doksanüç harbi

advertisement
DOKSANÜÇ HARBİ
1877-1878 yıllarında meydana gelen, Rûmî 1293 senesine
rastladığı için Doksanüç harbi olarak anılan Osmanlı-Rus harbi.
Osmanlı Devleti üzerindeki asırlık emellerini gerçekleştirmek,
Osmanlıları Avrupa’dan atmak, İstanbul’u ele geçirerek sıcak
denizlere inmek isteyen Rusya, Balkanlardaki hıristiyanları, özellikle
Slavları korumak bahanesiyle Osmanlı Devleti’ne karşı isyân
ettirmekte, zaman zaman Osmanlı Devleti’nin iç işlerine
karışmaktaydı. Kendi varlığının devamını sağlamak için Osmanlı
Devleti’nin yıkılmasını millî bir hedef kabul eden Rusya, daha önce
Kırım Hanlığı’nı ilhak etmiş, Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarını
almış, Volga boylarındaki Türk ülkelerini istilâ ederek, Türkistan’a
ilerlemiş ve kuzey kısımlarını elde etmişti. 1853 Kırım harbi
mağlûbiyeti bu emellerini bir müddet için durdurduysa da, Ruslar,
bu yenilginin intikamını almak için faaliyete geçtiler. Osmanlı
Devleti’nin toprak bütünlüğüne en çok tarafdâr gözüken Fransa’nın
1870’de Prusya karşısında ağır mağlûbiyete uğraması üzerine,
kuvvetler dengesinin Osmanlılar aleyhine bozulduğunu fırsat bilen
Rusya, Kırım harbi sonunda imzalanan Paris andlaşmasında yer
alan Rusya’nın “Karadeniz’de donanma ve tersane
bulundurmaması” hakkındaki maddelerini tanımadığını resmen îlân
edip, Londra konferansında tescil ettirdi ve Karadeniz’de kuvvetli
bir donanma meydana getirmeye başladı. Bu arada panislavizm
fikirlerini Balkanlarda yaymak için Moskova’da bir konferans
topladı. Bu konferansda alınan kararlardan sonra Rus
panislavistleri, Bosna-Hersek ve Bulgaristan Slavlarını
ayaklandırmak için Balkanlarda yoğun bir propagandaya giriştiler.
Romanya ve Karadağ’da birer teşkîlât kurdular.
Bu sırada İstanbul’da sultan Abdülazîz Han tahttan indirilerek şehîd
edildi. Devletin bu güçsüz durumundan istifâde etmek ıstiyen
Bosna-Hersek eyaletindeki hıristiyanlar ayaklandı. Bu isyân
bastırılmadan Rus tahrikiyle hareket eden Karadağlılar ve Sırplar da
ayaklandılar. Sultan beşinci Murâd Han’ın kısa süren
pâdişâhlığından sonra tahta geçen sultan İkinci Abdülhamîd Han
durumlarla ilgili bâzı tedbirler aldı. Rusya’nın İstanbul büyükelçisi
İgnatiyef’in tehdidkâr sözlerine karşı; “Devletin yükselmesini,
Osmanlı ülkesine huzur ve asayişin te’minini, Rus
imparatorluğundan ziyâde ben arzulamak mevkiindeyim. En büyük
emelim, milletimin saadetini tem’in etmektir” diyerek hâdiseler
karşısındaki tavrını açıkça ortaya koydu. Serdâr-ı ekrem
Abdülkerîm Nâdir Paşa idaresinde gönderilen ordu, 17 Ekim
1876’da Sırb ordusunu hezimete uğratarak isyânı bastırdı. Osmanlı
ordusunun Sırbistan’da ilerlemesi karşısında telâşa kapılan Rusya,
31 Ekim 1876’da Bâb-ı âlîye bir nota vererek, bütün cephelerdeki
harekâta şâmil olmak üzere altı haftalık müddetle kayıtsız şartsız
bir mütâreke istedi. Eğer 48 saat içinde harb harekâtı
durdurulmazsa, İstanbul’daki elçisini gerî çekeceğini bildirdi. Yeni
bir Osmanlı-Rus savaşının felâketle neticeleneceği düşünülerek, 1
Kasım 1876’da iki ay müddetle mütâreke kabul edildi. Sırp
harekâtının devamı sırasında Osmanlı Devleti’nin müşkil
durumundan istifâde etmek isteyen Bulgaristan’da da bir isyân
kımıldanışı oldu. Bunun bastırılmasından sonra muhtemel bir
savaştan çekinen Avrupa devletleri, Balkan mes’elesini görüşmek
üzere İstanbul’da bir konferans toplanmasını teklif ettiler. Rüşdî
Paşa’nın istifasından sonra, 19 Aralık 1876’da sadrâzamlığa
getirilen Midhad Paşa ve arkadaşları, Kânûn-i esâsînin hazırlanması
için çalıştı. Bu sırada hazırlıkları tamamlanan konferans, 23 Aralık
1876’da Haliç Tersânesi’ndeki Bahriye nezâreti binasında toplandı.
