuklukları hastalarında frontal lobun beynin yüksek
kortikal merkezleri (örn. 'fusiform face area') ile olan bağlantı işlevlerinde azalma ve desenkronizasyonu dikkati
çekmektedir.
Bu sunumda, yeni ortaya çıkan kompleks parsiyel tipteki epilepsi nöbetleri için Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji
polikliniğinde takip edilen ve davranım sorunları sebebiyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Konsültasyon Liyezon
Psikiyatrisi polikliniğimize yönlendirilmiş olan 17 yaşındaki erkek hasta tartışılacaktır. Ailesi tarafından sosyal içe
kapanıklık, uyumsuzluk, sinirlilik ve garip davranışlarda bulunma şikayetleri tariflenen hastanın ruhsal durum
muayenesinde göz kontağında azalma, disprozodi, sözel ve sözel olmayan iletişimde azalma göze çarpan
muayene bulgularını oluşturmaktaydı. Alınan anmanez ve yapılan klinik değerlendirme sonucunda DSM IV-TR ye
göre Asperger sendromu tanısı konulan hastanın kraniyal MR görüntülemesinde korpus kallozum lipomu ve
disgenezisi saptanmıştır.
Genelde asemptomatik seyreden ve insidental olarak tespit edilebileceği bildirilen bu konjenital anomaliye
Asperger sendromu düşündüğümüz bir olguda rastlamış olmamız, otistik spektrum bozukluklarının beyindeki
bağlantı işlevlerinde azalmaya bağlı oluşabileceği hipotezini destekler niteliktedir.
PB 211
Şiddet İçerikli Televizyon Programı Sonrası Suicidal Girişim ve Deliryum: Bir Olgu Sunumu
Atakan YÜCEL*, Nermin YÜCEL**,Mustafa GÜLEÇ*
*Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Erzurum
**Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatrisi AD, Erzurum
Giriş: Yaşama önemli katkıları olan medya araçlarının uygun olmayan şekil ve sürelerde kullanımının
beden ve ruh sağlığı üzerine olumsuz etkileri olduğu gösterilmiştir. Medya ve ruhsal hastalıklar
arasında; medya çalışanlarının karşılaştıkları olaylar sonrası belirtiler göstermesi veya izleyicinin bir
intihar olayının televizyonda ele alınış şeklinden etkilenmesi yönüyle karmaşık bir ilişki vardır. Terör
olaylarını konu alan, karakterlerden birinin asıyla intihar girişiminin anlatıldığı bir filmi izledikten sonra
asıyla intihar girişiminde bulunan sonrasında deliryum gelişen bir olgu sunulmuştur.
Olgu: 10 yaşında kız hasta; şidddet içerikli bir filmde karakterlerden birinin kendini asarak intihar edişini
izledikten sonra annesi tarafından evin bir odasında tavandan iple asılı halde bulunmuş. Olay yerindeki
acil tıbbı müdahalenin ardından hastaneye götürülerek yoğun bakım ünitesine (YBÜ) alınan ve bu
transfer sırasında üç kez arrest olan hastaya kardiyopulmoner resusitasyon yapılarak hayata
döndürülmüş, YBÜ ihtiyacı buradaki tedavisinin üçüncü günü spontan solunumunun başlaması ve
bilincinin açılması ile ortadan kalkmış. Beyin BT’de hipoksiye bağlı beyin ödemi tespit edilmiş ve buna
yönelik tedavi verilmiş, oryantasyon kusuru nedeniyle de Çocuk Psikiyatrisi konsültasyonu istenmiş.
Anlamsız konuşmalar, yakınlarını tanımama, nerde olduğunu bilmeme, uykusuzluk, çevrede film
oyuncularını gördüğünü söyleyerek onlarla konuşma şikayetleri olan ve bu şikayetlerinin ara ara artıp
azalan özellikte olduğu öğrenilen hastanın yapılan ruhsal muayenesinde gün içinde dalgalanma
gösteren bilinç ve oryantasyon bozukluğu, işitsel-görsel halüsinasyonlar, bellek ve hafızada zayıflama,
insomnia, eksitasyon muayene bulguları tespit edildi. Beyin MRG ve EEG’de patoloji saptanmayan
hastada ası ile suicidal girişim sonrası hipoksiye sekonder Deliryum düşünüldü ve risperidon 0,51mg/gün ilaç tedavisi düzenlendi. Tedavinin 3.gününde oryantasyon kusuru düzelen hastanın tedavi
öncesi ve 3 hafta sonrası sırasıyla Deliryum Derecelendirme Ölçeği 20-4/30, Hamilton Depresyon
Derecelendirme Ölçeği 19-5/51 olarak iyileşme saptandı.
Sonuç: Uygun olmayan TV programlarının etkilerinin çocuk ve ergen yaş grubu üzerinde daha belirgin
olmak üzere duygudurum bozuklukları, yıkıcı davranım bozuklukları, kaygı bozuklukları, uyku
bozuklukları, beslenme bozuklukları, epileptik nöbetler ve şiddet eğiliminde artışla ilişkili olduğu
gösterilmiştir. Çocukların medya araçlarını zarar görmeden kullanmasının sağlanmasında ebeveynlerin
çocuklarıyla birlikte televizyon izlemesi etkili olabilir bu nedenle ailenin yeri ve önemi büyüktür. Ayrıca
alınacak yasal önlemlerin ve hazırlanacak eğitim programlarının da faydalı olacağını düşünmekteyiz.
PB 212
Essitalopram Kullanımı Sonrası Ortaya Çıkan Distoni: Olgu Sunumu
Mahir Akbudak, MD1, Hasan Belli,MD1, Cenk Ural, MD1
1 Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İstanbul,Türkiye
Giriş: Seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SGİ) yan etkilerinin azlığı nedeniyle diğer antidepresan gruplarına
göre sık kullanılan ilaçlardır. SGİ kullanımı sonrası gelişen hareket bozuklukları sık görülmese de literatürde
sitalopram, fluoksetin, paroksetin, sertralin ve fluoksamine bağlı hareket bozuklukları tanımlanmıştır(1) Bu olguda
essitalopram doz arttırımı sonrası gelişen bir distoni tablosu sunulacaktır.
Olgu: E.Y 32 yaşında kadın hasta. Yaklaşık iki aydır süren mutsuzluk, keyifsizlik, isteksizlik, iştahsızlık, halsizlik,
baş ağrısı, ev işlerini yapamama şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Hastanın ruhsal durum muayenesinde
depresif duygudurum hakimdi ve psikomotor aktivitesi azalmıştı. Soy geçmişinde annede m. depresyon olduğu
öğrenildi. Hastanın öz geçmişinde herhangi bir tıbbi hastalık öyküsü yoktu. Hastaya m.depresif bozukluk tanısı
konularak essitalopram 10 mg/gün başlandı. bir ay sonra kontrolde essitalopram dozu 20 mg/güne çıkıldı. Hasta
essitalopram dozunun 20 mg/güne çıkılmasının ikinci günü çenede ve ağız çevresinde kasılma, özellikle
bacaklarda olmak üzere gerginlik huzursuzluk ve kasılma şikayetleri ile eşi eşliğinde tekrar polikliniğimize
başvurdu. Hastadan alınan bilgiye göre essitalopram 20 mg/gün tedavisine geçilen ilk gün kısa süreli ağız kenarı
ve çenede kasılma olduğu ama şikayetlerinin bir süre sonra kendiliğinden geçmesi üzerine doktora baş vurmadığı
öğrenildi. İkinci gün ilaç kullanımından bir süre sonra bacaklarda ve çenede kasılma ve ağrı olması üzerine
polikliniğimize başvurduğu öğrenildi. . Hastanın yapılan muayenesinde bacak ve kol kaslarında rilidite ve kol
kaslarında dişli çark belirtisi tespit edildi. Hasta başka herhangi bir ilaç kullanımı veya hastalık tanımlamıyordu. Bu
bilgiler ışığında hastada essitaloprama bağlı distoni düşünüldü.
Tartışma: Antidepresan, özellikle SGİ kullanımı sonrası gelişen hareket bozukluklarının mekanizması tam olarak
aydınlatılamamıştır. Bu olayda serotonerjik ve dopaminerjik yolaklar arasındaki etkileşim Serotonerjik ve
dopaminerjik çekirdekler arasındaki yaygın bağlantılar suçlanmaktadır. Bu konuda yapılan bir çalışma da
sitokrom P450 enzim sistemi, serotonin-dopamin taşıyıcıları ve reseptör polimorfizmlerinin SGİ kullananlarda
hareket bozukluğu olusumu için risk faktörü olduğu ileri sürmektedir. Literatürde SGİ sonrası gelişen hareket
bozuklukları incelendiğinde en sık akatizi, ikinci sırada ise distoni bildirilmiştir. Psikiyatride pratiğinde sık kullanılan
bir antidepresan olan essitalopram kullanımı sonrası gelişen distoni nadir ve essitalopram kullanırken akılda
tutulması gereken bir durumdur.
PB 213
Konversiyon Bozukluğu Öyküsünde Gelişen Bir Gerstmann Sendromu: Olgu Sunumu
Hasan Kenarlı, Almila Erol, Levent Mete
İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği
Giriş: Gerstmann sendromu ilk kez Josef Gerstmann tarafından tanımlanmıştır (1). Yazma bozukluğu, hesap
bozukluğu, sağ sol yöneliminde bozukluk ve parmak agnozisi ile karakterize bir sendromdur. Dominant paryetal
lob lezyonlarında görülür (2). Bu yazıda Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) tanısıyla izlenmekte iken ektanı
konversiyon bozukluğu şüphesi ile incelenen, sonrasında Gerstmann sendromu tanısı alan bir hastanın sunumu
amaçlanmıştır.
Olgu: 61 yaşında, ev kadını. 30 yıldır obsesif kompulsif bozukluk tanısıyla izlenmekte. Aniden başlayan sağ el ve
kolda uyuşma, sabunu tutamama, sağını solunu karıştırma, yürürken sendeleme, insanlara çarpma ve okuyup
yazamama yakınmaları ile Nöroloji polikliniğine başvurmuş. Nöroloji tarafından psikiyatri konsultasyonu istenmiş.
Hastanın öyküsünde geçmiş yıllarda konversiyon doğasında bayılmalar ve yine konversiyon doğasında el ve kol
uyuşmaları vardı. Ruhsal durum muayenesinde yönelimi tamdı, anksiyöz duygulanım, bulaşma obsesyonları,
temizlik kompulsyonları vardı. Basit hesapları yapamadığı, paraları tanımadığı, bedenin sağ ve solu ile ilgili
komutları yerine getiremediği, parmaklarını ayırt edemediği ve kullanamadığı saptandı. Rutin incelemelerinde
özellik yoktu. Kısa kognitif muayene (KKM) puanı 26/59 idi. Beyin Manyetik Rezonans Görüntülemesinde (MRG)
sol parietooksipital ve frontalde korteks ve beyaz cevheri içine alan erken evre infarktlar izlendi. Difüzyon MRG’de
sol frontal ve parietalde kortikomedüller bileşke yerleşimli erken evre infarktlar ve sol parietookspitalde daha geç
evre iskemiler izlendi. Gerstmann sendromu tanısı kondu ve nörolojiye yönlendirildi.
Tartışma: Organik hastalıkların ender olmayarak yanlışlıkla konversiyon bozukluğu tanısı alabildikleri
bilinmektedir (3). Bizim hastamızın da önceden konversiyon bozukluğu tanısı almış olması bu tanıyı akla
getirmekle birlikte kesin tanı konmadan önce gerekli incelemeler sürdürülmüş ve hastaya ilginç ve patogenezi
üzerinde tartışmaların sürmekte olduğu Gerstmann sendromu tanısı konulmuştur (4). Psikiyatristlerin konversiyon
bozukluğunun ayırıcı tanısında etkin rol alması gerekliliği açıkça sürmektedir.
Kaynaklar: 1) Gerstmann J. Syndrome of finger agnosia, disorientation for right and left, agraphia and acalculia.
Arch Neurol Psychiatry 1940; 44: 398–407. 2) Sadock BJ, Sadock VA. The Brain and Behavior, In: Kaplan &
Sadock’s Synopsis of Psychiatry. 10th edition, Philadelphia: Lippincott Williams and Wilkins, 2007, s. 75. 3) Özer
S, Özcan H, Dinç GŞ ve ark. Katı İnsan Sendromunda Konversiyon Bozukluğu Yanlış Tanısı İki Olgu. Türk
Psikiyatri Derg 2009; 20(4):392-397 4) Rusconi E, Pinel P, Dehaene S, Kleinschmidt A. The enigma of
Gerstmann’s syndrome revisited: a telling tale of the vicissitudes of neuropsychology. Brain 2010; 133: 320-32.
PB 214
Bir Paradoks Olarak Risperidon Kullanıma Bağlı Kekemelik Olgusu
Dr. İnci Meltem ATAY, Dr. Bilal TANRITANIR, Dr. Abdullah AKPINAR, Dr. Arif DEMİRDAŞ
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
Kekemeliğin temel özelliği, bireyin konuşmasının gerek akıcılık, gerekse zamanlama yönünden yaşına uygun
olmayan biçimde bozukluk olmasıdır. Bu bozukluk seslerin ve hecelerin sık sık yinelemeleri ve uzatılmaları ile
belirlidir. Kekemeliğin iki tipi mevcut olup bunlar edinsel ve gelişimsel olarak ayrılmaktadır. Edinsel kekemelik ise
herhangi yaşta aniden başlayabilir. İlaç yan etkilerine bağlı olarak nadir de olsa edinsel kekemelik görülmektedir.
Antipsikotiklerin kekemelik yan etkisi çok nadir görülmektedir.
Risperidon D₂ ve 5 HT₂A reseptörlerinin güçlü antagonisti olup α₁ ile α₂ reseptörlerine yüksek afinite göstererek
etki etmekte ve psikotik bozukluklar, duygudurum bozuklukları ve davranım bozuklukları hatta kekemelik tedavisi
olmak üzere geniş bir spektrumda kullanılmaktadır. Risperidon; D₂ reseptör antagonizmasıyla striatal
metabolizmayı artırarak kekemelik semptomlarını iyileştirmektedir. Literatürde psikotik bozukluğu olan kısa süreli
yüksek doz risperidon kullanımına bağlı gelişen iki kekemelik olgusu dışında başka vaka sunumuna
rastlanılmamıştır.
Olgumuzda ise kronik düşük doz risperidon kullanımı sonrası gelişen kekemelik yan etkisi dikkat çekici olup ilk
kez ayrıntılarıyla tartışılmıştır. Bununla birlikte çalışmalarda risperidonun kekemelik tedavisinde kullanılmasının
yanı sıra kekemelik yan etkisinin bulunması bir paradoks olarak ilginç görünmektedir.
PB 216
Mirtazapine Bağlı Periferik Ödem:2 Olgu Sunumu
Çiğdem Hazal Bezgin, Leman İnanç, Mahir Yeşildal, Yeliz Banu Gülşen, Elif Tatlıdil Yaylacı
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Mirtazapin, serotonin ve noradrenaline spesifik ilk antidepresandır. Mirtazapinin yan etkileri arasında en
sık görülen halsizlik ve sedasyon iken, en az rastlanan yan etkiler senkop, davranış problemleri, görme
bozukluğudur. Ciddi yan etkileri fasiyal ödem, allerji, kemik iliği toksisitesi olarak tanımlanmıştır(1). Bu yan etkiler
içerisinde çok sık rastlanmayan periferik ödem yan etkisinin görüldüğü iki olgudan söz edeceğiz.
Olgu 1: O.Ö., 55 yaşında, erkek. Major depresyon tanısıyla risperidon 1mg/gün, sertralin 100mg/gün kullanan
hastanın yakınmalarında gerileme olmaması nedeniyle tedavisi sertralin 100mg/gün, mirtazapin 15mg/gün
şeklinde düzenlendi. Tedavinin 4. gününde yüzde ve bacaklarda belirgin ödem gelişti.Dahili ve kardiyolojik
patoloji saptanmadı. Tedavinin 5. gününde mirtazapin kesildi.
Olgu 2: H.Y., 56 yaşında, kadın hasta. Anksiyete bozukluğu tanısıyla sitalopram 20mg/gün kullanıyordu. Kaşektik
olan ve uykusuzluk yaşayan hastanın tedavisine mirtazapin 15mg/gün eklendi. Tedavinin 3. gününde periorbital,
fasial bölgede yaygın ödem gelişti.Tedavinin 4. gününde mirtazapin kesildi.
Sonuç: Periferik ödem sıklıkla kalp, böbrek hastalıkları, hipoproteinemi ile giden diğer hastalıklar,
antihipertansiflerin kullanımı gibi nedenlerle ortaya çıkar. Mirtazapine bağlı ödem yaklaşık %1 oranında
görülmektedir.(2). Literatürde sınırlı sayıda mirtazapinle ilişkili periferik ödem olgusuna rastlanmıştır. 31 yaşında
depresyon tedavisi gören erkek hastada mirtazapinin başlanmasını takip eden 10. günde ateş, boğaz ağrısı ve alt
ekstremide ödemi ortaya çıkmıştır. Hematoloji ve biyokimya tetkiklerinin normal olduğu bu olguda ilacın
kesilmesini takip eden 5. günde ödem ortadan kalkmıştır.(3) Migren ve depresyon tedavisi için mirtazapin
kullanan 30 yaşında kadın hastada ilacın başlanmasından 3 gün sonra pretibial ödem gelişmiş ve tedavinin
kesilmesi ile 2 gün içinde ödemin gerilediği görülmüş(4) İlk vakamızda yüz ve bacakta ödem gelişirken, 2.
olgumuzda sadece fasiyal ödem görülmüştür. Literatürde daha çok alt ekstremite ödeminden bahsedilirken, her
iki olgumuzda da fasiyal ödemin görülmesi dikkat çekicidir.
1) Biswas PN, Wilton LV, Shakir SA. The pharmacovigilance of mirtazapine: results of a prescription event
monitoring study on 13554 patients in England. J Psychopharmacol 2003;17(1):121-6.
2)Sarısoy G, Yazıcı N. Olanzapin ve mirtazapinin birlikte kullanımıyla ilişkili periferik ödem : olgu sunumu. Klinik
Psikofarmakoloji Bülteni 2011; 21(3):249-52.
3)Dhungana K, Shankar PR, Das R1. Mirtazapine induced lower limb oedema. Journal of Pharmacy Practice and
Research, 2005; vol35, issue 4. 4)Yücel Y, Uzar E. Mirtazapine induced edema. New Journal of Medicine 2011;
28(3):191.
PB 218
Jeneralize Pruritis Olgularında Psikiyatrik Değerlendirme-Olgu Sunumu
Fatma Fariha Cengiz, Esra Aydın Sünbül, Çiğdem Hazal Bezgin, Sermin Kesebir
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi
Giriş: Psikososyal etmenlerin bazı fiziksel hastalıkların oluşu ve gidişi üzerindeki etkileri uzun zamandır
bilinmektedir.Alexander’ın nörodermatitleri psikosomatik hastalık sınıfı içinde ele almasından sonra bu konuyla
ilgili araştırmalar artmıştır(1).Atopik hastalıkların immunolojik kökenli olduğu bilinmekle birlikte,altta yatan mental
durumun önemli olduğu son yıllarda yaygın olarak ifade edilmektedir(2).Bunun yanında deri hastalıkları nedeniyle
oluşan görünür değişiklikler ve hastalığın sonucunda oluşan ruhsal sıkıntılar kişinin hayat kalitesinde kötüleşmeyi
de beraberinde getirir. Etkin bir tedavi için ayırıcı tanı iyi yapılmalı, belirtiler arasındaki etkileşim iyi bilinmelidir.
Olgu: H.Ş. 48 yaşında kadın hasta, evli, çalışıyor. Dermatoloji kliniğine 6 aydır devam eden yaygın kaşıntı ve tüm
vücutta yaygın ekskaryasyonlar şikayetiyle başvurmuş. Ayrıntılı öykü alınmış, herhangi bir sistemik neden,
dermatolojik ve immünolojik patoloji olmadığı kanısıyla yoğun emosyonel strese bağlı psikojenik ekskaryasyon
olduğu düşünülerek psikiyatri polikliniğine yönlendirilmiş.
Fizik muayenede bedeninde, her iki kol ve bacakta yaygın noktasal skarlaşmış lezyonlar ve hiperpigmente alanlar
mevcuttu. Ruhsal muayenede duygulanımın sıkıntılı ve depresif olduğu saptandı. Hastanın uykusuzluk,
iştahsızlık, sık ağlama, geleceğe yönelik ümitsizlik yakınmaları mevcuttu. Lezyonların kaşınma sonrası
oluştuğunu daha sonra psikiyatrik tablonun eklendiğini belirtti. Psikiyatri polikliniğine başvurduğu sırada 25 mg
hidroksizin ve 5 mg levosetrizin dihidroklorür tedavisinden fayda görmemişti. HAM-D25, HAM-A21 olarak
skorlandı, Karışık Anksiyete ve Depresif Bozukluk tanısı kondu. Hastaya Fluoksetin 20mg/gün, Olanzapin
5mg/gün tedavisi başlandı. İkinci haftanın sonunda hastanın kaşınma yakınmasında azalma görüldü, HAM-D16
HAM-A12 idi. Ancak stresörlerle birlikte kaşıntı şikayeti nüksetti.
Huzursuzluğa neden olacak durumlarda kaşıntı uyaranı/kaşınma davranışı ilişkisi hakkında bilgi verildi. Kaşınma
davranışını başlatabilecek olumsuz emosyonlar ve davranışlar tespit edilerek hastanın hastalık üzerindeki kontrol
duygusu artırılmaya çalışıldı. Yedinci haftadaki kontrolde hastanın kaşıntı yakınması kayboldu.
Tartışma: Jeneralize pruritusun en önemli nedenlerinden biri, Psikojen Pruritistir. Bu duruma en çok yol açan
nedenler arasında anksiyete bozukluğu, depresif bozukluk ve nevrotik kişilik yapısı vardır.İlaç tedavisi yanında
verilen psikoedükasyon,bilişsel ve davranışsal teknikler hastayı kaşınma davranışı konusunda duyarlılaştırarak
hafif kaşıntı uyaranını uzaklaştırmasına yardımcı olabilmektedir(3).İçsel olarak hastalık üzerindeki kontrol
duygusu hastalığın gidişine olumlu katkıda bulunduğu düşünülmektedir.
1.Alexander F.Psychosomatic medicine. New York: Norton;1950.
2.Chida Y,Hamer M,Steptoe A.A bidirectional relationship between psychosocial factors and atopic disorders: a
systematicreview and meta-analysis,Psychosom Med.2008 Jan;70(1):102-16.
3.Hasanoğlu A,İşçimen A.Psikokutanöz hastalıklarda Psikoterapötik Destek: Bilişsel Davranışçı Teknikler Yeni
Symposium 2008;46(3):235-244
PB 219
Fluoksetin Kullanımı Sırasında Gelişen Bir Galaktore Olgusu
Aslıhan Polat, Hatice Sodan Turan
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Kocaeli.
Amaç: Seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSGİ) psikiyatrik ve psikosomatik bozuklukların tedavisinde önemli
bir yere sahiptir. SSGİ’lerin sık görülen yan etkileri arasında iştah değişiklikleri, huzursuzluk, cinsel işlev
bozuklukları ve gastrointestinal yan etkiler bulunmaktadır (1). Galaktore ise SSGİ kullanımında nadiren görülen
bir yan etkidir (2,3). Bu yazıda fluoksetin kullanımı sonrası gelişen prolaktin seviyesinin artmadığı, galaktore
olgusu tartışılmıştır.
Olgu: SK, 35 yaşında, üniversite mezunu, evli, tek çocuklu kadın, polikliniğimize yetersizlik, çocuğuna bakım
vermekte güçlük, dikkat ve konsantrasyon eksikliği, cinsel istekte azalma, ilgi- istek kaybı, hayattan zevk
alamama şikayetleri ile başvurdu. Son altı aydır dikkat ve konsantrasyonda azalma, ilgi-istek kaybı, alkol
kullanımında artış, cinsel istekte azalma ve işlevselliğinde bozulma şikayetlerinin de eklenmesi üzerine, hasta
polikliniğe başvurmuş. Ruhsal durum muayenesi sonucunda DSM-IV TR’ ye göre majör depresif bozukluk tanısı
konuldu ve fluoksetin 20mg tedavisi başlandı. Tedavinin 9. ayında hasta, memesinden süt gelmesi şikayetiyle
polikliniğimize tekrar başvurdu, genel cerrahi konsultasyonu istendi. Yapılan muayenesi ve testleri sonucunda
tıbbi bir neden tespit edilemedi.
Bunun üzerine galaktorenin ilaç yan etkisi olabileceği düşünülerek fluoksetin kesildi ve hasta on beş gün sonra
kontrole çağırıldı. Kontrolde hastanın galaktoresinin 5. günde sonlandığı ve tekrarlamadığı öğrenildi. Hastaya
galaktorenin ilaç yan etkisi olabileceği ile ilgili bilgi verildikten sonra fluoksetin 20mg tekrar başlandı. Fluoksetin
kullanımının 3. ayında iki memeden süt gelme şikayeti tekrarladı ve fluoksetin tedavisi tekrar sonlandırıldı.
Fluoksetin tedavisi sonlandırılan hastanın galaktore belirtisi sonlandı.
Sonuç: Bu vakada her iki memede meydana gelen galaktoreyi açıklayacak genel tıbbi durum tespit edilmemiştir.
Fluoksetin kullanımına bağlı yan etki olabileceği düşünüldü ve hastaya “NARANJO Adverse Drug Probability
Scale” (4) uygulandı. Toplam 13 puan üzerinden 10 puan aldı. Fluoksetin kullanımı esnasında, prolaktin
yüksekliği tespit edilememiş olsa dahi bu vakalarda yan etki olarak galaktore ortaya çıkabileceği konusunda
dikkatli olunması gerektiği ve SSGİ’lerde galaktore mekanizmasının incelenmesi için yeni araştırmalar gerektiği
sonucuna varılmıştır.
Kaynaklar:
1. Baghai TC, Volz HP, Moller HJ, Drug Treatment of Depression in the 2000s”, An Biol Psychiatry, 2006; 7: 198222
2. Bonin B, Vandel P, Vandel S , “Fluvoxamine and Galactorrhea. A Case Report”, Therapie 1994; 49:149-51.
3. Bronzo MR, Stahl SM “Galactorrhea Induced by Sertraline”, Am J Psychiatry, 1993;150:1269-70.
4. Naranjo CA, Busto U, Sellers EM, et al. “A Method for Estimating The Probability of Adverse Drug Reactions”,
Clin Pharmacol ther 1981; 30: 239- 45
PB 220
Mirtazapinin İndüklediği Bruksizm: Olgu Sunumu
Yazarlar: Özgür MADEN(*), Beyazıt GARİP(*), Adem BALIKCI(*), Bülent KARAAHMETOĞLU(*), Ali
Emrah BİLGEN(*)
(*)GATA Askeri Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Giriş: Bruksizm fizyopatolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte, etyolojisinde stres ve anksiyetenin risk faktörleri
olabileceği düşünülmektedir. Prevalansı % 8 olarak bildirilen Sleep Bruksizm, motor hareket bozukluğu olarak
tanımlanmaktadır. Birçok motor hareket bozukluğu SSRI, SNRI ve antipsikotik kullanımı sonrasında ortaya
çıkmaktadır. Bazı vakalarda antipsikotik kullanımının sonlandırılmasından sonraki yıllarda da bu tip motor hareket
bozuklukları görülebilmektedir. Bu vaka bildiriminin amacı literatürde daha önce hiç yayımlanmamış olan ve
mirtazapine bağlı olarak uykuda ortaya çıkan bruksizm olgusunu sunmaktır.
Olgu Sunumu: S.B. 41 yaşında hasta. Yakınmaları ilk kez 3-4 yıl önce isteksizlik, çevresine ilgide azalma, nefes
darlığı, göğüste sıkışma hissi, vücutta uyuşmalar, uykusuzluk şeklinde başlamıştır. Anksiyete Bozukluğu (Panik
Bozukluk) ve Depresif Bozukluk tanılarıyla takip edilmiş, essitalopram 10 mg./gün şeklinde tedavi düzenlenmiştir.
Hasta yaklaşık 1,5 yıl boyunca essitalopram tedavisi kullandıktan sonra uykuya dalmakta güçlük ve sık sık
uyanma şeklinde yakınmalarının olması üzerine mevcut tedavisine mirtazapin eklenmiştir. Tedavinin ikinci ayında
çeşitli yayınlarda motor hareket bozukluğu ya da fokal distoni olarak tanımlanan ve uykuda ortaya çıkan bruksizm
tablosu gelişmiştir. Hastanın premorbidinde motor hareket bozukluğunu açıklayabilecek ailesel veya metabolik bir
öyküsünün olmadığı, biyokimyasal ve metabolik testlerinde bruksizme neden olabilecek bir bozukluk tespit
edilmemiştir. Mirtazapin tedavisinin bruksizm etyolojisinde rol oynayıp oynamadığının aydınlatılması amacıyla
mirtazapin tedavisine son verilmiştir. Tedavinin kesilmesinin dördüncü gününde bruksizm yakınmasının gerilediği,
ikinci haftasında da tamamen ortadan kalktığı tespit edilmiştir. Hastanın uykuya dalmak ve sık sık uyanma
şeklinde yakınmalarının devam etmesi üzerine, mirtazapin tedavisinin kesilmesinin ardından ketiapin 25 mg/gün
tedaviye eklenmiştir.
Tartışma Ve Bulgular: Bruksizm etyopatogenezinde çeşitli ajanlar suçlanmakla birlikte literatürde dopamin,
serotonin, noradrenalin yolaklarına yönelik kullanılan ajanların bruksizm etiyolojisinde rol oynadığına yönelik
çalışmalar bulunmaktadır. Mirtazapinin bruksizm etiyolojisinde rol oynadığına dair daha önce herhangi bir çalışma
bulunmamaktadır. Mirtazapinin bu vakada ya doğrudan etyolojik ajan olarak bruksizim tablosunun gelişmesine
neden olabileceği ya da essitalopram ile additif etkileşime girerek tablonun ortaya çıkmasına katkı sağlamış
olabileceği düşünülmektedir. Ketiapin ekleme tedavisinin mirtazapin nedeniyle gelişen bruksizm tablosunun
düzelmesine katkı sağlayıp sağlamadığının açıklanması için ileriye dönük çalışma yapılmalıdır.
Anahtar kelimeler: Mirtazapin, bruksizm, fokal distoni, serotonin, uyku
PB 221
Frontal Lob Sendromu; Olgu Sunumu
Nükhet Yiğitbaşı, Fatma Özlem Orhan, Oğuz Akman
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Giriş: Frontal lob sendromu (FLS); kişilik ve davranış bozuklukları ile kendini gösteren tümör, serebrovasküler
hastalık, epilepsi, enfeksiyon veya kafa travması gibi etyolojik faktörlere sekonder prefrontal korteksin
hasarlandığı bir klinik tablodur (1,2). Bu hastalar bir takım duygusal ve davranışsal değişiklikler nedeniyle
psikiyatriye başvurmaktadır. Burada iş kazası sonrası kafa travmasına ikincil frontal lob sendromu gelişen bir olgu
tartışılacaktır.
Olgu: 18 yaşında erkek hasta 2010 ekim ayında fabrikada geçirdiği iş kazası sonrası çökme kırığı olan hastada
daha sonra gelişen beyin absesi nedeniyle nöroloji ve nöroşirurji servislerinde takip edilmiş. Kaza sonrası gelişen
motor defisiti için 20 gün fizik tedavi görmüş. Hastanın geçirdiği kazadan 3 hafta sonra başlayan uygunsuz
gülmeler, sık sık kavgaya karışma, sürekli dolaşma isteği, kız ve erkek çocuklara cinsel istismarda bulunma ve
evdeki eşyalara zarar vermesi varmış. Hastanın psikiyatrik muayenesinde öz bakımı azalmış, affekt labil ve
uygunsuzdu. Davranışları dezorganizeydi. Dikkati ve aritmetik becerileri orta, muhakeme ve yorumlaması zayıftı.
Nörolojik muayenesinde sol üst ekstremitesinde paralizisi vardı. Tandem yürüyüşü her iki tarafa ataksikti. Rutin
tetkiklerinde patoloji saptanmadı. EEG normaldi. Kranial MR’da sağ frontalde 2cmlik defekt ve frontal parankimde
kortikal-subkortikal kistik ensefelomalazik değişiklikler saptandı. Hastaya olanzapin 10mg/gün ve karbamazepin
400 mg/gün başlandı, fayda göremeyince karbamazepin 800mg/gün risperidon consta 37.5mg im, risperidon
2mg/gün, lorazepam 2.5 mg/gün olarak düzenlendi. Hastanın sinirlilik eşyalara zarar vermesi çocuklara cinsel
istismar davranışları ve yakınlarına şiddet göstermesi azaldı.
Sonuç: Hastamızda disinhibisyon, azalmış sosyal içgörü, uygunsuz davranışların varlığı gibi frontal bölge tutulum
bulguları gözlenmekte ve bu durumu hastanın günlük aktivitesini son derece kötü etkilemektedir. FLS kalıcı beyin
hasarına bağlı süregen bir sendrom olması nedeniyle davranışsal bozukluklar bir takım antipsikotiklerle kontrol
altına alınsa da yüz güldürücü bir tedavi henüz oluşturulmamıştır. Bu yüzden hekim bu konuda aile üyelerini
bilgilendirmelidir. Aynı zamanda karar verme gibi kognitif fonksiyonlarda bozulma nedeniyle bu vakaların adli
yönleri açısından dikkatle muayene edilmelidir.
Kaynaklar:
1. Aydın N. Frontal lob sendromu. Türkiye Klinikleri Psiki-yatri Özel Dergisi 2009; 2:47-55.2. 2. Cansel N, Yalç ın
F, Savaş HA, Özovacı A, Selek S.Büyüsel düşüncenin eşlik ettiği frontal lob sendromu: Olgu sunumu. Klinik
Psikofarmakoloji Bülteni 2008; 18:309-312.
PB 222
Tianeptin Kötüye Kullanımı: Bir Olgu Sunumu
Çağdaş H. Yeloğlu1, Gökhan İlhan2, Bülent Bahçeci3, Ahmet Şen4, Çiçek Hocaoğlu5
1 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Rize. 2 Recep
Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kalp Damar Cerrahisi AD, Rize.
3 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Rize.
4 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anestezi ve Reanimasyon AD, Rize.
5 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Rize.
Tianeptin, dibenzotiazepin türünde atipik bir trisiklik antidepresandır. Serotonin geri alım engelleyicilerine (SSRI)
benzer etki potansiyeline sahiptir. Anksiyolitik etki profili açısından trisiklik ve tetrasikliklere benzerlik
göstermektedir. Biyokimyasal olarak, tianeptinin tek ya da yineleyen dozlarda verildikten sonra, beyinde ve
trombositlerde serotoninin presinaptik geri alınımını artırdığı gösterilmiştir.
Tianeptin strese verilen hipotalamo-pituiter-adrenal eksen yanıtını azaltır ve stresin yol açtığı davranışsal
sorunları düzenler. Kognitif yönden tianeptinin dikkati ve öğrenmeyi artırdığı belirtilmektedir. Antidepresanlara
karşı bağımlılık gelişimesi tartışmalı ve literatürde az değinilmiş bir konudur. Tianeptinin aşırı miktarda alınması
konusunda çok az vaka bildirilmiştir. Yüksek doz tianeptin kullanımı ile ilgili yapılan birçok çalışmanın sonuçlarına
uymamakla birlikte tianeptin, kötüye kullanımı ile ilgili olgu sunumlarında özellikle uyarıcı etki vurgulanmıştır. Bazı
olgu sunumlarında tianeptine tolerans geliştiği, güçlü hissetme hali olduğu ve yeniden alınmaması durumunda
fiziksel yoksunluk işaretlerinin görüldüğü belirtilmiştir.
Bu nedenle tianeptin tedavisi, yüksek doz kullanma ve tolerabilite yönünden bağımlı hastalarda risk
oluşturabilmektedir. Literatürde konu ile ilgili sunumlarda tianeptinin oral yolla yüksek dozda alımı ile bilgiler
mevcuttur. Bu olgu sunumunda ise, geçmişte eroin, esrar ve kokain kullanımı olan ve son bir yıldır yurtdışında
öğrendiği bir yöntem olarak yüksek doz tianeptinin eritilerek toz haline getirilip daha sonra femoral arter yolu ile
vücuda enjekte etmek sureti kullanan 29 yaşında erkek hastada tianeptinin etkisi, kötüye kullanımı ve bağımlılık
riski tartışılmıştır.
Kaynaklar:
1.Tuğlu C, Şahin ÖÖ. Antidepresanlar bağımlılık yapar mı? Tianeptin kullanan bir olgu Anadolu Psikiyatri Dergisi
2010;11(2):190-193.
2.Saatçioğlu Ö, Erim R, Çakmak D. Tiyaneptin Kötüye Kullanımı: Bir Olgu Sunumu. Türk Psikiyatri Dergisi 2006;
17(1):72-75 .
3.Ansseau M, Wauthy J, von Freckell R ve ark. (1992) Gradually increased doses of tianeptine: maximal tolerated
dose and linearity of the pharmacokinetics. Ann Psiquiatria, 8(suppl.1):56.
PB 223
Sesini Duymadığımız Üç Kadın: 70 Yaş Üstü Cinsel Saldırı
Şahika Yüksel * Atike Çıta * İlker Taşdemir * Gülzade Urazbekova*
*İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, İstanbul,
Giriş: Yaşlıların fiziksel ve ekonomik istismar ve ihmali son yıllarda tartışılmala birlikte cinsel istismarları hakkında
az çalışma vardır. Bu yazıda, yok sayılan bir travma türü olan yaşlı cinsel istismarına dikkat çekmeyi amaçladık.
Vaka1: Hatice Hanım 74 yaşında kadın, dul, iki çocuklu, okuryazar değil, oğluyla kalıyor, saldırıdan önce
Anadolu’da küçük bir kentin köyünde yalnız yaşıyormuş. Mahkeme’den ruh sağlığı değerlendirilmesi isteği ile
başvurdu. 2010 yılında, köyde yalnız yaşadığı evine gece pencereden giren, yirmili yaşlardaki amcasının torunu
tarafından bıçakla tehdit edildiğini ve kuvveti yetmediğinden karşı koyamadığını, anal yoldan tecavüze uğradığını
ifade etti.
Şikayetçi olduğu karakolda, saldırganın “yaşlı, aklı yerinde değil, ne dediğini bilmiyor” şeklindeki itirazı ile
BRSHH’de bilişsel yeterliliğinin değerlemdirilmesi amacıyla 12 gün yattığı ve Akut Stres Bozukluğu (ASB) tanısı
aldığı öğrenildi. İki yıl sonra yapılan değerlendirmesinde Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tanısı aldı.
Vaka2: Elmas Hanım 73 yaşında, dul, iki çocuklu, ilkokul mezunu, kızıyla yaşıyor. İTF Adli Tıp A.D tarafından ruh
sağlığının değerlendirilmesi amacıyla yönlendirilmişti. İç Anadolu’da bir ilçede yalnız yaşadığı öğrenildi. Ocak
2012’de, üvey oğlunun ismini kullanarak evine gelen yirmili yaşlarda bir genç tarafından cinsel ve fiziksel saldırıya
maruz kaldığını ifade etti. Major Depresyon (MD) ve TSSB tanıları aldı.
Vaka3: Kamile Hanım 82 yaşında, okuryazar değil, dul, dört çocuklu, çalışmıyor. Bir yıl önce eşi ve kızının
mezarlarını ziyaretinde, gündüz genç bir adam tarafından saldırıya uğradığını, ölümle tehdit edildiğini, saldırganın
tecavüz etmeye çalıştığını, yoldan geçen bir kişi tarafından kurtarıldığını ifade etti. MD ve TSSB tanıları aldı.
Sonuç ve Tartışma: 70 yaş üstünde cinsel saldırı yaşayan üç dul kadında yalnız yaşarken çocuklarının yanına
taşınmaları gerekmiş. Saldırganlar onların fiziksel mücadele edemeyecekleri genç ve kuvvetli erkekler. Üçünde
de cinsel travmaya bağlı ciddi sorunlar olmasına karşın tedavi talepleri olmamış. Yaşlıların ihmal ve istismarı
konusundaki çalışmalar gelişmiş ülkelerde. Yaşlıların cinsel istismarıyla ilgili bilgi azdır. Özellikle kurumlarda
yaşayan ve mental kısıtlılığı olan yaşlıların aktardıkları olaylara ilişkin bilginin doğruluğuyla ilgili şüpheler,
travmanın farkedilmesi ve alınacak önlemler tartışılmalıdır
PB 224
Risperidon Kullanımına Bağlı Pulmoner Emboli: Olgu Sunumu
Ebru Altıntaş*, Nazan Şen**, Nilgün Taşkıntuna***
*Başkent Ünv. Tıp Fak. Adana Uygulama ve Araştırma Merkezi Psikiyatri Bölümü
**Başkent Ünv. Tıp Fak. Adana Uygulama ve Araştırma Merkezi Göğüs Hastalıkları Bölümü ***Başkent
Ünv. Tıp Fak. Ankara Uygulama ve Araştırma Merkezi Psikiyatri Bölümü
Atipik antipsikotikler dopaminerjik- seratonejik reseptör blokajı yaparak etki gösteren, konvansiyonel AP ilaçlara
göre ekstrapiramidal yan etkileri daha düşük olan , son yıllarda başta şizofreni olmak üzere birçok psikiyatrik
hastalıkta kullanımları artan ilaçlardır(1). VTE gelişiminde İleri yaş, sigara kullanımı, travma, immobilizasyon gibi
bazı kazanılmış ve protein C, S ve antitrombin III eksikliği, disfibrinojenemi gibi kalıtımsal risk faktörleri rol
oynamaktadır (2,3). Konvansiyonel AP kullanımı ile VTE gelişme riskinin art tığına ilişkin bazı çalışmalar ve olgu
sunumları yayınlanmıştır. Özellikle düşük potanslı antipsikotiklerin kullanımına bağlı venöz tromboemboli geliştiği
bilinmektedir(4). FDA kayıtlarına göre 1990-9 yılları arasında Atipik AP lerden klozapin kullanımına bağlı VTE
gelişen 99 olgu bildirilmiştir.
(3) Günümüze kadar VTE gelişimi için risk klozapin ile sınırlıyken, günümüzde olanzapin ve risperidon ile VTE
ilişkisi olgu sunumları ile bildirilmiştir (5,6). Atipik AP’lerin kullanımına bağlı gelişen VTE’nin sebebi tam olarak
bilinmemekle birlikte, bu ilaçların kullanımına bağlı gelişen kilo artışı, yüksek beden kitle indeksi (BKİ), sedatif
yaşam biçiminin VTE için risk faktörü olabileceği düşünülmüştür(7).
Bu bildiride risperidon kullanımı dışında bilinen herhangi bir risk faktörü olmayan, 29 yaşında, konversiyon
bozukluğu tanısı ile değerlendirilen, yaklaşık 3 aylık risperidon kullanımı öyküsü olan ve pulmoner
tromboembolinin risperidon kullanımına bağlı olarak geliştiği düşünülen bir olgu sunulacaktır. Bu olgu sunumu ile
son yıllarda başta şizofreni olmak üzere birçok psikiyatrik hastalıkta kullanımı hızla artan atipik AP’ler ile, kimi
zaman ani ölüme yol açabilen VTE arasındaki ilişkiye dikkat çekmek ve VTE açısından erken tanı ve tedavi için
bu ilaçları kullananlarda VTE’nin gelişebileceğinin akılda bulundurulması gerektiğinin önemini vurgulamak istedik.
SÖZEL BİLDİRİLER
S 01
Şizofreni Hastalarının Birinci Dereceden Sağlıklı Akrabalarında Şizotipinin Üç Alt Tipiyle İlişkili
Kognitif Bozuklukların İncelenmesi
Handan Noyan*, Alp Üçok**
*İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü Sinirbilim AD, İstanbul
**İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, İstanbul
Bu çalışmada; şizotipinin üç alt tipine özgü kognitif bozuklukları nöropsikolojik testler ile incelemek ve şizofreni
hastalarının birinci dereceden sağlıklı akrabalarında şizotipal kişilik özelliklerinin şiddetini ve sıklığını tespit etmek
amaçlandı. Çalışma 32’si şizofreni hastasının birinci dereceden sağlıklı akrabası ve 30 sağlıklı kontrol grubu
olmak üzere yaş, eğitim ve cinsiyet değişkenleri açısında eşleştirilmiş 62 katılımcı ile yürütülmüştür. Katılımcılara
Şizotipal Kişilik Ölçeği’nin Kısa Formu, Büyüsel Düşünceler Ölçeği ve Algılamada Sapmalar Ölçeği uygulanmıştır.
Bilişsel işlevler; Wisconsin Kart Eşleme Testi, Sayı Dizini Testi, Londra Kulesi Testi, Sözel Akıcılığın Semantik ve
Fonetik Akıcılık Testleri, IOWA Kumar Testi, WAIS-R’ın ikili benzerlikler alt testi, Stroop Testi, Piramit ve Palmiye
Ağaçları Testi ile değerlendirilmiştir.
Yapılan istatistiksel analiz sonucunda, şizofreni hastası yakınları ile sağlıklı kontrol grubu arasında yürütücü
işlevlerin değerlendirildiği Wisconsin Kart Eşleme Testi perseveratif hata, perseveratif hata yüzdesi ve toplam
cevap sayısı skorları; Londra Kulesi Testi’nin toplam doğru yanıtı, hamle sayısı, kural hatası ve zaman skorları ve
sözel akıcılığın fonetik akıcılık alt testinde anlamlı bir fark bulunurken diğer nöropsikolojik testlerde iki grup
arasında anlamlı bir fark bulunmadı.
Ayrıca grupların şizotipinin üç alt tipine göre de farklılaşmadığı görülmüştür. Ancak yapılan ileri istatistiksel analiz
sonucunda; Wiskonsin Kart Eşleme Testi’nin perseveratif hata skoru, Londra Kulesi Tesi’nin hamle sayısı ve
negatif şizotipi skorlarının iki grup arasındaki farklılığı yordadığı bulunmuştur. Bu çalışma, Türk popülasyonunda
ilk defa, şizofreni hastası yakınları arasında şizotipal özellikleri ve bilişsel işlev bozukluklarını incelemesi ve
şizofrenide ailesel yatkınlığın olası etkilerini göstermesi açısından önem taşımaktadır. Anahtar Kelimler: Şizotipal
özellikler, Yürütücü işlevler, Kognitif bozukluklar
S 02
Sepsis ile İnduklenen Sistemik İnflamasyon ve Endotoksemi Modeli Geliştirilen Sıçanlarda Artan
Psikoz Yatkınlığının Gösterilmesi ve Bu Etkinin Plazmada Ölçülen
TNF-Alfa ve Total Oksidan Düzeyi ile Korelasyonu
*Oytun Erbaş, *İlkay Kalkanlı, **Burcu Efe, **Kübra Erçalışkan, *Gözde Gökten, *Dilek Taşkıran
*Ege Üni. Tıp Fak.,
**Fırat Üni. Biyomühendislik Fak.,
Amaç :Psikotik hastalarda düşük dereceli bir inflamasyon bulunmaktadır. Şizofreni hastalarında sağlıklı kişilere
göre TNF-alfa, IL-6 gibi temel inflamatuar sitokinler ve akut faz proteinleri artmıştır. Prenatal infeksiyonların (viral,
bakteriyel) kortikal gelişimi etkilediği gösterilmiş olmakla birlikte,inflamatuar sitokinler ve psikiyatrik hastalıklar
(psikoz, bipolar disorder, depresyon, deliryum) arasındaki ilişki araştırma konusudur. Bizim çalışmamızda amaç
TNF-alfa ve oksidan stres artışı ile giden organik sebepli inflamatuar patolojilerin psikotik süreçler üzerine etkisini
ortaya koymaktır.
Materyal – Metod:Sistemik inflamasyon ve endotoksemi için sıçanlarda sepsis modeli oluşturuldu. Sepsis modeli
geliştirmek için 7 sıçana anestezi altında çekumu bağlama ve perfore etme modeli uygulandı.(CLP). Bunun için
çekum ileoçekal valvin distalinden pasaja izin verecek şekilde 3/0 ipekle bağlanıp 22 G iğne ile delindi. Minimal
fekal çıkış gösterilmesinden sonra intestinal anslar batın içine yerleştirilip, batın 4/0 poliglikan sütür ile kapatıldı.
Bu modelde sıçanlarda 5 saat sonra sepsis oluşmaktadır. 7 sıçan sham grubu olarak çalışmaya alındı. Bu
sıçanlara laparotomi uygulandı ancak çekum perforasyonu yapılmadan tekrar 4/0 poligilan sütür ile batın
kapatıldı. Cerrahi işlemden 24 saat sonra sham ve sepsis grubu sıçanlara psikoz yatkınlığını değerlendirmek için
apomorfin ile induklenen sterotipi testleri yapıldı.Bu test için 14 cm çapında,13 cm yüksekliğinde, 3 mm lik
gözenekleri olan tel kafes kullanıldı.Sıçanlara öncelikle 10 dakikalık kafese alışma periyodunun ardından 1,5
mg/kg intraperitoneal(askorbik-asitte çözülerek) verildi.
Apomorfin verildikten 10 dakika sonra her sıçan için 15 dakika gözlem yapıldı. Her dakika stereotipi hareketleri
skorlandı:0=Yok; 1=Nadiren koklama;2= Nadiren koklama ve nadiren kafes kemirme;3= Sık kafes kemirme;
4=Sürekli kafes kemirme;5= Aynı noktayı kemirme. Sham ve sepsis grubu sıçanlara apomorfin ile induklenen
sterotipi testleri yapıldı ve sonuçlar karşılaştırıldı.
Bulgular: Sepsisli sıçanlarda sterotipi skoru (3.74±0.56,sham grubu (2.32±0.47) ile karşılaştırıldığında anlamlı
artmış(p<0.05) olarak bulundu. Sepsisli sıçanlarda plazma TNF düzeyi (232.58±35.3 pg/ml),sham grubu
(24.54±11.28 pg/ml) ile karşılaştırıldığında anlamlı artmış(p<0.0005) olarak bulundu. Sepsisli sıçanlarda plazma
total oksidan kapasite seviyesi sham grubuna göre anlamlı artmış (p<0.0001) olarak bulundu.
Sonuç: Sepsis sonucu gelişen inflamasyon ve endotoksemi,sham grubu ile karşılaştırıldığında sterotipik
davranışlarda artma oluşturmuş ve dopaminerjik etkiyi güçlendirmiştir.Ayrıca sepsis sonucu temel inflamatuar
sitokin olan TNF-alfa plazma düzeyi ve oksidan stres artmıştır.TNF ve oksidan stres bağımlı dopaminerjik ve
glutamaterjik modulasyon bu etkilere sebep olmuş olabilir.Devam eden çalışmamızda sözkonusu etkilerin nöronal
alt yolakları açıklanmaya çalışılacaktır.
S 03
Şizofreni Tanısı Konan Hastalarda Bir İşte Çalışmanın ve Derneğe Üye Olmanın İşlevsel İyileşme,
Tedaviye Uyum ve Stresli Durumlarla Baş Etme Üzerine Etkisi
Neşe Uğurlu 1,Nermin Gürhan 2, Burhanettin Kaya 3
1 Gata Hemşirelik Bölümü, Ankara
2 Gazi Üniversitesi Sağlık Eğitim Fakültesi Hemşirelik Bölümü, Ankara
3 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Ankara
Giriş ve Amaç: Şizofreni hastasının işinin olması, ekonomik bağımsızlığını kazanması giderek zorlaşmaktadır1.
Mesleki rehabilitasyon ve desteklenmiş istihdam son derece önemlidir. Bu yöntem hastalığın gidişini olumlu
yönde etkilemekte, yinelemelerin azalmasını sağlamaktadır. Derneğe üye olan hastaların dış dünyaya olan
uyumlarında artma sağlanabilir2. Bu araştırma şizofrenide işte çalışmanın ve derneğe üye olmanın işlevsellik,
tedaviye uyum ve stresle baş etme üzerine etkisini değerlendirmeyi amaçlamıştır.
Yöntem: Çalışmaya Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneğine üye olan, bir işte çalışan 15, derneğe
üye ve çalışmayan 15 hasta alınmıştır. Kontrol grubu derneğe üye olmayıp bir işte çalışan 15 ve çalışmayan 15
hastadan oluşmuştur. Olgulara Sosyodemografik bilgi formu, Şizofrenide İşlevsellik Ölçeği(ŞİLO), Tedavi uyum
Ölçeği(MARS) ve Stresle Başa Çıkma Tarzları Ölçeği(SBÇT) uygulanmıştır.
Bulgular: Derneğe üye olmanın ve aynı zamanda bir işte çalışmanın bireylerin sosyal ve mesleki işlevsellik
alanlarını olumlu yönde etkilediği görülmüştür. Bir işte çalışan hastaların çalışmayan hastalara göre mesleki
işlevsellik alanı, derneğe üye olan bireylerin sosyallik, sağlık ve tedavi işlevsellik alanları daha iyi bulunmuştur. 59 yıl tedavi gören bireylerin sosyal işlevsellik alanı ve tedaviye uyumları daha iyi bulunmuştur. Uygulanan
tedaviye bağlı ilaç yan etkisi yaşamayan bireylerin sosyal destek arama yöntemi ile stresle daha etkili baş ettikleri
görülmüştür.
Sonuç: Derneğe üye olan çalışan bireylerin sosyallik ve mesleki işlevsellik alanları diğer gruplara göre daha iyi
bulunması, sağlık ve tedavi işlevsellik alanlarında daha iyi olması sosyalleşme ve çalışmanın olumlu etkilerini
göstermektedir. Antipsikotik türüne göre hastaların iyimser yaklaşım, kendine güvenli yaklaşım yöntemlerini etkili
kullanmaları ilaç seçiminin önemli olduğunu düşündürmektedir. Hastalık süresi uzun olanların olumlu başaçıkma
becerilerini kullanmaları, tedavi uyumlarının daha iyi olması hastalık konusunda bilgi ve deneyim kazanma ile
ilişkili olabilir. Stresle başa çıkmak için sosyal destek arayanların da ilaç yan etkisi göstermemeleri stresle başa
çıkmanın tedavideki önemini göstermektedir.
Kaynaklar
1- Yıldız M. Şizoreni Ruhsal Ve Toplumsal Tedavi Girişimleri. İçinde: Ceylan E, Çetin M, editörler.
Şizofreni. 4 Baskı. İstanbu: İncekara Kağıt Matbaası; 2009.1403-1413.
2- 2- Olfson M, Mechanic D, Hansell S, Boyer AC, Walkup J, Weiden JP. Predicting Medication
Noncompliance After Hospital Discharge Among Patients With Schizophrenia. Psychiatric Services
2000; 1:216–222.
S 04
Eşlerinden Şiddet Gören Kadınların Eşlerindeki Alkol ve Madde Kullanım Özellikleri: İzmir Kadın
Sığınmaevleri Çalışması
Demet Havaçeliği*, Alev Aktaş*, Dilek Gürbüz*, Nevin Yıldırım Koyuncu**, Hakan Coşkunol*
*Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü (BATI), İzmir
**Ege Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (EKAM), İzmir
Amaç: İzmir ilinde sığınma evinde barınan, eşlerinden şiddet gören kadınların şiddet yaşama durumları ile
eşlerindeki alkol, madde kullanımı yaygınlığı ve özelliklerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmanın örneklemini İzmir ilindeki kadın sığınma evlerine Kasım 2011-Haziran 2012 döneminde
barınma amaçlı ya da aile içi şiddet sebebiyle başvuran 67 kadın olgu oluşturmaktır. Uygulama, araştırmacılar
tarafından hazırlanan anket formu ile ölçekler kullanılarak birebir görüşme yöntemiyle yapılmıştır. Bu çalışmada
eşinden şiddet görme sebebiyle başvuran 51 kadın olgunun ifadesine göre eşlerine ilişkin bilgiler
değerlendirilmiştir. Verilerin analizinde ki-kare testleri kullanılmıştır.
Bulgular: Çalışmaya katılan sığınma evinde barınan 67 kadın olgudan %76’sı (n=51) eşinden şiddet görme
sebebiyle kadın sığınma evine başvurmuştur. Kadınların %41,2’si sözel, fiziksel, ekonomik ve cinsel şiddet
türlerinin hepsini bir arada görmüştür. Eşlerine şiddete gösteren erkeklerin %66,6’sı ilkokul mezunudur, %19,6’sı
herhangi bir işte çalışmamaktadır, %24,4’ünün aylık geliri yoktur, %70,6’sı hukuki bir sorun yaşamış, %45’i
cezaevinde yatmıştır. Tüm şiddet türlerini birarada gösteren erkeklerin % 63,7’si alkol ve madde ; %33,3’ü sadece
alkol kullanmaktadır. Uygulanan şiddet türleri ile eşlerdeki alkol kullanımı arasında anlamlı bir farklılık bulunurken
madde kullanımı arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Şiddet uygulayan eşlerin şiddet uyguladığı dönemde
alkol ve madde kullanımı yüksek orandadır. Bu oran, alkol ve madde kullanım sıklığı ile ilişki göstermektedir.
Alkol, esrar ve uyarıcı(ekstazi vb.) kullanım sıklığı arttıkça şiddet artmaktadır. Kadınlar, şiddet görme
sebeplerinden biri olarak %35,3 oranında alkol- madde kullanımını ifade etmiştir.
Tartışma ve Sonuç: Şiddetin oluşmasında önemli faktörlerden biri alkol-madde kullanımıdır. Yeniocak’ın (2011)
sığınmaevi çalışmasında şiddet gören kadınlar şiddetin nedenlerinden biri olarak %35,8 alkol-madde kullanımını
belirtmiştir. Bu oran, çalışmamızla paralellik göstermektedir. Kadınların %100’ü fiziksel şiddet, %92,2’si sözel
şiddet gördüğünü belirtmiştir. Sözel şiddetin daha az belirtilmesinin nedeni kadının sözel şiddeti bir şiddet olarak
değerlendirmemesi olabilir. Kadınların aile içi şiddet ve türleri konusunda bilgilendirilmeleri ve şiddet sorununa
alkol ve madde kullanımı üzerinden de çözüm üretilmesi gerekmektedir
S 05
İzmir Liselerinde Riskli Alet Taşıyan ve Taşımayan Öğrencilerin Madde Kullanım ve Semt
Özellikleri
Umut Yıldız*, Demet Havaçeliği*, Ender Altıntoprak*, Zeki Yüncü**, Hakan Coşkunol*
*Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri (BATI)Enstitüsü İzmir
**Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD İzmir
Amaç: İzmir ilindeki 9. Sınıf ve 12.sınıf öğrencilerinden okulda riskli alet (silah, bıçak vb. kesici aletlerin) taşıyan
ve taşımayan öğrencilerin; sigara, alkol, madde kullanım yaygınlığı ile kullanım özellikleri arasındaki farklılığı
saptamaktır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışma epidemiyolojik, kesitsel alan araştırmasıdır. 2010-2011 Eğitim-Öğretim yılında,
İzmir Liselerinde eğitim gören 9.sınıf 4415, 12.sınıf 4276 toplam 8457öğrencinin verileri değerlendirilmiştir.
Bulgular: 9.sınıflardaki 4415 öğrenciden 430’u (% 9,7) ; 12.sınıflardaki 4276 öğrenciden 481’i (%11,6) riskli
aletleri taşımaktadır. 9.sınıflardaki kızların %3, 3,9’u, erkeklerin %14’ü 15,7’si; 12.sınıflardaki kızların %4,2,
erkeklerin %22,5’i riskli aletleri taşımaktadır. Bu öğrencilerin verileri karşılaştırıldığında; Her iki sınıfta riskli alet
taşıyan öğrencilerin ateşli silahlara anlamlı düzeyde kolay ulaştığı bulunmuştur.
Her iki sınıfta riskli alet taşıyan öğrencilerin yaşam boyu en az bir kez madde kullanımı; anlamlı düzeyde fazla
bulunmuştur Riskli aletleri taşıyan öğrencilerin sigara, alkol ve tüm maddelere başlama yaşları daha erken ve son
1 yıl içindeki madde kullanım sıklığı ve arkadaşlarındaki madde kullanım yaygınlığı anlamlı düzeyde fazla
bulunmuştur. Riskli alet taşıyan 9.sınıf öğrencilerinin anne baba boşanma oranı taşımayan gruptan anlamlı
düzeyde fazladır.
Sınıflarda kendi yaş grubunun üzerinde olan öğrencilerin riskli aletleri taşıma oranları yüksektir. Riskli aletleri
taşıyan öğrencilerin yaşadıkları semtlerde güvenliğin yeterli düzeyde olmadığı, çete yapılanması, madde satışı ve
kullanımı, bıçak ve silah taşıma, hırsızlık vb suça yönelik faaliyetler gibi risk faktörleri anlamlı düzeyde fazla
olduğu bulunmuştur. Semt özelliklerine bağlı olarak öğrencilerin maddelere ulaşmaları farklılık göstermektedir,
risk faktörleri arttıkça maddeye ulaşmaları artmaktadır.
Tartışma ve Sonuçlar: 12.sınıf öğrencilerinde silah, bıçak vb. aletleri taşıma, 9.sınıf öğrencilerine göre daha
yüksek orandadır. Bu artış erkeklerin yaş ilerledikçe, riskli aletlere daha rahat ulaşmasından kaynaklanmaktadır.
Bu sonuç Aras’ın bildirdiği ile paralellik göstermektedir. Riskli alet taşıyan öğrencilerde madde kullanım yaygınlığı,
sıklığı, başlama yaşı, arkadaş çevrelerinde kullanım oranı bu aletleri taşımayan öğrencilere göre yüksektir. Semt
özellikleri öğrencilerin maddeye kolay ulaşmalarını etkileyen bir faktördür. Bu çalışma sonuçlarına göre, madde
kullanımı ile riskli alet taşıma, dolayısıyla suça eğilim arasında yüksek oranda ilişki olduğu söylenebilir. Ancak bu
ilişkinin neden-sonuç bağlamında anlaşılması için kontrollü, deneysel çalışmalara ihtiyaç vardır.
S 06
Türkiye’de Psikiyatri Hastanelerinde Çalışan Hemşirelerin Adli Psikiyatri Hastalarına Yönelik
Tutumlarını Etkileyen Faktörler
Leyla Baysan Arabacı*, Mahire Olcay Çam**
* İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü Ruh Sağlığı ve Psikiyatri
Hemşireliği AD, İzmir
** Ege Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Psikiyatri Hemşireliği AD, İzmir
Amaç: Ruh sağlığı ve hastalıkları hastanelerinde çalışan hemşirelerin, adli psikiyatri hastalarına yönelik
tutumlarını ve bunu etkileyen faktörleri belirlemek amacıyla yapılmıştır.
Yöntem: Kesitsel tipteki araştırma, Türkiye’deki 8 Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde çalışan (N=910) ve
araştırmaya katılmayı kabul eden ve ölçeğin %80’ini dolduran 620 hemşire ile yürütülmüştür. Araştırmada,
“Tanıtıcı Bilgi Formu”, “Adli Psikiyatri Hastalarına Yönelik Hemşire Tutum Ölçeği (APHHTÖ)” kullanılmıştır.
Verilerin değerlendirmesinde, sayı-yüzde dağılımları yapılmış ve değişkenler arasındaki ilişki t-testi, varyans
analizi ve korelasyon analiziyle incelenmiştir.
Bulgular: Hemşirelerin %79.4’ü kadın ve yaş ortalamaları 34.37±7.48’dir. Hemşirelerin APHHTÖ toplam ve alt
ölçek puan ortalamaları sırasıyla, xtoplam = 69.07 ± 12.46 (max:125); Xtehlikeligörme = 15.98 ± 3.61 (max:30);
Xgüven = 20.49 ± 5.24 (max:20); xsosyalmesafe = 10.45 ± 3.33 (max:20) ve Xbakımvermedeisteklilik = 22.31 ±
4.25 (max:40) bulunmuştur.
Hemşirelerin cinsiyeti, çalıştıkları hastane, göreve başlama şekli, kadro durumu, görevi, psikiyatri hastanesinde
çalışmaktan memnun olma durumu, adli psikiyatri hastanesine bakım verme durumu ve süresi, adli psikiyatri
hastasını etkileyen yasal süreci bilme durumu ve adli psikiyatri biriminde hemşire çalışmasına ilişkin görüşleri adli
psikiyatri hastalarına yönelik tutumlarını etkilerken (P< .05); yaşı, medeni durumu, en uzun süre yaşadığı yerleşim
birimi, eğitim durumu, mesleki ve kurumdaki toplam çalışma süresi adli psikiyatri hastasına yönelik tutumlarını
etkilememektedir (P> .05).
Sonuç: Ülkemizde bölge ruh sağlığı hastanelerinde çalışan hemşirelerin, adli psikiyatri hastalarını tehlikeli olarak
gördüğü, onlara güvenmediği ve sosyal olarak mesafeli davranma eğilimi gösterirken; bu hastaların bakımını
yürütme konusunda orta düzeyde istekli olduğu saptanmıştır.
1.Coram J. (2004) “Forensic Psychiatric Nursing”, Contemporary Psychiatric- Mental Health Nursing, Ed: Kneisl
CR, Wilson HS., Trigoboff, E., Chapter 35, First Edition, Pearson Prentice Hall, New Jersey, 819-834.
2.Martin T. (2001) Something Special: Forensic Psychiatric Nursing. Journal of Psychiatric and Mental Health
Nursing, 8 (1): 25-32.
3.Bowring-Lossock E. (2006) The Forensic Mental Health Nurse-A Literature review. Journal of Psychiatric and
Mental Health Nursing, 13 (6): 780-785.
4.Ançel G. (2005) Adli Psikiyatri Hemşireliği. Adli Psikiyatri Dergisi (Turkish Journal of Forensic Psychiatry) 2(4):
29-34. 5.Baysan-Arabacı L, Çam O. (2011) Adli Psikiyatri Hastalarına Yönelik Hemşire Tutum Ölçeği.
Nöropsikiyatri Arşivi Dergisi 48 (3): 175-183.
S 07
Psikiyatri Kliniğinde Yatarak Tedavi Gören Bir Grup Kadın Hastada Yaşam Boyu Aile İçi Şiddet
Yaygınlığı: Ön Çalışma Verileri
Aslı Tuğba Özboduç, Çiğdem Çolak Kalaycı, Leyla Gülseren
İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Ülkemizde psikiyatri polikliniğine başvuran kadın hastalarla yapılan çalışmalarda aile içi fiziksel şiddet yaygınlığı
%62 bulunmuştur1. Karakoç ve arkadaşları, psikiyatri polikliniğine başvuran ve depresyon tanısı konan
kadınlarda aile içi fiziksel şiddet yaygınlığını %64 olarak bildirmişlerdir2. Şizofreni gibi kronik ruhsal hastalığı olan
kadınlar cinsel ve fiziksel şiddet açısından erkeklerden daha fazla risk altındadır3. Yatan hastalarda aile içi şiddet
yaygınlığı ve klinik özelliklerle ilişkisi yeterince araştırılmamıştır.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, yatarak tedavi gören kadın hastalarda aile içi şiddet yaygınlığını araştırmaktır.
Çalışmanın 1 Mayıs 2012-1 Mayıs 2013 tarihleri arasında yatarak tedavi gören kadın hastalarla yürütülmesi
planlanmıştır. Şiddet gören ve görmeyen kadınlar arasında yatış süresi, toplam yatış sayısı, hastalık şiddeti,
işlevsellik yönünden farklılık olup olmadığı araştırılacaktır. Hastalara tanılarına göre Hamilton Depresyon ve
Anksiyete Derecelendirme Ölçeği, Young-Mani Ölçeği, Kısa Psikiyatrik Değerlendirme Ölçeği, Klinik Global
İzlenim Ölçeği ve Aile İçi Şiddet Araştırma Formu verilecektir.
Bulgular: Halen devam etmekte olan çalışmanın üç aylık dönemine ilişkin bulgular şu şekildedir. Hastaların yaş
ortalaması %39.1 ±13.9 yıl; tanı dağılımı major depresif bozukluk 10 kişi (%43.5), bipolar bozukluk 4 kişi (%17.4),
anksiyete bozukluğu 6 kişi (%26.1), şizofreni 3 kişi (%13.0). Hastaların 17’si (%74) yaşamlarının bir döneminde
fiziksel şiddet görmüştü. Duygusal şiddet gören kadın sayısı 17 (%74), ekonomik şiddet gören kadın sayısı 11
(%47.8), cinsel şiddet gören kadın sayısı ise 8 (%34.7) idi. Çocukluk döneminde fiziksel şiddet görme ile
erişkinlikte fiziksel şiddet (ki kare=10.6, p=0.002) ve ekonomik şiddet yaşama (ki kare=5.2, p=0.05) arasında
anlamlı ilişki vardı. Tanı grupları arasında şiddet görme açısından fark yoktu.
Tartışma: Ön çalışma verileri yatan hastalarda aile içi şiddet yaygınlığının yüksek olduğunu göstermektedir. Ruh
sağlığı çalışanlarının yatan hastaların tedavisinde söz konusu durumu dikkate almaları önemlidir.
Kaynaklar:
1.Vahip I, Doğanavşargil Ö (2006) Aile içi fiziksel şiddet ve kadın hastalarımız. Türk Psikiyatri Dergisi, 17:107114.
2.Karakoç B, Gülseren L, Çam B ve ark. (2012) Depresyon tanısıyla ayaktan tedavi görmekte olan kadın
hastalarda aile içi fiziksel şiddet yaygınlığı. (Değerlendirmede)
3.Mueser KT, Goodman L, Trumbetta S ve ark. (1998) Trauma and posttraumatic stress disorder in severe
mental illness. J Consult Clin Psychol, 66: 493-499.
S 08
Psikiyatri Polikliniğine Başvuran Kadın Hastalarda Aile İçi Şiddet Yaşantısı
Emel Buyraz Kurt, Neşe Yorguner, Ekin Sönmez, Serkut Bulut, Yıldız Akvardar
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul
Amaç: Aile içi şiddet tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çoğu kadının sıklıkla karşılaştığı toplumsal bir
sorundur. Aile içi şiddete maruz kalan kadınlarda ruh sağlığı sorunlarının arttığı birçok çalışmada gösterilmiştir.
Bu çalışmada psikiyatri polikliniğine başvuran kadın hastaların 1. Maruz kaldıkları aile içi şiddetin boyutunun ve
ilişkili olabilecek sosyodemografik özelliklerin, 2. Aile içi şiddet ile psikiyatrik belirtileri arasındaki ilişkinin, 3. Aile içi
şiddete yönelik tutumlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği'ne 15
Haziran – 15 Ağustos 2012 tarihleri arasında başvuran kadın hastalarla (n=452) yapılan tanımlayıcı araştırmada
Aile İçi Yaşantı Anketi ve SCL-90-R semptom envanteri uygulanmıştır. Aile İçi Yaşantı Anketi, Vahip ve
Doğanavşargil (2007) tarafından hazırlanan fiziksel eş şiddetini belirlemeye yönelik görüşme formundan
yararlanılarak düzenlenmiştir.
Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 36.24±10.88’dir, çoğu (%75,7) evlidir. Evlenme yaşı ortalaması
20.72±4,16 (13-36 yaş arası), ortalama evlilik süresi 16.79±10.65 yıldır. Çocuk sahibi olma oranı %82,2’dir.
Katılımcılar arasında sözel şiddet görme sıklığı %70,1, fiziksel şiddet oranı %49,0’dır. Sözel şiddet gören
kadınların çoğu (%65,3), fiziksel şiddet gördüğünü de belirtmiştir; şiddet görmeme oranı %26,1’dir. Her gün sözel
şiddet görme oranı %21,0, her gün fiziksel şiddet görme oranı ise %1,2’dir. Katılımcıların %11,4’ü kendilerine
uygulanan kaba kuvveti hak ettiğini, %12,9’u başkalarına uygulanan kaba kuvvetin hak edildiğini düşünmektedir.
Katılımcıların ortalama SCL-90-R puanı 1.40±0.68’dir. Alt gruplar arasında en yüksek puan ortalaması depresyon
boyutunda (1.68±0.82) saptanmıştır. Eşik üstü puanlar değerlendirildiğinde sözel şiddetle somatizasyon,
obsesyon kompulsiyon, depresyon puanları arasında pozitif anlamlı korelasyon saptanmıştır. Sözel şiddet
görenlerde fobik anksiyete dışında, fiziksel şiddet görenlerde öfke düşmanlık ve fobik anksiyete dışında, çocukluk
çağında şiddet görenlerde somatizasyon ve anksiyete dışındaki tüm boyutlarda şiddet görenlerin puanları
görmeyenlere göre daha yüksek bulunmuştur.
Tartışma ve Sonuçlar: Aile içi şiddetle depresif belirtiler ağırlıklı olmak üzere psikiyatrik belirti şiddetinin arttığı
görülmüştür. Şiddet gören kadın hastaların bu durumu hekimleriyle paylaşmak konusunda istekli olmalarına
karşın bu konuda bilgi verme oranlarının düşük kalması, şiddetin kadınlar tarafından dile getirilmediğini ve ruh
sağlığı çalışanlarına bu konuda önemli görev düştüğünü göstermektedir. Şiddet bireylerde psikiyatrik yardım
gereksiniminin önemli nedenlerinden biridir. Psikiyatri poliklinik görüşmelerinde şiddetin varlığı sorgulanmalıdır.
S 09
Bipolar ve Unipolar Depresyonda Serum Lipid Düzeyleri: Yatan Hasta Grubunda Gözlemsel Bir
Çalışma
Nefize Yalın* **, Yaprak Çilem Yalçın Arslan*, Zeliha Tunca*, Ayşegül Özerdem* **
*Dokuz Eylül Üniversitesi Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD
**Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Temel Sinirbilimler AD
Giriş: Kalp damar hastalığı olan bireylerde unipolar depresif bozukluk ve bipolar bozukluk daha fazla görülürken,
duygudurum bozukluğu tanısı olan bireylerde kalp damar hastalığı riskinin arttığı gösterilmiştir. Dislipidemiler kalp
damar hastalıkları için bağımsız risk faktörüdür. Bu çalışmanın amacı bipolar bozukluk depresif dönem içindeki
hastalarda dislipidemi sıklığının unipolar depresif dönem içindeki hastalardakinden farklılık gösterip
göstermediğinin incelenmesidir.
Yöntem: Bu geriye dönük çalışmada son beş yıl içinde bipolar(n=68) ve unipolar(n=250) depresif dönem tanısı
ile yatarak tedavi edilmiş 19-82 yaşları arasındaki 318 hasta alınmıştır. Kontrol grubu Temmuz 2007-Temmuz
2008 tarihleri arasında Dermatoloji Polikliniği’ne başvuran 18-64 yaşları arasındaki 447 hastadan oluşturulmuştur.
Çalışmada bu üç grubun belirtilen süre içindeki ilk kez bakılmış serum lipid düzeyleri (total kolesterol, trigliserid
(TG), yüksek ağırlıklı lipoprotein (HDL), düşük ağırlıklı lipoprotein(LDL)) karşılaştırılmıştır.
Sonuçlar: Gruplar arasında yaş açısından anlamlı fark bulunmamıştır. (p=0,108) Gruplar cinsiyet açısından
karşılaştırıldığında ise anlamlı fark bulunmuştur (p>0,05). Lipid değerleri gruplar arasında yaş ve cinsiyet kontrol
edilmeksizin karşılaştırıldığında HDL, LDL ve trigliserid istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,05). LDL
değerleri cinsiyet açısından kontrol edildiğinde gruplar arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p=0,8). Serum HDL
ve TG değerleri cinsiyet açısından kontrol edildiğinde bipolar (HDL:43,22±12,62, TG:161,82±93,58), unipolar
(HDL:45,88±13,80, TG: 152,52± 89,11) ve kontrol (HDL: 43,92± 12,98, TG:134,65±87,86) grupları arasında
kadın cinsiyet açısından anlamlı farklılık bulunmuştur (p<0,05).
Bipolar depresif dönem tanılı kadın hastaların %41.9 unun trigliserid düzeylerinormalin üstündeyken, bu oran
unipolar depresif dönem tanılı kadınlarda % 38.5, kontrol grubundaki kadınlarda %21.5 olarak
saptanmıştır(p<0,0001). HDL düzeylerine bakıldığında bipolar depresif dönem tanılı kadın hastaların %41.9 u
düşük HDL düzeylerine sahipken, bu oran unipolar depresif dönem tanılı kadın hastalar için %23.5, kontrol
grubundaki kadınlar için %17.3 olarak saptanmıştır(p=0,003).
Tartışma: Kalp damar hastalıkları için önemli bir yordayıcı olan metabolik sendrom tanı kriterleri HDL ve TG
değerlerini kapsar. Bu çalışmanın sonuçları depresif bozukluk tanısı olan kadın hastaların dislipidemi ve kalp
damar hastalıkları açısından daha yüksek riske sahip olabileceğini göstermektedir. Bipolar depresif dönem riski
daha fazla arttırmaktadır.
S 10
Bipolar Bozukluk Polikliniğinde İzlenen Hastalarda Psikotrop İlaç kullanımının Tiroid İşlevleri ve
Lipid Profillerine Etkileri
Başak Bağcı, Hidayet Ece Arat, Onur Ulaş Ağdanlı, Havva Afşaroğlu, Ebru Onrat, Ayşegül Özerdem,
Zeliha Tunca
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, İzmir
Amaç: Bipolar Bozukluk(BB) yaşam boyu yineleyici bir hastalıktır. Hastaların uygun koruyucu tedavi alarak
düzenli izlenmeleri; hastalık epizodlarının yinelemelerini önlemede, işlevselliği artırmada önem taşırken, hasta ve
yakınlarının tedaviye katılımlarını artırmakta, ilaç yan etkilerinin yönetilmesine katkıda bulunmaktadır. Bu
çalışmada Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi( DEÜTF ) Psikiyatri Bölümünün BB Polikliniğinde izlenen
hastaların kayıtlarının dökümü yapılarak, lityum kullanımının TSH düzeylerine etkisi; lityum ve T3 hormonu
arasındaki ilişki; lityum, valproat ve atipik antipsikotiklerin lipid profiline etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya 1 Ocak 2011 ile 15 Ağustos 2012 tarihleri arasında DEÜTF Psikiyatri Bölümü, BB
Polikliniğine başvuran 367 hasta alınmıştır. BB Polikliniği dosyaları ve hastanenin veri tabanı incelenmiştir. Veriler
SPSS 15.0 ile, kategorik değişkenler için Ki-Kare, sürekli değişkenler için nonparametrik Kruskal Wallis ve Mann
Whitney testleriyle analiz edilmiştir.
Bulgular: Lityum kullananların %20.5’i T3 hormonu alırken, lityum kullanmayan grupta T3 hormonu kullanım
oranı %12,1 idi (p =0,03). TSH değeri, lityum kullanan ve kullanmayanlarda farklı değildi (p=0.69). TSH değerleri
ile Lityum düzeyleri arasında korelasyon bulunmadı. Atipik antipsikotik kullananların trigliserid düzeyleri
kullanmayanlardan yüksekti (p=0.007). Ancak, total kolesterol, LDL, HDL düzeyleri atipik antipsikotik kullanan ve
kullanmayanlarda farklı bulunmadı. (p=0.88; p=0.88; p=0.15). Valproat kullanımının da total kolesterol, trigliserid,
LDL, HDL düzeylerini etkilemediği saptandı. Lityum monoterapisi alan hastaların total kolesterol ve LDL düzeyleri
ortalamaları, valproat monoterapisi alan hastalardan daha yüksekti. Trigliserid ve HDL düzeyleri ortalamaları ise
lityum ve valproat monoterapisinde farksız bulundu.
Sonuç: Bu çalışmada, lityum serum düzeyleri ile TSH düzeyleri arasında korelasyon olmaması ve lityum
kullanımının TSH düzeylerine etkisine ilişkin istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamasına karşın, lityum
kullanan hastaların daha fazla T3 hormonu kullandıklarının saptanmış olması Bipolar Bozukluk tanılı hastalarda
yüksek hipotirodi riskini desteklemiştir. Antipsikotik kullanan hastaların trigliserid düzeylerinin daha yüksek
saptanması, antipsikotiklerin lipid profiline olumsuz etkisi açısından literatürle uyumludur. Lityum monoterapisi,
valproat monoterapisine göre lipid profilini daha olumsuz etkilemektedir.
S 11
Mani, Depresyon ve İyilikte Artmış Ürik Asit Düzeyleri: Kontrollu Bir Çalışma
Özgür Süner, Sermin Kesebir, Arzu Bayrak, Çetin Turan
Erenköy RSHEAH
Amaç: Pürinerjik sistem işleyişindeki bozulmanın iki uçlu bozukluk (İUB) patofizyolojisinde ve tedavisinde rolü
olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı ürik asit düzeylerinin İUB’un hastalık dönemleri, iyilik ve sağlıklı
bireyler arasında karşılaştırılmasıdır. İkinci olarak ürik asit düzeylerinin dönem şiddeti ve hastalık süresi ile ilişkili
olup olmadığının incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu amaçla yaş ortalamaları ve cinsiyet dağılımları benzer 43 İUB manik dönem, 20 İUB depresif
dönem, 41 İUB tanılı iyilik dönemindeki hasta ve 43 sağlıklı bireyde ürik asit düzeyleri karşılaştırılmıştır. Hastalığa
ilişkin bilgiler SKIP-TURK ile kaydedilmiş, hastalık dönemlerinin şiddeti YMDÖ ve HDDÖ ile ölçülmüştür. Plazma
ürik asit düzeyleri 3000 devirli santrifüjde 15 dakika çevrilerek, -80 santigrat derecede, mg/dl cinsinden
kaydedilmiştir.
