i_58_docx

advertisement
YILDIRIM BAYEZİT BİZİM BOYUN ENİŞTESİDİR
Köyümüzün tarihçesini öğrenmek amacı ile yazdığımız mektuplar işe yaramış, her
bilgisine başvurulan elindeki bilgileri ve bu konuda yaptıkları araştırma sonuçlarını
göndermeye başlamışlardı. Dosya ve defterde biriken bilgiler, babam ve öğretmenlerim
tarafından da ilgi ile okunuyor ve ne yapılması gerektiği konusunda bana yön veriliyordu.
1954 yılının bahar sonları ve yaz başlarında, dış ülkelere mal taşıyan ticari bir geminin kaptan
süvarisi olan, ana tarafından amcam, Yüksek Makine Mühendisi Yaşar Özdenoğlu köye geldi.
Çalışmaları gözden geçirdi, babamın, dedemin ve öğretmenlerimin de katıldığı dükkândaki
toplantıda yepyeni bilgiler aktardı. ‘Defter ve dosyadaki bilgileri okudum. Bu doğru bilgileri
geçiyor ve noksanları tamamlamaya çalışıyorum. Benim söyleyeceklerime eklenecek daha
çok bilgi elde edilebilir. Sakın araştırmaya son vermeyin. Müzeler, kütüphaneler ve arşivler
bilgi edinmek için kurulmuştur. Ben ulaşabildiklerimden yararlandım. Devam edecek ve elde
ettiğim yeni bilgileri göndereceğim. Bu konudan haberi olan herkes araştırmalara devam
etsin. Köyümüzün tarihçesini ortaya çıkarıp, torunlarımıza yazılı bir belge olarak bırakmış
olalım.’ Özetini yaparak bilgilerini anlatmaya başladı:’Dedelerimiz, bundan bin yıl önce, 26
Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Savaşı’ndan sonra, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmişlerdir.
Osmanlılar gibi Oğuz Türklerindendir. Önce Büyük Selçuklu Devleti; sonra da Anadolu
Selçuklu Devleti boyları olarak savaşlarda yer almışlar ve hayvan besleyip, bunlarla
yaşamlarını sürdüren göçebe olarak, yeni yurtlarında yaşamaya başlamışlardır. Beyliklerden
(Boylardan) oluşan Anadolu Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra, her beylik bağımsızlığını ilan
etmiştir. Dedelerimiz bu tarihlerde bu günkü Eskişehir, Kütahya civarında yer alan Germiyan
Oğulları Beyliği sınırları içinde kalmışlardı. Osmanlı Beyliği, güçlenip Bizans’tan toprak
almak istiyordu. Bunun için de savaşçılığını kanıtlamış Türk Boyları’na ihtiyacı vardı.
Dedelerimiz savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterenler arasındaydı. Osman Bey ve Oğlu
Orhan Bey, boyumuz büyüklerine haber göndererek kendi beyliklerine katılmalarını, yeni
otlak ve yerleşim yeri vereceklerini bildirdiler. Osmanlı Beyliği’nin teklifini olumlu bulan
dedelerimiz, İznik civarına yine göçebe olarak yerleştiler. Konar, göçer olarak çadırlarda
yaşıyor, koyunlarını, sığırlarını ve atlarını besleyecek otlaklardan otlaklara geçiyor ve kendi
askerlerini eğitip öğreterek savaşlara katılıyorlardı. 1326’da Bursa’nın alınışında büyük
kahramanlıklar gösterdiler ve Birinci Boy unvanını aldılar.’
Boy sözü geçince meraktan kıvranıyordum. Amcamın sözünü istemeyerek keserek
sordum:”Bir kaç yerde boy dediniz. Boy nedir Amca?..” Amcam gülümseyerek bana baktı ve:
“Bu soruyu bekliyordum. Başka uluslarda aşiret, kabile olarak söyleniyor. Dil ve kültür
yönünden büyük bir türdeşlik (ayni soydan gelen, soydaşlık) gösteren, birçok boydan oluşan,
yapısındaki aileler arasında toplum, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan, göçebe
veya yerleşik yaşayan insan topluluğuna aşiret veya kabile deniyor. Türk boyları da bunun
gibi. Ama henüz tam anlamı ile açıklanmadı. Cumhuriyetimizle birlikte kurulan Türk Tarih
Kurumu ve Tarihçi Bilim Adamları, bu konuda Orta Asya’ya giderek araştırma ve
incelemelerde bulunuyor. Türklerde boy kavramının ne zaman başladığını ve nasıl oluştuğunu
araştırıyorlar. Birkaç yıla kadar Türklerde Boy tanımını öğreniriz. Şimdilik ‘boy demek, soy
demek’ diye aklında kalsın.
Dedem, bilgiç bilgiç söze girdi:“Bizde söylenen dedelerimizden kalmış bir söz
vardır:’Boyu boyundan, soyu soyundan, köpeği mandıradan alın.” Derler…
Ben yine aklıma takılan ikinci soruyu Amcama yönettim: ”Osmanlılar Oğuz Türklerinin
Kayı Boyundanmış. Bizim boyumuz Oğuz Türklerinin hangi boyundan biliyor musunuz?..”
Amcam derin bir iç çekti ve: “İşte can alıcı esas soru bu. Bu konuda ulaşabildiğim başvuru
kaynaklarını araştırdım, arkadaşım olan tarihçilere sordum. Osmanlı Belgeleri daha yeni
düzenlenmeye başlanmış. Bu işler bitince araştırma ve incelemeye açılacakmış. Orta Asya’ya
giden tarihçiler de bu konuda araştırma yapacaklarmış. Bunu da yakında öğreniriz.
Araştırmanın sonu yok. Biz bu günkü bilgilerimize, yeni bilgileri de ekleyip tarihçemizi
tamamlayacağız.” Diyerek kaldığı yerden bilgileri anlatmaya devam etti:
‘Bursa’nın alınışından sonra, Karacabey Ovası’nı çok beğenen bizim boy, burada kalmak
istemiş. Orhan Bey, razı gelmemiş. Yaşlı, yaralı, gazi olanları; bunlara bakacak kadar kadın
ve erkeği, yaklaşık 50-60 çadırlık bir topluluğa, Bursa’ya yerleşme izni vermiş. Bizim boy;
topraktan, tarımdan, çiftçilikten ve ticaretten anlamadıklarından, kendilerine verilen Bursa’nın
güzel evleri değil de, Karacabey Ovası’nın otlakları hoşlarına gitmiş. Bu ovalarda yine
çadırlarında, konar, göçer olarak yaşamaya devam etmişler. Bursa’yı Başkent yapan ve
Çanakkale İlçesi Lapseki’ den, Orhan Bey’in oğlu Süleyman Şah komutasında, hazırladıkları
büyük deniz salları ile Gelibolu’ya (Avrupa’ya, Rumeli’ye) geçen Osmanlı’lar, bizim
boyumuzu da Rumeli’ye geçirerek, ordunun yiyecek ihtiyaçlarını besledikleri hayvanları ile
karşılamak, savaşlarda binilecek atları yetiştirmek ve en önemlisi de Rumeli’de yapılacak
savaşlara katılacak asker yetiştirip hazır halde tutmak üzere görevlendirildiler.1362 yılında 1.