Aynı gün Osmanlı Devleti, konferansın çalışmalarını etkilemek için
Kânun-i esâsîyi îlân etti. Çalışmalarına devam eden Tersane
konferansına; Osmanlı Devleti’nden başka; İngiltere, Fransa,
Rusya, Avusturya, Almanya ve İtalya katıldı. Yabancı delegeler
önceden hazırladıkları metni Osmanlı” delegelerine verdiler. Buna
göre Osmanlı askeri, Karadağ ve Sırbistan’dan çekilecek,
Bulgaristan’da doğu ve batı Bulgaristan adı ile iki ayrı eyâlet
kurulacak, Bosna-Hersek’le birlikte bu iki eyâlete de muhtariyet
verilecekti. Rus başvekîli Gorçakof’un da hâzır bulunduğu
konferansa katılan hâriciye nâzırı Safvet Paşa, Osmanlı Devleti’nin
Balkanlarda uyguladığı siyâsetin haklılığını anlattı. Osmanlı
Devleti’nin ileri sürülen şartları kabul etmemesi üzerine, konferans
dağıldı. Bu tavır, Osmanlı-Rus savaşının biraz daha yaklaşmasını
sağladı. Sadrâzam Midhat Paşa, çıkacak bir savaşta, hayranı olduğu
Avrupa devletlerinden yardım göreceğini zannediyordu. Çıkacak bir
savaşı önlemek için çok gayret gösteriyormuş gibi gözüken
İngiltere’nin Hindistan nâzırı Lord Salisbury, Midhat Paşa’nın aksine,
bir savaş çıktığında İngiltere’nin ve diğer Avrupa devletlerinin
Osmanlı Devletine yardım etmeyecekleri kanâatindeydi. Sultan
İkinci Abdülhamîd Han’la görüşerek durumun vehâmetini îzâh etti.
Memleketin ahvâlini düzeltmek için uzun bir sulh dönemine ihtiyâç
olduğuna inanan sultan İkinci Abdülhamîd Han, savaş istemiyordu.
Fakat savaş isteyen devlet adamlarının baskısı altındaydı. Bunların
başında sadrâzam Midhat Paşa, harbiye nâzırı vekîli Müşir Redif
Paşa geliyordu. Bu sırada Midhat Paşa ve tarafdârlarının teşvîkiyle
kandırılarak sokaklara dökülen medrese talebeleri; “Biz Rumeli’ye
ilk defa geçen kahraman Osmanlıların çocuklarıyız. Kanımızla zapt
ettiğimiz bu yerleri sonuna kadar müdâfaaya yeminliyiz. Yabancı
devletlerin tekliflerini kabul etmiyoruz. Konferans dağılmalıdır. Harb
istiyoruz” diye bağırarak sarayın önüne kadar gelip tekrar; “Harb
isteriz” diye bağırdılar. Midhat Paşa tarafdârlarından Hoca Şâkir
Efendi’nin sevk ettiği kalabalık, sefarethâne önlerinden geçti ve
hâdise çıkarmadan dağıldılar.
