İslami Kimligi Korumak.indd - Ali Rıza DEMİRCAN | İlahiyatçı | Yazar

advertisement
Ali Rıza Demircan
Rize ilinin Sütlüce köyünden Faik-Hamdiye Demircan’dan doğma Ali Rıza Demircan
1945’de İstanbul’da Kasımpaşa’da doğdu. Mahkeme kararıyla 1947’li olarak Rize nüfûsuna
yazıldı. İlk okulu okul dışından bitirdi. Kur’an Hafızı oldu ve bir süre de özel olarak Arabça, Tefsir ve Hadîs öğrenimi gördü. Birinci devresini okul dışından verdiği İstanbul İmamHatip Lisesini 1969 yılında birincilikle bitirdi. Aynı yıl birincilikle girdiği İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi)nden pekiyi dereceyle mezun oldu.
1976-1978 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezi’nde İhtisas
yaptı.
1970 yılında Süleymaniye Camîi Hatibliğine, bir yıl sonra Hatiblik kaldırıldığı için de
İmam-Hatibliğine tayin edildi. Bu camide oniki yıl görev yaptı.
Kitabları ve konferansları sebebiyle T.C. Kanununun 163. maddesini ihlâlden yedi defa
Ağır Ceza ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılandı.
Hutbe, Va’z, Seminer, Konferans, Radyo ve Televizyon konuşmaları ile ülke genelinde tanınan bir ilâhiyatçı olan yazarın basılmış eserleri şunlardır:
1. Süleymaniye Minberinden İslâm Nizamı (Üç cild)
2. İslâmî Kimliğimizi Korumak (İslâm’da Batıla Benzemenin Hükmü)
3. Allah’ın Resûlü’nden Hayat Dersleri (Allah’ın Resûlü’nden Hayat Düstûrları)
4. İslâm’a Göre Cinsel Hayat (İki cild)
5. Gayemiz İslâm’dır
6. Yorumları ve Duâlarıyla Hac ve Umre
7. Allâh’ın Resûlü’nün Dilinden Hac ve Umre’nin Fazîletleri
8. Kadın, Aile ve Sevgi Üzerine Söyleşiler
9. Vedâ Haccı
10. Hac Yüceliğe Çağrıdır
11. Cuma Mesajları (İki cild)
12. Kudsal Yolcu’ya Bilgiler / Uyarılar
1
Benzeşmelerden Korunarak İslâmî Kimliğimizi Korumak, Beyan Yayınları’nın
477. kitabı olarak yayına hazırlandı; dizgi ve sayfa düzeni Osman Arpaçukuru,
baskı ve cilt Erkam, kapak düzeni Yazıevi tarafından gerçekleştirildi ve Haziran
2008’de İstanbul’da yayımlandı. ISBN 978-975-473-441-6
Yayınevi Sertifika No: 0107-34-007314
2
Ankara Cad. 49 • 34112 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: +90.212. 512 76 97 - Tel-Faks: 526 50 10
www.beyanyayinlari.com
[email protected]
B
Ü
T
Ü
N
E
S
E
R
L
E
R
İ
02
Ali Rıza Demircan
Benzeşmelerden Korunarak
İslâmî Kimliğimizi
Korumak
3
İthaf
Bu kitabımı,
Ebeveynim Faik - Hamdiye Demircan’a ithaf
ediyor, okuyucularımdan kendilerine bir Fatiha
ikram etmelerini rica ediyorum.
Ali Rıza Demircan
4
İçindekiler
İlaveli Son Baskı İçin, 17
Takdim, 19
Birinci Kısım
İslâmî Kimliğimizi Korumak, 23
Birinci Bölüm
Teşebbühün/Benzemenin Önemi, Tarifi ve Tarihi Gelişimi, 25
İslâm’ın Tarifi ve Orijinalitesinin Korunması Gereği, 25
İslâm’da Bâtıl Dîn ve İdeoloji Mensuplarına Benzememenin Sebebi/Hikmeti, 31
a- Meselenin ehemmiyeti, 31
b- İslâm Dini bir bütündür, 31
c- Benzeşmeler daha büyük benzeşmelere yol açmaktadır, 33
d- Yasaklanan benzeşme ilim ve tekniği içine almaz, 34
Kalbinize sıçrayacak dağınıklıktan sakının, 35
Saflarınızı düzeltmezseniz kalpleriniz ihtilâfa düşer, 36
Değerlendirme, 36
İslâm Allah’ın Razı Olduğu Dindir, 37
Kur’ân âyetlerinden örnekler, 37
Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed’in hadislerinden örnekler, 38
İslâm’ın Dışındaki Bütün Semavî Şerîatler, Dinler ve İdeolojiler Bâtıldır, 39
Benzemeden kaçınma, 40
Teşebbühün/Benzemenin Olumlu-Olumsuz Kısımları Ve Tarifi, 41
A-İsteyerek benzemek, 43
5
6
Hak’da benzerlikte mahzur yoktur, 44
B-Ayırıcı özelliklerde benzemek, 46
Mü’minlerin ortak tavrı ölçüdür, 47
Âşûra orucunu tutunuz, 47
Benzeme İslâm Ümmetinin Uğrayabileceği En Büyük Sapmalardandır, 49
Yahudilere ve Hıristiyanlara benzeyeceksiniz, 49
Farslılara ve Rumlara benzeyeceksiniz, 50
Açıktan cinsî münasebetlerini taklid edeceksiniz, 50
Ana ile zinayı bile taklid eden olacaktır, 51
Benzenilmemesi Gereken Bâtıl Din Ve İdeoloji Mensupları Kimlerdir?, 52
Âyetlerden örnekler, 52
Hadîslerden örnekler, 53
Yahûdiler, 53
Hıristiyanlar, 54
Mecûsiler/Ateşe tapanlar, 54
Müşrikler / Allah’a ortak koşanlar, 54
E’âcim (Diğerleri), 54
Şeytanlar, 54
Benzemenin/Teşebbühün Doğuşu, Tarihî Seyri Ve Devrimizdeki Karakteri, 56
İkinci Bölüm
Manevî Yönden Benzeme, 59
İnançta Benzeme, 61
Birinci misal: Kâfirleri velî edinmek, 62
İnsanları ve kurumları tanrılaştırmak, 64
Tazimde/yüceltmede aşırı gitmek, 67
aa- Secdeye vararak yüceltme, 67
Yalnız Allah’a secde et, 67
bb-Sözlü olarak yüceltme, 68
cc- Ölü kişileri kabirleri ile birlikte yüceltme, 68
Çıkar için ilahi yasaları gizlemek, 71
İslâm Akaidinden Güncelleştirilmiş Tesbitler, 71
Ahlâkî Yönden Benzeme, 72
Hak bilindikten sonra tefrikayı sürdürmek, 73
Kötülerle kötülükleri içinde ilişkileri sürdürmek, 73
Dinî-malî vazifelerden kaçınmak, 74
Haramları helâl kılmak, 74
Taraflı adalet, 75
Kadınların izlerini sürmek, 76
Ana-baba ve akrabadaki kusurla kişiyi suçlamak, 76
Dünya mallarını elde etmede yarışmak, 77
Sunulan hadislerin ahlâki benzeme yönünden yorumu, 78
Üçüncü Bölüm
Maddî Yönden Benzeme, 79
1. İbâdetlerde Benzeme, 81
Namazsızlıkta Ve Namazda Benzeme, 83
a) Namazsızlıkta benzeme, 83
b) Namaz vakitlerinde benzeme, 84
c) Kıblede benzeme, 84
Namazda sallanmada benzeme, 85
Namaza çağrıda benzeme, 85
Oruçta Benzeme, 87
a) Âşûra orucu, 87
b) İftar etmeksizin ardarda oruç tutma, 88
c) Sahura kalkmamada teşebbüh, 88
Hacda Benzeme, 89
Sonuç, 90
2. Kılık-Kıyafette Benzeme, 91
Kılıkta Benzeme, 93
Saç traşında benzeme, 93
Sakal-bıyıkta ve şeklinde benzeme, 94
Sünnetsizlikte teşebbüh, 95
Kıyafette/Giyimde Benzeme, 97
Gayr-ı müslimlere muhalefet ediniz, 99
Ayırıcı nişan takacaksınız, 100
Müslümanlara benzemeyeceksiniz, 101
Kılık-kıyafetle ilgili bir yorum, 101
7
8
Aksesuarlarda Benzemek, 102
Başlık, 102
Giyim Meselesine Teberruc Zaviyesinden Bakış, 105
3. Cinsel İlişkide Benzeme, 107
Döl yatağına arkadan yaklaşma, 107
Âdet halinde ilişki, 108
İlişkileri çevreye anlatma, 109
4. Ruhbanlıkta Benzeme, 111
a- Toplum hayatından soyutlanmak
b- Cinsel hayattan kopmak, 112
Evlilikte cinsel hayattan çekilmek caiz değildir, 113
Yolumu izlemeyenler benden değildir, 114
5. İktisadî Faaliyetlerde Benzeme, 115
Faiz, 115
Haramları helâlleştirmek, 116
6. Belirli Zaman Ve Mekânları Kutsal Tanımada Benzeme, 118
Zaman Kutsallaştırma, 118
Bayram günleri, 118
Cumartesi-pazar günleri, 120
Mekân Kutsallaştırma, 120
Buvane’de adak, 120
Kabirleri mabet edinme, 121
Eşya Kutsallaştırma,, 122
Ağaca Tapınma, 122
Devrimizden bazı örnekler, 123
7. Irkçılıkta Benzeme, 124
İnsanlar bir asıldandır, 124
Irkçılığın konumuzla alâkası, 124
Kınanan ırkçılık, 125
a- İslâm Dini’nin inançlısı ve bağlısı olmayan ırkını yüceltmek ve ona
mensubiyetle iftihar etmek, 125
İranlı Yiğidim Deme, 125
b- Zulmedici de olsa ırkını zulmü üzerinde desteklemek, 126
c- İslâm’dan kaynaklanmayan emperyalist bir emelle ırkının diğer
soy ve ırklara hâkim olmasının kültürel, siyasî, iktisadî yollarla ve
sıcak harple mücadelesini vermek, 126
8. Diğer Benzemeler, 128
Sünnette yer alan yasaklandığımız bazı benzemeler, 128
Selamlaşmada gayr-i müslimlere benzememek, 128
Selamlaşmada putperestlere benzememek, 129
Oturup kalkmada benzememek, 130
Cenaze adabında benzememek, 130
Sakal boyayarak benzememek, 131
Evlere çöp biriktirmede benzememek, 132
Altın ve gümüş kaplar kullanmakta benzememek, 132
Uğursuzluk inancında benzememek, 133
Heykel, büst ve manken kullanımında benzememek, 133
Kur’ân çizgisinde heykeli yasaklayan hadisler, 134
Falcılık yapmak, 136
Kâfirlerin cenaze namazını kılmak, 138
Benzemeyi Yasaklayıcı Genel Nitelikli İlkelere Aykırı Olan Benzeme
Çeşitleri, 139
1- Tazim/yüceltme maksadıyla tarihî şahsiyetlerin, ölü veya diri siyaset
adamlarının fotoğraflarının evlere, resmî dairelere asmak, 139
2- Bandolu, resimli ve çelenkli cenaze merasimleri, 139
3- Tarihî şahsiyetlerin, askerî ricalin, ilim ve siyâset adamlarının ölümleri sebebiyle veya ölüm yıldönümleri nedeniyle toplumda yas ilân edilmesi ve bu yas vesilesiyle hayatın akışının yavaşlatılması, 140
4- Duâ yoluyla yedinci ve kırkıncı gün ve ölüm yıl dönümü anmaları, 140
5- Doğum yıldönümü merasimleri, 141
6- Yılbaşı gecesi eğlenceleri, 141
7- Erkekler ve kadınların başkalarının bakışları altında eşleri ile ve de eşleri dışındakilerle oyuna/dansa kalktıkları kokteyler/düğünler, 141
8- Resmî ve gayr-i resmî toplantılarda, nikâh ve düğün merasimlerinde,
ziyaretleşmelerde ve rastlantılı buluşmalarda birbirlerine mahrem olmayan erkeklerle kadınların öpüşmesi, tokalaşması, 141
9- İçilmesi ve içirilmesi haram olan alkollü içkilerin misafirlere ikram
edilmesi, 142
9
10- İbâdet olacağı inancıyla gün boyu konuşmamak, 142
11- Kravat, papyon takmak, 142
12- Görünür şekilde haçlı takı takınmak ve kabirlere mum yakmak, 143
13- Çocuklarımıza ve iş yerlerimize, yabancı isimler vermek, 143
Dördüncü Bölüm
Benzemenin Hükmü ve Korunma Yolları, 145
10
Küfür Olan Benzeme, 147
Mekrûh Olan Benzeme, 155
Olabilir/Sakıncasız Benzemeler, 156
Bâtıl Din Ve İdeolojilerden Korunma Yolları, 157
A) İslamı bilmek, 157
B) Haramlardan sakınmak, 158
C) Bid’atlerden korunmak, 159
D) Gayr-ı müslimleri ve materyalistleri aşağılık olarak görmek, 159
E) Materyalistlerle ve gayr-ı müslimlerle bir arada yaşamaktan ve sürekli
münasebetten kaçınmak, 160
a- Gayr-ı müslimlerin yurdunda yerleşmek, 160
b- Onları velî bilmek ve hâkim tanımak, 161
c- Yalnız maddî ilişkilerden değil, kültürel ilişkilerden de kaçınılmalıdır, 162
Hz. Musa da bana uymakla görevlendirilirdi, 163
F) Egemenlerin yermesinden çekinip korkmamak, 164
Benzeme Sorumluluğunu Düşüren Haller, 167
İkrah/Ağır Baskı Benzemeyi Mubah Kılar Mı?, 169
Îkrah’ın Dışındaki Zarûretler, 171
Benzemekten başka bir çare bulamamak, 172
Müslümanlardan zararı gidermek veya fayda sağlamak, 172
İslâm dinini tebliğ etmek, 173
Nafaka imkânını yitirmek, 173
Bütün İnsanlara Gönderildim, 174
İkinci Kısım
İslam’da Kılık Kıyafet Kuralları, 175
Giriş, 177
Kılık-kıyafetten ne anlıyoruz?, 178
Birinci Bölüm
Temizlik ve Giyimle İlgili Şartlar, 179
Temizlik, 181
Kılık-kıyafet güzelliği, 181
Temizliğin önemi, 182
A) Vücut temizliği, 182
Gusül/Boy abdesti temizliği, 182
Namaz abdesti temizliği, 183
Diş temizliği, 183
Saç temizliği, 184
Diğer temizlik görevleri, 185
Ön ve arka organları su ile temizlemek, 185
Su ile taharete devam ediniz, 186
Güzel koku sürünme, 186
B) Elbise temizliği, 187
Giyimle İlgili İslamî Şartlar, 188
Şartlarını taşıyan giyim ibadettir, 188
Giyimin Maddî Şartları, 190
A- Elbisenin Kur’ân ve sünnet buyruklarına göre baş dahil vücudu örtmesi, sık dokulu ve geniş olması, 190
Kadınların giysisi, 190
a- Kur’ân-ı Kerîm’de kadın giyimini konu edinen ikisi temel olmak
üzere üç âyet vardır. Bunlardan ilk indirileni, Ahzab Sûresi’nin 59.
âyetidir, 190
b- Kadın giyimi ilgili ikinci âyet Nûr Suresi’nin 31. âyetidir, 192
Kadın vücudunun kendiliğinden görünen kısmı neresidir?, 193
Saçlar görünebilir mi?, 195
11
12
Örtünme emrinin kendilerine karşı uygulanmayabileceği kişiler kimlerdir?, 196
Kadınlar zînetleri olan vücutlarını kendileri için istisna getirilenler, örneğin kardeşler ve kayınpederler yanında açığa vurabilirler mi?, 197
Kadınların, kendilerine vücut zînetini açabilecekleri kişilere göğüslerini, meme altı karın kısmını ve mukabili sırt bölgesini gösterebilir
mi?, 198
Zînetin açığa vurulma yasağının sebebi nedir?, 199
Kadın giysisinin sık dokulu ve geniş olması, 200
Zîneti açığa vurmamanın/örtünmenin amacı kadını toplum hayatından dışlamak mıdır?, 201
Örtünme emrine aykırılık nasıl bir günahtır?, 202
c- Kadın giyimi ile ilgili üçüncü âyet Nûr sûresinin 60. âyetidir, 202
Erkeklerin Giysisi, 203
Müşterek Şartlar, 203
B- Giysinin giyenin cinsiyetine uygun olması, 203
C- Elbisenin yasak kılınmayan; helal maddelerden olması, 204
D- Elbisenin sadelik içinde güzel olması, 204
E- Elbisenin kâfirlerin elbisesine benzememesi, 206
Giyimin Manevi Şartları, 208
Elbiseyi helâl kazançla almak, 208
Elbiseyi kibirden korunarak giyinmek, 209
Güzel giyim kibir midir?, 209
Güzel giyim kibre aracı kılınamaz mı?, 210
Giyimde tevazu, 211
Tevazu pejmürdeliğe kapı açmak değildir, 211
Şüphesiz asıl olan suret değil sîretdir, 211
İmame/Başlık, 212
İmame âdet midir, yoksa uyulması gereken sünnet midir?, 212
Hendek harbinde yardıma gelen melekler imâmeliydi, 214
İslami başlık imamedir, 216
İslâm dünyasında ve Osmanlılarda başlık, 216
Bir rüya ve yorumu, 218
İkinci Bölüm
Vücût Organları Üzerinde Yapılması ve Yapılmaması Gerekenler, 219
Vücût Organları Üzerinde Yapılması Emir veya Tavsiye Olunan İşlemler, 221
a- Hitan; sünnet olmak, 221
Sünnet olma, islâmî görevdir, 221
Dini hüküm bakımından sünnet olmak, 222
Sünnet olmanın zamanı, 222
Kızların sünneti, 222
Ziyafet vermek, 223
b- Tırnak kesmek. Ön ve arka uzuvların çevresindeki kılları gidermek,
koltuk altı kıllarını yolmak; traş etmek, 223
c- Burun kıllarını kısaltmak, 224
d- Sakalı uzatıp bıyığı kısaltmak, 224
Vücut Organları Üzerinde Yapılması Haram Olan İşlemler, 225
a- Dövme yaptırmak, 225
b- Diş inceltmek, 226
c- Kaş almak, 226
d- Saç, sakal ve bıyıktaki beyaz kılları yolma, 227
e- Erkekleşme ve kadınlaşma, 227
f- Saça saç ilâve etmek, 228
g- Estetik ameliyatlar yaptırmak, 229
Vücût Organları Üzerinde Yapılabilir Olan İşlemler, 232
Kınalamak ve ojelemek, 232
Yüze makyaj yapmak, 233
Koku sürünmek, 233
Gözlere sürme çekmek, 234
Saç bırakmak veya kesmek, 235
Saça bakmak, 237
Saçı boyamak, 238
Üçüncü Bölüm
Sakal ve Bıyıkla İlgili Görevler, 241
İslâmî kimliğin görülür unsurları, 242
Sakal ve Bıyıkla İlgili Görevler, 243
13
14
Sakal, İslâmî kılık-kıyafetin ana unsurlarındandır, 243
Hz. Peygambere itaati emreden Kur’ân âyetleri, 244
Hz. Peygamberin itaat etmekle mükellef olduğumuz sakal ve bıyıkla
alâkalı emirleri, 244
Hadîslerin umumî olarak değerlendirilmesi, 247
aa- Ashab-ı Kiram’ın görüşü, 248
bb-Sakal-bıyık mevzuunda mezheplerimizin ve bazı fakîhlerin görüşleri, 249
Sakalla İlgili Olarak İleriye Sürülen Görüşler, 251
Bu görüşlerin tenkidi, 252
aa- Emirde asıl olan farz veya vâcib olmaktır, 252
bb- Âdetlerde benzeme sakıncalı değildir, 252
cc- Asıl olan çoğunluğun değil, İslâm’ın görüşüdür, 253
dd- İslâm yalnız sakalda mı tezahür eder?, 254
Sözün özü, 255
Sakalın Manevî Faydaları, 256
Sakal bırakmak ibâdettir, 256
Sakalı sünnettir diyerek geçiştirebilir miyiz?, 257
Ashabın sünnete bağlılığı, 258
Sakala gelinceye kadar mı?, 259
Sakal bırakmak bir kültür cihadıdır, 260
Sakal müminleri tanıştıran bir alâmettir, 261
Neden görünene değil de görünmeyene?, 261
Sakal çevrenin müsbet baskısını artırır, 261
Sakal bir olgunluk nişanesidir, 262
Üç Hâtıra, 262
Elazığlı Amca, 262
Rahmetli Hocam Abdurrahman Şeref’ten, 262
Amerikalı Genç Muallim, 263
Sakalın Maddî Faydaları, 264
Sıhhî/sağlıkla ilgili faydası, 264
İktisadi faydası, 264
Sakal Hakkında Sualler-Cevaplar, 266
Sakal bırakmakta ana-baba ve eşin izni gerekli midir?, 266
“Sakalınızı uzatınız” emri “saçı-sakalı boyatınız” emri gibi değil midir?, 267
Sakalsız imamların arkasında namaz kılmak caiz midir?, 268
Devrimizde sakalı keserek benzemeden korunmalı değil miyiz?, 270
Sakal bir ‘âdet sünnet’ midir?, 272
Tenkit, 273
Sakalla ilgili âyet var mıdır?, 276
Sakalın belirli bir şekli var mıdır? Suudî sakalı meşru mudur?, 277
Yalnız bıyık bırakmanın bir değeri var mıdır?, 278
İslâm ve lâikliğe göre kişi sakal kesmeye zorlanabilir mi? Zorlanan kişinin sakalını kesmesi caiz midir?, 279
Sakalı bıraktıktan sonra kesmek mi haramdır?, 282
Sakalla ilgili mekrûhlar nelerdir?, 282
Sakal-ı Şerifleri nasıl değerlendirebiliriz?, 283
Sakalla İlgili Olarak İslâm Kültürü Kaynaklardan Ve Basından İktibaslar, 285
Şeyhul-İslâm Ebus-Suud Efendinin fetvaları, 285
Sakalı kesmek kadınlara benzemektir, 286
Sakal erkeklerin güzelliğidir, 286
Saça sakala dair, 286
Sakalsızken bile sakallı görünmek, 288
“Erkek dediğin sakallı olmalı”, 288
Şimdi Kendimize Soralım, 290
Ümid değil midir?, 290
Ek
İslâmî Kimlik Üzerine Yasal Baskılar, 291
Açıklama, 292
Simav Konferansı (24.04.1987), 293
Sunuş, 294
Simav Konferansı Metni
İslâmî İman Güçlü Olmayı Gerektirir, 296
Niçin güçlü olmaya mecburuz?, 296
Güçlü olmayı gerektiren ibadet nedir?, 297
İbadet özgürlüğü İslâm’a göre yorumlanmalıdır, 298
15
Hangi alanlarda güçlü olunmalıdır?, 299
Takva gücü, 300
Takva gücü İslamî iman ve amellerle oluşur, 301
Takvasız güçler zulme aracı olur, 303
Bedeni güç, 304
İlmi ve teknolojik güç, 306
Maddede güçlü olmak, 312
Estetik güç, 314
Mahkeme Kararı (Simav), 318
Salihli Konferansı (19.01.1980), 319
Sunuş, 320
Salihli Konferansı Metni
Niçin İslam’a Muhtacız, 321
16
Giriş, 321
İslâm kanunları tabîat ve Şerîat kanunlarından oluşmaktadır, 322
Şerîat kanunlarını peygamberler tebliğ etmiştir, 323
Niçin İslam’a muhtacız, 324
Akıl aciz, bilim sınırlıdır, 325
İslam dışı sistemler Evren’i, Yer Küresi’ni ve insanı açıklayamamaktadır, 328
İslam dışı sistemler insanları ırklara ayırmaktadır, 330
İslam dışı sistemler insanlık değerlerini anlamlandıramıyor ve de üretemiyorlar, 331
İslam dışı sistemler ruhi ihtiyaçları dışlıyor, 335
İslâm ruhî ihtiyaçlar yanısıra içtimaî adaleti de hedefliyor, 335
İslam dışı sistemler suçun cinsine göre ceza sistemini getiremiyorlar, 337
İslam dışı sistemler insan hayatını gayelendirememektedir, 339
Değerlendirme, 342
Mahkeme Kararı (Salihli), 343
Lügatçe, 345
Başlıca Kaynaklar, 349
İlaveli Son Baskı İçin
Yüce Allah’a hamd eder, Elçisi Hz. Muhammed’e Salât ve Selam ederim.
“İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü” adıyla pek çok defa basılan bu eserin
son baskısından bu yana yaklaşık on yedi yıl geçti. Uzun yıllar içinde alanında yeni bir çalışma yapılmadığı için aranır oldu.
Kitabımız iskeletini korumakla birlikte, burada özetlenemeyecek kadar
çok ilave bilgilerle ve orijinal yorumlarla yenilendi. Birinci kısım için yazılan İslâm’ın Tarifi ve Orijinalitesinin Korunması Gereği başlıklı girişle, ikinci kısım için yeniden yazılan Giyimle İlgili İslâmî Şartlar bölümü, ilavelerimize örnek gösterilebilir. Dili de sadeleştirilerek yepyeni bir hüviyete büründüğü
için kitabımızı, içeriğini yansıtır yeni isimle; “Benzeşmelerden Korunarak İslâmî
Kimliğimizi Korumak” olarak yayınlamayı uygun bulduk.
Kitabımızı hakkımızda Sadaka-i Cariye kılmasını Yüce Mevlâmızdan dilerim.
31 Mart 2008 Emirgan
23 Rebîül-Evvel 1429
Ali Rıza Demircan
17
18
Takdim
Allah’a hamd, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e salât ve selâm ederim.
Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Haseki Eğitim Merkezi birinci dönem
ihtisas kursuna kursiyer olarak katıldım.
Bu kursta bitirme tezi olarak hazırladığım “İslâm’da Yabancı Ümmetlere
Benzememek” konulu çalışmamı faydalı olur düşüncesiyle İstanbul’da münteşir haftalık Sebil Gazetesinin 136-142. sayılarında neşrettim.
Mevzuunda Türkçe yazılmış ihtiyacı karşılayan bir araştırma olmuş olacak ki ilgi gördü. Cep kitabı olarak neşredilmesi istendi. Bu arzu üzerine konu
üzerindeki çalışmamı biraz daha genişlettim. Böylece kitabımızın birinci kısmı ortaya çıkmış oldu.
Kur’ân ve Sünnet’te bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzememe konusunda varid olan düstûrlarla, amelî hayatımızda görülen benzeme türleri üzerinde doyurucu bilgiler sunmakla beraber konuya tam açıklık getirdiğimi söyleyemem. Fakat okuyucuya İslâmî bir bakış açısı sağlandığı kanaatindeyim.
Mevzu ile ilgili daha geniş bir araştırma yapılması zarûretine inanıyorum.
Ancak devrimiz okuyucusu için yapılacak daha kapsamlı bir çalışmanın tam
anlamıyla özgür bir kültür vasatını gerektirdiğini ifade etmek isterim. Ayrıca
İslâm’dan çok muhtelif Bâtıl’ların bilindiği, yaşandığı ve müesseseleştiği ülkemizde mevzu ile alâkalı çalışmanın, sınırlarını aşarak İslâm’la semavî ve gayr-ı
semavî dinlerin, beşerî felsefe ve doktrinlerin mukayesesini içine alacak boyutlara ulaşmasının kaçınılmaz olacağına da değinmek isterim.
Mevzuumuzun ana ıstılahı “Teşebbüh” (benzemek) olduğu için açıklamalarımızda çoğu kez bu ıstılahı (terimi) kullandım.1
1 Elinizdeki baskıda genelde “benzeme” kelimesi kullanıldı.
19
Çalışmamı mevcut şekliyle neşretmeyi düşünürken, bâtıl din ve ideoloji
mensuplarına benzemenin büyük ölçüde kılık-kıyafet alanında başlayıp yaygınlaştığını dikkate alarak İslâm’ın kılık-kıyafetle alâkalı emirleri, tavsiyeleri ve yasaklarını daha geniş bir şekilde müstakil bir kısımda incelemeyi uygun gördüm.
Kılık-kıyafet üzerindeki nisbeten ayrıntılı olan bu çalışmamız da kitabımızın ikinci kısmını meydana getirdi.
Bir asrı aşkındır İslâm ülkeleri üzerinde egemen olan kültür emperyalizmine karşı yeni yeni başlayan mukaddes kültür cihadına bu basit çalışmamla
küçücük bir katkıda bulunabildiysem kendimi bahtiyar hissedeceğim.
Dâvamız, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdü senadır.
Ali Rıza Demircan
20
Kur’ân-ı Kerîm’den...
“Her türlü övgü/sözlü ibadet, ancak Çok seven, Pek şefkatli olan, sorgulama/
yargılama /cezalandırma /mükâfatlandırma gününün sahibi âlemlerin Rabbi olan
Allah’a yapılır.
(Ya Rab!) Ancak sana ibâdet eder, ancak senden yardım isteriz.
Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna erdir. Kendilerine gadap
edilmiş olanların ve (Hak’tan) sapmış olanların yoluna değil (Ya Rab!)”
(Fatiha Sûresi)
***
Kur’ân doğrultusunda (Nisa171, Maide 77, Bakara 61, 90) Allah’ın Resûlü Hz.
Muhammed şöyle buyurur:
“Gadab edilmiş olanlar Yahûdilerdir. Sapmış olanlar da Hıristiyanlardır.”
(Tirmizî, Hn. 2956-7)
21
Allah’ın Resûlü’nden...
“Bir olan (yaratma, yaşatma ve yasa koymada) ortağı bulunmayan Allah’a
ibâdet olunarak hayatın O’nun emir ve yasaklarına göre yaşanması için Kıyamet
Günü’ne yakın bir dönemde, gereğinde kullanmak üzere silâhla (rahmet ve harp
peygamberi olarak) gönderildim.
22
İnançlarımıza, yurdumuza yapılacak saldırılara ve aleyhimize oluşturulacak
silahlı ittifaklara karşı vereceğimiz savaşta alınacak ganimetler de bana helal kılındı.
Aşağılık/çöküntü, ezilip-sömürülmek de benim tebliğ ettiğim İlâhî Düzen İslâm’a aykırı gidenler için kaçınılamaz oldu.
Hiç şüphesiz kişi arzuyla benzemek istediği toplumdandır.”2
2 C. Sağir 1/126; İ. Ebi Şeybe Musannef Hn. 13062, Müsned 2/50, Hn. 5114.
Hadis, Hasen-Sahih arası bir derecededir.
Birinci Kısım
İslâmî Kimliğimizi Korumak
23
24
Birinci Bölüm
Teşebbühün/Benzemenin Önemi, Tarifi ve Tarihi Gelişimi
İslâm’ın Tarifi ve Orijinalitesinin Korunması Gereği
Allah, varlığını kendi zatından alan, öncesi ve sonrası olmayan, zerreciklerden galaksilere bütün varlıkları yaratan ve yaratmakta olan Rabdir. Gücü,
bilgisi ve merhameti sınırsızdır. Her varlık ve oluş O’nun varlığına delildir.
Şanı Yüce olan Allah tüm yeryüzü varlıklarını insan için yaratmıştır. Güneşi, ayı ve yıldızları insana hizmet verebilecek şekilde yapılandırmıştır. İnsanı da kendi Yüce Zatına ibadet etmesi için halketmiştir.
İnsan, Allahın, Rûh’undan değerler katarak en güzel şekilde yarattığı, Melekleri saygı duruşuna geçirdiği, yarattıklarının büyük çoğunluğuna üstün kıldığı ve kendisine ebedi hayat belirlediği özel varlığıdır.3
Yüce Allah, kendisine ibadet etmesi için yarattığı insana, nasıl ibadet edeceğini öğretmek, görevini yapan insanları Cennet’le mükâfatlandıracağını,
yapmayanları ise Cehennem’le cezalandıracağını açıklamak için insanlar arasından elçiler seçti.4 Uyularak ibadet edilmesi için koyduğu yasalarını; emirleri ve yasaklarını insanlara iletmeleri için vahiy yoluyla elçilerine bildirdi.
Bu elçilere Peygamberler diyoruz. İlk Peygamber ilk insan olan Hz. Âdem
olup, son Peygamber Hz. Muhammed’dir.
Bütün insan topluluklarına Peygamber gönderildiği için bu iki Peygamber
arasında sayılarını yalnızca Allah’ın bileceği kadar Peygamber görevlendirildi.
Peygamberlerin vahiy meleği Cibrîl aracılığıyla Allah’tan alıp insanlara teblîğ
ettikleri ilâhi yasalar, Kutsal Kitaplar’da toplandı. Peygamberlerin teblîğ ettikleri, bir bölümü teblîğ edildikleri dönemler sonrasında yitirilen Kutsal Sayfa3 Tin 5, Bakara 29, 34, İsra 70, Hicr 29, Beyine 6, 8
4 Nahl 36, İsra 15
25
lar/Kitaplarla Tevrat, Zebûr, İncil ve Kur’ân’ın oluşturduğu bütünün ortak adı
İslâm’dır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah katında din yalnızca İslâm’dır...” buyrularak tanıtılan ve “Kendisinden başka bir Din’in kabul edilmeyeceği…” duyurulan İslâm,
Kutsal Kitap’ların oluşturduğu İslâm’dır.5
Hz. Nûh, İbrahim, Mûsa, İsa, Muhammed ve benzerleri İslam Dini’nin
Peygamberleridir. Teblîğ edildikleri dönemdeki orijinal içerikleri ile Tevrat ve
İncil gibi Kitaplarla Kur’ân da İslâm’ın Kutsal Kitapları’dır. Tarihler boyunca
Peygamberlere inanan insanlar da kendi dönemlerinin Müslümanları olmuştur. Bir diğer anlatımla örneğin Hz. İsa’nın havarileri ile Hz. Mûsa dönemi
imanlıları bizim Müslüman kardeşlerimizdir.
26
Tarihî süreçte Peygamberler, yalnızca kendi toplumlarına, toplumlarının
diliyle ve de şerîatlerle/yasalarla belirli dönemler için gönderilmişlerdir.6 Allah’a isyanları ve Peygamberlerini öldürerek yaptıkları zulümler sebebiyle Yahûdilere özel olarak haram kılınanlar dışında Peygamberlerin teblîğ ettikleri
yasaların içeriği ve dolayısıyla o yasaları içine alan Kitaplar ana hatlarıyla aynı
olmuştur.7 Kur’ân diliyle tarihî her bir topluluk için şerîat belirlendiğinin açıklanması, şerîatler arası farklılıklara değinmekten çok, ilâhi yasasız toplum bırakılmadığını açıklamak içindir. Peygamberlerin ölümleriyle birlikte teblîğleri
de kaybolduğu veya tahrife uğradığı için Allah, Peygamberlerini koyduğu yasalarıyla ardı ardına göndermiştir.
Allah’ın dini olan İslâm’ın yeryüzünde orijinalitesini; aslî güzelliği ve etkisini koruyabilen yasaları kalmadığı, mevcut Kutsal Kitaplar örneğin Tevrat ve
İncil beşer eliyle tahrife uğratılarak sıradanlaştığı ve Hak ile Batıl iç içe girdiği için Allah, son Peygamberi Hz. Muhammed’i bütün insanlığa Kur’ân’la göndermiştir. Peygamberliği de Kıyamet Günü’ne kadar geçerli kılınmıştır.
-Allah şanını artırsın.- Hz. Muhammed kendisinden önce gönderilmiş
bütün Peygamberleri doğrulamıştır. Teblîğ ettiği Kur’ân da önceki ilâhi kitapları tasdik etmiş ve mevcut doğrularını bize bildirmiştir. Yüce Allah, kendisine ibadet edilmesi için Peygamberleriyle bildirdiği yasalarını, yaptığı ilaveler5 Al-i İmran 19, 85.
6 İbrahim 4.
7 A. İmran 21, Nisa 160,
le birlikte Kur’ân’da toplamıştır. Böylece seçtiği din olan İslâm’ı geliştirerek tamamlamış, ona son şeklini vermiştir.8
Burada öneminden ötürü vurgulanması gereken gerçek, İslâm Dini’nin
son kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’in insanlığa sunduğu ana ilkelerin, sayılı ilaveler dışında önceki muhtelif Kutsal Kitapların parça parça sunduğu ilkelerle aynı oluşu ve bir bütün halinde sunuluşudur. Kurân, ilavelerinden çok içeriği
ile; Fıtrat, Tevhid, Şirk, Vahiy, Peygamberlik, Zulüm, Cennet ve Cehennem gibi kavramları Rabbimizin bildirdiği şekilde açıklamasıyla yücelmiştir.
Bu gerçeği, bizzat Kur’ân açıklamaktadır. Kur’ân’a göre kendisi dahil,
Kutsal kitapların orijinallerinde yer alan iman esasları birdir. Örneğin Allah’ın
birliğine ve yüce sıfatlarına, Ahiret Hayatı’na; Cennet ve Cehennem’e iman
aynıdır.9
Namaz, oruç, zekât ve hac müşterek ana ibadetlerdir.10
Adalet, söze ve sözleşmelere bağlılık, cihad, danışma, Hakka çağrı, Bâtıllardan sakındırma ve benzerleri, ilâhi mesajların her dönemde yüklediği görevlerdir.11
Ana-babaya ihsan, akrabaya, komşulara, yoksullara ve yetimlere yardım,
yaşlılara saygı, sosyal ilişkilerde sabır ve doğal varlıkları Allah’ı zikreden bilinçli varlıklar olarak görme, bütün Peygamberlerin öğütleri olmuştur.12
Evlilik, mîras ve suça bire bir ceza olan kısas kutsal kitaplarda yerini almış birleşilen sistemlerdir.13
İnsanları tanrılaştırma, haksız yere insan öldürme, zina, eşcinsellik, faiz, işkence, ekonomik entrikalar, hırsızlık ve aldatma gibi yollarla insanların mallarını yeme, baskıcı yönetim, zulüm, Allah yolundan alıkoyma, taraflı yargı ve benzerleri Kur’ân yanı sıra diğer ilâhi kitaplarda da yasaklanmış haram işlerdir.14
8 Maide 3, 48
9 Bütün Kur’ân Peygamberlerin teblîğ ettiği Allah’a ve Ahiret’e iman esaslarıyla doludur. Ayrıca bak. Zuhruf 19, A. İmran 2-3, 42,
10 Bakara 83, 125, 183
11 Bakara 246 A, İmran 21, 114, Neml 34
12 Bakara 83, Sad 18, Enbiya 85
13 Bakara132, Maide 45, Enam 87, Neml 16
14 Nisa161, Araf 85, Maide 32, Meryem 28, Ankebut 28-9
27
Değinildiği üzere Kur’ân, önceki kutsal kitaplarda yer alan ana ilâhi emirleri ve yasakları toplamıştır. Onları aslî özellikleri ve anlam bütünlüğü içinde
sunmuştur. Yöneticileri adalet, liyakat ve şûra ilkelerini işleterek seçme, hayra
yöneltecek özel örgütler oluşturma ve kısası organlara teşmil etmeksizin diyet
alternatifi ile cana canla sınırlama gibi sınırlı ilaveleri olmuştur.15
Değinilen hakikati, “Şüpheden, tahriften ve inkârcı ve isyancı topluluklara ceza olarak yüklenmiş ağır yükümlülüklerden beri olan İslâm’la gönderildiğini,” bildiren Peygamberimiz de şöylece açıklar:
28
“Diğer Peygamberler arasında benim konumum şöyledir: Sanatkârın biri pek
güzel ve her yönden mükemmel bir bina yapmıştır. Ama binada bir kerpiçlik de boş
yer bırakmıştır. İnsanlara gelip bu binayı gezdiklerinde beğeniyorlar fakat o bir kerpiçlik yer de gerektiği şekilde doldurulmuş olsaydı demekten kendilerini alamıyorlar.
İşte ben peygamberler arasında o kerpiç gibiyim.”16
İslâm binası önceki Peygamberler tarafından yapılmış, bırakılan boşluk
da Hz. Muhammed tarafında doldurulmuştur.
Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere Hz. Muhammed’e iman diğer
bütün Peygamberlere imandır. Onları yüceltmedir. Örneğin Kur’ân’da Hz.
Nuh’un, İbrahim’in, Mûsa’nın ve annesi Meryem’le birlikte İsa’nın onlarca
defa övgüyle anılması bunun kanıtıdır. Kur’ân’a iman da Kur’ân öncesinde indirilen tüm ilâhi emirlere ve yasaklara, özelde Tevrat’ın ve İncil’in orijinallerine imandır. Bir diğer anlatımla bütün Peygamberlerin teblîğ olan ortak bütüne imandır.
Kur’ân, İslâm’a iman edilmesi ve ona uyulmasını emrederken, asliyetini
koruduğu için yalnızca kendisinin içerdiği ve sadece kendisinin açıklayabildiği
ortak bütünü ifade eder. Çünkü Hz. Muhammed de ve ona inananlar da Peygamberlerin temsil ettiği bu ortak bütüne uymakla yükümlü tutulmuşlardır.
Konuyu biraz daha açalım:
Kur’ân, Peygamberlerin teblîğ ettiği bütün ilâhi mesajlar anlamına Kutsal
Kitapların özüdür, Kur’ân’ın özeti de Fatiha sûresidir.
Bu sûrede Müslümanlara bir duâ öğretilmektedir. Kendilerine nimetler
verilmiş insanların yoluna erdirilmemizi istememiz öğretilmektedir. Nimet-
15 A. İmran 104, 159, Nisa58
16 Tirmizî Hn. 3617, Müsned 3/387, M.Mesabih Hn.177.
lendirilen insanların karşıtları olan ilâhi öfkeye uğramış, doğru yoldan sapmış
insanların yolundan korunmamızı istememiz de öğretilmektedir.
İzledikleri yolu istememiz gereken nimetlendirilmiş insanlar kimlerdir?
Onlar Hz. Muhammed öncesinde gönderilen peygamberlerdir. Gittikleri yoldan kaçınmamız gerekenler de, bir hadiste de açıklandığı gibi Peygamberlere
aykırı yollar edinen, kendilerine Kitap gönderilmiş kişilerdir.
Enam Sûresi’nin 83-90. âyetlerini incelediğimizde bu hakikati kavrayabiliyoruz. Bu âyetlerde Rabbimiz, aynı gerçekleri teblîğ etmiş oldukları için aralarında fark olmadığını da açıklarcasına -cümlesine Selâm olsun- İbrahim, İshak, Yakub, Nûh, Davud, Süleyman, Eyüp, Yûsuf, Musa, Harun, Zekeriyya,
Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Eylese, Yûnus ve Lût Peygamberleri hayırla anıyor ve
onların kendilerine Kitap, Hüküm ve Peygamberlik verildiğini de açıkladıktan
sonra Peygamberimiz Hz. Muhammed’e şöyle emrediyor:
“Onlar Allah’ın dosdoğru yola erdirdiği kimselerdir. O halde sen de onların yoluna uy. Tebliğde bulunduğun insanlara da şöyle de: Sizden hiçbir karşılık istemiyorum. Çünkü yaptığım tebliğ, bütün insanlar için bir uyarı/öğütten başka bir şey değildir.”
Hz. Muhammed’e benzeri bir emir de İbrahim’in Milletine/Tebliğine uyması için veriliyor. Hz. İbrahim’in Tebliğine uyulması ile ilgili emir, Hz. Muhammed’e iman edenlere de veriliyor.17 Bu sebepledir ki namazlarda okuduğumuz Salât-ı İbrahimiye ile Allah’tan Peygamberimiz Hz. Muhammed’e, Hz.
İbrahim’e salât ettiği gibi salât etmesini; onu ve tebliğlerini yücelttiği gibi yüceltmesini istememiz öğütleniyor.
İslam’ın Peygamberleri ve kitapları bir bütün olduğu ve bu bütünü Allah’tan indirilmiş şekliyle Hz Muhammed ve onun Tebliği olan Kur’ân temsil ettiği için Hz. Muhammed’e ve Kur’ân’a inanılmadıkça İslâm’a inanılmış olmaz; Hz. Musa’ya ve İsa’ya da inanılmış olmaz. Tevrat’a ve İncil’e de inanılmış
olmaz. Bunun içindir ki Kur’ân’da bütüne inanmamız emrediliyor:
“Siz şöyle deyin: Biz Allah’a, bize indirilmiş olan (Kur’ân’)a, İbrahim’e, İsmail’e,
İshak’a, Yakûb’a ve Torunlarına indirilmiş olana, Mûsa’ya ve İsa’ya verilmiş olana,
-aralarında ayırım yapmadığımız için- bütün Peygamberlere Rableri tarafından verilmiş olana inandık. Çünkü biz kendimizi Allah’a teslim edenlerdeniz. Eğer onlar
sizin inandığınız gibi inanacak olurlarsa, doğru yola ulaşmış olurlar. Ancak yüz çe17 Nahl 123, A. İmran 94
29
virecek olularsa, ayrılık içinde olacak olanlar onlardır. Onlara karşı Allah sana yetecektir. Çünkü O, çok iyi iştendir, çok iyi bilendir.”18
İslâm bir bütün olduğundan bizim için İslâm Hukuku’nun bir kaynağı
da önceki Peygamberlerin Teblîğleri, özel ifadesiyle şerîatleri olmuştur. Ancak
önceki Peygamberlerin şerîatlerinin bizi bağlayıcı olabilmesi için İslâm’dan
olduklarının kesin olarak bilinmesi lazımdır. İslâm’ın yürürlükteki tek kaynağı Kur’ân olduğu için de orada yer alması gerekir. Bunun için önceki peygamberlerin şerîatinde yer alan hükmün oruç misalinde olduğu gibi Kur’ân ve
Sünnet’te zikredilerek bize de farz kılındığının açıklanması, ya da Kur’ân ve
Sünnet’te yer almakla birlikte yürürlülükten kaldırıldığına ilişkin bir kaydın
bulunmaması şarttır.
30
Sözün özü İslam bir bütündür. Bütüne inanmak için Hz. İsa’nın Peygamberliği gibi Hz. Muhammed’in Peygamberliğine; Tevrat gibi Kur’ân’a da inanmak gerekir. İslâm’dan başka din kabul edilmeyeceğine göre, mazeretsiz olarak onu temsil eden Hz. Muhammed’e ve Kur’ân’a inanmaksızın Cennet’e de
gidilemez.
Gerçek bu olduğu içindir ki Rabbimiz Araf sûresinde Hz. Muhammed’e
inanıp ona uyan ve onunla indirilen Nûr olan Kurân’a iman edenlerin felaha
ereceklerini açıklamakta ve onları rahmetiyle kuşatacağını bildirerek şöyle buyurmaktadır:
“Ey Muhammed! İlan et: Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin egemenliği kendisinin olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçiyim. Ondan başka hiçbir ilâh da
yoktur. Yaşatan ve öldüren de O’dur. Öyleyse Allah’a ve elçisine inanın. Ümmî olan;
insanlardan öğretim ve eğitim almamış olan, Allah’a ve O’nun sözlerine inanan o elçiye inanın ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”19
Yaptığımız bu uzunca izahların amacı, niçin İslâm dışı topluluklara benzememekle emrolunduğumuzu açıklamak içindir. Başta Tevrat ve İncil’e inanır olduklarını söyleyen Ehl-i Kitap Yahûdiler ve Hıristiyanlar olmak üzere
İslâm dışı toplumların Tek ve Hak din olan İslâm’ın bütünüyle tam bir bağlantıları olmadığı için onların İslâm’a aykırı yönlerine muhalefet, Allah katında kabul olunur tek din olan İslâm’a bağlılığın gereğidir. Bunun için, onların
benzeme konusu olan aykırı yönlerini bilmek gerekmektedir.
18 Bakara 135-6
19 Araf 156-8
İslâm’da Bâtıl Dîn ve İdeoloji Mensuplarına Benzememenin
Sebebi/Hikmeti
a- Meselenin ehemmiyeti
İslâm Dini’nin tatbik edilmesi gereken ana ilkelerinden biri de ferdî, ailevî
ve sosyal hayatın bütün safhalarında bâtıl din ve ideoloji mensuplarına teşebbühten/benzemekten sakınmaktır.
Özel bölümünde âyetler ve hadislerle örneklendirerek açıklayacağımız
üzere İslâm Dini’nin, benzenilmemesini emir buyurduğu topluluklar, onu
iman ve hayat düzeni olarak kabul etmeyen, Putperest, Mecûsî, Materyalist,
Budist, Yahûdi ve Hıristiyan vs. benzeri bütün topluluklardır. Biz bunlara kısaca “batıl din ve ideolojiler” diyeceğiz.
Büyük ölçüde Hıristiyan batı dünyasının ve materyalist rejimli ülkelerin
kültürel, iktisadî ve kısmî olarak da siyasî hâkimiyeti altında bulunan İslâm Ülkeleri’nin kılık kıyafetten öğretim/eğitim düzenine, hukuk sisteminden iktisadî (ekonomik) kurumlarına kadar adı geçen yabancılara benzedikleri devrimizde teşebbüh/benzeme üzerinde büyük bir ehemmiyetle durulması gerekir. Zira ferd ve toplum olarak, batıl din ve ideoloji bağlılarını taklitten
korunmadıkça, bağımsız İslâm Kimliği ve Kültürü oluşturulamaz, İslâmî şahsiyet güçlendirilemez ve İslâm prensiplerini hayâta hâkim kılma yolunda ciddî
ve müspet bir merhale alınamaz.
b- İslâm Dini bir bütündür
İslâm, yasalarını Allah’ın koyduğu Hak Din’dir.
O, bütün Peygamberlerin ortak tebliğidir. Onun son ve de evrensel kılınan
Peygamberi Hz. Muhammed’dir.
31
Kıyamet Günü’ne kadar yürürlükte olacak Kutsal Kitabı da Hz. Muhammed tarafından insanlığa sunulan Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Bu din, inanç esaslarıyla, iktisadî, sosyal, hukukî ve ahlâkî yapısıyla bir
bütündür. Yüceliği de bu bütünlüğündedir. Ferdi ve toplumu geliştirebilmesi, istikrar ve mutluluk kazandırılabilmesi de bir bütün halinde yaşanmasına
bağlıdır.
İslâm Dini’nin bir bütün halinde yaşanması lüzumundan ötürüdür ki,
İslâm kişisel ve sosyal hayatın hiç bir bölümü ve safhasında çizdiği çerçevenin
dışına çıkılmasına, genel hatlarıyla tanıttığı bâtıl din ve ideolojilerin mensuplarına bağlanılmasına ruhsat/onay vermemiştir.
32
Konunun yukarıda işaret olunan önemi dolayısıyladır ki, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği nihaî şekliyle İslâm Dini, yalnız bâtıl ideoloji mensuplarına değil, yürürlükten düşürdüğü semavî şerîatların bağlıları olan Kitap ehli
Yahûdilere ve Hıristiyanlara da muhalefeti (aykırılığı) emretmiştir. Çünkü bu
semavî şerîatlar, Hz. Mûsa ve İsa’nın tebliğ ettikleri aslî kuralları yitirdikleri
için Rabbimiz tarafından yürürlükten düşürülmüşlerdir.
Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm Dini, Peygamberlerin bildirdiği
inanç esasları, temel ahlâk ve hukuk ilkeleri aynı olduğu için tahrife uğratılmış Mûsa ve İsa şerîatlarının geliş dönemlerinde ihtiva etmiş oldukları aslî
iman ve hayat kurallarını da ihtiva etmektedir.
Ayrıca Hz. Mûsa ve Îsa tebligatından olup da Allah’ın hükümlerini kaldırmadığı yasaları da içine almaktadır.
Bu itibarla Hz. Muhammed’in teblîğlerine iman, aynı zamanda Hz. Mûsa
ve İsa tebliğatı olan Tevrat ve İncil’in aslî hüviyetlerine de imandır. Nitekim
onların aslî hüviyetlerini tasdik/doğrulama da mü’minler için zarurî/gerekli bir
iman vecîbesidir.20
20 Burada şöyle bir sual akla gelebilir.
Şerî delillerimizden biri de “Bizden öncekilerin şerîatleridir...” Hal böyle iken bizim için
de delil olan şerîatlere bağlı olan Yahûdilere ve Hıristiyanlara aykırılık; onlara hiçbir
şekilde benzememe nasıl olur da İslâm’î bir kaide olabilir?
Bu husus nasıl izah edilecek?
Gerçekten kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele, örf ve istishab’dan sonra bizden öncekilerin şerîatı de bizim için şer’i/hukûki bir delildir. Ancak bizden öncekilerin şerîatında yer alan bir hükmün bizim için de bir delil olması, oruç misalinde oldu-
Böylece tek ve nihaî hakikati temsil ettiği içindir ki, yalnız Hz. Muhammed’in Kur’ân’la teblîğ ettiği İslâm yaşanacaktır. O’nun bir bütün halinde yaşanılabilmesi için ise batıl din ve ideolojilere yönelmeye, mensuplarıyla kaynaşmaya vesîle olacak taklitten; benzeşmeden kaçınılması lâzımdır. Çünkü
basitinden mühimine, âdetlerinden inanç esaslarına kadar herhangi bir noktada benzeşme, daha büyük benzeşmelere sebep olmaktadır.
c- Benzeşmeler daha büyük benzeşmelere yol açmaktadır
Gerçekten giyimde, sözde, davranışta ve işteki benzeşmeler, kalplere tesir ederek sevgi ve saygı doğurmakta, bu da yaygın bir şekilde taklide yöneltmektedir.
Misallendirerek ifade edersek şöyle diyebiliriz:
Aynı derneğe üye olanlar, aynı meslekten olanlar, aynı şekilde giyinenler,
aynı mektepten mezun olanlar ve aynı siyasî görüşleri paylaşanlar arasındaki
benzerlikler umumiyetle kaynaşmayı ve müşterekliği doğurmaktadır. Bunun
gibi muhtelif din ve ideoloji mensupları arasındaki benzeşmeler de aynı şekilde kaynaşmayı ve birlikteliği doğurabilmektedir.
Bu tecrübe edilmiş hakikat sebebiyledir ki bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzemek, İslâm Dini’nin bağlısı olan mü’minleri de onlarla müşterekliğe
yöneltebilir, böylece ilâhî haramlara bulaştırarak hatta inanç esaslarından saptırarak âhiret felâketine sebep olabilir.
ğu gibi Kur’ân ve Sünnet’te zikredilerek bize de farz kılındığının belirtilmesine bağlıdır.
Ya da Kur’ân ve Sünnet’te zikredilmekle beraber yürürlükten kaldırıldığına (nesh edildiğine) dâir bir kayıt düşürülmemiş olmasına bağlıdır.
Meselâ; Hanefîlerin bir İslâm Ülkesi vadandaşı gayr-ı müslim kişi anlamına bir Zimmi’ye
karşılık bir müminin öldürülebileceğine dair görüşü Mûsa (a. s.) şerîatında yer alan “nefse karşı nefis” hükmünün nesh edildiğine dâir bir hüküm getirilmeksizin Kur’ân’da zikredilmesine dayandırılmaktadır.
Kaldı ki bizden öncekilere ait olup Kur’ân ve Sünnet’te zikredilen hükümler meselâ Tevrat, Zebur ve İncil’de gerçekten yer alan hükümlerdir. Onların bizim için delil olmaları da
adı geçen ilâhî kitaplarda yer almış olmalarından ötürü değil de Kur’ân ve Sünnet’te yeni
bir hüküm gibi takdim veya tasvip edilmiş olmalarındandır.
Bak. İslam Hukuk Felsefesi (İlm-i Usulül-Fıkh) Abdûl-Vahhab Hallaf, İlahiyat Fakültesi
Yayını, sh. 242-246.
33
Evet, sürekli zahirî benzerliklerin yaygınlaştırılarak inançta, düşüncede,
yaşama tarzında ve değer hükümlerinde kaynaşmanın ve birlikteliğin sağlanabileceği ihtimaline güvenle bakılabileceği içindir ki Türkiye dahil inkılaplara sahne olmuş bir çok ülkede, devrimci kadrolar taklitçiliğe büyük bir önem
vermişlerdir. İnançları, kültürleri ve hayat anlayışlarından koparmak istedikleri milletlerini başta kılık-kıyafet olmak üzere taklit etmek istedikleri ülkelerin insanlarına dış ve iç benzerliklere zorlamışlardır. Şapka örneğinde olduğu
gibi bu uğurda kan dökmekten sakınmamışlardır.
İslâm Dünyası’ndaki inkılâplara bu zaviyeden bakmak gerektiği gibi, köklü benzeşmelere sebep olabilecek bu tür inkılâplara karşıt tavır gösteren fazileti İslâm âlimlerinin hassasiyetine de bu açıdan bakmak lâzımdır.
d- Yasaklanan benzeşme ilim ve tekniği içine almaz
34
Burada incelemenin tetkiki sırasında akla gelebilecek ve köklü bir İslâm
kültürü almamış okuyucuyu tereddütlere sevk edebilecek bir hususa önceden
dikkatleri çekerek bilgi vermek isteriz.21
İslâm, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzemeyi yasaklarken bu yasağını, onların dini inançları ve hayat kurallarına ve de onları çağrıştıran özelliklerine özgü kılmıştır.
Bu itibarla benzeşme ile ilgili yasaklar pek tabîidir ki ilim ve teknik konularını içine almaz.
İslâm’a yabancı olanlar tarafından tespit edilip formüle edilmiş olsalar bi21 Gerçekten İslâm Kültürü almamış okuyucu, lâik eğitim sisteminin kendisini şartlandırdığı bâtıllarla çatışan İslâmî ilkeleri görünce tereddütler geçirmektedir.
Eğer bu okuyucu objektif kıstaslardan yoksunsa, ayrıntılara inilip açıklık kazandırılmayan konularda hemen istismara yönelmekte, inandırıldığı batıllar lehine hükümler çıkarmaktadır.
Meselâ sayı bakımından çoğunlukta olan Yeniçerilerin azınlıkta olan Ruslara karşı bozguna uğramasından sonra, askerlerimizin eğitim kifayetsizliğinden şikâyetle yabancı ülkelerdeki geliştirilmiş askeri eğitim usullerinden yararlanılması konusundaki istekleri, ferdî
ve sosyal hayatı bütünüyle kuşatacak köklü değişim istekleri olarak yorumlayacak kadar
şartlanmış objektif değerlendirmeden yoksun kişi, istismarcı okuyucu-araştırıcı tipine bir
örnektir.
Bak. Orhan Koloğlu, İslâm’da Başlık 1978, Ankara, sh. 20.
le ilmî verilerde ve uygulama alanlarında birliktelik olacaktır. Çünkü Allah’ın
koyduğu tabîî kanunlar yer küremizin her noktasında aynı özelliği gösterirler
ve hiç bir topluma ayrıcı nişan olarak mal edilemezler.
Birbirinden tamamen farklı ve hatta prensipleri birbirlerine zıt din ve ideoloji mensubu Rusya, Amerika ve Japonya gibi ülkelerde aynı ilmî ve teknik
kuralların kullanılması bunun delilidir. Bu itibarla İslâm, bâtılperest toplumlara ait dinî bir karakter arzetmeyen ve onları çağrıştırır nitelik taşımayan hususlarda, özellikle ilim ve teknik gibi bütün insanlığın malı olan değerlerde ve bu
alanda kullanılacak metotlarda benzeşmeyi caiz görür, hatta teşvik eder.
İslâm’ın bu konudaki ilkesi “Hikmet; (ilim, teknik ve ortak akla uygun
olanlar,) Müslüman’ın kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır.”22 hadisidir.
Konumuzun daha açık bir şekilde kavranılabilmesi için İslâm’da batıl din
ve ideoloji mensuplarına benzememenin hikmetleri/felsefî temelleri üzerinde
yaptığımız bu kısa açıklamayı dışla iç arasındaki bağlantıyı vurgulayan hadislerle ve bu hadislerin yorumlarıyla bitirelim.
Kalbinize sıçrayacak dağınıklıktan sakının
Sahâbî Ebû Se’leb’e şöyle anlatıyor.
Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’in yönetiminde çıktığımız bir sefer sırasında konakladığımızda arkadaşlarımız bölük bölük vadilere ve yamaçlara yayıldılar.
Bu durumu izleyen Peygamberimiz şöyle buyurur:
- Kalplerinize sıçrayabilecek bu tür ayrılık ve dağınıklıklar size şeytandan gelen duyguların sonucudur. Böylesine dağınık bir şekilde oturmayın.
Ebû Sa’lebe anlatımını şöyle sürdürüyor:
Hz. Peygamberin bu uyarısından sonra bir yere konakladığımızda sahâbiler birbirlerine öylesine sokuldulardı ki dıştan bakabilen kişi tarafından
“Üzerlerine bir örtü çekilse hepsini içine alır.” denirdi.23
22 Keşfül-Hafa ve Müzîlül-İlbas Hn. 1159.
23 Mişkâtül-Mesâbih Hn. 3914, Müsned, 4/193.
35
Saflarınızı düzeltmezseniz kalpleriniz ihtilâfa düşer
Numan b. Beşir anlatıyor:
Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed saflarımızı düzeltirdi. Bir gün namaz kıldırmak için Tekbîr alacağı sırada bir sahâbîyi göğsü saftan ileri çıkık olarak görünce dönüp bize şöyle buyurdu:
Ey Allah’ın Kulları!
Ya saflarınızı tam bir şekilde düzene sokarsınız ya da Allah kalplerinizi ayrılıklara açar.24
Değerlendirme
36
Allah’ın Resûlü’nün yukarıda sunduğumuz hadislerine göre, dağınık oturma ve düzensiz gedikli saf kurma kalplerin ayrılığına sebep olur da bâtılperestlere benzeme yoluyla farklı düşünmek, farklı değer yargılarını kullanmak
ve farklı kılık-kıyafete bürünmek kalplerin ayrılığına, değişik yaşantı tarzlarına sebep olmaz mı? Elbette olur. Olacağı içindir ki kendilerine özgü özelliklerinde onlara benzemek bize yasaklanmıştır.
24 R. Salihîn B. Fil-Emri-Muhâfazati Ales-Sünneti... Hn. 5.
İslâm Allah’ın Razı Olduğu Dindir
Büyüklük sahibi olan Allah, yarattığı insanlar için iman ve hayat düzeni
olarak İslâm Dini’ni seçmiş ve onun son şeklini Hz. Muhammed (s.a.) aracılığı
ile göndermiştir. Rabbimiz Mâide sûresinin üçüncü âyetinde şöyle buyurur:
“... Dininizi son şekline erdirdim. Üzerinize nimetimi tamamladım. Sizin için
din olarak da İslâm’a razı oldum...”
Mü’min, Allah’ın seçtiği ve razı olduğu İslâm Dini’ne inanacak, bu dinin
ana kaynağı olan Kur’ân’la ve onun açıklaması olan Sünnet’le bildirdiği inanç
esaslarının, sosyal, ekonomik, hukukî ve ahlâkî yasalarının ve öğütlerinin tartışılmaz yücelikte olduğuna da iman edecektir.
İslâmî yasaları üstün tutmadıkça, İslâm’ın sunduğunu en yüce olarak kabul etmedikçe kişi gerçek mü’min olamaz.
Mü’min, neye, niçin ve nasıl inanması gerektiğini bildiren düstûrlardan
yeme, içme ve yatma şekillerini düzenleyen esaslara, sosyal ve ekonomik hayata yön veren prensiplerden ahlâkî kurallara kadar İslâm’ın bildirdiklerini
güzel bulacak, yüceltecek ve tâviz/ödün vermeksizin yaşamaya çalışacaktır.
Mü’minin kayıtsız şartsız İslâm Dini’ne bağlanılmasını emir buyuran Kur’ân
ve Sünnet buyrukları pek çoktur. Biz bazı örnekler vermekle yetineceğiz.
Kur’ân âyetlerinden örnekler
Kur’ân’ı gönderen Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“İslâm’dan başka bir din arayan kişiden bulduğu/uyduğu din kabul edilmeyecektir. O, Âhiret’te de kaybedenlerden olacaktır.”
37
“İşte bu Kur’ân, Bizim indirdiğimiz bir Kitap olup sürekli yürürlükte kalacak ve
bağlıları çoğalacaktır. Allah’ın sevgisi ve rahmetine erebilmeniz için artık ona uyun
ve ona aykırılıktan korunun.”
“Ey Mü’minler! Peygamberiniz Muhammed, sizi, size hayat verecek kurallara
çağırdığı zaman Allah’a ve O’na uyun. Allah’ın gerçekten kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O’nun huzurunda bir araya getirileceğinizi de bilin.”25
Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed’in hadislerinden örnekler
“Kur’ân’a sarılınız. O’nu önder ve hayat rehberi edininiz. Çünkü Kur’ân Allah’ın yasalarıdır.”
“Allah Kur’ân’la amel eden toplumları yükseltir. O’nun izinden gitmeyenleri
de alçaltır.”
38
“Sizden birinizin arzuları getirip tebliğ ettiğim ilâhi buyruklarla örtüşmedikçe
gerçek mü’min olamaz.”
“Kaçınanların dışında bana inanıp itaat edenler Cennet’e girecektir. Bana itaat
etmeyenler ise kaçınanlardır.”26
25 Al-i İmran 85, En’am 155, Enfal 24.
26 Sırasıyla bak. Et-Tac 4/6, C. Sağir 2/64, M. Mesâbih Hn. 143.
İslâm’ın Dışındaki Bütün Semavî Şerîatler, Dinler
ve İdeolojiler Bâtıldır
Hz. Muhammed’in Kur’ân’la teblîğ ettiği İslâm Dini’nin nihaî aşamasına
ve onun Kıyamet Günü’ne kadar yürürlükte kalacağına iman, yönetebilecek
ilâhî orijinalitelerini yitiren Mûsevilik ve İsevilik gibi bütün semavî şerîatlerin,
beşerî dinler ve ideolojilerin bâtıl/geçersiz olduğuna inanmayı gerektirir.
Kur’ân ve Sünnet İslâm Dini’ne iman ettikten sonra, bir “Bir Tek Millet”
oluşturan bâtıl inanç ve amel sistemlerine karşı çıkılmasını, onlara uyuştan ve
benzemekten kaçınılmasını kesinlikle emretmektedir.
Mâide Sûresi Âyet 50:
“Onlar, hâlâ yürürlükten düşürülen câhiliyet hayatının hükmü olan inanışları,
yargıları ve yaşayışları mı istiyorlar? İyi bilen bir toplum için hükmü Allah’tan güzel olan kim olabilir?”
Nisa Sûresi Âyet 60:
“Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini sananları/iddia edenleri görmez misin? Onlar İslâm’la çatışan şahıs, ilke ve rejimlerin ölçüleri olan Tağût’a göre yargılanmak istiyorlar. Halbuki onlara Tağut’u tanımamak görevi yüklenmişti. Tağût’u temsil eden Şeytan ise, onları çok derin bir sapıklığa düşürmek ister.”
Aziz Peygamberimiz de bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
“(İnançta ve amelde) Biz’den başkasına benzemek isteyenler bizden değildir.”
“İnsanlar içinde Allah’ın en ziyade nefretine uğrayacak olan üç insan tipidir.
Onlar yasaklı olduğu halde Kâbe’yi çevreleyen Mescid-i Haram içinde zalimleşen
kişi ile haksız bir şekilde Müslüman’ın kanını akıtmaya çabalayan kimsedir.
Bir de Müslüman olduktan sonra İslâm dışı hayata yönelen erkek/kadındır.”27
27 Tirmizî, Hn. 2696, Buhari, Diyat Hn. 6488, M. Mesabih Hn. 142.
39
Benzemeden kaçınma
İslâm Dini’nin yüceliğine iman ve O’nun emirleri, yasakları ve öğütlerinin
yaşanması gereği, İslâm’ın dışındaki hayat sistemleri ve değer hükümlerinin
bâtıllığına inanmak ve onlardan kaçınmak mecburiyeti, İslâm’la çelişen bâtıl
din ve ideoloji mensuplarına benzememek ilkesini yasalaştırmıştır.
Gerçekten bir dinin mensubu, bir felsefî sistemin inançlısı, bir örfün bağlısı kişi, tamamen veya kısmen farklı bir dinin, bir felsefenin, bir örfün prensipleriyle kaynaşır, mensuplarıyla münâsebetlerini sürdürür ve onları benimseyip izlerse, kendi dini, felsefî sistemi ve örfü ile olan bağlarını kesmiş veya
zaafa uğratmış olur.
Bu zaa’f giderek büyür ve kaynaşılan prensiplere, taklit edilip izlenen kişilere muhabbeti ve bağlılığı doğurur. Bu kaçınılmaz bir gerçektir.
40
Bunun içindir ki İslâm Dini, bâtıl din ve ideolojilerin bağlılarının, mü’minler üzerinde müessir/etkili olmaması ve onları karanlık inanç ve amellere sürüklememesi için teşebbühü/benzemeyi yasaklamıştır.
Aşağıda sunacağımız Kurân âyetleri de onlara karşı onurlu ve çetin olunmasını ve onların inanç ve yaşam yönünden aşağılık görülmesini ibâdet görevi kılmıştır:
Mâide Sûresi Âyet 54:
“Ey İman Edenler! İçinizden kim inandığı İslâm Dini’nden döner de (Yahûdilik,
Hıristiyanlık, Putperestlik v.s. inançları ve yaşayışına) yönelirse şu gerçeği çok iyi
bilmelidir:
Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu/zorlu olur. Onlar Allah yolunda cihâd ederler. Üstelik
hiç bir kınayanın yermesinden de çekinip korkmazlar. Allah onları sever, onlar da
Allah’ı severler. İşte böylesine bir bahtiyarlığa erdirilme Allah’ın lütfudur, onu dileyene/dilediğine verir. Allah rahmeti bol olandır, pek çok bilendir.”
Tevbe Sûresi Âyet 28:
“Ey İman Edenler! Allah’a ortak koşanlar pistir/yaratılmışların en şerlileridir.
Bu sebeple onlar bu yıllarından sonra Kâbe’yi içine alan Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer onların gelişlerinin engellenmesi sebebiyle fakir düşmekten korkarsanız onlara ödün vermeyin. Çünkü Allah dilerse sizi çok geçmeden fazlından vereceği
nimetlerle zenginleştirir. Şüphesiz Allah pek çok bilendir, çok bilge olandır.”
Teşebbühün/Benzemenin Olumlu-Olumsuz Kısımları ve Tarifi
-Allah şanını artırsın- Peygamberimiz benzeşmenin olumlu ve olumsuz
yönlerini de içine alan hadislerinde/sözlerinde şöyle buyurur:
“Arzu ederek bir topluluğa benzemeye çalışan kişi, benzemeye çalıştığı toplumdandır.”28
28 Ebû Dâvud Libas 5, Hn:4031, M. Mesâbîh Hn. 3447. Feyzül-Kadir 6/104, Hn. 8593.
Teşebbüh kelimesinin geçtiği diğer hadisler için bak. Tirmizi İsti’zan7, Buhari Cihad 88,
Müsned 2/50
Bu hadisin açıklamasında Feyzül-Kadîr müellifi Abdur-Raûf El-Münavi’nin özetlediği
muhtelif görüşleri ana hatlarıyla sunmakta yarar görüyoruz.
a- İçi dışını onaylar bir şekilde kişi bir toplumun âdetlerini benimser, onların ahlâkı ile
ahlâklanır, onlara has/özgü işleri yapmakla tanınır, kılık-kıyafette ve benzeri bazı işlerde
onlarla bütünleşirse onlardan olmuş olur.
b- İmanlı ve ahlâklı kişilere benzemeye çalışan kişi de pek tabîi ki onlardandır. Onlara
saygı duyulduğu gibi ona da saygı duyulur. Büyük günâhları açıktan işleyen fâsıklara benzeyen kişi de hiç şüphesiz onlar gibi küçümsenir ve aşağılanır. Yücelik nişanını takınan kişi bilfiil yücelmemiş olsa da ikram görür.
c- Açıktan büyük günâhları işleyen kişilerin kendilerine has giysileri olsa diğer insanlar
bu giysileri giymekten yasaklanır. Çünkü bu durumda tanımayan kişi onların giysisini giyinen kişiyi onlardan sanabilir. Bu da hem zanda bulunan kişiyi günahkâr kılar, hem de
böylesine bir kötü zanna sebebiyet veren kişi günahkâr olur.
d- Benzeşmeler inançlar ve arzular gibi kalbî duygular ve tasarruflarda olduğu gibi sözler ve işler gibi duyulur-görülür neviden hususlarda da olabilir. Bu sebeple benzeşmeler
inançta ve ibâdette olabilir. Yemek-içmek, giyinmek, ev edinmek, evlenmek, birleşmekayrılmak, binmek-inmek gibi âdetlerde de gerçekleşebilir.
e- Allah, Hz. Muhammedi, özel bir şerîatle; hayat düzeni ile göndermiştir. Bu şerîatte Yahudiler ve Hıristiyanların semavîliğini yitirmiş değer yargıları ve hayat tarzlarına muhalif
ve yepyeni kanunlar koymuştur. Bu sebeple Hz. Muhammed açık bir şer ve zarar görülmeyen hususlarda bile onlara aykırılığı emretmiştir.
41
Bu hadis değinildiği gibi benzeşmenin olumlu ve olumsuz yönlerini içine
almaktadır. Zira Peygamberimiz bu hadisleriyle İslâmî kurallara bağlı mü’min
âlimlere, idarecilere, ibadetlilere, ahlâklı ve faziletli kişilere benzemeye teşvik
buyurduğu gibi İslâmî çizgide inanmayan ve yaşamayan bâtılperestlere benzemekten de men’ etmiş olmaktadır. İslâm’da yasaklanan teşebbüh/benzeme
pek tabîi ki ikinci kısma giren olumsuz benzemedir.
Bu itibarla incelememize konu olan şekliyle yasaklandığımız benzemeyi
şöylece tarif edebiliriz:
“Benzeme/Teşebbüh: İsteyerek bâtıl din ve ideoloji bağlısı topluluklardan biri
veya bir kaçına, kendilerine ait inanç ve hayat kurallarında veya çağrıştıran ayırıcı
özelliklerinde onlara benzemektedir.”29
Tariften anlaşılacağı üzere yasaklandığımız teşebbüh/benzeme iki şartı içine almaktadır. Bunlar:
42
a. Bâtıl din ve ideoloji mensubu olan toplumlara isteyerek benzemiş olmak.
b. Bu topluluklardan biri veya birkaçına onlara özgü inanç ve hayat kurallaf- Kıymet hükümlerinde ve kılık kıyafette müştereklik benzeşenler arasında, ahlâkta ve
amelde duygu ve davranış birliğine sebep olur. Bu, tecrübe edilmiş bir gerçektir.
Meselâ; ilim adamlarının toplumca bilinen giysilerini giyinen kişi onlara katıldığı duygusunu taşır. Savaşçıların teçhizatını takınan kişi de onların duygu ve davranışlarından etkilenir. Tavırları onların tavırlarını andırır.
g- Dış görünümde aykırılık zıtlığı neden olur. Bu da kişiyi bir taraftan Allah’ın öfkesi altına sokacak, sapıklığa götürecek işlerden ilişkisini koparmaya götürür. Diğer taraftan da
ilâhî rızaya ermiş, hakikat ehli kullarla irtibatlanmaya yöneltir.
h- Zahirde benzerlik karışıma da sebep olur. Artık Müslümanlara bâtıl din ve ideoloji
mensuplarını ilk bakışta ve pek çok hususta ayırmak zor olur.
ı- Büyük günahlardan her biri Allah’ın helak ettiği, geçmiş ümmetlerden birinden devralınmıştır. Eşcinsellik Hz. Lût’un kavminden, ölçüde-tartıda hile Hz. Şuayb’ın topluluğundan, yönetimde azgınlık Firavun’un yaranından mîras alınmıştır. Bu gibi hususlarda onlara benzeyen kişi onlardan olmuş olur.
i- Her ne kadar “... Sizden Yahûdileri ve Hıristiyanları velî /dost edinen kişi onlardandır...” anlamındaki Mâide sûresinin 51. âyeti onlara benzeyenin kâfirliğine işaret ediyorsa da bu hadis ve benzerleri gayr-ı müslimlere en basit tarzda benzerliğin bile haram olacağına delâlet
etmektedir.
Ancak şöyle bir genelleme yapılabilir: Kâfirlikte bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzeme küfür, haramlarda benzeme de haramdır.(Feyzül Kadir Hn.8593.)
29 Tarif için bak. Minmîrkatil-Mefâtih Şerh-i Mişkâtil-Mesâbih 4/431.
rında veya çağrıştıran ayırıcı özelliklerinde benzemiş olmaktır. Onlardan tek tek
fertlere benzemenin sakıncası yoktur
Bu iki şartı kısaca açıklayalım.
A- İsteyerek benzemek
İslâm Dini’nde sözler, davranışlar ve işler niyetlere göre değer kazanır veya değer yitirir.
Yüce Peygamberimiz bir hadislerinde “Ameller niyetlere göredir. Kişi için niyetinin karşılığı vardır.”30 buyurmuşlardır
Bu sebeple niyeti olumlu olan kişinin haram kılınan fiiller dışında müteşebbisi ve yapıcısı olduğu iş, neticesi itibariyle olumsuz olsa da kişi günahkâr
olmaz. Günahkâr olmak bir tarafa kişi sevap da kazanır. Aziz Peygamberimiz
bu gerçeği şöylece açıklamaktadır:
“Hâkim hüküm vermek için içtihat eder de içtihadında isabet ederse iki ecir alır.
İçtihadında hata ederse bir ecir alır.”31
Ameller niyetlere göre olduğu için insan hata ederek veya unutarak yaptığı işlerle yapmak zorunda bırakıldığı işlerden ötürü de Allah katında mesul
olmaz.
Bu hakikat Peygamberimiz tarafından şöylece açıklanmaktadır:
“Gerçekten Allah ümmetimden hata ederek, unutarak ve zorlanarak yaptıkları işlerin sorumluluğunu kaldırmıştır.”32
Hadisler ışığında yaptığımız bu açıklama ve mevzumuzla alâkalı bahislerde geçen teşebbüh/benzeme fiilinin Arab dilinde taşıdığı özel mâna, haram kılınan benzemenin uğraşı verilerek/arzu edilerek gerçekleştirilen benzeme olduğunu beyan etmektedir.
Ancak “isteyerek benzemek” şartı hakkında Kur’ân Sünnet’le hüküm konulmuş benzeme türlerini içine almaz.
Benzeme illetinden/sebebinden ötürü Allah’ın ve Peygamberinin emri ile
30 Buhari İman B. Macâe Înnel-A’male Bin-Niyeti 1/20
31 Buhari K. İtisam Bis-Sünneti Bab-u Ecril-Hakimi 8/157.
32 Sünen-ü İbn-i Mace Hn. 2045.
43
bir fiilin yapılması veya yapılmaması emredilmişse, “isteyerek benzemek” şartı burada geçerli olmaz.
Zira niyetin şöyle veya böyle olması helâli haram kılmayacağı gibi haramı da helâl kılmaz.
Meselâ, benzeme arzu edilmedikçe, benzemekten korunulması için bırakılması emredilen sakalı kesmekte sakınca yoktur, denilemez. Bunun gibi benzeme olmaması için “Esselâmü Aleyküm” şeklinde verilmesi emredilen
selâmı, benzeme arzu edilmedikçe Yahûdiler gibi parmaklarla veya putperestler gibi “Hayırlı sabahlar” şeklinde vermekte sakınca yoktur da denilemez.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Çünkü Kur’ân ve Sünnet’in açık olarak hüküm
getirdiği yerde içtihad caiz değildir. Kaldı ki benzeme olabilir gerekçesiyle belirli sözler, davranışlar ve işlerden yasaklarken, Kur’ân ve Sünnet’in amacı benzemeden sakındırmanın yanı sıra doğruya da erdirmektir.
44
Burada değindiğimiz husus için yukarıda sunduğumuz sakal ve selâm örneklerini verebiliriz. Çünkü sakal ve selâmla ilgili emirler benzeme illetine dayandırılarak verildiği gibi, bağımsız bir İslâmî kimlik oluşturmak için anılan
illete/sebebe yer verilmeksizin de verilmiştir.
Hak’da benzerlikte mahzur yoktur
Benzemekten yasaklandığımız hususlarda ilâhî amacın, benzerliği gidermek yanı sıra doğruya da erdirmek olduğunun açık bir delili de Hak’da birleşmek şeklindeki benzerliklerin giderilmesinin emredilmeyişidir. Çünkü Hak,
bâtılperestlerin alâmet-i farikası (ayırıcı özelliği) değildir.
Aşağıda sunacağımız hadis değindiğimiz gerçeğin etkin delillerinden biridir
Hz. Enes (r.) anlatıyor:
Kadınları âdet görmeye başladığı zaman Yahûdiler âdet süresince evlerinde
kadınlarıyla bir arada oturup-kalkmaz ve onlarla beraber yemek yemezlerdi.33
Sahâbileri bu hususta Allah’ın Resûlü’ne sorular yöneltince, Yüce Allah
Bakara sûresinin 222. âyetini indirdi:
33 Tevrat, Levililer Bab 15, Cümle 19…
“(Ey Peygamber!) Sana âdet halinden soruyorlar. Onun bir eza/rahatsızlık olduğunu açıkla.
Âdet halinde kadınlardan ayrılın. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın/
cinsel ilişkiye girmeyin. İyice temizlenip boy abdesti aldıklarında Allah’ın emrettiği
üreme organından onlarla ilişkiye girebilirsiniz. Şüphesiz Allah (âdetlerinden temizlendiklerinde kadınlarına) dönenleri sever. O, ay halinde ilişkiye girmekten
kaçınarak ve boy abdesti alarak iyice temizlenenleri de sever.”
Allah’ın Resûlü, bu âyeti tebliğ etti ve şöyle buyurdu:
-Âdetleri sırasında kadınlarınızla cinsel ilişki dışında bütün aile içi ilişkileri kurabilirsiniz.
Allah’ın Resûlü’nün mü’minlere verdiği bu talimat Yahûdilere ulaşınca
onlar şöyle söylemekten kendilerini alamadılar:
-Muhammed bize özgü işleri, yalnız bırakmayı değil, o işlerde mutlaka bize aykırılığı da amaçlıyor.
Yahûdilerin bu sözlerinin ardından Useyd b. Hudeyr ile Abbad b. Bişr gelerek şöyle söylediler:
-Ya Resûlellah! Yahûdiler şöyle şöyle dediler. (Onlara benzememek için
âdet zamanlarında) kadınlarımızla cinsel ilişkiye girelim mi?
Onların bu sözleri sebebiyle Allah’ın Resûlü’nün yüz hatları değişti. Öylesine değişti ki biz onlara öfkelendiğini zannettik.
Onlar ayrılıp giderken Allah’ın Resûlü’ne hediye olarak süt getirildi.
Allah’ın Resûlü arkalarından haber saldı. Dönüp geldiklerinde onlara süt
ikram etti. Böylece Allah’ın Resûlü’nün kendilerine kızmadığı anlaşıldı.34
Anlamını sunduğumuz hadisten açıkça anlaşılacağı üzere âdet halindeki
kadınlarımızla cinsel ilişkide bulunmamak şeklinde Yahûdilerle aramızda oluşan benzerliğin giderilmesiyle emredilmeyişimiz, ancak zararlı olacak hususlarda benzerlikten sakındırıldığımızın kanıtıdır.
Bilinmesi gereken bir husus da benzemenin giderilmesiyle sağlanacak
faydanın maddî olabileceği gibi manevî de olabileceğidir. Açıkça görüleceği
gibi, zamanla da ortaya çıkabileceğidir.
34 M. İ. Kesîr, Bakara 228 1/195...
45
Ayrıca benzemeyi gidermekle yükümlü kılınan Müslüman’ın bu sorumluluğu ile yalnız İslâm Dini’ne yönelmesi gereği üzerinde şuurlandırılması da
bir faydadır. “Biz Müslümanız/farklıyız” anlamına temel bir faydadır. Hele hele kendilerine aykırılıkla bâtılperestlerde Hak üzerinde olmadıkları şüphesinin
uyandırılması da, gerçeğe pencere açmak olacağı cihetle büyük bir faydadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Kur’ân ve Sünnet’le giderilmesi emredilen somut benzerliklerde “arzu ederek benzemek” şartı geçerli değildir.
B- Ayırıcı özelliklerde benzemek
Teşebbühün/benzemenin*35 haram olabilmesi için gerçekleşmesi gereken ikinci şart, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına, onlara ait inanç ve hayat
kurallarında veya çağrıştıran ayırıcı özelliklerinde onlara benzemektir. Ayırıcı
özellik vasfını taşımayan hususlarda benzeme haram benzemeye konu olmaz.
46
Meselâ uyku, çalışma ve yemek saatlerinde, gerekli ve yaygın ev-mutfak
eşyası kullanımında benzerlikle ilim ve teknikte kullanılan metotlarda benzerlik haram değildir. Bunlar ve benzerleri mubah/olabilir olan benzerliklerdir.
Çünkü anılan hususlar, bâtıl din ve ideoloji bağlısı topluluklardan biri veya
birkaçına ait olup onları biz Müslümanlardan ayıran ve onları çağrıştıran örneğin dinî veya kutsallaştırılmış ulusal bir özellik değildir.
Benzemeye konu hususiyetleri tesbitte kullanılacak temel ölçü Kur’ân ve
Sünnet’tir.
Kur’ân veya Sünnet’in bâtıl din ve ideoloji mensuplarından biri veya bir
kaçına ait olarak gösterdiği ayırıcı özellikler, haram benzemeye konu özelliklerdir. Arzu edilsin veya edilmesin Kur’ân ve Sünnet’in benzemenin kapsamına aldığı özelliklerde benzemek haramdır.
35 “Teşebbüh” kelimesi Kur’ân’da geçmez. Peygamberimizin hadisleri/sözlerinde geçer. İslâmî
literatürde teşebbüh anlamına Temessül, Müşakele, İttiba’, Müvafekat, Teessi, Taklîd kelimeleri de kullanılmaktadır. Ancak teşebbüh yanısıra kullanılan en belirgin kelime örtüşmeme, ayrı yol ve yöntem izleme, farklı tavır koyma anlamına Muhalefet sözcüğüdür, Örnekleri gelecektir.
Mü’minlerin ortak tavrı ölçüdür
Kur’ân ve Sünnet’te benzemenin kapsamına alınan hususlar, zamanla yaygınlığını ve de fiilî önemini yitirebilir. Böylece benzerlikle doğabilecek mahzurlar ortadan kalkmış gibi görülebilir. Ancak böylesine bir gelişme ve değişme asıl hükmü ortadan kaldırmaz. Zira yukarıda işaret olunduğu üzere Kur’ân
ve Sünnet’in açıklık getirdiği yerde içtihat yapılamaz. Ayrıca aykırı giderek
benzemeyi gidermekte mükellef olduğumuz hususlarda doğruya yönelme ve
İslâm’a özgü olanı kökleştirme vardır.
Kur’ân veya Sünnet’in açıklamadığı benzemeye konu hususiyetler devirden devire artıp eksilebileceği için bunların tesbitinde kullanılabilecek en doğru ölçü mü’minlerin çoğunluğunun kanâati ölçüsüdür.
Bu ölçünün doğruluğunu ve kullanılabilirliğini Peygamberimiz değişik
hadisleriyle, özellikle de aşağıdaki sunacağımız hadisleriyle dolaylı olarak dile getirmişlerdir:
“Mü’minlerin güzel gördükleri Allah katında da güzeldir.”
“(Ey Mü’minler!) Sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.”36
Bu itibarla sünnetsizlik, özel mason giysisi, haç, Marksist sloganlar, jakoben laiklik, kâfirliği bilinen kişi ve kurumlara övgü ve kadınlar için yüz, el ve
ayak makyajıyla birlikte göğüs çatallarını açıkta bırakan veya diz üstü giysi gibi görüldüğü veya işitildiğinde mü’minlerin çoğunluğu tarafından yerli veya
yabancı bâtıl din ve ideoloji mensubu topluluklardan biri veya bir kaçına ait
olduğu hususunda, kanaat hasıl olan özellikler benzemeye konu özelliklerdir.
Zaman zaman ve devirden devire ortaya çıkabilecek ve önem kazanacak
benzemeye konu hususların belirlenmesinde mü’minlerin çoğunluğunun görüşlerinin kullanılabileceği gerçeğini, konumuzla doğrudan irtibatlı olan aşağıdaki hadis de doğrulamaktadır.
Âşûra orucunu tutunuz
-Allah şanını artırsın- Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed Medine’ye geldikten sonra Yahûdileri (Muharrem ayının onuncu günü olan) Âşûre Günü’nü
oruçla geçirir bulunca onlara sordu:
36 K. Hafâ, Hn. 2214, Buharî, K. Cenaiz B. Senain-Nâsi 2/100
47
-Bu gün niçin oruç tutuyorsunuz?
Şu cevabı verdiler:
-Âşûra günü büyük bir gündür. Allah bu günde Hz. Musa’yı ve kavmini
Firavun’dan kurtardı. Firavun ve bağlılarını da bu günde sulara gömdü. Bu sebeple Hz. Musa Allah’a teşekkür etmek için bu günü oruçla geçirdi. Biz de bunun için Âşûra Günü orucunu tutuyoruz.
Allah’ın Resûlü de Yahûdilere şöyle buyurdu:
-Biz Hz. Mûsa’ya sizden daha lâyıkız ve daha dostuz.
Böylece Allah’ın Resûlü Âşûra Günü oruç tuttu ve mü’minlere de tutmalarını emir buyurdu.
Hz. Peygamberin Muharremin onuncu günü oruç tutmaları ve tutulmasını emir buyurmaları üzerine bazı sahâbiler şöyle dediler:
48
-Ya Resûlellah! Şüphesiz ki bugün Yahûdilerle Hıristiyanların kutsal tanıdıkları bir gündür.
Bu sözleri ile gayr-ı müslimler gibi Muharremin yalnızca onuncu günü
oruç tutulmasını benzemeye konu olarak değerlendirdiler. Allah’ın Resûlü onların bu değerlendirmelerini kabul buyurdu ve yapılması gerekeni şöylece bildirdi:
Benzeşmeyi gidermek için gelecek sene inşaallah onuncu gün ile birlikte dokuzuncu günü de oruç tutarız.37
37 S. Müslim K. Sıyam, B. Savm-i Yevm-i Aşûra.
Benzeme İslâm Ümmetinin Uğrayabileceği En Büyük
Sapmalardandır
Benzeme müsbet/menfi(olumlu/olumsuz) kısımlara ayrıldığı gibi, aşağıda ayrıntılı bir şekilde açıklanacağı üzere manevî ve maddî benzeme kısımlarına da ayrılır.