Murat (Murad-ı Hüdavendigar) Padişah oldu. Bizim boyumuzun başında da Yıldırım Bayezit’
in Lalasının (Öğretmeninin) oğlu Hacı İl Bey vardı. Çok kahramandı, çok iyi asker yetiştirir
ve yönetirdi. Savaşlarda çok hızlı hareket eder ve çabuk karar verip; doğru gördüğünü
kimseyi dinlemeden uygulardı. Gözünü kırpmadan ölüme gidecek bir boy ordusu kurmuştu.
Vize’yi, Lüleburgaz’ı kendi başına almıştı. Osmanlının Rumeli’deki en büyük ve güvenilir
gücüydü. Germiyan Oğlu Süleyman Şah; Boyumuz Bilgesi Akdede’nin oğlu Hacı İl Bey’in
ablası; Devlet Hatun ile evliydi. Akdede’nin ikinci kızı Banu Hatun da Çandarzade Ali Bey
ile evlenmişti. Boyumuz damadı Germiyanoğlu Süleyman Şah, Karamanoğlu Beyliği’nin
saldırılarından korunmak ve daha da güçlenmek için; kızı Gülçiçek Hatunu, Osmanlı Padişahı
Birinci Murat’ın oğlu Yıldırım Bayezit’le evlendirdi ve Kütahya, Gediz, Simav, Emet ve
civarını, çeyiz olarak Osmanlı’ya verdi. Padişah Birinci Murat, Anadolu’da birliği sağlamak
amacı ile bu evliliğe çok sıcak bakmış ve kızı Melik Hatun’u; kahramanlığını çok beğendiği,
AKDEDE’nin Oğlu Hacı İl Bey’e vermişti. Kısaca: Boyumuz Bilgesi ve Beyi AKDEDE’nin
kız torunu Gülçiçek, Bayezit ile; Oğlu Hacı İl Bey’de I.Murat’ın kızı Melik Hatun’la
evlenmişti. Gelin vermiş ve gelin almıştık. Bunun sonucunda, Anadolu Beyliklerinin, o tarihte
en güçlüsü olan Germiyan Beyliği, Osmanlı Beyliği, Çandaroğlu Beyliği ve bizim boyumuz
beyliği birbirleriyle içli dışlı akraba olmuşlar ve dayanışma kurmuşlardı. Süleyman Şah’ın
karısı Devlet Hatun’un Babası, Boyumuz Beyi Akdede’de önce Germiyan Beyliği’nin; sonra
da davet üzerine Osmanlı Beyliğinin Bilgesi, Atabeyi ve Lalası olmuştu. Akdede’nin oğlu,
boyumuzun komutanı Hacı İl Bey, Bayezit’in dayısı; Akdede’de; Bayezit’in Dedesi, Lalası
(Öğretmeni) olmuş bulunuyor; Yıdırım Bayezit ise, boyumuzun eniştesi sayılıyordu. Yıldırım
Bayezit, eşi Gülçiçek Hatun’un boyu ile yakın ilişkiler kurmuş, hala Germiyan Oğulları
Beyliği altında bulunanları da Rumeli’ye geçirip, güçlerini birleştirmiş ve yerleşik yurt
edinmelerini sağlama sözü vermişti. Bursa’nın Karacabey Ovasında kalanlara da haberci
gönderilerek gelmeleri istenmiş; fakat onlar, artık tarımı öğrenip yerleşik düzene geçtikleri
için gelmemişlerdir. Boyumuz Beyi Akdede’nin küçük kızı Banu Hatun’un Çandarzade Ali
Bey’le evlendiğini ve akraba olduklarını biliyoruz. Osmanlı’nın daveti üzerine boyumuz
Söğüt civarına göç ederken, Akdede; damadı Çandarzade Ali Bey’i de yanından ayırmamıştı.
İzmir civarındaki Çandaroğulları Beyliği, Germiyan Beyliğiyle birleştikten sonra;
Osmanlılarla çok iyi geçinmeye ve desteklemeye başlamışlardı. Osmanlılar bu zamana kadar
Atabeylerini, hocalarını, lalalarını Çandaroğullarından seçiyorlardı. Bizim boyumuzla
akrabalık bağı kurulunca ve boyumuzun ‘bilge, okçu, savaşçı ve atçı’ özellikleri
anlaşılınca;Çandarlı’ların tavsiyeleri ile bizim boyumuzun ermişleri ve bilgeleri, Osmanlı
Beyliğinde; Lala (Şehzade Öğretmeni), Atabey (veya Atabek), hem şehzadelerin eğitim ve
öğretimi ile görevli, hem de devlet yönetiminde yetkili ve Şehzadeler küçük yaşta padişah
olduklarında, devleti geçici olarak yöneten kişi. Naip) olmaya; Molla görevi yapmaya
başlamışlardı. Yıldırım Bayezit, bahar ve yaz aylarında, anasının akrabası olan boyumuza
gelir; ayni zamanda dedesi olan lalasından (Akdede’den) eğitim ve öğretim alır; Dayısı Hacı
İl Bey’den savaşma plân ve bilgileri öğrenirdi. Bizim Boyumuz Beyi, Hacı İl Bey’in oğlu
Doğan Bey; Bayezit ile ayni yaşlardaydı ve çok iyi arkadaşlık ederlerdi. Şehzade Bayezit,
Dedesinden ve dayısından; derslerde Doğan Bey’in de bulunmasını özellikle isterdi…’
SIRP SINDIĞI ZAFERİ VE BOYUMUZUN KAHRAMANLIĞI
Osmanlı Beyliği’nin Trakya ve Balkanlar’da hızla ilerleyerek birçok yeri ele geçirmesi,
Avrupa Ülkelerini telaşlandırdı. Papanın çağrısı ile Macarlar, Bulgarlar, Sırplar, Eflâklılar ve
Bosnalılar Osmanlı’ya karşı birleşip bir ordu kurdular ve Edirne üzerine yürüdüler. Bu sırada
1.Murat Bursa’da bulunuyor, Şehzade Bayezit boyumuzda eğitim görüyor ve Edirne
Beylerbeyi olarak Lala Şahin Paşa görev yapıyordu. Lala Şahin Paşa, durumu bildirip
1.Murat’tan yardım istedi. 1.Murat, Boyumuz Beyi Hacı İl Bey’i 10 bin kişilik ordusu ile
düşmanın durumunu öğrenip, sonucu kendisine bildirmesini; Edirne’deki Lala Şahin Paşa’ya
katılmasını ve savaşa hazır olmalarını istedi. Emri alır almaz ordusunu harekete geçiren Hacı
İl Bey, karşı çıkmasına rağmen Şehzade Beyazıt’ın ve oğlu Doğan Bey’in önünü alamamış ve
onları da yanında götürmüştü. Gece yola çıkan ve yıldırım gibi süratle ilerleyen ordu,
Sırpsındığı’nda düşmanı buldu. Hacı İl Bey, düşman kuvvetlerinin her türlü güvenlik
önlemlerinden uzak olarak ilerlediğini görünce, geriye çekilip bir orman içinde askerlerine
baskın planını anlattı, herkese görevini bildirdi ve geceyi bekleyip, gözcülerden gelen işaret
üzerine düşmana saldırdı ve en az 50 bin kişilik orduyu iki saat gibi kısa bir sürede 10 bin kişi
ile yendi.Bu zafer bütün Avrupa’da şaşkınlık yarattı.Yeni tanıdıkları Türklerin nasıl bir ulus
olduğunu öğrenmiş oldular. Hacı İl Bey bu savaştan sonra büyük üne kavuştu. Ama
bilinmeyen bir nedenle ansızın öldü. Bazı tarihçilere göre; Lala Şahin Paşa, Hacı İl Bey’in
kazandığı bu zaferi kıskandığı için, onu zehirleterek öldürttü derler. Şehzade Beyazıt bu
savaştan çok bilgiler kazandı ve ileride alacağı ‘Yıldırım’ unvanının ilk askeri eğitimin ve
tatbikatını (uygulamasını) da yapmış oldu. Hacı İl Bey’in ölümünden sonra oğlu Doğan Bey
boyumuzun başına geçti. Şehzade Bayezit ile daha yakın bir konuma gelmişlerdi. Şehzade