Bulgular: Mani, depresyon ve iyilik dönemindeki iki uçlu hastalarda ürik asit düzeyleri sağlıklı bireylerdekinden
yüksek bulunmuştur (F= 4.035, p= 0.043). Manik dönemde 1. ve 2. hafta YMDÖ puanları ile ürik asit düzeyleri
arasında orta, depresif dönemde 1. ve 2. hafta HDDÖ puanları ile ürik asit düzeyleri arasında güçlü bir ilişki
saptanmıştır (sırasıyla r= 0.41, 0.39, 0.51 ve 0.52). Hastalığın başlangıç yaşı ile ürik asit düzeyleri arasında manik
dönemdeki olgularda zayıf bir ilişki, depresif dönemdeki ve iyilik dönemindeki olgularda orta derecede bir ilişki
gösterilmiştir (sırasıyla r= 0.26, 0.41 ve 0.38). Manik dönem sayısı ürik asit düzeyi ile ilişkisiz bulunurken depresif
dönem sayısı ile ürik asit düzeyleri arasında orta derecede bir ilişki vardır (r= 0.43).
Sonuç: Bulgularımız İUB’un her döneminde pürinerjik işlevdeki bozulmaya dikkat çekmektedir. Bu bozulma
İUB’un klinik özellikleri ile ilişkili görünmektedir.
S 12
İUB’ta OİP ve Bilişsel İşlev: Dönem Şiddeti İle İlişkisi
Esra Kaymak*, Sermin Kesebir*, Ayşe Akpınar**, Fisun Mayda Domaç**
**Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
** Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Nöroloji, İstanbul
Amaç: Bu çalışmanın amacı, depresif, manik ve iyilik dönemindeki iki uçlu bozukluk olgularında ve sağlıklı
kontrollerde P50, N100, N200, P200 ve P300 uyarılmış potansiyellerinin genlik ve latanslarını, Frontal
Değerlendirme Bataryası (FDB) ve Stroop Testi puanlarını karşılaştırmak, OİP ve bilişsel test performansı ile
duygu durum bozukluğunun şiddeti arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır.
Yöntem: Araştırma 2011 Mayıs ve Kasım ayları arasında Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma
Hastanesi psikiyatri polikliniklerine başvuran ya da servislerinde yatarak tedavi görmekte olan DSM-IV-TR
(Diagnostic and Statistical Manuel of Mental Disorders, fourth edition text revision) tanı ölçütlerine göre İUB tanısı
almış olan hastalar ve sağlıklı bireyler (s= 20) üzerinde yapıldı. Bilgilendirilmiş onam veren 100 İUB tanılı olgu
ardışık olarak, SCID-I, SKIP-TURK, HDDÖ, YMDÖ, Stroop testi ve FDB ile değerlendirildi. Uyarılmış potansiyeller
işitsel ‘‘oddball iki ton ayırım ödevi‘’ metodu kullanılarak kaydedildi.
Bulgular: Posthoc analizlerde (Bonferroni düzeltmesi ile) manik ve depresif dönemdeki olgularda FDB toplam
puanı daha düşük (p= 0.018), manik dönemdeki olgularda Stroop interferansı daha yüksek (p= 0.045), depresif
dönemdeki olgularda Stroop toplam süresi daha uzundur (p= 0.049). Sağlıklı bireylerde Fz, Cz ve Pz P300 latansı
iyilik, depresyon ve mani dönemindeki olgulardan daha kısa (p< 0.001, 0.001 ve 0.006), Cz P200 latansı mani
dönemindeki olgularda daha uzun (p= 0.033), Pz N200 genliği depresif dönemdeki olgularda daha düşük (p=
0.053) bulunmuştur. YMDÖ ile Stroop interferansı arasında güçlü, Fz ve Cz P300 latansı arasında orta derecede
bir ilişki, HDDÖ ile FDB puanı arasında güçlü ve ters, Fz N100 latansı arasında orta derecede bir ilişki
bulunmuştur.
Sonuç: İUB’ta bilişsel test performansı ve OİP her üç hastalık dönemi ve sağlıklı bireyler arasında
farklılaşmaktadır. OİP değerleri ve bilişsel test puanları ile duygu durum bozukluğunun şiddeti arasında bir ilişki
bulunmaktadır.
S 13
Mani, Depresyon ve İyilik Döneminde OİP ve Bilişsel İşlev Arasındaki İlişki:
Kontrollü Bir Çalışma
Sermin Kesebir*, Esra Kaymak*, Ayşe Akpınar**, Fisun Mayda Domaç**
* Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul
** Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Nöroloji Kliniği, İstanbul
Amaç: Bu çalışmanın amacı, depresif, manik ve iyilik dönemindeki iki uçlu bozukluk tanılı olgularda ve sağlıklı
kontrollerde P50, N100, N200, P200 ve P300 uyarılmış potansiyellerinin genlik ve latanslarını, Frontal
Değerlendirme Bataryası (FDB) ve Stroop Testi puanlarını karşılaştırmak, OİP ile bilişsel test performansı
arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır.
Yöntem: Araştırma 2011 Mayıs ve Kasım ayları arasında Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma
Hastanesi psikiyatri polikliniklerine başvuran ya da servislerinde yatarak tedavi görmekte olan DSM-IV-TR
(Diagnostic and Statistical Manuel of Mental Disorders, fourth edition text revision) tanı ölçütlerine göre İUB tanısı
almış olan hastalar ve sağlıklı bireyler (s= 20) üzerinde yapıldı. Bilgilendirilmiş onam veren 100 İUB tanılı olgu
ardışık olarak, SCID-I, SKIP-TURK, HDDÖ, YMDÖ, Stroop testi ve FDB ile değerlendirildi. Uyarılmış potansiyeller
işitsel ‘‘oddball iki ton ayırım ödevi‘’ metodu kullanılarak kaydedildi.
Bulgular: Manik dönemde bilişsel test performansı ile OİP arasında herhangi bir ilişki saptanmamıştır. Depresif
dönemde FDB puanı ile Fz, Cz ve Pz N100 latans ve genlikleri arasında güçlü bir ters ilişki, iyilik döneminde ise
Fz N200 latansı ve Cz N200 genliği arasında orta derecede bir ilişki mevcuttur. Depresif dönemde Stroop
interferansı ile Cz N200 latansı arasında güçlü, Fz ve Pz N200 genliği arasında orta derecede bir ilişki, Stroop
toplam süresi ile Cz N200 latansı ve Pz N200 genliği arasında orta derecede ve güçlü ters bir ilişki bulunmuştur.
İyilik döneminde Stroop interferansı ile Fz, Cz ve Pz N100 latansı arasında orta derecede bir ilişki, Stroop toplam
süresi ile Pz’de daha güçlü olmak üzere, Cz ve Pz P50 ve N100 latansı arasında orta derecede ve Pz N200
genliği ile ters bir ilişki bulunmuştur. Sağlıklı bireylerde FDB puanı ile Pz P300 genliği arasında bir ilişki vardır.
Stroop interferansı ile Pz N200 latansı arasında ters ve güçlü, Pz N200 genliği arasında güçlü ve doğrusal bir
ilişki sözkonusudur. Stroop toplam süresi ile Fz P300 genliği arasında ters, Cz N200 genliği arasında güçlü bir
ilişki gösterilmiştir.
Sonuç: İUB’ta OİP ve bilişsel test performansı arasında her üç hastalık dönemi ve sağlıklı bireylerde farklılaşan
ilişkiler bulunmaktadır.
S 14
Ürik Asit Düzeyleri İUB ve Şizofrenide Birbirinden Farklı Mıdır? Erkek Cinsiyette Dönem Şiddeti
ile İlişkisi
Bülent Kadri Gültekin, Sermin Kesebir, Sevgi Gül Kabak, Ferzan Fikret Ergün, Elif Tatlıdil Yaylacı
Erenköy RSHEAH
Amaç: Pürinerjik sistem işleyişindeki bozulma hem iki uçlu bozukluk (İUB), hem Şizofreni (S) tanılı olgularda
gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı İUB ve S tanılı erkek olgularda manik dönem ve psikotik alevlenme
sırasındaki ürik asit düzeylerinin sağlıklı erkeklerden farklılaşıp farklılaşmadığının araştırılmasıdır. İkinci olarak
her iki tanı grubunda ürik asit düzeylerindeki azalmanın klinik iyileşme ile ilişki gösterip göstermediğinin
incelenmesidir.
Yöntem: Bu amaçla 55 İUB, 59 S tanılı olgu manik dönem ve psikotik alevlenme döneminin başında, 1., 2. ve 3.
haftada YMDÖ ve PANSS ile değerlendirilmiş, plazma ürik asit düzeyleri ölçülmüştür. Kontrol grubu diğer iki
grupla yaş ortalaması benzer, önceki tanı ve tedavi öyküsü olmayan ve şimdiki psikiyatrik yakınması bulunmayan
30 sağlıklı erkektir. Plazma ürik asit düzeyleri 3000 devirli santrifüjde 15 dakika çevrilerek, -80 santigrat derecede,
mg/dl cinsinden kaydedilmiştir.
Bulgular: Hem İUB hem S tanılı erkek olgularda manik dönem ve psikotik alevlenme sırasındaki ürik asit
düzeyleri sağlıklı erkeklerden yüksek bulunmuştur (F= 6.122, p= 0.027). benzerdir (p= 0.108). İUB tanılı
erkeklerde yinelenen ölçümler arasındaki fark (Boferroni düzeltmesi ile) başlangıç ve 1. hafta ürik asit düzeyleri
arasında saptanmıştır (p< 0.01). Her iki grup ve her dört ölçüm için YMDÖ ve PANNS puanları ile ürik asit
düzeyleri arasında bir ilişki gösterilmemiştir.
Sonuç: İUB ve S tanılı erkek olgularda manik dönem ve psikotik alevlenme sırasındaki ürik asit düzeyleri birbiri
ile benzer olup, sağlıklı erkeklerden yüksektir. Her iki grupta ürik asit düzeyleri ile dönem şiddeti arasında bir ilişki
bulunmamıştır.
S 15
Ötimik Bipolar Afektif Bozukluğu Olan Hastalarda Suç ve Kronobiyoloji Arasında İlişki
Akif Taşdemir, Abdullah Genç, Tevfik Kalelioglu, Husrev Demirel, Sedat Demirbuga, Erhan Yüksek,
Murat Emül
1 Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
2 TC Adalet Bakanlığı, Adli Tıp Kurumu,
4.ATİK
3 İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul
Amaç: Duygudurumdaki diurnal varyasyonların varlığı ve uykudaki rahatsız edici ve dirençli bozulma afektif
bozuklukta biyolojik ritimlerin primer olarak bozuk olabileceğini düşündürmektedir. Sirkadien ritimlerdeki
bozulmanın hem bipolar afektif bozukluğun(BAB) hem de agresyon ve suç işleme davranışının patofizyolojisinde
yer alabileceği ileri sürülmektedir. Bu çalışmada ötimik suç işleyen ve işlemeyen bipolar afektif bozukluğu
hastasında kronobiyolojik özellikleri araştırma planladık.
Yöntem: Çalışmada hastalardan kronotipiyi değerlendiren sabahlılık-akşamlılık (SAÖ) ve HARE psikopati
ölçeklerini doldurmaları istendi. SAÖ, 19 itemden oluşan uyanma ve yatma alışkanlıklarını, fiziksel ve mental
performansları için tercih edilen zaman dilimini ve canlılık halini değerlendiren bir ölçektir. Skorları 16-86 arasında
değişmekte, yüksek skor aldıkça sabahçı, düşük skor aldıkça akşamcı tipe yakınlaşılmaktadır. Ölçekte alınan
puanlara göre, sabahçı, hiçbir tipe uymayan ya da akşamcı tip olarak sınıflama yapılabilmektedir.
Bulgular: Örneklem 43 suç işlemiş ve 55 suç işlememiş ötimik BAB hastasından oluşmaktaydı. Suç işleyen
grupta ortalama yaş 35.53±8.54 ve suç işlemeyen grupta 37.927±10.55 idi (p=0.382). Hastalık süresi suç işleyen
grupta anlamlı olarak daha kısaydı (p=0,012). Gruplar arasında cinsiyet, medeni durum, eğitim, ailede psikiyatrik
öykü ve alışkanlıkları açısından bir fark yoktu. Kronotip olarak suç işleyen grupta 10 akşamcı, 9 sabahçı ve 16
hiçbir gruba girmeyen var iken; suç işlemeyen grupta bu rakamlar sırasıyla 12, 6 ve 32 idi (X2=4,28 ve p=0,232).
Tartışma: Birçok çalışmada uyku özellikleri ile duygudurum semptomları arasındaki ilişkiyi en az intihar girişimi
ve duygudurum arasındaki ilişki kadar araştırılmıştır. Bununla birlikte duygudurum bozukluklarında suç işleme
davranışı ve kronotipi arasındaki ilişki hiç araştırılmamıştır. Önceki çalışmalarda sabahçı kronotipine sahip
kişilerin akşamcı tiplere göre daha sağlıklı yaşam stili, daha güçlü iç kontrol, daha vicdanlı ve kendine daha fazla
güvendikleri bulunmuştur.
Çok yeni yapılan bir çalışmada depresif hastalarda akşamcı kronotip olmanın daha yüksek impulsiviteye neden
olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bununla birlikte bizim başlangıç varsayımımıza ters olarak suç işleyen BAB
hastalarında daha fazla akşamcı tip olabileceği ve daha impulsif olabileceğini bu çalışmada gösteremedik.
Çalışmanın görece örneklem sayısının azlığı bu duruma neden olmuş olabilir. Ayrıca suç işlemeyen BAB
hastalarının daha sonra suç işleyebilme potansiyelleri de kronotiple ilişki bulunamamasına yol açmış olabileceği
düşünülmüştür.
S 16
Erenköy Nesne İlişkileri Niteliği Ölçeği’nin Faktör Yapısı, Güvenirliği ve Geçerliği
İshak Sayğılı, Yücel Yılmaz, Dicle Bilge, Nurdan Eren Bodur, Selvinaz Çınar Parlak, Sera Elbaşoğlu,
Medine Yazıcı Güleç, Hülya Akar Özmen, Arzu Sancak Bayrak, Hüseyin Güleç
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Nesne ilişkileri kuramı psikodinamik psikoterapi uygulamalarında geniş kabul gören bir teoridir. Bu çerçevede
hastaların nesne ilişkileri ve kişilik örgütlenmeleri hakkında izlenim sahibi olmak, klinisyenler için tedavinin
tasarlanmasında ve yürütülmesinde kolaylıklar sağlamaktadır. Bu amaçla hazırlanmış birçok yöntem vardır.
Nesne İlişkileri Niteliği Ölçeği (NİNÖ) bu yönüyle bilinen bir ölçektir (Azim ve ark. 1991). Ölçekte kast edilen
“nitelik”, tasarımlarının psikodinamik kuram içerisinde kabul gören kişilik örgütlenmesi ile eşleştirilebilir. Ölçek
içerisinde 5 düzeyin (ilkel, araştırıcı, kontrolcü, üçgen, olgun) ayrı ayrı puanlanması istenmekte ve böylece bir
bireydeki her düzeyin ne seviyede olduğu hakkında fikir edinilmesi sağlanmaktadır. Bu çalışmada klinisyen
ve/veya araştırmacıların kullanımı için ölçeğin Türkçe standardizasyonu planlandı.
Ölçeğin Türkçe uyarlamasının güvenirliği amacıyla iç tutarlılık, madde toplam ilişkisi ve görüşmeciler arası
tutarlığa bakıldı. Geçerlik analizleri olarak, açımlayıcı faktör analizi uygulandı ve yakınsak geçerliği amacıyla,
Klinisyen için Kişilik Özelliklerini Derecelendirme Formu (ErKİKÖDF; Clinician Trait Rating Form) ve İGD ölçeği
uygulandı. ErKİKÖDF, DSM 5 hazırlık çalışmaları içerisinde kişiliğe dair boyutsal modelin gözden geçirilmesine
izin veren ve "temsil özelliği taşıyan" toplam 25 özgül kişilik özelliği görünümünün, beş alanda fasetler olarak
değerlendirildiği bir formdur (APA, 2010).
Her iki ölçeğin de mevcut durumun monitorizasyonunda ve psikoterapi sürecini yordayıcı olabileceği beklenmekte
olup, takip çalışmalarında iyileşmenin derecelendirilmesi, dolayısıyla süreç takibinde kullanımına imkan
sağlayacaktır. Çalışmaya DSM IV-TR’a göre eksen I ve/veya II tanısı alan ve çalışmaya katılmaya onay vermiş
50 hasta dahil edilmiştir. Hastalara ErNİNÖ ve ErKİKÖDF'nin değerlendirildiği bir görüşme yapıldı. Aynı oturumda
işlevselliğin genel değerlendirmesi formu (İGD) da görüşmeci tarafından dolduruldu.
Her görüşme görüntü kaydı ile kaydedildi. Ayrı bir oturumda hastalara diğer araştırmacılara kör bir araştırmacı
tarafından Rorschach testi uygulandı ve elde edilen bulgular bu çalışma için geliştirilmiş “Rorschach nesne
ilişkileri form”una kaydedildi. Görüşmeciler arası tutarlılığı değerlendirebilmek için 30 görüşme videosu aynı anda
iki ayrı kör araştırmacı tarafından izlenerek ayrı ayrı puanlandı.
Bulgularımız, bir ön çalışma bulgusu olarak, ErNİNÖ’nun hem geçerlik hem de güvenirlik analiz sonuçlarının Türk
örnekleminde uygulanmasında yeterli olduğunu göstermektedir.
S 17
Erenköy Kişilik Örgütlenmesi Tanısal Formu Faktör Yapısı, Güvenirliği ve Geçerliği
Yücel Yılmaz, İshak Sayğılı, Dicle Bilge, Selvinaz Çınar, Nurdan Eren Bodur, Arzu Bayrak,
Medine Yazıcı Güleç, Hülya Akar, Sera Elbaşoğlu, Hüseyin Güleç
Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Eğitim Ve Araştırma Hastanesi
Kişilik örgütlenmesi kavramı ilk olarak Kernberg tarafından geliştirilmiştir. Kernberg, kişilik örgütlenmesini stabil,
büyük ölçüde bilinçdışı ve erken deneyimlerin etkisi ile oluşan dinamik bir yapı olarak tanımlar. Kişilik
örgütlenmesi kavramı ile aynı zamanda nesne ilişkileri, savunma mekanizmaları, nesne ve kendilik tasarımları
gibi birçok bilinçdışı içerik ve süreç ifade edilmektedir. Bu model temel olarak üç kişilik örgütlenmesi düzeyi
(psikotik, borderline ve nörotik) tanımlamakta ve nesne ilişkileri teorisine dayanmaktadır. Son yıllarda kişilik
örgütlenmesinin ölçülmesi için değişik ölçekler geliştirilmiştir.
Kişilik örgütlenmesi tanısal formu (KÖTF) bunlardan bir tanesidir (Diguer ve ark, 2001). KÖTF, geniş bir klinik
olanağa sahiptir ve içerdiği madde ve boyutları ile olguların hem formülasyonu hem de tedavinin planlanması
aşamasında kolaylıklar sağlar. Bu yönüyle hastaların sağaltım süreçlerinin monitorizasyonunu sağlarken bunun
yanında değişime hassas özelliğinin gösterilmesi nedeniyle tedavinin bir sonucu olarak ortaya çıkan yapısal
değişimin değerlendirilmesinde kullanılabilir. KÖTF’ü benzerlerinden ayıran en önemli özelliği kolay
uygulanabilirliği ile kullanıcı dostu olmasıdır.
KÖTF, 21 maddeli bir ölçektir ve beş farklı kişilik örgütlenmesi boyutunu değerlendirir: kimlik, ilkel savunma
mekanizmaları, olgun savunma mekanizmaları, gerçeği değerlendirme ve nesne ilişkileri. Bu çalışmada ölçeğin
Türkçeye uyarlama çalışması planlanmaktadır. Güvenirlik için iç tutarlılığına, madde-toplam ilişkisine ve
görüşmeciler arası güvenirliğe bakıldı. Geçerlik için ise açımlayıcı faktör analizi uygulandı ve yakınsak geçerliği
amacıyla, Kişilik İşlevselliği Düzeyleri (ErKİD; Level of personality functioning) ve İGD kullanıldı. Çalışmaya DSM
IV-TR’a göre eksen I ve eksen II tanıları alan ve onam veren 50 hasta alındı.
Hastalara ErKÖTF, ErKİD ve İGD uygulandı. Ayrı bir oturumda hastalara, diğer araştırmacılara kör bir
araştırmacı tarafından Rorschach testi uygulandı ve elde edilen bulgular bu çalışma için geliştirilmiş “Rorschach
nesne ilişkileri form”una kaydedildi. Görüşmeciler arası tutarlılığı değerlendirebilmek amacıyla 30 görüşme
videosu aynı anda iki (kör) araştırmacı tarafından izlenerek ayrı ayrı puanlandı. Bulgularımız, bir ön çalışma
bulgusu olarak, KÖTF’ün hem geçerlik hem de güvenirlik analiz sonuçlarının Türk örnekleminde uygulanmasında
yeterli olduğunu göstermektedir.
S 18
Yaygın Anksiyete Bozukluğunda Azalmış Sülfidril Düzeyi: Trait Marker (Yatkınlık Belirleyici)
Olmaya Aday Bir Tetkik
Mehmet Cemal Kaya(1), Yasin Bez(1), İbrahim Fatih Karababa(2), Ali Emhan Uzman(2), Nurten
Aksoy(3), Mahmut Bulut(1), Mehmet Güneş(1), Abdullah Atli(1), Salih Selek (4)
(1) Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Diyarbakır
(2) Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Şanlıurfa
(3) Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyokimya AD, Şanlıurfa
(4) Medeniyet Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul
Amaç: Son yıllarda psikiyatrik hastalıklar ve oksidan/antioksidan mekanizmalar arasındaki ilişkiyi inceleyen
birçok makale yayınlanmıştır (1). Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) çoğu zaman psikiyatrik bozukluklara ek
hastalık olarak görülen, yaşam boyu yaygınlığı %5 gibi yüksek olan fakat hakkında çok az araştırma yapılan bir
bozukluktur (2).
Biz bu çalışmamızda antioksidan mekanizmanın önemli bir elemanı olan serum serbest sülfidril (–SH) düzeylerini
ek hastalığı olmayan YAB hastalarında incelemeyi amaçladık. YÖNTEM DSM-IV’e göre ek hastalığı olmayan
YAB tanısı almış 35 (23 kadın, 12 erkek) hasta ve 35 (23 kadın, 12 erkek) sağlıklı kişi kontrol grubu olarak
çalışmamıza alındı. Hastalara Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği (HAM-A) uygulandı. Hastaların ve
kontrol grubunun venöz yolla alınan kanlarından uygun yöntem kullanılarak serum –SH düzeyi ölçüldü.
Bulgular: Çalışmamızda hasta grubu ve kontrol grubu arasında yaş ve BMI arası anlamlı fark yoktu. Hastaların
15'i SSRI, 12’si SNRI kullanırken 8’i ilaç kullanmamaktaydı. Bu gruplar arasında –SH düzeyleri açısından fark
saptanmadı (F=0.71, p=0.664). Hastaların –SH düzeyleri kontrol grubundan anlamlı olarak daha düşük bulundu
(p <0.001). HAM-A ve –SH düzeyleri arasında ilişki bulunmadı (r0=–126, p=0.487, N= 35). Hastalık süresi ve
serum –SH düzeyleri arasında negatif bağıntı bulundu (r0=– 0.487, p=0.003, N=35).
Tartışma ve Sonuç: YAB’da oksidatif denge ile ilgili parametreler çok az incelenmiş olup çalışmamız YAB'da SH düzeylerini inceleyen ilk araştırmadır. Hastalarda –SH düzeylerinin kontrol grubundan anlamlı olarak düşük
olması oksidatif stresin dolaylı bir göstergesi olabilir(3). Hastalık süresi ve –SH düzeyleri arasında negatif
korelasyon bulunması YAB’da –SH düzeylerinin bir trait marker (yatkınlık belirleyici) olarak kullanılabileceğini
düşündürmektedir.
Kaynaklar
1- Ng F, Berk M, Dean O, Bush AI. Oxidative stress in psychiatric disorders: evidence base and therapeutic
implications. Int J Neuropsychopharmacol. 2008, 11, 851-76.
2- 2-Wittchen H-U. Generalized anxiety disorder: prevalence, burden, and cost to society. Depress Anxiety.
2002, 16: 162–171.
3- 3- Collier A, Wilson R, Bradley H, Thomson JA, Small M. Free radical activity in type 2 diabetes. Diabet Med
1990, 7: 27–30.
S 19
Psikiyatri Hekimleri Travma Deneyimlerini Ne Kadar Değerlendiriyor?
Önder Kavakcı, Derya Güliz Mert, Gözde Yontar
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Amaç: Travmatik deneyimlerin psikiyatrik bozuklukların gelişmesi ve seyri üzerinde önemli etkileri olduğu, travma
sonrası stres bozukluğunun (TSSB) en yaygın görülen anksiyete bozukluğu olduğu bildirilmektedir. Bu
araştırmada Türkiye’de psikiyatri hekimlerinin günlük uygulamalarında hastalarının travmatik deneyimlerini ne
oranda değerlendirdikleri, TSSB tanısını ne sıklıkta koydukları ve TSSB terapisine yönelik bir eğitim alıp
almadıklarını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Yöntem: Çeşitli illerden psikiyatri uzmanlarına en son iş günlerinde ne kadar hasta gördükleri, son bir ayda ne
kadar TSSB tanısını koydukları ile hastalarında travmatik deneyimler arayıp aramadıklarını, TSSB hastalarını
nasıl tedavi ettiklerini sorgulayan anket dağıtıldı.
Bulgular: 159 psikiyatri uzmanı anketleri doldurdu. Uzmanların % 65’i son iş gününde TSSB tanısı olan
hastalarının olmadığını bildirirken, %35’i TSSB tanısı olan hastalarının bulunduğunu bildirmiştir. Katılımcılara son
ay içinde kaç TSSB tanısı alan hastaları olduğu sorulduğunda; %20.4’ü 0-1 %36,9’u 2-5 %14,1’i 6-9 %4,7’si 1220 TSSB olan hasta gördüklerini bildirmişlerdir. Katılımcılara hastalarında A) Son bir yıldaki örseleyici/stresör
olayları, B) Yaşam boyu travmatik deneyimleri, C) Yaşam boyu kayıplar ve yas deneyimlerini D) Çocukluk çağı
travmatik yaşantılarını ne oranda aradıkları sorulmuştur. %27’si dört seçenekten sadece birini %40,1’i iki
seçeneği %16.4’ü üç seçeneği %8.8’i tüm seçenekleri aradıklarını bildirmiştir.
TSSB tanısı bulunan hastalarına uzmanların %82.4 sadece ilaç tedavisi uyguladıklarını, %3.8’i sadece
psikoterapi uyguladıklarını, %11.5’i terapi ve ilaç tedavisini birlikte kullandığını, %6.1’i herhangi bir tedavi
uygulamadıklarını ifade etmiştir. Uzmanların %29.6’sı travma tedavisine yönelik bir terapi eğitimi aldığını, %70.4’ü
bu tür bir terapi eğitimi almadığını bildirmiştir. Örneklemin bildirdiği günlük görülen hasta sayısı ile ya da terapi
eğitimi alınmış olması ile hastalarda travma öyküsü aranması arasında bir ilişki bulunmamıştır.
Sonuç: Bu sonuçlar psikiyatri uzmanlarının önemli bir kısmının epidemiyolojik çalışmaların bildirdiği oranların
altında TSSB tanısı olan hasta gördüklerine, travma deneyimlerini yeterince aramadıklarına ve travma terapisine
yönelik eğitim almadıklarına işaret etmektedir.
S 20
Otojen ve Reaktif Alttip OKBlilerde Yürütücü İşlevler ve Bellek
Pınar Çetinay Aydın, Gülperi Putgül Köybaşı, Engin Sert, Levent Mete
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi,
Menemen Devlet Hastanesi,
Hakkâri Devlet Hastanesi
İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: OKB’de bilişsel teori bağlamında obsesyonların otojen ve reaktif obsesyonlar olarak iki farklı gruba
ayrılabileceği önerilmiştir. Çok sayıda çalışmada bu iki alttipteki OKBli hastalar arasında birçok önemli alanda
anlamlı farklılıklar olduğu saptanmıştır. 1) Bilişsel değerlendirmeler ve nötralizasyon stratejileri 2) ilişkili OKB
semptomları, 3) ilgili disfonksiyonel inançlar, 4) ilişkili kişilik özellikleri. Bu çalışmada bu iki alttipteki OKB
hastalarının yürütücü işlev ve sözel belleklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: 30 reaktif, 18 karışık, 14 otojen tipte toplam 62 OKB tanılı hasta, 42 sağlıklı kontrol grubu
çalışmaya alındı. Hastalara SCID 1 görüşmesi ile tanı kondu. Beck Depresyon Envanterinden 17 altında puan
alan hastalar çalışmaya dâhil edildi. Sosyodemografik Bilgi Formu, dolduruldu, Yale Brown Obsesyon
Kompulsiyon Ölçeği ile hastalık şiddeti belirlendi.
Stroop Test, Wisconsin Kart Eşleme Testi, Rey Sözel Öğrenme ve Bellek Testi, Sayı Dizisi Testi, İşitsel Üçlü
Sessiz Harf Sıralaması Testi hastalara ve sağlıklı kontrol grubuna uygulandı. Bulgular: OKB tanılı hastalarda
sağlıklılara göre wisconsin kart eşleme testi ve stroop testte (süre) anlamlı olarak daha düşük performans
saptanmıştır. Otojen, reaktif ve karışık tipteki OKB hastaları arasında yürütücü işlevler ve sözel bellek yönünden
anlamlı farklılık saptanmamıştır.
Tartışma ve Sonuçlar: OKB’ de primer bilişsel işlev bozukluğunun, yürütücü işlev bozukluğu olduğu birçok
çalışmada gösterilmiştir. Bizim çalışma sonuçlarımız da bunu desteklemektedir. Bazı özellikleri açısından reaktif
obsesyonların, saf kaygı ile otojen obsesyonlar arasında bir yerde durduğu söylenmektedir. Otojen obsesyonu
olan hastalarda ise daha fazla düşünce bozukluğu olduğu öne sürülmekte bu obsesyon türüne sahip hastalarda
büyüsel düşünce ve anormal algısal yaşantılar gibi şizotipal özellikler bulunmaktadır. Buna rağmen bizim
çalışmamızda yürütücü işlevler ve sözel bellek alanlarında bu iki alttipteki hastalar arasında anlamlı fark
saptanmamıştır.
S 21
Sivas İl Merkezinde Yeme Bozukluklarının Yaygınlığı ve Eşlik Eden Psikiyatrik Tanılar
Murat Semiz, Önder Kavakcı, Ayşegül Yağız Kartal, Gözde Yontar, Nesim Kuğu
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Sivas
Amaç: Ülkemizde yeme bozukluklarının epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar sıklıkla çocuklar ve ergenlerde
yapılmış olup erişkinler ile ilgili yeterli veri yoktur. Bu çalışmada, Sivas il merkezindeki yeme bozukluklarının (YB)
yaygınlığının saptanması ve bozukluğu olanların sosyodemografik özelliklerinin ve eşlik eden eksen-I ve eksen-II
tanı sıklığının araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmada 18–44 yaş aralığındaki 1122 kişiye yeme tutum testi (YTT) uygulanarak kesme
puanının üzerinde puan alanlar ile klinik görüşme yapılmıştır. Kontrol grubu, yaş ve cinsiyet olarak eşleştirilmiş,
YB tanısı olmayan, YTT skoru 30’un altında olan bireylerden oluşturulmuştur. Klinik görüşme sonrasında yeme
bozukluğu tanısı konulan bireylere ve kontrol grubuna eşlik eden I. eksen ve II. eksen tanılarını saptamak
amacıyla SCID-I (Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis-I Disorders) ve SCID-II (Structured Clinical
Interview for DSM-III-R Personamy Disorders) uygulanmıştır.
Bulgular: YTT ile yapılan tarama sonucunda bu örneklemin % 5.25’inde yeme bozukluğu olabileceği
saptanmıştır. Çalışmanın ikinci aşamasında, yapılandırılmış klinik görüşmeler sonrası, YB yaygınlığının %1.52
olduğu bulunmuştur. Bulimiya nervoza yaygınlığı %0.63, tıkanırcasına yeme bozukluğu yaygınlığı %0.81 olarak
bulunmuştur. YB tanısı kadınlarda (%88,2) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha sıktır.
Çalışmada YB tanısı konulanların konulmayanlara göre daha fazla oranda orta düzeyde gelire sahip oldukları,
ailelerinde psikiyatrik tanıların daha fazla olduğu ve daha fazla ruhsal travmaya maruz kaldıkları saptanmıştır.
Hasta grubunda I. ve II. eksen eş tanı oranı kontrol grubundan anlamlı düzeyde daha fazla saptanmıştır.
Hastaların % 47’sinde (8/17) eşlik eden I. eksen tanısı saptanmıştır. En sık konulan eş tanı majör depresif
bozukluk olmuştur. Hastaların %41’inde II. eksen tanısı saptanmıştır. En sık her biri %11,8 oranında obsesif
kompulsif kişilik bozukluğu, kaçıngan kişilik bozukluğu tanıları bulunmuştur.
Sonuç: Bu çalışmada, YB nokta yaygınlığı %1.52 olarak saptanmıştır.Tıkınırcasına yeme bozukluğunun en sık
görülen YB olduğu saptanmıştır. YB’de psikiyatrik eş tanılar yaygındır. YB farklı yaş gruplarında ve
sosoyoekonomik düzeylerde görülebilen bir hastalıktır. Ülkenin farklı bölgeleri ve değişik yaş gruplarını içeren,
toplum genelinin tarandığı, geniş örneklemli ve tanıların klinik görüşmeler ile doğrulandığı çalışmalara ihtiyaç
vardır.
S 22
Agomelatin' in Nosiseptif Sistem Üzerine Etkileri
Yuksel Kivrak*, Basaran Karademir*, Hayati Aygun*,Mustafa Ari**, Ibrahim Yagci, Yelda Yenilmez*,
Elif Karaahmet***
*Kafkas Üniversitesi
**Musta KemalÜniversitesi
***Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Amaç: Bu çalışmada antidepresan olan Agomelatin’in nosiseptif sistem üzerinde etkisi olup olmadığının
araştırılması amaçlandı.
Yöntem ve Gereçler: 4 aylık 24 Swiss cinsi fare kullanıldı. Fareler kontrol, grup a ve grup b olmak üzere üç
gruba ayrıldı. Üçer ml olmak üzere a grubuna 12,5mg/kg, b grubuna 25 mg/kg Agomelatin, kontrol grubuna
serumfizyolojik intraperitıneal olarak verildi. 50 santigrad derece olarak ayarlanmış hot plate platformunda 30. ve
60. Dakikalarda değerlendirildi. Zıplama ya da ayağını yalama zamanları ölçüldü.
30, ve 60 dakikalardaki gruplardaki karşılaştırma için bağımsız örneklem tek yönlü varyans analizive sonrasında
Tukey testi kullanıldı. Üç ayrı zamandaki denek ve kontrol gruplarını karşılaştırmak için ilişkili örneklem iki yönlü
varyans analizi uygulandı. Zıplama ya da ayağını yalama zamanları ölçüldü. 45. Saniyeye kadar reaksiyon
gösterilmediyse o fare için ölçüm sonlandırıldı ve reaksiyon zamanı 45 sn kabul edildi.
Bulgular: Kontrol grubunun, 12,5 mg/kg Agomelatin alan A grubunun, 25 mg/kg Agomelatin alan B grubunun 30
dk değerleri sırası ile 13,25 saniye, 16,87 saniye, 29,37 saniye ve 60 dakika değerleri 15,37 saniye, 25,62 saniye,
19 saniye olarak tesbit edildi. Agomelatin gruplarında ağrı eşiği kontrol grubuna göre hem 30.dakika hem de 60.
Dakikalarda artmıştı. 30. Dakikada b grubunun ağrı eşiği a grubuna göre yükselmişti(P=0.007). 30. ve 60.
Dakikalardaki reaksiyon zamanları ölçümleri istatistiksel olarak anlamlı idi(P=0.036).
Tartışma ve Sonuçlar: Agomelatin hem 30. hem de 60. Dakikada hem 12,5 hem de 25 mg/kg dozlarında
analjezik etki göstermiştir.
S 23
Cinsiyet, Yaş, Kilo, Depresyon, Anksiyete, Vücud Duyularını Abartma Değişkenlerin Ağrı
Algılaması Üzerindeki Etkileri
İbrahim Yağcı, Yüksel Kıvrak
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi
Amaç: Cinsiyet farklılığının ağrı üzerine etkileri araştırmacıların ilgisi artarak devam etmektedir. 90 lı yıllarla
kıyaslandığında bu konudaki yayın sayısında %2000 kadar artış olmuştur(1). Biz de bu çalışmamızda en çok
yapılan invaziv işlemlerden biri olan kan alma işlemi sırasında algılanan ağrı ile cinsiyet arasında anlamlı bir ilişki
olup olmadığını, bu ilişkiye depresyon, anksiyete, bedeni duyuları abartmanın, yaşın ve kilonun etkisi var mıdır
sorularını cevaplamayı amaçladık.
Yöntem ve Gereçler: Bu çalışma Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesine ocak-haziran 2012 tarihleri arasında
labaratuar tetkiki için kan alma merkezine ayaktan başvuran hastalarla yürütüldü. Çalışma olgu-kontrol çalışması
şeklinde yapılmıştır. Sosyodemografik veri formu, ağrı değerlendirilmesi için Görsel Eşdeğerlik Ölçeği (GEÖ),
Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Vücut Duyularını Abartma Ölçeği (VDAÖ) olan test
bataryası çalışmaya katılanlar tarafından dolduruldu
Bulgular: Kadınların GEÖ değer ortalaması (4,28±2,05), erkeklere (3,76±1,95)göre fazla olmakla beraber
anlamlı farklılık tesbit edilemedi(p=0,133). BDBÖ açısından kadınların puanları 24,68±6,3 3 iken erkeklerden
21,67±5,daha fazla olarak ölçüldü(F=1,41, p=0,004). Anksiyete puanları açısından cinsiyet farklılığı varken (kadın
20,48±9,87, erkek 14,46±8,80, F-1,187, p=0,002), depresyon puanları kadınlarda (4,96±7,27) erkeklere
(4,32±5,44) göre daha fazla olmakla beraber farklılık önemli değildi (F=2,610, p=0,57). Korelasyon açısından
değerlendirdiğimizde VAS ile VKİ(r=-1,79, p=0,034) ve BAÖ (r=0,250, p=0,003) puanları arasında korelasyon
vardı.
Cinsiyeti göz önüne alarak yaptığımız korelasyon incelemesinde ise VAS ile BAÖ(r=0,227, p=0,007) ve VKİ(r=017, p=0,045) arasında ilişki bulduk. Erkeklerde VAS değerlerinin yaş(r=0,299, p=0,021) ve VKİ(r=-0,37,
p=0,003)ile kadınlarda ise sadece BAÖ ile anlamlı korelasyonları olduğunu tespit ettik. BDBÖ ile VAS, VKİ, BAÖ,
BDÖ arasındaki korelasyonları sırası ile (r=0,083, p=0,331), (r=-0,131, p=0,122), (r=0,227, p=0,007), (r=0,273,
p=0,001), (r=0,300, p=0,000) olarak ölçtük.
Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızda ağrının algılanması açısından cinsiyetler arasında fark olmadığını,
kadınlardaki anksiyetenin ve bedensel duyularını büyütme özelliklerinin erkeklere göre daha fazla olduğunu
bulduk. Ağrının anksiyete ve VKİ ile ilişkili olduğunu, cinsiyeti göz önüne alındığında da bu ilişkinin devam ettiğini
gördük. Erkeklerdeki ağrının yaş ve VKİ ile kadınlarda ise BAÖ ile ilişki olduğunu tesbit ettik.
1.Fillingim RB, King CD, Ribeiro-Dasilva MC, Rahim-Williams B, Riley III JL. Sex, gender, and pain: a review of
recent clinical and experimental findings. The Journal of Pain. 2009;10(5):447–485.
S 24
Geri Bildirimler Karar Vermeyi Nasıl Etkiliyor? Teknolojik Geri Bildiriminin İnsan Geri Bildirimi ile
Karşılaştırılması
Melis Atlamaz*', Alpaslan Yılmaz**', Onur Uğurlu***', Mustafa Melih Bilgi*', Ali Saffet Gönül*'****'
*Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri AD
**Erciyes Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu
***Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü
****ABD Mercer Üniversitesi Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Bölümü
Amaç: Davranış bilimlerinin ve Psikiyatri’nin temel ilgi alanlarından bir tanesi insanların çevreleri ile olan ilişkisidir.
Bu ilişki karşılıklı geri bildirimler ile şekillenmektedir. Pek çok psikiyatrik bozukluk insan ilişkilerindeki geri
bildirimlerin yorumlanması ile ilişkili belirtiler göstermektedir(kişilik bozuklukları, sanrı gelişimi).Son yıllarda
teknolojik gelişmelere paralel olarak davranışlarımıza geri bildirim aldığımız veya verdiğimiz canlı olmayan
arayüzler ortaya çıkmıştır. Bilgisayar yönetimli karar verme süreçleri (Navigasyon, uçakların yönetimi gibi
arayüzler) etkili olmaya başlamıştır. Bu çalışmada iki yanıt alternatifi olan bir oyun kullanılarak bireylerin insandan
ve bilgisayardan gelen geri bildirimler ile uzun dönemli davranışların nasıl etkilendiği araştırıldı.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya yarı yapılandırılmış bir görüşme ile değerlendirilen, psikiyatrik ve diğer dahili
hastalığı olmayan 20-30 yaş arasında 39 kişi alındı. Gönüllüler 2 seçimli bir karar verme ödevini bir bilgisayar
programında gerçekleştirdiler. Program, bilgisayar ve insana karşı olmak üzere 2 ödevden ve her bir ödevdeki
500 diziden oluşmaktadır. Verilerin analizi her bir kişi için “karşılıklı bilgi işlevi” ile “logaritmik azalma oranı”
hesaplanarak gerçekleştirildi. Değerler varyans analizi kullanılarak analiz edildi.
Bulgular: Bu çalışmada, bilgisayara karşı yapılan seçimlerde grup bozulma katsayısı (0,3198), anlamlı olarak
insana karşı yapılan seçimlerden (-0,0554) daha büyük bulunmuştur(F=7.83 df=1,38 p=0.008). Böylece, insanla
karşılaşmada geri bildirimden etkilenme, karar verme ve buna göre bir yanıtta bulunma diğer bilgisayara oranla
daha yüksek oranda olacak şekilde anlamlı farklılık göstermektedir, başka bir deyişle önceki yapılan seçimler
sonraki gelen seçimler üzerinde daha büyük ve daha uzun süren etkiyi ortaya koymaktadır. “Karşılıklı bilgi
işlevinin maximum gecikme değeri'', insana karşı yapılan seçimlerde diğer gruba göre daha büyük bulunmuştur.
Tartışma ve Sonuçlar: Sağlıklı bireyler, her 2 ödev de birbirinden bağımsız ve ilişkisiz karar dizilerinden
oluşmasına rağmen, insanın belirlediği seçimlere göre tahminde bulunurken, bilgisayara göre yapılan
tahminlerine göre, bir önceki tahminlerinin geribildirimden daha çok etkilenen bir strateji göstermektedirler. Bu
bulgular insan davranışını makinelere göre, diğer insanların daha fazla değiştirdiğini göstermektedir. İnsanlar,
makinelerin özellikle sonucun matematiksel olarak önceden tahmin edilemez durumlarda, davranışlarını
öngörememektedir. Bunun nedeni insan-insan etkileşiminde rol oynayan empati gibi kabiliyetlerin
kullanılamaması olabilir. Bu sonuçtan yola çıkılarak psikoterapi gibi hasta – terapist etkileşiminin yoğun olduğu
durumlarda ileri teknolojik arayüzlerin kullanımının henüz erken olacağını düşünmekteyiz.
S 25
Psikiyatri Stajı Tamamlamış Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Staj Eğitimi Hakkındaki Görüşleri
Mihriban DalkıranVarkal, Erhan Yüksek, Ömer Faruk Demirel, Murat Emül
İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD, İstanbul
Amaç: Tıp fakültelerinde psikiyatri eğitimine az önem verilmiş ve müfredata çok iyi entegre edilmemiş gibidir. Bu
çalışmada psikiyatri stajını bitirmiş öğrencilerin stajın hemen bütün safhaları hakkında düşüncelerini geri bildirimle
bize aktarmalarını amaçladık.
Yöntem: Bu çalışmaya fakültemizde okuyan, psikiyatri stajını bitiren ve çalışmaya katılmayı kabul eden tıp
öğrencilerin bilgilendirilmiş onamı alındıktan sonra, sosyo-demografik özellik anketinin ardından, ekibimizin
hazırladığı 31 sorudan oluşan, psikiyatri stajına öğrencilerin bakışını araştıran bir anket verildi.
Bulgular: Çalışmaya 208 öğrenci katılmayı kabul etmiştir. Bu öğrencilerin 114’ü kadın iken 94’ü erkekti ve
ortalama yaşları 22.7±1.02 idi. Öğrenciler, en yüksek oranda eğitimcilerden saldırgan hasta karşısında neler
yapabileceğinin öğretilmesini beklemekteydi (%89). Yüzde 76 öğrenci psikiyatrik belirtilerin genel tıbbi durumlarda
da görülebileceğine inandığı için eğitimde konsültasyon ve liyezona ağırlık verilmesi gerektiğini belirtmişti. Yüzde
70 öğrenci standart hasta video kayıtlarını izlemek ve tartışmak istediklerini bildirmişti. Yüzde 50 -53 öğrenci
psikiyatri sınavının yalnızca bilgiyi ölçtüğüne ve beceriyi ölçmediğine vurgu yapmıştı.
Öğrencilerin %78’i araştırma görevlisi ile ve %64’ü bir hocayla hasta takip etmek istediğini söylemişti. Ayrıca, %54
öğrenci daha önceki sınıflarda iken psikiyatri ile ilgili (nöroimmünoloji, nöroanatomi, psikoendokrinoloji gibi)
seminer/araştırma projelerine katılmayı doğru bulmuştu.
Sonuç: Psikiyatri stajer eğitiminde ilgiyi ve verimi artırma çabaları giderek önem kazanmaktadır. Bu çalışma
ülkemizde bu amaçla yapılan ilk çalışma olması nedeniyle önemlidir. Ancak eğiticiler eğitimde verim almak için
öğrencilerin görüşünü göz önünde bulundururken, deneyimli bir klinisyen olarak da öğretilmesi gerekenler
arasında dengeyi gözetmelidir.
S 26
Bir Travma Modeli Olarak Meme Kanseri Hastalarında Travma Sonrası Büyüme
Sibel Koçbıyık, Haldun Soygür Ersin Hatice Karslıoğlu Sedat Batmaz Ali Çayköylü
*Ankara Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi
**Serbest Hekim
***Ankara Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi
****Mersin Devlet Hastanesi
Giriş ve Amaç: Son yıllarda pek çok klinisyen ve bilim insanı, travmatik olayların ardından gelişen patolojik
tepkilerin yanı sıra olumlu değişimler de yaşanabileceği üzerinde durmuştur. Travma sonrası büyüme olarak
adlandırılan bu değişim, travmaya ya da ağır bir hayat krizine bağlı, bireyin kendine bakışında, kişiler arasında
ilişkilerinde, hayat felsefesinde olumlu yönde değişiklik olması anlamına gelmektedir. Büyümeyi etkileyen,
değiştirilebilecek veya geliştirilebilecek etmenlerin belirlenmesinin, travmaya maruz kalan bireylerin
rehabilitasyonunda önemli olacağı düşünülmektedir.
Kesitsel bir ön çalışma olan bu çalışmada, meme kanseri bir travma modeli olarak ele alındığında, travma sonrası
büyüme gösteren hastalarda büyümenin sosyo-demografik verilerle ilişkisini incelemek; büyümenin stres düzeyi
ile ilişkisini belirlemek; büyümenin TSSB ve Major Depresif Bozukluk gibi ruhsal bozukluklarla ve bu bozuklukları
oluşturan belirtilerin şiddeti arasındaki ilişkiyi araştırmak amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma Ankara Dr. Abdurahman Yurtarslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi
polikliniğine ayaktan başvuran 150 meme kanseri hastası ile yapılmıştır. Hastalara Yapılandırılmış MINI
Görüşme, Stres Temometresi, Hamilton Depresyon Ölçeği Travma Sonrası Stres Bozukluğu Kontrol ListesiCivilian Versiyonu, Travma Sonrası Büyüme ölçeği Ölçeği uygulanmıştır.
Bulguların istatiksel analizinde Student’s t, Mann Whitney U, Pearson’un Ki-Kare, Fisher’in Kesin Sonuçlu KiKare testi kullanılmıştır. Bulgular Örneklem grubunda %75.3 oranında Travma Sonrası Büyüme saptanmıştır.
TSB gösteren ve göstermeyen gruplar arasında yaş ortalamaları benzer bulunmuştur.
Büyüme gösteren ve göstermeyen gruplar arasında, öğrenim düzeyi, medeni durum, çalışma durumu bakımından
istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır. Travma sonrası büyüme gösteren ve göstermeyen gruplar
arasında, TSB toplam puanı ve alt ölçekler yönünden stres termometresi, PCL-C ve depresyon düzeyleri
yönünden anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0,05).
Tartışma ve Sonuç: TSB açısından travma yaşayan hastalarımıza koyduğumuz psikiyatrik tanıların ve
hastalarımızda saptadığımız psikiyatrik belirtilerin şiddetinin TSB’yi doğrudan etkilemediği görülmektedir.
Bu bakış açısı altında, TSB ile gelecekte gerçekleştirilecek araştırmaların mesleğimizin geleneksel tanımlayıcı ya
da kategorize edici dar sınırlarının ötesine geçerek, her bir hasta için söz konusu olan terapötik süreçleri
anlamaya yönelik olması ya da TSB’yi etkileyebilecek dinamik, bilişsel, varolşuşsal etmenlerin derinlemesine
araştırılmasını hedeflemesi daha yarar sağlayacak gibi görünmektedir.
ÖDÜLE ADAY
SÖZEL BİLDİRİLER
SÖ 01
Şizofreni Hastalarında İç Görünün Bireysel ve Sosyal Performans İle İlişkisi
Dursun Hakan Delibaş*, Almila Erol**, Özlem Bora**, Levent Mete**
*Kars Devlet Hastanesi, Psikiyatri Kliniği,
**İzmir Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği
Amaç: Şizofreni hastalarında işlevselliğin düzelmesi hastalar ve aileler için önemli bir tedavi alanıdır (1).
İçgörünün işlevsellik üzerine olan etkisini araştıran daha önceki çalışmaların sonuçları tutarsızlık göstermekte ve
hastalık belirtilerinin etkisini gözden kaçırmaktadır (2, 3). Bu çalışmada içgörünün ve alt boyutlarının hastalık
belirtilerinden bağımsız olarak işlevsellik üzerine olan etkisininin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya 18-65 yaş arasında 170 şizofreni tanılı hasta alındı. Tüm olgularla DSM-IV için
yapılandırılmış klinik görüşme (SCID-I) ile görüşüldü. Akıl Hastalığına İçgörüsüzlük Ölçeği (SUMD), Pozitif ve
Negatif Sendrom ölçeği (PANSS), Kişisel ve Sosyal Performans Ölçeği (PSP) uygulandı. Hastalar SUMD
puanlarına göre içgörüsü olan ve olmayan iki gruba ayrılarak işlevsellik düzeyleri karşılaştırıldı. İşlevselliğin
yordayıcıları regresyon analizi ile araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya katılan 170 şizofreni tanılı hastanın %39.4’ü kadın (s=67), %60.6’si (s=103) erkek iken yaş
ortalaması 36.74 ± 11.2 idi. Hastaların meslek durumuna bakıldığında %55.9’ un (s=95) işsiz, %16.5’ nin (s=28)
evhanımı, %6.5’ in (s=11) yakınıyla çalışan, %15.3’ ün (s=26) bağımsız bir işte çalıştığı (öğrenci, işçi, serbest
meslek, memur), % 5.9’ u (s=10) emekli idi. Hastalar içgörüsü bozulmuş ve bozulmamış olarak iki grupta
incelendiğinde içgörüsü bozulmamış grupta 84 kişi, içgörüsü bozulmuş grupta 86 kişi olduğu saptandı. Cinsiyet,
yaş, eğitim süresi, hastalık süresi, hastane yatış sayısı, PANSS toplam ve alt puanları açısından iki grup arasında
anlamlı fark yoktu. İçgörüsü bozulmuş grupta işlevsellik düzeyinin istatistiksel olarak anlamlı biçimde daha düşük
olduğu saptandı. İşlevselliğin anlamlı yordayıcılarının negatif belirtiler, tedaviye olan içgörü ve anhedoniye olan
içgörü olduğu saptandı.
Tartışma Ve Sonuç: Geçmiş araştırmalara benzer biçimde (4, 5) bizim çalışmamız da içgörü ile sosyal işlevsellik
arasındaki ilişkiyi bir kez daha orta koymuştur. Çalışmamızın önceki araştırmalardan üstünlüğü hastalık
belirtilerinin işlevsellik üzerine olan etkisinin de göz önünde bulundurulmasıdır. Çalışmamızın sonucunda;
şizofreni hastalarında işlevselliğin arttırılması için içgörü artırıcı girişimlerin, psikososyal rehabilitasyon
programlarının önemli olduğu söylenebilir.
Kaynaklar
1-Stefanopoulou E. Psychiatr Q. 80(3):155-65, 2009.
2-Dickerson FB. Psychiatr Serv. 48(2):195-9, 1997.
3-Mutsatsa SH. Eur Arch Psychiatry Clin Neurosci. 256(6):356-63, 2006.
4-Amador XF. Arch Gen Psychiatry. 51(10):826-36, 1994. 5-Lysaker PH. J Nerv Ment Dis. 190(3):142-6, 2002.
SÖ 02
Mizaç ve Karakter Envanteri İle Değerlendirilen Mizaç Bileşenlerinin Beyindeki Yapısal
İzdüşümleri
Mustafa Melih Bilgi*, Fatma Şimşek*, Şebnem Tunay*, Ali Saffet Gönül*,*
*Ege Üniversitesi Psikiyatri AD
**Mercer Üniversitesi Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Bölümü
Amaç: Cloninger tanımladığı psikobiyolojik kuram doğrultusunda kişiliği incelemek için Mizaç ve Karakter
Envanterini (MKE) geliştirmiştir. MKE ile yapılan çalışmalarda mizaç bileşenlerinin büyük oranda genetik geçişli
olduğu, hayat boyunca değişmediği tanımlanmıştır. Ayrıca mizaç bileşenlerinde alınan puanların çeşitli
nörotransmitter sistemleriyle ilişkili olduğu iddia edilmiştir. Çalışmamızda sağlıklı insanların MKE’nin mizaç
bileşenlerinde aldıkları puanlarla, çeşitli beyin bölgelerinin gri madde hacimleriyle olası ilişkisinin araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya tıbbi öykü ve SCID ile değerlendirilmiş, ruhsal ve tıbbi hastalığı olmayan,
folliküler fazda olan 50 sağ elini kullanan kadın gönüllü alınmıştır. Gönüllülerin aynı gün içinde MKE doldurması
ve beyin MR’larının çekilmesi sağlanmıştır. Görüntülerin analizi SPM 8 Programı yardımıyla VBM-DARTEL
metoduyla yapıldı. İstatiksel analizler yaş ve toplam beyin hacimleri karıştırıcı faktörler alınarak çoklu lineer
regresyon algoritmasıyla gerçekleştirildi.
Bulgular: Çalışmamızda mizaç bileşenleri puanlarına göre istatiksel olarak anlamlı korelasyon bulunan gri
madde hacimleri aşağıdaki gibidir: Zarardan kaçınma puanlarıyla sağ orta frontal girus, sağ singulat girus pozitif
ilişki gösterirken, sol parahippokampal girus, sağ inferior frontal girus, sol orta temporal girus hacimleri negatif
ilişkili bulundu. Ödül bağımlılığı puanlarıyla bilateral paryetal postsentral girus, sağ orta temporal girus, sol
prekuneus hacimleri arasında pozitif ilişki saptandı. Sol insula, sağ süperiyor paryetal lobül, sol fusiform girus, sol
mediyal frontal girus hacimleri ile ödül bağımlılığı puanları arasında negatif ilişki belirlendi. Sebatkârlık puanlarıyla
sağ parahippokampal girus hacmi pozitif ilişki gösterirken, sağ frontal girus, sol orta temporal girus hacimleri ile
negatif ilişkili olduğu tespit edildi.
Tartışma ve Sonuçlar: Bu çalışmada sağlıklı kontrollerde mizaç bileşenleri puanları ile beyindeki bazı bölgelerin
gri madde hacimleri arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Beyinde davranışları, düşünceleri değerlendiren limbik
sistem alanlarıyla zarardan kaçınma puanları arasında bağlantı saptanmıştır. Ödül bağımlılığı puanlarıyla beyinde
uyaranın tanımının ve değerlendirilmesinin yapıldığı paryetal lob ve insula hacimleri ilişkili çıkmıştır. Sebatkârlık
puanlarıyla anlamlı bağlantılı olan bölgeler ise beyinde yürütücü işlevlerin düzenlendiği frontal bölge hacimleri
olarak tespit edilmiştir. Bu bulgular ışığında beynin belirli yapısal özelliklerinin mizacı belirlediği söylenebilir.
SÖ 03
Alkol Bağımlılarında Diffüzyon Tensor Görüntüleme ve Karar-Verme
Nabi Zorlu*, Fazıl Gelal**, Ali Kuserli***, Ebuzer Cenik****, Ercan Durmaz*, Şeref Gülseren*
* İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği
**İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniği
*** Yüksekova Devlet Hastanesi
**** Torbalı Devlet Hastanesi
Amaç: Son yıllarda Diffüzyon Tensor Görüntüleme (DTG) çeşitli psikiyatrik hastalıklardaki beyaz cevher (BC)
bütünlüğünün değerlendirilmesinde artan sıklıkta kullanılmaktadır. Karar-verme (KV) kavramı ile bağımlılığın
tanımı içinde yer alan ‘olumsuz sonuçlarına rağmen madde kullanımının devam etmesi’ arasındaki benzerlik
nedeniyle bağımlılarda KV davranışı birçok çalışmada araştırılmıştır. Bu çalışmada faklı bir analiz tekniği olan
Tract Based Spatial Statistics (TBSS) yöntemi kullanılarak alkol bağımlıları (AB) ve sağlıklı kontrollerin BC
değişiklikleri açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır. Aynı zaman da BC bütünlüğü ile Iowa Kumar Testi (IKT)
sonuçlarının arasındaki ilişki de araştırılmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya DSM-IV tanı ölçütlerine göre AB tanısı almış, görüntüleme ve IKT öncesinde en
az 2 haftadır alkol kullanımı olmayan 17 erkek hasta alınmıştır. Kontrol grubu yaş ve eğitim düzeyi açısından
eşleştirilmiş 16 erkek gönüllüden oluşturulmuştur. Hastalar ve kontrol grubuna SCID-I uygulandı. Çalışmaya
alınma kriterlerini karşılayan hastalara ve kontrol grubuna KV için IKT uygulanmıştır. DTG verileri FSL (FMRIB's
Software Library) program paketinin bir parçası olan FMRIB’s (Oxford Centre for Functional MRI of the Brain)
Diffusion Toolbox yazılımı ile analiz edilmiştir.
Bulgular: IKT sonuçlarının değerlendirilmesi sonucunda çalışmaya alınan tüm örneklemin kart çektikçe avantajlı
destelere yönelmedikleri (F= 1.108, p= 0.356) ancak kontrol grubunun AB grubuna göre anlamlı olarak daha fazla
avantajlı kart çektiği saptanmıştır (F=3.247, p= 0,014). AB grup ile kontrol grubu karşılaştırıldığında AB grupta 4
farklı BC kümesinde anlamlı Fraksiyonel anizotropi (FA) düşüklüğü saptanmıştır. Kontrol grubunun anlamlı olarak
FA düşüklüğü gösterdiği herhangi bir BC kümesi saptanmamıştır. AB grupta kontrol grubuna göre anlamlı fark
saptanan kümelerin FA değerleri ile IKT skorları arasında anlamlı bağıntı saptanmıştır (küme 1 için r=0.444,
p=0.006; küme 2 için r=0.386, p=0.026; küme 3 için r=0.435, p=0.011; küme 4 için r=0.513, p=0.002).
Tartışma ve Sonuçlar: Bildiğimiz kadarıyla çalışmamız literatürde AB hastalarda TBSS analizi kullanılarak KV
süreci ile BC bütünlüğü arasındaki ilişkinin araştırıldığı ilk çalışmadır. AB hastalarda sağlıklı kontrollere göre
BC'de yaygın FA düşüklüğü saptanmış ve FA değerleri ile IKT skorları arasında da anlamlı bağıntı saptanmıştır.
SÖ 04
Bipolar Bozukluğu Olan Lityum, Valproik Asit veya Atipik Antipsikotik (Olanzapin, Ketiapin,
Risperidon, Aripiprazol) Monoterapisi ile İzlemde Olan Ötimik Dönemdeki Hastaların Bilişsel
İşlevlerinin Değerlendirilmesi:
Bir İzlem Çalışması
Vesile Şentürk Cankorur (1) ,Hilal Demirel(2),E.Cem Atbaşoğlu (1)
(1)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
(2)Serbest
Bu çalışma TÜBİTAK tarafından desteklenmiştir.
Amaç: Bipolar bozukluğu olan hastalarda bilişsel işlev bozukluklarının var olduğu bildirilmektedir. Son dönemde
araştırmalar bilişsel işlev bozukluklarının türü ve olası nedenleri üzerine odaklanmış ve farklı bulgular bildirilmiştir.
Ancak araştırmalardaki ortak yargı izlem çalışmalarına ihtiyaç olduğu yönündedir. Bu çalışmanın amacı, izlemsel
desenle monoterapi ile takipte olan ötimik durumdaki hastaların bilişsel işlevlerinin lityum, valproik asit ve atipik
antipsikotik tedavi gruplarında incelenmesidir. Literatürde böyle bir çalışmaya rastlanmamıştır.
Yöntem: Çalışmanın örneklemini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi (AÜTF) Psikiyatri Anabilim Dalı Erişkin
Polikliniği’nde Bipolar I veya II tanısı ile izlenen, en az bir aydır remisyonda olan, lityum, valproik asit veya atipik
antipsikotik tedavisi alan 17-68 yaşları arasındaki toplam 30 ötimik hasta oluşturmaktadır. İzlemsel olarak yapılan
nöropsikolojik değerlendirmeler belleği, dikkati, psikomotor hızı, görsel uzaysal becerileri ve yürütücü işlevleri
kapsamaktadır.
Bulgular: Hastaların yaş ortalamaları ilk değerlendirmede 36.6 (SD±12.17); izlemde 38.53 (SD±11.58)’dir.
Ortalama eğitim seviyesi 12.4 (SD±3.9) yıldır. HAM-D puanları 3.31 (SD±3.67), 3.93 (SD±3.37); YMRS puanları
1.31 (SD±2.43), 1.6 (SD±2.03)’dir (sırasıyla ilk değerlendirme ve izlem). İlk değerlendirme grubunda monoterapi
süresi ortalama 10.25 (SD±18.93) ay iken izlem grubunda bu süre 56.05 (SD± 51.01) aydır. Ortalama izlem
süresi 2.53 (SD±1.99) yıldır. Bilişsel işlevlerde ilk değerlendirme ve izlem sonuçlarında yürütücü işlevlerden tepki
ketleme ve kategori değiştirme becerilerinde[İz Sürme Testi-B süre puanı(81.56+30.33 ve 69.44+26.52) (p 0.03)]
anlamlı fark bulunmuştur.
Tartışma: Monoterapi ile izlemde olan ötimik dönemdeki bipolar bozukluğu olan hastaların bilişsel işlevlerinde
süreç içerisinde belirgin bir değişiklik olmamaktadır. Bu durum, iyi seyirli bipolar bozuklukta bilişsel işlevlerin
görece korunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Bu bulgular, bipolar bozukluğun bir spektrum içinde
değerlendirilebileceğini ve bu spekturuma bağlı olarak da klinik seyrin ve bilişsel işlevlerin değişebileceğini
düşündürtmektedir. Bu çalışma bipolar bozukluğu bulunan ötimik dönemdeki hastaların bilişsel işlevlerini uzun bir
izlem sürecinde her üç farmakoterapi grubunu kapsayarak değerlendiren ilk çalışmadır.
Anahtar Kelimeler: Bipolar bozukluk, nöropsikoloji, ötimi, monoterapi, boylamsaldesen
SÖ 05
Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB ) Olan ve Olmayan Antisosyal kişilik
bozukluğu( ASKB) Olgularında Yüz İfadesinden Duygu Tanıma
Erman Bagcioglu*, Hasmet Işıklı*, Esat Şahin***, Eyüp Kandemir***, Murat Emül****,
*Afyonkocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD,
**Serbest,
***TC Adalet Bakanlığı, Adli Tıp Kurumu ,
**** İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
Amaç: Bir süreklilik arz eden dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), erişkinde sıklıkla tutuklanma,
yargılanma ve antisosyal davranışlar gibi sıklıkla ciddi yaşam sonuçları olabilmektedir. Yüz ifadesinden duyguları
tanıma normal sosyalleşme ve kişiler arası iletişim için olmazsa olmazdır. Antisosyal davranışlar ve agresyonun,
öteki insanların sergilediği sosyal ipuçlarını yanlış değerlendirmenin bir sonucu olabileceği düşündürmektedir.
Korku ve üzgün yüz gibi stres ifade eden yüz ifadelerini tanımanın antisosyal davranışı söndürmede önemli bir
rolü olduğu bulunmuştur. Bu çalışmada DEHB olan ve antisosyal eylemlerde bulunan bireylerin yüz ifadesinden
duygu tanıma özellikleri araştırılmıştır.
Metod: Katılımcılar klinik görüşme ve Wender Utah DEHB değerlendirme ölçeği uygulanması sonrası
DEHB+ASKB, ASKB ve sağlıklı grup olarak üçe ayrılmıştır. Ekman ve Friesen tarafından hazırlanan ve mutlu,
üzgün, korkmuş, kızgın, şaşırmış, iğrenmiş olmak üzere toplum tarafından sıklıkla kabul görmüş 7 yüz duygu
ifadesinin bulunduğu A4 kartlara siyah beyaz olarak bastırılmış fotoğraflar kullanılmıştır. Fotoğraflardaki duygu
ifadelerini 45 cm mesafeden doğru şekilde ve en kısa sürede tanımaları istenmiştir.
Bulgular: Çalışmada 34 ASKB+DEHB, 21 ASKB, 39 kontrol grubu alınmıştır. Üç grup arasında yüz ifadelerini
doğru tanıma açısından anlamlı bir fark saptanmadı: nötral (p=0.301), mutlu (p=0.553), üzgün (p=0.731), korkmuş
(p=0.535), şaşkın (p=0.498), kızgın (p=0.998), iğrenmiş (p=0.158). Her iki grup da hastalardan nötral (p=0.02 ve
0.04), iğrenme (p=0.001 ve 0.045) yüz ifadesini sağlıklı gruba oranla daha uzun sürede tanımıştı. Şaşkın
(p=0.012), üzgün (p=0.029), korku (p=0.002) ve mutlu (p=0.004) yüz ifadeleri ise yalnızca ASKB-DEHB olan
grupta sağlıklılardan daha uzun iken hasta grupları kendi içinde anlamlı bir fark göstermemiştir.
Tartışma: DEHB çocukluk çağında başlayıp erişkinlik döneminde %25-68 oranında ASKB olarak sürebilmektedir.
DEHB olgularının dikkat eksikliği tipinde affekti tanımanın daha zor olduğu üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmada
DEHB olanlarda impulsiviteve hiperaktivitenin ön planda olduğu antisosyal semptomlar daha baskındı ve DEHBASKB, ASKB ve sağlıklılar arasında yüz ifadesinden duygu tanıma oranları benzerdi. Çalışmalarda bu iki özelliğin
ön planda olduğu DEHB olgularının sosyal ilişkilere daha sık girdiği, başkalarından gelen ipuçlarına çok erkenden
dikkat etmeye başlayarak sosyal durumlardaki güçsüzlüklerini kompanse edebildikleri düşünülmektedir.
SÖ 06
Antisosyal Kişilik Bozukluğu’nda Manyetik Rezonans Spektroskopi Değerlendirmesinde Yetişkin
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Belirtilerinin Etkisi
Cengiz Başoğlu*, Özgür Öner**, Onat Yılmaz***, Ayhan Algül*, M. Alpay Ateş*, Servet Ebrinç*, Mesut
Çetin*, Ali Kemal Sivrioğlu****,Güner Sönmez*****, Hakan Mutlu*****
* Haydarpaşa GATA Psikiyatri AD, İstanbul ,
** Sami Ulus Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Ankara,
*** Gölcük Asker Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Kocaeli,
**** Aksaz Asker Hastanesi Radyoloji Servisi,
***** GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi Radyoloji Servisi, Ankara
Amaç: Antisosyal kişilik bozukluğu (ASKB) ve ilişkili ancak farklı bir durum olan psikopatide beyin manyetik
rezonans spektroskopi çalışmaları kısıtlıdır. Şimdiye kadar bu konuda gerçekleştirilen çok az sayıda çalışmada
anterior singulat korteks (ACC) N-asetil aspartat (NAA)/ Kreatinin (Cr) oranının, psikopatinin şiddetini gösteren
Psychopathy Checklist-Revised (PCL-R) toplam puanı ile ters korelasyon gösterdiği tarafımızdan gösetrilmişti.
Ancak, şu ana kadar yapılan gerek işlevsel, gerekse yapısal beyin görüntüleme çalışmalarında, ASKB olan
olgularda sıklıkla bulunan yetişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) bulgularının etkileri
incelenmemiştir. Bu çalışmada bu boşluk doldurulmaya çalışılmaktadır.
Yöntem: Örneklem 23 erkek ASKB olgusunu ve 21 yaş ve cinsiyet açısından benzer kontrol olgusunu
içermektedir. Tüm olgular PCL-R, Adult ADHD Self Rating Scale (ASRS), ve Wender Utah Derecelendirme
Ölçeği (WUDÖ) ile değerlendirilmiştir. Wisconsin Kart Eşleme Testi (WKET) de yürütücü işlevlerin
değerlendirilmesi amacıyla uygulanmıştır. Manyetik rezonans spektroskopi ile bilateral ACC, dorsolateral
prefrontal korteks (DLPFC), ve ventromedial prefrontal korteks (VMPFC) NAA/Cre ve Kolin (Cho) /Cre oranları
hesaplanmıştır. Grupların karşılaştırılmasının yanı sıra, klinik ve nöropsikolojik değerlendirmelerle MRS
değerlerinin ilişkisi incelenmiştir. Sonuçlar: ASKB grubu hem PCL-R hem de DEHB değerlendirmelerinde anlamlı
olarak yüksek ve puanlar almıştır (p<.001). WKET performansı ise bu grupta düşüktür (p<.001). ASKB olgularının
bilateral ACC Cho/Cre, bilateral DLPFC NAA/Cre ve Cho/Cre ve sol VMPFC Cho/Cre değerleri anlamlı olarak
daha düşüktür (tüm karşılaştırmalar için en azından p<.02). Öte yandan, ASKB olgularında bilateral VMPFC
NAA/Cre daha yüksek bulunmuştur. WUDÖ, ASRS toplam ve PCL-R toplam puanları bilateral ACC Cho/Cre, sağ
DLPFC NAA/Cre ve sol VMPFC Cho/Cre değerleri ile ters orantılıdır. Aynı bölgelerdeki ölçümler ile WKET
Tamamlanan Kategori puanı ise doğru orantılıdır. Bilateral VMPFC NAA/Cre değerleri ise sadece psikopatinin
şiddeti ile ilişklidir.
Tartışma: Sonuçlar ASKB olgularının kontrol grubuna göre hem nöronal bütünlük hem de membran dönüşümü
ve metabolizma açısından farklılıklar gösterdiğini düşündürmektedir. Yetişkin DEHB belirtilerinin şiddeti artıkça
ACC ve VMPFC Cho/Cre değerleri düşmektedir. Bilateral VMPFC NAA/Cre değeri ise psikopatinin şiddeti ile
ilişkilidir. Bu bulgular, 1- yetişkin DEHB belirtilerinin, psikopati ile olan ilişkisi de göz önüne alınarak, ASKB’nun
nörobiyolojisinde önemli yer tutabileceği, 2-psikopati ile VMPFC nöronal bütünlüğünün daha özgül bir ilişkisi
olabileceğini düşündürmektedir.
SÖ 07
Sosyal Anksiyete Bozukluğu Hastalarında Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Eştanısının
Sıklığı, Klinik Özellikleri ve İlişkili Değişkenler :
Ahmet Koyuncu, Erhan Ertekin, Çağrı Yüksel, Zerrin Binbay
Bahat Sağlık Grubu,
İ. Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği,
Kanuni Sultan Süleyman Hastanesi Psikiyatri Kliniği
Sosyal Anksiyete bozukluğu (SAB) hastalarında yüksek oranlarda eştanı varlığı bildirilmesine rağmen bu
çalışmalarda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ( DEHB ) eştanısına bakılmamıştır. Bunun nedeni ise uzun
dönem boyunca DEHB’ nin bir çocukluk dönemi hastalığı olarak görülmesi olabilir. Oysa yapılan prospektif
çalışmalarda DEHB’ nin sıklıkla erişkinliktede devam ettiği görülmüştür. Çalışmaya primer tanısı SAB olan, 130
hasta ardışık olarak alınmış ve DSM-IV (SCID-I) uygulanmıştır. Ardından DEHB eştanısını değerlendirmek için
hastalara K-SADS-PL (Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Age Children—Present
and Lifetime Version) DEHB modulü uygulanmıştır.
Hastalara LSAÖ (Liebowitz Sosyal Anksiyete Ölçeği), BDÖ (Beck Depresyon Ölçeği), İşlevselliğin Genel
Değerlendirilmesi ( IGD ) , Sheehan Yetiyitimi Ölçeği ( SYÖ) uygulanmıştır. Yaşamboyu DEHB eştanısı alan 89
hasta ile ( SAB- DEHB grubu), yaşam boyu DEHB eştanısı olmayan 36 hasta ( SAB grubu) sosyodemografik ve
klinik özellikler ve eştanı oranları açısından karşılaştırılmıştır ( BTA DEHB hastaları karşılaştırmaya
alınmamıştır.). Bunlara ek olarak yaşamboyu DEHB ile ilişkili değişkenler logistik regresyon ile değerlendirilmiştir.
Toplam 94 hasta ( % 72.3) yaşamboyu DEHB eştanı ktiterlerini karşılamıştır.
74 hastada dikkat eksikliği baskın tip, 14 hastada bileşik tip, 1 hastada hiperaktif/ impulsif tip ve 5 hastada ise
BTA DEHB almaktaydı. SAB- DEHB grubunun yaş, ilk başvuru yaşı, SAB başlangıç yaşı ve ilk depresif epizod
yaşı SAB grubundan daha düşüktü, depresyonda atipik özellik, antidepresana bağlı hipomani öyküsü, suisid
girişimi, yaşamboyu Major depresif bozukluk ve bipolar bozukluk eştanıları daha yüksekti.
Bunlara ek olarak SAB- DEHB grubunun LSAÖ kaygı, kaçınma, BDÖ, SYÖ iş, sosyal yaşam ve ev skorları daha
yüksek, IGD şimdi ve geçen yıl skor ortalamaları daha düşüktü. SAB hastalarında yaşamboyu DEHB varlığı ile
yaş, ilk başvuru yaşı, SAB başlangıç yaşı ve ilk depresif epizod yaşı düşmesi, LSAÖ kaygı, kaçınma, BDÖ, SYÖ
iş, sosyal yaşam ve ev skorları artması, IGD şimdi ve geçen yıl skor düşmesi ilişkili bulunmuştur. SAB
hastalarında yaşamboyu DEHB eştanısı yüksek oranlardadır ( özellikle dikkat eksikliği baskın tip). Yaşamboyu
DEHB varlığında SAB şiddeti artmakta, işlevsellik düşmekte ve klinik seyir etkilenmektedir.
DEHB varlığı ve hipomanik switch arasında bir ilişki olabilir. Bu konuda yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.
SÖ 08
Saldırgan Hayvan Kokusu ile Oluşturulmuş Travmatik Stres Modelinde D-Sikloserinin Korku
Sönmesi ve NRζ1tipi NMDA Reseptör Ekspresyonu Üzerine Etkisi:
Gökçe Elif Sarıdoğan*, Aslı Aykaç**, Zafer Gören***, Cem Cerit****, Hülya Cabadak**, Mecit Çalışkan*
* Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri, İstanbul
**Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik AD, İstanbul
***Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Klinik Farmakoloji AD, İstanbul
**** Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kocaeli
Amaç: Son dönemlerde korku cevaplarının sönmesini hedef alan araştırmalar bazı farmakoterapötik ajanların
bilişsel davranışçı terapiyi kolaylaştırıp kolaylaştıramayacağı sorusunu gündeme getirmiştir (1). Bu durum
araştırmacıların ilgisini öğrenmeyi güçlendirebilecek ajanlara ve ilgili beyin mekanizmalarına yöneltmiştir.
Fluoksetinin travmatik stresteki etkinliğinin öğrenme işlevlerinde önemli rol oynayan muskarinik reseptörler
aracılığıyla gerçekleşebileceğini bildiren son dönemlerde yayınlanmış bir çalışma mevcuttur(2). D-sikloserin NMetil-D-Aspartat reseptörünün glisin bağlanma bölgesinin parsiyel agonistidir. Etki mekanizması tam olarak
bilinmese de NR1 altünitesi üzerinden etkili olduğunu ve bu etkinliğin NR2 aracılığıyla düzenlendiğini bildiren bir
çalışma mevcuttur (3).D-sikloserinin TSSB’deki etkinliği ve nörobiyolojik etki mekanizmalarıyla ilişkili yeni
çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışmada kedi kokusu modelinde D-sikloserin’in kronik uygulamada farklı
sürelerde korku sönmesi üzerine olan etkinliği ve NRζ1 tipi NMDA reseptör ekspresyonları üzerinde oluşturduğu
değişikliklerin incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmada, Wistar suşu sıçanlarda habitüasyon sonrası kedi tüyü kokusu modeliyle travmatik stres
oluşturulmuştur. Aynı deney ortamında sönme alıştırmasıyla birlikte 2 gruba sırasıyla 3 ve 5 gün günde bir kez 15
mg/kg D-sikloserin uygulanmıştır. Bu gruplar hiç travma oluşturulmamış sıçanlar, sadece travmatik stres
oluşturulmuş sıçanlar ve tedavi olarak 3 gün sadece sönme alıştırması uygulanan sıçanlarla karşılaştırılmıştır.
Sıçanlar dekapitasyonla öldürüldükten sonra beyinleri Paxinos-Watson Sıçan Beyin Atlası’ndaki koordinatlara
göre amigdala, hipokampüs ve frontal korteks bölümlerine ayrılmıştır. Beynin farklı bölgelerindeki protein
ekspresyonları, NRζ1 reseptör alt tiplerine özgün antikorlar kullanılarak Western Blot Tekniği ile belirlenmiştir.
Sonuç: Kaçınma ve risk değerlendirme davranışlarının, sönme uygulamasına D-sikloserin eklendiğinde daha
hızlı biçimde azaldığı, koşullu uyaranla temasın ise arttığı gözlemlenmiştir. D-sikloserin uygulamasının NR1
ekspresyonlarını hipokampüs, amigdala ve prefrontal korteksin her üçünde de değiştirdiği izlenmiştir.
Kaynaklar:
1. Ganasen KA, Ipser JC, Stein DJ. Augmentation of Cognitive Behavioral Therapy with Pharmacotherapy.
Psychiatr Clin North Am. 2010;33:687-99.
2. Aykaç A, Aydın B, Cabadak H, Gören MZ. The change in muscarinic receptor subtypes in different brain
regions of rats treated with fluoxetine or propranolol in a model of post-traumatic stress disorder. Behav Brain
Res. 2012 ;232(1):124-9.
3. Dravid SM, Burger PB, Prakash A, Geballe MT, Yadav R, Le P et al. Structural determinants of D-cycloserine
efficacy at the NR1/NR2C NMDA receptors. J Neurosci. 2010;30(7):2741-54
SÖ 09
Ergenlerde (13-18 yaş) Cinsel İstismar Sonrası İmmün Sistem Değişikliklerinin Değerlendirilmesi
Hamza Ayaydın*, Osman Abalı*, Nilgün Okumuş Akdeniz**, Günnur Deniz**
* İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, İstanbul
** İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Arastırma Enstitüsü (DETAE), İmmünoloji Anabilim Dalı, İstanbul
Bu proje İstanbul Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu Tarafından Desteklenmiştir. Proje
No: 16431
Amaç: Travma ve sonrasında gelişen bir çok psikiyatrik hastalığın (örn;TSSB,MDB,DKB) yanında son
zamanlarda travmanın biyolojik etkileride araştırılmaya başlanmış ve akut/kronik stres döneminde immünolojik
değişikliklerin olduğu gösterilmiştir.Romatoid artrit ve Multible Skleroz gibi kronik hastalıklarda belirlenen
immünolojik değişikliklerle TSSB geliştiren erişkinlerdeki immünolojik değişiklikler benzer bulunmuştur.Ancak
ergenlerde cinsel istismar(Cİ) sonrası immünolojik değişikliklerin araştırıldığı bir literatüre rastlanmamıştır.Bu
çalışmada Cİ mağduru ergenlerde ruhsal travmanın biyolojik sonuçları değerlendirilecektir.
Yöntem ve Gereçler: Olgu grubunu(OG), cinsel istismara(Cİ) uğrama nedeniyle adli makamlarca polikliniğimize
yönlendirilen,DSM-IV tanı ölçütlerine göre TSSB tanısı alan ve herhangi bir tedavi almamış 13-18 yaş arası 33
olgu oluşturmuştur.Kontrol grubunu(KG),benzer sosyoekonomik düzeyde olan, istismara uğramamış,
afektif/psikotik bozukluğu olmayan 10 ergen oluşturmuştur.Olgu ve kontrol grubu KSADS-PL kullanılarak şimdiki
ve geçirilmiş psikiyatrik hastalıkları değerlendirilmiştir.Rutin kan tetkiki örneklemi kullanılarak,DETAE immünoloji
laboratuvarında periferik mononükleer hücre sayısı ve oranları, uyarılmış hücre içi sitokin seviyesi ve NK hücresi
Sitotoksik aktivitesi(NKCC) değerlendirilmiştir.
