DOKSANÜÇ HARBİ VE PLEVNE SAVAŞI İLE BAĞLANTISI Biz üçüncü kuşaklar ve bizden önceki ikinci kuşaklar, birinci kuşak nine ve dedelerimize: ‘Siz Lofça’dan ne zaman göç ettiniz?’ Diye sorduğumuzda, hepsinin ağzından: ‘Doksanüç Harbinden sonra göç ettik.’ Cümlesi çıkardı. Neydi bu 93 harbi? Yazılı tarihlere ve kaynaklara göre göç 1878 yılında olmuştu. Öyleyse 93 sayısı veya yılı nereden geliyordu? Önce bunu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Bugün kullandığımız ölçüler, tartılar, paralar, takvimler ve saatler Cumhuriyet Dönemi içersinde, 26 Aralık 1925’ de kabul edilerek yürürlüğe girdi. Osmanlı döneminde; metre yerine, arşın ve endaze, kilo yerine; okka ve batman, lira yerine; kayme ve mecidiye, alafranga saat (bugün kullanılan saat) yerine; alaturka saat kullanılıyordu. Bu saate göre bir gün, güneşin doğması ile saat: 6’da başlıyor ve güneşin tekrar doğması ile saat: yine 6’da sona eriyordu. Milâdi Takvim yerine de Hicri ve Rumi Takvim kullanılıyordu. Osmanlı Devleti 1678 yılına kadar her alanda Hicri Takvimi kullanmıştı. 1678 yılından itibaren maliye işlemlerinde Rumi Takvimi kullanmaya başlamış ve resmi olaylarda da Rumi Takvim geçerli olmaya başlamıştı. Hicri Takvim, İslâm Peygamberi Hazreti Muhammet’in Mekke’den Medine’ye göç etme (hicret etme) tarihi olan M.S. 622 yılını başlangıç olarak alıyor ve ‘ayın dünya etrafında dönmesi’ esas alınarak aylar 29 veya 30 gün hesap ediliyor; yılın ilk ayı olarak Muharrem (bu gün kullandığımız takvime göre Mart) ayı kabul ediliyor; bu hesaba göre de bir yıl 354 gün sayılıyordu.Bu günümüzde de Recep, Şaban, Ramazan, Bayram, Muharrem gibi bazı hicri ayların adları ve 29 gün üzerinden hesaplanması ile İslâmiyetin ve Müslümanlığımızın gereklerini yerine getiririz. Bu nedenle de Ramazan ayı, Şeker ve Kurban bayramları, kandiller, üç aylar, aşüre günü, hac zamanı her yıl 10 gün önce gelir ve 33 yılda bir ayni günlere rastlar. Osmanlı Devleti 1678 yılından itibaren Avrupa devletleri ile ticarete ve borç para alımlarına başlayınca, Rumi Takvim kullanan Avrupa ülkeleri ile anlaşmazlıklar ve güçlükler çıkmaya başladı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti 1678 yılından itibaren; dinle ilgili yazışmalarda, Müslüman devletler ile olan karşılıklı ilişkilerde Hicri Takvim; mali işlerde ve anlaşmalarda, tarih yazımlarında Rumi Takvim kullanılmaya başlandı. Günümüzde kullanılmayan ama bazı dini ve tarihi olaylarda geçen Hicri Takvim yılını, bu gün kullandığımız Milâdi Takvim yılına çevirmek için yöntem: Hicri yıl sayısını 33’e bölerek, çıkan sayıyı, bölünen hicri yıldan çıkarmak ve bulunan sayıya 622 eklemek gerekir. Rumi Takvime gelince: M.Ö. 46 yılında Roma İmparatoru Jül Sezar adına düzenlenen takvim esasına dayanır ve yılbaşı 1 Mart olarak kabul edilir. Rumi sene 365 gündür. Bu nedenle Rumi sene ile Hicri sene arasında 11 günlük bir fark vardır. Bu yüzden Rumi sene, her 33 yılda Hicri seneyi bir yıl geçer. Bu farkı gidermek için Rumi seneden, her 33 yılda bir Hicret senesi düşürülür; buna ‘sıvış senesi’ denir. Rumi Takvimin başlangıç tarihi M.S., yani Milâdi Takvimden sonra 584 yılında başlatılmıştır.Bu yüzden Rumi seneyi bulmak için, Milâdi seneden 584 yıl çıkarılır… 26 Aralık 1925 tarihinde yapılan ‘Ölçülerde Devrim Yasası’ ile birlikte, bu gün dahi içinden zor çıkabildiğimiz Hicri ve Rumi takvim kullanılmaktan vazgeçilmiş ve tüm dünya ile birlikte İsa Peygamberin Doğum gününü başlangıç olarak kabul eden ve dünyanın güneş etrafında dönme süresine göre yılı ve ayları belirleyen, bu gün kullandığımız takvime geçilmiştir.Osmanlı Devleti zamanında, Hicri veya Rumi takvimlere göre yazılmış belgeler de bilim adamları tarafından bu gün kullandığımız takvim yıllarına çevrilerek kitaplar yeniden yazılmış ve düzeltmeler yapılmıştır. Halen tarih arşivlerinde ve müzelerde bulunan orijinal Osmanlı Tarihi Belgelerinde yine Hicri ve Rumi tarihler geçmekte, bu tarihleri günümüze çevirmek için de yukarıda açıklanan yöntemler uygulanmaktadır… Bizler Köyümüzün Üçüncü Kuşağı olmanın yanı sıra; Türkiye Cumhuriyeti’nin de Üçüncü Kuşağı oluyoruz. Okul yıllarımızda her tarihi olayı Milâdi Takvim yıllarına göre öğrendiğimiz için, Hicri ve Rumi Takvim yılları konusunda bilgimiz yoktu. O yıllarda her evde kullanılması alışkanlık haline gelen ve her evin bir yıllık kültür dağarcığını oluşturan ‘Saatli Maarif Duvar Takvimleri’nin ön sayfalarında : ‘Hicri Yıl ve Rumi Yıl ‘ sayılarına rastlar, bunlar hakkında büyüklerimizden bilgi edinmeye çalışır ama köklü bilgilere ulaşamazdık. Takvimler arasındaki bu çeşitlere ve aralarındaki farklara ancak lise öğrenim yıllarında ulaşabildik… Bu gerekli bilgileri paylaştıktan sonra, 93 Harbinin nereden geldiğine dönebiliriz. Aşağıda anlatmaya çalışacağımız tarihsel olaylar nedeniyle, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1877 – 1878 yıllarında Osmanlı -Rus Savaşı yapılmıştır. O tarihlerde Osmanlı Devleti Rumi Takvim kullanıyordu ve bizim Birinci Kuşak Nine ve Dedelerimiz de yılları bu takvime göre kullanıyorlardı. Miladi Takvime göre yazılmış tarih kitaplarına göre:1877 yılında yapılmış görünen Osmanlı – Rus Savaşı, Rumi Takvime göre: 1877 – 584 = 1293 yılına denk geliyordu. Bu nedenle de Nine ve Dedelerimiz, Rumi Takvimin 1293 yılının baştaki 1 ve 2 sayılarını atlayıp kısaca: ‘93 Harbi sonunda Lofça’dan göç ettik’ diyorlardı… * * * * * Osmanlı ile Rusya, 1853 – 1856 yılları arasında Kırım Savaşı’nı yapmış ve Ruslar yenilmişti. Rusların amacı: Osmanlıyı yenmek, Boğazlar ve Ak Denizi ele geçirmekti. Kırım Savaşında yenilince bir süre bu amacından vazgeçmiş gibi davranıp, Osmanlı ile iyi ilişkiler içerisinde göründü. Gücünü toplayıp,başka ülkelerden gerekli destekleri alacağı güvencesini sağladıktan ve Osmanlı yönetimindeki Balkanlarda bulunan Sırp, Bulgar, Ulah, Romen, Rum ve Karadağlıları; Kafkaslarda bulunan Ermenileri isyana teşvik edip; siyasi amaçlı komita adı verilen çeteler kurmalarını; başlarına da komitacıları geçirip sivil halka saldırmalarını sağladıktan sonra, beklediği zamanın geldiğine inanarak, 23 Nisan 1877’de Osmanlı’ya savaş ilân etti. Ruslar, birlikte oldukları devlet ve milletlerin kuvvetleriyle birlikte; doğuda İkinci Ordusu ile Kafkaslardan, batıda Birinci Ordusu ile Balkanlardan Osmanlı’ya saldırdı. Bu zamana kadar devletlerarasında yapılan savaşlar, iki ordunun geniş bir alanda veya ovada karşılaşıp savaşması ve birbirini yenip savaşı kazanması veya kaybetmesi ile sonuçlanıyor; yenilen taraf yenen tarafın isteklerini kabul edince de bir antlaşma imzalanıp savaş sona erdiriliyordu. Doksanüç Harbi, bu alışılmış savaş kurallarından farklıydı. Bu savaşa bölgede yaşayan tüm insanlar katılmış, ordularının yanında yer almış, sonuçlarından de etkilenmişti. Nedenlerini aşağıda sizlerle paylaşacağımız bu savaşın içerisinde yer alan Plevne Savaşları ve Plevne Savunması, bizim nine ve dedelerimizin de katıldığı ve sonucunda 500 yıllık yerlerini, yurtlarını terk edip göç ettikleri bir savaştı. Bu nedenle de bizler açısından çok önemliydi ve Tarihçe Öykümüzde ayrıntılarıyla yer almalıydı. Tarihçe Öykümüzün 3,4 ve 5. Sayfalarında anlatmaya çalıştığımız Plevne Savaşı, dedelerimizin kuşaktan kuşağa anlatılanları belleklerinde tutup bizlere anlatmalarından ibaretti. Dedelerimizin bizlere anlattıklarını Tarih Baba nasıl yazıyor ve ne kadarını doğruluyordu? 1970’li yıllardan itibaren Osmanlı Arşivlerinden yararlanmaya sınırlı da olsa izin verildi. Daha sonraki yıllarda bu yararlanma serbestliği giderek çoğaldı ve bizler de şimdiye kadar kafamızda belirmiş her soru işaretimize belgeli, kanıtlı yanıtlar bulmaya başladık. Köyümüz Tarihçe Öyküsü’nü adı geçen bu bilgi, belge ve kanıtlara ulaşabildiğimizce ulaşarak yazmaya ve gelecek kuşaklarımıza taşımaya çalıştık… Doksanüç Harbi’nin Balkanlar Bölümünde geçen ve çok önemli bir yer tutan Plevne Savaşları ve Plevne Savunmasına geçmeden önce, Doksanüç Harbi sonuçlarını bilmek, bu harbin sonunda imzalanan antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin kayıplarını gözler önüne sermek gerekir. DOKSANÜÇ HARBİNDE OSMANLI NEDEN YENİLDİ? Doksanüç Harbi’nin genel sevk ve idaresi ile yenilginin neden ve sonuçları; yazılı tarihi belgelere göre kısaca şöyle özetlenebilir: Bu savaşta Osmanlı Ordusu, gerek Balkanlar’da, Gazi Osman Paşa ile; gerek Kafkaslar ve Doğu Anadolu’da Gazi Ahmet Muhtar Paşa ile; yer yer başarılar elde ettiği ve parlak kahramanlıklar gösterdiği halde; parasal sıkıntılar, cepheler gerisinde yol yetersizliği, yetişmiş subay azlığı, kumandanların anlaşamaması ve özellikle askeri harekâtın Yıldız Sarayı’ndan yönetilmeye kalkışılması yüzünden yenilgi gecikmemiş ve Rusların İstanbul önlerine kadar sokulmasına engel olunamamıştır. Askerin bozgunu ve göç eden halkın perişanlığı son noktaya dayanınca, Padişah İkinci Abdülhamit, yenilgiyi kabul etmiş ve Rus Çarı’na başvurarak barış istemek zorunda kalmıştır. Bu çok acı verici bir olaydır. Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan bu yana tarihinin en büyük yenilgisine uğramış; Balkanlar’da, Rumeli’de, Kafkaslar da 500 yıldır sahip olduğu toprakları kaybetmiş ve ilk olarak Türkler sahip oldukları ülke büyüklüğündeki toprakları terk etmek, göç ederek Anavatana sığınmak, yeni bir yaşam savaşına atılmak zorunda kalmışlardır… OSMANLI İMPARATORLUĞU NEDEN BU DURUMA DÜŞMÜŞTÜ? Beş yüz yıl boyunca dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuş; dünya siyasetine, ticaretine, toprak paylaşımına yön vermiş, üç kıtada Avrupa kıtasının büyüklüğünden daha fazla topraklara sahip olmuş; her dinden, her ırktan, her milletten ve görüşten insanları Osmanlı uyruğu altında birleştirip huzur ve barış içerisinde yaşamalarını sağlamış bir devlet neden bu kötü durumlara düşmüştü?.. Bunun çok kısa ve öz yanıtı: DÜNYA DEĞİŞMİŞ, AMA OSMANLI DEVLETİNİ YÖNETENLER BU DEĞİŞİME AYAK UYDURAMAMIŞTI. Dünyadaki bu değişimlere kısaca göz atmadan Plevne Savaşlarına ve Plevne Savunmasına geçmek, olayları noksan anlamamıza ve yorumlamamıza neden olabilir. Bu nedenle Tarih Baba’nın sayfalarında kısa bir ‘bilgi tazeleme’ turuna çıkalım… DEĞİŞEN, GELİŞEN DÜNYA VE DEĞİŞEMEYEN, GELİŞEMEYEN OSMANLI Dünyamıza yeni bir yönetim anlayışı getiren; 1789 Fransız Devrimi’ne kadar, krallık ve imparatorluk sınırları içerisinde mutlakiyetle yönetilen insanlar; ırkına, soyuna, sopuna, milliyetine ve dinine bakılmaksızın sahip olduğu toprakları işler, kazancından vergisini verir, savaşa çağırıldığında gider,ölenler ölür, kalan sağlarla yaşam devam eder ve iyi komşuluk ilişkileri içerisinde, hiç kimse kimsenin kimliğine bakma ve dikkate alma gereği duymaksızın yaşamlarına devam ederlerdi. İki devlet veya krallık veya imparatorluk savaşa tutuştuğunda, kendi toprağının, malının mülkünün yer aldığı tarafta savaşa girerdi. Savaşta kendi tarafı galip gelirse ödül alır; karşı taraf galip gelirse, yeni devletin yeni yönetimini ve vergilerini kabul ederek toprağının, mal ve mülkünün sahibi olarak yaşamına devam ederdi. 1789 Fransız Devrimi ile birlikte, Avrupa’dan başlayarak tüm dünyayı ‘Cumhuriyet Yönetimi, Milliyetçilik Akımı ve ayni milliyetten gelen insanların oluşturduğu Millet ve bu milletlerin oluşturduğu Ulus Devlet ‘ kurma isteği, tutkusu ve coşkusu sardı. O tarihe kadar milliyetini ve milletini düşünmemiş; toprağına, malına ve mülküne sahip olmaktan öte bir amaç taşımamış olan insanlar; bir millet oluşturup kendilerine ait bir devlet kurma arayışına ve mücadelesini girdiler. Özellikle Rumeli ve Balkanlarda bu yıla kadar iyi komşuluk ilişkileriyle dost ve kardeşçe yaşayan, sosyal ilişkilerinde birbirlerinin haklarına, milliyetlerine ve dinlerine saygı gösteren; Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar, Ulahlar, Macarlar, Karadağlılar, birden Türklere düşman kesildiler. Kendi milletlerine ait saydıkları topraklardan Türkleri atmak, uzaklaştırmak, topraklarına, mal ve mülklerine el koymak için insanlık dışı davranışlara yöneldiler. Siyasi amaçlarına ulaşmak için Komita adı verilen silâhlı gizli örgütler kurdular. Başlarına Komitacı denilen gözleri dönmüş Türk düşmanlarını getirip Çeteler kurdurdular. Köy, kasaba ve kentlere gece saldırıları düzenlemeye, kadın ve kızları taciz etmeye, kaldırıp dağa kaçırmaya, camileri, evleri, hasat vakti gelen tarlaları yakıp yıkmaya, özellikle sürüler halinde domuz besleyerek müslüman komşularını haram ve mundardan kaçırmaya başladılar. 50 yıl kadar bu saldırılara karşı koymaya çalışan Türkler, Osmanlı Devleti Yöneticilerinin, devlet gücü kullanarak; can, hak, mal ve mülklerini korumasını beklediler.1850’li yıllardan itibaren artık dayanamaz hale geldiler. Mal ve mülklerinden vazgeçip, yükte hafif pahada ağır varlıklarını beraberlerine alıp; Rumeli ve Balkanlardan Anayurda göç etmeye başladılar. 1850 ile 1918 yılları arasındaki 68 yılda,bir milyondan fazla Türk, Rumeli ve Balkanlardan göç etmiş, bir o kadarı da isyan, baskın, çete ve savaşlarda canlarını kaybetmişlerdi… Dünyanın en güçlü devleti olan, en çok ve en yiğit askerlerini besleyen, üç kıtada üç dinden insanları birbiri ile iyi komşu yapan; yetmiş iki buçuk milleten insanlara adalet dağıtıp 600 yıldır takdir toplayan Osmanlı İmparatorluğu, neden Rumeli ve Balkanlarda ki kalkışmayı ve akan kanları durduramamıştı?... Bunun nedenlerini önce tarih kitaplarındaki gerçeklerden; sonra nine ve dedelerimizin anlatımlarından öğrenmek daha gerçekçi olur… Osmanlı İmparatorluğu savaşan, fetihlerde bulunan, fethettikleri ülkeleri vergiye bağlayıp hazinesini dolduran, bu hazinesini de yatırım yapmadan har vurup harman savurup harcayan, teknolojik gelişmeleri takip etmeyen bir devletti. Beslediği büyük ordunun askerleri bile her bahar sarayın kapısına dayanıp Padişahları savaşa gitmeye zorluyorlardı. Bunun başlıca nedeni, kazanacakları savaştan sonra yapacakları yağmalardan (savaş ganimetlerinden) bir yıllık geçim parası sağlamaktı. Çünkü geçen yıldan kazandıkları yağma (ganimet) paraları suyunu çekmiş olurdu. Ülkemizde üretim yapan ve malını hem içeride hem de dışarıda satan hiçbir fabrika yoktu. Türk olanlar ancak fırıncılık, kasaplık gibi Müslüman halkın Müslüman olanlardan alış veriş yapacağı meslekleri yapar; bunun yanı sıra askerlerin savaşlarda kullandıkları silahları, kılıç ve kalkanları, giysileri, atların donanımları ile ilgili saraç malzemelerini üreten iş yeri sahibi olurlardı. Bunların dışındaki meslekler, Türklerin gözünde ‘ayıplı mesleklerdi.’Bu meslekleri yapmak Türklere yakışmazdı. Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin ticareti Türk olmayan Osmanlı Tebaasının (Yahudi, Rum, Ermeni vb. asıllı uyruklarının) elindeydi.1789 Fransız Devrimine kadar hemen hemen hiçbir sorun yaşanmadı. Milliyetçilik gibi bir akım olmadığı, krala ve padişaha kulluk etmekten başka bir yönetimin düşünülmediği bu devirlerde, herkes durumundan ve yaşamından memnundu. Fransız Devriminden sonra dünyada ilk kez Fransızlar, bu zamana kadar hiç akıllara gelmeyen ‘milliyetçilik’ duygu ve düşüncesi ile bir araya gelip Fransız Milletini oluşturdular ve kralı devirip Fransa Cumhuriyetini kurdular. Vatandaşlık yasasını ilk kez yazarak: ‘Tüm insanların eşit olduğunu, kendi kendilerini yönetebileceğini, köle olarak alınıp satılamayacağını, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulacağını (lâiklik ilkesini)’içinde bulunduran ilk Anayasa Kitabını hazırlayıp halkın oyuna sundular ve bu yıla kadar halkı sömüren, eziyet eden, köle olarak kullanan, işkence yaparak öldüren yöneticileri yargılayıp cezalandırdılar.Halk mahkemelerinin İdam hükmü verdiklerini, halkın toplandığı meydanlarda giyotinle başlarını keserek cezalandırdılar.Bütün dünya insanları, Fransız Devrimini ve sonrasında yapılanları büyük bir ilgi ile izledi ve kendilerine de ders çıkardı.Bu zamana kadar kralın, şahın veya padişahın kulu; papanın, halifenin ve ruhban sınıfının ümmeti ve zengin sınıflarının kölesi olmaktan; isyan ederek, baş kaldırarak, savaşa savaşa haklarını alarak yurttaş (vatandaş-birey) olmaya; krallıkları devirip, ulus devlet sınırlarını çizip, halkın kendi kendisini yönetmesi olan cumhuriyet yönetimleri kurmaya başladılar. Avrupa’da İngiliz Milleti, İngiltere Devletini; Alman Milleti, Almanya Devletini; İtalyan Milleti, İtalya Devletini, Amerikan Milleti, Amerika Birleşik Devletini ve cumhuriyet yönetimlerini kurarak dünyaya örnek oldular. Düşüncelerini, teknolojilerini ve ürettikleri silahları diğer dünya ülkelerinde yaşayan, ‘millet olarak bir araya gelememiş ve kendilerine ait bir devlet kuramamış’ insanlara satıp; kendi milletlerini oluşturup, kendi devletlerini kurmaları için desteklediler. Tüm bu akımlar dünyadaki yönetim şekillerini değiştirirken; Avrupa devletleri ve Amerika Birleşik Devletleri, Tarım Devrimini geride bırakıp Sanayi Devrimini gerçekleştirdiler. Yeni buluş ve teknolojilerle başta silah olmak üzere ürettikleri sanayi mallarını pazarlamaya ve çok para kazanmaya başladılar. Buharlı makinelerden petrol ile çalışan motorlu makinelere, başta tren olmak üzere, taşıt araçları ve savaş araçlarına geçtiler. Ürettikleri silah ve ürünleri, önce Osmanlı Devleti egemenliğindeki Avrupa milletlerine, sonra da Asya ve Afrika milletlerine satarak iç isyanları başlattılar. Komitalar kurdurup, başlarına Komitacıları geçirdiler. Amaçları Osmanlı İmparatorluğunu sona erdirmek, Anadolu’yu ele geçirerek Türkleri ortadan kaldırmak veya Orta Asya’ya sürmekti… Bu olaylar tüm dünyayı kasıp kavururken Osmanlı Devleti: ’Hiçbir şey olmamış ve olmayacak gibi, kendi büyük imparatorluğunu hiçbir gücün yıkamayacağı ve kendisi ile savaşmayı göze alamayacağı gibi’ davranmaya devam ediyor, yeni buluş ve teknolojileri ‘gâvur icadı ve dinimizce haramdır’ diyerek takip etmiyordu. Padişahlar saraylarında zevk ve sefaya dalmışlar, askerlerin savaş istediklerinde sadrazamlarını görevlendirmişler, üç kıtada çok büyük bir yer tutan imparatorluk topraklarını yönetmekte güçlük çekmeye başlamışlar, savaşta ordularını besleyecek lojistik destekleri (yiyecek, giyecek,sağlık, cephane ve silah taşıma araç, gereç ve insan gücü) sağlayamamış oldukları için, savaşlardan yenik ayrılmaya, bu zamana kadar emri altında bulunan ve savaş korkusu ile vergi vermeye zorladığı ülkelerden yıllık vergi alamamaya başlamışlardı… Savaşa giden bir ordu için lojistik destek hayati önem taşıyordu. Plevne’ye savaşa gitmeye karar veren yüz bin kişilik Osmanlı Ordusu, en az altı ay öncesinden hazırlıklara başlar, günlük 30 km. yol gidileceği hesap edilerek il ve ilçelerde konaklama yerleri hazırlanır, bu hazırlıkların sağlıklı olup olmadığını, yetip yetmeyeceğini denetlemek üzere atlı süvari güçleri en az bir gün önceden gelirlerdi. Konaklanacak il ve ilçelerin mülki amirlerine (vali ve kaymakamlarına) gerekli yiyecek, içecek hazırlıklarını yapmalarını ve savaş süresince bu desteklerinin orduya taşınarak sürdürülmesini isterlerdi. Ordunun geçiş yolu üzerinde yaşayan halk, ürettikleri yiyecek, içecek, giyecek vb. ürünleri ‘Ordu Erzak Alım Komutanına’ getirerek satarlar ve para kazanırlardı. Erzak alım komutanı, kuru erzakları beraberinde götürür, taze meyve ve sebzelerin savaş süresince getirilmesi için gerekli organizasyonu yapardı. Ordunun et ihtiyacını karşılamakla görevli olan komutan canlı hayvan alımları yaparak sürülerin orduyu izlemesini ve zamanı gelince kesilmesini organize ederlerdi. Güzergâh (geçiş yolu) üzerindeki il ve ilçelerde görev yapan askeri komutanlara, savaşa kaç asker ile katılacakları önceden bildirilir, bu komutanlar yönetimleri altındaki yerleşim birimlerinden toplayıp süvari ve piyade olarak yetiştirdiği askerlerle savaşa hazır beklerler ve ordu geçerken; mehter bölüğü ile yapılan görkemli törenlerle orduya katılırlardı. Ordunun iletişim ve ulaşımından sorumlu komutan, başkentten savaş kentine kadar işleyecek iletişim ağını kurardı. Bu iletişimler çoğunlukla, konaklama ve at değiştirme yerleri önceden belirlenen ve çok hızlı at süren ‘Posta Tatarları’ ile yapılır; savaşın gidişatı hakkında Padişah’a bilgi ulaştırılır, yeni buyruklar alınır ve gerekirse orduya asker desteği verilirdi. Bu iletişimler çok önem taşır, savaş sona erinceye ve ordu geriye dönünceye kadar devam eder, savaşların seyrini değiştirirdi. Ayni komutan ordunun ulaşımı için de yollar açar, köprüler kurar, topları çekecek katana, katır ve mandaları sağlar, süvarilerin yedek atlarını hazır bulundururdu. Ortalama 25 bin süvari atı ve bir o kadar yük taşıyan ve çeken hayvanların ot ve yemi de bu komutan tarafından sağlanırdı. Ordunun sağlığından sorumlu komutan, içilecek sulardan, yenilecek sebze ve meyveye; her hafta askerlerin banyo yapmasından, savaşta yaralananların yardımına koşmaya, bulaşıcı hastalıklardan korunmaya ve ameliyat yapmaya kadar ordunun bütün sağlık işleri ile ilgilenir ve savaş güzergâhı üzerindeki tüm hastane ve sağlık ocaklarını hazır bulundururdu. Ordunun moralini yüksek tutmak; askeri ve halkı coşturmak, heyecan yaratmak ve düşmanlara korku salmak için de; Mehter Başı Komutan yönetiminde Mehter Bölüğü; savaş marşları ve kahramanlık türküleri ile her mola yerinde ve savaş öncesi, savaş yapılacak meydanda gösteriler yapardı. Kısaca, savaşa giden ordu ile halk birleşir, bütünleşir; kendileri para kazanır ve ordularının gücü ile coşarlarken, ordu da gördüğü destekle ve sağladığı iletişimlerle savaşları kazanırlardı. Savaş Hattı (Savaş Yolu, Savaş Güzergâhı) adı verilen bu iletişim ağı, ordunun kan damarı kadar önem taşır, bu yol tıkanır veya koparsa ordunun kan damarları kesilen bir insandan farkı kalmaz; savaşı kazanması düşünülemezdi. Bunu çok iyi bilen Osmanlı Devleti, Savaş Yolu güvenliği için ayrıca askerler görevlendirir, casuslar çıkarır ve düşman casuslarının sızmasını önlemek için de önlemler alırdı. İlk alınan önlem; yönetimi altında yaşayan insanların dinine, milliyetine, rengine karışmamak, vergisini veren ve çağrıldığında askere gelen halkın; malını, canını, ırzını, namusunu korumaktı. Bunun için de yönetimine aldığı devletlerin başında, yapılan barış anlaşması ile kendisine uyma sözü veren ve vergileri geciktirmeden ödeyen, Türk olmayan yöneticiler(Bey) atar; ülkelerini önceden olduğu gibi hiçbir değişiklik olmadan yönetmelerinde serbest bırakırdı. Bu yöneticiler Rumeli Beylerbeyi’ne (Ordu Komutanı) karşı sorumlu olurdu. İkinci önlem; orduda görevli askerlerin geçtikleri yerlerde yaşayan halkın malına, canına, ırzına, namusuna göz dikmemelerini sağlamaktı. Böyle bir suçu işleyen her rütbedeki asker, halkın gözü önünde idam edilirdi. Bu askeri disiplini sağlamak çok önemliydi. Askeri disiplin konusunda hiçbir ülke (bu gün bile) Türk Askeri ile boy ölçüşemezdi. Dünyada hayranlık uyandıran bu askeri disiplinin temeli Orta Asya’ da atılmış; 10’luk sisteme göre kurulan ‘Hiyerarşik (makam ve rütbe sırasına göre hareket etme) Askeri Düzen’ yüzyıllar boyunca geliştirilmişti. En küçük askeri birlik olan 10 kişilik ‘manga’nın başında, şimdi de olduğu gibi ‘onbaşı’ bulunurdu. Onbaşı kendi mangasını oluştururken çok titiz davranır, askeri kurallara uymayan ve arkadaşları için canını vermeyecek, en başta onbaşısını ve sonrasında diğer komutanlarını lider olarak kabul etmeyecek olan kişileri mangasına almazdı. Onbaşılar mangasındaki askerlerinin nefes alışlarından, adım atışlarına kadar her şeyinden sorumluydu. Mangadaki askerler onbaşılarından habersiz su bile içemezlerdi. Üç ‘manga’nın başında bugün de olduğu gibi ‘çavuş’ bulunurdu. Üç mangaya ‘takım’ adı verilir ve iki takımın başına da Mülâzım (Teğmen) komutan olarak görevlendirilirdi. 10 mangadan ve yüz askerden oluşan birliklere ‘Yüzbaşı’, bin askerden oluşan birliklere ‘Binbaşı’, on bin askerlik birliklere ‘Miralay’ (Albay) komuta eder; daha fazla askeri birliklere de ‘ Beyler ve Paşa’lar’ komutanlık ederdi. Savaşa giden askerler, konaklama yerlerinde paraları ile alışveriş yaparlar; hiç kimsenin malına el koyamazlardı. Yalnız yerleşim birimlerinde değil, kırsal alanlardan ve düşman topraklarından geçerken de içinde ürün olan tarlaları talan edemezler, hatta içlerine bile giremezlerdi. Avrupa Tarihçilerinin yazdıklarından bir örnek: “Osmanlı Ordusu Mohaç Seferine çıktığı ve düşman ordusunu bulup savaşmak için düşman topraklarına girdiği zaman, bağlık bir alandan geçer. Bağ çotukları üzüm yüklüdür. Başında sorumlu bir kişi olmadığı için satın almak mümkün değildir. Asker acıkmış ve canları da üzüm çekmiştir. Her üzüm koparılan çotuğa üzüm fiyatı kadar para bağlanır ve adalet sağlanır.” Avrupa Tarihçileri bu olayı ballandıra ballandıra anlatarak, Osmanlı Devleti’nin neden başarılı olduğunun yanıtlarını verirler. Bir savaş kazanıldıktan sonra, alınan kentin veya devletin büyüklüğüne göre, en az üç gün olmak üzere o zamanki savaş yasalarında yer alan ‘yağma ‘ (savaş ganimeti alma) izni verilirdi. Savaşa katılmış olan askerler verilen yağma (ganimet) izni boyunca yükte hafif pahada ağır ne varsa talan ederler, bir yıllık özlemlerini giderirler ve ceplerini doldururlardı. Yağma sona erer, barış yapılır, yeni yönetici (Bey) atanır; Beylerbeyi’ne bağlanır, vergilerin miktarı ve ödeme takvimi belirlenir ve ordu geriye dönerdi. Üçüncü önlem; Savaş Yolu üzerinde yaşayan halkın, ordu alış verişleri ile bol para kazanmalarını sağlamaktı. Ordu savaş boyunca gerekli olacak her türlü ihtiyaçlarını ‘Savaş Yolu’ üzerendeki halkın ürettiklerinden karşılardı. Bu yönden halk bol para kazanmak için savaşı dört gözle bekler; hele zaferi düğün, bayram yaparak, ordu kentlerinden geçip gidinceye kadar kutlarlardı. Çünkü ordu olmasa da askerler dönüşlerinde daha fazla para harcarlardı. 