Manevî ve maddî sahalardaki şekilleriyle benzemenin Kur’ân ve Sünnet buyruklarından sapmaları halinde tarihî ümmetlere bulaştığı gibi İslâm
Ümmeti’ne bulaşabilecek mühim hastalıklardan biri olabileceğine Peygamberimiz işaret buyurmuştur. Gerçekleşmesi halinde bu halin İslâm Ümmeti’nin
iman ve amel zaafını aksettirecek canlı bir belge olacağını da açıklamıştır.
Biz bu peygamberi bildirilerden başlıcalarını burada zikredeceğiz:
Yahudilere ve Hıristiyanlara benzeyeceksiniz
Ebu Saîd El–Hudrî’nin aktarımına göre, Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
“Sizler karış karış, zira zira sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların
inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler
deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz.”
(Hz. Peygamberin gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine biz
sahâbîler) sorduk:
Ya resûlellah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahûdiler ve Hıristiyanlar mı olacak?
Şöyle buyurdu: “Ya başka kimler olacaktı?”38
38 Buhari, Enbiya 50, Hn. 3269. Müslim, İlm 6, Hn. 2669
49
Farslılara ve Rumlara benzeyeceksiniz
Ebû Hüreyre (r.) anlatıyor:
Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
“Ümmetim kendisinden önceki ümmet topluluklarının bir kısmını karış karış,
arşın arşın izlemedikçe Kıyamet kopmayacaktır.
Sahâbîler tarafından soruldu:
Arkaları sıra gidilecek olan bu topluluklar Farslılar ve Rumlar (İranlılar ve
Doğu Bizanslılar) mı olacak Yâ Resûlellah!
İnsanları onlar temsil etmiyorlar mı? (Elbet onlar olacaklar.)39
Açıktan cinsî münasebetlerini taklid edeceksiniz
50
Allah’ın Resûlü İslâmî iman ve hayat çizgisinden sapılması halinde uğranılabilecek manevî felaketi bir hadislerinde şöylece dile getirdi:
“Onlardan biri, -kertenkelemsi küçük sürüngen benzeri olan- bir kelerin deliğine girecek olsa, siz de girecek şekilde, onlardan biri de insanların geçiş yolu üzerinde
karısıyla cinsel ilişkide bulunacak olsa siz de bulunacak biçimde sizden önceki toplulukların yolunu karış karış, adım adım izleyeceksiniz.”40
39 S. B. M. Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi 12/440.
Bu hadis vesîlesiyle merhum Kâmil Miras hoca efendinin yaptığı izahı buraya almakta fayda görüyorum:
“Bu hadîste Yahûdilerle Hıristiyanların, Ebû Hüreyre hadîsinde Fars ile Rum’un gayri
ahlâkî hal ve hareketlerini takip ve taklid etmekten İslâm ümmeti tahzir buyrulmuştur.
Fezâyihi taklidden tahzir (Çirkinlikleri taklitten sakındırma)Yahûdilerle Hıristiyanların ve
Fars ile Rum milletlerinin âdetlerini ve âyinlerini taklide de münhasır değildir. Tarihte gelip geçen bütün milletlerin kötü hareketlerini taklide de şâmildir. Yahûdilerle Hıristiyanların ve Fas ile Rum’un hasseten zikrolunması bunların tarihte taayyün(belirmiş) etmiş ve
en büyük milletler olmasındandır.
Şüphesiz ki her dinin ve her içtimaî teşekkülün kendisine has bir medeniyeti ve diğerlerinden ayıran evsaf-ı farikası(ayırıcı vasıfları) vardır ki milletlerarası varlığını ancak ve
muhakkak o hususî vasıflar ile muhafaza eder. İslâm dininin, İslâm ümmetinin de hiç bir
dini ve hiç bir milleti taklide ihtiyacı olmayan üstün bir medeniyeti vardır. Bu bedîhî hakikate mebni Resûlü Ekrem bu yüce varlığımızı muhafaza etmemizi emredip mukallidlik
(taklitçilik) derecesine düşmekten men etmiştir.”
40 Feyzül-Kadîr 6/261 Hn. 7224.
Ana ile zinayı bile taklid eden olacaktır
Allah’ın Resûlü ümmetinin bâtılperestleri taklidde ne derece aşağılaşabileceği ihtimaline de, geleceğe ışık tutan bir diğer mucizevî hadîsleriyle şöylece dikkatleri çekti:
“Bir çift ayakkabının bir tekinin diğer tekine eşitliği gibi İsrail oğullarını kuşatan iman ve ahlâk düşüklüğünün tıpa tıp benzeri bana inananları da kuşatacaktır:
Öylesine kuşatacaktır ki onlardan bir fert açıktan anasıyla zina yapacak olsa ümmetimden bu işi yapacak bir kişi ortaya çıkacaktır.41
Yukarıda sunulan hadisler Müslüman olarak bilinen insanların ne ölçüde
ahlâkî çöküntüye uğrayabileceklerini, yücelttikleri gayr-ı müslim ve materyalistleri taklid yolunda ne derece aşağılaşabileceklerini göstermektedir.
Ancak Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed’e aidiyeti ve de anlamı üzerinde birleşilen hadîslerde bâtıl din ve ideoloji mensubu topluluklara böylesine elem verici benzeşmelerin olabileceğinin bildirilmiş olması, pek tabiidir ki
mü’minleri bağlamaz ve onlar için bir mazeret teşkil etmez. Her bir mü’min bu
hadislerde çizilen elem verici tablonun portresini bizzat oluşturmuş olmaktan
kaçınmak mecburiyetindedir. Hadîslerin amacı da budur.
41 Feyzül-Kadîr 6/346 Hn. 7532.
Sunulan hadislerin ilk muhatabı olan Peygamber dönemi mü’minleri böylesine bir ahlâkî
çöküntüyü tasavvur bile edemezlerdi.
Zamanımızda bâtılperestler tarafından çevrilen ve müştereken seyredilen sex filmlerinin
benzerlerinin mü’min olarak bilinenler tarafından çevrilebilmesi ve topluca izlenmesi,
mahremlerle/ensest ilişkileri konu alan hikâye, roman ve senaryoların neşredilmeye başlanmış olması ve fiilen yaşanması, bikinili, tangalı olarak babaları, çocukları ve kardeşleriyle plaja giren kızların, annelerin ve kızkardeşlerin İslâm imanı ve vicdanını sızlatan görünümleri, daha da önemlisi bütün bunların ve benzerlerinin tabîi görülmesi ve ilericilik
adına yapılması hadislerde bildirilen ahlâki çöküntünün aynıyla gerçekleşeceğine işaret
eden delillerdir. Rabbim bizleri korusun.
51
Benzenilmemesi Gereken Bâtıl Din ve İdeoloji Mensupları
Kimlerdir?
52
İslâm, Hz. Âdem, Nûh, İbrahîm, Mûsa, Îsa ve Muhammed dahil bütün
Peygamberlerin ve Kutsal Sayfalar-Kitapların ortak teblîği olan Hak Din’dir.
Onun Hz. Muhammed’in teblîğ ettiği Kur’ân’la tamamlanan son şekline inanmayan bütün toplumlar; Yahûdiler, Hıristiyanlar, Budistler, Şintoistler, Putperestler, Materyalistler, Komünistler v.s. mü’minlerin benzememekle emrolundukları toplumlardır. Biz bunlara kısaca batıl din ve ideoloji bağlıları diyoruz.
Ümmet-i Muhammed’in İslâm’dan sapmaları halinde kendilerinden öncekilerin yollarını izleyebileceklerine dair yukarıda mânalarına işaret ettiğimiz
hadîslerdeki Yahûdi, Hıristiyan, Faris ve Rum ifadeleri örneklendirici nitelikte
olup sınırlayıcı değildir. Nitekim, bazı hadîslerde Allah’a ortak koşanlar olan
müşriklere ve Araplar dışındaki insanlar anlamına E’âcim’e benzenilmemesi
gibi genel ölçüler konulmuştur.
Açıklanmaya çalışıldığı üzere İslâm Dini’nin kendilerine benzenilmemesini emrettiği toplumlar İslâm’ın dışındaki bütün din ve felsefî sistem mensuplarını içine almaktadır. Aşağıdaki âyetler ve hadîsler bu gerçeği açıklamaktadır.
Âyetlerden örnekler
Âl-i İmrân Sûresi Ayet 100:
“Ey İman Edenler! Önceki çağlarda kendilerine Kitap verilenlenlerden; Yahûdiler ve Hıristiyanlardan bir zümreye boyun eğerek izlerinden gidecek olursanız sizi imanınızdan sonra döndürüp kâfir ederler.”
Bakara Sûresi Âyet 120:
“Sen onların inançları ve yaşayışlarına uymadıkça ne Yahûdiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden memnun olmayacaklar. Asıl doğru yolun Allah’ın yolu olduğunu onlara söyle. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzularına uyacak
olursan, Allah’tan (başka koruyacak) ne hakiki bir dost ne de hakiki bir yardımcı
bulabilirsin.”
Nisa Sûresi Âyet 144:
“Ey İman Edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velîler42 edinmeyin. Kendi
aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil vermek ister misiniz?”
Anlamlarını sunduğumuz âyetlerden açıkça anlaşılacağı üzere yollarını izleyerek boyun eğmememiz, arzularına uymamamız ve de velîler edinmememiz, dolayısıyla da kendilerine benzer konuma düşmememiz gereken topluluklar Yahûdiler, Hıristiyanlar ve de Kâfirlerdir. Kâfirler ifadesi gayr-ı müslimleri içine aldığı gibi İslâm dışı diğer tüm toplulukları da içine almaktadır.
Hadîslerden örnekler
Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed’in kendilerine benzenilmemesi gereken
topluluklarla ilgili olarak Kur’ân çizgisinde yaptığı açıklamaları aşağıda sunacağımız hadîslerle örneklendirebiliriz.
Yahûdiler
“Allah eksiklerden beridir, dosdoğru olan kulunu sever. Temizdir, temizliği sever.
İkramkârdır, ikram edilmesini sever. Cömerttir, cömertliği sever. Aman evlerinizin;
iş yerlerinizin önünü tertemiz yapınız da bu hususta Yahûdilere benzemeyiniz.”43
42 “Velîlerin” anlamı için “İnançta Benzeme” bölümüne bak.
43 Et-Tac, 3/162
53
Hıristiyanlar
“Bizden başkasına benzemeye çalışanlar bizden değildir. Yahûdilere ve Hırîstiyanlara benzemeyiniz. Yahûdilerin selâmı parmaklarla işarettir. Hıristiyanların selâmı ise avuç içi ile işaret etmektir.”44
Mecûsiler/Ateşe tapanlar
“Bıyıklarınızı kısaltınız, sakalınızı uzatınız. Böylece uygulamada Mecûsiler’den
farklı olunuz.”45
Müşrikler / Allah’a ortak koşanlar
İmrân b. Huseyn (R.) anlatıyor:
“Biz İslâm öncesi Cahiliyet dönemimizde, müşriklerle “Allah sevdiklerinle gözünü aydınlatsın” cümlesi ile selâmlaşırdık. İslâm kökleşip kendine özgü selâmı belirleyince o tür selâm vermekten yasaklandık.”46
54
E’âcim (Diğerleri)
İ. Ömer anlatıyor:
a) Peygamber e’âcim’e (Müslüman olmayanlara) benzemekten menetti ve
şöyle buyurdu:
“Bir topluluğa benzemeye çalışan kimse, benzemeye çalıştığı toplumdandır.”47
b) (Kabir kazıldıktan sonra kıble tarafında ölü girecek kadar bir yer yapma olan) Lahid biz mü’minlere hastır/özgüdür. Yalnız toprağı yarmakla yetinme ise
bizden başkalarının uygulamasıdır.”48
Şeytanlar
“Cinsel ilişkiye girdikten sonra, ilişkilerini çevrelerine anlatan erkek ve kadın,
sokakta erkeği dişisine rastlayan, sonra da insanlar kendisine bakar dururken erkeği dişisi ile ilişkiye giren erkek ve dişi şeytan gibidir.”49
44
45
46
47
48
49
Sünenüt-Tirmizî, İst’izan 7, Hn. 2696.
El-Menhelül Azbül-Mevrud Şerh-i Sünen-i Ebû Davud K. Taharet Babu Gaslis-Sıvak.
Min Mirkatil-Mefâtih 4/563.
İbn-ü Teymiye Îktizaus-Sıratıl-Müstakim sh. 84.
Ebû Davud, Cenaiz Babün Fil-lahdi.
Ebu Davud, Nikah 49.
Burada hadîslerle verdiğimiz misaller benzememe türlerini açıklamak için
değildir. Benzenilmemesi gereken toplumların İslâm’ın dışındaki bütün bâtıl
din ve ideoloji mensuplarını içine aldığını açıklamak içindir.
Şeytan: Yüce Allah’ımızın sınırsız hikmeti gereği insânlar yeryüzünde kulluk denemesine tabi tutulmuş varlıklardır. Onlar bir taraftan peygamberler ve mukaddes kitaplara yönlendirilip meleklerin ilhamlarıyla aydınlatılmışlar, diğer taraftan da şeytânın telkinlerine
açık tutulmuşlardır.
İnsânlar tarafından kafa gözü ile aslî hüviyetleri içerisinde görülemeyen varlıkların bir bölümünü de cinler ve cin asıllı şeytânlar oluşturur.
Şeytânların varlığı, insânlara düşmanlığı, onlardan korunulması ve Allâh’a sığınılması gereği Kur’an-ı Kerîm’le bildirilmiş ve Peygamberimiz’in hadîsleriyle açıklanmıştır. Bu sebeple şeytânların mevcudiyetine ve insânlara şer aşılayıcı vesveselere inanmakla mükellefiz. İslâm inanç sisteminin her bir esasına inanmış olsa da şeytânların mevcudiyetine inanmayan kişi kâfir olur. Tövbesiz kâfir ise ebedi cehennemliktir.
Şeytânlar cin asıllı olup ataları İblis’tir. iblis de Hz. Âdem gibi nesillenmiştir.
Şeytânlar vücûd gözeneklerine nüfuz edebilen elektrik dalgaları gibi bir tür ateşten yaratılmışlardır. Yerler, içerler ve ürerler. İnsânlara, onların görmediği yönlerden yaklaşarak
telkinlerde bulunurlar.
Şeytânlar Allâh’ın takdiri olmaksızın zarar veremezler. Onlar yalnızca düşmanlık yapar,
vesveseleriyle şer aşılamaya çalışırlar.
Kur’ân’ın açıklamasına göre şeytânlar sapıttırarak, hulyalara düşürerek, Allâh’ın yarattığı
düzeni değiştirmeyi telkin ederek, dinin, bilimin ve olgun aklın çirkin bulduklarını güzel
gösterip emrederek, fakîrlikten ve kendi dostları olan kâfirler ve isyankârlardan korkutarak… düşmanlıklarını yaparlar.
İnsânları cehennem azabına düşürecek amellere yöneltebilen şeytânlar vesveselerini
insânların beyin hücreleri üzerinde yaptıkları doğrudan fiziksel bir etki ile mi yoksa uzaktan bilemediğimiz bir metodla mı vermektedirler, bunu bilemiyoruz.
Meteryalizme yöneltici ve ilâhi haramları işletici vesveseleri insânlara verebilirlerse de
şeytânların bilgili, amelli ve ihlâslı müminler üzerinde yaptırıcı hâkimiyetleri yoktur.
55
Benzemenin/Teşebbühün Doğuşu, Tarihî Seyri ve
Devrimizdeki Karakteri
56
İslâm Dini’nin Kıyamet Günü’ne kadar geçerli olacak kemale erdirilmiş
şekli Hz. Muhammed (s.a.) aracılığı ile tebliğ edilmeye başlandığı zaman, Arabistan Yarımadası’nda bâtıl bir düzen hâkimdi. Kur’ân ve Sünnet’in Cahiliyet olarak nitelendirdiği bu düzenle İslâm Dini arasında şiddetli bir çatışma
oldu.50
İslâm Dini, inanç esasları, hukûkî ve ahlâkî düstûrlarıyla ferd ve toplum hayatını bütünüyle kuşattığı için mü’minleri, kendisiyle çatışan cahiliyet
inançlarından ve hayat tarzından sakındırıyordu. Cahiliyet’in mü’minler üze50 Biz burada Cahiliyeti İslâm’ın Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilmeye başlandığı dönemde Arabistan Yarımadasında hâkim olan inançlar ve hayat tarzı mânasına dar bir
anlamda kullandık. Ancak İslâm Dini, Allah’a iman ve Allah’ın kanunlarını, elçisi Hz.
Muhammed’in tatbik ettiği şekilde hayata uygulama esasına dayanmayan her hayat düzeninin cahiliyet hayatı olduğunu bildirmiştir.
Bu itibarla cahiliyyet hayatı, sadece İslâm Dini’nin zuhuru sırasında Çin’de, Roma’da,
Bizans’ta, İran’da ve Arabistan yarımadasında geçmiş olan bir hayat tarzı değildir.
İslâm Dini’ne uygun olmayan, mazide yaşanmış her hayat cahiliyet hayatı olduğu gibi, aynı ölçüler içerisinde halde ve gelecekte yaşanacak her hayat tarzı da cahiliyet hayatı olacaktır. Çünkü İslâm Dini, ilmî ve teknik gelişmeyi emretmiş olmakla beraber, cahiliyet hayatını “ilimsizliğin ve teknik geriliğin hâkim olduğu hayat olarak vasıflandırmamış,
hâkimiyeti Allah’ta yönetim düzenini İslâm’da kabul etmeyen hayat şekli” olarak tanıtmıştır.
Bu itibarla cahiliyet asli hüviyetlerini yitirmiş bütün semavî şeraîtleri, dinleri ve devrimizdeki tüm felsefi sistemleri ve hayat tarzlarını içine alır.
Bak. a) Sülevmaniye Minberinden İslâm Nizamı Ali Rıza Demircan cilt 2, “Yaşadığımız
Cahiliyet” hutbesi. b) İktizaus-Sıraül-Müstakim Sh. 79.
rindeki etkisini bütünüyle gidermek için de cahilî değerlere bağlı olan insanlara benzenilmesini onaylamıyor, onlara aykırılığı emrediyordu.
Böylece İslâm’ın zuhuru sırasında teşebbüh/benzeme mevzuu ortaya çıktı. İslâm-cahiliyet çatışmasında cahiliyet mağlûp olmakla beraber toplum hayatındaki izlerini korudu.
Hz. Peygamber ve ilk dört büyük halife devrinde başlayarak giderek gelişen fetihler, İslâm Dini’ni bâtıl din ve felsefî sistemlerle karşılaştırdı. Hakk’a
ve Bâtıl’a bağlı insanların karşılaşması ve tanışması, ayrıca bâtıl din ve ideoloji mensuplarından mühimce bir kısmının İslâm Dini’ni kabul ederek Müslümanlarla kaynaşması ve bu arada yeni Müslümanların, eski dinî inançları ve âdetlerini bütünüyle terk edememesi, teşebbüh/benzeme konusunu daima canlı tuttu.
Ancak İslâm ülkelerinde İslâm Kültürü’nün kökleşmesi ile mü’minlerin
bâtıl dinlerin ve ideolojilerin bağlılarına benzeme meselesi hiç bir zaman endişe verici büyük boyutlara ulaşmadı. Konu ile ilgilenen İslâm bilgini Münavi’nin
“Siz karış karış, zira’ zira’ sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz...” anlamındaki yukarıda yer verdiğimiz hadîsin, aşağıda sunduğumuz açıklamasında
verdiği örneklerde görüldüğü gibi toplumda bazı fertlerin hayatında ve belirli
alanlarda tezahür etmiş olmaktan ileri gidemedi:
“Gerçekten Müslümanların bir kısmı davranışlarında, giyimlerinde, hayvanlarına biniş şeklinde ve hattâ savaşta ve barışta sembol ve sloganlarını benimsemekte
Mecusîlere (ateşe tapanlara) benzer olmuşlardır. Camileri süslere boğmada, halkın
neredeyse ölülere ibâdet etmesine ortam hazırlayacak şekilde kabirlere tazim göstermede, rüşvet almada, güçlülere değil de zayıflara ceza tatbik etmede, “Esselâmü
Aleyküm” demeksizin yalnız elle selâm vermede, Cuma günleri hiç çalışmamada,
Cumartesi günleri hasta ziyaret etmemede, kadınlarının âdet günlerinde yemek pişirmemede ve daha nice nice durumlarda Yahûdileri ve Hıristiyanları taklid eder
olmuşlardır.”51
Evet, İslâm ülkelerinde İslâm irfanının hâkim olduğu devirlerde bâtılperestlere benzeme meselesi işaret edilen şekilde sürdü. Fakat İslâm ülkeleri, İslâmî kültür ve yönetimden uzaklaşmaya, bilim ve teknikte duraklamaya ve gerilemeye başlayınca durumun seyri değişmeye başladı.
51 Feyzül-Kadîr, 6/261 Hn. 7224’ün açıklaması.
57
İlim ve teknikte gelişen batı, ilim ve tekniği ile girdiği İslâm ülkelerini siyasî, iktisadî ve kültürel emperyalizm ile kuşatmaya başlayınca bâtıl din ve
ideolojilerin mensuplarına benzeme giderek arttı. Artmakta da devam etmektedir.
20. asrın ilk çeyreğinden sonra, giderek artan benzeme öylesine vahimleşti ki artık mü’minlerle yabancı ümmet ferdleri, birbirlerinden ayırt edilemez oldu. Çünkü kılık-kıyafetten siyasî, iktisadî ve hukukî müesseselere, değer hükümlerinden radyo ve televizyon programlarına kadar her şey Bâtıl’lara
bağlı batı ülkelerinden alınır oldu.
Asırlardır İslâm Ümmeti’nin ve İslâm Kültürü’nün merkezi olmuş bulunan Türkiye ve Mısır gibi ülkeler buna çok canlı birer örnektir.
58
Evet, Batılı ülkelerden ithal ve tercüme edilmiş kanunları, materyalist
kökenli mektepleri ve üniversiteleri, faiz, içki ve fuhuş yuvalan ile dolu kasaba ve şehirleri, bâtıl mesajlarla yüklü gazete ve mecmualar, radyo ve televizyon programları, gayr-ı islâmî kıyafetlerle giyimli insanları ile Türkiye ve Mısır
gibi ülkeler İslâm Dünyası’nda bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzemenin
bugün gelinen konumuna canlı örneklerdir.
İkinci Bölüm
Manevî Yönden Benzeme
59
Batıl din ve ideoloji mensuplarına benzemeyi/teşebbühü,
manevî ve maddî yönlerden benzeme olmak üzere iki ana bölümde inceleyebiliriz.
60
Bu ikinci bölümde manevî yönden benzemeyi konu edinecek ve iki madde halinde açıklamaya çalışacağız.
a) İnançta Benzeme b) Ahlâkta Benzeme.
İnançta Benzeme
İslâm Dini’nin sunduğu itikadî/inançla ilgili esaslar, sosyal, iktisadî, hukukî ve ahlâkî prensipler mutlak doğrudur.
Mü’min, Kur’ân ve Sünnet’in takdim ettiği bu mutlak doğrulara inanmakla beraber, bâtıl din ve ideolojilerden birinin objektifinden bakarak İslâm’la
çatışan bir görüşü meşru görür, doğruluğuna inanır veya doğruluğuna inandığı bâtılları İslâm’ın mukaddes doğrularına fiilen tercih ederse neticesi küfür/
kâfirlik olan inançta benzeme gerçekleşmiş olur.
İnanç yönüyle benzemeyi vereceğimiz dört misalle şöylece açıklayabiliriz.
Birinci misal:
Kâfirleri velî/dost edinmek
İkinci misal:
İnsanları ve kurumları tanrılaştırmak
Üçüncü misal:
Tazimde/yüceltmede aşırı gitmek
Dördüncü misal:
Çıkar için ilâhî yasaları gizlemek
61
Birinci misal:
Kâfirleri velî edinmek
Kâfirleri velî edinmek, onlardan olma sonucunu doğuracak benzemeyi
içerdiği için, İslâm Dini’nde Kur’ân diliyle haram kılınmıştır. Öneminden ötürü konuyu açalım.
Velî edinmek dost ve yardımcı edinmek anlamına geldiği gibi velayet vermek, bir diğer anlatımla temsil etme ve adınıza hukukî işlem yapma yetkisi
vererek üzerinize hakim kılmak manasına da gelir.
Hiçbir Müslüman herhangi bir kâfiri yetkilendirerek üzerine hakim kılma
anlamına velî edinemez. Velî olur ama velî edinemez. Ancak beşerî ilişkiler anlamına dost edinebilir, yardım edebilir ve yardım alabilir.
62
Bizler, Müslüman olduğumuz için temel haklar ve hürriyetlerimize saldırılmadıkça, yurdumuz işgal edilmedikçe ve de aleyhimize ittifaklar oluşturulmadıkça düşmanlarımıza bile adaletli olmakla yükümlü kılındık ve iyilik yapmakla öğütlendik.52
İslâm Dini’nin, Hz. Muhammed aracılığı ile Kur’ân’la bildirilen nihaî şekline inanmadıkları için Kâfirlerin bir bölümünü oluşturan gayr-ı müslim kadınlarla evlenebileceğimiz için, insan olarak eşimize karşı kocalık, gayr-ı müslim anneannemiz ve dayılarımıza karşı da akrabalık vazifesiyle görevlendirildik.
Bu sebeple inancı ne olursa olsun alaka kurabildiğimiz insanları dost ve
yardımcı olma anlamına velîler edinebiliriz. Ama ana-baba dahil akraba bile
olsa kâfirleri, örneğin siyasî ve hukukî yönden temsil ve tasarruf yetkisiyle donatıp üzerimize hakim kılamayız.
Verilen ön bilgiler ışığında kâfirliğe götürücü inançta benzerliği yasaklayan âyetlere bakabiliriz. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleridir; temsil ve tasarruf yetkisi de verilebilir dostları ve yardımcılarıdır...”
“Kâfirler de birbirlerinin velîleridir; dostları ve yardımcılarıdır...”53
52 Mümtehine 8-9, Maide 8.
53 Tevbe 71, Enfal 73
Bu âyetler ve benzeri Kur’ân buyruklarına göre mü’min kişi ancak mü’minleri velî edinebilir. Yalnızca onlara temsil yetkisi verebilir ve ancak onları hakim tanıyabilir. İmana dayalı sevgiyi sadece onlara yöneltebilir.
Eğer İslâm’a inançlı kişi, kâfirleri ve yüreği ile inanmamış münafıkları bir
kâfir ve münafık gibi, kâfirlikleri ve nifaklarını onaylayarak velîler edinirse;
kendisini temsil yetkisini onlara verir ve onları üzerine egemen kılarsa inanç
bakımdan onlara benzemiş olur. Bu gibi benzeme de kâfirliğe götürür.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Mücâdele sûresinin son âyetinde, Allah’a ve
Âhiret Günü’ne iman eden mü’minlerin, babaları, kardeşleri ve akrabaları da
olsa Allah’a ve Resûlüne karşı çıkanları yürekten sevemeyeceği açıklanırken,
Mâide ve Tevbe sûrelerinde şöyle buyurulmaktadır:
Mâide Sûresi Âyet 51:
“Ey İman Edenler! Yahûdileri de Hıristiyanları velîler edinmeyin; onlara sizi
temsil ve adınıza işlem yapma yetkisi vermeyin/üzerinize hakim kılmayın. Onlar
birbirlerinin yaranıdırlar. İçinizden onları velî edinenler onlardandır. Şüphesiz Allah zalimleri doğru yola erdirmez.”
Tevbe Sûresi Âyet 23:
“Ey İman Edenler! -Eğer kâfirliği İslâmî imana tercih ederlerse- babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velîler edinmeyin. Sizden onları velîler edinenler zalimlerin tâ kendileridir.”
63
İkinci misal:
İnsanları ve kurumları tanrılaştırmak
Allah’a inanıldığı halde, emirleri ve yasaklarıyla belirlediği mutlak egemenlik alanından Allah’ı dışlayarak bu alana insanları ve kurumları yerleştirmek, inançla ilgili benzemedir ve kişiyi kâfirliğe götürür.
Allah bütün varlıkların yaratıcısıdır. Yarattıklarını yönetmek hakkı O’nundur. Bunun için tabîat kanunlarını koymuştur. Denemeye uğratmayı dilediği
için iradeli olarak yarattığı insanlar için ise Peygamberleri aracılığı ile İslâm yasalarını koymuştur. Emirleri ve yasaklarının oluşturduğu bu yasaları ile Allah,
insanlar üzerinde mutlak egemenlik alanını belirlemiştir.
64
Sınırları, nihâî olarak Kur’ân’la açıklanan bu egemenlik alanına müdahale edilemez. Yaratıcılığına inanıldığı halde, fertleri ve toplumları yönetici ana
kuralları koyma anlamına mutlak egemenlik hakkını Allah’a değil de insanlara ve beşerî kurumlara vermek, bir diğer anlatımla emir vermek, yasak koymak, helâl kılmak ve haram saymak hakkını onlarda görmek İslâm Dini’nde
kâfirliğe düşürür en büyük günahtır.
Kur’ân’ın açıklamalarına göre tövbe edilmeksizin asla affedilmeyecek ve
yapılan diğer bütün güzel amelleri boşa çıkaracak olan bu en büyük günahın
İslâm Dini’ndeki adı Şirk/Allah’a ortak koşmaktır. Kur’ân-ı Kerîm, inançla ilgili bu günahı Cahiliyet dönemi insanlarının işlediğini, Yahûdiler ve Hıristiyanların da sürdürdüğünü bildirmektedir. Zamanımızda ise sekülarizm/laisizm
olarak yaşatıldığı görülmektedir. Öneminden ötürü konuya daha bir açıklık
getirmek istiyoruz.
a- Kur’ân’ın ilk muhatapları olan Cahiliyet dönemi insanları, Allah’a bütün varlıkların yaratıcısı olarak inanırlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna, yağmurları indirip ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiğine, bütün varlıkların O’nun tasarrufu altında bulunduğuna iman ederlerdi. Ama bu inançları hayatlarına yansımazdı.
Onlar melekleri, cinleri ve putları ilahlaştıran geleneklere, akılları ve arzularına, konumlarını yücelttikleri kâhinlerin görüşlerine ve de çektikleri fal
oklarına getirdikleri yorumlara göre yaşarlardı. Allah ve buyrukları yokmuş
gibi yaşarlardı. Hayatın Allah’ın egemenliği altında O’nun buyruklarına göre
yaşanması gereğini öğreten, insanların ancak Allah’ın belirlemediği alanlarda
egemenlik haklarını kullanabileceklerini duyuran İslâm’ı, inanç dünyaları yanı
sıra sosyo-ekonomik düzenleri ile çatıştığı için kabullenemiyorlardı.
b- Allah’a ve kutsal kitaplarla indirdiği emirlere ve yasaklara inanır ve yaşarlarken giderek Yahûdiler ve Hıristiyanlar da bu doğrultudan saptılar. Onlar da Yaratan’ın buyrukları yerine aşırı derecede yücelttikleri din adamlarının
yönetimi altına girdiler. Allah’ı unuttular. Hahamları ve papazlarının yorumlarını hayatlarının merkezine taşıdılar. Böylece inandıkları Allah’ın yanısıra din
adamlarını yarı ilahlaştırarak Allah’a ortak koşar oldular.
Aşağıda manasını sunacağımız âyet ve bu âyetle ilgili olarak sahâbi Adî b.
Hatem’in yönelttiği soruya Allah’ın Resûlü’nün verdiği cevap, onların inançla
ilgili azim hatalarına açıklık getirmektedir.
Adî b. Hatem, kavminin reisi bir zat olup cahiliyyet döneminde Hıristiyan olmuştu. Kabile başkanı sıfatıyla Hz.Peygamberin İslâm’a daveti kendisine ulaşınca, kaçarcasına Şam’a gitti.
Adî’nin kız kardeşi ve kabilesinden bir topluluk İslâm askerlerine esir düşünce, Hz. Peygamber (s.a.) onun cömertliği ile ünlü babası Hatemî Taî’nin
hatırasına hürmeten, kız kardeşine ilgi gösterip ikramlarda bulundu. Serbest
bırakıldığı için Şam’a giden bu kız kardeş, Adî b. Hâtem’i Müslümanlığı kabule ve Hz. Peygamberle görüşmeye teşvik etti.
Adî b. Hâtem de kalkıp Medine’ye geldi. Boynundaki gümüş haçla Hz.
Peygamber’in huzuruna girdi.
Bu sırada Allah’ın Resûlü, Tevbe sûresinden şu âyeti okuyordu:
“Yahûdiler ve Hıristiyanlar Allah’ı bırakarak hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa’yı Rab edindiler. Oysa ki onlar da ancak bir olan Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Ondan başka hiç bir tanrı yoktur. Allah, onların (tabîi ve yasal
hâkimiyetine) eş tutageldikleri her şeyden beridir.”
Hz. Peygamber okumasını bitirince Adî b. Hatem şöyle der:
-Hıristiyanlar ve Yahudiler papazlarını ve hahamlarını Rab/ilâh edinmezlerdi ki...
Onun bu sözleri üzerine Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
-Hayır, iş senin anladığın gibi değildir. Papazlar ve hahamlar, Allah’ın helâl kıldıklarını onlara haram kıldılar, haram kıldıklarını da helâl kıldılar. Onlar da pa-
65
pazların ve hahamların, Allah’ın emirleri ve yasakları ile çatışan buyruklarını benimsediler ve onlara tâbi oldular. Bu tutumları ile Allah’ı bırakıp onları Rab edinmiş oldular.54
Verdiğimiz örneğe ve benzeri Kur’ân ve Sünnet açıklamalarına göre Allah’ın emir ve yasaklarını bırakıp da bu emir ve yasaklarla çatışan, şahıs veya rejim buyruklarına meşru/helal görerek tâbi olmak Allah’tan Rab edinip
ibâdet etmektir. Nitekim Rabbimiz nefislerinin arzularına uyanları nefislerini
ilâh edinmekle suçlayarak şöyle buyurur:
Furkan Sûresi Âyet 43:
“Ey Peygamber: Gördün mü arzularını ilâh edinen kişiyi, şimdi onun üzerine
(fenalıklarını önlemek için) sen mi bekçi olacaksın?”
66
c- Peygamberlerin teblîğ ettiği ilâhi yasalara inanmayan inkârcılar, Hz.
Âdem’den beri Allah’ı; O’nun emirleri ve yasaklarıyla belirlediği egemenlik
alanını tanımıyorlar idiyse de, bu akım 19. asırdan sonra bütün dünyayı ve
onlara benzemeye çalışan İslâm dünyasını da kuşatmaya başladı.
Bu akıma göre, Allah’a yaratıcı olarak inanılabilir. Ama O, yasa koyucu
olarak kabul edilemez. Yönetici kuralları krallar/şahlar/padişahlar ve onların
entelektüel çevresi belirler veya demokratik yöntemlerle belirlenecek ve de
çoğunluk esasına göre çalışacak ulusal meclisler tesbit eder.
Allah’a inanıldığı halde, O’na ait egemenlik hakkını O’ndan alarak insanlara ve kurumlara yamamak, bir diğer anlatımla örneğin batı demokrasilerini olduğu gibi benimseyerek, mutlak egemenliği de insanlara vermek inançla ilgili kâfirliğe götürebilir benzeme türüdür. Asrımızda Müslümanlarda görülen inançla ilgili benzeme türlerinin temelinde açıklamaya çalıştığımız benzeme vardır.55
54 İbn-i Kesîr Tevbe 31.
55 Egemenlik konusu için S. M. İslâm Nizamı isimli eserimizin Beyan Yayınları’nca neşredilen ikinci cildinin “Hakimiyet Allah’ındır” başlıklı hutbesinin okunmasını tavsiye ederiz.
Üçüncü misal:
Tazimde/yüceltmede aşırı gitmek
Şahısları ve kurumları ilâhî hâkimiyetin üstünde veya ona eş otorite kaynağı olarak görmek gibi, insanı ileri derecede tazim/yüceltme de inançla ilgili kâfirliğe götürebilir bir benzeme türüdür. Böylesi benzemeler de Kur’ân ve
Sünnet diliyle haram kılınmıştır/yasaklanmıştır.
Çünkü İslâm Dini, peygamber de olsa hiç bir insanın aşırı bir şekilde tazim edilmesini, onun insanüstü vasıflarla nitelendirilmesini caiz görmez. Sınırları aşan yüceltme, İslâm’ın tevhit anlayışına da ahlâk anlayışına da aykırıdır.
İslâm Dini’nin yasakladığı bu tür benzemeyi üç başlık altına örneklendirebiliriz.
Secdeye vararak yüceltme,
Sözlü olarak yüceltme,
Ölü kişileri, kabirleri ile birlikte yüceltme.
aa- Secdeye vararak yüceltme
Başı/alnı yere koyma anlamına secde, yüceltmenin son sınırıdır. İslâm yalnız Allah’a secde edilmesini emreder. İbadet veya saygı amacıyla hiçbir insana secde edilmesini onaylamaz. Yaşadığımız dönemde özellikle Asya kıtasında örnekleri görülen secdeye vararak yüceltme, tarihî devirlerde Mecûsiler ve
Hıristiyanlar arasında da yaşanmaktaydı. Secdeyi andırır yarı bele kadar eğilme ve etek öpme benzeri saygı duruşu, Sultanlara/Krallara yönelik olarak hala
daha sürdürülmektedir. Aşağıda sunacağımız hadisler yüceltme yoluyla benzemeyi ve yasaklığını açıklamaktadır
Yalnız Allah’a secde et
Ateşperest İran toplumunda doğup büyümüş olan Hz. Selman, Müslüman oluşunu takip eden günlerden birinde karşılaştığı Hz. Peygambere secdeye vardı.
-Salât ve Selam üzerine olsun- Allah’ın Resûlü ancak putperestlerin yapabileceği bu davranış karşısında Selman’a Allah’ı birleyenlerin yapması gerekeni öğretmek için şöyle buyurdu:
67
-Ya Selman! Bana secde etme. Ben insanım, Allah’ın kuluyum ve de elçisiyim.
Ölümsüz olup ezelî ve ebedî diri olan Allah’a secde et.56
bb-Sözlü olarak yüceltme
İnsanlığın inanç hayatında bu tür yüceltme önekleri çoktur.
Yahûdilerin Üzeyr’i, Hıristiyanların Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu olarak nitelemeleri, Kur’ân’ın bildirdiği örneklerdir.57 Bazı Müslümanların bütün evrenin
Hz. Muhammed’in nûrundan yaratıldığını söylemeleri, Kemalistlerin Mustafa Kemal’le ilgili bazı söylemleri, İslâm âlimleri ve tasavvuf büyükleri için kullanılan ölçü dışı övgüler sözlü yüceltme örnekleridir. Bu tür uygulamalar yabancı kültürlerin etkisi ile hayatımıza girmiştir.
Sevgili Peygamberimiz, kendisine karşı uygulanacağı endişesini taşıdığı
bu tür yüceltmeler için sahâbilerini şöyle uyarmıştır:
68
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı (a. s.) yücelttikleri gibi siz de beni yüceltmeyiniz. Ben ancak Allah’ın kuluyum. (Benim için) Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz.”58
İslâm bilginleri bu hadisi şöylece yorumluyorlar.
“Bende bulunmayan gerçek dışı vasıflarla beni ölçüsüz bir şekilde övmeyiniz. Zira böylesine bir tutum sizi beni ilâhlaştırmaya dolayısıyla kâfirliğe götürür.
Nitekim Hıristiyanlar Hz. İsa’yı, kendisinde bulunmayan özelliklerle önce aşırı bir şekilde methettiler. Sonra da ‘Allah’ın oğludur’ diyerek ilâh edindiler. Siz sakın ha bu duruma düşmeyin.”
cc- Ölü kişileri kabirleri ile birlikte yüceltme
İslâm, diriler gibi ölülerin de insanüstü vasıflarla yüceltilmesini onaylamaz.
Üstelik yasaklar.
Ölülerin ruhlarını Allah ile insanlar arasında aracılar olarak görmek; Allah’ın iradesinin ölüler aracılığıyla zuhur edeceğine, bu sebeple ölülerin ruh-
56 İ. Kesîr, Yusuf 100
57 Tevbe 30
58 Mesabîh, Hn. 4897.
larından yardım alınabileceğine inanmak; doğrudan veya dolaylı olarak ölülere tapınmak, ölü kişileri İslâm’ın onaylamadığı şekilde yüceltmektir.
Bunun gibi kabirleri ibadet yeri kılmak, tören alanı haline getirmek ve
ilâhi yardımın ineceği dilek kapısı bilmek de ölüyü kabriyle birlikte yüceltmektir. Bu tür yüceltmenin ana konumuz olan benzeme ile ilişkisini de açığa
vuran hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Aman dikkatli olun. Sizden önceki bazı kişiler ve topluluklar, Peygamberlerinin ve aralarında yaşamış güzel kulların kabirlerini ibadet yeri edindiler. Bakınız sizi uyarıyorum; kabirleri ibadet yerlerine dönüştürmeyi size yasaklıyorum.”
Peygamberimiz o günahkâr bazı kişiler ve toplulukları bildirircesine de şu
açıklamayı yapmıştır:
“Allah, Peygamberlerinin kabirlerini ibadet yerine dönüştüren Yahûdilere ve
Hıristiyanlara lanet etsin.”59
69
59 Buharî, Enbiya 50, Ebu Davud, Cenaiz 76, M. Mesabih Hn. 712-
Dördüncü misal:
Çıkar için ilahi yasaları gizlemek
Gelebilecek tehlikelerden korunma, üst düzey bürokratik makamlara gelme, gelinen mevkileri koruma ve siyasî rant edinebilme gibi çıkarlar uğruna
gerçekleri gizleme inançta benzemeyi de içine alan azim bir günahtır. Yüce Allah gayr-ı müslimleri özellikle onların hahamları ve rahiplerini çıkar uğruna
Tevrat ve İncil’deki gerçekleri gizlemekle suçlayarak şöyle buyurmaktadır:
Bakara Sûresi Âyet 174:
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip onu birkaç paraya satanlar var ya,
işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah ne
onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.”
70
Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz bir çok âyette gayr-ı müslimler gibi olmamamızı emir buyururken pek tabîidir ki onların bilginleri gibi çıkar uğruna
âyetlerini gizleyici olmamamızı da emir buyurmuş olmaktadır.
Bu itibarla menfaat edinme gayesiyle Allah’ın Kitabı Kur’ân’daki bazı hükümleri gizlemek, ayrıca hahamlar ve rahipler gibi âyetleri bağlamından koparıp bir kısmı ile diğer kısmını çürütmeye kalkışmak, daha da önemlisi bunun doğru bir yöntem olabileceğine inanmak, onlara inançta benzemeyi içeren bir itikadî günahtır/suçtur. Bu tür benzeme, yaşadığımız dönemde sosyal
bilimciler, hukukçular ve özellikle de İslâm ilâhiyatçılarında da giderek yaygınlaşmaktadır.
Kültürde ve hukukta lâikleşmiş ülkelerde, sosyal konumlarını korumak
ve geliştirmek için Kur’ân-ı Kerîm’deki örneğin:
Birden fazla ve dörde kadar kadın alabilme ruhsatını/iznini,
Müslümanların ancak Kur’ân ve Sünnet buyruklarını ve onlarla örtüşen
ilkeleri ve yasaları benimseyebileceklerini,
Faizin bütün şekillerinin haramlığını,
Baş dahil örtünmenin kesin bir ilâhî emir olduğunu,
… ve benzerlerini açıklamak veya doğrulamaktan kaçınan ilahiyatçılar
elbette manen hahamlaşmakta ve rahipleşmektedirler. Onlar, işleye geldikleri
benzemeyi de içeren bu günahlarıyla Müslümanların İslâm’ın bütününü kavramalarını ve de bu bütüne talip olmalarını engellemektedirler.
İslâm Akaidinden Güncelleştirilmiş Tesbitler
“Tapınılması/saygı duyulması için put/heykel yapmak,
Ben Fravun’un (Marx’ın, Mao’nun, Freud’ün, Darwin’in...) inancı üzerindeyim. Ben de onun gibi inanıyorum demek,
Kâfirlerin İslâm’la çatışan inançları ve bu inançlarından kaynaklanan davranışlarını beğenmek,
Kur’ân ifadesiyle neces=pis olan Allah’a ortak koşucu kâfirleri yüceltmek veya
yüceltmek için özel girişimlerde bulunmak,
Tasvip edip güzel bularak başkalarının kâfirliğine razı olmak …”
Bütün bunlar ve benzerleri Müslümanları kâfirlerden kılar.
71
Ahlâkî Yönden Benzeme
72
İslâm’a göre ahlâk, insanın iradeli davranışlarının bütünüdür. Kur’ân’a,
Sünnet’e ve ortak aklî değerlere uygun sözler, davranışlar ve işler güzel ahlâkı
oluşturur, aykırı olanlar ise çirkin/kötü ahlakı meydana getirir. Bu anlam genişliği sebebiyledir ki Peygamberimiz “Ben güzel ahlâkî değerleri tamamlamak
için gönderildim.” buyurmuştur. Duâlarını da ahlâkı iki kısma ayırarak yapmıştır:
“Allah’ım! Beni ahlâkın en güzeline erdir. Ahlâkın en güzeline erdirebilecek olan
Sensin. Beni ahlakın kötüsünden uzaklaştır. Ahlâkın kötüsünden uzaklaştırabilecek
olan da Sensin.”60
İslâm kötü ahlâktan men ederken hususiyle Yahûdiler ve Hıristiyanlar gibi yabancı ümmetlere; bâtıl din ve ideoloji mensuplarına has bir karakter arz
eden güzel ahlâka aykırı davranışlardan da bilhassa sakındırmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in yanı sıra Peygamberimiz de insanlık tarihini yorumlayan
açıklamalarında tarihî toplumların çöküntülerine sebep olan ahlâksızlıklara
dikkatleri çekerek onlara benzememe konusunda mü’minleri uyarmıştır.
Biz bu uyarıların bir bölümünü Kur’ân çizgisinde hadîslerle sunacak ve
bu hadîslerin konumuzla ilgili kısa bir yorumunu yapacağız.
60 Elcamiüs-Sağîr (Bü’istü...) ve (Allahümme…)
Hak bilindikten sonra tefrikayı sürdürmek
İslâm Dini, Kur’ân diliyle “Allah’ın ipi Kur’ân’a sarılın, ayrılıklara düşmeyin…” buyurmuş ve bu emrini pekiştirmiştir. Peygamberimiz de birlikteliğin
gerekliliğini öğretmiştir.61 -Allah şanını yüceltsin.- O, Kurândan sapan Müslümanların tarihî topluluklar gibi bölünmelere uğrayabileceğine dikkatleri çekmiştir. Gerçekleşebilecek bölünmelerin çokluğuna işaret edebilmek için yetmiş üç rakamını kullanarak uyarılarda bulunmuştur.
Avf b. Mâlik Allah’ın Resûlü’nün şöyle buyurduğunu anlatıyor:
“Yahûdiler yetmiş bir gruba ayrıldı. Bir grubu Cennet’te, yetmişi Cehennem’dedir.
Hıristiyanlar yetmiş iki gruba ayrıldı. Biri Cennet’te, yetmiş biri de Cehennem’dedir.
Muhammed’in canı yönetimi altında bulunan Allah’a yemin ederim ki, benim,
ümmetim de yetmiş üç gruba ayrılacaktır.
Biri Cennet’te, yetmiş ikisi Cehennem’dedir.
(Sahâbiler tarafından) soruldu:
Cennete girenler kimlerdir? Ya Resûlellah!
(Kur’ân ve Sünnet çevresinde toplanan) Cemâat’tir/Topluluktur.”62
Bu hadis, tarihî topluluklara benzeyerek onlar gibi ayrılıklara düşmememiz konusunda bizleri uyarmaktadır.
Kötülerle kötülükleri içinde ilişkileri sürdürmek
Yüce Allah İsrail oğullarının inkârcılarının lanete uğrayış sebeplerinden
birini şöylece açıklamıştır:
“Onlar birbirlerini yaptıkları iğrenç şeylerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları gerçekten pek kötüydü.”
Allah’ın Resûlü, Rabbimizin bu Kur’ânî duyurusunu İsrail oğullarıyla şöylece örneklendirmiştir:
61 Al-i İmran 103.
62 İ. Mâce K. Fiten B. Îftirakıl-Ümem Hn. 3992.
Arapçada çokluğu ifade etmek için kullanılan Yetmiş rakamı ve benzerleri sayı belirlemek
için değil çokluğu açıklamak içindir.
73
“İsrail oğulları arasında (toplumu etkisi altına alan) ahlâkî çöküntü şöyle
başladı. Onlardan biri günah işleyen diğer birine rastladığında şöyle derdi:
-Be adam; Allah’tan kork, yapmakta olduğun işi bırak. Zira, o iş sana helâl değildir.
Ne var ki, ertesi gün aynı adamla karşılaştığında -işlediği günahı sürdürmüş olması- onunla oturması, yemesi ve içmesine engel olmazdı. Onlar böyle yapınca, Allah bir kısmını diğer bir kısmına; bizzat günah işlemeyen fakat
fiilen günahı onaylayanların kalplerini, günah işleyenlere benzetti de hepsi
Allah’ın lanetine uğradılar.”63
Dinî-malî vazifelerden kaçınmak
74
“…Kurtulup başarıya ulaşacaklar ancak nefsinin Şuhh’undan korunanlar
olacakdır.”64 anlamındaki Kur’ân buyruğunu tarihi bir örnekle açıklamak için
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Zekât, nafaka, infak, fıtra ve keffaretler gibi dinî-mâlî vazifelerinizi yapmamak olan Şuhh’tan kaçının.
Zira bu vazifelerden kaçınma sizden önceki toplulukları helak etmiş, onları birbirlerinin kanını dökmeye, haram olan can ve mal dokunulmazlığını helâl görmeye sevketmiştir.”65
Haramları helâl kılmak
Mekke’nin fethedildiği yılda... Allah’ın Resûlü Mekke’de iken bazı ilâhî
yasakları açıklamak için şöyle buyurdu:
- Allah ve O’nun Peygamberi alkollü içkileri, boğazlanmaksızın ölmüş ölü
hayvanı, domuzu ve putların alım satımını haram kıldı.
(Allah’ın Resûlü’nün emirleri ve yasaklarına titizlikle ve tam bir şekilde
uymak arzusunda olan) sahâbiler tarafından soruldu:
-Ya Resûlellah! Ölü hayvanların iç yağlarının satışı konusunda ne buyu-
63 İ. Kesir Maide 79.
64 Teğabün 16
65 R. Salihin B. Nehyi anil-Buhli...
rursunuz? Biliyorsunuz, bu yağlar gemilere sürülüyor, onlarla deriler yağlanıyor ve insanlar bunları aydınlatmada kullanıyor.
-Hayır hayır, ölünün iç yağlarının bu şekilde kullanılması ve bu sebeple
de satışının yapılması haramdır.
Allah’ın Resûlü devamla şöyle buyurdu:
-Allah, canları çıkasıca Yahûdilere içyağlarını haram kıldı. Fakat onlar hileye
başvurdular, iç yağlarını eriterek şeklini değiştirdiler. Sonra da onu satıp bedeli ile
aldıklarını yiyip içtiler.”66
Taraflı adalet
Rabbimiz, Kur’ân’da adil olmamızı, nefsimizin, ana-babamız ve akrabamızın aleyhinde de olsa adaleti gerçekleştirmemizi, düşmanlarımıza karşı bile adaletsizlikten kaçınmamızı emrettiği için Peygamberimiz soylu-soysuz,
zengin-fakir ve güçlü–güçsüz ayırımı yapmaksızın adaleti sağlardı. Bu duyarlılığı bilinmesine rağmen, ondan hırsızlık yapan soylu bir kadın lehine hırsızlıkla ilgili ilâhi cezanın uygulanmaması için ayrıcalık talep edilmesi, derin bir
öfkesine sebep olmuş, bu vesîle ile uyarıcı açıklamalarda bulunmuştur.67
Hz. Aişe (r.) anlatıyor:
“(Kureyş’in bir kolu olan) Mahzûmî’lerden hırsızlık yapan kadının durumu Kureyş’lileri pek üzmüştü. (Aralarında görüşüp konuşurlarken içlerinden) biri sordu:
-Bu kadına ceza uygulamaması için Allah’ın Resûlü’ne kim ricada bulunabilir? Diğerleri de şöyle dediler:
-Yakın dostu Üsame b. Zeyd’den başka kim Allah’ın Resûlü’ne ricada bulunmak cesaretini gösterebilir?
(Üsame’ye rica ettiler.) O da gelip aracılık yapmaya kalkınca Allah’ın Resûlü onu yererek şöyle buyurdu:
-Allah’ın belirlediği cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?
66 İ. Kesîr Enam 146, İbn-ü Mâce Ticaret 11, Buhari Büyü, 112
67 Nisa 135, Maide 8
75
Sonra da sözlerini şöylece sürdürdü:
-Sizden önceki topluluk1ar, sosyal çevresi ve etkinliği olan biri hırsızlık yaptığı
zaman onu bağışlamaları, sıradan bir kişi hırsızlık yaptığı zaman ise ona ceza uygulamaları sebebiyle helak oldu.
Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı onun da
elini keserdim.”68
Kadınların izlerini sürmek
Yüce Mevlamız, dünya hayatının geçiciliğine, eşlerimiz ve çocuklarımızın
deneme aracı olduğuna sık vurgu yapmaktadır.69 Peygamberimizde bu doğrultuda yaptığı uyarılarından birinde şöyle buyurur:
- Gerçekten dünya tatlı ve yeşildir. Allah, size dünyada hayat verip kulluk
denemesine tâbi tuttu. Nasıl yaşayacağınıza bakacak.
76
Dünyanın geçici cazibesine kapılıp haramlara bulaşmaktan korunun.
(Hakk’dan sapmış cazibeli) kadınların peşi sıra gitmekten sakının. Zira İsrail
oğullarında ilk sapıklık, kadınların sapmaları sebebiyle başladı.”70
Ana-baba ve akrabadaki kusurla kişiyi suçlamak
İslâm Kur’ân diliyle kendisinden önce yaşanan Cahihiliyetin değer yargılarını yermiş ve müminleri şöylece sakındırmıştır:
“Onlar hala Cahiliyet döneminin hükmünü mü aramaktadırlar. Gerçekten inananlar için hükmü Allah’tan güzel kim olabilir?”71
Peygamberimiz de Cahiliyet uygulamalarını şiddetle kınayarak uyarılarını sürdürmüştür. Aşağıda sunacağımız olay örneğimizdir. Tabiinden Ma’rur
isimli kişi anlatıyor:
“Rebeze’de sahâbi Ebû Zer’le karşılaştım. Üzerinde yeni ve astarlı bir takım
elbise vardı. Hizmetçisinin üzerinde de tıpa tıp aynısı bir takım elbise vardı.
68 Buharî K. Enbiya B. 54. R. Salihin B. Tahrimiz-Zülmi.
Özel şartları içinde hırsızın elinin kesilmesi Kur’ân’ın belirlediği bir cezadır. Bak.Maide
38
69 Enfal 28,İsra 45-6, Ankebut 64, Hadid 20.
70 R. Salihin B. Fit-Tekva Hn. 2.
71 Maide 50,
(Bu durum pek olağan olmadığı için ilgi duyarak) ona bunun nedenini
sordum. Şu cevabı verdi:
-Ben bir adamla ağız kavgasına tutuştum. Bir ara anasındaki bir kusurla
onu ayıpladım.
(Bunu öğrenen) Allah’ın Resûlü (s.a.) beni şöylece kınadı:
-Ya Ebâ Zer! Sen onu anasının kusuru ile mi ayıpladın? (Bunu yapabildiğine göre) sen kafası ve kalbinde Cahiliyyet döneminin değer yargılarını taşıyan bir adamsın.
(Allah’ın Resûlü daha sonra da şöyle buyurdu:) Hizmetçileriniz kardeşlerinizdir. Onları yönetiminiz altına koyan da Allah’tır. Kim idaresi altında bir mü’min
kardeşini çalıştırırsa, onu yediğinden yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Bir de çalışanlarınıza üstesinden gelemeyecekleri işleri yaptırmaya kalkışmayın. Yok eğer yapmalarını isterseniz onlara yardım ediniz.”72
77
Dünya mallarını elde etmede yarışmak
-Salat ve selam üzerine olsun- Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed, Kur’ân
çizgisinde benzenilmemesi ve âkibetlerine uğranılmaması gereken toplumlardan hareketle korkularını dile getirerek verdiği öğütlerinden birinde de şöyle buyurur:
- Sevinin, sizi sevindirecek mallara kavuşmayı arzulayın. Ancak Allah’a yemin
ederim ki ben sizin için fakirliğin doğuracağı tehlikelerden korkmuyorum. Fakat sizden önceki topluluklara bolca verildiği gibi size de dünya nimetlerinin çokça verilmesinden pek çok korkuyorum.
Korkuyorum, çünkü bu maddî zenginlikler sebebiyle sizden öncekiler gibi birbirinizle yarışmaya kalkar, (bir birinize haset eder, birbirinize sırt çevirir, düşmanlık eder ve birbirinizin kanını dökmeye yeltenirsiniz de neticede şımartıcı
mal varlığı) sizden öncekiler gibi sizi de felâkete götürür; dünyanızı ve âhiretinizi
mahveder.73
72 Buharî, K. İman B. Meâsi Min Emril-Cahiliyyeti 1/13.
73 İ. Mâce, K. Fiten B. Fitnetil-Mali Hn. 3997.
Sunulan hadislerin ahlâki benzeme yönünden yorumu
Hak bilindikten sonra inatla bölücülüğe devam etmek, kötülerle kötülükleri içinde ilişkileri sürdürmek, dinî-malî vazifelerin îfasından kaçınmak, haramları helâlleştirmek, taraflı adalet, ahlâkı düşük kadınlara uymak, ana -baba
ve akrabadaki kusurla kişiyi suçlamak, dünya mallarını elde etmede birbirinize zarar verici yollarla yarışmak şüphesiz İslâm Dini’nde haram kılınmıştır.
Hz. Peygamberin İslâmî haramlar arasından bunlarla misal vermesi, başta İsrail oğulları olmak üzere tarihî toplumlardan bazılarının çökmesine sebep
olan ahlâksızlık türlerinin mü’minler arasında vücut bulmasını/oluşmasını ve
yaygınlaşmasını önlemektir. Hayat tarzı ve neticesi itibariyle onlara benzer duruma düşer olmaktan sakındırmaktır.
78
Üçüncü Bölüm
Maddî Yönden Benzeme
79
Maddî yönden benzeme ile bâtıl din ve ideoloji mensuplarına görünürdeki benzemeyi kastediyoruz.
80
Bu tür benzeme, ibâdetlerden âdetlere, kılık kıyafetten zaman ve mekân kutsallaştırmaya kadar ferdî ve sosyal hayatın her sahasında görülebilmektedir.
Bütün bu benzeme çeşitlerini incelememizde örneklendirmek mümkün değildir. Ancak biz mevzu hakkında yeterli bilgi verebilmek için maddî yönden benzemeyi sekiz (8)
başlık altında incelemeye/değerlendirmeye çalışacağız.
1. İbâdetlerde Benzeme
Bütün yeryüzü insanlar, insanlar da Allah’a ibadet için yaratılmıştır. İbadet, Allah’ın her bir emri ve yasağına itaat etmektir. İnsanlara nasıl ibadet edeceklerini öğretmesi için gönderilen İslâm Dini, Hz. Âdem’den Hz. İbrahim’e,
Hz. Mûsa ve İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin ortak
teblîğidir. Tevrat, İncil ve Kur’ân da İslâm’ın kutsal kitaplarıdır. Hz, Muhammed bu dinin son ve evrensel kılınan Peygamberidir. Onun teblîğ ettiği Kur’ân
da Kıyamet Günü’ne kadar yürürlükte kalacak son kitabıdır.
İslam Dini’nde iman esasları, genel ahlâk kuralları ve namaz, zekât, oruç,
kurban ve hac gibi ana ibadetler aynıydı. Bu ibadetler tahrif edildiğinden
Kur’ân ve Sevgili Peygamberimiz tahrif edilen ibadetlerde onları tahrif edenlere ve uygulamalarına benzenilmemesi için öğretici uyarılarda bulunmuştur.
Biz önce ibadetlerde müşterekliği bildiren Kur’ân âyetlerinden misaller vereceğiz.
“İsrailoğullarından: ‘Yalnızca Allah’a ibadet edin, anaya-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilik yapın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye kesin söz almıştık. Ne var ki siz, içinizden çok azı müstesna
sözünüzden dönmüştünüz. Sizler de atalarınız gibi yüz çeviriyorsunuz.”74
“Ey Müminler! İslâmî iman ve hayat çizgisi üzerinde yaşayabilmeniz için sizden öncekilere farz kılınmış olduğu gibi size de oruç farz kılındı.”75
“Biz her topluma, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği ot yiyen dört bacak74 Bakara 83
75 Bakara 183
81
lı havyanlar üzerine,kesildikleri anda ismini anmaları için kurban kesmeyi bir ibadet olarak yasalaştırdık. Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O’na teslim olun. İtaatkâr kulları müjdele.”76
Değinildiği gibi Hz. İbrahim’in, Hz. Mûsa’nın, Hz İsa’nın ve Hz. Muhammed’in öğrettiği namaz aynıydı. Hz Muhammed’in öğrettiği İslâm’a özgü namazın günümüz Ehl-i Kitabında görülmeyişi tahrife uğratılmış olması sebebiyledir.
İslâm Dini’nin orijinalini, yürürlükteki tamamlanmış ve kemale erdirilmiş
şeklilini temsil eden Kur’ân ve Sünnet, tahrif edilen ibâdetlerin tahrif edilmiş
şekillerinde gayr-ı müslimlere benzemeyi onaylamamış, hatalarda benzemeyi
giderici yasaklar koymuştur.
82
76 Hac 34
Namazsızlıkta ve Namazda Benzeme
a) Namazsızlıkta benzeme
Hz. Muhammed’in ve teblîğ ettiği Kur’ân’ın belirlediği şekliyle İslâm Dini’ne inanan kişinin yükümlü kılındığı ilk ve en büyük görev namazdır. Namaz, bu yüce dinin üzerinde kurulduğu beş ana temelden biri olup imanın
belgesidir. Beden ve rûhta Allah’ın ilâhlığını/egemenliğini tasdiktir. Yaratanla
irtibat kurmaktır. O’nun koyduğu yasalara göre yaşama şuuru, andı, alıştırması ve enerjisidir.
Peygamberler tarihi boyunca ilk sapmalar namazsızlıkta yaşanmıştır. Namazsızlıkta da yaşanmaktadır. Hiç şüphesiz namazı terk etmek ibâdetsizlik ve
dış görünüm yönünden kâfire ve münafığa benzemektir. Nitekim peygamberimiz, “Bizimle onlar; kâfirler-münafıklar arasında ayırım ölçüsü namazdır. Allah’ın
yüklediği görev olduğuna inanmaksızın Namazı terkeden kişi kâfir olur.” buyurmuş namazsızlığın sebep olacağı benzerliği belirlemiştir. Allah’ın Resûlü’nün
bu tesbiti sebebiyledir ki sahâbiler İslâmî ameller içinde yalnızca namazın terk
edilmesini kâfirlik/münafıklık olarak değerlendirmişlerdir.77
Namazsızlığa Kur’ân ve Sünnet’e belirlenmiş dünyevî bir bir ceza yoktur.
Böyle olmakla birlikte, namazsızlık mü’minle kâfir ve münafık arasındaki dış
görünüm farkını giderdiği ve toplumda olumsuz yönde çığır açabildiği içindir ki İslâm Hukuku’nda konuya önem verilmekte, tembellik sebebiyle namaz kılmama günah kabul edilmenin yanı sıra suç olarak değerlendirilmektedir. Tövbeye davet edildiği halde namazsızlıkta ısrar eden mü’min aleyhine
ictihadî olarak hukuki işlem yapılabilmektedir.
77 Tirmizi İman 9, Tac 1/140-1.
83
Benzeme bakımından burada özetlenebilecek gerçek şudur:
Allah’ın emri olduğu için namazı kılmak, Peygamberin buyruğu olduğu için sürekli olmasa da cemaat namazlarına katılarak açıktan kılmak, böylece kâfirler ve münafıklarla ayırt edilemez duruma düşmekten korunmak
mü’minin baş görevlerindendir.
b) Namaz vakitlerinde benzeme
İslâm Dini’nin emrettiği beş vakit namaz ve öğütlediği nâfile namazlar, kerahet vakitleri dediğimiz vakitlerin dışında kılınabilir. Uygun olmayan zamanlar anlamına kerahet vakitlerinde namaz kılmaktan yasaklanışımızın hikmeti/
amacı ise ibadet vakitlerinde İslâm dışı topluluklara benzememektir.
84
Çünkü Peygamberimiz “Güneş doğarken ve batarken namaz kılmayı yasaklamış, bu iki vakitte kâfirler güneşe tapıyorlar.”78 buyurarak yasaklamanın, onlara benzerliği engellemek amacına yönelik olduğunu açıklamıştır.
c) Kıblede benzeme
İslâm’ın ilk devirlerinde mü’minlerin kıblesi Kudüs’teki Beyt-i Makdis/
Mescid-i Aksa’ydı. Namazda oraya dönülürdü. Yahûdilerin ibadet kıblesi de
Mescid-i Aksa’ydı. Hz. Peygamberin ve ashabının Mescid-i Aksa’yı kıble edinmesi, Yahûdileri onurlandırıyor ve onlarda Hak üzerinde oldukları duygusunu uyandırıyordu.
Bu benzerlik Hz. Peygamberi üzüyor, onu Kâbe-i Muazzama’nın Kıble olması için duâya yöneltiyordu. Peygamberimiz duâlarını sürdürdü. Yüce Allah da O’nun duâlarını kabul buyurdu. Böylece kıble değiştirildi. Kabe’yi içine alan Mescid-i Haram kıble oldu. Bu hadiseyi zikreden âyette şöyle buyurulur:
“Biz çok kerre yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Namazda yüzünü artık
Mescid-i Haram tarafına çevir...”79
78 El-Menhelül-Azbül-Mevrud Ş. Sünen-i Ebû Davûd 7/ 172.
79 Bakara 144.
Namazda sallanmada benzeme
Bu konu da Peygamberimiz benzememe ilkesinden hareketle şöyle emir
vermiştir:
“Namaza durduğunuzda tam bir hareketsizlik içinde olun. Yahûdiler gibi sallanmayın.”80
Namaza çağrıda benzeme
Şanlı Peygamberimiz Medine’ye hicret ettikten sonra ilk iş olarak Mescidini yaptırdı.
Mescid-i Nebî, Müslümanların ibâdet yeri olduğu gibi Medine İslâm Devletinin siyasî, idarî, askerî merkezi ve aynı zamanda bir ilim ve irfan ocağı oldu.
Mü’minler, Peygamberimizle ve arkadaşlarıyla ancak namaz vakitlerinde
Mescid-i Nebî’de görüşebiliyorlar, günlerinin diğer kısımlarında hayatî faaliyetlerde bulunuyorlardı.
Ne var ki Müslümanlar arzu ettikleri gibi tam namaz vaktinde camiye gelemiyorlardı. Bazen geç kalıyorlardı. Bazen da pek erken geliyorlar, namaz
vaktini beklemek zorunda kaldıkları için de günlük çalışmalarını aksatıyorlardı. Çünkü mü’minleri tam namaz vakitlerinde camiye çağıracak bir vasıta yoktu.
Bu problemi çözmek üzere Peygamberimizin başkanlığında istişarî bir
toplantı yapıldı. Bu toplantıda bir çok fikir ileriye sürüldü. Namaz vakitlerini
bildirmek için bazı sahâbiler çan çalmayı, diğer bir kısmı boru çalmayı, üçüncü bir grup da yüksekçe bir yerde ateş yakmayı teklif ettiler. Önerilen usûller,
Hıristiyanların, Yahûdilerin ve Mecûsilerin özellikleri olduğu ve onlara benzenileceği için kabul görmedi.
İşte bu günlerde, Peygamberimizin yıldız sahabîlerinden Abdullah bin
Zeyd bir rüya görür. Rüyasında nûrlu bir zât, kendisine namaz vakitlerini bildirecek en hayırlı yolu göstereceğini söyler. Mescid-i Nebî’nin damına çıkarak
bildiğimiz şekliyle Ezan’ı öğretir.
80 Müsned 5/225
85
Abdullah bin Zeyd uyanır uyanmaz, Peygamberimize gelir ve rüyasını anlatır. Peygamberimiz, (s.a.) kendisine öğretilen kelimeleri, davûdî bir sese sahip olan Hz. Bilâl’e öğretmesini emir buyurur.
Hz. Bilâl, muhrik sesiyle Medine şehrinde ilk ezanı okur. Başta Hz. Ömer
olmak üzere yirmiye yakın sahabî, Hz. Bilâl’in ezanını işitir işitmez koşa koşa mescide gelerek Abdullah bin Zeyd’in gördüğü rüyayı kendilerinin de gördüklerini haber verirler.81
Böylece 14 asırdır aynı cümlelerle okunan Ezân-ı Muhammedi, Peygamberimizin tasvibi ve Kur’ân’ımızın “Biz senin şanını yükselttik.” ifadeleriyle tasdiki neticesinde mü’minleri namaza çağırıcı davet olur.82
86
81 Buharî Ezan 91,Ebu Davud Salât 161
82 İnşirah 9
Oruçta Benzeme
Yukarıda anlamı sunulan Bakara sûresinin 183. âyetinde açıklandığı üzere
oruç, önceki Peygamberler döneminde örneğin Hz. Mûsa ve İsa teblîğlerinde
yer alan bir ibadetti. Değişikliğe uğratıldı. Verilen örneklerde görüleceği üzere
Hz. Muhammed görevi gereği, orucun tahrif edilen şeklinde Yahûdiler ve Hıristiyanlara benzenilmesini yasakladı.
a) Âşûra orucu
Allah’ın Resûlü Medine’ye geldikten sonra, Yahûdilerin Muharremin onuncu günü olan Âşûra Günü oruç tuttuklarını gördü. Niçin oruç tuttuklarını sorunca, onlar şu cevabı verdiler:
-Âşûra Günü büyük bir gündür. Allah bu günde Hz. Mûsa’yı ve kavmini Firavun’un zulmünden kurtardı. Firavun ve bağlılarını da bu günde sulara
gömdü. Hz. Mûsa Allah’a şükretmek için bu günü oruçla geçirdi. Biz de onu
izleyerek Âşûra günü orucunu tutuyoruz.
Allah’ın Resûlü aldığı bu yanıttan sonra,
“-Biz Hz. Mûsa’ya sizden daha lâyıkız ve daha çok dostuz.” buyurarak, Âşûra
Günü oruç tuttu ve mü’minlere de tutmalarını emir buyurdu.
Peygamberimizin Muharrem’in onuncu günü oruç tuttuklarını ve tutulmasını da emir buyurduklarını gören sahâbileri, O’nun gayr-ı müslimlere benzenilmemesi hususundaki hassasiyetini bildikleri için şöylece hatırlatmada
bulundular:
-Ya Resûlellah! Şüphesiz ki bu gün Yahudilerle Hıristiyanların yücelttikleri bir gündür.
Bu hatırlatma üzerine Sevgili Peygamberimiz de şöyle buyurdular:
87
- Onlara benzememek için gelecek sene inşaallah onuncu gün ile birlikte dokuzuncu gün oruç tutarız.
Aynı konu ile ilgili bir diğer hadislerine göre ise şöyle buyurmuşlardır:
Âşûra günü oruç tutunuz, ancak bir gün önce başlayarak veya bir gün
sonrasını da ilave ederek Yahûdilere aykırı uygulama yapınız/onlara benzemeyiniz.83
b) İftar etmeksizin ardarda oruç tutma
Leylâ isimli kadın sahâbi şöyle anlatıyor:
-Ben iftar etmeksizin iki gün ardarda oruç tutmak istedim. (Kocam) Beşir,
böyle yapmamamı istedi ve şöyle dedi:
-Ben de bu şekilde oruç tutmak istedim. Ama Hz. Peygamber, (s.a.) benzeme olacağı için bu şekilde oruç tutmamı yasakladı ve şöyle emir buyurdu:
88
-Bu şekilde Hıristiyanlar oruç tutmaktadır. (Siz böyle oruç tutmayın.) Allah’ın size emrettiği şekilde oruç tutun. Orucunuzu akşam iftar vaktine kadar sürdürün; akşam olunca da iftar edin.”84
c) Sahura kalkmamada teşebbüh
Hz. Peygamber’in (s.a.) oruç ibadetinde gayr-ı müslimlere benzenilmemesini öğütledikleri bir husus da, onlar gibi sahura kalkmaksızın oruç tutmaktır.
Bu sebeple Peygamberimiz mü’minleri az da olsa sahur yemeği yemeye
teşvik etmiş, sahurda bereket olduğunu bildirmiş ve sahura kalkmanın temel
gerekçesini de şöyle açıklamıştır:
“Bizim orucumuzla Ehl-i Kitab’ın (Yahûdiler ve Hıristiyanlar) orucunu ayıran bir fark da sahur yemeğidir.”85
Sahurla ilgili bu açıklamadan anlaşılacağı üzere uykuya kalarak değil de
uykuyu bölmemek maksadıyla ve tembellik sebebiyle sahura kalkmamak da
Sünnet’e aykırılıktır. Gayr-ı müslimlere benzemektir ve günaha yönelmektir.
83 Müslim, Sıyam 46, Tirmizi, Savm 17.
84 Müslim, Siyam B.S. Yevm-i Aşûra, Buharî, Sıyam.
85 Müsned 1/241
Hacda Benzeme
Yeryüzünde yapılmış ilk mabet olan Kâbe’de ibadet ve tavaf Hz. Âdem
döneminde başladıysa da, Arafat vakfesiyle birlikte Kâbe’yi tavafın ana gövdesini oluşturduğu Hac ibadeti, Allahın buyruğu olarak Hz. İbrahim’le başladı.
Hz.Salih, Hûd, Yûnus ve Hz. Mûsa gibi Peygamberler de Hac yaptı ve yapılması gereğini öğretti.86
Orijinal İslâm tahrife uğratıldığı için Ehl-i Kitap bağlıları Hac ibadetini
dışladılar. Giderek Allah’a ortak koşucu Putperestlere dönüşen başta Mekkeliler olmak üzere Araplar, siyasî ve ekonomik çıkarları için korudukları Hacda,
İbrahimî çizgiden saparak değişiklikler yaptılar.
İslâm’ın, ömrün belirli günlerinde yaşanan özeti olan ve dünya ve ahiret
faydalarını içeren Hac, Vahiy meleği Cibrîl’in öğretimi ve eğitimi ile aydınlatılan Hz. Muhammed tarafından aslî temellerine oturtuldu. Tahrifçilere benzerliği gideren uyarılar yapıldı, aykırılık emredildi, yasaklar konuldu.
Yapılan benzerliği giderici işleri şöylece özetleyebiliriz:
Peygamberimiz, İbrahimi çizgiyi südürerek Telbiye’yi putperestlerin şirkinden arındırdı. Kendilerini Allah’ın ailesi; Kâbe’nin asil çocukları görerek
Harem sınırları içinde Müzdelife’de vakfe yapan Mekkelilere aykırılıkla Arafat’ta vakfe yaptı. Peygamberimiz, güneş dağların tepesindeyken Arafat’tan ayrılan Müşriklere muhalefet ederek güneşin batışıyla ayrıldı. Güneş, Sebir dağından doğmadan Müzdelife’den ayrılmayan Müşriklere aykırılıkla da güneş doğmadan yola koyuldu. Hac kurbanlarından yenilmediği için yenilme86 Hacla ilgili olarak “Hac ve Umre Yüceliğe Çağrıdır” isimli eserimizi tavsiye ederiz.
89
sini emir buyurdu. Hac mevsiminde Umre yapılmamasına karşın bizzat Umre yaptı ve Kıyamet Günü’ne kadar yapılacağını duyurdu. Böylece hacda benzerlikler giderildi.87
Sonuç
Verilen misallerden anlaşılacağı gibi İslâm, Müslüman’ın en bilinçli olduğu anlar/durumlar olarak değerlendirilebilecek olan namaz, oruç, hac ve kurban gibi ibadetlerde bile, kökeni ne olursa olsun batıl din mensuplarına benzemeye cevaz/onay vermemiştir. Üstelik yasaklar da getirmiştir. Sonuç olarak
Peygamberlerin ortak teblîği olan İslâm’a aykırılıklar giderilmiştir.
90
87 Buhari, Hac 28, 34, 91, 100. Razi M. Kebir 20/24
2. Kılık-Kıyafette Benzeme
Kişinin, saç-sakal şekliyle giysilerinin oluşturduğu dış görünüşü anlamında Kılık-Kıyafet’te bâtıl din ve ideoloji bağlılarına benzememek, İslâm’ın üzerinde hassasiyetle durduğu bir mevzudur. Çünkü zahirî/dış benzeşmeler, kaynaşmalara ve rûhen yakınlaşmalara sebep olmaktadır. Meselâ: askerler ve polisler gibi aynı meslekten olup, aynı tip elbise içinde görülen insanlarda rûhi/
manevi yakınlaşma kaçınılmazdır. Keza, saç, sakal, bıyık şekilleri bir olan ve
bu birlikleri bir kaynaktan beslenen ve bir gayeye yönelik olan kişilerde de aynı rûhi yakınlaşmaları izleyebiliyoruz
İslâm, mü’minlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarıyla kaynaşmasını tasvip etmediği içindir ki, kılık-kıyafet konusunda Müslümanları bağlayıcı emirler vermiş ve yasaklar koymuştur.
Bu bahsi kitabımızın ikinci kısmında tafsilâtlı/ayrıntılı bir şekilde mevzu
edineceğimiz için burada iki başlık altında kısa bilgiler vermekle yetineceğiz.
Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm’le kendisine emir verilmediği konularda/alanlarda önceki peygamberlerin şerîatlerinin Allah tarafından yürürlükten düşürülmemiş hükümleriyle amel etmeyi severdi.
Bu sebeple o, kılık-kıyafette gayr-ı müslimlerle putperest araplar arasında
gayr-ı Müslimleri; (Yahudileri ve Hıristiyanları) tercih ve taklit ederdi.88 Çünkü gayr-ı Müslimler, tahrif edilmiş olsa da Tevrat ve İncil gibi semavî kökenli
Kitap’lara sahiptiler. Bu Kitap’larda özü itibariyle tahrife uğramamış hükümlerin bulunması da mümkündü. İşte bundan ötürüdür ki Allah’ın Resûlü mev88 S. B. M. Tecrîd-i Sarih T. ve Şerhi 9/317.
91
cut Tevrat ve İncil hükümlerinin doğrulanmasını da yalanlanmasını da yasaklamıştır.
Ebû Hureyre (r.) anlatıyor:
“Yahûdiler Tevrat-ı İbranice okurlar, Arapça olarak da mü’minlere açıklarlardı.
Allah’ın Resûlü mü’minlere şu talimatı verdi.
-Onları ne doğrulayınız, ne de yalanlayınız. Yalnızca şu âyeti okuyunuz.89
Bakara Sûresi Âyet 136:
“(Ey Mü’minler!) Şöyle deyin: Biz Allah’a, bize indirilen Kur’ân-ı Kerîm’e;
İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakûb’a ve torunlarına indirilenlere; Mûsa’ya ve İsa’ya
verilenlere; diğer Peygamberlere Rableri katından verilenlere îman ettik. Anılan
Peygamberler arasında ayırım yapmayız. Biz Allah’a teslim olmuş insanlarız/Müslümanlarız.”
92
89 M. Mesabîh Hn. 155.
Kılıkta Benzeme
Kılıkta benzeme ile saç, sakal ve bıyık şekillerindeki benzerlikle sünnetsizlikteki benzerliği ifade ediyoruz.
Saç traşında benzeme
a- Yukarıda değindiğimiz sebep dolayısıyladır ki Peygamberimiz, İslâmî
tebliğin ilk yıllarında gayr-i müslimleri taklit ederek saçlarını tabîi doğrultusunda alnına doğru uzatır, putperestler gibi alnının iki tarafına doğru ayırmazdı. İslâm kültürü ve düzeni kökleşip putperestlik yıkılınca Peygamberimiz saçların iki yana ayırmakta bir sakınca görmedi.90
b- Dinimizin saç tıraşı ile ilgili bizim tesbit edebildiğimiz tek yönlendirici buyruğu, Yahûdiler’e benzenilmemesi için, onlar tarafından benimsenen saç
modelinin Peygamberimiz tarafından yasaklanmış olmasıdır.
Sahabî İbn-ü Ömer şöyle rivayet ediyor:
Allah’ın Resûlü, saçlarının bir kısmı kesilmiş, diğer kısmı bırakılmış bir
Müslüman çocuğunu gördü. Bu şekilde saç traşı Yahûdilere has/özgü bir tıraş
şekli olduğundan onlara benzemekten menetmek için bu tarzı yasaklayarak
şöyle emir buyurdu:
-Ya saçların hepsini kesin ya da tamamen bırakın.91
90 Allah’ın Resûlü’nün yukarıda açıklanan uygulamasından İslam’a has hükümlerin uygulanmadığı zaman ve mekânlarda gayr-i müslimlerle materyalistler arasında gayr-i müslimlerin tercih edilmesi lüzumuna bir işaret alınabilir.
91 Et-Tac 3/173
93
Peygamberimizin Yahûdilere has traş şeklinin taklit edilmemesi için verdikleri emir, veriliş gayesi esas alınarak değerlendirilirse bütün zamanlarda geçerli olmak üzere şu kuralı ortaya koymak mümkündür:
“Görüldüğünde Müslüman’ı bâtıl din ve ideoloji mensuplarından bir grubun bağlısı imiş gibi gösterecek şekilde bâtılperest toplumlardan birinin saç
modelini taklit etmek onlara benzemeyi içine alan bir haram olur.”
Sakal-bıyıkta ve şeklinde benzeme
Sakal-bıyık bırakmama veya bırakma şeklinde yabancı topluluklara/bâtıl
din ve ideoloji mensuplarına benzenilmemesi, son derece önemli bir konudur. Çünkü Peygamberimizin sözleri ve uygulamasıyla şekli açıklanmış sakal
ve bıyık bağımsız kişiliği oluşturucu dinî özelliklerimizden biri olarak belirlenmiştir.
94
Değişik lâfızlarla bize intikâl eden emirlerinde Peygamberimiz (s.a.): “Sakalınızı uzatınz, bıyıklarınızı kısaltınız.” buyurmuşlardır. Ancak Peygamberimiz
bu emirlerini verirken çok defa “Müşriklere, Mecûsilere, Yahûdilere muhalefet
ediniz/aykırı gidiniz” buyurmuş, bu mevzudaki emirleriyle İslâm dışı yabancı
topluluklara aykırılığı amaçladığını da açıklamıştır.
Değinilen amacın/hikmetin yanı sıra, Kur’ân’da Harûn Peygamberin sakalına vurgu yapılması, Peygamberimizin sakal ve bıyığı fıtratın/yaratılışın gereği, bir diğer anlatımla bütün Peygamberlerin şerîatlerinin buyruğu olarak bildirmesi, erkeklerin süsü olarak değerlendirmesi ve bu mevzuda ümmetine bilfiil örnek olması da sakal ve bıyığı İslâmî kılığın değiştirilemez bir hususiyeti
kılmıştır. Nitekim dört büyük fıkıh mezhebimizde bu mevzudaki nebevî amacı belirleyip Peygamberî emri, yapılması gereken Vacip nitelikli bir emir olarak değerlendirmiştir. Bu sebeple benzeme söz konusu olmasa da sakal bırakılacaktır.92
Sakal-Bıyık mevzûunun bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzeme noktasından taşıdığı önemi biraz daha açıklığa kavuşturabilmek için Peygamberimizin yaklaşımını içeren bir olayı özetleyerek sunuyoruz:
92 Ta-ha 91, EI-Menhelül-Azbül-Mevrud 1/183, El-Fıkhü Alel-Mezahibil-Erbaati KitabülHazri vel-Ibahe Babü Kal’atiş-Şa’ri.
İran Kisrâsı, Peygamberimizin mektupla kendisini İslâm’a davet etmesinden ötürü öfkelenmiş, İmparatorluğuna bağlı Yemen Valisi Bazan’a Peygamberimizle ilgili emirler vermişti. Kisrâ’nın emri üzerine Bazan’ın gönderdiği Farslı elçiler Hz. Peygamber (a.s.) in huzuruna çıktıklarında Peygamberimiz onların sakalsız suratlarına ve uzun bıyıklarına bakmış, hayretini ve üzüntüsünü
içeren bir ifadeyle şöyle buyurmuştur:
-Görüntünüz yadırgatıcı. Bu ne biçim sakal ve bıyık şekli?
Onların, “Efendimiz-Kisrâmiz bize böyle emrediyor” demeleri üzerine de
Peygamberimiz (s.a.) de şöyle buyurmuştur:
-Bana da Rabbim sakalımı uzatmamı, bıyığımı kısaltmamı emretti.93
Sakal bırakmakla alâkalı oldukça geniş bilgileri kitabımızın ikinci kısmının dördüncü ve son bölümünde bulabilirsiniz.
Sünnetsizlikte teşebbüh
Cinsiyet organının baş kısmını örten derinin belirlenen ölçüleri içersinde kesilmesi anlamına hitan; sünnet olma, İslâm Dini’nde mü’mine ve mü’min
ana-babalara yüklenen mühim bir görevdir.
Kitabımızın ikinci bölümünde açıklamaya çalışacağımız sünnetin benzeme/teşebbüh bakımından önemi, Peygamberimizin onu yapılması gereken bir
işlem olarak görmesi yanı sıra bir ayırıcı nişan/farklı kılıcı özellik olarak da değerlendirmesidir. Zira Peygamberimiz yaşlıca da olsa Müslüman olan erkeğe
sünnet olmasını şöylece emir buyururdu:
“Kâfirlik döneminde vücûdunda oluşmuş kıllarını gider. Sonra da sünnet ol.”
Bu ve benzeri hadîslerden ötürüdür ki bazı İslâm âlimleri şöylece ictihadî
yorumlarda bulunmuşlardır:
“Sünnet olmak farzdır. Çünkü sünnet dinî bir nişandır. Kişinin Müslümanlığı Kelime-i Şehâdet’le bilineceği gibi sünnetle de bilinir. Eğer sünnet farz olmasaydı
sünnet olmak için avret yerinin açılması ve ona bakılması caiz olmazdı.”94
Peygamberimizin ve Sünnetin özüne ve amacına bağlı İslâm bilginlerinin
93 Hüccetullahi Alel-Alemine ve Mucizatü Seyyidil-Murselin, Nebhani sh. 521.
94 C. Sağîr 1/62, Feyzâl-Kadîr 2/161, Umdetül-Karî 22/44.
95
gösterdiği bu hassasiyetten/duyarlılıktan ötürüdür ki on dört asırdır İslâm
Ümmeti, dinî bir şiar/gösterge olarak sünnet olmaya gereğince önem vermiş
ve vermektedir. Diğer dinî şiarlar/göstergeler arasında hüküm bakımından önceliği olmamakla beraber İslâm ümmetinin sünnet olmaya gösterdiği ihtimam,
örneğin namazsız Müslüman imajına yer verebilirken sünnetsiz Müslüman tasavvuruna yer vermeyişi, uygulamada sünnetsizliğin kâfirlik olarak değerlendirilmesine sebep olmuştur.
Bu sebeple sünnetsizlik de haç takınmak, rahip-rahibe elbisesi ve göğüs
çatallarını da gösteren mini giysiler giyinmek ve yabancıları çağrıştıran materyalist örgütlerin rozetlerini takmak gibi zahiren kâfirliğe nişandır.
96
Kıyafette/Giyimde Benzeme
Giysi kültür farklılığını yansıttığı ve tanıtıcı nitelik taşıdığı için, bağımsız
ve özgün kişilik inşasını amaçlayan İslâm Dini giyime özel bir önem vermiştir.
Giysilerin helal kazançlarla alınmış olması, üstün olma amacıyla giyilmemesi gibi tertemiz olması, güzellik içinde sadelik arzetmesi, örtücü ve koruyucu nitelikli olması Kur’ân ve Sünnet’in gerektirdiği şartlardır. Bu şartlara uyarak giyinmek ibadettir.95
Bir diğer önemli şart da giysilerin batıl din ve ideoloji mensuplarını çağrıştırır şekilde onların giysilerine benzememesidir. Bu sebeple onlara özgü özel
elbiseleri giymek, aksesuar ve rozetleri v.s. takmak haramdır.
Söyleniş gayesi itibariyle bâtıl din ve ideoloji mensuplarının bütününe teşmil edebileceğimiz bir hadîslerinde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Rahiplerin elbiselerini giymekten sakının, kim onların şekillerine bürünür ve
onlara benzemek isterse benim çizgim üzerinde değildir.”96
Üzerinde rengi sapsarı bir elbise ile gördüğünde Peygamberimizin sahâbi
Abdulah b. Amr’ın şahsında bizlere verdiği emir de, izleyeceğimiz ölçümüzdür:
“Giydiğin bu elbise (rengi ve şekli yönüyle) kâfirlerin giysisidir. Onu giyme.”97
Meselenin özü bağımsız bir İslâmî kişilik oluşturmak olduğu için önemli
olan elbisenin Müslümanlar tarafından yapılıp yapılmaması değil, değinildiği
üzere batıl din ve ideoloji mensuplarına özgü olup olmamasıdır. Çünkü Pey95 Kılık-kıyafet konusu kitabımızın ikinci kısmında genişce incelenecektir.
96 M. Zevahid 5/131.
97 Müsned 2/164, Müslim, Libas Hn. 2077
97
gamberimiz aşağıda verilecek örneklerde görüleceği üzere Mekke ve Medine
dışından ithal edilen gayr-ı müslimlerin imal ettiği giysileri giyerdi. Örneğin
Tirmizi, O’nun kol ağızları dar Rûmî bir cübbe giydiğini açıklamaktadır.98
Üzerinde hassasiyetle durulması gereken husus, yaşanılan dönemde giyilecek elbiselerin, takılacak süs eşyasının ve rozetlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarına has olup olmadıkları keyfiyetidir. Çünkü tarihi dönemlerde
benzeme konusu olan örneğin pantolon-ceket ve uzunca manto-pardösü benzeri giysiler, zaman içinde yaygınlaşması sebebiyle bezerliğe konu olmaktan
çıkabilir.