İngiliz delegesi Lord Salisbury, 14 Ocak 1876’da sultan İkinci
Abdülhamîd Han’a gelerek, Tersane konferansında Bâb-ı âlînin ısrar
ettiği bâzı noktaların değiştirildiğini, eğer bu haliyle de konferans
maddeleri kabul edilmezse elçilerin İstanbul’u terk edeceklerini
bildirdi (Bkz. Tersane Konferansı). Bunun üzerine sultan İkinci
Abdülhamîd Han o akşam bütün vükelâyı saraya davet ederek;
asker, iaşe, mühimmat hususlarının tedkîk edilerek hükümetin
karârının kendisine bildirilmesini istedi. Toplantıdan sonra sadrâzam
Midhat Paşa tarafından Pâdişâh’a şu karar bildirildi: “Böyle
tekliflerde harb etmek için askerin kuvvetine bakılmaz. Biz
Anadolu’ya 400 atlı ile geldik, 400 kişi kalıncaya kadar harbederiz.”
Peşin hükümlü olan Midhat Paşa hükümetinin ölçülüp tartılmadan
alelacele aldığı bu karârın, kurulacak geniş kadrolu bir mecliste bir
kere daha görüşülmesini isteyen sultan İkinci Abdülhamîd Han,
târihî harb mes’ûliyetini yüklenmemek için gayret etti. Rusya için
de büyük fedâkârlıklar îcâb ettiren bu savaşı, Rus çarı da
istemiyordu. Ancak onun da etrafını savaş tarafdârı devlet adamları
sarmıştı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın bu isteği üzerine, Midhat
Paşa tarafından kurulan; müşirler, ferikler, yüksek mahkeme
reisleri, devlet şûrası üyeleri, nâzırlar, saray ileri gelenleri ve gayr-i
müslimlerin temsilcilerinden meydana gelen mecliste, Tersane
konferansının kararları görüşüldükten sonra tekrar reddedildi.
Devlet hazînesi boş, ordu Sırp, Bulgar ve Karadağ hâdiseleri
yüzünden yorgun ve dağınık, mühimmat, silâh ve subay kadroları
yetersiz olduğu hâlde bile bile harbe girmeye teşebbüs etmek;
Osmanlı Devleti’nin ölüm fermanını imzalamaktı. Bu şartlar altında
sultan İkinci Abdülhamîd Han kesin olarak harbe girilmesini
istemiyordu. Fakat daha önce îlân edilen Kânûn-i esâsiye göre
mecbur olduğu için istemiyerek tasdîk etti. Sadrâzam Midhat Paşa
ile hâriciye nâzırı Safvet Paşa tarafından hazırlanan Bâb-ı âlînin
cevâbı, devletlerin murahhaslarına bildirildi. Bu karâr üzerine
devletlerin murahhas ve elçileri İstanbul’u terk ettiler. Midhat Paşa,
Mahmûd Celâleddîn Paşa ve tarafdârları harbin kaçınılmaz olduğunu
düşünerek sevindiler.
Konferans tekliflerinin reddi üzerine bir Osmanlı-Rus harbinin
kaçınılmaz olacağını gören sultan İkinci Abdülhamîd Han, işlerin iyi
sevk ve idare edilmediğini görerek bâzı tedbirler almağı lüzumlu
gördü. Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesinde başlıca âmil
gördüğü, akşamları bâzı kimseleri ve gençleri içki masasına
toplayarak devlet sırlarını açıkladığını tesbit ettiği ve yine onun,
“Osmanlı hânedânından ümid kesilmiştir, pâdişâhı tahtından
indirmelidir” dediğini tesbit ettiği, başka garib hareketlerini gördüğü
Midhat Paşa’yı 5 Şubat 1877’de Kânûn-i esâsînin 113. maddesine
göre sadrâzamlıktan azledip sürgüne gönderdi. Ertesi gün Ethem
Paşa sadrâzamlık makamına getirildi.
İstanbul Tersane konferansı karârının reddedilmesi üzerine,
Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı harb açacağı iyice belli oldu.