1800’lü yıllara kadar bu sistem aksamadan işletildi. Osmanlı Devleti egemenliği altında yaşamak bir ayrıcalık olarak görülüyor; malı, canı, ırzı, namusu güvende olduğu için de bir başka yönetimin gelmesine razı olmuyor, savaşlara her türlü desteği veriyordu… 1789 Fransız Devrimi’nden sonra sistem bozuldu. Milliyetçilik, devletçilik, özgürlük, eşitlik ve bağımsızlık Osmanlı egemenliğinde bulunan her millet tarafından aranır oldu. Önce Komitalar kurup başlarına Komitacıları geçirdiler. Komitacılar da çeteler oluşturup dağlara çıktılar, geceleri köy ve kentlere saldırarak; Türkleri taciz etmeye, kaçırmaya, öldürmeye ve kaçmalarını (göç etmelerini) sağlamaya çalıştılar. Sonra, Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya’nın silah ve donanım desteği ile isyanlara kalkıştılar, ardından da başkaldırıp bağımsızlık istemeye başladılar. İsyanları bastırmaya gelen Osmanlı Ordusu’nun Savaş Yolu’nu bozdular Savaşa giden Osmanlı Ordusu’na geceli gündüzlü saldırılar düzenleyerek içten zarar vermeye başladılar. Ordu gerilerden lojistik destek alamayınca güçsüz kalarak savaşamaz duruma düştü. İsyan eden milletler gördükleri destekle kendi ordularını oluşturmaya, Osmanlı Devleti’ne vergi vermemeye, aralarında yaşayan Türkleri öldürmeye veya mal ve mülklerini bırakarak kaçmaya (göç etmeye) zorladılar. Vergi alamayınca parasız kalan Osmanlı Devleti Avrupa Devletlerinden (İngiltere, Fransa ve Almanya’dan) borç para alarak ordusunda yenilikler yapmaya başladı. Bunun için de Alman subaylardan ve teknolojisinden yararlanma kararı aldı. Avrupa devletlerinin Osmanlı’ya borç verme amacı; yardım değil, Osmanlı’yı kendilerine muhtaç ve borçlu duruma getirip içten çökertmekti. Bu amaçlarına ulaşmak için bir taraftan borç verirken diğer taraftan da Osmanlı egemenliğindeki milletlere silâh yardımı yapmaya, isyana kışkırtmaya ve orduları ile yardımlarına koşmaya başladılar. İngiltere: Yunan, Rum ve Arapları; Fransa: Ermeni ve Kürtleri, İtalya: Suriye, Libya ve Mısır’ı, Rusya: Bulgar, Sırp, Macar, Romanya, Moldova ve Ulahları destekliyordu. ( 2008 – 2009 yıllarında televizyonlarda dizi film olarak gösterilen “Elveda Rumeli” isimli yapıt; 1870 – 1898 yılları arasında, Osmanlı’nın Rumeli ve Balkanlarda kaldığı güç durumu ve Türklerin çektiği zulüm ve eziyetleri çok iyi anlatmaktadır. Plevne ve Lofça’da bulunan Birinci Kuşak adını verdiğimiz Dede ve Ninelerimiz de ayni acıları çekmişlerdir. Bu bilgiler, tarih kitaplarında yazılı gerçeklerdir…) Bu başlık altında sizlerle paylaşmaya çalıştığımız Tarih baba bilgilerini kısaca özetlemek gerekirse: 1789 Fransa Devrimi’nden sonra, dünyada yaşayan tüm insanların başlıca amacı: ”Kendi milletlerini (uluslarını) bir araya getirmek, bir bayrak altında toplamak, kendi ordularını kurmak,kendi topraklarına (yurtlarına, vatanlarına) sahip olarak kendi bağımsız devletlerini kurmak ve bu topraklar üzerinde kendi kendilerini, cumhuriyetle yönetmekti…” 1850 – 1878’ Lİ YILLARDA BALKANLAR VE RUMELİ ‘DE DURUM Yine tarih kitaplarında yazılı olan gerçeklerden bilgi edinmeye devam ederek Plevne Savunması’nı irdeleyelim: Plevne ve Lofça civarında, 500 yıla yakın birlikte yaşayan ve iyi ilişkiler içinde bulunan, Bulgar, Sırp, Macar, Romanya, Moldov ve Ulah’lar, Rusya’nın kendilerine verdikleri silah, cephane ve ordu desteği ile Komitalar kurup, başlarına Komitacıları getirdiler. Komitacılar da çeteler kurup dağa çıktılar, ardından isyanlara başladılar, daha sonra kendi ordularını kurup, Rus ordusunun da kendilerine destek vermesiyle başkaldırıp Osmanlı’ya savaş açtılar. Osmanlı Ordusu, savaş hazırlığı yapıp; Savaş Yolu hazırlayarak yola çıkmak istedi. Ama Savaş Yolu oluşturamadı. Kendisini destekleyen Türklerden başka kimse yoktu. Onlar da azınlıkta kalmışlardı. Osmanlı Ordusuna; sağdan, soldan, arkadan, önden saldıran komitacılar ve isyancılar büyük zararlar veriyorlardı. Ordunun ihtiyaçları karşılanamaz, arkadan gönderilen lojistik destekler, isyancılar tarafından yağma edildiği için ulaşamaz durumdaydı. Osmanlı Ordusu daha Edirne ve Kırklareli civarında yerinden kıpırdayamaz hale gelmişti. Rus Ordusu da yardımlarına gelince; Bulgar, Romanya Sırp ve Ulahların oluşturduğu Milli Ordular, Balkanların kilit noktası olan Plevne’ye hücum ettiler. Plevne Komutanı Gazi Osman Paşa, Osmanlı Ordusundan yardım istedi. Padişah: ”Ordu size yardıma gelemez. Kendi başınızın çaresine bakın. Yurdunuz, malınız mülkünüz olan topraklarınızı koruyun, düşmana teslim etmeyin ve göç etmeyin.”Buyruğunu göndermekten başka bir şey yapmadı. Osman Paşa’da Plevne, Niğbolu ve Lofça’da yaşayan, buralarını 500 yıldır yurt edinmiş olan Türklerden kurduğu 20 bin kişilik ordu ile 100 bin kişilik düşman ordusuna karşı koydu. Karşı koydu diyoruz. Çünkü buna ‘savaş’ denemezdi. Ancak ‘savunma’ denirdi. Osman Paşa ve askerleri de, öykümüzün birinci bölümünde, dedelerimizden, ninelerimizden duyup anlattığımız ‘Plevne Savunması’nı yaparak ve düşmanların da takdirini kazanarak tarihe altın harflerle yazıldılar. 125 bin kişilik bir ordu karşısında bir avuç sayılacak kadar bir güce karşı kullanılan ‘orantısız güç’ yetmezmiş gibi, kuşatmayı da kaldırmayarak insanları açlığa da mahkûm etmelerine; yalnız insanlar değil, doğadaki canlı cansız tüm varlıklar da isyan etmiş ve binlerce yıl bu topraklara bereket saçan, her olaya tanık olan Tuna Nehri de yapılan bu zulme,acıya, insanlık ayıbına, işkenceye ve kıyıma baş kaldırarak, Savaş Ağıtında olduğu gibi: ”TÜM BU YAPILAN HAKSIZLIKLARA İSYAN EDİYORUM VE AKMIYORUM.” Demiş, ama gözleri dönmüş acımasız insanlardan yanıt alamamıştır… YAZARIN NOTU: Tarih Kitaplarında yazılı olan bu bilgilerden sonra, bu savaşa katılmış dede ve ninelerimizin, yine bu savaşa katılmış küçük yaştaki çocuklarına ve göç ettikten sonra dünyaya gelen çocuk ve torunlarına anlattıklarına gelmek ve biz Üçüncü Kuşağa söylendiği şekilde; bizden sonraki kuşaklara ulaştırmak gerekir. Aşağıda yazılı olanlar, 1948 – 1973 yılları arasında, köyümüz Birinci Kuşağı ile İkinci Kuşakları tarafından anlatılmış ve tarafımdan dinlenilmiştir. Bunları anlatan nine ve dedelerimiz, birimizin veya birkaçımızın nine ve dedesi değil, hepimizin nine ve dedeleridir. Çünkü bunları bir kişi değil, çeşitli nedenlerle bir araya gelmiş (daha önceki bölümlerde bu bir araya geliş nedenleri ayrıntıları ile anlatılmıştır) çok kişi; birisi bırakınca diğeri başlayarak, nineler ayrı, dedeler ayrı toplantılarda ayni olayları anlatmışlardır. Bu nedenle de birbirlerinin anlattıklarını doğrulayarak tarihçemize ışık tutmuşlardır. Bu anlatılanları dinleyen ve not tutan, araştırma ve incelemeleri sona erince kaleme alan ben; bir yazar olarak Köyümüzün İkinci ve Üçüncü Kuşak’tan olanların okuyunca, büyük bir olasılıkla dinlediğini anımsayacağı bu olayları; bir kişinin ağzından değil de tüm nine ve dedelerimizin ağzından çıkmış gibi anlatmaya çalışacağım… PLEVNE DESTANI TUNA NEHRİ (NEDEN?) AKMAM DİYOR. 1878 yılında Plevne ve Lofça’dan çocukları ve torunlarıyla göç edip, bu günkü köyümüzü kuran Birinci Kuşak Dede ve Ninelerimiz anlatıyorlar: “ 500 yıldan bu yana iyi komşuluk ilişkileri içersinde yaşadığımız, ayni havayı soluduğumuz, ayni toprakları ekip biçtiğimiz, ayni kentte, ayni köyde ürettiklerimizi paylaştığımız, ayni dinden olmasak da her dine ve imana saygı gösterdiğimiz, kız alıp vermesek de düğün ve derneklerine katılıp sevinçlerini paylaşarak çoğalttığımız; cenazelerine katılıp üzüntülerini paylaşarak azalttığımız, çocuklarımızın çocuklarıyla oyunlar oynadığı, kadınlarımızın kadınlarıyla komşuluk ettiği ve ekmeğini, tuzunu paylaştığı, erkeklerimizin kahvelerde sohbet; bağda, bahçede, tarlada yardım ettiği, çarşıda pazarda komşu esnaflar olarak destek verdiği ve alış veriş yaptığı Bulgar ve Sırplar,birden değişmeye başladılar. Bizlere selâm vermemeye, verilen selâmı almamaya, bizim bahçe ve tarlalarımızdan, evlerimizden ve ahırlarımızdan uzak tutukları domuzları; bilerek ve isteyerek üzerlerimize salmaya başladılar. Çocukları çocuklarımızı dövmeye, erkekleri kızlarımızı taciz etmeye başladılar. İlk zamanlarda bu durumu fazla büyütmedik.’kıskançlıklarından, çekememezliklerinden ve bizim gibi zengin olamadıklarındandır’ dedik. Öyle ya, şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış bu toprakları vatan bilmiştik. O zamanki dünyada bu çok doğal bir durumdu. Bir devlet ordusu ile gelerek ve savaşarak toprakları fethediyor ve: ‘Burası bundan sonra benimdir. Benim milletimin insanları buralara yerleşecekler ve yurt edineceklerdir. Buna itirazı olan varsa, toplasın ordusunu çıksın karşıma. Karşıma çıkamıyorsa benim egemenliğimi kabul etsin ve emirlerime uysun.’ Diye tüm dünyaya ilân ediyordu. Osmanlı Devleti de böyle yapmıştı. Avrupa Devletleri ilk zamanlarda karşı çıkarak Osmanlı Devleti’ni yenip Avrupa’dan atmak istemişler, bir devletin orduları Osmanlı Ordusu’nu yenemeyince, ‘din elden gidiyor. Osmanlı yalnız topraklarımızı değil, dinimizi de elimizden alacak, hepimizi Müslüman yapacak’ diyerek ‘Haçlı Orduları’ adını verdikleri, tüm Avrupa Devletlerinin asker ve komutan vererek oluşturdukları ‘Din Orduları’ ile Osmanlı Ordusu’na saldırmışlar. Her saldırdıklarında yenilmişler ve Osmanlı Devleti’nin egemenliğini ve büyüklüğünü kabul etmişlerdi. Bizler de Lofça, Plevne ve Niğbolu civarındaki topraklara yerleşerek göçebe yaşamdan vazgeçip tarım toplumu olarak yerleşik düzene geçmiştik. Aradan yıllar geçtikçe, Tuna Nehri’nin suladığı bereketli topraklarda çok iyi tarım yapmayı, çok iyi ürün elde etmeyi ve pazarlayıp satarak para kazanmayı öğrendik. Çok iyi beyler, komutanlar, paşalar, valiler, kaymakamlar, sanatçılar, duvarcı ustaları, taş kesme ve yontma ustaları, dokuma tezgâhı ustaları, bakır kap yapma ustaları, müderrisler (öğretmen), imamlar, hocalar, kadılar, terziler, fırıncılar, bakkallar, aktarlar, saraçlar yetiştirdik. Ömrünü tamamlayan ve yıkılan evlerin yerine Osmanlı Mimari özelliklerini taşıyan çok güzel camiler, minareler, çeşmeler, şadırvanlar, yollar, köprüler, hükümet binaları, medreseler (okullar), evler, hanlar, hamamlar ve dükkânlar yaptık. Kentlerimizin cadde ve sokaklarını ‘Arnavut Kaldırımı’ adı verilen kesme taşlarla ördük. Vatan bildiğimiz bu toprakları, Türk motifleri ve mimarisi ile donatarak Anadolu’dan farksız bir konuma getirdik ve har vurup harman savurmadığımız; artık savaşlardan da uzak kaldığımız için zengin olduk. Türklerin arasında hiç fakir kalmamıştı. Bulgarlar ve Sırplar bizim kadar çalışmadıkları ve başarılı olamadıkları için, fakir değil ama orta halli kaldılar. Türklere karşı ‘düşmanca’ tutum ve davranışlara başlayan Bulgar ve Sırpların, bizlerin zenginliğini, refah ve mutluluğunu çekememekten kaynaklandığını düşündük. Kendilerine daha fazla yardım elimizi uzattık ama eski iyi günlere dönemedik. Bulgarlar ve Sırplar,’siyasi bir amaca ulaşmak için silâh kullanan gizli örgütler’ kurmaya ve bu örgütlere ‘Komita’ adını verip; kendilerine de ‘Komitacı’ demeye başladılar. Komitacılar bir lider komutanlığında; çeteler kurarak ve silâhlanarak saldırılarda bulunmaya, soygunlar yapmaya, tarlalardaki ürünlerimizi talan etmeye, hasadı gelmiş ekin tarlalarını yakmaya, meralarda otlayan hayvanlarımızı kaçırmaya başladılar. Türklerin huzuru kalmamıştı. Jandarma ve zaptiyelerin, gece cadde ve sokaklarda bekçilik yapan pazvantların önlemleri fayda etmiyordu… Tam bu yıllarda ‘Tuna Valisi’ olarak Mithat Paşa Balkanlara geldi. Mithat Paşa, Osmanlı döneminin yetiştirdiği en bilgili, en özgürlükçü, en toplumsal ve en sosyal devlet adamıydı. Fransa’ya gidip incelemelerde bulunmuş, Fransız Devrimi sonrasında uygulanan devlet ve halk yönetimini yakından gözlemlemiş ve Osmanlı Devleti’nde, yetmiş iki buçuk milleti memnun ederek ve üç kıtaya yayılmış Avrupa kıtasından daha büyük toprak bütünlüğünü koruyarak, nasıl bir uygulama ile cumhuriyet yönetimine yakın bir yönetim oluşturulabileceği konusunda projeler hazırlamıştı. Bu projelerin başında ‘Meşrutiyet Yönetimi’ geliyordu. Meşrutiyet: Padişahın başkanlığı altında, halk tarafından seçilmiş bir meclisin yönetimine dayanan hükümet biçimiydi. Bu yönetimde Padişah, bazı yetkileri kısıtlanarak yine başta bulunuyor, halk tarafından seçilen mebuslar (milletvekilleri) mecliste toplanarak hukuk kurallarına uygun yasalar hazırlıyor, hükümeti seçiyor ve denetliyordu. Son ve kesin söz yine Padişahın oluyordu. Bu projeyi Padişah’a kabul ettirmekten öte, öneri götürmek, idam fermanını kendi elleriyle hazırlamak demekti. Mithat Paşa, yakın arkadaşlarıyla iş birliği yaparak Padişah Abdülaziz’i tahttan indirip, yerine geçecek Beşinci Murat’la veya olmazsa akıl durumu bozuk Beşinci Murat’ın yerine Padişah yapma sözü verecekleri İkinci Abdülhamit’le meşrutiyeti ilân etme plânları yapmaya başladı. Osmanlı’ya getireceği meşrutiyet Yönetimi’nin ilk uygulamalarını yapmak; Rumeli ve Balkanlarda çıkan isyanları önleyip, halkları barıştırmak üzere kendisinin ‘Tuna Valisi’ olarak atanmasını sağladı. Tuna kıyısındaki başta; Plevne, Niğbolu, Lofça, Vidin, Rusçuk, Silistre olmak üzere, Osmanlı egemenliğindeki tüm illerin genel valisi olarak görev yapacak, Bulgar ve Sırpların komita saldırılarını önleyecek, milliyetine bakmaksızın halkın yönetime katılmasını, sorumluluk almasını, kendi mutluluklarını kendilerinin hazırlamasını sağlayacak ve böylece Osmanlı İmparatorluğu’na duyulan düşmanlığı, kin ve nefreti ortadan kaldırarak eski muhteşem yıllardan daha görkemli yıllara ulaşılacaktı…” YAZARIN NOTU: Burada anlatılan olaylara, Birinci ve İkinci Kuşak Nine ve Dedelerimizden 195 0 ile 1973 yılları arasında dinlediğim anlatılarını temel aldım. Yaptığım tarihi araştırmalar ve ulaştığım yazılı belgeler sonucunu da bu anlatıların gerekli olduğu yerlerine ekledim. Bu yöntemle, tarihçe öykümüzü özen göstererek ve gerçeklere bağlı kalarak yazmaya çalıştım. Bu gerekli açıklamalardan sonra Nine ve Dedelerimizin anlatılarına kaldığımız yerden devam edelim: “Tuna Valisi Mithat Paşa, önce bütün Balkanlarda yaşayanlara ‘barış ve özgürlük, sağlık ve mutluluk, ortak katılım ve ortak yaşam’ vaat etti. Biz Türkler sevindik. Bulgarlar ve Sırplar kuşku ile yaklaştılar. Önce Vali ve Kaymakam yardımcılarını çoğunluklarına göre Bulgar ve Sırp’lardan atadı. Askeri komutan yardımcılıklarına da o tarihe kadar güven kazanmış olan Bulgar ve Sırp komutanlar getirdi. Belediye teşkilâtlarına işlerlik kazandırdı. Halk tarafından seçilen Belediye Başkanlarının, yine halk tarafından seçilen Belediye Meclisi ile birlikte ortak kararlar alarak çalışmalarını sağladı.( Osmanlı Devletinde ilk banka 1863 yılında; İngiliz, Fransız ve Türk ortaklarla kurulan Osmanlı Bankasıdır. Mithat Paşa İstanbul’dayken Osmanlı Bankasına karşılık, Türk Sermayeli Ziraat Bankasını yine 1863 yılında kurmuş, ilk uygulama ve çalışmalarını başlatıp Tuna Valiliğine atanmıştır.) Valiliği sırasında, Ziraat Bankasına bağlı olarak önce ’Memleket Sandığı’nı kurdu ve devlet güvencesinde kredi vererek çiftçilerin sıkıntılarına çözüm üretti. Bu zamana kadar sabanla toprağı süren çitçilerimiz pullukla tanıştı ve eskisinden kat kat fazla ürün elde etmeye başladı. Bu sistemin çok yarar sağladığını gözlemledikten sonra da bu zamana kadar birikimlerini altın olarak kadınların boynunda, yastık altlarında veya çömlek içinde toprağa gömerek saklamaya çalışan insanların tasarruflarını (birikimlerini) yine devlet güvencesiyle toplayıp karşılığında faiz veren; Ziraat Bankasına bağlı olan ‘Emniyet Sandığı’nı kurdu. Emniyet Sandığı, yatırılan paralardan öncelikle Bulgar ve Sırpların yararlanmasını sağlayarak, Komutanlık, Valilik, Kaymakamlık ve Belediyelerde ikinci derecede görev almalarını ve birinci derecede yönetime katılmalarını sağlayarak isyanların önüne geçmeye çalıştı. Daha sonraki yıllarda Emniyet Sandığı tüm yurda yayılacak ve Ziraat Bankası bünyesinde işlevini sürdürecek, ilk kurulduğu yıllarda özellikle çiftçilere ve azınlıklara (Yahudi, Rum ve Ermenilere) kredi vermekle ünlenecekti. Mithat Paşa bu girişimleri sayesinde başta Bulgar ve Sırplar olmak üzere, Türk ve Müslüman olmayanların takdirini kazanarak nispeten isyanların önünü kesti ve isyancıların kredi alarak iş ve meslek sahibi olmalarına yöneldi. Avrupa’da toplum hizmetine sunulmaya başlanan yeni teknoloji ‘demir yolu taşımacılığı ve telgrafla haberleşmenin’ alt yapılarını hazırlamaya girişti. Tuna Nehrinde yolcu ve ticaret gemileri işlemeye başladı. İlleri ve ilçeleri birbirine bağlayan şose yollar yapıldı. İlçelere giden köy yollarında arabaların çamura saplanıp kalmasını önleyen ve dört mevsim ulaşımı sağlayan çalışmalar yapıldı. Özellikle Balkanlarda ve Tuna kıyılarında yaşayan Türklerin içlerinde yerleşmeye başlamış bulunan can, mal, mülk ve ırz, namus korkusunu ortadan kaldırmak için, yaşayan Türk nüfusa göre, her il ve ilçeye kendilerine ait devamlı silahlı güç oluşturmalarını ve çetelerle mücadele etmelerini sağladı. Artık Lofça’nın köyleri ile birlikte 2 bin, Niğbolu ve Plevne’nin 4’der bin devamlı talim ve görev yapan silâhlı askeri vardı. Bunun yanı sıra, İstanbul’dan gelen genç subaylar da hem bizim askerlerimize eğitim veriyor, hem de sivil kıyafetler giyinip dağlardaki çetecilerle mücadele ediyorlardı. Tam çetelerin sonunu getirip, tüm halkın güven duygularını kazanmak üzere olan Mithat Paşa, 1876 yılında İstanbul’daki arkadaşlarından aldığı ‘Padişahı tahttan indirme zamanı geldi’ gizli haberi ile başkente döndü.” Önce Abdülaziz tahttan indirilip yerine Beşinci Murat Padişah yapıldı. Mithat Paşa ‘Şurayı Devlet Başkanı’ oldu ve Meşrutiyeti ilân etme çalışmalarına başladı. Karşıtları isyan çıkardı. Zaten hasta olan padişahın sinirleri iyice bozulup bunalımlar geçirmeye başladı. Devreye giren şehzade İkinci Abdülhamit Mithat Paşa’ya: ‘Ben padişah olursam meşrutiyeti kabul ve ilân edecek ve seni de sadrazam (başbakan) yapacağım.’Sözünü verdi ve 31 Ağustos 1876 tarihinde İkinci Abdülhamit Padişah yapıldı, Mithat Paşa Sadrazam (Başbakan) oldu ve meşrutiyet ilân edildi. Osmanlı İmparatorluğunun her yerinde şenlikler düzenlendi. Fransa ve İngiltere: ‘Hürriyet ve Meşrutiyet Türkiye’sinin yetiştirdiği en büyük adam Mithat Paşa’dır.’ Derken; Alman Devlet Adamı Bismarck’ da:‘Mithat Paşa yüzyılımızın büyük adamlarındandır; bana kalırsa Doğu işleri şimdi yoluna girecektir.’ Diyerek takdir ediyordu. Osmanlı Devleti’nde büyük elçi ve temsilcisi bulunan tüm ülkeler, Mithat Paşa için övgüler sıralıyorlardı. Osmanlı Devleti dışındaki Türkler ve Müslümanlar da Mithat Paşa’nın devleti buhrandan (sıkıntılı ve acılı günlerden) kurtaracağına inanıyorlardı. Rumeli ve Balkanlardaki bizler de Mithat Paşa’nın çalışmalarını yakından bildiğimiz için çok sevindik. Artık Osmanlı Devleti’nin eski gücüne ulaşacağına inanmaya başladık. Ama sevincimiz kursağımızda kaldı, boğazımızda hıçkırık olarak düğümlendi. Devlet kadrolarında Meşrutiyet Yönetimi ile işlerinden ve yetkilerinden uzaklaşacaklarını anlayanlar Mithat Paşa’ya düşman kesildiler. Rusya da Mithat Paşa’ya düşmandı. İkinci Abdülhamit’in de istemeye istemeye ilân etmeye razı olduğu ‘Meşrutiyet Yönetiminden’ ve Sadrazam yaptığı Mithat Paşa’dan hiç hoşlanmadığı biliniyordu. Padişah, Babıâli (Meclis) tarafından hazırlanan yasaları ve Mithat Paşa tarafından yapılacak uygulamaları geri çevirdi. Mithat Paşa Padişah’a ‘haksızlık yaptığını ve Meşrutiyet Yasalarına uymadığını’ bildiren bir mektup yazdı. Bu mektup hem meşrutiyetin hem de Mithat Paşa’nın sonu oldu. Padişah İkinci Abdülhamit, Meşrutiyeti kaldırdığını ve kendi mutlakiyet yönetimini tekrar kurduğunu ilân edip. Mithat Paşa’yı azletti.(görevden aldı) Önce Avrupa’ya sürdü, sonra Avrupa Devletlerinin karşı çıkması ile Girit Valisi yapmaya razı geldi. Sonra Aydın Valiliğine atadı. Ardından ‘Mithat Paşa, Padişah Sultan Abdülaziz’in öldürülmesinden sorumludur. Yargılanıp cezalandırılmalıdır.’ Açıklamasını yaparak tutuklatıp, düzmece suçlamalar ve iftiralar atarak Mithat Paşa’yı ölüme mahkûm etti. Sonra da sözüm ona iyi niyet gösterip idamı kaldırdı ve Taif’e sürgüne gönderdi. Tüm bu olaylar 1877 – 1878 Osmanlı Rus Harbi (Plevne Savunması) yıllarında, bir devlet yaşamı için göz açıp kapayıncaya kadar olan kısa bir zamanda geçti. Mithat Paşa ve arkadaşları sürgüne gönderildikleri Taif’te 28 Temmuz 1891’de, Padişahın görevlendirdiği adamlar tarafından boğdurularak öldürüldüler… RUMELİ’DE, BALKANLARDA, PLEVNE VE LOFÇA’DA ZOR YILLAR Yine dede ve ninelerimizin anlatımları ve Tarih Babanın gerçekleri ile yoğrulan Tarihçe Öykümüze devam edelim: ” Mithat Paşa’nın İstanbul’a gitmesinin ardından Rumeli ve Balkanlar yine kaynamaya başladı. Türklerden ayrı milletler dış güçlerin de kışkırtmasıyla önce komita çetelerini, sonra da kendi milli ordularını kurma çalışmalarına başladılar. Köy ve kentleri basmaya, yakıp yıkmaya, ırz ve namus saldırılarına tekrar başladılar. Meşrutiyet ilânı ile duraklayan isyanlar, Padişah İkinci Abdülhamit’in Meşrutiyeti kaldırması ve Mithat Paşa’yı azletmesi ile tekrar ve daha şiddetli olarak başladı. Artık yalnız başımıza çarşı ve sokaklara çıkamaz, tarlalara gidemez olmuştuk. İki bin kişilik Lofça ordusu, gece gündüz görev yapıyor, saldırıları önlemeye çalışıyordu. Kahve ve cami gibi toplu halde bulunulan yerlere hücum ediliyor, toplu öldürme ve yakarak yok etme girişimlerinde bulunuyorlardı. Bu yüzden erkeklerimiz kahve ve camilere gidemez olmuşlardı. Lofça’nın doğu tarafından Bulgar Komitacılar saldırıyor, askerlerimiz Bulgarların peşine düşünce de batı taraftan Sırp Komitacılar saldırıya geçiyorlardı. Asker sayıları bizden fazlaydı. Vurup kaçıyorlar, Sırplar Niğbolu, Plevne ve Lofça’ya saldırdıktan sonra Vidin’e dönüp gizleniyorlar ve tekrar saldırıncaya kadar görünmüyorlardı. Bulgarlar da ayni yöntemi uyguluyor, komutan yardımcısı olan Bulgar Subayların korumaları altında Tuna Kıyısı vilâyetlerde Türkleri yok etmek ve kaçırtmak (göç ettirmek) için insanlık dışı her davranışta ve saldırıda bulunuyorlardı. Osmanlı Devleti bu saldırıları önlemek ve durdurmak için, Mithat Paşa’nın gitmesinden sonra 1876 yılında Osman Paşa’yı görevlendirdi. GAZİ OSMAN PAŞA VE 93 OSMANLI – RUS HARBİNİN BAŞLAMASI “ DÜŞMAN TUNA’YI ATLADI, KARAKOLLARI YOKLADI” Osman Paşa 1832 yılında Tokat’ta doğmuş, harp okulunu 20 yaşında ikincilikle bitirmiş, Mektebi Erkânı Harbiye’ye (Kurmay okuluna) girmiş,okulu tamamlamadan çıkan Kırım Savaşı üzerine Tuna cephesine gönderilmiş ve burada 4 yıl kaldıktan sonra, Kolağası (Osmanlı ordusunda yüzbaşı ile binbaşı arasında yer alan rütbe) olarak 1856 yılında tekrar okuluna dönüp başarı ile bitirmiştir. 1866 yılında Girit isyanlarını bastırmak üzere görevlendirilmiş, ardından Miralay (albay) olarak Yemen’de görev almış ve gösterdiği üstün başarılar sonucu Paşa olmuştur. Bu sırada Rumeli ve Balkanlarda başlayan isyanlar üzerine, daha önce burada görev yaptığı, isyancıları, halkı ve yöreyi yakından tanıdığı göz önünde bulundurularak ve en önemlisi de kendisi tarafından ısrarla istendiği için, 1875 yılında Rumeli 5. Ordu Manastır Fırka (Tümen) Kumandanlığına tayin edilmiştir. Buradaki çalışmaları takdir edilince Birinci Ferik (Tümgeneral) olmuştur. 1876’da Sırp isyanları başlayınca, emrindeki birliklerle İzvor Tepelerini ve Zayçar kasabasını almış, Sırp Ordusunu yenmiş ve Müşir (Mareşal) olmuştur.1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı başladığında, tüm Tuna kıyısı vilâyetlerini elindeki kuvvetlerle ve halkın oluşturduğu silâhlı milislerle saldırılara karşı savunmaya çalışmış, Balkanlardaki Türklerle bütünleşerek içlerinden biri gibi davranmıştır… Sırpların ve Bulgarların kendi ordularını oluşturup Osmanlı’ya saldırmaları üzerine zamanın geldiğine karar veren Rusya, hazırladığı 80 bin kişilik Birinci Ordu ile Sırp ve Bulgarların yardımına koşmuş, Osmanlı’ya 23 Nisan 1877 yılında resmen savaş açmıştı. Rus Çarı Aleksandr’ın amacı; Balkan Dağları Bulgaristan’ı, batıdan doğuya ikiye ayırıyordu. Bu noktadan hareketle, ordusunu iki kolorduya ayırıp, 50 bin askerli Birinci Kolordu ile Tuna Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü Mangalia kentinden başlayarak sırasıyla Dobriç, Silistre, Şumnu, Rusçuk, Zistovi, Lofça, Plevne, Niğbolu, Oherevo, Vraça, Palanka, Lom ve Vidin’i almaktı. İkinci Kolordu da, 30 – 40 bin askerle Küçük Balkanları Karadeniz kıyısındaki elverişli yerlerden geçirip Bulgaristan’ın güneyine inmek ve Burgaz, Tırnova,Yanbolu, Hasköy, Eski Zağra, Mestanlı, Kızanlık, Filibe gibi önemli Türk yerleşim yerlerini Bulgarların da desteği ile almak;Tuna kıyısı vilâyetlerine yardıma gidecek Osmanlı Ordusu’na yanlardan saldırarak zayıflatmak, zarar vermek ve savaşma gücünü azaltmak; Demirkapı ve Şıpka geçitlerini ele geçirerek, Osmanlı Ordusunun bu geçitlerden geçmesine engel olmaktı. Böylece Tuna vilâyetlerinin tümünü ele geçirecek, Tuna Nehri’ni arkasına aldıktan sonra; Romanya, Sırbistan, Bulgaristan başta olmak üzere; Balkanlar ve Rumeli’de bulunan Ulahlar, Karadağlılar, Rumlar,Yunanlılar, Kosavalılar, Bosna Hersekliler ve diğer azınlıkların desteğini alarak ve Rus Ordusunun önceden giden bölümüyle birleşerek Osmanlı Ordusunu yenmek ve 500 yıldır burada yaşayan Türkleri, Balkanlardan ve Rumeli’den bir daha dönmemek üzere kovmak ve İstanbul kapılarına dayanmaktı… Savaş ilân edildikten 10 gün kadar sonra, 1877 Mayıs ayında, yukarıdaki amaçlar için 80 bin kişilik Rus Ordusu, Türklerin çoğunlukta olduğu Dobruca, Deliorman ve Şumnu yoluyla ve hiçbir direnişle karşılaşmadan Karadeniz kıyısındaki Varna’ya ulaştı. Çünkü bu kadar güçlü ve sayıca çok fazla olan bir orduya, her ilin, en çok 5 – 10 bin askeri hiçbir şey yapamazdı. Herkes geleceğine mutlak gözüyle baktığı Osmanlı Ordusunu bekliyor, büyük ordu gelince katılıp, bu günün acısını kat kat çıkarmayı umarak teselli arıyordu. Rus Ordusu Tuna’nın karşı kıyısına vapur ve sandallarla geçtiler ve iki bölüme ayrılarak, yukarıda anlatılan plân gereği savaşa giriştiler. 