Mü’minin, özgür iradesiyle bâtıl dinler ve sistemlerden birinin mensubu
gibi görünmesine sebep olacak tarzda giyinmesi kesinlikle haramdır. Zira bu
tarzdaki bir giyim yabancı bir milletin bayrağını kendi bayrağı imiş gibi asan
kişinin işlediği “vatana hıyanet” suçu gibi bir “İslâm’a ihanet” suçudur.99
98
Böylesi bir önem taşıdığı içindir ki sahâbi Ebû Hüreyre, giysileri Hayber
Yahûdilerinin giysilerine benzeyen dostlarını şiddetli bir dille yermiştir.
Bu sebeple bâtıl din ve ideoloji mensuplarına özel nişan olmuş giysilerden kaçınmakla mükellef olan mü’minler, onlara has bir vasıf taşımasa da daha çok onlar tarafından giyilen giysiler üzerinde de önemle durmalıdırlar. Bu
tür giysileri sürekli olarak giymemelidirler.
Aşağıda sunacağımız hadîs bu hususta bizlere bir ölçü vermektedir.
98 Tirmizi, Libas 30, Hn. 1768
99 Her insanın giysisi, onun vücut ülkesinin bayrağıdır. O, insanın kendi vücut evinin kapısına diktiği bir bayraktır ki, onunla hangi kültüre bağlı olduğunu ilan etmektedir. Nasıl ki
milletler mili ve siyasi hüviyetlerine olan inançlarını bayraklarına gösterdikleri bağlılık ve
saygıyla açıklamaktadır. İnsanlar da gönül verdikleri değer ve görüşlere olan inançlarını,
o değer ve görüşlerin ürettiği giysilere sahip çıkarak ve onlara asla veda etmeyerek açıklamalıdır...
Kişinin giysisi onun görüşü ve yaşayışıyla bağlantılıdır, özündeki birikimin açıklayıcısıdır
ve kişiliğini somutlaştırma aracıdır…
O halde kişi, bir kültürle ilgisi bulunan giysiler giyinmekle gerçekte o kültürün alametleriyle bezenmektedir; biz batı giysisi giyinenler her hâlükârda batı değerlerleriyle bezenmekte ve onları yüceltmekteyiz.
G. A. Haddadadil Çıplaklık Kültürü Kültürel Çıplaklık, 1984, s. 49-52.
Gayr-ı müslimlere muhalefet ediniz
-Allah kendisinden razı olsun- Ebû Umame anlatıyor.
Allah’ın Resûlü Ensar’ın sakalları bembeyaz olmuş yaşlı bir grubu ile karşılaşınca, onlara şöyle buyurdu:
-Ey Ensar Topluluğu! (Gayr-i müslimlerin yaşlıları saç ve sakallarını boyamıyorlar.) Siz kumrala boyayın ve onlara muhalefet edin/aykırı davranın.
(Allah’ın Resûlü, Yahûdiler, Hıristiyanlar, Mecûsiler ve Müşriklere kılıkkıyafette de benzemeyi yasakladığı için biz sahâbiler bu vesîle ile) sorduk:
-Ya Resûlellah! Ehl-i Kitap olan gayr-i müslimler sirval: pantolon/şalvar giyiyorlar. İzar giymiyorlar.100 Ne buyurursunuz?
Sirval/Pantolon giyiniz. İzar da giyiniz. Böylece gayr-i müslimlere aykırı davranınız.
Ya Resûlellah! Onlar mest giyiyor fakat nalin/ayakkabı giymiyorlar.
Siz mest de giyin nalin/ayakkabı da giyin. Onlara muhalefet edin/aykırı yol izleyin.
Ya Resûlellah! Ehl-i Kitap olan gayr-i müslimler sakallarını kısaltıp bıyıklarını
uzatıyorlar. (Bizim ne yapmamızı emir buyurursunuz?)
Siz bıyıklanma kısaltınız, sakallarınızı uzatınız. Böylece onlara muhalefet edin/
aykırı uygulama yapın.101
Anlayışımıza göre bu hadîs, özellikle laik hukuk ve hayat tarzının hâkim
olduğu toplumumuz gibi toplumlarda, başta giysi konusu olmak üzere bir çok
konuda uygulayabileceğimiz bir metot sunmaktadır.
Bizler kültürel ithalat yoluyla hayatımıza sokulan ve çoğu defa yapma gereği duyulan davranışlara karşı çıkarak ve kültürümüze ait olan karşıtlarını yaparak örneğin sakal bırakarak, zaman zaman da olsa kravat takmayarak, bize
özgü giysiler rozetler edinerek ve sloganlar üreterek bizi sorumluluktan kurtaracak çıkış yolu bulabiliriz. Şüphesiz bu metodun da ihtiyatla kullanılması gerekir.
100 İzar: Vücudun belden aşağısını örten peştemalımsı bir tür elbise. Sirval: Göbekle diz
kapaklarını içine alan giysi/uzunca don, kısa pantolon, şalvar. Pantolonun batıl din ve
ideoloji mensuplarının alameti olmaktan çıktığı ve genelleştiği söylenebilir.
101 Müsned 5/264-5, M. Zeyâid K. Libas B. Muhalefet-i Ehlil Kitab... 5/131.
99
Giyimdeki benzeme, duygu ve düşüncelerin kaynaşmasına medar olması bakımından önem taşıdığı gibi, mü’minlerle bâtılperestlerin iç içe yaşadığı
toplumlarda, sosyal karmaşıklığa sebep olması bakımından da önem taşır.
Bunun içindir ki hususiyle yönetimleri İslâmî olan tarihî toplumlarda yalnız mü’minlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarına değil, uygulamada onların da mü’minlere benzemesine cevaz/onay verilmemiştir. Yasaklar da getirilmiştir.
Örnek olarak, kuruluşu ve işleyişi şekli bakımından İslâm Devleti’nin
başkanı olan bilgin halîfe Hz. Ömer’in uygulamasını gösterebiliriz.
100
Hz. Ömer ve onu izleyen diğer halîfeler ve müctehidler İslâmî yönetim
altında bulunan gayr-ı Müslimlere, onların diliyle yazdırılan aşağıdaki şartları ve benzerlerini tatbik etmişlerdir. Hiç şüphesiz bu şartlar ictihadî ve de dönemseldir. Yaşadığımız dönemde İslâm adına eleştirilebilir olan bu şartlar, konuldukları dönemlerde kültürümüze saygımızı yansıtıyordu. Diğer taraftan da
gayr-ı Müslimlerin kültürlerini koruyordu.
Ayırıcı nişan takacaksınız
“Müslümanlara hürmet edeceğiz. Oturmak istedikleri zaman meclislerimizde kalkıp onlara yer vereceğiz.
Takke, imame ve ayakkabı gibi giysilerde Müslümanlara benzemeyeceğiz.
Müslümanların saçlarını ayırdığı gibi saçlarımızı ayırmayacağız. Onların dilini konuşmayacağız. Künyeleri ile künyelenmeyeceğiz. Bineklerimize eğerler üzerinde binmeyeceğiz.
Kılıç kuşanmayacak, silâh edinmeyecek ve de taşımayacağız... Yüzüklerimize
Arapça ibareler kazımayacağız. Şarab/alkollü içkiler satmayacağız. Saçlarımızı ön kısmından kısaltacak, nerede olursa olsun kendi âdetlerimize bağlı kalacağız. Bizi yansıtan Zünnar bağlayacağız. Kiliselerimiz üzerine (dıştan görülecek şekilde) haç takıp izhar etmeyeceğiz. Müslümanların yolları ve
çarşılarında dinî kitaplarımızı ve haçlarımızı teşhir edip satmayacağız. Kiliselerimizde çanlarımızı ancak hafif bir şekilde çalacağız. Ölülerimizi, seslerimizi yükselterek götürmeyeceğiz. Müslümanların kullandığı yollarda cenazelerimizi teşyi ederken ateş yakmayacağız.”102
102 İktizaus-Sırâül-Müstekim, sh. 121.
Hz. Ömer’in tatbikatından yararlanarak İmam Ebû Yusuf’un Halîfe Hârûn
Er-Reşîd’e hitaben yazdığı ve uygulattırdığı genelgede de şu esaslar yer almaktadır:
Müslümanlara benzemeyeceksiniz
“İslâm Ülkesinin vatandaşı olan gayr-i müslimlerin/zimmîlerin hiç birisinin elbise, binek hayvanı ve kıyafetinde Müslümanlara benzemesine müsaade edilmeyeceği kendilerine anlatılmalıdır.
Onlar, Müslümanların bellerine bağladıkları kuşak yerine, kalın iplikten yapılmış kemerleri bellerine bağlamaya mecbur edilmelidir. Keza başlarına çizgili
başlıklar giydirilmelidir. Atlarının eğerlerindeki tümseğin tahtadan yapılması,
papuç bağlarının ikili olması, elbise ve kıyafetlerinde Müslümanları taklit etmemeleri tavsiye olunur.
Ey Halîfe! Valilerine ve zekâtla görevli memurların olan âmillerine tamimler
gönder. Zimmîlere bu kıyafetleri emretsinler.
Hz. Ömer, Vali ve âmillerine zimmilerin bu kıyafetlerle dolaşmasını emrederdi.
Bundan maksat Müslüman ile zimminin birbirinden ayırt edilebilmesidir. Yoksa amaç sadece zimmileri muayyen kıyafetlere mecbur etmek değildir.”103
Kılık-kıyafetle ilgili bir yorum
İslâm Dini’nin kılık-kıyafette bâtıl din ve ideoloji bağlılarına benzenilmesini yasaklamasının asıl amacı sunduğumuz iki tarihî belgede de görüleceği
üzere Hak ehli ile bâtıl yaranını ayırmaktır. Hak’ça hayat ile Bâtıl’ca yaşantıyı
ayırma imkânını vermektir. Mü’minleri İslam kültürü üzerinde yetiştirmek ve
bağımsız bir kimlikle yaşatmaktır.
İslâm Dini her vesile ile Hakk’ın tebliğ edilmesini, gerçeklerin duyurulmasını emir ve tavsiye eder. Hakk’ın bilinerek ve sevilerek kabul edilmesini ister. Kültürde zora dayalı değişmeleri tasvip etmez.
Bunun içindir ki İslâm Tarihi’nin İslâmî ilkelerin özüne bağlı kalındığı
hiç bir hâkimiyet döneminde kültürde zorlama yoluna gidilmemiştir. Yapılan,
İslâm’la çelişen ve çatışan bâtılların bâtılperestleri aşarak mü’minlere zarar verici boyutlara ulaşmasını engellemek olmuştur.
103 Kitabül-Harac Ebû Yûsuf Ter. Ali Özek. sh. 202, Fethül-Kadîr 4/380.
101
Aksesuarlarda Benzemek
Başlık
Başlık, İslâm tarihi boyunca benzeme/teşebbüh açısından önemini korumuş ve korumakta olan bir konudur.
102
Nûr sûresinin 30. âyetiyle üreme organı ve çevresi anlamına Ferc’lerini
korumakla yükümlü olduklarından Müslüman erkekler farz görev olarak yalnızca göbekle diz kapakları arasını örtmekle mükelleftirler. Bu sebeple onların
her hangi bir başlığı giyinme yükümlülükleri yoktur.
Hac ve Umre’de erkeklerin başlarının açık olmasının ihramın şartlarından olması, Peygamberimizin Umre ve Hac ihramlarından çıkışları için istisnai
kesmeleri dışında saçlarını kulak yumuşaklarına kadar ve daha da uzun bir şekilde bırakması, saçlarını ortadan ayırma ve yanlara salma gibi uygulaması ve
bazı sahâbilerin yaz-kış baş açık gezinmesi bu gerçeği doğrulamaktadır.
Başlık giyilmesinin arzu edilmesi halinde batıl din ve ideoloji mensuplarına özgü olmayan, onlar için ayırıcı nişan oluşturmayan her hangi bir başlık
giyilebilir...
Allah’a ortak koşanlara benzenilmemesi amacıyla özel bir başlık türü olan
İmame kullanmaya yönlendiren hadis, Allah’ın Resûlü’ne aidiyeti açısından zayıftır.
“Bizimle Allah’a ortak koşan (müşrikler) arasındaki bir fark da külah (takke)
üzerine sarıktır.” anlamındaki bu hadis, zayıflığı sebebiyle bağlayıcı ve görev
yükleyici değildir.104
104 Tirmizî Libas 42, Ebu Davud Libas 24
Ancak emredilmiş olmamakla birlikte Peygamberimiz tarafından kullanıldığı için imame başlık olarak tercih edilebilir.
Çağrıştıran ve kabul gören anlamıyla İmame, külah/takke ile üzerine sarılan sargıdan oluşan başlıktır
Peygamberimiz yalnızca takke veya takkesiz imame kullandığı gibi çoğu
defa takke ile beraber imame kullanmıştır.105 Onun imame giymesi, imamenin mü’minlerin çoğunluğu tarafından kimliğimizin bir parçası ve ayırıcı bir
nişanı olarak değerlendirilmesine vesîle olmuştur.
Müslümanlar imameyi tarihler boyunca kullanmışlar ve değişik şekilleri içeren imame kültürü oluşturmuşlardır, kendilerine özgü imamenin, yönetimleri altındaki gayr-i müslimler tarafından kullanılmasını da engellemişlerdir. Giyilmesine ruhsat verdikleri zaman da farklı renk ve şekildeki imamelere yönlendirmişlerdir. Böylece ayırt edilmeyecek şekilde içiçeliğe mani olmuşlardır.
Tarihî İslâmî yönetimlerde gayr-ı müslimler, Müslümanlara özgü imame
giymekten yasaklanırlarken Müslümanlar da imame dışındaki yabancı başlıklardan ve giysilerden yasaklanmışlardır.
Çünkü isteyerek onlardan olunduğu izlenimini verecek başlık veya elbiselerin giyilmesi kimliksizliği, bir diğer anlatımla inanç zayıflığını belgeler.
Bu sebepledir ki tarihi dönemlerde, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına ait başlık ve elbiseleri giyen kişinin durumu ne olur şeklindeki sorulara bazı İslâm
âlimleri “Kâfir olur.” şeklinde fetva verebilmişlerdir.
Bu fetvalara Kanuni dönemi Şeyhul-İslâm’ı Ebussuud efendiden bir örnek verelim:
Mes’ele: Zeyd, bigâyri zaruretin başına Yahûdi şapkasın giyse şer’an ne lâzım
olur?
Elcevap: Küfür lâzımdır.106
105 Et-Tac 3/157
106 Şeyhül-İslâm Ebûs-Suûd Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, sh. 118.
Yahûdiler tarafından giyilen siyah ceket-pantolon üzerine siyah fötr şapka günümüzde
de onlara özgü ayırıcı nişan olma özelliğini korumaktadır.
103
Benzeme açısından başlık konusuna değinmişken zaman zaman gündeme getirilmek istenen bir konuya kısaca eğilmekte yarar görürüz.
Belirli tarihî dönemlerde kâfirlik alâmeti olarak görülmüş, uğrunda ilmî
ve siyasî mücadeleler verilmiş, fakat şimdilerde yasalarla korunduğu halde savunucuları tarafından bile kullanılmaz olmuş, bir diğer anlatımla tarihe gömülmüş şapka gibi bazı başlık türleri her dönemde kâfirlik alâmeti olarak görülebilir mi?
Sözü edilen başlıklar, eğer Kurân veya Sünnet ölçüleriyle benzememeye
konu edilseydi Kıyamet’e kadar yasaklılığını korurdu. Çünkü yabancılara aykırılıkta İslâm’ın kendisine has tercihlerini kökleştirme amacı da vardır. Ancak
Kur’ân ve Sünnet’le değil de Müslümanların çoğunluğunun kanâati ile alâmet-i
farika/ayırıcı nişan görülüp, kullanılmaması gereğinde ittifak edilmiş başlıklar
ve benzeri aksesuarlar özel bir durum arzederler.
104
Eğer bu tür başlıklar İslâm’a özgü görülebilecek imamenin kullanılmasına
engel teşkil ediyor, gerçek Müslümanların olumsuz kanâatleri ve çekimserlikleri sürüp gidiyor ve anılan başlıkların tarihi takdim tarzı, aynı ideolojik muhteva ve baskı ile sunulmakta devam ediyorsa -kanâatimize göre- alâmet-i küfür olarak görülebilirler.
Şapka örneğinden hareketle ülkemizde fiili şartların değiştiği söylenebilirse de, temel hakları ve özgürlüklerini savunamayanlar için tarihin tekerrürünün kaçınılamaz olduğu da unutulmamalıdır.
Sözü Cumhuriyet döneminin ilk yıllarını yaşamış müfessir Mehmet Vehbi efendinin bir değerlendirmesi ile noktalayalım.
“... Sarığın gayrı olan kisve; her ne suretle olursa olsun millet-i İslâmiyenin dışında bir milleti takliden alındığından elbette kisve-i asliyye-i İslâmiye diğerine müraccah olur.” (Aslî olan İslâmî kisve diğerine tercih edilir.)107
107 Hulâsetül Beyan 5/1855.
Giyim Meselesine Teberruc Zaviyesinden Bakış
Giyim konusunu Yahûdiler, Hıristiyanlar ve Materyalistler gibi bâtıl din
ve ideoloji mensubu toplumlara benzeme zaviyesinden incelediğimiz için fiilî
bazı benzerlikler varsa da kadınların vücut organlarını teşhir eder tarzda giyinmeleri mevzuuna ve erkeklerle kadınların birbirlerine benzer şekilde giyinmeleri konusuna temas etmeyeceğiz.
Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in Ahzab Sûresi’nde, İslâm’dan önceki Cahiliyet
dönemi kadınlarının yaptıkları gibi giyimde teberrüc yapılması yasaklandığı
için haram kılınan teberrüc üzerinde duracağız.
Ayrıca Peygamberimizin bâtıl din ve ideolojilerin mensuplarıyla alâkalı olduğunu açıklayarak yasakladığı süs vasfını taşıyan giyim tarzına değineceğiz.
a- Adı geçen sûrenin 33. âyetinde Yüce Allah, “…İlk cahiliyetin kadınları gibi teberrüc yapmayın…” buyuruyor.
Müfessirler teberrücü, erkeklerin önünde kırıtarak yürüme olarak tefsir
ettikleri gibi kadınların başlarını örttükleri örtüyü bağlamayarak kulakları, boyunları ve gerdanlarını teşhir etmeleri şeklinde de açıklamaktadır.
Buna göre mü’min kadınların ilk cahiliye kadınları gibi kulak, boyun ve
gerdanlarını teşhir eder biçimde elbise giyinerek toplum fertleri arasına çıkmaları haramdır.
Şüphesiz açıklanan tarzda giyimin haramlığı, yalnız tarihî ilk câhiliyetin
giyim tarzı olmasından ötürü değildir. Allah bilir ferdî ve sosyal ahlâkı ifsad
edici olmasından ötürüdür.
Gayr-i İslâmî olan bütün hayat şekilleri câhiliyet hayatı olduğu için bâtıl
105
din ve ideoloji mensuplarının hayatı da câhiliyet hayatıdır. Bu sebeple teberrüc
câhiliyetin alâmetidir. İslâm câhiliyete ait tüm değer yargıları ve yaşayış biçimlerini ret ettiği gibi teberrücü de ret etmiştir.
Câhiliyete mensup kadınların özelliği olduğu içindir ki Peygamberimiz,
Müslüman kadınları teberrücden sakındırmaya büyük bir önem vermiştir.
Allah’ın Resûlü mü’min kadınlardan Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacâklarına, zina etmeyeceklerine, cenazelerin ardından saç yolup yaka yırtmayacaklarına, kocalarının mallarından gizlice alıp harcamayacaklarına ve gereksiz olarak nâmahrem erkeklerle konuşmayacaklarına dâir
biat alırken teberrüc yapmayacaklarına da biat alırdı.
106
b- Teberrüc haram kılındığı gibi husûsiyle kadınlarımız için süs olma vasfını taşıyan cezbedici giyim tarzı da haram kılınmıştır. Zira örtülmesi gereken
vücut organlarını örtücü nitelikte bile olsa bizatihi süs olma özelliğini taşıyan
giyim tarzı, İsrail oğulları ile başlayan ve onların azaba uğratılma sebeplerinden birini oluşturan giyim şeklidir. Bu şekli benimsemek onlara benzemektir
ve de haramdır.
Nûr sûresinin 31. âyetinde geçen “…Müslüman kadınlar gizledikleri süslerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar…” anlamındaki bölüm de değinilen giyim tarzının haramlığını açıklamaktadır. Çünkü örtü ile gizlenen süslerin bilinmesi için dikkatleri çekmek yasaklı olunca örtüyü süs haline dönüştürmenin de haram olacağı açıktır.
Hz. Aişe validemizin sunacağımız rivayeti de haramlığı pekiştirmektedir.
O, şöyle anlatıyor:
“Hz. Peygamber (s.a.) Mescit’te oturuyorken Müzeyne kabilesinden süslü
elbiseler içinde alımlı-çalımlı bir şekilde yürüyen bir kadın çıkageldi.
Bu kadın’ı gören Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
-Ey İnsanlar! Kadınlarınızı bakışları çekecek ve onların hafif meşrep kadınlar
olduğu izlenimini verecek süslü elbiseler giymekten ve alımlı çalımlı bir eda ile mescitlere girip çıkmaktan men ediniz. Zira İsrâiloğulları kadınları süslü elbiseler giymeye ve ibadet yerlerine alımlı-çalımlı bir şekilde girip çıkmağa başladıktan sonra
cezalandırıldılar.”108
108 İ. Kesîr Ahzab Sûresi 33, İ. Mâce Hadîs No: 4001.
3. Cinsel İlişkide Benzeme
İslâm Dini, koyduğu kurallarla çatışan kültürlerin egemenliğine karşı çıktığı için cinsel ilişkilerde bile bâtıl din ve ideolojilerin potasında erimeye cevaz/onay vermemiştir. Konuyu üç başlık altında açıklamaya çalışacağız.
Döl yatağına arkadan yaklaşma
a- Peygamberimizin Medine’ye hicret etmelerinden önce Yahûdiler, beraberce yaşadıkları Medine’li Araplara kendi inanç ve âdetlerini aşılıyorlardı.
Peygamberimizin hicret buyurmalarından sonra da bu propagandalarını sürdürmeye çalıştılar. Yahûdilerin, Medine’de yaymaya çalıştıkları bâtıl inanç ve
âdetlerden biri de cinsel kaynaklıydı. Onlar şöyle diyorlardı:
“Döl yatağından olsa bile, kadınlarınıza arkadan yaklaşmayın. Bu şekilde münasebette bulunan kişinin çocuğu şaşı olur.”
Bu propaganda Medine’liler arasında etkili olmuş, kökleşmişti. Ancak
mü’minlerin Medine’ye hicret etmelerinden sonra Mekkeli muhacir erkeklerle Ensar kadınları arasındaki evlilikler, Ensar kadınlarının Yahûdilerin propagandaları doğrultusundaki çekimserlikleri sebebiyle cinsel bir problem ortaya çıkarmıştı.
Meselenin giderek önem kazanması bu mevzuda Bakara sûresinin 223.
âyetinin indirilmesine sebep oldu.
“Kadınlarınız sizin (döl) tarlanızdır. Tarlanıza (üreme yolundan olmak şartıyla) nasıl isterseniz öylece gidin, nefisleriniz için (besmeleyi, şeytandan Allah’a
sığınmayı ve sevişmeyi) öne alın.
107
Allah’ın emirleri ve yasaklarına aykırılıktan korunun ve ancak O’nun huzurunda toplanacağınızı bilin... (Ey Peygamber! Âdet halinde ve arka organdan
ilişkiye girmekten kaçınan) müminleri müjdele.”
Bu âyet, mü’min erkekler ve kadınlara üreme organından olmak şartıyla
diledikleri şekilde ilişkiye girebilecekleri onayını verdi...109
Böylece sözü edilen konuda Yahûdi inanç ve âdetlerinin taklit edilmemesi gereği de emredilmiş oldu.
Âdet halinde ilişki
b- Cinsel ilişkilerde benzemeye aşağıdaki olayı ikinci bir misal olarak verebiliriz.
Yahudiler ay hali gören kadınlarıyla bir arada oturup kalkmaz, yemek yemez ve onlarla cinsel ilişkide bulunmazlardı.
108
Allah’ın Resûlü, kendilerine özgü olan hususlarda hiç bir şekilde gayr-i
müslimlere ve putperestlere benzemeyi onaylamadığı için sahâbîler, kadınlarının âdet dönemlerinde nasıl bir yol izleyeceklerini O’na sordular. Hattâ bazı sahâbîler âdet halinde cinsel ilişkide bulunarak Yahûdilere muhalefet edelim mi dediler.
Gelişmeler üzerine Bakara sûresinin 222. âyeti nazil oldu/indi:
“(Ey Muhammed!) Sana kadınların ay/âdet halini (hayız) soruyorlar. De ki;
o bedenî-rûhî ezadır. Ay halindeyken onlardan ayrılın; temizleninceye kadar onlara yaklaşıp cinsel ilişkide bulunmayın. Boy abdesti alıp iyice temizlendikleri zaman
Allah’ın emrettiği üreme yerinden onlara yaklaşabilirsiniz. Şüphesiz Allah (her ay
temizlendiklerinde kadınlarına) dönenleri sever. O iyice temizlenenleri; (ay halinde ve ters yoldan cinsel ilişkiye girmekten kaçınanları da) sever.”
Allah zülcelâl indirdiği bu âyetle âdet halindeki kadınlarla cinsel ilişkiyi
-Tevrat şerîatinde yasakladığı gibi- Kur’ân şerîatinde de yasakladı.
Bu âyetin indirilişinden sonra Allah’ın Resûlü mü’minlere şöyle buyurdu:
109 İ. Kesîr Bakara 223
Âdet halindeki kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmayın.110 Ancak Yahûdilere muhalefet ederek kadınlarınızla oturup-kalkabilir, yiyip içebilir ve de sevişebilirsiniz.111
İlişkileri çevreye anlatma
Eşlerle yapılan cinsel ilişkinin yakın çevreye anlatılması veya yazıya dökülüp yayınlanması, Kur’ân’ın yasakladığı Fahşa nitelikli bir çirkinlik olarak haramdır. İnsan doğasının da çirkin bulacağı bu işlem, Peygamberimizin diliyle
Şeytanlara benzeme olarak nitelendirilmiştir
Şeytanlara benzeme de bağımsız bir haramdır. Aşağıda sunacağımız hadis
yasaklığı belgelendirmektedir.
Ebu Hureyre anlatıyor:
Allah’ın Resûlü namaz kıldırdıktan sonra biz erkeklere döndü ve “olduğunuz yerde kalın” emrini verdi. Sonra da Allah’a hamd ederek O’na övgüsünü sunduktan sonra şöyle buyurdu:
Sizin içinizde karısının yanına geldiği zaman kapısını üzerine kapatan,
perdesini üstüne çeken ve Allah(a kaşı da haya) örtüsü ile örtünerek (cinsel
ilişkide bulunan) adam var mı?
Sahâbîler (hep bir ağızdan)
- Evet (var Ya Resûlallah!) cevabını verdiler. Allah’ın Resulü sordu:
-Peki, böyle yaptıktan sonra dışarı çıkıp övünerek, ben karımla böyle yaptım, ben karımla şöyle yaptım diyen de var mı?
Bu soru karşısında sükût ettiler.
Allah’ın Resulü bu defa cemâat namazına katılan kadınlara yönelerek sordu:
- Sizin içinizde de bu şekilde konuşan var mı?
Onlar da sükût ettiler.
110 Burada benzeme ile ilgili bir temel kuralı hatırlatalım:
İslâm Dini’nin emrettiği veya öğütlediği bir davranışın-işin, bâtıl din ve ideolji mensupları tarafından yapılması, biz Müslümanlar için sakıncalı bir benzeme oluşturmaz.
Çünkü Hak olanda birleşme doğaldır.
111 İ. Kesir Bakara 222
109
(Allah’ın Resûlü’nün yerici ve yasaklayıcı vasıftaki bu soruları üzerine)
Göğüsleri henüz tomurcuklanmış genç bir kız, Allah’ın Resûlü’nün kendisini görebilmesi ve sesini duyabilmesi için bir dizi üzerine dayanarak uzandı da
şöyle dedi:
-Ya Resûlallah! (Allah’a yemin ederim ki) sözünü ettiğiniz şekilde erkekler de konuşuyorlar, kadınlar da konuşuyorlar.
Kızcağızın bu açıklaması üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu:
Bu şekilde konuşan erkekler ve kadınların benzerleri kimlerdir biliyor musunuz?
-Bu şekilde konuşan erkek ve kadın, sokakta dişisi erkeğine raslayan, sonra da
insanlar kendisine bakar dururken, erkeği dişisi ile cinsî münâsebette bulunan erkek ve dişi şeytan gibidir.112
110
112 Ebu Davud Nikah 49. Şeytanlarla ilgi bilgi için 55. sayfaya bakınız.
4. Ruhbanlıkta Benzeme
İslâm’ın yasakladığı bir benzeme türü de Ruhban’lıktır. Bir diğer anlatımla Allah’a yakınlaşma maksadıyla toplum hayatından soyutlayarak kendimizi
dünya hayatının helal nimetleri ve zevklerinden yoksun kılmaktır. Özellikle
de evlilikten kaçınarak ve evlilik içinde cinsel ilişkiyi terk ederek cinsellikten
kaçınmaktır. Yapılan açıklamalar ışığında Ruhbanlığı ikiye ayırabiliriz.
a- Toplum hayatından soyutlanmak
Aşağıda sunacağımız hadis, bu tür ruhbanlığı yasaklamakta, bizi yaradılışımız doğrultusunda dünya hayatının nimetleri ve meşru zevklerinden yararlandıracak aktif bir yaşama yönlendirmektedir.
Ben cemıyet’ten kopmaya cevaz veren bir dinle gelmedim
Ebû Umame (r.a.) anlatıyor:
“Hz. Peygamber’in askeri seferlerinden birine O’nunla beraber çıktık. (Askeri birlik içindeki) bir adam (bir konaklama sırasında olacak) içinde suyu bulunan
bir mağara ile karşılaştı.
Bu mağarada kalıp içindeki sudan yararlanarak ve mağara çevresindeki sebzelerden faydalanarak yaşamayı, dünyadan el etek çekmeyi tasarladı. Sonra da kendi kendine:
- Allah’ın Elçisine gitsem ve O’na durumu arz etsem... Eğer bana müsaade buyurursa (düşündüğümü) yapar, izin vermezse vazgeçerim, dedi.
Bu duygularla Allah’ in Resulü’ne geldi de şöyle dedi:
111
- Ey Allah’ın Peygamberi! Ben içinde bana azık olarak suyu, (çevresinde) sebzeleri olan bir mağaraya uğradım. Nefsim burada kalmam ve dünyadan el etek çekmem arzusunu bende uyandırdı. (Ne buyurursunuz?)
Allah Resulü (s.a.) şu cevabı verdi:
- Ben (ağır yükümlülükler getiren ve cemiyetten uzaklaşmaya cevaz veren) Yahudilik ve Hıristiyanlıkla gönderilmedim.
Ben ancak Allah’ın birliğine dayanan ve yüklediği görevler kolayca uygulanabilir olan bir dînle gönderildim.
Nefsim kudret ve tasarrufu altında bulunan Allah’a yemin ederim ki, bir sabah veya bir akşam vakti Allah yolunda çalışma içinde olmak (sağlayacağı ahiret mükâfatı bakımından) dünyadan ve içindeki (nimetler ve güzellik) lerden daha hayırlıdır.
112
Sizden birinizin topluma karışarak (cemâatle namaz kılmak için) safda durması (mağarada yalnız başına) altmış yıl namaz kılmasından daha hayırlıdır.113
b- Cinsel hayattan kopmak
Rabbimiz tarafından kendilerine bir emir verilmediği halde, daha ibadetli kullar olabilmek için Hıristiyan abitlerin ibadet yöntemi olarak benimsedikleri, ancak gereğini de yapmadıkları cinsel hayattan kopma anlamına ruhbanlık, onlara benzemek olacağı cihetle Peygamberimiz tarafından açıklanan
“İslâm’da ruhbanlık yoktur.” ilkesiyle yasaklanmıştır.
İnsan doğasıyla çatışan ruhbanlık, cinselliği yaratan Allah’ın buyruğu olamazdı. Kur’ân’da şöyle buyurulur:
“…Biz onlara ruhbanlığı emretmedik. Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla
onu kendileri uydurdu. Ama sonra ona gerektiği gibi de uymadılar…”114
Allah zülcelâl erkeği kadına, kadını erkeğe ihtiyaçlı ve arzulu yaratmıştır.
Evlilikte yaratılış doğrultusunda yaşama, haram ilişkilerden korunma ve neslin devamına sağlama gibi hayırlar olduğu için İslam Dini, aşağıda sunacağımız
hadîslerden de anlaşılacağı üzere Peygamberimizin diliyle evliliğe teşvik buyurmuştur:
113 Müsned 5/266.
114 Hadid 27. Âyeti açıklayıcı Hadisler için bak. K. Hafâ Hn. 3152, M. Zevaid 9/256.
“... Sizden her biriniz Ahiret hayatının mutluluğuna yardımcı olacak bir eş
edinsin.”
“... Evlendiği zaman kişi dinin yarısını korumuş olur. Diğer yarısı için de Allah’tan korksun.”
“Rızkı aile yuvası kurmakta arayın.”
“Gücü yeten evlensin. Evlenmeyen bizim yaşayışımız üzerinde değildir.”115
Hz. Peygamberin çizgisinde yürüyen İslâm âlimleri de zinaya düşme ihtimali galip olduğunda evlenmenin farz olduğu görüşünde birleşmişlerdir.
Bu sebeple cinsel iktidarsızlık, tedavi edilemez hastalık ve eşi bakamayacak derecede fakirlik hali dışında evlenmemek, İslâmî çizgiden sapmaktır.
Gayr-i müslim âbitlerini benimseyerek dindarlıkta derinleşmek amacıyla evlilikten kaçınmak anlamına ruhbaniyet ise daha bir sapmadır, onlara benzeme
sebebiyle de açık bir haramdır.116
Nitekim Peygamberimiz şöyle emir buyurmuştur:
“Evleniniz. Ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övünürüm. Sakın ha
Hıristiyan rahipleri gibi olmayınız.”117
Evlilikten kaçınmanın yanı sıra Allah’a yakınlığı artırmak amacıyla evlilik
içinde cinsel hayattan çekilmek de Peygamberimizin buyruğuyla yasaklanmıştır.
Evlilikte cinsel hayattan çekilmek caiz değildir
Peygamberimiz (s.a.) dindarlıklarını artırmak maksadıyla her gün oruç
tutmayı, bütün geceleri ibâdetle geçirmeyi ve de kadınlarına yaklaşmamayı
kararlaştırmış bir sahâbî topluluğunun bu tutumlarını haber alınca öfkelenmiş, onların davranışlarını yermiştir.
Peygamberimiz, (s.a.) Allah’a karşı en ziyâde kulluk bilinci ve yaşayışı içersinde olduğunu beyânla, kendisinin kadınlarından cinsel ilişkiyi kesmediğini
açıklamış, kendi yolunun takibini emretmiştir.
115 Sırasıyla bak. İ. Mâce Hn. 1854. M. Mesâbîh Hn. 3096. K. Hafâ Hn. 2833, M. K. Ummal
6/391.
116 Geniş bilgi için İslâma Göre Cinsel Hayat isimli eserimizin birinci cildinin “Cinsel Hayattan Çekilmek Haramdır” bölümüne bakınız.
117 Ebu Davud Hn. 2050, C. Sagîr (T) maddesi.
113
Açıklamalarımızı belgelendiren Hz. Enes’in rivayetini şöylece özetleyebiliriz:
Yolumu izlemeyenler benden değildir
(Hz. Ali, Osman b. Maz’ûn ve Abdullah b. Revaha’dan oluşmuş) üç kişilik bir grup, eşleri olan annelerimize geldiler ve Peygamberimizin nasıl ve ne
kadar ibâdet ettiğini sordular.
Kendilerine bilgi verilince Hz. Peygamber’in ibâdetini azımsar gibi oldular. Allah onun geçmişteki ve gelecekteki bütün günâhlarını affetti, onun yüceliği nerde, bizim konumumuz nerde, dediler. Daha çok ibâdet etmeleri gereğine kendilerini inandırdılar. İçlerinden biri, ben bütün geceleri namaz kılacağım, diğeri bütün günleri oruçla geçireceğim, üçüncüsü de ben hanımlarımdan ayrılacağım ve bir daha da evlenmeyeceğim, dedi.
114
Onların bu kararları ve sözleri Hz. Peygambere ulaşınca, onları çağırtarak
şöyle buyurdu:
-Siz mi böyle ölçüsüz lâflar ediyorsunuz? Bütün bunları nereden çıkarıyorsunuz?
Bakınız, Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok saygı duyarak korkanınızım ve O’nun emirleri ve yasaklarına en ziyade bağlı olanınızım.
Böyle iken ben bazı günler oruç tutuyor, bazı günler de tutmuyorum. Gecelerin
bir kısmında ibâdet ediyor, bir kısmında da uyuyarak dinleniyorum. Kadınlarla da
evleniyor, gerektiği gibi de aile düzenini sürdürüyorum.
Ben bu şekilde yaşar; ibâdet ederken, fazlası ne oluyor? İyice bilmenizi isterim
ki benim yolumu izlemeyenler benden değildir.118
118 Buhari-Müslim, El-Lü’lüü vel-Mercan Hn. 885.
5. İktisadî Faaliyetlerde Benzeme
Mü’minlerin içki, domuz eti, heykel ve cinsel/pornografik filmler gibi maddelerin üretim ve ticaretini yapmaları haramdır. Allah’ın Resûlü’nün
Kur’ân çizgisinde yasakladığı bu işlemlerin yapılmasında bâtıl din ve ideoloji
mensuplarına fiilî benzerlikler vardır.
Benzerlikten korunabilmek için söz konusu edildiklerinde üreticileri olarak akla hemen gayr-i müslimler gelen domuz üretimi ve üç boyutlu heykel
yapımı gibi haramlardan özenle kaçınmak lâzımdır. Zira değinildiği gibi bunlarda Kur’ân ve Sünnet yasaklarını ihlâl haramlığı yanı sıra benzeme haramlığı da vardır.
Verilen türden örnekleri çoğaltmak mümkünse de biz Hz. Peygamberin
lisanıyla cahiliyet hayatının unsurlarından biri olarak nitelenen ve bu yönüyle
ana konumuz benzemeyle doğrudan ilgisi bulunan ilâhî yasak faizden bir örnek vereceğiz. Ayrıca iktisadî bakımdan haramı helâlleştirme ile alâkalı benzemeye konu bir Sünnet bildirisini zikredeceğiz.
Faiz
Daha öncede açıklandığı üzere Kur’ân’ımızın, “Onlar hâlâ cahilliyetin hükmü (değer ölçüleri) mü arzu ediyorlar?...” anlamındaki Maide sûresinin 50. âyetinde İslâm öncesi cahiliyet hayatı ve müesseseleri yerilmiş, Peygamberimiz de
“Cahiliyet dâvası güdenler bizden değildir.” buyurmuşlardır.
Takdim edilen ölçüler gibi umûmî vasıftaki Kur’ân ve Sünnet buyrukları
cahiliyyet hayatına dönüşü kesinlikle yasaklarken, diğer İslâmî yasaklar cahiliyet hayatının unsurlarından değilmiş gibi, Peygamberimiz, hususiyle kan
115
dâvası ile birlikte faizi cahiliyet hayatının ana unsurlarından biri olarak açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Faizin her bir çeşidi kaldırılmıştır.Lâkin borcunuzun, aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız... Cahiliyet’den kalma bu çirkin/aşağılık uygulamanın her türlüsü ayağımın altındadır.”119
Hiç şüphesiz faiz insanları sömürme aracı kılınabileceği için Rabbimiz tarafından Bakara sûresinin 275-9. âyetleriyle yasaklanmış, faizciler Allah’a ve
Peygamberine; İslâmî Toplum Düzenine harp ilan etmekle suçlanmış ve de
Cehennemlik olarak tanıtılmışlardır.
Sevgili Peygamberimizin faizi cahiliyet hayatının ana unsurlarından biri
olarak vasıflandırması, faizi uygulayacak mü’min fertler ve toplumların bu haramı işlerken cahiliyyet hayatının mümessilleri olan bâtıl din ve ideoloji mensuplarının izlerini de takip etmiş olacaklarını açıklamak içindir.
116
İlkel/gerici bir toplumun alameti olan faize yönelmek, gerçekten kaçınmakla emrolunduğumuz cahiliyet hayatı ile giderek bütünleşmektir.
İslâm ülkelerinde iktisadî hayatın yönetimi ve kontrolünü tasarrufu altına
alan faiz kurumlarının giderek artması, bu bütünleşmedeki gelişmelerin, dolayısıyla ekonomik hayatta bâtılperestlere benzemenin görülür belgesidir.
Haramları helâlleştirmek
Haramları helâlleştirmek haram bir işlemdir. Ancak Yahûdi yöntemi olarak şöhret bulmuştur. Kur’ân ve Sünnetin yasakladığı bu fiili yapmak, haramı
benzeme günahını da işleyerek yapmaktır.
Aşağıda sunacağımız hadîs bu tür bâtıl metotların haramlığını açıklamaktadır.
Mekke’nin fethedildiği yılda, Allah’ın Resûlü (S.) Mekke’de iken kaçınmakla mükellef kılındığımız bazı ilâhî yasakları açıklamak için şöyle buyurdu:
-Allah ve O’nun Peygamberi, alkollü içkileri, boğazlanmaksızın ölmüş ölü hayvanı, domuzu ve putların alım satımını haram kıldı.
119 Kâmil Miras S. Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Ter. ve Şerhi Birinci Baskı 10/432.
(Allah’ın Resûlü’nün emirleri ve yasaklarına titizlikle ve tam bir şekilde
uymak arzusunda olan sahâbiler tarafından) bu açıklama üzerine soruldu:
-Ya Resûlellah! Ölü hayvanların iç yağlarının satışı konusunda ne buyuruyorsunuz? Biliyorsunuz bu yağlar gemilere sürülüyor, onlarla deriler yağlanıyor ve insanlar bunları aydınlatmada kullanıyor.
Allah’ın Resûlü bu soruyu şu şekilde cevaplandırdı:
-Hayır, hayır ölünün iç yağları (nın bu şekilde alınıp satılması ve kullanılması) haramdır.
Allah’ın Resûlü devamla şöyle buyurdu:
-Canları çıkasıca Yahûdiler… Allah, onlara içyağlarını haram kıldı. (Fakat
onlar hileye başvurdular da) iç yağlarını eriterek şeklini değiştirdiler. Sonra da onu
sattılar, bedeli ile aldıklarını yiyip içtiler. (Sizler onlara benzemeyin.)120
Bir davranış, bir iş, bir madde haram kılındığı zaman onu değişik taktikler uygulayarak helalleştirmeye kalkışmak, kulluk haysiyetiyle bağdaşmayan
bir Yahûdi usûlüdür. Bu usûlü takib etmek Yahûdileri izlemektir; aşağılıktır.
Allah’ın Resûlünün bedduâsına hedef olmaktır
Pek çok alanda tarihî ve asrî Yahûdileri izlemekte olan Müslüman toplumlarda, maalesef bu lanetli usûlün değişik uygulamalarını görebilmekteyiz:
a- Alkollü içki olmadığı yargısıyla Bira alıp satmak,
b- İslâm’ın inanç ve ahlâk düstûrlarına karşı yayınları ve resimleri içeren
gazete ve mecmuaları/dergileri alıp-satmak,
c- Turistik otel işletmeciliği adı altında zinâcılara da yataklık etmek,
d- Eğlence sektörü görüntüsünde içki-kumar-fuhuş işletmeciliği yapmak.
Bütün bunlar, farklı isimler altında haramları helâlleştirme yoluyla yapılmaktadır.
120 Enam 146; Buhari Büyü 112; İ. Mâce Ticaret 11.
117
6. Belirli Zaman ve Mekânları Kutsal Tanımada Benzeme
118
Bâtıl din ve ideoloji mensubu yabancı toplumların bayram günlerini veya mukaddes bildikleri diğer zaman ve mekânlarını kutsal tanımak, müminler
olarak aramızda kutlamak ve tebrikleşmek de İslâm’da yasaklanmış olan bir
benzeme türüdür. Bu mevzuda kaynaklarda bolca bulunan Sünnet delillerinden bir bölümünü sunmakla yetineceğiz.
Zaman kutsallaştırma
Birinci örnek:
Bayram günleri
Allah’ın Resûlü hicret edip Medine’ye geldiği zaman Medine’lilerin eğlenipkutladıkları Nîruz/Nevrûz ve Mehrican adı verilen iki bayram. günleri vardı.
Allah’ın Resûlü sahâbilere sordu:
-Bu iki günü nasıl açıklarsınız?
-Ya Resûlellah! Bunlar Cahiliyet döneminde bizim eğlendiğimiz bayram
günlerimizdi.
-Allah bayram günleriniz olan bu iki günü, onlardan daha hayırlı olan
Kurban ve Ramazan bayramının birinci günleri ile değiştirdi. Artık onları değil, Kurban ve Ramazan Bayramı günlerini kutlayacaksınız.121
Önemli olan hadisimizin mesajıdır. Biz canlı ve aktüel bir örnek olarak 31
Aralığa dikkat çekmek istiyoruz.
121 S. Ebû Davûd K. Salâtı B. Salâtil-Ideyn Hn. 1122.
Bu ve benzeri hadîslere dayanılarak, meselâ gayr-i müslimlerce yılbaşı
olarak kutlanan 31 Aralık gecesini, Müslümanlar olarak kendi aramızda şahıs veya müessese olarak kutlamanın, değerlendirilmesi gerekli bir sene başı
olduğu inancıyla anılan günde hediyeleşmenin onlara benzemeden dolayı haram veya harama açık bir işlem olarak değerlendirilebilir.
Verilen 31 Aralık örneği, bütün insanlığın malı olduğu gerekçesiyle sakıncasız bulunabilir. Ancak onun asırlar boyu kutlanan 1 Muharrem hicri yılbaşı gibi bir kültürel değerimizden bizi yoksun bırakmakta olduğu unutulmamalıdır.
Burada bilinmesi gereken önemli bir husus da şudur:
Bâtıl din ve ideoloji mensuplarına ait kutsal günleri Müslümanların kendi
aralarında kutlamaları ve bu vesile ile hediyeleşmeleri değinildiği gibi mahzurludur. Ancak onların kendi bayramları ve kutsal günlerini kutlarken, ilişkiler
içinde oldukları Müslümanlara verdikleri hediyelerin Müslümanlar tarafından
alınmasında bir sakınca yoktur. Zira -Allah onlardan razı olsun- Hz. Ebû Berze, Hz. Ali ve Hz. Aişe (r.a.) gibi büyük sahâbiler, onlardan hediye almayı caiz
görmüşlerdir. Ne var ki, onların kutsal günlerinde kestikleri hayvanların etlerinden yemeyi onaylamamışlardır.
Sunacağımız rivayetler bu gerçeği açıklamaktadır:
“Hz. Ali, Nîruz’da kendisine verilen hediyeyi kabul etti.”
“Bir mü’min kadın Hz. Âişe’ye (r.a.) sordu:
- Bizim Mecûsi komşularımız vardır. Onlar, kendilerinin bayramlarında bize
hediye verebilirler mi? Biz de verilen hediyeyi kabul edebilir miyiz?
- Hediyelerini, kabul edebilirsiniz. Ancak bayram günleri için kestikleri hayvanların etlerinden yemeyin. Ama meyve türü hediyelerinden yiyebilirsiniz...”]122
Kur’ân düşmanlığın yanlızca zalimlere yapılabileceğini açıkladığı, kötülüğü iyilikle karşılamayı emrettiği ve Peygamberimiz de yapılan iyiliğe benzeri veya daha iyisiyle karşılık verilmesini öğütlediğine göre, ilişkili olduğumuz gayr-ı müslimlerin kutsal günlerinde onları mutlu edecek sözler söylemenin, hediye vermenin veya hediyelerine hediye ile mukabele etmenin caiz olmanın ötesinde görevimiz olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki Peygamberi122 Îktizaus-Sıratil-Müstekim... sh. 250.
119
miz gayr-ı müslimlerin komşuluk hakkı olduğunu bildirmektedir.123 Pekiştirmek için ifade etmek gerekirse onların kutsal günlerini kendi aramızda kutlayamayız. Ancak güzel ahlakımızın gereği olarak onları mutlu edecek davranışlar gösterebiliriz.
İkinci örnek:
Cumartesi-pazar günleri
Hz. Peygamber (s.a.) Cumartesi ve Pazar günleri diğer günlerde tuttuklarından daha fazla oruç tutardı. Bunun sebebini de şöylece açıklardı:
Cumartesi (Yahûdilerin), Pazar günü (Hıristiyanların) yiyip içip eğlendikleri haftalık bayramlarıdır. Ben onlara aykırılığı seviyorum. (Bunun için de bu iki
günde daha çok oruç tutuyorum.).124
120
Bu tatbikatından açıkça anlaşılmaktadır ki Peygamberimiz, değer yargılarında gayr-i müslimlere benzemiş olmamak için anılan günlerde zaman zaman oruç tutmuşlardır.
Bilindiği gibi İslâm Dini’nde hususiyle Cumartesi ve Pazar günlerinde oruç
tutmanın öğütlenir olarak bir ayrıcalığı yoktur. Ancak içinde yaşanılan cemiyette, Hz. Peygamber devri Medine’sinin ilk yıllarında olduğu gibi gayr-i müslimler sayıca çokça olur ve bu günler onlar tarafından diğer günlerden farklı
olarak görülür bir şekilde yenilip-içilerek eğlenceyle kutlanırsa, mü’minlerin,
tutmak isteyecekleri nafile oruçlarını zaman zaman Cumartesi ve Pazar günlerinde tutmaları Sünnet’i izlemek olur. Örneğin Avrupa’da yaşayan Müslümanların böylesi bir uygulama gereğini duyabilirler.
Mekân Kutsallaştırma
Birinci örnek:
Buvane’de adak
Sahâbilerde biri Buvane yöresinde bir deve kesmeyi adadı. Allah’ın Resûlü
Hz. Muhammed’e gelerek adağını, Buvane’de yerine getirip getiremeyeceğini
sordu.
123 Bakara 193, Müminun 96, Et-Tac 2/41, 5/68-9, Tirmizi Hn. 194
124 Musned-ü Ahmed b. Hanbel 6/324.
Allah’ın Resûlü (Buvane ile ilgili bilgi almak) için soruşturdu:
-Buvane’de (cahiliyyet devrinde) ibâdet edilen bir put var mıydı?
-Hayır, yoktu Yâ Resûlellah!
-Peki orada putperestlerin bayramlarından biri (ile alâkalı şenlikler) yapılır mıydı?
-Hayır, yapılmazdı.
Bu cevapları alan Allah’ın Resûlü şöylece emir buyurdu:
-Adağını yerine getir. Ancak, Allah’a isyana sebeb olan adakla, akrabalık rabıtalarını koparan ve bir de insanın güç getiremeyeceği adak yerine getirilmez.125
-Salât ve Selam üzerine olsun- Peygamberimiz Buvane ile ilgili sorularıyla bu yerin takdis edilen/kutsallaştırılan bir mekân olup olmadığını araştırmıştır.
Onun bu araştırmasından, cahiliyet devrinde kutsallaştırılan mekânlara
ayrıcalık tanınmaması ve tanıyanlara benzenilmemesi gerektiğini öğrenebiliriz.
Buvane hadîsinden ayrıca İslâm Toplumu’nun sahip olduğu yurtta, bu
yurdun daha önceki Allah’a ortak koşan sahiplerinin kutsiyet izafe ettiği yerlerin, şirk ayinlerini içeren eski statüsü içersinde değerlendirilemeyeceğini de
öğrenebiliriz.
İkinci örnek:
Kabirleri mabet edinme
Peygamberimiz “Tuvaletler ve kabirler dışında bütün yeryüzü mabettir/ibadet
edilebilecek yerdir.”buyurarak kabirlerin ibadet yeri kılınmasını yasaklamıştır.126
İslâm Dini, bâtıl din ve ideoloji bağlılarının mukaddes tanıdığı zaman ve
mekânları kutsal tanımayı haram kılarken onların izlerini takîp edercesine kabirleri tazîm ve takdis etmeyi ve tören yeri kılmayı da yasaklamıştır. Çünkü bu
da bir benzemedir.
Bu tür benzeme, ülkemizde bina gibi padişah ve velî kabirleri yapmak125 Bulûğül-Meram, Eyman, Hn. 14.
126 Et-Tac 1/244
121
la başlamış ve anıt kabirler ve mezarlarla putperestliğe tırmanma yoluna girmiştir.
Peygamberimizin aşağıdaki emirleri bu yasağı kurallaştırmaktadır:
“Dikkat edin, sizden önceki (Yahûdiler ve Hıristiyanlar gibi) toplumlar, Peygamberlerinin ve velîlerinin kabirlerini mescit haline getirdiler.
Sakın ha, siz kabirleri mescit (ibadetgâh) haline getirmeyin.
Ben bunu size kesinlikle yasaklıyorum.”127
Peygamberimiz diğer hadîslerinde de şöyle buyurmuşlardır.:
“Peygamberlerinin kabirlerini ibâdet yeri haline getiren Yahûdilere ve Hıristiyanlara Allah lanet etsin.”
“(Aman siz) kabrimi bayram yeri ve tören alanı kılmayın.”128
122
Eşya Kutsallaştırma
Ağaca Tapınma
Dinimiz bâtıl din ve ideoloji mensuplarının kutsallaştırdığı eşyanın benzerlerini, onları taklit ederek kutsallaştırmayı da yasaklamış; haram kılmıştır.
Aşağıdaki hadîs bu hususu aydınlatmaktadır.
-Salât üzerine olsun- Allah’ın Resûlü, Hayber’e doğru ordusu ile yola çıktıklarında, puta taparların dallarına silâhları asıp (çevresinde toplanarak tapındıkları) Zât-ı Envat denilen bir ağacın yanından geçtiler.
(Bu ağaçtan çağrışım yapan bazı sahâbîler de şöylece) rica ettiler.
-Yâ Resûlellah! (Gördüğünüz gibi puta taparların üzerine silâhlarını asıp
ayin yatıkları Zât-ı Envat’i var.) Onların Zât-ı Envat’ı gibi siz de bizim için dalları çok, büyük bir ağacı belirleseniz.
Bu talep üzerine Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
-Sübhanellah! Bu ne biçim istek. Bu sözleriniz, kavminin Hz. Musa’ya,
‘Onların ilâhları var, onlarınki gibi sen de bize ilâh (lar) belirle’ demelerine benzi-
127 Müsned 1/218
128 Ebu Davud, Cenaiz 76, Hn. 3227
yor. Canım kudreti altında bulunan Allah’a yemin ederim ki (günahlar işlemede) sizden önceki toplulukların yolunu izleyeceksiniz.129
Misalimiz, İslâm Dini’nin yasakladığı hususlarda bâtıl din ve ideoloji mensuplarının yaptıklarının benzerlerini yapmamızın haramlığını göstermektedir.
Devrimizden bazı örnekler
Gayr-i müslim ve materyalist toplumların kutsallaştırıp yücelttikleri zaman ve mekânları tasvip ve kutlama gibi yollarla oluşan olumsuz benzemelere, sunduğumuz örneklerden başka devrimiz İslâm Ülkeleri’ndeki milli kahramanların doğduğu, tarihî kararlar aldığı ve öldüğü mekânları ve zamanları
müze yapma, tören yeri kılma, bayram veya yas günleri kabul etme şeklindeki benzemeleri de katabiliriz. Zira bu tür bâtıl inançlar ve âdetler, bâtılperest
toplumlardan taklit yoluyla İslâm Ülkelerine sıçramış ve giderek benimsenmiştir.
129 Araf 138, Tirmizî Fiten 18, Hadîs No: 2181.
123
7. Irkçılıkta Benzeme
Irkçılıkta benzeme (mânevi yönden benzeme) bölümünde açıklanabilir
idiyse de, asrımız toplumlarında kadrolar ve kurumlarla temsil edilen görünür bir sosyal realite olması sebebiyle maddî benzeme bölümünde zikretmekte, bir mahzur/sakınca görmedik.
124
İnsanlar bir asıldandır
Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla insanların bir asıldan türetildiğini ilân
eden İslâm Dini, dil-renk-soy; bir diğer anlatımla bunların bütünü olarak algılanabilecek ırk üstünlüğü görüşünü ve bu uğurda fikrî ve fiilî mücadele verilmesini bir cahiliyet davası olarak vasıflandırarak yermiştir. Kınamakla da kalmamış, Peygamberimizin diliyle ırkçılık güdenlerin gerçek mü’min olamayacaklarını bildirmiştir. Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyururlar:
“Irkçılık yapanlar bizden değildir. Bu uğurda savaşanlar bizden değildir. Bu
yolda ölenler bizden değildir.”130
Irkçılığın konumuzla alâkası
Irkçılığın konumuzla ilgisi, bu dâvanın bâtıl din ve ideoloji mensubu yabancı toplumlara ve kültürlere has olduğunun yukarıda sunduğumuz hadîste
dolaylı olarak bildirilmiş olmasıdır. Bir başka hadîste de doğrudan Cahiliyet
davası olarak nitelendirilmiş olmasıdır. Bu sebeple ırkçılık İslâm’da yerilen
Cahiliyet Hayatı’na yönelik bir benzeme davasıdır.
İslâm’da yerip kınanan ırk realitesi veya ırkını sevmek ve yüceltmek dâvası
130 Mişkâtül-Mesabîh Hn: 4907.
değildir. Çünkü bizzat Rabbimiz, Kur’ân’ında dillerimiz ve renklerimizin farklılığının kendi yaratması olduğunu bildirmiştir. Kabilelere ve halklara ayrılışımızı da kendi düzenlemesi olarak açıklamıştır.131
Kınanan ırkçılık
Hadîslerle cahiliyet olarak kınanan ve mensupları İslâm’dan dışlanan ırk
dâvasını üç bölümde inceleyebiliriz.
a- İslâm Dini’nin inançlısı ve bağlısı olmayan ırkını yüceltmek ve ona mensubiyetle iftihar etmek.
Bu tarz ırkçılığın meşru olmadığını aşağıda sunacağımız hadîs ve açıklaması ortaya koymaktadır.
İranlı Yiğidim Deme
İran asıllı bir sahâbî olan Ebû Ukbe (r.) anlatıyor:
Uhud harbinde Allah’ın Resûlü ile beraberdim.
(Savaş sırasında bir ara Mekkeli ) putperestlerden birine bir darbe indirdim. İndirirken de şöylece kükredim:
- Ben İranlı bir yiğidim. Al bakalım benden de bir darbe.
(Sözlerimi duyan) Allah‘ın Resûlü bana dönerek şöyle buyurdu:
-(Niçin öyle söyledin?) Ben Ensarlı bir gencim, al bakalım benden de bir dar- be
demeliydin.132
İran, Uhud savaşı sırasında Müslüman değildi. Bunun içindir ki Peygamberimiz Ebû Ukbeyi kendisini kâfir ırkına nisbet ettiği için tasvip buyurmamıştır. Irkına değil, kâfir ırkına nisbet ettiği için tasvip buyurmamıştır.
Müslüman, kendisini İslâm toplumunun üyesi bilmeli, Hak inancını ırkına üstün tutmalıdır. Peygamberimizin Ebû Ukbe’yi “Ensarlı bir yiğidim.” demeye teşvik buyurmasının sebebi budur.
131 Rûm 22, Hucurat 13.
132 Min Mirkatil-Mefatîh 4/661.
125
Sunduğumuz bu hadîs, iftihar ederek nefsimizi kâfir ırkımıza nisbet edemeyeceğimizi öğretirken, Müslüman ırkımızın kâfirlik dönemini yüceltemeyeceğimizi de öğretmektedir.
b- Zulmedici de olsa ırkını zulmü üzerinde desteklemek.
Kişinin ırkçılık gayretiyle ırkını zulmü üzerinde onaylayıp desteklemesinin haram türden bir ırkçılık olduğunu bir soru üzerine yaptığı açıklamayla
Peygamberimiz dile getirmiştir.
Sahâbî Ebûl-Fasîle anlatıyor:
Hz. Peygambere sordum:
-(Yâ Resûlellah!) Kişinin soyunu-ırkını sevmesi yasakladığınız ırkçılık mıdır?
-Hayır, değildir, cevabını verdi ve şöyle buyurdu:
126
Haram kılınan ırkçılık kişinin soyuna/ırkına zulmederken yardım etmesidir.133
c- İslâm’dan kaynaklanmayan emperyalist bir emelle ırkının diğer soy ve ırklara hâkim olmasının kültürel, siyasî, iktisadî yollarla ve sıcak harple mücadelesini vermek.
İslâm Dini’ne yaptığı büyük hizmetler dolayısıyla ırkını sevmenin ve
İslâmî çizgide gelişmesi için mücadele vermenin veya o anlamdaki ırkçılığın
yerilen/dışlanan ırkçılık türünden olmadığı açıktır.
Burada yakın tarihe göz atmakta fayda görüyoruz:
Osmanlı Devletini parçalamak için çırpınan batı emperyalizmi, İslâm’ın
red ettiği menfi ırkçılık-milliyetçilik fikirlerini Müslümanların arasına sokarak
bu emelinde başarıya ulaşmıştır.
İslâm ülkelerinin İslâm çizgisinde birleşerek siyasî ve iktisadî bir blok
oluşturamamaları ve rahatlıkla sömürülebilmeleri için Amerika ve Avrupa emperyalizmi ile Rus emperyalizminin devrimizde yerli işbirlikçileriyle tahrik ettiği en büyük manevi unsur da yine bu menfi ırkçılık-milliyetçilik dâvası olmuştur ve olmaktadır.
133 Sünen-ü İbn-i Mâce, Hadîs No: 3449.
İslâm’dan saptığımız hangi noktada zarar görmedik ki?
Netice olarak deriz ki İslâm’ın red ettiği mânada ırkçılık, milâdî yedinci asır cahiliyetinin olduğu gibi, yirminci asır cahiliyetinin de ana unsurlarındandır.
Bu zulme çığır açıcı dâvanın fikren ve fiilen savunulması cahiliyetin hortlatılmasıdır. Onun İslâm ülkelerinde revaç bulması tabîi gelişmelerin sonucu değil, bâtıl
din ve ideoloji mensuplarının yüceltilmesi ve taklit edilmesi sonucudur.
127
8. Diğer Benzemeler
128
Bu bölümde Aziz Peygamberimizin Sünnet’inde açıklanan yasaklandığımız bazı benzeme türlerine yer vereceğiz. Ayrıca bâtıl din ve ideoloji mensubu
toplumlara benzenilmemesini emredici genel ilkelere aykırı olarak İslâm toplumlarında görülen ve tabîi olaylar, âdetler haline gelen bazı benzeme nevilerini açıklayacağız.
Sünnette yer alan yasaklandığımız bazı benzemeler
Selamlaşmada gayr-i müslimlere benzememek
Tabîi hayatın akışı içersinde selamlaşmanın önemi büyüktür.
Allah şanını artırsın Sevgili Peygamberimiz, müslümanların birbirleri üzerindeki İslâm kardeşliği haklarından/görevlerinden biri olarak açıkladığı ve sırasıyla sevgiye, gerçek imana ve Cennet’e götürücü işlem olduğunu duyurduğu selamlaşmanın, onlar tarafından İslâm kimliğini yansıtıcı bir şekilde “EsSelâmü Aleyküm” denilerek gerçekleştirilmesini öğretmiştir. Bu konuda gayr-i
müslimlere benzenilmemesini de şöylece emretmiştir:
“Bizden başkasına benzemek isteyenler bizden değildir. Bu sebeple Yahûdilere
ve Hıristiyanlara benzemeyiniz. Yahûdilerin selâmı parmaklarla işarettir. Hıristiyanların selâmı ise avuç içleri ile işarettir.134
Bu mevzudaki bir diğer hadîslerinde ise Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
134 Tirmizî İsti’zan 7, Hn. 2696.
“Yahûdiler gibi selâmlaşmayınız, onların selâmı başlarıyla, avuç içleriyle ve diğer işaretlerledir.”
Bu hadîslere göre Kur’ân ve Sünnet’in öğrettiği “Es-Selâmü Aleyküm” şeklindeki duâ cümlesiyle değil de sadece el veya baş işaretiyle selâm vermek,
gayr-i müslimlere benzemektir. Dolayısıyla haramdır.
Birbirlerine Allah’ın korumasını dileyen bir duâ cümlesiyle selâm veren
ve bu tür selamlaşma ile aralarında sevgi ve kaynaşmaya yol açan mü’minlerin
İslâm’a özgü selâmları, Yahûdilerin kıskançlık ve hasedini tahrik etmişti. Bu
durumu izleyen Hz. Peygamber, selamlaşma ile ilgili Yahûdilere aykırılık emirlerini pekiştirerek şöyle buyurmuştur:
- (Ey Mü’minler!) Yahûdiler İslâm’ca selamlaşmanıza haset ettikleri gibi,
size hiç bir yönde haset etmezler. (Birbirinizle öğretildiğiniz gibi selâmlaşın ve
selamlaşmada Yahûdilere muhalefete/aykırılığa devam edin.)135
Selamlaşmada putperestlere benzememek
İlk Müslümanlar selamlaşmada gayr-i müslimlere benzemekten men edildikleri gibi putperestlere benzemekten de men edilmişlerdi.
Sahâbî İmran b. Hüseyin’in aşağıda sunacağımız rivayeti bu gerçeği ortaya koymaktadır:
“Allah’ın Resûlü’nün İslâm Dini’ni tebliğ etmeye başlamadan önceki Câhiliyet döneminde biz iki türlü selâm verirdik:
aa- En’amellahu Bike Aynen: Allah sevdiklerinle gözünü aydınlatsın.
bb- Ve En’im Sahaben: Hayırlı sabahlar,
İslâm Dini geldikten ve İslâm’a has/özgü selâm şekli belirlendikten sonra (Câhiliyet döneminde verdiğimiz gibi selâm vermekten) men edildik...”136
Câhiliyet devrinde verilen selâm şekillerinin, anlamlı olmalarına ve biri de
Allah lafzını içermesine rağmen yasaklanması, İslâm’a has olanın mutlaka korunup yaşatılması lüzumuna işarettir. Bu sebeple yaşadığımız dönemde Müslümanların kendi aralarında Günaydın/Merhaba gibi kelimelerle veya yalnızca
işaretlerle selâm vermeleri son derece sakıncalıdır ve günaha sokucudur.
135 İbn-i Mace Hn. 586.
136 M. Mesabîh Hn. 4654, M. Mirkatil-Mefatîh 4/563.
129
İslâm’a özgü selâmı vermemek, örneklendirildiği gibi bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzemektir.
Yasaklandığımız benzeşmelere kurumlarımız aracılığıyla yönlendirildiğimizin en çarpıcı örneklerinden biri selâmlaşmadır. Ana kültürümüzden kopuk modern görünümlü bağnazların yuvalandığı bazı kurumlarımızda EsSelâmü Aleyküm şeklinde selâm verme, irtica ile suçlanma ve dışlanma sebebidir. Bu sebeple mutlaka bize özgü selâmla selâmlaşmalı ve bunun cihad olduğu bilinmelidir.
Oturup kalkmada benzememek
Şerid İbn-ü Süveyd isimli sahâbî şöyle anlatıyor:
Sol elimi sırtıma koyup pazum üzerine yaslanır bir şekilde uzanıp otururken Hz. Peygamber (s.a.) yanımdan geçti ve beni şöylece uyardı:
130
-Ne o, gadaba uğramışların (Yahûdilerin) oturuşu gibi mi oturuyorsun?
Allah’ın Resulünün oturuş şekli ile ilgilenmesi ve bu konudaki benzeşmeyi bile onaylamaması oldukça dikkat çekicidir...137
Aslında bu tür oturuş şekli ve benzerleri mubahtır/olabilir. Bâtıl din ve
ideoloji bağlılarına uymanın veya aykırı olmanın söz konusu edilemeyeceği
zamanlarda bir zarar veya fayda sebebi de olamaz. Ancak onlara benzemek,
onları izlemek maksadıyla bir davranış şekli benimsendiğinde zarara yol açılır. Çünkü bu tür ve benzeri zahiri benzeşmeler kalbî yakınlıkları ve sevgiyi
doğurur.
Bu hadis bize bazı benzeme türlerinin dönemsel ve bölgesel olduğuna,
her zaman ve her yerde sakınca doğurmayacağına işaret etmektedir.
Cenaze adabında benzememek
Peygamberimiz bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzenilmemesi hususunda son derece duyarlılık gösterdiklerinden, benzemenin görülebildiği her
noktada onlara muhalefeti emir buyurmuştur.
137 Ebû Davûd’dan naklen Elbanî Hıcabül Mer’etil-Müslime sh. 100.
Ubade b. Samit anlatıyor:
Hz. Peygamber cenazeye katılarak kabre kadar gittiklerinde cenaze lahde
yerleştirilinceye kadar ayakta durur, oturmazlardı. (Allah’ın elçisi Peygamberimiz bir cenazede iken) bir Yahûdi gelerek şöyle dedi:
-Yâ Muhammed! Biz de senin gibi yapar cenaze kabre yerleşinceye kadar
oturmayız.
Bunun üzerine Peygamberimiz oturdu (ve ashabına da şöyle buyurdu):
-Siz de oturarak onlara muhalefet ediniz /aykırı davranınız.138
Sakal boyayarak benzememek
Sık sık değinildiği üzere Kur’ân ve Sünnet inançta, ibâdetlerde İslâm dışı
topluluklara benzenilmesini yasakladığı gibi, dış görünüş itibariyle benzenilmesini de yasaklamıştır.
Medine-i Münevverede İhtiyarlar Meclisi’ni oluşturan yaşlı Yahûdiler, beyazlandığında sakallarını tabîi hali üzerinde bırakırlar, bu halin bir ibâdet olduğuna inanırlardı. Bu durum, onlara ait bir hususiyet olarak belirmişti.
Bu sebeple Hz. Peygamber Ensar’ın sakalları iyice beyazlaşmış yaşlılarına
şöyle buyurdu:
“Ey Ensar Cemaati! Sakallarınızı kumrala boyayınız. Böylece Ehl-i Kitab’a
muhalefet ediniz.”139
Verdiğimiz örnek, kaynaklarımızda Peygamberimizin “Yahûdiler ve Hıristiyanlar saç ve sakallarını boyamıyorlar. Siz boyayarak onlara aykırı davranınız.”140
şeklindeki emrinin sahâbilerin bütününe değil, saçı-sakalı bembeyaz olmuş
yaşlılarına verildiğini de göstermektedir.
Peygamberimiz saç ve sakaldaki beyaz kılları övmüş, koparılmasını yasaklamıştı.141 Oluşan belirli beyaz kıllar övülür, giderilmesi yasaklanırken, yaşlılara verilen boyama emrinin İslâm kimliğini oluşturmak için verilen dönemsel
bir emir olduğuna işaret etmektedir.
138
139
140
141
İ. Mâce, Cenaiz 35, H. 1545, Ebu Davud, Cenaiz 47.
Müsned 5/264
Nesai Zine 14, İ. Mace Libas 32
Ebu Davud Tereccül 17, Et-Tac 3180
131
Bu emir bize karşılaşacağımız geçici benzeşmeleri önemsememiz ve gidermeye çalışmamız gerektiğini de öğretmektedir.
Evlere çöp biriktirmede benzememek
Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Avlularınızı temizleyiniz, süprüntülerini evlerinde biriktiren Yahûdilere benzemeyiniz.”142
132
-Allah yüceliğini artırsın- Peygamberimiz, devrindeki Yahûdilerin bu
olumsuz âdetini tesbit ettiği için mü’minleri ikaz etmek/uyarmak gereğini
duymuştur. Yahûdilerin devrimizde böyle bir âdeti olmamış olabilir. Önemli olan hadîsin ortaya koyduğu ölçüdür. Bu gün bu âdet olmaz da gayr-i müslimlerin yaptığı gibi yalnız kâğıtla temizlenme esasına göre hazırlanmış tuvaletli evler yapma âdeti olabilir. Ya da oturma salonlarına ayakkabı ile girme
âdeti yaygınlaşabilir. Şüphesiz, bâtıl din ve ideoloji mensuplarının bu ve bu
gibi âdetlerini taklit de kaçınılması gereken bir benzeme olur. Rahmetli Mehmet Âkif’i dinleyelim:
Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya... Hayır
Ne selâm vermeyi bilir hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır.
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kip kirli fotinlerle dalar.
Kaldırımdan daha berbat olur artık odalar.
Altın ve gümüş kaplar kullanmakta benzememek
Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed bir hadîslerinde şöyle buyurur:
“İslâm’ı din edinmeyenler, dünya hayatında altın ve gümüş kapları kullanıyor, onlardan yararlanıyorlar. Ancak o kaplar âhiret hayatında mü’minlerin olacaktır.”143
142 İ. Kesîr’den naklen Elbani, Hıcabül-Meretil-Müslimeti sh. 101.
143 Buhari Eşribe 28,Tirmizi eşribe 10.
Allah’ın Resûlü bu hadîsleriyle dolaylı olarak Müslümanları lüks harcama
yapmaktan ve büyüklük duyguları içersinde yaşamaktan yasaklarken, altın ve
gümüş kaplar kullanımının ancak İslâm’ın dışındaki topluluklara has bir uygulama olduğunu ve olacağını açıklamaktadır.
Bu itibarla kullanımları uygulamada Müslümanları İslâm’ın dışındaki topluluklarla aynı çizgiye getirecek altın ve gümüş kaplardan kaçınılması gerekir.
İsraf ve lüks harcamalar, Kur’ânî yasaklar olarak varlığını sürdüreceğine göre,
Peygamberimizin israf ve lükse yaptığı açıklama ile belirlediği altın ve gümüş
kaplar yasağı da Kıyamete kadar varlığını sürdürecektir.
Aksine davranış şüphesiz bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzeme olur
ki, o da haramdır.
Uğursuzluk inancında benzememek
İslâm Dini, belirli günlerin, ayların ve mevsimlerin, bazı insanlar ve hayvanların ve de muayyen eşyaların uğursuz sayılmalarını yasaklamıştır.
Peygamberimiz İslâm’da “...Uğursuzluk inancı yoktur...”144 buyurarak bu
tür inancın bâtıl olduğunu açıklamıştır.
Tarihî temelleri itibariyle Yahûdilere dayanan bu gibi hurafelerin kafalar
ve kalplerden sökülüp atılması içindir ki Peygamberimiz benzeme illetine de
işaret eden bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah Yahûdileri cezalandırsın. Çünkü onlar, uğursuzluk evde, kadında ve attadır, derler.”145
Heykel, büst ve manken kullanımında benzememek
Öneminden ötürü bu konuda ayrıntılı bilgi vermekte fayda görüyoruz.
Bütün Peygamberlerin ortak teblîği anlamına İslâm, ilâhlaştırılan putlarda güç görmeyi ve onlara tapmayı yasaklamıştır. Tapınılan putlar Hz. İbrahim
ve Hz. Muhammed’de örneklendirildiği üzere Peygamberler tarafından yıkılmıştır. Allah’a ibadet eden güzel kulları bile zaman içinde putlaştırabilen insan
oğluna yol olabileceği gerekçesiyle insan ve hayvan gibi canlıların heykel, büst
144 Buharî, Tıp 19, Ebû Davud, Tıp 24
145 Et-Tayalisi Müsned Hn. 1537.
133
ve manken şeklindeki sûretlerinin yapılması ve kullanılması -aşağıda açıklanacağı gibi- dinimizde haram kılınmıştır.146
Hiç şüphesiz amaç tapmak için putlar yapılmasını önlemektir. Ancak başlangıçta bu amaç güdülmese de zaman içinde dönüşüm mümkün olabileceğinden, Allah’ı birleme inancıyla birlikte Kur’âna dayalı Sedd-i Zerayi’/harama
yöneltici vesîleleri önlemek kuralı işletilerek örneğin heykel vs. yapım ve kullanım yasağı da sürecektir.
İstihdam ettiği cinler tarafından Peygamber olan Hz. Süleyman için heykeller yapılması, Kur’ân’ın bütünü içinde değerlendirildiğinde heykel yapımı ve
kullanımının meşruiyetine gerekçe oluşturamaz.147 Çünkü Kur’ân, Süleyman’a
yapılan heykeller için, tapınılan put anlamına kullandığı Esnam, Evsan ve Endad kelimelerini değil Temasil sözcüğünü kullanmıştır. Kaldı ki cansız varlıkların üç boyutlu sûretlerinin yapılması ve kullanılması sakıncalı da değildir.
134
Kur’ân çizgisinde heykeli yasaklayan hadisler
Canlı varlıkların heykel, büst ve manken gibi hacimli suretlerinin yapılması, alınıp-satılması ve kullanılması, açık bir şekilde Peygamberimizin hadisleriyle yasaklanmaktadır. O, şöyle buyurur:
“Kıyamet Günü’nde en şiddetli azaba uğrayacaklar yaptıkları sûretleri Allah’ın
yarattığı varlıklara benzetmeye çalışanlardır.”
“Her kim bir canlı resmi ve heykeli yaparsa Kıyamet Günü’nde Allah Zülcelâl
yaptığına can verinceye kadar o kula azâp edecektir. Kul ise ebediyen can veremeyecektir.”
Peygamberi diliyle Yüce Allah da şöyle buyurur:
“Benim yarattığım gibi yaratmaya kalkışanlardan daha zalim kim vardır?
Haydi bir zerre yaratsınlar, bir bitkisel tohum vücûda getirsinler, bir arpa tanesi
halk etsinler bakalım!”
Mevzuun ana konumuz olan benzeme/teşebbühle ilgisini de açıklayan bir
diğer hadîsde ise şöyle buyrulmuştur:
“Hz. Peygamberin hanımları saygı değer annelerimiz Ümmü Seleme ve
146 Şuara 71, Enbiya 52, Taha 88, Nûh 23.
147 Sebe’ 13.
Ümmü Habîbe, henüz Ona eş olma erdemini kazanamadıkları Mekke devri
yıllarında azgın kâfirlerin zulmünden kaçarak Habeşistan’a hicret etmişlerdi
Bir gün rahatsız oldukları için istirahat eden Hz. Peygamberin huzurunda, Habeşistan’da gördükleri Marya isimli kiliseyi anarak onun mimarîsi ve iç
tezyinatında/süslemelerinde yer alan resimlerin güzelliğini anlattılar.
Hz. Peygamber başını kaldırdı ve şöyle buyurdu:
- O kiliseyi yapanlar, içlerinden bir ibadetli ve güzel insan vefat ettiğinde kabri
üzerinde mabet yapıp sonra da bu mabedin içini resim ve heykellerle süsleyenlerdir.
Onlar yaratılmışların en şerlileridir.”148
Yukarıda açıklanan hadîsler ve benzerleri ile İslâm’da özellikle hacimli suretler; heykeller, büst ve manken vb. haram kılınmıştır.
Hacimli sûretlerin/resimlerin yapılması, alınıp-satılması ve kullanılmasının haramlığı hususunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedir.
Pekiştirmek için bir daha vurgulamak isteriz:
Tarihî dönemlerde yaygınlaşan ve asrımızda şekil değiştirerek varlığını
sürdüren çok tanrıcılık ve putperestliğin başlıca kaynaklarından birisi şüphesiz hacimli/boyutlu suretlerin yapılması ve kullanılmasıdır.
Tanrılaşma ve tanrılaştırma sapıklığını engelleyerek tevhid inancını korumak ve ahlâk dışı resim ve heykellerle şehvetin putlaştırılmasına mani olmak
gibi gayelerle İslâm Dini hacimli sûretleri haram kılmıştır.
Putlaştırma yolunu kapatan İslâm Dini, milletlerine veya dünya ilim ve
barışına büyük hizmetlerde bulunmuş kişilere saygı duygularını dile getirebilmek ve yapılan hizmetleri yaşatmak, geliştirmek ve yaygınlaştırmak gibi amaçlarla Âhiret yatırımı da olabilecek atılımları caiz görmüş ve teşvik etmiştir.
Giderek tevhid inancını zedeleyeceğinde şüphe olmayan ve onaylanmasında aklî ve ilmî bir zarûret veya fayda bulunmayan bu haramı, bâtıl din ve
ideoloji bağlılarını taklit yoluyla işlediğimizde şüphe yoktur.
Burada ülkemiz şartları açısından taşıdığı önem sebebiyle sürdüre gelinen
bir yanılgıya işaret etmek isteriz.
Memleketimizde/ülkemizde dindar ve duyarlı ilâhiyatçılar tarafından
148 Hadislerin kaynakları ve konu ile alâkalı ayrıntılar için bak. Buhârî, Libas 88-95, Sabûnî,
Tafsıl-u Ayâtîl-Ahkâm 2/409-411, M. Ali Sayis, Tefsir-u Ayatil-Ahkâm Sebe’ 13.
135
heykel, büst ve manken yapımı ve kullanılmasının haramlığı açıklandığı zaman bazı çağrışımlar olmaktadır. Oysaki mesele çağrışım yapıldığı gibi bölgesel ve de şahıslara yönelik değildir.
Mesele, yukarda açıkladığımız üzere İslâm Dini’nin yasakladığı bir fiilin
haramlığının açıklanmasıdır.
İslâm Dini’nin yasakları arasında bulunması sebebiyledir ki İslâm kültürünün egemen olduğu hiç bir İslâm ülkesinde heykel, büst ve manken yapımı ve kullanımı revaç bulmamıştır. Başta Peygamberimiz ve dört büyük halîfe
(r.a.) olmak üzere hiç bir İslâm âlimi, kumandanı ve yöneticisinin heykeli yapılıp dikilmemiş, büstü kullanılmamıştır.
Bu alanda İslâmî bir ruhsat olsaydı, mezar taşlarında, cami, çeşme, hamam vs. saray gibi mimarî eserlerde ürpertici pek çok şaheser örneklerini gördüğümüz taş oymacılığının kudretini, heykelcilikte yansıtan bazı örneklerini
bulmamız elbette mümkün olurdu.
136
Sözün konumuzla ilgili özü de şudur:
Heykelcilik ve benzerleri güzel sanatlarda bâtıl din ve ideoloji mensuplarını taklit etmektir. Heykeller dikilmesi, büstler konulması ve mankenler kullanılması İslâmî bir haramın onlara benzeme yoluyla işlenmesidir.
Falcılık yapmak
Falcılık, Mâide sûresinin üçüncü âyeti ile mü’minlere haram kılınan ve
haramlığı 90. âyetiyle de pekiştirilen bir câhiliyet âdetidir.
“... ve fal okları ile gelecekte sizleri neyin beklediğini öğrenmeye çalışmanız da
size haram kılındı. Çünkü bu işlem Allah’a baş kaldırmanızdır...”
Devrimizde suya bakma, tütsüleme, kitap açma, fincan okuma ve benzerleri haram kılınan fal çeşitleridir.
Falcılık yapmak haramdır. Falcılara ve burçlarla ilgili yazılanlara inanmak
da kâfirliğe götürebilecek bir haramdır.
Peygamberimiz şöyle buyurur:
“Kâhine/gelecekten haber veren kişiye giden ve onun gelecekle alâkalı sözlerini
doğrulayan kişi, Hz. Muhammed’e indirilen Kur’ân’ı inkâr etmiş olur.”149
149 Tirmizi Taharet 102. Hn. 135
Yukarıda işaret ettiğimiz fal çeşitleri ve benzerleri ile uğraşan falcıların/
kâhinlerin bazı sözleri geçmişle alâkalı gerçeklere uygun düşebilir. Bu onların
doğruluğunu kanıtlamaz.
Bazı sözlerinin gerçeğe uygun düştüğünü beyanla kâhinlerin/falcıların
sözleri hakkında soru yönelten sahâbîlere Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
-Onların bu tür haberleri (görevli meleklerin ilham ettiği) gerçeklerdendir. O
haberleri cinler meleklerden kaparak kâhin dostlarının kulaklarına fısıldarlar... Onlar da fısıldanan bu sözleri, geleceği de içine alacak şekilde yüz yalan katarak insanlara aktarırlar.150
İslâm Dini’nin bildirdiği ve inanılmasını zaruri kıldığı gerçek şudur:
Geleceği yalnız ve yalnız Allah bilir.
Hiç bir melek, peygamber ve velî geleceği bilemez,
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçeği şöylece açıklar:
“(Ey Peygamber! İnsanlara) bildir: Göklerde ve yerde gaybı Allah’dan başka
kimse bilmez...”151
Gelecekle ilgili yalanlar düzülmesine ve insanların aldatılarak ümitlendirilmesine, kırgınlık ve düşmanlıkların yeşertilmesine ve bilgisiz mü’minlerin
İslâm inancından saptırılmasına sebep olan falcılık Kur’ân’ın değindiği bir
Cahiliye hastalığıdır. İslâm Dini’nin haram kıldığı falcılık maalesef devrimiz
câhiliyetinde de revaç bulmaktadır.
Bu câhiliyet ibtilasını, bâtılperest yabancılardan aldıkları örnekleri geliştirerek hazırladıkları fal köşeleri ile günlük gazeteler ve bu konuda çıkarılmaya
başlanan özel dergiler giderek yaygınlaştırmaktadırlar.
Söylenenlere inanmasalar dahi İslâm Dini’nin yasakladığı bu câhiliyet işleminden mü’minlerin şiddetle kaçınması lâzımdır.
150 Buhârî Tıp 46, Müslim Selâm 122.
151 Neml 65
137
Kâfirlerin cenaze namazını kılmak
İslâmî ölçülere göre kâfir oldukları bilinen kişilerin cenaze namazlarını
kılmak, saygı amacıyla kabirlerini ziyaret etmek ve duâda bulunmak da benzemeyi içeren İslâmi bir yasaktır. Zira Rabbimiz, kâfirlerin namazını kılmamamızı, kabirlerini ziyaret etmememizi emretmektedir.
Tevbe sûresi, âyet 84:
“Kâfirler/Münafıklardan ölen hiç kimsenin asla namazını kılma, kabrini ziyaret etme. Zira onlar Allah’ı ve Peygamberini inkâr ettiler, Hak yoldan çıkmışlar olarak öldüler.”
Rabbimiz, kâfirlere duâ edilemeyeceğini de şöylece açıklamaktadır.
Tevbe sûresi, âyet 113:
138
“Cehennemlik oldukları kendilerine açıkça belli olduktan sonra akraba da olsalar Allah’a ortak koşanlar için ne peygamberin ve ne de mü’minlerin Allah’tan af
dilemeleri onların yapacağı iş olamaz.”
Bu ilâhî emirlerden ötürü bâtıl din ve ideoloji mensuplarının yaptıkları
gibi, medenilik gereği görerek veya protokol gereğidir diyerek onları taklitle
kâfirlerin namazını kılmak, kabirlerini ziyaret etmek ve onlara duâ etmek haramdır. Şüphesiz taklit gayesi güdülmese de bu fiiller haramdır. Ancak taklit
gayesi ile yapılmasında haramın haram yolla işlenmesi sorumluluğu vardır.
Benzemeyi Yasaklayıcı Genel Nitelikli İlkelere Aykırı Olan
Benzeme Çeşitleri
1- Tazim/Yüceltme maksadıyla tarihî şahsiyetlerin, ölü veya diri siyaset adamlarının fotoğraflarının evlere, resmî dairelere asmak.
Yabancılarda görülerek alınan ve uygulanan bu işlem, helal-haram arası bir konumda görülebilir. Ancak bu kişiler içinde kâfir oldukları bilinenlerin fotoğraflarını kendi iradelerimizle, arzuyla asmak sevgi yoluyla kâfirliğe
götürebilir bir benzemedir. Çünkü imânının şuurunda olduğu sürece hiçbir
Müslüman’ın bir kâfire sevgi beslemesi ve onu yüceltmesi mümkün değildir.
Mücadele sûresinin son âyeti bu gerçeği şöylece açıklamaktadır:
“Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanan hiç bir topluluğu, -babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları da olsa- Allah’a ve Peygamberine karşı çıkan/aykırı giden kimselere sevgi besler bulamazsın. İşte onlar Allah’ın kalplerine imanı yerleştirdiği ve
kendilerini katından bir rûh/güçle desteklediği kimselerdir. Allah onları, altından ırmaklar akan ve içlerinde ebedî olarak kalacakları Cennetlere koyacaktır. Allah onlardan razı olacaktır, onlar da Allah’tan hoşnut olacaktır. İşte onlar Allah tarafında
olanlardır. Çok iyi bilin ki kurtuluşa erecekler Allah’ın tarafında olanlardır.”
2- Bandolu, resimli ve çelenkli cenaze merasimleri.
Devrimizde görülen bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzeme şekillerinden biri budur. Bu nevi benzeme şüphesiz haramdır.
Cenaze ile ilgili yıkama, kefenleme, namaz kılma, kabre götürme ve defnetme işlemleri Peygamberimizin diliyle açıklanmış, İslâm Fıkhı’nda ayrıntılarıyla düzenlenmiştir.
139
İslâm cenaze adabına aykırı olarak cenaze başında saygı duruşuna geçilmesi, bando çalınması, tabutun önü veya arkasında ölünün portresinin taşınması veya resimlerinin takılması, çelenkler taşınması, alkış tutulması, slogan atılması, hatta yüksek sesle zikir yapılması ve benzerleri şüphesiz birer
bid’at’tir.
İslâm’la çatışan ve bu yüce dine sokuşturulmuş bulunan bid’atler Peygamberimizin ifadesiyle sapıklıktır ve Cehennem’e yoldur.
Yukarıda açıkladığımız cenaze ile alâkalı bid’atler, bid’at olmaları cihetiyle/yönüyle haram ise de ana konumuz olan benzeme ile ilgisi, bunların toplumumuzda oluşturulmuş olmayıp İslâm dışı toplumlardan alınmış olmasıdır.
3- Tarihî şahsiyetlerin, askerî ricalin, ilim ve siyâset adamlarının ölümleri sebebiyle veya ölüm yıldönümleri nedeniyle toplumda yas ilân edilmesi ve bu yas
vesilesiyle hayatın akışının yavaşlatılması.
140
Hz. Peygamber ve ashab-ı kiram devrinde böylesine bir uygulama görülmemiştir. Ölenin yakınlarına başsağlığı dileneceği süre de üç günle sınırlıdır.
Çok sevdiği sahâbîlerin ölümleri ve şehâdetleri karşısında Sevgili Peygamberimizin tavırları, ashabı kiramın, Hz. Peygamberin ve dört büyük halîfenin
ölümleri ve şehâdetleri sonrasında gösterdikleri davranışlar asrımızda görülen
şekliyle yas ilân edilmesi ve matem tutulmasına onay vermemektedir. Şahısları
putlaştırmaya götüren böylesine âdetler, Tevhid inancından yoksun bâtılperest
toplumlardan taklit yoluyla alınmıştır.