Çıkacak bir harbde Sırpların ve Karadağlıların düşman birer kuvvet
kalmasının uygun olmayacağını düşünen sultan İkinci Abdülhamîd
Han, bu iki prenslikle andlaşma yapılması için görüşmeleri başlattı.
27 Şubat 1877’de Sırbistan’la barış andlaşması imzaladı. Fakat
Karadağ ile yapılan görüşmeler, Karadağlıların mânâsız istekleri
üzerine netîceye bağlanamadı.
Bu sırada Kânûn-i esâsîye göre kurulan Meclis-i meb’ûsân 19 Mart
1877’de açıldı. Meclis-i meb’ûsânın açılışını tâkib eden günlerde de,
Talebe-i ulûm kisvesi altındaki kötü niyetli kimseler, harbe girmenin
lehinde tezahüratta bulundular.
Memleketin çok sıkıntılı durumda olduğu bu günlerde, Karadağla
yapılan mütâreke müddeti de sona erdi. Karadağ Prensliği, Osmanlı
ülkesine tecâvüz için askerî hazırlıklara başladı. Bu sırada, çıkacak
bir harbe mâni olmak için Avrupa devletleri tekrar araya girdiler.
Osmanlı-Karadağ mütârekesini 13 Nisan’a kadar uzattılar. Avrupa
devletleri Londra’da tekrar bir konferans toplayarak, Tersane
konferansında alınan kararları biraz değiştirdiler (Bkz. Berlin
Andlaşması). Alınan karârı da 31 Mart 1877’de Bâb-ı âlîye tebliğ
ettiler. Hâriciye nâzırı Safvet Paşa, Bâb-ı âlî hükûmetinin aldığı red
karârını 10 Nisan 1877’de ilgili devletlere bildirdi. Böylece sulh yolu
iyice kapandı.
Avrupa devletlerinin savaşa mâni olma teşebbüsleri bu şekilde
akamete uğradı yâni netîce alınamadı. Bâb-ı âlînin, tekliflerden hiç
birini kabul etmiyeceğini kesin olarak anlayan Rusya, bir harb
vukuunda İngiltere’nin takınabileceği muhtemel vaziyeti hesaba
katarak isteklerinde bir adım gerilediyse de, sadrâzam Edhem
Paşa’nın ve Meclis-i meb’ûsânın, Rus isteklerinin Osmanlı görüşüne
yaklaştığı bir sırada bunları da şiddetle reddetmeleri üzerine, 24
Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân etti. Aynı gün
harb îlân notasını Bâb-ı âlîye veren Rus maslahatgüzarı Nelidoff ve
bütün sefaret erkânı İstanbul’u terk etti. Osmanlı Meclis-i
meb’ûsânında harb îlânı notası okununca, büyük sevinç ve
tezahürata sebeb oldu. “Yaşasın harb” sesleri arasında harb karârı
alındı. Bu harb notası, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a sunulunca;
“Böyle bir harbi asla istememiştim. Fakat başımıza geldi. Artık ilâhî
takdîr ne ise o olur. Bu andan îtibâren şeref ve haysiyetimizi
korumak için her şeyimizi fedaya hazır olmalıyız” dedi ve son bir
çâre olarak harbe mâni olmak için Avrupa devletlerinin
arabuluculuğunu isteyen bir telgraf çekilmesini emretti. Bu telgraf
karşısında Fransa, İngiltere, İtalya ve Avusturya tarafsızlıklarını îlân
ettiler.
Bu şekilde devam edecek bir harbin Osmanı Devleti lehine
netîcelenmiyeceğini düşünen sultan İkinci Abdülhamîd Han, dış
siyâsetteki dehâsını kullanarak, devletlerin menfaatleri arasındaki
zıddiyetten istifâde etmeye çalıştı. Avusturya hâkimiyetinden
memnun olmayan Macarları kazanabilmek için, hazîne-i hümâyûnda
bulunan vaktiyle Türkler tarafından ele geçirilmiş eski Macar
krallarından Mathyas’a âid kıymetli 25 cild kitabı Macaristan’a
göndererek, Macar milleti adına Peşte Üniversitesi’ne hediye etti.