1877 yılının 50 bin kişilik Rus Ordusunun Birinci Bölümü; Bulgar ve Sırp komitacılarının, yeni yeni kurmaya başladıkları ulusal ordularının ve kendi milletinden olan kent ve köylülerin alkışları ve: ‘Bağımsızlık bizim hakkımız, Osmanlı’yı haklarız. Kurtar bizi Rusya, ölüm getir Osmanlı’ya.’ haykırışları arasında Tuna boyunda ilerliyordu. Rus Askerleri de bu karşılanıştan hoşnut: ‘Biz kahraman Rus askeriyiz. Osmanlı’yı yeneriz.’ Naralarıyla, savunmasız köy ve kentleri teslim alarak ve karşı duranları da cezalandırarak yollarına devam ediyorlar ve halka:’ Osmanlı Ordusu karşımıza çıkamıyor, kaçıyor. Bakın elimizi kolumuzu sallaya sallaya gidiyoruz. Görüyorsunuz, karşımıza hiçbir kuvvet çıkamıyor. Biz, Osmanlı’nın kaçmasına izin vermeyecek, yakalayacak ve yeneceğiz.’ Diye yalan bilgiler vererek böbürleniyorlar ve ‘Sistemli Tüfek Ateş Vaziyeti’ alarak gösterilerde bulunuyorlardı… 1870’li yıllarda, tüfeklerde ve toplarda yeni gelişmeler olmuş ve ordularda daha etkili olarak kullanılmaya başlanmıştı. O yıllara kadar tabanca ve tüfekler, önceden ağızdan doldurup hazırlanarak bir defalık ateş etmek üzere kullanılıyor, ikinci defa ateşe hazırlamak için en az 10 dakikalık bir çalışma gerekiyordu. Bu nedenle, savaşlarda bir defa ateş edilen tüfek ve tabancalar işlevlerini kaybediyor, yerlerini yine kılıç ve kalkana bırakıyordu. 1870’li yıllarda, bir dakika gibi çabuk bir zamanda, ağızdan çabucak dolan ve ateşe hazır hale gelen iğneli tüfekler geliştirilmişti. Dumansız barut daha icat edilmemişti. Tüfeği ateşe hazır hale getirmek için, tetik emniyete alınıyor ve tetiğin üzerine düşürülüp sivri ucuyla ağızotunu (kapsülü) ateşleyip, barutu yakan ‘iğne’ geri alınıyordu. Sonra tüfeğin ağzından önce ‘Ağızotu’ denilen baruta batırılmış bez; tüfeğin harbisi görevini gören demir bir çubukla en dibe kadar sıkıştırılıyor, ardından eldeki sivri ucu delik boynuza benzer barut ölçeği ile barut konuyor, sonra kurşun ve daha sonra da çaput bez tıkılarak sıkılaştırılıyor, tetik yukarıda kalmak kaydıyla nişan alınıyor ve tetik iğnenin ( Ağızotunu ateşleyecek sivri ucun) üzerine düşürülerek ateş ediliyordu. Bunu daha da çabuklaştırmak için tüfekli askerler içlerinde üç bölüme ayrılmıştı. Birinci bölüm ateş ederken, ikinci bölüm nişan alıyor, üçüncü bölüm de tüfeklerini; doldurup ateşe hazır hale getiriyorlardı. Böylece hiç aralıksız tüfek atışı sağlanıyor, düşmana göz açtırılmıyordu. Bu tüfek atışlarına ‘Sistemli Tüfek Ateş Vaziyeti’ adı verilmişti. Ama bu sistemli tüfek ateş vaziyetleri için de hazırlık yapılması gerekiyordu. Tüfekli askerlerin önce sıkı bir eğitimden geçirilmeleri, vücutlarının değişik yerlerinde asılı olan; ağızotu, barut, kurşun ve çaputu, sırasıyla, ölçülü ve dengeli kullanmaları, çok çabuk hareket etmeleri ve çok iyi nişan almaları, nişan alıp ateş ederken de kendilerini korumaları, en önemlisi de sistemi aksatmamaları gerekiyordu. Kendilerini düşman ateşinden koruyabilmeleri için, ya omuzlarına kadar kazılmış siperlere; ya da önlerine koyup arkalarına yüzükoyun uzanacakları, hem nişan almak için, hem de kendilerini korumak için kullanacakları kum torbalarına ihtiyaçları vardı. Bu güvenlik sağlanamazsa Sistemli Tüfek Ateşi de sağlanamıyordu… Osmanlı Ordusu’nda, bırakın Sistemli Tüfek Ateş Vaziyetini, henüz tüfek ateş taburları kurulmamıştı. Süvariler yalın kılıç düşmanın üzerine saldırıyor, bir defa nişan alınıp patlatılan tüfeklerle; düşen düşüyor, kalanlar ikinci tüfek atışına olanak tanımadan düşmanın üzerine; yaralanmaktan, ölmekten çekinmeden korkusuzca saldırıyorlardı. Süvarilerin ardından gelen piyadeler de bu saldırıya ayni duygu ve coşku ile katılınca, düşmanların dayanma ve savaşma güçleri kırılıyor ve zafer kazanılıyordu. Özellikle Avrupa ülkeleri, Türkler karşısında yaralanmaktan ve öldürülmekten kurtulmak için; vücutlarına demirden yapılmış zırhlar ve başlarına miğferler giyerek savaşa katılıyorlardı. Avrupa’da Türk Askerinin korkusuz, kolları dirseklerine kadar sıvalı, korunmasız ve coşkulu saldırıları öylesine anlatılır olmuştu ki ‘Türkler geliyor kaçın!..’ cümlesi deyim halinde kullanılır olmuştu. Türk Ordusu ile göğüs göğse savaşmayı göze alacak bir Avrupa Devleti ordusu yoktu. Kale duvarlarının burçlarından ve mazgallarından top gülleleri ve daha sonra top mermileri ile ateş ederek, ok ve mızrak atarak, tüfekle ateş ederek, kızgın yağ, katran, zift dökerek, mancınıkla taş ve top gibi alev halinde yağlı katı maddeleri atarak, zırhlı savaş arabalarına binip, Türkleri yanlarına yaklaştırmadan uzaktan öldürme gibi yöntemlerle savaşıyorlardı. İğneli ve hareketli toplar ile iğneli ağızdan dolma tüfekler icat edilince, Türklerle kale dışında, açık alanda da savaşı göze almak kolaylaşmıştı. Hiçbir korunma giysisi olmayan ve buna gerek duymadan dalkılıç düşmanın üzerine saldıran Türk Askerlerini; uzaktan atılan top mermileri ile yok etmeye çalışıyorlardı. Atılan top mermilerinin ateşi ile atları ve kendileri gökyüzüne savrulup parçalara ayrılan Türk Askerlerinden ayakta kalanlar top menzilini aşıp düşmanın üzerine gitmeye ve göğüs göğse savaşa zorlamaya çalışıyorlardı. Düşmanlar belli bir mesafeden sonra top ateşini, kendi askerlerini de vurmamak için kesmek zorunda kalıyorlardı. İşte o zaman da Sistemli Tüfek Atış Vaziyeti devreye giriyor, toprak veya kum torbası siperlerinin ardına saklanmış olan düşman askerleri; yukarıda anlatılan yöntemle devamlı tüfek atışı sağlayarak, korunmasız Türk Askerlerine göz açtırmıyor; siperlerine gelmelerine meydan vermeden, tırpanın biçtiği ekin gibi biçiyorlardı. Düşmanla göğüs göğse savaşmak için öne atılan Türk Askerlerinin büyük bölümü top ve tüfek ateşleri ile şehit edildiğinden, siperlerin ötesine geçenleri de yenmek kolaylaşıyordu. ‘Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu’ türküsünü şehitlerinin başında ağıda döndüren Türk Askerleri, intikam yeminleriyle yeniden saldırıyor ama özellikle 1850’li yıllardan sonra, tarih sayfalarında kalan o parlak zaferlere bir türlü ulaşamıyorlardı… İşte 50 bin kişilik Rus Ordusu, teknolojinin tüm donanımları ile 1877 yılının Mayıs ayında Osmanlıyla savaşa başlamıştı. Osmanlı Ordusu daha İstanbul’da hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu. Rumeli’de çıkan isyanları bastırmak üzere bazı komutanlar emirlerindeki askerlerle birlikte görevlendirilmişler; ‘daha çok asker gerekirse yerel imkânlarla sağlayın ve toprakları koruyun’ talimatıyla kaderleri ile baş başa bırakılmışlardı. Mithat Paşa zamanında her kentin kurduğu milis kuvvetlerinin bu ordu ile savaşa girişmesi, göz göre göre ölüme koşması demekti. Bu nedenle Rus Ordusu, hiçbir askeri direnişle karşılaşmadan ilerlemiş, başta Rusçuk ve Silistre vilâyetleri olmak üzere; haziran ayı boyunca geçtiği yerlerde bulunan Tuna kıyısındaki tüm kent, kasaba ve köyleri alarak, 10 Temmuz da Lofça’ya; oradan da Plevne’ye gelmişlerdi. Her geçtikleri yerlerden kendilerine katılan askerlerle sayıları ve güçleri artıyordu. Böyle kolay ilerlemeleri güven duygularını çoğaltıyor, karşılarına Osmanlı Ordusu da çıkmayınca, kendi yalanlarına kendileri de inanmaya başlamışlardı. Kapıları açık Plevne Kalesinden içeri girdiklerinde de hiçbir direniş ve ateşle karşılaşmayınca iyice coşmuşlardı. Rus Çarı, Tuna’nın kollarından olan Osma Çayı’nın Plevne’den geçen Vit Suyu kıyısında ordusuna kamp kurdurmuştu. Amacı birkaç gün burada dinlenmek, askerlerine talim yaptırmak, Romanya’dan gelecek devlet adamları ile burada görüşerek savaşa katılmalarını gerçekleştirmek ve yeni katılan askerlerin ordu ile uyumlarını sağlamaktı. Rus Ordusu Askerlerinin çoğu kamp çadırlarını kurmakla, temizlik yapmakla, kente gidip alışveriş yapmakla, istirahat etmekle meşguldü. Kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, Osmanlı’nın gelip gelmediğini denetleyecek keşif kolu bile çıkarılmamıştı. Rus Çarı, Osmanlı Ordusunun daha yola çıkmadığını, Vidin’de az sayıda askerin olduğunu, Vidinle Plevne arasının da iki, üç günlük yol olduğunu biliyor ve bu nedenlerle önlem almaya gerek görmüyordu. Komutanları ile toplantı yapmış, üç günlük kamp programı hazırlamış ve dinlenmeye çekilmişti… Osman Paşa bu sırada Vidin’deki isyanları bastırmaya çalışıyordu. Savaş ilânını duyunca, 20 bin kişilik ordusunun 3 binini Vidin de asayiş için bıraktı ve ‘emirlerini beklemelerini, gelişmelerden haberdar edilmesini’ tembihledi. 17 bin kişilik ordusu ile, 13 Temmuz 1877 günü yıldırım hızıyla hareket edip, Rus Ordusunu Plevne de alışveriş ve istirahat ederken hazırlıksız yakaladı. Önde süvariler, ardında piyadeler yalın kılıç üzerlerine saldıran ve ‘Allah! Allah! Allah!’ naraları ile yeri göğü inleten Türkleri karşılarında gören Rus Askerleri: ‘Bunlar da nereden çıktılar? Gökten mi indiler?’ düşüncesiyle paniklediler. Top ve tüfeklerine düzen vermelerine olanak tanımayan Türkler, önlerine gelenleri kılıçtan geçirip yıldırıcı bir hücum tarzı ile göz açmalarına meydan vermiyordu. Düşman askerlerinin bu hücuma karşı koymaları imkânsızdı. Birden aralarından biri: “Türkler geliyor kaçın!” Diye bağırınca, hepsi dönüp kaçmaya ve kaçarken de, kendilerine ‘neden kaçıyorsunuz?’ diye soran asker arkadaşlarına: “Türkler geliyor kaçın!”Diye haykırmaya başladılar. Çay kıyısındaki askerler ve komutanlar bu haykırış ve kaçıştan Osmanlı Ordusunun geldiği sonucuna vardılar ve panik halindeki askerlerini önlemenin mümkün olmadığını görüp, akıntıya kapılmış gibi kaçmaya katıldılar. Bu kaçış ve kovalama Lofça’nın ardındaki dağlara kadar sürdü. Osman Paşa amacına ulaşmış, Plevne Kalesi’ni kurtarmıştı. 17 bin askeri ile 50 bin kişilik orduya karşı bu savaşı kazanamayacağını, ancak büyük ordu gelinceye kadar savunma yapacağını, bu iş için de Plevne Kalesi’nin en elverişli olduğunu düşünüyordu. Bu nedenlerle, dağlara kaçan Rus Ordusunu bırakıp, en az üç günlük bir zaman kazandığı sonucuna vardı. Düşündüğü plânı uygulamak üzere önce Lofça halkıyla bir toplantı yaptı ve savaş bildirisini halka duyurarak uyulmasını istedi. Osman Paşa’nın Rusları önüne katıp kovalamasına ve koca orduyu bozguna uğratmasına tanık olan Lofçalılar, milis kuvvetlerini savaşa sokarak ve zafer coşkuları yaşayarak destek vermişlerdi. Osman Paşa, düşmanı kovalamayı bırakıp Lofça’ya geri döndüğünde, tüm Lofçalılar kendisini ve kahraman askerlerini meydanda bekliyorlardı. Osman Paşa’yı en çok bekleyen ve görmek isteyense Fati Anaydı. Fati Ana’nın kocası Kırım Savaşı’nda şehit düşmüştü. Otuz yaşında dul kalan Fati Ana, kendisini çocuklarının yetişmesine adamış, evin hem anası, hem babası gibi davranmış, evlenme tekliflerinin hepsini geri çevirmiş, konuşma ve davranışlarıyla herkesin takdirini kazanmış bir kadındı. Hiçbir şeyden korkmaz, hiç kimseden çekinmez, erkeklerle yapılan tüm toplantılara katılır ve doğru bildiklerini söyleyerek çözüm üretmeye, yardımcı olmaya çalışırdı. Bulgarlar ve Sırplar çeteler kurup baskınlara başlayınca ilk tepki Fati Ana’dan gelmiş: “Biz Orta Asya’dan bu yana kimseden korkmadan yaşadık, başardık ve onur kazandık. Şimdi bir zamanlar bizleri görünce korkularından titreyen bir avuç çetecilerden mi korkacağız? Bu bize yakışmaz. Erkeklerimiz dağda, kırda saldıran çetecilerle uğraşsın, Lofça’yı biz kadınlara bıraksın. Biz kadınlar, kendimizi korumasını ve Lofçamızı savunmasını da iyi biliriz.” Diyerek, kadınları örgütlemiş ve çetecileri Lofça’ya geldiklerine pişman etmişti. Fati Ana’nın en büyük yardımcısı da Ati Aba’ydı. (Hatice Abla adının yöresel olarak söylenişi) Ati Aba, çocukluk yaşlarından itibaren silâha merak sarmış, ‘attığını vuran’ bir kız olarak erkeklerden daha fazla ün kazanmış, ev ve elişi becerilerinin yanına ata binme, ormana gitme, tarla sürme gibi becerileri eklemiş, çok sevdiği nişanlısı çete savaşlarında şehit düşünce silâhı eline almış ve Fati Ana’nın yanına koşmuştu.Fati Ana komutan, Ati Aba komutan yardımcısı görevlerini üstlenmiş,15 – 17 yaşları arasındaki delikanlılığa adım atmaya başlamış erkeklerle, 30 yaşlarına kadar kadınları örgütleyerek 500 kişilik bir ‘Lofça Kadınları Savunma Birliği’ kurmuşlardı. İlk talim ve askeri eğitimlerinde Lofça’daki subaylardan destek alan Savunma Birliği, daha sonra kendi talimlerini kendileri yapmaya başlamış ve Ati Aba’nın komutasında 50 kişilik atlı birlik de oluşturarak, saldıran ve kaçan çetelerin peşlerine düşüp dağlardaki inlerine kadar kovalamaya başlamışlardı. Nişanlısını şehit eden Dimitri’yi ininde bastıracak kadar gözü pek ve kendisine güven duyan Ati Aba,’Lofça’nın ardında kaya / aman amman / kayadan bakarlar aya / canım Lofça’lı’ şarkısında da geçen Lofça ardındaki kayalıklarda, Dimitri’yi 50 metre uzaktan tek kurşunla ve alnından vurarak intikamını almış, tüm Lofça’nın takdirini, övgüsünü kazanmış, Savunma Birliğinin lideri olmuş ve haklı bir şöhrete ulaşmıştı.Asker gibi giyinen kadınlar ve genç erkekler bir araya geldiklerinde hangilerinin kadın, hangilerinin erkek olduğu seçilmez, bıyıkları yeni terlemeye başlayan genç erkekler bu durumdan hiç yakınmaz, aksine övünç duyarlar ve askerlik öncesi eğitim ve talimlerini erken görüp, orduya ayrıcalıklı katılmanın coşku ve heyecanını yaşarlardı. Fati Ana’nın ve Ati Aba’nın Savunma Birliği, yardım isteyen köylere kadar uzanmış ve şöhretleri Plevne ve Niğbolu’ya kadar yayılmıştı. Doksanüç Harbi başladığında, silâhlarını yenilemişler, savaşa hazır, Osman Paşa’dan haber beklemeye başlamışlardı. Osman Paşa, savaş başlangıcında, kendisinin yokluğundan yararlanarak, ellerini kollarını sallayarak girdikleri Plevne’den sürüp önüne katmış; peşlerine düşerek Rusları ve Bulgarları Lofça’nın ardındaki dağlara kadar kovaladıktan sonra; gerekli savaş hazırlıklarını yapmak üzere geri dönerken, hem soluklanmak hem de gerekli savunma emirlerini vermek üzere Lofça’da mola vermişti. Hükümet Konağı ve Belediye binası ile Cami, medrese, hamamın; sanatkâr ve esnaf dükkânlarının yer aldığı meydanda Türk asıllı tüm halk toplanmıştı. Yüzlerinde Osman Paşa ve askerlerinin ilk kazandıkları zafer sevincinin yanı sıra, gelecek günlerin ne getireceğini bilememenin kaygıları da okunuyordu. Askerlerini belli bir disiplinle istirahata yönelten Osman Paşa; düşünce taşıyan kalın çizgilerle kaplı düz alnı, kalın kaşlarının altındaki iri kara gözleriyle etrafını durmaksızın tarayan gür bakışları, sağlıklı bir görünüm veren ve ince kılcal damarları görünen yanakları, soluk aldıkça kartal kanadı gibi açılan kemerli burnu, sakalıyla birleşen bıyıklarının altında kalın ve etli dudakları aralandıkça ortaya çıkan düzgün beyaz dişleri, buğday tenli dar yüzünü kaplayan hafif ten beyaz düşmeye başlamış siyah sakalları, 45 yaşını göstermeyen sırım gibi vücut yapısı, kendisine yakışan ve daha da görkemli görünmesini sağlayan paşa üniforması, sırmalı püsküller içinde belinden sarkan paşa kılıcı, sakalı gibi hafiften beyazlayıp kalpağının yanlarından görünen saçlarıyla, atının üzerinden inmeden ve mutasarrıf ile belediye başkanının: ‘Buyurun Paşam’ diyerek gösterdikleri konağa girme davetlerini: ‘Halkın arasında kalmak istiyorum. Sizlerle ve onlarla konuşacaklarım var’ diyerek geri çevirmiş ve meydanı dolduran Türk asıllı halkı incelemeye, gözlemeye, yapacağı savaş için bu insanlarla nasıl bir dayanışma içersinde olması gerektiğinin plânlarını yapmaya başlamıştı. Fati Ana; Savunma Birliği ve tüm Lofça kadınları ile ellerinde ayran bakraçları ve maşrapaları olduğu halde Osman Paşa’yı ve askerlerini karşılamışlar ve kar kuyularında soğutulmuş ayranlarını sunmuşlardı. Fati Ana’nın Osman Paşa’ya uzattığı ayran dolu maşrapanın içinde bir saman çöpü yüzüyordu. Osman Paşa: “Temizliği ve titizliği bakraç ve maşrapasından belli olan bu ayranın üzerindeki saman çöpüne anlam veremedim? Yalnız benim maşrapamda olsa başka türlü düşüneceğim. Ama askerime sunduğunuz bütün maşrapalarda saman çöpü var. Bunun bir anlamı olmalı?” Diyerek soran gözlerini kendisine ayran sunan Fati Ana’ya çevirdi. Elindeki bastonu sağ elinde dayanak olarak kullanan, sol elinde ayran bakracı olan, çatkılı beyaz yaşmaklı başı, alnına düşen ak saçı dışında kadınlık işareti taşımayan ve göğsünde çapraz fişeklik, omzunda tüfek, tam bir savaşçı asker görünümünde olan Fati Ana: “ Savaştan ve yoldan geldiniz. Yorgun ve terlisiniz. Çok susadığınız da belli. Bu durumda sizlere sunduğumuz ayranı yavaş yavaş, sindire sindire, dinlene dinlene içmezseniz, hasta olur, savaşmaktan uzak düşersiniz. Sizlere bunları sözle söylesek, susuzluğunuz sözlerimizden baskın çıkacağı için uygulamayacaksınız. Ayranın üzerine konulan yıkanmış ve arınmış saman çöpü bu işi söze gerek kalmadan sağlar. Sizler çöpü üfledikçe nefeslenir, ağır ağır içerek de sindirirsiniz. Bu bizim Orta Asya’dan gelen geleneklerimizde vardır. Afiyet olsun Paşam, hiçbir kötü amacımız yoktur.” Osman Paşa, kendisi ile çok rahat konuşan, gözlerinden sevecenlik akan, güneş yanığı buğday tenli, hiç kırışık ve buruşukluk bulunmayan, kırmızı yanakları bu yaşında bile belli olan bir yüzle ve ışıl ışıl parlayan elâ gözleriyle kendisine kararlı bakan, yaşını belli etmeyen ama bilgeliği yüz hatlarından okunan, elinde dayanak olarak tuttuğu bastona ihtiyacı olmadığı vücut yapısından belli olan Fati Ana’yı konuştuğu sürece daha yakından inceledikten sonra: “ Orta Asya’dan söz edersin. Atalarımız oradan çıkalı 800 yıl oldu. O zamandan bu yana bu gelenekler nasıl yaşatıldı?” Fati Ana bu soruyu beklermiş gibi ince dudaklarıyla gülümserken hiç eksiği olmayan bembeyaz dişleri de görünmüş, bastonunu eline alıp Paşa’ya uzatırken, vücudu daha bir dik durmuş, sözleri daha bir onurlu çıkmaya başlamıştı: “ Size uzattığım bu baston, bizim boyumuzun ‘Soy Ağacı’dır. Dedem Korkut’tan bu yana, her kuşak (Dede) için üzerine bir çentik açılmıştır. Bakın üzerinde 27 çentik var. Bu demektir ki Orta Asya’dan çıkalı boyumuzun 27 dedesi uçmaya varmış, sonsuza yolcu olmuş, rahmete kavuşmuştur. Her kuşakta yeniden belirlenen Boyumuzun Belleten’i, kendisine yazılı ve sözlü olarak aktarılan bilgileri ve belgeleri yeni kuşaklarımıza taşımakla görevlidir. Daha ayrıntılı bilgileri kendisinden alabilirsiniz Paşam.” Bu bilgece sözler karşısında hayranlığı daha da artan, daha Niğbolu’da iken ünü kendisine ulaştığı için takdir ettiği ve yakından görüp tanımak istediği Fati Ana’ya ve yanında duran ‘Savunma Birliği’ kadın ve genç askerlerine askerce bir selâm verdikten sonra atından indi. Fati Ana’nın elini tutarak, kadın ve genç askerlerin arasında dolaşıp bilgi aldı. Başarılarından ötürü hepsini kutladı. Ati Aba ile tanıştırılınca: “Çok keskin bir nişancı olduğunu, iyi komutanlık yaptığını, askerlerini iyi talimden geçirdiğini duydum. Biraz sonraki konuşmalarımı iyi dinle ve söylediklerimi yerine getirmek için ikinci bir emir bekleme. Fati Anayla birlikte yanımda bulunun.” Dedi. Yay gibi kaşlarının altında, ok gibi kirpiklerinin ardındaki yeşilden maviye, maviden yeşile dönüşen menevişli gözleri ile Paşa’ya utangaç utangaç bakan ve ‘çok abartmışlar. Ben anlatılanlar kadar da değilim’ demek isteyen Ati Aba, Paşa’nın elini tutup geleneklerimizde olduğu gibi öptü. Buğday renginden daha açık, akça bir tene sahipti. Yüzü aşk sembolü olarak çizilen kalp resimleri biçimindeydi. Kumral saçları alnının tam ortasından aşağıya doğru birkaç santim uzuyor ve sanki resimlerdeki kalp sembolünün görüntüsünü eksiksiz hale getirmek istiyordu. Başına bağladığı al grebinin oyaları da gözleri gibi menevişliydi. Fati Ana gibi çatkı yaptığı beyaz yaşmağını çözüp omuzlarına atmış ve bukleli kumral saçları ile grebinin rengi uyum sağlamıştı. Boyumuzun ‘hokka gibi’ diyerek güzelliğini anlatmak istediği biçimde bir burnu vardı. Gül yaprağı dudakları ile gülümsediğinde, genlerinden gelen doğal kırmızılıktaki al yanaklarında oluşan gamzeler, kendisine ayrı bir güzellik veriyor, gülümseyen dudakları arasından görünen inci gibi dişler de bu güzelliği tamamlıyordu. Uzun boyu, ince beli, endamlı vücut yapısı ile boyumuzun ‘dal boylum, ince bellim’ diye tanımladığı ve dini bayram eğlencelerinde grupça oynadığı oyunlarda söyledikleri türkülerdeki tanıma tıpa tıp uyan bir görünümdeydi. (Yazarın notu: Boyumuz şivesinde ‘dal’ fidan yerine kullanıldığı için, türküdeki benzetme böyle yapılmıştı. Bu gün bile köyümüzde fide veya fidan yerine ‘iki dal biber ektim’, ‘iki kavak dalı ektim’ gibi ‘dal’ sözcüğü ‘fidan’ yerine; ‘ektim’ sözcüğü de ‘diktim’ yerine kullanılmaktadır.) Bukleli gür kumral saçlarını kalın bir pelik (belik) yapmış ve beline kadar uzatmıştı. Atıyla dörtnal giderken, saçları atının yelesi ile rüzgârda uçuşarak yarışırdı. Kısacası: Ati Aba, bizim boyumuz kadınlarının güzellikte ve kahramanlıkta nerelere ulaştıklarının bir örneğiydi. Paşa’nın elini öperken heyecandan elleri titremiş, yanakları daha bir allanmış, gamzeleri daha çukurlaşmış olarak Paşa’nın sözlerini dinlemiş ve: “Emredersiniz Paşam!” Diyerek asker selâmını çakmıştı… Osman Paşa, meydanın kenarında bulunan ve bu günkü banklar gibi oturmaya yarayan taş sekilerden en yakın olanına önce Fati Ana’yı oturtup sonra kendisi de yanına oturdu. Bu zamana kadar süren sert bakışların yerini, anasına yönelen bir çocuğun sevecen ve özlem dolu bakışlar almış; azametli paşa duruşunun yerini de ana kucağına hasret bir çocuğun, ‘başını anasının göğsüne yaslama’ duruşu almıştı. Fati Ana’nın elini tutup öptü, iki elinin arasına aldı. Önce nasırla kaplanmış ve derisi kalınlaşmış avuç içine; sonra da incelmiş, adeta zar gibi olmuş, bu zar gibi ince derinin altında mavi kan damarlarının göründüğü cildine baktı. Elindeki bastonu ve üzerindeki çentikleri inceledi. Etraflarını saran Lofça halkının da duyabileceği ses tonuyla: “Avucunun içi, her Türk Anası gibi ne kadar meşakkatli bir yaşamın olduğunu; elinin üstü de ne kadar asil ve ince ruhlu olduğunu gösteriyor. Çok uzaklarda bıraktığım anam gibi geldin bana. Dede Korkut, Orta Asya’dan Anadolu’ya bütün Türklerin bilge atasıdır. Ama sen ‘Dedem Korkut’ dedin. Bununla ne demek istedin?.. Fati Ana, oğluna yaklaşan bir ananın gösterdiği sevecenlikle: “ Dedem Korkut, bizim boyumuzdan gelmiş ve bilgeliği ile bütün Türklerin Atası olmuştur. Ama bizim boyumuzda hepimizin akrabasıdır. Bu yüzden de soy ağacımız olan bu baston üzerindeki ilk çentik Dedem Korkut tarafından açılmış ve kuşaktan kuşağa geçerken de Belletenlerimiz: ‘Herkes Dede Korkut der. Dedeleri olmasa da Türk olarak buna hakları vardır. Ama ‘Dedem Korkut’ yalnız bizim boyumuz der. Çünkü Dedem Korkut bizim boyumuzdan gelir ve bizim gerçekten dedemizdir.27 kuşak boyu böyle bilir, böyle söyleriz…” Osman Paşa, Fati Ana’yı aldığı yere kadar götürüp bıraktı ve önceki azametli görüntüsüne dönerek atının üzerine bindi. Kendisini izleyen Türk asıllı Lofça halkına, hepsini kucaklar gibi baktıktan sonra: “ Anadolu’da bıraktığım bizim boyumuz da ‘Dedem Korkut’ der. Bu demektir ki ayni boydan geliyoruz. Ayni olan Atalarımız Orta Asya’dan göç ettikten sonra yine göçer olarak yaşamaya başlamışlar. Çok yıllar Kars, Erzurum, Erzincan yörelerindeki otlaklarda hayvanlarını besleyip büyütmüş, üretmiş ve geçimlerini sağlamışlar. Tokat civarına geldiklerinde benim atalarım Yeşil Irmak kenarındaki bereketli toprakları çok beğenmiş ve gerekli izni alıp yerleşik düzene geçerek çiftçiliğe başlamışlar. Sizin atalarınız ise, göçerliğe devam etme kararı alıp Yozgat, Konya, Eskişehir ve Kütahya civarına kadar gelmişler. Sonra Orhan Bey kendilerini İznik ve civarına davet edip askerliklerinden yararlanmak istemiş. Sizin atalarınız da bunu kabul edip gitmiş. Bursa’nın alınışında en büyük kahramanlıkları sizin atalarınız göstermiş. Savaşta yaralanan, gazi olan ve yaşlı olanlar Bursa civarında yerleşik düzene geçmişler. Sağlam, genç, güçlü, kuvvetli ve savaşkan olanlar Rumeli’ye geçip fetihlere katılmış ve buralara kadar gelmişler. Gerekli izinleri alıp çok beğendikleri Niğbolu, Plevne ve Lofça’da yerleşik düzene geçmişler. Ruslarla Kırım Savaşı’nda karşılaştık ve onları yendik. Bu kendilerine çok acı geldi. Kendi başlarına yenemeyeceklerini anlayınca, başka milletlerden destek alarak bu savaşı çıkardılar. Kırım Savaşı’na katılan sizin buralı askerlerle görüşüp ilk bilgileri ve yerleşim yerlerinizi onlardan öğrendim. Osmanlı Rus Savaşı çıkınca da sizlere yardımı görev bilip, tayinimi buraya yaptırdım. Fati Ana’dan aldığım bilgilerden sonra akrabalarımla, boyumla buluştuğumu anladım. Boyunuzun Belleteni ile görüşüp daha ayrıntılı bilgiler edineceğim. Şimdi savaş zamanı. Düşman gelmiş, 500 yıldır yurt yaptığınız, vatanın bir parçası haline getirdiğiniz bu toprakları elimizden alıp bizleri buralardan kovmak istiyor. İlk yenilgilerini aldılar. Onları aldıklarını zannettikleri Plevne’den bozguna uğratarak kaçırttık. Yine gelirlerse yine yenileceklerini bildikleri için çok daha kalabalık geleceklerdir. Bizler de boş durmayacağız. Plevne’yi savaş merkezi yapacağız. Kalesi hem sağlam, hem de büyük ve korunaklı. Orada bütün askerimizi barındırır, düşman saldırılarından korunur ve Osmanlı Ordusu gelinceye kadar hem saldırır, hem de savunma yaparak düşmanları yıpratırız. Ordumuz geldiğinde de bizlere savaş açtıklarına pişman ederiz…” Osman Paşa, konuşmasının etkisini ölçmek için sustu; güven verici ve komuta edici bakışlarla topluluğu taradı. Kendisine güven duyulduğunu ve emirlerinin yerine getirileceğini anladıktan sonra konuşmasına daha yüksek ve sert bir sesle devam etti: “ Savaşlarda komutanın makamı, atının üzeridir. Ben de makamıma çıkmış olarak sizlere sesleniyorum. Hem hepinizi görüyor ve sesimi duyuruyorum; hem de hepinizin beni görmenizi ve ne kadar kararlı olduğumu yüz hatlarımdan görerek bilmenizi istiyorum. Biz bu düşmanları çok yendik. Hiç kuşkunuz olmasın; önce bizlerin azim ve kahramanlığı, sonra da Allah’ın yardımı ile yine yeneceğiz. Bir savaşı kazanmanın plânları ve bu plânların uygulanması vardır. Savaş Plânımızı hepimiz birlikte uygulayacağımız için, ne olduğunu da hepimizin bilmesi gerekir. Düşmanlardan hiçbir korkumuz yoktur. Ama gerekli hazırlıkları yapmaz; önlemleri almazsak kazanacağımız savaşı kaybederiz. Savaş Plânımız: Plevne Kalesini merkez yapmak, korunaklı hale getirmek, askerimizle ve yardımcı kuvvetlerimizle kaleye çekilip savunma yaparak hepimizin malını ve canını korumak. Fırsat buldukça düşmana saldırıp zayıflatmak ve ordumuz gelinceye kadar dayanmak. Ordumuz dışardan savaşa başladığında biz de kale içinden saldırıya geçip, düşmana son darbeyi indirmek ve savaşı kazanmak. İşte plânımız bu. Şimdi söyleyeceklerim emirdir ve herkesin uyması, uygulaması gerekir: 1.