4- Duâ yoluyla yedinci ve kırkıncı gün ve ölüm yıl dönümü anmaları.
Aşağıda sunduğumuz ve benzerlerini her gün gazetelerde gördüğümüz
vesika, bu ihtifallerin hangi kaynaklardan alındığını kanıtlamaktadır.
Çok Sevgili Kızım ve Kardeşim
MARİA POPOF’u vefatının 40’ncı gününe tesadüf eden 23 Eylül 1979 Pazar
günü saat 10’da İstanbul Şişli Halaskârgazi Caddesi 314 numaradaki Bulgar Kilisesinde yapılacak Âyin-i Ruhanî dostlarımıza saygıyla duyurulur.
POPOF AÎLESİ
20 Eylül 1979 Hürriyet
Ölülerimizin ardından onlara duâyı ve misafirlere ikramı içine alan toplantılar yapmak meşrudur, güzeldir ve imkânlar ölçüsünde yapılmalıdır. Ancak bu toplantılar yedinci veya kırkıncı günün dışında her hangi bir gün veya gecede yapılmalıdır.
5- Doğum yıldönümü merasimleri.
Halk arasında giderek yaygınlaşan yaş günü kutlamaları, kültür ithali yoluyla alınmış benzeme türüdür. Bu gibi benzemelerden de kaçınılması öğütlenir.
Kutlanması mü’minlerin vacip görevidir inancıyla Peygamberimizin doğumunun “Mevlid Kandili” adı altında kutlanılması bile İslâmî görülemez.
Çünkü Mevlid Kandili’nin dinî bir hususiyeti yoktur. Bid’at olarak da nitelendirilebilir.Ancak görev olmadığı bilindiği, bâtılperestlere benzeme şüphesi bulunmadığı ve dinî duyguların takviyesine vesîle olabildiği sürece, engel olunması kanaatimizce doğru değildir.
6- Yılbaşı gecesi eğlenceleri.
“Zaman Kutsallaştırma” bölümüne bakınız.
7- Erkekler ve kadınların başkalarının bakışları altında eşleri ile ve de eşleri dışındakilerle oyuna/dansa kalktıkları kokteyler/düğünler.
Eşler dışındakilerle dansa/oyuna kalkmak doğrudan, diğerleri dolaylı olarak haramdır.
Bu tür uygulamaların 31 Ağustos gibi şehitlerimizin anma günlerinde yapılması haram olmanın ötesinde, vicdanları da kanatıcıdır.
8-Resmî ve gayr-i resmî toplantılarda, nikâh ve düğün merasimlerinde, ziyaretleşmelerde ve rastlantılı buluşmalarda birbirlerine mahrem olmayan erkeklerle kadınların öpüşmesi, tokalaşması.
Cinsel haz amaçlı bütün tokalaşmalar haramdır. Ancak cinsel haz amacı
güdülmese de çağdaşlık amacıyla yapılan tokalaşmalar benzeme sebebiyle sakıncalıdır. Kaldı ki Harama sebebiyet verecek uygulamalardan kaçınmak da
bir Kur’ân ve sünnet kuralıdır.
141
9- İçilmesi ve içirilmesi haram olan alkollü içkilerin misafirlere ikram
edilmesi.
Şüphesiz taklit gayesi güdülmese de bu fiiller haramdır. Ancak taklit gayesi ile yapılmasında, haramın haram yolla işlenmesi sorumluluğu vardır.
10- İbâdet olacağı inancıyla gün boyu konuşmamak.
Kur’ân-i Kerim’de Hz. Meryem örneğinde açıklandığı üzere tartışmaya
girmemek amacıyla gün boyu konuşmama onaylanabilirse de tabii şartlar içinde hiç bir meşru sebep yokken gün boyo konuşmamak Peygamberimizin buyruğuna aykırılıktır. O (s.a.) şöyle buyurur:
- Büluğ çağına ulaştıktan sonra yetimlik kalkar. Bütün gün geceye kadar susmak yoktur.
142
Bu tür uygulama, Hz. Ebû Bekir’in ifadesiyle helal olmayan Cahiliyet amelidir. Cahiliyet insanlarına benzemedir.152
11- Kravat, papyon takmak.
Devrimiz Müslümanlarının büyük çoğunluğunun benzeme maksadıyla
kravat takmadıkları şüphesizdir. Onların kravat ve papyonun batıcılar tarafından ilericilik sembolü olarak hayatımıza sokulduğu dönemin şartlarını bilmedikleri de bir gerçektir.
Bu sebeple onların gayr-i müslim veya gâvur taklitçisi zannedilecekleri kuşkusuyla kravat ve papyondan kaçınan Müslüman neslin mantığıyla bu
nesneleri değerlendiremeyecekleri açık bir hakikattir.
Böyle olmakla birlikte dünya ölçeğinde yaygınlaştığı gerekçesiyle anılan
nesneleri yürekten benimsememeliyiz. Hiç değilse zaman zaman da takmamalıyız.
Bu gibi hususları basit görenler yanılıyorlar. Yanıldıklarının en canlı delili
basit dediklerini sürekli uygulamalarıdır.
Bırakınız diğer mü’minleri, din görevlilerimizin büyük çoğunluğunun
sakalsız, fakat büyük mü büyük çoğunluğunun kravatlı olmalarını, Minber,
152 Meryem 26, Ebu Davud Vesaya 9, Buhari Menakıbül-Ensar 26.
Mihrap ve Kürsü’de kravatla görev yapmalarını İslâmî kültür açısından nasıl
izah edebiliriz? Gelişme ile mi, gerileme ile mi?
Basitten başlayan ve önemsenmeyen benzeşmelerin bir buçuk asırda ne
büyük boyutlara ulaştığını hatırdan uzak tutmamalıyız.
Okuyucularımızın rahmetle yadına vesîle olması için kılık kıyafet devrimlerini izleyen ünlü müfessirimiz Hamdi Yazır’ın Hak Dinî Kur’ân Dili tefsirinden Yasîn sûresinin sekizinci ayeti ile ilgili açıklamalarının bir bölümünü sunarak merhumun kravata bakış tarzını görelim.
“Çünkü biz onların boyunlarına bir takım bağlar, kelepçeler geçirmişiz.
Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağlar, ceza ve işkence aletlerinden olmak itibariyle zorunlu olan yaratılışları değil, kazanılarak hak edişi gerektiren cezaî bir zorlamayı ifade eder.
İlk bakışta çağdaş medeniyetin boyun bağlarını/kravatlarını hatırlatır görünen
bu “ağlâl” hem ferdin yaratılış kabiliyetini yanlış hedeflere sevk eden toplum baskısının kötü etkilerini, hem de batıl inançlar, çirkin alışkanlıklar kötü huylar, taklid, taassub, nefsin arzuları gibi kâfirlik ve günahtan hoşlandırıp îmandan sakındıran fena huylara ve durumlara nefislerin alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş
olmasını temsildir.”153
12- Görünür şekilde haçlı takı takınmak ve kabirlere mum yakmak.
Benzemeyi içine alan bu âdetlerin Hıristiyanlardan geçtiği ve yaygınlaştığında şüphe yoktur. Bilerek ve isteyerek haçlı takı takınmanın kâfirliğe de açık
bir haram olduğunda şüphe yoktur.
13- Çocuklarımıza ve iş yerlerimize, yabancı isimler vermek.
Çocuklarımıza, dolayısıyla işyerlerimize güzellikleri çağrıştıracak isimler vermekte yükümlüyüz. Peygamberimiz bu konuya önem vermiş, örneğin
isyankâr kadın manasına gelen Âsıye ismini güzel manasına gelen Cemîle ile
değiştirmiştir.
Kitabımızda verilen onlarca örnekten anlaşılacağı gibi müslümanı batıl
din ve ideoloji mensuplarına benzetecek işler yasaklanmıştır.
153 Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili Yasin 8.
143
Duyulduğu anda yabancıları çağrıştıracak isimler vermenin öncelikli yasaklar arasına gireceği şüphesizdir.
Değerlendirme
Yukarıda “benzemeyi yasaklayıcı genel nitelikli İslâmî ilkelere aykırı olan benzeme çeşitleri” bölümünde on üç madde halinde açıkladığımız benzemeyi/teşebbühü ihtiva eden âdetlerin sahâbî ve tabiin devrinde örnekleri görülmediği gibi İslâm kültürün egemen olduğu dönemlerde de görülmemiştir. Bir bölümü görülmüş olsa bile etkileri sınırlı olmuştur. Bu gibi âdetlerin bâtıl din ve
ideoloji bağlılarının kültürleriyle temas edilmesinden sonra oluştuğu bir gerçektir.
144
Dördüncü Bölüm
Benzemenin Hükmü ve Korunma Yolları
145
146
Küfür Olan Benzeme
“Küfür” Arapça bir kelimedir. Halk dilinde sövgü anlamındadır. Kur’ân ve
Sünnet dilinde ise Kâfir olmak manasına gelir. İnancı ne olursa olsun Müslüman olmayan kişi Kâfirdir. Küfür olan benzeme ile kişiyi İslâm Dini’nden çıkarak kâfirleştirecek benzemeyi ifade ediyoruz.
Müslüman iken kâfir olan kişinin İslâm Toplumu üyeliği düşer. Müslümanlarla kardeşliği biter. Din ayrılığı sebebiyle Müslüman eşi ile evliliği sona
erer. Müslüman’a ana-babasına ve akrabasına varis olamadığı gibi Müslüman
varislerine de mîras bırakamaz. Tövbe edip İslâmî imana dönmedikçe yaptığı
güzel işler boşa gider. Üstelik Cehennemliklerden olur.154
Yapılan bu gerekli açıklamadan sonra küfür olan bezeme örneklerine geçebiliriz.
İnançta Benzeme bölümünde “İnsanları ve kurumları tanrılaştırmak”,
“Kâfirleri velî edinmek”, ve “Yüceltmede aşırı gitmek” başlıkları altında küfür
olan benzemeyi örneklendirmiştik. Burada örneklerimizi özetleyecek ve bazı
ilavelerde bulunacağız.
Peygamberimizin; “Onlar bir keler deliğine girseler, siz de onları takib edeceksiniz...” buyurarak Müslümanları kuşatabileceğini bildirdiği benzeme türlerinin her birini, tarihî asırlarda olduğu gibi devrimizde de Müslümanların
inançları, âdetleri ve sosyal kurumlarında izlemek mümkündür.
Acaba izlenen bu benzeme türlerinin sebep olabileceği dinî hükümler aynı mıdır?
154 Bakara 217. Et-Tac 2/251.
147
İslâm âlimleri, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri ışığında bu soruyu, bazı benzemelerin küfür, bazılarının haram, bazılarının da mekrûh ve mübah olduğunu
ifade ederek cevaplandırmışlardır.
A- Bâtıl din ve ideolojilerin bağlısı toplulukların inançları ve değer hükümlerini kabullenerek onları İslâmî kurallara eş değerde görmek veya İslâmî kurallara
fikren veya fiilen tercih etmek şeklindeki benzeme, hükmü küfür yani kâfirlik olan
benzemedir.
Biz burada bir kısmı doğrudan bir kısmı da dolaylı olarak konumuzla
bağlantılı örnekler sunacağız.
148
1. Allah’ı, sebep-netice kanunlarının hâlikı, bilici, işitici, görücü, dilediğini yapıcı, güçlü ve merhametli Rab kabul edip de, batıl din ve ideoloji mensupları gibi O’na tam anlamda güvenememek, şartlar ne olursa olsun mutluluk ve kazancın, Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde olduğuna itimat
edememek bizi inancımızla çelişkiye götürür.155
2. Allah’ın, kâinatın yaratıcısı ve maliki olduğuna inanırken, bütün nimetlerin Allah’tan olduğuna, O’nun takdiri ile insanlara ulaştığına, Rabbimizin ümit olunmaz yerlerden sebeplerini yaratarak insanları nimetlendirebileceğine, dolayısıyla Allah’ın haram kıldığı yollardan rızık aramamak gerektiğine bütün varlığımızla inanmamak da bizi bâtıl perestlerin çizgisine düşürür.156
Mü’minler arasında faizli bankacılığın, içki imal ve satıcılığının, hileli
imalât ve sömürünün, ikbal mevkileri için insanlık onurunu çiğnemenin ve
daha nice hallerin görülmesi, yukarıda açıklanan çelişkilerimizden kaynaklanmaktadır. Zira bu çelişkilerin temelinde, Allah’a isyandan çok, maddeci insanlar gibi O’na a güvenmemek vardır.
3. Zekât, hac ve de adalet-af-yardım gibi erdemlere çağrı nitelikli Allah’ın
buyruğu olan görevler, vakıf çalışmaları benzeri dini nitelikli aktiviteler, başka
başka amaçlarla değil, yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için yapılır. Aksine
davranışlar inancımızla çelişki oluşturur,157
155 Yunus 54, İbrahim 31.
156 Nahl 53, Talak 3.
157 Enam 162, İ.Mace Hn.4205.
Mü’minin bütün söz, iş ve davranışları, tüm hayatı ve ölümü, âlemlerin
Rabbi Allah içindir. Mü’min, bâtıl din ve ideoloji bağlıları gibi ahlâk, ilim, sanat, vatan ve millet için değil, yalnız Allah için, O’nun emri ve yasağı olduğu
için konuşur ve susar, yapar ve sakınır. Mü’min, anılan değerleri ancak Allah’a
kulluk için yüceltir ve uğrunda mücadele verir.
Giderilemediği takdirde yukarına değinilen çelişkilerin her biri İslâm dairesinin dışına çıkarabilir.
4. İnsan için yasa koyma hakkı onu yaratan Allah’ındır. Yaratanın emirleri ve yasaklarıyla çatışan yasalar konulamaz. İnsanlar ancak Allah’ın ve Peygamberi Muhammed’in (s.a.) belirlemediği alanlarda düzenleyici kurallar koyabilirler. İslâmî gerçek bu iken laikler/sekülaristler gibi fertlerin kurumların Allah’ın buyruklarıyla çatışan kesin emirler vermek, yasaklar koymak, he
lâl kılmak, haram saymak hakkı olduğunu kabul etmek İslâm Dini’ne aykırılığa düşürür.
Güncel bir anlatımla şöyle de diyebiliriz.
İslâma göre kayıtlı ve şartlı egemenlik hakları olan parlamentoların, Allah’ın açık ve kesin emirleri ve yasakları, helâl ve haram hükümleri ile çelişen
ve çatışan karar alabileceğine ve bu kararların seküler sistemlerde olduğu gibi
İslâm Dini zaviyesinden de meşruiyet arzedeceğine yürekten inanmak kâfirliğe
götürür.158
5. Özel şartları içinde ortak akıl, ilim, ihtisas, istişare ve referandum verilerine itaat gibi, Allah’ın ve Peygamberi Hz. Muhammed’in itaat edilmesine izin verdiklerinin dışındaki düşünce sistemlerine ve İslâm dışı kurumlara inanarak ve benimseyerek itaat de İslâm dışılığa yönlendirir. Çünkü Peygamberimizin ifadesiyle Allah’a isyan hususunda insanlara ve kurumlara itaat yoktur.159
6. İslâm’ın iman, ibâdet, hukuk, iktisat… ve ahlâk dallarına ait bir tek
hükmünü dahi küçümsemek, dönemi geçtiğine inanmak, yani; Artık kısas ilkesi geçerliliğini yitirdi. Faiz yasağı anlamsızdır.
Kadınların örtünmelerine gerek yok. Karşılıklı rıza oldukça zina sakıncasızdır.
158 Araf 54,Tevbe 31,Ahzab 63.
159 Ahzab 48,Kalem 9.
149
Beş vakit namaz fazlacadır gibi yaklaşımların bir tekini dahi benimsemek
kişiyi kâfir kılar. Zira İslâm bir bütündür. O’nun bütün hükümleri yücedir ve
tartışma üstüdür.160
7. Allah’a inanmak fakat Kur’ân’ın Allah tarafından vahiy meleği aracılığı ile Hz. Muhammed’e indirilmiş son İlahi Kitab olduğuna inanmamak veya
Kurân’a inanmak ama onun bildirdiği iman esaslarının tümüne veya bir kısmına inanmamak, meselâ; meleklere veya cinlere yada Cehennemin varlığına
inanmamak... Bütün bunlar da kişiyi kâfir kılar.161
8. Amel bakımından kusurlu olsalar da, mü’min iş, sanat, ilim ve siyaset
adamları varken onlara ilgisiz kalıp adımıza temsil ve tasarruf yetkisini kâfir ve
münafıklara vermek, yüceliği onlarda görüp onları sevmek ve de onlarla yardımlaşmak da İslâmî imanın kalbe yerleşmemiş olması anlamına kişiyi münafık eder. Münafıklık ise kâfirliğin bir türüdür.162
150
Yukarıda özetlenen her biri bilgisizlik yanı sıra, doğrudan ve dolaylı olarak yerli ve yabancı bâtıl din ve ideoloji bağlılarını takip ve taklitten kaynaklanan inançlar, davranışlar ve işlerden kafamızı ve kalbimizi arındırmazsak,
imanımızı kaybetmemiz kaçınılmaz olur.
Allah’ın inandığı emir ve yasaklarına aykırı yaşamakla örneğin zekât vermemekle ve zina yapmakla kişi günahkâr olur, inancını zaafa uğratır ama imanını yitirmez. Fakat yukarıda sunulan misallerde olduğu gibi, İslâm Dini’nin
bütününe veya bir kısmına inancından sözlü veya fiili olarak ödün verirse
imanını yitirir. Hayırları neticesiz kalır. Âhiret hayatı mahvolur. Bu gerçeği
Rabbimiz şöyle açıklıyor:
“... İçinizden dininden dönüp kâfir olarak ölen olursa, bunların işleri dünya
ve Âhirette boşa gitmiş olur. İşte Cehennemlikler onlardır. Onlar, orada ebedî olarak kalıcıdırlar.”163
Aziz Peygamberimiz “İslâm yücedir. O’nun üstünde yücelik yoktur.” buyuruyor.
160
161
162
163
Maide 44-5, Nisa 14, Mücadele 20.
Nisa 136,150-1.
Nisa 44,Tevbe 23-4, Mücadele 22.
Bakara 217.
Buna inanmalı, batıl din ve ideoloji bağlılarından etkilenip inancımızdan
şüpheye düşmeden kimliğimizi korumalıyız. Çünkü gerçek mü’minler inanlarında şüpheye düşmeyenlerdir.
[“Gerçek mü’minler, Allah’a ve elçisi Hz. Muhammed’e inanan ve sonrada
(inancının doğruluğu ve yaşanılması gerektiği hususunda) şüpheye düşmeyen, (bir
de inancının hakimiyeti uğrunda) mallarıyla, canlarıyla mücadele vermiş olanlardır. İşte gerçek doğrular onlardır.”
“Onların Rableri katındaki mükâfatı altından ırmaklar akan Cennetlerdir.
Orada ebedî olarak kalıcıdırlar.”]164
B- Yukarıda açıkladığımız küfür olan veya küfre götürebilecek olan benzemelerin yanı sıra bâtıl din ve ideoloji bağlısı her hangi bir toplum için ayırıcı/tanıtıcı nişan olmuş elbiseleri benzemek amacıyla giymek veya onlara ait nişanları takmak da
küfür olan bir benzemedir. Bilerek ve benimseyerek Haç’lı takılar takınmak, bilinen
materyalist örgütlerin rozetini takmak, haham-rahip elbiseleri ve meşru olduğunu
dile getirerek dekolte giysiler giymek, İslâm karşıtı seküler örğütlere örneğin eşcinseller kulübüne üye olmak ve benzerleri küfür tipi benzemenin örnekleri olarak değerlendirilebilir.
(B) faslında verdiğimiz bilgilerle alâkalı olarak akla gelebilecek bir soruyu rahmetle anılmasına vesîle olmak için İskilip’li Atıf Efendi merhumun sadeleştirdiğimiz diliyle cevaplandırarak küfür olan benzeme/teşebbüh bölümünü bitirelim:
“Bundan ötürü gayr-i müslim unsurlardan hangisi olursa olsun, onların şiarı/alâmeti olan şeyleri giyinmek, takınmak, kuşanmak doğru olan görüşe göre küfürdür/kâfirliktir.
“Bizden başkasına benzeyen bizden değildir. Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeyin.” hadîs-i şerifi gayr-i müslim milletlere mahsus olan nişan ve alâmet
arasında dini yönden fark olmadığına delil ve burhandır.
Zünnar bağlamak ve haç takınmak gibi küfür alâmetinden sayılan şeyleri giyinmekle dinen yapılmaması emredilen şeyleri, meselâ zina, hırsızlık yapmak arasında ne fark vardır ki birinciler küfür alâmeti ve dini yalanlama
164 Hucurat 15, Beyine 8.
151
belirtisi sayıldığı halde ikinciler sayılmıyor, diye bir soru sorulacak olursa cevabında deriz ki:
Gerçi ikinciler de birinciler gibi dinimizce yasaklanmış iseler de nefsi heves ve
arzular bunları yapmaya yaratılıştan eğilimlidir. Onun için şehevî kuvvetleri
akıllarına galip gelen insanlar, dinen yasak olan nefsanî arzulan yapmaktan
geri kalmaz. İşte bunun için Hz. Peygamber (s. a...) onları dini yalanlama
nişanı saymamıştır. Fakat kâfirlere mahsus olan nişan ve alâmeti yapan için
böyle bir özür ve fıtrî yönlendirici yoktur. Zira bu esasen nefsin arzu ve meyil
ettiği arzular cümlesinden değildir. Şu halde bunu yapmaya sebep akide bozukluğundan başka bir şey olmadığı için din, dini yasakların bu kısmını küfür
alâmeti ve inkâr belirtisi saymakla bunu yapanın kâfirliğine hükmetmiştir.”
152
Haram Olan Benzeme
a- Haram benzeme, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzenilmemesinin
Kur’ân ve Sünnet’le emredildiği hususlarda, emre aykırılıkla oluşturulan ve küfür nitelikli benzeme sınırları içine de girmeyen benzemedir.
Kitabımızda verilen, Kur’ân ve Sünnet tarafından yasaklanmış benzemeye
konu hususların büyük çoğunluğu haram benzemeye örnek olarak verilebilir.
Biz burada bazılarını aktarmakla yetineceğiz.
Kişileri, ana-babalarının konumları sebebiyle yermek,
Eşle yapılan cinsel ilişkileri çevreye anlatmak,
Açıklanması gereken yerde çıkarları gözeterek Kur’ân ve Sünnet kurallarını gizlemek,
Mazeretsiz olarak evlenmemek ve evlilik içinde cinsel hayattan çekilmek,
Kabirleri ibâdet olunan yerler ve dilek kapıları haline getirmek,
Kâfir oldukları sözlü ve yazılı beyanları ile bilinen insanların cenaze namazlarını kılmak,
Sakal ve bıyığı kesmek,
“Esselâmü Aleyküm” şeklindeki duâ cümlesini kullanmaksızın yalnız parmaklar veya avuç içleriyle selâm vermek,
Sünnet olmamak ve çocuğunu sünnet ettirmemek,
Kâfir olan ırka mensup olmakla iftihar etmek,
Uğurluluk ve uğursuzluk inancını yaşatmak.
Bütün bunlar ve benzerleri, Kur’ân Sünnet ölçüleriyle veya bu ölçülerden
153
haraketle ictihad yoluyla belirlenen, kişiyi sorumlu kılacak ve azaba uğratabilecek haram benzemelerdir.
b-İslâm Dini’nin haram kıldığı fiillerin işlenmesine sebep olan benzeme de haramdır.
Birinci misal:
Bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzeme kasdı olsun veya olmasın
İslâm Dini’nin örtülmesini emrettiği organların açığa vurulması haramdır. Ancak Müslüman kadınların İslâm öncesi Câhiliyet geleneğinde olduğu gibi 20.
asır Câhiliyeti geleneğine uyup kâfir toplum kadınları gibi saçlarını, bacaklarını vs. örtülmesi farz olan diğer organlarını teşhir edici ve onlardan olduğu
izlenimini verici tarzda giyinmeleri ile oluşan benzeme, haram türden benzemedir.
154
Açıkça anlaşılacağı üzere burada doğrudan haram olan ve benzeme amaçlanmaksızın da işlenebilecek olan fiil, benzeme yoluyla işlenmektedir.
İkinci misal:
İslâm Dini’nde alkollü içkilerin içilmesi ve içirilmesi haramdır.
Bâtılperestlere özenerek, çağdaş tavır bilerek müsafirlere alkollü içki ikram etmek -içilsin veya içilmesin- haram benzemedir.
Birinci misalde olduğu gibi burada da haram olan bir fiil benzeme yoluyla işlenmektedir.
Harama sebep olan söz, iş ve davranış da haram olduğu için böyle bir
benzeme de haramdır.
İşlenen çift yönlü haramların günahı da şüphesiz çift yönlü olur.
Hüküm bakımından haram olan benzeme ise failini günahkâr kılar ve
azaba uğratabilir. Çünkü kullarına merhameti pek çok olan Mevlamız, adaleti
gereği cezalandırabileceğini de açıklamaktadır. O, Yüce Kitabı Kur’ân’ın Hicr
sûresinde(49-50) kendisini şöyle tanıtıyor:
“Ey Peygamber! Benim çok bağışlayan, pek merhametli olan bir Rab olduğumu,
azabımın da gerçekten çok acı verici olduğunu kullarıma haber ver.”
Mekrûh Olan Benzeme
Haram sınırları içine girmeyecek bütün benzemeleri mekrûh dairesi içine
alabiliriz. Biz burada bazı örnekler verelim.
İslâm dışı kültürlere benzeme olacağından canlı varlıkların resimlerini ihtiva eden duvar halıları, süs yastıkları ve tablolarla ev düzenlemesi mekrûhtur.
Başkalarının önünde dansa kalkmak, mahallî oyunlar oynamak, doğum
yıldönümü kutlamaları yapmak, sakal-bıyık ve hâkim yaka gömlek gibi kimliğimize işaret edecek nesnelere yer vermeyecek şekilde kılık kıyafete bürünmek, konuşulmaması gerektiği inancıyla yemekte sofradakilerle hiç konuşmamak, gerekli olduğu yargısıyla ve özellikle de namaz kılar ve kıldırırken kravat
takmak, tuvalette su kullanmamak, evlere ayakkabılarla girmek, erkekler saçlarını bele kadar uzatmak mekrûh benzemelerdir.
Haramdan aşağı derecede bir yasak olan mekrûh işlerin yapılması günaha düşürür. Niyete göre kaçınılması ise sevap kazandırır.165
165 Bedâius-Sanai Fi Tertibiş-Şerâi, Kitabül-îstihsan 5/226.
155
Olabilir/Sakıncasız Benzemeler
Yukarıda üç madde halinde sunduğumuz benzeme nev’ileri dışında kalan benzemeler, olabilir nitelikli, sakıncasız benzemelerdir. Bir diğer anlatımla mubah benzemelerdir.
156
Buna ilim, teknik,tıpta vs. kullanılan metotlardaki benzemeyle,teknik
aletler ve vasıta kullanma, günde iki veya üç öğün yemek yeme, iç ve dış geziler yapma, dış dünyada örnekleri görülen yararlı siyasî,ekonomik ve kültürel nitelikli sivil örgütleri kurma ve işletme gibi benzeşmenin kaçınılmaz ve de
faydalı olduğu tabiî durumlardaki benzemeyi misal olarak verebiliriz.
Mubah olan benzeşmelerde ise günâh söz konusu değildir. Niyete ve faydalılığa göre sevap da kazanılabilir.
Bâtıl Din ve İdeolojilerden Korunma Yolları
Bâtıl din ve ideloji bağlılarına isteyerek benzeme, sonradan oluşan bir olgudur. Kaçınılamaz değildir. Biz burada yasaklandığımız benzemelerden korunmanın başlıca yollarını maddeler halinde açıklayacağız. Pek tabîidir ki bu
yollar farklı yaklaşımlarla azaltılabilir veya çoğaltılabilir.
A) İslamı bilmek
İslâm’ı bilmeksizin bize özgü kimliği oluşturmak; benzemeden korunmak mümkün değildir. Hak bilinecektir ki Bâtıl’dan sakınılsın.
Müslümanların bâtıl din ve ideoloji bağlısı kişi ve topluluklara benzemesi; benzeme sonucunu doğuracak işler yapması, hiç şüphesiz büyük ölçüde
cehaletleri sebebiyledir.
Cehaletten korunabilmek içindir ki, Kur’ân’ımızda İslâm’ın ilk emri “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” olmuş, “...Yürekten saygı duyarak Allah’tan ancak âlim
kulları korkar…”166 gerçeği duyurulmuştur.
Peygamberimiz de: “İlim öğrenmek (kadın-erkek) her Müslüman’a farzdır.” buyurmuştur.
Sunduğumuz Kur’ân ve Sünnet ölçülerine dayanarak İslâm âlimleri, dinimizin îman esasları ile ilgili bilgilerle, yükümlü kıldığı farzlar ve yasakladığı haramlarla alâkalı bilgilerin öğrenilmesinin her Müslüman’a farz olduğunu
açıklamışlardır.
Neye ve nasıl inanması gerektiğini bilmeyen; farz kılınan görevleri öğren-
166 Alak 1, Fatır 28.
157
meyen; hangi sözlerin, davranışların ve işlerin haram olduğunu iyice kavramayan kişi benzemeden/teşebbühten elbette korunamaz.
Bu sebeple Müslüman, ilk olarak Allah’ı ve O’nun sıfatlarını, Melekleri ve
görevlerini, Peygamberleri ve vasıflarını öğrenecektir. Mukaddes kitapları tanıyacak, son ilâhi Kitap Kur’ân’a nasıl inanılması gerektiğini bilecektir. Bütün varlıkların Rabbimiz tarafından bir program içinde yaratıldığını, bir düzen içinde yaşatıldığını, insanlar arasındaki farklılığın O’nun takdirinin sonucu olduğunu, bir diğer anlatımla Kadere imanın bilgisini edinecektir. Âhiret
hayatına; bütün inançlarımız, sözlerimiz, davranışlarımız ve işlerimizden sorguya çekileceğimize, Cennet’e ve Cehennem’e imanın bilgisiyle aydınlanacaktır. Kâfirliğe götürücü sözleri, davranışları ve işleri öğrenecektir.
158
İman esasları ile ilgili bilgilerin yanı sıra mü’min namazın, orucun, zekâtın,
haccın, ana-babaya ihsanın, adaletin, sözlere ve sözleşmelere bağlılığın, gerçek
Müslümanları dost bilip sevmenin ve diğer ilâhî emirlerin farz olduğunu bilecektir. Evlenirken evlilik ve boşama ile ilgili bilgileri, ticarete atılırken de ticaretle alâkalı ilâhî hükümleri öğrenecektir. Cennete girebilmek için farz görevleri yapmak gerektiği hakikatini de rûhuna sindirecektir.
Mü’min farz görevlerin bilgileri yanı sıra, Allah’ın haram ve Peygamberin yasak kıldıklarını da ana hatları ile öğrenecektir. Böylece Cehennem’e götürücü işler olan Allah’a ortak koşmak, kâfirleri ve münafıkları destekleme, içki, kumar, zina, yalan, riya, kibir, gıybet, eşcinsellik, sevicilik, faiz, karaborsa, rüşvet, sözleşmeleri ihlâl, israf vs. gibi sözler ve işlerin kaçınılması farz
haramlar olduğunu iyice kavrayacaktır.
Bu bilgiler doğrultusunda yaşayan kişi, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına
benzemekten büyük ölçüde korunmuş olur.
B) Haramlardan sakınmak
Yasaklandığımız benzemenin en önemli sebeplerinden biri haramlardır;
haramlardan korunmamaktır.
Gerçekten benzemeye konu olan sözler, davranışlar ve işler incelendiğinde görülecektir ki bunların büyük kısmı İslâm’da haram kılınan fiillerdir.
Meselâ; kâfir olarak ölenlerin cenaze namazlarını kılmanın, kabirlerini ziyaret etmenin, cenazeye alkış tutmanın, slogan atmanın haram olduğunu bi-
len ve bu haramdan kaçınan kişi, çağdaşlık gereği diyerek kâfir olduğunu bildiği kimselerin cenaze namazına katılmaz, alkış tutmaz ki bu hususta benzeme bataklığına saplansın.
Ölü veya diri kâfir olduğu bilinen örneğin siyaset veya sanat adamlarını sevmenin ve yüceltmenin haram olduğunu bilen kişi, kendi yönetimindeki
mekânlara, onların posterlerini asmaz ki benzeme haramını işlemiş olsun.
Eşle âdet halinde iken ilişkiye girmenin, hayattan kopma olan ruhbanlığın, içkinin, faizin, kâfirleri velî edinmenin, ırkını zulmü üzerinde desteklemenin haram olduğunu bilen ve kaçınan kişi bu haramlarla ilgili benzemelerden korunmuş olur.
Sorumluluk doğuracak benzemelerden korunmak için haramlardan mutlaka kaçınmalıdır.
C) Bid’atlerden korunmak
Bid’at: İslâm Dini’nin kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’te yer almadığı
halde sonradan dine sokulan ve dinin gereğiymiş gibi yapılan uygulamadır.
-Allah şanını artısın- Peygamberimiz yukarıda sunulan tarifle örtüşen şekliyle her bir bid’atın sapıklık, her bir sapıklığın da ateşte olduğunu bildirmiştir.
İslâm dışı benzemeye yol açan ana unsurlardan biri de işte bu Kur’ân ve
Sünnet’e aykırı olan bid’atlerdir.
Anlamayı gaye edinmeden Kur’ân okuma, Cuma ve bayram namazlarını
kadınları dışlayarak kılma, cenazeleri bando ve alkışla teşyi etme, ölüyü 40.
gün anma, mezar taşlarına resim kazıma, ölü veya diri şeyhlere rabıta, cemaatle zuhri-âhir kılma ve benzeri bid’atleri dışımızdakilere bidatler yoluyla benzemenin örnekleri olarak verebiliriz.
Bu sebeple bâtıl din ve ideoloji bağlısı olan topluluklara benzemekten
korunabilmek için bid’atlerden korunmak lâzımdır.
D) Gayr-ı müslimleri ve materyalistleri aşağılık olarak görmek
İslâm’ın dışındaki topluluklara benzemenin önemli bir sebebi de, çalışmalarının sonucu olarak sağladıkları ilmî ve teknik güçlerine aldanarak inanç-
159
ları, yaşayışları ve âdetlerinde yücelik görmektir. Bu itibarla bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzemekten korunabilmek için Kurân’ın çizgisinde gayr-ı
müslimlerin kâfirlerini, ve yaşamlarından Allah’ı ve buyruklarını dışlayan
maddecileri ve putperestleri Kur’an çizgisinde şerliler olarak görmek, (mânen
pis) neces olarak değerlendirmek gerekir.167
Yürürlükteki son ilâhî yasalar bütünü olan Kur’ân’dan yoksun yaşantıları
sebebiyle çizgi dışı olan bu insanları adaletten sapmadan, haklar ve özgürlüklerine dokunmadan aşağılarda tutmak da gereklidir.
Bunun için de onları temsil ve tasarruf yetkisi vererek hâkim konuma getirmemek, siyasî ve iktisadî kurumlarına ilgisiz kalmak, demokratik ve hukuki yöntemlerle otorite tesis etmelerine karşı çıkmak ve aşağıda açıklayacağımız üzere mecbur kalmadıkça onlarla maddî ve manevî destekleyici ilişkiler
içine girmemek gereklidir.
160
E) Materyalistlerle ve gayr-ı müslimlerle bir arada yaşamaktan ve
sürekli münasebetten kaçınmak
Yasaklandığımız benzemenin ana vesîlelerinden biri de anılan insanlarla
olan münasebetlerdir.
İncelendiğinde görüleceği üzere bâtıl din ve ideoloji mensubu olanların
İslâm’a en yakın olanları mü’minler arasında yaşayanlarıdır. En ziyade benzeme/teşebbüh bataklığına düşmüş olan mü’minler de gayr-ı müslimler arasında yaşayanlardır.
a- Gayr-ı müslimlerin yurdunda yerleşmek
Benzeme yoluyla inançta, âmelde, ahlâkta ve kılık-kıyafette giderek bâtıl
din ve ideoloji bağlısı toplumların potasında eriyip İslâm nimetinden yoksun
kalabilecekleri endişesiyledir ki Peygamberimiz, Müslümanları gayr-ı müslim
ve materyalist toplumların arasında yerleşmekten, evlenip mekân tutmaktan
şiddetle men etmiştir.
Bu mevzu ile alâkalı hadîslerinde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur.
167 Beyyine 6, Tevbe 28.
“Kâfirlerle/Allah’ı ve buyruklarını hayatlarından dışlayanlarla onların yurdunda bir arada yaşamayınız. Onlarla evlenip, aralarında mekân tutmayınız. Onların aralarına yerleşen veya onlarla evlenen kişi onlar gibidir.”
“(İnançları ve yaşayışlarını benimseyebilecekleri için) Ben Allah’a ortak koşanlar arasında yerleşen bütün Müslümanlardan uzağım.”168
Gerçekten kâfirlerin arasında yerleşen, evlenip mekân tutan kişi onların
arasında İslâm’ın emirleri ve yasaklarını tam anlamıyla yaşayamaz. Yaşamak istese de onların kültürleri ve sosyal hayatlarından etkilenebileceği için bu arzusunu sürekli kılamaz. Yavaş yavaş onlara benzeyerek İslâmî şahsiyetini eriteceği şüphesizdir. Kaldı ki açıkça İslâm’a göre yaşamak istemesi halinde sürekli olmasa da zaman zaman baskılara muhatap olması, dışlanması da mümkündür.
İslâm dışı güçlerin planladığı 11 Eylül olayından sonra Amerika’da ve
Avrupa’da yaşayan Müslümanların uğradıkları baskılar hala devam etmektedir, yabancı düşmanlığı da giderek artmaktadır.
b- Onları velî bilmek ve hâkim tanımak
Baskı ve dışlanma söz konusu olmasa bile onların arasında yönetilen durumunda yaşaması, kâfirleri hâkim tanıması, İslâm’la yüceleşen mü’min için
yeter bir zillettir.
Mü’minlerin bu zillete düşmemesi içindir ki Rabbimiz Kur’an’ında, kâfirlerin, temsil ve hukuki işlem yapma yetkisi verilir velîler edinilmemesini ve
üzerimize hâkim kılınmamasını emretmektedir.
“Manevi Yönden Benzeme” bölümünde Kâfirleri Velî Edinmek başlığı altında gerekli açıklamalar yapıldığı ve ilgili âyetlerin bazıları verildiği için, burada konuyu tamamlayıcı âyetleri ve Peygamberimizin açıklamasını sunmakla yetineceğiz.
Nisa Sûresi Âyet 144:
“Ey İman Edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velîler edinmeyin; temsil ve
tasarruf yetkisi vererek üzerinize egemen kılmayın. Siz Allah’a (azaba uğramanıza
sebep olabilecek) aleyhinize apaçık bir belge vermek ister misiniz?”
168 Tirmizi Siyer 41, Hn. 1602-3
161
Mâide Sûresi, Âyet 57:
“Ey İman Edenler: Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve kâfirlerden
dininizi oyun ve eğlence konusu edinenleri sakın ha velîler edinmeyin... İnanıyorsanız Allah’ın emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten korunun.”
Bâtıl din ve ideoloji bağlılarına benzemekten korunabilmek için Allah’ı ve
yasaların hayatlarından dışlayan materyalistlerle ve gayr-ı müslimlerle içli dışlı olmaktan ve sürekli ilişkiler kurmaktan kaçınılması gerektiğinden ötürüdür
ki Peygamberimiz Allah’a ortak koşanlardan/putperestlerden uzak yaşayacaklarına dair sahâbîlerinden biat alırdı.
Hz. Cerir (r.) anlatıyor.
Allah’ın Resûlü’ne geldim. (Diğer mü’minlerle) biatlaşıyordu. Ben de şöylece ricada bulundum:
162
-Ya Resûlellah! Siz daha iyi bilirsiniz. (Bu sebeple hangi hususlarda biat
etmem gerektiğini) bana emredip açıklayınız ve elinizi de lütfediniz de size biat edeyim/itaat etmek üzere bağlılığımı arzedeyim.
Allah’ın Resûlü bana şöyle buyurdu:
-Biatleşme dileğini kabul ediyor ve emirleri ve yasaklarına itaat ederek Allah’a ibâdet etmen, özellikle namaz kılman, zekât vermen, Müslümanlara karşı samimi; nasihatçı olman ve putperestlerle ilişkini kesip ayrılman üzere seninle biatleşiyorum.169
c- Yalnız maddî ilişkilerden değil, kültürel ilişkilerden de
kaçınılmalıdır
Öneminden ötürü altını çizerek vurgulamak isteriz: Kaçınılması gereken
ilişkiler maddî ilişkilerden daha çok manevi ilişkilerdir. Bir diğer anlatımla
kültürel ilişkilerdir. Zira kültürel ilişkiler maddî alâkalardan daha etkileyici ve
daha da kalıcıdır.
Bu sebepledir ki insanlığın müşterek malı olan ilmî ve teknik gelişmeleri takip
etmek, diplomatik ilişkileri sürdürmek ve İslâm’ı tebliğ etmek gibi belirli ve faydalı
gayelerin dışında bâtılperestlerin dillerini konuşmaya İslâm âlimlerince cevaz/onay
verilmemiştir.
169 S. Nesâi Biat 17, Müsned 4/465
Bâtılperestlerden inançlarımız ve değer hükümlerimizle çatışan kanunlar ve eğitim programları alınarak, felsefî ve edebî eserler tercüme edilerek, sinema ve televizyon filmleri getirtilerek, giyimleri ve mûsikileri benimsenerek
kültür ithal edilmesi ise şiddetle yasaklanmıştır.
Aşağıda sunacağımız hadîs, ferdî ve sosyal hayat üzerinde olumsuz izler
bırakabilecek kültürel eğilimlerin nasıl yasaklandığına açık bir delildir.
Hz. Musa da bana uymakla görevlendirilirdi
“Hz. Câbir (r.) anlatıyor.
Hz. Ömer bir defasında Allah’ın Resûlü’ne gelerek şöyle der:
- Ya Resûlellah! Biz bir Yahûdiden geçmişe ait hoşumuza da giden bazı
hikâyeler ve de öğütler dinliyoruz.
Dinlediklerimizin bir kısmını yazmamıza müsaade eder misiniz?
Hz. Peygamber şöyle buyurur:
- Yahûdiler ve Hıristiyanların dinlerinde şüpheye düşerek her biri Allah’ın Kitabı olan Tevrat ve İncil’i bıraktıkları; hahamları ve papazlarının uydurduklarına tâbi
oldukları gibi yoksa siz de mi dininizde şüpheye düştünüz? Siz de mi Allah’ın Kitabı
Kur’ân’dan ve Peygamberinizden başka kaynaklardan bilgi edinmek istiyorsunuz?
Allah’a yemin ederim ki ben size şüpheden, tahrife uğramışlıktan ve ağır yükümlülüklerden arındırılmış bir din olan İslâm’la geldim.
Eğer Hz. Mûsa sağ olsaydı o da bana uymakla sorumlu olurdu.
Hal böyle iken siz nasıl olur da Hz. Mûsa’ya bağlılıklarını ileri süren bir topluluktan fayda bekleyebilirsiniz?”
Sunulan hadise açıklık getiren bir diğer hadislerinde ise Peygamberimiz
şöyle buyurmuştur:
“Ehl-i Kitab’a hiçbir şey sormayın. Çünkü kendileri sapmışken sizi asla doğru yola iletemezler. Kaldı ki alacağınız cevaplar sonucu ya bir Bâtıl’ı doğrular veya bir Hakkı yalanlarsınız. Eğer Mûsa bugün aranızda yaşıyor olsaydı onun görevi bana uymak olurdu.”170
170
M.Mesabih, Hn.177, Müsned 3/ 338,387
163
Yukarıda sunulan hadîsler ve benzerlerinden delil getirilerek denilebilir
ki Kur’ân ve Sünnet kültürüyle bezenerek İslâmî şahsiyeti tam olarak teşekkül etmiş olanların dışındaki mü’minlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarının dillerini öğrenmeleri ve onların kültürleriyle temas kurmaları onaylanamaz. Onaylanamayacağı gibi ictihaden haram olarak da görülebilir. Zira bu yol
bâtılperestlerle fikren ve fiilen kaynaşmaya götürebilecek, onları taklide yöneltebilecek manen tehlikeli bir yoldur.
164
İslâmî ölçülere göre göre tehlikeli olan bu yol, batı uygarlığının izinden
sürükleyecek verimli bir yol olarak değerlendirildiği içindir ki, okuma yazma
problemini çözümleyememiş ve vatandaşlarının bir bölümüne kendi dilini bile öğretememiş Türkiye gibi birçok İslâm ülkesinde, egemen taklitçi kadrolar
orta öğretimde yabancı dil eğitimini mecburileştirmişler ve yukarıda değindiğimiz yollarla kültür ithalini süratlendirip yaygınlaştırmışlardır. Ne var ki batı
uygarlığına yönelme çalışmalarıyla önünü açtıkları demokrasinin, halka iktidar olma yolunu açabilen sonuçlarını da içlerine sindirememişlerdir.
Bu alanda özellikle ülkemizdeki gelişmeler düşündürücüdür. Nesillerimiz, bin yıllık medeniyetimizin bilim ve kültür eserleriyle temas kuramamaktadır. Üstelik ülkemizin haldeki ve gelecekteki menfaatleri de İslâm ülkeleri
ile siyasî, iktisadî ve kültürel bağlarını kuvvetlendirmesine bağlıdır. Böyle iken
orta öğretimdeki çocuklarımızın bütününün, tarihi öz kültürümüzün harfleri ve dilini değil de, yabancı dilleri öğrenmeye mecbur tutulması kültürde sömürgeleşme ile değilse ne ile izah edilebilir?
Gerekli şartlarına uyularak yapılacak dil öğretimi ve eğitimine elbette ki saygı duyulur.
F) Egemen güçlerin yermesinden çekinip korkmamak
Devrimiz İslâm ülkelerinde bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzemenin pek önemli bir sebebi de toplumu etkileri altında tutan egemen kadroların
yermeleri aşağılamalarından çekinilip korkulmasıdır. Oysaki Maide Sûresi’nde
açıklandığı üzere, çekinip korkmamak gerçek mü’min olmanın gereğidir:
“... Allah’ı seven ve Allah’ın da kendilerini sevdiği mü’minler cihâd ederler ve
aba altından sopa gösteren kınayıcıların yermesinden çekinip korkmazlar...171
171 Mâide 54.
Hiç şüphe yoktur ki İslâmî bilgi ve birlikten yoksunluk, yericilerin baskısına ortam oluşturmaktadır.
Batı emperyalizminin bir asrı aşkındır İslâm ülkeleri üzerinde sürdürdüğü kültürel, siyasî ve iktisadî sömürünün sistemli bir şekilde ortaya çıkardığı
yerli yarı aydınlar, kafa yapıları ve hayat tarzları ile yetiştiricileri ve ilham kaynakları olan bâtılperestlerin izini sürmüşler, hattâ onlarla aynileşmişlerdir.
İnsanları Müslüman, yönetimleri lâik olan İslâm ülkelerinde ilmî, idarî,
iktisadî ve askerî alanlarda etkili ve yetkili olan bu yarı aydınlar, toplumlarını
kendilerine benzetme mücadelesini sürdürmüşlerdir. Kılık- kıyafet, hukuk vs.
alanlarındaki devrimler de bu mücadelenin bir parçası olmuştur.
Toplumlarına hâkim olan bu yarı aydınlar ve onlara bağlı özenti düşkünleri gelenek dekoru içinde de olsa İslâmi hayat kurallarına bağlı kalmaya çalışan mü’minler üzerine alabildiğine alaycı, yerici ve baskıcı kesilmişlerdir.
Sürdürülmekte olan bu yermeler/baskılar pek tabiidir ki yalnız demeçlerle yapılmamaktadır. Mecburî eğitimle, radyo ve televizyon programlarıyla, gazete ve dergilerle, daha da önemlisi yürürlüğe sokulan ceza yasalarıyla
yapılmaktadır.172
Bu egemen güçlerin sürekli yermeleri ve bir ölçüde tehditleri altında kalan mü’minlerin pek çoğu küçük görülüp önemsenmeyecekleri, bürokratik ve
ilmî kariyere sahip olamayacakları korkusuyla onlara benzemeye çalışmaktadırlar.
Bâtılperestlere hoş görünmeye ve onlara benzemeye çalışan mü’minler
belirli bir süre sonra da yaşadıkları gibi inanmaya başlamaktadırlar.
Resmi ve gayr-ı resmi balo davetlerini geri çeviremeyen, bıraktıkları sakallarını
172 Bu ceza yasalarından biri, mülga (kaldırılan), 163. madde idi. Bu madde işletilerek İslâmi
tebliğ, öğretim ve eğitim engellenmek istenmiş nice müslümanlar 4-6 yıl arasında cezaya
uğratılmıştır. Bu satırların yazarı da anılan maddeyi ihlalden, bir diğer anlatımla laikliği ihlalden defalarca yargılanmıştır. Konferans yoluyla İslâmî tebliğin nasıl cezai takibe
uğratıldığını örneklendirmek için, Konya Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan ve beraat
eden konferansımızın metni ve mahkeme kararı ile Salihli Ağır Ceza Mahkemesi’nde
yargılanan ve beraat eden konferansımızın metnini ve mahkeme kararını kitabımızın
sonuna koyduk. Nesillerimiz nasıl mücadele verildiğini ve kendilerinin de vermeye
mecbur bırakılacağını bilmelidirler.
165
kesen, toplumsal hayattan Allah’ı ve buyruklarını dışlayan Jakoben laikliğe karşı çıkamayan, putlaştırmaların hiç bir türünü onaylayamayacaklarını dile getiremeyen,
İslâmî ölçülere ve bilim verilerine uygun giysileri içlerine sindiremeyen, “Esselâmü
Aleyküm” cümlesiyle selâm veremeyen, İslâmî bilgi ve yayışı değer ölçüsü olarak
kullanamayan, zaman zaman da olsa inançlarını ve yargılarını kamufle etmek ihtiyacını duyan mü’minlerin haramlara düşmelerinin ve bâtılperestlere benzemelerinin ana sebebi onların manevi baskıları ve yermelerinden çekinmeleri, aşağılamaları ve cezalandırmalarından korkmalarıdır.
Etkililerin yermeleri ve baskıları böylesine olumsuz sonuçlar doğurabileceği ve İslâm’a bağlılığı zayıflatabileceği içindir ki Allah’ın Resûlü Medine
İslâm Toplumu’nu oluştururken mü’minlerden yericilerin kınamasından çekinip korkmayacaklarına dair biat almıştı.
Aşağıda sunacağımız aktarımlar, yapılan biatlerin belgeleridir.
166
Hz. Seh b. Sa’d (r.a) anlatıyor:
“Allah’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda yaşarken kınayıcıların yermesini
önemsemeyeceğime, çekinip korkmayacağıma dair Allah’ın Peygamberine biat ettim.”
Hz. Ubadetü b. Sâmit (r.a) da şöyle rivayet ediyor:
“Allah yolunda hiç bir vericinin kınamasından çekinip korkmayacağımıza dair
bir grup halinde Allah’ın Peygamberine biat ettik.”173
Burada bilvesîle haram türü benzemelerden korunabilmek için Müslümanlar olarak kınayıcıların yermesinden çekinip korkulmayacağına dair
Allah’ın Resûlü’nün manevî şahsiyeti önünde biat edilip rûhen hazırlıklı olmak gereğine işaret etmek isteriz.
173 Suyûti, Ed-Dûrrül-Mensûr Mâide 54, 154.
Benzeme Sorumluluğunu Düşüren Haller
Kur’ân ve Sünnet’e dayalı bir İslâm Toplumu’nda Müslüman’ın sakıncalı
benzemelerden korunması tabîidir ve kolaydır. Zira böyle bir toplumda övülerek öğretilecek, yaşatılacak ve yaygınlaştırılacak kültür İslâmî olacağı gibi,
bütün sosyal kurumlar da İslâmî olacaktır. Ayrıca tarihî İslâm toplumlarında
olduğu gibi İslâm Toplumu’nda yaşayan gayr-ı müslimler kendi kültürlerine
özendirilerek mü’minlere benzemeleri de engellenecektir. Sonuç olarak diyebiliriz ki Kur’ân ve Sünnet toplumunda nefsi zaaflar dışında bezmeye yönlendirici sebepler/etkenler oluşmayacak ve oluşturulamayacaktır.
Ancak İslâm dışı kültürlerin hâkim olduğu, gayr-ı İslâmî hukukun yürürlükte bulunduğu toplumlarda yukarıda özetlediğimiz koruyucu tedbirlere
başvurulsa da bâtılperestlere benzemeden korunmak oldukça güçtür. Zira bu
gibi toplumlarda kişiyi benzemeye yöneltecek ortam mevcuttur. Ayrıca zorlayıcı müessirlerin ortaya çıkması da muhtemeldir.
Bunun içindir ki bazı İslâm bilginleri/müctehidleri, İslâm’la çelişkili, çatışmalı kurallarla yönetilen ülke anlamına Darül-Küfür özelliğini taşıyan toplumun kendisini, benzemeyi mubahlaştıran/olabilirleştiren bir sebep olarak görmektedirler. Bu gibi toplumlarda kişinin benzeme yasağı ile sorumlu olmayacağı görüşünü ileri sürmektedirler. Aslında İslâm teşrî/yasama tarihi de bir yönüyle bu görüşü doğrulayıcı niteliktedir.
Bilindiği gibi hayata yön veren Kur’ânî yasalar, Peygamberimiz tarafından
Medine İslâm Toplumu’nun oluşturulmasından sonra indirilmiştir. Benzemeyi yasaklayan ölçüler de İslâm kültürünün yaygınlaşması ve İslâm toplumunun kökleşmesinden sonra konulmuştur.
167
Bunun sebebi içki, zina ve faiz yasağı gibi benzeme yasağının da ancak
oturmuş bir İslâm toplumunda uygulanabilir oluşudur.
İslâm Kültürü hayatı kucaklayacak boyutlara varmadan, İslâm Hukuku
hayatı düzenleyecek kıvama ulaşmadan Yahûdilerle ve Müşriklerle iç içe/yan
yana yaşayan ilk Müslümanlara benzeme yasağı getirilmeyişi Dârul–İslâm/
İslâm Toplumu özelliğini taşımayan toplumlardaki Müslümanların mazur olacakları görüşünü delillendirmekte ise de bu görüşü mutlak doğru olarak kabul etmek de doğru değildir.
Özel bir durum arzeden halkı Müslüman olup yönetimleri kâfir olan
İslâm ülkelerinde, ülkeyi benzemeyi mubahlaştıran bir sebep olarak görmek
İslâm’ın geleceğini prangalamak olur. Çünkü benzemenin mubahlaştığı ve sakıncasızlaştırıldığı toplumda İslâmî kültürün ve şahsiyetin oluşması ve bağımsızlaştırılması mümkün değildir.
168
Yukarıda işaret ettiğimiz üzere koruyucu tedbirlere baş vurulsa da, İslâm
kültürü ve hukukunun hâkim olmadığı toplumda kişiyi benzemeye yöneltecek pek çok zaruret hallerinin ortaya çıkması muhtemeldir. Bunların başında
ikrah/zorlama gelir.
İkrah/Ağır Baskı Benzemeyi Mubah Kılar mı?
İslâm bir bütündür. Yüceliği de bütünlüğünde ve bir bütün halinde yaşanmasındadır. Müslüman nerede olursa olsun bütünü yaşamaya çalışacaktır. Şartları zorlayacaktır. Çünkü sorumludur. Güç yetiremez veya ikrah atında
bulunursa sorumluluğu düşer.
Haram kılınanı yapılabilir kılarak sorumluluğu düşüren İkrah şöylece tanımlanabilir:
İkrah: Kişinin kendisini veya birinci derece yakınlarını öldüreceğini, mallarını veya organlarını telef edeceğini,işkencelere uğratacağı veya süreli hapis cezasına mahkum ettireceğini söyleyen ve söylediklerini gerçekleştirebilecek olan yasal veya illegal kişinin veya örgütün yaptığı ağır baskıdır/zorlamadır. İkrah altında istenilenin yapılabileceği onayını veren Nahl sûresinin 106.
âyetinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Kalbi îmanla dolu olduğu halde inkâra zorlanan (ikrah edilen)lar dışında,
kimler inandıktan sonra Allah’ı inkâr edecek ya da hiç bir zorlama olmadığı halde
yine de kalplerini inkâra açık tutacak olursa şunu çok iyi bilsinler ki Allah’ın gazabı
onların üzerinde olacaktır. Onlar için için çok acı veren bir azap da olacaktır.”
Peygamberimiz de “Gerçekten Allah ümmetimden hata ederek, unutarak ve
ikrah edilerek/zorlanarak yaptıkları işlerin sorumluluğunu kaldırmıştır.”174 buyurarak ikrah altında istenileni yapmanın ruhsat/izin olarak caiz olduğunu ve sorumluluk gerektirmeyeceğini açıklamıştır.
Yönetimleri jakoben lâik olan İslâm ülkelerinde Müslümanları kendile174 İ. Mâce Hn. 2045.
169
ri dışındakilere benzemeye yönlendirici ağır ceza içeren yasalar ikrah/zorlama
olarak değerlendirilebilir.
Zorlanan mü’min, zorlandırıldıklarını yapmakla İslâm Dini’nin kendisine
verdiği ruhsatı/izni kullanmış olur. Ruhsatları kullanan mü’min hiç bir şekilde yerilemez. Yerilmek şöyle dursun duruma göre ileri görüşlülükle takdir de
olunabilir. Sözü sadeleştirdiğimiz klasikleşen bir metinle bağlayalım:
“Kendi isteği ile inkârı ifade eden bir söz söyleyen veya öyle bir fiili işleyen kimsenin kalbi inancına itibar edilmez. Kâfirliğine hükmedilir.
Yalnız Allah korusun din düşmanları ellerine geçen bir Müslüman’a,, Kâfirliğe
götürücü şu sözleri söylemez veya başına şapka giymez isen seni öldürürüz yahut
elini keseriz diye cebr ve ikrah etseler, eğer yapmadığı takdirde tehdit eyledikleri şeyi yapabileceklerine aklı keserse, kalbi iman üzerine sabit olmak şartıyla o sözü söylemesine veya fiili işlemesine dinen ruhsat vardır.
170
Bu surette îmanın bir esası ortadan kalksa da hükmü bakidir. Yani mü’mine bu
cihetten dünya ve âhirette bir zarar gelmez.”175
175 Mevâidül-En’am Fi Berahin-i Akâidil-İslâm.
Îkrah’ın Dışındaki Zarûretler
Bâtıl kültürlerin ve kurumların hâkim olduğu toplumlarda Müslüman,
ikrahın dışında benzemeyi mubah kılacak zarûretlerle de karşılaşabilir. Bu
zarûretler de benzeme sorumluluğunu giderir.
Zarûretlerin haramları helâl kılacağı hususu İslâm Hukuku’nda Sünnet’in
açıkladığı Kur’ân’a dayalı genel bir kuraldır. Pekiştirilerek açıklanan kural Bakara Sûresi’nde şöylece yer almaktadır:
“İyi bilin ki Allah size sadece ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı yasaklamıştır. Bununla birlikte kim istemeden ve ölçüyü kaçırmadan bunlardan yemek zarûretinde/zorunda kalırsa hiç mi hiç günah işlemiş olmaz.
Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok şefkatli olandır.”176
Bu kural pek tabiîdir ki yasaklı benzemeleri de içine alabilir. Bütün mesele hangi hallerin zarûret olabileceğini iyi tesbit edebilmektir.
Biz burada bu tür zarûretlere bazı örnekler vermeye çalışacağız.
a- Benzemekten başka çare bulamamak,
b- Müslümanlardan zararı gidermek veya fayda sağlamak,
c- İslâm Dini’ni tebliğ etmek,
d- Nafaka imkânını yitirmek.
176 Bakara173
171
Benzemekten başka bir çare bulamamak
Bu konuda değişik örnekler verilebilir. Biz asırlardır güncelliğini koruyan
dil konusuna değinmek istiyoruz.
Bazı İslâm bilginleri zarûretsiz olarak kâfir toplulukların dillerini konuşmayı benzemeye konu görmüşler, gereksiz konuşanların cezalandırılması lüzumunu dile getirmişlerdir.177
Gerçekten konuşulduğunda Müslüman’ı kâfirlerden zannettirecek dili
zarûretsiz konuşmak sakıncalıdır.
Ancak bâtılperestlerin dilini konuşmaktan başka anlatım imkânının bulunmaması hali, konuşma seklindeki benzeşmeyi mubahlaştıran bir zaruret
olarak değerlendirilebilir.
172
Gerekli mücadelenin verilmesi lüzumuna inanan ve bu inancını yaşayan
İslâm bilginlerinden büyük çoğunluğunun onayını almak koşuluyla, öğrenilmesi
Müslümanların bütününü ilgilendiren bir ilim ve sanat dalında ihtisas yapmak için girilen bâtılperestlere ait bir eğitim kurumunda bu kurum tarafından mecbûrileştirilen kendilerine özgü kuralları uygulamak da bir zaruret olarak görülebilir.
Müslümanlardan zararı gidermek veya fayda sağlamak
Müslümanlardan zararı gidermek için atılım yapılması gereği zarûret olarak değerlendirilebilir. Meselâ gayelerini ve metodlarını öğrenip tedbir alınmasını sağlamak maksadıyla Müslümanlara zarar veren kurumlara girmek için
onlardan görünmeyi temin edecek sloganlarla konuşmak, rozetleri takmak ve
giysileri giymek şeklindeki benzeme cevaz verilecek/onaylanacak bir benzeme olur.
Zararı gidermek için başvurulabilecek yöntemlerin fayda sağlamak için
177 Mes’ele: Zeyd-i müslim kâfir dilince zarûretsiz tekellüm eylese(konuşsa) şer’an nikâhına
zarar olur mu?
Elcevap: Zarar-ı mahzdır. Küfrüne hükmolunup avreti (zevcesi) tefrik olunmaz, tazir-i
şedid ile (ağır bir ceza ile) men’ü zecr olunur.
Şeyhül-İslâm Ebus-Suud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, M. Ertuğrul
Düzdağ, sh. 118.
de kullanılabileceği açıktır. Aşağıda sunulacak tarihî bilgiyi örnek olarak
alabiliriz.178
Zararı gidermek ve fayda sağlamak için benzemeyi caiz gören İslâm bilginleri yanı sıra bu gibi benzemelerin müstahab hattâ vâcib olduğu görüşünü
ileri süren müctehitler de vardır.179
İslâm dinini tebliğ etmek
Tebliğ de bir zarûret hali olarak görülebilir. İslâm Dini’nin tebliği Müslümanların ana görevlerinden biridir. Gerek Müslümanlara ve gerekse gayr-ı
müslimlere ve materyalistlere tebliğ yapılması ihmâl edilmemesi gereken bir
görevdir.
Tebliğ vazifesini üstlenmiş kişilerin tebliğ ortamını oluşturup konuşabilmek için bâtılperestlerin arasına girerek görünüm bakımından onlara benzemelerinde Allah bilir bir sakınca yoktur.
Bu sebeple, tebliğ yaparak yararlı olabilen bir mü’minin benzeme endişesiyle bulunduğu görevden ayrılması da uygun değildir.
Nafaka imkânını yitirmek
Nafaka imkânını yitirmek de benzemeyi mubahlaştıran bir zarûret hali olarak alınabilir.
Kişi nefsinin, eşinin, bulûğa ermemiş çocuklarının ve fakir ana- babasının
nafakalarını temin etmekle mükelleftir.
Nafaka temin etmek için girdiği işinden başka bir gelir kaynağı olmayan,
yeni bir iş edinemeyeceği hususunda galip zannı bulunan kişinin yasaklı ben178 Hz. Ömer devrinde casusluk ve istihbarat hizmetleri iyi teşkilatlandırılmıştı. Bunun için
bir kısmı İslâmiyeti kabul etmiş Irak ve Suriye Arapları arasında kolayca vasıtalar bulunmuştu. Bunlar bu topraklarda asırlarca yaşadıklarından hiç bir şey onların bilgileri
dışında cereyan edemezdi. Müslüman olduklarını ifşa etmemelerine izin verilmişti. Dış
görünüşlerinde Zerdüşt veya Hıristiyanlara benzediklerinden istedikleri vakit düşman
kuvvetleri arsına karışıp arzu ettikleri malumatı elde edebilmişlerdi. Yermuk, Kadisiye
ve Tikrit muharebelerinde bu casuslar çok kıymetli hizmetler îfa etmişlerdi.
Şibli Numani, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/164
179 Îktizaus-Sıratıl-Müstekim sh. 176.
173
zemeden korunmak için, örneğin bıraktığı sakalını kesmekle işi arasında tercih yapmak durumunda bırakılması bir zarûret hali olarak yorumlanabilir.
İkrahın yanı sıra yukarıda değindiğimiz dört zarûret haline özel durumlardan kaynaklanan bazı zarûret halleri daha ilâve edilebilir.
Kitabımızın bu birinci kısmını gerekli bilgileri edindiği halde bütün Peygamberlerin ortak Teblîği olan İslâm Dini’nin son Peygamberi Hz. Muhammed’e
îman etmeyenlerin bütününün Cehennemlik bâtılperestler olduğunu bildiren
hadîslerle bitirelim.
Bütün İnsanlara Gönderildim.
“Her bir peygamber yalnız kendi milletine peygamber olarak gönderildi.
Ben.ise bütün insanlara Peygamber olarak gönderildim.”
174
“Canım kudret ve tasarrufu altında bulunan Allah’a yemin ederim ki kendilerine Peygamber olarak gönderildiğim -Kıyamet gününe kadar gelecek- insanlar içinde, Yahûdi olsun, Hıristiyan olsun benim Peygamber olarak gönderildiğimi duyup
da bana ve benimle gönderilen Kur’ân’a îman (ve bâtıl din ve ideolojileri red) etmeden ölen her insan Cehennemliktir.”180
180 İbn-ü Kesîr, Al-i İmran 19. Muhtasar Müslim Hn:20
İkinci Kısım
İslam’da Kılık Kıyafet Kuralları
175
176
Giriş
Kitabımızın birinci kısmında bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzeme
mevzuunu incelerken kılık- kıyafette benzeme konusuna kısaca değinmiştik.
Bu ikinci kısımda kılık-kıyafet meselesini ana hatlarıyla da olsa daha geniş bir şekilde tetkik etmeye/incelemeye çalışacağız.
Bu inceleme zarûridir. Zira bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzeme
inançta, ibadette ve sosyal hayatta birdenbire vücuda gelmemektedir. Genelde
ilk kez kılık-kıyafette ortaya çıkmakta ve süratle yayılmaktadır.
Benzemelerin ve benzeştirmelerin umûmiyetle ilk olarak kılık- kıyafette
görüldüğüne ve görülebileceğine en canlı argüman devrimler ve sınır tanımayan giysi modalarıdır.
Bu gerçeği tarihimiz açısından belgelendirmek istersek Osmanlı Devleti’nin
son dönemleri ile sürmekte olan Cumhuriyet devrini örnek verebiliriz. Çünkü
bizde benzeme ve benzeştirme anlamına batılılaşma, baskılar eşliğinde kılıkkıyafette yenilik hareketleri başlatılmış, öğretim-eğitim ve yasalarla yaygınlaştırılmıştır
Kitabımızın bu ikinci kısmında kılık-kıyafet mevzuunu işlerken birinci
kısımda olduğu gibi bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzeme açısından konuya bakmayacağız.
İslâm’ın yaşanmasını sağlayacak ve bir tek blok olan küfür ve nifak bağlılarına benzemeyi engelleyecek en önemli âmil, İslâm’ı bilmek olduğundan bu
konudaki İslâmî emirleri, tavsiyeleri ve yasakları açıklamaya çalışacağız. Yalnızca sakal ve bıyıkla ilgili dinî ölçüleri sunarken, konuya benzeme zaviyesinden de bakmaya çalışacağız.
177
Kılık-kıyafetten ne anlıyoruz?
İslâm’ın kılık-kıyafetle alâkalı kurallarını inceleyeceğimiz için bu ifadeden
ne anlaşılması gerektiğini açıklayalım.
Kılık ve kıyafet kelimeleri sözlükte aynı mânaya gelir ve görünürdeki vücut organları ile giyilen elbisenin oluşturduğu dış görüntüyü ifade eder.
Eş mânalı olan ve halk kesiminde çoğu defa birlikte kullanılan ve bu sebeple bizim de birlikte kullandığımız kılık ve kıyafet kelimeleriyle biz de yukarıda özetlediğimiz mânayı yani dış görünüşü anlıyor ve ifade ediyoruz.
Bu sebeple incelememizde dış görünüşe esas olan organlarla ilgili ve giyimle alâkalı İslâmî kurallar üzerinde duracağız.
Dört bölüm halinde sürdüreceğimiz incelememizin birinci bölümünde
kısa bir girişten sonra vücut organlarını ve giyilecek elbiseyi içine alacak şekilde temizliği konu edineceğiz.
178
İkinci bölümde başlık dahil giyimle alâkalı İslâmî ölçüleri özetleyeceğiz.
Üçüncü bölümde vücut organları üzerinde yapılması gereken sünnet, tırnak kesme, etek ve koltuk altı bölgesi kıllarını giderme ile haram kılınan dövme, diş inceltme, kaş aldırma ve estetik ameliyatı gibi konulan inceleyecek ayrıca sürme çekmek, saç bırakıp-kesmek ve saç boyamak gibi mevzuları açıklamaya çalışacağız.
Dördüncü bölümde ise oldukça geniş bir inceleme ile sakal-bıyık meselesini tetkik edeceğiz.
Rabbimizden bizi üzerinde sabit kılmasını dilediğimiz amacımız, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ve senadır.
Birinci Bölüm
Temizlik ve Giyimle İlgili Şartlar
179
Kur’an-ı Kerîm’den...
“Ey Ademoğulları! Size açığa vuramayacağınız yerlerinizi örtmeniz ve güzelleşmeniz için giysi (maddeleri ve onları kullanma bilgisi) verdik. Rabbimizin buyruklarına uyma elbisesi
ise daha hayırlıdır. Bunlar düşünüp öğüt almaları için insanla180
ra indirilen âyetlerdir.
Şeytan (İblîs)ın cinsel organlarını birbirine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babnız Adem’le Havva’yı Cennetten çıkardığı gibi sizi de (çıplaklığa yönlendirerek) aldatmasın.
Çünkü o ve yandaşları sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları (İslâm’ın iman ve yaşam kurallarına) inanmayanların yoldaşları kıldık.” Araf 26-7.
Temizlik
Kılık-kıyafet güzelliği
İnsanın rûh yapısını en mükemmel şekilde yaratan Rabbimiz, vücût yapısını da en güzel biçimde halk etmiştir.
Rabbimiz Kür’ân-ı Kerîm’de bu gerçeği şöyle açıklar:
“... Allah sizi şekillendirdi. Şeklinizi de pek güzel kıldı ...”
“ Gerçekten Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”181
İnsanın vücut yapısının en güzel bir şekilde yaratılmış olması, insan hayatında ruhî güzelliklerin yanı sıra şekil güzelliklerinin dolayısıyla kılık-kıyafet
güzelliğinin de pek önemli ve gerekli olduğunun delilidir.
Peygamberimiz (s.a.) bu gerçeği şöyle açıklar:
“Dosdoğru yol üzerinde yaşamak, ölçülü harcamak, cazibeli ve hoş görünümlü
olmak peygamberliğin yirmi dört bölümünden bir bölümüdür.”182
Güzel/hoşgörünümlü olmanın gerekliliğinden ötürüdür ki, insanlığın iman
ve hayat düzeni olan İslâm, verdiği doğrudan ve dolaylı emirleriyle kılık-kıyafette güzele ulaşılmasını görevleştirmiştir.
Yükümlü kılındığımız kılık-kıyafet güzelliğine ulaşmanın ilk şartı ise, vücut organlarını ve elbiseyi içine alıcı manasıyla temizliktir.
181 Mü’min 64, Tegâbun 3, Tin 5
182 Et-Tac 5/64.
181
Temizliğin önemi
Kılık-kıyafet güzelliğinin esası temizliktir. Temizlik olmaksızın kılık-kıyafet güzelliğinin düşünülmesi bile mümkün değildir. Bunun içindir ki Yüce dinimiz, temizliğe son derece önem verilmesini emretmiştir.
“Temizliği İslâmî imanın yarısı” olarak nitelendiren Peygamberimiz (s.a.)
temizlikle ilgili bir diğer hadîslerinde ise şöyle buyurmuştur:
“Gücünüz yettiği kadar temiz olmaya çalışınız. Allah İslâm Dini’ni temizlik
üzerine kurmuştur. Cennet’e de ancak temiz olanlar girecektir.”183
Temizliğe yapılan bu umumî/genel tesbit ve çağrılar yanı sıra vücut, elbise, mekân ve çevre temizliği üzerinde de özellikle ve özenle durulmuştur.
Biz konumuz bunlardan yalnızca vücut ve elbise temizliği üzerinde duracağız.
182
A) Vücut temizliği
Rabbimizin ve Peygamberimizin emirleri gereği olduğu için ibadet olan
vücut temizliğini Kur’ân ve Sünnet çizgisinde şöylece açıklayabiliriz.
Gusül/Boy abdesti temizliği
Gusül abdesti cünüplük denilen ve namaz gibi bazı ibadetlerimize engel
olan manevi kirliliğimizi giderdiği gibi maddi kirlerimizi de gideren ibadet görevimizdir Çünkü onu Rabbimiz emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“…Cünüp olduğunuz zaman vücudunuzu baştan aşağı yıkanınız/gusül abdesti alınız...”184
Vücudumuzdan meni çıktığı, meni gelsin veya gelmesin cinsel ilişkiye girildiği zaman gusül abdesti almak gerektiği gibi Bakara sûresinin 222. âyetine
göre de ay halinin bitiminde gusül abdesti alınması gerekir.
Peygamberimiz, cünüplük ve ay hali gereği boy abdesti alınamadığında,
haftada bir defa mutlaka yıkanılmasını görevimizi de şöylece açıklamıştır:
“Allahın rızasını kazanmak için yedi günde bir başını ve vücudunu yıkaması,
her bir mü’minin görevidir.”
183 Mişkâtül-Mesabîh, Hadîs No: 296, El-Camiüs-Sağir Harfü-Ta.
184 Maide 6.
“Cuma günü bütün vücûdunu yıkamak ergin her mü’minin yapması gereken görevidir.”185
Namaz abdesti temizliği
İslâm Dini’nin îmandan sonra yüklediği ilk görev ve fiilî bir îman belgesi
olan namaz için Kur’ân’ımızda Rabbimiz abdest almamızı emretmiştir:
Namaz için alınması farz bir görev ve ibadet olan abdest yüz, eller, ayaklar
ve baş gibi uzuvların normal olarak günde beş defa yıkanması ve mesh edilmesini sağlayan bir vücut temizliğidir.
Diş temizliği
Dinimiz, asrımız tıbbında önemi daha iyi kavranan diş temizliği üzerinde
de ehemmiyetle durmuştur.
Yatarken kalkarken, abdest alırken ve yemek sonralarında her vesile ile
dişlerini temizleyen Peygamberimiz (s.a.) bu mevzuda şöyle buyururlar:
“Ümmetime ağır geleceği endişesini taşımasaydım her abdestte dişlerin misvaklanmasını; (özel araçlarla) temizlenmesini emrederdim.”
Pek çok olan hadisleriyle diş sağlığının kılık-kıyafet güzelliği ve vücut sağlığı ile yakın ilgisine işaret buyuran Peygamberimiz, (s.a.) diş temizliğine özen
göstermeyen bazı sahâbilere “Size ne oluyor da dişleriniz sararmış olduğu halde
huzuruma geliyorsunuz?” buyurarak diş temizliğine teşvik buyurmuştur.186
Aşağıda sunacağımız hadîs de diş temizliğinin pek hayırlı bir amel olduğunu öğretmektedir.
Ebû Eyyüp (r.) anlatıyor.
Allah’ın Resûlü aramıza katılıp şöyle buyurdu:
-Ovalayıp-karıştırarak temizlik yapanlar pek güzeldir.
Onların kimler olduğu sorulunca da onların, abdest vesîlesiyle ve yemekten ötürü temizlik yapanlar olduğunu bildirerek şu açıklamayı yaptı:
185 M. Mesâbîh, Hadîs No: 538, 539.
186 Diş temizliği (Misvak) ile ilgili geniş bilgi için bak. Min Mirkatil-Mefâtih... 1/300,
Mecmeüz-Zevâid 1/220.
183
Abdest vesilesiyle ovalayıp karıştırarak temizlik yapmak, parmaklar arasını
yıkamak, ağza ve burna su vermektir.
Yemekten ötürü ovalayıp karıştırarak temizlik yapmak ise dişler arasındaki yemek kırıntılarını gidermektir.
(Kişinin sağ ve solundaki amellerini yazmakla görevli) iki meleğe refaket ettikleri mü’mini dişleri arasında yemek kırıntıları olduğu halde namaz kılar görmekten daha ağır gelen bir durum yoktur.187
Bilindiği gibi diş temizliği hassas Müslümanlarca misvakla yapılırken, çoğunluğumuz tarafından fırça ve diş macunu ile yapılmaktadır.
184
Asıl olan diş sağlığı ve temizliği olduğu için şüphesiz diş fırçası ve macunu da kullanılabilir. Ancak Müslüman toplumların uygulamasında misvakın
önemli bir yeri olduğu açıktır. Misvak kullanımına da devam edilmelidir. Kaldı ki misvak yatırımı gerektirmediği için daha ekonomiktir. Üstelik de taşınabilirdir.
Burada konu edilmişken misvakın tıbben de tercih edilebilir olduğunu
ilmî bir iktibasla açıklamaya çalışalım:
“Misvak: Bir nev’i fırçadır. Ağaç köklerinden (kısmen yumuşak olduğu için,
çünkü ağacın dalları daha serttir) istifade edilir. Diş etinin masajı mevzuunda en idealdir. Fırçadan şu hususlar dolayısıyla tercih edilir. Fırçanın telleri kıl veya naylondur, kopup yutulması az da olsa mahzurludur. (Apandisit yapabilir.) Misvakın telleri nesc-i nebatîdir; bitkisel dokuludur. Yutulmasında öbürü kadar mahzur yoktur. Sonra elyafı daha gürdür ve daima ucundan eksildikçe altından yenisi çıkarılarak tazelenir. Hattâ kendisinde az da
olsa antiseptik bir usare de vardır ki ağızdaki mikropların hastalık yapmasına mâni olabilir.”188
Saç temizliği
Kadınların saçlarının dipten kesilmesinin yasaklandığı dinimizde, vücût
estetiği ve temizliğinin bir bölümü olarak saç temizliğine de önem verilmiştir.
187 M. Zevâid, K. Et’ime B. Tahlîlil-Esnan 5/29.
188 Beşir Akınal, Nesil 1978 Şubat,
Hac ve umre ihramlarından çıkışlarındaki kesmeleri dışında sürekli saç
bırakan ve saçlarına özen gösteren Peygamberimiz, gösterilmesini şöylece
(s.a.) şöyle emir buyurmuştur:
“Her kimin saçı varsa (temizleyerek ve tarayarak) bakımını iyi yapsın.”189
Diğer temizlik görevleri
Vücût temizliği ile alâkalı olarak sünnet olmak (hitan) kasık ve koltuk altı kıllarını gidermek ve tırnak kesmek gibi diğer mühim vazifelerimizi de Peygamberimizin nakledeceğimiz şu hadîslerinden öğreniyoruz.
Aziz Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyururlar:
“On şey fıtrattandır; Peygamberlerin teblîğ ettikleri şerîatlerde yer alan ve
uygulanan görevlerdendir.
Sünnet olmak, kasık ve koltuk altı kılları gidermek, tırnak kesmek, bıyıkları kırpmak, ağza su vermek misvak kullanmak, burun temizlemek, sakal bırakmak, yemeklerden önce ve sonra elleri, bilhassa parmak boğumlarını yıkamak, tuvalete çıkıldığında küçüğünde kurulanıp büyüğünde su ile taharet almak/temizlenmek.”190
Değindiğimiz bu temizlik görevlerinin bir kısmına ileride “Vücudumuz
üzerinde yapmamız gerekenler.” bölümünde açıklık getirmeye çalışacağız.
Ön ve arka organları su ile temizlemek
İslâm Dini’nin vücût temizliği ile alâkalı olarak emrettiği bir mühim temizlik türü de su ile taharetlenmek/temizlenmektir. Peygamberimiz su ile temizlenirler ve suyu tavsiye buyururlardı.191
Suyun bulunmadığı yerlerde örneğin yerleşim dışı açık alanlarda temizliği sağlamak için küçük taşların kullanılabilirliğini ölçü alarak devrimizde suyun bulunmadığı yerlerde tuvalet kâğıtlarının kullanılabileceğini söyleyebiliriz. Bu gibi durumlarda tuvalet kâğıdı kullanımı, dinimizin emir buyurduğu
temizliğe daha uygundur. Üstelik bunda zarûret de vardır.
189 Ebû Davud, K.Tereccül Babün Fî îstahis-Şa’ri.
190 Mişkâtül-Mesâbîh, Hadîs No 379.
191 Buharî, K. Vudû Babul-İstinca Bil-Mai.
185
Böyle suyun bulunmadığı durumlarda değil de bâtıl din ve ideoloji mensuplarında görüldüğü üzere normal durumlarda kâğıt kullanmak caiz olamayacağı gibi yeterli olduğu da ileri sürülemez. Zira kâğıtla temizlenmenin
tam anlamıyla mümkün olamayacağı, dolayısıyla vücûdun mikrop barınağı ve
parfümle giderilme ihtiyacı duyulacak pis koku kaynağı olacağı açık bir gerçektir.
Bu sebeple İslâm su ile temizlenmeyi vazife kılmıştır.
Su ile taharetlenme, Rabbimizin sevgisine ileten bir ameldir. Aşağıda sunacağımız hadis bunu öğretmektedir.
Su ile taharete devam ediniz
186
Medine asıllı mü’minler olan Ensar’ı övgü için Rabbimiz Tevbe sûresinin
108. âyetini indirince takdirlerini ifade buyurmak için Allah’ın Resulü onlara sordu:
-Ey Ensar Topluluğu! Allah; “... Orada temizliğe gereğince özenen mü’minler
vardır. Allah temizlik hususunda titizlik gösterenleri sever.” buyurarak temizliğinizden ötürü sizi övdü. Siz nasıl temizlik yapıyorsunuz?
Onlar da şu cevabı verdiler:
-Ya Resûlellah! Biz su ile taharetleniriz. Cünüb olduğumuzda yıkanır, namaz kılmak için de abdest alırız.
Allah’ın Resulü, aldığı bu cevap üzerine şöyle buyurdu:
-Doğru temizlik yapıyorsunuz. Aman bu şekilde temizliğe devam ediniz.”192
Güzel koku sürünme
Hiç şüphesiz temizliği tamamlayan unsurlardan birisi de güzel koku sürünmektir. Güzel kokunun ilgi uyandırmada, iletişimi sağlamada ve saygınlığı artırmada önemli etkisi vardır.
Sevgili Peygamberimiz güzel kokunun dünyadan kendisine sevdirilen bir
kıymet olduğunu açıklamış, güzel kokular sürünmüş ve sürülmesin öğütlemiştir.193
192 M. Mesâbîh Hn. 463.
193 Müsned 3/128.
Sevgili Peygamberimize bizzat kendinin güzel kokular sürdüğünü açıklayan eşi Âişe annemizin aktarımına göre, eşler arasında cazibeyi artırıcı kokular
sürülmesi de Peygamberimizin fiili tavsiyeleri arasındadır.194
Kadınlar mahremleri yanında güzel kokular sürünebilirler, eşleriyle baş
başa kaldıklarında ise sürünmelidirler. Ancak Müslüman kadınlar, eşleri ve
mahremleri dışındaki erkekler katında cinsel cazibe oluşturma amacıyla kokulanamazlar. Allah şanını artırsın, bu konuda güzel Peygamberimiz şöylece
uyarıda bulunurlar:
“İlgi odağı olmak için kokulanarak erkeklerin arasına dalan kadın, (şehvetle
bakma benzeri) günaha girmiş olur.”195
B) Elbise temizliği
Kılık-kıyafet güzelliği için vücut temizliği kadar elbise temizliği de gerekir.
187
Elbise temizliği pek önemli olduğu içindir ki Rabbimiz Elçiliği ile görevlendirdiğinde Peygamberimize “Elbiseni temiz tut.” emrini vermiştir.196
Allah’ın Resûlü de temizlik hususuna son derece önem vermiş, elbisesi
kir-pas içinde olan bir kişi görünce sahâbilerine bu hali tasvip etmediğini açıklamak için şöyle buyurmuştur:
-Bu adam elbisesini yıkayıp temizlemek için bir şey bulamamış mı ki bu şekilde insanların arasına çıkabiliyor.197
İslâm’a göre elbisenin temiz olabilmesi için görünür kirler yanı sıra görünmez kirlerden de arınmış olması lazımdır. Bir başka anlatımla elbisenin namaz kılınabilir derecede temiz olması; sidik, kan, irin bulaşmamış ve üzerine
alkollü içki dökülmemiş olması gerekir.
194
195
196
197
Buharî, Ğüsl B.Tetayyebe…
İ.Mace, Fiten 1 9,.
Müddessir 4.
Et-Tac 3/162.
Giyimle İlgili İslamî Şartlar
Giysi kültür farklılığını yansıttığı ve tanıtıcı nitelik taşıdığı için İslâm Dini, kendisine inananlar için bağımsız ve özgün kimlik inşası amacıyla giyimle
ilgili ölçüler koymuştur.198
188
Dinimizin koyduğu kuralları, verdiği emirleri ve yaptığı tavsiyeleri giyimin maddî ve manevî şartları olmak üzere iki ana kısımda inceleyebiliriz.
Şartlarını Taşıyan Giyim İbadettir
Giyim konusu işlenirken belirlenmesi gereken ilk konu onun bir ibadet
görevi olduğu gerçeğidir.
Yüce Allah bütün yeryüzü varlıklarını, en güzel şekilde halk ettiği insan
için yaratmış, güneş, ay ve yıldızlar gibi göksel yaratıkları da ona hizmet verecek şekilde yapılandırmıştır. İnsanı da kendi zatına ibadet etmesi için halk
etmiştir.199
İbadet Allah’ın ve Peygamberi Hz. Muhammed’in emirleri ve yasaklarına
itaat emektir. İnsan, ibadetiyle dünya hayatını anlamlandıracak ve Cennet’lere
kavuşacaktır.
198 Özgün çizgileriyle İslâmi kimliği yansıttığı ve İslâm’ın toplumsal gücüne işaret ettiği
için İslâm dışı veya karşıtı kişiler ve kurumlar özelliklerini açıklayacağımız giysi şeklimize karşı çıkmakta, temel haklar ve özgürlüklerimizi çiğneme sebebi görmektedirler.
Türkiye’de orta ve yüksek öğretimde ve de resmi kurumlarda sürdürülen, Tunus örneğinde ise caddelere taşırılan bu yasaklayıcı karşıtlık, İslam Dünyasında batı emperyalizminin demokrasi muhalifi, yerli jakoben laik müttefikleri aracılığıyla sahnelenmektedir.
199 Tin 5, Bakara 28, Zariyat 56.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de biz insanlara korumamız gereken yerlerimizi örtecek giysiler verdiğini bildirmekte ve giysi ile ilgili uygulamamız gereken
emirler vermekte ve yasaklar koymaktadır. -Allah şanını artırsın- Aziz Peygamberimiz de Rabbimizin buyruklarına açıklık getirmektedir.
Kur’ân bütün Peygamberlerin ortak teblîği olan İslam Dini’nin son ilâhi
yasalarını içeren İlâhi Kitap’tır. O, Muhammed’e indirilmiş Allah sözüdür. Giysi ile ilgili emiler ve yasaklar, Kur’ân’la bildirilen ve Hz. Muhammed tarafından açıklanan yasalar olduğu için, bu yasaların gereğini yapmak ibadettir Bu
sebeple giyimle alakalı olarak bilinmesi gereken ve uygulamayı vicdan zevki
haline getirecek temel konu budur.
-En doğrusunu Allah bilir- Giysi ile ilgili ilahi buyrukların amacı, insanı
bilinçlendirmektir; onu, Allah’ın rûhu, malları ve toplumsal hayatı yanı sıra
bedeni üzerinde de egemen olduğu bilincine erdirmektir. Bu ana sebebe bağlı olarak içgüdüleri aklın ve ilâhi kuralların denetimine almaktır/aldırmaktır.
İlişkileri cinsiyet üzerinden değil kişilik üzerinden kurmaktır/kurdurmaktır.
Toplumsal hayatın çekirdeği ve İslâmî düzenin ana kurumu kılınan aile hayatına yönlendirmektir. Sağlığı ve estetiği korumaktır. İlâhi irade gereği yasaklanan zinadan ve zinaya götürücü işlerden sakındırmaktır.
189
Giyimin Maddî Şartları
190
Giyimin maddî şartlarını, giysinin Kur’ân ve Sünnet buyruklarına göre
başı ve vücudu örtecek şekilde sık dokulu ve geniş, giyinenin cinsiyetine uygun, helal kılınan maddelerden yapılı, sadeliği içinde güzel, bâtıl din ve ideoloji mensuplarının giysilerine aykırı olması şeklinde özetleyebiliriz. Bunlardan
ilki kadın ve erkekte faklılık gösterirse de, diğerleri müşterektir.
A- Elbisenin Kur’ân ve sünnet buyruklarına göre baş dahil vücudu örtmesi, sık
dokulu ve geniş olması
Giysinin bu maddî şartı, kadınlar ve erkeklerde farklıdır. Giysinin örtücü niteliği, kadını çağrıştırdığı ve ayrıntılı olarak düzenlendiği için önce kadın
giysisini konu edineceğiz.
Kadınların giysisi
Her hangi bir konunun İslam zaviyesinden bakılarak incelenebilmesi için
-eğer varsa- Kur’ân âyetlerinden başlanması, Sünnet’le de örneklendirilmesi gerekir.
a- Kur’ân-ı Kerîm’de kadın giyimini konu edinen ikisi temel olmak üzere
üç âyet vardır. Bunlardan ilk indirileni, Ahzab Sûresi’nin 59. âyetidir. Biz de bu
âyetten başlayacağız.
Bu âyette Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey Peygamberim! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle/emret.
Cilbab’larını baştan aşağı sarkıtarak örtünsünler. Böylesi örtünmeleri (ahlâki çizgide yaşayan erdemli kadınlar olarak) tanınmalarına, (bakışla, sözle ve elle) in-
citilmemelerine daha uygundur. Allah çokça bağışlayan ve pek çok merhamet edendir.”