Bu hareket, Macar milleti üzerinde iyi bir te’sîr bıraktı ve Macarlar,
Osmanlı Devleti lehine kazanılmış oldu. Daha sonra İngiltere’nin
doğudaki çıkarlarını, Rusya’nın yayılmacı politikasına karşı
kullanmayı plânladı. Diplomatik yollarla ağır ağır bu mevzûyu
işlemeye devam etti. Nitekim İngiltere hükümeti Rusya’ya;
“İngiltere hükümeti, Osmanlı-Rus harbi dolayısıyla Hindistan
yolunun ve İstanbul’un Rusya tarafından tehdîd edilmesi karşısında
haraketsiz kalamaz” şeklinde bir telgraf çekti. Rusya ise, Kırım
harbinde olduğu gibi bir Avrupa-Osmanlı anlaşmasından çekindiği
için, İngiltere’nin bu ihtarına karşı yumuşak davranmaya mecbur
kaldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han bundan sonra da, İngiltere’yi
îcâb ettiği vakit diğer devletlere karşı kullandı, hiç bir zaman İngiliz
siyâsetinin peyki olmadı.
Bütün gayretlere rağmen mâni olunamıyan, Rusya’nın da, Osmanlı
Devleti’nin de bütün kuvvetlerini seferber ettikleri Doksanüç harbi,
Tuna ve Kafkasya cephelerinde cereyan etti. Tuna cephesi
başkumandanı serdâr-ı ekrem Müşir Abdülkerîm Nâdir (Abdi) Paşa
idaresinde üç orduya ayrıldı. Bunlardan garb ordusunun başında
Müşir Osman Paşa, şark ordusunun başında Müşir Ahmed Eyyûb
Paşa, cenûb (güney) ordusunun başında ise Müşir Süleymân Paşa
bulunuyordu. Bu cephedeki kuvvet dengesi Osmanlıların aleyhine
idi. Osmanlı kuvvetlerinin toplamı 186 bin olup; top, silâh ve
mühimmat bakımından kâfî derecede teçhiz edilememişti. Rus
ordusu başkumandanı, çarın veliahdı ve biraderi Grandük Nikola
Nikolayeviç’ti. Emrinde 250 bin asker mevcûdlu yedi kolordu vardı.
Top, silâh ve mühimmat bakımından da Osmanlı ordusundan
üstündü. Harbin fiilen başlamasından sonra Sirbistan, Romanya ve
Karadağ prenslikleri de Rusya’nın yanında yer almışlar ve
Yunanistan da düşmanca bir tavır içine girmişti.
Romanya hudutlarını geçen Rus orduları, Tuna nehri üzerinde
bulunan 240 metre uzunluğundaki Baboşi köprüsünün, serdâr-ı
ekrem Müşir Abdülkerîm Nâdir Paşa’nın ihmâl ve gafleti sebebiyle
yıkılmaması üzerine Tuna nehrini geçip ilerlemeye devam ettiler.
Ayrıca Müşir Abdülkerîm Paşa’nın ihtiyarlığı, hastalığı ve kumanda
kudretinden mahrum oluşu sebebiyle Osmanlı ordusunda kumanda
birliği olmadığından, yerli azınlıklardan da destek alan Rus
ordularının ilerlemesi kolay oldu. Kahraman ordularımızın binbir
güçlük ve sıkıntılarla verdikleri şanlı direnişlere rağmen ilerleyen
Rus birlikleri, 7 Temmuz’da Tırnova, 16 Temmuz’da Niğbolu’yu
alarak Şıpka geçidine hâkim oldular ve Balkan dağlarını aşmaya
başladılar. Abdülkerîm Nâdir Paşa’nın başarısızlıkları sebebiyle azl
edilip yerine çok genç müşir Mehmed Ali Paşa’nın başkumandan
tâyin edilmesi, ordu içinde bâzı memnuniyetsizlikler ile ayrılıklara
yol açtığı gibi, harbin kaybedilişine de sebeb oldu. Müşir Süleymân
Paşa, Şıpka geçidini ele geçirmek için gece-gündüz demeden bir
hafta müddetle taarruzda bulundu. Ancak muvaffak olamadı. Bu
defa Şıpka’yı geçmek için Müşir Mehmed Ali Paşa taarruza geçti.