- Herkes elindeki erzakların iki ay yetecek kadarını kendi evinin ihtiyacı olarak bıraktıktan sonrasını ve savaşta kullanılabilecek malzemeleri en kısa zamanda kendi araçları ile Plevne Kalesine getirecektir. Getirilen erzak ve malzemeler kaydedilerek ve değeri biçilerek alınacak, savaştan sonra kat kat fazlası ile bedeli ödenecektir. Bu konu ile levazım subaylarımız ilgilenecek ve sizlere yardımcı olacaklardır. 2.- Lofça’nın kendi yetiştirdiği 2000 askeri, silâhları ve atları ile birlikte Plevne’ye gelerek bize katılacaklardır. Beraberlerinde en az üç ay yetecek kadar çamaşır ve giyim eşyası getirecekler, silâhları için var olan cephanelerini de yanlarına alacaklardır. Lofça’da kalanlar, güvenliklerini ve savunmalarını sağlamak için aralarından milis gücü oluşturacaklar ve bizimle iletişim içersinde olacaklar, kale içinde olan bizlerin gözü, kulağı ve ihtiyaçlarımızı sağlayan yardımcıları olacaklardır. Milis kuvvetlerinin en kısa zamanda yetiştirilmesi için görevli subaylarımız hemen, bu gün çalışmalara başlayacaktır. Lofça milis kuvvetleri ayni zamanda bizim İstanbul ve yola çıkan ordumuz ile olan iletişimi de sağlayacaktır. Bunun için muhabere subaylarımız Lofça’da kalacak ve gerekenleri yapacakladır. 3.- Lofça’lı kadınlarımız, Plevne’de savaşacak askerlerimiz için birer kat çamaşır, ikişer çift çorap, dolak, sarık ve yaralı askerlerimiz için sargı bezi ve pamuk hazırlayacaklar ve subaylarımıza teslim edeceklerdir. 4.- Kadın askerlerimiz atları, silâhları, cephaneleri ve üç ay yetecek kadar giyim eşyalarıyla Plevne’ye gelecekler ve savaş boyunca ordumuzun yardımcı güçleri olarak görev yapacaklardır. Biz kendilerinden daha ziyade savaşta yaralanan askerlerimizin cephe gerisine taşınmalarında ve yaralarının sarılıp tedavi edilmelerinde yararlanmak istiyoruz. Kendilerini bu konuda hazırlamak üzere sıhiyye (sağlık) görevlisi subay, sağlık uzmanı ve hemşirelerimiz bu günden itibaren göreve başlayacaklardır. Ayni şekilde Niğbolu ve Plevne’de de yetiştirilen kadınlarımız Fati Ana’nın komutasında ve Ati Aba’nın komutan yardımcılığında ordumuzun en büyük yardımcı elemanları olacaklardır. 5.- Emrimdeki Osmanlı Ordusu askerleri 17 bin kişidir. Niğbolu ve Plevne’nin 4’der bin kendi kent askerlerine, Lofça’nın 2 bin askeri eklenecek ve ordumuza katılacaklardır. Böylece asker sayımız 27 bin olacaktır. Ama bu sayı 100 bin düşman askeri karşısında yetersiz kalacaktır. Bu nedenle, eli silâh tutan ve yaşları 30 – 40 arasında olan insanlarımızdan da yedek asker olarak, üç kentten toplam 10 bin kişi daha silâhaltına alınacaktır. Toplam 37 bin kişiye ulaşacak olan ordumuzun yeme, içme, barınma, savaşa hazırlanma ve yaralananların tedavileri için de 10 bin kişilik bir yardımcı kuvvete ihtiyacımız vardır. Üç kentin 40 – 50 yaş arası erkek ve kadınlarından seçilerek alınacak olan bu yardımcı kuvvetler de bu günden itibaren görevli subaylarımızla belirlenecek ve beraberlerinde neler getirecekleri söylenecektir. 6.- Plevne Kalesi en çok 40 bin kişiyi barındıracak büyüklükte olduğu; savaşta verilecek kayıplar da göz önünde tutulduğu için bu hesaplar yapılmıştır. Plevne’ deki 50 yaş üstü yaşlı kişiler ile hastalar, yardıma muhtaçlar ve çocuklar Niğbolu ve Lofça’ya gönderilecekler ve savaş bitinceye kadar bu kentlerde barınacak, ellerinden geldiğince de bizlere yardım ulaştırılmasını sağlayacaklardır. Lofça’da kalacak yaşlı kişiler ve çocuklar hem kendilerine, hem de muhtaç olanlara bakacaklar ve devamlı olarak Lofça’da kalacak subaylarımızla, Lofça’yı korumak üzere silâhlanan milis güçleriyle iş birliği yapacak ve yardımımıza gelecek ordumuzla iletişimi sağlayıp bizlere haber ulaştıracaklardır. 7.- Bu emirler Niğbolu, Plevne, bunlara bağlı kasaba ve köyler ile, tüm Tuna boyunda yaşayan Türkler için de geçerlidir. Tahminimize göre, düşman daha büyük bir kuvvetle saldıracak, belki Lofça’yı da alacak ve Plevne Kalesi’ni kuşatarak bizi çaresiz bırakıp teslime zorlayacaktır. Ordumuzun yollarda gecikebileceği hesabı yapılarak, Plevne’ye depolanan erzaklara dokunulmayacak, kale muhasara altına alınıncaya kadar sizlerin buralardan taşıdıkları yiyeceklerle besleneceklerdir. Uluslararası Savaş Yasalarına göre, savaşa katılmayan halk, savaş dışı sayılır ve dokunulmaz. Bu yüzden Lofça’da kalanlar rahat olsunlar. Herkes üzerine düşen görevleri yaptığında plânımız gerçekleşecek, yola çıkmış olan ordumuz geldiğinde Allah’ın yardımıyla zafer bizim olacaktır…” Daha sonra Plevne’ye döndü. Kaleyi gözden geçirip nelerin olduğunu, top ve tüfeğini, asker durumunu gözden geçirdi. Noksanların giderilmesini sağlamak üzere Plevne halkıyla da bir toplantı yapıp savaş bildirisini duyurdu ve kesinlikle uyulmasını istedi. Ardından Niğbolu’ya geçerek ayni toplantıyı yaptı. Hazırlanan savaş bildirisini duyurarak, yardımlarını istedi. Tuna kıyısında yer alan Türk kent, kasaba ve köylerine haber salarak, görevli subay ve asker göndererek, savaş bildirisinde yer alanları yerine getirmelerini istedi ve Plevne Kalesi’ni savaşa ve savunmaya hazırlamaya başladı… Gerçekten de Plevne Kalesi savunma açısından çok elverişliydi. Osman Paşa, Önce kale surlarının gediklerini kapatıp, bedenleri Lofçalı taş ustalarının da geceli gündüzlü çalışmalarıyla sağlamlaştırdı. Kale kapılarını kol demirleri ile destekleyip güçlendirdi. Kale duvarlarının 10 metre ötesinde açılmış olan ve tüm kaleyi çepeçevre kuşatan, 5 metre genişliğinde olan, insan boyundan derin hendekleri temizletti. Kapıların karşısındaki iner kalkar köprüleri yeniletip tamir ettirdi. Çaydan açılan kanalı da temizleterek hendeklere savunma suyu doldurulmasını sağladı. Eski top tabyalarını tamir ettirip, yeni tabyalar yaptırdı. Kale mazgallarını tamir ettirdi. Her mazgalın başına gözcü ve keskin nişancı yerleştirdi. Kale surlarının üzerine toplar yerleştirip gülleleri de yanlarına yığdı. Düşmanın kaçarken bırakmak zorunda kaldığı iğneli mermi toplarını ve mermilerini de kaleye taşıttı. Nasıl kullanıldıklarını uzman topçularından inceleyip öğrenmelerini istedi. Bu topları da kale surlarının üzerine taşıtarak ateşe hazır hale getirdi. Lofça ve Niğbolu’ya haber gönderip kaleye erzak yığmalarını istedi. Kendisi her iki kente giderek Türk asıllı halkla görüştü. İstediklerini ve yapacaklarını anlattı. Yazılı olarak kaleme aldığı, ‘Savaş Emirnamesi’ni derhal uygulamaya koydu. Kalede 40 bin kişinin en az iki ay barınmasını sağlayacak düzenlemelere başladı. İnsanından hayvanına erzak ve cephane yığınaklarına başladı. Vidin’den getirdiği 10 bin askerinin yanına, Niğbolu, Plevne ve Lofça’nın 10 bin milis gücünü katarak, Niğbolu ve Lofça’da düşmanların zarar vermeyeceğine inandığı yaşlı ve çocukları bırakıp, diğer 20 bin eli silâh tutacak ve orduya her türlü desteği verecek kadın ve erkekleri Plevne’de bir araya getirerek savunma hazırlıklarına başladı. Amacı, İstanbul’dan gelmesini beklediği büyük ordu gelinceye kadar dayanmak ve düşmanı yıpratmaktı… BİRİNCİ PLEVNE SAVAŞI “ DÜŞMAN TUNA’YI ATLADI, PLEVNE’Yİ DE YOKLADI” Lofça ardındaki dağlara çekilen Rus Ordusu, 17 bin kişilik Türk Askerinin önünde bozguna uğradığının ve kaçtığının farkına vardığında aradan 5 gün geçmişti. Rus Çarı Aleksandr kızıp köpürmüş: “50 bin asker 17 bin askerin önünden kaçar mı? Osmanlı Ordusu geliyor palavrasını kim uydurdu? Gördünüz, ordu falan yok. Onlar bizden korkup kaleye sığınmaya çalışıyorlar. Onlara bu fırsatı vermeyelim. Toplarımızla, tüfeklerimizle haklarından gelelim.” Söylevini yapmıştı. Rusya’dan yeni kuvvetlerin gelmek üzere olduğunu; Romenlerin de 25 bin askerinin kendilerine katılmak üzere yola çıktığını da askerlerine duyurup morallerini yükselten Çar Aleksandr, 19 Temmuz 1877 günü Plevne’ye Lofça yönündeki ön kapısından (Lofça Kapısından) saldırdı. Bu saldırı tam hazırlık yapılmamış, plânlaması noksan yapılmış bir saldırıydı. Ordunun bir bölümü saldırırken diğer bölümleri de sistemli ateş vaziyeti için siperler oluşturma çalışmaları yapıyorlardı. Düzensiz, dağınık ve disiplinsiz bir görünüm içersindeydiler. Osman Paşa, kale burçlarından bu durumu gözledi ve derhal kararını verip uygulamaya koyuldu. Kuvvetini ikiye ayırıp birinci bölümünü, düşmanın saldırmadığı ve gözetim altına almadığı kalenin arka kapısından (Niğbolu Kapısından) çıkarıp düşmanın üzerine batıdan saldırmak üzere gizlenmelerini emrettikten sonra : ”Kale burçlarından düşman üzerine atılacak 10 adet top atışından sonra yıldırım hızıyla saldırıya geçmelerini, kendilerinin de ayni anda kale kapısından çıkıp saldırıya geçeceklerini;düşman, kale içinde hapsedip kuşattıklarını zannettikleri ve savunmadan başka bir çarelerinin kalmadığını düşündükleri Türklerden, böyle bir saldırı harekâtı beklemedikleri için paniğe kapılıp bozguna uğramalarının mümkün olduğunu” söyleyip, plânını uygulamaya koydu. Askerlerin birinci bölümü Niğbolu Kapısına yönelmeye başladığında, kale surlarının üzerindeki tabyalarda bulunan ve düşmanın saldırdığı yöne çevrilmiş olan topları sırasıyla ateşlemeye başladı. Düşman, bu top ateşlerinden korunmak için önce top atış menzil dışına çıkmak üzere kargaşa yaşadı. Bu sırada kalenin arka kapısından çıkan Türk Askeri de, hem görünmeden çıkmak, hem de gizlenmek için gerekli ortamı ve zamanı bulmuş oldu. Top atış menzili dışına çıkıncaya kadar şarapnel parçalarından ve kendi süvarilerinin atlarından bazı kayıplar veren düşman askerleri, komutanlarının duruma el koyması ile kale yönüne doğru siperlenip, sistemli top ve tüfek atış vaziyetine hazırlanmaya başladı. Kaleden atılan toplar, bir atıştan sonra namluları çok kızgın hale geldikleri için, en az yarım saat soğumaya bırakıldıkları için, sırayla ateşleniyor; ikinci atışlardan sonra ise bir saat beklemek gerekiyordu. Her top atışının arasına konan 5 dakikalar Osman Paşa’ya gerekli zamanı kazandırmış, kalede kalan ikinci bölüm askerlerini, açılır açılmaz hücum etmek üzere Lofça Kapısı arkasında hazır vaziyete getirmişti. Kalenin Lofça Kapısı yönünde 10 adet topu vardı. Onuncu atıştan sonra, ilk topun tekrar ateşleneceğini düşünen düşman komutanları, halâ siperlerinde durup ikinci atışların da sona ermesinden sonraki zorunlu uzun bekleme zamanında saldırıya geçmek üzere askerlerini hazırlıyorlardı. İşte tam bu sırada, düşman askerlerinin yüzlerini dönüp siper aldıkları kale kapısından değil de batı yönünden ve savunmasız hale gelmiş siperlerin yan tarafından; kalenin Niğbolu Kapısından çıkıp gizlenmiş olan Türk Askerlerinin ‘Allah!... Allah!... Allah!..” naraları ile önde süvariler yalın kılıç saldırısı başladı. Topların yönünü hemen çevirmek ve geri tepme lerin önüne geçmek için desteğe almak mümkün değildi. Yönleri birerli sıra kaleye dönük olarak siperlenen sistemli tüfek atış taburu da yan dönünce; havadaki turna kuşu sırası gibi oluyor; gelen Türk Askerlerini önde olanların dışında gören olmadığı için de, doğru nişan alamıyor ve birbirlerini vurma tehlikesi yaşıyorlardı. Piyadelerin rahat hareket etmesi için Lofça tarafına çekilen düşman süvari alayı da önlerinde sipere yatmış tüfek taburu ile top taburunu yarıp hücuma geçmek için yol bulmaya, fırsat yaratmaya ve komutanlarından emir beklemeye başlamıştı. Düşman askerleri, kaleden çıktıklarına ihtimal vermedikleri bu Türk Askerlerinin gerçekten Osmanlı Ordusu olduğunu zannetti ve yine paniğe kapıldı. Bu zamanı kollayan Osman Paşa da Lofça Kapısını açıp saldırıya geçti. Düşmanlar, önde süvariler; düşmanın üzerine savunan değil de saldıran ve hücum eden Serdengeçti Türk Askerlerini görünce, hangi yöne döneceklerini ve ne şekilde ateş edeceklerini karıştırarak birbirlerine girdiler ve bozguna uğrayıp kaçmaya başladılar. Osman Paşa atının üzerinde, rahat kılıç salmak için gömleğinin kollarını kıvırmış, atını mahmuzları ile yönetmeye başlamış, sol elinde kalkanı, sağ elinde kılıcı en önde: “Koman yiğitlerim! Vurun gazilerim! Düşmana aman vermeyin aslanlarım!” Naraları ile kendisi gibi davranan ve korkusuzca saldıran askerlerine heyecan ve coşku katıyor; düşman askerlerinin yüreklerine de korku salıyordu. Süvari Türk Askerleri önlerine kattıkları ve kaçmaya mecbur bıraktıkları düşman askerlerinin yetişebildiklerini ve yakaladıklarını kılıçtan geçiriyor, daha fazlasını arkadan gelen piyadelere bırakıyor ve kovalamaya devam ediyorlardı. Yeri göğü inleten “Allah!.. Allah!.. Allah!..” Naraları ve zafer haykırışlarıyla; Osman Paşa yönetimindeki 17 bin Türk Askeri, 50 bin düşman askerini önüne katmış kovalıyor, kovalıyor, kovalıyordu. Bu, Türkler açısından övünçle; Ruslar açısından utançla seyredilecek bir görünüm; düşmanın Osma Çayının karşı yakasına kovulmasına kadar devam etti… Osman Paşa, daha fazla gitmenin plânlarının düşman tarafından anlaşılacağı ve kaleden uzakta kaldıkları için de kurtulamayacakları için yeterli buldu. Saldırıyı kademeli olarak durdurup kaleye çekildi ve kapıları kapayıp savunma vaziyeti aldı. Gerekli sayımdan sonra 2 bin şehidimiz olduğu ve 1500’de yaralımız bulunduğu anlaşıldı. Yaralıların tedavisine başlanırken, meydanda kalan şehitlerimizin toplanıp defnedilmesi; ayni işlemlerin düşmanlarca da yapılabilmesi için, savaş kurallarına göre iki gün ateşkes ilân edildi. Bu iki gün içinde şehitlerimize karşı son vazifelerin yapılmasının yanı sıra, düşmanlara hissettirilmeden; kaleye ilâç, yiyecek ve cephane birikimi yapılmasına devam edildi. Savaşın başladığını ve kazanılan savaşı duyup çevre illerden koşup gelen Türkler de, düşmanın gevşek davranmalarından yararlanarak kaledeki askerlere katılmaya başladılar… İKİNCİ PLEVNE SAVAŞI “ KILICIMI VURDUM TAŞA, TAŞ YARILDI BAŞTAN BAŞA” Birinci Plevne Savaşında, Türklerin savaş plânına yenik düşen ve iki bin beş yüz kayıp veren Rus Ordusu Komutanı Çar Aleksandr çok öfkelenmişti. Lofça ve Plevne’ye kadar elini kolunu sallaya sallaya, neredeyse hiç savaş yapmadan, plânladığı zamandan da önce gelmişti. Amacı, bir an önce Plevne’yi alıp Niğbolu’yu düşürmek ve Vidin’e ulaşıp, Osmanlıyı Balkanlar ve Rumeli’den sürüp çıkarmaya yönelik büyük plânı uygulamaya koymaktı. Plevne’ye gelmiş, takılıp kalmıştı. Komutanlık çadırında sinirli sinirli dolaşıyor, sağ elindeki örme kırbacı sol elinin içine vurarak kendi kendine söyleniyor, yüksek sesle düşünüyor ve karşısında tir tir titreyen komutanlarına ver yansın ediyordu: “Nasıl oluyor da böyle aptalca tuzaklara düşüp, yarılarından daha az bir asker karşısında bozguna uğruyorlardı?” Komutanlarını bakışlarıyla tek tek süzerek ve ezerek sorguladıktan ve yeteri kadar korku saldığına emin olduktan sonra devam etti: “ Bu savaşta görev almış komutanlar olarak; bu tutum ve davranışlarınız, tarihin utanç sayfalarına geçecektir. Bunun sorumluları da askerleriniz değil, savaşı yöneten siz komutanlar olacaksınız. Bu utanç sayfasını yırtıp çöp sepetine atmanın ve şanlı bir sayfa yazmanın şart olduğunu herhalde anlamışsınıdır. Bu sizlere tanığım son fırsattır. Derhal birliklerinizin başına dönüp askerlerinizi bundan sonra yapılacak saldırıya hazırlayın ve kaleyi alarak hem kendinizi, hem de askerlerinizi affettirin. Yarınki toplantıya her komutanı önerileri ile karşımda görmek istiyorum.Görevlerinizin başına; marş, marş!..” Konuşmasını yaptıktan sonra, kendisi de yeni kuvvetler gönderilmesi için temaslara başladı… Ertesi gün, her akşamüzeri komutanları ile yaptığı toplantıda ‘herkesin bundan sonra kalenin alınması için önerilerini’ dinledi ve ortak bir sonuca ulaşıp kararını açıkladı:”Toplantımızda dile getirilen öneriler ışığında; 1.- Kale alınıncaya kadar Vit Suyu kenarında, kaleye en yakın uygun yerden başlayarak her iki taraflı ordu kampı kurulacak. Böylece hem kendi askerlerimiz kontrol altına alınacak, hem de Türklerin kale dışı iletişimleri daha iyi denetlenecektir. Ordumuz kamp yerinin yanında savaşacağından, bu güne kadar iki kez yaşanan paniğe kapılıp kaçma ve bozguna uğramış görünmenin de önüne geçilecektir. İki taraflı kurulacak büyük kampın uzunluğu 5 km. yi geçmeyecek şekilde düzenlenip; bu uzunluğa göre genişlik tayin edilecektir. 2.- Kalenin ön ve arka giriş ve çıkış kapıları denetim altına alınacak, uzaktan ateş yoluyla izinsiz girenlerin ve çıkanların icabına bakılacaktır. 3.- Kale dışındaki civar kent ve köylerden kaleye destek için gelen gönüllülerin, açık veya gizli erzak taşıyanların araba, hayvan ve sırt yüklerine varıncaya kadar aranacak, yakalananlara başkalarına da örnek olsun diye caydırıcı cezalar (asılarak öldürme ve teşhir etme gibi) verilecektir. 4.- Ordumuzun lağım (toprak kazarak siper ve sığınak yapma, toplara tabya hazırlama ve yeraltından tünel kazarak kale surlarına ulaşma) bölükleri, gün boyu ikişer saat nöbetler halinde çalışacaklar ve bundan sonraki savaşımız için güvencemiz olacak sistemli top ve tüfeklerimizin etkili olması sağlanacaktır. 5.- Askerlerimiz bölümlere ayrılarak komutanları eşliğinde kalenin karşısında savaş yerlerini belirleyecekler ve her komutan emrindeki askerleri ile kendi bölümlerinin siper kazmalarından top yerleşimlerine, süvari hareketinden günlük keşif tatbikatlarına, gündüz ve gece nöbetlerinden lağım bölüklerinin kaleden açılacak top ve tüfek ateşlerinden korunmasına kadar görev alarak sorumlu olacaklardır. 6.- Kale surlarının dışında yer alın varoşlardaki yerleşim yerlerinde, mahalle ve evlerde oturan savaş dışı halkın arasında bulunan Türk asıllılar derhal uzaklaştırılacak; bizi destekleyen Sırp ve Bulgarlar ile diğer azınlıklarla iyi ilişkiler kurulup yardım edilerek destekleri sağlanacak, Türk Ordusu ve kale içi bilgileri bizlere aktarmaları için ödüllendirilecek, kendilerine ordu karavanasından her gün yiyecek verilecek, savaştan zarar görmemeleri için her türlü önlem alınacak, zarar görenler fazlasıyla tazmin edilecek, hasta, yaşlı ve çocukların savaş alanı dışına taşınması ve bakımları üstlenilecektir. 7.- Alınan bu kararlar en geç 10 gün içinde tamamlanacak ve tüm ordumuzun katılımıyla kale düşürülecektir… * * * * * Düşman cephesinde alınan kararlardan sonra, kale karşısında girişilen çalışmalar Osman Paşa’yı kuşkulandırmaya başlamıştı. Uzaktan yapılan dürbün ve keskin gözlü askerlerin, düşman içine sızdırılan, düşman askeri üniforması giydirilmiş ve kalenin yeraltı gizli kapılarından çıkarılıp düşman arasına salınmış casusların getirdiği bilgiler değerlendirilerek, kuşatma altına alınmak için çalışmalar yapıldığı sonucuna vardı. Topları ateşleyerek ve mancınıkları kullanarak düşmanların çalışmalarını engellemek istedi ama çalışmalar top atış menzilinin dışında olduğundan, düşman topları daha uzun menzilli atışlara sahip olduğundan başarılı atışlar yapılamıyordu. Göz göre göre düşmanın kaleyi kuşatmasına izin vermek, kapana kısılmaktan farksızdı. Büyük Ordudan da bir haber yoktu. Ne yapıp etmeli, bu kuşatma çalışmalarına engel olmalıydı. Bunun için düşman ordusunun lağımcı bölüklerinin nöbet değiştirme zamanlarını kollayarak, kaleden çıkardığı süvari bölükleri ile saldırılar düzenlemeye başladı. Bu saldırılar ‘düşmanın beklemediği bir anda, kaleden yıldırım hızı ile çıkıp düşman üzerine saldırarak vurma ve derhal geri çekilip kaleye sığınma’ şeklinde oluyor; ayni zamanlarda Lofça milislerinin de Büyük Ordunun geleceği yönden ateşe katılması da düşman ordusundaki kargaşayı çoğaltıyordu. Her geçen gün deneyim kazanan Türk Süvarileri, hiç kayıp vermeden geri dönmeye ve düşmana en az 100 kayıp verdirerek daha etkili olmaya başlıyorlardı… 30 Temmuz 1877 günü de böyle başlamıştı. Düşman ordusu kale etrafında siperlerini açmaya, toplarını yerleştirmeye ve sistemli tüfek atış bölükleri için tatbikatlar yapmaya başlamıştı. Osman Paşa da süvari saldırı bölüğünü hazırlamış, uygun zamanı ve fırsatı kollamaya başlamıştı. Ayrıca gemilerle gönderilip Niğbolu’ya indirilen ve arabalarla kalenin Niğbolu Kapısı yanlarına getirilip gizlenen, kale kapılarının açılışı ve süvari saldırısı ile yaratılacak kargaşada kale içine alınacak olan savaş malzemeleri, ilâç ve erzaklar vardı. Bunların kale içine bir kazaya kurban gitmeden alınabilmesi için, yine ayni yollarla gelen ve kaledeki askerlerle omuz omuza savaşa girmek için can atan gönüllü ve resmi askerler de vardı. Kuşkanadıyla uçurulan haberlerle gerekli hazırlıklar yapılmış; cephane ve erzakları koruma görevi bu gönüllülere verilmişti. Kalenin Lofça kapısından çıkacak süvari birliği ile birlikte, Niğbolu Kapısı da açılmaya hazır hale getirilecek ve gerekirse, gelenlere yardım etmek üzere her iki kapı önünde yeteri kadar asker bulundurulacaktı. Kale içindeki herkes bu durumdan haberdar olduğu için, eller tetikte her an, her şeye hazır, verilecek emirleri yerine getirmeyi bekliyorlardı. Lofça Kapısından yıldırım gibi çıkan süvari birliği, köprüyü geçtikten sonra evlerin arasındaki yol genişliklerine göre üç kola ayrılıp evlerin bitişinde birleşmek üzere saldırıya geçtiler. Arkalarından köprü kaldırıldı ve kale kapısı dönüş için açık bırakıldı. Niğbolu Kapısı ve köprüsü de gelecekler için açıldı, köprü kaldırılmaya hazır hale getirilerek yola çıkanlar gözlenmeye ve her an yardıma hazır vaziyette beklenmeye başlandı. Birden düşman tarafında beklenmedik ve umulmadık bir hareketlenme oldu. Vit Suyu kenarındaki ordu kampının ağaçları arasından çıkan bir süvari alayı, Türk saldırı süvarilerinin üzerine hücum edeceği yerde, Lofça Kapısı ile varoşların arasına doğru at sürmeye; Türk süvarilerinin önündeki düşman birlikleri de karşı ateşe geçeceklerine geriye doğru çekilmeye başladılar. Düşmanın bu manevrasını kale burçlarından dürbünle izleyen Osman Paşa, kurulan tuzağın derhal farkına vararak, Türk Süvarilerini, parola olan top atışı ile uyardı. Süvari birlik komutanı Binbaşı Mustafa Bey de durumun farkına varmış ve saldırıyı bırakıp birliğini kaleye dönmek üzere çevirmişti. Şimdi bir ölüm kalım yarışı başlamıştı. Türk Süvarileri kaleyle aralarına girmek isteyen düşman süvarilerinden önce kapıya varıp kaleye sığınmak; arkalarından açılan tüfek ateşinden de korunmak istiyorlardı. Düşman süvarileri de araya girip hem süvarileri yok etmek, hem de kale kapısını zorlayıp içeri girmek ve kaleyi almak istiyorlardı. Osman Paşa plânı anlayınca hemen kale burçlarından aşağıya inip, atlı ve yaya tüm askerlerinin kale kapısından çıkıp açılan köprüden yardıma koşmalarını isteyerek atına atlayıp önlerine geçmişti. Her iki taraf da önce kendi askerlerinin güvenliğini düşündüğü için top ateşi yapamıyor, yalnız tüfek ateşi ile yetiniyordu. Niğbolu Kapısı da ayni durumla karşı karşıya kalmıştı. Osman Paşa, Komutan Yardımcısı Miralay (Albay) Hüseyin Bey’i Niğbolu Kapısı’na gönderip, tüm güçleriyle savaşın içine daldılar… İşte, Plevne’ye karşı ikinci Rus saldırısı 30 Temmuzda böyle başladı. İkinci Plevne Savaşı adı verilen bu ‘Rus saldırısı ve Türk savunması’ muharebesi, kanlı savaşlara sahne oldu. Türk Süvarileriyle Rus süvarileri, varoşların bitmesine yakın bir yerde, sokak aralarında birbirleriyle karşılaştı. Kale kapısı ile aralarında 500 metre kadar mesafe kalmıştı. Atların şahlanıp kişnemesi, askerlerin haykırış ve naraları, güneşte parlayan kılıç ve kalkanların çarpmaları, boşa veya doluya ateş edilen tüfek sesleri, yaralanan askerlerin acı dolu feryatları ortalığı cehenneme çevirmişti. Türk Süvarileri hem düşmanla savaşıyor, hem de kale kapısına doğru at sürmeye devam ediyordu. Sokaklar dar olduğundan toplu halde bulunmak mümkün değildi. Atından düşen veya yaralananlar kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyor, arkadaşlarından yardım göremiyorlardı. Sokaklar; kopan kafa, kol, gövde ve bacaklarla dolmaya, kan gölüne dönmeye başlamıştı. Dar alanda iki atın şahlanışı ile birlikte üzerindeki süvarilerden daha deneyimli olanı kılıcını rakibinin başına doğru sallarken, diğer eliyle tutuğu kalkanıyla da kendisine savrulan kılıç darbesinden korunmaya çalışıyordu. Türk Süvarileri, atlarının dizginlerini bırakıp dizleriyle atlarını yönetme becerisine sahip oldukları için üstünlüğü hemen ele geçirmişlerdi. Sokak aralarından kurtulup kale surlarıyla evler arasındaki yaklaşık 300 metrelik boşluğa gelince, her iki taraf da kendi askerleriyle birleşip iki grup haline gelerek savaşmaya başlamıştı. Kaleden atlı ve yaya olarak Osman Paşa yönetiminde çıkan Türk askerleri son hızla arkadaşlarının yardımlarına koşarken, düşman askerleri de diğer yönden son hızla gelerek kaleyi ele geçirmek için ele geçen bu fırsatı kaçırmak istemiyorlardı. Süvarilerin ayrılan gruplarına göre, savaş cephesi; batıda Türkler, doğuda Ruslar olarak belirlenmiş; kale kapısı, surları ve su dolu hendekler kuzeyde, cephenin yan tarafında kalmıştı. Kaleden çıkan Türkler bu yan taraftan saldırırken, düşman kuvvetleri de güneyden ve doğudan saldırıyordu. Göğüs göğse kanlı ve korkunç bir muharebe başladı. Türk tarafı var olmak için; Rus tarafı da yok etmek için saldırıyordu. Tüfek atışları durmuştu. Süngü hücumuyla karşı karşıya gelen iki taraf; kılıç, hançer, süngü, diş, tırnak, tekme, tokat muharebesine başlamıştı. “Allah! Allah!..” sesleri ile “Hurra!.. Hurra!..” Sesleri birbirine karışıyor, acı taşıyan feryatların “Yandım anam!..” olanlarının Türklere, diğer anlaşılmayan dildekilerin de düşmanlara ait olduğu anlaşılıyordu.