Bayezit, Doğan Bey’e:’Ben Padişah olunca, seninle birlikte Avrupa’nın ve Asya’nın fatihi
olacağız.’ Diyordu. Bu nedenle de, Doğan Bey’in yerleşik düzene geçip, ev kurma ve tarım
yapma isteklerini geri çeviriyordu. Çünkü bizim boyun ordusuna ihtiyacı vardı. 1368’de
Kırklareli’nin alınışından sonra, Vize, Pınarhisar, Kırklareli’nin Istranca (Yıldız) Dağları
eteklerinde yine konar, göçer olarak yaşamaya başladılar. Kırklareli ve Edirne’nin alınışında,
Trakya’nın ele geçirilmesinde kahramanlıklar gösterdiler. Daha o zamanlarda köyümüzün
şimdi kurulmuş olduğu yer; boş, ormanlık ve otlak alanları ile kaplıydı. Bizim boy, ilkbahar
ve sonbahar mevsimlerinde 80 yıl boyunca hayvanlarını bu otlaklarda beslemişlerdi. Buraları
avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Beraberimde sizlere armağan etmek üzere, yeni basılan
‘Serhatlerin Çocuğu Yıldırm Bayezit’ isimli bir kitap getirdim. Bu kitapta sorularınızın
çoğuna cevap bulabilirsiniz…
* * *
BİRİNCİ KOSOVA SAVAŞI VE BOYUMUZUN ŞEHZADE BAYEZİT’İN,
PADİŞAH YILDIRIM BAYEZİT OLMASINA KATKILARI
Artık boyumuzun başında Doğan Bey bulunuyordu ve Edirne Beylerbeyi’ne bağlıydı.
Doğan Bey, Tuna kıyılarına kadar akınlar yapıyor, hayvanlarına yeni otlaklar buluyor,
ordusuna da eğitim yaptırıp, büyük savaşlara hazırlık yapmış oluyordu. Ordusu 10 binden
aşağı hiç düşmüyordu. Beylerbeyi’nin talim için gönderdikleri ile 25–30 bin kişiye
ulaşıyordu. Yağız atlarını boyumuzda yetiştiriyor ve askerleri ile atlarını ayni vücutmuş gibi
bütünleştiren eğitimler yaptırıyordu. Askerleri, at üzerinde yer, içer ve uyurlardı. Yay, ok ve
kılıçlarını da kendileri üretiyorlardı. Bu konularda Orta Asya’dan bu yana çok ün salmışlardı.
Attıkları ok boşa gitmez, salladıkları kılıç boş geçmezdi. Babasından öğrendiklerine kendi
bilgilerini de ekleyerek, çok çabuk karar verip, hemen uygulamayı da vazgeçilmez
davranışları arasına katmıştı.10 bin kişilik boy ordusunun her askeri, beylerinin bakışından,
davranışından ve hareketlerinden ne demek istediğini anlar ve konuşmaya gerek kalmadan
uygularlardı.10 bin kişi sanki bir kişiydi. Doğan Bey bazen kendi başına ufak savaşlara
giriyordu.1387 yılında, Rumeli Beylerbeyi Çandarlı Ali Paşa’nın izni ile Tuna kıyısındaki
Niğbolu kalesini almış ve bu kalenin kumandanlığı kendisine verilmişti. Doğan Bey hiç boş
durmuyor, incelemesini yapıp gücünün yeteceğine inandığı, kale ve yerleşim yerlerini alıyor,
boyumuza yeni otlaklar kazandırıyor, Padişah’tan ve Beylerbeyi’nden gelen emirlere göre de
keşiflere çıkıp, düşman hakkında gerekli bilgileri topluyordu. Padişah, Doğan Bey’le Kosova
Tekfuruna haber göndererek, Osmanlı himayesine girmesini istedi. Tekfur bunu kabul etmedi.
Doğan Bey Kosova’ya savaş için değil, elçi olarak gelmiş olduğundan, beraberinde birkaç bin
askeri vardı. Tekfur’un padişah emrini geri çevirmesi üzerine, Kosova’yı yağma etti,
askerlerini esir alıp geriye döndü ve durumu padişaha bildirdi. Sırp Sındığı’nda yenilen
Avrupa Devletleri, Doğan Bey’in durmayan saldırıları karşısında, Osmanlıları durdurmak
için, ayni devletlerin yanına yeni devletler katarak 60 bin kişilik yeni bir ordu kurup
saldırdılar. Kosova, Kara Tavuk Ovası anlamına geliyordu. İki ordu Kosova Ovası’nda, 1389
yılında karşı karşıya geldi. Osmanlı Ordusu Sağ Cenah (sağ kanat, sağ taraf), Sol Cenah ve
Merkez olarak üç bölümden oluşuyordu. Merkezde Padişah ve ona bağlı olan Hassa Ordusu,
Yeniçeriler ve Tımarlı Sipahiler yer alırdı. Sağ ve Sol Cenahlara da padişah’ın uygun gördüğü
şehzadeler ve onları eğiten kumandanlar yer alırdı. Savaşta uygulanan yöntem, önceden
belirlenir, görüşülür ve nasıl uygulanacağı kabul edildikten sonra her kanadın görevi belli
olurdu. Birinci Kosova Savaşı’nda, düşmana üç kanat birden dümdüz bir hat (çizgi) halinde
saldırılacak, verilen bir işaretle, merkez sanki yeniliyormuş gibi geri çekilip düşmanın ortaya
doğru ilerlemesi sağlanacak, sağ ve sol kanatlar da düşmanı kuşatarak çember içine alacak,
kaçmasına meydan vermeden düşman yok edilecekti. Sağ Kanat’ta Doğan Bey’in 10 bin
kişilik ordusuna, Şehzade Bayezit kumandanlık ediyor, Sol Kanat’ta da Şehzade Savcı Bey
kumandan olarak yer alıyordu. Savaş, hazırlanan plana göre yapıldı ve ortaya doğru ilerleyen
düşman iki taraftan da sarıldı. Şehzade Bayezit, çok yakından tanıdığı ve ayni eğitimi aldığı
Doğan Bey’in ordusu ile düşmanın üzerine öyle bir saldırdı ve öyle bir hücum geliştirdi ki;
padişah başta olmak üzere, savaşı izleyen bütün kumandanların ağzından:’Yıldırım gibi’
sözleri çıktı ve 4 saat gibi kısa bir sürede düşman ordusu kaçmaya fırsat verilmeden yok edildi
veya esir alındı. Artık Şehzade Bayezit, Yıldırım Bayezit olmuştu. Savaş meydanını gezen
Padişah 1. Murat, ‘padişahı görüp ayaklarına kapanmak istiyorum’ diyen bir Sırplı’nın
kolundan çıkardığı bir hançerle şehit edilince, kumandanların kararı ile ayni gün Padişah
Yıldırım Bayezit oldu…
* * *
BOYUMUZ YERLEŞİK DÜZENE GEÇMEYE KARAR VERİYOR
Doğan Bey artık Niğbolu Kale Kumandanı olmuştu. Bulgaristan’ın ortasında yer alan
Koca Balkanlar Dağlarındaki Demir Kapı ve Şıpka Geçitlerini geçtikten sonra, ortasından
Tuna Nehri’nin geçtiği, uçsuz bucaksız dümdüz bir ova gözler önüne seriliyordu. Bizim boy,
bu güzellik karşısında: ‘Cennet burası olsa gerek…’ diye düşünmüş ve buradan ayrılmamaya
karar vermişti. İzin padişahta bitiyordu. Kosova Savaşında gösterilen kahramanlıktan ve
Yıldırım Bayezit’in padişah olmasından sonra izin almak kolaylaşmıştı. Ovanın ortalarında
yer alan; Lofça, Plevne ve Niğbolu, tıpkı Babaeski, Lüleburgaz ve Çorlu gibi sıralanmıştı.