Bulgular: Geçirilmiş TSSB(TSSB-G)tanılı(n=6)ve Şimdi TSSB(TSSB-Ş) tanılı olgu grubundaki ergenlerde (n:33)
kontrol grubuna(n:10) göre eozonofil sayısı anlamlı şekilde yüksek(p:0.046),uyarılmış IFN- gamma seviyeleri ise
anlamlı şekilde düşük(p:0.030)çıkmıştır.Tekrarlayan cinsel istismara(TCİ) maruz kalan TSSB-Ş tanılı
olgularda(n:18) aktif T Hücreyi gösteren CD3+DR+T Lenfosit sayısında (p:0.05) ve uyarılmış IFN-gamma
seviyesinde(p:0.024) KG'na göre anlamlı şekilde düşüklük saptanmıştır.Fiziksel istismara uğramamış TSSB-Ş
tanılı olgularda(n:15), uyarılmış IFN-gamma seviyesi KG'ye göre anlamlı şekilde düşük saptanmıştır(p:0.010).
MDB-Ş tanısının eşlik etmediği TSSB-Ş tanılı olgularda(n:6)eozonofil sayısı(p:0.013)ile oranı(p:0.009)ve
NKCC(p:0.025)yüzdesi KG'ye göre artmışken,uyarılmış IFN-gamma seviyesinde(p:0.017)düşüklük
saptanmıştır.TCİ maruz kalan TSSB-Ş tanılı olgularda(n:18) CD3+DR+ T Lenfosit sayısı cinsel istismarı
tekrarlamayan TSSB-Ş tanılı olgulara(n:8)göre düşük(p:0.037) saptanmıştır.Cİ'ye ek olarak fiziksel
istismarada(Fİ) uğrayan TSSB-Ş tanılı olgularda(n:11),Total Lenfosit(p:0.027),B Lenfosit(p:0.04) ve T Lenfosit
(p:0.05) sayısı Fİ'ye uğramamış TSSB-Ş tanılı olgulara(n:15)göre düşük saptanmıştır.TSSB-Ş tanılı
olgularda(n:26) penetrasyona maruz kalanlarda(n:18), kalmayanlara göre(n:8) eozonofil yüzdesi (p:0.046)yüksek
çıkmıştır.
Tartışma: Olgu grubunda,hücresel immünitede önemli rolü olan ve antiviral etkili IFN-gamma düşüklüğü;CD4+T
Helper,TH1 alt tipinde ve immünregülatör etkili CD56+NK hücre alt tipinde azalmayı ve hücresel immünitede bir
baskılanmayı düşündürtmüştür.OG'da eozonofil sayısında artış ise;IL-5 salgılayan CD4+TH2 hücre alt tipinde ve
NK2 hücre alt tipinde artış olduğunu düşündürtmüştür. CD4+TH2 sitokinlerindeki artışın alerji,psorizis,SLE gibi
hastalıklarda etkili olduğu bilinmektedir.OG'da NKCC artışı azalmış hücresel immüniteye karşı bir kompansasyon
nedeniyle olabilir.OG'da olayın şiddeti arttıkça(tekrarlama penetrasyon-Fİ)kazanılmış immünitede baskılanma
belirginleşmiştir.Cİ'ye bağlı(ergenlerde)immünolojik denge bozulmuştur.
SÖ 10
Sosyal İyi Olma Hali Ölçeğinin Geliştirilmesi ve Geçerlilik ve Güvenilirlik Çalışması
İnci Özgür İlhan*, Fatma Yıldırım**, Duru Gündoğar***, Mehmet Çolak****, Sıla Yüce*, Nail Dertli**,
Yıldırım Beyatlı Doğan*
*Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
**Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü
***Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
****Sağlık Bakanlığı Mardin Devlet Hastanesi
Amaç: Bireysel-ruhsal iyi olma hali ile sosyal iyi olma halinin kesişim alanı büyük olsa da, toplum ruh sağlığı söz
konusu olduğunda bireysel-ruhsal iyi olma hali tanımı yetersiz kalmaktadır. “Sosyal iyi olma hali” kavramı ile birey
ve içinde yaşadığı toplumun karşılıklı bir bütün olarak sağlıklı yaşamasının tanımı kapsamlı olarak yapılmaya
çalışılmıştır. Sosyal iyi olma hali üzerine özgün bir ölçek geliştirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler: İlgili yazın ve kültürel özellikler gözetilerek 73 maddelik bir taslak oluşturulmuştur. Taslak
ölçek çeşitli sosyoekonomik düzeylerdeki 415 gönüllü erişkinde uygulanmıştır. Faktör analizi yapılmış, ölçüt
geçerliliğini belirlemek amacıyla UCLA Yalnızlık Ölçeği, Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği ve Yaşam
Doyumu Ölçeği kullanılmıştır. Test tekrar test güvenilirliği için ölçek ortalama iki hafta arayla 171 kişide ikinci kez
uygulanmıştır.
Bulgular: Güvenilirlik ve açımlayıcı faktor analizinin sonucunda bazı maddeler elenerek taslağa 43 maddelik son
hali verilmiştir. Ölçeğin bu son haliyle dört faktörlü yapının varyansın % 48,1’ini açıkladığı görülmüştür. Sosyal İyi
Olma Hali Ölçeği ve diğer ölçekler arasındaki korelasyonlar istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Tüm ölçeğin
iç tutarlılık katsayısı (Cronbach alfa) 0,95 ve ikinci kez ulaşılabilen toplam 171 kişiden elde edilen veriler
üzerinden elde edilen test tekrar test güvenilirlik katsayısı 0,78 olarak bulunmuştur.
Tartışma ve Sonuçlar: Sosyal İyi Olma Hali Ölçeği 18 yaş ve üstü kişilerde uygulanabilen, sosyal iyi olma halini
ve dolayısıyla toplum ruh sağlığı düzeyini ölçmede kullanılabilecek geçerli ve güvenilir bir araçtır.
Kaynaklar
Demir A. (1989) UCLA yalnızlık ölçeğinin geçerlik ve güvenirliği. Türk Psikoloji Dergisi,7 (23): 4– 18.
Durak M, Senol-Durak E, Gencoz T (2010) Psychometric Properties of the Satisfaction with Life Scale among
Turkish University Students, Correctional Officers, and Elderly Adults. Social Indicators Research, 99:413–429.
Eker D, Arkar H, Yaldız H (2001) Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği’nin Gözden Geçirilmiş Formunun
Faktör Yapısı, Geçerlik ve Güvenirliği. Türk Psikiyatri Dergisi, 12(1): 17-25.
Keyes CLM (1998) Social well-being. Social Psychology Quarterly, 61(2): 121-140. Keyes CLM, Shapiro AD
(2004) Social well-being in the United States: a descriptive epidemiology.
SÖ 11
Bipolar Bozukluklukta Beyinde Hastalıktan Koruyucu ve Hastalık Açısından Riskli Bölgeler:
Bipolar Tip 1 Bozukluklu Bireyler, Sağlıklı Kardeşleri ve Sağlıklı Kontrol Grubunun
Karşılaştırıldığı Voksel Tabanlı Bir Magnetik Rezonans Görüntüleme Çalışması
Fatma Şimşek*, Mehmet Çağdaş Eker*, Serhan Işıklı**, Cem Çınar*, Mustafa Melih Bilgi*, Ömer Kitiş***,
Ali Saffet Gönül*,****
*Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
**Van Erciş Devlet Hastanesi Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Birimi
***Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji AD, Nöroradyoloji Birimi
****Mercer Üniversitesi, Pskiyatri ve Kognitif Bilimler Anablim Dalı, Georgia, AD
Amaç: Bipolar bozuklukta hastalıktan koruyucu ve hastalıkla ilişkili yapısal endofenotipleri belirleme. Yöntem ve
Gereçler: 28 ötimik Bipolar tip 1 bozukluklu Hasta, bu hastaların sağlıklı kardeşleri ve 30 sağlıklı kontrol grubu
bireyin 3 Tesla Magnetik Rezonas (MR) Cihazı ile yapısal beyin görüntüleri elde edilmiştir. Elde edilen T1
görüntülerinden voksel tabanlı ölçümlerde gri madde hacim farklılıklarını belirleyebilmek için SPM-8 ( Statistical
Parametric Mapping) kullanılmıştır.
Sonuçlar: Gri madde analizlerinde Bipolar Bozukluklu bireyler (t=5.39, p < 0.001, 516 mm3) ve bunların sağlıklı
kardeşlerinin (t=4.08, p < 0.001, 99 mm3) sol orbitofrontal korteks hacimlerinin sağlıklı kontrollerden daha küçük
olduğu diğer taraftan ise sağlıklı kardeşlerin sol dorsolateral prefrontal korteks hacimlerinin bipolar bozukluklu
bireyler (t= 4.28, p < 0.001, 368 mm3) ve sağlıklı kontrol grubundan (t=4.36, p < 0.001, 252 mm3) daha fazla
olduğu gösterildi. İkincil analizlerde sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında bipolar bozukluklu bireyler (t=4.13,
p < 0.001, 287 mm3) ve sağlıklı kardeşlerinde (t= 4.23, p < 0.001, 591 mm3) sağ serebellumda hacim kaybı ve
Bipolar bozukluklu bireylerde sol presantral girusta hacimkaybı (t= 3.61, p < 0.001, 140 mm3) olduğu belirlendi.
Tartışma ve Sonuç : Bu çalışmanın sonuçları ventral limbik yolağın bir parçası olan orbitofrontal korteksteki
hacim azalmasının Bipolar bozuklukta kalıtsallıkla ilişkili olabileceği diğer taraftan bozulmuş ventral-limbik sistem
etkilerini düzenleyen kortikal-kognitif yolağın bir parçası olan dorsolateral prefrontal korteks hacmindeki artışın ise
hastalıktan koruyucu bir nöral marker olabileceğini ileri sürmektedir.
1. Merikangas KR, Akiskal HS, Angst J, Greenberg PE, Hirschfeld RM, Petukhova M, et al. Lifetime and 12month prevalence of bipolar spectrum disorder in the National Comorbidity Survey replication. Arch Gen
Psychiatry. 2007;64:543-52.
2. Murray CJL, Lopez AD, Harvard School of Public Health., World Health Organization., World Bank. The global
burden of disease : a comprehensive assessment of mortality and disability from diseases, injuries, and risk
factors in 1990 and projected to 2020. Cambridge, MA: Published by the Harvard School of Public Health on
behalf of the World Health Organization and the World Bank ; Distributed by Harvard University Press; 1996.
SÖ 12
Üst Bilişler ve Duygusal Şemalar: Unipolar ve Bipolar Depresyon Ayrımı İçin Farklı Bir Bakış
Sedat Batmaz1, Semra Ulusoy Kaymak2, Arif Haldun Soygür3, Sibel Koçbıyık4, Mehmet Hakan
Türkçapar5
1Mersin Devlet Hastanesi,
2A. Y. Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
3Serbest Hekim,
4Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
5Y. B. Dış kapı Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Amaç: Unipolar ve bipolar depresyonun ayrımında kullanılabilecek farklı bir bakış açısı olarak üst bilişler ve
duygusal şemaların karşılaştırılması
Yöntem ve Gereçler: Ağustos 2009 – Ocak 2012 arasında bir eğitim araştırma hastanesinin psikiyatri kliniğine
başvuran 189 unipolar depresyon, 70 bipolar depresyon hastası ve 70 sağlıklı kişiden oluşan gönüllü grupları
araştırmaya dahil edildi. Hastalarla MINI tanısal görüşmesi yapıldı. En az bir aile üyesi ile görüşme,
WHIPLASHED Kısaltması ve DBÖ ile tarama sonrasında bipolarite düşünülenler ve YMDÖ puanları ile karma
dönem düşünülenler çalışmadan dışlandı.
Depresif belirtilerin şiddetini saptamak amacıyla BDÖ ve MADDÖ, grupların ayırt edilmesinde kullanılmak üzere
ÜBÖ-30 ve LDŞSF uygulandı. Veriler SPSS programı kullanılarak analiz edildi.
Bulgular: Duygusal şemaları yönünden incelendiğinde, depresif grupların sadece duyguları inkâr alt ölçeğinde
birbirlerinden istatistiksel olarak anlamlı şekilde ayırt edilebildiği görüldü. Üst bilişler yönünden incelendiğinde,
depresif gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı.
Tartışma ve Sonuçlar: Unipolar ve bipolar depresyon arasında üst bilişler ve duygusal şemaları kıyaslayan
herhangi bir yayın yoktur. Üst bilişler açısından gruplar arasında bir fark tespit edilmemesi, her iki durumda
benzer üst bilişsel süreçlerin işlediğini gösteriyor olabileceği gibi, kullanılan ölçeğin anksiyete bozuklukları
açısından daha kullanışlı olabilmesi ile de açıklanabilir. Metakognitif modelin depresyonda ruminasyonlara daha
fazla vurgu yapıyor olması ve karşılaştırılan gruplar arasında bu yönden bir fark olmamasına da dolaylı yönden
işaret ediyor olabilir.
Bu nedenle sonraki çalışmalarda depresyona özgü üst bilişleri taramaya odaklanan ölçeklerin kullanılması yol
gösterici olacaktır. Duygusal şemalar açısından, duyguları inkâr alt ölçeğinde unipolar depresif grubun daha
yüksek puan alıyor olması, ölçek maddelerinde görüldüğü üzere kişinin duygulara atfettiği önem ve bu duyguları
inkâr ederek onlardan uzak durma isteğinin bipolar hastalarda kendini iyi gösterme çabasının yansıması
olabileceğini düşündürmektedir. Alanyazında depresif grupları birbirinden ayırt etmeye yarayacak yeni bakış
açılarına ihtiyaç vardır. Bipolar depresyon için giderek daha fazla psikososyal tedavi girişimlerine yer
verilmektedir. Terapötik müdahale yöntemlerinin uygulanmasında bilişsel yapı farklılıkları önem kazanmakta ve
gündeme alınacak konuların tespitinde devreye girebilmektedir.
SÖ 13
İlk Psikotik Atak ve Kronik Şizofreni Hastalarında Manyetik Rezonans Spektroskopi Bulgularının
Karşılaştırılması
*Filiz Karadağ,*Yılmaz kıroğlu,*Duygu Kırtaş, *Gülfizar Varma,**Ceyhan Balcı,**Taner Değirmenci
*Pamukkale üniversitesi Tıp Fak. Psikiyatri AD
**Denizli Devlet Hastanesi
Amaç: Çalışmamızda, ilk psikotik atak hastaları, kronik şizofreni hastaları ve sağlıklı kontrollerden oluşan
grupların Manyetik Rezonans Spektroskopi (MRS) yöntemi ile dorsolateral prefrontal korteks (DLPK), talamus,
hipokampus ve anterior singulat korteks (ASK) bölgelerindeki metabolit seviyeleri karşılaştırılmış, serebral
metabolit düzeylerinin gruplar arasında farklılık gösterip göstermediği araştırılmıştır.
Gereç-yöntem: Çalışmanın örneklemini DSM-IV ölçütlerine göre şizofreni tanısı olan 30 hasta, daha önce ilaç
tedavisi almamış veya minimal düzeyde antipsikotik tedavi görmüş 19 ilk atak psikoz hastası ve 30 sağlıklı kontrol
vakası oluşturmuştur.
DLPFK, ASK, talamus ve hipokampus bölgelerindeki N-asetilaspartat (N-AA), kreatin (Cre), kolin (Cho),
miyoinositol (myo-I) metabolit düzeyleri ölçülmüştür. Hasta grubunda psikiyatrik belirti şiddeti Negatif Belirtileri
Değerlendirme Ölçeği (SANS), Pozitif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği (SAPS), Klinik Genel İzlenim Ölçeği (KGİ)
ile değerlendirilmiştir.
Bulgular:Çalışmamızda kronik şizofreni hastalarında sağlıklı kontrollere göre DLPFK Cho düzeyinde anlamlı
artış, hipokampus N-AA ve Cho düzeylerinde ise anlamlı azalma tespit edildi. Diğer bölge ve metabolit
değerlerinde ise gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmadı. İlk atak yaşayan erkek ve kadın hastalarda DLPFK
myo-I/Cre ve hipokampal N-AA/Cre oranları anlamlı farklılık gösterdi, erkeklerde DLPFK myo-I/Cre oranı yüksek,
hipokampal NAA/Cre ise düşük olarak bulgulandı. Kronik şizofreni hastalarında DLPFK Cho düzeyi negatif
belirtiler ile pozitif korelasyon, N-AA düzeyi KGİ puanı ile negatif korelasyon gösterdi. Hipokampal bölgede ise ilk
atak psikoz hastalarında SAPS puanı ile myo-I/Cre arasında pozitif korelasyon bulundu.
Tartışma:Bu bulgular kronik şizofreni olgularında DLPFK ve hipokampal bölgede nörodejeneratif bir süreci
desteklemektedir. İlk atak erkek hastalarda ise hastalığın başlangıcından itibaren nöronal bütünlüğün bozulmuş
olabileceğini düşündürmektedir.
SÖ 14
Şizofreni ve Şizoaffektif Bozukluk Hastalarında Çoklu Antipsikotik İlaç Tedavisinin Etkileri
Deniz Ceylan, Sinem Yeşilyurt,Berna Binnur Akdede, Ahmet Topuzoğlu, Zeliha Ersoy Sayın,
Meliha Diriöz, Köksal Alptekin
Dokuz Eylül Üniversitesi Psikiyatri AD
Giriş: Çoklu antipsikotik kullanımı, tek bir hastada iki ya da daha fazla antipsikotiğin bir arada kulla-nılmasını
ifade etmektedir. Çoklu antipsikotik uygulamasının hastalığın kliniğine etkilerinin değerlen-dirilmesi için yeni
araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu araştırmada, DEÜTF Psikotik Bozukluklar Polikliniği’nde çoklu antipsikotik uygulama sıklığının
değerlendirilmesi, çoklu antipsikotik tedavisinin, yaşam kalitesine, bilişsel işlevlere ve yan etki profi-line etkisininin
incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve gereçler: Şizofreni veya şizoaffektif bozukluk tanılı hastalar aldıkları
antipsikotik tedavilere göre grup-landırılarak, yaşam kalitesi, yan etki oranı, hastalık şiddeti, klinik parametreler ve
nörobilişsel işlevler açısından karşılaştırıldı.
Klinik ölçümlerde, PANSS (Pozitif ve negatif semptom skalası), Klinik Genel İzlenim Şiddet Ölçeği (CGI-S),
İşlevselliğin Genel Değerlendirmesi Ölçeği (İGD), Şizofreni Hastaları için Yaşam Niteliği Ölçeği (QLSS), UKU Yan
Etki Değerlendirme Ölçeği (UKU-SERS) ve nörobilişsel testler kullanıldı.
Bulgular: Çoklu antipsikotik kullanımı %60,2 saptanmıştır. Çoklu antipsikotik kullanan grup (n= 59) ile tek
antipsikotik kullanan grup (n=39) arasında çalışabilirlik (p=0,02), semptomatik remisyon (p=0,01), antikolinerjik
(p=0,04) ve depo antipsikotik ilaç (p=0,01) kullanımı açısından anlamlı farklı-lıklar bulunmuştur. Çoklu antipsikotik
kullanan grubun PANNS skoru tek antipsikotik kullanan gruba göre yüksek (p=0,02), QLSS skoru düşük
saptanmıştır (p=0,01). UKU psikolojik, nörolojik ve otonomik belirtiler alt ölçek puanları çoklu antipsikotik kullanan
grupta yüksektir (sırasıyla, p=0,04, p=0,05, p=0,01). Çoklu antipsikotik tedavisi alan grupta yürütücü işlevleri,
işleyen belleği, sözel öğrenme ve belleği değerlendiren testlerde bozulmada artış istatistiki olarak anlamlıdır.
Tartışma ve sonuçlar: Çoklu antipsikotik tedavisi alan hastalarda yaşam kalitesi düşük saptanırken, psikopatoloji
daha ağır, yan etki oranları daha yüksek saptanmıştır. Şizofreni tedavisinde çoklu antipsikotik ilaç kullanımının
yararlı olduğuna ilişkin veriler sınırlıdır ancak yaratabileceği ek sorunlara ilişkin çok sayıda kanıt bulunmaktadır.
Bu nedenle klinisyenlerin, iyileşmeyen ve tedavilerinde zorluklar yaşanan şizofreni hastalarında, çoklu antipsikotik
tedaviler kullanırken daha dikkatli davranmaları gerekmektedir.
Anahtar kelimeler: çoklu antipsikotik tedavisi, polifarmasi, bilişsel işlevler, yaşam kalitesi
PANEL ÖZETLERİ
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 01
Türkiye'de Şiddetin Toplumsal Haritası
Çatışmanın Çözdüğü
Oturum Başkanı
Panelist
: Can Cimilli
: Altan Eşsizoğlu
Şiddet; kişinin bedensel ve/veya ruhsal bütünlüğüne zarar veren davranış olarak tanımlanmaktadır. Kullanılan
yöntem açısından; fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddet şeklinde, davranışın yöneldiği kişiler açısından;
çocuğa, kadına, yaşlıya yönelik şiddet, uygulandığı mekan bakımından; ev içinde, iş yerinde, sokakta şiddet
şeklinde sınıflandırılır.
Silahlı çatışmaların yaşandığı coğrafyalar, şiddetin her biçimi bakımından uygun bir vasat sağlar. Bu bölgelerde
yukarıda sınıflandırıldığı şekli ile şiddetin bütün biçimlerinin uygulandığı görülür. Şiddetin silahlı çatışmaların
yaşandığı bölgelerde kendisini yeniden ve yeniden üretiyor olması, mağdur ve zaman zaman fail konumundaki
kişilerin oluşturduğu sosyalliğin ilişkileri ve değer yargıları üzerinde etkilere neden olur.
Bu sunumda, yapılan araştırmaların verileri üzerinden ülkemizin silahlı çatışma yaşanan bölgelerinde, özellikle
zorla yerinde edilme sırasında yaşanan şiddet ve mağdur olan sosyallik üzerine etkileri üzerinde durulacaktır.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 01
Türkiye'de Şiddetin Toplumsal Haritası
Bir Türkiye sorunu olarak ülke içinde yerinden edilme
Oturum Başkanı
Panelist
: Can Cimilli
: A. Tamer Aker
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 01
Türkiye'de Şiddetin Toplumsal Haritası
Kayıplarla yaşamak
Oturum Başkanı
Panelist
: Can Cimilli
: Ümit Biçer
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 02
Psikoterapide Bir Araç Olarak Rüyalar
Bilişsel Davranışçı Terapi Açısından Rüyalar
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Bilici
: Hakan Türkçapar
1959 yılında Aaron Beck’in psikanalizle ilgili şüpheleri ortadan kaldırmak ve psikanalitik kuramın geçerliliğini
bilimsel açıdan göstermek için giriştiği rüya çalışmasının sonuçlarının psikanalitik varsayımları yanlışlaması onun
yeni bir kuram olan bilişsel kuramı ortaya koymasında en önemli etken oldu. Beck’in ilk kuramı psikopatolojideki
bilişsel etkenleri iki ana kavramla açıklar: 1) zihindeki anlık düşünce ve imgelerden oluşan ve duygularla yakından
ilişkili olan otomatik düşünceler ve 2)Bunların oluşumuna yol açan ya da kaynağı olan örtük bilişsel yapılar
(şemalar). Rüya çalışmaların sonuçlarına dayalı olarak Beck’in geliştirdiği bilişsel rüya kuramı, rüyaları da bu iki
kavramla ilişkili görür. Bilişsel rüya kuramı, rüyaların içerikleri açısından otomatik düşüncelerin akrabası olduğu ve
irrasyonel bilişlerle bir başka deyişle şemalarla ilişkili oldukları ve her ruhsal rahatsızlık için o duruma özgü bir
örüntü gösterdikleri biçimindedir (1). Beck, bilinçliliğin kıyısında yer alan ve kendisini otomatik düşünceler ve
gündüz rüyaları biçiminde ortaya koyan uyanık yaşamdaki kişiye özel bilişsel örüntüyle, uykudaki rüyalardaki
içerik ve akış arasında bir süreklilik benzerlik olduğuna inanıyordu. Bilişsel kuram rüyaların da otomatik
düşüncelerin üretimine yol açan sürecin ürünü olduğundan hastanın psikolojik süreçlerini anlamak için çok uygun
bir materyal olarak görür. Bilişsel kuram rüyalara bu bakışı ile psikanalizin savunduğu biçimde rüyaların uykunun
gardiyanı olmak gibi herhangi bir ruhsal işlevi olmadığını, anlaşılmaları için karmaşık yorumlara gereksinim
olmadığını öne sürmüştür.
Bilişsel kuram içerisinde rüyalarla ikinci bir yaklaşım türü ise günümüz bilişsel terapistleri içinde yapımcı
(constructivist) ekole yakın duran terapistlerin yaklaşımıdır. Bu kuramcılar, danışanların rüyanın öznel ve
metaforik yanlarının araştırılmasından daha çok yararlanacaklarını öne sürmektedirler. Rüyaların oldukça sade ve
öz metaforlar olarak işlev gördüklerine hatta modern psikodinamik rüya kuramının bu amaçla kullanılmasıyla
danışanın kendisine özel bilişsel örüntülerinin ve anlamlarının açığa çıkarılabileceğini savunurlar.
Bilişsel kuram içinde birbirinden rüyalara farklı açılardan yaklaşan bilişsel kuramcılar olmakla beraber sonuçta
bütün bilişsel kuramlar rüyaların bilinçli uyanık yaşamımızdaki kaygılar, endişeler, ve arzuları yansıttığı, rüyaların
bireyin otomatik düşünce içeriği ve şemaları konusunda zengin bir kaynak olduğu konusunda hemfikirdirler.
Kaynaklar
1. Rosner RI (2002) Aaron T. Beck’s Dream Theory in Context: An Introduction to his 1971 Article on Cognitive Patterns in
Dreams and Daydreams. Journal of Cognitive Psychotherapy: An International Quarterly, 16, 7-21
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 02
Psikoterapide Bır Araç Olarak Rüyalar
Psikoterapide Rüyalarla Çalışmak: Yeni Bir Yaklaşım
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Bilici
: Hayrettin Kara
Rüyalar önemlidir. Öyle önemlidir ki, rüyalar ele alınmaksızın tamamlanan bir terapi ‘eksik kalmış bir terapi’dir.
Bir terapist rüyaların önemini kuramsal tartışmalarla değil ancak onlarla çalışarak kavrayabilir. Bunca önemine
karşın uygulamalarında rüyalara gereğince yer veren terapist sayısı şaşılacak düzeyde azdır. Nedenleri ne olursa
olsun bu durum rüyalara ilişkin geçerli ve işe yarar bir kavrayış geliştiremediğimizi gösterir. Bazı klinisyenler
rüyaları biyolojik bir artefakt ya da zihinsel işleyişin atıkları gibi görme eğilimindedir. Kimi klinisyenler de bir
taraftan indirgeyici bir tutumla rüyaların anlamını daraltırken diğer taraftan da rüyaları ancak özel yöntemlerle
çözümlenebilecek bir gize dönüştürmektedirler. Doğal olarak her iki yaklaşım da klinisyenlerin rüyalara karşı
mesafeli durmasına yol açmaktadır. Kanımca bütün bu yanılgılı yaklaşımlar benliğin (kendiliğin), uykuda da etkin
biçimde varlığını sürdürdüğünü göremememizden kaynaklanmaktadır. Nasıl uyanıklık yaşantımızın merkezinde
bilinçli bir benlik varsa uykudaki rüya yaşantılarımızın merkezinde de bilinçli bir benlik vardır. Rüyaların büyük
kısmı uykuda da etkinliğini sürdüren bu benliğin görsel, metaforik bir dille kendi kendine konuşmasından başka bir
şey değildir. Bunu kavradığımız zaman terapide rüyalarla çalışmak yararlı ve nispeten kolay bir uğraşa
dönüşecektir.
Gün içinde tam farkında olmasak da sürekli kendi kendimize konuşup dururuz. Uykuda bu iç konuşmalarımız
tümüyle kesintiye uğramaz, sürüp gider ama farklı bir dille; simgesel, nedenselliğin baskın olmadığı, uzay zaman
bağlantılarının önemini kaybettiği metaforik bir dil. Bir tür konuşma olan rüyalar, kendine özgü dili göz ardı edilip
uyanıklık dil yapısı üzerinden çözümlenmeye çalışıldığında anlaşılmaz kalırlar. Ama rüyalara ulaşmamızı
engelleyen asıl yanılgı onların bir benliğin eylemi olduğunu göremeyişimizdir. Anlayamadığını saçma olarak
nitelendirip göz ardı edilebilir kılmak uyanıklık zihninin çalışma ilkelerinden biridir. Rüyalar sıklıkla bu ilkenin
kurbanı olur. Oysa hiç kimse rüyanın içindeyken yaşadıklarına saçma demez. Çünkü rüyadaki kendilik ne
konuştuğunu bilmekte ve kendi konuşmasını anlamaktadır.
Uyanıklık düzeyinde benliğin kendi kendine konuşmalarının içerik ve biçim olarak farklı kategorileri vardır;
duyguların betimlenmesi, duyguları verbal imajlara yükleyip onlara akışkanlık kazandırma çabası, kırılmışlıkların
incinmişliklerin azaltılma çabası, problem çözme çabası, planlama, istek doyurma gibi. Aynı şekilde rüya
düzeyindeki benliğin kendi kendine konuşmalarının da farklı kategorileri vardır. Belli bir deneyimden sonra bu iç
konuşmaların içeriklerini ayırt etmek hiç de zor değildir.
Benliğin kendi kendine konuşmalarının (hem uyanıklıkta hem uykuda) anlaşılmasının terapi için ne denli önemli
olduğu açıktır. Terapinin ana malzemesi bu iç konuşmaların içeriğidir. Rüyaların göz ardı edilmesi bu iç
konuşmaların bir bölümünün hatta daha zengin ve yaratıcı olan bölümünün ihmal edilmesi anlamına gelir.
Rüyalarla daha etkin çalışabilmek için yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Bu sunuda rüya merkezli sürdürdüğüm
terapötik çalışmalara dayanarak oluşturduğum kendi yaklaşımımı paylaşacağım. Bu yaklaşımın iki temel kabulü
vardır; 1-Benlik uykuda da varlığını etkin biçimde sürdürür. 2-Rüyalar uykudaki benliğin metaforik ve sembolik bir
dille kendi kendine konuşmasıdır.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 02
Psikoterapide Bir Araç Olarak Rüyalar
Rüya bilinci
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Bilici
: Mehmet Yücel Ağargün
Rüyaların problem çözme, hafızanın restorasyonu, emosyon regülasyonu, öğrenme gibi çok sayıda işlevi
tanımlanmıştır. Depresyonlu hastalarda rüya hatırlama sıklığının artışının depresyondaki düzelmeyle ilişkili
olması, melankolik depresyonda sabah erken uyanmalarının negatif rüya affektinin giderilmesine yönelik
olduğunun ortaya konulması, travmatik olaylar sonrasında ve akut ve post travmatik stres bozukluğu ve disosiyatif
bozukluklarda travmatik olayla ilişkili kabusların sık olarak ortaya çıkması ve bunların flashbacklerle ilişkili olması,
boşanmış bireylerde yapılan izleme çalışmalarında önceki eşin rüya içeriğinde hakim oluşunun depresyondaki
remisyon oranlarıyla korelasyon göstermesi rüya bilincinin uyanıklık bilinciyle bağlantılı olduğunun klinik
kanıtlarıdır.
Beyin görüntüleme çalışmalarında gösterilen ve elektrofizyolojik olarak REM uykusu ve uyanıklık bilinci
sırasındaki patern benzerlikleri de bu ilişkinin göstergeleridir. Psikoterapide rüyaların kullanımı bu bakış açısıyla
bakıldığında oldukça anlamlıdır. REM uykusu bölünmeleriyle elde edilen rüya içerik analizleri terapinin seyrinde
yol gösterici olabilir. Negatif rüya affekti ve REM özelliklerinin depresyonda klinik değişkenlerle ilişkili olduğu
gösterilmiştir.
Depresyona özgü REM uykusu değişiklikleri (REM latensinde kısalma, REM yoğunluğunda artma gibi) suicidal
davranışla ilişkili bulunmuştur. Bunun ötesinde, gecenin ikinci yarısında REM bölünmeleriyle elde edilen içerik
analizlerinde, mazokistik karakter ve negatif affektin varlığı suicide eğilimi ile korelasyon göstermektedir. Travma
ve duydudurum bozukluğu hastalarında kabuslar ve suicid davranışı arasındaki ilişki kayda değerdir. Bu bulgular
suicidal hasta da dahil, rüyaların terapide gündeme getirilmesi gerektiğini ve rüyaların terapide kullanılabileceğini
göstermektedir. Metakognitif süreçlerin uyanıklıkta olduğu kadar rüyalarda da söz konusu edilmesi gerektiğine
ilişkin kanıtlar da giderek artmaktadır. Rüyalarda metakognisyonun rüya-terapi ilişkisine nasıl yansıtılabileceği
konusu, üzerinde tartışmaya değer.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3
P 03
Araştırma Verileri Işığında Şiddet, Suç Davranışı Ve DEHB
Tedavi Edilmeyen DEHB İle Gençlik Dönemi Suç Ve Davranım Bozukluğu İlişkisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Ercan Abay
: Bengi Semerci
DEHB tedavisine erken başlanması prognoz açısından önemlidir. İlaç tedavisi, aile terapisi, bireysel koçluk
DEHB bulgularıyla baş etmenin yanı ısıra, davranım bozukluğu gelişimini engelleme için de önemlidir. Tedavi
edilmeyen DEHB %25-50 oranlarında davranım bozukluğu gelişmektedir. Davranım Bozukluğunun olumsuz
yönleri son derece zararlı olabilir. Her iki bozukluk birlikte görüldüğünde bulgular ağırlaşmakta ve daha erken
yaşta başlamaktadır. Fiziksel saldırganlık ve şiddet her iki sorunda da görülmekte ancak birlikte olduklarında
artar.
Tedavi edilmeyen DEHB de akademik başarı düşer. Eğitimden uzaklaşma, davranım sorunları, aile ve yaşlılarla
problemler, kazalar, madde ve alkol kullanımı ile yasalarla başa girme sık görülür. DEHB olan erkek çocuklarda
%1-18,kız çocuklarda %6-%34 suça karışma oranları saptanmıştır. Madde kullanımı, alkol kullanımı, agresyon,
tedavi edilmemiş DEHB de sık görülür ve bu bulgular suç ile bağlantılıdır. Ayrıca DEHB nöro-kognitif defisitler ve
suç araştırılması gereken konulardan biridir.
Suça sürüklenmiş 52 çocuk ve ergende yapılan değerlendirmede %40.4 oranında DEHB saptanmıştır. Yapılan
bir çok araştırma bu &4 ile %72 arasında değişen oranlar bildirmiştir. Komorbidite ve tedavi edilip edilmediği bu
oranları etkilemektedir.
Ayrıca çocuk yaş grubunda DEHB tanısı konulmuş ancak ailelerinin istememsi nedeni ile tedavi edilememiş 15
çocuk, tanı konulmasından 5-8 yıl sonra aynı klinisyen tarafından yeniden değerlendirilmiştir.Bu çocuklarda alkol
kullanımı,sık kavgaya karışma,yalan söyleme,yasallarla sorun yaşama,silah kullanma,hırsızlık, cinsel suçlar gibi
sorunlar saptanmıştır.
Bu sonuçlar,davranım bozukluğundan sonra dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun da suçu önleme
çalışmalarında dikkate alınması gereken bir sorun olduğunu göstermektedir.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3
P 03
Araştırma Verileri Işığında Şiddet, Suç Davranışı Ve DEHB
Farklı Örneklemlerde Şiddet Ve Suç Davranışına DEHB’nin Etkisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Ercan Abay
: Cengiz Tuğlu
Hem genel popülasyonda hem de gençlerde görülen şiddet davranışı ölüm veya yaralanmalarla sonuçlanan
önemli bir toplum sağlığı sorunudur. Şiddet davranışı sergileyen ve buna maruz kalan kişi profilleri incelendiğinde
birçok risk faktörünün varlığı ve benzerliği göze çarpmaktadır. Yine de unutulmaması gereken risk faktörlerinin
şiddet davranışının bire bir nedeni olmayıp, eğilimi artıran göstergeleri olduğudur. Bu risk faktörleri; geçmişte
şiddete maruz kalma veya dahil olma, DEHB, öğrenme güçlüğü, küçük yaşlarda saldırgan davranış öyküsü
bulunması, madde, alkol veya sigara kullanımı, düşük IQ, davranış/dürtü kontrolünde güçlük, sosyal bilişsel veya
bilgi işlem süreçlerinde yetersizlikler, duygusal stresin fazla oluşu, psikiyatrik tedavi öyküsü, antisosyal inançlar ve
tutumlar, aile içinde çatışma ve şiddete maruz kalmadır(1).
Tüm bunlara rağmen suç davranışı ve yasal sorunlar yaşamanın, DEHB olgularında normal kontrollere göre daha
sık olduğu bilinmektedir. Çocukluktan itibaren DEHB ile birlikte davranım bozukluğu olan olgular yasalarla sorun
yaşama açısından daha fazla riske sahip iken, DEHB’nin “Dikkatsizliğin Önde Geldiği Tip” inde ise bu durum
kontrollerden farklılık göstermemektedir. Saldırganlık, antisosyal davranış ve şiddet davranışı; DEHB, davranım
bozukluğu ve antisosyal kişilik bozukluğu ile ilişkili görünmektedir. İzlanda’da tutuklular üzerinde yapılan bir
çalışmada, tutukluların %52,2’sinin çocukluklarında Wender Utah Ölçütlerini, bunların %62,5’inin de erişkinlikte
DEHB tanı ölçütlerini karşıladıkları belirlenmiştir (2). Tutuklular üzerinde yapılan bir diğer çalışmada , DEHB
semptomlarına sahip mahkumların, semptomu olmayan mahkumlara göre hapishanede disiplinini bozan
davranışlarının daha fazla olduğu belirlenmiştir (3).
Daha çok tutuklular üzerine odaklı bu çalışmalar kadar genel toplumsal yaşam içerisinde DEHB’lilerin şiddet ve
suç davranışları açısından değerlendirilmeleri de oldukça önemlidir. Örneklemek gerekirse son yıllarda DEHB’li
olguların yaptıkları motorlu araç kazaları üzerinde önemle durulmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda, aşırı
hız, trafik ışıklarında bekleyememe, dürtüsellik, geç kalma, zamanı ayarlamama, yolunu kaybetme ve telaşlı
dönüşler yapma gibi nedenlerden dolayı bu olguların sürücülük kalitelerinin düştüğü görülmüştür (4). Veriler,
DEHB olgularının daha kötü sürücü davranışları gösterdikleri, kontrol grubuna göre, daha saldırgan bir şekilde
araç kullandıkları, daha fazla araç kazası ve bedensel yaralanma riskine sahip olduklarına işaret etmektedir.
Bu sunumda iki farklı örneklem grubunda (biri “DEHB tanısı alan üniversite öğrencileri üzerinde” diğeri “DEHB
tanısı almış olan çocukların yine DEHB tanısına sahip ebeveynleri üzerinde”) gerçekleştirdiğimiz araştırmaların
verileri ışığında şiddet ve suç davranışı ele alınacaktır.
Kaynaklar
1. Rudatsikira E, Adamson S Muula, Seter Siziya. Variables associated with physical fighting among US
high-school students. Clinical Practice and Epidemiology in Mental Health 2008, 4:16-24.
2. Gudjonsson GH, Sigurdsson JF, Young S, Newton AK, Peersen M. Attention deficit hyperactivity
disorder (ADHD). How do ADHD symptoms relate to personality among prisoners? Pers Individ Dif
2009; 47(1):64-8.
3. Gordon V, Williams DJ, Donnelly PD. Exploring the relationship between ADHD symptoms and prison
breaches of discipline amongst youths in four Scottish prisons. Public Health 2012; 126(4):343-8.
4. Turgay A. Tedavi edilmeyen dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun bedeli ve tedavide yenilikler,1.
Baskı. Ankara: Türkiye Klinikleri; 2009. s.8-48.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3
P 03
Araştırma Verileri Işığında Şiddet, Suç Davranışı Ve DEHB
Adli Olgularda DEHB:Bir Toplumsal Sağlık Sorunu Ve Koruyucu Hekimlik İlkeleri Açısından
DEHB ‘Yi İyi Tanımak Ve Tedavi Etmek
Oturum Başkanı
Panelist
: Ercan Abay
: Umut Mert Aksoy
Toplum genelinde erişkin yaşamdaki tüm psikiyatrik bozukluklar göz önüne alındığında önemli bir yaygınlık oranı
(%4.4 ) bulunan DEHB ‘nin fenomenolojik özellikleri adli olgular açısından önemli yansımalara sahiptir. Suç
işlemiş bireylerde yapılan büyük çalışmalar, DEHB ‘nin yaygınlık oranının bu kişilerde %14-19 aralığında
olduğunu tespit etmektedir, buna karşılık Almanya ‘da tutuklu ergenler ile yapılan bir çalışmada bu oran DSM IV
ölçütleri kullanıldığında %45 oranında saptamıştır. Kadın olgularda da DEHB ‘nin adli olgularda daha sık
gözlendiği belirtilmiştir.(%10)
Tutuklu kişilerde yapılan çalışmalarda varılan ortak nokta DEHB tanısı ve eşik altı DEHB belirtilerinin tutuklu
kişilerde normal populasyona göre anlamlı derecede daha yüksek oranda %15-41 oranında saptanmıştır. (Retz,
Retz-Junginger, Hengesch, 2004,Siponmaa ve ark., 2001; Vitelli, 1996).
Çocukluk çağında DEHB tanısı alan bireylerin takip çalışmalarında bu kişilerin tanı almayan kişilere göre daha
fazla adli olaya karıştıkları, toplum genelinde %1 olan tutuklanma oranlarının DEHB tanısı bulunan erişkin
bireylerde %21 olarak tespit edildiği bildirilmektedir. Benzer bir diğer veriş ise herhangi bir nedenle tutuklanan
bireylerin toplumda %2.1 yaygınlık göstermesine karşılık DEHB öyküsü bulunan bireuylerde bu oarn %47 gibi
yüksek bir rakamdır. (Satterfield & Schell, 1997)
Ergenlerde yapılan çalışmalar özellikle aşırı hareketli-dürüsel alt tip’in ilerideki tutuklanma oranları ile korelasyon
gösterdiğini, erişkin bireylerin kendi bildirimleri ile yapılan suç eylemleri ile yine aşırı hareketli ve dürtüsel
belirtilerin doğru orantılı olduğu gösterilmektedir. (Babinski,Hartsough, & Lambert, 1999).
Suç işlemiş bireylerde yapılan çalışmalarda %4-%72 arasında geniş bir yaygınlık aralığı tespit edilmesinin
nedenleri çalışmanın yapıldığı örneklemin farklılığı, farklı ceza hukuk sistemlerinin varlığı, olguların yaş
ortalamalarındaki farklılık ve tanı için kullanılan araçlardaki farklılıklara bağlanabilir. Ancak her koşulda adli
olgularda DEHB yaygınlılığının toplum geneline göre daha yüksek olduğu sonucuna varılabilir.
DEHB tanısının suç işleme açısından öngörücü bir gücü olup olmadığının araştırıldığı bir çalışmada DEHB ‘nin
işlenen suçun niteliği ve biçimi ile ilgili öngörücü bir gücünün bulunmadığı ancak suçun niceliği-eylem sayısı ile
ilgili olduğu öne sürülmektedir.
Tüm bu verilerin ışığında çocukluk çağında olduğu gibi erişkin yaşamında DEHB’yi tanımak ve etkili bir biçimde
tedavi etmek toplum sağlığı açısından ve koruyucu hekimlik açısından önem taşıdığı ortaya çıkmaktadır.
Kısa Kaynakça:
1) Retz, W., Retz-Junginger, P., Hengesch, G., Schneider, M.,Thome, J., Pajonk, F. G., et al. (2004).
Psychometric and psychopathological characterization of young male
prison inmates with and without attention deficit/hyperactivity disorder. European Archives of Psychiatry and
Clinical Neuroscience, 254, 201-208.
2) Siponmaa, L., Kristiansson, M., Jonson, C , Nyden, A., &Gillberg, C. (2001). Juvenile and young adultmentally
disordered offenders: The role of child neuropsychiatric disorders. Journal of the American Academy of
Psychiatry and the Law, 29, 420-426.
3) Vitelli, R. (1996). Prevalence of childhood conduct and attention-deficit hyperactivity disorders in adult
maximum-security inmates. International Journal of
Offender Therapy and Comparative Criminology, 40, 263-271..
4) Satterfield, J. H., & Schell, A. (1997). A prospective study of hyperactive boys with conduct problems and
normal boys: Adolescent and adult criminality.Journal of the American Academy of Child & Adolescent
Psychiatry, 36, 1726-1735.
5) Babinski, L. M., Hartsough, C. S., & Lambert, N. M. (1999).Childhood conduct problems, hyperactivityimpulsivity,and inattention as predictors of adult criminal activity. Journal of Child Psychology and Psychiatry,40,
347-355.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 04
Bipolar Bozukluk ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Karar Verme
Mekanizmaları: Benzerlikler Ve Farklılıklar
Bipolar Bozuklukta ''Karar Verme, Dürtüsellik ve Risk Alma''
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayşegül Özerdem
: Ceren Hıdıroğlu
Bipolar bozukluk, nörobilişsel işlevlerde bozulmanın belirgin olarak göze çarptığı bir hastalıktır. Önceki çalışmalar
bipolar bozukluk tanılı hastalarda dikkat, yürütücü işlevler ve bellek alanlarındaki bozulmaya odaklanırken, son
zamanlarda ötimi döneminde de devam eden dürtüsellik, risk alma, karar verme mekanizmaları ile ilgili
bozulmalara dikkat çekmektedirler.
Dürtüsellik davranışsal, bilişsel ve nörofizyolojik yönleri olan bir kavramdır. Bekleme, alınacak hazzı erteleme ve
uygunsuz davranışı baskılamada güçlük, ileriyi düşünmeden harekete geçme eğilimi, yapılan eylemin sonuçlarına
karşı duyarsızlık olarak tanımlanabilir. Dürtüsellik ve risk alma davranışı birbirine benzer özellikler gibi olsa da
farklılaşmaktadırlar. Risk alma davranışı, seçilmiş stratejik cevap olarak varsayılırken, dürtüsellik bir eğilim ve
davranış paternidir. Karar verme ise; tercihleri sıralama, eylemleri seçme ve düzenleme, sonuçları değerlendirme
süreci anlamına gelmektedir.
Bipolar bozuklukta dürtüsellik, mani, depresyon ve ötimi döneminde de artmaktadır. Dürtüsellik düzeyinin
hastalığın semptom şiddetinden ve hastalık dönemlerinden bağımsız olması dürtüselliğin bipolar bozukluk için
çekirdek özelliklerden biri olduğu görüşünü desteklemektedir. Bipolar bozuklukta artmış dürtüsellik, ailesellik
özelliği taşıyan aday bir endofenotiptir. Barratt Dürtüsellik Ölçeği (BDÖ–11) dürtüsellik düzeyini ölçmede
kullanılan en yaygın kişisel bildirim ölçeğidir. Bipolar tanılı hastaların BDÖ–11 skorları, ötimi de iken bile yüksek
bulunmaktadır.
Dürtüsellik ile ilgili çalışmalar genelde kendini bildirim ölçekleri ile yürütülürken risk alma eğilimi ve karar verme ile
ilgili çalışmalar laboratuar temelli davranış testleri ile yürütülmektedir. Balon Analog Risk Testi (BART) kendini
bildirim ölçeklerinden farklı olarak risk almayı davranışsal olarak değerlendiren laboratuar temelli bir ölçümdür.
Davranış testleri ile BDÖ–11 ile ölçülen dürtüsellik düzeyinden farklı olarak, dürtüselliğin farklı alt tiplerini ve
kendini bildirim ölçeklerinin kaçırmış olduğu endofenotip özellikleri değerlendirmek mümkün olmaktadır. Bizim
çalışmamızda bipolar tanılı ötimik hastalar ve hastalıktan etkilenmemiş birinci derece akrabalarının BART testinde
başarısız denemelerden sonra davranışlarını düzenlemede sağlıklı kontrollere göre daha başarısız oldukları
görülmüştür.
Bipolar bozuklukta dürtüsellik karar vermedeki zayıflama ile de ilişkili görülmektedir. Bipolar tanılı hastalarda karar
vermede bozulma, bellek ve geriye dönük öğrenme ile ilişkili görülen bir endofenotiptir. BART testinde olduğu gibi
riskli karar verme ile öğrenme (davranışı geçmiş deneyimlere göre düzenleme) ilişkili görülmektedir. Bipolar tanılı
hastalar geçmiş deneyimlerinden elde ettikleri bilgiyi, kendilerine rehber ya da uzun zamanlı strateji olarak
kullanmada güçlük yaşamaktadırlar.
Dürtüselliğin bipolar bozukluğun psikopatolojisindeki çekirdek rolünün kalıtılabilen bir özellik olarak anlaşılması;
risk taşıyan bireylerde erken tanı sağlanması, hastaların özkıyım girişimlerinin önüne geçilmesi ve tedavide yeni
yaklaşımların geliştirilmesi için yol gösterici olacaktır.
Bu sunumda konuyla ilgili literatürün ölçme yöntemleriyle birlikte kritik olarak sunumu yanı sıra grubumuz
tarafından gerçekleştirilmiş dürtüsellik ve risk alma davranışı üzerine bipolar ötimik hastalar, hastalıktan
etkilenmemiş birinci derece akrabaları ve sağlıklı kontrollerde yapılmış iki ayrı çalışmaya ait veriler sunulacaktır.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 04
Bipolar Bozukluk Ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Karar Verme
Mekanizmaları: Benzerlikler Ve Farklılıklar
DEHB'de ''karar verme, dürtüsellik ve risk alma''
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayşegü Özerdem
: Devran Tan
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu'nda (DEHB) ''karar verme ve içeriğinde dürtüsellik ile risk alma'' nın
nöropsikolojik test ve beyin görüntüleme çalışmalarıyla değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Yapılan bazı
çalışmalarda, DEHB’si olan grupta kontrollere göre risk alma davranışında artış bulunmuştur. Bu davranış hem
kazanma hem de kaybetme ile ilgili karar verme mekanizmalarının bozulmasına bağlı olabilir. DEHB’de karar
vermenin yürütücü fonksiyonlarla ilişkisi desteklenirken, metakognitif yargılamalarda etkili olmayacağı
düşünülmüştür.
Karar vermeyle birlikte risk almadaki değişmeler DEHB için trait özellik gösteren bir bozulmayı işaret edebilir.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 04
Bipolar Bozukluk ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Karar Verme
Mekanizmaları: Benzerlikler Ve Farklılıklar
Karar Vermede “Kognitif Model”
Oturum Başkanı
Panelist
: Ali Bozkurt
: Murat İlhan Atagün
Karar verme birçok alternatif durum ya da senaryo içinde seçim yapmak ile sonuçlanan mental süreçleri içerir. Bu
nedenle birçok kognitif faaliyette yer alan temel bir bileşendir. Amacın ve önem sırasının belirlenmesi, bilgi
toplama, alternatiflerin yolların saptanması, artıların ve eksilerin belirlenip değerlendirilmesi, kararın verilmesi,
sonuçların değerlendirilmesi ve ders alma gibi basamaklardan geçildiği düşünülmektedir.
Psikiyatrik bozuklukların başka kognitif bozukluklar, dürtüsellik, risk alma davranışı gibi özellikleri nedeni ile bu
basamaklar ve algoritma yeterince dikkate alınamayabilmektedir ve dolayısıyla bu basamaklar yeterince
uygulanmadan, eksik değerlendirmelerle karar verilebilmektedir.
Bu konuşmada karar vermeyle ilgili kognitif süreçler ve karar vermenin incelenebileceği kumar testleri gibi
nörokognitif testler ele alınacaktır.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 05
Şiddet Davranışının Evrimsel Kökenleri
Çocuk Psikiyatrisinde Şiddet Davranışının Öne Çıktığı Durumlara Evrimsel Bakış
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Kerem Doksat
:Ayten Erdoğan
Son yıllarda çocuk ve gençlerde şiddet davranışının ortaya çıkmasında rol oynayan faktörleri belirlemeye yönelik
çalışmalar hız kazanmıştır. Daha önceden yapılan çalışmalar şiddet davranışı ortaya çıkmasında rol
oynayabileceği düşünülen sosyal ve çevresel konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu çalışmalar şiddet ve suç
davranışının oluşması için başlıca risk faktörlerinin sosyal eşitsizlik, fakirlik gibi çevresel faktörler olduğunu
belirttiler1. Ancak son yapılan çalışmalarda şiddet ve suç davranışının oluşmasına neden olan biyolojik, genetik ve
nörofizyolojik faktörlerin de belirlenmesi ile sosyal ve çevresel faktörlerin tek belirleyici olmadığı gösterildi.
Toplanan veriler birlikte değerlendirildiğinde şiddet ve suç davranışının biyolojik, sosyoekonomik faktörlerin
etkileşimi sonucu ortaya çıktığı kabûl edilmektedir2. Bu panelde çocuklarda şiddet ve suç davranışının ortaya
çıkmasında rol oynadığı belirlenen biyolojik ve sosyoekonomik faktörler açıklanarak, bu faktörlerin etkileşimi
üzerinde durulacaktır.
Kaynaklar
1-Stevens A, Price J (2000) Evolutionary Psychiatry, a New Beginning, Second Edition. London: Routledge.
2-Solomon J, George C (2011) Disorganized Attachment and Caregiving, New York: The Guilford Press.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 05
Şiddet Davranışının Evrimsel Kökenleri
Yetişkinlerde şiddet davranışının ortaya çıktığı durumlara evrimsel bakış
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Kerem Doksat
: Mehmet Kerem Doksat
Saldırganlık (agresyon), sadece insan doğasının özelliği değil, hayatın kaçınılmaz bir özelliğidir. Evrimsel
skalada, yemek bulmak için avcı agresyonu, cinselliğe ve üremeye yönelik interseksüel agresyon önemli yer
tutar. Ruhsal hastalıkla ilişkili agresif davranışın en belli başlı özelliği ahlâkî değerler açısından uygun olmayıp,
başkalarının hakkını zedelemesi, şiddetinin yüksek olması ve içerik açısından makûl ve mantıklı olmamasıdır.
Testosteron, P maddesi, norepinefrin saldırganlıkta artışla, östrojen, serotonin ve oksitosin ise agresif eğilimleri
azaltmakla ilişkili bulunmuştur. Saldırganlık insanlarda serotonerjik aktiviteyle paralel olarak değişkenlik gösterir.
Toplumsal mertebede aşağı sırada olan primatlarda serotonin düzeyi düşük, saldırganlık düzeyi yüksektir.
Mertebe yükseldikçe serotonin düzeyi artar, saldırganlık ise azalır. Dolayısıyla, insan davranışı açısından
“normal” agresyonla, patolojik değişkenleri arasında kesin bir çizgi yoktur. İnsanlarda, “normal” agresyon ve suç
davranışı bir süreklilik içindedir.1
Bowlby, parçalanmış ailelerde “şefkat eksikliğiyle alâkalı psikopati” kavramını ileri sürmüştür. Bir kere “güvensiz
bağlanma” gelişince, empati yeteneği bozulur. Kötü muameleye mâruz kalan çocuklar, öfkeye karşı aşırı
tepkisellik gösterir. Hayvan çalışmaları, ihmâl ve diğer zorlayıcıların, çocuklarda, tehdit edici uyaranlara karşı,
amigdala cevabını arttırarak, duygusal tepkileri arttırdığını göstermiştir. Psikopati gelişen bireylerde de
fiziksel/cinsel istismar ve ihmâl oranlarının yüksel olduğu bulunmuştur. Bu travmaların fazla olması, saldırganlık
davranışında artışla ilişkili bulunmuştur.2 Yetiştirme yurtlarında barınıp, uzun süreli olarak terk edilme ve
istenmeme duygusunu yaşamış çocuklar, anksiyete, korku ve öfkeyi bir arada yaşarlar. Bu belirsizliğin uzun
sürmesi, özgüven, empati yeteneği ve özsaygıda geriye dönüşü zor olacak şekilde hasara yol açar. Yetişkin
bakım verenden mahrum kalarak büyütülen bebek rhesus maymunlarının korkutucu davranışlar ve kontrolsüz
öfke sergilediği tespit edilmiştir. İnsanlarda ise, güvenli bağlanma geliştiren ergenlerin başa çıkma stratejilerinde
daha az yersiz öfke davranışı sergiledikleri ve sorundan kaçmak yerine çözmeye çalıştıkları görülmüştür.3
Temel güven eksikliği, feodalite, göç, terör gibi stresörler en sağlıklı psişik organizasyona sâhip olan bireylerde
dahi regresyona ve en hafifinden sekterliğe, en vahiminden de şiddete yol açar. Bunun psişik, sosyal, hâttâ
ontolojik olduğu kadar, evrimsel kökenleri de vardır.4 Bâzı demanslı hastalardaki dezinhibisyon da böyle izah
edilebilir.5, Şiddetin ve vahşetin ortaya çıkışı, bütün Homo sapiens sapiens birikiminin kaybı gibi görünse de,
dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu hâl maalesef bunun bir vakıa olarak karşımızda durduğunu
göstermektedir; dezinhibisyon, anlamsızlık ve değerlerin kaybının kaçınılmaz sonucu şiddettir. 6,7
Kaynaklar
1-Brüne M (2008) Textbook of Evolutionary Psychiatry The Origins of Psychopathology. New York: Oxford
University Press.
2-Decety J, Cacioppo J (2011) The Oxford Handbook of Social Neuroscience. New York: Oxford University
Press.
3-Solomon J, George C (2011) Disorganized Attachment and Caregiving, New York: The Guilford Press.
4-Plavcan JM (2012) Sexual size dimorphism, canine dimorphism, and male-male competition in primates: where
do humans fit in? Hum Nat;23(1):45-67.
5-Enmarker I, Olsen R, Hellzen O (2011) Management of person with dementia with aggressive and violent
behaviour: a systematic literature review. Int J Older People Nurs;6(2):153-162.
6-Rebollo-Mesa I, Polderman T, Moya-Albiol L (2010) [The genetics of human violence][Article in Spanish] Rev
Neurol;50(9):533-540.
7-Patrick CJ, Fowles DC, Krueger RF (2009) Triarchic conceptualization of psychopathy: developmental origins
of disinhibition, boldness, and meanness. Dev Psychopathol;21(3):913-938.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 05
Şiddet Davranışının Evrimsel Kökenleri
Anne Çocuk Arasındaki Bağlanmanın Niteliğinin Şiddetle İlişkisine Evrimsel Bakış
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Kerem Doksat
: Neslim G. Doksat
Saldırganlık (agresyon), sadece insan doğasının özelliği değil, hayatın kaçınılmaz bir özelliğidir. Evrimsel
skalada, yemek bulmak için avcı agresyonu, cinselliğe ve üremeye yönelik interseksüel agresyon önemli yer
tutar. Ruhsal hastalıkla ilişkili agresif davranışın en belli başlı özelliği ahlâkî değerler açısından uygun olmayıp,
başkalarının hakkını zedelemesi, şiddetinin yüksek olması ve içerik açısından makûl ve mantıklı olmamasıdır.1
Testosteron, P maddesi, norepinefrin saldırganlıkta artışla, östrojen, serotonin ve oksitosin ise agresif eğilimleri
azaltmakla ilişkili bulunmuştur.1
Saldırganlık insanlarda serotonerjik aktiviteyle paralel olarak değişkenlik gösterir. Toplumsal mertebede aşağı
sırada olan primatlarda serotonin düzeyi düşük, saldırganlık düzeyi yüksektir. Mertebe yükseldikçe serotonin
düzeyi artar, saldırganlık ise azalır. Dolayısıyla, insan davranışı açısından “normal” agresyonla, patolojik
değişkenleri arasında kesin bir çizgi yoktur. İnsanlarda, “normal” agresyon ve suç davranışı bir süreklilik
içindedir.1
Bowlby, parçalanmış ailelerde “şefkat eksikliğiyle alâkalı psikopati” kavramını ileri sürmüştür. Anne
sevgisinden mahrum yetişmiş çocuklarda, tipik olarak “güvensiz bağlanma” gelişince, empati yeteneği bozulur.
Kötü muameleye mâruz kalan çocuklar, öfkeye karşı aşırı tepkisellik gösterir.
Hayvan çalışmaları, ihmâl ve diğer zorlayıcıların, çocuklarda, tehdit edici uyaranlara karşı, amigdala cevabını
arttırarak, duygusal tepkileri arttırdığını göstermiştir. Psikopati gelişen bireylerde de fiziksel/cinsel istismar ve
ihmâl oranlarının yüksel olduğu bulunmuştur. Bu travmaların fazla olması, saldırganlık davranışında artışla ilişkili
bulunmuştur.2
Yetiştirme yurtlarında barınıp, uzun süreli olarak terk edilme ve istenmeme duygusunu yaşamış çocuklar,
anksiyete, korku ve öfkeyi bir arada yaşarlar. Bu belirsizliğin uzun sürmesi, özgüven, empati yeteneği ve
özsaygıda geriye dönüşü zor olacak şekilde hasara yol açar.3
Yetişkin bakım verenden mahrum kalarak büyütülen bebek rhesus maymunlarının korkutucu davranışlar ve
kontrolsüz öfke sergilediği tespit edilmiştir. İnsanlarda ise, güvenli bağlanma geliştiren ergenlerin başa çıkma
stratejilerinde daha az yersiz öfke davranışı sergiledikleri ve sorundan kaçmak yerine çözmeye çalıştıkları
görülmüştür.3
Kaynaklar
1-Brüne M (2008) Textbook of Evolutionary Psychiatry The Origins of Psychopathology. New York: Oxford
University Press.
2-Decety J, Cacioppo J (2011) The Oxford Handbook of Social Neuroscience. New York: Oxford University
Press.
3-Solomon J, George C (2011) Disorganized Attachment and Caregiving, New York: The Guilford Press.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7
P 06
Nöropeptidler; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar
Bipolar bozukluk tedavisinde nöropeptidler
Oturum Başkanı
Panelist
: Nevzat Yüksel
: Aslıhan Sayın
Hipotalamik-pitüiter-tiroid (HPT) ve/veya hipotalamik-pitüiter-adrenal (HPA) beyin sistemleri nöroendokrin stres
yanıtlarında önemlidir ve bu nedenle duygudurum bozukluklarının patofizyolojisinde devreye girdikleri
düşünülmektedir. Bipolar bozuklukta HPT ve HPA döngülerinde bozukluk olduğu bilinmektedir. Bipolar hastalarda
rastlanan hiperkortizolemi ve deksametazon baskılanmaması korteksi glukokortikoid reseptörler aracılığıyla
etkileyebilir ve hipokampusda nörogenezin down-regulasyonuna neden olabilir. Bipolar hastalarda vazopressin,
somatostatin, endorfin ve diğer nöropeptidlerin değiştiğine dair bildirimler vardır.
Bu sunumun amacı bipolar bozukluk tedavisinde nöropeptidlerin rolünü tartışmaktır. Nöropeptidler aktivitelerinin
ve davranış modulasyonu etkilerinin klasik nörotransmitterlere göre uzun olması nedeniyle afektif bozuklukların
tedavisinde ümit vadeden terapötik hedeflerdir. Koritkotropin releasing hormon (CRH) antagonistleri tirotropin
releasing hormonun (TRH) duygudurum dengeleyici etkisi olabileceği düşünülmektedir.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7
P 06
Nöropeptidler; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar
Şizofreni Tedavisinde Nöropeptidler
Oturum Başkanı
Panelist
: Nevzat Yüksel
: Cem Cerit
Nöropeptidler sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerinde yaygın olarak bulunan ve nörotransmitter, nöromodülatör ve
hormon olarak işlev görebilen özel moleküllerdir. Nöropeptidlerin merkezi sinir sisteminin (MSS) normal
işleyişinde önemli görevlerinin olduğunun keşfi, nöropeptid reseptörlerini çeşitli MSS hastalıkları için önemli bir
tedavi hedefi haline getirmiştir. Nöropeptidlerin kimyasal açıdan in vivo ortamda kararsız olmaları, uygulama
biçimindeki zorluklar, kan beyin bariyerini geçişlerindeki zorluklar gibi bazı teknik sorunlar ilaç olarak kullanıma
girmelerini zorlaştırmıştır. Buna karşın hedef reseptörlerine yüksek oranda özgüllük göstermeleri, güçlü etkinliğe
sahip olmaları, çapraz reaksiyon ve ilaç etkileşimi açısından güvenilir olmaları, dokularda birikmemeleri, yan
etkilerinin düşük düzeyde olması bu moleküllerin “ilaç” olarak avantajlarıdır.
Şizofreni tedavisinde üzerinde durulan bazı önemli nöropeptidler şunlardır; Kolesistokinin, kortikotropin
serbestleştirici faktör, interlökinler, nörotensin, nöropeptid Y, opioid peptidler (endorfinler, dinorfin, enkefalinler),
sekretin, somatostatin, vazoaktif intestinal peptid, taşikininler, tirotropin serbestleştirici hormon. Nörotensin
MSS’de özellikle amigdala, lateral septum, substansia nigra ve ventral tegmental alanda yüksek
konsantrasyonlarda bulunmaktadır. MSS’de nörotensin sistemiyle mezokortikal ve nigrostriatal dopamin
sistemleri arasındaki yakın ilişki ve ventral tegmental alan ile substansia nigradaki dopaminerjik nöronların
%80’inde nörotensin reseptörlerinin bulunması nörotensinin şizofrenideki rolünü araştırma gereğini ortaya
koymaktadır. Preklinik çalışmalar nörotensin uygulamasının antipsikotiklere benzer davranışsal etkiler ortaya
çıkardığını göstermektedir.
Bu nedenle nörotensin agonistleri şizofreni tedavisinde umut verici olarak görülmektedir. Benzer şekilde beyinde
korteks hipokampus, amigdala, nukleus akkumbens, striatum ve substansia nigrada yoğun olarak bulunan
kolesistokininin dopaminerjik sistem ile yakın ilişkisi olduğu gösterilmiştir. Bunun yanında kolesistokinin
reseptörlerinden CCKR1 polimorfizmi ile şizofreni arasında ilişki olduğu gösterilmiştir.
Taşikininler MSS’de nörotransmitter ve nöromodülatör görevler üstlenen bir başka nöropeptid grubu olarak son
yıllarda dikkat çekmektedir. Bunlardan ligandı nörokinin B olan NK3 reseptörlerinin uyarılması lokus seroleus’taki
noradrenalin ve ventral tegmental alandan dopamin nöronlarının ateşlenmesine neden olmaktadır. Buna karşın
NK3 reseptör antagonisti talnetant’ın sistemik olarak uygulanması prefrontal kortekste dopamin ve hipokampüste
noradrenalin seviyesinin yükselmesine neden olmaktadır. Bu nedenlerle NK3 reseptör antagonistlerinin şizofreni
tedavisindeki etkinliği ilgi çekmektedir.
Bu sunumda nöropeptidlerin “ilaç” olarak özellikleri, yukarıda bazı örnekleri verilen nöropeptidlerin olası
“antipsikotik” etkinlikleri ve şizofreni tedavisinde neler vaat ettikleri tartışılacaktır.
10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7
P 06
Nöropeptidler; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar
Anksiyete ve depresyon tedavisinde nöropeptidler
Oturum Başkanı
Panelist
: Nevzat Yüksel
: Nurper Erberk Özen
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 07
Spor Ve Şiddet
Oturum Başkanı
Panelist
: A. Tamer Aker
: Bağış Erten
Türkiye’de şiddetin üretildiği, körüklendiği, hatta yaratıldığı alanlardan biri futbol. Bunun spora özgü olduğunu
söylemek zor. Çünkü diğer sporlara ‘sıçrayan’ şiddet de futbol kökenli. Bu sunum temel olarak bunun nedenlerini
hep beraber düşünmeye, spor sahalarındaki şiddetin ardındaki psiko-sosyal etkiyi hep beraber araştırmaya
yönelik hazırlanmıştır.
Nedenleri aranan sorulardan öne çıkanlar şunlar:
- Sporun, özel olarak futbolun özünde bir şiddet var mı? Futbol/spor, şiddeti ‘ontolojik’ olarak mı yaratıyor,
yoksa kültürel bir şeyden mi bahsediyoruz?
- Sporda şiddetle futbolda şiddet farklı şeyler mi?
- Futbol global bir şiddet yatağı mı? Yoksa yerel farklılıklar genelleme yapılamayacak kadar belirleyici mi?
- Türkiye’de şiddetin kökenleri dünyadaki şiddetin kökenleriyle eşleşiyor mu? Nerelerde ayrılıyor?
- Kamu gücünün ve kamuoyunun bu şiddet karşısında konumu ne? Şiddete bakışın genel hatları ne,
siyasi ve hukuksal referanslar neler?
- Bir psiko-sosyolojik alan olarak futbolsever tipolojisi nedir? Zaman içinde nereye evrildi?
- Türkiye’de taraftar stereotipi çıkarılabilir mi? Bölgesel/takımsal farklılıklar neler?
- Şiddeti doğuran temel mağduriyet kavramları neler?
- Medya şiddeti yansıtıyor mu, besliyor mu?
- Cinsiyetçi dilin eleştirisi mümkün mü? Yoksa sporun dili evrensel olarak problemli mi?
- Son bir yılda yaşananların yarattığı özel bir travma var mı? Travma sonrası bozukluklarla baş etmek
mümkün mü?
Amaç bu soruların muhtemel cevaplarını aramak ve sporda, ama özel ve ‘biricik’ bir örnek olarak futbolda şiddetin
psikolojik haritasını çıkarmak.‘Savaşın dili’, ‘sosyal patlamaları önleyici işlev’, ‘Bölgesel mağduriyetler’, ‘adalet
eksikliği’, ‘kitle psikolojisi’, ‘linç kültürü’, ‘hukuki açıdan dokunulmaz bir alan’, ‘yönetenlerin şiddet politikaları’,
‘manipulasyon’, ‘örgütlü şiddet’, ‘insiyaki’, ‘bireysel şiddet’, ‘medya terörü’, ‘cinsiyetçilik’, ‘homofobi’, ‘nefret
suçları’, ‘travma sonrası stres bozukluğu’ gibi kavramlar bu sunumda ele alınacak temel konuların çerçevesini
belirliyor.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 07
Spor Ve Şiddet
Oturum Başkanı
Panelist
: A. Tamer Aker
: Itır Erhat
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 07
Spor Ve Şiddet
Oturum Başkanı
Panelist
: A. Tamer Aker
: Kaan Arslanoğlu
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2
P 08
Her Yönüyle İnternet Bağımlılığı
Sanal Bağımlılığın Fenomenolojisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Cüneyt Evren
: Elif Mutlu
İnternet 20. yüzyılın en önemli atılımlarından biridir. Çoğu kullanıcı için internet önemli bir iletişim aracı, hareketli
bir iş alanı ve eğlenceli bir aktivitedir. Hızlı veri paylaşımı ve transferi sayesinde iş hayatında merkezi bir
konumdadır. Bilgiye ulaşmayı ve evden dünyaya açılmayı sağlayan internet günümüzde bir milyardan fazla
insanın günlük yaşamında vazgeçilmez bir araçtır. Internet sözcüğü 1982’de ortaya çıkmış, 90’larda topluma
ulaşmış, iletişimin ve bilgi paylaşımının neredeyse sınırsız seçeneğini sunmasıyla git gide popülerleşmiştir.
Teknoloji, özellikle de bilgisayarlar ve internet bazı özellikleri nedeniyle kolayca bağımlık yapan araçlar gibi
gözükmektedir. İnternetin sunduğu uyarıcı içerik, ulaşımın kolay olması, pratiklik, düşük fiyat, görsel uyaran,
otonomi ve anonimi (gizlilik) kombinasyonu adeta psikoaktif bir deneyim yaratır. Psikoaktif deneyim, moodu
değiştiren, davranışları etkilenme potansiyeli olan yaşantılardır. Başka bir deyişle, bu teknolojiler aslında içinde
yaşadığımız ve sevdiğimiz “hal”i etkiler ve olumsuz psikolojik etkilere yol açabilir(1).
İnternet bağımlığı yeni bir kavramdır ve halen tartışmalıdır. Bununla birlikte uzmanların büyük bölümü internet
kullanıcılarının %6-8’inin bağımlı olduğunu tahmin etmektedir (2).
Sanal bağımlılığın kimyasal bağımlılıklardakine benzer şekilde bir bağımlılık mı, yoksa davranışsal bağımlıklar
(kumar,seks,vb) gibi bir dürtü kontrol sorunu mu olduğu konusu tartışılmaktadır. Bunların dışında bir görüşse,
internetin değişen teknolojiyle birlikte çağımızın norm yaşam biçimi olduğu, internet kullanımının kendi başına
sorun olamayacağı, ancak başka sorunların ortaya çıkmasına aracılık ettiğidir. Örneğin bu görüşe göre, sorun
internet bağımlılığı değil, internetten kumar oynamak; yani kumar bağımlılığıdır (3).
Araştırmalar internet kullanımının hem sosyal psikolojik hem psikopatolojik boyutlarına odaklanmaktadır. Kişilerin
psikolojik profilleri, bağlanma stilleri, kişilik tipleriyle internet kullanımları arasında anlamlı ilişkiler
tanımlanmaktadır. İnternetle ortaya çıkan yeni yaşam biçimi, kendilik ve ilişkiler algısı araştırılmaktadır. (4,5).
Patolojik internet kullanımı araştırmaları sonucunda internet bağımlılığı için alt tipler, risk faktörleri ve tedavi
önerileri belirlenmektedir (6).Klinik araştırmalarda karşılaşılan temel zorluk ise internet normal ya da sorunlu
kullanımıyla ilgili standart kriterlerin olmayışıdır. Bireylerin teknolojinin etkisiyle dönüşen kendilik yapılarına dair
kavrayışımızın artması klinik tanımlarımıza da iyileştirecektir.
Kaynaklar
1. Greenfield D. (1999)“Virtual Addiction: Sometimes new technology can create new problems”.
2. Gresle C ve ark. “Phenomenology of internet addiction” Internet Addiction Ed. H. O. Price ch 6. p:85-94
3. Byun ve ark (2008). “Internet addiction: Metasynthesis of 1996-2006 Quantitative research.”
Cyberpsychology and Behavior 12:1-5.
4. Tosun L.P. ve ark (2010) “Does internet reflect your personality? Relationship between Eysenc’s
personality dimensions and internet use.” Computer in Human Behaviors 26(2):162-167
5. Drouin M ve ark. (2012) Texting, sexting and attachment in college students’ romantic relationships”
Computer in Human Behaviors 28(2):444-449.
6. Ögel K (2012) “İnternet Bağımlılığı: İnternetin psikolojisini anlamak ve bağımlılıkla başa çıkmak” İş
Bankası Kültür Yayınları.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2
P 08
Her Yönüyle İnternet Bağımlılığı
İnternet bağımlılığında kişilik ve dürtüsellik
Oturum Başkanı
Panelist
: Cüneyt Evren
: Ercan Dalbudak
Young’a göre internet tıpkı kumar gibi bağımlılık yaratmakta ve internet bağımlıları çeșitli dürtü kontrol bozukluğu
belirtileri göstermektedir. Ancak DSM IV’te tanımlanan bağımlılık ölçütleri sadece kimyasal maddeler için
belirlendiğinden ve davranıșsal bağımlılıkları içermediğinden ve kimyasal olmayan davranıșsal bağımlılıklar DSM
IV’te “dürtü kontrol bozuklukları” olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle herhangi bir madde kötüye kullanımını
içermeyen internet bağımlılığına en yakın bozukluğun DSM IV’te dürtü kontrol bozuklukları bașlığı altında yer alan
“patolojik kumar oynama” olması nedeni ile tanı kriterlerine buna uygun olarak uyarlamıştır. Shapira ve
arkadaşları, internet bağımlılığının genel yapısının dürtü kontrol bozukluğu ile benzerlik gösterdiğini ve tanının
DSM-IV-TR dürtü kontrol bozuklukları ölçütlerini temel alarak yapılması gerektiğini ileri sürmüştür. Anderson,
DSM-IV madde bağımlılığı ölçütlerine göre internet bağımlılığını tanımlamıştır. Ancak günümüze kadar internet
bağımlılığı kavramı henüz resmi sınıflama sistemleri içerisinde tanımlanmamıştır. Bununla birlikte bu konuda çok
sayıda literatür bulunmaktadır. Çalışmalarda internet kullanımına bağlı davranış problemleri; patolojik internet
kullanımı, problemli internet kullanımı ve internet bağımlılığı olarak adlandırılmaktadır. Sonuç olarak internet
bağımlılığı, bir çok komorbid psikiyatrik hastalığın eşlik edebildiği bir fenomen ve genel olarak bir davranışsal
bağımlılık olarak tanımlanmaktadır.
Cloninger ve arkadaşları, kişiliğin iki temel bileşeni olan mizaç ve karakteri açıklayan boyutsal psikobiyolojik bir
kişilik modeli geliştirmiş ve tanımlamıştır. Cloninger’in kişilik modelinde ölçülen 4 mizaç boyutu (yenilik arayışı,
zarardan kaçınma, ödül bağımlılığı, sebat etme) ve üç karakter boyutu (kendi kendini yönetme, işbirliği yapma,
kendi kendini aşma) tanımlanmıştır. Madde bağımlılığı olanlarda alkol bağımlılığı olanlara göre daha yüksek
yenilik arayışı puanı, daha düşük ödül bağımlılığı, kendi kendini yönetme ve iş birliği yapma puanları bildirilmiştir.
İnternet bağımlılığı ile kişilik arasındaki ilişkiyi araştıran az sayıda çalışma yapılmıştır. Yüksek yenilik arayışı,
zarardan kaçınma, ve düşük ödül bağımlılığının ergenlerde internet bağımlılığı önemli bir yordayıcısı olarak
saptanmıştır. İnternet bağımlılığı olan üniversite öğrencilerinde ise, yüksek yenilik arayışı ve düşük ödül
bağımlılığı olduğu bildirilmiştir. Yüksek zarardan kaçınma, kendini aşma, düşük kendi kendini yönetme ve işbirliği
internet bağımlılığının şiddeti ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. Riskli internet kullanıcılarında ise normal internet
kullanıcılarına göre ödül bağımlılığı, kendi kendini yönetme ve işbirliği puanları düşük bulunmuştur. Son olarak
Montag ve arkadaşları, problemli internet kullanımını kendi kendini yönetmenin nörotisizmden daha iyi bir
belirleyicisi olduğunu belirtmiştir.
Alkol bağımlılığının başlaması, sürmesi ve relapsında etken olduğu düşünülen yüksek yenilik arayışı, bir
davranışsal bağımlılık olarak tanımlanan internet bağımlılığında da mizaç boyutu olarak öne çıkmıştır. Bağımlılık
ve kişilik bozukluğu ile ilişkilendirilen düşük kendi kendini yönetme ve işbirliği yapmanın da benzer bir şekilde
internet bağımlılığında da önemli karakter boyutları olarak dikkat çektiği söylenebilir. Her ne kadar bu kişilik
özellikleri internet bağımlılığı ile ilişkilendirilse de bunun bir neden mi sonuç mu olduğunu söylemek zordur.
Yinede alkol/madde bağımlılığında olduğu gibi bu kişilik özelliklerinin bu hastaların tanınmasında ve tedavisinde
önemli bir rolü olabileceği akılda tutulmalıdır.
Sonuç olarak internet bağımlılığı olanlarda dürtüsellik ve kişilik özelliklerinin belirlenmesi farklı tedavi
yaklaşımlarının uygulanması ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesinde yararlı olabilir. Ayrıca dürtüsellik ve
kişilik özelliklerine ilişkin bilgiler yüksek riskli hastaları tedavide kalmaya teşvik edecek tedavi planlarının
geliştirilmesinde yardımcı olabilir.
Anahtar Kelimeler: İnternet Bağımlılığı, Kişilik ve Dürtüsellik
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2
P 08
Her Yönüyle İnternet Bağımlılığı
İnternet Bağımlılığında Yaklaşım Ve Tedavi
Oturum Başkanı
Panelist
: Cüneyt Evren
: Kültegin Ögel
İnternet bağımlılığı tam bir tanı kategorisi olarak tanımlanmamış olmakla birlikte, günlük klinik pratikte ruh sağlığı
çalışanlarının karşısına bir sorun olarak çıkmaktadır. Yeterince tanımlanmamış bu bozukluğun tedavisinde de
kabul edilmiş, etkinliği araştırılmış, kanıta dayalı henüz yöntemler yoktur. Bugüne kadar farklı yöntemler
denenmekle birlikte en çok bilişsel davranışçı terapinin uygulandığı gözlenmektedir. Ancak tek başına bilişsel
davranışçı terapinin yeterli olmadığı da araştırmalarda bildirilmiştir.
Bu panelde, konuyla ilgili literatür bilgisi sunulacak ve bugüne kadar yaşadığımız deneyimler paylaşılacaktır.
Tedaviye aşamalı bir bakış açısının yararlı olacağı gözükmektedir. Tedavinin birinci aşaması motivasyonel
görüşmedir. İkinci aşamada bilişsel davranışçı terapi, aile terapisi ve farmakoterapi yer almaktadır. Son aşama
ise re-entegrasyondur. Farklı boyutları olan bu sorunun çözümü de farklı paradigmaların birlikte kullanımıyla
mümkün olmaktadır.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3
P 09
Psikopatın Ölümcül Gizemi: Antisosyal Kişilik Bozukluğu Ve Tedavisi
Antisosyallik mi Şiddeti Doğuruyor?