Kadının örtünmesi ile ilgili bu ilk emir, ikinci emir olan Nûr Sûresi’nin
31. âyeti gibi Peygamberimiz aracılığıyla verilmektedir.
Bu emirlerin Peygamber devlet başkanı olan Peygamberimiz aracılığıyla verilmesi, -Doğrusunu Allah bilir.- Kıyamet Günü’ne kadar İslâm’ı teblîğ ve
uygulama konumunda olacak bütün ilim adamları, yöneticileri ve velîleri görevlendirmek içindir. Çünkü örtünme yalnız kadınları değil, Toplum Ahlâkı’nı
oluşturup yaşatmak ve korumak konumunda olan kadın erkek tüm ergenlerin yükümlülüğüdür.
Âyette geçen Celâbîb kelimesi Cilbab’ın çoğuludur. Cilbab, sözlükte baş
örtüsü, büyükçe baş örtüsü, boğaz çukurundan aşağıya doğru salınan giysi,
vücudu bütünüyle örten örtü manalarına gelir.200 Ala harf-i cerli İdna fiili ile
kullanıldığında vücudu baştan aşağı bürüyecek örtü olarak anlamlandırılır.
Cilbab emri, yarı çıplak gezinen kadınlara değil, baş örtüsü takan, ama gerdanlarını, göğüs çatallarını açıkta bırakan, ayaklarına halhal takınan ve bu şekilde
Mescid-i Nebî’de cemaat namazlarına katılan kadınlara verilmiştir. Ama cilbab emriyle nerelerin açıkta bırakılabileceği, kimlere karşı örtünme ile yükümlü olunmayacağı ve şeklî bir örtünme ile yetinilip yetinilmeyeceği, bir diğer anlatımla süs vasfını
taşıyan giysi ve aksesuarların kullanılıp kullanılmayacağı açıklanmamıştır. Değinilen ayrıntılar açıklanmamakla birlikte açıkta bırakılan organların kapatılması gereği öğretilmiştir. Bu ayrıntılar daha sonra indirilen Nûr sûresinin 31. âyetiyle açıklığa kavuşturulmuştur.
Yapılan açıklamalar ışığında Kur’ân’dan hareketle anlamlandırılması gereken Cilbab, Nûr sûesinin 31. âyetiyle vücut zînetinin kendilerine açılabileceği
bildirilenlerin dışındaki kişiler yanında -ev içinde veya dışında- giyilmesi gereken giysidir. Tek veya çok parçalı olabilir. Somutlaştırırsak cilbab, baş örtüsü ile birlikte bir manto veya baş örtüsü ile beraber genişce ve uzunca ceketetek ya da çarşaftan oluşturulabilir.
Kur’ân’dan değil de sözlük anlamlarından hareketle cilbabın yalnızca top-
200 Kadınlara mahsus bir tür giysi.Car’dan küçüktür.Üstlük denilen ve bürünülen giysi.
Bazılarına göre Hımar manasına baş örtüsü. Bak.Kamus Tercümesi
191
lum içine çıkıldığında giyilecek dış elbise olarak ve cilbabın Kur’ân’n indirildiği tarihî dönemde hür ve cariye kadınların ayırımını sağlayan ve bu gün için
de kullanımına gerek kalmayan giysi olarak değerlendirilmesi doğru değildir.
Allah, Kur’ân’da “mü’min cariyeleriniz” ifadesini kullanırken ve cilbabla
örtünme çağrısı mü’min cariyeleri de içine alan mü’minlerin kadınlarına yapılırken, mü’min cariyeleri, mü’minlerin kadınları kapsamı dışına çıkarmak, hür
kadınlar gibi örtü ile yükümlü olmadıklarını söylemek, böylece yanlış yorumlara sebep olmak hatadır.201
b- Kadın giyimi ilgili ikinci âyet Nûr Suresi’nin 31. âyetidir.
Bu âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
192
“Mü’min kadınlara söyle! Onlar da gözlerini cinsel amaçlı bakışlardan çevirsinler. Cinsel organlarını (dıştan görülür olmaktan; zinaya aracı kılmaktan) korusunlar. Yalnızca tabîi olarak kendiliğinden görüneni dışında ki zînetlerini açığa
vurmasınlar. Başörtülerini yakalarının üstüne salsınlar. Zînetlerini kocalarından,
babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından erkek kardeşlerinden erkek kardeşlerinin veya kız kardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından yahut yasal olarak sahip oldukları kimselerden yahut kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkeklerden, ya da kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklardan başka kimsenin önünde açığa vurmasınlar. (Yürürken) gizledikleri zînetlerini belli edecek şekilde ayaklarını yere vurmasınlar. Siz
ey mü’minler! Hepiniz topluca günahlarınızdan dönüp Allah’a yönelin ki, kurtuluşa/esenliğe erişesiniz.”
Âyet, Ahzab sûresinin 59.âyetinde olduğu gibi ‘Ey Peygamber!” hitabı ile
değil,“Söyle” emri ile başlamaktadır. Böyle olmakla birlikte ilk muhatap Peygamberimizdir ve muhatap olma konumundaki bilgilendirici, uyarıcı ve yönlendirici bütün yükümlülerdir.
“Mü’min kadınlara söyle” buyrulduğu için ilâhi emrin kendilerine iletileceği kadınlar da iman eden kadınlardır. Mü’min olmayan kadınlara bu gibi emir-
201 Nisa 25, Ahzab 59.
Abdurrezzak’ın Musannef’inde açıkladığı üzere Hz. Ömer dönemi dahil, ilk devirlerde
mümin cariyeler cilbabla örtünürlerdi.
ler verilemez. Örtünme gibi emirlerin gereğini üstlenebilecekler; bilinçli olarak böylesi bir erdemle yükselebilecekler ancak inanan kadınlar olabilir.
Âyetin ana buyruğu, belirlenen şartlar içinde kadınların Zînet’lerini açığa vurmamasıdır. Anahtar kavram Zînet sözcüğüdür.
Zînet, Kur’ân’da pek çok sûrede elbise, süs ve güzel nesne gibi birbirine
yakın fakat farklı anlamlarda kullanılan bir kelimedir. Bu anlamlardan hareketle burada çağrışım yapılabilecek manalar; elbise, süs nitelikli aksesuar, cinsel organ ve bütün vücut olarak özetlenebilir. Gizlenemeyeceği için zînete elbise manası verilemeyeceği gibi süs nitelikli aksesuar anlamı da verilemez.
Ayetin bir önceki cümlesinde cinsel organların korunması geçtiğinden bu anlam da verilemez. Bir tek ihtimal, vücut anlamında kullanılmış olacağıdır. Nûr
sûresinin 58. âyeti de bu gerçeği doğrular.
Zînet sözcüğünün taşıdığı “güzel nesne” anlamı, bu anlamın Kurânda
kullanılmış olması, âyetin bütünü, Hz. Peygamber dönemi uygulaması ve de
İslâm alimleri arası genel kabul de zînetin vücut anlamını doğrulamaktadır. O
halde âyetin zinetle ile ilgili bölümünün manası şöyle olur:
“…Tabîi olarak kendiliğinden görüneni dışında vücutlarını açığa vurmasınlar…”
Bu şekliyle âyet, bütün kadınların güzel konumunda olduklarına işaret etmektedir.
Kadın vücudunun kendiliğinden görünen kısmı neresidir?
Sevgili Peygamberimizin açıklamaları; uyarıları ve de ihtiyaç ve zarûretler
görünen kısmın yüz, eller ve topuktan bir karış yukarısına kadar ayaklar olacağıdır. Başta Hanefi Mezhebi müçtehitleri olmak üzere İslâm bilginlerinin çoğunluğu bu görüştedir.202
İnsanın yaratılış düzeni de bunu gerektirir. Çünkü insanın yüzü kimliğini
yansıtan ana organıdır. Onun örtülü olması, kimliğini yansıtamaması anlamına gelir ki böylesi bir anlayış, kulluk görevini yapabilmesi için Rabbinin ona
verdiği haklar ve hürriyetlerin kullanımını sınırlar. Üstelik kadının rahat nefes alabilmesi, özgürce bakabilmesi, konuşabilmesi, ihtiyaçları için ellerini ve
ayaklarını kullanabilmesi kaçınılamaz zarûretlerdir.
202 El-İhtiyar 1/46
193
14 asır öncesinden başlayıp Kıyamet Günü’ne kadar devam edecek çizgide değişik coğrafi bölgeler ve iklimler içinde yapılması gerekecek farklı üretimler, tarımsal faaliyetler, muhtelif hizmetler, iştirak edilecek savaşlar ve yaşanabilecek fakirlikler, ancak kadınların katkısı ile karşılanabilecek ihtiyaçlar,
çözümlenebilecek problemlerdir. Yüzleri, elleri ve ayakları örtülecek kadınların hayati aktivitelerini dinimizin gerektirdiği kolaylık ilkesi içinde yapamayacakları açıktır.
Kaldı ki “Tabîi olarak kendiliğinden görünen vücut organlarının yüz eller ve
ayaklar olabileceği,” Kur’ân’ın işaretleriyle ve -Allah şanını artırsın- Peygamberimizin onaylarıyla da doğrulanmıştır.
Mü’min erkeklere verilen cinsel arzulu bakışlardan korunulması ile ilgili
Kur’ânî emir, Rabbimizin kadınlarla biatlaşması için Peygamberimize yüklediği görev, Hz. Musa’nın daha sonra eşi ve baldızı olacak kadınlarla konuşması yüzün kendiliğinden görünür kabul edilebileceğinin Kur’ânî işaretleridir.203
194
Sevgili Peygamberimizin, şeffaf bir elbise giyinik olduğu halde yanına gelen baldızı Esma’ya arkasını dönüp sarığından bir parça kesip vererek ergin
kadınların yüz ve eller dışındaki vücut organlarını örtmeleri gereğini vurgulaması; yüz bini aşkın mü’minler topluluğu ile yaptığı Veda Haccı’nda ihramlı kadınların yüzlerini örtmesini yasaklaması argümanlarımızdır. Veda haclarında kendisine soru yönelten genç kadınla bakışan terikesindeki amcası oğlu
Fazl’ın yüzünü elleriyle bizzat çevirirken, kadına yüzünü örtmesine ilişkin bir
emir vermemesi de delilimizdir.204
Peygamberimizin “Allah’a ve Ahiret günü’ne inanan kadın, ellerini ancak dirseklerin yarısına kadar açabilir.” diyerek bizzat göstermesi, kızı Fatıma’ya yönelik beyanlarında topuklardan dize doğru bir karış yukarısına kadar açılabileceğine onay vermesi ve bu onayını, eşi Ümmü Seleme annemizin sorusuna verdiği cevapta dile getirmesi, özetlediğimiz genel kabulü doğrulamaktadır.205
Üstelik Kur’ân’da ve Sünnet’te tabîi olarak kendiliğinden görünen zînetin,
yüzü, elleri ve ayakları içine almadığını gösterir bir tek işaretin bile yer almamış olmaması, açıklanan hükmün doğruluğunu pekiştirmektedir.
203 Nûr30, Mümtehine 12, Kasas 23.
204 Ebu Davud, Libas 34, Müslim, Hac 409, Tirmizi, Hac 18.
205 Taberi, Nûr 31, Ebu Davud Hn.1119, Avnül-Mabud 11/177, Tirmizi Libas 8.
Saçlar görünebilir mi?
Burada tabîi olarak kendiliğinden görünebilir zînet kapsamına saçlar alınabilir mi şeklinde bir soru sorulabilir. Alınamayacağını âyet göstermektedir.
Açıklayalım.
Hz. İbrahim’in teblîğ izlerinin görülebildiği Mekke ve Medine toplumları geleneğinde saçların örtülmesi, asalet nişanı olarak varlığını sürdürüyordu. Ancak büyük çoğunluk örttükleri başörtülerini arkalarına salarak boyun
ve gerdanı açıkta bırakıyor, bir diğer anlatımla yaka yırtmaçlarını geniş tutarak göğüslerini sakınmıyordu. Dönemimizde de modalaştırılan bu cahiliye geleneğini yıkmak ve yapılması gerekeni belirlemek için Rabbimiz âyetin devamında şöyle buyurdu:
“…Başörtülerini yakalarının üstüne salsınlar…”
Burada anahtar kelime “hımar”ın çoğulu “humur”dur. Hımar soyut örtü
değil, baş örtüsüdür. Alkollü içki anlamında ki Hamr da ay köktendir. Hamr
aklı, hımar başı örter. Ancak hımar kendisiyle boyun ve yaka yırtmaçlarının
örtülerek göğüs bölgesinin kapatılabileceği büyükce baş örtüsüdür. Cilbab
bunun daha büyüğüdür. Allahın kullanılmasını istediği hımar’dır.Yani baş örtüsüdür. Pek tabîi olarak hımar önce görevini yaparak saçlarla birlikte başı örtecektir. Peygamberimizin denetimindeki uygulama da böyle olmuştur.206
Hz. Aişe annemiz Hımarın/baş örtüsünün kullanımı ile ilgili ilâhi emrin
verildiği gece Medine’de bir devrim yaşandığını şöyle anlatıyor:
Allah’a yemin ederim ki Allah’ın Kitabı’na iman ve onu doğrulama yönünden
Ensar’ın kadınlarından daha bilinçlilerini görmedim. Erkekler, Allah’ın kadınlarla
ilgili olarak indirdiği örtünme ile ilgili âyeti, evlerine gelerek eşleri,kızları,kız kardeşleri ve diğer kadın akrabalarına okuduklarında, onların her biri, elbiseleri ve bulabildikleri kumaş parçalarından Allah’ın indirdiği hükme imanlarını pekiştirmek
206 Rağıb, El-Müfredat. Hamere maddesi. Baş anlamına gelen Re’s sözcüğü ile kullanılmadığı için Hımar’a baş örtüsü denilemeyeceğini ileri sürenlere anlayabilecekleri dilden
bilgiler verelim. Değişik baş örtüsü türlerini içine alan kelimelerde örneğin Nasîf gibi
sözcüklerde de Re’s takısı yoktur.
Türkçede kullandığımız kavuk, kalpak, sarık, takke, tülbent, yaşmak, yazma, yemeni
gibi sözcüklerimizde baş takısı yoktur. Bere, kasket, şapka gibi yabancı kökenli kelimeleri de baş sözcüğü ile kullanmıyoruz.
195
için birer baş örtüsü hazırladılar. Ertesi gün sabah namazına başörtülerine bürünmüş olarak katıldılar. Sanki başlarında kumaştan kargalar varmış gibiydiler.207
Soruya cevabımızı özetleyelim:
Saçlar tabîi olara kendiliğinden görünür zînet kapsamına alınamaz.
Açıklamalarımız ışığında net olarak görülebileceği gibi, İslâm kadını’nın
giysisinin ana unsurlarından biri olan saçları içine alacak nitelikli baş örtüsü,
Rabbimizin emridir.İnanırsınız- inanmazsınız, uygularsınız veya uygulamazsınız bu ayrı bir konudur.Ancak baş örtüsü Müslüman kadınlara yönelik ilâhi
yasadır.
Örtünme emrinin kendilerine karşı uygulanmayabileceği kişiler
kimlerdir?
196
Nûr sûresinin 31.âyetinin buraya kadar açıkladığımız bölümleri şöylece
özetlenebilir:
Kadınların yüzleri, elleri ve ayakları hariç; saçları, boyun ve göğüsler üstü gerdan bölgesi dahil olmak üzere bütün vücutlarını örtmeleri, bir diğer anlatımla açığa vurmamaları Rabbimizin buyruğudur.
Pek tabîi ki kendilerine karşı vücudun örtüleceği kişiler bütün erkekler
değil, yalnızca kendileriyle evlenilebilecek olan erkeklerdir. Kendileriyle ebediyen evlenilemeyecek olan erkeklerle, ailenin bir parçası olmuş yasal hizmetçi konumundaki kişiler, aile ile ilişkiler kurmuş cinsellikten kalmış erkekler,
kadınlara ilgi duyacak yaşa gelmemiş çocuklar ve kadınlardan oluşan yakın
çevre, kapsamın dışında tutulmuşlardır:
“…Zînetlerini kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından,
üvey oğullarından erkek kardeşlerinden erkek kardeşlerinin veya kız kardeşlerinin
oğullarından, kendi kadınlarından yahut yasal olarak sahip oldukları kimselerden
yahut kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkeklerden, ya da
kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklardan başka kimsenin
önünde açığa vurmasınlar…
Vücut zînetinin gösterilebileceği kendileriyle ebediyen evlenilemeyecek
olanlara Nisa Sûresi’nin 23.âyetiyle amcalar, dayılar ve süt kardeşler de dahil
207 Taberi Nûr 31, Ebu Davud Libas 33.
edilmiştir. İstisna edilenler evlenilemeyecek olanlardır, kendilerine karşı cinsel kıskançlık duyulamayacak kişilerdir.
Vücut zînetinin yanlarında açılabileceği kişiler arasında “Kendi kadınları”
şeklinde geçen kadınlar, Müslüman kadınlar yanı sıra -Doğrusunu Allah bilir- mümin erkekler tarafından kendileriyle evlenilebilecek namuslu Ehl-i Kitap kadınları da içine alabilecek genişliktedir. Ancak örtünmenin amacı ahlâkî
olduğu için, inananlardan da olsalar, fahişeler,lezbiyenler, dişi magazinciler ve
benzerleri, yanlarında vücut zînetlerinin açılabileceği kadınlar arasına alınamazlar.
Ayette zikredilen “Yasal olarak sahip oldukları” anlamındaki ifade erkek veya kadın yasal statülü esirleri ve sözleşmeli hizmetçileri içine alacak kapsamdadır.
Dolayısıyla erkek hizmetçiler de yanlarında vücut zinetinin açılabileceği
kişiler arasındadır. Bu durum, götürdüğü hizmetçiyi görünce, kullanabileceği
mevcut imkânlarıyla başını veya diz altını örtemeyeceği için tedirgin olan kızı
Fatıma’ya Peygamberimizin -sakınca yok- buyurmasıyla örneklendirilmiştir.208
İncelediğimiz âyette, vücut zînetinin yanı başlarında açılabileceği kişiler
arasında “…Kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkekler…”
şeklinde anılanlar, aile ile ilişkili olup yaşamlarını alacakları maddî ve manevî
yardımlarla sürdürecek olan cinsellikten yoksun yarı özürlü kişileri içine alır.
Kadınlar zînetleri olan vücutlarını kendileri için istisna
getirilenler, örneğin kardeşler ve kayınpederler yanında
açığa vurabilirler mi?
Konumuz olan âyetin başında üreme organları ve çevresi anlamına Ferc’lerini korumaları emredildiği ve Araf sûresinin 26.âyetinde giysilerin ön ve arka
organlar manasına Sevât’ın örtülmesi için verildiği bildirildiğinden, İslâm bilginleri gösterilemeyecek vücut bölümünün göbekle diz kapakları arasını içine aldığında görüş birliği içindedirler. Birbirlerine helâl kılındıkları ve birbirlerinin bütün vücutlarına bakabilecekleri için eşler pek tabîidir ki bu kuralın
dışındadır.
208 Ebu Dacud Libas 35. Hn. 4106.
197
Kadınların, kendilerine vücut zînetini açabilecekleri kişilere
göğüslerini, meme altı karın kısmını ve mukabili sırt bölgesini
gösterebilir mi?
Kur’ân’da ve onun açıklaması olan Sünnet’te bu ve benzeri sorulara doğrudan açık cevaplar verilmemiştir. Tüm insanlığı ve bütün kültürleri kuşatacak olan bir dinin uygulamayı, ihtiyaca, zarûrete, İslâm’la çelişmeyen örfe,
kültürel düzeye, ensest ilişkilere kapı açıp açmayacağı ihtimaline, toplumun
genel akışına ve mü’min kadının ahlâkî tercihine bırakması gerekirdi. Gerektiği gibi de olmuştur. Ancak kadınların vücutlarını ne ölçüde açığa vurabilecekleri konusunda dikkate almaları gereken genel kurallar vardır. Bu kuralara değinmeyi gerekli buluyoruz.
198
1- Kur’ân erkekleri, Müslüman olanlar ve olmayanlar şeklinde ayırdığı
gibi, zina edenlerle etmeyenler, gizlice dost tutanlarla tutmayanlar şeklinde
de ayırmaktadır. Ayrıca kendileriyle evlenilebilecek olanlarla evlenilemeyecek
olanlar şeklinde de ayırıma tabi tutmaktadır. Müslüman kadınlar da bu ayırımları yaparak davranışlarını belirlemelidirler.209
2- Nur Sûresinin 58.âyetinde yasal olarak hizmetçileştirilmiş esirlerle ergenlik çağına ermemiş çocukların, belirlenen üç vakitte izin alarak yanımıza
gelmeleri emredilmiştir. Peygamberimiz de annelerimizin odalarına izin alarak
girmemizi öğütlemiştir. Amaç çıplak veya yarı çıplak olarak görülmeyi engellemek olduğuna göre, kadınlar yarı çıplak olarak nitelendirilebilecek şekilde
vücut zînetlerini açığa vurmaktan kaçınmalıdırlar.
3- Nûr sûresinin 60. âyetiyle nikâh ümidi kalmamış yaşlı kadınların, vücut organları olan zînetleriyle kadınsı tavırlar sergilememeleri koşuluyla giysilerinin bir kısmından arınabilecekleri açıklanmıştır. Bu da kadınsı duygulardan arınamamış, duygu coşkunluğundan korunamamış, ilgi duyacaklara cesaret verebilecek kadınların, zînetlerini açığa vuramayacağı gerçeğinden hareket etmelerini görevleştirmektedir.
4- Yasaların korumacı, görsel ve yazılı medyanın yıkıcı etkisiyle ensest
ilişkilere varan zinaların yaygınlaştığı ve tabîi görülmeye başlandığı dönemler
de, şerlere yöneltici vesîlelere kapıları kapamak amacıyla vücut zînetini korumak gereği de kadınların davranışlarına yön verici olmalıdır.
209 Maide 5, Bakara 221.
5- Genelde her kadın, kendisine yönelik bakışların cinsellik içerip içermediğini kavrar, gözlerin hıyanetini sezer. Davranışların, yakınlıkların hangi
amaca yönelik olduğunu hisseder. Böylesi olumsuz bakışlar ve davranışlar da
kadınlarımızı yönlendirici olmalıdır.
Müslüman kadınlar izin verilen kişiler yanında zînetleri olan vücut organlarını ne ölçüde açığa vurabileceklerini yukarıda açıklanan kurallar çerçevesinde belirleyeceklerdir. Doğruları en iyi bilen Allah’tır.
Zînetin açığa vurulma yasağının sebebi nedir?
Nûr sûresinin açıklamaya çalıştığımız 31. âyetiyle zînetin açığa vurulmasının yasaklanış amacı, soyut örtünme değildir. Amaç, insanı, Allah’ın bedeni üzerinde de egemen olduğu bilincine erdirmektir. Bu ana sebebe bağlı olarak amaç ahlâkîdir. Ahlâkî olduğu için, ölçülere uygun giyiniş sonrasında bile davranışların ahlâkîleştirilmesi gerekir.Bu gerçeği bir örnekle açıklamak için
Rabbimiz bu âyette şöyle buyurmaktadır:
“...Kadınlar yürürken gizledikleri vücut zînetinin bilinmesi için; belli edecek şekilde ayaklarını yere vurmasınlar...”
Kur’ân’ın indirildiği çevrede kadınlar ayaklarına süs olarak halhal takarlardı. Örtünme emri öncesinde Hz. Aişe ve Ümmü Süleym gibi önder ve örnek
kadınların mahrem çevrelerince bilinir şekilde halhal takındığını biliyoruz.210
Bazı kadınlar gösterir şekilde halhallı ayaklarını kullanarak işveli yürüyüş yaptıkları için Rabbimiz ayakların kullanımı örneği ile yasak getirmiştir. Bu sebeple âyetin bağlamımız içindeki anlamı şöyledir:
“…Kadınlar dikkatleri üzerlerinde yoğunlaştırmak için tahrik edici bir tavırla
çapkınca yürümesinler…”
Ayette örtü emrine ilave olarak, örtü ile kapatılan güzelliklerin bilinmesi gibi bir amacın güdülmemesine vurgu yapılmakta, Kur’ân dilinde teberrüc
olarak nitelen çapkın yürüyüş şekli bir örnek olarak verilmektedir. Konunun
halhalla doğrudan bir ilgisi yoktur. Devrimiz cahiliyetinde halhalın yerini örneğin cinsel cazibeyi artırıcı yüksek ve ince topuklu ayakkabılar almıştır.
Örtü ile kapatılan güzelliklerin bilinmemesi amacıyla Kur’ân’ın ve Pey210 Buharî, Cihad 65.
199
gamberimizin diliyle daha bir çok yasaklar konulmuştur. Örneğin seksi kokular sürünerek erkekler arasına çıkmak, gözlerden uzak mekânlarda erkeklerle buluşmak, tokalaşma dahil cinsel haz amaçlı bedensel temasta bulunmak,
işveli konuşmalar yapmak, eşlerin ve mahremlerin katılmadığı uzun yolculuklar yapmak, güzelleşme amaçlı estetik ameliyatlar yaptırmak ve cazibeli
renklerle desenli giysiler giymek/baş örtüler takmak…bütün bunlar Kur’ân ve
Sünnet’e dayalı haram vasıflı yasaklardır.
Burada söylenebilecek son söz, yalnızca fiziksel örtünmenin yeter olmadığıdır. Zaten örtünme emrini veren Rabbimiz, örtünmenin ancak daha verimli bir ortam oluşturabileceğini bildirmektedir. Fizik örtü, Takva örtüsü üstüne
giyilebilirse amacına ulaşır. Kur’ân da böyle demiyor mu?
200
“ Ey Ademoğulları! Size açığa vuramayacağınız yerlerinizi örtmeniz ve güzellik
nesnesi edinmeniz için katımızdan nimet olarak giysi maddeleri ve onları kullanma
bilgisi verdik. Ama (örtünme emrimizi uygulamayı da içine alan) kulluk bilinci
ve yaşamı olan Takva örtüsü daha hayırlıdır. İşte bu da, insan oğlunun öğüt alabileceği âyetlerden biridir.”211
Kadın giysisinin sık dokulu ve geniş olması
Açıklamaya çalıştığımız kadın giysini konu alan iki Kur’ân âyetinde verilmeyen ayrıntılar, Peygamberimiz tarafından açıklanmıştır.
Sevgili Peygamberimiz içini gösteren şeffaf bir elbise ile yanına gelen baldızı Esma’dan yüz çevirmiştir. Kendisine hediye ettiği elbiseyi karısına veren
Diyyetül-Kelbi’ye şöyle buyurmuştur.
- O elbisenin altına bir şeyler giymesi için karını uyar. Çünkü ben o elbisenin
onun vücut hatlarını açığa vurmasından endişe ederim.
Peygamberimiz süslü elbiseler giyinen kadınlar görmesi üzerine de müminlere söylece öğüt vermiştir.
- Ey insanlar! Kadınlarınızın bakışları celbedecek şekilde süslü elbiseler
giymesini ve onların alımlı-çalımlı bir eda ile mescidlere gelip gitmesini engelleyiniz.
211 Araf 26.
Açıklanan örnekleri ve benzeri uygulamaları ve emirleriyle Peygamberimiz giysilerin sık dokulu geniş ve sade olması gerektiğini öğretmişlerdir.212
Zîneti açığa vurmamanın/örtünmenin amacı kadını
toplum hayatından dışlamak mıdır?
Yukarıda değinildiği üzere amaç, yaratılış sebebimiz olan ibadetin, giysiye ilişkin olanını yerine getirerek Rabbimizin egemenliği önünde eğilmek,
Cennetlerine girebilmektir. Bu ana gaye çizgisinde içgüdüleri aklın ve İslâm’ın
kontrolüne alarak özgün bir şahsiyet oluşturmak, aileyi koruyarak genel ahlâka katkı sunmaktır.
Kadını toplum hayatından dışlamak, Allah’ın iradesine karşı çıkmaktır.
Kadınların rûhî ve bedenî duyarlılığı sebebiyle ilgi duymadıkları alanlar vardır. Ama Kur’ân ve Sünnet yasalarıyla erkeklere açık, fakat kadınlara kapalı
alanlar yoktur. İstisnalar da pek azdır.
Erkeklerin yükümlü kılındığı namaz, zekât ve hac gibi görevlerle, içki,
kumar ve zina gibi yasaklarla onlar da yükümlüdür. Erkekler gibi onların da
eşlerini seçme, özel şartları içinde boşanma ve ekonomik görevleriyle uyumlu
mîras alma hakları vardır. Onların da üretime katılma, ticaret yapma, siyasi ve
hukukî yönden kendilerini ve diğer Müslümanları temsil ve tasarrufta bulunma hakları, gereğinde savaşlara katılma görevleri vardır.
Hz. Peygamberin uygulamalarına aykırılıkla kadınların İslâmî kurallara
bağlı olarak yapabilecekleri sosyal atılımları bir tarafa, Cuma ve Bayram namazlarına katılımlarını bile engelleyen yaklaşımlar, İslâm’ı değil sahiplerini
bağlar. İnsanı en güzel kıvamda erkek ve kadın olarak yaratan ve onlara müşterek görevler yükleyen Allah’ın ve bütün insanlara gönderilmiş Elçisinin kadınlar aleyhine ayırım yapması mümkün müdür?
İslâm’ın kadınlar için ev merkezli bir toplum hayatını önerdiği söylenebilir. Bu da düşünebilen insanlığın büyük bedeller ödeyerek kavrayabildiği bir
hakikattir.
Birilerinin İslâm adına, diğerlerinin de laiklik adına haklarını ve hürriyet212 Ebu Davud Libas 34, 36, Müslim, Libas 125. Bu bölümün açık örnekleri için İslâm’a
göre cinsel hayat isimli kitabımızın ilgili bölümüne bakımız.
201
lerini kısıtladığı İslâm kadını, İslâmî çizgiden ödün vermeden ayağa kalkmaya çalışmalıdır.
Örtünme emrine aykırılık nasıl bir günahtır?
Nûr sûresinin 31. âyetiyle ilgili açıklamalarımızı bitirirken, âyetin sonunda tövbe edilmesi ile ilgili emirden hareketle sorulmakta olan bir suâl de cevaplandırmak isteriz.
Allah’ın ve Peygamberi Hz. Muhammed’in emirlerine uymak ibadet olduğu gibi aykırılık da günahtır. Örtünme Rabbimizi emrettiği ve Peygamberimizin açıkladığı bir emir olduğu için bu emre aykırılık da günaha girmektir.
202
Kur’ân günahları Kebâir, Hatîat-Seyyiat ve Lemem olmak üzere üç kısma
ayırır.213 Peygamberimiz, büyük günahları, haksız yere insan öldürmek, zina
yapmak, yemin ederek zimmete mal geçirmek, faiz almak, namaz kılmamak,
zekât vermemek ve benzerleriyle örneklendirir. Bu sebeple örtünme emrini
çiğnemeyi orta derecede Seyyiat-Hatîat türü günah olarak değerlendirebiliriz.
Açıkladığımız âyetin sonunda “Siz ey mü’minler! Hepiniz topluca tövbe edin/ günahlardan dönüp Allah’a yönelin.” buyrulması örtünme emrini yerine getirmemenin haram bir tavır olarak günah olduğunu göstermektedir. Örtünme sürekli bir ibadet olduğu gibi örtüsüzlük de sürekli bir günahtır.
c- Kadın giyimi ile ilgili üçüncü âyet Nûr sûresinin 60. âyetidir.
Kadın giyiminin iman temelli ahlâkî bir konu olarak değerlendirilmesi
gereğine işaret eden bu âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Evlenme ümidi kalmamış yaşlı kadınların sözleri ve davranışlarıyla kadınsı tavırlar sergilememeleri koşuluyla siyablarını çıkarmalarında sorumlulukları/günahları yoktur. Ancak her şeye rağmen (siyablarını çıkarmayarak) iffetli davranmaları kendileri için hayırlıdır. Allah her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.”
Siyab kelimesi Kur’ân’da elbise anlamındaki sevb’in çoğulu olarak geçmektedir.
“Siyabını tertemiz kıl.” anlamındaki Müddessir sûresinin 4.âyetiyle, “ …Öğ-
213 Nisa 31, Şûra 37, Necm 32.
leyin istirahat için siyablarınızı çıkardığınız vakit…”anlamındaki Nûr sûresinin
58. âyetinden hareketle Siyabın kişinin günlük çalışmalarında ve insanlar arası ilişkileri sırasında giydiği elbise anlamına geldiğini söyleyebiliriz.Buna göre
yaşlı kadınların elbiselerini çıkarmalarını iki şekilde anlayabiliriz.
a-İnsanların, öğleyin istirahat halinde iken giydikleri çalışma elbiselerini
çıkardıkları gibi onlar da elbiselerini namahremler yanında çıkarabilirler.
b-Onlar, diğer genç kadınların namahremler arasında giymekle yükümlü
oldukları hımarı/baş örtüsünü da içine alacak şekilde Cilbablarını çıkarabilirler. Ancak çıkarmamaları daha ahlâkîdir.
Erkeklerin giysisi
Nûr sûresinin 30. ayetiyle erkekler Ferc’lerini; ön ve arka organlarıyla yakın çevresini, kabul gören daha açık bir anlatımla göbekle diz arasını korumakla yükümlü oldukları için onların elbiselerinin, anılan bölgeyi örter nitelikte olması gerekir. Farz olan budur. Kadınların duygu sapmalarına sebebiyet
vermeyecek şekilde giyinmeleri ise, haramlara yönlendirici olmama kuralının
gereğidir. İslâm’la çelişmeyen örf de belirleyici unsurlardandır.
Müşterek Şartlar
B- Giysinin giyenin cinsiyetine uygun olması
Giyimin maddî şartlarından biri de Elbisenin örtülmesi gereken yerleri
örtmesi gereği kadar, içinde yaşanılan toplumun örfüne göre, erkeğin giydiği
elbisenin kadın elbisesine, kadının giydiği elbisenin de erkek elbisesine benzememesidir, bir diğer anlatımla karşı cinsler arasında benzeşmeye sebep olmamasıdır. Çünkü Peygamberimiz, “Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi
giyen kadına Allah lanet etsin; rahmetinden uzaklaştırsın.” buyurarak Kur’ân çizgisinde yaratılış düzeni ile çelişen bu uygulamayı yasaklamıştır.214
Kadın giysileri gibi erkek elbiselerini içine alacak bir diğer mühim şart da
elbiselerin canlı varlıkların resimleri ve motifleri ile desenli olmamasıdır
214 Nisa 118- 9; Ebu Davud, Libas 15. Üstüne etek veya manto/pardösü giyilmeksizin, tişört
ve pantolondan oluşturulan kadın giysisinin lanet gölgesi altına gireceği söylenebilir.
203
C- Elbisenin yasak kılınmayan; helal maddelerden olması
Elbisenin helal maddelerden yapılmış olması, Kur’ân’ın genel bir ifadeyle yasakladığı ölü hayvan derileriyle, Sünnet’in yasak kapsamına aldığı yırtıcı hayvan derileri dışındaki maddelerden üretilmiş olmasıdır.215 Erkekler için
getirilen bir diğer şart da onların giysilerin tabîi ipekten yapılmış olmaması ve
altın takılar ihtiva etmemesidir. Çünkü Peygamberimiz, Kur’an doğrultusunda israf ve lüks türü haramlardan korunması gereken erkek yaratılışı ile çelişkili görerek ipek ve atın kullanımını erkeklere yasaklamıştır.
-Allah şanını artırsın- O, şöyle buyurmuştur:
“Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haram kılınmıştır.”
“Dünyada ipek giyen kimse Ahiret’te giyemez.”216
Peygamberimiz bir diğer hadislerinde altın yüzük takmayı da ateşten kora parmak sokmak olarak vasıflandırmıştır.
204
Bu sebeple meselâ mü’min tabiî ipekten üretilmiş gömlek giyemez. Altın
yüzük, manşet ve kolye takamaz.
Ancak, erkek elbiseleri için yakalara, kollara ve diğer bölümlere ipekten
süs yapılabilir.217
Harama konu elbiselerden kaçınmadıkça giyimde meşruluğa ve güzele
ulaşılamaz.
D- Elbisenin sadelik içinde güzel olması
İslâmî giyimin maddî şartlarından biri de sadelik içinde güzel olması, bir
diğer ifadeyle giyilen elbisenin vücuda uygunluğu ve renkleri arasında uyumluluğudur.
Vücuda oldukça büyük gelecek bir giysi ile renkleri canlı ve birbirine zıt
olan giysinin güzel bulunmayacağı, muhatapların gözlerine dokunacağı, bakışları yoracağı ve hafife alınma nedeni olacağı bir gerçektir.
Bu sebeple vücuda uygunluğun ve renkler arası uyumun önemsenmesi
215 Maide 3, Ebu Davud, Libas 43.
216 Buhari, Libas 15, Tirmizi, Libas 1.
217 Fethül-Kadir 8/91.
gerekir. Giyimde örtünme yanı sıra güzellik de amaçlanmalıdır. Çünkü Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de bize, giysileri güzelleşmemiz için verdiğini açıklamaktadır:
“ Ey Âdemoğulları! Size açığa vuramayacağınız yerlerinizi örtmeniz ve güzelleşmeniz için nimet olarak giysi maddeleri ve onları kullanma bilgisi verdik...”218
Güzelleşmenin amaç edinilmesi gerektiği içindir ki Rabbimiz süs manasına da gelen zînet sözcüğünü elbise anlamında kullanarak kültür ocağı ve
ibâdet yeri olan camilere süs nitelikli elbiselerle gidilmesini emretmiştir.219
Kur’ân çizgisine uyarılarda bulunup öğüt veren Peygamberimiz de giyimde sadelik içeren bir güzelliğin amaçlanması gerektiğine fiili örnekler vermiş,
yönlendirmelerde bulunmuştur.
Hz. Ebul-Ehvas isimli sahâbi anlatıyor:
Döküntü bir elbise giyinmiş olduğum halde Hz. Peygamberin yanına geldiğimde Hz. Peygamberle aramda şu konuşma geçti:
-(Ya Ebul-Ahvas!) Senin malın var mı?
-Var Ya Resûlallah!
-Ne gibi malların var?
-Allah’ın bana verdiği deve, at, koyun, keçi… benzeri mallarım var.
-(Ya Ebul–Ahvas!) Allah sana mal verdiği zaman, verdiği mal nimetinin izleri üzerinde görülsün.220
Elbisenin güzelleştirilmesi lüzumunu Peygamberimizin aşağıdaki emirlerinden daha açık bir şekilde öğreniyoruz:
“(Ey Mü’minler!) Sizler mü’min kardeşlerinizin yanına gidecek, ilişkiler kuracaksınız. Bu sebeple beraberinizde götürdüğünüz eşyanın bakımı ve temizliğine
önem veriniz. Elbiselerinizi düzene sokup güzelleştiriniz ki insanlar arasında bir benek gibi dikkat çekenlerden olunuz. Şüphesiz Allah çirkinliği ve çirkinliğin benimsenmesini sevmez.”221
218
219
220
221
Araf 26.
Araf 31.
Et-Tac 3/162.
Ebu Davud, Libas 25, Müsned 4/179-180.
205
Elbisenin sadelik içinde güzel olması konusunun özellikle kadınlarımız
tarafından yanlış değerlendirilmemesine bilhassa değinmek isteriz.
Onlar giyimle ilgili açıklanan Kur’ân ve Sünnet’e uygunluk şartına özenle uyacaklar, giyimlerinde dişiliği değil İslâmî kişiliği ön plana çıkaracaklardır.
İslâmî anlamda elbisenin sadelik içinde güzellik vasfını taşıması ile kadının dişiliğini belirginleştirici süs olma vasfını taşıması, ayrı ayrı şeylerdir.
Hiç şüphesiz cinsel bakışların kadın üzerinde odaklanmasına neden olacak giysilerin giyilmesi haramdır.
Aşağıda sunacağımız hadis de, Nûr sûresinin 31.âyeti doğrultusunda haramlığın delilini vermektedir
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor.
“Hz. Peygamber (s.a.) Mescit’de oturuyorken Müzeyne kabilesinden süslü elbiseler içinde alımlı ve çalımlı bir şekilde yürüyen bir kadın çıkageldi.
206
Bu kadını gören Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
- Ey insanlar! Kadınlarınıza (bakışları celbedecek ve onları hafif meşreb kadınlardan zannettirecek) süslü elbiseler giymeyi ve alımlı çalımlı bir eda ile mescitlere girip çıkmayı yasaklayınız…”222
Sözü, Peygamberimizin konumuzu özetleyici öğütleri ile bağlayalım:
- Dinliyor musunuz, dinliyor musunuz, dinliyor musunuz? Giyimde sadelik
îmandandır.”
İsrafa düşmeksizin, kibire/büyüklük duygusuna kapılmaksızın yiyiniz, giyiniz
ve de Allah için yardım ediniz.223
E- Elbisenin kâfirlerin elbisesine benzememesi
Elbiseyi kafirlerin elbisesine benzer olmaktan korumanın ana yolu İslâmî
ölçülere göre giyinmektir. Örneğin göğüs çatallarını açığa vuran mini etekli
giysilerin yaygınlaşması onları kafirlerin giysisi olmaktan çıkaramaz. Biz başlığımızın altında özel türden benzemeyi söylece ifade ediyoruz:
İslâmî ölçülere göre giyinmenin maddî şartlarından biri de elbisenin Bu-
222 İ.Mace Hn. 4001.
223 M.Mesabih, Hn. 4345
distler, Yahûdiler, Hıristiyanlar ve Materyalistler benzerleri İslâm dışı topluluklardan birine ait özel giysilerden biri olmaması veya onlardan biri olunduğu çağrışımını yaptıracak derecede benzememesidir.
Çünkü Peygamberimiz, “İnançta, amelde, kılık-kıyafette bizden başkasına
benzemek isteyenler bizden değildir.” buyurmuştur..224
Giyimin maddî şartlarının özeti
Giyimin maddî şartlarını, giysinin Kur’ân ve Sünnet buyruklarına göre başı ve
vücudu örtecek ve ten rengini ve organların biçimini kapatacak şekilde sık dokulu
ve geniş, giyinenin cinsiyetine uygun, helal kılınan maddelerden yapılı, sadeliği içinde güzel, bâtıl din ve ideoloji mensuplarının giysilerine aykırı olması şeklinde özetleyebiliriz.
207
224 Tirmizi Hn. 2696
Giyimin Manevi Şartları
İslâmî ölçülere göre giyinmenin yukarıda açıkladığımız maddî şartları yanı sıra manevî şartları da vardır. Bunları elbiseyi helâl kazançlarla almak ve kibirden korunarak giyinmek şeklinde açıklayabiliriz.
208
Elbiseyi helâl kazançla almak
İslâm, kazançları helâl ve haram olmak üzer ikiye ayırır. Yenilen gıdalar
gibi giyilen elbiselerin de mutlaka katıksız helâl kazançlarla alınması gerekir.
Faiz, içki-kumar-fuhuş işletmeciliği, emeği sömürü, rüşvet ve aldatma gibi insanlara zarar verici çizgide sağlanacak haram kazançlarla alınacak giysiler,
dıştan kaliteli ve güzel görünseler de gerçekte lekelidirler, giyilemeyecek ölçüde pistirler. Maddi pisliklere bulaşmış elbiselerle insanların beğenisi kazanılamayacağı gibi onlarla da kazanılamaz. Haram kazançlı giysilerle kabul olunur
ibadet de yapılamaz.
-Allah şanını yüceltsin.- Peygamberimiz bu gerçeği bir hadîslerinde şöylece açıklamıştır:
“Üzerinden çıkarıncaya kadar haram kazançla alınmış elbise giyen kişinin namazı ve orucunu Allah kabul etmez.”225
Haram giysilerle erdemli halk ve de Hak katında çirkinleşenler nasıl güzelleşebilirler.
225 El-Fıkh Alel-Mezabil-Erbaa, 2/9
Elbiseyi kibirden korunarak giyinmek
İslâmî ölçülere göre giyinmenin manevi şartlarından biri de elbiseyi kulca ve şükür duyguları içinde kibirden korunarak giymektir. Giyimi ibadet haline dönüştürecek de budur.
Büyüklük duyguları ve üstünlük iddialarını besleyecek ve fakir mü’minlerle
temastan alıkoyacak bir giyim tarzı ve amacı elbette çirkindir. Allah’ın azabına
uğratacak böylesine bir çirkinliğe bulaşmamaları içindir ki Peygamberimiz ilk
mü’minleri ve onların şahsında bizleri öğütleri ile sürekli uyarmıştır.
Yararlanacağı bir öğüt vermesini isteyen sahâbi Ebül-Hacimiye, Allah’ın
Resûlü şu öğütleri verir:
- Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü’min kardeşine güler
yüzle konuşmak gibi de olsa iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme; yapabilirsen hiç durma yap. Aman büyüklük duygusu içinde giyinme. Örfümüzde görüldüğü gibi elbiseni yerlerde sürükleyerek çalım satmaya kalkma. Zira
bu tür davranış kibirdir. Allah kibri; büyüklük taslamayı sevmez.
Bir adam bildiği bir eksikliğini ortaya çıkararak seni aşağılarsa, sen bildiğin
hatasını açığa vurarak onu aşağılama.
Bu şekildeki olgun davranışının sevabı senin, ahlâk dışı davranışının günahı da
onun olur.”226
Güzel giyim kibir midir?
Anlamını sunduğumuz hadîsten açıkça anlaşıldığı üzere diğer insanlardan farklı ve üstün olmak amacı ile giyinmek kibirdir. Vicdan pisliği olan kibir
ise Cehennem’e düşürecek büyük bir günahtır. Ancak farklı ve üstün olmak
amacı ile değil de temiz ve güzel olmak gayesiyle giyinmek kibir değildir.
Ülkemizde İslâm Dini’ni aslî güzelliği içerisinde tanıyamamış bazı kesimlerde güzel giyinmeye çalışmak, doğrudan kibir olarak değerlendirilmektedir.
Hiç şüphesiz böylesi bir değerlendirme hatadır. Zira güzel giyim kibirle
doğrudan doğruya bağlantılı değildir. Çünkü kibir bir rûh meselesidir. İnsanları küçük görmek ve hakkı kabul etmemektir.
226 Ebu Davud, Libas 24.
209
Aşağıda sunacağımız hadîs bu gerçeği açıklamaktadır.
Hz. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor.
Sevgili Peygamberimiz verdikleri bir öğütlerinde:
- Kalbinde zerre miktarı kibir olan kişi (ceza görmeksizin) Cennet’e giremez,
buyurdu, Onun(s.a.) bu ürpertici açıklaması üzerine bir sahâbî sorar:
-Ya Resûlellah! İnsan elbisesinin beğenilir, ayakkabısının güzel olmasını sever.
Bu kibir midir?
-(Hayır bu kibir değildir.) Zira Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir doğruyu
kabul etmemek ve insanları küçümsemektir.”227
Güzel giyim kibre aracı kılınamaz mı?
210
Güzel giyimle kibir arasında doğrudan bir bağlantı olmamakla birlikte,
dolaylı bir ilişki muhtemeldir. Bu ihtimal sebebiyledir ki Peygamberimiz gömlek, başlık gibi her yeni elbise giydiğinde adını anarak Allah’a şöylece hamd
ve duâ etmiştir:
“Allah’ım! Sana hamdolsun. Bana bu elbiseyi giydiren sensin.
Allah’ım! Senden bu elbisenin hakkımda hayırlı olmasını diler, hayra yönelik
olarak kullanılmasını isterim.
Bu elbisenin şerrinden, kibir ve benzeri şer amaçlı olarak kullanmaktan sana
sığınırım.”228
Peygamberimiz hamd ve duâ ederek örnek olmakla yetinmemiş ayrıca
bizleri de teşvik etmiştir.
Örnek olarak sunacağımız bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:
“Bir mü’min yeni bir elbise giyer ve ‘yaşadığım sürece vücut organlarımı örteceğim ve güzelleşeceğim bu elbiseyi bana giydiren Allah’a hamdolsun’ der, sonra da
giyip eskittiği elbiseyi bir fakire bağışlarsa onun dirisi ve ölüsü Allah’ın koruması ve
örtüsü altında olur.”229
227 Et-Tac 5/32.
228 Et-Tac 3/168.
229 Et-Tac 3/167.
Giyimde tevazu
Güzel giyimle kibir arasındaki dolaylı ilişki sebebiyle şer doğabileceği
içindir ki Peygamberimiz (s.a.) giyinirken hayır talep etmiş, şerden Allah’a sığınmışlardır. Ayrıca bizleri giyimde alçak gönüllü olmaya teşvik buyurmuş,
güzelliği sade giyimde görerek tevazu içinde giyinen mü’minleri de şöylece
müjdelemiştir:
“Bir kimse lüks elbise alabilir durumda iken Allah’ın sevgisine ermek maksadıyla tevazu gösterir de lüks elbise alıp giymezse, Kıyamet Günü’nde Allah o kulunu
diğer insanların önünde huzuruna çağırır da ona îmanlı kullara has elbiseler içinden dilediğini seçip giymek hakkını verir.”230
Tevazu pejmürdeliğe kapı açmak değildir
Burada mevzuumuzla ilgili bir gerçeği daha duyurmak isteriz. Giyimde
mütevazi olalım. Ancak mütevazi olalım derken pejmürdeliğe yönelmek; Allah’ın verdiği nimetleri üzerimizde göstermemek de büyük bir hatadır. Nitekim ilk mü’minlerden Ebul-Ehvas’ın bu hataya düştüğü için Peygamberimiz
tarafından uyarıldığını yukarı da örneklendirmiştik.
Şüphesiz asıl olan suret değil sîretdir
Peygamberimiz, “Şüphesiz Allah sizin sûretlerinize, mallarınıza bakmaz. O,
ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” buyurmuştur.231
Ne var ki bazı kişilerin sandığı gibi bu hadîs, şeklin mutlak anlamdaki
önemsizliğini değil, ihlasın/iç duyguların görüntüye üstünlüğünü vurgulamaktadır. Zira namaz ve Hac gibi ibâdetlerimizde görüldüğü gibi, İslâm Dini’nde
şekil, rûhu tamamlayan bir unsurdur. Bu temel ibâdetlerimizde ihlâsın özü
teşkil etmiş olması, şekil şartlarına uymayı önemsizleştirmediği gibi, kalbin
asıl olması da şekil güzelliğinin önemine gölge düşürmemektedir.
Sözü Aziz Peygamberimizin konumuza da ışık tutan bir duâsıyla bağlayalım:
Allah’ım! İçimi dışımdan daha güzel eyle. Dışımı da güzelleştir.
230 Müslim, Birr 28, R. Salihin, Libas B. İstihbabid Tereffu Fıl-Libasi
231 Et-Tac 3/167, C.Sagîr (Innellâhe la yenzuru)
211
İmame/Başlık
Dış görünüşü oluşturan en önemli unsur olan başın örtülmesi İslâm’ın
kılık-kıyafetle ilgili tercihidir.
Bu tercih şüphesiz erkekler içindir. Zira kadınların evlenebilecekleri erkekler yanında saçlarını bütünüyle kuşatacak şekilde başlarını örtmeleri farzdır.
212
Kitabımızın birinci kısmında Aksesuarda Benzeme başlığı altında başın
İmame vasıflı bir başlık ile örtülmesi konusunu bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzememe yönünden incelemiştik. Burada bazı ilaveler yapacağız.
Nûr sûresinin otuzuncu âyetiyle üreme organı ve çevresini örtmekle yükümlü kılınan Müslüman erkeklerin ayrıca başlarını örtmek gibi Kur’ânî bir
görevleri yoktur. Ancak saç bırakan ve imame takan Sevgili Peygamberimizin
izinde tercih etme görevleri vardır. Bu sebeple başlarını imame ile örtmedikleri
için günahkâr olmazlarsa da örtmeleri halinde niyetlerine göre sevap alırlar.
İmame, üzerine sargı sarılan külah veya takkemsi başlıktır. İmamenin
sargısının bir ucunun omuzlar arasında dört parmak kadar uzatılması da peygamberimizin uygulamaları arasındadır.
-Allah şanını artırsın- O, namaz için ayrı imame takmaz, taktığı imame ile
namaz kılardı.
İmame âdet midir, yoksa uyulması gereken sünnet midir?
İmame ile başın örtülmesinin bir âdet olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüş doğru da olabilir. Doğru olması haline Hz.Peygamberin ve sahâbilerinin
sürdürdüğü âdet olmuş olur. Yüce olan Peygamberimizin âdeti de yüce olacağı için bu âdet, duyarlı mü’minlerin izleyeceği yol olur.
Ne var ki, Peygamberimizin namaz içinde ve dışında İmame takması,bazı
sahâbilerine bizzat eliyle imame/sarık sarması, vahiy meleği Cibril Aleyhisselâm’ın sarıklı olarak vahiy getirmesi, Bedir ve Hendek harplerinde Allah’ın lütfuyla yardıma gelen ve gelişleri Kur’ân’la doğrulanan meleklerin imâmeli olması ve asırlardır Müslümanların tercihine konu olması imameyi soyut bir
âdet olarak değerlendiremeyeceğimizi göstermektedir.İmamenin zaman zaman da olsa müstahab formunda Sünnet bir görev olarak izlenip tercih edilebileceği gereğine işaret etmektedir. Şimdi delilleri görelim.
-Allah şanını artırsın.- Sevgili Peygamberimiz; “İbn-i Avf’ın sarığını bizzat
mübarek elleriyle sarıp bir ucunu da omuzlarından dört parmak sarkıtmış ve siz de
böyle yapın.” şeklinde tavsiyede bulunmuştur.232
Hz. Cabir’in anlatımına göre: “Allah’ın Resûlü, Mekke’nin fethi günü Mekke’ye
başında siyah bir imame olduğu halde girmiştir.”233
Sahâbî Amr b. Hureys de: “Hz. Peygamberi Minberde başında bir ucu omuzlarına sarkıtılmış, siyah bir İmame ile gördüğünü” bildirmiştir.234
Mü’minleri duâsı üzerine Meleklerin imdada geldiğini de Kur’ân Enfâl
sûresinin 9-10. ayetlerinde şöylece açıklamaktadır:
“Hani Rabbinizden nasıl yardım istediğinizi, O’nun da: -Ben size birbiri ardından inecek bin melek ile yardım edeceğim.- diyerek isteğinize nasıl karşılık verdiğini de bir hatırlayın.
Allah, bunu size bir müjde olması ve onunla kalplerinizin huzura kavuşması
için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Çünkü Allah çok güçlü ve çok bilge
olandır.”
Yardıma gelen Meleklerin imâmeli olarak geldiklerini bildiren vesîkalardan/
belgelerden biri olan ve ilk mü’minlerin ne büyük çileler çektiklerini, Hendek
harbinde cereyan etmiş bir olayla dile getiren Hz. Hüzeyfe’nin rivayetini, kı232 Ümdetül-Karî, Şerhü Sahihil-Buhârî, K. Libas Babül-Amaim.
233 Et-Tac 3/156.
234 Sırasıyla bak.Enfal 9-11. Ümdetül-Karî Şerhü Sahihil-Buhârî K. Libas Babül-Amaim, EtTac 3/156.
Bu rivayetlerdeki siyah renk ifadesinden Hz. Peygamberin daima siyah renkli İmame
kullandıkları sanılmamalıdır. Zira Peygamberimizin giysilerde beyaz rengi tercih ettiği
ve beyazı teşvik buyurduğu bilinen bir gerçektir.
213
lık kıyafet devrimi adına kanları akıtılan şehitlerimizin hatırasına hürmeten
arzedelim.
Hendek harbinde yardıma gelen melekler imâmeliydi
“Hz. Hüzeyfe (r.a.) Hz. Peygamber’le geçen hatıralarını dile getirirken
dinleyen bir grup şöyle dediler:
-Allah’a yemin olsun ki eğer biz Hz. Peygamber’e ulaşsaydık şöyle yiğitlik
yapar, böyle kahramanlık gösterirdik...
Hz. Hüzeyfe de:
-Bu gibi temennilerde bulunmayınız, dedi ve şöylece nakletmeye başladı: Hendek harbinde, hiç birimizin parmağını dahî göremediği kapkaranlık
bir geceydi. Dondurucu ve kavurucu öyle bir rüzgâr vardı ki böylesini hiç mi
hiç görmemiştik.
214
Karargâhımızın yukarı kısmında Ebû Süfyan kumandasındaki muhasarayı sürdüren Mekke ordusu, aşağı kısmında ise her an çoluk-çocuğumuza saldırabilecekleri kuşku ve korkusunu taşıdığımız Beni Kureyza Yahudileri vardı.
Aramızdaki kalblerine îman akmamış münafıklar zoru gördüklerinden:
-Evlerimiz himayesizdir, gerekçesiyle izin istiyorlardı. Hz. Peygamber gerçek dışı olan bu mazeretlerini kabul ediyor ve izin veriyordu.
Üç yüz kişi kadar kalmıştık. Hz. Peygamber teker teker bizi gözden geçirdi. Her birimize hitaben:
-Kıyamet günü benimle beraber olmak için kim bana düşman hakkında bir haber getirecek?
Hiç birimiz kalkıp ‘Ben getireceğim’ diye cevap vermedi.
Hz. Peygamber bu müjdeli arzusunu üç defa tekrarladı.
Aramızdan bir kişi çıkmıyordu.
Resûlullah bana yönelerek:
-Ya Hüzeyfe kalk! Bana düşman hakkında haber getir, emrini verdi.
Gerçekten çok korkak bir adamdım. Soğuk da iliklerime kadar işlemişti.
Beni düşmandan ve soğuktan koruyacak bir kalkanım da yoktu. Üzerimde karıma ait olup diz kapaklarımı aşmayan bir entari vardı.
Bu sebeple aslında kalkmak istemiyordum. Fakat Resulullah’ın beni ismen tasrih ederek görevlendirmesi karşısında elbette yapacak bir şey de yoktu.
Hz. Peygamber (s.a.):
-Dönüp bana haber getirinceye kadar düşmana hiç bir şey sezdirmeyeceksin, şeklinde uyanda bulunarak bana şöyle duâ etti:
-Allahım! Onu önünden ve arkasından, sağından ve solundan, altından ve üstünden gelebilecek tehlikelere karşı koru.
Resûlullah’ın bu duâsıyla birlikte yüreğime sinen korkudan, iliklerime
kadar işleyen soğuktan bende eser kalmamıştı.
Huzuru Peygamberimden ayrılarak düşman karargâhına yaklaştım. Yanan ateşin ışığında gözetlemeye başladım.
Ateşe sırtım dayamış olup böğrünü sıvazlayan iri yarı bir adam şöyle deyip duruyordu:
-Burası artık durabileceğiniz gibi bir yer değil. Muhasarayı kaldırıp dönmekten başka çare kalmadı. Toparlanıp yola çıkmalı.
Meğer bu adam Ebû Süfyan imiş. Daha önce onu tanımamıştım.
Hemen bir ok çıkarıp yayıma yerleştirdim. Canı Cehenneme deyip atacaktım ki birden Hz. Peygamberin:
-Dönüp bana haber verinceye kadar düşmana hiç bir şey sezdirmeyeceksin,
şeklindeki ikazını hatırlayıp vazgeçtim. Okumu yerine koydum.
Kendi kendime cesaret verip düşman karargâhına iyice sokuldum. Mekke ordusunun bana en yakın olan bölüğü Benî Âmir idi.
Bu sırada rüzgâr öylesine şiddetli esiyordu ki karargâhın altını üstüne getiriyordu. Rüzgârın savurduğu taşların eşyalarına çarpmasıyla yankılanan sesleri işitiyordum.
Onlar da birbirlerine:
-Ey Âmir Oğulları! Burası durabileceğimiz gibi bir yer değil. Haydi, yola
revan olalım, deyip duruyorlardı.
Bir taraftan da süratle dönüş hazırlığı yapıyorlardı. Ben de dönmek için
yerimden ayrıldım. Dönüş yolunu yarılamamıştım ki daha önce hiç görmediğim yirmi kadar süvari ile karşılaştım. Başları İmameli idi. Bana şöyle dediler:
215
-Allah’ın elçisi efendine söyle: Allah düşmanlarına karşı onu korumuş, düşmanlarının hakkından gelmiştir.
Hz. Peygambere geldim. Daraldığı ve üzüldüğü her zaman namaza durduğu gibi yine namaza durmuştu.
Yaklaşmamı işaret buyurdu. Yanaştım ve durumu arzettim. Ne var ki vazifemi yapıp döner dönmez tekrar üşüme başlamıştı. Neredeyse donacaktım.
Hz. Peygamber üzerinde namaz kıldığı örtü ile beni sardı.235
İslamî başlık imamedir
İlk insan topluluklarından itibaren kullanılmaya başlanan başlıklar içerisinde İmame yukarıda sunduğumuz sözlü ve uygulamalı Sünnet çizgisinde
İslâm’ın mensuplarına has bir başlık olmuştur.
216
İslâm dünyasında ve Osmanlılarda başlık
İslâm Dünyasında ve hususiyle Osmanlılarda başlık ana hatlarıyla İmame
karakterini taşımıştır.
Değişik toplum kesimlarini ve resmî görevleri belirlemesi itibariyle 66
dan fazla çeşitlilik arzeden Osmanlı başlığı 18. yüz yılın sonuna kadar İmame
karakterini sürdürmüştür.236
İslâm dünyasında bu İmame karakterli başlığın 12 asır devam ettiği hususu, üzerinde ittifak edilen bir gerçektir.
“İslâm Dünyası Peygamber devrinden beri değiştirmeden (12 yüz yıldan beri) külah-sarıktan kurulu bir başlığı kullanmakta ve bunu dinin başlığı; simgesi saymaktadır.
Kendi yönetimi altındaki diğer dinlerden kişileri ayrı renk ve şekilde giyinmeğe
zorlamaktadır. Saygı anlayışı başın kapalı tutulmasındandır.”237
Osmanlı bünyesinde batılılaşmanın başladığı 18. yüzyıl başlarına kadar
îmâme karakterli başlığın hayatiyetini sürdürmesi mü’minlerin Sünnet çizgi235 lbn-ü Kesîr, Tefsirul-Kur’ânil-Azîm, Ahzâb 13. âyet tefsirindeki iki rivayetten özetlenmişti
236 Bak. İslâm Ansiklopedisi Sarık Maddesi
237 Orhan Koloğlu, İslâm’da Başlık 1978 Ank. sh. 15.
sinde başlığa ve başlığın, kendilerine has/özgü olanına ne kadar önem verdiklerine delildir.
Bir dönemler uğruna masum kanları akıtılan ve halen Devrim kanunu
olarak Anayasaya ile koruma altında tutulan ve kullanmayanlar için Türk Ceza
Kanunu’nun 222. maddesiyle ceza belirlenen şapkanın bir tek kullanıcısı kalmamasına rağmen ülkemizdeki imame karşıtı baskıcı şartlar devam etmektedir. Ancak baskılar tam anlamıyla kaldırılsa bile, kültürel değişimler sebebiyle
şapkanın bile yaşatılamadığı ülkemizde imame ancak özel hayatımızda ve namazlarımızda yaşatılabilir. Bu sebeple namazlarımızda İmame giyilmelidir.238
Ümmet-i Muhammed’in 12 asır özel bir alâmet olarak koruduğu İmameyi namazlarda olsun yeniden değerlendirip amelî hayatta uygulamaya koymalıyız. Bâtıl din ve ideoloji mensuplarına ait her hangi bir başlığın İmameye tercih edilemeyeceğini de bilmeliyiz.
Bu bahsi Müfessir Mehmet Vehbi efendiden şu cümlelerle bitirelim:
“Fahri Razî ve Nisabûrinin beyanlarına nazaran Bedir gazasında imdada
gelen meleklerin siması at üzerinde beyaz elbise ve beyaz sarıklı ve sarıklarının arkasında taylasan olduğu mervidir. Bu rivayet sarıgın merz-i
ilâhiye muvafık (Allah’ın rızasına uygun) bir kisve-i İslâmiye olduğuna
delâlet eder. Çünkü İslâm’a imdada gelen melekleri Cenâb-ı Hakk’ın sarık kisvesiyle göndermesi sarığın İslâmiyet için indellah müstahab (Allah katında sevimli) bir kisve olduğuna delil-i kâfidir. Binaenaleyh, sarıkla kılınan namazın sarıksız kılınan namazdan efdal olduğu kütüb-i
şer’iyemizde mezkûrdur ve sarık mehâbet-i İslâmiyeyi tezyid eden bir
kisve-i diniyemiz olduğu cihetle muhafaza ve riayet olunması Müslümanlar için bir emr-i lâzımdır. Çünkü sarığın gayrı olan kisve; her ne
suretle olursa olsun millet-i İslâmiyenin başka bir milleti takliden alındığından elbette kisve-i asliyye-i İslâmiye diğerine müraccah olur.”239
238 Açıklandığı üzere İmame görev olmamakla birlikte tercih edilebilir. Keşke ilim adamlarımızın gerçekleştirebilecekleri böylesi bir eğilimleri olsaydı; kültürümüze katkı olurdu.
Bir takım bilgi ve zerafet yoksunu kişilerin estetikten uzak giysilerine aksesuar kılmaları
ve açıktan takmalarının ise kabul edilebilir olmadığına işaret etmek isteriz.
239 Hulasetül-Beyan 4. Baskı 5/1855.
217
Bir rüya ve yorumu
İmame konusunu kitabımızın birinci kısmında kısmen incelediğimiz
için, ikinci kısmında ele almayı gerekli görmedim. Önceki baskılarda yer almış olup yeniden düzenlediğim İmame bölümünü çıkarma kararını verdiğim
günün gecesi bir rüya gördüm.
1970-1982 yıllarında görev yaptığım Süleymaniye Camii’ndeyim. Namaz
kıldıracağım. Geç kaldığım için Sünneti çabucak kılıp, Cübbeyi giyerek Mihraba geçtim. Başımda sarık yoktu. Sarıkların olduğu yere yöneldim, sarık yoktu. Telaşla müezzinlere nerde bu sarıklar diye çıkıştım.
Bunalımda iken gözüm üst balkonlardan birine ilişti. İyice bakınca itina
ile sarılmış birbirinden güzel sarıklar gördüm ve uyandım.
Bu rüyayı bir işaret olarak yorumladım. İmame bahsini çıkarmaktan vazgeçtim.
218
İkinci Bölüm
Vücût Organları Üzerinde Yapılması ve
Yapılmaması Gerekenler
219
220
Vücût Organları Üzerinde Yapılması Emir veya
Tavsiye Olunan İşlemler
a- Hitan; sünnet olmak
Vücût organlarımız üzerinde yapılması gerekenlerin başında hitan; sünnet olma gelmektedir.
221
Sünnet olma, İslâmî görevdir
Peygamberimiz bir hadîslerinde şöyle buyurur:
“Beş şey fıtrattandır; Bütün peygamberlerin şeriatlerinde yer alan ve uygulanan işlerdendir.
“Bunlar, sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnak kesmek
ve koltuk altı kıllarını yolmak/gidermektir.”240
Peygamberimiz, bütün peygamberlerin şerîatlerinde yer aldığını bildirdiği sünnet olmayı, İslâm Dini’ne girmenin vücuda yansıtılması gereken zahiri
şartı gibi belirlemiş, Müslüman olan her bir ferde şöyle buyurmuştur:
“(Kâfirlik döneminde vücudunda oluşan) kıllarını at, sonra da sünnet ol.”241
Bu hadis ve benzerleri, sünnet olmayı müminle kâfir arasını ayırıcı maddî
bir nişan olarak değerlendirdiği içindir ki sünnet olma, İslâm Dini’ne mensubiyetin alâmeti/nişanı olarak görülmüştür. Bazı İslâm âlimleri de sünnet olmadığı sürece İslâm Dini’ne giren kişinin Müslümanlığının eksik kalacağı, kestiği
hayvanın etinin yenilemeyeceği görüşlerine yer vermişlerdir.
240 S. Müslim, K. Tahareti B. Hisalil-Fıtrati, Hn. 292.
241 C. Sağir 1/62, Feyzül-Kadir 2/161.
Peygamberimizin hadîsleri ve bu hadîsler üzerindeki yorumlar sünnet olmanın önemini göstermektedir.
Dini hüküm bakımından sünnet olmak
Erkek üreme organının baş kısmını örten derinin kesilmesi anlamındaki
hitan/sünnet olma Şafiî Mezhebi âlimlerine göre vâcib, Malikî ve Hanefî mezhebi bilginlerine göre ise dinî hüküm bakımından sünnettir.
Sünnet olmanın zamanı
222
Bazı İslâm âlimleri, Hz. İbrahîm’in oğlu İshak’ı ve Sevgili Peygamberimizin torunları Hasan ve Hüseyin’i doğumlarının yedinci gününde sünnet ettirdikleri kabulünden hareket ederek çocuğun doğumunun yedinci gününde
sünnet ettirilmesini, Peygambere uyuş olarak değerlendirmişlerdir.242 Ancak
âkil-baliğ oluncaya kadar ertelenmesinde dinî bir sakınca yoktur. Fakat bulûğ;
ergenlik çağına girildiğinde sünnet ettirilmesi vâcibdir. Bulûğ çağını aşan erteleme ana-babayı günahkâr kılar.
Kızların sünneti
Peygamberimiz bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: “Hitan; sünnet olmak
erkekler için sünnettir; Peygamberin yolunu izlemektir. Kadınlar için ise yücelticidir.”243
Şâfii mezhebi müçtehidlerine göre sünnet olmak erkeklere olduğu gibi
kadınlara da vâcibtir. Ancak Hanefî mezhebi âlimlerine göre kadınlar için sünnet olmanın dinî bir gereği yoktur. O, ancak cinsel tatmine daha çok ortam
sağlayacağı için erkeğe yapılan bir armağandır.
Kadınların sünnet edilmesini öğütleyen hadîslerde cinsel tatmin hususuna değinilmektedir. Kız sünnetçiliği ile bilinen Ümmü Atıyye isimli kadına
Peygamberimizin şöylece talimat verdiği rivayet edilmektedir:
-Fazla derin kesme. Derin kesmemek kadın ve erkek için daha çok cinsel tatmine erdiricidir.244
242 Fethül-Bari, 10/343-5
243 Ebû Davûd, K. Edeb B. Ma Câe Fi-Hitan (Avnül-Mabûd 14/187). Ayrıca bak. İslâm’a
Göre Cinsel Hayat 1/132-136.
244 Avnül-Ma’bûd, 14/184.
İslâm ülkelerinin büyük çoğunluğunda kadınların sünnet edilmemesi, dinî ölçülerin kadınlar için bu işlemi zaruri görmemesinden, gerektirici
bir fazlalık olduğu zaman da ancak baş vurulabilir kılmasındandır. Nitekim
Hanefî mezhebi bilginlerinin kadınlar için sünneti gerekli görmediklerini arzetmiştik.
Ziyafet vermek
Gösterişe ve haram türden eğlencelere yer vermeksizin çocukların sünnetinde davet verilerek ikramda bulunulması ve yapılacak davetlere şartlar uygunsa gidilmesi yapılabilir doğru işlerdendir.
b- Tırnak kesmek. Ön ve arka uzuvların çevresindeki kılları
gidermek, koltuk altı kıllarını yolmak; traş etmek
Vücût organları üzerinde yapılması gerekenlerin önemli bir bölümünü de
yukarıda açıkladığımız işlemler teşkil etmektedir.
Peygamberimiz tarafından bütün Peygamberlerin şerîatlerinde yer aldığı
bildirilen vücut temizliğini sağlayıcı bu işlerin yapılması İslâm Şerîati’nde de
emir ve tavsiye olunmuştur.
Allah’ın Resûlü’nün her cuma günü boy abdesti alınıp koku sürülmesini
öğütleyen hadislerindeki ana gaye esas alınarak bu temizlik işlerinin her cuma
günü yapılması dinimizin temizliği amaçlayan ölçülerine uygun düşer. Nitekim
Peygamberimizin Cuma günleri, Cuma namazından önce tırnaklarını kestiği
ve bıyıklarını kısaltıp düzelttiği rivayet edilmektedir. Ancak Onun, bu vücut
temizliklerinin her hafta yapılmasını gerektiren görev yükleyici bir emri veya
tavsiyesi yoktur. Tırnaklar uzadıkça kesilmeli, kıllar uzadıkça da giderilmelidir.
Bu görevlerimizle ilgili tek sınırlayıcı ölçü şudur:
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
“Bıyığı kısaltmak, ön ve arka organların çevresindeki kılları traş etmek, koltuk
altı kıllarını gidermek ve tırnak kesmek hususunda (Peygamberimiz tarafından) bize
zaman belirlendi. Bunları kırk geceden fazla bir süre ertelemememiz emredildi.”245
Peygamberimiz bir diğer hadislerinde de şöyle buyurmuştur:
245 İ. Mâce Hn. 295.
223
“Ön ve arka organların çevresindeki kılları traş etmeyen, tırnaklarını kesmeyen ve bıyıklarını kısaltmayan kişi bizim ölçülerimiz üzerinde yaşayanlardan
değildir.”246
Burada önemli bulduğumuz iki hususa değinmek istiyoruz.
a- Yaşadığımız dönemlerde bazı kadınlarımızın kırk günü aşan sürelerde
uzunca tırnak bırakmaları, temizlik kurallarımıza ve Peygamberimizin emirlerine aykırılıktır. Ayrıca bâtıl din ve ideoloji mensubu kadınlara benzemedir.
Aykırılık da, benzeme de günahtır. Mutlaka kaçınılması gerekir.
b-İslâm bilginlerinin işaret ettikleri gibi, amaç temizliği sağlamak olduğu
için, etek bölgesi ve koltuk altı kılları, traş etme, ağdalama ve de başka yöntemlerle giderilebilir. Özellikle kadınlarımızın açıklanan vücut temizliğine duyarlı olmaları Peygamberimizin buyruğudur.
224
c- Burun kıllarını kısaltmak
Vücut organlarımızla ilgili yapılması gereken işlerden biri de budur.
Uzayan burun kıllarının görünümü çirkinleştirdiği açıktır. Bunun içindir
ki Peygamberimiz şöyle emir buyurmuştur:
“Bıyıkları kısaltınız, sakalları da uzatınız. Burun deliklerindeki kılları da kısaltınız.”247
d- Sakalı uzatıp bıyığı kısaltmak
Özel bölümünde geniş bir şekilde incelenecektir. Bu sebeple burada açıklamaya gerek görmüyoruz.
246 C. Sagîr 2/181.
247 C. Sagîr 1/13.
Vücut Organları Üzerinde Yapılması Haram Olan İşlemler
İslâm Dini’nin vücut organları üzerinde yapılmasını yasakladığı işlemlerin
başlıcaları dövme yaptırmak, dişleri inceltmek ve aralamak, kaş almak, burungöğüs-kalça gibi organlara estetik ameliyatlar yaptırmak, beyaz kılları yolmak,
erkekleşmek/kadınlaşmak ve saça saç ilâve etmektir.
Bizim için görevlendirilen Şeytan’ın telkinlerinden veya Şeytan’laşmış arzulardan ya da Şeytan’laşmış çevreden kaynaklanan bu işlemler, Allah’ın yarattığını değiştirmeye yönelik haramlardır. Nisa sûresinin anlamlarını sunacağımız âyetleri, bu gibi fiillerin haramlığını göstermektedir:
“Allah Şeytan’a lanet etti ve o da, ‘Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım’ dedi. Onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim; hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim; Allah’ın yarattığını değiştirecekler!
Kim Allah’ın yerine şeytanı dost tutarsa muhakkak ki açık bir ziyana uğramıştır.”
Şeytan’ın saptırmasından ve ona uyulmasından kaynaklanan bu hilkati;
yaratılmış şekli değiştirme işlemlerine hadîsler açıklık getirmektedir.248
Bunları kısaca inceleyelim:
a- Dövme yaptırmak
Yüze, ellere, pazulara, göğse ve diğer organlara dövme ile nakış yaptırma,
armalar çizdirme ve özel şartları içinde saç ve sakal müstesna azaların/organların doğal rengini değiştirecek şekilde boyama haramdır.
Peygamberimiz (s.a.) bu yasağı şu hadîsi ile açıklamıştır:
248 Nisa 118-9
225
“Allah, uzun olması için saçı saça ilâve edene ve ettirene, dövme yapana ve
yaptırana da lanet etsin/rahmetinden uzaklaştırsın.”249
b- Diş inceltmek
Dinimiz, güzelleşmek amacıyla dişleri inceltmeyi, kısaltmayı ve birbirinden ayırmayı yasaklamış; haram kılmıştır.
Bu işlem, benzeri işler gibi gerçekten aşırılıktır.
Bunun içindir ki Peygamberimiz, dövme yapanlar ve yaptıranlar gibi dişleri birbirinden ayıran ve inceltenlere de Allah’ın lanetini dilemiştir.250
c- Kaş almak
226
İnfitar sûresinin 6-8. ayetlerinde işaret edildiği üzere her insan kendine özgü bir şekilde orijinal yaratılmıştır. Kaş yapısı da orijinaliteyi ve farklılığı sağlayan unsurlardandır. Bu sebeple inceltmek ve düzeltmek için kaşları almak, yaratılışa müdahale etmek ve orijinaliyet gidermek olacağından dinimizde mü’min kadınlara yasaklanmıştır.
Güzelleşmek için makul sınırları aşmak, Allah’ın güzellik hususundaki
takdirine razı olmamak ve de yabancı bakışları çekmek gibi dinimizin meşru görmediği sebeplere de dayandığı için kaş almak laneti gerektiren bir günah olmuştur.
Peygamberimiz “Kaş alanlara ve aldıranlara Allah lanet etsin.”251 buyurmuştur.
İlâhî rahmetten kovulmak ve cezaya uğramak mânalarına gelen lanet ifadesi, Peygamberimiz tarafından ancak faiz gibi haram olan fiillerin yerilmesinde kullanıldığı içindir ki dövme ve diş inceltme gibi kaş aldırma da mutlak haramdır.
İslâm alimleri kaşların alınmasının haram olduğunda ittifak etmişlerdir.
Ancak haram olanın genelde kabul edildiği gibi, kaşı inceltme değil de, fahişe kadınların yaptığı gibi kaşı tümden kazıyıp kalemle kaş yapma olduğu da
ileri sürülmüştür.
249 Et-Tac 3/175.
250 İrşadüs-Sarî Ş. S. Buhari, K. Libas Babül-Mütefellicati.
251 a. g. e. Babül-Mütemennisatı, Et-Tac 3/176
İslâm âlimlerinin bir bölümü yüzdeki tüylerin giderilmesini caiz olarak
görürken bir bölümü de haramdır, demişlerdir. Bizim de katıldığımız caiz olduğu görüşü hakimdir.
d- Saç, sakal ve bıyıktaki beyaz kılları yolma
Saç sakal ve bıyıktaki beyaz kılları yolmayı Peygamberimiz fiilî ve sözlü
sünnetiyle yasaklamıştır.
Bu yasağı açıklayan ve bu yasaktan kaçınılmasının sağlayacağı mükâfatı
öğreten bir hadîslerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“(Saç, sakal ve bıyıktaki) beyaz kılları yolmayın. Zira o beyaz kıllar Müslüman’ın nurudur.
(Müslüman olarak yaşarken saçı sakalı) beyazlanan mü’mine beyazlanan
her bir kılı için Allah bir birim sevap verir. Ondan bir hatanın günâhını giderir ve
onu bir derece yükseltir.”252
e- Erkekleşme ve kadınlaşma
Vücut organları üzerinde yapılması haram olan işlerden biri de kadınlara
erkeğimsi, erkeklere de kadınımsı bir görünüm kazandıran işlemlerdir.
Allah’ın Resûlü, “Kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara Allah lanet etsin.” buyurarak benzeşmenin haramlığını açıklamıştır.253
Karşı cinsler arasında benzeşme giyimde ve davranışlarda olabileceği gibi
vücut organları üzerinde yapılacak bazı işlemlerle de olabilir.
Açıklamalarımıza giyimde benzemeyi konu alan bir hadisi hatırlatarak başlayalım.
-Allah şanını artırsın.- Peygamberimiz, içinde yaşanılan toplumun örfüne göre “Kadın elbisesi/başlığı giyinen erkeğe, erkek elbisesi/başlığı giyinen kadına
lanet etti.”254
Erkekler için kadınsı bir görünüm kazandıran işlemlere şu misalleri verebiliriz.
252 Min Mirkatil-Mefâtîh 4/468.
253 Et-Tac 3/179
254 Et-Tac 3/179
227
a) Sakalı ve bıyığı kesmek
Bu mesele özel bölümünde incelenecektir
b) Yüze, belirgin renklerde makyaj yapmak ve renkli koku sürünmek
Bu işlemin haramlığını şu hadîsten öğreniyoruz.
Sahâbi Ya’la b. Mürre’nin (r.) anlatımına göre, Allah’ın Resûlü, Ya’la’nın
yüzünde rengi belirgin koku görünce ona şöylece emir buyurdu:
Git hemen bu kokuyu yıka. Evet git, git onu yıka, sakın ha bir daha da böyle rengi belirgin bir koku sürünme.255
c) Elleri, ayakları kınalamak ve tırnakları ojelemek
Peygamberimiz bunu kadınlaşma olarak değerlendirmiştir.
Aşağıda sunacağımız Ebû Hüreyre (r.a.) hadîsi buna delildir.
228
Peygamber devlet başkanı olan Allah’ın Resûl’ü, elleri ve ayakları kınalanmış olup kadınsı davranışlar gösteren bir adamın Medine dışına Nekî’ denilen
yere sürgün edilmesini emretti.256
Vücût organları üzerinde yapılacak işlemle erkekleşmeye örnek olarak kadınların saçlarını dipten traş etmelerini, nadiren de olsa yüzlerinde çıkabilecek
sakal ve bıyığı kesmemelerini gösterebiliriz.
Kadınlar için erkekleşme olduğu içindir ki tıbbî bir zarûret olmaksızın
kadınların saçlarını kesmeleri yasaklanmış, çıkabilecek sakal ve bıyığın giderilmesi öğütlenmiştir.
f- Saça saç ilâve etmek
Vücut organları üzerinde yapılması yasaklanan işlerden birisi de budur.
Peygamberimizin diliyle yasaklanan bu işlemle ilgili olarak Hz. Âişe (r.) annemiz şöyle anlatıyor:
Ensar’dan genç bir kadının hastalığı sebebiyle saçları döküldü. Ona saç
ilave edilmek istenince Allah’ın Resûlü’ne soruldu. O da, Allah’ın saçı saça ilave eden ve ettirene lanet ettiğini duyurdu.257
255 M. Mesabih, K. Libas B. Tereccüli.
256 Min Mirkatil-Mefatîh, 4/480.
257 Müsned 6/116, Müslim Libas 33, F. Bari 10//374
Bu işlem -Allah bilir- Allah’ın takdir ettiğini beğenmemek, yaratılışı değiştirmek, güzellik ve çirkinliğin yaratılıştaki kulluk imtihanı hikmetini kavrayamamak sebebiyle ve insanları aldatmak olacağı nedeniyle haram kılınmıştır.
Bir hadîste İsrail oğullarının ahlâkî çöküntüsüne sebep olan işlerden
biri olarak tanıtılan bu saçı saçla kabartma işlemi ahlâkî ve meşru bir sebebe dayanılarak yapılmayacağı için olacak ki, Peygamberimiz bu işlemin Cehennem’liklerin sıfatlarından biri olduğunu açıklayarak şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden henüz görmediğim, işleri azaba uğratabilecek iki sınıf vardır.
Bunlardan bir sınıfı kadınlardır ki giyinik oldukları halde (giysileri örtülmesi gereken yerleri örtecek derecede kalın ve sık dokulu ve de geniş olmadığı
için) onlar çıplak gibidirler.
Başları da saç ilâveleri ve peruka gibi işlemlerden dolayı deve hörgüçleri gibidir.
Onlar iffet çizgisinin dışına çıkıcı ve çıkarıcıdırlar. Onlar cezalarını çekmeden
Cennet’e giremezler. Cennet’in kokusunu da alamazlar.”
Cehennemliklerin diğer sınıfı da ellerindeki öküz kuyruklarını andırır
kamçılarla Allah’ın kullarını kamçılayan erkeklerdir.”258
g- Estetik ameliyatlar yaptırmak
Yukarıda değinildiği üzere İslâm Dini güzelleştirmek maksadıyla Allah’ın
yarattığını değiştirmek gibi Şeytan’dan ve Şeytan’laşmış arzulardan kaynaklanan bütün işleri yasaklamış; haram kılmıştır.
Bu umumî kaide, estetik ameliyatların da yasaklanış sebebidir.
Maddeci kültürün, sömürücü ve şehvetlere açık hayat tarzının sürüklediği faydasız işlerden başlıcası olan güzelleşme amaçlı yüz, burun, göğüs ve kalça ameliyatları gerçekten yaratılışla çatışmak, ilâhî hikmet ve takdire baş kaldırmak, lüzumsuz masrafları üstlenerek israf etmek ve pek büyük bir nimet
olan sağlıkla oynamaktır. Ayrıca genç ve güzel görünmeye çalışarak insanları aldatmaktır.
Ancak kişiyi bunalımlara iten, toplum arasına çıkmasını engelleyen, acı
258 Et-Tac 3/179.
229
çektiren çirkinlikleri gidermek için yapılacak ameliyatlara cevaz/onay verilebilmektedir.
Aşağıda sunacağımız Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı verilen cevaza/onaya örnektir:
Din İşleri Yüksek Kurulu, 28. 11. 2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç. Dr.
Şamil Dağcı’nın başkanlığında toplandı.
Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan “Estetik Ameliyat”
konusundaki rapor görüşüldü. Yapılan müzakereler sonunda:
230
İslâm dini, insana özel bir yer vermiş, yaratılış gayesinden başlayarak insanın, dünya hayatından ölüm ve ötesine, bireysel yaşayışından sosyal etkinliklerine, ruh ve duygu aleminden beden ve şekline kadar hayatının her safhasıyla ilgilenmiştir. Kur’an-ı Kerim’de insanın yeryüzünde halife olmak üzere
(Bakara 2/30) en güzel bir biçimde, ölçülü ve dengeli bir şekilde yaratıldığı
(Tîn 95/4), çeşitli nimetler, imkanlar ve güzelliklerle donatıldığı (Beled 90/4,
8-10; Mülk 67/23; Nahl 16/8, 12; Hac 22/65; Lokman 31/20) bildirilmiştir.
İnsanı en güzel bir şekilde yaratan Yüce Allah, onun makul ve mutedil ölçüler içerisinde süslenmesine, güzel görünmesine ve güzelliklerini korumasına
izin vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de, iyi ve güzel şeylerin helal, kötü ve çirkin
şeylerin ise haram olduğu bildirilmektedir (Mâide 5/4-5). Bir ayette, “De ki:
‘Allah’ın, kulları için yarattığı zîyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?’ De
ki: ‘Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız
onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz. ’”
buyurulmaktadır (A’râf 7/32). Hz. Peygamber, güzel giyinme hakkında kendisine yöneltilen bir soruya “Allâh güzeldir, güzelliği sever” şeklinde cevap
vermiş (Müslim, İman, 41), kendisi de hayatında daima temiz ve düzenli olmuş, sade ve güzel giyinmeyi, güzel koku sürünmeyi teşvik etmiştir.
Buna karşılık İslâm’da, insanın doğuştan getirdiği özellik ve şeklinin değiştirilmesi ve bu amaçla yapılacak her türlü estetik ve tıbbî müdahale hoş karşılanmamış; fıtratı bozmayı hedef alan müdahaleler olarak kabul edilmiştir.
Fıtratı bozmayı, yaratılışı değiştirmeyi hedef alan tasarruf ve müdahaleler
ise, yasaklanmıştır (Nisa 4/119).
Estetik ameliyatlar genel olarak, ya dikkat çekmek, daha güzel görünmek ya
da tedavî amacına yönelik olmaktadır.
Dikkat çekmek, daha güzel görünmek amacıyla, yaratılıştan verilmiş olan
özellik ve şekillerin değiştirilmesi İslâm dininde, fıtratı bozma kabul edilerek
yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v. ), süslenmek maksadıyla vücuda dövme yapmak, dişleri yontarak seyrekleştirmek gibi ameliyeleri, yara-
tılışı değiştirmek, fıtratı bozmak kapsamında değerlendirmiş ve bunu yapanları ve yaptıranları kınamıştır (Buhârî, Libâs, 83-87; Müslim, Libas, 33).
Buna karşılık vücudun herhangi bir organında, diğer insanlar tarafından yadırganan, insanın psikolojik olarak etkilenmesine sebep olabilecek, bir anormallik veya fazlalık bulunursa, bunun ameliyatla düzeltilmesi, fıtratı bozmak değil, bir tedavi işlemidir. Tedavi amaçlı olarak yapılan estetik müdahalelere ise dinimizde izin verilmiştir. Nitekim Arfece adlı sahabî, bir savaşta
burnu kopunca, gümüşten bir burun yaptırmış, bunun koku yapması üzerine, altından bir burun yaptırılmasına Hz. Peygamber müsaade etmiştir. (Ebû
Dâvûd, Hatem, 7; Tirmizî, Libâs, 31). Buna göre hastalık sebebiyle saçları
dökülenler, kaza sonucu burun, kulak, göz gibi organlarını kaybedenler veya
vücudunda doğuştan ya da sonradan meydana gelen şekil bozuklukları bulunanların estetik ameliyat yaptırmaları bir tür tedavi olup, fıtratı bozmak
kapsamında değerlendirilemez.
Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;
Estetik ameliyatın;
a) Salim fıtratı bozmak kastı olmamak,
b) Yapılmasında bir yarar veya yapılmamasında mevcut bir zarar bulunmak,
c) Hile, aldatma veya karşı cinse benzeme kastı bulunmamak,
d) Hukukî karışıklığa ve yanlış anlamaya yol açmamak,
kaydıyla bir tür tedavî olarak yaptırılmasında sakınca olmadığına karar verildi.
231
Vücût Organları Üzerinde Yapılabilir Olan İşlemler
Kınalamak ve ojelemek
Ellerin ve ayakların bir bölümünün veya parmak uçlarındaki tırnak kısımlarının boyanması; kınalanması dinimizde erkeklere yasaklanmış, kadınlar
için caiz görülmüş, hattâ tavsiye edilmiştir.259
232
Bu fiilin dinen ruhsatlı olması ve hoş görülmesi sebebiyle olacak ki kadınlarımız için el ve ayakları kınalanması geleneklerimiz arasındadır.
