TOPLUMLARIN KALKINMASINDA VERGİLER YETERLİ Mİ? Dünyada pek az benzeri olan hayat standardı esası gibi hiçbir sosyal adalet prensibiyle bağdaşmayan bir sistem uygulanmaktadır. Gelir idaresi vergi gelirlerini artırmaya çalışırken, sosyal adalet ilkelerini, herkesin gücü oranında vergi vermesi prensibi çoğunlukla göz ardı edilmekte; vergi yükü de sabit ve dar gelirli yurttaşların omuzuna yüklenmektedir. Masis YONTAN İ.S.M.M.M.O. Başkan Yardımcısı Kalkınmışlık kavramı, süreç içinde, toplumdan topluma. bazen aynı toplumun değişik bölge ve kesimlerinde farklı şekillerde algılanabilmektedir. Günü üzün sanayileşmiş toplumları, artan ulusal gelirlerini toplum fertleri arasında eşitçe paylaştırma onların sağlık, eğitim, kültürel ve sosyal yaşam düzeylerini,yükseltmenin ötesinde; tüm insanlığın sağlık, beslenme ve kültürel gelişimi için harcamalar yapmakta ve yeni projeler tasarlayabilmektedir. Çünkü artık insanoğlu yalnız değildir. Günü insanı çok önemli bir gelişmeye tanık oluyor: dünyamız hızla küçülmene. Artık coğrafi uzaklık kavramı eski anlamını yitiriyor. Bu gelişmenin temelindeki en belirgin neden iletişim teknolojisindeki akla durgunluk veren ilerlemedir. Böylece tüm insanlık, olaylar konusunda hemen bilgi edinebilmeme ve bunu onucu olarak da bilinçlenmektedir. Sonuç olarak toplumların bilgi birikimi, o toplumdaki yerleşik değerleri etkilemekte, az gelişmiş yaşam tarzlarını temelinden sarsabilmemedir. iletişim çağını yaşayan dünyamız ve toplumumuz, bu çağın gereklerini yerine getirerek yaşamalıdırlar. Yaşamak zorundadırlar. Aksi halde ne olur? Pek çok olasılık söz konusudur. Toplumda varlıklarını sürdürmek ve bunu hissettirmek isteyen kişi, kurum ve kuruluşlar önce üretici, sonra tüketici olmalıdır. Bunun için de toplumun genel isteği belirlenebilmeli ve bu isteğe yanıt verebilecek bir yapılanma sağlanmalıdır. Ülkemizde yaşanan ekonomik sıkıntılara bu açıdan baktığımızda, üretilen mal ve hizmetlerin maliyetlerinin sürekli artığını görüyoruz. Bilindiği gibi mal ve hizmet fiyatlarını belirleyen iki unsurdan biri üretim (arz), diğeri de tüketim (talep)'dir. Arz ve talebin kesim noktasında fiyat dengesi sağlanmalıdır. Aksi halde fiyatlarda yükseline eğilimi meydana gelir ki, biz buna enflasyon diyoruz. Enflasyonu aşağı çekebilmek için bu iki unsur üzerinde durmak zorunludur. Birincisi mal ve hizmetlere olan talebi aşağıya çekmek, dolayısıyla talep enflasyonunu az da olsa önlemek; ikinci olarak da maliyetlerin yükselmesini önlemek gerekir. Maliyet enflasyonunu önlemek için üretim girdilerinin fiyatlarındaki artışların da kontrol edilmesi gerekir. Ülkemizin genel ekonomik durumuna göz atıldığında, söz konusu dengenin sağlıklı kurulamadığı ilk bakışta görülmektedir. Bunun temel nedenlerinden biri, kamunuz yatırımcı olduğu, yanı sıra yatırımcı bir zümrenin oluşturulmasını da üstlenmiş olmasıdır. Kısaca devlet, hem özel sektörün az kârlı veya riskli gördüğü temel üretim ve tüketim malları yatırımını gerçekleştirecek; hem sanayi ve ticareti gerçekleştirecek sermaye ve bilgi birikimine sahip bir zümre yetiştirecek; hem de toplumda birlik, düzen ve savunmayı, diğer toplumsal gereksinmeleri sağlayacaktır. Devlet üstlendiği tüm bu görevleri yerine getirmek için belli bir finansmana ihtiyaç duymaktadır. İşte bu finansmanın en büyük kaynağı vergi gelirleri olmak zorundadır. Vergi; Devletin harcamalarına, ekonomik olarak faal yurttaşların katkılarıdır. İşte bu noktada karşımıza hemen şu sorular çıkıyor: 1- Vergiler adil ve tam olarak ödeniyor veya toplanıyor mu? 2- Toplanan bu vergiler gerçekten toplumun tüm kesimlerinin yararına kullanılıyor mu? Vergiler tâm olarak ödenmiyor. Gerçekçi