Oturum Başkanı
Panelist
: Kamil Nahit Özmenler
: Adem Balıkçı
Şiddet, fiziksel (dövme,yaralama,sakatlama,cinsel taciz,tecavüz ve hatta öldürme) şeklinde olabileceği gibi, tespit
edilmesi son derece zor olabilen sözel, duygusal, ekonomik şiddet eylemlerine kadar uzanabilen geniş bir
kavramdır. Antisosyal kişilik bozukluğu ise 15 yaşından beri süregelen, başkasının hakkını saymama ve haklarına
saldırma örüntüsü, adli sorunlar, sorumsuzluk, vicdansızlık, yalan söyleme ile karakterize sık görülen bir
bozukluktur. Halk arasında görülme sıklığı, erkeklerde toplam nüfusun %3’ü ve kadınlarda %1’i olarak
saptanmıştır. Bozuklukta dürtüsellik ve yineleyen kavga, dövüşler ya da saldırılarla belirlenmiş sinirlilik ve
saldırganlık tanı kriterleri arasında bulunmaktadır. Bu da bozuklukla şiddetin ne kadar iç içe olduğunu açıkça
göstermektedir.
Bozukluğun farklı bir yanı tanı koymak için 18 yaş sınırının getirilmiş olmasıdır. Bununla birlikte 15 yaşından önce
de davranım bozukluğunun izlenmiş olması gereklidir. Doğumsal genetik yapı üzerinde, bireyin tehlikeden
kaçınma, uyarı arayışı, ödül davranışı ve amaca yönelik devamlılığındaki çeşitlemelerin bir bileşkesi olarak kişilik
yaşamın ilk 2-3 yılı içerisinde şekillenmeye başlar. Bir görüşe göre kişilik bozukluğu “süregen hastalıktır”.
Psikiyatride en çok tartışmaya açık konu belki de nedensellik ilişkisidir. ASKB ile ilgili yapılan çalışmaların
çoğunun bozukluğun nedenini saptamaya yönelik olduğu görülmektedir. Bu durum genel olarak kabul edilmekle
birlikte hastalığın genetik, çevresel veya biyolojik olarak hangi nedenle oluştuğu ile ilgili net bir bulgu elde edilmesi
bu hastaların suç sorumluluğunu da tartışmaya açacaktır.
Suç sorumluluğu açısından eylemin işlendiği sırada mantık hatası içinde olma ve bunun akıl hastalığına bağlı
olması, gerçekleştirilecek işlemin doğası ve niteliğini bilmeme ya da yaptığının yanlış olduğunu bilmeme şeklinde
tanımlanmaktadır. ASKB vakalarının suç sorumluluğu tam olarak kabul edilir. Ruhsal bir hastalık olarak kabul
etsek bile cezayı hafifleten bir mazeret oluşturmamaktadır. Bu durum dolaylı olarak antisosyalin şiddeti
doğurduğunun kabulü anlamına da gelmektedir.
Bu durumda antisosyal tarafından yapılan şiddetin niteliği, amacı ve nesnesinin ne olduğu da önem
kazanmaktadır. Doğrudan öfkeye ve dürtüselliğe bağlı olan şiddet ile bir menfaat temini, haz olmaması, cezadan
kaçma ve başkasının hakkının gaspı gibi özelliklerin ayırt edilmesi ve tartışılması faydalı olacaktır.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3
P 09
Psikopatın Ölümcül Gizemi: Antisosyal Kişilik Bozukluğu Ve Tedavisi
Antisosyal kişilik bozukluğu temelinde şiddetle nasıl başedilir?
Oturum Başkanı
Panelist
: Kamil Nahit Özmenler
: Ayhan Algül
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3
P 09
Psikopatın Ölümcül Gizemi: Antisosyal Kişilik Bozukluğu Ve Tedavisi
Şiddet Antisosyal Bireyleri Mi Doğuruyor? Antisosyal Davranış Örüntülerinde Şiddetin Yeri:
Oturum Başkanı
Panelist
: Kamil Nahit Özmenler
: Recep Tütüncü
Şiddet ve antisosyal özellikler nedensellik bağlamında ele alındığında; antisosyal davranışın içerisinde şiddet
hemen her zaman mevcuttur. Ancak şiddete maruz kalma ile antisosyal özellikler arasındaki doğrusal nedensellik
tartışma konusudur. Çünkü antisosyal davranışlarda çevresel etkenler kadar nörobiyolojik faktörlerde oldukça
önemli rol oynar. Ancak şiddetin, heterojen etyolojide çevresel etkenler içerisinde sayılabilecek önemli bir kavram
olduğu unutulmamalıdır.
İlk olarak şiddetin ne anlama geldiği üzerinde genel olarak anlaşmak gerekir. Dünya Sağlık Örgütü şiddeti kişiye
yönlendirilmiş, kişilerarası ve kolektif olarak üçe ayırmıştır. Şiddet kategorilerini de fiziksel, cinsel, psikolojik,
mahrumiyet ve ihmalkarlık olarak ayırt etmiştir.
Tüm diğer türlerde olduğu gibi erkekler kadınlardan daha fazla şiddete eğilimlidir. Bu da bize erkeği farklı kılan
biyolojik faktörlerin şiddetin ortaya çıkışında rol aldığını düşündürmektedir. Cinsiyetin yanında yapılan genetik
çalışmalar saldırganlığın kalıtsal boyutu olabileceği üzerinde durmaktadır.
İnsanın doğuştan getirdiği özellikleri yanında, çevresiyle olan etkileşiminin ve geliştirdiği sosyal adaptasyonun
kişilik gelişimi üzerine çok önemli etkileri vardır. Çocuğun intrauterin yaşamdan erişkinlik dönemine kadar her
safha da karşılaştığı şiddetin maladaptif tutumlara yol açtığı bir çok çalışmada gösterilmiştir. Örneğin yapılan
hayvan çalışmalarında anne ve babaları tarafından büyütülen farelerin yalnız annelerince büyütülenlere göre
daha saldırgan olduğu; kritik dönemde izolasyonun iyi huylu denekleri saldırganlaştırdığı; iyi huylu hayvanların
çiftleştirilmesinden doğan yavrular saldırgan dişilerce büyütüldüğünde saldırgan oldukları gösterilmiştir. Bağlanma
çalışmalarında şefkat ve temel bakım ihtiyaçlarını karşılayamayan, öfkelerini bebeğe yansıtan annelerin
çocuklarında ileri dönemde özellikle erkeklerde saldırgan davranışlar daha fazla saptanmıştır.
Beyin gelişiminin ergenlik sonrasına kadar devam ettiği göz önünde bulundurulacak olursa çevresel etmenlerin,
özellikle maruz kalınan şiddetin çocuğun kişilik gelişimine biyolojik anlamda olumsuz etkilerinin olacağı açıktır.
Dendrit ve akson dallanmaları, miyelinizasyon, sinaptik bağlantıların yapısı ve sayısı çevresel uyaranlar ile de
yakından ilişkilidir.
Şiddete maruz kalan çocuklar aşırı uyarılmış, çevrelerini yanlış anlayabilen ve zararsız bir takım uyaranları
tehlikeli olarak algılayabilmektedirler. Gözlenen bu paranoid kavrayış en sık görülen ve onları akranlarından
ayıran en önemli özelliktir. Şiddet sonucu, çocukta kendini ifade etme becerileri, olumsuz duygularını
sözelleştirme ve empati yeteneği azalmaktadır. Zamanında müdahale edilemeyen ve tekrarlanan bu davranış
örüntüleri ileride karşımıza antisosyal özellikler olarak çıkabilmektedir.
Saldırgan davranışlar modelleme ve destek yoluyla da öğrenilebilmektedir. Şiddetli cezalandırma ve tekrarlayan
şiddet, insanlardaki şiddet davranışının en temel öncülüdür. Medya ve bilgisayar oyunların da yer alan şiddet
şekillendirme, inhibisyonu önleme, duyarsızlaştırma, agresif hisleri uyarma, risk almayı teşvik yoluyla davranışı
etkileyebilir.Sonuç olarak yapılan çalışmalar ve gözlemler şiddet ve davranış örüntülerinin sıkı bir ilişki içerisinde
olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla beyin gelişiminin devam ettiği çocukluk ve ergenlik döneminde yapılacak akıllı müdahaleler ve
şiddetin önlenmesi ileride ortaya çıkması muhtemel antisosyal davranışları azaltacaktır. Erişkinlikte alınacak
önlemlerin antisosyal davranışın elimine edilmesinde etkinliği çok daha azdır.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3
P 09
Psikopatın Ölümcül Gizemi: Antisosyal Kişilik Bozukluğu Ve Tedavisi
Antisosyal Kişilik Bozukluğu Temelinde Şiddetin Nörobiyolojisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Kamil Nahit Özmenler
: Servet Ebrinç
Şiddet ülkemizde ve dünyada giderek artış gösterdiği görülen bir halk sağlığı problemidir. Öteden beri şiddet ve
antisosyal davranışa nörogelişimsel bir temel hipoteze edilmişse de antisosyal popülasyonda yapılmış, erken
nöral bozukluk gelişimini yansıtan yapısal bir beyin anormalliği çalışması yoktur.
Her ne kadar antisosyal, agresif ve psikopatik yetişkin bireylerde amigdala, hipokampüs, talamus, hipotalamus,
anterior singüulat, posterior singülat, insula ve orbitofrontal korteksi içeren çeşitli limbik ve paralimbik yapılarda
anormal yapı/işlev bildirilmişse de beyin bozulmaları bir sebepten ziyade, şiddetle yaşamanın makul bir sonucu
olabilir, dolayısıyla kesitsel çalışmalardan nedensel bir sonuca varmak da zordur. Kafa travması yaşamış kişilerde
yapılan nörolojik araştırmalar bununla beraber genetik faktörler dışlanamazsa da beyin hasarının psikopati
açısından etyolojik veya patofizyolojik önemine işaret etmektedir. Yapılan bir çalışmada kavum septum
pellusidum antisosyal kişiler, psikopatlar, tutuklular ve mahkumlar arasında kontrollere göre anlamlı düzeyde
daha yüksek düzeylerdeydi (1).
Beynin ceo’su olan prefrontal korteksin planlama, dikkat, yargı, kendini kontrol, impuls kontrol, tepkide esneklik,
sonuçları öngörme işlevleri agresyon ve şiddet açısından oldukça önem arzeder. Prefrontal korteks ve onun
anterior singülat korteksle ve amigdalayla bağlantılarındaki bozulma korku ve öfke artışına, baş etme güçlüğüne
ve impuls kontrolü, yargılama ve nezakette bozulmalara yol açar. Erken yaşta ihmal, travma ve kötüye kullanımlar
beynin gelişimini etkiler, sonuçta zayıf impuls kontrolü, sosyalizasyon eksikliği ve zayıf empati ortaya çıkar (2).
Şiddet ve nörobiyolojik faktörler ile kişilik bozuklukları arasındaki ilişkiler oldukça karmaşıktır.
Kişilik bozukluklarında şiddet davranışıyla ilişkili biyolojik faktörler pek çok çalışmada araştırılmıştır. Yapılan
çalışmalarda antisosyal suçlularda BOS/serum albumin oranları kontrollere göre daha yüksek bulunmuştur.
Şiddet ve serotonin ilişkisi öteden beri bilinen ve araştırılan bir husustur. Antisosyal suçlularda yapılan serotonin
2A reseptör gen polimorfizmi çalışmasında 5-HT2A -1438 GG genotipi antisosyallerde kontrollere göre daha
düşük bulunmuştur (3).
Suçlulara uygulanan nöropsikolojik testler yürütücü ve düzenleyici davranışta prefrontal lop disfonksiyonuyla
ilişkili defisitler tanımlamaktadır. Beyin görüntüleme çalışmalarında şiddet gösteren antisosyal erkeklerde beyin
lezyonları olmaksızın, kontrollere göre prefrontal korteks gri madde volümü daha küçük bulunmuştur. Obstetrik,
prenatal ve natal komplikasyonlar da şiddetle ilişkili bulunmuştur. Agresyon ve bazı nörotransmitterler, özellikle
de serotonin arasında açık bir ilişki vardır. Serotoninin göreceli düşük seviyeleri veya azalmış serotonerjik aktivite
impulsivite, antisosyalite ve agresyonla ilişkili bulunmuştur. Diğer monoamin oksidaz (MAO) nörotransmitterlerinin
olağan dışı düzeyleri, serotoninki kadar aşikar olmasa da agresyon ve antisosyalite ile ilişkili bulunmuştur. Yanı
sıra, bazı hormonlar özellikle adrenalin, prolaktin, kortizol ve testesteronun amprik olarak şiddetle ilişkili olduğu
bildirilmiştir (4).
Kaynaklar
1. Raine A, Lee L, Yang Y, Colletti P. Neurodevelopmental marker for limbic maldevelopment in antisocial
personality disorder and psychopathy. Br J Psychiatry 2010; 197: 186-92.
2. Loeber R, Pardini D. Neurobiology and the development of violence: common assumptions and
controversies. Philos Trans R Soc Lond B Biol Sci. 2008; 363: 2491-503.
3. Fountoulakis NK, Leucht S, Kaprinis GS. Personality disorders and violence. Current Opinion in
Psychiatry 2008, 21: 84–92.
4. Harris GT, Rice ME, Lalumiere M. Criminal Violence: The Roles of Psychopathy, Neurodevelopmental
Insults, and Antisocial Parenting. Criminal Justice and Behavior 2001; 28: 402-426.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 10
Bipolar Bozukluğun Nörobiyolojisi
Bipolar Bozukluk Genetiği
Oturum Başkanı
Panelist
: Ali Bozkurt
: Kürşat Altınbaş
Bipolar bozukluk klinik olarak iyi bilinen bir hastalık olmasına karşın; etyoloji ve patofizyolojisi halen yeterince
anlaşılamamıştır. Son yıllarda bipolar bozukluğun ailesel geçişine ilişkin pek çok araştırmada önemli bulgular
saptanmıştır. Yapılan çalışmalarda bipolar bozukluğun kalıtılabilirliği %60-80 aralığında bildirilmiştir. Hastalığın
kalıtımı, çoklu genetik ve çevresel etkenler nedeniyle karmaşıktır. İkiz çalışmalarında, bipolar bozukluğun
psikiyatrik hastalıklar içinde kalıtılabilirliği en yüksek hastalıklardan olduğu gösterilmiş olmakla birlikte, özellikle
son iki dekadda aday gen çalışmaları hız kazanmıştır. Ancak şizofreni, klinik heterojenite ve şizoaffektif bozukluk
ve majör depresyon gibi hastalıklarla bazı belirtilerin binişikliği, genetik araştırmalar için en uygun fenotipin nasıl
tanımlanacağı sorularını gündeme getirmiştir. Bağlantı ve ilişki çalışmalarında, her ne kadar veriler tutarlı olmasa
da, aday genleri içeren bir çok kromozomal bölge tanımlanmıştır. Ancak saptanan aday genlerin etki güçleri göz
önünde bulundurulunca sonuçlar umut kırıcı görünmektedir. Günümüzde bipolar bozukluk genetiğinde, küçük ve
orta etki gücünde bir çok aday genin sorumlu olduğu görüşü kabul görmektedir. Bu nedenle, teknolojideki hızlı
gelişmelere paralel olarak, orta büyüklükte etki gücüne sahip aday genleri saptamada genom boyu ilişki
çalışmaları daha da önem kazanmıştır.
Günümüzde, sistematik genom-boyu ilişki çalışmalarında bipolar bozukluk ve şizofreni için küçük etki
büyüklüğünde ortak aday genlerin varlığı gösterilmiştir. Bunun yanı sıra, şizofreni için tanımlanan nadir büyük
yapısal varyantların (copy number variants) hastalığın ortaya çıkışında önemli olduğu düşünülmektedir. Bipolar
bozukluk genetiğine ilişkin, yinelenemeyen küçük etki büyüklüğünde bir çok aday gen saptanmakla birlikte,
özellikle son dönem tüm genom ilişki çalışmalarında, bipolar bozukluğa özgü daha büyük etki gücünde DGKH,
CACNA1C, ANK3, NCAN, ODZ gibi yeni aday genler tanımlanmaktadır.
Bu panelde, bipolar bozuklukta bildirilen en güncel genetik bulgular sunularak gelecek çalışma alanları ve
beklentiler tartışmaya açılacaktır.
Kaynaklar
1. Gershon ES, Alliey-Rodriguez N, Liu C. after GWaS: Searching for Genetic risk for Schizophrenia and
Bipolar Disorder. Am J Psychiatry 2011; 168:253–256.
2.
Peerbooms OL, van Os J, Drukker M, Kenis G, Hoogveld L; MTHFR in Psychiatry Group, de Hert M,
Delespaul P, van Winkel R, Rutten BP. Meta-analysis of MTHFR gene variants in schizophrenia, bipolar
disorder and unipolar depressive disorder: evidence for a common genetic vulnerability? Brain Behav
Immun. 2011 Nov;25(8):1530-43.
3.
Seifuddin F, Mahon PB, Judy J, Pirooznia M, Jancic D, Taylor J, Goes FS, Potash JB, Zandi PP. Metaanalysis of genetic association studies on bipolar disorder. Am J Med Genet B Neuropsychiatr Genet.
2012 Jul;159B(5):508-18.
4.
Smith EN, Koller DL, Panganiban C, Szelinger S, Zhang P, Badner JA, Barrett TB, Berrettini WH, Bloss
CS, Byerley W, Coryell W, Edenberg HJ, Foroud T, Gershon ES, Greenwood TA, Guo Y, Hipolito M,
Keating BJ, Lawson WB, Liu C, Mahon PB, McInnis MG, McMahon FJ, McKinney R, Murray SS,
Nievergelt CM, Nurnberger JI Jr, Nwulia EA, Potash JB, Rice J, Schulze TG, Scheftner WA, Shilling PD,
Zandi PP, Zöllner S, Craig DW, Schork NJ, Kelsoe JR. Genome-wide association of bipolar disorder
suggests an enrichment of replicable associations in regions near genes. PLoS Genet. 2011
Jun;7(6):e1002134.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 10
Bipolar Bozukluğun Nörobiyolojisi
Bipolar Bozuklukta Nörogörüntüleme
Oturum Başkanı
Panelist
: Ali Bozkurt
: Mehmet Alper Çınar
Bipolar bozukluk %1.5 insidans oranı ile, nüfusun yaklaşık %3’ünü etkileyerek yüksek yeti yitimine neden
olmaktadır. Bipolar bozukluk yaygın bir psikiyatrik hastalık olmasına rağmen sıklıkla geç tanınmakta veya yanlış
tanı konulmaktadır. Nörobiyolojik araştırma sonuçları tanısal kesinliği artırmaya, tedavi yanıtını kestirmeye ve
yatkınlık faktörlerini tanımlamaya yardımcı olacaktır.
Yapısal ve işlevsel nörogörüntüleme çalışmaları ile bipolar bozukluğun nörobiyolojik patogenezi hakkında kanıt
sağlanmaya çalışılmaktadır.
Bipolar bozuklukta yapılmış yapısal görüntüleme çalışmalarında bazı nöroanatomik anormallikler tanımlanmıştır.
Yapısal anormallikler işlevsel anormallik olarak tanımlanamasa da işlevsel çalışmalarda yol gösterici olmaktadır.
Yapısal manyetik rezonans görüntüleme (yMRG) ve bilgisayarlı tomografi (BT) bipolar bozukluk ile gri madde
azlığının ilişkili olduğunu göstermiş ancak prefrontal korteks hacimlerinde değişiklik gösterilmemiştir. Bipoar
bozukluğu olan kimselerde striatum ve talamus boyutlarında saptanan artış tüm çalışmalarda tekrarlanamamıştır.
Amigdala ve hipokampus da ilgi gösterilen bölgelerdendir; şizofreni hastalığı olan kimselerden farklı olarak normal
hipokampus ile artmış amigdala hacimleri bildirilmiştir.
Kimyasal görüntüleme manyetik rezonans spektroskopi (MRS) yöntemi ile mümkün olmaktadır. Yapısal ve
işlevsel nörokimyasalların tanımlanması bipolar bozukluğun patogenezini aydınlatmada yardımcı olabilir.
İşlevsel görüntüleme yöntemleri arasında pozitron emisyon tomografisi (PET), tek foton emisyon bilgisayarlı
tomografi (SPECT) ve işlevsel manyetik rezonans (iMRG) görüntüleme sayılabilir. Beyin işlevleri dinlenme
sırasında veya özel bir ödev sırasında saptanabilir. Hastalığın değişik safhalarında subgenual ve orbitofrontal
kortekste aktivasyon anormallikleri bildirilmiştir.
Bipolar bozukluğun seyri ve ilaç etkisi görüntüleme bulgularını etkilemektedir. Anterior limbik ağ içerisindeki özel
ilişkileri hedef alan çalışmalardan bipolar bozukluğun nörobiyolojisine dair güçlü kanıtlar sağlanacağı
düşünülmektedir.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 10
Bipolar Bozukluğun Nörobiyolojisi
İki Uçlu Bozuklukta Bilişsel İşlevler
Oturum Başkanı
Panelist
: Ali Bozkurt
: Murat İlhan Atagün
Son yirmi yılla birlikte, şizofrenide görülen araştırma dalgasına benzer biçimde iki uçlu bozuklukta bilişsel işlev
bozuklukları ile ciddi biçimde ilgilenilmeye başlanmıştır. Başlıca sözel bellek, yürütücü işlevler, bilgi işleme hızı ve
faal bellek gibi alanlarda tutarlı bulgular tespit edilmiştir. Psikiyatrik hastalıkların heterojen olmalarının patogenez
ve risk faktörlerinin tespit edilmesinin önünde en büyük engel olduğu düşünülmekteydi.
Bu nedenle psikiyatrik hastalıklar için klinik semiyoloji dışı geçerli ve güvenilir ölçüler gerektiği vurgusu yapılmış
ve bilişsel işlevler bu bağlamda boyutsal yaklaşım çerçevesinde biyomarkır arayışları içinde farklı olası bir zemin
varsayılmıştır. Birinci derece akrabalarda bilişsel işlev bozuklukları görülüyor olması yatkınlık mekanizmalarının
hastalıkla birlikte bilişsel işlev bozukluklarına neden olabildiğini, bu nedenle bilişsel işlev bozukluklarının
etyopatogenez ile ilişkili olabileceğine işaret etmekte, bu da bu varsayımla yola çıkan araştırmaların haklılığına
işaret etmektedir. Bu konuşmada iki uçlu bozuklukta görülen bilişsel işlev bozuklukları özetlenecek, ardından
fenotip tanımlamaya olası katkılarından bahsedilecektir.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 10
Bipolar Bozukluğun Nörobiyolojisi
İki Uçlu Bozuklukta İnflamasyon
Oturum Başkanı
Panelist
: Ali Bozkurt
: Sinan Gülöksüz
İki uçlu (İU) bozukluk ile ilgili patofizyolojik düzeneklerin halen tam olarak açıklanamaması, ciddi yeti yitimine yol
açan bu hastalığın etkin sağaltımını zorlaştırmaktadır. Benzer etki düzeneklerine sahip sağaltım seçeneklerinin
çoğu zaman İU bozuklukta yetersiz kalması, araştırmacıları farklı alanlara yönlendirmiştir. İmmün sistem ile İU
bozukluk arasındaki ilişkiyi ortaya koyan gözlemler oldukça dikkat çekicidir. Bunlar, 1. İU bozuklukta görülen
enerji kaybı, uyku ve iştah bozuklukları gibi somatik belirtilerin immün sistem ile doğrudan ilişkisi 2.İnterferon
tedavisinin depresif belirtilere yol açması
3.İU bozukluğa sıklıkla eşlik eden tıbbi hastalıkların (ör. metabolik sendrom, diabet gibi) immün sistem ile ilişkisi
4. Multipl skleroz, romatoid artrit gibi immün sistem hastalıklarında kullanılan immün düzenleyicilerin duygudurum
belirtileri üzerinde olumlu etkisi 5.Öncelikli lityum olmak üzere çok sayıda sağaltım seçeneğinin immün sistem
üzerindeki etkisidir (1). Bu bilgilerden yola çıkılarak yürütülen çok sayıdaki güncel araştırma manik ve depresif
dönemin artmış inflammatuar cevap ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Öte yandan, ötimik dönemde ise immün
sistem dengesi kısmen korunmaktadır (2, 3). İmmün sistem ile ilişkisi iyi bilinen lityumun uzunlamasına tedavi
yanıt etkinliğinin temel bir pro-inflammatuar sitokin olan tümör nekrotizan faktör alfa (TNF-α) ile ilişkisi
gösterilmiştir (4). Halen yürütülmekte olan İU bozukluk sağaltımında minosiklin ve aspirin ekleme çalışmalarının
erken sonuçları umut vericidir. Bu sunumda İU bozukluk ile immün sistem arasındaki ilişki incelenerek ileriye
dönük araştırmaların öncül sonuçları değerlendirilecektir.
Kaynaklar
1- Soczynska JK, Kennedy SH, Goldstein BI, Lachowski A, Woldeyohannes HO, McIntyre RS. The effect of
tumor necrosis factor antagonists on mood and mental health-associated quality of life: novel hypothesis-driven
treatments for bipolar depression? Neurotoxicology. 2009; 30:497-521.
2-Guloksuz S, Cetin EA, Cetin T, Deniz G, Oral ET, Nutt DJ. Cytokine levels in euthymic bipolar patients. J Affect
Disord. 2010; 126:458-62.
3-Cetin T, Guloksuz S, Aktas Cetin E, Gazioglu Bilgic S, Deniz G, Oral ET, van Os J. Plasma concentrations of
soluble cytokine receptors in euthymic bipolar patients with and without subsyndromal symptoms. BMC
Psychiatry. (in press).
4-Guloksuz S, Altinbas K, Aktas Cetin E, Kenis G, Gazioglu Bilgic S, Deniz G, Oral ET, van Os J. Evidence for an
association between tumor necrosis factor-alpha levels and lithium response. J Affect Disord. (in press).
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 11
Near Infrared Spektroskopi Psikiyatri Alanında Ne Vadediyor?
Psikiyatrik Bozukluklarda Sosyal Bilişin Near Infrared Spectroskopi (NIRS) ile Görüntülenmesi
Oturum Başkanı
Panelist
: Halise Devrimci Özgüven
: Bora Baskak
Özellikle son on yılda sosyal bilişsel nöro-bilimin katkılarıyla sosyal biliş (SB) alanında son derece önemli bulgular
elde edilmiştir: SB’nin davranışsal çıktısının genel bilişsel işlevlerin bir bileşkesi olmadığı, dahası kendine özgü bir
nöro-fizyolojisi olduğu anlaşılmıştır. Şizofreni, sosyal fobi, psikopati ve otizm gibi pek çok bozukluk aslında sosyal
bilişsel bozukluklar olarak nitelenebilir ve SB’nin görüntülenmesi bu bozuklukların etiyolojisine dair önemli ipuçları
sağlayabilir.
Buna karşın, (i) Avrupa psikiyatrisindeki klasik ve güncel kuramların tekil bireyin çevreyle etkileşimini esas alması,
(ii) biyolojik psikiyatrinin lokomotifi olan psikofarmakolojideki tedavi algoritmalarının birey tabanlı belirlenmesi ve
(iii) teknolojik yetersizlikler SB araştırmalarının da ufkunu daraltmıştır. Non-invaziv bir yöntem olan
NIRS, doğal bir ortamda uzun ve duyarlı bir ölçüm sağladığından, SB’yi; kabul edilebilir bir ekolojik geçerlikle ve yeterince ölçünlenmiş görevlerle uygulandığında - kestirimci geçerliği yüksek biçimde ölçebilir. NIRS bu
özellikleriyle psikotik bozuklukların etiyolojisinde epidemiyolojik bulgular ışığında ortaya atılan, zihin kuramı
bozuklukları, sosyal yenilgi kuramlarının ya da çeşitli özgün sosyal etkileşim modellerinin sınanmasında
kullanılabilir.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 11
Near Infrared Spektroskopi Psikiyatri Alanında Ne Vadediyor?
Çalışma Belleğinin Prefrontal Korteksteki Bileşenlerinin Fnırs Yöntemiyle Araştırılması
Oturum Başkanı
Panelist
: Halise Devrimci Özgüven
: Didem Gökçay
Özet
Çalışma belleği, kısa dönemli olarak faaliyet gösteren uzamsal ve sözel bilişsel işlevlerde yeralır. Örneğin bir
adres tarifi aldığımızda, o adrese varana değin bunu uzamsal olarak kısa dönemli çalışma belleğinde işleriz.
Yada bir telefon numarasını akılda tutmak istediğimizde, rakamları sırasıyla içimizden tekrarlayarak çalışma
belleğinde depolarız. Çalışma belleğinin bu işlemlerde yeralan alt-bileşenleri şunlardır: yürütücü bileşen, tekrar
bileşeni, depolama bileşeni. Bu bileşenlerin tümü sırasıyla dorsolateral prefrontal korteks, sağ/sol inferior frontal
girus ve dorsal parietal kortekste lokalize olmuştur. Dolayısıyla yüzeyel olarak korteksten kayıt alabilen fNIRS
cihazı ile çalışma belleğinin faaliyetlerini incelemek mümkündür. Bu konuşmada, çalışma belleğinin hasta ve
sağlıklı populasyonlardaki faaliyetleri, fNIRS ölçümleri üzerinden aktarılacaktır. Ayrıca fNIRS sinyalinin özellikleri
ve veri analizi sırasında karşılaşılabilecek zorluklar elimizdeki veriler üzerinden açıklanacaktır. Kendi elde
ettiğimiz sonuçlar üzerinde durulacak, olasılıksal öğrenme sırasında yoğunlukla kullanılan çalışma belleğinin
aktivitesinin dinamik olarak nasıl gözlenebileceğine dair örnekler verilecektir.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 11
Near Infrared Spektroskopi Psikiyatri Alanında Ne Vadediyor?
"FNIRS Nedir? Çalışma Prensipleri Nelerdir?"
Oturum Başkanı
Panelist
: Halise Devrimci Özgüven
: Halise Devrimci Özgüven
Fonksiyonel Near-infrared spektroskopi (fNIRS), in vivo koşullarda beyin oksijenasyonunun ölçülmesine olanak
sağlayan, invazif olmayan, optik bir yöntemdir. fNIRS, ışığın beyin dokusunda emilimini ölçmektedir. Oksihemoglobin (Oksi-Hb) ve indirgenmiş formu deoksi-hemoglobin (Deoksi-Hb), ışığın özgül dalga boylarında farklı
emilim spektrumları ortaya çıkarmaktadır. Beer-Lambert yasasına göre, beyin dokusunda absorbe olan ışığın
emilim miktarı ile Oksi-Hb ve Deoksi-Hb seviyeleri hesaplanabilir. Dolayısıyla bu veriler, beyin dokusu
oksijenlenmesinin, başka bir deyişle metabolizmasının in vivo belirteci olarak kullanılabilir.
Diğer işlevsel görüntüleme yöntemlerine kıyasla ucuz, taşınabilir ve kolay uygulanabilir olması önemli
avantajlarındandır. Ayrıca fNIRS, fMRI ve PET gibi diğer işlevsel görüntüleme yöntemlerinden farklı olarak, daha
uzun sürede ve daha doğal bir ortamda kayıt alabilme imkânı sağlamakta, bu özellikleri nedeniyle de psikiyatri
alanında, özellikle karmaşık düşünce süreçlerinin değerlendirilmesinde ümit vaat etmektedir.
Kaynaklar
1. Hoshi, Y., Near-infrared spectroscopy for studying higher cognition. Kraft, E., Gulyas, B., Pöppel, E.,
(eds.) Neural Correlates of Thinking. Springer-Verlag, Berlin, Heidelberg, 2010.
2. Bunce S, Izzetoglu M, Izzetoglu K, Onaral B, Pourrezaei K, (2006). Functional Near Infrared
Spectroscopy: An Emerging Neuroimaging Modality. IEEE Engineering in Medicine and Biology
Magazine, Special issue on Clinical Neuroengineering, 25(4):54 - 62.
3. http://www.biomed.drexel.edu/fNIR/CONQUER/Optical_Brain_Imaging.html
4. Ayaz, H. (2010). Functional Near Infrared Spectroscopy based Brain Computer Interface. PhD Thesis,
Drexel University, Philadelphia, PA.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 11
Near Infrared Spektroskopi Psikiyatri Alanında Ne Vadediyor?
Dikkat İşlevinin Araştırılmasında fNIRS Uygulamaları
Oturum Başkanı
Panelist
: Halise Devrimci Özgüven
: Özgür Öner
İşlevsel Near Infrared Spektrsopkopi (fNIRS), invaziv olmayan, uzun süreli veri toplanabilen ve nispeten ucuz bir
işlevsel beyin görüntülemesi tekniğidir. Özellikle kortikal yapılardaki kan akımının ve oksi-deoksihemoglobin
değerlerinin hesaplanmasında kullanılmaktadır. FNIRS yöntemi daha önce Dikkat Eksikliği Hiperkativite
Bozukluğu’nda kullanılmıştır. Bu çalışmalarda interferans kontrolü ve yanıt inhibisyonu sırasında DEHB olguları
ile kontroller arasında farklar olduğu gösterilmiştir. Ayrıca, metilfenidat yanıtı ve genotip ile beyim kan akımı ve
oksi-deoksihemoglobin değerleri arasındaki ilişki de incelenmiştir. Konuşmada, şimdiye kadarki literatür
tartışılacak ve FNIRS özelinde dikkat işlevlerinin değerlendirilmesi üzerine görüşler sunulacaktır.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 7
P 12
Psikiyatristler Medyayı Nasıl Okumalı? Nasıl Yer Almalı?
Çocuk Psikiyatrı Gözüyle Medyayı Okumak, Medyada Yer Almak
Oturum Başkanı
Panelist
: Burhanettin Kaya
: Bengi Semerci
Uzun yıllar psikiyatrinin, hastalıkların ve özellikle psikiyatri doktorlarının gizemli olması gerektiği savunuldu. Sonra
yavaş yavaş birileri bunun dışına çıkmaya başladı. İnsanların bilgilendirilmesi gerektiğini söylemeye başladılar.
Onların ilklerinden biri, Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’ydu. Bir çoğumuz onun önerileriyle, verdiği bilgilerle doğru
büyüdük, doğru çocuklar yetiştirdik. Onu diğerleri takip etti. Kendi meslektaşları arasında kimi zaman övüldüler,
kimi zaman eleştirildiler. Bazen kırıcılığa varan bu eleştirilere rağmen devam ettiler. Onları yenileri izledi. Ama
insanlar psikiyatrinin ne olduğunu, ne yapmaya çalıştığını öğrenmeye başladılar. Yaşadıkları ve gizlemeye
çalıştıkları bazı sorunların çaresi olduğunu, başkalarının da benzer yakınmaları olabileceğini, gitmeleri gereken
yerin bir uzman olduğunu fark ettiler. Bunların hepsi toplum sağlığı açısından önemliydi. Bu arada olumsuzluklar
olmadı mı? Oldu, hem de önemli şeyler oldu.
Bazı uzmanlar, bu süreci eğitim ve bilgi vermek değil, kendi reklamları olarak gördüler. Çoğu kısa sürede yok
oldu, ilk anda ilgi çekseler de, insanlar asıl amacı gördü ve umursamadı. Medya ise bazen ipin ucunu kaçırdı ve
psikiyatrinin her kapıyı açan bir anahtar olduğu düşüncesine kapılıp, ilgisiz şeylerde psikiyatriden çözüm
istemeye, fark etmeden gereksiz, hatta zarar verici yöntemlerin reklamını yapmaya başladı.
Medyada yer almak için sadece işinizi iyi biliyor olmak yeterli değildir. Aynı zamanda iyi bir medya okur-yazarı
olmanız gerekir. Psikiyatristlerin medya önünde yaptıkları ortak yanlışlar nedir? Ve hem yazılı hem de görsel
basınla iletişimi geliştirmek için neler yapılmalıdır. Gerçekten bilgilenme, psikiyatrinin tanınması, hastalara ve
hastalıklara doğru yaklaşım için, medyayla ilişki çok önemli. Ama her ilişkinin olduğu gibi, bu ilişkinin de düzgün
ve kurallara uygun yapılması gerekiyor. Bize düşen görevler belli. Bu bir hekimlik çalışmasıdır ve hekimlik
uygulamasında uyulması gereken, etik kurallar, doğruluk, zarar vermeme ilkeleri geçerlidir. Bu ilişki de medyaya
düşen görev, doğru seçimleri yapmak, kendini şarlatanlıklar için reklam aracı olarak kullandırmamak, hasta ve
hastalıkları rencide edici haberler yerine halkı bilgilendirici, uyarıcı bir yayın yapmaktır. Söz konusu çocuklar
olduğu zaman tüm bunlar çok daha önem kazanır. Kurallar doğru konmalı ve mesajlar net verilmelidir.
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 7
P 12
Psikiyatristler Medyayı Nasıl Okumalı? Nasıl Yer Almalı?
Gazeteci gözüyle medya ve psikiyatri
Oturum Başkanı
Panelist
: Burhanettin Kaya
: Faruk Bildirici
Biz gazeteciler eleştiriye alışığız. Mesleğimizin doğası gereği yaptığımız ya da yapmadığımız işler nedeniyle hep
göz önündeyiz. Bu da kimi zaman övgüleri getirir ama çoğunlukla eleştirileriz. Zaten Türkiye’de kiminle
karşılaşsanız gazeteciliği biz gazetecilerden daha iyi bilir, işimiz üzerine her sözü söyleme hakkını kendinde
görür. Hatta gazeteciler de birbirini kıyasıya eleştirir.
Önemli olan o eleştirilere açık olmak, haklı, yerinde, kayda değer eleştirilerle haksız, subjektif, ilkel eleştirileri ayırt
edebilmek. Bunu yapabilmek için de kuşkusuz her söylenene hoşgörüyle, algılama ve anlama çabasıyla
yaklaşmak gerek.Ancak böyle davranırsak o eleştirileri kendimiz ve mesleğimiz için artı değere dönüştürebiliriz.
Maalesef bunu yeterince başardığımızı söyleyemem. Çünkü eleştiriye alışığız ama açık değiliz.
Psikiyatristlerle ortak noktamız insan. Hergün bombaların patladığı, savaş naralarının atıldığı, felaketlerin,
skandalların eksik olmadığı, üzerinde kara bulutların dolaştığı bir ülkede yaşayan insanların duygu ve düşünce
dünyalarıyla ilgilenen psikiyatristlerin işi de en az biz gazeteciler kadar zorlu.
Fakat eleştiri okları kendilerinde yöneldiğinde gazeteciler ve psikiyatristler epeyce farklılaşıyor. Psikiyatristler,
gazetecilerden farklı olarak eleştiriye hem alışık değiller, hem de kapalılar.
Aslında psikiyatristler de mesleklerin icra ederken diğer hekimler gibi daha öznel alanlarda çalışıyorlar.
Gazeteciler kadar göz önünde değiller yani. Bir de mesleki taassuptan dolayı kamuya açık alanlarda ve hatta
meslek örgütlerinde kendilerini fazla eleştirmiyorlar.
O nedenle gazeteci-hekim ilişkisi sözkonusu olduğunda eleştirilen hep gazeteci tarafı olabiliyor. O daha kolay
gelebiliyor. Hürriyet Gazetesi Okur Temsilcisi olarak, bir hekim örgütünün bildirisini hatırlıyorum. Bir gazeteci
arkadaşımız bir ameliyata girmiş, röportaj yapmıştı; hekimler gazeteciyi meslek etiğine uygun davranmamakla
suçluyordu. Oysa gazeteci doktorlardan izin alarak girmişti ameliyathaneye! Dolayısıyla da mesleki etikten söz
edeceksek öncelik tıp etiği olmalıydı bence.
Anlaşılan hekimler, medyayı eleştirmeyi doğal görmekle kalmıyor, eleştirdikleri medya aracılığıyla medyatik
olmaya çalışmayı da yadırgamıyorlardı.
Galiba temel sorunlardan biri bu noktada yatıyor. Kimi hekimlerin medyatik olma çabası içine girmeleri! Medyatik
olan kimilerinin de orada tutunabilmek için popüler söylemler geliştirmeleri. Bu hekimler içerisinde psikiyatristlerin
hiç de azımsanamayacak düzeyde olduğunu da söyleyebiliriz.
Medyayı aklamaya çalışmıyorum. Tersine insan sağlığı ile ilgili bu tür yanlışlara medyanın zemin hazırladığının
da farkındayım. Keşke gazeteciler ve psikiyatristleri karşı karşıya getirebilsek ve sadece kendilerini eleştirmelerini
isteyebilsek…
10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 7
P 12
Psikiyatristler Medyayı Nasıl Okumalı? Nasıl Yer Almalı?
Psikiyatr Gözüyle Medyayı Okumak Ve Anlamak
Oturum Başkanı
Panelist
: Burhanettin Kaya
: Selçuk Candansayar
Özellikle yaygın medya ulaştığı toplumun değer yargılarını ve kimlik algısını oluşturur. Bu değer yargıları sanıldığı
gibi hakikati temel almaz. Egemen ideolojinin yeniden üretilmesi kitlelerin bu ideolojiyle biçimlenmesi ve tepki
vermesi günümüz medyasının temel işlevidir.
Medyanın toplumu tektipleştirme süreci geniş kitlelere ulaşabilirliğiyle yakın ilişkilidir. Okunma, maruz kalma
oranları (rating, tiraj vb.) iki önemli etkide bulunur. Her medya grubu haberlerini kendi kontrolündeki tüm medya
kanallarında hemen hemen aynı şekilde verme eğilimi gösterir.
Çok okunmanın yolu ortalamanın altındaki eğitim, bilgi ve olgunluk düzeyine seslenen haber tarzına zorlar.
Medya en ilkel, en gerici değer yargılarına seslenir ve bunu en kışkırtıcı şekilde vermeye çabalar. Bu süreç en
muhafazakar haberlerin bile pornografik bir dille verilmesinin önünü açar.
Medyanın haber inşa süreci
Haberdar etmekten çok tek tip düşünce ve tepki üreten medya bu üretimi üç temel yolla gerçekleştirir.
Çerçeveleme: (framing) gerçekte olup biten yerine gerçeğin bir bölümünün algılanmasını ya da gerçeği çarpıtarak
algılanan gerçeğin var olan gerçekten çok farklı olmasını sağlamak.
Hikayeleştirme: haberin inşa edilirken ana fikir ve temasının amaçlanan bilgiyi biçimlendirecek şekilde inşa
edilmesi.
Sterotip oluşturma: Medya herhangi bir kimlik halini kendi bildiğince şekillendirerek okurun o kimlik hakkındaki
bilgi ve değer yargısını inşa eder.
Eleştirel medya okurluğunun en güvenli yolu ise medyanın sunduğu ideoloji ve değer yargısına değil okurun kendi
ideolojisi ve değer yargılarına güvenmesidir. Tabi bu ideoloji ve değer yargılarının örneğin GLBT bireyler ve
hakları konusunda ne kadar eşitlikçi ve özgürlükçü olduğu da belirleyici olacaktır.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 1
P 13
Psikiyatride Saldırgan Davranışın Genetiği
Homisid davranışın genetiği
Oturum Başkanı
Panelist
: Kürşat Altınbaş
: Erhan Akıncı
İnsan davranışını belirleyen etmenler arasında psikososyal gelişim kadar kalıtımsal özellikler de önemli yer
tutmaktadır. Son yıllarda psikiyatrik bozuklukların ve insan davranışı ile ilgili kuramların nörobiyolojik sebeplerine
yönelik çalışmalarda genetik araştırmalar öne çıkmaktadır. İnsan Genom Projesinin genetik çalışmalara
kazandırdığı ivme ile psikiyatrik bozuklukların etyolojisine yönelik moleküler sitogenetik ve moleküler genetik
çalışmalar da son yıllarda artmıştır.
Şiddet ve agresyonun nedenleri hakkında sosyal öğrenme, psikanalitik ve biyolojik kuramlar öne sürülmekle
beraber son yıllarda nörobiyolojik çalışmalar ile genetik etkenlerin şiddet davranışının oluşumundaki rolü ile ilgili
veriler mevcuttur. Kromozom anomalileri ve DNA polimorfizmi, dürtüsel şiddet içeren suç davranışında öne
çıkmakla beraber gen-çevre etkileşimine dair tutarlı kanıtlar bulunmaktadır. Şiddet ve agresyona yönelik davranış
genetik çalışmaları nörotransmiterler üzerine odaklanmakla birlikte dopaminerjik sistem ve serotonerjik sistem
üzerine yoğunlaşmaktadır. Dopaminerjik sistemin insan vücudunda haz-ödül sisteminin parçası olması ve
dopamin salınımı ile öforik duygular oluşturması nedeni ile davranış genetiği çalışmalarında dopaminerjik genler
öne çıkmaktadır. Serotoninin inhibitör özellikleri ile davranışların doğal fren sistemini sağlayan nörotransmiter
olduğu bilinmekle beraber şiddet ve agresyona yönelik genetik araştırmalarda serotonerjik sistemde önem
kazanmaktadır.
Bununla beraber şimdiye kadar yapılan genetik araştırmalar MAO-A aktivitesinde değişikliğe sebep olan genetik
varyantların ve Y kromozomunun şiddet davranışına yönelik etkilerine dair tutarlı kanıtlar sunmaktadır. 1993
Yılında ilk kez Brunner ve arkadaşları tarafından tanımlanan X kromozom bağlantılı MAO-A aktivitesinden
sorumlu yapısal gen polimorfizminin (Xp 11-22), etkilenen erkeklerde hafif mental retardasyon ile beraber
tecavüz, şiddet, kundakçılık ve teşhircilik gibi belirgin davranış problemlerinin nedeni olduğu belirtilmiştir. İnsan
davranışına ait biyolojik kuramlar her ne kadar gelişim sürecinde olsa da ileriye yönelik araştırmalar ile bu yönde
çözümlemeler daha da kolaylaşacaktır.
Bu sunumda elimizde var olan kısıtlı ve kesin yargılara varmak için görece yeni olan ama faydalı olabilecek
homisidal davranış nedenlerine yönelik güncel genetik bilgiler paylaşılmaya çalışılacaktır.
Kaynaklar
1) Ronal L.Simons. (2011) Social Environment Variation, Plasticity Genes, and Agression: Evidence
for the Differential Susceptibility Hypothesis. Am Sociol Rev. , 76(6): 833–912.
2) M.Gottschalk. (2010) Violent Crime: Clinical and Social Implications, Evolutionary and Genetic
Explanation of Violent Crime (Chapter IV), SAGE Publications, p: 57-74.
3) H.G.Brunner et al. (1993) X-Linked Borderline Mental Retardation with Prominent Behavioral
Disturbance: Phenotype, Genetic Localization,and Evidence for Disturbed Monoamine Metabolism.
Am.J. Hum. Genet. 52:1032-1039.
4) Abay E, Tuğlu C. (2000) Şiddet ve Agresyonun Nörobiyolojisi: Klinik Psikiyatri; 3:21-26.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 1
P 13
Psikiyatride Saldırgan Davranışın Genetiği
Saldırgan davranışın genetiği
Oturum Başkanı
Panelist
: Kürşat Altınbaş
: Serap Özçetinkaya
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 1
P 13
Psikiyatride Saldırgan Davranışın Genetiği
Suicid Davranışın Genetiği
Oturum Başkanı
Panelist
: Kürşat Altınbaş
: Serhat Tunç
İntihar davranışının oluşumunda genetik etkenlerin rolü ile ilgili tutarlı kanıtlar vardır. Bugün için intihar
davranışının psikopatolojilerden ve psikolojik stresörlerden bağımsız bir şekilde birden fazla genin birbiriyle
etkileşimi ve çevre faktörlerinin de olaya katılmasıyla çok etkenli bir şekilde kuşaklar arası karmaşık kalıtım
yoluyla aktarıldığı düşünülmektedir. İntihar ve duygudurum bozuklukları klinik olarak birbirleriyle örtüşen tablolar
olmalarına ve hatta intihar riskini en çok psikiyatrik bozukluğun artırdığı bilinmesine rağmen, bazı hastaların
intihar girişiminde bulunmamaları intihar davranışı için yapısal yatkınlık ya da genetik eğilimin varlığının önemine
ve bunun da psikiyatrik hastalıktan bağımsız olduğuna işaret etmektedir.
Öfke, dürtüsellik gibi bazı ara fenotiplerin temelindeki genetik mekanizmaların intihar davranışıyla bağlantılarının
gösterilmesi yapısal yatkınlık kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır. Araştırma sonuçları genetik faktörlerin
rolünün, diğer ruhsal hastalıklar ve psikolojik stresörlerden bağımsız olarak %30-50 oranında olduğunu
göstermektedir (1, 2). Yani bazı bireylerin yapısal olarak intihar davranışına daha yatkın oldukları ve bu yapısal
yatkınlığın dürtüsellik, agresyon gibi kalıtılabilir kişilik özellikleriyle ilişkili olabileceği düşünülmektedir (3).
İntihar davranışında genetik etkenlerin rolünü belirlemeye yönelik, ilk olarak; aile, ikiz, evlat edinme çalışmaları
yapılmıştır. Daha sonra tıbbın bu alanda gelişmesiyle intihar davranışının hangi kromozom üzerinde yerleştiğinin
tahmin edilebildiği gen haritalama işlemi gerçekleştirilmiştir ve ilişkilendirme (association), bağlantı (linkage)
analizleri ile intihardan sorumlu olduğu düşünülen aday genler tespit edilmiştir. Bu aday genlerden en önemlileri
serotonin taşıyıcı reseptör (SERT), triptofan hidroksilaz (TPH), bazı serotonin reseptörleri (5HT1A, 5HT1B,
5HT2A), katekol- O-metiltransferaz (COMT), monoamin oksidaz A(MAOA), tirozin hidroksilaz (TH) genleridir. Bu
sunumda intihar davranışına yönelik güncel genetik bilgiler paylaşılmaya çalışılacaktır.
Kaynaklar:
1) Roy A, Segal NL, Sarchiapone M ve ark. (1995) Attempted suicide among living co twins of twin suicide
victims. Am J Psychiatry, 152: 1075–1076.
2) McGuffin P, Marusic A, Farmer A ve ark. (2001) What can psychiatric genetics offer suicidology? Crisis,
22: 61–65.
3) Brent DA, Mann JJ (2005) Family genetic studies, suicide, and suicidal behavior. Am J Med Genet C
Semin Med Genet, 133C:13–24.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2
P 14
Psikiyatri Eğitimini Asistanlara Sorduk
Dünyada Asistanlık Eğitim Modelleri
Oturum Başkanı
Panelist
: Deniz Ceylan
: İshak Saygılı
Dünya Sağlık Örgütüne göre “psikiyatri eğitimi”, ruh sağlığı uygulayıcısının yeterli psikiyatrik değerlendirme ile
nitelikli ruh sağlığı tedavilerini uygulama kapasitelerini geliştirir ve ruh sağlığı sorunu ve bozukluğu olan geniş bir
kitleye kapsamlı tedavi yaklaşımları sunmasını sağlar (1). Literatürden elde edilen bilgiler ışığında ülkeler arası
uygulama farklılıkları dikkat çekmektedir.
Ülkemizdeki durumu daha iyi anlayabilmek ve kültürel farklılıkları da dikkate alan etkin bir model oluşturabilmek
için dünyadaki diğer psikiyatri uzmanlık eğitim modelleri incelenmiştir. Birçok ülkede bu eğitimin içeriğini,
yöntemini, yerini ve süresini belirleyen kurumlar bulunmaktadır. Bazı ülkelerde eğitim programının hazırlanması
ve yeterliliğin değerlendirilmesi ayrı kurumsal yapılar tarafından sürdürülürken, diğerlerinde tek bir yapı bu iki
görevi de üstlenmektedir (2). Ülkemizde psikiyatri alanında uzmanların yetiştirilmesinden ve
değerlendirilmesinden Tıpta Uzmanlık Kurulu (TUK) sorumludur (3).Ülkemizde uygulanan psikiyatri uzmanlık
eğitimi, kurumların olanaklarına ve kurumlardaki eğiticilerin nitelik ve niceliğine göre oldukça değişkenlik
göstermektedir. Bunun sonucunda, uygulanan eğitimin temel ürünü olan psikiyatri uzmanlarının donanımı da
büyük farklılıklar göstermektedir (4). Psikiyatri uzmanlık eğitimi için gerekli süre ülkeler arasında farklılıklar
göstermektedir, bu süre 3 ve 7 yıl arasında değişmektedir. Ülkemizde de yakın zamana dek psikiyatri uzmanlık
eğitimi için gerekli toplam süre 5 yıl iken bu süre önce 4 yıla indirilmiştir, ardından kısa süreli değişiklikler yaşansa
da son süre 4 yıl olarak belirlenmiştir. Eğitim programının içeriği ve rotasyon süreleri de büyük farklılık
göstermektedir. Örneğin Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ülkemizde ayrı bir uzmanlık dalı ve Erişkin Psikiyatri
Eğitiminde bir rotasyon programı iken Avrupa ülkelerinin üçte birinde Erişkin Psikiyatri Uzmanlığı içinde yer
almaktadır (5). Yine Avrupa ülkelerinin kabaca üçte birinde eğitim öncesinde bir sınav uygulanırken (Fransa,
İngiltere, Macaristan, vb.) diğerlerinde uygulanmamaktadır. Ülkemizde uzmanlık eğitimine başlayabilmek için
Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) yapılmaktadır. Kurumda eğitim alacak kişinin seçiciliğini azaltan bu yöntem eğitim
programlarının belirlenmesinde uzmanlık öğrencisinin etkinliğini azaltmaktadır. Ülkeler arasında uzmanlık
eğitiminin yapılanmasındaki temel farklılıklar, ülkelerin geliştirdiği sağlık politikaları, kurumların tarihsel gelişimi ve
yerel ihtiyaçlarla büyük oranda değişmektedir (6). Çoğu ülke bu ihtiyaçlar çerçevesinde çekirdek müfredatlar
hazırlamaktadır. Eğitimin etkinliği açısından bu müfredatları hazırlayan kurumlar hem bilimsel gereklilikleri hem de
kültürel farklılıkları gözetmeye uğraşmaktadır. Ülkemizde de benzer bir uygulama görülmektedir.
Psikiyatrinin sunduğu hizmetlerde niteliği halen uzmanın eğitimi belirlemektedir. Diğer tıp dallarından farklı olarak
kurumun teknolojik imkanlarının katkısı sınırlı olmaktadır. Bu sebeple asistan eğitimini bilimsel, çağdaş
göstergeler ve yerel ihtiyaçlar ve uzmanlık öğrencilerinin talepleri ile uyumlu hale getirme çabası süren bir uğraş
olacaktır.
Kaynaklar
1- WHO. (2005) Atlas: Country profiles of mental health resources. Geneva: WHO
2- Scheiber SC, Kramer TAM, Adamowski SE (2003). The implications of core competencies for psychiatric
education and practice in the US. Can J Psychiatry 48: 215-221
3- http://www.tuk.saglik.gov.tr/pdfdosyalar/mevzuat/TUEY.pdf
4- Tükel R, Alkın T, Uluşahin A (2009) Psikiyatride Uzmanlık Eğitimi,Yeterlik ve Eğitimin Akreditasyonu. (s.23)
Ankara:Tuna
5- Karabekiroğlu K, Doğangün B, Hergüner S (2006). Child and adolescent psychiatry training in
Europe: differences and challenges in harmonization. Eur Child Adolesc Psychiatry. 15:467–475
6-Singh B, Ng C (2008). Psychiatric education and training in Asia. International Review Of Psychiatry. 20: 413418
7- http://www.psikiyatri.org.tr/page.aspx?menu=114
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon2
P 14
Psikiyatri Eğitimini Asistanlara Sorduk
Türkiye Psikiyatri Asistan Profilinin İncelenmesi
Oturum Başkanı
Panelist
: Deniz Ceylan
: Necip Çapraz
Türkiye’de psikiyatri uzmanlık eğitimi uzun yıllardan beri verilmektedir ve başarılı sonuçların yanı sıra gerek teorik
alanda gerekse de pratik alanda eksiklikler göze çarpmakta ve bunlar tıpta uzmanlık öğrencileri tarafından dile
getirilmektedir. Türkiye Psikiyatri Derneği Psikiyatride Asistanlık Çalışma Birimi içinde kurulan bir grup tarafından
hazırlanan anket formları, psikiyatri eğitimi veren kurumlardaki gönüllü temsilcilere basılı olarak gönderilmiştir. Bu
çalışmada Türkiye’deki psikiyatri asistan hekimlerinin genel bir profilini elde etmeyi, psikiyatri uzmanlık eğitiminin
durumunu ortaya koymayı, genel memnuniyeti ölçmeyi amaçladık. Anket sosyodemografik bilgiler, eğitim alınan
kurumun yapısal ve eğitim içeriği özellikleri, alınan eğitim kurumundan, genel olarak psikiyatri eğitiminden,
Türkiye Psikiyatri Derneği’nden beklentileri değerlendirmeyi, asistanlık özlük hakları konusunda sorunların ortaya
çıkarılmasını hedeflemiştir.
Sonuçlarda özellikle psikoterapi eğitimlerinde, bireysel süpervizyon alabilmede eksiklikler tanımlanmış, iş
yoğunluğu ve eğitici sayısının yetersizliği ise eğitim eksikliğine gösterilen en sık nedenlerin başında gelmiştir.
Katılımcıların %95’i de psikoterapi eğitimlerinin Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından desteklenmesi ve verilmesi
gerektiğini belirtmiştir. Katılımcıların %80’i performans sisteminin uzmanlık eğitimini olumsuz etkilediğini
söylemiştir. Asistanların %60’ı özlük haklarıyla ilgili sorun yaşarken, %70’i ekonomik zorluk yaşadığını, %85’i ise
geleceği planlamada güçlük yaşadığını belirtmiştir. Özlük haklarıyla ilgili yaşanan sorunların başında nöbet ertesi
izin, yıllık izin kullanamama, nöbet ücreti ve ek ödemeler gelmiştir. Daha güncel bir sorun olarak ise katılımcıların
%72’si sözel şiddete maruz kaldığını söylerken, %21’i fiziksel şiddete maruz kaldığını söylemiştir.
Sonuç olarak ülkemizde psikiyatri eğitimi sürecine eğitim alanların, yani asistanların, katılımı konusunda hala
eksiklikler mevcuttur. Psikiyatri uygulamasının en önemli ayaklarından biri olan psikoterapi gerek teorik gerekse
de pratik olarak verilememektedir. Değişen sağlık sistemi hekimlerin hem hizmet üretiminde zorluklara neden
olmakta hem de aldıkları eğitimin niteliğinde belirgin düşüşlere neden olmaktadır.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2
P 14
Psikiyatri Eğitimini Asistanlara Sorduk
Tıpta uzmanlık eğitiminin dünü ve bugünü
Oturum Başkanı
Panelist
: Deniz Ceylan
: Raşit Tükel
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3
P 15
Şiddet Ve Bağımlılık
Bağımlı Kişide Şiddet Davranışının Ele Alınması ve Tedavisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Defne Tamar Gürol
: Ayhan Kalyoncu
Şiddet, aslında toplumumuzda yaşamın her alanında sıkça baş vurulan bir hareket tarzı olmasına rağmen söz
konusu uygulayanlar bağımlılar olduğunda biz psikiyatristler dahil herkesin tepkisi ne yazık ki abartılı şekilde
olumsuz olmaktadır. Yaklaşık 25 yıldır bağımlı hastalarla çalışan bir meslektaşınız olarak kanıtlara ama özellikle
kendi deneyimlerime dayanarak konuşmamı yapacağım. Diğer panelistlerin ve dinleyicilerin katılımı ile konuyu
geniş bir şekilde ele alsacağımızı düşünüyor ve sizleri panelimize davet ediyorum.
Bağımlılık yapan psikoaktif maddelerin her biri farmakolojik özellikler,neurobiyolojik mekanizmalar, bagımlılık
yapma potansiyelleri, yasal ve sosyal kısıtlamalar, kullanıldıklarında oluşan beklentiler ve kültürel gelenekler
acısından birbirlerinden farklıdırlar. Hic bir genel prensip bu maddelere uygulanamaz. Bu maddelerin tek
başlarına veya alkol ile birlikte kullanıldıklarında oluşan tahripkar davranışlardan hemen bir sonuca varmak yanlış
değerlendirme olacaktır.
Her bir uyuşturucu madde doğrudan veya dolaylı olarak değişik yollarla agresif ve şiddet içeren davranışları
etkilerler. Bu yolları 4 ana başlık altında toplayabiliriz:
(1) Maddelerin kullanımı veya yoksunluk durumları beyin mekanizmalarını direkt olarak aktive ederek agresyona
neden olurlar. Ancak bu durum özellikle gecmişlerinde agresif davranısları olan insanlar içi geçerlidir.
(2) Yoksunluk durumunda olan bağımlıların madde arayışı içerisindeyken gösterdikleri agresif veya şiddet
davranışları. Bu durum özellikle yoksunluk bulguları şiddetli olan eroin ve kokain kullanıcıları için geçerlidir.
(3) Özellikle halüsünojen ve alkolün intoksikasyon durumlarında ortaya çıkan agresif davranışlar.
(4) Ekonomik değerleri yüksek olan eroin ve kokain gibi uyuşturucaların ticaretine bağlı yasadışı süreçlerde
ortaya çıkan agresif davranışlar ve şiddet.
Şiddet ve agresif davranışların nedenlerine yönelik yapılan çalışmalar araştırmacıların ilgi odağı olmuş ve bazı
deneysel çalışmalar yapılmıştır. Ancak gerek insanlarda gerekse hayvanlarda agresyonun araştırılmasına
yönelik deneysel çalışmaları yapmak aynı zamanda etik bir ikilemi de beraberinde getirir. Deneysel ortamlarda
doğru sonuçlar elde etmek için agresyonun sınırlanmamasının doğuracağı deneklerin zarar görebilme ihtimali bu
çalışmalarda oluşan etik ikilemdir. Methodolojik olarak agresyon araştırma modelleri değişik bilimsel yaklaşımlar
içermektedir. Bu yaklaşımlar etholojik nörolojik ve çevresel-psikolojik araştırma geleneklerinden kaynaklanır.
Geçmişte çevresel şartlar hoş olmayan şekillerde düzenlenerek deneklerde agresif ve defansif davranışlar
oluşturularak yapılan bilimsel çalışmalardan elde edilen veriler kullanılıyordu. 1960 lı yıllarda bilimsel
araştırmalarda uygulanan agresyon modelleri deneklerin tehlikeli durumlara maruz bırakılmaları, elektrik şok
uygulamaları, verilen ödüllerin ellerinden alınması, yemek ve uyaran kısıtlanması gibi major çevresel
manipulasyonlar şeklindeydi.
Deneysel çalışmalar için karşımıza çıkan bu kısıtlamaları göz önüne aldığımızda uyusturucu ve alkol kötüye
kullanım ve bağımlılığı ile insanların agresif ve şiddet içeren davranışların araştırılması için yapılacak olan
çalışmaların etiyolojik, nörolojik ve çevresel-psikolojik boyutlarda ele alınması gereği ortaya çıkar. Agresyon ve
şiddet davranışları ile ilgili çalışmaları gözden geçirdiğimizde hayvanlarla yapılan sistematik deneysel
çalışmaların öncelikli amacının agresif davranışların yakın ve uzak nedenlerini araştırmak olduğunu görürüz.
Halbuki insanlarda yapılan araştırmalar çoğunlukla alkol ve uyuşturucu aldıktan sonra ortaya çıkan agresif
davranışların sıklığını ölçmek ve nedenleriyle ilişkilendirmeyi hedefleyen çalışmalardır .
Konuşmamın kalan bölümünde sıra ile her bir psikoaktif maddenin ayrı ayrı agresyon ve şiddet ile olan ilişkisini
değerlendireceğim ve bağımlı hastalarca uygulanan şiddetin tedavisi için etkili yaklaşımlardan bahsedeceğim.
Son olarakta günlük meslek pratiğimizde karşılaştığımız bağımlı hastaları özellikle poliklinik şartlarında nasıl
yönetebileceğimize dair örnekler üzerinden
klinik deneyimime dayalı vereceğim önerilerle konuşmamı
sonlandıracağım.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3
P 15
Şiddet Ve Bağımlılık
Bağımlı Kişide Şiddetin Öngörülebilmesi
Oturum Başkanı
Panelist
: Defne Tamar Gürol
: Figen Karadağ
Sağlık çalışanlarının yarıya yakının kariyerleri boyunca şiddette maruz kaldıkları bildirilmektedir. Şiddetin her
zaman hastanın bizzat tehdit etmesi kadar açık olmayabilir. Üstü kapalı göstergeleri de ayırt etmek önemlidir.
Psikiyatri bozukluklar ve şiddet arasındaki ilişkiyi anlamak için geçmiş şiddet öyküsü, madde kullanımı ve
zorlayıcı yaşam olayları ile arasındaki ilişkiyi incelemek gerekir. Yapılan çalışmalar geçmişte şiddete uğramanın
gelecek yaşamda da şiddete uğramak niçin risk faktörü olduğunu göstermektedir. Bazı çalışmalarda erken
dönemde şiddete maruz kalma, erkek cinsiyeti, madde kullanmak ve şiddet suçu işlemek yeniden şiddete maruz
kalmanın göstergesi olarak bulunmuştur. Çocuklarda ve ergenlerde erken emosyonel ve davranışsal problemler
hem kabadayılık gösterme, hem de şiddete maruz kalma için risk faktörleri olarak gösterilmektedir.
Bu konuşmada madde kullanımı ve şiddet arasındaki ilişkiyi etkileyen faktörler ile şiddete uğrama ve şiddet
gösterme arasındaki ilişkiye de değinilecektir.
Kaynakça:
Hakansson A, Berglund M. Risk factors for criminal recidivism -- a prospective follow-up study in prisoners with
substance abuse. BMC Psychiatry. 2012 Aug 15;12(1):111.
Teplin LA, McClelland GM, Abram KM, Weiner DA. Crime victimization in adults with severe mental illness:
comparison with the National Crime Victimization Survey. Arch Gen Psychiatry. 2005;62:911–921. doi:
10.1001/archpsyc.62.8.911.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3
P 15
Şiddet Ve Bağımlılık
Şiddet ve Şiddetin Alkol ve Madde Kullanımıyla İlintisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Defne Tamar Gürol
: Levent Tokuçoğlu
Kişilerarası şiddet ve alkol-madde kullanımı büyük bir toplum sağlığı sorunudur ve kullanıcıların, gerek şiddet faili
gerekse kurban olma olasığının, toplum ortalamasından daha yüksek olduğu belirtilmektedir (Atkinson 2009).
Şiddetin özgül bir türü olan saldırganlık çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir: saldırganlığın hedefi (kendine dönük
veya başkasına yönelik); saldırganlığın türü (fiziksel veya sözel ya da doğrudan veya dolaylı); saldırganlığın
nedeni (tıbbi durumlar veya madde etkisi). Ayrıca saldırganlık kasıtlı ya da dürtüsel olarak da sınıflandırılabilir.
Dürtüsel olanlarında otonom yanıtın yüksekliği ve beyinde prefrontal bölgeden limbik bölgelere doğru uzanan bir
denetim ya da “fren” düzeneğinde, “top-down” denetim düzeneğinde bir bozukluk olabileceği belirtilmektedir
(Siever 2008).
Dünyada bir yıl içerisinde yaklaşık 1.5 milyon insanın şiddet nedeniyle öldüğü belirtilmektedir (WHO 2007). Bu
rakamlara savaşlar, toplum kıyımlardaki ölümler dahil değildir; sadece bireysel şiddeti içeren rakamlardır.
Şiddet çok sayıda ve karmaşık nedeni, düzenekleri içeren bir fenomendir. Bireysel, toplumsal, kültürel, biyolojik
ve ruhsal-toplumsal nedenlerin hepsi karşılıklı ve önemli bir ilişki, etkileşim içerisindedir (ICAP, 2011).
Alkol ve madde kullanımı ile şiddet arasında belirgin ilişkiler olsa da, bu bağlantının çok yüzlü ve karmaşık yanını
nedensel olarak araştırmış çok az sayıda çalışma mevcuttur. Örneğin, eşhastalık (comorbidity) bağlamında
psikiyatrik hastalıklarla madde kullanımı; kültürel ve toplumsal olarak veya bir topluluğu dahil olma (örneğin,
holiganlık, siyasi inançlar) sebebiyle karışılan şiddet davranışları; maddenin ya da ilaçların etkisi altındayken
şiddet edimi; maddeyi temin etmek amacıyla şiddet davranışı ve hatta şiddet mağduru olduktan sonra madde
kullanımına başlamak gibi çok sayıda karşılıklı ve birbirinin nedeni ve/veya sonucu olabilecek öğe mevcuttur.
Şiddetle alkol-madde kullanımı arasındaki bağlantılar karışık olsa da, Athanasiadis’in (1999) bir gözden geçirme
çalışmasında, alkolün ana risk etkeni olduğu; ayrıca amfetamin, kokain ve krak kokain, anabolik androjen
streoidler, benzodiazepinler ve kannabisin şiddet davranışlarıyla ilintili olduğu bulunmuştur.
Ayrıca ülkemizde son zamanlarda çokça karşılaştığımız bir şiddet türüne dikkat çekilmeye çalışılacaktır: Eş/eski
eş şiddeti. Ülkemiz İçişleri Bakanlığı’na göre son 7 yılda eşi/eski eşi tarafından öldürülen kadın sayısı yüzde
1400 artmıştır. “Resmi kayıtlara göre” her gün 5 kadından 2'si şiddet görmekte ve günde ortalama 5 kadın
hayatını kaybetmektedir.
Yabancıların “domestic violence” ve “intimate partner violence” dediği şiddet; bir eşin diğerine karşı şimdide veya
geçmişte bir zamanda fiziksel, cinsel, duygusal cürüm işlemesi halidir. Daha geniş bir bakış açısıyla bakıldığında,
bu ev içi şiddet, evdeki çocukları ve yaşlıları da kapsayabilir (Zilberman, 2005).
Toplantıda şiddetin tanımlamaları yapılarak; toplumsal, ekonomik, biyolojik, ruhsal bakış açılarını da içerecek
şekilde, alkol ve madde kullanımıyla karşılıklı bağlantıları üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
Dr. Levent Tokuçoğlu
Kaynaklar



Atkinson A, Anderson Z, Hughes K, Bellis MA, Sumnall H, Syed Q (2009). Centre for Public Health
Liverpool John Moores University WHO Collaborating Centre for Violence Prevention. 2009.
www.chp.org.uk (Son erişim tarihi: 24.08.2012)
Siever LJ. Neurobiology of Agression and Violence. Am orld Health Organization: Third Milestones of a
Global Campaingn for Violence Prevention Report 2007: Scaling Up. Geneva, Switzerland, WHO, 2007
Zilberman ML, Blume SB. Domestic violence, alcohol and substance abuse. Rev. Bras Psiquiatr. 2005;
27 (Suppll II): S51-5


ICAP, 2011. International Center for Alcohol Policies . ICAP Blue Book, 2011. Washington DC
Athanasiadis L. (1999) Drugs, alcohol and violence. Current Opinion in Psychiatry, 12, 281-286
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4
P 16
Psikoterapilerin Sinderellası
Psikoterapiler Yelpazesinde Destekleyici Psikoterapi’nin Yeri
Oturum Başkanı
Panelist
: Cem Kaptanoğlu
: Halis Ulaş
Bireysel psikoterapiler bir ucunda destekleyici psikoterapinin olduğu, diğer ucunda da psikoanalizi içeren
açıklayıcı psikoterapinin bulunduğu bir spektrum olarak ele alınabilir. Destekleyici Psikoterapi ile başlayan
spektrumdan psikoanalize doğru ilerlenirken bu yelpazede destekleyici-açıklayıcı ve açıklayıcı-destekleyici
psikoterapileri içerir. Her ne kadar bu iki psikoterapi spektrumun sınırlarını belirliyor olsa da, zaman zaman
birbirlerinin tekniklerinden yararlanabilirler. Herhangi bir psikoterapide kullanılan destek ile destekleyici
psikoterapinin arasındaki ayrımın belirlenmesi oldukça önemlidir. Destek; terapistin başvurana karşı düzenliliği,
güvenilirliği ve dikkatliliği ile karakterize ve her psikoterapinin temelinde yer alan bir tekniktir. Destekleyici
psikoterapi ise belirli bir hasta grubunun tedavisin de kullanılan özgül bir terapi yöntemidir (1).
Açıklayıcı psikoterapi terimi hasta ve terapist arasındaki ilişkilerin analizi ve daha önce tanınıp anlaşılmamış
duygular, düşünceler, gereksinimler ve çatışmalarla ilgili içgörü gelişimi ve hastanın bilinçli olarak bu çatışmaları
çözme ve daha iyi bir şekilde bütünleştirme girişimini izleyen bir süreç yoluyla kişilik değişimini amaçlayan çeşitli
yaklaşımlar için kullanılan ortak bir terimdir. Spektrumda sağa doğru ilerledikçe psikoterapiler arasındaki farklar
bulanıklaşır ve birbirinden ayırt etmek zorlaşır. Psikoterapinin destekleyici biçimleri de hastanın kendi zihinsel
süreçleri hakkında farkındalıklarını genişletebilir ve bu nedenle açıklayıcı tekniklerin unsurlarını kullanmayı
gerektirebilir. Hastaların çoğunun tedavisi destekleyici ve açıklayıcı unsurların birlikteliğini gerektirir (2).
Kaynaklar
1. Ulaş H, Alptekin K. Destekleyici Psikoterapi. Turkiye Klinikleri J Psychiatry-Special Topics 2009;2(2):3540
2. Winston A, Rosenthal RN, Pinsker H. Introduction to supportive psychotherapy. Washington, DC,
American Psychiatric Publishing; 2004. S: 5-6.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4
P 16
Psikoterapilerin Sinderellası
Destekleyici Psikoterapinin Temel İlkeleri
Oturum Başkanı
Panelist
: Cem Kaptanoğlu
: Leyla Gülseren
Gerçekte psikodinamik psikoterapi türlerinden biri olan destekleyici psikoterapi (DP), terapistin girişimlerinin planlı
ve özgül bir hedefi başarmaya yönelik olarak tasarlandığı, tanısal değerlendirmeye dayalı bir tedavi yaklaşımıdır.
DP, belirtileri düzeltmek, yinelemeyi en aza indirmek, benlik saygısını, ego işlevlerini ve uyum becerilerini
geliştirmek, onarmak ya da sürdürmek, görece sağlıklı bir kişinin bir yaşam olayıyla başa çıkmasına yardımcı
olmak için doğrudan girişimlerde bulunan bir ikili (dyadic) tedavidir.
Aslında içgörüye yönelik psikoterapi ile DP’nin ulaşmayı hedefledikleri amaçları arasında fark yoktur. Ayrıldıkları
nokta bu amaçlara ulaşma yolları, yani yöntemleridir. Destekleyici terapist açıklayıcı terapiste göre daha “gerçek”,
daha aktif, kendini daha çok açığa vurma eğiliminde ve genellikle daha konuşkandır.
DP ile tedavi edilen pek çok hasta, kronik hastalığı olan, yaşam koşulları yetersiz kişilerdir. Terapist, hasta için
denge figürü, dış dünyayla kurulan bir bağlantı hatta dış dünyanın temsilcisi anlamına gelir. Hastanın gerçekliği
değerlendirmesine yardımcı olur. Gelişimsel kökenlere inmek öncelikli amaç değildir.
Destekleyici bakış açısından hasta-terapist arasındaki ilişki, ortak amaçları olan iki erişkinin ilişkisidir ve hastaterapist etkileşimi karşılıklı konuşmaya dayalıdır. Hasta uzun konuşmakta serbest olmakla birlikte, monolog
yapması beklenmez. Sessizlik olduğunda da terapist çok beklemez.
DP’de bilinçli sorun ve çatışmalar ele alınırken bunların altında yatan bilinçdışı çatışmalar ve kişilik özelliklerine
yönelik girişimde bulunulmaz. Savunmalar, yalnızca uyumu bozucu nitelikte ise sorgulanır. Açıklayıcı
psikoterapide, aktarım analiziyle hastanın iç dünyası anlaşılır. DP’de de aktarım ortaya çıkar ancak tartışılmaz.
Terapist olumlu duyguların gelişimini teşvik eder, ılımlı pozitif aktarımı destekler. İlişkinin aktarımsal unsurları,
gerçeklik unsurlarından sonra gelir. Aktarım ister olumlu ister olumsuz olsun, ancak terapiye önemli oranda engel
olarak görülürse, hasta yıkıcı eyleme dökmelere girerse ya da terapiyi bırakması söz konusu olursa yorumlanır.
Terapist, bir savunmayı destekleyebilir ya da sorgulayabilir, ancak eş zamanlı olarak aynı savunmayı hem
destekleyip hem de sorgulayamaz.
Hastayla ilgilenme, kabullenme, empati kurma ve bunu gösterme, görüşmeler sırasında hükmedici, yargılayıcı bir
dil kullanmaktan kaçınma, olumlu tepkiler ortaya çıkaracak sorular sorma, özgül sorular yerine genel soruları
tercih etme, hastanın kişiliğine saygı gösterme ve hastaya bir erişkin olarak hitap etme terapötik işbirliği ve
hastanın benlik değerinin artması için özen gösterilmesi gereken konulardır. Aslında DP’de en çok destekleyici
olan etken, içgörüye yönelik ya da açıklayıcı terapide de en çok destekleyici olan etkendir: Hastaya duygularının
ve açmazının anlaşıldığını göstermek.
Hasta, duygulanım ventilasyonuna ve bir yönlendirici teknik olan duygulanım kontrolüyle denge içinde
dışavurumuna cesaretlendirilir. DP’de olumsuz duygular tanınıp tartışılırsa, hasta düşmanca duyguları terapistin
rahatça ele alabildiğini yaşantılar ve bir anksiyete kaynağı giderilir.
Son görüşmeden bu yana hastamın yaşamında ne olup bittiği, aktarım ve karşıaktarımın güncel durumu,
hastanın güncel işlevselliğinin ne durumda olduğu, semptomatolojisi, hastanın öyküsü her seanstan önce gözden
geçirilmesi gereken konulardır.
Kaynaklar
Kaptanoğlu C. TPD Destekleyici Psikoterapi Eğitimi Ders Notları, 2012, Ankara.
Pinsker H (1997) A Primer of Supportive Psychotherapy. New York, Routledge.
Wallace ER (1983) Dinamik Psikiyatri. Kuramı ve Uygulaması (Çev. H. Atalay). İstanbul, Eylül yayınları, 1994.
Winston A, Rosenthal RN, Pinsker H (2004) Destekleyici Psikoterapiye Giriş (Çev. C. Kaptanoğlu, G. Güleç, A.
Eşsizoğlu, A. Maraş). Ankara, Tuna Matbaacılık, 2011.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4
P 16
Psikoterapilerin Sinderellası
Destekleyici Psikoterapinin Kökenleri
Oturum Başkanı
Panelist
: Cem Kaptanoğlu
: Volkan Topçuoğlu
Psikanalizin ilk uygulayıcıları elde ettikleri tedavi başarılarının telkine dayalı olması suçlaması ile tekrar tekrar
karşılaştılar. Bu nedenle psikanalistler psikanalizin ilk yıllarında destekleyici yöntemleri kendi yöntemlerinden
ayırmak için büyük bir çaba gösterdiler. O dönemde destekleyici terapi psikanalizin tam karşıtı olarak görülmüştü.
Bu dönem psikanalistlerine göre gerçek tedavi sadece psikanalitik yöntemler yoluyla mümkündü; telkinin
psikanalitik kurama göre nasıl etki ettiğinin açıklanmasına çalıştılar.
Erken dönem psikanalistlerin destekleyici tedavi yöntemlerine karşı olumsuz tavırlarından uzaklaşan ilk analist
eksik yorumlamanın etkisi anlamaya odaklanan Glover’dır. 1946’da Alexander’ın içgörüye psikanalizde fazla
önem verildiğine dair görüşü ise bir dönüm noktası kabul edilebilir. 1954’de Knight klasik yöntemlerle tedavi edilip
kötüleşen hatalardan yola çıkarak bazı hataların destekleyici yöntemin gerekli olduğunu savundu. Aynı yıl Bibring
klasik analitik yöntemler olan yüzleştirme, netleştirme ve yorumlamanın dışındaki destekleyici yöntemler olan
telkin, manipülasyon ve abreaksiyonu tanımladı. 1960’lı yıllarlın ortalarına gelindiğinde artık yapısal değişim
sağlayan tek tedavinin psikanaliz olmadığı yaygın kabul görmekteydi.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 17
Çeşitli Boyutları Ile Şiddet
Şiddet ve Çocuk
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Sungur
: Behiye Alyanak
Şiddet, bilincin yeterince aydınlatmadığı alacakaranlıkta ortaya çıkan, insanı insanlığından çıkaran yok edici
eylemlerdir. Eğer sevgi birliğinin çocuğu değilseniz, yalnızlıktan doğan öfkenin, kaygının, mutsuzluğun, şiddetin
çocuğu olabilirsiniz. Ülkemizde yaşanan hızlı toplumsal değişimler, hızlı kentleşme, sosyoekonomik güçlükler ile
ilişkili olarak çocuk ruh sağlığı ve hastalıkları klinikleri başvurularında aile içi şiddete, ihmale ve istismara,
okullarda akran grubunun, çetelerin baskısına, zorbalığa uğrama şikayetleri günden güne artmaktadır. Şiddete
uğrayan çocuklarda mutsuzluk, umutsuzluk, gelecek beklentisinde azalma, aşırı hareketlilik gibi belirtiler ortaya
çıkmakta, alkol madde kullanımına ve suça yatkınlık görülmektedir. Kendisi şiddete uğrayan çocukların şiddet
uygulayıcısı olma olasılığı daha yüksektir. Yapamadığımı yıkarım diyen şiddet, etrafında oluşturduğu karışıklık ve
korku ile güç gösterisi yapar. Korkutarak yaptırım uygulama alışkanlığı toplumumuzda maalesef yaygındır.
Dünya Sağlık Örgütüne göre şiddet; sorumluluk, güven ve güç ilişkileri bağlamında insan sağlığı, yaşamı,
gelişmesi veya onuru açısından fiili veya potansiyel zararla sonuçlanan her tür fiziksel veya duygusal kötü
muameleyi, cinsel istismar ve ihmali veya ihmalkar davranışı, ticari veya başka amaçlı sömürüyü kapsar.
Çocuklara yönelik şiddetin çoğunluğu çocukların en yakınındaki kişilerden yani anne, baba, öğretmenler, okul
arkadaşları, işverenler ve çocuk bakıcılarından kaynaklanmaktadır.