Öğle saatlerinde başlayan muharebe, bütün hızıyla gün batımına kadar sürdü. Kalenin su dolu hendekleri kan rengine büründü. Kan rengi suların üzerinde yüzen kafa, kol ve bacakların hangi tarafa ait olduğunu anlamak mümkün değildi. Niğbolu Kapısı’nda da ayni durum yaşanmış; düşman bu kapıya daha az kuvvet ayırdığı için Miralay Hüseyin Bey, düşmanı geri çekilmeye mecbur etmiş, gelen malzeme arabalarını kale içine almış, köprüyü indirip kale kapısını kapatarak güvenceyi sağlamıştı. Yeni katılan gönüllü askerleri ve muharebeyi kazanmış olmanın gururunu ve onurunu yaşayan askerlerini yanına alarak, Lofça Kapısının dışındaki muharebe meydanına koşup Osman Paşa’nın yardımına gelmişti. Yardıma gelen arkadaşlarının: ‘Öbür kapıda düşmanı yendik. Yardımınıza geldik. Hücum arkadaşlar! Allah! Allah! Allah!.. Saldır gafil düşmana, yılma!..” Naralarıyla aralarına katılmaları, şevk, coşku, güç ve kahramanlıklarını çoğaltmıştı. Düşman tarafı ise yeni katılan bu askerlerin üzerlerine amansızca saldırmaları üzerine şaşkınlığa düşmüşlerdi. Bu şaşkınlıklarından çok ince bin zamanlamayla yararlanan Osman Paşa dillere destan haykırışı ile:”Koman yiğitlerim!.. Vurun gazilerim!.. Düşmana aman vermeyin aslanlarım!..” Diyerek bir hücum tazeledi. Türk askerleri yeni bir “Allah!.. Allah!..Allah!..” narasıyla düşmanın üzerine hörelenince de muharebe koptu ve bozulan düşman kuvvetleri geri çekilmeye başladı. Sokak aralarında süren kısa bir kovalamadın sonra, yeni düşman kuvvetlerinin yetişmekte olduğunu gören Osman Paşa, askerlerine, kaleye çekilmeleri emrini verdi… Bu kanlı savaştan sonra yapılan sayımda Türk tarafının 3 bin şehit verdiği, 2 bin de yaralı askerinin olduğu anlaşıldı. Düşman tarafının kaybı 10 bin, yaralı sayısıysa 8 bindi… * * * * * Rusların büyük bir gizlilik içinde hazırlandıkları ve kesin sonuç almak istedikleri bu savaşta da başarılı olamaması ve büyük kayıplar vermesi şok etkisi yaratmıştı. Rus Çarı Aleksandr, askerlerinin yetersiz olduğunu görünce, destek isteyerek asker sayısını 80 bine, Sırp ve Bulgar askerleri ile birlikte ordularını 100 bine çıkardılar. Bunu da yetersiz gören Rus Çarı, Rumen (Romanya) Ordusundan da 25 bin kişilik yardım istedi… ÜÇÜNCÜ PLEVNE SAVAŞI “OSMAN PAŞA’NIN KOLUNDAN ÜÇ BİN TOP BİRDEN PATLADI” Osman Paşa, iki savaşta da başarılı olamayan düşman kuvvetlerinin bilenmiş ve çoğalmış olarak kaleye saldıracaklarını düşünüyordu. Bu düşünceleri kaledeki komutan ve askerleriyle paylaştıktan sonra: “Ruslar siperlerini ve tabyalarını kurdular. Artık kaleyi almak için hücuma geçecekler ve bu hücumu, top atışlarından sonra başlayacak sistemli tüfek atışı destekleriyle kale kapılarını açmaya ve surlarını yıkıp aşmaya yönelik yapacaklardır. Bizim savunma hazırlıklarımız da bu esasa göre olmalıdır. Toplarımızın mermi ve gülleleri düşman mevzilerine ulaşabilecek atış gücüne sahip olmadığı için, beklenen başarıyı sağlayamıyoruz. Bu noksanlığı ortadan kaldırmak için, kale surlarının burçlarına ve kale surlarının dışına; varoşların başlangıç yerlerine en yakın ve uygun bölümlerine, düşmanlara hissettirmeden, büyük bir gizlilik içinde; askerlerimiz, toplarımızı ve tüfeklerimizi düşmanın gözünden gizleyecek ve ateşlerinden koruyacak yeni tabyalar yapmamız ve toplarımızla tüfekçilerimizi bu tabyalara yerleştirmemiz gerekir. Bizim toplarımızın etkisiz olduğunu bilen ve buna göre hücum geliştirecek olan düşmanlar, kendilerini top atışlarımızın önünde bulacaklar ve saldırdıklarına pişman olup, büyük kayıplar vererek geri çekileceklerdir. Kazandığımız bu zaman içersinde de ordumuz yardımımıza gelmiş olacaktır. Tabya yapmak ve topları yerleştirmek için, düşmanın uyuduğu geceleri çalışmalı ve bunu büyük bir gizlilik ve sessizlik içinde yapmalıyız ki plânımız başarılı olabilsin. Tabyalarımızı geçip kale kapılarını kırmak ve kale surlarına yıkıp aşmak için saldıracak düşmanları durdurmak için de; önce kale surlarını sağlamlaştırmak, atılan top mermileri tarafından hasar görecek duvarları hemen onaracak malzeme ve ustayı hazır bulundurmak, kale mazgallarında görev yapan askerlerimizin top, tüfek ateşi; humbara ( Humbara veya kumbara: İçi patlayıcı ve parçalayıcı ile doldurulup, el veya havan topu ile atılan o zamanki bomba), mancınıkla ateş topu ve taş atışı, oklarla neft içine batırılmış yanıcı ve yakıcı, top şeklindeki bezler atma, mızrak ve kargılarla kaleye yaklaşanları veya tırmananları düşürme, merdivenle çıkamaya çalışanların merdivenlerini devirme, kale surlarına tırmanmak isteyenleri; burçlardaki kazanlarda kaynatılan zift ve katranları üzerlerine dökerek düşmanı durdurmaya; ekiplerimizin ayrılmaları, hazır olmaları ve hazırlık yapmaları gerekmektedir. Bir taraftan şehitlerimizi defnederken, diğer taraftan yaralılarımızı tedavi edip yeni savaşa hazırlayacak ve diğer taraftan da hiç ara vermeden, gündüzleri kale içi hazırlığı yapıp, geceleri de kale burçları ve kale dışı çalışmalarını sürdüreceğiz. Hepimize kolay gelsin ve gazamız şimdiden mübarek olsun.” Bu doğrultuda çalışmalara hemen başlandı. İstihkâm birliği, yeraltı çıkışlarını kullanarak, varoşların en yakın ve en uygun yerlerine tabyalar yapmaya başladılar. Herkes karınca gibi çalışıyor ve bu çalışmalar büyük bir gizlilik ve sessizlik içersinde sürdürülüyordu… * * * * * Düşman cephesi de hem Rusya’dan, hem de Romanya’dan gelen asker, top, tüfek ve süvari desteğiyle güç ve güven kazanmış olarak, kaleyi kesin düşüreceğine inandığı son saldırıya hazırlanıyordu. Kaleyi uzaktan dövecek top tabyalarını hazırlamış, sistemli tüfek atışları için gerekli olan siperleri varoşların bittiği yerlerde yapmış, kale kapılarını kırma ve kale surlarına merdivenle tırmanacak ekipleri hazırlamış, piyade saldırısı için gerekli taktik ve çalışmaları yapmıştı. Kaleye ilk girecek, savaşta kahramanlık gösterecek, kalenin düşürülmesinde önemli kahramanlık gösterecek askerlerine vereceği ödülleri, madalyaları ve paraları daha şimdiden ilân ederek, askerlerini motive etmeye yönelmişti. Bu savaş, Rus Çarı Aleksandr için ‘olmak veya olmamak’ savaşıydı. 125 bin kişilik ordusunun tümünü savaşa sürmek çılgınlık olur, kendi ordusu bu kadar dar alanda kendi kendini vururdu. Bunu düşündüğü için, ordusunu 25 bin kişilik 5 gruba ayırarak ve nöbet değiştirir gibi, gerek gördüğünde, bir grubu çekip, yerine diğerini sürerek ve devamlı saldırarak bu savaşı kazanmayı aklına koymuştu. İlk uygulamaya, bu zamana kadar tüm uyarılara ve önlemlere rağmen Plevne’ye yardım ve desteğini sürdüren Lofça’yı işgal ederek ve Plevne ile tüm bağlantılarını keserek başladı… * * * * * Üçüncü Plevne Savaşı; Rus, Rumen, Sırp ve Bulgar birleşik ordusunun 11 Eylül 1877’de yaptığı saldırıyla başladı. Önce top atışları ile kale kapıları ve surları dövülmeye başlandı. Osman Paşa bunu bir fırsat bildi. Top atışları surlara yönelik olduğu için kapıdan çıkacak olanlar hem görülmüyor, hem de tehlike altında bulunmuyorlardı. Türk askerleri ayni anda hem kale burçlarına, hem de varoşların yakınına yapılan tabyalara toplarını, askerlerini, humbaralarını ve tüfeklerini taşıdı. Bu savaş başladığında, Plevne Kalesinde 85 top,86 piyade taburu,12 süvari bölüğü ve 15 bin kadar deneyimli asker, 10 bin kadar milis gücü, 10 bin kadar orta yaşlı gönüllü kadın ve erkek ihtiyat askeri ve 10 bin kadar da, savaşanlara hizmet eden yardımcı eleman olmak üzere toplam 65 bin kadardı. Rusların ise; Rumenlerle birlikte 125 bin askeri,558 sahra topu,50 muhasara topu, 50 bin süvarisi, 50 bin tüfeklisi ve 50 bin piyadesi bulunuyordu. Ruslar 2 saat devam eden top atışları süresince boş durmamışlar, süvarilerini, piyadelerini ve tüfek atış birliklerini yerlerine göndermişlerdi. Türklerin top atışlarına fırsat vermeden veya ateşlenen topların mermilerinden korunarak kale surlarına yaklaşacaklardı. O kadar yakına geldiklerinde top atışının da dışında kalacaklar ve derhal kale kapıları ile kale surlarına saldıracaklardı. Tam top atışlarını durdurup askerlerine ilerleme emri verildiğinde, Türk tarafının gizli tabyalarındaki toplar ateşe başladı. Düz alanda korumasız olarak ilerleyen düşman askerlerinin ortasında patlayan gülleler, humbaralar ve tüfek ateşleri, önce süvarileri yüz geri etti. Güllelerin ve humbaraların ortalarına düşmesi ve parçalanarak çarptığı insan ve atları yerlere devirmesi, atılan nara ve çığlıklar, önce atların delirmiş gibi emir dinlemeyip geri dönmelerine; ürkerek dörtnala koşarken sistemli tüfek ateşi siperlerine girmelerine, düşmelerine veya atlamalarına, bu siperleri geçtikten sonra da piyade askerlerinin üzerlerine ezercesine gitmelerine neden olmuştu. Düşman askerleri neye uğradıklarının şaşırmış, kendi süvarilerinin kendilerine saldırdığını zannederek korunmaya geçmişti. Bir taraftan da top mermileri ve humbaralar birliklerin ortalarında patlamaya devam ediyordu. Böyle bir savaş sahnesi yaşanmamıştı. Ortalıkta Türk Askeri yoktu. Nereden atıldığını bilmedikleri top mermileri ve humbara bombaları vardı. Düşman komutanları tam bu kargaşanın önüne geçmeye, panikleyen askerlerini yatıştırmaya çalışırken, Lofça Kale kapısı açılmış ve Osman Paşa, bu kargaşa fırsatını kaçırmayıp yine saldırıya geçmişti. Bu korkusuz saldırı karşısında daha da panikleyen düşman kuvvetleri geri çekilmek, toplarının ardına sığınmak zorunda kaldılar. Osman Paşa, askerlerini kaleye döndürürken, varoş boylarına açılan tabyalardaki askerlerini çoğaltma, güçlendirme, daha fazla top yerleştirme ve bu tabyaları kaybetmemek için tüm askerlerini seferber etme kararı aldı. Çünkü bu tabyaları geçecek düşman askerini durdurmanın çok zor olacağını, kale kapılarını zorlamaya, kale surlarına tırmanmaya başlayan, top ve tüfek atışlarıyla desteklenen sayıca çok fazla düşman askerinin kaleyi ele geçirebileceklerini düşünüyor ve bu plânı bozma plânları yapıyordu… Düşman, kale karşısına kurduğu savaş karargâhını ve savaş vaziyetini hiç bozmadan, top ve tüfek siperlerini boşaltmadan, küçük saldırılar ve uzaktan kale duvarlarını döven top atışlarıyla savaşa devam ederek ama saldırıya geçmeyerek 5 gün dinlenmeye çekildi. 17 Eylül günü tüm gücü, hızı ve hıncıyla kaleye yüklendi. Bu bir tabya ve top savaşıydı. Osman Paşa’nın kolundan; kale burçlarından ve varoş tabyalarından toplam 85 top gün boyu 3 bin atış yaptı. Her atış isabet kaydediyor, düşman askerlerini saldırdıklarına pişman ediyordu. Top soğutmaları arasında fırsat bulup ilerleyen düşman askerleri, varoş tabyalarına hücum edince, kale kapısında hazır bekleyen Türk Askerleri de hücuma kalkıp, göğüs göğse çarpışarak düşmanı geri püskürtüyor ve tabyayı geri alıyordu. Kale burçlarından atılan toplar, tüfekler, humbaralar, alevli mancınık topları, oklarla atılan alev bezleri, ortalığı duman içinde bırakmış, savaş alanının gündüz ortasında akşam alaca karanlığına bürünmesini sağlamıştı. Bir ara düşman kuvvetleri üstün gelmeye, Lofça Kale kapısını zorlamaya ve merdiven dayayıp kale surlarına tırmanmaya başladılar. Kale surlarında açılan bir gediği kapatmaya çalışan Türk ustaları ile düşman askerleri arasında gırtlak gırtlağa denecek bir savaş başladı. Bu durumları yakından gören; kale burçlarından elinde dürbün, savaşın seyrini izleyen ve her olayı değerlendirip lehimize çevirmeye çalışan Osman Paşa; ortalığı saran dumandan da yararlanarak savunmayı bırakıp kısa süreli “vur –kaç” saldırısına geçti. Bu saldırıya kalede olan, geri hizmet gören, görmeyen, at bakıcısından aşçısına, sağlıkçısından, çamaşırcısına, kadınından erkeğine, yaşlısından ihtiyatına, imamından müezzinine tüm halk katıldı. Önce kale kapısına ve surlara saldıranlar geri püskürtüldü. Sonra; savaş sahası birbirine öldüresiye saldıran, bunun için her türlü silâhı ve vücut organlarını kullanan, en az 40 bin insanla doldu. Toplar tüfekler susmuş, süngüler takılmış, kılıçlar çekilmiş, savaş naraları, at kişnemeleri ortalığı sarmış, kesilen başlar, koparılan kol ve bacaklar, yaralanıp devrilen atlar, yaralardan fışkıran kanlar ortalığa saçılmış bir halde, 2 saat kadar devam eden bu savaş; düşmanın büyük kayıplar verip geri püskürtülmesiyle sona erdi… Bu üçüncü Plevne Savaşı’nda Türkler 3 bin şehit ve 4 bin yaralı vermiş; Rus ve Rumen ordusunun kaybı 15 bin, yaralıları ise 13 bin olmuştu. Tüm Avrupa bu inanılmaz orantısız güç savaşını konuşuyordu. 20 bin Türk, 125 bin kişilik bir orduya, üstelik kaleye sıkıştırılmış bir durumdayken, savunma yapmakla kalmıyor, kaleden çıkıp saldırıyor ve geriye püskürtüp, sağ salim kaleye dönüyordu. Hem de bunu üç kez başarıyor, korku ve yılmak nedir bilmiyor, sivil kale halkı da asker disiplini içinde ayni kahramanlıkları göstererek askerlerden geri kalmayan bir tutum sergiliyor, bu zamana kadar görülmemiş, yaşanmamış olan topyekûn bir savaşa imza atıyorlardı. Kaledeki 40 bin kişi; tek bir baş, tek bir vücut gibi kaynaşmış, birleşmiş, bütünleşmiş ve yenilmez bir güç haline dönüşmüştü. İşte Avrupa bu insanları konuşuyordu… Rus Çarı ise çaresiz durumdaydı, üç savaşta da başarılı olamamış, cepheye sürdüğü 50 bin Rus askerinin yarısını kaybetmişti. Bu ayni zamanda kendisisin itibar kaybetmesi anlamına geliyordu. Plevne Kalesini, kuşatıp saldırarak almasının imkânsız olduğunu, özellikle son savaşta, Plevne halkının savaşa katılmasıyla görmüştü. Avrupa devletleri de bu orantısız güç savaşına tepki göstermeye; Rusları savaş dışı kurallar uygulayan acımasız bir devlet gibi göstermeye başlamışlardı. Kaleyi mutlaka almalı, ama başka plânlar yapmalıydı… * * * * * Plevne’ye yardıma için yola çıkan Osmanlı Ordusu bu sıralarda Hasköy ve Eski Zağra yakınlarında konaklamış, Demirkapı ve Şıpka geçitlerinin alınmasını bekliyor, erzak ve asker tedarikiyle uğraşırken,Rus Ordusunun ikinci kolu olarak Karadeniz kıyısından Balkanları geçip, Güney Bulgaristan’ı ele geçirmek üzere Türklerin yaşadığı kent, kasaba ve köyleri ezip geçen, Bulgaristan komitacılarıyla ve milliyetçilerin oluşturduğu ordularıyla birleşerek Osmanlı Ordusunu yenip Rumeli ve Balkanları Türklerden temizlemek isteyen düşmanların saldırılarıyla da karşılaşıyordu. Ordu Komutanı Rauf Paşa, Balkan Dağları’nın Demirkapı ve Şıpka geçitleri dışındaki dar ve sarp geçitlerinden yararlanarak Osman Paşayla iletişim kurmaya çalışıyor; aldığı bilgileri de günü gününe İstanbul’a iletiyordu. Yapılan üç Plevne Savaşı sonunda Osman Paşa, Plevne Kalesini tahkimattan (Bir yeri düşman saldırısına karşı koyabilecek duruma getirmek için yapılan her türlü haberleşme, hendek, siper gibi savunma tesisleri) geniş ölçüde yararlanmıştı. Karşı taarruzlarla aktif savunma yapmış ve üçüncü Plevne Savaşı sonunda yaptığı genel taarruzla çok parlak bir başarı kazanmıştı. Oysa kendisi, Padişah’ın çok güvendiği Rauf Paşa olarak, geçitleri aşıp yardımına gidemiyordu. Geçitlerin derhal alınması emrini verdikten sonra, İstanbul’a Osman Paşa’nın parlak başarılarını; Osman Paşaya da en yakın zamanda yanında olacağını bildirdi. Padişah, bu kahramanlıklar karşısında, Plevne Savaşına katılan tüm askerlere ve kale halkı ile birlikte Osman Paşa’ya GAZİ unvanı verdi… Filibe’de bulunan ve Lofça’daki nine ve dedelerimizle akrabalık bağları olan akıncılar, Komutanları Akıncı Ahmet Bey’le birlikte (Komutanları, Rüştü Akın ve Zühtü Akın’ın dedeleri) Osmanlı Ordu Komutanı Rauf Paşa’ya giderek:”Biz 3 bin gönüllü asker, başka geçitlerden yararlanarak, batıdan dolaşıp Vidin’de gemilere binerek Plevne’ye, yakın akrabalarımızın yardıma gitmek istiyoruz. Siz gelinceye kadar savunmalarına katkıda bulunmuş oluruz. Bize izin verin Paşam.” Dileğinde bulundular. Rauf Paşa buna çok sevindi ve kendilerini donatarak yola çıkmalarını sağladı. Yola çıkan gönüllü askerler, her türlü güçlüğü en kısa zamanda aşarak, Üçüncü Plevne Savaşı sona erdikten 6 gün sonra, 23 Eylül 1877’de kalenin Niğbolu Kapısı karşısına ulaşıp Osman Paşa’ya gizli yollardan haber uçurdular Gelenlerin kaleye alınması da düşmanın kuşatmayı sıklaştırması nedeniyle adeta imkânsız duruma gelmişti. Gazi Osman Paşa, kuşkanadıyla kendilerine haber uçurarak: “26 Eylül günü, gecenin ağarmaya başladığı günün en erken saatinde, Niğbolu Kapısından çıkıp saldırıya geçeceğiz. Sizler de 3 gün içersinde toplayabildiğinizce cephane ve erzak toplayınız. Topladıklarınızı sağlam ve süratli at arabalarına yükleyip bizim saldırımızı bekleyiniz. Düşman bize karşı vaziyet alınca sizler de arkalarından saldırıya geçiniz. Allah’ın izniyle sizlerle buluşup kaleye salimen döneriz.” Haberini uçurdu. Her iki taraf da düşmana hissettirmeden hazırlıklarını sürdürüp adı geçen saldırı gününe hazırlandılar… Gazi Osman Paşa, son savaşta ağır kayıp vermiş düşmanın hiç beklemediği 26 Eylül sabahının tan vaktinde Niğbolu Kapısından süvarileriyle saldırıya geçti. Kendileri kadar savaş yorgunu ve vurgunu olarak gördükleri Türk Askerinin bu saldırısını hiç beklemiyorlardı. Hemen vaziyet alarak sistemli tüfek ateşine geçmek istediler. Tam vaziyet alacakları zaman arkadan saldırıya uğrayınca şaşkınlıktan dona kaldılar. Birkaç cılız tüfek atışı dışında hiçbir girişimde bulunamadılar. Niğbolu yönünden gelen 3 bin gönüllü ile at arabalarına yüklü cephane ve erzak, düşmanların donakalmış şaşkın bakışları arasında kale kapısından girip köprüyü kaldırdılar ve kapıyı kapatıp kendilerini güvenceye aldılar. Bu duruma çok kızan Rus Çarı, tüm gün top atışlarıyla kale surlarını dövdüyse de atı alan Üsküdar’ı geçmişti… Gazi Osman Paşa, silâh arkadaşları ve kale halkı, bu kahramanları büyük bir coşkuyla karşıladı. 3 bin deneyimli asker büyük bir güçtü. Ama getirebildikleri cephane ve yiyecek yok denilecek kadar azdı. Düşmanın kaleyi kuşatması ve gelen tüm yolları kesmesiyle, zor da olsa bu zamana kadar sürdürülen cephane ve erzak akışı tamamen kesilmişti. Artık kalede cephane ve yiyecek asker sayısından daha fazla önem kazanmaya başlamıştı. Buna rağmen, başta Gazi Osman Paşa olmak üzere kalede bulunan tüm Gazi Askerler ve Gazi Halk; savunmalarını güçlendirerek büyük ordu gelinceye kadar direnme güçlerinden hiçbir şey kaybetmediler… Yapılan son sayıma göre kalede 10 bin deneyimli muazzaf asker, 10 bin gönüllü milis gücü, 10 ihtiyat gücü ve 10 bin hizmet askeri ve gönüllüsü olmak üzere, toplam 40 bin kişi bulunuyordu. Bunların önce cephane donanımı, sonra da karınlarının doyurulması ve temizliği gerekiyordu. Düşman şu andaki sıkı denetimini sürdürürse, çok yakında beklenmedik tehlikelerle karşı karşıya geleceklerdi. Buna çözüm üretmek gerekiyordu. Önce günlük tayınların kısılmasına karar verildi… Rus Çarı Aleksandr, komutanları ile yaptığı toplantı sonunda alınan ortak kararı şu cümlelerle açıklıyordu: “İstihkâmı (Koruması) çok güçlü olan ve canlarını vermeye hazır askerlerle bütünleşmiş bir halk tarafından saldırıyla savunulan bu kaleyi, savaş saldırısı ile alamayacağımız anlaşılmıştır. Bu kaleyi hiç kayıp vermeden düşürmenin başka yöntemleri de vardır. Önce savaş kurallarına göre kendilerine ‘teslim ol’ çağrısında bulunacağız. Sonra kaleyi tam anlamıyla kuşatıp, içeriden dışarıya; dışarıdan içeriye kuş uçurtmayacağız. Böylece kale içindekiler erzakları bitinceye kadar direnecekler; sonrasında ya açlıktan ve hastalıktan ölmeyi, ya da teslim olmayı seçeceklerdir. Bizim ordumuzun yiyeceği, içeceği, ilâcı ve bol miktarda cephanesi vardır. Plânımızı biraz geciktirmiş oluruz, ama kaleyi en geç iki ay içinde teslim alıp yolumuza devam ederiz. Bu karar derhal uygulamaya konulacak ve sonuç alınıncaya kadar aksatılmadan uygulanacaktır.” Ruslar ve Rumenler 1877 Ekim başından itibaren saldırmaktan vazgeçip kuşatmaya yöneldiler. Ordularının Vit Suyu kenarındaki kampının kaleye uzak bölümünü kaldırıp, kale etrafına taşıdılar. Böylece çepe çevre kuşatılan kaleyi, 24 saat boyunca sıkı bir gözetim altında tutmaya başladılar. Kaleye gizlice girmek ve çıkmak isteyenlerin de düşman çadırlarının arasından geçme tehlikesini göze alamayacaklarını ve başaramayacaklarını düşündüler. Kaleden yapılacak bir savunma saldırısının önüne geçmek için de 24 saat nöbetleşe görev yapan topçu ve tüfekçileri siperlerinde ateşe hazır tutmaya başladılar. Düşmanlar bir ay boyunca yapılan bu çalışmalar sonucunda; dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya kuş uçurtmuyorlar, uçan güvercinleri de vurmaya çalışıyorlardı. Artık sırada plânın ikinci basamağı vardı. Rus Çarı 12 Kasım 1877’de, beyaz bayraklı bir elçi göndererek Gazi Osman Paşa’ya teslim olmasını teklif etti. Gazi Osman Paşa düşmanı oyalayarak zaman kazanmaya ve Osmanlı Ordusu’nun yardımına gelmesini beklemeye başladı. 125 bin kişilik düşman ordusu; yenemeyeceklerini anladıkları 20 bin kişilik silahlı asker, 10 bin kişilik eli silah tutan orta yaşlı erkek ve kadın ile 10 bin kişilik ordunun ihtiyaçlarını karşılayan ve cephane taşımaya hizmet eden toplam 40 bin kişiyi, savaş deyimi ile muhasara altına almıştı. Plevne kalesinin etrafını sarmış, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye kuş uçurtmuyor; kaledeki Türkleri aç ve zor durumda bırakarak teslim olmaya zorluyordu. Osman Paşa; İstanbul ve Osmanlı Ordusu ile iletişim sağlama görevlilerini Lofça’ya göndermiş, gelen haberlerin anında kendisine ulaştırılmasını istemişti. Düşman muhasarasına ve Lofça’nın işgaline kadar yardımlar iyi işlemiş; muhasara başlayınca hem yiyecek içecek, hem cephane, hem de iletişim kesilmişti. Hiç olmazsa iletişim için güvercinle haberleşme yöntemi kullanılmaya başlamış, ‘kuşkanadıyla’ haber getirip götürülmeye çalışılmıştı… PLEVNE’DE BU SAVAŞLAR OLURKEN, OSMANLI DEVLETİ’NİN TUTUMU VE RUMELİ ORDUSU’NUN 93 HARBİ KARŞISINDAKİ DURUMU Osmanlı Devleti, ülkenin dört bir yanında bir anda başlayan isyanlardan ve çıkan savaşlardan göz açıp kapayamıyordu. İsyan eden Yunan ve Rumlar Girit ve diğer bölgelerde, İngilizlerin de kendilerini desteklemeleri ile büyük bir güç oluşturup saldırıya geçmişlerdi. İngilizler bununla da kalmayıp, Anadolu’daki Rumları, Mısır ve Arap Yarımadasındaki Arap Milletlerini isyana teşvik ediyor, her türlü yardımda bulunuyordu. Fransızlar, Anadolu’daki Ermeni ve Kürtleri isyana teşvik ediyor, kendi askerleri ile yardımlarına gidiyordu. İtalyanlar Libya ve Suriye’de ayni şekilde başlattıkları isyanlar ve görevlendirdikleri silahlı güçlerle Osmanlı’yı yıkmaya çalışıyordu. Diğer yandan Ruslar da bir yandan Rumeli ve Balkanlardaki Sırp ve Bulgarlarla iş birliği yapıp Osmanlı’ya savaş açarken, diğer yandan da Kafkaslardan hem kendi ordusu hem de Ermeni ordusu ve isyancı Ermeni militanları ile iki koldan saldırıyordu. Osmanlı Ordusu dört cepheye bölünmüş bir halde savaşmaya, herkesin yardımına koşmaya çalışıyordu. Plevne’ye gönderilecek ordu için, Boyumuz Beyi ve Adliye Nazırı (Adalet Bakanı) Ahmet Cevdet Paşa’dan söz alınmış ve son gücümüze kadar dayanıp tıpkı 1396 Niğbolu Savaşında, Padişah Yıldırım Bayezit’in Boyumuz Beyi Doğan Beyin yardımına yetişmesi gibi; Osmanlı Ordusunun cankurtaran gibi yetişmesini beklemeye başlamışlardı. Ahmet Cevdet Paşa, tüm yetkilerini kullanarak,acil yardım için 50 bin kişilik bir ordu oluşturulmasını ve Plevne’ye doğru,24 Haziran 1877’de yola çıkmasını sağlamıştı. Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Rauf Paşa yönetimindeki ordu, kurulacak Savaş Yolu üzerinde kendisine katılacak askerlerle en az 100 bine ulaşacak ve hem Osman Paşa’nın beklediği yardıma koşacak hem de düşmanları yenip hak ettikleri cezayı verecekti. Ordunun geçerken kurduğu Savaş Yolu; (Bu gün yurdumuz sınırları içersinde olan): İstanbul, Çorlu, Lüleburgaz, Babaeski,Edirne ve (bugün Bulgaristan sınırları içersinde olan): Hasköy, Eski Zağra, Kızanlık, Koca Balkan Dağları üzerinde 1330 m. Yüksekteki Demirkapı Geçidi, yine ayni dağlar üzerindeki 1024 m. Yükseklikteki Şıpka Geçidi, bu geçitlerden sonra Gabrova, Lofça ve Plevne olarak plânlanmıştı. Edirne’ye kadar ordu büyük bir hızla ilerlemiş, katılan askerlerle sayısı 80 bine ulaşmıştı. Önden giden süvariler, öncelikli olarak önem taşıyan Demirkapı ve Şıpka geçitlerini tutup güvenli geçişe hazır bulunduracak ve halkın lojistik desteğini sağlamak için kent yöneticileri ile bağlantı kuracaktı. Osman Paşa bu konuda bilgilendirilmiş ve ‘Dayan! Yıldırım gibi yardıma geliyoruz.’Haberi uçurulmuştu. Osmanlı Ordusu Serasker’i ( Bakan ve Baş Komutan) Rauf Paşa, daha Edirne civarına geldiğinde durumun hiçte iç açıcı olmadığını, Balkanlar ve Rumeli’den isyanlar ve savaşlar yüzünden göç eden Türkleri görünce anlamış ve kendilerinden aldığı bilgilere göre savaşa hazırlık yapmaya başlamıştı. Göç eden Türkler : ‘ Sırplar, Bulgarlar, Ruslar bir oldular. Köylerimizi, kentlerimizi basıp; canımıza, malımıza, namusumuza göz diktiler. Ordu kurup üzerimize saldırdılar. Bizim askerlerimiz çok azdı ve çoğu öldürüldü. Padişaha haber salıp yardım istedik gelmedi. Kalırsak ölümü, göç edersek yaşamı seçmiş olacaktık. Biz kendimiz için değil, çocuklarımızın ve torunlarımızın ölümlerini önlemek ve geleceklerini güvence altına almak için, her şeyimizi bırakıp göç etmek zorunda kaldık. Artık Savaş Yolu üzerinde ve diğer yerleşim yerlerinde sözü geçen, dediğini yaptırabilme gücünü elinde bulunduran Türk Yönetici bulmak çok zor. Balkanlar ve Rumeli Türk olmaktan ve Türklerin olmaktan çıktı. Rusların, Bulgarların ve Sırpların oldu. Paşam, keşke daha önce gelseydiniz de bizleri de kurtarıp, 500 yıldır üzerinde yaşadığımız topraklarımızdan göç etmek zorunda kalmasaydık. O zaman daha önce olduğu gibi Savaş Yolu boyunca ordumuza yardım ederdik…’ Rauf Paşa, aldığı bu bilgiler üzerine, asker sayısını arttırmaya ve Savaş Yolu üzerindeki engelleri kaldırmak üzere görevlendirdiği süvari alayının sayısını Filibe’den çağırdığı akıncılarla arttırıp toplarla desteklemeye karar verdi… BALKAN DAĞLARI VE 93 HARBİNDEKİ ÖNEMİ Bulgaristan topraklarını batıdan doğuya doğru, neredeyse ortasından geçip ikiye ayıran, iki sıralı, en yüksek yeri Yumrukçal Tepesi’nde 2375 m. Yüksekliğe ulaşan ve Balkan Yarımadası’na da ismini veren Balkan Sıra Dağları, ortalama 1300 ile 2000 metre yüksekliktedir. Bazı yerleri 500 – 600 metreye kadar düşer; bu kısımlarda, tıpkı bizim Istranca (Yıldız) Dağlarında olduğu gibi, yerleşim yerleri de vardır. Karadeniz kıyılarına yaklaşınca alçalır ve denizin yanında kaz ayağı biçiminde üç dağ sırasına ayrılır; güneydoğuya dönen birinci sıra, Bulgar kenti Burgaz’a kadar geldikten sonra güneye dönüp Türkiye topraklarında Istranca (Yıldız) Dağları adını alarak Kırklareli’nin Dereköy, Demirköy, İğneada, Vize, Kıyıköy yerleşim yerlerinden geçip, Tekirdağ’ın Saray ve Çerkezköy ilçelerinde de devam ettikten sonra İstanbul Boğazının Karadeniz başlangıcında son bulur. Bulgaristan topraklarında kalan ve Batı Balkanlar, Koca Balkanlar, Küçük Balkanlar adı verilen sıra dağların sarp tepelerinden geçmek çok zordur. Binlerce yıl boyunca Koca Balkanlarda iki önemli geçit oluşmuştur. Bu geçitlerden birincisi güneyde kalan ve yüksekliği 1330 m. Olan Demirkapı Geçidi; birinci sıradağlarda yer alır. Demirkapılar Geçidinden sonra, birinci sıradağ inişi başlar, derin bir vadi oluşur, sonra da ikinci sıradağ çıkışı başlar ve 1024 m. Yükseklikteki ikinci geçit olan Şıpka Geçidine ulaşılır. Bu iki önemli geçit, ayni nehir kolları üzerinde kurulmuş iki köprü gibidir. Birisi olmadan diğeri işe yaramaz. Bu geçitlerin dışında kalan Balkan Sıra Dağları, geçit vermez sarp tepelerle ve balta girmemiş ormanlarla kaplıdır. Dede ve ninelerimiz, Balkan Dağları ile yaşam boyu iç içe olduklarından, ormanlık ve dağlık olan her yere ‘Balkan gibi’ benzetmesini yapmışlar ve bu benzetmeyi bizlere kadar taşımışlardır. Balkanların güney tarafındaki eteklerinin bittiği yerde Tunca Nehrinin suladığı Kızanlık Ovası ve Meriç Nehrinin suladığı Filibe Ovası yer alır ve ufak engebelerle Edirne’ye kadar uzanır. Balkanların kuzeye bakan eteklerinin bittiği yerde, Tuna Nehrinin kolları olan Osma ve İskir nehirlerinin ve diğer çayların oluşturduğu Tuna Ovası uzanır. Tuna Nehri en geniş ve en derin, en duru akışına Balkanlarda ulaşır, en bereketli topraklar (Macaristan, Romanya; Sırbistan ve Bulgaristan Ovaları) Koca Balkanların sularıyla beslenir. Edirne ile Balkan Sıradağlarının Demirkapılar ve Şıpka Geçitleri arası yaklaşık 300 km; geçitlerden sonra Plevne’ye kadar olan uzaklık da yaklaşık 300 km. olmak üzere, Osmanlı Ordusu’nun Savaş Yolu toplam 600 km’lik bir mesafeydi… OSMANLI ORDUSUNUN HAREKÂTI VE SAVAŞ PLÂNI Rauf Paşa’nın önden gönderdiği Süvari Alayı, Komutan Abdülkerim Paşa yönetiminde; Hasköy, Eski Zağra ve Kızanlık yerleşimlerinde düzeni sağlayacak, yöneticilerinden orduya lojistik destek hazırlamalarını isteyecek, ardından Demirkapı ve Şıpka Geçitlerini güvenli geçişe hazırlayıp, orduyu bu geçitlerde bekleyecekti. 300 km’lik birinci etap yolun 250 km’si olaysız geçti. Gerçi geçilen yerlerde önceden olduğu gibi şenliklerle, davul zurnalarla ve katılacak askerlerle karşılanmamışlar; ama saldırıya da uğramamışlardı. Saldırılar Demirkapı Geçidine yaklaşınca başladı. Ruslar, önce davranarak, az sayıdaki nöbetçi Türk Askerlerini pusuya düşürüp şehit ettikten sonra, Demirkapı ve Şıpka Geçitlerini ele geçirmişler ve toplarla da donatmışlardı. Süvari Alayı geçide doğru tırmanırken, kendilerini kuş bakışı yukarıdan gören Rus topçularının ateşi altında buldular. Bu öylesine beklenmedik bir ateş ve öylesine beklenmedik bir yerde yapılan korkunç saldırıydı ki, bir taraf sarp dağ yamacı, diğer taraf ise uçurumdu. Dar geçit yolunda sığınacak, siper alıp korunacak ve karşı ateşe başlayacak bir durum yoktu. Karşılarında saldıracak düşman da bulamayan Türk Süvarileri, kendilerini Demirkapı Geçidinden kuş bakışı gören Rus topçuları tarafından sıkıştırılan, pusuya düşürülüp avlanan, çaresiz kalan bir konumda kaldılar. Abdülkerim Paşa, askerini daracık yolda geri döndürüp top ateşinden kurtarıncaya kadar; ölen, yaralanan, düşen, kalkan, korunmaya çalışan, görünmeyen düşmanı arayan askerler ve atlar birbirine karışmış, yarıdan fazla şehit verilmişti. Durum değerlendirmesi yaptıktan sonra yolu bırakıp, orman içinden yaya olarak geçidi ele geçirme plânını uygulamaya koydular ve daha kötü bir durumla karşılaştılar. Orman içerisinde daha önceden vaziyet almış silâhlı Bulgar askerleri ve Bulgar dağ çeteleri, kendilerini göstermeden Türk askerlerini acımasızca şehit etmeye başladılar. Süvari Alayı verilen ‘Demirkapı ve Şıpka Geçitlerini güvence altına alma’ görevini yerine getiremeyerek geri dönmek zorunda kaldı… Rauf Paşa yönetimindeki Osmanlı Ordusu, bu durumdan habersiz, Eski Zağra’ya gelmişti. Daha önceleri olduğu gibi Mehter Bölüğü halka konserler vermiyordu ama Osmanlı Ordusunu, Savaş Yolunun iki tarafına dizilip alkışlayan, su ve ayran sunan, tezgâhlarını açıp satış yapmaya çalışan halk da yoktu. İstenmeyen misafirlerin yüzlerine kapanan kapılar gibi, kentlerin kapıları da Osmanlı Ordusuna kapanmıştı. Kent Yöneticileri ile görüşen ve bilgi alan Rauf Paşa; ‘vergilerin toplanamadığını, isyanların bastırılamadığını, dağlara çıkıp geceleri saldıran, yakıp yıkan; soyup öldüren çetelerin Türk olanlara yaşama hakkı tanımadığını…’ öğrenince durumun ne kadar tehlikeli bir hal aldığını; Rumeli ve Balkanların artık Osmanlı egemenliğine karşı silâhlanarak, ordu kurarak savaşa başladığını,Türk olanlara yaşama hakkı tanımadığını anlamaya başladı. Oysa durum İstanbul’dan hiç de öyle görünmüyor, birkaç kendini bilmezin suç işlemiş olması olarak yorumlanıyordu. Oysa Rumeli ve Balkanlar elden gidiyor, vatan evlâtları şehit ediliyordu… Osmanlı Ordusu günde en çok 50 km. yol alabiliyor, gece konaklamalarında da Bulgar çeteleri ve yeni oluşturulan Bulgar Milli Ordusu askerleri tarafından beklenmedik saldırılara uğruyordu. Açık alanda, karşısına çıkan düşman ordusu ile savaşmaya alışmış ve buna göre talim görmüş Osmanlı Askerleri; nereden geldiği belli olmayan, vurup kaçan, peşlerine düşüldüğünde,yer yarılıp içine girmiş gibi kayıplara karışan; kent sokaklarını, evlerini ve ormanları sığınak ve siper olarak kullanan bu yeni başlayan gerilla düşman saldırıları karşısında; binlerce sarıca arı saldırısına uğramış bir insan gibi savunmasız ve korunmasız kalmıştı. Milletlerinin yeni ordu kurduğunu ve milli devlet kurulacağını duyan Osmanlı Ordusundaki Bulgar, Sırp ve Rumlar da askerden kaçarak düşman tarafına geçmeye başlamışlardı. Ordunun beslenmesi için halktan satın alınması gereken yiyecek maddeleri de sağlanamaz olmuştu. Süvari alayının Demirkapı Geçidinde uğradığı saldırı sonucu başarısız olması da yaranın üzerine tuz, biber ekmiş, Rauf Paşayı zor durumda bırakmıştı. Süvari Alayı Komutanı Abdülkerim Paşa görevden alındı. Yerine atanan Süleyman Paşa, kuzey taraftaki Osmanlı Birlikleri ile haberleşip: ‘Kendileri Kızanlık’tan Demirkapı Geçidini zorlarken, onların da kuzeyden saldırıya geçip Şıpka Geçidini zorlamalarını; iki taraflı saldırı sonucunda başarılı olacaklarını’ bildirmişti. Ama bu plân da başarılı olamadı. 16 – 17 km. uzunluğundaki iki geçit alınamadığı için Osmanlı Ordusu, Plevne Savunması yapan Osman Paşa ve askerlerine, O’nun yanında canlarını veren Türklerin (Nine ve Dedelerimizin) yardımına gidemiyordu. Filibe’den orduya katılan Akıncılar, Beyleriyle birlikte Rauf Paşa’ya başvurarak:” Lofça ve Plevne’de savaşan yakın akrabalarının yardımlarına gönüllü olarak gitmek istediklerini ve başka geçitlerden, başka yollardan geçerek bunu başarabileceklerini” dile getirdiler. Rauf Paşa bu duruma çok sevinerek ve kendilerine her türlü donanımı yardımını yaparak 3 bin gönüllü akıncıyı yola çıkardı… Rauf Paşa göz göre göre, savaş yapamadan eriyen Osmanlı Ordusunu Edirne’ye geri çekerken, Bulgar, Rum ve Sırp çetecilerle dağlarda mücadele edip onları etkisiz hale getirecek, bölgeyi ve çeteleri yakından tanıyan Resneli Niyazi, Kolağası Demirkapılı Ali, Yüzbaşı Ahmet Ekrem, Filibeli Mülazım Namık, Lofçalı Mülazım Osman, Tıbbiyeli Mustafa gibi subayları görevlendirdi ve kendilerinden Türklerle işbirliği yaparak kendi ekiplerini kurmalarını ve mücadelelerini sürdürmelerini, Plevne’ye de haber uçurmalarını istedi. Zaten kasım ayı gelmiş, Balkanları geçit vermez kış ve kar kaplamıştı… SAVAŞ BOYUNCA PLEVNE VE LOFÇA’DA DURUM VE ARANAN ÇARELER “ŞANI BÜYÜK OSMAN PAŞA, PLEVNE’DEN ÇIKMAM DİYOR” Gazi Osman Paşa, Üçüncü Plevne Savaşı’ndan sonra, kuşkanadından aldığı haberle ‘Osmanlı Ordusunun yardımlarına gelemeyeceğini ‘ öğrendi ve yeni plânlar üretmeye başladı. Osmanlı Ordusu yardımlarına gelemeyeceğine ve Ruslar da Plevne Kuşatmasını kaldırmayacaklarına göre; kaledeki insanları açlıktan veya savaşarak ölmekten kurtarması gerekiyordu. Kalede erzak bitmiş, atlar ölmeye başlamış, insanlar da son ümitlerini Osmanlı Ordusunun yardıma gelmeyeceğini öğrendikten sonra yitirmeye başlamışlardı. Normal yaşamda kale dışına taşarak 25 bin kişinin barındığı Plevne, kale içinde 40 bin kişinin yaşadığı bir yer haline gelmişti. Beş aydan beri dış dünya ile bağlantıları kesilmiş, yiyecek ve ilâç maddeleri başta olmak üzere hiçbir konuda yeterli yardım alamamışlardı. 20 bin savaşan askerine yardımcı olacak 10 bin eli silâh tutan orta yaş ve 10 bin savaş yardımcısı kadın erkek Türklerden;(toplam 40 bin kişiden) 120 bin kişilik donanımlı bir orduya karşı gelmelerini beklemek çılgınlığın da ötesinde, göz göre göre ölüme gitmek demekti. İnsanlık tarihi böyle bir kararı veren komutanları, ancak kara sayfalarında yazardı. Gazi Osman Paşa, emrindeki komutanlarla bir toplantı yaparak tüm bu tarihi gerçekleri dile getirip,’12 Kasım 1877’de Ruslar teslim olmamızı, canımıza dokunmayacaklarını söylüyorlar. Bu konuda sizler ne düşünüyorsunuz?’ Diyerek düşüncelerini aldı. Tüm komutanlar: ‘Ölürüz ama teslim olmayız.’Diyorlardı. Gazi Osman Paşa: ‘Bir yol daha var. Onu deneyelim. Bizlere bütün askerlerimiz ve savaş malzemelerimizle birlikte Sofya ve Vidin’e gitme izini verilirse, Plevne’yi terk edeceğimizi bildirelim. Kaledeki 40 bin kişiyi göz göre göre ölümün kucağına atmayalım. Bizim yaptığımız kahramanlıklara dünya tanıklık ediyor. Kimse bizi korkaklıkla suçlayamaz. Bize her türlü desteği veren, düşman arasından sızıp erzak getiren, dış dünya ile bağlantılarımızı sağlayan Lofça da düşmanlar tarafından ele geçirildi. Artık ölümden öte köy kalmadı. Bizim teklifimizi kabul ederlerse, bağrımıza taş basarak, kanlı gözyaşlarımızı kalbimize akıtarak, ak alnımızla çıkar gideriz. Kabul etmezlerse kaledeki tüm ileri gelenlerle bir toplantı yapar, kararımızı o toplantıda veririz.’ Düşüncesini açıkladı. Komutanlar tarafından kabul edilen bu karar Rus Başkomutanına bildirildi. Ruslar bu teklifi kabul etmedikleri gibi, kuşatmayı daha da daraltıp ağırlaştırdılar. Gazi Osman Paşa, kalede bulunan önde gelenleri toplantıya çağırıp son durumu söyledikten sonra: ’Kalede bulunan 40 bin kişinin gözünü kırpmadan ölüme koşacağını, esir olmaktansa şehitlik şerbetini içip, ‘gül bahçesine girer gibi kara toprağa gireceğini’ kendim gibi biliyorum. Bize vatanımız için ölmek ancak böyle yakışır. Lâkin vatanımız için ölmek kadar, çocuklarımız, torunlarımız, vatanımız için yaşamak da borcumuzdur. Teslim olursak yaşayacak, savaşırsak öleceğiz. Kararınızı şimdi değil, yarın yapacağımız toplantıda verin. Şimdi gidin ve kalede bulunan herkesle görüşerek bilgi alışverişinde bulunun. Yarın burada vereceğiniz karar, yalnız kendi kararınız değil; danışma gereği duyduğunuz; bilgisine, önsezilerine güvendiğiniz kişilerin; özellikle kadınlarımızın da kararı olsun.’ Ertesi gün yapılan toplantıda söz alan herkes: ‘Savaşarak ölmek, teslim olmaktan çok daha şereflidir ve bizlere yakışan da budur. Teslim olursak yaşarız ama şehit olan atalarımızın kemiklerini sızlatır, ruhlarını ağlatır, bu zamana kadar özgür yaşamış çocuklarımızı ve torunlarımızı da esarete mahkûm etmiş olur; geride kendileri ile övünecekleri atalar bırakmamış oluruz. Allah katında da, kul aklında da teslim olmanın yeri yoktur. Kaledeki her Türk savaşarak ölmeye hazırdır…’ Osman Paşa’nın gözleri Lofçalı Fati (Fatma adının yöresel söylenişi) Ana’yı aradı ve : “Sen ne diyorsun bu duruma Fati Ana?.. Tanıştığımızdan bu yana her karşılaştığımızda Dedem Korkut gibi davranır, söz edersin. Şimdi bir sözün, bir düşüncen yok mudur?” Osman Paşa ile Fati Ana’nın ve Lofçalı Türk asıllıların tanışmasını önceki bölümlerde yazmıştık. Bu tanışmada aralarında geçen konuşma ve Fati Ana’nın üç Plevne Savaşı’nda gösterdiği kahramanlıklar; söylediği özlü sözler, Tuna boyundaki tüm Türkler arasında destan gibi söylenir olmuştu. Kaleye toplanan herkes Fati Ana’yla ayni düşünceyi taşıyıp Paşa’ya güvenmiş, emirlerini yerine getirmek için canını dişine takmış, emirlerin hepsi yerine getirilerek düşman saldırıları geriye püskürtülmüş; ama Osmanlı Ordusu yardıma gelemeyince bu kötü durumlara düşülmüştü. Osman Paşa’nın herkesin heyecanını doruk noktasına ulaştırdığı ve kanlarını kaynattığı, 40 bin kişiyi bir yaptığı konuşmasının ardından Fati Ana’ya dönüp düşüncelerini öğrenmek istemesi, açık havada toplanan kalabalıkta dalgalanmalara neden oldu. Çünkü savaş öncesine kadar yalnız Lofça’da tanınan ve saygı gören Fati Ana, 40 bin kişinin ‘Ana’sı olmuş, herkesin takdir ve övgüsünü kazanmış; söylediği özlü sözler herkes tarafından ezberlenir ve söylenir olmuştu. Çatkılı başının önündeki beyaza dönmüş saçlarını özenle düzenleyip, çatkısını sıkılaştırdıktan ve kendisine herkesin görebileceği bir yer seçtikten sonra tüfeğini havaya kaldırıp herkesi susmaya davet etti. Bakışlarını topluluk üzerinde gezdirip Paşa’ya odaklarken tüfeğini kutsal bir baston (asa) gibi iki eli ile tutarak Fati Ana konuşmasına başladı: “Diyeceklerim var Paşam. Hem tarihimizin derinliklerinden hem de kendi bildiklerimden diyeceklerim var. Benim diyeceklerim, senin dediklerinin yanında yavan kalır. Ama olsun, gene de gönül alır. Boyumuzdaki her doğan çocuğa, kahramanlık yapıncaya kadar ad vermeyen, yaptığı kahramanlığa göre ad verip övgüler düzen ve örnek alınmasını dileyen Dedem Korkut Demiş ki: ‘ Şanlı sanın, adın olsun. Kahramanlıkla kazandığın bu ad, Oğuz Kaan gibi destanın olsun. Kuşaktan kuşağa aktarılıp okunsun. Yeni yazılacak destanlara pınar olsun.’ Gazi Paşam, sen ve seninle birlikte bizler de GAZİ sanımızı (unvanımızı) kazandık. Düşman üç defa saldırdı, üçünde de bizi yenemeyip geri çekildi. Bize saldıran düşman o kadar çok ki, Tuna’daki kum gibi; biz Türkler ise o kadar az ki, tavukların önüne atılan bir avuç mısır gibi. Ama bizleri yenilmez yapan bir gerçek var: Biz Türklerin; askeri az, cesareti çok; bize saldıran düşmanların ise; cesareti az, askeri çok.( Yazarın notu: Tarih Babanın yazdığı bu sözleri Dedem de söylemişti. Demek ki kuşaktan kuşağa aktarma görevi kusursuz yapılmış.) Bu nedenle bizi yenemediler. Kırlangıç avına çıkan atmacanın taş duvara çarpması gibi geri döndüler. Yel kayadan ne alırsa bizden onu aldılar. Ordumuz yardıma gelseydi de saldırı nasıl yapılır? Düşman nasıl yenilir? Görseydi. Adımız olan sanımızı aldık. Şimdi sıra destanımızı yazmaya geldi. Paşamızın dediği gibi; teslim olmayacak, düşmanı yarıp geçecek, destanımızı yazıp kurtulacağız. Şehitlik şerbetini içenlerimiz cennette atalarımıza; gazilik rütbesine tekrar ulaşanlarımız torunlarımıza bu destanımızı anlatacağız. Bu destanımızla destanlaşacak; Oğuz Kaan gibi yüz yıllar geçse de şanımızla, şerefimizle, cesaretimizle anlatılacak, örnek olacağız. Gazanız mübarek olsun gaziler!..” Fati Ana’nın sesi giderek yükselip gürleşmiş, son cümlesi ise haykırışa dönüşmüştü. Meydanı dolduran askerler, sanki gizli bir yerden sessiz bir komut almışçasına, çıkabilen en gür sesleri ile ve ayni anda:’ Allah, Allah, Allah!.. Allah, Allah, Allah!.. Allah, Allah, Allah!..” Diye, Türklerin düşman üzerine süngü hücumuna kalktığı zaman attıkları savaş narasını attılar ve yine bir komut verilmiş gibi sustular. Artık daha fazla söze gerek yoktu. Karar verilmişti ve uygulanacaktı… Osman Paşa, beklediği bu onurlu karar üzerine; korkunun zerresi olmayan bakışlar ve sözlerle plânını herkese açıkladı: ‘Düşman bizim 5 katımız kadar çok ama kalenin etrafında dağınık haldeler. Gözlem ve incelemelerimize göre, Romanya askerleri daha gevşek ve disiplinsiz görünümde ve kale çıkış kapısının çevresinde kamp kurmuş durumdalar. Biz bu en zayıf olan kuşatma yerinin istirahata çekildikleri zamanı kollar ve en beklemedikleri bir zaman olan akşamın alaca karanlığında hücum edersek, kendilerini hazırlıksız yakalamış oluruz. Bizlerin bu kadar az bir kuvvetle saldıracağına ihtimal vermezler. Her akşam yaptıkları gibi, karavanayı yedikten sonra nöbetçi bırakıp istirahata çekilirler. Sabaha kadar görevli çavuşların dışında subaylar bile görünmezler. Biz, kalede bulunan askerlerimizi ikiye ayıracağız. Önde olan birinci grup en savaşçı ve genç askerlerimiz olacak. Benim de yer alacağım bu 20 bin asker; çok sessiz ve yıldırım gibi saldırarak düşmanları şaşkına uğratacak ve kuşatmayı en kısa yol olan Lofça’ya doğru Huruç Harekâtına (Düşmanı sessizlik içinde yarıp çıkma) savaşına girecektir. Kalede kalan ve ikinci grubu oluşturan 10 bin eli silâh tutan ve 10 bin yardımcı insanımız da, bizim açtığımız gedikten, bizleri destekleyen ateş ve hareketlerle gelerek savaşımıza katılacaklardır. Allahın yardımı ile kuşatmayı yarar ve zafere ulaşırız.’ Söyleminden sonra : ’10 Aralık 1877 Günü plânımızı uygulayacağız. Önümüzde 5 günümüz var. Gerekli hazırlıklar için bu süre yeterlidir. Allah yardımcımız olsun.’ Sözleriyle toplantıyı sona erdirdi… ( Yazarın notu: Bazı tarihçiler yarma hareket tarihini 9 Aralık; bazı tarihçiler de 10 Aralık olarak yazmıştır.) DÜŞMAN CEPHESİNDE DURUM 125 bin askerle Plevne Kalesi’ni kuşatan Rus, Romen, Bulgar ve Sırp asker ve komutanları, aslanı yatağında kıstıran ve çıktığında vurmak üzere elinde tüfek tetikte bekleyen bir avcının duyduğu zevkle, Türklerin çaresizlik içinde kalıp kaleden çıkmalarını veya kale burçlarına beyaz teslim bayrağını çekmelerini bekliyorlardı. Kendileri kale top atış menzili dışında kaldıkları; yiyecek, içecek, giyecek ve cephane gibi sıkıntıları da olmadığı için oldukça rahattılar. Kale ile kampları arasında kalan varoş evlerde hiç Türk kalmamış, Sırp ve Bulgar aileler de kendilerine yardım etmek üzere evlerde özellikle tutulmuşlar, yardım etme sözü vermeyen aileler varoşlardan çıkarılmıştılar. Karma Ordunun Rus Başkomutanı Çar Aleksandr, tüm hazırlıklarını, geleceği beklenen Osmanlı Ordusu ile girişeceği savaş üzerine yapıyordu. Birinci, İkinci ve Üçüncü Plevne Savaşlarında karşılaştığı acı tablo ile bir kez daha karşılaşmak istemiyordu. Tam: ‘ Hiç kurşun atmadan Plevne Kalesi’ni de aldık. Bu savaşı kazanıp kötü talihimizi yendik.’ Dedikleri anda,Osman Paşa ve 17 bin askeri yıldırım gibi gelerek ve bir aslanın ceylân sürüsüne saldırması gibi; kendilerine güvenerek, yaralanmaktan ve ölümden korkmadan, yeneceklerinden emin olarak 50 bin kişilik orduya saldırmaları ve askerlerinin bu amansız saldırı karşısında, kümeslerine tilki girmiş savunmasız tavuklar gibi, düzenli ateş vaziyetine geçemeden bozguna uğrayıp, Lofça’nın ardındaki dağlara kadar kaçışları gözünün önünden gitmiyordu. Komutan ve askerlerini esas saldırıya hazırlamak için :’Bizi hazırlıksız yakaladılar. Mevzilenip top ve tüfeklerimizden yararlanamadık. Düzenli ateş vaziyeti alamadık. Türkler kılıçla, süngüyle göğüs göğse savaşmasını bilirler ama top ve tüfekle savaşmasını bilmezler, kendilerini savunamazlar ve karşı duramazlar. Bundan sonraki savaşta Türkleri yanımıza yaklaştırmadan; önce top, sonra düzenli tüfek atışları ile yeneceğiz. Haber gönderdim hem top hem de asker takviyesi gelecek.’ Konuşmasını yapıp herkesi inandırmaya çalışmıştı. Plevne Kalesi’ne çekilen Osman Paşa’nın yiyecek stoku ve cephane yığınağı yapmaması için yaptıkları Birinci Plevne Savaşında, sanki kuşatılan ve zor durumda olan kendileriymiş gibi Türklerin kaleden çıkıp saldırmaları, yine askerlerinin paniklemesine neden olmuş, düzenli tüfek atış vaziyetleri yine bozulmuş, Osman Paşa bu paniklemeden yararlanarak, 27 bin kişiye ulaştırdığı askerlerine hücum emri vermiş ve Rus ordusunu Osma Çayının karşı tarafına atmıştı. İkinci Plevne Savaşı’na toplarını yerleştirdikten ve gerekli siperleri kazdırdıktan ve düzenli tüfek atış vaziyetini siperlerde uygulamaya başladıktan sonra; Türk Askerlerinin kaleden çıkışları zorlaşmış, askerlerinin kendilerine güvenleri gelmeye başlamıştı. Bu güven duymada, gelen toplar ve 50 bin asker takviyesinin de rolü vardı. Yeni gelen 50 bin askere ön cephelerde yer vererek yaptığı saldırıda çok kanlı savaşlar olmuş ama sonuç alınamamış, aksine Türkler kaleye erzak ve cephane yığınağını yaparak ve kaleyi tahkim ederek (daha korunaklı duruma getirerek) savunmaya çekilmişlerdi. Üçüncü Plevne Savaşıysa bütün savaşlardan daha kanlı geçmiş, kalenin bedenlerine kadar gitmişler, hatta surlara tırmanmaya başlamışlar; kapıyı kırıp tam kaleye girecekleri bir anda; Türklerin yaptıkları beklenmeyen bir manevrayla yine başarısız olmuşlardı. Edindiği bilgilere göre; Rus Askerleri kaleye ‘uğursuz’ olarak bakmaya başlamışlar; bir takım gizil güçler tarafından korunduğunu, kaleye saldıranların çarpıldığını veya öldüğünü, bire bin katarak anlatmaya başlamışlardı. Maneviyatları ve cesaretleri böylesine bozulmuş bir orduyla bir daha hücum etmek başarı getirmezdi. Baş Komutan Çar Aleksandr, bu gerçekleri Komutan Yardımcısı Büyük Dük Nikolav ile bile konuşamıyor, ancak kendi kendine itiraf ederek çözümler üretmeye çalışıyordu. Şu anda durumları iyiydi. Türkler kaleden çıkıp saldırıya geçemiyor, yiyecek ve cephaneleri bitmek üzere olduğu ve Lofça ile bağlantıları da kesildiği için; zor durumda, kalede sıkışmış durumda yardıma gelecek ordularını bekliyorlardı. Lofça’yı işgal edip bir tümen askerini burada konuşlandırması çok akılcı olmuş; hem yiyecek ve cephane akışını büyük ölçüde engellemiş, hem de kalenin dış dünya ile iletişimini kesmişlerdi. Osmanlı Ordusu’nun yardım için yola çıktığı haberi üzerine çok endişelenmiş, Demirkapı ve Şıpka geçitlerini aşamadıklarını öğrendikten sonra morali düzelmişti. Beklediği ‘Osmanlı Ordusu geri döndü. Plevne’ye yardıma gelemiyor.’Haberi bir türlü gelmiyor ve her gün: “Geldiler, geliyorlar, Şıpka’dan geçmişler, Balkanlardan inen Osmanlı Ordusunu görmüşler, Demirkapı ve Şıpka’yı geçemedikleri için geri dönmüşler, Balkanları Drogoman’dan geçip, Vraça kenti yoluyla hücuma geçeceklermiş, Niğbolu Ovasında kamp kurmuşlar, iki gün dinlenip saldırıya geçeceklermiş. Lofça’nın ardındaki dağlarda kamp kurmuşlar. Arkadan gelecek topları bekliyorlarmış….” Söylentileriyle moralleri bozulan askerlerini ve subaylarını yatıştırıp diri tutmaya çalışıyordu. Kolay bir savaş değildi. Yüzyıllardan bu güne Osmanlı Ordusu hiç yenilmemişti. Bu durumu tüm komutan ve askerleri biliyor, huzursuz ve tedirgin olmaları buradan kaynaklanıyordu. Hani Osmanlı Ordusu gerçekten uzaktan görünse, düşman askerlerinin yarısı can korkusu ile dağlara kaçıp savaş dışı kalacaklardı. Rus Komutan bunu bildiği için, her gün keşif taburları çıkarıyor, Lofça, Vraça, Niğbolu yönündeki yolları, dağların eteklerine kadar denetim ve gözetim altında tutmaya çalışıyor, her akşam bu noktalardan gelen raporlara göre ertesi günün plânını yapıp yeni keşif taburlarını ayni yönlere göreve gönderiyordu. Askerlerin kale etrafında hareketsiz kalmalarının önüne geçmek için de her gün başka keşif taburları hazırlayarak Tuna kıyısındaki tüm şehir, kasaba ve köyleri dolaştırarak gözdağı veriyor, bilgi topluyor, ne kadar güçlü olduklarını gösteriyor, kaleye lojistik destek götürülmesini önlüyor ve askerlerinin morallerini düzeltmeye çalışıyordu. Bütün gözdağı baskılarına rağmen, lojistik desteklerini kaleye ulaştırmaktan vazgeçmeyen Lofçalıları da işgal sonrası etkisiz hale getirmişti. Lofça milis kuvvetleri köylere ve dağlara çekilmişler, savaş dışı kalmışlardı. Varoşlardaki casus yandaşlarından başka, sivil giyinmiş casuslarını da Plevne Kalesi başta olmak üzere etraftaki tüm yerleşim yerlerine saldı. Bilgi veren ve verecek olanlara bol paralar vaat edildi. Askerleri 6 Aralık 1877 günü, şüpheli görüp yakaladıkları bir Lofça’lıyı Komutanın karşısına çıkardılar ve elbisesinin gizli yerinde buldukları mektupla birlikte raporlarını sundular: ‘Lofça milis kuvvetlerinden olduğunu sandığımız bu Türk Askeri’ni kampımızı geçip kaleye sızmaya çalışırken yakaladık komutanım. Kendisini konuşturamadık. Yakalanınca belindeki bıçakla kendisini öldürmek İstedi. Engel olup üzerini aradık ve bu mektubu bulduk. Mektubu elimizden kapıp yutmak isterken önledik. Önemli bir durum olduğunu anlayıp, yaka paça sizin huzurunuza getirdik.’ Komutan, Türkçe konuşan ve okuma yazma bilen bir Bulgar askerini getirterek Türk Askerini tekrar tekrar sorguya çekti. Bu işin içersinde bir hile, bir aldatmaca olup olmadığını çözümlemeye çalıştı. Mektubu ayrı kişilere birkaç kez okuttu. Mektup kısa ve öz olarak yazılmıştı: ” Plevne Komutanı Gazi Osman Paşa Hazretlerine, 100 bin kişilik ordumuz ile yardımınıza geliyoruz. Dağların eteklerinde kamp kurduk; toplarımızın gelmesini, atlarımızın ve askerlerimizin dinlenmesini bekliyoruz. Ayın 15’şinde saldırıya geçmek üzere hazırlanıyoruz. Sizler de bu tarihe kadar hazırlıklarınızı yapıp, bizimle ayni anda saldırıya hazır olun. Bu tarihe kadar sessiz ve savaşsız olarak düşmanı oyalayın. Ne top ateşi yapın, ne de kaleden çıkıp saldırıya geçin. Düşman sizi ‘teslim olmayı düşünüyor’ zannetsin. Ordumuz her zaman olduğu gibi yine zafer kazanacaktır. Allah yardımcımız olsun. Rumeli Ordu Komutanı Serdar-ı Ekrem Rauf Paşa.” Rus Çarı Aleksandr, kendisine gelen ‘Osmanlı Ordusu Filibe’de’ haberleriyle mektupta yazılanları karşılaştırınca kuşkuya düştü. Ama Türk Askerinin davranışlarından da mektubun gerçek oluşuna inanması gerektiği sonucuna varıyordu. Türk Askerini tutsak etti. Komutanlarını toplantıya çağırıp mektubu okuttu ve değerlendirilmesini istedi. Komutanlar, ‘her gün çıkarılan keşif taburlarının sayılarını arttırıp, daha uzak noktalara ve bir ordunun kamp kurma olasılığının olduğu yerlere kadar gözetlemede bulunmalarını; kalenin içindeki hareketlerin de yakından gözlenmesini’ önerdiler. Komutan da bu önerileri kabul etti ve:” Mektuba göre 10 gün daha vaktimiz var. Her komutan hazırlıklarını buna göre yapsın. Bundan böyle her akşam toplantı yaparak günlük verileri değerlendireceğiz.” Konuşmasıyla toplantıyı sonlandırdı… * * * * * DÜŞMAN ORDUSUNU YARMA (HURUÇ) HAREKÂTI “ŞANI BÜYÜK OSMAN PAŞA, ASKERİNLE BİNLER YAŞA” Gazi Osman Paşa, 10 Aralık günü, kale bedeninde ve burçlarında olan toplarla düşmanları ateşe tuttu. Amacı düşmana şaşırtma verip; gündüz saldırısı yapacakları izlenimini uyandırmak, gün boyu tetikte durmalarını ve yorulmalarını sağlamak, akşam olunca da bu yorgunlukla derin uykuya dalmalarını sağlamaktı. Düşman kuvvetleri kale muhasarasını top atış menzili dışında kurdukları ve kaleyi çepeçevre kuşattıkları için, top atışlarından zarar görmüyor, sadece huzursuz oluyorlar ve kale bedenlerine fazla yaklaşamıyorlardı. Diğer taraftan, bir hafta önce kuşkanadıyla Lofça’ya haber uçurarak plânlarını duyurmuş ve: ‘ Osmanlı Ordusunun yola çıktığını, bir hafta sonra burada olacağını, o zamana kadar hiçbir saldırıda bulunulmayacağını düşmanlara duyurun ve bu yalan habere inanmalarını sağlayın. Bizim milis askerlerimizden birkaçının gizli yerlerine bu yalan bilgileri mektup olarak koyun ve bize ulaştırmak üzere Plevne yoluna çıkarıp düşmanlara yakalanmalarını sağlayın ki bu yalan bilgilere inansınlar. Bu haberi bir ulakla Niğbolu’ya da gönderin. Her iki kentin milis kuvvetleri bizlere destek vermek üzere 10 Aralık akşamı hazır beklesinler. Biz yarma savaşına başlayınca, Lofça yolundan hücuma kalkıp Osmanlı Ordusu’nun yardıma geldiği izlenimi versinler. Allah’ın yardımı ile kuşatmayı yararak aranıza gelecek, durmadan yola çıkarak esaretten kurtulacağız. Gazanız mübarek olsun.’ Lofça ve Niğbolu’da bulunan Türkler üzerlerine düşeni yerine getirip tüm hazırlıklarını; yarma savaşını kazanacak Gazi Osman Paşa’nın askerleri ile birlikte göç etme üzerine kurarak yaptılar ve beklemeye başladılar. Plevne Kalesindeki 40 bin kişi,10 Aralık sabahından itibaren hazırlıklara başlamış, herkes şehitlik şerbetini içecek gibi vücut temizliğini yapmış, en iyi giysilerini giymiş, kadınlarımız ellerine, ayaklarına, saçlarına kınalar yakmış, erkeklerimiz camilerde, meydanlarda, kahvelerde toplanıp helâlaşmış, camilerde okunan mevlitlere katılınmış, namazlar kılınmış, son dualar yapılmış, Allah’tan yardımlarına koşması istenmiş ve yenilen akşam yemeğinden sonra istenilen yerde birlikler halinde, komutanlarının gözetiminde toplanıp Osman Paşa’yı beklemeye başlamışlardı. Karanlık basmak üzere iken Osman Paşa, komutanlarıyla birlikte geldi. 40 bin kişi sinek uçsa duyulacak kadar sessiz ve bir o kadar da vakurdu. Her birliği çabucak denetleyen ve birlik komutanları ile kısa bir konuşma yapıp neler yapılacağını söyleyen ve sonra atına binip herkesi görebilecek ve sesini duyurabilecek bir konuma gelen Gazi Osman Paşa: “ Bizlere yakın olan Kanije Kalesi’ni duymayanınız yoktur. Bundan 276 yıl önce,1601 yılında; Tiryaki Hasan Paşa ile 10 bin askeri ve Kanije kentindeki Türk asıllı insanlarımız; düşman muhasarası altında kalmışlar, bizim çektiğimiz sıkıntı ve acılardan fazlasını çekmişler ve tıpkı bu gün bizim yapacağımız gibi bir saldırı ve yarma harekâti ile, 100 bin kişilik Alman ve Avusturya ordusunu yenmişlerdir. Avusturya Komutanı askerlerini: ‘Kim bir Türk’ün başını kesip bana getirirse 10 kese altın alacaktır.’ Diye yüreklendirmeye çalışmıştır. Savaşta atılan bir kurşunla yaralanan bir Türk Askeri, elinde kılıcı acıdan kıvranırken, bir düşman askeri tarafından görülmüş, ‘hazır 10 kese altın’ düşüncesiyle; düşman askeri, can çekişen askerimizin başını kılıçla uçurup almış ve uzaklaşmaya başlamıştır. Askerimiz canını teslim etmeden önce yıldırım gibi yerinden fırlayıp, kılıcı ile düşmanın başını koparıp atmış, kendi başını alırken de: ’Bir Türk’ün başını kimse alamaz. Başını veren Türk’e şehitlik yakışmaz!’ Diye haykırdıktan sonra, başını koltuğunun altına koyarak kanının aktığı yere uzanmış ve ruhunu teslim edip şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Olaya tanık olan Türk askerleri, zaferden sonra bu inanılmaz olayı anlatınca ‘Başını Vermeyen Şehit Destanı’ yazılmış, dilden dile, kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılarak bizlere kadar ulaşmış ve şimdi de bizlere rehber olmak istemiştir. Bu savaşta hepimiz birer gazi; eğer gazi olamazsak hepimiz birer ‘Başını Vermeyen Şehit’ olacağız. Gazamız mübarek olsun.” Herkesin heyecanını doruk noktasına ulaştıran, tüylerini diken diken eden ve kahramanlık duygularını ateşleyen bu konuşmanın ardından 40 bin kişi birden, bağırmadan ama duyulabilen ulvi bir sesle, savaşa çıkan Türk Askerlerinin getirdikleri “Allah-ü Ekber, Allah-ü Ekber, Lâ İlâhe İllâllah hüvallah, hü Ekber. Allah-ü Ekber ve lillâhil hamd.” Tekbiri, üç kez tekrarladılar. Sonrasında Lofça’lı Molla Ahmet, Kur’an dan Hazreti Yezdan‘la ilgili ‘Zafer Ayeti’ni’ okudu. Plevne Müftüsünün yaptığı duadan sonra, artık herkes hazırdı… Gazi Osman Paşa, kuvvetlerini ikiye böldü, yarısını Plevne’de bıraktı; kalanın başına kendisi geçerek, bir kedi sessizliği ile kale kapısından çıktılar. Kale kapısı ile düşman kuvvetleri arasında; Türklerin terk ettiği, Sırp ve Bulgarların bazılarının oturmaya devam ettiği varoş denilen mahalle vardı. Düşman kuvvetleri bu evlerin dışında, top mermilerinin ulaşamayacağı bir mesafede bulunuyordu. Bu nedenle karanlıktan da yararlanarak büyük bir sessizlik içinde, dikkatle ilerlemeye başladılar. Dizilişleri ok şeklindeydi. Okun sivri ucunda yer alanlar; az sayıda oldukları için dikkati çekmiyor, çevreyi gözetliyor, nöbetçileri sessizce devreden çıkarıyor ve arkadan gelenlere işaretini bildiriyorlardı. Okun yanlarında yer alanlar da, tüm askerlerin geçebileceği bir alanı etkisiz hale getirmeye çalışıyor, düşman nöbetçilerini ve çadırlarda olanları, ateş etmeden sessizce etkisiz hale getirmeye çalışıyorlardı. Okun gövdesinde yer alan büyük bölüm ise, düşmanın farkına varacağı zamana kadar sessizlik içinde ilerleyip; düşmanın farkına vardığı anda saldırıya geçmek üzere tetikte ilerliyorlardı. Daha önceden belirledikleri Romen Askerlerinin bulunduğu yere varıncaya kadar hiç kimsenin ruhu duymadı. Yaklaşık 500 metre uzaklaştıkları kalede kalanlara gerekli işareti de gönderdikten sonra; Gazi Osman Paşa’nın işareti ile yine büyük bir sessizlik içinde; düşman çadırlarının arasına girip rastladıklarını haklamaya, savaş dışı bırakmaya ve hızla Lofça’ya doğru yol almaya başladılar. Kalede kalanlar da çıkıp yardımlarına gelmek ve aralarına katılmak üzere kale kapısından çıkmışlardı. Her şey plânlandığı gibi gidiyordu. Eğer düşman yarım saat daha uyanamazsa amaçlarına ulaşmış olacaklardı… Görevinden geç dönmüş olan Rumen çevre keşif birliği, atlarını bırakıp çadırlarına girmeye başlayınca şaşkına döndüler. Çadır aralarındaki nöbetçiler ve çadır içlerindeki arkadaşları öldürülmüştü. Derhal komutanlarına haber verdiler. Komutan bir taraftan inceleme yaparken, diğer taraftan da bir haberciyle Savaş Karargâhına durumu bildirdi. Yetkili komutan gelinceye kadar da diğer uzak çadırlardaki askerleri kaldırıp keşif birliği askerleriyle birleştirdi. Sessizlik içinde ilerleyen Türk askerlerini karaltı halinde görmüş ve ne olup bittiğini anlamıştı. Yanına gelen Rumen Generale durumu anlattı. General: “Bu bizim ayağımıza gelen bir fırsattır. Ruslardan önce biz davranalım ve Türkleri esir alalım.” Diyerek Rumen askerlerini, düşman kamp çadırları arasına girmiş Türk askerleriyle; onlarla birleşmek üzere kaleden henüz çıkmış Türk askerleri arasına, sessizce soktu ve hem kale kapısından çıkmış olanlara; hem de yarma harekâtı yapanlara; iki taraflı ateş emrini verdi… Ortalık birden ana baba gününe döndü. Bir gece savaşı başladı. Kimse kimseyi birbirinden ayıramadığı için Gazi Osman Paşa:” Birbirinizden ayrılmayın, kenetlenin. Etrafımızda bir daire oluşturun. Aranıza kimsenin girmesine izin vermeden savaşın. Kaleden destek gelinceye kadar da bulunduğunuz yerde kalın.” Emrini vererek ünlü:”Koman yiğitlerim! Vurun gazilerim! Düşmana aman vermeyin aslanlarım!...” Savaş narasını atıp savaşmaya başladı. Dağılmamak ve aralarına düşmanın girmesine engel olarak, dar bir alanda savaşmak durumunda kalan Türk Askeri çok zor durumda kalmışlardı. Düşman avantajlı duruma geçmiş, üstünlüğü ele almıştı. Diğer yandan kaleye doğru hücum eden Rumen askerleri de, kaleye geri dönüp güvence sağlamaya çalışan askerlerimizi ateş altına alarak peşlerine düşmüştü. Köprünün indirilmiş ve kale kapısının açık tutulmuş olmasından yararlanarak kaleye girmişler ve yardıma gelecek askerlerle savaşmaya başlamışlardı. Katılan Rus, Sırp ve Bulgar askerleri de yağmur gibi yağmaya ve bu sonuçta pay sahibi olmak için savaşa katılmaya başlamışlardı. Durum hiç de iç açıcı değildi. Düşman ortasında bir ada gibi kalan Gazi Osman Paşa ve askerleri, aralarına düşman girmesin diye daire oluşturup kenetlenirken, tüfek atışlarının toplu hedefi haline gelmişlerdi. Daireye yaklaşmadan, etraflarında dolanıp mevzilenen sistemli tüfek atış birlikleri, talim atışlarından daha tehlikesiz bir biçimde, karşılarında bulunan Türklere, nişan alma gereği duymadan acımasızca ateş ederek, ekin biçer gibi yere seriyorlardı. Kaleye dönüp kendilerini güvenceye almak isterken geç kalıp başaramayan ve düşmanın kale kapısından içeriye girmesine engel olamayan ikinci grubun da durumu farksızdı. Birbirlerinin ardından bir sel gibi akan düşman askerleri kaleye girip bir taraftan tüfek ateşiyle önlerinde sığınmasız ve savunmasız duran Türkleri yere sererken, diğer taraftan da kalenin Niğbolu Kapısını açıp köprüyü indirerek, arkadaşlarının girmelerini sağlıyorlar, kalenin her tarafını ele geçirmeye ve tüm Türkleri yok etmeye çalışıyorlardı… Buna rağmen, Gazi Osman Paşa’nın kumanda ettiği birlikler, Plevne’yi kuşatan Rumen kamplarının bulunduğu birinci hattı geçip, Rus birliklerinin oluşturduğu ikinci hattı da yardı; fakat Plevne’deki birliklerden hiçbir yardım gelmeyince, daha fazla ilerleyemeyeceğini, tüm askerlerinin şehit olacağını anlayıp, kaleye geri çekilmeye karar verdi. Bu sırada bir mermi Gazi Osman Paşa’nın atına isabet etti. Çok kötü yaralanan at, kapaklandı ve öldü. Atın kapaklanması ile düşen ve vücudunun bir kısmı atın altında kalan Osman Paşa da yaralandı. Kalenin kuşatma altında bulunan bölümünde, varoş (kalenin dışındaki) evler bulunuyordu. Barış zamanında Plevne’nin mahallesi olan ve halkın yerleşimine hizmet eden bu varoşlarda, her kesimden millet bir arada kardeşçe yaşarken, savaş başladıktan sonra Türkler varoşlardan çekilmiş, Bulgar ve Sırplar kalmış, onlar da kendi yandaşlarına savaş hizmeti vermeğe başlamışlardı. Osman Paşa yarasını sardırmak için Vit Çayı kenarındaki bir Sırp varoş evine girmek zorunda kalmıştı. Sırp aile, hemen el altından Rus Komutana haber göndererek, Osman Paşa’nın yaralı olarak evlerinde bulunduğunu bildirmişti. Rus Generali Ganetskiy, bizzat kendisi gelerek evi kuşatma altına aldı ve etkisiz duruma getirilen Türk askerlerinden sonra evin içerisine girerek Osman Paşa’yı esir aldı ve Başkomutana bildirdi. Az sonra, haberi alan Büyük Dük Nikolay da gelerek Osman Paşa’ya saygı gösterdi. Kısa bir süre sonra da Rus Orduları Başkomutanı Çar Aleksandr da eve gelerek Osman Paşa’yı ziyaret etti ve:’ Sizin gibi kahraman bir komutanı tanımaktan şeref duyuyor ve saygı ile selâmlıyorum. Siz bizim esirimiz değil, misafirimizsiniz. Rus ve Osmanlı Devletleri barış imzalayıncaya kadar bizimle kalacaksınız. Bu süre içersinde üniformanızı, nişanlarınızı ve kılıcınızı şerefle taşıyabilirsiniz.’Diyerek Osman Paşa’yı saygı ile selâmlayıp yaralarının sarılmasına ve rahat etmesine nezaret etti. Osman Paşa, beklemediği bu yakın ilgi ve saygı karşısında, yaptıkları savaşın ve savunmanın ne kadar kahramanca olduğunu düşmanlarının en yüksek komutanından duymuş olmanın sevincini değil de yüreğine saplanan hançer gibi acısını yaşıyordu. Yenilmiş ve esir edilmiş bir komutandı. Onurundan hiç ödün vermeden ve gözlerinden akan yaşları gizlemeden, sert ve vakur bir sesle:’ Ben savaşa yenilmek ve esir olmak için değil, yenmek ve zafer kazanmak için; olmazsa şehitlik şerbetini içip, bu durumla karşılaşmamak için girdim. Ama kaderim bana bu sonucu hazırlamış. Savaş yasalarına göre, esir edilen komutan başta kılıcı olmak üzere tüm nişan ve üniformalarını teslim etmek zorundadır. Ben de bu yasalara uyarak davranmak istedim. Siz büyük bir ‘beklenmedik güzel davranış örneği’ göstererek onurumu korudunuz. Bu davranışınıza bir komutan olarak teşekkür ediyorum. Biliyorum ki sizleri böyle davranmaya yönelten; bizlerin, çok kalabalık ve güçlü bir orduya, bir avuç kahraman askerimizle karşı durarak yaptığımız muharebeler ve savunmadır. Bu kahraman askerlerim ve bize destek veren vatansever halkım olmasaydı ben sizlerin saygılarını hak eden bir komutan olamazdım. Bu nedenle, benim itibarımı koruduğunuz gibi, askerlerimin ve burada beş yüz yıldır yaşayan halkımın da canını, malını, itibarını korur; esir almaz ve yapılacak anlaşmadan sonra, burada kalmalarına veya mallarının değerinde satılarak dileyenlerin göç etmelerine izin verirseniz önerinizi kabul edebilirim.’Düşüncelerini dile getirdi. Rus Çarı Aleksandr, kendisinden önce askerini ve halkını da düşünen Osman Paşanın bu sözlerini hayranlıkla dinledikten sonra: ‘Birlikte dışarıya çıkıp, siz ve ben ayni anda “ Plevne’de yapılmakta olan savaş sona ermiş, her iki taraf da silâh bırakışmayı kabul etmiştir” açıklamasını yaptıktan sonra dileğiniz yerine getirilecektir.’ Sözünü verdi ve savaş sona erdirildi… Gazi Osman Paşa ve askerleri, yaralı askerlerinden karanlıkta görebildiklerini ve bulabildiklerini yanlarına alıp; iki sıralı olarak oluşturulan düşman askerleri koridorundan geçerek Plevne Kalesine girdiler. Sağ kalanlarla buluşup neler olup bittiğini birbirlerine anlattılar. Yaralı askerlerini eldeki imkânlarla tedavi etmeye, acılarını dindirmeye çalıştılar. Şehitlerini anarak; bulamadıkları, göremedikleri için, savaş meydanında kalan yaralılarını sağ bulmak için dualar ettiler. Geceyi, şehitlerini toplayıp son görevlerini yapmak üzere kararlar almakla uykusuz geçirdiler. Artık hiç kimse savaştan söz etmiyor, hiç kimse yüreklerini oyan, acılarını katmerleştiren, benliklerinde onulmaz yaralar açan; yenik düşme ve esir alınma konusunda konuşmuyordu. Herkes boş bakışlarını uzak bir noktaya çevirmiş, zihinlerindeki “BUNDAN SONRA NE OLACAK?” sorusuna yanıt arıyordu… Ertesi sabah, Gazi Osman Paşa, yanına aldığı ekipler ve sıhhiye birliği ile savaş sahasına çıktı. Yaralı olan ve henüz ölmemiş bulunan askerlerin hemen tedavisine başlandı. Savaş alanında, Gazi Osman Paşa’yı en çok duygulandıran iki olay yaşandı. Ati Aba, kalbinden ve göğsünden almış olduğu mermi yaralarıyla, tüfeği elinde şehit olmuştu. Gözleri açık, bunun nasıl olduğunun şaşkınlığı içinde sonsuza bakıyordu. Gazi Osman Paşa diz çöktü. Ati Aba’nın başını kucağına aldı. Gözlerinden süzülen yaşlarla şehidin gözlerini kapadı. Şehitlerin toplandığı arabaya kadar götürerek saygıyla yatırdı ve üzerini bayrakla örttü. Daha sonra da Fati Ana’yı arama buyruğu verdi. Biraz sonra kendisine Fati Ana’nın yaralı olarak bulunduğu haberini getirdiler. Sedyeye konmuş ve ilk yardım yapılıp yaraları sarılmış Fati Ana’yı sağ görmek acısını hafifletmişti. Yanına yaklaşıp elini başına götürdü. Sonra iki elini de tutup öptü. “ Seni iyileştirmek için her şey yapılacaktır Gazi Anam” diyerek gözlerine baktı. Fati Ana, hangi yaralarından ötürü olduğu belli olmayan acılı bir sesle: “ Osman’ım, yaralarım çok derin, çok ağır. Bana ilâç ve doktor kâr etmez. Ben artık sonsuza uçmaya varıyorum. Atalarımın yanına gidiyorum. Giderken de yüreğimde diken, gözlerimde sitem götürüyorum. Benden sonra gelenler, benim ve tüm atalarımızın acılarını dindirecek müjdeli haberlerle gelsinler. O zaman belki acılarım diner.” Sözlerini söyledikten sonra, ellerini Paşa’nın ellerinden çekip kalbine götürdü. Sesizce kıpırdayan dudaklarından dökülen salâvatla ruhunu teslim etti. Gözleri açık kalmıştı. Paşa, bu güzel gözleri de kapatma görevini yerine getirip, acılarının sonsuzluğu içersinde son görevini yapmaya devam etti… Gazi Osman Paşa, yaralıların bakım altına alınması, şehitlerin defnedilmesi, sağ kalanların yaşamlarının güvence altına alınmasından sonra, Rus Çarı Aleksandr ile görüşme isteğinde bulundu. Çar, Paşa’yı ayakta karşılayarak saygı gösterdi. Paşa hiç vakit kaybetmeden söze girdi: “ Benimle birlikte savaşmış bulunan askerlerim ve halkım da esir muamelesi görmesin. Kendilerinin can ve mal güvenliği sağlansın. Anavatana göç etmek isteyenlere, mal ve mülklerini, gerçek değerinde satmalarına imkân sağlanarak izin verilsin. Sizden son dileğim budur. Bu dileğim yerine getirilmezse; size söylenecek kelâmım, verilecek selâmım ve gösterilecek saygım kalmayacaktır.” Bu konuşmayı büyük bir dikkat ve ciddiyetle dinleyen Rus Çarı: “ Paşam, savaş devam etmektedir. Biz az bir kuvvet bırakıp Vidin’e doğru yola çıkacağız. Burada görev alacak komutana, dilekleriniz doğrultusunda emir verecek ve uygulamalarını takip edeceğim. Savaş sona erdikten ve barış imzalandıktan sonra da göç etmek isteyenlerin gitmelerine izin vereceğim. Siz de savaş sona erinceye kadar uygun görülen yerde konuğumuz olarak saygı görecek ve barışla birlikte vatanınıza döneceksiniz. Bundan emin olabilirsiniz.” Konuşma bitmiş, söylenecekler söylenmiş, verilmesi gereken sözler ve güvenceler verilmişti. Gazi Osman Paşa, üzerine düşen son görevini de yerine getirmiş bir komutan olarak, kaderinin akışına kendisini bıraktı… Gazi Osman Paşa, Osmanlı ve Rusya arasında, 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastafanos (Yeşilköy) Antlaşmasına kadar Rusya’da kaldı. Bir savaş esirinden çok, bir misafir itibarı gördü. İstanbul’a döndükten sonra 7 yıl seraskerlik yaptı. Daha sonra da Mabeyn Müşiri oldu. Mezarı Fatih Camii avlusundadır... PLEVNE’NİN DÜŞMESİNDEN SONRA LOFÇA’DA YAŞANANLAR VE 93 HARBİNİN SONA ERMESİYLE BALKANLAR İLE RUMELİ’DE OLANLAR Rus Ordusu, Plevne Kalesi’ne bir komutan ve yeteri kadar asker bıraktıktan ve yönetim konusunda emirlerini sıraladıktan sonra, plânları ve amaçları doğrultusunda yoluna devam ederek Niğbolu üzerinden Vidin’e yöneldi. Plevne’nin Rus Komutanı, önce Gazi Osman Paşa ile 100 kadar yaralı ve sakat askerlerini halktan ayırarak, geçici olarak, Lofça yakınında ve Balkan Dağları eteklerindeki üç bin nüfuslu ve iyi korunmalı bir şatosu olan Gabrova kentine gönderdi. Gabrova halkının tümü Bulgar olduğu için böyle bir seçim yapılmıştı. Gazi Osman Paşa ve Askerleri için burası açık hava hapishanesinden farksızdı. Kin dolu Bulgar bakışlarıyla karşılaşmamak için, şato dışına hemen, hemen hiç çıkmıyorlardı. Komutanın ifadesine göre; daha sonra bir Rus kentine gönderilecekti. Geride kalan Plevne, Niğbolu ve Lofça Türklerinden olan sivil halkı Plevne Kalesi’nin kışlasına kapattı. Savaşın başladığında 30 bin civarında olan kadın ve erkek sayısı, savaş sonunda 10 bin kadar kalmıştı. Bunların da bin kadarı ağır, 2 bin kadarı iyileşebilir, bin beş yüz kadarı sakat, 5 bin kadarı da hafif yarılıydı. Geriye kalan beş yüz kişi de, çoğu kadın yaşlı kişilerdi… OSMAN PAŞA AĞITI’NIN- DESTAN’IN- YAKILMASI Kış bastırmış, soğuk ve kar Plevne’ye hapsedilmiş Türklerin yaşamlarını daha da zorlaştırmıştı. Odun ve yiyecek yoktu. Kışlık giysi ise hiç yoktu. Ölen şehitlerin üzerinden çıkarılan giysileri üst üste giyerek soğuktan korunmaya; günde bir defa, ölmemeleri için verilen ‘esir karavanası’ ile yaşamaya çalışıyorlardı. Savaş öncesi cıvıl cıvıl kaynayan, pazaryerlerinde, çarşılarında ve dükkânlarında; günün her saatinde her türlü alışveriş yapılan Plevne, ölüm sessizliğine bürünmüştü. Hapsedilen Türklerden ve başlarında bulunan Rus ve Bulgar askerlerinden başka kimse yoktu. Cenazelerini defnetmeleri dışında, kışla avlusundan dışarıya çıkmalarına da izin verilmiyordu. Herkesin acısı sonsuzdu. Bu acıların üzerine, hemen hemen her gün ölen ağır yaralılar, sağlıklı bakımdan ve ilâçtan uzak yaralıların ümitsiz durumları tuz biber ekiyor; esaret ise, onurlarını dağlıyor, dayanılmaz acılarını kat be kat çoğaltıyordu. Gün geçtikçe “biz neden ölmedik? Neden yaşıyoruz?’ sorularını birbirlerine soranlar çoğalıyordu… Acısını yüreğinin taaa!... Derinliklerinde hisseden Nine ve Dedelerimizin bizlere kadar ulaşmış olan davranışları vardır. Kalbinden yükselerek gelen, önlenemez sözleri; acılarının bir işareti olarak, ağlamaklı bir ses tonu ile söylerken, başını sağa ve sola sallar, elleri ile de dizlerini döverek; acılarını çevresindekilerle paylaşıp azaltmak isterlerdi. Plevne kışlasında da acılarını anlatmak, birbiriyle paylaşıp azaltmak için bir araya gelen Nine ve Dedelerimiz, kalplerinden yükselen acılı, hüzünlü ve kederli sesleri ile ve ağlamaklı, dövünmeli halleriyle, bir araya gelerek söyleşmeye, dertleşmeye ve düşüncelerini paylaşmaya başlamışlardı. İşte bu acıları paylaşarak azaltma söyleşmelerinin sonunda, içerisinde hepsinin emeği olan “Osman Paşa Ağıtı- DESTANI “ ortaya çıkmıştı. Bestesi; çok acı bir olayı yaşayanların, içten gelen duygularıyla sözlü olarak yapılan ve yakılan müzik eserleri olan DESTAN AĞITLAR, tarih boyunca böyle yakılmıştır. Artık her gün kışla avlusunda; bir veya beraber olarak bu ağıtı söylüyorlar, acılarını hafifletmenin yolunu bulmaya çalışıyorlardı: “Tuna Nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor. Şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor. Düşman Tuna’yı atladı. Karakolları yokladı. Osman Paşa’nın kolundan, üç bin top birden patladı. Kılıcımı vurdum taşa, taş yarıldı baştanbaşa. Şanı büyük Osman Paşa, askerinle binler yaşa.” Bu ağıt destan öyle tutuldu ve öyle ünlendi ki, ağıt iken marş olarak söylenmeye; Türk kahramanlığını, kardeşliğini, soydaşlığını ve dayanışmasını anlatan sembol olmaya başladı. 