Ayazlar, Karahasan, Ablova ve Kasılova meydân muhârebelerini
kazandı ise de devamlı takviye alan Rus kuvvetlerini yerinden
söküp atamadı. Müşir Osman Paşa savunma savaşına yeni
prensipler getirerek, Plevne’de düşmanı üç defa mağlûb etti.
Üçüncü Plevne zaferinden sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han
tarafından Gâzi ünvânı verildi. Yeni takviyelerle güçlenen Rus
orduları karşısında Osman Paşa yardım alamadığından Plevne de
düştü (Bkz. Plevne müdâfaası). Plevne’nin düşmesiyle Rus birlikleri
serbest kaldılar. Bu sırada Sırplar Niş’e girdiler. Karadağlılar ise
İşkodra çevresine kadar ilerlediler. İleri harekâta devam eden
Ruslar; Sofya, Niş ve Vidin’i aldıktan sonra, Edirne’ye ve burayı da
alıp Ayastefanos’a (Yeşilköy) ulaştılar. Grandük Nikola sulh
şartlarını dikte etmek üzere umûmî karargâhını burada kurdu.
Böylece Tuna cephesindeki savaş, Osmanlıların aleyhine
neticelendi.
Doksanüç harbinin ikinci cephesi ise Kafkasya’da idi. Tuna cephesi
kadar mühim olmamakla beraber, burada da pek çok savaşlar oldu.
Cephe kumandanı Ahmed Muhtar Paşa idi. Bu cephedeki
ordumuzun toplamı 60 bin askerdi. Üç tümeni Kars, bir tümeni
Ardahan, bir tümeni Eleşkirt, bir tümeni de Doğu Bâyezîd ve Van’da
olan bu ordunun, Erzurum’da da bir miktar ihtiyat kuvveti vardı.
Batum’daki kolordunun başında ise Müşir Derviş Paşa bulunuyordu.
125 bin kişilik Rus ordusunun başkumandanı ise, ermeni asıllı
Melikof’du.
Devamlı takviye alan Ruslar, 30 Nisan’da Doğu Bâyezîd’i ele
geçirdiler. Ahmed Muhtar Paşa, Ruslara karşı 21 Haziran’da Halyaz,
25 Haziran’da Zivin ve Gedikler meydan muhârebelerini kazandı.
Ahmed Muhtar Paşa’ya zaferden sonra Gâzi ünvânı verildi. 4 Ekim
1877’de Yahniler meydan muhârebesi de kazanıldıysa da takviye
alan Rusları durdurmak mümkün olmadı. 15 Ekim 1877 Alacadağ
meydan muhârebesi Kafkas cephesinin dönüm noktası oldu. Ahmed
Muhtar Paşa daha fazla zâyiât vermemek için Erzurum’a çekildi.
Kars açıkta kaldığından, 18 Kasım’da Rusların eline geçti. Fakat
Ruslar, Erzurum halkının da katıldığı destanlaşan müdâfaalar
karşısında Erzurum’u alamadılar (Bkz. Aziziye müdâfaası). Bu
sırada, Rumeli cephesindeki felâketlerin birbirini tâkib etmesi ve
Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesi üzerine; müdâfaa tertibatı almak
için Ahmed Muhtar Paşa İstanbul’a çağrıldı. Yerine Müşir Kurt İsmâil
Paşa getirildi. Daha sonra Rus tazyikine karşı dayanmakta devam
eden Erzurum, mütâreke imzalanmasından 21 gün sonra Ruslara
teslim oldu. Böylece Doksanüç harbi, Osmanlı Devleti’nin ağır
mağlûbiyeti ile neticelendi. Rusların ve Bulgarların büyük katliâmı
ve Anadolu’ya göç sebebiyle Rumeli’deki Türk nüfûsu azınlığa
düştü. Son asır Türk târihinin en büyük göç faciası vuku buldu.
Balkanlardan Anadolu’ya uzanan yollar göçmen kâfileleriyle doldu.