Birleşmiş Milletlerin Çocuğa Yönelik Şiddet Araştırma Raporuna göre (2006) (UNVAC), her yıl, dünyada
50.000’den fazla çocuk öldürülmektedir ve şiddet sonucu meydana gelen yaralanmalar nedeniyle hastanede
tedavi altına alınan çocuk sayısı 1-2 milyondur. Yine aynı araştırma raporuna göre 2002 yılında tüm dünyada
yaklaşık 150 milyon kız ve 73 milyon erkek çocuk, cinsel ilişkiye zorlanmış veya cinsel şiddetin başka biçimlerine
maruz kalmıştır. Cinsel istismar çoğu kez gizli kalır. Bildirilen olguların gerçekleşenlerin %15’i olduğu tahmin
edilmektedir. Çocuk, istismar edilen cinselliği nedeniyle kendini utanç içinde, bütünüyle kötü, değersiz
algıladığında; kendiliğini, özünü kaybedebilir.
Ev içi şiddet (domestic violence) durumunda, çocukların ¾’ü anne karnından başlayarak annenin uğradığı
şiddete ortak olmaktadır. Şiddet ve istismar üreten aile dış dünyaya kapalıdır. Ailede sevgi ikliminin, bağlılığın
olmayışı amaçsız yalnızlığı ve buna bağlı öfkeyi ortaya çıkarır. Öfke kolayca şiddet davranışına dönüşebilir. Aile
içinde şiddet ve istismar gördüğü için sokağa kaçan, sokakta karşılaştığı insanlardan kendine yeni aileler
oluşturmaya çalışan çocuğu, genci çok çeşitli sorunlar beklemektedir. Suça, cinsel istismara, madde kötüye
kullanımına açık durumdadır. Evden kaçan çocuğun durumu acilen değerlendirilmeli, geniş aile ve sosyal
kurumlar içinde güvenli yaşam alanı oluşturulmalıdır. Sokakta kalma süreci arttıkça geri dönüşümsüz sorunlar
ortaya çıkacaktır. Bunun için evden kaçan gençlerin ve ailelerinin değerlendirilmeleri ve desteklenmeleri amacıyla
kullanılabilecek yataklı kurumlara acil ihtiyaç vardır.
Bizim için asıl sorun, şiddetin ortadan kaldırılması-kaldırılamaması değil, şiddetin görmezden gelinerek yok
sayılması, ortaya çıkmaması, hakkında açık ve dürüst konuşulamaması, ruhları ve yaşamları yok eden şiddete
seyirci kalınmasıdır. Bu sunumda şiddetin doğası, çocuk cinsel istismarı ile ilişkisi, töre cinayetlerine varan şiddet
boyutu ve şiddetin nasıl çözümlenebileceği ile ilgili bir çerçeve verilecektir.
Literatür:
-Birleşmiş Milletler Çocuklara Yönelik Araştırması için Bağımsız Uzman Raporu, BM, Genel Kurulu, 61. Oturum,
Ağustos 2006.
-Lichtwarck-Aschoff A, Hasselman F, Cox R, Pepler D, Granic I: A characteristic destabilization profile in parentchild interactions associated with treatment efficacy for aggressive children. Nonlinear Dynamics Psychol Life
Sci.16(3):353-79, 2012.
-Röll J, Koglin U, Peterman F:Emotion Regulation and Childhood Aggression: Longitudinal AssociationsChild
Psychiatry Hum Dev 10578-612, 2012.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 17
Çeşitli Boyutları İle Şiddet
Şiddet Sürecinin İki Tarafı Olarak Kadın Ve Erkek
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Sungur
: Hülya Gülbahar
Erkeğin kadına karşı şiddeti, her daim “süreklilik” niteliği taşıyan bir eylem, bir süreç… Bu süreci taraflar nasıl
algılıyor? Şiddetinin her iki tarafının, bu sürecin uzamasında ortak ya da farklı açılardan etkileri neler? Erkeğin
“normal” bir davranış biçimi olarak gördüğü şiddeti, kadınların da “normalleştirme” süreci var mı? Şiddet
uygulayan birey açısından, bu şiddeti, dozunun artırarak devam ettirmesini sağlayan; şiddete maruz kalan bireyin
ise, şiddete tahammül eşiğini yükselterek boyun eğmeye devam etmesini sağlayan dinamikler var mı?
Tüm dünyada ve ülkemizde kadına karşı şiddetin arttığı bir konjonktürde, bu sorular üzerine daha derinleştirilmiş
araştırmalar/tartışmalar, bilgi ve deneyim alışverişi yapmak, giderek daha büyük bir önem kazanıyor. Ama bu
arayışı oturtacak sağlam bir zemin gerek. Bu zeminin, öncelikle erkek şiddetinin nedenlerine yönelik kimi yaygın
önkabulleri sorgulamadan oluşturulabilmesi mümkün mü? Örneğin;
- Erkek şiddetini ve kadınların bunu kabullenişini genlerle, hormonlarla açıklayabilir miyiz?
- Ya da farklı cinsler olarak “yaratılmış” ve farklı işlevlerle “donatılmış” olmalarıyla?
- Ya da o erkeğin ait olduğu kültür, sınıf, ulus, din, gelenek, görenek, alışkanlık vb. ile?
- Şiddet, eşini “döven” kocanın, oğullarına/kızlarına bıraktığı uğursuz bir miras mıdır?
- Şiddet, güçsüz ya da “güçsüzleştirilmiş” bir erkeğin doğal bir refleksi midir?
- Şiddet, erkeğin alkol vb. bağımlılıklarından, ruhsal “sapkınlığı”ndan mı kaynaklanır?
- Şiddet, (kendi güçlü ya da güçsüz yönleriyle) aslında son tahlilde eşit olan iki cins arasında, farklı ama
görece eşit silahlarla bir çatışma mıdır?
İktidar ve kontrol mekanizmalarının, hizmet ve itaat ilişkilerinin bu süreçte rolü var mıdır?
Soru çok!
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 17
Çeşitli Boyutları İle Şiddet
Meslektaşlara Yönelik Şiddet
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Sungur
: Hüsnü Erkmen
İnsanlık tarihi boyunca şiddet tüm toplumlara etki yapmış bir davranış biçimidir. Ne yazık ki bu davranış biçimi
insanlık geliştikçe azalmamış, artmıştır. Teknik gelişmeler şiddetin daha etkin ve kötü sonuçlar veren bir boyut
kazanmasına neden olmuştur. Özellikle savaş teknolojisi ve silahların gelişmesi ile şiddetin sınırı sonsuza kadar
uzanmaktadır. Yüzyıl önce yapılan bir savaşta sadece çarpışan askerler ve çarpışma yeri civarının şehirleri
etkilenirken bugün tüm dünyayı ve insanlığı yok edebilecek silah ve teknoloji mevcuttur.
Bu kötü gidişe son verebilmek için düşünsel olarak şiddete karşı çıkan insanların artması ve hümanistik bir
düşünce biçimini yaymağa çalışması ne yazık ki toplumda yeterli karşılık bulamamaktadır.
Savaş benzeri kitlesel şiddetin yanı sıra kişisel şiddet de son zamanlarda giderek tırmanmaktadır. İleri ülkelerde
gerek insanların şiddete başvurmadan sorun çözmeği öğrenmesi gerekse de devletin kontrolünün daha etkin
olması sonucu, bireysel şiddet bazen çok yükselse de nispeten kontrol altına alınmaktadır, ancak geri kalmış ve
gelişmekte olan ülkelerde durum daha kötüdür. Bu ülkelerde özellikle alt toplum katmanlarında şiddet neredeyse
tek iletişim şekli halini almaktadır.
Ülkemiz de bu şiddet salgınından nasibini fazlası ile almıştır. Bu artışın nedenleri yoğun ve hızlı göç, yerleşilen
şehire ve kültüre uyum sağlayamama, kendisini engellenmiş hissetme, eğitim ve buna bağlı çözüm bulabilme
yeteneği eksikleri, devletin gücünü yeterli gösterememesi veya göstermeğe çalışırken kendisinin şiddete
başvurması gibi çok farklı olabilmektedir.
Ülkemizin geleneksel eğitim ve davranış biçimleri arasında şiddetin belli bir yerinin olması da şiddet davranışını
artırmaktadır.
Özellikle son zamanlarda ülkemizde değişik bir şiddet şekli olarak hekime yönelik şiddet ortaya çıkmış ve ölüme
kadar giden tatsız olaylar olmuştur. Bu olaylar o kadar yoğundur ki bu konuşmayı dinleyen veya okuyan
meslektaşlarımız arasında bile şiddete maruz kalanlar mutlaka mevcuttur.
Hekime yönelik şiddeti biz psikiyatristler açısından ikiye ayırarak incelemek daha doğru olacaktır.
Özellikle psikotik ve antisosyaller olmak üzere hastalarımızın başta biz psikiyatri uzmanları olmak üzere
hastalıkları nedeni ile hekimlere yönelttiği şiddet davranışı. Bu tür şiddet çok eskiden beri tüm toplumlarda
olmuştur ve özellikle daha yaşlı psikiyatristlerin hatırlayacağı bir çok meslektaşımız bu tür saldırılarla hayatlarını
kaybetmiş veya yaralanmışlardır. Bunları psikiyatrik ölçüler içinde ele almak ve değerlendirmek daha doğru
olacak ve özellikle psikiyatristlerin eğitimle kazanacakları yeteneklerle önlemek nispeten kolay olacaktır.
Ancak son zamanlarda ülkemizde gelişen bir başka hekime yönelik şiddet şekli ise hasta ve yakınlarının
isteklerinin yerine getirilmemesi veya yapılmağa çalışılan işlemin yanlış anlaşılması gibi nedenlerle hekime
yönelen şiddet davranışıdır. Bunun pek çok nedeni vardır ve çok etraflıca araştırılması ve önlenmeğe çalışılması
gereklidir. Bu tür şiddeti önlemek daha zor olacak gibi görünmektedir.
Bu tür şiddetin son zamanlarda artmasında ülkenin sağlık sisteminde aşırı bir değişime gidilerek çok fazla
hastanın kısa sürede bakılması dolayısıyla hastaya yeterli vakit ayırılamaması, yasaların yetersiz kalması,
hastane idarecilerinin tecrübesizliği gibi faktörlerin yanı sıra hastane fizik şartlarının kötülüğü, öfke giderici
önlemlerin alınamamış olması gibi pek çok neden vardır. Bu nedenler bilimsel olarak araştırılmalı ve ortadan
kaldırılmaya çalışılmalıdır.
Ne yazık ki ilk akla gelen önlemler polisiye tedbirler ile olayları yatıştırmağa çalışmak olmaktadır, bu mutlaka
gerekli bir yaklaşımdır ancak olayların pek azı bu yöntem ile bastırılabilir. Sonuç olarak her hastaneye çok sayıda
polis koymak mümkün olmadığı gibi saldırganların zaman zaman polise de saldırdığını unutmamak gerekir.
Yapılması gereken ise daha önce de anlatıldığı gibi bu şiddetin nedenlerini araştırmak ve basitçe çözülebilecek
olan sorunların çözümünü en kısa zamanda sağlamak, uzun vadeli çözüm için ise özellikle kitle eğitim araçları ile
bu davranışı değiştirmeğe çalışmak olmalıdır. Hastane ve sağlık kurumlarında olabilecek her türlü şiddet
davranışının cezasını artıran yasal düzenlemelerin de yapılması gereklidir.
Sonuç olarak hekime yönelik şiddeti önlemenin birinci adımı sosyolojik, psikolojik ve psikiyatrik araştırmalar
yapmaktır. Nedeni bilinmeden sorun çözülemeyeceği gibi var olduğu düşünülen sorun ve çözümlerinde bu
araştırmalar sonucunda farklı sonuçlar ortaya çıkabileceğini unutmamak gerekir. Bilimsel olmayan yöntemlerle
yapılacak çözümler sorunu daha karmaşık hale getirebilir. Tüm sağlık çalışanlarının şiddetten uzak bir çalışma
ortamına kavuşması dileği ile
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 17
Çeşitli Boyutları İle Şiddet
Kadına Yönelik Şiddette Kadının Rolü ve İkincil Travmalar
Oturum Başkanı
: Mehmet Sungur
Ne yazık ki, kadına yönelik şiddete uygun bir zemin oluşmasında, şiddete uğrayan kadının kendi rolü de
küçümsenmeyecek oranda önemli olmaktadır. İkincil travma olarak da tanımlanabilecek bu olgu, çoğu kez
kadının uğradığı şiddet nedeniyle kendisini suçlu/hatalı bulmasından kaynaklanmaktadır. Herhangi bir travmayı
izleyerek insanların kendi başlarına gelenlerden kendi kendilerini sorumlu tutmaları ya da başkalarını tarafından
sorumlu tutulmalarının altında ADİL DÜNYA anlayışı yer almaktadır. En tipik örneği şiddet olaylarında veya ırza
geçme olaylarında mağdur olan kişinin saldırganı kışkırttığı biçimindeki suçlamalarla karşılaşmasıdır. Kadın bir
yandan ilk travmanın (şiddetin) acısını yaşarken, diğer yandan da kendini suçlayarak ikincil bir travmaya neden
olmaktadır.
Bunun bir nedeni de kendisini çaresiz hissetmesidir. Çoğu kez gerek şiddet gösteren kişi, gerekse çevredeki
yakınlar bu ikincil travmaların oluşumunu kolaylaştırmakta ve böylelikle hem kendi sorumluluk ve ‘suç’larını
görememekte hem de kurbanın ortaya çıkan şiddetten kendisini suçlamasına neden olabilmektedir. ‘Sen ne
yaptın da seni dövdü?’ şeklinde sorular ya da ‘Beni öylesine öfkelendirdin ki kendimi tutamadım’ biçimindeki
açıklamalar şiddet mağdurunun mevcut durumu tam olarak kavrayamamasına neden olabilmektedir.
Bu sunumda ikincil travmalara neden olan adil dünya anlayışından söz edilecek ve ikincil travmaların önlenmesi
doğrultusunda yapılabilecekler konusunda önerilerde bulunulacaktır.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 17
Çeşitli Boyutları Ile Şiddet
Evlilik içi şiddet
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Sungur
: Murat Dokur
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 6
P 18
Kadınlarda Şiddet Davranışı
Filisid
Oturum Başkanı
Panelist
: Fisun Akdeniz
: Armağan Özdemir
Filisid toplumun her bireyi kadar psikiyatri alanında çalışanlar için de dehşet verici bir durumdur. Filisid riski
bulunan veya filisid eylemi gerçekleştirmiş ebeveynleri değerlendirmek çok zorlayıcı olabilir. Çocukların genellikle
dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korunması gerektiği düşünülürken çocukların öldürülmesi eyleminin sıklıkla
ebeveynleri tarafından gerçekleştirilmesi ve dünyaya geldikleri ilk günün en riskli zaman olması oldukça trajiktir.
Filisid genel olarak 18 yaş altı çocukların ebeveynleri tarafından öldürülme eylemini tanımlarken, ilk gün
gerçekleşmişse neonatisid, ilk yıl gerçekleşmişse infantisid terimi kullanılır. Terim farklılığının ötesinde bu üç grup
arasında sosyodemografik özellikler, psikiyatrik hastalıklar, eylemin biçimi ve nedenleri arasında ciddi farklar göze
çarpmaktadır. Filisid eylemiyle ilgili sınıflandırmalar yapılırken bu farklar arasından özellikle nedenlere yönelik
çalışmalar yapılmıştır. En sık kullanılan Resnick sınıflandırmasında alturistik, akut psikotik, istenmeyen çocuk,
kaza sonucu veya eşten intikam amacıyla yapılan filisid olmak üzere alt gruplar belirlenmiştir. Psikiyatrik
hastalığı olan ebeveynler içinde psikotik özellikli depresyon, psikoz, bipolar bozukluk sık görülmektedir. Bu
sunumda psikiyatrik hastalığı olan ebeveynlerin genel özelliklerinin belirlenmesi amacıyla literatür bilgisi
sunulacak ve psikiyatri çalışanları olarak bu riski değerlendirmek ve önlemler almak konusunda dikkat edilecek
hususlar ele alınacaktır.
Genel ilgi anne filisidlerine odaklanmasına rağmen baba filisidleri de özellikle daha büyük yaştaki çocuklarda ön
plana çıkmaktadır. Anne ve baba filisidleri arasında farklı özellikler incelenecek ve kültürel, hukuki ve evrimsel
bakış açısıyla filisid eylemi değerlendirilecektir.
Bu sunumda literatür bilgisinin gözden geçirilmesinin yanında klinik deneyimlere yer verilmesi ve uluslararası
medyada çok ses getirmiş ve hukuk sisteminde ciddi tartışmalara neden olmuş “Andrea Yates” ve “Sally Clark”
vakalarının bize öğrettiklerinin tartışılması amaçlanmıştır.
Anahtar sözcükler: filisid, neonatisid, infantisid
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 6
P 18
Kadınlarda Şiddet Davranışı
Kadın Ve Erkeklerde Şiddetin Nörobiyolojisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Fisun Akdeniz
: Çağatay Karşıdağ
İnsanlar sosyal olarak doğrudan saldırganlığı erkek cinsiyet rolleriyle, dolaylı saldırganlığı kadın cinsiyet roller
bağdaştırmaktadır. İkiz aile çalışmalarında dürtüsel şiddetin % 70 oranında kalıtılabildiği gösterilmiştir. Temel
olarak cinsiyetler arasında bir farklılık yokmuş gibi görülmekle beraber bazı açılardan erkek ve kadınlarda görülen
şiddetin etki mekanizmalarında değişiklikler saptanabilmektedir. Kadın ve erkeğin sahip olduğu farklı cinsiyet
hormonlarının saldırganlık düzeylerini etkilediği, yüksek dopamin ve katekolamin düzeyleri ile düşük serotonin
düzeylerinin agresyonu arttırıcı bir etkiye sahip olduğu bilinmektedir. Ayrıca glutamaterjik/GABAerjik sistemindeki
denge bozukluklarının da agresyon üzerine etkileri olduğu gösterilmiştir. Ancak saldırganlık ile hormonlar
arasında anlamlı bir ilişki olmasına karşın bu dürtüler birçok biyo-psiko- sosyal etkenlerden de önemli ölçüde
etkilenmektedir.
10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 6
P 18
Kadınlarda Şiddet Davranışı
Adli Tıp Kurumu’ na gelen kadınların şiddet davranışının araştırılması
Oturum Başkanı
Panelist
: Fisun Akdeniz
: Nihat Alpay
Kadınların ekonomik sosyal ve siyasal yaşamda artan biçimde yer almaya başlaması ile birlikte kadın
suçluluğunda belirgin bir artış olmuştur. Ayrıca ekonomik ve sosyal yapıda hızlı değişimler genelde suç
olgusunda ve özellikle kadınların işlediği suçlarda belirgin bir artışı beraberinde getirmiştir.Araştırmalarda kadın
suçlu sayısının en yüksek olduğu ülkelerde bile tüm suçluların ancak %20 ‘ si kadındır.Ülkemizde bu oran
Doğudan batıya doğru artmakla birlikte %2,5-3,5 olduğu belirtilmektedir.(Balçıoğlu ve ark. 2004) Cinsiyet suç
işleme üzerine etkili olduğu erkeklerin kadınlardan daha fazla saldırgan bir eğilim içinde olduğu bilinmektedir.
Yapılan çalışmalarda testesteron hormonunun ve bu hormonun düzeyinin saldırganlıkla yakın ilişkisi olduğu
bildirilmiştir.
Sosyal değişimin en yoğun biçimde hissedildiği yüz yüze ilişkinin yerini formal ilişkilere bıraktığı şehirlerde kadın
karmaşık bir ilişki ağı içinde giderek artan bir sorumluluk taşımakta ,bu şartlara kadına karşı şiddet ,aile
geçimsizliği ,geçim zorluğu gibi olumsuz faktörler eklenince kadının şiddet davranışı da artmaktadır.Örf,anene ve
geleneklerle örülü olan değerlerin zayıflamasını kadının şiddet davranışında ayrı bir sebep olarak ele
alınabilir.Kadınların en fazla işledikleri şiddet davranışları adam öldürme (çocuklarını ve eşleri ekseri olmak
üzere),öldürmeye teşebbüs ve yaralamalardır.
Kadınlar tarafından işlenen suçların en korkuncu ve en fazla raslananı olarak annenin çocuğunu öldürme
davranışıdır.Ebeveyn tarafından çocuğun öldürülmesine filisid denir.Neonatisid ise bu olayın doğumun ilk
gününde olduğunu belirtir.Filicid görece nadir bir olaydır.
A .B.D Sağlık Bakanlığı tarafından 1997 yılında yapılan bir çalışmada homisid çocuk ölümlerinde 1-4 yaş arası
4.,5-14 yaş arasında 3. Ve 15-24 yaş arasında 2. En sık sebebi olduğunu bildirmiştir.A.B.D. bu oran 8/100000
olarak verilmektedir. Aslında fiklisid olgularının elde edilen rakamlardan çok fazla olduğu fakat filisidlerin aile
tarafından normal ölümmüş gibi gösteriLdiği bu nedenle sayının az olduğu söylenebilir.Bazı toplumlarda zayıf ve
hasta çocukların öldürülmesi geleneğide vardır.Bunlar kendi toplumla rında olagan karşılandığı için filisid olarak
kabul edilmemektedir.
Eşini Öldüren Kadınlar
kişinin tahsil durumu
Valid
okur-yazar degil
okur-yazar
İlkokul
Ortaokul
Lise
yuksekokul
Total
. Çocuğunu Öldüren Kadınlar
Total
32
Frequency
2
3
15
3
2
1
26
Percent
7,7
11,5
57,7
11,5
7,7
3,8
100,0
100,0
Valid Percent
7,7
11,5
57,7
11,5
7,7
3,8
100,0
100,0
Cumulative Percent
7,7
19,2
76,9
88,5
96,2
100,0
hastanın tahsil durumu
Valid
egitimi yok
İlkokul
Ortaokul
Lise
yuksekokul
Total
Frequency
8
12
4
2
6
32
Percent
25,0
37,5
12,5
6,3
18,8
100,0
Valid Percent
25,0
37,5
12,5
6,3
18,8
100,0
Cumulative Percent
25,0
62,5
75,0
81,3
100,0
cezai ehliyeti
Valid
var
yok
Total
Frequency
19
13
32
Percent
59,4
40,6
100,0
Valid Percent
59,4
40,6
100,0
Cumulative Percent
59,4
100,0
1-Farooque R,and Emst FA. Filicide : A rewıew of Eight Years of Clinical Experence. Journal of the National
Medical Association.2003, Vol.95,No:1..
2-- West S.G. An Overview of Filicide..Psychiatry (Edgmant)2007,4(2):48-57
3- Bourget D, Grace J, and Whitehurst L. A Review of Maternal and Paternal Filicide..J Am Acad Psychatry 2007
Law35:74-83
4-Friedman SH,Horwitz SM,Resnick PJ. Child Murder by Mothers : A critical Analysis of the Current State of
Knowledge and a Research Agenda..Am J Psychiatry , 2005,162:9
5- Putkonen H,Henelius GW, Lindberg L, Eronen M. and Hakkanen H. Differences between homicide and filicide
offenders; results of a nationwide register-based case-control study. BMC Psychiatry 2009,9:27
10 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 3
P 19
Politik Psikoloji Penceresinden Şiddet Ve Terör
Ötekileştirme Ve Terör
Oturum Başkanı
Panelist
: Abdülkadir Çevik
: Ayşe Gül Yılmaz Özpolat
Ötekileştirmek, bir insanı veya insan topluluğunu ‘’öteki’’ olarak görüp ondan uzaklaşmak, onu potansiyel bir
düşman olarak görmek, kötü ve zararlı olarak damgalamak, yok etmeye veya kendine benzeterek ‘’kurtarmaya’’(!)
çalışmaktır. Kadın-erkek, beyaz-zenci, zengin-fakir, özellikle 11 Eylül’den sonra müslüman-müslüman olmayan,
Türk-Kürt, alevi-sünni, heteroseksüel-homoseksüel, dindar-dindar olmayan, sağcı-solcu, laik-laik olmayan,
Atatürkçü-Atatürkçü olmayan, Ak parti-cemaat gündelik hayatta en sık karşılaştığımız ötekileştirme örnekleri.
Aslında gündelik hayatta “hemşerim memleket nere?” ile başlıyor ötekileştirme, fakat hayatın her alanında bir
başkası için öteki olmadığımız alan kalmıyor neredeyse.
Şiddet ise, kişinin kendisine, başka birisine, bir gruba, topluma karşı gücünü istemli olarak kullanması ya da tehdit
etmesi. Farklılıkların barış içinde bir arada yaşayabilmesi, gerçek bir demokrasi ve kardeşliğin hayat bulabilmesi,
insanların yaşam içerisinde gerçekten de eşit olabilmesi için kimsenin ötekileştirilmemesi, farklı görülenin
kötülenmemesi ise umut edilen.
10 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 3
P 19
Politik Psikoloji Penceresinden Şiddet Ve Terör
Politik Psikoloji ve Terör
Oturum Başkanı
Panelist
: Abdülkadir Çevik
: Erguvan Tuğba Özel Kızıl
Politik psikoloji, politik yargı ve kararların altında yatan zihinsel süreçleri incelemektedir. Terörizm, toplumda
korku, endişe, huzursuzluk ve karmaşa yaratmayı amaçlayan her türlü psikolojik ve fiziksel şiddet içeren eylemleri
kapsamaktadır. Kitlesel şiddet ve soykırım gibi diğer şiddet davranışlarından farkı, terörün küçük bir gruba yönelik
olan, ancak büyük grupları etkilemesi hedeflenen eylemler olmasıdır. Terörün amacı direk olarak öldürmekten
ziyade , toplumun dikkatini çekmek, topluma zarar vermek ve bu yolla politik mesajların iletilmesini sağlamaktır.
Terör amaçlarına göre etnik, dini, ideolojik terör gibi altbaşlıklar halinde incelenmektedir. Yapılan çalışmalar
teröristlerde majör psikopatolojilerin bulunmadığını desteklemektedir. Dolayısıyla, terörizmin psikolojisi
incelenirken bireysel psikolojik kavramların yeterli olmayacağı, konunun sosyopsikolojik ya da politik psikolojik
kavramlarla ele alınması gerektiği bildirilmektedir. Bu panel sunumunda terörizmin altında yatan nedenler politik
psikolojik kavramlar ışığında tartışılacaktır.
10 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 3
P 19
Politik Psikoloji Penceresinden Şiddet Ve Terör
Şiddetin Psikodinamik Etiyolojisi ve Kimlik
Oturum Başkanı
Panelist
: Abdülkadir Çevik
: Rıfat İlhan
Şiddet; evrimsel, ontogenetik, tarihsel, ekonomik, sosyopolitik alanlardan etkilenen ve köken alan çok boyutlu bir
fenomendir. Şiddet, insanoğlunun biyopsikososyal özellikleri nedeniyle, birçok farklı görünüme ve nedene sahip
olabilmektedir. Bunlarla birlikte gerek bireyler arasında gerekse de geniş gruplar arasında ki şiddetin ve
çatışmanın kökeninde kimliğin önemli bir yeri bulunmaktadır. Kimlik ; bireyin kim olduğuna ilişkin kendi
düşüncelerini ve bireyin geçmişini, şimdiki zamanını ve geleceğini kapsayan bir algıdır. Kimliği berraklaşan kişi;
gerçekçi bir kendilik algısı ile birlikte grubu ve idealleriyle içsel bir dayanışma duygusuna sahip demektir. Bu
anlamda bireysel çekirdek kimliğin ve grup kimliğinin gelişiminde psikanalitik ve psikodinamik kuramların dikkate
alınması, şiddetin psikodinamik etiyolojisine ışık tutacaktır.
Anahtar Kelimeler: Şiddet, Kimlik, Geniş Grup Kimliği
10 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 3
P 19
Politik Psikoloji Penceresinden Şiddet ve Terör
Terör ve Medya
Oturum Başkanı
Panelist
: Abdülkadir Çevik
: B. Senem Çevik-Ersaydı
Terörizm ve medya birbirine yaşamsal açıdan bağlı ve bağımlıdır. Terör örgütleri ulusal ve uluslar arası
kamuoyunu etkilemek amacıyla medyaya ihtiyaç duyarlar. Terör örgütleri medya aracılığı ile hem kendi
ideolojilerine destek veren gruplara, muhtemel hedef kitlelere hem de terör eylemlerine maruz kalan ülkenin
halkına mesaj vermektedir. Terör örgütleri medyayı bir propaganda aracı olarak kullanırken medya da bir yandan
bu duruma yarı gönüllü bir alet olma yarışı içindedir. Terör örgütlerinin medyaya olan yaşamsal ihtiyacı kadar
medyanın da terör eylemlerini bir popüler kültür ve tüketim nesnesi olarak sunma ihtiyacı vardır. Terör ile ilgili
yapılan haberler medya için büyük bir kaynak oluşturmakta, izleyicilerin duygularına hitap ederek izlenirliği
artırmaktadır. Bir diğer açıdan bakıldığında tüm bu karşılıklı bağımlılık modeli tarafların toplumlar üzerinde bir güç
algısı oluşturmaya çalışmasını değiştirmez.
Medya üzerinden yürütülen bir güç mücadelesi ve psikolojik savaş grupların algılarını yönlendirmeyi
amaçlamaktadır. Öte yandan terör ve medya ilişkisi devletlerin kendi sürekliliği, aidiyetin pekiştirilmesi ve en
önemlisi de toplumsal statükonun devamı açısından hayatidir. Yani medyanın gösteri dünyasında sunulan ve
tüketilen terör haberleri birey ve toplumların uzaklarında yaşandığından içinde bulunulan durumun da devamını
teşvik etmektedir. Kısacası terör eylemleri uzaklarda yaşansa da medya aracılığı ile ateş sadece düştüğü yeri
yakmıyor, toplumların grup kimliklerinin bütünlüklerini de tehdit edecek boyuta varıyor. Bu da toplumsal bir
regresyona neden olarak, toplum içinde gerginliklere yol açabiliyor. Toplumların tahammül eşikleri azalıyor.
Böylece terör tanımı ile örtüşen bir biçimde, fiziksel olarak zarar görmeyen, olaydan uzaktaki toplumun diğer
bireylerine de ulaşmış olmaktadır.
10 Ekim 2012 / 17:30 – 19:00 / Salon 3
P 20
Şizofreni ve Şiddet
Şizofreni hastasında şiddeti önlemek ve başa çıkmak için neler yapılmalı ?
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Yıldız
: Ersin Hatice Karslıoğlu
Şiddetin şizofreni hastalarında genel topluma oranla arttığını gösteren çalışmalar yanında artmadığını bildirenler
de bulunmaktadır. Şizofreni hastalarının büyük çoğunluğu şiddet göstermese de az bir bölümünde saldırganlık
devam edegelir. Ruhsal hastalığa atfedilen şiddet suçları %5 kadar az omasına rağmen, hastaların
damgalanmasına neden olur. Sorunun önemine sıkça vurgu yapılsa da şiddet davranışının tedavisi konusunda
güvenilir bilgi azdır. Bu sunumda şiddet davranışının tedavisi, yönetimi literatür bilgisi ışığında ele alınmaya
çalışılacaktır. Şiddet davranışı etyolojik olarak 3 ayrı alanda incelenebilir: 1- Şizofreni belirtileri ile ilişikili olanlar:
Çoğunlukla emir veren işitsel varsanı, şüphecilik, kıskançlık varsanıları gibi pozitif belirtilerle ilişkilidir. 2İmpulsivite: Hastalığın bir parçası olarak impulsivite artışı, impulsif saldırılara neden olabilir. 3- Son olarak
psikopati ile ilişkili impulsivite ve saldırganlık: Şizofreniye eşlik eden kişilik bozukluklarında, antisosyal özellikler
eşlik ettiğinde şiddet davranışının arttığı izlenilmiştir. Tedavide bu 3 ayrı alana göre düzenleme gereklidir.
Antipsikotikler birinci grup hastada etkili iken, dürtüsellik ve eşlik eden psikopati farklı bir yönetimi gerektirir.
Şizofrenide şiddet riski olan hastaların tanınması ilk adımdır. Çocukluk çağı bağlanma sorunları, davranım
bozukluğu öyküsü olan, genç, erkek, madde kullanım bozukluğu eşlik eden, işsiz, dezorganize yaşam tarzı olan
hastalarda risk daha yüksektir. Tedavi uyumu olmayan hastalarda dikkatli olunmalıdır. Hastaya müdahalede
öncelikle hastanın ve çalışanların güvenliği sağlanmalıdır. Empati her zamanki gibi esastır; dikkati dağıtma,
gerekirse geçici olarak hastayı tecrit etme uygulanabilir. İlaç tedavisinde hastanın sakinleştirilmesi esas olup,
kimyasal tespit anlamına gelecek düzeyde sedasyondan kaçınılmalıdır. Klozapine atfedilen özel bir anti-agresif
etkinlik sözkonusu olsa da; atipik ve tipik tüm antipsikotiklerin etkili olduğu söylenebilir. Kısa dönemde
benzodiyazepinler, uzun dönemde ise serotonin geri alım inhibitörleri ve duygudurum dengeleyiciler yardımcı
olabilir.
Psikotik belirtilerin kontrol altında tutulması, ilaç uyumunun gözden geçirilmesi, şiddetle ilişkili olabilecek risk
etmenlerinin (Geçmiş şiddet öyküsü, fiziksel kötüye kullanılma, ailede suç kaydı, alkol-madde kullanımı, yaş,
cinsiyet, işsizlik, yeni boşanmış olma, işten yeni ayrılma...vs) değerlendirilmesi ve yönetimi, şizofreni hastalarında
şiddet riskini azaltmada önemlidir. Kaynaklar: 1- Volavka J., Citrome L. Pathways to aggression in schizophrenia
affect results of treatment. Schizophrenia Bulletin (2011);37(5):921-929. 2- Hodgins S. Violent behaviour among
people with schizophrenia: a framework for investigations of causes, and effective treatment, and prevention.
Phil. Trans. R. Soc. B
10 Ekim 2012 / 17:30 – 19:00 / Salon 3
P 20
Şizofreni ve Şiddet
Şiddetin Mağduru Olarak Şizofreni Hastası
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Yıldız
: Haldun Soygür
Şizofreni bağlamında şiddet söz konusu edildiğinde, genellikle şizofreni hastalarının neden olduğu şiddet akla
gelmektedir. Oysa pek çok çalışmada şizofreni hastalarının şiddet eylemlerinin mağduru ya da kurbanı oldukları,
bu açıdan toplumu oluşturan diğer bireylere göre daha fazla risk altında oldukları ortaya konulmuştur. Ayrıca
şiddet sadece fiziksel bir eylemden ibaret olmayarak daha geniş bir şekilde tanımlandığında da, şizofreni
hastalarının damgalanma ve ayrımcılığa maruz kalmaları, toplum içinde eşit yaşama şansından mahrum olmaları
gibi nedenlerle şiddetin mağduru oldukları görülmektedir. Bu sunumda, şizofreni hastalarının şiddetten gördükleri
zararlar, bu durumun olası nedenleri ve nasıl baş edilebileceği konuları ele alınmıştır.
Kaynaklar
Fitzgerald PB, de Castella AR, Filia KM, Filia SL, Benitez J (2005) Victimization of patients with schizophrenia and related
disorders. Kulkarni JAust N Z J Psychiatry, 39(3):169-74.
Brekke JS, Prindle C, Bae SW. Long JD (2001) Risks for Individuals With Schizophrenia Who Are Living in the Community,
Psychıatrıc Servıces, 52(10):1358-1366.
10 Ekim 2012 / 17:30 – 19:00 / Salon 3
P 20
Şizofreni ve Şiddet
Şiddetin Nedeni Olarak Şizofreni Hastası
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Yıldız
: Ömer Böke
İnsanlar sıklıkla şizofreni ve şiddet arasında doğrudan bir bağ olduğunu düşünmektedir. Ruhsal hastalığı olan
birinin şiddet eylemi ile ilgili herhangi bir haber, bu bağı pekiştirmektedir(1). Özellikle kitlesel, çok ciddi şiddet
eylemi gerçekleştirenlerin ruhsal hastalığının olma şüphesinin basın organlarında işlenmesi, şizofreni hastaları ve
yakınları üzerinde ağır bir örselenme oluşturmaktadır. Akademik ortamda ise 1980’lere kadar uzman görüşü
çerçevesinde, şizofreni hastalığı ile şiddet eylemi arasında hiçbir bağlantı olmadığı ileri sürülüyordu.. Ancak
1980’lerden sonra yapılan geniş örneklemli epidemiyolojik araştırmalar, şizofreni hastalarının genel popülasyona
göre daha sık şiddet eylemi içinde bulunduklarını göstermiştir. Çalışmalar genel popülasyona göre hiç fark
bulamama ile 7 kat artmış risk arasında değişiklik göstermiştir(2). Bununla birlikte hastaların çok önemli bir
kısmının hiçbir şiddet davranışı içinde bulunmadıklarını da biliyoruz. Çalışmalar tutarlı biçimde şiddet davranışı
gösteren şizofreni hastalarında komorbid madde bağımlılığı olduğunu ortaya koymuştur. Madde bağımlılığı
kontrol edildiğinde, şiddet davranışı sıklığının genel popülasyonla eşleştiğini gösteren çalışmalar vardır. Ayrıca
tedavi uyumunun kötü olması, ve gelişim döneminde maruz kalınan şiddet ve olumsuz sosyal koşullar ile şiddet
davranışı arasında ilişki gösterilmiştir. Hastalarının uyguladığı şiddet davranışının yarısına yakın bir kısmının
psikiyatri tedavisi öncesinde olduğu, şiddet yoğunluğu ile tedavisiz geçen süre arasında ilişkinin bulunduğu ve
özellikle istemsiz tedavi girişimleri ile birlikte şiddet davranışının ortaya çıktığı bildirilmiştir(3). Bunlarla birlikte
tedavi altında olan şizofreni hastalalarında şiddet davranışının genel popülasyondan farklı olmadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Şizofreni hastalığının bazı farklı nörobiyolojik ve klinik özelliklerinin de şiddet davranışını belirlediği konusunda
veriler vardır(4,5). Sunumda şizofreni hastalarının şiddet davranışı ile ilgili epidemiyolojik veriler sunulduktan
sonra klinik ve nörobiyolojik farklılıklar özetlenecektir.
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
Wehring HJ, Carpenter WT. Violence and Schizophrenia. Sch Bull 2011; 37:877-878.
Fazel S, Gulati G, Linsell L, Geddes JR, Grann M. Schizophrenia and violence: Systematic review and metaanalysis. Plos Medicine 2009; 6:1-15.
Large MM, Nielssen O. Violence in first epizode psychosis; A systematic review and meta-analysis. Schizophrenia
Res 2011; 125: 209-220.
Kuehn BM. Evidence Suggests Complex Links Between Violence and Schizophrenia. JAMA 2012; 308: 658-659.
Soyka M. Neurobiology of Aggression and Violence in Schizophrenia. Schizophrenia Bulletin; 37: 913-920.
Bridget M. Kuehn JAMA. 2012;308(7):658-659.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 21
Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanın Yolları
Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanın Yolları Paneli) Aşk
Oturum Başkanı
Panelist
: Levent Mete
: Almila Erol
Octavia Paz’a göre aşk, ruhla beden arasında cinsellikten saygıya, sevecenlikten erotizme kadar bir dizi duyu ve
duygu yelpazesi gibi açılır ama bu duygular düşmanlık, çekişme, korku, kıskançlık ve nefreti de içerir.
Aşk, kelimenin en geniş anlamıyla bir bütün olarak kültürün temelini oluşturur. Evrendeki yaratıklar içinde en
tutkulu olan ve en çok arayan insandır. Bu tutkunun kaynağı “o”nu tekrar keşfetmek için yorulmak bilmez arzudan
başka bir şey değildir ve “o” herhangi bir biçim alabilir. Kendi biçimimizde şiir yazar, müzik dinler, katedraller inşa
eder ve öteki gezegenlere uçarız.
Öte yandan, yetişkin aşk her zaman libidinal olarak ve saldırganlıkla yüklenmiş benlik ve nesne temsillerinin
bütünleşmesini içerir. Bu çift değerlilik (aşk-nefret) her anlamlı insan ilişkisinin olduğu gibi aşkın da
karakteristiğidir ve aşk ilişkisi içerisinde tekrar canlanır. Libido-saldırganlık, aşk-nefret bütünleşmesi aşk
ilişkilerinin kapasitesinin önemli özelliğidir. Bireyin saldırgan dürtülerinin yüceltilmesi sevgi ve ilgi kapasitesini
doğurur.
Kaynaklar
1)
2)
3)
Otto Kernberg. Aşk ilişkileri: Normallik ve patoloji. 3. Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011.
Paul Verhaeghe. Yalnızlık zamanında aşk. Encore Yayınları, İstanbul 2003.
Octavio Paz. Çifte alev. Okuyan Us Yayın, İstanbul 2002.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 21
Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanın Yolları
“Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumşatmanın Yolları” Paneli Sanat
Oturum Başkanı
Panelist
: Levent Mete
: Demet Gülpek
Tolstoy sanatı, insanın bir zaman duymuş olduğu bir duyguyu kendinde canlandırdıktan sonra aynı duyguyu
başkalarının da duyabilmesi için hareket, çizgi, renk, ses ya da sözcüklerde biçimlenmiş olarak aktarması olarak
tanımlamıştır. Diğer yandan, sanattan, insanla nesnel gerçeklik arasındaki estetik ilişki olarak da söz edilmektedir.
Şiddet ise insanın saldırgan dürtülerinin bir çeşit dışa yansımasıdır.
Sigmund Freud’e göre yaratıcılığın kökeni bilinç dışıdır.
Bastırılmış ilkel cinsel ve saldırgan dürtülerin, yüceltme mekanizması ile toplum tarafından kabul edilebilir bir
şekle girdiğini savunan Freud, sanat yapıtlarını birer yüceltme ürünü olarak nitelendirir. Sanatçıyı ise ruhunda
güçlü içgüdüsel tutkuların varlığını duyan ve bu tutkuları oldukça dikkate değer bir yumuşatılmışlık içinde açığa
vuran çekici bir insan olarak tanımlar.
Sanat ve şiddet aslında yan yana gelmemesi gereken iki kavram gibi görünse de etik ve estetik çerçevede
oluşan şiddet ve sanat bir arada yaşarlar, çoğu zaman da ötüşürler. Sanat, soylu ve yüce duygular kadar (sevgi,
aşk, barış, dostluk, hayranlık) kadar kin, nefret, kıskançlık, saldırganlık gibi duygu ve dürtülerin de bir yansıması
olmuştur.
Kaynaklar
1.Freud S. Sanat ve Sanatçılar Üzerine. 5. baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2012.
2.Mülayim S. Sanat ve Şiddet. Ders Belgeliği 2000; 8:1-4.
3.Soygür H. Sanat ve Delilik. Klinik Psikiyatri 1999; 2:124-133.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 21
Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanın Yolları
Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanin Yollari” Panelinde Mizah
Oturum Başkanı
Panelist
: Levent Mete
: Levent Mete
Mizah, insanın esnemeyen, katı ve uyumsuz yanlarını törpüleyip düzeltmeye yönelik bir ceza sistemidir. Gündelik
yaşamın uyumunu bozan ağır suçları hukuk yoluyla değerlendirip, infaz sistemiyle cezalandıran toplum, “hafif
suçlar” olarak görülebilecek uyumsuzlukları gülerek cezalandırır. Bu da bir şiddettir, ancak, şiddetinin evcilleştirip
yumuşatılmış, en gelişkin hallerinden birisidir. Aynı zamanda, ayrımcılığa, adaletsizliğe, hoşgörüsüzlüğe yol açan
katı ve uyumsuz yanları gülünçleştirerek, şiddetin önemli kaynaklarından birisini hırpalar, kan kaybetmesine,
güçsüzleşmesine yol açar.
Kaynaklar
1.
2.
Henri Bergson. Gülme. Ayrıntı Yayınları. İstanbul, 1996.
Sigmund Freud. Günlük Yaşamın Psikopatolojisi. Payel Yayınları, İstanbul, 1996.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 22
Anksıyete Bozuklukları: Tanı ve Sınıflandırma Sorunları – I
Obsesif Kompulsif Bozukluk
Oturum Başkanı
Panelist
: Raşit Tükel
: Mehmet Murat Demet
2013 yılında yayımlanması beklenen DSM-5 Sınıflandırma versiyonunda obsesif kompulsif bozukluk üzerinde ne
fazla değişiklik yapılması önerilen tanı kategorilerinden biridir. Çok uzun süreden beri tartışılan “obsesif kompulsif
spektrum” kavramı ya da daha kapsayıcı ifade ile “obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar” kavramı ilk kez DSM5’in yayımlanması ile birlikte psikiyatrik sınıflandırma tarihindeki yerini alacakmış gibi görünmektedir. DSM-5
önerilerinde obsesif kompulsif bozukluk, beden dismorfik bozukluğu, istifleme bozukluğu, saç yolma bozukluğu
(trikotilomani), cilt yolma bozukluğu, madde kullanımına bağlı obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar, tıbbi
durumlara bağlı obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar, obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar ve başka türlü
adlandırılamayan obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar bu ana kategori altında sınıflandırılacaklardır.
Bu konuşmada yalnızca obsesif kompulsif bozukluk için yapılan değişiklik önerileri sunulacak ve tartışma ortamı
sağlanacaktır. DSM-5’te obsesif kompulsif bozukluk için yapılan değişiklik önerileri üç ana başlıkta toplanabilir: (a)
Ölçütlerdeki ifade değişiklikleri, (b) İç görü ve belirteç değişiklikleri, (c) Şiddet değerlendirmesine yönelik öneriler
(a) Ölçütlerdeki ifade değişiklikleri
1. Obsesyonları tanımlayan birinci ölçütte “impuls” sözcüğünün yerine “urge” sözcüğünün kullanılması
önerilmektedir. Hem impuls hem de urge sözcüğünün bazı obsesyon tiplerindeki istem dışılığı (kontrol
kaybını) karşılıyor olmasına karşın impuls ifadesinin ayırıcı tanıda karışıklık yaratacak şekilde impuls
kontrol bozukluklarını çağrıştırabilmesi bu öneri için gerekçe olarak gösterilmektedir.
2. Yine Obsesyonları tanımlayan birinci ölçütteki “inappropriate”-“uygunsuz” sözcüğünün obsesyonların
ego-distonikliğinin belirlenmesinin güç olması ve çeşitli kültürlerde, cinsiyet ve yaş gruplarında uygun
olma ya da uygun olmama ile ilgili yorumların farklılık göstermesi nedeni ile “unwanted”-“istenmeyen”
sözcüğü ile değiştirilmesi önerilmektedir.
3. Yine obsesyonları tanımlayan birinci ölçüte OKB’li hastalarının çoğunun en azından orta derecede
anskiyete ve zorlanma yaşaması ancak tüm obsesyonların belirgin anksiyete ve zorlanmaya neden
olmaması nedeni ile “in most individuals”-“bireylerin çoğunda” ifadesinin eklenmesi önerilmiştir.
4. DSM-IV ölçütlerinde var olan ve obsesyonları yaygın anksiyete bozukluğu ve psikotik bozukluklardan
ayırt etmeye yarayan iki maddenin A ölçütünden kaldırılması ve ayırıcı tanı ölçütü olan C ölçütü içinde
değerlendirilmesi önerilmektedir.
5. DSM-IV’teki kişinin obsesyon ya da kompulsiyonları aşırı ya da anlamsız olduğunu kabul etmesine ilişkin
B ölçütünün farklı anlamlar içerebileceği, OKB’de içgörü kavramının değişiklikler göstermesi ve sanrısal
OKB inançları olması nedeni ile kaldırılması ve içgörü kavramında yapılacak yeni düzenleme içinde
vurgulanması gerektiği önerilmektedir.
6. DSM-IV’te süre eşiği klinik bir kanıt olmamasına karşın “günde bir saatten daha uzun zaman” ifadesi ile
belirliydi. Kanıt bulunmamasını ve kaba bir rehber ifade olduğunun vurgulanması için ifadenin başına
“örneğin” getirilerek , “örneğin, günde bir saatten daha uzun zaman” şekline dönüştürülmesi
önerilmektedir. Böylece diğer bozuklukların ölçütlerinde kullanılan klinik ölçüt dili ile de uyumlu hale
getirilmiş olacaktır.
7. Ayrıcı tanı ölçüte olan C ölçütü majör depresif bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, hastalık
anksiyetesi bozukluğu, parafililer, dürtü denetim bozuklukları, istifleme bozukluğu ve cilt yolma
bozukluğunu da içine alacak şekilde genişletilmiştir.
(b) İçgörü ve belirteç değişiklikleri
8. DSM-IV’teki içgörü değerlendirmesi hem belirişiz bir terminoloji kullandığı hem de OKB tipik bir epizodik
hastalık olmamasına karşın şimdiki duruma odaklanmaktadır. Ayrıca “İçgörüsü az olan” ifadesi OKB’de
gerçekte var olan “iyi içgörü” ve “içgörüsüzlük” şeklide sınırları olan yelpazeyi karşılamamaktadır.
Tamamen içgörüsüz olan bir OKB hastasının OKB yerine bir psikotik bozukluk olarak tanı alması ile ilgili
sorunu da çözmemektedir. İçgörünün daha geniş bir yelpazede değerlendirilmesi gerektiği noktasından
yola çıkılarak “iç görüsü iyi ya da yeterince olan”, “içgörüsü az olan” ve “ sanrısal OKB inancı” şeklinde
bir derecelendirme önerilmektedir.
9. Erken başlangıç, erkek cinsiyette daha fazla bulunması, yüksek ailesel özellik göstermesi, simetri ve
tamlık obsesyonalrı, sıralama ve düzenleme kompulsiyonları, duyusal fenomenin ön planda olması belirli
olan ve SGAİ’lerin antipsikotik le güçlendirilmesinden yarar sağlayan bir alttipin belirteci olarak “tik ile
ilişkili” belirtecinin eklenmesi önerilmektedir.
(c) Şiddet değerlendirmesine yönelik öneriler
10. DSM-V görev grubu OKB’nin şiddetinin değerlendirilmesi için Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon
Ölçeği, Florida Obsesyon-Kompulsiyon Envanteri’ni, içgörü değerlendirmesi için de Brown İnanç
Değerlendirme Ölçeğinin kullanılmasını önermektedir.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 22
Anksıyete Bozuklukları: Tanı ve Sınıflandırma Sorunları – I
Travma Sonrası Stres Bozukluğu
Oturum Başkanı
Panelist
: Raşit Tükel
: Mehmet Murat Demet
2013 yılında yayımlanması beklenen DSM-5 Sınıflandırma versiyonu için DSM-IV’te anksiyete bozuklukları ve
uyum bozuklukları bölümlerinde bulunan tanıları içerecek şekilde oluşturulacak “Travma ve stres ile ilişkili
bozukluklar” ana tanı kategorisi önerilmiştir. DSM-5 önerilerinde tepkisel bağlanma bozukluğu, disinhibe sosyal
bağlanma bozukluğu, akut stres bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, uyum bozukluğu, başka türlü
adlandırılamayan travma ve stresle ilişkili bozukluklar ile daha ileri araştırma gerektiren bir durum olarak “ısrarlı
karmaşık yas bozukluğu” bu ana tanı kategorisi içinde yer alacaktır.
Bu konuşmada yalnızca travma sonrası stres bozukluğu için yapılan değişiklik önerileri sunulacak ve tartışma
ortamı sağlanacaktır. DSM-5’te travma sonrası stres bozukluğu için yapılan değişiklik önerileri dört ana başlıkta
toplanabilir: (a) Ölçütlerdeki değişiklikler, (b) Belirteç değişiklikleri, (c) Alttip tanımlamaları, (d) Şiddet
belirlemesine yönelik öneriler
(a) Ölçütlerdeki değişiklikler
Tanı ölçütleri ölçütlerin erişkinler, ergenler ve altı yaşından büyük çocuklara uygulanabileceğine ilişkin bir not ile
başlamaktadır Altı yaş ve daha küçük çocuklar için daha sonra ele alınacak “okul öncesi alt tip” önerisi
getirilmiştir.
1. DSM-IV’ten farklı olarak yeni versiyonda travmanın belirsiz ve dar kapsamlı tanımı değiştirilmiş,
travmanın tanımı ve travmayla karşılaşmanın hangi yollarla olabileceği ayrıntılı bir biçimde ifade
edilmiştir. Buna göre üç çeşit travma ile gerçekten karşılaşma ya da tehdit algılama bulunmaktadır: (a)
ölüm, (b) ciddi yaralanma veya (3) cinsel saldırı. Travma ile doğrudan karşılaşma, başkalarının travmaya
maruz kalmasına şahsen tanık olma, yakın akrabaların ya da yakın arkadaşların saldırı ya da kaza ile
gerçek ölüm ya da ölüm tehdidi yaşadığını öğrenmek, travmatik olayın olumsuz ayrıntılarını tekrar tekrar
yaşama veya aşırı derecede maruz kalma (ör. Kaza sonrası insanlardan kalan kalıntıları toplayan kişi
olma ya da çocuk istismarının ayrıntıları ile defalarca karşılaşan polis memuru olma) (İşle ilgili olanlar
hariç elektronik medya, televizyon, film veya resimler yolu ile maruziyet bu ölçütü karşılamaz).
2. DSM-IV’teki “kişinin tepkileri arasında aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme vardır” ifadesinin
yararsız olduğu için kaldırılması önerilmiştir.
3. DSM-IV’teki yeniden yaşantılamayı tanımlayan B ölçütünde 1., 2., ve 3. Maddelerde küçük değişikler
yapılması önerilmiştir. Buna göre:
a. “Olayın elde olmadan tekrar tekrar anımsanan sıkıntı veren, düşlem, düşünce veya algıları da
içeren anıları” şeklindeki ifade “travmatik olay ya da olayların kendiliğinden ya da bir neden
bağlı olarak yineleyici, istemsiz ve zorla ve zorlanma yaşatacak şekilde anımsanması” şeklinde
değiştirilmesi önerilmiştir. Buna gerekçe olarak da muhtemel bir depresif ruminasyon durumunu
dışarıda bırakmak şeklinde gösterilmiştir.
b. “Olayı sık sık sıkıntı veren bir biçimde rüyada görme” ifadesinin içeriği ve duygulanımının olay
ya da olaylar ile ilişkili olduğu yineleyici ve zorlanma yaşatan rüyalar görme” şeklinde
değiştirilmesi önerilmiştir. Değişik kültürlerde daha kabul edilebilir olacak bir ifadenin yazılması
gerekçe olarak gösterilmiştir.
c. B3 maddesindeki flashback yaşantılarını da içeren disosiyatif yaşantıların tanımının en uç
noktası mevcut durum ve çevreye karşı farkındalığın tam olarak kaybolduğu durumlar olan ve
yelpaze kavramı şeklinde değiştirilmesi önerilmektedir.
4. DSM-IV’teki sürekli kaçınma ve genel tepkilerde azalmayı tanımlayan C ölçütünün iki ayrı ölçüte
bölünmesi önerilmektedir. Buna göre DSM-V taslağının C ölçütü kaçınmaları, D ölçütü kognisyon ve
5.
6.
(b)
7.
(c)
8.
(d)
duygudurumda travmatik olaya ilişik olarak meydana gelen olumsuz değişiklikleri içerecek şekilde
oluşturulacaktır.
Yeni oluşturulan ve kognisyon ve duygudurumda travmatik olaya ilişik olarak meydana gelen olumsuz
değişiklikleri içeren D ölçütünde bazı değişiklikler ve eklemeler yapılması önerilmektedir. Buna göre:
a. DSM-IV’teki “bir geleceği kalmadığı duygusunu taşıma” ifadesinin DSM-V taslağında “travmatik
olaydan sonra başlayan ya da kötüleşen “ben kötüyüm”, “güvenilecek kimse kalmadı”, “dünya
tamamen tehlikeli” gibi kendisi, diğerleri ve dünya hakkında ısrarlı ve abartılı olumsuz inanç ve
beklentiler” şeklinde değiştirilerek daha belirgin ve kapsayıcı duruma genişletilmesi
önerilmektedir.
b. D3 maddesi ile yeni semptom olarak “kendini ya da başkasını ısrarlı şekilde suçlamak” ifadesi
eklenmesi önerilmiştir.
c. D4 maddesi ile yine yeni bir semptom olarak “ısrarlı negatif emosyonel durum” ifadesi
eklenmiştir.
Aşırı uyarılmışlık ve tepkiselliği tanımlayan E1 maddesinde daha önce “irritabilite ve öfke patlamaları”
şeklinde olan ifadenin davranışı betimleyen önek şeklinde düzenlenerek “irritabl ve agressif” şeklinde
yazılması önerilmektedir. E2 maddesinde ise yeni semptom olarak “umursamazlık veya kendine zarar
verici davranış” ifadesinin eklenmesi önerilmiştir.
Belirteç değişiklikleri
DSM-IV’te 3 aylık süre itibari ile vurgulanması istenen “akut” ve “kronik” belirteçleri ile 6 aydan sonra
semptom başlangıcını tanımlayan “geç başlangıçlı” belirtecinin kaldırılması önerilmektedir.
Alttip tanımlamaları
DSM-5 taslağı için daha önceki versiyonda olmayan iki alttip, Okul Öncesi Alttipi ve Disosiyatip Alttip
önerilmektedir.
DSM-V genel mantığına uygun olarak TSSB için de şiddet belirlemek üzere ölçek kullanılması
önerilmektedir.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 23
Şizofrenide İyileşmeyi Zorlaştıran Durumlar ve Yönetimi
Şizofreni tedavisinde sorun olan aile
Oturum Başkanı
Panelist
: Alp Üçok
: E. Cem Atbaşoğlu
Ağır psikiyatrik rahatsızlıklarda hastanın ailesinin tanı ve tedavideki rolü çok önemlidir. Yakın aile üyelerinin
hastayla ilişkilerinin rahatsızlık seyrinde etkili olduğu bilinmektedir. Aileden kaynaklanan ve rahatsızlık seyrini
olumsuz etkileyebilen zorlukların en iyi bilineni, duygu dışavurumunun yüksek olmasıdır (1). Ancak sadece duygu
dışavurumuna odaklanmak yeterince kapsamlı bir değerlendirme yapmayı sağlamaz.
Şizofreniye ilişkin epidemiyolojik araştırmaların şu bulguları da, dolaylı olarak, ailenin tedavi sürecinde dikkate
alınması gerektiğine işaret etmektedir: Şizofreni nedeninin %65-80’lik kısmı kalıtılan özelliklere atfedilir; ancak,
tek hasta bulunan aileler birden çok hasta bulunan ailelerden çoktur. Şizofreni tanısı konmuş olan hastaların aile
üyelerinde gerek şizofreni belirtilerinin hafif biçimleri gerekse başka psikiyatrik tanılar, klinik dışı nüfusa göre daha
yaygındır (2-4).
Tanı konmuş tek vakanın bulunduğu aileler daha çok olduğuna ve aile üyelerinde psikiyatrik belirti bulma olasılığı
ortalamadan yüksek olduğuna göre, tedavide ailenin yeniden ele alınması gereken durumları gözden kaçırmamak
ve gerekli müdahalede gecikmemek önemli bir ilkedir. Bu konuda hekim için uyarıcı olabilecek özellikler şöyle
özetlenebilir:
(i) Hastanın aile üyeleriyle ilişkisindeki sorunların ağırlıklı olması (aile üyeleriyle hastanın birbirlerinden
yakınmalarının çok, karşılıklı beklentilerinin yüksek olması gibi)
(ii) Psikozun ya da davranış belirtilerinin aile üyeleriyle ilgili ya da onlara yönelik olması
(iii) Hastanın taciz yakınmasının bulunması ya da böyle bir izlenim edinilmesi
(iv) Güncel bilgiye uygun ilaç tedavisiyle yeterli düzelme sağlanmaması
Hastayla aileyi birlikte ele almak, tanı ya da müdahale amaçlı muayene ve görüşmelerin ayrıntılandırılmasını ya
da tekrarlanmasını içerir: (i) Hastadan alınan anamnezle aileden alınanı hep birlikte gözden geçirmek; (ii)
anamnezde gelişimsel özelliklere odaklanmak; (iii) krize müdahale gerektiğinde, gündemdeki soruna odaklanarak
başlayıp ailedeki etkileşim örüntüsünü tekrar değerlendirmek, (iv) duygu dışavurumunun dinamiklerini / bilişsel
bileşenlerini ayrıntısıyla değerlendirmek; duygu dışavurumunun belirtilerini, aile üyelerinin tanısı konmamış
hastalıklarının göstergeleri olabilecekleri olasılığını da düşünerek ele almak, (v) aile üyelerinin tıbbi /
nöropsikiyatrik muayenesi ... gibi (4).
Böyle müdahaleler, çoğunlukla hekimin yansızlıktan uzaklaşma olasılığının yükseldiği durumlarda gerekli olur.
Kriz durumları, nüks izlenimi veren krizler, ailenin etkin rol oynadığı ilk başvurular ... gibi. Bu olasılık akılda
tutularak hem ailenin hem hastanın işbirliğini korumaya özen gösterilmelidir.
Sunumda, yukardaki endikasyonlar ve müdahalelerin ayrıntıları anlatılacaktır.
Kaynaklar
1.
Butzlaff RL, Hooley JM. Expressed emotion and psychiatric relapse: a meta-analysis. Arch Gen Psychiatry 1998;
55:547-52.
2. Lichtenstein P, Yip BH, Björk C ve ark. Common genetic determinants of schizophrenia and bipolar disorder in Swedish
families: a population-based study. Lancet 2009; 373:234-9.
3. Sullivan PF, Kendler KS, Neale MC. Schizophrenia as a complex trait: evidence from a meta-analysis of twin studies.
Arch Gen Psychiatry 2003; 60:1187-92.
4. Daniels JL, Forssen U, Hultman CM ve ark. Parental psychiatric disorders associated with autism spectrum disorders in
the offspring. Pediatrics 2008; 121:e1357-62.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 23
Şizofrenide İyileşmeyi Zorlaştıran Durumlar ve Yönetimi
Şizofreni ve negatif belirtiler
Oturum Başkanı
Panelist
: Alp Üçok
: Haldun Soygür
Negatif belirtiler şizofreninin klinik tablosu içinde oldukça iyi tanımlanmış olmasına karşın, klinisyenler için
özellikle birincil ve ikincil negatif belirtilerin ayırd edilmesi güçlük taşıyan bir alan olmayı sürdürmektedir. Birincil
negatif belirtiler, varlığı pek çok gösterge ile gösterilmiş olan defisit sendromunun tanımlanmasında da
kullanılmaktadır. Konuşma içeriğinde azalma, duygulanımda küntlük, anhedoni, asosyalite, motivasyonda ve
ilgide azalma en yaygın negatif belirtilerdir. Bir çok hastada pozitif belirtilerin ortaya çıkmasından daha önce
negatif belirtiler gelişebilmektedir. Şizofreninin gidiş ve sonlanımının yordanmasında negatif belirtiler pozitif
belirtilerden daha önemli bulunmaktadır. Şizofreni tedavisinde iyileştirilmesi en zor boyutlardan birisi olan negatif
belirtilerin psikososyal ve psikofarmakolojik tedavisinde yeni arayışlar devam etmektedir. Bu sunumda negatif
belirtilerin tanımlanması, değerlendirilmesi, fizyopatolojisi, hastalığın gidişindeki rolü ve tedavisi gözden
geçirilmiştir.
Kaynaklar
1-Arango C, Buchanan RW, Kirkpatrick B, Carpenter WT (2004) The deficit syndrome in schizophrenia: implications for t he
treatment of negative symptoms European Psychiatry,19:21-26.
2-Kirkpatrick B, Fenton WS, Carpenter WT Jr, Marder SR (2006) The NIMH_MATRICS consensus statement on negative
symptoms, Schizophrenia Bullatin, 32:214-219.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 23
Şizofrenide İyileşmeyi Zorlaştıran Durumlar ve Yönetimi
Şizofreniye Eşlik Eden Obsesif Kompulsif Belirtiler
Oturum Başkanı
Panelist
: Alp Üçok
: Köksal Alptekin
Şizofreniye sıklıkla % 3.5 ile % 60 arasında değişen oranlarda Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) veya obsesif
kompulsif belirtiler eşlik etmektedir. Oranların bu kadar farklı olması çalışmalarda kullanılan tanı ölçütleri ile
örneklem sayısının farklılığından ve bazı çalışmalarda OKB tanısına, bazı çalışmalar da ise obsesif kompulsif
belirti sıklığına bakılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Genellikle OKB eş tanılı şizofreni hastalarında tedaviye
direnç gelişmekte ve prognoz da kötü gitmektedir. Öte yandan Klozapin gibi bazı yeni ilaçların da OKB belirtilerini
tetikleyebileceği daima göz önünde bulundurulmalıdır. OKB belirtileri gösteren şizofreni hastalarının ayrı bir
şizofreni tipi olduğu öne sürülmüştür. Şizofreni ve OKB'nin farklı yönleri olduğu kadar, benzerlikleri ve örtüştükleri
noktalar da bulunmaktadır.
Özellikle OKB'li hastaların bir kısmında görülen "aşırı değerlenmiş" düşünce, obsesyon ile sanrı arasındaki bir
geçiş sürecini ifade etmektedir. Bu nedenle DSM-IV (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders),
"aşırı değerlenmiş düşünce" özellikleri gösteren OKB'li hastalar için “iç görüsü olmayan” diye bir alt tip
tanımlamaktadır. Geliştirilmekte olan DSM-V sınıflandırması da bu ayrımı koruyacak gibi görünüyor. Şizofreniye
benzer düşünce bozuklukları gösteren OKB'lu hastalar için "Şizo-obsesif Bozukluk" tanısı geliştirilmiştir. Ancak bu
bozukluğun OKB'den farklı bir hastalık olduğuna ilişkin yeterli kanıt üretilememiştir.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 23
Şizofrenide İyileşmeyi Zorlaştıran Durumlar ve Yönetimi
Şizofrenide Özkıyım ve Başetme Yolları
Oturum Başkanı
Panelist
: Alp Üçok
: Mustafa Yıldız
Şizofrenide özkıyım düşüncesi ya da girişimi, sırasıyla %50 ve %25 oranlarında, hastalığın birey ve aile üzerinde
ciddi etkilerde bulunmaya devam eden önemli bir görüngüdür. Hastaların %3-10’u intihar girişimi ile yaşamlarına
son vermektedirler. Şizofreni ruhsal hastalığı olanlar arasında özkıyıma bağlı ölümlerde duygudurum bozukluğu
ve alkol-madde kullanım bozukluğundan sonra üçüncü sırada yer almaktadır.
Hastaneye yatış oranları ve şiddet davranışları ile doğrudan ilişkili olan intihar için risk etmenleri olarak 1) genç
yaşta hastalanmak, 2) daha önce girişimde bulunmuş olmak, 3) sık hastane yatışları, 4) ruhsal çöküntü, 5) yalnız
yaşama, 6) aile ve çevre desteğinin yetersiz olması ve 7) hastalık öncesi zihinsel işlevselliğin yüksek olması
sayılmaktadır. Şizofrenide özkıyım riskleri açısından klinisyenin uyanık olması gereken noktalar şunlardır: 1) yeni
tanı konmuş genç bireyler, özellikle erkek ve hastalık öncesi bilişsel sığası yüksek olanlar, 2) depresyon,
umutsuzluk ve dürtüselliği fazla olan hastalar, 3) tedaviye uyumsuzluğu (kısmi uyum dahil) olanlar, 4) daha önce
intihardan bahsetmiş ya da girişimde bulunmuş olanlar, 5) paranoid ve ayrışmamış şizofreni tiplerinden olanlar, 6)
hastaneden yeni taburcu olanlar, 7) madde bağımlılığı ve şiddet davranışı olanlar, 8) zorlu yaşam olayları olan ve
uzun süre işsiz ve amaçsız yaşayan hastalar.
Şizofrenide özkıyım düşüncelerine karşı koruyucu etmenler çok çalışılmamıştır ancak yaşam doyumunun yüksek
olmasının, aile ve çevre desteğinin yeterli olmasının, geleceğe dair umutların olmasının, yaşamda anlam ve
amaçların bulunmasının bireyi intihar düşünce ve girişimlerinden koruduğu belirtilmektedir.
Yukarıda sayılan risk etmenleri ve koruyucu etmenler şizofreni tedavisiyle uğraşan klinisyenler tarafından daha
hastalığın başından itibaren dikkate alınmalı ve hastalığın yönetimi ona göre sürdürülmelidir. Her şeye rağmen bir
hasta özelinde özkıyım davranışının ne zaman gerçekleşeceğini tam olarak kestirebilmek mümkün olmamaktadır.
Bu noktada özkıyım için uyarıcı işaretleri tanımak yardımcı olabilir. Hastaların ölüm düşüncelerinden bahsetmesi,
amaçsızlık, umutsuzluk, bunaltı, kışkırtı, kapana kısılmışlık hislerinin olması, dürtüsel davranışlar sergilenmesi ve
duygusal değişimlerin sıklaşması gelmekte olan bir intihar davranışını haber verebilir. Hastaların özkıyım
niyetlerini gizleyebilecekleri de akıldan çıkarılmamalıdır.
Hastalığın erken saptanmasının ve en uygun yöntemlerle (yerinde girişken tedavi, etkili antipsikotik ilaç tedavisi,
aile tedavisi, toplumsal beceri eğitimi ve iyileştirim çalışmaları) tedavi edilmesinin ilk dönem şizofrenide özkıyım
düşünce ve davranışlarını önlediği gösterilmiştir. Hastaların tedaviye uyumlarının tam olarak sağlanması ve etkili
dozda antipsikotik ilacın verilmesi, bunaltı ya da çöküntü eklenmişse anksiyete ve depresyon giderici ilaçların
eklenmesi özkıyımı önleyebilmektedir. Çöküntü, umutsuzluk, bunaltı, kışkırma, dürtüsellik ve amaçsızlık üzerine
odaklanmış ruhsal tedavilerin de özkıyımı önleyici olabileceği düşünülmektedir. Özkıyım için yüksek riske sahip
olan hastalar için hastane yatışı çok uygun olabilir. Güvenli çevre, etkili tedavi, ruhsal desteklerin sağlanması ve
sıkı gözlem özkıyımı önlemeyi garanti etmese de bu hastalar için önemlidir. Hastane çıkışında da yoğunluğu
giderek azaltılan ayaktan tedavi programları sürdürülmelidir. Hastaların akran destek grupları ile tanıştırılması,
iyileştirim hizmetlerinden yararlanmalarının sağlanması, korumalı ya da destekli iş yerlerine yerleştirilerek
kendilerini işe yarar hissetmelerinin sağlanması, çevredeki eğlenti olanaklarından yararlanmalarının sağlanması
hastane tedavisine eklenecek olan olumlu girişimlerdir.
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
Heisel M.J. (2008) Suicide. In: Clinical Handbook of Schizophrenia. Edit: Mueser KT, Jeste DV. p:491-506.
Meltzer HY (2002) Suicidality in schizophrenia: a review of the evidence for risk factors and treatment options. Curr
Psychiatry Rep, 4:279-83.
Palmer BA, Shane Pankratz V, Bostwich JM (2005) The lifetime risk of suicide in schizophrenia. A reexamination.
Arch Gen Psychiatry, 62(3): 247-53.
Yıldız M, Yazıcı A, Böke Ö (2010) Şizofrenide nüfus ve klinik özellikler: Çok merkezli kesitsel bir olgu kayıt
çalışması. Turk Psikiyatri Derg 21:213-224.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 24
İUB'ta Bilişsel İşlevin Güncel Bir Değerlendirmesi
İki Uçlu Bozuklukta Bilişsel İşlevlerin Değerlendirilmesi
Oturum Başkanı
Panelist
: Ali Bozkurt
: Hilal Demirel
Bipolar bozukluk ve bilişsel işlev bozukluğu ilişkisini araştıran çalışmalar son yıllarda önem kazanmaya
başlamıştır. Bu alana ilginin artmasındaki öncelikli nedenlerden biri, bilişsel bozuklukların bipolar bozuklukta
endofenotip olabilme ihtimalinin görülmesidir. Artan bilgi birikimine rağmen bipolar bozuklukta saptanan bilişsel
işlev bozukluğunun anlamı ve doğası yeterince bilinmemektedir. Bu nedenle- şizofrenide olduğu gibi- bipolar
bozuklukta da hastalıkla bilişsel işlevler arasındaki ilişkinin netleştirilmesine ihtiyaç vardır.
Son dönemde yapılan metaanalizlere dahil edilen çalışmalar oldukça heterojen bir nitelik taşımaktadır (1,2). Buna
parallel olarak çalışmalarda farklı sonuçlar bildirilmekte ve belli nöropsikolojik test performanslarının etki
büyüklükleri geniş bir değişkenlik göstermektedir. Söz konusu çalışmalarda yöntemsel farklılıklarla birlikte
kullanılan nöropsikolojik değerlendirme araçlarının çeşitliliği de dikkat çekicidir. Bu çeşitlilik şizofreni için kullanılan
MATRICS (Measurement and Treatment Research to Improve Cognition in Schizophrenia) Consensus Cognitive
Battary (MCCB)’e benzer bir kognitif değerlendirme bataryasının bipolar bozukluk için henüz söz konusu
olmaması ile de ilgili gibi görünmektedir. Ancak bipolar bozuklukta kognitif değerlendirmeye özgü bir batarya [The
International Society for Bipolar Disorders-Battery for Assessment of Neurocognition (ISBD-BANC)]
önerilmektedir (3).
Bipolar bozuklukta değerlendirilmesi gereken bilişsel alanları beş ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar
psikomotor hız, dikkat, bellek, görsel uzaysal beceriler ve yürütücü işlevlerdir. Adı geçen bilişsel alanların
değerlendirilmesinde kullanılan nöropsikolojik ölçüm araçları ve kullanımları ile ilgili detaylı bilgi verilecektir.
Kaynaklar
1.
2.
3.
Robinson L.J., Thompson J.M., Gallagher P. ve ark. (2006) A meta-analysis of cognitive deficits in euthymic
patients with bipolar disorder. J Affect Disord, 93: 105-115.
Mann-Wrobel M.C., Carreno J.T. ve Dickinson D. (2011) Meta-analysis of neuropsychological functioning in
euthymic bipolar disorder: an update and investigation of moderator variabiles. Bipolar Disord, 13(4): 334-343.
Yatham LN, Torres IJ, Malhi GS ve ark. (2010) The International Society for Bipolar Disorders- Battery for
Assessment of Neurocognition (ISBD-BANC). Bipolar Disord, 12(4): 351-363.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 24
İUB'ta Bilişsel İşlevin Güncel Bir Değerlendirmesi
İUB'ta Bilişsel İşlevin Biyolojik İzdüşümleri
Oturum Başkanı
Panelist
: Ali Bozkurt
: Sermin Kesebir
İki uçlu bozuklukta (İUB) dikkat, sözel öğrenme ve yürütücü işlevler başta olmak üzere çeşitli alanlardaki bilişsel
bozulma, hastalık ve iyilik dönemlerinde izlenmektedir. Savitz ve arkadaşları (1), İUB’taki bilişsel işlev
bozukluğunun, nöral ağlardaki süregen bozulmanın sonucu olduğunu öne sürmüşlerdir. Frontolimbik bağlantıların
İUB’ta etkilenmiş olduğu gösterilmiştir. Ancak bütünleştirici bir duygudurum ve bilişsel işlev için kortikokortikal
bağlantılar da sağlam olmalıdır (2). İUB’ta frontotemporal ve temporoparyetal bağlantısal eşzamanlılığın dikkat,
kayıt ve geri çağırma süreçleri ile ilişkili olduğu ileri sürülmüştür. Beyin elektrofizyolojisinin bilişsel bozulma ile
ilişkili işlevsel karşılığı pek az çalışılmış olup, bu çalışmalar da sıklıkla şizofreni olguları ile yapılmıştır. Yeni bir
çalışmada ise, frontal uyumsuzluk negatifliği (mismatch negativity-MMN) düzeyi, hem şizofreni hem İUB tanılı
olgularda bilişsel ölçümlerdeki bozulma ile ilişkili bulunmuştur (3). Bu sunumun devamında bilişsel işlev ile
nörofizyoloji ve beyin görüntüleme arası ilişkiler güncel dizin eşliğinde tartışılacaktır.
Kaynaklar
Savitz J, Solms M, Ramesar R (2005) Neuropsychological dysfunction in bipolar affective disorder. Bipol Disord, 7(3):216235.
Monchi O, Petrides M, Petre V (2001) Wisconsin card sorting revisited: distinct neural circuits M.L. Philips & E. Vieta
participating in different stage of the task dentified by eventrelated functional magnetic resonance imaging. J Neurosci,
21(19):7733-7741.
Kaur M, Battisti RA, Word PB (2011) MMN/P3a deficits in first episode psychosis spectrum schizophrenia and bipolar
subgroups. Schizophr Res,130(1-3): 203-209.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 24
İUB'ta Bilişsel İşlevin Güncel Bir Değerlendirmesi
İUB'ta Bilişsel İşlevin Tedavi Modaliteleri İle İlişkisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Ali Bozkurt
: Vesile Şentürk Cankorur
İki uçlu duygudurum bozukluğunda bilişsel işlev bozukluğunun varlığı genel olarak kabul görmektedir. Ancak
bilişsel işlev bozukluğunun kesin nedenleri, seyri ve tedavi modaliteleri ile ilişkisine ilişkin bilgi sınırlı veya henüz
bilinmemektedir.
Gerek duygudurum dengeleyici gerekse antipsikotik ilaçların bilişsel işlevler üzerinde hem olumlu hem olumsuz
etkileri bildirilmiştir.
Yürüttüğümüz bir çalışmamızda, lityum ya da valproik asit monoterapisi ile remisyonda olan hastaların bilişsel
işlevleri arasında fark bulunmazken her iki grubun kontrol gubuna göre kelime belleğinde bozulma bulunmuştur.
Atipik antipsikotik monoterapisinde olan üçüncü bir grup oluşturularak ve örneklem sayısı genişletilerek, bilişsel
işlevlerin değerlendirildiği bir diğer çalışmamızda ise lityum grubu ile valproik asit grubu arasında bilişsel işlevler
açısından anlamlı fark bulunmazken, antipsikotik grubunda işlem belleği performansı lityum grubuna, görseluzaysal beceri ise valproik asit grubuna göre daha düşük bulunmuştur.
Yürüttüğümüz çalışmalar bipolar bozuklukta bilişsel işlev bozukluğunun bipolar bozukluğun iyi prognozlu veya
kötü prognozlu oluşu ile ilgili olabileceği gibi tedavi modaliteleri ile de ilişkili olabileceğini düşündürtmektedir. İki
uçlu duygudurum bozukluğunun tedavisinde tedavi modalitesinin seçiminde farmakoterapinin bilişsel işlevler
üzerindeki yan etkilerinin de değerlendirilmesi uygun olacaktır.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6
P 25
Şiddet ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım
Ayrılmanın Şiddeti
Oturum Başkanı
Panelist
: Nesrin Koçal
: Ali Algın Köşkdere
Ayrılık, içinde şiddet, agresyon, korku, acı ve hüzün taşıyan bir deneyim. Ayrılıklar, ruhsal yapılanmada önemli
değişimlere neden olabiliyor. Benliğin önemli işlevlerinden birisi ayrılık karşısında içsel ve dışsal süreçleri
yönlendirmek. Burada zorlanan her birey için ayrılık şiddetli bir deprem. Bu konuşmada şiddetin dozunun
yükseldiği, öldürmeye vardığı durumlara odaklanacağım.
Bu konuşmada; kibirli bir babanın kızını annesinden ayırmasına, ihtirasları için erkeğin kadınından ayrı
durmasına, kadının nefretle kalbini erkeğinden ayırmasına, annenin korku yüzünden oğlunu uzak tutmasına,
oğlunun intikam için öldürerek annesinden ayrılmasına değineceğim. Bu ayrılıklar, incinmeler ve kurbanlar,
intikamlar ve saldırganlar yarattığından içinde ölüm, kan ve biraz suçluluk var. Ama hüzün çok çok az. Kurban
olduğunu hissetme, çaresizlik, korku, acı ve incinme dayanılmaz olduğunda, bunları yansıtmak ve diğerine
yaşatmak bir seçenek gibi görünmüş. Daha da ötesi bu yaşananları karşıdakine yaşatmakla ve öldürerek yok
etmekle acılar bitecek gibi gelmiş. Ama sonrasında suçluluk ve yargılanma öne çıkmış.
Orestes, babasını aldatan ve sevgilisiyle babasını öldüren annesini ve sevgilisini öldürerek ailesinin namusunu
temizler. Ama suçluluğu neredeyse onu delirtir. Ancak mahkemede yargılanınca aklanır ve babasının mirasını
üstlenir. Böylelikle ataerkil düzenin temsilcisi olur. Kadına ve anneye yönelik şiddet bir çerçeveye oturtulur. Melek
anne imgesinin, yosma anne imgesinden ayrı tutulma çabası sürer. İkisinin birleşmesi, ensest yasağını yıkar,
kaos yaratır ve katlanılabilecek bir durum değildir.
Bu şiddetli ayrılıkları, Oedipus’un çağdaşı Orestes aracılığıyla araştırmaya ve yorumlamaya çalışacağım. Çünkü
3000 yıl öncesinin hikayesi bugün de sık sık sahneleniyor.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6
P 25
Şiddet ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım
Nefretin Kökenleri
Oturum Başkanı
Panelist
: Nesrin Koçal
: Neslihan Zabcı
Neden nefret? Bireysel olandan toplumsal boyuta dek uzanan geniş bir yelpazede yer alan ve güncel yaşantımızı,
yaşadığımız dünyayı artan bir şiddette etkileyen nefretin bu hakimiyeti neden? Bu çalışmada, nefretin kökenleri
psikanalitik kurama göre tartışılacak, toplumsal alanda şiddete uzanan sonuçlarına da değinilecektir.