1960’lı yıllarda, siyasal ve sosyal çalkantılar nedeniyle, ülkemiz demokrasisinde karanlık günler yaşanmaya başlanmış, üniversite gençleriyle polis çatışmalarında fidan gibi gençlerimize kıyılmış, anaların ve babaların acıları dayanılmaz hale gelmiş, 27 Mayıs 1960 Devrimi ile bu olaylar sona erdirilmeye çalışılmıştı. İşte bu acılı günlerde Türk halkı acılarını yine “Osman Paşa Ağıtı” ile paylaşarak azaltmaya yönelmiş ve Osman Paşa Ağıtının sözlerini: “ Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler, bu vatan size kalır mı?” Şeklinde uyarlayarak söylemeye başlamışlardı. Olayları yaşayarak yakılmış olan bu ağıt, Köyümüzün Birinci Kuşağı olan, Ninelerimiz ve Dedelerimizin; yaptıkları gerçek kahramanlıklarını anlatan; tüm dünyaya şapka çıkartan, düşmanlarımızda bile takdir ve hayranlık uyandıran bu yaşanmış tarihi olay; bizlere en görkemli miras olarak bıraktıkları bir destandır… * * * * * BİRİNCİ KUŞAĞIMIZIN SAVAŞ SONRASI LOFÇA GÜNLERİ Rus Çarı’nın bıraktığı komutan, Bulgar ve Sırp Komitacılarla iş ve güç birliği yaparak, başta kent ve kasabalar olmak üzere köylere kadar yönetime el koyarak kendi adamlarını yerleştirmişti. Bunun ardından, Plevne kalesinde gözaltında tuttuğu nine ve dedelerimize: “Sizler aslında bizim esirlerimizsiniz. Savaş sona erinceye kadar sizleri bu kalede veya başka yerlerde hapseder veya boğaz tokluğuna en ağır işlerde çalıştırabiliriz. Rus Çarı’nın sizlere tanıdığı ayrıcalık nedeniyle bu durumdan kurtuldunuz. Şimdi, herkes savaş öncesi oturduğu yere gidip, yaşamına kaldığı yerden devam edebilir. Savaş bitinceye kadar hiç kimse yerinden ayrılmayacak, tarafımızdan atanmış yöneticilerin emirlerine uyacaklardır. Bu emirlere uymayanlar derhal esir işlemi görecek ve cezalandırılacaklardır.” Nine ve Dedelerimiz, Lofça’ya dönüp aradıklarını ve beklediklerini bulanların sevindiği; aradıklarını ve beklediklerini bulamayanların dövündüğü günler geçirdiler. Başlarını sokacakları, savaş sırasında yıkılmış, dökülmüş de olsa bir evleri vardı. Erzaklarının çoğunu orduya verdikleri için, yiyecekleri yok denecek kadar azdı. Ahırlarda, ağıllarda bıraktıkları hayvanları, kümeslerinde tavukları artık yoktu. Kışlık giysileri hiç yoktu. Tarlalara çıkıp savaş nedeniyle yapılmamış hasattan kalanları kar altında bulmaya uğraşıyor; dağlara çıkıp odun topluyor ve bacalarını tüttürmeye çalışıyorlardı. Lofça çarşısında da alış veriş durmuş, tüm kasaba karanlık bir sessizliğe bürünmüştü. İş yeri ve dükkânları olanlar; bağ, bahçe, tarla ve toprağı olanlar Rus ve Bulgar yöneticilerinin: “Burası artık bizim toprağımız. Savaştık ve kazandık. En yakın zamanda burasını bizden birilerine devredecek veya satacaksınız. Devredinceye veya satıncaya kadar da bize vergi ödeyeceksiniz. Artık Osmanlı’ya vergi vermek yok. 500 yıldır biz size vergi ödedik, şimdi siz bize ödeyeceksiniz. Hem de bizim ödediğimizin beş katını. İsteyen vergisini öder ve burada yaşamaya devam eder. İstemeyen malını mülkünü bizim uygun göreceğimiz Bulgar vatandaşlara satar veya devreder. Malını satan veya devredenler, Bulgarların uygun göreceği işlerde, çırak olarak çalışabilirler. Hiç çalışmayanlar da nüfus sayısına göre ‘bizim olan Bulgar topraklarımızda yaşama vergisini’ öderlerse, burada oturabilirler. Aksi halde çeker giderler veya bizim tarafımızdan verilecek kararları beklerler.” Nine ve dedelerimiz çok, ama çok zor günlerde yaşamaya başlamışlardı. Evlerinde, iş yerlerinde, bağ, bahçe ve tarlalarında hakarete uğruyorlar, itilip kakılıyorlar, dövülüp horlanıyorlardı. Bunlara karşı çıkan birkaç kişi derhal alınıp götürülmüş ve bir daha kendilerinden haber alınamamıştı. Lofça’daki Türklerin üzerine bir karabasan çökmüştü. İki kişi bir araya gelip konuşamıyor, evden eve geçmelerine izin verilmiyordu. Kapılarını çalan Bulgar komşuları: “Evini barkını, malını mülkünü bize ver. Sizi bu zor durumdan kurtaralım. Ne de olsa komşuyuz.” Diyerek gerçek amaçlarının ne olduğunu açığa vuruyorlardı. Bütün Türk halkı birbirleri ile güç de olsa görüş alışverişinde bulunduklarında: “Artık Lofça’da yaşamamız imkânsız hale geldi. Savaş bitse, barış yapılsa da; malımızı mülkümüzü satıp Anavatanımıza göç etsek” düşüncelerini dile getirmeye ve herkesi göç etmeye hazır hale getirmeye başlamışlardı… * * * * * Rus Çarı Aleksandr, komutanı olduğu Birinci Kolordu ile yolu üzerindeki bütün kent, kasaba ve köyleri, hiçbir direnişle karşılaşmadan alarak Vidin’e gelmiş; buradan kuzeye yönelerek İkinci Kolordusu ile buluşmak üzere Sofya’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Yolu üzerindeki Sırplar, Karadağlılar, Ulahlar da milli güçleri ve komitacılarıyla kendilerine katılıyor, alkış ve coşkularla, bir savaş havasında değil de bir bayram havasında amaçlarına doğru ilerliyorlardı. Türk yerleşim yerleri ve Türkler, karşı koyamamanın ezikliği ve savaşmadan yenilmenin utancı içinde evlerine kapanmış veya önceden hazırlanıp göç yollarına düşmüş bir durumdaydılar. Rusların İkinci Kolordusu da ayni durumdaydı. Hiç savaş yapmadan, Karadeniz kıyısındaki Burgaz’dan başlayarak Türklerin yerleşim yerlerini tek tek ele geçirmiş, Kızanlık Ovası’nda savaşacağını zannettiği Osmanlı Ordusu’nun Edirne’ye döndüğü haberini alınca, sevinçten şapkasını havaya atmıştı… * * * * * Rauf Paşa, komutanı olduğu Rumeli Ordusu’nun durduğu yerde kayıp verdiğini, erzak bulamamaktan açlık tehlikesi başladığını, astların üstleri dinlemeyip karşı gelerek disiplini bozduklarını, asker kaçaklarının önlenemediğini, bu ordu ile yapılacak bir savaşın zaferle sonuçlanmayacağını anlayıp, Ordu’yu Edirne’ye doğru yola çıkardı… * * * * * Rusların Birinci ve İkinci Kolorduları Sofya’da birleşti. Osmanlı Ordusunun karşılarına çıkacak durumda olmadığını anlayınca da Rusya Birinci Ordusu olarak İstanbul’a doğru ilerleme kararını aldılar. Bu kararı vermelerinde, Rusya İkinci Ordusu’nun kazandığı Kafkasya Cephesi savaşlarının da rolü vardı. Kars düşmüş, Erzurum kuşatma altına alınmıştı. Rus ordusu doğudan da Osmanlı topraklarında ilerlemeye başlamıştı. Kendileri de Sofya’dan hareket ederlerse, her iki ordu İstanbul’da birleşebilir ve büyük zaferlerini hep birlikte kutlayabilirlerdi. Bu amaçla Edirne’ye doğru yola çıkan Rusya Birinci Ordusu, Sofya’nın doğusunda karşılarına çıkan Süleyman Paşa komutasındaki orduyu da yenerek morallerini ve cesaretlerini güçlendirerek ilerlemeye devam ettiler. Osmanlı Ordusu düzenli bir şekilde Edirne, Karaağaç’a kadar çekildi. Rusların kendilerini takip ettiğini anlayınca da, savaşmayı göze alamayıp geri çekilmeye devam etti. Rusya Birinci Ordusu, Edirne kapılarına dayanmıştı. Tahkimli (savunma ve savaş için çok iyi donatılmış) bir şehir olan Edirne, Plevne gibi savunulabilirdi. Fakat yapılamadı. Çünkü bozgundan korkan ordu geri çekilmeye devam ediyor, savaşı göze alamıyordu. Edirne halkı olarak savunmaya geçerlerse, Plevne gibi yalnız başlarına bırakılacaklarını sanıyorlardı. Edirne Valisi, tarihi Edirne Sarayında yapılmış olan cephanelik ve mühimmat depolarını havaya uçurduktan sonra, elindeki kuvvetleri alarak çekildi. Ruslar da 20 Ocak 1878’de Ellerini, kollarını sallayarak, zafer marşları söyleyerek Edirne’ye girdiler. Denilebilir ki; Rus, Rumen, Bulgar ve Sırp ordusu, Plevne’den başka hiçbir cephede savaşmadan Balkanları ve Rumeli’yi ele geçirmiş, bununla da yetinmeyip; yüzyılların yenilme acısını çıkarırcasına Edirne’yi de alıp İstanbul’a doğru yola çıkmıştı. Karşılarına çıkacak hiçbir güç, kuvvet, asker, ordu kalmamıştı. Ruslar yaklaştıkça Osmanlı Ordusu geri çekiliyordu. (çok acı ve utanç verici olduğu için ‘kaçıyordu’ denmiyordu.) Rusların yapması gereken; disiplini kaybetmeden yürümek ve İstanbul’a varmaktı… Padişah İkinci Abdülhamit, Osmanlı Ordularının batı ve doğuda olmak üzere, her iki cephede de yenilmesi, tarihte görülmemiş bir biçimde bozguna uğraması,Rusların İstanbul önlerine (Yeşilköy’e) kadar sokulması, Balkanlar ve Rumeli’de 500 yıldan bu yana yaşayan Türklerden sağ kalanların perişan bir biçimde göç yollarına düşmesi üzerine; Rus Çarı Aleksandr’a başvurarak barış isteğinde bulundu. 20 Ocak 1878’de başlayan barış görüşmelerinde, 93 Harbi başlangıcında belirtildiği gibi, Rusya’nın tüm istekleri kabul edilerek, 3 Mart 1878 ‘de Barış Antlaşması imzalandı… DOKSANÜÇ HARBİ SONUNDA YAPILAN ANTLAŞMA VE GETİRDİKLERİ Balkanlarda yapılan savaşta Süleyman Paşa’nın 6 Ocak 1878’de yenilmesi üzerine, İkinci Abdülhamit, Serasker Rauf Paşa’yı antlaşma için görevlendirdi. Görüşmelere ancak 20 Ocak’ta başlanabildi. Rusların tüm önerileri kabul edildi. Bu ağır durum Avrupa Devletlerini harekete geçirdi. Çünkü Avrupa Devletlerinin göz diktiği ve almak istediği Osmanlı topraklarını Rusya kendi başına alıyor, kendilerine hiçbir şey bırakmıyordu. Osmanlı Devletini değil de kendi çıkarlarını düşündükleri için bu duruma karşı çıktılar. Avusturya Devleti:’Antlaşma görüşmelerine ara verilmesini ve Viyana’da bir konferans toplanmasını’ istedi. İngiltere de Rusya’ya gözdağı vermek amacıyla donanmasını Marmara’ya gönderdi. Ruslar antlaşma görüşmelerinde, Bulgaristan’a ve Karadağ’a bağımsızlık verilmesini, Romanya ve Sırbistan’ın bağımsızlıklarının onaylanmasını, Bosna ve Hersek’te bağımsız bir yönetim kurulmasını, Rusya’ya bir milyar dört yüz milyon ruble tutarında yüklü bir harp tazminatı ödenmesini, Rusya’ya verilecek toprakları, Boğazlarda korunacak Rus çıkar ve yararlarını belirterek barış görüşmelerinin aralıksız olarak kendileriyle yapılmasını şart koştular. Vidin, Rusçuk, Silistre ve Erzurum kaleleri de Ruslara teslim edilmek üzere ön görüşmeler 31 Ocak 1878’ de bitirildi ve Doksanüç Harbi sonunda, Osmanlı ile Rusya arasında Ayastafanos (Yeşilköy) Antlaşması 3 Mart 1878’ de imzalandı. Bu antlaşma Osmanlı tarihindeki, şartları en ağır ve en aleyhte olan antlaşmalardan biriydi… BARIŞTAN SONRA PLEVNE VE LOFÇA’ DA YAŞANANLAR İmzalanan Barış Antlaşmasına göre; Balkanlar ve Rumeli’deki tüm topraklar sahiplerine bırakılmış ve bu milletlerin bağımsız devlet kurmalarına, kendi kendilerini yönetmelerine, Osmanlı Devleti yönetiminden çıkarılmasına karar verilmiş; bu karar göre yeni devlet sınırları çizilmişti. Buralarda 500 yıldır yaşayan Türklerin de, ‘hangi devletin topraklarında kalmışlarsa, o devletin vatandaşı olarak ve o devletin yasalarına uyarak isterlerse yaşamlarına devam edecekleri, istemezlerse göç edebilecekleri’ karar altına alınmıştı. Plevne ve Lofça; tüm Tuna boyunda, Balkanlarda ve Rumeli’nin bir bölümünde olduğu gibi, Bulgaristan Devleti sınırları içersinde kalmıştı. Bulgaristan Yönetimi tarafından hazırlanan bildiri, ülkenin her tarafında yaşayan Türklere, yüksek sesle okunarak duyurulmak üzere gönderilmişti. Bildiride özetle: “ Yasalarımıza uyanlar ve Bulgar vatandaşlığını kabul edenler, bizim belirleyeceğimiz mal edinme kurallarına uyarlarsa kalabilirler. Bu yasa ve kararlara uymayanlar; mal ve mülklerini Bulgar vatandaşlara devrederek veya satarak, hazırlanan belgeyi imzalayıp göç edebilirler. Osmanlı Devleti’nin kendilerini isteme veya kabul edip etmeme gibi bir kaydı aranmayacak, isteyen herkes göç edebilecektir.” Barışın yapılmasını ve esaretten kurtulmayı sabırsızlıkla bekleyen Türkler, hemen hazırlıklara girişip, kimlerle, ne zaman göç edeceklerini kararlaştırmaya başladılar. Bu arada Bulgar komitacılar, Lofça’daki Türkleri ev ev dolaşarak mal ve mülklerini, kendilerinin uygun göreceği kişilere veya Komita Heyetine imza karşılığı satmadıkça göç edemeyeceklerini; bu durumun Bulgar vatandaşlığını kabul edenler için de geçerli olduğunu söylüyorlardı. Tüm bu aksaklıklara ve zorluklara karşın, bir araya gelebilen ve iletişim kurmayı başaran Türkler, barış yapıldıktan sonra biraz daha serbest olarak toplanmaya ve ortak kararlar almaya başladılar. (Yazarın Notu: Tarihçe Öykümüzün birinci bölümünün, 4 , 5 ve 6. sayfalarında Nine ve Dedemin; 23. sayfadan başlayan Zühtü Akın’ın elindeki belgelere dayalı olarak ayrıntılı bir şekilde anlattıklarına ek olarak buradaki belgeli bilgilerin de yazılması gerekmiştir. Çünkü Nine ve Dedemin anlattıkları; göçün ayrıntılarını kapsamamakta, Zühtü Akın’ın anlattıkları da göç edenlerin, Kırklareli’ne geldiklerinden sonrasını anlatmaktadır.) GÖÇ HAZIRLIKLARI VE GÖÇ YOLU Önce, önde gelenlerden ve herkesin saygısını, güvenini kazanmış olanlardan bir heyet oluşturdular. Sonra kimlerle yola çıkacaklarını ve hangi yolu takip ederek hangi şehre varacaklarını görüştüler ve Şıpka – Demirkapı geçitleri yoluyla Kızanlık kentine gitmeyi; buradaki tanıdıklarla görüştükten sonra Anavatanda gidecekleri kenti kararlaştırmayı uygun gördüler. Kan bağı ve evlilik bağı akrabalarından oluşan bir topluluk ile göç etmeyi karar altına alıp herkese hazırlanmalarını duyurdular. Bu duyuruda herkesin uyması ve yapması gerekenler yer alıyordu. Özetle:” Göç kafilesine katılacakların mutlaka bir arabaları olması gerekiyordu. Bu arabaların üstleri tente (koçu) ile kaplanmalıydı. Arabalara koşmak üzere de bir çift sağmal inek tercih edilmeli, böylece sütünden de yararlanma yoluna gidilmeliydi. Arabalara at koşmak en son düşünülmeli, bunun yerine her aile bir binek atını sağlama yoluna gitmeliydi. Arabalara yüklenecek eşyalar en az ve en gerekli olanlardan seçilmeliydi. Yaşlılar ve çocuklar için bir yatak, herkes için örtünmek üzere yorgan veya battaniye yerine geçen çerge örtüleri tercih edilmeliydi. Yolda en çok yiyecek maddelerine ihtiyaç vardı. Bunların başında da ekmek geliyordu. Oysa buğdaylar tarlalarda kalmıştı. Bunun için tarlalarda kalan buğday, çavdar ve mısırlardan toplanabilenler toplanacak, karıştırılıp un yapılacak, bunlardan da yapılabildiği kadar; ekmek, yufka ve yola dayanıklı peksimet yapılacaktı. Patates, kuru fasulye, nohut, bakla, bulgur, pirinç gibi kuru besinler de tarlalardan toplanacak ve yolluk olarak alınmak üzere torbalanacaktı. Birbirine yakın akraba olan iki arabanın bir tanesi yiyecek pişirmek için ne almışsa diğeri onları almayacak, başka gerekli malzemeleri alacaktı. Göç edilecek yerde geçimlerini sağlamak üzere; mesleklerini yapabilmek için gerekli olacak; araç, gereç, alet ve edevat en az yer kaplayacak ve en az yük olacak şekilde hazırlanarak alınabilecekti. Her aile, göç yollarında korunmalarını sağlamak üzere silah sağlama yoluna gidecek ve ailesinden bir kişiyi atlı hale getirerek ortak koruma gücüne katılmasını sağlayacaktı. Lofça’da bulunan mal ve mülkler en kısa zamanda paraya çevrilerek satılacak; yukarıda sıralanan malzeme ve araç gereçler sağlanarak hemen yola çıkılacak gibi hazır olunacaktı…” Çoğu evlerin arabaları vardı. At arabalarını inek arabasına çevirmek de o kadar zor değildi. Ama at ve inek bulmak hem çok zor hem de çok pahalıydı. Lofça’dan değil de köylerinden ve diğer kasabalardan sağlamak daha ucuza geliyordu. Bunun için de bir heyet oluşturuldu. Mal ve mülklerin satılması da o kadar kolay ve değerinin karşılığı bulunan bir ortamda yapılamıyordu. Açıktan satışa çıkarmak veya daha önceki yıllarda olduğu gibi tellâl çıkartarak ilân etmek komitacılar tarafından engelleniyordu. Mal ve mülkleri olanlar sırayla karakollara çağırılarak kendilerine: “ Malını mülkünü bize sattığına veya bıraktığına ilişkin bu kâğıdı imzala; hiçbir yasakla karşılaşmadan, bütün aileni ve eşyalarını alarak göç et. Bu kâğıt sayesinde, yollarda kimse önünüze çıkmayacaktır. Biz mal ve mülkünüze değer biçip ücretini ödeyeceğiz.” Diyorlardı. Verdikleri para da çok gülünçtü. Normal satışta on çift inek parası eden bir mülk, tek inek parasına gidiyor ve çok para vermiş sayılıyordu. Lofça’daki 500 yıllık alın teri karşılığı birikim, yok pahasına gidiyordu. Komitacılarla iyi geçinemeyen ve zengin olan bazı Bulgarlar, bu durumdan yararlanma yoluna giderek ve eski komşuluk ilişkilerinden de yararlanarak Türklere yaklaşıyorlar; komitacılardan daha fazla para vererek, mal ve mülkleri kendilerine parasız bırakmış gibi işlem yaptırmalarını istiyorlardı. Bu tür pazarlıklar da gerçek değeri bulmuyordu. Dedelerimiz ve ninelerimiz, birbirlerine danışarak “mal ve mülkümüzü zengin Bulgarlara, ‘tekrar geri geldiğimizde bize verilmek kaydıyla parasız bırakmış gibi satalım. Böylece malımızın mülkümüzün kira parasını almış olalım. Gün ola devran döne; geri döndüğümüzde malımıza, mülkümüze tekrar sahip olalım.’ Böylece hem göç paramızı sağlayalım, hem de malımızı, mülkümüzü tamamen elden çıkarmamış olalım.” Çözümünü ürettiler. Komitacılar buna da karşı çıkmaya çalıştılar ama kâğıt üzerinde herhangi bir ‘para ödendiği’ geçmediği için engel olamadılar. Zengin Bulgarlar ‘zenginliğimize zenginlik kattık. Komitacıların veya devletin olacağına bizim olsun çok daha iyi. Türklerin bir daha buraya dönmeleri mümkün değil. İmzaladığımız belgenin hiçbir değeri yok’ diye düşünüyorlardı. Türkler de; ‘geri dönersek alırız. Dönemezsek zaten yapacak bir şey yok. Bu şartlarda alacağımızın en çoğunu almış oluruz’ düşüncesindeydiler… Dede ve ninelerimiz, ellerindeki her olanağı kullanarak göç hazırlıklarına başlamışlardı. Savaştan önce 12 bin nüfuslu Lofça’nın 10 bini Türk’tü. Çok kan dökülen ve onulmaz acılar bırakan savaş sonunda Lofça nüfusu 5 bin 975’ kadar düşmüş, bunun 4 bin 800 kadarı Bulgar, geri kalan bin kadarı da; savaştan sağ olarak çıkmış Türklerden meydana geliyordu. Çoğu Türklerin ocakları sönmüş, savaşta hepsi şehit olmuştu. Kalan ailelerin de en az iki şehitleri yüreklerini dağlıyor, bunca yıldan beri vatan saydıkları bu topraklarda daha fazla kalmalarını; Bulgarların düşman davranışları da eklenince, işkenceye dönüştürüyordu… 1878 yılı Balkanlarda çok sert geçiyordu. Bu yüzden göç hazırlıkları ağır ilerliyordu. Bunun yanı sıra her ailenin yaralısı ve hastası da vardı. Bunların ayağa kalkacak ve göç yollarına dayanacak kadar sağlıklı ve sağlam olmaları gerekiyordu. Tuna kıyılarına mart ayının girmesiyle bahar havası geliyordu ama mart ayı boyunca Balkan Dağlarının Şıpka ve Demirkapı geçitleri karla kaplı olduğu için geçit vermez durumdaydı. Bu yüzden nisan ayı başında göç yoluna çıkmaya karar verilmişti. Lofça’da bulunan boyumuz ailelerinin hepsi göç etme kararına uymuşlar ve bu takvime göre hazırlıklarına başlamışlardı. Köylerden katılacak boyumuz aileleri de dikkati çekmemek için bulundukları yerden hareket edecekler ve Şıpka Geçidi civarında buluşacaklardı. Hastaları ve yaralıları, göç yoluna çıkacak kadar iyileşmemiş olan aileler; zorunlu olarak göçe katılamıyorlardı. Bunun için de bir çözüm üretilmiş; göç edenler Anavatana gidip yerleştikten sonra kendilerine göç etmeleri için haber salınmasına karar verilmişti. Göç yolu yaklaşık olarak beş altı yüz kilometre tutuyordu. İnek arabaları ve yaya yürüyüşünün, ortalama saatte beş kilometre olacağı noktasından hareket edilerek bir tasarlama yapılmıştı. Bu tasarıya göre:” Günde en çok altı saat yol alınabilir, bu süre içersinde de 30 kilometre yol gidilmiş olur. 20 gün yol, 10 gün mola hesabına göre önümüzde bir aylık göç yolu var demektir. Her aile hazırlıklarını buna göre yapmalıdır.” Duyurusunu herkese ulaştırdılar… 1878 Nisan başında; Balkanlarda karların eridiğini, geçitlerin açıldığını, havaların ısındığını haber alan boyumuz göç yoluna koyuldu. Köylerden gelenlerle de Balkan Dağları eteklerinde buluşularak kafile tamamlandı. Bilge Kurulu, Gabrova’da bulunan Gazi Osman Paşa’yı ziyaret edip, göç yoluna çıktıklarını bildirdi ve vedalaştı. Tuna boyunun diğer yerleşim yerlerinden göç yollarına düşmüş birçok kafileler de vardı. 93 Harbi sonunda tüm Tuna kıyıları ve Balkanlardaki Türkler göç yollarına düşmüştü. Daha önceden bireysel olarak veya birkaç aile birleşerek göç yoluna çıkanların; soygun en hafifi olmak üzere başlarına gelenleri öğrendikçe, kafile halinde göç etmelerinin ve uygun zamanı beklemenin ne kadar doğru bir davranış olduğu sonucuna ulaşıyorlardı. Dağlara tırmanan yol boyunca köyler bulunuyordu. Bu köylerde yaşayanlara da genel olarak ‘Dağlı’ deniliyordu. Buralardaki Türkler de ya yollara düşmüşler, ya da hazırlık içersindeydiler. Köylerinde konaklayan göç kafileleri ile iletişim kurarak bilgi alışverişinde bulunuyorlar ve gidebilecekleri yerleri belirlemeye çalışıyorlardı. Bizim Boyun kafilesine yaklaşan bir dağlı büyüğü; Lofça’ya kereste taşıma nedeniyle, boyumuz büyükleriyle tanış çıkmıştı. Odun, tomruk ve kereste taşımacılığı yaptığı için bu yolları çok iyi bildiğini söyleyip:”Ben de ailemle sizlere katılayım. Yollarda çok yardımım dokunur” dileğinde bulundu. Bu dağlı büyüğü, köyümüz halkından Dağlı Aziz’in (Gürbüz’ün) dedesiydi. Boyumuz göç heyeti toplandı. Soruldu, soruşturuldu. İncelendi. Bu dağlı ailesi ile evlilik akrabalığı kurulup kurulamayacağı görüşüldü ve göç kafilemize katılmalarına karar verildi. Köyümüzde ‘Dağlı’ sanı, (lâkabı) ile söylenen tek aile olmasının nedeni de budur… Balkanlar ve geçitler 15 gün süren zorlu bir yolculuktan sonra geçildi ve Kızanlık kentine varıldı. Burada üç gün konaklamaya, Filibe’deki akrabalarla haberleşip karara varmaya ve sonrasında yola devam etmeye karar verdiler. Duydukları Rumeli’yi yakından gördüler. Kendilerinden farkı olmayan, gelenek, görenek, örf, adet ve dini inançları ayni olan insanlarla kaynaştılar.93 Harbinden sonra buraları da Bulgar toprağı olmuştu. Hepsi göç etme telâşı içindeydi. Artık Tuna kıyılarında olduğu gibi Rumeli’de de Türklere yer yoktu. Herkes boyumuzun yaptığı gibi, varını yoğunu satıp Anavatana gitmek istiyordu. Filibe’deki akıncı beyleri olan akrabalara Zühtü Akın’ın babasına, (Dedesi Lofça’da olanları toplayıp kafileye katılmıştı.) gönderilen 5 atlı geri dönmüşler ve: “ Filibe’nin de göç hazırlığı içinde olduğunu, boyumuz Kırklareli’ne gidince haberleşeceklerini, gelecek bilgilere göre nereye yerleşeceklerine karar vereceklerini” boyumuz göç heyetine bilgi olarak getirmişlerdi. Daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Yollar doluydu. Bu kadar kişi nereye sığar, nereye yerleşebilirdi? Acaba Osmanlı Devleti kendilerini nasıl karşılayacak, nerelere gönderecekti? Haber aldıklarına göre Edirne üzerinden Anavatana girenleri trene bindirip Anadolu’ya gönderiyorlar, oralara yerleştiriyorlardı. Oysa boyumuz Lofça’ya tekrar dönme umudu taşıdığı için, en yakın yerde iskân edilmeyi plânlıyordu. Bu nedenle Edirne’den değil de Kırklareli’nden giriş yaptılar… Dereköy’den Kırklareli’ne gelen ilk göç kafilesi bizim boyumuzdu. Kırklareli Edirne’nin ilçesi durumundaydı. Mutasarrıf (Kaymakam) kendilerini karşıladı. Amacı, bu kafileyi de Alpullu’ya gönderip trene bindirmek, İstanbul’a gönderip işin içinden sıyrılmaktı. Dillere destan olan Gazi Osman Paşa’nın savaşlarında yer aldıklarını öğrenince tutumu değişti. İstanbul’dan bilgi alındıktan sonra yerleşim kararı verileceği söylendikten sonra; Kavaklı Köyü bitişiğindeki uygun alana konaklamalarına izin verildi. Boyumuzun konakladığı bu yere de Gazi Osman Paşa Göçmen Kampı adı verildi… 1878 yıllarında Trakya’da il ve ilçelerin dışında köyler yok denecek kadar azdı. Çünkü Trakya’nın bütün toprakları neredeyse padişah, devlet veya vakıf arazisiydi. Sarayın, Padişah’ın özel askerleri olan Hassa Ordusunun, vezir vüzeranın, kısaca; İstanbul nüfusunun yarıdan fazlasının yiyecek ihtiyacı Trakya topraklarından sağlanıyordu. Bu nedenle de toprakları işleyen saray görevlisi kişilerden ve devlet adına işlemek üzere toprak verilen askeri komutanlara ‘geçici iskân’ veriliyor; bunlardan başkalarına iskân izni verilmiyordu. Bu nedenle Boyumuzun işi çok zordu. İşlerini kolaylaştıran ve yerleşimlerini sağlayan; Tarihçe Öykümüzün Birinci Bölümündeki “Zühtü Akın’ın Anlattıkları” başlığı altında ‘Boyumuz Beyi Ahmet Cevdet Paşa’ olmuştur. Boyumuza yerleşim izni verilmesinden sonra, Balkanlar ve Rumeli’den göç eden Türklere de Ahmet Cevdet Paşa’nın öncülüğü ve yardımlarıyla; Padişah İkinci Abdülhamit, Trakya topraklarındaki mülkiyet haklarından kısmen vazgeçmiş ve Trakya’nın büyük bir bölümü iskâna açılmıştır. Tarihteki bu belgeli yazılımlara bakılarak denilebilir ki; ‘Trakya toprakları, boyumuzun girişimleri ve öncülüğü ile iskâna (halkın yerleşimine) açılmıştır. Ahmet Cevdet Paşa’da bunun mimarı olmuştur.’ İşin kötüsü; çok daha iyi, verimli ve güzel yerler bom boş dururken; birinci bölümde anlatıldığı gibi, Boyumuzun güç belâ, zorluklarla ve en uzak yerde elde ettiği iskân izni; Boyumuzdan sonra göç edenlere bu güzel yerlerde kolayca iskân izni verilmiştir… Bu günkü dünya nüfusu yaklaşık 9 milyar ve Türkiye nüfusu da 70 milyon olarak ele alınıp, 1878 yılı dünyasının nüfusuna bakıldığında: Dünya nüfusu sık çıkan savaşlar, salgın hastalıklar ve sağlıksız yaşam koşulları nedeniyle, bir – bir buçuk milyar arasında değişiyordu. Bu gün Avrupa’nın en kalabalık ülkeleri, o yıllarda 10 - 15 milyon nüfusa sahipti. Osmanlı Devleti ise, üç kıtaya yayılmış dünyanın en kalabalık ülkesi olarak kabul ediliyordu ama hiç nüfus sayımı yapılmadığından kesin sayı belli değildi. Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin 1878’li yıllarda yaklaşık olarak, en çok 30 – 35 milyon nüfusu olduğunda birleşiyorlardı. Bu günkü dünya ve Türkiye nüfusu ile karşılaştırıldığında; arada dağlar kadar fark olduğu; insan sayısının çok az olduğu ve arazilerin de boş bırakıldığı görülür. Tarihçilere göre: 1878’li yıllarda ve daha önceki yıllarda hiç nüfus sayımı yapılmamış bir Osmanlı Devleti vardı. Bu devlet, gerek Anadolu ve gerekse İstanbul çevresindeki Çanakkale, Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ topraklarına iskân izni vermiyor, kendisine ayırıyor ve gelenleri yeni fethedilen yerlere gönderiyordu. Yeni fethedilen yerlere gidenlere hem yerleşik düzene geçme izni veriliyor; hem de bu toprakları koruma görevi yükleniyordu. Rumeli ve Balkanlarda 500 yıl yaşayan Türkler, Anadolu, İstanbul ve çevresi kendilerine hiç gösterilmeden buralara gönderilmişlerdi. Daha önceki yüz yıllarda değil ama içinde bulunulan yüzyılda; İstanbul’un (Devlet Yönetimi’nin) Anadolu, Asya ve Afrika’daki halkla, Rumeli ve Balkanlardaki halklardan haberi bile yoktu. Bu yönden, 1878’li yıllarda Osmanlı Devleti’nin nüfusu ne kadardı? Sorusuna, tarihçiler asker sayısına bakarak yanıt bulmaya çalışmışlardır. Tarihçiler, 1878’li yıllarda 250 bin askeri olan Osmanlı Devleti’nin, Anadolu ve İstanbul çevresi nüfusu 25 milyon kadardı. Asya ve Afrika kıtasındaki toplam nüfusun 8- 10 milyon arasında değiştiği kabul ediliyordu. Tüm Rumeli ve Balkanlardaki Türklerin nüfusu da yaklaşık üç milyon olarak hesap edilmişti ve bu nüfusun yarıdan fazlası 93 harbinde ölmüştü. 1878’den 1895’e kadar Balkanlar ve Rumeli’den bir milyondan fazla Türk, göç ederek Trakya’ya yerleşmiş; Balkanlar ve Rumeli’de çok azı kalmıştır. Bugün Trakya’nın hangi iline, ilçesine ve köyüne gidip sorsanız size Rumeli veya Balkanlardan göç ettiklerini söyleyerek; atalarından dağarcığında kalan bilgilerle öykülerini anlatmaya başlarlar ve atalarından miras kalan özlemlerini dile getirirler. Bizim boyumuz başta olmak üzere, göç edenler uzun bir süre hep geriye dönmeyi düşünmüşlerdir. Osmanlı Devleti, 1914 yılına kadar her savaşa girdiğinde Boyumuz: “Tamam. Artık Osmanlı eski gücüne kavuştu. Bu savaşta kaybedilen yerleri bir daha vermemek üzere geri alacak ve bizler de ayrıldığımız topraklarımıza döneceğiz.” Düşüncelerine kapılarak hazırlıklara dahi girişmişlerdir. Bu durum Trakya’ya 93 Harbi sonunda göç etmiş her yerleşim yerinde, birinci kuşaklar tarafından yaşanmış ve ikinci kuşaklara da aktarılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında; sınırlarını şehitlerimizin kanlarıyla çizerek kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin Lozan Barış Antlaşması ile tüm dünya tarafından tescil edilmesinden sonra, geri dönüş düşüncesi tamamen sona ermiş; kuşaktan kuşağa aktarılan bir özlem olarak günümüze kadar taşınmıştır… Hamitabat Köyü Tarihçe Öyküsü, bizim köyümüz insanlarının özel bir öyküsü olmasının yanı sıra; tüm Balkanlar ve Rumeli’den ayni nedenlerle göç eden Türklerin de genel bir öyküsüdür. Bu nedenle; ayni geçmişi yaşayan herkes, öykümüzde kendisine yer bulabilecektir… * * * * *