olmak gerekirse, bu enflasyonist ortamda ödenmesi de biraz zor görünüyor. Gelir idaresi de vergilerin beyan edilip, tahakkuk etmediğini anlamış olmalı ki, daha önce vergi dışı kalmış olanları vergi kapsamına almaya çalışmakta, bazı vergi oranlarını da sürekli yükseltmektedir. Hatta daha ileri giderek, dünyada pek az benzeri olan hayat standardı esası gibi hiçbir sosyal adalet prensibiyle bağdaşmayan bir sistemi bile uygulayabilmektedir. Gelir İdaresi vergi gelirlerini artırmaya çalışırken, sosyal adalet ilkelerini, herkesin gücü oranında vergi vermesi prensibini çoğunlukla göz ardı etmekte; vergi yükü de sabit ve dar gelirli yurttaşların omuzuna yüklenmektedir. Yatırımcılar ise fiyatları belirlerken ödeyecekleri vergileri maliyet unsuruymuş gibi düşünmektedirler. Belge düzeni tam olarak yerleşmediğinden tüccar ve esnaf arasındaysa belgesiz mal hareketleri görülmekte, dolayısıyla vergi kayıp ve kaçağı büyük boyutlara ulaşmaktadır. Üzülerek belirtmeliyim ki, ize vergiler gerçek olarak ödeniyor veya toplanabiliyor; ne de toplanan bu vergiler toplumun tüm kesimlerinin yararına kullanılıyor. Kamunun vergi gelirleri harcamaları karşılamayınca doğan açıkları kapatmak için, daha önce çeşitli amaçlarla kurulmuş olan ve bugün sayıları 106'yı bulan fonların büyük bir kısmıyla dış kredilerin tamamı kullanılmakta, ama kamu açıkları yine de kapatılamamaktadır. Sözün kısası, toplumların kalkınması için vergi gelirleri şart ancak yeterli değildir. Gelir İdaresinin 1990 yılında tahakkuk eden tüm vergi gelirleri 45 trilyon TL. Gene 1990 yılında incelemeye alınan toplam 9 trilyon TL'lık vergi beyan etmiş olan mükellefler nezdinde 6 trilyon vergi tahakkuk ettirilmiş olması, sanırım, ülkemizdeki vergi kayıp ve kaçağının boyutlarını açıklamaya yeterlidir. Peki, toplanan vergi gelirleri toplumun tüm kesimlerinin yararına kullanılıyor mu? Vergi yükünün ağırlığı ücretli kesimin omuzlarında. Üstelik bu vergi kaynaktan kesilmekte. Küçük esnaf (hangi sosyal adalet ilkelerine uyduğu bilinmeyen) hayat standardı esasına göre vergilendiriliyor. Çağdaş vergiciliğin temel prensibi olan çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınması prensibi yerine az kazanandan çok, çok kazanandan az vergi yöntemi uygulanıyor ve böylece var olan denge daha da bozuluyor. Bugün ücretli ve gerçek usulde vergilendirilen vergi mükelleflerine verilen vergi iadeleri ise aldatmacadan başka bir şey değildir. 1990 yılında tahakkuk eden tüm gelir vergisi toplamı yaklaşık 70 trilyon TL' dır. Gelir vergisinin % 50'si üreticilerden % 34 kesinti yolu ile (G. M. iradı ile serbest meslek kazancı) gelirlerinden kalan % 16'sı ise ancak gerçek ve götürü usulde mükellef olan kesimler tarafından ödenmektedir. Veya ödeneceği taahhüt edilmektedir. Oysa 1991 yılının ilk altı ayında ödenen vergi iadesi toplamı ise ancak 2 trilyon TL olmuştur. '' Gene ilginç bir bilgi: 1990 yılı bütçe geliri 56 trilyon TL olarak belirlenmiş, aynı yıl 105 adet fonda toplanan paraların tutan 32 trilyon TL'yi bulmuştur. Yani bütçe gelirinin % 57'sine karşılık gelmektedir. Yaklaşık 106 adet fon demiştim. Bilindiği kadarıyla Temmuz 1991'de Tütün Fonu adıyla yeni bir fon daha yaşamımıza girdi. Evet tüm çaba ve çalışmalara rağmen vergilerdeki büyük kayıp ve kaçaklar önlenememekte, tahakkuk ve tahsil edilen vergi, fon ve ulusal gelirler, toplumun tüm kesimleri için eşit ve hakça kullanılamamaktadır. Günümüz dünyasında toplumların kalkınması için vergiler kuşkusuz çok gerekli. Ancak nereye ve ne amaçla kullanıldığı bilinmeyen fonlarla; bir türlü önlenemeyen vergi kayıp ve kaçaklarıyla; önlenemeyen enflasyonla mutlaka bir yerlere gideriz. Ama nereye?