Nefret, ruhsal hayatımızın kökeninde var olan bir duygudur. Freud’un belirttiği gibi özne aşktan, nesne nefretten
doğar. Ötekine ilişkin ilk düşünce nefretin içinden doğar diğer bir deyişle nefret düşüncenin beşiğidir: “eğer
yanımda değilsen, senden nefret ediyorum ama böylelikle seni düşünüyorum”. Hem nesne hem de düşünce hatta
düşlem ve arzu da, nefretin içinden doğar; nefret bu yönüyle yapılandırıcıdır ancak aşırıya kaçtığında, paranoya,
psikopati, depresyon gibi ağır patolojilerin kaynağında yer alır: tüm bu psikopatolojik durumlarda ya ötekinden, ya
da kendinden nefret etme söz konusudur.
Freud, nefreti ölüm dürtüsü ile ilişkilendirmiş ve tüm bireylerde var olan kökensel bir duygu olarak tanımlamıştır;
aşk haz, nefret ise hoşnutsuzluk duygusundan hareketle oluşur. Peki bazı bireylerde “aşırıya kaçan” ve patolojik
durumlara yol açan bu nefret yoğunluğunun kaynağında ne yatar? Varoluşu sürdürmek için gerekli nefret ile
ölümcül nefret arasındaki ince çizgi nasıl belirlenir? M. Klein, kuramında bu soruya ışık tutmuş, nefretin kökeninde
ilk nesne ile ilişkilerin belirleyici rolünü vurgulamıştır.
Nefret, genel olarak aşk ile birleştirilir, aşkın nefrete dönüşümünden sık bahsedilir. Aşkla nefreti birleştiren derin
bir bağ var mıdır? Nefret aşktan önce mi sonra mı doğan bir duygudur? Nesne sürekliliğini sağlayan, hatta onu
var eden gerekli bir duygu mudur nefret? Nefrete düzenleyici bir rol atfetmek mümkün müdür? Çalışma bu sorular
etrafında şekillenecek ve psikanalitik kuram esas alınarak nefret duygusunun kökenlerine ışık tutma
amaçlanacaktır.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6
P 25
Şiddet ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım
Hekime Şiddet Nereden Çıktı
Oturum Başkanı
Panelist
: Nesrin Koçal
: Peykan Gökalp
Hekim ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ülkemizde ve dünyada giderek tırmanmaktadır. Bu davranışlar,
sözel tehdit ya da aşağılama, öldürmeye kadar gidebilen fiziksel saldırılar şeklinde görülmekte ve diğer işyeri
şiddet olgularına göre son birkaç yıla kadar çok düşük oranda bildirilmektedir(Gates 2004, Beech ve Leather
2006). Bunun nedenleri arasında toplumlarda şiddet davranışı sıklığının artışı, sağlık sistemine ilişkin etmenler,
ekonomik, sosyal ve politik süreçler yer almaktadır. Öte yandan sağlık çalışanına hasta ve/veya hasta yakınının
sözel, fiziksel saldırısında saldırgan bireyin içsel yaşantılarının, aktarım dinamiklerinin ve “hasta” rolüne ilişkin
ruhsal ihtiyaçlarının dikkate alınması vazgeçilmez öneme sahiptir (Özmen 2007). Bu sunumda hekime yönelik
şiddet konusu psikanalitik yaklaşımla ele alınacaktır.
Hasta birey kendisini ruhsal ve bedensel olarak tehdit altında hissedebileceği gibi, ruhsal bir “gerileme”
yaşamaktadır. Bu gerileme sürecinde erken bebeklik döneminden itibaren doyurulamamış olan ihtiyaçlarına
ilişkin, yeterince doyum alamadığı ilk nesnesi anneye duyduğu öfke ve haset hekim veya hemşireye yansıtılır
(Klein 1984). O konumdayken beklentisi çevrenin ona tam uyum sağlamasıdır. Bir çeşit “annelik” işlevi beklenen
acıları dindirip yatıştıran, bakım veren, iyileştiren antik çağlardaki şifa merkezleri gibi bugünün sağlık kurumlarına
da mucizevi iyileştiricilik özellikleri atfedilmekte bu aktarımsal eğilimin tam karşılık bulmaması durumunda ortaya
çıkan hayal kırıklığı, umutsuzluk bakımın kendinden esirgendiği duygusu yaratmaktadır.”Tam uyumun”
sağlanamadığı durumlarda da ilkel savunma düzenekleri, idealleştirme, değersizleştirme, yansıtma, eyleme
vurma devreye girmektedir.
Hekime önelik şiddeti önlemeye yönelik çalışmalar büyük önem taşımakla birlikte altta yatan ruhsal boyutu
anlaşılmadan yapılabilecekler yetersiz kalabilir. Sonuçta hekim, hemşie ve hasta, hasta yakını arasındaki ilişki iş
başında birebir bir ilişkidir ve düşmanca aktarım ve bundan doğan olumsuz karşı aktarım dinamiklerinin anlaşılıp
çözümlenmesi tüm taraflar için vazgeçilmezdir.
Kaynaklar
Beech B, Leather P. Workplace violence in the health care sector: A review of staff
training and integration of training evaluation models. Aggression and Violent Behavior 2006; 11:27– 43
Gates DM The epidemic of violence against healthcare workers. Occup Environ Med 2004;61:649–650
Özmen M. Tıbbi hastalık Tanısı Konmuş Hastalarda Aktarım ve Karşıaktarım. Türk Psikiyatri Dergisi 2007;18(1):72-79.
Klein M (1984) Envy and Gratitude and Other Works 1946-1963. London: The Hogarth Press
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7
P 26
Rehabilitasyon ( İyileştirim ) Ortamlarında Şiddetin Önlenmesi
Kronik Ruhsal Hastalıklardaki Şiddetin Önlenmesi ve Rehabilitasyonunda Uğraş Terapisinin
(Ergoterapinin) Yeri
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayla Yazıcı
: Alev Büyükkınacı
Uğraşı sağlıkla ilgili ya da kişisel, sosyal ve yaşamsal ihtiyaç ve istekleri karşılamak üzere doğasında yapmak,
olmak ya da kendini gerçekleştirmek olan herhangi bir aktiviteye katılımı tanımlar. Bireyin herhangi bir uğraşı
içinde olmak durumunda olmasının gerekliliği ortaya konduktan sonra uğraşının nerde kullanıldığı, ne işe yaradığı
önem kazanmıştır. Dünya Uğraş Terapisi Federasyonu uğraş terapisini şu şekilde tanımlamıştır:1) Uğraş terapisi
sağlık ve iyilik halini uğraş ile sağlayan bir uzmanlık alanıdır.2) Uğraş terapisinin temel amacı kişileri günlük
yaşam aktivitelerine katılımlarını sağlamaktır.3) Uğraş terapistleri bunu kişilerin bu aktivitelere katılma yetilerini
arttırarak ya da destek sağlamak amacıyla çevreyi değiştirerek sağlarlar(1). Bu temel uğraş terapisi
yöntemlerinin yanı sıra özellikle suç işlemiş psikiyatrik hastaların rehabilitasyonunda ve suç işlemelerinin
önlenmesinde kullanılacak uğraş terapisi yöntemleri de ortaya konmuştur (2).Batılı ülkelerde adli psikiyatri
kliniklerinde bu alanda uzman uğraş terapistleri bulunmaktadır(3). Uğraş terapisinin adli psikiyatri alanında
çalışmaları daha öncesine dayanmakla birlikte, 1980’lerde uğraş terapistlerinin bu alanda uzmanlaşmalarının
önemi konuşulmaya başlanmıştır(4).
Bu alanda çalışan uğraş terapistleri psikiyatristlerle birlikte çalışarak hastanın suç davranışlarının nedenlerini ve
olumsuz davranışları tetikleyen uğraşıların bulunarak bunların yeniden yapılandırılmasını sağlamayı hedeflerler
(2). Bu hedefe ulaşmada hastanın var olan kaynaklarını kullanarak sadece bu davranışı önlemeyi değil hastanın
kendi sorumluluğunu da alması amaçlanır. Hastanın amaçlı bir uğraşı içine girmesi içsel motivasyonunu ve
yeterlilik duygusunu geliştirir ve hasta üretkenlik, performans ve motivasyon alanlarında daha fazla deneyim
sahibi olarak daha olumlu bir dünya görüşüne sahip olur (2). Hastanın üretkenliğinin artması ve zihinsel
uğraşılarının daha olumlu başka alanlara kayması şiddet davranışının önlenmesinde anahtar rolü oynar. Uğraş
terapistleri gerek adli gerek normal psikiyatri kliniklerinde olsun psikotik hastanın kişisel amaçları doğrultusunda
yaşam doyumunun artmasında, tedaviye motivasyonunun sağlanmasında ve hastalık dışındaki kişilik alanlarının
gelişmesinde hastaya yol gösterici rol üstlenirler. Henüz ülkemizde yeni gelişmekte olan bu meslek grubunun
psikotik hastalarda şiddetin önlenmesi ve şiddet davranışı göstermiş hastaların rehabilitasyonunda önemli rol
oynayabileceği artık gelişmiş ülkeler tarafından kabul edilmiştir.
Ülkemizde de psikiyatri kliniklerinde uğraş terapistlerinin yerlerini almaları bu açıdan önem taşımaktadır.
Kaynaklar
1- Büyükkınacı Alev. Uğraş terapisi(ergoterapi). Klinik Psikiyatri 2010;13:137-142
2-Occupation for occupational therapists.2004. (Ed). Matthew Molineux.Forensic challange.
publishing,pp:169-82
Blackwell
3- Farnworth L, Nikitin L, Fossey E. Being in a Secure Forensic Psychiatric Unit: Every Day is the Same, Killing
Time or Making the Most of It . The British Journal of Occupational Therapy 2004; 67 (10): 430-438(9)
4- Smith SL.The Forensic Model of Occupational Therapy.Occupational therapy in healthcare 1984; 1( 1): 17-22
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7
P 26
Rehabilitasyon ( İyileştirim ) Ortamlarında Şiddetin Önlenmesi
Trsmlerde Şiddet
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayla Yazıcı
: Erkan Aydın
Ciddi akıl hastalığına sahip hastaların özellikle kendine ya da çevresine zarar verme ihtimali yüksek hastaların
sürekli olarak bir ruh sağlığı kurumu ile sürekli temas halinde olması son derece önemlidir.(Johnson 1998)
Hizmetler sürekli değişen ihtiyaçlara ve risklere göre esnek yardım ve sosyal yardım desteği sunmalıdır. TRSM
ler ciddi akıl hastalığı olan hastalara kesintisiz hizmet sunmak amacıyla kurulmuş olan kurumlardır. Hastalarını
toplum içerisinde insan onuruna yaraşır şekilde yaşatmayı hedefleyen bu kurumların çalışanları, şiddet olayı
açısından “risk yönetimi “konusunda son derece donanımlı olmalıdır.
Risk yönetimi süreğen olup bireylerin geçmişleri ,erken uyarı belirtileri vb konularda detaylı bilgiye dayalıdır.Bazı
araştırıcılara göre geçmişteki şiddet davranışı gelecekteki şiddet davranışı için yol göstericidir.(Dilbaz 1999)
Bakıcılardan ,akarabalaradan ,arkadaşlardan ve hizmet alanın kendisinden bilgi alınabilir.Alınacak bilgilerin
güvenirliğini artırmak için en önemli unsur hasta ile etkin işbirliğinin kurulmasıdır.
( Mental Health Risk Assessment and Management in Community Organizations 2009)
Risk değerlendirmesi aşağıdaki konuları içermelidir.
-Kişinin sosyal geçmişi,
-İnsanlara ve mülke yönelik geçmişteki saldırganlık eylemleri(örneğin kundaklama vb)
-Geçmiş mahkumiyet ve adli tıp bilgileri
-Belirtici veya uyarıcı işaretler –şiddet yaklaşımları ,tekrarlanan davranışlar
-Dürtüsel davranışlar
-Hastanın kendi mevcut durumu konusundaki içgörü ve anlayış düzeyi
-Mevcut zihinsel durum ,örneğin ajitasyon ve fiziksel göstergeler
-Şiddet içeren düşünceler ,gizli düşmanlık
-Sadistik yönelim,şiddet içeren fanteziler
-Şüphelilik hezeyanları yoğunluğu
-Kural ve düzenlemelere ilişkin düşünceler
-Koruyucu faktörler
-Kişinin güçlü yanları
-Risk Yönetim planı(kim ne yapar ,bilgi gereken diğer alanlar ,risklerin nasıl alınacağının tanımlanması ) (Türkiye
CMHC çalışma kılavuzu2012)
Ancak TRSM ler kendisine herhangi bir kişi veya kurum tarafından bildirilen ,ciddi akıl hastalığı olduğu düşünülen
,geçmiş yaşam öyküleri bilinmeyen hastaları yaşadıkları ortamda değerlendirmektedir .Bu hastaların şiddet riskini
en aza indirgemek için en önemli araç yerel kurumlar arasında etkin ve akıcı işbirliğidir.
Tehlikelilik ve suça eğilimin belirlenmesi klinik psikiyatrinin önemli konularından olmakla beraber TRSM nin
önemli görevlerinden bir diğeri akıl hastalarının sergiledikleri şiddet davranışı konusunda topluma yol gösterici
olarak damgalanmayı önlemektir.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7
P 26
Rehabilitasyon ( İyileştirim ) Ortamlarında Şiddetin Önlenmesi
Rekreasyonun Suç ve Şiddet ile İlişkisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayla Yazıcı
: Özkan Tütüncü
Giriş
Rekreasyon, İngilizce yaratmak, oluşturmak anlamına gelen “create” fiilinin önüne; yeniden, tekrar anlamına
gelen “re” ön ekinin gelmesiyle oluşan, “rekreasyon” (recreation), çalışma ve diğer etmenler tarafından
yıpranan, yorulan bireylerin yeniden canlanmaları anlamına gelmektedir (Axelsen, 2009). Rekreatif etkinlikler,
bireyin yaşamındaki birçok sıkıntıdan kurtulmasını ve bireyin kendisini geliştirmesini sağlayarak, bireylerin
kendilerine, ilişkilerine ve sosyo-kültürel uyumlarına olumlu yönde etkilemektedir (Axelsen, 2009; Iwasaki,
2007; Patry ve diğ., 2007; Şener ve diğ., 2007). Diğer bir ifade ile insanın yaşam kalitesini artırmak için yaptığı
faaliyetler rekreasyonun içeriğini oluşturmaktadır (Tütüncü ve diğerleri, 2011). Rekreasyonun Türkçe karşılığı
“Dinlence” olarak ele alınabilir. Turizm faaliyeti de bireyin boş zamanında gerçekleştirdiği bir rekreatif faaliyet
olarak değerlendirilebilir.
Rekreasyon, Suç ve Şiddet
İnsanların uzun ve sağlıklı yaşama istekleri, onları hem fiziksel hem de mental olarak rahatlamalarına fırsat
tanıyan rekreasyon faaliyetlerine yöneltmektedir (Sağcan, 1986). Bu kapsamda bireyler hayatlarının üçte birini
rekreasyon faaliyetlerinde geçirmektedir. Rekreasyon sağlıklı ve/veya engelli olan her yaşta ve beceri seviyesinde
tüm bireyleri kapsamakta ve onların mutlu-kaliteli yaşama eğilimlerine bağlı olarak gelişmektedir.
Özellikle fiziksel bakımdan insanın en aktif olduğu gençlik yıllarında rekreatif faaliyetlerin yapılacağı alanların ve
olanakların olmaması, bu fiziksel enerjinin başka bir şekilde olumsuz olarak ortaya çıkmasına da neden
olabilecektir. Hatta rekreatif olanakların yetersiz olmasının yaratacağı olumsuz birikimler, geleceğin bireylerine
çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilecek olan nevrozların da tohumlarını atmaktadır (Usal, 1981).
Türk Dil Derneğine göre suç; yaslara, törelere ve ahlaki değerlere aykırı davranış, şiddet ise sindirmek için
yaratılan olay veya eylem-kaba kuvvet olarak tanımlanmaktadır. Dünya’da her gün 4200 kişi, yılda 1.6 milyon kişi
şiddetten ölmektedir (Butchard ve diğerleri, 2008). Dünyadaki 14-44 yaş arası ölümlerin en önemli ana sebebi
şiddet olmaktadır (DSÖ, 2012). Birleşmiş Milletlere (2006) göre Dünya’daki her üç kadından biri fiziksel şiddete,
her beş kadından biri tecavüz girişimine maruz kalmaktadır.
Çalışmanın konusu rekreasyonun suç ve şiddet ile olan ilişkisidir. Yapılan çalışmalar yapılan aktif rekreatif
faaliyetlerin, şiddet ve suç ile negatif yönde bir ilişkisinin olduğunu göstermektedir. Kaliforniya eyaletinde yapılan
çalışmalar bireylerin ilk suç işledikleri yaşların genel olarak (bir çan eğrisi şeklinde) 13 ile 20 yaşlarında
yoğunlaştığını (en yoğun 17 yaş) göstermekte (CDYA, 2002) ve suç eğiliminin uzun süreler televizyon izleyen
gençlerde daha yaygın olduğunu ortaya koymaktadır (Kolata, 2002). Televizyonlardaki şiddet eğilimli yayınların,
bunda etkisinin olduğu saptanmıştır.
Sonuç
Yapılan çalışmalar rekreasyon alanlarının ve bu alanlarda yapılan aktif rekreasyon faaliyetlerinin insanların
streslerini azalttığını, depresyona girmelerini önlediğini, suç oranlarını ve şiddetini azalttığını göstermektedir.
Elbette insanın şiddete olan eğilimi ve suç işleme yönelimi çok boyutlu değişkenler ile değerlendirilmelidir.
Rekreasyon alanlarının ve olanaklarının geliştirilmesinin, tek başına şiddet ve suç eğilimi azaltabileceğini
belirtmek yanlış olabilir. Bireyin suç ve şiddete yönelmesinde; toplumun, bireyin kişisel yapısının, gelirinin ve diğer
birçok faktörün birlikte etkisinin olduğu belirtmek daha doğru olabilir.
11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7
P 26
Rehabilitasyon ( İyileştirim ) Ortamlarında Şiddetin Önlenmesi
Psikiyatri Kliniklerinde Şiddet İle Başa Çıkmada Terapötik (Tedavi Edici) Ortam
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayla Yazıcı
: Sibel Coşkun
Hastaneye yatan bir birey, yabancı bir ortamda bulunmaya bağlı olarak; korku, endişe, yalnızlık, terkedilmiştik,
çaresizlik, öfke gibi duygular yaşar. Psikiyatri kliniklerinde, güvenliği sağlamaya yönelik bazı kısıtlılıkların ve
kuralların bulunması, genelde kalabalık ve uyaranların fazla olduğu bir ortamda çeşitli düşünce ve davranış
bozukluğu olan hastalarla bir arada olma, istem dışı yatış yapılması, çalışan personel ile iletişim/etkileşim
kısıtlılığı ve psikiyatri hastalarına yönelik önyargılı tutum vb gibi nedenlerle hastalarda kaygı düzeyi ve agresyon
potansiyeli artmaktadır.
Coşkun ve arkadaşları tarafından yapılan araştırmada; hastanın “agresyon ve saldırgan davranış göstermesi”
tespit uygulamasında ilk gerekçe olarak tanımlanmış, kadın servislerinde tespit uygulama sayısı ve süresi daha
fazla bulunmuştur. Tespit uygulanan kadın hastaların %56,1’inde, erkek hastaların %71,4’ünde geçmişte şiddet
davranışı saptanmış, ayrıca tespit uygulanan hastaların çoğunda yatış esnasında içgörü bulunmadığı ve/veya
istem dışı yatış yapıldığı belirlenmiştir. Literatürde ise hasta kabul aşamasının önemine değinilerek kliniğe
geldiklerinde ilgi ile karşılanan, bilgi verilerek oryante edilen hastaların daha az kaygı ve korku yaşadıkları
belirtilmektedir.
Psikiyatride tedavi ortamının terapötik nitelikte olması, hastalardaki agresyonu önleme ve kontrol etmede büyük
öneme sahiptir. Terapötik ortam; hastayı iyileştirmeyi, sağlığını yükseltmeyi, özsaygısını desteklemeyi ve
hastanın en kısa zamanda sosyal yaşama dönmesine yönelik olarak kaynakların ve ortamın yapılandırılmasıdır.
Terapötik ortam oluşturma ve sürdürme bir ekip işidir ve bu konuda tüm ekip üyelerine önemli sorumluluklar
düşmektedir. Terapötik ortam oluşturulması kapsamında, güvenli ortam sağlama, hasta derecelendirme sistemi,
ortam kuralları ve sınırlılıklar, fiziksel ortam düzenlemesi ile ortamın sosyal yapılandırması (uğraş/meşguliyet
etkinlikleri, sosyal toplantılar, egzersiz ve psikoeğitim/beceri kazandırma grupları vb.) yer alır.
Terapötik bir ortam için hem hastalar hem çalışanların kendini güvende hissetmesi önemlidir. Ortamda zarar
verici olabilecek tüm objelerin uzaklaştırılmış/kontrol altında olması, güvenlik personeli bulundurulması, kliniğe
giriş çıkışların/eşyaların vb. kontrolü, çevresel stresörlerin azaltılması, izolasyon odası bulundurma, kapalı devre
kamera sistemi vb. tedbirler alınmalıdır. Özel gözlem ve izolasyon odası, koridor ve salonlar hemşire odasından
görülebilmelidir. Ayrıca, hastaların agresyon potansiyeli değerlendirilmeli, şiddet eğilimi olan/yeni yatan hastalar
ile taburculuk aşamasında olan/ruhsal hastalığı daha hafif düzeyde olanlar birbirinden ayrılmalıdır. Tedavi
motivasyonunu arttırmada, kurallara ve tedavi sürecine uyumlu hastalar için bazı imtiyazlar/ödüller söz konusu
olabilir. Ortam kalabalık olmamalı, salonlar etkileşimi arttıracak ve hastanın kendini evinde gibi hissedeceği
şekilde düzenlenmeli, ortamda koltuklar, çiçekler, tablolar vb. bulundurulmalı, kırmızı renk tonları tercih
edilmemelidir. Hasta odaları 2-3 kişilik olmalı, odalarda bireyin kişisel eşyaları için dolap vb. bulunmalı, hastalar
kişisel eşyalarını ve kişisel alanlarını kullanabilmelidir. Hastaların öz bakım ve günlük yaşam aktivitelerini
bağımsız sürdürebilmesi sağlanmalı, bireysel ve ortak yaşam alanları ile ilgili sorumluluk alması desteklenmelidir.
Ortamın terapötik yapılandırılmasında -hastanın özdenetim ve uyum becerilerini geliştirmeye yönelik olankurallar ve sınırlılıklar büyük öneme sahiptir. Kurallar ve sınırlılıklar hastaneye yatışta gerekçeleri ile hastaya
anlatılmalı, ayrıca kurallar ve tedavi programı panoya asılmış olmalıdır. Ekip, kuralların hangi özel durumlarda
esnetilebileceğini bilmeli ve ekip içi tutarlılık sağlanmalıdır. Günlük yapılması önerilen günaydın toplantıları ise
kurallara ve tedaviye uyumu sağlamada, hastalarda iletişim/etkileşimi arttırmada, çatışmaları çözmede vb. kilit
öneme sahiptir. Aktivite ve sosyal programlar ise, hastaların boş zamanını değerlendirmesinde, dikkati bir işe
yöneltmede, semptom/agresyon yönetiminde, özgüven, kendini ifade etme ve etkileşim düzeyini arttırmada,
beceri kazandırmada vb. tedavi ve rehabilitasyona yönelik pek çok fayda sağlamaktadır ve mutlaka tedavi
programında yer almalıdır. Özellikle meşguliyeti sağlamaya yönelik aktiviteler ve fiziksel egzersiz agresyon
kontrolünde önemli yer tutmaktadır.
Terapötik ortam oluşturmada, hasta ile tedavi ekibi arasındaki etkileşim ve dinamikler de büyük öneme sahiptir.
Ekip tüm aktivitelere katılmalı, hastaları ve hastalar arasındaki dinamikleri gözlemlemeli, bilgi alışverişi
yapmalıdır. Kurallar/sınırlılıklar ve etkileşim sınırlılığı ile sağlık personeline ulaşamama, sorununu dile getirememe
ve sonuçta oluşan güvensizlik, çaresizlik ve anlaşılamama hissinin hastada agresyonu tetikleyebileceği
unutulmamalıdır. Tarih boyunca dışlanmış olan psikiyatrik hastalar insanca bir ortamda insanca bir tutum ile
tedavi edilmeli, ekip üyelerinin yeterli bilgi/eğitime ve analitik düşünme, terapötik iletişim ve sorun çözme
becerilerine sahip olması gerekmektedir.
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 27
Van ve Uludere’ Ye Çoklu Bakış
İyi tanıklar hakikati arar
Oturum Başkanı
Panelist
: Şahika Yüksel
: Cem Kaptanoğlu
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 27
Van ve Uludere’ Ye Çoklu Bakış
Adaletsiz Doğal Afetler
Oturum Başkanı
Panelist
: Şahika Yüksel
: Feyza Çelik
Afetin meydana getirdiği yıkım ve neden olduğu kayıplar afetin türü, büyüklüğü ve meydana geldiği bölge gibi
afetin kendisine bağlı faktörlerin yanısıra afetten etkilenen toplumun ve kişilerin özelliklerine bağlı olarak da
değişebilmektedir.
Doğal afetler gelişmekte olan veya yoksul ülkelerde daha fazla kayba neden olmakta, yoksulluk ve buna bağlı
ortaya çıkan yoksunluk da (eğitimsizlik, alt yapı eksikliği) daha fazla afet ve travmatik yaşantı ile karşılaşmaya
zemin hazırlamaktadır. Gelişmiş ülkelere göre, afet sonrası yaşam koşullarının daha kötü olduğu ve toparlanma
sürecinin daha yavaş olduğu gelişmekte olan ülkelerde, doğal afetlerin olumsuz etkileri daha fazla olmaktadır.
Afetten etkilenen toplum içinde de yoksul ve sosyal desteği az olan bireyler hem ruhsal sorunların ortaya çıkması
açısından daha fazla risk altındadır hem de var olan kaynaklara daha zor ulaşabilmektedirler.
Ayrıca, doğal afetler, her ne kadar doğal olaylardan kaynaklansa da afetlerdeki yıkımın ve sonraki süreçteki
koşullarda insan etkisinin payı her zaman bulunmaktadır. Kayıplardan sorumlu tutulan kurum veya kişilerin
cezasız kalması kişilerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebilmektedir.
Bu panelde doğal afetlerin kişileri ve toplumları aslında eşit olarak etkilemediğine dikkat çekilmesi, yoksul ve
yoksunluk ile ilişkili olarak ortaya çıkabilecek ruh sağlığı sorunlarının değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Kaynaklar:
1- Dünya Afet Raporu (World Disaster Report). Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu, 2004.
2- Norris, FH., Friedman, MJ. & Watson, PJ. (2002). 60.000 disaster victims speak: Part II. Summary and implications of the
disaster mental health research. Psychiatry, 65: 240-60.
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 27
Van ve Uludere’ Ye Çoklu Bakış
Biri yer den biri el den
Oturum Başkanı
Panelist
: Şahika Yüksel
: Hira Selma Kalkan
Van’da yer sarsıldı, yüzlerce kişi toprağa verildi. Doğa yer değiştirirken , hareket ederken tesadüfen insanları aldı
götürdü. Seçiciliği yoktu elbet. Van’daki binalar sağlam olsaydı bunca can verilmezdi kuşkusuz ama doğa binanın
sağlamlığına bakmaz.Deprem bir doğa olayı , doğa yasası, Van’da olmasıysa bir tesadüf.
Uludere’da silahlar patladı . Doğanın bununla bir ilgisi yoktu. Bir yasa sözkonusu değildi. Olayda tesadüf de
yoktu. Seçilmiş bir bölgeye , bölgeyi korumakla görevli askerlerce ölüm saçıldı. Tesadüf sadece , o gün orada
ölenler değil de diğerleri olmamasıydı. Ama orada ölen onlarca kişi zaten birdi. Tesadüfe yer yoktu .El olan
insanoğlu , elleriyle ölüm saçtı.
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 27
Van ve Uludere’ Ye Çoklu Bakış
Roboski ve Van'da sessiz tanık! Medya…
Oturum Başkanı
Panelist
: Şahika Yüksel
: Murat Yalçın
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2
P 28
Anksiyete Bozuklukları: Tanı ve Sınıflandırma Sorunları – II
Yaygın Anksiyete Bozukluğu
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Murat Demet
: Burhanettin Kaya
Son 30 yıldır Amerikan Psikiyatri Birliği’nce geliştirilmiş ve bugüne dek dört kez güncellenmiş olan, güncellenmiş
versiyonlarının da iki kez gözden geçirildiği bir sınıflama sistemi aracılığıyla psikiyatrik bozuklukları anlamaya
çalışıyoruz. Yıllar içinde Dünya Sağlık Örgütü’nün sınıflama sistemi olan ICD ile giderek yaklaşan dil ve ideolojik
birliğine tanık oluyoruz. Sınıflandırma sistemleri bir yandan ruhsal bozukluk ya da hastalıkları her psikiyatri
profesyoneli için anlaşılır kılmaya çalışırken, tanısal kapsayıcılık konusunda da önemli sorunların yaşanmasına
yol açmıştır. DSM her dönemde baskın olan psikolojik kuram ve yaklaşımlardan etkilenerek biçimlenmekle
beraber o dönemin bilime egemen olan ideolojik yönelimlerden de etkilenmiştir. Psikiyatri kuram ve uygulamasına
yansıyan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ışığında psikiyatri bilgisinin değişimi, sınıflama sistemlerinde de bir
değişimin yaşanmasına neden olmuştur. Psikiyatri bilgisi ve yönelimi biyolojikleştikçe sınıflandırma da buna koşut
olarak biyolojik belirlenimleri temel alan ya da gözeten bir değişim, hatta yönelim sergilemiştir. Bu süreçten bazı
ruhsal bozuklukların daha fazla dikkat etkilendiğini söyleyebiliriz.
Tanımlayıcı-deskriptif psikiyatrinin “kutsal kitabı” niteliğindeki DSM, Amerikan psikiyatrisinin uluslararası dünyaya
egemen olan ideolojisini barındıran ve yeniden üretme eğilimi gösteren, ruhsal bozuklukları sergiledikleri ortak
özelliklere göre sınıflandırarak oluş nedenlerini tanısal değerlendirme dışında bırakan, aslında göz ardı eden bir
yönelimi tercih etmiştir. Bu yönelim bugün üzerinde tartışmaya devam ettiğimiz birçok sorunun da kaynağıdır.
DSM’nin bu eğilimi onu “Stres bozuklukları, TSSB, Uyum Bozukluları” gibi gerçekliği göz ardı edememenin ürünü
olan “anomali”lerle başa çıkmak zorunda bırakmıştır. Elimizde bu yönde yeterince veri olmasa da DSM-V i
oluşturan ekip içinde bu bozuklukların travma ve stres etkenleri gibi etiyolojik süreçlerle bağlantısını koparan,
“endojen”leştiren tehlikeli bir eğilim olduğu da söylenmektedir.
DSM’nin bu ideolojik belirlenim sürecinde ilaç endüstrisini de büyük payı vardır kuşkusuz. Bugün halen sınıflama
çalışmalarında tanımlayıcı yaklaşım-boyutsal yaklaşım çelişki ve çatışması yaşanmakta, DSM-V’in kavramsal
gelişimi bu çelişkinin izleğinde sürmektedir. Öyle görünüyor ki, anksiyete bozuklukları da bu süreçte kendine özgü
bir evrim geçirmiş ve halen geçirmektedir.
Bu sunumda DSM-I’den DSM-V’e kadar “Yaygın Anksiyete Bozukluğu” tanısının sergilediği değişim üzerine
eleştirel bir tartışma yürütülecektir.
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2
P 28
Anksiyete Bozuklukları: Tanı ve Sınıflandırma Sorunları – II
Sosyal Anksiyete Bozukluğu
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Murat Demet
: Hatice Özyıldız Güz
Sosyal Anksiyete Bozukluğu (SAB) DSM tanı sınıflandırma sistemine geç girmiş ve her tanı sistemi
değişikliğinde, birtakım değişikliklere maruz kaldığı için” ihmal edilmiş bir hastalık” olarak tariflenmiştir. SAB ilk
kez DSM-III’te sosyal fobi başlığı ile yerini almış yeni bir tanıdır. DSM-III sisteminde sosyal fobinin alt tipleri yoktur
ve eğer çekingen kişilik bozukluğu varsa sosyal fobi tanısına yer vermemektedir. DSM-III-R’da ise sosyal fobinin
adında herhangi bir değişiklik olmadığı, alt tiplendirmelerin belirlendiği ve eğer çekingen kişilik bozukluğu varsa
yaygın tip sosyal fobiye eş tanı olarak konulabileceği belirtilmiştir. DSM-IV tanı sistemine gelince sosyal fobinin
adı sosyal anksiyete bozukluğu, çekingen kişilik bozukluğu ise kaçıngan kişilik bozukluğu (KKB) olarak kabul
görmüştür.
DSM-III-R’da olduğu gibi yaygın tip SAB ile KKB birlikteliğine yer vermiştir(1). DSM-V tanı sistemi ise özellikle alt
tiplerdeki sorunlara dikkat çekmiştir. KKB ile SAB’nun üst üste binen bir tanı olduğu ve ayrımında güçlükler
yaşandığı, korkulan sosyal durum sayısının net olmadığı, ağırlıklı bulgunun performans kaygısı olması ile birlikte,
anksiyetede görülen fiziksel belirtilerin de daha açık olması gerektiği dile getirilmiştir (2). Bu noktada tartışılacak
bir çok nokta gündeme gelmiştir. Sosyal fobi veya SAB Mu?, yaygın tip SAB nasıl olmalı idi, performans alt tipi
denmesi yeterli mi?, selektif mutizm alt tip olarak uygun mu?, SAB ile çekingen kişilik bozukluğu birbirinin devamı
mı? Gibi birçok soruya bu tartışma platformunda cevap bulunmaya çalışılacaktır.
Kaynaklar
1.Güz Özyıldız H.Sosyal anksiyete bozukluğu ile kaçıngan kişilik bozukluğunun klinik, epidemiyolojik ve biyolojik
özellikler açısından ilişkileri. Anksiyete Bozukluklarında Son Gelişmeler. (Ed:Dilbaz N)Pozitif Matbaacılık, Ankara,
2006;37-45
2.Bögels SM, Alden L, Beidel DC ve ark. Social Anxiety Disorder:Questions and Answers for the DSM-V.
Depression and Anxiety.2010; 27:168-189
3. Social anxiety disorder(Social phobia). http://www.dsm5.org
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 29
Yaşam Boyu Şizofreni
Şizofreni spektrum bozuklukları
Oturum Başkanı
Panelist
: Taha Karaman
: Erdal Işık
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 29
Yaşam Boyu Şizofreni
Yaşlıda Şizofreni
Oturum Başkanı
Panelist
: Taha Karaman
: Engin Eker
Uluslar arası konsensus kriterlerine göre ilk atağını 40-59 yaş arasında geçiren hastalar geç başlangıçlı şizofreni,
60 yaş ve üstünde geçirenlere ise “Çok Geç Başlangıçlı Şizofreni Benzeri Psikoz” terimleri kullanılmaktadır. 65
yaş üstü toplumda şizofreni prevalansı % 0.1 ile % 0.5 bulunmuştur.Genç başlangıçlı şizofreni hastaları içinde
kadınlar erkeklere göre daha sıktır. Çok geç başlangıçlı olgularda aile yüklülüğü daha azdır ve başta ileti tipi
işitme kaybı olmak üzere duyu kaybı daha fazladır.
Geç başlangıçlı şizofre için çoğunlukla perseküsyon yapısında olmak üzere hezeyanlar ve çoğu kez işitsel
hallüsinasyonlarla belirlidir. Hezeyanlar hastaların büyük bir kısmında sistematizedir. Hastalar sıklıkla başkaları
tarafından zihinsel ve fiziksel olarak etkilendiğini söylerler. Somatik, erotik ve grandiöz hezeyanlar da görülebilir.
Daha çok komşular tarafından kendilerini öldürmek için planlar yapıldığını veya cinsel tacize uğradıklarını
söylerler. Bazen bu tip hastaları somatizasyon bozukluğu veya obsesif ruminasyonlardan ayırt etmek zor olabilir.
Geç başlangıçlı hastalarda erken başlangıçlılara göre daha fazla görsel, koku ve dokunma hallusinasyonları
görülmektedir. Schneider’in birinci sıra semptomlarından olan düşüncenin yansıması ve zorla düşünce sokulması
semptomları az da olsa görülebilir. Uygunsuz affekt ve çağrışımlarda zayıflama, erken başlayan şizofreniye
oranla daha az sıklıkla görülür.
Geç başlangıçlı şizofren hastalar yönetsel işlevler, motor beceriler ve sözel yeteneklerde kontrollere göre daha
düşük performans göstermektedir. Öğrenme yeteneğinde ise daha az performans kaybı gözlenir.
Geç şizofreni olgularının antipsikotiklere yanıt oranı orta düzeydedir. Hastaların güvenini kazanarak tedaviye
uyumlarını sağlamak zordur. Tedaviye çoğunlukla hastanede başlanır. Semptomların tamamen ortadan kalkması
nadirdir. Hezeyanlı inanışlar genellikle kapsüle olurlar ve hastalar premorbid düzeyde fonksiyon yapacak hale
gelirler. Geç başlayan şizofreni kronik gidişlidir ve spontan remisyon nadirdir. Nöroleptiklerin kesilmesi
semptomların alevlenmesine yol açar. Hastalar idame tedaviye alındıklarında semptomlar görülmez. Uzun süre
nöroleptik kullananlarda, hatta kısa süreyle bu tedavileri alanlarda bile tardiv diskinezi görülebileceğini
unutmamak gerekir. Yaş arttıkça tardiv diskinezi riski de artmaktadır.
Geç başlangıçlı şizofreni hastalarında yeterli olan antipsikotik dozları genç hastalarda kullanılan dozun yarısı
kadardır. Çok geç başlangıçlı şizofreniye benzer psikozlarda bu doz daha da azaltılır. Tedavide atipik
antipsikotikler tercih edilmektedir. Kompliansı artırmak amacı ile depoantipsikotikler dikkatlı bir şekilde
kullanılabilir.
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 29
Yaşam Boyu Şizofreni
Çocukluk dönemi şizofrenileri ve tedavi yaklaşımları
Oturum Başkanı
Panelist
: Taha Karaman
: Yasemin Işık Taner
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 30
Etyolojiden Tedaviye Şizofrenide Gaba
Psikofarmakolojik Yönleriyle Şizofreni ve Gaba
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayhan Algül
: Cengiz Güneş
GİRİŞ
Gama-aminobütirik asit (GABA), memeli merkezi sinir sisteminde temel inhibitör nörotransmitterdir. GABAA
reseptörü baskın olan inhibitör reseptör olarak görev yapmaktadır. GABAA reseptörleri, iki α, iki β ve bir γ alt
ünitelerinden oluşan pentamer yapısındadır. Bu alt ünitelerin hepsinde ortaya çıkan farklı genetik varyantlar çok
geniş bir reseptör yelpazesine neden olmaktadır.
GABAA RESEPTÖRLERİ ÜZERİNE ETKİLİ TEDAVİLER
GABAA reseptörlerinin α–3 ve α–5 alt ünitelerinin şizofreni patofizyolojisi ile ilişkili olabileceği gösterilmiştir. Çeşitli
GABAA reseptör alt tiplerinin varlığı gösterilmeden önce non-selektif GABAA parsiyel agonisti olan ve anksiyolitik
olarak kullanılan “bretazenil”in, orta-ağır şiddette şizofreni ataklarında %40 a kadar etkili olduğu ve
ekstrapiramidal yan etki yapmadığının gösterilmesi, GABAA reseptör modülatörlerinin şizofreni tedavisinde faydalı
olabileceğini düşündürmüştür. Deneysel olarak, α – 5 GABAA reseptörlerine daha yoğun olarak bağlanan ve aynı
zamanda α–3 GABAA reseptörlerinin parsiyel agonisti olan “imidazenil”in, şizofreni belirtileri sergileyen farelerde
davranışsal bozuklukları düzelttiği ve sedasyon ve tolerans gelişimine yol açmadığı gösterilmiştir.1
Yakın zamanlı çalışmalar, α–2, α–3 selektif GABAA reseptör agonistlerinin şizofreninin bilişsel belirtileri üzerine
etkili olabileceğini düşündürmektedir. α–2, α–3 selektif GABAA reseptör agonisti olan TPA023(MK0777) 15 kronik
şizofreni hastasında klinik olarak denenmiştir. 4 haftalık plasebo kontrollü çift kör çalışma sonrasında 1. amaca
odaklı davranışların sürdürülmesinde artışı beraberinde getiren işleyen bellekte iyileşme 2. odaklanma ve dikkat
fonksiyonlarında artma ile birlikte bilişsel kontrolde iyileşme, 3. nöral eşzamanlılık “senkronite”de artma tespit
edilmiştir.2 Buna ek olarak tedavi sonucunda EEG de frontal bölgede ɣ bandının kuvvetlendiği de gösterilmiş olup
ɣ ossilasyonlarının GABAerjik internöronlar tarafından düzenlenen feedback inhibisyon tarafından oluşturulduğu
ve buradaki anormalliklerin şizofreninin negatif ve bilişsel belirtileri ile ilişkili olduğu da düşünülmektedir.
Yapılan bir hayvan çalışmasında RO493851 molekülü ile α–5 GABAA reseptörlerinin ters agonizmasının (α–5IA)
fensiklidin ile oluşturulan bilişsel bozulmayı azalttığı gösterilmiştir. (L655708 veya Ro 493851) Bunun ötesinde bu
molekülün ɣ ossilasyonlarını da arttırdığı gösterilmiştir, bu da nöral eşzamanlılığın (senkron) gelişmesini işaret
etmektedir. Sağlıklı gönüllülerde yapılan bir çalışmada da etanol ile indüklenen bellek bozulmasının α–5 GABAA
parsiyel ters agonisleri ile azaldığı gösterilmiştir.3
GABAB RESEPTÖRLERİ ÜZERİNE ETKİLİ TEDAVİLER
GABAB reseptör agonisti olan baklofen ile yapılmış olan bazı hayvan çalışmalarında fensiklidin sonrası ortaya
çıkan prepuls inhibisyon (PPI) defisitini geriye döndürdüğü ve amfetaminin neden olduğu dopamin artışını
engellediği gösterilmiştir. Bu gözlemlerden yola çıkarak yeni kuşak GABAB reseptör agonistlerinin de benzer
etkiye sahip olup olmadığını araştırmak amacı ile yapılan hayvan çalışmasında pozitif allosterik modülatör (PAM)
olan GS39783, ve ortosterik agonist olan CGP44532 kullanılmıştır. Her iki molekül de amfetamin ve MK-801
tarafından ortaya çıkan davranışsal yanıtları inhibe etmiştir. Bunun açıklamasında da GABAB reseptör
agonistlerinin sorumlu olan bölgelerdeki dopamin salınımını azalttığı iddia edilmiştir.4
EPİGENETİK TEDAVİ STRATEJİLERİ
Telensefalik GABAerjik genlerde epigenetik olarak ortaya çıkan bir downregulasyonun da şizofreni ve bipolar
bozukluklarda görülen davranışsal ve bilişsel bozulmada etkili olabileceği öne sürülmüştür. Rodentlerde Valproik
asitin (VPA) GAD67 ekspresyonunu arttırdığının gözlenmesinden sonra bu molekül GABAerjik transmisyonu
arttıran bir ilaç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yakın zamanlı yapılan diğer çalışmalarda da VPA in hem Histon
deasetilazları (HDAC) inhibe etmek sureti ile hem de reelin ve GAD67 promoter bölgelerindeki metillenmeyi
azaltmak sureti ile GAD67 ve reelini arttırarak GABAerjik aktiviteyi arttırdığı gösterilmiştir. Ayrıca rodentlerde
metiyonin uygulamasının GAD67, reelin ve glukokortikoid reseptör promoter bölgelerinde metillenmeyi arttırdığı,
bu etkinin VPA ve diğer HDAC’lar tarafından durdurulduğu ve geriye çevrildiği gösterilmiştir. Atipik antipsikotikler
içinde klozapin, olanzapin ve ketiyapinin DNA demetilaz aktivitesine sahip olduğu, bu ilaçların VPA ile birlikte
kullanılmasının sinerjistik bir etkiye yol açtığı iddia edilmiştir.5
SONUÇ
Şizofreninin bilişsel belirtilerini azaltmak için yeni tedavi ajanlarını geliştirilmesi gerektiği kaçınılmaz bir şekilde
açıktır. Ancak bu konuda ilaç geliştirilmesinden önce şizofrenideki bilişsel bozulmalara neden olan nöral ağdaki
bozulmaların ortaya konması gerekmektedir. Patofizyoloji temelinde ortaya çıkacak olan bir tedavi etkeni;
1. Hedef reseptöre yeterli bir potens ve spesifite göstermelidir,
2. Tedaviden fayda görme ihtimali yüksek olan bireyler üzerinde denenmelidir,
3. Etkinliğin arttırılabilmesi için bilişsel-davranışçı terapilerin de kombine olarak kullanılması gerekmektedir.
Bu prensiplere uygun bir tedavi rejimi geliştirmek ilk bakışta zorlayıcı ve pahalı gibi görünmektedir. Ancak bunun
alternatifi olan mevcut tedavilerde ısrarcı olmak ve şizofreninin bilişsel belirtilerini ihmal etmek daha maliyetli
sonuçlar doğurmaktadır.
Referanslar
1. Gill KM, Lodge DJ, Cook JM, ve ark. (2011) : A Novel a5GABAAR-Positive Allosteric Modulator Reverses
Hyperactivation of the Dopamine System in the MAM Model of Schizophrenia. Neuropsychopharmacology; 36:
1903–1911
2. Lewis DA, Cho RY, Carter CS, ve ark. (2008): Subunit-selective modulation of GABA type A receptor
neurotransmission and cognition in schizophrenia. Am J Psychiatry; 165: 1585–1593.
3. Wallace TL, Ballard TM, Pouzet B, ve ark. (2011): Drug targets for cognitive enhancement in neuropsychiatric
disorders. Pharmacology, Biochemistry and Behavior ; 99:130-145
4. Wieronska JM, Kusek M, Tokarski K, ve ark. (2011) The GABAB receptor agonist GP44532 and the positive
modulator GS39783 reverse some behavioural changes related to positive syndromes of psychosis in mice. British
Journal of Pharmacology; 163: 1034-1047.
5. Guidotti A, Auta J, Chen Y, ve ark. (2011): Epigenetic GABAergic targets in schizophrenia and bipolar disorder.
Neuropharmacolgy; 60: 1007-1016.
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 30
Etyolojiden Tedaviye Şizofrenide Gaba
Preklinik Yönleriyle Gaba Şizofreni İlişkisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayhan Algül
: Hüseyin Günay
Şizofreninin patofizyolojisinde inhibitör bir aminoaist nörotransmiter olan ɤ -amino bütirik asit (GABA) üzerinde de
durulmaktadır. Glutamattan glutamik asit dekarboksilaz (GAD) enzimi aracılığıyla üretilir. Dopaminerjik
nöronlardan dopamin üretimi doğrudan GABAerjik nöronların kontrolü altındadır. Düşük GAD düzeyi düşük GABA
yoğunluğuna ve sonuçta dopamin artışına yol açar.
Pridoksal 5-fosfat (vitamin B6) GABA sentezinde temel kofaktördür. Genetik olarak pridoksin metabolizması
anormalliği veya pridoksin antagonisti (örn:izoniazid) alınması, GAD aktivitesini bozarak GABA sentezinin
azalmasına ve şizofreni ile ilişkili konfüzyon ve irritabilite belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.
GABA reseptörleri GABA A ve GABA B reseptörleri olarak 2 ana gruba ayrılır. GABA A reseptörlerinin şizofreni ile
alakalı olduğu bulunmuştur. Klonazepam gibi GABA A reseptör agonistleri GABA aktivitesini artırarak bazı
şizofreni belirtilerinde yatışmaya yol açarlar(1).
GABA A reseptörleri 19 farklı alttipe ayrılır:
Alttip kompozsyonun göre farklı anatomik, fizyolojik ve farmakolojik özellikler göstermektedir.
GABA A reseptörleri alt ünite özelliklerine göre tonik ve fazik olmak üzere iki ayrı formda görev yapar.
Ekstrasinaptik lokalizasyon gösteren δ alt ünitesi içeren reseptörler tonik GABAerjik inhibisyonu düzenlerler.
GABA nın inhibitör aksiyonları temel olarak klor gradienti ile sağlanır. Bunda primer olarak K/Cl cotransporteri
KCC2 rol alır yetişkin beyninde. KCC2 nin yüzey expresyonu ve aktivitesi KCC2 residüsü Ser940 ile regüle edilir.
İmmatür nöronlarda , Na, K, Cl cotransporter ekspresyonu GABA nın depolarizan etkisi ile sonuçlanır, matür
nöronlarda ise GABA depolarizasyonu, hipokampal nöronlarda shunting inhibisyon yoluyla inhibitör etkilidir. KCC2
deki defisit, GABAerjik inhibisyonda yetersizlikle sonuçlanır ve iskemi, nöropatik ağrı, travma, epilepsi gibi pek
çok hastalığa sebebiyet verebilir(2).
Şizofrenide postmortem doku örneklerinde GABAerjik markerlerin azalması görülmüştür. GAD 67 primer GABA
sentez enzimidir ve şizofreni hastalarında bu enzim mRNA larının neokortikal bölgelerde azaldığı görülmüştür.(3).
Gabaerjik internöronlar piramidal hücrelerde perisomatik ve akso-aksonik uyarımda görevlidir ve kalsiyum
bağlayıcı protein ve parvalbumin (PV) içerirler. Şizofrenide parvalbuminin neokortikal bölgelerde ekspresyonunda
da azalma vardır.(4). PV intenöronları serebral korteks de osilatör aktiviteyi regüle ederler. (5). Şizofrenide
kortikal osilatör dinamiklerin bozulmasının pek çok nörokognitif defisitin temelinde yattığı bilinmektedir(6).
Hayvan deney modellerinde, NMDA reseptör antagonist uygulamasıyla PV ekspresyonunun azaldığı
gösterilmiştir.( 7). Akut NMDA reseptör antagonist uygulamasıyla (PCP, ketamin, MK-801), şizofreni semptomları
ve davranışsal bulguları oluşturulmaya çalışılmıştır. Romon ve arkadaşlarının yapmış olduğu bir çalışmada, MK801 uygulamasında sonra 4. ve 24. saatlerde beyin bölgelerinde PV ve GAD67 mRNA ekspresyonuna bakılmış
ve MK801 uygulamasından 4 saat sonra PV mRNA sının dentat girus ve hipokampusda azaldığı, 24 saat sonra
ise PV mRNA azalmasının medial prefrontal, orbitofrontal ve entorhinal korteks, hipokampus, ve amigdalanın
bazolateral nükleusuna yayıldığı gösterilmiştir. PV mRNA larının azaldığı bu beyin bölgeleri, postmortem şizofreni
beyinlerindeki GABAerjik markerlerin azaldığı bulguların saptandığı bölümler ile paralellik göstermektedirler. (8)
Akut veya tekrarlayan NMDA antagonizması en yaygın kullanılan farmakolojik şizfreni modelidir.
PFC de ki eksitatör piramidal nöronlar ve GABAerjik internöronlar birlikte prenatal ve postnatal dönemde
executive fonksiyonların gelişiminden sorumludur. Gelişimsel bir hasar, erişkin dönemdeki disfonksiyondan
sorumlu olabilir. Ratlarda postnatal 7. günde uygulanan NMDA antagonistlerinin yetişkin dönemde hipokampal
nöronal kayba ve talamik bölgelerde hasara yol açtığı, süperfisial kortikal tabakalarda yaklaşık %50 GABAerjik
internöron kaybına yol açtığı son zamanlarda gösterilmiştir. ( 9 ).
Sonuç olarak şizofreni ve GABA ilişkisinin nörobilim alanındaki gelişmeler ışığında yeniden değrelendirilmesi
gerekiyor. Ayrıca terk edilmiş gibi görünen eski hipotezlerin tozlu raflardan indirilerek tekrar gözden
geçirilmesinde fayda olacağı kanaati giderek güçleniyor.
Kaynaklar
1.Uzun Ö.,Şizofreni Farmakolojik Tedavi Klavuzu, 2008, s:21
2. Sarkar J, Wakefield S, MacKenzie G, Stephen J, Maguire M, Neurosteroidogenesis Is Required for the Physiological
Response to Stress: Role of Neurosteroid-Sensitive GABAA Receptors, 2011, The Journal of Neuroscience, December 14,
2011 • 31(50):18198 –18210)
3. Akbarian S, Huang HS (2006) Molecular and cellular mechanisms of altered GAD1/GAD67 expression in schizophrenia
and related disorders. Brain Res Brain Res Rev 52:293 –304
4. Lewis DA, Hashimoto T, Volk DW (2005) Cortical inhibitory neurons and schizophrenia. Nat Rev Neurosci 6:312– 324
5. Sohal VS, Zhang F, Yizhar O, Deisseroth K (2009) Parvalbumin neurons and gamma rhythms enhance cortical circuit
perfor-mance. Nature 459:698 –702
6. Lewis DA, González-Burgos G (2008) Neuroplasticity of neocortical circuits in schizophrenia. Neuropsychopharmacology
33:141 –165
7. Morrow BA, Elsworth JD, Roth RH (2007) Repeated phencyclidine in monkeys results in loss of parvalbumin-containing
axo-axonic projections in the prefrontal cortex. Psychopharmacology Berl192:283– 290
8. Romon T, Mengod G, Adell A, (2011) Expression of parvalbumin a nd glutamic acid decarboxylase-67 after acute
administration of MK-801. I mplications for the NMDA hypofunction model o f schizophrenia, Psychopharmacology DOI
10.1007/s00213-011-2268-6
9. Leon G, Coleman L, Jarskog F, Sheryl S, Fulton M, (2009)Deficits in adult prefrontal cortex neurons and behavior
following early postnatal NMDA antagonist treatment Pharmacology, Biochemi stry and Behavior 93 322 –330
11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 30
Etyolojiden Tedaviye Şizofrenide Gaba
Şizofreni ve Gaba Yansımaları:
Oturum Başkanı
Panelist
: Ayhan Algül
: Recep Tütüncü
Gama amino butirik asit (GABA) santral sisteminde en yaygın inhibitör nnörotransmiterdir. Presinaptik ve
postsinaptik inhibitör etkileri vardır. Presinaptik olarak eksitatör nörotransmitelerin sinaptik aralığa salıverilmesini
önler. Postsinaptik etkisini de GABA-A reseptörünün uyarılması ile sağlar. GABA nöronlarının büyük kısmı lokal
inhibitör internöronlardır. Striatum gibi bazı alanlarda ana efferent nöron olarak bulunurlar.
Şizofreni de GABA ile ilgili bulgular 1970’li yıllara kadar uzanmaktadır. GABA’nın, dopamin ile resiprokal ilişkisi
vardır. 1972 de Robert ve arkadaşları, şizofrenide GABA azalmasını göstererek, bu durumun etyolojik bir model
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak postmortem çalışmalar bu görüşü desteklememiştir. 1978 yılında Bird ve
arkadaşlarının yaptığı çalışmada GABA azalması etyolojideki nörokimyasal anormalliklere değil, ölüm anındaki
agoniye bağlanmıştır.
Son on yılda şizofreni de GABA defisiti hipotezi tekrar önem kazanmıştır. Korteks ve hipokampusta parvalbumin
içeren GABA internöronlarının azaldığı gösterilmiştir. Bu durum moleküler delillerle de desteklenmiştir. GABA
sentezleyen enzim GAD67 için mRNA ve protein düzeyleri, korteks ve hipokampusta azalmıştır. Yetişkin
döneminde GABA nöronları tarafından üretilen reelin düzeylerinde, şizofreni ve psikotik özellikleri olan iki uçlu
bozuklukta %30-50 azalma saptanmıştır. Bu azalma hastalığa spesifik değilse de internöron eksikliği ile
uyumludur. Böylece GABA-A reseptör bağlanmasında selektif kompansatuvar artış olurken, benzodiazepin
bağlanması değişmemektedir. GABA internöron alttiplerinde ki özgün değişiklikler şizofreni etyolojisinde rol alıyor
olabilir.
Genetik açıdan GABA internöronlarının farklı alt populasyonları ayrı prekörsörlerden kaynaklanır. Ek olarak
GABAerjik nöronların ortaya çıkış zamanlaması ve sırası şizofrenide test edilmeye aday tüm genlerle aynı
düzenleyici bağ ile ilişkili olabilir. Bu faktörlerin anormal regülasyonu ile seçici GABA internöron formasyonu
azalabilir ve genetik hassasiyete yol açabilir.
Sonuç olarak, moleküler ve genetik açıdan ele alındığında şizofrenide gösterilenGABAerjik sistemdeki defisit,
etyolojide yer alan diğer etkileyici faktörlerle birlikte yeni bir olasılıktır.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2
P 31
Ayrımcılığın şiddeti, şiddetin ayrımcılığı
Ötekinin Ruhu
Oturum Başkanı
Panelist
: Doğan Şahin
: Ayşe Devrim Başterzi
‘Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman
gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır.’ HRANT DİNK
İnsanlığın karşı karşıya olduğu sorunlardan en önemlilerinden birisi ve belki en önemlisi ayrımcılıktır. İnsanlık
tarihinin her döneminde ve halen bir grup insan, başka bir grup insana topluca atfettiği özellikler nedeniyle
onlardan nefret edebilmekte ve o grubun çocuklarını, bebeklerini bile işkence ile öldürecek kadar kadar
vahşileşebilmektedir. Ayrımcılığın gözümüze en çok çarpan şekli milliyet, etnik ve dini kimlik üzerine kurulsa da
bir çok insan bir çok nedenle ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Şişman olmaktan, kadın olmaya, cinsel yönelimden
ten rengine, yoksul olmaktan HIV taşıyıcısı olmaya, yaşlı olmaktan ruhsal bir hastalığa sahip olmaya kadar bir çok
nedenle ayrımcılığa uğramanız ötekileştirilmeniz mümkündür.
Psikiyatrinin ayrımcılık ve sosyal dışlanma ile uğraşmasının önemli nedenlerinden birisi de herhangi bir ruhsal
hastalığa sahip olanların uğradığı ayrımcılık ve dışlanmadır.
Ayrımcılık ve sonucu olarak ortaya çıkan sosyal dışlanma; eşitsizlik, güvencesizlik ve dengesizliğe yönelik yeni bir
kavramdır. Ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, kültürel ve davranışsal boyutları olan; nesnel olduğu kadar öznel
değerlendirmelere de açık bir süreç olup, belirli kesimlerin toplumsal bütünden ve sermaye birikim sürecinin
dışında kalarak, gelir dağılımından kendisinin ekonomiye yaptığı katkı doğrultusunda yararlanamamasıdır.
Ayrımcılığa uğrayan insanlarda ruhsal sorunlar ve hastalıklar çok daha sık görülmesine rağmen bu grupların ruh
sağlığı hizmetlerine ulaşımı da kısıtlıdır.
Ayrımcılığa uğrama nedeninin görünür ya da gizli olması ortaya çıkan ruhsal sorunları değiştirebilmektedir. Kadın
olmak, ırk, şişmanlık gibi hemen göze çarpan nedenlerle ayrımcılığa uğrayanlar kendilerini gizlemek için
saklanacak bir örtü bulamazken eşcinseller, HIV gibi bir hastalığa sahip olanlar, etnik kimliği ya da politik inancı
nedeniyle ayrımcılığa uğrayanlar damgalanma nedeninin su üstüne çıkmasını engellemek için çok daha kontrollü
ve ihtiyatlı olma ve bu durumu gizlemeye çalışma gibi zorlu çabalara mahkum kılınırlar.
Ayrımcılık ve damgalanmanın ruhsal sorunlara yol açması ile ilgili önemli bir sorun alanı da damgalanma
nedeninin kontrol edilir olduğuna dair inançlardır; sigara içme, yoksulluk, ruhsal hastalığa sahip olmak ya da
şişmanlık gibi nedenlerle ayrımcılığa uğrayanlar daha şiddetli bir tepki çeker ve bu damgayı değiştirebilmek için
harcadıkları boşa çıkan çabalar sonrasında kendilerini sıklıkla yenik, beceriksiz ve değersiz hissederler. Kendilik
değeri, özsaygı ve psikolojik olarak iyilik hali zarar görür.
Ayrımcılığa uğrayan insanlar, başkalarının kendileri hakkındaki olumsuz stereotipilerinin ne olduğunu
bildiklerinden, ‘stereotipi tehdidi’ olarak isimlendirilen bir duygu yaşarlar; damgalanmayla ilişkili herhangi bir
aktiviteyi yerine getirirken daha çok kaygı yaşar ve bu kaygı davranış üzerinde olumsuz etkilere yol açar. Örneğin
bir kadın iş görüşmesinde erkeklere göre daha çok kaygı hissettiği için daha gergin, beceriksiz, özgüveni düşük
bir izlenim yaratabilir. Siyah çocukların eğitim sırasında kendilerini daha aptal hissettikleri, baştan başarısız
olacaklarını düşünüp buna uygun davranışlar sergiledikleri gösterilmiştir. Ayrımcılığa uğrayanlar sıklıkla
yaşamlarının her yönüyle bundan etkilenirler; eğitim, sağlık, barınma gibi kaynaklara daha zor ulaşırlar. Bu
nedenle hissettikleri başarısızlık duygusu arttıkça kendilerini tamamen yenik hissedip, çabalamaktan
vazgeçebilirler.
Damgalanmış bireyler başkalarının kendilerine yönelttikleri davranışların nedenleri konusunda oldukça
duyarlıdırlar. Kendi yaşamlarındaki olumlu deneyimleri, başarılarını tokenizme (bir azınlık grubuna karşı küçük ve
önemsiz bir davranışta bulunarak -artık beni rahatsız etme, daha ne yapayım istiyorsun- daha anlamlı girişimlere
girmeyi reddetme) ve tersine ayrımcılığa (ayrımcılığa duyarlı insanların ayrımcılığa uğradıklarını düşündükleri
gruptan insanlara aşırı olumlu değer atfetmeleri) bağlayıp kendi yaptıklarının değerini azaltabilirler ya da olumsuz
davranışları nedeniyle aldıkları olumsuz tepkileri ayrımcılığa bağlayarak davranışlarını değiştirmeyi reddebilirler.
Ayrımcılığa uğramayı süreklileştiren şeylerden birisi kendini gerçekleştiren kehanetlerdir. Rosenthal ve
Jacobson’un deneyinde yapılan bir IQ testinden sonra okulda başarılı olacağı söylenen –ve aslında diğer
çocuklardan farkı olmayan- çocuklar başarılı, diğerleri başarısız olmuştur.
Sonuç olarak ayrımcılığa uğrayan insanlar önyargılı tutumların kurbanıdır. Diğerleri tarafından sıklıkla aptal,
beceriksiz, kaba, pis, saldırgan, tembel olarak yaftalanırlar ve bu yargıların açtığı derin ruhsal yaralar pek çok
ruhsal hastalığın gelişmesine yol açar. Hollanda’da göç eden insanlar arasında ayrımcılığa uğradığını en çok
hisseden grupta şizofreni riskinin yerlilere oranla 5 kat artması, son günlerde ülkemizde giderek artan
ötekileştirme politikaları içinde gerek psikiyatrinin günlük uygulamalarında ayrımcılığı ruhsal sorunlara yol açan bir
stres faktörü olarak değerlendirmeyi, akılda tutmayı, sorgulamayı gerekse koruyucu psikiyatri hizmetlerinde
ayrımcılığa karşı çalışmalar yapmayı zorunlu hale getirmektedir.
Kaynaklar
1. Binbay T. Eşitsizliğin Bedeli: Sosyal Dışlanma Psikozları Neden ve Nasıl Arttırıyor? Türkiye Psikiyatri Derneği Bülteni
2010; 13(3):8-10.
2. Veling W, Hoek HW, Mackenbach JP. Perceived discrimination and the risk of schizophrenia in ethnic minorities : a case
control study. Soc Psychiatry Pschiatr Epidemiol 2008;43:953-959.
3.Hogg MA, Vaughan GM.(eds) Sosyal Psikoloji (çev. Yıldız İ, Gelmez A. Ütopya yayınevi, Ankara, 2007) 381-423.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2
P 31
Ayrımcılığın şiddeti, şiddetin ayrımcılığı
Ötekileştirme neden nasıl?
Oturum Başkanı
Panelist
: Doğan Şahin
: Nur Engindeniz
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2
P 31
Ayrımcılığın şiddeti, şiddetin ayrımcılığı
Ayrımcılığa uğrayanın hayatta kalma stratejileri
Oturum Başkanı
Panelist
: Doğan Şahin
: Rober Koptaş
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2
P 31
Ayrımcılığın şiddeti, şiddetin ayrımcılığı
Ayrımcının Ruhu
Oturum Başkanı
Panelist
: Doğan Şahin
: Selçuk Candansayar
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Nazi ideolojisinin toplumda nasıl olup da geniş kabul gördüğü sorusu
toplumbilimlerinin önemli çalışma alanlarından biri olmuştur. Bu soru aslında ırkçılık hakkında uzun yıllardır
sorulurdu. Ancak Nazi ideolojisi ve Yahudi soykırımının yarattığı şaşkınlık ve suçluluk duyguları bu çalışmaları
hızlandırmıştır. Bu bağlamda en bilinen temel çalışma Frankfurt Okulu kuramcılarından T. W. Adorno ve
arkadaşlarının yaptıkları “Otoriter Kişilik” araştırmasıdır.
Bu çok geniş kapsamlı araştırmada sıradan insanın nasıl olup da ayrımcı, ırkçı ruh haline bürünebildiğinin
toplumsal ve bireysel değişkenlerle ilişkisi incelenmiştir. İlk yayınlandığında üzerinde büyük tartışmalar çıkan
araştırma daha sonra bir şekilde gözden düşmüştür.
1970 li yıllardan sonra ayrımcılığın toplumsal ve ruhsal temellerine yönelik araştırmalar ideolojik zemininden
koparılmış ve daha çok tekil bireyin ayrımcılığına yönelmiştir. Daha doğrusu ayrımcı ruhu hazırlayan ya da inşa
eden ekonomik, politik süreçlerden çok bireysel özelliklere odaklanılmıştır.
Türkiye’de ayrımcılığın açık ve örtük boyutları gündelik hayatta yaygın olmasına karşın hep gözden uzak
tutulmuştur. Bu konuşmada genel olarak ayrımcı ruhun üzerinden yükseldiği politik iklim ve koşullar tartışılacak
ardından güncel durum üzerine düşünceler aktarılacaktır.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3
P 32
Sinema, Diziler ve İnternette Şiddetin Sunumu
İnternet ve video oyunlarında şiddetin sunumu
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Yumru
: Ayşen Çoşkun
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3
P 32
Sinema, Diziler ve İnternette Şiddetin Sunumu
TV Dizilerinde Şiddetin Sunumu
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Yumru
: Bülent Coşkun
Televizyonun günlük hayattaki yerinin artması bazı TV programlarının daha fazla izlenmesine yol açmıştır. Son
zamanlarda özellikle gençler arasında giderek internetin ve sosyal medyanın öne geçmesi söz konusu olsa da
hala TV programları, özellikle diziler, geniş izleyici kitlesi bulmaktadır. Şiddetin dizilerdeki yeri ve topluma,
gençlere, çocuklara etkisi de çeşitli kesimlerin ilgisini çekmektedir.
Özellikle öldürme, yaralama, işkence şeklindeki şiddetin yoğun biçimde kullanıldığı dizilerin başında Kurtlar
Vadisi gelmektedir. Adanalı, Ezel, bir ölçüde Arka Sokaklar ve son zamanlarda da Behzat Ç. bu çerçevede
düşünülebilir. Bütün bu dizilerdeki şiddetin ortak yönü, şiddeti dizinin kahramanlarından biri uyguluyorsa mutlaka
makul (!) bir gerekçesinin olması, kötü karakter uyguluyorsa cezalandırmayı hak edecek derecede “yanlış”
yapmasıdır. Genellikle “dizi kahramanları”, başka türlü sağlanamamış adaleti sağlamak, toplum tarafından kabul
edilebilir değerleri korumak, yaşatmak, haksızlıklarla mücadele etmek adına “kötüleri” (!) cezalandırmak için
şiddet uygular.
Kurtlar Vadisinden bir iki örnek verecek olursak: Ünlü kafa kesme sahnesinde Polat Alemdar, artık
uyuşturucuların okullarda satılmayacağını söyler, Cerrahpaşalı itiraz edince de kafasını keserek öldürür. Bir
başka sahnede Çakır bir tecavüzcüyü döverek öldürür. Yine Çakır, bir baskında karısını öldüren Tombalacı’ya
kol ve bacaklarını kırarak işkence uygularken, onun “öldür artık” yalvarmalarına dayanamayan Polat “kafasına
sıkarak” Tombalacı’nın isteğini yerine getirir...
Ortadoğuda yaygın olarak izlenen bu diziden etkilendiklerini söyleyen 17 ve 18 yaşlarındaki iki Ürdünlü gencin bir
taksi şoförünü kaçırdıkları, kadınlara tacizde bulunan erkeklerle mücadele etmek üzere kurmayı düşündükleri
çeteye yardım istedikleri, şoförün itiraz etmesi sonrasında da onu öldürdükleri bildirilmiştir.
Yine beş kişiyi cinayet çılgınlığı tablosuyla öldüren bir Yemenli işlediği cinayet konusunda Kurtlar Vadisinden
etkilendiğini söylemiştir. Bu kişinin kabile mahkemesinde verilen karar sonucu kan davasına meydan vermemek
amacıyla infaz edilmesi de üzerinde durulabilecek ilginç bir boyut olmuştur.
Öldürme, işkence dışında kalan özellikle kadına yönelik fiziksel ve sözel şiddet öylesine yaygın olarak
kullanılmaktadır ki, hemen her dizide görülebilen hakaretler, tokatlamalar basit ayrıntılar halini almıştır. Dizilerin
yazarları ve yapımcıları bu tür davranışların zaten hayatın içinde var olduğunu belirtseler de asıl ürkütücü olan bu
tür sahnelerle, bu davranışların olağanlaştırılıyor olmasıdır. İtilmiş ve Kakılmış tiplemeleriyle neredeyse aile içi
şiddetin sevimli bir hale getirilmiş olduğu hatırlardadır.
Cinsel istismar ve tecavüz de şiddetin bazen neredeyse moda halini alan uygulamaları şeklinde karşımıza
çıkmaktadır. “Fatmagül” ve sonrasında “İffet” dizileri tecavüz temasının üzerine kurulmuş, “Öyle bir geçer
zaman ki” dizisinde de Ali Kaptan çok sevdiği karısına tecavüz etmiştir… Bir şekilde öfkelendiği kız arkadaşının
telefon numarasını piknik masasına Fatmagül’ün telefon numarası diye yazan kişiye rastlanabilmektedir. Son
zamanlarda eşini ya da sevgilisini kendi malı olarak görüp, herhangi bir şekilde istediğine uymadığında dövmekte,
bıçaklamakta, öldürmekte sakınca görmeyen kişiler bu davranışlarını “ya benimsin ya da toprağın” diye ifade
edebilmektedirler. “Kan davaları”, “namus veya töre cinayetleri” de bir dizide veya filmde tutarsa hemen yenileri
yazılabilmektedir.
Sunum sırasında dizilerdeki çeşitli şiddet örneklerinin ele alınması yanında bu konuda eğitimcilerin, ruh sağlığı
çalışanlarının, iletişimcilerin, basın dünyası ile dizi yazım, yapım ve yönetim çalışanlarının yaptıkları ve
yapabilecekleri üzerinde de durulması planlanmaktadır.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3
P 32
Sinema, Diziler ve İnternette Şiddetin Sunumu
Görsel Medyada Şiddetin Temsili
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Yumru
: Hasan Akbulut
Yazılı, görsel ya da dijital olsun medya, içinde yaşadığımız gerçekliği yansıtmaktan öte yeniden üretme özelliğine
sahiptir. Eleştirel teoriye göre medya, tam da bu özelliği nedeniyle ideolojik bir aygıt olarak gerçeklşiğe dair
algılarımızı biçimlendirir. Bu haliyle haberler, filmler, reklamlar gerçekten üretilmiş birer temsildir, yeniden
üretimdir, kurgudur.
Olaylara, değerlere, düşüncelere ilişkin neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen medya, söz konusu şey
şiddet olduğunda da neyin şiddet olarak tanımlanıp tanımlanmadığını, hangi şiddetin meşru hangisinin
gayrımeşru olduğunu da belirler. Bu sunuş, günümüz Türkiye'sinde hala belirgin önemini koruyan televizyon
programlarında şiddetin nasıl tanımlandığını, özellikle belirli gruplara yönelik şiddetin nasıl görmezden gelindiğini,
özellikle kadın programlarında yoksul kadınların nasıl bir söylemsel şiddete maruz kaldığını ortaya koymayı
amaçlamaktadır.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3
P 32
Sinema, Diziler ve İnternette Şiddetin Sunumu
Sinemada Şiddetin Sunumu
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Yumru
: Hira Selma Kalkan
Sinemanın hem toplumun belirli olaylara yüklediği anlamları yansıtması hem de toplumun belirli olaylara bakış
açısını biçimlendirmedeki etkisi yadsınamaz. İnsanların şiddete ilişkin oluşturdukları bakış açısı ve şiddete
yükledikleri anlam üzerinde etkisi büyük olan medyanın, şiddeti sunma şekli ve bunun toplum üzerindeki etkisi
önemlidir. Şiddetin bireysel boyutunun yanı sıra toplumsal boyutunun da olması, bu boyutların birbirini beslemesi
sözkonusu olduğundan, şiddeti önleme ve sağaltım çalışmaları açısından, film, dizi, internet ve video oyunlarında
şiddetin nasıl sunulduğunu incelemenin yardımcı olacağı düşünülmektedir.
Bu amaçla Türkiye ‘de sinema filmlerinde şiddetin nasıl sunulduğu ve bunun toplumsal yansımaları örneklerle ele
alınacaktır.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4
P 33
Psikiyatri, Sanatsal Yaratıcılık ve Frida Kahlo
Kendine tutunmak: Frida Kahlo
Oturum Başkanı
Panelist
: Gamze Özçürümez
: Ayşegül Sütçü Yıldırım
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4
P 33
Psikiyatri, Sanatsal Yaratıcılık ve Frida Kahlo
Diyalektik Bakış Açısıyla Psikiyatri ve Yaratıcılık
Oturum Başkanı
Panelist
: Gamze Özçürümez
: Burhanettin Kaya
Karl Marx, Feuerbach üzerine tezlerinin 11.cisinde filozofların yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumlamakla
yetindiklerini, oysa önemli olanın onu değiştirmek olduğunu söyler1. Bu söylem özünde sanat ve yaratıcılık edimi
içinde geçerlidir. Marx’ın 11.tezi sanatın da dünyayı yalnızca yorumlamakla değil değiştirmekle olanaklı olacağı,
sanat yapıtının ve yaratıcışlık eyleminin değiştirici ve dönüştürücü olacağı düşüncesine katkı sağlamaktadır.
Bertolt Brecht toplumcu gerçekçi sanatı tanımlarken sanatın bir ayna değil dinamo olduğunu belirterek hem ele
aldığı nesneyi, hem de nesnenin ait olduğu dünyayı değiştiren ve dönüştüren işlevine vurgu yapmaktadır. Bu
değiştirme etkinliğinin devindiricisi yaratıcılıktır.
Yaratıcılık bir estetik üretimi ve değişimi içinde barındırır. Bu yeti her insanda potansiyel olarak varolan, ki dış
dünya ile etkileşimin bir yansıması olarak vardır, ve yine dış dünya ile etkileşimin sonucu olarak bir yapıta içerik
ve biçim kazandıran bir eylemdir. Gerçekçi sanatta biçim ile içerik ve bunların diyalektik bütünlüğü sorunu bilimsel
estetikte çok önemli bir yer tutmaktadır. Bunun ilk nedeni gerçeğin estetik özümsenmesinin biçimin içeriğe
uygunluğunda kendini göstermesi, ikincisi ise biçim-içerik bütünlüğünün sanatın eylemine ilişkin nesnel yasaları
dile getirmesi, son nedeni ise biçim-içerik ilişkisinin yaratım sürecinin diyalektiğine sımsıkı bağlı olmasıdır2.
Sanatta biçim-içerik ilişkisini incelemek için maddeci diyalektiğin kategorilerine dayanılması gerektiği öne
sürülmektedir. Diyalektik biçim ve içeriğin bir ve aynı fenomenin birbirinden ayrılmaz iki yanı olduğunu öngörür ve
bir bütünlük oluşturduğunu vurgular. Marksizm bütün içinde başat rolün içeriği düştüğünü, sanatsal yaratımın
doğasını içeriğin ortaya koyduğunu öne sürerken, maddeci diyalektik biçimin etkin karakterini kabul eder. Biçim
yalnızca sanatsal olayın dış görünüşü değildir; içeriğin içyapısının anlatımıdır da aynı zamanda. Biçimin etkinliği
içeriğin gelişimini kolaylaştırmaktadır2.
Bugüne dek birçok sanat dalında önemli yapıtlar üretmiş sanatçıların ruhsal yapısının çözümlenmesi, onun
sanatsal üretimle ilişkisi hem sanat eleştirmelerinin, hem de psikiyatrların ilgi alanlarında olmuştur. Bunun
yanında sanat yapıtını anlama sürecinde psikoloji kuramlarına sıklıkla dayanılmış ve büyük tartışmalar doğuran
yorumlara kapanması çok da kolay olmayacak birçok kapı açılmıştır. Bunun yanında akıl hastalarının ürettiği
sanat yapıtları, psikopatolojik sanat kavramının da tartışmaya açmış, sanat aracılığıyla ruhsal hastalıkların
tedavisi bir uğraşı alanı olarak gelişmeye başlamıştır3.
Panele giriş niteliğinde olan bu sunumda özetlediğimiz bu tartışmalar ışığında diyalektik bakış açısıyla sanatsal
yaratıcılık ve psikiyatri ilişkisi gözden geçirilmeye çalışılacaktır.
Kaynaklar
1.
2.
3.
Marx K, Engels F. Alman İdeolojisi (Feuerbach). Sol Yayınları, İstanbul 1975.
Ziss A. Estetik: Gerçekliği Sanatsal Özümsemenin Bilimi. Hayalbaz Kitap, İstanbul 2009.
Parman T. Psikopatoloji ve Sanatsal Yaratıcılık. Çığlığın Işıkla Buluşması. Ed: Yazıcı O, Pınarbaşı Matbaası,
İstanbul 2006, s.30-38.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4
P 33
Psikiyatri, Sanatsal Yaratıcılık ve Frida Kahlo
Dipfaz Bakış Açısıyla Frida Kahlo: İç - Gerçekten Dış – Sisteme
Oturum Başkanı
Panelist
: Gamze Özçürümez
: Meral Turhan
Dipfaz; gerçeklik ile fantazya arasında çatışıp duran insanın algılama boyutuna bağlı ortaya koyduğu plastik
ifadenin iki zıt kavrama da karşılık gelebilme durumudur. Sanatta ironik bir durumla karşı karşıya kaldığımızda
dipteki gerçeklerin analizine dayalı yorum içeren bir bakış açısını içerir. Hayatını, sanatçı kimliğini ve ortaya
çıkardığı eserlerini, kişisel edinimleriyle ve farklı estetik algısıyla yorumlayan Frida Kahlo, dipfaz anlayışını
açıklama sürecinde verilecek en iyi örneklerden biridir. Frida’ nın farkında olmadan yakaladığı “dipfaz”daki
gerçeklik algısı ironik bir görünümün ifadesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, izleyici Frida’nın
resminde sürrealist dünyadaki içsel verileri algılarken, diğer bir izleyici aynı resme bakıp realist dünyadaki dışsal
verilere ulaşabilir1. Devrimci bir ruh taşıyan Frida Kahlo’nun sistem eleştirisini yaparken “üçlü diyalektik” bir
bilinçle davranması onun çok yönlü incelenmesini gerektirmektedir.
Sanatın umudu yeşertmek ve canlı tutmak gibi bir gücü ve işlevi vardır. İnsanlığın “trajedilerin sonu”un geldiği bir
çağı görme umudu, genel anlamda sanatçıların tutum ve dışavurumlarıyla desteklenmelidir. Sanatçı, dış bakış ve
iç yaşam denklemini dengede tutabilecek algıyı geliştirir ve süreç içerisinde öğretici ve değişime öncü olabilecek
vasfıyla yol gösterici olur. Kahlo’nun pes etmeyen tavrı bahsettiğimiz yönelimleri fazlasıyla kapsamaktadır.
“Yürüyemezsem dans ederim” diyebilen acılar içinde geçen yaşamının son anında bile “yaşasın hayat” deyip
kırmızı karpuzlarla natürmort çalışan, sanatçının yaşamdaki duruşu, sanata doğrudan yansımış, yol gösterici
ipuçları yakalamamıza neden olmuştur. Eserlerinde sadece bireyi oluşturan iç (evre)–dış(sistem) denklemini
çözmekle kalmayıp aynı zamanda toplumu oluşturan akımların gerçeklerini eserlerinde aynasallaştırarak
(sürrealizm gibi) ironik bir şekilde ifade etmektedir1.
Frida, Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ve Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in dört kızından
üçüncüsüdür.
6 Temmuz 1907 günü doğmuş olmasına rağmen doğum tarihini, Meksika devriminin gerçekleştiği 7 Temmuz
1910 günü olarak ilan etmiş, yaşamının modern Meksika'nın doğuşuyla başlamış olmasını istemiştir. Okulda,
anarşist bir edebiyat grubuna katılmış, 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası tüm hayatını değiştirmiştir. 17 Eylül
1925’de okuldan dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu trenin demir çubuklarından birisi sol
kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmış, kazadan sonraki yaşamı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında
geçmiş; 32 ameliyat geçirmiş, 1954’de çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı kangren yüzünden kesilmiştir.