Burada, üzerinde önemle durulması gereken husus, kınalama ile tırnakları ojelemeyi aynı ölçüler içersinde değerlendirmemektir. İslâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre eller ve ayakların yabancı erkekler önünde açılması caizdir. Bunun gibi kınalı ellerin ve ayakların açığa vurulması da caizdir. Bunu,
biat etmek için kendisine uzanan elin, ancak sahibi tarafından açıklanmasından sonra kadın eli olduğunu anlayan Peygamberimizin -kadın eli ise kınalansın- buyurmasından anlayabiliriz.
Kınalama özellikle çalışan kadınlarla erkeklerin elleri ve ayaklarını ayırmada bir yardımcı uygulama ise de tırnakları ojelemek bunun ötesinde cinsel cazibeyi de artırıcıdır. Şehvetli bakışları davet edicidir. Bu sebeple tırnakları ojeli, elleri ve ayakları açığa vurmak caiz olmasa gerektir.
Yalnız koca için süslenmek maksadıyla el ve ayakların ojelenmesi meşru
ise de oje ile kınalamayı eşit görmemek lâzımdır. Zira, suyun tırnağın doğal
yapısına ulaşmasına engel olacak ojeler, gusül ve namaz abdestlerinin sıhhatine; kabulüne engeldir. Bu itibarla koca için sürülmüş olsa da gusül ve namaz
abdestlerinden önce çıkarılmalıdır.
259 Et-Tac 3/175 ve ilgili not.
Ojenin büyük bir mahzuru dokunma da daha çok bâtıl din ve ideoloji mensubu olan kadınların bir süslenme şekli olmasıdır. Onları taklit ise dinen sakıncalıdır.
Yüze makyaj yapmak
Kaş aldırmanın dışında, kadının kocası için süslenmek maksadıyla bileşiminde domuz yağı bulunmayan rujlarla dudak boyaması ve diğer yüz makyajı ile ilgili işlemleri yapması caizdir. Kocanın haramdan korunmasına yardımcı olduğu için de hayırlı bir ameldir. Ancak rujlu ve makyajlı yüzlerle yabancı
erkeklere görünmek haramdır. Zira makyaj yaparak ortaya çıkılmasında iç bozukluğu ve şehvetli bakışları davet vardır. Bu da fitnedir/saptırıcı işlemdir. Kadının yüzünün açılmasını caiz gören âlimler bile fitneye sebebiyet vermesi halinde yüzün teşhirine cevaz vermemişlerdir.
Koku sürünmek
Allah tarafından namaz ve kadın yanı sıra peygamberimize sevdirilen üçüncü bir nimet de kokudur.
Bu sebeple Peygamberimiz sürekli olarak güzel koku sürünürdü. Mü’min
erkeklere de koku sürünmelerini öğütlerdi. Özellikle Cuma namazı için
cemâate gelindiğinde ve böylesine topluluklara iştirak edildiğinde güzel koku
sürülmesi sünnettendir. Ne var ki kadınlara benzememek için koku sürünürken erkeklerin dikkat edecekleri husus kullandıkları kokunun, sürüldükleri
yerde görülür bir renk oluşturmayan türden bir koku olmasıdır.
Çünkü Peygamberimiz rengi belirgin koku sürünen bir sahâbinin selâmını
almamış, üzerinde böylesine bir koku bulunan kişinin Allah katında namazının kabul olunmayacağını duyurmuş ve olması gerekeni de şöylece bildirmiştir:
“Erkeklerin (kullanabilecekleri) koku, rengi belirsiz olup kokusu belirgin olandır.”260
Çevreye yayılan bir koku süründüğünde kadın ilgi toplayacağı ve şehevî
bakışlara uğrayacağı için dinimizde kadın kokusuna sınırlama getirilmiştir.
260 Et-Tac 3/188.
233
Pek tabiîdir ki bu sınırlama nâmahremler içindir. Kadın, kocası ve babası gibi
mahremleri yanında dilediği kokuyu sürünebilir.
Peygamberimiz yasak türden kokulanma ile ilgili olarak bir hadîslerinde
şöyle buyurur:
“Her hangi bir kadın kokulanır sonra da kokusunu alarak kendisine ilgi duymaları için bir topluluğun yanına çıkarsa o, şöyle şöyle günaha giricidir.”261
Hadîsimizin manevî mesuliyetini açıkladığı bu işlem, pek tabîi ki haramdır. Zira güzel kokuların kadınlık cazibesini artıran ve kadına arzuyla bakılmasına vesîle olan bir fitne sebebi olduğu açıktır.
Netice olarak deriz ki nâmahremlerden kendisini koruyamayacak kadın
için oje, ruj, makyaj ve güzel koku kullanımı haram veya harama yakın günahtır. Toplumda fesada kapı açmak, fuhşu yaygınlaştırmaktır. Böylesine bir
günâhın sonucu da azaba yönelmektir.
234
Nûr Sûresi, Âyet 19:
“(Zevk için, çıkar için ve çağdaş olmak için) mü’minler arasında fahişenin
(gayr-ı meşru cinsel sözlerin, davranışların ve eylemlerin) yayılmasını sevenler
(yok mu?) Onlar için dünya ve âhirette elem verici bir azâp vardır. Allah bilir, siz
bilmezsiniz.”
Gözlere sürme çekmek
Göze sıhhat ve parlaklık kazandıran, kirpikleri gürleştiren sürme, Aziz
Peygamberimizin kadın-erkek bütün mü’minlere tavsiye ettiği bir ameldir.
Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed şöyle buyurur:
“Kullandığımız sürmelerin en iyisi ismid’dir.
Onunla sürmeleniniz. O göze cila verir, kirpikleri bitirir.”262
Peygamberimiz sürme çekmeyi tavsiye etmekle kalmamış bilfiil uygulamıştır. Peygamberimizin bir sürmeliği vardı. Her gece uyumadan önce her bir
gözüne üçer defa sürme çekerdi.263
261 Et-Tac 3/187, Ebû Daûd Libas B. Fi Îstihbabit-Tîb.
262 Et-Tac 3/209. İsmid; kırmızıya çalan siyah bir taştır. Hicazda çok bulunur. Devrimizde
sürme dediğimiz madde bu taşın öğütülmüşüdür.
263 Et-Tac 3/209
Burada mü’min kadınlarımızın üzerinde hassasiyetle duracağı husus, Peygamberimiz tarafından tavsiye olunan sürme ile devrimiz kadınlarının cinsel
cazibelerini artırmak için sürüp toplum içine çıktıkları göz boyamasını birbirine karıştırmamaktır.
Sürmede asıl gaye sıhhattir. Bu itibarla o gece yatarken kullanılır.
Şemail-i Tirmizî şerhindeki aşağıdaki malûmatı mevzuumuza ışık tutması bakımından nakletmekte yarar görürüz.264
“Şu husus çok iyi bilinmelidir ki sürme geceleyin uyumadan önce çekilir. Zamanımızda mutasavvıf geçinen bazıları (ve de kadınların) kuyruklu sürmeleri gündüz çekip sünnettir demeleri, tamamen bâtıldır. Yine bazıları da saç
sünnettir diye kadınlar gibi bellerine kadar saçlarını uzatırlar ve bazıları da
takva sahibi olduklarını halka göstermek için saçlarını şakak ve enselerinden sarkıtırlar.
Olgun Müslümanlar da o kuyruklu sürmeleri ve gayr-i muntazam saçları
gördükçe acaba Allah’ın Resûlü’nün sünnetini küçümsüyor muyuz diye üzülürler. Hâşâ Allah’ın sevgilisi ve Peygamberler sultanının gözleri yaratılışından sürmeli iken, uyumadan evvel sürme kullanır, sabah abdestinde de çektiği sürme gider sadece eseri kalırdı. Mübarek saçları da sarıklarının altında
kulak yumuşaklarının hizasında çok az görünürdü.
Evet sürme çekmek istediğinde Peygamberimiz yatarken üç defa sağ ve üç defa da sol gözüne çeker, sabah abdest aldığında sürmenin kendisi silinir eseri
kalırdı. Sünnet olan da budur. Sünnet olan her şey ise sevimli güzel ve makbuldür. İnsan tab’ına da uygundur.”
Saç bırakmak veya kesmek
İslâm Dini saç bırakıp bırakmamaya da şamil olan bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzememe genel kuralı dışında saç bırakıp bırakmama veya saça belirli bir şekil verip vermeme hususunda uygulanması gerekli emirler
vermemiş, tavsiyede bulunmamıştır.
Bu meselede mü’min kişiye şahsî zevkine veya yaşadığı cemiyetin gele-
264 Bak. Şemaili Şerife Yedinci Bölüm Tirmizî, Ter. ve Şerh. Hüsameddin Nakşibendi, Sadeleştiren M. Sadık Aydın 1976 İst.
235
neklerine uyma serbestisi verilmiştir. Zira saç hususunda Peygamberimizden
farklı tatbikatlar rivayet olunmuştur.
Yüce Peygamberimiz saçlarını uzattığı zaman omuzlarına kadar dökülmüştür.265
Allah’ın Resûlü saçlarını bazen tabîi doğrultusunda uzatmış, bazen sağa
ve sola olmak üzere ikiye ayırmış bazen da alnına doğru sarkıtmıştır.266
Peygamberimiz, saçların değişik boylarda ve farklı şekillerde bıraktığı gibi kesmiştir de.
236
Allah’ın Resûlü bir defa hicretten sonra Hüdeybiye antlaşmasının yapıldığı yılda Ümretü1-Kaza’da, bir de Veda haclarında saçlarını tamamen kesmişlerdir. Saçlarını dört defa kestiklerine dair rivayet vardır. Ancak umumiyetle saç bırakmak Peygamberimizin tercihi olmuştur. Çünkü Kur’ân’da (Fetih
27) Rabbimiz, erkeklerin saçlı olması gerektiğine işaret edercesine şöyle buyurmuştur:
- “Siz Allah dilerse güven içinde saçlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i haram’a kesinlikle gireceksiniz...”
Evet saç bırakmak Peygamberimizin tercihi olmuştur.
Ne var ki Peygamberimizin saç üzerine başlık; imame giydiği de bir gerçektir.
Ülkemizde hususiyle dindar kesimin saçlarını devamlı olarak tıraş etmeleri Allah bilir örfe dayanmaktadır. Zira saçın devamlı olarak kesilmesini öğütleyen bir peygamberi tavsiye yoktur. Saç bırakılması halinde tavsiye edilen husus, hoş görünümü giderecek aşırılığa gidilmemesidir. Çünkü Peygamberimiz
sahâbî Hureymü’l-Useydî hakkında; “O ne iyi adamdır. Yalnız şakak saçları ve
elbisesini uzatması olmasaydı.” buyurmuştur.267 Hüreym bunu işitince zülfünü
kulak hizasından kesmiş ve elbisesini de inciğinin yarısına kadar çekmiştir.
Dinimizin erkekler için saç konusundaki tesbit edebildiğimiz tek yönlendirici talimatı Yahûdiler’e benzenilmemesi için, onlarca benimsenen saç modelinin Peygamberimiz tarafından yasaklanmış olmasıdır. Bu yasağa günümüzde de riayet olunmalıdır.
265 İrşadus-Sarî K. Libas Babül-Ce’d.
266 Şemaili Şerife, Üçüncü Bölüm.
267 Riyazüs-Salihin ve Ter. 2. Baskı 2/195.
Sahâbî İbn-ü Ömer şöyle rivayet ediyor:
Allah’ın Resûlü, saçlarının bir kısmı kesilmiş olup bir kısmı bırakılmış bir
Müslüman çocuğunu gördü. Bu şekilde saç tıraşı Yahûdilere has bir tıraş biçimi olduğundan, onlara benzemekten menetmek için bu tarzı yasaklayarak
şöyle emir buyurdu:
“Ya saçların hepsini birden kesin ya da tamamen bırakın.”268
Açıkladığımız şekil dışında saç bırakıp-bırakmamak hususundaki ruhsat,
işaret ettiğimiz üzere mü’min erkekler içindir.
Kadınlar için ise saçları kesmek haramdır. Çünkü Peygamberimiz kadının
saçını dipten tıraş etmesini yasaklamıştır.
Saç bir süs olduğu ve buna en ziyade kadınlar muhtaç bulunduğu için
Peygamberimiz, mü’min kadınları saçlarını bütünüyle kesmekten menetti.
Ancak içinde yaşanılan cemiyette kadınların saçlarını kısaltması şeklinde bir
örf varsa saçların kısaltılmasında dini bir sakınca yoktur.269
Pek tabu ki bu hükümler normal şartlar içindir. Tıbbî bir zarûret sebebiyle; bir hastalık nedeniyle saçlar tamamen de kesilebilir.
Saça bakmak
Saçın bırakılması halinde hoş görünümlü olabilmesi için hiç kuşkusuz
bakımına önem verilmesi lâzımdır.
Bunun içindir ki Peygamberimiz, şöyle emir buyurmuştur:
“Saçı olan (temizleyerek, yağlayarak ve tarayarak) ona ikram etsin; bakımını güzel yapsın.”270
Allah’ın Resûlü bir defasında saçları kirli olup birbirine karışmış çirkin
görünümlü bir zâtı görünce yadırgamış ve çevresindeki sahâbilerine hayretlerini dile getirerek bu hali tasvip buyurmadığına işaretle şöyle buyurmuştur:
268 Et-Tac 3/173. Hadisimiz bize temsili bir ölçü vermektedir. Özellikle karma veya azınlığı
oluşturarak yaşadığımız toplumda bâtıl din ve ideoloji mensuplarının, onları çağrıştıran
saç modelleri varsa, bu modellerden sakınmak da görevimiz olur.
269 K. Fıkh Alel-Mezâhibîl-Erbaati, 2/45, R. Salibin B. Nehyi Anil-Kazai.
270 S. Ebû Davûd, K. Tereceül B. Fî Islahiş Şa’ri.
237
“Bu adam saçlarını tarayacak bir tarak bulamamış mı ki böyle bir vaziyette insanların arasına çıkıyor.”271
-Allah bağlılarını artırsın.- Peygamberimiz bu konuda emirler ve öğütler
vermekle kalmamış, bizzat da örnek olmuştur.
Aziz önderimiz saçlarını çok temiz tutar, sıhhat ve revnaklığını korumak
için yağlar, tarar ve de aynaya bakarak düzenlerdi. Aynaya baktıklarında ise
şöyle hamd ve duâ ederdi:
“Allah’a hamd olsun.”
“Allah’ım! Suretimi güzelleştirdiğin gibi ahlâkımı da güzelleştir. Beni Cehennem
azabından koru.”272
238
Saç bakımının ana gayesi hoş görünümlüğü sağlamaktır. Ancak Allah’ın
Resulü hiç bir işte aşırılığı tasvip buyurmadığı gibi saç bakımında da lüzumsuz aşırılığı benimsememiş, hattâ bundan menetmiştir. Zira bu tür aşırılıkta Rabbimizin yasakladığı faydasız işlerle iştigal ve nefsanî arzulara düşkünlük vardır.
Saçı boyamak
Dinimiz;
a-Kâfirlere benzenilmemesi,
b-Yaşlılık sebebiyle saç ve sakalın bembeyaz olmasından ötürü ortaya çıkabilecek yadırganır görünümün giderilmesi,
c-Güzel görünümün dindarlığa aykırı olmadığı görüşünün belirtilmesi gibi makul sebeplerle saçı sakalı bembeyaz olmuş mü’minler için, saç ve sakalın
boyanmasına ruhsat vermiştir.
Yüce Peygamberimiz (s.a.) saçları bembeyaz olmuş yaşlı sahâbîlere yönelik emirlerinde: “Ehl-i Kitab; Yahûdiler ve Hıristiyanlar (dindarane yaşayışa aykırıdır inancıyla) saç ve sakallarını boyamıyorlar. Siz boyayarak onlara aykırı hareket ediniz.” buyurmuşlardır.273
Ancak İslâm âlimleri bu emrin vacip kılıcı bir emir olmadığını; Ehl-i Ki271 Et-Ta 3/162.
272 Amelül-Yevmi vel-Leyleti B. Ma Ye-kûlü İzâ Nazara Fil-Mir’at
273 Et-Tac 3/173.
tab’a benzememek amacına ilişkin sevimli bir ruhsat olduğunu açıklamışlardır.
İslâm Dini Peygamberimizin hadîsleriyle yaşlı mü’minler için saç ve sakal boyama konusuna ruhsat verirken yine Peygamberimizin hadîsleriyle bir
sınırlama getirmekte; siyah renge boyamayı yasaklamaktadır. Allah’ın Rasûlü
şöyle buyurur:
“ Siyah renge boyamaktan kaçının.”274
Gerçekten siyaha boyamada genç görünme, dolayısıyla muhatapları aldatma arzusu vardır. Aldatma ise bir vicdan pisliğidir. Büyük bir günahtır. Nitekim Peygamberimiz aldatmanın ağır sorumluluğunu açıklamak için şöyle
buyurmuştur:
“Bizi aldatanlar bizden değildir.”
Saç ve sakalın siyaha boyatılmasındaki yasaklayıcı hadîsten ötürü İslâm
âlimleri siyaha boyamanın mekrûh (küçük günah) olduğunu bildirmişlerdir.
Ancak harpte düşmana genç ve güçlü görünmek için siyaha boyamada bir
mahzur/sakınca yoktur.
Saç ve sakal boyamada tercih olunacak renk siyaha çalan kırmızıdır. Bu
tercih Peygamberimizin aşağıdaki hadîslerinden kaynaklanmaktadır.
Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Kendisiyle beyazlığın giderileceği en güzel renk Kına ve Keten’dir; onların karıştırılmasından hasıl olan siyaha çalar kumral renktir.”275
Saç ve sakal boyama konusu dinimizde ancak saçı sakalı bembeyaz olmuş
yaşlı mü’minler için bir ruhsat meselesi olduğu içindir ki bazı âlimler şu görüşü ileri sürüyorlar ki bize de makul görünmektedir:
“Saç ve sakal boyamamayı âdet edinmiş gayr-ı müslimlerle bir arada yaşanılmayan cemiyetlerde, hele hele toplum örfünün saçı ve sakalı boyamama
şeklinde kökleştiği cemiyetlerde, saç ve sakalı boyamamak daha doğrudur.”
Bu bölümde sunulan bilgiler kadın-erkek bütün müminler için geçerlidir.
Burada bu vesîle ile iyice yaşlanmış olanların dışındaki kadınların, saçlarını
mahrem olmayanlara hiçbir şekilde gösteremeyeceklerini hatırlatmış olalım.
274 Et-Tac 3/173-4, Ebu Davûd, K. Tereccül Babu Macâe Fi Hıdabis-Sevad.
275 Îrşadüs-Sarı Libas Babûl-Hıdab.
239
240
Üçüncü Bölüm
Sakal ve Bıyıkla İlgili Görevler
241
İslâmî Kimliğin Görülür Unsuru
Sakal ve bıyıksızlık İslâm ümmetini kuşatan çok yaygın bir
manevî âfet olduğu için bu bölümde Sakal-Bıyıkla ilgili genişce bilgiler verilecek, İslâmî Kimliğin görülür unsuru olduklarına dikkat çekilerek bir arada bırakılmalarının görev olduğu
açıklanacaktır.
242
Hayatımıza hakim olmaya çalışan kadrolarca irticaî görüntü olarak nitelenen sakalın belirlenen ölçüler içinde bırakılmasının kültür cihadı olduğunda hiç şüphe yoktur. Ancak İslâmî
şahsiyeti gelişmemiş, davranışları zerafete bürünememiş estetik yoksunu kişilerin sakalları ile çevreye olumsuz mesajlar verebilecekleri de bir gerçektir.
Sakak-bıyık İslâm kadınının örtüsü gibidir. Örtü, İslâmî iman
ve hayatı sembolize eden Libasüt-Tekva üzerine giyildiği zaman ahlâkî amacına ulaşabileceği gibi sakal-bıyık da amacına ancak Libasüt-Tekva ile birleştiği zaman ulaşabilir. Bu sebeple sakal- bıyık bırakılmalı, ama İslâmi Kimliği temsil edebilir bir kıvama eremeye de çalışılmalıdır. Aksi takdirde sevapfayda yerine, günah-zarar devşirilebilir.
Sakal ve Bıyıkla İlgili Görevler
İslâm Dini, Peygamberimizin diliyle sakal ve bıyık konusuna önem vermiş, sakal ve bıyığı İslâmî şahsiyetin dışa dönük kimlik oluşturucu unsurlarından biri olarak değerlendirmiştir.
Vücut organları ile alâkalı İslâmî kurallar içersinde tatbik edilme bakımından sünnet olmadan (hitan) sonra ikinci sırayı alan sakal ve bıyık, zahirde
bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzemekten korunmanın da vesîlesidir.
İslâm dünyasında, vâcib midir, sünnet midir, mubah mıdır, şeklindeki
tartışmalara konu olması bakımından da daima aktüalitesini koruyan bu mevzuu oldukça geniş bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
Sakal, İslâmî kılık-kıyafetin ana unsurlarındandır
İçinde yaşadığımız toplumda, kılık-kıyafet bakımından Müslümanlarla
Materyalistleri, Müslümanlarla Komünistleri, Müslümanlarla Gayr-ı Müslimleri
ayırt edebilmemiz mümkün değildir. Bir kısmı sakalsız ve bıyıksız, bir kısmı
uzun veya kısa bıyıklı, bir kısmı saçı sakalı birbirine karışmış, bir kısmı sakalı ve bıyığı birbirine eşit olan devrimizin bilgisiz ve bilinçsiz mü’minleri, âdeta
iç dünyalarındaki ayrılığı dışlarına aksettirmiş gibidirler.
Evrensel kıldığı Peygamberi Hz. Muhammed’in diliyle, Allah’ın huzurunda
ibâdet edilirken safların sık ve düzgün tutulmasını, aksi takdirde saflar arasındaki boşluklardan Şeytan’ın girerek kalplere tesir edeceğini bildiren ve safları tam olarak şekli bir düzene kavuşturmaksızın namaza başlanılmasını mazur
görmeyen İslâm Dini’nin, sakal ve bıyık konusundaki, rûha aksetme ihtimali
243
büyük düzensizliği mazur görmeyeceği açıktır. Zaten bu mevzudaki hadîsler
vs. İslâm âlimlerinin bu hadîsler üzerindeki değerlendirmeleri, İslâm’ın bu
mevzudaki duyarlılığını ortaya koymaktadır.
Hz. Peygambere itaati emreden Kur’ân âyetleri
“Allah’a ve Peygamberi Muhammed’e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.”276
“(Ey Peygamber!) Kim Peygamberi olan sana itaat ederse, muhakkak Allah’a
itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bu seni üzmesin.) Zira seni onlara koruyucu
ve gözetici göndermedik. (Ancak tebliğ için gönderdik.)”277
“(Ey Peygamber!) Rabbin hakkı için, onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni
hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiç bir darlık duymadan tam bir
teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”278
244
“Ey Mü’minler! Peygamber, size hayat verecek olan ilkelere/değerlere sizi davet
ettiği zaman, Allah’a ve Peygamberine uyun. Bilin ki Allah gerçekten kişi ile kalbi arasına girer. (Onun her şeyini bilir.) Sizler muhakkak toplanıp ona varacaksınız.”279
“Allah ve Peygamberi bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle mü’min
bir kadın için kendi işlerinden dolayı Allah’ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur. Kim Allah ve Peygamberine isyan ederse muhakkak açık bir
sapıklık etmiş olur.”280
Hz. Peygamberin itaat etmekle mükellef olduğumuz sakal ve
bıyıkla alâkalı emirleri
Allah’ın Resûlü,İslâmî kimliğimizi oluşturucu bağımsız emirlerinde şöyle buyurur:
“Bıyıkları iyice kısaltınız ve sakalı uzatınız.”281
Sahâbi Abdullah b.Amr şöyle anlatır:
276
277
278
279
280
281
Al-i İmran 132.
En-Nisa 80.
En-Nisa 65.
Enfal 24.
Ahzab 36.
Buhârî Libas 63,MüslimTaharet 52-54,Tirmizi Edeb18, Ebu Davud Tereccül 16..
“Allah’ın Resûlü bize sakalı uzatmayı ve bıyığı kısaltmayı emir buyurdu.”282
-Salat ve Selâm üzerine olsun- O, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına aykırı
davranılması ile alâkalı sebep bildiren diğer hadîslerinde ise şöyle buyurur:
“Müşriklere muhalefet ediniz. Sakalı uzatınız. Bıyıkları da iyice kısaltınız.”283
“Müşrikler ve Mecûsîler sakallarını kesiyor, bıyıklarını uzatıyorlar. Biz onlara
aykırı tavır koymakla emredildik.”284
“Bıyıkları iyice kısaltınız. Sakalı uzatınız. Yahûdilere benzemeyiniz.”285
“Mecûsîlere/Âteşperestlere muhalefet ediniz. Sakalınıza uzatınız, bıyıklarınızı iyice kısaltınız.”286
Sakaldan bağımsız olarak bıyığı konu alan sözlerinde Peygamberimiz şöyle buyur:
“Bıyıklarından almayan (kısaltmayan) bizden değildir.”287
“Etek tıraşı olmayan, tırnaklarını kesmeyen ve bıyıklarım iyice kısaltmayan kişi bizim çizgimizde değildir.”288
Peygamberimiz, saça-sakala tecavüzü konu alan hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Saçla müsle yapan; işkence yapmak amacıyla başkasının saç ve sakalını yolup
tıraş eden kişinin Kıyamet Günü Allah katında nasıbi/değeri yoktur.”289
Hz. Peygamber sakallarını tıraş etmiş olup, bıyıklarını salıvermiş olan iki
Mecûsî elçinin görünümlerini yadırgar. Onlara sebebibini sorar. Kisra’larının
emri olduğu cevabını alınca da şöyle buyurur:
“Bana da Rabbim sakalımı uzatmamı, bıyıklarımı kısaltmamı emretti.”290
282 Müslim K.Tahareti Bab-u Hısalil Fıtra
283 Buhârî K. Libas Bab-u îfail-liha.
284 Et-Tac 3/170.
285 El-Carnius-Sağîr (Ehfû) bölümü 1/13.
286 Müslim K.Tahare Bab-u Hısalil-Fıtra.
287El-Camius-Sağîr 2/181.
288 Tirmizî Hadîs No: 2762.
289 El-Camius-Sağîr (Men messele) 2/182, S. B. Muhtasarı Tecrid-i Sarih Ter. Ahmet Nairn
1. Tab’ 1/158.
290 Nebhanî Hüccetüllahi Alel-Alemin ve Mucizatü Seyyidil-Mürselin sh. 521.
245
Peygamberimiz, sakal ve bıyığın tüm Peygamberler döneminde İslâmî
kimliğin bir parçası olduğunu bildirdiği, Fıtrat hadîsi olarak ünlenen sözlerinde de şöyle buyurur:
“On şey fıtrattan; Bütün peygamberlerin uygulamalarındandır: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvak kullanmak,ağza su vermek, burna su çekmek, tırnakları kesmek, parmak boğumlarını yıkamak, koltuk altı kıllarını gidermek, etek tıraşı olmak ve su ile taharet/temizlik yapmak.”291
Allah’ın Resûlü, erkeklerin kadınlara benzemesini yasaklayan hadislerinde ise lanet sözcüğünü kullanarak şöyle buyurur:
“Allah erkekleşen kadınlara ve kadınlaşan erkeklere lanet etsin.”292
246
291 Müslim Taharet 56, Tirmizi Edeb 14, İ.Mace Taharet 8.
292 Et-Tac 3/178.
Bu hadîsi sakal ve bıyık bırakmayı emir ve tavsiye edici hadîsler arasına almamızın sebebi şudur:
Şüphesiz erkeklerin kadınlara ve kadınların da erkeklere benzemesi giyim, konuşma ve
davranış türlerinde olduğu gibi yaradılışta var olan farklılığın giderilmesi şeklinde de
olur. Bu sonuncu benzeme şekli çok daha önemlidir. Zira bu tür benzeme doğal bir farklılığın sürekli bir şekilde giderilmesi yoluyla oluşmaktadır. Bu doğal farklılık ise erkeğin
sakallı-bıyıklı, kadının sakalsız bıyıksız olmasıdır. Kaldı ki bu farklılığın giderilmesinde
Allah’ın yarattığını değiştirmek ve O’nun tercihine zımnen baş kaldırmak da vardır.
Nitekim müfessirler Nisa sûresinin 119. âyetini misallendirirken sakal kesmeyi de zikretmektedirler.
Merhum müfessir Hamdi Yazır şöyle diyor:
Bıyıklarını, Sakallarını Yolacaklar
(Şeytanın adımlarını izleyerek Allah’ın yarattığını değiştirmeye çalışacak insanlar...)
-Hilkatin suretini veya sıfatını değiştirerek vechini tahvil edecekler, fıtratı kemâline götürecek yerde bozacaklar, çığırından çıkaracaklar. Tefsirlerde yer alan misallere nazaran
kadını erkek, erkeği kadın yapmağa çalışacaklar, kadın yerine erkek, erkek yerine kadın
kullanacaklar. Bıyıklarını Sakallarını Yolacaklar, suratlarını boyayacaklar, kılıklarını değiştirecekler, kulak burun kesip göz çıkaracaklar, erkekleri iğdiş edip hadım ağası yapacaklar, organlarını, yaratılıştan kendilerine verilen vazifelere aykırı kullanacaklar, nikâh
yerine zina edecekler, temizi bırakıp pisliklere koşacaklar, menfaati bırakıp zararları
seçecekler, ciddiyâtı atıp eğlenceye heves edecekler, vazifeden kaçıp oyuna gidecekler,
doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar, helâla haram, harama helâl, iyiye kötü,
kötüye iyi diyecekler, hayır yerine şer işleyecekler, i’mar edilmesi lâzım geleni tahrip,
tahrip edilmesi lâzım geleni i’mar edecekler… (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. İkinci baskı 3. sh. 1472-1473)
Hadîslerin umumî olarak değerlendirilmesi
-Salât ve Selâm üzerine olsun.- Peygamberimiz Hz. Muhammed’in sakalbıyıkla alâkalı olan ve hadîs kaynaklarında rivayet edilen hadîslerinden tesbit
edebildiklerimizi yukarıda sunduk.
Sunduğumuz bu hadîsler, Peygamberimizin dilinden özel şekline uyarak
sakal-bıyık bırakmanın önemini ve bırakılması lüzumunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bağımsız bir peygamberi emir olmanın yanı sıra, Yahûdilere, Hıristiyanlara, Mecûsîlere ve daha genel ifadeyle İslâm dışı bütün topluluklara ve kadınlara benzenilmemesini de içeren sakal-bıyık bırakmak emri, diğer yapılması gerekli bütün Nebevî/Peygamberî emirler gibi Dinî nitelikli bir emirdir.
Peygamberimizin, kendisine âidiyeti belirli ve anlamı açık olan emirleriyle yüklediği sakal-bıyık bırakma görevinin îfası şüphesiz Hz. Peygambere uymadır. Devamlı bir uyuş olması sebebiyle de sürekli bir sevap kaynağıdır.
Al-î İmrân Sûresi Âyet 132:
“Allah’a ve O’nun Peygamberine itaat edin ki felah bulabilesiniz.”
Peygamberimizin, sözlü ve fiilî sünnetiyle mükellef kıldığı bu görevin yapılmaması ise O’na muhalefettir. İslâm Kültürünün Hz. Peygamberin fırçasından çıkmış fertte tezahür edici bu önemli çizgileri giderme ile Hz. Peygambere aykırılık ise Allah’a itaatsizliktir.
Allah’a ve Peygamberine aykırılık ise iç bunalımlarına ve Âhiret azâbına
sebeptir.
Nisa Sûresi Âyet 115:
“Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur, mü’minlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu döndüğü
sapıklıkta bırakırız. Âhiret’te de kendisini Cehennem’e koyarız ki, o ne kötü bir dönüş yeridir.”
Peygamberimizin diliyle kimlik oluşturmayı amaçlayan bu hadîslerden
ilk bakışta ve gayet açık bir şekilde anlaşılan budur. Ne var ki mü’minlerin
İslâm karşıtı kültürlerin egemenliği altında yaşadıkları ve çok büyük bir kısmının da sakal-bıyık bırakmayarak yukarıda değinilen sorumluluğun altına
247
girdikleri asrımızda, konuya biraz daha eğilmek ve sorumluluktan çıkarıcı bir
mahrecin/çıkışın bulunup bulunmadığını araştırmak ihtiyacı duyulmaktadır.
Acaba Peygamberimizin “Sakalınızı uzatınız-bıyığınızı kısaltınız” emri
Ashab-ı Kirâm’ın saçı sakalı bembeyaz olmuş yaşlılarına yönelik saçı-sakalı
boyama emri gibi ruhsatı açıklayıcı bir emir midir?
Ashâb-ı Kirâm’ın ve muteber büyük mezheb müctehidlerinin ruhsat vasfını taşıdığında birleştikleri saçı sakalı boyama emrinden olduğu gibi, ‘Sakalı
uzatınız, bıyığı kısaltınız’ emrinden de böyle bir hüküm çıkarılamaz mı?
İşaret olunan ihtimalin güç kazanabilmesi için mevzu ile ilgili hadîslerden
ilk bakışta anladıklarımızın doğruluk derecesini kontrol etmemiz, yanılıpyanılmadığımızı incelememiz gerekmektedir.
Bunun için de iki ciddî yol vardır.
248
a-Birincisi Hz. Peygamberin sakal ve bıyık bırakmakla ilgili emirlerinin
ilk muhatabı olan Ashab-ı Kiramın bu emirleri nasıl anladığını ve uyguladığını araştırmak.
b-Kur’ân ve Sünneti çok iyi anlamış olan ve bu iki kaynakta yer almış
emirlerin hüküm bakımından ifade ettikleri anlamı pek isabetli bir şekilde
kavramış bulunan ve anlayış farklılıklarını da özgürce belirtmiş olan başta Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbelî mezheblerine bağlı müçtehidlerin görüşlerini tesbit etmek.
Evet, bu iki ciddî yol bizi gerçeğe ulaştıracak en sıhhatli yollardır.
aa- Ashab-ı Kiram’ın görüşü:
Tarafımızdan yapılan incelemeler ve bu mevzu ile alâkalı olarak yapılan
araştırmalar ortaya koymaktadır ki, Ashab-ı Kirâm sakallıdır. Sakallı olmaları da olması gerekendi. Çünkü Kur’an (Taha 94) Hz. Harun örneğiyle sakala
yöneltirken kendisi de sakallı olan Peygamberimiz, fıtrat hadisiyle sakal-bıyık
ikilisini bütün Peygamberlerin uygulaması olarak öğretmişti. Üstelik erkek yaratılışı ve toplum örfü de bunu gerektiriyordu.
Sakalı âdet sünnet kabul ederek dinî bir vasıf taşımadığını savunan kişilerce de Ashab’ın sakallı olmadığı şeklinde bir iddia ileri sürülmemiş ve sakal
kesildiğine dair örnek gösterilememiştir.
Şanlı Peygamberimiz-önderimizin insanlık tabîatının gereği zaman zaman yaptığı veya sürekli olarak yaptığı halde Ashabı’nın yapmasını emir buyurmadığı hususlarda Ashab-ı Kirâm’ın görüş ve amel birliğinde ittifak etmedikleri, farklı davranışlar gösterdikleri bilinen bir gerçektir.
Yüce Peygamberimizin “Yahûdiler ve Hıristiyanlar saçları ve sakallarını
boyamıyorlar. Siz boyayarak onlara muhalefet ediniz.” emirleri gibi saçı sakalı bembeyaz olmuş sahâbilere yönelik emirlerinin de Ashab-ı Kirâm’ın bütünü
tarafından uygulanmadığı bir vakıadır.
Sunulan bu bilgiler ışığında ve Ashab-ı Kirâm’ın bütününün veya çoğunluğunun sakal bırakmış olduğu gerçeğinden hareketle açıkça anlıyoruz ki, Ashab, Peygamberimizin “Sakalının uzatınız, bıyığınızı kısaltınız.” emrini her bir
mü’min tarafından tatbik olunması gerekli bir emir olarak anlamıştır. Bu emre
muhalefeti Hz. Peygambere ve dolayısıyla Allah’a itaatsizlik görmüştür.
bb-Ashab-ı Kiram’ın sakal-bıyık bırakma mevzuundaki Peygamberi emirleri
anlayış ve uygulayışlarını böylece belirledikten sonra manevî huzurlarında hürmetle
eğildiğim büyük Fıkıh İmamları’mızın görüşlerini de ana hatlarıyla inceleyebiliriz.
bb-Sakal-bıyık mevzuunda mezheplerimizin ve bazı fakîhlerin
görüşleri
Hanefi Mezhebi: Hanefî Mezhebi’nin görüşleri, İbn-i Abidin’de şöyle
açıklanmaktadır:
“Erkeklere sakal kesmek haramdır.”293
Hanefî Mezhebi’nin sakal mevzuundaki yukarıda sunulan görüşleri Hanefî
Fıkıh Kitaplarının büyük kısmında zikredilmektedir.
Kitâbül-Fıkıh Alel-Mezâhibil-Erbaa isimli fıkıh kitabında dört mezhebin
sakal-bıyıklı ilgili içtihâdları şöylece verilmektedir:
Şafiiler: Sakalın tıraş edilmesi ve aşırı derecede kısaltılması mekrûh’tur;
Hanbeliler: Sakalın tıraş edilmesi haramdır. Sakaldan bir kabzayı: bir
avuç içini aşan kısmı almakta sakınca yoktur.
293 İbn-ü Abidin 5/261.
Ayrıca bak. El-Fıkh Alel-Mezabihil-Erbaa 2/45
249
Bıyığı iyice kısaltmak ise sünnete uygundur.
Malikîler: Sakalın kesilmesi haramdır. Bıyığı kısaltmak ise sünnettir. Ancak sünnet olan bıyığın her tarafını kısaltmak değil, üst dudak üzerine sarkan
kılların dairevî uçlarını kısaltmaktır. Dudak ortaya çıkacak şekilde sarkık kıllar kısaltılır.
Hanefiler: Kişinin sakalını tıraş etmesi haramdır. Sakalın bir kabzayı aşacak şekilde uzatılmaması sünnete uygundur. Kabzayı aşan kısım kısaltılır. Sakalın çevresinden almakta ise hiç bir sakınca yoktur.294
İbn-i Hazm: İbn-ü Hazm’a göre bıyığı kısaltıp sakalı uzatmanın farz görev olduğunda icma;bilginlerimizin görüş birliği vardır.295
İbn-i Teymiye: İbn-ü Teymiye’ye göre kâfirlere benzemenin her bir çeşidi haram olduğu gibi sakal kesmek de haramdır.296
250
Peygamberimizin buyrukları, Ashab-ı Kiramın görüşleri ve uygulamaları
ile fikhî ictihadlar, hiç şüphesiz yolumuzu çiziyor, gerçeğe ulaştırıyor, yapmamız gerekeni öğretiyor. Ancak bilinmesi gereken asıl öz, sakal ve bıyığın tarihi dönemlerde olduğu günümüzde de İslâmî kimliğimizi belirleyici niteliğidir.
Peygamberimizin bizler üzerinde gerçekleştirmek istediği de bu kimliğin inşasıdır. Biz sakal ve bıyığa kimliğimizi oluşturmak için muhtacız.
294 El-Fıkh Alle-Mezabil-Erbaati 2/45
295 Hamud İ. Abdullah Delâilûl-Eser Ala Tahrimit-Temsîli Bis-Şa’ri sh. 61.
296 İ. Teymiye İktizâus-Sıratil-Müstakim sh. 58.
Sakalla İlgili Olarak İleriye Sürülen Görüşler
Sakal ve bıyıkla alâkalı hadîsleri ve bu hadîslerdeki emirleri inceleyerek
sakalı uzatıp bıyığı kısaltmanın farz-vâcib, bu farz-vacip emrin zıddını uygulamanın ise haram olduğunu belirleyen mezheplerimizin ve bazı bağımsız müçtehidlerin görüşlerini açıkladık.
Bu defa, sakal ve bıyığı Cahiliye örfündendir diyerek lisan-ı hal ile Allah’ın
Resûlü’nün Cahiliye örfünü bir ömür boyu fikren tasvip ve fiilen tasdik ettiğini ileri süren, öz ifadeyle yaşadığı gibi inanmak isteyen mü’minlerin bazı görüşlerini tahlil edeceğiz.
a- Bazı kişiler, sakal bırakma ile alâkalı Hz. Peygamberin emirlerinin farz
veya vacib anlamında görev yükleyici olmadığını, bu emirlerin ancak daha faziletli olana yönlendirmek(müstahab) anlamına gelebileceğini ileri sürüyorlar.
Onlar, sakalla ilgi emirleri, kimlik oluşturucu vasıfta bağımsız buyruklar
görerek sakal kesmenin haram olduğunu söyledikleri; Müşriklere, Mecûsîlere
ve Yahûdiler muhalefeti bu haram hükmünün ikinci bir illeti olarak gördükleri için büyük mezhep imamlarımız ve müctehidlerimizin mübarek içtihadlarını nazar-ı itibara almıyorlar.
b- Bazı kişiler, örf ve âdetin cereyan ettiği hususlarda değil de yalnız bâtıl
din ve ideoloji bağlısı yabancı topluluklara benzeme olan hususlarda benzemenin haram olacağı görüşünü savunuyorlar.
Bundan da sakal kesmedeki benzemede bir sakınca olamayacağı ve bu
benzemede kerahet veya haram bulunmayacağı hükmünü çıkarıyorlar. Görüşlerini teyit etmek için de Ebû Yusuf a ait aşağıdaki olayı ve benzerlerini delil olarak zikrediyorlar:
251
“Çivili pabuç giyen İmâm Ebû Yusuf’a, falanca kişiler, râhiplere benzeme
olacağı için çivili pabuç giyilmesini eleştiriyor ve ayıplıyorlar, denilince İmâm
şöyle der:
-Yahûdi ve Hıristiyan din adamları tüylü pabuçlar giyerlerdi. Fakat Hz.
Peygamber bu nevi bir pabuç giymekte sakınca görmedi.”
c- Diğer bazı kişiler de şöyle diyorlar:
“Kılık-kıyafet hususunda insanlar çevrelerine uyarlar. Sakal kesmek de bir
kılık-kıyafet mevzuudur. Çevrenin âdet edindiği davranışların dışına çıkmak
cemiyetten kopmaktır. Sakal kesmek genel bir örftür. Bu yolla dindarlık olmaz.”
d- Bir dördüncü grup da “İslâm sadece sakalda mı tezahür eder?” diyerek
sakalın önemsizliğini vurgulamak istiyorlar.
252
Bu görüşlerin tenkidi
aa- Emirde asıl olan farz veya vâcib olmaktır
Sakal ve bıyık mevzuunda Allah’ın Resûlü’nden rivayet edilen hadîslerdeki
emirlerin sadece daha faziletli olana irşâd etmek/yönlendirmek mânasını taşıdığını iddia eden kişiler bu görüşlerinde yanılıyorlar. Zira, Emir’de asıl olan
farz veya vücûb ifade etmesidir.297* Emir sığasının/kipinin başka bir anlama
gelebilmesi için bu mânayı gerektiren bir karîne olması lâzımdır. Sakalın uzatılması ve bıyığın kısaltılması ile ilgili emirlerde böyle bir karîne yoktur.
bb- Âdetlerde benzeme sakıncalı değildir
İslâm Dini’ne inanmayanlara benzemenin, onlara has olan hususlarda
benzeme olduğu zaman haram hükmünü taşıyacağını, aksi takdirde durumun
bir örf ve âdet meselesi olarak değerlendirilmesi gerekeceğini söyleyen kişiler
bu görüşlerinde doğrudurlar.
297 Sakalı uzatıp bıyığı kısaltmakla ilgili peygamberî emirlerin bir kısmı sübût ve delâlet yönünden, bir kısmı da yalnızca delâlet yönünden katiyet ifade ettiği için sakalı uzatmakbıyığı kısaltmak farz’dır denilebileceği gibi vacibdir de denilebilir.
Yanılgıları sakal meşalesini bu genel kaide/kural vasfındaki doğruya tatbik
edememelerinden doğmaktadır.
Burada hemen ifade edelim ki biz de bu “doğru”nun gerçekliğine inanıyoruz. Taklit amacı güdülmediği için dinî bir tehlike arzetmeyen, üstelik faydalı olan bir benzemenin sakıncalı olduğunu söylemiyoruz. Hiç şüphe yoktur ki
yemek-içmek, yatmak–kalkmak ve bilimsel metotlar kullanmak gibi işler hayatın zarûretlerindendir. Bu hususlarda mü’minlerle gayr-ı müslimler arasında fark yoktur.
Mahzurlu/sakıncalı olan benzeme, kendilerine has özelliklerinde gayr-ı
müslimlere benzemektir. Sakal ve bıyığı kesmek, sakalı kesip bıyığı uzatmak
veya bıyığı uzatıp sakalı kısaltmak sakıncalı türden bir benzemedir. Onların
şiârı/ayırıcı nişanı olduğu içindir ki hadîsler bu konuda onlara muhalefetin gerekliliğini açıklamaktadır.
Sakalı uzatıp bıyığı kısaltmakla ilgili emirlerde yer alan “Müşriklere muhalefet ediniz. Yahûdilere ve Hıristiyanlara benzemeyiniz.” şeklindeki ifadeler hükmün bu illetini apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. Böyle iken hiç kimse kendi görüşüne dayanarak hükme sebep olan illeti görmezlikten gelemez.
Kaldı ki, sakalı uzatıp bıyığı kısaltmakla ilgili emirler, yalnızca onlara benzemeyi gidermek için verilmemiştir.
Bu emirler birinci derecede, İslâmî kimlik inşası için verilmiştir, Bu amaçla verilen emirlerin varlığı, bir diğer anlatımla taabbudi niteliği bir illettir. İslâm dışı topluluklara ve kadınlara benzemeyi gidermek de bir illettir. Fıtratı;
yaratılış düzenini korumak da bir diğer illettir. Bunu da sakalı uzatıp bıyığı kısaltmayı fıtrat hasletlerinden gösteren hadîsten anlıyoruz.
cc- Asıl olan çoğunluğun değil, İslâm’ın görüşüdür
“İnsanlar kılık-kıyafet hususunda çevrelerine uyarlar. Sakal kesmek da bir
kılık-kıyafet konusudur İnsanların alışa geldikleri davranışlara aykırı harekette bulunmak toplum yaşamından kopmaktır, doğrulardan sapmaktır.”
Yukarıda parantez içinde özetleyerek sunduğumuz görüşü iddialı bir şekilde ortaya koyarak sakalsızlığı meşrulaştırmak isteyenlerin bu görüşleri tutarsızdır. İslâmî mantıkla da çelişir. Zira Hz. Peygamberin sünnetine bağlılık
253
nasıl olur da cemiyetten kopmak olur. Kaldı ki İslâm’ın yasaları ile çatışması
halinde büyük çoğunluğun görüşlerinin, kabullerinin ve yaşayışlarının ne anlamı olabilir?
Kur’ânımız bu gerçeği açıklamıyor mu?
“(Ey Peygamber!) Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, onlar seni Allah’ın yolundan saptırırlar...”298
254
Çoğunluğu teşkil ediyorlar diye, İslâm’a inanmayan veya inanıp da yaşamayanlara uyuş iddiası dinen ve aklen nasıl doğru olabilir? Eğer bu iddiayı
doğru kabul edersek Ümmet-i Muhammed’in fesadı zamanında İslâmî kurallara bağlı kalacak kişilere kat kat mükâfatın verileceğini bildiren hadîsler nasıl izah edilecek? Dinî ölçülere muhalefet edilmesi halinde uymayı teşvik edici hadîsler nasıl açıklanacak? Dinde muhalifimiz olanların bir kısmı tatbik ediyorlar diye İslâmî emir, yasak ve tavsiyelere aykırı hareket edilmesi, nasıl doğru bir görüş olabilir?
Mesele mü’minlerin kendilerine has kimliklerinin ve bu kimliği yansıtıcı
bir kıyafetlerinin olmasıdır.
Mesele erkek fıtratının korunmasıdır. Müslüman erkeklerin materyalistlere, gayr-i müslimlere ve kadınlara benzememesidir.
Bunun içindir ki Peygamberimiz “Sakalı uzatınız ve bıyıkları iyice kısaltınız.” şeklinde biçim belirterek emrini vermektedir. İstenen, işte bu şekil üzerinde sakal bırakmaktır. Yoksa gelişi güzel sakal bırakmak değildir. Meselâ;
mü’min kişi bıyığı uzun tutup, sakalı kısa bırakmış olsa bu Peygamberî emre uyuş olmaz.
dd- İslâm yalnız sakalda mı tezahür eder?
“İslâm yalnızca sakalda mı tezahür eder?” diyen kişilere de cevaben deriz
ki; hiç kimse böyle bir iddiada bulunamaz. İslâm’da tek başına ne namaz, ne
zekât ve ne de diğer emir ve yasaklar her şeydir. Sakal ancak İslâm’ın istediği
ve yapılmasını emrettiği bir ameldir.
298 Enam 116.
Sözün özü
İslâmî bir mantıkla ve ilmî ölçüler içinde konuya eğilen kişi sakal bırakmanın Peygamberimizin buyruğu olduğunu anlar. Hüküm bakımından İslâm
âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre farz veya vacip, azınlığına göre sünnet
olduğunu, erkekliğin güzelliği ve kemâlinin sakalda bulunduğunu görür. Sakalı kesmenin Allah’ın yarattığını değiştirmek hususunda Şeytan’a uymak olduğunu kavrar.
İlâhî emir ve yasaklar çizgisinde durmak, Allah’ın hükümlerine razı olan
gerçek mü’minin vasfıdır. Amel edeceklerin takip edecekleri gerçek yol ise
Allah’ın Resûlü’nü izleme yoludur. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur:
“Sizin için, Allah’ın rızâsını ve Âhiret Günü’nün saadetini umanlar ve Allah’ı
çokça ananlar için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.”299
255
299 Ahzab 21.
Sakalın Manevî Faydaları
Sakal bırakmak ibâdettir
Sakal bırakmak bütün Peygamberlerin ve özellikle peygamberimizin tatbik ettiği ve edilmesini emir buyurduğu bir ameldir.300
256
Sakalı uzatmayı farz veya vacip bir görev olarak değil de sünnet bir görev
olarak kabul etsek bile o dinden bir bölümdür.301 Bu itibarla bırakılması ibâdettir. Zira Hz. Peygambere itaat Allah’a itaattir. Allah’a itaat ise ibâdettir.
İbâdet olduğu için de mü’mine sakal bırakmakta sevap ve mükâfat vardır.
Müslümanların İslâm karşıtı düzenlerin hâkimiyeti altında yaşadıkları,
giderek İslâm’ı yaşama şuur ve zevklerini yitirdikleri yaygın bir fesat dönemi olan devrimizde, sakal kişinin görülür görülmez İslâm Dini’ne bağlı bir
mü’min olduğu izlenimini vermektedir.Sakal bırakmanın temel amacı da budur.Kimliği yansıtıcı bir Peygamber buyruğu olduğu için de sakalın bırakılmasında pek büyük sevap vardır.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) bu gerçeği açıklamak için şöyle buyurmuştur:
300 Kur’ân Hz. Harun’un sakallı olarak tanıtırken(Taha 94) tarihî kaynaklar da Hz. İbrahim,
Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i sakallı olarak tanıtmaktadır. Bu bilgiler yanı sıra, sakalı
bütün Peygamberlerin şerîatlerinde yer alan uygulama olarak açıklayan fıtrat hadisi ışığında bütün Peygamberlerin sakallı olduğunu söyleyebiliriz.
301 Hz. Peygamber’in fiilî veya sözlü emirlerinin efal-i mükellefinden yalnızca Sünnet hükmünü taşıyacağı yanılgısına düşen mü’minler, Peygamber buyruğu nasıl farz veya vâcib
olabilir, diyerek hayret izhar ediyorlar.
Gerekli açıklama için 6. suali ve cevabını okuyunuz.
“Ümmetimin (cehaletler ve günâhlar içinde) fesada uğradıkları dönemde benim sözlerime, davranışlarıma ve işlerime bağlananlara (uğrayacakları meşakkatler sebebiyle) şehit ecri vardır.”302
Devrimizin, hadîste sözü edilen fesad dönemi olabileceği de düşünülürse
toplumun büyük çoğunluğunun terk ettiği ve mühim bir bölümünün de küçümsediği sakal ve benzeri sünnetlerin tatbik olunmasının ne büyük bir sevaba vesîle olacağı anlaşılır. Kaldı ki sakalın diğer sünnet görevlerimizden önemli bir farkı, sürekli olması ve de dışa dönük bulunmasıdır.
Sakalı sünnettir diyerek geçiştirebilir miyiz?
Farz veya vacib olduğunda birleşilen görevlerin öncelikle yapılması gerekir. Ancak bu durum, giderek gelişmek, rûhî hazlarını artırmak ve âhiret hayatının daha büyük nimetlerine ermek durumunda olan mü’minler için müekked sünnet olan görevlerin önemini azaltabilir mi? Azaltmalı mıdır? Yıllar boyu terkedilmesine sebep teşkil edebilir mi? Etmeli midir?
Meseleye çoğu kez yapıldığı gibi sakal bırakmak farz mıdır, vâcib midir,
sünnet midir şeklinde, sünnet olması değerini düşürür gibi yaklaşmak şüphesiz yanıltıcı olur.
Bu gibi yanılgılar içinde bulunan kişiler, üstelik sünnet nitelikli görevlerin
tatbik edilmesi mü’minler için önemli değilmiş izlenimi veren bir davranış içine girip, “Sakala gelinceye kadar daha nice yapılması gereken dinî emirler ve tavsiyeler var” diyerek oldukça tutarsız bir mantık sergiliyorlar.
Vazifemiz yalnız farzları, vâcibleri yapmak, haramlardan sakınmak olmayıp Rabbimizin emri gereği Hz. Peygamberin bütün getirdiklerine uygulamak
olduğuna göre Sünnet’e en büyük değeri vermek mecburiyetindeyiz.
Biz, Peygamberimize hayatımızın her anı ve safhasında uymak için inandık. Zaten O da kendisine uyulsun diye gönderildi.
Ashabı yücelten ona uyuşu olduğu gibi, ondört asırlık İslâm tarihindeki
bütün başarıların sırrı da ona uyuş olmuştur.
Kıyamet gününe kadar Allah’ı sevmenin, rûhi gelişmenin, yücelmenin ve
ilâhî yardıma ermenin sebebi de ona uyuş olacaktır.
302 Mişkatül-Mesabîh, Hn. 187
257
Asrımız mü’minlerinin İslâm’ı yaşamanın hazzına erebilmeleri, düşmanlarının siyasî, kültürel ve iktisadî egemenliğinden kurtulabilmeleri ve yapmak
durumunda oldukları büyük hamleleri başarabilmeleri gerçek mü’min olmalarına, bu da sahabe mantığıyla sünnet’e bağlanmalarına bağlıdır.
Burada sahabenin sözlü ve fiilî sünnete nasıl önem verdiklerini belirlemesi, bize de nasıl önem vermemiz gerektiğini öğretmesi bakımından önemli
gördüğümüz bir misali sunacağız.
Ashabın sünnete bağlılığı
Zekât veren mü’minleri mağdur etmemek için zekâtın, zekâtı alınacak
malların orta cinsinden alınması ilkesini koyan Peygamberimiz, bir sahâbîyi
zekât tahsil memuru olarak tayin eder ve ona sözü geçen ilkeyi tatbik etmesini emreder.
258
Vazifelendirilen bu sahâbî, zekâtını tahsil etmek üzere gönderildiği mü’mine gider. O mü’min de kendi arzusuyla zekât olarak semiz ve pek güzel bir deveyi verir. Ancak vazifeli sahâbî bunu kabul etmez. Orta cins bir deveyi kabul
eder ve zekât veren mü’mine de şöyle der:
“Sen kendi arzunla en iyi deveyi zekât olarak verebilirsin. Bunda bir sakınca
yoktur. Ama ben Allah’ın Resûlü’nün talimatını çiğneyemem.
Eğer ben Allah’ın Resûlü’nün emrine aykırı hareket edersem, beni hangi sema
gölgesinde barındırır, hangi arz beni üzerinde taşır.”303
Allah’ın Resûlü’nün, zekât verenleri mağdur etmemek için, zekât verenden arzusu hilâfına malının iyisinin alınmaması maksadıyla bu talimatı verdiğini bildiği halde, vazifeli sahâbinin sadece Allah’ın Resûlü’nün talimatını harfiyyen uygulamak için gösterdiği hassasiyet, Hz.Peygamberin emirleri ve arzuları karşısında nasıl davranılması gerektiğini bize pek güzel bir şekilde öğretmektedir.
İşte sahâbî budur.
Yukarıda verdiğimiz örnek zaviyesinden Ashab-ı Kîram’ın sünnet’e verdiği değerle, bizim gösterdiğimiz ilgisizliğe bakarak bir mukayese yaptığımızda,
303 El-Menhelül-Azbül-Mevrud Ş. S. Ebu Davud 9/177.
çok yönlü çöküntümüzün sahabe ölçüsüne göre sünnet’e karşı alâkasızlığımız
olduğu hükmüne varılacaktır.
Başta Ashab-ı Kîram’ın ve 14 asırdır milyonlarca Müslüman’ın tatbik ettikleri, dışa dönük olan ve İslâmî kimliğin alamet-i farikası vasfını taşıyan sakal sünnetini yaşamayacak bir mü’min, hangi noktada sünnete yönelme ihtiyacını duyacaktır.
Sakala gelinceye kadar mı?
Sakal meselesinde yanılgı içinde olan mü’minlerin yukarıda değindiğimiz
üzere hataya düştükleri bir önemli nokta da, sakal bırakılmamasının bir sakınca doğurmayacağı şeklindeki görüşlerine, ‘Sakala gelinceye kadar yapılması gereken daha nice emir ve tavsiyeler var’ diyerek mazeret göstermeleridir.
Evet, yapılması gereken ve gerçekten sakaldan çok daha önemli olan İslâmî emirler vardır.
Ancak yapılması gereken bu dinî emirler, sakala gelinceye kadar yapılması gereken dinî emirler değildir. Bu tür değerlendirme İslâmî mantıkla bağdaşmaz. Bunlar sakalla başlaması ya da sakal dahil yapılması gereken dini emirlerdir.
Zira yapılması gereken emir ve tavsiyelere nefsimizle ilgili olanlarından
başlamak, İslâmî ve aklî yoldur. Çünkü nefsimizle alâkalı olan dinî emirleri
yaşamada kendi zaaflarımızın dışında engel yoktur. Ama tatbik olunması bizim dışımızdakilerin tasvibini gerektiren hususlardaki dinî yasaları uygulamakta çok engel vardır.
Meselâ mîras taksimi. Yaşadığımız cemiyet düzeninde bir mü’min, İslâm’ın mirasla ilgili kanunlarını tatbik etmek istese, bu arzusunu ancak diğer
vârislerin tasvibi ile gerçekleştirebilir. Aksi takdirde gerçekleştiremez.
Yukarıda verdiğimiz misali, gerekliliği üzerinde birleştiğimiz dev film şirketleri, özel okullar ve güçlü medya gibi hususlara da teşmil edebiliriz. Bütün
bu cihâd nevilerinin yapılması lüzumu söylenir durur. Fakat yapılamaz. Çünkü bu büyük işler, ferdi aşan, topluluğun atılımı ve bazen da yasa değişikliğini gerekli kılan işlerdir.
Ama mü’min kişinin yalnız nefsini ilgilendiren, ikinci ve üçüncü şahısla-
259
rın tasvib ve iştirakini gerektirmeyen namaz, zekât, oruç, tesettür, sözleşmelere bağlılık, sakal bırakmak, cemaat namazına gitmek ve faize bulaşmadan iş
yapmak gibi dinî emir ve tavsiyeler böyle değildir. Mü’min bunları dilerse tek
başına yapar.
Kaldı ki nefsi için İslâm’a talip olmayanların toplum için talip olmaları
mümkün değildir.
O halde nefsimizde başlayıp biten amellere öncelik tanıyacağız. Yani sakala gelinceye kadar demeyeceğiz. Sakal’dan başlamak üzere ya da sakal dahil
yapılması gereken dinî emir ve tavsiyeler var diyeceğiz.
Sakal bırakmak bir kültür cihadıdır
Mü’min için hayat îman ve cihâddır. Cihâd ise ferdî ve sosyal hayatta
İslâm’ı yaşama ve yaşatma mücadelesidir.
260
Yapmakla mükellef olduğumuz cihâdın en önemli bölümü, şüphesiz kültür cihâdıdır.
Sakal işte bu kültür cihâdının bir parçasıdır. Çünkü kültür bir hayat tarzıdır; inançlardan kılık-kıyafete kadar yaşanan bütün değerleri içine alır.
Sakal, kılık-kıyafetin ana unsurlarındandır. Bağlı olduğumuz kültürü yansıtır. Bunun içindir ki, sünnet ölçülerine göre sakal bırakmış mü’min, dost ve
düşman tarafından İslâm kültürünün bağlısı kişi olarak görülür.
Sakal, mü’mini, İslâm’ı hayat nizâmı edinmiş kişi olarak topluma takdim
eder. Böylece İslâm’ı, sosyal hayatın her kesiminde gündeme getirmiş olur.
Çünkü, ilke olarak sokulmak istenmediği ve içinde sözlü bir biçimde tanıtımının yapılmasına izin verilmediği müesseselere İslâm sakalla girebilir ve
kendisine çağrışım yaptırabilir.
Sakal, hiç bir çalışmayı ve harcamayı gerektirmeksizin mü’minin girebildiği bütün kurumlarda İslâm’ı devreye soktuğu ve ona çağrışım yaptırdığı içindir ki sakalla mücâdele edilmektedir.
İslâm ülkelerinde insan hakları ve özgürlüklerine saygıdan yoksun, ilkel bağnazların İslâm’a ve laikliğe aykırı genelgelerle ve baskılarla sakalı mahkûm etmek
için çırpındıkları bilinen bir gerçektir.
Bu sebeple devrimizde sakal bırakmak kültür cihâdıdır.
Sakal müminleri tanıştıran bir alâmettir
Sakalın çok mühim bir faydası da budur.
Alındaki secde izleri ile bütünleşen sünnet ölçülerine göre bırakılmış sakal, özel tanıtıcıya gerek olmaksızın mü’mini diğer mü’minlere tanıtan ve onlarla kaynaştıran bir kimlik nişanıdır.
Özellikle ideolojik propaganda alanı haline getirilen müessese ve bölgelerde, mü’minlerin kaynaşmalarına sebep olacak sakalın, çok mühim bir faydası da daima dikkatli olmaya yöneltmesidir. Çünkü mü’min sakalı ile tanınacağını bildiği için mütecavizlerin hedefi olacağı inancını taşır ve gerekli tedbirini alır.
Neden görünene değil de görünmeyene?
Evet, sakal mü’min için görülür bir alâmettir. Fakat izahı güç olan bir husustur ki, Müslümanlar dıştan görülmeyen bir ayırıcı nişan olan sünnet olmaya (hitan) son derece büyük bir önem verdikleri halde, hüküm bakımından
aynı derecede önemi olan sakala gerekli alâkayı göstermiyorlar.
Her biri aynı derecede haram değilmiş gibi, domuz etinden şiddetle kaçınırken rahatlıkla içki içebilen, karaborsadan sakınırken faizli kredilere sîne
açabilen bilinçsiz mü’minlerin kafalarına göre şekillendirdikleri bir Müslümanlık anlayışıyla sergiledikleri anlamsızlığın bir örneğini de, sakal-hitan ikilisinde müşahede ettiğimizi belirtmekte fayda görüyoruz.
Sakal çevrenin müsbet baskısını artırır
Sünnet üzere bırakılmış sakal, kişiyi çevreye mü’min olarak tanıttığı gibi,
çevrenin dikkatlerini de üzerine çeker. Fert üzerindeki olumlu sosyal baskıyı artırır. Böylece mü’minin İslâm’ın caiz görmediği yerlere girmesine, İslâm’la
çatışan iş ve davranışları açıkça yapmasına mâni olur.
Özellikle ülkemizde nice suçların failleri olan insanlar bile, dindar görünümlü olan namazlı ve sakallı mü’minlerin hatalarını tabîi görmezler.
“Dindar adam böyle iş yapar mı?” diyerek tenkit ederler.
Böylece ahlâkı mazbut insanların yanında ahlâkı zayıf insanlar da dindar
insanlar üzerinde manevi bir baskı kurarlar.
261
Bu baskı aslında dindar insanları ölçülü davranmaya yönelten bir rahmettir. Rahmet olması sebebiyledir ki Müslümanların, sakal bıraktıktan sonra
artan bu sosyal baskı neticesinde dinin, olgun aklın ve ilmin çirkin ve zararlı
gördüğü nice söz, iş ve davranışları bıraktıkları müşahede edilmiştir.
Sakal bir olgunluk nişanesidir
Yukarıda manevî faydalarından bir kısmına değindiğimiz sakalın mü’minler için bir olgunluk nişanesi olacağı hususu açık bir hakikattir.
Nitekim sakal yaratılışa uygun ve olgun akla yatkın olduğu için, mü’minler
yanı sıra gayr-ı müslimlerce de bir kemal/olgunluk vesîlesi olarak alâka görmüştür ve görmektedir.
Bütün peygamberlerin tatbik ettikleri bu güzel amelin aklını kullanabilen
insanlarca sevimli görülmesi de pek tabîidir.
262
Burada bilvesile sakalın Müslüman halkımızca da gayr-ı müslimlerce de
olgunluk sebebi olarak görüldüğüne dair üç hâtırayı nakletmek isterim.
Üç Hâtıra
Elazığlı Amca
1- İlahiyat mezunu dört arkadaş Ankara’da bir şehir içi otobüsünde kenara sıkışmış konuşuyorduk. Ben bir ara döndüm ve bizi dikkatle dinleyen Elazığlı köylü vatandaşımıza sordum:
-Amca! Dördümüzden biri din hocasıdır. Sizce hoca olan hangimizdir
Adamcağız beni gösterdi. Sebebini de şöyle açıkladı:
-Oğlum senin kemâlâtın var.
İslâmî değer hükümlerimizi yitirmemiş bu amcanın, “sakalın var” diyerek
değil de “kemâlâtın var” diyerek yaptığı açıklamayı hâlâ unutamam.
Rahmetli Hocam Abdurrahman Şeref’ten
2- 1950 yıllarında İstanbul Müftülüğünü ziyaret eden kütüphane uzmanı
bir Amerikalı profesörle yetkili olarak rahmetli hocamız görüşür.
Sohbet sırasında hocamız, misafir profesöre niçin sakal bıraktığını sorar.
O da şöyle cevap verir:
-Benim bulunduğum üniversitede kabul gören geleneğe göre bir kürsü
başkanlığı için iki tane aday olur da, kanunî şartlar bakımından eşit olurlarsa,
bunlardan sakallı olanı -daha çok saygı uyandırır bir görünümde olduğu içinkürsü başkanlığına seçilir.
Kürsü başkanlığına talip olduğum için ben de sakal bıraktım.
Amerikalı Genç Muallim
3- Bir Cumartesi günü Beyazıt’taki Enderun kitapevinde arkadaşlarımızla sohbet ederken Kuleli Askerî Lisesi’nde İngilizce öğretmenliği yapan sakallı genç bir Amerikalı çıkageldi.
Kendisiyle vaki konuşmamız sırasında niçin sakal bıraktığını merak ettiğimi, açıklarsa memnun olacağımı söyledim.
‘Sakal benim için sadece bir zevk meselesidir, bırakmamın başkaca bir
sebebi yoktur’ dediyse de, nasıl bir zevk diye irdelemem üzerine şöyle cevap
verdi:
-Sakalda bir olgunluk seziyorum. Sakal bırakmakla daha olgun olduğuma dair
içimde bir duygu var. Bu da bana zevk veriyor. İşte bunun için sakal bıraktım.
263
Sakalın Maddî Faydaları
Sıhhî/sağlıkla ilgili faydası
264
Yeşil otlar bitiren arazi, canlılığını sudan sağladığı gibi, cilt de canlılık ve
parlaklığını derideki yağ tabakasından çıkan ve kıllara yayılan yağlı ifrazattan
sağlar.
Sakalı kesmek ise ciltteki bu ifrazatı engellemekte ve onu kurutmaktadır.
Kaldı ki, sakalı tıraş etmek cildi de tahriş etmektedir. Bunun içindir ki bazı insanlar ciltlerini dinlendirmek için geçici sürelerde sakal bırakmaktadırlar.
Tıraşlı yüzde mikropların rahatlıkla yuvalanabildiği de bir gerçektir.
Burada akla gelebilecek bir soruyu cevaplandırmak için deriz ki; gerçekten, yüzün cildi mikropların istilâsına uğramak bakımından, tıraş etmekle yükümlü kılındığımız etek bölgesi cildinden daha büyük bir tehlikeye mâruzdur.
Çünkü mezkûr bölge örtülmektedir, yüz ise açıktadır.
Hac ve Umre ihramından çıkışta saçı kısaltma yerine dipten tıraş etmekle ilgili tavsiyenin yukarıdaki görüşü çürüteceği de iddia edilemez. Zira takke
ve sarıkla başı örtmek mümkündür. Zaten İmame nitelikli başlık giyilmesi de
Peygamber’imizin öğütlerindendir.
Sakal bırakmanın bir diğer sıhhî faydası da; saçların başı koruduğu gibi,
sakalın da diş etlerini korumasıdır.
İktisadi faydası
Yalnız Türkiye’de yaklaşık 20 milyon Müslüman’ın sakal tıraşı olduğunu
düşünürsek, bir jiletle bir defa ve gün aşırı tıraş olunduğu noktasından hare-
ketle günlük jilet israfının 10 milyon adet olduğunu söyleyebiliriz. 20 milyon
insanın her birinin gün aşırı 10 dakikasını tıraşa ayırdığını da hesaplarsak bu
da günde takriben 100 milyon dakika iş süresi eder.
Her gün milyonlarca adet jilet, bir o kadar milyon saat iş gücü tasarrufu,
ayrıca jilet üretiminde israf edilen çelik ve gereksiz iş gücünün başka alanlarda değerlendirilmesi.
Her şeyin ekonomi kurallarına göre değerlendirilmek istendiği devrimizde mühim bir fayda değil midir bu?
265
Sakal Hakkında Sualler-Cevaplar
1. Sual
Sakal bırakmakta ana-baba ve eşin izni gerekli midir?
266
Cevap:
Gerekli Değildir.
Sakal bırakmak bütün peygamberlerin uyguladığı bir sünnet olup, Hz.
Peygamber Efendimizin de emridir. İslâmî kimliği inşa edici bu emre aykırılık haramdır.
Allah’ın Resûlü’ne aykırılık ise Allah’a isyandır.
Yüce Peygamber’imiz şöyle buyurur:
“Allah’a isyan hususunda hiç bir insana itaat yoktur.”304
Bu sebeple sakal bırakmak hususunda ana-babanın ve hanımın iznini almaya muhtaç değiliz. Onların da engelleme yoluna gitmeye hakları yoktur.
Engelleme yoluna giderler ve ısrar ederlerse büyük bir günah işlemiş olurlar.
Sakalı küçümsemeleri ve yerici ifadeleri kullanmaları ise -Allah korusun- onları kâfirliğe kadar götürebilir.
Ancak yaşadığımız toplum düzeni içersinde bâtıl kültür değerleri hâkim
kılındığı için öncelikle onları irşad ve ikna yoluna gitmek lâzımdır.
304 El-Camius-Sağîr (Lâ tâate)
2. Sual
“Sakalınızı uzatınız” emri “saçı-sakalı boyatınız” emri gibi
değil midir?
Soruyu Açalım:
Peygamberimizin “Yahûdilere ve Hıristiyanlara benzememek...” hikmetine dayalı bir emri “Bıyıklarınızı kısaltınız, sakalınızı uzatınız.” olduğu gibi, aynı hikmete
dayalı diğer bir emri de “Saçı-sakalı boyatınız” dır.
Saçı-sakalı boyatmakla ilgili emri, Ashab-ı Kiram’ın bir kısmı uygulamamış,
Mezâhib-i Erbaa; dört mezhep de bu emre aykırılığı haramlıkla vasıflandırmamıştır.
Sakalı bırakmakla ilgili emir saçı-sakalı boyatmakla ilgili emir gibidir. Bu sebeple “Sakalınızı bırakınız.” emrine aykırılık da haram olarak değerlendirilemez.
Yukarıda özetlenen görüş sakalı kesmenin kerahetini ileri süren bazı İslâm
âlimlerinin ve hattâ sakalı tıraş etmeyi mubah görenlerin görüşü olup zamanımızda da sık sık tekrarlanmaktadır.
Bu konuya nasıl açıklık getirilebilir?
Cevap
“Sakalınızı bırakınız” emri, “saçınızı-sakalınızı boyayınız.” emri gibi değildir.
Bu sebeple de delil olamaz. Şöyle ki:
a-Peygamberimiz, “Sakalınızı bırakınız.” emrini vermiş, kendisi de sürekli olarak tatbik etmiştir.
Peygamberimizin saçını-sakalını boyamadığına dair ise sahih rivayetler
vardır. Saçı-sakalı boyadığına dair rivayetler ise, bu boyamanın sürekli olmadığını açıklamaktadır.305
b-Peygamberimizin “Sakalınızı bırakınız.” emrinin muhatabı bütün
mü’minlerdi. Bundan ötürü Ashab-ı Kiram sakal bırakmıştır. Örfî sakalı olanlar da sakallarını emredildikleri şekle büründürmüşlerdir.
“Saçı-sakalınızı boyatınız” emrinin muhatabı ise bütün mü’minler değil305 Ebu Davûd, K. Libas Babün Fil-Fil-Hidab.
267
di. Ashab-ı Kiramdan saçı-sakalı bembeyaz olup da bu durumları hoş bir görünüm arzetmeyen yaşlı sahâbilerdi.
İmam Ahmed’in aşağıda sunduğumuz rivayeti bu emrin ashabın yaşlılarını muhatab aldığını göstermektedir.
“Hz. Peygamber Ensar’ın sakalları iyice beyazlanmış yaşlı bir grubuyla karşılaşmış ve onlara şöyle buyurmuştur:
-Ey Ensar Cemâati! Saçı-sakalınızı (kumrala) boyayınız. Boyamakla Yahûdilere ve Hıristiyanlara aykırı davranınız.”306
Saçı-sakalı boyamakla alâkalı emrin bütün mü’minlere yönelik olmadığını müşahede ile de bildiği için Ashab-ı Kiram’dan pek çoğu özellikle saçısakalı iyice beyazlaşmamış olanlar bu emri tatbik etmemişlerdir.
268
c-Yukarda özetlediğimiz sebepler dolayısıyla fikhî mezheplerimiz, saçı sakalı boyamamayı haramlıkla vasıflandırmamıştır. Sakalı uzatıp bıyığı kısaltmakla ilgili emir ise böyle olmadığı için bu emre aykırılığı haramlıkla vasıflandırmıştır.
3. Sual:
Sakalsız imamların arkasında namaz kılmak caiz midir?
Cevap
Namaz, İslâm Dini’nin mükellef kıldığı ilk ve en büyük vazifedir. Allah’a
bağlayan en yüce ibâdettir. Kılınması Âhiret saadetine erdirecek, terk edilmesi Cehennem azabına uğratacak kulluk görevidir. Bu sebeple beş vakit namazın şartlarına riâyet edilerek ve belirli mazeretler dışında cemaatle kılınması gerekir.
Cemâatle kılınacak namazlar için bilgili ve takva sahibi; Allah’ın ve Peygamberinin emirleri ve yasaklarına bağlı imamların araştırılması lazımdır. Ancak mekrûh olsa da büyük günahları işleyen imamların arkasında namaz kılmak caizdir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
306 Ebû Davûd, K. Libas Bab-u Mâce Fi Hidabis-Sevad.
“Lâilahe illallah” diyenlerin cenaze namazını kılınız. Lailahe illellah diyenlerin
arkasında da namaz kılınız.”
“(Düşman korkusu ve hastalık gibi belirli mazeretler dışında) beş vakit namazı takva sahibi veya fasık/büyük günâhları işleyen kişi arkasında cemaatle kılmak gerekir.307
Bu hadisler büyük haramları işleyen kişilerin imamlığına onay verdiğine göre, sakalsız imamların arkasında namaz kılmak şüphesiz caizdir. Kişilerin bu meseleyi cemâat arasında bir ihtilâf ve ayrılık sebebi kılması son derece mahzurludur.
Burada mevzua değinmişken büyük çoğunluğu sakallı kişiler olmamakla
beraber yetkililer için hatırlatalım: Bilgili ve de sakallı adaylar varken sakalını
tıraş ederek bir şiâr-ı dini izale eden kişileri müftü, vaiz, imam-hatip ve müezzin atamak İslâm’ın rûhuna zıttır. Zira Hz. Peygamber Efendimiz imamlığı sırasında kıbleye karşı tükürdüğünü gördüğü kişiyi imamlıktan azletmiştir.308
Kıbleye karşı tüküren kişiyi imamlıktan azleden Allah’ın Resûlü’nün (s.a.)
sakal bırakmak ve bâtılperestlere benzememek konusundaki açık ve kesin emrini uygulamayan ve muhalefetinde ısrar eden kişinin görevlendirilmesini tasvip buyurmayacağı açıktır.
Hz. Peygamber’in aşağıda sunacağımız umumî vasıftaki hadisleri de yetkili kişilerin görevlendirmede ne derece titiz davranmaları gerektiğini, aksi
takdirde ne azîm bir mesuliyetin altına gireceklerini açıklamaktadır:
“Her kim, adaylar arasında (bilgisi takvası ve hizmeti ile) Allah’ı daha ziyade hoşnut edecek bir kişi varken onu değil de daha aşağı seviyede olanı göreve getirecek olursa, Allah’a, O’nun Peygamberine ve mü’minlere hıyanet etmiş olur.”309
Üzerinde durulması gereken bir önemli mesele de özellikle sakalsız imamhatiplerin şahsi durumlarıdır.
Şuurlu dindar cemaatimizin imam-hatiplerin bilgili, muttaki ve takva gereği olarak da sakallı olmalarını arzuladıkları bilinen bir husustur. Bu cemâatin
sakalsız imam-hatiplerin arkasında huzur bulmadıkları, muhitlerinde arzula307 El-Camius-Sağîr 2/45, Ebû Davûd, K. Salati Bab-ü İmametil Berri vel-Facir.
308 Ebu Davud Salât, Babün Fi Kerâhiyetil-Buzaki Fil-Mescidi
309 Camius-Sağîr (Men İste’mele Recülen. . . ) 2/163.
269
dıkları imam-hatipleri bulamadıkları için de rûhen tasvip etmedikleri imamhatiplerin cemâati oldukları sabittir.
Dinî ölçülere bağlılık açısından cemâatin çoğunluğunun imametlerini tasvip etmedikleri imam-hatiplerin namazlarının kabul olunmayacağını ise Peygamberimiz şöylece haber vermişlerdir:
“Allah üç zümrenin namazını kabul etmez. Bunlar: Namaz kıldıracağı topluluğun kendisini benimsemediği imam, namazı meşru vakitlerinde kılmayan (ve bunu
âdet edinen) musalli/namazlı ve hür bir insanı köle edinen kişidir.”310
Peygamberimizin bu hadîsleri karşısında kemiyet bakımından değilse de
keyfiyet bakımından cemâatin özünü teşkil eden muttaki kişilerin tasvip buyurmadığı imam-hatiplerin memur olarak soruşturmaya uğramadıkları için
görevlerini sürdürmelerinin doğuracağı sorumluluğa dikkati çekmekte fayda
görürüz.
270
4. Sual
Devrimizde sakalı keserek benzemeden korunmalı değil miyiz?
Bazı kişiler Hz. Peygamber’in “Sakalınızı uzatınız, bıyıklarınızı kısaltınız.
Böylece (Yahûdilere, Hıristiyanlara, Müşriklere) muhalefet ediniz.” şeklindeki
emirlerini sakal bırakmamış Yahûdilere, Hıristiyanlara ve Müşriklere muhalefet olarak anlamakta, devrimiz İslâm ülkelerindeki gayr-ı müslimler ve materyalistler sakal bıraktıklarından onlara benzememek için bilâkis sakal bırakmamak gerektiğini ileri sürmektedirler. Ne dersiniz?
Cevap
Biz suali üç bölümde cevaplandıracağız.
a-Peygamberimizin “Sakalınızı uzatınız, bıyığınızı kısaltınız.” emri erkek
fıtratını korumak, kadınlara benzemekten kaçınmak ve başta gayr-ı müslimler olmak üzere bâtılperest topluluklara benzemekten sakınmak ve böylece
İslamî kimliği oluşturmak hikmetlerine yöneliktir. İllet yalnız bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzememek değildir.
310 Ebû Davûd, K. Salati Babur-Reculi Yeümmül-Kavme.
Nitekim Peygamber’imiz Buhârî’nin rivayetinde görüldüğü gibi bu mevzûdaki emrini illete/sebebe yer vermeksizin “Sakalınızı uzatınız, bıyığınızı kısaltınız” şeklinde mutlak olarak vermiştir. Bazan soruda konu edildiği gibi
“Sakalınızı uzatınız bıyığınızı kısaltınız. Yahûdilere benzemeyiniz.” bazan “Hıristiyanlara benzemeyiniz” bazen da “Müşriklere benzemeyiniz” şeklinde benzemek illetini açıklayarak vermiştir.
Peygamber’imiz, sakalla ilgili emir ve tavsiyelerine bazen da sebep olarak
Allah’ın emri olmasını göstermiş “Rabbim de bana sakalımı uzatmamı bıyığımı kısaltmamı emretmiştir.” buyurmuştur.
Yukarıda açıkladığımız sebepler dolayısıyladır ki sakal bırakmak mutlak
bir emirdir. Benzeme, olsun veya olmasın mü’minler için belirlenmiş bir kılıkkıyafet şeklidir. Kimliği inşadır.
Konu edildiği veya iddia olunduğu gibi sakalla ilgili emir yalnız benzeme
illetine müstenid olsa bile bundan soruda açıklandığı gibi bir mâna anlaşılması mümkün değildir.
b-Hz. Peygamber’in sakal bırakma emri ile sakalsız gayr-ı müslim ve müşriklere muhalefeti emrettiği görüşü mesnetsiz bir görüştür.
Bilakis cahiliyet devri örfü sakal bırakmayı gerektiriyordu. Uygulama da
bu yoldaydı. Sahîh rivâyetler bu gerçeği aydınlatmaktadır.
Bu sebeple Allah’ın Resûlü’nün emri sakalsızların yanı sıra büyük çoğunluğu sakallı olan gayr-ı müslim ve müşrikleri içine almaktadır.
Evet sakal bırakmakla, sakal bırakmış bâtılperestlere zahirî benzerlikten
kurtulmak hususu ilk bakışta çelişkili görülebilir. Ancak Hz. Peygamber’in bırakılmasını emrettiği sakalın yüzün iki yanağını, gözlerle kulaklar arasını, alt
dudak altı ile çene kıllarını içine alan anlamda şekli belirtilmiş bir sakal olduğu ve iyice kısaltılmış bir bıyıkla beraber bırakılması gereği düşünülürse tezadın/çelişkinin ortadan kalktığı görülür.
Peygamber’imiz nasıl olursa olsun sakal bırakılmasını değil, yukarıda
açıklanan şekilde sakal bırakılmasını emrettiği için şekli belirlenmiş bu sakalla muhtelif ve pek çok şekillerde bırakılan sakallara aykırılık sağlamak elbette ki mümkündür.
c-Devrimizdeki bazı Yahûdi, Hıristiyan ve materyalistlerin sakal bırakmış
olmaları ise bizim sakal bırakmamıza engel değildir. Bu hususta onların bi-
271
ze benzemesi, bizim için sakıncalı değildir. Yasaklandığımız hususlarda bizim
onlara benzememiz sakıncalıdır.
Sakal erkeğin fıtratında vardır. Mü’min olmayan bir erkeğin fıtratı; yaratılışı doğrultusunda sakala ilgi duyması tabîidir. Bırakacağı sakalın sünnet şekline tıpa tıp uyması da mümkündür. Çünkü sakal hususunda erkeklerde yaratılış ve eğilim birliği kaçınılmazdır. Burada bilvesile değinelim. Sakalsızlığa
genel eğilim fıtrattan değil, fıtratı yozlaştıran kültürlerden/ideolojilerden kaynaklanmaktadır.
Ancak mü’minin sakal bırakmasında fıtrata uyum ve Peygamberimizin
emrine uyuş, gayr-ı müslim ve materyalistlerin sakal bırakmasında ise yalnız
fıtrata uyuş vardır.
Şimdi fıtratın gereğini yapmada müştereklik ve zarurî bir benzeşme var
olduğu için, mü’minin fıtratı çiğnemesi; Allah’ın hilkatini değiştirmesi, dolayısıyla Hz. Peygamber’in talimatını yürürlükten düşürmesi mi lâzımdır?
272
Kaldı ki İslâm, gayr-ı müslim ve müşriklerin bazı inançları ve uygulamalarını değiştirmeksizin kabul etmiştir. Çünkü o belirli inanç ve fiiller temelde
vahiy mahsulü olduğu için kaynak birliğine dayalıdırlar.
Meselâ âdet halindeki kadınlarla cinsel ilişki Tevrat Şerîatinde yasak kılındığı gibi Kur’ân Şeraîtinde de haram kılınmıştır. Kur’ân, bu yasağı değiştirmedi.
5. Sual
Sakal bir ‘âdet sünnet’ midir?
“Hz. Peygamber’in sakal bırakması insanlık tabiatının bir iktizasıdır/gereğidir. Bu sebeple sakal bırakmak uyuşu gerektirmeyen bir âdet sünnettir.
Uyulmasında sünnete bağlılık sevabı yoktur.”
Yukarıda açıklanan ve bir kısım ilâhiyat akademisyenlerinden, din görevlilerinden kaynaklanarak halk arasında giderek yaygınlaşan görüş hakkında
ne dersiniz?
Cevap
Bu suale Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Profesörlerinden ………’ın
Abdulvahhab Hallaf’dan tercüme ederek mezkûr fakültenin yayınları arasın-
da neşrettiği İslâm Hukuk Felsefesi adlı kitabın 189. sayfasından âdet sünnetle ilgili paragrafı ve mütercim Profesörün bu paragrafa not düşerek serd ettiği
sakalla ilgili görüşlerini naklederek ve bu görüşleri üzerinde tenkitlerimizi yaparak cevap vereceğiz.
Önce âdet sünnetle alâkalı paragrafı ve sayın Profesörün görüşlerini okuyalım:
“Peygamberlerin insanlık tabiatı gereği olan. oturma, kalkma, yürüme, uyuma,
yeme ve içme gibi işleri şerîat değildir. Çünkü bunların çıkış noktası Peygamberliği
olmayıp insanlığıdır. Fakat, peygamberlerden insanî bir iş meydana gelip, uyulması
kasdedilmesine bir delil varsa, o delil vasıtasıyla o fiil şerîat olur.311
Tenkit
a-Peygamberlik gelmeden önce yaşadığı toplumdaki diğer insanlar gibi
Allah’ın Resûlü’nün (s.a.) sakal bıraktığı dikkate alınırsa, Hz. Peygamber’in sakal bırakmasının insanlık tabîatının bir iktizası olduğu kabul edilebilir. Ancak
asırlardır ve özellikte asrımızda milyonlarca insanın sakalını kestiği de düşünülürse sakal bırakmak kadar sakalı kesmenin de insanlık tabîatının bir gereği olduğunu kabul etmek gerekir.
311 Mütercimin Notu:
“Hz. Peygamber’in (s.a.) sakal bırakması da bu türlü insanlık tabiatının iktizasıdır. Dinî
yönden uyulması gerekli bir sünnet ve âdet değildir. Yani teşri edilmiş olmadığından
dinî bir emrin yerine getirilmesi sonunda bir sevaba nail olma da söz konusu olmasa gerektir. Ama Hz. Peygamber’in (s.a.) “Bıyığı kesin, sakalı uzatın” sözleri hususunda geniş
izahat vermeğe yerimiz müsait değildir. Ancak Usulül-Fıkıh’da vaz edilen bir kaide şöyledir: Bazı hükümler, mevcut olanı, yani vakıayı ilgilendirir, yoksa şerîat olsun diye bir
gaye taşımaz. Meselâ, saçları dağınık biri Peygamberin huzuruna girince Peygamber’in
ona; ‘çık saçlarını düzelt’ demesi o anda bir vakıayı düzene koymak içindir. Kimse bu
hadîsten, saçların uzatılmasının sünnet olduğunu ortaya koymamıştır. İslâm’da kölelik
meselesi de buna misaldir. İslâmiyet köleliği teşri etmemiş, yani bir şerîat olsun diye
vazetmemiştir. Ama cereyan etmekte olan kölelik ilişkilerini düzenleyen hükümler vazetmesi de vakıaları düzeltmektir.
İşte bunun gibi, Peygamber’in “‘Bıyığı kesin sakalı bırakın” sözü de toplumda âdet halinde olan saç, sakal ve bıyığın var oldukları takdirde nasıl hoş görüleceklerini anlatmak
olup, yoksa saçı düzeltmenin, bıyığı kesmenin, sakalı uzatmanın dinî ve şer’î bakımından bir değeri yoktur. Bugün de türlü saç, sakal kıyafetleri içinde birini tercih edip de
ötekini bıraktıracak bir ifadede bulunmanın kanunî veya teşriî yönden bir değeri yoktur.
Olabilir ki Hz. Peygamber acaib kılıkları düzene koymak istemiştir.”
273
Hz. Peygamber’in yapılması veya yapılmaması insanlık fıtratının iktizası olan davranışlar karşısında sakal müstesna farklı tatbikat gösterdiğini biliyoruz.
Meselâ; saçlarını bazen omuzlarına kadar, çok defa da kulak yumuşaklarına kadar uzattığı, pek az olmak üzere de tamamen kestiği rivayet olunmuştur. Saç ve sakalını birkaç defa boyattığı da nakledilmiştir. Aynı saatlerde yatıp kalkmadığı, her gün aynı saatlerde ve aynı çeşitte yemek yemediği de bilinen bir durumdur.
Ne var ki Hz. Peygamber’in insanlık tabîatının gereği olan davranışları
arasında sakalın özel bir yeri olduğunu görüyoruz.
274
Hz. Peygamber sakalını, diğer bazı davranışlarında görüldüğü gibi zaman
zaman bırakmamıştır. Bilâkis sürekli olarak bırakmıştır. Bırakmakla da kalmamış fiilî ve sözlü sünnetiyle de emretmiştir. Bu mevzudaki emrini, saç ve sakal
boyamak emrinde görüldüğü üzere ashabın yaşlıları gibi belirli fertlere değil,
bütün mü’minlere teşmil etmiştir.