Aralarındaki uzaklık da hemen hemen ayniydi. En küçüğü Lofça’nın içinden Koca
Balkanlardan çıkan Osma (Osam) Çayı geçiyor ve Tuna nehri’ne dökülüyordu. Ortanca olan
Plevne, büyüklüğü gibi ortada yer alıyor ve ortasından, yine ayni dağlardan çıkan İsker (Vit)
Çayı geçip Tuna’ya dökülüyordu. En büyükleri olan Niğbolu ise, Tuna kıyısında yer alan
önemli bir kale ve Tuna’dan geçen gemilerin de uğradığı önemli bir liman ve ticaret
merkeziydi. Bizim Boyumuz insanları 60 yıldır Rumeli’de, Trakya’da yaşıyorlardı. Tarımla
uğraşan insanları yakından izlemişler, toprakla uğraşmanın, tarım yapmanın hayvanla
uğraşmaktan daha kolay ve kârlı olduğunu yaşayarak görmüşler ve çiftçiliğin nasıl
yapıldığını; önce sebze, mısır ve bostan yetiştirerek, daha sonra da buğday ekip biçerek
öğrenmişlerdi. Evlerde yaşamanın çadırlarda yaşamaya göre çok daha rahat olduğunu
görmüşler ve yerleşik düzene geçmeye, bereketli Tuna Ovası’nı görünce kesin karar
vermişlerdi. Doğan Bey, Edirne’ye gidip, Padişah’la görüştü. Padişah:’Boy olarak bize çok iyi
hizmet ettiniz. Yerleşik düzene geçmeyi en çok siz hak ettiniz. Seçtiğiniz yer de çok iyi ve
çok önemli. Osmanlının batıdaki en uç noktasında bulunuyorsunuz. Bu toprakların ‘Beraatı’
sizindir. Gider gitmez yazılı fermanım elinizde olacaktır. Kahramanlığınız dillere destan.
Rumeli’nin korunmasını, savunmasını ve yeni alınacak yerlerin belirlenmesini sana
bırakıyorum. Anadolu’da bazı isyanlar var. Onları bastırdıktan sonra İstanbul’u kuşatacak ve
alacağım. Bu savaşlar için bana 10 bin yıldırım askerini gönder. Onlar benim özel askerlerim
olacak. Sen de ordunu en kısa zamanda 10 bine çıkar. Tuna’yı geçip akınlarına Macaristan’a
doğru devam et.’ Doğan Bey: “Ben de Padişahımın yanında olmak isterim. İzin verin, ben de
geleyim.”Padişah:”Senin Niğbolu’dan ayrıldığını düşman öğrenirse derhal saldırır. Akınlarına
devam et. Düşmana göz açtırma. Seni çok yakında Ak Tolgalı Rumeli Beylerbeyi Doğan Paşa
olarak görmek istiyorum. Sen benim sağ kolumsun. Senin Rumeli’de bulunman bana güven
verir. Bu güvenimi hak edeceğine inanıyorum. Yerleşmeniz için ferman (Padişah izni)
verilmiştir. Allah yardımcımız olsun.”
* * *
Aradan beş yıl geçmiş, Yıldırım Bayezit Anadolu isyanlarını bastırıp İstanbul’u
kuşatmıştı. Doğan Bey ise, yerleşik düzene geçen boyunu, Lofça, Plevne ve kendisine daha
yakın olanları da Niğbolu’daki boş evlere yerleştirmiş ve boy büyükleri ile yapılan bir toplantı
sonucu alınan kararlara göre toprak dağıtımı yapmış, herkesin toprak işlemeyi ve tarım
yapmayı öğrenmesini, yanı sıra başta at olmak üzere hayvan beslemesini, bu zamana kadar
yaptıkları savaş araç ve gereçlerini yapmak üzere atölyeler kurmalarını, ticaret yapmayı
öğrenmelerini, öncelikle yapı ustalığı öğrenip kendi evlerini, camilerini ve medreselerini
kendilerinin yapmayı öğrenmelerini istemişti.Bizim ninelerimiz ve dedelerimiz, çok hoşlarına
giden Lofça’ya yerleşmişlerdi.Boş evleri beğenmeyenler kendilerine ev yapmış ve toprak
işlemeyi öğrenmeye başlamışlardı.Herkes mutluydu.Doğan Bey, kısa sürede asker sayısını
yine 10 bine çıkarmıştı.Tuna’yı geçip,akınlar yapıyor,Eflak,Boğdan ve Macaristan’a korku
salıyordu.Başta papanın teşviki ve Macar Kralının girişimi ile, Osmanlı’ları Avrupa’dan
atmak için, bir haçlı seferi düzenlendi. Sayıları 100 bini bulan haçlı ordusunda, Avrupa’nın
tüm ülkeleri ve en kahraman komutanları bulunuyordu. Padişah Yıldırım Bayezit’in İstanbul
Kuşatmasında bulunması kendileri için iyi bir fırsattı.12 Eylül 1396’da Doğan Bey ve
Boyumuzun koruduğu Niğbolu Kalesini kuşattılar. Kuşatmayı Venedik ve Rodos
gemilerinden meydana gelen bir haçlı donanması da destekliyordu. Fransız Şövalyeleri o
kadar kendilerine güveniyorlardı ki,’Gök yıkılsa mızraklarımızla tutarız.’ Diye naralar
atıyorlardı.100 bin kişilik Haçlı Ordusu, ok atımı mesafesi uzaklığında,(yaklaşık 400–500 m.)
kaleyi kuşatmışlar, içeriden dışarıya, dışardan içeriye kuş uçurtmuyorlardı. Lofça’nın ve
Plevne’nin eli silah tutanları, düşmanın geldiğini duyar duymaz, kale daha kuşatılmadan
Niğbolu’da toplanıp savaşa hazırlanmışlardı. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar Plevne ve
Lofça’da kalmışlardı. O tarihlerdeki savaş kuralları, iki ordunun geniş bir ovada karşılaşıp
savaşması esasına dayanıyordu. Şehir, kasaba ve köylerde yaşayan halk savaşa katılmıyordu.