Kazadan sonra resim yapmaya başlayan Kahlo, aynı dönemde Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam
Diego Rivera ile tanışmış ve evlenmiştir. Sık sık sağlığı bozulan Frida, dayanılmaz acılarla başa çıkmak için tüm
gücüyle resim yapmış, yalnız ülkesinde değil, Amerika ve Fransa’da sergiler açmıştır. 1938’de New York’ta açtığı
sergi büyük ün getirmiş, 1943’de 'La Esmeralda' adlı yeni bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başlamış, sağlık
durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi sürdürmüş; 1950’de 9 ay hastanede kalmış, 1954 yılında sağ
bacağı kesilmiştir. Frida Kahlo, 13 Temmuz 1954’te, akciğer embolisi nedeniyle son nefesini verdiğinde;
arkasında bıraktığı son tablosu; “Yaşasın Yaşam” isimli bir resmidir2.
Bu sunumda Dipfaz bakış açısıyla Frida’nın iç-gerçekliği ile dış-sistem arasındaki etkileşimi bir ressam gözüyle
yorumlanacak ve tartışılacaktır.
Kaynaklar
1.
2.
Turhan M, Sanatta Gerçeklik İle Fantazyanın Plastik Bir İfadesi Olarak Dipfaz. Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara, 2010.
Rauda J, Aşk ve Acı Frida Kahlo. Çev: Hülya Uğur Tanrıöver, Everest Yayınları, İstanbul, 2002.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 34
Depresyonu Anlamak: Ruminatif Düşünceler, Bilişsel, Davranışçı ve Metakognitif
Modeller
Depresyonda Metakognitif Terapi
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Zihni Sungur
: Erhan Ertekin
Depresyonun metakognitif modeli depresyonun, hüzne veya negatif düşüncelere yanıt olarak ruminasyonun
aktive olmasından ve uyum bozucu başa çıkma davranışlarından kaynaklandığını öne sürer. Ruminasyon hüzün
ya da depresyonun nedenleri ve anlamı hakkında perseveratif biçimde negatif düşünmedir. Bu süreçler
ruminasyonların avantajları hakkında pozitif metakognitif inançlar (örneğin “neden mutsuz olduğum hakkında
düşünmem iyileşmeme yardımcı olur”) ve depresif düşünce ve yaşantıların kontrol edilemezliği hakkında negatif
metakognitif inançlar (“depresif düşüncelerim üzerinde hiç kontrolüm yok, bunlar bir hastalığın işareti”) ile
ilişkilidir. Bu inançlar ruminatif düşünme stillerinin devamına ve üzüntüye ruminasyon odaklı yanıtların
seçilmesine yol açar.
Beck’in şema kuramında kişinin kendisi, dünya ve gelecek hakkında negatif inançları vardır, buna “negatif bilişsel
üçlü” denir. Metakognitif terapide ise bu inançlar ruminasyonun içeriği ya da ürünü olarak görülür ve doğrudan
yeniden yapılandırılmalarına çalışılmaz. Metakognitif terapi bilişsel terapiden ruminasyon hakkındaki metakognitif
inançlara odaklanmasıyla ayrılır. Metakognitif terapi kuramına göre ruhsal bozukluklara neden olma konusunda
düşüncelerin içeriği, düşünme eyleminin stili ve kontrolüne göre daha az önem taşımaktadır. Düşünce içeriği
metakognitif terapide de önemlidir ama burada üzerinde durulan olağan kognisyonların değil metakognisyonun
içeriğidir. Bir başka deyişle insanların ne düşündüğü değil, nasıl düşündüğü üzerinden çalışılır.
Depresyonda ruminasyonun hüzün duygusuna veya değersizlik-yetersizlik düşüncelerine karşı çözümlerin keşfini
sağlayacağına inanılır. Sonra bu durumu kötüleştirir, bu kez belirtilerin kontrol edilemezliği gibi temalarla negatif
metakognitif inançlar aktive olur. Sonra kişi ruminasyon eyleminin farkına varmaz (meta-farkındalığın düşük
olması) ve bunlar ısrarcı bir hal alır. Tedavi BDT’den farklıdır. BDT’de sorun olumsuz otomatik düşünce içeriği ile
formüle edilir ve “bilişsel üçlü” üzerinden düşüncelerin geçerliliği sorgulanır. Metakognitif terapide bu düşüncelerin
içeriğiyle ilgilenilmez, bunların ruminasyonu tetiklediği ve onun sonucu olduğu gibi bir kısır döngü oluştuğunu
kabul eder ve sürekli düşünme sürecini değiştirmeye odaklanır. Ayrıca metakognitif terapi dikkat eğitimi tekniği,
mesafe koyma aracılı farkındalık (detached mindfullness) ve metakognitif odaklı davranışsal deneylerle kişinin
düşünce ve duygularıyla ilişki biçimini değiştirmeye çalışır.
Bu sunumda depresyonda metakognitif terapi kuramı ve uygulamaları, özellikle BDT ile örtüşen ve ayrılan yönleri
açısından gözden geçirilecektir.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 34
Depresyonu Anlamak: Ruminatif Düşünceler, Bilişsel, Davranışçı ve Metakognitif
Modeller
Depresyon ve Ruminatif Düşünceler
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Zihni Sungur
: Mehmet Zihni Sungur
Depresyonun bilişsel davranışçı terapisi (BDT) sürecinde depresif bireyin kendisi, dış dünya ve gelecek ile ilgili
şemaları ve olumsuz otomatik düşünceleri üzerine odaklanılır. BDT, depresyon tedavisinde oldukça etkili bir
yaklaşım olmasına karşın ilginç bir biçimde bireyin değersizlik, yetersizlik ve başarısızlık düşüncelerine yönelik
tepkilerini (metakognisyonlarını) ya da neden depresyonda olduğu ile ilgili olarak ürettiği ve zincirleme olarak
devam ettirdiği ruminasyonlarına yeterince gönderme yapmamıştır. Oysa bugün elimizde metakognitif inanışların
hem ruminasyonlarla hem de depresyonla bağlantılı olduğunu ve bu inanışların depresyona yatkınlık
oluşturduğuna dair yeterince veri bulunmaktadır.
Ruminasyonlar hastalar tarafından başlangıçta sorun çözme, içgörü kazanma, ileride aynı duruma düşmeme
amacı ile başlatılan ve hastalığı daha iyi yönetmeye yönelik bir başa çıkma stratejisi olarak kullanılır. Başka bir
deyişle ruminasyonlar, olumsuz düşünceler ya da teması kayıp olan deneyimlerle ilgili olarak aktive olur. Oldukça
inatçı, tekrarlayıcı bir düşünce biçimi şeklinde seyreden ruminasyonlar başlangıçta “Neden böyle hissediyorum?
Mevcut durum benimle ilgili hangi bilgiyi veriyor? Nasıl daha iyi hissederim?” gibi sorulara yanıt bulmaya yönelik
olduğundan birey tarafından istemli olarak başlatılır ve olumlu olarak algılanır. Ancak sıklığının, süresinin ve
oluşturduğu sıkıntının artması yanı sıra bireyin işlevselliğini bozması ve sonucunda giderek istenmeyen ve kontrol
edilemeyen bir tepki gibi algılanır.
Hastanın ruminasyonları hakkındaki olumlu inanışları gerek depresyonun oluşumunda gerekse depresif
nükslerde önemli rol oynar. Ruminasyon hakkındaki olumsuz inanışlar ise depresyonun şiddetini artırır.
Bu sunumda depresyonun oluşumu ve süregenleşmesini açıklamakta önemli bulunan metakognitif model
bağlamında ruminasyonun rolü ve öneminden söz edilecektir.
Referans:
1. Papageorgiou C., Wells A. (2004) Depressive Rumination, John Wiley and Sons, England.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 34
Depresyonu Anlamak: Ruminatif Düşünceler, Bilişsel, Davranışçı ve Metakognitif
Modeller
Depresyonda Davranışçı Yaklaşımlar
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Zihni Sungur
: Şükrü Uğuz
Depresyon kişinin kendini ödüllendirme davranışlarının azaldığı bir durumdur. Zevk veren davranışların azalması
depresyondan olabileceği gibi, davranışların azalması depresyonun kötüleşmesine sebep olur. Depresif bilişleri
değiştirmenin yollarından birisi de hastanın depresyon sebebiyle yapmayı bırakmış olduğu davranışlarıyla ilgili
aktivasyon planı hazırlamaktır. Terapistin görevi davranışları yapmaya isteksiz olan hastanın planlanan
davranışları gerçekleştirme üzerine motivasyonunu artırmak ve hastanın davranışları gerçekleştirdikçe zevk
alabildiğini takip etmesini sağlamaktır.
Davranış değişikliği için hoşa giden davranışlar listesi ve izlemek için günlük davranış kayıtları kullanılmaktadır.
Bu sayede işlevsel olmayan depresif davranışlardan (sürekli uyumak, insanlardan uzaklaşmak, evde kalmak)
kurtulmasını sağlayarak günlük işlevlerinin tekrardan kazanılması sağlanabilir. Hasta davranışsal aktivasyon planı
ile hayat kalitesinin arttığını gözlemledikçe, bu davranışları yapma sıklığı artacaktır.
11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5
P 34
Depresyonu Anlamak: Ruminatif Düşünceler, Bilişsel, Davranışçı ve Metakognitif
Modeller
Depresyonda bilişsel yaklaşımlar
Oturum Başkanı
Panelist
: Mehmet Zihni Sungur
: Yusuf Sivrioğlu
11 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 4
P 35
Atipik Antipsikotiklerin Yeme Davranışı ve Kilo Değişimi Üzerine Etkileri: ODTÜGata Proje Sonuçlarının Paylaşımı
Atipik Antipsikotiklere Bağlı Kilo ve İştah Değişimi İle İlgili Psikotik Hastalarda Yapılan
Çalışmalar, ODTU-GATA Projelerinin Sonuçları
Oturum Başkanı
Panelist
: Kamil Nahit Özmenler
: Levent Sütçigil
Psikotik bozukluk bireysel ve ekonomik bedelleri çok ağır olan, hastaların yaşam kalitelerini önemli ölçüde
etkileyen ve dünya çapında önde gelen halk sağlığı problemlerinden biridir ve hastalığın tedavisinin finansal
bedelinin tüm kanserlerin toplamından daha fazla olduğu düşünülmektedir (1).
1950’li yıllarda antipsikotik ilaçların keşfiyle psikotik bozuklukların semptomlarının tedavisinde önemli bir çağ
başlamıştır. Tedavi araştırmaları süreci içinde tedavi seçenekleri arasına girmiş atipik antipsikotikler hastaların
yaşam kalitesini önemli şekilde etkileyen yan etkilere sahiptir. Oluşan yan etkilerin başlıcaları sedasyon, kilo
alımı, diyabet ve lipit profili üzerindeki olumsuz etkileridir (2).
Psikotik bozukluklarda alevlenmelerin ve tekrarlamaların önlenmesinde en uygun yol uzun süreli ilaç kullanımın
sağlanmasıdır. Kilo alımı ve buna ikincil gelişen sağlık sorunları, ilaçlara uyumsuzluğun en önemli nedenlerini
oluşturmaktadır. Ek olarak, uzun süreli ilaç kullanması gereken bu hastalarda hipertansiyon, diyabet, koroner kalp
hastalığı gibi ciddi hastalıklara zemin hazırlanmaktadır. İlaç uyumsuzluğu nedeniyle ilaç değişiklikleri ise, hasta ve
hasta yakınlarının yaşam kalitesini olumsuz etkilemekte, giderlerin artmasına neden olmaktadır (3).
Atipik antipsikotiklerin kilo alımına neden olan hücresel mekanizmaları henüz tam olarak açıklanamamıştır. Kilo
almaya neden olan mekanizmalar literatürde histaminerjik reseptörler ile serotonin ve dopamin reseptörleri
üzerindeki etkilerden olabileceği öne sürülmüştür. Ancak “ziprasidone” unda aynı yolakları etkilemesine rağmen
kilo artışına neden olmaması, başka yolakların da kilo alımında rol alabileceklerini düşündürmektedir.
Vücut ağırlığının kontrolü, enerji balans mekanizmaları beyinde hipotalamus tarafından gerçekleştirilmektedir.
Özellikle hipotalamusun arkuat çekirdeğinde sentezlenen ve salınan nörohormonlar; pro-opiomelanocortin
(POMC), kokain ve amfetaminle regüle edilen transkript (CART), nöropeptit Y (NPY) ve aguti bağlantılı peptit
(AgRP), insanda yeme alışkanlıklarını, vücut ağırlığı ve enerji metabolizmalarını düzenlemektedir. POMC ve
CART´ın iştah azaltan etkisinin yanında AgRP ve NPY´ın yemeyi tetikleyen fonksiyonları olduğu gösterilmiştir. Bu
nörohormonların sentezi ve salgılanması, pankreasın langerhans adacıklarında bulunan beta hücrelerinden
salgılanan insülin hormonu ve yağ dokusunda sentezlenip buradan salgılanan leptin hormonu tarafından kontrol
edilir.
Açıklanacak çalışmalar GATA Psikiyatri AD Başkanlığı ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Biyolojik Bilimler Bölümü
Laboratuarlarında yapılmıştır. Bu çalışmalarda amaç, atipik antipsikotiklerden olanzapin ve risperidon’un neden
olduğu kilo alımının, yeme ve iştah mekanizmalarını düzenleyen hipotalamusun arkuat çekirdeğindeki
nöropeptitlerle olan ilişkisinin belirlenmesi hedeflenmiştir. Antipsikotik ilaçların psikotik semptomları serotonerjik
ve dopaminerjik yolakları etkileyerek düzelttiği bilinmektedir. Ayrıca, yeme ve iştah mekanizmalarının
düzenlenmesinde rol alan nöropeptitlerin de aynı yolaklar üzerinden sentezlendiği gösterilmiştir. Ancak, atipik
antipsikotiklerin kilo alımına bu yolaklar üzerinden ve belirtilen aday nöropeptitlerin gen ifadelerini (Santral/perifer
protein seviyeleri) değiştirerek sebep olup olmadığına dair bir çalışma literatürde bulunmamaktadır.
Kaynaklar
1. Jeffrey A et al. Delayed Detection of Psychosis: Causes, Consequences, and Effect on Public Health. Am J Psychiatry;
157:1727-1730, 2000.
2. Heiskanen T et al. Metabolic syndrome in patients with schizophrenia. J Clin Psychiatry; 64: 575-579, 2003.
3. Ananth J et al. Side effects of atypical antipsychotic drugs. Curr Pharm; 10:2219-2229, 2004.
11 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 4
P 35
Atipik Antipsikotiklerin Yeme Davranışı ve Kilo Değişimi Üzerine Etkileri: ODTÜGata Proje Sonuçlarının Paylaşımı
Atipik Antipsikotiklerin Kilo ve İştah Değişiminde Hipotalamik Mekanizmaların Etkisi. ODTUGATA Projelerin Sonuçları
Oturum Başkanı
Panelist
: Kamil Nahit Özmenler
: Mehmet Ak
Atipik antipsikotikler, şizofreni tedavisinde başarı göstermelerine rağmen, uzun dönem kullanımlarında başta kilo
alımı olmak üzere, çeşitli yan etkiler göstermektedir. Bu yan etkilerin erken belirleyicileri henüz bulunmamıştır.
Atipik antipsikotiklerin kilo aldırma etkileri ile ilgili birçok mekanizma ileri sürülmüştür. Önceki araştırmalar, bu kilo
aldırma mekanizmalarının antipsikotiklerin fonksiyonuna göre santral sistemde hipotalamusun dışında olduğunu
ileri sürse de son yıllardaki çalışmalar enerji mekanizmalarını düzenleyen hipotalamik bölgedeki mekanizmaların
da etkili olduğunu göstermektedir. Birimimizde yürütülen çalışmalarımızda, atipik antipsikotiklerden olanzapin ve
risperidonun sıçanlara verilmesiyle oluşacak, iştah ve gıda alımı düzenlenmesinde rol alan, hipotalamik bölgenin
arkuat çekirdeğinde sentezlenen ve salınan aday nöropeptiler/hormonların gen ifadeleri ve periferal yanıtları
belirlenmiştir. Bu nöropeptitlerden; nöropeptit Y (NPY), aguti ilişkili peptit (AgRP) iştah artıran ve enerji kullanımını
azaltan, proopiomelanokortin (POMC) ve kokain ve amfetaminle regüle edilen transkript (CART) ise iştahı azaltan
ve enerji harcanmasını artıran peptitlerdir. Bu peptitlerin hipotalamustaki ifadesi periferdeki açlık hormonu leptinin
tarafından ayarlanır. Çalışmamızda erkek Wistar sıçanlara 4 hafta oral yoldan atipik antipsikotiklerden risperidon
ve olanzapin verilmiştir. İlaçların verildiği süre boyunca sıçanların aldıkları besin miktarları günlük olarak,
ağırlıkları ise haftalık olarak ölçülmüştür. Dört haftanın sonunda sıçanların hipotalamuslarından izole edilen total
RNA örnekleri kullanılarak aday genlerin ifadeleri kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonuyla (qRTPCR) belirlenmiştir. Aynı zamanda sıçanların plazma örneklerinden aday nöropeptitlerin ve leptin perifer
seviyeleri enzim bağlı immünosorbent assay (ELISA) metoduyla ölçülmüştür. Sonuçta, sıçanlarda iştahta ve
besin alımlarında artış gözlenmiş, POMC, AgRP ve NPY gen ifadeleri azalmış ve ayrıca, bu nöropeptilerin
leptininle birlikte plazma seviyelerinin de azaldığı tespit edilmiştir. Her iki grupta CART ifadelerinin düşmesi,
risperidon verilen grupta CART plazma seviyelerinin artması fakat olanzapinde değişmemesi standart teoriye
uygun olmayan şekilde bulunmuştur. Sonuç olarak, risperidon ve olanzapinin kısa dönem kullanımında;
hipotalamik POMC nöronları üzerindeki serotonerjik antagonizm etkisiyle POMC ifadelerini değiştirmesi ve bu
durumda diğer arkuat nukleus peptit seviyelerindeki değişimle iştahta artışı ve kilo alımına, beraberinde leptin
seviyelerindeki artışa neden olduğu düşünülmektedir. Dört haftalık bir dönemde meydana gelen bu değişimler
ilerleyen dönemlerde metabolik sendrom gibi klinik tabloların öncül işaretleri olabilir. Bu nedenle belki hastalarda
erken dönemdeki hipotalamik regülasyon bozukluğunun ortaya çıkıp çıkmadığı değerlendirilerek erken tedbir
alınması açısından bir uyarıcı gibi kabul edilebilir.
Kaynaklar:
1.
2.
Ak M, Sezlev D, Sutcigil L, Akarsu S, Ozgen F, Yanik Thee investigation of leptin and hypothalamic neuropeptides
role in first attack psychotic male patients: Olanzapine monotherapy.Psychoneuroendocrinology. 2012 Jul 26.
Fernø J, Varela L, Skrede S, Vázquez MJ, Nogueiras R, Diéguez C, Vidal-Puig A, Steen VM, López M.
Olanzapine-induced hyperphagia and weight gain associate with orexigenic hypothalamic neuropeptide signaling
without concomitant AMPK phosphorylation. PLoS One. 2011;6(6):e20571. Epub 2011 Jun 13.
11 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 4
P 35
Atipik Antipsikotiklerin Yeme Davranışı ve Kilo Değişimi Üzerine Etkileri: ODTÜGata Proje Sonuçlarının Paylaşımı
Yeme davranışı ve kilo değişimi santral regülasyon mekanizmalarına genel bakış
Oturum Başkanı
Panelist
: Kamil Nahit Özmenler
: Tülin Yanık
Yeme ve enerji metabolizmaları canlılarda yaşamı ve devamını sağlayan temel bir süreçtir. Santral sinir
sisteminin (SSS) oluşumu ve evriminin ise yaşamın desteklenmesinde beslenme ve metabolizmayla ilişkilisinde
en önemli faktörden biri olduğu söylenebilir. Vücudun enerji dengesinin nöronal kontrolü, hayvanların ve
insanların uzun sürede enerji dengesini düzenlemesi için önemli bir mekanizmadır. Hipofiz tümörü olan
hastalarda hızlı kilo artışının görülmesiyle birlikte yeme davranışı araştırmaları beynin enerji düzenlenmesindeki
rolünün anlaşılması üzerine yoğunlaştırılmış ve beyinde birçok nöronal mekanizmanın; örneğin, hipotalamik
melanokortin, orta-beyin dopamin ödül ve beyin sapının otonomik beslenme mekanizmalarının uzun sürelerde
vücut ağırlığını sabit tutabilmek için enerji alımını ve harcanmasını kontrol ettiğini ortaya koymuştur. Özellikle son
yıllarda, adipoz doku hormonu leptin geninin klonlanması ve bu gendeki mutasyonların insan ve sıçanlarda
obeziteye neden olmasıyla yeni metabolik hormonların, nöropeptitlerin ve bunların sinyal yolaklarının ortaya
çıkarılması, hipotalamustaki önemli nöronal yapılarla ilişkileri ve nöronal adaptasyon bağlantılarının çalışılması
mümkün olmuştur. Birçok periferal metabolik hormon ve besinler beyindeki bu yapıları hedefler ve bu dengeyi
sağlayan nöronal aktivitelerin geri bildirim sinyalleri yeme davranışıyla kilo değişimini etkiler.
Dünyada ve ülkemizde alarm seviyelerinde görülen obezite pandemiği vücut ağırlığını, enerji kullanımını ve
metabolizmasını kontrol eden bu SSS yolaklarının tanımlanmasının aciliyetini göstermektedir. Obezite, hem
metabolik hem de nörodavranışsal bir hastalık olarak yağ dokusunun anormal artması olarak tanımlanır. Enerji
alımı ve harcanması arasındaki en küçük kronik farklılıklar uzun sürede yağ dokusunu artırarak metabolik
sendroma neden olabilir. Gelecekte, beyindeki enerji homeztazını sağlayan, yeme davranışı ve kilo değişimini
belirleyen karmaşık moleküler ve hücresel mekanizmaların açıklanması, obezite ve yeme davranışı
bozukluklarının iyileştirilmesine yönelik savaşta yeni ilaç hedeflerinin belirlenmesini sağlayan fırsatları ortaya
çıkaracaktır.
Referanslar:
1- Andrew C. Shin, Huiyuan Zheng, and Hans-Rudolf Berthoud (2009) An expanded view of energy homeostasis: Neural
integration of metabolic, cognitive, and emotional drives to eat
Physiol Behav. 97(5): 572–580. doi:10.1016/j.physbeh.2009.02.010.
2- Xu Y, Elmquist JK, Fukuda M. (2011) Central nervous control of energy and glucose balance: focus on the central
melanocortin system. Ann N Y Acad Sci.;1243:1-14. doi: 10.1111/j.1749-6632.2011.06248.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 36
Ergenlikte Şiddet: Tanıma, Ele Alma
Ergenlikte Şiddetin Nörobiyolojisi (Proaktif ve Reaktif Agresyon) ve Psikopatolojiler İle
Bağlantısı
Oturum Başkanı
Panelist
: Bengi Semerci
: Ali Evren Tufan
Psikopatolojiler ve saldırganlık arasındaki ilişki son dönemde her çocuk ve ergen psikiyatrisi hem de erişkin
psikiyatrisi yazınında giderek daha çok ilgi çekmeye başlamıştır. Panksepp (1) memelilerdeki saldırganlığın yırtıcı
(predatory), eril (inter-male) ve tepkisel (reactive) olarak üç grupta sınıflanabileceğini öne sürmüştür. İnsanlardaki
saldırganlığın da reaktif (tepkisel) ve proaktif (amaçlı, manipülatif) olarak sınıflanabileceği düşünülmektedir (2).
Tepkisel saldırganlık bireyin algıladığı tehdit/ tahriklere karşı düşmanca/ öfkeyle verdiği yanıtları tanımlarken,
amaçlı saldırganlıkta birey arzuladığı hedeflere ulaşabilmek için amaçlı davranışlar sergilemekte ve ödül
beklentisiyle güdülenmektedir (3).
Tepkisel saldırganlığın olumsuz duygulanımla ilişkili olduğu ve engellenmeye karşı bir tepki olarak
açıklanabileceği, amaçlı saldırganlığın ise duygusal tepkilerde küntleşme ile ilişkili olduğu, bireyin tehdit ve
tahriklere yüzsüz/ duygusuz bir şekilde tepki verdiği ve toplumsal öğrenme ile açıklanabileceği öne sürülmüştür
(3). Tepkisel ve amaçlı saldırganlık arasındaki bu ayrım hem çocuk ve ergen hem de erişkin psikopatolojisinde
gözlenebilmektedir.
Tepkisel saldırganlık özellikle Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Major Depresif Bozukluğun eşlik ettiği
Davranım Bozukluğu, irritabilite ve olumsuz duygulanımın önde geldiği Karşıt Olma- Karşı Gelme Bozukluğu,
duygu durum bozuklukları, Travma Sonrası Stres Bozukluğu gibi tanılarla ilişkili olabilir (7, 8).
Amaçlı
saldırganlık ise özellikle yüzsüz/ duygusuz özelliklerin (Callous/ Unemotional) eşlik ettiği ve erişkinlerdeki
psikopatinin öncülü olduğu düşünülen Davranım Bozukluğu alt tipi ile ilişkili olabilir (9).
Kaynaklar
1)
2)
3)
4)
5)
6)
7)
8)
9)
Gardner Jr. R, Wilson DR. Sociophysiology and evolutionary aspects of psychiatry. Textbook of Biological
Psychiatry içinde, Panksepp J (Editör). Wiley- Liss, New Jersey 2004; 597- 625.
Blair RJR. The neurobiology of aggression. Neurobiology of Mental Illness içinde, Charney DS, Nestler EJ
(Editörler). Oxford University Press, London 2004; 1076- 1085.
Dodge KA. The structure and function of reactive and proactive aggression. The Development and Treatment of
Childhood Aggression içinde. Peppler D, Rubin K (Editörler). Erlbaum, New Jersey 1991; 201- 218.
Grafman J, Schwab K, Warden D, Pridgen BS, Brown HR. Frontal lobe injuries, violence and aggression: a report
of the Vietnam head injury study. Neurology 1996; 46: 1231- 1238
Goyer PF, Andreason PJ, Semple WE, Clayton AH, King AC, Compton- Toth BA, Schulz SC, Cohen RM. Positronemission tomography and personality disorders. Neuropsychopharmacology 1994; 10 (1): 21- 28.
Blair RJR, Cipolotti L. Impaired social response reversal: a case of “acquired sociopathy”. Brain 2000; 123: 11221141.
Posner J, Nagel BJ, Maia TV, Mechling A, Oh M, Wang Z, Peterson BS. Abnormal amygdalar activation and
connectivity in adolescents with Attention Deficit/ Hyperactivity Disorder. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry
2011; 50 (8): 828- 837
Tackett JL, Waldman ID, Van Hulle CA, Lahey BB. Shared genetic influences on negative emotionality and Major
Depression/ Conduct Disorder Comorbidity. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 2011; 50 (8); 818- 827
Pardini D, stepp S, Hipwell A, Stouthamer-Loeber M, Loeber R. The clinical utility of the proposed DSM-5 callousunemotional subtype of conduct disorder in young girls. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 2012; 51 (1): 62- 73.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 36
Ergenlikte Şiddet: Tanıma, Ele Alma
Ergenlikte şiddet: psikodinamik temelleri ve psikodinamik terapi ilişkisi içerisinde ele alınması
Oturum Başkanı
Panelist
: Bengi Semerci
: Onur Saltuk Dönmez
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 36
Ergenlikte Şiddet: Tanıma, Ele Alma
Ergenlikte Şiddet: Aile İçi Yansımaları ve Aile Odaklı Terapilerde Ele Alınması
Oturum Başkanı
Panelist
: Bengi Semerci
: Savaş Yılmaz
Ergenlerde şiddet davranışı ev içerisinde sıklıkla ortaya çıkmaktadır. Diğer davranış sorunlarında olduğu gibi
şiddet davranışında da aile tutumları ile ilgili sorunların önemli rol oynadığı bilinmektedir. Aile terapisi ekolleri
ergenlik dönemi diğer ergenlik dönemi sorunları gibi şiddete de çözüm aramaya çalışmıştır. Bir çok aile terapisi
ekolü sorunları ile başvurulan ergeni sorunlu birey olarak değil belirlenmiş kişi olarak tanımlar. Belirlenmiş kişi aile
sistemindeki problemi üzerine çeken ve semptomu dışarıya gösteren ve yardım almayı sağlayan kişidir.
Dinamik kuram yazarları sıkça şiddetle/ suç ve utancın ilişkisini vurgulamışlardır. Suçluluk hissi farklı şekillerde
şiddet davranışına dönüşebilir. Bu davranış kendini dışarıdan cezalandırma için bir başlangıç olarak
değerlendirilebilir. Ceza evinde yapılan görüşmelerde insanların kendilerini öldürmek için şiddeti kullandıklarını
ifade etmişlerdir (suicide by cop). Bu davranış kamikaze saldırıları veya intihar saldırılarında olduğu gibi ideolojik
bir şekle de bürünebilir.
Ergenlik dönemi şiddet olgularında belirlenmiş kişi aile içerisinde suçun atfedildiği ve bu rolü üstlenen
gerektiğinde olumsuz elektriği üzerine çekmeyi başaran ergendir. Bu süreç çocuğun doğumundan itibaren ortaya
çıkabilir. Yapısal aile terapisi kuramında S. Minuchin bunu günah keçisi olarak tanımlar. Ebeveynler arasındaki
iletişim fonksiyonunun bozulması, iletişimin çocuklar üzerinden yürümesine yol açabilir. (Detouring Conflict) Ergen
anne ve babanın kötülerini barındıran ve onlarla ilişkisini ve tartışmasını sürdürmek zorunda olan bireydir.
Ergenin gösterdiği bu şiddet davranışı bazen ailenin sorunlarını dengeleyebilir. Ergenin sorunları üzerinden
konuşmak anne babanın evlilik sorunlarını perdeleyebilir. Bazen çok daha etkin bir görev üstlenerek anne
babanın evlilik sorunlarını çözebilir. Ergen yarı bilinçli şekilde babanın veya annenin tüm öfkesini süreç içerisinde
üzerine çekebilir. Genel sistemler teorisinden ilham alan Sistemik aile terapisi ekolleri, bu sürecin doğrusal bir
ilişki olmadığını, etkinin döngüsel olduğunu ifade eder. Her ne kadar şiddet davranışı o an için problem olarak
görülse de, dengenin ve çözümün adı da olabilir. Bu denge ergenin evde olduğu sürece devam edebildiği gibi
ailenin geçmişten getirdiği ve ileriki nesle taşıdığı bir problem çözme yöntemi olabilir. Genetik yapının da desteği
ile şiddet nesilden nesile aktarılabilir.
Genetik yapı ve ilişki modelleri sadece şiddet uygulayan için değil, şiddete maruz kalan ergen içinde geçerli
olabilir. Her ne kadar sıkça anılmasa da mağduriyet tesadüfi olmayabilir. Aileden öğrenilen iletişim yöntemleri
ergenin arkadaş ilişkilerine ve karşı cinsle olan ilişkilerine etki edecektir.
Aile terapisi, sıklıkla aile desteği ile gelen ergenlerde sürecin devamı ve tedaviye uyum aşamasında kolaylaştırıcı
rol oynar. Bununla birlikte günah keçisi rolünü üstlenen ergenin problemin odağından çekilmesi birçok olguda
etkinliği arttırmaya yardımcı olmaktadır. Üst aileden aktarılan ilişki modellerini görmek de bu döngüyü kırma ve
tedaviyi kırma açısından önemlidir. Bireysel terapide aşılması zor olan sorunlar ailenin tümünün katılımıyla daha
kolay bir süreç içerisinde değerlendirilebilir.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 37
Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalarda Lityum Kullanmak İçin Nedenler ve Gerçek
Yaşamda Engeller
Lityumun etkinliğine ilişkin kanıtlar
Oturum Başkanı
Panelist
: Olcay Yazıcı
: Çağdaş Eker
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 37
Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalarda Lityum Kullanmak İçin Nedenler ve Gerçek
Yaşamda Engeller
Lityum Kullanımının Yan Etkileri ve Başetmek İçin Öneriler
Oturum Başkanı
Panelist
: Olcay Yazıcı
: Kaan Kora
Bipolar bozukluğun akut ve idame sağaltımında kullanılan tüm seçenekler için kontrollü veriler ve klinik
deneyimler dikkate alındığında, lityum klinisyenler için ideal duygudurum dengeleyici tanımına en yakın noktada
durmakta ve bu alandaki konumunu sürdürmektedir. Ancak lityumun kullanımı sırasında ortaya çıkan bazı kısa ve
uzun dönem yan etkiler, sürekli ve düzenli ilaç kullanımının gerektiği bu süreci olumsuz etkileyebilmekte ve
hastaların sağaltım için işbirliğini olumsuz yönde etkileyen faktörlerin başında yer almaktadır. Bu istenmeyen yan
etkilerin klinisyen açısından farkındalık düzeyi ve bu yan etkilere karşı alınabilecek önlemlerin sağaltım sürecine
eklenmesinin sağaltımın başarısı açısından önemi tartışılmazdır.
Lityum karbonat, sitrat, klorid ve sülfat gibi çeşitli konjugasyonları ile tuz formunda ilaç olarak kullanılmaktadır ve
bu konjugasyonların farmakokinetik özellikleri birbirinden farklı olabilmekte, dolayısı ile ortaya çıkabilecek özellikle
akut dönemdeki yan etkilerin sıklığı değişebilmektedir. Ülkemizde lityum sadece karbonat konjugasyonu ile
kullanılmaktadır. Karbonat formu diğerlerine kıyasla suda daha az oranda çözünmekte ve buna bağlı olarak da
üst gastrointestinal bölümden daha yavaş emilmektedir.
Piyasada bulunan lityum preparatlarının yavaş ve hızlı salınımlı formları bulunmaktadır. Ülkemizde kullanılan
lityum karbonat hızlı salınımlı bir formdur ve bu formun özelliğine bağlı olarak, alınan lityum dozları ile parallellik
göstererek lityum plazma düzeylerinde, yavaş salınımlı forma kıyasla, daha fazla sayıda ve daha büyük pikler
görülmektedir. Lityum plazma düzeyinde görülen bu artışlar da günlük kullanım sırasında çeşitli yan etkilere yol
açmaktadır.
Lityumun yan etkileri akut dönemde yani ilk kullanılmaya başlandığı andan itibaren ortaya çıkan ve uzun
dönemde kullanılması ile birlikte ortaya çıkan yan etkiler olarak iki grupta incelenebilir. Akut dönemde ortaya
çıkan yan etkiler başlıca tremor, başağrısı, gastrointestinal yan etkiler (bulantı, kusma, diyare), poliüri-pollaküri ve
halsizlik-bitkinlik şeklindedir. Bu yan etkiler lityum plazma düzeylerinin hızlı bir şekilde yükselişine bağlıdır ve
genellikle günler içinde kaybolması beklenir. Uzun dönem veya kronik yan etkileri ise renal, enokrin, kardiyak,
nörolojik sistem üzerine olan etkileri ile ortaya çıkar.
Lityum başlanması planlanan bir hastada eşlik eden fiziksel hastalık varlığı, varsa kullanılmakta olan ilaçlar, renal,
tiroid ve kardiyak işlevler gözden geçirilmelidir. Hastanın yaşı, gebelik, laktasyon gibi özellikle renal işlevleri
etkileyebilecek faktörler dikkate alınarak ve plazma düzeylerinin belirli aralıklarla takibi ile günlük doz
hesaplanmalıdır.
Günlük dozajlama, preparat seçimi gibi çeşitli uygulamalar ile birlikte ortaya çıkan öznel yan etkiye yönelik ek ilaç
uygulaması vb. yöntemler ile yan etkilerle başetmeye çalışmak hekim-hasta ilişkisinin gelişmesine olanak
sağlaması ve sağaltım işbirliğinin güçlenmesi açısından önemli katkılar sağlayacaktır.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 37
Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalarda Lityum Kullanmak İçin Nedenler ve Gerçek
Yaşamda Engeller
Türkiye’de Lityum Kullanımı: Güncel Durum ve Klinisyen Görüşleri Üzerine Anket Sonuçlarının
Değerlendirilmesi
Oturum Başkanı
Panelist
: Olcay Yazıcı
: Simavi Vahip
Lityum, modern psikofarmakoloji çağını açan ilaç olarak kabul edilmektedir. Bipolar hastalarda ilk kullanımından
bu yana 60 yılı aşkın bir zaman geçmiştir. Lityumun antimanik, profilaktik ve en azından ılımlı antidepresan
özelliklerini destekleyen yeterli kanıtlar mevcuttur. Öte yandan lityum kullanımına ilişkin birçok güçlük ve sorun
vardır. Yan etkiler, toksisite riski, ilaç etkileşimleri, göreli dar terapötik indeksi ve sağaltıma uyum güçlükleri
bunların başında gelmektedir. Bu güçlüklerin üstesinden gelmek için hem klinisyenlerin hem de hastaların özel
çabasının gerektiği açıktır.
Her tedavide olduğu gibi, lityum tedavisinde de kar-zarar oranının hesaplanması ve tedavinin her bireye göre
şekillendirilmesi temel ve elzem ilkelerdir. Tüm bunlara karşın son yıllarda uzun dönem lityum kullanımı birçok
klinisyenin uygulamasında giderek hızla daha az yer almaktadır.
Bu tutuma neden olabilecek birçok etmenden söz edilebilir. Bunlardan bazıları yukarıda söz edildiği gibi yan
etkiler ve tolere edilebilirlikle ilgili olabilir. Ancak etmenler bunlarla sınırlı değildir. Yeni ilaçların ortaya çıkması da
bu etmenler arasında sayılabilir. Akla gelen bir diğer önemli etmen de sağlık sistemlerinde yaşanan global ve
yerel hızlı değişikliklerdir.
Bu konuşmada öncelikle uluslararası literatürde lityum kullanımı ile ilgili son yıllarda yaşanan değişimlere ilişkin
bulgular sunulacaktır. Ardından yakın zamanda yapılan ve 306 psikiyatri uzmanı ya da asistanı tarafından
yanıtlanan anketin ayrıntılı sunumu yapılacaktır. Anket ışığında Türkiye için belirlenen eğilimler değerlendirilecek,
gelecek için öngörüler ve önerilerde bulunulacak ve tartışmaya açılacaktır.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3
P 38
Kimlik ve Şiddet
Devlet katında iki renkli pembe cinayet
Oturum Başkanı
Panelist
: Can Cimilli
: Agah Aydın
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3
P 38
Kimlik ve Şiddet
İki Kültürlü Kimlik: Şiddetten Bütünleşmeye
Oturum Başkanı
Panelist
: Can Cimilli
: Hakan Karaş
Kültürlerarası karşılaşmaların küreselleşme, göç, internet kullanımı gibi nedenlerle hızlandığı günümüzde iki
kültürlü bireylerin sayısı hızla artmaktadır. Geniş anlamlda en az iki kültürü içselleştirmiş olan iki kültürlü bireyler
göçmenler, sığınmacılar, etnik azınlıklar veya karışık etnik kimliklilerden oluşabilir. İki kültürlülüğün dört farklı
kültürlenme stratejisi ile sonuçlandığı düşünülür: ayrışma (separation), marjinalleşme (marginalisation),
bütünleşme (integration) ve asimilasyon (assimilation) (1). Kültürlenme deneyimi çoğunlukla stresin eşlik ettiği,
bireysel ve sosyal değişkenlerden etkilenen bir süreçtir. Baskın olan kültürün kapsayıcılığı, diğer etnik gruplara
karşı tutumu ve çokkültürlülük politikaları bireylerin kültürel uyum süreçlerini önemli ölçüde etkiler (2).
Benet Martinez ve Haritatos’a göre iki kültürlü kimlik iki farklı ve psikometrik olarak birbirinden bağımsız
bileşenden oluşmaktadır: (a) kültürel kaynaşmaya (blendedness) karşı bölümlendirme (compartmentalization)- iki
kültürel yönelimin ayrışmaya karşı örtüşme derecesi ve (b) kültürel uyuma karşı kültürel çatışma- iki kültür
arasında algılanan çatışma veya gerilime karşı uyuşma derecesi. Diğer bir deyişle iki kültürlü bireyler için kültürel
kaynaşma kişiden kişiye farklılık gösteren ve kültürler arasındaki nesnel mesafeden daha anlamlı olan öznel
mesafedir. Yeni deneyimlere açık olmayan, dil öğrenmede güçlük yaşayan ve kültürel olarak daha izole
çevrelerde yaşayan bireyler iki kültürel kimliklerini kaynaştırmada daha çok sıkıntı yaşarlar. Diğer yandan kültürel
uyum algılanan ayırımcılık, kültürel karşılaşmaların engellenmesi gibi daha çok kişilerarası nitelikli olan
kısıtlılıklardan köken alır (3).
Bireyin sadece bir kültürel grup ile özdeşleşmesi ve kendini o gruba ait hissetmesi sonucunda ortaya çıkan
emosyonların yoğunluğu bazı durumlarda sıradan deneyimlerin ötesine geçebilir. İçinde yaşanılan iki kültürün
çatışmalı olarak algılandığı ve ait olunan kimliğin tehdit altında hissedildiği durumlarda dış grupla ilişkili olumsuz
emosyonlar ortaya çıkar (4). Emosyonların kişilerarası problemleri çözmede işlevsel etkisi olsa da öfke, tiksinme,
haset gibi duygular kontrolün kolay yitirildiği durumlarda oldukça yıkıcı olabilmektedir. Gruplararası emosyonlar
kuramına (intergroup emotions theory) göre önyargı, ayırımcılık ve farklı gruplara saldırganlık gibi gruıp dışına
öfkenin aşırı dışavurumları ait olunan grup ile özdeşleşmenin doğurduğu emosyonlardan köken alır (5). Kişi bir
grup özdeşleştiğinde grup kendiliğin bir parçası haline gelir, sosyal, duygusal ve motivasyonel değer kazanır ve
gruba etki ettiği düşünülen olaylar tıpkı kişinin bireysel yaşamındakiler gibi emosyonel kodlar eşiliğinde
değerlendirilir. Grup temelli emosyonlar bireysel olanlardan farklılık gösterir ve grupla özdeşimin düzeyi arttıkça
yoğunlaşır. Diğer yandan her iki gruba aidiyetin benzer düzeylerde olduğu kültürel uyum durumunda alışılmışın
ötesinde bir deneyim zenginliği sağlayabilir. Kültürel bütünleşme bireyin ait hissettiği her iki gruptan beslenmesini
sağlar ve gruplar arası olumsuz duyguların yol açtığı şiddet olasılığını en aza indirger.
Kaynaklar
1. Berry, J. W. (2003). Conceptual approaches to acculturation. In K. M. Chun, P. B. Organista, G. Marín (Eds.),
Acculturation: Advances in theory, measurement, and applied research (pp. 17–37). Washington, DC: American
Psychological Association.
2. Vivero, V. N., & Jenkins, S. R. (1999). Existential hazards of the multicultural individual: Defining and understanding
‘‘cultural homelessness’’. Cultural Diversity & EthnicMinority Psychology, 5, 6 – 26.
3. Benet-Martínez, V., & Haritatos, J. (2005). Bicultural identity integration (BII): Components and psychosocial antecedents.
Journal of Personality, 73, 1015–1050.
4. Mackie, D. M., Devos, T., & Smith, E. R. Intergroup emotions: Explaining oVensive action tendencies in an intergroup
context. Journal of Personality and Social Psychology. 79 (2000). 602–616.
5. Mackie, D. M., & Smith, E. R. Intergroup emotions and the social self: Prejudice reconceptualized as diVerentiated
reactions to outgroups. J. P. Forgas & K. D. Williams (Eds.), The social self: Cognitive, interpersonal, and intergroup
perspectives (2002).309–326 Philadelphia, PA: Psychology Press.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3
P 38
Kimlik ve Şiddet
Ana rahminden babanın yasasına: “Kimliğin inşası"
Oturum Başkanı
Panelist
: Can Cimilli
: Onur Özalmete
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 39
Bipolar Bozukluğun Bilişsel Davranışçı Modeli ve Terapisi
Bipolar Bozukluğun Bilişsel Modeli ve Tedavisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Selçuk Aslan
: Hakan Türkçapar
Bipolar bozukluğun bilişsel davranışçı (BD) modeli bu rahatsızlığın ortaya çıkmasında ve sürmesinde rol alan
bilişsel ve davranışsal etkenlere dayalıdır. Bu model bipolar bozukluğun psikiyatrideki diatez-stres modeline
uyduğunu kabul eder. Buna göre bireydeki özgül biyolojik yatkınlık üzerine belli bazı stres etkenlerinin binmesiyle
bipolar bozukluktaki manik ve depresif nöbetler ortaya çıkar. Biyolojik yatkınlık ve olumsuz yaşam olaylar
arasındaki ilişkide bireyin olaylara ilişkin öznel algısı (“bilişsel bileşen”) etkilidir. Bu modeli destekleyen gözlemler
arasında olumsuz yaşam olaylarının depresyonu tetikleyebilmesi aynı zamanda sadece bipolar depresyonu
tetiklemekle kalmayıp yüksek derecede aktif bir davranışsal etkinlik eşlik ettiği durumlarda veya aşırı olarak bir
hedefe odaklanma durumlarında manik epizodu tetikleyebilmesi gibi gözlemler yer almaktadır (1) .
Bipolar bozuklukta depresif dönemlerde depresyonla ilintili olumsuz şemalar aktive olurken birey kaybı azaltma
stratejisi içine girer ve geri çekilirken manik dönemde kişi kendisini büyük, riski küçük ve kaynakları sonsuz
görerek kazancı maksimize etme adına aşırı bir etkinlik içindedir (2).
Bipolar bozuklukta BD terapiler başta olmak üzere psikososyal tedavilerin belirtileri hem azalttığı hem de
önlediğine ilişkin kanıtlar mevcuttur.
Bipolar bozuklukta bilişsel davranışçı psikoterapi belirtilerle ilgili psikoeğitim, ilaç rejimine uyumu sağlama, eşlik
eden diğer psikiyatrik durumların ele alınması, bireydeki stigmayı azaltmak kendine güveni, sosyal ve mesleki
uyum ve işlevselliği artırmak, intihar riskini, relaps riskini arttıran psikososyal riskleri azaltmak gibi konuları ele
alır. Bipolar bozukluk için bilişsel davranışçı terapi süreci psikoeğitimle başlar, bunu belirti idaresi, belirtileri
izleme/erken uyarı sistemi geliştirilmesi, ilaç tedavisine bağlılığın güçlendirilmesi, belirtileri kontrol etmeye dönük
bilişsel ve davranışsal yöntemlerin öğretilmesi, stresi azaltmak için sorun çözme ve iletişim tekniklerinin
öğretilmesi izler.
Kaynaklar
1)Scott J. Cognitive therapy as an adjunct to medication in bipolar disorder. Br J Psychiatry 2001; 178:164-168
2) Leahy, R L. Decision Making and Mania. Journal of Cognitive Psychotherapy, Volume 13, Number 2, 1999: 83-105
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 39
Bipolar Bozukluğun Bilişsel Davranışçı Modeli ve Terapisi
Bipolar Bozuklukta Şemalar
Oturum Başkanı
Panelist
: Selçuk Aslan
: Nergis Lapsekili
Beck’in bilişsel psikopatoloji modeline göre kişinin duygulanım ve davranışları onun daha önceki deneyimlerine
bağlı olarak gelişen ve dünyayı algılamasına rehberlik eden bilişsel şemalar tarafından belirlenir. Kalıcı kognitif
yapılar olan şemalar, bazen baş etme mekanizması olarak olumlu olabilecekleri gibi işlevsiz ve olumsuz da
olabilirler. Bu nedenle psikopatolojide rol oynayan şemalar için erken dönem uyum bozucu şema terimi de
kullanılır. Sağlıklı durumdayken genelde sessiz olan olumsuz uyum bozucu şemalar, önemli yaşam olayları ile
etkin hale geçerler. Bir kez etkin hale geçtikten sonra seçici dikkat yolu ile yeni yaşantıların işlemlenmesini; seçici
hatırlama yoluyla da geçmiş anıların yeniden yapılandırılmasına yol açarlar. Bilişsel ve şematik yatkınlaştırıcılar,
stresli yaşam olayı meydana geldiğinde duygudurum değişikliklerini tetiklemede de filtre görevi görmektedirler.
Ak ve ark.nın Bipolar Bozukluk hastalarında şemaları araştıran çalışmasında; bipolar hasta grubu beş şema hariç
diğer şema alanlarının hepsinde kontrollerden istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir. Tüm şemaların 5
şema alanında toplandığı düşünüldüğünde-ayrılma/dışlanma, zedelenmiş hareket özgürlüğü, zedelenmiş sınırlar,
başkaları yönelimlilik, aşırı hassasiyet/inhibisyon- iki şema alanındaki şemaların tamamında kontrol ve hasta
grubu arasındaki farklılık istatistiksel olarak anlamlıdır. Bunlar, zedelenmiş sınırlar ve aşırı hassasiyet/inhibisyon
şema alanlarıdır. Aşırı hassasiyet şema alanı şöyle açıklanabilir; kişinin, mutluluğu-rahatlığı-sağlığı-yakın
ilişkilerinin kaybı pahasına, kendi spontan düşünce, dürtü ve seçimlerini aşırı derecede baskılıyor olması ya da
içsel kurallara uyulması ve standartların karşılanması konusunda son derece katı olunması. Kontrol grubu ve
bipolar hasta grubu arasında farkın en anlamlı olduğu şema da “boyun eğicilik” şemasıdır ki bu şema da
inhibisyona işaret etmektedir. Boyun eğiciliğin 2 temel formu vardır; “İhtiyaçlara karşı boyun eğicilik” kişinin tercih,
istek ve kararlarının baskılaması; “Duygulara karşı boyun eğicilik” kişinin duygularını ifade etmeyi baskılaması
anlamına gelmektedir. Bu sonuçlar Bipolar bozuklukta hastaların duyguları baskıladıkları ve bunun gelecek
ataklara zemin hazırladığı görüşünü desteklemektedir. Duyguların kabulü ve uygun zamanda ifade edilebilmesine
izin verilmesi gelecek atakların oluşmasını engellemektedir.
Yine aynı çalışmada; bipolar bozukluk hastalarının kontrollerden farklılık gösterdikleri şema alanlarına
bakıldığında; yetersizlik, başarısızlık, gelişmemiş benlik gibi olumsuz şemalarda alınan yüksek puanlar kendilik
algısının düşüklüğüne işaret eder. Ancak çalışmada, benlik saygısının azalmış olduğunu düşündüren bu
sonuçlardan farklı olarak Grandiyözite şemasında da bipolar grubun sonuçlarının kontrol grubundan anlamlı fark
gösterdiği dikkat çekmektedir. Literatürde de örneğin Knowles ve arkadaşları, yaptıkları çalışmada; bipolar
bozukluk hastalarında remisyonda oldukları dönemlerde dahi benlik saygısındaki değişkenliğe(instability) dikkat
çekmektedirler. Hem yetersizlik, başarısızlık, gelişmemiş benlik gibi benlik saygısının azaldığını düşündüren
şemalarda alınan puanların kontrol grubundan anlamlı farklılık göstermesi ve hem de benlik saygısında artışa
işaret eden grandiyözite şemasında anlamlı farklılık olmasının yukarıdaki çalışmaların sonuçlarıyla uyumlu olarak
benlik saygısında değişkenliğe işaret edebileceği değerlendirilmiştir.
Farklılık gözlemlenmeyen beş şema ise; terk edilme, duygusal yoksunluk, kusurluluk, tehditlere karşı
dayanıksızlık ve onay arayıcılıktır. Bu şemalardan üç tanesi ayrılma/dışlanma şema alanının alt gruplarıdır. Bu
şema alanı, ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu olduğunda diğer insanlara güvenmemeyi ifade etmektedir. Bu
şema alanının normal kontrollerden farklılık göstermemesi; kendilik, çevre ve gelecekle ilgili bakış açısı olarak
tanımlanan kognitif üçgen açısından değerlendirildiğinde, bipolar grupta olan hastaların çevre ile ilgili bakış
açılarının karamsarlık özelliği sergilemediğini düşündürmektedir.
Sonuç olarak, bulgular, bipolar bozukluk hastaları için bilişsel temelli psikoterapötik yaklaşımların; duyguların
kabulü ve ifade edilebilmesi ve kendilik algısındaki değişkenlik üzerine odaklanmasının daha etkili olacağına
işaret etmektedir.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4
P 39
Bipolar Bozukluğun Bilişsel Davranışçı Modeli ve Terapisi
Unipolar ve Bipolar Depresyonun Bilişsel Yapı Farklılıkları
Oturum Başkanı
Panelist
: Selçuk Aslan
: Sedat Batmaz
Bipolar duygudurum bozukluğu, hem morbidite (1), hem de tüm nedenlere bağlı mortalite (2) açısından riskli ve
yüksek oranda tamamlanmış özkıyım ile giden (3), toplumun yaklaşık %1-2’sini etkileyen (4) önemli bir hastalıktır.
Yakın tarihli çalışmaların sonuçlarında da görüldüğü üzere, bu hastalığın depresif dönemine dair etkin tedavilere
odaklanmak en az manik dönemlerin tedavisi kadar gereklidir (REF). Bilindiği gibi bu hastalığın önemli bir kısmı
manik döneme kıyasla depresif dönemde geçirilmektedir (6) ve bu durum da meslekî işlevsellikte kayıp dahil,
ciddi morbiditeye neden olmaktadır (7). Ayrıca depresif dönem özkıyım açısından daha riskli bir dönemdir (8).
Eğer tedavi sonucunda bu dönemin tam remisyonu sağlanmazsa, bu durumun işlevsellikte bozulmaya (9) ve
yineleme riskinde artışa (10) yol açacağı da bilinmektedir.
Bu kadar önemli bir hastalık olmasına rağmen, gerek klinik görünümün ayırt etmeyi sağlayacak kesin farklılıklar
içermiyor olması, gerekse hekim ya da hastaya ait başka etmenler nedeniyle zamanında ve doğru tanı
konulmayan olguların çokluğu dikkati çekmektedir. Son yıllarda, unipolar ve bipolar depresyon dönemlerini
birbirinden ayırt edebilmek için hem klinik özelliklerin, hastalığın doğal gidiş şeklinin, tedaviye alınan yanıtın, aile
öyküsüne tanı koymada verilen ayrıcalıklı vurgunun yerinin, hem de kullanılan ölçekler ve görüntüleme yöntemleri
gibi yenilikçi tanı araçlarının devreye girmesinin faydaları görülmeye başlandıysa da, hâlâ birbirinden farklı
konumlarda yer alan bu iki rahatsızlığa doğru tanı koymada sorunlar yaşanabilmektedir. Bu noktada ayrıma katkı
sağlayabilecek ve şimdiye dek uygulanagelmiş olanlardan farklı bakış açıları önem kazanmaktadır.
Önceleri tedavinin esasını teşkil eden yerde ilaçlar yer alırken, zamanla bipolar duygudurum bozukluğu için
psikososyal girişimlerin getirdiği ek kazanımlar yönünden biriken yayınların sayısı, bu rahatsızlıkta psikoterapötik
tedavi yöntemlerinin de etkinliğinin görülmesine aracı olmuştur. Bu bağlamda bilişsel davranışçı psikoterapiler de
kendilerine özel bir yer edinmişlerdir. İlaç tedavisine ek olarak yürütülen bilişsel davranışçı terapi oturumları,
hastalığın şiddetinin azalmasında ve yinelemesinin önünde bir engel teşkil edebilecek becerileri hastalara
öğretmeye yardımcı olmaktadır.
Bu panelde, yukarıda sıralanan gerekçeler göz önünde bulundurularak, unipolar ve bipolar depresif
döneme ait bilişsel yapı farklılıkları ele alınacak ve literatürde kendisine çok yer bulamamış olan bu farklılıkların,
tanı ve tedavi açısından gösterebileceği katkılar tartışılacaktır.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 40
Kadınları Kontrol Altına Alan Şiddet
Ev İçi Emekten Çifte Vardiyaya Beyaz / Mavi Yakalı Anneler
Oturum Başkanı
Panelist
: Şahika Yüksel
: Ayşe Devrim Başterzi
1980’lere kadar sağlık sosyolojisi ile ilgili araştırmalar kadınların uzun, erkeklerin daha az yaşamasına
odaklanarak daha çok erkek sağlığına odaklanırken, sonrasında kadınların uzun ama ‘hastalıklarla’ yaşadıkları,
sağlık kurumlarına daha çok başvurdukları dikkate alınarak kadın ve erkeklerin toplumsal cinsiyet rolleri, ev işleri
ve ebeveynlik sorumluluklarının paylaşımına dair çalışmalar ağırlık kazanmıştır.
Ev içi emek, sıklıkla ücretlendirilmeyen ya da ev dışından birisinden -hemen her zaman daha düşük
sosyoekonomik sınıftan bir başka kadından- satın alındığında çok düşük ücretlerle ve güvencesiz koşullarda
esnek çalışma saatleriyle karakterize varlığının değil yokluğunun farkına varılan bir emek türüdür. Erkek egemen
(Patriyarkal) sosyokültürel yapılanma 3-5 yaşındaki kız çocuklarının eline bebekler, ev işleri için kullanılan alet ve
makinelerin, hatta modern zamanlara uygun çamaşır bulaşık makineleri, tam donanımlı mutfak araç gereçlerinin
oyuncaklarını tutuşturarak kadınları ev işlerine hazırlar.
Hollanda gibi toplumsal cinsiyet eşitliğinin gelişmesi için etkin politik müdahaleler geliştirmiş ülkelerde bile çalışan
erkek ve kadınların ev işlerine ayırdıkları zaman arasındaki farklılık çok çarpıcıdır: 1975’te bir kadın haftada 25.5
saat ev işlerine, 3.1 saat çocuk bakımına ayırmaktayken; 1995’te 21.9 saat ev işlerine, 3.7 saat çocuk bakımına
ayırdığı saptanmıştır. 1975’te erkeklerse ev işlerine ve çocuk bakımına toplam 2.9 saat ayırırken, bulaşıktan,
çamaşıra, temizlikten ütüye bir çok işi erkekler de yapsa da 1995’te hala ortalama 8.2-11 saat arasında ev işleri
ve çocuk bakımı ile ilgilenmektedirler.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında birçok kadın ücretli işlerde çalışmaya başlasa da özellikle gelişmekte olan
ülkelerde halen pek çok kadın tam zamanlı ev işçiliği yapmaktadır. İngiltere ve Finlandiya’da 2002’de yapılan bir
çalışmada 20-49 yaş arasında geniş bir örneklemde İngiltere’de kadınların %42’sinin tam zamanlı, %27’sinin yarı
zamanlı, Finlandiya’da ise %61’inin tam zamanlı, %7’sinin yarı zamanlı çalıştığı, halen İngiltere’de 5 Finlandiya’da
10 kadından birinin tam zamanlı ev kadını ve evinin işçisi olarak çalıştığı saptanmıştır. Son 40 yılda değişen ve
gelişen kadınlık, erkeklik halleri kadınların mesleki hırsları, sosyal ve politik alana etkin olarak katılmayı istemeleri
ise kadınların çocuk sahibi olma isteğinde bir farklılık yaratmamıştır, halen birçok farklı kültürde kadınların %95’i
çocuk sahibi olmak istemektedir. Özellikle çocukların ilk senelerinde kadınlar ya işten uzaklaşmakta ya da yarı
zamanlı çalışmayı tercih etmektedirler. Daha düşük ücretle, düşük statüde ya da ücretsiz olarak çalışan kadınlar
giderek eşlerine ve aile düzenine daha çok bağımlı hale gelerek kendi yaşamları ile ilgili temel kararlarını bile
verememektedirler.
Kadınlar sıklıkla çocuk sahibi olmayı hayatlarındaki en anlamlı deneyim olarak adlandırsalar da ilk doğumla
birlikte kadınların o ana kadar olan yaşantısında ciddi bir değişiklik ve kayıp meydana gelir; günümüzde gelişmiş
ülkelerde yarıdan fazlası ücretli işlerde çalışan kadınların ya gelirleri azalır ya da gelirlerini tamamen kaybederler,
sosyal etkinliklere katılma ve tembellik yapma zamanları ortadan kalkar, kendileri ile ilgili kararları bağımsızca
verebilme yetileri ve özgürlükleri büyük oranda kısıtlanır ve özellikle çocuğun ilk yıllarında en basitinden en
karmaşığına tüm yaşamsal karar ve eylemler için erkeklerden çok daha fazla oranda çocuklarını gözetmeleri
beklenir, gerekir ve içselleştirilmiş annelik rolü’ gereği kendileri bu şekilde tercihler kullanırlar.
3-5 yaşındaki çocukların eline bebek tutuşturan kültür, kadınların (ve erkeklerin) muhteşem anneliğe dair
fanteziler kurarak yetişmesine yol açar ve bebeğin kadının hayatının anlamı, eğlencesi, neşesi olduğunu ve bir
kadını daha fazla mutlu edecek bir şey olmadığının altı sürekli çizilir. Bebek sahibi olan kadınların ‘işlerini
bırakmaları’, kendilerini çocuklarına adamaları, çocukların ‘ellerin elinde’ büyümemesi ve kadının ‘evinin kadını’
olması yüceltilmektedir. Hamile kadınlara ilk günlerden işini bırakıp bırakmayacağı sorulmaya başlanır. Bebek
doğurup büyütmenin keyifli, eğlenceli, haz veren bir etkinlik olduğu fantezileri çok yaygınsa da çalışan kadın için
çocuk bir işten diğerine gittiği iki vardiyalı bir yaşamı başlatır. Çocuk nedeniyle işini bırakan kadın gelir
sağlamaktan, sosyal güvencesinden, arkadaşlarından, sosyal çevresinden ve etkinliklerinden uzakta kalır.
Avustralya’da yapılan bir çalışmada, eni doğan çocuğu olan anneler bir hafta boyunca yaptıkları her işi bir
elektronik kayıt aracına işlediler. Üç aya kadar çocuğu olan anneler 20-75 dakika arasında değişen sürelerde
haftada 49 defa bebeklerini emzirmiş, 70 defa ortalama 13-18 dakika sürelerle gazlarını çıkarmış ya da sallamış,
bir haftadaki 168 saatin toplam 165.4’ünde aktif ya da pasif olarak çocukları ile ilgilenmişlerdir. Annelik bilinen tüm
işlerden daha ağır emek gerektiren bir işken annelik izni ‘çalışılmayan zaman’ olarak isimlendirilmekte, çalışan
kadınların ücretleri azaltılmakta ya da kesilmektedir.
Kadınların çalışmadığı, feodalitenin egemen olduğu koşullarda kadın sağlığı ilgili yapılan araştırmalar ilginç
sonuçlar vermektedir. Avustralya’da maden işçilerinde yapılan araştırmalarda, bu bölgelerde erkeklerin ağır
koşullarda maden işçiliği yaptığı ve kadınların ev dışında çalışmadıkları ve gelirlerinin olmadığı saptanmıştır.
Madende erkekler vardiyalı ve uzun saatler boyunca çalışmakta, kadınlar bu süre boyunca evin tüm işlerini ve
çocuk bakımına tek başına sırtlanmaktadırlar. ‘Evin ekmek getireni’ mesai saatlerinden sonra mesai
arkadaşlarıyla ‘takılmakta’, kadınlarsa ağır yükleri nedeniyle hemen hiç bir sosyal etkinliğe katılmamaktadırlar.
Evin geçimini sağlayan erkek yanında kadınlar kendilerini değersiz, güçsüz ve bağımlı hissetmektedirler. Sosyal
psikologlar kişinin kendi yaşamı üzerindeki kontrol hissini kaybetmesinin sık karşılaşılan ve en sıkıntı verici sosyal
durumlardan birisi olduğunu söylerler ve feodal düzen içinde eve, ev işlerine, çocuk bakımına hapsedilmiş
kadınlar sıklıkla ruhsal hastalıklar ve açıklanmayan bedensel yakınmalar ortaya çıkarmaktadır. Yine erkeğin evin
reisi ve ekmek getireni olduğu düzenlerde aile içi şiddet çok daha yaygındır ve daha çok normalleştirilme
eğilimindedir.
Tüm dünyada kariyer sahibi olmak, çalıştığı işte yükselmek ve yöneticilik yapmak gibi konularda kadınlarla
erkekler arasındaki ev ve çocuk ile ilişkili işlerin eşitsiz bölüşümü nedeniyle kadınların aleyhine bir tablo
gözümüze çarpmaktadır. İngiltere’deki geniş örneklemli Whitehall taramalarında üst düzey erkek yöneticilerin
%93’ünün evli, %85’inin çocuk sahibi olduğu bulunurken, aynı konumdaki kadınların ise %57’sinin evli, %32’sinin
çocuklu olduğu bulunmuştur. Yine İngiltere’de senyör akademisyenlerde erkeklerin %89’unun evli, %83’ünün
çocuklu olduğu kadınlarda ise bu oranların sırasıyla %71 ve %51 olduğu göze çarpmaktadır. Üst düzey yönetici
kadın olmanın sosyal ilişkiler, yakınlık ve anneliği etkilediği açıkça görülmektedir. Çocuğu olan çalışan kadınlar
çocuk bakımıyla ilgili üstlendikleri roller nedeniyle mesleki kariyerlerinde benzer donanıma sahip erkekler gibi
yükselememektedirler.
Kadınların ‘çalışan’, ‘evli’, ‘anne’ rollerini üstlenmeleriyle ilgili yapılan çalışmalar özellikle ilk dönemlerde birbiriyle
çelişkili sonuçlar vermiştir. Bu çalışmaların sonuçlarına dayanan iki farklı hipotez bulunmaktadır. Çoklu roller
hipotezine göre çok sayıda rol üstlenen kadınların ruhsal ve bedensel sağlığı ağır işler, yeterince dinlenememe
vb. nedenlerle bozulduğunu öne sürerken, çoklu bağlanma hipotezi çoklu rollere sahip olmanın kadının gücünü
ve statüsünü yükselterek ruhsal ve bedensel sağlığını olumlu yönde etkilediğini öne sürmektedir. Kadınların ruh
sağlığının ve beden sağlığının neden erkeklerden daha bozuk olduğuna dair araştırmalarsa başka yordayıcı
faktörlerin roller üzerindeki etkisine odaklanmışlardır. Evlilik, çalışma koşulları, çalışma saatleri, ailenin talepleri,
ev işlerinin yükü, eğitim düzeyi, yapılan işin niteliği, evde eşitlikçi ilişki, evin eşya ve teknolojik donanımı, işin
psikososyal zorlukları, güvencesiz ve esnek çalışma koşulları, sosyal ilişkiden yoksun çalışma düzeni, fiziksel
yorgunluk vb. yordayıcıları göz önüne alarak yapılan çalışmalarda ortaya çıkan genel sonuçlar şunlardır;
‐
‐
‐
‐
Hemen her kültürde ‘evli/partneri olan, çalışan ve çocuklu kadınlar’, bekarlara, boşanmışlara, çocuk
sahibi olmayanlara, çalışmayanlara göre daha iyi sağlık göstergelerine sahiptir
Kadınlarla erkeklerin eşitlikçi ilişki kurduğu ve kadınların sosyal statüsünün arttırıldığı ülkelerde bekar
anneler, geleneksel rollerin benimsendiği ülkeler göre daha iyi sağlık parametreleri taşımaktadırlar
Kadınların eğitim seviyeleri arttıkça, teknik ustalık ve donanım gerektiren beyaz yakalı mesleklerde
çalıştıkça, gelir düzeyleri yükseldikçe ruhsal sağlık ve sağlık göstergeleri iyileşmektedir
Düşük eğitim düzeyine sahip, mavi yakalı işlerde çalışan kadınlarda sağlık göstergeleri beyaz yakalı
işlerde çalışanlardan farklılık göstermektedir. Mavi yakalı annelerde aile taleplerinin artması (ailedeki
birey sayısı, ailedeki 15 yaş altı çocuk sayısı, ailedeki yaşlı sayısı) sonucunda uyku saatleri azalmakta,
‐
boş zamanları, kendilerine ayıracak tembellik zamanları çok kısalmakta ve bedensel-ruhsal sağlık
kötüleşmektedir.
Evli/birarada yaşayan çiftlerde evdeki iş bölümündeki adalet kadınlarda depresyon ortaya çıkmasını
azaltmakta, kadın ve erkek dışarıda uzun saatler boyunca ağır işler bile yapsalar ruh sağlığı
parametreleri eşitlikçi ilişkilerin kurulmadığı evlere göre daha iyi olmaktadır.
Kaynaklar:
1. Fisher J. (1992) The Unpaid Workload: Gender Discrimination İn Conceptualisation And İts İmpact On Maternal Wellbeing.
Psychol Women Quarterly 16(4);535-545.
2. Smith J, Baxter J. (2009) Breastfeeding, infants’ and mothers’ time use: a comparison of longitidunal study of australian
children and Time Use Survey of New Mothers www.gibs.gov.au/institute/pubs/rp43/rp43.pdf adresinden 20.08.2012
tarihinde yararlanıldı.
3.Sharma S, Rees S. (2007). Consideration of the determinants of women’s mental health in remote Australian mining towns.
Aust J Rural Health 15:1-7.
4. Fokkema T. (2002) Combining a Job And a Children: Contrasting The Health Of Married And Divorced Women İn
Netherland. Soc Sci Med 54;741-752.
5. Lahelma E, Arber S, Kivela K, Roos E. (2002) Multiple Roles And Health Among British And Finnish Women: The
Influence Of Socioeconomic Circumstances. Soc Sci Med 54;727-740.
6. Bird CE. (1999) Gender, household labour, and psychological distress: The Impact of Amount and Division of Housework.
J Health Soc Behav 40;32-45.
7. Gjendingen D, Mcgovern P, Bekker M, Lundberg V, Willemsen T. (2001). Women’s work roles and their impact on health,
wellbeing and career: comparisons between The United States, Sweden and the Netherlands. Women&Health 31(4);1-20.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 40
Kadınları Kontrol Altına Alan Şiddet
İffet Üstünden Gücün Kontrolü
Oturum Başkanı
Panelist
: Şahika Yüksel
: Ayşe Önal
2006 yılında, Türkiye’nin on cezaevinde 50 namus cinayeti hükümlüsü ile kendi izinleri dâhilinde görüştüm.Kişisel
merakımla başlayan bu çalışma bir kitaba dönüştü ama namus cinayetlerini anlamamız ve çareleri üstüne
yeniden düşünmemiz konusunda Sahika Yuksel’in tavsiyesine uyarak hic yardimi olmadi demeyecegim, sınırlı
düzeyde yardımı oldu.
Namus Cinayetleri 2007 yılında on beş dakikalık bir belgesel olarak yayınlandığında tahminlerin aksine büyük ilgi
gördü. Belgeseli izleyen ve benzer ölüm tehlikesi altında saklanan birçok genç kadın televiyona yardım aramak
amacı ile basvurdu.. Hayatta kalmayı başarmış bir genç kadının hikayesi üstüne de çalıştım.
Çalışma, 2008 yılında İngiltere’de kitap olarak yayınlandı. Aynı yıl içinde 27 dile çevrildi ve Batı dünyasına da
göçmenler eliyle bir sosyal sorun olarak girmiş bulunan namus cinayetlerini araştıran enstitüler de referans kitap
olarak kullanılmaya başlandı.
Bu Çalışmadan Öğrendiklerim:
1- Namusun tanımlandığı ve korunduğu referanslar dini emirlerle yürüyor. Ancak İslamcı yaklaşım, hem
namus kavramını koruyabilmek hem de dini sorumluluktan kurtarmak için namus cinayetlerini gelenekle
açıklamayı tercih ediyor. Töre cinayeti kavramı ile algı büyük ölcüde değiştirildi.
2- Trajedi mahallede yaşayan kızın (ya da kadının) ‘adının çıkması’ ile başlıyor. Mahallenin değerlerine
uymayan davranışlar farkedildiğinde ölüme giden yolun kilometre taşları döşenmeye başlıyor.
3- Çevre tarafından ahlaksız akraba kızları öldürmeye teşvik edilen delikanlılar cinayetten sonra yalnız
bırakılıyorlar. Ayrıca kızları öldürmeyecek olsalar asla sokağa başı dik çıkamayacakları halde, kızları
öldürdükten sonra da hafifmeşrep kızlar tarafından kötü bir aile mensubu oldukları kesinleşmiş kader
kurbanları olarak anılıyorlar. Başlangıçta toplumun utandırdığı bireylerken, sonuçta toplumun
küçümseyerek merhamet gösterdiği kurbanlara dönüşüyorlar. Kahraman olmak için yaptıkları eylem
onları zavallı kılıyor.
4- Pişmanlık mutlak ve özellikle hüküm kesinleştikten ve mahkûm iyice yalnızlaştıktan sonra başlıyor.
Cezaevlerindeki, diğer mahkûmların namus cinayeti suçlularına gösterdikleri içi boş saygı da bu
yalnızlığı gidermiyor. Ancak bu pişmanlık oldukça çatışmalı, çünkü bir şans daha olsa aynı cinayeti yine
işleyeceği duygusu hiç değişmiyor.
5- Dışarıda kalanlar açısından başka bir dram yaşanıyor. Aileler namus nedeni ile öldürülen kızların
cenazelerini, almıyorlar. Kızlar belediye tarafından kimsesizler mezarlığına gömülüyorlar. Ancak bir
çocuğunu mezara, diğerini hapse yollamış olan aile ekonomik, ruhsal ve sosyal olarak kesinlikle
çöküyor. Onlar unutmak istiyor ama olay mahallenin hafızasında daima canlı kalıyor.
6- Namus cinayetlerinin en trajik yanı kelle koltukta sevdikleri adama kaçan kızlar, öldürülmekten
kurtulsalar bile kaçtıkları hayatın aynısına yakalanıyorlar. Aile baskısından özgürlüğe uzanan koşu,
ailesinin aynısı bir başka ailede horlanarak yaşama ile tamamlanıyor.
7- Yoksulluk ; cinayet sonrası pişmanlıkta çok önemli bir baskı oluşturuyor ama cinayetin işlenmesinde
belirleyici etkisi olmuyor. Asıl belirleyici sınıf farkı değil kültürel değerler olarak görünüyor.
8- İffet algısı o denli karmaşık ve yaşanan çevreye göre esneyen bir haldeki; sadece radyo dinlemek,
yeterince örtünmemek bile suça dair ilk şüphelerin yerleşmesine neden olabiliyor. Olaya her zaman bir
erkeğin karışması da gerekmiyor. Kızların bir erkeği ayartacakları kuşkusu ya da ailenin topluluğun
karşısında başını eğmesine yetecek kadar bir ayıp bile yeterli.
9- İffet algısını tanımlayan, sürdürülebilirliğini garanti altına alan ve besleyen otoritenin ortakları aile
büyüğü kadınlardan, camiiye uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Ancak en yüksek otorite daima dini
temsilci oluyor.
10- Toplumun dini algıları ile çelişen din yorumları yapmak, dinin kendi metninde reform yapmaktan çok
daha zor. Toplum kadın konusunda Tanrı’nın ne emrettiğine değil, Tanrı’nın emrinden kendilerinin ne
anladığına bakıyor. Bu nedenle daha reformcu ilahiyatçılar bile otoritelerini kaybetmemek için reformcu
yanlarını hiç bir zaman ortaya çıkarmıyorlar.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5
P 40
Kadınları Kontrol Altına Alan Şiddet
Sıfır Bedenden Selülitlere Kadın Bedeninin Kontrol Altına Alınması
Oturum Başkanı
Panelist
: Şahika Yüksel
: Banu Aslantaş Ertekin
Fiziksel görünüm ve güzellik anlayışı ile ilgili değerler gün geçtikçe değişmekte ve ulaşması daha imkansız hale
gelmektedir. Değişen güzellik algısı ile birlikte zayıf olmaya yönelik baskılar ailede başlamakta, çocuk büyüdükçe
ve daha bağımsız hale geldikçe akranlar ve medya araçları gibi diğer sosyal etkenler de etkisini göstermektedir.
Bütün bu etkilere aracılık eden ve küresel olarak gittikçe yaygınlaşan tüketim toplumu anlayışı, çeşitli kozmetik
maddeler, her gün değişen ve tüketimi hızlandıran moda ve reklamlar aracılığıyla kadınların bedenlerini ve daha
da önemlisi beden imajlarını şekillendirmektedir. Sonuçta kadının bedeninden memnuniyeti azalmakta ve kadın,
bu ideale ulaşmak için daha fazla baskı altına girmektedir.
Kadınların feminen olma olarak tanımlanan rolleri –ki bu roller sıklıkla incelik ve görünüm ile ilgilidirbenimsemeye toplum tarafından teşvik edilmesi bedeninden memnun olmama ve yeme davranışlarında
bozulmayla sonuçlanabilir (1).
Erkek bedenine yönelik sosyal baskıların daha alt düzeyde olması erkekler arasında yeme bozukluğu gelişme
oranlarının kadınlara göre daha düşük olmasının nedenlerinden biridir. Bir çalışmada kadınlar ve erkekler
tarafından okunan popüler dergiler incelenmiş ve kadın dergilerinde, 10,5 kat daha fazla kilo vermeye ve
incelmeye yönelik yazıların yer aldığı bildirilmiştir(2).
“Batılılaşma” yeme psikopatolojilerinin dünya çapında görülmeye başlamasının açıklaması olarak sunulmuştur.
Küresel medya bu noktada devreye girerek kadınlar için kilo ve beden biçimi tercihleriyle ilişkili batılı değerleri
yaygınlaştırmaya aracılık etmektedir. Bununla birlikte dünya sadece medya ya da bilgi teknolojileriyle
küreselleşmiyor. Pek çok toplum hızlı bir şehirleşme süreci içerisinde ve piyasa ekonomisine geçmiş bir
durumdadır. Tüketimin artışı ve bu artışın özendirilmesi, hızlı ve yağlı beslenmenin yaygınlaşması obezitenin
artışı ile sonuçlanmakta, devamında kilo uğraşıları ve yeme davranışında bozulmalarla seyretmektedir (3).
Zayıflık ideali aile üyeleri aracılığıyla da sürekli bir mesaj olarak verilmektedir. Görünüme odaklı ve nasıl
göründüğü ile fazla ilgili olan ebeveynlerden gelen geri bildirimler, çocuklarda bu ideale ulaşma konusunda baskı
algısına ve bozulmuş yeme davranışlarına yol açabilir (4).
Aynı şekilde akran ilişkileri, yeme davranışlarının bozulmasındaki rolüyle ele alınan bir diğer önemli faktördür. Bir
çalışmada arkadaşların diyet yapıyor olması, kız ergenlerde uygunsuz dengeleyici davranışlarla ilişkili
bulunmuştur. Aynı çalışmada okul çapında kilo vermeye çalışmanın yaygınlığı da yine kızlarda uygunsuz
dengeleyici davranışlar ile ilişkili bulunmuştur. Sadece yakın arkadaş grubu değil, okul gibi daha geniş bir sosyal
ortam da yeme davranışları üzerinde etkili olabilir (5).Bu sunumda çeşitli sosyal faktörlerin kadın bedenine yönelik
baskıları feminist bakış açısıyla tartışılacaktır.
Kaynaklar
1. Stice E. (1994) Review of the evidence for a sociocultural model of bulimia nervosa and an exploration of the mechanisms
of action. Clin Psychol Rev 14: 633-661
2. Andersen AE, DiDomenico L. (1992) Diet vs shape content of popular male and female magazines: a dose-response
relationship to the incidence of eating disorders? Int J Eat Disord 11 (3): 283-7.
3. Nasser M. (2006). Eating disorders across cultures. Psychiatry 5(11): 392-5.
4.Krones PG, Stice E, Carla B ve ark. (2005) In vivo social comparison to a thin ideal peer promotes body dissatisfaction: A
randomized experiment. Int J Eat Disord 38: 134-142.
5. Eisenberg ME, Neumark-Sztainer D, Story M ve ark. (2005). The role of social norms and friends’ influences on unhealthy
weight control behaviors among adolescent girls. Social Science and Medicine 60(6): 1165-73.
Becker ve arkadaşları Fiji’de Batı kaynaklı TV kanallarının yayına başlamasından önce ve sonra yeme tutumlarını
değerlendirmiştir. Batılı TV yayınlarından önce yeme davranışı bozukluklarının çok düşük düzeyde olduğu, Batı
medyası ile tanışmanın ardından sadece birkaç yıl geçtikten sonra Batı kültürlerinde rastlanan kilo ve vücut
biçimine ilişkin tutumların hızla geliştiği saptanmıştır (Becker ve ark 2003)
Vitousek ve Hollon’a göre belirleyici etken, bireyin beden ağırlığı ve biçimini kimlik ve kontrol ile ilgili sorunlara bir
yanıt olarak görüp görmediğidir. Bazı genç kadınlar ‘mükemmel’ bir bedene kavuşmaya bir varoluşsal proje
olarak, örneğin yaşamlarına bir anlam ve tutarlılık getirme ve duygusal doyum sağlama yolu olarak yatırım yapar
hale gelirler. Bazıları yeme, ağırlık ve biçim üzerinde kontrol sağlamanın, yaşamlarındaki başka alanların aksine
mümkün olduğu inancıyla bunlar üzerinde tam kontrol kurmaya yönelir. Yeme bozukluğu olan çoğu hasta için bu
iki hedef birliktedir (Vitousek ve ark 1990).
Zayıf bir beden biçimine yönelik kültürel beklentiler ve beden ağırlığı ile ilgili zihinsel uğraşılar, kadınların
sosyalleşmesinde medyanın ‘ideal’ kadın imajı bombardımanı ile pekiştirilen bir sorun oluşturmaktadır. Groesz ve
arkadaşları zayıf bedenli modellerin medyada çıkan fotoğraflarına bakmanın kadınlar üzerindeki etkilerini
araştıran çalışmaların bir meta-analizini gerçekleştirmişler ve bedenlerinden memnun olmayan kadınların bu
fotoğraflara bakmalarının bedenden memnuniyetsizliği arttırdığı sonucuna varmışlardır (Groesz ve ark 2002). Bir
başka çalışmada manken vücudu fotoğraflarına bakmanın sağlıklı genç kadınlar üzerindeki etkileri araştırılmıştır.