İnsanlık tabîatının muktezası bir davranış olmakla beraber tatbik olunması Peygamberin diliyle emredildiği içindir ki sakal bırakmak şerîattendir.
Pek tabiî ki bırakılmasında da sevap vardır.
b-Hz. Peygamber’in bazı emir ve uyarılarının mevcut bir vakıayı ilgilendirdiği ve geçici bir düzenlemeyi hedef aldığı doğrudur. Ne var ki bu “doğru”yu
köleliğe ve sakala teşmil etmek doğru değildir.
20. Asır insanlığının kölelikten bazı insanlık dışı zulümleri çağrışım yapması, İslâm’ın bu konudaki ilkelerini gereksiz bir şekilde yorumlamamıza sebep teşkil edemez. İslâm’ın köleliği tesis etmediği açıktır. Mevcuda düzenleme getirdiği gerçektir. Ama kölelik kurumunu red etmediği, harp esirleri kurumuna dönüştürdüğü de bir vakıadır. Kıyamete kadar devam edecek olan
harplerin ortaya çıkaracağı harp esirleri konusunda İslâm, kendine özgü farklı uygulamayı teşri etmiştir.
Bunlardan biri de şartların gerektirmesi durumunda esir/köle edinmektir.
Ancak burada tasrih edilmesi gereken husus İslâm’da kölelik statüsünün insanlık tarihinde gördüğümüz kölelik uygulaması ile hiç bir şekilde bağlantılı olmadığıdır.312
312 Geniş bilgi içîn “İslâm’a Göre Cinsel Hayat” isimli eserimizin “Câriye ve Cinselliği” bölümüne bakınız.
Evet, yukarıda değindiğimiz doğru’yu köleliğe olduğu gibi sakala teşmil
etmek de doğru değildir. Zira Peygamberimiz sakal üzerinde, vakıayı düzene
koymak için durmamıştır. Böyle olsaydı “Bıraktığınızda sakalınızı uzatın, bıyığınızı kısaltın” der, veya “Yahûdiler/Hıristiyanlar/Müşrikler şu şekilde sakal
bırakıyorlar, siz bıraktığınızda böyle bırakmayın” buyurur, sakal kesmeyi de
meşrulaştırırdı. Oysa ki Peygamber’imiz sürekli sakal bırakmış ve bırakılmasını emir buyurmuştur. Bıyıkları uzun, yüzleri traşlı olan İranlı Mecûsî elçilere dediği gibi: “Rabbim bana sakalımı uzatmamı, bıyığımı kısaltmamı emretmiştir” demiştir.
İddia olunduğu gibi Peygamberimizin ‘Sakal bırakınız’ emri, bıraktığınızda şu şekilde bırakınız anlamında yalnız mevcudu düzenleme mânasında olsaydı, Ashab-ı Kirâm sakal bırakmazdı. Sakal bırakmayanlar da olurdu.
Sakalın teşrîi bir niteliği olmasaydı hiç değilse fetihlerle birlikte değişik
kültürlerle temas kurulmasından sonra, Ashab-ı Kiram tabiin ve tebea-i tabiin
devirlerinde Müslümanlar arasında sakalsızlık yaygınlaşırdı.
Kur’ân ve Sünnete bağlı büyük mezhep imamları arasında sakal kesmeyi
saçı kesmek gibi mubah gören bir tek müctehit imam çıkardı.
c-Usul-u Fıkıh kaidelerinden istidlal eden mütercim profesöre kendi tercümesiyle bir usul-u fıkıh kaidesini hatırlatarak soralım.
“Peygamberlerden insanî bir iş meydana gelip uyulması kasd edilmesine
bir delil varsa, o delil vasıtasıyla o fiil şerîat…” olduğuna göre sakal bırakmayı delil vasıtasıyla şerîat olmuş insanî bir iş kabul etmezsek Hz. Peygamber’in
hangi insanî işini bu kaideye mesned olabilecek bir misal olarak sunabiliriz.
d -Sayın mütercim profesör, tarihinde devlet dairelerine tercihen sakallıların görevlendirildiği ve halen yüz binlerce evlâdının sünnete ittiba/uyuş niyetiyle sakal bıraktığı bir ülkede sakal bırakmanın “Dinî yönden uyulması gerekli bir sünnet ve âdet değildir” görüşünü ortaya koyarken hiç değilse her bilim adamının benimsediği muhtelif görüşleri açıklama metodunu benimsemeliydi.
Başta dört büyük mezhebin müctehid imamları olmak üzere İslâm Dünyasında şöhret bulmuş müfessir, muhaddis ve fıkıhcıların görüşlerini kısaca
zikretmeli, çoğunluğu muhtemelen batı kültürünün tesiri altında kalmış üç
beş ilim adamından başka sakal tıraş etmeyi mubah gören hiç bir kişinin bulunmadığını açıklamalıydı.
275
6. Sual:
Sakalla ilgili âyet var mıdır?
Sakal bırakmak Peygamberimizin emridir. Bu sebeple sünnettir. Sakalla alâkalı bir âyet var mıdır ki sakal bırakmak farz veya vacip, kesmek ise haram olsun?
Cevap
Hz. Peygamber’in emirleri, Hz. Peygamber’den sadır olması cihetiyle sünnettir. Ancak Peygamberimizin bazı emirleri, yüklediği mükellefiyet bakımından yapılması sevap sağlayıp, terk edilmesi azâp gerektirmeyen sünnet
mânasına gelmez. Yüklediği mükellefiyet bakımından farz veya vacip anlamına gelebilir. Farz veya vâciplerin terki de haram olur.
276
Meselâ akşam namazının farzının üç, yatsı namazının farzının dört rekât
kılınmasını emreden, keza, ticaret mallarından kırkta bir oranında zekât verilmesini emir buyuran Peygamber’imizdir. Kaynağı sünnet olan bu emirlerin
yüklediği görev farzdır. Bu sebeple akşamı iki rekât kılan ve yüzde bir oranında zekât veren kişi, bu görevlerini îfa etmiş olamaz. Farzları terk etmiş, haram
işlemiş olur.
Peygamberimizin bazı yasakları da hüküm bakımından haram ifade
eder.
Meselâ; erkeklere altının ve halis ipeğin haram kılındığını, Kur’ân çizgisinde açıklayan Peygamberimizdir.
Bu misalde de kaynak sünnet, fakat sebep olduğu hüküm haramlıktır.
Netice olarak deriz ki bir vazifenin farz veya vâcib, terkinin de haram olması için o ile ilgili mutlaka âyet bulunması gerekmez.
Bu sebeple ‘Sakalla alâkalı bir âyet var mıdır ki sakal bırakmak vacip, kesmek ise haram olsun’ şeklinde bir sual sorulamaz.
Bu mevzuda sahih hadîslerin mevcut olması yeterlidir. Unutulmamalıdır ki bütün sahih hadislerin Kur’ân’la doğrudan veya dolaylı olarak bağlantısı vardır.
7. Sual
Sakalın belirli bir şekli var mıdır? Suudî sakalı meşru mudur?
Cevap
A- Sakal bırakılmasını emir buyuran Peygamberimiz fiilî sünnetiyle de
onun şekli ve ölçüsünü belirlemiştir.
a- Şekli: Sünnî sakal, alt dudak altı, çene ve yanakların kıllarıyla sakal başı
tâbir olunan gözlerle kulaklar arası bölümdeki kılları içine alır.
Peygamber’imiz ve Ashabının uygulamalarıyla belirlenen şekil budur.
b- Uzunluğu: Peygamber’imizin ‘Sakalınızı uzatınız...’ emrinde kullanılan E’fû ve benzeri lafızlar, sakalı hali üzere bırakmak mânasına geliyorsa da
Tirmizî’nin Sünen’inde Peygamber’imizin sakalının boyundan ve eninden aldığı rivayet edilmiştir. Peygamberimizin sakalının sık ve tok olduğuna dair
sahîh rivayetler varsa da bu rivayetlerde uzunlukla ilgili olarak tesbit olunan
tek ölçü Abdullah b. Amr’ın tatbikatıdır.
Buhârî’nin rivayetine göre Fakîh sahâbî Abdullah b. Amr sakalının bir tutamdan fazlasını keserek bir kabzayı ölçü almıştır.313
Yukarıda geçen Tirmizî ve Buhârî’nin rivayetlerine dayanarak ve bir kabzadan uzun bırakılmasının çirkinlik arzedebileceğini ileri sürerek bazı müctehidlerimiz sakalın uzunluğunu bir kabza ile sınırlandırmışlar ve bu uzunluğun ideal olduğunu açıklamışlardır.314
B- Suudî sakalı denilen çenede bırakılmış sakal, sakal değildir.
Sünnet sakalı yukarıda açıkladığımız şekilde yanakları ve sakal başlarını
içine alan sakaldır.
313 Buhârî, K. Libas Bab-ü İfail-liha.
314 Sakalın Uzunluğu: ile ilgili şahsî kanaatimiz şudur: Bir tutam uzunluk kâmil ölçüdür ve
İslâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre üst sınırdır. Ancak Peygamberimizin emrine
uymuş olmak için mutlaka bir tutam uzunlukta sakal bırakılması gerekmez.
Sakal erkek için heybet ve güzellik unsurudur. Böyle de olmalıdır. Zira “...Hoş görünümlü olmak nübüvvetin yirmi dört cüzünden bir cüzdür” (Et-Tâc 5/64). Emr-i Peygamberi, “Sakalınızı uzatınız, bıyığınızı kısaltınız” şeklinde geldiğinden sakal mutlaka
bıyıktan uzun olmalıdır. Ayrıca sünnet sakalı olduğu izlenimini verecek ve kişinin boyu
ile uyum sağlayacak bir uzunlukta bulunmalıdır.
277
Arap dilcileri yalnız çenede bırakılan kıllara sakal; lihye ismini vermezler
Peygamber’imizin sakalının eninden aldığının rivayet olunması sakalın
yanakları içine aldığını gösterir.
Ayrıca Buhârî’nin namazda bakışları imama yöneltmek babında rivayet ettiği hadîs de sakalın yanakları içine aldığının delilidir.
Ebû Ma’mer şöyle anlatıyor:
Biz, sahâbi Habbab’a ‘Hz. Peygamber öğle ve ikindi namazlarını kıldırırken kıyam halinde okur muydu?’ diye sorduk. ‘Okurdu’ şeklinde cevap verdi.
Siz, arkasında olduğunuza göre okuduğunu nasıl anlardınız, şeklindeki sorumuza da, ‘sakalının hareketlerinden anlardık’ dedi.315
İmama uyan kimse namaz esnasında bakışlarını imama çevirdiğinde ondan ancak yanakların kıllarını görebileceği açıktır.
278
Bu sahih rivayet de Hz. Peygamber’in sakalının yanakları ihtiva ettiğini
beyan eder.
Sunduğumuz deliller ve benzerleri, ayrıca 14 asırdır uygulanan sakal şekli, Suudî sakalının meşru olmadığını, böylesine bir sakalla Peygamberimizin
emrinin yerine getirilemeyeceğini gösterir.
8. Sual
Yalnız bıyık bırakmanın bir değeri var mıdır?
Bıyık bırakmak nedir? Belirli bir şekli var mıdır? Sakal bırakmaksızın bıyık bırakmanın bir değeri var mıdır?
Cevap
a- Sakalla alâkalı hadîslerde açıkça görüldüğü gibi Peygamber’imiz sakalınızı uzatınız buyururken daima bıyığınızı kısaltınız emrini vermiştir.
Bu sebeple sakal bırakmak gibi bıyık bırakmak da kılık-kıyafetle ilgili bir
dinî görevimizdir. Kaldı ki bıyıkla ilgili müstakil hadîsler de mevcuttur.
“Beş (veya on) şey fıtrattandır” hadîsinde (bıyığı kısaltmak) maddesi müs-
315 Buhârî, Ezan 91.
takil olarak geçtiği gibi, “Bıyığını kısaltmayan bizden değildir” şeklinde yalnız bıyığı konu alan hadîsler de vardır.316
b- Bıyığın belirli bir şekli vardır. O da iyice kısaltılmasıdır.
Hadîslerde bıyıkla ilgili olarak kullanılan Ehfû, Enhikû, Cüzzû, Kussû gibi emirlerin her biri üst dudak derisi görünecek şekilde kısaltma mânasına gelir.
Ancak Hz. Enes’in rivayetinde Peygamberimiz bıyık, tırnak, etek ve koltuk altı kılları için (azamî) kırk günlük süre belirlediğinden bıyıktaki kısaltmanın süre yönünden üst sınırını, kırk günlük bir uzantı şeklinde anlayabiliriz.317
c- Yüce Peygamber’imiz “Sakalınızı uzatınız” emrini verirken “Bıyığınızı
kısaltınız” emrini vermiştir.
Bu sebeple emredilen ve meşru olan bıyığı sakalla birlikte bırakmaktır.
İslâm şahsiyetinin dış çizgilerini ortaya çıkaracak, Yahûdilere, Hıristiyanlara,
Mecûsilere ve Müşriklere aykırılığı sağlayacak olan sakal-bıyık müşterekliğidir.
Yalnız bıyık bırakan kişi Hz. Peygamberin “Sakalınızı uzatınız, bıyığınızı kısaltınız” emrine uymuş olmaz. Ancak bıyık bırakmak, fıtratı korumak olduğu için bıyık kesmekten güzel ve faziletlidir.318 Ayrıca bıyık bırakmakla kadınlara benzemeyi lanetleyen hadîsin şümul/kapsam dairesinden uzaklaşılmış
olur. Zira bıyıklı erkeklerin kadınlara benzemediği bir gerçektir.
9. Sual
İslâm ve lâikliğe göre kişi sakal kesmeye zorlanabilir mi? Zorlanan
kişinin sakalını kesmesi caiz midir?
Cevap
Bu sualin cevabını üç bölümde vermeye çalışacağız. Peygamberimizin ifadesiyle:
a- İslâm Dini’nin emrettiği ve şiar kıldığı bir fiili İslâmî yönetimin engelle316 Müslim, Tahare 16, Ft-Tac 3/170, Tirmizî Hn.: 2760.
317 Tirmizi, Hadîs No: 2757.
318 Tafsilât için bak. Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi 2/358.
279
me yetkisi yoktur. İslâmî Yargı organının da engelleyici nitelikte bir ceza uygulamasına salâhiyeti yoktur.
İslâm Dini’nin kılık kıyafetle ilgili emir ve tavsiyelerinden biri de sakal
bırakmak olduğu için İslâmî idare memur ve işçilerine sakal kesmeyi emredemez ve buna zorlayamaz. Kadılar/Hakimler de sakal kestirme şeklinde bir
tazîr cezası uygulayamaz.
Zira Peygamber’imiz Müsle’yi yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
“Saç ve sakal keserek müsle yapanın Allah katında nasibi yoktur.”319
Nitekim Halîfe-i Müslimin Ömer İbn-ü Abdülaziz, yukarıda zikredilen
hadisi şeriflerden delil getirerek yayınladığı genelgesinde görevli ve yetkili kişilere “Müsleden; saç ve sakal keserek ceza uygulamaktan sakınınız.”320 emrini
vermiştir.
280
İslâmî yürütme ve yargının sakal kestirme şeklinde bir emir ve ceza uygulamasına gidememesinin bir önemli sebebi de İslâm Hukukçularının, sakal
kestirmeyi kişi özgürlüğüne tecâvüz olarak değerlendirmeleri ve sakalı kesilen
kişiye diyet verilmesi veya değer biçilerek tazminat ödenmesi hususunda ittifak etmiş olmalarıdır.321
Netice olarak deriz ki İslâm’a göre sakal kestirme veya buna zorlama yasaktır ve zulümdür.
b- İslâm’a göre sakal kestirme bir günah ve suç olduğu gibi laiklik ilkesine göre de suçtur.322
319
320
321
322
El-Camiüs-Sağîr, Men Messele.
Delâilül-Eser Alâ Tahrimit-Temsili Biş-Şa’ri.
a.g.e. sh. 54-55.
Burada, tesbitimizi doğrulayan Yargıtay kararını sunuyoruz:
Yargıtay zorla saç sakal kesmeyi işkence saydı. Karakolda bir vatandaşı döven, sakal ve
bıyıklarını kesen jandarma komutanı, kötü muameleden suçlu bulundu. Ancak Yargıtay
işlenen suçun işkence olduğuna karar verdi.
Yargıtay sakal ve bıyık kesmenin Türk ceza kanununda ayrı maddelerde düzenlenen
“kötü muamele değil”,”işkence” suçu sınırlarına girdiğini belirtti. Yargıtay’ın temyiz incelemesi yaptığı Şebinkarahisar ağır ceza mahkemesinden gelen, davaya konu olayda,
jandarma köyde anız yakan (K) hakkında şikâyetleri göz önünde bulundurarak arama
kararı çıkarttı. (K)’yı bulamayan jandarma, oğlu (A)’yı gözaltına aldı.
Jandarma karakolunda (A)’yı döven karakol komutanı (M), (A)’nın sakal ve bıyıkları-
Laikliğin T.C. Anayasası ve ceza kanunlarında açık bir tarifi olmamakla birlikte, laikliğin vicdan ve din hürriyetini içerdiği hususunda görüş birliği vardır.
Vicdan hürriyeti kişinin istediği dine, felsefi sistem ve doktrine inanma
veya inanmama hürriyetidir.
Din hürriyeti ise kişinin inandığı dinin düstûrlarına göre ferdî, ailevî ve
içtimaî/sosyal hayatını yaşayabilme hürriyetidir.
İnandığı İslâm Dini’nin kılık kıyafetle ilgili sakal bırakma emrine uyarak
sakal bırakmış kişi, din hürriyetinin cüzî bir bölümünü kullanmıştır.
Laiklik adına kişinin bu en doğal dinî özgürlük hakkını kullanmasına
karşı çıkmak, laiklik ilkesini çiğnemektir ve kanaatimizce ülkemizdeki merî
hukuk düzenine göre de suçtur.
Laiklik adına dindarlar üzerinde sürdürülen tarihi yanılgıların dindarları zaafa uğratmadığı gibi laikliğe güç kazandırmadığı da kanıtlanmış bir gerçektir.
c-İslâm ve laiklik açısından sakal kestirmenin meşru olmadığı hususunu
böylece açıkladıktan sonra, sualin “Zorlamaları halinde mü’minlerin sakal kesmeleri caiz midir?” bölümüne açıklık getirmeye çalışalım.
Zorlama halinde sakal kesmenin caiz olup olmayacağı hususunda genel
bir cevap vermek doğru olmaz. Zorlamanın şeklini ve zora sokulan mü’minin
durumunu bilmek lâzımdır.
Bu sebeple baskıya muhatap olan Müslümanların,
a- Kültür seviyelerini,
b- Maddî durumlarını,
c- Bulundukları görevdeki etkinliklerini açıklayarak, şartları değerlendirebilen bilgi ve takva sahibi sakallı âlimlerimizden şahısları ile ilgili fetva istemeleri daha doğrudur.
10. Sual
nı da kesti. (A)’nın şikâyeti üzerine, komutan hakkında ağır ceza mahkemesinde dava
açıldı. (M)’nin TCK’nun 245. maddesinde düzenlenen kötü muamele suçunu işlediğini
belirten mahkeme, komutanın hapisle cezalandırılmasına karar verdi. Mahkeme, hapis
cezasını suçun bir daha işlenmeyeceği inancıyla erteledi. Habertürk 28 Ocak 2003
281
Sakalı bıraktıktan sonra kesmek mi haramdır?
Peygamberimizin “Bıyığınızı kısaltınız, sakalınızı uzatınız.” emrine aykırılıkla sakal kesmenin ancak “Sakalı bıraktıktan sonra kesmek,” fiilini içine aldığı, yoksa hiç bırakmayan için sakal traş etmekte mahzur bulunmadığı söyleniyor.
Bu söylentinin gerçekle ilgisi var mıdır?
Cevap
Hayır, yoktur. Zira hadîslerde böyle bir kayıt olmadığı gibi, sakal bırakmakla alâkalı emr-i peygamberi üzerinde çalışan alimlerimizin de böyle bir
yorumu yoktur.
282
11. Sual
Sakalla ilgili mekrûhlar nelerdir?
Cevap
İslâm âlimleri sakalla ilgili olarak biri diğerinden daha çirkin olan aşağıdaki hususları belirlemişlerdir:
a -Cihad’a arzulu olmadığı halde sakalı siyaha boyamak,
b -Başkanlık elde etmek, saygı görmek ve yaşça kemale erdiğini ihsas ettirmek için sakalı kibrit veya başka bir madde ile ağartmak,
c -Sakaldaki beyaz kılları koparmak,
d -Sakalı lüzumundan fazla (kabzadan çok) uzatmak,
e -Nefsini önemsemediğini belirtmek ve zahitlerden olduğu duygusunu
verebilmek için, sakalı birbirine girmiş bir şekilde bakımsız bırakmak,
f -Sakalı düğümlemek ve örmek.323
323 Şevkânî, Neylül Evtar K. Tahareti, Bab-u Ehziş-Şaribi ve İ’fail-lihyeti. (Özetlenerek alınmıştır.)
12. Sual
Sakal-ı Şerifleri nasıl değerlendirebiliriz?
Cevap
İslâmî kimliğin inşasına katkı sağlayıcı yönüyle bilinçle sakal bırakmanın
sürekli sevap sağlayıcı bir erdem olduğu şüphesizdir.
Ancak kesilen/kısaltılan saç kıllarının kendinden veya dinden kaynaklanan bir kutsiyeti yoktur. Hacerul- Esved olması taşı taş olarak değerlendiremeyeceği gibi Hz. Peygambere(s.a.) ait olması da kılı kıl olarak yüceltemez.
Gerçek budur.
Böyle iken İslâm Dünyası’nda Camilerde/Mescitlerde var olan veya var olduğu kabul edilen Allah’ın Resûlü’ne ait kılların dini merasimle ziyaretini nasıl değerlendireceğiz?
İnsanların sevdiklerine ait olup kendilerine intikal eden eşyaya değer verdikleri ve onları muhafazaya çalıştıkları, toplumların ise müzelere yerleştirip
teşhir ederek ziyarete açtıkları bilinen bir gerçektir.
Veda haclarında abdest alırken organlarına temas eden suları avuçlayarak
yüzleri gözlerine süren ve bunu sevgilerini izhar etmek için yaptıklarını söyleyen sahâbilere, sevgilerini doğru konuşarak, çevrelerindeki insanlara ikram
ederek ve kendilerine bırakılan emanetleri koruyarak göstermelerini emreden
Hz. Peygamberin dilinde sevgi açıklamanın yolu olarak onaylanmamışsa da
kutsallık vermeksizin ona ait kılların veya vücuduna temas etmiş eşyanın hatıra olarak korunması güzel bulunabilir.
Biz burada Şerif olarak nitelenen onun saç/sakal kıllarının kıl olmanın
ötesinde anlamı olup olmayacağını irdeleyeceğiz.
A- Sevgili Peygamberimizin Veda haclarında hac görevi olarak saçlarını
kestirdiğini, kesilen saçlarının bir kısmını çevresinde bekleşen sahâbilere hatıra olarak dağıttığı ve kalan diğer kısmını da Ebû Talha El-Ensari’ye verdiğini biliyoruz. Eğer gerçekliği varsa günümüz İslam Dünyası Camilerinde ziyaret edilen kılların dağıtılan bu saçlar olduğu inancındayız.
Kesilen saçlarını bekleşenlere dağıtması, onun zirveleşen tevazuu ile örtüştürülemeyeceği gibi, eşyanın takdis edilmesini onaylamayan İslâmî kurallarla da bağdaştırılamaz. Acaba dağıtımın makul bir sebebi olabilir miydi?
283
B- Hz. Peygamberin insan-peygamber olarak yaşadığı, güvenilir tarihî delillerle belgelidir.
-Salât ve Selam üzerine olsun- Peygamberliği Kıyamet günü’ne kadar geçerli olduğuna göre onun hayatının, günümüzde de orijinalitesini koruyan
Kurân yanı sıra maddi bir argümanla da kanıtlanması gerekmez miydi?
Kabul edilebilir iddialar olmasa da Hz. Musa ve İsa’nın bile tarihte yaşamış kişiler olmadıkları ileri sürülebildiği gibi Hz. Muhammed için de ileri sürülmesini engelleyecek maddi delillerin varlığı onu yüceltici olmaz mı?
C- Bilim ve teknolojinin geliştiği devrimizde saç/sakal kılları kişinin varlığı yanıra DNA’sını da belgelemektedir.Nasıl öldüğü veya öldürebildiğini açıklayabilmektedir.
284
Eğer İslâm Dünyası’nın değişik bölgelerinde asırlardan beri Hz. Peygamber’e aidiyeti kabul edilerek ziyaret edilen sakal-ı şerifler,onun dağıttığı bilinen kıllardan ise, birbirlerine uzak coğrafi mekanlardan alınacak örneklerin
birbirlerinin aynılığı, bir diğer anlatımla aynı kişiye aidiyetini tesbit olunması,
Hz. Peygamber’in yaşamış kişilik olduğu, başta zamanımız olmak üzere Kıyamet Günü’ne kadar her devirde kanıtlanmış, yalnızca ona ait bir mucize açığa çıkarılmış olur.
Bizim inançlı ilgili ve yetkili kişilere çağrımız değinilen bilimsel atılıma
öncülük ederek bu mucizeye yol açmaları, bidat olarak sürdürülen sakal-ı şerif kutlamalarını layık olduğu zemine oturtmalarıdır.
Sakalla İlgili Olarak İslâm Kültürü Kaynaklardan
ve Basından İktibaslar
Şeyhul-İslâm Ebus-Suud Efendinin fetvaları324
Mes’ele: Erenler sakalını kına ile boyamak sünnet midir?
Elcevap: Caizdir.
Mes’ele: Ak sakalını kara boyayla boyayan Zeyd’e ne lâzım olur? Asim
(günahkâr) olur mu?
Elcevap: Olur, kerahet vardır.
Mes’ele: Lihyenin (sakal) kabzadan ziyadesini kesmek sünnet midir?
Elcevap: İbn-ü Ömer öyle yapardı. Resûlullah (s.a.) hazretlerinden dahi
öyle naklederler.
Mes’ele: Sakalın traş edenlerin, boyayanların ve kırkanların şehadetleri
makbul olur mu?
Elcevap: Salih ve âdil olacak olur.
Mes’ele: Zeyd-i berberin sakal traş ettiği ve kırdığı için aldığı akçe helal
olur mu?
Elcevap: Kavl ü şart edip almayacak, hürmetine (haramlığına) hükm olunmaz.
Mes’ele: Zeyd-i İmam sakalın kırar olsa, azle müstahak olur mu?
Elcevap: Kabzadan eksik ise olur.
324 Bunlar, Ebus-Suud efendinin fetvalarıdır. Aynı konularda farklı fetvalar verilebilir.
285
Sakalı kesmek kadınlara benzemektir
Sakalı traş etmek çirkindir. Yalnız çirkin olmayıp bir uzvun kesilmesidir
ve de haramdır. Kadın için saçların kesilmesi nasıl bir uzvun/organın kesilmesi olup (dinimiz tarafından) yasaklanmışsa ve erkeklere benzeme olup güzelliği gidermek ise, bunun gibi erkekler için sakalı traş etmek de bir uzvun kesilmesidir, yasaklanmıştır. Kadınlara benzemek ve güzelliği gidermektir.
İslâm âlimleri mükellefiyet çağında sakal bırakmanın güzellik, sakal kesmenin ise bu güzelliği olgunluk döneminde gidermek olduğunu söylemişlerdir. Meleklerin tesbihatından/zikirlerinden biri de “Erkekleri sakalla, kadınları
da örgülü saçlarla güzelleştiren Allah bütün eksiklerden beri, tüm yüceliklerle
vasıflıdır.” anlamındaki tesbihdir.325
Sakal erkeklerin güzelliğidir
286
“Sakal küçükle büyüğü ayırıcı (nişan)dır. Sakal yiğitlerin güzelliğidir, dış
görünümlerini tamamlayan unsurdur.
Bu sebeple sakalın bırakılıp-uzatılması gereklidir. (Sakalı kesmek ve) kısaltmakta Allah’ın yarattığını değiştirmek vardır. (Bu işlemde) yücelik sahibi
kişilerin aşağılık takımına katılmaları (anlamı) vardır.326
Saça sakala dair
Ticaret Bakanına (Fehim Adak) sakalından sual ediyorlar. Nedense bizim
milletimizde kıla karşı ya bir tutku, ya da bir alerji vardır.
-Efendim, neden sakallısınız... demişler. . .
-Allah Allah... Ya sen neden sakalsızsın...
O da:
-Siz kafanın dışına değil, içine bakın.... demiş... Bunda hakikat payı vardır. Ama asıl doğru söz:
-İsteyen istediği gibi yapar. Sakalı seviyorum... Onun için... Başka mânası
yok bunun...
325 İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Bakara 124.
326 Şah V. Ed-Dehlevi, Huccetüllahil-Bâliğa,Tahkik Seyyid Sabık 1/386.
Aslında sakal bizde “muhteremdir”. Babam merhumu 24 yaşında Evkaf muhasebeciliklerinden birine tayin etmek için sakal bırakması lâzım geldiğini söylemişler... O yaşta sakal bırakmış. Birisi bir kötü hareket yaptığı zaman.
-Sakalından utan! derler... Demek ki, sakal, itidal ve kemal şahididir.
Doğrusunu isterseniz ben de şu sıralarda bir sakal bırakmayı düşündüm.
Alay ederler diye bırakmadım. Halbuki bu yaşta bana bir ak sakal hayli itibar
ve heybet verirdi.
İslâm’da sakal hürmet ifade eder ve sakal bırakıldığı zaman, sakal duası yapılır. Ama sakal deyince çenenin ucunda dört kıldan ibaret bir santimlik
sürgüne sakal denmez. Sakalın da bir eb’adı vardır. Esasen sakalın Türkçede
adlanmış envai vardır.
Ak sakal, kara sakal, kır sakal, tahta sakal, kaba sakal, top sakal, çember
sakal, köse sakal, seyrek sakal, çatal sakal didon, sivri sakal, favori. Bizde favori dediklerine frenkler ‘Pet’ derler. Favori daha uzun olur.
Bizdeki daha ziyade zülüf’dür. Yani saç diplerinin uzamasıdır. Nitekim
Sultan Hamid’in müşirlerinden biri Zülüflü İsmail Paşa diye mâruf idi. Sakalı
bizde hafife alıyorlar. Bugün bırakıyor, yarın kesiyor. Sakal o kadar hafife alınacak şey değildir; ve dikkat ediyorum git-gide tarihteki itibarını kazanacağa benziyor. Umumiyetle sakal ağırbaşlılık ve kemal alâmetidir. Aslına bakarsanız insanda Hilkat, kılı bir tecrid, örtme ve muhafaza vasıtası olarak yaratmıştır. Ağız, burun, kulak, göz gibi mühim uzuvların medhallerini kıllarla muhafaza altına almıştır...327 Bıyık ağzı, kaş, kirpik gözleri, burun ve kulaktaki kıllar da bu uzuvları korur...
- Ya saç, sakal?..
Saç kafa tasının içini ve enseyi güneşten ve soğuktan, hattâ ufak tefek darbelerden korur. Sakal ise yanak ve yüzün örtüşüdür... Sakal, göğüse hattâ göbeğe kadar iner...
Lâfı uzattık...
Eskiden:
“Saç safadan, tırnak cefadan uzar” derler... Şimdi her ikisi de safadan uzuyor... Cefadan dökülüyor. Sakal sakaldır...328
327 Yaratan hilkat değil, Allah’tır. A.R.D.
328 Burhan Felek, Milliyet 2 Şubat 1974
287
Sakalsızken bile sakallı görünmek
“İlk bakışta, çoğu her sabah uzun uzadıya yüzlerini matruş kılma savaşı
veren çağdaş erkeklerin bugüne dek traş bıçağından öte bir deneye girişmemiş olmaları garipsenebilir. Ama ikinci bakışta, bunun ardında yatan neden
görülecektir. Ne korkaklık ne de inisiyatif yoksunluğudur. Burada söz konusu olan, yalnızca sakalsızken bile sakallı görünmek gibi ikili bir dileği yansıtır
bu davranış. Traş olmak, yüzün alt yarısında her zaman erkekçe, maviye çalan
bir gölge bırakır ki, bu gölge orada sakal bulunduğunun kanıtıdır. Eğer yepyeni bir yöntemle yetişkin erkeklerin sakalı tümüyle ortadan kaldırılsaydı, dolayısıyla o maviye çalan gölge yok olsaydı, bu yüzün sahibi aynadaki kadınsı
görünümden hiç de hoşnut kalmayacaktı, sanırız. Bunun yerine, traşına dikkat eden bir erkek olarak ortalama iki bin saatini yüzünü kazıyıp ovuşturmakla geçirmeyi tercih etmektedir ki, bu denli çapraşık bir arzu için hayli yüksek
bir bedel ödediği kabul etmek gerekir.”
288
“Bizim türümüzde erkek cinsini belirleyen başlıca özelliklerden biri de sakaldır. Bu özelliğin çıkık çeneyle birlikte evrilmiş olması da çok mümkündür,
daha geniş ve güçlü bir kemik yapısı kılların büyümesi için daha elverişli bir
taban teşkil eder. Öte yandan, ileriye doğru uzanan geniş ve güçlü bir çene,
hele gür bir sakal eşliğinde erkeğin kendinden emin ifadesine büyük katkıda
bulunur. Türümüze özgü çene yapısı da burada ayrıca önem taşır. Diğer primatların aksine, bizlere özgü çene yapısında, anatomi uzmanları içsel mekanik hiç bir işlevi olmayan bir çıkıntının varlığını saptamışlardır. Geçmişte, bu
özelliği açıklayıcı birçok kuram öne sürülmüşse de -çene kaslarının, dilin bazı
özelliklerine bağlanmaya çalışarak- bütün bu iddialar artık geçersiz sayılmakta ve bugün çenemizin çıkık yapısının tek bir işlevi olduğu; çıkık sakallı çenenin erkeklere özgü “kendini çevresine kabul ettiren” bir cinsel işaret görevini
yüklendiği kabul edilmektedir.”329
“Erkek dediğin sakallı olmalı”
Sakallı erkekleri daha çok beğenen kadınlar olduğu gibi, sakaldan nefret
edenler de vardır muhakkak. Fakat kadınlara da “Sakallı erkekleri niçin da329 Desmond Morris Sevmek Dokunmakdır Sander Yayınları 1977 İstanbul, Sh. 66-67,
69-70.
ha çok beğeniyorsunuz” diye bir soru yöneltildiğinde onların nedenleri de çeşitlidir.
Psikologlar film yıldızlarının bazılarına da bu konuda ne düşündüklerini
sorduklarında şu yanıtlan almışlar:
Seks yıldızı olarak tanınan Raquel Welch, “Erkek dediğin sakallı ve bıyıklı
olmalı.” diyor. Çünkü yıldız sakallı erkekleri daha olgun, daha güvenilir kimseler olarak görüyor.
“Flamingo Yolu”nun seksî görünümlü yıldızı Morgan Faır-Chıld, sakalın
erkeği haşin ve çekici yaptığına inanıyor ve yıldız bu tip erkeklerden hoşlandığı için de sakallı erkekleri seviyor.
Son zamanların en gözde yıldızlarından Nastasia Kinski, sakal bırakan erkeği ilkel bir erkek olarak görüyor, sakallı erkeğin ince ruhlu bir erkek olmayacağını düşünüyor.
Natalie Delon’un da sakallı erkekler için söyledikleri şu: “Ben minyon tipli erkeklere sakalı yakıştırıyorum ve bir erkeğe sakal yakıştığı zaman da daha
seksî görünümlü oluyor. Fakat erkek sakal bıraktığı zaman da bunun düzenli
bir sakal olmasına özen göstermektedir.”
“Dallas” dizisinin ünlü artisti Charlene Tılton (Lucy), “Sakallı erkekleri esrarengiz bulurum, sakal bırakmayla onların bir şeyi gizlemek istediklerine inanırım. Bana bambaşka bir görünüme bürünmek istedikleri hissini verir sakallı erkek” diyor.330
330 Güneş Gazetesi 4 Eylül 1982
Bu alıntı, genelde insanın, özelde kadının duygularını yansıttığı için bir fıtrat belgesi
olarak değerlendirilmiştir.
Mehmet Şeker- Yeni Şafak
Kravatsız olmaz mı?
Bizim millet, takım elbise giymiş, kravat takmış birini görünce, 'şık'
giyindiğini düşünür. Şartlanmışız bir defa. Bu konuda peşin
hükümlüyüzdür.Takım elbise + kravat = şık kıyafet. Sanki bu
formülün alternatifi yok! Adam gitse, işportada çok ucuza satılan ve
naylon poşetleri andıran kumaştan yapılma bir takım elbise alsa...
Boynuna da iki liralık kravat taksa, arkadaşları hemen “Bu ne şıklık”
diyecektir. Ne yapalım, herkes Fatih Altaylı değil ki gördüğü giysinin
kalitesini bir bakışta ölçsün.
Kimileri adını söyleyemez 'gıravat' der, yazmak zorunda olsa
'kıravat' yazar, fakat takmadan duramaz. Okul hayatı boyunca
kravat mecburiyeti var. Memurların en küçüğünden en büyüğüne
kadar hepsi kravatlı... Subaylar, astsubaylar, polisler kravatlı. Özel
güvenlikçiler, işadamları kravatlı.
Ekranda sunucu kravatlı, karşısında seyreden kravatlı... Sahneye
çıkıp şarkı söyleyen de kravat takıyor, saz çalıp türkü söyleyen de.
Tamburisi, kanunisi, kemancısı, klarnetçisi, neyzeni kravatlı...
Hepsini biraz anlarım da, din adamlarımızın kravat takmasına akıl
erdiremem. Hoca vaaz kürsüsünde kravatlı, hutbede kravatlı...
Cemaatin önüne geçmiş, namaz kıldırıyor, yine kravatlı. Allah'ım
aklımızı muhafaza eyle, biz mukayyet olamıyoruz.
İlahi grubu çıkıyor, hepsinin boynunda tek tip kravat var. Müftü,
Kur'an-ı Kerim okuyor, kravatı noksan değil. Diyanet İşleri Başkanı
da kıyafetinin şıklığını kravatla tamamlıyor.
Başka hiçbir din adamında göremezsiniz o bez parçasını. Katolik,
Protestan, Ortodoks hiçbir Hıristiyan din adamı takmaz.
Musevilerde, Budistlerde, Hinduistlerde rastlayamazsınız. Başka
türlü istlerde de yoktur. Turistlerde hiç... Silah zoruyla bile
taktıramazsınız. Diğer ülkelerin Müslüman din adamlarında da
göremezsiniz fakat bizimkiler ihmal etmez.
Bu nesne batılılığın, çağdaşlığın, modernliğin bir sembolüyse, o
adamlar bu vasıflardan uzak değil ki. Dinler arası diyalog toplantısı
deniyor. İmamı, papazı, hahamı hepsi toplanıyor... Bir tek
bizimkinde kravat var. Komedinin 'bezli' olanı! Öyle bir sahne ile
karşılaştığımda, vallahi bakmaya utanıyorum. Orman yangını
haberlerine bakamadığım gibi... Gönlüm elvermiyor.
Hayır, kravat düşmanı falan değilim. Her sene mutlaka bir iki defa
takmışlığım vardır. Ama bu kadarı da fazla. Aklı başında biri şu işe el
atsın da bir çözüm yolu getirsin. Bu gidişle kışladaki erlere,
yangındaki itfaiyecilere, orman işçilerine, fabrika ve tarım işçilerine
de kravat taktıracaklar. Kravatsız da şık ve temiz olunabilmektedir.
İlgilisinin bilgisine saygıyla arz olunur.
3
3
0
289
Şimdi Kendimize Soralım
Aklını kullanabilen zevk sahibi gayr-ı müslimler, sakalı bir olgunluk alâmeti görerek kendi ölçülerine göre bırakırlarken, devrimiz mü’minlerinin
imam-hatip, vaiz ve müftülerin sakal bırakmayışlarının sebebi ne ola ki?
290
Hele hele bazı dinî cemaatlerin sakalsızlık gibi bir bid’ati alâmet-i farika
edinmelerinin ve Hazreti Peygambere muhalefetle irşad yolunda bir etkinlik
kazanabilecekleri gibi bir bâtıl görüşü ileri sürmelerinin sebebi ne ola ki?
Şüphesiz sebep sakal bırakmanın bir emr-i Peygamberi olduğunu bilmemeleri, bir şiâr-ı İslâm olduğunu kabullenmemeleri ve sağlayacağı etkinliği ve
sevabı idrak edememeleri değildir. Gerçeği ifade etmek gerekirse asıl sebep
İslâmî şahsiyetimizin tam olarak gelişmemesi, yaşadığımız 20. asır câhilliyetinde ant-i İslâm kadroların sakalı hafife alıcı kıymet hükümlerinin giderek
üzerimizdeki hâkimiyetini yaygınlaştırmasıdır.
Ümid değil midir?
Yüce Allah’ın insanlığın itikadî, içtimaî, iktisadî ve hukukî hayatının değiştirilemez önderi kıldığı Hz. Muhammed’in hayat önderliğinin mü’minlerin
vicdanlarına mahkûm edilerek sosyal hayattan soyutlanmak istendiği devrimizde, hür iradesiyle O’na bağlılığın en aziz uzvu olan yüzündeki sakalı ile
ilân eden müminin bazı yüzlerin korkular ve elemler sebebiyle kararacağı Kıyamet Günü’nde, şefâat-i Peygamberi ile ak ve güleç yüzlülerden olacağını
ümid etmek, ümid edilmeye değer bir ümid değil midir?
Ek
İslâmî Kimlik Üzerine Yasal Baskılar
291
Açıklama
292
Kitabımızın birinci kısmında “Bâtıl Din ve İdeolejilerden Korunma Yolları”nı açıklarken “egemen güçlerin yermesinden çekinip korkmamak” gerektiğine değinmiştik. Çünkü onlar yürürlüğe soktukları Ceza Yasalarıyla da
İslâmî kimliğin inşasını engellemeye çalışırlar.
Şimdilerde kaldırılan T.C. Kanunu’n 163. maddesi de engelleme amacıyla konulmuştu. En basit vesileler ve öğretim faaliyetleri laikliği ihlâlle suçlanıp 163. maddeye göre cezalandırılırdı. Bu madde ile nice müslüman yıllarca hapis yatmıştır.
Anılan maddenin bir mağduru da bu satırların yazarı olmuştur.
Hangi tür öğretim faaliyetlerine dava açılabildiğini örneklendirmek için
yargılanmış iki konferansımızın metnini ve mahkeme kararlarını yayınlamayı uygun gördük.
Simav Konferansı
(24.04.1987)
293
Sunuş
24.04.1987 tarihinde Kütahya ilimize bağlı Simav’da bir konferans verdim. Muhteşem bir katılım oldu. İlgililer Cumhuriyet tarihinin en kalabalık
kapalı salon toplantısı olduğunu söylediler.
294
Dinleyicilerden alınan vecdle, etkili bir sunum yapıldı. Konferans günlerce konuşuldu.Bir grup sağlanan başarıdan rahatsız oldu. Simav savcılığı harekete geçti/geçirildi. Konferansın bant çözümü yaptırıldı. Bütün takva sözcükleri, fetva olarak kayda geçirildi. Bilirkişiler bulundu. Fetva’nın Şerîat kavramı olduğu, Fetva’da güçlü olmayı savunmanın devletin temel nizamlarını dini esaslara döndürme propagandası olarak laikliği ihlal ettiği ve 163. madde
mücibince cezalandırmayı gerektirdiği iddiasıyla bölgenin bağlı olduğu Konya Devlet Mahkemesinde dava açılması sağlandı.
***
İlk celsede, konferansımda bir tek defa fetva sözcüğünü kullanmadığımı
söylemem üzerine duruşma hakimin askeri savcıya bakışını hala unutamam.
İkinci duruşmada beraata karar verildi.
Bu ülkede ceza yasaları yoluyla İslâmi tebliğin nasıl engellenmeye çalışıldığı, beşi Ağır Ceza ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde olmak üzere yedi defa yargılanan bu satırların yazarı ve onun gibiler çok iyi bilmekte, ama yeni nesiller bilmemektedir.
Tarihe not düşürmek ve bu gün gelinen noktaya, örneği verilen konferans türü bilgilendirme çalışmalarının büyük katkısı olduğuna işaret etmek istedik.
Biz kitabımızla ilgi kurarak mahkeme kararı ile birlikte konferans metnini
yayınlıyoruz. Konferansın omurgasını teşkil eden yazılı metin, “Cuma Mesajları” isimli eserimizin Beyan Yayınları’nca neşredilen son baskısının 257-261.
sayfalarında yer almaktadır.
Orjinal tarihi bir belge olarak kalması için konferans metnini aynen koruduk. Böylece neler konuşulabildiği ve ne tür konuşmalara ceza davası açılabildiğini örneklendirmiş olduk.
Özellikle Simavlı aydınlarımızın özel basımlarla bu konferansı ve davasını yeni nesillere duyurmaları ricamdır.
295
Simav Konferansı Metni
İslâmî İman Güçlü Olmayı Gerektirir
296
Simav’a ilk kez geliyorum. Bu ilk gelişimde bugün beni Cuma namazı kıldırmaya ve şimdi de konferansımı sunmaya muvaffak kılan yüce Allah’ıma
hamd ve sena ediyor, beni de dininin tebliğcileri arasına katarak sevaplandırmasını niyaz ediyorum. Yüce peygamberimiz, biricik hayat önderimiz Hz.
Muhammed’e Simav’dan gönüller dolusu salât ve selam ediyorum. Siz muhterem dinleyicilerimi de muhabbetle selamlıyorum. Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatüh.
Konferansımızın mevzuu: “İslâmî İman güçlü olmayı gerektirir.”
Biz müminler güçlü olmaya mecburuz. Buna icbar eden inancımızdır.
Güçlü olmaya yönelten aziz Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’dir. Güçlü olma yolunda yönlendiren biricik hayat önderimiz Hazreti Muhammed’dir. (Salât ve
Selâm üzerine olsun.)
Niçin güçlü olmaya mecburuz?
Nasıl güçlü oluruz? Bu konuya girmeden önce, niçin güçlü olmaya mecbur olduğumuzu kısaca belirtmek isterim. Yeryüzünün en muhteşem varlıkları olan biz insanların ana görevi âlemlerin Rabbi olan/ Allah’a ibâdettir. Yüce
Allah Kur’ân’ı Kerim’de “Ben insanları ve cinleri bana ibâdet etmeleri için yarattım” buyurarak bu gerçeği bildirmektedir.
Bir hadisi şerifin açıklanmasına göre Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e
(s.a.s.) kadar yüzyirmidört bin kadar peygamber, insanlara ibâdet etmeleri ve
Tağut’tan sakınmaları gereğini duyurmak için görevlendirilmişlerdir. İnsanın
yeryüzündeki ölüm anına kadar ana görevi Allah’a ibâdettir. Ancak meselenin
asıl önemli tarafı şudur ki ibadet nedir?
Güçlü olmayı gerektiren ibadet nedir?
Ülkemizde İslam Dini gerek halk kesimi ve gerekse aydın kesim tarafından gereğince öğrenilemediği, anlaşılamadığı için ibâdet nedir sualinin cevabı
da verilememektedir. İbâdet, ibâdetlerin özü niteliğinde olan görevlerden ibaret değildir. Yani ibâdet yalnızca namaz kılmak, oruç tutmak zekât vermek değildir. İbâdet, hayatı İslâmlaştırmaktır.
İbâdet, Yüce Allah’ın ve O’nun son elçisi ve evrensel peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) ın emirleri ve yasaklarına göre hayatı düzenlemektir. Böyle olduğu içindir ki namaz kılmak da ibâdettir, Oruç tutmak, adâlet icra etmek, özde ve sözde dosdoğru olan müminlerle kader birliği yapmak da ibâdettir.
Fertleri ve hadiseleri ilâhî ölçülere göre değerlendirmek ibâdettir.
Hakk’a çağırmak bâtıllardan sakındırmak ibâdettir.
Belli ölçüleri ve çerçeveleri içinde ilim tahsil etmek ibâdettir.
Kültürel cihaddan, şartları tahakkuk ettiğinde silahlı savaşa kadar cihad,
ibâdetttir.
Çünkü bunların her birini Kur’ân-ı Kerim’de emreden Yüce Allah’tır. Şirkten, içkiden, kumardan, zinadan, riyadan, zulümden, bencillikten, gıybetten,
jurnalden, inkârcıları ve ahlâksızları dost edinmekten sakınmak keza ibâdettir.
Çünkü bunları tek tek Kur’an-ı Kerim’de yasaklayan Yüce Allah’tır.
Vermeyene vermekten, gelmeyene gitmeye, nefis için istenileni diğer insanlar için istemeden insanlara karşı mütebessim olmaya, cemâat namazından
selâmlaşmaya varıncaya kadar keza ibâdettir. Çünkü bunları tek tek buyuran
son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)dir.
Yüce Peygamberimizin her bir yasağından sakınma da ibâdettir.
Kadınlar olarak kaş aldırmak, diş inceltmek, estetik ameliyatlar yaptırmak,
sözde, işte ve davranışta kâfir kadınlara benzemek v.s… bütün bunlardan sakınmak da ibadettir. Çünkü bütün bunları tek tek yasaklayan Hz. Muhammed Mustafa’dır.
Şimdi burada bir özet sunuyorum size; görülüyor ki ibâdet; zekâttan namaza, oruçtan faiz yasağına, evlilik münasebetlerini ilâhî ölçülere göre düzenlemekten mîras taksimine, fertler arası münasebetlerden devletlerarası münasebetlere, yatağa nasıl girilip çıkılacağından, tuvalete nasıl girilip çıkılacağına
297
kadar hayatı Allah’ın ve peygamberinin koyduğu emirler ve yasaklara göre düzenlemektir. İbâdet budur İslâm’da. İşte bu manada ibâdet bize, dünyada istikrar, huzur ve tekâmül sağlayacak, bu manada ibadet bize, tatlı bir ölüm yüzü gösterecek, bu manada ibâdet bize, ebedî hayatın saâdetini kazandıracaktır. Yoksa hayatın bir bölümünde ibâdet, diğer bölümünde tağutlara (şeytan,
nefis, gayr-ı İslâmî ilke, v.s.) itâat, bu manada bir İslâm bize ne dünyada ne de
ahirette saâdet sağlar.
Yaşadığımız toplumlar gibi yönetimleri laik, insanları Müslüman olan bir
toplumda kâmil manada ibâdeti gerçekleştirmek de mümkün değildir. Çünkü bir ilmî tesbit olarak belirtelim ki ferdi hayatın bütünü Allah’a yönelmedikçe, hayatın bütünü peygamber buyruklarına göre yaşanmadıkça kâmil manada ibâdet tahakkuk etmez.
İbadet özgürlüğü İslâm’a göre yorumlanmalıdır
298
Şimdi burada bir aktüel meseleye kısaca değineyim. Diyorlar ki, ibâdet
özgürlüğü yok mu, camiler kapalı mı, engelleyen var mı?
Doğru, eğer ibâdet yalnız namaz kılmaktan ibaret, yalnız oruç tutmaktan
ibaret olsaydı doğru, engelleme yok. Ama ibâdet hayatı İslâmlaştırmaktır. Yine bir aktüel örnek vereyim. Bütün Müslüman kız çocuklarının Rabbinin emrini uygulamak için tesettürlü olması; örtüye bürünmesi bir ilâhi görevdir,
ibâdettir. Ama laikliği dünya standartlarına göre değil de, bir istibdat kamçısı olarak kullanmak isteyen mantıklar ve çevreler kız çocuklarımızın en
tabiî hakları olan ve ibâdet olan örtünme haklarını dahi tanımamakta, onlara üniversitelerimizde tahsil imkânı vermek istememektedirler.331 Hani nerede ibâdet özgürlüğü? İbadetin ne olduğunu, ne olmadığını inanmayanlar veya
az bilgili inananlar tesbit etmez. İbâdetin ne olduğunu, ne olmadığını ancak
ibâdet görevini yükleyen Alemlerin Rabb’i olan Allah beyan eder.
Aziz kardeşlerim! Bu mukaddimeyi niye yapıyoruz? Şimdi hayatımız süresince ana görevimiz olan ve mutluluğumuzun medarı, teminatı olan ibâdet,
331 Bu konferans verildiğinde örtülü kızlarımıza üniversitelerde okuma imkânı verilmeyişi
üzerinden en az yirmi yıl geçmişti. Aradan daha yirmi yıl geçmesi, Anayasa değişikliği
yapılmasına rağmen problemin hala çözümlenmemiş olması Laikliğin nasıl bir iktidar
aracı olarak kullanıldığı ve jakobenliğini koruduğunu göstermektedir.
hayatın tümünü İslâmlaştırmayı gerektirdiğinden elbetteki hayatın her anı ve
safhasında ibâdet görevini îfa edebilmek güçlü olmayı gerektirir.
Gerçek bir Kur’an ve Sünnet toplumunda Müslümanca yaşayabilmek bile
güçlü olmayı gerektirir. Nerde kaldı ki, cemiyetimiz gibi cemiyetlerde gerektirmesin. Bir taraftan İslâmî eğitim yetersiz mi yetersiz. Diğer taraftan İslâm’a
zıt yaşam biçimi ve Müslümanca yaşamanın yadırganması, aşağılanması. Bir
tarafta İslâm dışı değer yargılarının ve hayat tarzlarının basında, radyoda, televizyonda ve eğitim kurumlarında sürekli propaganda edilmesi, diğer taraftan
kültürel ve hukukî baskılar... Bütün bu durumlar elbette Müslümanca yaşamak için çok güçlü olmayı gerekli kılmaktadır. O halde Müslüman güçlü olacaktır. Kaldı ki İslâm’ın emirleri ve yasakları tek tek incelendiği zaman görülecektir ki İslâm bizatihi güçlü olmaya yönelten, yaşandığında otomatik olarak
fertlerini güçlü kılan nizamdır.
Hangi alanlarda güçlü olunmalıdır?
Değerli kardeşlerim! Biz bu konferansımızda güçlü olmak konusunu -sesim kesilmez ve yorulmazsam- beş ana bölümde inceleyeceğiz. Evet konumuzu takvada güçlü olmak, bedende güçlü olmak, ilim, sanat ve teknolojide güçlü olmak, maddî bakımdan malî çerçevede güçlü olmak ve de estetik alanda
güçlü olmak başlıkları altında incelemeye çalışacağız.
Değerli Kardeşlerim! Neden bu başlıklar altında açıklama yapacağımızı da
kısaca beyan edeyim:
İster politik, ister sendikal, ister güzel sanatlar dalında güçlü olmayı ele
alınız, göreceksiniz ki bütün güçlerin kaynağı, bizim üzerinde duracağımız
güçlerdir. Bu güçler var olduğu sürece bu güçleri her türlü güce yönlendirmek, bu ana güçlerle her türlü gücü oluşturmak mümkündür.
Bu beş konuda güçlü olmak hiç şüphesiz Hıristiyanların da, Yahudilerin
de, Marksistlerin de amacıdır. Müslümanların da amacı olmalıdır. Ne var ki
ana fark şudur: Müslüman bu güçleri İslâm’a göre yorumlar, İslâm’a göre oluşturur ve İslâm’a göre istimal eder, kullanır fark burada. Ancak, takva dediğimiz güç türü, o yeryüzünde yalnızca Müslümanlara hastır, güçlerin en büyüğüdür. Takva gücü olmadığı sürece diğer güçler yani ilmî ve teknolojik güç,
maddî güç insanlara mutluluk ve tekâmül sağlamaz, bilakis insanlığın helakine yol açar. Zulme, sömürüye, ortam hazırlayan güçler olur.
299
Takva gücü
Bu girişten sonra takva gücü ile konumuza girelim.
Takva gücü ile biz İslâmî iman gücünü kastediyoruz. Takva gücü ile biz
hayatın ilâhî emir ve yasaklara göre düzenlenmesinin oluşturacağı gücü kastediyoruz. Takva gücü ile biz hayatın, fertlerin ve ictimaî olayların İslâmî değer
ölçülerine göre değerlendirilmesini kastediyoruz.
300
Aziz kardeşlerim! İslâmî iman gücü, yani amentü esaslarına iman, öylesine muhteşem bir güçtür ki, kelimelerin dar kalıpları içinde bu gücü ifade edebilmek mümkün değildir. Bu güçten yoksun olan ana güçten yoksundur. Zira
ancak amentü esaslarına imanla insan kâinatın, yer küresinin, insanlar ve tüm
diğer varlıkların Allah’ın yaratığı olduğunu ve O’nun tarafından bütün bu varlıkların yönetildiğini bilir. Bu iman sistemiyle; yani İslâm’ın iman sistemiyledir ki insan, ben kimim, nereden geldim, nereye gideceğim, hayat nedir, ölüm
nedir, ölüm ötesi nasıldır, suallerinin cevabını verebilir. Bu sistemledir ki, insan kul olduğunu, kullukla vazifeli bulunduğunu ve Âhiret alemine göç edeceğini öğrenir. Ancak İslâm’ın iman sistemiyledir ki insan, ölümü, ölüm ötesi hayatını tanır, ölümle taptaze bir hayata başlanılacağının irfanına erer. Bu
iman sistemiyledir ki insan, Allah’ü Zülcelâl’in insanların yönetimini, gönderdiği Peygamberler aracılığı ile bildirdiği emirler ve yasaklarla üzerine aldığını idrak eder.
Değerli kardeşlerim! Biz sahip olduğumuzun değerini bilmiyoruz. Şu size
özetlediğim hayat görüşleri var ya, İslâm’ın getirdiklerinden nasipdar olmayan
insanlık, bu bilgilerden yoksundur. Vahyin ışığından yoksun insanların yukarıda söz ettiği hayatî suallerin cevaplarını vermeleri mümkün değildir.
İnsan bu kâinatın ne olduğunu anlamaz, yerküresine bir mana veremezse, ben kimim, nereden geldim, nereye gideceğim suallerini cevaplandıramazsa o insanın dünya hayatında istikrar bulması, huzur bulması mümkün müdür?
Düşünün ki, insan her an ölebilir. İnsan istikbal istikbal diyor. Hangi istikbal? Her an bitebilecek bir hayatın istikbalinden söz edilebilir mi? Bir insan
ölümü öldürmedikçe bu hayatta huzur bulabilir mi? Bu hayatı, ahiret gayesiyle yaşamadıkça bu hayatın mücadele etmeye değer tarafı kalır mı?
Ben yarın İstanbul’a yöneleceğim. Bir otobüs kazası geçirebilirim. Kalbim
bir anda durabilir. Şimdi sizin için de böylesi ihtimaller vardır. Peki her an bitebilecek bir hayatın sahibi olarak insan nasıl istikrar bulabilir? Nasıl huzur
bulur, nasıl tekâmül eder?
Müslüman ahiret hayatına imanıyla ölümü öldürmüş olan insandır. Biz
bu hayatı yalnız bu hayat için yaşamıyoruz. Hiçbir gözün görmediği hiçbir kulağın işitmediği hiçbir kalbin tasavvur edemeyeceği ilâhî ve sonsuz nimetlerle dolu ebedî bir hayatın aşkıyla yaşıyoruz bu hayatı elhamdülillah. Onun için
mücadele veriyoruz. Bu imana sahip olmayan insanlar nasıl bu hayatı aşklı,
sevdalı, anlamlı yaşayabilir?
Değerli Kardeşlerim! İşte insanı yeryüzü hayatında güçlendiren bu inanç,
takva gücünün bir bölümünü oluşturur. Bu güce sahip değilsen dört bacaklı hayvanların hayatından temyiz edilemez bir mecraya dökülür hayat. Anlamı
kalmaz. Geleceği olmayan hayat, hayat mıdır? Onun için bugün bütün dünya
stresler içinde. İnsanlar ruh hastası haline gelmiş. Allah’a iman etmeyen, ölüm
ötesi ahiret hayatına iman etmeyen her an Allah’u zülcelalin ilmiyle, kudretiyle, hikmetiyle üzerinde tecelli ettiğinin şuurunda olmayan insanın bunalımlarından korunması mümkün müdür? Mümkün değildir. Onun için Amerika’da
da, Avrupa’da da Rusya’da da en büyük bela ihtiyarlamaktır. Çünkü hayatın
madde ölçüleri içerisinde sonu yaklaştıkça, yaşam içinden çıkılmaz bir bunalıma dönüşür.
Takva gücü İslamî iman ve amellerle oluşur
Evet, “takva gücü”; namazla, oruçla, zekâtla, hacla, kurbanla, ana-babaya
itaatle, akrabaya nafakayla, komşu haklarına riayetle, özde sözde dosdoğru
olan insanlarla kader birliği yapmakla, adaletle, afla, hakka çağırmayla, merhametle, nefsin istediğini diğer insanlar için istemekle sağlanan güçtür. Evet,
takva gücü şirkden, yalandan, riyadan, zulümden, faizden, içkiden, kumardan, zinadan, aldatmadan, gıybetten, jurnalden, israftan beri bir hayat programı içerisinde yaşamanın sağladığı planlı ve programlı güçtür.
Yeryüzünde hiçbir insan, hiçbir topluluk gerçek Müslümanlar kadar
ciddî, mebdei ve meadı (başlangıcı ve sonucu) belirli ahenkli, planlı, programlı ve belli bir hayat düzenine sahip olamaz. Çünkü Müslüman’ın hayat programı bellidir. O tuvalete girerken bile özgür değildir.
301
İslâm’da Müslüman’ın kişisel hürriyeti yoktur. Müslüman için hürriyet
Hakk’a kulluktur. Tuvalete girerken “Allahümme inni eûzübike minel hübsi
ve hebâis” denir.332 Yatağa girmenin adabı vardır. Ticaret yapmanın kuralları
vardır. Mirası taksim etmenin kuralları vardır. Cezaların belirli kuralları vardır.
İnsan hayatıyla ilgili aklınıza ne geliyorsa belli bir çerçeve içerisindedir. Evet,
böylesine ilâhî programa göre ayarlanmış, ahireti hedefleyen bir hayatın getirdiği güçtür takva gücü. Müslüman bu güce sahip olmaya çalışmalıdır. Bu güce sahip olmayı istemiyorsa, zaten İslâmla ciddî rabıtalar tesis etmesi mümkün değildir. İslâm bir inanç ve yaşam dinidir. Hayattan kopuk Müslümanlık
olmaz, olamaz. Biz kendimizi bağımsız görüyoruz. Hayır, Müslüman inandığı
kuralların insanıdır. Müslüman inançlarına göre yaşar. Yoksa zamanımız Müslümanı gibi yaşadığı gibi iman etmeye çalışmaz.
Takva gücü bir de fertleri ve içtimaî olayları Kur’ân ve Sünnet’in buyruklarına göre değerlendirmekle oluşur.
302
Değerli kardeşlerim, itiraf etmeliyiz ki değer yargılarımızı yitirdik. Allah’ın
ve Peygamberinin koyduğu değer yargılarına göre değerlendirmeler yapmadığımız için İslâm’ın değer hükümleri de bu toplumda tersyüz olmaya başlamıştır. Burada özetle şunu ifade edeyim ki, Allah’ü zülcelal’in gayretine en ziyade
dokunan, Allah’ın kulundan nefretine en ziyade sebep olan tavır, Allah’ın sevdiklerini sevemememiz, Allah’ın sevmediklerinden kaçınamayışımızdır.
Bir tarafta, bir temizlik işçisi var. Bu temizlik işçisi Allah’a iman eder, ahirete iman eder, Allah’ın ve peygamberinin buyruklarına göre hayatını düzenlemeye çalışır. Fakat Simav Belediyesinde temizlik işçisidir. Diğer tarafta, bir
devletin başkanı var. Alemlerin Rabbi olan Allah’a tevhid inancı üzere inanmaz, veya inanır da Allah’ü Zülcelal’in ve O’nun peygamberinin koyduğu ilâhî
emir ve yasaklara göre hayatını düzenlemez, bu ilâhî ölçülerin dışında bir hayat sürer. Eğer Müslüman, ağırlığını, değer yargılarını temizlik işçisinden yana
koyamaz, bu vatandaşı, inanç ve ibâdet hayatından yoksun devlet başkanının
üstünde mütalaa edemezse takva gücüne eremez. Gerçek Müslüman olamaz.
Allah Zülecelâli ziyadesiyle darıltır. Çünkü insanları yaratan, farklı kabiliyetlerde halk eden, fizik yapıdan rızka kadar farklı kılan yüce Allah’tır.
Allah katında devlet başkanıyla apartman kapıcısının farkı yoktur. Onu
332 Allahım! Erkek ve dişi şeytanların/şeytâni pisliklerin şerrinden sana sığınırım.
da Mevla yarattı, bunu da Mevla yarattı. Yeryüzünde kulluk denemesine tabi
tuttuğu için Mevlâ, bir kısmının zekâsını kısıyor, bir kısmına üstün zekâ bahşediyor, bir kısmına kabiliyetler veriyor, diğer bir kısmının kabiliyetlerini sınırlıyor. Bir kısmına fazlaca rızık veriyor, diğerlerine ancak kendilerine yetecek kadar rızık takdir ediyor. Ortada adaletsizlik var görünüyor, doğru, fakat
yeryüzünde adâlet değil, hikmet cereyan ediyor.
Yeryüzünde bizler kulluk denemesine tabi tutulduğumuz için ve hayat
da yalnız dünya hayatından ibaret olmadığı, ahret hayatıyla bir bütün olduğu
içindir ki adâletsizlik de yok. Allah ü Zülcelal apartman bekçisine üç tür nimet
vermiştir, üç tür kulluk sualleri yöneltecektir. Devlet başkanına elli tür nimet
vermiştir. Ona kulluk sualleri de elli türden gelecektir. Değişen bir şey yok.
Onun için şu olamadım, bu olamadım diye gam çekmeye gerek yok. Mevcut
şartlar içerisinde Allah’a kulluk yapabiliyor muyum, yapamıyor muyum onun
muhasebesini yapmalı, vicdanımızda cevaplarını bulmaya çalışmalıyız.
303
Takvasız güçler zulme aracı olur
Değerli kardeşlerim! Bütün güçlerin anası bu takva gücüdür. Eğer bu takva gücüne sahip değilsen ilim gücüne, teknik güce, bedenî güce ve maddî güce sahip olmasan da kayıp değildir. Neden? Çünkü takva gücü olmadan ilim
gücü, teknolojik güç, maddî güç ancak zulme yol açar, ancak sömürüye yol
açar, ancak insanların haklarına tecâvüze yöneltir. İşte vahiy bilgilerinden yoksun insanlığın ilmî ve teknolojik gelişiminin doğurduğu bahtsızlık. Biliyorsunuz bugün yeryüzünde en büyük harcamalar silahlanmaya yapılıyor. Milletlerin bütçelerinin hemen hemen yarısı silahlanmaya tahsis ediliyor. Bugün
Amerika’nın, Rusya’nın, Fransa’nın, İsrail’in ve İngiltere’nin elindeki nükleer
silahlar, kimyasal silahlar insanlığı bir kere değil, yüz kere değil, bin defa mahvedebilecek boyutlara ulaşmıştır. Bugün yeryüzünde adâlet hâkim değil, fazilet egemen değil. Yeryüzünde zulüm ve sömürü hâkimdir. Silahı etkin ve büyük olan dünyada sömürüsünü sürdürüyor. Yani takva gücünden yoksun insanlığın elindeki ilmî güç, teknolojik güç insanlığa adâlet, huzur, istikrar ve
mutluluk sağlamaktan çok, mutsuzluğa sebeb olmaktadır.
Değerli kardeşlerim! Bu açıklamalarımız şimdiye kadar zaman zaman dinlediğiniz açıklamalardır.
Bedeni güç
Şu anda bahsedeceğimiz konular belki dinlediğiniz ama yorumlarını gereğince dinlemediğiniz konular olacak. Değerli müminler! Bedenî güçle açıklamalarımızı sürdürmeye başlamadan önce teberrüken konumuza temel teşkil
eden bir hadis-i şerifi arzedeyim size.
Peygamberimiz buyururlar ki; “Güçlü Müslüman güçsüz müslümandan Allah katında daha hayırlı ve sevimlidir. Bununla beraber her bir müminde hayır vardır. Sen faydalı olana yapış. Allah’tan yardım dile. Sakın ha âciz olma. Âcizliği meslek tutma. Güçlü olma yolunda adımını at. Fakat sen sebeplere yapışırsın da sana
bir başarısızlık arız olursa sakın ha ben şöyle yapsaydım böyle olurdu, şöyle gitseydim böyle gelirdi deme. Fakat Allah böyle diledi, O, dilediğini yapar de.”
Burada hadisin ilk bölümüyle konuya girelim.
304
Güçlü Müslüman Allah katında güçsüz Müslümandan daha hayırlı ve daha sevimlidir. Değerli kardeşlerim! Allah ü Zülcelâl bazılarımızı iki metre halkeder, bazılarımızı birbuçuk metre. Bazılarımızı yüzyirmi kiloluk halkeder.
Bazılarımız da tüy siklettir. Elli kiloluktur. Yani daha boylu, daha kilolu olan,
daha fazla yük kaldıran, bedenî gücü daha fazla olan yaradılışı itibariyle zayıf
olandan daha hayırlı, daha sevgili midir? Hayır. Hadisin manası, şartlarına riayet ederek, sebeplerine yapışarak güçlü olan Müslüman, sebeplerine bağlanmadığı, sebeplerine yapışmadığı için güçsüz kalan Müslümandan Allah katında daha hayırlı ve daha sevgilidir.
Değerli Kardeşlerim! Müslüman bedenî güce sahip olmayı amaçlamalıdır. Bunun için özel bir güç sarfetmeye de gerek yok. Eğer biz İslâm Dinin’nin
koyduğu kuralları uygularsak otomatik olarak bedenî sıhhatimizi korumuş ve
de güçlendirmiş oluruz.
Zira bildiğiniz üzere İslâm vücut temizliğini, elbise ve mekân temizliğini
emretmiştir. Bindörtyüz seneden beri Müslümanlar abdest alırlar. Gusül abdesti alırlar. Vucutlarının belli bölgelerinde temizlik yaparlar, elbiseleri görünür ve görünmez pisliklerden arınmıştır. Mekân temizliğine önem verirler. Zaten gücü korumanın, mikropları tesirsiz hale getirmenin barınaklarını imha
etmenin temel yolu da temizliktir.
İslâm Dini bunun yanı sıra alkollü içkileri, esrar, eroin gibi katı uyuşturucu maddeleri ve sigara gibi zararlı maddeleri yasaklamıştır.
İslâm Dini domuz eti, ölü hayvanların, boğulmuş hayvanların ve yırtıcı
hayvanlar tarafından telef edilmiş hayvanların etlerini de yasaklamıştır. Bir taraftan alkollü içkilerden esrar ve eroinden sakınılması, diğer taraftan genel ölçüler içerisine giren zararlı maddelerden korunulması, öbür taraftan domuz
etinden, ölmüş hayvanların etlerinden kaçınılması insanın sıhhatini koruyucu
temel ortamları oluşturur.
Bugün yalnız Fransa’da yüzbinlerce insan alkolden tedavi görüyor. Önemli bir kısmı da ölüyor. Bugün yalnız Amerika’da milyonlarca alkolik var, eroinman var. Alkollü içkiler dünyayı kasıp kavuruyor. Pek tabii ki bu insanlar
binlerce doktor yetiştirmek mecburiyetinde. Bir o kadar da hastaneler yapmak mecburiyetinde. Klinikler tesis etmek mecburiyetinde. Neden? Asrımızda alkollü içkiler put olmuş. İnsanlık bu putlara boyun eğiyor. Dünya alkollü
içkilere mahkûm bugün. Ama elbette Müslüman için böyle bir dert yok, eğer
Allah’a ve Peygamberine bağlıysa.
İslâm Dini zinayı, homoseksüelliği, eşler arasında adet halinde cinsel ilişkiyi yasaklamıştır. Bu yasaklama yolu ile Müslümanların hayatını, sıhhat ve
mutluluğunu belli ölçüler içerisinde garanti altına almıştır.
Aziz kardeşlerim! Biz İslâm’ın farkında olmadan nimetleri içinde yüzüyoruz. Bakınız bugün dünyayı tehdid eden bir AIDS hastalığı var. Bu neden kaynaklanıyor? Bu fahişelerden ve erkekler arası homoseksüel ilişkilerden kaynaklanıyor. Bugün Avrupa’nın, Amerika’nın en büyük belası burada.
Resülullah Efendimizin bir mucizevî hadisi tezâhür ediyor. Peygamberimiz buyuruyorlar ki, “Bir toplumda zina ve homoseksüellik gibi cinsel haramlar
revaç bulur, yaygınlaşırsa Allah o toplumun insanlarını daha önceki toplulukların
görmediği, bilmediği hastalıklarla cezalandırır. Ağrılarla cezalandırır.”
Bakınız yetkililer diyorlar ki efendim Türkiye için bir tehlike yok. AIDS
hastalığı için tedirgin olmaya gerek yok. Tabîi gerek yok. Ama neden gerek
yok? Yani bizim elli altmış seneden, hatta Tanzimat’tan buyana uyguladığımız
laik eğitimin bereketi midir bu? Hayır. Bu bilmeden de olsa, anlamadan, şuurdan yoksun olarak da olsa İslâm’ın belli ölçüler içinde yaşanmasının bereketidir bu. Neden ABD ve Avrupa ülkelerinde var da Türkiye’de yok? Çünkü
oralarda gavurca yaşantı daha korkunç. Ama eğitim İslâm’dan yoksun olmakta devam eder, eğer radyo, televizyon ve matbuat (basın) çocuklarımızı zinaya
305
ve cinsel sapıklıklara yönelten neşriyatlarına, programlarına ve propagandalarına devam ederse elbetteki bizim toplumumuz da yarın o toplumlar gibi olacaktır. Çünkü biz şu anda İslâm’ın bereketini yaşıyoruz.
Huzurunuzda teeddüp ederim. Bir yetkili de diyor ki, insanımıza prezervatif kullanmalarını tavsiye ederiz. Bu bir zillet, bir faciadır. İnsanlarımıza diyemiyoruz ki “Ey insanlar geliniz İslâm’ı yaşayalım; zinadan ve benzeri cinsel haramlardan kaçınalım da bu beladan kurtulalım.” Yaklaşım bu değil.
306
Evet, İslâm bizi oruca, farz ve nafile oruçlara yöneltiyor. Allah’ı çokça zikretmeye yöneltiyor, rûhi sıhhatımızı sağlamak için. İslâm, ticaret, hacc, umre,
sıla-i rahim, ilim, din ve medeniyet tarihî eserlerini görme ve tanıma amacıyla bizleri seyahate teşvik ediyor. İslâm kadın erkek karışımına gitmedikçe, farz
görevleri ihmal etmedikçe yüzme ve atletizm gibi sporlara bizleri teşvik ediyor. Ve daha önemlisi İslâm, getirdiği sosyal adâlet ilkeleriyle zaruri ihtiyaçları karşılanamayan bir tek fert bırakmadığı için, bedeni sıhhati koruyan ve geliştiren ortamı oluşturuyor. Yeter ki biz İslâm’ın emirlerine ve yasaklarına riayet edelim. Bedenî güç otomatik olarak sağlanıyor zaten.
İlmi ve teknolojik güç
Değerli Kardeşlerim! İslam’ın yaşanması; ilim, sanat ve teknolojik gücü
de gerekli kılmaktadır. Bu arada kesinlikle, altını çizerek ifade etmek, vurgulamak isterim ki, İslâm Dini’nde ilim anlayışı sadece Kur’ân-î ilimlere, sadece Sünnet bilgilerine, sadece İslâm hukukuna dayanmaz. İslâm ilim derken
hem Kur’ân’î ilimleri, hem Peygamberimizin Sünnet’inden kaynaklanan ilimleri, hem İslâm tarihi ve hukukunu amaçlar, hem de fizik, kimya, biyoloji gibi
bizim müsbet bilimler dediğimiz bilimleri amaçlar.
Burada size şu bilgiyi vermekte yarar görüyorum. İslâm’a göre ilim, İslâm
kanunlarını bilmektir. İslâm kanunları da iki bölüme ayrılır. 1-Peygamberler
tarafından tebliğ edilen şerîat kanunları 2-Allah Zülcelal’in yarattığı maddelerde halkettiği değişmez nitelikte olan tabîi kanunlar. Ki biz bu kanunlara, fizik kanunları, kimya kanunları, biyoloji kanunları gibi isimler veriyoruz. Yani
maddedeki fizik kanunları, kimya kanunları Allah Zülcelal tarafından konulmuştur. Bunları insanlar yoktan var etmez. Güneşinden ayına, yıldızlarından
madenlerine, bitkilerine ve hayvanlarına kadar bu kanunları Allah Zülcelal
halketmiştir. İnsanlar ne yaparlar? İcad ederler. İcad, bulma olayıdır. Allah’ın
varettiği kanunları insanlar bulurlar. Yani bu kanunlar sebep netice ilişkilerini
ifade ederler. İnsanlar bu sebep netice ilişkilerini bulurlar. Mesele budur. Bulunan bu kanunlarla daha sonra sentezler yoluna giderler. Bugünkü medeniyet mahsulleri ortaya çıkar.
Değerli kardeşlerim! İşte “İlim, İslâm kanunlarını bilmektir” sözünün anlamı: Allah’ın koyduğu şeriat kanunlarıyla, Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarını bilmektir. Şeriat kanunları ki bunun son bölümü Hazreti Muhammed’in
tebligatıdır. Bu kanunlar insanlara kâinatı, yerküresini ve diğer varlıkları nasıl yorumlayacaklarını öğretir. Nasıl yaşayacaklarını öğretir. Ölüm ötesi hayatının nasıl oluşacağını öğretir. Ferdî, ailevî ve içtimaî hayatı yönlendirir. Şer’i kanunların hedefi budur. Tabîat kanunları ise bize varlıkların faaliyetlerini nasıl
yürüttüğünü öğretir. Bu kanunlar bize Allah’ın yarattığı eşyadan nasıl yararlanılabileceğinin yollarını öğretir. Yani şerîat kanunları, nasıl yaşanacağını öğretir. Tabiat kanunları da hayatın nasıl kolaylaştırılacağını, yaratılan varlıklardan
nasıl istifade edileceğini öğretir.
Eğer insanlar Hazreti Muhammed’in tebliğ ettiği kanunları öğrenirler,
hem de tabîat kanunlarını öğrenirlerse istikrarlı, huzurlu, mütekâmil, adâletli,
faziletli, ölüm ötesinin mutluluğunu da sağlayan bir hayatı tesis ederler. Diğer
taraftan Allah’ın yarattığı maddelerden alabildiğine yaralanırlar. Yok, eğer bir
millet fertleri yalnız şerî kanunları alırsa köklü bir ferdî ve içtimaî hayat oluşturabilirler, ama Allah’ın yarattığı maddelerden yararlanamadıkları için madde planında geri kalırlar. Eğer bir ülkede sadece maddî kanunları öğrenirse
,Allah’ın yarattığı maddelerden alabildiğine istifade eder ama istikrarlı, huzurlu, adâletli ve de ölüm ötesi hayatını garanti eden bir hayatı sağlayamazlar. Buna işte Amerika ölçüdür. Amerika maddede son derece ileri, ama insanlarını
hala siyah beyaz ayrımından kurtaramayan, büyük şehirlerde de hala insanlarını gece yarısı sokağa çıkartamayan bir düzenin sahibi. Milyonlarca alkolik
ve eroinmanın sahibi. Ben kimim, nereden geldim, nereye gideceğim, bu hayat nedir suallerinin cevaplarını veremeyen ve çıkarları için amansızca mücadele eden insanların sahibi ülke….
Burada bir aktüeli daha değerlendirelim. Şimdi bizde en yetkili ve etkili kişiler meseleyi bu boyutları içerisinde bilmedikleri, ayırım yapamadıkları için derler ki efendim İslâm ülkeleri neden kalkınamadı? Bak Amerika kal-
307
kındı, İngiltere kalkındı. Niçin İslâm ülkeleri kalkınamadı? İslâm’la kalkınan
ülke var mı? İlk bakışta makul gibi görünen bir mantık yürütme. Ama gerçek
bu değil. Allah’ın verdiği aklı, Allah’ın verdiği madde üzerinde kimler işletirse
Allah’u Zülcelal maddeden yararlanma imkanlarını onlara bahşeder. Şimdi soralım peki ABD kalkındı. Kolombiya, Peru, Küba niye kalkınamadı? İngiltere
ileriye gitti de neden Çekoslovakya aynı ölçülerde ileri gidemedi? Asya ülkesi
olan Japonya dünyanın en güçlü ülkelerinden biri durumuna geldi de Tibet,
Moğolistan, Kore niye gelemedi? Bunlar da Müslüman değil. Mesele o değil.
Allah’ın verdiği aklı, Allah’ın yarattığı madde üzerinde kullanırsan, Allah’ın
koyduğu maddi kanunları öğrenirsen Allah sana fütühatı açar.
308
Değerli Kardeşlerim! Müslümanlar Kur’ân, Sünnet ve fıkıh bilgilerinden,
matematik, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, astronomi ve tıbba kadar her alanda güçlü olmayı hedeflemelidirler. Çocuklarınıza bunu aşılayın. Çocuklarınızı
sanata yöneltin. Eğer bir cemiyet sanatkârlarını yetiştiremezse, imanlı, ibâdetli
ahlâklı, toplumcu, insanlara hizmeti ibâdet bilen sanatkârlarını yetiştiremezse
o toplum fazilet hayatını oluşturamaz. O toplumda ciddi Müslümanlar inançsızlara, ahlâksızlara mahkûm olur. Cemiyetin değer yargıları değişir.
Evet, Müslümanlar teknolojik gücü de elde etmelidirler. İnşaat sektöründen kimya endüstrisine, gemi inşa sanayinde ve sair teknolojilere kadar her
alanda atılım yapmalıdırlar.
Değerli kardeşlerim! Kendimize soralım: Neden buna mecburdur Müslümanlar? Neden buna bizi inancımız mecbur ediyor? İyice bilmeliyiz ki ilim,
sanat ve teknolojik güç olmadan, Allah’ın yarattığı nimetlerden yararlanma
imkânlarını elde edemez, fert ve cemiyet olarak Allah’a karşı nankör oluruz.
En büyük günah/suç nankörlüktür.
Bakınız size bir örnek vereyim. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de pek çok
ayette mealen şöyle buyurur: “O Allah’tır ki size denizleri amade kıldı. Güzel güzel etlerinden yiyeceğiniz balıklar halketti. Sıvılara kaldırma kanununu koydu. Gemileri akıtıp gidiyorsunuz. Bütün bunları size Allah, Rabbinizin fazlından talep edesiniz ve şükredici kullar olasınız diye yarattı.” Allah bize cennet gibi bir ülke verdi. Neredeyse ada görünümünde olan bu ülkenin insanları deniz ürünlerinden yararlanamıyor. Neden? Sebebler bellidir. Gemi sanayinde geriyiz. Balıkçılığımızı organize edecek yeterince av araçlarımız, bu işte istihdam edeceği-
miz gemilerimiz yok. Organizasyonumuz yok, uzmanlarımız yok, soğutma tesislerimiz yok. Su ürünleri üzerinde uzmanlaşan kadrolarımız yok.
Allah’ü Zülcelal denizlerle etrafımızı çevirmiş, binbir türlü balıklarla bize nimetlerini sunuyor, fakat biz ilimde, teknolojide ve sanatta geri kaldığımız
için fertler ve toplumlar olarak Allah’ın verdiği bu nimetlerden yararlanamıyoruz. Bu nimetlerden yararlanmamak, Allah’ın ihsanına karşı ilgisiz kalmak,
nankörlük etmek değil de nedir?
Yüce Peygamberimiz (s.a.s.) “Rızkı yeryüzünün alt tabakalarında arayın”
buyuruyor. Allah’ü Zülcelal bize nice nice madenleri; demir madeninden bakır madenine şu madenden bu madene ve kaplıcalara kadar dünya kadar nimetler ihsan etmiş. Fakat biz ilimde ve teknolojide, gereğince gelişemediğimiz için, yeterli uzmanlara, teknik araçlara, organizasyonlara, müesseselere
sahip olamadığımız için daha bu topraklarımızın maden rezervlerini dahi tesbit edememişiz. Acıların acısı bir durumdur ki, biz ülkemizin maden rezervlerini tesbit edebilmek için yabancı şirketlerle anlaşma yapıyoruz. Faciayı görebiliyor musunuz?
Şimdi bir noktaya daha döneceğim. “Efendim Osmanlı matbaayı zamanında alamadı, onun için geri kaldık” deniliyor. Biz Osmanlının bütününü tasvib ve tahsin etmiyoruz. (güzel bulmuyoruz.) Ama ortada bir gerçek var. Osmanlı yaşadığımız bugünkü cemiyetten en az on kat daha ileriydi. Hiçbir alanda böylesine bir gerilik görmemişti. Elektriğin icadından üç sene sonra Kağıthane tesisleri devreye girdi. Bilir misiniz bu ülke, bugün uçak sanayinde yetmiş yıl geridir. Bu ne demektir? Osmanlı 15. ve 16. Asırlarda Akdenizde savaşabilecek ikiyüz gemiyi bir kış mevsiminde suya indirebiliyordu. Böyle bir
teknolojisi vardı. Uçak sanayiinde yetmiş yıldır geriyiz. Gemi sanayiinde de
bir o kadar. Bu gün dünya ülkeleri ada gibi gemiler yapıyor. Biz daha çok basit
teknolojilerle uğraşıyoruz. Bugün yaptığımız önemli tesisler ve araçlarda kullanılacak alet ve edevat ithal malıdır. Türkiye’de saat üretilemiyor. Nerede o
övgüler? Kalkınma sözleri nerede? Evet kalkındı Türkiye. Ama Türkiyeyi kimle mukayese ediyoruz? Türkiye bir medeniyetin varisi ülkedir. Kiminle mukayese ediyoruz? Ediyorsak işte Japonya, 2. Dünya harbinden sonra altı üstüne
geldi. İşte Almanya, onun da altı üstüne geldi. Geldi ama kırk sene geçmedi
yine dünyanın ileri saflarından mücadele veriyor. Mangalda kül bırakmıyoruz.
Hani, Türkiye’de üretilen teknoloji nerde?
309
Evet ilim, sanat ve teknolojik güç bizi Allah’ın yarattığı nimetlerden daha fazla yararlanmaya sevkedeceği gibi insanlara daha fazla hizmet götürmeye de sevkedecektir.
Peygamberimiz “İnsanların en hayırlısı insanlara en ziyade hizmet götürendir.” buyuruyor. İlim, sanat ve teknolojik güç olmadan insanlara nasıl hizmet
götüreceksiniz? Daha da önemlisi var: Allah’n gönderdiği İslâm Dinini bütün
insanlığa sunma diye bir görevimiz var. Zâlim ve emperyalist güçleri sindirme
diye bir görevimiz var. Varlığımızı koruma görevimiz var. Bütün bunlar ilimsiz
ve teknolojisiz nasıl gerçekleşebilir?
310
Bugün bir milyarlık İslâm dünyası zâlim ve sömürücü güçlerin etkisi altındadır. Siz zannediyor musunuz ki Türkiye bağımsızdır? Hayır. Bir ülkenin
bağımsız olabilmesi için ilimde bağımsız olması lazım, kültürde bağımsız olması lazım, iktisâdi alanda bağımsız olması lazım, askerî alanda bağımsız olması lazımdır. Sekizyüzbin kişilik ordu besliyoruz, daha askerimizin kullanacağı silahlar yapamıyoruz. Amerika’nın yardımına muhtacız. Böyle bağımsızlık olur mu? Kültürel bağımsızlığı olmayan, iktisadî bağımsızlığı olmayan,
askerî bağımsızlığı olmayan ülkenin siyasi bağımsızlığı olur mu? Avrupa ve
Amerika kredileri kesse kuyruklar başlar. Tüp kuyruğu başlar, nebati yağ kuyruğu başlar Türkiye’de. Bunlar belirli kadroları yermek için söylenen sözler
değildir. Vakıa bu.
Türkiye 40 milyar dolar borçludur. Türkiye Amerika’nın yarı yönetiminde yaşıyor. NATO’da bize bir görev verilmiş, onu icra ediyoruz. Kendimiz ortaya çıkamıyoruz. İlim yok, teknoloji yok. Askerini yeterince doyuramıyor,
teçhiz edemiyorsun. Yardıma muhtaçsın. Sana şurada dur diyorlar, duruyorsun. Türkiye şimdi körfez ülkeleri için bekçiliğe soyunduruluyor. Konumuz
bu değil. Bize -elli milyon alınıyor, satılıyor- görev biçiliyor. Gücümüz de yok.
Öyle siyasi iktidarların değişmesi de durumu çok uzun yıllar değiştiremez.
Türkiye’nin yakın tarihteki yaşantısının iflas tezâhürleridir bunlar.
Allah (c.c.) Kur’ân’ında “Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı korkutacak güç hazırlayın” buyuruyor. Ne ile hazırlayacaksınız? Devrimizin biyolojik, teknolojik, kimyasal ve nükleer silahları ne ile yapılır? Bakınız Afganistan perişan. Niye? O dev gücün karşısında gereğince mücadele veremiyor. İslâm ülkelerinin
hepsi böyle mazlum ve mağdur. Peki bu, Allah’ın düşmanları ve bizim düş-
manlarımızı korkutacak güç nasıl sağlanacak? Onun için değerli kardeşlerim,
bir taraftan takva gücü sağlanmalı, diğer taraftan arzettiğimiz güçler.
Genç kardeşlerim size sesleniyorum; her alanda en ileri olmak gibi imanınızın yüklediği bir göreviniz var. Bu cemiyetin en mütehassıs doktorları imanlılar arasından çıkmalıdır. En bilgin kimyagerleri takva sahibi müminler arasından çıkmalıdır. Bu memleketin en büyük fizik bilginleri aramızdan yetişmelidir. Bu memleketin en büyük müteşebbisleri şerîate iman taşıyanların arasından çıkmalıdır. Yoksa bu ülkenin geleceği olmaz.
Saygıdeğer dinleyiciler! Allah’a ve ahrete iman etmeyen, ilâhî yasalara göre hayatlarını düzenlemeyen insanların ilimde, teknolojide kalkınmış olması,
maddede güçlenmesi toplumumuza istikrar getirmez, huzur getirmez, mutluluk getirmez. Türkiye’nin elli sene sonrası, bugün milyonlarca alkoliği eroinmanı olan Amerika’nın durumuna gelir. Üç-beş milyon homoseksüeli olan
İngiltere’nin durumuna gelir. Bahtsızlık içinde bahtsız olur. Onun için hem
kendimizin dünyasını kurtarmak, hem kendimizin ahiretini kurtarmak, hem
milletimize hayırlı bir gelecek bırakabilmek için çocuklarınızı yönlendirin.