Her iki taraf da savaşa katılmayanlara dokunmuyordu. Savaşı kazanan taraf, tüm şehir, kasaba
ve köylere sahip oluyor, isteyen halk da, savaşı kazananın hâkimiyetini kabul edip, belirlenen
vergiyi veriyor; bulunduğu yerde yaşamaya devam ediyordu. Düşman hâkimiyetini kabul
etmeyenler de göç edip seçtikleri ülkeye gidiyorlardı. Doğan Bey, kalede sıkışıp kalmıştı. 10
bin askeri ile 100 bin asker karşısında ne yapabilirdi? Kale burçlarına okçuları ve
mancınıkçıları yerleştirmiş, devamlı nöbetçiler dikmiş, kale kapılarını ve kale bedenlerini
(duvarlarını) sağlamlaştırmıştı. Düşman kuşatmayı tamamlamadan yiyecek depolamış ve iki
askerini Padişah’a haberci olarak göndermişti. En yakın zamanda yardım geleceğine inanıyor,
geceli gündüzlü kale burçlarından inmiyor, uzaklardan gelecek bir işaret gözlüyordu,
saldırılara karşı kahramanca karşı koyuyor, hatta karşı saldırıya geçiyordu.
Durumu öğrenen Yıldırım Bayezit, İstanbul Kuşatmasını kaldırıp, 60 bin kişilik ordusunu
alıp, yıldırım hızıyla yola çıkmıştı. Koca orduyla 600 km.lik yolu 10 günde alarak Lofça’yı ve
Plevne’yi geçip, düşmandan habersiz, 7-8 km. uzaklıkta konaklamıştı. Çıkardığı gözcü ve
casuslarla düşmanın durumunu öğrenip, kumandanları ile Harp Divanı’nı toplamış ve savaş
plânını yapmıştı. Türklerin Orta Asya’da uyguladıkları dört numaralı savaş planına göre:
Osmanlı Ordusu iki gruba ayrılıyordu. Padişah komutasındaki esas kuvvet, uygun bir tepe
gerisinde pusuya yatıyor, düşmanı pusuya düşürecek zayıf kuvvet ise, zayıf görünüşü ile
düşmana saldırıp, kısa bir çatışmadan sonra yenilmiş gibi geriye kaçıp düşmanı pusuya
düşürüyordu. Kaçanları kovalayıp savaşı kazandığını zanneden ve disiplini kaybeden düşman
ordusu, tepelerin adına saklanmış kuvvetlerin iki taraftan yaptıkları saldırı ile pusuya
düştüğünü anlıyor ama iş işten geçmiş oluyordu. Osmanlı Komutanlarının hepsi dört numaralı
plân denilince nasıl hareket edeceklerini bilirlerdi. Bu plândan kale komutanı Doğan Bey’in
de haberdar olması gerekirdi. Herkes çadırlarına çekilmiş, ertesi sabah başlayacak savaşı
düşünüyordu. Yıldırım Bayezit otağından (Padişah çadırından) çıktı. Gecenin yarısı geçmişti.
Kimseye görünmeden ve haber vermeden hep hazır olan beyaz atına bindi. Nöbetçiye biraz
dolaşıp geleceğini söyledi. Kendilerine çok güvenen düşman ordusu, nöbetçi bırakmaya gerek
görmeden derin bir uykuya dalmıştı. Kimseye görünmeden Düşman kuşatmasının arasından
bir gölge gibi geçip kale bedenlerine ulaştı ve: ‘Bre Doğan, Bre Doğan!..’ Diye haykırdı.
Doğan Bey, zaten kale burçlarındaydı. Sesi tanıdı ve:’Buyur Sultanım. Geleceğini biliyor ve
saldırı hazırlıklarımı yapıyordum.’ Diye karşılık verince, Yıldırım Bayezit:’ Bre Doğan, yarın
namazla birlikte dört numaralı plân. Burçlardan izle ve zamanında saldır!’ Buyruğunu
vererek, geldiği gibi sessiz bir gölge olup karargâha geri döndü. Komutanlar telâş içindeydi.
Padişah nerede olduğunu ve plânın son parçasını da tamamladığını söyleyince, bu
kahramanlık ve zekâ sayesinde savaşı kazanacaklarından emin olarak çadırlarına çekilip
sabahı beklediler.
Gün doğarken plân uygulanmaya başladı. Zayıf ve on beş bin civarında atlı ve yaya Türk
Askeri, hafif eğilimli bir tepeden düşman ordusuna saldırdı. Bu kadar az askeri gören düşman
kuvvetleri, tavşan avına çıkmış av köpekleri gibi, ‘Türkler bu kadar mı? Bunlar bizim
dişimizin kovuğuna yetmez. Papa, Türk öldüren cennete gider dedi. Bu kadar az olan
Türklerden biz de öldürelim ve cennete gidelim. Savaşımız boşa gitmesin.’ Diyerek hep
birlikte ve düzensiz olarak saldırdılar. Kısa bir çatışmadan sonra Türk Askerleri, plân gereği
yenilmiş gibi yapıp kaçmaya başladılar. Bunu gören düşmanlar, kale kuşatmasını da bırakıp
sevinç ve zafer naraları ile kaçanların peşinden atlı ve yaya olarak koşmaya başladılar ve…
Kendileri için hazırlanmış pusu yerine gelince Yıldırım Bayezit’in yıldırım askerleri ve 45 bin
kişilik esas ordusu ile sağdan ve soldan saldırıya uğradılar. Padişahlar, savaşı yönetir ama
muharebeye (çatışmaya) girmezlerdi. Savaşı gören bir tepeden gerekli emirleri verirlerdi.
Oysa Yıldırım Bayezit, askerlerinin en önünde, kolları sıvanmış, başına beyaz bir börk
(deriden yapılmış sipersiz şapka) geçirmiş, bir elinde kılıcı, bir elinde gürzü :’Koman
(Komayın, bırakmayın) aslanlarım, vurun yiğitlerim!’ Diye naralar atarak, üzerine bindiği
atını dizleri ile yöneterek ve atıyla bütünleşerek, yalın kılıç, göğüs göğse düşmanla savaşıyor;
zorda kalan her birliğe yetişerek moral ve cesaret veriyordu. Onunla birlikte tek vücutmuş
gibi savaşan boyumuzun yıldırım askerleri, gelebilecek her türlü tehlikeye kalkan olarak
savaşın seyrini değiştiriyor; ‘gök yıkılsa mızraklarımızla tutarız’ diyen düşmanların üstüne
yıldırım yağdırıyorlardı. Padişahlarının bu davranışını gören komutan ve askerler, tarihe yeni
bir şanlı sayfa yazmanın övüncü ve kıvancı ile saldırıyordu. Plân gereği kaçar gibi yapan
kuvvetler de ansızın geri dönüp düşmana saldırmış, Padişahın kuvvetleri de yarım daire
şeklinde iki yandan saldırarak düşmanı çember içine almaya başlamışlardı ki… Doğan
Bey’in 10 bin kişilik ordusu da kaleden çıkarak açık kalan daireyi tamamlayıp savaşa girmiş;
kaleyi kuşatan 100 bin kişilik Haçlı Ordusu, Osmanlı Ordusu tarafından kuşatılmıştı. 5 – 6
saat içinde 100 bin kişilik Haçlı ordusunun yarısı yok edilmiş, diğer yarısından bazıları
kaçmayı başarmış, bazıları gemilere binip canlarını kurtarmaya çalışmış, büyük bölümü ise
silahlarını atarak teslim olup canlarını kurtarma yolunu seçmişlerdi. Yıldırım Bayezit, savaşta
esir düşen Fransız Komutanı af edip ülkesine dönmesine izin verirken.’Bir daha bana karşı
silah kullanmamak üzere yemin etmiştin. Yeminini geri veriyorum. Eğer şerefini koruyan bir
adam isen, hemen silahını eline al ve Hıristiyanlığın tüm kuvvetlerini bana saldırmak üzere
hazırla. Böylece, bana yeni zaferler ve şanlar kazandırmak için fırsatlar hazırlamış ve beni
memnun etmiş olursun.’Diyerek uğurlaması, tarih sayfalarında hak ettiği yeri almıştır…
Savaş sonrası Niğbolu Kalesi önünde karargâh kurup, askerini dinlendiren, yaralarını sarıp
şehitlerini defneden Yıldırım Bayezit, Doğan Bey’e ‘Niğbolu, Plevne ve Lofça’nın Toprak
Beraatini’ mühürleyip vermiş ve kendisine Rumeli’nin korunmasını bırakıp, İstanbul
Kuşatmasına kaldığı yerden devam etmek üzere dönmüştü. Bu savaştan sonra, Plevne
Savaşına kadar, bu yerlerde önemli bir savaş olmamış; Lofça, Plevne ve Niğbolu Türk
toprakları ve Türklerin yaşadığı şehirler, kasabalar ve köyler olarak kalmıştı.’