İdealize edilen zayıf bedenlere bakarken bildirdikleri anksiyete beden biçimi ve ağırlığı ile ilgili kaygılarıyla ve
bazal gangliyonlar, dorsal anterior singulat korteksler ve sol amigdaladaki aktivite artışı ile korelasyon gösterdiği
bildirilmiştir. Böylelikle kadının zayıf bir kadının görüntüsüne bakarken yaşadığı anksiyete ile ilişkili beyin
şebekeleri bedenden memnuniyetsiz olmada ve böylece de yeme bozukluklarına yatkınlıkta rol oynuyor
olabileceği öne sürülmüştür (Friedrich ve ark 2007).
Medya araçlarının beden imajı ve benlik saygısı üzerine etkilerini inceleyen bir çalışmada 145 üniversite öğrencisi
kadına popüler dergilerden alınan zayıflık idealine uygun ve nötral fotoğraflar gösterilmiştir. Bu çalışmada zayıflık
idealine uygun fotoğraflara bakmanın bedenden memnun olmama, olumsuz duygudurum ve yeme bozukluğu
belirtilerini arttırdığı ve benlik saygısını azalttığı bulunmuştur (Hawkins ve ark 2004).
Medyanın zayıflık idealinin teşvik edilmesine en büyük katkısı, ağırlığın ve görünümün kadınlar için bir kişisel
başarı ölçütü olarak önemini vurgulayan toplumsal değer yargılarını yaygınlaştırması yoluyla olmakta gibi
görünmektedir. Örneğin, kadın üniversite öğrencileri arasında zayıflık idealinin medya tarafından sosyal açıdan
pekiştirilmesinin bulimik patolojinin anlamlı bir yordayıcısı olduğu bulunmuştur (Stice 1998).
Medyanın bir diğer etkisi ise genetik, biyolojik ve sosyal kökenli karmaşık ruhsal hastalıklar olan yeme
bozukluklarını, genç beyaz kadınların kişisel ya da sosyal problemlerinin bir yansıması şeklinde göstermesidir.
ABD’deki yedi günlük gazetenin bir yıllık dönemde yeme bozuklukları hakkındaki yazılarının incelendiği bir
çalışmada bu yazıların %48’inin gazetenin sanat ve eğlence kısmında yayınlandığı ve başlıca konunun genç ve
beyaz kadınlar olduğu görülmüştür. Sonuç olarak medyanın yeme bozukluklarını karmaşık birer tıbbi fenomen
olarak sunmadığı, bunun yerine bu bozuklukları basitleştirdiği ve sansasyon haline getirdiği anlaşılmaktadır
(O’Hara ve Smith 2007).
Hem doğrudan yorumlar ve davranışlar hem de akranlarından zayıf olmaya yönelik baskı algısı her iki cinsiyet
için de beden imajı sorunları ile ilişkilidir. Bununla birlikte her iki cinsiyetten ergenler beden imajı ile ilgili geri
bildirimi daha çok kızlara verdiklerini bildirmişlerdir ve kızlar beden görünümü ile ilişkili olarak akranlarından
öğrendiklerine ve duyduklarına karşı daha hassastırlar (McCabe ve Ricciardelli, 2001).
ABD’de toplam 31 ortaokul ve lisenin öğrencileri arasında yapılan bir çalışmada arkadaşların diyet yapıyor
olması, normal kilodaki ve hafif toplu kızlarda uygunsuz dengeleyici davranışlarla ilişkili bulunmuştur. Bu
çalışmanın diğer bir ilginç sonucu, okul çapında kilo vermeye çalışmanın yaygınlığının da normal kilodakilerde ve
hafif toplu olanlarda uygunsuz dengeleyici davranışlar ile ilişkili olmasıydı. Bu çalışmada yazarlar, sadece yakın
arkadaş grubunun değil, okul gibi daha geniş bir sosyal ortamın da yeme davranışları üzerinde etkili olabileceğini
vurgulamıştır (Eisenberg ve ark. 2005).
Sonuç olarak Bu sunumda feminist bakış açısıyla kadın bedeninden estetik beklentilerin ve bu beklentilerin baskı
unsuru haline gelmesine yönelik çalışmalar ele alınacaktır.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6
P 41
Glutamaterjik Sistem; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik
Yaklaşımlar
Bipolar Bozukluk Tedavisinde Glutamaterjik Sistemle İlgili Güncel Bilgiler
Oturum Başkanı
Panelist
: Nevzat Yüksel
: Deniz Ceylan
Bipolar bozukluk, yaygın, süreğen ve yeti yitimine neden olan bir hastalıktır. Hastaların çoğunda uygun doz ve
sürede ilaç tedavisine rağmen hastalık yineler ya da eşik altı belirtiler sürer. Özellikle depresif dönemlerin tedavisi
ve korunmasındaki seçeneklerin etkinliğine ilişkin kanıtlar yeterli değildir (1). Benzer şekilde major depresif
bozukluk hastalarının da ancak üçte biri standart antidepresan ilaç tedavisiyle remisyona girebilmektedir (2).
Duygudurum bozukluklarının tedavisi ve korunmasında, daha hızlı ve kalıcı etki elde edilebilmesi için yeni
antidepresan ve duygudurum dengeleyici ilaçların geliştirilmesine gereksinim vardır.
Duygudurum bozukluklarında, glutamaterjik sistemdeki bozulmanın plastisite ve hücresel dayanıklılık üzerine
olumsuz etki yaratarak yapısal ve işlevsel bozukluklara yol açtığı düşünülmektedir. Duygudurum bozukluklarının
nörobiyolojisinde bu sistemin merkezi rolü ile ilgili kanıtlar, glutamaterjik sistemi yeni tedavi seçenekleri için bir
hedef haline getirmektedir.
Ketamin ve riluzol, duygudurum bozukluklarının tedavisinde glutamaterjik etkili ilaçların prototipi olarak
değerlendirilmektedir. Ketamin, memantin ve NR2B antagonistleri gibi metabotrop ve iyonotrop glutamat
reseptörler modülatörleri, astrositlerdeki glutamat taşıyıcılığını artıran seftriakson, minosiklin gibi bazı
antiinflamatuvar ilaçlar, N-asteilsistein gibi antioksidanlar depresyonda yeni tedavi seçenekleri oluşturabilecek
hedeflerdir (3-7). Duygudurum bozukluklarının tedavisinde kullanılmakta olan duygudurum dengeleyici ve
antidepresan ilaçların da glutamaterjik sistem üzerine etkileri gösterilmiştir (8).
Bu konuşmada, bipolar bozukluk tedavisinde kullanılmakta olan ilaçların glutamaterjik sistem üzerine etkilerinin
ve glutamaterjik sistemi hedef alan yeni tedavi seçeneklerinin incelendiği preklinik ve klinik araştırmalar
sunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: glutamat- bipolar bozukluk-depresyon-duygudurum bozuklukları
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Judd LL, Akiskal HS, Schettler PJ, Endicott J, Maser J, Solomon DA, Leon AC, Rice JA, Keller MB. The long-term
natural history of the weekly symptomatic status of bipolar I disorder. Arch Gen Psychiatry, 2002;59:530–537.
Trivedi MH Rush AJ, Wisniewski SR, Nierenberg NN, Warden D, Ritz L, Norquist G, Howland RH, Lebowitz B,
McGrath PJ, Shores-Wilson K, Biggs MM, Balasubramani GH, and Fava M for the STAR*D Study Team:
Evaluation of Outcomes With Citalopram for Depression Using Measurement-Based Care in STAR*D: Implications
for Clinical Practice. American Journal of Psychiatry, 2006;163:28-40.
Hashimato K. Emerging role of glutamate in the patophysiology of major depressive disorder Brain Research
Reviews, 2009, 61;105-123.
Zarate C. Glutamatergic modulators: the future of treating mood disorders?. Harvard Rev Psychiatry, 2010;18:293
Yasuhara A, Chaki S. Metabotropic glutamate receptors: potential drug targets for psychiatric disorders. Open Med
Chem J, 2010;4:20-36.
Machado-Vieira R. New therapeutic targets for mood disorders. Scıentıfıc World Journal, 2010;10:713
Skolnick P, Popik P, Trullas R. Glutamate-based antidepressants: 20 years on. Trends Pharmacol Sci,
2009;30:563-9.
Machado-Vieira R, Ibrahim L, Henter ID, Zarate CA Jr. Novel glutamatergic agents for major depressive disorder
and bipolar disorder. Pharmacol Biochem Behav, 2012;100(4):678-87.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6
P 41
Glutamaterjik Sistem; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik
Yaklaşımlar
Şizofreni Tedavisinde Glutamaterjik Sistem
Oturum Başkanı
Panelist
: Nevzat Yüksel
: A. Elif Anıl Yağcıoğlu
Şizofrenide etkili olan ilk antipsikotiğin geliştirildiği 1950’li yıllardan bu yana dopamin hipotezi şizofreni
patogenezinde temel nörokimyasal modeli oluşturmuştur. Ancak dopamin hipotezi şizofreninin negatif ve bilişsel
belirtilerini açıklamakta yetersiz kalmakta, mevcut antipsikotikler şizofreni hastalarının çoğunda negatif belirtiler ve
bilişsel yıkımın düzelmesinde etkili olmadığı gibi, antipsikotiklere yeterli yanıt vermeyen çok sayıda şizofreni
hastası da bulunmaktadır.1 Dopamin nöronlarının beyindeki sınırlı dağılımı ve bulguların şizofrenide daha yaygın
kortikal ve subkortikal işlev bozukluğuna işaret etmesi nedeniyle, glutamatın şizofreni patogenezinde önemli bir
nörotransmiter olabileceği düşünülmüştür. Fensiklidin (PCP) veya ketamin gibi iyonotropik N-metil-D-aspartat
(NMDA) reseptör antagonistlerinin akut uygulamasının insanlarda şizofrenidekine benzer belirtilere ve bilişsel
bozukluğa, preklinik çalışmalarda da nörodejeneratif ve nörogelişimsel değişikliklere yol açması bu görüşü
desteklemiştir. Şizofrenide yapılan genetik çalışmalarda da tanımlanan risk genlerinden önemli bir kısmı
(neuregulin/NRG1, dysbindin/DTNBP1, disrupted-in-schizophrenia-1/DISC-1 gibi) genel olarak glutamaterjik
mekanizmalarla ve özellikle de NMDA reseptörleriyle etkileşim içindedir.2 Tüm bu gerekçelerle son 20 yılda
glutamatın şizofreni patofizyolojisindeki yeri artan düzeyde önem kazanmıştır ve şizofrenide glutamaterjik sistemi
hedefleyen yeni tedavi yöntemleri üzerinde durulmaktadır.
Potansiyel glutamaterjik tedaviler açısından önemli bir konu, NMDA blokajının bölgesel GABAerjik geribildirimde
azalmaya ve geri tepme biçimde hiperglutamaterjiye yol açabilmesidir. Glutamaterjik iletimdeki tonik glutamat
düzeylerindeki bu artışın patolojik olduğu ve NMDA blokajından daha fazla işlev bozukluğuna yol açabileceği öne
sürülmektedir. Bu teori çerçevesinde glutamaterjik tedavilerin amacının NMDA işlevini arttırmak veya azaltmak
değil, kortikal bölgelerde eksitasyon ve inhibisyon arasında dengeyi kurmak olması gerektiği belirtilmektedir. 2,3,4
Bu sunumda öncelikle kısaca glutamaterjik iletim, NMDA reseptör yapısı ve işlevleri, glutamat ve şizofreni
altbaşlıklarına değinilecek, izleyen kısımda ise şizofrenide glutamaterjik ilaç tedavileri ve ilgili çalışmalar aşağıdaki
tedavi hedefleri paralelinde aktarılacaktır:
1) GABAerjik internöronlar üzerine etki eden NMDA reseptör işlevlerini güçlendirme (sinaptik glisin düzeylerini
arttırma, glisinB bölgesi üzerine doğrudan etki veya mGlu5 reseptör agonizması)
2) GABAerjik internöron işlevlerinin güçlendirilmesi (Trk1, -7 nikotinik ve M1 reseptör agonizması)
3) Glutamaterjik projeksiyon nöronları üzerindeki GABA tonunun güçlendirilmesi (GABA-A reseptörü 2 reseptör
altünitesi)
4) Aşırı glutamat salınımının azaltılması (AMPA glutamat reseptör antagonizması, mGlu2/3 otoreseptör
agonizması)
5) Diğer: minosiklin, kanabidiol
6) Geliştirilme aşamasında olan glutamaterjik ilaçlar: GlyT1 reseptör inhibitörleri, metabotropik glutamaterjik
reseptörler-allosterik güçlendiriciler
Sunumda glutamat salınımını inhibe eden lamotrijinin şizofreni hastalarında antipsikotiklere
eklenmesini inceleyen çalışmalara özel vurgu yapılacaktır. Bölümümüzde 2012 yılında sonuçlandırdığımız
“Klozapin Tedavisine Kısmi Yanıt Veren Şizofreni Hastalarında Tedavinin Lamotrijin ile Güçlendirilmesi” başlıklı
çift-kör, plasebo kontrollü çalışmanın bulguları özetlenecektir. 5
Son olarak, şizofrenide glutamaterjik aktivitedeki sorun ve bu sorunun zamanlaması ile ilgili farklı, ancak birbirini
dışlamayan görüşlere değinilecektir. Prodromda ve hastalığın erken dönemlerinde aşırı glutamaterjik aktivitenin
eksitotoksisite nedeniyle nörogelişimi olumsuz yönde etkileyebileceği ve hastalık sürecinin ilerleyişine katkıda
bulunabileceği öne sürülmektedir. Şizofreni geliştikten sonra kronik süreçte ise NMDA glutamat reseptörlerindeki
hipofonksiyonunun temel sorun olabileceği belirtilmektedir. Bu bağlamda, kortikal glutamat salınımını (mGlu2/3
agonistleri) veya etkisini azaltan (AMPA antagonistleri ve minosiklin gibi) ilaçlar yeterince erken verildiği takdirde
hastalık seyrinin değişebileceği, prodromal belirtileri olan kişilerde psikoza geçişin önlenebileceği varsayımları
mevcuttur. Benzer şekilde de NMDA reseptör güçlendirmesini hedefleyen ilaçların da (glisin B agonistleri, Gly T1
antagonistleri ve mGlu5 reseptör agonistleri gibi) hastalık sürecinin daha geç dönemlerinde etkili olabileceği öne
sürülmektedir. 1,6
Kaynaklar
1)
2)
3)
4)
5)
6)
Stone, JM (2011). Glutamatergic antipsychotic drugs: a new dawn in the treatment of schizophrenia?. Therapeutic
Advances in Psychopharmacology : 1 (1): 5-18. doi:10.1177/2045125311400779
Kantrowitz JT, Javitt DC (2010). Thinking glutamatergically: changing concepts of schizophrenia based upon
changing neurochemical models. Clinical Schizophrenia & Related Psychoses 4(3):189-200.
Moghaddam B, Adams BW (1998). Reversal of phencyclidine effects by a group II metabotropic glutamate
receptor agonist in rats. Science 281(5381):1349-52.
Homayoun H, Moghaddam B (2006). Bursting of prefrontal cortex neurons in awake
rats is regulated by
metabotropic glutamate 5 (mGlu5) receptors: rate-dependent influence and interaction with NMDA receptors.
Cereb Cortex 16(1):93-105.
Vayısoğlu S, Anıl Yağcıoğlu AE, Yağcıoğlu S, Karahan S, Karcı O, Gürel C, Yazıcı MK (2012). Lamotrigine
augmentation in patients with schizophrenia who show partial response to clozapine treatment. Abstracts of the
3rd Schizophrenia International Research Conference, Schizophrenia Research, 136 (suppl 1):165.
Kim DH, Maneen MJ, Stahl SM (2009). Building a better antipsychotic: receptor targets for the treatment of multiple
symptom dimensions of schizophrenia. Neurotherapeutics 6(1):78-85.
12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6
P 41
Glutamaterjik Sistem; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik
Yaklaşımlar
Anksiyete ve depresyon tedavisinde glutamaterjik sistem
Oturum Başkanı
Panelist
: Nevzat Yüksel
: Raşit Tükel
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 42
Bastırılmış Şiddet, "Aktarım" Lanmış Duygu: Psikanalizden Biyolojiye Köprü
Kurmak
Represyonun Nörobiyolojisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Selçuk Candansayar
: Aslıhan Sayın
Freud, öne sürmüş olduğu psikanalitik kuramın biyolojik bileşenlerini açıklayabilecek teknolojinin olmadığı bir
dönemde yaşamıştı. Oysa son yıllarda nörogörüntüleme ve nörobilim alanlarındaki ilerlemeler bize psikanalitik
kuramın temel kavramlarını altında yatan biyolojik mekanizmaları açıklayacak bilgiler sağlayabilir. Psikanalitik
kavramların nörobiyolojik izdüşümleri konusu son yıllarda ilgi çekmektedir ve bu alanda yapılan çalışmalar
“nöropsikanaliz” başlığı altında toplanmaktadır. Bu sunumda, psikanalizin temel kavramlarından biri olan
represyonun (bastırma) olası nörobiyolojik mekanizmaları özetlenmeye çalışılacaktır.
Bu amaçla bir olayın emosyonel öneminin anlaşılması, emosyonel olarak yüklü bir uyaranla ilgili bellek oluşumu,
subkortikal bilginin düzenlenmesinde prefrontal korteksin rolü, supresyonun nöral mekanizmaları ve bellek
silinmesinin moleküler düzeydeki basamakları konularında nörobilimin bize ulaştırdığı bilgiler özetlenecektir.
Sunumun sonunda represyon sırasında devreye giren olası nöroanatomik bölgelerden bahsedilecektir.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 42
Bastırılmış Şiddet, "Aktarım" Lanmış Duygu: Psikanalizden Biyolojiye Köprü
Kurmak
Var Eden ve Yok Eden ki Onlardır: Şiddetin Varoluş/Yokoluş Çevrimindeki Yeri
Oturum Başkanı
Panelist
: Selçuk Candansayar
: Hakan Atalay
Şiddet, belki adındaki sert ünsüzlerin (“ş,d ve t”) fazlalığının da katkısıyla, fakat herhalde daha çok saldırganlık
(agresyon), yıkıcılık, tahrip, dehşet gibi terimlerle eşanlamlı kullanıldığından dolayı, olumsuz bir önkabulle ele
alınır. Oysa, aslında şiddet, adının asıl anlamının da vurguladığı gibi, herhangi bir olgudaki içerik yoğunluğunu
tanımlar gibidir, bu nedenle de “yeğinlik” onu daha iyi anlatan bir sözcük olabilir.
Psikanaliz açısından bakıldığında, şiddetin iki ayrı dönemde farklı biçimlerde kavramsallaştırıldığı söylenebilir.
Topografik kuramla birlikte cinsel dürtü ile ben dürtüleri karşıtlığının yerini, yapısal kuramla birlikte yaşam ile ölüm
dürtüleri karşıtlığına bırakmaya başladığında, psikanalitik bulguları düşünselleştirme, kuramlaştırma serüveninde
ikinci döneme geçildiği öne sürülebilir. Bugün, psikanalizin hayatiyetini koruyan ve hatta gelişimini sürdüren iki
ana akımını oluşturan nesne ilişkileri kuramının ve kendilik psikolojisinin iddialarının çağdaş sinirbilim
çalışmalarıyla araştırılabilir olması da, öyle görünüyor ki, zihin/beden ikiliğinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı
olacaktır. İşte bu konuşmada her iki dönemde de zihinsel aygıtta şiddetin (ve tersine, şiddette zihinsel aygıtın,
dolayısıyla biyotoplumsal etkenlerin) rolü, zihinsel aygıtın şiddeti işleme biçimi ile bunun gerek yaşam, gerekse
ölüm dürtüleri açısından anlamları üzerinde durulacak, ayrıca, bu formülasyonların olası sinirbilimsel temelleri
üzerinde ipuçları aranacaktır.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1
P 42
Bastırılmış Şiddet, "Aktarım" Lanmış Duygu: Psikanalizden Biyolojiye Köprü
Kurmak
Aktarımın Nörobiyolojisi
Oturum Başkanı
Panelist
: Selçuk Candansayar
: Mehmet Emin Ceylan
Aktarım temelde geçmişte tamamlanmamış doyumların, çözülmemiş çatışmaların doyumuna/çözümüne yönelik
olarak, doyum ve/veya çatışma nesnesi olarak görülen nesnenin yerine ikame edilmiş olan terapist üzerinden
doyumun sürdürülmeye/çatışmanın “çözülmeye” çalışılması işlemidir.
Dolayısıyla aktarımın olabilmesi için geçmişte
Tamamlanmamış doyumun veya
Bağımlılık yaratmış doyumun veya
Çözülmemiş çatışmanın
var olması gerekir.
Eğer bunlardan en az birisi varsa kişinin nesne ilişkilerinde bir sapkınlık bekleriz.
Libidinal Doyum/ Nesne ilişkilerine Bağlı Doyum
İnfantil bir doyumun bağımlılık yaratması, özellikle libidinal aktarımın olması, dürtüsel doyumun nesne diline
çevrilemeden kalması ve genel olarak nesne ilişkilerinden yeterli haz çıkartılamaması durumunda dürtüsel
doyuma muhtaçlığın sürmesi paralelinde, kişinin bu doyumu yakalama ihtimali olan her durum ve kişiye karşı bu
libidinal doyumu gerçekleştirmek yoluna gider.
1.
2.
3.
4.
5.
Libidinal doyum yoğundur
Nesne doyumu oransal olarak azdır.
Nesne doyumu bir yaşamı taşımaya yetecek yeterlilikte değildir.
Aktarım nesnesi hastanın hayatında çok önemli bir yer tutar.
Aktarım yeterince uzun ve yoğun sürdürülebilirse nitelik olarak infantil dönem özellikleri gösterir.
O halde kurulması gereken hipotezde içgüdüsel ve dürtüsel doyum düzeneklerinin çok fazla kuvvetlenmesi, bu
doyumun karşılığı olarak beyinde kurulan döngülerin içinde sinaptik bağların çok kuvvetli olarak kurulması söz
konusudur (Soltani 2006). Libidinal doyumun temsilcisi olarak yer alan A döngüsü içindeki sinaptik bağların
kuvvetini cA olarak ifade edelim, bebek büyüdükçe ortaya çıkan yeni nesne ilişkilerinden gelen doyumların
temsilcisi olarak yer alan B, C, D…..N döngülerinde yer alan sinaptik bağların kuvvetini de cB, cC, CD ve cN
olarak işaretleyelim. Bu durumda, cB, cC, cD ve cN lerin kuvveti sağlıklı bir kişide giderek artacaktır.
Öyle bir zaman gelecektir ki cB, cC, cD ve cN nin herhangi birinin, ikisinin veya tamamının değeri cA dan yüksek
olacaktır. Libidinal doyum dışındaki nesne ilişkilerini simgeleyen döngülerin (B, C, D…..N) içindeki sinaptik
bağların kuvveti (cB, cC, cD,….cN) nin kaç tanesi cA’yı aşarsa kişinin o oranda nesne ilişkilerinden aldığı doyumu
libidinal doyuma tercih ettiği farzedilebilir.
Diyelim herhangi bir Y kişisinde, söz konusu döngülerden üç tanesi cA değerini aştı. Başka bir X kişisinde de
sadece bir döngünün sinaptik kuvveti cA değerini aştı. Bu durumda X kişisi Y kişisine göre ileriki yaşamında daha
fazla libidinal doyum, daha az nesne doyumu arayacak ve daha nörotik bir tablo gösterecektir.
Her kişinin geliştirdiği nesne ilişkilerinden sahip olduğu döngülerin(B, C, D,….N) iç sinaptik bağlantılarının
ortalamasını almak mümkündür.
cB + cC + cD + ……….cN
c(Ort) = ----------------------------------N
Bu durumda c(Ort) kişide, libidinal doyumu sağlayan aktarım nesnesi (mother or care given) dışındaki
nesnelerden elde edilen doyumun doğrudan bir göstergesi, o oranda da libidinal doyumun terk edilişinin dolaylı
ifadesi olur.
X kişisinin düşük c(Ort) nedeniyle, c(Ort)-cA değeri de düşük olacağı için bu kişi libidinal doyuma daha yatkın,
buna karşılık Y kişisinin c(Ort)-cA değeri daha yüksek olacağı için bu kişi libidinal doyumdan daha uzak olacaktır.
X ve Y kişilerinin nörotik yakınmaları için günün birinde terapiste başvurduklarını düşünelim.
X kişisi düşük c(Ort)-cA değeri nedeniyle daha fazla libidinal doyuma açlık göstermesine paralel olarak terapiste
daha kuvvetli bir aktarımda bulunacak, aynı nedenlerle Y kişisi ise terapiste karşı daha zayıf bir aktarımda
bulunacaktır. c(Ort)’nın cA’dan küçük olduğu durumda ise pregenital yönlerin ağır bastığı bir libidinal aktarımdan
bahsedebiliriz.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3
P 43
“Kutsal" Annelik ve Bedeli
Anne olma kararı - kürtaj kararı
Oturum Başkanı
Panelist
: Başak Yücel
: Ayşegül Aksakal
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3
P 43
“Kutsal" Annelik ve Bedeli
Baskın Bir Kimlik Olarak Annelik: Ayrışma Güçlüğü
Oturum Başkanı
Panelist
: Başak Yücel
: Özge Yenier Duman
Günlük uygulamalarımızın önemli bir bölümünü ruh sağlığı sorunları yaşayan kadın hastalar oluşturur. Ev içi
şiddet, ensest, cinsel şiddet, iş yerinde ayrımcılık, yakın partner (eş, eski eş, sevgili, eski sevgili gibi) şiddeti gibi
kadın yaşamının yaygın sorunları pek çok ruhsal belirti ve sıkıntıya yol açar. Kadınları psikiyatri polikliniklerine
taşıyan günlük yaşam sorunlarının önemli bir bölümü ise patriyarkal sistemin kadınlara yüklediği annelik rolü ile
ilintilidir. Bu rol, anneliğin kadın kimliğini ve kadının başka tüm kimliklerini örten, yok eden baskın bir kimlik oluşu
ve bunu "kutsal" olma vurgusuyla tarif etmesiyle kendini ortaya koyar. Kutsal olarak anılan annelik hali, kadın
yaşamını çeşitli yönlerden ve belirgin biçimde etkileyen bir değişim yaratır. Özellikle günümüzde “ideal anne”
olabilme açısından beklentiler o derece ağırdır ki kadın anne olmayı hak edebilmek için pek çok vazgeçiş
yaşamak durumundadır. Bu vazgeçişler kadının bedeni, duyguları ve toplumsal yaşamı üzerinde karar verme
özgürlüğünü tahakküm altına alarak bir kimlik değişimi üretir. Bu değişim kadın kimliği üzerinde belirleyici,
dönüştürücü ve baskın etkilere sahip olduğu kadar kadının ruh sağlığı üzerinde de pek çok sıkıntıya yol açar.
Hangi toplumsal kesimden gelirlerse gelsinler kadınların kimliğini aile içinde ve annelik üzerinden tanımlayan
patriyarkal sistem kadın yaşamı ve ruh sağlığına etkiler üretir. Kadını doğurganlığı, ev içi karşılıksız emeği ve
ailenin erkekleri, çocukları, yaşlıları ve hastalarının bakıcılığına üzerinden tanımlayan bu sistem kadınlara
duygusal alanda da pek çok görev yükler. Kadını ev içine hapsetme ve ev işlerini karşılıksız olarak kadınlara
yaptırmanın zora ve şiddete dayalı baskı unsurları yanı sıra kadınların ruhsal dünyalarına nüfuz eden bir öğretiye
ihtiyacı vardır. Kadın bedenini ev işi emeği, cinsellik, doğurganlık ve bakım emeği açısından baskı altına almanın
en işlevli araçları “kutsal varlık” annelik üzerine üretilen argümanlardır.
Kutsal varlık vaadine ulaşma çabası genellikle ağır ruhsal bedeller oluşturur. İdeal anne olabilmek için kamusal
yaşama katılımdan, ekonomik özgürlüğünden, cinselliğinden, hayallerinden ve kendinden vazgeçmesi gereken
kadını itiraz ve isyan ettiği her durumda yoğun bir suçluluk duygusu ve vicdan azabı bekler. İdeal anne olabilmek
için evde olması ve kamusal alandan, dış dünyadan, başka insan ilişkilerinden uzaklaşması gereken kadın tüm
ruhsal yatırımını kendisine kutsallık vaat eden görevleri gerçekleştirmek üzere çocuğuna yöneltmeye ve bir
adanmışlık hali içine girmeye mecbur bırakılır. Bu denli yoğun duygusal yatırımın bir takım sağlıksız bağlanma
süreçleri ve ayrışma güçlükleri oluşturması kaçınılmazdır. Fakat bu noktada da kadını başka suçlamalar bekler.
Tıp uzmanları ve ruh sağlığı profesyonelleri ideal annelik öğretisinin yeniden üretiminde önemli rollere sahiptir.
Ruh sağlığı alanına ilişkin pek çok anlatı ve kuram, ruhsal gelişim psikopatolojisinde anneleri sorumlu tutar. Bu
panelde vazgeçiş, görev, yükümlülük, adanmışlık ve suçlulukla örülü “kutsal annelik” rolünün ruh sağlığı alanına
yansımaları, bu rolü oluşturmak ve yeniden üretmekte biz ruh sağlığı uzmanlarının sorumlulukları tartışılmaya
çalışılacaktır.
Kaynaklar
1) Chodorow N (1999) Duyguların Gücü. Metis, İstanbul.
2) Badinter E (2010) Kadınlık mı? Annelik mi? İletişim Yayınları, İstanbul.
3) Lupton D (1998) Duygusal Yaşantı. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
4) Mahler M, Pine F, Bergman A (1975) İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu. Metis, İstanbul.
5) Winnicot D (1971) Oyun ve Gerçeklik. Metis, İstanbul.
6) Acar-Savran G, Tura N (1992) Kadının Görünmeyen Emeği. Yordam, İstanbul.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3
P 43
“Kutsal" Annelik ve Bedeli
Baba Kız Cinsel İstismarında Annenin Yeri
Oturum Başkanı
Panelist
: Başak Yücel
: Şahika Yüksel
Farkı ülkelerde çarpıcı bir gerçek olarak babaların kızlarını cinsel istismar öykülerinin ilk öğrenildiğinde bu ciddi
duruma inanılması kolay olmadı. Ailede çocukların cinsel istismarına gösterilen inkarın bir göstergesi
sorumluluğun cinsel istismar eden kişiden kısmen de olsa alınıp istismar edilen çocuğa ve onu koruma görevini
yapamayan anneye anneye yüklendi ve bu sorun sıklıkla aile disfonksiyonu olarak problemli ailelere sınırlandı. İyi
aileler ayrımı yaratılıdı. Böylece uygunsuz cinsel davranışlar sergileyen baba ile birlikte olayı engelleyemeyen
veya fark edemeyen anne de suçlandı.
Daha sonra yapılan farklı çalışmalarda babanın kızı cinsel olarak istismar ettiği durumda annelerin üç gruba
ayrılabileceği görülmüştür. 1- Kızının öyküsüne inanan ve hızla onu korumak için gerekenleri yapan anneler, 2Kızının öyküsünü anlama ve destek olmada yetersiz olan anneler. Bu grupta zihinsel ve/ bedensel yoğun
sorunları olan veya istismar çemberini bozmak için ilgili kaynaklara erişemeyen anneler, 3- Kızının öyküsünü yok
sayan ve/ eşinden ayrılma sürecine girmeyen anneler.
Yöntem:
İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Psikososyal Travma Programına cinsel istismar nedeni ile
başvuran 18 yaşından önce öz/ üvey baba tarafından cinsel olarak kötüye kullanılma deneyiminin bulunan
kadınlar alınmıştır. Aktarılan cinsel yakınlıkla ilgili bilgilerda kuşku olan vakalar çalışmadan dışlanmıştır. Konu
görüşülen ve farklı tutum sergileyen annelerden örneklerle feminist metodoloji çerçevesinde tartışılacaktır.
Annelerin cinsel istismarı öğrenme biçimi, ilk tepkileri, kendi eşleri olan istismarcı ile olan ilişkileri, aileiçi cinsel
istismar hakkındaki bilgileri ve cinsel ve sosyal özellikleri incelenmiştir.
Bulgular:
Cinsel saldırıyı öğrenen annelerinin olaydan haberdar olma zamanı, haberdar olma biçimi ve gösterdikleri tutum
ve çözüm için attıkları adımlar farklılık göstermekte idi. Bize kızlarıyla birlikte gelen anneler kızlarına inanan veya
olayı kapatmaya değil ne olduğunu değerlendirmeye açık olan anneler olduğu görüldü.
Cinsel istismarlı kızların tedavi veya rapor almak için diğer sağlık çalışanları tarafından yönlendirilen ama eşlik
etmeyen, tersine olayı kapatmaya çalışan annelerin de olduğu görüldü. Son yıllarda giderek artan sayıda kızın
adli rapor almaya gelebilir olması aile içi cinsel saldırı konusunda haberdarlığın ve hak arama bilincinin
gelişmesinin bir işareti olarak değerlendirilmektedir.
Sonuç:
Babadan kız çocuğa yönelik bir cinsel istismar durumunda ailenin diğer üyeleri gence inansın veya inanmasın,
cinsel istismarın açıklanması aile içinde daima bir kriz yaratmaktadır. Olayı öğrenen annelerin ruh sağlığının ciddi
etkilendiği ve onların da profesyonel psikososyal desteğe ihtiyaç olduğu görülmüştür. Kızlarının yanında hızla yer
alan annelerin sıklıkla kendi aile ve arkadaş çevresinden destekleyen kişiler bulunmakta idi. Annelerin kızlarına
koruyabilmeleri için önem taşıyan bu iki desteğin kullanılmasını etkileyen kolaylaştırıcı veya zorlaştırıcı faktörler
irdelenecektir.
Kaynaklar
123-
Herman JL (1995) Father- Daughter Incest. 11. Edition. Harvard University Press.
Johnson JT (1992) Mothers of Incest Survivors: Another Side of the Story. Indiana University Press
Yüksel Ş. 1992: İnsestin Tanınması & değerlendirilmesi Nöropsikiyatri Arşivi, 30, 352-7
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 44
Damgala(n)ma ve Psikiyatri: Deneyimler, Gelişmeler, Fırsatlar)
Ağaç Yaşken Eğilir: Tıp Fakültesi Öğrencileri İle Damgalama Karşıtı Deneyimler
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Yıldız
: Ayşen Esen Danacı
Toplumda kabul edilmiş değerlerle kişinin sahip olduğu nitelikler arasında bir uyuşmazlık olduğunda o kişiye karşı
bir stigma ortaya çıkar. Ülkemizde şizofreni hastalarına karşı bir damgalama ve belirli bir sosyal mesafe oluştuğu
gözlenmektedir. Sağlık personelinin ruhsal rahatsızlığı bulunan bireylere karşı olan tutumları, toplumun tutumuna
benzer hatta bazı çalışmalara göre daha olumsuzdur. Yapılan farklı çalışmalar şizofreniye yönelik önyargıların
birinci basamak hekimler arasında yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Hekimlerle ilgili bu bulgular dikkati tıp
fakültesi öğrencilerine yöneltmiştir. Akdede ve arkadaşlarının (2004) 159 tıp fakültesi birinci ve ikinci sınıf
öğrencisi ve 65 üniversite hazırlık sınıfı öğrencisi üzerinde yaptığı çalışmada şizofreni belirtileri gösteren bir olgu
öyküsü verilip bu olguya yönelik düşünceler ve tutumların saptanması amaçlanmıştır. Çalışmaya katılan gençlerin
örnek olgunun şizofreni tanısı aldıktan sonra, olumsuz düşünce ve tutum geliştirdikleri saptanmıştır. Bu durum
gençlerin en azından bir kısmında şizofreni sözcüğüne yönelik bir damgalama olduğunu göstermekte ve şizofreni
sözcüğü bile onları korkutmaktadır.
Arkar ve Ekeri’in (1997) psikiyatri eğitiminin etkinliğini araştıran çalışmalarında, 5.sınıf psikiyatri stajını
tamamlamış ve staj yapmamış grup arasında anlamlı bir değişim saptanmamıştır. Tıp fakültesi 1. Sınıf
öğrencileriyle 6. sınıf öğrencilerinin şizofreniye yönelik damgalama ve altında yatan tutum, inanç ve
davranışlarına ait duygu ve düşüncelerinin odak grup tartışmaları ile ortaya komayı amaçlayan bir başka
çalışmada ise tıp fakültesi öğrencilerinin de topluma benzer şekilde şizofreniyi değerlendirdikleri ve şizofreniye
ilişkin stigma taşıdıkları görülmüştür. Tıp fakültesi eğitim sürecinde öğrenciler daha çok teorik ağırlıklı bir eğitim
almaktadır. Pratik eğitimde ise öğrenciler genellikle şizofreninin alevlenme döneminde olan ve yatarak tedaviye
gereksinimi olan hastalarla karşılaşmaktadır.
Hekimler arasında şizofreniye karşı olumsuz tutumların yüksek olması büyük olasılıkla eğitimin niteliğiyle ilişkilidir.
Jaffe ve arkadaşlarının da (1979) belirttiği gibi hekimlerin şizofreniye karşı olumlu tutumlar geliştirmesinde teorik
eğitimin yeterli olmadığı, remisyon dönemindeki hastalarla birebir ilişkinin tutumları olumlu yönde değiştirmede
daha etkili ve kalıcı olacağı akla gelmektedir.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 44
Damgala(n)ma ve Psikiyatri: Deneyimler, Gelişmeler, Fırsatlar)
Damgala(N)Ma Karşıtı Mücadelemiz: Yeni Paradigmalar, Yeni Dersler
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Yıldız
: Haldun Soygür
Ruhsal hastalık tanısı konulan bireylerin tedavileri önündeki en önemli engellerden birisi damgalanmadır. Bu
bağlamda tüm dünyada damgalanma karşıtı mücadele psikiyatrinin öncelikli alanlarından sayılmaktadır. Özellikle
Dünya Psikiyatri Birliği tarafından 2006 yılında başlatılan damgalanma karşıtı mücadele, yeni deneyimler
kazanılmasına ve mevcut paradigmaların gözden geçirilmesine olanak tanımıştır. Ülkelerin gelişmişlik durumuna
göre damgalanmanın düzeyi, damgalanma karşıtı kampanyaların ne ölçüde başarıya ulaştığı, mücadelede
planlamadan çok eyleme duyulan gereksinim, kimin/kimlerin önderlik yapması gerektiği, hangi kitlelerin öncelikli
hedef niteliği taşıdığı tartışılan ana konular arasındadır.
Bu sunumda dünyada ve ülkemizde gerçekleştirilen damgalama karşıtı mücadele programlarından yola çıkılarak,
alandaki paradigma değişimleri gözden geçirilmiştir.
Kaynaklar
1.
2.
Arboleda-Flórez J, Stuart H (2012). From sin to science: fighting the stigmatization of mental illnesses.Can J
Psychiatry, 57(8):457-63.
Stuart H (2008) bBilding an evidence base for anti-stigma programming. Understanding the stigma of mental
illness. Theory and intervention kitabı içinde, Eeditörler J. Arboleda-Florez ve N.Sartorius, London, John Wiley and
Sons,ltd, s.135-145.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4
P 44
Damgala(n)ma ve Psikiyatri: Deneyimler, Gelişmeler, Fırsatlar)
İyileşmenin sonu: medikalizasyon ve damgalama
Oturum Başkanı
Panelist
: Mustafa Yıldız
: Kemal Kuşçu
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 45
Labaratuvardan İnsana Travmanın Nörobiyolojik Etkileri
İnsanlarda Ruhsal Travmanin Nörobiyolojik Etkileri
Oturum Başkanı
Panelist
: A. Tamer Aker
: Cem Cerit
Travmatik deneyim merkezi sinir sisteminde (MSS) yapısal değişikliklere yol açarak sonraki stressörlere verilecek
olan yanıtın da değişmesine neden olmaktadır. Travmanın etkisinin izlendiği başlıca beyin bölgesi limbik
sistemdir. Limbik sistem, başlıca görevi iç dengeyi (homeostasis) koruyacak şekilde dışsal uyaranlara cevabın
düzenlenmesi olan, bir grup beyin bölgesinin oluşturduğu bir ağ sistemidir.Travmatik olayla ilgili duyusal uyaranlar
ilk önce talamus tarafından algılanır. Talamus bütün duyusal girdilerin özelliklerine ve aciliyetine göre sıralandığı
(triaj) ve hangi özelleşmiş beyin bölgelerine hangi uyaranların aktarılacağının düzenlendiği bir geçiş kapısı gibi
işlev görmektedir.
Bu özelleşmiş beyin bölgelerinden birisi prefrontal kortekstir. Buraya gelen bilgiler gerekli ve uygun bilişsel ve
duygusal cevaplara dönüştürülmek için kullanılır. Prefrontal korteksin önemli bir görevi de gereksiz uyaranı
ayırabilmek ve bu tür uyarana cevabı önlemektir. Prefrontal korteksin bu rolü beyindeki bilgi akışı-cevap
döngüsündeki dengenin sağlanmasında önemlidir. Çalışmalar travmaya uğramış kişilerde prefrontal korteksin
hacminde ve işlevselliğinde azalma olduğunu göstermektedir. Travmatik deneyim, prefrontal korteksin amigdala
üzerindeki baskılayıcı etkisinin ortadan kalkmasına neden olmakta ve böylelikle duygusal cevabın düzenlenmesi
bozulmaktadır. Bu durumun Travma Sonrası Stres Bozukluğunda (TSSB) görülen artmış uyarılmışlık ve yeniden
yaşantılama grubundaki belirtilere neden olabileceği düşünülmektedir. Travmatik uyaranların talamustan iletildiği
bir diğer beyin bölgesi hipokampustur. Burada bu durum ile ilgili geçmiş yaşantıların oluşturduğu anılar ve
deneyimler değerlendirilir. Travmaya maruz kalan kişilerde hipokampus hacim ve işlevlerinin azaldığı
gösterilmiştir. TSSB’de görülen, travmatik deneyimin bir bölümünün ya da tamamının hatırlanamaması gibi
kaçınma/küntleşme grubundan bazı belirtiler hipokampüsteki bu işlev azalmasıyla ilgili olabilir. HipotalamusHipofiz-Adrenal (HHA) ekseni, travmatik olaya cevaben Kortikotropin Serbestleştirici Hormon (CRH) salınımını
sağlayan önemli bir endokrin sistemdir. Bu sistemin ürünü olan kortizolün etkilerinden birisi talamusun dış
uyaranlara karşı duyarlılaşmasıdır. Bu durum da artmış uyarılmışlık belirtilerinin nedenlerinden biri olabilir.
Kortizolün olayların duygusal yönüyle ilişkili anıların hatırlanmasını artırdığı ve uzun dönem hafızayı pekiştirdiği
bilgisinden hareketle, kortizolün gelecekte travmanın ipuçları ile karşılaşıldığında travmanın daha kolay hatırlanır
olmasına katkıda bulunduğu düşünülebilir. Dolaşımdaki kortizolün artması ters geri bildirim yoluyla üst merkezlere
iletilmekte ve bu eksenin etkinliği azalmaktadır. Uzun süreli ve şiddetli travmaya maruz kalanlarda bu geribildirim
mekanizması bozulmakta ve zamanla kortizolün aşırı baskılanması ortaya çıkmaktadır.Bu sunumda yukarıda bir
bölümü özetlenen ruhsal travmanın insanlardaki nörobiyolojik etkileri tartışılacaktır.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 45
Labaratuvardan İnsana Travmanın Nörobiyolojik Etkileri
Travmaya Yönelik Tedavilerin Nörobiyolojik Etkileri
Oturum Başkanı
Panelist
: A. Tamer Aker
: Gökçe Elif Sarıdoğan
Etiyolojik çalışmalar kronikleşen bir travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) epizodunun ortalama süresinin 7
yıldan uzun olduğunu göstermektedir. Diğer başka bozukluklarla komorbiditesi yüksek ve tedavisi zordur.
Çalışmalar bilişsel davranışçı tedavinin TSSB’deki etkinliğini vurgularken, herhangi bir farmakoterapötik ajanın
ana hat semptomlar üzerindeki etkinliğini destekleyebilecek kanıtların sayısı ve niteliği yetersizdir.
Farmakoterapilerde pratikteki birinci yaklaşım olan serotonin geri alım inhibitörleri ve venlafaksinin, güvenilirlik ve
tolerabilitelerini gösteren geniş bir veritabanı bulunmaktadır. Antipsikotikler, antikonvülzanlar, prazosin, MAO
inhibitörleri gibi diğer ajanlar psikotik özellikler görüldüğünde güçlendirme tedavisi, irritabilite, adrenerjik
inhibisyonun sağlanması gibi hedeflerle pratikte tedaviye eklenebilmektedir. Bununla birlikte tüm bu tedavilerin
semptomlara yönelik sağladığı iyileşmenin ardında TSSB ana hat semptomlarında yeterli düzeyde bir iyileşme
sağlamadıkları ve kullanımlarının yan etkileri dolayısıyla kısıtlandığı göz ardı edilmemelidir.
TSSB’de halen pratikte kullanılan farmakoteröpatik ajanların istenilen etkinliği sağlamaması yeni tedavi
hedeflerinin oluşmasına neden olmuştur. Yeni tedavilerin hedeflerini büyük oranda glukokortikoid agonizması ve
antagonizması , monoaminerjik sinyal, iyonotropik ve metabotropik glutamat reseptörleri, nöropeptidler, CRF
reseptör aktivasyonu, oksitosin ve kanabinoidler oluşturmaktadır. Etkinliği en net biçimde ortaya konulan tedavi
yönteminin ise Kognitif Davranışçı Terapiler (KDT), özellikle de uzun süreli alıştırma temelli tedaviler, olması
araştırmacılar arasında KDT’nin etkinliğini arttırabilecek farmakoteröpatik ajanlara karşı son yıllarda yönelen ilgiyi
arttırmıştır. Bu ilgi, öğrenme ve bellek süreçleriyle ilişkili beyin mekanizmalarını majör bir tedavi hedefi durumuna
getirmiştir.
Bu gibi ajanlar hayvan çalışmalarında korku koşullanmasından sonra gerçekleştirilen sönme
alıştırmaları aracılığıyla korkunun sönmesini güçlendirmek ve hızlandırmak temel prensibini kullanmaktadırlar.
Başka bir deyişle klinikte “öğrenme” yi güçlendirmek yoluyla alıştırma temelli tedavilerin etkilerini arttırmak
üzere kullanılmaları hedeflenmektedir. Bunların arasında en sık çalışılan ajan N-Metil-D-Aspartat reseptörünün
glisin bağlanma bölgesinin parsiyel agonisti olan D-sikloserindir. D-sikloserin’in TSSB’deki etkinliğini
değerlendiren çalışmalar sönme alıştırmaları ya da alıştırma temelli tedaviler eşliğinde kullanıldığı takdirde
korkunun sönmesini güçlendirdiğini göstermektedir. Ancak kullanım süresi, tedavi seansları arasındaki süre,
farklı TSSB modellerindeki etkinlik, farklı savunma davranışı parametreleri üzerinde zaman içerisindeki etkileri,
hedef popülasyon ve optimum uygulama süreleri gibi konulara yönelik sorular halen güncelliğini korumaktadır.
Bu sunumda TSSB tedavisinde halen kullanılmakta olan tedaviler ve gelecekte klinik kullanıma girmeye aday
tedavi seçeneklerinin neler olabileceği nörobiyolojik temeller çerçevesinde ele alınacaktır.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 45
Labaratuvardan İnsana Travmanın Nörobiyolojik Etkileri
Deney Hayvanlarında Psikolojik Travma Modelleri
Oturum Başkanı
Panelist
: A. Tamer Aker
: Oğuz Mutlu
Posttravmatik stres bozukluğu (PTSB) korku, çaresizlik veya dehşete maruz kalınması veya tanıklık edilmesi
sonucu oluşur. PTSB travma yaratan olayın yaşanmasından sonra, o olayın düşlerde ve günlük yaşamda tekrar
yaşanması, o olayı hatırlatan durumlardan kaçınmaya yol açan bir aşırı uyarılmışlık, kaygı ve kolayca irkilmeyi
içeren bir anksiyete bozukluğudur. PTSB hayvan modellerinden az bir kısmı strese bağlı oluşan patofizyolojik
cevabın biyolojik ve davranışsal özelliklerini içerir. PTSB ile ilgili insanda görülene benzer özellikler taşıyan
hayvan modellerinin geliştirilmesine ilgi artmaktadır. Hayvan modellerinin geliştirilmesi PTSB gibi stresle ilişkili
psikiyatrik bozukluklarda terapötik ve profilaktik tedavilerin çalışılmasında önemlidir. Bu amaçla kullanılan primer
travmatik hayvan modelleri şunlardır:
1-Predator (yırtıcı hayvan) stresi (Bu modelde, sıçanlar 5 dakika boyunca yeni ortamda kedi tarafından
korkutulurlar fakat kedi saldırması olmaz)
2-Sosyal bozgun modeli (Bu modelde, sıçanlar arka arkaya 5 gün, günde 10-60 dakika boyunca aynı veya farklı
bir türden daha agresif bir sıçana maruz bırakılırlar. İlk bozgundan sonra sıçan kafeste daha agresif sıçanı
görmekten ve kokusundan kaçınır)
3-Şok modeli (Bu modelde bir veya birkaç gün (2-5), bir uzun (10s-3 dakika) veya birkaç kısa şok (1-10 kere, 16s) hayvanın kuyruğuna ızgara zeminden verilir)
4-Kısıtlama ve kuyruk-şok modeli (Bu modelde, sıçan kısıtlanır ve kuyruğuna 3 ardışık gün boyunca rastgele 2
saat şok verilir)
5-Seri uzamış devam eden stres modeli (Seri devam eden stres modelinde, sıçanlar sıralı olarak 2 saat boyunca
kısıtlanır, 20 dakika yüzdürülür ve bilinç kaybı oluşana kadar eter koklatılır)
6- Farklı türler (genleri silinmiş hayvanlar)
Hoşa gitmeyen deneyimlerin duyusal ve sağlıkla ilişkili sonuçları sıklıkla daha kötüdür ve organizma hoşa
gitmeyen olay üzerinde kontrole sahip değildir. Bu nedenle kronik kontrol edilemeyen stres (öğrenilmiş çaresizlik)
travmatik stresin ve depresif hastalığın hayvan modelidir. Esasen, kronik kontrol edilemeyen stres hayvanlarda
depresif hastalıkta görülene benzer şekilde ve yine anksiyete semptomları ile ilişkili davranışsal, endokrin, immün
ve nörotransmitter bozukluklara neden olur. PTSB, etiyolojik ve bazı özellikleri bakımından depresif hastalığa
benzediğinden, öğrenilmiş çaresizlik paradigmasından modifiye edilmiş PTSB hayvan modeli, PTSB’nin
semptomlarını iyi bir şekilde taklit eder.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5
P 45
Labaratuvardan İnsana Travmanın Nörobiyolojik Etkileri
Travma Nörobiyolojisinde Temel ve Preklinik Çalışmalar
Oturum Başkanı
Panelist
: A. Tamer Aker
: Zafer Gören
Travma sonrası stress bozukluğu (TSSB) kişide travma yaratan önemli bir olay sonrası ortaya çıkan ve kişinin
travmayı hatırlatan uyaranlar ile karşılaşmaktan kaçınması veya aşırı uyarılma haline girmesi, travmatik olayı
“flashback”ler aracılığı ile yeniden yaşaması şeklinde görülür. Ülkemizde de deprem, sel, terör saldırıları gibi
çeşitli felaketler sıklıkla görülebilmekte olduğundan hastalığın fizyopataolojisinin ararştırılması ülkemize büyük
faydalar sağlayacaktır. Bu mekanizmaların aydınlatılması, şüphesiz yeni tedavi alternatiflerinin geliştirilmesine de
yol açacaktır.
Hastalığın fizyopatalojisinde yer alan beyin bölgelerinin başında hipokampüs gelmektedir. Anatomik çalışmalar
ile hipokampusun, bilişin entegrasyonu, nörokimyasal ve nörohormonal cevap oluşumunda beynin önemli bir
bölgesi olduğu gösterilmiştir. Glukokortikoidler, GABA, asetil kolin, serotonin, glutamat ve katekolaminler
hipokampusun önemli transmitterleri arasında yer almaktadır. Nörokimyasal çalışmalar, hipokampal kolinerjik
sistemin anksiyete ve hafızanın entegrasyonunda önemli olduğunu göstermiştir. Hipokampusta asetilkolin
salınımı duygu ve bilişin düzlenmesini sağlamaktadır. Özellikle stress ve otonomik fonksiyonların ilişkisinin
kesiştiği bir başka beyin bölgesi de amigdaloid komplekstir. Özellikle TSSB'nin ortaya çıkmasında rolü olan beyin
bölgelerinde moleküler değişikliklerin ortaya konulması önem kazanmaktadır. Muskarinik reseptörlerin bir
anksiyete bozukluğu olan TSSB ile ilişkisi olması muhtemeldir.
Genetik klonlama çalışmaları 5 farklı tip muskarinik reseptör alttipi olduğunu göstermiştir. Muskarinik reseptörlerin
M1 alt tipi hipokampus ve ön beyinde yaygın dağılıma sahiptir. Özellikle öğrenme ve hafıza açısından önemli
rolleri olan M1 reseptörlerinin, bir öğrenme sürecini de içinde barındıran TSSB'nin fizyopatolojisine katılması
olasıdır. Presinaptik yerleşime sahip M2 reseptör alt tipi ise beyin kökünde ve serebellumda yaygın olarak
bulunmaktadır. Beyinde bol miktarda bulunan M1 ve M2 reseptör alt tiplerinin tersine M3 reseptör alt tipi daha az
bulunmaktadır. M4 reseptörleri merkezi dopaminerjik yanıtların düzenlenmesinde önemli rol oynarken, iğcik
nöronlarda, hipokampal ve kortikal bölge liflerinde, striatum ve olfaktör tüberkülde bulunmaktadır. M5 reseptör alt
tipi ise substantia nigradan ve striatumdan dopamin salınımını düzenlemektedir. Daha önce yapılmış
çalışmalarda, M1 reseptor antagonisti pirenzepinin sistemik uygulanması ile anksiyete belirtilerinin azaldığı
gösterilmiştir (Wall ve ark., 2001; Degroot ve Nomikos, 2005). M4 knock-out (reseptörlerinin geni silinmiş)
farelerde uzun dönemli hafıza etkilenmeden anksiyoliz gözlenmiş, fakat M2 knock-out farelerde bir farklılık
görülmemiştir (Degroot ve Nomikos, 2006). M4 knock-out farelerin hipokampal asetilkolin salınımı da yüksek
bulunmuştur (Tzavara ve ark., 2003). Majör depresif veya bipolar hastalarda yapılan plasebo kontrollü, çapraz
tasarımlı bir çalışmada da muskarinik reseptör antagonisti olan skopolamin ile güçlü ve hızlı bir antidepresan etki
elde edilebildiği gösterilmiştir. Skopolaminin bu etkisi, özellikle kadınlarda erkeklere göre daha fazla olduğu
belirtilmiştir (Furey ve ark.,2010).
TSSB deneysel modelleri olarak genellikle saldırgan hayvanla ilişkili kokularla indüklenen kullanılmaktadır. Bu
modellerden elde edilmiş çeşitli sonuçlar TSSB'ye ışık tutmaktadır. TSSB olan insanlarda çeşitli görüntüleme
çalışmaları yapılarak beyindeki değişimler gösterilmeye çalışılmış ve belirli bölgelerin hacimlerinde değişiklikler
olduğu ortaya konulmuştur. Sıçanlarda yapılan çalışmalarda da apoptoz göstergesi olan b hücresi
lenfoma/lösemi-2 (bcl-2) onkojenleri bu deneysel modellerde araştırılmaya başlanmıştır. Proapoptotik ve
antiapoptotik faktörlerin arasındaki dengeyi etkilemek suretiyle de hastalığın ortaya çıkmasının engellenmesi de
yeni araştırmaların konusu olmuştur.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 6
P 46
Dede Freud'dan Torun Freud'a Beden
Çirkini Satan Adam: Lucian Freud “İçinden doğru sevdim seni”
Oturum Başkanı
Panelist
: Nilgün Taşkıntuna
: Ayşegül Sütçü
Lucian Freud, yaşarken resimleri en pahalıya satılan, en pahalı tablosu bir divana uzanmış uyuyan şişman ve
yaşlı bir kadını resmettiği “Benefits Supervisor Sleeping” olan ve yaşayan en iyi ressam olarak tanımlanan
ressam önceki yaz öldü. Psikanalizin babası olarak tanımlanan Sigmund Freud'un torunuydu. Dedesinin,
resminde hiç etkisi olmadığını söylese de her iki Freud'un da temel ilgi alanı insandı ve her ikisi de insanı
derinlemesine gözlemleyerek ve en mahrem gerçeklerine özenle ulaşarak çalışıyordu. Dede Freud keşfettiği
insanı vaka sunumları olarak ayrıntıyla anlatırken, torun Freud ulaştığı sırları tüm çıplaklığıyla tuvalinde
sergiliyordu.
Lucian Freud'un resimlerinde dikkati çeken iki ana öğe kıvrımları, pürüzleri, kırışıklıkları ve tüm ayrıntısıyla
gerçekçi bir yaklaşımla ortaya konan deri ve cinselliktir. Resimleri çok kez pornografik bulunarak en modern sergi
salonlarında bile sergilenmemiş olmakla birlikte en pahalı ressam olarak anılmasına neden olan eşsiz bir beğeni
de kazanmıştır.
Bu sunumda Lucian Freud'un resimlerindeki iki temel öğe olan deri ve cinsellik ana başlıklar olacak, her iki
kavrama psikanalitik düşünme ile yeniden bakılarak üçüncü bir kavrama, resmi izleyende oluşan duyguya ve bu
duygunun izleyicideki kökenlerine yaklaşılmaya çalışılacaktır.
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 6
P 46
Dede Freud'dan Torun Freud'a Beden
Önce beden vardı
Oturum Başkanı
Panelist
: Nilgün Taşkıntuna
: Cem Kaptanoğlu
12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 6
P 46
Dede Freud'dan Torun Freud'a Beden
Bedeni Zihninde Tutan Nöropsikanaliz: İkilikten Birliğe Doğru…
Oturum Başkanı
Panelist
: Nilgün Taşkıntuna
: Gamze Özçürümez
Psikanaliz, kurucusu Sigmund Freud tarafından 1922’de yapılan tanıma uygun olarak “diğer yöntemlerle
ulaşılamayan zihinsel süreçleri araştırmada kullanılan bir yöntem, bu araştırmayı temel alarak ruhsal hastalıkların
tedavisinde kullanılan bir teknik ve bu yolla elde edilen ruhsallıkla ilgili kavramlardan oluşan ve bir bilimsel disiplin
oluşturan bilgi birikimi”dir (1). Psikanalizin gelişimi, Freud’un ortaya koyduğu ilkeler ışığında yüzyılı aşkın bir
süredir devam etmektedir. Freud yirminci yüzyılın başında, psikiyatri araştırmaları için yeni bir yöntem sunmuştur;
bu yöntemin temellerini serbest çağrışım, aktarım ve yorum oluşturmaktadır. Bu teknikler yalnız psikanalizin değil
psikanalizden türetilen psikanalitik psikoterapilerin de temel araçlarıdır. Psikanaliz sayesinde psikiyatrlar, dikkatle
ve daha önce kimsenin kulak vermediği yeni bir biçimde hastalarını dinlemeyi öğrenmişlerdir. Freud aynı
zamanda yorum için bir şema oluşturarak başka türlü ilgisiz veya tutarsız gibi görünecek çağrışımların anlaşılır
hale gelmesini sağlamıştır. Hastalarını “dinleyen” psikanalistlerin ve analitik durumdan yola çıkarak çeşitli fikirleri
sınayan gözlemsel çalışmaların insanı anlamada psikiyatri ve çocuk gelişimi alanlarına sağladıkları özgün katkılar
tartışılmaz boyuttadır. Takipçileri psikanalizi geliştirmeye devam etmişler, günümüze gelindiğinde tıptan
insanbilimlerinin hemen tümüne ve sanatsal yaratıcılık alanlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede bilimsel bilgi
birikimi sağlamışlardır.
Freud ve kuramı, şiddeti zaman zaman artan ve azalan değişik eleştirilere hedef olmuştur. Talat Parman,
Psikanaliz Yazıları’nın “Psikanaliz ve Düşüncenin Gelişimi” sayısında yer alan sunuş yazısında psikanalize
yöneltilen eleştirilerden şöyle bahseder (2): “Psikanalize yöneltilen eleştirilerden bir bölümü onun ‘eskiliği’
üzerinedir. Kimileri 19. Yüzyılda insanı anlamak için ortaya atılmış bir kuramın 21. Yüzyılda hâlâ geçerli
olamayacağı düşüncesindedir. Oysa insanı anlamak çabasındaki birçok felsefî yaklaşımın, yüzyıllar geçtikten
sonra hâlâ geçerli olduğunu ve çağdaş düşünce akımlarına yön verdiğini görüyoruz. Psikanaliz onlar arasında
genç bile sayılabilir ve insanı anlamak çabasında hâlâ geçerli olması yadırganmamalıdır. Öte yandan ortaya
çıkışından bu yana, yani yüzyıllık süre içinde kendini yenilemeyi bilmiş, gelişim göstermiş ve zenginleşmiştir…
Sağlam bir temel üzerine yeni ve farklı yapıların oluşumunu sağlamıştır”. Aynı sayıda, Levent Kayaalp, bu
eleştirilere ahlakçı kaygılardan güç alır görünen ve psikanalitik kuramın cinsellik boyutunu bir skandal olarak ön
plana çıkartan ahlakçı yaklaşımı, daha sonra ise bu yaklaşımın yerini alan bu kez kuramı bilimsel bulmayan
bilimci akımları ekler.
Gerekçeleri farklı olsa da tüm bu eleştirel yaklaşımların altında, bilinçdışının varlığının ortaya konmasının yarattığı
“benliğin kendi evinin efendisi olmaması” duygusuna bağlı narsisistik yaralanmanın yatıyor olmasının kuvvetle
muhtemel olduğunu vurgular (3).
Beyin-zihin ilişkisi çağlar boyu felsefecileri meşgul etti ve hala da tartışma konusu olmaya devam ediyor.
Psikiyatrik söylevde sıklıkla “beyin” ve “zihin”den iki ayrı varlıkmış gibi bahsedildiği izlenmekte. Oysa postKartezyen dönemdeki çoğu psikiyatr zihni beynin bir etkinliği olarak kabul etmektedir. Çağdaş psikiyatrik
tartışmalarda bu terimlerin ısrarla ayrı olarak kullanılmaya devam edilmesi -zihne ve beyne yapılan bu farklı
atıflar- hastalar ve tedavileri için de aynı ayrımlaştırıcı düşünme biçiminin uygulandığına işaret etmektedir.
Örneğin Cloninger “biyomedikal” ve “psikososyal” olmak üzere iki farklı paradigmadan söz etmektedir ve
birbirinden ayrı modeller olarak yapılandırılan bu bölme psikiyatri üzerinde tıkayıcı bir etki yaratmaktadır. Gençevre, ilaç tedavisi-psikoterapi ve biyolojik-psikososyal biçimindeki kutuplaştırma çoğunlukla bu “beyin”-“zihin”
ikiliği kapsamında yer almaktadır. Gerçekte tüm ruhsal bozukluklar genetik yatkınlıkla çevresel etkilerin karmaşık
bir bileşenidir. İnsan davranışını şekillendirmekte, gen ve çevre birbirinden ayrıştırılamaz biçimde iç içedir. Son
yıllarda genetik araştırmaların açıklığa kavuşturduğu epigenetik mekanizmalar sayesinde, deneyimin özellikle
erken gelişimsel çağda bazı genlerin transkripsiyonel işlevini açtığı, bazılarınınkini ise kapattığı kanıtlanmıştır.
Benzer biçimde, travmatik olaylar gibi psikososyal zorlayıcılar beynin işlevselliğini değiştiren biyolojik türde
etkilere sahiptirler. Bu çerçevede psikanalitik kuramın, erken bebeklik döneminde birinci öteki ile yaşanan
deneyime; bu deneyimlerin yaşamın ileriki dönemlerindeki belirleyiciliğine; gelişim evrelerine ve savunma
düzeneklerine olan etkilerine getirdiği açıklamalar ile epigenetik gibi “biyolojik” mekanizmalar arasındaki bütüncül
bağ açıktır. Yine bu noktadan hareketle hastayı tedavi ederken biyolojik ve psikososyal kavramları birbirinden
ayırmak ciddi güçlükler yaratabilir. Gabbard’ın “Zihin, Beyin ve Kişilik Bozuklukları” başlıklı makalesinde yer
verdiği bu uyarılar, hem psikanaliz ve psikoterapilerin hem de psikiyatrinin ve sinirbilimin geleceği açısından son
derece önemlidir (4). Gabbard görüşlerini şu hatırlatma ile tamamlar: “Psikoterapiyi yalnız ‘psikolojik temelli
bozuklukların’ tedavisi, ilaçları ise yalnız ‘biyolojik veya beyin-temelli bozuklukların’ tedavisi olarak düşünmek
aldatıcı bir ayrımdır”.
Bir psikanalist ve sinirbilimci olan nöropsikanalizin kurucularından Mark Solms, zihinsel yaşama öznel yaklaşım
(psikanaliz) ile nesnel yaklaşımın (sinirbilim) yollarının yaklaşık yüzyıl önce birbirinden ayrıldığını ve Freud’un
‘Histeri Üzerine İncelemeler’ ile ‘Düşlerin Yorumu’ yapıtlarının bu ayrılığın kilometre taşları olarak kabul
edilebileceğini belirtir (5). Genelde sinirbilimciler psikanaliz ve bağlantılı disiplinleri “bilimdışı” olarak görmüşlerdir
(öznellik bilimi nasıl bilimsel olabilir ki?). Psikoterapistlerse sinirbilimlerini öznel varoluşu neredeyse tamamen
dışlayacak kadar indirgemeci bulmuşlardır. İki yaklaşım arasındaki temel çatışma beynin diğer tüm organlar gibi
hücrelerden oluşan bir doku olmasına rağmen onu hepsinden ayıran özel ve gizemli bir niteliğe sahip olmasıdır:
Beyin zihnin oturduğu yerdir ve tam şu anda dünyadaki kendimiz oluşumuzla ilgili hislerimizi üretir. Bunun nasıl
olduğunu -maddenin nasıl zihin haline geldiğini- anlamaya çalışmak zihin-beden sorunu olarak adlandırılır. Freud
yüzyıldan daha uzun bir süre önce zihinsel yapının köklerinin bedende ve onun dürtüsel dayatmalarında
bulunduğunu öne sürerek beden ve zihnin bütünlüğünü savunmuştu. Aynı zamanda, zihinsel yaşamımızın büyük
bir bölümünün bilinçsiz olarak (unconsciously) çalıştığını ve bilincin yalnızca zihnin bir bölümünün bir niteliği
olduğunu söyleyen ilk kişiydi. O dönemde tıp bilimlerinde bu düşünceyi savunmak son derece tartışmalıydı.
Bugün ise çoğu zihinsel işlevin bilinçsizce çalıştığı anlayışı bilişsel sinirbilimde geniş kabul görmektedir. Böylece
Freud'un en temel buluşlarından biri çağdaş bilimin ana akımına katılmıştır. Psikanaliz ile sinirbilim arasındaki
tarihsel bölünmeyi gidermenin veya çatlağı onarmanın bir yolunu bulmak her iki alana sağlayacak kazanımlar
hayal edilince heyecan vericidir. İnsan öznelliğinin karmaşıklığıyla yeni yeni uğraşan sinirbilimcilerin yüz yıllık
psikanalitik sorgulamadan öğrenecek çok şeyleri vardır; psikoterapistler açısından ise sinirbilimlerindeki görgül
(ampirik) ilerlemelerden yararlanmak büyük bir fırsattır. Sunumda, beden ile zihin arasında köprü kuran psikanaliz
ile bu köprüyü sinirbilimlerin nesnel yöntemlerini kullanarak pekiştirmeyi hedefleyen nöropsikanalizin katkıları
aktarılacaktır.
Hakan Atalay'a cömertçe paylaştığı bilgi birikimi için çok teşekkür ederim.
Kaynaklar
1.Talat Parman. Psikanaliz. Psikanalitik Psikoterapiler: Temel Kavramlar, Kuramlar ve Yöntemler, Ed. A.A. Köşkdere, A.G.
Küey, M. Özmen, T. Parman, N. Taşkıntuna, R. Tükel, Türkiye Psikiyatri Derneği Yayınları, Ekim 2011, Ankara, s. 15.
2. Parman T. Sunuş. Psikanaliz Yazıları, Sonbahar 2006, Sayı 13:5-8.
3. Kayaalp L. Önsöz. Psikanaliz Yazıları, Sonbahar 2006, Sayı 13:11-12.
4. Gabbard GO. Mind, brain, and personality disorders. American Journal of Psychiatry 2005;162:648-655.
5. Mark Solms, Oliver Turnbull. The brain and the inner world: An introduction to the neuroscience of subjective experience.
Other Press, New York, 2002.
13 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 47
Edebiyat ve Psikanaliz
Bir aile aşkının düzeltilmiş el yazmaları ya da roman
Oturum Başkanı
Panelist
: Cem Kaptanoğlu
: Agâh Aydın
13 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 47
Edebiyat ve Psikanaliz
Psikanalist Shakespeare
Oturum Başkanı
Panelist
: Cem Kaptanoğlu
: Gamze Özçürümez
Harold Bloom, “Shakespeare: İnsanın Keşfi” kitabında iç dünyayı, duyguları ve zihinsel işleyişi ilk tanımlayanın
Shakespeare olduğunu öne sürer (1). Shakespeare, Stephen Greenblatt tarafından “stratejik opaklık” olarak
adlandırılan bir sahneleme tekniği kullanır: Karakterler oyunun kendi kendine konuşma bölümlerinde, daha önce
hiç düşünmedikleri, kendilerine tuhaf, şaşırtıcı gelen sözler söylerler (2). Derin düşüncelere dalmış bir şekilde
daha önce söylemiş olduklarından hayli ilgisiz gibi görünen cümlelerle konuşmalarını sürdürmeleri, bu kişilerin
‘serbest çağrışım’ yaptıklarını düşündürür. Analizin temel tekniği ile karakterlerin iç dünyalarını ortaya koymak için
Shakespeare’in kullandığı sahneleme tekniği arasında bir fark yoktur; her ikisi de ilk bakışta anlaşılmaz gibi
görünen insan davranışının kökenindeki içsel dinamikleri açığa çıkartır. Karakterleri dinledikçe/okudukça neden
Iago’nun hesaplı kötülükler peşine düştüğü, neden Lear’ın kızlarından sevgilerini sözleriyle kanıtlamalarını istediği
bir yarışma düzenleyerek krallığını bölüştürdüğü ve neden Hamlet’in intikamını sürekli ertelediği aydınlanır.
Shakespeare, bilişsel keskinliği, dile dökme becerisi ve buluş gücü ile edebiyat tarihinde bu kadar farklı kendiliği,
sözcüklerden oluşan bu kadar çok kişiliği yaratan yegâne sanatçıdır. Yirmibirinci yüzyılda bizlere tuhaf geliyor
olsa da, I. perdenin II. sahnesinde Hamlet’in ‘içinde saklı bir yan’ olduğunu annesine anlatması oldukça
devrimcidir (3). Saklı/Gizli kendilik düşüncesi, on altıncı yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlayan bir
kavramdır; ‘kendilik’ (self) terimiyle ise henüz tanışılmıştır. Shakespeare, gün ışığına yeni yeni çıkmakta olan bu
saklı kendiliği betimlemede ustadır: İçsel kendiliklerini bulup geliştirme ihtiyacında olan kişilerin; Nietzcsche’nin
Hamlet’i gibi fazla düşünmeyen ama fazlaca iyi düşünenlerin kaygısı, Lear gibi toplumsal kimliğini kaybeden, saklı
kendiliğini bulmak için de hiçbir yolu kalmayan kişilerin çılgınlığı, yani ‘insanlık halleri’dir somutlaştırdığı.
Sokrat ve Platon’dan Kant’a, Kierkegaard’a ve Nietzsche’ye felsefeciler, insanın kendisine şeffaf olmadığını,
zihnimizde olup bitenlerin çoğunun bilinçdışı olduğunu vurgulamışlardır ancak asıl mesele bu durumun en temel
uğraşlarımıza ve özgürlüğümüze nasıl etki ettiğini anlamaktır. Freud yaşamını bu meseleyi çözmeye; görünenin
altında yatan görünmeyeni açığa çıkarmaya, bu gizli kendiliği araştırmak ve anlamak için bir yöntem geliştirmeye
adar. İlginç olan, genelin aksine, Freud’un söz konusu çabasında arkasına aldığı belli bir felsefe okulu olmayışıdır
(4). Jung bu durumu, biraz hayranlık, biraz eleştiri, biraz da şaşkınlıkla tesbit eder: “Benim arkamda Kant var,
arkamı sistematik felsefe olarak Kant’a dayadım. Ama Freud’un arkasında hiçbir felsefe okulu yoktur.” Psikanalizi
kurarken dayanak noktalarından biri yazarlar ve sanatçılardır. Çalışmalarında, Shakespeare önde gelmek üzere
Goethe, Heine, Thomas Mann, Dostoyevski, Eski Yunan filozofları ve tabii ünlü Oedipus trajedisinin yazarı
Sofokles belirleyici etkiye sahiptirler. Psikanalizle ilgili ilk büyük eseri olan ‘Düşlerin Yorumu’nu babasının
ölümünden sonra yazmaya başlayan Freud’un 31 Mayıs 1897 notlarında, ilk kez Oidipus kompleksi açık bir
şekilde gündeme gelir. Burada, çocukların ana babalarına duydukları düşmanca duyguları kendisinde de fark
ettiğini, hatta bunu düşünde gördüğünü, buradan babasına karşı duyduğu hüznü açıklama olanağını
bulabileceğini; bunun daha çocuk yaştayken Jacob Freud’u öldürmek isteyip, annesiyle birlikte olmak
düşüncelerinden kaynaklandığını kendisinde tesbit ettiğini söyler. Bu noktada bir karar vermek durumundadır ve
çok sıkıntılıdır. Bunları yazsın mı, yazmasın mı, söylesin mi, söylemesin mi? Kendisine mitoloji ve Goethe yardım
eder. Delfi Tapınağı Kâhini’nin 2500 yıl önce önerdiği “Kendini tanı” uyarısını ve “Çıplak hakikat, getirmesi olası
felaketlere rağmen, ihtişamın doruk noktası olarak görülür.” özdeyişini anımsar ve hemen ardından, Goethe’nin
“Bir dahinin ilk ve son istemi hakikat aşkı olmalıdır.” dizesini bir kere daha kendi kendine yüksek sesle söyleyip,
hissettiklerini, düşündüklerini yazmaya başlar. İnsanın, kendi ruhsal dünyasını anlamadan başkalarını anlamaya
çalışmasının olanaksız olduğunu bilmektedir (4).
Edebiyatın ve sanatın Freud üzerindeki etkisi en çok Shakespeare ile cisimleşir; Sekiz yaşında okumaya
başladığı ve ezbere öğrendiği Shakespeare’den yaşamı boyunca ilham alır. Bir anlamda, psikanalize giden yol
Shakespeare’in iç dünyasından geçer. Klinik ve kuramsal çalışmalarının veya yazışmalarının hemen hepsinde
Shakespeare’e yaptığı atıflarla ve O’ndan alıntılarla karşılaşmak mümkündür. Freud’un yine Shakespeare’den
alıntılayarak söylediği bu söz, arkasına edebiyatı almasındaki güdüyü özetler: “Yaratıcı yazarlar değerli
müttefiklerdir ve keşifleri ödüllendirilmelidir çünkü yer ile gök arasında henüz bizim düşüncelerimizin hayal bile
edemediği pek çok şeyi bilme eğilimindedirler.” Sunumda, Shakespeare’in psikanalize sağladığı katkı
aktarılacaktır. Bu katkının önemi, Freud’un arkadaşı Fliess’e üzerinde yeni çalışmaya başladığı Oedipus kuramını
anlattığı 15 Ekim 1897 tarihli mektubundan da sezilebilir (5): “Kendi kendine dürüst olmak iyi bir yöntemdir.
Aklıma, genel değeri olan tek bir düşünce geldi. Anneye âşık olmayı ve babayı kıskanmayı kendimde de buldum.
Bunu erken çocukluk için genel bir olay olarak kabul ediyorum... Aynı şeyin Hamlet’in hikâyesinin temelinde de
olup olmadığı öylesine aklımdan geçti. Shakespeare’in bilinçli bir niyeti olduğunu düşünmüyorum. Tersine içindeki
bilinçdışının, kahramanının bilinçdışını anlatması için kendisine bu dramı yazdırdığına inanıyorum. Hamlet,
‘Vicdan hepimizi korkak yapıyor’ sözünü nasıl da gerçekleştiriyor? Sarayındaki insanları hiç düşünmeden ölüme
gönderen ve Leartes’i hiç çekinmeden aceleyle öldüren kendisi, amcasının babasını öldürmesinin intikamını
almakta nasıl bu kadar kararsız kalır? Annesine olan tutkusu yüzünden babasına karşı aynı eylemi yapmak
istemiş olmasının karanlık anısı ona eziyet ederken daha iyisini nasıl yapabilirdi ve hepimize hakkıyla
davranılacak olsa kırbaç yemekten hangimiz kurtuluruz? Hamlet’in bilinci, onun bilinçdışındaki suçluluğun
bilincidir.”
Kaynaklar
1. Harold Bloom. Shakespeare: The Invention Of The Human. Riverhead Books, Birinci Basım, 1999.
2. Stephen Greenblatt. Will In The World: How Shakespeare Became Shakespeare. W.W. Norton&Company, Birinci Basım,
2004.
3. William Shakespeare, Julius Caesar. Çev. Bülent Bozkurt. Remzi Kitabevi, Dördüncü Basım, 2002.
4. Serol Teber. Bilimsel Bir Peri Masalı. Okuyan Us Yayınları, Ocak 2004.
5. Peter Gay. The Freud Reader. W.W. Norton&Company, 1995.
13 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1
P 47
Edebiyat ve Psikanaliz
Dalgalar Arasında Bir Deniz Feneri : Virginia Woolf
Oturum Başkanı
Panelist
: Cem Kaptanoğlu
: Umut Mert Aksoy
Antik Çağ’dan günümüze delilik ile dâhilik arasında bir bağlantı kurulmuştur. Halk destanlarında,folklor ve
edebiyatta bu bağlantı bilinçli ve bilinçdışı olarak ifâde bulmuştur.(Aksoy 2011) .20. yy İngiliz edebiyatının en
önemli figürlerinden biri olan Virginia Woolf yalnız yazarlığı ile değil yazınındaki psikolojik öğeler ve kendi
yaşamındaki bunalımları ve nihayetinde intiharla sonlandırdığı yaşamı dolayısıyla yoğun incelemelere konu
olmuştur.
Edebiyat düşkünü despot bir baba ile büyüyen muhafazakar İngiliz toplumunda okumasına izin verilmediği için
kütüphanede zaman geçiren Woolf kendi kişiliğinin ayrıksı yönlerini roman karakterlerine taşımıştır. Baş romanı
olarak kabul edilebilecek “ Ms. Dolloway ‘de romanın baş karakterlerini biri “deli” olan erkek ve diğeri kadın iki
kişi arasında bölüştürmüştür. Aslında bu iki kişi kendisinden oluşmaktadır ve romanın duyarlı hasas ve travmaya
maruz kalmış erkek karakteri Virginia Woolf’un kendisi gibi intihar ederek yaşamına son vermiştir. Bu romandaki
intihar ile Woolf belki kendi “eril” yönlerini ve “deli “ yönlerini yok etmek istemişti.
Virginia Woolf’un yaşam ile ölüm arasında durduğu o ince çizgide ölüm özlemi ile edebiyata
sarılmıştır.Romanında sıkça Shakespear’in Othello’sundan alınan şu dizelere yer vermiştir.:
Şimdi ölmek Şimdi çok mutlu olabilmektir.”
Bir yazarın çelişkileri, bunalımları ve kişiliğinin tüm yönlerini bir sunumda kapsamak elbette mümkün değildir,
ancak bu sunumda Virginia Woolf’un “virgin “ kişiliği , eşi ile kurduğu ilişki, çocuklara ve evliliğe bakışı, cinselliğe
ve kadın erkek ilişkilerine olan bakışı her şeyden önce tüm bunların yazarın eserlerine olan yansıması ele
alıncaktır.
1900 ‘lü yılların başında İngiliz toplumu, her iki savaş ve arasında yaşananlar , tüm trajedinin ortasında baş
edilmeye çalışılan ve üstesinden gelinemeyen “manik –depresif “ hastalık…
Virginia Woolf 28 Mart 1941’de ceplerine doldurduğu taşlarla Ouse ırmağında intihar ederek yaşamına son
vermiştir.Yaşamı boyunca dalgalar ile boğuşarak delilik ve deha arasındaki ince sınırda bir deniz feneri gibi….
Kaynaklar
1)
2)
3)
4)
5)
Aksoy U.M. Deli-dahi: Bipolar Bozukluk ve yaratıcılık ilişkisine eleştirel bir bakış. Yeni Symposium Ekim
2011 Cilt 49 Sayı :4 233-236
Orr WD (2004) Virginia Woolf’s Illnesses. Clemson University Digital Press,2004
Urgan Mina “Virginia Woolf “Yapı Kredi yayınları 2008
Özbaş F.”Mrs Dalloway Virginia woolf ‘un romanında delilik ve normalliğin ince sınırı “ Dokuz Eylül
Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Dergisi 2001 Sayı: 13Yayınlandığı Sayfalar: 75-80
Dally Peter “The marriage of heaven and hell, Manic Depression and the life of Virginia Woolf “ First edition
St.Martin’s Press New YorkNovember 1999
13 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2
P 48
Psikiyatride Nöromodulasyon Teknikleri
Transkranyal Doğru Akım Uyarımı ( TDCS)
Oturum Başkanı
Panelist
: Hüsnü Ekrem
: Gökben Hızlısayar
TDCS beyni fokal olarak uyarmanın en basit yöntemlerinden birisidir. 1880’lerden itibaren, beyinde ya da kast
Download