Çocuklarınızı aşılayın. Oğlum en büyük doktor olacaksın, en büyük kimyager
olacaksın, en büyük İslam alimi olacaksın, Müslümanların izzeti kalkınması
seni bekliyor diyerek? Evet böyle şartlandıracaksınız çocuklarınızı.
Nobel ödüllü, Müslüman atom bilgini Abdüsselam, fizik ödülünü aldıktan sonra İsveç televizyonunda yapılan söyleşiye katılıyor, o güne kadar fizik
ödülü alan bilim adamlarına sual yöneltiliyor. Niçin biliyor musunuz? Çünkü o güne kadar fizik ödülü alanların %90’ı Yahudi kökenli. Hem de Rus göçmeni Yahudi olanlar arasında bu yüzde doksan oran. Soruyorlar onlara, neden bu kadar bilginler hep sizin aranızdan çıkıyor? Onların verdiği cevab şu:
Bizim mahallelerimizin hahamları ve ana babamız sürekli olarak bizi büyük
adam olmaya teşvik ettiler; “Oğlum Yahûdilerin kaderi sizin elinizdedir. Yahudilerin güçlenmesi, egemenliği sizin elinizdedir. Büyük fizikçi olacaksınız. Büyük kimyacı olacaksınız. Büyük adam olacaksınız” dediler.
Çocukların ufuklarını açın değerli kardeşlerim! Değerli kardeşlerim, eğer
şu Simav’da her hangi bir alanda çalışıyorsan bilesin ki o alanda en mütehassıs olmaya seni imanın mahkum etmiştir. Sen öyle bir ihtisas sahibi olmalısın
311
ki, bu memleketin kâfiri de, münafığı da, faziletlisi de faziletsizi de senin ihtisasın önünde eğilmeli. Evet değerli kardeşlerim, demek ki, ilim, teknoloji ve
sanatta Müslümanlar güçlü olmaya mecburdur. Çocuklarını güçlü olarak yetiştirmeye mecburdur.
Maddede güçlü olmak
Bu da yetmez. Madde planında da güçlü olmak gerekir. Anadolu da çok
yanlış bir mantık var. Denir ki, “Canım ne oluyor, varlığın sana yetmiyor mu?
İyi bir maaş alıyor, kira da vermiyorsun, dahası ne? Bu hırs ne?” Müslümanları
zillete mahkum eden bir mantıktır bu. Müslümanlıkla ilgisi yok.
312
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Ey müminler zekât veriniz” buyuruyor. Yüce Allah Kuran’ı Kerimde “Akrabadan âciz olanlara nafaka veriniz” buyuruyor.
“Ey müminler! Alışverişin, dostluğun, aracılığın bulunmadığı gün gelmeden Allah’ın
size verdiği rızıklardan infak ediniz” buyuruyor. Haccı emrediyor. Yüce Peygamberimiz kurban kesmeyi emrediyor, sadaka-i câriye olacak vakıflar kurmaya
yöneltiyor. Peki kardeşlerim, eğer biz Müslümanlar madde planında kendimizi ölçü alırsak, zekâtı kim verecek? Nafakayı kim ödeyecek? Simav’ın köylerinden Simav’a gelen fakir çocuklara bursu kim verecek? O çocukların yiyeceği, içeceği, barınacağı yurtları kim kuracak? Bu cemiyetin âcizlerine, işsizlerine, dullarına, yetimlerine sosyal adâlet yardımı nereden ulaşacak? Onun için,
Allah’ın ‘zekât veriniz, nafaka ödeyiniz, infak ediniz’ gibi emirlerinin altındaki asıl mana şudur: “Ey müminler zekat veriniz. Zekât verici güçte değilseniz
zekât verecek güce ulaşmak için gayret sarf ediniz. Ey müminler akrabanın ve
cemiyetin âcizlerine, dullarına, işsizlerine, yetimlerine yardım ediniz. Bu güçte değilseniz yardım edecek güce erişmeye çalışınız.
Bunun içindir ki, Müminûn Sûresinde, Firdevs cennetlerine varis olacak
müminlerin vasıfları beyan edilirken Yüce Allah, “Onlar o kimselerdir ki zekât
verecek güce ulaşmak için çalışırlar” buyuruyor. Mana budur. Onun için bir
Müslüman kardeşimizin bir fabrikası var, beş fabrika daha kursun. Bir Müslüman kardeşimizin bir dükkânı var. Beş dükkân daha kurabiliyorsa kursun.
Daha güçlü olmaya teşvik edelim. Daha güçlü olmak daha çok zekât vermektir çünkü. Müslüman için konuşuyorum. Daha güçlü olmak daha çok akrabaya yardım etmektir. Daha çok vakıf tesis etmektir. Daha çok Müslüman ço-
cuk yetiştirmektir. Daha çok çeşme yaptırmak demektir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Olmayan ne verecektir?
Bunun içindir ki Peygamberimiz (s.a.s.), “Veren el alan elden daha hayırlıdır” buyuruyor. Diyeceksiniz ki bize bu kadar yıl ‘daha fazla hırsa kapılma’ dediler. Hırs nedir? Hırs faizdir. Faize bulaşma. Hırs rüşvettir, ona bulaşma. Hırs
karaborsacılıktır, ona yanaşma. İçki, kumar ve fuhuş işletmeciliği yapma. Çalıştırdığın işçiyi sömürme, hakkını ver. Hileli imalat yapma. Eksik tartıp ölçme. Hırsızlığa, gaspa gitme. Sınırlar bunlardır. Faizden korunabiliyorsan, işçinin emeğinin karşılığını verebiliyorsan, eksik tartıp ölçmüyorsan, karaborsaya gitmiyorsan ilânihaye varlığını artır ki, bu toplum senden yarar görsün.
Yalnız nefsinle yetinme. Eğer sen nefsinle yetinecek olursan toplum kalkınamaz. Toplumun âcizleri kalkınamaz. Dulları, yetimleri kalkınamaz. Senin vazifen yalnız kendine ve ailene yetmek değildir. Daha ilerisine gitmektir. Merhamet çağlayanı olmaktır. Sosyal yardımlaşmanın menbaı olmaktır. Onun için
Müslümanlar madde planında güçlü olmalıdır. Takva sahibi Müslüman güçlü olmalıdır.
Eğer Müslüman takva sahibi olur, Müslümanlardan ilim adamları, teknokratlar, güçlü yatırımcılar yetişirse o cemiyette o Müslümanlarla birlikte
iman hayatı da güçlenir. Müslümanlar izzetlenir, aziz olur. Toplumun kâfirleri,
münafıkları, ahlâksızları, Müslümanların önünde eğilmek mecburiyetini hissederler. Müslümanlar lobiler oluşturmuş olur. Eğer şu cemiyetin ihtisaslıları Müslümanlardan; takva sahiplerinden olursa, en büyük müteşebbisleri, ilim
adamları, takva sahibi Müslümanlardan olursa cemiyette iktidarlar ne olursa olsun cemiyetin hâkimi İslâm’ın fazilet değerleri olur. Müslümanlar güçsüz
olursa küfür egemen olur, zulüm, sömürü, ahlâksızlık egemen olur ve Müslümanlar mahkûm olur, mağdur olur. Müslüman müslümanca yaşamanın gücünü dahi bulamaz.
Bakınız İslâm’a bağlı kalmaktan toplum hayatında pek çok alanda sıkılıyoruz. Kadınımız örtündüğü zaman aşağılık hissediyor. Niye. Çünkü cemiyetin ön kısmında olan insanlar tesettüre değer vermeyen insanlar. Cemiyetin ön
plandaki yöneticileri İslâmla hemahenk olmadığı için Müslümanlar hep geri
planda. Evet, bugün de söylüyorum; bu ülkenin yıllardan beridir ciddi Müslümanları üçüncü sınıf vatandaştır, dördüncü, beşinci sınıf vatandaştır. İslâm’ı
313
yaşarken bu toplumda aziz olan insanlar son derece az olmuştur. Hani günümüzün bir takım politik gelişmeleri var. Bir takım menfaat odakları harekete geçiyor da ciddi Müslümanlardan üç beşi temayüz edebiliyor. Yoksa ciddi
Müslüman bu toplumda öteden beri üçüncü sınıf, dördüncü, beşinci sınıf insanı olmaya mahkûm edilmiştir. Çünkü güçlü insanlar yetiştiremiyoruz. Bu
bakımdandır ki iman bizi güçlü olmaya sevk ediyor.
Estetik güç
Değerli kardeşlerim. Bir özet de estetik güç üzerinde yapacağım. Müslümanlar giyimde güzel olmalıdır, Müslümanlar sözde en güzel olmalıdır, Müslümanlar davranışta en güzel olmalı, ince ruh taşımalıdır. Müslümanlar işlerinde de güzelliği yansıtmalıdırlar.
314
Bakıyoruz, cemiyetimizde Müslümanlar dış görünüşlerine ehemmiyet
vermiyorlar. Oysa ki Hazreti Allah Kur’ânında “Ey Ademoğulları size avretlerini örtmek ve süs olmak üzere elbiseler indirdik.” Elbise sadece sıcaktan korunmak için değildir. O bir güzellik unsurudur. Hoş görünümlü olma unsurudur. Müslüman dış görünümüne ehemmiyet vermeli. Ne var ki israfa düşmemeli, lükse yönelmemeli, giysiler temiz olmalı, vücut organlarını örtücü olmalı. Elbiseler kâfirlerin giysilerine benzememeli. Sade de olsa hoş görünümlü olmalı.
Peygamberimiz “Ey insanlar diğer insanlarla münasebetler tesis edeceksiniz. İnsanlar arasında bir benek gibi olunuz” buyuruyor. İslam kibiri meneder, kibir imansızlığa götürür. Peygamberimiz kibir üzerinde, benlik üzerinde
durdu durdu da bir Müslüman, dehşete düşerek sordu: “Ya Rasulullah! Ben çok
iyi giyinmek isterim, papuçlarıma kadar en güzel ben olmak isterim. Acaba bu kibir
midir, halim nice olur benim?” Peygamberimiz “Hayır, bu kibir değildir. Kibir; hakkı küçümsemek, insanları basite almaktır, Hakk’ı reddetmektir” buyurdu.
Bazı insanlar derler ki, Allah sûretlere değil, içe bakar. Doğrudur. Allah
bizim niyetlerimize bakar. Ama bunun manası dışta pejmürde olmak demek
değildir ki. Namazda da namazın ruhu ihlastır. Ama namazın bir de dış görünümü vardır. Tadili erkânı vardır. Hacda da temel ihlastır ama, ihramı vardır,
madde ile kayıtlıdır.
Müslüman sözün doğrusunu, faydalısını muhatabın seviyesine uygun
olanını sevdirici ve sevindirici olanını söylemelidir. Yüce Allah “Ey Peygamber, kullarıma söyle sözün en güzelini söylesinler” buyurur. Müslüman davranışlarında da güzeli yansıtmalıdır. İncelik örneklerini vermelidir. Kabalık, çirkinlik Müslümanın hayatında yer almamalıdır. Müslüman mütebessim olmalıdır.
İnce ruhlu olmalıdır. Davranışlarıyla gönülleri fethetmelidir. Peygamberimizin
hayatı incelik örnekleriyle doludur.
Nerde Müslümanlardaki kabalık, nerde Rasulullah’ın sünneti. Resulüllah’ın
sünneti sünneti diyoruz bunu derken de yalnız sakalı anlıyoruz. Evet, sakal
erkeğin süsüdür. Bütün peygamberlerin tercihidir. Fıtratın gereğidir. Kültürel
cihaddır. Sakal İslam erkeğinin kopmaz bir parçasıdır. Kadının örtüsü gibidir.
Fakat, sünnet bütünüyle sakal demek değildir ki. Sünnet genelde İslami yaşamaktır. Özelde ince ruhlu olmaktır. Örneklendirelim.
Hazreti peygamber, huzurunda bulunan yaşlılara devamlı ikram ederlerdi. Ve huzurunda bulunanlara ikrama devamlı sağdan başlarlardı. Bir defasında peygamberimize süt ikram edildi. Peygamberimiz de sahabilerine süt ikram etmek istediler. Adeti üzere yaşlılardan başlamak istediler. Ama sağ tarafta da genç bir delikanlı vardı. Genç bir mümin. Peygamberimiz döndü o gence dedi ki; sağımdan başlamak istiyorum ama, müsaade eder misin senden
önce yaşlı amcalarından başlayayım ikrama? İki cihan peygamberi genç bir
Müslüman’dan müsaade almak inceliğini gösteriyor. İşte sünnet budur, İslâm
budur.
Mekke’nin fethinde Hazreti Ebubekir koşuyor, henüz Müslüman olmamış, fakat sakalı bembeyaz olmuş, piri fani babasını kucakladığı gibi Hazreti
Peygamberin önüne getiriyor. Hazreti Peygamberimiz hüzünleniyor. ‘Ya Ebubekir, niye bu ihtiyara bu kadar zahmet verdin. Biz onun ayağına giderdik” buyuruyor. Henüz Müslüman olmamış, yaşlı bir insana yaradandan ötürü saygı duymanın inceliği, işte peygamber sünneti; ahlâkı budur.
Müslümanlarda kabalık var. Camide genç bir adam takkesiz, kısa kollu
olarak namaz kılsa Müslüman çıkış yapar. Müslümanın bir hatası olur, yüzüne
vurularak kaba bir çirkinlik sergilenir. Müslüman giyiminde, konuşmasında,
davranışlarında ve bütün işlerinde bir güzellik taşımalıdır. Bu, İslâm’ın getirdiğidir. Çünkü değerli kardeşlerim Allah, güzeldir. Bütün varlıkları güzel ya-
315
ratmıştır. “Yeryüzünde hangilerimiz daha güzel amellerde bulunacak” bunu denemek için bizi yaratmıştır. Evet, Allah hangimiz daha güzel amellerde bulunacak diye hayatı ve ölümü yarattı.
Yemek yiyeceksiniz. İçkisiz bir lokanta ararsınız. Fakat servisiyle, temizliğiyle, dış görünümüyle ciddî bir müessese bulamazsınız. Size tarif ederler, içkisizdir, diye. Gider bakarsınız, camlarında bir yığın leke var, örtüleri temiz
değildir. Servisi mükemmel değildir. Peki, neden içkili lokantada bir estetik
var da, sen müminsin, neden senin yaptığında bir estetik yok. Neden? Niçin?
Yani İslâm pejmürdeliğin simgesi midir? İslâm çirkinliğin sembolü mü?
Evet, müminler, görülüyor ki iman güçlü olmayı gerektirir. Takvada güçlü olmak, ilim, sanat ve teknikte güçlü olmak, bedende güçlü olmak, maddî
alanda güçlü olmak ve estetikte güç sağlamak.
316
Şimdi diyeceksiniz ki hocam bize bunları söylüyorsun ama biz maddî
alanda güçlü olmak istedik olmadı, kendimizi ilmi alanda yetiştirmek istedik, olmadı. Olabilir müminler. İşte onun için peygamberimiz buyuruyor ya:
“Güçlü olmanın şartlarına riayet ederek güçlü olan Müslüman, şartlarına riayet etmediği için güçsüz olan Müslüman’dan Allah katında daha hayırlıdır. Bununla beraber her bir müminde hayır vardır.” Sen Allah’tan yardım dile. Âciz olma, senin vazifen güçlü olmaya çalışmaktır. Hastalık gelebilir, başarısızlık ârız
olabilir. Şu olabilir, bu olabilir. Peygamberimiz buyuruyor: “Sen şartlarına tevessül et, eğer bir başarısızlık ârız olursa o zaman gam çekme. Böyle yapsaydım şöyle olurdu böyle gitseydim şöyle gelirdim deyip de sakın ha hayıflanma. Allah böyle
dilemiş, de “Allah dilediğini gerçekleştirir.”
Değerli kardeşlerim, dünya hayatımızı istikrarlı, huzurlu, mutlu kılmak
istiyorsak, çocuklarımıza daha bir Müslümanca yaşayabilecekleri bir ortam
hazırlamak istiyorsak, her an gelebilecek ölümle tatlı bir ölüm yüzü görmek
istiyorsak, cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabirlere yol almak istiyorsak, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kalbin tasavvur edemeyeceği nimetlerle dolu cennet hayatına, ahiret sultanlığına varis olmak istiyorsak Alemlerin Rabbi olan Allah’a kâmil manada ibâdet etmeye çalışalım. Böylesine bir ibadet için de güçlü olmaya mecburuz. Bunun için de
takvada güçlü olmak, bedende güçlü olmak ilim ve teknolojide güçlü olmak,
maddede güçlü olmak, estetikte güçlü olmak zorundayız. Mecbur kılan kita-
bımız Kur’ân-ı Kerim’dir. Mecbur kılan önder, inandığımız hayat önderi Hazreti Muhammeddir.
Bu konuşmamın benim hakkımda ve sizler hakkında hayırlı olmasını,
genç kardeşlerimizin, genç müteşebbislerimizin ufuklarına yeni yeni ufuklar
katmasını Rabbimden niyaz ediyor, hepinizi sevgi ile selamlıyorum. Esselamü
aleyküm ve Rahmetullahi ve berekatühü.
317
Mahkeme Kararı
(Simav)
318
Salihli Konferansı
(19.01.1980)
319
Sunuş
12 Eylül ihtilalindan önce 19 Ocak 1980 tarihinde Salihli’de “Niçin
İslâm’a Muhtacız” konulu bir konferans verdik.
320
İhtilalin akabinde konferans bantının bir siyasinin evinde bulunması sonucunda Salihli Ağır Ceza’da yargılanmaya başladık.
İki ayrı bilirkişi heyeti konuşmayı laikliği, dolayısıyla T.C. Kanunu’nun
163/4 maddesini ihlal edici nitelikte buldu.
Mahkeme konferansı /konferansçıyı suçlu bulduysa da konferans ile konferansçı arasında ilişki kuramadığından muhakeme beraatle sonuçlandı.
Tarihe not düşürmek için konferans metnini aynen sunuyoruz.
Böylece de İslâmî Tebliğ üzerinde nasıl yasal baskılar oluşturulduğunu delillendirmiş olduk.
Salihli Konferansı Metni
Niçin İslam’a Muhtacız
İlk kez geldiğim Salihli’de sizler, muhterem inananlarla mevzuların en güzeli İslâm üzerinde sohbet yapmayı bana müyesser kılan yüce Allah’a hamd
ve sena ederim.
Beni Salihliye davet etmek lûtfunda bulunan Salihli din görevlileri derneği yöneticilerine huzurlarınızda teşekkür ederim. Biricik önderimiz aziz peygamberimiz Hz. Muhammed sallallahü aleyhü vesselleme Salihliden gönüller
dolusu salat ve selâm ederim. Sizleri; mü’min kardeşlerimi de selâmların en
güzeli ile selamlarım. Esselâmü aleyküm ve rahmetullahü berakâtuh.
Sizlere, bu akşam Niçin İslam’a Muhtacız konulu bir sohbet takdim etmeye çalışacağım. Bu sohbetimizin tesirini cümleniz üzerinde halk buyurmasını
(yaratmasını) yüce mevlamızdan niyaz ederim.
Giriş
Kısa bir mukaddime ile mevzuumuza girmeden önce ümidimiz genç kardeşlerimizden bir istirhamım olacak. Lütfen sohbetimiz sırasında konuşmamı
keserek sloganlarla devreye girmesinler. Burada niçin İslam’a muhtaç olduğumuzu iyice dinlesinler. İyice öğrensinler ve kendilerini bekleyen binlere, yüzbinlere ilahi mesajı takdim edilebilecek güce ulaşmaya çalışsınlar. Burada biz
bizeyiz, bu nedenle birbirimize yiğitlik gösterisi yapmaya gerek yok.
Aziz dinleyicilerim! Milyarlar ışık senesi ebadındaki (boyutlarındaki) bu
kâinatı yaratan Allah’tır. Dünyamızın Halik’ı odur, bitkilerin, hayvanatın yaratıcısı odur. İnsanı yoktan var eden odur. Allah zül celal en küçük varlıklar-
321
dan en büyük semavi cisimlere kadar yarattığı bilumum varlıklar için İslam
kanunlarını koymuştur.
İslâm kanunları tabîat ve Şerîat kanunlarından oluşmaktadır
İslâm kanunları iki ana bölümden müteşekkildir. Tabiat kanunları ve Peygamber aracılığı ile tebliğ olunan Şerîat kanunları. Bütün evreni ve yer küremizi ve insanları da kuşatan İslam kanunlarıdır ve bu kanunlar arzettiğimiz üzere tabiat kanunları ve şeriat kanunlarından mürekkeptir.
322
Bu evren üzerinde, yer küremizde bitkiler hayvanlar ve insanın maddi yapısı üzerinde İslâm kanunlarının tabii kanunlar bölümü hâkimdir; egemendir. Gezegenlerin yörüngelerindeki seyri, bu ilahi tabii kanunlar çerçevesindedir. Toprağın üretimi, konulan bu ilahi kanunlar çerçevesi dâhilindedir, ana
rahminde döllenen hücrenin üremesi bu tabii kanunların dairesi şümulündedir. Bu sebeple âlemde bütün varlıklar, ister istemez İslam kanunlarının; fizik,
kimya ve biyoloji gibi adlarla adlandırılan tabii kanunların mahkûmiyeti altındadır.
İnsan; insan da maddi yapısı ile bu kanunların egemenliği altında yaşamaktadır. İnsan, kendi öz varlığına ve içerisinde yaşadığı bu yer küresinin
şartlarına baktığında görecektir ki kendisinin hiçbir müdahalesi yoktur. O da
ilahi yasaların mahkûmudur. İnsanın dünyaya gelişinde bir dahli var mı? İnsanın gözünün faaliyetinde insanın bir düzenleyici rolü var mı? İnsanın işleyen kalbinin çalışmasını düzenleyen kendisi midir? Bunun gibi insanın içerisinde yaşadığı yer küre üzerinde egemen olan kanunların hangi birisine müdahalesi vardır.
Bir rahmet sergisi şeklinde tecelli eden binbir çeşit renkte, binbir çeşit nefasetteki bu bitkileri ve çiçekleri vücuda getiren kanunların koyucusu insan
mıdır? Muhtelif otları yiyip de bize ak sütler akıtan hayvanlardaki bu düzeni
koyan insan mıdır? İnsan kendi öz varlığına ve çevre şartlarına baktığı zaman
görecektir ki; o bir yaratıktır, o ilahi iradenin mahkûmudur; yani konulan İslam kanunlarının Fizik, Kimya, Biyoloji ve Astronomi isimleriyle ifadelendirdiğimiz tabii kanunların mahkûmiyeti altındadır maddi yapısı ile. Ancak insan, müstesna değerlerle donatılarak yaratılan insan, o yeryüzünde Allah’ın
halifesidir.
İnsan, ilahi sıfatlarla yüceltilmiş varlıktır. O, kendisi için ölüm ötesinde ebedi bir hayatın yaratıldığı değerdir. İnsan ruh ve bedenden müteşekkil
olup içtimai bir hayat yaşayabilecek düzende, mevlâya dönük fıtratta yaratıldığı içindir ki onu kuşatan kanunlar İslam kanunlarının yalnızca tabii olan kanunlar bölümü değildir.
Allah insanı müstesna özelliklerde yarattığı için, insan için müstesna nitelikte kanunlar koymuştur. Ta ki insan bu kanunların çizgisinde dünyasını
ve ahiretini mutlu ederek yaşayabilsin. İşte Allah Zülcelal’in yarattığı insanlar
için koyduğu müstesna özelliklerdeki bu kanunlara biz din ıstılâhı ile Şerîat
kanunları diyoruz.
Şerîat kanunlarını peygamberler tebliğ etmiştir
Allahü Zülcelâl, insanlar için koyduğu bu kanunları, insanlar arasından
seçtiği peygamberler ile insanlara bildirmiştir. Bu ilahi kanunlar muhtelif kategorilere ayrılmıştır. İnsanlığın gelişimi ile, tekâmülü ile mütenasip olarak gönderilen peygamberler bu ilahi kanunları, insanın ruhu ve bedeni arasındaki
dengeyi kuracak, onu mutlu yaşatacak, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatı kuşatacak
ve onu kul olarak yaşatacak bu kanunları peygamberler tebliğ etmişlerdir.
Allah zülcelal bu kanunlar içersinden seçtiği son bölümünü, insanlığın
akıl ve tecrübeler bakımından tekâmül ettiği çağda gönderdiği Hz. Muhammed aracılığı ile bildirmiştir. Bu demektir ki ezeli ve ebedi olan, bilen, işiten
gören kadiri mutlak Allah zülcelâl, kıyamete dek gelecek bütün insanlara huzur ve saadet bahşedecek olan kanunları Hz. Muhammed aracılığı ile bildirmiştir.
İnsanlar kendilerini yaratan Allah-ü zülcelalin koymuş olduğu bu ilahi
yasalara uymadıkça ne fert olarak ne de cemiyet olarak mutlu olabilirler. Onları muharref semavi dinlerin, felsefi sistemlerin, iktisadi doktrinlerin, siyasi
rejimlerin hiç birisi mutlu ve mesut edemez. Gerçek üstü gerçek buyken bakıyoruz, dünyamız buhranda. Kapitalist, komünist, karma ekonomi gibi materyalist kökenli sistemler, insanları felaketlerden felaketlere, buhranlardan buhranlara düşürmekte. İlahi şeriatın aydınlığında yaşamayan ülkemiz de dünya
ülkeleri gibi bunalımlar içersinde. Ve yakın tarihimizde birbiri ardı sıra, -batıllar mutluluk getirmemesine rağmen- hala batıllarda ısrar edilmektedir. Bu ül-
323
keye kurtarıcı reçeteler sunan politikacılar, sendikacılar, öğretmenler ve sözde
bilim adamları yine de batılları sunarak, batılların izinde mutluluğu sağlayabileceğimiz iddiasını gütmekteler.
Ülkemiz materyalist kökenli ne idüğü belirsiz karma ekonomi sisteminin
mahkûmu olarak buhranlar içerisinde hayatiyetini sürdürmekte; yakın tarihimizde bu güne dek hâkimiyetini sürdüren iflas etmiş olan sisteme alternatifler getirilmekte, sosyalizmden, komünizmden, bir de jakoben/baskıcı laik demoktatik düzenlerden.
Bir dönüm noktasında olan ülkemizde bizler de Allah’a ve onun şeriatına inanan insanlar olarak diyoruz ki; Dünyamız ve ülkemiz İslam’a muhtaçtır.
İslam’ın itikadi, içtimai, hukuki ve ahlaki müeyyidelerine muhtaçtır.
324
Biz, ülkemiz İslam’a muhtaçtır derken bu gerçeğe Müslüman analar ve
babalardan doğmuş insanlar olarak mı ulaşıyoruz? Müslüman olduğumuz için
mi kurtarıcı nizamın İslam olduğu iddiasıyla ortaya çıkıyoruz? Yoksa akıl ve
bilim mi İslam’a muhtaç olduğumuz gerçeğini bütün çıplağıyla ortaya koymaktadır?
Hiç şüphesiz Müslüman olduğumuz için İslam’a muhtacız demiyoruz. Allahü Zülcelalin verdiği akıl ve insanlığın yaşadığı tecrübeler ve ulaştığı bilim
düzeyi, İslâm’a muhtaç olduğumuzu vurguluyor.
Niçin İslam’a muhtacız
Niçin İslam’a muhtacız? İşte bu sohbetimizde sizlere kısa kısa mukayeseler yapmak suretiyle niçin İslam’a muhtaç olduğumuzu; çeşitli gâvurluk düzenlerinden yarar sağlayamayacağımızı açıklamaya çalışacağız inşallah.
Aziz dinleyicilerim!
Muhtelif muharref (insanlar eliyle bozulmuş, asliyetini yitirmiş) semavi
dinler, felsefi sistemler, iktisadi doktrinler, insanlara mutluluk getiremez. Kapitalist, komünist, karma ekonomik sistem, materyalist kültür ve hayat tarzı
daha açıkçası gâvurluğun çeşitli türleri insanları mutlu edemez. Niçin? Çünkü
propagandası yapılan batıl sistemler ve rejimler insanlardan kaynaklanmaktadırlar. Yalnızca akla ve ilme dayanmaktadırlar. İşte bu batıl sistemler; İslam’ın
dışındaki hayat tarzları insandan kaynaklandığı için, yalnızca akla ve ilme dayandığı için, insanlığın problemlerini akılla ve bilimle çözmek istediği içindir
ki bu sistemler acizdir. İnsanları mutlu edemez, biz bunun için İslam’a muhtacız.
Akıl aciz, bilim sınırlıdır
İslam dışı sistemler yalnızca akla ve ilme dayanmaktadır. Akıl aciz, bilim
ise sınırlıdır.
Aziz Kardeşlerim insan yaratıktır, yaratık olan insanın milyonlarca ve milyarlarca insanı kuşatacak kanunları, yönetim biçimlerini koyması mümkün
değildir. Çünkü insan ortaya koyduğu ölçüleri, akıla dayanarak, bilime dayanarak ortaya koyar. Oysaki akıl aciz, bilim sınırlıdır. Aklın ve bilimin insanları kuşatması mümkün değildir.
Şöyle ki: Akıl göz gibi, kulak gibi, diğer duyu organlarımız gibi belirli
güçte bir varlıktır. İnsan bu gözüyle görülemeyecek olan cisimleri görebileceğini iddia edebilir mi? Bu göz güneşi kendi büyüklüğü içersinde kuşatabilir
mi? Bu göz, birkaç hayat damlasındaki yüz binlerce spermadan birini ayrıntıları ile olsun görebilir mi? Bu kulak belirli frekansların dışındaki sesleri algılayabilir mi? Bunun gibi tatma organlarımız tadılabilir bütün tadları idrak edebilir mi? Edemez.
Neden? Çünkü göz sınırlıdır. Allahü Zülcelal ona bir güç tayin etmiştir, o
gücü dâhilinde görür. Gücü dâhilinde işitir, gücü dâhilinde tadar. Nasıl ki göz
sınırlıdır, kulak sınırlıdır, akıl da sınırlıdır. Kaldı ki sınırlı olan bu akıl kaç adet
insan varsa o kadar tenevvü’ etmektedir (çeşitlenmektedir). Tüccar aklı, Politikacı aklı, Rençper aklı, Öğretmen aklı, Fahişe aklı, Deli aklı, çeşit çeşit akıl var.
Gücü sınırlı olan akılların ruhi ve bedeni özellikleriyle, ferdi, ve içtimai yapısı ile insanları bütünü ile kuşatabilecek, hayata izah getirebilecek ve insanları
mutlu edebilecek ölçüleri koyması mümkün değildir.
Yalnızca akla dayanmak demek çıkmaza girmek demektir. Onun için biz
akla dayanıyoruz diyenler, yiğitlik tezahüründe bulunurken acziyetlerini, seviyesizliklerini sergilemektedirler. Avrupa’da reform hareketlerinden sonra kafalara ve gönüllere dikilen bir bilim putu var. Bizim yakın tarihimizde Materyalist Avrupa’dan ithal edildiğinde kafalara ve gönüllere pek çok putlar dikildi, bu putlardan bir tanesi de bilim putudur. Biz semadan gelen vahiy mesajlarına bağlı değiliz biz, ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ esasına bağlıyız slo-
325
ganı ile ortaya çıkanlar, kendi acziyetlerini, zavallılıklarını sergilediler. Bu ülke
gençliğini, bu ülke insanını da bilim putuna tapmaya yönelttiler. Efendiler bilim nedir biliyor musunuz? Bilim, eşyadaki, sebep netice ilişkilerinin formülesinden ibarettir. İlim dediğimiz şey, var olan, maddi varlıklardaki sebep netice
ilişkilerini tesbit eder. Ve ilmin konusu olan maddenin fizik ve kimyevi özellikleri yaratılmıştır.
Yerküresi nedir? İnsan kimdir, nedir? Nereden gelmiş nereye gidecek, nasıl yaşayacak? Ölüm nedir? Hayat nedir? Ölüm ötesi nasıldır? İnsan hangi değerleri tartışmasız olarak kabul ederek izinden gidecek. Bu suallerin hiç birisine bilim cevap veremez; çünkü bilim maddenin fiziki ve kimyevi özelliklerini konu alır.
326
Bilimin insanlığı kuşatan temel problemleri, konu edindiği görülmemiştir. Efendim Tıp bilimini ele alalım. Tıb bilimi nedir? Ne kadar inkişaf etti, büyük büyük ordinaryüs profesörler yetiştirdik nedir tıp bilimi? Allah-ü zülcelal
mükemmel bir surette insanı yaratmış, örneğin insana öyle bir beyin vermiş
ki şu beyin, on milyarlarca sinir hücresini ihtiva ediyor. Tıb nedir? Tıb bilimi
Allahü zülcelalin on milyarlarca sinir hücresinden meydana getirdiği bu beyin
faaliyetlerini inceleyen bir daldır/disiplindir. Tıb nedir tıb? Allah-ü zülcelalin
akıl ermez enginlikte halk ettiği bu kalp dediğimiz muazzam organımızın nasıl çalıştığını, hangi etkilerin altında faaliyetinin kısıtlandığını, bazı arızalanmalarının nasıl giderilebileceğini konu alır.
İnsan büyük abdestine çıkamamaktadır, acaba neden çıkamamaktadır,
insan vücudu üzerinde deneyler yapmak suretiyle bir takım tesbitler yapar.
Tıptan aldığımız bu örnekleri diğer dallara aktarabilirsiniz. Yer çekimi kanunu
nasıldır? Sıvıların kaldırma gücü nedir? Hepsi madde ile alakalı.
Şimdi maddeyi konu alan bilimin insanı kuşatabilmesi, bu kâinat nedir,
yer küresi nedir, insan nedir suallerine cevap verebilmesi mümkün mü? Ulvî
değerlerle donatılan, ömür takviminin son yaprağı her an düşebilecek olan bu
insan nedir? Nasıl yaşamalıdır? Ölüm, hayat nedir? Hangi değerler tartışmasız
kabul edilebilecek. Ölüm ne getirecek, ne götürecek? Bilimin bu ana problemleri kuşatabilmesi, insana tatmin getirebilmesi mümkün müdür?
İnsan bilinmeden, insanın konumu tesbit edilmeden, insan tanınabilir
mi? Tanınamayan insanı mutlu kılmak mümkün mü? İşte bu muharref semavî
dinler, iktisadi doktrinleri, felsefi sistemler; gâvurluğun çeşitli türleri insandan
kaynaklandığı için yalnızca akla ve bilime dayandığı içindir ki, insanları mutlu kılması mümkün değildir.
Niçin İslam’a muhtacız? Çünkü İslam insanı yaratan Allahü celalden kaynaklanmaktadır. İnsan mı iyi bilir yoksa insanı yaratan Allah mı iyi bilir? Elbetteki Allah iyi bilir. O halde Allah’ın etkin kudreti, ilmi ve hikmetiyle ortaya çıkan, kanunlar mı mükemmel olur, yoksa yaratık olan insanın kendi sınırlı aklıyla ortaya koyduğu düzenler mi mükemmel olur?
Evet, işte İslam, insanı yaratan, insanın bedeni ve ruhi özelliklerini en iyi
bilen, maziyi, hali ve geleceği kuşatan kadiri mutlak Allahü zülcelale ve ondan
vahiy olan peygamber Hz. Muhammed’de dayandığı içindir ki, bizler İslam’a
muhtacız. Yani aklı yaratan, bilimin konu aldığı maddeyi halk eden Allahü
zülcelale dayandığı için biz İslam’a muhtacız.
Hocam ne demek? İslam akla karşı mı? İslam akla karşı demek değil.
İslam’da medarı teklif akıldır, ilahi emirlerin ve yasakların muhatabı akıldır.
Ama aklın birinci vazifesi kul olduğunu idrak etmektir. Kadir’i mutlak olan
Allah-ü zülcelalin kendisini, kaderi ile baş başa bırakmayacağını; yaradanın rızasına doğru yaşamakla mükellef olduğunu idrak etmektir. Aklın vazifesi budur. İslam ilme karşı mı? Hayır, İslam bilime karşı olur mu? Peygamberimiz
ifadesiyle ilim İslam’ın hükmüdür. İlim İslam’ın sevgilisidir. İslam aklı ve bilimi önemser. Ancak önceliği yaradanın buyruklarına verir. (Vahiy, akıl, ilim sıralamasını izler.) Bunun için İslam’a muhtacız.
Akıl-bilim, kurşun kalemlerin yanı sıra güzel güzel dolma kalemleri de
ortaya koyar, kolaylıkla yazarsınız. Ama bilimin meydana getirdiği kalemlerin
hayrı yazma özelliği yoktur. Ne otomobilin ne de tayyarenin (uçağın) insanları
mutluluğa götürebilecek vasfı yoktur. Evet niçin İslam’a muhtacız? İslam’ın dışındaki siyasi rejimler, iktisadi doktrinler insandan; akıldan ve bilimden kaynaklanmaktadırlar. Akıl ise gücü sınırlı olan bir aciz, bilim ise sonlu bir değerler dizisidir. İslam Allah’a; insanın aklının ve maddenin halikı olan Allah’a dayandığı içindir ki biz İslam’a muhtacız.
327
İslam dışı sistemler Evren’i, Yer Küresi’ni ve insanı
açıklayamamaktadır
328
Aziz müminler; değerli dinleyenlerim! İslam’ın dışındaki okullarımızdaki bize öğretilen sistemler, radyo ve televizyonla, matbuatla bize kabul ettirilmek, propogandası yapılarak kabul ettirilmek istenen düzenler kâinata, yer
küremize ve insana açıklık getirememektedirler. Bu batıl düzenlerin hiç biri,
bu kâinat nedir, yer küresi nedir, insan nedir, ben kimim, nereden geldim, nereye gideceğim, nasıl yaşayacağım, hayat nedir, ölüm ne getirecek, ne götürecek? gibi insanı kuşatan suallere cevap vermekten acizdir. Bu materyalist düzenler, insanları kuşatan bu temel problemlerin, çözümünden yoksundur. İnsan bu kâinatını tanıyamazsa, yer küresini bilemezse, kendi varlığına bir mana veremezse, ben kimim, nereden geldim, nasıl yaşayacağım, nereye gideceğim, ölüm nedir, hayat nedir, bu hayatın sonucu nasıl olacaktır? suallerini cevaplandıramadıkça insanın mutlu olması mümkün müdür? Değildir. İşte ne
kapitalist ne komünist ne Kemalist ve ne de diğer izmler, sistemler insanları kuşatan bu ana suallere cevap verememekte bu ana problemleri çözümleyememektedirler. Ben insanım, ben kâinatı tanıyamadıkça, yer küremi tanıyamadıkça, öz varlığıma bir mana veremedikçe, ben kimim sualini cevaplandıramadıkça, ölüm her an gelebileceğine göre ölüm ne getirecek, ne götürecek bunun cevabını bulamadıkça benim kafama ve kalbime istikrar getirmek
mümkün müdür?
Ama İslam batıl sistemlerin cevaplandıramadığı, çözümleyemediği bilinçaltına ve dışına ittiği muhtemel problemleri İslam çözdüğü, bu ana sualleri
İslam cevaplandırdığı içindir ki biz İslam’a muhtacız.
İslam bu kâinat nedir sualine, bu engin kâinat bütün büyüklüğüne engin
güzelliğine rağmen bir mahluktur, bu kâinat düzenini var eden ezeli ve ebedi
var olan Allahtır, cevabını verir.
Bu yer küresi nedir sualine Allahü zülcelalin yarattığı bir varlıktır ve insanı üzerinde yaşattığı bir gezegendir, cevabını verir. İnsan için naib-i Hak’tır,
yeryüzünde Allah’ın halifesidir, Allah-ü zülcelalin yüce isimleri ve sıfatlarının
esintileriyle donatılarak yaratılmış olan bir mahluktur cevabını verir.
İslam ‘nereden geldim?’ sualine cevap verir. ‘Sen yokluktan var edildin,
seni var eden Allah-ü zülcelaldir’ der. İslam ‘nasıl yaşayacağım?’ sualine cevap
verir; ‘Sen kulsun, seni yaratan Allah, senin tabi olacağın ölçüleri koymuştur,
bu ölçülere bağlı kalıp kalmama tarzına göre seni cezalandıracak ve mükafatlandıracak? Sen senin için konulan Kur’ân ve sünnet prensiplerine göre yaşamakla mükellefsin’ cevabını verir.
‘Nereye gideceğim?’ sualine İslam cevap verir, ‘sen ölümle ahret hayatına
intikal edeceksin, ölüm yokluk değildir, ölüm ötesi vardır ve ebedidir’ cevabın verir. Hayatın sonu ne olacaktır? Her an insan ölebileceğine göre ‘ölüm nasıl bir âlemin kapılarını açacak?’ sualine İslam net açık seçik cevap getirir. ‘Sen
kulsun, yaratıksın ilahi kanunlara göre yaşamakla görevlisin, seni yaratan Allah senin için ölüm ötesinde bir hayat halk etmiştir, sen senin için konulmuş
olan kanunlara bağlı kalırsan, Allah-ü zülcelalin rızasına yönelirsen o seni ebedi olan cennet nimetleri ile taltif edecek’ der. ‘Sen ilahi iradenin mahkûmu olduğunu idrak etmez, ilahi emirlere ve yasaklara göre hayatını düzenlemezsen
Rabbinin huzurunda muhakeme edilecek ceza göreceksin’ açıklığını getirir.
İslam’da kainat aydınlanıyor. Yer küresi anlam kazanıyor, insan konumunu tesbit ediyor. Hayat nedir? suali cevap buluyor. Nereden geldim? Nereye
gideceğim? Hayatın sonu ne olacaktır? Bunlar biliniyor ve hayat mana kazanıyor. İnsan kendisini tanıyor. İşte İslamiyet dışındaki bu batıl sistemler insanı
kuşatan bu ana problemleri çözemedikleri içindir ki biz İslam’a muhtacız.
Komünizmde, insan nedir, ölüm nedir, ölüm ötesi nedir? suallerinin cevabı yoktur.
Kapitalizmde, insan nedir, nereden geldi, nereye gidecek, nasıl yaşayacak,
vazifeleri var mı, yok mu? suallerinin cevabı yoktur.
Ne idüğü tarif edilmeyen laik demokrasilerde insanı konu alan problem
de yoktur. Peki, insan tanınmadan, insanın üzerinde yaşadığı bu yer küresi
mana kazanmadan, insanı tatmin etmek, mutlu etmek mümkün müdür?
Evvela, insanı bir sistem mutlu mu edecek? Onu hayvanlar seviyesinden
kurtarması lazım. Onu herhangi bir maddi varlık gibi değerlendirmemesi lazım. Onu hayvanlık seviyesine düşürerek mütalaa etmemesi lazım. Çünkü
açık bir hakikattır ki -materyalistlerce de kabul edildiği gibi- insan, kendine
özgü müstesna değerleri olan bir varlıktır. Eğer insanı yemek yiyen, içen ve
cinsi münasebette bulunan bir varlık olarak tanımlarsak ve böyle bir varlığın
problemlerine insanın problemleri dersek insanı eşekler seviyesine düşürmüş
329
oluruz. Çünkü eşek de yiyor, eşek de içiyor, eşek de cinsi münasebette bulunuyor. Evet, işte İslam’la insanı kuşatan bu ana sualler cevap bulduğu içindir
ki biz İslam dinine, onu yaşamaya; İslam’ın getireceği hayat sistemine ve devlet sistemine muhtacız.
İslam dışı sistemler insanları ırklara ayırmaktadır
330
İslam’ın dışındaki bu batıl sistemler insanları mutlu edemezler çünkü bu
batıl sistemler; Türkiyemizde de bir çeşidi uygulanmakta olan bu batıl sistemler insanları İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Türk gibi ırklara ayırmaktadırlar. Bu
batıl sistemler insanları işveren, işçi, zengin, fakir, soylu, soysuz, siyah, beyaz
ayırımına tabi tutmaktadırlar. İnsanları ırklarına göre ayıran, renklerine göre
ayıran, zenginliklerine ve fakirliklerine göre ayıran, işveren veya işçi oluşlarına göre ayıran sistemler ve insanlardan bir bölümünün toplum hâkimiyetini
gaye edinen sistemler, insanların bütününe usul/kurallar getirebilmeleri, mutluluk getirebilmeleri mümkün müdür?
İşçi diktatörlüğü diyen bir kafa yapısı ve sistemin, insanlığın bütününe
usul getirebilmeleri, mutluluk getirebilmeleri mümkün müdür? Amerika’da
olduğu gibi insanları hâla renklerine göre ayırıma tabi tutan, zenci-beyaz tasnifini yapan insanlar, insanlara saadet getirebilir mi? Hindistan’da olduğu gibi
insanları soylu ve soysuz ayırımına tabi tutan bu batıl düzenler, insanları mutlu edici ölçülerle kuşatabilir mi? Elbette hayır.
İslâm ise insanları işveren-işçi, zenci-beyaz, Fransız-Alman gibi ayrımlara tabi tutarak belirli bir grubu mutlu etmeyi hedef edinen bir nizam değildir.
O Allah’ın nizamıdır.
O, insanları Allah-ü zülcelâlin yarattığı mahluk olarak değerlendirmekte
ve insanlar arasında yegâne kriter olarak iman kriterini ve güzel ameller kriterini getirmektedir. İnsanlar arasında yüce olan, üstün olan, topluma hâkim
kılınması gereken, iktidara ulaştırılması gerekenler İslâm’a göre zenginler veya fakirler, işverenler veya işçiler değil, Allah’a, onun şeriatına iman eden, bu
ilâhi şeriatın getirdiği emirlerine ve yasaklarına bağlı olan insanlardır. İslam
kriter olarak imanı ve güzel amelleri getirmektedir. Ama batıl sistemler insanları yukarıda özetlediğimiz şekilde bir taraftan ayırıma tabi tutarken, diğer taraftan lâik demokrasilerde olduğu gibi de insanların adaletlisi ile zalimini, fa-
hişesi ile namuslusunu, toplum mütecavizi ile toplum hizmetkârını terazinin
kefelerinde eşitleyerek değerlendirmek suretiyle insanlıkta bir düzensizliğe
yol açmaktadırlar. Ama İslâm iman ve güzel emeller kriteriterini getirirken o,
ayırım yapmakta, adaletçi ile zalim arasında, sömürücü ile toplum hizmetkârı
arasında, ahlâkı bütün olanla ahlâksız olan arasında ayırım yapmakta, ilimden
yana, adaletten yana, toplum hizmetinden yana tavır koymaktadır.
İşte biz, insanları sınıflara ayırmadığı için belirli bir sınıfın toplum
hâkimiyetini ve mutluluğunu gaye edinmediği içindir ki yaradanın koyduğu
ilâhi düzene muhtacız.
İslam dışı sistemler insanlık değerlerini anlamlandıramıyor ve de
üretemiyorlar
Evet aziz kardeşlerim biz neden İslâm’a muhtacız, neden ülkemizde uygulanan meri düzenler gibi düzenlere, Kapitalizm veya Komünizm gibi propagandası yapılan sistemlere değil de niçin İslâm’a muhtacız? Şunun için:
İslâm’ın dışındaki batıl sistemler de toplumculuk diyorlar, hak diyorlar, adalet
diyorlar, barış diyorlar, fedakârlık diyorlar, ahlâk diyorlar.
Bakınız bu, fert ve toplum hayatı için zaruri olan manevi-insanî değerleri bu ülkenin en Materyalist, Marksist olanları dahi kullanır. Halklara özgürlük, halklara adalet, barış, sevgi ve dayanışma derler. Ancak İslam’ın dışındaki bu gâvurluk türleri; bize, mekteplerimizde radyo ve televizyonlarda gazete ve mecmualarımızda propaganda edilen bu gâvurluk türleri, yukarıda özetlediğimiz insani ve ahlâki değerleri ortaya koyuyor. Ama kendileriyle tezada düşerek bu ileriye sürdükleri değerleri kaynaklandıramıyorlar, üretemiyorlar, gâyelendiremiyorlar. Şöyle ki; adalet diyorlar, barış diyorlar, sevgi diyorlar, fedakârlık diyorlar ama neden hak, neden barış, neden sevgi? İnsan neden adaletli olsun, neden haktan yana olsun, neden halkların özgürlüğünden
yana mücadele versin, neden sevgiden yana olsun, neden içtimai adalet uğruna can versin?
Bütün bu niçin ve neden suallerine cevap veremiyorlar ve bu manevi değerleri üretecek güçleri yok. En materyalisti, adalet, hak, barış, özgürlük diyor.
Evet, hak madde midir? Hayır. Adalet madde midir? Değil. Fedakârlık madde midir? Dayanışma madde midir? Değil. O halde nasıl üreteceksiniz bunları.
331
Dünyada hakkı, adaleti, barışı, sevgiyi, fedakârlığı üreten bir fabrika kurulmamıştır. Böyle bir fabrikanın kuruluş projeleri üzerinde de çalışılmamıştır.
Ve gayelendiremiyorlar. Ne anlamı var hakkın adaletin, barışın, sevginin?
Evet bu materyalist sistemler zaruretini ortaya koydukları toplumculuğu, hakka, adalete, barışa, ahlâka dayandıramadıkları, üretemedikleri gayelendiremedikleri gibi zaruretine inandıkları bu değerler üzerinde yorum birliği sağlayamıyorlar. Kapitalistler de adalet diyor, komünistler de adalet diyor, Kemalistler
de adalet diyor. Peki, nedir adalet, nedir hak, nedir barış? Anarşi nedir, düzen
nedir, toplumculuk nedir, ahlâk nedir? Bunların üzerinde yorum birliği yapamıyorlar. Yapmaları da mümkün değil. Çünkü dayanakları yalnızca akıl, akılsa muhtelif, tüccar aklı var, fahişe aklı var, rençper aklı var, politikacı aklı var,
sömürücü aklı var, çeşit çeşit akıl var.
332
Kapitaliste göre adaletin anlamı başka, Komüniste göre barışın anlamı
başka, Kemalist’e göre feragatin anlamı başka. Peki zaruretinde ittifak edilen
fakat üzerinde yorum birliğine varılamayan, kaynaklandırılamayan, üretilemeyen, gayelendirilemeyen bu insani değerleri insanlara hâkim kılabilmek
mümkün müdür? Mümkün değil. Bu materyalist düzenler kaynaklandıramadığı, üretemediği, gayelendiremediği, üzerinde yorum birliğine varamadığı,
özetlediğimiz insani ve ahlaki değerlerin değiştirilmesini de engelleyemiyorlar.
Siyasi partilerin, ihtilalci kadroların, çıkarcı ekonomik güçlerin değiştirmelerine de mani olamıyorlar zaruretini kabul ettikleri esasların. Diyorlar ki idam
cezası zaruridir. Aradan kısa bir süre geçiyor yine diyorlar ki idam cezaları bir
vahşettir. Diyorlar ki; fahişe seçmeli, seçilebilmeli, mebus-bakan olabilmelidir.
Bir süre sonra diyorlar ki hayır fahişe seçmemeli ve de seçilmemelidir. Diyorlar ki; sınırsız mülkiyet olsun, hiçbir kayıt koyulmasın, sonra diyorlar ki hayır
sınırsız mülkiyetin olması şöyle dursun, fert mülkiyeti olmasın, kamu mülkiyeti olsun. Diyorlar ki; aklı gideren içkileri kaldıralım, aradan kısa bir süre geçiyor, diyorlar ki içkileri yeniden üretelim.
Bu batıl düzenlerin tahakkümü altında insan oyuncak haline getirilmiş,
şimdi zarureti söylenen bu toplumculuk gibi, ahlak gibi, barış gibi insani değerleri kaynaklandıramıyor, üretemiyor, gayelendiremiyor. Üzerinde yorum
birliği sağlayamıyor, iktisadi kadroların, siyasi partilerin çıkarcı çevrelerin telkinleri ile değişmelerini-değiştirilmelerini engelleyemiyor.
Bu batıl sistemler insanları mutlu edebilir mi? Mümkün müdür? Elbetteki hayır. Ama İslam böyle mi? Hayır, İslam toplumculuk diyor, İslam hak diyor, İslam adalet diyor, barış diyor, ahlak diyor ama kaynaklandırıyor. Diyor
ki; ey insan sen yaratıksın. Allah-ü zülcelâl seni en güzel düzende yarattı ve
seni bu âlemde kulluk imtihanına tâbi kılmaktadır. Senin için toplumculuk,
adalet, barış, ahlak, senin için bir ibadet mevzuudur ve İslam üretiyor, insanı
Allah’a iman ettirerek, âhiret hayatının ceza ve mükâfatına bağlattırarak hayatı âhiretle gayelendirerek insan kafasında ve gönlünde bu manevi, insanî değerleri ürettiriyor ve İslam bu zaruretini vurguladığı değerler üzerinde yorum
birliğini sağlıyor.
Hak derken, İslam, hak nedir tanımlıyor. Adalet derken İslâm, tanımlıyor. Ahlak derken, İslâm, hangi anlamı kastettiğini, hangi sözler, davranışlar ve fiilleri murat ettiğini tek tek belirtiyor, böylece yorum birliği sağlıyor.
Londra’daki Müslümanı da, Afganistan’daki Müslümanı da, Pakistan’daki Müslümanı da aynı değer yargıları üzerinde birleştiriyor. Ciddi şuurlu bir Afgan
Müslüman hanımının yüz ve elleri dışındaki bütün vücut organlarını örtmüş
olarak Afganistan’da görürsünüz. Aynı değer yargılarını Salihli’de de müşahede edebilirsiniz, Keşmir’de de rastlayabilirsiniz. Neden? İslam örtünme dediği
zaman yorum birliğini getiriyor da ondan. Tıpkı bunun gibi, İslam ‘anarşi nedir?’ gibi sualleri de cevaplandırıyor. Kapitaliste göre bankayı soymak suç, sosyaliste göre bankayı kurmak suç. İslam da izah getiriyor, sömürücü, faize dayalı düzeni kurmak da suç, soymak da suç, destekçi olmak da suç, işletmek de
suç diyor. Bunları müşahhas örnekler olarak size veriyor. Demek ki İslam, getirdiği değerlerin üzerinde yorum birliğini sağlıyor çünkü yorum yapan yaradan Allah-ü zülcelâldir. Onun peygamberidir. Muhtelif akıllar değil.
Ve İslam öyle siyasi partilere, çıkarcı sömürücü çevrelere, ihtilalci kadrolara prensiplerini çiğnetmiyor. İslâm, namaz diyor, on dört asırdan beri bugüne dek namaz diyor. İslâm zekât diyor, on dört asırdan beri, bugüne kadar
zekât, tahsili ve tevzii mevzuatıyla aynı zekâttır, dokundurmaz İslâm. İslam taammüden adam öldürmeye, maktullerin varislerinin ittifakı halinde ölüm cezası getirir. On dört asırdan bu güne dek aynı ceza İslam’da yürürlüktedir. İslam on dört asır önce örtünme prensibini getirmiştir, on dört asırdan bugüne dek aynı örtünme prensibi İslam’ın yasaları arasında canlılığını muhafaza ediyor. On dört asır evvel içki yasaktı, sarhoşluk verecek maddelerin kul-
333
lanılmasındaki haramlık on dört asır sonra Müslümanların hayatına yön veren Kur’an ve Sünnet prensiplerinde bütün tazeliği, bütün güzelliği ve asliyyetiyle ortadadır.
Bu ülkede değişik maddeci cereyanların hâkimiyetini gördük. İslam’a büyük zulümlerin yapıldığını müşahade ettik ama aradan yıllar geçti. Salihli’de
19 Ocak 1980 tarihinde yine Allah’a ve yine onun şeriatına inanan Müslümanlar olarak varız. Neden? Çünkü İslam prensiplerine dokundurtmuyor.
334
İşte aziz dinleyenlerim, İslam yukarıda özetlenen insanî değerleri kaynaklandırdığı, ürettiği, gayelendirdiği, üzerinde oy birliği sağladığı, değiştirilmesine imkân vermediği için biz İslam’a, onu yaşamaya, onun fert ve cemiyet düzenine muhtacız. İslam’ın dışındaki bu batıl sistemler insanı maddî bir varlık
olarak ele almaktadırlar tıpkı bir hayvanı ele aldıkları gibi. Bir ineği, bir eşeği,
bir kurt’u ele aldıkları gibi, bir taşı, toprağı ele aldıkları gibi insanı bir madde
olarak mütalaa etmektedirler.
İnsanı bir madde olarak mütalaa ettikleri içindir ki insanların bütün dertleri ve problemlerinde maddeye iltica etmektedirler ve demektedirler ki insanlığın saadeti, mutluluğu, maddi ihtiyaçlarının temin edilebilmesindedir. Onu
muayyen bir tüketici güç olma düzeyine çıkarabilmektedir. Bunun için de içtimai adalet diyorlar, sosyal adalet diyorlar. Sosyal adalet diyorlar ama sosyal
adaleti gerçekleştirmek için de ya ferdi putlaştırıyorlar, ya da cemiyeti mabutlaştırıyorlar.
Hür dünya dediğimiz kapitalist ülkelerde olduğu gibi ferdi mabutlaştırıyor, ferde, cemiyeti esir ediyorlar. Komünizmde olduğu gibi, sosyalizmin değişik türlerinde olduğu gibi de ferdi inkâr ediyorlar cemiyeti mabutlaştırıyorlar.
Ortaya insanın maddi problemlerini çözümleyecek, maddi ihtiyaçlarını olsun
giderecek adil ve bereketli bir nizam koyamıyorlar. Ama İslam öyle mi? Hayır,
evvela İslam, insanı ruh ve bedenden ibaret bir varlık olarak ele alıyor. Bir taş
gibi, bir inek gibi, bir eşek gibi mütalaa etmiyor. Onu insan olarak ele alıyor.
Maddi ihtiyaçları vardır diyor, ruhî ihtiyaçları da vardır diyor. Ruhî ihtiyaçlarını karşılamak, ruhî ihtiyaçlarını temin etmek isterken maddi ihtiyaçlarına da
cevap vermeye çalışıyor.
İslam dışı sistemler ruhi ihtiyaçları dışlıyor
İnsanın maddi yapısının ihtiyacı var, gıda almazsa vücudu çöker, çeşitli mikroplara karşı vücut korunmazsa, değişik hastalıklara bu vücut müptela
olur. Ya ruhu insanın, insanın ruhunun gıdaya ihtiyacı yok mu? İnsanın ruhunun korunacağı mikroplar yok mu? İnsanların maddi ihtiyaçlarının telafi edilmesi gerekir de yalanla, zulümle, riyakârlıkla, bencillikle, sömürücülükle muallel olan insanın bu yönlerinin tashih edilmesine, düzeltilmesine ihtiyaç yok
mu? İnsanın bedeni gıda olmadığı zaman zaafa düşüyor da, ruhu gıda olmadığı zaman zaafa düşmez mi?
İşte İslam, insanı ruhî ve maddî yapısıyla ele alır. Ruhî yapısını tatmin etmek için, ihtiyaçlarını karşılamak için, Allah’a ve Ahirete iman edilmesini istiyor. Namaz diyor, zikir diyor, dua diyor, oruç diyor, dostluk diyor, adalet diyor, tevazu diyor, barış diyor, sevgi diyor, toplumculuk diyor. Yüklediği bu görevlerle insanın ruhunu tatmin ediyor. İçkiyi, kumarı, zinayı, yalanı, riyayı, faizi, karaborsacılığı, zulmü, tekebbürü, bencilliği, riyakârlığı yasaklamakla da
insanın ruhunun hastalanmasına, mikroplanmasına mani oluyor. İnsanın ruhî
ihtiyaçlarını karşılarken, ruhunu korurken İslam, maddi ihtiyaçlarını karşılayacak en adîl ve bereketli nizamı koyuyor. Öylesine mükemmel, insanla kaynaşan bir içtimai adalet esasları getiriyor ki İslam, insan bu düzenin mükemmelliği karşısında hayretler içersinde kalıyor.
Bergama’da söz verdim, İslam’da içtimai adalet esasları ile ilgili, -davet
edildiğim takdirde- bir konferans vermek üzere inşallah İslam’ın insanlığa
sunduğu içtimai adalet ilkeleri üzerinde Salihli’de de bir sohbet yapmak müyesser olur.
İslâm ruhî ihtiyaçlar yanısıra içtimaî adaleti de hedefliyor
Özetle ifade edelim ki İslam insanların maddi problemlerini çözümlemek
için, içtimai adaletin esaslarını ikame edebilmek için önce mülkün; menkuller
ve gayrimenkullerin maliki Allah’tır diyor. İnsanın menkuller ve gayrimenkuller üzerinde ancak yararlanma hakkı vardır, diyor.
Allah’ın ve peygamberinin emirleri ve yasakları içerisinde Allah’ın yarattığı mülkten yararlanma hakkı vardır, buyuruyor. Ve İslam içtimai adalete götürürken bu menkullerin ve gayrimenkullerin (taşınır ve taşınmazların) top-
335
luma zulmedilerek zimmete geçirilmesini engelleyecek düsturları da getiriyor.
Marksistler, sosyalistler uyansınlar. Cemiyetin belli bir kesiminin Türkiye’deki
kırk milyonu (19 Ocak 1980) sömürdüğünü iddia ediyorlar, doğrudur.
Türkiye’de belirli bir mutlu azınlık kırk milyon insanın kanını emiyor. Bu
kan emme araçlarından, vasıtalarından Türkiye’nin her yeri dolmuştur. Salihli de doludur. Kurdukları sınırsız mülkiyet düzeni, getirdikleri sömürücü sistemlerle çalışan milyonlarca insanın kanını emiyor bu mutlu azınlıklar. Bugün
ülkemizde altı yedi bini aşan banka örgütleri, kırk milyonun kanını emen sömürücü kuruluşlardır. Bu gerçek, ama Marksistler, Sosyalistler, sömürü düzenini tespit ederlerken, bu sömürülme nasıl sağlanıyor, hangi uğraşılar, hangi müesseseler ve düsturlar araç ediliyor ona yaklaşmıyorlar, ona yaklaşsalar
İslam’la aynı paralele gelecekler.
336
Geliniz Müslümanlara güç veriniz, içtimai adaleti yıkan bu batılları bir bir
tepeleyelim. Çünkü İslam, sömürücü, kan emici mutlu azınlığın, toplum üzerinde egemen olmasını engellemek ister.
Evet, İslam Allah’ın mülkünden ancak Allah’ın ve peygamberin emirleri ve yasakları içerisinde yaralanma hakkını veriyor. Faiz, karaborsacılık, içki,
kumar, fuhuş işletmeciliği, hileli imalat gibi yollarla servet edinilmesini İslam
yasaklıyor. İslam, içtimai adalete böyle gidiyor.
İslam toplumunda faiz üzerinde kurulu bankacılık düzeni, karaborsacılık
temelleri üzerinde kurulu iktisadi yapı oluşturulamaz. İnsanların zaaflarından
istifade edilemez; bar, pavyon hususi ve genel birleşme evi kurmak sureti ile…
İslâm insanların cinsi zaafından yararlanmak için filmler, gazeteler, mecmualar
türetmek sureti ile servet edinilmesine karşı çıkıyor. Hileli imalata, işçi ücretlerini sömürerek mülkiyet edinmeye, İslam düsturları ile yasaklar getiriyor.
Bugün toplumun kanını emen mutlu azınlığın sömürü düzenlerini sürdürebilmek için başvurdukları araçlar; faizli ve karaborsalı iktisadi düzen, içki,
kumar, fuhuş işletmeciliği ve hileli imalâttır. İşçi ücretlerini, haklarını sömürmektir. İslam’ın getirdiği, mülkiyeti edinme noktasındaki yasakları yürürlüğe
koyduğumuz gün toplum köklü bir biçimde içtimai adalete doğru yol alır.
İslam, yalnız mülkiyeti edinme noktasında hükümler getirmiyor. Mülkiyet, meşru yollarla edinildikten sonra da kontrollü, müeyyideli, dini karakterli ahiret saadeti ve felaketi ile bağımlı olan görevler yüklüyor. Belirli bir düze-
ye ulaşmış fertlere zekât mükellefiyetini getiriyor. Akrabadan aciz olanlara nafaka mükellefiyetini getiriyor. İslam, İslam devletinin kontrolü altında bu malî
görevleri yüklüyor. Ve İslam kendi düzeninde İslami devleti de devreye sokmak sureti ile işsize iş bulmak, acize nafaka bağlamak, toplumun acizleri, ihtiyarları, dulları, yetimleri gibi sosyal yardıma muhtaç kesimleri için yatırımlara yöneltiyor.
Böylece mülkiyetin kime ait olduğunun tespiti noktasında, mülkiyeti
edinme, kazanma noktasında, kazanılan servetlerden ferdi ve cemiyeti yararlandırma noktasında getirdiği içtimai adalet esaslarıyla İslam, maddi ihtiyaçları karşılayacak, her bir ferdin zaruri harcamalarına cevap verecek bir içtimai
adalet sistemi getirdiği içindir ki biz İslam’a muhtacız.
Tekrar edelim; materyalist sistemler, insanı hayvan gibi yalnız maddi bir
varlık olarak ele aldıkları için, insanın problemlerini yalnız maddede gördükleri için, maddi problemlerin çözümünde ya ferdi ya da cemiyeti mabutlaştırdıkları için insanlara mutluluk getiremezler. Getiremeyecekleri içindir ki biz,
bizi yaratan Allah-ü zülcelalin bizim için koyduğu İslam düzenine, İslam şeriatına muhtacız.
İslam dışı sistemler suçun cinsine göre ceza sistemini
getiremiyorlar
Aziz dinleyicilerim!
İslam dışındaki bütün materyalist sistemler insan topluluklarında dengeyi kuracak, fertlerin birbirlerine tecavüzlerine mani olacak cezai sistemi getiremedikleri, İslam ise suçun cinsine göre ceza sistemini, dengeyi kuracak ceza
sistemini getirdiği içindir ki biz İslam’a muhtacız, diyoruz.
Bakıyorsunuz bu batıllara, bu batıl siyasi rejimlere, iktisadi doktrinlere,
felsefi cereyanlara… suçun cinsine göre ceza sistemi getirecek bir olgunluk
düzeyine ulaşmamışlardır. Ulaşamadıkları için de toplumda fertlerin birbirlerine tasallutunu, zulmünü engelleyememektedirler.
Bugün de gördüğünüz üzere engelleyememektedirler. Neden? Çünkü bu
sistemlerde suçla ceza arasında hiçbir bağlantı yok. Adam, adam öldürüyor
cezası yirmidört yıl mahkûmiyet, adam hırsızlık yapıyor beş yıl mahkûmiyet,
adam yol kesiyor cezası on sene mahkûmiyet, adam karaborsacılık yapı-
337
yor cezası altı ay mahkûmiyet, adam tokatlıyor, sövüyor cezası on sekiz ay
mahkûmiyet. Suçlar mütenevvi; çeşit, çeşit, ceza aynı türden. Bu ceza sistemi
ile insanlar arasında denge kurulabilir mi? Tecavüzler kısıtlanabilir mi? Ama
İslam öyle değil, suçun cinsine göre ceza sistemini getiriyor ve bereketli önleyici bir yapı oluşturuyor.
Taammüden -kasıtla- adam öldürmeye İslam ölüm cezası, hatayla adam
öldürmeye belirli bir diyet cezası verir. Fertlerin zaruri ihtiyaçlarının gereğinde akrabası veya İslam toplumu tarafından karşılanacağı toplumda hırsızlık
yapanın elinin kesilmesi cezasını getirir. Karaborsacılık yapana mali türden bir
ceza verir. Böylece suçun cinsine göre ceza sistemi getirdiği içindir ki biz de
Allah’ın bizler için koyduğu İslam düzenine muhtacız.
Aziz dinleyicilerim!
338
Burada sizlere insanlık hayatında üzerinde sıkça söz edilen bazı noktalar
üzerinde mukayeseler yapmak sureti ile size niçin İslam’a muhtaç olduğumuzu açıklamaya çalıştım.
Burada bir önemli bir nokta daha var aziz kardeşlerim, insan hayatı sadece bu cezai sistemle bağlantılı değildir. İnsan hayatı sadece içtimai adalet ilkeleri ile bağımlı değildir, insan hayatı sadece insanları renklerine göre ayırma veya ayırmama faaliyetlerinden ibaret değildir. İnsanın tabii hayatının akışı içerisinde şöyle veya böyle, yapması veya yapmaması gereken yüzlerce alternatif vardır.
Bunların hiçbirisine bu batıl sistemler açıklık getirememektedirler. Mesela insan evlenmeli mi evlenmemeli mi? Alacağı kadında veya erkekteki ölçüler şöyle mi olmalı böyle mi olmalı? İçki içmeli mi insan içmemeli mi? Az miktarda mı içmeli mi yoksa hiç içmemeli mi? İnsan vücudunu örtmeli mi, örtmemeli mi? Örtecekse ne ölçüde örtmeli, ne ölçüde örtmemeli? İnsan anasına babasına gereğinde bakmalı mı, yoksa onu topluma bırakarak bakmamalı mı? On beş yaşında genç olarak, altmış yaşında yaşlı olarak insan, spor yapmalı mı yapmamalı mı? Yaparsa ne ölçüler içersinde yapmalı, ne ölçüler içersinde yapmamalı?
İnsan tuvalete nasıl girmeli nasıl çıkmalı? İnsan hayvan olmadığına göre
bu sualler de cevap bekler. Yemeği nasıl yemeli, nasıl yememeli, çok mu yemeli az mı yemeli? İnsan her gün traş, sakal traşı olmalı mı yoksa olmamalı mı?
Estetik ameliyat yapmalı mı, yaptırmamalı mı? Kadın kaşını inceltmeli mi inceltmemeli mi? İnsan, hangi vasıfları taşıyan insan -aziz kardeşlerim biliyorsunuz-, hangi ölçüler içersinde ticaret yapmalı, hangi ölçüler içersinde yapmamalı? Bu sualleri şöyle otursak, düşünsek, kaleme alsak binlere iblâğ etmek
(ulaştırmak) mümkündür. İnsan hayatında büyük yekun tutan cevaplandırılması gereken asıl sualler bu suallerdir.
Ne Kapitalizm, ne Sosyalizm ne Komünizm ne Kemalizm ne şu veya bu
izimler… İnsan hayatının büyük bölümünü teşkil eden, cevaplandırılması gereken bu suallerin biç birisine cevap vermemekte.
Bu sualleri bir problem olarak görmemekte, insan hayatının normal atmış yıllık ömrünün büyük kısmını dolduran bu faaliyetler alanını meçhuller
içerisinde bırakmaktadır. Ama yaratan Allah’ın insan için koyduğu İslâm, öyle bir mübarek bir düzendir ki o, insan hayatında yer alan her bir davranışa
izah, açıklık getirir.
İnsan hayatında yer tutan hiçbir söz, hiçbir davranış, hiçbir iş yoktur ki
İslâm’da o sözün, o davranışın, o işin bir açıklaması, bir izahı olmasın. Sizin
sakalınızı tıraş etmeniz gerekir mi, gerekmez mi, bu ihtiyacınıza cevap vermekte. Nasıl, hangi şartlar içersinde tuvalete girip çıkacağınızdan, hangi ölçüler içersinde üretim yapacağınıza, malları nasıl taksim edeceğinizden, hangi müfredat programlarına göre eğitiminizi düzenleyeceğinize kadar, basit veya önemli her bir problemine insanın İslâm cevap vermekte, çözüm getirmektedir. İşte insan hayatının her yönünü disiplin ettiği içindir ki insan Allah’ın
şerîatı olan İslâm nizamına muhtaçtır.
İslam dışı sistemler insan hayatını gayelendirememektedir
Aziz dinleyicilerim!
Bütün bunlardan sonra mukayeseleri saatlerce sürdürmek mümkün. Bütün bunlardan daha da önemlisi odur ki bütün bu batıl muharref dinler, bütün bu siyasi rejimler, bu iktisadi doktrinler, bu ne idüğü belirsiz batıllar hiç
birisi insan hayatına gâye getiremez.
Düşünün; insanların hayatına en mükemmel iktisadi sistemi getirsek, en
cezai programı getirsek, her bir insanı köşklerde yaşatsak, her bir insanı aradığı, bulmak istediği, her bir varlığa kavuştursak, her an ölebilecek olan insana
339
istikrar ve huzur getirmek mümkün mü? Değil. İnsan her an ölebilir. Bu akşam bir kalp sektesi ile, Turgutlu’ya dönerken bir trafik kazası ile, bu gün nüksedecek bir hafta sonra neticelenecek bir hastalıkla ölebilirsiniz. Ben varım diyen insanı, hayatını mücadele ile dolduran insanı, her an ölebilecek olan bu
insanı siz ölüm ötesini aydınlatmadan, ölümü öldürmeden mutlu edebilir misiniz? Mümkün mü? Kapitalizm ölüm ötesine garanti getirebilir mi? Komünizm ölüm ötesine ışık tutabilir mi? Kemalizm’in ölüm ötesinde adı var mı?
Ben ki insanım, benim ruhum ölümsüzlüğe açılmıştır. Hiçbir insan ölmek istemez, neden? Çünkü insan ölmeyecektir. Ebedi bir varlıktır onun için. Neden biz ölmek istemiyoruz, anamız ölüyor, babamız ölüyor, dedemiz ölüyor
biz ölümü kabul etmek istemiyoruz, çünkü ölüm yok da ondan. Ölüm bir intikaldir.
340
Yokluk manasına ölüm yok, intikal var, insan yaşadığı bu dünya hayatından ahiret hayatına intikal eder. Ölüm komasına girdiği andan itibaren ahiret hayatına intikalle hayat, kabir hayatı ile devam eder ve huzur-u rabbu’l
âleminde muhakeme edilerek cennet veya cehenneme sevk edileceği ana kadar sürer.
Ölümü öldüremeyen sistemler insanı mutlu edebilir mi? Beni bakan yapabilirsin, beni Reisicumhur yapabilirsin, beni fabrikatör yapabilirsin, ama
fabrikatör olmak kabir kapılarını kapatır mı? Bakan olmak üzerime gölgesini salmış olan ölümü öldürmek midir? Devlet başkanı olmak ölüm ötesinin
karanlıklarını ve azaplarını aydınlıklara ve mutluluklara çevirmenin garantisi midir? Ve insan hayvan olmadığına göre, ruhunda ebediyet özlemi olduğuna göre, adaletli bir dünyada da yaşamadığına göre gerçek adaletin tahakkuk
edeceği bir âlem olmayacak mı?
Bazı materyalistler Allah zalim midir, diyorlar. Madem ki Allah var ve adaletlidir, o halde Ahmet iki metre de Ali Rıza bir atmış boyunda, neden? Neden,
falanca güzel de, falanca kör ve topal oluyor? Haaaaa, evet hayat yalnız dünya hayatından ibaret olsaydı bu suallerin cevabı verilemezdi. Ama bu dünyada
adalet yok, Allah yukarda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi adaleti ile tecelli
etmiyor. Hakîm sıfatı imtihanı gerektirir.
Allah-ü zülcelâl bazı insana boy veriyor, güzellik veriyor, akıl veriyor kabiliyetler veriyor, mal veriyor; bazı insana bunların hiç birini vermiyor, ne-
den? Çünkü yaratan Allah’ın hikmeti var. Bizleri bu âlemde kulluk imtihanına tabi tutmuş, Allah-ü zülcelâl güzellik verdimi o bir imtihan sualidir. O güzellik nimetini nasıl kullanacağına bakar. Akıl da bir nimettir, onun hesabını/
cevabını vereceksin.
Bir öğretmen düşün, karşısına iki tane talebe gelir. Bir talebeye on tane sual sorar, birer numaradan beş suali cevaplandır geç der. Karşısına talebe gelir
ona iki sual sorar, beşer numaradan bir suali cevaplandır geç der. Öğretmen
adaletsizlik mi yapıyor. Hayır. On sual sorduğunda beş sual cevaplandırılırsa
geçirir. İki sual sorduğunda bir sual cevaplandırılırsa geçirir.
Adam, Salihli’nin köyünden mütevazı bir çobandır, ona hayat nimetinden, yaradanı tanıyıp tanımadığından, kulluğunu idrak edip etmediğinden
bir sual sorulur. Ahret mutluluğu başlar. Ama Ali Rıza hoca yırtabilir mi kefeni rahat rahat. Yırtamaz, kulluk imtihanını verebilir mi? Veremez. İmam Hatip müdürü verebilir mi, veremez. Müftü verebilir mi, veremez. Neden? Allah bize akıl verdi, tahsil imkânını verdi, kendi şeriatını imanla şereflendirdi. Şeriatının düsturlarını öğrenmek imkânına erdirdi. Salihli’de yüzlerce binlerce imansız, ibadetsiz, ahlaksız, elinden tutulmaya, yardım edilmeye, irşad
edilmeye muhtaç binlerce insan varken Ali Rıza hoca Süleymaniye’de yatarsa, İmam Hatip’teki müdür İmam Hatip Okulu’nda al maaşı salla başı yaparsa,
müftü efendi, düzen emrediyor der, Allah’ın şeriatını gecesini gündüzüne katarak köylere kadar yaymanın aşkını, ızdırabını, fedakârlığını, aşkını duymazsa öyle yağma yok, Salihli’nin köyündeki çoban gibi kulluk imtihanı verip de
huzur-u ilahide ak alınla ebediyet cennetlerine ermek yok.
Sözü nerede bırakmıştık, evet bu batıl sistemler ölüm ötesine izah getirememiştir. Efendim şöyle yapılsın, böyle yapılsın, şöyle olsun, böyle olsun, niçin olsun, neden olsun, bu suallerin cevapları yok mu? Her an hayat takviminin son yaprağı düşebileceğine göre, hayat yokluğun karanlıklarına mı düşüyor? Şimdi her an ölebilecek, bağlandığı değerlerden ve varlıklardan ayrılabilecek insana ölüm ötesini aydınlatmadan mutluluk getirilebilir mi? Ölümü öldürmeden insana bu hayatı aşkla yaşatabilmek mümkün mü? Değil.
Ama İslam, yokluk anlamına ölümü öldürüyor, ölümü güzelleştiriyor.
Bu hayatı yaşamaya değer kılıyor. Çünkü İslam, “Ey insan, sen Allah’ın bir
mahlûkusun, Allah; azîz, kerim olan Allah, sana dünya ve ahiret hayatından
ibaret ikili bir hayat halketti, sen ürkme, ölüm senin için yokluk değildir. Ey
341
insan agâh ol, uyan, ölüm senin için bir bayram gecesi olabilir. Ölüm yeni ve
mutlu bir hayatın başlangıcı olacak” diyor.
“Açılan kabir kapıları seni ebedi hayata götürecek. Rabbinin rızasına, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kalbin tasavvur edemeyeceği ebedi nimetlere erdirecek” diyor. “Ey insan, sen korkma, sen bu hayatı
aşkla yaşa, şevkle yaşa, mücadele ver, ölümden ürkme, hapisten ürkme, hastalıktan ürkme, mücadeleden yılma. İlâhi emir ve yasaklara bağlanman halinde
bütün elemlerin, ızdırapların, hapislerin, ölümün, bir ahiret yatırımıdır. Mutluluk yatırımıdır. Hür ol, özgür ol, insanların mahkûmu olma, kader programı içersinde garantidesin” diyor.
342
Evet, Ali Rıza hoca! Sen bu âleme gelirken kendi isteğinle gelmedin ki bu
âlemden giderken sana sorulsun. Benim, rahim ve kerim olan bir rabbim var.
O bana bir ömür takdir etmiş, hangi Materyalist benim canımı alacak? Hangi
hapishaneler benim ruhumu esir edebilecek. Ben Allah’a ve ahirete iman etmiş
adamım, benim için kayıp diye bir şey yok.
***
Değerlendirme
Bu konferansın omurgasını oluşturan metin Süleymaniye Minberinden
İslâm Nizamı isimli eserimizin Beyan Yayınları’nca neşredilen son baskısının
688-692. sayfalarında Cuma hutbesi olarak yayınlanmıştır.
Şartların değiştiği, bilgi ve şuur düzeyimizin müsbet yönde geliştiği dönemimizde aradan tam 28 yıl geçtikten sonra bile anılan hutbemizi dili ve içeriği
ile, konferansımızı da özü ile bütün ruhumla onaylamaktayım.
Ancak konferans metninde geçen; ince bir telkin edasından çok kaba bir
tebliğ tavrını yansıtan “gavurluk türleri, laik demokrasi, İslâm devleti ve şerîat
sözcüğünün sıkça kullanılması” gibi ifadeleri maksadı yeter derecede açıklamadığı ve İslâm karşıtlığı ve yasal zulme sebeb olduğu için tasvib edememekteyim.
Çünkü şahsiyetimiz ve İslâm aleyhine saldırılara sebeb olacak üslûptan
kaçınmamız Enam sûresinin 108. âyetiyle Kur’an buyruğudur.
Özden ödün verilmemelidir, ama ûslup kontrol edilmelidir.
Mahkeme Kararı
(Salihli)
343
344
Lügatçe
Adab
: Edeb’in çoğulu; bilinmesi ve riayet olunması gereken usul,
kaide.Allah’ın isimlerinden; Adalet sahibi. Ayırıcı nişan.
Kâfirlik nişanı. Açık.
Ashab-ı Kiram
: Yüce arkadaşlar; Peygamberimiz Hz. Muhammed’i mü’min
olarak görenler ve imardan üzerinde ölenler için kullanılır.
Âyet
: Kur’ân’ın sûrelerinin her bir bölümü.
Bid’at
: Hz. Peygamber döneminde olmayıp dinde sonradan ortaya çıkarılan; Kitab’a, Sünnet’e, İcma’a ve Kıyas’a muhalif
olan.
Düstûr
: Kanun, kaide, prensip.
Ensar
: Peygamberimize iman etmiş ve O’na Ashab olmuş Medine’nin yerlisi olan Müslümanlar.
Gayr-ı Müslim
: Yahûdi, Hıristiyan ve Müslüman olmayan her bir kişi.
Farize
: Farz, Allah’ın veya Peygamberinin yapılmasını gerekli kıldığı.
Fetva
: Bir mesele ve dâva hakkında İslâm Hukukuna uygun olarak müftü veya bir İslâm âlimi tarafından verilen hüküm
veya karar.
Fitne
: Karışıklık, fesad, azdırma.
Hadîs
: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in sözü.
Huşû
: Önünde eğilmek, sükûnet bulmak.
345
346
İbadet
: Allah’ın ve Peygambar’inin emirleri ve yasaklarına itaat.
İhlas
: Yapılanı yalnız ve yalnız Allah için ve O’na beğendirmek
maksadıyla yapmak. Kazanma, manevî bir değere sahip
olma.
İkrah
: Zorlamak.
İrtidat
: Dinden dönme.
İtikadî
: İnançla ilgili.
Kafir
: İslâm Dini’nin iki ana kaynağı Kur’ân ve Sünnet belirlenmiş olup inanılması gereken inanç esasları, emirler ve yasakların bütününe veya herhangi birine inanmayan kişi,
laik insan.
Kâhin
: Gelecekle ilgili haber verme iddiasındaki kişi.
Kerahet
: Çirkinlik; mekruh; sübût veya delâlet cihetlerinden biri ile
sabit olan ilâhî yasak. Özel kasıd.
Kelime-i Tevhid : Lâilâhe illellâh Muhammedür-Resûlüllah. Olgunluk.
Kisra
: Sasani (eski İran) İmparatoru. Kur’ân. Kâfir olmak.
Kültür
: Bir milletin manevî varlığını ve düşünce birliğini meydana
getiren din, dil, folklor, tarih ve geleneklerin bütünü.
Laik
: Dinî olmayan, Kur’ân ve Sünnetin yönetimi altına girmeyen, girilmesini istemeyen.
Materyalist
: Tabîatta maddeden başka bir varlık kabul etmeyen, Allah’a
inanmayan.
Mekruh
: Bak.Kerahet
Mezahib-i Erbaa : Dört mezheb: Hanefî, Şafiî, Maliki, Hanbelî.
Millet-i Vahide : Bir tek sistem veya topluluk, İslâm’ın dışındaki bütün bâtıl
din ve ideolojiler ve mensubları. Miras bırakan. Etkileyen.
Münafık
: Kafası ve kalbiyle kâfir olup dıştan Müslüman olarak görülen kişi. Takva sahibi. Tercih olunan.
Mürted
: İslâm Dini’nden dönerek kâfir olan kişi.
Nass
: Kur’ân ve Sünnet.
Nedb
: Mendup, müstahab, gayr-ı müekked sünnet, Hz. Peygamberin bazan yapıp bazan yapmadığı.
Otorite
: Itâat ettirme hak ve iktidarı, idarî ve siyasî iktidar, bir sahada derinleşmiş kişi.
Resülullah
: Allah’ın Peygamberi; Hz. Muhammed.
Rivayet
: Anlatma, haber verme, bildirme. Hadîsler ve tercümelerinde kullanılan “rivayet” bir terimdir.
Sahâbi
: Mü’min olarak Hz. Muhammed’i (s.a.) gören ve mü’min
olarak ölen kişi..
Semavî Din
: Allahın Peygamber aracılığı ile indirdiği vahye dayalı din.
Sûre
: Kur’ân’ın 114 bölümünden her biri.
Sünnet
: Peygamber’imiz Hz. Muhammed’in sözleri, davranışları,
işleri, hükümleri ve tasvip buyurduklarının bütünü.
Şeriat
: Allah’ın ve Peygamber’i Muhammed’in insanlar için koyduğu kanunların; emirler ve yasakların bütünü.
Tağut
: İslâm Dini’ne karşı çıkan ve Bâtıl’lara çağıran, her fert ve
önder; İslâm’la çatışan gelenekler, rejimler, azgın nefis.
Takva
: Şirk’den arınmış olarak Allah’a ve diğer İslâmî esaslara
inanmak, Allah’ın ve Peygamber’inin emirleri ve yasaklarına ciddiyetle bağlılık.
Strateji
: Orduyu düşman karşısında yönetme sanatı.
Tabiin
: Mü’min olarak Ashab-ı Kirâm’dan biri veya bir kaçını görenler.
Vahiy
: Allah tarafından Peygamberlere lafız ve mânâ olarak veya
yalnız mânâ olarak doğrudan doğruya veya Cibril aracılığı
ile indirilen ilâhî buyruklar.
Ya Resûlellah
: Ey Allah’ın Peygamberi (Hz. Muhammed).
Zaviye
: Açı
347
348
Başlıca Kaynaklar
Tefsirler
Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmet, El-Ensâril-Kurtubî El-Camiu Li AhkâmilKur’ân 1968 Darul-Kütübil-Misrî (1-20).
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. İkinci Baskı, (1-9). İsmail b. Kesîr, ElKureşşiyyid-Dimaşkî Tefsirül-Kur’ânil-Azîm (1-4).
Muhammed Ali Sabûnî, Revâiül-Beyan Tefsîr-u Âyâtil-Ahkâm Minel-Kur’ân,
1977 Dimaşk (1-2).
Hadîs Kitapları
Kütüb-i Sitte
Celalüddin-Es-Suyut El-Camiüssağîr Fi Ehadîsil-Beşîrin-Nezîr, Mısır (1-2).
Heysemî Nuruddin Ali b. Ebû Bekir Mecmeüz-Zevâid ve Menbeul-Fevaid,
Beyrut 1967 (1-10).
İbn-ü Hacer El-Askalânî, Bülûğul-Merâm Min Edilletil-Ahkâm Talik Es-Seyyid
Muhammed Emin Ketbî.
İsmail b. Muhammed El-Aclûnî Keşfül-Hafâ ve Müzîlil-Elbas Ammeştehere
Minel Ehadîsi Fi Elsinetin-Nâs. Talik Ahmet Kellaş.
Mansur Ali Nasıf El-Tac El-Camiu Lil-Usûl Fi Ehadîsir-Resûl, 1961 Mısır.
Muhammed b. Abdullah El-Hatib Et-Tebrizî Mişkâtül-Mesâbîh, Tahkik M.
Nasıruddin El-Bani.
Mühyiddin Ebu Zekeriyya En-Nevevî Riyâzüs-Salihin Min Kelâm-i SeyyidilMürselin.
349
Şerhler
Ali b. Muhammed El-Karî Min Mirkatil-Mefâtîh Şerh-ü Miskatil-Mesâbîh (1-4).
Bedruddin Muhammed El Aynî Umdetül-Karî Fi Şerh-i Sahihil-Buhârî (1-25).
Ebut-Tayyip Muhammed Şemsul-Hakkü-Azim Abâdî Avnul-Ma’bud Şerh-u
Sünen-i Ebî Davud Zabd ve Tahkik Abdurrahman Muhammed Osman 1968 Medine (1-14).
Muhtelif Konulu Kitaplar
Abdurrahman El-Cezerî, Kitâbül-Fıkh Alel-Mezâhibil-Erbaa Mısır (1-5).
Ali Rıza Demircan, Süleymaniye Minberinden İslâm Nizamı (1-3),
İslâm’a Göre Cinsel Hayat (1-2),
Allah’ın Resûlü’nden Hayat Düstûrları.
350
Doç. Dr. İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye 1980 Ankara.
Osman b. Kaymaz Ez-Zehebî Kitâbüİ-Kebair Beyrut.
Ömer Nasûhî Bilmen Hukuk-u İslâmiye ve lstılahat-ı Fikhıye Kamusu Bilmen
Yayınları (1-8).
Sırrı Paşa, Nakdul-Kelâm F. Akaidil-İslâm 3. Baskı.
Yusuf El-Kardavî, El-Halal vel-Haram Fıl-İslâm 4. Baskı Beyrut.
Mehmet Zihni Nimet-i İslâm.
Ebû Bekir b. Mesud, El-Kasânî K. Bedâiüs-Sanâi Fi Tertibiş-Şerâi.
İbn-ü Kemal, Fethül-Kadir.
Manastırlı İsmail-Hakkı, Mevaidül-İn’am Fİ Berâhin-i Akâidiî-İslâm.
Ahmet Ziyaûddin Gümüşhanevî, Camiul-Mütûn.
İbn-û Teymiye, İktizaüs-Sıratıl-Müstekim Muhalefet-ü Eshabil-Cehîm.
Orhan Koloğlu, İslâmda Başlık 1978 Ankara.
Hamûd İbn-ü Abdullah, Delâüül-Eser Ala Tahrimh Ve Temsili Biş-Şaari.
Ali Rıza Demircan
BÜTÜN ESERLERİ
1. İslâm Nizâmı
2. İslâmî Kimliğimizi Korumak
3. Allah’ın Resûlü’nden Hayat Dersleri
4. İslâm’a Göre Cinsel Hayat
5. Cuma Mesajları
6. Hac ve Umre Yüceliğe Çağrıdır
351
352
Download