* * *
1390 YILLARINDA RUMELİ’DEKİ İNSAN TOPLULUKLARI
Bizim boyumuzun yerleşik yaşama geçmek için seçmiş oldukları Rumeli’de,
kendilerinden önce ve geldiklerinde kimler yaşıyordu? Bu konuda gerçek bilgileri öğrenmek,
‘Biz Kimiz?’ sorusuna doğru cevap bulmak açısından önemlidir. Çünkü atalarımız, yerleşik
yaşama geçtikleri yerlerdeki insanlarla, ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiye girecekleri 500
yıllık bir ortak yaşama başlıyorlardı. Doğaldır ki, bu ilişkiler sonucu kız alıp vermelere varan
akrabalıklar da olacaktı.
TRAKYA VE TRAKLAR
Yurdumuzun Avrupa’da kalan ve şu zamandan sonsuza kadar üzerinde yaşayacağımız
olan topraklara Trakya deniyor. Trakya, bu kadar değildir. Biz Doğu Trakya da yaşıyoruz.
Bundan başka, Bulgaristan topraklarında kalan ve Balkan Dağlarına kadar ulaşan Kuzey
Trakya, Yunanistan topraklarında kalan ve Selanik’e kadar uzanan Batı Trakya’nın da içinde
yer aldığı büyük bir toprak parçasıdır. Trakya’ya adını veren ve tarihte burada ilk yaşayan
insanlar olarak adları geçen Trak’lardır. Varlıkları, MÖ. 800 ve 600 yıllarına dayanır.
Dardanlar,(Çanakkale’ye Dardanel bu yüzden denir) Doklar, Getler adı verilen kavimler
birleşerek, burada büyük bir krallık kurmuşlar, tarım yapmaya başlamışlardır. Önce Büyük
İskender tarafından ele geçirilen Traklar, daha sonraki (MS.40) yıllarda Roma İmparatorluğu
tarafından alınarak, Roma Eyaleti yapılmış ve Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu sınırları
içinde kalmıştır. Trak halkı, bu savaş ve işgallerden sonra azalarak tarih sayfalarından silinip
gitmiştir. Atalarımızın geldiğinde Trakya’da Traklar hemen hemen hiç kalmamıştı.
MACARİSTAN VE MACARLAR
Daha sonraki bölümlerde ayrıntıları ile göreceğimiz, Türklerin ilk kurdukları Orta
Asya’daki Büyük Hun Devleti’nin bir kolu, nüfusun artması, kuraklık başlaması ve otlak
bulunmaması nedenleri ile Hazer Denizi’nin Kuzeyinden, Ural Dağları üzerinden, Karadeniz
kuzeyinden ve bu günkü Rusya topraklarından geçerek, otlak ve yeni yurt aramaya
başlamışlar ve Tuna kıyılarındaki bu günkü Macaristan’a gelerek, karşılarına çıkan kavimleri
yenip emirleri altına almışlar, buraları yurt edinip, Doğu Avrupa’da Batı Hun
İmparatorluğunu (MS:374) kurmuşlardır. Avrupa tarafından ilk defa Türk adı bu zamanda
kullanılmıştır. En önemli hakanları, devleti kuran Balamir ve Attila’dır. Avrupa’yı titreten,
Roma’ya kadar gidip önünde papayı diz çöktüren Attila, Trakya’yı, Bulgaristan’ı, Selanik’i,
Lüleburgaz’ı, Gelibolu’yu, Sofya, Filibe, Edirne, Niğbolu, Plevne ve Lofça’yı alarak buralara
Orta Asya’dan gelen Peçenek, Kıpçak ve Kuman Türklerini yerleştirmiştir.(MS:453) Batı
Hunları, MS.405 yılından itibaren, Hırıstiyan Keşişleri tarafından ziyaret edilmeye başlanmış
ve o zamana kadar Orta Asya’dan getirdikleri Şaman Dinine inanan Hunlar,ilerleyen
zamanlarda Hırıstiyan olmuşlardır. Atalarımız geldiğinde, Batı Hun İmparatorluğu yıkılmış,
geri kalanlar Macar (sarışın) adını almış, yerleşik yaşama geçip tarım yapmaya başlamış ve
ülkelerine de Macaristan adı verilmiştir. Atalarımız, Tuna’nın karşı kıyısında, Macaristan’a
bağlı Eflak ve Boğdan Beylikleri (bu günkü Romanya toprakları) ile komşu oldukları
Macarlarla, savaşlar ve ticaret dışında iletişim kurmamışlardır.
PEÇENEKLER
MS. 800 ve 1100 yılları arası, Orta Asya’dan Batı Hunlarını takip ederek göç eden
Peçenekler, Hunların gösterdiği topraklara yerleşmişler, Hunlarla birlikte; Şamanlığı bırakıp
Hırıstiyan olmuşlar ve bu günkü Bulgaristan’da yerleşik yaşama geçmişlerdir. Bazıları
yerleştikleri yerlerde bulunan Slavlarla kız alıp vermişler ve ayni dinden (hırıstiyan) olma
etkisi altında kalarak bütünleşmişlerdir. 300 yıl kadar (MS:1400 yılları) varlıklarını Peçenek
olarak sürdürüp Osmanlılarla ayni soydan geldiklerini öğrenip, dinlerini değiştirmeden
bütünleşme yolunu seçmişlerdir. Müslüman olarak gelen atalarımızla tanıştıktan ve iç içe
yaşamaya başladıktan sonra bir bölümü, Müslüman olmuşlardır. Müslüman olanlara Pomak
adı verilmiştir. Hırıstiyan kalanlar ise çoğunlukla Bulgar vatandaşlarını oluşturmuşlardır. Bu
günkü Bulgaristan vatandaşlarının ataları Peçenek Türkleridir. Aşağıda okuyacağınız zaman
göreceğiniz gibi, Pomaklar atalarımızla sıkı ilişki içinde olmuşlardır.
KIPÇAKLAR VE KUMANLAR
Peçeneklerin ardından, Rusya bozkırlarını geçip Avrupa’ya gelen Türk Boylarıdır.
(MS.1050-1500yılları arası) Doğu Avrupa’ya; Hunların gösterdikleri yerlere yerleştiler.