Bu göçmenlerin büyük bir kısmı yine Ruslar ve Bulgarlar tarafından
imha edildi.
Rusların Yeşilköy’de karargâh kurmalarından sonra, Bâb-ı âlî 19
Ocak 1878’de Rusya’dan mütâreke (ateşkes) istedi. 9 ay 7 gün
süren savaşa 31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne mütarekesiyle son
verildi. 3 Mart 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) andlaşması imza
edildi. Ancak sultan Abdülhamîd Han’ın siyâsî ve diplomatik dehâsı
sebebiyle yürürlüğe girmedi. Avrupa devletlerinin de iştirakiyle 13
Temmuz 1878’de tertiplenen Berlin andlaşmasıyla daha önceki
andlaşmanın şartları hafifletildi. Ancak Osmanlı Devleti, bu
andlaşmaya göre bugünkü Türkiye’nin üçte birine yakın toprak ve
bugünkü nüfûsun beşte birine yakın nüfûs kaybına uğradı. Ayrıca
800 milyon Franklık savaş tazminatı ödemek mecburiyetinde
bırakıldı. Balkanlarda ise Sırbistan, Karadağ ve Romanya birer
bağımsız devlet oldular (Bkz. Berlin Andlaşması).
HAZİN GÖÇ!..
Doksanüç harbinde; Plevne ordusu esir düşmeden önce, Balkanların
öbür tarafında, Rusların istilâsına uğrayan Servi, Lofça gibi
kasabalar ve köylerin müslüman halkı toplanıp Sofya’ya gelmişlerdi.
Ayrıca Plevne elden çıkınca, Osman Paşa’nın oradan çıkardığı
müslümanlar da, yine canlarını Sofya’ya atmışlardı. Bunu müteakib
düşman, Orhâniye geçitlerini tutarak her taraftan Sofya’yı sarmıştı.
Öte yandan, Kumarlı ordusu bozulmuş, Sofya’da ise asker
kalmamıştı. Oralarda zâten bir rezalet ve şaşkınlık içinde yığılıp
kalmış olan yüzbinlerce müslüman ailesine Sofyalılar da eklenince,
mahşer gününü andıran bir manzara meydana gelmişti. Hâdiseyi
nakledenler, hakkıyla anlatmaktan âciz kalmışlardır.
İşte o elem ve ızdırab dolu günlerde, artık devletin Sofya için
yapacak bir şeyi kalmamıştı. “Düşman geliyor” sedaları bu zavallı
halkın kulaklarını çınlatıyordu. Bu durum karşısında maneviyâtları
tamamen sarsıldığından, varlarını yoklarını yollara atıp, çocuklarını
da önlerine katarak, feryâd içinde göç etmeye başladılar. Kışın
olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü ve her tarafın kar ve buzlarla
kaplı olduğu bir zamandı. Nereye gideceklerini bilemeyen
muhacirler, Sofya’yı Köstendil üzerinden Üsküb’e bağlayan
anayolda toplandılar. O kadar kalabalık olmuştu ki, cadde üzerinde
dört sıra halinde bir konvoy teşkil eden arabaların hareket etme
imkânı kalmamıştı. Bu itibârla bir araba, dışardan konvoya girmek
için on iki gün beklemiş, bu yüzden binlerce insan arabalar içinde
donup kalmıştı.
Mahmûd Celâleddîn Paşa, Mir’ât-ı Hakikat kitabında diyor ki:
“Sözüne îtimâd edilir biri şöyle anlattı: “Sofya dışındaki
kabristanda, bir muhacir kadın gördüm. Yanında iki kızı ve yedisekiz yaşlarında bir oğlu vardı. Kadın, etrafa seslenip; “Ben şu
kızlarla başımın çâresine bakayım, bu oğlanı benden alacak bir
hayır sahibi yok mu?” dedi. O esnada biri; “Ben kabul ederim” diye
cevap verdi. Zavallı kadın, oğlanı ona doğru gönderirken ensesine
şiddetli bir tokat indirdi. Orada bulunanlar; “Be kadın, niçin çocuğu
dövüyorsun?” dediklerinde; “Ben onu artık bir daha öbür dünyâda
göreceğim. Acısı yüreğinde kalsın da, yaşadığı müddetçe anasını
unutmasın diye bu tokadı vurdum” cevâbını verince, işitenlerin
yüreği sızlamıştı.” İşte bunu okuyacak olan bizden sonraki nesiller,
Sofya muhacereti sırasında müslümanların neler çektiğini
düşünsünler.