Kıpçaklarla Kumanlar (sarışın Türkler. Dilimizdeki kula sözcüğü buradan gelir) daha gelirken
bütünleştiler. Bu yüzden bazı tarihlerde ayni boy olarak geçerler. Şamanlığı bırakıp Hırıstiyan
dinini seçtiler. Daha çok Hun ve Slavlarla kız alıp verdiler ve bu günkü Macaristan
topraklarında kaldılar. Aralarından Müslüman olanlar Osmanlı hâkimiyeti altındaki topraklara
göçüp yerleşmişlerdir. Kıpçaklar ve Kumanlar ile atalarımızın ilişkileri kız alıp vermek gibi
akrabalık düzeyinde olmamıştır.
Orta Asya’dan göç ederek gelen Türklerin dışında, ayrı topraklarda, ayrı dinde ve
kültürde yaşayan Bizanslar, Yunanlar, Sırplar, Ulahlar, Slavlar,(Avusturyalılar)ve Ruslar da
Osmanlı’ya komşu olarak yaşıyorlar; geniş toprak tarımı yapıyorlar, göçebe olarak gelip
hayvan besleyen, hemen savaşa girip topraklarını ellerinden alan Türkleri; tehlike olmaktan
çıkarmak için; hepsinin içinde yer aldığı Haçlı Orduları (din orduları) oluşturup saldırıyorlar;
bu yoldan başarılı olamayınca da Türklerle anlaşma, iyi geçinme, hırıstiyan yapma, kız alıp
verme gibi yolları deniyorlardı. Osmanlı Devleti, Trakya’yı da içine alan Avrupa’nın bu
bölümüne Rumeli adını vermişti.
* * *
LOFÇA’DA 491 YIL
Hamitabat Köyü’ne göç eden atalarımız, yerleşim yeri olarak Lofça’yı seçmişlerdi.
Doğan Bey’in 1387 yılında buraları almasından sonra, Macarlar, Slavlar, Kıpçaklar ve Sırplar
göç etmişler, geride büyük çoğunlukla Peçenekler kalmışlardı. Göç edenlerin evleri ve
toprakları boştu. Kurulan bir heyetle evler ve topraklar paylaştırıldı. Atalarımız bu zamana
kadar göçebe yaşamışlardı. At, koyun, sığır beslemek ve bunlardan sağladıkları ürünlerle
geçinmek için otlaktan otlağa dolaşmışlar, çadırlarda yaşam sürmüşler, daha çabuk hareket
etmek için arabaların üzerine çadır yapmışlar, otlakların durumuna, kendilerine saldıran
düşmanların güçlerine ve bağlı oldukları beyliğin açtığı savaşlara göre konaklayıp
göçmüşlerdi. İlkbahar mevsimlerinde bol otlu olan bozkırlarda, yaz mevsimlerinde her zaman
yağış alan ve otlakları hep yeşil olan yaylalarda yaşarlardı. Sert kış mevsimleri geldiğinde,
yazdan belirledikleri bir orman kuytusunda veya kışlak adını verdikleri yerlerde
konaklamışlar, hayvanlarını koruma altına almışlar, kazasız belasız kışları geçirmeye
çalışmışlardı. Hayvanlarının doğuracağı yavru sayısından daha az hayvan kesip yemek veya
satmak ata geleneğiydi. Çünkü başka türlü hayvanların çoğalması olanaksızdı. Bu yüzden
mecbur kalmadıkça hayvanlarını yemez ve satmazlardı. Sürek halinde ava çıkarak et
ihtiyaçlarını karşılarlar, at sütünden kımız, diğer hayvan sütlerinden yoğurt, peynir ve benzeri
çeşitli ürünler yaparak beslenirlerdi. Toprak işlemediklerinden, sebze ve meyve yetiştirmeyi
bilmez, tahıl tanımaz ve ekmek nedir bilmezlerdi. Bağlı bulundukları Bey, her yıl vergi olarak
hayvanlarından bir kısmını alır, sürüleri ile birlikte savaşa giden ordunun takip edilmesini ve
hayvanlarının ordu yiyeceği; evlatlarının ordu yiğidi olması şart koşulurdu. Her yıl vergiden
ve savaştan azalan hayvan ve insanlarını çoğaltmak için var güçleriyle çalışırlar ama yine de
karınlarını zor doyururlardı. Çadırları kıldan veya hayvan derisindendi. Giysilerini hayvan
derisinden, yataklarını ince keçelerden, hemen toplanacak ve kolayca taşınacak şekilde
yaparlardı. Tüm obanın çadırları, verilen bir işaret üzerine bir saat içinde toplanır ve yola
çıkılırdı. Kışlık yem, ot ve yiyecek bulmakta zorluk çekerler, vahşi hayvanlardan, hırsız ve
düşmanlardan mallarını ve canlarını korumak için geceli gündüzlü silah elde nöbet
tutarlardı…
Artık bu zor günler geride kalmış, üç yüz yıldır özlemini duydukları, uzaktan bakıp
özendikleri yerleşik yaşama Lofça’da başlamışlardı. Daha Orta Asya’da iken Şamanlığı
bırakıp, yeni yayılan İslâmiyeti kabul edip Müslüman olmuşlar, Şamanlıktan gelen örf, adet,
gelenek ve göreneklerini de Müslümanlıkla kaynaştırmışlardı. Peçenekler İslâmiyetin
yayılmaya başlamasından önce geldikleri, etki ve baskı altında kaldıkları için Hırıstiyan
olmuşlardı. Konuşmaları Türkçe ama şiveleri (kelimeleri söyleyiş ve konuşma özellikleri)
farklıydı. Bizim konuşmalarımızda da olduğu gibi bu fark, Orta Asya’da ayrı bölgelerde
yaşamış olduklarından geliyordu.(Pomakların ana - ata konuşmaları bu gün de aynidir.) İki
grup önce birbirlerine kuşku ile baktılar, uzak durdular. Önce çocuklar görünmez duvarları
yıktılar. Birlikte oynadıkları oyunlarla arkadaş olup, birbirlerinin evlerine girdiler. Ardından
kadınlar çocuklarını arama ve alma bahanesi ile yaklaştılar. Birbirlerinin yaşamlarını, örf,
adet, gelenek ve göreneklerini gözlemlediler. Çok büyük benzerlikler taşıdıklarını gördüler.
Durumu erkeklerine açtılar. Geldiklerinden beri, toprak işleme ve tarım ürünlerini yetiştirme
konularında bilgi alış verişinde bulunan erkekler, bu konuları da aralarında konuşmaya
başlayınca; ayni soydan geldiklerini, dinlerinden başka her yaşantılarının ayni olduğunu
gördüler ve atalarımız Peçenekleri Müslüman olmaya davet ettiler. Yapılan toplantıya Doğan
Bey başkanlık etti. Bir Cuma günü, Niğbolu, Plevne ve Lofça’da sabahtan başlayan
şenliklerden sonra, Cuma Namazı ile birlikte, buralarda yaşayan Peçenekler Müslüman
oldular. Sonraki yıllarda kız alıp verdiler. Akrabalık, ticaret, tarım ve diğer sosyal ilişkilerini
geliştirip bir ulus bayrağı altında birleştiler. Lofça’da camiler, medreseler, çeşmeler, köprüler,
yollar yaptılar. Başta Muhtarlık Binası, Mutasarrıflık (Kaymakamlık) emri gelince, Hükümet
Konağı, zaptiye (polis-jandarma) binası, hamam, fırın, imaret, terzi, berber gibi topluma
hizmet veren, yardım ve ticaret yerleri açtılar.491 yıl içinde sosyal yaşamlarını çok ileri bir
düzeye getirdiler…
ATALARIMIZ ZAMANINDA LOFÇA’DA SOSYAL YAŞAM
1387 Yıllarında Lofça,400–500 hanelik bir köy görünümündeydi. Göç ettikleri 1878
yılında ise; tarihçilere ve ansiklopedi bilgilerine göre: Lofça, Osmanlı yönetimi sırasında
Niğbolu Liva’sına ( Liva: Sancak.İki Alaylık Askeri Birlik ve bu birliğin kumandanı. Resmi
kayıtlarda Mirliva olarak geçer. Miralay terfi edince Liva olur. Liva terfi edince Ferik olurdu.