Esir düşen Türklere gelince, şiddetini artıran kış ortasında yedi gün
açık havada bekletildikten sonra, Rusya içlerine doğru yaya olarak
sevk edildiler. Vücûdları yarı açık, ayakları çıplak, kar üstünde
yürümek zorunda bırakılan askerler hakkında; “Tuna Nehri Akmam
Diyor” adlı kitabında Rubert Furneaux, Rus barbarlığını şu
cümlelerle ifâde ediyor: “Ruslar, kara kış ortasında ellerine düşen
bu aç ve perişan insan kitleleri için hiçbir şey yapmadılar. Plevne’yi
kahramanca savunan bu cengâver ordu, en hunharca muameleye
mâruz kaldı.”
Balkanlar, târihinin en büyük depremini yaşıyordu sanki. Kırk bine
yakın esir Türk askeri Rus dipçiği altında Bükreş’e doğru
yürütülüyordu.
Türklerin Romanya içlerinde geçen bu ölüm yürüyüşünü tasvir
etmek için insanın olağanüstü bir çaba ile hayal gücünü zorlaması
yetersiz kalabilirdi. Sıfırın altında 15-30 derece soğuk havada
yürütülmeye mecbur edilmek, elbetteki ölüme mahkûm edilmekti.
Nitekim Plevne ile Bükreş arasındaki 200 kilometrelik yolda 5.000
kişinin ölmesi, bunu yoruma ve tarafgirliğe mahal bırakmayacak
surette gözler önüne sergilemektedir. Savaş Ressamı Frederic
Villiers; “Türk esirlerinin ölüm yürüyüşü!..” adlı tablosunda bu
durumu resmederken; “Gördüğüm en fecî sahne!..” diyordu.
Plevne’nin kahraman cengâverleri, Rusya’ya ulaştıklarında, 25.000
arkadaşını karla kaplı topraklar üzerine bırakmışlardı. Başka bir
deyişle Plevne ile Rusya arasındaki yolculuk 25.000 Türk’ün
ölümüne sebeb olmuştu. Rubert Fernaux haklı olarak; “Plevne
kahramanları, insanın insana olan insafsızlığının kurbanı olarak yok
olup gittiler” demektedir. Plevne ordusundan 15.000 kişi Rusya’da
ayakları üzerinde kalabilmişti. Bu 15.000 Türk’ten 3.000’i daha Rus
kıyıcılığına kurban gittikten sonra, Türkiye’ye ulaşanların sayısı
12.000 civarında idi. Demek oluyor ki, Türkler Plevne’de silah
bıraktıktan, sonra, 29. 340 Türk yok olup gitmiştir.

1) Mir’ât-ı Hakîkat: sh. 310
2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-13, sh. 61
3) Öncesiyle ve Sonrasiyle Doksanüç Harbi (Turhan Şahin,
Ankara-1988)
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 216
5) Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri
6) Bir Darbenin Anatomisi
7) 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi (Oğuz Turan-1978)
8) Türk Silahlı Kuvvetleri Târihi Osmanlı Devri, 1877-1878
Osmanlı-Rus Harbi (Genelkurmay Başkanlığı Yayını)
9) Rumeli’den Türk Göçleri (Bilâl Şimşir) Büyük Türkiye Târihi;
cild-7, sh. 141
10) Osmanlı Târihi (E.Z. Karal); cild-8, sh. 40
11) Başımıza Gelenler (M. Ârif)
12) Sergüzeşte-i Hayâtımın Cild-i Sânîsi (A, Muhtâr Paşa)
www.ehlisunnetbuyukleri.com
Download