Paşa da denen Liva’ların lakapları saadetlû idi. Niğbolu Liva’sı da boyumuzun başındaki
Doğan Bey’di.) bağlı bir mutasarrıflık (kaymakamlık) tı. Nüfusu 12 binden fazlaydı. Plevne
Savaşı’ndan sonra nüfusu 5.975’şe düştü. Halkının bir kısmı da Türkiye’ye göçtü. Ünlü
tarihçi Ahmet Cevdet Paşa Lofça’lıdır. Tarihçi, hukukçu, edebiyatçı olan Ahmet Cevdet Paşa,
1822’de Lofça’da doğmuştur. Babası Lofça kasabası idare kurulu üyelerinden İsmail Ağa’dır.
Öğrenimini, Lofça Müftüsü Hafız Ömer Efendi ile yapmış, 1839’da İstanbul’a gelerek
medrese öğretimine devam etmiş ve müderris (öğretmen) olmuştur. Mustafa Reşit Paşa’nın
çocuklarına ders vermiş, Padişah Abdülmecit zamanında(Tanzimat Döneminde) başlayan
devlet adamlığı döneminde, Osmanlı Tarihi kitabının ilk üç cildini yazmış, Adliye ve Maarif
(Milli Eğitim) Nazırlığı (Bakanlığı) yapmış, ilk hukuk mektebini açmıştır. Tanzimat
Devri’nin tüm yeniliklerinde imzası vardır. Devlet Adamlığı, Padişah Abdülaziz ve II.
Abdülhamit zamanında da üst yönetim ve nazırlık görevleriyle devam etmiştir.1878 Osmanlı Rus Savaşı’na (Plevne Savaşı’na) karşı çıkmıştır. 30 cilde yakın eser vermiştir.1895’te
İstanbul’da ölmüştür. Atalarımız Lofça’dan göç edip geldiklerinde sahip çıkmış; Padişah II.
Abdülhamit’ten Hamitabat Köyü kurulması izninin alınmasında ve toprak dağıtılmasında
önemli yardımları olmuştur.1890 tarihinde, köyümüz kurulurken ziyarete gelmiş, üç gün
köyümüzde misafir kalmış; toprak dağıtımında adil davranılması için, köy büyüklerini ve
görevli memurları uyarmış ve denetlemiştir. Ölünceye kadar Boyumuzun Bey’i olarak kalmış;
ölümünden sonra boyumuzun bey seçme geleneği sona erdirilmiştir.
Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa da bizim boyumuzdandır.1832 yılında Tokat’ta
doğmuştur. Atalarımız 1071 yılında Anadolu’ya ilk göç edip, Malazgirt Savaşı’nı kazandıktan
sonra, göçebe olarak yaşamlarını sürdürmüşler, Erzurum, Erzincan, Sivas ve Gümüşhane
dolaylarındaki beyliklerin emri altında dolaşıp, Tokat civarında yüz yıl kadar kalmışlardır.
Boyumuzdan bir bölümü Tokat ve civarında yerleşik yaşama geçmişler ve yurt edinmelerine
izin verilmiştir. Bizim dedelerimizin de içinde bulunduğu diğer kısmı ise, Eskişehir ve
Kütahya civarındaki Germiyanoğulları Beyliği emri altına girmişler, Osmanlı Beyliğinin
daveti üzerine de İznik’e gelip, Osmanlı Beyliği’ne katılmışlardır. Gazi Osman Paşa, Tokat
civarında yerleşik düzene geçen bizim boyumuzun çocuklarından biridir. Kendisinin
Rumeli’ye atanması rastlantı değil; bilinçli kendi seçimidir. Amacı; Sırp ve Rus saldırıları ile
karşı karşıya kalan boyumuzu bu kötü durumdan kurtarmaktır. O tarihlerde Adliye Nazırı
(Bakanı)olarak görev yapan Boyumuz Beyi Ahmet Cevdet Paşa ile görüşerek çözüm
üretmeye çalışmışlar, Osmanlı-Rus Savaşı’na karşı çıkmışlar ama durduramamışlardır. Yine
de emirleri dinleyip, elindeki kuvvetlerle savaşa girmiş, dünyayı hayrete düşüren
kahramanlıklar yapmış, Osmanlı Devleti kendisine askeri yardımda bulunmayınca savaş
kaybedilmiştir. Dedelerimiz de esareti kabul etmeyip, 491 yılda yoktan var ettikleri, yurt
edindikleri Lofça’yı, oradaki topraklarını, evlerini, mülklerini ve tüm zenginlikleri ile kültür
varlıklarını bırakarak bu günkü köyümüze göç etmişlerdir. Bu kolay verilecek bir karar
değildir.491 yılda kazandıklarının tümünü, malını, mülkünü, tarlanı, arazini, evini, dükkânını
bırakıp bir arabaya yüklediklerini alarak, hiç bilmediğin vatan topraklarına gelmek ve her
şeye sıfırdan başlamak her boyun harcı değildir.’
Yaşar Amcam sözlerini bitirmiş, bakışlarını büyük bir dikkatle kendisini dinleyenler
üzerinde gezdirerek elindeki ‘Serhatlerin Çocuğu Yıldırım Bayezit’ kitabını bana uzatmıştı…
* * *
1954 yılının sonbaharı gelmiş, okullar açılmış, ben 5. sınıf öğrencisi olmuştum. Babam:
‘Bu yıl çok çalışmam değil; çok çok çalışmam gerektiğini, yılsonunda Kepirtepe Öğretmen
Okulu’nun Yatılı Sınavlarına gireceğimi, öğretmen olmak, sevdiklerimi sevindirmek ve
geleceğimi kurtarmak istiyorsam bu sınavı mutlaka kazanmam gerektiğini’ okulun açıldığı ilk
gün bana anımsatarak okula göndermişti. Okul çıkışı eve geldiğimde, Babam dükkânın
camına vurarak beni çağırdı. Köyümüzün tarihçe dosyası ve defteri elindeydi. Üzerimdeki
giysileri inceledi, ayaklarımdaki kara lastikleri çıkartıp çoraplarımı denetledi, mendillerime
baktı ve :‘Zühtü Bey köye gelmiş. Seni görmek için haber göndermiş. Dosya ve defter hazır,
vereceği bilgileri ve anlatacaklarını iyi dinle. Öğretmenlerine nasıl saygı gösteriyorsan öyle
saygı göster. Davranışlarına dikkat et. Sakın aileni utandırma. Ben sana güveniyor ve yalnız
gönderiyorum. Sen de kendine güven. Kendisine güven duyan insanlar önce güven kazanırlar,
sonra da hayatta başarılı olurlar. Bunu unutma.’Sözlerini, kendisini büyük bir heyecanla
dinleyen benim kulaklarıma küpe yaparak tamamlayıp gönderdi.
Download